article
stringlengths
7.34k
10k
türer. Sus Hanım – Türk ve Altay mitolojisinde Yağmur Tanrıçası. Sut (Süt) Hanım olarak da bilinir. Geceleri köylerin etrafında dolanıp kontrol eder. Kendisinden yağmur istenilir. Süyüt (Süt) Kazan adlı yağmur dileme merasimi onun adına gerçekleştirilir. (Su/Suv/Sud/Sut/Süt) ve (Sus) kökünden türemiştir. Su kökü ile bağlantılıdır. Susamak fiili ile ilgilidir. Türk Dünyası'nda Tuva Cumhuriyetinde Süt-Göl (il) adlı bir idari merkez vardır. Bu bölgede Süt Göl adlı bir de göl bulunur. ORB İngilizce "Nesne İstem Aracısı" (Object Request Broker) teriminin kısaltımasıdır. Dağıtılmış bilgisayar programlamasında, nesne istem aracısı (ORB) programcıların ağ üzerinden bilgisayarlar arası program çağrıları yapmasına olanak tanıyan orta katman programcığıdır. ORB'ler programlarda bulunan nesnelerin veri yapılarını, ağ üzerinden taşınabilecek bit dizileri haline getirmekle yükümlüdür. Buna serileştirme (serialization) da denir. ORB'lere en yaygın örnek CORBA'dır. Playmen Sansür Sansür, çeşitli kavramların çeşitli yollarla kontrol altına alınmasıdır. Genelde hükûmet tarafından uygulanır. En somut amacı toplumu korumak ve devletin üzerinde kontrol sağlayacağı şekilde geliştirmektir. Genellikle toplumu etkileyen durumlarda/eylemlerde uygulanır ve ifâde özgürlüğünü bastırma amacı güdebilir. Ayrıca, sansür, toplu iletişimden kimi düşünceleri ve konseptleri çıkarma yoluyla algıyı kontrol etme eylemi olarak da nitelendirilebilir. Sansüre uğrayan şeyler tek bir kelimeden başlı başına bir kavrama kadar değişebilir ve değer sisteminden, ahlâkî yargılardan etkilenebilir. Derya Arbaş Derya Zerrin Berti ya da bilinen adıyla Derya Arbaş (17 Haziran 1968 - 22 Ekim 2003), Türk-ABD'li oyuncudur. Türkiye Eski Güzeli ve oyuncu Zerrin Arbaş ile Apaçi kökenli Amerikalı oyuncu Dehl Berti'nin kızı olarak dünyaya geldi. 1974'te annesi Zerrin Arbaş'ın oynadığı "Battal Gazi'nin Oğlu" adlı filmde, annesinin çocukluğunu canlandırdı. Uzun yıllar Amerika'da yaşadıktan sonra 15 yaşında "Kuyucaklı Yusuf" filminde oynamak üzere Türkiye'ye geldi. 1985-1986 arasındaki kısa süre boyunca birçok filmde oynadı. Türkiye'de ilk kez geniş kitlelerce tanınması Playmen adlı derginin ilk sayı kapak güzeli olmasıyla olmuştur. "Dilan" filmini çekerken Ağrı'da tanıştığı Nihat Polat ile 1986'nın sonunda gizlice evlendi. Bu evlilik döneminde sinemadan uzak kaldı. California Institute of the Arts’ta, resim ve heykel eğitimi aldı. 1989'da ise kültür farklılığını öne sürerek evliliğini bitirdi. Bu uzaklaştığı arada, 1991'de babasını kaybetti. 1992 yılında, bir Hollywood klasiği olan "Rüzgâr Gibi Geçti" filminin devamı niteliğinde çekilmesi planlanan "Scarlet" filminin başrol oyuncusunu seçmek için düzenlenen "Bir Scarlett Aranıyor" yarışmasının seçmelerinde Türkiye ayağının birinciliğini İpek Çeken, Nilüfer Açıkalın, Aylin Arasıl gibi rakiplerini geride bırakarak kazandı. ABD'deki finallere katılan Arbaş, ilk üç arasına girmeyi başararak filmde rol almayı garantilemişti. Ancak film projesi iptal edildi ve yapım "Scarlett" adında bir mini dizi olarak çekildi. Arbaş, Los Angeles'ta Beautiful Bartenders ("Güzel Barmenler") adlı bir ajansa bağlı olarak sosyetenin özel partilerinde barmenlik yaptı. 1994'te Atıf Yılmaz'ın "Gece, Melek ve Bizim Çocuklar" filminde başrol oynadı. Film sonrası yine ABD'ye gitti. 1996'da "Çılgın Badiler" adlı dizi için bir süre yine Türkiye'ye döndü. 1997'de Amerika'da "Hang Your Dog in the Wind" filminde oynadı. 2000'lerde Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. 2001'de Kerem Alışık ile "Günah" dizisinde oynadı. Hayatının son dönemlerinde "Gratified Desire" ("Doyurulmuş Arzu") adlı (yayımlanmamış) otobiyografik özellikler de barındıran bir roman yazmıştı. 16 Ekim 2003'te dedesi Avni Arbaş vefat edince cenaze töreni için Amerika'dan Türkiye'ye geldi. Cenaze sonrası 20 Ekim'de Los Angeles'taki evine döndü. Türkiye'ye dönmeyi planlayan Arbaş, 15 gün içinde dedesinin evine yerleşecekti. Ancak 22 Ekim'de geçirdiği kalp krizi sonrası yaşamını yitirdi. Los Angeles Polis Departmanı tarafından yapılan açıklamada otopsi sonucu kanında uyuşturucu toksinleri bulunduğu söylendi. Annesi başta olmak üzere, Derya Arbaş'ın erkek arkadaşı Erkin Alver de uyuşturucu kullanmadığını bildiklerini ve bunun imkansız olduğunu belirttiler. Zerrin Arbaş, kendi annesinin doğum sırasında kalp krizi geçirerek öldüğünü, eşinin de kalp krizinden öldüğünü belirterek, bunun genetik olduğunu savundu. Kalp krizini, uyarılara rağmen çok sık tükettiği sigaranın tetikleyebileceğini belirtti. Erkek arkadaşı ise onun bir süredir yalnızca doğum kontrol hapı kullandığını belirtti. Cenazesi, 28 Ekim 2003 günü Los Angeles'ın Chatsworth banliyösünde bulunan Oakwood Memorial Park mezarlığının şapelinde Kızılderili adetlerine göre yapılan ABD'deki Kızılderili akrabalarının yanı sıra Türkiye'den de dostları ve annesi Zerrin Arbaş'ın katıldığı törenin ardından toprağa verildi. Eksabayt Eksabayt (EB) bilgisayarlarda kullanılan, 1024 petabayt anlamına gelen bir veri büyüklüğü birimidir. Alt ve üst birimleri İnsanoğlunun bugüne kadar konuştuğu kelimelerin toplamda 5 eksabayt veriden ibaret olduğu düşünülmektedir. 2007 Yılında Berkeley Üniversitesi'nde yapılan araştırmalara göre 2007 itibarıyla dijital ortamda üretilen toplam veri miktarı 295 eksabaytdır. HDI-Arena HDI-Arena, Almanya'nın Hannover şehrinde bulunan 48.933 seyirci kapasiteli stadyumdur. 1954 yılında açılan AWD-Arena 2002 yılına kadar Niedersachsenstadion ismiyle bilinmekteydi. 2002 ile 2013 yılları arasında ise AWD-Arena olarak isimlendirilmiştir. Bundesliga takımı Hannover 96 iç saha maçlarını bu stadyumda yapmaktadır. 2006 FIFA Dünya Kupası'na kullanılan 12 stadyumdan biridir. Dereköy, Milas Dereköy, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin adı su çıkan denilen mevkiden çıkıp içinden geçen dereden gelmiştir. Oldukça eski bir tarihi vardır. Köy yakınlarında arkeolojik alanlara rastlanılması bunun en önemli kanıtıdır, özellikle Asarardı (cavurevi) denilen mevkide arkeolojik buluntular kazıya gerek kalmaksızın görülebilmektedir. Köy merkezindeki dev bir çınar ağacı da (en az 300 yıllık) mahallenin köklü tarihinin en önemli şahitlerindendir. Köy tipik bir Ege bölgesi mahallesidir. Dolayısıyla gelenek ve görenekleri diğer Ege köy ve kasabalarıyla benzerlik gösterir. Özellikle düğün, cenaze, mevlid vb. törenler hala önemini korumakta ve tarihle bağını yaşatmaktadır. Yemekleri genellikle sebze ağırlıklıdır. Et yemekleri ve hamur işleri çok fazla tercih edilmez. Ancak yolunuz Dereköye düşerse mutlaka sac böreği ve ot kavurmasının tadına bakınız. Muğla il merkezine 102 km, Milas ilçesine 35 km ve Ören Kasabasına 15 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, EGE iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi daha çok tarıma dayalıdır. Hayvancılık faaliyetleri (arıcılık dışında) fazla bir yer tutmaz. Arazinin yapısı tarımı da güçleştirmektedir. En önemli tarımsal faaliyetler zeytin yetiştiriciliği ve arıcılıktır. Mahallede bir tane zeytin yağı fabrikası bulunmaktadır. Kıraç yerlerde tahıl sulak yerlerde ise narenciye ekimi yapılır. Tahıl ve mısır ekimi köylünün kendi ihtiyacını karşılamaktan öteye gitmez. Mahallenin arıcıları Muğla'ya has çam balı üretirler. Mahallede üretilen zeytinyağı ise tamamen doğal (organik) zeytinyağıdır ancak köylüler bu konuda yeterli bilince sahip olmadıklarından yağlarını organik ürün olarak değerlendirememektedir. Köy, civarın en sulak arazilerinden birine sahiptir. Ancak yakınlarda bulunan Yeniköy Termik santraline soğutma suyunun bu mahalleden götürülmesi, mahallenin hem tarımsal geleceğini hem de doğal güzelliğini tehdit eder hale gelmiştir. Oysaki mahallenin su götürülmeden önceki doğal güzellikleri kartpostalları bile kıskandıracak güzellikteydi. Mahallede, ilköğretim okulu vardır. Ayrıca taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Şato Şato, Orta Çağ Avrupasında bir bölgenin derebeyinin oturduğu büyük ve korunaklı binalara verilen isim. Şato sözcüğü Türkçeye Fransızcadan (Château) geçmiştir. Şatolar ilk zamanlarda feodal beylerin yönetim merkezi ve oturduğu yerdi. Daha sonraki tarihlerde şatolar asilllerin oturduğu geniş ve korunaklı özel meskenler haline geldi. Aslında "Chateau" kelimesinin tam Türkçe karşılığı "Hisar"dır. Bu yapılar, Avrupa'da derebeyleri aynı zamanda toprak sahibi olduğu için, hükümdarın kendi malı olarak görülürdü, ve hükümdarın kendi evi de yapı içinde bulunuyordu. Türklerde, Avrupa'ya nazaran daha merkeziyetçi bir yönetim vardı ve hisarlar da yöneticinin malı değil, sultanın malı olarak kabul ediliyordu. Bunun sonucunda Avrupa'da şehirlerin savunma yapıları (kale, hisar) yöneticiyle özdeşleşmiş ve ikamet ağırlıklı olmuşlardır. Türkler ise sadece savunma amaçlı inşa edilmişlerdir. Genellikle bölgeye hakim tepeler üstüne inşa edilen şatolar kalın duvarlarla korunur. Bu mimari yapıları Orta Çağ kalelerinkinden farksızdır. Fritz Walter Stadyumu Fritz Walter Stadion, Almanya'nın Kaiserslautern şehrinde bulunan 48.500 seyirci kapasiteli stadyumdur. Bundesliga takımı 1. FC Kaiserslautern iç saha maçlarını bu stadyumda yapmaktadır. 2006 FIFA Dünya Kupası'na kullanılan 12 stadyumdan biridir. Açılışı 1926 yılında yapıldı. Stadyuma Batı Almanya'nın şampiyon olarak tamamladığı 1954 FIFA Dünya Kupası'nın ardının, milli takımın kaptanı ve genç takımdan itibaren 31 senelik kariyeri boyunca hiç aralıksız 1. FC Kaiserslautern'de oynayan efsanevi oyuncu Fritz Walter'ın adı verildi. EPCglobal EPCglobal Ağı, Elektronik Ürün Kodu (EPC) Numaraları, İnternet, Nesne Adlandırma Hizmeti ve RFID etiketleri kullanarak, tedarik zinciri boyunca ürünleri takip etmeyi sağlayan, EPCglobal tarafından geliştirilmekte olan küresel bir ağdır. Küresel standartlar organizasyonları GS1 (eski adıyla EAN Intern
ational) ve GS1 US™'in (eski adıyla Uniform Code Council, Inc.) ortak bir kuruluşudur. Elektronik Ürün Kodu (EPC - Electronic Product Code) teknolojisinin sorumlu bir şekilde standartlaştırılması ve dünya çapında benimsenmesini sağlamak amacıyla kurulmuştur. EPCglobal Ağı için küresel standartlar geliştirmeye odaklanmış, endüstri liderleri ve kuruluşlarından oluşan, üyelik-tabanlı bir kuruluştur. Amacı, tedarik zinciri boyunca görünürlüğü ve etkinliği artırmak ve firmalarla ticari ortakları arasında yüksek kaliteli bilgi akışı sağlamaktır. EPCglobal Sistemi, bir ürünün küresel olarak, tüm tedarik zinciri boyunca anında ve otomatik tanımlama ve takibini sağlamak için RFID (Radyo Frekansı ile Tanımlama) teknolojisi, var olan iletişim ağı altyapısı ve Elektronik Ürün Kodunu (bir ürünü tekil ve özgün olarak tanımlamak için kullanılan bir numara) birleştiren, tedarik zincirinin gelişmiş etkinlik ve görünürlüğünü sağlayan yeni bir küresel sistemdir. EPCglobal'ın Türkiye'deki temsilcisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesindeki GS1 Türkiye'dir. EPCglobal Ağı™ kavramı ilk olarak Auto-ID Merkezi tarafından geliştirilmiştir. Auto-ID Merkezi, Massachusetts Institute of Technology (M.I.T.) merkezli bir akademik araştırma projesidir. Merkez MIT'de bir araştırma laboratuvarına ek olarak, İngiltere'de Cambridge Üniversitesi, Avustralya'da Adelaide Üniversitesi, İsviçre'de St. Gallen Üniversitesi, Japonya'da Keio Üniversitesi ve Çin'de Fudan Üniversitesi'nde de araştıma tesisleri kurmuştur. 4 yıl süren yoğun araştırma ve geliştirmeden sonra Auto-ID Merkezi, EPCglobal Inc™'i RFID teknolojisi için endüstri standartları belirleyen ve EPCglobal Ağı'nın küresel olarak uygulanmasını yönlendiren küresel kuruluş olarak tanımıştır. EPCglobal Inc ilk olarak 1 Kasım 2003 tarihinde, GS1 (eski adıyla EAN International) ve GS1 US™'in (eski adıyla UCC) tarafından kar-amacı-gütmeyen ortak bir girişim olarak kurulmuştur. Hidetoshi Nakata Hidetoshi Nakata (Japonca: 中田 英寿) (d. 22 Ocak 1977), Japon futbolcudur. 2005-06 sezonunda İngiltere Premier League takımlarından Bolton Wanderers'de kiralık olarak oynayan Nakata, daha sonra futbolu bırakmıştır.. Japonya millî futbol takımının da formasını giyen Nakata, takımıyla birlikte 1998, 2002 ve 2006 FIFA Dünya Kupaları'na da katılmıştır. 2005-06 sezonu sonunda 29 yaşındaki orta saha oyuncusu Hidetoshi Nakata, futbolu bırakma kararını kendi internet sitesinden duyurdu. Dejan Stanković Dejan Stanković (Sırpça: Дејан Станковић; d. 11 Eylül 1978), orta saha pozisyonunda görev yapmış Sırp millî futbolcu ve teknik direktör. Kariyerine Sırbistan'da Kızılyıldız'da başlayan Stanković, oradan Lazio'ya geçti. SS Lazio'da çok başarılı olan Stanković, 2004 yılında SS Lazio'nun mali kriz yaşaması nedeniyle takımdan ayrıldı ve Inter Milan'a transfer oldu. Güçlü fiziği ve mücadeleci yapısıyla tanınan Stankovic orta sahanın ortasında ve kanat oyuncusu olarak oynamaktadır. Sert ve isabetli şutları onu diğerlerinden ayıran özelliğidir. Stankovic Yugoslavya, Sırbistan ve Karadağ millî futbol takımı formalarını giyerek Dünya Kupalarında 3 farklı ülkede forma giymiş tek futbolcu olma özelliği taşımaktadır. Sırbistan-Karadağ millî futbol takımı ile 2006 FIFA Dünya Kupası kadrosunda yer alan Stanković, millî takımda oynadığı 83 maçta 13 gol atmıştır 1998 FIFA Dünya Kupası'nda Yugoslavya forması giyen Stankovic daha sonra Yugoslavya'nın parçalanmasından sonra 2006 Dünya Kupasına Sırbistan-Karadağ formasıyla katılmış, bu iki ülkenin de daha sonra ayrılmasıyla 2010 FIFA Dünya Kupası'na Sırbistan formasıyla katılmıştır. Bu özelliği Dejan Stankovic'i 3 farklı ülke formasıyla dünya kupalarına katılan tek futbolcu yapmaktadır. Şişe Şişe ağzı gövdesinden daha dar olan, genellikle plastik, alüminyum veya camdan imal edilen taşıyıcı kap. Şişeler daha çok, sıvı maddeleri taşımak veya saklamak için kullanılır. Su, süt, her türlü içecek maddesi, benzin , ilaç, mürekkep gibi günlük hayatta sık kullanılan maddeler şişe içinde muhafaza edilir. Bazı şişeler için, kullanıldıktan sonra iade edildiğinde geri alınmak üzere bir depozito ücreti ödenir. Cam şişeler ise geri dönüşüme gönderilmelidir. Şişedeki sıvının dökülmemesi için ağzı bir kapak, taç mantar veya mantar tıpa, bira ve şaraplar için Quillfeldt kapağı veya çekme şişe kapağı gibi şişe kapağı ile kapatılır. Şişe'nin 70'lik ölçüsüne bir nefeslik cam da denir. Şişelerin farklı türleri bulunuyor. Bugün dünya genelinde en fazla kullanılan şişeler plastik şişe, polietilen tereftalat ve biyoplastik plastik şişeler, cam şişe, şarap ve alkollü içecekler için şarap şişesi, codd şişesi, alüminyum şişe gibi ambalajlardır. Elektronik Ürün Kodu Elektronik Ürün Kodu (EPC - Electronic Product Code) yeni bir ürün tanımlama standardıdır. Firmaların barkodlar için var olan yerleşik standartlardan EPC'ye geçişi için bir yol belirlemek amacıyla, temel GTIN (Küresel Ticari Ürün Numarası) yapısı benimsenmiştir. EPC, MIT Auto-ID Merkezi, 120'den fazla küresel kuruluş ve üniversite laboratuvarları tarafından geliştirilmiştir. EPC Sistemi bir GS1 alt kuruluşu olan EPCglobal Inc. tarafından idare edilmektedir. EPC'nin küresel RFID kullanımı için bir standart ve EPCglobal Ağı'nın temel bileşenlerinden olması beklenmektedir. EPC bir ön ek (8 bit) ve EPC Yönetici Numarası (28 bit), Nesne Sınıfı (24 bit) ve Seri Numarası (36 bit) olmak üzere 3 dizi veriden oluşan bir numaradır. Ön ek EPC'nin sürüm numarasını belirtir. Numaranın ikinci kısmı EPC Yöneticisini - büyük ihtimalle EPC'nin üzerine iliştirildiği ürünün üreticisini - belirtir. Nesne Sınıfı adı verilen üçüncü kısım ise ürünün cinsini belirtir - örneğin, 'Diyet Gazoz 330 ml kutu, Türk sürümü'. Son bölüm ise, ürüne özgün olan ve bize hangi 330 ml'lik Diyet Gazoz kutusundan bahsedilğini belirten seri numarasıdır. Bu şekilde, örneğin, son kullanma tarihleri yaklaşmakta olan ürünlerin kolaylıkla bulunması sağlanabilir. Joe Cole Joe Cole (d. 8 Kasım 1981, Londra), İngiliz futbolcudur. North American Soccer League ekiplerinden Tampa Bay Rowdies'te oynamaktadır. Futbola West Ham United'da başlayan Joe Cole 2003 senesinde 10 milyon pound karşılığında Chelsea'ye transfer oldu. İngilitere millî takımında oynayan Joe Cole 2006 FIFA Dünya Kupası'nda İsveç karşısında çok güzel bir gol attı. 1.75 m boyunda 73 kilodur. Chelsea'ye geldiği ilk gün Veron'dan önce geldim 10 numarayı kaptım demiştir. Chelsea'ya geldiğinde saatler sonra Abramoviç onu CSKA'ya kiralamak istemiş fakat Joe Cole buna karşı çıkmıştır. Chelsea tarafından serbest bırakıldıktan sonra 19 Temmuz 2010 tarihi itibarıyla Liverpool kulübüne transfer olmuştur. 2011 yılında Fransa'nın Lille takımına kiralandı. Aterom Aterom, atardamarların duvarlarında oluşan anormal yangısal (enflamatuvar) makrofaj akyuvar birikmesidir. Bu anatomik bozukluklar (lezyonlar) çocukluğun geç döneminde, yaklaşık 10 yaşından önce gelişmeye başlar ve zamanla iyice gelişir. Cerrahi müdahale ile, örneğin baypas ameliyatıyla atardamar yerine yerleştirilmiş toplardamarlar hariç, toplardamarlarda aterom gelişmez. Bu birikimler arter tüpünün endotel tabakası ile düz kas tabakası arasında olur. Patologlar, aterom oluşumunun gözle görünür ilk aşaması için "yağ çizgisi" terimini kullanmışlarsa da aslında ateromlar yağ hücreleri içermezler. Kalp veya arterlerden bahsedilirken aterom için "plak" (Fransızca ""plaque"") terimi de kullanılır. Ateromun gelişim sürecine toplu olarak aterojenez, hastalık sürecinin sonucuna da ateroskleroz denir. İnsanda aterom çocukluğun ileri yaşlarında, genelde 5 - 9 yaşlarında yağ çizgileri olarak başlar. İlgisiz nedenlerle ölen insanlarda yapılan otopsilerde bunlar ve daha büyük aterom bozuklukları (lezyonları) o kadar sık görülmüştür ki, uzun süre sağlıklı değilse de normal olduğu varsayılmıştır. Daha ilerlemiş ateromda aynı aterom içinde birden çok doku özelliğine rastlanır. Işık mikroskobuyla bakılınca 10 farklı doku türü ayırt etmek mümkündür: ateromun en yeni kısımlarında her zaman görülen makrofaj hücre toplulukları, daha ilerlemiş olanlarda ölmüş hücre kalıntıları, en eski kısımlarda ise hücreler arasında birikmiş fibröz doku ve kireçleşmiş kristallerden oluşan daha karmaşık yapılar görülür. Aterom, tipik olarak onlarca yıl boyunca sessizce ilerler ve kardiak stres testi ve anjiyografi gibi çoğu klinik test tarafından fark edilmez. En sonunda kalp krizi veya akut inme ya da daimi bir sakatlıkla varlıkları ortaya çıkar. Çoğu kişi bu tür bir olaya kadar sağlıklı olduğunu varsayar ama ufak bir azınlıkta önceden bazı uyarı işaretleri olabilir. Çoğu insan için aterom ilerlemesinin ilk klinik belirtisi kalp arterlerinde bulunan ateromlardan kaynaklanır ve genellikle kendini bir kalp krizi olarak gösterir. Ancak kalp arterleri küçük oldukları(çapları 5 mm'nin altındadır), başka dokularla örtülü ve hep hareket halinde oldukları için izlenmeleri zordur; özellikle bir hastalık belirtisi göstermeyen kişilerde. Hastalık semptomları ve kardiak stres testi ancak ateromlu hastalığın ileri aşamasında bir sorunun varlığını gösterebilir. Kalkınmış ülkelerde ilerlemiş halk sağlığı kavramı, enfeksiyon kontrolü ve artan yaşam beklentisi yüzünden, aterom oluşumundan kaynaklanan ateroskleroz ve sonuçları toplum için gittikçe artan bir yük oluşturmaktadır. Ateroskleroz çoğu Batı ülkesinde sakatlık ve ölümün bir numaralı kaynağıdır. 20. yy. ortalarına kadar, hatalı bir şekilde, ateromun arter lümenine doğru genişleyip bir daralmaya (stenoz) yol açtığı varsayılmıştı. Çünkü hastalık her zaman damarın iç endotelial tabakasıyla kas duvarı arasında gelişir. Bu inancın nedeni anjiyografik görüntüler ve arter duvarlarındaki düz kasların zamanla değişmeyeceği kanısıydı. Bu teorinin fazlasıyla basit olduğu 1980 ve 1990'lı yıllarda intravasküler ultrason görüntüleme (İngilizce "intravascular ultrasound"'in kısaltması olan IVUS olarak değinilir) ve ayrıntılı patolojik incelemelerle kanıtlandı. 1990'lardan beri yapılan çalışmalar, aterom gelişimi sırasında iki farklı de
ğişimin olabileceğine işaret etmiştir: (a) duvar kalınlaşması ve dışarı doğru kalınlaşarak lümen büyüklüğünün hastalığın ileri safhalarına kadar sabit kalması; veya (b) duvar kalınlaşması ve duvarın hem dışa hem de lümene doğru kalınlaşması. Her iki süreç de vücudun hastalığın etkilerine karşı gösterdiği koruyucu tepkilerdir ve bir süre için semptomları engellerler. IVUS tekniğiyle yapılan gözlemlerde lümenin %20 oranında daraldığı yerlerde daha sonra ani bir tıkanma olduğu ve sonucunda kalp krizi oluştuğu gösterilmiştir. Kardiak stres testi, yaygın kullanılmasına rağmen yalnızca %50 oranından fazla daralmış lümenlerin fark edilmesini sağlar. Aterom, arterin lümeninin değişmemesi için duvarın kaslı kısmının dışa doğru esnemesini sağlar. Esneme, damar duvar kalınlığının %40-50'si aterom dokusundan ibaret olana kadar sürer. Eğer duvar genişlemesi aterom hacmindeki artışı karşılayamazsa arterin lümeni daralmaya başlar. Bunun olabilmesi, ateromu kandan ayıran örtü dokularda yırtılmalarla mümkün olur. Kırk yaşından sonra bu sıkça görülür. Endotel ve fibröz örtüde bir kırılma olursa buranın tamiri için bir pıhtılaşma olur. Ayrıca yırtılmanın sonucu aterom içindeki kalıntılar akıntının içine saçılabilir. Kırılma noktasının üstünde trombosit ve pıhtı birikmesi lümenin daralmasına veya tıkanmasına yol açabilir (tromboz). Lümen kapanması ve yırtılmış ateromun ötesine kan gitmemesinden dolayı veya akıntıyla giden parçaların ilerdeki daha küçük damarları tıkaması yüzünden dokular zarar görebilir (bakınız hassas plak). Yukarıda özetlenen süreç kalp krizi, akut inme gibi kardiyovasküler sorunların başlıca mekanizmasıdır. Araştırmalar bunun stenozla ilişkili olmadığını göstermiştir. Parçalanma öncesinde lümen daralması, hatta anevrizma genişlemesi dahi olmayabilir. IVUS'la yapılan araştırmalar parçalanıp ölüme veya sakatlığa yol açan hassas ateromlarda sadece %20 oranında stenoz olduğunu göstermiştir. Buna karşılık kardiak stres testiyle bir anormalliğin fark edilebilmesi için %75 oranında stenoz gerekmektedir. Eğer kas duvarı zaman içinde çok fazla genişlerse arterde toptan bir genişleme olur. Genelde onlarca yıl boyunca olur ve seyrek görülen bir durumdur. Anevrizmalı genişlemelerdeki ateromlar da yırtılıp akıntıya aterom kalıntıları ve pıhtı saçabilirler. Eğer arter, normal çapının 2 - 3 katına kadar genişlerse çeperler o derece zayıflayabilir ki kalbin atmasından kaynaklanan basınç damar duvarına zarar verebilir. Bunun sonucunda iç kanama, sakatlanma ve çoğu zaman ölüm meydana gelebilir. Anevrizmanın başlıca nedeni damar kas yapısının basınç yoluyla zayıflamasıdır. Bunun sonucunda duvar incelir, balon gibi şişerek damarın genişlemesine yol açar. İngilizce Wikipedia'da Atheroma maddesinin 6.29.2006 tarihli sürümü RheinEnergie Stadyumu RheinEnergieStadion, (Rhein Energie Stadyumu) Almanya'nın Köln şehrinde bulunan 50.374 seyirci kapasiteli stadyumdur. Uluslararası maçlarda kapasite 46.134'e düşmektedir. 16 Eylül 1923 tarihinde açılan ve uzun yıllan Müngersdorfer Stadion ismi ile anılan stadyum "RheinEnergy AG" isimli firma ile yapılan anlaşma ile bu ismi almıştır. Bundesliga takımı 1. FC Köln iç saha maçlarını bu stadyumda yapmaktadır. Ayrıca Avrupa'da kurulu Amerikan Futbolu ligi NFL Europre takımı Cologne Centurions de bu sahada maçlarını yapmaktadır. 2006 FIFA Dünya Kupası'na kullanılan 12 stadyumdan biridir. Stadyum, 2005 yılında Almanya'da düzenlenen FIFA Konfederasyonlar Kupası maçlarına ve pek çok önemli Avrupa Kupası maçına ev sahipliği yapmıştır. Galatasaray'ın cezası nedeniyle Türkiye'de oynayamadığı UEFA Kupası çeyrek final Monaco maçı da 15 Mart 1989 günü bu stadyumda oynanmıştır. 1972 yılında tadilata giren stadyum 1974 FIFA Dünya Kupası'na ödenek yetmediği için yetişememiş ancak 1975 yılında tamamlanabilmiştir. Stadyumdaki son yenileme 2002 yılında başlamış ve 2004 yılında tamamlanmıştır. 2006-2007 Sezonunda Türkiye Süper Kupası maçı bu statta oynanmıştır. Club Brugge KV Club Brugge Belçika'nın önde gelen futbol kulüplerinden biridir. 1891 yılında kurulan takım maçlarını Brugge'deki 29300 kişilik Jan Breydelstadion'da oynar. Belçika'da UEFA Şampiyonlar Ligi finali oynayan tek takımdır. ancak, final maçını Liverpool FC'a kaybetmişlerdir. The Elusive Light and Sound, Vol. 1 The Elusive Light and Sound, Vol. 1, ABD'li gitar ustası ve besteci Steve Vai'ın derleme nitelikli ikinci albümüdür. 2002 yılında çıkan bu albüm, Steve Vai'ın filmler, televizyon gösterileri vb. için yaptığı müzikleri bir araya getirmektedir. Olympique de Marseille Olympique de Marseille(OM olarak kısaltılır), 1899'da kurulan Fransız futbol kulübü. Fransa'nın güneyindeki Marsilya şehrinin takımıdır ve maçlarını 67.000 kişilik Vélodrome Stadyumu'nda oynamaktadır. Marsilya ekibinin armasında bulanan yıldız UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu ifade etmektedir. Olimpik Marsilya, 1899 yılında René Montmirail tarafından kurulmuştur. Fransa’da en çok kupa sahibi takım olan Marsilya’nın 9 Fransa Ligi, 10 Coupe de France, 3 Coupe de la Ligue ve 1 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu bulunmaktadır. Kulüp, 1904'ten 1937'ye kadar Stade de l’Huveaune’da oynamıştır. 1937’den sonra Vélodrome Stadyumu yapılmıştır. Marsilya kulübü 1924'te Coupe de France'ı kazanan ilk takım oldu. 1937’de ilk lig şampiyonluğunu kazanmıştır. Marsilya tarihinde ilk defa 1959'da Fransa İkinci Ligi'ne düşmüştür. 1960’lı yıllarda kulübün birçok iniş ve çıkışları olmuştur. Bundan sonra kulüp tarihindeki ilk kez 1972’de hem Fransa Kupası hem de lig şampiyonluğuyla çifte kupaya uzandı. 1980’lerin başında karanlık bir dönem geçirerek iflasın eşiğinde gelmiştir. Bernard Tapie’nin kulübe gelmesiyle Marsilya tarihindeki en iyi dönemini yaşamıştır. Bu sürede 4 kez üst üste Fransa ligi şampiyonluğu, 1 Fransa Kupası ve 1992-1993 sezonunda Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu elde etmiştir. VA-OM şike davasıyla suçlu bulununca hem kazandığı lig şampiyonluğu elinden alındı hem de Fransa İkinci Ligi'ne düşürüldü. 1996 yılında tekrar Fransa Ligue 1’e yükselen Marsilya 2006 yılında da bu kez kulübün mali hesaplarıyla başı derde girdi. Bu süre içinde hiçbir kupaya uzanamayan Marsilya 1999 ve 2004’de UEFA Kupası finali, 2006 ve 2007’de Fransa Kupası finali ve Fransa Ligue 1’de üç kez ikinci sırada bitirmiştir. Kupasız geçen bu dönemden sonra Marsilya 2010 yılında hem lig kupasında hem Fransa Ligi'nde zafere ulaştı. Ana hissedarı Margarita Louis-Dreyfus olan, başkanlığını Jean-Claude Dassier’in yaptığı ve 1 Haziran 2009 beri teknik direktörlük görevini yürüten Didier Deschamps ile birlikte 2009-2010 yılında tarihinde 11. defa Şampiyonlar Ligi'ne katılmıştır. Kulübün kurucusu Rene Dufaure Montmirail kişisel mühründen esinlenerek isminin D ve M harflerini de kullanarak kulübün ilk logosunu oluşturdu. Anlamı "Hedef karşı kale" olan "Droit au but" sloganını da Marsilya Kulübü eklemiştir. Marsilya kulübünün logosu 1935-1972 yılları arasında Art deco'dan ve 1972-1986 yılları arasında ise Kitsch'ten esinlenmiştir. Fakat en önemli değişiklik logoya eklenen yıldız olmuştur. Yıldız ise 1993'te kazanılan UEFA Şampiyonlar Ligi'ni temsil etmektedir. 1999 yılında kulübün yüzüncü kuruluş yıldönümünde dore rengi eklenmiştir. UEFA Avrupa Ligi için de kullanılan üçüncü formalarda da dore rengi kullanılmıştır. 17 Şubat 2004'te yeni ve daha modern bir logo tanıtılmıştır. O ve M harfleri tek renk ve slogan logonun ortasında kaldırılarak logonun alt tarafına yerleştirilmiştir. Marsilya'nın sloganı olan "Droit Au But", Fransızca'da "dümdüz gole doğru" demektir. Kulübün kuruluşundan bu yana kendi sahasında oynadığı tüm maçlara beyaz formayla çıkmaktadır. Olimpiyat ruhunun saflığını temsil eden beyaz renk seçilmiştir (1986’da Atina’daki Olimpiyat Oyunlarındaki tüm atletler beyaz giyinmiştir.). 1920’li yılların başlarına kadar eski kulübün anısına siyah şortlarla oynamışlardır. Siyah şort dışında Marsilya şehrinin renklerini temsil eden beyaz ve mavi renkleri şort ve çoraplarda kullanmışlardır. 1969 yılında forma yakası kulübün ikinci rengi olan mavi renge dönüştürülmüştür ve formaya tarihindeki ilk resmi tedarikçisi olan Le Coq Sportif’in logosu kullanılmıştır. 1971’deki Fransa ligi şampiyonluğuyla birlikte mavi olan yaka Fransa’nın bayrak renklerine yani Mavi, Beyaz, Kırmızı olarak değiştirilmiştir. Marsilya kulübü günümüzde bu geleneği sürdürmemektedir. 1974 yılında Adidas’ın gelmesiyle forma ve şortların yan kısımlarına Adidas’ı temsilen üç mavi çizgi eklenmiştir. 1984 yılında forma beyaz ve ince mavi çizgilerle tasarlanmışken 1984 yılında üçüncü formaları forma rengi sarı, şort ve çoraplar siyah rengine dönmüştür. 1985 yılında tekrar beyaz renge dönen Marsilya kulübü, 1989’daki çifte kupa için üçüncü bir forma daha yaptırılmıştır. 1994’ten itibaren mavi rengi gökyüzü mavisi rengini alır. HDS Hitachi Data Systems, Merkezi Depolama Sistemleri üretmek üzere Hitachi'nin bir iştiraki olarak 1989 yılında kurulmuştur. Merkezi Santa Clara, Kaliforniya'dadır. 100'ün üzerinde ülkede 5300'ün üzerinde çalışanıyla hizmet vermektedir. FC Girondins de Bordeaux FC Girondins de Bordeaux Fransız futbol kulübü. Maçlarını Bordeaux'daki 35.200 kişilik Stade Chaban Delmas oynayan kulüp, 6 kez Ligue 1 şampiyonluğu kazanma başarısı göstermiştir. 1995-96 sezonunda UEFA Intertoto Kupası'nı kazanıp UEFA Kupası'nda elemelere kalmış ve daha sonra final oynamış; ancak Bayern Münih'e 2-0 ve 3-1 yenilerek bu kupayı kaldırma başarısı gösterememiştir. Samsun Büyükşehir Belediyesi'nce yürütülen çalışmalar sonucunda Bordeaux kenti ile geniş birliği anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmanın bir gereği olarak da Samsunspor ile Girondins de Bordeaux kulüpleri kardeş kulüp olmuşlardır. 1. Lig Şampiyonlukları 6: 2. Lig Şampiyonlukları 1: Coupe de France 4: Coupe de la Ligue 2: Trophée des champions (2): Coppa delle Alpi UEFA Intertoto Kupası (1): Filibe (il) Filibe ili (Bulgarca: Област Пловдив / Oblast Plovdiv), Bulgaristan'ın orta güney kısmında bir ildir. Bir tarım bölgesi olan Filibe, Bu
lgaristan'daki ekilebilir alanların yedide birini barındırır. İl, 18 ilçeden oluşur: Red Bull Arena (Leipzig) Zentralstadion, Almanya'niın Leipzig şehrinde bulunan stadyumdur. FC Sachsen Leipzig takımının iç saha maçlarını yapmaktadır. 44.300 seyirci kapasitelidir. 2000 yılında inşaatına başlanan stadyum 2004 yılında açılmıştır. 2006 FIFA Dünya Kupası'nın maçlarına da ev sahipliği yapan Zentralstadion ile Leipzig bu turnuvadaki tek Doğu Almanya şehridir. Santa Clara Franken Stadyumu Frankenstadion, (Stadion Nürnberg) Almanya'nın Nürnberg şehrinde bulunan 50.000 seyirci kapasiteli stadyumdur. 1992 yılında bu ismi alana kadar Urban Stadium olarak anılmaktaydı. Alman bankası Norisbank AG ile yapılan anlaşma ile EasyCredit-Stadion adını almıştır. Bundesliga takımı 1. FC Nürnberg iç saha maçlarını bu sahada yapmaktadır. 2006 FIFA Dünya Kupası'nda kullanılan 12 stadyumdan biridir. Büyük Tarabya Oteli Büyük Tarabya Oteli, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı Tarabya semtinde bulunan otel. Bugünkü Tarabya Oteli’nin bulunduğu yerde yükselen Tokatlıyan Oteli, Beyoğlu’ndaki ünlü Tokatlıyan Oteli’nin yazlık kısmı olarak yapılmıştır. 1900’lü yılların başlarında, mimar Alexandre Vallaury tarafından Tarabya’daki Petala Oteli’nin yerine yapıldığı tahmin edilen Tokatlıyan Oteli’nin sahipleri, Tokat’dan İstanbul’a göçen Ermeni bir aile olan Tokatlıyan’lardır. Sümer Palas Oteli’nin 1940’lardan sonra kapatılmasıyla, Tokatlıyan Oteli Tarabya’nın tek oteli olarak kalmış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise el değiştirmiştir. Otel, İbrahim Gültan tarafından satın alındıktan sonra Konak Oteli adını almış, binayı yıkıp yeniden yapmak isteyen İbrahim Gültan, gerekli izni alamamıştır. Konak Otel 19 Nisan 1954 günü çıkan bir yangınla tamamen kül olmuştur. Otelin kasten sahibi tarafından yakıldığı iddiaları, uzun süre kamuoyunu meşgul etmiştir. Fakat Otelin müdürlüğünü yapmış olan Andon Sarıyan’ın söylediğine göre, otel yanmadan önce büyük bir tadilat geçirmiş, tepeden tırnağa yenilenmiştir. Bu sebeple, İbrahim Gültan’la ilgili iddialar pek gerçekçi değildir. Birkaç sene sonra, yanan otelin yerine, arazisi satın almalarla genişletilerek, Emekli Sandığı’nın Büyük Tarabya Oteli inşa edilmiştir. 1957 – 1965 yılları arasında yapılıp, 1966′ da hizmete açılan Büyük Tarabya Oteli’nin projesi Mimar Kadri Erdoğan’a aittir. Bu proje dışında literatürde, mimarın başka bir eserine rastlanmamaktadır. Tarabya Oteli, Hilton ve Divan otellerinden sonra, Türkiye’nin üçüncü 5 yıldızlı oteli olarak hizmete girmiştir. Yapı, kendi içinde başarılı bir tasarıma sahip olsa da, bulunduğu noktaya ve Boğaziçi’nin topografyasına uyumsuzluğuyla, yapıldığı dönemden itibaren tartışma konusu olmuştur. İstanbul cemiyet hayatında önemli bir yer edinen Büyük Tarabya Oteli, birçok Yeşilçam filmine de ev sahipliği yapmıştır. Tarabya Oteli, 80'li yıllarda özelleştirmenin gündeme gelmesiyle özel sektöre devredilmesi planlanan Emek Otelleri'nden biriydi. Bu kararın verilmesinin ardından bekleme sürecine giren devir projesi nedeniyle, hizmet kalitesi düşen, gerekli bakımları yapılmayan ve yarı kapasiteyle çalışan oteller zarar etmeye başladı. Tarabya Oteli, 2002 yılında Millenium & Copthorne Oteller Grubu tarafından işletilmeye başlandı ve ardından tadilat için bir süreliğine kapatıldı. Ancak ödenek yetersizliği nedeniyle Emekli Sandığı'nın tadilatı bitiremedi ve oteli işletmeye açamadı. Sonuçta, Tarabya Oteli'nin satılmasına karar verildi. Bu arada 17 Ağustos depreminde hasar gören ve bazı temel bağlantılarının olmadığı saptanan otel, 2005 yılında Bolu Dağı Tüneli ve Atatürk Havalimanı’nda kullanılan ‘sürtünme esaslı sarkaç tip deprem izolatörü’ sistemiyle 3 milyon 775 bin dolara depreme karşı güçlendirildi. 31 Ocak 2006'da Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından satışa çıkarılan otel, yaklaşık 143 milyon Dolar'a Bayraktarlar Holding tarafından satın alındı. 350 Milyon dolara yenilenen otel, 12 Şubat 2013 tarihinde kapılarını açmıştır. RFID Radyo Frekansı ile Tanımlama (RFID) teknolojisi, radyo frekansı kullanarak nesneleri tekil ve otomatik olarak tanıma yöntemidir (bkz Otomatik Tanıma ve Veri Toplama). RFID, temel olarak bir etiket ve okuyucudan meydana gelir. RFID etiketleri Elektronik Ürün Kodu (EPC) gibi nesne bilgilerini almak, saklamak ve göndermek için programlanabilirler. Ürün üzerine yerleştirilen etiketlerin okuyucu tarafından okunmasıyla tedarik zinciri yönetimi ile ilgili bilgiler otomatik olarak kaydedilebilir veya değiştirilebilir. RFID etiketi, radyo frekansı ile yapılan sorguları almaya ve cevaplamaya olanak tanıyan bir silikon yonga, anten ve kaplamadan meydana gelir. Yonga, etiketin üzerinde bulunduğu nesne ile ilgili bilgileri saklar. Anten, radyo frekansı kullanarak nesne bilgilerini okuyucuya iletir. Kaplama ise etiketin bir nesne üzerine yerleştirilebilmesi için yonga ve anteni çevreler. Radyo Frekansı ile Tanımlama (RFID) etiketleri 3 çeşit olabilir: pasif (etkisiz), yarı pasif (yarı etkin) veya aktif (etkin). En ucuz etiket çeşidi olan pasif etiketlerin kendi güç kaynakları yoktur, okuyucunun gücüyle çalışırlar. Buna karşılık, yarı pasif etiketlere ise, gelen sinyalden güç almaya gerek bırakmayacak küçük bir pil eklenmiştir. Daha geniş okunma alanına sahip bu etiketler daha güvenilir oldukları gibi, okuyucuya daha çabuk cevap verebilirler. Aktif etiketler ise, diğer çeşitlerden farklı olarak devrelerini çalıştırmalarını ve cevap sinyali üretmelerini sağlayan kendi güç kaynaklarına sahiptirler. Bu özellikleriyle yüksek performans sergilerler ancak maliyetleri de daha yüksektir. RFID, düşük frekans (LF) 125–134 kHz, yüksek frekans (HF) 13.56 MHz, ultra yüksek frekans (UHF) 860–960 MHz, 2.45 GHz ve süper yüksek frekans (SHF) 5.8 GHz frekanslarında kullanılabilmektedir. Her ülke kendi radyo spektrumunun kullanımı düzenlemektedir. Avrupa'daki spektrum kullanımını düzenleyen Avrupa Posta ve Telekomünikasyon Birliği (European Conference of Postal and Telecommunications Administrations - CEPT) , UHF RFID için Eylül 2004'te oybirliği ile yeni bir Avrupa Standardına karar vermiştir. Bu standart (ETSI EN 302 208) ETSI'den sağlanabilir. Bu standart RFID'nin 865 - 868 MHz frekans bandında, "Söylemeden Dinle" (LBT) protokolü ile 2 Watt'a varan güç seviyeleri ile kullanılmasını öngörmektedir. Bu standart pek çok Avrupa ülkesinde kabul edilmiş ve yerel düzenlemelere yerleştirilmiştir. Türkiye'de ise, 06.03.2004 tarihli ve 25394 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan "Kısa Mesafe Erişimli Telsiz Cihazlarının (KET) Kurma ve Kullanma Esasları Hakkındaki Yönetmelik" uyarınca, RFID sistemleri 865.6 - 867.6 MHz frekans bandında maksimum 500 mW (0.5W) güç seviyesi ile uygulanabilmesi onaylanmıştır. Daha sonra 16 Mart 2007 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan yeni KET yönetmeliği ile 865.6-867.6 MHz. bandı arasında kullanım gücü 2 Watt olarak yenilenmiş ve Avrupa standartlarına çekilmiştir. EPCglobal , EPC ile ürün tanımlamasında kullanılan RFID teknolojisinin kullanılmasını küresel boyutta düzenlemek amacıyla, RFID etiketlerinde ve okuyucularında kullanılmak üzere Class 1 Gen 2 (Sınıf 1 Nesil 2) standardını geliştirmiş ve söz konusu standardın dünya genelinde uygulanabilmesi için çeşitli frekans aralıkları belirlemiştir. Aralık 2004’te EPCglobal tarafından onaylanan Class 1 Gen 2, Ocak 2005’te Uluslararası Standardizasyon Organizasyonu’na (ISO) sunulmuştur. GS1 Türkiye GS1 Türkiye , etkin tedarik zinciri yönetimini sağlamak amacıyla numaralandırma standartları geliştiren uluslararası GS1 organizasyonun Türkiye'deki temsilciliğini yürütmektedir. GS1 Türkiye kısaca bir bilgi standardı tanımlama ve uygulama sistemi olarak adlandırılan, GS1 Sistemi nin Türkiye'de uygulanmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlamak için çalışmaktadır. GS1 Sistemi, temel olarak barkod, eCom, GDSN (Küresel Veri Eşzamanlama Ağı) ve EPCglobal çözümlerinden oluşmaktadır. GS1 Türkiye bu çözümleri Türkiye'de uygulamak ve yaygınlaştırmak için Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde kurulmuştur. GS1 Sistemi GS1 Sistemi, ticari ve endüstriyel kuruluşların tanımlama ve numaralandırma gereksinimlerinin yanı sıra ticari ortaklar arasında bilginin elektronik ortamda nasıl paylaşılacağı ve nasıl kullanılacağı konularındaki standartları ortaya koyan bir sistemdir. GS1 Sistemi günümüzde, 108 ülkede 1 milyondan fazla işletme tarafından, etkin tedarik zinciri yönetiminin en önemli bileşeni olarak kullanılmaktadır. Dünyada en yaygın kullanılan tedarik zinciri standardı olan ve ürün, demirbaş, hizmet ve yerlere ilişkin bilgilerin doğru tanımlanması ve iletilmesini sağlayan GS1 Sistemi, dört temel ürün alanından oluşur: Ticari ürünlerin, yerlerin, taşıma birimlerinin ve demirbaşların standart olarak tanımlanmasını ve bilgi sistemlerine otomatik olarak aktarılmasını sağlayan, barkod teknolojileri temelli küresel veri ve uygulama standartlarıdır. GS1 EANCOM ve GS1 XML olarak iki bileşene dayanan, ticari ortaklar arasındaki veri alışverişinin hızlı, etkin ve doğru olarak, elektronik ortamda yapılmasını sağlayan küresel elektronik mesajlaşma standartlarıdır. Global Veri Senkronizasyon Ağı (GDSN - Global Data Synchronisation Network), tüm ticari ortakların sistemlerinde aynı anda ve birbirine uyumlu ürün verisine sahip olmalarına izin veren, güvenli ve devamlı veri senkronizasyonuna olanak sağlayan, otomatik, standart-tabanlı bir küresel ürün bilgisi sistemidir. GDSN’in önemli bir bileşeni, etkin kategori yönetimi sağlayan Küresel Ürün Sınıflandırmasıdır (GPC – Global Product Classification). Tedarik zincirinin etkinliğini ve görünürlüğünü artıran, tedarik zincirindeki bir ürünün küresel olarak, anında ve otomatik tanımlanması ve izlenmesi için var olan iletişim ağı altyapısını, RFID teknolojisi ve Elektronik Ürün Kodu ile birleştiren yeni bir küresel standartlar sistemidir. Tank Tank, ana görevi doğrudan ateş gücü kullanımıyla düşman kuvvetlerine saldırmak olan, paletli ve zırhlı bir savaş aracıdır. Tankı diğer savaş araçlarından ayıran özellikleri ağır bir
zırha, yüksek ateş gücüne ve her türlü arazide hızlı gidecek şekilde tasarlanmış sürüş takımlarına sahip olmasıdır. Her ne kadar masraflı ve lojistik açıdan çaba gerektiren araçlar olsa da, yer hedeflerine saldırma yeteneği ve piyadelerin moralini çökertmesi nedeniyle modern orduların vazgeçilmez unsurlarındandır. Tanklar güçlü savaş makineleri olsalar da, nadiren tek başlarına hareket ederler. Zırhlarına ve hareket yeteneklerine rağmen omuz üstünden ateşlenen anti-tank füzelerine, mayınlara, topçu ateşine ve hava saldırısına karşı zayıftırlar. Bu nedenle genellikle diğer birliklerle bir arada hareket ederler. Aynı zamanda ormanlık arazide ve kentsel bölgelerde uzun mesafeli atış imkânının ortadan kalkması, görüş açısının darlığından tank mürettebatının tehditleri fark etmekte zorlanması ve hatta taretin hareket yeteneğinin kısıtlanması nedeniyle dezavantajlı duruma düşerler. Tanklar ilk defa I. Dünya Savaşı'nda, siper harbi çıkmazını yok etmek için kullanılmış ve zamanla savaş alanında klasik süvari görevlerini üstlenmişlerdir. Tank ismi ilk kez İngiltere'de tank fabrikalarında kullanılmaya başlanmıştır. Bir savaş aracı yapıldığını saklayabilmek için işçilere İngiliz Ordusu için paletli su depoları üretildiği izlenimi verilmiştir. Bir başka rivayete göre, Winston Churchill'a İngiliz Ordusu'nda görevli Subay Ernest Swinton tarafından sunulan gizli raporda yeni motorize silahtan bahsedilmekte ve üç adet olası isim önerilmektedir. Bunlar "cistern"" (sarnıç, su deposu)", "motor-war car" "(motorlu savaş aracı)" ve tanktır. Ancak tank söylenmesi kolay olduğu için tercih edilmiştir. Ancak en zorlama senaryo Winston Churchill'un resmi biyografisinde geçmektedir. Bu yeni silahları saklamak için, çizimlerde ve projelerin üzerinde "Rusya'ya su taşıyıcı" ("Water Carriers for Russia") diye yazılmıştır. Ancak yazarken kısaltma olarak "Rusya'ya WC" yazılabileceği düşünülmüş ve çizimlerde "Rusya'ya su tankları" olarak değiştirilmiştir. Bunun üzerine bu silahların adı tank kalmıştır. II. Dünya Savaşı'na kadar tanklar piyadelerin yüksek ateş yüzünden aşamadığı yerlerde kullanılıyordu. Bunun için her piyade bölüğünün belli sayıda tankı vardı. Tankı ana silah olarak kullanan ilk ülke Nazi Almanyası'dır. Yaklaşık olarak yüz yıldır tanklar ve zırh taktikleri birçok gelişimden geçmiştir. Silah sistemleri ve zırhlar geliştirilmeye devam etmekle birlikte, birçok ulus konvansiyonel olmayan savaş döneminde bu kadar ağır silahların gerekliliğini tekrar gözden geçirmektedir. Batı Cephesi'ndeki savaş koşulları Birleşik Krallık Ordusu'nu, siperleri geçebilecek, dikenli telleri aşabilecek ve makineli tüfek ateşinden etkilenmeyecek kendinden tahrikli bir araç geliştirmek için araştırmaya itmiştir. 1914 yılında Kraliyet Deniz Hava Kuvvetleri tarafından bir Rolls-Royce zırhlı aracın kullanıldığını gören ve Binbaşı Ernest Swinton'ın paletli bir savaş aracı üretme fikrinden haberdar olan, zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Winston Churchill bu yeni silahın geliştirilmesini izlemek için "Landships Committee" (Karagemileri Komitesi)'nin kurulmasına önayak oldu. Karagemileri Komitesi, Little Willie adı verilen ve Birleşik Krallık Ordusu tarafından 6 Eylül 1915 'te test edilen ilk başarılı tank prototipini ortaya çıkardı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından "karagemisi" diye adlandırılsalar da, gizliliği sağlamak açısından ilk araçlar su depoları ya da kısaca "tank" olarak adlandırılmıştır. İşçilere paletli su taşıyıcıları ürettikleri izlenimi vermek için kullanılan tank kelimesi 24 Aralık 1915 'te resmi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İlk operasyonel tank olan Mark I, Kraliyet Donanması'ndan Yüzbaşı H.W. Mortimore tarafından 15 Eylül 1916 'da Somme Çarpışması esnasında Delville Korusu'nda kullanılmıştır. Fransızlar Holt traktörlerinden geliştirdikleri Schneider CA1 tankını ilk defa 16 Nisan 1917 'de kullanmışlardır. Tankların yoğun olarak kullanılıp başarılı oldukları ilk çarpışma 20 Kasım 1917 'deki Cambrai Çarpışması olmuştur. Daha sonraki Amiens Çarpışması'nda da tanklar, zırhlı destekleriyle Alman siperlerini yarıp geçme konusunda etkili olmuşlardır. Tank sayesinde siper savaşı demode olmuştur. Birleşik Krallık ve Fransız kuvvetleri tarafından savaş alanlarında kullanılan binlerce tank savaşın kazanılmasında önemli katkılarda bulunmuştur. Tanklarla ilgili ilk sonuçlar biraz ikilemliydi, güvenilirlik sorunlarının karşısında komuta heyetinin sabırsızlığı sürtüşmelere yol açıyordu. İlk anda ürkütücü bir etki yaratıyor olsa da küçük gruplar halinde yayılan tankların taktik değerleri ve vuruş güçleri azalıyordu. Alman kuvvetleri şoktan ve antitank silahlarının eksikliğinden etkilendi ama rastlantıyla da olsa som antitank gülleri buldular ve Birleşik Krallık tanklarının hareketliliğini kısıtlamak için daha geniş siperler kazdılar. Değişen savaş alanı koşulları ve güvenilirlik sorunları Müttefik Kuvvetler tanklarının sürekli geliştirilmesine ve çok uzun olan Mark V gibi modellerin üretilmesine neden olmuştur. Mark V özellikle geniş siperler gibi büyük engelleri günümüzün birçok zırhlı savaş aracından daha kolay aşabiliyordu. Almanya, I. Dünya Savaşı sırasında genellikle ele geçirdiği az sayıda tankı kullanmıştır. Kendi tasarımları olan A7V'den yalnızca yirmi kadar üretmişlerdir. Birçok ülke iki büyük savaş arasında tank tasarımları yapıp bunları hayata geçirdi. 1920'lerde zırhlı birlikler konusuna büyük ilgi olduğu için Birleşik Krallık tasarımları bunların en ilerileriydi. Fransa ve Almanya, I. Dünya Savaşı sonrasının ilk yıllarında hem ekonomik durumları hem de Versailles Antlaşması nedeniyle çok fazla geliştirme yapmadılar. ABD de bu yıllarda çok fazla geliştirme çalışması yapmadı, çünkü ordu içinde en kıdemli sınıflardan olan Süvari sınıfı tank geliştirmeye ayrılan fonların büyük çoğunluğunu devralmayı başarmıştı. Hatta I. Dünya Savaşı'nda tank deneyimi kazanan George S. Patton bile bu dönemde Zırhlı Birlik sınıfından tekrar Süvari sınıfına dönmüştür. Bu dönem boyunca çoğu Birleşik Krallık'ta geliştirilen birkaç tank sınıfı yaygındı. Hafif tanklar, genellikle onlarca ton ağırlığında idi ve keşif için kullanılıyorlardı. Genellikle diğer hafif tanklar üzerinde etkisi olan hafif bir silah ile donatılıyorlardı. Orta sınıf tanklar ya da Birleşik Krallık'ta bilindiği adıyla kruvazörler biraz daha ağırdı ve uzun menzilli hızlı ilerlemek için kullanılıyorlardı. Son olarak, ağır tanklar ya da piyade tankları çok ağır zırhla donatılmıştı ve çok yavaş hareket ediyorlardı. Genel düşünce, ağır zırhlar düşmanın antitank silahlarına dayanıklı olduğu için piyade tanklarını piyade ile koordineli kullanıp düşman hatlarını yarmaktı. Birleşik birlik düşman hattını yardığında, kruvazör tank grupları bu boşluktan düşman hattının gerisine sarkarak tedarik zincirine ve komuta merkezlerine saldıracaktı. Bu bir-ikilik vuruş Birleşik Krallık tank birliklerinin temel çarpışma felsefesiydi ve Almanlar tarafından "Blitzkrieg" (Yıldırım Harekâtı) doktrininin önemli bir parçası olarak uyarlanmıştır. J.F.C. Fuller'ın I. Dünya Savaşı doktrini bu konudaki her öncü için temel kaynak olmuştur: Birleşik Krallık'ta Hobart, Almanya'da Guderian, ABD'de Chaffee Fransa'da de Gaulle ve SSCB'de Tuhaçevski. Hemen hemen hepsi aynı sonuçlara varmışlardır, ancak en gelişmişi, Tukhachevsky'nin havadan yön bulmayı da içeren doktrini sayılır. Bunları hayata geçiren sadece Almanya olmuştur ve "Blitzkrieg"i yenilmesi güç yapan daha üstün silahlar değil, daha üstün taktikleridir. Tank tanka çarpışma hakkında düşünceler üretildiyse de antitank silahlara ve antitank araçlara ilgi daha güçlüydü. Bu görüşün en ileriye götürüldüğü ABD'de tankların diğer zırhlı araçlardan kaçınması ve düşman tanklarıyla tanksavar birliklerin ilgilenmesi beklenirdi. Birleşik Krallık da aynı yolu seçti ve hafif tankları üretmeye devam etti, tankları ördeklere benzeterek yeterince hızlı olabilirlerse vurulmaktan kurtulabilecekleri düşünülüyordu. Pratikte bu düşüncelerin tehlikeli olduğu kanıtlandı. Savaş alanındaki tank sayısı arttıkça, tankların karşılaşması kaçınılmaz oluyordu, tanklar aynı zamanda etkili tanksavar araçları olmak zorundaydı. Hâlbuki yalnızca diğer tanklarla başedebilmek için tasarlanmış tanklar diğer tehditler karşısında çaresiz kalıyor ve piyadeye yeterli destek veremiyorlardı. Tank ve tanksavar ateşine karşı olan zayıflık hemen hemen tüm tank tasarımlarında hızlı savunma pozisyonu ve hızlı atış yapabilme yönlerine ağırlık verilmesini gerektirdi. Önceleri sadece hedef geçmeye yönelik olarak tasarlanan tank şekli, gizlilik ve denge unsurları arasında uzlaştırılan alçakgönüllü tasarımlara dönüştü. II. Dünya Savaşı'nda tank tasarımlarında bazı ilerlemeler kaydedildi. Örneğin Almanya, sadece eğitim amaçlı kullanılan Panzer I gibi hafif zırhlı ve hafif silahlı tankları ortaya çıkardı. Bu hızlı ilerleyen tanklar ve diğer zırhlı araçlar "Blitzkrieg"'ın kritik unsurları olmuşlardır. Hâlbuki bu tanklar Birleşik Krallık tankları ile karşı karşıya kaldıklarında pek etkili olamıyor, silahları ve zırhı daha üstün olan Sovyet T-34'ler karşısında ise kayba uğruyorlardı. Savaşın sonuna doğru hemen hemen tüm ülkeler tanklarının ateşgücünü ve zırhlarını artırmışlardır. Örneğin, Panzer I tankının sadece iki makineli tüfeği olmasına karşın, Almanların savaşın başında en ağır tank tasarımı olan Panzer IV'ün savaşın sonunda düşük hızlı 75 mm. topu (zırh delici özelliği yoktu ancak mermisi, piyadelere karşı etkili, yüksek patlayıcı ihtiva ediyordu) bulunuyordu ve tankın ağırlığı 20 tondan azdı. Savaş sonundaki Alman standart orta sınıf tankı Panther'de yüksek hızlı, güçlü bir 75 mm.lik top taşıyan ve ağırlığı kırk beş ton olan bir tanktı. 2. Dünya Savaşı 'nda Alman tanklarının Rusyada savaşamadan donması üzerine Hitler'in emriyle ilk susuz motor yapılmıştır. Savaş zamanındaki başka bir önemli gelişme de baştan sona yenilenmiş süspansiyon sistemlerinin ortaya çıkmasıydı. Önemli görünmese de, süspansiyon sistemlerinin kalitesi bir tankın arazi geçiş performansını belirleyen en önemli etmendir. Kısıtlı bir süspa
nsiyon sistemine sahip tanklar hareket halinde iken personeli aşırı derecede sallayarak işleri zorlaştırır, hızı sınırlar ve neredeyse hareket halinde iken ateş etmeyi imkânsız hale getirir. Christie süspansiyon sistemi ya da "torsion-" bar süspansiyon sistemi gibi yeni sistemler performansı hatırı sayılır derecede artırmış ve savaş sonu tasarımı olan Panther'lerin daha önce üretilen tankların yol üzerinde ulaşamadığı hızlara arazi üzerinde çıkmasına olanak vermiştir. Aynı zamanda tankların çoğu telsizle donatılmış (tüm Amerikan ve Alman tankları, bazı Sovyet tankları, Birleşik Krallık telsizleri yaygındı ama çok kaliteli değildi) ve tankların sevk ve idaresi önemli derecede artırılmıştır. Tank gövdeleri mayın temizleme ya da istihkâm hizmetleri gibi işlerde kullanılmak üzere uyarlanmıştır. Savaşan ana güçlerin hepsi aynı zamanda kendinden tahrikli özelleşmiş silahlar da üretmişlerdir: Toplar, tanksavarlar ve tank avcıları (büyük kalibre silahlar taşıyan zırhlı araçlar). Tanklardan daha basit ve ucuz olan Alman ve Sovyet tank avcıları savaş esnasında kullanılan araçlar içinde en ağır silahlara sahiptiler. ABD ve Birleşik Krallık tarafından kullanılan tank avcıları ise doktrinleri dışında tanklardan ayırt edilemiyorlardı. Taretler başlarda tanklarda genel olarak kullanılmamakla birlikte, tasarımda yol alındıkça ayrılmaz bir parça olmuştur. Eğer tankın silahıyla zırhlı hedeflere saldırılacaksa bu silahın mümkün olduğunca güçlü ve büyük olmasının önemi anlaşılmış ve tek bir büyük silah ile ateş alanının tamamına hâkim olunması hayati bir özellik sayılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte Sovyet T-35 gibi çok taretli tank tasarımlarından vazgeçilmiştir. Tankların büyük çoğunluğunda en azından bir gövde makineli tüfeği bırakılmıştır. Hatta savaştan sonra bile, M60 Patton tanklarında tank komutanı için küçük bir ikincil taret bırakılmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra tank geliştirme çalışmaları genel olarak daha önce olduğu gibi ilerlemiş ve daha çok orta ve ağır sınıf tanklarda ilerlemeler kaydedilmiştir. Hafif tanklar artık sadece keşif ile görevlendirilmiş, ancak ABD'de hava indirme desteği için de kullanılmıştır. Ancak hava taşımacılığının ağırlık kısıtlamaları nedeniyle böyle bir tankın üretilmesi mümkün olmadığından zaman içinde giderek bu sınıf kullanımdan kalkmıştır. Ama gerçek bir dönüşümün temelleri varolan tasarımlar üzerinde atılmaya başlanmıştı. Daha iyi süspansiyon sistemleri ile büyük oranda gelişmiş motorların birlikte kullanıldığı savaş sonu orta sınıf tanklar savaş başındaki ağır sınıf tanklardan daha üstündüler. Daha az zırh ilavesi ve bunu karşılayacak biraz daha büyük motorlarla, orta sınıf tanklar neredeyse tüm antitank silahlara karşı koyacak hale gelmişti. Orta sınıf bir tankın hareketliliğine sahip iken ağır tankların silahlarına bile karşı koyabiliyorlardı. Birçok araştırmacı dönüm noktasının Panther (Panzer) olduğunu düşünür. Panzer kendisinden sonra gelen hemen her tank tasarımı için temel teşkil etmiştir. Hâlbuki Panther'in zırhı çok iyi değildi ve ağır tanklarla eşit olarak mücadele edemiyordu. Her noktası ile mükemmel olarak değerlendirilen ilk tankın Birleşik Krallık'ın Centurion tankı olduğu düşünülür. En son versiyonlarıyla Almanların ünlü 88 mm. toplarının ateşine dayanabiliyor, savaş alanındaki her silahtan üstün olan ölümcül 105 mm. Royal Ordnance L7 topunu taşıyor ve 650 hp'lik mükemmel Rolls-Royce Meteor motoruyla 56 km/s hıza ulaşabiliyordu. Centurion tankları Birleşik Krallık Ordusunun tüm orta sınıf tanklarının yerine geçti ve ağır tank sınıfını tamamen ortadan kaldırdı. "Evrensel tank" olarak nitelendirilen bu tank daha sonra "ana muharebe tankı" olarak adlandırılmıştır. Güdümlü antitank füze tehdidine karşı, geliştirme çalışmaları zırh kalınlığından çok zırh teknolojisine kaydı. Top teknolojisi hatırı sayılır şekilde I. Dünya Savaşı teknolojisine benzer kaldı. Hizmette olan tankların büyük çoğunluğunda top hâlâ elle doldurulmaktadır ancak mermi etkinliğinde büyük aşamalar katedilmiştir. Tankların temel rolleri ve özelliklerinin tamamına yakını I. Dünya Savaşı sonunda geliştirilmiş olsa da, o zamanki tankların 21. yüzyıl kopyaları, performans seviyelerini on kat artırmıştır. Özellikle diğer tankların yarattığı sürekli değişen tehditlere ve gereksinimlere cevap verebilmek için büyük oranda düzeltmeye uğramışlardır. Tankların artan yeteneklerinin karşısında dengeyi sağlamak için diğer tanklar ve antitank silahlar sürekli geliştirilmiştir. Bir tankın etkisini belirleyen üç geleneksel etmen vardır: Tankın ateş gücü, hareketliliği ve korunması. Bir tankın savaş meydanındaki heybetli varlığının düşman askeri üzerindeki psikolojik etkisine "şok etmeni" denir. Ateş gücü, bir hedefi bozguna uğratma, yenme yeteneğidir. Bununla söylenmek istenen şudur: Bir tankın hedefe saldırabileceği maksimum uzaklık, hareket eden hedeflere saldırı yeteneği, birden çok hedefe arka arkaya saldırabilme hızı ve diğer zırhlı araçlar ile sipere girmiş piyadeyi yenebilme yeteneği. Hareketlilik ise şu noktaları içerir: Arazi üzerinde hız ve çeviklik, aşılabilen arazi çeşitliliği, geçilebilen engellerin, siperlerin ve suyun boyutları, küçük köprüleri geçme yeteneği, yakıt ikmali yapılmadan aşılabilen mesafe. "Stratejik hareketlilik" aynı zamanda yollarda yüksek hız ile seyredebilme yeteneği ve demiryolu ya da kamyon ile taşınabilme özelliğini de içermektedir. Geleneksel olarak zırhlı savaş araçlarının hareketliliği aşağıdaki ölçütlerle belirlenir: Korunma; hangi tür ve ne kadar zırh kullanıldığı, bu zırhın nasıl düzenlendiği (eğik ya da değil), hangi alanlara daha çok zırh (örn. taret ve paletler) ve hangi alanlara daha az zırh (örn. gövdenin arkası) konulduğu demektir. Aynı zamanda, alçak profili, düşük ses ve termal izi, düşman ateşinden kaçınabilmek için aktif önlemleri ya da diğer yöntemleri ve zarar gördükten sonra da savaşa devam edebilme yeteneğini içerir. Tank tasarımı, geleneksel olarak bu üç etmeni maksimize etmek olası olmadığı için, değişik oranlarda seçim yapılmasıyla oluşturulur. Örneğin, zırh eklenerek korunmanın artırılması aynı zamanda ağırlığı da artıracağından hareketlilik yeteneğini azaltmaktadır; daha büyük bir silah kullanarak ateş gücünü artırmak, taretin önündeki zırhın azalması nedeniyle hem hareketliliği hem de korunmayı azaltacaktır. Bu üç etmen, askerî stratejiler, bütçe, coğrafya, siyasi irade ve diğer ülkelere tankın satılması gerekliliğinden etkilenerek uzlaştırılmaktadır. Değişik ülkelerin bu kararları alırken nasıl etkilendikleri aşağıdaki örneklerde açıklanmaktadır: Modern tankların ana silahı tek büyük toptur. Tank topları karada kullanılan yüksek kalibreli silahlardandır. II. Dünya Savaşı'ndan beri kalibrelerde değişiklik olmasa da modern tank topları teknolojik olarak daha üstündür. Güncel yaygın boyutlar, Batı tankları için 120 mm, Doğu tankları (Eski Sovyet ve Çin) için ise 125 mm dir. Tank topları değişik tipte mermilerle atış yeteneğine sahip olsalar da yaygın olarak zırh delici ve patlayıcı mermiler kullanılmaktadır. Bazı tanklar top namlusundan füze de ateşleyebilmektedir. Günümüzde yaygın tank topu namlusu yiv-set içermez. Yalnızca Birleşik Krallık Ordusu ve Hint Ordusu yivli-setli top namlusu olan ana muharebe tanklarını barındırmaktadır. Modern tank topları değişken sıcaklığın namlu üzerindeki etkisini azaltan termik koruma ile donatılmıştır. Tank namlusuna yağmur yağdığında namlunun üstü altından daha hızlı soğuyacaktır ya da soldan esen rüzgâr namlunun solunun sağından daha hızlı soğumasını sağlayacaktır. Bu değişken soğuma namluyu bir parça eğecek ve uzun mesafede atış isabetini etkileyecektir. Tanklar piyadeye ve ana silahın etkisiz ve savurganlık olacağı hedeflere karşı kısa menzilli savunma için başka silahlar da taşırlar. Bu çoğunlukla, ana silah ile aynı eksende takılmış olan küçük kalibreli (7,62'den 12,7 mm ye) bir makineli tüfektir. Yine de AMX-30 and AMX-40 gibi bazı Fransız tankları daha yüksek atış hızına sahip ve hafif zırhlı araçları yok edebilen eşeksenli 20 mm lik otomatik top taşırlar. Birçok tank ek olarak yakın çatışma ve sınırlı hava savunması için tavana ya da komutan kubbesine takılı makineli tüfek de taşırlar. ABD, Rusya ve Fransız Leclerc tanklarında çoğunlukla bulunan 12,7 mm lik ve 14,5 mm lik makineli tüfekler de yakın mesafeden hafif zırhlı araçları yok etme yeteneğine sahiptir. Özel görevler nedeniyle bazı tanklara alev silahı gibi az görülen silahlar da takılmaktadır. Bu özel silahlar şimdilerde genellikle zırhlı personel taşıyıcıların gövdelerine takılmaktadır. Tarihsel olarak tank silahları basit optik nişangâhlarla nişan alınarak hedefe doğrultulur, rüzgârın etkisi tahmin edilir ve bir retikülden yararlanılarak ateş edilirdi. Hedefe olan mesafe de retikül (topun nişangâhındaki, bilinen büyüklükteki bir nesneyi -bu durumda bir tankı- çerçeveleyecek şekilde dizilmiş işaretler) yardımıyla tahmin edilirdi. Sonuç olarak uzun mesafede atış isabeti sınırlıydı ve hareket halindeyken atış büyük oranda imkânsızdı. Zamanla bu nişangâhlar stereoskopik mesafe ölçerlerle değiştirilmiştir. Sanayileşmiş ülkelerin ordularındaki çoğu modern ana muharebe tankları lazer mesafe ölçerler kullansalar bile eski ve az gelişmiş araçlarda hâlâ optik retiküllü mesafe ölçerler kullanılmaktadır. Modern tankları daha doğru atış yapar hale getiren bir dizi gelişmiş atış kontrol sistemi vardır. Ana silahı dengede tutmak için jiroskoplar kullanılır. Bilgisayar uygun yükselik ve hedef noktasını, rüzgâr hızını, hava sıcaklığını, nemi, namlu sıcaklığını, sapma ve aşınmayı, hedefin hızını (mesafe ölçer ile hedefin en az iki pozisyonunun karşılaştırılmasıyla hesaplanır), ve tankın hareketini ilgili sensörlerden gelen bilgilerle hesaplar. Kızılötesi, gece görüş ya da termik gece görüş ekipmanları da genellikle kullanılır. Lazer hedef bulucular da hedefleri aydınlatmak için kullanılabilir. Sonuç olarak günümüz tankları hareket halinde iken oldukça isabetli atış yapabilirler. Bazı tank tiplerinde top namlusu yivsetli olur. Bazılarında
ise "smoothbore" olarak nitelendirilen yivsetsiz namlular bulunmaktadır. Mermiler de namlu çeşidine göre, diğer bir deyişle tankın tarzına göre farklılık gösterir. Bununla beraber, farklı olsa da aynı amaca hizmet ederler. Her modelde çeşitli mühimmat kullanabilen tanklarda en önemli cephane çeşidi, anti-tank tipi (SABOT) olarak nitelendirilen mermilerdir. Yivsetli namlularda kullanılan anti-tank mermilerini, kinetik ve kimyasal etkili mühimmat şeklinde ikiye ayırmak gerekir. Kinetik enerjili yivsetli mühimmatlarda da iki tip bulunmaktadır. Birisi, tungsten çekirdekli ve yivli spin alan hızlı tip mermidir (APDS). Diğeri ise yiv döngüsünü mühimmat üzerindeki bir çembere aktararak, bu formasyonun içinden (bir kozadan çıkar gibi) açılarak, yoluna (daha da hızlı) yivsiz devam eden kuyruk dengekli tungsten çekirdeklerdir (APDSFS). Kinetik etkili mermilerin tamamı, çok hızlı biçimde, kütle enerjisi ile zırh delmeyi amaçlar. Çekirdeğin saniyede yol aldığı mesafe 900 km üzerine çıkabilir. Kimsayal etkili mühimmatlar (HEAT) ise ince zırhlara yöneliktir; mesela ZMA veya ZPT tarzı araçlar hedef alınır. Bu mermiler çok daha yavaş gider ve zırhın tam üzerinde meydana gelen kimyasal reaksiyon sonucu zırhı bertaraf edip, içerideki personeli etkisiz kılmaya yöneliktir. Bunların zırhı bertaraf etme detayları incelenecek olursa 4 çeşit ortaya çıkar. Bunlar noktadan içeri nüfuz eden ısıl, kapak şeklinde zırhı sökerek içeri nüfuz eden ısıl vs şeklinde sıralanabilir. Sonuçta hepsi, saniye içerisinde, zırh içindeki mürettebatı yakarak öldürecektir. Diğer tank mühimmatları arasında sayılabilecek mermi çeşitleri yüksek inflaklı mermiler (tnt temelli, klasik top mermileri mantığıyla çalışır) yangın mermileri ve anti personel mermileri (APERS) olarak sıralanabilir. APERS tip mermiler, namludan çıktıktan yaklaşık 30- 40 metre sonra açılarak, ortalama 100 metre boyunca piyadeyi darmadağın eden, misket bombası mantığındaki mühimmattır. Zırhlı araçlara karşı etkisiz olup, tankçı kendi piyadesine de zarar verebilir. M551 Sheridan, T-72, T-64, T-80, T-90, T-84, ve PT-91 gibi bazı tanklar anti-tank güdümlü füzelerini top namlularından ya da haricî füze rampalarından ateşleyebilirler. Bu işlevsellik, tankın etken çarpışma mesafesini, konvansiyonel mermilerin sağladığının ötesine taşıyabilir. Aynı zamanda helikopter gibi yavaş ve alçak uçan hava hedeflerine karşı da kullanılabilirler. ABD bu yöntemi kullanmaktan vazgeçerek uzun mesafe antitank görevlerini helikopter ve savaş uçaklarına vererek M551 ve M60A2'leri kullanımdan kaldırmaktadır. Ancak BDT ülkeleri ana muharebe tanklarında bu top-füze sistemlerini kullanmaya devam etmektedir. Ana muharebe tankı, modern ordulardaki en ağır zırhlı araçtır. Bu zırh, aracı ve personelini çeşitli tehditlerden korumak için tasarlanmıştır. Genellikle, diğer tanklardan ateşlenen zırh delici mermilere karşı korunmak en önemli neden olarak görülmektedir. Tanklar aynı zamanda güdümlü anti-tank füzeleri, anti-tank kara mayınları, büyük bombalar ve direk topçu atışı ile de etkisiz hale getirilebilir ya da yokedilebilir. Tanklar özellikle hava tehditlerine karşı çok savunmasızdır. Çoğu modern ana muharebe tankı top şarapneli ve füze tahrikli el bombası gibi hafif anti-tank silahlara karşı tamama yakın bir korunma sağlar. Her açıdan ve olası her türlü tehdite karşı koruma sağlanması için gerekli zırh çok ağırdır ve pratik olmaktan uzaktır. Bu nedenle, bir ana muharebe tankı tasarımı yapılırken korunma ile ağırlık arasındaki dengeyi bulmak için çok çaba harcanmaktadır. Zırhlar, aktif ve reaktif tip zırh olarak iki gruba ayrılır. Aktif zırh asıl zırha denir ve savaş araçlarının çoğu, alaşım esaslı, sıkıştırma esaslı ve seramik plakalı sertleştirilmiş metallerden oluşmakta ve zırhında, kendi iç yapısında farklı mimari ve dizaynlar ile zırhın dayanıklılık ve koruması arttırılmaktadır. Zırhlardaki sertleştirilmiş çelik plakalar çok şeşitli metallerin alaşımı ile üretilir. Çelik, alüminyum, titanyum gibi belli başlı malzemelerin gizli tutulan oranları sayılabilir. Zırhın göreceli sertliği RHA (rolled homogeneous armour) ile karşılaştırılarak gösterilir. Reaktif zırh ise, aktif zırh üzerindeki, patlayıcı malzeme peteklerinden oluşan, dışarıdan gelecek zırh deliciyi, çarpma sonucu zırhın biraz üzerinde karşıt kinetik enerji ile tutarak, aktif zırhın direncini mümkün kılan tipteki zırh örtmesidir. Zırhlı araçlar genellikle en iyi önden korunmalıdır ve personel her zaman aracı düşmanın bulunduğu varsayılan yöne doğru tutmaya çalışır. En kalın ve en iyi eğimli zırh ön üst kısımda ve taretin önündedir. Yanlarda daha nispeten ince zırh bulunur, arka, alt ve tavan bölgeleri de az korunaklı kısımlardır. II. Dünya Savaşı ABD M4 Sherman orta sınıf tank personeli Alman Tiger tanklarının önden yara almadığını görünce yandan saldırı yapmak zorunda kalmıştır. Günümüzde tanklar uzmanlaştırılmış yukarıdan saldıran füze silahlarına ve hava saldırısına karşı savunmasız durumdadır. II. Dünya Savaşı sırasında, özellikle Normandiya Çıkarması'ndan sonra Fransa'da uçak füzeleri korkunç bir ün kazanmıştır. Savaş sonrası yapılan incelemeler, birçok ölümün hedefi kıl payı kaçıran atışlardan olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hawker Hurricane uçaklarının 40 mm. ya da Stuka uçaklarının 37 mm.lik zırh delici cephane kullanan topları etkili olmuştur. Motor bölmesine atılan basit bir molotof kokteyli bile birçok tankı hizmet dışı bırakabilir. II. Dünya Savaşı'ndan önce birçok tank tasarımcısı deneysel tanklarda eğik zırh yerleşimini denemiştir. Zamanın bu konudaki en ünlü ve başarılı örneği T-34 tankıydı. Zırh plakalarının belli bir açıyla yerleştirilmesi hem zırhın etken dik kalınlığını hem de sekme şansını arttırarak mermilere karşı korunmayı büyük oranda arttırmaktadır. Alman tank personelinin T-34'lerin açılı zırhlarına yapılan bazı atışların sadece sekip zarar vermemesi üzerine dehşete düştükleri söylenir. Hafif piyade antitank silahları bile bir tankı süspansiyon sistemine ya da paletlerine zarar vererek yürümez hale getirebilir. Çoğu paletli askeri aracın süspansiyon sistemini koruyan yan etekleri vardır. Bazuka gibi yüksek patlayıcılı antitank silahları II. Dünya Savaşı'ndaki yeni tehditlerdi. Bu silahlar, patlamanın kuvvetini dar delici bir akışa yönlendirecek şekilde biçim verilmiş savaş başlığı taşırlar. İnce boşluklu zırh, çelik örgü zincir "roketatar kalkanı" veya kauçuk eteklerin yüksek patlayıcılı mermilerin ana zırhtan çok uzakta patlamasına neden olduğu, dolayısıyla da delicilik güçlerinin oldukça azaldığı görülmüştür. Yüksek patlayıcılı plastik gibi bazı antitank cephanesi, bir aracın zırhına yapışan ve patladığında tankın içinde tehlikeli şekilde küçük metal parçacıkların yayılmasını sağlayan esnek patlayıcı malzeme kullanır. Zırhı delmeden içindeki personeli öldürerek tankı etkisiz hale getirir. Buna karşı koruma olarak bazı araçların içinde parçacık oluşmasını engelleyen malzeme tabakası döşelidir. 1970'lerden beri bazı tanklar çeşitli alaşım ve seramikten yapılan daha karmaşık kompozit zırhlarla korunmaktadır. Pasif zırhların içinde en iyi olarak nitelendirilebileceklerden biri Birleşik Krallık tarafından geliştirilen Chobham zırhıdır. Chobham zırhı, konvansiyonel zırh tabakaları arasında reçineli bez matrisi içinde bulunan boşluklu seramik bloklardan oluşan bir zırh çeşididir. Çok iyi korunan M1A1 Abrams ana muharebe tankında da tükenmiş uranyum ile kaplanmış bir çeşit Chobham zırhı bulunmaktadır. İsrail Merkava tankları korunmaya yönelik tasarımı en ileriye götürerek motor ve yakıt deposunu ikincil zırh olarak kullanmaktadır. Türkiye de modernizasyon kapsamında İsraille birlikte yapılan M60T tanklarına da ikincil zırh olarak Hibrit reaktif zırh kullanılmıştır. Tankların gelişimiyle birlikte homojen döküm zırhın kullanıldığı M48 ve M60 serisi amerikan tankları ve birleştirilmiş döküm zırhın kullanıldığı Leopard 1 serisi alman tanklarının zırhlarının Zırh Koruma Değerlernin 300mm (RHA) nın altında kalması sebebiyle kullanılmamaktadır. Bu tip zırh koruma değeri düşük tankların hepsine tüm dünyada yeni zırh eklemeleri yapılarak zırh koruma değerleri yükseltilmektedir. Dünyada gelişen yeni konsepte zırh kalınlığı yerine Zırh Koruma Değeri ön plana çıkmıştır. Zırh koruma değeri (RHA) bir zırhın haddelenmiş çelik zırh olarak bir tankın üzerine gelen zırh delici mühimmatlara karşı koruma sağladığı değeri göstermektedir. 120 mm lik (M48 ve M60 serisi tanklar) homojen döküm zırhın kalitesi, yaptığı açı gibi sebeplerle zırh koruma değeri 200- 300mm(RHA) arasında iken 70 mm Birleşik döküm zırhın (Leopard 1) koruma değeri 300–400 mm (RHA) arasında 70 mm Boşluklu kompozit zırhın (Leopard 2) koruma değeri 500 –600 mm (RHA)arasına çıkmaktadır. Özellikle Reaktif zırhlarda bu koruma değerleri 900–1000 mm (RHA) arasına çıkarılmıştır. Reaktif zırhlı tanklara baktığımızda önümüze Rus ve İsrail menseili tanklar çıkmaktadır. Lepard 2A6 ve Leopard 2 Hell tanklarının zırh koruma değerlerinin 500– 800 mm arasındadır. M1A2 Abrams tanklarını zırh koruma değerleri 800– 1000 mm arasındadır. T72 tanklarının ise zırh koruma değeri 400– 600 mm arasındadır. Körfez krizinde bu iki tank karşı karşıya gelmiştir. İmha edilen M1A2 Abrams tankı 14 iken 370 adet T72 tankı 665 adet T62- 64 tankı ve 800 adet T55 tankı amerikalılar tarafından imha edilmiştir. Çoğu zırhlı araçta kısa sürede düşman pususundan veya saldırısından geri çekilmeyi maskeleyecek bir sis perdesi oluşturabilen sis bombası rampaları mevcuttur. Saldırı esnasında düşmana saldırının erken uyarısını yaptığı ve saldıranın görüşünü engellediği için çok nadiren kullanılmaktadır. Modern sis bombaları ışığın görünür spektrumunda olduğu kadar kızılötesinde de etkilidir. Bazı sis bombaları düşmanın hedef bulucuları ve mesafe ölçerlerinin lazer ışınlarını da engelleyecek kadar yoğun duman oluşturacak şekilde tasarlanmıştır. Bu şekilde görerek atış yapan ve kullanıcının göreceli olarak uzun sürede tanka nişan almasını gerektiren antitank füzeler gibi yavaş hızlı silahlardan alınacak isabet olasılığını
azaltmaktadır. Fransız Leclerc tankı gibi birçok ana muharebe tankında, sis bombası rampaları aynı zamanda gözyaşartıcı gaz bombaları ve antipersonel el bombaları atacak şekilde de tasarlanmıştır. Birçok İsrail tankında, içeriden kullanılabilinen ve engellerin arkasındaki hedeflere de saldırmaya olanak vererek antipersonel özellikleri arttıran küçük bir dik havan topu da bulunmaktadır. Diğer tankları da içeriden doldurulabilen sis/el bombası rampalarıyla donatmak için teklifler yapılmıştır. Termik görüntülemenin kullanılmaya başlanmasından önce hızlı sis perdesi oluşturmasının yanı sıra, patlama bölgesindeki piyadeler üzerinde (örneğin mayın ya da patlayıcılarla yaklaşmaya çalışan düşman piyadesi) çok yararlı yakıcı etkisi de bulunan beyaz fosfor gazı, zırhlı savaş araçlarında en çok kullanılan sis bombası tipiydi. Termal okuyuculardan beri çoğu tank, içinde plastik veya kauçuk bulunduran sis bombaları taşımaktadır. Plastik ya da kauçuğun küçük parçaları, yanarak termal okuyucuların çalışmasını zorlaştırmaktadır. Bazı tanklarda ise kısa süreli sis oluşturan sis bombaları yerine, sürekli sis üreten cihazlar bulunmaktadır. Genellikle sis üretmek için egzoz gazına yakıt püskürtülerek, yanmamış ya da kısmen yanmış parçacıkların yoğun sis perdesi üretmesi sağlanmaktadır. Modern tanklar giderek, lazerli hedef bulucu veya mesafeölçerlerle hedef gösterildiğinde uyaran lazer uyarı cihazları gibi pasif savunma sistemleri ile donatılmaktadır. Diğer pasif savunma cihazları arasında, çoğunlukla antitank silahlarını yönlendirmek için kullanılan çok kısa dalga kullanan radar cihazları ile hedefe alındığında uyarı yapan radyo uyarı cihazları sayılabilir. Rus Shtora sistemi (ayrıca bakınız: tank savunma sistemleri) gibi pasif karşı önlemler, güdümlü füzelerin sevk sistemlerini engellemeye çalışırlar. Patlayıcı tepkisel zırh ise yüksek patlayıcılı antitank silahlara karşı ayrı bir koruma önlemidir. Şekilli savaş başlığının yarattığı patlamayı yaymak için zırh parçaları kendiliğinden patlar. Tepkisel zırh ana muharebe tankının dışına küçük ve değiştirilebilir bloklar halinde yerleştirilir. Aktif korunma sistemleri tepkisel zırhtan bir adım daha öteye gitmektedir. Bu sistemler gelen mermilere otomatik olarak karşı koymak için radar ya da başka bir tespit teknolojisi kullanırlar. Sistem düşman ateşi tespit ettiğinde, atışın yönünü hesaplayarak hedefe birkaç metre kala gelen mermiyi durdurmak için patlayıcı ile fırlatılan karşı mermiyi yönlendirir. Paradoksal olarak bir tankın genellikle en güvenli konumu tank komutanının kişisel olarak korunmasız olduğu durumdur. Yani tank komutanının miğferi ve kurşun geçirmez yeleği dışında kişisel korumasının olmadığı, taretin üzerinde başı dışarıda olarak (çok ağır ateş altında olunması haricinde) tank ile birlikte ilerlediği konumdur. Bu yüksek konumdayken komutan etrafını herhangi bir sınırlama olmaksızın görebilir ve gerek düşmanın antitank eylemlerini gerekse tankı durdurabilecek ya da yavaşlatabilecek doğal ya da yapay engelleri görme şansını büyük oranda arttırır. Optik bilimi ve elektronikteki ilerlemelere rağmen, tank periskopu ya da diğer görüş cihazları, görüş alanını çok kısıtlar. Dolayısıyla kapaklar kapalı olarak düşman arazisinde yol alırken komutan ve personeli kişisel olarak güvende olabilir ama aşırı derecede azalmış görüş alanı nedeniyle tankın bütünü risk altındadır. Bu problemi aşmak için optik sistemlerdeki çalışmalar devam etmektedir. Hareketliliğin dikkat edilmesi gereken üç yönü vardır; tankın temel hareketlilik unsuru olan arazi üzerindeki hız, engelleri aşma yeteneği ve hangi köprüleri geçebileceği, hangi araçlarla taşınabileceği, dönüşler gibi toplam savaş alanı hareketliliği. Hareketlilik, tankçılar ve tank tasarımcıları tarafından 'çeviklik' olarak nitelendirilir. Bir tankın çevikliği üç kategoride değerlendirilir: Savaş alanı hareketliliği, taktik hareketlilik ve stratejik hareketlilik. Bunların ilki, motor performansı ve hareket yeteneği ile belirlenir ve hızlanma, hız, dik engel aşabilme yeteneği gibi faktörlerle değerlendirilir. İkincisi, bir tankın operasyon bölgesine kolayca ve çabucak taşınabilmesi yeteneğidir. Üçüncüsü de ağırlığın ve havayolu ile taşınabilme özelliklerinin değerlendirildiği, bir operasyon bölgesinden diğerine taşınabilme yeteneğidir. Bir ana muharebe tankı birçok arazide kullanılabilecek şekilde çok hareketli olmak için tasarlanır. Geniş paletleri aracın yüksek ağırlığını daha geniş alana yayarak yere uygulanan basıncı çok azaltmaya yaramaktadır. Sorun yaratan arazi tipleri daha çok, ya bataklık gibi yumuşak zemine sahip araziler ya da büyük kayalı taşlıklı arazilerdir. "Normal" sayılan arazi tiplerinde bir tankın 30 ila 50 km/saat hızla hareket etmesi beklenir. Yol üzerindeki hızı 70 km/saat'e kadar çıkabilir. A noktasından B noktasına gitmek için gerekli lojistik göründüğü kadar basit değildir. Teorik olarak ya da birkaç saatlik bir test sürüşü esnasında tanklar herhangi bir tekerlekli savaş aracından daha iyi arazi performansı gösterir. Yol üzerinde, en hızlı tanklar ortalama zırhlı tekerlekli araçlardan daha yavaş değildirler. Ancak pratikte, tankın çok büyük ağırlığına nazaran zayıf sayılabilecek palet donanımı, onun maksimum hızda herhangi bir arızaya sebep olmadan yol almasını sadece çok kısa bir zaman dilimi için olası kılar. Her ne kadar, tankın maksimum arazi hızı yoldaki maksimum hızına nazaran daha az olsa da düzlükler ve çölller dışında arazinin çeşitliliği gözönüne alındığında tüm gün boyunca maksimum hızda kullanılmaları olası değildir. Hareketsiz kalan bir tank düşmanın havan ve topçu ateşiyle özel tank avcı birliklerine kolay hedef olduğundan, genelde hız minimumda tutulur ve tankları kendi güçleriyle hareket ettirmek yerine demiryolu ya da tekerlekli taşıyıcılarla karayolu üzerinden taşımak için her olanak değerlendirilir. Tanklar demiryolu altyapısı olan ülkelerde eninde sonunda demiryoluyla taşınır çünkü dünyanın hiçbir ordusunda tüm tankları taşıyabilecek sayıda tekerlekli taşıyıcı yoktur. Demiryolu aracının yükleme ve boşaltma planlaması çok önemli kurmay görevleridir. Demiryolu köprüleri ve istasyonları tankların ilerleyişini yavaşlatmak isteyen düşman kuvvetlerinin başlıca hedefleridir. Demiryolu altyapısı olmayan, çok az iyi karayolu olan ya da yolları mayın döşeli ve sürekli pusu tehditi olan yerlerde tankın ortalama günlük hızı bir atlı ya da bisikletlinin hızına eşdeğerdir. Çarpışma esnasında arızaları önlemek için yapılması gerekli önleyici bakım ve kontroller için sık sık mola verilmelidir. Bunun yanı sıra piyade veya hava birlikleri tarafından düşman antitank mevcudiyetini kontrol etmek için yapılan izcilik faaliyetleri esnasında taktiksel duraklamalar da olur. Başka bir hareketlilik konusu da tankı operasyon bölgesine intikal ettirmektir. Tanklar, özellikle ana muharebe tankları çok ağır olduklarından havayolu ile taşınabilmeleri çok zor olmaktadır. Deniz ve kara taşımacılığı da yavaş olduğundan tankların hızlı müdahale kuvvetlerinde kullanılması problem haline gelmektedir. Tanka benzer bazı araçlar hem yol hızını arttırmak hem de bakım gereksinimini azaltmak için palet yerine tekerlek kullanmaktadır. Bu araçlar paletli araçların arazi hareketliliğine sahip olmamakla birlikte Amerikalı analistler tarafından hızlı müdahale kuvvetleri için daha uygun olarak görülmektedir. Tankların çoğunluğu için su operasyonları su geçişi ile kısıtlıdır. Su geçiş derinliği genellikle motorun hava alma yolu yüksekliği ve az olsa da sürücünün konumuna bağlıdır. Ana muharebe tankları için tipik su geçiş derinliği 90 ila 120 cm. arasındadır. Yine de, önceden hazırlık yapıldığı takdirde bazı tanklar daha derin suları aşabilirler. Alman Leopard 1 ve Leopard 2 tankları uygun hazırlandıklarında ve bir şnorkel ile donatıldıklarında 4 metrelik derinlikleri aşabilirler. Leopard şnorkeli aslında uzun bir tüp yaratacak şekilde birbirine geçirilen halkalardan ibarettir. Bu tüp daha sonra komutan bölmesi kapağına takılarak hem hava sağlar hem de personel için kaçış yolu olur. Bu tüpün yüksekliği yaklaşık 3 metre ile sınırlıdır. Bazı Rus/Sovyet tankları da derin su geçişi yapabilirler ancak Rus şnorkeli birkaç inç genişliğinde olduğundan Leopard tankları gibi personele kaçış yolu sağlamaz. Rus şnorkelleri de uzunluk olarak sınırlıdır ve taret yüksekliğinin üzerinden birkaç metre daha yükseklik sağlarlar. Bu tarz su geçişleri hem tankın hem de su engelinin iki yakasında giriş ve çıkış bölgelerinin çok iyi hazırlanmasını gerektirir. Tank personeli genellikle derin su geçişlerine olumsuz tepki verir. Bu durum, personelin psikolojik sağlığı ve isyana yakınlığının dikkate alındığı ülkelerdeki taktikleri etkilemiştir. Yine de, eğer uygun şekilde planlanır ve uygulanırsa bu tarz operasyonlar su geçişlerinde önemli derecede sürpriz etkisi ve esneklik sağlar. PT-76 gibi bazı hafif tanklar, su içinde ya paletleriyle ya da hidrojetlerle ilerleyen amfibi araçlardır. Tankın başından su sıçramasını durdurmak için aşağıya katlanan düzenleme kanadı genellikle sürücünün penceresinden su girişini engellemek için kullanılır. II. Dünya Savaşında ek yüzme özelliği sağlayan kauçuklaştırılmış kanvas eklemesiyle Amerikan M4 Medium (Sherman) tankı amfibi hale getirilmiştir. Ana motor tarafından tahrik edilen pervanelerle hareket etmekteydi. Bu tanklara Sherman DD (Duplex Drive/Çift Tahrik) adı verilmekteydi ve Normandiya Çıkarması'nda ilk karaya çıkışlarda sahillerde yakın destek ateşi sağlamak için kullanılmışlardı. Sherman DD tankı yüzerken atış yapamıyordu çünkü yüzme perdesi, ana silahtan daha yüksekti. Manş Kanalı'ndaki kötü hava ve kıyıdan çok uzakta denize indirilmeleri nedeniyle bu DD tankların birkaçı batmıştır. Yine de karaya çıkmayı başarabilenler, ilk kritik saatlerde sahilde tutunabilmek için kaçınılmaz destek ateşini sağlamıştır. Tankın enerji santrali tankı hareket ettirmek ve taretin döndürülmesi ya da telsiz için elektrik enerjisi gibi diğer tank sistemlerini beslemek için gerekli enerjiyi sağlar. I. Dünya Savaşı 'nda hizmet
veren tankların çoğunluğu enerji santrali olarak benzinli motorları kullanmışlardır, ancak Amerikan Holt Benzinli-Elektrikli tankı hem benzin hem de elektrik motoru kullanmıştır. II. Dünya Savaşı 'nda ise kullanılan enerji santralleri çeşitlilik arzediyordu ve birçok tank motoru uçak motorlarından uyarlanmıştı. Soğuk Savaş başladığında hemen hemen tüm tanklar dizel yakıtı kullanmaya başlamışlardı. Hâlâ kullanılan geliştirilmiş çok yakıtlı versiyonları dahi vardır. 1970'lerin sonundan başlayarak türbinli motorlar ortaya çıkmıştır. Bir enerji santralinin tipi ve ağırlığı güç aktarım organlarının etkisini de hesaba katarak, çoğunlukla tankın ne kadar hızlı ve çevik olduğunu belirler. Ama asıl olarak arazi süspansiyon sistemine ve personele ilettiği gerilim ile tüm tankların maksimum hızını sınırlar. Türbin kullanmayan tüm modern tanklar bir dizel motoru kullanır çünkü dizel yakıtı benzine göre hem daha az alev alıcı hem de daha ekonomiktir. Bazı Sovyet tankları yanan dizel yakıtının koyu dumanını kendi yararlarına kullanmışlar ve hatta egzoz gazında bilerek yakıt yakmış ve saklanmak için duman oluşturmuşlardır. Yakıt tankları genellikle tankın arkasına yerleştirilir, ancak İsrail Merkava tankları gibi bazı tasarımlarda, dizel yakıt tankları fazladan bir zırh tabakası oluşturmak için personelin etrafındaki alana yerleştirilmiştir. Yakıt sıklıkla dışarıdaki yedek depolarda ya da çarpışırken kolaylıkla ayrılabilmesi için tankın arkasından çekilen küçük römorklarda depolanmaktadır. Modern tank motorları bazen dizel, benzin ya da benzeri yakıtlarla çalışabilen çok yakıtlı motorlardır. Gaz türbinleri bazı tanklarda yedek güç birimi, Sovyet/Rus T-80 ve ABD'nin M1 Abrams gibi tanklarındaysa ana enerji santralı olarak kulanılmıştır. Sağladıkları motor gücüne göre, dizel motorlardan görece daha küçük ve hafiftirler. T-80 yüksek hızından ötürü "Uçan tank" diye anılmıştır. Hâlbuki özellikle düşük motor devrinde daha az yakıt verimliliğine sahiptirler ve aynı çarpışma menziline sahip olmak için daha büyük yakıt depolarına ihtiyaç duyarlar. M1'lerin yeni modelleri tank dururken ana türbini rölantide tutmayıp yakıt tüketimini azaltmak için tankın diğer sistemlerini besleyen yedek güç birimi olarak küçük bir türbin motoru daha bulunmaktadır. T-80 tankları genellikle menzillerini uzatmak için büyük haricî yakıt depolarıyla görülürler. Rusya, T-80 üretiminin yerine daha az güçlü ve T-72'lerin baz alındığı T-90 üretimine geçmiştir. Ukrayna ise türbin motorlu versiyonu ile hemen hemen aynı güce sahip olan dizel motorlu T-80UD ve T-84 leri geliştirmiştir. Düşük verimliliklerinden ötürü, aynı güç çıktısında bir gaz türbini motorunun termik izi dizel motorunun termik izinden daha önemlidir. Öte yandan susturuculu bir gaz türbini, pistonlu bir motordan daha sessiz olabilir. M1A2 tankı sessiz çalışmasından ötürü "Fısıltılı Ölüm" olarak adlandırılmıştır. Basit bir yapıya ve daha az çalışan parçaya sahip olmasından ötürü bir gaz türbini pistonlu bir motordan daha güvenilirdir ve daha kolay bakım yapılabilir. Hâlbuki pratik yaşamda bu parçalar, çalışma hızlarının yüksekliğinden ötürü daha çok ve çabuk aşınmaktadır. Türbinin pervaneleri toza ve ince kuma karşı çok hassas olduğundan, çöl operasyonlarında özel filtreler dikkatle kullanılmalı ve günde birkaç kere değiştirilmelidir. Uygun takılmamış bir filtre ya da bir tek mermi veya şarapnelle zarar gören bir filtre, motoru bozabilir. Pistonlu motorlarda iyi bakım gerektiren filtreler kullanılır ancak filtrenin bozulmasına daha çok tolerans gösterirler. Tanklarda kullanılan dizel motorlar gibi gaz türbinleri de çok yakıtlı sistemlerdir. Sabit duran tanklar, hava saldırısını ve keşfini zorlaştıracak şekilde, ağaçlıklı ve ormanlık bölgelerde iyi kamufle edilebilirler. Buna karşın, açık alanda bir tankı gizlemek çok zordur. Her iki durumda da, bir tank motorlarını çalıştırıp hareket ettiğinde, ses ve ısı nedeniyle kolayca fark edilir. Arazi üzerindeki palet izleri havadan tespit edilebilir, çölde tankın birkaç katı büyüklükte toz bulutları oluşabilir. Kısa süre önce durmuş bir tankın önemli bir ısı izi vardır. Gerçekten de, tank bir tepeciğin arkasında saklanmış dahi olsa, becerikli bir operatör, tankın üstündeki sıcak hava sütunundan tankın yerini tespit edebilir. Bu risk, motor ve paletler soğurken ısı saçımını azaltan termik koruyucularla bir ölçüde azaltılabilir. Bazı kamuflaj ağları, değişik ısıl özeliklere sahip malzemelerin değişken bir şekilde karıştırılmasıyla üretilerek tankın ısı izinin düzenliliğini azaltmaya ve gelişigüzel hale getirmeye çalışmaktadır. Tank motorları, lokomotif motorları ile kıyaslanabilecek büyüklükte dizel ya da türbinli motorlardır. Dizel motorlu bir tank bir lokomotif gibi kokar, ses çıkarır ve hissedilir. Sessiz bir günde, bir tek tankın bile çıkardığı derin gürleme sesi çok uzaktan duyulabilir. Aynı şekilde, keskin dizel yakıt kokusu rüzgârla ötelere taşınabilir. Tank dururken motoru çalıştığında çevresindeki yeri titretir. Hareket halindeyken salınımlar daha da büyüktür. Çok yakıtlı motorların akustik ve sismik izleri birbiriyle kıyaslanabilecek ölçüdedir. Bir türbin motorunun akustik izi sismik izinden daha büyüktür. Yüksek perdeden zırıltı sesi yakın veya uzaktaki tüm sesler arasından çok rahat bir şekilde tanımlanabilmektedir. Modern tank motorlarının genellikle 750 kW veya 1.000 hp'yi aşan çok büyük güçleri tankların belirgin bir ısıl ize sahip olmalarını sağlar. Tank gövdesinin aşırı yoğun metal kütlesinin yaydığı ısı, tankın arazideki diğer nesnelerden rahatça ayırt edilmesini sağlar. Dolayısıyla hareket eden bir tank, iyi bir kara ya da havadan kızılötesi tarayıcıyla rahatlıkla tespit edilebilir. Körfez Savaşı esnasındaki tek taraflı çarpışmanın sebeplerinden birisi de, M1 Abrams gibi tankların Irak Ordusu tarafından kullanılan T-72'lerin gece kızılötesi tarama menzilinin yaklaşık dört katı bir menzile sahip olmasıydı. Körfez Savaşı'ndaki diğer bir faktör de, kamuflajlı ve hareketsiz bile olsalar, geceleri etraflarından farklı hızda soğudukları için Irak tanklarının ısı ile tespitini kolaylaştırıyordu. Bir tankı harekete geçirmenin çok önemli olduğu, 1999'daki Kosova Savaşı'nda kanıtlandı. İlk birkaç hafta yapılan NATO hava sortileri Sırp tanklarını yok etmekte çok etkisiz kalmıştı. Bu savaşın son haftasında Kosova Kurtuluş Ordusu'nun tanklara saldırmaya başlamasıyla değişti. Her ne kadar KKO'nun tankları yok etmek için çok küçük bir şansları olsa da, amaçları daha çok tankların NATO havagücü tarafından kolaylıkla tespit edilebilecek ve yok edilebilecek yerlere hareket etmesini sağlamaktı. Sahadaki tank harekâtını komuta etmek her zaman bazı özel problemler içerir. Küçük birimlerin, her bir aracın ve tank personelinin yalnız kalmasından ötürü bazı özel düzenlemeler yapılmak zorunda kalınmıştır. Zırhlı bölmeler, motor sesi, arazi koşulları, toz ve duman ve tüm kapaklar kapalı hareket etme zorunluluğu haberleşmeye zarar veren unsurlardır. Bir tank personelinin hareket ve atış dahil tüm eylemleri tank komutanı tarafından emredilir. Bazı erken dönem tanklarında, ana silahı doldurmak ve ateşlemek zorunluluğu nedeniyle tank komutanının görevi büyük oranda zorlaşırdı. Birçok küçük zırhlı savaş aracında komutan hareket emirlerini şoförün omuzlarını ve sırtını tekmeleyerek iletmekteydi, bu durum 20. yüzyılın son dönemlerine kadar böyle sürmüştür. Birçok modern zırhlı savaş aracı, personelin kendi aralarında konuşmasına ve telsizi kullanmasına olanak veren dahili telefon tertibatıyla donatılmıştır. Hatta bazı tanklarda, birlikte çalışılan piyade ile haberleşebilmek için haricî telefon hatları da bulunmaktadır. Erken dönemdeki tank manevralarında, zırhlı birliğin üyeleri arasındaki haberleşme el işaretleri ya da semafor ile sağlanmakta ve bazı durumlarda tank personeli tanktan inerek diğer tanka yürümekteydi. I. Dünya Savaşı'nda durum raporları, gözlem deliklerinden çıkarılarak karargâha gönderilen posta güvercinleri ile sağlanmaktaydı. İşaret fişekleri, duman, hareket ve silah atışı tecrübeli personel tarafından taktiklerini koordine etmek için kullanılıyordu. 1930'lardan 1950'lere kadar tüm ülkelerin orduları telsizle donatıldı, ancak telsiz trafiğini azaltmak için görünür işaretler hâlâ kullanılmaktadır. Modern bir tank genellikle bölük ya da tabur telsiz ağına bağlı çalışan telsizlerle donatılmıştır. Aynı zamanda daha üst seviye ağları da dinleyip diğer hizmet sınıfları ile hareketler koordine edilmektedir. Bölük ve tabur komutanlarının tanklarında genellikle ek bir telsiz vardır. Kalabalık bir telsiz ağında haberleşme yapmak telsizle konuşma prosedürü adı verilen bir dizi biçimsel kurala tabidir. Çoğu zırhlı kuvvetlerde, olabilecek en iyi durumsal farkındalığa sahip olmak için tank komutanı ve bazen diğer tank personeli de tank kapakları açık olarak dışarıda görev yapar. Tank personeli, ateş altında iken ya da potansiyel NBC (nükleer, biyolojik ve kimyasal) tehdit karşısındayken tank kapakları kapalı pozisyona geçer ve tehlikeleri fark edip hedefleri bulmayı önemli derecede azaltacak şekilde, savaş alanını sadece periskop ve gözleme deliklerinden izlerler. 1960'lardan beri tank komutanı hedefleri bulmak için gittikçe daha karmaşıklaşan sistemlere sahip olmuştur. Bir ana muharebe tankında, komutanın kendi panoramik nişangâhları vardır. Gecegörüş cihazlarını da içeren bu nişangîâhlar sayesinde, topçu hedefe saldırırken komutan başka hedefler saptayabilir. Daha da ilerlemiş sistemler, acil durumlarda komutanın hem taretin hem de ana silahın idaresini almasına izin vermektedir. Zırhlı savaş araçlarında bulunan cihazlardaki en son gelişme, atış kontrolü, lazer mesafeölçer, GPS datası ve dijital haberleşme arasındaki artırılmış bütünleşmedir. Amerikan tankları savaşalanı ağlarına bağlı dijital bilgisayarlarla donatılmıştır. Düşman hedefleri ve dost birlikler hakkında bilinen bilgilerin iletildiği bu sistemler tank komutanının durumsal farkındalığını oldukça artırmıştır. Raporlamada yarattıkları kolaylığın yanı sıra bu sistemler ağ kanalıyla, ve
rilen emirlerin grafikler ve yardımcı bilgilerle verilmesini sağlamaktadır. Olağanüstü güçlü bir silah olmasına ve kara savaş alanının tartışmasız kralı sayılmasına rağmen tanklar yenilmez değildirler. Aslında birçok antitank silahın geliştirilmesinin sebebi de tankın bu üstünlüğüdür. Genellikle daha az zırha sahip üst kısıma saldırabilen antitank helikopterlerinin geliştirilmesiyle birlikte tankların zamanının geçtiği de söylenmiştir. Bu iddia henüz doğrulanmamıştır ve değişik açık noktaları ortaya çıkarabilecek eşit güçler arasında tank ve helikopter savaşı olmamıştır. Tanklar, özellikle şehirlerde ve yakın bölgelerinde hâlâ piyade tarafından zarar görmeye açık durumdadırlar. Tankların zırh ve hareketliliği her ne kadar dikkate değer noktalar olsa da aynı zamanda tankları büyük ve gürültülü yapar. Bu da piyadeye uygun an geldiğinde karşı atağa geçene kadar tankları farketme, izleme ve kaçma olanakları vermektedir. II. Dünya Savaşı'ndaki bazı savaş meydanlarında alınan ağır tank kayıpları nedeniyle, tank taktiği tankların dost piyade birlikleri tarafından yakından desteklenmesini içerir. Deneyimli birliklerde, piyadenin bir tanka yaklaşması göreceli olarak kolaydır. Tank kapakları kapalı olduğunda tank personeli önlerinde olmayan hiçbir şeyi çok yakında değilse göremez. Eğer, tank kapakları açık ve tank personeli başını ya da vücudunun üst kısmını dışarıya çıkarırsa vurulma ihtimali artar. Piyade tanka yaklaştığında görülse bile tankın ana silahı ve eşeksenli makineli tüfeği ile hedef alınamazlar çünkü bu silahlar yeteri kadar aşağıya eğilemezler. Grup halinde hareket eden tanklar için bu daha az problem yaratır, çünkü bu durumda yandaki diğer tanklardan tanka zarar vermeyecek ama piyadeyi etkileyecek hafif silahlarla saldırmalarını isteyebilirler. Piyade, yaprak ve toprakla kaplı plakalar kullanarak tankları hareketsiz hale getirebilir. Bu plakalar, tank personelinin sınırlı görüş açısından mayın zannedildiğinden, tanklar durarak yeni plan yaparlarken piyadenin saldırmasına izin verirler. Bu II. Dünya Savaşı 'nda Britanya "Home Guard" birliklerine öğretilen bir taktikti çünkü uzun menzilli antitank silahları her zaman bulunamıyordu. Her ne kadar piyade antitank roketleri, füzeleri ve bombaları bir tankın ön zırhını delemese de, daha az zırhlı olan üst, arka ve bazen de yan kısımlarını delebilirler. Ayrıca hareket organlarına kolayca zarar vererek bir hareketlilik ölümüne yol açabilirler. Tanklar aynı zamanda elle yerleştirilen antitank mayınlara karşı da savunmasızdır. Bunlara ek olarak, şehirlerde en az zırhlı yüzeyleri olan yukarıdan ve bazen de aşağıdan saldırıya maruz kalabilirler. Tank zırhları yeteri kadar güçlü bir top mermisi ile doğrudan vurulmadığı sürece topçu ateşine dayanabildiğinden konvansiyonel topçu mermileri tanklara karşı çok etkili sayılmaz. Top ateşi mermilerle zırhı delmese de dinamik şok, dahili zırh parçalanması ya da daha basitçe tankın ters çevrilmesi gibi sonuçlarla tankları yine de etkisiz hale getirebilir. Yine de son otuz yıldır tanklara saldırıyı da düşünerek bir dizi topçu mermisi geliştirilmiştir. Bunların arasında Amerikan Copperhead CLGP (Toptan atılan güdümlü mermi) gibi lazer güdümlü mermiler vardır ki neredeyse zayıf üst zırha isabeti garanti eder. Bunlara ek olarak bu mermilerde sıradan yüksek patlayıcılı savaşbaşlığı yerine yüksek patlayıcılı antitank başlığı kullanılır. Güdümlü mermilerle isabetli atış yapmanın yanı sıra, güdümlü ya da güdümsüz serpme mermileri ve mermicikleri da geliştirilmiştir. Serpme tesirli mermiler, içlerinde bir tanka saldırmak için kullanılan küçük mermiciklerden oluşan mermilerdir. Altı toplu bir batarya bir-iki dakika içerisinde yüzlerce mermicik ateşleyebilir. Bunların bir çeşidinde, top mermisi tankın üzerinde havada iken patlar ve aşağıya belli sayıda antitank mermisi ya da bombacığı yağmur gibi yağar. Küçük olmalarına rağmen isabet eden mermiciklerin zarar verme şansı yüksektir çünkü tankın zayıf üst zırhına saldırmaktadırlar. Yine diğer bir çeşit, tankın yolu üzerine küçük antitank mayınları serper. Bu mayınlar zırhı delmeyecek bile olsa tankın paletlerine zarar vererek tankı hareketsizleştirir ve zarar görmesini kolaylaştırır. En gelişmişleri ise özgüdüm yeteneğine sahip mermiciklerdir. Yine tankın üzerinde havada patlayan mermi daha küçük belli sayıda mermiciği serper. Mermiciklerde kızılötesi ya da radar gibi tankları tanımaya yönelik elektronik devreler bulunmaktadır. Tank tanımlandıktan sonra mermiciği tanka doğru yönlendirmek için füze yakıtı ateşlenir. Bu mermicikler, hedef bulma ve saldırmaya zaman ayırabilmek için genellikle serpildikten sonra paraşütle inerler. Toptan atılan güdümlü mermi CLGP dışında yukarıdakilerin hepsi orta çaplı (152/155-mm) toplardan atılabilir. Tanklara saldırmak için hem güdümlü (lazer) hem de özgüdümlü (kızılötesi veya radar) büyük kalibre (81 mm.) havan mermileri geliştirme çalışmaları yapılmaktadır. Günümüzde tanka yönelik en büyük tehdit güdümlü antitank silahları ya da anti zırh özellikli topları ile silahlandırılmış saldırı helikopterleridir. Helikopter tanktan kolayca görülemeyecek bir yere kendini konumlandırıp her yandan saldırı yapabilir. Tüm kapakları kapatılmış bir tankın kısıtlı görme kapasitesi helikopterleri tespiti zorlaştırır. Helikopterden atılan çoğu antitank güdümlü silah daha uzun menzili olduğundan tanklar kendi silahlarıyla karşılık veremezler. Bu yakın gelecekte değişebilir, çünkü bazı ülkelerin tank topundan atılabilecek antihelikopter silahları geliştirdiğine inanılmaktadır. Ayrıca, bazı tank silah sistemleri, yeterli mesafeden sabit duran ya da yavaş ilerleyen helikopterleri vurabilecek yetenektedirler. Tankın zayıf üst zırhına saldırdıkları için helikopterlerin hafif topları bile yeterli gelmektedir. Tanklar hâlâ mayınlardan zarar görmeye karşı açıktırlar. Mayınların avantajı hem tankın en zayıf zırhına saldırabilme hem de iyi saklanabilmeleridir. Aynı zamanda en kötü donanımlı rakipler tarafından bile elde edilebilirler. Birkaç kilogram patlayıcıya, bir fünyeye ulaşabilen ve az bir bilgisi olan herkesin çok ciddi bir tanksavar kapasitesi var demektir. Modern serpme mayınlarla ve de özellikle topçu serpme mayınlarıyla hareket eden tank kıtalarının etrafına mayın döşemek mümkündür. Geleneksel alttan saldırı mayınları, serpme mayınlar, topçu ya da hava yoluyla yayılan mayınlar dışında, ayrıca yol harici ve yandan saldıran mayınlar da vardır. Bu mayınlar duvar, ağaç ya da özel hazırlanmış direk gibi dik yüzeylere takılır ve bir tankın geçmesi muhtemel yerlere konurlar. Köprüler, su geçişleri, kapılar, alt geçitler gibi yolun daraldığı yerler bu gibi noktalardır. Bu mayınlar tank geçerken yanına ateş ederler. En yaygın iki çeşit savaşbaşlığı yüksek patlayıcılı antitank ve "platter" patlayıcısıdır. Bu mayınlar insan tarafından, tuzak ipi veya baskı plakası gibi basit mekanik tetikleme mekanizmalarıyla ya da sismik, kızılötesi veya diğer elektronik fünye gibi daha karmaşık sistemlerle ateşlenebilirler. Bazı fünye sistemleri yeteri kadar geliştiğinden hedeflerin tipi arasında seçim yapabilir ve sadece istenen hedef tiplerine saldırabilir. Yol dışı mayınlar tankın yanına ya da mümkünse arkasına saldıracak şekilde yerleştirilirler. Bazı piyade antitank silahları da yol dışı mayın gibi kullanılabilir. A-10 Thunderbolt II ve SU-25 Frogfoot'un da aralarında bulunduğu birçok uçak özellikle yakın hava desteği için yapılmıştır, çoğu durumda görevleri özellikle tankları yok etmektir. Helikopterlere benzer silahların yanı sıra güdümlü veya güdümsüz, mermicikli veya normal bombalar da kullanırlar. Günümüzde tankların nasıl gelişeceği konusunda bir sürü tahmin bulunmaktadır. Güncel araştırmalar arasında uçaklar için geliştirilen gizlilik teknolojisinin uyarlanmasıyla, tankları radarda görünmez kılma projelerinin yanı sıra bir dizi parlaklık ve renklendirme teknolojisi de vardır. Yeni itici güç ve zırh üzerine araştırmalar da devam etmektedir. Günümüzdeki belirgin eğilim tankta bulunan termik nişangâhlar ve yüksek güçlü telsizler gibi elektronik ve haberleşme sistemlerinin sayısının artırılmasıdır. Eğer diğer bazı ağır iş makineleri gibi tank tasarımları da elektrik motorları kullanmaya ya da gemiler için tasarlandığı gibi elektromanyetik silahlarla donatılmaya başlasa bile hâlâ iyi bir enerji santraline ihtiyaç vardır. Türbin motoru ve dizel motorlar güncel enerji gereksinimini karşılasa bile yakıt hücreleri gibi diğer seçenekler denenmiş ve uygulanabilir çözümler içermektedir. Örneğin M113 zırhlı personel taşıyıcının hibrid elektrik versiyonu birçok alanda konvansiyonel versiyonundan daha üstün bulunmuştur, ancak menzil oldukça azalmaktadır. Tank izlerinin azaltılması ve çoklu yakıt yeteneği Stirling motoruna avantaj sağlamakta ve bu konu da incelenmektedir. Han Solo Han Solo, orijinal "Yıldız Savaşları" (Star Wars) üçlemesinde yer alan kurgusal bir karakterdir. "", "," "" ve filmlerinde Harrison Ford tarafından canlandırılmıştır. Ortağı Chewbacca onun yardımcı pilotudur. Aksi ve alaycı bir pilot olan Han Solo, filmlerin hikâyesine, yüklü bir ücret karşılığında gemisine aldığı Luke Skywalker ve Obi-Wan Kenobi sayesinde girer. Ödül için kurtardığı Leia Organa'ya aşık olur. Gemisi Millenium Falcon, Kessel Run turunu 12 parsekten daha az bir zamanda tamamlamıştır. Film için yazılan ilk taslaklarda George Lucas onu insandan ziyade adı "Jabba the Hutt" olan bir yaratık olarak düşünmüştü. Ancak daha sonra bu fikrinden vazgeçti. Lucas rol için başka oyuncular düşünmüştü. Ancak oyuncu denemelerinde replikleri okuması için işe alınan Harrison Ford'un senaryoyu alaycılık ile okuması Lucas'ın dikkatini çekmesini sağladı ve rol onun oldu. Ford, ikinci filmden sonra yönetmen ve yapımcı Lucas'tan karakterini öldürmesini istedi. Ancak karakterin hikâyedeki önemini bilen Lucas bu teklifi reddetti. Han Solo, "Yıldız Savaşları"'nın radyo dramalarında Perry King tarafından seslendirildi. Film serisinin sadece orijinal üçlemesinde yer alan Han Solo'nun "" filminde de kısa bir sah
nede görünmesi planlanmıştı. Ancak daha sonra filmin yapımcıları bu fikirden vazgeçtiler. Brian Daley, karakterden esinlenerek "Han Solo'nun Maceraları" (The Adventures of Han Solo) adlı bir kitap serisi yazdı. "Yeni Bir Umut" için yazılan ilk taslaklarda karakterin adı Jabba the Hutt'tı. Ayrıca ilk yazılan taslaklarda insandan ziyade bir yaratıktı. Ancak George Lucas daha sonra fikrini değiştirdi. Steve McQueen, Clint Eastwood, Elvis Presley, Frank Sinatra, John Fitzgerald Kennedy ve Lenny Bruce'tan ilham alarak karakteri yeniden oluşturdu. Lucas karakter için oyuncu arayışlarına başladığında adayları; Nick Nolte, William Katt, Al Pacino, Burt Reynolds, Kurt Russell, Sylvester Stallone, Christopher Walken'dı. Harrison Ford da oyuncu seçmelerinde replikleri okuması için işe alındı. Lucas, senaryoyu bir "zırvalık" olarak bulan ve onu sinsi bir alaycılık ile okuyan Ford'un hareketlerini beğenip rolü ona verdi. Harrison Ford bu filmi bir çocuk hikâyesi olarak görüyordu. ""'un kazandığı başarıdan sonra "" (The Empire Strikes Back) ve "" (Return of the Jedi) adlı iki devam filmi daha çekildi. Bu arada George Lucas ve Steven Spielberg'in "Kutsal Hazine Avcıları" (Raiders of the Lost Ark) projesine katılan Ford, ikinci filmden sonra Lucas'tan karakterini öldürmesini istedi. Ancak Lucas bu teklifi reddetti. Ford bu konuyla ilgili olarak "Benim oyuncak ayı kılıklı herifler tarafından öldürülmemi istemiyordu. Rol üç boyutlu, üçüncü boyutta benim" demişti. İkinci filmin sonunda Han Solo'nun karbon içinde dondurulması yüzünden öldüğü sanılır. Ancak Ford'un karakteri üçüncü filmde geri döndü. Han Solo'nun adı İtalyanca versiyonlarda "Ian Han" olarak değiştirildi. Çünkü "H" harfi İtalyancada telaffuz edilmemektedir. Fransızca versiyonunda ise karakterin adı "Yan" olarak değiştirildi. Çünkü "Han" kelimesi Fransızcada "Anne" anlamına gelmektedir. Aksi ve alaycı biri olan Han Solo ayrıca bir silah ustası ve çok iyi bir pilottur. "Empire" dergisinin, "Yıldız Savaşları"'nın otuzuncu yıldönümü için hazırladığı "Favori Star Wars Karakterleri" listesinde ilk sırada yer aldı. "Empire" yazarı Ian Nathan, Solo'nun en iyi "Star Wars" karakteri olma sebebini "Bilgelik timsâli Jedi'lardan daha farklı olarak çok bilmiş ve dalgacı biri" olmasından kaynaklandığını açıkladı. Nathan, Harrison Ford dışında karakteri canlandıracak kimse olmadığını yazdı. Rol için oyuncu seçmeleri yapan George Lucas, replikleri okuması için işe aldığı Harrison Ford'un senaryoyu alaycılık ile okumasından etkilenerek rolü ona verdi. Harrison Ford verdiği bir demeçte Han Solo'nun bir "uzay kovboyu" olduğunu söyledi. Han Solo, Luke Skywalker, C-3PO, R2-D2 ve Ben Kenobi'yi yüklü bir ücret karşılığında uzay gemisi Millenium Falcon'a bindirmeyi kabul eder. Solo'nun aynı zamanda Jabba the Hutt'a da önceki kaçakçılığının başarısız olmasından dolayı borcu vardır. Jabba onun başına ödül koyar. Greedo da Han Solo'yu yakalar. Onu tam öldürmek üzereyken Han Solo daha hızlı davranıp onu vurur. Solo, Kenobi ve Skywalker, imparatorluk askerlerinden kaçmayı başarırlar. Ancak uzay gemileri, Ölüm Yıldızı'nın çekim gücüne kapılır. Kenobi, bu gücü kapatmaya gider. Prenses Leia Organa'nın burada tutsak olduğunu öğrenen Luke Skywalker, Han Solo'ya onu kurtarmaları gerektiğini söyler. Solo bu teklifi en başta kabul etmez. Ancak Luke ona Prensesi kurtarması halinde büyük bir ödülün sahibi olacağını söylediğinde Han Solo fikrini değiştirir ve ona yardım eder. R2-D2 ve C-3P0'yu odada bırakırlar. İmparatorluk askerini hırpalayıp kıyafetlerini çalarlar. Solo ve Skywalker gidip Leia Organa'yı kurtarır. İmparatorluk askerleri peşlerine düşer. Karşısına çıkan birkaç askeri kovalayan Han Solo'nun karşısına asker ordusu çıkar ve hemen kaçmaya başlar. Darth Vader ise eskiden ustası olan Ben Kenobi'yi öldürür. Solo, Skywalker ve Organa yanlışlıkla çöp sıkıştırma bölümüne düşerler. Onlar ölümlerine yaklaşırken, R2-D2 çöp sıkıştırma işlevini durdurur. Oradan kurtulurlar. Solo, Organa, Skywalker, R2-D2 ve C-3PO, Millenium Falcon'a binip Ölüm Yıldızı'ndan uzaklaşırlar. Arkalarından birkaç imparatorluk askerinin sürdüğü uzay aracı gelir ama onları vururlar. Leia Organa, Ölüm Yıldızı'nın planlarını isyancılara götürür. Organa, Han Solo'dan da yardım ister ama o ödülünü alıp oradan uzaklaşır. Leia Organa, en çok yardıma ihiyaçları olduğu anda kaçıp giden Han Solo'ya karşı öfkelenir. Ama usta bir pilot olan Luke Skywalker isyancılara yardım eder. Uzay gemilerine binip Ölüm Yıldızı'na yol alırlar. Darth Vader ve adamları, Luke Skywalker hariç bütün isyancıları ortadan kaldırırlar. Vader tam Luke da öldürmek üzereyken Han Solo gemisi Millenium Falcon ile gelir ve Vader'ı devredışı bırakır. Artık tek başına olan Luke'un yaptığı atış Ölüm Yıldızı'nı yok etmek için gereken noktaya isabet eder. Ölüm Yıldızı büyük bir patlama ile yokolur. Han Solo, Luke ile birlikte madalya alır. Han Solo'nun uzay gemisi Millenium Falcon arızalanmıştır. Chewbacca ile gemiyi tamir etmeye çalışır. İmparatorluğun peşinde olduğu Han Solo, isyancıların yanından ayrılmak ister. Ancak yoğun fırtınadan dolayı çıkış yasaklanmıştır. Han Solo, Leia Organa'nın kendisine aşık olduğu için çıkışı engellediğini düşünür. Leia Organa onun bu düşüncesine çok kızar. İsyancılara katılan Luke, bir canavar tarafından kaçırılır. Onun için meraklanan Han Solo, Luke'u aramaya başlar. Canavardan kurtulan Luke, Ben Kenobi'nin hayaletini görür. Ben Kenobi ona Usta Yoda'nın yanına gidip Jedi eğitimi almasını söyler. Han Solo donmak üzere olan Luke'u kurtarır. Onu isyancıların yanına götürür. Luke, R2-D2'yu yanına alıp Yoda'nın bulunduğu yere gider. İmparatorluk askerlerinin peşine düştükleri Han Solo yanına aldığı Leia Organa, Chewbacca ve C-3PO ile birlikte eski dostu Lando Calrissian'ın yanına gider. Orada arkadaşının ihanetine uğrayıp Darth Vader tarafından yakalanır. Yoda'dan eğitim almaya başlayan Luke, arkadaşlarının tehlikede olduğunu hisseder. Darth Vader onu karbon içinde dondurur. Chewbacca ona yardım etmeye çalışır ama başaramaz. Leia, Han Solo dondurulmadan önce ona aşkını itiraf eder. Yaptığından pişmanlık duyan Lando, Leia Organa'yı ve Chiewbacca'yı imparatorluk askerkerin elinden kurtarır. Leia ona en başta çok kızsa da sonradan yumuşar. Luke Skywalker da bu sırada yaptığı düelloda sağ kolunu kesen Darth Vader'ın kendi babası olduğunu öğrenir. Bir kelle avcısı kılığında Han Solo'yu kurtarmaya gelen Leia Organa, Jabba'nın adamları tarafından yakalanır. Artık bir Jedi olan Luke Skywalker, Leia Organa'yı ve dondurulmuş olan Han Solo'yu kurtarmak için Jabba the Hutt'ın yanına gider. Luke ona Organa ve Han Solo'yu serbest bırakması halinde zarar vermeyeceğini söyler. Jabba, Luke'un bu teklifini reddeder ve onu tuzağa düşürüp esir alır. Han Solo ile ölüme yollanan Luke, Lando Calrissian'ın yardımı ile Solo ve Organa'yı Jabba the Hutt'un elinden kurtarır. Leia Organa, kendisini esir tutan Jabba'yı zincirle boğarak öldürür. İmparatorluk yeni bir Ölüm Yıldızı inşâ eder. Luke'un isyancılara katılmasından rahatsız olan İmparator Palpatine, Darth Vader'a onun gücün karanlık tarafına geçmemesi halinde öldürülmesi gerektiğini söyler. İsyancılar da yeni Ölüm Yıldızı'nı yok etmek için bir plan yaparlar. Luke da Ben Kenobi'den Leia Organa'nın kendi kardeşi olduğunu öğrenir. Babası Darth Vader'ın gerçek kimliğinin Anakin Skywalker olduğunu da öğrenen Luke, Vader'ın yanına gidip onu gücün karanlık tarafından çekmeye çalışır. İsyancılara katılan Lando Calrissian, Han Solo'nun gemisini alır. Solo ve Organa da diğer isyancılar ile birlikte imparatorluk askerleri ile savaşıp Ölüm Yıldızı'nın çekim gücünü kapatırlar. İmparator Darth Sidious'un karanlık tarafa geçiceğine inandığı Luke, babası Darth Vader ile düelloya tutuşur. Bu sefer babasına üstünlük sağlayan Luke onun sağ kolunu da keser. Bu sırada görür ki babasın da sağ kolu geçmişte kesilmiştir. Darth Sidous, karanlık tarafa geçmeyi reddeden Luke'u öldürmeye çalışır. Bu sırada olunun yakarışlarına dayanamayan Vader, imparatoru havaya kaldırıp aşağıya atar. Gücü tükenen Vader ölür. Lando da Millenium Falcon ile Ölüm Yıldızı'nı yokeder ve imparatorluk çöker. Han Solo da Leia Organa ile kavuşur. Brian Daley'in Han Solo'dan uyarladığı serinin ilk kitabında Han Solo, imparatorluğa kafa tutan biridir. Yaşamını da gemisinde Chewbacca ile kaçakçılık yaparak sürdürmektedir. Kimseye güvenmez ve yardım etmezdi. En sonunda gemisi büyük bir hasar alır. Bu hasarı düzeltebilecek tek kişi de kaçırılır. Han Solo ve Chewbacca onu aramaya giderler. Birlikte Birleşik Senato'ya giderler. Burada yüksek güvenlik ile korunan bir hapisanedeki esirleri kurtarmaya çalışırlar. Chewbacca'nın da yakalanmasının ardından işleri daha da çok zorlaşan Han Solo da bir süre sonra yakalanır ve Birleşik Senato ile savaşmaya başlar. İkinci kitapta Bir iş teklifi alan Han Solo bunu kabul eder. Ancak daha sonra köle ticareti yaptığını fark eder. Bu bir suçtur ve cezası da büyüktür. Solo ve Chiewbacca kurtulurlar ama işsiz kalırlar. Han Solo, köle tüccarlarının başındaki kişiyi aramaya başlar. Görüştüğü bu kişi yüzünden başlarına büyük bir bela alırlar. Üçüncü kitapta ise Tiran Xim'in büyük hazinesinin peşine düşer. İlk başta Xim'in hazinesinin bir uydurma olduğunu düşünene Solo, Xim kendi peşine takılınca onun hazinesinin peşine düşer. Ancak hazinenin olduğu söylenen gezegene iniş yaptıktan sonra Millennium Falcon kaçırılır. Han Solo ve Chewbacca, suikastçi katil robotlar ordusuyla mücadele etmek zorunda kalırlar.Han,birçok kez Greedo,Bossk ve Fett'le karşılaşmıştır. Anna C. Crispin de Han Solo'nun "Yeni Bir Umut" filmindeki ilk görünüşünden önceki hayatını konu alan "Han Solo Üçlemesi" kitap serisini yazdı. Seri kitaplarının adı "The Paradise Snare", "The Hutt Gambit" ve "Rebel Dawn"'dı. Han Solo, Marvel Comics'in yayınladığı ve Roy Thomas'ın yarattığı "Yıldız Savaşları" çizgi roman serisinin ilk defa ikinci sayısında sahneye çıktı. Han Solo'nun ilk kez görüldüğü video oyunu ise "Yeni Bir Umut"'un Atari oyunu oldu. Ardından "Yeni Bir Umut"'
un Nintendo, Sega ve Gameboy oyunlarında yer aldı. Ardından "İmparator" filmi için 1982'de çıkarılan Atari oyununda, 1985 yılında çıkarılan Amiga, Commodore 64 ve ZX Spectrum için çıkarılan oyunlarında görüldü. Üçlemenin son filmi "Jedi'ın Dönüşü" için 1983'te çıkarılan Atari, 1984 yılında çıkarılan ZX Spectrum ve Commodore 64 oyunlarında yer aldı. "Yeni Bir Umut"'tan uyarlanarak hazırlanan ve 1994 yılında satışa çıkarılan Arcade oyununda yer aldı. 11 Ekim 2006'da çıkarılan ve orijinal üçlemeden uyarlanan "Lego Star Wars: The Original Trilogy" oyununda da yer aldı. Han Solo'nun "Jedi Dönüş"'ünden sonra, Leia Organa ile evlendi. İkisinini üç çocukları oldu. Yeni bir cumhuriyet kuruldu. Her zaman hareket halindeki Han Solo, eşi Organa'nın erkek kardeşi Luke Skywalker ile bazen yolculuklar yaptı. Karısı ve sadık dostu Chewbacca ile beraber yeniden doğan Palpatine'e, Warlord Zsinj'e, Grand Admiral Thrawn'a, Amiral Daala'ya ve the Yevetha'ya karşı mücadele etti. Yuuzhan Vong yeni cumhuriyete saldırdı. Dört boyunca devam eden kanlı savaşta Han Solo, Chewbacca ve oğlu Anakin Solo'yu kaybetti. En sonunda Vong kaybetti ve cumhuriyet huzura kavuştu. Bundan sonra oğlu Jacen, gücün karanlık tarafına geçti ve Galaksi Birliği'nin kontrolünü eline aldı. Jacen, Darth Caedaus adını aldı. Han Solo ve Organa ona karşı güçlerini birleştirdi. Artık oğulları olarak görmedikleri Jacen'ı öldürmeye hazırlandılar. Jacen, Han Solo ve Leia Organa'nın en büyük erkek çocuklarıydı. Luke Skywalker, Jacen ve ikiz kız kardeşi Jaina'nın arasından önemli bir bağ olduğunu keşfetti. Jacen, amcası Luke Skywalker'ın çocuklarına yol göstericilik yaptı. Jedi eğitimini Luke Skywalker'dan aldı. Yıllar geçtikçe değişmeye başlayan Jacen, gücün karanlık tarafına ilgi duymaya başladı. İstila sırasında masumiyet gibi duyguları yokolduğuna tanıklık eden kardeşi Anakin Solo'nun ölümünden sonra Jediların izlediği yoldan çıkarak gücün karanlık tarafına geçerek Darth Caedus adını aldı. Jaina, Han Solo ve Leia Organa'nın tek kız çocuklarıydı. Eğitimini Jedi Praxeum'da aldı. Yuuzhan Vong istilasında Jedi ordusunda yer alan Jaina burada saygınlık kazandı. Ancak kardeşi Anakin'in Solo'nun ölümünün ardından gücün karanlık tarafına geçti. Jaina'nın kaldığı zor durumda onu destekleyen Zekk, Kyp Durron ve Jagged Fell'in sayesinde gücün karanlık tarafından çıkar ve Luke Skywalker'ın yarattığı Yeni Jedi Düzeni'ne katılır. Han Solo ve Leia Organa'nın üçüncü çocukları olan Anakin Solo, adını dedesi Anakin Skywalker'dan aldı. Babasının Yeni Cumhuriyet adına önemli görevlere çıkması ve annesinin devlet başkanı olması yüzünden genellikle C-3PO tarafından büyütüldü. Güç ile olan bağlantısı diğer kardeşlerinden daha fazlaydı. Sessiz ve düşünceli bir çocuktu. Elektronik konusunda büyük bir yeteneğe sahipti. Waru tarafından kaçırıldığında ailesi ve Luke Skywalker tarafından kurtarıldı. Yedi yaşındayken milyonlarca kişinin ölümüne sebep olacak bir enerji dalgasını engellemeyi başardı. On bir yaşında Jedi Akademisi'ne girdi. Anakin'in ustalığını yıllarca bir mağarada yaşayan Efendi Ikrit yaptı. Yuuzhan Vong'lar Dış Halka gezegenlerinden Sernpidal'in ayının yörüngesini bozarak gezegene çakılmasına sebep oldular. Çarpışmadan önce Chewbacca, Anakin'i Millenium Falcon'a fırlattı ancak kendisi oraya gidemedi ve öldü. Han Solo, Chewbcca'nın ölümünden Anakin'i sorumlu tuttu. Aralarındaki soğukluk birkaç ay sonra çözüldü. Yuuzhan Vong istilasının başlamasından iki yıl sonra, Anakin, kardeşleri ve birkaç Jedi daha ile Voxyn genetik materyallerini yok etmek için bir Vong gemisine sızdılar. Bunlardan haberdar olan Vonglar, bir orduyu onları yok etmek için gönderdi. Anakin, materyalleri yokedebilmek için kendi canını feda etti. Anakin'in ölümünden sonra Han Solo ve Leia Organa depresyona girdiler. Kızkardeşi Jaina bir süreliğine gücün karanlık tarafına geçti ve erkek kardeşi Jacen, iyilik ve bilgelik yolundan çıkmaya başladı. Amiral Piett Fleet Admiral Firmus Piett, Star Wars evreninde geçen kurgusal bir karakterdir. Yıldız Savaşları serisinde gözüken birkaç subaydan biridir. ve filmlerinde yer almıştır.Kenneth Colley tarafından canlandırılmıştır. Darth Vader'ın bayrak gemisi Executor'da daha önceden kaptan olan Amiral Piett,Amiral Ozzel'in yaveri olmuştur ve rütbesi amiralliğe yükselmiştir. Karakter yapısını belirten bölümlerden biri Han Solo ve Millenium Falcon'u bulmak için gönderilen altı ödül avcısından tiksinerek onlara ihtiyaç olmadığını vurguladığı sahnedir. Amiral Piett, Endor Savaşı'nda Executor'a komuta etmiştir. Ancak Executor gemisinin köprü kısmına (yani Amiral Piett'in bulunduğu kısma) bir A-Wing çarpınca "Amiral Piett" patlamada yok olmuştur. GS1 Barkod Ticari ürünlerin, yerlerin, taşıma birimlerinin ve demirbaşların standart olarak tanımlanmasını ve bilgi sistemlerine otomatik olarak aktarılmasını sağlayan, barkod teknolojileri temelli küresel veri ve uygulama standartlarıdır. GS1 Barkod Sistemi (eski adıyla EAN-UCC Sistemi) GS1 Sisteminin bileşenlerinden biridir. Barkod kullanmak isteyen firmalar GS1 Türkiye'ye başvururarak bir GS1 Firma Numarası alırlar. GS1 Firma Numarası, Küresel Ticari Ürün Numarası (GTIN) oluşturmada kullanılır. GTIN ise daha sonra barkod etiketi olarak bastırılarak ürün üzerine yerleştirilir. Palpatine Sheev Palpatine, Galaktik Cumhuriyet'in son Başkanı ve Galaktik İmparatorluk'un ilk İmparatoru olup aynı zamanda Darth Sidious olarak da bilinir. Palpatine Barışçıl bir gezegen olan Naboo'da doğmuştur. Güçle olan bağlantısını Jedi'lardan önce sezen Muunlist Sith Lordu Darth Plagueis tarafından eğitilmiştir. Ustası ona Darth Sidious adını verir. Fakat ustasının yaşam yaratabilme gücü ile kendisinden çok daha güçlü bir çırak yaratabileceğini anlamış ve bu yüzden onu uykusunda öldürmüştür. Böylece Darth Sidious, Sith Düzenin başına geçer ve Darth Plaugeis'in sağlığında gizlice yetiştirdiği Zabrak öğrencisi Darth Maul ile beraber, Darth Bane'in kurduğu İki Kuralı geleneğini devam ettirir. Darth Sidious'un daha sonraki çırakları sırasıyla, Darth Tyrannus (Kont Dooku), Darth Vader (Anakin Skywalker) olacaktır. Bunun dışında Sith Düzenine almadığı fakat ona gizli süikastçısı olarak hizmet edecek olan Mara Jade'i de bizzat kendisi yetiştirmiştir. Palpatine filmlerde ilk olarak Naboo gezegeninin Galaktik Senatörü olarak karışımıza çıkar. Palpatine'in gizli Sith kimliği Darth Sidious'un baskısıyla Ticaret Fedarasyon'u Naboo'yu işgal etmiştir. Naboo kraliçesi Padme Amidala başkent Coruscant'a senatörleri Palpatine'den yardım istemek için gider. Bürokratik oyalamalardan sonra Palpatine, Amidala'nın Şansölye Finis Valorum'un görevden ayrılması gerektiğini belirtir. Bu arada Sidious olarak da öğrencisi Darth Maul'u kraliçeyi bulmak için Naboo'ya gönderir. Ancak Qui-Gon Jinn ve Obi-Wan Kenobi adlı Jedi'ların karşı koymasıyla Naboo işgali son bulur ve Darth Maul ölür. Bu sırada Palpatine karışıklıktan yararlanarak Şansölye seçilir. 9 yaşındaki Anakin Skywalker'a ilgi ile izleneceği haberini verir. 10 sene sonra, galaksi sivil bir savaşın eşiğine geçmiş, Cumhuriyetten ayrılmak isteyen gezegenler saldırganlaşmışlardır. Ayrılıkçılar Kont Dooku adlı Darth Sidious'un yeni öğrencisi tarafından yönlendirilmektedir. Kenobi ayrılıkçıların bir droid ordusu kurduğunu görünce Palpatine bu kriz anında, kriz geçene kadar kullanmak üzere kendine özel yetkiler alır. Bu özel yetkiler önce ayrılıkçılara karşı bir klon ordusu kurar. Kenobi bu kurulan ordunun ölmüş bir Jedi ustası tarafından istendiğini öğrenir. Kenobi ayrılıkçıların kurduğu droid ordusundan Palpatine'e bahseder. Palpatine, Kenobi ve Anakin'i bunları yok etmek için gönderir ve Anakin'e özel izinler verir. Obi-Wan ve Yoda buna önce karşı çıkar ancak yine de kabul edilir. Palpatine, bir yandan da Darth Sidious olarak Anakin'i denemek için Dooku'nun eğittiği bir uzaylıyı Anakin'e gönderir ama uzaylı başarılı olamaz. Darth Sidious'un Kont Dooku aracılığıyla General Grievous'un eğitimine yardım ettiğini görürüz. Güçlenen General Grievous Coruscant'ı işgal eder ve Palpatine'i kaçırıp kendi amiral gemisine getirir. Ve şans eseri hayatta kalan Darth Maul Mandalore yönetimini ele geçirir ve kendisini imparator ilan eder.Ama Palpatine (Darth Sidious) onun hayatta olduğunu sezer ve Mandalore'ye giderek hem Darth Maul'u hem de onun kardeşi Sevage Opress'ı öldürür. Sonra Corucant'a geri döner. Palpatine Ayrılıkçı lider General Grievous tarafından esir tutulmaktadır ama aslında kendi isteğiyle kendini esir aldırtmıştır. Cumhuriyet ordularını yok etmek için, Kenobi ve Anakin Skywalker tarafından kurtarılan Palpatine, Skywalker'ı etkileyerek karşılaştıkları Dooku'yu öldürmesini sağlar. Bundan sonra kriz zamanlarında Palpatine diktatör havasına girer, bu da birçok senatörü ve Jedi Konsey'ini tedirgin eder. Bu tedirginlik Palpatine'ın Jedi konseyini kendisine bağlaması ve Anakin'i Jedi Temsilcisi olarak artar. Bir yandan da Palpatine, Anakin'e verilmemiş olan Jedi Temsilcisi rütbesini hakettiğini söyleyerek Jedi'lara karşı kışkırtmaya çalışır. Jedi Konsey'i Anakin'i casus olarak kullanmak isterken, o tüm planları Palpatine'e iletir. Anakin'in karısını kaybetme rüyalarından haberdar olan Palpatine, Anakin'e büyük güçlere sahip olacağını söyleyerek Darth Sidious kimliğini açıklar. Anakin bunu Mace Windu'ya bildirir ve Jedi Konsey'i Palpatine'i tutuklamak ister. Ancak Palpatine hepsini öldürür ve Mace Windu ile büyük bir düelloya girerler. Palpatine güç yıldırımı ile Mace Windu'ya saldırır. Mace Windu yıldırımı yansıtırak Palpatine'in yüzünün deforme olmasına neden olur. Sonunda Anakin, Mace Windu'nun elini keser Palpatine'i kurtarır. Bu olaydan sonra Palpatine Anakin'i yeni öğrencisi yapar ve ona Darth Vader ismini verir. Palpatine bundan sonra Darth Vader'ı Jedi Tapınağını yok etmekle, klon askerlerini de Jedi ustalarını öldürmekle görevlendirir. Sonra da Vader'ı Ayrılıkçıları öldürmesi için Mustafar gezegenine yollar. Senatoya da Jedi'ların cumhuriyeti yok etme planları olduğunu, daha güvenli ve istikrarlı bir
kuruluş olarak Galaktik İmparatorluğu kurar ve kendini İmparator ilan eder. Yoda, Palpatine'i öldürmek için ofisine gider düello gerçekleşir, kimin kazandığı belli olmamıştır. Çırağının zor durumda olduğunu hisseden Palpatine Mustafar'a gider ve Obi-Wan ile düellosundan sonra Obi-Wan tarafından 2 bacağını ve 1 kolunu kaybetmiş ayrıca vücudunun neredeyse tamamının yanmış şekilde Vader'ı bulur ve Coruscant'ona ünlü siyah zırhını sağlar. Vader uyanınca, tamamen onu ele geçirmek için nefreti yüzünden kendi karısını öldürdüğünü söyler. Filmin sonunda Ölüm Yıldızı'nın yapımını beraber izlerler. Palpatine imparator olarak ilk kez "İmparator'un Dönüşü" filminde görünür. Galaktik İmparatoru ve Darth Vader'ın Sith ustası olarak Vader'la holografik iletişim kuran Palpatine, "güçte büyük bir karışıklık" olduğunu bildirerek Luke Skywalker tehditinden bahseder. Jedi'nin Dönüşü isimli filmde, Luke Skywalker babasının içindeki iyiliği tekrar kazandırmak için teslim olur.Ve İmparator Palpatine'in önünde destansı bir dövüş çıkarırlar.Palpatine onların dövüşünü zevkle izlemektedir.Sonunda Luke babasının sağ kolunu keser.Ve babasının sağ kolunun kendisi gibi gerçek kolu olmadığını fark eder.Palpatine "Babanı öldür ve benim çırağım ol diye kışkırtır" ama Luke reddeder ve bir Jedi olduğunu söyler.Palpatine bu sözleri duyunca çok sinirlenir Luke'un üstüne Sith Yıldırımlarını göndermeye başlar.Luke acı çığlıkları atarken Darth Vader ayağa kalkar ve efendisinin yanına gider.Oğlunun acı çektiğini gördükçe daha fazla dayanamaz ve Palpatine'yi havaya kaldırıp Ölüm Yıldızı'ın boşluğuna fırlatır ve İmparator Palpatine ölür.Ama Vader o sırada çok fazla ölümcül hasar alır ve neredeyse ölmek üzeredir.Luke onu hangara kadar taşır ama daha fazla taşıyamaz.Vader oğluna maskeyi çıkarmasını ister ve Luke maskeyi açar ve Darth Vader'da ölmeden önce Aydınlık Tarafa döner.Ve Güçle bütünleşir. İlk üçlemede imparatorun adı ve asıl gezegeni belirtilmemişti. Star Wars'un ilk taslağında "Cos Dashit" olarak adlandılırmıştı. Filmlerde ismi belirtilmese de 1976 tarihli "A New Hope"ta Palpatine adı geçmektedir. Önceleri yanındakiler tarafından etki altında bırakılan bir insan portresi çizse de Return of the Jedi ile birlikte güçlü bir diktatör olarak gösterilir. Bu imajda Lucas Flash Gordon çizgi romanlarındaki "Ming the Merciless"ten etkilenmiştir. Ayrıca Sezar, Stalin, Napoleon ve Hitler gibi tarihi kişilerden de kesitler görünmektedir. "The Empire Strikes Back"te ilk kez görünen İmparator makyaj yapılmış yaşlı bir kadına eklenmiş bir şempanze gözü ile rahatsız edici bir görünüm elde edilmiştir. 2004'teki DVD versiyonunda bu filmde Ian McDiarmid yaşlı kadının yerini almıştır ve diyalog değişmiştir. Seride İmparatoru oynayan Ian McDiarmid bir Shakespeare oyuncusudur. "Revenge of the Sith" filminde daha fazla aksiyon sahneleri olan 60 yaşında McDiarmid yakın çekim sahnelerde kendisi oynamıştır. Nute Gunray Nute Gunray, Yıldız Savaşları (Star Wars) serisinde geçen kurgusal karakterdir. Seride karakter, Ticaret Federasyonu'nun korkak ve açgözlü lideri olarak geçmektedir. Karakteri "Silas Carson" canlandırmıştır. "Gunray", Neimoidia gezegeninde doğmuş bir "Neimoidian'dır", sürüngen cildine benzer bir yüzü ve yılanlarınkine benzer göz yapısı vardır. Serinin ilk filminde (|Bölüm I, Gizli Tehlike), Teğmen Rune Haako ile birlikte barışçıl gezegen Naboo'ya saldırıp, ele geçirmiştir. İki Jedi Şövalyesi Qui-Gon Jinn ve Obi-wan Kenobi, Kraliçe Padme Amidala ile birlikte ve 9 yaşındaki Anakin Skywalker ile Naboo gezgenine yeniden barışı getirdiğinde Nute Gunray yargılanmak için Coruscant'a götürülmüştür. Ama Darth Sidious gizliden gizliye ona yardım etti ve suçsuz kılarak yine Ticaret Federasyonu'nun başına getirmiştir. Senatör Padme Amidala'nın ölmesini isteyen Nute Gunray ona suikast düzenlettirmiş ama başarılı olamamıştır. Jango Fett korumasındaki Gunray, Kont Dooku önderliğindeki Bağımsız Sistemler Konfederasyonu toplantısına katılmıştır. Senatör Padme, Anakin Skywalker ve Obi-Wan Kenobi'nin idam törenleri Jedilar tarafından engellenmiş ama zafer kazanılamamıştır. Klon Ordusu ortaya çıkmış ve sağ kalanlar kurtulmuştur. "Nute Gunray", yine kaçmayı başarmıştır. Savaşın sonlarına doğru General Grevious'un liderliğini Kont Dooku olmadığı için sorgulamıştır, Mustafar gezegenine kaydırılan Ayrılıkçı liderlerini Darth Sidous'un yeni çırağı Darth Vader katletmiş, geriye bir tek Nute Gunray kalmıştır. "Nute Gunray", Vader'a canını bağışlaması için yalvarmış, ama Vader Gunray'i öldürmüştür. Nedim Saban Nedim Saban (d. 1967, İstanbul), Yahudi asıllı Türk tiyatro ve dizi oyuncusu. Türkiye Musevilerinin eski hahambaşı Rafael Saban'ın torunudur. Tiyatroya 1976 yılında çocuk oyunları yazarak başlamıştır. 1979 yılında çocuk hakları üzerine yazdığı bir oyun UNICEF’in bir yarışmasında dereceye girmiştir. 1982 yılında Beş Kafadarlar Çocuk Tiyatrosu’nu kuran Nedim, bu tiyatroda dört yıl boyunca altı oyun sahneye koymuş ve bu oyunlarda rol almıştır. Türkiye’de ilk kez çocuk parklarında tiyatro uygulamasını da başlatan "Beş Kafadarlar Tiyatrosu", tiyatroya gidemeyen çocuklara tiyatro götürmeyi ilke edinmiştir. 1986 yılında Robert Kolej’den mezun olduktan sonra, aldığı bir bursla ABD’ye giden Nedim, bu ülkede yedi yıl boyunca tiyatro, sinema ve televizyon eğitimi görmüş ve New York Üniversitesi’ni yüksek dereceyle bitirmiştir. Bitirme tezi olarak sahneye koyduğu "Hizmetçiler ve Hortlaklar" adlı oyunla 1000 yönetmen arasından 3 kişiye verilen bir bursa layık görülen ve bir yıl boyunca Amerika’nın en önemli tiyatrolarında (Berkshire Theatre Festival, Guthrie ve New York Theatre Workshop) staj yapan Nedim Saban, 1992 yılında Türkiye’ye dönmüştür. Türkiye’ye döner dönmez Tiyatrokare’yi kurup, bu tiyatroda "Müziksiz Evin Konukları", "Bahara Uyanış" oyunlarının yapımcı ve yönetmenliğini, "Oleanna", "Cadılar Zamanı", "Kendine Ait Bir Oda", "Soytarı", Bir Kadın", "İki Perde İki Oyun" adlı oyunlarının yapımcılığını üstlenen Nedim Saban, ayrıca "Salaklar Sofrası", "Üç Kadın Bir Çapkın", "Oscar" ve "Profesör Enişte" adlı oyunlarda rol almıştır. Yeni oyun yazarları kazanmak amacıyla ortak üretim laboratuvarını başlatan Tiyatrokare ile tüm Anadolu’yu dolaşmıştır. Show TV’de "Saklambaç" ve "Süper Aile" programlarının metin yazarlığını, ATV’de "Randevu", Kanal D’de "Tartışma Büyüyor" adlı programların sunuculuğunu üstlenen Nedim Saban, 1992 yılında Energy Fm’de Türkiye’nin ilk telefonlu ve canlı talk showunu sunmaya başlamıştır. Radyoda ilgiyle dinlendikten sonra, televizyona transfer olan "Dr.Stress", sekiz yıldır halkın dertlerine derman aramaktadır. Siyasetten cinselliğe, sosyal sorunlardan eğitime, kültüre, sağlığa değin her konuyu özgürce tartışmaya açan Dr.Stress, ATV, Star ve Kanal 6’da yayına girmiştir. Nedim Saban, "Tiyatrokare"’nin sunduğu "Zeki Müren Müzikali"’nde yapımcı, oyun metni yazarı ve yönetmenlik görevini üstlenmiştir. Ayrıca Amerikan Tiyatro Tarihi’nin en uzun süreli oynanan oyunu sıfatıyla Guiness Rekorlar Kitabı’na geçen "Şen Makas"’ın yapımcılığı ve yönetmenliğini yapmıştır. Ünlü komedyen Steve Martin’in "Şerefe 20.Yüzyıl" adlı oyununu sahneye koymuştur. Haftalık yazıları bir süre Aktüel ve Artıhaber dergileri’nde yayınlanan Saban, İstanbul’da yaşamakta ve Türkçenin yanı sıra Fransızca ile İngilizce bilmektedir. Türkân Şoray, Şener Şen ile "İkinci Bahar" dizisinde "Medet" rolünü üstlenmiştir. Son olarak "İki Oda Bir Sinan" adlı "sitcom"u hayata geçirmiş ve Sinan rolünü üstlenmiştir. Çocuk Tiyatrosu geleneğinden gelen Saban, çocuklar için de "Eti Bir Bilmecem Var" programını sunmuştur. Nedim Saban'ın tiyatroyla ilgili yazıları http://www.minidev.com/ adresinde yayınlanmaktadır. Aynı zamanda Bolulu Hasan Usta tatlı zinciriyle anlaşmazlığa düşüp Tatlıcı Tombak adı altında kendi tatlıcı zincirini kurmuştur. 2015 - Hayalet Dayı (Sinema Filmi) 2012 - Bana Bir Soygun Yaz (Sinema Filmi) 2008 - Hemşire Meri (TV Dizisi) 2008 - Anında Görüntü Show (TV Dizisi) 2006 - Yalancı Yarim (TV Dizisi) 2006 - Hayatım Sana Feda (TV Dizisi) 2004 - En İyi Arkadaşım (TV Dizisi) 2004 - Beş Kollu Avize (TV Dizisi) 2002 - İki Oda Bir Sinan (TV Dizisi) 2002 - Abdülhamit Düşerken (Sinema Filmi) 2001 - Nasıl Evde Kaldım (TV Dizisi) 1999 - Sevgilim İstanbul (Sinema Filmi) 1998 - İkinci Bahar (TV Dizisi) 1997 - Yasemince (TV Dizisi) Sami Levi Sami Levi (d. 13 Nisan, 1981; İstanbul, Türkiye) Yahudi asıllı Türk şarkıcı. 1998 yılı Göztepe Lisesi mezunu. 5 yaşında ana okulunda müzikle tanıştı. İlkokul öğretmeni Levi ailesini Sami’nin sesi konusunda uyardı ve mutlaka değerlendirmesini söyledi. Musevi cemaatinde artık çok az konuşulan Ladino dilindeki Sefarad müziği ile büyüyen Sami, bu şarkıları anneanne ve babaannelerinden dinledi. Aile büyükleri tarafından kullanılan Ladino dilinde ve şarkılarla Sefarad kültürünü öğrendi. 1996’da Cem Stamati’yle olan arkadaşlığı Sami’yi Sefarad Grubu ile tanıştırdı. Yaklaşık 8 yıldır Sefarad müziğiyle profesyonel olarak uğraşan Sami Levi grubun solistidir. İstanbul Attack İstanbul Attack, Dr.Fuchs'un rap projesi ve grubudur. Amacı yetenekli rap sanatçılarını bir araya getirerek kendilerini geliştirmelerini sağlamaktır. Timur ve Kasırga ile birlikte birçok hip-hop başarısına imza atmıştır. Ramiz'in gruptan ayrılmasıyla yoluna 3 kişi olarak devam etmektedir. Ayrıca grup, Akıllı TV'de "Rapimi Dinle" adlı bir de program yapmaktadır. Gençler arasında çok sevilen bir gruptur. Kaliteli çalışmalarıyla dikkat çeken grubun en çok dinlenen parçaları: Salla Salla, Bazen, Elleri Çak, Yaylan, Kontağı Çevir ve Click Click Boom'dur. Son olarak 1 Ocak 2008 tarihinde "Serkeş" adlı bir parça yayınlamışlardır. Sefarad (müzik grubu) Sefarad, 1996'da kurulan müzik grubu Musevi Sefarad müziğiyle popüler müzikle bir sentez oluşturur. Grubun üyeleri Sami Levi grubun solisti, Cem Stamati grubun bas gitaristi ve Ceki Benşuşe grubun gitaristi. 22 Aralık 2003 tarihinde yayınlanan ilk albümleri ile müzikseverlerin beğenisini kazanmayı başaran Sefarad, 1
4 Temmuz 2005'te yayınlanan ve uzun süre liste başı olan ikinci albümleri ile müzik dünyasındaki yerlerini sağlamlaştırdıklarını kanıtladılar. Bu iki albümlerinden "Osman Aga", "Ne fark eder?", "Yastayım", "Ben Seni Severim" "Vakti Geldi", "Aşk İçin" ve "Seni ne Çok Sevdiğimi" gibi birçok hit şarkı çıkaran grubun müziği Türkiye'de büyük ilgi gördü. Sefarad Grubu her iki albümünde de şarkıların hem Ladino dilindeki versiyonlarını, Türk halkının bu müzikle tanışması için Türkçe adaptasyonlarını yayınlamıştır ve ayrıca Musevi cemaatinde artık çok az konuşulan ve yok olmanın eşiğine gelen Ladino dilindeki şarkıları arşivleme görevi olarak gördüler. Albümlerin haftalarca liste başı kalması, etnik bir müzik türü ile popüler kültürün karışımının başarılı olabileceğinin kanıtı olmuştur. Grup Sami Levi'nin solo kariyerinden sonra dağılmıştır. İhtiyar Delikanlı (film) İhtiyar Delikanlı, ABD ve Birleşik Krallık'ta Oldboy adıyla gösterime giren, 2003 yılı Güney Kore yapımı gizem, gerilim ve neo-noir filmi. Yönetmenliğini Park Chan-wook'un yaptığı film, aynı adlı Japon manga serisinden uyarlanmıştır. Ayrıca bu film Park Chan-wook'un "İntikam Üçlemesi" serisinin ikinci filmidir. Film, 2004 yılında Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'e layık görüldü. 2013 yılında filmin Spike Lee tarafından yönetilen Amerika yapımı yeniden çevrim versiyonu vizyona girdi. Film Oh Dae-su'nun yağmurlu bir gecede kaçırılmasını ve 15 yıl boyunca bir odada esir kalmasını anlatarak başlar. Odada bir televizyon ve ihtiyaçlarını karşılayacak banyo, yatak vb. eşyalar bulunmaktadır. Esir kaldığı sürede Oh Dae-su'ya ne kadar esir edileceği söylenmez. "15 yıl süreceğini söyleselerdi, dayanmak daha kolay olabilir miydi? Yoksa dayanamaz mıydım?" Oh Dae-su'nun aklını kaçırmaması için yemeğine şizofren hastalarında kullanılan ilaçlar karıştırılmaktadır. İlerleyen zamanlarda odasındaki televizyondan karısının öldürüldüğü haberini duyar. Kendisini esir alanlar suçu Oh Dae-su'nun üstüne atmışlardır. Oh Dae-su bunu kendine yapanı bulmak için, yaptığı tüm kötü şeylerin listesini çıkarır. Asla pes etmez ve duvarı kazmaya başlar. 15 yıl sonunda duvarda, gerçek dünyaya ulaşabilen bir delik açmayı başarır. Ertesi sabah hipnotize edilerek 15 sene önce kaçırıldığı yerin yakınındaki bir binanın çatısına bırakılır. Oh Dae-su bırakıldıktan sonra 15 yıl boyunca kendisini kimin esir tuttuğunu araştırmaya başlar. Bir suşi restoranına girmesi ile telefonu çalar. Telefondaki ses "seni özledim...çabuk ol ve bana gel" der. Hasköy (il) Hasköy ili (Bulgarca: Област Хасково / Oblast Haskovo), Bulgaristan'ın güneyindeki bir ildir. Güneydoğuda Türkiye ve Yunanistan ile komşudur. 5.543 km² yüzölçümü ve 279.067 nüfusu vardır. Meriç Nehri'nin kuzeyinde kalan Trakya ovasını kaplar. İdarî merkezi, Hasköy'dür. Mesihcilik Mesihçilik; Mesih'in gelişiyle birlikte altın bir çağın başlayacağını öne süren akımdır. İbrahimi Dinler içerisinde yer alan bu akım yer aldığı dine göre farklılık gösterir. Örneğin Musevilik'in benimsediği görüş ile Hristiyanlık'ınki farklıdır. Akım her dinde, o dinde benimsenmiş olan Mesih kavramından yola çıkarak farklı bir üst yapı oluşturur. Köstendil (il) Köstendil ili ( trl: "Oblast Kjustendil"), Bulgaristan'ın en batısındaki ildir. Makedonya ve Sırbistan ile komşudur. Merkezi Köstendil'dir. Tırgovişte (anlam ayrımı) Tırgovişte şu anlamlara gelebilir; Eski Cuma (il) Eski Cuma ili ( trl: Tǎrgovište), Bulgaristan'ın üst orta kesimlerinde bir ildir. Merkezi Eski Cuma şehridir. İlde Türk nüfus epey fazladır. Yöredeki Türkler, Anadolu'dan belirli aralıklarla iskan, sürgün, göç gibi nedenlerle gelen Türklerdir, ilin kuzeyi Deliorman bölgesindedir, buradaki Türkler ekseriyetle Tokat kökenlidirler (Kızıloğuzlar), ilin güneyinde bulunan Tozluk ve Gerlovo bölümlerindeki Türkler ise Kastamonu, Sivas, Tokat ve Kırşehir kökenlidirler (Uluyörük Çepnileri ve Gündüzlü Avşarları), ilde Türk eserlerinin çoğu tahrip olmuştur. İldeki bazı Türk eserleri şunlardır; Gordion Müzesi Gordion müzesi, Ankara'nın Polatlı ilçesindedir. Gordion Yassıhöyük köyü'ndedir. Gordion'da Kral Midas'ın tümülüsü vardır. Ama Kral Midas'ın kemikleri alınarak Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne götürülmüştür. 1963 yılında Ankara'nın Polatlı ilçesine bağlı Yassıhöyük olarak tanınan 500 nüfusa sahip küçük bir köyün yanında kuruldu. Bugün Gordion Müzesi'nde kronolojik bir sergileme sunulmakta, her dönem karakteristik örneklerle temsil edilmektedir. Üç vitrinde Eski Tunç Devri eserleri, bunu takiben Kral Midas ile son bulan Erken Frig Dönemine ait eserler yer almaktadır. Bu eserler içinde Erken Demir Çağına ait el yapımı çanak-çömlekler, Erken Frig Çağına ait Demir aletler, tekstil üretim aletleri sergilenmektedir. Yeni sergi solonunda Panoramik vitrin içinde MÖ 700 yıllarına tarihlenen tahrip katına ait tipik bir yapı sergilenmektedir. Yeni salonun geri kalan kısmında MÖ 6 - M.S. 4. yüzyıla ait ithal edilmiş Yunan seramiği, Hellenistik Çağ ve Roma Dönemine ait malzemeler sergilenmektedir. Son bölümde ise ziyaretçiler Gordion'da ele geçen mühür ve sikke örneklerini izleme imkânı bulmaktadırlar. Son yıllarda Gordion Müzesi'nin ziyaretçi sayısındaki büyük artış, burada yeni düzenlemeler yapılmasını gündeme getirmiştir. Bu çalışmalar içinde 180 m²'lik yeni depo binası, 150 m²'lik ek teşhir salonu, 30 m²'lik laboratuvar ve 35 m²'lik görüntü ile bilgilendirme salonu, 5000 m²'lik yeni açık hava teşhir alanı yapıların belli başlıları arasında sayılabilir. Yeni kazılan alan Friglerin mobilya yapımında kullandıkları sedir, kokulu ardıç, şimşir, sarıçam, ceviz ve porsuk fidanları ile ağaçlandırılmıştır. Bu yeni alana nakledilen Roma mozaiği ve Galat Mezarı yapılan işlerin bir bölümü olarak sayılabilir. Yaklaşık olarak MÖ 3000'li yıllara (3000-2000) rastlayan Eski Tunç Çağı, Gordion'da yerleşimin bilinen ilk safhasıdır. Anadolu ve Yakın Doğu'da, aletler ve diğer araç gereçlerin yapımında kullanılan tuncun (bronz) üretiminde, en son teknolojik adımların atılması bu döneme rastlar. Daha eski bir dönem olan Neolitik (Yeni Taş Çağı) Dönemde ana malzeme taş kullanılmış ancak Gordion ve çevresinde bu döneme ait buluntulara rastlanılmamıştır. Gordion'a yakın bir başka höyük olan Polatlı höyüğü'nde de Gordion'dakilere benzer buluntular ele geçmiş, böylece Tunç Çağı'nın Gordion çevresindeki diğer mevkiilerde de kendini gösterdiği anlaşılmıştır. Sergide bulunan elyapımı seramik kaplar, özellikle gaga ağızlı testiler, Orta Anadolu Eski Tunç Çağı'nın tipik örnekleridir. Gordion-Yassihöyük merkez bölgesindeki Polatlı Höyük kazısı Seton Lloyd ve Nuri Gökçe tarafından 1949 yılında bir kazı sezonunda tamamlanmıştır. 21. Boya bezekli kap, P.T. Tespit edilen toplam 31 yerleşim katı MÖ 3000-1200'e tarihlendirilmektedir. (Erken, Orta ve Geç Tunç Dönemleri). Polatlı Höyük'ten çıkan ve Eski Tunç Çağma ait olan (MÖ 3. binyil) kapların büyük çoğunluğu Gordion eserleriyle mükemmel bir benzerlik gösterir. Bu örneklerden en ilgi çekici olanı arkeologlar tarafından DEPAS olarak adlandırılan uzun gövdeli, çift kulplu kadehler biçiminde olup, Kuzey-Batı Anadolu'daki Troya'dan Kuzey Suriye'ye kadar geniş bir alanda görülmektedir. Anadolu'da Orta Tunç Çağı, Eski Assur Ticaret Kolonileri ve Eski Hitit Krallığı (MÖ 2000'li yılların ilk yansı) zamanı olup bu iki dönem sırasıyla Kayseri yakınlarındaki Kültepe-Kaneş ve Boğazköy-Hattuşa (Çorum ili) kazılan ile en iyi şekilde bilinmektedir. Gordion Müzesinde teşhir edilen bu döneme ait eserlerin çoğu, müzenin güneydoğusunda uzanan bir mezarlıkta bulunmuştur. Gömüler iri küplerin içine konulmuştur. Ana yerleşim höyüğünden çıkarılan hiyeroglif yazılı kil bir mühür baskısı (bulla), burada yaşayan insanların Eski Hitit hakimiyet bölgesiyle ilişki içinde olduklarım göstermektedir. Geç Tunç Çağı (MÖ 1500-1100), başkenti Boğazköy-Hattuşa olan Hitit İmparatorluğu'nun dönemidir. Bu dönemde, Gordion'un nasıl bir öneme sahip olduğu belirsizdir. Sergilenen çanak çömlekler çarkta yapılmış ve toplu üretilmiş olup diğer Hitit merkezlerindekiler gibidir ve bu nedenle, yerel ekonominin, Hitit hakimiyet bölgesi ile bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Bu tür bağlantıların öne sürülmesinin bir nedeni de, Gordion buluntuları arasındaki üzerinde Hitit hiyeroglif yazıtlı mühür baskısı bulunan çömlek kulbudur. Jaap Stam Jakob "Jaap" Stam (d. 17 Temmuz 1972), defans pozisyonunda görev yapmış Hollandalı millî futbolcu ve teknik direktördür. Profesyonel futbolculuk kariyerine 1992 yılında PEC Zwolle kulübünde başladı. Daha sonra sırasıyla SC Cambuur, Willem II, PSV, Manchester United, Lazio, Milan ve Ajax kulüplerinde oynayıp defansın ortasında ve sağında görev yapmıştır. Stam'ın ilk büyük transferi PSV'den Manchester United'a 16.7 milyon euro karşılığında gelmesiyle gerçekleşmiştir. Kendisi burada Avrupa'nın en iyi savunma oyuncularından biri olarak kabul edilmiş ve UEFA Şampiyonlar Ligi ve Premier League şampiyonluğu gibi önemli başarılarda önemli katkıları olmuştur. Sir Alex Ferguson ile yaptığı bir tartışmadan dolayı SS Lazio'ya 26.8 milyon euroya gönderilmiştir. Burada 4 yıl geçiren Stam, daha sonra Milan'a 10.5 milyon euroya transfer olmuş ve burada da 2 yıl geçirmiştir. Jaap Stam, önümüzdeki yıldan itibaren AFC Ajax'ın kadrosuna dahil olmuştur. Hollanda ve Dünya futbolunun efsane defans oyuncusu Stam, 29 Ekim 2007 tarihi itibarı ile, Ajax ile olan iki yıllık sözleşmesinin sona ermesini beklemeden futbolu bırakmıştır. Eremya Çelebi Kömürciyan Eremya Çelebi Kömürciyan ya da Yeremya Çelebi Kömürciyan (d. 1637 – ö. 1695), bir Osmanlı şair, seyyah, diplomat ve tarihçisidir. İstanbul'un Langa semtinde doğan Eremya Çelebi Kömürcüyan annesinin amcası olan Hacı Ambağum tarafından yetiştirildi. Ermenicenin yanı sıra Türkçe, Rumca ve çok sayıda Avrupa dillerini öğrendi. Hacı Ambağum'un ölümünden sonra bir Ermeni tüccar olan Abro Çelebi'nin yanında çıraklık yaptı. Abro Çelebi zamanın sadrazamı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'ya çok yakındı. Bu sayede Kömürcüyan devlet işlerini öğr
endi ve çok nüfuzlu kişilerle tanıştı. Kömürcüyan'ın babası ve her iki kardeşi de papazdı. O zamanlar Osmanlı Devletindeki Ermeni halk bilgisiz ve tutucu papazlar tarafından aldatılmaktaydı. Kömürcüyan zekası, Hristiyanlık hakkındaki derin bilgisi ve açık görüşlülüğü sayesinde Ermeni toplumuna çok büyük katkılarda bulundu. Halep, Kudüs ve Eçmiadzin'e sık sık giderek kilisenin sorunlarında arabuluculuk yaptı. Langa'daki Surp Sarkis Kilisesinde bir okul ve matbaa açtı. Bu matbaa İbrahim Müteferrika'nın matbaasından önce olmakla beraber sadece Ermenice basım yaptığı için Türk basın tarihinde yer almamıştır. Kömürcüyan çok sayıda kitap yazdı. Bu kitapların çoğu Ermenice olmakla beraber çok miktarda Türkçe kelimeler ve deyimler de içermektedir. Bu eserlerin çoğu Venedik Kudüs ve Eçmiadzin'deki çeşitli manastırlarda saklanmaktadır. Eserlerinden bazıları şunlardır Ulukent, Tavas Ulukent, Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı bir mahalle. Nikon Nikon Corporation (株式会社ニコン "Kabushiki-gaisha Nikon") (Nikon ve Nikon Corp. olarak da bilinir) optik ekipmanlar ve görüntüleme cihazları alanında uzmanlaşmış Japonya merkezli çokuluslu bir anonim şirkettir. Özellikle fotoğraf makineleri ile dünyaca tanınmış olan şirketin diğer ürünleri arasında dürbünler, mikroskoplar, optik ölçüm cihazları ile yarı-iletken üretiminde kullanılan hassas işleme cihazları yer almaktadır. İlk olarak 1917 yılında "Nippon Kōgaku" (日本光学: "Japon Optik Şirketi") ismiyle kurulan şirket, Nikon markasını ilk kez 1946 yılında üretimine başladığı fotoğraf makinesi objektiflerinde kullanmıştır. Fotoğraf endüstrisindeki başarısının bir sonucu olarak 1988 yılında Nikon Corporation ismini alan şirket günümüzde Mitsubishi Şirketler Grubu bünyesinde faaliyet göstermektedir. 1917 yılında üç büyük Japon optik üreticisinin bir araya gelmesi ile kurulan Nikon, sonraki 60 yıl içerisinde fotoğraf makineleri, fotoğraf makinesi ve mikroskop objektifleri ile optik ölçüm cihazlarının en büyük üreticisi konumuna gelmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında 19 fabrikası ve 23.000 çalışanı ile faaliyet gösteren şirket, Japon ordusu için dürbün, periskop ve bomba nişangahı üretimini gerçekleştirmiştir. Savaş sonrasında faaliyetlerini tek fabrikada sürdüren şirket, "Nikon" marka ilk fotoğraf makinesini 1948 yılında "Nikon I" ismiyle üretmiştir. Nikon'un fotoğraf endüstrisinde tanınan bir marka haline gelmesinde Kore Savaşı'nı takip eden Amerikalı fotomuhabir David Douglas Duncan'ın payı büyüktür. Leica makinesinde Nikon objektifler kullanan Duncan'ın çektiği fotoğraflar özellikle keskinlikleri ve zıt tonlarıyla beğeni kazanmıştır. Böylelikle fotomuhabirler arasında tercih edilen bir marka konumuna gelen Nikon, 1959 yılından itibaren üretimine başladığı F serisi SLR fotoğraf makineleri ile yıllar içerisinde bu konumunu pekiştirmiştir. 1990'ların sonuna dek fotoğraf endüstrisinde pazar lideri konumunu sürdüren Nikon, bu dönemde fotoğraf endüstrisinde yaşanan bir dizi teknolojik gelişmeyi (örn. titreşim azaltıcı sistemler, sessiz netleme motorları gibi) ürün gamına yeterince hızlı yansıtamamış, bunun sonucunda da özellikle profesyonel fotoğrafçılık pazarında ezeli rakibi Canon'un gerisinde kalmıştır. Dijital SLR kamera sistemlerinde CCD sensör ile yola çıkan Nikon, keskinlik açısından başarılı ancak gren ve gürültü açısından zayıf olan bu sensörü kullanmakta ısrarcı olunca satışlarında rakiplerine karşı bir güç kaybına uğramıştır. 2005 yılında değişen Nikon yönetimi ile daha saldırgan bir tutuma giren pazarlama ve arge departmanları Sony ile birlikte geliştirdikleri ışığa duyarlı ve yüksek ISO değerlerine çıkabilen yeni CMOS sensörlü kameraları ile eski itibarını yeniden kazanmayı başarmıştır. Bu çalışmaların sonucunda Nikon'un ilk tam ölçü (İngilizce: Full frame) sensörlü, "FX" kodlu, tam profesyonel D3 kamerası 2007 yılında piyasaya sürülmüştür. Kısa bir süre sonra da yarı amatör D700 ile daha ekonomik modeli de pazardaki yerini almıştır. Nikon, tam ölçü sensörlü modellerin yanında "APS-C adı" verilen ve "DX" kodlaması ile pazara verilen 35 mm film ölçüsünün 2/3'ü büyüklüğündeki CMOS sensörler ile donatılmış yarı profesyonel D300 ve ileri amatör D90 serisi ile piyasada yeniden boy göstermiştir. Özellikle düşük ışık şiddetine karşı duyarlı ve düşük enerji tüketimi ile öne çıkan CMOS sensörler ile donatılmış bu kameralar, düşük diyafram hızlı lensler ile düşük bütçeli amatör ve ileri amatör fotoğrafçıların beğenisini kazanmıştır. 2008 yılında piyasaya sürülen D90, ayrıca sesli video kaydı yapabilen ilk D-SLR olam özelliğine de sahiptir. 2000'li yılların başında dijital görüntüleme teknolojilerinin hızlı gelişimi sonucunda pek çok firma 35 mm film kullanan fotoğraf makinelerinin üretimine son verirken Nikon, 2004 yılında üretimine başladığı F6 modeli ile bu alana yatırımını sürdüren az sayıda firmadan biri olmuştur. 1982 yılından itibaren ABD'nin Kaliforniya eyaletinde yarı-iletken üretimine yönelik işleme (fotolitografi) cihazları üretimine başlayan Nikon, hızla genişleyen müşteri kitlesi sayesinde kısa sürede alanının lider firmalarından biri olmuştur. 1990 yılından itibaren bu alandaki ARGE çalışmalarına hız veren Nikon, bünyesinde kurduğu Nikon Research Corporation of America (NRCA) şirketi vasıtasıyla ABD ve Japonya'daki ARGE faaliyetleri arasında eşgüdüm sağlamaktadır. Nikon, günümüzde yaklaşık 17.000 çalışanı ile faaliyetini sürdürmektedir. Evli ve Çocuklu Evli ve Çocuklu (Özgün adı: "Married... with Children"), ABD yapımı sitkom dizisi. Dizide Chicago'daki alt tabakadan bir aile olan Bundy ailesinin maceraları anlatılır. Baba Al Bundy başarısız bir ayakkabı satıcısıdır. Anne Peg son derece tembel ve alaycıdır. Kızları Kelly erken yaşta erkeklerle yatmaya başlayan aptal sarışındır. Oğulları Bud ise akıllı olmakla birlikte kendisinin çok ilgili olmasına rağmen kadınlar tarafından pek hoşlanılmayan bir tiptir. Dizi Türkiye'de ilk kez Star 1 tarafından "Çocuklarla Evlilik" adıyla gösterilmiştir. Hemen arkasından atv'de "Çocuklarıyla Evli" adıyla gösterilen dizi sonraki dönemde CNBC-e'de gösterilmiştir. Dizinin İngiliz, Rus, Ermeni, Alman, Arjantin, Macaristan ve Brezilya versiyonlarıda çekilmiştir. 2004 yılında, Kanal D'de Evli ve Çocuklu ismiyle dizinin Türk versiyonu yayınlanmış; başrollerini ise Ege Aydan ve Yıldız Kaplan oynamıştır. Turna balığı Turna balığı, Esocidae familyasını oluşturan etçil balık türlerinin ortak adı. Hepsi de "Esox" cinsine aittir. Füze şeklinde ama yan tarafları düz olan bir vücutları ve içeriye dönük "köpek dişleri" ile dolu olan uzun, ördek gagasını andıran bir ağızları vardır. Sırt ve anal yüzgeçleri vucutlarının çok arka kısmında kalır. Genç yaşlardakiler yeşil, olgun yaşlara ulaşanların ise sarımsı kahverengi renkleri vardır. Turna balıklarının üreme zamanı hemen karlar eridikten sonra başlar ve Mayıs ayında sona erir. Dişilerin ürettikleri 3 milim büyüklüğünde olan, 100.000 ila 1 milyon arasındaki yumurta, su bitkilerine yapışık şekilde bırakılır. 10 ila 30 gün içinde yavrular dünyaya gelir ve ömürlerinin ilk günlerinde yumurtalardan arta kalanlar ile beslenirler. Turna balıkları üç dört yaşlarına varınca ilk kez çiftleşirler. Turna balıkları çok aç gözlü avcılardır ve yamyamlık bile onlar için çok doğaldır; yavru turna balıklarının %90'ı kardeşleri tarafından yenilir. Bir turna balığı kendi büyüklüğünün %70'i büyüklüğünde olan diğer bir turna balığını tamamen yutabilir. Turna balıkları yemek seçenekleri konusunda hiç çekingen değillerdir. Bütün balık türlerini, kurbağalar, fareler, kemeler, yavru ördekler ve bazen yengeç bile avlar. Besinin kıt olduğu dönemlerde hatta solucan ve büyük mayıs sülükleri bile yerler. Turna balıkları Avrupa, Kuzey Amerika ve kısmen Asya'da bulunur. Bol su bitkileri bulunan ama temiz sularda yaşamayı tercih eder. Türkiye'nin özellikle kuzeyinde ve büyük ırmakların İç Anadolu'ya düşen kesimlerinde ve iç Anadolu'da da bulunur. Kuzey turna balığı ("Esox lucius") 1,5 metre uzunluğa ve 35-40 kilo ağırlığa kadar varabilir, ama bu büyüklüktekilere rastlamak nadirdir. Bir metreyi geçenleri çok seyrek tutulur. Bu büyüklükteki balıklar genelde Sakarya bölgesindeki göletlerde ve Sapanca gölünde rastlanır. Hele 1,3 metreye varan tutulursa bu mucize sayılır. Turna balıkları her şeyden önce, oltada savaşmalarından ve enerjilerinden dolayı sevilirler. Oltaya takılmış bir turna balığı kurtulmak için her şeyi dener, ve bu mücadele esnasında sudan dışarıya sıçrayarak takla da atar; ve balıkçıyı heycanlandırır. Olta ile avlanacağı zaman çelik tel kullanılması oltanın solungaç ve balığın dişleri tarafından kesilmemesi için şarttır. Ama tabii ki sadece oltada değil, mutfaktada kalitesini ortaya koyar. Diğer etçil balıklar gibi turna balığıda lezzetli bir balıktır, ama birçok Y şeklinde küçük kılçıkları vardır. Bu yüzden etini ayırıp köfte yapan aşçılarda vardır. Etinin 100 gramında 372 kJ (89 kcal) bulunur. Ateş (anlam ayrımı) Ateş' şu anlamlara gelebilir: Örnekler : Göğüs hastalıkları Göğüs hastalıkları, özellikle akciğerlerin pnömoni, plörezi, tüberküloz, bronşektazi, akciğer kanserleri, plevra hastalıkları, mediasten hastalıkları, kronik obstrüktif akciğer hastalıkları ("KOAH"), astım gibi solunum sisteminin alt bölümlerinin hastalıkları ile ilgilenen bir daldır. Dahili tıp bilimlerine bağlı bir anabilim dalıdır. Amfizem, ampiyem gibi hastalıklar da bu gruptadır. Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon için bakınız; Pulmoner Hipertansiyon Solunum sistemi Solunum sistemi, kandaki karbondioksit (CO) gazının oksijen gazı (O) ile yer değiştirmesini sağlayan sistemdir. Solunumun temel organı akciğerlerdir. Göğüs boşluğunda asılı olarak bulunan akciğerler pembemsi renkte süngersi yapıdadır. Bu pembemsi görünüm sigara içenlerde veya pasif içicilerde siyahlaşmış bir hal alır. Hava kirliliğinin yoğun olduğu bölgelerde yaşayanlarda da sigara içilmese bile siyahlaşmış görüntü olabilir. Solunum sisteminde burun ve ağız yardımıyla dışarıdan alınan havanın içindeki oksijen sırayla yutak, gırtla
k ve soluk borusundan geçtikten sonra akciğerlere gelir. Akciğerlerde bronş ve bronşcuklardan geçerek alveollere gelir. Alveollerin iç kısmının nemli tutulması solunumu kolaylaştırmaktadır. Alveollerden kana geçer. Kan, hücrelere oksijeni taşır. Hücreler bu oksijeni kullanarak enerji elde ederler. Kan yardımıyla karbondioksit, tekrar alveollere gelir. Alveollerin içindeki kılcal damarlarda bulunan karbondioksit bronşçuk, bronş, soluk borusu, gırtlak ve yutaktan geçtikten sonra bu sefer ağız ve burundan çıkar. Solunum sistemindeki yapı organlar şu organlardan oluşur. Burun, solunum sisteminin dışarı açılan kısmıdır. Burun içindeki kıllar ve nemli yüzey havanın içindeki tozların tutulmasını sağlar. Ayrıca burun içindeki nemli yüzey ve burun içinin kıvrımlı oluşu soğuk havalarda, havanın ısınarak akciğerlere gitmesini sağlar. Burnun en uç kısmındaki koklama sinir uçları havadaki küçük parçacıklar tarafından uyarılarak koku alma faaliyetini yapar. Yutak, ağız ve burun boşluğunu, soluk ve yemek borusuna birleştiren kısımdır. Soluk borusu, yutak ile akciğer arasında kalan borudur. Soluk borusunun başlangıç bölümü gırtlaktır. Gırtlakta ses telleri vardır. Ayrıca küçük dil yutkunurken soluk borusunu kapatır. Soluk borusunun iç yüzeyi nemli ve tüylerle kaplıdır. Bunlar soluk borusuna kaçan toz vb. maddeleri yakalayarak öksürük ve balgamla dışarı atar. Soluk borusunun alt kısmı bronş adı verilen iki kola ayrılır. Bronşlardan biri sağ, diğeri sol akciğere bağlanır. Soluk borusu üst üste dizilmiş kıkırdak halkalardan oluşmuştur. Akciğerler, göğüs kafesi içinde yer alır ve akciğerler solunumun en önemli organlarından biridir. Akciğerler Plevra adı verilen sağlam bir zarla çevrilir. Akciğerleri darbe, basınç gibi dış etkenlerden korur. Akciğerler sağ ve sol olmak üzere iki parçadır. Ayrıca her bir parça lob denilen bölümlere ayrılmıştır. Sağ akciğer üç, sol akciğer ise iki lobdan oluşur. Bronşlar akciğerlere girdikten sonra daha ince dallara ayrılır. Bu ince dallara bronşçuk denir. Bronşçuklar üzüm salkımı şeklinde hava keseleri ile sonlanır. Bu hava keselerine alveol denir. Alveoller akciğer yüzeyinin daha geniş olmasını sağlar. Bu özellik solunumu kolaylaştırır. Hava ile kan arasındaki gaz alışverişi alveollerde yapılır. Solunum kendiliğinden, sessiz, ağrısız, kolaylıkla gerçekleşir. Solunum sayısı yetişkinlerde 10-15 kez/dk, çocukta 20-30 kez/dk, bebekte 30-40 kez/dk arasındadır. American Heart Association (Amerikan Kalp Derneği) tarafından 2010 yılında alınan kararla solunum kontrolü için uygulanan "Bak-Dinle-Hisset" yöntemi kaldırılmıştır. Bu soruların yanıtları olumsuzsa ya da ağza - burna ayna veya cam tutulduğunda buharlaşma olmuyorsa solunum yok demektir. Solunum durduğunda dokular oksijenlenemeyeceği için dudaklar ve tırnaklar siyanotiktir (morarmıştır). Oksijen yokluğunda görülebilecek sorunlar şunlardır. Suni Solunum Bir kazazedenin yanına varıldığında ilk önce CAB kontrol edilerek sürekliliği sağlanmalıdır. Nabza bakılmadan hemen göğse bası ve suni solunum şeklinde TYD uygulanır (2005 kurallarından önce nabza bakılırken sağlık personeli dışındaki kişilerin bakması artık önerilmiyor). Bu basamakta solunum yolunun açıklığının saptanması ve sürdürülmesi yapılır. Bilinçsiz ya da yerde yatan bir kişiye rastlandığında, öncelikle kişi omuzlarından hafifçe sarsılarak "iyi misiniz ?" sorusu sorulmalıdır. Yanıt alınamıyorsa, hemen baş-çene yöntemiyle baş geriye yatırılır. Eğer travma şüphesi varsa, boyun travmasına sebebiyet vermemek için "çene itme manevrası" () uygulanır.. Soluk yolunun açıklığı sağlandıktan sonra solunum kontrol edilir. Kişinin solunumu yoksa, hemen suni solunuma başlanılmalıdır. Önce, her biri bir saniye sürecek şekilde, iki kurtarıcı soluk verilir. Her soluk verildiğinde göğüs kafesinin yükselişi; soluğun ardından ise, soluk veren başını kaldırır, solunumun geri çıkışını ve bu arada göğüs kafesinin inişini izler. Verilecek soluk miktarı, göğüs kafesini yükseltecek kadar olmalıdır. Çok fazla ve güçlü soluk vermenin yararlı olmadığı tespit edilmiştir. O nedenle, bir saniye sürecek şekilde aldığınız nefesi (balon üfler gibi) verilmelidir. TFTP Trivial File Transfer Protocol (TFTP) 1980 yılında tanımlanmış, FTP' nin temel fonksiyonel şekli olarak ifade edilen basit bir dosya transfer protokolüdür. Basit yapısından dolayı kullanılması esnasında çok az bellek tüketilmektedir. Bu özelliğinden dolayı, yeterli yığın bellek cihazı (mass storage device) olmayan yönlendirici (router) bilgisayarların önyüklemesinde kullanılırdı. Halen ağ üzerinde bulunan host makinalar arasında küçük dosyaların transferi için kullanılır. TFTP kısmen PUP protokol grubunun eski bir parçası olan EFTP protokolüne dayanır. TCP/IP protokol grubunun geliştirilmesinin ilk safhalarında TFTP basitliğinden dolayı genellikle yeni bir host tipinin üstünde çalıştırılan ilk protokoldü. Trivial File Transfer Protocol(TFTP) dosya transferi için kullanılan basit bir protokoldür.Bu protokol UDP(User Datagram Protokol) üzerinde 69. port kullanılarak uygulanmıştır.TFTP basit ve uygulanması kolay olacak şekilde tasarlanmıştır ve bu nedenle çoğu FTP özelliğinden yoksundur.TFTP sadece okur ve uzak bir sunucuya yazar.Dizinleri listelemez ve şu anda kullanıcı kimlik doğrulaması için bir kural yoktur. TFTP’ de herhangi bir transfer bir dosya okuma veya yazma isteği ile başlar.Sunucu isteği onaylarsa,bağlantı açılır ve dosya 512 byte sabit uzunluklu bloklar halinde gönderilir.Her veri paketi bir blok veri içerir ve sonraki paket gönderilmeden önce bir bildirim paketi tarafından kabul edilmelidir.Eğer bir paket ağ içinde kaybolursa,alıcının zaman aşımı ve onun son paketi yeniden iletilebilir olacaktır.Diğer eski paketlerden alındı bilgisi gelinceye kadar gönderen yeniden iletim için sadece bir paket tutmalıdır. TFTP aktarım protokolü olarak genellikle UDP kullanır fakat bu bir gereklilik değildir.Veri transferi 69.portta başlatılır,fakat bu veri aktarım portları bağlantı başlatma sırasında alıcı ve göndericiden bağımsız olarak seçilir.Bu portlar ağ yığınının parametrelerine göre rastgele seçilir,genellikle Ephemeral port aralığından. TFTP,3 transfer modu tanımlar: netascii,oktet(octet) ve posta(mail).Netascii, RFC 764’de tanımlanan ASCII’nin değiştirilmiş halidir.Bu 0x20’den 0x7F’ye kadar olan 7 bit ASCII karakter alanı için 8 bit genişletme ve 8 kontrol karakteri içerir.Kontrol karakterleri boş karakter (0x00),satır ilerletme(LF, 0x0A) ve satırbaşı (CR, 0x0D) içerir. Oktet,gönderdiği dosya ile aynı olan alının dosya iel isteğe bağlı sekizli aktarıma izin verir.Daha doğrusu,bir dizi sekizli dosyayı alır ve bu geri dönerse,geri gelen dosya orijinal dosya ile aynı olmalıdır. Posta transfer modu Netascii transferi kullanır,fakat dosya dosya adı gibi alıcıya özel e-posta adresine gönderilir.RFC 1350,bu eskimiş transfer modunu tanımladı. Protokol özelliklerine göre güvenlik ve kimlik doğrulama sağlanmaz.Unix uygulamaları yapılandırılmış tek bir dizine dosya transferini kısıtlar. TFTP server FIFA Konfederasyonlar Kupası FIFA Konfederasyonlar Kupası, her dört yılda bir FIFA tarafından organize edilen futbol turnuvasıdır. Son turnuvalardaki kurallara göre 2'si doğrudan, olmak üzere 8 millî takım turnuvaya davet usulü ile katılmaktadır. Doğrudan katılan 2 ülke, ev sahibi ve FIFA Dünya Kupası'nın son şampiyonudur. Diğer 6 ülke takımı ise 6 Konfederasyon'un (CAF, CONMEBOL, UEFA, AFC, OFC, CONCACAF) şampiyonlarından oluşmaktadır. Eğer Dünya Kupası şampiyonu aynı zamanda Konfederasyon'un şampiyonu olursa, bu durumda finale çıkan ülke kupaya katılma hakkı almaktadır. Kupa ilk olarak 1992 yılında Kral Fehd Kupası olarak Suudi Arabistan'da doğmuştur. 1995 yılında da aynı ülkede düzenlendikten sonra FIFA organizasyonu bünyesine geçirerek uygulamaya koymuştur. 2005 yılına kadar 2 yılda bir düzenlenen turnuva, artık 4 yılda bir düzenlenecek ve FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapacak ülke dünya kupasından önce bu turnuvaya ev sahipliği yapacaktır. Bu sayede Dünya Kupası'nı organize edecek ülkeler bir yıl önceden eksiklikleri ve kusurlarını görme imkânına yani bir nevi prova yapma olanağına sahip olacaklar. Şenol Güneş yönetimindeki Türkiye millî futbol takımı 2003 yılında Fransa'da düzenlenen turnuvaya bir önceki 2002 FIFA Dünya Kupası'nın üçüncüsü olarak (2. olan Almanya katılmadı) kupaya katılma hakkı elde etmiştir. Gençleştirilmiş kadrosuyla grubunda Brezilyayı saf dışı bırakarak, bir yıl öncesinde olduğu gibi bu kupada da yarı finale çıkmış ve 3.'lük maçında Kolombiya'yı yenerek turnuvayı 3. bitirmiştir. Türkiye yarı finalde Fransa'ya elenirken diğer yarı final maçı büyük bir trajediye sahne oldu. Kolombiya ile oynaynan maçta, Kamerun oyuncusu Marc-Vivien Foé sahanın ortasında yığılıp kaldı ve kalp krizinden hayatını kaybetti. "Altın Top" ödülü turnuvanın en değerli oyuncusuna verilir. "Altın Ayakkabı" ödülü turnuvanın en skorer oyuncusuna verilir. Birden fazla oyuncu aynı eşit sayıda gol atmışsa, oyuncuların turnuvada yaptığı asistlere göre seçilir. "Altın eldiven" ödülü turnuvanın en iyi kalecisine verilir. /dev/zero /dev/zero Unix benzeri işletim sistemlerinde yer alan, ASCII sıfır (0x00) karakterini üretmekle görevli bir stream dosyasıdır. Ancak ASCII sıfırın onluk tabandaki "0" rakamı ile (0x30) karıştırılmamasına dikkat edilmelidir. Sıradan kullanımlarından biri mevcut disk ve belgelerin üzerine yazmak için gereken veriyi sunmasıdır. 1000 tane ASCII sıfır içeren 'hede' belgesini yaratmak için: codice_1 Homo habilis Homo habilis (Latince "yetenekli insan"), soyu tükenmiş hominid türlerinden biridir. Günümüzden yaklaşık 2.5 ila 1.8 milyon yıl önce Pleistosen'nin başlangıcında yaşamıştır. H. habilis genellikle homo cinsinin ilk örneği kabul edilir. Homo türüne dahil canlılar arasında muhtemelen insana en az benzeyenidir. Kısa boylu, uzun kolludur. Ancak yüzü fazla çıkıntı yapmaz, yani modern insana benzer şekilde basıklaşmaya başlamıştır. Australopithecinenin soyundan geldiğine inanılır. İnsansı maymunlara benzeyen
ve h. habilisden daha iri olan homo rudolfensisin ise yakın atalarından olduğu düşünülmektedir. H. habilisin beyni modern insanın beyninin yarısından biraz küçüktür. Buna rağmen fosil kalıntılarının yanında çoğunlukla taş aletlere rastlanır. Daha uzun boylu ve beyni daha gelişmiş olan homo ergasterin de atası olduğu düşünülmektedir. Homo ergaster modern insana oldukça benzeyen homo erectusun atasıdır. Homo habilisin modern insanın doğrudan atası olduğu mevzuu hala tartışmalıdır. Homo habilisten 100 - 200 bin yıl önce australopithecus garhi de taştan aletler yapmıştır (yaklaşık günümüzden 2.6 milyon yıl önce). Homo habilis taştan aletler ve silahlar yapmış olduğu halde avcılıkta torunları kadar usta olduğu söylenemez. Daha çok leş yiyici olduğu, silahları savunmada ve et sıyırmada kullandığı düşünülmektedir. Kendini savunabiliyor olması, daha tehlikeli ortamlarda diğer primatlara oranla hayatta kalmasına daha fazla imkân vermiştir. H. habilis, Tanzanya’da Olduvai Boğazında bulunan fosilleriyle tanınır. Bu fosillerin bulunduğu yerler I. Yatak ve II. Yatak olarak adlandırılır. Türe bu ad, 1964 yılında verilmiştir. Bu fosillerin bulunduğu I. Yatak’ta ayrıca "Australopithecus boisei" kalıntıları, yontulmuş taş aletler ve dericilikte kullanılan bir alet bulunmuştur. II. Yatak olarak adlandırılan kazı alanında Homo erectus kalıntıları da ortaya çıkarılmıştır. Burada bulunan ve "Homo habilis" olarak adlandırılan birey sayısı yedidir. "Homo habilis"’in insan evrimindeki yeri kesinlik kazanmamıştır. Bir görüşe göre "Homo habilis", "Australopithecus africanus" türünden çok az farklılık gösterir. Bu arada "homo habilis" ile "Homo erectus"’un ayrı evrim çizgisi izlediğini savlayan bilimadamları da vardır. "H. habilis"'e ait olduğu belirlenmiş olan bazı önemli fosil örnekleri aşağıda, belirlenmiş yaşlarına göre en yaşlı olandan başlayarak sıralanmıştır. Gabrova (il) Gabrova ili(Bulgarca: Област Габрово / Oblast Gabrovo), Bulgaristan'ın ortasında yer alan bir ilidir. Merkezi Gabrova şehridir. Diğer belediyeler de: Sevlievo, Dryanovo ve Tryavna'dır. Bölge, uzun yıllar, ürettikleri deri ve deri ürünleri yüzünden, "Bulgaristan'ın Manchester'ı" olarak anılmıştır. Gabrovo bölgesi, Bulgaristan'ın espri ve mizah merkezidir. Türkiye'deki Karadeniz fıkraları gibi, Gabrovo'da Bulgarlar için bir eğlence kaynağıdır. İlde, her yıl mayısta bir mizah festivali düzenlenir. İlhan Arsel İlhan Arsel (d. 1920, İstanbul - ö. 7 Şubat 2010, Florida), Türk akademisyen, yazar, araştırmacı ve senatör. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doktorasını yaptıktan sonra, 1942 yılında doçent ve profesör oldu. Otuz yıldan fazla bir süre boyunca üniversite öğretim üyeliğinde bulundu; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Hukuku dersleri verdi. 27 Mayıs Darbesi'nin ardından yeni bir anayasa tasarısı hazırlamakla görevli on kişilik İstanbul Komisyonu'na ve daha sonra Kurucu Meclis Öntasarısı'nı oluşturan beş kişilik komisyona üye seçildi. 10 Haziran 1966 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Cumhuriyet Senatosu'na Kontenjan Senatörü olarak seçilmiş ancak Meclise katılmadan istifa etmiştir. 1971 yılında merkezi New York'ta bulunan 'Inter-University Associate' kuruluşuna danışman ve araştırmacı olarak alındı ve bu kuruluşun kronolojik yorum esasına göre yayımladığı "Constitutions of the Countries of the World" ("Dünya Ülkeleri Anayasaları") adlı 14 ciltlik yapıtın "Türkiye" ve "Belçika" bölümlerini (1971 yılı itibarıyla) hazırladı. 1975 yılında ders vermekte bulunduğu Ankara Polis Enstitüsü'nden istifa etti. 1977 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de istifa etti. Bu tarihten itibaren araştırma ve öğretim faaliyetlerine devam etti. Özellikle bu yıllardan itibaren ölümüne dek İslam'a ve İslam peygamberine yönelik eleştirel yaklaşımını sergilediği kitapları birtakım kesimlerin şiddetli tepkisine neden oldu. Can güvenliği açısından ABD'ye yerleşti. 7 Şubat 2010 pazar günü, Florida'da (ABD) yaşamını yitirdi. Sanayici ve iş adamı Nusret Arsel'in ağabeyidir. Elif Şafak Elif Şafak (d. 25 Ekim 1971, Strazburg), Türk yazar. İlk romanının yayımladığı 1997'den beri eserler vermekte olan yazar, 2009'da yayımlanan "Aşk" adlı romanı ile Türk edebiyat tarihinin en kısa sürede en çok satan edebi eserinin yazarı unvanına sahip olmuştur. Ayrıca kitapları otuzdan fazla dile çevrilmiştir. "Forbes" dergisine göre Türkiye'nin en çok kazanan yazarıdır. 25 Ekim 1971 günü, babasının o sırada doktora yapmakta olduğu Strazburg'da dünyaya geldi. Babası sosyal psikolog ve akademisyen Nuri Bilgin, annesi diplomat Şafak Atayman'dır. Doğumundan kısa süre sonra anne ve babası ayrıldı, annesi tarafından büyütüldü. Soyadı olarak annesinin adını kullandı. Ortaokulu annesinin görev yaptığı Madrid'de, liseyi Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nde tamamladıktan sonra, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi. Yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. ""Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsel Evren ve Kadınsılık Anlayışı"" üzerine master tezinin ardından; ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünde doktorasını tamamladı. Doktora tezi, ""Türk Modernleşmesinin Kadın Prototipleri ve Marjinaliteye Tahammül Sınırları"" başlığını taşıyordu. Elif Şafak'ın İslamiyet, kadın ve mistisizm hakkındaki yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği tarafından ödüllendirildi. Yüksek lisans çalışması sırasında "Kem Gözlere Anadolu" (1994) adlı öykü kitabını ve ilk romanı "Pinhan"'ı (1997) yayımladı. Bu eserle Kombassan Vakfı tarafından verilen 1998 Mevlana Büyük Ödülü'nü kazandı . Doktorasının ardından İstanbul'a taşındı ve "Şehrin Aynaları"'nı (1999) yazdı. Bir süre İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde ""Türkiye ve Kültürel Kimlikler"", ""Kadın ve Edebiyat"" konularında dersler verdi. 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü'nü kazanan Mahrem romanı ile geniş okur kesimi tarafından tanındı. Bunu iki yıl ara ile yayımlanan "Bit Palas" (2002) ve İngilizce olarak yazdığı "Araf" (2004) adlı kitapları izledi. Sanatçılara verilen bir bursla doktora sonrası çalışması için ABD'ye giden Şafak, çeşitli üniversitelerde dersler vermiştir. 2003-2004 akademik yılı boyunca Michigan Üniversitesi'nde yardımcı doçent olarak bulundu ve ders verdi. Ardından Arizona Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde yardımcı doçent olarak görev yaptı. "Edebiyat ve Sürgün", "Bellek ve Politika", "Müslüman Dünya'da Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet" konulu dersler veren Şafak, 2004 yılında beş yazarın (Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker, Pınar Kür) ortak kaleme aldığı bir roman projesinde yer aldı, bu roman "Beşpeşe" adıyla yayımlandı. Elif Şafak 2005-2009 senelerinde "Zaman"da yazarlık yaptı. 2005'te "Med Cezir" adlı kitabında kadın, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat hakkında yazılarını bir araya getirdi. Aynı yıl Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık ile Berlin'de evlendi 2006'da yayımlanan "Baba ve Piç" adlı romanını İngilizce olarak kaleme aldı. Türk-Ermeni ilişkilerini inceleyen bu roman nedeniyle hakkında Türklüğe hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldıysa da, suçun yasal unsurlarının oluşmadığı ve delil bulunmadığı gerekçesiyle beraat etti. Aynı yıl "Şehrazat Zelda" isimli kızı dünyaya geldi. Doğum sonrası yaşadığı depresyonu, İngilizce olarak kaleme aldığı "Siyah Süt" adlı otobiyografik romanda anlattı. İki yıl sonra oğlu "Emir Zahir"'i dünyaya getirerek ikinci kez anne oldu. 2009 yılının Mart ayında yayımlanan "AŞK" isimli roman, Türk edebiyat tarihinin en kısa sürede en çok satan edebi eseri unvanına sahip olmuştur. Aynı yılın sonunda, sekiz romanı ve ilk deneme kitabı Med Cezir'den seçilmiş paragrafları bir araya getirdiği "Kağıt Helva" adlı kitabını yayımladı. 2010 Kasım ayında "Firarperest" adlı deneme türündeki ikinci eseri piyasaya çıktı. Eserin içindeki illüstrasyonlar M. K. Perker'e aittir. Sonraki yıl Doğan Kitap'tan ""İskender"" isimli eseri piyasaya çıkmıştır. Kitabın kapak resminde, makyajla erkek haline gelen Elif Şafak'ın kendi fotoğrafı vardır. Yazar, Türkiye'de çeşitli günlük ve aylık yayınlarda yazmaya devam etmektedir. 1 Mayıs 2009 tarihinden itibaren Habertürk gazetesinde ve aynı gazetenin ""HT PAZAR"" adlı ekinde yazılarını yayınlamıştır. Bu gazetede yayımlanan deneme türündeki yazılarından oluşan bir seçki, M.K Perker illüstrasyonlarıyla birlikte 2012 yılında "Şemspare" adıyla yayımlandı. Mimar Sinan'ın yanında çırak olan Cihan adında bir Hint'in gözünden Osmanlı'yı anlattığı romanı "Ustam ve Ben" 2013 yılında yayımlandı. Şafak, Ekim 2017'de biseksüel olduğunu açıkladı. Celestia Celestia ücretsiz bir üç boyutlu astronomi yazılımıdır. GNU Genel Kamu Lisansı ile lisanslanmış olup Linux, Mac OS X ve Windows işletim sistemlerinde kullanılabilmektedir. Chris Laurel tarafından 2001 yılında geliştirilmeye başlanmıştır. Celestia yardımıyla gezegenleri, galaksileri, uyduları, meteorları ve diğer gök cisimlerini yüksek yakınlaştırma olanağıyla sadece birkaç metreden inceleyebilmek mümkündür. NASA ve ESA tarafından eğitim ve sosyal amaçlı olarak kullanılmaktadır. Celestia'nın arama bölümünde herhangi bir gök cisminin adı yazılarak arama yapılabilir, ayrıca herhangi bir gökcisminin üzerne fare ile sağ tıklayarak "git" seçeneği de kullanılabilir. Celestia, beraberinde 100.000'den fazla yıldız, gezegen, uydu, meteor, uzay gemisi ve galaksiyi içeren kataloglarla birlikte gelir. İstenirse bunların yanı sıra yüz binlerce gökcismini içeren daha büyük katalogları sitesinden indirerek, Celestia'ya eklenebilir. Celestia ile istediğiniz an fotoğraf çekebilir ve video kaydedebilirsiniz. Zamanı öne veya geriye alarak gök cisimlerinin hareketlerini de takip edebilirsiniz. Kurtubi Bir Rüya İçin Ağıt Bir Rüya İçin Ağıt (İngilizce: "Requiem For A Dream") 1978 tarihli Hubert Selby Jr.'ün romanından, 2000 yılında sinemaya uyarlanan, yönetmenliğini Darren Aronofsky'nin yaptığı ve başrollerini Ellen Burstyn, Jennifer Connelly, Marlon Wayans ve Jared Leto'
nun paylaştığı bir trajedi filmidir. Ellen Burstyn bu film ile 2000 Akademi Ödülleri En İyi Aktris ödülüne aday olmuştur. Uyuşturucu bağımlısı bir genç, televizyon bağımlısı annesi ve aralarında günden güne yükselen bir uçurum... Uyuşturucu batağı içerisindeki Harry’nin hayattaki tek amacı daha fazla uyuşturucuyken; umutsuz annesini hayata bağlayan tek şey en sevdiği yarışma programıdır. Bir gün bu yarışmaya katılmaya hak kazandığında tek derdi, ödül olan kırmızı elbiseye girebilmek olacaktır. Yaşlı ve mutsuz kadın zayıflama hapları kullanmaya başlar. Filmde kullanılan müzikler, Clint Mansell ve Kronos Quartet tarafından derlenmiştir. Albümdeki parçalar çeşitli haber bültenlerinde ve bazı diğer filmlerin fragmanlarında kullanılmaktadır. ""Winter: Lux Aeterna"" müziği, Da Vinci Şifresi ve Yüzüklerin Efendisi filmlerinin fragmanlarında kullanılmıştır. Judith Vittet Judith Vittet Fransız aktris. Aralık 1984'te Fransa'da dünyaya geldi. 1995 yapımlı, Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro'nun yönettiği Kayıp Çocuklar Şehri filminde, Miette rolünde oynamıştır. Darren Aronofsky Darren Aronofsky, (d. 12 Şubat 1969; Brooklyn, New York) Yahudi asıllı Amerikalı film yönetmeni ve senarist. Anne babası ilkokul öğretmeniydi. Öğrenimini Edward R. Murrow High School'da tamamladı. 1987 yılında Harvard Üniversitesi, aksiyon ve animasyon bölümüne girdi. 1991 yılında mezun oldu. 1996 yılında Pi adlı filmini yaptı. 1998 yılında gösterime giren "Pi" ile Sundance Film Festivali'nde yönetmen ödülünü kazandı. Sonraki filmi Requiem for a Dream oldu. Hubert Selby Jr. romanından aynı isimle sinemaya uyarladı. 2000 yılında Cannes Film Festivali'nde 13 dakikası gösterilen film, Ekim 2000'de ABD'de gösterime girdi. Daha sonra, yapımını, yazarlığını ve yönetmenliğini yaptığı The Fountain geldi. 2002'de başladığı film, başrol oyuncusunun ayrılması ile durdu. 2005'te tekrar çekimlere başlanan filmin 2006'da gösterime girdi. Aronofsky, İngiliz aktris Rachel Weisz ile nişanlandı. 31 Mayıs 2006 yılında Henry Chance adında bir oğlu oldu. 2010 yılında ayrıldı. Selanik Türküsü Selanik Türküsü, Muzaffer Sarısözen'in Atatürk'ten derlediği Selanik türküsü. Selanik Türküsü (Çalın Davulları) Erol Parlak'ın Yalınkat adlı albümünde seslendirilmiştir. Sık sık "Bülbülüm altın kafeste" türküsüyle karıştırılır; öyle ki, bu karışıklığa Cihat Aşkın'ın "Ege'nin Türküsünde" albümüde de rastlamak mümkündür. Sanatçı, Bülbülüm Altın kafeste şarkısını seslendirmiş, ancak albümünde "Selanik Türküsü" olarak yazılmıştır. Çalın davulları çaydan aşağıya amman Mezarımı kazın dostlar belden aşağıya Koyun sularımı kazan dolunca amman Aman ölüm zalim ölüm Üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı Götür yare ver Selanik içinde selam okunur amman Selamın sedası dostlar cana dokunur Gelin olanlara kına yakılır amman Aman ölüm zalim ölüm Üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı Götür yare ver Selanik Selanik ıssız kalasın Taşına toprağına bre dostlar diken dolasın Sen de benim gibi yarsız kalasın Aman ölüm zalim ölüm üç gün are ver Al başımdan bu sevdayı götür yare ver Akabe Akabe (Arapça العقبة) Ürdün'ün güneyinde Akabe Körfezi kıyısında yer alan önemli bir liman şehridir. Akabe vilayetinin merkezi olan şehrin nüfusu 70.000'dir. Şehir Ürdün'ün denize açılan tek limanı olması sebebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Akabe'nin hemen yanında İsrail'in Elyat şehri yer alır. 7. yüzyılda Müslümanların idaresine geçen şehir, 1115 yılında haçlıların hakimiyetine girdi. Selahaddin Eyyubi Akabe'yi 1170 yılında haçlılardan geri aldı. Yavuz Sultan Selim'ın Mısır seferi sırasında 1516 tarihinde Osmanlı topraklarına katılan şehirde hac yolarının emniyeti için bir kale inşa edildi. Osmanlıların yaptırdığı bu kale Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Osmanlı topraklarından Hacca gidenlerin Şam'dan sonra ikinci durağı olan Akabe aynı zamanda Şam ile Mısır üzerinden gelen hacıların buluşma noktasıydı. 1869 yılında Süveyş Kanalı'nın, 1908'de Hicaz Demiryolu'nun açılmasıyla Akabe eski önemini kaybetti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Arabistanlı Lawrence lakaplı Thomas Edward Lawrence'ın kışkırtmasıyla ayaklanan Arap göçebelerinin Türk kalesine saldırması ile İngilizlerin eline geçen Akabe 1946 yılında Ürdün'ün bir şehri haline geldi. 1948'deki Arap-İsrail savaşından sonra gelen Filistinli mültecilerle şehrin nüfusu hızla arttı. Günümüzde Ürdün'ün önemli bir gelir kaynağı olan fosfat Akabe limanından ihrac edilmektedir. Bu sebeple önemli bir ticaret merkezi olan şehirde aynı zamanda lüks oteller ve bir de havalimanı mevcuttur. Siyaset Meydanı Siyaset Meydanı, Ali Kırca tarafından hazırlanıp sunulan tartışma programı. İlk olarak 6 Şubat 1994'te atv'de, pazarları haber öncesi yayınlandı. Fakat sonra program çok tutulunca Cumartesi geceleri ekrana gelmeye başladı ve program beklenmedik bir ilgi gördü. Aynı zamanda reyting rekoru kıran ilk tartışma programı oldu. Star TV, TRT 1, NTV ve tekrar atv gibi kanallarda da ekrana gelen Siyaset Meydanı, Ali Kırca'nın 2008'de Show Haber'in başına geçmesiyle perşembe geceleri Show TV'de yayınlanmaya başladı. 15. yılını 7 Şubat 2008'de kutladı. 2010 yılında Referandum Özel programını Tuba Atav'la beraber getirdi. 18. yılını yeni yüzler ve yeni logo ile beraber 11 Kasım 2010'da kutladı. 2011 yılında Seçim Özel programını yine Tuba Atav'la beraber getirdi. 2012'den 2013'e kadar Siyaset Meydanı her perşembe geceleri saat 22.00'de Skyturk360'da, tekrar bölümü ise saat 23.30'da Show TV'de yayınlanmıştır. 1-8. Sezon arası atv'de. 8-9. Sezon arası Star TV'de. 9. Sezon arası TRT 1'de. 9-10. Sezon arası NTV'de. 10-15. Sezon arası tekrar atv'de. 15. Sezonda atv'nin satılmasına rağmen 15-19. Sezon arası Show TV'de. 19-20. Sezon arası ortak yayın olarak Show TV'de ve Skytürk 360'da yayınlanmıştır. 1 Haziran 2013'te Show TV'nin Ciner Medya Grubu'na satılması sonucunda Show TV'yi bırakan Ali Kırca Siyaset Meydanı'nı bitirdi. Ayrıca Kanal D Ana Haber Bülteni'nin başladıktan sonra Ali Kırca, Siyaset Meydanı'nı çok yakında 21. Sezonda Kanal D'de yayınlayacaktır. Osman Osman bin Affan (Arapça: عثمان بن عفان) (d. 574/576 - ö. 17 Haziran 656), Dört Büyük Halife'den üçüncüsü, İslam peygamberi Muhammed'in cennetle müjdelenmiş sahabelerinden birisi. 644 yılından 656'daki öldürülmesine kadar, 12 yıl boyunca, halifelik yapmıştır; Dört Büyük Halife'den en uzun süre halifelik yapan odur. Şiâ'da halifeliği kabul edilmeyen sahabedendir; zira Şiî inancına göre hüküm sürmesi gereken ilk halife Ali'dir. Ümeyyeoğullarından olan Osman'ın künyesi İslam peygamberi Muhammed'in kızı Rukiyye'den olan oğluna nispetle "Ebu Abdullah"tır. Bunun dışında "Ebu Leyla" olarak anıldığı da olurdu. Aynı zamanda İslam peygamberi Muhammed'in de damadı olmuştur. Muhammed'in önce Rukiyye isimli kızıyla evlenmiştir. Daha sonra Rukiyye'nin vefat etmesiyle Muhammed'in bir başka kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Ümmü Gülsüm de kendisinden önce vefat etmiştir. Peygamberin iki kez damadı olması, iki kızıyla evlenmiş olması hasebiyle "Zi'n-Nureyn" yani ""iki nur sahibi"" olarak anılır. İki kere hicret ettiği için de "Zatü'l Hicreteyn" de denilirdi. Ebu Bekir'in yakın arkadaşlarından olan Osman İslam'a inanan ilk kişilerdendir. Bedir dışındaki savaşlara katıldı. 644'te halife oldu. Sebe taraftarları evini kuşattı; oruçluyken, Kur'an okurken öldürüldü (656). Cenazesini Zübeyr kaldırdı, Bâkî Mezarlığı'na gömüldü. Osman zengindi, vahiy kâtibiydi. Kur'an'ı çoğaltmıştır. Lâkabı "Nâşîr-ûl Kuran"'dı. 146 hadis rivâyet etmiştir. Osman Ta’if’te doğdu, sıcak yaz aylarında Mekkeli zenginler havası daha serin olan Taif’e giderdi. Osman’ın aileside tahminen bu sıcak yaz aylarında Taif’e gelmişti. Osman Muhammed’den 9 yıl sonra doğmuştur. Kureyş’in zengin Ümeyyeoğulları ailesindendi. Osman’ın babası Affan genç yaşta ticaret seferinde öldü. Osman babasından kalan mirasla aynı işi yapmaya devam etti ve Kureyş’in en zenginlerinden biri oldu. Osman İslam’ı kabul edişiyle birlikte tüm zenginliğini hayır işlerine harcadı. Suriye’den bir ticaret seferinden dönüyordu. İslam peygamberi Muhammed ona İslam’ı ve amacını açıkladıktan sonra arkadaşı Ebu Bekir ile yaptığı kısa bir konuşma sonrası Müslüman oldu. Osman; Ali bin Ebu Talib, Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir’den sonra Müslüman olan dördüncü erkekti. Osman'ın Müslüman oluşu ailesi Ümeyyeoğulları tarafından olumsuz bir şekilde karşılandı. Osman'ın bu kararını teyzesi Ümmü Gülsüm ve üvey kız kardeşi destekledi. Osman daha sonra Muhammed’in kızı Rukiyye ile evlendi. Osman ve eşi Rukiyye 615 yılında Habeşistan’a yapılan hicrete katıldılar. Osman ticari zekâsı ve çalışkanlığını Habeşistan’da da devam ettirdi. İki yıl sonra Kureyş'in İslam'ı kabul ettiği haberleri Habeşistan'daki Müslümanlar arasında yayıldı, bunun üzerine Osman ve Rukiyye Mekke'ye geri döndü. Fakat Mekke’ye geldiklerinde haberin asılsız olduğu ortaya çıktı, bazı Müslümanlar Habeşistan’a geri dönerken Osman kalma kararı verdi ve tüm işlerini geride bırakarak ticari faaliyetlerine sıfırdan başladı. 622 yılında eşi Rukiyye ile birlikte Medine’ye göç etti. Medine’ye ulaşıldıktan sonra muhacirler ensarın (Medineliler) evlerine konuk oldular. Osman’da Neccaroğulları kabilesinden Ebu Talha bin Tabit’in yanında kaldı. Kısa süre sonra kendi evini aldı. Osman, Medine’de kaldığı süre boyunca Ensar’dan ekonomik yardım almadı tüm malını Mekke’den getirdi. Medine halkı çiftçilik yapıyordu ticari faaliyetler fazla değildi. Tüccarlık daha çok Yahudilerin elindeydi. Osman bu durumu avantaja çevirdi ve Medine’de Müslümanların yararlanabileceği ticaret ağı kurdu ekonomik olarak Müslümanların refahını arttırdı. 624 yılında Medine’den dönen Kureyş kervanlarına bazı Müslümanlar saldırdı ve zapt etti. Osman’ın eşi Rukiyye sıtma ve çiçek hastalığından dolayı yatmaktaydı ve Osman onun yanında kalarak Bedir Savaşı’na katılmadı. Bedir Savaşı başladığı sıralarda Rukiyye öldü ve defnedildi. Bedir’den dönen Muhammed kızının cenazesine yetişemediği için üzüldü. Uhud Savaş
ı’ndan sonra Osman Muhammed’in diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Bu evlilik ile beraber Muhammed’in iki kızı ile evlendiği için “zinnureyn” (iki kez nurlanmış) lâkabı verildi. Hendek Savaşında Medine’yi korumakla görevliydi muharebe sonrası Yahudi Kaynukaoğulları ile çıkan sorunu Osman tüm köleleri satın alarak çözdü ve hepsini azad etti. Bunun üzerine birçoğu İslam’ı kabul etti. Osman, Muhammed'in Veda Haccı sırasında onun yanında yer almıştır. Muhammed'in vefatından sonra halife seçilen Ebu Bekir'e bey'at etmiştir. Ridde Savaşları sırasında Ebu Bekir'in danışmanı olarak Medine'de kalmıştır. Daha sonra Ebu Bekir'in Ömer'i bir sonraki halife olarak tayin eden belgesini kaleme alan da Osman'dır. Ömer'in hilafeti sırasında Ömer'e danışmanlık yapmış ve Medine'de kalmıştır. Ömer kendisinden sonra aralarından bir sonraki halifenin seçileceği bir şura kurulmasını talep etmiştir. Ömer'den sonra kimin halife olacağı tartışmaları sırasında arabulucu Abdurrahman bin Avf'ın, başkalarının görüşlerini de alarak kendisini seçmesiyle halife olmuş, kendisiyle birlikte halifeliğe düşünülen Ali de kendisine bey'at etmiştir. Osman’ın halife seçilmesine Muâviye’nin babası Ebu Süfyan, çok sevinmişti. Haşimoğulları ilk iki halifeye sürdürdükleri yumuşak tutumu halifeliğinin ilk 6 yılında Osman’a karşı da gösterdiler. Bu dönemde yapılan fetih hareketlerine katıldılar. Ebubekir zamanında oluşturulan Kur’an mushafının çoğaltılması ve bu nüsha dışındaki diğer nüshaların imha edilmesi konusunda Ali, Osman’ı destekledi. Halife olduğu dönemde İslam devletinin sınırları genişlemiş ve ilk İslam donanması kurulmuş, birçok ekonomik reform gerçekleştirilmiştir. Ayrıca ilk İslamî paralar da onun zamanında basılmıştır; bunlar üzerine "Bismillah" lâfzı basılmış İran dirhemleri idi. İlk İslam devleti dirhemi daha sonraları Emevîler döneminde basılmıştır. Ayrıca Kâbe ve Mescid-i Nebevi de onun zamanında genişletilmiştir. Osman bin Affan'ın halifeliğinin ilk altı yılında İran'ın fethi tamamlandı, Trablusgarp ve Tunus feth edildi. Kafkaslar'a giren İslam orduları Hazarlara yenilerek Kafkasların güneyine çekilmiştir. Şam'da ilk kez donanma kurulmuş, Kıbrıs bu donanmanın seferleri sonucunda vergiye bağlanmış, Rodos fethedilmiştir. Ayrıca Osman döneminde yapılan en büyük hizmetlerden biri Ebubekir döneminde toplanarak kitap haline getirilen Kur'an mus'haflarının çoğaltılarak önemli merkezlere gönderilmesidir. Ama Osman'ın halifeliğinin ikinci altı yılı, ilk altı yılı kadar başarılı geçmedi. Müslümanlar arasındaki ilk ayrılıkların başlaması, Osman'ın ikinci altı yıllık halifeliğinde izlediği politikalar sebebiyle gerçekleşti. Osman’ın halifeliğinin ikinci 6 yılında takip ettiği siyaset, valiliklere akrabalarını tayin ettiği ve onlara aşırı düşkün olduğu iddiaları, Ali taraftarlarının halifeye karşı tavır takınmasına sebep oldu. Bu dönemde Ali ile Osman arasında görüş ayrılıkları yaşandı. 656 yılında Mısır, Basra ve Kufe’den gelen ve Osman'ın halifeliğini kabul etmeyen isyancılar, Medine yakınında “Zi-Huşub” mevkiinde toplandılar. Şehre girip girmeme konusunda Medinelilerin fikrini almak üzere elçi gönderdiler. Medineliler isyancıların şehre girişine taraftardılar ancak Ali isyancıların şehre gelmemelerini söyledi. Osman, isyancılara arabulucu olarak Ali’yi gönderdi. Durumun düzeltileceğini ve fesadın ortadan kaldırılacağına dair Ali onlara halife adına söz vermiş ve isyancılar Mısır’a gitmek üzere yola çıkmışlardı, fakat yolda rastladıkları bir adamın üzerinde bir mektup çıktı. Bu mektupta, Mısır’dan Medine’ye gelen isyancıların öldürülmesi isteniyordu. Bunun üzerine isyancılar Medine'ye geri dönerek mektubu ve içeriğini Ali’ye anlattılar. Ali, Osman’a bu mektuptan bahsetti. Osman böyle bir mektuptan haberi olmadığını söyledi. Sonuçta bu mektubu, Osman'ın kuzeni ve damadı Mervan’ın yazdığı ortaya çıktı. Bunun üzerine Ali, arabuluculuğa devam etmek istemediğini söyleyerek evine çekildi. Bu sırada isyancılar Osman'ın evinin yakınlarına kadar gelerek Osman'dan ya halifelikten ayrılmasını ya da kendilerine komplo hazırlayan Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Halifenin her iki teklifi de kabul etmemesi üzerine evini kuşattılar. Osman evinin kuşatılmasından Ali, Talha, Zübeyr ve Aişe’yi haberdar etti. Ali isyancıların bizzat yanına gelerek onlara çıkıştı, yaptıkları bu hareketin kâfirlere bile yakışmadığını söyleyerek halifeye su gönderdi. Buna ilave olarak oğulları Hasan ile Hüseyin’i ve kölelerini halifeyi korumaları için gönderdi. Bu tedbirler etkisini gösterdi, nitekim isyancılar kapıdan girerek halifeyi öldüremediler; ancak komşu evlerin damlarından atlayarak Osman’ı öldürmeyi başardılar. Osman’ın öldürülmesinden 5 gün sonra Ali, halife seçildi ve Medine halkı ona mescitte biat etti. Talha ve Zübeyr'in de biat etmesi halk tarafından çok iyi karşılandı. Çünkü Talha ve Zübeyr, Ali’nin haricinde halifeliğin en güçlü adaylarındandı. Diğer şehirlerden temsilciler de Medine’ye gelerek biatlarını yaptılar ve böylece Müslümanların çoğu Ali’nin halifeliğini kabul etmiş oldu. Halife Osman’ın öldürülmesi ve yerine Ali’nin halife seçilmesi ile birlikte Emevî-Hâşimî mücadelesi yeniden başladı. Şam Valisi Muâviye, öldürülen akrabası Halife Osman'ın kanını Ali'den talep ederek onun öldürülmesinden Ali’yi sorumlu tuttu ve bu durum daha sonra İslam Tarihinde İlk fitne dönemi adı verilen süreçte, Ali'nin muhalifleriyle yapacak olacağı Cemel ve Sıffin Savaşı'nın bir sebebi durumuna geçti. Analı kızlı köfte Analı kuzulu köfte ya da sadece Analı kuzulu, Malatya, Kahramanmaraş, Diyarbakır, Gaziantep,Tarsus, Adana, gibi bölgelerde daha çok bilinen yöresel bir yemektir. Bulgur ve kıymanın macun kıvamına gelinceye kadar yoğrularak, hazırlanan hamurun açılıp içine kıyma doldurulmasından sonra pişirilen sulu bir yemektir. İsteğe göre kıyma yerine Van'a has olan murtuğa ile doldurulabilir. Dışı da sadece bulgur ve kitekten hazırlanarak içi unlu ve cevizli içle doldurulabilir. Sosuna doğranmış ıspanak ve sadece bulgur karışımından oluşan köfteler eklenebilir. Köfteler misket büyüklüğünde olup, yarım su bardağı sıvı yağ ve salçadan oluşan suya atılarak pişirilir. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne (Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’na) bağlanmasını öngören yasadır. Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitimin temel kanunu kabul edilmiş ve daha sonra çıkarılan kanunlara esas teşkil etmiştir. 1982 anayasasında 174. maddeyle koruma altına alınmış “"inkılap kanunlarından"” bir tanesidir. Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulması sebebiyle hazırlanan kanun; ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılmasını sağladı. Halifeliğin kaldırılmasına dair kanun ve ""Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması hakkında kanun""la aynı gün çıkarıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması; dinsel olduğu düşünülen Osmanlı harflerinin kaldırılıp Harf Devrimi’nin yapılması gibi diğer bazı Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesi için de altyapıyı oluşturmuştur. 19. yüzyıl ortalarına gelene kadar Osmanlı toplumunda eğitim öğretim faaliyetleri -Enderun ve birkaç büyük medrese hariç- devletin görev alanının dışındaydı. Osmanlı Devleti’nde batılılaşma sürecine girildikten sonra devlet, ülkede pek çok batı tipi eğitim kurumu kurmuş; bu kurumlar ile birlikte eski eğitim kurumları da faaliyetlerine devam etmişti. Devlet, şahıs ve dernekler tarafından ilköğretim düzeyinde “"iptidai"” adlı ilkokullar kurulmasını, bu okullarda modern öğretim tekniklerini uygulanmasını destekliyordu; bu okullarda öğretmenlik yapmak üzere öğretmen yetiştiriyordu. Ancak köy ve mahalle imamlarıyla eşlerinin yönetiminde bulunan ve çoğu vakıf kuruluşu olan sıbyan mektepleri ile mahalle mekteplerine dokunulmamıştı. Ortaöğretim ve yüksek öğretim düzeyinde ise modern tipte rüştiyeler, idadiler, sultaniler, yüksek okullar ve Darülfünun açılmış; vakıf kuruluşları olan medreselerden devlet desteği çekilmişti ancak medreseler kapatılmamıştı; halen öğrenci yetiştirmeye devam ediyorlardı. İki farklı tipte kurumdan birbirlerine zıt hayat görüşlerine sahip kimseler yetişmekteydi. Böylece toplumda bir “"mektep-medrese ikiliği"” doğmuştu. Üçüncü bir kategori olarak yabancı okullar (misyoner okulları, azınlık okulları ve kolejler) eğitim alanında faaliyet göstermekteydi. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan devraldığı bu eğitim-öğretim mirası, farklı insan tipleri yetiştiren farklı eğitim tiplerinin bir arada var olduğu bir sistemdi. Yeni rejimin getirmek istediği ulusal nitelikteki yeni toplum düzeninin herkes tarafından benimsenmesi, devrimlerin halk üzerinde köklü ve etkili olabilmesi için tüm eğitim kurumların tek bir merkeze bağlanması; eğitim-öğretimin tek elden, tek esasa göre yönetilmesi gereği hissedilmekteydi. 1 Mart 1923’te TBMM üçüncü yılı açılışında yaptığı konuşmayı büyük ölçüde eğitim konularına ayıran Mustafa Kemal; “"ülke çocuklarının birlikte eğitim ve öğrenim görmek zorunda olduğunu, öğrenim birliğinin ülkenin ilerlemesi için büyük önem taşıdığını, bu nedenle "Şeriye Vekaleti ile Maarif Vekaletinin" işbirliğine varmasını gerektiğini" ifade etti. Bu görüşler ışığında 2 Mart günü Halk Fırkası’nın grup toplantısında 3 ayrı yasa tasarısı hazırlandı. “Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin lağvı ve Diyanet Reisliğinin teşkili” hakkındaki kanun müzakereleri kabul olunduktan sonra Tevhid-i Tedrisat yasa tasarısı Saruhan Mebusu ve Maarif Vekilif Vasıf Bey ve 57 arkadaşının imzasıyla gündeme getirildi. Kanunun gerekçesi şu sözlerle ifade edilmişti: “"Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder."” Tasarı ertesi gün mec
lise sunuldu. 429 sayılı Şeriye ve Evkaf Yasası’nın kabulünden sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 3 Mart 1924 günü TBMM Genel Kurulunda 430 Kanun Numarası ile kabul edildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulanması ile Maarif Vekili Vasıf Bey görevlendirildi. Kanun, eğitimin temel kanunu olarak kabul edildi ve daha sonra çıkarılan bütün kanunlara esas teşkil etti. Tevhid-i Tedrisat Kanunu maddelerinde mahalle mektepleri ve medreselerin kapatılmasına ilişkin bir ifade bulunmuyordu ancak Maarif Vekili Vasıf Bey, Mayıs ayında yayınladığı bir genelge ile “Bakanlığı'nın elindeki ilkokulların hiçbirinde meslek dersleri okutulamayacağı, bunun öğretimin birleştirilmesine aykırı olacağı gerekçesiyle” mahalle mektepleri ve medreseleri kapattı. Yasa çıktığında ülkede 479 medrese ve 18.000 medrese talebesi vardı fakat sadece 6.000'i gerçek öğrenci idi. Geri kalanlar, II. Abdülhamit devrinde çıkan bir kanunla medrese öğrencileri askerlikten muaf tutuldukları için okula kayıt yaptıran ancak öğrenim görmeyen kimselerdi. Medrese başına ortalama bir hoca vardı. İstanbul’daki medrese binalarını inceleyen bir kurulun hazırladığı rapora göre; hiçbiri okul olarak kullanılabilecek nitelikte değildi. Adalet Bakanlığı’nın şer-i mahkemeleri kapatması üzerine "Mekteb-i Kuzat" (Kadı Okulu) da kapatıldı. Lisansüstü seviyesinde eğitim veren iki yıllık “Medrese-i Süleymaniye” yerine 1924 yılında İstanbul Dârülfünunu'nda bir İlâhiyat Fakültesi kuruldu. Açıldığında 224 öğrencisi olan fakültenin öğrenci sayısı 1934 yılında 20’ye düştü. Bu nedenle o yıl yapılan Üniversite Reformu ile İlahiyat Fakültesi kapatılarak “İslam Tetkikleri Enstitüsü” adında bir enstitü kuruldu Hem İlahiyat Fakültesi’ne altyapı oluşturmak hem de imam ve hatip yetiştirmek için 1923-1924 öğretim yılında ülkenin değişik yerlerinde 29 imam hatip okulu kuruldu. 1926-1927 öğretim yılında okulların sayısı ikiye indi. Bu okullar 1930-1931 öğretim yılında ise öğrenciler tarafından yeterince ilgi görmemeleri nedeniyle kapatıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden bir süre sonra “"Türkiye'de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dinsel gereksinmeleri ve vicdan özgürlüğü olduğu"” düşünülerek; ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarılmıştır. Başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş olan din dersi; ortaokullarda 1930’da, öğretmen okullarında 1931’de, şehir ilkokullarında 1933’te, köy ilkokullarında 1939’da tamamen müfredettan çıkarıldı. Tüm bu gelişmeler sonucu 1939-1948 yılları arasında din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim deneyimi yaşandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden sonra misyoner ve azınlık okulları Millî Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetimine girmiş; dinsel ve siyasal amaçlı eğitim yasaklanmış; ders programlarına tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, Türkçe dersleri eklenmiştir. Bu dönemde azınlık okullarında okutulan kitaplardan aziz resimleri çıkarıldı; okul binalarındaki haçların indirilmesi istendi. Dinsel sembollerin yalnızca okul kiliselerinde bulundurulmasına izin verildi. Din esaslarına dayalı eğitim ve din propagandası yapma yasaklarına uymayan yabancı okullar kapatıldı. Bunlar arasında Merzifon ve Kayseri’deki Amerikan okulları, İzmir’deki Fransız okulu bulunur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü sonucu askeri idadiler liseye çevrildi. Ancak askeri okullar 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile yeniden Millî Savunma Bakanlığı’na bağlandılar. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1961 anayasasının “"Devrim Kanunlarının Korunması"” başlıklı 153. Maddesi kapsamında hükümleri anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz olduğu bildirilen 8 kanundan birisi olmuştur. 1982 Anayasasında ise ""İnkılap Kanunlarının Korunması"" başlıklı 174. Madde ile anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz olarak ifade edilen 8 kanundan birisidir. =Kaynakça= İtiraflarım (roman) Tolstoy'un 1880'de yazdığı bir kitabı. İnanç biçimininde sorgulandığı bir kitap olması nedeniyle öne çıkmaktadır. 1884'te yasaklandı. Yaratıcı ve din ile hiçbir ilişkisi olmayan bir insanın, ölümü ve hayatı yargılayarak O'na ulaşma çabalarının anlatıldığı bir kitaptır. Yukarı Maltepe Yukarı Maltepe Höyük İskilip, Veletler; (Kılıçdere köyünün bir mahallesidir.) yerleşim alanı altında kalmış bir İlk Tunç Çağı höyüğüdür. Batısı tarafı toprak yol yapımı sırasında kesilince ortaya çıkmıştır. Güney etekleri tarla olarak sürülmüş ve özellikle güney yamacı evler tarafından tahrip edilmiş bir biçimde köylülerin günümüz yerleşimlerini barındırmaktadır. Çağımıza kadar üzerinde herhangi bir arkeolojik kazı çalışması yapılmamış ancak ön çalışma kapsamında tarih süreci saptanmıştır. Tarciso Bertone Tarciso Bertone, Cenova Başpiskoposu, kardinal. Vatikan, Kardinal Bertone'nin 15 Eylül 2006 tarihinde Sodano'dan boşalacak olan Başbakanlık görevi resmen devralacağını açıkladı. XVI. Benedictus'un kardinallik döneminde sağ kolu olarak görev yapan Kardinal Tarciso, Katolik Kilisesi'ndeki muhafazakar kanadın önemli isimlerinden biri olarak tanınıyor. 1934 doğumlu Kardinal Bertone, XVI. Benediktus'un papalık tahtına çıkmadan önce Kardinal Joseph Ratzinger adıyla görev yaptığı dönemde başkanlık ettiği Dinsel Öğretiler Kurulu'nda "başkan yardımcısı" sıfatıyla görev yapmıştı. XVI. Benediktus'un eski sağ kolunu, şimdi de Vatikan'da Papalık'tan sonra en önemli makam konumundaki "Devlet Sekreterliği" (Başbakan) koltuğuna oturtmayı yeğlemesi dikkat çekici bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Bertone, Dan Brown'un "Da Vinci Şifresi" adlı romanına yönelttiği ağır eleştirilerle de ön plana çıkmıştı. Bertone, geçmişte akademik çalışmalarının yanı sıra kilise yönetimindeki kariyeriyle de dikkatleri üzerinde topladı. Torino'da Salezliler tarikatı denetimindeki İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olan Bertone, doktorasını Roma'da Papalık Salezliler Üniversitesi'nde kilise hukuku alanında yaptı. Yasin el-Kadı Yasin Abdullah Ezzedine el-Kadi (d. 23 Şubat 1955), "Şeyh Yasin Abdullah Kadı" olarak da bilinen Suudi Arabistanlı iş adamı. Cidde'den bir süper zengin olarak Kadı, Şikago'da mimarlık okudu. Suudi Kraliyet Ailesi ile yakın bağları bulunan Suudi Arabistan Devlet Bakanı Şeyh Ahmed Salih Jomjom'un damadıdır. 11 Eylül sonrası Amerikan resmî belgelerinde El-Kaide lideri Usame bin Ladin ile bağlantısından dolayı adı "Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Terörist" olarak geçmiştir. 2001 senesinden sonra ABD Hazine Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı'nın terörist listelerinde, Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) terörün finansmanına ilişkin raporlarında el-Kadı'nın adı yer almıştır. el-Kadı, El-Kaide bağlantılı olarak Amean belgelerinde ilk kez Haziran 1998'de yer aldı. O tarihteki bir FBI raporuna göre, El Kadı ABD'de gayrimenkul alım satımı yaparak kara para aklıyor ve bu yolla Hamas'a fon sağlıyordu. el-Kadı'nın, 1990'lı yıllarda, Bosna-Hersek'te de mücahitleri finanse ettiği, Vakufska ve Depozitna bankaları ile kendi adını taşıyan "Qadi International" şirketi aracılığıyla Balkanlar'daki silahlı İslami harekete para aktardığı yönünde raporlar vardır. 2001 senesinde ABD ve Avrupa Birliği Kadı'nın El-Kaide bağlantıları nedeniyle mal varlıklarını dondurma kararı aldılar. el-Kadı'nın avukatları buna cevap olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine ve çeşitli Avrupa ülkelerindeki bağımsız mahkemelere başvurarak el-Kadı'nın aklanmasını istediler. Avrupa Adalet Divanı, AB'nin, mal varlığını dondururken savunma hakkına saygı göstermediğini belirtti. Ajanslar, kararın, AB'nin yaptırımlar rejimine darbe vuracağını belirtmişlerdi. Kadı'nın ismi; İsviçre'de 2007, Avrupa Birliği'nde 2008, Birleşik Krallık'taysa 2010'da terörist listesinden çıkarılmıştır. 13 Eylül 2010 tarihinde ABD'de görülen Yasin El Kadı üzerindeki bütün davalar beraatle sonuçlanmıştır. Yasin el-Kadı hakkındaki hüküm, Türkiye Cumhuriyeti yönünden, 19 Ekim 2012 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 11 Ekim 2012 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükten kaldırılmıştır. Jyllands-Posten Jyllands-Posten ya da kısaca JP; 1871 yılında kurulan Danimarka'da aşırı sağ eğilimleriyle bilinen bir gazete. Bir dönem ırkçı söylemlerde de bulunmuştur. 2005 Danimarka Karikatür Krizi bu gazetenin İslam Peygamberi Muhammed hakkında yayımladığı karikatürler ile başlamıştır. Bu karikatürlerin medeniyetler arası çatışmayı arttırmak amacıyla yayınlandığını iddia edenler olmuştur. Dead Can Dance Dead Can Dance, 1981 yılında Melbourne, Avustralya'da kurulan müzik grubu. Grup, vokal ve enstrümantal olarak etnik ögeleri harmanlayıp yaptığı dünya müziği, kullandığı orta çağ ve gregoryen ezgileri ve ethereal tarzıyla bilinir. Brendan Perry ve Lisa Gerrard'ın başlıca üyeleri olduğu grup kurulduktan sonra İngiltere'ye taşındı ve ilk albümü "Dead Can Dance"i (1984) yayımladı. Albüm sonrasında gelen "Garden of the Arcane Delights" (1984) EP'si gibi grubun gelecek çalışmalarından farklı olarak post-punk ögeler içeriyordu. Gerrard ve Perry ikinci stüdyo albümlerini yayımlarken grubu ikili olarak devam ettirdiler. Grup 1998 yılına kadar etkin olup yedi albüm ve çeşitli derleme albümler yayımladı. Bireysel olarak ya da farklı kişilerle yaptıkları çalışmalardan sonra ikili 2005 yılında yeni bir tur için yeniden bir araya geldi. Gerrard ve Perry son olarak 2012 yılında Anastasis albümünü yayımlayıp bir dünya turu düzenlediler. Avustralya'daki Little band akımının etkisiyle çeşitli gruplarda yer alan Brendan Perry ve Lisa Gerrard, 1980 yılında Gerrard'ın Junk Logic grubuyla sergilediği performans sırasında tanışmalarının ardından çıkmaya başladılar. Sonraki yıl Perry, bas gitarist Paul Erikson ve ayrıldığı The Marching Girls grubunun bateristi Simon Monroe ile Dead Can Dance'i kurdu. Birkaç ay sonra, tarzı Perry tarafından fazla avangart bulunsa da Gerrard gruba elektronik perküsyon ve geri vokal desteğiyle dahil oldu. Çoğunlukla Melbourne'un varoşları Prahran ve St Kilda'daki yerel mekanlarda verdikleri konserlerin ard
ından Avrupa'ya taşınma kararı aldılar. Perry bu kararı “Yaptığımız müziğin piyasası Avrupa’da daha geniş olduğu için Londra’ya gittik. Avustralya o zamanlar FM rock’tan ibaretti.” sözleriyle açıkladı. "The Sun-Herald" gazetesi, grubun müziğini "yoğun" ve "çaba gerektiren" sözleriyle tanımlayarak Joy Division gibi dönemin yeni çıkan İngiliz gruplarınkine benzetti. Nisan 1982’de Crystal Ballroom’da verdikleri konserin ardından Monroe haricindeki grup üyeleri Londra’ya gitti. Londra’da yeni bir baterist arayışına giren gruba, Gerrard ve Perry’nin Londra'nın doğusundaki Isle of Dogs bölgesinde bulunan dairelerinin yakınında yaşayan Peter Ulrich ile tanışmaları sonucu Ulrich de katıldı. Erikson ise ayrılarak Avustralya'ya döndü. İlk stüdyo albümlerinde yer alan “The Fatal Impact” ve “Frontier” parçalarının da bulunduğu dört şarkılık bir demo hazırladılar ve daha sanatsal yaklaşacakları düşüncesiyle büyük şirketler yerine bağımsız şirketlere gönderdiler. Grubun müziği 4AD kurucularından Ivo Watts-Russell’ın ilgisini çekti. Russell, Gerrard ve Perry ile tanıştıktan sonra Haziran 1983’te grubun sahne performansını görebilmek adına şirketin diğer grupları Xmal Deutschland ve Gene Loves Jezebel ile sahne alması için birkaç konser ayarladı. Russell’ın grubu beğenmesi sonucu 4AD ile anlaşma imzaladılar ve daha sonra Blackwing Studios'ta kayıt işlemlerine başladılar. İlk albümlerini kaydetmeleri için verilen iki haftalık süreç içerisinde Perry, yapımcılık görevini üstlenen John Fryer ile daha ilk günden anlaşmazlığa düştü ve sonuç olarak ortaya çıkan işten memnun kalmadı. Albümün kayıtlarında ses teknisyeni James Pinker ve bas gitarist Scott Rodger'ın da görev almasının yanı sıra gruptan ayrılan Paul Erikson da yer aldı. Kasım ayında İskoç rock grubu Cocteau Twins'e bir hafta süren Hollanda konserlerinde eşlik etmelerinin ardından BBC Radio 1'de yayımlanan "Peel Session" programında performans sergilediler. Grubun ilk stüdyo albümü "Dead Can Dance", Şubat 1984’te 4AD etiketiyle yayımlandı. Albümün Perry tarafından tasarlanan kapak çalışmasında, grubun adını tasvir ettiği düşüncesiyle başından beri kullandığı Papua Yeni Gine'den ayinsel bir maske bulunuyordu 4AD'nin resmî olmayan kayıtlarına göre albüm 15.000 kopya sattı. Aynı yıl içinde "Garden of the Arcane Delights" adlı dört şarkılık bir EP yayımladılar. Bu iki kayıt grubun diskografisinde baskın post-punk etkileriyle diğer albümlerden farklılık gösterir. Albümün yapımındaki önemli güçlerden olan Perry, bu dönemdeki müziğinde Joy Division, Public Image Ltd, Magazine ve daha deneysel olan Can gibi grupların etkili olduğunu belirtti. Peter Ulrich grubun bu dönemdeki sahne performansını "Sahne ekipmanımız daha da karmaşık hale geliyordu. Sahnede sürekli hareket halindeydik, enstrümanları değiştiriyorduk. Bu Dead Can Dance'in ilk dönemelerinde bile bilinen bir özelliğiydi ve konser süresince çarpıcı duygu değişimleri yaratıyordu." şeklinde anlattı. Gerrard ve Perry aynı yıl içinde 4AD sanatçılarının katılımıyla oluşan müzikal proje This Mortal Coil'in ilk albümü "It'll End in Tears"e "Waves Become Wings" ve "Dreams Made Flesh" şarkılarıyla katkıda bulundu. Dead Can Dance, sonraki çalışmalarını konuk müzisyenlerin eşliğinde Gerrard ve Perry'nin oluşturduğu ikiliyle sürdürdü. Perry bu durumu "Başlarda üyelerin birlikte yazdığı ve fikir ürettiği bir grup olmak istemiştik. Dead Can Dance'i yaratıcılıkları için katalizör olarak kullanabilirlerdi. Ancak zaman geçtikçe Lisa ve ben anladık ki yaptığımız müzik kendine özgüyken diğerleri bizimle aynı doğrultuda değildi. Bizim üretme kapasitemiz daha çok güçlendiğinden bu grup çalışması amacını sürdürmenin bir anlamı olmadığına karar verdik." sözleriyle açıkladı. İkinci stüdyo albümü "Spleen and Ideal", 25 Kasım 1985'te 4AD etiketiyle yayımlandı. İkilinin müzikal tarzındaki değişimlerden birini temsil eden bu çalışmada, gitar ağırlıklı olan önceki albümden farklı olarak çello ve trombon gibi enstrümanlar kullanıldı. Albüm Birleşik Krallık'ın bağımsız müzik listelerinde iki numaraya ulaştı. Dead Can Dance’in üçüncü stüdyo albümü "Within the Realm of a Dying Sun", 27 Temmuz 1987’de yayımlandı. İkili; gitar, davul ve bas gibi enstrümanlarla müzikal vizyonlarını kısıtladıklarını düşündükleri için bu albümde özellikle karşısürüme dayalı barok yapılar üzerinde durarak klasik teoriye odaklandı ve synthesizer destekli klasik enstrümanlar eşliğinde klasik tarzda çalışma kararı aldı. Albümde barok ve neoklasisizm esintileri görülse de Gerrard’ın seslendirdiği ve albümün öne çıkan şarkılarından olan “Cantara”da doğu müziğinin etkisi de görülebilir. Şarkı listesinin ilk yarısının Perry’nin diğer yarısının ise Gerrard’ın seslendirdiği şarkılardan oluşmasının yanı sıra ikilinin vokal farklılıkları, albümün iki bölümden oluştuğu görüşünü ortaya çıkardı. Aynı yıl içinde yayımlanan 4AD sanatçılarının "Lonely Is an Eyesore" adlı derlemesine daha çok kabileye özgü ritimler barındıran "Frontier" ve "The Protagonist" şarkılarıyla katkıda bulundular. Dördüncü stüdyo albümü "The Serpent’s Egg", 24 Ekim 1988’de 4AD etiketiyle yayımlandı. İkilinin yine erken dönem Avrupa müziği üzerinde durduğu albümün büyük bir kısmı, yaşadıkları küçük dairede kaydedildi. Albümde yer alan "The Host of Seraphim" adlı şarkı birçok filmde ve televizyon dizisinde kullanıldı. Ayrıca Gerrard’ın da rol aldığı İspanyol yapımı Agustí Villaronga filmi "El niño de la luna"nın müziğini ürettiler. Gerrard ve Perry, romantik birlikteliklerine son verseler de müzikal çalışmalarını sürdürerek beşinci stüdyo albümleri "Aion"u, Haziran 1990'da yayımladılar. Albümün kapağı için Hieronymus Bosch'un "Dünyevi Zevkler Bahçesi" adlı üç parçalı tablosundan bir kesit kullanıldı. Dead Can Dance'in bu çalışmasında eski döneme ait enstrümanlar ve barok unsurların yanı sıra "Saltarello" ve bir Gregoryen ezgisi olan "The Song of the Sibyl" gibi geleneksel eserlere de yer vermesi, "Aion"u grubun diskografisinde orta çağ müziğinin baskın olarak görüldüğü çalışma yapar. Albümün ardından yaptıkları dünya turuna ilk kez Amerika ayağını da dahil ettiler. Dead Can Dance dinleyicisi bu dönemde sadece bağımsız müzik hayranları ve gotik topluluğuyla sınırlı kalmayarak çeşitlendi. "Aion"un yayımlanmasının ardından Villaronga'nın Mercè Rodoreda'nın "La mort i la primavera" adlı eserini uyarlayarak çekmeyi planladığı filmin müziği üzerinde çalıştılar ancak film maddi yetersizlikler nedeniyle çekilemedi. 1991 yılında bireysel çalışmalarıyla ilgilenmelerinin yanı sıra tiyatro ve festival alanlarında çalıştılar ve İrlanda'da sahnelenen "Kral Oedipus" oyununun müziğini ürettiler. Ekim ayında iki yeni şarkıyı da içeren "A Passage in Time" derlemesi 4AD ve Rykodisc ortaklığıyla yayımlandı. Fransız müzisyen Hector Zazou'nun 1992'de yayımlanan konsept albümü "Sahara Blue" için "Youth" ve "Black Stream" şarkılarını kaydettiler. 1993 yılında Perry İrlanda'da, Gerrard ise Avustralya'da ayrı olarak çalışmalarını sürdürürken Gerrard'ın İrlanda'ya gitmesiyle stüdyo olarak kullandıkları Quivvy Kilisesi'nde bir araya geldiler. Üç aylık bir hazırlık ve kayıt sürecinin ardından 13 Eylül 1993'te altıncı stüdyo albümleri "Into the Labyrinth"i 4AD etiketiyle yayımladılar. 4AD'nin Warner Bros. Records ile anlaşması sonucu ikilinin ABD'de dağıtımı yapılan ilk stüdyo albümü olarak Dead Can Dance'in daha geniş çapta ulaşılabilir olmasını sağladı. Konuk müzisyenlerin yer verilmediği albümde Gerrard'ın yapay diliyle buluşan klasik vokalleri ve Perry'nin şiirsel söyleyişinin yanı sıra Gerrard'a eşlik de ettiği görülür. Kelt, orta doğu ve orta çağ ezgileri barındıran albüm, ikilinin dünya müziği olarak nitelendirilen albümlerindendir. "The Ubiquitous Mr. Lovegrove" ve "The Carnival Is Over" şarkıları promosyon teklileri olarak yayımlandı. "Yulunga (Spirit Dance)" ise "Baraka" filminin soundtrack albümünde yer alan "The Host of Seraphim" şarkısı ile birlikte promosyon teklisi olarak yayımlandı. "Billboard" 200 listesinde 122 numaraya kadar ilerleyebilen albüm, 500.000 satış rakamına ulaştı. Albümün ardından yapılan turda kaydedilen "Toward the Within" belgeseli Santa Monica, Kaliforniya'da Mayfair Music Hall'da Mark Magidson yönetmenliğinde çekildi ve 24 Ekim 1994'te yayımlandı. İkili 1995'te solo çalışmalarıyla ilgilendi ve aynı yıl içinde Gerrard'ın ilk solo albümü yayımlandı. Dead Can Dance'in yedinci stüdyo albümü "Spiritchaser" 3 Temmuz 1996'da 4AD/Warner Bros. etiketiyle yayımlandı. Albüm Quivvy Kilisesi'nde kaydedildi ve birkaç çalgı dışında tüm yapım görevini Gerrard ve Perry üstlendi. Grubun eski üyelerinden Peter Ulrich vurmalı çalgılarla albüme katkıda bulundu. Tarzıyla ilgili olarak Güney Amerika ve Afrika müziği esinli olduğu yorumları yapılan albüm, içerdiği etnik çalgılar ve vokallerle grubun dünya müziği deneyimlerindendir. Albüm "Billboard" Top World Albums listesine 1 numaradan giriş yaparken "Billboard" 200 listesinde 75 numaraya kadar ilerleyebildi. "The Snake and the Moon" şarkısı tekli olarak, "Nierika" ise promosyon teklisi olarak yayımlandı. Gerrard ve Perry, "Spiritchaser" albümünün ardından 1998 yılında yeni bir albümün hazırlığına başladı ancak daha sonra çalışmalarını sonlandırarak yollarını ayırdılar. Perry, üzerinde altı hafta kadar çalıştıklarını söylediği albümün kayıtlarına başladıklarında zıt yönde ilerlediklerini ve farklı müzikler yapmak istediklerini fark ettiklerini belirtti. Gerrard ise ayrılıklarıyla ilgili olarak albümün hazırlık sürecinin öncesinde Perry ile yeterince zaman geçirmemelerini sebep gösterdi. Dead Can Dance 2005 yılında yeni bir tur için tekrar bir araya geldi. Perry ile verdikleri bu kararı “Telefonda konuşuyorduk ve birlikte yaptığımız çalışmalardan bahsediyorduk. Hesaplanmış hiçbir şey yoktu. Birkaç kez görüştük ve arkadaşlığımızı yeniden kurabileceğimiz için birkaç konser verme düşüncesi mantıklı bir karar oldu.” sözleriyle açıklayan Gerrard, yeniden Dead Can Dance olarak sahne alacaklarının aklına hiç gelmediğini belirtti. İkili planladıkları tura mart ayında Olympia Theatr
e'da Avrupa ayağıyla başladı. Turun şarkı listesine önceki yıllardaki çalışmalarının yanında Perry'nin solo albümü "Ark"ta da (2010) bulunan “Crescent” ve konser kayıtlarında "Saffron" adıyla geçen “Babylon” şarkılarını dahil ettiler. Eylül ayında Kuzey Amerika ayağına Seattle’da başlayan ikili, 25 Eylül’de Hollywood Bowl’da Jeff Rona’nın yönettiği orkestra eşliğinde bir konser verdi. Yıl sonuna kadar süren konserlerin ardından birçok canlı kaydın yanı sıra "Selections from Europe 2005" derlemesi gibi sınırlı sayıda üretilen konser albümleri yayımlandı. Turun sona ermesinin hemen ardından 25 Ekim'de "Memento" adlı derleme albümü yayımlandı. İkili daha sonra yeniden solo kariyerlerine yönelerek albümler yayımlayıp farklı müzisyenlerle iş birliklerinde bulundular. İkili, 2009 yılında Gerrard'ın Avustralya'daki evinin yakınlarında çıkan orman yangınından sonra iletişime geçtiler ve zamanla yeniden birlikte çalışma kararı aldılar. 2011 yılında çalışmalarına başlayan ikili, üç buçuk ay süren kayıt sürecini Quivvy Kilisesi'nde gerçekleştirdi. Eylül 2011'den itibaren 2005 yılındaki turda kaydedilen şarkıları içeren "Live Happenings" adlı beş seriden oluşan EP albümleri internet sitelerinde ücretsiz olarak yayımladılar. 13 Ağustos 2012'de on altı yılın ardından PIAS Recordings etiketiyle Yunancada "yeniden doğuş, diriliş" anlamına gelen "Anastasis" adlı yeni bir stüdyo albümü yayımladılar. İkilinin Akdeniz müziği üzerinde durduğu albümde Yunan müziği ve kültürü başlıca etkilerden oldu. "Billboard" 200'de 46 numarayı görebilen albüm, "Billboard" Top World Albums listesinde zirveye ulaştı. Ağustos 2012'de albümün tanıtımı için Vancouver'da başladıkları dünya turunu Temmuz 2013'te Santiago, Şili'de sonlandırdılar. Nisan 2013'te turda kaydedilen "In Concert" albümünü yayımladılar. 2014 yılında resmî sitelerinden 2015 ilkbaharı için yeni bir tur yapmaya hazırlandıklarını ancak ertelemek durumunda kaldıklarını duyurdular. Dead Can Dance’in müziği kuruluşundan bu yana post-punk, gotik rock, ethereal wave, neoklasik dark wave, dünya müziği, ambient, new age gibi tarzlarla ve çeşitli kültürlerin müzikleriyle ilişkilendirildi. Lisa Gerrard grubun değişen ve arayış içinde olan müziğini “farklı müziklerin, yapıların ve renklerin keşfinin sanatı” olarak tanımladı. Grup post-punk ağırlıklı ilk albümünü yayımladığında tarzı hakkında yapılan “morbid gotik” yorumlarını ve doğrudan gotik kültürüyle gruplandırılmalarını reddederek yüzeysel bir tasvir olduğunu savundu. Gerrard’ın daha çok Perry’ye hitap ettiğini söylediği ilk dönem çalışmalarından sonra neoklasik, barok ve çeşitli etnik ögeler içeren albümler yaptılar. Sonraki yıllarda da müzikteki arayışlarını sürdürerek imza attıkları çalışmalarda eleştirmenlerce farklı kültür ve dönemlerin etkisi hissedildi. "Chicago Tribune" yazarlarından Joshua Klein, ikilinin müziği için “Dead Can Dance dünyanın her yerinden ve farklı zaman aralıklarından edindikleri Orta Doğu ağıtları, Kelt folkloru, new age karışımları ve Orta Çağ ilahileri gibi geleneksel müzik parçalarını bir araya getirerek şüphesiz eşsiz bir şeyler üretiyor.” yorumunu yaptı. Müzik eleştirmeni Stephen Holden bir konserdeki izlenimlerini "Tarzı Anglo-Keltik kökenli olsa da Gerrard, sesini diğer tarihi ve evrensel yankıları sunabilmek için Orta Çağ litürjik ilahilerinden Orta Doğu dans müziğine kadar esnetiyor. Baş vokalleri paylaşan Perry ise daha çok rockçı. [...] Dead Can Dance'i çok amaçlı törensel mistisizmi amaç edinen diğer birçok gruptan üstün kılan şey, dengeli yapısına ve bir klasik müzik korosununkine benzeyen dinamik hassasiyetine verdiği önem." sözleriyle aktardı. Gerrard, İrlandalı babasının göç ettiği Melbourne’da bir Türk-Yunan banliyösü olan Prahran’da evlerden yükselen Akdeniz müziğiyle büyüdüğünü ve grubun müziğindeki dikkat çeken unsurlardan biri olan benzersiz yapay dilinin muhtemelen bu çevrenin etkisiyle oluştuğunu söyledi. Perry, İngiliz-İrlandalı ailesinin Auckland’a taşınması sonucu farklı kültürlerle tanışmasının yanı sıra “Public Image Ltd ve Joy Division gibi post-punk gruplar dinlemek, sesin somut duyguları ve atmosferi ifade etmek için kullanıldığı müziği yapmam konusunda bana ilham verdi.” sözleriyle müzikal faaliyetlerindeki etkilerden söz etti. İd est id est (i.e.) Latince "yani" ya da "diğer bir deyişle" anlamında kullanılan bir terimdir. "Örneğin" anlamında kullanılan "exempli gratia" ile sıkça karıştırılır. Er-Risale (Ebu Hanife) er-Risale, imam Şafii'nin beş eserinden biridir. Adından da anlaşılabileceği gibi bir "risale" olan bu kısa eseri İmam Şafii Basralı alim Ebu Osman el-Betti'ye, kendisinin Mürcie mezhebinden olduğu yönündeki iddialara cevap olarak yollamıştır. Eserde Mürcie'den olduğu yönündeki iddiaları reddeder. Ebu Hanife'nin "Mümin" kavramı konusundaki görüşlerini daha iyi anlayabilmek için bu risale önem taşımaktadır. Eserin yazma nüshaları bugün Kahire Kütüphanesi'nde VII/203, 553'de kayıtlıdır. Gana millî futbol takımı Gana millî futbol takımı, Gana'yı ulusal karşılaşmalarda temsil eden futbol takımıdır. Tarihinde 4 kere Afrika Uluslar Kupası'nı kazanma başarısı gösteren Gana, FIFA Dünya Kupası tarihinde bir çeyrek final maçında oynayan üçüncü (Kamerun (1990) ve Senegal (2002)) Afrika takımıdır. İlk Dünya Kupası tecrübesini Almanya'daki 2006 FIFA Dünya Kupası'nda yaşayan Gana, ilk maçında İtalya'ya 2-0 kaybetmesine karşın daha sonraki maçlarda ABD ve Çek Cumhuriyeti'ni yenerek 6 puanla gruptan çıkmayı başarsa da, 2. turda Brezilya'ya 3-0 ile boyun eğerek turnuvaya veda etti. Güney Afrika'daki 2010 FIFA Dünya Kupası'nda kupaya gitmeyi başaran Gana; Almanya, Avustralya ve Sırbistan'ın bulunduğu gruptan 4 puan ve averajla yine çıkmayı başardı ve 2. turda ABD ile eşleşti. Uzatmalara giden maçta Asamoah Gyan'ın golü ile 2-1 kazanarak çeyrek finalde Uruguay'la eşleşti. Berabere biten maçın uzatma bölümlerinde 120. dakikada sağ kanattan kullanılan serbest vuruşa Stephen Appiah'ın vuruşuyla Uruguaylı futbolcu Luis Suárez'in topu çizgiden eliyle çıkarmasıyla kırmızı kart gördü ve penaltı kararı verildi. 120. dakikanın son saniyelerinde Gyan'ın penaltı atışı üst direğe çarpıpı dışarı gitti ve maç penaltılara kaldı. Ve penaltılarda Uruguay millî futbol takımı Gana'ya 4-2 üstünlük kurarak yarı finale yükselirken, Gana turnuvaya tarihinin en büyük başarını yakalayarak veda etti. 2014 FIFA Dünya Kupası'nda ise Gana, Almanya, Portekiz ve bir önceki kupada 2. turda eşleştiği ABD ile aynı gruba düştü ve 1 beraberlik 2 yenilgi ile grubu son sırada bitirdi ve elendi. Gana millî futbol takımı, 2015 Afrika Uluslar Kupasında Fildişi Sahili millî futbol takımı ile oynadıkları final maçının normal süresi ve uzatmaları 0-0 bitmiş, penaltı atışları sonucunda 9-8 mağlup olarak gümüş madalyanın sahibi olmuştur. Kafatassızlar Kafatassızlar ( , "Acrania" ya da "Leptocardia") Kordalılara ait olan, kafatasları (cranium), omurilikleri ve diğer çıkıntıları kemikleşmemiş olan bir gruptur. Küçük bir grubu teşkil eden bu hayvanlarda, nöral boru daima mevcut ve notokordun üzerinde yer alır. Yutak civarında çok sayıda solungaç yer alır. Ayrı eşeyli hayvanlardır. Tamamı denizel olup, dış görünümleri küçük bir balığa benzer. Ortalama boyları 3 – 6 cm kadardır. En iyi bilinen türü batrak ("Branchiostoma lanceolatum")'tır. Avustralya millî futbol takımı Avustralya millî futbol takımı; Avustralya'yı uluslararası organizasyonlarda temsil eden ve kaptanlığını Mile Jedinak'ın üstlendiği futbol takımıdır. Bu zamana kadar Dünya'daki futbol organizasyonlara Okyanusya kıtasından katılan Avustralya 2006 yılından sonraki organizasyonlara Asya kıtasından katılma kararı almıştır. OFC Uluslar Kupası'nı 6 kere kazanmayı başarmış, AFC Asya Kupası'nın 2015 yılında ilk kez kazanmıştır. Avustralya, 1974'de katıldığı FIFA Dünya Kupası'nda Doğu Almanya'ya 2-0, Batı Almanya'ya 3-0 mağlup olan Avustralya, Dünya Kupası tarihindeki ilk puanını ise grubun son maçında Şili karşısında aldığı golsüz beraberlik ile elde etti. 32 yıl sonra ikinci olarak teknik direktör Guus Hiddink'le beraber 2006'da play-off maçlarında Uruguay'ı geçerek katılmayı başarmıştır. 2006 FIFA Dünya Kupası'nda başarılı maçlar çıkaran Avustralya; Japonya ve Hırvatistan'ı geçerek 2. Tur'a yükselmiş, 2.Tur'da İtalya millî futbol takımına elenmiştir. 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde FIFA tarafından gerçekleştirilen değişiklikle Asya Grubu'nda yer alan Avustralya'nın Dünya Kupası vizesini alması, bu defa daha kolay oldu. Final Grubu'nda 8 maçta 20 puan toplayıp sadece 1 gol yiyen Avustralya, grup birincisi olarak Dünya Kupası'na katıldı. 2010 FIFA Dünya Kupası'nda 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet alan Avustralya grubunu averaj farkıyla Gana'nın ardında 3. tamamlayarak ilk turda elendi. Ayrıca Avustralya millî futbol takımı Amerikan Samoası'nı 31-0 yenerek bir millî maçtaki en farklı skor rekorunu elinde bulundurmaktadır. Avustralya'nın ev sahipliğini üstlendiği 2015 AFC Asya Kupası finalinde Güney Kore'yi normal süresi 1-1 biten maçın uzatma dakikalarında James Troisi'nin attığı golle üçüncü kez katıldığı kupada ilk şampiyonluğuna ulaştı. Şampiyon   İkincilik   Üçüncülük   Dördüncülük   Aşağıdaki 23 oyuncu 4 ve 7 Haziran 2016 tarihinde Yunanistan'a karşı dostluk maçları için çağrıldı. Düzenli, Borçka Düzenli, Artvin ilinin Borçka ilçesine bağlı bir köydür. Eski adı Yukarı Macahel olan Camili yöresinde yer alır. Borçka-Camili Karayolu üzerinde, Camili (Macahel) yöresinin ilk köyü olan Düzenli, Artvin iline 76 km, Borçka ilçesine 44 km uzaklıktadır. Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamaktadır. Köyün içme suyu şebekesi yoktur ancak kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyün iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Köyün eski ismi "Zed(a)vake" (Gürcüce: ზედვაკე veya ზედავაკე / "Zedvake" veya
"Zedavake") olup, "yukarıdaki düzlük" anlamındadır. Coğrafi yapısı itibarıyla de yöre ve eski bucak merkezi Camili Köyü'ne nazaran yukarıda kalan, nispeten düz bir yapıya sahiptir. Düzenli Köyü, halen Camili yöresi köylerinden Maral'dan sonra en kalabalık nüfusa sahip ikinci Gürcü köydür. Robinho Róbson de Souza kısaca Robinho (d. 25 Ocak 1984, São Vicente), Sağ açık mevkinde forma giyen Brezilyalı futbolcudur. 2002 yılında, Robinho, 18 yaşındayken, ilk profesyonel sözleşmesini Santos ile imzaladı. Kulüpteki ilk sezonunda Santos şampiyon olurken, Robinho 24 maçta forma giyip, 9 gol attı. 2004 yazında, oynadığı futbol ve formuyla birçok Avrupa kulübünün peşinde olduğu bir futbolcu oldu. Fakat Robinho, Santos bütün teklifleri reddettiği için takımında kalmak zorunda kalmıştı. 2004-05 sezonunda Robinho'nun formu, annesinin 6 Kasım'da evinden kaçırılmasıyla kötü etkilendi. Fakat annesi hiçbir zarar görmeden fidye karşılığında altı hafta sonra serbest bırakıldı. Bu süre içinde 8 maçta sadece 1 gol atabildi. Robinho, 2005 Haziran'ında La Liga ekiplerinden Real Madrid ile sözleşme imzaladı. Robinho, La Liga'daki kariyerine 28 Ağustos 2005'te Real Madrid'in Cádiz'i 2-1 yendiği maçla başladı. İlk sezonunda ligde oynadığı 37 maçta 15 gol kaydetti. 2006-07 sezonunda, yeni teknik direktörü Fabio Capello'yla ters düşen Robinho, ilk birkaç ayını yedek kulübesinde geçirdi. Robinho, kendini ancak kış bittikten sonra ilk on birde görebildi. Robinho, FIFA'dan izin alarak Brezilya'nın Copa América kampına katılmayarak, takımının Mallorca karşısındaki sezon finaline kaldı. 2007-08 sezonunda 2. yarıda kendine geldi ve 14 gol ve 11 asistlik herkesin gözünü dolduran bir performans sergiledi. Robinho 1 Eylül 2008, Premier League transfer sezonunun son günü 42.500.000 € (£ 32.5m) gibi yüksek bir rakama Manchester City'ye transfer oldu. Haftalık 160.000 £ karşılığında dört yıllık bir anlaşma imzaladı. Bu transfer Manchester City'nin Arap yatırım şirketi Abu Dhabi United Group tarafından satın alındığı gün meydana geldi. Robinho Guardian verdiği röportajda, Manchester City gibi büyük bir kulüp olması ve arkadaşlar Jo ve Elano'nun bu kulüpte olmasının City'ye gelmesinde önemli rol oynadığını belirtti. Premier League'deki ilk golünü 13 Eylül 2008 tarihinde Chelsea'ye attı. 26 Ekim'de Stoke City karşısnda Premier League ilk hat-trick'ini yaptı. UEFA Kupasında ilk Avrupa golü 6 Kasım'da Twente'ye attı. Robinho ilk sezonunda Manchester City'de 14'ü Premier League ve 1 gol de UEFA'da olmak üzere 15 gol atmayı başardı. Ancak, City'deki ikinci sezonunda sakatlık nedeniyle 3 ay sahalardan uzak kaldı. İkinci sezonunda toplamda sadece 12 maçta yer alabildi. Bu maçlardan sadece FA Cup'ta bir gol atabilen Robinho 2009-2010 sezonunun ikinci yarısında City'nin teknik direktörü Roberto Mancini tarafından kadroda düşünülmediği için Ocak ayında kulüpten ayrıldı. 2010-2010 sezonu öncesinde kiralık oynadığı Santos geri dönen Robinho'nun Manchester City'de oynamak istememesi nedeniyle birçok kulübün ilgisini çekmiştir. Robinho ile anılan kulüplerden, Schalke, Milan, İnter, Barcelona, Benfica`nin arasından sıyrılan Beşiktaş, transfer gündeminin en önemli yıldızlarından biri olan Robinho ile en çok ilgilenen kulüp oldu. 28 Ocak 2010, Robinho evi olarak gördüğü kulübü Santos geri döndü ve 6 aylığına Manchester City tarafından Santos'a kiralandı. 2010 FIFA Dünya Kupası yılı olması sebebiyle direkt oynayabileceği bir kulp seçen Robinho, Santos başarılı oldu ve Brezilya Série A'da 17 maçta 19 gol, Brezilya Kupası'nda da 6 maçta 6 gol ile toplamda 23 maçta 25 gol atarak çok iyi bir performans gösterdi ve Dunga tarafından Brezilya millî takımına davet edildi. Robinho 31 Ağustos günü Milan ile anlaştığını açıklamıştır iki kulüpte bu transferi resmi olarak duyurmuştur Milan Robinho için yaklaşık 22 Milyon Euro ödediği tahmin ediliyor. 6 Ağustos 2014 tarihinde, 1 yıllığına Santos'a kiralandı. Santos kulübünden yapılan açıklamada, 1 sezonluğuna Santos'da forma giyeceği belirtildi. 2004 yılında millî takımı ile topla 8 maç da forma giydi ve bu maçlarda 3 kez rakip fileleri havalandırdı. 2003 CONCACAF Gold Cup'taki Brezilya'nın Meksika'ya 1-0 kaybettiği maç Robinho için millî takım kariyerinin başlangıcı demekti. Kupadaki son iki golünü de çeyrek finalde Şili'yi 6-1 yendikleri maçta attı. Brezilya daha sonra kupayı kazandı; Robinho ise hem Altın Ayakkabı ödülünü hem de turnuvanın en iyi oyuncusu ödülünü aldı. Brezilya millî takımı ile Almanya ve Güney Afrika yapılan FIFA Konfederasyonlar Kupası kadrolarında yer aldı ve takımın kupayı kazanmasında önemli katkı yaptı. Her iki turnuvayı Brezilya şampiyon olarak bitirdi. Güney Afrika'da yapılan 2010 FIFA Dünya Kupası'ında Brezilya millî takım teknik direktörü trafından 23 kişilik kadroya alındı ve başarılı bir performans sergiledi. Brezilya, Dünya Kupası'ında guruplardan topladığı 7 puanla lider olarak çıkmasına rağmen, çeyrek finalde Hollanda'ya 2-1 mağlup olarak turnuvaya veda etti. Kayalar, Borçka Kayalar, Artvin ilinin Borçka ilçesine bağlı bir Gürcü köyüdür. Eski adı Macahel olan Camili yöresinde yer alır. Kayalar köyü, Artvin kentine 91 km, Borçka kasabasına 59 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir.Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Kayalar Köyü, halen Camili yöresi köyleri arasında en az nüfusa sahip köydür. Köyde ilköğretim okulu yoktur. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Köyün eski ismi "Kvabistavi" (Gürcüce: ქვაბისთავი / "Kvabistavi") olup, "kayaların başı" anlamına gelir. Coğrafi yapısı itibarıyla de yüksek kayalıkların başında bulunmaktadır.Gürcü Kafkas kültürü görülür. Yerleşim yerinin köy tüzel kişiliği alması ile birlikte köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır. Seçildikleri yıllara göre köy muhtarları: Alejandro Amenábar Alejandro Fernando Amenábar Cantos (d. 31 Mart 1972, Santiago), İspanyol-Şilili film yönetmeni, senarist ve besteci. Amenábar, Şilili bir baba ile İspanyol bir annenin oğlu olarak Şili'de doğar. Aile 1973 yılında, askeri diktatör Augusto Pinochet rejiminden kaçarak, İspanya'ya kaçar. Amenábar, Madrid'de yetişir. Madrid'de Universidad Complutense Üniversitesi'nde iletişim bilimleri tahsiline başlayan Amenabar, kısa süre sonra tamamen film sanatına döner. Mesela ilk eseri "La cabeza" gibi birçok "kısa filmi" ile ödüller toplamıştır. İlk filmi "Tesis" 1997 yılında "Goya" film ödülünü alır. ABD'li aktör Tom Cruise ikinci filmi "Abre los ojos" 'un haklarını alarak, dört yıl sonra Vanilla Sky isimli yeni versiyonunu çeker. José Antonio Reyes José Antonio Reyes (d. 1 Eylül 1983 Utrera), "Sol Açık ve Sağ Açık" mevkiilerinde forma giyen İspanyol futbolcudur. Futbola 10 yaşında Sevilla'da başlamıştır. Reyes, 2004'te Arsenal kulübüne kendi tarihinin rekor ücreti olan 17.5 milyon sterline transfer oldu. Daha sonra, Julio Baptista ile takas edilerek Real Madrid'e geçti. Jose Antonio Reyes, son olarak 9,2 milyon euro karşılığında Atlético Madrid'e transfer oldu. Sonra Benfica kulübüne kiralandı ve Atletico Madrid'e döndü. Şu anda en eski takımı Sevilla'da oynuyor.Sevilla'dan ayrılmak isteyen İspanyol oyuncu, teklife açık olduğunu bildirdi ama olumlu yanıt alamadı. Millî takım ile ilk maçına 20 yaşındayken çıktı. İlk maçında antrenörü Iñaki Sáez'di. 21 kezİspanya U-19 ve İspanya U-21, 26 defa de İspanya A millî takım olmak üzere toplam 47 kez millî formayı giymiş, bu maçlarda 15 gol atmıştır. Lahor Lahor (Urduca: لاہور, Pencabi: لہور), Pakistan'ın kuzeydoğusunda Pencap Eyaleti'nin yönetim merkezi olan şehir. Pakistan'ın ikinci büyük kenti olup nüfusu (2011 tahmini ile) yaklaşık 11 milyona yakın dir. Kurulduğu bölge tarıma uygundur, ayrıca önemli bir dokuma kentidir. Lahor, bin yıl boyunca uzanan Zengin bir tarihe sahip olmakla beraber Pakistan'ın önemli bir kültür merkezidir. Dünyanın en yoğun nüfuslu şehirlerinden biri olan Lahor, ekonomik, politik, ulaşım, eğlence ve eğitim merkezi olmaya devam etmektedir. Filmografi Filmografi, herhangi bir oyuncu veya yönetmenin; oynadığı, yönettiği, yazdığı vb. tüm filmlerin listesi. "Filmografi" terimi, 1957'den beri kullanımdadır. Kefken, Kandıra Kefken, Kocaeli ilinin Kandıra ilçesine bağlı bir mahalledir. İzmit merkeze 55 km, Kandıra'ya 20 km uzaklıktadır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı vardır ancak sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Türkiye'nin en kalabalık şehirleri Türkiye'nin nüfusu 50.000'den fazla şehirleri 2009 yılı Tüik ADNKS'ya göre şu şekilde sıralanmaktadır: 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı yasayla, Büyükşehir belediye sınırları için yeni kıstaslar getirildi. Buna göre, büyükşehir olma koşulu nüfusun en az 750 000 olmasıdır. Aynı yasa nüfus yoğunluğu çok yüksek olan İstanbul ve Kocaeli (İzmit) illerinin tamamını büyükşehir sınırları içerisine almaktadır. Diğer Büyükşehirlerin sınırları için coğrafi ölçüm şartı getirilmiştir. Buna göre il sınıraları içinde olmak ve valilik binası merkez alınmak suretiyle, Nüfusu 2 000 000 dan fazla olan büyükşehirlerde 50 km çapındaki yerleşim yerleri, Nüfusu 1 000 000 - 2 000 000 arası olan büyükşehirlerde 30 km çapındaki yerleşim yerleri, Nüfusu 1 000 000 dan az olan büyükşehirlerde ise 20 km çapındaki yerleşim yerleri büyükşehire dahil edilmiştir. Kefken Adası Kefken Adası, Kocaeli ili sınırları içinde Cebeci sahilinin tam karşısında 10 dk mesafede bulunan Karadeniz adasıdır. Cenevizliler`den kalma kale surları mevcut olup, 40 civarında su kuyusu bulunmaktadır. Bu kuyuların Cenevizliler tarafından yağmur sularını biriktirmek için sarnıç amacıyla yapıl
mış olduğu tahmin edilmektedir. Rakı yapımında kullanılan anason ve ada sakinleri tarafından yabani kavun olarak isimlendirilen 25 cm yüksekliğinde bir bitki türü kendi kendine yetişmektedir. Defne ve incir ağacı ise karşılaşabileceğiniz türlerdendir. İpsiz Recep Emice'nin Kurtuluş savaşında karargâh olarak kullandığı ada kurtuluş savaşına katkı sunmuştur. Adada bulunan balıkçılık kooperatifi yaklaşık 75 tekneye sahip olup, balıkçılık hayli gelişmiştir. Aynı zamanda ada ve çevresi sualtı avcılarının gözdesidir. Adada Somon Balığı çiftliklerinin kurulması ile sualtı avcılığına rağbet azalmaktadır. Deniz Feneri 30 Kasım 1879 tarihinde inşa edilmiştir. Fener ışığı yaklaşık 13-17 mil uzaklıktan görülebilmekte ve Karadeniz`in doğu sahillerine gidip gelen gemilere yön vermektedir. Kefken Adası, aynı zamanda Giresun Adası (Aretias) ile birlikte Karadeniz Bölgesi'nde iskana elverişli iki adadan biridir. Adada denize girilebilecek pek çok koy olmasına rağmen turistik bir etkinlik ya da düzenli bir deniz ulaşımı yoktur. Devlet Mezarlığı Devlet Mezarlığı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanları ile Kurtuluş Savaşı sırasında en az tümen komutanlığı yapmış ve 1988 yılında Genelkurmay Başkanı'nın politik kriterlerine uyan (örnek: Sakallı Nurettin Paşa politik kriterlere uygun bulunmamıştır) 61 komutanın mezarlarının yer aldığı 1988 yılında hizmete açılmış "anıt-park" niteliğindeki mezarlıktır. Ankara’da, Atatürk Orman Çiftliği arazisi içinde yer alır. 536.000 metrekarelik alanda yer alan ve 356.000 metrekaresi yeşil alan olan park, halka açıktır. Millî Savunma Bakanlığı tarafından yönetilir. Türkiye'de, Devlet Mezarlığı'nın yaptırılması için 6 Kasım 1981 Tarihli ve 2549 Sayılı Kanun 11 Kasım 1981'de Resmî Gazete'de yayımlandı. Mezarlık için Millî Savunma Bakanlığı’nın 1982 yılında açtığı yarışma sonucu 42 proje arasından seçilen Y. Müh. Mimar Özgür Ecevit ile, Y. Ziraat Müh. Ekrem Gürenli’nin projesi uygulanmıştır. Bu projede İslam kültürüne uygun olarak gösterişli mezarlardan kaçınılmış, işlevsel olmayan anıtsal formlar kullanılmamış ve hüzünlü bir hava oluşmamasına dikkat edilmiştir. 30 Ağustos 1988 günü devlet töreni ile hizmete açılmıştır. 8 Kasım 2006 tarihinde TBMM'de yapılan yasal düzenleme ile başbakanların yanı sıra TBMM başkanlarının da ailelerinin talebi doğrultusunda Devlet Mezarlığı'na defnedilmesi sağlanmıştır.Bu şekilde cumhurbaşkanı ve kurmay komutanların dışında ilk defnedilen başbakan (11 Kasım 2006) Mustafa Bülent Ecevit'tir. Hala Devlet Mezarlığı'nda bulunan Ecevit için 'anıt mezar' yapılması ve buradan taşınılması planlanmaktadır. Park içinde, 19 Mayıs 1919’dan Cumhuriyetin kurulduğu güne kadar olan tarih döneminde ülke tarihi açısından önemli olaylar heykel ve simgelerle canlandırılmıştır. "Cumhuriyet Tarih Yolu" olarak adlandırılan bu alan, Türkiye’deki ilk büyük kapsamlı heykel düzenlemesidir. Bu düzenleme için 600ton Marmara mermeri kullanılmıştır. Mezarlık alanındaki heykeller, Prof.Dr.Rahmi Aksungur tarafından yapılmıştır. Heykel düzenlenmesinin uygulanmasında ayrıca şu heykel sanatçılarının emeği geçmiştir: Ayla Aksungur, Ömer Yavuz, Elvide Akdağ, Ulaş Korkmaz, Mustafa Yılmaz, Deniz Erol, Ferit Yazıcı. Cumhuriyet Tarih Yolu’ndaki ilk heykel, Atatürk’ün Samsun’a çıkışını ifade eden bir kayadır. Kayanın gölgesi, haritadaki Samsun limanının siluetini ortaya çıkarır. Kayadaki bir delik, gölgenin içinde bir ışık belirmesine neden olur. Özelikle 11:00-14:00 saatleri arasında bu ışık, Atatürk’ün profili olarak belirir. Böylece Atatürk’ün Samsun’a çıkışı toprağa düşen nur olarak canlandırılmıştır. 19 Mayıs bölümünden sonra "Kongreler Bölümü" yer alır. Bu bölümdeki iki basamak, Kongreler sonucu Meclis’in kurulmasını simgeler. Kongreler bölümünden sonraki "Savaşlar Bölümü"'nde 5 sütun yer alır. Sütunların üzerinde Nutuk’tan sözler vardır. Bölümün sonundaki heykel, Lozan Anlaşması’nı simgeler; sağda ve soldaki rölyeflerin her biri ise bir savaşı anlatmaktadır. En son heykel bölümünde "Cumhuriyet" tek bir soyut heykel ile sembolleştirilmiştir. Devlet Mezarlığı’nda yer alan müzede defnedilen Cumhurbaşkanları ve Kurtuluş Savaşı Komutanlarına ait eşyalar, resimler ve dergiler sergilenir. 1931 yılında Atatürk tarafından yaptırılan "Karadeniz Havuzu" adlı havuz, Devlet Mezarlığı inşaatı sırasında restore edilmiştir. Çevresi, dinlenme havuzu olarak kullanılmaktadır. Mezarlık alanı sınırlarındaki tören alanı üzerinde "otağ çadırı" formunda tasarlanmış bir yapı bulunur. "Simge" olarak adlandırılan sekizgen planlı bu yapı, tören alanını güneş ve yağmurdan korur. Simgenin altındaki "Anısal Duvar", mezarlıkta yatanların adlarından oluşmuş, bitmemiş bir duvar görünümündedir. Her yeni Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı için yeni bir taş konularak örülmesine devam edilmektedir. Böylece Cumhuriyet'in sürekliliği ifade edilir. Mezar alanlarına giden tören yolunun iki yanında İstiklal Savaşı’nı simgeleyen iki heykel grubu, Cumhurbaşkanları mezar alanı içinde cumhuriyetin gelişimini simgeleyen heykel ve 25 metre uzunluğundaki bayrak direği bulunur. Not of This Earth (Joe Satriani albümü) Not of This Earth, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin ilk özgün stüdyo albümüdür. Halit Karsıalan Halit Karsıalan veya Deli Halit Paşa (1883 - 14 Şubat 1925), Türk asker ve siyasetçi. I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi'nde başarılar göstermiş; Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında doğu cephesinde, Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından sonra batı cephesinde komutanlık yapmış bir askerdir. İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Ardahan milletvekili olarak katıldı. Bir tartışma sonrasında meclis koridorunda vurularak hayatını kaybetti. TBMM'de işlenen ilk cinayetin kurbanıdır. 1883 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Çerkes Ahmet Bey'dir. 1901 yılında girdiği Kara Harp Okulu'ndan 1903 yılında teğmen rütbesi ile mezun oldu. 1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Yemen'de görevlendirildi. Yüzbaşı rütbesine terfi etti. 1910 yılının Haziran ayında Trablusgarp Savaşı'na katıldı. 3 ay görev yaptı. Bu dönemde aynı cephede görev yaptığı "Kel Ali" lakaplı subay ile (Ali Çetinkaya) ile anlaşamadığı için Mustafa Kemal Bey ve Enver Bey'in ortak kararı ile görev yerleri değiştirilmek zorunda kalmıştı. Trablusgarp'taki görevinin ardından Balkan Savaşı'na katılmak üzere Çatalca'ya geçti. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Kafkasya Cephesi'nde görev aldı. Görevi, Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslara bırakılmış olan Kars, Ardahan ve Sarıkamış'ı geri almaktı. Dokuz günlük bir savaştan sonra 23 Aralık 1915 tarihinde Ardahan'a girmeyi başardı. Bu başarısından sonra binbaşı rütbesine, Çorum müfrezesi ile yaptığı hizmetlerden sonra Kaymakam rütbesine terfi etti. 10 Mayıs 1917 tarihinde Garbi Dersim Komutanlığına atandı; savaşın en önemli milis güçlerinden birisini kurdu; Dersimli süvari birlikleri ile Erzincan, Mamahatun ve Erzurum'u geri aldı. Kafkas İslam Ordusu'nun 3. Fırka Komutanı olarak Ahıska'yı kuşattı. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanması üzerine Ardahan, Kars ve Sarıkamış'ı tahliye ederek Tortum'a çekildi; İngilizlerin baskısı ile fırka komutanlığından alındı. Ali Rıza Paşa kabinesi kurulduğunda 9. Kafkas Fırkası Komutanlığı'na atandı. Ermenistan üzerine yapılan harekâttaki başarısı nedeniyle Miralay rütbesine terfi etti. Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra terhis edilmemiş olan ve Kâzım Karabekir Paşa komutasında bulunan 15. Kolordu'da görev yaptı. Bölgede Kafkas İslam Ordusu'ndan kalan kuvvetlerin bir savunma çekirdeği haline getirilmesini sağladı. Erzurum Kongresi'nde Trabzon delegelerinin Mustafa Kemal'e karşı çıkmalarını, aldığı yıldırma tedbirleriyle önledi. 1920 yılının sonlarında Kars ve Sarıkamış'ı, 1921'de de Ardahan'ı düşman işgallerinden kurtardı. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra ailesi bu nedenle "Karsıalan" soyadını aldı. Gümrü Antlaşması'ndan sonra Batı Cephesinde görev verildi. Sakarya Meydan Muharebesi'nde 12. Grup Komutanlığı yaptı. Bu sırada gösterdiği cesaretten ötürü ""'Deli"" lakabıyla anılmaya başlandı. Özellikle cephenin biraz gerisinde yüksekçe bir yere oturup tabancalarını dizlerine koyarak ""Geri çekileni vururum"" mesajı vermesi ve birkaç sefer geriye kaçan askerler üzerinde bunu bizzat uygulamasıyla ün yaptı. Büyük Taarruz'da Kocaeli Grubu komutanlığı yaptı ve yaptığı mezalimi ile ünlü Yunan 11. Tümenini, tümenin komutanı Tümgeneral Nikolaos Kladas ile beraber esir aldı. Büyük Taarruz'da Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Ardahan milletvekili olarak katıldı. 9 Şubat 1925 tarihinde meclis koridorunda, sırtından tabancayla vurularak yaralandı ve 14 Şubat 1925 tarihinde hayatını kaybetti. Öldürülmesi, TBMM’de gerçekleşen ilk cinayettir. Olayda, milletvekili Ali Çetinkaya ile arasında yaşanan bir arbede sonrasında patlayan bir silahla vuruldu. Paşayı kimin vurduğu kesin olarak anlaşılamadı. Ancak Ankara Savcılığı Halit Paşa’yı Ali Çetinkaya’nın vurduğu kanaatine vardı; bir nefs-i müdafaa halinde olduğunu kabul ederek bu olaydan dolayı kovuşturma yapılmaması kararı verdi Cenazesi, İstanbul'un Eyüp semtinde defnedildi. Mezarı 1988 yılında Ankara'daki Devlet Mezarlığı'na taşındı. Surfing with the Alien Surfing with the Alien, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin ikinci özgün stüdyo albümüdür. Albüme ismini veren şarkı ve albüm kapağındaki resim, Marvel Comics kahramanlarından Silver Surfer'den esinlenerek oluşturulmuştur. Türkiye'de Yahudilik Türkiye'deki Yahudilerin tarihi, yaklaşık olarak 2400 yılı kapsar. Türkiye Yahudileri, Türkiye'de yaşayan başlıca gayrimüslim cemaatlerden biridir. İspanya ve Portekiz'den kovulan Sefarad Yahudilerinin birçoğu, 15. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı. 20. yüzyılda özellikle İsrail Devleti'nin kurulmasından kaynaklanan dışa göçlere rağmen, günümüz Türkiye'sinde hâlâ küçük bir Yahudi toplumu yaşamaktadır. Ege Bölgesi eski kent kazılarında bulunan bazı kalıntılarda yörede MÖ 4. yüzyılda yaşamış Yahudilere ait bilgilere ve yerleşim bölgelerinin varlığına rast
lanmıştır. Tarihçi Jozef Flavius, ünlü düşünür Aristo'nun "... Ön Asya seyahatlerinde kendileriyle görüş alış verişinde bulunduğu Yahudilerle konuştuğunu... " yazar . Anadolu'nun değişik yörelerinde, Ege Bölgesinde (Sart, Afrodisias, Milet, Foça vs), Bursa ve Ankara civarında, Güney Doğu Bölgesinde eski çağ Yahudi yerleşim kalıntılarına rastlanmıştır. Ankara civarında bulunan bir bronz sütun üzerinde İmparator Augustus'un Ön Asya Yahudilerine tanıdığı haklar yazılı idi. Yahudi yazıtlarına göre Nuh'un gemisi, Ağrı Dağı'nın tepesine indi. Yeni Ahit’e göre, Anadolu’daki Yahudi nüfusu, bütün coğrafyaya dağılmıştı: Iconium (Konya) bir sinagoga sahipti (Acts 14:1) ve Efes’te de bir sinagog vardı (Acts 19:1). Galatlara Mektup’ta da Anadolu’da yaşayan Yahudilerin olduğu belirtilmiştir. Somut kanıtlara göre, İsa’dan önce 4. Yüzyılda, özellikle Manisa’da Yahudilerin olduğu bilinir. Sonraki dönemde, Roma ve Bizans İmparatorlukları, elle tutulur bir Yunanca-konuşan Yahudi nüfusuna sahipti Anadolu’daki topraklarında. Bu nüfus topluma iyi entegre olmuş olup, belirli yasal korumalara sahiptiler. Dönemin Yahudi nüfusu, Bizans İmparatorlarının, girişimlerine rağmen, din değiştirmedi . Bizans döneminde Anadolu’da yaşayan Yahudilerin durumları, tarihçiler tarafından hâlâ araştırılmakta. Bazı düşmanlık belirtilen kanıtlara rağmen, Bizans İmparatorluğu sınırlarında yaşayan Yahudilerin, Batı Avrupa’daki yahudilerden daha iyi durumda olduklarına inanılır. Osmanlı yönetimiyle ilk bağı olan, Bursa’daki ilk sinagog Etz Ha-Hayim (Hayat ağacı) 1324 yılında, Osmanlı yönetimine geçti. Sinagog günümüzde hâlâ kullanılmakta fakat Bursa’daki Yahudi nüfusu 140 civarına düştü . Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudilerin durumu, Sultan’ın keyfine kalmıştır. Örneğin, 3. Murat, gayrimüslimlerin boyun eğen ve sefillikle yaşayanlar olmasını istemiştir. Cami ve yüksek binaların yakınlarında yaşamamalarını ve kölelere sahip olmamalarını emretmiştir. Fakat diğer Sultanlar daha toleranslıydı . Türk yönetimi altında gerçekleşen ilk büyük olay, İmparatorun Konstantinopolis’i hükümranlığına katmasıydı. Sultan 2. Mehmed Konstantinopolis’i ele geçirdikten sonra, şehri bir karmaşa içinde buldu. 1204’te Haçlılar tarafından birçok kuşatma ve işgale maruz kalması ve 1347’deki Kara ölümle birlikte, şehir eski görkeminden kalan bir gölge gibiydi . Mehmed şehri başkent yapmak istediğinden, şehri tekrar yapılandırmaya karar verdi ve bunu gerçekleştirmek için İmparatorluğun her tarafından, Müslüman, Hristiyan ve Yahudilere yeni başkente gelmelerini emretti . Aylar içinde Balkanlar’dan (Romanyotlar) ve Anadolu’dan birçok Yahudi Konstantinopolis’e yerleşti. Şehrin toplam nüfusunun 10% u oluşturdular . Toplumun bu yeni üyelerinin birçok etkisi oldu toplumun gelişmesinde. Yerli Yahudi nüfusunun sayısı, 1421–1453 arası Osmanlı İmparatorluğuna göç eden Aşkenaz Yahudilerle arttı . Bu Aşkenaz Yahudiler arasında, Fransız kökenli, Almanya doğumlu, Haham İzak Sarfati (İbranice צרפתי – Sarfati, Fransız) da vardı (15). Sarfati, Edirne Baş Hahamı oldu ve Avrupa’daki Yahudilere mektup yazarak, Osmanlı İmparatorluğuna yerleşmeleri için davet etti. Mektubunda Osmanlı’da eksiklerin olmadığını belirtti ve “Müslümanların yönetimi altında yaşamak Hristiyanların kontrolü altında yaşamak iyi değil mi diye sordu . Yahudilerin Anadolu’ya göçlerinin en yoğun olduğu dönem, 2. Mehmet’ten sonra gelen 2. Beyazıt dönemi oldu (1481-1512). İspanya ve Portekiz’den kovulan Yahudiler, Sultan’ın gönderdiği resmî davetiyeyle büyük sayılarda İmparatorluğuna yerleştiler. 1492 yılında Yahudi-Türk ilişkilerinde kilit noktalardan biri yaşandı. İspanya’daki engizisyondan kaçan 150.000 Yahudi’nin birçoğu Osmanlı İmparatorluğuna yerleşti. Bu olay, şehrin nüfusunun yeniden yapılanması için önemliydi, çünkü Haçlılar döneminde ve Kara ölüm’den dolayı nüfus 70.000 civarındaydı. Sefarad Yahudilerin bir kısmı da Selanik şehrine yerleşti. Gelen Yahudiler Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok işine yaradı. Müslüman Türkler ticari girişimlerle pek ilgili değildi ve doğal olarak ticari işleri azınlık grupların ellerine bıraktı. Ayrıca Müslüman Türkler, Hristiyanlara pek güvenmediklerinden Musevileri tercih ettiler alış-verişlerinde . İspanyol Yahudiler, İmparatorluğun zengin şehirlerinde yaşama iznine sahipti. Daha çok, Avrupa şehirlerini (İstanbul, Saraybosna, Selanik gibi) Batı ve Kuzey Anadolu şehirlerini (Bursa, Aydın, Tokat ve Amasya) ve Akdeniz kıyılarındaki şehirleri (Kudüs, Şam ve Mısır) tercih ettiler. İzmir uzun bir süre boyunca İspanyol Yahudiler tarafından yerleşim yeri olarak kullanılmadı. Kudüs’teki Yahudi nüfusu 1488’de 70 aileden 16. Yüzyılın başında 1.500'e çıktı. Şam’da 500 ailelik bir cemaat vardı. İstanbul’da 30.000 Yahudi ve 44 sinagog vardı. Beyazıt Yahudilerin Haliç kıyısında yaşamalarına izin verdi. Mısır’ın Kahire şehri çok sayıda sürgün Yahudiye kapılarını açtı, bir süre sonra sonradan gelen Yahudiler yerel Yahudi nüfusunu geçti. Selanik'te Yahudilerin sayısı diğer milletlerden, dinlerden olan kişilerden ve hatta orijinal yerel halktan daha fazla oldu ve Selanik, Sefaradların merkezi haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındaki durumları her ne kadar abartılsa da , Yahudilerin toleransla yaşadıkları inkâr edilemez. Millet sisteminde, Yahudiler dinleriyle tanınan bir topluluk olarak, diğer milletlerle (Ortodoks Millet, Ermeni Millet, vs.) bir arada yaşadı. Yahudilerin iş edinmelerinde kısıtlamalar yoktu. Diğer gayrimüslimler gibi Yahudiler de haraç (vergi) vermek zorundaydı ve diğer gayrimüslimler gibi giyimlerinde, at sürmelerinde, orduya katılmalarında bazı kısıtlamalara tabiiydiler ama bu tür yasaklar ve kısıtlamalar zaman zaman göz ardı edilirdi . Klasik Osmanlı döneminde (1300-1600) Yahudiler, imparatorluğun diğer topluluklarıyla birlikte, belirli bir zenginlik içindeydi. Diğer Osmanlı unsurları göz önünde bulundurulduğunda, Yahudiler, ticaret, diplomasi ve diğer önemli kurumlarda güç sahibiydi. Araplar ve Yahudiler arasında pek fazla problem yoktu ama Yahudilerin kendi aralarında birlik problemi vardı. Osmanlı’ya birçok farklı yerden, kendilerine özel gelenek, fikir ve kültürlerini getirerek geldiler ve bu getirdiklerine inatçı bir şekilde bağlı kalıp farklı cemaatler kurdular. Türkiye’deki Yahudilerin tarihi, 18. ve 19. yüzyılda etkilerinin ve güçlerinin yitirildiği bir kronoloji haline geldi. Ticaretteki güçlü pozisyonlarını Yunanlara yitirdiler. 20. yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudilerin sayısı 200.000’e ulaştı (27). 1829-1913 tarihleri arasında yeni Hristiyan Balkan devletlerine kaybedilen toprakların, bu sayının üzerinde etkisi oldu. 20. yüzyıldaki Türkiye’nin problemli tarihi ve 1923 sonrası, İmparatorluktan, modern batılı ulus-devletine dönüşme dönemi, geriye kalan azınlıkların nüfusları üzerinde negatif bir etkiye neden oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı özerk iç örgütlü azınlık sistemi yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nde yer almamaktadır. Azınlık olsun veya olmasın, kişiler cemaat yoluyla değil, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin doğrudan devlete bağlıdırlar. Bu durum karşısında Yahudiler'in özerkliği kalmadığı gibi yasalar karşısında Yahudi Türk'le Müslüman Türk'ü ayırmak olanaksızlaşmıştır. Cumhuriyet'e geçiş döneminde doğan sancılı aşamalarda Türk Yahudileri ulusculuk anlayışının karşısında değil, yanında yer almıştır. Bu yeni kurulmuş devletin her alanını Türkleştirme çabaları, dil eksiği olan azınlıklar üzerinde zorluklar yaratmıştır. Araştırmacı Mücahit Düzgün'e göre bu Yahudiler'e karşı yapılmış bir yaptırım değil, devlet oluştururken gereken bir aşamadır. Dil eksikliği Yahudileri siyasi ve toplumsal yaşamda sekteye uğratacağından Yahudi aydınları Türkçenin Yahudi cemaatinde yayılması için çabalar gösterip dernekler kurdular. Yeni kurulan bu devlette Yahudilerde görülen bir özellik ise Atatürk'e bağlılıklarıdır. Bir Türk Yahudisi olan ünlü yazar ve siyasetçi Avram Galanti'nin yazılarından birinde şöyle der: Türk Yahudileri 1922-1923'teki savaşlarda hep Türk davasına sadık kaldılar. Yahudi aydınlardan Davit Fresko Yahudiler'in daha da iyi bir vatandaş olmalarına ve onları Türkiye'ye sadakatin devamına davet etmiştir: 1920'li yılların başında devletle Yahudiler arasındaki sevgi ve sadakat karşılıklı idi; Cenevre Yahudileri tarafından İsmet İnönü ve Türk heyeti şerefine düzenlenen bir şölende İnönü Türk Yahudilerinin yasa ve düzeni, çalışmayı, ilerlemeyi ve uyumu sevdiklerini söylüyordu. Lozan Anlaşması imzalanıp azınlıklara yeni haklar tanınınca, Yahudi cemaatleri bu gibi hakların Türk devletinin hakkaniyetine aykırı olacağına karar vermiştir ve bu haklardan vazgeçmiştir. Profesör Mişon Ventura ve Avukat Kalev Gabay meselenin hukuki yanlarını inceleyip bu kararı aldıktan sonra, Yahudilerin bu tutumunu İsmet Paşa'ya duyurmuştur. İsmet Paşa da bundan duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir. 1933 yılında, Nazi Almanyası, Aryan ırktan olmayan memurların zorunlu isten çıkarılmaları kanunu yürürlüğe koydu. Bu kanunla, Yahudi bilim insanları da işlerinden kovulmuş oldular. Albert Einstein’ın lider olduğu işsiz bilim insanları, İsviçre’de bir birlik oluşturdular. Birliğin sözcüsü, Profesör Schwartz, Türk Millî Eğitim Bakanıyla görüştü ve 34 Yahudi bilim insanına, özellikle İstanbul Üniversitesi olmak üzere, birkaç Türk üniversitesinde iş buldu . 1942 yılındaki Varlık Vergisi teoride bütün zengin Türkleri içerse de, etkisi en çok gayrimüslimler üzerinde oldu. Varlık Vergisi, Türkiye’deki gayrimüslimler arasında hâlâ büyük bir facia olarak bilinir ve Yahudi topluluğunun sayısı üzerinde zararlı bir etkiye sahip olmuştur. Birçok kişi vergiyi ödeyemedi ve çalışma kamplarına gönderildi. 30.000 civarında Yahudi göç etti . Verginin, azınlıkların ekonomik gücünü hedef aldığını ve bu bağlamda ırkçı olduğu düşünüldü . 1922-1927 yılları arasında, sadece basında olmak üzere beş yıl sürecek olan Yahudi aleyhtarı kampanyalar başladı. Bu durum Türk liderlerin Yahudiler lehine söylediği sözlerle dengeleniyordu. Ebuzziya Tevfik'in "Tasvir-i Efkar" Gazetesi'nde İzmir ha
hambaşısı Ribi Moşe ile yaptığı alaycı görüşme antisemit kampanyanın başlangıcı oldu. Bu kampanya İleri gazetesinin "Kanımızı Emenler" başyazısıyla Yahudileri ikiyüzlülükle suçlayarak devam etti. Hahambaşı vekili Ribi Becerano, o günlerin İstanbul Askerî Valisi Refet Paşa'yı ziyaret etti ve İleri Gazetesi'nin bir nüshasını vererek müdahalesini rica etti. Şubat 1923'te Karagöz mizah dergisinde Yahudiler alay konusu edilip aşağılayıcı bir terim olan "çıfıt" diye hitap ediliyordu. Edirne'nin Paşaeli gazetesi Müslümanları sömüren ve hile ile ticaret yapan Yahudilerden bahsediyordu. Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nde rejimin sağlamlaşması ile toplum da daha huzurlu olmaya başladı. 1927'ye kadar Yahudileri tehlike olarak gören basın bundan böyle azınlıkları zararsız görmeye başladı. Bu dönemde Yahudiler de yurttaşlık haklarından daha çok yararlanır oldular; örneğin: Türkiye, 1930lar ve 1940lar da, Nazi zulmünden kaçan Avrupalı Yahudilere geçit oldu . Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı döneminde nötr olarak kalmasına ve Alman Yahudilere vize yasağı konmasına rağmen, Türk diplomatlar (Necdet Kent, Namık Kemal Yolga, Selahattin Ülkümen ve Behiç Erkin), bireysel olarak, sıkı bir şekilde çalışıp, Yahudileri Holokost’tan kurtarmak için ellerinden geleni yaptılar . Stanford Shaw, Türkiye’nin 100.000 Yahudiyi kurtardığını iddia etmektedir . Tarihçi Rıfat Bali, Türkiye’nin 15.000 Yahudiyi kurtardığını iddia etmektedir ve İsrailli Balkanlar ve Orta Doğu Uzmanı Tuvia Friling ise Türkiye’nin 20.000 Yahudiyi kurtardığını belirtmiştir . Rıfat Bali’ye göre, Türkiye Struma gemisinin,bütün mürettebatı ve içinde bulunan Yahudilerle birlikte batmasından sorumludur. Sebebi, Yahudi mültecilerinde Türkiye sınırlarında karaya çıkmalarına izin verilmemesiydi . Rubenstein, konuyu bir adım öne alarak, İngilizlerin Türkler üzerinde baskı kurduklarını, bunun sebebinin de Filistin’e daha fazla Yahudi’nin gelmesini engellemek istekleri olduğunu belirtti . Avrupa'da her ülkede olduğu gibi antisemitizm ile birlikte faşizm dalgası yayıldı ve Türkiye'de de taraftar topladı. Bunun en somut örneklerinden bir tanesi 1934 Trakya Olayları'dır. Türkiye'de tek parti dönemine denk gelen bu süreçte büyük gazeteler Nazizm'e karşı çıkmalarına rağmen az da olsa bazı kişiler Nazizm'e sempatiyle baktılar. Türkiye'deki Nazi sempatizanlarının en önemlilerinden biri Cevat Rıfat Atilhan'dı. Turancı olan Atilhan Birinci Dünya Savaşı'nda Sina cephesinde yüzlerce Yahudi casusu yakalayıp onlarcasını kendi elleriyle astığını iddia etmiştir. "Anadolu'' dergisini çıkarıp antisemitizmi yaymaya çalıştı. Atilhan, birkaç aylığına misafiri olduğu Nazi Julius Streicher'den güç kullanma ve yıldırma teknikleri öğrendi. Naziler onu "Herr Major" diye çağırıyorlardı. İstanbul'da "Milli İnkılap" dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergi ile Türk tarihinde ilk defa bir yayın kuruluşu antisemit olduğunu kabul ediyor ve Yahudilerden reklam almayacağını açıklıyordu. Dergide Nihal Atsız gibi ünlü Pan-Türkçüler vardı. "Milli İnkılap" dergisinin birçok sayfası Türk Yahudileri'ne ayrılmıştı. "Haber" gazetesinden Vala Nurettin ve "Vakit" gazetesinden Mehmet Asım "Milli İnkılap"ı ve antisemitizmi yazılarında protesto edip, Yahudilerin Türk kültürüyle bütünleştirilmelerini ve hizmetlerinden faydalanılmasının gereğini savundular. Öte yandan Nihal Atsız "Orhun" dergisinde Yahudilere karşı bir ihtar yazısı yazdı: Bu tür antisemit yazıların önüne geçebilmek için Yahudi heyeti 23 Mayıs 1934'te Başbakana yardım isteme amaçlı bir dilekçe sundu. Dilekçe iki gün sonra Başbakan Müşaviri'nin eline geçti, sonra İçişleri Bakanlığı'na havale edildi, sırasıyla Emniyet Genel Müdürlüğü, Adalet Bakanlığı ve en son Matbuat Müdürlüğü'ne ulaştı; kısacası bürokrasiye takılıp kaldı. Aynı dönemde Mecburi İskân Yasası çıkarıldı. Bu yasa bazı halk kesimlerini göçe veya belli yerlerde oturmamaya zorunlu kılıyordu. Daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu için hazırlanmış bu yasa Trakya'lılar tarafından Yahudiler aleyhine kullanıldı. İsmet Paşa'nın adının arkasına sığınarak yapılan propagandada "Hükümet ve İsmet Paşa bütün Trakya Yahudilerinin İstanbul'a sürgünlerini istiyorlar" dendi. Çanakkale'de Yahudiler'e yapılan ekonomik boykotun dozu kaçınca fiziki saldırılara dönüştü. Yağma, dayak, ırza geçme, imzasız tehdit mektupları gönderme olayları oldu. Kırklareli'nin valisi bu sırada tatildeydi ve Çanakkale'de olanların aynısı bu şehirde de oldu. Kırklareli'den kaçan Yahudiler'in bir kısmı Edirne'ye varınca olayın ciddiyetini anlayan Edirneli Yahudiler de mallarını mülklerini bırakıp İstanbul'a kaçtılar. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Uzunköprü, Silivri, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu ve Lapseki'de olayların aynı gün içinde başlaması bu işin birkaç çapulcunun işi olmadığı anlamına geliyordu. Bu olaylardan sonra Trakya'daki Yahudi nüfusu azaldı, çoğunluğu İstanbul'a ve bir kısmı da yurtdışına kaçtı. 26 Ocak 1938 tarihli Ulus gazetesi'nde geçen haberde Celal Bayar'ın Yalova ziyaretinde söylediği sözler aktarılmıştır: 1940'ların başında Türkiye'ye yabancıların girmesine sınırlamalar getirilmesine rağmen Türkiye Yahudi mültecilerine kapılarını açık tuttu. 1942'de para değerini yitirip ekonomi zayıflayınca Varlık Vergisi yürürlüğe kondu. Bu durum Yahudileri derinden yaraladı ve bir kısmı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası ile çok iyi ilişkiler geliştiren Türkiye'de en çok Yahudiler paniğe kapıldı. Fakat Türkiye, II. Dünya Savaşında tarafsızlık kararı alınca Türk Yahudileri açısından durum biraz rahatladı. 1944 yılında ise Reich yıkılma eşiğine geldi. Bu durum Türkiye'nin Balkan Yahudiler'i için yaptığı yardımların açık ve kitlesel olmasına olanak sağladı. Avrupa'dan binlerce Yahudi kurtarıldı ve Filistin'e geçiş olanakları sağlandı. Daha önce din ve ırk şartı arayan Türk Harp Akademileri bu koşulları kaldırdığını açıklayınca iki Yahudi genci Harp okuluna başvurdu. Bu haber üzerine sevincini saklamayan Orhan Seyfi Orhon şunları söyledi: Trakya olayları ve Varlık vergisiyle sarsılan Yahudilerin devlete olan güveni, 1946'da yeni CHP'li Başbakan Recep Peker'in antisemitizm için "20. Yüzyılın yüz karasıdır!" demesi ile tekrar güçlenmeye başladı. 1947'de Urfa'nın Kendirli mahallesinde yaşayan 7 kişilik Yahudi ailesinin ölü bulunması neticesinde katliamdan Yahudi cemaati sorumlu tutuldu. Kentte yaşayan tüm Yahudi erkekler tutuklandı ve 3 yıl sonra salıverildi. Bu süre boyunca halk Yahudilere karşı boykot uyguladı. Olay sonrasında kentteki Yahudi nüfusu azalma gösterdi. 1948'de İsrail devletinin kurulmasıyla patlak veren 1948 Arap-İsrail Savaşı üzerine her ne kadar Türkiye hükümeti tarafsız kalmışsa da kamuoyu ve basın Arapların yanında yer aldı, Bomba, Dava, Davar mizah dergilerinin yanı sıra "Mücadele" ve "Milli İnkılap" gazeteleri İsrail ile Türk Yahudileri arasında fark gözetmeden savaşın gelişmesini gerçeklerden uzak tek taraflı ve Yahudileri alçaltıcı bir şekilde verdiler. Arap-İsrail savaşının sona ermesiyle dört bin Yahudi İsrail'e göç etti. Bunun üzerine Hasan Saka hükümeti Yahudilerin Türkiye'den çıkışını yasakladı fakat daha sonra bu yasak İsrail hariç olmak üzere kaldırıldı. Türk Yahudisi olan Dr. Eli Şaul, Demokrat İzmir gazetesinde İsrail'e göç eden Yahudilerin birer Türk propagandacısı olacağını ve Türkiye'nin bundan fayda göreceğini belirtti. 1949'da Şemsettin Günaltay İsrail'e direk geçiş yasağını kaldırdı. 20. yüzyılda Türkiye'de iki yüz bin Yahudi vardı, bu sayı 1950'lerde kırk bine düştü. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, İsrail’e göç Yahudiler arasında pek popüler değildi ve Filistin’e göç oldukça azdı . Göç, Yahudilere karşı düşmanlık belirtisi olarak görülen olaylarla artmaya başladı. Ayrımcılık, bu olayların başında yer aldı. 1934 yılındaki Trakya şiddet olayları, Filistin’e göçü oldukça artırdı. Tahminlere göre 1934 yılında 521, 1935 yılında 1445 Yahudi Türkiye’den Filistin’e göç etti . Varlık Vergisi, 1943- 1944 arasında 4000 Yahudi’nin Filistin’e göç etmesine sebep oldu . Türkiye’deki Yahudiler, İsrail Devleti’nin kurulmasını destekledi. 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla, Türkiye’den göç oldukça arttı. Bu göçler diğer zorunlu göçlerden farklıydı çünkü Yahudiler, kendi istekleri ile İsrail’e göçtüler. Kasım 1948’de İsrail’e göçlerde duraksama yaratıldı, çünkü Türkiye, Arapların baskısıyla göç hakkını kaldırdı. Fakat İsrail devleti Türkiye tarafından tanındığında, bu yasak kaldırıldı ve göçler devam etti. 1951 sonrasında, Türkiye’den göç azaldı fakat günümüze kadar hiç bitmedi. 1950’lerin ortasında, İsrail’e göç edenlerin %10’u Türkiye’ye geri döndü. Genel olarak, Türk Yahudiler, İsrail’deki diğer topluluklarla iyi bir şekilde kaynaştı , ama Türk kültürünü ve Türkiye ile bağlantılarını korudular. Bu kişiler aynı zamanda güçlü İsrail-Türkiye ilişkilerini savunurlar . 6-7 Eylül olayları her ne kadar Yunan’ları hedeflese de, İstanbul’un Yahudi ve Ermeni toplumları da bir ölçüde hedefe alındı. Zarar genelde mal varlıklarına oldu (Yahudi, Ermeni ve Rumlara ait 4000 dükkân ve 1000 ev yok edildi). Olaylar azınlıkları şoka uğrattı ve ülkenin her yanından 10.000 Yahudi Türkiye’yi terk etti . Dünya Yahudi Kongresi’ne göre, günümüzde 23.000 civarında Yahudi yaşamaktadır Türkiye’de . %95’i İstanbul’da yaşamakta, 2500 civarında Yahudi İzmir’de yaşamakta ve daha küçük gruplar olarak, Adana, Ankara, Bursa, Çanakkale, İskenderun ve Kırklareli’nde yaşamaktadır. Sefarad Yahudiler, Türkiye’deki Yahudilerin 96% sını oluşturmakta, geri kalanlar genelde Aşkenaz Yahudilerdir. Türk Yahudiler Hahambaşı tarafından yasal olarak temsil edilir. Rosh Bet Din ve üç Haham tarafından oluşan dini konsey, Rav İshak Haleva’ya yardımcı olurlar. Yahudi toplumunun laik işlerinden sorumlu 35 danışman vardır ve 14 kişiden oluşan komite ise günlük işlerle ilgilenir. 2001 yılında, 500. Yıl Vakfı, Türk Musevileri Müzesi’ni kurdu. 500. Yıl Vakfı, 1982 yılında 113 Yahudi ve Müslüman Türk vatandaşın kurduğu, Sefarad Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğuna gelişlerinin beş yüzüncü yılını anan bir
vakıftır . Osmanlı döneminde, Avrupa göz önünde bulundurulduğunda, popülist antisemitizm, oldukça nadirdi. 1948 yılında İsrail’in kurulmasıyla birlikte antisemitizmin arttığı görüldü. Şiddetin oldukça az ve nadir olmasına rağmen, antisemit his oldukça yaygındır. Antisemitizm, genelde kitaplarda, gazetelerde ve dergilerde görülür ve bunların çoğu genelde İslamcı kesimden çıkar. Tel Aviv Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, kitap ve dergilerdeki antisemitizmin, eğitimli insanların, İsrail ve Yahudiler hakkındaki fikirlerini negatif etkilediğini belirttiler . Yahudilere karşı gösterilen şiddet arasında, 2003 yılında bir Yahudi dişçinin Yahudi olduğundan dolayı biri tarafından öldürülmesi, 2009 yılında Yahudi öğrencilerin sözlü saldırıya uğramaları ve bir Yahudi askerin saldırıya uğraması vardır. İstanbul’daki Neve Şalom Sinagog’u üç defa saldırıya uğradı. İlk, 6 Eylül 1986’da Arap terörist 22 Yahudiye silahla saldırdı. Saldırıyı Filistinli militan Abu Nidal gerçekleştirdi . 1992 yılında Hizbullah bombalı saldırıda bulundu fakat kimse yaralanmadı . 15 Kasım 2003'te Bet İsrael Sinagogu ile Neve Şalom Sinagogu'na düzenlenen bombalı intihar saldırılarında yılında, saldırganlar dahil 28 kişi öldü ve 300'ün üzerinde kişi yaralandı. Türkiye’deki Yahudiler, nadiren gerçekleşen şiddete rağmen Türkiye’de güvende hissetmekteler. 2000’lerde artan antisemitizme rağmen, İsrail’e göç az sayıda gerçekleşti. 2008 yılında sadece 112 Yahudi göç etti ve 2009 yılında bu sayı sadece 250’ye çıktı. Buna rağmen, 2010 yılındaki Gazze Yardım Filosu’na yapılan müdahalelerle birlikte antisemitizm arttı ve daha açıkça bir şekilde gösterildi. Müslümanlar, Yahudi işyerlerinden herhangi bir şey almama kararı verdiler (özellikle tekstil ürünleri). İsrail’e göç arttı. 2010 Eylül’ünde 23.000’den 17.000’e düştü . Bu yıl, bazı bildirilere göre, Yahudilerin İsrail'e göç etmek istekleri %100 arttı . Kale alanı Kale alanı veya diğer adıyla altı pas, futbol sahasında ceza alanı içinde bulunan ve kaleye 5,5 metre (6 yard) uzaklıktaki çizginin içinde kalan bölgedir. Alanın boyutu 18,32 x 5,50 metredir. 6 yard, olduğu için altı pas adını almıştır. Kalecilerin, bu alan içinde dokunulmazlığı vardır. Yani bu alan içinde kaleciye, topa hamle sırasında temas yapılırsa, kalecinin dahil olduğu takım lehine serbest vuruşa hükmedilir. Jacques Lacan Jacques Marie Émile Lacan (d. 13 Nisan 1901 – ö. 9 Eylül 1981), "Freud'den bu yana en tartışmalı psikanalist" olarak anılan Fransız psikanalist ve psikiyatrdır. Asıl ve tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır. "Jacques Lacan" olarak bilinir. 13 Nisan 1901'de Paris’te doğmuş, 9 Eylül 1981 de aynı yerde ölmüştür. Tıp eğitimi aldıktan sonra, 1932'de "Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz" adlı doktora teziyle psikiyatr oldu. Daha sonraki çalışmaları da yine özellikle kuramsal-felsefi alanda yoğunlaşacak ve yeni bir "Freud okumasıyla" psikanalizi yeniden temellendirmeye yönelecektir. Lacan’ın genel teorik şeması ve argümanları anlaşılmakla birlikte, genelde sözlerinin oldukça karmaşık, belirsiz ve anlaşılması güç bir niteliğe sahip olduğu bilinir. Dolambaçlı ve çetrefil söz oyunları, eğretilemeler, anlaşılması ve yorumlanması güç göndermeler sürekli olarak bu dile hakimdir. Lacan "güç bir yazardır" bu bakımdan, ama Lacan’ın "yazmaktan" çok "konuşmuş" olduğunu da belirtmek gerekir. Onun yazıları daha çok öğrencileri ve izleyicilerinin tuttuğu notlar ve kayıtlardan oluşur. Konuşmaları, daha doğrusu seminerleriyle ünlüdür. Dönemin Fransız aydınları seminerlerinin sıkı bir takipçisi olmuşlardır. Başlıca çalışması Ecrits (Yazılar) 1966' da yayımlandı. Bu tarihi dönem, yapısalcılığın Fransa’da çok etkili ve güçlü olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla Lacan’ın konuşmaları dönemin aydınlarını derinden etkiledi ve sonrasında da sürekli yeniden yorumlandı. Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılık'tan postyapısalcılığa (Yapısalcılık ötesi) uzanan bir yol izler. Dolayısıyla Lacan, yalnızca önemli bir psikoanaliz kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dil bilim, antropoloji ve felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdigi formülasyonların ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini alır. 20. yüzyılın en tartışmalı kuramsal alanlarından birisi psikanalizdir. Daha Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin kuramsal statüsü sürekli sorunsallaştırılmış; psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimse bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği yani epistemolojik düzlemde nasıl ortaya konulabileceği her zaman tartışmalı olmuştur. Oysa psikanalizin bilinç ve bilinç dışına dair açıklamaları tüm bir felsefi tartışmanın ve özellikle bilgi üzerine yapılan tartışmaların yönünü değiştirmiştir. Ama bu statü konusu yine de tartışmalı olaya devam etmiş ve Freud'un ardılları psikanalizi bu sorunlardan ziyade daha çok "Benlik Psikolojisi" yönünde geliştirmeye yönelmiştir. Lacan'ın baslangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün değerlendirilmesi ve epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir. Freud, çalışmalarının genelinde bu kuramsal sorunları karşılamaya çalışır, özellikle başlangıç çalışmalarında bu yöntemsel arayışı görürüz. Ancak dönemin bilim anlayışı ve felsefe görüşü olarak pozitivizm - ampirizm düzleminden, önemli ayrımlar oluşturmasına rağmen tamamen çıkamaz. Yine de, özellikle epistemolojik anlamda Freud'un bilim olarak psikanalizi kuramsal olarak da temellendirmeye çalıştığını ve bunun için önemli adımlar attığı söylemek gerek. Lacan bu adımların takipçisi ve savunucusudur öncelikle. Lacan'ın, kendisini bir Freud savunucusu olarak ifade ettiği ve bunu özellikle Freud sonrası kuramsal adımlardan vazgeçen ya da onları yadsıyan "psikiyatri" eğilimine karşı ortaya koyduğu söylenebilir. "Benlik Psikolojisi" Lacan için kabul edilemez bir yöndür. Lacan İd - Ego - Süperego kuramından uzaktır, diyebiliriz. O, daha cok erken dönem denilebilecek Freud’la yani daha çok bilinç dışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile uğraşan Freud'la bağlantılıdır. Çünkü Lacan’a göre psikanaliz, bir bilim olarak "bilinç dışının" "bilimi"'dir. Psikanaliz bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını temellendirebilmelidir, yani nesnesini ayrımlayabilmelidir. Bu noktada Lacan pozitivizm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını kuramsal olarak temel alır ve Freud'u buna göre "yeniden okur". Buna göre, psikanalizin nesnesi (Freud'un da pek çok yerde işaret etmiş oldugu ama tamamen açık kılamadığı haliyle), bilinç dışı'dır. Bunun bir teorik nesne olduğunu belirtmek gerekir, ve burada ayrıca psikanalizi başka bilimlerden ayırmak üzere, bilinçd ışının, "özgün bir teorik nesne" olduğunu da belirtmek gerekir Lacan'a göre.Althusser'in Lacan üzerine erken yazılardan biri olan yazısında belirttiği gibi, bu Lacan'ın, onu yeni bir düzleme getirmek üzere "Freud'a dönüş hareketi" dir.(Bkz: Freud ve Lacan) Böylece, yani bu dönüş girişimiyle Freud ve dolayısıyla da psikanaliz, doğum zamanının sınırlarından ve sorunlarından çıkarılıp yeniden "doğru" bir şekilde değerlendirilebilecektir. Bunun anlamı, söz konusu "nesnenin" (Bilinç dışının) Biyoloji ya da Sosyoloji temelli yöntemlerle ya da kavramlarla incelenip açıklanamayacağıdır. Psikanaliz, bu noktada kuramsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkar ve dolayısıyla da bu noktadan itibaren kuramsal olarak temellendirilmelidir. Lacan'ın Freud'un kuramsal çalışmalarına yönelik kategorik ısrarı ve klasik psikiyatri geleneğini reddetmesi öncelikle bu noktaya ilişkindir. Lacan yapısalcılık üzerinden, özellikle ve belirgin olarak Yapısalcı Dil bilim üzerinden psikanalizi değerlendirmeye yönelir ve bu yönelimin ilk ortaya çıktığı yer "psikanalizin bir bilim olarak nasıl anlaşılması gerektigi" noktasıdır. Sonrasında "nesnesini" (bilinç dışını) ele alırken de aynı şekilde bu dil bilim modeli izlenmiştir. Bunun sonucunda, Lacan'ın Freud'u "yeniden okuması" geleneksel psikiyatriye göre çoğu zaman bir anti-psikiyatri olarak görünür. Lacan, "bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır" der. Bu formülasyon onun kuramsal çalışmasının ve psikanalizi yeniden yapılandırma girişiminin çok özlü bir ifadesidir. Kastedilen dil, Yapısalcı dil bilim 'in açıkladığı hâliyle "dil" 'dir. Dolayısıyla burada yapısalcı dil bilimin dili açıklayışına uygun bir yol izlendiği açıktır.Yapısalcı modele göre Dil'i ise kısaca şöyle anlatabiliriz: Dil, anlamları kendi ayrımlarıyla belirleyen ve anlam oluşturan "kendine özgü bir yapı ya da sistem" 'dir. Buna göre "anlam ayrımları" yalnızca dil yapısı ya da sistemi içindeki ögelerin dağılımı ve rolleriyle belirlenir. Yani, dil bir göstergeler sistemi'dir ve dışsal bir gönderimi yoktur. Lacan bunu psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, Bilinç dışı'nın tıpkı Dil gibi kendine "özgü bir yapı ya da sistem" olduğudur. Bilinç dışının dış dünya ile özsel bir bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-ögeleri ile belirleyen bir çeşit göstergeler dizgesi söz konusudur burada. Althusser'in belirtmiş olduğu gibi, Dil; toplumsallığı, kültürü ve dolaysıyla da bunları ifade eden yasa ve yasakları taşır. Dolayısıyla dil aracılığıyla, yani simgesel sistem aracılığıyla kültürel düzene dâhil olan insan yavrusu, daha farkında olmadığı ve hiçbir şeye karar veremediği bir evrede, bu düzen (Simgesellik) tarafından biçimlendirilecek, onun en temel değer yargılarını ve unsurlarını içselleştirecek ve bu yolla insan olmaklığa adım atacaktır. Dilin "simgesel sistemine" geçiş, burada "kültürel düzene geçmekle" aynı anlama gelmektedir. Biyolojik bir canlı olmaktan düşünebilen bir canlı olmaya doğru "bu" geçişte, birey-özne kültürel bir kod olarak kodlanmış olur. Özne, Dil dolayımıyla böylece kendini simgesel düzende bir gösteren olarak işaret edilmiş olarak bulur ve öznelliğini de zaten bu şekilde kazanır. Bu andan itibaren birey-özne bir "simge olarak" simge düzenin bir parçası ya da ögesidir. "Dil, bu bağlamda öznenin gerç
eklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler". Dil dolayımıyla Kültür'e giriş, bilinç dışının oluşumunu ve öznelliğin kuruluşunu ifade eder. Bu, Oidipus Karmaşası'dan geçerek mümkün olmaktadır. Lacan’a göre dil ile belirlenme, yani kültüre girişin simgesel kodlarının edinimi Oidipus evresiyle aynı sırada ve düzlemde gerçekleşir. Bu geçişin gerçekleştiği yer ise aile'dir.Artık bu bağlamda ailenin bir "aile" olarak düşünülmesi anlamlı olmaz; kültürel yapının taşıyıcısı ve birey düzeyinde oluşturucusudur, yani simgesel düzenin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesi zeminidir. "Çocuk, aile aracılığıyla Dil dolayımından geçerek kültürel düzene girer". Şu halde belli başlı kültürel söylemlerin, ideolojik yapıların salt birer düşünsel tasarım ya da projeler olarak değil, dil ile taşınan ve aile aracılığıyla uyarlanan, "maddi yapılar" olduğunu belirlemek mümkündür. Althusser’in oluşturmaya çalıştığı ideoloji teorisi Lacan’ın bu yönde ki açıklamalarından özellikle beslenir. Çünkü burada anlaşıldığı gibi, dil dolayımında bilinç dışının oluşumunun açıklanması hem bir özne teorisine kapı açmakta hem de bu zeminde "ideolojinin yeniden düşünülmesine" yeni bir olanak yaratmaktadır. Bu bağlamlarda yapısalcı antropoloji'nin yerine de işaret edilebilir: Levi-Strauss'un, en basit biçimleri akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıları açıklarken göstermiş oldugu gibi, kültürel ögelerin, dilsel ögelerin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesine tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Ayrıca, bu kültürel ögeler de dilin düzeninde (Dil'de) tanımlanmıştır ve bir kültür eski kuşaklardan yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne hâlini alır. Söylemin belirleyici boyutu buradan ileri gelmektedir. Su halde "dil'e giriş" "kültüre giriştir" ve aynı zamanda, bu süreç, Lacan'ın analizinde, bilinç dışının oluşumunun ve işlevinin açıklanmasını verir. Lacan'ın Freud'un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu formülasyonlardan birisidir Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle Oidipus Kompleksi. Bu Lacanci psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak belirir. Oidipus karmaşası, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir; "Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz" Lacan’a göre. Ancak bu "doğal bir karmaşa" değil, simgesel bir karmaşadır. Simgesel yapının devreye girmesiyle insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri açıklar.Örnegin; burada da "gerçek bir babadan" söz edilip edilmediği önemli değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel baba işlevidir, ki bunun tanımı Babanın Adı olarak belirtilir. Böylece simgesel düzene giren çocuk, kendi kültürel konumunu bu "simgesel adı" tanımakla edinmeye başlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, "Oidipal Yasa'nın özünde simgesel bir yasa" olmasıdır. Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçiş öznenin kuruluş sürecidir. İnsan yavrusu, böylece "kendi bütünsel gerçekliğinden" koparılarak "simgesel gerçekliğin" alanı içinde insan olma yoluna girer. Bu sırada, Oidipus yasası gerçek gerçeklik ile kişinin kendi arasında ve daha da öte "kişinin kendi gerçekliği ile gerceklik düşüncesi arasında" bir yarılmaya / bölünmeye yol açar. Çünkü kendini Kültürel Düzenin simgeleriyle düşünen özne, bu anda kendine yabancılaşmakta, kendine ve çevresine dair bakışı "dolayımlanarak" mesafelenmektedir. Simgenin anlamı burada açıktır; "dolayımsız ikili ilişkinin (anne-çocuk) arasına giren üçüncü bir ögedir" burada "simge". İnsan yavrusu, bu simgeyi kullanmakla kendini ötekinden ayırma imkânı edinir, ancak bu imkânın kendisi, kendini bir zorunluluk olarak kabul ettirir. Yani bir Yasa olarak. İşte, bu noktada simgesel düzenin başlıca yasasını "Babanın Adı" olarak ortaya çıkar. "Baba", burada simgesel olarak Fallus’a sahip olan yetkeyi temsil eder. Fallus, cinsel organ anlamında değil simgesel yasanın yetkesini temsil etme anlamındadır.Fallus’a sahip olan Babanın Adı’dır ve çocuk bu adı "tanıyarak" kültürün ve dilin dünyasına girer ve özne olarak o dünyaya tâbi olur. Açıktır ki Hadım Edilme Korkusu denilen süreçte aynı şekilde simgesel bir süreçtir. Lacan’a göre, Oidipus karmaşasıyla simgesel düzene dâhil olmak, daha önce, Dil dolayımıyla belirtilmiş olan iki temel noktanın geçekleştirilmesi anlamına gelir. Oidipus karmaşası olarak belirtilen karmaşa ya da Yasa, anne ile çocuğun doğal ilişkisinin yasaklanması ve bu yasakla doğan bilinç dışı arzunun Babanın Adı'yla yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesiyle çözülür. İnsan yavrusu böylece toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur.Özetle, kültürel düzene girişin anahtarı bu kökensel bastırmayla söz konusu olmaktadır. Lacan’ın teorik psikanalizinin ana kavramlarından başlıcaları İmgesel, Simgesel ve Gerçeklik olarak belirtilebilir. Biyolojik bir varlık olan insan yavrusunun "insan olmaklığa", yani "kültürel bir özne olmaya" giden yolu açıklarken Lacan bu kavramları değerlendirir. Ego ve onun yaşam dünyası başlangıçta "İmgesel" alana aittir. Daha doğal olandan kopulmamış olunan bir evredir bu. Daha sonra Babanın Adı'nın devreye girmesiyle, yani Simgesel yapı ile imgesel olan bastırılır. Simgesel burada, Kültürel Düzen'in simge sistemini ifade eder. Bilinç dışı bunun sonucu oluşur. "Gerçeklik" ( "gerçek gerçeklik" bu anlamda, simgeselin kurduğu gerçeklikten ayrı olarak Simgeselin ötesinde kalır. Gerçeklik, Simgesel bastırmanın sonucunda Uçurum'un ötesinde kalmış olan "eksiklik yeri/ya da noktası" olarak ifade edilir. Bu bağlamda Simgesel’den Gerçeklik’e bir köprü ya da bağlantı noktası yoktur. Gerçeklik, Bilinç dışı Arzu'nun ötesinde kalmıştır. Gerçeklik’e asla ulaşamayacak olunması nedeniyle Bilinç dışı Arzunun "doyurulması" olanaklı olamaz. Arzu, bu anlamda asla ulaşılamayacak ve tamamlanamayacak olan kökensel bastırmadan kaynaklanan "eksiklik yeri"'dir. İçgüdüler, Lacan'ın anladğı anlamda, doğuştan gelen biyolojik ihtiyaçlardır.Bunlar anne tarafından doyurulur, ancak bu "dolaysız doyum ilişkisine" belli bir noktada Simgesel Yasa ile müdahale edilir ve doğal içgüdülere bu andan itibaren Cinsel Kimlik anlamı verilmiş olunur. Simgesel sistemin devreye girmesi, yani Babanın Yasası'nın ortaya çıkmasıdır söz konusu olan. Cinsel Yasak’ın işletilmesiyle, "kendinde hiçbir anlamı olmayan biyolojik bir içgüdü cinsellik adını alır" ve böylece biyolojik içgüdüler cinsellik olarak anlaşılmaya başlanır. Böylece içgüdüler bilinç dışı arzular olarak yerleşir.Bu, Lacan’ın değisiyle, "insanlaştırıcı kastrasyon"dur. (Kastrasyon: Hadamet, hadım etme.)İnsan yavrusunu "biyolojik bir canlı" olmaktan "kültürel bir özne olmaya" dönüştüren bu kastrasyon'dur. Lacan Gustave Courbet'in kışkırtıcı tablosu L'Origine du monde (Dünyanın Kökeni) isimli tablosunun son sahibidir. Üvey kardeşine, ressam André Masson, tablonun sürrealist bir varyantını yaptırtmıştır. Tablo Lacan'ın ölümünden sonra mirasçıları tarafından, Lacan'ın büyük miktarda vergi borcu nedeniyle, Fransız Devletine verilmiştir. Tablo şu anda Musée d'Orsay'dedir. Rahmi Aksungur Rahmi Aksungur, (d. 4 Şubat 1955) Türk heykeltıraş, akademisyendir. 2006-2010 yıllarında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi rektörü olarak görev yapmıştır. 4 Şubat 1955 günü İzmir'de doğdu. Orta öğrenimini 1967-1973 yılları arasında İzmir Batı Koleji'nde tamamladıktan sonra, 1973-1979 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'nde eğitim gördü. Ali Teoman Germaner, Özer Kabaş, Altan Gürman, Şadi Çalık, Hüseyin Gezer ve Tamer Başoğlu'nun öğrencisi oldu. 1979 yılında diploma projesiyle "Üstün Başarı Ödülü"ne layık görülerek mezun oldu. Aynı kurumda 1982'de asistan oldu, 1983'te sanatta yeterlik çalışmasını tamamladı. 2000'de profesör unvanını aldı 2001 yılında "Cumhuriyet Tarihi Düzenlemesi Sanat Eserleri Yarışması"'nda birincilik ödülü alarak Ankara'daki Devlet Mezarlığı'nda projesini uygulamıştır. Bu heykel projesi aynı alanda gerçekleştirilen, Türkiye'deki ilk büyük kapsamlı heykel düzenlemesi olma özelliğini taşır. 2002-2006 yılları arasında Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı görevinde bulundu; 2006-2010 yıllarında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi rektörü olarak görevini sürdürdü ve İstanbul'da yaşamaktadır. Ünlü heykeltıraş şu anda, 2010 yılında Atatürk Harp Oyunları ve Kültür Merkezi'nin girişine dikilecek olan Mareşal kıyafetli Atatürk heykeli üzerinde çalışmaktadır Voyvodina Voyvodina, Güneydoğu Avrupa'da, Sırbistan devleti sınırları içinde kalan ve denize çıkışı olmayan ve Macaristan, Hırvatistan ve Romanya'yla komşu olan, özerk bir bölgedir. Eski Yugoslavya 6 devlet ve 2 özerk bölgeden oluşuyordu. Bu özerk bölgelerden biri de Voyvodina'dır. Voyvodina, kuzeyde Macaristan, doğuda Romanya ve batıda Hırvatistan ile çevrilidir. Başkenti Novi Sad'dır. Sırbistan-Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya'da da özerk konumunu sürdürmüştür. Karadağ'ın ayrılmasından sonra Sırbistan Cumhuriyeti altında özerk konumunu korumaktadır. Nüfusu 2.000.000'dur. Voyvodina 7 ilçeye (Sırpça "okrug") ve 46 kente (belediye) ayrılmıştır. İlçeler: Voyvodinanın en büyük kentleri (nüfusuna göre): Hızlı moda Hızlı moda ("fast fashion"), en yeni, en son moda ürünleri, uygun fiyatlarla, alışveriş özgürlüğü ve heyecanı yaratacak tarzda şık mağazalarda müşteriyle buluşturmaktır. Bütün dünya gibi Türkiye de bu global fast fashion akımından oldukça etkilenmiş, hazır giyim pazarı yabancı fast fashion perakendecilerin istilasına uğramış durumdadır. Avrupa'nın en büyük moda firması olan Marks&Spencer bile, İngiltere ve Avrupa hazır giyim pazarındaki pazar payını H&M, GAP ve Zara gibi yabancı fast fashion zincirlere kaptırmaya devam etmektedir. Mintel'in en son araştırma sonuçlarına göre, 2002 yılı rakamlarına göre avrupa'nın en büyük hazır giyim şirketleri şu şekilde sıralanmaktadır: 1998-2002 yılları arası
ndaki büyüme miktarlarına bakıldığında %146 ile dünyanın en hızlı büyüyen moda firması İspanyol Zara olmuş, bunu %103 ile yine İspanyol Mango ve %91 ile İsveç firması H&M izlemiştir. Diğer taraftan M&S ve C&A pek çok Avrupa ülkesinden çekilmiş, aynı dönem içerisinde C&A %5 küçülmüştür. Bugün, müşterinin nabzını her an elinde tutan, doğru ürünü, doğru zamanda, doğru fiyatta, doğru pazara sunan firmalar başarılı olmakta ve hızla büyümektedir. Her geçen gün tüketiciler daha da bilinçlenmekte, onları tatmin etmek daha da zorlaşmaktadır. Artık son kullanıcılar, giyim ve tekstil ürünlerinden daha yüksek kalite ve daha fazla görsel ve fonksiyonel performanslar talep eder hale gelmişlerdir. Tüketiciler her geçen gün moda ürünlerinde daha fazla çeşit ve alternatif aramaktadırlar. Bu durum üreticileri ve perakendecileri, bir taraftan model başına üretilecek sipariş miktarlarını düşürmeye, diğer taraftan model sayısının/çeşitliliğinin arttırılmasına itmektedir. Jan Nahum Jan Nahum (d. 17 Ocak 1950, Ankara) Türk iş adamı ve sanayici. Otomotiv, dizayn, endüstri mühendisliği ve enerji alanlarında uzman bir iş adamıdır. 1950 yılında Ankara'da doğdu. Koç Holding'in ortaklarından Bernard Nahum'un oğludur. İstanbul'da Robert Kolej'de lise öğrenimini tamamladıktan sonra Londra'da Royal College of Art'ta Otomotiv Dizayn bölümünde yüksek öğrenim gördü. İş hayatına 1973 yılında Otosan'da proje mühendisi olarak başladı. 1975-1984 yıllarında Koç Holding'in Ar-Ge Merkezi'nde bölüm dizayn başkanı ve koordinatörü olarak görev aldı. 1975-1977 yılları arasında 203 adet üretilen ""Anadol Böcek""'i tasarladı. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi tarafından ""Endüstriyel Tasarım"" ödülüne layık görülen ""Anadol Çağdaş"" adlı modeli tasarladı ancak araç üretime geçemedi. 1984 yılından itibaren on yıl boyunca Otokar'ın genel müdürlüğünü üstlendi ve firmanın Land Rover ve zırhlı araç üretimi ile savunma sanayinde faaliyet göstermesine ön ayak oldu. Ardından üç yıl Tofaş firmasında genel müdürlük yaptı ve Doblo projesi ile şirketin ar-ge faaliyetlerine geçişine önayak oldu. 1998-2002 yılları arasında da şirketin murahhas azası oldu. 2004 yılına kadar Tofaş'ın yönetim kurulu başkan yardımcılığı ve FIAT S.P.A.'nın uluslararası iş geliştirme bölüm başkanlığı görevlerini eş zamanlı olarak sürdürdü. 2004'te Kıraça Holding bünyesinde faaliyet gösteren Karsan Otomotiv'in yönetim kurulu üyesi oldu. 2005-2007 yılları arasında Petrol Ofisi'nin genel müdürlüğünü yürüttü. Petrol Ofisi'nin genel müdürlüğünü yaptığı sırada Formula 1 yarışlarının Türkiye'de yapılmasına öncülük etti. 2005 yılında otomotiv, yenilenebilir enerji, gelişen teknolojiler ve çevre sektörlerinde çalışan aile firması Hexagon Danışmanlık ve Ticaret A.Ş.’nin kuruluşuna öncülük etti. Hexagon Danışmanlık ve Ticaret A.Ş.'nin yönetim kurulu başkanı olan Naum, 2008 yılı itibarıyla Karsan'ın murahhas azası görevini de sürdürmektedir. Gila Benmayor Gila Benmayor (d. 1953, İstanbul) İstanbul Üniversitesi İngiliz dili ve edebiyatı, ardından da gazetecilik eğitimi aldı. Halen gazeteci ve köşe yazarı olarak Hürriyet Gazetesi'nde yazmaktadır. Sosyal liberalizm Sosyal liberalizm, modern liberalizm veya reform liberalizmi olarak da bilinir, bireysel özgürlük ve sosyal adalet arasında denge kurmayı amaçlayan politik bir ideolojidir. Klasik liberalizm gibi piyasa ekonomisi, sivil ve siyasi hak ile özgürlüklerin genişlemesini onaylaması bakımıyla uyuşur ancak bunlara ek olarak hükümetin meşru rolünün yoksulluk, sağlık ve eğitim gibi ekonomik ve sosyal konuları da içerdiği fikrini barındırır. Sosyal liberalizmde toplumun iyiliği bireyin özgürlüğü ile uyumlu görülür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal liberal fikirler dünyanın birçok ülkesinde benimsenmiştir. Sosyal liberal düşünceler ile partiler merkez veya merkez sol olarak kabul edilir. Modern liberaller refah anlayışını, fırsat eşitliği temelinde savunmuşlardır. Birey ve gruplar, mevcut sosyal koşullardan dolayı zarara uğruyorlarsa, devletin bu zararları azaltmak ya da ortadan kaldırmak için üstlenmesi gereken sosyal sorumlulukları vardır. Yurttaşlar, konut edinme, eğitim ve çalışma hakkı gibi çeşitli refah ve sosyal haklara sahiptir. Sosyal liberallere göre devletin ekonominin yönetiminden, en azından regüle edilmesinden sorumlu olması gerekmektedir. Terim, politik ve ekonomik fikirleri birkaç asır boyunca Büyük Bunalıma dek egemenliğini korumuş klasik liberalizmden farklılaşmayı belirtme amacıyla kullanılır. 20. yüzyılın sonuna doğru sosyal liberalizme karşı tepki, parasalcı ekonomi politikaları ve devlet hizmetlerinin sunumunun azalmasına yol açan, sıklıkla neoliberalizm adıyla anılan ekol tarafından gösterildi. Bununla birlikte bu tepki klasik liberalizme dönüşle sonuçlanmadı. Hükümetler sosyal hizmetleri sunmaya devam etti ve ekonomi politikası üzerindeki kontrolünü korudu. 19. yüzyılın sonuna doğru klasik liberalizmin ilkeleri ekonomik büyümede düşüşler, artan yoksulluk bilinci, modern sanayi kentleri içindeki işsizlik ve örgütlü emeğin ajitasyonu sonucunda sorgulanmaya başlandı. Sanayileşme ve laissez faire kapitalizminin yarattığı değişikliklere karşı önemli bir politik tepki sosyal dengede hakkında kaygılanan muhafazakarlar tarafından gelmesine rağmen sonradan sosyalizm, değişim ve reform için daha önemli bir güce dönüştü. Charles Dickens, Thomas Carlyle ve Matthew Arnold gibi Kimi Viktorya dönemi yazarları sosyal adaletsizliğin erken etkili eleştirmenleri oldu. John Stuart Mill, klasik liberalizmin elementlerini sonunda yeni liberalizm adıyla tanınacak şeyle kombinleyerek liberal düşünceye muazzam katkı sağladı. Yeni liberaller bu zor koşullarla yüzleşmek için liberalizmin eksi dilini uyarlamaya çalıştı, onlar mevcut sorunların sadece devletin daha geniş ve müdahaleci anlayışı ile çözülebileceğine inanıyordu. İngiliz filozof T. H. Green'in 19. yüzyılın sonuna doğru yaptığı çalışmalar doğrultusunda liberalizmi yeniden formüllemeye çalıştı. Green klasik liberalizm tarafından savunulan denetimsiz kar arayışının, yeni adaletsizlik ve yoksulluk formları oluşturduğunu düşünüyordu. Green'e göre bireyler salt bireysel değil, sosyal sorumluluklar da taşımaktaydı. Negatif özgürlük sadece birey üzerindeki dışsal sınırlamaları kaldırır ve bu da bireye tercih özgürlüğü sağlar, kârını azamileştirme misyonuyla devinen iş dünyası düşünüldüğünde negatif özgürlük, mümkün olan en düşük ücretle emeğin satın alınması becerisini haklılaştırdığından dolayı ekonomik özgürlük sömürüye yol açabilir. Green iş sözleşmelerinin eşit veya özgür bireyler arasında yapılmadığını savlar. İşçilerin tek alternatifleri sefalet veya açlıktan ölmek olduğu için işi kabul etmek zorundayken işverenler çok sayıdaki işçi arasından işlerine yarayan işçileri seçme ayrıcalığını deneyimler. Bundan dolayı ona göre piyasadaki tercih özgürlüğü bireysel özgürlük için yeterli bir kavramlaştırma değildir. Green'den sonra gelen L. T. Hobhouse ve John A. Hobson, sosyal ve siyasal felsefeleri bakımından Green'in görüşlerini izlemledi. Yeni liberaller klasik liberalizm ve laissez-faire anlayışına karşı devletin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşama müdahalesini lehine tavır sergiledi. Onlar bireysel özgürlüğü sadece olumlu sosyal ve ekonomik koşulların varlığı ile mümkün olabileceğini düşünüyordu. Yoksulluk, sefalet ve cehalet içinde yaşayan birçok insan özgürlük ve bireysel gelişmeyi olanaksız kılmaktaydı. Yeni liberaller bu koşulların sadece güçlü, refah odaklı ve müdahaleci devlet tarafından koordine edilen kolektif eylem yoluyla iyileştirilebileceğini düşünüyordu. En önemli endişeleriyse bireysel özgürlükle devlet müdahalesinin bağdaştırılmasıydı. Hobhouse'a göre, işbirliği ve organizasyon düşüncesinden hareket eden sosyalizm ile bireysellik düşüncesini esas alan liberalizm karşıt olmaktan çok birbirini tamamlayan idealleri temsil ediyordu. Hobson da sınırlı bir kolektivist uygulamanın zamanla refahı artıracağını ve böylece devlet müdahalesine ihtiyacı azaltacağını düşünüyordu. 20. yüzyıl düşünürlerinden Berlin pozitif özgürlük anlayışının kapsayıcı bir siyasi ilke haline getirilmesi durumunda totaliter bir potansiyel taşıdığına da dikkat çeker. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı'da egemen siyasi paradigma olan sosyal liberalizmin temelleri böyle atıldı. Avrupa'da, 1970 sonlarına kadar hâkim olan 'sosyal demokrat uzlaşma'nın özünde yatan Marksist etkinin dışındaki en önemli fikir sosyal liberalizmdir. Sosyal liberalizm, Marksist olmayan çağdaş İngiliz solunda da en az Fabianizm kadar etkili olmuştur. 20. yüzyıl boyunca liberal partiler ve hükümetler genellikle sosyal refah davasını kuvvetle savunmuşlardır. İngiltere'de refah devletinin temelleri, birinci dünya savaşından önce Asquith liberal hükümeti tarafından atılmıştı. Bu hükümet, yaşlılık aylığı ve sınırlı da olsa bir sağlık ve işsizlik sigortası sistemini uygulamaya koymuştu. İngiliz refah devleti uygulamaları, modern liberallerden William Beveride tarafından kaleme alının 1942 Beveridge Raporuna göre ikinci dünya savaşından sonra daha da genişletilmiştir. Bu uygulama, tüm yurttaşlara kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi oluşturmayı taahhüt ediyordu. ABD'de ise liberal refahçı anlayış 1930'larda F. D. Roosevelt'in yönetimi altında geliştirilmiştir. Roosevelt'in Yeni Düzen politikası çerçevesinde işsizlik, yaşlılar, çocuklar, dullar ve körler için kamusal yardım uygulamaya konmuştur. Onun politikaları ölümünden sonra da devam etmiştir. 1960'larda John Kennedy'nin yeni sınır siyasaları ve Lyndon Jonson'un Büyük Toplum programı çerçevesinde en üst düzeye ulaşmıştır. Bu liste genellikle sosyal liberalizmin evrimine önemli katkılar sağlamış kimi önemli akademisyen ve politikacıları sunar. Dört Yüce Gerçek Dört Yüce Gerçek, (Pali: cattāri ariyasāccani, Sanskritçe: catvāri āryasatyāni, चत्वारि आर्यसत्यानि), Gotama Buda’nın aydınlanmaya ulaştıktan sonra öğrettiği ilk öğretidir. Tüm Budist öğretinin temelini oluşturan bir anlayışı ifade eder. Dört Yüce Gerçek öğretisi Pali Derlemesi'nde Samyutta Nikaya y
azmaları içerisinde yer almaktadır. Bu dört gerçek şunlardır: "Dört Yüce Gerçek" en temel Budist öğretilerden biridir; Theravada okulunda dört yüce gerçeğin öğretilmesi için Dhamma Cakka Pavattana Sutta (Dharma Çarkını Döndürme Üstüne Vaaz) kullanılırken, Mahayana ve Vajrayana okullarında Abhisamayalamkara gibi Mahayana metinlerinden yararlanılmıştır. Dolayısıyla yorumlarında küçük farklılıklar bulunsa da, tüm okullar için kritik öneme sahip bir öğretidir. Pali Derlemesinde yaşamın tüm evrelerinde acıların var olduğu görüşü yer almaktadır:"Doğum acıdır, yaşlanmak acıdır, hastalık acıdır; ölüm acıdır; hoşlanmadığın ile bir araya gelmek acıdır; hoşlandığından uzak kalmak acıdır; istediğine ulaşamamak acıdır; kısaca, beş olgulara bağlanmak acıdır.""Dukkha kelimesinin farklı kaynaklarda “acı”, "ızdırap", "endişe", "rahatsızlık" veya "tatminsizlik" olarak çevrildiğini görürüz. Majjhima Nikaya 149:3 dukkha'nın kısa bir tarifini yapmaktadır:Kişi arzular tarafından kışkırtılmış, zincire vurulmuş, tutkuyla bağlanmış, zevk arayışına düşmüşse, kişinin bedensel ve zihinsel sıkıntıları artar, kişinin bedensel ve zihinsel acısı artar, kişinin bedensel ve zihinsel ateşi çıkar, ve kişi bedensel ve zihinsel ızdırap deneyimler.Budist okullarının büyük çoğunluğu acıların temelini, cahilliğin oluşturduğunu öne sürerler. Bu anlayış oluşumun ikinci zincirinde yer almaktadır. Cahillik, her şeye körü körüne bağlanarak, gerçeği anlayamama ve yanlış davranışlarda bulunmaktır. Gerçeği anlayamamak, insanın, kendini ve nefsini yanlış bilmesi, evrenin nesnelerden ibaret olduğunu düşünmesidir. Pali Kanon kaynaklarında Samudaya ile ilgili, acıların sebeplerini; nefret, pisboğazlık ve cahilliğin oluşturduğu görüşü yer almaktadır. En bilindik anlamda genel tanımı ise yeniden doğum isteği, acı veren açgözlülüktür. Kişi kendini birtakım düşüncelerle oyalar: 1.Altı duyunun hazlarına yönelik açlık (kama-tanha) 2.Varoluş isteği (bhava-tanha) 3.Yok olma isteği (vibhava-tanha) Bu istekler, bağımlılıklar, açgözlülük; farklı durumlardan meydana gelmektedir. Tanha, dukkha’nın oluşumundaki ilk ve tek sebep değildir. Arzular kendiliğinden oluşmaz, onları tetikleyen bir şeyler elbette vardır. Arzular sadece insanı mutlu eden zenginlik, güç gibi durumları içermez, aynı zamanda inanış, öğreti, anlayış gibi durumları da içermektedir. Buda’ya göre tartışmalar, en küçük birim olan ailede başlar, daha sonra halkın içine, oradan da ülkelere savaş olarak yayılır. Bunun temelindeki tek sebep arzularımıza yenik düşmemizdir. İsteklerin ve arzuların sona ermesi, acıları da ortadan kaldırır. Ruha acı veren duygulardan arınılmalıdır. Acıları sona erdirmek mümkündür. Bu da ancak “Sekiz Aşamalı Asil Yol” sayesinde olmaktadır: doğru düşünce, doğru amaç, doğru söz, doğru anlayış, namuslu kazanç, doğru eylem, uyanıklık ve doğru odaklanma. Filyos Filyos, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Tatu Tatu şu manalara gelebilir: Yönetime katılma Yönetime katılma, ekonominin düzenlenmesi yöntemlerinden birinidir. Tamamen birbirne zıt iktisadi sistemleri ve çıkar gruplarını yakından ilgilendirmektedir. Yönetime katılma sanayi devrimi sonucunda ortaya çıkmış bir sorundur. Modern teknolojiye dayalı sanayileşme, iktisadi hayatta köklü değişikliklere neden olmuştur. Temelini; "Bırakınız yapsınlar", "Bırakınız geçsinler" düşüncesinden alan piyasa ekonomisi, emek ve sermaye arasında şiddetli bir gerginlik yaratmıştır. Bugün de kapitalist ekonomide ciddi anlaşmazlıklar bulunmaktadır. Esasen yönetime katılmada sorun, sermaye ile çalışanlar arasında bir denge kurabilmektedir. Günümüz piyasalarındaki sert rekabet koşulları, işletmeleri çalışanlardan nasıl daha iyi verim elde ederiz sorusuna cevap aramaya itmiştir. Modern yönetim anlayışlarının kurumlarda etkili olmaya başlamasıyla birlikte insana verilen değer artmış ve çalışanlarında alınan kararlarda görüşünün alınabileceği fikri ortaya çıkmıştır. Bu durumda karar verme gücünün tek bir merkezden genele ve tabana doğru yayılabileceği anlaşılmaktadır. Katılımcı yönetim anlayışının çalışanlara verilen değeri arttıracağı muhakkaktır. Fikirlerine ve görüşlerine değer verilen bir çalışan topluluğunun örgüte bağlılığının artacağı, verimliliklerinin ve yaptıkları işlerin kalitesinin artacağı açıktır. Sosyal bir varlık olan insanın kendisine değer verildiğinde daha özverili davranışlar sergileyeceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Katılımcı Yönetim anlayışında özellikle alınan kararı etkileme gücü dağılımının adilane olması şarttır. Çalışanlara alınana kararları etkileme gücünün özde değil de sözde verilmesi işletmeyi örgüt amaçlarına ulaşma yolunda daha zor bir duruma düşürebilir. Terrance ve Phillip Terrance ve Phillip South Park'taki Kanadalı komedyenler. Amca Beceren şarkıları South Park'ın uzun metrajlı filmi " " da Amerika - Kanada savaşına neden olmuştur. Çocuklar (Kyle, Stan, Cartman, Kenny) onlara adeta tapar. Eric Cartman Kanadalıları sevmese de sıkı bir Terrance ve Phillip hayranıdır. Dreaming No. 11 Dreaming #11, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin 1988'de yayınladığı bir mini-disk çalışmasıdır ve 3 adet canlı, 1 adet de stüdyoda kaydedilmiş parça içermektedir. Canlı kayıtların "Surfing With the Alien" turnesinin Kaliforniya, San Diego'daki Kaliforniya Tiyatrosu'nda, 11 Haziran 1988'de gerçekleştirildiği bu çalışmada, tüm parçaların beste ve düzenlemesi Joe Satriani'ye aittir. StarOffice StarOffice, Sun Microsystems firması tarafından 5.x sürümünden sonra satın alınıp ücretli lisans kullanım biçimine geçirilerek Microsoft Office paketine karşı geliştirilen bir ofis yazılımıdır. Autodesk Maya Maya, Alias firmasınca uzun yıllar çıkarıldıktan sonra 2006 yılında 7.0 sürümü sonrası Alias firmasına ait diğer tüm yazılım ürünleriyle birlikte Autodesk firmasınca satın alınan komple çözüm sunan bir animasyon paketidir. Tasarım ve görsel efekt iş ve işlemleriyle uğraşan tüm dünya profesyonellerinin tercih ettiği bir yazılım olmasıyla da bilinir. Tercih edilmesinin bir sebebi de, açık script yapısıdır. Profesyoneller genelde projeye göre hazırladıkları script ve pluginleri Maya'nın açık yapısı sayesinde çok kolayca kullanabilmektedirler. Maya için birçok özel şirket ve kişi öğrenimi ve eğitimi alanında da etkileşimli ortamda çalışan multimedya ürünleri geliştirmişlerdir. Yazılım sektöründe üzerine yeryüzünde en fazla eğitim desteği verilen bir yazılım olması da önemini anlamak açısından önemlidir. Digital Tutors Digital Tutors, merkezi ABD'de yer alan ve görsel tasarım alanında kullanılan Maya öncelikli ve ağırlıklı olmak üzere; ZBrush, Softimage XSI, RenderMan, SyFlex, Adobe, Macromedia, Apple gibi yazılım ve yazılım şirketlerinin ürünleri için eğitici ve öğretici multimedya destekli etkişimli eğitim materyallari hazırlayan bir şirkettir. Gnomon'dan en önemli farkı ele aldığı bir yazılımı öğretirken kullandığı yöntemdir. Kullanıcısının sıfırdan öğrendiğini varsayarak konuları anlatmasıyla bağlantılı yan unsurlarıyla ele almış olmalarıdır. Motorize piyade Motorize piyade, intikali motorlu taşıt araçlarıyla sağlanan piyade birlikleridir. "Bindirilmiş piyade" olarak da bilinir. Bu tür birliklerde sadece piyade değil, birliğin her türlü malzemesi de bu tür araçlarla nakledilir. Motorize piyadenin Mekanize piyadeden farkı, taşıt araçlarının zırlı olmaması ve lastik tekerlekli araçlar olmasıdır. Motorize piyade biriklerinde kullanılan nakliye araçları, sivil nakliye araçlarına benzer modellerdir, daha güçlü motor, daha kalın ve geniş tekerlek gibi yönlerden farlılık gösteren versiyonlardır. Askeri birliklerin bu şekilde motorlu araçlarla donatılması, özellikle piyade birlikleri gibi unsurlar açısından son derece etkili bir hareketlilik sağlamaktadır. Birliklerin cepheye intikali, kaydırılmaları, yedek birliklerin gereken cephelere kaydırılması motorlu araçlarla çok daha hızlı yapılabilmektedir. Ayrıca ikmal malzemelerinin nakliyatı da hızlanmış olmaktadır. Tüm bu avantajlara karşın bu şekilde bir motorizasyon çatışmalarda bir avantaj sağlamamaktadır. Nakil araçlarının zırhsız olması, hafif silahların bile etkilerine açık olmaları demektir. Bu tür nakil araçlarıyla gerek piyadenin gerekse malzeme ve savaş araçlarının cephe hattına kadar taşınabilmesi bazı koşulların varlığını gerektirir. Öncelikle cephe gerisinde gerilla faaliyetleri olmamalıdır. Ayrıca cephe gerisinde tam anlamıyla hava üstünlüğü sağlanmalıdır. Öte yandan motorize nakil araçları lastik tekerlekli olmaları yüzünden, sert zeminli yollara gerek gösterirler. II. Dünya Savaşında, Doğu Cephesinde Alman kuvvetlerinin en büyük handikaplarından biri de budur, stabilize (toprak) yollar yağış mevsimlerinde çamur deryasına dönmektedir. Oysa Avrupa cephelerinde, sert zeminli yolların yaygın olması sayesinde Blitzkrieg taktikleri başarılı olmuştur. Yine de sıklıkla, panzer tümenlerindeki tank birlikleri dışındaki diğer unsurlar, tank birliklerinin hızına yetişememişler, harekatın hızının düşmesine neden olmuşlardır. Turk Kara Kuvvetleri kurulusunda ideal yeni teskilat yapisina sahip Standart bir Motorize Piyade Tümeni şu unsurlardan oluşmaktadır. 1. FC Kaiserslautern 1. FC Kaiserslautern, Almanya'nın Kaiserslautern şehrinde kurulmuş bir futbol kulübü. "Germania 1896" ve "FG Kaiserslautern" kulüpleri 2 Haziran 1900 günü birleşerek kulübün ilk kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir. Yeni kulübün adı FC 1900'dir. Daha sonra sırasıyla "FC Palatia" (1901) ve "FC Bavaria" (1902) ile 1909 yılında birleşerek "FV 1900 Kaiserslautern" ismini almışlardır. Son olarak 1929'da "SV Phönix" ile birleşerek "FV Phönix-Kaiserslautern" ismini almışlardır. 3 yıl sonra ise bugünkü isimle anılmaya başlamıştır. "11 Temmuz 2016" Pablo Aimar Pablo César Aimar (d. 3 Kasım 1979, Río Cuarto), Arjantinli futbolcudur. Ofansif ortasaha mevkisinde görev yapmaktadır. Tıp eğitimini yarıda bırakıp futbolla ilgilenmiştir. Futbola ülkesinde River Plate'te başlayan Aimar, 2001 yılında İspanyol Valencia CF kulübüne transfer oldu. Aimar beş yıl bu tak
ımın formasını giydikten sonra, 2006 senesinde Real Zaragoza 'ya, 2008 yılında da Portekiz'in SL Benfica takımına transfer oldu. Aimar La Liga da oynadığı 2005-06 sezonunda yılın futbolcusu seçilmiştir. Arjantin millî futbol takımının formasını 51 kez giyen ve 8 gol atan futbolcu, 2002 ve 2006 FIFA Dünya Kupası kadrosunda da yer almıştır.Ayrıca ülkesi Arjantin'in ve takımı Benfica'nın en önemli oyuncularından biriydi. 14 Eylül 2013 yılında, Malezya Süper Lig ekiplerinden Darul Takzim ile 5 yıllık sözleşme imzaladı. Aimar'ın kardeşi Andres'de aynı zamanda profesyonel bir futbolcudur ve orta saha mevkisinde görev yapmaktadır. CG Academy CG Academy, görsel efekt ve üç boyutlu tasarım alanında kullanılan yazılımlardan Autodesk 3DS Max yazılımı için özel eğitim araçları üreten bir İngiliz şirketidir. Ürünlerinde ele alınan konuları en basitten en üst düzey birikimi olan kullanıcıya doğru sınıflandırırak ayrı ayrı işler. Xabi Alonso Xabier Alonso Olano, ya da bilinen ismiyle Xabi Alonso (d. 25 Kasım 1981), İspanyol futbolcudur. Bayern Münih'te forma giymektedir. Orta sahanın ortasında ve ön libero pozisyonunda oynayan Xabi Alonso, sıklıkla oyun kurucu rolü üslenmektedir. İspanya millî futbol takımının 2006 FIFA Dünya Kupası, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası, 2010 FIFA Dünya Kupası ve 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrolarında yer almıştır. Bunun yanında İspanya millî futbol takımı ile 2008 ve 2012' de Avrupa Futbol Şampiyonası ve 2010' da FIFA Dünya Kupası zaferini tatmıştır. Alonso futbol kariyerine İspanyol kulüp Real Sociedad'ta başladı. Burada bir sezon oynadıktan sonra Eibar kulübüne kiralandı. Burada da kiralık olarak bir sene geçirdikten sonra yeniden Real Sociedad'a döndü ve 2004 yılına kadar burada oynamaya devam etti. 2002-03 Sezonu'nda Real Sociedad'ın aldığı ikincilikte, takım kaptanı olarak büyük rol üstlendi. İspanyol yıldız, 2004 yılı Ağustos ayında 10,5 milyon sterlinlik bir transfer anlaşmasıyla Liverpool takımına transfer oldu. Xabi Alonso, bu kulüpte henüz ilk sezonundayken UEFA Şampiyonlar Ligi'ni kazandı. Bunu takiben İngiltere'de FA Community Shield ve FA Cup gibi kupaları kazanma başarısı gösterdi. 2009-2010 sezonunda 30 milyon euro karşılığı Real Madrid'e transfer oldu. Real Madrid'ten Guti'nin takımdan ayrılmasından sonra 14 numarayı giyeceğini açıkladı. 28 Ağustos 2014 tarihinde 8 milyon Euro karşılığında Bayern Münih'e transfer oldu. İspanyol oyuncunun 2 yıllık ve kiralık olarak sözleşme imzaladığı 3 numaralı formayı giyeceği açıklandı. Uluslararası alanda Xabi Alonso, İspanya millî futbol takımı ile birlikte 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası, 2006 FIFA Dünya Kupası ve 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katıldı. Alonso'nun ilk uluslararası maçı, Nisan 2003 tarihinde oynanan ve takımının 4-0 kazandığı Ekvador maçı olmuştur. Alonso'nun kariyerinin zirveye ulaşmasını sağlayan turnuva, takımının şampiyonluğa ulaştığı Euro 2008'dir. 2014 FIFA Dünya Kupasından sonra İspanya millî futbol takımını bıraktığını açıklamıştır. İki kardeşin küçüğü olan Xabi Alonso, ailesi sayesinde futbolun içine doğdu. Babası, 'Periko' Alonso takımının en iyi olduğu yıllarda İspanya Ligi'nde Real Sociedad kadrosında yer almış ve burada gösterdiği performansla FC Barcelona takımına transfer olmuştu. Xabi Alonso, Bask Bölgesi'nin küçük bir yerleşim birimi olan Tolosa'da doğdu. Xabi Alonso altı yaşına kadar Barselona'da yaşadı. Daha sonra ailesiyle birlikte San Sebastian'a yerleşti. Alonso'nun futbol aşkı bu yıllarda başladı ve çocukluk yıllarında Playa de la Concha ("Shell Beach")'te oynadı. O yıllarda tanıştığı Mikel Arteta ile arasında başlayan dostça rekabetin top tekniğine olumlu katkı yaptığını söyledi.Muhteşem pas tekniğinin hikâyesinde bu çekişmenin önemli bir yeri vardır .. Real Sociedad kulübü tarihinin en önemli oyuncularından ve teknik direktörlerinden olan John Toshack yönetiminde yeniden yapılanan kadroda yer alan genç Alonso, takım kaptanı olarak önemli başarılara imza attı. Raynald Denoueix'ın takımın başına geçmesiyle kadrodaki yerini koruyan Alonso, takımının La Liga'yı ikinci olarak bitirdiği 2002-03 sezonunda gösterdiği performansla Avrupalı takımların dikkatini çekti. Sonraki sezonlarda Real Sociedad istikrarlı sonuçlar alamayınca takımın içine girdiği maddi güçlüğün giderilmesi için oyuncular birbiri ardı sıra, yüksek bedeller karşılığı transfer oldu. Xabi Alonso da 2004'te İngiltere Premier Ligi takımlarından Liverpool FC'ye 10,5 milyon sterlinlik bir bedel karşılığı transfer olarak İngiltere kariyerine başladı. Liverpool kadrosuna dahil olur olmaz takıma katkıda bulunan Alonso, takımının 2005'te İstanbul'da oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi finalini kazanmasında en büyük etkenlerdendi. Alonso başarısını 2006'te FA Cup'ı kazanarak sürdürdü.İngiltere'de oynadığı sezonlarda uzak mesafeden attığı gollerle ve paslarıyla büyük beğeni toplamıştır. Flying in a Blue Dream Flying in a Blue Dream, ABD'li gitar virtüözü ve besteci Joe Satriani'nin üçüncü stüdyo albümüdür. Diğer hemen tüm albümleri enstrümantal olan Joe Satriani'nin bu albümde birkaç şarkıda vokalleri bulunuyor. Albümdeki 8. şarkı olan "Big Bad Moon"un klibi de çekilmiştir. Tüm besteler Joe Satriani. Albüm - Billboard (Kuzey Amerika) Single - Billboard (Kuzey Amerika) Ian Anderson Ian Scott Anderson (d. 10 Ağustos 1947, Dunfermline, Fife), İskoçya doğumlu ingiliz şarkıcı, söz yazarı, gitarist ve flütçü. Jethro Tull adlı rock grubunun başı olarak tanınmaktadır. Özgün olmayı başarmış ender sanatçılardan biridir ve tek bir tümceyle rock grubunun çılgın, tek ayağı üzerinde, uzun sakallı flütçüsü olarak tanımlanabilir. Jethro Tull'ın 1967'den sonra büyük destekçisi oldu. Az sayıda solo çalışmaya sahiptir. Anderson flüt konusunda kendi kendisini yetiştirmiş, tarzı, çoğunlukla dil vuruşunu da içeren ve ara sıra şarkı söyleyen ya da mırıldanan (hatta bazen öfke belirten) bir ses geliştirmiştir. Çalarken Roland Kirk'ten etkilenmiş ve bir besteci olarak açık bir şekilde kendi seslerini çeşitli stiller deneyerek çok başarılı bir şekilde kaynaştırmıştır (folk, caz, blues, rock ve pop). Şarkı sözlerinin çoğunlukla karışık olması, grubunun bilinirliğini artırdı. Bestelerinde çoğunlukla ele alınan konular alaycı, kinayeli ve birçok absürt, kendi yarattığı kurallardan oluşur (Sossity, You're a Woman, Hymn 43; Thick as a Brick). Anderson'ın şarkı sözleri genelde farklı tema ve motifleri bir arada toplamaktadır. Örnek olarak folk, mitolojik, fantastik (The Minstrel in the Gallery, Jack-in-the-Green, Broadsword and the Beast). (Old Black Cat, Rocks on the Road). Leica fotoğraf makineleri toplamaya başladığı bir anekdot olarak anlatılır. Ayrıca akustik ve elektrik gitar, basgitar, saksafon, Hammond orgu, davul, klavye, trambon, armonika, ıslık ve keman gibi birçok enstrüman çalmaya oldukça yatkındır. Anderson ayrıca 43 adet somon çifliğinin de sahibidir her ne kadar 1990'larda çoğunu satmış olsa da. Anderson hiçbir zaman sürücü ehliyeti almamıştır. Bir damar hastalığı geçirmiş, hayatta kalmayı başarmış ve halka hizmet için bu hastalık hakkında duyurular yaparak haberdar etmiştir. Guram Gabeskiria Guram Gabeskiria (Gürcüce: გურამ გაბესკირია) (1947-1993), Abhazya’da, 1993’te Gürcü işgalini desteklemesinden dolayı öldürülen Sohum belediye başkanı. Guram N. Gabeskiria, 2 Mart 1947’de Sohum’da doğdu. Tarih eğitimi görmesine karşın Dinamo Sohumi’de danışman olarak çalışmaya başladı. 1990’da, Sohum’un yeni futbol kulübü Tshumi’nin başkanlığına getirildi. Abhazya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti parlamento seçimlerine aday oldu, ama Tamaz Nadareişvili karşısında şansını yitirdi. 1993’te, Abhazya Savaşı sırasında Sohum belediye başkanı seçildi. Daha sonra bakanlar kurulunda ve Abhazya Özerk Cumhuriyeti Savunma Konseyi’nde yer aldı. Sohum, 27 Eylül 1993’te, Abhazların eline geçince Gabeskiria, Abhazya Öserk Cumhuriyeti hükümetinin diğer seçilmiş üyeleri (Jiuli Şartava, Raul Eşba) gibi kenti terk etmeyi reddetti. Abhaz ve Kuzey Kafkasyalı milislerce yakalandı. Video kayıtlarına ve tanık ifadelerine göre Abhaz ve Kuzey Kafkasyalı milisler, G. Gabeskiria, J. Şartava, R. Eşba ve diğer hükümet üyelerini öldürüldü. 3D Tutorial 3D Tutorial, merkezi ABD'de yer alan ve görsel tasarım alanında özellikle karakter modellemede kullanılan Softimage XSI öncelikli ve ağırlıklı olmak üzere; 3DS Max, Photoshop gibi yazılımlar için eğitici ve öğretici multimedya destekli etkişimli eğitim materyalleri hazırlayan Joe Saltzman'a ait bir şirkettir. Gnomon'da ağırlık Maya üzerineyken, 3D Tutorial'da Softimage XSI özel ve öncelikli yere sahiptir. Orta ve ileri düzey XSI kullanıcılarının tercihidir. The Extremist The Extremist, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin dördüncü özgün stüdyo albümüdür. Virtual Training Company VTC, hemen hemen tüm yazılımlar üzerine başlangıç düzeyi eğitim materyallari hazırlayan, 1996 yılında ABD'de Silikon Vadisi'nde kurulmuş bir şirkettir. Yazılım alanında eğitim materyalleri hazırladığı genel konular; animasyon, 3 boyut, ses, iş uygulamaları, veritabanı, grafik ve sayfa tasarımı, multimedya ve video, network ve güvenlik, işletim sistemleri, programlama, web tasarım ve internet gibi alanlara yönelik yazılımların öğrenim materyallerini barındırmaktadır. TestOut TestOutMCSA, CCNA, CNA, Security+, Network+, A+, Linux+ ve MCAD gibi alanlarda özel eğitim materyalleri üreten 1991 yılında ABD Utah'ta kurulmuş bir şirkettir. Önceliği ve uzmanlığını sertifikasyon sınavları üzerine yardımcı ve katkı verici ürünler üzerine vermiştir. Microsoft ve Cisco ürünleri üzerine oldukça yetkin ve kapsamlı eğitim ve test materyalleri bulunur. Knowledge Concept Knowledge Concept, 1991 yılında bilişim teknolojileri üzerine kullanıcılara yardımcı olmak üzere kurulmuş bir ABD şirketidir. Öneceliği ve uzmanlığını Cisco ve Microsoft ürünleri üzerine oldukçe yetkin ve kapsamlı eğitim, öğrenim ve test materyalleri üretmesiyle bilinir. SimplyMaya SimplyMaya, 3 boyutlu tasarım üzerine odaklanmış
Simply3DWorld isimli İngiliz kökenli bir şirketin özel olarak Maya yazılımı üzerine hemen her alanında eğitim materyallerini basitten en ileri düzeye kadar üretildiği ve kısmen de web üzerinden kullanıcılarıyla etkileşimli olarak Maya konusunu işleyen şirketin Maya eğitim bölümüdür. SimplyLightWave SimplyLightWave, 3 boyutlu tasarım üzerine odaklanmış, İngiliz kökenli bir şirkettir. Özel olarak LightWave yazılımı üzerine hemen her alanında eğitim materyallerini basitten en ileri düzeye kadar üretildiği ve kısmende web üzerinden kullanıcılarıyla etkileşimli olarak LightWave konusunu işleyen şirketin LightWave eğitim bölümüdür. CBT Nuggets CBT Nuggets, 1999 yılında bilişim teknolojileri (IT) üzerine kullanıcılara yardımcı olmak üzere kurulmuş bir ABD şirketidir. Önceliği ve uzmanlığını Cisco, Microsoft ve Linux ürünleri ve uygulamaları üzerine oldukçe yetkin ve kapsamlı eğitim, öğrenim materyalleri üretmesiyle bilinir. Ayrıca IT sertifikasyon sınavları içinde ürünleri vardır. Time Machine (albüm) Time Machine, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin "derleme" olarak nitelendirilebilecek bir albümüdür ve 1993'de yayınlamıştır. Bu çalışma iki CD'den oluşmaktadır: Richard Krajicek Richard Peter Stanislav Krajicek (6 Aralık 1971, Rotterdam) Çek asıllı Hollandalı ünlü tenisçi. Güçlü fiziğiyle (1.96 m, 90 kg) hızlı kortlarda başarılı oldu. 1999'da dünya sıralamasında 4 numaraya kadar yükselmeyi başardı. Kariyerinin zirvesini ise 1996 yılının Wimbledon Turnuvası'nda yaşadı. Çeyrek finalde Sampras'ın All England Club'ta 24 maçlık yenilmezlik serisini sona erdiren Krajicek, final maçında da bir başka büyük sürpriz MaliVai Washington'ı üç sette devirerek mutlu sona ulaştı. Şampiyonluk yolunda oynadığı yedi maçta yalnızca bir set kaybeden Krajicek, Wimbledon'ı kazanan tarihteki ilk Hollandalı oldu. Sert servisleriyle tanınan Krajicek, ATP Tour'da toplam 26 final oynarken, bunların 17'sini şampiyonlukla kapattı. 2000 yılından itibaren ciddi sakatlıklarla boğuşan Krajicek, 2003 yılının Şubat ayında kariyerine nokta koydu. 2000 yılında Arthur Ashe İnsanlık Ödülü'ne layık görülen başarılı tenisçi, daha sonra Rotterdam'daki ABN/AMBRO Dünya Tenis Şampiyonası'nın turnuva direktörü oldu. Kadife balığı Kadife balığı ("Tinca tinca"), Yeşil sazan olarak da bilinir, sazangiller (Cyprinidae) familyasından fazla hareket etmeyen yavaş akan suların dıp kısımlarında yaşayan bir balık türü. Bütün Avrupa'da ve Asya'nın orta derece iklimli kesimlerinde bulunur. Türkiye'nin kuzeyinde, yani batı ve doğu karadeniz bölgelerinin tatlı sularında,iç anadoludaki baraj ve göllerde,özellikle eskişehir çatıören barajında bol miktarda bulunmaktadır. Kadife balığının doğal rengi yeşil-zeytin rengidir, ama insanlarca yetiştirilmiş olan altın renkli türü ""altın kadife balığı"" sadece suni göllerde bulunur. Dış özelliklerinden en çok dikkati çeken kalın kuyruğudur. Kalın derisi bir sürü çok küçük pullar ve salya ile kaplıdır. Görünüşünden ve ele çok yumuşak geldiğinden dolayı türkçede "Kadife" diye adlandırılmıştır. Ağzını aynı diğer sazangiller gibi dışarıya doğru uzatabilir ve dudaklarından iki kısa bıyık sarkar. Kadife balıkları ortalama 20 ila 30 santim büyüklüğünde olurlar. En büyük rastlanmış ve kanıtlanmış ölcüleri 70 santim uzunluk ve 10 kilo ağırlıktır. Kadife balıkları uzun bir süre için oksijen kıtlığı içinde yaşayabilirler.(ic organlari temizlendikten sonra bile canlilik emareleri gosterebilir). Zaten sadece bu kabiliyetlerinden dolayı onları çok küçük göllerde bile bulmak mümkündür. Çiftleşip yumurtlama zamanları nisan ile haziran arasıdır. O zaman 300.000 yapışkan yumurtalarını su bitkileri üzerine bırakırlar. Suyun içindeki mikroskopik hayvanlardan beslenirler (Plankton), ama bazen sülük ya da yosun'da yerler. Kadife balığı kusulan ve hatta akrabası olan sazandan da lezzetlidir. Pek fazla bilinmemesine rağmen kadife balığının en önemli özelliğinden birisi de derisindeki sümüksü sıvıdan ileri gelmektedir. Bu sümüksü sıvının sağlatıcı ve şifa verici olduğu bilinmektedir. Bu nedenle balığın diğer bir adı da "doktor balığı"dır. Sulardaki diğer yaralı ve hasta balıkların, kadife balığının dış yüzeyindeki sıvıya sürtünerek kendilerini iyileştirdikleri bilinmektedir. Ayrıca bu sıvının insanlarda sarılık, yüksek ateş, baş ve diş ağrısına iyi geldiği de bilindiğinden ötürü, balığın, kimi zaman "mucize tabip" diye adlandırıldığına da tanık olunmaktadır. Bu nedenle Marmara Bölgesi, Sakarya, Mollaköy Göletleri civarındaki yerel balık avcıları, balığın derisini yüzmenin yanlış olduğunu düşünerek incir yaprağının tırtıklı yüzeyi veya bir fırça yardımıyla temizleyerek derisiyle birlikte tüketmektedirler. Total Training Total Training, Adobe ve Macromedia yazılımları üzerine baskı tasarımı, web tasarımı, sayısal fotoğraf, sayısal video gibi ana başlıklarda başlangıçtan en ileri düzeye kadar eğitim materyallari hazırlayan ABD, Kaliforniya'da kurulmuş bir şirkettir. Adobe firmasının yazılım eğitimleri alanında çözüm ortağıdır. Yansıtabilirlik Yansıtabilirlik ya da Albedo (Latince "albus" = beyaz), yüzeylerin yansıtma gücü; veya bir yüzeyin üzerine düşen elektromanyetik enerjiyi yansıtma kapasitesi. Genel olarak güneş ışığını yansıtma kapasitesi için kullanılır. Albedo, cismin yüzey dokusuna, rengine ve alanına bağlı olarak değişir. Elektromanyetik tayfın tümünde veya belirli bir bölümünde hesaplanabilir. Uzaydan dünyamıza bakıldığında, bulutlar parlak, okyanus yüzeyi ise genelde koyu olarak gözükür. Beyaz bulutlar üzerlerine düşen ışığın büyük bölümünü yansıtırlar; yani "albedoları yüksek"tir. Deniz yüzeyi ise üzerine düşen ışığın büyük bölümünü emer, ancak çok küçük bölümünü yansıtır; yani "albedosu düşük"tür. Gezegenimizin yüzeyinde en yüksek albedo oranına sahip olan cisimler arasında kar ve kum sayılabilir. En düşük albedo değerlerine ise yeni sürülmüş nemli topraklarda ve ormanlık alanlarda rastlanır. Albedonun belirli bir birimi yoktur, iki şekilde tanımlanabilir: Daha büyük ya da daha az, gelen yöndeki radyasyon, ve buna bağlı olarak daha fazla ya da daha az bir emme, ayrı ayrı bir vücut ısısını etkileyebilir. Başka bir örnek vermek gerekirse, dünyanın en kentleşmiş ülkelerinden biri olan Belçika ile hemen güneybatısındaki Fransa da albedo etkileri farklıdır çünkü Fansa Belçika'ya göre daha sıcaktır. Albedo ve sıcaklık arasındaki ilişki soğuk bölgelere göre tropik bölgelerde daha fazladır.Çünkü güneş ışınları tropik bölgelerde daha güçlüdür. Aklık da daha küçük bir ölçekte çalışır. Yaz aylarında insanlar koyu renkli giysiler yerine açık renkli kıyafetleri tercih ederler. Çünkü koyu renkli kıyafetler güneş ışınlarını daha fazla çeker.Açık renkli giysiler ise güneş ışınlarını geri yansıtırlar. TİPİK ALBEDO Tüm yüzeyini kapsayan 45 derece kuzey enlemlerinde bir çam ormanı ile anakara arasındaki albedo farkı sadece %9 dur.  Bu düşük değer, ışık miktarının yukarıya yansımasıyla azalır. Ağaçların arasındaki ışık farkındaki yansımalar çam ağaçlarının kısmen renginden elde edilir. Bir okyanusun albedosu, ışık suya nüfuz ettiği zaman ,yaklaşırken  düşük  %3.5 oranında olur ancak radyasyon geliş açısı değiştiği zaman bu oran da değişir. Yoğun çalılar  %9 ve %14 arasındadır. Bir çim% 20 civarındadır. Bir kurak arazi de bir ağacın toprak rengine bağlılığı vardır. Bir çöl ya da bir büyük plaj da kum farklı renklerde büyük varyasyonlar gösterir. genellikle bu fark  yaklaşık % 25 oranın da düşük olabilir. Bir  yüzeye ulaşmadan önce yapay yapılar genellikle ışığı emer çünkü Kentsel yapıların çok farklı albedo değerleri var. Dünyanın kuzey bölgelerinde, şehirler genellikle çok koyu, ortalama albedo yaz aylarında küçük bir artış ile, yaklaşık % 7 olduğunu göstermiştir. Tropikal ülkelerde, şehirlerde % 12 civarında bir aklık vardır. Farklı değerler, farklı malzeme ve bina stilleri doğrudan etki eder. Taze yağmış kar% 90 bir aklık var. Sıkıştırılmış kar da (örneğin, Antarktika ovaları) yaklaşık% 80'dir. Ağaçlar (fotosentez ve farklı ağaç türlerinin arasındaki yeşillik ve değişkenlik birden yansımaları yoluyla) ışık enerjisini absorbe etmede çok  verimli olduğundan, ormanlar kesildikçe absorbe etme oranı azalır ve bu yüzden  Dünya'nın soğumasını beklemek mantıklı görünür.Bunun  etkileri bu kadar da basit değildir.Çünkü  Ormanlar üzerinde bulutluluk oranı fazla olur ve bulutluluğun fazla olduğu yerde  yüksek bir aklık vardır. Genellikle karla kaplı soğuk bölgelerde, ağaçların olmadığı alanlarda,% 10'dur.ormanları içeren ve orta-enlemler daha ılıman olduğu için aklık oranı %50'ye kadar çıkar. Karla kaplı bir alan ısındıkça, kar erime eğilimine girer ve aklık düşer.Bu etki önemli ısınma gerektiren modellerin temelidir ve küresel ısınma nedeniyle mevsimsel kar kaplı bölgeler için önemlidir. Bulutlar küresel ısınma modellerinde bir rol oynamaktadır.Bulutlar teorik olarak% 0 ile% 70 arasında, farklı albedo değerlerine sahiptir. ASTRONOMİ Albedo güneş haricinde ışık kaynağı yansımasını,kendi ışığını yayan çok soğuk bir vücut kompozisyonu hakkında bir fikir edinmek için astronomide kullanılır. Yüksek aklık ve düşük albedo oranı,gaz gezegenler ve karasal gezegenlerde kolaylıkla ayırt edilir. ENERJİ BİLİMİ Güneş enerjisi kullanarak donanımı kurmadan önce, bu yerin parlaklığı ve  yere alınan güneş ışığı miktarını bilmek önemlidir. Bunun için, en etkili tekniklerden biri Dünya gözlem uydularından kullanılmasıdır. METEOSAT İkinci Nesil uydu, Avrupa kıtasının zemin parlaklığına doğru Ebatlarının her 15 dakikada bir verebilmektedir.Birçok diğer alanlarda da ilgi parlaklık zemin hesaplama: tarım (Evapotranspirasyonu bakınız); mimari; plastik sanayi, istekli kullanılacağı yere göre ürünlerinin garanti uyarlamak için; tıp, özellikle hafif terapi ile, sağlık üzerindeki güneş ışınlarının etkisini incelemek için. Lynda.com Lynda com, Adobe ve Macromedia yazılımları üzerine baskı tasarımı, web tasarımı, sayısal fotoğraf, sayısal video gibi ana başlıklarda başlangıçtan en ileri düzeye kadar eğit
im veren ABD, Kaliforniya'da kurulmuş bir şirkettir. Lynda online kütüphanesi ile aylık veya yıllık abone olmuş üyelerine bilgisayar becerilerini geliştirmek için videolarla öğretim sağlayan platform sağlar. Eğitim ürünleri arasında Adobe, Alias, Apple, Corel, Eovia, Filemaker, Maxon, Microsoft, Quark gibi firma ve ürünlere ait eğitim kitap ve etkileşimli CD ve DVD'leri yer almaktadır. Kaya balığı Kaya balığı, oldukça geniş bir balık türü ailesi olan 200'den fazla cinsi ve 2.000'den fazla türü bulunan Gobiidae familyasından bir balıktır. Çoğunluğu tipik olarak 10 cm (4 inç) büyüklüğünde olup, göreceli olarak oldukça küçüktürler. Bu türden "Trimmatom nanus" ve "Cüce kayabalığı", dünya üzerinde bilinen en küçük omurgalı türlerindendir ve büyüdüklerinde boyları 1 cm'nin (3/8) altında olur. "Gobioides" ve "Periophthalmodon" cinsleri gibi bazı kaya balığı türleri ise 30 cm (1 ft) uzunluğa kadar ulaşabilir veya bu boyu da aşabilirler. Az sayıda insan için bir gıda olarak önemi bulunmasına rağmen, özellikle "morina, mezgit balığı, barramundi, yassı balıklar" kadar ticari açıdan önemi olan balıklardır. Pek çok ülkede önemli bir av türüdürler. "Brachygobius" ("yaban arısı balığı") gibi bazı kaya balığı türlerine ise, akvaryumlarda beslemek için yoğun ilgi gösterilmektedir. Kaya balığı morfolojisinin en belirgin özelliği, balığın emiciliğini oluşturan disk şeklinde leğen yüzgeçleri bulunmasıdır. Bu emiciliğe sahip leğen yüzgeçleri Remoralar veya Lumpsuckerlar gibi ama sırt yüzgecinden anatomik olarak farklıdırlar ve benzerlik yakınsak evrimin ürünüdür. Balık genellikle kayalara ve mercanlara bir uyum içerisinde emicilik yaparken görülebilir ve kaya balıkları akvaryumlarda tankın cam duvarlarına sürekli yapışmış ve emer vaziyette görülürler. Gobiidae altı ana alt familya içerir. Alt familya Amblyopinae türü üyeleri yılan balığı veya solucan balığı olarak da bilinen ince, uzun ve çamurda yaşayan kaya balıklarıdır. Bunların iki sırt yüzgeçleri bir zar yapısı ile bağlıdır ve gözleri son derece küçüktür. Renkleri genellikle pembe, kırmızı veya mordur. Amblyopinae'ler 12 cins ve yaklaşık olarak 23 tür içerir. Benthophilinae üyeleri Ponto-Hazar bölgesi ( Marmara Denizi, Karadeniz, Azak Denizi, Hazar Denizi ve Aral Denizi'ndeki türler de dahil olmak üzere) endemiktir. Alt familya temsilcilerinin leğen yüzgeçleri ve uzun sırt ile anal yüzgeçleri birleşmiştir. Yetişkin ve bu tür ile yakından ilişkili bir Gobiinae ile alt familyası, yüzgeç zarının yüzme kesesi ve göğüs yüzgecinin en üstünde bulunması nedeniyle ayırt edilebilir. Bu türün üyelerine Maymun kaya balığı, Kendini beğenmiş kaya balığı ve İribaş kaya balığı da dâhildir. Gobiinae üyeleri gerçek balığı olarak bilinir. 2000 tür ve 150 cins içeren Gobiidae familyasının alt familyası olarak en yaygın balık türüdür. Bazılarının tatlı sularda yaşamamalarına rağmen Gobionellinae üyeleri genellikle nehir ağızlarında yaşamaktadırlar. Bunlar kuzeydoğu Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Ponto-Hazar bölgesinin dışında kalan tüm dünyadaki tropik ve ılıman bölgelerde bulunur. Bu alt familya yaklaşık olarak 350 tür ve 55 cinsi içerir. Oxudercinae üyeleri yaygın olarak çamur zıpzıpı adıyla bilinir. Bunlar ailenin son derece uzmanlaşmış üyeleridir. Bu alt familya davranışsal ve fizyolojik adaptasyon kombinasyonuyla arazide uzun süre hayatta kalabilirler. Göğüs yüzgeçlerini basit bacakları olarak kullanır ve ilerlerler. Kurbağa gibi derilerinden nefes alma yetenekleri gelişmiştir ve derilerinin kurumasını önlemek ve nemli kalmasını sağlamak için yuvalar kazarlar. Çamur zıpzıpları gel-gitlerin sık yaşandığı çamur yatakları ve mangrov ormanları gibi ancak tropik ve subtropik bölgelerde bulunurlar. Sicydiinae tatlı su kaya balığı alt familyasının ancak dokuz cins alt ailesi vardır. Genellikle tropikal adalarda hızlı hareket eden, debisi yüksek dağ akarsularında bulunurlar. Kaya balıkları öncelikle gelgit havuzları, mercan kayalıkları ve deniz çayırları da dâhil olmak üzere sığ deniz yaşam alanları balıklarıdır. Ayrıca sıklıkla nehirlerin aşağı kesimlerinde, Mangrov ormanları ve tuzlu bataklılar da dahil olmak üzere acı suların bulunduğu nehir ağızlarında daha yoğun şekilde bulunurlar. Çok az sayıda kaya balığı (tam olarak bilinmemekle birlikte, düşük düzeylerde olduğu biliniyor.) tamamen tatlı su ortamlarına uyum sağlamışlardır. Bunlar Asya nehir kaya balığı ( "Rhinogobius" dahil), Avustralya çöl kaya balığı ("Chlamydogobius eremius"), Avrupa tatlı su kaya balığı ("Padogobius bonelli")'dır. Büyük türlerin başlıcaları başka balıkları yemelerine rağmen, küçük omurgasızlar ve bazı plankton türleri ile beslenirler. Kaya balığı yumurtalarını bir bitki örtüsü, mercan veya kaya üzerine bırakır. Bunlar beş türe bağlı olarak birkaç yüz yumurta bırakabilirler. Yumurtaların döllenmesinin ardından, onları erkek avcılardan korumak ve uzak tutmak için dişiler üstlerine tortu bırakırlar. Larvalar yumurtadan birkaç gün sonra çıkarlar. Larvalar ilk başta şeffaf olarak doğarlar ve uygun bir yaşam alanı bulduktan sonra zamanla renkleri gelişmeye başlar. Birçok tatlı su türü larvası nehir ağızlarından aşağıdaki tuzlu sulara hatta denizlere doğru taşınırlar. Ancak daha sonraki haftalarda ve aylarda tekrar tatlı sulara dönerler. Sıcak sularda kaya balığı yaklaşık bir ay kadar bir zaman zarfında yetişkin boyutlara ulaşır, serin sularda bu süre iki yıla kadar uzayabilir. Kaya balığının yaşam süresi ılıman ortamlarda daha uzun sürerken, bu süre bir yıldan on yıla kadar değişiklik gösterir. "Siyah gözlü kaya balığı" gibi birkaç tür kaya balığının dişilerinin, seks için erkek cinsiyetine geçebildiği bilinmektedir. Bu türlerin çoğunluğu dişi olarak doğarlar. Yumurtaları korumak için birden fazla erkeğin çaba harcaması gerektiği için cinsiyet değiştirirler. Bu tür, güney Papua Yeni Gine'deki Bootless Körfezi çevresindeki okyanusta, nadir mercanlarda yaşar ve diğer ebeveyn tür tarafından reddedilir. Bu şekilde oğul tür, ebeveyn türle iç içe yaşamasına ve aralarında herhangi bir coğrafi yalıtım bulunmamasına rağmen üreysel olarak ebeveyn türden izole hale gelmiştir. Türleşmenin erken dönemlerinde evrilen kaya balıklarının, eşleşmek için aynı bölgedeki nadir mercanlıklarda yumurtalarını bırakan diğer balıkları tercih ettiği bir sınıflandırıcı eşleşme ile ilişkilidir. Kaya balıkları bazen tünel kazan karideslerde (burrowing) olduğu gibi diğer türler ile simbiyotik ilişkiler kurarlar. Karidesin kurduğu kum yuvada hem karides hem de kaya balığı birlikte yaşarlar. Karidesin kaya balığına göre görme duyusu daha zayıftır. Ancak karides kaya balığını kısmen görse de yuvanın içerisine doğru yüzdüğünü hisseder. Kaya balığı ile karides birbirleri ile temas kurmak için karidesin antenlerini kullanırlar. Kaya balığı kuyruğu ile karidesin antenlerine hafifçe vurur ve iletişim kurarlar. Bu türdeki kaya balıkları, bu nedenden dolayı bazen bekçi veya karides balığı olarak bilinirler. İkili arasındaki bu ilişkiden her iki tarafında kazançları vardır. Karides kaya balığı sayesinde yaklaşan tehlikelerden haberdar olur, kaya balığı ise yumurtaları için güvenli bir yuva bulmuş olur. Simbiyoz yani ortak yaşamın bir başka türü de neon kaya balığı ("Elacatinus" spp.) için gösterilmiştir. "Temizleyici kaya balığı" olarak bilinen bu kaya balığı türü, büyük balıkların deri ve kuyruklarında bulunan çeşitli solungaç parazitlerini temizlemektedir. Bu ortak yaşamın en dikkat çekici yönü, büyük balığın kaya balığını küçük bir hamle ile gıda olarak tüketebilecek olmasına karşın, onu bir temizlik istasyonu gibi kullanması ve ona zarar vermemesidir (Örneğin Orfoz ve Lutjanidae gibi). Aynı şekilde bu ilişki ve ortak yaşam her iki taraf için de çıkar amaçlıdır. Büyük balık kaya balığını temizlik istasyonu gibi kullandığından dolayı sürekli olarak sağlıklı kalır ve kaya balığı da kolay şekilde gıdasını temin eder. Bir başka ortak yaşam formu ise, ("Fungiidae" temsilcilerinden olan) "Heliofungia actiniformis" mantar mercanı ve kaya balığı arasında bulunmaktadır. "Eviota Tentacles" muhtemelen avcılardan gizlenmek için sürekli olarak arasında dolaşmaktadır. Kaya balığı Ukrayna'da ciddi bir ticari öneme sahiptir. Burada kaya balığını Azak Denizi ve Karadeniz'de avlarlar. Ticari türlerin arasında en önemli olanlar; Yuvarlak kaya balığı, Maymun kaya balığı, Kurbağa kaya balığı ve Çimen kaya balığıdır. Çimen kaya balığı İtalya'da çokça avlanan ticari bir balıktır. Kaya balığının birkaç türü akvaryumlar için idealdir ve çokça tutulur. Tatlı su akvaryumlarında bulundurulsa da, tuzlu su akvaryumlarının vzageçilmezleri arasındadır. Sağlıklı ve temiz resif akvaryumlarda sıkça bulunur. Belki de en çok tutulan türü "Neon kaya balığı" türüdür. Kaya balığı akvaryumlarda en çok dip ve kayalık kısımları tercih eder. Ancak bazı türleri (özellikle karides kaya balığı) daha çok yuva kazmayı tercih ederler. Kaya balığının akvaryumlarda her an zarar görmeye hassas alt tarafları için, zemini ince taneli yüzey olacak şekilde ayarlamalıdırlar. Tuzlu su akvaryumlarında çokça tutulan türleri bekçi kaya balığı adıyla da anılan, Randall karides kaya balığıdır. Bazı cins "Brachygobius" yaban arısı kaya balıkları da hem renkli olmaları hem de bakımlarının kolay olması nedeniyle akvaristler tarafından sevilirler. Kaya balıklarının, doğal yaşam alanları olan tropikal ortamları, akvaryum koşullarında oluşturmak için, suyun biraz sert ve alkalinli acı su gibi olması gerekir. Kaya balığı kendi tank arkadaşları ile genellikle uyumlu şekilde yaşar ve kendi huzurlu bölgesini oluşturur. Diğer balıklara karşı bazı durumlarda yırtıcı olduğundan dolayı genellikli toplu sistemlerde sayısı az oranda tutulmalıdır. Kaya balıkları Çiklit gibi aktif türler ile rekabette iyi olmadığından dolayı birkaç istisna dışında onlara pul yem yerine canlı veya dondurulmuş, hızla dibe ulaşan gıdalar verilmelidir. Bir başka önemli sorun ise, tanklardan sıklıkla dışarı atladıklarından dolayı buna uygun tedbirlerin tankın çevresinde alınmasıdır. Yarım gaga ve lepistesler gibi huzurlu, su üstünü seven can
lılar ile birlikte beslenmesi tavsiye edilebilir. Mürşit (Yazılım) Turan yazılım tarafından 1995 yılından bu yana geliştirilen java tabanlı bir yazılımdır. İçeriğinin yüzbinlerce kitap sayfası bilgiye denk geldiği üreticisinin iddiası olmasıyla da dikkat çekmektedir. İçeriğinde Kuran-ı Kerim ile Kuran-ı Kerim'in Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca mealleri, ayet ayet Türkçe Tefsir (Ömer Nasuhi Bilmen), Elmalılı Hamdi Yazır'ın Tefsiri ile İlmihaller, Fıkıh, Tarih gibi islam diniyle ilgili her tür konu bulunmkatadır. Mürşit, M. Windows, Mac OS X, Linux, Sun Java J2SE platformlarında çalışabilmektedir. En son 5.0 sürümü kullanımdadır. Acıbadem, Kadıköy Acıbadem, İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan, Kadıköy ilçesi sınırları dahilinde bir mahalledir. Kuzeyinde, Üsküdar ilçesine bağlı Acıbadem Mahallesi bulunur. Acıbadem semti; İstanbul Anadolu yakasında, Kuzey-Güney ekseninde Küçük Çamlıca’nın güney yamaçlarından Haydarpaşa ve Mısırlıoğlu'na, Doğu-Batı ekseninde ise Hasanpaşa'dan Altunizâde ve Koşuyolu'na kadar uzanan geniş bir bölgede yer almaktadır. Kızıltoprak Sapağı'yla birlikte Kadıköy'den çıkan Halitağa Caddesi isim değiştirerek Acıbadem Caddesi'ne dönüşür. Acıbadem semtinin alt sınırı bu noktadan başlamaktadır. Bu cadde Küçük Çamlıca'ya kadar ulaşır. Acıbadem Caddesi'nin Küçük Çamlıca Caddesi'ne dönüştüğü yer, semtin üst sınırını oluşturmaktadır. Semt, ana damarı olan Acıbadem Caddesi'nin doğu ve batı kısmında konumlanmıştır. Acıbadem Köprüsü, semtin ortasından geçen D-100 karayolunun üzerindedir. Cumhuriyet devri kadastro çalışmaları sırasında, Şevket Paşa Sokak'tan Acıbadem Caddesi yönüne ilerlenip, devamında Faikbey Mescidi Sokak'ı boylu boyunca takip etmekle elde edilecek hattın, kuzeyinin Üsküdar Tapu Kadastro Müdürlüğü'nün, güneyinin ise Kadıköy Tapu Kadastro Müdürlüğü'nün yetki alanında kalacağına karar verilmiş ve Acıbadem semti dahilindeki kadastro çalışmaları bu minvalde tamamlanmıştır. Şevket Paşa Sokak - Faikbey Mescidi Sokak hattının kuzeyi tapuda her ne kadar Üsküdar'a bağlı olmuşsa da, 1984'e kadar semtin tamamı, mahallî idare teşkilatı açısından Kadıköy Belediye Şubesi'ne bağlıydı. 1984'te Büyükşehir Belediyesi ile beraber ilçe belediyeleri de kurulmaya başlanınca, belediye sınırları yeniden gözden geçirilmiş ve Acıbadem semtinin tapuda Üsküdar İlçesi'ne bağlı olan kısımları Üsküdar Belediyesi'ne bağlanmıştır. Bu işlem sonucunda İstanbul'da, biri Üsküdar Belediyesi sınırları içerisinde, diğeri Kadıköy Belediyesi sınırları içerisinde bulunan birbirine komşu 2 tane Acıbadem Mahallesi olmuştur. Taşköprü Caddesi, Kadıköy Acıbadem Mahallesi'ni Rasimpaşa Mahallesi'nden ayırır. Yine benzer şekilde Nazifbey Sokak'tan Tur Sokak'a ve oradan da Yeni Duygu ve Boyacı Mehmet sokaklarına devam eden hat Kadıköy Acıbadem Mahallesi ile Hasanpaşa Mahallesi arasındaki sınırı oluştururken, Tekin-Gömeç-Eminbey-Alidede sokakları ve devamında Dinlenç Caddesi boyunca uzanan çizgi Koşuyolu Mahallesi ile, Faikbey Mescidi Sokak ile Şevket Paşa Sokak ise Üsküdar Acıbadem Mahallesi ile sınırı oluşturmaktadır. Google Maps üzerinden Kadıköy Acıbadem Mahallesi'ni incelemek için bu bağlantıya tıklayabilirsiniz. Eskiden geniş çayırların, bağların, bahçelerin ve koruların arasında Osmanlı saray mensuplarının, sultanların, şehzadelerin, paşaların köşklerinin bulunduğu Acıbadem, bugün yoğun yerleşme alanıdır. Bu yoğun yerleşme arasında, geçmişin izlerini taşıyan yapılar ve mekânlar vardır. Semtin Nişantaşı olarak bilinen kesimine II. Mahmud döneminde bir nişan taşı dikilmiştir. Padişahın, bugün yerinde bulunmayan kasrından bin adım uzaktaki bir yumurtayı vurduğu, bu nişan taşının da buraya dikildiği söylenir. Komşu semti Koşuyolu ise yine Osmanlı saray mensuplarının at bindikleri, 1900-1920 yıllarında ise at yarışlarının düzenlendiği semttir. Acıbadem semtinin önemli tarihsel yapıları arasında, Sokullu Köşkü olarak da bilinen Şehzade Ziyaeddin Efendi Köşkü, günümüzde TSK Çamlıca Özel Bakım Merkezi sınırlarında kalan Köçeoğlu Köşkü ile Ahmet Celâleddin Paşa Köşkü, Acıbadem Nişantaşı, Çamlıca Kız Lisesi olarak hizmet vermiş Ahmet Ratip Paşa Köşkü, Mabeyinci Emin Bey Köşkü, sonradan Safter Köşkü adını alan Tırnakçı Salim Bey Köşkü, İbrahim Ağa Camii, Ethem Kaptan Camii, Faik Paşa Camii olarak da bilinen kare planlı ve tek minareli Acıbadem Camii, Baba Oğul Çeşmesi, Ayrılık Çeşmesi ve Acıbadem Su Terazisi sayılabilir. Acıbadem semti, ulaşım açısından oldukça verimli bir bölgede bulunmaktadır. Gerek Kadıköy'e gerek Üsküdar'a olan yakınlığı, E5 otoyolunun Acıbadem'i ortasından kesmesi, çevreyollarına hakim olması sayesinde Acıbadem, ulaşımın hiç de zor olmadığı bir semttir. Kadıköy'den ve Üsküdar'dan hareket edip Acıbadem Caddesi'ni kat eden İETT otobüsleri, Kadıköy'den ve -semtin yalnızca üst kısımlarından geçseler de- Üsküdar'dan hareketli Acıbadem minibüsleri mevcuttur. Eğer D100 karayolu tercih edilecekse Kadıköy ve Üsküdar'dan kalkıp D100 karayolunu takip eden herhangi bir toplu taşıma aracı da sizin işinizi görecektir. D100 üzerindeki Acıbadem Köprüsü durağı Acıbadem Caddesi'ne ve semt merkezine, Emek Sitesi durağı Acıbadem'in doğu kısmına, İstek Vakfı durağı ise güney kısmına ulaşım için idealdir. Yukarı Acıbadem'e ulaşım için Acıbadem Caddesi'ni takip eden toplu taşıma araçları kullanılmalıdır. Kadıköy-Kartal (M4 hattı) metrosunun Acıbadem istasyonu Acıbadem Köprüsü'nün altında; Acıbadem Metrobüs durağı ise semtin Küçük Çamlıca'ya yakın kısmında, köprü yolu üzerindedir. Acıbadem semtinin geniş anlamda bakıldığında komşuları Kadıköy, Üsküdar, Altunizade, Bağlarbaşı, Göztepe olarak sayılabilir. Bu da semtin çevreyollarıyla ulaşım için uygun olduğunu göstermektedir. Acıbadem'den Koşuyolu'na geçip sırayla Koşuyolu ve Tophanelioğlu Caddelerini kullanarak Altunizade'ye ulaşabilir, Boğaziçi Köprüsü'ne giriş yapabilirsiniz. Aynı köprüye ikinci bir yoldan ulaşım için ise E5 otoyolunu kullanmanız gerekmektedir. İzmit-Ankara yönüne doğru otoyolu takiben, Göztepe Köprüsü'ne gelmeden önce köprü girişi verilmektedir. Boğaziçi Köprüsü çıkışında Altunizade sapağından sonra Acıbadem'e giriş geçtiğimiz yıllarda verilmiştir. Ancak Acıbadem Caddesi bu şekilde sadece tek yönlü olarak Çevreyolu'na bağlanmıştır. 1. Köprü Çevreyolu Acıbadem Caddesi'ne bağlanmasına rağmen, Acıbadem Caddesi Çevreyolu'na direk çıkışa sahip değildir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü için ise yine E5 otoyolunu takip etmeniz gerekmektedir. İzmit-Ankara yönünde ilerlerken sırayla Göztepe ve Yenisahra'ya ulaştıktan sonra Kozyatağı'na gelmeden 2. Köprü girişi verilmektedir. Hasan Tan İlkokulu, Acıbadem Türk Telekom Şehit Mete Sertbaş Ortaokulu, Bilfen Koleji'nin anaokulu ile ilk-orta ve lise kısımları, Mihriban Suat Bedük İlkokulu, Özdemiroğlu İmam Hatip Ortaokulu, 60. Yıl Anadolu İlkokulu, Dr. Sait Darga İlkokulu, Çamlıca Kız Lisesi , İstek Vakfı Okulları, Özel Helikon Acıbadem Anadolu Lisesi, Avrupa Koleji, Doğa Okulları, Kadıköy Ahmet Sani Gezici Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, General Ali Rıza Ersin Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Özel Acıbadem Koleji, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Doğuş Üniversitesi semtteki eğitim kurumlarından bazılarıdır. Birbirleri ile komşu olan Ahmet Sani Gezici Lisesi ile Kadıköy İmam Hatip/Anadolu İmam Hatip liseleri binaları yıkıldıktan sonra okulların bulunduğu arsa üzerine tek bir okul binası yapılmış ve bu yeni okul Kadıköy Ahmet Sani Gezici Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi adını alarak imam-hatip lisesi olmuştur. Acıbadem Sağlık Grubu'nun ilk şubesi olan Acıbadem Kadıköy Hastanesi, TSK Çamlıca Özel Bakım Merkezi (eski GATA Çamlıca Askerî Hastanesi), Anadolu Yakası Telekom Müdürlüğü, Anadolu Yakası Posta İşleme Merkezi (PTT), İş Bankası Konutları ve içerisinde CarrefourSA'yı barındıran Tepe Nautilus Alışveriş Merkezi bu semttedir. Semt pazarı perşembe günleri kurulmaktadır. Tarihi Salı Pazarı'nın kurulduğu alan semte uzak olmamakla beraber Üsküdar Amerikan Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi, St. Joseph Lisesi gibi okullar da araçla ortalama 10 dakikada erişilebilecek konumdadırlar. Semtin Uzunçayır'a bakan çukur kısmındaki eski Otosan arazisi üzerine Akasya Acıbadem sitesi ile alışveriş merkezi, bu projenin biraz ilerisindeki bir alana da Almondhill konutları inşa edilmiş, bu yapılaşma Acıbadem'deki nüfus yoğunluğu ile motorlu taşıt trafiğini artırmıştır. Acıbadem semtinin Altunizâde ile sınır kısmında bulunan Validebağ Korusu, günümüzde hâlâ Acıbademlilerin en önde gelen nefes alma yerlerinden biridir. G3: Live in Concert G3: Live in Concert, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani önderliğindeki bir canlı konser projesi olan G3'ün "G3 Turnesi: 1996" "(G3 Tour: 1996)"  olarak anılan ilk turnesine ait bir konser kaydıdır ve 1997'de yayınlanmıştır. Bu turnede Joe Satriani'ye eşlik eden diğer gitar ustaları, Eric Johnson ve Steve Vai olmuştur. Acara Acara şu anlamlara gelebilir; Un kurdu Un kurdu, Tenebrionidae familyasından kınkanatlı küçük bir kara böcektir. Fırınlarda, un fabrikalarında, un değirmenlerinde rastlanan ve cırcırböceği gibi unla beslenen bir böcek türüdür. Un kurdu, marul, elma, patates, salatalık gibi besinlerle de beslenebilir, yulaf ve un türevlerinden yataklık yapıldığı takdirde hızlıca büyür. Un kurdu, bakteri gibi üretilemez, muhakkak bir erkek ve dişiye ihtiyaç vardır, büyüme evresi 3 aşamadan oluşur, larva, pupa, ve son olarak dür. Ortam sıcaklığına göre çok hızlı büyürler, aşırı sıcakta hızlı büyüselerde sağlıksız olurlar. Karanlık yerlerde durmayı sever ışıktan kaçarlar, 40-50 yumurta bırakırlar. Alpheidae Alpheus, tropikal ve ılıman bölge akarsularında yaygın bir karides türüdür. Kabuklular sınıfından olan bu hayvanların iki kıskacı vardır; kıskaçlardan biri öbüründen çok daha güçlüdür ve kapanırken güçlü bir takırtı çıkarır. Mustafa Tarık Orhan Mustafa Tarık Orhan, (d. 5 Mart 1920, Heybeliada – ö. 20 Ekim 2004). Öğretmen, şair. Babası Osman Celal Bey, annesi Asiye Hanım'dır. İlkokul dönemi İstanbul Kasımpaşa'da geçti. Ortaokulu Bayburt'ta bitirdi
kten sonra, öğrenimine Sivas Öğretmen Okulu'nda yatılı olarak devam etti, buradan 1942 yılında mezun oldu. Görev aldığı ilk yer, Sivas'ın Zara ilçesinin Tekke köyüdür. Askerliğinin ardından, yine Sivas'a bağlı Savrun köyünde 1946 yılında öğretmenliğe başladı. O köyde 1947 yılında Naile Yıldırım ile evlendi. Ardından sırasıyla Divriği ilçesi Merkez İlkokulu ve Maden İlkokulu'nda görev aldıktan sonra 1964 yılında İstanbul'a atandı. Ümraniye Merkez İlkokulu'ndaki görevinin ardından Ahmet Mithat Efendi İlkokulu'nda Müdür vekili olarak görev yaptı ve en son Paşabahçe İlkokulu'ndan 1974 yılında emekli oldu. Şair, çok sevdiği Boğaziçi'ne karşı Kanlıca Mezarlığında yatmaktadır. BAŞÖĞRETMENİM Atatürk benim Başöğretmenim. Ne öğrendimse Ondan öğrendim Baktım ki asker, Ben de askerim, Kars'ta Kore'de Nöbet beklerim... Baktım kürsüde, Nutuk söylüyor, O'nun sesini, Dünya dinliyor. Ne heyecanlı Ne heybetli O, Türk tarihinde En kudretli O. Tarih okudum, Baktım başa O. Her iyi işte, Her savaşta O. Bu devrimleri Hep O düşünmüş, Milleti için, Ağlamış gülmüş. O semamızda Ebedi güneş, O gönlümüzde En harlı ateş. Çocuk kalbimle, İlk O'nu sevdim. Atatürk benim, Başöğretmenim... Tarık Orhan ÇOCUK Çiçek olur açılır, Koku olur saçılır, Ondan vaz mı geçilir? Çocuk evin şenliği, Yurdun egemenliği. Kuş olur dalımızda, Tat olur balımızda, Ak akçe elimizde. Çocuk evin şenliği, Yurdun egemenliği. Çocuk baş tacımızdır, Şifa ilacımızdır, Tükenmez gücümüzdür. Çocuk evin şenliği, Yurdun egemenliği, Atatürk ün beyaz vapuru, Samsun a geldi,durdu... Bütün okullu çocukların Kalbi küt küt vurdu... Gelin gibi,Atatürk ün vapuru Süslenmiş...Bembeyaz,nazlı... Büyük direğinde cumhurbaşkanlığı forsu, Selam durdu şehir,erkekli kızlı... Karadeniz,Marmara.Ege,Akdeniz... Bu mutlu günlerle bahtiyar. Atatürk ün beyaz vapuru Barış ve güvenlik taşır diyar diyar... Piston sekmanı Piston segmanı , İçten yanmalı , 4 zamanlı ve 2 zamanlı motorlarda silindir bloğu içinde hareket eden piston ya da pistonların üzerine açılmiş segman kanallarının içinde çalışan gri dökme demirinden ya da çelik alaşımlarından yapılan halka biçimindeki parçalardır. Segmanlar, sıkıştırma zamanı sırasında silindir içerisine alınan havanın kartere sızmasını engelleyerek kompresyonun oluşmasını sağlar. karterdeki yağın ve havanında silindir boşluğuna sızmasını engeller. Genel olarak motorlarda kompresyon segmanı ve yağ segmanı olmak üzere 2 çeşit ve 3 adet segman bulunur. Segmanların otomobil kullanılmaya başladıktan belli bir süre sonra aşınması veya tahrip olması durumunda silindir bloğu içine sızan motor yağı benzinle karışarak yanar ve motor yağ eksiltir, çevre kirliliğine sebep olur. Sıkıştırma zamanı esnasında sızdırmazlığı tam sağlayamayan segmanlar motorun performansının düşmesine neden olur. Altichiero Altichiero (1330 - 1390), yaşantısının ancak 1379-1384 yılları arasındaki bölümü belgelendirilebilen, Verona okulunun kurucusu İtalyan ressam. Mekân kullanımı ile Giotto'ya yakın görünürse de, renk ve ışık-gölge uygulamaları, onun Kuzey İtalya kültürüyle bağlantısını ortaya koyar. Özellikle Padova'da ve Verona'da yaptığı fresklerle tanındı. Trecento sanatının son ve en zarif temsilcilerinden biridir. Yanma odası Yanma odası, motor silindirinin içinde pistonların hareket ettiği silindir şeklindeki boşluktur. Üst kısmı silindir kapağı ile kapatılır. Silindir kapağı içinde bulunan bujilerin ateşleme yapan kısımları yanma odası içindedir. Osman Murat Ülke Osman Murat Ülke, Türk vicdani retçi ve 1997 "insan hakları" ödülünün sahibi. O dönemde İzmir Savaş Karşıtları Derneği Başkanı olan Ülke, Türkiye'de vicdani reddi nedeniyle tutuklanan ilk retçidir. Reddini 1 Eylül 1995'de İzmir'de açıklamış, bir yıl sonra da TCK 155. maddedeki "halkı askerlikten soğutma" suçunu işlediği gerekçesiyle tutuklanmıştır. Ülke'nin tutuklanması ile birlikte Türkiye'nin siyasal gündemine "vicdani ret" kavramı ilk kez girmiştir. Osman Murat Ülke, uzun bir "gözaltı - mahkeme - hapis - birliğe sevk - vicdanî reddi yineleme" döngüsünden sonra, 9 Mart 1999'da serbest bırakılmıştır. Koca Balkan Dağları Koca Balkan Dağları, Bulgaristan'ı kuzeybatıdan doğuya, ortasından bölen, 600 kilometre civarında bir dağdır. En yüksek yeri Botev'dir (2.376 m). Bulgarca, Стара Планина ("Stara Planina") adına sahiptir. Ünlü Şipka Geçidi ve savaşlarının yapıldığı dağdır. Balkan Sıradağları (Kısaca Balkan), adı bulgarca ve sırpça Stara Planina olup Güney Avrupa'da bulunan kıvrımlı sıradağdır, asıl tarak kısmı bugünkü Bulgaristan'dadır. Sıradağa göre Balkan yarım adası olarak adlandırılır. Dağın kapladığı bölgede doğa parkı olarak dört milli park kurulmuştur : bunlar Sinite Kamani ; Balgarka ; Wratschanski Balkan ve stranina Planina'dır.) , ayrıca bitkiler ve canlıların (flora ve faunanın) korunabilmesi için birçok doğal alanlar rezervlidir. Antik çağlarda Balkan dağları Hemus (Bulgarca, XeMyc) , yunanca Aimoç ; trakyaca : Haimos ve latincede Haemus olarak adlandırılmıştır. Osmanlı Türkleri 14.Yüzyıl ile 17.Yüzyıl arasında bölgeyi adım adım işgal etmiş ve orada 19.Yüzyılın sonuna dek hükmeden güç haline gelmiştir. Balkan kelimesi buna uygun olarak Türkçeden gelmektedir ve çok ağaçlı,çalı çırpılı, veya çok ormanlı dağlar anlamını taşımaktadır. Bununla birlikte Türkmenista'dada 'Büyük Balkan (Uly Balkan) olarak adlandırılmış bir sıradağ zinciri vardır, hatta orada başkenti Balkanabat olan bir bölge (provins)'de vardır. Balkan sıradağları 600 Km uzunluğunda olup,Balkan Yarımadasının kuzey kenarında doğu batı yönünde aşağı Tuna nehrinin düzlemlerine doğru ilerlemektedir.Sıradağ Trakya arazisinin doğal kuzey sınırını teşkil etmektedir.Yuvarlatılmış dağlık görünümü ile bu sıradağ güneye doğru dik olarak alçalır ve birçok geçitlere sahiptir, bu geçitlerden en önemli olanları Şipka Geçiti ile Devlet (Republik) Geçiti'dir.Ayrıca birçok yarma vadiler tarafından kesilir, bu vadilerden en görkemli olanı Iskar vadisidir, en yüksek tepesi (2376 m) dir. Dağlık alan batıdan doğuya doğru üç bölüme ayrılır : Batı Balkan, Orta Balkan (Yüksek Balkan) ve Doğu Balkan (Küçük Balkan) ; benzer şekilde kuzeyden güneye doğruda üç bölüme ayrılır ; Ön Balkan (Pred-Balkan), Asıl Tarak (Sırt) ve Alt-Balkan (Pod-Balkan). Batıda 2169 metreye kadar yükselen Batı Balkan Sırbistan ile Bulgaristan arasındaki doğal sınırı oluşturur.Orta Balkanların batı sınırı Iskar-Yarması veya Botewrad Geçiti ile işaretlenmiştir, ve Doğu (Küçük) Wratnik Geçiti'nde başlar. Silindir kapağı Silindir kapağı , Motor bloğu'nu arasına silindir kapak contası konularak üstten kapatacak şekilde imal edilen motor parçasıdır. Silindir kapağı üzerinde emme manifoldu , egzoz manifoldu ve bujiler bulunur. Supap sistemine de yataklık etmektedir. Otomobil motorlarında genelde tüm bloğu kaplayan bir tane silindir kapağı bulunmaktadır. Büyük motorlarda ise her silindirin kendi silindir kapağı vardır. Orta Dağ Orta Dağ ya da Sredna Dağları (Bulgarca: Средна гора, "Sredna Gora") Bulgaristan'da kesintili dağ sırası. Doğu-batı doğrultusunda, Balkan Dağlarına koşut olarak uzanır. Duygudurum bozukluğu Duygudurum bozuklukları başlığı Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kullanılan bir başlıktır. Önceki yıllarda “Duygulanım (Affektif) Bozuklukları” başlığı ile tanımlanmaktaydı. Ancak “duygulanım” ve “duygudurum” sözcüklerinin tanımları değiştikten sonra bu bozukluk grubu duygudurum bozuklukları başlığı olarak nitelendirilmektedir. Bir duygudurum bozukluğu kişinin genel duygudurumundaki bir bozulma, dış şartlara ve durumlara göre uygunsuz bir duygudurum halidir. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 4. Ruhsal Bozukluklar Tanı ve İstatistiksel El kitabına göre (DSM-IV); 2 ana duygudurum bozukluğu tanımlanmıştır. Kanada'nın eyaletleri ve bölgeleri Kanada resmî olarak "province" denen 10 eyalete (batıdan doğruya doğru: Britanya Kolumbiyası, Alberta, Saskatchewan, Manitoba, Ontario, Québec, New Brunswick, Prens Edward Adası, Yeni İskoçya ve Newfoundland & Labrador) ve resmî olarak "territory" denen 3 bölgeye (batıdan doğuya doğru: Yukon, Kuzeybatı Toprakları, Nunavut) ayrılmıştır. Eyaletlerin federal yönetimden geniş oranda özerkliği varsa da bölgelerin bağımsızlığı daha azdır. Eyaletler, Kanada'nin sosyal programlarının çoğundan (örneğin sağlık sistemi, eğitim ve refah) sorumludur; ve toplamda federal hükümetten daha fazla gelir toplarlar. Federal hükümetin politikalarından muaf tutulabilirler, ancak bu federal gelirlerden alınan payın kaybı riskini de taşır. Ceza kanunları kesinlikle federal hükümetin sorumluluğu altında olan az sayıdaki alanlardan biridir ve suç ve ceza Kanada'nın çoğunda tek biçimlidir. On eyaletin eyalet başbakanı tarafından yönetilen seçilmiş yasama kolu vardır, eyalet başbakanları federal başbakanla aynı şekilde seçilirler. Ayrıca her eyaletin federal başbakan tarafından atanan ve Kraliçe'yi temsil eden ve yalnızca sembolik yetkilerle donatılmış birer vali yardımcısı vardır. Çoğu eyalette federal düzeydeki partilerin karşılığı olan eyalet duzeyinde partiler vardır. Ancak NDP dışında eyalet düzeyi partiler ile federal düzeydekilerin arasında resmi bir bağ yoktur (Örneğin Britanya Kolumbiyası'nın Liberalleri, federal Liberaller'e oranla sağ çizgiye daha yakındır). Bazı eyaletlerde Saskatchewan Partisi ve Labrador Partisi gibi yerel politik partiler de bulunur. Quebec'deki politik durum diğerlerinden çok farklıdır, partiler arasındaki en belirgin fark, Québécois Partisi (Parti Québecois) tarafından temsil edilen ayrılıkçılık ile Quebec Liberal Partisi tarafından temsil edilen federalciliktir. Bu iki parti haricinde sağ görüşlü Quebec Demokratik Eylem Partisi (ADQ) ve sol görüşlü İlerici Güçler Birliği (UFP) adlı küçük partiler de Quebec'de faaliyet göstermektedir. Ancak bunlardan sadece ADQ şimdiye kadar Quebec meclisine üye sokabilmiştir. Anayasa yerine Parlamento tarafından kuruldukları için bölgeler eyaletlerden daha az siyasi güce sahiptirler. Bunun sonucu olarak bölgeler Parlamento'da
eyaletlere eşit temsil edilmezler. Bölgelerin devlet başkanlarına komisyoner denir. Her ne kadar eyaletlerdeki yardımcı valilere eşit düzeydelerse de Kraliçe'nin temsilcisi değillerdir. Federal hükümet tarafından atanırlar. Yukon'un eyalet meclisleriyle aynı şekilde çalışan kendi bir meclisi vardır, fakat diğer iki bölge siyasal partisiz uzlaşma yönetimi sistemi kullanırlar. Bu yöntemde her aday seçimlerde bağımsız olarak yarışır, ve bölge başbakanı adaylar arasından ve adaylar tarafından seçilir. Federal hükümet ve bölgesel hükümetler arası ilişkiler her zaman gergin olmuştur. Hükümetler arası uzlaşmazlıkların çoğu kaynakların kullanımı ve finansman hakkında olmuştur. Kişi başına gelire göre bölgeler Kanada'da en yüksek oranda olsa da, bölgelerdeki yoksulluk oranı sosyal yalıtım, mal sağlamadaki aşırı zorluk ve maliyet, işlerin yıpratıcılığı ve sosyal problemlerden dolayı devamlı yüksek olmuştur. Oliver Kahn Oliver Rolf Kahn (; d. 15 Haziran 1969), Alman eski futbolcudur. Kaleci pozisyonunda oynayan oyuncu, kariyerine Karlsruher SC yıldız futbol takımında başladı. İlk profesyonel karşılaşmasına 1987 yılında çıktı. 1994 yılında 4.600.000 Alman markı karşılığında kariyerinin sonuna kadar oynayacağı Bayern Münih'e transfer oldu. Sekiz Bundesliga, altı DFB-Pokal, bir UEFA Kupası (1996), UEFA Şampiyonlar Ligi (2001) ve Kıtalararası Kupa (2001) şampiyonluğu yaşayan Kahn, Alman futbolunun yakın tarihte yetiştirdiği en başarılı oyunculardan oldu. Bireysel çapta gösterdiği başarılar ona art arda dört UEFA Avrupa'nın En İyi Kalecisi, üç IFFHS Dünyanın En İyi Kalecisi ve iki kez de Almanya'da Yılın Futbolcusu ödülü kazandırdı. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda aldığı Altın Top Ödülü ile birlikte, turnuva tarihinde bu ödülü kazanan ilk ve tek kaleci unvanını elde etti. 1994'ten 2006'ya kadar Almanya millî futbol takımında oynayan Kahn, Andreas Köpke'nın millî takımı bırakmasından sonra sahaya ilk 11'de çıkmaya başladı. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda takımını finallere taşıyan ve kalesinde yalnızca üç gol gören kaleci, buna rağmen finalde Brezilya'ya 2-0 kaybettikleri karşılaşma yüzünden eleştirilere maruz kaldı. Ancak sonunda turnuvanın en iyi oyuncusu olmayı ve Altın Top Ödülü'nü almayı başardı. Kahn altı yaşındayken, babası Rolf'ün de 1962'den 1965'e dek forma giydiği, Karlsruher SC takımına girdi. Kaleciliğe başlamadan önce kendi mevkisi dışında oynadı. Profesyonel kadrodaki yerine ilk olarak 1987-88 Bundesliga sezonunda kaleci Alexander Famulla'ın yedeği olarak dahil edildi. Ligdeki ilk karşılaşmasına, 27 Kasım 1987'de kendi evlerinde 1. FC Köln'ü 4-0 mağlup ettikleri maçta çıktı. 1990 yılına dek teknik direktör Winfried Schäfer onu hep Famulla'nın gerisinde tuttu. İlerleyen yıllarda Kahn kendisine daha çok ilk 11 şansı yarattı. 1993-94'te UEFA Kupası yarı finallerine çıktıkları karşılaşmada, Karlsruher'in kilit oyuncusu ve motivatörü olarak dikkat çekti. İkinci turda, Estadio Mestalla'da 1-3 kaybettiği karşılaşmadan sonra, Karlsruhe kendi evinde Valencia'yı 7-0 yenerek hezimete uğrattı. Karşılaşma Alman medyasında "Wildparkstadion'da Mucize" olarak adlandırıldı. Sonraki turda takım, Red Bull Salzburg'a elenmekten kurtulamadı. Kahn'ın Karlsruher SC'de gösterdiği başarı, Bayern Münih'in bu kaleciye olan ilgisini arttırdı. Kulüp 1994-95 sezonu için 4.600.000 Alman markı (2.385.000 €) gibi bu mevkiye göre rekor bir ücretle, kaleciyi Raimond Aumann'ın yerini doldurmak için transfer etti ve ilk 11'de oynama şansı verdi. Çapraz bağlarında gerçekleşen yırtıktan dolayı altı ay sahalardan uzak kalmasına rağmen, sahalara dönüşünden iki ay sonra Almanya millî futbol takımı ile ilk karşılaşmasına çıktı. Bayern Bordeaux'yu 1995-96 UEFA Kupası finalinde yenmeyi başardı. 1996-97 Bundesliga sezonunda kaleci, Almanya'daki ilk şampiyonluğunu Bayern'le Almanya Lig Kupası'nı kazanarak elde etti ve kariyerinde ikinci kez (ilki 1994'te) Almanya'da Yılın Kalecisi seçildi. 1999 yılında Bayern Münih Şampiyonlar Ligi finaline çıkarak Camp Nou'da Manchester United'ın rakibi oldu. Bayern oyuncusu Mario Basler, daha altıncı dakikada attığı erken bir golle takımını öne geçirmesine rağmen, Teddy Sheringham ve Ole Gunnar Solskjær'in uzatma dakikalarındaki golleri United'ı kupaya taşıdı. Kahn o yıl Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu tarafından Dünyada Yılın En İyi Kalecisi ödülüne layık görüldü. Kahn 3 Mart 2001'de Hansa Rostock ile oynadıkları karşılaşmada karıştığı bir olayda oyundan atıldı. Bayern Münih'in son dakikalara 2-3 yenik girdiği karşılaşmada, Alman kaleci köşe vuruşu sırasında ceza sahası içerisine girdi ve zıplayıp, yumruklarıyla topu rakip ağlara gönderdi. Hakem hiç bekletmeden kırmızı kartını göstererek Kahn'ı oyun dışı bıraktı. 2001 Şampiyonlar Ligi'nde Valencia'ya karşı oynadıkları finalde "Maçın Adamı" seçildi. İki takımın da 1-1'lik eşitliği bozamaması üzerine penaltılara gidilen karşılaşmada üç kurtarış yaparak şampiyonluğun gelmesinde önemli rol oynadı. Aynı zamanda, penaltı atışları sonrasında hayal kırıklığına uğrayan karşı takım kalecisi Santiago Cañizares'in yanına gidip onu teselli etmesiyle UEFA Fair Play Ödülü'nü de kazandı. Aynı yıl Tokyo'daki Ulusal Olimpiyat Stadyumu'nda düzenelenen Kıtalararası Kupa'da Bayern Münih, Arjantin ekibi Boca Juniors'ı mağlup edip kupayı kazanmayı başardı. Kahn'ın yaşadığı sakatlıklar, kişisel problemler, motivasyon eksikliği ve hakkında çıkan rivayetler oyuncunun 2002-03 sezonunda ani bir düşüşe geçmesine neden oldu. 2003-04 Şampiyonlar Ligi ikinci turunda eşleştikleri Real Madrid ile oynadıkları ilk karşılaşmada, Roberto Carlos'un yavaşça üstüne doğru çektiği topu kurtaramaması ve takımının elenmesine sebep olması ile bu süreç devam etti. Maçtan sonra The "Daily Mail" Kahn'ın hatasını şöyle eleştirdi: "2002 Dünya Kupası finalinde olduğu gibi yine bir Brezilyalı sahneye çıkıp Kahn'ın elindeki fırsatı berbat etti. Fakat bu seferki o gözleri kamaştıran Ronaldo vuruşu değil; Bayern için felaketten farksız, sadece cılız bir Roberto Carlos serbest vuruşuydu. Ertesi sezon Bayern Münih Kahn ile Bundesliga şampiyonluğuna ulaştı. 2006'da Münih'te DSC Arminia Bielefeld ile oynanacak karşılaşma öncesinde, Michael Rensing alıştırma atışlarla Kahn'ı hazırlıyordu. Kahn'ın gözüne isabet eden bir şut, gözünde şişmeye ve lekeye yol açarak karşılaşmaya çıkmasına engel oldu. Rensing'in kaleye geçtiği maçta Bayern sahadan 2-0'lık sonuçla galip ayrıldı. Kahn 2007-08 sezonunda da oynamak ve kontratını tamamlamak istediğini açıklamıştı. 2011 itibarıyla, kalesinde gol görmeden tamamladığı 197 maçla, Bundesliga tarihinin bu alandaki lideridir. 2 Kasım 2007'de 38 yaşındayken oynadığı 535. Bundesliga maçıyla ligin en çok maça çıkan kalecisi oldu. Oyuncu 1 Mayıs 2008'de UEFA Kupası yarı finalinde FK Zenit'e deplasmanda 4-0 kaybettikleri maçla Avrupa'da son kez mücadele etti. Ligdeki son karşılaşmasına ise 17 Mayıs'ta Hertha Berlin'e karşı 4-1'lik galibiyet aldıkları maçta çıktı. On dördünü Bayern'le geçirdiği yirmi yıllık futbol kariyerinin ardından 2 Eylül 2008 tarihinde Almanya XI karmasına karşı oynanan ve 1-1 sonuçlanan karşılaşma ile jübilesini yaptı. Bayern'le çıktığı son maç, 27 Mayıs 2008'de takımın Asya turu sırasında, Kolkata'daki Yuva Bharati Krirangan stadında Hindistan takımı Mohun Bagan ile oynanan dostluk karşılaşması oldu. Maça yaklaşık 120.000 kişi geldi. Oliver Kahn, 3-0 Bayern üstünlüğüyle sonuçlanan maçın 55. dakikasında yerini Michael Rensing'e bıraktı. Kahn daha önceden Almanya millî futbol takımı 1994 FIFA Dünya Kupası kadrosuna çağrılsa da ilk millî karşılaşmasına çapraz bağlarındaki zedelenmenin iyileşmesinden iki ay sonra, 23 Haziran 1995'te İsviçre millî futbol takımına karşı oynanan maçta çıktı. Oliver Reck ile birlikte, İngiltere'de düzenlenen Euro 96'yı kazanan takımın kadrosunda yedek kaleciydi. Fransa'daki 1998 FIFA Dünya Kupası'nı yedek kulübesinde seyretti fakat Andreas Köpke'nın turnuva sonunda emekliliğini açıklaması Kahn için ilk 11'de başlamak anlamına geliyordu. İki yıl sonra Euro 2000'de hayal kırıklığı yaratarak grupları geçemeyen Almanya'da kaptanlığı da forvet Oliver Bierhoff'tan Kahn devraldı. Kahn kariyerindeki en kötü performanslarından birini 2001 yılında Münih'te İngiltere'ye karşı oynadıkları maçta gösterdi. Daha önce 2000 yılında Wembley stadyumunda İngiltere'yi 1-0 yenen Almanya, evindeki maçın da favorisiydi. Fakat, Michael Owen'ın hat trick yaptığı karşılaşmayı Almanya 5-1 kaybetti. Bu mağlubiyete rağmen Almanya, Ukrayna'ya karşı oynadıkları play-off karşılaşmasını kazanarak FIFA Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı. Kahn gelecek şampiyona için takımın bir numaralı oyuncusu olmaya devam etti. IFFHS tarafından dünyanın en iyi kalecisi seçilerek bu ödülü de ikinci kez kazandı. Almanya'nın 2002 FIFA Dünya Kupası'ndaki düşük beklentilerine karşın takım finallere yükselmeyi başardı. Turnuva boyunca yalnızca üç gol yiyen Kahn, bunlardan iksini final karşılaşmasında yedi. Final karşılaşmasına sağ yüzük parmağındaki yırtlık bağlarla çıkan Kahn, ilk golü 67. dakikada Rivaldo'nun kaleciden seken topunun Ronaldo tarafından tamamlanmasıyla yedi. Oyunun bitmesi ve Brezilya'nın şampiyonluğunu ilan etmesinden sonra tek başına oturan ve yediği gole üzülen kaleci, suçu da parmağındaki sakatlığa atmayı reddetti. FIFA Teknik Çalışma Ekibi, Kahn'ı Lev Yaşin Ödülü ile turnuvanın en iyi kalecisi olarak ödüllendirdi. Bireysel çabalarının sonucu olarak turnuva tarihinde Altın Top Ödülü'nü kazanmayı başaran ilk kaleci unvanını da elde etti. Aynı zamanda hiç gol yemeden oynadığı beş maçla bu anlamda Almanya adına da bir ilke imza attı. Kahn 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yine bir numaralı yerini korudu; fakat Almanya grup turlarında yine direnemedi ve turnuvadan elendi. Tecrübeli kaleci de turnuvadan sonra kaptanlığı Michael Ballack'a bıraktı. Rudi Völler'in yerine gelen Almanya'nın yeni teknik adamı Jürgen Klinsmann, Oliver Kahn ve Arsenal'den rakip mevkidaşı Jens Lehmann arasındaki çekişmeyi artırıp başarıyı yükseltmek için bu iki kaleciyi sürekli y
er değiştirerek ilk 11'e aldı. 7 Nisan 2006'da, Klinsmann mevki için iki yıl süren kavgayı bitirdi ve 2006 FIFA Dünya Kupası için ilk kaleci tercihinin Lehmann olduğunu açıkladı. Kahn takımda yedek olarak takımda kalmayı kabul etti ve turnuva öncesi yaşanan kavgaya rağmen Klinsmann'ın kararını anlayışla karşıladığını belirtti. Kahn ve Lehmann Arjantin'e karşı çeyrek final penaltı atışları öncesinde göz göze geldi ve tokalaştı. Maç sonrası düzenlenen toplantıda Kahn, mevkidaşını yaptığı iki kritik kurtarışı için övdü. Almanya'nın yarı finalde İtalya'ya elenmesinden sonra, Kahn 8 Haziran 2006'da Portekize karşı 3-1 kazandıkları üçüncülük maçında ilk 11'de şans buldu. Almanya adına çıktığı bu son millî maçında, sakat olduğu için forma giyemeyen Michael Ballack'ın kaptanlık pazubandını da taktı. Bastian Schweinsteiger'in oyunu kazandıran performansının gölgesinde kalsa da, birkaç önemli top çıkararak yüksek düzeyde bir performans sergiledi. Portekizli forvet Pauleta'nın Alman savunmasını yarıp çektiği vuruşu çelen kaleci, Deco'nun ceza sahası içinden çektiği şutu da kurtardı. Kahn, maçın ardından Almanya millî futbol takımını bıraktığını açıkladı. Millî takım kariyeri boyunca çıktığı 89 karşılaşmanın 49'unda kaptanlık pazubandını taşıdı. Hiç Dünya Kupası kazanamamasına rağmen 2002'de bir ikincilik ve 2006'da da üçüncülük elde etti. Kahn Karlsruhe'de dünyaya geldi. Leton asıllı olan futbolcunun, Letonyalı babaannesi ve babası, kendisinin de hâlâ çok meşhur olduğu Letonya'nın Liepāja kentinde doğdu. Kahn'ın Almanya ikinci liginde Karlsruher adına oynamış Axel adında bir ağabeyi vardır. 2010 yılında iki çocuğu bulunan karısı Simone'la on yıllık evliliğini bitirdi. Şubat 2011'de de kız arkadaşı Svenja bir erkek çocuk dünyaya getirdi. 2009 yılında Schalke 04'ten aldığı teknik direktörlük teklifini geri çevirdi. İki yıl sonra, Nisan 2011'de Alman mahkemesi Kahn'ı Dubai'den gelirken beraberinde getirdiği 6.687 Euro tutarındaki lüks eşyaların bedelini gümrüğe bildirmediği için vergi kaçırma suçundan 125.000 € (182.223 $) para cezasıyla cezalandırdı. Yine 2011 yılında efsanevi kaleci, Schalke 04'ün kalecisi Manuel Neuer için 20 milyon Euro ödemeye hazırlanan eski kulübünü, geleceği görememekle suçladı. Kahn, "Teknik adamın sürekli görev yapması, başarının temelidir. Bayern'de şu an bir futbol felsefesi göremiyorum. Barcelona örneği, uzun vadeli düşünmek gerektiğini gösteriyor" diye konuştu. Kahn Almanya ve Avrupa çapında kültürlerarası uzlaşı, eğitim değerleri ve korunma konulu bir çağdaş sokak futbolu projesi olan, Münih sokak futbolu ligi "Bunt kickt gut"u; okullar, kulüpler ve hapisanelerde futbolu aşılayan Sepp-Herberger vakfını ve amacı gençleri şiddet, alkol ve uyuşturucudan korumak olan Justin Rockola Derneği'ni desteklemektedir. Oliver Kahn kariyeri üzerindeki baskı ve stresin üstesinden gelme gücü ile geniş çapta takdir toplamıştır. Bayern Münih'in internet sitesindeki profilinde "sabırsız, disiplinli, hırslı" gibi ifadeler yer almaktadır. Japonya ve Güney Kore ortaklığı ile gerçekleştirilen 2002 FIFA Dünya Kupası boyunca Kahn Asya'da popülarite kazandı. Aralarında bir Shinkin bank reklamının da bulunduğu birkaç televizyon reklamında yer aldı. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası'ndan sonra, Almanya millî futbol takımının maçlarını analiz etmek üzere ZDF kanalı spor ekibine katıldı. 2009 yılında CCTV'de yayınlanan ve Çin'in en iyi genç kalecisini arayan bir televizyon programında jüri üyeliği yaptı. Yine aynı yıl içerisinde Madame Tussauds müzesinin Berlin kolunda Kahn'ın balmumu heykeli açıldı. Kaleci, 2010 yılında antrenörlük lisansı da aldı. Bunun yanında, Alman pop müzik grubu Die Prinzen, "Olli Kahn" adlı şarkıyı Kahn için yazdı. Profesyonel kariyeri boyunca müthiş bir duruş gösterdiği ve insanları etkilediği için Kahn'a "Kral Kahn" ya da "Dev" takma adları verildi. 557||0||82||0||142||0||781||0 557||0||82||0||142||0||781||0 !Toplam||86||0 Kaynak: Kaynak: Kaynak: Jean-Léon Gérôme Jean-Léon Gérôme (11 Mayıs 1824 - 10 Ocak 1904), Fransız ressam, heykeltıraş ve öğretmen. Tarihsel ve oryantalist stilde resimler yapmıştır. Oryantalizm akımının en önemli sanatçılarındandır. Yaşamının son 25 yılında heykelle de uğraşmıştır. Birçok ünlü ressamın öğretmeni olmuştur. Öğrencileri arasında Odilon, Redon, Thomas Eakins, Mary Cassatt, Osman Hamdi Bey ve Şeker Ahmet Paşa gibi ünlü ressamlar bulunur. Hasan Kayıhan Hasan Kayıhan, 1949 yılında Bilecik ilinin Günyurdu (bakraz) köyünde doğdu. Eğitim Enstitüsü ve Ortadoğu Amme idaresi mezunu olan Kayıhan, Edebiyat dünyasında Peyami Safa Ödülü kazanan Yoklar adlı romanıyla tanındı. Akıcı ve sağlam Türkçesiyle dikkat çeken yazarın Zincir (Türk Kültür Vakfı Roman Ödülü) Acı su, Sultan/Kölnde Bir Kız, Gurbet Ölümleri (TYB 1984 Yılının romanı), Beyler Aman, Dönüş gibi romanları bulunmaktadır. Uzun süredir yurtdışında yaşayan ve üç çocuk babası olan yazar, özellikle Batı Avrupa'da yaşayan Türk gençlerinin anadillerini geliştirebilmeleri yolunda büyük bir uğraş vermektedir. Bu konuda çeşitli dergi ve gazetelerde yüzlerce makalesi bulunan Hasan Kayıhan, özel bir televizyonda Yüz Yüze adıyla haftalık sohbet programı hazırlayıp sunmaktadır. Türkiye Yazarlar Birliği'nin kurucularından olan Kayıhan, Almanya'da aktif olarak politikayla da uğraşmakta, Türk asıllı adayların partilerinde etkin görevler alabilmesi için destek vermekte, Türk derneklerinin birleşmesi, Türkiye imajının olumlu yönde geliştirilmesi için çaba harcamaktadır. Sta4CAD STa4CAD, Merkezi Türkiye'de bulunan Sta firmasına ait inşaat mühendisliğine yönelik endüstriyel çok katlı bina tasarım sistem yazılımdır. Sta4CAD; çok katlı betonarme yapıların statik, deprem, rüzgar ve betonarme analizini entegre olarak yapma amaçlı kullanımlar için üretilmiştir. Tümüyle Türkiye, deprem yönetmelikleri ve inşaat ile ilgili diğer yasalara uygun olarak hesaplamalar yapabilmektedir. Yazılım her tür çelik ve beton için; döşeme elemanlarını, kiriş elemanlarını, kolon elemanlarını, temel elemanlarını, istinat duvarı ve deprem ısolatörlerinin hesaplamalarını yapabilme yeteneğine sahiptir. Statik ve dinamik sonlu elemanlar analizi, dizaynı, çizimi ve metrajı ile; yapısal modelleme, yük hesapları, onarım ve güçlendirme projeleri, betonarme hesapları, temel sistemleri, interaktif/otomatik çizimler gibi temel inşaat mühendisliği alanlarında tam katkı veren bir yazılımdır. STa4CAD yazılımın kullanımda olan son sürümü 13'tür. Vita brevis, ars longa Latince özdeyişin bir parçası. Hipokrat tarafından söylenmiştir. Latince orijinali: Okunuşu: Türkçe Anlamı: İngilizce çevirisi: Burada "sanat" kelimesi ile tıp veya hekimliğin kast edildiği düşünülmektedir. Adam Ferguson Sir Adam Ferguson (20 Haziran 1723, Perthshire - 22 Şubat 1816, Edinburgh), İskoç Aydınlanmasının filozofu ve tarihçi. İskoçya'daki St. Andrews Üniversitesi'nde ve Edinburgh Üniversitesi'nde eğitim görmüş. 1764'den 1785 yılına kadar Edinburgh'daki Ahlakî Felsefe Kürsüsünde öğretmen olarak görev yapmıştır. 'da ölmüştür. Anthony Bourdain Anthony Michael Bourdain (25 Haziran 1956; New York, Amerika Birleşik Devletleri - 8 Haziran 2018, Fransa), Amerikalı yazar ve New York'taki "Brasserie Les Halles"ın baş şefiydi. Yemeğe olan düşkünlüğü genç yaşta ailesi ile Fransa'ya yaptığı bir gezi ile başladı. Bir istiridye teknesinde ilk defa istiridyeyi tattı ve o günden beri iyi veya kötü değişik tadlar bulmak üzere dünyayı dolaşmaktadır. 2005'te Travel Channel adlı TV kanalında ""No Reservations"" adlı bir TV serisi üretmiştir. Hortum (meteoroloji) Hortum, kümülus bulutları ile bağlantılı olarak silindir şeklinde dönerek gezen bir rüzgâr türüdür. Bu "hortum" bulutlardan yere kadar uzanır ve büyük yıkıcı güce sahip olan bir doğa felaketidir. Hortumlar hakkında bir bilimsel teori ilk olarak 1917 yılında Alfred Wegener tarafından üretilmiştir ve bu teori günümüzde de doğru olarak kabul edilmektedir. Hava olaylarının oluşumları ne kadar karışık gözükse de, aslında hepsinin oluşumu birbirleri ile benzer şekildedir. Hortum gibi ekstrem hava olayının oluşmasındaki tek fark; yukarı seviyelere taşınan suyun (konveksiyon) çok daha fazla olması ve sürekli hızlı bir şekilde yükselmesidir. Buna basit bir örnek olarak kaynayan suyu örnek gösterebiliriz. Isındıkça yükselen hava, yukarı seviyedeki soğuk havadan dolayı içindeki su yoğuşarak milyarlarca su partiküllerini açığa çıkarır. Bu milyarlarca mikro su partikülleri yukarıda birleşerek bulut diye adlandırdığımız şekilleri oluştururlar ki, bulutların büyüklükleri de taşınan havanın hızına bağlı olarak değişir. Çok hızlı bir şekilde yükselen sıcak ve nemli hava, yükselen havaya oranla çok daha soğuk olan hava tarafından emilmeye başlar. Bu esnada hava çok kararsızdır ve bu kararsızlığın tepkimesi olarak bulutun altında spiral bir şekil oluşur. Yer seviyesinden hızlıca yükselen hava, basıncı ve sıcaklığı düşürür. Bu esnada rüzgar şiddetini arttırır ve su buharı yoğunlaşmaya başlar. Yoğunlaşan su buharı, bulutun altında belirmeye başlayan spiral şeklin daha belirgin, havanın ise daha kararsız hale gelmesine neden olarak hortumun gücünün artmasına neden olur. Olgunlaşmaya başlayan spiral şekil alttan emdiği havayı hızla soğutarak yoğuşturur ve şiddetli akıma, şimşeklerle birlikte dolu ve yağmur sağanakları da katılır. Hortumlar tropikal bir siklona oranla çok daha küçük, ancak bir o kadarda yıkıcıdır. Bir denizin ya da gölün üzerinde meydana gelen bir hortum, yerden emdiği sular ile bir ""Su hortumu"" oluşturur. Havanın mevsimsel değişimine göre kar hortumu ve alev hortumlarıda oluşabilmektedir. Joe Satriani (albüm) Joe Satriani, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin beşinci özgün stüdyo albümüdür. Sauna Çetesi Sauna Çetesi ya da Geyşa Çetesi, Emniyet'in Küre Operasyonu ile ortaya çıkarılan, liderliğini Kasım Zengin'in yaptığı çetenin kamuoyunda bilinen adı. Üyeleri arasında emekli bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, Özel Harekat üyesi subaylar ve emekli askerler bulunmaktadır. Faali
yetlerini ağırlıklı olarak Ankara'da gerçekleştirmişlerdir. Çete'ye 'sauna' ismi çete üyelerinin Ankara'da bir saunayı zorla gasp etmesi ve burada yaşadıkları gizli ilişkilerdir. Çete'nin faaliyetlerine aralarında şarkıcı İbrahim Tatlıses gibi tanınmış simalar da katılmıştır. Yeni bir Susurluk olarak nitelendirilen Sauna Çetesi üyelerinin kasalarından devletin en gizli belgelerini içeren CD'ler çıkmıştır. İddialara göre çetenin bir amacı da Türkiye'yi askeri bir darbeye hazırlamaktır. Fox Kids Fox Kids, 1990-2005 yılları arasında birçok ülkede yayın yapmış çocuk kanalı. Kanal Fox Broadcasting Company'ye bağlı olarak kurulmuştur. Ayrıca "Fox Kids Play" adında eski çizgi filmlerinin yayınlandığı bir kanalı daha vardır. Türkiye'de ilk olarak Show TV'de kuşak yayını olarak başlamıştır. Şirketin piyasadan çekilme kararı ile kanallar başka bir şirkete satılmıştır. FOX, ABD'de kanalın ismini 4Kids olarak değiştirip yayınlarına devam ederken, Türkiye de dahil birçok Avrupa ülkesinde kanal Disney'e satılmış ve bunun sonucunda da kanalların isimleri Jetix ve Jetix Play olarak değiştirilmiştir. Fakat Fox Kids içerikleri yayından kaldırılmamış bu kanallarda da kapanana kadar devam etmiştir. Daha sonra 2010 yılında Disney bu kanalları tamamen yenileyerek yerlerine Disney XD ve Playhouse Disney'i (Daha sonra Disney Junior) getirmiştir. Fox 2012 yılında Finlandiya'daki kanalında Fox Kids'in özgün logosu ve yeni içeriklerle kuşak yayınına başlamıştır. Böylece Fox Kids markası yeniden canlanmış oldu. Crystal Planet Crystal Planet, ABD'li gitar virtüözü Joe Satriani'nin altıncı özgün stüdyo albümüdür ve 1998'de çıkmıştır. Enstrümantal rock tarzındaki bu albüm, ses ve besteleri itibarıyla, sanatçının "bol sesli (İng., "big sounds")" olarak nitelenen 1992 çalışması "The Extremist" ile blues/caz tonlu 1995 çalışması "Joe Satriani"'den bir geri dönüş olarak değerlendirilir ve bir klasik olarak kabul gören 1989 çalışması "Flying in a Blue Dream"'e benzetilir. Albümün ilginç bir özelliği, 7 telli bir gitarın (Ibanez'in "Universe" modeli) kayıtlı ilk kullanımını "Ceremony" adlı 8. parçada barındırmasıdır. Daha sonra Ibanez, Satriani'ye özel ve "JS" adlı bir 7 telli "imza gitar" da üretmiştir. Throwdown Throwdown, geniş bir metal müzik dinleyici kitlesi tarafından Pantera grubunun halefi olarak görülmektedir. Lamb of God, As I Lay Dying, Norma Jean, Soulfly, ve Hatebreed gibi gruplarla Ozzfest, Sounds of the Underground ve Warped Tour turnelerinde sahne almıştır. "Forever" ve "Burn" şarkıları MTV2'nin Headbanger's Ball programında en çok izlenen kliplerden olmuş ve Revolver Magazine' de tarzları, "Geleceğin Metal" müziğinin fraksiyonlarından biri olarak gösterilmiştir. Grubun müziği, sert, metalik, dinamik ve enerjiktir. Throwdown müziğine Kaliforniya metalcore sahnelerinde başladı. Şu anda Eighteen Visions grubunun vokalisti olan Keith Barney, grubun ilk vokalistiydi. Eski Eighteen Visions gitaristi ve şu andaki Bleeding Through grubunun vokalisti Brandan Schieppati' da grubun bir üyesiydi. Schieppati' nin gruba katılımından önce kadronun ilk çalışması bir demo oldu. Indecision Records grubun çıkış albümü "Beyond Repair"' in yapımcısı oldu. Kısa bir süre sonra Schieppati' nin yerine gruba gitarda Dave Peters katıldı. Bu degişkliği takiben, "Drive Me Dead" isimli bir EP ve sonrasında "You Don't Have To Be Blood To Be Family" isimli albümleri çıktı. Throwdown çıkış noktasında bir Straight Edge grubu olarak başlamıştı ve halen müzikleri ve şarkı sözleri Straight Edge' a dayanmaktadır. Vokalde Peters ve gitarda Barney ile ilk albümleri "Haymaker" çıkmadan kısa süre önce Trustkill Records ile yeni anlaşma imzaladılar. Mark Jackson' dan gruptan ayrılmasını istedikleri için grup albüm kaydını stüdyo davulcusu ile gerçekleştirdi. Daha önce Barney ile çalışmış olan Matt Mently, 2004 yılındaki Ozzfest öncesi Dussault ile birlikte gruba katıldı. Tommy Love Kasım 2004' de resmi olarak gruptan ayrılmadan önce birkaç ay boyunca part time üye olarak çalıştı. 2005 Ocak ayında Peters, Mentley, Dussault ve bass gitarist Dom Macaluso yeni albüm "Vendetta"' yı yazdı. Albümüm çıkmasından birkaç ay önce Nisan 2005'te Choiniere gruba katıldı. Grubun son kurucu üyesi Macaluso Eylül 2005' de gruptan ayrıldı ve birkaç ay sonra yerine Mentley bass gitarist olarak geldi. Jetix Play Jetix Play, küçük çocuklar için hazırlanmış çizgi film kanalıdır. Jetix kanalının 1995-1996 öncesi üretilmiş 3-8 yaş arası çizgi filmlerini yayınlamış aynı formatta yayın yapan Fox Kids Play'in yerine geçmiş kanaldır. Jetix'in adı satılınca Disney XD olarak değiştirilmiştir. Jetix Play de 1 Eylül 2010 tarihinde ad ve içerik değiştirerek okul öncesi formatta Playhouse Disney olarak yayın yapmaya başlamıştır. Daha sonra Playhouse Disney da isim değişikliğine gitmiş aynı formatta yayın yapan Disney Junior adıyla yayınlarına devam etmektedir. Ağaköy Kampüsü Ağaköy Kampüsü. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'ne bağlı Biga Ağaköy'deki kampüsün adı. Kampüsün adı Prof. Dr. Ramazan Aydın olarak değiştirilmiştir. Kampüste Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (BİİBF), Biga Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu (BUBYO), kapalı spor salonu, kütüphane ve bir de yurt bulunmaktadır. Yerleşkenin etrafında 2 adet özel, bir de Kredi Yurtlar Kurumu'na ait toplam bin öğrenci kapasitesinin üzerinde yurtlar bulunmaktadır. Engines of Creation (albüm) Engines of Creation, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin yedinci özgün stüdyo albümüdür. Ruud van Nistelrooy Rutgerus Johannes Martinus "Ruud" van Nistelrooy (Felemenkçe: Ruud van Nistelrooij; ; d. 1 Temmuz 1976) Hollandalı eski futbolcu ve Hollanda millî futbol takımı yardımcı antrenörü. UEFA Şampiyonlar Ligi'nde 56 golü vardır. Üç farklı kulüp takımıyla üç kez Şampiyonlar Ligi'nde gol kralı olmuştur. Ruud van Nistelrooy, Hollanda'da FC Den Bosch formasıyla iyi bir performans ortaya koyduktan sonra Heerenveen'e 2 milyon dolara transfer oldu.Heerenveen'deki başarısı PSV'nin dikkatini çekti ve Heerenveen'deki 1 sezonun ardından buraya 4 milyon pound karşılığında transfer oldu. 2003 yılında ise Manchester United ile şampiyonluğu yakaladı. Yıldızı PSV'de oynarken parlayan Ruud 19 milyon pounda Manchester United'a transfer oldu. Başarısını bu takımda da devam ettiren Ruud 2002-2003 sezonunda Premier League gol kralı oldu. Hollanda millî futbol takımı formasını da giyen Nistelrooy takımının 2006 FIFA Dünya Kupası kadrosunda da yer aldı. Van Basten'in görevde olduğu sürece millî takım formasını giymeyeceğini açıklamıştır. Ancak daha sonra van Basten'den özür dileyerek tekrar millî takım yolunu tutmuş ve Euro 2008'de Hollanda forması giymiştir.2006 yılında Manchester United'tan Real Madrid'e transver olmuş ve 4 yıl bu takım için ter dökmüştür. Talihsiz bir sakatlık nedeniyle sezonu kapatmıştır. 2007-2008 sezonunda altın ayakkabıyı 1 gol farkla İtalyan yıldız Francesco Totti'ye kaptırmıştır. 2010 Ocak ayında Alman ekiplerinden Hamburger SV ile 1.5 Yıllık kontrat imzalamıştır.2011 yazı itibarıyla Málaga CF'yle 1 yıllık sözleşme imzalamıştır. 2011-2012 sezonu sonunda futbolu bıraktığını açıklamıştır. 70 kez Hollanda millî takım forması giyen Ruud van Nistelrooy, bu maçlarda 35 gol atmıştır. Rio Ferdinand Rio Gavin Ferdinand (d. 7 Kasım 1978), İngiliz eski futbolcudur. Son olarak Queens Park Rangers FC'da forma giymiştir. Profesyonel futbol kariyerine 1995 yılında West Ham United'da başlayan ve savunmanın ortasında görev yapan Ferdinand, 2000 yılında transfer olduğu Leeds United'da 2002'ye kadar forma giydi. 2002'de transfer olduğu Manchester United formasını 2014 yılına kadar giymiştir. 2014 Yılında Queens Park Rangers'e transfer olmuştur ve sonra futbolu bıraktı. İngiltere millî futbol takımında da oynayan Ferdinand, ülkesinin 1998, 2002 ve 2006 FIFA Dünya Kupası kadrolarında yer aldı. Rio, Antalyaspor'un defans oyuncusu Anton Ferdinand'ın ağabeyi, eski forvet oyuncusu Les Ferdinand'ın da kuzenidir. 2009 yılında Rebecca Ellison ile evlendi. Eşi Rebecca 2 Mayıs 2015 tarihinde geçirdiği meme kanseri sonucu hayatını kaybetti. 1930 FIFA Dünya Kupası İlk FIFA Dünya Kupası, dönemin FIFA Başkanı Jules Rimet'in onuruna Jules Rimet Kupası, 1930 yılında Uruguay'da 13 - 30 Mayıs tarihleri arasında 1929'da Barcelona Kongresi'nde alınan FIFA kararı çerçevesinde düzenlendi ve tüm maçlar başkent Montevideo'da oynandı. Uruguay'ın seçilmesinin ana sebeplerinden biri, Uruguay'ın futbolda 1928 Olimpiyat şampiyonu olmasıydı. Turnuvayı finalde Arjantin'i 4-2 yenen ev sahibi Uruguay şampiyon olarak tamamlamıştır. İlk Dünya Kupası'na 13 ülke katılmıştır. Bu ülkeler hiçbir eleme maçı oynamadan FIFA tarafından davet edilenlerden turnuvayı katılmayı kabul eden 13 takımdır. Bu turnuvayı organize etmeyi kabul eden Uruguay'a uzun sürecek yolculuk ve masraflar sebebiyle pek çok Avrupa ülkesi katılmayı kabul etmemiştir. Buna rağmen Belçika, Fransa, Romanya ve Yugoslavya takımları 3 haftalık bir deniz yolculuğu ile Uruguay'a ulaşmışlardır. 13 takım 4 gruba ayrıldı, bir grupta dört takım yer almıştı. Diğerleri ise üçer takımdan oluşmuştu. Grubunu lider bitiren 4 takım yarı final oynamaya hak kazandı. 18 maçın oynandığı kupada toplam 70 gol atıldı. Tamamımın Montevideo'da oynanan turnuvada maçları yaklaşık 435,000 seyirci izledi. Kupanın en gollü maçı 1. grupta Arjantin'in Meksika'yı 6-3 yendiği maçtı. Arjantinli Stábile bu maçta hat trick yaptı. 2. grupta Yugoslavya, Brezilya'yı 2-1 mağlup ederek kupanın dışında bıraktı. Gruplarını lider tamamlayan Arjantin, Yugoslavya, Amerika Birleşik Devletleri ve Uruguay yarı final oynamaya hak kazandılar. Yarı final maçları bir daha eşine az rastlanır skorlarla neticelendi. Arjantin, ABD'yi, Uruguay da Yugoslavya'yı aynı skorlarla (6-1) yenerek ilk kez düzenlenen bu dünya kupasında finale yükseldiler. Finalde Arjantin ilk yarısını 2-1 önde kapamasına rağmen skor avantajını ikinci yarıda kaybetti ve 80.000 seyircinin izlediği maçta, Uruguay bulduğu 3 golle adını kendi evinde düzenledi
ği ilk dünya kupasında şampiyon olarak yazdırdı. İleirki yıllarda düzenlenen turnuvaların aksine bu turnuvada üçüncülük maçı oynanmadı. Turnuvanın gol kralı 8 golle Arjantinli Guillermo Stábile oldu. Final Yarı finalde elenenler Grup aşamasında elenenler Emerson (1976 doğumlu futbolcu) Emerson Ferreira da Rosa (d. 4 Nisan 1976, Pelotas), Brezilyalı eski futbolcudur. Orta sahada oynayan Emerson, Brezilya millî futbol takımının 1998 ve 2006 Dünya Kupaları kadrosunda da yer aldı. 2006 Dünya Kupası sonrası millî takımı bıraktı. 1997-2006 yılları arası ter döktüğü ülkesi Brezilya millî takımı adına 73 maça çıkmış ve 6 gol kaydetmiştir. Daniele De Rossi Daniele De Rossi (d. 24 Temmuz 1983) İtalyan futbolcudur. Şu anda İtalya'nın AS Roma takımının formasını giymektedir. Ayrıca İtalya millî takımı formasını giymektedir. De Rossi eleştirmenler tarafından mücadelesiyle ve çift yönlü oyunuyla dünyanın en iyi orta saha oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. İtalya millî takımının vazgeçilmez oyuncularından biri olan De Rossi, takımıyla 2006 FIFA Dünya Kupası, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası, 2010 FIFA Dünya Kupası ve 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosunda yer aldı. Profesyonel futbol hayatına doğduğu şehrin takımı olan Roma'da başladı. İlk olarak santrafor mevkiğinde oynatılmaya çalışıldı ama başarılı olunmadı. Daha sonra kendisi de bunun farkındaydı ve defansif orta saha olmaya karar verdi. Roma ile ilk maçına 10 Ekim 2001 tarihinde RSC Anderlecht ile oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi karşılaşmasında çıktı. İlk Serie A maçına ise 3 Mayıs 2003 tarihinde çıktı. 21 yaş altı İtalya millî takımı ile de çok sayıda maça çıkan De Rossi, bu takımla 2004 Avrupa Şampiyonluğu yaşadı. Ayrıca 2004 Atina Olimpiyatları'nda da takımı bronz madalya kazandı. 2006-07 sezonunda Fiorentina'ya 40 metreden attığı gol hala hafızalardadır. O Sezon UEFA Şampiyonlar Ligi maçında Manchester United karşısında takımının tek golünü attı ve takımı 1-0 kazandı. AS Roma'da oynadığı yıllar içinde takımı 2004, 2006 ve 2007 yıllarında ligi ikinci sırada tamamladı. 2007 ve 2008 yıllarında Coppa Italia ve 2007 yılında Supercoppa Italiana kazandı.2012 sezonunun bitiminde Roma kulübü ile 5 yıllık yeni sözleşme imzaladı ve kazandığı yıllık 10 milyon euro'luk ücretle, 8.9 milyon euro kazanan efsanevi futbolcu Francesco Totti'yi geride bıraktı. Sözleşme imzalamasının para olmadığı belirten De Rossi, kalma sebebinin Luiz Enrique'nin gördüğü en iyi antrenör olmasına bağlayan açıklamalar yaptı. Daniele De Rossi kariyerine AS Roma takımında ve İtalya millî takımında devam etmektedir. De Rossi U21 İtalya millî takımı ile 2004 Avrupa 21 Yaş Altı Futbol Şampiyonasında yer aldı ve arkadaşlarıyla turnuvayı kazandılar. Aynı yıl millî takım ile 2004 Atina Olimpiyatları'nda Futbol'da bronz madalya kazandı. 2006 yılında 2006 FIFA Dünya Kupası elemeleri'nde Norveç-İtalya maçında takımının son dakikalardaki golünü atarak 2-1 kazanmasını sağladı ve İtalya'nın 2006 FIFA Dünya Kupası'nda mücadele etmesini sağladı. De Rossi 2006 yılında millî takımın dünya kupası kadrosunda yer almayı başardı. Millî takımla ABD karşısına çıktı ve Brian McBride'ye dirsek attı ve McBride'nin burnunu kanattı ve kırmızı kartla oyun dışında kaldı. De Rossi büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ayrıca FIFA tarafından Dünya kupasında 4 maç ceza ve 10.000 euro para cezasına çarptırıldı. Dört maç men cezası bittiğinde, İtalya Fransa'ya karşı finalde oynuyordu ve maçta 61. dakikada Francesco Totti'nin yerine dahil oldu.Maç 0-0 bitti ve penaltılarda İtalya kazandı. De Rossi İtalya'nın 3. penaltısını gole çevirmişti. De Rossi İtalya ile 2006 FIFA Dünya Kupası'nı kazanmıştı. De Rossi 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna alındı. Elemelerde her maçta forma giydi ve Gürcistan'a karşı bir de gol attı. Rossi Francesco Totti'nin millî takımı bırakmasıyla 10 numarayı giyme onuruna sahip oldu. Takımın ayrıca Gianluigi Buffon ve Andrea Pirlo'dan sonra 3. kaptanıdır.İtalya gruplarda pek başarılı bir futbol sergilemedi, gruptan zar zor 2. olarak çıktı. Çeyrek finalde penaltılara giden maçta De Rossi bir de penaltı kullandı, İker Casillas penaltıyı kurtardı.Penaltılarla 4-2 kazanan İspanya İtalya'yı eleyerek çeyrek finale çıktı. De Rossi 2010 FIFA Dünya Kupası ilk maçına Paraguay karşısında çıktı ve 1 gol attı ve maçın berabere bitmesini sağladı. İtalya bu turnuvada hayal kırıklığı yarattı. Tüm maçlarını 1-1 bitiren son dünya kupası şampiyonu İtalya turnuvaya grupta 3. olarak veda etti. De Rossi millî takımının 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosunda da yer aldı. Grupta son maçında İrlanda'yı 2-0 yenen İtalya çeyrek finale çıktı. Çeyrek finalde İngiltere'yi elediler ve bu maçta De Rossi müthiş bir şut çekti ancak top direkten döndü. Yarı finalde de Almanyayı 2-1 yendiler ancak finalde İspanya'ya 4-0 yenildiler ve turnuvaya veda ettiler. Lúcio Lucimar Ferreira da Silva, bilinen adıyla Lúcio (d. 8 Mayıs 1978, Brasília), defans pozisyonunda görev yapmış Brezilyalı millî futbolcudur. Profesyonel kariyerine Guará kulübünde başladı. Daha sonra sırasıyla Internacional, Bayer Leverkusen, Bayer Leverkusen II, Bayern Munich, FC Internazionale Milano, Juventus, São Paulo, Palmeiras ve FC Goa kulüplerinde oynadı. Serie A 2011-2012 sezonunun 6. haftasında Palermo karşısında oynarken geçirdiği sakatlık nedeniyle futbolu bırakma kararı alan Lúcio, teknik direktör ısrarı ile 4 ay sonra sahalara geri dönmüştür. Bekleneni veremeyince sözleşmesi feshedildi. Bayern Münih Internazionale Gerginlik stratejisi Gerginlik stratejisi, (İtalyanca strategia della tensione), planlı ve gizli operasyonlarla bir grubun, bir bölgenin ya da bütün bir ülkenin psikolojik, sosyal ve politik anlamda destabilise (istikrarsızlaştırma) edilmesidir. Gerginlik yaratmada kullanılan araçlar terör, suikast, adam öldürme, adam kaçırma, askeri niteliği olan fakat orduya bağlı olmayan (paramilitary) operasyonlar, psikolojik mücadele, ekonomik zorlayici tedbirler gibi yasa dışı ve şiddet içeren vasıtalardır. Ayrıca bu araçlara catışmayı destekleme, tahrik etme ve şiddetsiz çelişmeleri ajan provakatör aracılığı ile şiddete çevirme de dahildir. Bu tür "yabancı bayrak altında" (false flag) yapılan operasyonların hesabı karşı tarafa sorulur, maksat karşı tarafın ismini kötüye çıkarma ya da tamamen iktidardan uzaklaştırmadır. Gerginlik stratejisi terimi, bilhassa Italya'daki "kurşunlu yıllar"ın arkasında yatan nedenlerinin bir kısmını tarif etmek için kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara bakıldığında bu terime ilk defa "The Observer" gazetesinin 7 Aralık 1969 tarihli sayısında rastlanılmıştır. Gazeteye göre o zamanki ABD ile dönemin faşist Yunan hükümeti, terörist grupları destekleyerek rejim tehlikesi öngördükleri ülkelerde (Türkiye, İtalya) panik havasını tüm topluma yayma ve diktatörlük tarzı güçlü hükümetler aracılığıyla halkın hükümetlere kayıtsız bağlılığını amaçlamışlardır. Teori ABD hükümetinin terörist grupları desteklediğine dair kanıtlar olmadığınından dolayı genel kabul görmemektedir ve aksine II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin İtalyan hükümetleri ile işbirliği içinde olduğu görülmektedir. Gerilim stratejisi terimi İtalya'daki Gladio Operasyonları sırasında, İtalya'daki terörist saldırıları gerçekleştiren örgütlerin arka planında NATO'nun gizli el olduğu söylentileri üzerine tekrar dünya gündemine girmiştir. Komplo teorisyenleri üzerinde Gerilim stratejisi uygulandığı iddia edilen birçok ülkede, gladio tipi yapılanmaların arka planında batı menşeli gizli servis örgütleri, Tapınak Şovalyeleri ve Mason localarının bulunduğunu iddia edegelmişlerdir. Filippo Inzaghi Filippo "Pippo" Inzaghi (d. 9 Ağustos 1973, Piacenza), eski İtalyan futbolcudur. Venezia takımın teknik direktörlüğünü yapmaktadır. Inzaghi, kardeşi Simone Inzaghi ile 1991'de Piacenza Calcio ile futbol kariyerine başlamıştır, ama bir sezonda 2 maça çıkabilmiş ve 1992'de Serie C1 takımı Leffe'ye kiralanmıştır ve 21 maçta 15 gol atmıştır. 1993'te, Inzaghi Serie B kulübü Hellas Verona'ya kiralanmıştır ve 36 maçta 29 gol atmıştır. Piacenza Calcio'ya dönmüştür ve 37 maça çıkmıştır, 28 kez fileleri havalandırmıştır. Inzaghi, 1995'te Serie A kulübü Parma'ya transfer olmuştur, ama 15 maçta oynayabilmiştir, o sürede de 8 gol atabilmiştir. Atalanta'ya transfer olunca kendini göstermiştir ve 24 gol atarak Serie A'da gol kralı olmuştur. Juventus Inzahgi'nin performansını beğenerek transfer etti. Burada 4 sezon boyunca Alessandro Del Piero ve Zinedine Zidane ile birlikte iyi bir üçlü oldu. Juventus'un 1997-98 sezonundaki şampiyonluğuna Inzaghi'nin büyük katkısı oldu, ama Şampiyonlar Ligi finalinde Real Madrid'e 1-0 mağlup olarak, finalist oldular. Inzaghi, 165 maçta 101 gol atmasına rağmen formasını David Trezeguet'ye kaptırdı ve Fatih Terim'in isteğiyle 70 milyar İtalyan lirası yani 71 milyon Euro'ya AC Milan'a transfer oldu. Juventus bu transferden 31 Milyon € kâr etti. Ancak Inzaghi sakatlanarak sezonun ilk yarısını kaçırdı. Döndükten sonra Andriy Shevchenko ile iyi bir ikili olarak gol yollarında etkili oldular ve AC Milan'a büyük başarılar kazandırdılar, Onların arasında 2002-03 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu da vardı. Inzaghi Kasım 2004'te sözleşme uzattı. 23 Mayıs 2007'de, Atina'daki 2007 Şampiyonlar Ligi Finali'nde, attığı golle Liverpool'u 2-1 yenerek kupayı aldılar. Bu maç 2005'teki finalin rövanşı oldu. O maçta ise ilk yarıda AC Milan 3-0 galipti ama ikinci yarıda Liverpool skoru 3-3'e getirdi ve penaltılarda galip olarak kupayı almışlardı. 2007-08 sezonunda, AC Milan'ın Sevilla FC ile yaptığı Süper Kupa maçındaki katkılarıyla 3-1'lik galibiyeti aldılar ve Süper Kupa'nın da sahibi oldular. Inzaghi, 2007 FIFA Kulüpler Dünya Kupası finalinde Boca Juniors'a 2 gol atarak 4-2'lik galibiyete çok büyük katkısı oldu ve bu kupayı da aldılar. 24 Şubat 2008'de, Inzaghi, Palermo ile yapılan maçta 2-1'lik galibiyeti getiren golü attı. Udinese karşısında resmî maçlardaki 100. golünü attı. Kasım 2008'de, sözleşmesini Haziran 2010'a kadar uzattı. 8 Mart
2009'da, Inzaghi AC Milan'daki ilk hat-trickini Atalanta BC'ye karşı yaptı ve AC Milan maçı 3-0 kazandı. Kariyerindeki 300. golünü de Siena'ya attı ve maçı 4-1 kazandılar. Ardından Torino'ya da 3 gol attı ve profesyonel olarak ikinci hat-trickini yaptı. Böylece son 25 yılda Serie A'da en çok hat-trick yapan futbolcu oldu. 10 hat-trick yaparak sahip oldu bu rekora, ardından da Giuseppe Signori 9, Hernán Crespo 8, Roberto Baggio, Marco van Basten, Gabriel Batistuta, ve Abel Balbo 7 hat-trick yaptı. Inzaghi hat-tricklerinden birisini Atalanta adına, dördünü Juventus ve beşini de Milan için yaptı. 2009-10 sezonunda, Haziran 2010'a kadar olan sözleşmesini, 21 Mayıs 2010'da bir yıl daha uzattı. 10 Kasım 2010'da Palermo ile yapılan maçta sakatlanan Inzaghi sezonu kapattı. 14 Mayıs'ta Milan'ın Cagliari 4-1 yendiği maçta sahalara geri döndü. 2011-12 sezon arasında sözleşmesini Haziran 2012'ye kadar uzattı. Sezon sonunda sözleşmesi biten Inzaghi, 12 Mayıs 2012 tarihinde futbol kariyerini noktaladığını açıkladı. Inzaghi ilk millî maçına 8 Haziran 1997'de İtalya ile Brezilya karşısında oynanan maçta çıktı ve 120 maçta görev aldı, o sürede 88 gol attı. Ayrıca, 1998 FIFA Dünya Kupası, UEFA Euro 2000, 2002 FIFA Dünya Kupası ve 2006 FIFA Dünya Kupası kadrolarında yer aldı. Inzaghi, 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası'na sakatlığı yüzünden katılamadı. 22 Haziran 2006'da Çek Cumhuriyeti ile yapılan grup maçında Petr Čech'le karşı karşıya kalarak turnuvadaki 2. golünü attı. Inzaghi teknik direktörlük kariyerine 2012-13 sezonunda Milan'ın "Primavera" (19 yaş altı) takımında başladı. 9 Haziran 2014 tarihinde eski takım arkadaşı Clarence Seedorf'un yerine a takımın başına getirildi. Kalın yazılı olanlar futbol hayatına devam eden futbolculardır. Samuel Butler (yazar) Samuel Butler (d. 4 Aralık 1835 - ö. 18 Haziran 1902) İngiliz yazar. Ailesine özellikle de babasına, çevresindekilere ve kiliseye karşı duyduğu nefret nedeniyle 1859 yılında Yeni Zelanda'ya giderek orada koyun yetiştiriciliğine başladı. 1864 yılında bu uğraştan elde ettiği servetle İngiltere'ye döndü. Yazdığı eleştiri kitapları, romanlarıyla Darwin kuramını, kilise öğretisini ve Victoria döneminin ütopyacı felsefesini hicvederek Hıristiyanlıktaki mucizeleri alaya aldı. Amerika Birleşik Devletleri millî futbol takımı Amerika Birleşik Devletleri millî futbol takımı, Amerika Birleşik Devletleri'ni futbolda uluslararası organizasyonlarda temsil eden takımdır. 2006 FIFA Dünya Kupası'na katılan takım grupta 1 puan alarak sonuncu olmuş ve elenmiştir.2009 yılında Güney Afrika'da düzenlenen FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda B grubundan son maçına -5 averaj ve 0 puanla girerken herkes onlara elendi gözüyle bakıyordu.Ama yapılan son maçta Mısır'ı 3-0 yenmesiyle,Brezilya'nın da İtalya'yı 3-0 yenmesiyle,Mısır'ı 1 averajla geçerek yarı finale yükselmişlerdir.Ama Amerika Birleşik Devletleri'nin yarı finalde işi çok zordur.Çünkü karşılarında 35 maçtır yenilgi yüzü görmeyen İspanya vardır.Sahaya büyük bir inançla çıkan Amerika Birleşik Devletleri İspanya'yı güzel oyunuyla 2-0 yenmeyi başarır ve Romanya yenilgisinden sonra 35 maçtır yenilmeyen İspanya'yı mağlup eder ve İspanya'yı dünya rekorundan eder.Eğer İspanya bu maçını kazansaydı Brezilya'nın 35 maçlık yenilmezlik serisini egale etmiş olacaktı ve yenilmezlik serisini 36 maça çıkarmış olacaktı.Ayrıca İspanya üst üste 15 maçlık kazanma serisini de bu maçla sonlandırmış oldu.Bu galibiyetten sonra Amerika Birleşik Devletleri FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda finale yükselir.Finaldeki rakibi Brezilya'ya karşı 2-0 öne geçtiği maçta 3-2 yenilerek FIFA Konfederasyonlar Kupası 2.si olmuşlardır.FIFA Konfederasyonlar Kupası'nın en iyi kalecisi bu takımdan Tim Howard olmuştur. 2010 FIFA Dünya Kupası'nda İngiltere, Slovenya ve Cezayir ile birlikte C Grubunda mücadele eden ABD grubu İngiltere'nin önünde birinci sırada bitirerek 2. turda Gana'nın rakibi olmuş fakat Gana'ya 2-1 yenilerek kupaya ikinci turda veda etmiştir. Şampiyon   İkincilik   Üçüncülük   Dördüncülük   Otoregresif hareketli ortalamalar modeli Otoregresif hareketli ortalamalar modelleri (İngilizce:"autoregressive moving averages (ARMA) models"), istatistik biliminde George Box ve Gwilym Jenkins'e ithafen Box-Jenkins modelleri olarak da bilinen zaman serisi kestirimi ve öngörme yöntemi olup eşit zaman aralıklarında gözlenen zaman serisi verilerinde uygulanır. "X" şeklinde bir zaman serisi verisi ("datası") verildiğinde, ARMA modeli, serinin gelecek dönemlerdeki değerlerini anlamak ve hatta öngörmek için kullanılır. Model iki kısımdan oluşur. Bunlardan birisi otoregresif kısım (AR), diğeri ise hareketli ortalamalar kısmıdır. Model, genellikle "p" otoregresif kısmın derecesi, "q" ise hareketli ortalama kısmının derecesi olmak üzere ARMA("p","q") modeli şeklinde gösterilir. AR("p") ifadesi p. dereceden otoregresif bir modeli tanımlar. AR("p") modeli şöyle gösterilir: formula_2, modelin parametrelerini; formula_3, sabit terimi; formula_4 ise hata terimini simgeler. Pek çok yazar tarafından basitleştirme maksadıyla sabit terim ihmal edilir. Modelin durağan olması için parametreler üzerinde kısıtlamaya gidilmelidir. Örneğin |φ| > 1 durumunun geçerli olduğu bir AR(1) modeli durağan değildir. AR(1) süreci: şeklinde tanımlanır. formula_4, beyaz gürültülü ve 0 ortalamaya sahip formula_7 varyanslı bir süreçtir. Eğer, formula_8 sağlanırsa süreç kovaryans durağandır. Eğer formula_9 sağlanıyorsa süreç birim kök içermektedir ve durağan olduğu söylenemez. formula_9 durumu aynı zamanda rassal yürüyüş olarak da bilinen özel bir durumdur. Bu özel durumda formula_11 için "beklenen değeri" hesaplamak mümkün değildir. denklemi ile verilen bir AR("p") modeli formula_13 parametrelerine dayanır. Bu parametreler Yule-Walker denklemleri ile hesaplanır: "m = 0...p" olup sonuçta "p+1" tane denklem ortaya çıkar. formula_15, X'in otokorelasyon fonksiyonu olup formula_16 girdi gürültü sürecinin standart hatasıdır. δ ise Kronecker Delta Fonksiyonu'nu gösterir. Denklemin son kısmı yalnızca m=0 olma durumunda sıfırdan farklı olacağından, denklem m>0 koşulunu sağlayan bir matris şeklinde ifade edilerek çözülür. formula_17 m=0 için bütün formula_18ler elde edildiğinde. formula_19 ifadesi ortaya çıkar ki bu formula_20 değerini bulmamızı sağlar. MA("q") ifadesi, "q". dereceden bir hareketli ortalamalar modelini ifade eder θ, ..., θ modelin parametreleridir ε, ε... modelin hata terimleridir. Bundan açıktır ki "hareketli ortalamalar" modelinde belirli bir zaman noktasındaki bir zaman serisi değişkeninin değeri (yani t'de X değeri) "q" tane daha önceki her bir zaman noktasıda yapılan hataların (yani her t zaman noktası için i gecikmeli ε hatasının) ağırlıklı olarak bileştirilmesi ile açıklanmaktadır. Bu model, AR("p") and MA("q") modellerinin bir birleşimidir, şeklinde gösterilir. Model sadece AR(p) ile kurulursa "Yule-Walker denklemleri" çözüm için yeterli olacaktır ARMA(p,q) şeklinde bir model kurulduğunda ise önce p ve q değerlerinin kaç olacağına karar verilir, yâni kaç adet gecikmeli değişken kullanılacağı önem kazanır. Genelde p ve q'nun küçük seçilmesi tavsiye edilir. p ve q sayıları seçildikten sonra ise model en küçük kareler yöntemi ile tahmin edilebilir. Japonya millî futbol takımı Japonya millî futbol takımı, Japonya'yı uluslararası organizasyonlarda temsil eden futbol takımıdır. FIFA Dünya Sıralaması'na göre Asya'nın en güçlü futbol takımıdır. 1954 yılından bu yana eleme maçlarına katılan Japonya, Dünya Kupası'nda ilk kez 1998'de boy gösterdi. Japonya, bu turnuvada Jamaika, Arjantin ve Hırvatistan ile oynadığı her üç maçta da sahadan yenilgiyle ayrıldı. 2002 FIFA Dünya Kupası'nda, turnuvayı Güney Kore ile ortaklaşa düzenlerek otomatikman katılımcı olan Japonya, Belçika ile berabere kalıp Rusyave Tunus maçlarını kazanarak gruptan çıktı. 2. Turda karşılaştığı Türkiye'ye Ümit Davala'nın golüyle 1-0 yenilerek elendi. 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerinde ilk turda Umman, Hindistan ve Singapur ile eşleşen Japonya, tüm maçlarını kazanarak final gruplarına kaldı. İran, Bahreyn ve Kuzey Kore ile eşleşen Japonya, İran'a deplasmanda kaybedip diğer maçlarını kazanınca grup lideri olarak Dünya Kupası vizesi elde etti. Teknik direktör Zico yönetimindeki Japonya, Avustralya ve Brezilya'ya kaybederek ilk turda elenirken gruptaki tek puanını Hırvatistan'dan aldı. Kupanın ardından takımın başına getirilen Bosna Hersekli teknik direktör Ivica Osim'in geçirdiği rahatsızlık sonucu görevden ayrılmasının ardından, 1998 FIFA Dünya Kupası'nda da Japonya'yı çalıştıran Takeshi Okada, 2007 yılının sonunda yeniden millî takım teknik direktörlüğüne getirildi. Okada yönetimindeki Japonya, 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde grubunda oynadığı ilk 6 maçta alınan 4 galibiyet ve 2 beraberlikle üst üste 4. kez Dünya Kupası'na katılma hakkını elde etti. Geriye kalan 2 karşılaşmada ise Katar karşısında alınan 1-1'lik beraberliğin ardından Avustralya'ya 2-1 mağlup olan Japonya, grubu 8 maçta topladığı 15 puanla Avustralya'nın ardından 2. sırada tamamladı. 2010 FIFA Dünya Kupası'nda 2 galibiyet sonucu 6 puan toplayarak gruptan çıkan Japonya, 0-0 tamamlanan Paraguay maçını penaltılarda 5-3 kaybederek kupadan elendi. 3 Eylül 2015 itibariye; Dida (futbolcu) Nélson de Jesus Silva yaygın bilinen ismiyle Dida (d. 7 Ekim 1973), Brezilyalı kaleci. Milan'la birlikte UEFA Şampiyonlar Ligi'ni iki kez kazanmıştır. Brezilya millî futbol takımının kalesini koruyan Dida en iyi kalecileri arasında yer alır.. Dünya'nın en iyi kalecilerinden biridir. Aynı zamanda Taffarel ile birlikte Brezilya'nın en iyi kalecilerindendir. Adı transferlerle anılmaktadır. Yan toplarda biraz zaafı vardır. 2006 FIFA Dünya Kupası sonrası millî takımı bırakmıştır. 1999 Yılında Brezilya Altın Üç Adam Ödülünü Almıştır. 2010 Senesinde Dida futbolu bıraktığını açıklamıştır. 2012 haziran ayında Portuguesa ile futbola geri dönmüştür. 1 Ocak 2014 tarihinde, Série A ekiplerinden Internacional'a transfer olmuştur. Araf (anlam ayrım
ı) Araf, cennet ve cehennemin arası. Soğutma kulesi Soğutma kuleleri, çeşitli amaç ve büyüklükteki endüstriyel tesislere soğutma suyu sağlamak için tasarlanmış yapılardır. Değişik ölçülerde olabilir; 100 metre çapına ve 120 metre yüksekliğe erişen kuleler mevcuttur. Endüstriyel soğutma kuleleri, doğal gaz işleme tesisleri, petrokimya tesisleri, petrol rafinerileri, enerji santralleri ve diğer endüstriyel tesislerde sistemde dolaşan soğutma suyunun sistemden aldığı ısıyı soğutma suyundan uzaklaştırmak için kullanılır. 700 MW'lık kömürlü bir enerji santralindeki soğutma suyu dolaşım miktarı yaklaşık saatte 71.600 m³'tür ve dolaşan suyun yaklaşık yüzde 5 civarı buharlaşma ile kaybolur (bu miktarın eklenmesi gereklidir). Eğer aynı tesis soğutma kulesine sahip olmasaydı ve soğutulup tekrar sistemde dolaşan yerine tek geçişli soğutma suyu kullansaydı, saatte 100.000 m³ civarı su ihtiyacı olacak ve bu su okyanus, göl veya nehirden karşılanıp, tekrar oraya akacaktı. Bununla beraber, bu kadar büyük miktarda sıcak suyun göl veya nehir gibi bölgesel ekosistemlere verilmesi kabul gören bir durum değildir. Soğutma kulesi, sudan aldığı atık ısıyı atmosfere verip, rüzgâr ve hava difüzyonu ile ısı dağılımını geniş bir alana yayar. Bazı kömürlü ve nükleer enerji santralleri kıyı bölgelerine inşa edilmiştir ve tek geçişli okyanus suyu kullanır. Fakat bu tip tesislerin çevresel riskler yaratmaması için su çıkışının kıyıdan uzakta olması ve tasarımının çok dikkatli yapılması gereklidir. Soğutma kuleleri, kullandıkları ısı transfer yöntemlerine göre şu ana başlıklar altında sınıflanır: Kuleden hava geçiş sistemi tasarımına göre ise soğutma kulelerinin üç tipinden söz edilebilir. Yapısına göre soğutma kuleleri ikiye ayrılır: Çevre koşullarından emin olunması durumunda, su buharı ıslak bir soğutma kulesi dışına doğal olarak yükselebilir. "(Resim 1)" Birçok modern enerji santralinde, soğutma kulesi atık gazın sistemden temizlenmesi için tesis edilmiş bir baca olarak da kullanılır. Bu tip tesislerde atık gazın sistemden temizlenmemesi, korozyon ile çeşitli problemlere sebep olur. Yaygın olarak kullanılan soğutma kulelerinde, kulenin içinden geçerken suyun hava ile teması sonucu bir kısmı buharlaşarak atmosfere verilir, bu esnada soğutma suyu üzerindeki ısının bir kısmı buharlaşma vasıtası ile atmosfere verilerek suyun soğuması sağlanmış olur. Soğutma kulelerinin çalışma prensibi, suyun hava ile karşılaşma şekline göre ikiye ayrılır. Su ve havanın 180 derecelik bir açı oluşturacak şekilde karşı karşıya geldiği sistemlerdir. Su dağıtımı oluklu bir sistemle yapılabileceği gibi trake adı verilen basınçlı bir borulama sistemiyle de gerçekleştirilebilir. Nozullar aracılığıyla minimize edilen su dolgu üzerindeyken, kulenin dört bir yanından içeriye hızla nüfuz eden hava ile karşılaşır ve ısı transferi gerçekleştirilir. Soğuk su, alt havuzda bir araya getirilir ve sisteme basılır. Karşı akışlı kuleler üstten fanlı (cebri çekişli) ve yandan fanlı (cebri itişli) olarak da kendi içinde sınıflandırılırlar. Su ve havanın 90 derecelik bir açı oluşturacak şekilde karşı karşıya geldiği sistemlerdir. Su dağıtımı doğal bir şekilde, yerçekiminin gücü ile gerçekleşmektedir. Sıcak su dağıtım havuzu üzerine sistematik şekilde konuşlandırılmış olan nozullar aracılığıyla su minimize edilir ve dolgu üzerine gönderilir. Hava giriş panjurlarından gelen hava ile dolgu yüzeyinde karşılaşan su arasında ısı transferi gerçekleşir ve alt havuzda toplanan soğuk su tekrar sisteme basılır. Karşı akışlı tip kulelerde su yukarıdan aşağı akarken, havada aşağıdan yukarıya hareket ederek su ile temas eder. Çapraz akışlı tiplerde ise, su yine yukarıdan aşağı akarken, bu kez hava yatay olarak hareket eder. Karşı ve çapraz akışlı kuleler arasında yıllardan beri süregelmekte olan bir rekabet söz konusudur. Buna karşın birinin diğerinden daha üstün olduğu söylenemez. Hangi prensiple çalışırsa çalışsın bir soğutma kulesinden azami verimi alabimek için ortam koşulları ve su özellikleri dikkate alınmalıdır. Genelde yaygın olarak kullanılan tiplerde, kule üzerinden fıskiye sistemi ile homojen biçimde kulenin altındaki dolgu alanına püskürtülen su, kule üzerindeki fanlar ile dolgu alanından yukarıya emilen hava ile karşılaşarak soğur ve bir kısmı buharlaşır. Buharlaşma ile nem miktarı artan hava fanların emişi ile kule içinden atmosfere gönderilir. Bu sayede soğuyan su dolgu alanına birikir ve oradan sisteme gönderilir. Soğutma kulesi nedir? Su Soğutma Kulesi çalışma prensibi? Su Soğutma Kulesi Malzemeleri Karşı ve Çapraz Akışlı Kulelerin Karşılaştırılması Su soğutma kulesi yedek malzeme fotoğrafları Akın Eldes Akın Eldes (d. 11 Kasım 1962 Frankfurt, Almanya), Türk gitarist. En çok Bulutsuzluk Özlemi ile 1986-2000 yılları arasında yaptığı çalışmayla bilinir. Müziğe çocukluğunda mandolin ve flüt çalarak başlamıştır. Gitar çalmaya lisede başlayan Eldes, Bulutsuzluk Özlemi'nden önce E-5, Painted Bird, Asım Can Gündüz, Çapkınlar gibi gruplarda çaldı. Haluk Levent'e Kral Çıplak albümünde eşlik etti. "Madımak" adlı şarkısını Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir. Birsen Tezer'e konserlerinde zaman zaman eşlik etmiştir. Solo performans ve konserlerinin yanında 2006 yılından beri Pinhani grubunda çalmaktadır. Pinhani'nin Canlı Yayın albümünde cümbüş, banjo, dobro gibi enstrümanları kullanmıştır. Günümüze kadar olan süreçte Fender Stratocaster, Fender Telecaster, Murat Sezen'den 4 farklı el yapımı gitar, Gibson Les Paul, Yamaha Mike Stern Signature Pasifica ve Steinberger Headless model gitarlar kullandığı gözlemlenmiştir. Akın Eldes'in pedalları incelendiğinde Fulltone ve MXR gibi markalar ön plana çıkmakta. Ancak yine de bunlardan farklı butik pedallara da yönlendiğini konserlerinde görülmekte. Wah pedal olarak Fulltone Clyde Wah Deluxe ve Cry Baby marka ve modellerini; overdrive pedal olarak Fulltone'dan Fulldrive, Fulldrive Mosfet ve OCD, MXR'dan GT-OD ve Zakk Wylde Overdrive; vibe seçeneğinde Fulltone Deja-Vibe; delay pedal'da MXR Carbon Copy, EHX'in çeşitli delay modellemelerini veya Tech 21 Boost D.L.A. modellerini kullanmaktadır. Amfi kullanımlarında; Fender Hot Rod Deluxe, Fender Deluxe, Fender Blues Jr. modellerini tercih etmekte olan gitarist, Vox markalı amfileri de kullanmaktadır. Bu amfilerin sıcak tonlu olmaları ortak özellikleridir. Super Colossal Super Colossal, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin onuncu özgün stüdyo albümüdür. Is There Love in Space? Is There Love in Space?, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani'nin dokuzuncu özgün stüdyo albümüdür. Çapak balığı Çapak balığı ("Abramis brama"), sazangiller (Cyprinidae) familyasına ait bir tatlısu balığı türü. Çapak balığı ortalama 30 ila 50 santim boyunda yakalanır. Ara sıra 75 santim ve 7 kilo ağırlığına kadarlarına da rastlanır. Sırtı hafif yeşil, kahverengi, sarı ya da siyah gibi parlar. Göğüs yüzgeçlerinin haricinde tüm yüzgeçleri koyu gri renktedir. Göğüs yüzgeçleri açık gri renktedir ve neredeyse karın yüzgeçlerine yetişecek kadar büyüktür. Ve bu göğüs yüzgeçleri ile çapak balıklarını kendilerine çok benzeyen ve çok sık çapak balıkları ile karıştırılan Tahta balığı ("Blicca bjoerkna")'dan ayırt etmek mümkündür. Bu iki balık türü de aynı zamanda çiftleşip yumurtlarlar. Bu arada bazen bir balık türünün dölü diğer balık türünün yumurtaına ulaşabilir, ve böylece "melez balıklar" meydana gelebilir. Bu melezlerin kursak dişlerini inceleyerek, karışmış olmalarına rağmen daha çok hangi türe ait oldukları tespit edilebilir. Çapak balıkları 16 yaşına kadar yaşayabilirler. Çapak balıkları Avrupa'da Alp dağlarının kuzeyinde, Balkanların Karadenize yakın kısmında, karadenize yakın tatlısularda, Aral gölü ve Hazar denizinin civarındaki tatlısularda bulmak mümkündür. Tuna nehrinde yaşayan bir türü "Abramis brama danubii" adını taşır. Aral gölü ve Hazar denizi civarında yaşıyanın adı "Abramis brama orientalis"'dir. Türkiye'de Batı Karadeniz, Marmara ve Ege bölgelerinin tatlısularında bulunur. Çapak balıkları genelde ırmakların çok yavaş akan kısımlarında ve göllerde bulunur. Suyun dibindeki besinli çamurun yakınında küçük sürüler oluşturarak yaşarlar. Çapak balığın dudaklarını dışarıya kıvırabilme kabiliyeti ona sivrisinek kurtçukları, çamur solucanları, midyeler ve sülükler gibi su hayvanlarını daha rahat ayıklıyabilmesi için faydalıdır. Bazen su bitkileri ve plankton'dan da beslenirler. Üreme zamanları Nisan ve Haziran arasındaki zamanda iki hafta sürer. Dişiler ürettikleri 1,6 ila 2 milim büyüklüğündeki 150.000 ila 300.000 adet yumurtayı su bitkilerinin üzerine yapıştırırlar. Eskiden çok yenilen bir balık türü olmuş olan çapak balığı, artık günümüzde kılçıklarından dolayı pek sevilmiyor. Baget Baget, baterideki davul ve zil gruplarını çalmaya yarayan tahta, karbon alaşım da dahil olmak üzere birçok çeşidi olan alettir. Bagetler tahtadan yapıldığı için değişik ağaçlarda kullanılabilir. Farklı ağaçlardan farklı kalitede verim alınabilir. Bagetler çalınan müziğe göre değişmektedir. Latin ya da jazz tarzı müzikler için kalın ve ağır bagetler pek kullanışlı olmaz . Bu tür müzikler için ince ve hafif bagetler tercih edilmelidir. Belli standartlarda ve markalarda bagetler vardır. 5A ve 5B çeşitleri daha yaygın kullanılır. Little Willie Little Willie, Mark I Tankı için İngiliz gelişiminde bir prototip oldu. Landships Komitesi'nin Emriyle 1915 sonbaharında inşasına başlanmıştır, bu tarihte tamamlanmış ilk tank prototipi olan Little Willie, ayakta kalan en eski tanktır ve İngilizlerin koleksiyonunun en ünlü parçalarından biri olarak Bovington Tank Müzesi'nde korunmuştur. Aracın 105 beygir Daimler iki benzin tankı tarafından beslenen motoru vardır, arka tarafta, taretin altında sadece yeteri kadar oda oluşturulmuştur. Prototipe monte olmayan bir makineli tüfek ve bir de dönebilen kukla taret takıldı, Vickers 2-pounder topun yerini ikincil silahlanma olarak, Madsen makineli tüfekleri aldı. Ana silahda 800 mermi ile büyük bir mühimma
t deposu vardı. Tankın tareti raylar üzerinde ileri kaydırılamıyordu, bu sebeple Tritton tarafından üzeri açık bir yapı kullanma fikri kabul edildi. Aracın önünde iki erkek dar bir bankta oturur, biri direksiyon, debriyaj, birincil vites kutusu ve gaz, diğeride freni kontrol eder. Uzatılmış parça direksiyon ve yerde arka tekerlekler ile son versiyonun toplam uzunluğu 8.08 m (26 '6 ") idi. Yüklü arka tekerlekler direksiyonu olmadan ana ünite uzunluğu 5.87 m'dir. Radyatör dahil çoğu mekanik bileşenler, Foster-Daimler traktöründen adapte edilmişti. En az dört erkek silahlanma için gerekliydi, mürettebat 6 kişiden daha az olamazdı. Maksimum hızı saatte en fazla 2 km olarak Tritton tarafından belirlendi. Aracın gerçek zırh çeliği yoktu, sadece kazan sacı kullanılmaktaydı; üretim için 10 mm kaplama kullanılmıştır. Uzay Yarışı Uzay Yarışı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği (SSCB) arasında 1957'den 1975'e kadar süren, resmî olmayan rekabet. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay'a insan indirmek gibi çabalar içerir. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş'ın bir parçasıdır. Yarışın başlangıcı, II. Dünya Savaşı'ndan kalma roket teknolojisine, savaştan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliğe ve Sovyetlerin 4 Ekim 1957'de Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu fırlatmasına dayanır. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi araç olarak kullanıldı. Roketler yüzyıllardır bilimadamlarının ve amatörlerin ilgisini çekmiştir. Çinliler roketi 11. yüzyılın başlarında silah olarak kullanmışlardır. Rus bilim adamı Konstantin Tsiolkovski 1880'lerde sıvı yakıtlı roketlerin uzaya ulaşabilme ihtimali üzerinde durmuş ancak bu fikir ilk kez 1926 yılında Amerikalı bilim adamı Robert H. Goddard tarafından gerçeğe dönüştürülebilmiştir. 1920'lerin ortasında Alman bilimadamları uzun mesafeli uçuşlar yapabilecek, sıvı yakıtla çalışan roketler üzerinde çalışmalara başladılar. 1932'de Wehrmacht'ın önde gelenlerinden Reichswehr, yüksek hızda top ateşi sağlayabilen roketlere yöneldi. Wernher von Braun, yüksek hedefleri olan bir roket bilimciydi. Nazi Almanyası'nın II. Dünya Savaşı'nda kullanması için benzer roketler geliştirmeye çalıştı. Von Braun'un çalışmalarının temeli, Robert Goddard'ın araştırmasına dayalıdır. Alman V-2 füzesi 1942'de fırlatılan ve uzaya ulaşma amacı taşıyan ilk roket oldu. 1942'de ise Almanya 300 km menzile ve 1.000 kg savaş başlığı taşıma kapasitesine sahip V-2 füzelerinin üretimine başladı. Wehrmacht II. Dünya Savaşı sırasında V-2'lerden binlercesini müttefik ülkelere fırlatmış, muazzam tahribat ve ölüme sebep olmuştur. Ancak V2'lerin üretimi esnasındaki ölümler, V2'nin sebep olduğundan daha fazladır. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına yaklaşılırken askerî ve bilimsel anlamda Sovyet, İngiliz ve Amerika Birleşik Devletleri güçleri, Alman roket programı Peenemünde'den teknoloji ve personel çalma konusunda yarış içindeydiler. SSCB ve İngiltere'nin de bazı başarılar elde etmesiyle birlikte, bu yarıştan en kazançlı çıkan Amerika Birleşik Devletleri oldu. Birçoğu Nazi Partisi üyesi çok sayıda Alman roket bilimcisi (von Braun da dahil) bu sırada Amerika Birleşik Devletleri'ne iltica etti. 4 Ekim 1957'de SSCB Sputnik 1'i başarıyla fırlatıp yörüngesine yerleştirdi ve böylece Uzay Savaşı başladı. Askeri ve ekonomik suçlamalar yüzünden Sputnik Amerika'da korkuya ve politik tartışmalara sebep oldu. Diğer yandan Sputnik'in fırlatılışı Sovyetler tarafından bilim ve mühendislik alanlarındaki gelişimin bir simgesi olarak görülmüştür. Sovyetler Birliği'nde, Sputnik'in fırlatılışı ve sonrasındaki uzay programları halkın büyük ilgisini çekti. Ülkenin teknoloji alanında kazandığı bu başarılar, savaştan sonra yavaş yavaş yaralarını sarmakta olan halk için büyük cesaret kaynağıydı. Sputnik'in başarıyla yörüngeye oturmasını sağlayan R-7 roketini tasarlayan başmühendis Sergey Korolyov (veya Korolyev) çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür. Sputnik'in başarısından önce Amerika Birleşik Devletleri kendi teknolojisinin her alanda üstün olduğunu varsayıyordu. ABD, Sputnik'in başarısının ardından, teknoloji alanında kaybetmiş olduğu üstünlüğü tekrar kazanmak için büyük çaba sarfetmiş, yeni von Braun'lar ve Korolyov'lar yetiştirmek umuduyla okul müfredatını yenilemiştir. Bu tepki günümüzde Sputnik krizi olarak bilinir. Sputnik yüzünden korkan ve cesareti kırılan Amerika Birleşik Devletleri halkı sonraki projelerden âdeta büyülendi. Okul çocukları bile fırlatılışları takip etmeye başladı, roketlerin maketlerini yapmak hobi oldu. Başkan Kennedy halkı motive etmek ve kuşkuya düşen halkın uzay programlarını desteklemesini sağlamak amacıyla konuşmalar yapmaya başladı. Sputnik'in fırlatılışından yaklaşık 4 ay sonra, Amerika Birleşik Devletleri ilk uydusu olan Explorer 1'i fırlattı. Bu arada Cape Canaveral'da fırlatılış sırasında birçok başarısızlık yaşandı. Fırlatılan ilk uyduların çoğu bilimsel amaçlıydı. Sputnik ve Explorer 1, ülkelerinin Uluslararası Jeofizik Yılı'na (International Geophysical Year) katkı amacıyla fırlatılmıştı. Sputnik atmosferin üst tabakasının yoğunluğunun belirlenmesinde, Explorer 1 ise uçuş dataları sayesinde James Van Allen'in Van Allen Radyasyon Kemerinin keşfinde kullanıldılar. İlk iletişim uydusu olan Project SCORE, 18 Kasım 1958 tarihinde Başkan Eisenhower'ın yılbaşı mesajı olarak fırlatıldı. Uzay Yarışı sırasında, iletişim uydularıyla ilgili gerçekleştirilen diğer önemli projeler ise şöyleydi: Birleşik Devletlerin ele geçirdiği Alman V-2 roketleriyle fırlatılan meyve sinekleri ile 1946'da uzaya hayvan gönderen ilk bilimsel çalışma yapıldı. 1957'de SSCB'nin Sputnik 2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlıysa Laika adındaki köpek oldu. O tarihte geri getirecek yeterli teknolojinin henüz bulunmaması nedeniyle, uzaya ulaştıktan bir süre sonra Laika aşırı sıcaklık ve stresten hayatını kaybetti. 1960'ta ise Belka ve Strelka başarıyla Dünya yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Amerika Afrika'dan ithal ettiği şempanzelerle uzaya insan göndermeden önce çalışmalar yaptı. Yine Sovyetler 1968 yılında Zond 5'le uzaya kaplumbağalar göndermiş, ayın etrafını dolaşan ilk canlı uçuşu gerçekleştirmiştir. Sovyetler Birliği, Vostok serisi uzayaraçları ile uzaya ilk insanı göndermeyi başardı. Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok 1 aracıyla yaptığı uçuşla Dünya yörüngesine başarıyla ulaşan ilk insan olmuştur. Bu olayın yıldönümü Rusya'da ve birçok ülkede hâlâ kutlanmaktadır. Vostok serisi uzayaraçlarını, Sovyet uzay programının başındaki Sergey Korolyov ve ekibi tasarlamıştır. Vostok'lar önce sınama uçuşlarında uzaya gönderilen köpek ve mankenleri sağ salim dünyaya geri getirmeyi başardı. Öte yandan, ilk Sovyet uzayadamlarının eğitim programı sürdürülüyordu. Tüm hazırlıkların tamamlanması üzerine, 12 Nisan 1961'de içinde Yuri Gagarin'in bulunduğu Vostok 1 uzaya gönderildi. Vostok 1, dünya yörüngesinde 108 dakikada tam bir tur attıktan sonra Gagarin'i Sovyet topraklarına indirdi. Şüphesiz ki insanlı Sovyet uzay programı insanlık tarihinin en önemli ve cesur girişimlerinden biriydi. Vostok projesi, uzay yarışında Sovyetler'in öncülüğünü perçinlemekle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri için tam bir sürpriz değildi. Yakın zamanda yayımlanan tarihi CIA raporları, Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin insanlı Sovyet projesinden uzun süredir haberdar olduğunu iddia etmektedir. ABD, Sovyetlerin bu atağı karşısında kendi projesini hızlandırdı ve 25 Nisan 1961'de ilk uzayadamını Mercury-Redstone 3 aracıyla uzaya gönderdi. Ancak Vostok 1'in aksine Mercury 3 aracı yörüngeye giremedi, atmosferin dışına çıktıktan hemen sonra geri döndü. Ayrıca Mercury 3, Vostok 1'e göre daha dar ve küçük bir araçtı. Amerika Birleşik Devletleri'nin yörüngeye girebilen ilk insanlı uçuşu, ancak bir yıl sonra, John Glenn yönetimindeki Mercury 4 aracı ile gerçekleşti (20 Şubat 1962). Sovyetler, kazandıkları bu ivme ile uzay yarışında başka ilklere de imza attı. Valentina Tereşkova 16 Haziran 1963'te Vostok 6'yla uzaya gönderilen ilk kadın oldu. SSCB'nin Voskhod 2 programında Aleksei Leonov, 18 Mart 1965'te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. Ancak bu görev neredeyse bir felaketle sonuçlandı. Yetersiz retroroket ateşinden dolayı Leonov'un bulunduğu kapsül hedeften 1.600 km ötede yere inebildi. Bu başlangıcın ardından gerek Sovyetler, gerekse Amerikalılar uzaya insanlı uçuşlar yapmayı sürdürdüler. Uzay yarışının bu ilk döneminde Sovyetler üstünlüklerini sürdürdü. Bu dönemdeki bazı "ilk"ler şunlardır: Tamamını görmek için Uzayda İlkler Tablosuna göz atın... Vostok serisinin ardından, Sovyetler üç insanı aynı anda uzaya gönderebilen "Voskhod" programına başladı. Ancak "Voskhod", üç kişi için genişletilmiş bir Vostok kapsülünden başka bir şey değildi ve ciddi bir teknolojik gelişme göstermiyordu. Ayrıca son derece sıkışık şekilde kabine yerleşen üç uzayadamının güvenlikte olmadığı anlaşıldığından, "Voshkod" programı iki uçuştan sonra iptal edildi. Sovyetler bu başarıları gerçekleştirirken Amerika Birleşik Devletleri de boş durmadı ve uzay teknolojisini geliştirdi. Ay'a insan gönderme projesine hazırlık olarak, uzayda yörünge değiştirerek manevra yapabilen Gemini serisi araçları hazırladı ve uzaya gönderdi. Gemini araçları, Sovyet araçlarına göre daha az "ilk" gerçekleştirmiş olmakla birlikte, daha üstün teknolojiye sahipti. Zira Vostok ve Voskhod araçları uzayda manevra yapma ve kenetlenme yeteneğine sahip değillerdi. Sovyet uzayadamları, otomatik işleyen kendi araçlarının yolcusu durumunda iken, Amerikalı uzayadamları, araçlarını idare eden pilotlardı. Bu tecrübe ve teknoloji farkı, Ay'a iniş projesinde Amerika Birleşik Devletleri'ne üstünlük sağlayacaktır. Uzay Yarışı'nın başlangıcında Sovyetlerin sağlamış olduğu açık üstünlüğe karşı, Amerika Birleşik Devletleri bir karşılık verme arayışına girdi. 1961'de başkanlık kol
tuğuna oturan Kennedy, seçim kampanyası boyunca uzay çalışmalarına önem vereceğini açıkça belirtmişti. Seçimi kazandıktan kısa süre sonra Kongre'de yaptığı konuşmada Sovyetlere karşı seçtiği hedefi açıkladı: Ay'a insan indirme ve geri getirme hedefine ulaşmak için başlatılan projeye "Apollo" adı verildi. Apollo Programı, Kennedy yönetiminin hem sol hem de sağ kanattaki politikacıların eleştirilerine karşı kendini savunmasına olanak sağlıyordu. Apollo'nun avantajları şunlardı: Nasa müdürü James E. Webb ile yapılan bir sohbette, Kennedy şöyle dedi: Kennedy ve Johnson halkın görüşünü yönlendirerek Apollo programına 1963'te % 33 olan güveni 1965'te % 58'e çıkardılar. Johnson'ın 1963'te başkan olmasından sonra devam eden desteği, programın başarılı olmasını sağladı. Kennedy, Sovyet ve Amerika Birleşik Devletleri astronotlarının aya inişleri ve hava durumu analizi yapan uyduların geliştirilmesi konularındaki programları birleştirmek amacıyla Sovyetlere teklif götürdü. Ancak Kruşçev, o zaman için Amerika'ya göre üstün olan Rus uzay teknolojisinin çalınması konusunda gösterdiği hassasiyet sebebiyle bu teklifi geri çevirdi ve Sovyetler kendi insanlı Ay projelerini yürüttüler. Sovyetlerin insansız uzay roketlerinin Ay'a daha önce ulaşmış olmasına rağmen, 20 Temmuz 1969'da Ay'a adım atan ilk insan Amerikalı Neil Armstrong oldu. Apollo 11 görevinin komutanı olan Armstrong bu tarihî anda yaklaşık 500 milyon kişi tarafından izlendi. 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri kabul edilen insanoğlunun Ay'a ayak basışını Armstrong şu kelimlerle dile getirmiştir: Sovyetler, insanın Ay'a ayak basması hakkında çelişkili duygular yaşadılar. Sovyet Lideri Kruşçev ne başka bir güç tarafından saf dışı bırakılmak ne de böyle büyük maliyetli bir projeyi başlatmak istemişti. 1963 Ekim'inde Sovyetler, kozmonotlarının Ay'a uçuş hakkında herhangi bir hazırlık yapmadığını ancak yarıştan çekilmediğini belirtti. Sovyet yönetimi ancak 1964'te (Amerika Birleşik Devletleri yönetiminden üç yıl sonra) Ay'a iniş konusunda kesin karar alabildi. Amerika Birleşik Devletleri'nin aksine, SSCB'de uzay çalışmalarını yöneten merkezî bir organizasyon yoktu. Sovyetler'de çeşitli "tasarım büroları", çoğu kez birbiriyle rekabet içinde çalışıyordu. Sovyetlerin en büyük tasarım bürosu OKB-1'in baştasarımcısı olan Korolyov aya iniş görevlerinde kullanılmak üzere insan taşıyabilecek kapasite sağlamak için Soyuz uzayaracını ve onu Ay'a taşıyacak dev N1 roketlerini geliştirmeye başladı. Beri yandan, başka bir tasarım bürosu, Çelomey yönetimindeki OKB-52, yeni bir roket (Proton) ve uzay aracı (Zond) tasarlamaya başlamıştı. Sovyetler'in en tecrübeli tasarımcısı Korolyov'un 1965'teki erken ölümü ve 1967'de Soyuz'un ilk fırlatılışında yaşanan başarısızlıkla Sovyetlerin Ay'a iniş programı çözülmeye başladı. Sonunda Ay'a iniş yapacak aracı tasarlayıp görev alacak uzayadamlarını seçtiler. Ancak N1 roketinin denemesinde art arda yaşanan başarısızlıklar, insanlı inişin önce ertelenmesine, sonra da iptaline sebep oldu. Sovyetler, bu başarısızlıktan sonra Ay programlarının varlığını uzun süre inkar ettiler. Hatta Ay'a insan indirmenin çok riskli ve pahalı olduğunu, uzayadamlarının hayatını böyle gereksiz bir macera için riske atamayacaklarını ve kaynaklarını halklarının refahı için harcamayı tercih ettiklerini açıklayarak bir karşı-propaganda yaptılar. Buna göre, Sovyetler, robotlar kullanarak Apollo Programı'nın sonuçlarına daha ucuza ve uzayadamlarını riske atmadan ulaşabileceklerdi. Bu iddialar doğrultusunda, Ay'a gerçekten robotlar göndererek toprak örnekleri almayı da başardılar. Luna 16 robotu 24 Eylül 1971'de Ay'dan aldığı örneklerle dünyaya döndü. SSCB'nin Ay'a insan indirmek konusunda Amerika Birleşik Devletleri ile gerçek bir rekabete girdiği ancak 1990'lı yıllarda ortaya çıktı. Ay'a iniş, uzay yarışının en çok rekabet yaşanan önemli kilometre taşıydı. Bu aşamada ABD, Kennedy'nin "1960'lı yıllar bitmeden Ay'a insan indirme" hedefini gerçekleştirerek Sovyetler'e karşı kesin bir zafer kazanmış oldu. Sovyetler'in uzay yarışının bu en kritik safhasında kaybetmesinin başlıca nedenleri şunlardır: Ay yarışını kaybeden Sovyetler'in önünde uzay yarışını sürdürmek için başlıca iki seçenek bulunuyordu: Sovyetler daha ucuz ve mütevazı seçenek olan uzay istasyonlarını seçtiler. Bu konudaki çalışmalar 1960'ların ortasında başlamıştı. 19 Nisan 1971'de ilk insanlı uzay istasyonu olan Salyut 1'i uzaya gönderdiler. 6 Haziran 1971'de ilk mürettebat bir Soyuz kapsülü içinde istasyona ulaştı. Sovyetler 1980'lere kadar 7 Salyut istasyonunu yörüngeye gönderiler. Bu istasyonlar görece basit, ucuz, ancak etkili ve güvenli uzay platformları olarak hizmet verdi. Salyut 7, 1991 yılına kadar yörüngede kalmayı başardı. Salyut'lara 30'dan fazla uzay uçuşu ile 70'ten fazla mürettebat gitti. Bu uçuşlarda uzayın insan organizmasına etkileri üzerine değerli bilgiler ve tecrübeler edinildi, uzayda kalma rekorları kırıldı. Bu bilgilerden daha sonraki MIR ve Uluslararası Uzay İstasyonu projelerinde yararlanıldı. Ayrıca, uzayda neredeyse sürekli olarak Sovyet vatandaşlarının bulunması da sağlanmış oldu. Ay'a insanlı inişin ardından Amerika Birleşik Devletleri de uzay istasyonu projesiyle ilgilenmeye başladı. Böylece Sovyetler'in uzay istasyonu projesine cevap verilmiş olacaktı. Ayrıca, son uçuşları iptal edilen Apollo Projesi'nden elde kalan Satürn roketlerinden yararlanmak, böylece maliyetleri düşürmek mümkün olacaktı. Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk (ve halen tek) uzay istasyonu olan Skylab, 14 Mayıs 1973'te uzaya gönderildi. İstasyona ilki 25 Mayıs 1973'te olmak üzere üç seferde toplam dokuz uzayadamı gönderildi. Skylab, "uzay laboratuvarı" anlamına gelen bir İngilizce tamlamadır. Skylab'ın çalışmaları, ismine uygun olarak bilimsel konularda yoğunlaşmıştır. İstasyonda 2.000 saatten fazla bilimsel deney çalışması yapılmıştır. 1979 yılında Avustralya kıtasında çöle düşmüştür, bazı parçaları halen NASA'da sergilenmektedir. Apollo - Soyuz Test Projesi'nin, rakip tarafları bir araya getirerek sembolik olarak uzay yarışını sona erdirdiği söylenir. Ortak bir Amerikan-Sovyet uçuşu için görüşmeler 1969'da başladı. Bu uçuşta Salyut ve Skylab istasyonlarının kullanılması önerileri reddedildi. Bunun yerine, uzayda acil kurtarma operasyonları için hem Amerikan hem Sovyet uzay araçlarına uygun bir kenetlenme mekanizması geliştirildi. 1970'te projenin çalışma grubu oluşturuldu. Mayıs 1972'de konuyla ilgili Amerikan-Sovyet antlaşması imzalandı. 17 Haziran 1975'te Amerikan Apollo ve Sovyet Soyuz araçları kenetlendi. Uzayadamları bazı seremonilerden sonra birbirlerinin uzay gemilerine geçerek incelemeler ve muhtelif deneyler yaptılar. ASTP, uzayda milletlerarası bir kurtarma çalışması yapılması için gerekli teknolojinin gelişmesini sağladı ve bir prova görevi üstlendi. Ancak uzay çalışmalarının geneli düşünüldüğünde, bir iyi niyet gösterisi olmaktan öteye gidemedi. Bu tür bir kurtarma operasyonunu gerektirecek herhangi bir durum ortaya çıkmadı. ASTP, Apollo uzay aracının son uçuşu oldu. ABD, insanlı uçuşlara altı yıl ara verdi ve ancak 1981'de uzay mekiği ile tekrar başladı. Uzay yarışının başarısı, gerçekleştirilen "ilk"lerle ölçülür. Yarışın ilk döneminde Sovyetler "ilk uzay aracı", "uzayda ilk canlı", "uzayda ilk insan" ve "uzayda ilk kadın" gibi unutulmaz ilklere imza attı. Amerika Birleşik Devletleri yönetimi ise Sovyetler'e karşılık vermek için kararlılığını ortaya koyduğunda, ülkenin geniş kaynakları ve yönetim örgütlenmesinin gerçek potansiyeli ortaya çıkmıştır. Amerika Birleşik Devletleri sadece Ay'a ilk ayak basan ülke olmakla kalmayıp, bunu 9 yıl gibi görece kısa bir proje sonucunda başarmıştır. Uzay yarışında ilklere imza atmakta SSCB'nin gerisine düşen Amerika Birleşik Devletleri Ay'a ilk ayak basan ülke olmasının en önemli ilk olduğu propagandasını yaparak uzay yarışında öne geçtiğini savunmuştur. Korolyov'un tasarımı olan Soyuz uzayaraçları, uzay yarışı bittikten çok sonra, 21. yüzyılda da kullanılmaya devam edilerek güvenilirliğini kanıtladı. Özellikle beş Uzay Mekiği'nden ikisinin kazalarda yok olmasının ardından Soyuz, Uluslararası Uzay İstasyonu'nun başlıca personel taşıma aracı haline geldi. Uzay Yarışı için gerekli teknolojinin prematüre, alelacele geliştirildiğini, bu nedenle kaynakların gereksiz yere harcandığını ve personelin tehlikeye atıldığını öne sürenler vardır. Gerçekten de, mesela Ay'a iniş projesi dokuz yıl içinde değil de otuz yılda gerçekleşseydi, harcanması gereken kaynak önemli ölçüde azalabilecekti. Bu görüşe karşı, uzay yarışı sayesinde bilimsel ve teknik gelişmenin hızlandığını ve insanlığa yararlı teknolojilerin erkenden ortaya çıktığını söyleyenler de vardır. Uzay Yarışı sırasında gerçekleşen ölümler, bu konudaki teknolojinin acele geliştirildiğini söyleyenleri haklı çıkarmaktadır. Sovyetler, ABD'yi Ay projesinde gereksiz risk almakla suçlamış olmakla birlikte, kaza ve ölümlerin her iki tarafta da olması, Sovyetlerin de yarışı kazanmak uğruna güvenliği geri plana attığını göstermektedir. Uzay Yarışı boyunca görev sırasında meydana gelen ölümlü kazalar şunlardır: Uzay Yarışı, iki mühendislik yaklaşımının yarışı da olmuştur: ABD, uzay araçlarında karmaşık ve birbirini yedekleyen sistemler oluşturmuştur. Böylece Amerika Birleşik Devletleri uzay araçları daha geniş yelpazeli görevlere uyum sağlayabilir hale gelmiştir. Nitekim Apollo 13 kazası, birbirini yedekleyen sistemlerin çokluğu sayesinde can kaybı olmadan atlatıldı. SSCB ise nispeten daha basit ve denenmiş sistemlerin tekrar kullanımına dayalı bir yaklaşım geliştirmiştir. Sistemlerin basit olması, hata olasılığını azalttığından ve maliyetleri düşürdüğünden uzay çalışmalarında tercih edilir. Yarışın bitmesinin başlıca nedenleri şunlardır: Uzay yarışı sonrasında taraflar uzay çalışmalarına "kendi yollarında" devam ettiler. Aralarındaki prestij yarışı büyük ölçüde sona erdi. Bununla birlikte, teknolojik yarışın tam olarak sona erdiği söylenemez. Sovyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin uzay mekiğ
i projesinin hayati önemde olduğuna karar vermiş, bu nedenle kaynaklarını kendi mekiklerini geliştirmek için harcamıştır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin Yıldız Savaşları projesi de Sovyetler'de büyük endişe yaratmış ve buna karşı kendi uzay savunma sistemlerini geliştirmeye gayret etmişlerdir. Hızını yitirmesine rağmen, insanoğlunun uzayı keşfetme arzusu Uzay Yarışı'nın bitiminden uzun bir süre sonra bile - bugün halen devam etmektedir. ABD, 12 Nisan 1981'de yani Gagarin'in uçuşunun 20.yılında tekrar kullanılabilir bir uzay aracı (Uzay Mekiği) göndererek yeni bir ilki gerçekleştirdi. 15 Kasım 1988'de ise SSCB ilk ve tek hem otomatik hem de tekrar kullanılabilir mekiği fırlattı. Bu iki ülke ve diğer ülkeler halen insansız uzay roketleri, teleskopları ve uydularını uzaya göndermeye devam etmişlerdir. İkinci bir Uzay Yarışı ihtimali, 20. yüzyılın sonlarında Avrupa Uzay Ajansı'nın Ariane 4 ile ticari amaçlı roket fırlatışlarında lider konuma gelmesiyle baş gösterdi. AUA'nın uzay araştırmalarındaki çabaları Mars'a en geç 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedefleyen Aurora programıyla doruk noktasına ulaştı ve bu doğrultuda birçok görev gerçekleştirildi. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush 2004 yılında Mars'a 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedeflediklerini ve Mürettebat Taşıma Aracı (Crew Exploration Vehicle - CEV) adlı yeni bir uzayaracı geliştirdiklerini açıkladı. Böylece önde gelen iki uzay ajansı aynı hedefi seçmiş oluyordu. 2005 yılı itibarıyla Rusya ile takım kuran AUA, rakibi NASA'ya nazaran büyük bir avantaja sahip oldu. Amerika Birleşik Devletleri'nin CEV'ine karşılık AUA ise CEV'in benzeri bir araç olan Kliper'in ilk uçuş denemesini 2011 yılında gerçekleştireceğini açıkladı. Kliper projesi için ancak 2006 yılında fon sağlanabildi. Ernest Swinton Ernest Swinton. İngiliz yazar ve Birleşik Krallık Ordusu subayı. Tank fikrini ilk ortaya atan kişidir. Mark I Mark I, Birleşik Krallık tarafından üretilen ve dünyada savaş alanında kullanılan ilk tanktır. I. Dünya Savaşı'ndaki Somme Çarpışması'nda savaş alanıyla tanışmıştır. Kartvizit Kartvizit, genel olarak sahibinin adı ve soyadı, bağlı bulunduğu kurum, unvanı ve iletişim bilgilerinin yer aldığı tasarımlardır. Çoğunlukla kartvizit baskıları bristol kartona yapılmaktadır. Kartvizitler için sıklıkla kullanılan ölçüler: eni için 5 - 5,5 cm, boyu için 8-9 cm'dir. Kartvizitler, kurumsal kimliğin ayrılmaz bir parçası olduğu için bu doğrultuda hazırlanması gerekmektedir. Firma logoları için belirlenen renklerin pantone numaraları matbaa ile paylaşılmalıdır. Kartvizitler, profesyonelliğin kısa bir ifadesidir. İş görüşmelerine başlamadan önce kartvizitlerin değişimi son derece önemlidir. Ayrıcı Günümüzde dijital ortamda hazırlanan kartvizitler daha kolay şeçilebilip, daha kolay şekilde isteklere uyarlanabilmektedir. Renkli kartvizit, Basit görünüşünün yanında imaj bakımından etkili bir reklamdır. Günümüzde firmalar tanıtıma ayırdıkları rakamları kıstıkça farkında olmadan piyasalarını rakip firmalara kaptırmaktadırlar. Kriz dönemlerinde reklamdan tasarrufa gitmek isteyen firmalar, kartvizitlerindeki imajlarını düzeltmekle de kendilerini tanıtabilmektedirler. Renkli kartvizitin diğerlerine göre Kartvizit ağacı şu şekildedir : Somme Muharebesi Somme Muharebesi ya da Somme Meydan Muharebesi, 1916 yılındaki Fransa'da gerçekleşen 1 milyondan fazla zayiat ile I. Dünya Savaşı'nın en büyük çarpışmalarından biri. İngilizler tarafından ilk defa tankın kullanıldığı savaştır. 1915 tarihinde İttifak Devletleri, büyük bir zafer kazandığı Doğu Cephesinde; 1916 yılında durum İtilaf Devletlerinin lehine değişti. Alman Generali Von Hindenburg, 1915 yılında Tannenberg'te Rus Ordusunu imha etti. Ayrıca, 40.000 esir almıştı. Ancak, Rusya 10 milyon talimli Rus askerini, Galiçya Cephesine sevketti. Bu nedenle, Avusturya Cephesi yarıldı. Bu nedenle, Almanya Batı Cephesinden, Doğu Cephesine sevketmek zorunda kaldı. Dolayısıyla, Almanya'nın Batı Cephesinin zayıflamasına ve Fransa'nın Verdün şehrini ele geçirememelerine neden oldu. Almanların amacı;Verdün'ü alıp, İngiltere-Fransa arasındaki Manş Denizine kadar ilerlemekti. Böylece, iki devletin birbiri aralarındaki yardımlaşmayı engellemek istiyorlardı. Haziran 1916 tarihinde Rus Orduları, Galiçya'ya büyük bir taarruz harekatı ettiler. Bu nedenle, 200 bin Avusturya askerini esir aldılar. Doğu Cephesini de savunmak zorunda kalan, Almanya batı cephesini zayıf bıraktı. Verdün şehrinin alınması haline, Fransa yenilebilirdi. Bu nedenle, Verdün şehrini kahramanca ve azimle savundular. Galiçya Saldırısı, nedeniyle Fransa cephesi rahatladı. Verdün'deki savaşta Almanya ve Fransa, 500 binden fazla kayıp verdiler. Doğu Cephesindeki kayıplar da üstüne eklenirse, Rusya, Fransa, Avusturya ve Almanya 1 milyondan fazla kayıp verdiler. Nazi Almanyası Führer'i Adolf Hitler de bu savaşta onbaşı olarak yer almış ve bacağından yaralanmıştır. Schneider CA1 Schneider CA1 ilk Fransız tankıdır. İlk olarak 1916'da üretilmiştir. I. Dünya Savaşı'nda kullanılmışlardır. Kırım-Kongo kanamalı ateşi Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA veya Kırım-Kongo Hemorajik Ateş, KKHA) keneler (özellikle "Hyalomma" cinsi) yoluyla bulaşan, zoonotik enfeksiyona yol açan bir viral hastalıktır. Evcil ve vahşi hayvanların yanı sıra insanlara da bulaşabilir. Özellikle Doğu ve Batı Afrika'da yaygın olan patojenik virüs Bunyaviridae ailesinin Nairovirüs grubuna bağlı bir RNA virüsüdür. Enfekte olmuş memelilerde klinik hastalık nadir de olsa, insanlarda çoğunlukla ağır geçer ve mortalite oranı %30'dur. Endemik bölgelerde virüs keneler yoluyla bulaştığı için özellikle tarım ve hayvancılık ile uğraşan kişiler yüksek risk grubundadır. Sendroma ilk kez 1944 yılında Batı Kırım'da rastlanmıştır. Afrika dışında Türkiye dahil birçok Asya ve Doğu Avrupa ülkesinde rastlanmıştır. Sendrom Türkiye'de ilk kez 2002 yılında ortaya çıkan epidemi sırasında tanımlanmıştır. Sendromun insanlardaki sporadik enfeksiyonu genelde "Hyalomma" kenesinin ısırığı nedeniyle olur. Yine de hastalığı bulaştırabildiği bilinen 30 kene türü mevcuttur. Sığır, koyun ve keçi gibi çiftlik hayvanlarının yanı sıra, tilki gibi vahşi hayvanlarda da etken virüse rastlanmıştır. Ayrıca kuşlara ve küçük memelilere de bulaşabilir. Afrika-Avrupa arasında göç yolu bulunan bazı kuşlarda virüse rastlanması kuşların virüsün kıtalararası geçişini sağlamış olabileceği fikrini doğurmuştur. Enfekte çiftlik hayvanlarının etinin işlenmesi veya yenmesi sonucu insanlarda ortaya çıkabilir. Ayrıca enfekte olmuş kan ve kusmukla temasa geçmiş sağlık (hizmeti) çalışanlarında da görülmüştür. Nozokomiyal yol bilinen bir bulaşma yoludur. İnsanlara bulaşmasının yaygın bir yolu da kene ısırığıdır. Bunların dışında enfekte hastalarla temas da bulaşmada önemli bir etkendir. İlk kene ısırığından itibaren yaklaşık 2 ile 12 gün arasında değişen bir kuluçka süresi vardır. Hastane kaynaklı enfeksiyonlarda ise (nozokomiyal enfeksiyon) enkübasyon süresi 3 ile 10 gün arasında değişir. Enkübasyon süresinin ardından grip-benzeri semptomlar görülmeye başlar. Bunlar yaklaşık bir hafta sonra dinebilir. Bununla birlikte hemoraj belirtileri rahatsızlığın ilk 3-5 gününde görülmeye başlar: öncelikle duygudurumda dalgalanma, ajitasyon, zihinsel karmaşa ve boğaz peteşileri. Daha sonra burun kanaması, kanlı idrar ve kusma görülür. Karaciğer şişer ve ağrır. Bunların dışında trombositopeni ve lökopeni laboratuvar bulguları arasındadır. Ayrıca aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT) ve laktat dehidrogenaz (LDH) oranlarında yükselme görülür. Semptomların ilk ortaya çıkışından 9-10 gün sonra hastalar iyileşme belirtileri gösterir, fakat %30'u rahatsızlığın 2. haftasında ölür. Kırım-Kongo Hemorajik Ateşinin teşhisi sendroma yol açan virüsün veya virüsün RNA'sının kan ve doku örneklerinden izolasyonunu, virüse karşı vücutta oluşmuş antikorların ve virüs antijeninin varlığının saptanmasını içerir. Ayrıca teşhisin konması için kullanılacak laboratuvarların biyogüvenlik açısından tam güvenli olması çok önemlidir. Spesifik bir tedavisi olmadığı için tedavi çoğunlukla semptomatik ve destek tedavisini içerir. Hastalık sırasında sıklıkla gözlenen trombositopeni gerektiğinde düzeltilmeli, pıhtılaşma faktörleri yerine konmalıdır. Bu amaçla trombosit süspansiyonları kullanılır. Ribavirin adlı bir ilacın ağızdan 10 gün süre ile uygulanmasının, yani oral ribavirin tedavisinin etkinliği kesin değildir. Bir kısım araştırmalar ilacın etkin olduğunu bildirmekte ise de ülkemizden yakın zamanda yayınlanan çok merkezli bir araştırma etkin olmadığı yönündedir. İlacın etkin olup olmadığına karar vermek için ileri klinik araştırmalar gerekmektedir. Hastalığı geçirenlerden elde edilen veya atlardan elde edilen bağışık serum uygulaması etkin olabilir. Bu konuda da araştırmalar devam etmektedir. Modern tekniklerle hazırlanmış bir aşı mevcut değildir ancak araştırmalar devam etmektedir. Hastalığı geçirenlerin ömür boyu bağışıklık kazanabileceği bilinmektedir. Gülhane Askerî Tıp Akademisi (GATA) Mikrobiyoloji bölümünden Prof. Dr. Ayhan Kubar'ın başkanlığında 2007 yılından beri yürütülen çalışmalar sonucunda Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi'nin eski Aşı-Serum Merkezi Müdürü Mustafa Hacıömeroğlu tarafından geliştirilen bir serum yüksek risk grubunda bulunan ve yüzde 90 ölüm riski bulunan 26 hastada kullanılmış ve bu hastalardan 24'ü iyileşmiştir.< Bulaşıcı hastalık olduğu için Kırım-Kongo Hemorajik Ateşine karşı toplumu bilinçlendirmek ve kamu sağlığı açısından önlemler almak çok önemlidir. Kenelerin aktif olduğu dönemlerde, örneğin bulaşmanın en sık aracısı olan "Hyalomma" cinsinin aktif olduğu Nisan ve Ekim aylarında, kenelerin bulunduğu ortamdan halkın kaçınması; kenelerin büyük sayılarda bulunabileceği ortamlarda (örneğin ahırlarda vs.) çalışan kişilerin muayene edilmesi faydalı önlemlerdendir. Yine kenelere karşı önlem olarak keneleri kaçıracak kimyasalların yani "repellant" kullanılması, açık alanlarda özellikle çok yoğu
n oldukları noktalara insektisit uygulanması da olası önlemler arasındadır. Epidemi dönemlerinde kişi üzerinde kene bulursa bunu çıkarmaya çalışmaması önemlidir, uygun bir sağlık hizmeti merkezine (hastane gibi) gitmeli ve keneyi burada uzmanlar çıkarmalıdır. Hastaların kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalıdır. Eğer bir temas olmuşsa, temas etmiş kişi dikkatlice gözlenmeli ve belirtiler görülürse mutlaka gerekli müdahalenin yapılmasını sağlamak önemlidir. Kesimhaneye yollanmadan önce hayvanlardan kenelerin ayrıştırılması yaygın bir uygulamadır. Hasta hayvanların kan ve dokularına doğrudan temasın bulaşmaya yol açabileceği bilinmektedir. Ribavirin stoklamak da farklı durumlarda yararlı bir önlem olabilir. ABD askeri güçleri Afganistan ve Irak'taki personellerini çeşitli virütik hastalıklara karşı korumak amacıyla ribavirin stokları barındırmaktadır. 1944'de tanımlanmaya yol açan salgın Batı Kırım'da olmuştur. Virüs hastalardan alınan kan örneklerinde ve "Hyalomma marginatum marginatum" isimli kenelerde saptanmıştır. Araştırmacılar kısa bir süre sonra benzer bir hastalığın Orta Asya Cumhuriyetlerinde de olduğunu fark ettiler. Çin'deki ilk olgu 1965 yılında tanımlanmıştır. 1969'daki bir analizde ise 1956 yılında Zaire'deki (Kongo) epidemide febril bir çocuktan alınmış kan örneğinde aynı virüse rastlanmış, buradaki hastalığın Kırım'da görülmüş olanla aynı olduğu belirlenmiştir. Tüm bu bulgular hastalığın bugünkü ismi ve tanımına neden olmuşturlar. Verilere göre Güney Afrika'da 1981 yılına kadar 123 olgu tanımlanmış, bunlardan %22'si ölümle sonuçlanmıştır. 1976'da Makedonya'da (toplamda 10 olgulu) ve 1979'da Irak'ta, küçük çaplı, epidemiler görülmüştür. Irak'taki bilinen ilk epidemi olan 1979'daki epidemideki 10 olgudan ikisinin sağlık personeli ve bulaşmanın nozokomiyal olduğu ifade edilmiştir. Asya ülkelerinden Pakistan, Afganistan ve Kazakistan'da ölümle sonuçlanan olgular tespit edilmiştir. Bildirilere göre Pakistan'daki büyük (majör) epidemiler 1975, 1986, 1996, 1998, 1999 ve 2000 yıllarında olmuş, son olgu 2002 yılında tanımlanmıştır. Aynı yıl Türkiye'de Tokat ilinde sendroma rastlanmıştır. Bu Türkiye'deki ilk bilinen epidemidir. Daha sonra 2003 ve 2004 yıllarında Türkiye'nin farklı illerinde sendroma rastlanmıştır. Türkiye'de son olarak 2006 yılında bildirilen olgulardan bazılarının ölümü sonucu sendrom medyaya da yansımıştır. Bunların dışında sendrom Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde (Birleşik Arap Emirlikleri, Umman...) de görülmüş, sendrom sebebiyle ölüm vakaları ortaya çıkmıştır. Örneğin, 1989-1990 arasında Suudi Arabistan'daki Mekke şehrinde tanımlanan 40 olgudan 12'si ölümle sonuçlanmıştır. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, 2008 yılında nükleer teknoloji kullanarak kene popülasyonunu kontrol altına alacak bir proje üzerinde çalışmaya başlamıştır. Bu yöntem dünyada ilk kez Orta Anadolu'dan alınıp Sarayköy Nükleer Araştırma Merkezi’ne getirilen kenelere uygulandı. Laboratuvar aşaması 2-3 yıl içinde bitecek projede üreme yeteneğini kaybetmeden kısırlaştırıp doğaya salınan kenelerden doğacak kısır yavrular ile birlikte yavaş yavaş Kırım Kongo Kanamalı Ateşi’ne neden olanlarla birlikte kene popülasyonu yok olacağı iddia edilmektedir. Hastalığa sebep olan virüs, 30'a yakın kene türünde tespit edilmesine rağmen, asıl olarak 7 türü aktif taşıyıcıdır: Yenikapı Yenikapı ile şu maddeler kastedilebilir: Cambrai Muharebesi Cambrai Muharebesi 20 Kasım - 3 Aralık 1917 tarihler arasında Fransa'da geçen ve İngilizler tarafından I. Dünya Savaşı'nda yürütülen bir harekattır. Her ne kadar tankların başarıyla kullanıldığı ilk çarpışma özelliğini taşıyorsa da sonu İngilizler için bir hüsran niteliğini taşımaktadır. Amiens Muharebesi Amiens Muharebesi, 8 Ağustos 1918'de Fransa'da meydana gelen muharebe. I. Dünya Savaşı'nın bitişine yol açan ve Yüz Gün Taarruzu diye bilinen Müttefik Kuvvetler'in ortak saldırı harekatının ilk aşamasıdır. Amiens tankların kullanıldığı ilk önemli muharebelerdendir ve Batı Cephesi'ndeki siper savaşlarının sonu olmuştur. İş parçacığı İş parçacığı (İng. ""), bilgisayar biliminde, bir işin eş zamanlı olarak işlenen her bir bölümüdür. İş parçacığı ve işlem arasındaki fark bir işletim sisteminden diğerine değişmekle birlikte genel olarak iş parçacığının oluşturuluşu ve kaynakların paylaşılmasıdır. İşlemler, birçok iş parçacığı oluşturup sonlandırabilir, iş parçacıkları da ortak hafıza kullanabilirler. Çoğu durumda iş parçacıkları işlemlerin içinde yer alır, onları oluştururlar. Çoklu iş parçacıkları paralel olarak pek çok bilgisayar sisteminde uygulanabilir. Tek işlemci kullanıldığında çok iş parçacıklı uygulama, zaman dilimlemesiyle gerçekleştirilir; tek işlemci, farklı iş parçacıkları arasında çok hızlı geçiş yapar ve bu durumda işlemler gerçekte olmasa da eş zamanlı çalışıyormuş gibi görünür. Çok işlemcili sistemlerde farklı iş parçacıkları, farklı işlemciler üzerinde eş zamanlı olarak çalışabilir. Pek çok modern işletim sistemi bir iş düzenleyicisi yardımıyla hem zaman dilimleme, hem de çok işlemcili iş parçacığı kullanımını desteklemektedir. İşletim sistem çekirdeği sistem çağrıları vasıtasıyla programcıya iş parçacıklarını kontrol etme olanağı sağlamaktadır. Bunun yokluğunda programlar, zamanlayıcılar, sinyaller veya diğer yöntemleri kullanarak kendi çalışmalarını sonlandırabilirler. Bunlara "kullanıcı uzayı iş parçacıkları" denir. QuteCom WengoPhone İnternet üzerinden bilgisayarlar arası VoIP görüşmesi yapılmasına olanak veren GNU Genel Kamu Lisansı kapsamında özgür bir yazılımdır. Bilgisayarlar arası görüşmelerinin yanı sıra, WengoPhone normal sabit ya da cep telefonları aramayı, SMS mesajları yollamayı ve video görüşmeleri yapılmasını da mümkün kılar. Bu olanakların hiçbiri sizi herhangi bir servis şirketinin hizmetlerine tutsak etmez, Skype gibi kapalı yazılımların aksine istediğiniz SIP hizmet sağlayıcısını seçebilirsiniz. OpenWengo programcılarına NeufCegetel adlı bir Fransız telekomünikasyon şirketinin SIP hizmeti sağlayan mümessili Wengo destek olmaktadır. WengoPhone yazılımının programlanmasına 2004 senesinin eylül ayında başlanmıştır. İlk yayınlanan sürüm 0.949 olup, klasik WengoPhone 0.99 RC8 sürümüne değin devamlı bir şekilde geliştirilmiştir. Bu arada özgür Mozilla Firefox tarayıcısı için bir WengoPhone eklentisi de yayınlanmıştır. Yeni kuşak WengoPhone NG yazılımının programlanmasına 2005 senesinin sonunda başlanmıştır ve bu yazılımın ilk sürümü 2006 sonbaharında piyasaya sürülmüştür. Bu yazılımda kullanılan protokol SIP standardıdır. WengoPhone yazılımının grafik arabirimi Gizmo ve Skype gibi diğer VoIP programlarının arabirimlerine çok benzer. Ana arabirimden arkadaş listenize, geçmiş görüşmeleriniz hakkında bilgiye ve Wengo oturumunuza ulaşmanız son derece kolaydır. C++/Qt kullanılarak programlanmıştır. WengoPhone yazılımının belli başlı özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Yeni kuşak WengoPhone programı bu sorunların pek çoğunu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. WengoPhone, Pidgin ve libgaim kütüphanesi sayesinde çok sayıda anında mesajlaşma şebekesi (MSN Messenger, Google Talk, Jabber, Yahoo! Messenger, AIM, iChat) ile uyumlu olacaktır. Programlayıcılara kendi üstüne başka yazılımlar eklenmesine olanak verecek bir altyapı da öngörülen yenilikler arasındadır. Kıpçaklar Kıpçaklar veya Kumanlar (Rusça: По́ловцы Polovtsı ya da Кума́ны Kuman, Çince: 钦察, Qīnchá), eski Türk halklarından biridir. Dilleri Kıpçakça olup üç kol halinde gelişim göstermiş ve daha sonra da Kıpçak dillerine kaynaklık etmiştir. En azından 8. yüzyıldan beri bilinen, kıbçak/kıpçak adı dışında, aynı Türk topluluğu için, üçü yerli (Türkçe) ve dördü de yabancı olmak üzere toplam yedi ad tespit edilmiştir: Kıpçaklarda da diğer bazı Türk boylarında olduğu gibi bir “sarışın”lık ve açık renk göz durumu söz konusudur. Ayrıca görüşlerden bazıları etnonimin Rusça versiyonu olan "polovets" adının Slav dillerinde hep sarı değil, bazen mavi rengi(göz) de bildirdiğini belirtir. Kıpçaklar, tarih sahnesine 9-11. yüzyıllar arasında, İrtiş boylarında Kimeklerle iç içe çıkmışlardır. Bunlar daha 8-9. yüzyıl civarında Orta Asya’dan Urallara geçmiş ve burada üstünlük kurmuşlardır. Sonra onları Siriderya boylarında, Oğuzlarla yan yana ve Orta Asya’ya dağılmış hâlde görüyoruz. Kıpçaklar, Moğol istilasından önce de Siriderya, İdil ve Don arasında, Kafkas ve Kırım dağlarında, Hazar’ın kuzey düzlüğü ile bugünkü Kazakistan’ın orta ve kuzeybatı kısmında yaşayıp pek çok Türk kavmi ile karışmışlar ve İran, Suriye, Rusya, Doğu Avrupa ve Bizans ile askerî, ticarî ve iktisadî ilişkiler kurmuşlardır. Önceleri “Mafazat Al-guz” (Oğuz bozkırı) diye bilinen topraklar da, artık XIII. asırda Deşt-i Kıpçak adıyla anılmaya başlanmıştır. Çin’den Don nehrine, Ural’dan Karadeniz’e kadar olan alana yayılan Kıpçaklar, bu devirden sonra da büyük bir hareketlilik içindedirler. Daha ziyade Macar tarihçilerinden edinilen bilgilere göre, 1020 civarında, Batı Sibirya’da büyük bir Kimek-Kıpçak kavimler birliği vardır. Kuman (Macarca Kun) kavim yapısının, Kunlar ve Sarıkların yanı sıra en önemli üçüncü halkı olan Kıpçaklar bu devirde birleşmişler ve kaynaşmışlardır; sonraları çok meşhur olan Kuman kavim adı da, işte bu devirde ortaya çıkmıştır. Bu devirde görülen Kuman-Kıpçak kavimler birliğinden evvel, Kuman halkı daha doğuda yaşarken, Sarı Uygurları yenip ülkelerini işgal etmişler ve bu halkın bir kısmını kendilerine bağlamışlardır. İşte bu Kuman-Sarı Uygur birleşmesi, 10. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtaylar ve komşuları Kayların sıkıştırmasıyla, batıya, Oğuzların ve Karlukların topraklarına yönelmişlerdir. Bu göçün devamıyla, yukarıda zikredilen Oğuz bozkırı, artık, tarih kaynaklarında Kıpçak bozkırı olarak yer almaya başlayacaktır. Onların tarihte az görülen bu yürüyüşleri, 11. yüzyılda Rus beyliklerine karşı kazandıkları bir dizi galibiyetten sonra, Karpatlar’a, Balkanlar’a kadar sürecektir. Böyle gelişen Kıpçak-Kuman varlığı, 13. yüzyılın sonlarına kadar, bu bölgenin tayin ed
ici bir gücü olagelmiştir. Balkanlardaki Eflak-Boğdan Prensliğini Kıpçaklı Komutan "Toktemirus"'un oğlu Başbuğ "Basarapa" Kurmuştur. Önemli Kıpçak Başbuğlarından biri olan "Kopyak" (köpek) sık sık Rus Knezlerine baskın yaparak Kırım sahil hattının yükünü hafifletmiş Rusları sibirya bölgesine hapsetmiştir. Özellikle 13.yüzyılda, Moğol akınları önünde, Avrasya bozkırlarında çok geniş bir alana yayılan Kıpçaklar, dinamik bir güç olarak komşu devletlerin bazen korkulu düşmanı ve bazen de güvenilir müttefikleri olmuşlarsa da çok parçalanmışlar ve tarihte, kendi adlarıyla anılan bir devlet bırakamamışlardır. Bölgeye Kumanlar’dan yadigar kalan bir isim de Kemençe’dir. Kemençe Kumanlar da şahıs ismi olarak da kullanılmıştır. 1290 da Macar Kralı IV. Laszlo’yu öldüren Kumanlardan birinin adı "Kemenche" idi. Kemençe ismini Kumanların yayıldığı sahalarda da görmek mümkündür. Kırım yarımadasında Kemençe, Küçük Kemençe, Murzatar Kemençe isimli köyler bunlardan bazılarıdır. Gagauzlarda Kemençe kelimesinin anlamı Keman olup Kemençe çalıp oynanan oyunun adı da Horodur. 1237’de Moğol İmparatorluğu'nun saldırısına uğramış ve 1239'da tamamen yenilgiye uğramışlardır. Bu yenilginin ardından Kıpçakların bir kısmı bugünkü Rusya, Ukrayna ve Kazakistan toprakları üzerinde kurulan Altın Orda'nın egemenlik sahasında kaldılar. Diğer kısımları ise "Deşt-i Kıpçak" topraklarından değişik bölgelere yayıldılar.Gürcü- Kıpçak karma Ordusunun Başkomutanı Kubasar önderliğinde bir kısım boylar Doğu Karadenizi yurt edinmişlerdir. Bu durum aynı zamanda Osmanlı fethinden önceki ilk Türkleşme hareketlerindendir. Kıpçakların esas sahalarının dışında Mısır bölgesi, onların savaşçı güç ve köle (Ar: memlûk) olarak geldikleri bir bölgedir. Zamanla bu bölgede hakimiyeti ele geçirip Memlûk Devleti’ni kurmuşlardır. Böylece, Mısır'da Bahriye Memlûkleri olarak bilinen hanedanı kurdular. Memlûkler'in en önemli hükümdarı olan Sultan Baybars, Kırım yarımadasında doğmuştur. Memlüklerde Mısır tarihinde önemli yeri olan ; "Kutuz" , "Aybek" , "Aktay" , "Kalavun" gibi önemli Kıpçaklı askeri komutanlar yetişmiştir. Bu komutanların mukavemeti Mısır'ı Moğol istilasından korumuş, Mısır Kıpçak ordusu Dünya'da Moğolları yenen ilk ordu olmuştur. Kıpçak Diyarının Moğol istilasına uğramasıyla Başbuğ "Köten" komutasında Yaklaşık 40.000 haneli bir grup ise bugünkü Macaristan'a gitmiş ve Kunlar denilen etnik grubu oluşturmuştur. Kıpçak Beylerinden "Kemenche" Macar kralına suikast düzenleyerek öldürmüştür. Macaristan Kıpçakları Hristiyan olarak dil ve kültürlerini kaybetmişler zannediliyordu ama son yıllarda Macaristan’da kendilerinin Köten Han’ın torunu olduğunu söyleyen ve Büyük Kumanistan yani Nagykunsag’ın bir şehri olan Karsak civarında yaşayan 75.000 civarında bir Kıpçak Türk grubunun olduğu tespit edilmiştir. Bunlar Hristiyandırlar. Bu Kıpçakların dili olan Kıpçakçay'ı Macaristan’da son kullanan kişi 1804 yılında vefat etmiştir. Fakat bu dilden kalan son hatıra bir dua halen söylenmekte ve bilinmektedir. TRT yapımı Özütürk belgeseli bunları kayda almıştır. Kıpçak askerleri genelde kargı kullanan Süvari birliklerinden oluşmuştur. Otorite sahibi askerler miğfere bağlı maskeler kullanırdı. Savaş yöneticisi olarak genelde Başbuğ'lar bulunurdu. Askerlerden farklı kıyafet giyerlerdi. Askeri olarak çok gelişen Kuman Devleti'nde Başbuğlar, ordu için çok büyük önem teşkil etmekteydiler. Daha önceki Türk devletleri gibi Hatun'lara önem vermişlerdir. Ordu da birçok kadın asker yer almıştır. Gürcü-Kıpçak ilişkisi oldukça eski ve resmi bir ittifaktır. Nitekim Dağıstan Bölgesi Kıpçaklarının Hristiyan olması bu ittifakın sonucudur. Bu iki toplum aynı Ülkeyi paylaşmış ortak bir siyasi ve sosyal kültür kurmuştur. 1. Göç : 1118 Yılında Kral Davit Kıpçaklarla kavgalı bulunan ve onlara Kafkas geçitlerinden yol vermeyen Alanları (Osetyalı)ları yola getirdi. Kalelerini ele geçirdi. Kıpçaklı Başbuğ "Şaraga" Han (Sarıcık ) nın torunu "Atraga" Han( Atrak) 45.000 aileyi bu geçitlerden aşırıp Gürcistan’a getirdi. Kral Davit Onlara toprak ve başka mülkler dağıttı. Askerlik hizmetleri için gerekli araç, gereç ve silahlarla donattı. Yarı ilkel bu Kıpçakları sıkı bir askeri eğitime tabi tuttu. İki yıl sonra Gürcistan artık iyi yetişmiş 40.000 kişilik süvari ordusuna sahip bir ülke haline geldi. Davit’in bundan başka 5.000 kişilik bir muhafız ordusu daha vardı. Bu orduya ‘Monaspa’ (Köle Sipahiler) adı veriliyordu. Bu askerlerin görevi kral sarayını korumaktı. Bu kıpçak Ordusu Selçuklu Devletini ağır bir yenilgiye uğratarak Tiflis' den attı (1123) ve kısa zamanda Gürcistan'ın sınırlarını iki buçuk katına çıkardı. 2. Göç : 1185 Yılında Annesi Kıpçak olan Kraliçe "Tamar" Döneminde Başbuğ "Sevinç" Han önderliğinde 40.000 Kıpçak ailesi Deşt-İ Kıpçak'dan Gürcistan'a göç etti. Bu yeni Kıpçaklar Kraliçe "Tamar" tarafından Trabzon İmparatorluğu sınırlarına kadar iskan edildi ve bir bakıma Batı sınırı garantiye alındı. Şaman olan savaşçı Kıpçaklar Trabzon Rum Devletini sık sık rahatsız etmelerine karşın Erzurum , Gümüşhane Bölgelerindeki Gürcü Beylikleri ile yakın ilişkiye girmeleri Zaman içerisinde Hristiyan olarak kültürlerini kaybetmelerine yol açtı. Kıpçaklar çoğunlukla paganlık ve animizmi benimsemişti. İnanç sistemleri diğer göçebe halkların inanç sistemleriyle hemen hemen aynı idi. Hayvanlara, özellikle de diğer Türk boyları gibi kurda saygı gösterirlerdi. Kıpçak toplumunda kam adı verilen şamanların özel bir yeri vardı. Bu şamanlar, falcılık ve hekimlikle uğraşırdı. Atalar kültü ve kahramanlık kültü gelişkindi. 1. Ave, učmaqnïŋ qabaγï, tirilikniŋ aγačï! Yemišiŋ bizgä teyirdiŋ, Yesusnï kačan tuvurdïŋ, Ave, Maria, kim ačtïŋ kökni daγïn endirdiŋ qutqaručïmïz Yesusnï, kim tušmanïmiznï yeŋdi. 2. Biz oqurbiz arï Stefandan, kim köp tözdi Teŋri üčün daγï köp taŋlar etti Teŋriniŋ bolušmaχï bile. kačan köp qïn tözdi, soŋrasïnda taš bile tašlap öldürdiler. kačan ani taš bile tašlar idi, ol aytïr idi, yoχarï baχïp: «Körüŋiz! Men körärmen, kim kök barča ačïluptur daγï Kristus turur Atasïnïŋ sav qolïnda». kačan anï ayttï, andan qattï ura bašladïlar. Tizin čöküp, yügündi daγïn ayttï: «Beyim Teŋri, sen bošatχïl alarγa: bilmezler, ne-dirler!». Daγï ayttï: «Beyim Teŋri, menim tïnim alγïl!». Ol sözni ayttï da dzanïn Teŋri eline berdi 1. TOKSOBA (Dokuzoba) : Tatar kökenlidir. Moğollarla işbirliği yaparak Durutları yok etmenin eşiğine getirmiştir. 2. JETİOBA (Yedioba) : Kalabalık bir boydur. 3. BURDJOGLİ (Burçoğlu): Kıpçak Toplumunun Merkezini oluşturan boylardan biridir. 4. ELBARLİ (Kurtbölgeli): Kıpçak Hanları bu boydan seçilirdi. 5. KANGAROGLİ ( Konguroğlu ): Peçenek asıllıdır. Sonradan Kıpçak organizasyonuna girmiştir. 6. ULADJOGLİ ( Ulaşoğlu ) : Macaristan'da iz bırakmış bir boydur. 7. DURUTLAR ( Dörtler-Dörtoba ): Moğol saldırısından büyük zarar görmüş Deşti-Kıpçak'dan göçmüştür. 8. KULABOGLİ ( Kulobaoğlu ): At besleme kültürü çok güçlüdür. 9. JORTAN ( Çortan ): Turna balığı anlamına gelmektedir. 10.KARABİRKLİ ( Karaşapkalı ): Peçenek asıllıdır. 11. KOTAN ( Kutan ): Kuman asıllıdır. Doğu Kıpçakları bir zamanlar hakimiyetleri altında bulundukları Kimek boyları ve Yenisey Kırgızları (Eski Kırgızlar) ile birleşerek Kırgız (eskiden Ruslarca "Kara Kırgız") adı altında Altay, Yedisu ve Tanrı Dağlarında hayatlarına devam etmiştir. Karaçay-Balkar Türkçesi konuşan topluluğun temellerinde Kuban Bölgesine yerleşen Kara Bulgarların olduğu düşünülmektedir. Karaçaylar ve Balkarların atalarının 11. (Omeljan Pritsak'a göre) ya da 13. (Ufuk Tavkul'a göre) yüzyıldan sonra Kıpçaklaştıkları düşünülmektedir. András Róna-Tas'a göre bazı Kazan Tatarları Kıpçaklaşmış Volga Bulgarlarıdır. Orta Kıpçakça dönemine ait Ermeni Kıpçakçası adı verilen yazmaları bırakanların Kıpçaklaşmış Ermeniler olduğu ileri sürülür. MPI MPI (Message Passing Interface) bir bilgisayar iletişim protokolüdür. Dağıtık bellekli bir sistemde paralel program koşan düğümlerin arasındaki iletişim için kullanılan fiilen standart bir protokoldür. MPI uygulamaları Fortran, C, C++ ve Ada programlarından çağrılan kütüphane yordamlarından oluşur. MPI 'ın diğer eski mesaj geçirmeli kütüphanelere olan üstünlüğü taşınabilir (MPI pek çok dağıtık bellekli mimari üzerinde uygulanmıştır) ve hızlı (çünkü her bir uygulama üzerinde çalıştığı hardware için optimize edilmektedir) olmasıdır. Aşağıda bir "Merhaba Dünya" uygulaması görülmektedir. Her bir işlemciye "Merhaba" mesajı yollanmakta bu mesaj işlendikten sonra sonuçlar ana işlemciye dönmekte ve çıktı mesajları ekrana yazılmaktadır. Mark V Birleşik Krallık tarafından I. Dünya Savaşı'nda kullanılan bir tank. Mark V, Mark serisinde ilk üretilen tanklardan sonra tamamen yeni bir tasarıma sahip olan ilk tanktı. A7V A7V, Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, 1918'de Almanya tarafından geliştirilen tank. 100 adet üretilmesi emredildi ancak entüstrideki çelik sıkıntısı nedeniyle yalnızca 20 adet teslim edildi. Siper savaşlarındaki kayıpları engellemek ve düşman hatlarını yarma amacıyla geliştirilen A7V(Abteilung Verkehrsvesen) zamanın şartlarında diğer silahların tanklardan daha fazla önemsenmesi sebebi ile pratikte etkin tank savaş taktikleri uygulanamamıştır. Zırh ve hız bakımından rakiplerine karşı avantajlıydı. A7V Belçika malı 57mm bir topla donatılmıştı ayrıca 6 adet MG 08/15 mevcuttu. 18 kişilik bir mürettebata sahipti ancak içerideki sıcaklık 80 dereceyide aşabildiğinden sıkıntı yaratıyordu ve motor seside çok fazlaydı. A7V, 7.34 metre (24.1 ft) uzunluğunda, 3 metre (9,8 ft) genişliğinde ve maksimum yükseklik 3.3 metre (11 ft) idi. Tankın yanları için iki taraftan 20mm, önüne 30 mm ve çatıya 10 mm çelik levha kaplandı; ancak çelik sertleştirilmiş değildi etkinliği azdı. Bu makineli tüfek ve tüfek ateşini durdurmak için yeteri kadar kalındı, ama büyük kalibre mermiler için yeterli değildi. Bu sertleştirilmiş çelik dönemin kullanılan diğer tanklarına oranla iyi bir koruma sundu. Şekli ve yapısı itibarı ile İngilizler tarafından "Yürüyen Kale" lakabı takılmıştı. A7V tankları Birinci Dünya
Savaşı esnasında Almanya'nın kullanabileceği tek tankdı. Az sayıda üretildiği için her birine ayrı ayrı isimler takılmıştı. Savaşlardan geriye kalan tek orijinal A7V tankı olan Mephisto, bugün Avustralya'daki bir müzede bulunuyor. Gülen Buda Gülen Buda, Çin'deki ismiyle Milefo (彌勒佛) ya da Bu-Dai (布袋羅漢, Pinyin:bù dài luó hàn) Budizm'de Bodhisattva Maitreya'nın (Geleceğin Budası) vücutlaşmış hali olarak kabul edilen kutsal bir figürdür. Söylenceye göre 10. yüzyılda Çin'de yaşamış bir Chan (Zen) rahibidir. Genellikle sırtında keten bohçası, güleç ve koca göbekli bir figür olarak tasvir edilen Milefo, Çin'de cömertliğin ve hoşgörünün sembolüdür. Japonya'da Hotei adıyla bilinen Milefo "Yedi Şans Tanrısından" (Shichi Fukujin) biridir. PVM PVM (Parallel Virtual Machine) bilgisayarların paralel bir ağ üzerinden konuşturulması içim kullanılan bir yazılım aracıdır. Heterojen makinalardan oluşan bir ağ'ı tek bir dağıtık paralel işlemci olarak kullanmak için geliştirilmiştir. PVM Tennessee Üniversitesi, Oak Ridge National Laboratory ve Emory Üniversitesi tarafından geliştirilmiştir. İlk versiyonu 1989 yılında ORNL' de ikinci versiyonu Tennessee Üniversitesi tarafından Mart 1991' de sürüldü. Mart 1993' te üçünçü versiyonu açıklandı; bu versiyonda yapılan değişikilikler hata toleransı ve daha iyi taşınabilirlik oldu. PVM şu anda aktif olarak geliştirilmemesine rağmen dağıtık ve grid hesaplamadaki modern trendlerin gelişmesi açsından önemli bir adım olmuştur. PVM, Unix ve Windows makinalardan oluşan heterojen bir ağın tek bir paralel bilgisayarmış gibi kullanılmasına olanak sağlar. Büyük hesaplama yükü getiren problemler, pek çok bilgisayarın bir araya gelmesiyle sağlanan hız ve bellek sayesinde verimli bir şekilde çözülebilir. Yazılım taşınablir özelliktedir. J.F.C. Fuller John Frederick Charles Fuller (1 Eylül 1878- 10 Şubat 1966) Britanyalı tümgeneral, askeri tarihçi ve strateji uzmanıdır. Özellikle modern zırhlı savaş üzerine ürettiği teorilerle tanınır. Tankların başarıyla kullanıldığı ilk çarpışma olan Cambrai Çarpışması'ndaki tank harekatını planlamıştır. Üsküdar Fen Lisesi Özel Üsküdar Fen Lisesi (ÜFL), 1987 yılında Bilfen Kolejleri'nin bir okulu olarak kuruldu. Okul, Küçükçamlıca'daki binasında eğitim vermektedir ve her sene Mayıs ayında mezunlar günü düzenlemektedir. Kostas Karamanlis Konstantin Aleksandru Karamanlis (; 14 Eylül 1956, Atina), Yunan siyasetçi, 2004-2009 yılları arasında Yunanistan Başbakanı ve muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi’nin eski başkanı. Aynı adlı Yeni Demokrasi Partisi'nin kurucusu, dört defa başbakan, iki defa da cumhurbaşkanı olarak görev yapan Konstantin Karamanlis'in yeğeni. Karamanlis, Yunanistan’ın en nüfuzlu iki siyasi hanedanlığından birinin mensubu olarak 14 Eylül 1956’da Atina’da doğdu. Atina Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi, özel Amerikan Deree College’da ekonomi eğitimi aldı. 1980-1984 yılları arasında eğitim gördüğü ABD’deki Tufts Üniversitesi’ne bağlı Fletcher Hukuk ve Diplomasi Fakültesi’nde siyaset bilimi ve ekonomi konularında yüksek lisansını ve uluslararası ilişkiler ve diplomasi tarihi konusunda doktorasını tamamladı. 1974-1979 yılları arasında YDP gençlik kollarında faaliyetlerde bulundu, 1984-1989 yılları arasında avukatlık yapan Karamanlis, 1983-1985 yılları arasında Deree College’da siyaset bilimi, diplomasi tarihi ve şirketler hukuku konularında ders verdi. 1989 yılından bu yana YDP Selanik milletvekili olarak görev yapıyor. Mart 1997’de ise amcasının kurduğu parti liderliğini devraldı. Amcasının 1955’te 48 yaşındayken seçilmesiyle elde ettiği en genç başbakan unvanını da 2004 de devralan 47 yaşındaki Karamanlis, hayır işleri alanında son derece faal olan Natasa Pazetis ile evli. Çiftin 2003’te dünyaya gelen ikiz çocukları var. Karamanlis, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Fransızca biliyor. Ekonominin bozulması üzerine erken seçim kararı almıştır. 2009 erken seçimlerinde alınan yenilginin sonrasında başbakanlıktan ve partisinin başkanlığından çekildi. Cumhurbaşkanlığı Kupası Cumhurbaşkanlığı Kupası ile şunlar kastedilmiş olabilir: Percy Hobart Sir Percy Cleghorn Stanley Hobart, Britanyalı istihkâm ve tank subayıdır. II. Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık 79. Zırhlı Tümeni'ne komuta etmiştir. John Frederick Charles Fuller askeri tarihçi ve strateji uzmanıdır. Özellikle Modern Zırhlı Savaş üzerine ürettiği teorilerle tanınır. Tankların başarıyla kullanıldığı ilk çarpışma olan Cambrai Çarpışması'ndaki tank harekatını planlamıştır. Ünlü komutan Bernard Montgomery'nin kayınbiraderidir. Başbakanlık Kupası Başbakanlık Kupası, ilk kez 1944 yılında oynanmaya başlanmıştır. 5 yıl devam eden kupa, Türkiye Futbol Birincisi ile Millî Küme Şampiyonu arasında oynanmıştır. 1950 yılında Millî Küme'nin son bulması ile Başbakanlık Kupası da 1966 yılına kadar yapılmamıştır. 1966 yılında Türkiye Futbol Federasyonu uygulamayı yeniden başlatmıştır. İkinci Lig Şampiyonu ile Amatör Şampiyon arasında oynanmıştır. Bu format 1970'e kadar devam ettirilip 1971 yılında kupa yine yeni bir sistemle oynatılmıştır. Bu kez 1. Lig ikincisi ve Türkiye Kupası ikincisi arasında final oynanır. Bu arada kupa maçlarına 1982, 1983, 1984 yıllarında ara verilmiştir. Son kez 14 Mayıs 1998 tarihinde Fenerbahçe'nin bu kupayı kazanmasından sonra Başbakanlık Kupası tekrar kaldırılmıştır. Adna R. Chaffee, Jr. Adna Romanza Chaffee, Jr. (23 Eylül 1884, Junction City,Kansas – 22 Ağustos 1941, Boston,Massachusetts), Amerikalı general. Amerikan tank kuvvetlerinin geliştirilmesindeki rolü nedeniyle "Zırhlı Birliklerin Babası" diye bilinir. İstanbul Şildi İstanbul Şildi, 1929-1939 yılları arasında aralıklarla düzenlenen ve sadece İstanbul'daki takımların katılabildiği futbol turnuvası. Cumhuriyet Halk Fırkası İstanbul Merkezi tarafından 1929-30 sezonu başında, Türkiye Futbol Federasyonu'nun da patronajı altında, İstanbul'un tüm federe kulüplerinin iştirakiyle bir turnuva tertiplemişti. Bunun için de ortaya, 10 yıllık bir şilt koymuştu. 1930'dan 1939'a kadar devam edecek turnuvalar sonunda bu şildin üzerindeki 10 küçük gümüş plakete en fazla adını yazdıracak takım bu değerli armağanın nihai sahibi olacaktı. Belirlenen 10 yıllık süre içinde (1930-1939) bu şilt maçları 7 kez sonuçlanabilmiş ve Fenerbahçe, kazandığı 4 birincilikle bu şildin nihai sahibi olmuştu. 1930 yılında düzenlenen kupanın ilk sahibi, yarı finalde Galatasaray, finalde ise Beşiktaş'ı eleyen Fenerbahçe oldu. Sonraki yıl turnuva tamamlanamamıştı. Yarı finalde Beşiktaş'ın turnuvadan çekilmesiyle Fenerbahçe tekrar finale çıkıp, bu sefer İstanbulspor'u eleyen Galatasaray ile mücadele edecekti. Ancak takımlar, final maçının ertelenmesini isteyip bu istek federasyon tarafından reddedilince ikisi de turnuvadan çekildi. Bazı kaynaklara göre kupanın sahibi çekilmeyen tek takım olan İstanbulspor'du. 3 Büyükler sonraki sezon yine federasyon ile yaşadıkları sorunlar nedeniyle İstanbul Futbol Ligi'ne ve İstanbul Şildi'ne de katılmadılar. İstanbulspor, iki turnuvanın da kazananı oldu. 1933'da düzenlenen organizasyonda da sorunlar yaşandı. Yine bir Fenerbahçe-Galatasaray finali yaşanmış ancak Fenerbahçe'nin 2-0 önde götürdüğü maç, tribün olayları nedeniyle hakem tarafından tatil edilmişti. Sonraki sezon Fenerbahçe, Beşiktaş'ı yenerek şildin sahibi oldu. Bir hafta sonra ise 1933'ün ertelenen finalini Galatasaray ile oynamış ancak 1-0 yenilerek şildi kazanamamıştır. 1936 yılında İstanbul Futbol Ligi'nin uzaması, 1937 yılında ise Millî Küme maçlarının uzaması nedeniyle şilt mücadeleleri gerçekleştirilemedi. 1938 yılında Fenerbahçe, Beşiktaş'ı 3-0 yenerek şildin sahibi oldu. 1939'da turnuvaya Galatasaray ve Beşiktaş katılmadı. Fenerbahçe, finalde Hilal'i 7-3 yenerek şildi dördüncü kez sahibi oldu. Böylece şilt, nihai sahibine kavuşunca turnuva sonlandırıldı. 1942'de turnuva İstanbul Kupası adı altında tekrar düzenlenmeye başlandı. Centurion (tank) Centurion, Birleşik Krallık tarafından tasarlanan Centurion tankı, II. Dünya Savaşı sonrası dönemin ilk Britanya ana muharebe tankıdır. Bir çoklarınca Britanya tarafından yapılan en iyi tank tasarımı olduğu savunulur. 1990'ların sonuna kadar az miktarda da olsa hizmette kalmışlardır. Şasesi halen bazı ordularda çeşitli rollerde kullanılmaktadır. Üretimi II. Dünya Savaşı'na yetiştirlememiş ve o zaman zarfında yalnızca 6 adet prototip modeli üretilmişti. 1945 yılında seri üretime girmiş ve üretimi 1960'lara kadar sürmüştür. İstanbul Kupası İstanbul Kupası, 1941 ile 1947 yılları arasında, İstanbul'daki takımların katılımıyla düzenlenen futbol turnuvası. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü İstanbul Bölge Ajanlığı, 1930-1939 arasında elemeli olarak düzenlenen İstanbul Şildi'nin gördüğü ilgi üzerine yine tüm kümeler arasında eleme usulü ile oynanmak üzere İstanbul Kupası'nı düzenledi. Kupa 6 kez yapılabildi. Sonuncu kupanın finali olan Beşiktaş-Fenerbahçe maçı oynanamadı. Spor Toto Kupası Spor Toto Kupası, 1964-1971 yılları arasında Türkiye Futbol Federasyonu tarafından düzenlenen kupa. Bu kupayı en çok alan Beşiktaş olmuştur. Dörder takımın katılımıyla düzenlenen bu kupadaki maçlar tek devreli lig usulüyle oynanmakta ve en çok puanı alan şampiyon olmaktaydı. Donanma Kupası Donanma Kupası, 1982-1986 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından vakıf yararına düzenlenen futbol turnuvası. Bu kupayı en çok alan 4 kez ile Fenerbahçe olmuştur. 1986 yılında son kez oynanmıştır. Kâmil Ocak Stadyumu Kâmil Ocak Stadyumu Gaziantep'te bulunan stadyumdur. Gaziantepspor'un ve Gazişehir Gaziantep FK'nın iç saha maçlarını oynadığı stad 16.981 kişi kapasitelidir. Yapımını dönemin spordan sorumlu Devlet Bakanı, Gaziantep Milletvekili Kâmil Ocak gerçekleştirmiş, 1974 yılında hizmete açılmıştır. Gece ışıklandırması mevcuttur. Mardinspor Mardinspor, 1969 yılında Mardin'de kurulan futbol kulübü. Kalespor, Timurspor, Mezopotamyaspor, Gençlikspor takımlarının birleşmesi ile Mardin Spor Kulübü 1969 yılında kuruldu. 1970-1971 sezonunda
2. Lig'e alındı. 1971-1972 sezonu sonunda 3. Lig olmadığı için direkt olarak Amatör Lig'e düştü. 1973-1974 sezonu sonunda yaşadığı amatör küme şampiyonluğundan sonra tekrar 2. Lig'e yükseldi. Ancak, 1975-1976 sezonu sonunda 2. Lig'den direkt olarak yine Mardin Amatör Ligi'ne düştü. Burada 4 yıl mücadele eden Mardinspor, amatörden çıkamadı. 1980-1981 sezonunda, Atatürk'ün 100. Doğum yılı münasebetiyle Türkiye 3. Lig'i kurulunca, eskiden 2. Lig'de oynamış olup da, şimdi profesyonel liglerde olamayan takımlar olarak Çanakkalespor ve Sanayi Barbarosspor ile birlikte TFF tarafından otomatik olarak 3. Lig'e alındı. 1982-1983 sezonu sonunda grubunda başarılı olup 2. Lig'e yükselen Mardinspor, 1984-1985 sezonu sonunda yeniden 3. Lig'e düştü. 1987-1988 sezonu sonunda grubunda başarılı oldu ve 2. Lig'e çıktı. Ancak, 1988-1989 sezonu sonunda tekrar 3. Lig'e düştü. 5 sezon 3. Lig'de oynadıktan sonra 1993-1994 sezonu sonunda Mardin Amatör Ligi'ne düştü. Bir yıl içinde, 1994-1995 sezonu sonunda amatör kümede şampiyon olup yeniden profesyonel liglere döndü. 6 yıl 3. Lig'de mücadele eden kulüp, 2000-2001 sezonu sonunda gruplarında ilk üç sırayı alan takımların çıktığı 2. Lig'e yükseledi. 2001-2002 sezonunda TFF, 2. Lig'i 2 ayrı kategoriye ayırınca Mardinspor 2. Lig B Kategorisi'nde kaldı. 2003-2004 sezonu sonunda 2. Lig B Kategorisi'nde grubunda şampiyon olarak 2. Lig A Kategorisi'ne yükselen Mardinspor, 4 sezon bu kategoride kaldıktan sonra, 2007-2008 sezonu sonunda 2. Lig B Kategorisi'ne düştü. 2011-2012 sezonunda TFF 2. Lig Beyaz Grup'ta mücadele etmekteyken ekonomik sıkıntılar nedeniyle kulübe getirilen transfer yasağı sonucu lisanslı sadece altı futbolcusunun kalışı ve bazı maçlarda sahaya 9 ya da 10 futbolcunun çıkması, maçlara çıkmasına engel teşkil etti. Kulüp, iki maça peş peşe çıkmadığı için PFDK tarafından 3. Lig'e düşürüldü. 2012-2013 sezonuna kadrosunda 22 yaş altında 15 futbolcuyla başladı. 3. Lig'de hiçbir maçından puan alamayan ve sadece 2 gol atabilen Mardinspor, -3 puanla BAL Ligi'ne düştü. 2013-2014 sezonunda BAL liginde grubunda lider olarak 3. Lig'e yükselme play-off'ları oynasa da, başarılı olamayarak BAL'da kaldı. 2015 5 Nisan Pazar Günü oynanan Mardinspor - Kızıltepespor maçında normal süresi 2-2 biten Play-Out maçında Penaltılarda Kızıltepespor'a 3-1 yenilen Mardinspor Mardin Süper Amatör Ligine düştü. Mihail Tuhaçevski Mihail Tuhaçevski (Rusça: Михаи́л Никола́евич Тухаче́вский / "Mikhail Nikolayevich Tukhachevskiy", Lehçe: Michał Tuchaczewski, 16 Şubat (Jülyen takviminde 4 Şubat) 1893; Aleksandrovskoye, Smolensk – 12 Haziran 1937; Lubyanka Hapishanesi, Moskova), Sovyet mareşal. İlk beş Sovyet mareşalinden biridir. 1925-1928 yılları arasında Kızıl Ordu Kurmay Başkanı olarak görev yaptı. Tank stratejileri ile tanınır. Josef Stalin'in 1930'lardaki Büyük Temizlik hareketinin en önemli kurbanlarından biridir. Uşakspor Uşakspor, 1967'de Uşak'ta kurulmuş ve Temmuz 2010'a kadar etkinlik göstermiş spor kulübü. Maçlarını Uşak'taki 1 Eylül Stadı'nda oynamış olan Uşakspor'un renkleri kırmızı-siyah, lakabı "Aşigolar"dı. 17 Eylül 2009'dan beri belediyeyle yaptığı anlaşmadan dolayı Uşak ilinden profesyonel liglere takım çıkarma görevini "Uşak Belediyespor"a devretmiş olsa da kulübün tüzel kişiliği Temmuz 2010'daki fesihe kadar devam etmiştir. 1967 yılında Uşak Şekerspor ve Ulubeyspor'un birleşmesiyle Uşakspor kuruldu ve Afyonkarahisarspor, Balıkesirspor, Giresunspor, Kastamonuspor, Malatyaspor, Orduspor, Sivasspor ile birlikte 2. Lige alındı. 1967–68 sezonunda 2. Lig Kırmızı Grupta mücadele eden Uşakspor, sezon sonunda son sırada kalarak küme düştü. 1969–70 sezonunda 3. Lig'de şampiyon olarak tekrar 2. Lig'e yükseldi. 1970–71 sezonunda 2. Lig Beyaz Grupta mücadele eden Uşakspor, sezonu 8. sırada tamamalrken Türkiye Kupası'nda 1. Tur maçında İskenderunspor'a elendi. 1974–75 sezonunda 2. Lig Beyaz Grupta mücadele eden Uşakspor, sezon sonunda gruptan tek takım olarak küme düştü. 1975-76 sezonunda Türkiye Kupası 1. Tur maçında Ispartaspor'a 2-0 yenilerek elendi. 1976-77 sezonunda Türkiye Kupası 1. Tur maçında Sarayköyspor'u 3-0, Manisaspor'u da 2-1 yendikten sonra 3. Turda Karşıyaka'ya 3-2 yenilerek elendi. 1977-78 sezonunda da Türkiye Kupası 1. Tur maçında Karşıyaka'ya 2-0 elenen Uşakspor, bir sonraki sezon Türkiye Kupası'nda yeniden çıkış yakalayarak tekrar 3. Tura çıkma başarısı gösterse de Giresunspor'u 2-1, 4. Turda da deplasmanda Sakarya Karadenizspor'u penaltılarla 5-4 yenmesine karşın 5. Turda Diyarbakırspor'a elendi. 1979–1982 yılları arasında 2 Sene amatör kümede mücadele eden Uşakspor, 1981–82 sezonunda Amatör Lig'den 2. Lig'e terfi maçları sonunda şampiyon olarak 2. Lig'e yükseldi. 1982–83 sezonunda 2. Lig B Grubunda mücadele eden Uşakspor, sezon sonunda gruptan 5. takım olarak küme düştü. Aynı sezon Türkiye Kupası'nda 1. Turda İzmirspor'u elese de 2. Tur maçında Göztepe'ye elendi. 1983-84 sezonunda tekrar Amatör Lig'de mücadele eden Uşakspor, sonraki 3 sezon boyunca 3. Lig'de mücadele etti. 1985-86 sezonunda Türkiye Kupası'nda 1. Turda Karacabeyspor'u elemesine karşın 2. Turda Yeni Salihlispor'a 1-0 yenilerek elendi. 1986–87 sezonunda 3. Lig'de şampiyon olarak 4 yıl aradan sonra yeniden 2. Lig'e yükselse de aynı başarıyı kupa maçında gösteremeyerek henüz ilk turda Burhaniyespor'a 4–2 yenilerek elendi. 1987–88 sezonunda 2. Lig B Grubunda 16. sırada kalarak 3. Lig'e düşen Uşakspor, Türkiye Kupası'nda Ankara Demirspor'u, Kütahyaspor'u ve 3. Turda da Malatyaspor'u geçse de 4. Turda Samsunspor'a elendi. 1988–89 sezonunda 3. Lig'i İzmirspor'un ardında 2. sırada tamamlayan Uşakspor, başarısının devamını getiremeyerek 1989–90 sezonunda amatör kümeye düştü ancak, TFF kararıyla sahasının çim olması nedeniyle tekrar 3. Lig'e alındı. 1996–97 sezonuda 3. Lig 6. Grupta mücadele eden Uşakspor, sezonu Marmaris Belediyespor'un ardından 2. sırada tamamladı. Lig ikincisi olarak Kayseri'deki eleme maçlarına katıldı. İlk Maçta Ağrıspor'u 2-1 yene de finalde Keçiörengücü'ne 2-1 yenildi. Bir sonraki sezon da aynı başarıyı tekrarlayarak sezonu 2. sırada tamamlayan Uşakspor, Samsun'da düzenlenen eleme maçlarına katıldı. İlk maçta Kırıkkalespor'a 2–1 yenilerek elendi. 1998–99'daki sezonu 12. sırada tamamlasa da, Türkiye Kupası'nda sırasıyla Kütahyaspor'u, Kuşadasıspor'u, Aydınspor'u ve Göztepe'yi 2–0 yenmesine karşın 5. Tur maçında sahasında Sakaryaspor'a uzatmalarda 2–0 yenilerek elendi. 2000–2001 sezonunda "Umpaş Holding"in sponsorluğunda 3. Lig 5. Grupta mücadele eden Uşakspor, şampiyon olarak 2. Lig'e çıktı. 2001–2002 sezonunda 2. Lig B Kategorisi 2. Grubu 3. sırada tamamladı. Umpaş Holding 2 yıl sürdürdüğü sponsorluğu sezon sonunda bıraktı. 2002–2003 sezonunda 2. Lig B Kategorisi 3. Grupta tek etaplı olarak oynanan maçlardan sonra devre arasında yönetim yenilendi ve Asım Kalelioğlu başkan oldu. Uşakspor, takım kadrosunun yenilenmesine rağmen sezonu son maçta Karşıyaka ile alınan beraberlik neticesiyle küme düşmekten kurtularak 16. sırada tamamladı. 2004–2005 sezonunda 2. Lig B Kategorisi A Grubunda tek etap olarak oynandı. Teknik direktör Hayri Obüs idaresinde 32 maçta 25 Galibiyet, 3 beraberlik alan Uşakspor, en yakın rakibinin 21 puan önünde 78 puanla şampiyon olarak tamamladı. Türkiye Futbol Federasyonu, Uşakspor'un 7 hafta önceden şampiyonluğu garantilemesinin üzerine 2. Lig B Kategorisi'nde yeniden 2 etaplı sisteme geçme kararı aldı. Türkiye Kupası 1. Tur maçında Nazilli Belediyespor'u 3-1 yendikten sonra 2. Turda Fenerbahçe ile eşleşti. Uşak'ta 22 Aralık 2004 tarihinde oynanan maçı Fenerbahçe 6-2 kazandı. Kulübün 2. Lig A Kategorisi'ndeki iki sezonu çok parlak geçmedi ve düşüş başladı. 2005–2006 sezonunda İddaa Lig A adıyla oynanan 2. lig A Kategorisi'nde sezonu 14. sırada tamamlayan Uşakspor, Türkiye Kupası'nda 1. Tur maçında Karşıyaka'yı penaltılarla 5-4 geçtikten sonra 2. Tur maçında MKE Ankaragücü'ne kendi sahasında 4-1 yenilerek elendi. 2006–2007 sezonunda Türk Telekom Lig A adıyla oynanan 2. Lig A Kategorisi'nde sezonu sonuncu bitirerek 2. Lig'e düştü. Aynı yıl kupada da ilk turda Eskişehirspor'a elenen Uşakspor'da istikrar sağlanamadı ve sezon içerisinde 5 farklı teknik direktör görev yaptı. Türk Telekom Lig A'da küme düşen Uşakspor'un kulüp başkanı Asım Kalelioğlu 24 Mayıs 2007 tarihinde istifa etti. 2007–2008 sezonunda 2. Lig B Kategorisi 2. Grupta mücadele eden Uşakspor'un düşüşü devam etti ve sezon sonunda 32 maçta 3 galibiyet, 5 beraberlik ve 24 mağlubiyet ile toplanan 14 puan sonrasında 3. Lig'e düşerken kupaya da 2. Turda karşılaşılan Gençlerbirliği Oftaşspor karşısında veda edildi. 2008–2009 sezonunda 3. Lig 3. Grupta mücadele eden Uşakspor, sezona 1.5 milyon TL'yi aşan borçla girdi. 6 Şubat 2008'de ekonomik sıkıntıya rağmen takımı terk etmeyen 10 profesyonel oyuncusunun yanına PAF takımdan aldığı 6 futbolcuyla lige devam eden Uşakspor, 2008-2009 sezonunda, 3. Lig 3. Klasman Grubunda ise sadece yönetim belirsizlikleri yaşadı ve aynı sezonun geride kalan ilk 6 haftasında gol atamayıp kalesinde 33 gol görse de, ligin ilk yarısını puansız olarak attığı 6 gole kaşılık kalesinde gördüğü 80 golle tamamladı. Bu nedenle, ligin 2. yarısı başlamadan, 20 Şubat 2009'da kulüp başkanı Abdurrahman Yavuz, yönetim kurulundan 8 kişinin imzası ile ligden çekilme kararı alarak Türkiye Futbol Federasyonu'na başvurdu. Uşak Belediye Başkan Yardımcısı Muhammet Gür ve Uşakspor Başkanı Abdurrahman Yavuz, aralarında yaptığı anlaşmaya göre, Uşak kentinin bir takımını profesyonel liglere çıkarma işini Eylül 2009'dan itibaren Uşak Belediyesi üstlenme kararı aldı. Uşakspor Kulübü de kadrosundaki oyuncuları Uşak Belediyespor’a vererek destek olmayı kararlaştırdı. Bu karara göre "Uşak Amatör Ligi"ne katılmayan Uşakspor'un futbolcuları "Uşak Belediyespor"a geçti. Son olarak başlatılan icra takipleri ve davalar sebebiyle Kulüp Başkanı Abdurrahman Yavuz tarafından toplanan Uşakspor Kulübü Derneği genel kurulu, Temmuz 2010'da kulübün fesh edilmesini kararlaştırmışlardır. Lukas Podolski Lukas Josef Podolski (, ; 4
Haziran 1985, Gliwice), Polonya asıllı Alman futbolcudur. 2017 yılından beri Japonya'nın Vissel Kobe takımında forvet oyuncusu olarak kadroda yer almaktadır. Podolski, Polonya'da doğduğu ve Polonya kökenli olduğu için Polonya millî futbol takımında da forma giyebilecekken, Almanya'yı tercih etti. 2006 FIFA Dünya Kupası'nda kadroda yer alan futbolcu 2. turda İsveç karşısında attığı 2 golle takımının çeyrek finale çıkmasında büyük pay sahibi oldu. Almanya'nın Galler'le yaptığı ve 2-0 yendiği maçta Podolski'nin takım kaptanı Michael Ballack'a attığı tokat birkaç gün gündemden düşmedi. Futbola 1991 yılında Jugend 07 Bergheim takımının altyapısında başladı. 1995'te ise Köln'ün U-15 takımına geçti. 1 Haziran 2003'te Borussia Dortmund II ile oynanan maçta, üçüncü ligde mücadele eden Köln II formasını ilk kez giydi. Sonraki sezon U-19 takımında gösterdiği başarılı performans ile 18 yaşında A takıma yükseldi. 22 Kasım 2003'te Hamburg ile oynanan Bundesliga maçında teknik direktör Marcel Koller tarafından sahaya ilk 11'de sürüldü. Bu maçta Podolski'nin ilk Bundesliga maçıydı. 13 Aralık 2003'te Hansa Rostock ile 1-1 berabere kaldıkları maçta ilk golünü kaydetti. İlk sezonunda 19 maçta 10 gol atarak, hem takımının en golcü ismi oldu hem de Bundesliga tarihinin en başarılı 18 yaş altı futbolcu performansını gösterdi. Ancak Köln, lig sonuncusu olarak küme düştü. 2004-05 sezonunda 2. Bundesliga'da çok başarılı bir performans gösterdi. 30 maçta 24 gol atıp, 11 asist yaptı. Böylece en yakın rakiplerinden 7 gol fazla atarak 2. Bundesliga'nın gol kralı oldu. RW Oberhausen ve Duisburg'a hat-trick yapıp, Energie Cottbus'a da 4 gol atmıştı. DFB-Pokal birinci tur maçında Saarbrücken'e de 4 gol kaydetmişti. Sezon sonunda Köln, 2. Bundesliga şampiyonu olarak tekrar Bundesliga'ya döndü. Bundesliga'daki ikinci sezonunda da başarılı bir performans gösterip, 12 gol kaydetti. Üçüncü sezonunda da takımının en golcü ismiydi. Ancak bu performansı Köln'ü küme tutmaya yetmedi ve sene sonunda bir kez daha küme düştüler. 10 Temmuz 2006'da yaklaşık 10 milyon euro'ya, 2010 sonuna kadar Bayern Münih ile anlaştı. Ancak kadro genişliği olan Bayern Münih'te oyuna genel olarak sonradan dahil olan oyuncu rolündeydi. Bu performansına da yansıdı ve ilk sezonunda 22 maçta sadece 4 kez gol atabildi. O sezon kariyerinde ilk kez UEFA maçına çıkan Podolski, UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında forma giydi. 27 Eylül 2006'da Inter ile oynanan maçta 89. dakikada oyuna girip, 2 dakika sonra durumu 2-0'a getiren golü kaydederek ilk Avrupa golünü attı. O sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkmışlardı. 2006-07 sezonunda 5 gol atan futbolcu, Münih ekibi ile lig şampiyonluğu yaşadı. Bunun yanında Almanya Kupası'nın da sahibi oldular. Finalde oyuna sonradan dahil olan Podolski, Münih'e kupayı getiren uzatmalarda atılan golün asistini yapmıştı. Ayrıca ilk kez UEFA Kupası'nda forma giyen futbolcu, 5 gol kaydettiği bu turnuvada yarı final gördü. Sonraki sezon ise lig ikincisi ve UEFA Şampiyonlar Ligi çeyrek finalisti olurlarken, Podolski yine ilk 11 oyuncularından biri olamadı. 2009-10 sezonu öncesinde yine 10 milyon euro'luk bir anlaşma ile eski kulübü Köln'e geri döndü. Transferin bir parçası olarak Bayern Münih ile hazırlık maçı yaptılar ve bu maç televizyondan canlı yanınlandı. Köln'deki ikinci dönemine kupada attığı gol ile başlasa da lig performansı hayal kırıklığı oldu ve sadece 2 gol atabildi. Ancak sonraki sezon 13 gol 8 asistlik bir performans gösterip, eski günlerine döndüğünün sinyalini verdi. 11 Mart 2011'de Hannover 96'e attığı golle Bundesliga'daki gol sayısını 50'ye çıkardı. Sezonun ikinci yarısında teknik direktör Frank Schaefer tarafından takım kaptanlığı verildi. Sonraki sezon performansını daha da arttırarak 18 gole yükseltti. Ancak takımın performansı başarılı değildi ve son hafta Köln, Bundesliga'dan düşen takımlardan biri oldu. 2012-13 sezonu öncesinde Almanya'dan ilk kez ayrılan Podolski, Arsenal'e transfer oldu. Premier Lig'in ilk haftasında sahaya ilk 11'de çıkan futbolcu, sezon boyunca Arsenal'in önemli oyuncularından biri oldu ve ilk sezonunu 11 gol 10 asist ile kapattı. UEFA Şampiyonlar Ligi'nde de 4 gol atmayı başardı. Sonraki sezonun başlarında geçirdiği sakatlık nedeniyle sezonun ilk yarısında forma şansı bulamadı ve Şampiyonlar Ligi gruplarında da forma giyemedi. Sakatlık sonrası formasını geri alan futbolcu, FA Cup finali gördü. Podolski, 2014-2015 sezonu kış transfer döneminde yarım sezonluğuna Inter'e kiralanmıştır. Sezon bitiminde resmî Twitter hesabından yaptığı açıklamayla Inter kariyerinin sona erdiğini duyurmuştur. 4 Temmuz 2015'te 2.5 milyon euro bonservis karşılığında Galatasaray'la 3+1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Buna göre Podolski, yıllık 3 milyon euro ve maç başı 20 bin euro alacaktır. Sözleşmesinin uzaması durumunda alacağı ücret yıllık 2.3 milyon euro ve maç başı 25 bin eurodur. Galatasaray formasıyla sezon hazırlıkları kapsamında ilk çıktığı RC Celta de Vigo maçında 1 gol atıp 1 de penaltı yaptırarak 2-1 kazanılan maçta takımına önemli katkıda bulunmuştur. Süper Lig'in 1.haftasında oynanan ve 2-2'lik beraberlikle tamamlanan Sivasspor maçında ilk resmi golünü atmıştır. Türk Telekom Stadyumu'nda oynanan Mersin İdman Yurdu ve Gaziantepspor maçlarında birer gol atarak takımının aldığı puanlara katkı sağlamıştır. Podolski, Burak Yılmaz'ın yokluğunda santrafor olarak çıktığı 7.haftada oynanan Başakşehir deplasmanında uzun süre kitlenen oyunu 77.dakikada attığı gol ve sonrasında Umut Bulut'a yaptığı asistle 2-0 biten maçı çözmüştür. Şampiyonlar Ligi'nde de oynanan iki Benfica maçında 2 gol kaydederek Avrupa'da takımını sırtlayan isim olmuştur. Ancak sezon takım için pek parlak geçmemiş Galatasaray sezonu ligde 6.sırada bitirmiştir. Sezonun finali olan ve Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanan Ziraat Türkiye Kupası final maçını Galatasaray 1-0 kazanmıştır. Bu maçta Galatasaray'ın tek golünü kaydetmiştir. Podolski sezonu tüm kupalarda 43 maçta 17 gol 8 asist ile tamamlamıştır. Yeni sezona yeni transferlerle giren Galatasaray, 2016-17 sezonuna Süper Kupa ile başlamıştır. Beşiktaş ile oynanan maçta Podolski ilk yarı bitiminde sakatlanmış ve yerini Eren Derdiyok'a bırakmıştır. Uzun süren sakatlık döneminin ardından 6.haftada oynanan Antalyaspor maçı ile formasına kavuşan Podolski bu maçta 2 gol birden atarak takımının 3-1 kazanmasında önemli katkı sağlamıştır. 7.hafta mücadelesinde Gençlerbirliği'ne karşı 68. dakikada oyuna girmiş ancak skora etkide bulunamamıştır. Sakatlığının ardından ilk defa Trabzonspor'a karşı ilk 11'de forma giymiş ancak skora etki edememiştir. Ziraat Türkiye Kupası 3.tur mücadelesinde Dersimspor'a karşı 90 dakika oynamıştır ve 3 gol atmıştır. Bu da Galatasaray formasıyla ilk hat-tricki olmuştur. 2 Mart 2017'de Podolski, Avrupa sezonu bitiminde Japon kulüp Vissel Kobe'ye transferini ilan etti. Almanya millî futbol takımı formasını daha giymemişken, Bastian Schweinsteiger ile birlikte, teknik direktör Rudi Völler tarafından 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna dahil edilen son futbolcu oldu. 6 Haziran 2004'te Macaristan ile oynanan hazırlık maçında 74. dakika Fredi Bobic'in yerine oyuna dahil olarak ilk kez Almanya forması giydi. Turnuvada Çek Cumhuriyeti ile oynanan son grup maçında ikinci yarı oyuna dahil edildi. Ancak Almanya maçı 2-1 kaybedince sürpriz bir şekilde grup üçüncüsü olarak turnuvaya erken veda etti. Bu başarısızlık sonrası Jürgen Klinsmann ile yeniden yapılandırılan Almanya futbolunun önemli isimlerinden biri oldu. Aralık ayında Asya turnesi yapan millî takım kadrosuna alındı. İlk millî gollerini 21 Aralık 2005'te Tayland'ı 5-1 yendikleri maçta kaydetti. 60. dakikada oyuna giren Podolski, yarım saatte iki gol atmıştı. İkinci büyük turnuvası 2005 FIFA Konfederasyonlar Kupası oldu. İlk iki grup maçında sahaya ilk 11'de çıkıp, Avustralya'ya bir gol attı. Almanya, grubu birinci tamamladı. Yarı finalde Brezilya'ya 3-2 yenildikleri maçta da golü vardı. Son olarak da üçüncülük maçında Meksika'ya bir gol attı. Almanya, turnuvayı üçüncü olarak tamamladı. Almanya'da düzenlenen 2006 FIFA Dünya Kupası, kariyerinin ilk Dünya Kupası oldu. 3 grup maçında da sahaya ilk 11'de çıkan futbolcu, Ekvator'a bir gol attı. Son 16'ya kalan Almanya'nın rakibi İsveç oldu. Almanya maçı 2-0 kazanırken, galibiyeti getiren goller 4. ve 12. dakikada Podolski'den gelmişti. Çeyrek finalde rakipleri Arjantin oldu. Podolski, normal sürede gol bulamasa da penaltılara giden maçta kendi penaltısını gole çevirdi. Almanya, rakibini penaltılarla geçmeyi başardı. Ancak yarı finalde İtalya'ya uzatmalarda elendiler ve Portekiz'i üçüncülük maçında yenerek Dünya üçüncüsü oldular. Podolski, bu maçlarda gol atamasa da sahaya yine ilk 11'de çıkmıştı. Turnuva sonunda, ilk kez verilen FIFA Dünya Kupası En İyi Genç Futbolcu ödülünün sahibi oldu. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri, katıldığı ilk turnuva elemeleri oldu. Burada çok iyi bir performans gösterdi. İlk eleme maçında İrlanda'yı 1-0 yenerlerken, gol Podolski'den geliyordu. İkinci eleme maçında San Marino'yu 13-0 ile geçtiler. Podolski, o maç 4 gol birden attı. Üçüncü eleme maçında da kurbanı Slovakya olmuş ve 4-1 kazandıkları maçta 2 gol atmıştı. Geriye kalan 9 eleme maçının altısında forma giyen futbolcu, Güney Kıbrıs'ı 4-0 yendikleri maça da 1 gol 2 asist ile damgasını vurdu ve eleme grubunun en golcü ismi oldu. Almanya, Çek Cumhuriyeti ardından ikinci olup, turnuvaya katılma şansı yakaladı. Joachim Löw tarafından 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna dahil edildi. İlk maçta Polonya'yı 2-0 yenerlerken, iki golü de Podolski attı ve maçın adamı seçildi. Sonraki maç Hırvatistan'a 2-1 yenildiler ancak gol yine Podolski'den gelmişti. Almanya, grup ikincisi olarak çeyrek finale çıktı. Rakiplerini 3-2 ile geçerken, Podolski ilk golün asistini yaptı. Yarı finalde Türkiye'yi aynı skorla geçerken, Podolski yine ilk golün asistini yapmıştı. 29 Haziran 2008'de İspanya ile final oynadılar. Podolski, sahada 90 dakika kalmıştı ancak maçı 1-0 ile İspanya kazandı. Almany
a, Avrupa ikincisi olurken, Podolski attığı 3 golle gol krallığında ikinci olurken, turnuvanın en iyi 23 oyuncusu arasında gösterildi. 10 2010 FIFA Dünya Kupası eleme maçlarının dokuzunda forma giydi. Attığı 6 golle, Miroslav Klose'den sonra eleme grubunun en golcüsüydü. İlk eleme maçı olan 6 Eylül 2008 tarihli Lihtenştayn maçında attığı golle millî kariyerinde 30 gole ulaştı. Almanya tarihinde bu başarıya ulaşan en genç futbolcu oldu. 1 Nisan 2009'da Galler'i 2-0 yendikleri eleme maçının 67. dakikasında Michael Ballack ile tartışan futbolcu, Ballack'a tokat attı. Almanya Futbol Federasyonu ya da FIFA'dan ceza almayan futbolcu, gönüllü olarak Almanya Futbol Federasyonu'nun Fair Play projesine 5000 €'luk bağış yaptı. Almanya, grup birincisi olarak turnuvaya katılırken Podolski yine kadroya dahil edildi. Avustralya'yı 4-0 yendikleri ilk grup maçında bir gol atıp bir de asist yapan futbolcu, maçın adamı seçildi. Ancak ikinci grup maçında Sırbistan'a 1-0 yenilirlerken, Podolski bir penaltı kaçırdı. Bu da Almanya'nın 1982'den sonra Dünya Kupaları'nda kaçırıdığı ilk penaltı oldu. Almanya, grup birincisi olarak turnuvaya devam etti. Son 16'da İngiltere'yi 4-1 ile geçerlerken Podolski bir gol attı. Çeyrek finalde ise Arjantin'i 4-0 yenerlerken, Podolski ikinci golün asistini yaptı. Yarı finalde ise bir önceki turnuva gibi İspanya'ya 1-0 yenilip elendiler. Podolski, 90 dakika forma giymişti. Almanya, turnuva sonunda bir kez daha Dünya üçüncüsü oldu. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde 9 maçta 3 gol kaydetti. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna dahil edilen futbolcu, üç grup maçına da ilk 11'de çıktı. Danimarka'yı 2-1 yendikleri maçta ilk golü atan futbolcu, maçı adamı seçildi. Bu maç Podolski'nin 100. millî maçı oldu ve Almanya ve Avrupa'da bir millî takımda 100 maç forma giyen en genç futbolcu oldu. Bu rekoru 22 Mart 2013'te Sergio Ramos tarafından kırıldı. Çeyrek finalde dinlendirilen futbolcu, İtalya ile oynanan yarı finalde tekrar sahaya ilk 11'de çıktı. İlk 45 dakika forma giydiği maçı Almanya 2-1 kaybetti ve finale çıkamadılar. Podolski, 2014 FIFA Dünya Kupası elemelerinde eskisi gibi forma şansı bulamadı. Sadece ilk 5 maçta forma giyen futbolcu, hepsinde oyuna sonradan dahil oldu ve gol atamadı. Almanya grup birincisi olarak Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı. Elemeler sırasında 29 Mayıs 2013'te Ekvador ile oynanan hazırlık maçının dokuzuncu saniyesinde gol atan futbolcu, Alman millî takım tarihinin en hızlı golcüsü oldu. Aynı maç 17. dakikada bir gol daha atmıştı. 2014 Dünya Kupasında 45 dakika forma şansı bulabilmiştir. Lukas Podolski, profesyonel futbolcu Waldemar Podolski ve hentbol oyuncusu Krystyna Podolska'nın oğlu olarak Polonya Gliwice'de dünyaya geldi. 1987 yılında anne babası ve beş yaşındaki ablası ile Almanya'ya göç ettiler. Alman vatandaşlığının yanında Polonya vatandaşlığı bulunsa da Polonya pasaportuna sahip değildir. 2003 yılında okulunu bitirdi. 18 Nisan 2011'de uzun süredir birlikte olduğu kız arkadaşı Monika Puchalski ile Köln'de evlendi. Çiftin, 2008 yılında dünyaya gelen Louis Gabriel ve 2016 yılında doğan Maya adında çocukları bulunmaktadır. Nicolas Cage Nicolas Cage olarak tanınan Nicolas Kim Coppola (7 Ocak 1964 doğumlu) Amerikalı bir aktör ve yapımcıdır. Romantik romantik komedi ve dramlardan bilimkurgu ve aksiyon filmlerine kadar çeşitli filmlerde öncü roller üstlendi. Kariyerinin ilk yıllarında Cage, Valley Girl (1983), Racing with the Moon (1984), Birdy (1984), Peggy Sue Evli (1986), Raising Arizona (1987), Moonstruck (1987) gibi filmlerde rol aldı. ), Vampire's Kiss (1989), Wild at Heart (1990), Honeymoon in Vegas (1992) ve Red Rock West (1993). Cage, The Rock (1996) gibi popüler filmlerle daha geniş kitlelerin ilgisini çekmeden önce, Leaving Las Vegas'ta (1995) bir alkolik Hollywood yazarı olarak performansıyla bir Akademi Ödülü, Altın Küre ve Screen Actors Guild Ödülü aldı. Face / Off (1997), Con Air (1997) ve Melekler Şehri (1998). Charlie ve Donald Kaufman'ın uyarlamasında (2002) performansıyla ikinci Akademi Ödülüne aday oldu. 2002 yılında Deauville Film Festivali'nde Büyük Özel Ödüle aday gösterilen Sonny filmini yönetti. Cage, yapım şirketi Saturn Films'in sahibi ve Vampirin Gölgesi (2000) ve David Gale'in Hayatı (2003) gibi filmler üretti. Ayrıca Ulusal Hazine'de (2004), Lord of War (2005), Kötü Teğmen: Port of Call New Orleans (2009) ve Kick-Ass (2010) 'da göründü. Ghost Rider (2007) ve Knowing (2009) gibi filmler gişede başarılar elde etti. Cage, son yıllarda seçimi nedeniyle şiddetle eleştirildi, bazıları evrensel olarak panellendi.Ancak yakın zamanda The Croods ve Joe'da rol aldı ve her ikisi de eleştirmenlerce sıcak karşılandı. Çocukken birçok oyun ve televizyon şovlarında yer alan Nicolas Cage, bir yaz tatili sırasında San Fransisco'daki Amerikan Konservatuvarı'nda tiyatro eğitimi aldı. Los Angeles'ın kenar mahallelerinden birinde dünyaya gelen Cage, özellikle sürekli, depresyon geçiren annesinin ilgisizliğinden kaynaklanan kötü aile koşulları içerisinde büyüdü. Okuldan nefret ederek bir an önce okulu bitiren oyuncu, ilk olarak kısa dönem TV dizilerinde oynadı. 1982 yapımı " Fast Times at Ridgemont High " filminde küçük bir rol alan Cage böylece sinemaya ilk adımını atmış oldu. Esas ismi Nicolas Coppola olan ve ünlü yönetmen Francis Ford Coppola'nin yeğeni olan Cage, amcasının " Rumble Fish " ( 1983 ) adlı filminde rol aldı. Aynı yıl kendisini yıldızlığa yükselten filmi " Valley Girl "de oynayan oyuncu, yine yönetmenliğini amcası Coppola'nın yaptığı ve başrolünde Kathleen Turner'ın da yer aldığı " Peggy Sue Got Married " adlı filmde rol aldı. Deneysel performansları tercih eden yetenekli oyuncu, stüdyo filmlerinden, medyatik gösterilerden ve Hollywood eleştirmenlerinden kaçmayı hep başardı. Cher ile birlikte rol aldığı Norman Jewison'un "Moonstruck"( 1987 ) adlı dönemin aşk filmlerine yeni bir soluk getiren filmde oynadı. Bu filmdeki performansı ile Coen Kardeşlerin dikkatini çeken Cage, yönetmenlerin " Raising Rizona " adlı filminde yer aldı. Bu iki filmle giderek ünlenen oyuncu, 1990 yapımı " Vampire's Kiss " ve 1992 yapımı " Honeymoon in Vegas " adlı filmlerle çıkışını sürdürdü. Artık film başına 4 milyon dolar gibi yüksek rakamlar alabilen bir oyuncu haline gelen Cage, Mike Figgis'in bağımsız yapımı "Leaving Las Vegas" ( 1995 ) da düşük bir ücretle görev aldı. İntihar etmeye karar veren bir alkoliği canlandırdığı filmle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü'nün sahibi oldu. Daha sonraki senelerde genellikle aksiyon filmlerinde izlediğimiz oyuncu, Sean Connery ile başrolü paylaştığı " The Rock ", mahkûmlarca kaçırılan bir uçağın içerisinde azılı katillerle mücadele eden kahraman eski polisi canlandırdığı " Con Air ", John Woo'nun yönetmenliğini üstlendiği ve başrollerinde John Travolta'nın yer aldığı " Face/Off "ta rol aldı. Meg Ryan'ın da rol aldığı romantik bir film olan ve ünlü Alman yönetmen Wim Wenders'in " Wing of Desire " adlı filminden esinlenen " City of Angels " ile tarzını değiştiren Nicolas Cage, " Snake Eyes " filmiyle aksiyon filmlerine dönüş yaptı. "Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi" adlı sessiz korku filminin yapılışını konu alan " Shadow of the Vampire "ile yapımcılığa yönelen Cage, 2000 yapımı " Gone in 60 Seconds " için 20 milyon dolar aldı Oyuncu, aynı yıl içinde çekilen " Aile Babası " isimli filmde, yoğun bir iş yaşamı ile güzel, huzurlu bir yuva arasında seçim yapmak zorunda kalan Jack Campbell karakterini canlandırdı. 2001 yılında " Corelli'nin Mandolini " isimli filmde 2.Dünya Savaşı sırasında bir Yunan adasında köyün güzeli Pelagia'ya aşık olan İtalyan askerini canlandıran oyuncunun son çalışmaları arasında " Ghost Rider ", " Drive Angry " ve " Season of the Witch " isimli filmler yer alıyor. Mesut Kara Mesut Kara, (d. 1961, İstanbul). Edebiyat çalışmalarının yanı sıra, 15 yıldır sinema yazarlığı yapıyor. Reklam alanında Sanat Yönetmeni olarak da çalışan Mesut Kara, televizyonlara sinema programları da yaptı. “Artizler Kahvesi”, “Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler”, "Pendikli yıllar ve sinemasal anılar”, "Sinema ve 12 Eylül” ve "Yeşilçam Hatırası" adlı yayınlanmış beş kitap çalışması vardır. Birçok dergide yazarlık ve editörlük yaptı. Show TV’de yayınlanan CineShow adlı sinema programının metin yazarlığı ve danışmanlığını, Kanal 6’da yayınlanan Hayalet Mektebi adlı sinema programının da hazırlanması ve sunuculuğunu üstlendi. UÇ adlı edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini ve sayfa tasarımını yaptı. Şu an Evrensel gazetesi ve Sinematik Yeşilçam sitesinde yazıları yayınlanmaktadır. Erkan Yücel Belgeseli – Yönetmen ve Metin Yazarı Fantastiğin Sineması - Yönetmen ve senarist Unutulmayan Yüzler üst başlığıyla Yeşilçam oyuncularının yer aldığı belgesel çalışmaları... (Sezer Sezin, Belgin Doruk, Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Bülent Oran, Hayati Hamzaoğlu, Turgut Özatay v.d.) Pseudomonas aeruginosa Pseudomonas aeruginosa, çoğu toprak ve suda bulunur. Glikozu oksidasyon yoluyla parçalayan fakat fermentasyon yapmayan bakterilerdir. Katalaz (+), insan patojeni, gram (-), sitrat (+), metil kırmızısı (-), Voges Proskauer(-), aerobik, polar flagellası (0,5*1,5-3 mikron boyutlarınada) ile hareket edebilen çubuk şekilli bakterilerdir. Ekseriye tek hücreler halinde görünürler, fakat bazen üreme esnasında birkaç hücre bitişik kalarak kısa zincirler teşkil ettikleri görülür. Genç kültürler, üzerinde büyüyebildiği ortamlarda genellikle mavi-yeşil bir pigment çıkarır. Kültür yaşlandıkça bu renkler kahverengine döner. Proteolitik ve lipolitik aktivite göstermektedirler. Aerobik olmaları nedeni ile gıdaların yüzeyinde hızlı gelişebilmeleri sonucu okside ürünler ve mukoz madde oluştururlar. Kendi gelişmeleri için gerekli gelişme faktörleri ve vitaminleri sentezleme yeteneğindedirler. Diğer Pseudomonadlar gibi "Pseudomonas aeruginosa" da piyosiyanin (mavi-yeşil), piyorubin (kırmızı-kahverengi) ve flöressein (yeşil-sarı ve flöresan) gibi pigmentler üretir. Flöresseini tüm Pseudomaslar oluşturablirken; piyosiyanini s
adece "Pseudomonas aeruginosa" oluşturabilir. Pseudomonadların pigment üretimlerini arttırmak için Pseudomonas agar P-F gibi özel besiyerleri geliştirilmiştir. Hemoglobini tam olarak hemoliz ettiğinden kanlı agar besiyerindeki kolonilerin etrafında temiz ve berrak zon oluşturur. "Pseudomonas aeruginosa" in-vitro koşullarda, inci beyazı koloni görüntüsü ve üzümsü kokusuyla tanınır. Organizmanın kesin tanısı 42 °C de üreme yetisinin ve pigment üretiminin incelenmesiyle konur. Kurumaya dirençlilikleri zayıftır. "Pseudomonas aeruginosa" motorin ve karosen içinde büyüyebilir. Süt içindede iyi ürer, sütün pıhtılaşmasında ve çıkardığı pigmentten dolayı yeşil renk almasına neden olur. Bu özelliği sayesinde “hidrokarbon kullanan bakteriler (HUM)“ unvanını kazanmıştır. HUM bakterileri mikrobiyal korozyona sebep olurlar. HUM bakterileri, hidrokarbon bazlı yakıtların üzerinde bazen yanlışlıkla “algae“ olarak adlandırılan, koyu yeşil ve jölemsi katmanlar oluştururlar. Pseudomonas, Yunanca ¨sahte birim¨ demektir. Sahte manasına gelen ¨pseudo¨ ve birim manasına gelen ¨monas¨ kelimelerinden türetilmiştir. Mikrobiyolojinin ilk yıllarında bu isim bütün mikroorganizmaları tanımlamak içi kullanılıyordu. Aeruginosa ise Latince'de bakır pası manasına gelmektedir. "P. aeruginosa" özellikle, bağışıklık yetersizliği olan hastalarda solunum ve idrar yollarının, yanıkların ve açık yaraların fırsatçı patojenidir aynı zamanda kanda da enfeksiyonlar yapabilir. Nozokomial (hastane kaynaklı) enfeksiyonların onda biri "P. aeruginosa" sebebiyledir. Kistik fibroz hastaları "P. aeruginosa" enfeksiyonlarına özellikle yatkındırlar. "P. aeruginosa" kirli küvet ve jakuziler gibi su kalitesinin düşük olduğu durumlara maruz kalındığında dermatite sebep olabilir. "P. aeruginosa" piperacillin, imipenem, tobramycin, ciprofloxacin,polimiksin E(kolistin) gibi antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Penisilin ve diğer Beta Laktam antibiyotiklerine karşı doğal olarak dayanıklıdır. Kyoto Kyoto ( "Kyōto-shi"; "başkent başkenti" ya da "başkentlerin başkenti"), Japonya'nın Kyoto prefektörlüğünün merkezi ve en büyük şehridir. Şehrin nüfusu yaklaşık 1,5 milyondur. 794-1868 yılları arasında ülkenin başkenti olup bin yıllık başkent olarak anılmaktadır. Kyoto, Osaka ve Kobe ile birlikte Keihanshin metropolitan alanını oluşturur. Ayrıca Kyoto protokolü de ismini bu şehirden almaktadır. Kyoto'nun aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır. Hipofosfatemi Hipofosfatemi, Kan serumunda fosfat yoğunluğunun düşmesi sonucunda vücudun enerji metabolizmasının bozulması ve kan dolaşımı ile dokulara oksijen taşınmasının aksaması. Tuzbaba Türbesi Tuzbaba Türbesi İstanbul'un Beşiktaş ilçesindeki Türkali mahallesinde, Uzunova Caddesi'nde bulunur. Fatih Sultan Mehmed'in Tuzcubaşısı’na ait olan türbe, kare planlı ve üzeri basık bir yapıdır. Kapısı güney duvarında bulunmaktadır. Ayrıca kuzey ve güney duvarlarında bir, batı duvarında ise üç tane pencere vardır. Türbenin içinde sadece merhumun ahşap sandukası bulunur. Yıl boyunca önemli bir yer kabul edilerek ziyaret edilir. Tuz Baba namıyla tanınır. Gerçek ismi Halil Efendi'dir(1420-1500 yılları arasında yaşamıştır).Fetih döneminde Fatihin ordusundaki askerlerden biridir. Tuz sıkıntısı çeken orduya tuz temin etmiş ve Fatihin Tuzcubaşısı olmuştur. Fetihten sonra şimdi Tuz Baba camii'nin bulunduğu bölgeye yerleşmiş 1490 yılında camiyi yaptırmıştır. Rufai tarikatındandır. Halk arasında gösterdiği kerametler anlatılır. Caminin Büyük Esma Sultan İlköğretim okuluna bakan duvarunda türbenin dış yüzeyinde mermer bir çıkma bulunur. Bu çıkmanın üzerine tuz paketleri bırakılır. Gelen geçenler buradan parmaklarını banıp tuz alıp yerler. Bu gelenek haline gelmiş hatta Türk filmlerine bile konu olmuştur. Şale Kasrı Şale Kasrı Yıldız Sarayı'nın en görkemli yapılarından biridir. Kayıtlarda Merasim Köşkü olarak da geçer. Yapı dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Yemek salonunun tasarımı ve bezemesi Sarkis Balyan'a aittir. Sinan Paşa Camii Sinan Paşa Camisi İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde yer alan Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş bir Osmanlı camisidir. İlçenin merkezinde yer alan Sinanpaşa mahallesine adını vermiştir. Cami Beşiktaş İskelesi karşısında yer alır. 1550-1553 yılları arasında Osmanlı Donanması'nın Kaptan-ı Deryası olan Sinan Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sinan Paşa 1553 yılında öldüğünde cami inşa halinde bulunmaktaydı. O yüzden Sinan Paşa Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camisi'ne gömüldü. Cami ise 1555 yılında tamamlandı. Mimar Sinan'ın eseri olan bu cami dikdörtgen bir plan üzerine oturtulmuştur. Merkezi kubbe kemerlerle altı köşeli bir şekilde sütunlara dayandırılmış olup iki yanda ikişer kubbe bulunur. Kurulduğundan bu yana çeşitli tarihlerde onarım görmüştür. Mabedin son cemaat yerini medrese çevreler. Tek minareli olan caminin Hünkar mahfili yıkılmıştır. Caminin şadırvanının üstü havuzdaki suyun kirlenmemesi için mermer eteklikle kapatılmıştır. Mermer eteklik ve sütun başlıkları 16. yüzyıl Osmanlı işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir. Günümüzde hâlâ tarihî yapısını korumaktadır. Abbas Ağa Camii Abbas Ağa Camii İstanbul'un Beşiktaş ilçesi'ndeki Abbasağa Mahallesi’nde yer alan bir Osmanlı camisidir. Mahalleye adını vermiştir. Darüssaade Ağası (Kızlar Ağası) Abbas Ağa tarafından 1655'te inşa edilmiş, padişah II. Mahmut zamanında tamir edilmiştir. Duvarları kagir ve çatısı ahşap olan camide Hünkar mahfili vardır. Ayrıca caminin yanında 1637 tarihli çeşme bulunur. Patagonlar Patagonlar veya Patagonya devleri, ilk defa zamanın az bilinen bölgesi ve sahili olan Patagonya'da rastlanan efsanevi insan ırkıdır. İlk Avrupalıların kayıtlarına göre, boylarının normal insan boyunun iki katını geçtiği, hatta bazı kayıtlara göre 3,5 - 4,5 metreyi bulduğu söylenir. Yaşamış olması mümkün olmayan bu insanların varlığı, bölgedeki Avrupalıların akıllarında, 18. yüzyılın sonlarında büyük ölçüde çürütülene dek 250 yıl kadar kalmıştır. Ancak Güney Amerika efsaneleri birkaç dev kabile soyundan bahseder. Örneğin, ortalama 7 fit (2,134 metre) boyunda ve kızıl saçlı oldukları söylenen Peru'nun Çancasları veya Çanakları . Patagonlar hakkındaki ilk bilgi, 1520'lerde dünyanın etrafını dolaşan Ferdinand Magellan ve mürettebatının onları Güney Amerika sahillerinde gördüklerini iddia etmeleridir. Magellan'ın uzun yolculuğunun tarihçisi ve yolculuktan sağ çıkan az sayıdaki kişiden biri olan Antonio Pigafetta yerlilerle karşılaşmalarını ve boylarının normal insanın iki katı olduğunu yazmıştır: Pigafetta ayrıca Magellan'ın bu insanlara "Patagão" (veya "Patagoni ") adını verdiğini kaydetmiş fakat bunun nedenlerini açıklamamıştır. Pigafetta'nın zamanında bu ismin kaynağı olarak "pata" veya ayak olarak düşünüldüğü ve "Patagonia" kelimesinin "Büyük Ayak Toprakları" anlamına geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Ancak, bu da köken bilimi açısından tartışmalıdır, "-gon" sonekinin anlamı da açık değildir. Yine de, "Patagonia" ismi ve yerli halkın dev olduğu fikri, sabit kalmıştır. Yeni Dünya'nın daha sonra yapılan ilk haritalarında bölge "regio gigantum" ("devlerin bölgesi") olarak adlandırılmıştır. 1579'da, Francis Drake'in gemi papazı Francis Fletcher, Patagonyalılarla uzun buluşmasını yazmıştır. 1590'larda Anthonie Knivet Patagonya'da 3,5 metre uzunluğunda cesetler gördüğünü iddia etmiştir. 1766'da, tuğamiral John Byron'ın kaptanlığındaki HMS "Dolphin"'in İngiltere'ye geri dönüşünden sonra, dünyanın etrafını dolaşırken Patagonya'da 9 ayak uzunluğunda bir yerli kabilesi gördükleri söylentisi yayılmıştır. Ancak, seferin kayıtlarının 1773 yılında tekrar düzenlenerek yazıldığı metinde, Patagonyalıların sadece 1,98 metre boylarında olduğu yazılmıştır; belki uzun, fakat kesinlikle dev değil. Byron'ın karşılaştığı insanlar büyük ihtimalle bölgenin yerlileri Tehuelçelerdir. Daha sonraki dönemlerin yazarları, Patagonya devlerinin bir aldatmaca veya en azından abartma ve bölge hakkında ilk bilgi veren Avrupalıların notlarının yanlış yorumlanması olduğunu düşünmüşlerdir. Britanya İmparatorluğu Britanya İmparatorluğu (İngilizce: "British Empire"), Birleşik Krallık veya öncül devletleri tarafından yönetilen dominyonlar, sömürgeler, himayeler ve mandalar ile diğer bağımlı bölgelerden oluşan imparatorluktu. 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere Krallığı tarafından kurulan denizaşırı sömürgeler ve ticaret karakolları olarak başlamıştı. En güçlü döneminde tarihteki en geniş topraklara sahip devlet olmasının yanı sıra bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca dünyanın en önde gelen küresel gücüydü. 1922'de 458 milyon kişi, yani dünya nüfusunun neredeyse dörtte biri, Britanya İmparatorluğu'nun egemenliği altındaydı ve toprakları 33.000.000 km'lik alanı kapsıyordu. Bu derece geniş bir coğrafyaya hükmettiği için siyasi, dilsel ve kültürel kalıtı halen yaygın olarak devam etmektedir. Gücünün doruklarındayken, dünya geneline yayılmış toprakları nedeniyle her zaman en az bir bölgesinde gün ışığı olmasından ötürü "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olarak da tanımlanmaktaydı. 15. ve 16. yüzyıllardaki coğrafi keşifler boyunca İspanya ile Portekiz Avrupa'nın dünyayı keşfetme girişimlerinin öncüleriydiler ve bu süreçte denizaşırı imparatorluklar kurdular. Bu imparatorluklarda bulunan maddi servete kendileri de sahip olmak isteyen İngiltere, Fransa ve Hollanda; Amerika ve Asya'da kendi sömürge ve ticaret ağlarını kurmaya başladılar. 17. ve 18. yüzyıllarda Hollanda ve Fransa ile sürdürdüğü birkaç savaşın sonucunda İngiltere (İskoçya ile 1706'da yapılan Birlik Antlaşması'nın 1707'de yasalaşmasından sonra Britanya), önce Kuzey Amerika'da, East India Company'nin faaliyetleri sonrasında ise Hint altkıtasında baskın güç oldu. Bununla birlikte, 1783'te bağımsızlık savaşından sonra, imparatorluğun en yüksek ve en eski sömürgeleri arasında olan Kuzey Amerika'daki On Üç Koloni kaybedildi. Bu gelişme sonrasında Britanya'nın dikkati Afrika, Asya ve Büyük Okyanus'a yoğunlaştı. 19. yüzyılın başlarında, Napolyon Fransası'nın Devrim Savaşları ve Napolyon Sa
vaşları'ndan mağlup ayrılmasıyla birlikte Britanya'nın, daha sonraları "Pax Britannica" ("Britanya Barışı") olarak adlandırılan yaklaşık bir yüzyıllık süreç boyunca herhangi bir dirençle karşılaşmadan süren bir öncülüğü vardı ve dünya genelinde topraklarını genişletmeye devam etti. Bu dönemde gerçekleşen Sanayi Devrimi de imparatorluğun ilerleyişinde pay sahibi olmuştu. Kendi sömürgeleri dışında, Asya ve Latin Amerika'daki çeşitli bölgeleri de ticari bakımdan gayriresmî olarak kontrol ediyordu. 19. yüzyılda nüfusun görece hızlı bir şekilde artması sonucunda yeni hammadde ve pazar arayışlarına girişilerek dünyanın farklı noktalarına keşifler düzenlendi ve özerk yönetilen dominyonlar kuruldu. 20. yüzyılın başlarında, gelişen Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri ekonomileri, Britanya ile mücadele edecek seviyeye ulaşmaya başladı. Britanya ve Almanya arasında peşpeşe gelen askerî ve ekonomik gerilimler, I. Dünya Savaşı'nın en büyük nedenlerindendi ve Britanya, imparatorluğuna çok yüksek bir seviyede bağımlı olarak bu savaştan zaferle ayrıldı. Finansal bakımdan bu çatışmanın Britanya için gerilimli bir etkisi vardı ve savaştan hemen sonra imparatorluğun daha da genişlemesine karşın artık eşsiz bir sanayi ya da askerî bir güç değildi. II. Dünya Savaşı'ndan galip çıkmasına karşın, savaş boyunca Güneydoğu Asya'daki toprakların Japonya tarafından işgâl edilmesinden dolayı itibarının zarar görmesi nedeniyle Britanya İmparatorluğu'nun dağılması hızlandı. Savaşın bitmesinden iki sene sonra Britanya'nın en yoğun nüfuslu ve en değerli sömürgesi Hindistan bağımsızlığını kazandı. 20. yüzyılın geri kalanında Avrupa güçleri tarafından yapılan daha büyük bir küresel dekolonizasyon hareketi bağlamında imparatorluğun topraklarının çoğu bağımsızlığını elde etti ve bu süreç 1997'de Hong Kong'un Çin'e geri verilmesiyle sona erdi. Bağımsızlıktan sonra birçok eski Britanya sömürgesi İngiliz Milletler Topluluğu üyesi oldu. Günümüzde ise 14 bölge hâlâ Britanya'nın egemenliği altındadır; bunlar Britanya Denizaşırı Toprakları olarak adlandırılmaktadır. Britanya İmparatorluğu'nun temelleri, iki ayrı krallık olan İngiltere ve İskoçya krallıklarına dayanmaktadır. Denizaşırı keşiflerde İspanya ve Portekiz'in başarılarının ardından İngiltere Kralı VII. Henry, Asya'ya Kuzey Atlas Okyanusu'ndan ulaşan bir rota bulması için 1496 yılında John Cabot'u görevlendirdi. Cabot 1497 yılında, Amerika'nın Avrupalılar tarafından keşfinden beş yıl sonra yola çıktı ve Newfoundland kıyısına ulaşarak -ki bu sırada Kristof Kolomb gibi Asya'ya ulaştığını sanmaktaydı- bir koloni kurmaya yönelik herhangi bir çalışmaya başlamadı. Cabot, ertesi yıl Amerika'ya bir seyahat daha düzenlese de gemilerinden bir daha haber alınamadı. 16. yüzyılın sonlarında, I. Elizabeth dönemine kadar Amerika'da İngiliz kolonileri kurmaya yönelik herhangi bir girişimde bulunulmadı. Protestan Reformu sonrasında İngiltere ile Katolik İspanya karşı karşıya geldi. 1562 yılında Atlas Okyanusu'ndaki köle ticareti sistemine girme amacıyla, John Hawkins ve Francis Drake'e İngiltere kraliyeti tarafından, Batı Afrika açıklarında köle taşıyan İspanyol ve Portekiz gemilerine saldırma yetkisi verildi. Bu çabalar sonuçsuz kaldı ve daha sonra, İngiliz-İspanyol Savaşı şiddetlenince I. Elizabeth, Amerika'daki İspanyol limanlarına ve Yeni Dünya'nın hazineleriyle geri dönen İspanyol gemilerine saldırı izni verdi. Bu sırada Richard Hakluyt ve "Britanya İmparatorluğu" ismini ilk kullanan yazar olan John Dee gibi yazarlar İngiltere'nin kendi imparatorluğunun kurulması için baskı yapmaya başladı. Bu dönemde İspanya Amerika'ya yerleşmiş, Portekiz Afrika'dan Brezilya ve Çin kıyılarına ticaret merkezleri ve limanlar kurmuş, Fransa ise daha sonraları Yeni Fransa adını alacak olan Saint Lawrence Nehri civarına yerleşmeye başlamıştı. 1576 yılında Muscovy Company'nin maddi desteğiyle yelken açan Martin Frobisher, aynı yıl vardığı Baffin Adası'na ertesi yıl döndü ve adanın güney kesiminde Kraliçe Elizabeth adına hak iddia etti. 1578 yılında bir seyahat daha gerçekleştirerek Grönland'a ulaşan ve burada da hak iddia eden Frobisher, Baffin Adası'ndaki Frobisher Körfezi civarında başarısız bir yerleşim kurma girişiminde de bulundu. 1577-1580 yılları arasında Dünya'yı dolaşan Francis Drake, 1578'de Horn Burnu açıklarında ve Macellan Boğazı'ndaki birer adayı "Elizabeth Adası" olarak adlandırarak üzerlerinde kraliyet adına hak iddia etti. 1579'da ise Kaliforniya'nın kuzey sahillerine ulaştı ve bölgeyi "New Albion" olarak adlandırarak kraliyet topraklarına kattı. Ancak Drake'in üzerinde hak iddia ettiği topraklarda yerleşim kurulamamıştı. İspanya ve Portekiz'e kıyasla denizaşırı koloni kurma girişimlerine daha geç başlayan İngiltere, 1169 yılındaki Norman işgali ile birlikte İrlanda'ya yerleşmeye başlamışlar ve 16. yüzyılda, İngiltere ve İskoçya'da bulunan Protestanların adaya getirilmişti. Bu sayede İrlanda topraklarına el konulup "West Country men" adlı bir grup başta olmak üzere İrlanda Plantasyonları'nın kurulup bölgenin sömürgeleştirilmesinde rol oynayanların çoğu Kuzey Amerika'nın sömürgeleştirilmesinde de rol aldı. 1578 yılında I. Elizabeth, Humphrey Gilbert'e denizaşırı keşif için izin verdi. Aynı yıl içerisinde Gilbert, Kuzey Amerika'da korsanlık yapmak ve koloni kurmak amacıyla yola çıksa da Karayipler'e doğru yol alırken henüz Atlas Okyanusu'u geçmediği sırada keşif yolculuğu iptal edildi. Gilbert, 1583 yılında Newfoundland adasına varmak için bir kez daha yola çıktı. Newfoundland'a ulaştığında adanın limanında İngiltere adına hak iddia etse de geride yerleşimci bırakmamıştı. Gilbert, İngiltere'ye dönüş yolculuğundan sağ kurtulamazken 1584'te kraliçeden izin almayı başaran üvey kardeşi Walter Raleigh, Gilbert'in izinden gitti ve günümüzde Kuzey Karolina topraklarında olan Roanoke Kolonisi'ni kurdu. Ancak ikmal eksikliği nedeniyle koloninin varlığı 1590'larda sonlandı. 1603 yılında İngiltere tahtına geçen Kral I. James, 1604 yılında İspanya ile devam eden savaşı bitiren Londra Antlaşması'nı imzaladı. Artık en büyük düşmanıyla barış imlazalamış olan İngiltere, diğer ülkelerin koloni altyapılarına saldırmaktansa kendi denizaşırı kolonilerini kurmaya başladı. 17. yüzyılın başlarında Kuzey Amerika ve Karayipler'deki görece küçük adalara İngiliz yerleşimlerinin gerçekleşmesi ve East India Company başta olmak üzere kolonileri ve denizaşırı ticareti yönetmek amacıyla özel şirketler kurulmasıyla Britanya İmparatorluğu şekillenmeye başladı. 18. yüzyılın sonlarına doğru Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın sonucu olarak On Üç Koloni'nin kaybedilmesine kadar süren bu dönem, daha sonraki kaynaklarda "Birinci Britanya İmparatorluğu" olarak adlandırılmaktadır. İlk başlarda İngiltere, Karayipler'de bazı başarısız sömürgeleştirme girişimleri yaşadı. 1604 yılında Guyana'da bir koloni kurma denemesi yapılsa da koloni iki yıl varlığını sürdürebildi ve asıl amacı olan altın yatakları bulma hedefine ulaşamadı. 1605'te Saint Lucia'da gerçekleştirilen koloni kurma girişimi yaklaşık dört-beş hafta, 1609'da Grenada'daki koloni kurma girişimi ise 6 ay kadar sürdü ve bu yerleşimler terk edildi. 1623'te Saint Kitts (1629'da İspanyolların eline geçse de ertesi yıl yapılan antlaşmayla tekrar İngiliz kontrolü sağlandı), 1625'te Saint Croix (1650'de İspanyol kontrolüne geçti), 1627'de Barbados, 1628'de Nevis, 1632'de Montserrat ve Antigua, adalarında başarılı yerleşimler kurulabildi. Püritenler tarafından 1629'da kurulan Providence Island Company; 1631 yılında Providencia Adası (1641'de İspanyollar tarafından alındı), ilerleyen yıllarda ise Miskito Sahili'nin bir bölümünde egemenlik kurarak buraları kolonileştirildi. 1665'te patlak veren İkinci Hollanda-İngiltere Savaşı sebebiyle Hollanda'nın Karayipler'deki topraklarına saldıran İngilizler; 1665 yılında Sint Eustatius, Tobago ve Surinam'ı ele geçirse de ertesi yıl Fransa ile savaşın başlamasıyla Sint Eustatius ve Tobago'nun yanı sıra Antigua ve Saint Kitts Fransız kontrolüne girdi. 1650'de kolonileştirilse de 1666'da Fransızların kontrolüne giren Anguilla ile 1666'da Fransızlardan alınan Barbuda'daki İngiliz egemenliği, 1667'deki Breda Antlaşması ile kabul edildi. Aynı antlaşmayla, 1664'te İngilizlerin ele geçirdiği ancak 1666'da terk ettiği Saint Lucia, Fransız kontrolüne bırakıldı. 1640-1660 yılları arasında Karayipler, Yeni Dünya'ya göç eden İngiliz nüfusunun üçte ikisinden daha fazlasını ağırlamaktaydı. Bir müddet sonra kolonilerde, Portekizliler tarafından Brezilya'da uygulanan ve köle işçilerin çalıştırılması esasına dayalı şeker plantasyonunu sistemi kullanılmaya başlandı. İlk etapta Hollanda gemilerine şeker satılıp bu gemilerden köle satın alınmaktaydı. Gittikçe kârlılaşan bu ticaretin İngiliz denetiminde kalması için 1651 yılında Parlamento, İngiliz kolonilerinde sadece İngiliz gemilerinin ticaret yapmaya devam edebileceğini ifade eden birtakım yasalar çıkardı. Bu gelişme, Felemenk Cumhuriyeti'yle, sonunda İngiltere'nin Amerika'daki konumunu sağlamlaştıracak bir savaşlar dizisine yol açtı. 1654-1660 yılları arasında İspanyollara gerçekleşen savaş devam ederken İngiltere, İspanyolların kontrolündeki bazı yerleri ele geçirdi. 1655'te ele geçirilen Jamaika adası koloni hâline getirildi. 1666 yılında Bahamalar kolonileştirildi. 1670'te İspanyollarla yapılan Madrid Antlaşması ile İngilizlerin Jamaika ve Cayman Adaları üzerindeki egemenliği tanındı. İngiltere'nin Amerika'daki ilk kalıcı yerleşimi olan Jamestown, 1607 yılında kaptan John Smith önderliğinde, Virginia Company'nin yönetiminde kuruldu. 1609 yılında Virginia Company'nin amiral gemisi "Sea Venture"un batması sonrasında yerleşim kurulan Bermuda üzerinde İngiltere tarafından hak iddia edildi ve Virginia Kolonisi'ne bağlı olarak yönetilmeye başlandı; ancak 1615 yılında yerleşimin yönetimi, yeni kurulmuş olan Somers Isles Company'ye devredildi. Virginia Company'nin imtiyazlarının 1624 yılında iptal edilmesi ve Virginia'nın kontrolü doğrudan kraliyete geçmesiyle Virginia Kolonisi bir kraliyet kolonisi hâline geldi. Aynı şekilde 1684
yılında Somers Isles Company'nin imtiyazları da iptal edilince Bermuda, direkt olarak kraliyete bağlandı. 1610 yılında kurulan London and Bristol Company, Newfoundland adasında kalıcı bir yerleşim kurararak burayı kolonileştirdi; ancak şirket büyük ölçüde başarısız oldu. 1620 yılında Plymouth Kolonisi, püriten dinî ayrılıkçılar için bir barınak olarak kuruldu. 1628'de Massachusetts Körfezi, 1629'da Carolina ve New Hampshire kolonileri kurulurken daha sonra pek çok İngiliz, dinî zulümlerden kaçmak için Atlas Okyanusu'nun ötesine seyahati göze almaya başladı. Maryland 1632 yılında Katolikler için bir sığınak, Rhode Island 1636 yılında tüm dinlere hoşgörü gösteren bir koloni ve Connecticut 1636 yılında Cemaat kilisesi mensuplarına bir barınak olarak kuruldu. 1664'te Fort Amsterdam'ın teslim olmasıyla Britanya, Hollanda'ya bağlı Yeni Hollanda kolonisini ele geçirmesi sonrasında Delaware, New Jersey ve New York kolonilerini oluşturdu. Bu, İkinci Hollanda-İngiltere Savaşı sonrası müzakerelerde, Surinam'ın Hollandalılara teslimi karşılığında resmîleştirildi. 1681 yılında Pensilvanya Kolonisi, William Penn tarafından kuruldu. Amerikan kolonileri Karayipler'dekilere kıyasla finansal olarak daha başarısızdı; ancak tarım arazilerine sahipti ve ılıman iklimi sayesinde daha fazla İngiliz göçmen çekiyordu. 1670 yılında Kral II. Charles, Hudson's Bay Company'ye imtiyazlar verdi ve o dönem Rupert Toprakları olarak bilinen, daha sonra Kanada'nın bir parçası olacak olan topraklarda kürk ticaretinde tekel olmalarını sağladı. Şirket tarafından kurulan tahkimat ve ticaret karakolları, sık sık bölgeye komşu olan Yeni Fransa'da kendi kürk ticareti kolonilerini kurmuş olan Fransızların saldırılarına uğramaktaydı. Bundan iki yıl sonra, 1660'ta kurulan Royal African Company'ye Kral Charles tarafından Karayipler'deki İngiliz kolonilerine yapılan köle ticareti alanında tekel verildi. Kölelik, kuruluşlarından beri Karayipler'deki İngiliz kolonilerinin temeliydi. 1807 yılında köleliğin kaldırılmasına kadar geçen dönemde Britanya, Afrika'dan Amerika'ya 3,5 milyon kölenin götürülmesini gerçekleştirmişti. Amerika'daki kölelerin toplam nüfusunun üçte biri Atlas Okyanusu'ndaki köle ticaretinin parçasıydı. Bu ticareti kolaylaştırmak için Batı Afrika kıyısı ve açıklarında James Adası (1651), Saint Helena (1658, aynı zamanda kolonileştirdi), Akra (1673) ve Bunce Adası (1670 civarı) gibi yerlerde tahkimatlar kuruldu. Britanya yönetimindeki Karayip topraklarında Afrika kökenlilerin toplam nüfusa oranı 1650'de %25 iken 1780'de yaklaşık %80'e, On Üç Koloni'deyse bu oran aynı süreçte %10'dan %40'a yükseldi (güneydeki kolonilerde Afrika kökenliler çoğunluğu oluşturuyordu). Köle tacirleri için köle ticareti oldukça kârlıydı ve Afrika ile Amerika arasındaki üç köşeli ticaretin üçüncü köşesini oluşturan Bristol ve Liverpool gibi şehirlerde önemli bir geçim kaynağı haline geldi. Taşınan köleler ise gemilerde sert ve sağlıklı olmayan koşullarda tutulmakta ve yetersiz bir biçimde beslenmekteydi, bu nedenle Atlas Okyanusu'nun geçilmesi sırasında ölüm oranı yedide birdi. 1695 yılında İskoçya Parlamentosu, Company of Scotland'a imtiyazlar sağladı ve şirket, 1698 yılında Panama Kıstağı'na ticaret yapma amacıyla bir yerleşim kurdu. Ancak bu koloni, yakınlarda bulunan Yeni Granada'daki İspanyolların saldırıları ve sıtma salgını nedeniyle iki yıl sonra terk edildi. Darien projesinin başarısızlığı sonucunda İskoç sermayesinin dörtte biri kaybedildi ve denizaşırı bir İskoç imparatorluğu kurma girişimi sona erdi. Olayın ardından İngiliz ve İskoç hükûmetleri iki ülkenin sadece krallıklarını değil, ülkelerin kendilerini de birleştiren 1706'da imzalanan Birlik Antlaşması'nın 1707'de her iki devletin parlamentosunda da yasalaşmasıyla Büyük Britanya Krallığı'nı kurdular. 1732'de, günümüzdeki Amerika Birleşik Devletleri'ni kuran On Üç Koloni'nin sonuncusu Georgia Kolonisi, borç sebebiyle suçlu bulunan kişiler için bir sığınak olma amacıyla kuruldu. 16. yüzyılın sonlarında İngiltere ve Hollanda, Portekiz'in Asya'daki ticaret tekelini seyahatlere finansal kaynak sağlamak amacıyla özel anonim şirketler kurarak yok etmeye başladı. 1600 yılında İngiliz East India Company, 1602'de ise Hollanda Vereenigde Oost-Indische Compagnie kuruldu. Bu şirketlerin asıl amaçları, kârlı bir iş olan baharat ticaretine girmekti ve bu bağlamda Doğu Hint Adaları ile ticaret ağında önemli bir merkez olan Hindistan olmak üzere iki bölgeye odaklandılar. Ticaret üzerinde egemenlik için hem Portekiz ile hem de birbirleriyle yarışmaktaydılar. East India Company ilk kalıcı ticaret merkezini 1602'de, Cava üzerindeki Banten'de kurdu. 1608'de İngilizlerin, 1617'de ise Hollandalıların yerleştiği Surat; 1687'ye kadar East India Company'nin merkezi oldu. Zaman içerisinde Britanya, sömürgeci bir güç olarak Hollanda'yı geride bıraksa da kısa vadede Hollanda'nın daha gelişmiş olan mali sistemi ve 17. yüzyılda yaşanan üç Hollanda-İngiltere savaşı, Hollanda'nın Asya'da daha güçlü bir konum edinmesine yol açmıştı. Çatışmalar 1688 yılında Muhteşem Devrim sonucu Oranje Prensi William'ın İngiliz tahtına geçmesi ve Hollanda'yla İngiltere arasına barış getirmesiyle sona erdi. İki devlet arasında yapılan anlaşma ile Doğu Hint Adaları'ndaki baharat ticareti Hollandalılara, Hindistan'daki tekstil endüstrisi ise İngilizlere bırakıldı; ancak tekstil kısa sürede kârlılık bakımından baharatları geride bıraktı ve 1720 yılına kadar olan süreçte Britanya şirketleri satış alanında Hollanda şirketlerini geçti. İngiltere ile Hollanda arasında 1688'de sağlanan barış, iki ülkenin Dokuz Yıl Savaşı'na müttefik olarak girmesine yol açtı. Avrupa ve denizaşırı bölgelerde Fransa ve İspanya ile Hollanda-İngiliz ittifakı arasında gerçekleşen savaş, Hollanda'nın askerî bütçesinin daha büyük bir bölümünü Avrupa'daki kara savaşına ayırmak zorunda kalması nedeniyle İngilizlerin daha önemli bir sömürgeci güç hâline gelmesini sağladı. 18. yüzyılda İngiltere (1707 sonrasında Britanya), dünyanın en önemli sömürgeci gücü haline gelirken Fransa ise bu konudaki en büyük rakibi oldu. 1700 yılında İspanya Kralı II. Carlos'un ölümü ve tahtı Fransız kralının torunu olan Anjou Dükü Philippe'e bırakması; Fransa, İspanya ve kolonilerinin birleşmesi olasılığını doğurdu. Bu durumun gerçekleşmesini önlemek amacıyla 1701 yılında İngiltere, Portekiz, Hollanda ve Kutsal Roma İmparatorluğu; Fransa ve İspanya'ya karşı 1714 yılına kadar sürecek İspanya Veraset Savaşı'nı başlattı. Savaşı sonlandıran Utrecht Antlaşması'nda Felipe, kendisinin ve soyunun Fransa ve Avrupa'daki diğer krallıklarda olan haklarından vazgeçti, bu da İspanyol İmparatorluğu'nun Avrupa'da sonunu getirdi. Britanya İmparatorluğu ise toprak açısından genişleyerek Fransa'dan Newfoundland ve Akadya'yı topraklarına dahil etmesinin yanı sıra, İspanya'ya ait olan ve sırasıyla 1704 ve 1708 yıllarında işgal ettiği Cebelitarık ile Minorka üzerindeki egemenliğinin tanınmasını sağladı. Cebelitarık, Britanya'ya Akdeniz'e Atlas Okyanusu'ndan giriş ve çıkışı kontrol edebilme imkânı veren bir deniz üssü haline geldi. Minorka iki kez el değiştirdikten sonra 1802 yılında Amiens Antlaşması'yla İspanya'ya geri verildi. İspanya, bunların yanı sıra kârlı bir iş olan Amerika'daki İspanyol kolonilerine köle satmaya izin veren "asiento" hakkını Britanya'ya verdi. Kuruluşunun ardından geçen ilk yüzyılda East India Company, kendisine 1617 yılında ticaret hakları veren Babür İmparatorluğu'yla mücadele edecek güce sahip olmadığından Hint altkıtası ile ticarete odaklanmıştı. Bu, 18. yüzyılda Babürlerin duraklamaya girmesiyle değişti ve 1740'lar ile 50'lerdeki Karnatik Savaşları sırasında şirket, Compagnie des Indes Orientales ile mücadele etti. 1757 yılındaki Plassey Muharebesi'nde Robert Clive önderliğindeki Britanyalıların Bengal nevabı ve Fransız müttefiklerini yenmesi şirketin Bengal'de kontrolü ele geçirmesini sağladı. Karnatik Savaşları sonucunda Fransa, anklavları üzerindeki egemenliğini korudu; fakat bu askerî sınırlamalar ve Britanya'ya bağımlı devletlere destek verme yönünde verilen bir sözle gerçekleşebildi, bu da Fransa'nın Hindistan'ı ele geçirme konusundaki umutlarını sonlandırdı. Bunu takip eden onyıllarda, Britanya kontrolü altındaki bölgelerin yüzölçümü gittikçe arttı. Şirket, kontrolü altındaki bölgeleri ya doğrudan ya da çoğunluğu sepoylardan oluşan Britanya Hindistanı Ordusu'yla tehdit ettikleri yerel yöneticiler aracılığıyla yönetmekteydi. Britanya Hindistanı zaman içerisinde imparatorluğun en önemli bölgesi haline geldi ve "Kraliyetin Mücevheri" takma adıyla bilinmeye başladı. Koloni, Britanya'nın dünyanın en büyük gücü olmasını sağlayan gücün en önemli kaynağıydı. 1756 yılında başlayan Yedi Yıl Savaşı, küresel çapta gerçekleşen ilk savaştı. Savaş; Avrupa, Hindistan, Kuzey Amerika, Karayipler, Filipinler ve Afrika'nın kıyı bölgelerinde gerçekleşti. 1763 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile Rupert Toprakları üzerinde Britanya'nın iddia ettiği hakların kabul edilmesi, Yeni Fransa'nın Fransızca konuşan nüfusu bırakarak Britanya'ya ve Louisiana'nın İspanya'ya verilmesiyle Kuzey Amerika'da Fransa'nın sömürgeci güç olarak varlığı fiilen sona erdi. Antlaşma ile birlikte Britanya'nın savaş sırasında işgal ettiği Fransız kontrolündeki Dominika, Grenada, Saint Vincent ve Tobago ile İspanyol kontrolündeki Florida üzerindeki Britanya hakimiyeti tanındı, Fransızların 1756'da işgal ettiği Minorka ise geri verildi. Buna karşılık Britanya; savaş esnasında işgal ettiği Guadeloupe, Martinique, Saint Lucia, Gorée ve Hindistan'daki Fransız fabrikalarını Fransa'ya; Manila ve Havana'yı ise İspanya'ya geri verdi. Britanyalıların Yedi Yıl Savaşı'nda Fransa'yı yenmesi, Britanya'yı denizcilik alanında dünyanın en büyük gücü konumuna getirdi. 1760 ve 70'lerde On Üç Koloni ile Britanya arasındaki ilişkiler gittikçe gerginleşti. Bunun ana sebebi Amerika'daki kolonicilerin Britanya Parlamentosu'nun kendilerini izinleri olmadan yönetme ve vergilendirmeye yönelik denemelerine olan tepkisiydi. Bu tepkiler o dönemde "temsil yoksa vergi
de yok" sloganıyla özetlendi. Amerika'daki kolonilerde yaşayanların İngilizlere sağlanan haklar konusundaki statüsünde yaşanan anlaşmazlıklar, Britanya Parlamentosu'nun bölge üzerindeki yetkilerinin tanımayarak kendi kendilerini yönetmeleriyle sonuçlanacak olan Amerikan Devrimi'ne yol açtı. Britanya'nın bu gelişmelere müdahale ederek merkezî otoriteyi tekrar sağlama amacıyla gönderdiği birlikler, 1775 yılında bir savaş çıkmasına sebep oldu. Ertesi yıl, Amerika'daki kolonilerde yaşayanlar yayınladığı bildiriyle, Amerika Birleşik Devletleri adı altında bağımsızlığını ilan etti. 1778'de savaşa Fransa'nın dahil olmasıyla savaşın dengesi Amerikalılar lehine kaydı ve 1781'deki zaferle sonuçlanan Yorktown Kuşatması sonrasında Britanyalılar tarafından barış görüşmelerine başlandı. 1783'te imzalanan antlaşma ile savaş sona ererken Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığı da Britanya tarafından tanındı. Britanya'nın o dönemde en fazla nüfusa sahip olan kolonisi olma özelliğine sahip Britanya Amerikası'nın önemli bir bölümünün kaybı, tarihçiler tarafından Britanya'nın Amerika'ya odaklandığı "birinci" imparatorluk döneminin sona erip Asya, Büyük Okyanus ve daha sonra Afrika'ya odaklandığı "ikinci" imparatorluk döneminin başlaması olarak kabul edilmektedir. Adam Smith, 1776 yılında yayınlanan eseri "Ulusların Zenginliği"nde kolonilerin gereksiz olduğunu, serbest ticaretin sömürgeci genişlemenin ilk döneminde izlenmiş ve İspanya'yla Portekiz'in korumacılığına dayanan merkantilizm politikasının yerini alması gerektiğini savunmuştur. 1783'ten sonra bağımsız Amerika Birleşik Devletleri ile Britanya arasındaki ticaretin büyümesi görünürde siyasi kontrolün ekonomik başarı için şart olmadığını savunan Adams'ın görüşlerini doğruladı. Amerika'daki olaylar, savaşın ardından ülkeden kaçan 40 bin ila 100 bin kraliyet yanlısının göç etmiş olduğu Kanada'ya yönelik Britanya'nın politikalarının değişmesine neden oldu. 14 bin göçmenin yerleştiği ve o dönem Yeni İskoçya'nın bir parçası olan Saint John ve Saint Croix nehir vadilerindeki halk Halifax'taki merkezî hükûmetten uzak kaldığından şikâyet edince 1784 yılında Yeni Brunswick ayrı bir koloni olarak kuruldu. 1791 Anayasal Yasası Fransız ve Britanyalı halk arasındaki gerginliği düşürmek için çoğunluğu Fransızca konuşan Aşağı Kanada ve çoğunluğu İngilizce konuşan Yukarı Kanada eyaletlerini oluşturdu ve Britanya'da kullanılanlara benzer idari sistemler kullanmaya başladı. Bu imparatorluğun otoritesini göstermek ve Amerikan Devrimi'nin liderliğini yapan halk yönetimine benzer bir yönetimin oluşumuna izin vermemek amacını taşımaktaydı. İki ülke arasındaki gerginlik Napolyon Savaşları döneminde yükseldi. Bu dönemde Britanya, Amerika Birleşik Devletleri'nin Fransa'yla olan ticaretini kesmeye ve Britanyalı denizciler Amerikan gemilerine girip Britanya doğumlu kişileri zorla Kraliyet Donanması'na almaya çalıştı. 1812 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Britanya'ya savaş ilan etti ve taraflar birbirlerinin topraklarını işgal etti. Ancak 1815 yılında imzalanan Gent Antlaşması, savaş öncesindeki sınırlarına geri dönülmesini sağladı. 1718'den beri Amerika'daki kolonilere sürgün, Britanya'daki çeşitli suçlar için bir ceza olarak kullanılmaktaydı ve yılda yaklaşık bin suçlu, bu sebepten dolayı Amerika'ya gönderilmekteydi. 1783 yılında On Üç Koloni'nin kaybından sonra Britanya hükûmeti, Amerika yerine bu iş için alternatif bir yer aramaya başladı ve yeni keşfedilen Avustralya'ya odaklandı. Avustralya'nın batı kıyısı 1606 yılında Hollandalı kâşif Willem Janszoon tarafından keşfedilmiş ve Vereenigde Oost-Indische Compagnie tarafından Yeni Hollanda olarak adlandırılmışsa da bölgeyi sömürgeleştirilmeye yönelik bir girişimde bulunulmamıştı. 1770 yılında Güney Büyük Okyanus'a doğru bilimsel bir seyahatte olan James Cook, Avustralya'nın doğu kıyısını keşfetti ve bölge üzerinde Britanya adına hak iddia ederek bölgeyi Yeni Güney Galler olarak adlandırdı. 1778 yılında, Cook'un seyahatinde yer alan botanikçi Joseph Banks, hükûmete Botany Körfezi'nin ceza kolonisi olarak kullanılmasının uygun olacağını kanıtlayacak belgeler sundu. 1787 yılında körfeze gönderilmek üzere yola çıkan ilk mâhkumlar 1788 yılında karaya ayak bastı. Britanya, 1840 yılına kadar Yeni Güney Galler'e suçlu göndermeye devam etti. Avustralya kolonileri, özellikle Victoria kolonisinde altına hücum edilmesi sonucu yün ve altın ihracatından büyük kâr elde etmeye başladı, bu sayede Victoria'nın başkenti Melbourne dünyanın en zengin şehri hâline geldi. Seyahati sırasında Cook'un, 1642'de Hollandalı kâşif Abel Tasman tarafından keşfedilen Yeni Zelanda'yı da ziyaret etmesinin ardından bölgeye Britanyalıların yerleşimleri başladı. İlk başlarda Avrupalılar ile yerel Maori halkı arasındaki ilişki ticaretten ibaretti. Avrupalıların yerleşimi 19. yüzyılın başlarında hızlandı, özellikle Kuzey Adası'nda ticaret istasyonları kuruldu. 1839 yılında New Zealand Company, araziler alıp koloniler kurmaya ilişkin planlarını açıkladı. 6 Şubat 1840 tarihinde kaptan William Hobson ile yaklaşık kırk Maori şefi arasında Waitangi Antlaşması imzalandı. 1841'de Yeni Zelanda, Yeni Güney Galler'den ayrılarak kraliyet kolonisi statüsüne kavuştu. Britanyalıların 1806'da keşfettiği ve ertesi yıl Britanya topraklarına katılan ıssız Auckland Adaları da bu kurulan koloniye 1842'de yapılan sınır düzenlemesi ile dahil edilmiş, 1846'da koloninin bir parçası olmaktan çıkmış ancak 1863'te tekrar koloninin sınırlarına dahil edilmişti. Fransız Devrimi'nin bir sonucu olarak 1792'de çıkan Fransız Devrim Savaşları'na Britanya, ertesi yıl, Fransa karşısında oluşturan ittifakın bir parçası olarak dahil oldu. Fransa, bu savaşlardan zaferle ayrılan taraf olurken 1802'de imzalanan Amiens Antlaşması ile savaş sona erdi ve Britanya, Fransız Cumhuriyeti'ni resmen tanımış oldu. Britanya'nın 1795 yılında kıyı kesimlerini işgal etmeye başladığı Hollanda kontrolündeki Seylan, antlaşma ile birlikte Britanya kontrolüne bırakıldı. Britanya'nın 1793'te Fransızlardan aldığı Tobago ile 1797'de İspanyollardan aldığı Trinidad üzerindeki Britanya hakimiyetleri tanındı. 1782'de Britanya'nın kontrolünden İspanya'ya geçen ve 1798'de Britanya'nın işgal ettiği Minorka; antlaşmayla birlikte İspanyol hakimiyetine bırakıldı. 1795'te Britanya'nın topraklarına kattığı Cape Kolonisi ile savaş sırasında işgal ettiği Karayipler'deki bazı adaları Batavya Cumhuriyeti'ne geri verdi. 1787'de girdiği Fransız kontrolünden 1800 yılında çıkan Malta, Sicilya Krallığı'nın kontrolüne bırakılsa da ada Britanya himayesine girdi. Savaşın sona ermesinin ardından, 1801 yılında, Danimarka-Norveç kontrolündeki Saint Croix, Saint Thomas ve Saint John adaları Britanya tarafından işgal edilse de ertesi yıl yapılan anlaşmayla adalar geri verildi. Ancak Britanya 1803'te, Napolyon yönetimindeki Fransa'yla yeniden mücadele etmek zorunda kaldı. Bu kez savaşta, iki taraf arasında ideoloji çatışmaları da mevcuttu. Tehdit altında olan sadece Britanya'nın dünya çapındaki konumu değildi, Napolyon yönetimindeki Fransa diğer kıta Avrupası ülkeleri gibi Britanya'yı işgal etme konusunda tehdit oluşturmaktaydı. Fransız limanları 1805 yılında Trafalgar'da Fransız ve İspanyol donanmalarına karşı kesin bir zafer kazanan Kraliyet Donanması tarafından abluka altına alındı. Britanya, 1810 yılında Napolyon Fransası tarafından ilhak edilen Hollanda'nınkiler de dâhil olmak üzere denizaşırı kolonilere saldırdı ve buraları ele geçirdi. 1814'te Fransa, bazı Avrupa ülkelerinin kurduğu ittifakla gerçekleşen savaşı kaybeden taraf oldu. Aynı yıl yapılan Paris Antlaşması ile barış sağlandı. Antlaşmaya göre, 1810'da Britanya kontrolüne girse de 1813'te İsveç'e devredilen Guadeloupe ile 1909'da Britanya'nın işgaline uğrayan Martinique Fransa'ya geri verildi. 1803'te Britanya tarafından işgal edilen Saint Lucia ile 1813'te kraliyet kolonisi olan Malta'daki Britanya hakimiyeti kabul edildi. Britanya'nın 1807'de, Fransa'nın müttefiği Danimarka'nın kontrolünde bulunan Saint Croix ve Saint Thomas adalarındaki Britanya güçleri ise barışın sağlanması ile birlikte, 1815 yılında adalardan çekildi. Öte yandan 1807'de Britanya'nın işgal ettiği Helgoland'daki Britanya hakimiyeti, 1814'te imzalanan Kiel Antlaşması ile tanındı. Ertesi yıl Napolyon'un, sürgün edildiği adadan kaçarak Fransa'ya gelmesiyle birlikte savaş tekrar başladı. Ancak savaşı yine Fransızlar kaybetti ve 1815'te imzalanan Paris Antlaşması ile savaş sona erdi ve Avrupa uyumu olarak adlandırılan döneme girildi. Antlaşma ile birlikte, Fransız işgali altında olan ve 1809'dan itibaren Britanya hakimiyetine girmeye başlayan İyonya Adaları, 1864 yılında Yunanistan Kralı olan I. Georgios'un tahta çıkışı dolayısıyla Yunanistan'a hediye edilinceye kadar Britanya himayesindeki bir federasyon olarak varlığını sürdürdü. Britanya'daki kölelik karşıtı hareketten gelen artan baskılar sonucu Britanya yönetimi, 1807 yılında imparatorlukta köle ticaretini yasaklayan Köle Ticareti Yasası'nı çıkardı. 1808 yılında Sierra Leone, azat edilen köleler için resmî Britanya kolonisi olarak belirlendi. 1833 yılında kabul edilen Köleliği Kaldırma Yasası ile 1 Ağustos 1834 tarihinde Britanya İmparatorluğu'nda kölelik kaldırıldı. İlk başlarda Saint Helena, Seylan ve East India Company tarafından yönetilen bölgeler yasanın kapsamı dışında bırakılsa da sonradan bu bölgeler de yasanın kapsamı içerisine alındı. Yasaya göre kölelere 4 ile 6 yıllık bir "çıraklık" döneminin ardından özgürlükleri verildi. Bazı tarihçiler tarafından Britanya'nın "imparatorluk yüzyılı" olarak anılan 1815 ile 1914 yılları arasındaki dönemde yaklaşık 26.000.000 kilometrekarelik toprak ve 400 milyon kadar nüfus imparatorluğun bir parçası hâline geldi. Napolyon'a karşı elde edilen zafer Britanya'yı Orta Asya'daki Rusya dışında herhangi bir uluslararası rakibi olmayan bir güç konumunda bıraktı. Denizlerde herhangi bir rakibi olmayan Britanya, ilerleyen dönemde "Pax Britannica" olarak adlandırılacak küresel bir polislik politikasını yürürlüğe koydu. Dış ilişkilerinde ise "m
uhteşem yalnızlık" olarak bilinen bir politika uyguladı. Kolonilerinde sahip olduğu resmî kontrolün yanı sıra Britanya'nın küresel ticaretteki egemenliği Çin, Arjantin ve Siyam'ın aralarında bulunduğu çeşitli ülkenin ekonomilerini kontrol edebilmesini sağladı. Bu durum bazı tarihçiler tarafından "gayriresmî imparatorluk" olarak adlandırılmıştı. Britanya'nın bir imparatorluk olarak gücünün kaynağı olan faktörlerden biri de 19. yüzyılda icat edilen ve Britanya'ya imparatorluğu kontrol etme ve savunma olanağı sağlayan buharlı gemiler ve telgraftı. 1902 yılından itibaren Britanya İmparatorluğu, "All Red Line" adı verilen bir telgraf ağıyla bağlanmaya başlamıştı. Britanya İmparatorluğu'nun Asya'daki genişlemesini East India Company yürüttü. Şirketin ordusu, Kraliyet Donanması ile güçlerini ilk olarak Yedi Yıl Savaşı sırasında birleştirmişti, daha sonra iki silahlı güç Napolyon'un Mısır'dan çıkarılması (1799), Cava'nın Hollanda'dan alınması (1811), Singapur (1819) ile Malakka'nın (1824) ele geçirilmesi ve Burma'nın mağlup edilmesi (1826) sırasında iş birliği yaptılar. Şirket, Hindistan'daki üssünden Çin'e, 1730'lardan beri afyon ihracatı yapmaktaydı. Çing Hanedanı'nın 1729'da koyduğu yasaktan dolayı yasadışı olan bu ticaret, Britanya'dan Çin'e gümüş akışı sağlayan çay ithalatını dengelemekteydi. 1839 yılında Çinli yetkililerin Kanton'da 20.000 kadar sandık afyona el koyması, Britanya'nın Çin'e saldırarak I. Afyon Savaşı'nı başlatmasına neden oldu. Savaş sonucunda Britanya, Hong Kong Adası'nı ele geçirdi. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında, Britanya merkezî yönetimi tarafından şirketin iç işlerine yönelik müdahaleler gelmeye başladı. 1773 Düzenleme Yasası, 1784 Pitt'in Hindistan Yasası, 1813 Sözleşme Yasası gibi konuyla alakalı bazı yasalar yürürlüğe sokularak şirketin iç işlerine birtakım düzenlemeler yapıldı ve şirketin kontrolündeki topraklarda Britanya kraliyet yönetiminin hakimiyeti kuruldu. 1857 yılında, Britanyalı subayların emri altında bulunan Hint askerler olan sepoyların ayaklanması geniş çaplı bir çatışmaya dönüştü ve şirketin varlığının sona erip yerine Hindistan'daki kontrolün doğrudan Britanya kraliyetine bağlanmasına yol açtı. Hint Ayaklanması'nın bastırılması altı ay sürdü ve her toplamda yüz binlerce can kaybına sebep oldu. Yaşananların ardından Britanya hükûmeti, Hindistan üzerindeki kontrolü eline aldı, hükûmet tarafından atanan bir genel vali Hindistan'ı yönetmeye başladı ve Kraliçe Victoria, Hindistan İmparatoriçesi olarak taç giydi. East India Company ise ertesi yıl feshedildi. 19. yüzyılın sonunda Hindistan'da bir dizi ürün bereketsizliği yaşandı, bu da tahmini olarak 15 milyon kişinin hayatını kaybettiği kıtlıklara neden oldu. Hindistan'ı yönettiği dönemde East India Company, kıtlıklarla başa çıkmak için herhangi bir politika uygulayamadı. Bu, kraliyetin kontrolü ele almasından sonra değişerek her kıtlığın ardından sebeplerini araştırmak ve yeni politikalar yürürlüğe koymak amacıyla bir komisyon kuruldu. Bu hamlenin etkili olması ise 1900'lü yılların başlarını buldu. 19. yüzyılda Britanya ve Rusya, gerileyen Osmanlı, Fars ve Çin imparatorluklarından doğan güç boşluğunu doldurmak için birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Orta Asya'daki bu rekabet "Büyük Oyun" olarak adlandırılmaktadır. Britanya'nın bakış açısında göre Rusya'nın Farslar ve Osmanlılara karşı elde ettiği zaferler Rusya'nın emperyal hedeflerini ve kapasitesini göstermekteydi, bu nedenle Britanya'da Rusya'nın karadan Hindistan'ı işgal edeceğine dair bir endişe baş gösterdi. Britanya, Afganistan'ı işgal ederek bu durumun gerçekleşmesini önlemek istese de Birinci İngiliz-Afgan Savaşı, Britanya açısından yenilgiyle sonuçlandı. Rusya, Osmanlılara ait olan Balkanlar'ı 1853 yılında işgal edince Britanya, Akdeniz ve Orta Doğu üzerinde Rusların egemen olmasını engellemek amacıyla, Fransa ile birlikte Rusların deniz gücünü etkisiz hâle getirmek için Kırım'ı işgal etti. Sonuç olarak ortaya çıkan Kırım Savaşı'nda yeni modern savaş teknikleri kullanıldı. Savaş, "Pax Britannica" sırasında Britanya ile diğer bir emperyal güç arasında yapılan tek savaştı ve Rusların yenilmesiyle sonuçlandı. Orta Asya'da durum yirmi yıl kadar daha çözümsüz kaldı. Bu dönem içerisinde Britanya 1876 yılında Belucistan'ı, Rusya ise Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan'ı topraklarına kattı. Ruslarla yapılan 93 Harbi'nden yenik ayrılan Osmanlı İmparatorluğu, olası bir Rus tehdidine karşı kendisini desteklemesi koşuluyla Kıbrıs'ı Britanya himayesine bıraktı. Aynı yıl iki ülke, etki alanları üzerinde bir anlaşmaya vardı ve 1907 yılında imzalanan Britanya-Rusya Antantı ile diğer öne çıkan sorunlar da çözüme kavuşturuldu. 1904-1905 yıllarındaki Rus-Japon Savaşı sırasında Port Artur Baskını'nda Rus donanmasının yok olması da Britanya'ya bu yönden oluşturduğu tehdidi sınırladı. Hollanda'nın Vereenigde Oost-Indische Compagnie adlı şirketi, Cape Kolonisi'ni 1652 yılında, Doğu Hint Adaları'na gidip gelen gemileri için bir durak olarak kurmuştu. Britanya, Hollanda'nın Fransızlar tarafından 1795'te işgal edilmesi üzerine koloninin Fransızların eline geçmesini önlemek için 1795 yılında koloniyi himayesi altına aldı ve 1806 yılında Afrikaner yerleşimcileriyle birlikte resmen topraklarına kattı. 1820 yılından sonra Britanya'dan artmaya başlayan göç, Britanya hâkimiyetinden memnun olmayan Afrikanerlerin 1830'lu yıllardan 1840'lı yılların başına kadarki süreçte kuzeye göç etmesine ve kendi cumhuriyetlerini kurmalarına yol açtı. Bu süreçte göçmenlerle, Güney Afrika ile Sotholar ve Zuluların da aralarında bulunduğu çeşitli Afrika yönetimlerine yönelik bir genişleme planları olan Britanyalılar arasında çatışmalar yaşandı. Sonuç olarak Afrikanerler, diğer kurduğu diğer devletlere göre daha uzun ömürlü olan Transvaal Cumhuriyeti (1852-1902) ve Özgür Orange Devleti (1854-1902)'ni kurdu. 1902 yılında Britanya, 1899-1902 yıllarındaki II. Boer Savaşı'nın sonucu olarak iki devleti de işgal etti. 1869 yılında, Akdeniz ile Hint Okyanusu'nu birbirine bağlayan Süveyş Kanalı, Fransa İmparatoru III. Napolyon'un yönetimi altında açıldı. Britanya kanala ilk başlarda karşı çıksa da açıldıktan sonra stratejik değerinin kısa sürede farkına vardı. 1875 yılında Muhafazakar Parti lideri Benjamin Disraeli başbakanlığındaki Britanya hükûmeti, borç içindeki Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kanaldaki %44'lük payını 4 milyon sterline satın aldı. Bu, kanalın doğrudan kontrolünü sağlamasa da Britanya'ya bir baskı gücü verdi. Mısır üzerindeki İngiliz-Fransız ortak denetimi 1882 yılındaki Britanya işgaliyle sona erdi. Fransızlar halen kanalın büyük hissedarlarıydı ve Britanya'nın denetimini zayıflatmaya çalıştılar; ancak 1888 yılındaki İstanbul Antlaşması ile anlaşma sağlandı ve kanal tarafsız bölge yapıldı. Kongo Nehri'nin alt bölgelerinde Fransa, Belçika ve Portekiz'in faaliyetlerinin tropikal Afrika'ya Britanya'nın sistemli bir şekilde nüfuz etmesini tehlikeye atmasından dolayı 1884-85 yıllarındaki Berlin Konferansı, Avrupa'daki güçler arasında "Afrika Yarışı" olarak adlandırılan rekabeti düzenlemek amacıyla topraklar üzerindeki iddiaların uluslararası olarak tanınması için "fiili işgal"i kıstas olarak belirledi. Yarış 1890'larda da devam etti ve Britanya'nın 1885 yılında aldığı Sudan'dan geri çekilme kararını gözden geçirmesine neden oldu. Britanyalı ve Mısırlı birliklerden oluşan askerî güç, 1896 yılında Mehdi Savaşı'nda mehdi yanlısı birlikleri yendi ve 1898 yılında Faşoda'daki bir Fransız işgal denemesini püskürttü. Sudan, kâğıt üzerinde bir Britanya-Mısır kondominyumu yapılsa da fiilen Britanya sömürgesi hâline geldi. Güney ve Doğu Afrika'da Britanya'nın kazandığı topraklar, Britanya'nın Afrika'daki genişlemesinin öncülerinden olan Cecil Rhodes'un Cape Town-Kahire Demiryolu projesi sayesinde, stratejik öneme sahip Süveyş Kanalı ile maden açısından zengin Güney Afrika'yı birbirine bağlaması için baskı yapmasına yol açtı. Rhodes, 1888 yılında, sahibi olduğu British South Africa Company ile günümüzde Zambiya ve Zimbabve'yi oluşturan, o dönem kendi adından yola çıkılarak "Rodezya" olarak adlandırılan bölgeyi işgal ve ilhak etti. 1890 yılında Alman İmparatorluğu ile imzalanan Helgoland-Zanzibar Antlaşması ile Helgoland'ın yanı sıra Caprivi Ucu ve Darüsselam'ın sahil kesimleri Almanya'ya bırakılırken buna karşılık Zanzibar ile Wituland Britanya himayesine girdi ve her iki ülkenin etki alanları konusunda anlaşma sağlandı. 18. yüzyıldan itibaren Britanya İmparatorluğu'nun beyazların yaşadığı kolonilerile beyaz olmayanların yaşadığı kolonilerdeki tavırları arasında belirgin bir fark bulunmaktaydı. Beyaz olmayanların yaşadığı kolonilerde otokratik ("aydınlanmacı mutlakiyet") bir yönetim şekli kullanan imparatorluk, beyazların yaşadığı kolonilerde özgür düşünce ve kendi kendini yönetmenin destekleyicisi haline geldi. Britanya İmparatorluğu'ndaki beyazların yaşadığı kolonilerin bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan süreç, 1839 yılında Kanada'daki siyasi huzursuzluğu sona erdirmek için Yukarı ve Aşağı Kanada'nın birleşmesi ve kendi kendini yönetmesini öneren Durham Raporu'yla başladı. Bu önerinin gerçekleşme sürecinde ilk adım, Kanada Eyaleti'ni oluşturan 1840 Birlik Yasası oldu. Halka sorumlu hükûmet yetkisi ilk olarak 1848 yılında Yeni İskoçya'ya sağlandı ve daha sonra bu yetki Britanya'nın diğer Kuzey Amerika kolonilerine de verildi. 1867 Britanya Kuzey Amerikası Yasası'nın Britanya Parlamentosu tarafından kabul edilmesiyle Yukarı ve Aşağı Kanada, New Brunswich ve Nova Scotia uluslararası ilişkiler hariç her alanda kendi kendini yöneten bir konfederasyon olan Kanada Dominyonu çatısı altında birleştirildi. Avustralya ve Yeni Zelanda, 1900'den sonra aynı şekilde kendi kendini yönetme hakkını kazandı. Avustralya'daki koloniler, 1901 yılında tamamlanan federasyonlaşma süreci ile birlikte tek çatı altında birleşti. "Dominyon statüsü" terimi ilk defa 1907'deki İmparatorluk Konferansı'nda resmî olarak kullanıldı. 19. yüzyılın sonlarında İrlanda'nın idari bağımsızlığı için siyasi kampanyalar yapılmaya
başlandı. İrlanda, Büyük Britanya Birleşik Krallığı'yla 1798 İrlanda Ayaklanması'ndan sonra 1800 Birlik Yasaları ile birleştirilmiş 1845 ile 1852 yılları arasında kıtlık yaşamıştı. Britanya başbakanı William Gladstone, İrlanda'nın Kanada gibi imparatorluk içerisinde bir dominyon statüsü alacağını ummakta ve İrlanda'nın idari bağımsızlığına destek vermekteydi; fakat 1886 yılında parlamentoya sunduğu idari bağımsızlığı öngören yasa tasarısı reddedildi. Yasa tasarısı, İrlanda'ya Birleşik Krallık içerisinde Kanada'daki eyaletlerin kendi federasyonları içerisinde sahip olduklarından daha az özerklik sağlamayı öngörmüş olmasına rağmen çok sayıda parlamenter kısmen bağımsız olan bir İrlanda'nın Büyük Britanya'ya bir güvenlik tehdidi oluşturmasından veya imparatorluğun parçalanma sürecini başlatmasından endişe duymaktaydı. İkinci bir idari bağımsızlığa dair yasa tasarısı da benzer sebeplerden dolayı reddedildi. Üçüncü bir yasa tasarısı parlamento tarafından 1914 yılında kabul edilse de I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve bunun ardından 1916 yılında Paskalya Ayaklanması'nın çıkması nedeniyle uygulamaya konulmadı. Aşağıdaki tablo, 1870 ve 1913 yıllarında Britanya İmparatorluğu topraklarındaki gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) değerlerinin dünya ekonomisi ve imparatorluğun genel ekonomisine olan tahmini oransal verileri ile Amerika Birleşik Devletleri ve Rus İmparatorluğu'nun verilerini göstermektedir. 1870 yılı verilerine göre en büyük ekonomiye sahip toprak parçası Hindistan iken, 1913 yılı verilerine göre en büyük ekonomi Birleşik Krallık topraklarındaydı. 20. yüzyıla girildiğinde Britanya'da, "muhteşem yalnızlık" politikasını sürdürerek imparatorluğun tamamının korunamayacağına dair endişeler büyümeye başladı. Almanya, askerî ve endüstriyel bir güç olarak giderek yükselmekte, muhtemel bir savaşta Britanya'nın en olası düşmanı olarak görülmekteydi. Büyük Okyanus'ta uzanan topraklara sahip olunmasını ve Britanya adalarının Alman Donanması'nın tehdidi altında bulunmasını göz önünde bulunduran Britanya, 1902 yılında Japonya ile bir ittifak kurdu. Bunu, Fransa (1904) ve Rusya (1907) ile yapılan ittifaklar takip etti. 1914 yılında patlak veren I. Dünya Savaşı'nda Britanya'nın Almanya ve müttefiklerine karşı savaş ilan etmesi; askerî, mali ve malzeme alanında destek sağlayan koloni ve dominyonları da kapsamaktaydı. Dominyonların ordularında bulunan 2,5 milyon kadar askerin savaşa katılmasının yanı sıra kraliyet kolonilerinden de binlerce gönüllü savaşta yer aldı. Almanya'nın Afrika'daki denizaşırı kolonilerinin çoğu, Britanya tarafından işgal edilirken Büyük Okyanus'ta ise Avustralya ve Yeni Zelanda, sırasıyla Alman Yeni Ginesi ve Samoa'yı işgal etti. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı 1915 yılında Çanakkale Savaşı'nda Avustralya, Newfoundland ve Yeni Zelanda'dan gelen birliklerin katkıları bu bölgelerdeki ulusal bilinç üzerinde önemli bir etki yarattı ve Avustralya'yla Yeni Zelanda'nın kolonilikten bağımsızlığa geçiş süreçlerinde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Dominyonların savaşa olan katkıları, 1917 yılında Britanya Başbakanı David Lloyd George'un dominyon başbakanlarını, emperyal politikaları düzenlemek için aynı yıl toplanan İmparatorluk Savaş Kabinesi'ne çağırmasıyla hükûmet tarafından da onaylanmış oldu. Savaş esnasında, 1916'da Fransa ile gizli olarak imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu'nun Orta Doğu'daki topraklarının, savaşın sona ermesi sonrasında iki devlet arasında paylaşımını düzenliyordu. Bu antlaşma, Britanya ile birlikte hareket ederek Osmanlı'dan bağımsız olma amacıyla Hüseyin bin Ali önderliğinde ayaklanan Arapların yaşadığı bölgeyi kapsamıyordu. 1918 yılında savaşın, Britanya'nın da bir mensubu olduğu İtilaf Devletleri lehine sona ermesinin ardından 1919 yılında imzalanan Versay Antlaşması'yla imparatorluk, eklenen yaklaşık 4.700.000 km'lik toprak ve 13 milyonluk nüfus ile en geniş sınırlarına ulaşmış oldu. Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kolonileri İtilaf Devletleri arasında, Milletler Cemiyeti mandaları olarak paylaştırıldı. Britanya; Filistin, Ürdün, Irak, Kamerun'un bazı bölgeleri, Togo ve Tanganyika'yı aldı. Dominyonlara da kendi mandaları verilerek Güney Afrika Birliği, Güneybatı Afrika'yı (günümüzde Namibya); Avustralya, Alman Yeni Ginesi'ni; Yeni Zelanda, Batı Samoa'yı aldı. Nauru ise Britanya ile Büyük Okyanus'taki iki dominyonun ortak mandası yapıldı. Savaşın getirdiği değişen dünya düzeni, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya'nın denizde güçlenmesi ve Hindistan ile İrlanda'da bağımsızlık hareketlerinin yükselmesi, Britanya'nın emperyal politikalarında birtakım değişikliklere yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri ile Japonya arasında seçim yapmak zorunda olan Britanya, Japonya ile olan ittifakını yenilememeyi tercih etti ve devletin, Amerika Birleşik Devletleri ile denizcilik alanında eşit olmayı kabul ettiği Washington Denizcilik Antlaşması'nı imzaladı. Bu karar, Japonya ve Almanya'da Büyük Buhran'ın da etkisiyle militarist hükûmetlerin iktidarı ele geçirmesi ve imparatorluğun bu iki ülkeden gelecek saldırılara dayanamayacağı yönündeki endişeler nedeniyle 1930'larda Britanya'da bazı tartışmalara yol açtı. 1919 yılında İrlanda'nın idari bağımsızlığını kazanma sürecinin yürümemesi sonrasında, 1918 yılındaki Birleşik Krallık genel seçimlerinde, parlamentoda İrlanda'ya ayrılan koltukların çoğunu kazanmış olan ayrılıkçı Sinn Féin partisinin üyeleri, Dublin'de İrlanda'nın bağımsızlığının ilan edildiği bir İrlanda Meclisi kurdu. Bununla eşzamanlı olarak İrlanda Cumhuriyet Ordusu, Britanya yönetimine karşı bir gerilla savaşı başlattı. Bu savaş 1921 yılında, her iki taraf için de çıkmaza girilmesiyle sona erdi ve İngiliz-İrlanda Antlaşması'nın imzalanmasıyla fiili olarak iç işlerinde bağımsız; fakat anayasal olarak Britanya Kraliyeti'yle bağlantılı olan, Britanya İmparatorluğu içerisinde bir dominyon statüsündeki Özgür İrlanda Devleti kuruldu. İrlanda'nın 32 kontluğunun altısından oluşan ve 1920 İrlanda Hükûmeti Yasası'yla ayrı bir bölge olarak kurulan Kuzey İrlanda ise, antlaşmadan sonra Birleşik Krallık içerisindeki mevcut konumunu korumayı seçti. Benzer bir mücadele, 1919 Hindistan Hükûmeti Yasası bağımsızlık isteklerini tatmin etmeyince Hindistan'da da başladı. Gadar İsyanı'nın ardından ortaya çıkan komünist ve dış güçlerin planlarına ilişkin endişeler savaş sırasındaki sınırlamaların süresini süresiz bir şekilde uzatan Rowlatt Yasası'nın geçmesiyle sonuçlandı. Bunun üzerine Pencap başta olmak üzere bölgede gerginlik baş gösterdi, Pencap'ta alınan baskıcı önlemler Amritsar Katliamı'na yol açtı. Britanya'da halkın, olayın etiği üzerindeki görüşü, olayın Hindistan'ı anarşiden koruduğunu düşünenlerle olaya tepki gösterenler arasında bölündü. Bunun ardından yapılan bir iş birliği durdurma hareketi Chauri Chaura olayı nedeniyle Mart 1922'de iptal edilse de bunu takip eden 25 yıl boyunca huzursuzluk devam etti. I. Dünya Savaşı'nın başlangıcında Britanya himayesi ilan edilmiş olan Mısır'a 1922 yılında resmî olarak bağımsızlık verilse de 1954 yılına kadar Britanya'ya siyasi olarak bağımlı bir devlet olmaya devam etti. Britanya birlikleri, 1936 yılında birliklerin ülkeden Süveyş Kanalı bölgesi dışında çekilmesini sağlayan Britanya-Mısır Antlaşması'na kadar ülkede kaldı. Bunun karşılığında Mısır'a, Milletler Cemiyetine girmesi için yardım edildi. 1920 yılından itibaren Britanya mandası olan Irak da 1932 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra Milletler Cemiyetine girdi. Filistin'de Britanya, Araplar ile artan Yahudi nüfus arasında yaşanan birtakım sorunlarla karşılaştı. 1917'deki Balfour Deklarasyonu ile bölgedeki yerleşim düzeni, Filistin'de Yahudilerin yaşayabileceği ulusal bir yuva kurulabileceği belirtilerek sağlanmaya çalışıldı ve bölgeye göç edecek sınırlı Yahudi nüfusun kontrolü manda yönetimine bırakıldı. İki taraf arasında artan çatışmalar, 1936'da Arapların ayaklanmasıyla sonuçlandı. 1930'larda Almanya ile bir savaş çıkma ihtimalinin yükselmesi sebebiyle Britanya, Arapların desteklenmesini bir Yahudi devlrti kurmaktan daha önemli bularak Arap yanlısı bir tutum izledi ve bölgeye göç eden Yahudi miktarına sınırlama koydu. Bu da 1939'da, bölgedeki Yahudilerin ayaklanmasına yol açtı. Dominyonların, Britanya'dan bağımsız olarak kendi dış politikalarını uygulama hakları 1923 İmparatorluk Konferansı'nda kabul edildi. Bir önceki yıl yaşanan Çanakkale Krizi'nde Britanya'nın askerî yardım talebi Kanada ve Güney Afrika tarafından reddedilmiş, Kanada 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması'na tabi olmayı kabul etmemişti. İrlanda ve Güney Afrika'nın baskıları üzerine 1926 İmparatorluk Konferansı dominyonları "Britanya Millletler Topluluğu" içerisinde, "Britanya İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan, birbirleriyle eşit statüye sahip, hiçbirinin diğerinden daha üstün olmadığı özerk topluluklar" olarak tanımlayan Balfour Bildirisi'ni yayınladı. Bu bildirinin yasal temelleri, 1931 yılında kabul edilen Westminster Yasası'yla sağlandı. Böylece Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği, Serbest İrlanda Devleti ve Newfoundland parlamentoları, Britanya'nın yasal denetiminden çıkmış ve Britanya'nın yasalarını geçersiz kılma hakkı kazanmış oldu. Bu nedenle Britanya, bu oluşumların izni olmadan bu bölgeleri kapsayacak yasalar geçirememeye başladı. Büyük Buhran sırasında ekonomik sıkıntılar yaşayan Newfoundland, 1922 yılında koloni statüsüne geri döndü. İrlanda ise 1937 yılında yeni anayasanın kabul edilmesiyle Britanya denetiminden daha da uzaklaşarak yeni anayasayla "cumhuriyet" olarak adlandırılmasa da bir cumhuriyet hâline geldi. Britanya'nın Eylül 1939'da Nazi Almanyası'na savaş ilan etmesi, kraliyet kolonileri ve Hindistan'ı kapsasa da dominyonları otomatikman savaşa sokmadı. Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda ve Güney Afrika bir süre sonra savaş ilan etti. 1940 yılında Almanya'nın Fransa'yı işgal etmesinin ardından, 1941 yılında Sovyetler Birliği savaşa girene dek Birleşik Krallık, Nazi Almanyası'na karşı savaşta tek başına kaldı. Ağustos 1941'de A
merika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin D. Roosevelt ve Birleşik Krallık Başbakan Winston Churchill, tüm halkların kendi yönetim biçimlerini seçmeye hakları olduğunu belirten Atlantik Bildirisi'ni imzaladı. Bu ifade Almanya tarafından işgal edilmiş olan Avrupa ülkelerini mi, yoksa Avrupa ülkeleri tarafından sömürgeleştirilen bölgeleri mi kast ettiği net olmadığından daha sonraları Britanya, Amerika Birleşik Devletleri ve milliyetçi hareketler tarafından farklı biçimlerde yorumlandı. Aralık 1941'de Japonya, Britanya'ya bağlı Britanya Malay Yarımadası'na, Pearl Harbor'daki Amerikan deniz üssüne ve Hong Kong'a peşi sıra saldırılarda bulundu. Bunların sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nin savaşa girmesini Churchill, Britanya'nın zaferinin artık kaçınılmaz olduğu ve imparatorluğun geleceğinin güvence altına alındığı şeklinde yorumladı. Ancak Britanya'nın Japonya'ya karşı gerçekleştirilen muharebelerde teslim olması, emperyal bir güç olarak itibarını zedeledi. Bunlardan en zarar verici olanı, Singapur'un kaybedilmesiydi. Britanya'nın tüm imparatorluğu koruyamayacağının fark edilmesi, Japon tehdidi altında olan Avustralya ve Yeni Zelanda'yı Amerika Birleşik Devletleri'yle yakınlaştırmaya zorladı. Bu yakınlaşma savaştan sonra, 1951'de imzalanan ANZUS Paktı'yla sonuçlandı. Britanya ve imparatorluk, II. Dünya Savaşı'ndan galip çıksa da savaşın verdiği zararlar hem Britanya'da hem de imparatorluğa bağlı diğer bölgelerde büyüktü. Avrupa'nın büyük bölümü harabeye dönmüştü ve küresel gücün kaymış olduğu Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin ordularına ev sahipliği yapmaktaydı. Britanya, 1946 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nden aldığı 3,5 milyar dolarlık borç ile iflas etmekten kurtuldu. Bu borcun geri ödenmesi 2006 yılında tamamlandı. Aynı dönemde Avrupa ülkelerinin kolonilerinde sömürgecilik karşıtlığı yükselişe geçti. Durum, Soğuk Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği'nin gittikçe artan rekabeti ile daha da zorlaştı. Prensipte her iki ülke de Avrupa ülkelerinin sömürgeciliğine karşı olsa da pratikte Amerika Birleşik Devletleri'nin antikomünizmi anti emperyalizmine baskın çıktı ve böylece komünistlerin genişlemesini kontrol altında tuttuğu bölgelerde imparatorluğun devamlılığını desteklemeye başladı. "Değişim rüzgârı" Britanya İmparatorluğu'nun sona ereceği anlamına geliyordu. Britanya, komünist olmayan, istikrarlı hükûmetler oluşturulduğu sürece kolonilerinden barışçıl biçimde geri çekilmeye yönelik bir politika uygulamaya başladı. Bu, imparatorluklarını korumak için maliyetli fakat başarısız savaşlara giren Fransa ve Portekiz gibi diğer Avrupa ülkelerinin politikalarının tersiydi. 1945 ile 1965 yılları arasında Birleşik Krallık dışında Britanya yönetimi altında bulunan nüfus, 700 milyondan beş milyona düştü ki bu nüfusun üç milyonu Hong Kong'da bulunmaktaydı. 1945 Birleşik Krallık genel seçimlerinden Clement Attlee başkanlığındaki dekolonizasyon yanlısı İşçi Partisi galip çıktı ve Hindistan'ın bağımsızlığı sorununu halletmek üzere faaliyetlere başladı. Hindistan'daki iki bağımsızlık hareketi olan Hindistan Ulusal Kongresi ve Müslüman Birliği onyıllardır bağımsızlık için kampanya yürütse de bağımsızlığın nasıl uygulanması gerektiği konusunda fikir ayrılıkları vardı. Hindistan Ulusal Kongresi birleşik ve laik bir Hindistan devletini savunurken Hindu çoğunluğun egemenliğinden korkan Müslüman Birliği, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeler için ayrı bir İslam devleti talep etmekteydi. Halk arasında gittikçe artan sivil itaatsizlikler ve 1946 yılında Hindistan Kraliyet Donanması'nda çıkan isyan, Attlee'nin 30 Haziran 1948'den önce bağımsızlık sözü vermesine yol açtı. İç savaş olasılığıyla birlikte durumun aciliyeti ortaya çıkınca yeni atanan (ve son) genel vali Louis Mountbatten, bu tarihi 15 Ağustos 1947'ye çekti. Hindistan'ın Hindu ve Müslüman bölgelerine bölünmesi için Britanya tarafından çizilen sınırlar milyonlarca kişilik azınlıkları yeni oluşturulan Hindistan ve Pakistan devletleri sınırları içerisinde bıraktı. Bunu müteakiben milyonlarca Müslüman Hindistan'dan Pakistan'a, Hindularsa Pakistan'dan Hindistan'a geçti ve iki toplum arasındaki çatışmalar binlerce kişinin ölümüne neden oldu. 1948'de, önce Birmanya; sonrasında Seylan, dominyon olarak bağımsızlığını kazandı. Hindistan, Pakistan ve Seylan İngiliz Milletler Topluluğunun üyeleri oldu; ama Burma katılmamayı tercih etti. Arapların çoğunlukta, Yahudilerin azınlıkta olduğu Filistin Mandası da Hindistan'la benzer bir sorun oluşturuyordu. Holokost sonrasında Filistin'e daha fazla Yahudi yerleşmek istedi; ancak Britanya yönetimi bu göçü kısıtlamaya çalışıp gelen göçmenleri Kıbrıs'taki toplama kamplarına gönderdi. Britanya'nın amacı Filistin'deki stratejik askerî varlığı korumak olsa da Amerika Birleşik Devletleri'nden gelen Yahudi yerleşimi yanlısı baskı, Yahudi milislerin saldırıları ve askerî güç barındırmanın artan maliyetinden ötürü Britanya, 1947 yılında, ertesi yıl bölgeden çekileceğini ve sorunu çözmesi üzere bölgeyi Birleşmiş Milletlere bırakacağını açıkladı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin'de bir Yahudi ve bir Arap devleti kurulmasını öneren bir paylaşım planını oylayarak kabul etti. II. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın mağlup edilmesinin ardından Malay Yarımadası'ndaki Japonlara karşı kurulmuş olan direniş hareketleri, mücadelelerini koloniyi önemli bir kauçuk ve kalay kaynağı olarak görerek geri almak isteyen Britanya'ya kaydırdı. Gerillaların büyük bölümünün Çinli-Malay komünistler olması ve isyanın bastırılmasıyla birlikte, bağımsızlık verileceğinin anlaşılması üzerine Müslüman çoğunluk isyanın bastırılmasını desteklemeye başladı. Malay Krizi 1948 yılından 1960 yılına kadar sürse de 1957'de Britanya Malay Federasyonu'na İngiliz Milletler Topluluğu dahilinde bağımsızlık verilmesine hazır olunduğuna karar verdi. 1963 yılında federasyonun on bir eyaleti ile Singapur, Saravak ve Kuzey Borneo; Malezya'yı oluşturmak üzere birleşti. 1965 yılında, Çinli ve Malay topluluklar arasındaki gerginlikler sonucunda Çinlilerin ağırlıkta olduğu Singapur birlikten atıldı. 1888 yılından beridir Britanya'nın himayesinde olan Brunei ise birliğe girmeyi kabul etmedi ve 1984 yılındaki bağımsızlığına kadar statüsünü korudu. 1951 yılında Muhafazakar Parti, Winston Churchill liderliğinde iktidara tekrar geldi. Churchill ve Muhafazakârlar, Britanya'nın küresel bir güç oluşunun imparatorluğun devamına bağlı olduğunu düşünüyordu. Süveyş Kanalı, Britanya'nın Orta Doğu'daki pozisyonunu korumasını sağlayan bir üs konumundaydı. Dünyadaki en büyük askeri üslerden biri olan kanal bölgesinden Orta Doğu'daki tüm birliklerin ikmali yürütülmekteydi; yönetim çevrelerinde "imparatorluğun giriş kapısı" olarak adlandırılan üssün elde tutulması Britanya hükûmetlerinin öncelikli dış politika hedefleri arasındaydı. Mısır'da milliyetçi Cemal Abdünnasır'ın 1952'deki devrimle iktidara gelmesiyle artan baskı nedeniyle Britanya, 1954'te birliklerini Süveyş Kanalı bölgesinden çekti; ancak kanala yönelik ciddi bir tehdit durumunda asker çıkarma hakkını korudu. Sudan parlamentosunda 1955 yılında İngiliz Milletler Topluluğu dışında bir cumhuriyet kurulması kararı alındı; bunun üzerine self determinasyon hakkının verilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Sudan, Ocak 1956'da bağımsızlığını kazandı. Temmuz 1956'da Abdünnasır, tek taraflı olarak Süveyş Kanalı'nı millîleştirdi. Churchill'den sonra başbakanlık koltuğuna oturan Anthony Eden'ın buna tepkisi, Fransa ile gizlice iş birliği yapıp İsrail'in Mısır'a saldırmasını sağlamak, böylece kanalın kontrolünü yeniden ele geçirmek için askerî bir müdahaleye bahane yaratmak oldu. Eden'ın bu kararı alırken Amerika Birleşik Devletleri'ne danışmaması üzerine Başkan Dwight D. Eisenhower, Britanya işgaline destek vermeyi kabul etmedi. Eisenhower'ın endişe ettiği bir diğer konuysa, Mısır'ın yanında yer alarak askerî müdahaleyle tehdit eden Sovyetler Birliği'yle daha büyük bir savaşa yol açması tehlikesiydi. Eisenhower, Amerika Birleşik Devletleri'nin İngiliz sterlini rezervlerini satarak Britanya'nın para biriminin çöküşünü başlatmayla tehdit ederek Britanya'ya ekonomik baskı uyguladı. Operasyon askerî açıdan hedefine ulaşsa da Birleşmiş Milletler müdahalesi ve Amerika Birleşik Devletleri'nin baskısı, Britanya'nın güçlerini geri çekmesine yol açtı ve sonrasında da Eden istifa etti. Süveyş Krizi, Britanya'nın Orta Doğu'daki gücünü zayıflatsa da tamamen yok etmedi. Britanya; Umman (1957), Ürdün (1958) ve Kuveyt'e (1961) müdahale ederek güçlerini bölgeye konuşlandırdı. Bu kez müdahaleler, Başbakan Harold Macmillan'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne dış politikada bağlı kalınması politikası doğrultusunda Amerika Birleşik Devletleri'nden izin alınarak gerçekleşebildi. Aden'den 1967'de, Bahreyn'den 1971'de çekilen Britanya, böylece bölgedeki askerî varlığını on yıl daha korumuş oldu. Macmillan, Şubat 1960'ta Güney Afrika'daki Cape Town'da, kıtada değişim rüzgârı estiğini belirten bir konuşma yaptı. Macmillan, Fransa'nın Cezayir'de yaptığı gibi bir koloni savaşına girmekten kaçınmak gerektiğini düşünüyordu ve kendisinin başbakanlığı döneminde dekolonizasyon süreci hızlandı. 1950'lerde üç koloniye bağımsızlık verilirken (Sudan, Altın Sahili ve Malay) bu sayı 1960'larda neredeyse on katına çıktı. Kendini yöneten koloni pozisyonundaki Güney Rodezya dışında Britanya'nın Afrika'daki kalan tüm kolonilerine 1968 yılına kadar bağımsızlık verildi. Britanya'nın kıtanın güney ve doğu bölgelerinden çekilmesi, barışçıl bir şekilde gerçekleşmedi. Kenya'nın bağımsızlığı sekiz yıllık Mau Mau İsyanı'nın ardından gerçekleşti. Rodezya'da beyaz Avrupalı yerleşimciler ile yerliler arasında yaşanan gerginlikler Başbakan Ian Smith'in 1965 yılında Rodezya'nın tek taraflı bağımsızlığını ilan etmesine yol açtı. Ülkedeki siyahlarla beyazlar, 1979'daki Lancaster House Anlaşması'na kadar iç savaş hâlinde kaldı. Bu anlaşma kapsamında Britanya'nın denetimi altında seçimler gerçekleştirilene kadar koloni yönetimi geri getirildi. Seçimler ert
esi yıl yapıldı ve bağımsızlığını kazanan Zimbabve devletinin başbakanlığına Robert Mugabe seçildi. 1954'te Mısır'dan çekilen Britanya yönetimi, Kıbrıs'ı Akdeniz'deki yeni kalıcı üs olarak görmekteydi, adaya bulunduğu durumdan dolayı asla tam bağımsızlık verilemeyeceği görüşü mevcuttu. Adadaki Kıbrıs Rumlarındaysa Yunanistan'la birleşme isteği hakimdi; EOKA örgütü tarafından yürütülen gerilla savaşına şiddetle karşılık verilmesine karşın baskıcı yöntemler işe yaramadı, 1957 yılında bağımsız müzakereleri başladı. 1959'da bağımsızlığı üzerine anlaşılan Kıbrıs'ta 1960 yılında cumhuriyet kuruldu; fakat Birleşik Krallık adadaki Ağrotur ve Dikelya askerî üslerindeki egemenliğini sürdürdü. Malta ve Gozo adaları için 1955 yılında Britanya'yla bütünleşme önerisi yapılsa da 1964 yılında barışçıl yollarla Malta adı altında bağımsızlıkları verildi. Britanya'nın Karayipler'deki topraklarından Barbados, Jamaika, Rüzgâraltı Adaları, Rüzgârüstü Adaları ile Trinidad ve Tobago; 1958 yılında bölgedeki Britanya kolonilerini tek bir yönetim altında toplamama amacıyla kurulmuş olan Batı Hint Adaları Federasyonu'nun bir parçası hâline geldi. Federasyonun en büyük üyeleri Jamaika ile Trinidad ve Tobago'nun 1961 ve 1962 yıllarında federasyondan ayrılarak bağımsızlık kazanmaları sonrasında federasyon çöktü. Barbados 1966 yılında bağımsız olurken onu 1970 ve 80'lerde doğu Karayip adalarının geri kalanı takip etti. Anguilla ile Turks ve Caicos Adaları bağımsız olma girişimlerine başlasa da Britanya yönetiminde kalmayı tercih etti. Britanya Virjin Adaları, Cayman Adaları ve Montserrat da Britanya ile olan bağlarını korumayı seçti. Guyana, bağımsızlığını 1966 yılında kazandı. Britanya'nın Amerika anakarasında kalan son kolonisi olan Britanya Hondurası 1964 yılında kendi kendini yöneten koloni statüsünü elde ederken 1973'te Belize olarak yeniden adlandırıldı ve 1981'de tam bağımsızlığını kazandı. Guatemala'nın Belize üzerinde hak iddia etmesinden kaynaklanan sorunu ise çözümsüz bırakıldı. Britanya'nın Büyük Okyanus'taki toprakları ise bağımsızlıklarını 1970'te Fiji'nin bağımsızlığıyla başlayıp 1980'de Vanuatu'nun bağımsızlığıyla sonuçlanan süreçte elde etti. Fransa'yla bir kondominyum olarak ortak yönetilen Vanuatu'nun bağımsızlığı, İngilizce ve Fransızca konuşan topluluklar arasındaki siyasi çatışma yüzünden gecikmeli olarak gerçekleşmişti. Fiji, Tuvalu, Solomon Adaları ve Papua Yeni Gine "Commonwealth realm" olmayı tercih etti. 1981 Britanya Milleti Kanunu'nun kabulüyle birlikte kalan koloniler, "Britanya'ya Bağlı Topraklar" (2002'de yapılan değişiklikle "Britanya Denizaşırı Toprakları") olarak yeniden sınıflandırıldı. 1982 yılında Britanya'nın kalan denizaşırı topraklarını savunma kabiliyeti Arjantin'in İspanyol İmparatorluğu döneminden beridir üzerinde hak iddia ettiği Falkland Adaları'nı işgal etmesiyle sınandı. Britanya'nın Falkland Savaşı sırasında adaları geri alma konusundaki başarısı çok sayıda araştırmacı tarafından Birleşik Krallık'ın bir dünya gücü olarak düşen itibarının tersine çevrilmesine katkıda bulunan bir faktör olarak görülmektedir. Aynı yıl içerisinde Kanada hükûmeti Britanya'yla olan son yasal bağı olan anayasasını Birleşik Krallık'tan bağımsız hâle getirerek kopardı. Birleşik Krallık parlamentosu tarafından kabul edilen 1982 Kanada Yasası Kanada anayasasında yapılan değişiklikler için Britanya'nın onayının alınması zorunluluğunu kaldırdı. Benzer yasalar 1986 yılında Avustralya ve Yeni Zelanda için de kabul edildi. Eylül 1982'de Başbakan Margaret Thatcher, Çin yönetimiyle Britanya'nın kalan en önemli ve en kalabalık denizaşırı bölgesi olan Hong Kong'un geleceğini tartışmak için Pekin'e gitti. 1842 Nanking Antlaşması gereğince Hong Kong Adası "ebediyen" Britanya'ya verilmişti; ama koloninin büyük çoğunluğunu 1898 yılında 99 yıllığına (1997'ye kadar) kiralanan Yeni Bölgeler'den oluşmaktaydı. Falkland Adaları'yla benzerlikler gören Thatcher ilk başlarda Hong Kong'u elde tutmak istedi ve Çin egemenliği altında Britanya yönetiminin devam etmesini önerdi; ama bu öneri Çin tarafından reddedildi. 1984 yılında anlaşma sağlandı, Çin-Britanya Ortak Bildirisi gereğince Hong Kong en az elli yıl boyunca Çin Halk Cumhuriyeti'nin bir özel idari bölgesi olacaktı. 1997 yılındaki devir teslim, Galler Prensi Charles da dahil olmak üzere büyük bir kesim tarafından imparatorluğun sonu kabul edildi. Birleşik Krallık, Britanya Adaları dışında, 2002 yılında Britanya Denizaşırı Toprakları olarak yeniden adlandırılan toplam on dört bölgede egemenliğini korumaktadır. Bir kısmı geçici askerî veya bilimsel personel dışında insan barındırmamakta, bir kısmıysa belirli ölçüde kendi kendini yönetip savunma ve dış ilişkiler alanında Britanya'ya bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Britanya hükûmeti, bağımsızlığın bir seçenek olduğu durumlarda bağımsızlık isteyen tüm denizaşırı topraklara bu süreçte yardım etme yönündeki isteğini ifade etmiştir. Denizaşırı toprakların bazıları üzerindeki Britanya egemenliği bölgelere komşu olan ülkeler tarafından tartışma konusu yapılmıştır: İspanya Cebelitarık, Arjantin Falkland Adaları'yla Güney Georgia ve Güney Sandwich Adaları, Mauritius ve Seyşeller ise Britanya Hint Okyanusu Toprakları üzerinde hak iddia etmektedir. Britanya Antarktika Toprakları Arjantin ve Şili'nin üzerinde hak iddia ettiği bölgelerle çakışsa da çoğu ülke bu iddiaların hiçbirini tanımamaktadır. Çoğu eski Britanya kolonisi eşit üyelerden oluşan, politik olmayan ve katılımı gönüllülüğe bağlı İngiliz Milletler Topluluğu'nun üyesidir. Bu ülkelerden "İngiliz Milletler Topluluğu" "(İngilizce: Commonwealth realms)" olarak adlandırılan on beşi Birleşik Krallık ile aynı devlet başkanına sahiptir. Onyıllar, bazı bölgelerde yüzyıllar süren Britanyalıların yönetimi ve göçü Britanya İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını kazanan ülkeler üzerinde iz bırakmıştır. İmparatorluk dünyanın çeşitli bölgelerinde İngilizcenin yaygınlaşmasını sağladı. Günümüzde İngilizce 400 milyona yakın insanın ana dilidir ve toplamda bir buçuk milyar kişi tarafından ana veya yabancı dil olarak konuşulmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından beridir İngilizcenin yaygınlaşmasına kendisi de Britanya İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını kazanan ABD'nin kültürel etkisi de katkıda bulunmuştur. İngiliz parlamenter sistemi ve İngiliz hukuku pek çok eski koloni için bir esas oluşturmuştur. Kraliyet Danışma Kurulu Yargı Konseyi halen Karayipler ve Pasifik'teki bazı eski kolonilerin en yüksek temyiz mahkemesidir. Askerler ve sivil yetkililerden önce giden ve dünya çapında faaliyet gösteren Protestan misyonerler Anglikanizmi tüm kıtalara yaymıştırlar. Kiliselerde, demiryolu istasyonlarında ve hükümet binalarında görülebilen Britanya koloni mimarisi Britanya İmparatorluğu'nun parçası olmuş pek çok şehirde varlığını korumaktadır. Britanya'da ortaya çıkan ve gerek bireysel, gerekse takım halinde oynanan sporlar (özellikle futbol, kriket, tenis ve golf) dünyaya yayıldı. Britanya'nın ölçü sistemi olan imparatorluk birimleri çeşitli biçimlerde bazı ülkelerde kullanılmaya devam etmektedir. Trafiğin soldan akmasına ilişkin gelenek imparatorluğun eski topraklarının çoğunda korunmuştur. Britanya tarafından çizilen siyasi sınırlar daima homojen etnik veya dini yapılar sağlamadıklarından eski kolonilerde çatışmalara yol açtılar. Britanya İmparatorluğu büyük miktarda insan göçünden sorumludur. Milyonlarca kişi Britanya Adaları'nı bırakarak ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda topraklarına yerleşti. Bu ülkelerde beyaz yerleşimci çoğunluk ile yerli azınlık arasında, Güney Afrika ve Zimbabve'deyse yerli çoğunlukla beyaz yerleşimci azınlık arasında gerginlikler yaşanmaktadır. İrlanda'ya Büyük Britanya'dan gelen yerleşimciler Kuzey İrlanda'daki milliyetçi topluluklarla Birleşik Krallık'la birleşmeyi savunan topluluklar arasındaki bölünmeyle izlerini bırakmışlardır. Britanya kolonileri büyük miktarda göç aldı ve verdi, çok sayıda Hint Malezya ve Fiji gibi imparatorluğun diğer bölgelerine göç etti. Güney Çin'den gerçekleşen Çinli göçü Singapur'da Çinli çoğunluğun ve Karayiplerde Çinli azınlıkların oluşmasına yol açtı. Britanya'nın kendi demografisi de II. Dünya Savaşı'nın ardından kolonilerden gerçeklen göç ile değişti. Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı 1 Ocak 1801 tarihinde Büyük Britanya Krallığı ve İrlanda Krallığı'nın birleşmesi ile kurulmuştur. İngiliz-İrlanda Antlaşması ile Serbest İrlanda Devleti'nin kurulmasıyla, İrlanda'nın 6 Aralık 1922 tarihindeki bağımsızlığına kavuşması ile krallık Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı adını almıştır. Edward devri Edward devri veya Edward çağı Birleşik Krallık'ta Kral VII. Edward'ın hükümdarlığında 1901 ile 1910 yılları arasını ifade eder. Victoria devrinden sonra gelir ve bazen RMS "Titanic"'in 1912 yılındaki batışına kadar, I. Dünya Savaşı'nın 1914'deki başlangıcına veya savaşın 1918'deki bitişine kadar uzatılır. Belki kralın gezmeye olan düşkünlüğünden dolayı, bu devir Kıta Avrupa'sında sanat ve moda isteğiyle göze çarpmaktadır. İngiliz Naipliği İngiliz Naipliği veya basitçe Naiplik Birleşik Krallık tarihinde 1811 ile 1820 yılları arasına verilen isimdir. Bu devirde naib prens, daha sonra Kral IV. George, Birleşik Krallığı babası Kral III. George'un yetersizliği zamanında yönetmiştir. Victoria devri Büyük Britanya'nın Victoria devri Britanya sanayi devriminin yükselişi ve Britanya İmparatorluğu'nun zirvesi olarak kabul edilmektedir. Victoria devri, Naiplik devri ve sonra da Edward devrini izleyen bir dönemdir. II. Elizabeth'ten sonra Britanya tarihinde en uzun hüküm süren kişi olan Kraliçe Victoria'nın 64 yıllık iktidarı, 19'uncu yüzyılın büyük değişimlerine tanıklık etmiştir. Viktorya devri deyimi, genellikle Kraliçe Victoria'nın (sıklıkla en büyük ve en sevilen Britanya hükümdarı olarak kabul edilir) hüküm sürdüğü 1837 ile 1901 yılları arası için kullanılır, ancak birçok tarihçiye göre 1832 Reform Hareketi bu kültürel devrin asıl başlangıcıdır. Sanayi devrimiyle bir
likte gündeme gelen emek sömürüsü ve işçi hakları, örgün eğitim kurumları, köleliğin kaldırılması gibi önemli tarihsel dönüşümler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Mina Urgan'a göre kavramsal olarak çelişki ve çatışmalarla dolu olan Victoria dönemini yine çelişki ve çatışmalarla dolu anahtar kelimeler aracılığıyla vermektedir ki bunları aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür: Çon dilleri Çon dilleri Tierra del Fuego ve Patagonya'da konuşulan dillerdir. İki tanesinin varolduğu bilinmektedir, 2003 yılında soyu tükenmiş olan Selk'nam ve Tehuelçe dili. Selk'nam insanları 20. yüzyıl boyunca Martin Gusinde ve Anne Chapman gibi antropologlar tarafından ayrıntılı olarak incelenmişlerdir, ancak dilleri korunmamıştır. Tehuelçe dili neredeyse ölü diller arasına girmek üzeredir. Tehuelçe insanları - Güney Patagonya'nın uzun göçebeleri - Galli yerleşimciler ile barış içinde ticaret yapmışlardır fakat Arjantinli yetkililer tarafından zulme uğramışlardır. 1900 yılında 5.000 olan konuşan sayısı, 2005 itibarıyla 20'ye inmiştir. Irksal olarak yeni gelenler tarafından sindirilmişlerdir ve Patagonya'da yerliler yerine daha çok yabancı kızılderililer bulunmaktadır. Kuzey Tehuelçeler Victoria zamanında Mapuçeler tarafından fethedilmişlerdir, ve onlar tarafından sindirilmişlerdir. Şili ve Arjantin'de 200.000 kadar Mapuçe yaşamını sürdürmektedir. Bazı Tehuelçeler Galce öğrenmiştir ve çocuklarını Galce öğrenmeleri ve eğitim almaları için Galli yerleşimcilerle bırakmışlardır; böylece bu insanlar hakkında fotoğraf kayıtları bulunabilmektedir. Miskitolar Miskitolar Orta Amerika'da yaşayan yerli Amerikalılardandır. Toprakları Miskito Sahili dahil Honduras Cameron Burnu'ndan, Nikaragua Rio Grande'e kadar yayılmaktadır. Yerli Miskito dili olmasına rağmen, Miskito Creole İngilizce, İspanyolca, Rama ve diğer diller konuşan büyük topluluklar bulunmaktadır. Creole İngilizce Britanyalılarla sık karşılaşmalar sayesinde ortaya çıkmıştır, çoğunluğu hıristiyandır. Şu anda şayet varsa çok az saf-kan Miskito vardır, yüzyıllar içinde kaçan köleler onlardan sığınacak biryer istemiş ve onlarla evlenmişlerdir. Bölgeleri çok erişilmezdi ve İspanyollar tarafından az etkilenmişlerdir. Geleneksel Miskito toplumu iyi tanımlanmış politik yapısı ile yüksek derecede yapısaldır. Bir kral vardır fakat tüm güçler onda değildir. Güç, o, vali, general ve 1750'lerden sonra amiral arasında paylaşılmaktadır. Krallar ile ilgili tarihsel bilgiler biraz anlaşılması zor durumdadır çünkü birçoğu yarı-mitsel durumdadır. İspanyol yerleşimciler Miskito topraklarına ilk olarak 1787 yılında gelmeye başlamıştır, fakat Miskitolar sayıları ve deneyimli askeri güçleri sayesinde bölgede hakim olmaya devam etmişlerdir. Miskitolar hiçbir zaman Nikaragua hükümeti tarafından kontrol edildiğini hissetmemiştir ve şu anda birçok Miskito kendini Nikaragualı olarak kabul etmez. Britanya'nın Orta Amerika'ya (özellikle Britanya Hondurası, şimdiki Belize) ekonomik ilgisinden dolayı, Miskitolar silah ve modern silahları elde edebilmiştir. Nikaragua kurulduktan sonra, birleşmiş Miskito-Zambo akıncıları Honduras'taki İspanyol yerleşimlerine saldırmışlardır, çoğu kez köle alınmış Miskitoları gemilerle Avrupa'ya getirilmeden önce kurtarmak için, fakat genellike diğer kızılderilileri Britanyalılara Jamaika'da satmaları için. Ayrıca diğer kabilelerin kadınlarını da köle yapmışlardır. Bu saldırılar Britanya ve İspanya arasındaki düşmanlık bitene kadar devam etmiştir. Uzun süre boyunca Miskitolar kendilerini bölgedeki diğer kabilelerden daha üstün görmüşlerdir, ve onları "vahşi" olarak adlandırmışlardır. Tarihçilere göre aslında Miskitolar Britanya kimliği için çabalamaktaydılar, Miskitolar arasında Avrupa giysileri popülerdi ve hatta Miskito krallarının İngiliz isimler vardı. Çokeşliliğe izin verilmesi ve baskınlardan gelen kadın kölelerin eklenmesi nedeniyle, Miskito nüfusu hızla artmıştır. Siyasi yapıları İspanyol hükmünden ve Orta Amerika Devletleri Federasyonu'ndan kendilerini korumalarını ve özgür olmalarını sağlamıştır. Ancak, 1894 yılında Nikaragua içinde sindirilmişlerdir. Miskito Ulusu 1625 yılından az zaman önce bir devlet haline gelmiştir. İlk kayıtlı kralı Oldman'dir, Miskitolardan isimsiz bir kralın oğludur. Britanyalılarla ilk buluşma Kral Oldman'in babasının hükümdarlığı zamanında olmuştur, ve Oldman'i Britanya'ya I. Charles ile görüşmesi için göndermişlerdir. Miskito Kralı ve Britanya arasında 1740'da Dostluk ve Birlik Antlaşması yapılmıştır, ardından 1749'da yerli yönetici atanmıştır. Miskito Ulusu üzerinde bir hamilik kurulmuştur. Miskito Krallığı Amerikan Özgürlük Savaşı boyunca İspanyol kolonilerine saldırarak hizmette bulunmuşlardır ve Britanyalılarla birlikte birkaç galibiyet almışlardır. Ancak 1783 barışının ardından, Britanya sahilin kontrolünden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Britanya'nın geri çekilmesi Haziran 1787'de sona ermiştir. Geri çekilmeye rağmen, Britanya krallık üzerinde gayriresmî hamiliğini devam ettirmiştir, sıklıkla Miskitoları İspanyol gasplarından korumak için çaba harcamışlardır. 19. yüzyılın ortalarından başlayarak, Britanya'nın bölgeye olan ilgilisi azalmaya başlamıştır. Devlet 1894 yılında, Nikaragua tarafından işgal edildikten sonra yok olmuştur. Aynı yıl Temmuz'da Britanyalılar tarafından tekrar kurulmuştur fakat Nikaragua tarafından Ağustos ayında tekrar ele geçirilmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Beşiktaş'ta, Sinan Paşa Camii karşısında bulunur.Türbeyi Mimar Sinan yapmıştır. Sekiz köşeli, tek kubbeli ve altüst pencerelidir. Sandukanın üstüne yukardan asılmış ve üzerinde Zülfikar resmi bulunan yeşil zemin ipekli kumaştan yapılmış bir sancak bulunmaktadır. Valensiyaca Valensiyaca İspanya'nın Valensiya bölgesinde konuşulan Katalanca'nın güney lehçesi olup; ("valencià") tarihsel, geleneksel ve resmî dile verilen isimdir, ayrıca İspanya'nın Katalonya bölgesinde ve Balearic Adaları'nda Katalanca ("català") olarak da bilinir; Andorra ülkesinde; Fransa'nın güney bölgesi Roussillon'da; ve İtalyan şehri Alghero'da da konuşulmaktadır. Valensiyaca ayrıca dilbilimciler tarafından Valensiya'nın güneyinde ve ortasında konuşulan Katalan dilinin en önemli lehçelerini tanımlamak için de kullanılır. 1982 yılında onaylanan "Valensiyaca'nın Eğitimi ve Kullanımı Kanunu'na" göre, Valensiyaca Valensiya bölgesinin dilidir ve vatandaşlarının onu bilmeye ve kullanmaya hakları vardır, hem yazı olarak hem konuşma olarak, özel veya halka açık alanlarda. Haziran 2005'te Generalitat Valenciana tarafından yapılan son ankete göre, Valensiya nüfusunun yaklaşık %94'ü anlamakta, %78'i konuşmakta ve okumakta ve yaklaşık %50'si ise yazabilmektedir. Gangkhar Puensum Gangkhar Puensum, Butan'da bulunan en yüksek dağdır. 7.570 metrelik yüksekliği ve 2.990 metrenin üzerindeki çıkıntısı ile dünyadaki en yüksek tırmanılmamış dağdır. Butan 1983'de dağcılığa açıldıktan sonra, 1985 ve 1986 yıllarında doruğa çıkmada başarısız olan dört deneme yapılmıştır. Ancak, 1998'de bir takım Tibet'den doğru dağın ek zirvesine başarıyla tırmanmıştır. Gangkhar Puensum, alternatif transliterasyon Gangkar Punsum veya Gankar Punzum,(3 dağ kardeş anlamına gelir), yüksekliği ilk defa 1922 yılında ölçülmüştür, fakat bölgenin haritaları tamamen doğru değildi ve dağ farklı yerlerde ve farklı yüksekliklerde gösteriliyordu. Yetersiz haritalamalar nedeniyle, ilk zirveya çıkmaya çalışan ekip dağın yerini bulamamıştır. 1986 Britanya keşif heyetinin kitabında dağın yüksekliği 24.770 fit (7.550 metre) olarak verilmektedir ve Gangkhar Puensum'un bütünüyle Butan'ın içinde hâlbuki yakındaki Kula Kangri'nin bütünüyle Tibet içinde yer aldığını belirtmiştir. 7.554 metrelik Kula Kangri, 30 km kuzeydoğusunda bulunan ayrı bir dağdır, bu dağa ilk defa 1986 yılında tırmanılmıştır. Tibet'te ve Butan'da olarak çeşitli şekillerde haritalanmıştır. 1994'den beri Butan'da dağların 6.000 metreden yüksek kısımlarına tırmanılması yerel ruhsal inançlara saygı nedeniyle yasaklanmıştır ve 2003'den beri dağcılık tamamen yasaklanmıştır. Gangkhar Puensum benzersiz durumunu bir süre daha koruyabilecektir: diğer yüksek tırmanılmamış zirveler ek zirveler durumundadır, ayrı dağlar değillerdir. 1998'de Japon keşif heyeti Çin Dağcılık Birliği'nden dağa tırmanmak için izin almışlardır fakat izin Butan ile olan siyasi bir neden ile geri alınmıştır. Onun yerine, 1999'da, takım Tibet'ten yola çıkarak 7.535 metrelik Liankang Kangri (ayrıca Kuzey Gangkhar Puensum olarak da bilinir) ek zirvesine başarıyla tırmanmıştır. Birçok haritanın aksine, keşif ekibinin raporu zirvenin Tibet'de ve Tibet-Butan sınırının Gangkhar Puensum zirvesinin üzerinden, 7.570 metre ile "Butan'daki en yüksek zirve" olarak, geçtiğini göstermektedir. Bu yükseklik Japon ve Çinli kaynaklar tarafından doğrulanmaktadır. Butan'da henüz incelenmemiştir. Ölmüşlerin Ormanı Ölmüşlerin Ormanı (İspanyolca Bosque de los Ausentes) İspanya Madrid'de El Retiro parkında bulunan anıt eserdir. 2004 Madrid tren bombalamalarında ölen 191 kurbanın ve 3 Nisan 2004'de yedi intihar bombacısının kendilerini patlatmaları üzerine ölen özel kuvvetler ajanının anısına dikilmiştir. Anıt 191 zeytin veya selvi ağacından oluşur. Her ölen kişi için bir tane ağaç dikilmiştir. Anıtı çevreleyen kanallarda yaşam sembolü olarak düşünülen su akmaktadır. Trajedinin yaşandığı yerlerden biri olan Atocha tren istasyonu yakınındaki erişimi kolay bir tepenin üzerindedir. 11 Mart 2005'te gerçekleşen açılış törenine I. Juan Carlos ve Kraliçe Sofia başkanlık etmişler ve anıta, üzerinde ""Terörizmin tüm kurbanlarının hatırasına"" mesajı bulunan bir çiçek koymuşlardır. Törene, Asturias'dan Prens Felipe ve Prenses Letizia, İspanya Hükümeti Başkanı José Luis Rodríguez Zapatero, tüm siyasi partilerin temsilcileri, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Fas Kralı VI. Mohammed, Afganistan Başkanı Hamid Karzai, Senegal Başkanı Abdoulaye Wade, Moritanya Başkanı Maaouya Ould Sid'Ahmed Taya, Portekiz Başkanı Jorge Sampaio, Lüksemburg Grandükü Henri, Avrupa Bir
liği dış politika temsilcisi Javier Solana, Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell ve saldırılarda vatandaşlarından hayatını kaybeden on altı ülkenin büyükelçileri katılmıştır. Kurbanların yakınlarının isteği üzerine açılış boyunca herhangi bir konuşma yapılmamış fakat 17 yaşındaki bir viyolonselist Pau Casals'ın ""El Cant dels Ocells"" (Katalanca ""Kuşların Nağmesi"") eserini çalmıştır. Orhaniye Kışlası Camii Orhaniye Kışlası Camii, İstanbul'da bulunan Osmanlı yapısı bir camidir. Yıldız Sarayı'nın arkasındadır. II. Abdülhamid tarafından 1884'te kışlanın ortasında tek kubbeli ve minaresi önde olarak yaptırılmıştı. Camiinin üzerinde yazılan kitabede yapının 1303/1887'de II. Abdülhamid tarafından atası Orhan Gazi'ye ithafen yaptırıldığı yazılıdır. Yıldız Sarayı Yıldız Sarayı, ilk kez Sultan III. Selim'in (1789-1807) annesi Mihrişah Sultan için yaptırılmış, özellikle Osmanlı padişahı II. Abdülhamit (1876-1909) süresinde Osmanlı Devletinin ana sarayı olarak kullanılmış olan saray. Günümüzde Beşiktaş İlçesi’nde yer alır. Dolmabahçe Sarayı gibi tek bir yapı halinde değil, Marmara denizi sahilinden başlayarak kuzeybatıya doğru yükselip sırt çizgisine kadar tüm yamacı kaplayan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür. Bu bölge Kanuni döneminden (1520-1566) başlayarak padişahlar için bir avlanma yeri olmuştur. Saray arazisi ile ne oranda örtüştüğü kesin olarak bilinmese de "Civan Kapucıbaşı Bahçesi", "Kazancıoğlu Bahçesi" adını taşıyan bahçe ve koruluklar büyük olasılıkla Yıldız Sarayı arazisini de içermekteydi. Bu bahçeler I. Ahmed döneminde (1603-1617) padişah bahçeleri arasına katıldı. Bundan sonra bölgeye değişik zamanlarda, gereksinim oldukça birçok yapı eklenmiştir. Devrinin en özenle yapılmış yapıları arasında sayılabilecek olan bu yerler, burayı yapı bakımından bir yaşam alanı haline getirmiştir. II. Abdülhamit'in 1876'da iki devrime sahne olan Dolmabahçe Sarayı'nı duygusal nedenlerle terkederek daha korunaklı olan Yıldız'a çekildiği anlatılır. Bu dönemde Yıldız siyasi yönetimin ana odağı haline gelmiş, hükümet biriminin bulunduğu ve Tanzimat döneminde siyasi yaşamın asıl eksenini oluşturan Bab-ı Ali'yi gölgede bırakmıştır. 1882'de Mithat Paşa ve Mahmud Celaleddin Paşa'nın idamını buyruk eden saray mahkemesi Yıldız Sarayında gerçekleşmiş ve bu nedenle Yıldız Mahkemesi adını kazanmıştır. Bu tarihten sonra Yıldız Sarayı, II. Abdülhamit'in yönetimine istinaden bir korku ve dalavere merkezi olarak ünlenmiş, ve bir dönem "yıldız" sözcüğünün Osmanlı basınında kullanımı, siyasi çağrışımları olabileceği gerekçesiyle, II. Abdülhamit'in sansür idaresi tarafından engellenmiştir. Sultan Abdülhamit'in 1909 yılında 31 Mart Vakası'ndan sonra tahttan indirilmesi üzerine saray bir halk kalabalığı tarafından yağmalanmış ve kısmen yakılmıştır. Bu yağmalama eylemi sırasında, Abdülhamit'e bildiri vermiş veya polis ajanı olarak çalışmış olan kişilerin kendilerine ait belgeleri arayarak yok etmeye çalıştıkları anlatılır. II. Abdülhamid Yıldız Camii'ni 1885-1886 yılları arasında yaptırılmıştır. Gerek kitlesi ve plan şeması, gerekse dekorasyonu ile son dönem Osmanlı mimarisinin en tipik örneklerindendir. Yıldız Camii Beşiktaş, Barbaros Bulvarı'nın kuzey kesiminde, Yıldız Sarayı yolu üzerinde yer alır. Asıl adı Hamidiye olmasına karşılık daha çok Yıldız Camii olarak bilinmektedir. Saray karmaşık bir yapıya sahip olup yönetim yapıları Büyük Mabeyn, Şale Köşkü, Malta Köşkü, Çadır Köşkü, Yıldız Tiyatro ve Opera Evi, Yıldız Saray Müzesi ve İmparatorluk Porselen Üretimevi'ni kapsıyordu. Yıldız saray Bahçesi ayrıca İstanbul'da herkesçe tanınan bir dinlenme yeriydi. Bir köprü Yıldız Sarayı ile Çırağan Sarayı' nı Boğaz üzerinde bu bahçeye bağlıyordu. Yıldız Camii avlusunun güneybatı köşesinde bulunur. 1890 yılında yaptırılmıştır. Oryantalist ve neogotik karması olan bir tasarımı vardır. Köşeleri kırık bir kare plan üzerinde yükselen, üç katlı kuledir. Sivri ve dilimli bir kubbe ile örtülüdür. Örtü kısmında yine dilimli kemerli çatı pencereleri bulunur. 1895 yılında açılan üretimevi üst sınıfın Avrupa biçimi seramik gereksinimini karşılamak için üretim yapıyordu. Kaseler,vazolar ve tabaklar üretildi.Bunlar sıklıkla Boğaz manzarasını resmediyordu. Yapı Orta Çağ şatolarını andıran bir görünüme sahipti. Tehuelçe Tehuelçeler Patagonya'nın yerli kabilelerinin ortak adıdır. Ayrıca Patagonyalılar olarak da anlandırılırlar. Erken Avrupalı kaşiflerin hikâyelerinde adı geçen Güney Amerika'nın dev sakinleri Patagonlar'ın Tehuelçeler oldukları düşünülmektedir. Tehuelçeler Çon dillerinden Tehuelche dilini konuşmaktadırlar. Şairler Sofası Beşiktaş Vişnezade Parkı'nın bir bölümü "Şairler Sofası" adıyla düzenlenmiştir. Mimarî tasarımı Erhan İşözen'e ait olan bu çalışmada, 19. ve 20. yüzyıllarda Beşiktaş ve çevresinde yaşayan şairlerin heykellerine yer verilmiştir. Söz konusu şairler şunlardır: Bu şairlere ait heykellerler, Gürdal Duyar, Yunus Tonkuş ve Namık Denizhan tarafından yapılmıştır. Barbaros Anıtı Barbaros Anıtı, Beşiktaş'ta ünlü Osmanlı amirali Barbaros Hayreddin Paşa'nın hatırasına 1944 yılında dikilen bronz dökümden yapılmış anıttır. Cumhuriyet dönemi meydan anıtları arasında, en büyüklerinden biridir. Beşiktaş'ın sembolü halindeki anıtın önünde her yıl "Denizcilik Bayramı" ve "Deniz Kuvvetleri Günü" kutlamaları gerçekleşir. Cezayir Caddesi'nde ve Barbaros Türbesi’nin hemen arkasında yer alır. Meydanın düzenlenmesi ve heykelin yerinin saptanması, şehircilik uzmanı Henri Prost tarafından yapılmıştır. 1941-1943 arasında hazırlanmış, 1944’te yerine dikilmiştir. Heykeli Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara yapmıştır; bronz işleri Yusuf Akpınar ve Ali Haydar Seymen’e aittir. Anıtın tümü 11,50 metredir. Bronz dökülen kısmı 6 ton 900 kilodur. Kaide, heykel ve sütun olmak üzere üç bölümden meydana gelir. On metre yüksekliğinde kademeli kaide, birkaç basamaklı mermer bir platform üzerindedir. Kaidenin sol yanında Barbaros'un I. Süleyman'a takdimi, sağ yanında ise Preveze Deniz Zaferi kabartma olarak işlenmiştir. Kaidenin ön kısmı gemi pruvası ve güvertesini simgeleyecek biçimde iki buçuk metre yüksekliğinde bir platform şeklindedir. Kaidenin üzerinde üç bronz figür yer alır. Barbaros, normal bir insan boyundan 1/3 daha büyük ölçüde iki leventin ortasında yer almaktadır. Anıtın üzerindeki tiplerin giysileri Nigâri'nin minyatüründen esinlenilerek yapılmıştır. Barbaros’un hemen arkasındaki levent, o yıllarda yeni yeni kullanılmaya başlanan bir tabanca ile sol elinde bir sancak tutmaktadır. Soldaki levendin elinde ise bir kılıç vardır. Bunlar ayakları açık savaşa hazır durumda yapılmışlardır. Tiplemelerde yabancı ressamların çizgilerinden de esinlenildiği sanılmaktadır. Figürlerin arkalarında sivri bir köşe ile sonuçlanan soyut bir kütle bulunmaktadır. Üzerinde Yahya Kemal'in “"Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı"” şiirinden alınmış dizeler yer alır. Dizelerin üzerinde de bir dal motifi ile 1944 tarihi bulunur. Feriye Sarayı Feriye Sarayı ya da Feriye Sarayları İstanbul Boğazı kıyılarında günümüzdeki Beşiktaş semtiyle Ortaköy semti arasında Çırağan Caddesi boyunca uzanan Osmanlı saraylarının eski adıdır. Saraylar günümüzde çeşitli kurumlar tarafından eğitim amacıyla kullanılmaktadır. İstanbul Boğazı kıyılarında Osmanlı Hanedanı için yaptırılan ilk saray 1856 yılında kullanılıma açılan Dolmabahçe Sarayı idi. Daha sonra 1872 yılında Çırağan Sarayı yaptırıldı. Ancak bu iki saray da Osmanlı ailesine yetmeyince Çırağan Sarayı'yla Ortaköy Camii arasındaki kıyı şeridinde ek binalar yaptırıldı. Balyan Ailesine üye mimarlar tarafından yapılan bu binalara "ikincil binalar" ya da "yan binalar" anlamında Feriye Sarayları adı verildi. Deniz tarafında üç ana bina, bir cariyeler koğuşu ve iki katlı küçük bir binadan oluşan yapılar topluluğunun arkasında, yol tarafında ek binalar yer almaktadır. Bu saraylarda padişahın uygun gördüğü hanedan mensupları ile kışlık dairesi bulunmayan kişiler otururdu. Saraylar yaklaşık 3,000,000 m büyüklüğündedir. 30 Mayıs 1876 Darbesi ile tahttan indirilen Abdülaziz 4 gün Topkapı Sarayı'nda kaldıktan sonra, kaldığı yerden hoşnut kalmadığı için Feriye Sarayına nakledildi. Ancak Feriye Sarayına yerleştikten kısa bir süre sonra kendi yaptırmış olduğu bu sarayda 4 Haziran 1876 günü bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu. 3 Mart 1924 tarihinde Halifeliğin kaldırılmasına kadar Osmanlı hanedanının çeşitli üyeleri bu saraylarda yaşadı. Hanedan üyelerinin yurtdışı edilmeleri üzerine bir süre boş kalan sarayların eğitim kurumları tarafında kullanılmasına karar verildi. 1927 yılında binaların bir bölümüne Yüksek Denizcilik Okulu yerleşti. Kabataş Erkek Lisesi de 1928-1929 öğretim yılında Feriye Saraylarının diğer bir bölümüne taşındı. 1967 yılında Galatasaray Lisesi'ne kız öğrenci alınınca Feriye Saraylarının bir kısmı lisenin kız bölümü olarak kullanıldı. Binaların Ortaköy Camii'nin yakınındaki diğer bir bölümü ise bakımsızlıktan uzun yıllar boş kaldı. Günümüzde Kabataş Erkek Lisesi halen 1928 yılından beri kullandığı binalarda öğretime devam etmektedir. Galatasaray Lisesi'nin kız bölümü olarak kullanılan binalar 1992 yılından bu yana Galatasaray Üniversitesi'nin ilk kısmı olarak kullanılmaktadır. 1981 yılında Yüksek Denizcilik Okulu'nun Tuzla'ya taşınarak İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Denizcilik Fakültesi haline gelmesi üzerine boşaltılan binalarda 1982 yılından itibaren Ziya Kalkavan Anadolu Deniz Meslek Lisesi hizmet vermeğe başladı. Sarayların bakımsız bir halde uzun yıllar boş kalan diğer bir kısmı ise 1995 yılında Kabataş Eğitim Vakfı tarafından restore edildikten sonra Feriye Lokantası olarak hizmete açıldı. 22 Ocak 2013'te çıkan yangın sonucu çatısında çökme meydana gelen bina kullanılamaz hale geldi. Çok sayıda tarihi eser ve kitabın kül olduğu yangından sonra binanın restore edilmesine henüz başlanmadı. Ihlamur Kasrı Ihlamur Kasrı Beşiktaş ve Nişantaşı arasındaki vadide yer alan Ihlamur Mesiresi'ndeki kasırdır. Buraya Ab
dülmecit tarafından Nigoğos Balyan'a “Merasim Köşkü” ile “Maiyet Köşkü” olarak adlandırılan iki kasır yaptırılmıştır. Bunlardan Merasim Köşkü, asıl Ihlamur Kasrı'dır. Yüksek bir subasman üzerine tek kattan oluşan dikdörtgen planlı köşk, kesme taştan inşa edilmiştir. Merasim Köşkü'nün biraz ilerisinde bulunan Maiyet Köşkü daha sade bir yapıdır, iki katı olan bu yapıda, giriş cephesinde iki kollu bir merdiven bulunmaktadır. Girişin ortasında bir hol ve merdivenler ile köşelerde 4 adet oda yer almaktadır. Bugün, çevresinin gürültü ve karmaşasından kendini yüksek duvarlarla koruyan Ihlamur Kasrı çok eskilerden bu yana Ihlamur Mesiresi adıyla anılan bir dinlenme alanının içinde kurulmuş iki yapıdan oluşur. Havuzlu Ihlamur Mahalli, Muhabbet Bahçesi ve Hacı Hüseyin Bağı adlı üç bölümden meydana gelen bu dinlenme alanının, Sultan III. Ahmet döneminde (1703-1730) bir "hasbahçe"ye dönüştürüldüğü, I. Abdülhamit (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerindeki düzenlemelerden sonra XIX.'ncu yüzyılın ilk yarısında Sultan Abdülmecit'in de ilgisini çektiği bilinmektedir. Sultan burada bulunan sade bir bağ evine sık sık gelerek dinlenir, bazı konuklarını, bu arada ünlü Fransız şairi Lamartine'i burada kabul ederek görüşürdü. Daha sonra da bu sade ve küçük kasrın yerine 1849-1855 yılları arasında, bugün bulunanları yaptırdı. Yapılardan biri Merasim Köşkü (törenler için düşünülmüş ve kullanılmıştır.) öbürüyse Maiyet Köşkü (Sultanın maiyeti, kimi zaman da haremi için kullanılmıştır) adlarıyla anılmış, ikisine birden de Ihlamur Kasrı (ya da kasırları) adı verilmiştir. Maiyet Kasrı olarak tanınan, diğerine göre daha küçük boyutdaki yapıysa, dış süsleme açısından daha yalın olmakla birlikte benzer anlayıştadır. Bu yapının iç süslemeleri de oldukça yalın biçimde ele alınmıştır. Sultan Abdülmecit'in genç yaşta ölümünden sonra, Sultan Abdülaziz, ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla olmamakla birlikte ilgi gösterir, meraklı olduğu horoz ve koç döğüşleriyle, güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırırdı. Sonraları V. Mehmet Reşat, sık sık buraya gelip dinlenmiş, onun zamanında İstanbul'u ziyaret eden konuklardan Bulgar ve Sırp Kralları 1910'da burada ağırlanmıştır. Ihlamuraltı Mesiresi Ihlamuraltı Mesiresi, Beşiktaş'ta bulunan bir mesire yeriydi. Batısında Teşvikiye-Nişantaşı sırtları, doğuda Balmumcu-Yıldız sırtları, kuzeyde Gayrettepe-Mecidiyeköy yamaçları arasında kalan vadidir. Günümüzde, Ihlamur Kasrı ve içinde bulunduğu bahçe hariç dört bir yanı blok apartmanlar ve sitelerle dolmuş olan bu vadinin kuzey kesimine, buradaki çiçek bahçelerinden dolayı eskiden “Fulya Deresi” adı verilirdi. Bugün derelerden, çeşmelerden, yeşilliklerden ve çiçek bahçelerinden eser kalmamış olan bu alanda, beton bloklardan oluşan siteler bulunmakta, semt ise, eski adıyla "Fulya" diye anılmaktadır. Dolmabahçe, Beşiktaş Dolmabahçe, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde yer alan bir semttir. İstanbul'un geçmişi ile şimdiki zamanını kucaklaştıran ünlü semtlerden biridir. Fatih donanmaları ilk kez burada karaya ayak basmıştır. İstanbul'un Fethi sırasında gemiler buradan yürütülmeye başlamıştır. Dolmabahçe semti, bir söylentiye göre, I. Ahmet diğer bir söylentiye göre de II. Osman zamanında körfez doldurularak denizden kazanılan toprak parçasıdır. Daha sonra buraya Dolmabahçe Sarayı inşa edilmiştir. Yahya Efendi Türbesi I. Süleyman devrinin ünlü mutasavvıf, âlim ve şairi Yahya Efendi'ye ait türbe, ilk inşası Mimar Sinan tarafından yapılan tekke-tevhithane-medreseden oluşan külliyenin içindedir. Kare plan üzerine tek kubbeli bir ahşap yapıdır. Birçok tarikat ehli, devlet ricali, ulema, hanedan ve saray mensubu şahıs 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren türbenin haziresine gömülmüş ve türbenin çevresi, 19. yüzyılın ikinci yarısında önce Osmanlı üst tabakasının mezarlığına, daha sonra da padişahın aile mezarlığına dönüşmüştür. Özellikle II. Abdülhamid'in maiyeti ve Adile Sultan'ın maiyeti buraya defnedilmiştir. 4 Mayıs 1571’de hayatını kaybeden Yahya Efendi’nin dergahının bulunduğu yere defnedilmesinden bir süre sonra, Yahya Efendi'ye büyük sevgi ve saygısı olan II. Selim'in emri ile kabrinin üzerine türbe; ayrıca dervişler için hücreler ve türbedar için de küçük bir hücre inşa edildi. Türbe; II. Mahmud, Pertevniyal Valide Sultan, II. Abdülhamid tarafından onarıldı. Bugünkü şeklini Pertevniyal Valide Sultan tarafından yaptırılan onarım sırasında aldı. Türbe son olarak 2011-2013 arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. 1903'te tekkenin kapısına tekke mensubu Hacı Mahmut Efendi tarafından tek katlı, dörrgen planlı bir kütüphane inşa ettirildi ve yokuş üzerindeki çeşmeyi yenilendi. Aynı dönemde hazirenin kuzey kesiminde ""Şehzadeler Türbesi"" olarak adlandırılan bina inşa edildi. Kadın-erkek birçok hanedan üyesi bu binaya defnedilmiştir. Devrine uygun kalem işleri ile bezeli türbede Yahya Efendi'den başka 11 kişiye ait sanduka vardır. Yahya Efendi'nin ölümünden kısa bir süre sonra türbenin ve tekenin etrafı ona komşu olmak isteyen sevenlerinin mezarları ile dolmuştur. Türbe girişinde ve dışarısında Şeyh Yahya Efendi’nin torunlarına, saray ve hanedan mensuplarına, devrin önde gelen kişilerine, türbedarlara ve müritlere ait mezarlar bulunmaktadır. Kabristanda numaralanmış olarak bulunan taş sayısı 2141'dir. Birtakım şehzadeler, kadın efendiler, ikballer ve sultanlar tekkenin hemen yanına 19. yüzyılın sonlarında Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılan ayrı bir türbede yatarlar. Günümüzde türbe "İstanbul Türbeler Müze Müdürlüğü"'nün yönetimindedir; ziyarete açıktır. Akaretler Akaretler, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde yer alır. Semt ismini Akaretler sıra ev grubundan alır. Beşiktaş ve Maçka arasındaki Akaretler sıra ev grubu, Şair Nedim ve Süleyman Seba Caddelerinin çatalağzı biçiminde birleştikleri bölgede ve eğimli arazide kurulmuştur. Akaretler Sıra Evleri olarak adlandırılan konut tipinin İstanbul'daki en önemli örneğidir. Yapımına Ocak 1875'te irade-i hümayunla başlanan evlerin mimarı Sarkis Balyan'dır. Bu evler kira konutu olarak tasarlanmış ve bunlardan elde edilecek gelirle Aziziye Camii'nin yapılması planlanmıştır. Akaretler, 133 konut birimini ihtiva eder. 1992'de Apart-otele dönüştürülmesine karar verilen evlerin restorasyon çalışmaları devam etmektedir. Wild Bill Hickok James (Will) Butler Hickok (27 Mayıs 1837 – 2 Ağustos 1876), Vahşi Batı'nın efsanevi nişancı, kovboy ve iz sürücüsü. Nişancılıktaki üstün yeteneği efsane haline gelmesini sağladı. Amerikan İç Savaşı sırasında polise yardımcı olmasıyla polis şefi yardımcılığına atandı sonraki yıllarda ordu için iz sürücülük yaptı. 1876'da dul bir sanatçıyla evlendi. Vahşi Bill Hickok 2 Ağustos 1876'da Nuttal & Mann's Saloon'da Poker oynarken arkasından sinsice yaklaşan Jack McCall tarafından başından vurularak öldürülmüştür. Levent Camii Levent Camii ya da Afet Yolal Camii İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde yer alan Levent Semtinde Levent Caddesi üzerinde, Levent Mektep Sokağı ile Sümbül Sokağı’nın kesiştiği noktada yer alan yeni tarihli bir camidir. İbrahim Yolal tarafından genç yaşta kaybettiği kızı Afet Yolal adına yaptırılmıştır. 1945’te Mimar Vasfi Egeli tarafından projesi çizilip yapımına başlanan cami 1954’te ibadete açılmıştır. Alaçatı Alaçatı aşağıdaki anlamlara gelebilir: Molekül Molekül, birbirine bağlı gruplar halindeki atomların oluşturduğu kimyasal bileşiklerin en küçük temel yapısına verilen addır. Diğer bir ifadeyle bir molekül bir bileşiği oluşturan atomların eşit oranlarda bulunduğu en küçük birimdir. Moleküller yapılarında birden fazla atom içerirler. Bir molekül aynı iki atomun bağlanması sonucu ya da farklı sayılarda farklı atomların bağlanması sonucu da oluşabilirler. Bir su molekülü 3 atomdan oluşur; iki hidrojen ve bir oksijen. Bir hidrojen peroksit molekülü iki hidrojen ve 2 oksijen atomundan oluşur. Diğer taraftan bir kan proteini olan gamma globulin 1996 sayıda atomdan oluşmakla birlikte sadece 4 çeşit farklı atom içerir; hidrojen, karbon, oksijen ve nitrojen. Molekülleri oluşturan kimyasal bağlara Moleküler bağlar denir. Bunlar kovalent, iyonik ve metalik bağlardır. Bir molekülün atomları arasında oluşan bağlardır. Moleküller arası bağlardan daha kuvvetlidirler. Bir su molekülünün atomlarını bir arada tutan bağ moleküler bağlara örnektir. Öte yandan su moleküllerini buz halindeyken bir arada tutan bağlar ise moleküller arası bağlara örnektir. Moleküler bağlar kovalent, iyonik ve metalik bağlardır. İki veya daha fazla atomun elektron paylaşımı sonucu oluşan bağ moleküler bağdır. Bağı oluşturan her bir atom elektron çiftine bir elektron sağlar. Bu bağ eğer iki aynı atomdan oluşmuş ise, oluşturulan bağa apolar kovalent bağ denir. Elektron çifti her iki atoma da eşit uzaklıktadır. Öte yandan bağ eğer iki farklı atom tarafından oluşturulmuş ise oluşturulan bağ polar kovalent bağ olarak adlandırılır. Bu durumda elektronegatifliği daha yüksek olan atomun elektron yoğunluğu negatifliği az olan atoma göre artar. İyonik Bağ, bir ya da daha fazla elektronun bir atomdan ayrılıp başka bir atoma bağlanması süreci sonrasında positif ve negatif iyonların oluşması neticesinde oluşan bağdır. Sodyum ve Klor atomlarından oluşan NaCl'ü oluşturan bağ iyonik bağa tipik bir örnektir. Metal atomlarını bir arada tutan bağdır. Metal atomların çekirdeğiyle valans elektronları arasındaki etkileşimin kuvveti oldukça zayıftır. Dolayısıyla atomun bu valans elektronlar serbestçe hareket edebilmektedirler. Band teorisine göre metal atomlarını etrafı valans elektronlarının oluşturduğu "serbest elektron deniziyle çevrilidir". Bu serbest elektronların paylaşımı sonucu metalik bağ oluşur. Theodor Herzl Theodor Herzl (2 Mayıs 1860 – 3 Temmuz 1904), politik siyonizmin kurucusu, gazeteci. Tevrat'ta anlatıldığı gibi "vadedilmiş topraklar" Kudüs'te bir İsrail Devleti kurmak için çabalamıştır. Kuruluşundan çok önce öldüğü halde, 1948'de kurulan İsrail Devleti'nin babası sayılır. Herzl, yanlışlık eseri ilk büyük Siyonist eylemci ola
rak tanımlanırken, Yehuda Bibas, Zvi Hirsch Kalischer ve Judah Alkalai gibi bilim adamları, siyonist fikirleri kendisinden önce teşvik etmiştir. Budapeşteli orta sınıf bir ailenin ferdidir. Viyana Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Avukat sıfatını taşısa da mesleğinin yerine yazarlık yaptı, çeşitli oyunlar yazdı. O zamanlar İsrail devleti olmadığından bir Yahudi devletinin kurulmasını tasarladı. Siyonizm üstüne kapsamlı çalışmalar yaptı. Fransa'da ortaya çıkan Dreyfus Olayı sonrası artan Yahudi karşıtlığı hem onun yaşamına hem de siyonizm fikrinin seyrine yön verdi. Yahudilerin tüm dünyada ezildiği ve acı çektiği düşüncesinden hareketle 1896 yılında Der Judenstaat () adlı kitabını yayınladı. 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı'nın kurulmasını ve kurulduğu İsviçre'nin Basel kentinde teşkilatın ilk kongresinin yapılmasını sağlamıştır. Kongrede "Ben bugün burada Yahudi Devleti'ni kurdum, ancak bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde ya da elli sene sonra bunu herkes böyle bilecektir." demiştir. Ayrıca kongrede kurulması planlanan Yahudi Devleti'nin sınırlarını da belirtmiştir. Kongre sonunda Herzl "Dünya Siyonist Teşkilatı"nın başkanı seçilmiştir. Teşkilatın amacına uygun olarak Yahudilerce kutsal sayılan Siyon tepesinin bulunduğu Filistin topraklarında Yahudi Devleti kurmak için ile İngilizlerle bağlantıya geçmiş, Filistin toprakları o dönem Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında olduğu için, Osmanlı ile iyi ilişkileri olması hasebiyle Alman İmparatoru II. Wilhelm ile ilişkiye geçmiş bunda başarılı olamamıştır. Yahudilerin Filistin'e yerleşmesi için çabalayan Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl'e bir Mecidiye nişanı verildi. Görüşmelerinden sonra konu hakkında Daily Mail gazetesine konuşan Herzl görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulamış ve Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dost ve seveni olmadığını ifade etmişti. II. Abdülhamid belirli bir yerde toplu halde olmamak koşuluyla Yahudilerin Osmanlı ülkesine gelmelerine izin vermiş ancak Filistin'e yerleşim konusunda bir adım atmamıştır. Herzl'in asıl isteği ise Yahudilerin Filistin'e yerleşmesini sağlamak idi. Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid Yahudilere dağınık bir şekilde Mezopotamya'ya yerleşmelerini önerdiyse de bu öneri Herzl'i tatmin etmemekteydi. Zira Herzl ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevrelerini de istemekteydi. Konu hakkında Osmanlı Arşivleri'nde bulunan belgeler de II. Abdülhamid'in Hezl'i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya'yı önerdiğini göstermektedir. Bunun üzerine İngiltere ile yeniden ilişki kurarak sorunun çözüleceği fikrinden hareketle İngiliz Sömürgeler Bakanı Chamberlein ile görüşür. Bu görüşmeden de istediği sonucu alamayan Herzl kısa bir süre sonra Londra'ya davet edilir. Bu görüşmede "Yahudi yurdu" olarak kendisine Uganda teklif edilir, ancak teşkilat kongrede bunu reddeder. Herzl İstanbul'a "vadedilmiş topraklar" Filistin ve Kudüs için birkez daha gelir ancak talebi Sultan Abdülhamit tarafından yine reddedilir. Filistin topraklarının "vadedilmiş topraklar" olması Herzl'in gözünü buraya çevirmesinin nedenidir. Herzl, Uganda planının reddini göremeyecek kadar yaşamadı. 3 Temmuz 1904 günü, Avusturya'nın Aşağı Avusturya'daki Reichenau an der Rax kasabasındaki Edlach'ta, yılın başında kalp rahatsızlığı teşhisi konan Theodor Herzl, kardiyak skleroz nedeniyle hayatını kaybetti. Ölümünden bir gün önce Peder William H. Hechler'a şöyle dedi: "Filistin'i benim için selamla, halkım için kalbimin kanını verdim". Herzl'in cenaze törenini takiben yaklaşık altı bin kişi cenaze törenine katıldı ve tören uzun sürdü ve kaotikti. Herzl'den hiçbir konuşmanın yapılmasını istemese de David Wolffsohn tarafından kendisine kısa bir övgüyle bahsedildi. Hans Herzl, on üç kaddiş okudu. 1949'da kalıntıları Viyana'dan taşındı ve Kudüs'teki Herzl Tepesine götürüldü. TRT 1'de 24 Şubat 2017 günü yayınlanmaya başlayan Payitaht "Abdülhamid" adlı dizide Saygın Soysal tarafından canlandırılmaktadır. Hıçkırık Hıçkırık, göğüs boşluğu ile karın boşluğunu birbirinden ayıran diyafram kasının birden kasılması sonucunda ses telleri arasındaki açıklığın istem dışı kapanması ile gerçekleşen ani soluk alımı ve bu sırada bir sesin dışarı çıkmasıdır. Frenik sinirin uyarılması ile geliştiği bilinmektedir. Hıçkırık; solunum kasları ve özellikle diyaframdan ortaya çıkar. Tıp dilinde "singultus" denir. Nedenleri çeşitlidir. Basit hıçkırıklar; çoğunlukla mide gazı, sıcak ve baharatlı yemekler ya da sinir bozukluğundan kaynaklanır. Ayrıca; bazı kalp, karaciğer, bağırsak ve pankreas hastalıkları, zatülcenp veya zatürrede de görülebilir. 2 saatten fazla süren hıçkırıklarda, doktora başvurmak gerekir. Hıçkırık, sık görülen ve kendiliğinden sonlanan bir rahatsızlıktır. Nadiren 2 günden fazla bazen de 1 aydan fazla (inatçı hıçkırık) sürebilir. İnatçı hıçkırık erişkin erkeklerde kadınlara göre daha sıktır. Kadınlarda hıçkırığın sebebinin yüzde 93'ü psikolojik kökenli iken bu oran erkeklerde yüzde 7 kadardır. Özellikle 2 günden fazla süren sürekli ve 1 aydan fazla süren inatçı hıçkırık altta yatan enfeksiyondan kansere kadar uzanan bir dizi hastalığın ilk belirtisi olabilir. Ayrıca bazen bir hıçkırık atağı bir kalp krizinin tek belirtisi de olabilir. Kısa süreli hıçkırık atakları genellikle yemek, gastrik distansiyon (midenin gazla şişmesi), alkol ve stres ile daha sık ilişkilidir. İnatçı hıçkırığa sebep olacak 100'den fazla sebep bildirilmiştir. Ayrıca; çeşitli ilaçlar (steroidler, benzodiazepinler), glokom (göz tansiyonu), kulakta yabancı cisim, kıl, farenjit, guatr, zatürre, perikardit (kalp zarı iltihabı), kalp krizi, astım, tümörler gibi pek çok etken vagal siniri uyararak hıçkırık sebebi olabilir. Şeytan ayetleri Şeytan ayetleri, İslam peygamberi Muhammed tarafından önce vahiy olarak açıklanıp, sonradan Şeytan tarafından söyletildiği gerekçesiyle geri çekildiği (Kur'an'dan çıkarıldığı) iddia edilen birkaç Kur'an ayeti. Bu ayetlerle ilgili rivayetler El-Waqidi, İbn Sa'd, Ebu Cafer Taberi ve İbni İshak'ın eserlerinde yer almıştır. Şeytan ayetleri ilk kez İskoç tarihçi William Muir tarafından 1858 yılında kullanılmış bir kavramdır. Olayı nakleden pek çok farklı kaynak vardır. Bu kaynaklar olayı bazı detay farklılıkları ile naklederler. Bütün bu farklı rivayetler en sonda tek bir ortak ravi olan Muhammad ibn Ka'b'a dayanır. Özetle Muhammed'in Mekke'de akraba ve komşularını Müslüman yapmak için çaba harcadığını ve onlara Necm Suresinden ayetler okurken şeytanın araya girip 19 ve 20. ayetlerden sonra kendisine şunları söylettiği rivayet edilir: 19 Lât ve Uzza'ya 20 ve diğer üçüncüsü Menat'a ne dersiniz? 21 bunlar şefaatleri umulan yüce turnalardır. Lât, Uzza ve Menat Mekkelilerin taptıkları putlar idi. Şeytan tarafından eklendiği söylenen "bunlar şefaatleri umulan yüce turnalardır." ayetinde geçen "turna" kelimesi Arapça "gharāniq" diye geçer ve bu "put, varlık" şeklinde de tercüme edilir. Bu olay Muhammed'in sözü edilen pagan tanrılarının gerçekten var olduğunu kabul ettiği şeklinde algılandı. Muhammed'in tanrılarını övdüğünü duyan Mekkeliler bunu sevinçle karşıladı ve sureyi sonuna kadar Muhammed'le birlikte okudu. Bu olay üzerine Mekkelilerin Müslüman olduğu haberlerinin yayıldığı ve o zamana kadar Habeşistan'a göç etmiş olan Müslümanların Mekkeye geri döndükleri ifade edilir. İslam geleneğine göre bu olaydan sonra Cebrail, Muhammed'i konu hakkında bilgilendirmek için Hacc Suresi 52. ayeti indirir: "Senden önce hiçbir resûl ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Muhammed fitneyi önlemek için sözlerini geri alır ve ayetler şu şekilde düzeltilir: 19 Lât ve Uzza'ya 20 ve diğer üçüncüsü Menat'a ne dersiniz? 21 erkek size de, dişi O'na mı? 22 öyle ise bu çok insafsızca bir paylaştırmadır. 23 onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler)yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir. Garanik olayı bazı Müslüman müelliflerce tamamen ve şiddetle reddedilir ve "İslam düşmanlarınca" uydurulmuş rivayetler olarak değerlendirilirken, bazıları tarafından kısmen kabul edilirler. Prof Dr. İsmail Cerrahoğlu, İslam düşmanlarının bu rivayetleri yaşanmış bir olay olarak değerlendirme eğiliminde olduğunu iddia eder. Joseph-Ignace Guillotin Dr. Joseph-Ignace Guillotin (28 Mayıs 1738 – 26 Mart 1814), Giyotin'nin doğrudan kâşifi olmamakla birlikte 10 Ekim 1789'da Fransa'da ölüm cezalarını gerçekleştirmek için mekanik bir cihazın kullanılmasını önerdi. Aletin kendi ismi ile anılması üzerine ailesi hükümetten alet için bu ismin kullanılmamasını istemiş, sonunda soyadlarını değiştirmişlerdir. Reims ve Paris Üniversitesi'nde tıp eğitimi gören Guillotin, 1770'de mezun oldu. İdam cezasına karşı olmasına rağmen; daha insancıl bir idam tekniğinin uygulanmasının ölüm cezasının kaldırılması yönünde bir adım olarak gördü. Söylentilerin aksine giyotin ile değil; omuzda çıkan bir karbunkül (şirpençe) nedeniyle ölmüştür. Aygün Kazımova Aygün Alesker kızı Kazımova (Azerice: "Aygün Ələsgər qızı Kazımova", d. 26 Ocak 1971, Bakü), Azeri şarkıcı, söz yazarı, besteci, sunucu ve oyuncu. Aygün Kazımova Çağdaş Azerbaycan müziğinin yaratıcısı olarak kabul edilir. Aygün Kazımovanın lakabı Diva. Aygün Kazımova Karabağ savaşlarında savaşmıştır. 2006 yılında Rusya'nın başkenti Moskovada konser verdi. 2007 yılında "Tofiq Bəhramov" stadyumda "Öpsən" isimli konser vermiştir . 2002 ve 2006 yılında "Best Model Queen" marka lisansı altında "Best Model of Azerbaijan" yarışmasını düzenledi. Aygün Kazımova 2012 yılında "FIFA U
-17 Kadınlar Dünya Kupası Azerbaijan 2012" futbol maçının marşını okudu. Onun "Hayat Ona Güzel" single iTunes de Türkiye'nin en çok dinlenen Top50 da 39 uncu sırada yer aldı. O ilk Azeri sanatçı olarak Hollywood'da şarkı yazıp Snoop Doggla birlikte klip çekti. Aygün Kazımovanın resmi 7 albümü (derleme 10'dan fazla ), 50 den fazla klipi, 350 den fazla şarkısı var. Aygün Kazımova Azerbaycan Müziğinin Kraliçesi olarak biliniyor. 2015 yılının mart ayından Azad Azerbaycan TV'de yayımlanan "Özünü Tanıt" (ingilizce : "Azerbaijan Got Talent") programının üç jüri üyesinden biridir. Aygün Kazımova İlk kez 12-28 Haziran'da Azerbaycan'da düzenlenecek Avrupa Oyunlarının meşalesini taşıdı. 2016 yılında Almanyada düzelenen "daf BAMA MUSIC AWARDS" ödül töreninde "En İyi Azerbaycanlı Kadın Şarkıcı" ödülünü aldı.. 2017 yılının eylül ayının 22-de Bakü Kristal Salonunda konser vermiştir. Kazımova Aygün Alesker kızı, 26 Ocak 1971'te Bakü'de dünyaya geldi. Ailenin dördüncü çocuğudur. 14 yaşında babasını kaybetmiştir. Azerbaycan Hentbol takımının kaptanı olmuştur. 1988 yılında "Bakı Payızı" şarkı yarışmasına katılmış ve birinci olmuştur. 1989 yılında Letonya'da "Yurmala-1989" şarkı yarışmasa katılmış fakat birinciliği kaybetmiştir.1989 yılında İlgar İbrahimovla evlendi. Aynı yıl kızı İlgare Kazımova doğdu. Erken yaşta evlenmesi yüzünden yaşı ilerledikçe eşi İlgar ile çeşitli konularda çatışmaya başladı. Bu yüzden 1991'de eşinden boşandı. 1992 yılında Kazakistan'da "Asiya Dausı" festivalinde sahne almıştır. 1991-1994 yıllarda Aazerbaycan-Ermenistan arasında Karabağ Savaşında savaşmıştır. 1993 yılında annesini kaybetmiştir ve uzun süre sahnelere çıkmamıştır. 1995 yılında ilk "Ömrüm - Günüm" albümünü yayımladı. 1996 yılında Azerbaycanın en büyük şehirlerinden olan Gence'de konser verdi. 1996 yılında İstanbulda düzenlenen "Türkvizyon" şarkı yarışmasına katıldı. 1999 yılında "Aygün Bir Gün" isimli solo konserini verdi. 2000 yılında "Я девушка восточнaя" konserini verdi ve "Yılın Sanatçısı" "Yılın Konseri" "Yılın Şarkısı" "Qrand" ödüllerini aldı. 2001 yılında "Qeyri-adi şou" konserini verdi. 2000 yılıda Aygün, 2001 yılında Sevdim albümlerini yayınladı. 2002 yılında Rusya'da 8 saatlik Plastik cerrahi yapan Aygün Kazımova, bu görüntüleri klib halinde seyircilere sundu. 2002 yılında “Best Model of Azerbaijan – 2002” modellik yarışmasını Bakü'de düzenledi. 2002 yılında sonra Türkiye basını Aygün Kazımova-Mert Kılıç açkından yazmağa başladı. Türk basınında Azerbaycan'nın Ajda Pekkan'ı ve Azeri "Diva" olarak gösterilen Aygün Kazımova, Bülent Ersoy'la polimiğleri ile dikkat çekti. Erkan Özerman "Best Model of Azerbaijan" yarışmasında "Aygün Kazımova'ya ancak "Süper Star" adı yakışır." demesi tüm ülkede "Süper Star" ünvanıyla anılır olmuştur. 2002 yılında Azerbaycan'ın o zamanki cumhurbaşkanı Haydar Aliyev tarafında "Devlet Sanatçısı" ünvanını verdi. Hatta bir gün Haydar Aliyev Aygün kazımova hakkında Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'e şöyle demiştir: 2005 yılında "Xarı Bülbüllər" filminde başrol'de oynadı. 2005 yılnda "Sevərsənmi" albümünü yayımladı. 2006 yılında Rusya'nın başkenti Moskova'da konser verdi. Konserde Rusya'nın "Devlet Sanatçısı" Filipp Kirkorov ile birlikte "Calma" şarkısı okudu. 2006 yılında yeniden "Best Model Queen" marka lisansı altında "Best Model of Azerbaijan" yarışmasını düzenledi. 2007 yılında 29.000 kişilik "Tofiq Bəhramov" stadyumda "Öpsən" isimli konser vermiştir. Namiq Qaraçuxurlu ile birlikte ondan fazla düet yaptı. 2009 yılında Bakü'nün en büyük konser alanlarından olan "Yaşıl teatr" konser salonunda "Olduğum kimi" konserini verdi. 2011 yılında Namiq Qaraçuxurludan ayrılan Aygün Kazımova, Miri Yusif ile birlikte "Petrol" düetini yaptı. Şarkının klibi ilk olaraq "Kral TV"'de yayınlandı. 2011 yılında "Extereme Azerbaijan" yarışması için Afrikaya yollandı. "Extereme Azerbaijan" dünyaca meşhur "Survivor" yarışmasının Azerbaycan versiyonudur. Aygün Kazımova yarış için saçlarını tam kestirmişti. Yarışmada Aygün Kazımovanın ceylanı silahla vurması çok büyük olay yaratmıştı. Aygün Kazımova 2012 yılında "FIFA U-17 Kadınlar Dünya Kupası Azerbaijan 2012" futbol maçının marşı "Gol" şarkısını okudu. 2012 yılında Sinan Akçılla birlikte "İkinci Sen" düetini yaptı. 2012 yılında Serdar Ortaç'ın bestesi olan "Hayat Ona Güzel" şarkısını okudu. 2013 yılında dünya çapında bir starla Snoop Doggla "Coffee from Colombia" düetini yaptı ve birlikte albüm çıkardılar. 2014 yılında Mustafa Ceceli Aygün Kazımova'nın "Azərbaycan Bayrağı" şarkısını aranje etti. 2015 yılında Amerika'da düzenlenen ve her yıl dünyanın en iyi şarkıcılarına verilen "Big Apple Music Awards" ödülünü redd etdi. Sebebi organizatörlerin ermeni olmasıydı. 2016 yılında Almanyada düzelenen "DAF BAMA Music Awards 2016" ödül töreninde "En İyi Azerbaycanlı Kadın Şarkıcı" ödülünü aldı.. 2017 yılında S.U.S. singlını sundu. Şarkı haftalarla listelerde birinci oldu. Şarkının klibini gürcistanlı yönetmenler çekti. 2017 yılının eylül ayının 22-de Bakü Kristal Salonunda konser vermiştir. 2017 yılında "Altın Kelebek" ve "DAF BAMA Music Awards 2017" ödüllerine aday oldu. Lakin 3 Plastik cerrahi yapan Azeri "Diva" adaylıklarının geri çekilmesini istedi. 1999 yılında SARA TV'de "Aygün Bu Gün" adlı bir televizyon programı yapmaya başladı. 2009 yılında Azad Azerbaycan TV'de "Xeyir Ola" programını sundu. 2015 yılının mart ayından Azad Azerbaycan TV'de yayımlanan "Özünü Tanıt" (ingilizce : "Azerbaijan Got Talent") programının üç jüri üyesinden biridir. İlgare Kazımova 1990 yılında Bakü'de dünyaya geldi. 2011 yılında "Eurovision Azerbaijan 2011" şarkı yarışmasının seçim turlarından geçmiş, fakat final'da elenmiştir. Sakız ağacıgiller Sakız ağacıgiller (Anacardiaceae), iki çenekli çiçekli bitkilere dahil bir bitki familyası. Tropik ve subtropik bölgelerde yaşayan odunsu bitkilerdir. Gövde kabuklarında reçine kanalları vardır. Örnek cinsin "Anacardium" olduğu bu familyanın üyeleri, zeytinsi "yemiş" nitelikli meyveler verir. Meniñ Qazaqstanım Meniñ Qazaqstanım (), Kazakistan'ın ulusal marşıdır. 7 Ocak 2006 tarihinde kabul edilmiştir. Asıl yazarı Jumeken Najimedenov dur. 2006 yılında Kazakistan Cumhuriyeti Başkanı Nursultan Nazarbayev tarafından değişikliklere uğranmıştır. Miguel de Unamuno Miguel de Unamuno (d. 29 Eylül 1864, Bilbao - ö. 31 Aralık 1936, Salamanca), İspanyol Bask düşünür, yazar. Madrid Complutense Üniversitesi'nde felsefe ve edebiyat üzerine eğitim almış ve Bilbao'da felsefe öğretmenliği yapmıştır. 1891 yılında Salamanca Üniversitesi'nde Eski Yunan Dili Kürsüsü'nde profesör olmuş, aynı üniversitede üç kez rektörlük görevine getirilmiştir. Ayrıca 1931-1933 yılları arasında Temsilciler Meclisi'ne Salamanca'dan vekil seçilmiştir. 98 Kuşağı'nın temsilcileri arasında sayılan Unamuno, 20. yüzyıl İspanyası'nı düşünmüş ve yazmıştır. Dogmatik düşünceye, özellikle faşizme karşı savaşmış ve bu uğurda 1924 yılında Miguel Primo de Rivera diktatörlüğüne karşı çıktığından Kanarya Adaları'na sürgüne gönderilmiştir. 1930 yılında tekrar Salamanca Üniversitesi'ndeki görevine dönen Unamuno, bu kez de diktatör Franco'ya karşı çıktığı için ev hapsine mahkûm edilmiştir. Tutuklu halde, 31 Aralık 1936 tarihinde ölmüştür. Roman, öykü, şiir, deneme ve oyun türünde eserler vermiştir. “"İnsan, kafasıyla düşünür, kalbiyle duyar ve midesiyle ister"” ve ""Başka yazarların neden bazı sözcükleri italik yazdığını anlayamıyorum. Sanırım o sözcüğe dikkat çekip önem artırmak istiyorlar. Hâlbuki, benim yazdığım her sözcük zaten önemlidir"" gibi değinmeleri vardır. Great Eastern Great Eastern, modern okyanusaşırı yolcu gemilerinin ilk örneği sayılan buharlı gemi. Isambard Kingdom Brunel ve J. Scott tarafından Eastern Navigation Company için tasarlanmıştır. 1858'de suya indirilmiştir. İngiliz donanmasına ait Great Eastern'in görevi, İngiltere ile Hindistan arasında sefer yapmaktı. Zamanının en büyük gemisi şeklinde ün saldı. Boyutlarının bu kadar büyük olmasının başlıca nedeni, gidiş ve dönüş yolcukluklarında kullanılacak yakıt maddelerinin birlikte taşınması zorunluluğundan ileri geliyordu. Çünkü o dönemde, kömür gereksinimini doğu ülkelerinden karşılama olanağı yoktu. Bu dev deniz taşıtı kızağa konduğu andan başlayarak, pek çok şanssızlıkla karşılaşmıştır. Tersanede ölümle sonuçlanan sayısız iş kazaları, yapımı üstlenen şirketin iflas etmesi bunlara birer örnektir. Great Eastern'in bu kötü yazgısı daha sonra da sürmüştür. 30 Ocak 1858 tarihinde denize indirilen gemi, bir yıl hareketsiz kalmış sonunda ilk yolculuğuna çıkacağı gün, baş mühendisine inme inmiştir. Yolculuk sırasında da gemide çıkan bir yangın görevlilerden altı kişinin ölümüne yol açmıştır. Bu dev geminin ilk günden başlayan şanssızlığı, hizmet verdiği sürece kazalar, yangınlar, iflaslar gibi büyük zararlara yol açan olaylarla sürüp gitmiştir. Daha sonraları Great Ship Company'e satılan gemi New York ticaret hattında çalıştırılmaya başladı. Ama geniş ambarlarını tam şekilde doldurulamadığı için devamlı zararına seferler yaptı. 1864'de SteamShip Company'ye satıldı ve kablo döşeme gemisi olarak kullanıldı. Avrupa ve Amerika'yı birbirine bağlayan denizaltı telgraf kablolarının döşenmesi sırasında 3.400 km uzunluğunda ve 4.500 ton ağırlığındaki kabloları taşıyacak başka bir araç bulunmadığı için Great Eastern'den yararlanılmıştır. 1866-1874 yılları arası yıllara rastlayan bu dönem geminin en sakin ve başarılı günleri olmuştur. Bir ara kablo döşeme işine ara vererek ABD'li ziyaretçileri 2.Paris Dünya Sergisi'ne götürmek üzere, Liverpool'dan New York'a gönderildi. Bu yolculuğa katılan Jules Verne Yüzen Şehir adlı romanında bu gemiyi anlattı. Bu büyük transatlantik on iki yıl süren uzun bir işsizlik döneminden sonra 1889 yılında hurdaya çıkarılmış ve bir yıkıcıya satılmıştır. Ancak parçalama işlemi, elde edilecek hurdanın gelirinden çok yüksek olduğu için yıkıcı da bu işten zarar etmiştir. Karşılaştığı bütün şanssızlıklara karşın, Great Eastern gemi mühendisliği alanında büyük bir çığır açmıştır. 211 m bo
yunda, 25 m genişliğindeki bu gemi 32.000 ton ağırlığındaydı. Bu boyutları ancak yarım yüzyıl sonra yapılan "Lusitania" transatlantiği aşmıştır. Saatte 15 deniz mili hız yapabilen Great Eastern'in motorları 2.600 beygir gücündeydi. 15.000 ton kömür, 6.000 ton yük, 400 personel ve 4.000'den fazla yolcu taşıyabilecek güçteydi. Ne var ki, Great Eastern'in hiçbir seferine 1.500'den fazla yolcu katılmamıştır. Gennaro Gattuso Gennaro Ivan Gattuso (d. 9 Ocak 1978) İtalya millî futbol takımında da görev yapan'da AC Pisa 1909'da teknik direktörlük yapan eski futbolcudur. Profesyonel hayatında şu ana kadar dört futbol takımda görev almıştır; bunlar Perugia, Rangers F.C, Salernitana Calcio ve AC Milan'dır. İtalya millî takımında da oynamaktadır. İtalya'nın Almanya 2006 daki şampiyonluğunda Pirlo ile orta sahayı taşıyan oyuncudur. Ayrıca Almanya 2006'daki Ukrayna maçında maçın adamı seçilmiştir. Gattuso futbol hayatına şu an Serie B'de bulunan Perugia takımında başladı. 19 yaşında Rangers'a transfer oldu. Orada teknik direktör Walter Smith ile iyi anlaştı hatta onu ikinci babası olarak gördüğünü söylemiştir. Takımın teknik direktörü Dick Advocaat olunca bu teknik adam takımında Gattuso'yu istemediğini söyleyince takım oyuncuyu satılığa çıkardı ve yine bir İtalyan takımı olan ve şu an Serie B'de bulunan Salernitana Calcio'ye satıldı. On ay sonra AC Milan'a transfer oldu. Orada kendini geliştiren Gattuso takımınla bütünleşmiş bir oyuncu haline geldi. Maldini'nin olmadığı zamanlarda takım kaptanlığı da yapmıştır. Orta sahanın gerisinde defansa dönük bölgede oynamaktadır. Kolay sinirlenir ve hakeme çok itiraz etmesine rağmen kural dışı hareketlerde fazla bulunmaz. Sempatik kişiliği ile ön plandadır. Uzun saçı ve sakalıyla dikkat çeker. Glasgow'da tanıştığı eşi Monica'dan, Gabriela adında bir de kızı vardır. Bu güne kadar oynadığı takımlar ve gol istatistiği söyledir: 1994-1997'de AC Perugia'da 10 maçta hiç golü yoktur, 1997-1998'de Glasgow Rangers FC'de 40 maçta 7 gol atmıştır, 1998-1999 Salernitana Calcio'da 25 maçta hiç golü yoktur, 1999 yılında bu yana AC Milan'da oynadığı 203 maçta 5 gol atmıştır, 47 kez İtalya millî takımının formasını giymiş ve 1 gol atmıştır. Millî takımı ile 2000 Yaz Olimpiyatı, 2002 Dünya Kupası, Avrupa 2004 ve 2006 Dünya Kupasına katılmıştır. 2010 Dünya Kupası'nda da İtalya kadrosunda yer almıştır. Teknik direktörlük döneminde, 2013 yılında Palermo ile anlaşmıştır. Ancak bu görev çok da uzun sürmemiş, sadece 6 hafta takımın başında kalabilmiştir. 2015 senesinde AC Pisa 1909 geçmiştir. 2014-15 sezonunda play-off'lar sonucu takımını Seria B'ye çıkarmayı başarmıştır. Uludağ Millî Parkı Uludağ Millî Parkı 1961 yılında Millî Park olarak ilan edildi. 1961 yılında koruma altına alınan alanı 12.762 hektar'dır. Daha sonra millî park alanı 27.300 hektara çıkarılmıştır. Millî parkta ulaşım karayolu, teleferik ve telesiyej ile yapılabilmektedir. Dağın Kuzey ve Güney yamaçlarında çok sayıda patika ile vadiler ve tepeler arasında ulaşım mümkündür. Millî parkın yol ve teleferik ile ulaşılabilen alanları toplam alanının çok küçük bir parçasıdır. Ayrıca ikinci oteller bölgesinden Wolfram Madenine uzanan yamaçlardan sonraki bölüm "Dokunulamaz Tabiat Alanı olarak" kabul edilmektedir. 1963 yılından 1972 yılına kadar Uludağ Millî Parkı Orman Bölge Şefliği olarak 1500 metre yükseklikteki Kirazlıyayla'dan idare edildi. Yüksek Orman Mühendisi Orhan Camcı millî parkın kurucu bölge şefi olarak 1972 yılına kadar alt yapının geliştirilmesi çalışmalarını yönetmiştir. Bu dönemde tamamlanan projeler arasında Kirazlıyayla yönetim merkezinin geliştirilmesi, Sarıalan yolunun açılması, Birinci Oteller Bölgesinin geliştirilmesi, Karabelen Millî Park giriş alanının düzenlenmesi, onlarca çesme'nin inşası, Sarıalan kamp alanının inşası ve Çobankaya kamp alanlarının düzenlenmesidir. Orhan Camcı'nın millî park içinde yaptığı en önemli katkılardan birisi de o dönemde park idare merkezi ve tabiat tarihi müzesi olarak 1900 metre oteller bölgesinde yapılan yönetim merkezi olmuştur. O dönem de Etibank'ın işlettiği Wolfram madenine elektrik getirilmesi, maden yolunun park standardlarına uygun olarak açılması, kayak alanlarının düzenlenip geliştirilmesi ve Yeşiltarla'daki geyik üretme alanının geliştirilmesi ve kamp alanlarında yol işaretleri ve tabelaların belli bir millî park standardına göre üretilmesi de dikkate değer çalışmalardandır. 1972 yılında bölge şefliği Millî Park Orman İşletme Müdürlüğü haline getirilmiştir. Bakanlar Kurulu 13 Şubat 2006 tarihinde almış olduğu bir kararla; toplam 1.600 hektar sahayı Millî Park alanı dışına çıkarmıştır. Bu karar ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Uludağ Millî Parkının büyük bir doğa harikası olan kısmını savunmasız bırakmıştır. 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı, Uluslararası Dil Öğretimi Derneği'nin düzenlediği, anadili Türkçe olmayan kişilerin katıldığı bir yarışmadır. 84 ülkeden gelen katılımcıların yarıştığı olimpiyat İstanbul Kongre ve Gösteri Merkezi'nde gerçekleştirilmiştir. Cilysler Cilysler ya da Khlistiler (Хлысты; Rusça: "kendini kırbaçlıyan"), 17. yüzyılda Rus Ortodoks Kilisesi'nden kopan bir dini toplumdur. Sözcüğün kökeni Христоверы (Khristoveri, "İsa'ya inananlar") ve Христы (Khristi) sözcüklerine dayanmaktadır. İbadet biçiminde şevk ve kendinden geçmeye yönelik ritüellere rastlanabilir. Bu Rus cemiyeti Rus-Ortodoks Kilisesi tarafından engellenmiştir. Cilyslerin çoğunluğu Rusya'da yaşamını sürdürmektedir. Cilyslerin inancına göre ibadet sırasında kendilerini kırbaçlamaları, İsa'yı kendi içlerinde bulmak ve birer İsa olmak amacını taşımaktadır. Cilysler evlilik kurumu bünyesindeki cinselliği kabul etmemekle birlikte diğer cinsel ilişkileri teşvik ederler. İnançlarına göre "günah" işleyerek "günah"tan çıkılabilir. Rasputin'in bu topluma bağlı olduğu öne sürülmektedir. T-35 T-35, savaş arası dönemde ve II. Dünya Savaşı'nın başlarında kısıtlı sayıda üretilen ve Kızıl Ordu tarafından az bir süre kullanılan çok taretli bir tanktır. Medresetü'z-Zehra Medresetü'z-Zehra () Said Nursî tarafından doğuda İslami ilimleri ve Fen bilimleri'nin birlikte okutulmasını planladığı Üniversitenin adıdır. Said Nursi Van'da Horhor Medresesi'nde talebelerine ders vermekteyken, geleneksel medrese eğitim sistemini yeterli bulmuyor ve bazı yeni metotlar uyguluyordu. Yeni metodunu "Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc" diye özetleyen Said Nursi; Van, Bitlis ve Diyarbakır illerinde fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak nitelikte, Medresetü'z-Zehra ismini verdiği birkaç üniversitenin yapımı düşüncesini hükümete iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelir. El-Ezher Üniversitesi'ne kardeş olarak tarif ettiği bu üniversitede "lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak" diye özetlediği Arapça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir. İstanbul’da idealindeki üniversite ile ilgili bir dilekçeyi, II. Abdülhamid zamanında padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sunmuş, ancak Said Nursî'nin bu talebi için hükümet bir teşebbüste bulunmamıştır. II. Abdülhamid sonrasında, Van gölü kıyısında açmayı planlandığı üniversite için 1911 yılında bizzat kendisi Sultan Reşad ile görüşmüş ve Padişah tarafından 19 bin altın lira tahsis edilmiştir. 1913 yılında bu üniversitenin temelini atmış, fakat I. Dünya Savaşı münasebetiyle bu projenin tamamlanmasına imkân bulanamamıştır. Daha sonraları TBMM'de 2 Mart 1923 tarihinde Medresetüzzehrâ hakkında kanun teklifi verilmiş, 200 mebusun 163’ünün rey vermesiyle kanun teklifi kabul edilmiş, ancak yine de üniversitenin inşası gerçekleşememiştir. Said Nursi bu Üniversitenin Müslüman milletlerin menfi ırkçılık fikriyle ayrılmasının engellenmesi için gerekli olduğunu söylemiştir. Bu üniversite, Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'nin bir benzeri gibi düşünülüyordu. De facto De facto veya de fakto, ""gerçekte"", ""uygulamada"", ""fiilen"", ""fiilî"" ya da ""pratikte"" anlamında kullanılan Latince deyiş. ""Kanuna göre"" veya ""hukukî olarak"" anlamına gelen "de jure" ile karşıt olarak sıkça kullanılır. Yasal bir durum tartışılırken, ""de" jure kavramı," konu hakkında kanunların ne söylediğini, ""de facto"" kavramı ise gerçek hayatta uygulamanın nasıl olduğunu belirtir. Bu uygulama, yasal olabilir ya da olmayabilir. "De facto" teriminin oldukça geniş bir kullanım alanı vardır. Evlilikten, devletler hukukuna kadar birçok konuda kullanılır. Ayrıca geçerli bir kanun ya da standartın olmadığı fakat genelleşmiş bir uygulamanın söz konusu olduğu herhangi bir durumu belirtmek için kullanılır. İngilizcede ilk kez 1602 yılında kullanılmıştır. De facto terimi birçok gelişmiş ülkenin evlilik hukukunda kendine yer bulmuştur. Kanunen evli olmayan ancak beraber yaşayan kimselerin bir kısmının durumu bazı ülkelerde "de facto evlilik" olarak tanımlanır. Ancak bir ilişkinin "de facto evlilik" olabilmesi için belirli şartları yerine getirmesi gerekir. Bu şartlar ülkeden ülkeye değişmekle beraber genelde, tarafların aileye maddi katkısı, çocuk durumu, ilişkinin süresi gibi durumlar göz önünde bulundurulur. De facto evli çiftler kanun önünde evli çiftlerin sahip olduğu tüm haklara sahip değildir (mal paylaşımı vs.). Ancak günümüzde yapılan yasal düzenlemelerle bu durum düzeltilmeye çalışılmaktadır. M24 Chaffee M24 Chaffee, II. Dünya Savaşı ve Kore Savaşı'nda kullanılan hafif tank sınıfındadır. İngiliz Ordusu'nda kullanılırken, Amerikan Ordusu'nda tank kullanımını geliştiren Adna R. Chaffee, Jr.'ı anmak için Chaffee diye adlandırılmışlardır. George S. Patton George Smith Patton, Jr. (d. 11 Kasım 1885 – ö. 21 Aralık 1945) II. Dünya Savaşı'nda Amerikan Ordusu'nun önde gelen komutanlarından biriydi. Tanklarla II. Dünya Savaşı'nın kaderini değiştirdi. 36 yıllık ordu hayatında her zaman zırhlı birliklerin savaşlardaki önemini savundu ve bunu II. Dünya Savaşı sırasında komuta ettiği ordular
la ispatladı. Kuzey Afrika Cephesi'nde tank kolordusu komutanlığı, Husky Harekatı'nda ise zırhlı ordu komutanlığı yaptı. İtalya'nın işgali sırasında emrindeki askerlerden bazılarına kötü muamele ettiği gerekçesiyle Normandiya Çıkarması sırasında kızakta beklemekteydi. Fakat çıkartma sonrası müttefik birlikler Alman savunması karşısında ilerleyemeyince, Dwight Eisenhower tarafından ve zırhlı ordular grubu komutanı olarak tekrar göreve çağırıldı. Fransa'nın işgali sırasında komuta ettiği zırhlı birlikler istenenden çok daha süratli biçimde Alman hatlarının gerisine dalınca, kendisini durdurmak için akaryakıt ikmali kesilip, arada durup geriden gelen birlikleri beklemek zorunda bırakıldı. Ardenler'de kışın son kez karşı taarruza geçip Müttefik Ordularını zor duruma düşüren Mareşal Gerd von Rundstedt komutasındaki Alman Ordularını bozguna uğrattı. Almanya'nın batısını işgal ettikten sonra, Sovyet Birliklerini Elbe nehri kıyılarında durdurdu. Daha sonra Alman ordusunu da müttefik olarak alıp, hep birlikte Sovyetler Birliği'ni işgal etmek gerektiğini söyledikten birkaç gün sonra, Almanya'da şüpheli bir trafik kazasında öldü. Patton, Üçüncü Ordu'nun diğer üyeleriyle birlikte Lüksemburg'un Hamm köyündeki Lüksemburg Amerikan Mezarlığı ve Anıtına gömüldü. Make Make dosyaları bir formdan diğerini çevirme işlemini otomatikleştiren bir araçtır. Bu işlemi, çevrilecek programların ihtiyaç duyacağı diğer programları kontrol ettikten sonra gerekli programları çalıştırarak çevirme işlemini gerçekleştirir. Çevrilen programı çalıştırmak için ihtiyaç duyulan diğer programlara bağımlılıklar denir. Unix/Linux tabanlı işletim sistemlerinde, kaynak kodu (source code) nesne koduna (object code) derlerken ve nesne kodlarını çalıştırılabilir (executable) ve kütüphane (library) dosyalarına bağlarken (linking) sıkılıkla kullanılır. Bağımlılık grafiğini çıkarmak için "Makefile" ismi verilen bir dosya kullanır ve shell'e (kabuk) geçirilmek üzere kullanılan betikleri (script) oluşturur. Otomatik yazılım inşasında karşılaşılan bir problem inşa işleminin farklı platformlarda uygulanmasıdır. Örneğin, bir platformda kullanılan derleyici başka platformdaki bir derleyiciyle aynı parametreleri kullanmıyor olabilir. Bu problemi yalnız Make kullanarak çözmek pratik değildir. Bu problemi çözmek için genellikle CMake ve Autoconf gibi araçlar kullanılarak platforma özel inşa komutları oluşturulur. Oluşturulan komutlar daha sonra Make tarafından işlenir. Makefile bir grup dosyaya bağlı olarak, bir dosyayı ya da kural adını tanımlayan metin satırlarından oluşur. Çıktı dosyaları bağlı oldukları kaynak dosyalarına ve kaynak dosyalarda içinden dahil edildikleri dosyalara göre işaretlenirler. Her bir bağımlılık listelendikten sonra, tab ile boşluk bırakılmış satır dizileri girdi dosyalarının çıktı dosyalarına nasıl dönüştürüleceğini tanımlar (eğer girdi dosyaları çıktılardan daha önce değişikliğe uğramış ise). Bu tip tanımlamalara "build scripts" adı verilir ve hedef dosyayı oluşturması için shell' e geçirilir. Basit bir Makefile yapısı aşağıdaki gibidir. Makefile çeşitli değişken tanımları içerebildiği gibi diğer Makefile' lardan alıntıda yapabilir. Makefile içerisindeki değişkenler komut satırından geçirilecek olan değerlerle değiştirilebilir. Bu kullanıcıya build script' ler için farklı davranışlar tanımlayabilmesini sağlar ve programları diğerleri arasından nasıl çağırabileceğini belirler. Örneğin, Makefile lardaki "CC" değişkeni sıklıkla C derleyicisine referans için kullanılır ve kullanıcı farklı bir derleyiciyi kullanmak maksadıyla tanımlayabilir. Balık (yerleşim) Balık: “İslamdan önceki dönemlerde, kale ve şehir balık olarak adlandırılırdı.” (sy.85) “Arkeolojik kalıntıların yanı sıra tarihi kaynaklar da ilkel balık’ın kış mevsiminde veya tehlike söz konusuyken göçebe toplulukların çadırlarını kurdukları ve kadın, çocuk ve hayvanların barındıkları bir surlu yerleşim olarak sürdüğünü gösteriyor. Bu türde diğer basit surlar, kervan yolları güzergâhında ve üstünde kimi zaman kargu’lar (ateş yakılan işaret kuleleri) bulunan bir savunma duvarı inşa ettikleri yaka’da (sınır) kurulurdu. Bu askeri yapılar bazen barakaya benzer uzun yerleşim birimleri içerirdi.” (sy.99) Ordu-Balık Ordu-Balık ya da diğer söylenişleriyle Karabalgasun, Karabalsagun ya da Karabalasagun (Çince: 回鶻單于城 pinyin: huígǔ dānyú chéng; anlamı: Uygur Tanhu kalesi), Uygur Kağanlığı'nın aynı isimdeki başkentinde yer alan kale. Uygur Kağanlığı'na başkentlik yapmış o zamanlar Mubalik ismi verilen bir şehirdir. Kale ordu denen bir sur ile kaplıydı. Bu suru ise balık denen ikinci bir sur çevreliyordu. Bu kale sistemine ordu-balık denir. Ordu-balık sadece Türklerde bulunan bir kale sitilidir. Karahanlı Türkçesinde balık (بلق) "kale şehir", anlamındadır. Bengi taş Bengitaş - Türk mitolojisinde bilinmeyen bir yerdeki gizemli bir dikilitaş şeklindedir. Ölümsüzlük Taşı anlamına gelir. Dönüşümü ve döngüyü vurgular. Sonsuz yaşamın sembolüdür. Farklı Türk dillerinde Mengütaş, Bengüdaş, Bengütaş olarak da söylenir. Ayrıca anıt anlamına da gelir. Bengi (Bengü/Mengü/Mengi) kavramı sonu olmayan, hep varolacak olan bir varlık anlayışını ifade eder. Bu taş ise sonsuz bir döngü içerisinde ruhların göğe yükselişini simgeler. Kafkasya halklarının Nart destanlarında bir granit taşının içinden mucizevî biçimde doğan Sosurka (Sosuruk) adını taşıyan Nart kahramanının öyküsü anlatılır. Taş gücü ve dayanıklılığı (ölümsüzlüğü) temsil eder. Bu nedenle tüm kalıcı anıtlar ve yazıtlar sağlam taşlardan yapılır. Orhon ve Yenisey Anıtları Türk tarihinin en önemli yazılı anıtlarıdır. Mezarların başına dikilen ve Balbal adı verilen taşlar da Bengütaş’ın farklı bir türü olarak düşünülebilir. Anıtlar dikerek daima anımsanma ve yad edilme arzusu hemen her milletin geçmişine ait çeşitli büyüklüklerde taş anıtların varlığını da beraberinde getirmiştir. Türk kültüründe taşlarla ilgili pek çok söylenti vardır. Yabancılara aldanıp kutsal taşı onlara hediye eden bir hakanın yüzünden ülkenin bereketi kaçar. Bazı kahramanlar ellerinde dokuz köşeli taşla doğarlar. Masallarda cezaların en kötülerinden biri taşa dönüşmektir, böylece insanlar o taşı görüp ibret alırlar. Gökten düşen taşlar sıra dışı özelliklere sahiptir. Kaya üstünde yatmakla gebe kalınacağına dair inanç da bu konuyla bağlantılıdır. Bengü-taş, eski Türklerde geyik tasvirli dikilitaş, alplere mahsus bir “ölümsüzlük kayasıydı” ve ruhlarının sonsuz bir dönüşüm döngüsü içinde göğe yükselişini vurgulamaktaydı.” Ongun Ongun ya da Totem, Eski Türklerin Tengricilik inancında, içinde bir ruhu barındıran bir cisme verilen isimdir. Diğer eski inanç sistemlerinde de bulunan totem ile karşılaştırılabilir. Aynı Amerika yerlilerin totemleri gibi, eski Türk boylarının da her birisinin kendine özel bir ongunu vardır. Bu genellikle kendi boylarını koruduğuna inandıkları kutsal bir havyan türü ya da büyük bir atalarının ruhunu barındırdığına inandıkları bir cisimdir. Azerbaycan'da, ongun geleneğinin İslam'da da uzun süre devam ettiğini kanıtlayan eski Türk mezarları bulunmaktadır (en yenileri 16'ncı yüzyıl). İslam geleneğine göre inşa edilmiş bu mezarların taşlarında, ölen kişinin hangi boya ait olduğunu gösteren ongunları kazılıdır. Camiü’t-Tevarih’e göre "ongun” kelimesi Türkçe "oytun” kelimesinden türemiştir. Türkler "hayırlı kutlu olsun" yerine "oytun bolsun" derlerdi. Eski Türklerde Tanrı'nın yeryüzündeki varoluş biçimi. Tanrı sadece ongunlarla varlığını gösterirdi. Eski Türkler de (Gök Türkler, Oğuzlar...) ongunlara tapardı. Ama bu tapma sanıldığı gibi putlara tapma gibi değildir. Bu tapma ongunlardan ilham alma ve öldükten sonra ongunların hizmet etmesinden ibarettir. Tarihî belgelerden her Türk boyunun bir "ongun"u olduğu bilinmektedir. Bu ongun genellikle kendisinden türediğine inanılan ""kurt, kaplan, dağ keçisi, koç, geyik, boğa, at, kartal, şahin, doğan"" gibi hayvanların şeklini ayırıcı niteliği ortaya konulmuş ögelerdir. Oğuzların 24 boyunun 6 tane ongunu vardır. Bunların hepsi yırtıcı kuşlardan seçilmiştir. Bilinenlerin dışında başka ongunlar da vardır: TCG Sarucabey (NL-123) TCG Sarucabey (NL-123), Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait ana çıkarma gemilerinden biridir. Artık hizmette olmayan Çakabey gemisinin büyültülmüş versiyonlarıdırlar. 600 asker, 11 tank, 2 küçük çıkartma gemisi taşıyabilir. İkincil görev olarak mayın dökebilir. Cem Pamiroğlu Cem Pamiroğlu (d. 17 Eylül 1957, İstanbul), Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. 1957'de İstanbul'da doğan Cem Pamiroğlu futbola Fenerbahçe minik takımında başladı. 1975'te A takıma yükselerek, 1987'ye kadar Fenerbahçe'de oynadı. Sol bekte ve savunmanın ortasında görev yapan, takım kaptanlığına kadar yükselen Pamiroğlu, Fenerbahçe'de 3 kez lig, 2 kez kupa şampiyonluğu kazandı. 508 maça çıkarak, kulüp tarihinde Müjdat Yetkiner, Lefter Küçükandonyadis, Şeref Has'tan sonra en çok oynayan dördüncü isim oldu. 1987'de Sarıyer Spor Kulübü'ne transfer oldu ve futbolu 1990 yılında Sarıyer-Fenerbahçe jübile maçıyla lacivert-beyazlı kulüpte bıraktı. 23 kez A milli, 6 kez Ümit, 14 kez A genç millî takım formasını giymiştir. Bir dönem ümit millî takımını da çalıştıran Pamiroğlu, Çaykur Rizespor, Şekerspor, Göztepe gibi takımların teknik direktörlüğünü de yaptı. 2008-09 sezonunda çalıştırdıği Çanakkale Dardanelspor'la 2. Lig Play-off şampiyonluğu yaşayarak 1. Lig'e yükselmeyi başardı. Halen U-19 ve U-18 millî takım teknik direktörlerindendir. Çetin Tekindor Çetin Tekindor, (d. 16 Temmuz 1945 , Sivas), Türk tiyatro, sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı. 1970 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan mezun oldu. Tiyatro sahnelerine "Hep Vatan İçin" oyunu ile giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda "Sahne ve Diksiyon" dersleri veren Tekindor, daha sonra aynı görevini 1998 yılına dek Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nde sürdürdü. Onun daha büyük kitlelerce tanınması, TRT televizyonunda 1976-1977 yıllarında yayınlanan 'McMillan ve Karısı' dizisindeki, Rock Huds
on'ın oynadığı Emniyet Müdürü Stewart McMillan karakterini seslendirmesiyle oldu. Daha sonra Yücel Çakmaklı'nın yönettiği 1983 yapımı "Küçük Ağa" filmiyle çok tanınan bir sima oldu. Beyazperde ile ilk tanışması ise Başar Sabuncu'nun yönettiği ve Müjde Ar ile başrollerini paylaştığı "Kaçamak" (1987) filmi ile oldu. Bir taraftan tiyatro oyunlarında rol alıp, TRT'de yayınlanan yabancı film ve dizi filmleri için seslendirme yaparken, diğer taraftan Dönemeç (dizi) (1988), Önce Canan (1988) Son Türbedar (1996), Kerem (1999) gibi TV filmlerinde rol aldı. Ardından oldukça büyük izlenme oranlarına ulaşma başarısı yakalayan "Yılan Hikayesi" (1999) dizisinde Sinan adında Kral lakaplı önemli bir rol üstlendi. Bunu Tutku Çemberi (2000), Üzgünüm Leyla (2002) ve Çaylak (2003) dizileri takip etti. Aynı yıl, kariyerinin ikinci sinema filmi "Karşılaşma" 'da oynadığı rol ile 2003 Ankara Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Yine 2003 yılında rol aldığı "Bir İstanbul Masalı" dizisi, televizyon ekranlarında oldukça önemli başarılar elde etti. 2004 yılında, Ahmet Ümit'in aynı adlı polisiye romanından uyarlanan "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" adlı dizide rol aldı. Aynı yıl iki sinema filminde birden rol aldı. Bunlardan ilki 5 farklı Türk yönetmeninin 5 farklı öyküye imza attığı "Anlat İstanbul", diğeri ise Türkiye'de çok büyük bir gişe başarısı elde eden, Çağan Irmak'ın yönettiği "Babam ve Oğlum" 'du. İzmirli köy ağası Hüseyin Efendi'yi canlandırdığı bu film, Tekindor'a 27. SİYAD Türk Sineması Ödülleri'nde ve 13. ÇASOD Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülleri kazandırdı. Çetin Tekindor, sinema ve dizi oyunculuğuna halen devam etmektedir. Kutup Yıldızı Kutup Yıldızı ya da bilimsel adıyla Polaris (α UMi / α Ursae Minoris / Alpha Ursae Minoris; Demirkazık, Kutupyıldızı, Şimal Yıldızı ya da Kuzey Yıldızı olarak da bilinir), Küçükayı takımyıldızının en parlak yıldızı. Kutup Yıldızı, dünyanın ekseni ile hemen hemen aynı doğrultuda olduğundan, diğer gökcisimlerinin aksine gün boyunca yer değiştirmez ve hep kuzeyi gösterir. Bu özelliği nedeniyle tarih boyunca yön bulma ve seyir amacıyla kullanılmıştır. Aynı nedenle, Demirkazık, Kuzey Yıldızı gibi isimler alır. Kutup Yıldızı tam olarak dünyanın ekseni ile aynı doğrultuda olmamakla birlikte, aradaki fark sadece bir derecenin dörtte üçü yani 44 dakika kadardır. Dünyanın ekseni zamanla doğrultu değiştirdiğinden bu fark önümüzdeki iki yüzyıl boyunca daha da azalacak ve 25 dakikaya kadar düşecektir. Daha sonra Kutup Yıldızı dünyanın ekseninden giderek uzaklaşacak ve ancak 25.000 yıl sonra aynı yere dönecektir. Kutup Yıldızı, aslında üç yıldızdan oluşan bir sistemdir. Sistemin en parlak yıldızı olan A; büyük sarı, parlaklığı değişken bir sefeit türevidir. Bunun çevresinde dönen ve bir sarı cüce olan B yıldızı, 1780'de William Herschel tarafından keşfedilmiştir. Üçüncü cüce yıldızın varlığı 1929'da saptanmıştır. Güneş'ten yaklaşık 2450 kere daha büyüktür. Diğer yıldızlara göre rengi Sarıya dönüktür. Kutup Yıldızı'nı gökyüzünde bulmak oldukça kolaydır, dâima pusula'nın kuzey ibresi doğrultusunda bulunur. Büyükayı takımyıldızının oluşturduğu "tava"nın gövdesinin sonundaki iki parlak yıldızı (Dabne ve Merak) birleştiren hayalî doğruyu takip ederek, bu iki yıldız arasındaki mesafenin yaklaşık 5 katı kadar ileride Kutup Yıldızı bulunur. Gökyüzünün bu bölgesindeki en parlak yıldız olduğundan, başka bir yıldızla karıştırılma ihtimali düşüktür. Kutup Yıldızı'nın ufuktan yüksekliği, bulunduğunuz enlemi yansıtacaktır. Örneğin, İstanbul'da Kutup Yıldızı ufuktan 41° yükseklikte görünür. Kutup Yıldızı sadece kuzey yarıküreden görünür, güney yarıküreden görünmez, güneyi gösteren parlak bir güney Kutup Yıldızı bulunmamaktadır. Ancak Güneyhaçı takımyıldızı, güney yarıkürede bulunanlara kabaca güney yönünü gösterir. Savaş sanatı (anlam ayrımı) XRT XRT Intel firması tarafından geliştirilen, sunucu tipindeki bir cihazın üzerinde koşan kullanıcı arayüzünü alıcı bir cihaz üzerine yollamak ve alıcı taraftan bunu kontrol edebilmek amacı ile kullanılan bir protokoldür. Challenger 2 FV4034 Challenger II, Birleşik Krallık ve Umman orduları ile birlikte hizmet veren bir İngiliz ana muharebe tankıdır (Main Battle Tank-MBT). İngiliz şirketi Vickers Defense Systems (şimdi BAE Systems Land & Armaments olarak da bilinir) tarafından tasarlanmış ve üretilmiştir. 1998 yılında ilk kez servise girmiş ve 2035 yılına kadar kara kuvvetlerinin ana muharebe tankı olarak görevini icra etmesi planlanmaktadır. Tankın Genel Özellikleri: Deponun tahrik sistemi 550 kilometrelik bir menzil sağlar ve maksimum yol hızı 59 km/saat, arazide ise 40 km/saat seviyesindedir. Tankın dört kişilik mürettebatı bulunmaktadır: komutan, sürücü nişancı ve yükleyici. Bugüne kadar toplam 446 Challenger 2 üretilmiştir. Challenger 2, Chieftain ve Challenger I'de kullanılan L11 topunun ardılı olan 120 milimetre (4.7 inç) 55-kalibre uzunluğunda L30A1 topuyla donatılmıştır. Ağustos 2006’da ,Irak’ta RPG-29 ve RPG-7 ile ateşlenmiş 10 - 15 tane roket isabeti almış, reaktif zırh ile güçlendirilmiş (ERA Explosive Reactif Armor) ön alt gövdeden hasar görmüş ve sadece 1 müretebatı yaralanmıştır. Tank hasarlı halde üsse geri dönüp onarılmış ve kısa süre sonra görevine geri dönmüştür. Bu olay Challenger 2 tankına düşman ateşiyle kayda geçmiş alınan en büyük hasardır. Bu olay dışında yalnızca 1 tane Challenger 2 tankı kullanılamaz hale gelmiştir, o da dost bir başka Challenger 2 tarafından imha edilmiştir Irak’ta yaşanan RPG saldırısı olayından sonra zırh takviyesi yapılmıştır. Challenger 2 Bosna, Kosova ve Irak'ta hala aktif hizmet görmektedir. Tankı Kullandığı Silahlar: NATO ana savaş topları arasında yivli olduğu için benzersiz olan L30A1, İngiliz Ordusu zırh delici fin-stabilize discarding-sabot mermilerine (APFSDS, fakat bu yivsiz toplardaki mermilerden daha farklı yapıdadır) ek olarak, yüksek patlayıcılı başlıklı mermi (HESH) kullanımına devam etmektedir. Challenger 2 ayrıca bir L94A1 EX-34 7.62 mm zincirli makineli tüfek (bir çeşit makineli tüfek türüdür) ve 7.62 mm L37A2 makineli tüfek ile donatılmıştır. 49 tane top mühimmatı ve 4.200 mermi 7.62 mm mühimmat taşımaktadır.Challenger 2, Chieftain ve Challenger 1'de kullanılan L11 topunun ardılı olan 120 milimetre (4,7 inç) 55 kalibre uzunluğunda L30A1 topuyla donatılmıştır. Bu top da, 120 milimetrelik önceki İngiliz topları gibi termal bir yuva sistemi ile izole edilmiştir. Silah ağzı duman çekici ile donatılmıştır ve tamamen elektrikli bir kontrol ve stabilizasyon sistemi ile kontrol edilmektedir. Taret, oldukça ağır olmasına rağmen gelişmiş hidrolik basınç dengeleme sistemleri ile 360 derecelik tam tur dönüşünü 9 saniyede tamamlayabilmektedir. HESH mermilerinin APFSDS'den daha uzun menzili vardır (zira bir çeşit kimyasal delim gücüne sahip bir mermidir ve mesafeye bağlı hız kaybı yaşaması delim gücünü etkilemez). Ayrıca HESH binalara ve ince katmanlı araçlara karşı çok daha etkilidir. 120 milimetrelik topun önceki sürümlerinde olduğu gibi, itici yükler kabuk veya KE (kinetik enerjili delici) mermisinden ayrı olarak yüklenir. APFSDS mermi için yanıcı katı bir yük kullanılır ve HESH ve duman mermileri için yanıcı hemisferik bir torba şarjı kullanılır. Ana silahlandırma turlarının ateşlenmesini başlatmak için elektrikle ateşlenen bir havalandırma borusu kullanılır. (Ana silahlanma mühimmatı, mermi, şarj ve havalandırma borusundan oluşan "üç parçalı mühimmat" olarak tanımlanmaktadır.) Mühimmat parçalarının ayrılması da daha az cephane patlamasının sağlanmasına yardımcı olur. Canada Computing Devices Company’nin dijital atış kontrol bilgisayarı, MIL STD1553B veri bankasına sahip iki adet 32-bit işlemci barındırır ve Savaşalanı Bilgi Kontrol Sistemi gibi ek sistemler içerir. Komutan lazerli uzaktan gösterge ile panoramik bir SAGEM VS 580-10 görüş kamerasına sahiptir. Yükseklik aralığı + 35 ° ila -35 ° arasındadır. Komutanın istasyonu, 360° görüş için sekiz adet periskop ile donatılmıştır. Thales Termal Gözlem cihazı, hem gece görüşü hem de termal görüntü sağlar.Termal görüntü, hem topçunun hem de komutanın monitörleri üzerinde görüntülenir.Topçunun, 200 m (660 fit) ila 10 km (6.2 mil) aralığında birincil görüşü vardır. Challenger II, dünyadaki en ağır ve en iyi korunan tanklardan biridir. Taret ve gövde 2.jenerasyon Chobham zırhı (Dorchester olarak da bilinir) tarafından korunmaktadır. Patlayıcı reaktif zırh petekleri, ek çubuk zırhı ile birlikte gerektiğinde takılır. Nükleer, biyolojik ve kimyasal (NBC) koruma sistemi bulunur. Tankın şekli radarda görünürlüğünü minumuma indirir. Taretin her iki yanında, beş L8 sis bombası bulunmaktadır. Challenger 2, egzoz manifoldlarına dizel yakıt enjekte edilerek ekstradan gizlenme için duman yaratabilir. Digital Living Network Alliance Digital Living Network Alliance (DLNA) tüketici elektroniği, mobil ve kişisel bilgisayar endüstrisinin lider şirketleri tarafından oluşturulmuş bir birliktir. Kuruluş amacı, ev içersindeki ağlarda kullanılan ve farklı firmalar tarafından üretilen elektronik cihazların bir standart dahilinde üretilip birbirlerine uyumlu hale getirilmesidir. Bu sayede kullanıcılar farklı firmalar tarafından üretilmiş cihazları ev içi ağlarında problemsiz ve kesintisiz bir biçimde kullanabilmektedirler. Birlik altında toplanan firmalar ürünlerini bu standartlar doğrultusunda geliştirebilirler ya da istedikleri değişiklikleri yapabilirler. Philips, Samsung, Matsushita, Hewlett-Packard, Sony, Microsoft, Intel, Nokia ve Motorola bu birlik içersindeki önemli ve lider firmalardan bazılarıdır. Kutup Yıldızı (anlam ayrımı) Kutup Yıldızı aşağıdaki anlamlara gelebilir: Demirkazık (anlam ayrımı) Kosova Kurtuluş Ordusu Kosova Kurtuluş Ordusu (KKO veya KLA veya UÇK; Arnavutça: "Ushtria Çlirimtare e Kosovës") 1990'ların sonunda Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılması için savaşan etnik Arnavut ayrılıkçı gerilla hareketidir. 1993'te kurulan örgüt, 1997'den sonra Sırplara karşı savaşmaya başlamıştır. UÇK Yugoslavya tarafından
terör örgütü kabul edildiğinde dönemin başbakanı Miloseviç idi. 1998-1999 Kosova Savaşı'ndan sonra Kosova hükümetine girerek ordu kadrolarına alınmıştır. Aralarında Fatmir Limay'ın da bulunduğu 7 UÇK komutanı, Sırplara karşı savaş suçu işlemekten yargılanmaktadır. Kosova cumhurbaşkanı olan Haşim Taçi, Ramuş Haradinay, Agim Çeku, Albin Kurti de dahil Kosova'nın önde gelen siyasilerinden hemen hepsi UÇK mensubudur. UÇK mensupları, Makedonya'yı iç savaşa götüren Makedon-Arnavut çatışmasının da sebebi olarak görülmektedir. Buradaki UÇK mebsupları, Lahey'deki Savaş Suçları Makemesi'nde yargılanmıştır. 21 Nisan 2015 sabah üzerinde UÇK amblemleri taşıyan yaklaşık 40 kişilik silahlı bir grup Kuzey Makedonya’da Kosova sınırındaki bir sınır karakolunu basmıştır Kleçka ve Drenitsa Davaları QuarkXPress QuarkXPress ("Quark"), WYSIWYG ("What You See Is What You Get", Türkçe kelime anlamıyla "Gördüğünüz Şey Aldığınız Şeydir") ortamında karmaşık sayfa yapıları oluşturma ve düzenleme için bir bilgisayar uygulamasıdır. Mac OS X ve Windows üzerinde çalışmaktadır. İlk olarak 1987'de Quark, Inc. tarafından yayınlanmıştır ve hâlen onlara aittir ve yayımlanmaktadır. En son sürümü QuarkXPress 10'dur ve Arapça, Çince, Fransızca, Japonca, Korece, Rusça ve İspanyolca da dâhil olmak üzere İngilizce (Uluslararası ve ABD) ve 36 başka dilde yayın imkânı sağlamaktadır. QuarkXPress el ilanlarından karmaşık sayfa düzenleri gerektiren dergi, gazete, katalog ve benzeri basılı malzemelere kadar öncelikle her türlü yapıyı üretmek için bireysel tasarımcılar ve büyük yayınevleri tarafından kullanılmaktadır. Adobe InDesign beraberinde o piyasaya hükmetmektedir. QuarkXPress'in ilk sürümü 1987'de Macintosh için piyasaya çıkarılmıştır. 1992'de bir Microsoft Windows sürümü ortaya çıkmıştır. 1990'larda QuarkXPress hızla profesyonel sayfa tasarımcıları, dizgi sanayisi ve matbaacılar tarafından yaygın bir biçimde kullanılmış oldu. Özellikle (1996'da piyasaya çıkmış) 3.3 Mac sürümü Apple'ın TrueType yazı tiplerine ek olarak Adobe'nin Postscript yazı tipleriyle da sorunsuz bir şekilde çalışarak kararlı ve sorunsuz olarak görülmüştür. QuarkXPress başlangıçta üçüncü parti geliştiricilere masaüstü uygulamasına yönelik özel eklenti özellikleri oluşturma imkânı veren XTensions adlı bir uygulama proglama arayüzünü içine almıştır. 1989'da tanıtılmış XTensions Apple Computer'ın HyperCard'ı beraberinde diğerlerine uygulamaları için yazılım eklentileri oluşturmaya imkân vererek geliştiricinin ilk örnekleri arasındaydılar. 1990'lı yıllarda yaklaşık olarak %90 kâr sahibi olarak Quark reddedilen 1989 yılında Adobe'nin çoğunluk hissesini düşmanca satın almaya kalkışmıştır. Quark'ın aşırı derecede uzun yenilik dönemleri olduğu ve çok pahalı olan eleştirinin yanında o davranış 1999'da Adobe'u Adobe InDesign'ı piyasaya sürmeye teşvik etmiştir. QuarkXPress'in sürüm 5'i 2002'de InDesign aynı hafta içinde piyasaya çıktığında Quark Mac OS X'i desteklemediği gibi Apple'ın kullanıcı temeli ile bir anlaşmazlık doğurmuştur. Aynı zamanda Quark CEO'su Fred Ebrahimi "Macintosh platformunun daralmakta olduğunu" QuarkXPress, kullanıcının, metin ya da grafiklerle doldurulacak olan ("kutular" denilen) bir belgenin alanlarını tanımlamasını sağlar. Kutular adlı şekiller çok çeşitli olarak oluşturulabilir. Saydamlığı çeşitli düzeylerde ve katmanlı verilen kutular, yeniden şekillendirilebilir. Kutuların metin sürümüne yerleştirilmiş içeriği, tipografik kontoller dizisiyle birlikte profesyonel dizgi işletmeleri tarafından gereğince verilir. Font temel işlevselliğine ek olarak hizalama, aralık, renk ve paketi; kerning, bir hat boyunca metin eğrisi gibi profesyonel düzey dizgi seçenekleriyle de kullanıcılarına sağlıyor. Yazılım, bir inçin bir kutu içindeki tek binde bir doğruluğuyla hem kutu konumlandırması hem de grafik ya da metin konumlandırması sağlar. Renk denetimi, diğer çeşitli renk aralığı seçenekleriyle birlikte standart Pantone baskı makinesi veya Hexachrome mürekkeplerinin tam kullanılmasını sağlar. QuarkXPress ayrıca hem Postcript hem de PDF çıktısı ile kompozit iş akışları yeteneğini sunar. İlave olarak QuarkXPress, proje senkronizasyonu, çoklu geri alma/yineleme işlevselliği, XML ve web sayfası (HTML/XHTML) özellikleri ve doğrudan PDF alma ve çıktı desteği sunar. Sürüm 6.5, 2004 yılının sonunda yayınlandı; Photoshop biçimi (PSD) için geliştirilmiş destek eklendi. PSD entegrasyonu ve resim işleme özellikleri, QuarkXPress'in Macworld Editor's Choice 2004 (Macworld Editörü'nün Seçimi) dalında çok sayıda ödül almasını sağladı. Sürüm 7'ye OpenType, Unicode, JDF ve ayrıca PDF verme desteği eklendi. Renk düzeyinde doğal saydamlık gibi benzersiz özellikler QuarkXPress 7'ye de eklendi. QuarkXPress'in kompozisyon bölgeleri özelliği, çok kullanıcılı yenetenekleriyle aynı sayfa üzerinde farklı bölgeleri düzenlemek için birden fazla kullanıcının izniyle sadece bu masaüstü uygulaması yapar. (...) QuarkXPress, bir belgeyi akış öncesine kadar yetenek de sağlar. Kendisinin ve kullanıcının izin verdiği çakışan nesneye doğrudan sıçraması için proje uygulaması içinde çalışır. Adobe, InDesign CS4'ten itibaren benzer bir özelliği uygulamaya koydu. Aynı zamanda akıllı şablonlar ve kaynak paylaşımına olanak tanıması sebebiyle kullanıcı tanımlı cetveller, çıktı gözlüğü ve yapı gözlüğü de kullanılabilir. Güncel sürüm, QuarkXPress 8'in Al Import ve küresel bir dosya biçimi, PDF 1.7 verme, sürükle ve bırak desteği, tamamen yeni bir kullanıcı arayüzü vardır. Sınırsız taban çizgisi ağlarını takip etmesi için sayfalara ve kutulara tasarım ağları atanabilir. Karakteri ve miktarı ile kutu dışına asılması için asılı karakterler uygulanıp özelleştirilebilir. Bu ilk sürümü video, animasyon ve etkileşimli olarak, Web ve Flash sesi de dahil olmak üzere tasarımcıların baskı içeriği oluşturmasına olanak veren yerleşik Flash yazmayı içermektedir. Adobe Flash'ın aksine, tasarımcıların programı öğrenmesine gerek kalmadan bunu yapabilir. QuarkXPress 8, Mac OS X v10.4 ("Tiger"), Mac OS X v10.5 ("Leopard"), Windows XP SP2 ve Windows Vista, 32 bit ve 64 bit için kullanılabilir. Mac sürümü, PPC- ve Intel tabanlı Mac'ler üzerinde çalışan bir evrensel binary'dir. QuarkXPress 8, Ekim 2008'de Yılın Baskı Yayıncılığı Yazılımı MacUser Ödülü'nü kazandı. 2003 yılının başında Quark, QuarkXPress'in QuarkDDS denilen bir sunucu sürümünü yayınladı. Bu bir web tarayıcısında sayfa düzenlemeyi ve sayfa düzeni sağlar. QuarkXPress Server, kişiselleştirilmiş pazarlama için değişken dijital basım ve perakendenciler için katalog nesli, reklam ajanslarında reklam otomasyon iş akışları, basılı malzemelerin özelleştirme ve sıralama etkinleştirmesi için web için baskıya doğru kurumsal intranetlerde sıkça kullanılır. Onlara ihtiyaç duyulduğunda çoğu özelleştirilmiş içeriği, şirketlerin dijital olarak basmasına imkân tanır. Sistem, XML'e dayanmaktadır. Sistem, çoğu kez talep üzerine baskı yazılımının içine yerleştirilmiştir. 2006 yılında Quark, "QuarkXPress Server" yerine QuarkDDS diye yeniden adlandırdı. Türk Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi Batı Cephesi (Garp Cephesi), Türk-Yunan Cephesi ya da Türk-Yunan Savaşı (Yunanca: Μικρασιατική εκστρατεία / Mikrasiatiki ekstrateia; anlamı: "Küçük Asya Seferi", Μικρασιατική καταστροφή / Mikraasiatiki katastrophi; anlamı: "Küçük Asya Felâketi", Μικρασιατικής περιπέτεια / Mikraasiatiki peripeteia; anlamı: "Küçük Asya Macerası"), Yunanistan Ordusu'nun 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmasıyla başlayıp aynı kentin 9 Eylül 1922'de Türkiye'nin TBMM Hükûmeti Ordusu tarafından geri alınmasıyla biten savaş veya Kurtuluş Savaşı'nın cephelerinden birine verilen ad. Aynı zamanda askerî tarih açısından, savaş sırasında Batı Anadolu’da Yunanistan Ordusu'nun genel taarruzuna karşı 25 Haziran 1920’de kurulup 1923’te kaldırılan askerî birimlerden birine verilen ad. Yunanistan'ın İzmir'i işgali, Paris Barış Konferansı kararıyla gerçekleştirilmiştir. Konferans'ın bu kararı esasen Mondros Mütarekesi şartlarına aykırı idi. Kurtuluş Savaşı’nda ilk cepheler Yunanların işgal ettiği bölgelerde kuruldu. Bunlardan ilki Ayvalık Cephesi’ydi. 172. Alay komutanı Yarbay Ali Bey (Çetinkaya), halkı da silahlandırarak 29 Mayıs 1919’da Ayvalık’ı işgal eden Yunanlara karşı direnişe geçti. Bu arada Yörük Ali Efe gibi çete reisleri de zaman zaman Yunanlara karşı baskınlar düzenliyordu. Aydın Cephesi’ndeki Kuva-yi Milliye, 28 Haziran 1919’da Yunan askerlerine saldırıya geçti ve üç gün süren kanlı çatışmalardan sonra işgalcileri Aydın’dan çıkarmayı başardı. Ne var ki Yunanlar kısa bir süre sonra kenti yeniden işgal ettiler. Bu bölgede faaliyet gösteren Çerkez Ethem Bey ise Salihli Cephesi’ni oluşturmuştu. 20 Eylül 1919 Cumartesi günü gecesi saat üçte Binbaşı İsmail Hakkı, Yüzbaşı İsmet ve Yüzbaşı Süleyman ve Mülazım Tahsin Beyler Kuva-yi Milliye teşkilatı yapmak üzere Kütahya'ya gelerek icabeten teşkilat yapıp, yardım olarak ahaliden yüz elli bin lira iane alınmasına karar verdiler. Kuva-yi Milliye Heyeti Reisliği'ne eski Kütahya ahızasker şubesi reisi binbaşı Nüzhet Bey seçildi. Mütarekeyi müteakip Çanakkale Boğazı'nın düşman tarafından tazyiki üzerine pek çok cephanelik mühimmat Kütahya'ya nakledilip büyük bir handa muhafaza edildi. İngilizlerin bu cephanelere el koymak istemesi haberi üzerine Bedrettin oğlu Şeyh Seyfi Efendi, yazı işleri müdürü Hasan Sami ve polis başkomiseri Fevzi Beyler'in himmetleriyle bu cephanelerin bir kısmı geceleyin şehre ve civar köylere, köylüler vasıtasıyla naklettirildi. Millî Mücadele'nin bilhassa ilk zamanlarında silaha çok ihtiyaç vardı. Düşmanın yavaş yavaş ilerlemesi ve muhacirlerin gelişi henüz halkı heyecanlandırmamıştı. Daha İsmail Hakkı Bey gelmeden Alaşehir'in düşman eline geçtiği duyulmuş ve elinde silahı olanların bir hizmet olmak üzere silahlarını hükûmete vermeleri ilan olunarak camilerde hocalar vasıtasıyla halka telkin yapılmıştı. Bazı kişilerin karşı propagandasıyla halk tereddüt etmiş ve vaziyeti iyice kavrayamamıştı. Bunun için Kuva-yi Tedibiye kumandanının şiddetli bir beyanname yazma
sı gerekliydi. Nitekim böyle bir ilan yayımlanmış ve bu ilan üzerine üç gün zarfında Kütahya'da iki yüz işe yarar silah ve yüzlerce cephane toplandı ve bundan başka köylere de silahlar gelmeye başladı. Asıl olarak Yunanlar işgaline karşı Batı Anadolu’da verilen savaşları kapsayan Batı Cephesi ya da Garp Cephesi, 22 Haziran 1920’de Milne Hattı’ndan başlayan Yunanistan Ordusu'nun gelen taarruzunun hemen ardından, 25 Haziran 1920’de oluşturuldu ve komutanlığına Ali Fuat Paşa getirildi. Bu arada Yunan kuvvetleri 24 Mart 1920’de Dumlupınar’ı, 28 Mart’ta da Afyon’u ele geçirmişlerdi. Yunanlara karşı verilen asıl savaşlar da bu tarihten sonra oldu. Kütahya Millî Alay Kumandanlığı da Ali Fuat Paşa tarafından İsmail Hakkı Bey'e verilmiş ve bu olay Çerkez Ethem ile İsmail Hakkı Bey'in arasını açmıştır. Kütahya'dan kalkarak Gediz'e ulaşan Ethem Bey, İsmail Hakkı Bey'e şu telgrafı çekerek hazır bulunmasını bildiriyor: ""Teşkilâtınızı bir gün evvel ikmal ederek benden alacağınız talimata göre harekete amada bulununuz kardeşim. 27 Temmuz 336. Kuvaı Tedibiye K. Ethem"" İsmail Hakkı Bey telgrafta şu cevabı vermiştir: ""Efrada kaput ve başlık yapdırılmak üzere bin beş yüz kişilik kumaş almak için Uşak'a memur gönderilmiştir. Teçhizat nevakısı mülhakattan peyderpey vürut etmekte olan esliha ile ikmal ve iki taburun buna müteferri ihtiyacı müstaceliyetle temin edilmekte ve teşrifi kerimanelerinden sonra nezareti acizanem tahtında efradın az çok terbiyei iptidaiye ve sairesiyle iştigal olunmaktadır. millî Kütahya alayının teşkili lüzumu Ali Fuat Paşa Hazretleri tarafından acizlerine akşam telgrafla emir buyrulmuştur. Arzu ve eseri teveccühü âlileri dairesinde tertip ve tensik edilecek olan bu alayın pek yakın bir zamanda emri âlilerine amade bulundurulacağı maruzdur ferman. 27 Temmuz 336"" Ancak Ali Fuat Paşa, Yunanistan'ın genel taarruzu ve Çerkez Ethem Bey'in faaliyetleri karşısında başarısız bulundu ve Batı Cephesi komutanlığından alındı. TBMM Hükümeti, 9 Kasım 1920’de Batı Cephesi'nin iki kısma ayrılmasına karar vermiştir. Bu karara göre Kuzey Cephesi, İzmit, Ertuğrul, Eskişehir, Kütahya sancaklarını kapsayacak ve Genelkurmay Başkanı Albay İsmet Bey (İnönü) komutasında olacaktır. Güney Cephesi ise Afyonkarahisar, Isparta, Burdur, Denizli, Aydın, Menteşe, Antalya, Konya, Silifke, Niğde ve Adana merkez sancağını kapsayacak ve İçişleri Bakanı Albay Refet Bey (Bele) komutasında kurulacaktır. Yeni kurulan (Ekim 1920) düzenli ordunun Batı Cephesi Komutanlığı'nda bulunan kuvvetler, 1.728 subay ve 27.571 er idi. Bu arada Yunanlar 8 Temmuz 1920’de Bursa’yı, 12 Temmuz 1920’de İznik’i işgal etmişlerdi. Simav cephesinde de vaziyet iyi değildi. Yunanlar Demirci’yi zapt etmiş, Simav’a ilerliyorlardı. 20 Ağustos'ta Gediz'de bulunan üçüncü taburun Simav'a hareket etmesi emrolunmuştu. Bu sırada Uşak sükût ediyor ve alayın başında bulunmak üzere Kütahya Millî Alay Kumandanı İsmail Hakkı Bey; Çerkes Ethem tarafından cepheye davet ediliyordu. İsmail Hakkı Bey 28 Ağustos 1920'de otomobille Gediz'e hareket ederek yerine vekil olarak Müdafaa-i Hukuk Reisi Binbaşı Nüzhet Bey'i bıraktıysa da Gediz'in de tehlikeye düşmesinden dolayı abluka tehlikesine maruz kalmamak için Kütahya'ya geri döndü ve istirahat için Eskişehir'e gitti (4 Eylül 1920). 5 Eylül'de düşman Gediz'i alarak Efendiköprüsü civarına kadar geldi. Son taarruzda muvaffak olunamaması işleri büsbütün bozmuştu. Efendiköprüsü Kütahya'ya 6 saat mesafede olduğundan Kütahya'da telaş baş gösterdi ve pek çok memur aileleri Eskişehir ve Ankara'ya gitmeye başladı. Uşak'ın sükûtunu müteakip Afyonkarahisar'da vaziyet ciddileşmiş ve Simav da Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. 24 Eylül Cuma günü Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat Paşa cepheyi teftiş için Kütahya'ya geldi. 6 Ocak 1921’de Bursa yöresinden saldırıya geçen Yunan birlikleri, 11 Ocak 1921’de Birinci İnönü Muharebesi’nden sonra geri çekildiler. Bir süre sonra Yunanlar, Londra Konferansı sürerken, Bursa’nın doğusundaki Dimboz’dan Eskişehir yönünde yeni bir taarruz başlattılar. Bu taarruz, 23 Mart-1 Nisan 1921 tarihleri arasında yapılan İkinci İnönü Muharebesi sonucu durduruldu. Bu muharebenin ardından, 3 Mayıs 1921’de Batı Cephesi İsmet Paşa (İnönü)’nın komutanlığı altında yeniden birleştirildi. Bursa, Yunan kuvvetlerinin üslendiği en önemli merkezlerden biri durumuna gelmişti. Sevr Antlaşması’nı imzalaması için Ankara Hükümeti’ni sıkıştırmaya ve Batı Cephesi birliklerinin direncini kırmaya yönelik yeni bir Yunan saldırısı da Temmuz 1921’de Bursa ve güneyinden geldi. Türk birlikleri, bu saldırıya karşılık verecek gerekli hazırlıkları tamamlamış değildi ve bundan dolayı düzenli olarak geri çekilmeye karar verildi. Bu çekilme Sakarya Irmağı’nın doğusuna kadar sürdü. Bu arada Yunan kuvvetleri 13 Temmuz 1921’de ikinci kez Afyon’u, 17 Temmuz 1921’de Kütahya’yı ve 20 Temmuz 1921’de Eskişehir’i işgal etti. 6 Ocak 1921 tarihine kadar Uşak ve Bursa bölgesinde hazırlıklarını sürdüren Yunanlar, Türk-Batı Cephesi birliklerinin Çerkez Ethem Kuvvetlerinin Tenkili harekatı ile meşgul olmasından da faydalanarak, İnönü-Eskişehir istikametinde taarruza başladılar. 6-9 Ocak 1921 tarihleri arasındaki muharebeler, örtme ve emniyet kuvvetleri harekatı şeklinde cereyan etti. İnönü mevzilerindeki muharebeler 10 Ocak 1921 tarihinde başlamış, Yunan kuvvetlerinin taarruz çıkış hatlarına çekildiği 11 Ocak 1921 tarihine kadar sürmüştür. Türk tarafı, her ne kadar sürekli geri çekilmiş olsa da, Yunan kuvvetlerinin Eskişehir yönünde ilerlemesini durdurmuş olduklarını ileri sürerek savaşı, kesin bir zafer olarak tanımlamaktadırlar. Yunan tarafı ise, harekatın zaten sınırlı hedefli olduğu ve planlanan hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle bunu reddetmektedirler. Bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Savaşı, Türk tarafının zaferi olarak değerlendiren çevrelerde ileri sürülenlerin görüşler temelde, Türk tarafının belirli bir miktar malzeme kaybetmesine, bölgedeki demiryollarının imha edilmiş olmasına karşın, toprak kaybetmediği olgusuna dayanmaktadır. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesinin ise, plan ne olursa olsun, gerek Türk, gerek dünya ve gerekse de Yunan kamuoyunda, Yunan kuvvetlerinin zaferi olarak algılanmadığı ileri sürülmektedir. Çünkü, savaş sonrasında, kazanan tarafın, karşı tarafa iradesini kabul ettirdiği bir antlaşma yoktu. Savaştan hemen sonra Türk tarafında durum bu şekilde değerlendirilmiş, Ankara'da geniş çaplı kutlamalar yapılmıştır. Gerek Türk kamuoyu, gerekse de Türk Silahlı Kuvvetleri, muharebeleri kesin bir zafer olarak değerlendirmiştir. Londra Barış Konferansı’nın önerilerinin TBMM Hükümeti’nce reddedilmesi üzerine, İtilaf Devletleri’nin isteklerini zorla Türklere kabul ettirmekle görevlendirilen Yunanlar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler. Yunanlar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Böylece Yunanlar İnönü’de ikinci kez yenildiler. 10 Temmuz’da Yunan saldırısı İnönü-Eskişehir, Afyon ve Kütahya hattında geniş bir cephede başladı. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa fazla kayıplar verilmeden ordunun Sakarya Irmağı'nın doğusuna çekilmesine karar verdi. Ordu, Sakarya’nın doğusunda toparlanmaya başladı. Yunanlar da Sakarya Irmağı kıyılarına kadar ilerlediler. Yunanlar Sakarya Irmağı'nın batı tarafında durmuşlar, yeni bir saldırı için hazırlıklara başlamışlardı.Sonuçta Yunanlar kazanmıştı. Ordumuz, yok olmamak için Sakarya Irmağı'nın doğu kıyısına çekilmişti. Sonuç olarak: Mustafa Kemal ilk iş olarak ordunun gereksinimlerinin sağlanması için 7-8 Ağustos 1921'de Tekalif-i Milliye Emirleri (Ulusal Yükümlülükler) yayımladı. Tekalif-i Milliye emirlerinin uygulanmasında çıkacak aksaklıkları ortadan kaldırmak için çeşitli yerlerde İstiklal Mahkemeleri açıldı. 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan ve Türk milleti için bir ölüm kalım savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi; Kurtuluş Savaşı içinde kader tayin edici olmuştur. Bu savaştan önce Yunanların başlıca hedefi; Ankara yönünde ilerleyerek, Türk Ordusunu yok etmek ve Kurtuluş Savaşı’nın sembolü ve direniş merkezi haline gelen Ankara’yı ele geçirmekti. Böylece Türk azim ve direnme gücü yok edilmiş olacaktı. Mustafa Kemal Paşa’nın emir ve komutasında, Türk ulusunun kanıyla yapılan en uzun meydan muharebesi; Türk Kurtuluş Savaşı tarihine de subay muharebesi diye geçen "Sakarya Destanı" 21 gün 21 gece devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanların Sakarya Nehri’nin doğusunu tamamen terk etmesiyle son bulmuştur. 23 Ağustos 1921’de Yunan ordusunun saldırısıyla başladı ve 22 gün-22 gece sürdü. Başkomutan Mustafa Kemal’in yönettiği Sakarya Savaşı, Yunan ordusunun 13 Eylül 1921’de Sakarya Irmağı’nın batısına çekilmek zorunda bırakılmasıyla son buldu. Sakarya zaferinin ardından ilan edilen seferberlik Büyük Taarruz’un ilk işareti oldu. Başkomutan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında ülke savunmasını şu şekilde ifade etmiştir: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O sathı bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir; fakat, küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden Yunan birliklerine karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar durmaya ve direnmeye mecburdur." Sakarya Savaşı sonunda; İsmail Habip Sevük’e göre, Türk Ordusu’nun 1683 yılında II. Viyana Kuşatması’ndaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona ermiştir. Bu savaş, Türk Ordusu’nun son savunma savaşıdır. Uzun bir hazırlık döneminden sonra, 26 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal’i
n başkomutanlığında Büyük Taarruz başladı. Batı Cephesi birlikleri, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde Yunanlara karşı büyük bir zafer kazandı. İzmir’e doğru çekilen Yunanları izleyen Türk birlikleri, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. Başkomutan Mustafa Kemal Yunan Ordusu'na kesin darbeyi indirmek için hızlı biçimde hazırlıklara girişti. Sakarya savaşı ve ondan önceki muharebelerde Türklerin taarruza geçememesinin sebebi TBMM'nin yeterli güce ulaşamamasıdır.Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın Tekalif-i Milliye emirlerinden sonra halkın desteğiyle ordu taarruz gücüne ulaştı. Mustafa Kemal Haziran 1922’de taarruz kararı aldı. 6 Ağustos 1922’de orduya gizlice taarruz için hazırlanması emri verildi. Mustafa Kemal Akşehir’e gelerek komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda 26 Ağustos taarruz günü olarak belirlendi. Taarruz Afyon’un güneyinden Dumlupınar yönüne doğru baskın şeklinde başlayacak ve sonra da meydan savaşına dönüştürülerek Yunan kuvvetleri tümüyle yok edilecekti. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 05.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe’den taarruz başladı.Başkomutan Mustafa Kemal de bu esnada taarruzu Kocatepe’den sevk ve idare ediyordu. Siklet merkezi 1 inci Ordu da olmak üzere, 1 inci Ordu güneyden, 2 inci Ordu kuzeyden taarruzla, harekat kısa sürede başarılı bir şekilde gelişti. Yunan savunma hattı parçalandı. 26/27 Ağustos gecesi Yunan mevzileri ele geçirildi. 27 Ağustos’ta Türk Ordusu Afyon’u Yunan işgalinden kurtardı. Dumlupınar mevzilerine çekilen Yunan birliklerine karşı 29 Ağustos’ta taarruz eden ordumuz, 30 Ağustos’ta Yunan ordusunu tamamen kuşatarak büyük bir kısmını imha etmiştir. Yunanistan Ordusu Başkomutanı General Trikopis esir alındı. Kütahya’daki Yunan Ordusu temizlenmiştir. Bu savaşı Başkomutan Mustafa Kemal doğrudan kendisi yönettiği için bu zafere Başkomutanlık Meydan Muharebesi denir. Başkomutan Mustafa Kemal’in 1 Eylül 1922’de, Türk ordusuna verdiği emrinin son paragrafı "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri." şeklinde 2 Eylül 1922 tarihli "Hâkimiyeti Milliye" gazetesinde yayımlanmıştır. Yunan işgalindeki tüm yerleri tek tek kurtaran Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. Büyük Taarruz’un ardından Mudanya’da başlayan ateşkes görüşmelerine İsmet Paşa, Batı Cephesi komutanı olarak katıldı. Mudanya Mütarekesi’nin ardından İsmet Paşa Batı Cephesi komutanlığından ayrılarak hariciye vekili oldu. Batı Cephesi komutanlığını Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa üstlendi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, savaş ortamı tamamen ortadan kalktı ve 1 Eylül 1923’te Batı Cephesi karargâhı kaldırıldı. Merkava İsrail tarafından İsrail Ordusu için üretilen bir dizi ana muharebe tankının sınıf adıdır. Dört modelden oluşan tankın en yeni modeli Merkava IV dür. Ne kadar üretildikleri bilinmese de dört modelden toplam 2.500-3.000 tank üretildiği sanılmaktadır. İbranice'de adı "savaş arabası" anlamına gelmektedir. Tankın motor bloğu, mayın saldırılarına karşı korumak için ön kısımda bulunmaktadır. Bu şekilde ayrıca tanksavarlar için daha fazla zırh elde edilmiştir. Tankın motoru hariç (Alman yapımı MTU motor) çok büyük oranda İsrail yapımıdır. Tankta oluşabilecek bir yangının yayılmasını engellemek için hidrolik sistemler yerine elektrikli sistemler kullanılmıştır. İsrail çölleri için tasarlandığından, bir yerden bir yere havadan taşınmak için oldukça ağırdır. Ağırlığı 70 tondan fazladır. Bağımsız amortisör sistemi engebeli arazide ya da derin çukurların üzerinde diğer tanklara göre oldukça fazla hız ve manevra avantajı sağlar. İsrail dışında kullanan ülke yoktur. Tanklara karşı en etkin silahlardan biri, zırha temas ile birlikte yüksek hızla reaksiyona giren ve 4000 ° dereceye kadar ısı oluştup zırhı sıvı haline getirip delen plastik anti tank mühimmatlarıdır. Bu mühimmatlar oluşturdukları yüksek ısı ile hem zırhı delmekte hem de tank personelinin yaşam alanınının sıcaklığını da yüksek seviyelere çıkartarak, personeli saf dışı bırakmaktadır. Merkava; bu türden füze, roket ve benzeri şekilde kullanılabilinen, plastik anti tank mühimmatlarına karşı zırh koruması en iyi olan tanktır. İsrailli bilim insanları, Merkava'nın zırhının yapıldığı metalin ergiriğine, zaafiyet oluşturmayacak şekilde seramik takviye etmişler ve Merkava'nın zırhını yüksek ısıya dirençli hale getirebilmişlerdir. Ayrıca Merkavalarda trophy diye adlandırılan füze/roket saptarıcı sistemler vardır Bu sistem meskun mahal içinde isabet almasını minimize etmek için tasarlanmıştır. Rus tanklarında sadece muadili olan sisteme rastlanmaktadır. Bu model merkava tanklarının ilk modelidir. 1981 yılında ordu servisine alınmıştır. İlk olarak 1982 de, Lübnan iç savaşında kullanılmıştır. Yalnızca bir tanesi Suriye anti tank birlikleri tarafından imha edilmiştir. O dönemin standart NATO tank silahı olan 105mm'lik L7 topu ana silahıdır. Toplam 250 adet üretilmiştir. Ayrıca palet ve tekerleri Centurion tankıyla aynıdır. Şu an yalnızca yedek kuvvetlerde bulunmaktadır. Hizmete 1983 yılında alındı. Zırh direnci ve kullandığı ana tank silahı önceki modeliyle aynıdır. Bundan farklı olarak düşman ateşine daha hızlı ve kolay karşı koyabilmesi için 2 inçlik bir havan topu vardır. Türk Kurtuluş Savaşı Doğu Cephesi Doğu Cephesi, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında 1919–1921 yılları arasında Türk–Ermeni Savaşı (24 Eylül–2 Aralık 1920) dahil olmak üzere, Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya'da gerçekleşen muharebelerden meydana gelen cephe. I. Dünya Savaşı'nda, Kafkas Cephesi'nin açılması üzerine Ermeniler'le Ruslar işbirliğine yönelmişler ve Rusların kışkırtmalarıyla Osmanlılara saldırmaya başlamışlardır. Rusya’da ihtilal gerçekleşince Ruslar, Doğu Anadolu’da işgal ettikleri yerleri Türklere bırakarak geri çekildiler. Bu arada merkezi Erivan olan bir Ermeni devleti kuruldu (28 Mayıs 1918). Ruslar çekilirken daha Türk ordusu bölgeye ulaşmadan Ermeniler, Rusların yerini aldı ve Doğu Anadolu’nun kendilerine ait olduğunu ileri sürüp, Gümrü, Iğdır, Arpaçay ve Aras’a kadar ilerlediler. I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve bölgede bulunan Türk 3. Ordusu'nun 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi gereğince Kafkasya'yı boşaltması sonucu Kafkaslar'da, Ermenistan başta olmak üzere Gürcistan, Azerbaycan ve Nahçıvan Cumhuriyetleri kuruldu. Bu boşaltma sırasında muhtemel Ermeni saldırı ve tecavüzlerine karşı da Türk halkını korumak maksadıyla Ardahan, Batum bölgesinde Acara Şura Hükûmeti, Kars-Oltu-Sarıkamış-Kağızman bölgelerinde ise Güneybatı Kafkas Geçici Milli Hükûmeti kuruldu. Ancak bu iki hükümet 3 ay sonra İngilizler tarafından dağıtıldı. Bu olaydan sonra bölgenin Ermeni saldırılarına karşı savunulması, karargahı Erzurum'da bulunan 15. Kolordu tarafından sağlandı. 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması hükümlerine dayanarak Büyük Ermenistan'ı kurmak isteyen Ermeni tedhiş hareketleri sonunda bölgedeki durum giderek gerginleşti. İtilaf Devletleri, Akdeniz ve Karadeniz’e çıkış kapıları olacak ve sınırları Wilson tarafından çizilecek Büyük Ermenistan düşünü gerçekleştirmek için Sevr Antlaşması’na bir madde koydular. Bu cephede bulunan Türk 15. Kolordusu dört tümen ile süvari ve topçu alaylarından oluşmaktaydı. Muharip personel sayısı, 15.000 ile 20.000 kişi arasında idi. Ermeniler ise toplam 12 alaydan oluşan dört tümene sahiptiler. Ermeni kaynaklarına göre askeri personel mevcutları 20.000 kadar idi. Milislerle beraber muharip personel sayısı 50.000'e kadar çıkıyordu. Cephe hattı Osmanlı-Rus Savaşı (1877-78) sonrasındaki Osmanlı-Rus sınırını olan Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit olarak belirlenmişti. Kurtuluş Savaşı başlamadan önce Doğu Anadolu'nun Ermenilerin eline geçmesine mani olmak için Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla bir örgüt kurulmuştu. Bu kuvvetler Ermenilerle Oltuda çatışma haline girmişlerdi. TBMM Hükümeti artan Ermeni sorunlarına ve yayılmacılığına son vermek amacıyla 20 Eylül 1920'de bölgede bir askeri harekat yapılmasına karar verdi. 15. Kolordu Komutanı Musa Kâzım Karabekir'i tam yetkiyle Doğu Cephesi Komutanlığına atadı. 29 Eylül 1920'de saldırıya geçen Kâzım Karabekir kuvvetleri, birkaç gün içerisinde Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit hattını aşarak Drastamat Kanayan komutasında Ermeni kuvvetleriyle çatışmaya girdi. İlk cephe Oltu Muharebesi oldu. Daha sonra Simon Vratsiyan ve Artaşes Babalyan komutasında olan Ermeni güçleriyle Sarıkamış Muharebesi (1920) ve Kars Muharebesi yapıldı. 30 Ekim 1920'de Kars'tan çıkarılan ve Kars'ın doğusuna çekilen Ermeniler Bolşevik Rusya'dan ve ABD'den yardım istedi. Bolşevik Rusya bu Kafkasya'yı kendi nüfuz alanı olarak gördüğünden dolayı ve Türk Kurtuluş Savaşı'nı desteklediği için yardım etmeyi reddetti. ABD'den de olumlu yanıt alamayan Ermeniler, işgal ettikleri Erzurum, Kars ve çevresini Kâzım Karabekir kuvvetlerine bıraktı ve bugünkü Ermenistan'ın batısına çekildi. Ancak henüz barış antlaşması imzalanmamıştı. Kasım 1920'de Karakoyunlu'daki Yarmalar geçidini aldıktan sonra Iğdır'ı da Anadolu'ya dahil eden Kâzım Karabekir'in kuvvetleri Ermeni birliklerini daha ileri giderek Gümrü'ye kadar takip etti. Burada Gümrü Muharebesi yapıldı. 7 Kasım 1920'de Türk ordusunun Gümrü'ye girmesi üzerine yenilen Ermeniler barış istedi. Barış isteğini kabul eden TBMM Hükümeti 2 Aralık 1920'de Ermenistan'la Gümrü Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşmaya göre Batum, Sarıkamış, Kars, Ağrı, Erzurum, Artvin, Oltu ve çevresi TBMM Hükümeti bırakılırken savaş esnasında Kâzım Karabekir kuvvetlerinin eline geçen Gümrü kenti ise Ermenistan'a bırakıldı. Ayrıca, Mondros sonrasında Ermenistan'a bırakılan Tuzluca (Kulp) kazası da TBMM Hükümeti kontrolüne kaldı. Gümrü Antlaşması'na göre: General Hüseyin Yalabık yönetmiştir. M1 Abrams M1 Abrams, ABD Kara Kuvvetleri ve Deniz Piyadeleri'nin yanında Mısır, Kuveyt, Suudi Arabistan Avustralya ve 2010'dan itibaren Irak orduları envanterinde bulunan 3.nesil bir ana muharebe tankı dır. 1980'den başlayarak ortaya çıkan üç ana tipiyle (M1, M1A1 ve M1A2) Amerikan Ordusu tarafından kullanılan temel tank sınıfıdır. Son üretilen M1A2 modellerinde yeni nesil zırh ve elektronik sistemler kullanıl
mıştır. Tank adını 1968 ile 1972 yılları arasında görev yapan eski Genelkurmay Başkanı General Creighton Abrams'dan almıştır. M1 Abrams tankı daha önce kullanılan M60 Patton tankı yerine ordu servisine alınmıştır.Bununla birlikte 2050 yılına kadar ABD ordusunda hizmetinde kalması planlanmaktadır. 1500 hp gücündeki Gaz Türbin motoruna, sofistike bir kompozit zırha, personel güvenliği için ayrı bir patlama hücresi içinde yalıtılmış mühimmat depolama kabinine sahip ABD'nin modern zırhlı savaş programı için geliştirilen bir tanktır. 61.7 tonluk ağırlığı ile en ağır muharebe tanklarından biridir. Ayrıca 120 mm'lik tank topu ile muharebe sahasında önemli bir üstünlüğe sahiptir. İlk çıkan M1 modelini elektronik ve zırh sistemlerinde yapılan geliştirmeler ile M1A1 ve M1A2 modelleri takip etmiştir. Tank komutanının top namlusundan bağımsız hedef belirleme sistemi, nişancının tespit edilen hedefler ile meşgül olurken tank komutanının yeni hedefler arayabilmesine imkân vermektedir. Termal görüş sistemi, lazer telemetreli atış destek bilgisayarı ve stabilizasyon gibi M60 tanklarında da bulunan elektronik sistemler M1 tanklarının da standart donanımları arasındadır. M1, tankı Chrysler Defense firması tarafından tasarlanmış, General Dynamics Corp. firmasının Ohio Lima tesislerinde üretilmiştir. 1980 yılında göreve başlamıştır. Geliştirilmiş "M1A1" tankı ise 1985 tarihinde Amerikan Ordusu envanterine girmiştir. "M1A1" tankı Alman Leopard 2 tankında da kullanılan "M256 120 mm smoothbore" top taşımaktadır. Bu tank ayrıca geliştirilmiş zırha ve NBC (nükleer-biyolojik-kimyasal) silahlara karşıda koruması bulunmaktadır. M1A2 tanklarında ise tank komutanı için termal kamera sistemi, elektronik navigasyon araçları ve dijital radyo alıcısı bulunmaktadır. M1A1 modelinin değiştirilen stabilizasyon sistemi sayesinde hareket halinde hedefi vurma yüzdesi büyük oranda artmıştır.Aslında ilk üretildiği zamanlarda çok kötü bir isabet yüzdesi vardı.Pakistan'da Ziya ül Hak'ın ölümünün olduğu 1988 bir gösteriye katılan M1 tankları hedefi onda on kaçırmış ve sonra da bozulmuşlardır.23 Haziran 1988'de olan bu olaydan sonra elektronik sistemlerle sonunda hedefi vurma kabilyetine ulaşmışlardır. Körfez Savaşı, Çöl Fırtınası harekatı ve Bosna Savaşı sırasında tankın zırh özellikleri daha da geliştirilmiştir. Tanka mayın imha aparatı takılabilir. M1 şasesi ayrıca M104 Wolverine ağır taarruz köprüsünde kullanılmaktadır. Bugüne kadar 8.800 adet M1 veya M1A1 üretilmiş. Bir tankın maliyeti modeline göre 2,300,000 ila 4,300,000 $ arasındadır. Yurtdışına satılan modellerinde farklı zırh özellikleri ve motor seçenekleri (örneğin tamamen dizel motor) de vardır. İyi korunan M1A1 Abrams ana muharebe tankında da gelişmiş modellerinde zayıflatılmış uranyum ile kaplanmış bir çeşit Chobham zırhı bulunmaktadır. İlk olarak İngiliz Ordusuna ait tesislerde üretilen Chobham zırhı, konvansiyonel zırh tabakaları arasında 2 Bilinmeyen Metalin (Alüminyum veya Ona benzer) Arasına Güçlendirilmiş Plastik/Reçine den Yapılmıştır Bu zırh HEAT ve ATGM Çukur İmla Haklı Başlıklı Mermilere karşı üstün koruma sağlamaktadır. KE mühimmatlara karşı da iyi bir koruma sağlar. sandwiç plakaların Arasına yerleştirilen plastik mühimmatın oluşturduğu enerjiyi, absorbe eder ve geri yansıtır yansıtma sonucunda Tungsten başlıklı mühimmat hız kaybedecek,körelecek,delişi azalacaktır ve zırhın içinde takılıp kalacaktır. Ayrıca gerektiğinde yan kısımları Re-Aktif zırh ile kaplanabilir. Zırh tasarımına bakılırsa Ön/Yanlar Taretin ve Ön Gövde nin 3 kısımdan oluştuğu görülür bunlar; 1.Kısım NERA yı dış tehditten koruyan ince bir Haddelenmiş Homojenize Zırh tabakasından oluşur 30-80 mm kalınlığındadır 2.Kısım ise ana zırh NERA yı oluşturur M1A1HA veya M1A2 modellerinde ise bu plakaların yerine Zayıflatılmış Uranyum Kullanılmaktadır. birbiri ardına sıralanmış bu her plakaların zırhta kapladığı alan toplamda 600-700 mm ye eşittir 3.Kısım ise NERA nın delinme ihtimaline karşın yerleştirilen tekrardan Haddelenmiş Homojenize Zırh bulunur bu kısım ise 101-150 mm kalınlığında değişmektedir. Tüm bu kadar korumaya karşın Irak savaşında delinen M1A1 Abrams tanklarının bazıları imha edilmiştir sebebi ise; ıraklıların bazı RPG-7 mühimmatında Tandem HEAT mühimmat kullanmak suretiyle ve RPG-29 RPG-26 ve Tandem HEAT başlıklı MİLAN Kullanması M1A1 Abrams tankının yan zırhındaki eteklerin delinmesinin ve imha edilmesinin en büyük sebebidir. İsrailden Satın alınan TROPHY++ Modelleri ve Amerikan Tank Endüstrisi Yapımı Bilinmeyen Aktif Koruma Sistemleri. M1 modelinde ilk olarak NATO standardı "M68A1 105 mm" yivli tank topu kullanılmıştı. Bu top çeşitli HEAT mermileri, yüksek patlayıcılı, duman mermisi, yüksek etkili anti-personel mermileri atabilen isabet yüzdesi yüksek bir tank topuydu. Bu top Birleşik Krallık Ordu Donatım birimi tarafından L7 adıyla dizayn edilmiştir. M256 kullanılana kadar M1 ve M1IP modellerinde bu top kullanılmıştır. M1 modellerinde kullanılan M68A1 105 mm yivli top gelişen zırh teknolojisi sebebiyle etkisini yitirmeye başladı. Bunun üzerine yeni nesil M1A1/A2 tanklarının üzerine M256 120 mm smoothbore (L44'ten geliştirilen) top konulmuştur. Bu topun dizaynı Alman Rheinmetall AG firmasına ait olup, General Dynamics Kara Sistemleri Bölümünde üretilmiştir. Aynı top Alman Leopard 2A5 tankında da kullanılmaktadır. Ancak Almanlar bu topun daha uzun bir modelini Leopard 2A6'da kullanmıştır.Buna karşılık ABD'de M256E1 topunu geliştirmiştir. L55 topu M829A2 mermisi ile Kontakt-5 ERA modelli T-90 veya T-80U tanklarını 4000 metreden nişangah ile vurabilmektedir. Taretin üzerinde ayrıca 6 adetlik sis havanı bulunmaktadır.Bu sayede düşman tanklarının tankı gözle ya da termal olarak görmesi engellenmektedir.Ayrıca motor kısmında sis üreten bir düzenek sürücü tarafından kulanılmaktadır.Tank mürettebatının M9 Beretta tabanca ve M16 silahlarıda bulunmaktadır. Tankın üzerinde balistik ateş kontrol bilgisayarı,silahçı için termal ve günışığı görüş sistemi,laser destekli mesafe bulucu,rüzgar sensörü,sarçlı meyil sensörü,mühimmat data bildileri,mühimmat termometresi,namlu ağzı sensörü vardır.Ateş kontrol sistemini kullanan topçu bu raç ve bilgilerden yararlanır.Otomatik ateşleme sistemi %90 da isabet oranını yakaladığında ateşleme yapar.Daha düşük yüzdelerde ise sadece komutan ya da silahçı elle ateşleme yapabilir.Komutan bulduğu hedefi silahçıya aktarır, silahçı ateşleme işlemine başladığında komutan yeni bir hedef aramaya devam edebilir. M1 tankı gücünü 1500 beygirlik (1119 kW) Honeywell AGT1500 (orijinali Lycoming) gaz türbin motorundan almaktadır. Tankta 4 ileri, 2 geri Allison X-1100-3B Hydro-Kinetic otomatik vites kutusu bulunmaktadır.Tank yolda 72 km/h, arazide ise 48 km/s hıza ulaşabilmektedir. Tankın üzerindeki motor 100 km/s e kadar çıkma kapasitesine sahip olsa da, motor üreticisi bunu 72 km/h ile sınırlı tutmuştur. Bunun sebebi 72 km/h üzerindeki hızla yapılacak bir kaza anında mürettebatın yaralanma riskini artmasıdır. Bu Tank yakıt olarak dizel benzin, mazot, gazyağı, JP-4 veya JP-8 jet yakıtı kullanılabilir. ABD Ordusu kolay bulunması sebebiyle JP-8 jet yakıtı kullanmaktadır. Motor gücünü ne kadar ispat etse de lojistic olarak fazla desteğe ihtiyacı vardır (çalışma esnasıda 40 lt yakıt harcar). Tankın arkasındaki motor eksozundan çıkan sıcak hava yüzünden yerleşim bölgelerindeki çatışmalarda piyade birlikleri tankı takip edemez. Hava tirbünleri oldukça sessiz çalışmaktadır bazı piyadeler ise bu tankın ismini "Sessiz Ölüm" olarak adlandırmıştır. Abrams tankları C-5 Galaxy veya C-17 Globemaster nakliye uçakları ile taşınabilmektedir. Savaşa hazır bir ya da nakliye formunda iki tank C-5 tarafından, bir savaşa hazır tank C-17 tarafından bir seferde taşınabilir. TUSK("İngilizce"→Tank Urban Survival Kit - Tank Meskûn Mahâl Teçhizatı) M1A1 tankları için yerleşim alanlarındaki çatışmalarda gerekli olan ekipmanları içermektedir. Tank her ne kadar açık arazide yenilmezde olsa yerleşim alanlarında görüş açısı düşmekte ve her taraftan kolay hedef olmaktadır. Her ne kadar ön ve yan cepheden gelen saldırılara çok dayanıklı olsa da zayıf noktaları her zaman vardır. Ayrıca mürettabat arazideki kadar tank içinde rahat bulunamamaktadır. Tank mürettebatına daha iyi bir görüş ve korunma sağlamak amacıyla sağ resimdeki teçhizatlar tanka ilave edilmiştir: Komutanın kullandığı .50 kalibrelik ağır makineli tüfek veya (M2 ya da Mk 19) bombaatarı ateşlemek için uzaktan kumanda ünitesi, yükleyicinin kullandığı 7.62 mm makineli tüfeğin ön ve arkasına siperlikler, yükleyici için termal gözlük, gece görüş gözlüğü, paletler için geliştirilmiş yan zırh, tank ve piyade arasında iletişimi sağlamak için araç dışı telefon bağlantısı. II. Dünya savaşı sırasında M4 Sherman tankının bir düşman tankını etkisiz hale getirmesi için 700 metreden 17 adet mermi atması gerekiyordu.Günümüzde Abrams tankı herhangi bir tankı tek bir mermi ile 2.000 metreden yokedebiliyor.Soğuk savaş döneminde Batı Almanya ardından Güney Kore de görevlerde bulundular.Soğuk savaşın sona ermesi ile şu an için Güney Kore ve Ortadoğu da görev halindeler. Abrams tanklarının denendiği en önemli çatışma 1991 yılındaki Körfez Savaşıydı.Toplamda 1.841 adet tank Suudi Arabistan da Kuveyt'in özgürleştirimesi harekatına katılmak üzere konuşlandırıldı.Karşılarında Sovyet yapımı T-55 Sovyet Yapımı T-62 Sovyet Yapımı T-72 ÇHC Yapımı Type 59 ÇHC Yapımı Type 69 tankları vardı.Sovyet ihraç modellerinde olduğu gibi T-72 tanklarının gece görüş ve modern menzil bulma sistemleri yoktu.Gece yapılacak bir muharebede düşmanı sadece infirared menzil bulucu veya optik nişangah ile tespit etme şansları vardı. Harekat sırasında sadece 23 adet M1A1 servis dışı kaldı.Sadece bir tane M1 Abrams tankı düşman ateşi ile tahrip edilmiştir. Bunların hiçbirinde mürettabat ölmedi.Önden veya palete gelen dost ateşlerinde bile tank mürettebatını korumuştur. Düşman ateşinden dolayı hiçbir tank tamamen imha edilmemiştir ve tamir edilerek tekrar göreve dönebilmişlerdir.Görgü tanıklarının
söylediğine göre bir olayda 3 adet kinetik enerji mermisi ile vurulan Abrams, kendisini vuran T-72 tankını yok etmiştir.Irak tanklarınının kullandığı çelik KE (kinetik enerji) mermileri Abrams zırhını geçebilecek güce sahip olmasalarda tankı bakıma sokacak kadar zarar verebiliyorlardı. Irak a yapılan harekat sırasında hiçbir tank mürettebatı kaybedilmedi.Bunu en önemli sebebi rakipsiz hava desteği idi.En önemli çatışma Bağdat yakınlarındaki Mahmudiye de 7 adet T-72 ye yapılmıştır.Bu çatışmada Amerikan tarafı hiçbir kayıp vermemiştir.Ancak 29 Eylül 2003 tarihinde anti-tank mayını ile işlemez hale getirilen bir tankın yakınlarında meydana gelen patlamada 2 mürettabat öldü 3 ü de yaralandı.Çöl Fırtınası harekatında öğrenilen en önemli ders dost ateşine mağruz kalmamaktı.Bu sebepten tanklarada diğer araçlar gibi üzerlerine uygun paneller yerleştirildi.Bu panellerin tankların her yönünden tanımlanmasını sağlayacak dört köşeli kutu şeklindeydi.Tank mürettebatına kullanılmak üzere AT4 omuzdan atılabilen tanksavar füzeleride verilmişti.Ayrıca tankın arkasına ikinci bir depo yapılarak fazladan eşya ve ekipman alınması sağlanmıştır. Operasyon sırasında 3.Piyade tümenine ait bir Abrams tankı Fırat nehrine düştü.4 mürettabat boğuldu. Bağdat a yapılan ilk saldılar sırasında arka motor kısmında vurulan tankın yakıtı gaz türbinine ulaşarak yangın çıkmasına sebep oldu.Mürettabat gerekli ekipmanı aldıktan sonra içerisine el bombası atarak ayrılmış tank daha sonra başka bir M1A1 tarafından HEAT mermisi ile vurulmuştur.Ancak hala sağlam kaldığı görülünce bu kez bir A10 Thunderbolt dan atılan bir AGM-65 Maverick füzesi ile imha edilmiştir. 27 Kasım 2004 tarihinde yakınında 34 kiloya yakın "IED" ("İngilize"→Improvised explosive device,doğaçlama patlayıcı düzenek) patlatılmış bu patlama sürücü ağır yaralanmış geri kalan mürettabat yara almadan kurtulmuştur. 25 Aralık 2005 tarihinde Bağdat yakınlarında yola döşenen patlayının infilak etmesi sonucu bir M1A1 yanmaya başlamış ve mürattabattan bir kişi ölmüştür. 4 Haziran 2006 da bir M1A2 yakınında "IED" patlaması sonucunda 2 mürettabat öldü. Bunun yanında çatışma haricinde bazı tank mürettebatıda Juba (keskin nişancı) ateşi sonucunda hayatlarını kaybetti.Bu olaylar saldırıyı yapanlar tarafından görüntülenmekte propaganda amaçlı kullanılmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın düzenlenmesi Düzenli ordulardan oluşan işgalci güçlere karşı, bugünkü deyimiyle bir gerilla savaşı uygulamıştır. Yerel sivil örgütlenmeler, çeteler olarak ortaya çıkan Kuvayımilliye ile, ilk direniş olayları Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Fransızlara karşı görülmüşse de, örgütlü direniş İzmir'in düşmanca ele geçirilmesinden sonra Ege Bölgesi'nde Kuva-yi Milliye olarak başlamış ve bağımsız yerel örgütlenmeler olarak yayılmıştır. Bölgesel kuruluşlar, daha sonra TBMM'nin kurulması ile birleştirilmiş ve I. İnönü Savaşı sırasında da düzenli orduya dönüşmüştür. Mustafa Kemal Paşa Kuvayımilliye'nin kuruluşunu şöyle açıklar: 12 Haziran 1919’da Havza'dan Amasya'ya gelen Mustafa Kemal Paşa buradan yayınladığı bildiri ile ülkenin içine düştüğü durumu açıklıkla saptıyor, çözümün bütün güçlerin birleşmesinden geçtiğini vurguluyordu. M.Kemal Amasya'da Anadolu ve Rumeli’de kurulan Mudafaa-i Hukuk Derneklerini birleştirme, kongreler yaparak tüm ulusun kesin kararına dayalı yeni bir yönetim kurma amacıyla Amasya Tamimi’ni hazırlamıştır. Bu tamimin önemli maddeleri: Amasya Tamimi’nin önemi: Bu tamim ulusal egemenliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Ulusun teşkilatlandırma ve mücadele yöntemleri belirginleşmiştir. Ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık fikri ilk kez ortaya atılmıştır. Amasya Genelgesi'nde imzası ve onayı olanlar: Vilayet-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti ortak bir kongre düzenlemek için çalışmalar yapıyorlardı. 3 Temmuz’da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal, 7-8 Temmuz 1919’da İstanbul’a görevinden ve askerlikten ayrıldığını bildirerek, Osmanlı Hükûmeti ile tüm ilişkilerini sona erdirmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin başkanlığına seçildi. Erzurum, Sivas, Bitlis, Van ve Trabzon’u temsil etmek üzere 56 delegenin katıldığı Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanarak aşağıda yazılı tarihi kararı almıştır. Erzurum Kongresi Kararları: Kongrenin Önemi: Ulusal direnişi oluşturmada ikinci büyük adım Sivas’ta atılmıştır. Bu kongre, Heyet-i Temsiliye’nin yanı sıra bazı vilayetlerden seçilmiş temsilcilerle birlikte 38 delegenin katılımı ile 04/11 Eylül 1919’da yapılmıştır. İstanbul Hükûmeti’nin Sivas’ta kongrenin yapılmasını önlemek için uyguladığı tüm baskılar sonuçsuz kalmıştır. Sivas Kongresi Kararları: Önemi: Mustafa Kemal Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği'nin başkanı olarak seçilmekle Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yetkili lideri haline gelmiştir. Mustafa Kemal, İstanbul Hükûmeti ile yaptığı yazışmalarda; Hükûmetin Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlarına bağlı olmasını, Meclis-i Mebusan toplanana kadar hükümetin önemli kararlar almamasını, atamalarda Heyet-i Temsiliye’ye danışılmasını istemiştir. Ancak bütün bu yazışmalar bir sonuç vermedi. Bununla birlikte, İstanbul Hükûmeti Mustafa Kemal ile görüşmek üzere Anadolu’ya bir temsilci gönderdi.(Bahriye Nazırı Salih Paşa). İstanbul Hükûmeti ile Heyet-i Temsiliye arasında yapılan Amasya görüşmelerinde taraflar şu esaslar üzerinde anlaşmışlardır: Sonuç: 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal burasını Anadolu’daki direniş hareketinin merkezi olarak seçmişti. Gerçekten de Ankara coğrafi konum bakımından Anadolu’nun ortasına yakın bir yerde bulunuyordu. Ayrıca o dönemin en önemli ulaşım aracı olan demiryolu Ankara’ya kadar uzanıyordu. Batı cephesine yakındı. Haberleşmede olanakları daha avantajlıydı. Ankara'da halkın kurtuluşa ve direnişe desteği tamdı. Türk Kurtuluş Savaşı İç Cephesi Türk Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’nun çeşitli yerlerinde birçok ayaklanmalar çıkmıştır. Bu ayaklanmaların bir bölümü, Anadolu topraklarının bir bölümü üzerinde yeni bir devlet kurmayı amaçlayan, diğer bölümü ise, saltanat ve hilâfete geleneksel ve dinsel bakımdan bağlı olanlarca çıkarılmış isyan hareketleridir. Hıyanet, kin ve taassubun yarattığı isyanların amacı; millî hareketi boğmaktır. Atatürk, öncelikle iç isyanların bastırılmasına, ülkede iç güvenliğin sağlanmasına son derece önem vermiştir. Bir yandan vatana ihanet yasası çıkarılırken, öbür yandan da iç isyanları bastırmada kullanılmak üzere Seyyar Jandarma Müfrezeleri kurulmuştur. Ayaklanmalar Millî Mücadele’nin neticelenmesini geciktirmiştir. Ahmet Anzavur Ayaklanması (2 Kasım 1919-16 Nisan 1920) Manyas-Susurluk-Gönen-Ulubat dolaylarında Anzavur’un çıkardığı ayaklanmayı önce millî kuvvetler, sonra da Çerkez Ethem bastırmıştır. İstanbul yönüne geçişi sağlayan Geyve ve çevresinde iyi donatılmış Kuvâ-yi Milliye’ye karşı İngilizlerin desteği ile kurulan Kuvâ-yi İnzibâtiye (Hilâfet ordusu) millî kuvvetler tarafından dağıtılmıştır. İşgalciler kendi etki alanlarındaki millî uyanışı ezmek için her çareye başvurmuşlardır. Ajanları aracılığıyla İstanbul Hükûmeti ile işbirliği yapıp din sömürücülüğü yoluyla halkı ayaklandırmışlardır. Boğazlar'ı elde tutmak amacıyla çıkartılan ayaklanmalardır ve Kuvâ-yi Milliye kuvvetlerince bastırılmıştır. Bu ayaklanmayı bastırmakta millî kuvvetler yetersiz kaldığı için, Kuvâ-yi Seyyâre bastırmıştır. Kışkırtmalar sonucunda Çopur Musa'nın çıkarttığı bu ayaklanma Kuvâ-yi Milliye tarafından bastırıldı. Din duygusu kullanılarak kışkırtmalarla çıkmıştır. Millî kuvvetlerce bastırılmıştır. Güneydoğu Anadolu’da Fransız, İngiliz ve Ermeni faaliyetlerinin artması, bölgede yaşayan Kürt aşiretlerini de kışkırtmaları sonucunda Milli aşireti de ayaklanmıştır. Aşiret liderlerinden Mahmut, İsmail, Halil ve diğer şahıslar Fransız ve İngilizlerle temasa geçerek Siirt’ten Tunceli’ye kadar olan bölgeyi idareleri altına almak için harekete geçtiler. Milli aşiretinin ayaklanmasının bastırılması için 13. Kolordu görevlendirildi. 18 Haziran 1920’de asilerle çarpışma başladı. Viranşehir bölgesine kadar saldıran asilere nasihat heyetleri gönderilmiş ise de olumlu bir netice alınamadı. Fransız işgali altındaki bölgeden aldıkları “üç bin atlı ve develi ile bin kadar piyadeden ibaret bir kuvvetle” 25 Ağustos 1920’de Viranşehir asiler tarafından işgal edildi. Atatürk "Nutuk"’ta konuyu şöyle açıklar. “Asiler, aman dilemek maksadıyla geldiklerini söyleyerek o bölgedeki komutanlarımızı kandırarak tedbir almakta ihmale sevk ettiler. Bu sırada, o civarda dağınık halde bulunan müfrezelerimize hücum ederek Viranşehir’i işgal ettiler. Haberleşme ve bağlantımıza engel olmak üzere de, o bölgedeki bütün telgraf hatlarını kestiler.” Viranşehir’i işgal eden asiler devlete bağlı olan Karakeçili Aşireti mensuplarını öldürdükleri gibi, askerlerin, subayların mallarını da yağma ettiler. Asilerin temizlenmesi için 13. Kolordu’dan Beşinci Tümen görevlendirildi. Devlete bağlı vatansever aşiretlerin de desteği ile isyancılar yenilerek güneye çöl tarafından (Suriye’ye) kaçtılar. Fransızların desteğiyle 10 Temmuz 1920’de Adana’ya giren Ermeni İntikam Alayı’nın ayrıca doğu illeri sınırında bulunan diğer Ermenilerin ayaklanma kışkırtma ve savaş açma şeklindeki baskılarıdır. Yunan desteğini alamayan Doğu Karadeniz Rumlarının Pontus devletini kurma amacıyla çıkarttığı ayaklanmalardır. Aralık 1920’de başlayan ayaklanmalar kesin zaferin kazanılmasından sonra 1923’te tam olarak bastırıldı. Azınlıklara karşı Osmanlı Devleti bir an önce savaşı bitirmek istiyordu. Demirci Mehmet Efe Aralık 1920’de ayaklanmış, Refet Bey tarafından bastırılmıştır. Çerkez Ethem Ayaklanması; I. İnönü Muharebesi sırasında bastırılmıştır. Kuvâ-yi Milliye döneminde oldukça başarılı hizmetler veren Çerkes Ethem bu yenilgi sonunda, silahlarını TBMM kuvvetlerine bıraktıktan sonra Yunan ordusuna teslim olmuş ve TBMM tarafından vatan haini ilan edilmiştir. Çerkez Ethem TBMM
Reisliğine Meclis’i de aşağılayan ve Mustafa Kemal’in Bilecik’ten dönerken Ankara'ya götürdüğü İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin hemen serbest bırakılmasını isteyen bir telgraf çekti. Bunun üzerine Meclis Kuvâ-yi Seyyâre’ye karşı tavır aldı. Batı Cephesi komutanlığı Ethem ve Tevfik Beylerin vatana ihanet suçu işlediklerini öne sürerek teslim olmalarını istedi. Fakat mebus Reşit Bey'in de kendilerine katılmasıyla üç kardeş Uşak’ta Yunanlarla görüştüler. Düzenli ordu İsmet Bey ve Refet Bey’in komutasında 1921 yılının ocak ayında Kuvâ-yi Seyyâre’nin tuttuğu Gediz-Kütahya üstüne yürüdü. Çerkez Ethem'in yanındaki kuvvet iyice küçülmüştü. 1. Süvari Grubu komutanı Binbaşı Derviş Bey takip ediyordu. Derviş Bey Ethem’in arkadaşı olduğu için, Yunanlara sığınmadan önce tüm silahlarını ve cephanesini TBMM kuvvetlerine bırakmasını sağladı. Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan iç ayaklanmaların kronolojik sıralaması aşağıdaki gibidir: Leclerc Leclerc, Fransız tank. Adını Normandiya Çıkarması'nda 2. Özgür Fransa Zırhlı Tümeni'nin komutasında iken Paris'e kadar ilerleyen General Philippe Leclerc de Hauteclocque'den almıştır. Bir Fransız şirketi olan Nexter (eski ismi GIAT) tarafından üretilen bu tank Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri ordularında kullanılmaktadır. 120 mm namluya sahip tankta gövde içi 12,7 mm ve elle kumanda edilebilen 7,62 mm makineli tüfekler bulunmaktadır. Tam stabilize tankta termal kamera, tv kamera ve laser güdümü mevcuttur.Tankın gece savaşma özelliği yanında otomatik hedef takip sistemi de bulunmaktadır. Uzunluğu 6,88 metre, yüksekliği 3,6 metredir. 56,5 tonluk tankın 1500 beygir güç üreten dizel motoru, aracı 1300 litre yakıtla 550 km erime ulaştırabilir. Saatte 72 km hıza ulaşan araç engebeli arazide saatte 55 km hızla yol alabilir. Dakikada 12 atım yapabilen otomatik dolduruculu savaş tankı, şnorkelle suya dalış yapabilmektedir. Motoru Wärtsilä isimli bir Fin firması tarafından üretilmektedir. Radyo 15 Radyo 15, bir Türk radyosudur. Genel yayın yönetmeni Cengiz Demir'dir. "Hayatın kalbine" şeklinde tekrarlanan sloganı bulunmaktadır. 2006 yılında Radyo Yayıncıları Derneği'nin en iyi tematik radyo ödülünü almıştır. Radyo 15, 101.3 Frekansında İstanbul'da uzun yıllar boyunca yayın yapan "Üsküdar FM" radyosunun yerine yayına başladı. İlk başlarda 101.3 frekansından yayınlarına devam eden Radyo 15 2008 yılında RTÜK'ün yaptığı frekans düzenlemesinden sonra 101.2 frekansından yayınlarına devam etti. Tematik bir radyo kanalı olan Radyo Onbeş, "Semerkand Grubu" bünyesinde bulunmaktadır. Dini ağırlıklı programlar yayınlayan Radyo 15, Türkiye'nin birçok merkezinde çeşitli frekanslardan yayın yapmaktadır. Genel merkezi İstanbul'da olan Radyo Onbeş'in merkez frekansı 101.2'dir. Radyo Onbeş 29 Mayıs 2012 tarihinde isim değişikliğine giderek Semerkand Radyo adını almıştır. Gıybet Gıybet, "bir kimsenin ayıbını arkasından söylemek veya aleyhine konuşma " demektir. Türkçede bu kavramın karşılığı olarak "dedikodu" ve "çekiştirme" kelimeleri kullanılır İslam'da büyük günahlardan biridir. Hucurat suresi 12. ayette, gıybet yapmak, ölmüş kardeşinin (insanın) etini yemeye benzetilmiştir. Ancak, başka birinin arkasından yapılan her konuşma gıybet sayılmaz. Örneğin, herhangi bir haksızlığa uğramış birinin, sorununu, çözebilecek birine anlatması veya bir kişiyi ona zarar verebilecek birine karşı (iddia tahminlerle değil, bir bilgiye dayanıyorsa) uyarmak gıybet kapsamına girmez. Konuyla ilgili âyet ve hadisler aşağıdadır: "Ey iman edenler! Çokça zan etmekten kaçınınız, şüphe yok ki, zannın bazısı günahtır ve birbirinizin kusurunu araştırmayınız ve bazınız, bazınızı gıybet etmeyiniz. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeği sever mi? -Bilâkis- onu çirkin görmüş olursunuz. Artık Allah'tan korkunuz, şüphe yok ki, Allah tevbeleri kabul edicidir, çok esirgeyicidir." (Kur'an, Hucurat/12) "Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalpten her biri bundan sorumludur. (Kur'an, İsra/36) Muhammed Peygamber "Gıybet nedir bilir misiniz?" diye sordu. Yanında bulunanlar: "Allah ve onun elçisi daha iyi bilirler" dediler. "Gıybet, kardeşini onun hoşlanmadığı bir sıfat ile vasıflandırmaktır." buyurdu. "Kardeşimde söylediğim sıfat bulunuyorsa?" diye sorulduğunda: "Söylediğin sıfat eğer kardeşinde bulunuyorsa gıybet etmiş olursun, bulunmuyorsa iftira etmiş olursun." buyurdu. (Tirmizî) - "Birbirinizi gıybet etmeyiniz" - "Gıybet, kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu anmandır." Birisi "Söylenen şey o insanda varsa yine gıybet olur mu?" diye sorunca Peygamber, "Eğer senin dediğin kardeşinde varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin kardeşinde yoksa ona iftira etmiş olursun." dedi. - Aişe, Peygamber'in yanında bir kadından bahsetmiş ve boyunun kısa olduğunu söylemişti. Peygamber hemen müdahale etmiş ve bu sözün gıybet olduğunu ihtar etmişti. Gıybet ve İftira haram olduğu gibi bunları dinlemek de haramdır. Bunları dinleyenler de (gıybet) günahına ortak olurlar. Birinin kusuru söylenince üzülürse gıybet olur. Bir Müslümânın günâhı ve kusuru söylendikçe, hâfızların, din adamlarının, "elhamdülillâh biz böyle değiliz" demeleri, gıybetin en kötüsü olur. Birisinden bahsedilirken, "elhamdülillâh, Allah bizi hayâsız yapmadı" gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. Falanca kimse çok iyidir, ibâdette şu kusuru olmasa, dahâ iyi olurdu demek, gıybet olur. Gıybet eden kimse gıybet ettiği kimseyle pişman olup helalleşmedikçe tevbesi kabul olmaz. Pişman olmadan helalleşilirse Riya olur. Ayrı bir günah olur. T-64 T-64 1960'ların başında üretimine başlanan SSCB yapımı ikinci nesil bir ana muharebe tankıdır T-72'lere paralel tasarım özelliklerine sahiptir ve Sovyetler Birliği dışına ihraç edilmemiştir. 1985'te T-72B modeli çıkana kadar birçok yönden T-72'den üstündü. T-80 tankı bu modelin üstüne kurulmuştur. Bugün Rusya'nın en modern tankı olan T-90 ise T-72 temeli üzerine kuruludur. Bu tank ikinci jenerasyon muharabe tanklarının ilki olup o zamandaki NATO ana muharebe tanklarından (Bknz.)M60,M48patton, Centurion (tank), Chieftain (tank), AMX-30 zırh koruması ve ateş gücü bakımından oldukça üstündü. T-64 Kharkov'da T-54 tankının tasarımcısı olan Alexander A Mozorov tarafından bir üst sınıf tank olarak tasarlandı. Öne çıkan özelliklerinden biri olan zamanın ilerisindeki 125mm'lik topu otomatik dolum mekanizmasıyla tamamlanmıştır.Bu mekanizma tankın ağırlığını ve büyüklüğünü düşük tutmaya yardımcı olmuştur. Ayrıca T-64 tankı Sovyet tank teknojisinede öncülük etmiştir.1967 yılında ilk kez 125mm'lik topa sahip T-64A modelinin üretimine başlandı. Ardından 1976 yılındada T-72 tankında kullanılan anti tank füzesi fırlatabilen 2A46 topuna sahip T-64B modelinin üretimine başlandı. T-64 tank tasarımı temel alınarak gaz türbin motorlu T-80 tankı tasarlandı. T-64B varyantının tareti ise Ukrayna üretimi T-80U ve T-80UD tanklarında kullanıldı. Ayrıca T-64'ün dizel motoru daha modern bir versiyonu ile gene Ukrayna üretimi güncel T-80UD ve T84'ların atası T-80'lerin gövdesine güç verecek şekilde üretime geçti. T-54/55 ve T-72 tanklarının aksine, SSCB dışına ihraç edilmemiştir.Bu tank sadece Doğu Avrupa'daki elit Sovyet zırhlı birliklerinde hizmete girmiştir. İlk olarak Doğu Almanya'daki Sovyet Güçleri grubuna dağıtılmıştır. Sonraki yıllarda SSCB cumhuriyetlerindeki birliklere dağıtılmıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte 5 ülke ordularında hizmette kalmıştır. Şu an itibarıyla Ukrayna'da 2000 Rusya'da ise 4000 adet ve diğer iki ülkede hizmettedir. Zoonoz hastalıklar Zoonoz omurgalı hayvanlardan insanlara geçen (zooantroponoz) ve insanlardan omurgalı hayvanlara geçen (antropozoonoz) herhangi bir enfeksiyon hastalığını tanımlayan terimdir. Birçok ağır ve önemli hastalık bu kategoridedir. Örneğin ; Terimin kökeni Yunanca "zoon" yani "hayvan" ve "nosos" yani "hastalık" sözcükleridir. Ebu Eyyûb el-Ensarî Ebu Eyyûb El-Ensarî - doğum adı Halid bin Zeyd bin Kuleyb (Arapça: أبو أيوب الأنصاري; ö. 672 veya 674), Türkçede Eyüp Sultan olarak anılan en büyük Sahabelerden biridir. İslam peygamberi Muhammed'i Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman evinde ilk misafir eden sahabidir. Bu misafirlik süresi yedi aydır. Bu sebeple kendisine bu olaydan sonra "Mihmandar-ı Nebevî" veya "Mihmandar-ı Resul" de dendiği olmuştur. Daha sonra 90'lı yaşlarında katıldığı ikinci İstanbul kuşatması sırasında şehit olmuştur. Vasiyeti üzerine İstanbul surlarının dibine gömüldüğü rivayet edilir. Fetih'den sonra Akşemsettin manevi keşif yoluyla mezarını bulur. Şu anda onun adına bir türbe, kendi adı ile anılan Eyüp semtinde ve kendi adı verilen Eyüp Sultan Camii'sinde bulunmaktadır. Yavuz Bingöl Yavuz Bingöl (d. 7 Ekim 1964, İstanbul), Türk müzisyen, türkücü, sinema ve dizi oyuncusu. 7 Ekim 1964’te İstanbul'da doğdu. Babası edebiyat öğretmeni Yılmaz Bingöl, annesi Şahsenem Bacı olarak tanınan halk ozanı Şahsenem Akkaş’tır. Babasının işi nedeniyle ilköğrenimini Konya, İstanbul ve Ankara’da beş farklı okulda yaptı. Ortaokul öğrenicisi iken Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarını kazanarak korno-piyano bölümüne girdi. 1979 yılında eğitimini yarıda bırakıp İzmir’e taşındı. Müzik öğretmeni İsmail Ünlü ve annesinin çabaları sonucu 1983’te müziğe geri döndü. Annesiyle sokak düğünlerinde çaldı ve albümler çıkardı. 1984-1986 arasında zorunlu askerlik hizmetini yaptıktan sonra İzmir’e döndü ve aynı yıl evlendi. Bu evliliğinden “"Türkü Sinem"” adında bir kızı oldu. 1986 yılında müzisyen arkadaşı Nihat Aydın ile “Umuda Ezgi” grubunu kurarak protest müzik yaptı. Aktif olarak 7 yıl grubun solistliğini yaptı, onbeşe yakın beste yaptı. 1995’te gruptan ayrılıp "Sen Türkülerini Söyle" adlı ilk solo albümünü çıkardı; bunu sırasıyla "Baharım Sensin" (1997), "Gülen Az" (1998), "Sitemdir" (1999), "Üşüdüm Biraz" (2000), "Belki Yine Gelirsin" (2002), "Unutulur Herşey" (2004), "Biz" (2005), "Yare" (2007), "Kül" (2010), "Ateş" (2012) adlı albümleri izledi. Türkiye ve yabancı ülkelerde solo konserler veren san
atçı, Civan Gasparyan gibi tanınmış sanatçılarla birlikte de sahneye çıktı. Piyanist Mehveş Emeç ile bazı senfonik çalışmalarda da yer aldı. Bingöl, "Barış" temalı konserler vererek aktivist kimliğini öne çıkardı. 2000 yılında Almanya’da UNESCO tarafından organize edilen bir konser veren sanatçıya “barış elçisi” unvanı verildi. 1998 yılında ‘Cumhuriyet’ filminde rol aldı. Üç Maymun filimi de dahil olmak üzere pek çok sinema filminde rol aldı. Üç Maymun'’daki rolü ile 61. Cannes Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülüne aday oldu. 72. Koğuş filminde başrol oyunculuğunun yanı sıra yapımcılığı üstlendi. Tükiye, Macaristan, Hollanda ve İrlanda ortak yapımı Istanbul My Dream (2011) filmindeki rolü ile ile uluslararası bir yapımda deneyim edindi. Bingöl, sinema oyunculuğunun yanı sıra çeşitli dizi filmlerde başrol oyuncusu olarak yer almıştır. Sadri Alışık Kültür Merkezi prodüksiyonu olan 72. Koğuş’ta ve Keşanlı Ali Destanı’nda başrol oynadı. Keşanlı Ali Destanı’ ile Broadway’de sahneye çıkma fırsatı buldu. Kadın, çocuk hakları ve eğitim konularında çok sayıda sivil toplum kuruluşunun organizasyonlarına destek verdi. 2012 yılında "www.barisadavet.com ” isimli siteden ‘Barış’ için imza toplamaya başladı. 2001 yılında Belediye Meclis kararıyla İzmir'de Alevi nüfusun yoğun olduğu Narlıdere'de bir sokağa adı verildi. 2014 yılında verdiği bir röportajda, Gezi olayları sırasında Berkin Elvan'ın öldürülmesi sonra gelişen olaylarla ilgili sözlerinin toplumda büyük tepki toplaması üzerine belediye meclisi 4 Aralık 2014 tarihinde sokağın isminin ""Berkin Elvan"" olarak değiştirilmesine karar vermiştir. 4 Ağustos 2015 tarihinde Öykü Gürman ile evlenen Bingöl, 15 Nisan 2016'da boşandı. İstasyon kimliği İstasyon kimliği herhangi bir telsiz istasyonun, genelde bir çağrı sinyaliyle, kendini tanıtmasıdır. Bu anlamda telsiz istasyonu belli bir frekanstan, herhangi bir amaçla yayın yapma izni olan vericidir. Ölüm oranı Mortalite oranı veya kaba ölüm hızı (bir hastalıktan veya genel olarak) genelde yıllık hesaplanan, her 1000 kişi başına ölümlerin sayısının oranıdır. Daha teknik ve detaylı bir tanımla bu oranda belirli bir sürede bir hastalık nedeniyle veya genel olarak var olan ölüm sayısının, aynı süredeki mevcut ortalamaya bölünüp 1000 ile çarpılması sonucu ulaşılan orandır. Oran genellikle "yıllıktır"; yani süre çoğunlukla yıllık temelde ele alınır. "Mortalite" sözcüğü Latince "mors" yani "ölüm" sözcüğü kökenlidir. AMX-30 AMX 30 GIAT tarafından tasarlanan 2.nesil bir Ana muharebe tankıdır.Yüksek ateş gücü ve üstün hareketliliğe sahip olan bu ana muharebe tankı Fransız Ordusu'nda 1966'da hizmete girmiştir.İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa'sının en başarılı tank tasarımı olarak kabul edilir.Üretim versiyonu 36tondur.Fransız ordusu dönemin anti tank tehditlerine karşı daha gelişmiş zırh teknolojileri gerektireceğinin düşündüğünden bu tankta zırh korumasından çok hafifliğe önem verilmiştir.36 ton ağırlığında olması onun kolay hareket etmesini sağlar.Zırh kalınlığı ise 50 mm dir.105 mm lik topa sahiptir(döneminin Nato standardı)Makineli tüfek sayısı 1 tanedir.Çok yakıtlı dizel motora sahiptir ve motor gücü toplam 700 beygirdir.Azami hızı saattte 65 kilometredir.Uzunluğu 9.48 metredir genişliği ise 3.10 metredir. Fransız Ordusu 1963 yılında tasarlanan bu tankın ilk siparişlerini 1966 yılında aldı.Aynı yıl Fransız 6. tank tugayında hizmete sokuldu. Newcastle upon Tyne Newcastle upon Tyne, genelde "Newcastle" olarak tanınır. Birleşik Krallık İngiltere ülkesinin Kuzey Doğu Bölgesinde törensel Tyne ve Wear Metropoliten Kontluğu"na bağlı iken şimdi bağımsız bir tek-seviyeli yerel idare şeklinde bir "Metropoliten Bölge" ve yüzyıllardır katedrali bulunduğu için bir şehir statülü yerleşim ve yerel idare birimidir. Tyne Nehrinin kuzey yakasında bulunmaktadır. Şehir, Romalılar döneminde "Pons Aelius (Aeli Köprüsü)" adıyla kurulmuştur. Fakat Newcastle ismini İngiltere'yi Normanlar adına fetheden I. William'ın en büyük oğlu olan Normandiya Dükü "Robert Carthose"'nin 1080'de bu mevkiye inşa ettirdiği "Yeni Kale (New Castle)"den almıştır. Konuşmada "Niwcasıl" olarak okunur. Ortaçağın sonuna doğru şehir, çok önemli bir yün ticareti merkezi olarak büyümeye başladı ve sonra önemli bir kömür madenciliği merkezi ve İngiltere içine ve dışına nakliyatta liman merkezi oldu. Liman 16. yüzyılda hızla gelişmeye başladı. Aynı zamanda Tyne Nehrinin denizden daha aşağılarında da gemi tezgâhları kuruldu ve bunlar gemi yapımı ve tamiratı konusunda gelişmiş tesisler haline geldiler. 1. dünya savaşında kuvvetli İngiliz donanmasının ana omurgasını oluşturan birçok devasa gemi bu şehirde inşa edilmiştir. Fakat 20. yüzyılda Newcastle'in ekonomik büyümesini sağlayan her sektörde (yün, kömür madenciliği, kömür nakliyesi, limancılık, gemi tezgâhları) krizler, gerilemeler ve kapanmalar görüldü. Tyne ve Wear metropolüne dahildir. Nüfusu 259.536 kişidir. İngiltere'nin 20. en kalabalık şehridir. Nispeten küçük bir şehir olmasına rağmen çeşitli alışveriş merkezleri, kültürel aktiviteleri ve tarihi binalarıyla gelişmiş bir şehir merkezine sahiptir. Şehirdeki evler Victorian stili (Kırmızı tuğlalarla inşa edilen 2-3 katlı müstakil evler) mimariyle inşa edilmiştir. Şehri boydan boya ören hafif raylı sistem metro ağı bulunmaktadır. Londra, Manchester, Edinburgh, Birmingham, Liverpool, Glasgow, Aberdeen, Leeds, York gibi önemli şehirlere direkt hızlı tren bağlantısı bulunmaktadır. Paris, Amsterdam, Prag gibi şehirlere direkt uçuşların bulunduğu uluslararası bir havalimanı vardır. Newcastle University ve Northumbria University gibi iki önemli üniversiteye sahiptir. Yerli ve yabancı öğrenciler şehirdeki sosyal yaşam ve şehir ekonomisi için çok önemlidir. Bu özelliğiyle Eskişehir'e benzer. Şehir kültür ve eğlence merkezi olma özelliği kazanmıştır. Pahalı bir ülke olan İngiltere'nin en ucuz şehirlerinden biridir. Kaliteli-ucuz eğlence merkezleri ve genç nüfusuyla eğlenmek isteyenler için özellikle cuma ve cumartesi geceleri tam bir cazibe merkezidir. Şehrin yerlilerine ve konuştukları zor anlaşılan İngilizce aksanına "Geordie" denir. Gerçek "Geordie" olmak şehrin futbol takımı Newcastle United'a yürekten bağlı olmak, Sunderland'i sevmemek, "Newcastle Brown Ale" birası içmek, dost canlısı olmak, Geordie aksanı konuşmak ve Geordie olunduğu için övünmekle ilişkilendirilir. Şehrin yerlileri şehir merkezine "Toon" demektedir. "St. James Stadyumu", ve "Quayside(Nehir rıhtımı) köprüleri" şehrin başlıca sembolleridir. Westminster City of Westminster, İngiltere parlamentosunu da içinde bulunduran kenttir. İngiltere'de Londra metropoliten alanında iç ilçe ("inner borough"). 1540'ta şehir olma statüsü verilmiştir. Thames Irmağının kuzey yakasında, West End'ın merkezinde yer alır. Batıda Kensington-Chelsea ilçesi, doğuda ise City of London'la çevrili olan ilçenin yüzölçümü 21.48 km²'dir. Western Monastery (Batı Manastırı) olarak da anılan Westminster, başlangıçta, Thames kıyılarındaki bataklıkların ortasında yer alan bir adaydı.785'te adaya bir grup keşiş yerleşti.İngiltere kralı Aziz Edward (hd 1042-1066) burada, sonradan Westminster Abbey adını alan yeni bir kiliseyle bir saray yaptırdı.1512'deki yangından kısa bir süre sonra İngiliz kraliyet sarayı yakınlarındaki Whitehall Sarayı'na taşındı. Avam Kamarası ise 1834'teki yeni bir yangına değin eski saray bölgesindeki St. Stephen Şapeli'nde toplanmaya devam etti. Bugünkü Parlamento Binası ve Big Ben adlı 13 tonluk çanıyla ünlü Saat Kulesi yangından sonra yapıldı (1840-1867). Strand olarak bilinen yol üzerindeki adalet binalarının tamamlandığı 1870'e değin İngiltere'nin başlıca mahkemeleri Parlamento Binası'nın bitişiğindeki Westminster Hall'da toplanırdı. Westminster sınırları içinde kalan önemli merkezler arasında eski Charing Cross'un yerinde bulunan Trafalgar Meydanı ve birçok resmi binanın yer aldığı Whitehall sayılabilir.Inigo Jones'un yaptığı Şölen Evi (1619-1621), Atlı Muhafız Birliği Binası (1753), Yeni Scotland Yard ve Downinig Sokağı Whitehall'dadır. Başbakan, Downing Sokağı 10 Numara'da oturur. Mall adlı gezinti alanı, Donanma Kemeri'yle Buckingham Sarayı arasındadır. Victoria Sokağı'ndaki yeni devlet daireleri Victoria İstasyonu'na kadar uzanır. Belgravia Malikanesi Victoria'yla Hyde Park arasında Grosvenor Malikanesi ise Piccadilly'nin kuzeyindeki Mayfair'dedir. Portland ve Cavendish malikaneleriyle Regent's Park'taki Crown Malikanesi daha kuzeyde yer alır.Londra Üniversitesi'ne bağlı Bedforg College ve Londra Hayvanat Bahçesi de Regent's Park'tadır. Westminster ilçesinin yaklaşık dörtte biri parklar ve yeşil alanlarla kaplıdır.St. John's Wood'daki zarif Eyre Malikanesi ve Lord Kriket Alanı, aşırı kalabalığı ile dikkat çeken Paddington İstasyonu çevresiyle tam bir karşıtlık içindedir. İlçedeki önemli yapılar arasında Katolik Westminster Katedrali (1895-1903) British Broadcasting Corporation (BBC) merkezi, Madame Tussaud Müzesi, Londra Planetaryumu ve Albert Kraliyet Binası (Royal Albert Hall) sayılabilir.St. George, St. Mary, Middlesex ve Westminster hastenelerinin bulunduğu Westminster'de birçok tiyatro ve sinema, restoran, otel ve mağaza vardır. Özcan Deniz Özcan Deniz (d. 19 Mayıs 1972, Ankara), Türk şarkıcı, besteci, oyuncu ve yönetmen. 19 Mayıs 1972 tarihinde Ankara'da doğdu ve beş yaşına kadar Ankara'da yaşadı. Aslen Ağrılı ve Kürt kökenli olan Deniz, 1977 yılında ailesinin Aydın'a göç etmesiyle çocukluğunu ve gençliğinin ilk dönemini Aydın'da geçirdi. Eğitimi süresince, kendi yazdığı küçük hikâyeleri oyunlaştırarak, arkadaşları ile kurduğu küçük amatör tiyatro topluluğu ile çevre yörelere turneler yapmıştı. Bu yıllarda müziğe olan yatkınlığını da keşfetti. 1985 yılında ilk orkestra çalışmasını yaptığı Aydın'da kısa sürede tanınan ve aranılan bir orkestra solisti oldu. Ardından İzmir ve Antalya'da sahney çıktı. Aydın'ın Sultanhisar kasabasında düzenlenen geleneksel ses festivaline katılıp birincilik ödülünü alınca, hedefinde İstanbul'a gelme hayalleri oluşmaya başladı
. 1988 yılında İstanbul'a geldi, oradan 1989 yılında Almanya'ya gitti. Orada da müzik çalışmalarına devam eden Özcan Deniz'i İstanbul'da fark edemeyen yapımcılar, Münih'te keşfettiler. İlk albüm çalışmasını 1992 yılında yaptı ve Yine Ağlattın Beni isimli albümünü piyasaya çıkartı. 1993 yılında yaptığı Meleğim adlı albüm ile şöhreti yakaladı. Onu 1994 yılında Beyaz Kelebeğim albümü takip etti. Ard arda çıktığı televizyon programlarında sinema camiasının da dikkatini çekti. 1994 yılında Türk sinemasının duayenlerinden Memduh Ün'ün Ona Sevdiğimi Söyle adlı filminde oynayarak, ilk sinema deneyimini gerçekleştirdi. 1995 yılında askerlik görevini yapan Özcan Deniz, 1997 yılında kariyerine "Yalan mı" albümü ile müthiş bir dönüş yaptı ve aynı yıl "Yalan mı" adlı dizi ile televizyon izleyicileriyle buluştu. Sırasıyla "Çoban Yıldızı", "Aslan Gibi", "Leyla", "Ses ve Ayrılık", "Hediye" albümlerini çıkardı, 2009 yılında "Sevdazede" isimli albümünü çıkarttı. Mercan Dede'nin "Su" albümünde ve "3 Hürel Şarkıları" başlıklı albümde birer şarkıyla yer aldı. Hâlen her sene bir sosyal sorumluluk projesinde yer almaktadır. Böbrek Vakfı, TOÇEV "Yaşasın Okulumuz", Kızılay dışında bu yıl; Coca Cola Türkiye ve WWF “Herşey Değişir” işbirliği ile Bafa' ya Su, Ege' ye Bereket projesi için hazırlanan ve tüm dünyada yayınlanan şarkının Türkçe tercümesini Özcan Deniz, Pamela ve Fuat ile birlikte seslendirdi. 1999 yılında, öyküsünü kendi yazdığı "Aşkın Dağlarda Gezer" adlı televizyon dizisi ile ekranlara çıktı. 2002 yılında efsane dizi "Asmalı Konak" ile müzikte yakaladığı başarılı kariyeri, oyunculukta da yakaladı. 2004 yılında "Haziran Gecesi", 2007 yılında "Kader", 2008 yılında "Aşk Yakar" adlı projelerde yer almıştır. Daha sonra "Samanyolu" adlı dizi ile televizyon izleyicilerinin evlerine konuk oldu. Müzik ve televizyon dizileri çalışmaları ile birlikte, sinema filmi çalışmaları da devam etmektedir. 1994 de çektiği "Ona Sevdiğimi Söyle"den sonra 2002 yılında "Kolay Para", 2003 yılında "O Şimdi Asker", "", 2004 yılında öyküsü kendisine ait "Neredesin Firuze", 2006 yılında "Keloğlan Kara Prense Karşı", 2008 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın desteklediği "Mevlana Aşkın Dansı" adlı belgesel ile sinemaseverlerle buluştu. 2011'de senaryosunu kaleme aldığı "Ya Sonra" başlıklı sinema filmi ile bu kez yönetmenlik koltuğuna da kendi oturdu. 2012 yılında 11. albümü "Bi Düşün" ile müzik hayatına devam ederken, son olarak yönetmenliğini Yeşim Ustaoğlu'nun üstlendiği "Araf" filminde "kamyon şoförü Mahur" karakterini üstlendi. Yine yönetmenliğini üstlendiği ikinci sinema filmi "Evim Sensin" ile 2 Kasım'da sevenleriyle buluşmuş olup birçok dalda ödüle layık görüldü. Özcan Deniz'in başrolünü ve yönetmenliğini üstlendiği üçüncü sinema filmi "Su ve Ateş" 15 Kasım 2013 tarihinde izleyici ile buluştu. 2014 itibarıyla Fox TV'de yayınlanan "Karagül" adlı dizide rol aldı. 2015 yılında "Kaderimin Yazıldığı Gün" adlı dizide rol aldı. Özcan Deniz, 8 Mart 2018'de Feyza Aktan ile evlendi. Dom Dom Kurşunu Dom Dom Kurşunu, Türkiye'de 1980'lerde yasaklı olan, Aşık Mahsuni Şerif'in söz ve müziği kendisine ait türküsüdür. İbrahim Tatlıses 1984 yılında Star Plakçılık tarafından yayınlanan Benim Hayatım kasetine okumuştur. Bu türkü ile İbrahim Tatlıses dört ödül almıştır. BT tankı BT Serisi Tanklar. Rusça (Быстроходный танк, Bystrokhodny Tank) ("Türkçesi" → "Hızlı tank") anlamına gelen BT serisi tanklar SSCB tarafından 1932 ve 1941 yılları arasınca büyük adetlerde üretilen süvari tank sınıfıda diyebileceğimiz hafif sınıf bir tanktı. Hafif olmalarına rağmen iyi silahlandırılmış bu model, sınıfı tanklar içerisinde en iyi hareket özelliğine sahip araçtı. Kızıl Ordu içerisinde kısaca Betka, daha küçük modelleri ise Betuşka olarak bilinirdi. BT tankı "dönüştürülebilir tank" modelindeydi. 1930lu yıllarda tasarımcısı J. Walter Christie paletleri çıkartılabilen bir tank üzerinde çalışmaya başladı. Sonunda mürettebatı tarafından 30 dakika içerisinde paletleri tamamen çıkartılıp karayolunda tekerlekleri üzerinde gidebilecek bir tanka dönüşebilen bu model ortaya çıktı. Bu sayede tank arazide olduğu gibi karayolunda da hızlı hareket edebiliyordu. Paletsiz durumda tankı ön tekerlekleri hareket ettiriyordu. 1930 yılında görünüşte Sovyet tarım organizasyonu olarak bilinen AMTORGa bağlı OGPU ve GRU haberalma servisi ajanları, New York da bulunan siyasi ve askeri makamları ikna ederek Amerikan yapımı Christie tankına ait plan ve özellikleri ele geçirdi. En az iki adet Christie M1931 tankı (taretsiz olarak) ABD tarafından sahte belgeler düzenlenerek SSCB ne satıldı. İhracat belgelerde araç “tarım traktörü” olarak gösterildi. İki tankta başarılı bir şekilde Kharkov Komintern Locomotive Plant (KhPZ) tesislerine getirildi. Christie tankları Sovyetler tarafından "hızlı tank" olarak sınıflandırıldı ve kısaca BT adını aldı. Eldeki plan ve orijinal Christie prototipleri ışığında Ekim 1931 yılında silahsız olarak 3 adet BT-2 tankı 1932 yılında ise seri olarak BT-2 tankları üretilmeye başlandı. Birçok BT-2 bir adet 37 mm top ve bir adet makineli tüfek ile üretildi. BT-3 ve sonraki modelleri 45 mm top ile üretildi. Christie M1931 prototipinde bulunan eğimli zırh daha sonra Sovyet tankların içinde tutulan bir tasarım oldu ve ileride yan zırhlarda böyle tasarlandı. 1937, KhPZ fabrikasında bulunan Şef tasarımcı Mikhail I. Koshkin e bağlı yeni tasarım ekibi yeni nesil BT tanklarını çizdiler. Ekip A-20 adında yeni bir model tasarladı. Bunun kopyası olan ancak daha ağır zırha ve silaha sahip A-32,ileride T-26 piyade tankı ve BT-8 süvari tankının yerini alacaktı. Tasarımı zaten tartışmalı olan tank için en önemli şüphe, kendisinden daha zırhlı T-34 tankı var iken Alman Blitzkrieg saldırı tehdidi karşısında ne kadar saldırı ve savunma gücünde olduğuydu. Üretim adetleri: BT serisi tanklar II. Dünya Savaşı öncesinde askeri tarih yönünden önemli birkaç çatışmada yer almışlardır. Bu çatışmalardan ilki 1936 yılında İspanya İç Savaşında olmuştur. Uluslararası Tugay safında çatışmalara katılan BT-5 tankları 45 mm.lik ana silahlarıyla Alman ve İspanyol hafif tankları karşısında başarılı sonuçlar elde etmişlerdir. 1939 yılında Moğolistan sınırında Japonya ile Sovyetler arasındaki sınır çatışmalarında General Jukov, BT-5 ve BT-7 tanklarından oluşan tanklarını gruplar halinde ve hızlı manevralarla kullanarak başarılı olmuştur. "Kış Savaşı" olarak da bilinen Finlandiya savaşında ise BT-2 ve BT-5 tanklarının ince ön zırhları, kayaklı tanksavar unsurlarının etkisiyle yetersiz kalmışlardır. 17 Eylül 1939 da Polonya sınırını geçen Sovyet birliklerindeki BT serisi tanklar, Polonya ordusunun zaten Alman taarruzları sonucunda çökmüş olması nedeniyle fazla zorlanmamışlardır. 1941 de, Barbarossa Harekatının ilk yılında BT serisi tanklar Alman tanklarının kalın ön zırhları ve atış güçleri karşısında büyük kayıplar verdiler. Leningrad yönünde gelişen Alman ilerlemesine karşı sevk edilen bu tanklar başarısız oldular. Özellikle Uman bölgesindeki tank savaşlarında üç Sovyet tank kolordusu, neredeyse tümüyle savaş dışı kalmıştır. Uman Savaşı, Kursk Savaşından sonra tarihin en büyük ikinci tank muharebesi olmuştur. Kızıl Ordu Almanları Barbarossa Harekatına başlaması ile BT serisi tankları T-34 modeli ile yer değiştirmeye başladı. Kızıl Ordu çok sayıdaki BT tankını 1945 yılındaki Mançurya topraklarındaki Ağustos Fırtınası Harekatı sırasında Japonya ordusuna karşı kullandı. Bu BT serisi tankların savaştaki son görevi olmuştur. Kızıl Ordu nun sahip olduğu BT serisi 'süvari sınıfı' tanklar savaş öncesi dönemde kendi sınıfı tank tasarımları içerisinde hareket kabiliyeti bakımından en iyi araçtı. Bu sebepten ötürü birçok deneme modeli üzerinde çalışılan bu tanklar Kharkov, Ukraynada bulunan KhPZ fabrikasında üretildi. Bu gün bir efsane olan T-34 tankı BT tankının geliştirilmiş bir modeliydi. T-34 tankında görülen birçok yenilik aslında BT serisinde elde edilen tecrübelerle sağlanmıştı. Aralarındaki nesil bağı inkar edilemezdi. Tasarım süresi boyunca önemli teknik buluşlarda yapıldı. Özellikle BT-IS ve BT-SW-2 serisi deneme modellerinde ağır ve eğimli zırh bulundu. Bu buluş ileride T-34 üzerinde kullanıldı. BT ler ayrıca istihkam araçları ve yürüyen aksamlar içinde deneme aracı oldu. Köprü döşeme modelinin T-38 tareti bulunuyordu. Standard tanklara üzerine çalı demeti monte ediliyordu. RBT-5 modelinde taretin sağında ve solunda iki adet roket rampası bulunuyordu. Birkaç modelinde çok dar paletler hatta ahşap kayak takımları kullanıldı. KBT-7 modeli ise gelişmiş zırhlı komuta tankı olarak geliştirildi. Ancak üretimine geçilmeden II. Dünya Savaşı sona erdi. 1936 yılında Kiev Manevraları sırasında askeri gözlemcilere yüzlerce BT tankının geçişi gösterilmiştir. Daha sonra ülkelerine dönen İngiliz Ordu gözlemcileri, İngilizlere ait tanklardada aynı süspansiyon sisteminin kullanılmasını istedi. Sonuçta BT tankında kullanılandan türetilen Christie süspansiyonuda İngilizlere ait A-13, Crusader,ve Cromwell tanklarına takıldı. İlginç olarak İngiliz Matilda takının gövde ön zırhıda BT tankına çok benzemektedir. Jean-François Lyotard Jean François Lyotard; (d. 10 Ağustos 1924 - ö. 21 Nisan 1998), Fransız filozof, edebiyat teorisyeni, postmodernizmin ve postmodern felsefe 'nin öncülerinden olan çağdaş Fransız düşünürü. Modernizmin-sonrası ya da ötesi olarak algılanan süreci Lyotard Postmodern Durum olarak tanımladı ve aynı adlı kitabında moderniteyi ve modern düşünceyi bu bağlamda sorunsallaştırdı. Postmodern felsefe içinde ve postmodernizm üzerine yapılan tartışmalarda en çok gönderme yapılan isimlerden birisi oldu. Postmodernizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Lyotard'ın temel eseri Postmodern Durum'dur. Lyotard, postmodernliği endüstri sonrası toplumun içinde bulunduğumuz şu anki evresine karşılık gelen bir durum ya da koşul olarak tanımlamıştır. Modernliği, bilim ve devleti meşrulaştırmak amacıyla kullanılan üst anlatıların oynadığı rol ile açıklayan Lyotard, bu üst anlatılardan ilerlemenin kes
inliğini ve vazgeçilmezliğini vurgulayan iki tanesinin, modern bilimle Fransız Devriminin sonucu olan siyaset anlayışının özgürleştirici anlatısıyla, Hegelcilik ve Marksizmin spekülatif tarih felsefelerinin Batı kültürünü anlamak açısından büyük önem taşıdığını savunur. Postmodern terimi günümüzde pek çok sanatsal, entelektüel ve akademik alanda kullanılmaktadır. Derrida, Lyotard, Baudrillard vb. postmodernist kuramcılardır. Lyotard'ın çözümü, Wittgensteincı dil oyunlarının meydana getireceği heterojen ve çoksesli yapıdır. Lyotard'a göre, mutlak bir konsensüs değil de, zamansal ve yerel konsensüsler aranmalı, geçici sözleşmelerin peşine düşülmelidir. Başka bir deyişle, görüşlerinin ifade ettiği kökten kuşkuculuğa karşın, Lyotard ahlaki ya da siyasi hiççiliğe düşmemiştir. Adaletin ne modası geçmiş, ne de kuşkulu bir değer olduğunu öne süren Lyotard, modernliğin demokratik potansiyelinin yenilenmesi ve derinleştirilmesi, onun demokratik güç ve itkilerinin diyalektik bir biçimde yoğunlaştırılması gerektiğini belirtmiştir. Dil oyunlarının indirgenemez çokluğunu ve çeşitliliğini benimseyen filozof, bakış açılarının çeşitliliğiyle seslendirilme hakkının yılmaz bir savunucusu olmuştur. Jean-François Lyotard 10 Ağustos 1924'de Versay'de doğdu. 1956 yılında felsefe yeterlik sınavlarını başarıyla verdikten sonra, Cezayir’in Konstantin kentindeki lisede bir yıl ve ardından Fransa’da La Fléche adlı lisede yedi yıl boyunca felsefe öğretmenliği yaptı. 1954 ile 1964 yılları arasında Sosyalizm ya da Barbarlık adlı Fransız radikal Marksist dergiye, ardından İşçi Gücü adlı başka bir dergiye düzenli yazılar yazdı. Düşünsel yaşamının başlangıcında Marksist bir konumda bulunan Lyotard daha sonra, 1974 yılından itibaren (Economie Libidinale–Libidinal Ekonomi kitabıyla birlikte) Marksizm ve Modernizm temelli öğretileri eleştiren bir yöne geçti. Lyotard'da bu kitaptan itibaren Nietzsche'ci bir teorik-politik konuma geçişin izleri görülür. 1968 Mayıs'ı olayları sırasında, Lyotard Sorbonne-Nantere’de dersler verdi. 1987 yılında emekli olana dek önce Paris Üniversitesi’nde, daha sonra ise Saint-Denis ’de öğretim üyesi olarak çalıştı. Aynı zamanda Paris’teki Uluslararası Felsefe Koleji'nin kurucu üyesi olan Lyotard, değişik aralıklarla bulunduğu sekiz yıl boyunca ABD’nin çeşitli üniversitelerinde Fransız felsefesi ile eleştirel kuram üstüne dersler verdi. Bir süre Almanya’da da konuk profesör olarak da bulunmuştur. Lyotard, 21 Nisan 1998’de Paris’te lösemiden öldü. Lyotard’ın ilk çalışmalarından itibaren Fenomenoloji, Yapısalcılık, Hegelci diyalektik ve Marksçı siyaset kuramı gibi belli başlı alanlarda farklı açılımlar ortaya koyduğu ve eleştirel bir bakış açısı geliştirmeye yöneldiği söylenebilir. Dolayısıyla bu ögelerin kendi üzerinde etkisi de söz konusudur. 1954 yılında yayımladığı La Phénoménologie ( Fenomenoloji ) başlıklı kitabında Martin Heidegger ve Merleau-Ponty etkisi görülür; burada "nesnelci", "öznelci" ve "idealist" eğilimleri aşmak üzere fenomenolojinin olanaklarından yararlanmaya çalışıldığı görülür. Bunlardan başka Lyotard'ın üzerinde Wittgenstein'ın, Emmanuel Levinas'in, Theodor W. Adorno'nun, Jacques Derrida'nın etkili olduğunu belirtmek gerekir. Lyotard, yapısalcı anlayıştan önemli şeyler almakla birlikte birçok kuramsal meselede ona karşı çıkmış, hem Dil'i anlamak bakımından dil bilimde hem de özellikle Sigmund Freud’un değerlendirilmesi bakımından psikanalizde yapısalcılık-dışı bir yol izlemiştir. Jacques Lacan'ın "okuduğu" anlamda Freud'u benimsemez. Postmodern Durum adlı kitabı 1979 yılında yayınlandığında, yalnızca Fransa da ve belli bir entelektüel çevrede değil, her alanda ve ülkede etkili olmuş, ve kısa sürede sürekli göndermeler yapılan bir metne dönüşmüştür. 1983 yılında Le Differende yayımlanır, burada Lyotard Wittgensteinci bir dil felsefesini uyarlamis olarak görünür. Lyotard bu doğrultuda kışkırtıcı modernizm okumaları gerçekleştirmiş ve kıta felsefesinin eleştirel kolunun güçlü isimlerinden biri olarak yer almıştır. Lyotard, Wittgenstein'dan aldığı dil oyunları anlayışını geliştirir. Her "dil oyunu"`nun kuralları yalnızca kendi içinde belirlenimli olduğundan dolayıdır ki, Lyotard'a göre dil oyunlarının çoğulluğunu benimsemek gerekir. Lyotard "dil oyunlarının indirgenemez çokluğunu ve çeşitliliğini" benimser. Dolayısıyla Lyotard'a göre, her "dil oyunu" kendini kendi bakış açısının çeşitliliğiyle seslendirme hakkına sahip olabilmelidir. Lyotard'a göre "postmodern durum", hem maddi koşullardaki değişimleri hem de düşünsel alandaki kopuşları içeren bir sürecin toplam ifadesidir. Buna yol açan her şeyden önce "derin bir inançsızlık hali" ya da başka bir deyişle "kökensel bir kuşkudur". Burada söz konusu olan Modernite 'nin ya da Modernliğin "meşruiyetine" dair bir kuşkudur ve tüm bir modern projenin kendisine ve temel nosyonlarına yöneliktir. Lyotard, bu kuşkunun izlerini sürer ve anlamlandırır. Buna göre artık Büyük Anlatılar olarak adlandırdığı modernizme içkin bir düzine temel kavramın ( İlerleme, Aydınlanma, Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik vb.) inandırıcı olmadığı tespit edilir. Bu "kuşku halinin" kendisiyle birlikte başlayan yeni yaşam tarzı dönemin adı "postmodern durumdur". Bu "durum" içerisinde, Lyotard bilgiyle ilgili modernist hedeflerin tamamen tartışmalı olduklarını belirtir ve amaçlarla ilgili bu tartışmayı "bir karara bağlamanın" sağlam ya da nihai bir yolunun olmadığını gözler önüne serer. Burada ortaya ölçülemezlik ya da karşılaştırılamazlık denilen teorik sorun çıkar. Buna göre farklı adalet ve hakikat konumları birbiriyle karşılaştırılamaz ve birbirine indirgenemezdirler. Şu halde "tek bir hakikate", "salt bir akıl'a", "evrensel bir yaşam konumuna" yani "tarihin ve ilerlemenin tek ve evrensel bir yönü olduğuna" inanmak ve bunu teorik olarak temellendirebilmek olanaklı değildir. Bu beraberinde meşruiyet sorununu getirir. Bilginin meşrulaştırımı "artık" bir "Büyük Anlatı" 'ya dayandırılamayacaktır, cünkü Endüstri-sonrası- toplumlar'daki kültürel ve toplumsal gelişmelerin bir sonucu olarak "artık" Büyük Anlatılar'a duyulan güven yerini derin bir kuşkuya bırakmıştır. Endüstri-sonrası-toplum, bilgi ve informasyon teknolojisinin büyük bir rol oynadığı üretim yapısına geçiş yapmıştır. Bunun sonucunda gelişen Büyük Anlatılar'a yönelik "inançsızlik" tüm tarih felsefeleri'ne, teleolojik anlayışlara ve erekselci tarihsel vaadlerle ortaya çıkan politik ideolojiler'e kuşkuyla bakılmaktadır. Açıktır ki böyle bir değerlendirmenin eleştirel hedefi Modern toplum ve devlet anlayışları olduğu gibi, Marksist öğretinin kendisidir de. Lyotard’a göre postmodernizmin siyasal anlamı, totaliterliğe karşı çıkıştır. Bu yönde aşırı iyimser olmakla eleştirilmiştir. Totaliterizm, modernizmdeki her tür öğretiye içkin hale gelen birlik ve düzen anlayışlarından, dahası mutlak akıl ve hakikat anlayışından gelir. Bunlara karşı heterojen ve çok sesliliği önerir, ki bu onun "Wittgensteinci dil oyunları" anlayışına uygun bir görüştür.Mutlak bir uzlaşmaya değil, geçici sözleşmelerin peşinde olunmalıdır. Lyotard’in kuşkuculuğu, nihilizme varmaz, adalet modası geçmiş bir kavram değildir ona göre, modernliğin demokratik potansiyeli vardır ve yapılması gereken onun yenilenmesi ve derinleştirilmesidir. Lokman Lokman veya Lokman Hekim (حکیم لقمان), Kur'an'da ve halk efsanelerinde bahsi geçen, hikmet sahibi olduğuna inanılan kişi. Lokman Hekim'in İslam'a göre peygamber olduğuna dair iddialar bulunmakla beraber İslam alimlerinin genel görüşü peygamber olmadığı yönündedir . Kur'an'da Lokman Hekim'den Lokman Suresi'nde bahsedilir. Allah tarafından Lokman'a hikmet verildiği belirtilir. Oğluna verdiği öğütler anlatılır. Efsanevi bir kişilik olan Lokman’ın kimliği ile ilgili tefsir kitaplarında çok farklı anlatımlar tefsir yazarlarının değişik kaynaklardan duyumsadıkları görüşlerini yansıtır ve birbirlerinden farklı kimlik ve soy bilgileri bu kaynaklarda yer alır. İslami düşünür Muhammed Esed'e göre Lokman tıpkı Hızır gibi kurgusal bir kişiliktir ve prototip bir derlemedir. Lokman'ın ölümsüzlük iksirini bulduğu ancak formülünü kaybettiğine dair efsaneler mevcuttur. Formülü nasıl kaybettiği ise değişik kaynaklarda değişik şekillerde anlatılır. Bir efsaneye göre içinde ölümsüzlük iksiri bulunan şişeyi köprüden geçerken düşürüp kaybetmiş, bir başka efsaneye göre ise eline yazdığı ölümsüzlük formülü yağmurda silinmiştir. Bir rivayete göre de iksir, Allah'ın emriyle Cebrail tarafından yok edilmiştir. Bir rivayete göre Davud Lokman'a bir koyun kesmesini ve kendisine en iyi yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman koyunun yüreğini ve dilini getirir. Başka bir gün Davud kendisine koyunun en kötü yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman yine yüreğini ve dilini getirir. Davud neden böyle yaptığını sorunca Lokman şöyle cevap verir: ""İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha iyi bir şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında da yürekten ve dilden daha kötü bir şey yoktur."" André Olbrich André Olbrich (3 Mayıs 1967 yılında Düsseldorf Almanya doğumlu) Alman Power Metal grubu Blind Guardian'ın gitaristidir. O ve grubun vokalisti Hansi Kürsch grubun söz yazarları ve kurucularıdır. André evli ve iki çocuk babasıdır. Hansi Kürsch 'ün okuldan arkadaşıdır. Konserlerinden sonra grup arkadaşları ve hayranlarıyla konuşmayı sever. En sevdiği kitap Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi ve Silmarillion'dur. Bu, Blind Guardian'ın tarzının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. En sevdiği oyunlar Baldur's Gate II ve World of Warcraft'dır. André Olbrich "Dünyadaki En iyi yüz gitarist" arasında 76. sıradadır. Blind Guardian grubunun şarkılarının büyük çoğunluğunu Hansi Kürsch ile birlikte besteler. En büyük hayali yüzüklerin efendisi hakkında metal-operası kurmaktır. Pectus Carinatum Halk arasındaki adıyla Güvercin göğsü veya tıptaki (latince) termoloji adıyla Pectus carinatum doğuştan gelen bir göğüs kafesi şekil bozukluğudur. Genel özelliği göğüs kafesi birleşkesinde omurun dış yönüne doğru kemik yapısı oluş
umudur. Genetik olduğu için iç organlara genelde zarar vermez. Fakat normal bir insan kadar nefes alınmasına engel olabilir, bunun sonucu performans isteyen hareketli işlerde çalışanların çabuk yorulmasına sebep olabilir. Pectus Excavatum Tıbbi (latince) terminoloji adıyla Çökük göğüs şeklinde göğüs kafesi şekil bozukluğunu ifade etmektedir. Göğüs kafesi. Pectus excavatum, günümüzde torakoskopi (göğüs kafesinin içini gösteren küçük kamera) yardımı ile göğüs kafesi içine dışarıdan görülemeyecek şekilde geçici bir süre ile çelik destek çubuğu yerleştirilerek ameliyat edilebilmektedir. Çelik destek çubuğu sağ koltuk altında bir adet 2 cm'lik, sol koltuk altında yine bir adet 2 cm'lik ameliyat kesisi yapılarak yani toplam 2 adet 2 cm'lik kesiden yerleştirilmektedir. Ameliyat olan kişi kollarını vücudunun yanlarında tuttuğunda kollar bu yara izlerini kapatmakta, yara izleri hastaya tam karşıdan bakıldığında görülmemektedir. Göğüs ön duvarında, meme başlarının altında asla ameliyat yarası yaratılmamaktadır. Çelik destek çubuğu 2-3 yıl sonra çıkartılmakta, yeni şakline alışan göğüs kafesi bu şeklini korumaktadır. Bu ameliyat yöntemi ve bu amaçla kullanılan çelik destek çubuğu Amerikalı Çocuk Cerrahisi Uzmanı Dr. Donald Nuss tarafından 1987 yılında icat edilmiştir. Dünyada ve Türkiye'de günümüze dek toplam dokuz binden fazla hastanın göğüs kafesindeki bu şekil bozukluğu Nuss Ameliyatı tabir edilen bu tedavi yöntemi ile düzeltilmiştir. Türkiyede ilk Nuss Ameliyatı 2002 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalında (İzmir) TÜBİTAK Bilim Ödülü sahibi Çocuk Cerrahisi Uzmanı Dr. Feza Akgür tarafından yapılmıştır. Bu ameliyatta Dr. Feza Akgür tarafından tasarlanan ve "Dokuz Eylül Kunduracı Göğsü Destek Çubuğu" olarak adlandırılan çelik destek çubuğu kullanılmıştır. Bu destek çubuğu 2009 yılına dek Türkiyede en yaygın olarak kullanılan destek çubuğu özelliğini korumuştur. 2009 yılında çubuğu üreten Türk üreticinin faaliyetine ara vermesi ile bu çubuk temin edilemez hale gelmiştir. Halihazırda bu çubuğun Türkiye dışında üretilenleri kullanılmaktadır. Türkiye'de Nuss Ameliyatı yapılan Çocuk Cerrahisi Merkezleri sayısını arttırmak, bu kolay tedaviye hastaların yörelerinde erişimini sağlamak amacı ile Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Çocuk Cerrahisi Uzmanları tarafından "Türkiye Nuss Ameliyatı Eğitim Grubu" kurulmuştur. Bir Çocuk Cerrahisi Merkezinde ilk kez yapılacak Nuss Ameliyatları bu grubun eğitici Çocuk Cerrahlarının katılımı ile gerçekleştirilmektedir. Ortodoks "Ortodoks" sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Mafsal Mafsal ya da Eklem, hareket eden iki parçanın hareket edebilme özelliklerini kaybetmeden birbirine bağlanmasını sağlayan mekanik sistemdir. Mafsallar hareketin yönüne ve doğrultusuna göre çeşitlenebilir. En bilinenleri silindirik mafsal ve küresel mafsallardır. Silindirik mafsalda hareket iki boyuttadır. Küresel mafsalda ise hareket 3 boyuttadır ve küresel mafsalların statik ve dinamik hesaplamaları silindirik mafsala göre daha zordur. Genellikle robot teknolojilerinde karşımıza çıkar. Silindirik mafsallar ise küresel mafsallara göre daha mukavimdir ve ağır makine imâlatlarında yoğun olarak tercih edilir. Resimde görülen bir kardan kavramasıdır. Eksenleri çakışmayan veya paralel olmayan hareketli iki milin birbirine bağlanmasını sağlar, arkadan itişli arabalarda motorda üretilen hareketin arka tekerleklere iletilmesinde kullanım örneği vardır. Hava filtresi Hava filtresi, motorun yakıtı tepkimeye sokma işlemi için ihtiyaç duyduğu oksijeni (O) içeren havayı dışarıdan soğuran parçadır. Hava filtresi aynı zamanda dışarıdan gelen havayı temizleme görevini de üstlenir. Hava filtresinin motor için sağladığı hava her zaman yüksek verim sağlamayabilir. Bu durumun başlıca sebeplerinden biri hava filtresinin temizleme görevini düzgün bir şekilde yerine getirememesidir. Bir diğer sebebi ise hava filtresin, motorun çalışmasıyla kaput içinde oluşan sıcak havayı kullanmasıdır. Bu iki durumda da motorda performans kayıpları görülür. Diğer bir dille, yakıt tüketiminde artış meydana gelir ve daha ucuza temin etmek için orijinal olmayan bir filtreyi de kullanırsanız buda ortalama olarak %10- %15 oranında yakıt artışına sebep olabilir test verileri bunu ıspatlamaktadır. Böyle bir sonuçla karşılaşılmaması için hava filtresi, kaput içerisinde, soğuk havayı alabileceği en uygun yere yerleştirilmelidir. Yüksek güç üreten motorlarda dışarıdan soğuk hava almaya yönelik hava filtresi kiti kullanımı sıkça görülür. Marş motoru Marş motoru otomobillerde ilk hareketi sağlayan parçadır.Araçta marşa basıldığı anda marş motorunun dişlisi ile krank miline bağlı volan dişlisi birbirine geçerek marş motorunun oluşturduğu dönme kuvveti, volan dişlisi aracılığı ile krank miline aktarılır. Böylece motora ilk hareketi verilmiş olur. Otomobillerde genelde bendix (volana dönerek geçen) tipi elektrikli marş motoru kullanılır. Bununla birlıkte özellikle deniz tipi büyük dizellerde hidrolik marş motorları da kullanılmaktadır. Otomobillerde kullanılan bendix tipinin yanı sıra volan dişlilerine geçtikten sonra dönmeye başlayan dayer tipi marş motorları da mevcuttur. Sutra Sutra, Budizm'de Gautama Buddha'nın öğretilerinden oluşan ve doğrudan Buda'nın sözlerini aktardığı varsayılan metinlere verilen addır. Samyutta-Nikaya Budist metinlerinden oluşan bir derlemedir. Sutta Pitaka’lardan oluşan, beş Nikaya’dan üçüncüsüdür. Bu derleme ortalama 2889 Sutra’dan oluşmaktadır. En yüce bilgelik Sutra’sı Budizm’in ünlü Mahayana Sutra’sına ait olan kutsal metindir. Diğer adı, öteki dünyanın özü, öteki dünyaya ait olan bilgeliktir. (Sutra) (Prajñāpāramitā Hṛdayasūtra), Korece: (Maha-banya-para-mida-simgyeong), Vietnamca: Kinh Ma Ha Bát Nhã Ba La Mật, Japanca: 摩訶般若波羅蜜多心經 (Maka Hannya Haramita Shingyō), Pinyin: Móhē bōrě bōluómìduō xīnjīng, Tibetçe: sNying mDo ve shes rab snying po'i mdo. Sadece Sanskritçe olan orijinal hali değil, Çince metinler de öğretilmektedir. Yaklaşık olarak 1. yüzyılda kaleme alınan Elmas Sutra (Vajracchedikā-prājñāpāramitā-sūtra) Mahayana Budizmi’nin en önemli metni sayılmaktadır. Elmas Sutra çeşitli Asya ülkelerine kadar yayılmıştır. Ayrıca ‘Prajnaparamita Sutra’nın’ (sanskr. "prajnaparamita" = Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi) bir parçasıdır. Kökeni Çin’e dayanan Sutra’nın ilk versiyonu toplu bir şekilde üretilmiştir. Bu doküman, Gutenberg İncili’nden yaklaşık olarak 600 yıl önce meydana gelen insanlık tarihinin ilk kitap baskısı sayılmaktadır. 1907’de Arkeolog Aurel Stein tarafından bir Çin şehri olan Dunhuang’daki Mogao mağarasında bulunmuştur. Bu Sutra’nın tam başlığı ‘Vajracchedika Prajnaparamita’dır ve ‘Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi’ anlamına gelmektedir. Elmas Sutra 32 bölümden oluşmaktadır. Bütün Sutra’ların topluluk önünde yüksek sesle ve gerektiği gibi okunması 45 dakika sürmektedir. Bu Sutra ‘Subhuti’, yani Buda’nın öğrencisi ve kendisi arasında soru-cevap şeklinde belirlenmiş bir diyalogdur. Modern bir etki yaratan bu Sutra’nın kalitesi de biçimsel açıdan kayda değerdir. Burada Sutra’nın içeriği, başarılı etkisi ve gelecekteki alımlaması ile ilgili şeyler konuşulmaktadır. Ayrıca metin kendiliğinden sorunsallaşmaktadır. Elmas Sutra, Buda’nın Sravasti’deki Jetovana Parkın’nda verdiği vaazlara dayanmaktadır. Burada Subhuti adında bir rahibin sorusunu cevaplamaktadır. ‘Biçim boşluktur. Boşluk biçimdir.’ Kalp Sutra’dan gelen Budist düşünce (her ne kadar var olmasa da) Elmas Sutra’nın ana temasıdır. Buda’nın öğretilerine göre 2 doğru / 2 gerçek ortaya çıkmaktadır. 1.Bir yanda biçim dünyası, tecrübe edilen olguların dünyası, gösterge ve kavramlar içinde yanıltıcı, tek taraflı doğrular, 2.Diğer yanda boşluk dünyası (Sunyata), ‘Doğruluk Dünyası’, biçimin ötesinde bir etki alanı, doğum ve ölümün ötesinde, başlangıç ve son, kendiliğinden ve kendiliğinden olmayan, bütün kavramların ötesinde bir dünya. Buda, bu iki gerçekliği birbirleriyle karşılaştırmakla yetinseydi Buda olamazdı. Elmas Sutra’da geçen bu ifade çeşitli varyantlara yayılmıştır. Bu durumda Sutra’nın başlığı tam ve doğru bir şekilde şöyle çevrilmiştir: “Elmas, yanılsamayı ikiye bölmüştür.” (Vajracchedika Sutra) Buda’nın öğretilerinden oluşan Elmas Sutra aslında pek çok yanılsamalarla benzerlik göstermektedir. Elmas Sutra’nın hemen hemen her bölümünde aşağıdaki fomüllere rastlamaktayız. ‘Dharma diye bilinen her şey Dharma değildir. Bu yüzden her şey Dharma diye adlandırılır.’ Bu birbiriyle çelişkili 3 madde şöyledir: 1)A diye bilinen şey 2) A değildir 3) Bu yüzden A’dır. Vietnamlı Zen ustası Thich Nhat Hanh Sutra yorumlamasında bu çelişkiyi şöyle çözmüştür: 1)A’yı dikkatli bir şekilde inceliyoruz 2) A’nın A olmadığını fark ediyoruz 3) Sonra A’yı en güçlü döneminde görüyoruz (Elmas Sutra) Ya da başka bir formül: 1)Dharma’yı ayrıntılı bir şekilde inceliyoruz 2) Ve bunların Dharma olmadığını görüyoruz 3) Sonra Dharma’yı görmeye başlıyoruz (Elmas Sutra, devamında) Ya da “Bir gülü incelediğimizde gül olmayan unsurları fark edebiliyorsak o zaman gül kelimesini kullanmak bizim için tehlikeli değildir.” (Elmas Sutra, devamında) Bu çelişkili cümleler başlangıçta kısaca sözü edilen gerçeklikler arasında gidip geldiği anda çözülmekte ve her defasında diğer gerçekliklere, daha doğrusu gerçeklikle eşit olan diğer bakış açılarına gönderme yapmaktadır. Buda’nın öğretilerinin pek çok felsefi boyutu vardır. Budizm’de insana özgü algılama durumu daima çözülmesi güç bir sorun haline gelmiş, bununla ilgili pek çok sorular sorulmuştur. Ne görüyoruz? Nesnelerin gerçek boyutunu mu, yoksa kendi tasarladıklarımızı / tasvir ettiklerimizi / göstergelerimizi mi görüyoruz? Elmas Sutra’da daima sözünü ettiğimiz 4 yanlış doğru/düşünce vardır. Bütün bu düşünceler olguların etkinlik alanına sıkı sıkıya bağlı kalmış, kavramsal-mantıksal farklılıklar alanında varlığını korumuş ve bununla birlikte bu düşünceleri aşan nesnelerin gerçek doğasına ulaşamamıştır. Asya’nın en ünlü
Elmas Sutra’sının yanı sıra, Lotus Sutra, Mahayana Budizm’inin metinlerinden biridir. Ayrıca 25 bölümden oluşmaktadır. Buda Shakyamuni’nin ölümünden 700 yıl sonra bu Sutra’ların Hindistan’da yazıya geçirildiğine inanılmaktadır. Kucha’da bugün en çok bilinen bu Mahayana Sutra’larının yaklaşık olarak 350 ila 380 tanesi muhtemelen Kumarajavas’ın hocası Suryasoma tarafından bir araya getirilmiştir ve bugün en çok bilinen metninde kayıtlıdır. Lotus Sutra Hindistan’a, Nepal’e, Sanskritçe’nin hâkim olduğu Merkez Asya’ya kadar yayılmış ve ayrıca Tibetçe, Çinçe’ye çevrilmiştir. Çoğu yorumlamalar ve çeviriler (modern dillerde de) eski Çince çevirilere göre yönünü belirlemektedir. Bu versiyonda Lotus Sutra Çinli Tiantai Zong ve Japon Tendai-shu’nun temeli sayılmaktadır. Pali Derlemeleri’nde de yazıldığı üzere eski Buda öğretilerinin aksine esas üzerinde durulması gereken nokta, ruhun kurtulması ve kutsanması için değil, aynı zamanda insanlığın kurtulması için çaba göstermektir. Lotus Sutra, insanların kendi yaşamlarını ve kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesinin her insana şans getireceğini ifade etmektedir. Tantra Tantra (Sanskritçe: तन्त्र ""Sürekliliği" işaret bir dokuma anlamına gelmektedir.) Hinduizmin aktif dişil Tanrıça formu olan Şakti'ye bağlı bir koludur. Batılı ülkelerde ve batılı eğitimden geçmiş doğulularda Tantra büyük ölçüde cinsellikle ilişkilendirilmesine rağmen Tantra'da cinsellik son derece sıkı şartlara bağlı, Tantra'nın belirli bir kolunda uygulanan ve diğer tüm pratiklerle birlikte düşünülmesi gereken ritüelistik bir uygulamadır: "Guru-çisya geleneğinden yoksun ve yaygınlaştırılan yanlış bilgiyle ayartılan belli kişiler Kuladharma'nın doğasını kendi akıllarına göre hayal ederler. Eğer yalnızca içki içmekle insanlar aydınlanmaya ulaşabilselerde tüm içki bağımlıları mükemmelliğe ulaşırlardı. Eğer yalnızca et yemekle yüksek makamlara varılabilseydi dünyadaki tüm etçiller fazilet sahibi olurlardı. Eğer kurtuluş şakti ile cinsel ilişkiyle kazanılsaydı tüm yaratıklar dişileriyle ilişkileriyle kurtulurlardı." (Kularnava Tantra, II, 116-118) Tantra özellikle ABD'de öylesine popülerleştirilmiştir ki bazı yazarlar "Amerikan Tantra" diye bir olgu ve hatta ticari bir markanın varlığına işaret etmektedirler. Bu terim Tantra'nın videolar, kitaplar, workshoplar ile ticari bir girişim haline geldiğini göstermektedir. Tantra'nın Batı'da algılandığından farklı olarak küçük bir grubu tarafından Maituna'nın (cinsel ayinler) yapıldığı ve çoğunlukla bu ayinin psikolojik bir sembolizmle gerçekleştirildiği de söylenmektedir. Tantra'nın felsefesi 92 Şruti, Tantralar koleksiyonu üzerinde temellenmektedir. Vaişnava, Şaiva, Ganapatya ve Şakta formlarında Tantra bulunmaktadır. Tantrik gelenek veya Tantrika Parampara Vedik gelenek (Vaidika Parampara) ile paralel veya iç içe geçmiş görülebilir. Swami Nikhilananda Tantrik düşüncenin sadece Vedalarla değil aynı zamanda Upanişadlarla, Puranalarla ve Yoga ile de yakın bağlantısı bulunduğunu ifade etmiştir. Örneğin, Şakta Tantra'nın temel metinlerinden olan Tripura Rahasya'da "Bu metin Vedalar, Puranalar ve diğer kutsal metinlerdeki öğretilerin özetlenmesiyle oluşturulmuştur" denilmektedir. Batılı ünlü Tantra araştırmacısı Arthur Avalon, Mahanirvana Tantra adlı eserinin girişinde Hinduizmin ortodoks yollarından biri olan Tantra'nın Kali çağı insanlarının ihtiyaçlarını karşılamak için yürürlüğe konulan Vaidika Karmakanda'nın bir gelişimi olduğu belirtilmekte ve Şiva'nın "Kali çağı insanlarının, enerjiden yoksun ve yaşamak için yedikleri yiyeceklere bağlı insanların yararlanması için, ey kutlu kişi, Kaula öğretisi verildi" dediği aktarılmaktadır. Tantra'nın üç ana okulu vardır: Mişra Tantra, Kaula Tantra ve Samaja Tantra. Samaja Tantra: "Sağ-el yolu" da denilen bu okulda uygulayıcı Sahasrara çakra üzerine meditasyon yapar ve çakralar, nadiler ve prana hakkında bilgi edinir. Tantra'ya ("Sağ-el yolu"na) yeni bir yorum ve uygulama Shrii Shrii Anandamurti tarafından geliştirilmiştir. Mişra Tantra: Anahata çakranın açılması amacıyla meditasyon ve fiziksel uygulamalarda bulunulur. Kaula Tantra: "Sol-el yolu" da denilen bu okulda öğrenci Kundalini üzerine meditasyon yapar ve Muladhara çakrayı açmak için bazı uygulamalar (buna cinsellik de dahil olabilmektedir) gerçekleştirir. Swami Rama'ya göre Kaula Tantra yolunun pratikleri öğrenci veya yolun başında bulunan kimse tarafından genellikle zarar verecek şekilde aşırı kullanılmaktadır. Mehmet Yiğit Alpogan Mehmet Yiğit Alpogan (d. 1 Temmuz 1945, Ödemiş, İzmir) Türk Büyükelçi, Millî Güvenlik Kurulu'nun ilk sivil genel sekreteri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1967'de mezun oldu. 1968 yılında Dışışleri Bakanlığı'nda göreve başladı. 1972 yılında Tokyo, 1975 yılında ise Lefkoşa Büyükelçiliklerinde görev aldı. 1978 yılında Dışışleri Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğünde, 1979'da Cenevre'de görev yaptı. 1985'de Lahey Büyükelçiliği'nde 1. Müsteşar olarak görev yaptı. 1989 yılında Denizcilik Sorunları Daire Başkanlığı'na getirildi. 1995´te Türkmenistan´da Aşkabat büyükelçisi oldu. 1998 yılında İkili Siyasi İlişkiler ve Denizcilik-Havacılık Genel Müdürlüğü'nde görev yaptı. 2000 yılında ise Dışişleri Bakanlığı'nda müsteşar yardımcılığına atandı. Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs konularında etkili isimlerden biri olan Mehmet Yiğit Alpogan, 2001'de Yunanistan Atina Büyükelçisi oldu. 2004 yılında Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde sivilleşen Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne bir sivilin getirilmesi gündeme geldi. Bunun üzerinde Mehmet Yiğit Alpogan, 17 Ağustos 2004 günü resmi gazetede yayımlanan atama kararı ile Millî Güvenlik Kurulu'nun ilk sivil kökenli genel sekreteri oldu. Bu görevinin ardından 2010 yılına kadar Londra Büyükelçiliği yapmış ve emekli olmuştur. 2010 yılı itibarıyla üstlendiği Akdeniz İçin Birlik'in ulaştırma konularından sorumlu genel sekreter yardımcılığı görevini 2016 yılına dek sürdürdü. İngilizce ve Fransızca bilen Mehmet Yiğit Alpogan, evli ve biri tiyatro oyuncusu Esin Harvey olmak üzere iki çocuk babasıdır. Erdoğan Teziç Erdoğan Teziç, (d. 1936, İstanbul - ö. 23 Nisan 2017 İstanbul), Türk hukukçu ve 2003-2007 yılları arası Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Fransa'da Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi üzerine lisansüstü eğitim yaptı. 1961 Anayasasını hazırlayan ekipte yer aldı. Galatasaray Lisesi Müdürlüğü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı, Galatasaray Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve Rektörlüğü görevlerinde bulundu. 8 Aralık 2003'te Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığına atandı. 2004 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Türkiye Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ile ödüllendirildi. Eylül 2004'te de Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d'Honneur (Fransa Devleti Onur Lejyonu Nişanı'nın en üst derecesi olan "Commandeur" (Büyük Şövalye) rütbesine layık görüldü. Fakat aldığı bu nişanı, Fransa Ulusal Meclisi'nin Ermeni Soykırımı İnkâr Yasası'nı kabul etmesinden dolayı, Fransa Büyükelçiliği aracılığı ile iade etti. Ayrıca 2007 Mayıs ayındaki 11. Cumhurbaşkanlığı Seçimleri öncesinde yaşanan "Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis Toplantı yeter sayısı" hakkındaki görüşlerini, seçimlerin hemen öncesinde YÖK Rektörler komitesini toplayarak basın açıklaması yaptı, 367 milletvekili olması koşulunu dile getirdi. 9 Aralık 2007 tarihinde YÖK Başkanlığı görevinden emekli oldu. 23 Nisan 2017 tarihinde vefat etti. ‎ Osman Arslan Osman Arslan, (d. 21 Aralık 1942, Kalecik, Ankara, Türkiye), Türk hukukçu. Kırıkkale Lisesini bitirmiş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1964 yılında mezun olmuştur. Keskin hakim adayı olarak mesleğe başlamıştır. Sırasıyla Göksün, Osmancık, Şanlıurfa, Düzce ve Ankara Hakimliği görevlerinde bulunmuştur. 23 Haziran 1987 tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilmiştir. 2 Aralık 2004 tarihinde de Yargıtay Büyük Genel Kurulu'nca, Yargıtay Birinci Başkanlığı'na seçilmiştir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Corel Ventura Corel Ventura, Kanada'nın yazılım devi olarak bilinen Corel firmasının ürettiği masaüstü yayıncılık programı. Ventura, alanında en uzun süredir geliştirilmesi sürdürülebilen bir masaüstü yayıncılık yazılımı olmakla birlikte ABD kökenli Adobe InDesign ve QuarkXPress yazılımları kadar kendine geniş kullanım alanları oluşturamamıştır. Kullanımda olan son sürümü 10.0'dır. Gotama Buda Gotama Buda, MÖ 563-483 arasında Hindistan'da yaşadığı tahmin edilen ruhani öğretmen ve Budizm'in kurucusu. Doğduğunda adı Sidarta Gautama'dır. (Sanskrit; Pali: Siddhāttha Gautama). Prens Sidarta ya da Śākyamuni (Sakya kabilesinden gelen bilge) adlarıyla da anılır. Budistler tarafından tüm dünyada Buda olarak kabul edilir. Sanskritçede "uyanmış kişi" anlamına gelen "Buda", peşine düştüğü yaşam ve ölümün ardındaki gerçeğin arayışı sonucu Sidarta Gotama'da oluşan ruhani aydınlanmayı anlatmak için kullanılan bir unvandır. Başka dinlerde de kutsal bir figür olarak kabul edilir. Kimi Hindu metinlerde insanları Vedik dinden soğutmaya çalışan tanrı Vişnu'nun avatarı olarak betimlenmiş, Bahailikte ise bir peygamber sayılmıştır. Sidarta, ailesinin ona verdiği bir isimdir. “Amacına ulaşmış” demektir. Gotama ise, Buda'nın mensup olduğu ailenin ismidir. Gautama, "Shakyamuni" (Pali'deki Shakya'nın bilgesi, "śakamuṇi" 釋迦牟尼), olarak da bilinir. Buda olarak bilinen Sidarta Gotama, Tathagata (kusursuz bilgeliğe ulaşmış kimse) olarak da anılır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin değildir. MÖ 563 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Ancak yapılan yeni araştırmalar bu tarihi değiştirmiştir. Elde edilen bu yeni bilgilere göre; Siddharta tahmin edilen tarihten on yıl, belki de yüz yıl sonra doğmuştur. 20. yüzyıl bilimadamlarının çoğu İsadan Önce ö. 560 d. 483 tarihlerini uygun bulurken, ölümü için 410 ile 400 yıllarını öneren tarihçiler de bulunmaktadır. Bir rivayete göre; Siddh
arta’nın Hindistan’ın kuzeydoğusunda bugünkü Nepal sınırının yakınlarında yer alan Lumbini’de doğmuştur. Nepal sınırının yakınlarında Kapilavastu şehrinde hüküm süren Sakya hanedanınına mensuptur. Babası Suddhodana (bugünkü Hindistan - Nepal sınırları içinde bulunur) Şakya kabilesinin kralıdır. Buda’nın kral olan babasının saray törenlerinin ihtişamlı ve abartılı olması, muhtemelen asil bir aileden gelmelerinden kaynaklanmaktaydı. Annesi Maya ve babası Suddhodana, ona “amacına ulaşan” anlamına gelen “Siddharta” ismini verdiler. Lakabı “Shakyamuni” ise kökenini belirtir ve “Shakya ailesinden gelen” anlamını taşır. Siddharta’nın doğumundan sonra onun, dünyaya egemen olacak veya acı dolu dünyaya bilgelik getirecek kişi olacağı tahmin edilmiştir. Sidarta Gotama her şeye sahip olduğu, dünyadaki tüm sorunlardan uzak kaldığı bir sarayda yaşamıştır. Babası, oğlu Siddharta’nın ondan sonraki kral olmasını istemiş, oğlunun sokaklarda yaşlılığı, hastalığı ve ölümü görmemesi için kraliyet sarayından uzaklaşmasına fazla izin vermemiştir. Sidarta Gotama, Hint Tanrısı Brahma’ya hayatının sonuna kadar, kendini insanlığı acıdan kurtarmaya adayacağına söz vermiştir. Nedeni ise 29 yaşındayken hayatın gerçekte ne olduğunun,zenginliğin, lüks hayatın hiçbir mutluluk getirmediğinin, insanların yaşadıkları acıların ve önceki hayatının ne kadar anlamsız olduğunun farkına varmış olmasıdır. Efsaneye göre; bir keşiş ateşli hastalığı ve çürümekte olan bir cesedi görmüş ve bunun üzerine tüm bu acılara çıkış yolu bulmaya karar vermiştir.(Aslında Buda’nın hayatında efsaneleri gerçekten ayırmak çok zordur.) Siddharta Buda 29 yaşındayken tek oğlu Rahula’nın doğumundan kısa bir süre sonra, çocuğunu, karısı Yasodhara’yı ve şehrini terk edip çilenin ve acıların kurtuluş yolunu aramaya koyulmuştur. Altı yıl boyunca Ganj vadisinde çilekeşler gibi dolaşmış, ünlü din eğitmenleriyle (adamlarıyla) bir araya gelmiş, onların yöntemlerini takip etmiş, çalışmış ve çilecilik öğretilerini sıkıca uygulamıştır. Fakat belli bir süre sonra bu dinlerin ve bilgilerinin onun amacına yönelik olmadığını anlayarak vazgeçmiştir. Onları bıraktıktan sonra, öncelikle derin düşünme (Meditasyon) teknikleriyle kendi yolunu aramaya başlamıştır. Diğer din öğretilerinin aşırılığını önlediği için bu durumu “orta yol” şeklinde tanımlamıştır. Siddhartha Gautama’nın ölümünden sonra, hayat hikâyesi öğrencilerinden oluşan Sangha Topluluğu tarafından derlenmiş ve çok uzun bir süre sözlü olarak aktarılmıştır. Lumbini, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın doğduğu yerdir. Bugünkü Nepal sınırı yakınlarında bulunmaktadır (Rupandehi Bölgesi). Himalaya’nın eteklerinde ve Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer almaktadır. 1896 yılında yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu bulunmuştur. Burada bulunan en önemli kalıntı, MÖ 245 yılında Budist Kral Ashoka’nın yaptırdığı 6,5 m yüksekliğindeki dikili taştır. Bu dikili taşta yazılanlar Hintçe ve Magadhi dilinde şu şekilde ifade edilmiştir: "“Budist Kral Devanampiya Piyadasi (Ashoka), taç giydikten 20 yıl sonra buraya geldi ve Sakya kabilesinden olan Buda burada doğduğu için hayranlığını dile getirdi. Bu yüce insanın burada dünyaya gediğini gösteren bir dikili taş yaptırdı. Lumbini halkından vergi almadı ve doğal kaynaklardan alınan payı sekizde bire düşürdü”." (Hindular, “Durga Puja” bayramında özellikle önem verdikleri tanrılarının heykellerini yaparlar. Onların günahlarını aldıklarına inanırlar. Bu heykelleri Ganj Nehri’ne veya bu nehir gibi kutsal sulara atarlar.) Gotama, Sakya kabilesindendir. Bugünkü Nepal sınırı yakınlarında bulunan Kapilavastu şehrinde hüküm süren kral Shuddhodana ve kraliçe Mahamaya’nın oğludur. Askeri ve yönetici sınıf olan Kshatriya (Kast sistemi) ailesine mensuptur. Siddhartha’nın doğumundan önce, annesinin onu rüyasında beyaz bir fil şeklinde gördüğü söylenir. Daha sonra Siddhartha, Lumbini’de dolunaylı bir gecede doğmuştur. Birçok Hindistan ülkesinde Vesak Bayramı kutlanmaktadır. Bu önemli Budist Bayramı’nda Siddhartha’nın yaşamından üç önemli olay anılmaktadır: Siddhartha’nın doğumu, Budizm’e başlaması ve Nirvana’ya ulaşması. Bir kâhin, kral Shuddhodana’ya oğlunun ya çok büyük bir kral ya da çok büyük bir bilge olacağını söyler. Shuddhodana, oğlunu kral olarak yetiştirmek istediği için ona din dersleri verdirtmez. Ancak daha çocukken Siddhartha olağanüstü yetenekli ve çok zeki olduğunu gösterir. 16 yaşındayken Prenses Yasodhara’yla evlenir. Yaşadığı ve ileride başına geçeceği yeri görmeden sarayda yıllarca yaşar. Kapilavastu, Siddhartha Gautama’nın gençlik yıllarını geçirdiği yerdir. Burada Yashodra ile evlenmiş ve oğlu Rahula dünyaya gelmiştir. Bir gün Kapilavastu’yu gezen Siddhartha, daha önce hiç bilmediği bazı kavramlarla karşılaşmıştır: Yaşlılık, hastalık ve ölüm. Daha sonra Kapilavastu’yu Budistler için hac yeri ilan etmiştir. 29 yaşında acılardan kurtulmak ve aydınlığa kavuşmak için buradan ayrılmış ve yollara düşmüştür. Fa-hsien, 5.yy. da yaşamış Çinli Budist, keşiş ve gezgindir. Kapilavastu’yu “boşluğun ve yalnızlığın muhteşem bir manzarası” olarak nitelendirmiştir. Burası birkaç keşişin ve en az iki ailenin yaşadığı, aslan, beyaz fil gibi tehlikeli hayvanların olduğu bir yerdir. Fa-hsien, geleceğin Buda'sının keşfedildiği Sakya sarayına, annesinin geleceğin Buda'sını doğurduğu ve banyosunu yaptırdığı Lumbini bahçelerine gidip görmüştür. Buralar az bilinen yerlerdir. Ayrıca tepeler, Stupa’lar (Budistlerin ibadetlerini yaptıkları yer) ve diğer kalıntılar Budizm’in eski zenginliklerinin kanıtlarıdır. Budist kral Ashoka, MÖ 3. yüzyılda Nepal’i ziyaret etmiştir. Orada bir Stupa ve dikili taş yaptırmıştır. Yapılan kazı çalışmalarıyla Stupa’lar, manastır evler ve havuzlar gün yüzüne çıkartılmıştır. Yıldırım düşmesi sonucu ikiye bölünen Ashoka Sütunu 1896 yılında bulunmuştur. Lumbini’ye gidip görülebilir. Son yıllarda Lumbini’nin yakınlarına Tibet ve Theravada manastırları inşa edilmiştir. Bu manastırlar, hac merkezine uzaktır. Ancak dört ana Budist hac sitelerinden bir olan Lumbini, eski önemini yeniden kazanmıştır. (İngiliz arkeologlar, Nepal’de yaptıkları kazı çalışmaları sonucunda Kapilavastu’nun yerini bulduklarını iddia etmektedirler.) Kapilavastu, Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Nepal ve Nepal yakınlarındaki Lumbini’de yer almaktadır. Bu tarihi yer, turistlerin akınına uğramaktadır. Bu turist akını, Kapilavastu’daki tarihi sarayın bu dünya ile öteki dünya arasında bir sınır olup olmadığı konusundaki tartışmalara da bir açıklık getirmektedir.Kaynak Gotama, bu varlığa rağmen yine de memnun değildir. 29 yaşında, oğlu Rahula’nın doğumundan hemen sonra tasasız bir hayat geçirdiği saraydan ayrılır ve gezmeye başlar. Önce hayatın gerçek yüzüyle tanışır. Rivayete göre; sakat, yaşlı bir adamla, hasta biriyle, bir cesetle ve bir dervişle karşılaşmıştır (“Dört Gerçek”). Siddhartha, bu gerçekleri -yaşlılık, hastalık, ölüm ve acıyı- hayatın ayrılmaz parçaları olarak görmüştür. Diğer yandan refahın ve zenginliğin hiçbir faydasının olmadığını anlamış ve gerçeği aramaya karar vermiştir. Her şeyi arkasında bırakmış ve münzevi bir hayat yaşamaya başlamıştır. İki önemli bilge kişi Alara Kalama ve Udaka Ramaputta’nın öğrencisi olmuştur. Onlardan yoga ve meditasyon yapmayı öğrenmiştir. Ganj vadisinde altı yıl geçirmiş; ancak orada ne iç huzuru ne de aradığı cevapları bulabilmiştir. Oruç tutmuş; ama bunun da bir kurtuluş yolu olmadığını fark etmiştir. Bu yüzden geleneksel dinleri ve onların yollarını denemeyi bırakmış ve kendini meditasyon yardımıyla bulmaya çalışmıştır. Siddhartha, dolunaylı bir gecede Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Body-Gaya’daki Neranjara Nehri kıyısında Bodi (incir) ağacının altında meditasyon yaparken aydınlığa ulaştı. Böylece nefret, hırs ve cehaletten arındı ve böylelikle Buda “Uyanmış” olur. Siddharta Guatama bu sırada 35 yaşındadır. Ayrıca Bodhi ağacı “bilgelik ağacı” olarak sayılır. Uyandıktan sonra Benares (bugünkü Sarnath) yakınlarında yer alan Isipatana’daki geniş vahşi ormanda beş keşişten oluşan bir gruba ilk öğreti sohbetini yaptı. Bu beş kişi, Budist Keşişler Topluluğu’nun (Sangha) ilk üyeleriydi. Ayrıca bu beş keşişe "Beşli Asket" de denmektedir. Siddhartha, Hindistan’ın kuzeydoğusunda 45 yıl boyunca her gün “orta yol” u öğretmeye çalışmış, her kesim önünde konuşmuştur. Hiçbir şekilde sınıf ayrımı yapmadan kadın erkek tüm halka, krallara ve köylülere, kendilerini dine adayanlara Brahman’lara, dinden uzaklaşanlara, borç verenlere, dilenenlere, azizlere ve hırsızlara bilgi vererek onları aydınlatmak için bütün öğretilerini anlatmıştır.. Kadın-erkek herkes onun öğrettiklerini anlamaya ve onun yolundan gitmeye çok istekliydi. Gotama’nın ölümünden Mahaparinibbana Sutta isimli eski kayıtlarda şu şekilde bahsedilir: Buda, son seyahati için yola koyulduğunda 80 yaşındadır. Öğretilerini dinlemek isteyen müritleri ona eşlik ederler. Bir hikâyede (muhtemelen bir efsanede) ölümünden kısa bir süre önce keşişlerin önünde nilüfer çiçeğinin Buda’nın elinde nasıl açtığı anlatılır. Bu durum karşısında Mahakasyapa’nın dışında diğerleri şaşkındır. O, sadece gülümser. Bu, onun diğerlerinden ne kadar farklı olduğunu gösterir. Bu yüzden Buda, bütün bilgeliğini ve ruhunu Mahakasyapa’ya devrettiğini söyler. Bu hikâye aynı zamanda Zen Budizm’inin efsanevi kuruluş hikâyesidir. Efsaneye göre, Guatama 80 yaşında Kushinagar’da (günümüzdeki Hindistan başkenti Uttar Pradeş) yediği bozuk bir yemekten zehirlenerek dizanteriden ölür. Onun bilgeliği kendi öğrencileri tarafından, sözlü olarak yayılmış ve ölümünden yaklaşık 200-300 yıl sonra da yazıya dökülmüştür. Sidarta Gotama, Kushinagar’da bir kasabada ölür ve Paranirvana’ya ulaşır. Buda’nın son sözleri şöyledir: "„Ey keşişler, size söylüyorum: Her olgu, bir gün yok olmak zorundadır. Bu yüzden yorulmadan savaşın.“" „Olgu“ kavramı diğer çevirilerde „bileşik şeyler“ olarak verilmiştir. Buda, ölümünden kısa bir süre önce kuzeni ve en yakın müridi Ananda’ya şöyle demiştir: "„Sana daha önce de söylemedim mi Ananda? Sevdiğimiz her şeyden bir gün ayrılmamız gerek
ir. Doğan her şeyin bir gün yok olmaması mümkün müdür? Mümkün değildir, Ananda.“" Sidarta Gotama, Hindistan’daki (günümüzde de hala var olan) kast sistemini, sosyal gruplar arasındaki sınıf ayrımını kabul etmez. Öğrettiği bilgi yolu, onlar anlamaya istekli olduğu sürece bütün kadın ve erkeklere açıktır. Buddhacarita’da Ashvaghosa dönemi (MS 2. yüzyıl) Sanskritçe ele alınmıştır. Ashvaghosa, önemli bir Hint şairdir. Bu eserde Buda’nın hayatı, doğumundan Paranirvana’ya ulaşmasına kadar, manzum türünde yazılmıştır. Buda’nın hayatı, tüm süsleme araçlarının (skr. Alamkara) kullanılması yoluyla doğumundan parinirvana’ya kadar Hint edebiyatında betimlenmektedir. Buda’nın onu baştan çıkarmaya çalışan Mara’yla olan mücadelesi yine edebi bir biçimde aktarılmıştır. Hindistan’ın en önemli destanı Ramayana ile Buddhacarita nazım şeklinde yazılmış manzum eserlerdir. Bu eserin Sanskritçedeki orijinal hali kısmen korunmuştur. Çince ve Tibetçe dillerine çevrilen eserin içeriği bu çevirilerde tamamen verilmiştir. Lalitavistara, Buda’nın hayatını anlatır. MS 3. yüzyıl Mahayana Budistleri tarafından oluşturulmuştur. Lalitavistara, tek bir yazar tarafından ele alınmış bir eser değildir. Buda’nın yaşadığı dönemlere kadar uzanan eski ile yeni bölümler yan yana durur bu eserde. Pali-Kanon’da „Jataka“ başlığıyla yer almaktadır. Buda’nın önceki hayatını anlatan 547 hikâyeden oluşmuştur. „Jati“ Sanskritçe „doğuş“ anlamına gelir. Jatakalar da yeniden doğuş hikâyeleri demektir. Jataka hikâyeleri, beş farklı bölümden oluşmaktadır: Jataka hikâyelerinin öğretici amacı vardır. Buda’nın önceki hayatında yer alan altı paramitayı (sadaka verme, ahlak, sabır, şevk ya da enerji, tefekkür ve hikmet) öğütler. Çinli Hint gezgini Yi Jing’in de andığı Jataka öykülerinin popülaritesi, sadece yazılı olarak belgelenmiş olmalarında değil, aynı zamanda röliyef şeklinde Hindistan’ın ve Güney Doğu Asya’nın Stupa’larında da tasvir edilmelerinden rahatlıkla görülebilir. Jataka kitabının giriş bölümünde Nidanakatha ele alınmıştır. Nidanakatha, Pali dilinde yazılmış en eski, kapsamlı ve tutarlı Shakyamuni biyografisidir. Bu zamana kadar Theravada okulunun geleneksel önemli Buda kaynağı olarak kalmıştır. Jataka, Buda’nın hayatını anlatan ahlaki ve öğretici hikâyelerdir. Aslında bu kavramın tarihi Buda Siddharta Gautama’nın hayatını anlatan olayları kapsamaktadır. Ancak daha sonra bunlara daha fazla ahlaki değerler içeren, önceki varoluş ve varoluş biçimleri ile ilgisi olan öğretiler eklenmiştir. Bugün, hikâye türündeki bazı öğretilerin diğer dinlerden “ödünç alındığı” Jataka’ların bütün diğer hikâyelerin içinde bulunduğundan bahsedilmektedir. 547 adet hikâyeden oluşan Jataka’lar, Sutta Pitaka’da Theravada Budizm’inin Pali-Kanon bölümü olarak (Khuddaka Nikaya Külliyatı) geçmektedir. Bundan başka Budizm’in Sanskritçe, Tibetçe ve diğer dillere yapılmış çevirileri vardır. Özellikle erkek oyuncuların hayvan figürleriyle ortaya çıktıkları Jatakalar, genellikle fablları (hayvan masalları) anımsatmaktadır. Burada, Budizm anlayışına göre hayvan figürlerinin insanlara uyarlanmasından ve onların sadece olayların farklı aşamalarında ortaya çıkmasından kısaca bahsedilmektedir. Mantık çerçevesinde en uygun olan, hayvanların insan vasıflarıyla donatılmasıdır. Bazı araştırmacıların görüşlerine göre, Budist Jataka’lar, Pancetantra (Tarih Deryası) ve ayrıca dolaylı olarak benzer türdeki Avrupa hikâyeleri için örnek teşkil etmektedir. En azından Pancetantra ile Jataka’nın karşılıklı etkileşim halinde oldukları kesinlik kazanmıştır. Asya sanatındaki tarihi motifler oldukça yaygındır. Tayland’ın “Phradhatu Wat Sri Chom Tong Voravihara” adlı şehrinde bulunan bir kemik parçasının, Buda Siddharta Gautama’nın kafatasına ait olduğuna inanan Budistler, bunu kutsal bir emanet olarak görürler. Siddharta Gautama ölüm döşeğindeyken keşişlerine, cesedini defnetmeleri için Upasakalara(Budizmde kendini ibadete veren; fakat hiçbir manastıra bağlı olmayan kişi demektir. ) emanet ettiğini söylemiştir. Ve böylece keşişler, Siddharta Gautama’nın ölümünden sonra tamamen dağılmışlardır. Ancak öncesinde bir sorun yaşanmış, cesedin yakılması için yeterince odun bulunmuş; fakat çevreden çok az kişi bir araya gelmiştir. Bundan kısa bir süre sonra da Sidarta Gotama’nın ölüm haberini duyan diğer kişiler gelmiş ve daha sonra küllerin ve kemiklerin hak sahipliği konuşunda anlaşmazlık yaşanmıştır. Sonuçta, küllerin ve kemiklerin paylaştırılmasıyla taraflar uzlaşmış ve efsaneye göre küller sonunda sekiz farklı tepenin altına gömülmüştür. MÖ 232 ve 268 yılları arasında hükümdar olan Mauryan Kralı Ashoka başkanlığında, bu tepeciklerin yedi tanesi tekrar açılmış ve bu kutsal emanetler, kil toprak ya da taşla, tepecik şeklinde inşa edilen, 84.000 kubbeli “Stupa” (Budist rahiplerin eşyalarının saklandığı ve üzerinde şemsiye şeklinde, bazen dairesel bazen de köşeli kubbesi olan tapınak.) tüm Ashoka İmparatorluğu içinde dağıtılmıştır. Bunu başarabilmek için Ashoka’lar muhtemelen bazı eklentileri yapmışlardır. Ayrıca Budizm'de sembolik anlamı olan 8 ve 84.000 sayılarının kullanılmış olması da, bu ifşaatların bire bir şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. O zamanlarda yapılan bu kubbelerden (Stupa’lardan) günümüzde yalnızca birkaç tane kalmıştır. Bunlardan biri Gautama’nın doğduğu yere yakın olan Lumbini şehri civarındaki “Piprawah”, diğeri ise, ikinci Budist Konseyinin toplandığı “Vaishali’dir. Kutsal emanetlerin bulunduğu her iki yerin içi, uzun zaman öncesinden yağmalanmış halde bulunmuştur. Ashokas kralı zamanından kalan, en çok bilinen ve en önemli Stupa, Sanchi tepesindeki ‘Büyük Stupa’dır. Günümüzde Güney, Doğu ve Güneydoğu Asya’da Buddha Shakyamuni’ye ait diş ya da kemik gibi kalıntıların bulunduğu (-Budistlerin kendilerine mal ettikleri-) çok sayıda Budist tapınağı vardır. Myanmar’daki “Altın Kaya” (Goldener Fels) ve “Shwedagon” Tapınakları veya Sri Lanka’daki “Diş Tapınağı”(Zahntempel) ve “Kandy” Tapınakları bunlara örnektir. Gotama’nın hayatı hakkında bilgilere destanlardan ulaşılır. Yazarlar, Sidarta Gotama’nın hayatı hakkındaki tarihi gerçeklerle ilgilenmiyorlardı. Aksine burada dini üstünlük oluşturma söz konusuydu. Bu nedenle Buda’nın hayat hikâyesinden çok Buda’nın üzerine yazılan destanlardan bahsedilir. Mahavastu da bunlardan biridir: Mahavastu ya da Mahavastu-Avadana (Büyük Olay), Hinayana geleneğine göre Mahasanghika okulunda yazılmış hikâyelerdir. Bu hikâyelerde Siddhartha Gautama’nın Buda olabilmek için yaptığı özveriler anlatılmaktadır. Siddhartha’nın öğretme konusundaki yetenekleri burada belirtilmemiştir; çünkü bu konuda Sutra’lardan faydalanılabilir. Hikâye, Buda Dipankara ile başlar, Siddhartha’nın Dipankara’yı nasıl övdüğünü anlatır ve daha sonra Buda Birliği’nin oluşumundan bahseder. Pali Kanonu ya da Pali Derlemesi, Pali dilinde yazılmış, Buda Siddharta Gautama’nın en eski, tutarlı ve geleneksel öğretilerinin toplamıdır. Bu tanım, “Sanskritçe-Kanonu” ya da “Çin Kanonu” gibi diğer Kanon yazı koleksiyonları Budizm’de farklı kullanılmaktadır. Diğer bir alışılagelmiş tanım olan ‘Üç Sepet’ tanımı Tipitaka metinlerinden (Pali), Tripitaka (Sanskritçe) yapılan bir sözcük çevirisidir. Bu derleme (sepet) diye adlandırılan 3 gruba ayrılmıştır. Bütün Hint dilleri içindeki en iyi ve tek Budist Kanon, Theravada Budizm’inde geçen Pali derlemeleridir. Pali geleneği, Budizm’in en eski yazı türüdür. Kanon, Metal’de ve Sri Lanka’da Kral Vattagamani Abhaya (89-77 arasında hükümdarlık yapan) zamanında yazıya geçirilmiştir. Bu derleme, Theravada Budizm’inin temelini oluşturmaktadır. 5. ve 6. yüzyılda fazlaca yapılan yorumlardan bu yana, metnin, Seylan Adası’nda korunduğu söz konusudur. Bugünkü Theravada geleneğinde hem Orta-Hint Pali dili kullanılmakta hem de yerel yazılar yazılmaktadır. 6. Budizm Konseyi’ne kadar (1954-56 Rangun) Kanon, Seylan Adası, Burma, Tayland, Kamboçya ve Laos’ta sadece elle yazılarak yayılıyordu. Kanonların, bugüne kadar alışılageldiği üzere, palmiye yapraklarının (bazen odunun) üzerine yazılmasında ısrar edilmiştir. Bazı Birmanya Kralları tarafından teşvik edilen ve yenilenen yazıların kopyalanması alışılmış bir durumdu. 6. ve 7. yüzyılda olduğu gibi diğer materyallerin altın yapraklar üzerine basılması çok sık rastlanan bir durum değildir. Avrupalı araştırmacıların ilgisi sayesinde desteklenen bu Kanonlar ilk önce 19. yüzyılda basılmıştır. Bu Pali Kanonlarının hala yanlışlıkla asıl olduğunun vurgulanması, o zamanlar Hint dil ve kültürünü inceleyenlerin hatasından kaynaklanmaktadır. Pali Text Society’nin basılması ve Anton Gueth, Karl Eugen Neumann tarafından yapılan çekişmeli ve hatta şairane Almanca çeviriler, bugün onu filolojik anlamda Batı dilleri içerisinde faydalanılabilir duruma getirmiştir. Çin Mahayana’sındaki Agama Sutralar Batı dillerindeki Pali Kanonlarla içerik yönünden bağdaşmaktadır. Koleksiyonlardan (nikaya), bölmelerden (vagga) ve bölümlerden oluşan Pali denemeleri, 3 gruba ayrılmıştır. Metinde geçen bilgiler için yapılan kısaltmalar parantez içinde verilmiştir. 1. (Vin) Vinayapitaka − Bir tarikat mensubunun uyması gereken kurallar 2. Suttapitaka − Buda öğretileri 3. (Abh) Abhidhammapitaka − Bilimsel yazılar, zirvedeki öğretiler Pali yazılarının kaleme alınmasından sonra Pali yazınında önemli olan ve genelde alıntı yapılan eserler oluşturulmuştur. Örneğin; (Vis) Visuddhimagga- Buddhanghasa’nın YorumlarıDiğer önemli yorumlar ise Buddhadatta ve Dhammapala tarafından kaleme alınmıştır. Bazı kitaplarda Kanon derlemelerine yapılan eklemeler tartışma yaratmıştır. Pali Kanonları’nın Tayland versiyonunda, üç bölüm halinde olan Nettipakarana, Petakopedesa, Milindapanha yer almamaktadır. Tathagata, gerçek yolunda aydınlanmış ve kusursuz bilgeliğe erişmiş demektir. Buda’nın on isminden biridir. Tathagata, Mahayana Budizm’inde yer alan Buda’nın üç bedeni diye bilinen Trikaya öğretisinde anlatılmaktadır. Buda Dashabala’nın on gücüyle donatılmış kusursuz bir insandır. İki dünya arasında aracılık yapar. Prajna (en yüksek bilgelik) ve Shuny
ata (boşluk) ile eşit sayılmaktadır. Bu terim, aynı zamanda Buda ailesinin (Buddhakula) yüce olan beş Buda’sını (Adibuddhas) ifade etmek için kullanılmaktadır. Vajrayana’da Tathagata, ikonografi ve sembolizm (Trikaya) için çok yönlü bir düzenleme ilkesidir. Tathagata, Elmas Sutra’da hem doğal göze hem de ilahi, bilgelik, yani Dharma ve Buda gözüne sahiptir. Bensheim Bensheim - Almanya'nın Hessen eyâletinde bir beldedir. G3 Live: Rockin' in the Free World G3 Live: Rockin' in the Free World, ABD'li gitar ustası ve besteci Joe Satriani önderliğindeki bir canlı konser projesi olan G3'ün "G3 Turnesi: 2003" ("G3 Tour: 1996"; kısaca "G3 2003" ya da "G3'03") olarak anılan turnesine ait bir konser kaydıdır ve 2004'de yayınlanmıştır. Bu turnede Joe Satriani'ye eşlik eden diğer gitar ustaları, Steve Vai ve Yngwie Malmsteen olmuştur. Bilbo Baggins Bilbo Baggins, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir karakter. Bilbo Baggins, bir hobbittir. Çıkın Çıkmazı'nı inşa eden ve soylu biri olan Bungo Baggins'in oğludur. Üçüncü Çağ 2890'da Çıkınçıkmazı'nda doğdu. Bungo Baggins, tüm Shire'ın en konforlu yeri olan Çıkınçıkmazı'nı inşa ettirmiş ve Yaşlı Took diye de anılan Gerontius Took'un kızı Güzeller Güzeli Took ile evlenmişti. Gerontius Took, o zamanlar bütün Shire'ın reisiydi ve en maceracı kişisiydi. Gandalf adlı bir büyücü ile sürekli maceralara atılıyordu. Yaşlı Took; hobbitlere ilk maceracılığı getiren kişi olan ve Shire'ı ünlü Goblin Reisi Golfimbul istila ettiğinde, reisin kafasını tahta bir sopayla uçuran Bandobras Took'un soyundan gelmektedir. Bandobras Took tek başına -silahsız olarak- bir boğayı bile yenebildiği için ona boğakükreten lakabı takılmıştır. Bilbo Baggins elli yaşına kadar hiç macera yaşamamıştır ve çok sakin bir hayat geçirmiştir. Babasının yaptırdığı Çıkınçıkmazı'ndaki evinde huzurlu ve zengin bir şekilde yaşamıştır. Bilbo güneşli ve güzel bir günde piposunu tüttürürken bir büyücü (Gandalf) gelerek onu Yaşlı Took'un torunu diye cücelerle birlikte bir maceraya sürüklemiştir. Bu maceraya atılırken anne tarafından gelen maceracı ruhu tutmuş ama daha sonra çoğu kez pişman olmuş ve genelde baba tarafından gelen rahatcılık tarafı tutmuştur. Maceranın amacı; cüce kralı Thorin'in yıllar önce çalınmış olan hazinesini Ejderha Smaug'tan geri almaktır. Bu kafilede tüm cücelerin en soyluları ve en önemlileri vardır. Kafilede Kral soyundan olan; Thorin'in yeğenleri ve tahtın vârisleri genç Fili ve Kili, Thorin'in kuzenleri Balin, Dwalin, Gloin ve Oin, ayrıca seçilmiş ama soylu olmayan Ori, Dori, Nori adlı üç Erebor cücesi ve Bifur, Bofur, Bombur adlı üç Moria cücesi vardı. Kafile ilk olarak Trollbükü'nde üç troll ile karşılaştılar. Tom, Bert ve William adlı bu üç tane troll, çok obur oldukları ve bu yüzden bir türlü yemek yiyerek doymadıkları için dağdan inmişler ve halklarının arasından ayrılarak yeni avlar peşine düşmüşlerdir. Ve kafileyle karşı karşıya gelen bu troller sırayla Tüm kafileyi yakalarlar. Kafile savaşamaz çünkü silahları yoktur. Bu troller çok ünlü ve çoğu kişiyi öldüren aranan trollerdir. Buradan geçen herkese pusu kurmaktadırlar. Tüm kafile tam pişirilip yenecekken Gandalf tarafından troll'ler taşa dönüştürülmüştür. Kafile burada troll hazinesine konmuş ve herkes bir silah edinmiştir. Bilbo, bir elf bıçağı olan sting'i almıştır. Gandalf ve Thorin ise çok ünlü elf kılıçları olan Galamdring ve Orchrist'i almıştır. Bu kılıçlar orklar yaklaştığında mavi-mavi parlamaktadır. Kafile, Ayrıkvadi'ye gelmiş ve Elrond'a konuk olmuşlardır. Burada iyice dinlendikten sonra ve erzaklarını aldıktan sonra Puslu Dağlar'a giderler. Puslu Dağlar'ın kralı Ulu Goblin'e uykularında esir düşerler. Ulu Goblin onları öldürecekken, Gandalf yine yardıma gelir ve bir büyü patlaması ile etrafı karıştırır. Ulu Goblin'le kısa bir süre savaşırlar ve kısa süre sonra Ulu Goblin'in karnını Galamdring keser ve kalbini çıkarır. Bilbo ve cüceler de kılıçlarını alır ve cesurca savaşırlar. Ama bir orduyla savaşamayacakları için kaçmak zorunda kalırlar. Herkes kaçar ama Bilbo aşağı yuvarlanır ve bayılır. Kendine geldiğinde çıkış yolunu bilmediği için ve her yer karanlık olduğundan kör kör ilerler ve yeraltında bir göle gelir. Burada Gollum adındaki yaratık yaşamaktadır. Bu yüzden bu Gollum adlı tehlikeli yaratıkla bir anlaşma yapar. Bilmece yarışması yaparlar. Eğer Gollum kazanırsa Bilbo'yu yiyecektir. Ama Bilbo kazanırsa çıkış yoluna gidecektir. Bu canavar eski bir hobbittir. Ama sihirli ve görünmez yapan bir yüzükle ölümsüz hale gelmiş ve çirkinleşip yaratıklaşmıştır. Yarışmayı Bilbo kazanır. Gollum şartlara uymak istemez ve yüzüğünü takarak görünmez olup onu yemek ister ama yüzüğünü bulamaz. Çünkü Bilbo Gollum'un yüzüğünü önceden karanlıkta bulmuştur... Gollum bunu anlayınca Bilbo'ya saldırır. Yüzüğü takar ve gözden kaybolur. Gollum da Bilbo'nun çıkışa gittiğini düşünür ve çıkışa doğru ilerler. Bilbo da onun gitiği yere gider. Çıkışa geldiğinde onu öldürmesi gerektiğini düşünür ama bu adil bir savaş olmadığı için öldüremez. Merhameti ağır basmıştır. Burdan kaçarak cücelerle buluşur. Ama orklar vahşi kurtlara cüceleri haber vermişlerdir bile... Bu yüzden dışarıda kurtların saldırısına uğrarlar. Ağaçlara tırmanırlar ve kurtarılmayı beklerler. Kurtlar birleşip ağaçlara saldırırlar. Bu sırada Warglar Gandalf tarafından öldürülmekte ve bu yüzden giderek yılmaktadırlar ama yine de cüceleri karantinada bırakmaya devam ederler... En sonunda Kartalların Efendisi Gwahir, olanları görür ve kartallarıyla gelerek onları son anda kurtarır. Cüceler, Puslu Dağlar'ı aşmayı başarmıştır. Önce Kocaoğlan adlı bir deri değiştiricinin yani aynı zamanda kuyutorman oduncuların efendisinin evine konuk olurlar. Gandalf burada onlardan ayrılır ve kafileyi yalnız bırakır. Buradan, Elf yurdu olan Kuyutorman'a giderler. Kuyutormanın içinden geçen yol karanlık ve tehlikelidir . Bu yüzden burada sefil duruma düşerler ve Burada Thorin'i kaybederler ve dev örümceklerin saldırısına uğrarlar. Cüceler bir bir yakalanır ve örümceklerin akşam yemeği olarak beklemeye koyulurlar. Ama Bilbo yüzüğü takıp yok olur ve sesler çıkararak örümcekleri kendine çeker. O sırada cüceler de grubun en yaşlı ve sözü geçen üyesi [Balin]'in önderliğinde örümceklerin saflarını delip geçerler ve kurtulurlar. Ama Thorin'in olmadığını fark edip onu aramaya koyulurlar. Onu elfler yakalamış ve tutsak etmiştir. Elfler, normalde çok iyi yüreklidir. Ama cücelerle bir anlaşmazlıkları vardır. Onun için Thorin'i esir almışlardır. Bu anlaşmazlık çok eskilere dayanır. Thorin'i elflerden kurtarmak için oraya giderler ama herkes yine bir bir yakalanır. Bilbo dışında... Bilbo yüzüğü takıp kurtulmuştur, Elf kralı Thranduil'in en iyi ve en güvenilir adamı olan kilercibaşı Galion'u kandırır ve cüceleri fıçılara koyarak nehir yoluyla kaçırır. Kafile, nehir yoluyla Ejderha Smaug'un hapsettiği dağ şehrine gelirler. Burada eskiden beri yaşayan insanlara sığınırlar. Oranın Efendisi bir düzenbazdır ve tek önem verdiği ticarettir ama yine de cüceleri ağırlarlar ve barındırırlar. Sonra Thorin Meşekalkan bir konuşma yapar ve kralı ikna eder. Sonra göl halkının (bard hariç) onayını alır ve yalnız dağa doğru yola çıkarlar ama dağa gizli girmeleri için tek şansları olan kapıyı bulmaları için acele etmeleri gerekti.Bu yüzden Durin gününün ilk ışıklarında yola çıktılar.Ama Bofur uyanamamış Kili ağır yaralanmıştı. Thorin Meşekalkan Kili'yi götürmek istemez ama kardeşi Fili buna karşı çıkar bu yüzden Fili Kili ve Bofur'dan yoksun Yalnız Dağa'a (Erebor)doğru yola devam ederler ve kapıdan içeri sızarlar sonra Bilbo'yu içeri gönderirler. Bilbo ejderle konuşur ve onu kızdırır. Ejder bütün insan şehrini yıkar ama oranın kahramanı ve dağı smaug almadan önceki eski yurtları olan dağın dibindeki şehrin kralı olan Girion'un soyundan gelen [Ozan]'ın (İngilizcesi Bard) attığı ok ile öldürülür. Cüceler buradaki dağın soyluları olurlar ve dağı yeniden inşa ederler. Buranın kralı Thorin, İnsanların kralı ise Ozan olur. Kuyutorman'daki elflerin kralı Thranduil, Ozan ve Thorin bu dağdaki altınlar üzerinde hak iddia ederler. Demir Tepeler'deki cücelerin kralı Dain ise Thorin'e yardıma gelir. Herkes birbirine girer ama o sırada Gandalf gelir ve Azog'un oğlu Bolg'un bir orduyla intikam için buraya geldiği haberini getirir. Çünkü Bolg hazineyi istiyordur ve babasını Dain öldürmüştür. Ayrıca Ulu Goblin ve nice orkla vahşi kurtun ölümünün ardından iyice öfkelenmiştir. Bu yüzden warglar olan vahşi kurtları da yardıma getirmiştir. İnsanlar, cüceler ve elfler birlik olurlar. Bilbo, elflerin yanında savaşır ve Kocaoğlanın yardımını ister. Kocaoğlan, deri değiştirici olduğu için ayıya dönüşebiliyordu. İlk olarak Kartallar yardıma gelir ve Kocaoğlan ayıya dönüşür ve Bolg'u öldürür. Savaş bu sayede kazanılır. Ama Thorin, Fili, Kili öldürülmüştür. Kral Dain tüm cücelerin ortak kralı olur. Bilbo evine döner ve macerada kazandığı cüce zırhı, kılıcı sting ve yüzüğü altmış yıl boyunca Shire'da saklar. Akrabası olan Frodo Baggins'i evlatlık edinir. 111. yaş gününde Gandalf Bilbo'yu ziyarete gelir. Bilbo'ya yüzüğünün tek yüzük olduğunu söyler. Bilbo yüzüğü ve tüm her şeyini Frodo'ya bırakır. Kendisi ise Ayrıkvadi'ye gider ve orada kendi hayatını anlatan kitabını tamamlar ve yüzük savaşı sonunda denizin ötesine açılır. Bilbo denizin ötesine açıldığında tam 131 yaşındaydı ve denize açılmadan önce yazdığı kitapları'nı yani; "Elfçe'den Çeviriler" ve "Oradaydık ve Şimdi Buradayız" adlı kitaplarını evlatlığı Frodo'ya bırakır ordanda Frodo'nun yüzük serüveninde yanından hiç ayrılmayan Samwise Gamgee'ye bırakmıştır. Mehmet Scholl Mehmet Scholl (16 Ekim 1970, doğum adı Mehmet Yüksel), annesi Alman, babası Türk futbolcudur. Profesyonel futbol yaşantısına 1989 yılında Karlsruher SC ile başladı. 1992'den sonra aralıksız Bayern Münih forması giymiştir. 1995-2002 yılları arasında Almanya millî futbol takımı ile 36 maça çıktı ve sekiz gol attı. Millî takım ile 1996'da Avrupa Futbol Şampiyonası şampiyonluğu kazandı. Geçirdiği sakatlı
klar yüzünden 1998 ve 2002 Dünya Kupası finallerine katılamamıştır. 2005-06 sezonunda Almanya'da 8. şampiyonluğunu yaşayarak Almanya'da en çok şampiyonluk gören futbolcu rekorunu kırdı. 2006-07 sezonunda Bayern Münih takımının formasını giymiş, sezon sonunda da futbolu bırakmıştır. Beş defa da Almanya Kupası şampiyonluğu yaşadı. Mehmet Scholl’un gerçek soyadı babası Ergin Yüksel'in soyadıdır. Fakat ebeveyni boşanınca annesi bir Almanla evlendi ve Mehmet’e de Scholl soyadı verildi. Mehmet Yüksel (siyasetçi) Mehmet Yüksel (d. 25 Ocak 1955; Babadağ, Denizli, Türkiye), Türk siyasetçi. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Bankacılık ve Sigortacılık Yüksek Okulu'nu bitirdi. Ticaretle uğraştı. İmar ve İskân Bakanlığı İzmir İl İmar Müdürlüğü'nde bir süre kamu personeli olarak görev yaptı. Devlet memurluğundan ayrılarak ticari hayata geri döndü. Denizli Belediye Meclis Üyeliği ve Başkan Danışmanlığı görevlerinde bulundu. TOBB Genel Kurul Delegeliği, Ticaret Odaları Konsey Üyeliği, TOBB temsilcisi olarak TSE Teknik Kurul Üyeliğinde ve KOBİ Teknik Komitesi'nde görev aldı. Denizli Ticaret Odası Meclis Üyeliği, Oda Yönetim Kurulu Başkanvekilliği, Denizli Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı ve TOBB'da Yüksek Disiplin Kurulu Başkanlığı yaptı. XXIII., XXIV.ve XXV. dönem Denizli milletvekilidir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Arif Mardin Arif Mardin, (15 Mart 1932, İstanbul - 25 Haziran 2006, New York), Türk-Amerikalı albüm yapımcısı. Kökleri İslam dininin peygamberi Muhammed'in torunu Hüseyin'e kadar gittiği iddia edilen bir Osmanlı ailesi olan Mardin ailesinin oğlu ve Betül Mardin'in kardeşidir. 1932 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Londra Ekonomi Okulu'te iş idaresi eğitimi aldi. Daha sonra Berklee Koleji'nde müzik eğitimi gören Mardin, Quincy Jones Bursu'nu kazandı. Kariyerine 1963 yılında Atlantic Records şirketinde Nasuhi Ertegün ile çalışarak başlayan Arif Mardin, aynı şirkete 1969 yılında da başkan yardımcısı oldu. Ahmet Ertegün ve yapımcı Jerry Wexler ile birçok projede birlikte çalışan Arif Mardin, 2001 yılında Atlantic Records'tan ayrıldı ve kendi markası olan Manhattan/EMI Records için çalışmalara başladı. Mardin, şarkıcı Norah Jones'u bu dönemde büyük üne kavuşturdu. 40 yılı aşkın sürelik kariyeri boyunca 40 altın ve platin albüm ödülü kazanan Mardin, 15 kez aday gösterildiği Grammy ödülünü 12 kez kazandı. Mardin, Bee Gees, Bette Midler, Diana Ross, Aretha Franklin, Barbra Streisand, Phil Collins, Jewel, Chaka Khan ve son olarak Norah Jones gibi çok sayıda ünlü sanatçıyla çalıştı, prodüksiyon ve müzik aranjmanlarını yaptı. Müzik alanında pek çok kez onurlandırılan Arif Mardin, müzik endüstrisine önemli katkılarından dolayı şubat 2001'de NARAS (National Recording Academy of Arts and Sciences) Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü de değer görüldü. 26 Haziran 2006'da kansere yenik düştü. Tuba Büyüküstün Hatice Tuba Büyüküstün (d. 5 Temmuz 1982, İstanbul), Türk oyuncu. Tuba Büyüküstün 5 Temmuz 1982 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Özel Doğuş Okulları'ndan ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sahne Dekorları ve Kostüm Tasarımı bölümünden mezun oldu. Üniversitede okurken reklam filmlerinde rol aldı. Üniversiteyi bitirdikten sonra yönetmen Tomris Giritlioğlu sayesinde oyunculuğa başladı. 2003 yılında Aydın Bulut’un yönettiği ve Kanal D'de yayınlanan "Sultan Makamı" adlı dizinin son 4 bölümünde oynayarak, dizi oyunculuğuna başladı. 2004 yılında Çağan Irmak’ın yönettiği ve Kanal D'de yayınlanan "Çemberimde Gül Oya" adlı dizide "Zarife" karakterini canlandırarak adından söz ettirdi. Yine aynı yıl Cemal Şan’ın yönettiği "Gülizar" adlı televizyon filminde "Gülizar" karakterini canlandıran Büyüküstün, bu rolüyle Sırbistan-Karadağ Uluslararası TV Festival Bar'da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı. 2005 yılında Aydın Bulut'un yönettiği ve Kanal D'de yayınlanan "Ihlamurlar Altında" adlı dizide Bülent İnal ve Sinan Tuzcu ile başrolü paylaşarak, büyük bir çıkış yaptı. Aynı yıl "Babam ve Oğlum" adlı sinema filminde "Aysun" karakterini canlandırarak bir kez daha Çağan Irmak'la çalıştı ve sinemaya adım attı. 2006 yılında Ömer Faruk Sorak'ın yönettiği "Sınav" adlı sinema filminde oynayan Büyüküstün, bu filmde ünlü oyuncu Jean-Claude Van Damme ile çalışma fırsatı yakaladı. 2007 yılında Antakya'da çekilen, Cevdet Mercan'ın yönettiği ve Kanal D'de yayınlanan "Asi" adlı dizide Murat Yıldırım ve Çetin Tekindor'la başrolü paylaştı. Aynı yıllarda "Çemberimde Gül Oya", "Ihlamurlar Altında", "Asi" gibi dizilerinin Arap televizyonlarında gösterilmesiyle birlikte, Orta Doğu'da büyük bir üne kavuştu ve Türk dizilerinin yurt dışına ihracında önemli bir rol oynadı. Başrolünü oynadığı "Asi" dizisi 67 ülkedeki izlenme oranlarıyla, 51. Monte-Carlo Televizyon Festivali'nde "En İyi Pembe Dizi" kategorisinde aday gösterildi. 2010 yılında Yusuf Kurçenli'nin yönettiği "Yüreğine Sor" filmiyle sinemada ilk başrolünü oynadı. Daha sonra atv’de yayınlanan "Gönülçelen" adlı dizide, Cansel Elçin'le birlikte başrolü paylaştı. 2013 yılının ilk günlerinde, Star TV'de yayınlanmaya başlayan "20 Dakika" adlı dizide İlker Aksum ile birlikte başrolü paylaşarak, 1,5 yıl ara verdiği ekranlara geri döndü. "20 Dakika" dizisindeki rolüyle 42. Uluslararası Emmy Ödülleri'nde "En İyi Kadın Oyuncu" kategorisine aday gösterilerek, "Emmy'e aday olabilen ilk Türk oyuncu" ünvanını aldı. 2014 yılında UNICEF Türkiye'nin iyi niyet elçisi seçilen Büyüküstün, yine 2014 yılının Mart ayında başlayan ve atv'de yayınlanan "Kara Para Aşk" dizisinde Engin Akyürek ile birlikte başrolü paylaştı. "Kara Para Aşk" dizisindeki rolüyle "İhracatın Yıldızları" ödülünü alırken, yine bu rolü ve yardımseverliği nedeniyle 14. Uluslararası Giuseppe Sciacca Ödülleri'nde "En İyi Kadın Oyuncu" seçildi. 2015 yılının son aylarında sinemaya ağırlık vererek, biri kısa film olmak üzere "Orman", "Rüzgarın Hatıraları" ve "Dar Elbise" filmlerinde rol aldı. 2016 yılında ise Halit Ergenç, Mehmet Günsür, Nejat İşler gibi önemli oyuncularla birlikte ünlü yönetmen Ferzan Özpetek'in "İstanbul Kırmızısı" filminde oynayan Büyüküstün, Kasım ayında başlayan ve halen Star TV'de devam eden "Cesur ve Güzel" dizisinde Kıvanç Tatlıtuğ ile birlikte başrolü paylaşıyor. 28 Temmuz 2011 tarihinde Paris, Fransa'da kendisi gibi oyuncu olan Onur Saylak ile evlendi. 19 Ocak 2012 tarihinde ikiz kızlarını dünyaya getirdi. Kızlarına Toprak , Maya isimlerini verdi. Evlilikler 5 Haziran 2017'de sona erdi. Robert Koçaryan Robert Koçaryan (Ermenice: Ռոբերտ Քոչարյան; d. 31 Ağustos 1954; Hankendi, Azerbaycan SSC), Ermenistan Cumhuriyeti'nin Levon Ter-Petrosyan'dan sonraki ikinci devlet başkanıdır. 20 Mart 1997'de Ermenistan Başbakanı oldu. 30 Mart 1998 yılında devlet başkanlığı koltuğunu devraldı. İki dönem devlet başkanlığı görevinde bulundu. Karolos Papulias Karolos Papulias (, 4 Haziran 1929, Yanya), Yunanistan'ın yedinci cumhurbaşkanıdır. 1929 yılında Yanya'da Tümgeneral Gregorios Papulias'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Atina Üniversitesi, Milano Üniversitesi'nde Hukuk okudu. Köln Üniversitesi'nde doktorasını yaptı. Naziler karşısında kurulan direniş hareketine katıldı. 1967 yılında yapılan darbe sırasında Batı Almanya'da bulunmaktaydı. Yunanları cunta karşısında seferber eden Sosyal Demokratlar Birliği'nin kurucu üyelerinden biri oldu. Demokrasi yeniden tesis olunduktan sonra Aralık 1974 tarihinde PASOK'un merkez komitesine seçildi. Akdeniz İlerici ve Sosyalist Partiler Koordinasyon Komitesi üyeliği yaptı. 1977 yılında Yanya'dan milletvekili seçilerek bu görevini aralıksız 2004 yılına kadar sürdürdü. 1981-1989 yılları ve 1993-1996 yılları arasında Başbakan Andreas Papandreu hükümetlerinde dışişleri bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. 1989-1990 arası Başbakan Ksenofon Zolotas'ın kurduğu ulusal birlik hükümetinde Savunma Bakan yardımcısı olarak görev yaptı. Kostas Simitis'in başbakanlığı döneminde Yunan Parlamentosu Dışişleri ve Savunma Komitesi başkanlığı yaptı. Uzun Dışişleri Bakanlığı devrinde Filistin sorununda anahtar rol oynadı. Türk-Yunan ilişkileri bağlamında 1988 yılında 12 eski Türk dışişleri bakanıyla görüşerek normalleşme sürecinin önemli bir adımı olarak Papulyas-Yılmaz Memorandumu'nu yayımladı. İkinci bakanlığı sırasında Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyeliği için çaba gösterdi. 1988 yılında Balkan ülkeleri dışişleri bakanları toplantısını düzenledi. Arnavutluk ile ilişkileri düzene koyarak bu ülke ile yıllardır süren anlaşmazlığı sonlandırdı. 12 Aralık 2004 tarihinde iki büyük partinin lideri Kostas Karamanlis ve Yorgo Papandreu'nun buluşmaları sonrası cumhurbaşkanı adayı olarak gösterildi. 300 üyeli mecliste 279 oyla cumhurbaşkanlığına seçildi. Aynı şekilde 2010 Şubat ayında iki partinin uzlaşması sonucu yeniden 266 oyla 5 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. 13 Mart 2015 tarihinde görevini yeni seçilen cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos'a devretti. İtalyanca, Almanca ve Fransızca bilmekte olup evli ve üç çocuk babasıdır. Maçoluk Maçoluk erkeğin toplumsal veya cinsi bakımdan kadına egemen olduğu ve bu nedenle efendilik ayrıcalıkları olması gerektiği düşüncesine dayanan akım. Genelde kadınlar üzerinde erkek egemenliğini davranışlarına yansıtan erkeklere verilen isimdir. Bu görüşü savunan ve hayata geçiren insanlara "maço" denir. Aynı zamanda maçoluk, sonradan benimsenen bir görüş bütünü olmaktan öte, daha çok bireylerin çevrelerinden algıladığı, kendiliğinden normalleşen, toplumsal cinsiyetin öne çıkan etmenlerinden biri olarak varlık gösterir. Cidde Cidde (Arapça: "جدة") Suudi Arabistan'da, başkent Riyad'dan sonra gelen ikinci büyük şehirdir. Ülkenin batısında, Kızıldeniz kıyısında, Mekke yakınlarında kurulmuş bir liman kentidir. Özellikle 3. halife Osman zamanında, daha güneyde yer alan ""Şuaybe Limanı"" yerine Mekke'nin yeni liman kenti olarak ön plana çıkmıştır. Bu konumuyla yüzyıllar boyu Kızıldeniz ticaretinin önemli bir merkezi ve Mekke'ye ulaşmak isteyen Hacıların durağı olmuştur. Ayrıca İslam inancında cennetten kovulan Havva'nın yer yüzüne ilk indiğ
i yer olarak bilinir ve yine inanışa göre Havva'nın mezarı bu kenttedir. Cidde kentinin tarihi merkezi ""Al-Balad"" olarak adlandırılan deniz kıyısındaki bölgedir. Yerel mimari üslup ile yapılmış tarihi evleri ve sur kalıntılarıyla UNESCO dünya miras listesi 2014 yılında girmeye hak kazanmıştır. 1. Selim tarafından 1517 yılında feth edilmiştir . Osmanli Hukumeti 1525 yılında duvarları onarmıştır . Yeni Turk duvarları 6 adet kapi ve kule icermektedir . Ayrica Cidde Redif Kışlası o donemde yapılmıştır. Kanalizasyon şebekesi olmayan bir kenttir. Cidde ekonomik, kültürel ve politik kriterlere göre belirlenmiş 25 kardeş şehre sahiptir; Riyad Riyad (, "Er-Riyad"; "bahçeler"), Suudi Arabistan'ın başkenti ve en büyük şehridir. Şehir aynı zamanda Riyad Bölgesi'nin merkezi olup Arap Yarımadası'nın ortasında yer almaktadır ve 6 milyon nüfusa sahiptir. Şehir 15 belediyeye ayrılmaktadır. 1517'de Osmanlı Padişahı I. Selim'in Ridaniye Savaşı'nda Memluk ordusunu yenilgiye uğratmasıyla Hicaz Türk egemenliğine, Arap yarımadasının tamamı ise Türk nüfuzuna girdi. Ancak Riyad ve çevresinin ekonomik ve siyasi açıdan hiçbir öneme sahip olmaması nedeniyle bölgede herhangi bir garnizon kurulmasına gerek kalmadı. Ancak, 19. yüzyılda siyasi durum değişti. 1791'de Merkezî Arabistan'da başlayan Vahhabi hareketinin 1803 yılından itibaren başta Mekke, Medine ve Taif kentleri olmak üzere Hicaz topraklarını tehdit etmeye başlaması II. Mahmud yönetimini (1808-1839) harekete geçirdi. Bölgedeki isyanın ve tehdidin sona erdirilmesi emri verilen Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa oğlu İbrahim Paşa komutasındaki bir orduyu Hicaz ve Necd'e gönderdi. 1818 yılında Vehhabilerin merkezi Deriyye ve Riyad'ın fethedilmesiyle bölgedeki Türk egemenliği yeniden kuruldu. 1902'de Vahhabilerin (Suudilerin) lideri olan Abdülaziz er-Reşid'in Kuveyt'te topladığı bir orduyla Riyad'ı ele geçirmesiyle fiiliyatta Osmanlı Devleti'ne bağlı Suudi devleti başkenti Riyad olmak üzere yeniden kuruldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Hicaz kaynaklı bir Arap Ayaklanmasından çekinen Osmanlı Devleti, Suudi lider Abdülaziz bin Suud'u yanında tutmaya çalıştı. 1915 yılında yayımlanan bir buyrultu ile adı geçen "Riyad Kaymakamı" ilan edildi. Gerçekten de 1916'da Hicaz'da Arap Ayaklanması başlamasına rağmen, bin Suud savaşın sonuna kadar Osmanlı Devleti'ne sadık kaldı. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Osmanlı Devleti'nin Hicaz'dan çekilmesiyle Riyad kentindeki fiilî Türk egemenliği de sona erdi. *Tahmini Ataerkillik Ataerkillik, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzeni. Bu düzenin temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturur; soy erkekler tarafından belirlenir, hakimiyet erkeklerindir. Bu toplumlarda erkeklere kadınlardan daha çok saygı gösterilir. Bu erkek üstünlüğü ilkesi etrafında, toplumun kültürü, adetleri, inancı ve mitolojisi, anaerkil düzenli toplumunkinden farklı bir biçim oluşturur. "Ataerkillik" sözcüğü Türkçe kökenlidir. Türkçeye Fransızcadan geçmiş olan ve batı dillerinde Ataerkillik manasında kullanılan patriarka sözcüğü ise Latince "patria" (baba) ve Yunanca "achein" (hükmetmek) kelimelerinden türemiştir. Ataerkilliğe dayanan, ata erki temelli olan oluşumlara "ataerkil" veya "patriarkal" denir. Modern dünyada dahi ataerkilliğin hakimiyeti neredeyse tartışılmazdır. Bununla birlikte, ataerkil olduğu söylenen toplumlar arasında büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Ataerkillik, maço kültürün yaygınlaşmasına da zemin hazırlamıştır. Bazı tarihçilere göre ataerkillik (partiyarka) dünya toplumlarına egemen olmadan önce bazı toplumlar anaerkil bir düzene sahipti, bazılarında da cinsiyet egemenliği bulunmamaktaydı. "Atasoyluluk", soyun baba/erkek çizgisi ile takip edilmesi anlamına gelir, anasoyluluk da bunun tersidir. Günümüzde, çocukların babanın soyadını alması, atasoyluluktan kalan bir mirastır. Anasoylu toplumlarda, çocuklar üzerinde anne tarafının, yani annenin akrabalarının hak ve sorumlulukları, atasoylu toplumlardakinden daha fazladır. Ayrıca anne tarafından akrabalarla evlilik tabusu daha güçlüdür. Çoğunlukla ataerkillikle atasoyluluk eş anlamlı kullanılıyorsa da, ataerkillik toplumun genel örgütlenmesi ile, atasoyluluk ise yalnızca soy anlayışı ile ilgilidir. İngilizce "patrilocal" sözcüğü evlilikten sonra çiftin erkek tarafının akrabaları yanında yerleşmesi anlamına gelir. "Matrilocal" bunun tersidir. Atasoylu toplumların aynı zamanda "patrilocal", anasoylu toplumların da "matrilocal" olması olasılığı yüksektir, ama bir kural değildir. "Anaerkil" kavramının tanımlandığı ilk günlerde, anasoylu toplumların "anaerkil" diye nitelenmesi sık yapılan bir yanlıştı. Daha sonra yapılan araştırmalarda, anasoylu toplumdaki kadının konumunun herhangi bir atasoylu toplumdakinden daha düşük olabileceği görüldü, ve bu yanlış düzeltildi. Ancak bu konudaki kelime karışıklığı halen devam etmektedir. Gene de kadının toplumdaki konumu ile anasoyluluk arasında pozitif bir ilişki sözkonusudur. Ailenin ve akrabalık bağlarının bir toplumsal olgu olarak ilk ciddi incelemesi 1861 yılında İsviçreli hukukçu, tarihçi ve arkeolog Johann Jakob Bachofen'in (1815-1887) "Ana Hukuku: Eski Dünya'da Anaerkilliğin Yasal ve Dini Karakteri Üzerine Bir Araştırma" adlı kitabıyla başlar. Bachofen bu incelemesinde, o güne kadar ancak din kitaplarından, mitoloji ve efsanelerden ve Antik Çağ edebiyat eserlerinden derlenen ve hemen hiçbir bilimsel nitelik taşımayan bilgi ve yorumların ilk kez sistemli ve oldukça tutarlı bir çözümlemesini yaptı. Eski toplumlarda kadınların rolü üzerinde daha önce görülmemiş ölçüde farklı bakış açıları getirdi. Likya, Mısır, Yunanistan, Girit, Kuzey Afrika, Orta Asya ve İspanya gibi eski uygarlıklar hakkında bilinenlerden bir araya getirdiği belgelerle, analığın insan toplumunun, din ve ahlak anlayışının temeli olduğunu göstermeye çalıştı. Bachofen'ın çalışması, o güne kadar insanlığın doğal toplumsal yapısı olarak görülen ataerkilliğin özel bir yapı olarak ele alınması gerektiğini ortaya koydu. Bachofen'ın çalışmasını Lewis Henry Morgan, Thomas Mann, Jane Ellen Harrison, Erich Fromm, Robert Graves, Rainer Maria Rilke, Joseph Campbell, Otto Gross, Julius Evola ve "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" ile Friedrich Engels'in yapıtları takip etti. Bachofen'dan ilham alan Friedrich Engels, ilk çağlarda insanların cinsel ilişki ve hamilelik arasındaki bağdan, dolayısıyla babalık kavramından habersiz olduklarını, bu yüzden de doğan çocukların bütün topluluğa ait olduğunu savundu. Teoriye göre erkekler babalık olayının farkına vardıklarında ilişkiye girdikleri kadınlara ve doğan çocuklara sahip çıkmaya başladılar, bu da anaerkilliğin yerini ataerkilliğe terketmesi ile sonuçlandı. Bu şekilde ataerkillik ve anaerkillik, eski çağlardaki kadın hakimiyeti ve buna karşı günümüzdeki erkek hakimiyeti şeklinde birbirinin karşıtı hipotezler olarak algılanmaya başladı. Aslında ilkel toplumların babalık kavramından habersiz oldukları, yetersiz alan çalışmaları ve etnoğrafyanın emekleme dönemindeki eksikliklerinden kaynaklanan bir yanlış anlamadan ibaretti. Ne var ki, bu ve bunun gibi pek çok yanlışın düzeltilmesi uzun zaman aldı ve Bachofen'ın hipotezleri, bu dönemdeki arkeoloji ve mukayeseli din çalışmalarının temel varsayımlarından biri oldu. Bu arada araştırmacılar 20 yüzyılda varlığını sürdürmeye devam eden ilkel topluluklar üzerinde yaptıkları çalışmaların hiçbirinde, bazı kuramcıların düşündüğü şekilde bir anaerkilliğe rastlayamadılar. Ne var ki aynı antropolojik çalışmalar, sanılanın aksine, Avrupalıların sahip olduğu türde bir ataerkilliğin toplumsal evrimin en üst basamağı olmadığını da gösterdi. Malinowski'nin Trobriand adalarındaki çalışması, Freud'un Oedipus kompleksi'nin evrensel olduğu varsayımını çürüttü. Freud varsayımını o günkü ataerkil Avrupa toplumunu temel alarak oluşturmuştu ve toplumsal düzeydeki ataerkilliğin, birey düzeyinde bebeğin doğal psikolojik gelişiminden dayanak aldığı iddiasını içeriyordu. 1950'li yıllardan itibaren ise arkeolog Marija Gimbutas'ın, neolitik dönemde Avrupa'da anaerkil özelliklerin ağır bastığı, Eski Avrupa Kültürü teorisi duyulmaya başlandı. Bu teoriye göre Bronz Çağı'ndan itibaren Avrupa'yı işgal etmeye başlayan "Proto Hint Avrupalılar" anaerkilliği kendi ataerkil yapıları ile değiştirmiş ve bunu bugün kullanılan Hint Avrupa dilleri ile birlikte miras olarak bırakmışlardı. Gimbutas, 1970'lerden itibaren kendi çalışmalarını ortaya koyan Margaret Murray, Robert Graves, Elizabeth Gould Davis ve Riane Eisler gibi ikinci dalga feminizm akımının destekçilerine ilham verdi. Bunlardan Riane Eisler, "ortaklık kültürü" teorisi ile kendine farklı bir yol çizdi. Eisler'e göre bugün ve tarihin büyük bölümünde yaşanan ataerkillik, insanların birbirleri üzerinde hakimiyet kurmaları esasına dayanan yıkıcı bir toplumsal örgütlenme modeliydi ve bunun alternatifi kadınların hakimiyet kurmasına dayanan bir anaerkillik değil, insanların tarihöncesi dönemlerde olduğu gibi, birbirleriyle paylaşımda bulunmalarına dayanan "ortaklık modeli" idi. İkinci feminist dalgaya Steven Goldberg (Ataerkilliğin Önlenemezliği: Neden Erkek ve Kadın Arasındaki Biyolojik Farklılıklar Her Zaman Erkek Egemenliğine Yolaçar - 1973, Neden Erkekler Yönetir - 1993), Philip G. Davis (Tanrıçanın Maskesi Düşürüldü, 1998) ve Cynthia Eller ("Anaerkil Tarihöncesi" Efsanesi, 2000) gibi yazarlar cevap verdiler. Cynthia Eller, tarihöncesi dönemde Tanrıça figürürünün çok baskın olmasının anaerkillik için bir kanıt olamayacağını, çünkü bununla kadının toplumdaki konumu arasında doğrudan bir ilişki olmadığını gösterdi. Steven Goldberg ise ataerkillik gibi toplumsal yapıların kaçınılmaz olduğunu, çünkü buna erkek ve kadın biyolojisindeki farklılıkların yol açtığını kanıtlamaya çalıştı. Aile yapısı üzerine yaklaşık 150 yıldır devam eden bu tartışmaların sonucunda birbirinden farklı pek çok ataerkillik ve dolayısıyla anaerkillik tanımı ortaya çıkmıştır ve henüz üzerinde anlaşmaya varılabilecek ortak kavramlar oluşmamıştır. Ne var ki aynı süre için
de bu tartışmaları yapan Batı toplum yapısının kendi içinde çok büyük değişimler geçirdiği gözden kaçmayan bir gerçektir. Kamondo ailesi Kamondo Ailesi İstanbul'da yaşamış olan Sefarad Yahudilerinden bankacı bir aileydi. İstanbul'un, modernleşmesinde çok önemli katkıları olan bir aile olan Kamondo Ailesi İspanya'daki engizisyondan kaçarak ilk önce Venedik’e, ardından İstanbul’a gelmiş, ve sonra Paris'e yerleşmiş son fertleri II. Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama kampları’nda yok edilmişlerdir. Doğu’nun Rothschild Ailesi diye anılan ailenin önemli ferdi Abraham Salomon de Kamondo, modernleşmenin kent içi yaşamdaki öncülerinden biri olmuştur. Modern bankacılığın kurucularından biri olmasının yanı sıra İstanbul’da ilk belediyenin kuruluşunda, kentsel altyapının modernleşmesinde, yeni ve modern eğitim kurumlarının oluşumunda rol almış, önemli şehircilik, mimarlık ve kültür yatırımlarına da öncülük etmiştir. İstanbul’un 19. yüzyılda Avrupa kentleri ile paylaştığı değerlerin ve kurumların oluşmasında ailenin ve Abraham–Salomon de Kamondo’nun bir sosyal girişimci olarak büyük bir payı vardır. Yahudi cemaatin önderi olan Abraham Salomon de Kamondo, ilk belediye olan 6. Daire’nin kuruluşunda da görev aldı. Bankalar Caddesi’ndeki Kamondo merdivenlerini 1870-1880 yıllarında yaptıran ünlü banker yaşamını yitirince, Hasköy’de kendisinin yaptırdığı anıt mezara devlet töreniyle defnedildi. İstanbul’un gelişimi ve modernleşmesine katkı sağlayan Kamondo ailesinin anısına, Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki merdivenlere Türkiye Yahudi Hahambaşılığı’nın da katılımıyla düzenlenen törenle plaket çakılmıştı. 1815'te kurdukları ve Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'ni finanse eden İshak Kamondo ve Şürekası unvanlı banka, Şirket-i Hayriye ve Dersaadet Tramvay Şirketi'ne ortaklıkları, Altıncı Daire-i Belediye'nin kuruluşuna verdikleri katkılar, en önemli girişimleri arasındadır. Kamondo Ailesi, Osmanlı modernleşmesinde iz bırakan sayısız yapı inşa ettirmiştir. Kasımpaşa'daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Galata Résidence, Serdar-ı Ekrem Sokak'taki Kamondo Hanı, Meşrutiyet Caddesi'ndeki Büyükada Han, Karaköy'de Saatçi Han, Latif Han, Lacivert Han, Yakut Han, Kuyumcular Han, Lüleci Han, Gül Han ve Bankalar Caddesi'deki Kamondo Merdivenleri bunlar arasında sayılabilir. Kamondo Ailesi’nin Avrupa’da siyasal ve kültürel kurumların gelişmesinde de rol aldığı görülmektedir. Kamondoların kültür ve sanata katkıları, ailenin Paris'e yerleşmesinden sonra da devam etmiştir. Champs Elysées'deki Ulusal Tiyatronun kurulması, Louvre Müzesi'ne bağışlanan empresyonist tablo koleksiyonu, 18. yüzyıl sanat eserlerini bir araya getiren Nissim de Camondo Müzesi, bu girişimler arasındadır. Kamondo’nun İtalyan Birliği’nin kurulmasına verdiği destek ve “Kont” unvanını alması da, bunun kanıtıdır. Kamondo Ailesi’nin başlıca fertleri: Lizi Behmoaras Liz Behmoaras (d. 1950, İstanbul), Yahudi asıllı Türk yazar, çevirmen, gazeteci ve köşe yazarıdır. Çeşitli yayınevlerinde edebi eser çevirmenliği, çeşitli yerli ve yabancı yayın kuruluşlarında serbest gazetecilik yaptı. Evli ve iki erkek çocuk annesidir. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi'nden mezun olduktan sonra Fransızcadan Türkçeye kitap çevirileri yaptı. 1986-1996 yılları arasında Şalom gazetesinin kültür servisinde editör olarak çalıştı. Bu sırada Nokta Dergisi'nde, Yeni Yüzyıl ve Cumhuriyet gazetelerinde, ayrıca Liberation, L'Arche ve Tribune Juive adlı Fransız gazetelerinde yazılar yazdı. Fransızca'dan Türkçeye çevirdiği isimler arasında Simone de Beauvoir, Ivan Illich, Marie Cardinal ve Paul Valery de vardır. İlk kitabı Türkiye'de Aydınların Gözüyle Yahudiler adını taşımaktadır. Kimsin Jak Samanon? isminde olan ve büyükannesinin anılarını topladığı kitabı da yüzyılın başında bir cemaatin yaşam biçimini, sorunlarını, içinde bulunduğu ortamın bireyleriyle ilişkilerini ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında meydana gelen politik olaylara bakışını kendi yaklaşımı ile aktarma amacını taşıyor. Lizi Behmoaras, Fransızca, İtalyanca, İngilizce ve İspanyolca bilmektedir. 3. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları 3. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı (Asıl adı: "3. Uluslararası Yabancılar İçin Türkçe Yarışması"), Uluslararası Dil Öğretimi Derneği tarafından düzenlenen ve 42 ülkenin katılımı ile gereçekleşen Türkçe yarışması. Ana dili Türkçe olmayan kişiler arasında düzenlenen yarışmada sonuçlar şöyle: Stamford Bridge Stamford Bridge, Chelsea takımının futbol stadyumudur. London Borough of Hammersmith ve Fulham içerisinde yer almaktadır. Külüp taraftarları olarak takma adı 'Köprü' (The Bridge) olarak kabul edilmiştir. Chelsea iç saha maçlarını bu stadda yapmaktadır. 42.000'lik kapasitesiyle İngiltere'nin en büyük 9. futbol stadyumudur. Stadın hisseleri Chelsea taraftarının kurduğu ""Chelsea Saha Sahipleri"" (İngilizce Chelsea Pitch Owners) şirketine aittir. Chelsea, milyarder Rus iş adamı Roman Abramoviç'in eline geçmeden önce, maddi sorunlar içinde, başarı hasreti çeken bir kulüptü. Öyle ki, yönetim borçları nedeniyle evi Stamford Bridge'i kaybetmemek için stadın hisselerini 1997 yılında, kulübün taraftarlarınca kurulan "Chelsea Saha Sahipleri" adlı şirkete satmak zorunda kalmıştı. Aradan geçen yıllarda Chelsea, dünyanın en büyük kulüplerinden biri haline geldi. Stamford Bridge artık takıma yetmemeye başladı. Bunun için stadın arazisinin satılıp yerine başka büyük bir stad yapılması kararlaştırıldı. Hisse sahiplerinin yüzde 61.6'sı satışa karşı çıkınca, yeni bir stat isteği projesi gerçekleşmemiş oldu. Red oyu veren üyeler, kendilerine düşünmek için yeterli zaman tanınmadığını ayrıca yönetim kurulunun yeni stat konusunda yeterince şeffaf davranmadığını savundu. 1899 yılında yapılmıştır ve aynı yılda açılmıştır. 42.000 kişilik kapasitesi bulunmaktadır. Şimdiki kapasite: 42,000 Rekor seyirci: 82.905 12 Kasım 1935'de Arsenal maçında yaşanmıştır. Ortalama seyirci: (Premier League) Naim Güleryüz Naim Avigdor Güleryüz (d.1933), 500. Yıl Vakfı Başkanı ve 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi kurucu proje koordinatörü ve küratörü, araştırmacı ve yazar. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti Yahudiler alanında araştırmalar yapmaktadır. 500. Yıl Vakfı Kurucu Başkan Vekili, 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi Kurucu Proje Koordinatörü ve Küratörü, UNESCO Milli Komisyonu Uygarlıklararası Diyalog Komitesi Roportörü, Beyoğlu Belediyesi Yerel-Sivil Güç Merkezi Sosyal ve Kültürel Etkinlikler Başkanı gibi sosyal çalışmalarda fiilen yer almaktadır. ABD, Kanada, Meksika, Şili, Küba ve Avrupa'nın değişik kentlerinde konusu ile ilgili konferanslar verdi, uluslararası sempozyumlara ve kongrelere katıldı, fotoğraf sergileri açtı. Ulusal ve yurt dışı basında değişik dillerde sayısız makalesi yayımlandı. Türk Yahudileri Tarihi, İstanbul Sinagogları, The History of the Turkish Jews, 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi Albümü, 700 Years of Togetherness ve ünlü fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar'ın fotoğraflarını kapsayan Türkiye Sinagogları kitaplarının yazarı. Edirne Yahudileri Tarihi, Gaziantep Yahudileri Tarihi, Hahambaşılık Kurumu ve Laik Toplum liderleri kitaplarını da hazırlamaktadır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olup Fransızca, İngilizce ve İspanyolca bilmektedir. EditPad EditPad, Windows ve Linux için yapılmış, kaynak kodu veya metin değiştirme, düzenleme programıdır. 1996'dan beri Jan Goyvaerts tarafından geliştirilmektedir. EditPad'ın iki sürümü bulunmaktadır. EditPad notepadın tüm özelliklerini taşır. Bunun yanında: Müjde Ar Müjde Ar (asıl ismi Kamile Suat Ebrem, d. 21 Haziran 1954), Türk sinema ve dizi oyuncusu. Özellikle, 1980'li yıllarda rol aldığı filmlerle, sinemada kadın kimliğini özgürleştiren, kadın cinselliğine farklı bir bakış açısı getiren kadın filmlerinin unutulmaz oyuncusu olmuş, Türk sinemasındaki kadın temsilinin değişmesini sağlamıştır. Söz yazarı ve tiyatro oyuncusu Aysel Gürel ile gazeteci Vedat Ebrem'in (Akın) ilk çocukları olarak dünyaya geldi, Mehtap Ar'ın da ablasıdır. Sekiz yaşında Oraloğlu Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. 1970'lerin başlarında tiyatro ve fotoroman oyunculuğu, fotomodellik ve mankenlik yaptı. Halit Refiğ'in yönetmenliğini yaptığı, Halid Ziya Uşaklıgil'in ünlü romanının ilk televizyon uyarlaması olan 1975 tarihli "Aşk-ı Memnu" dizisindeki "Bihter" rolü ile bir anda şöhret oldu ve sinemaya geçti. 1977 ile 1981 arasında piyasanın isteklerine uyan çok sayıda filmde oynadı. Bu arada şarkıcı olarak sahneye de çıktı. 1980'de Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Deli Kan" ve Ömer Kavur'un yönettiği "Ah Güzel İstanbul" gibi daha nitelikli ve iddialı yapımlarda rol almaya başladı. Birçok sinema oyuncusunun cesaret edemediği zor rolleri üstlenerek, gitgide, cinselliğinden çekinmeyen, sorunlarına sahip çıkmak isteyen bir kadın tipi yarattı. Bu dönemdeki filmleri arasında "Göl" (1982), "Şalvar Davası" (1983), "Dağınık Yatak" (1984), "Fahriye Abla" (1984), "Dul Bir Kadın" (1985), "Adı Vasfiye" (1985), "Kupa Kızı" (1986), "Aaah Belinda" (1986), "Teyzem" (1986), "Asılacak Kadın" (1986), "Afife Jale" (1987) ve "Arabesk" (1988) sayılabilir. Yönetmenliğini Mustafa Altıoklar'ın yaptığı "Ağır Roman"'da (1997) Tina karakterini, Sinan Çetin'in yönettiği, 2000 yapımı "Komser Şekspir"'de emektar bir hayat kadınını, Atıf Yılmaz'ın son filmi olan 2004 yapımı "Eğreti Gelin"'de ise yaşına göre olgun davranmayan oğlu Ali'yi evlendirmeye çalışan İffet karakterini canlandırdı. Müjde Ar, 40 yılı aşkın sanat hayatında Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Halit Refiğ, Osman F. Seden, Nejat Saydam, Kartal Tibet, Ertem Eğilmez, Şerif Gören, Sinan Çetin, Ömer Kavur, Başar Sabuncu, Mustafa Altıoklar ve Serdar Akar gibi yönetmenlerin filmlerinde rol aldı. "Adı Vasfiye" ve "Aaah Belinda" filmlerindeki oyunuyla 1986 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, "Yolcu" filmindeki rolüyle de 1993 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. 1997 yılında düzenlenen 34. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Yaşam Boyu Onur Ödülü aldı. 20
07 ile 2009 arasında NTV'de Pınar Kür, Çiğdem Anad ve Aysun Kayacı'yla birlikte "Haydi Gel Bizimle Ol" adlı programı yaptı. Uzun yıllar müzisyen Attila Özdemiroğlu ile beraberlik yaşamış olan Ar, 2005'ten beri siyasetçi Ercan Karakaş ile evlidir. Nurgül Yeşilçay Nurgül Yeşilçay, (d. 26 Mart 1976, Afyonkarahisar), Türk oyuncu. Sanatçı, özellikle 2000'lerde rol aldığı rollerle tanınmaktadır. Nurgül Yeşilçay, Afyonkarahisar'da doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir'de tamamladı. 2001'de Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Üniversite eğitimi sırasında rol aldığı "İkinci Bahar" dizisindeki "Gülsüm" rolü ile tanındı. 2002 yılında Çağan Irmak'ın yönetmenliğini yaptığı "Asmalı Konak" dizisinde "Bahar Karadağ" rolüyle ününü artırdı. Aynı yıl Teoman'la beraber "Mumya Firarda" filminde oynadı. 2003 yılında Abdullah Oğuz'un yönettiği "Asmalı Konak" dizisinin devam filmi olan "Asmalı Konak-Hayat"'ta Özcan Deniz'le baş rolü paylaştı. Yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı "Eğreti Gelin" filmindeki "Kostak Emine" rolü ile 2005 12. Adana Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü aldı. Aynı yıl Hande Ataizi ile "Melekler Adası" dizisinde rol aldı. Aynı dizide rol alan Cem Özer ile 26 Ekim 2004'te evlendi. Hamileliğinin son ayında "Melekler Adası" dizisinden ayrıldı. 22 Mayıs 2005'te oğlu Osman Nejat'ı dünyaya getirdi. Yine 2004'te beş yönetmenin yönettiği "Anlat İstanbul" filminde "Saliha" karakterini canlandırdı. 2005-2006 sezonunda atv'de yayımlanan "Belalı Baldız" dizisinde Berna Laçin ve Kenan Işık'la baş rolü paylaştı. 2006'da Cem Özer'le "Sen Olmasaydın" adlı tiyatro oyununda rol aldı. 2006 yılının Eylül ayında Fatih Akın'ın senaryosunu yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği "Yaşamın Kıyısında" isimli filmin çekimlerine başladı. "Ayten Öztürk" adlı lezbiyen Türk kızını canlandırdığı film, 2007'de 60. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarıştı ve "En iyi Senaryo" ödülünü kazandı. 2007'de "Ezo Gelin" dizisinde "Ezo Gelin"i canlandırdı. Ortadoğu'nun en önemli film festivallerinden biri olarak kabul edilen 31. Uluslararası Kahire Film Festivali'nde Başkanlığını ünlü İngiliz yönetmen Nicolas Roeg'in yaptığı ana jüride yer aldı. Şubat 2011'de Cem Özer'den boşandı. Ocak 2010'da yayınlanmaya başlayan "Aşk ve Ceza" isimli dizide Murat Yıldırım'la baş rolü paylaştı. 2011'de dizi sona erdi. Aynı yıl içerisinde Show TV'de yayınlanmaya başlayan "Sensiz Olmaz" adlı dizinin baş rolünde yer aldı. Ardından 2012 yılında "Sultan" dizisinde rol aldı ve dizi 20. bölümde final yaparak ekranlara veda etti. 2013 yılında ise "Aşk Kırmızı" filminde oynadı. "Galip Derviş" ve "İşler Güçler" dizilerinde konuk oyuncu olarak rol aldı. Aynı yıl içersinde "Bebek İşi" dizisinde "Candan" karakterini canlandırdı. 2014 yılında "Gece" filminde oynadı "Cinayet" adlı dizide rol aldı. 2015 yılında efsane dizi "Paramparça" dizisinde canlandırdığı "Gülseren" karakteriyle yeniden zirvenin sahibi olan Yeşilçay, 2016 yılında senaryo gereği ölerek diziden ayrıldı. 2007'de Barış Pirhasan'ın yönetmenliğini yaptığı Adem'in Trenleri filmindeki Hacer rolüyle 13. Sadri Alışık Ödülleri'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Ayrıca Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği (ÇASOD) Geleneksel 15. Oyuncu Ödülleri En İyi Kadın Oyuncu ödülünü, iki ayrı filmde (Yaşamın Kıyısında ve Adem’in Trenleri) birbirinden çok farklı iki rolde birden etkili olmayı ve doğal kalmayı başarması nedeniyle kazandı. Bir sene sonra Nisan, 2008'de 27.si düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde Semih Kaplanoğlu'nun jüri başkanlığını yaptığı ulusal yarışma jürisinde yer aldı ve aynı yıl 26 Mayıs 2008'de tarihinde çekimlerine başlanan Erden Kıral'ın Vicdan adlı filminde Aydanur karakteri ile 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Halaciler Halaciler (Farsça: سلطنت خلجی soltanat-e khaljī; 1290 - 1321), Hindistan'daki Delhi Sultanlığı'nı yöneten hanedanı. Uzun süre önce Afganistan'a yerleşmiş bir kabileden gelen Türk kökenli olup diğer unsurlarıyla melezleşmiş Halacilerin üç hükümdarı da güneydeki Hindu topraklarını ele geçirmeye çalışmıştır. İlk Halaci hükümdarı Firuz Şah, bir grup soylunun desteğiyle son Kölemen hükümdarı Keyûmers'i devirerek başa geçti. Afgan olduğu gerekçesiyle halk arasında sevilmediği için, uzun süre başkente girmeye cesaret edemedi. Hindu egemenliğindeki Dekkan'a bir sefer düzenlereyek Elliçpur'u ve hazinesini ele geçiren damadı Cuna Han tarafından öldürüldü. Cuna Han, Aleaddin adıyla 20 yıl hükümdarlık yaptı. Yahoo! Messenger Yahoo! Messenger, Yahoo firmasının çıkardığı sesli ve görüntülü sohbet imkânı da bulunan ücretsiz çevrim içi anlık mesajlaşma yazılımıdır. Mesajlaşmanın yanında birçok özelliği bulunan Yahoo Messenger'ın Türkçe dil desteği bulunmamaktadır. Shu Qi Shu Qi (Çince: 舒淇; Pinyin: Shū Qí) (d. 16 Nisan 1976) Tayvanlı aktris. Esas adı Lin Li-hui (林立慧)'dir. Sahne adı değişik romanizasyonlarda Hsu Chi, Hsu Qi, Shu Qui ya da Shu Kei olarak yazılmıştır. Kimi zaman Batı mantığıyla önce adı sonra soyadı (Qi Shu) olarak da yazılır. Shu Qi ilk önce erkek dergilerinde ve erotik fotoğraf sektöründe model olarak isim yapmıştır. Erotik filmlerle ünlendikten sonra önemli Hong Kong filmlerinde rol almaya başlamıştır. Genellikle Shu Qi'nin "The Transporter" filmindeki Lai Kwai rolü için İngilizce öğrendiği söylenir; ancak aslında bu dili öğrenmemiş, yalnızca repliklerini ezberlemekle yetinmiştir. Son zamanlarda yaptığı yurtdışı seyahatler sayesinde İngilizcesi ilerlemiştir. 2005'te Hou Hsiao-Hsien'nin "Three Times" adlı filminde canlandırdığı üç değişik rolle Altın At Ödülü'nü (Golden Horse Awards) kazanmıştır. Barkod Barkod, çubuk kod ya da çizgi im, verilerin görsel özellikli makinelerin okuyabilmesi için çeşitli kodlama yöntemleriyle sunulmasıdır. Orijinal olarak barkod, veriyi paralel çizgilerin genişlikleri ve boşlukları arasında saklardı, ama günümüzde noktasal şekiller, iç içe daireler ve görüntü içinde gizli şekiller gibi farklı türlerde de görülebiliyorlar. Barkod, barkod okuyucu olarak da adlandırılan optik okuyucular ile okunabilir veya özel yazılımlarla görüntü içinden taranabilir. Barkod bilgisayara veri girişinin doğruluğunu ve hızını artıran Otomatik Tanıma Veri Toplama (OT/VT) uygulamalarında geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Geleneksel olarak barkod kodlaması sadece rakamları sembolize ederken, yeni sembolojiler tüm ASCII karakter setine büyük harf ve daha fazlasını eklemiştir. Basit barkodların ihtiyaç duyduğu alana daha fazla bilgi sığdırma gereksinimi çizgiler yerine kare hücreleri içeren (bir tür "İki boyutlu barkod") matrix kodların geliştirilmesine sebebiyet vermiştir. "İç içe kodlar" iki boyutlu ve tek boyutlu kodların karışımıdır ve geleneksel tek boyutlu sembolojiyi birden fazla satır içerecek şekilde bir çerçeve içinde yeniden boyutlandırma işlemidir. 1940'ların sonunda bir lisansüstü öğrencisi olan Amerikalı Bernard Silver, öğrenim gördüğü Drexel Teknoloji Enstitüsü'ne gelen bir market zinciri sahibinin kasada tüm ürün bilgilerini otomatik kaydedecek bir sistem geliştirilmesini istediğini, ama enstitünün konuyla ilgilenmediğini gördü. Bu fikir Silver'in ilgisini çekti ve doktora öğrencisi olan arkadaşı ABD'li Norman Woodland'a bundan söz etti. Konu üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. Akıllarına ilkin, kızılötesi ışığın altında parlayacak floresan mürekkeple oluşturulacak desenleri kullanmak geldi ama bunun çok kullanışsız ve yüksek maliyetli olduğu ortaya çıktı. Ardından Norman Woodland, Morse kodu ilkesiyle çalışan ve tarayıcıya okutulabilecek bir etiket düşündü. Mors kodundan tek farkı, noktalar yerine inceli kalınlı çizgiler kullanılması olacaktı. Barkodun henüz oluşum aşamasında ortaya atılan bu görüş modern barkod fikrine çok yakındı ama Woodland ve Silver bu durumda çizgileri tarayıcıya okutmanın çok güç olacağı düşüncesiyle fikri daha da geliştirdiler; 1949'da hedef tahtasındakine benzer iç içe geçmiş halkalar şeklinde bir veri kodu için patent başvurusu yaptılar. Böylece tarayıcının barkoda paralel tutulması zorunluluğu ortadan kalkacaktı. Günümüzün lazerli okuyucuları bu sorunu, etiketi aynı anda birkaç yönden birden tarayarak aşar. Bunun ardından, tarayıcılarının prototipini yaptılar; prototip, okumakta olduğu kodları yakıp kül etmeden önce fikrin işe yaradığını gösterecekti. Woodland o dönemde IBM firmasında çalışıyordu ve firma iki kez patent haklarını satın alma önerisi yaptı. Sonunda patent hakkını 1962'de Philco firması aldı ve sonra RCA firmasına sattı. 1970'lerde hâla IBM firmasında çalışmakta olan Woodland, ABD'li George Laurer ile birlikte Evrensel Ürün Kodu olarak bilinen ve 1973'te onaylanan 12 basamaklı karmaşık kodu geliştirdi. Ertesi yıl, 26 Haziran 1974 günü sabah 08.01'de, ABD'nin Ohio eyaletinde bulunan Troy şehrindeki Marsh Süpermarket'in kasasında işlenen bir paket sakız, dünyada barkodla satılan ilk ürün oldu. Tek boyutlu barkod ikili bir koddur (1'ler ve 0'lar). Çizgi ve boşluklar değişen kalınlıklarda olurlar ve farklı kombinasyonlarda basılırlar. Okunabilme için, iyi bir baskı ve çizgi ve boşluklar arasında yeterli kontrast olmalıdır. Tarayıcılar kodları okumak için farklı teknolojiler kullanır. En genel iki teknoloji lazer ve kameradır. Tarayıcılar, birçok süpermarket kasasında olduğu gibi sabit veya envanter takibinde kullanıldığı şekilde el tipi cihazlar olabilir. Uğursuz başlangıcına rağmen, barkod birçok ve farklı uygulamada fark edilir bir başarı kazanmıştır. İlk başarılı barkodlardan olan ve Dr. David Allais tarafından geliştirilen Code 39, lojistik ve savunma sanayi uygulamalarında geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Code 39 daha yeni barkodlara göre daha az karmaşık olması sayesinde bugün hala kullanımdadır. Code 128 ve Interleaved 2 bazı geniş pazarlarda başarı kazanmış diğer kodlardır. Barkodların en iyi bilinen ve en yaygın kullanımı tüketici ürünlerindedir. Evrensel Ürün Kodu, veya U.P.C., bir tanedir çünkü kullanıcıları tarafından
geliştirilmiştir. Birçok teknolojik yenilik önce bulunur sonradan bu yeniliğe uygun bir ihtiyaç belirlenir. U.P.C. 1970'lerin başında Amerikan meyve-sebze sektörünün belirlediği bir ihtiyaca cevap vermiştir. Sebze-meyve reyonlarındaki işlemleri otomatik hale getirmenin işçilik maliyetlerini azaltacağı, stok kontrolünü geliştireceği, işleri hızlandıracağı ve müşteri hizmetlerini geliştireceğine inanan, hem üreticileri hem de süpermarketleri temsil eden altı tane endüstri birliği endüstri liderlerinden oluşan bir komite kurdu. İki yıl süren çalışmalar 1 Nisan 1973 tarihinde Evrensel Ürün Kodunun ve U.P.C. barkod sembolojisinin anons edilmesi ile sonuçlandı. U.P.C. ticari olarak kendini ilk defa Haziran 1974'te Troy, Ohio'daki Marsh'ın Süpermarketinde bir Wrigley's sakız paketi üzerinde gösterdi. Sebze - meyve endüstrisi komitesinin yürüttüğü ekonomik çalışmalar 1970'lerin ortalarında okuma yöntemiyle sektörde 40 milyon dolardan fazla bir tasarruf yapılacağını öngörmüştü. Bu rakamlara o zaman diliminde ulaşılamadı, barkod okuma yönteminin öldüğünü söyleyenler bile oldu. Üreticilerin barkodlu etiketleri hemen kullanmaya başlamalarına rağmen barkodun faydası pahalı tarayıcıların çok sayıda perakendeci tarafından kullanılmasını gerektiriyordu. Hiçbiri ilk olmayı istemiyordu ve Business Week'in yayınladığı "Başarısız Süpermarket Tarayıcısı" makalesinde olduğu gibi sonuçlar ilk birkaç yıl umut verici görünmüyordu. Mesajlar ve barkodlar arasındaki ilişki "semboloji" olarak adlandırılır. Bir sembolojinin özelliği mesajdaki rakam/karakterlerin ve başlangıç bitiş işaretlerinin çizgi ve boşluklar halinde tek tek kodlanması, barkoddan önceki ve sonraki gerekli boş alanın boyutu ve bir kontrol karakterinin hesaplanmasını içerir. Tek boyutlu sembolojiler genel olarak iki özelliğe göre sınıflandırılır: İç içe kodlar tek boyutlu bir sembolojinin yatayda birkaç defa tekrarlanması ile oluşur. İki boyutlu sembolojiler çok çeşitlidir. En genel olanı kare veya nokta şekilli modülleri bir tablo şeklinde gösteren matriks kodlardır. İki boyutlu sembolojiler başka görsel şekillerde de olabilirler. Dairesel şekillerin yanında, farklı boyut veya şekillerdeki modül dizilerini kullanıcının belirlediği bir görüntünün içine gizleyerek (örneğin DataGlyph) steganografiyi kullanan birçok iki boyutlu semboloji de vardır. Tek boyutlu sembolojiler, barkod boyunca doğrusal bir ışın demetini hareket ettirerek barkodun açık-koyu alanlarını algılayan bir lazer okuyucu tarafından okunacak şekilde optimize edilmiştir. İç içe sembolojiler de barkod boyunca birden fazla geçiş yapabilen lazer tarayıcılar için optimize edilmişlerdir. İki boyutlu sembolojiler tüm sembolojisi kapsayan bir tarama şekli olmadığı için lazer tarafından okunamazlar. Bu tür sembolojiler resim yakalayan kameralı cihazlar tarafından taranmalıdır. En eski ve hala en ucuz barkod tarayıcıları sabit bir ışık kaynağı ve barkod boyunca hareket ettirilen bir adet fotosensör ile yapılır. Daha sonra yapılan bir tasarım, "lazer tarayıcı", barkod boyunca lazeri tarayan poligonal ayna veya galvanometreye monte edilen ayna kullanır—aslında sadece bir adet düz çizgi içerir, ama barkodları her açıdan okuyabilmek için karmaşık şekillerde görülür. 1990'ların sonlarında bazı barkod okuyucu üreticileri hem tek boyutlu hem de iki boyutlu barkodları okumak için sayısal kameralarla çalışmaya başladı. Bu teknoloji günümüzde mükemmel hale geldi ve şimdilerde çoğu uygulamada lazer tarayıcıları performans ve güvenilirlik açısından geride bırakıyor. Yakın zamanda, mağaza raflarından alabileceğiniz sayısal kameralar hem tek hem de iki boyutlu barkodları okuyacak yeterli çözünürlüğe ulaştı. Artan şekilde firmalar barkod tarama yazılımlarını kameralı telefonlara adapte etmenin yollarını arıyor. Ancak, kameralı telefonların optikleri endüstriyel tarayıcılar için optimize edilmiş standart kodlara yeterince uygun değil. Sonuç olarak mobil kullanım için renk kodu ve mCode gibi yeni kodlar tasarlanmakta. Bar kod doğrulayıcı birincil olarak barkod basılan ama tedarik zincirindeki tüm firmaların bar kod kalitesini test edeceği iş sahalarında kullanılmaktadır. Barkodun tedarik zincirindeki herhangi bir tarayıcı tarafından okunabilmesini garantilemek çok önemlidir. Perakendeciler uyumlu olmayan barkodlar için yüksek meblağlı cezalar vermektedir. 13 haneli ve diğer tür barkodlarda son rakam kontrol rakamıdır. Örneğin numaralar; 8693043021044 olsun, (1.Sayı=8,2.Sayı=6,3.Sayı=9 şeklinde)burada tek ve çift sıralı rakamlar kendi içinde toplanır, çift rakamlar grubunun son hanesi 3 ile çarpılır ve çift hanelilerin toplamının son rakamı eklenir. Elde edilen sonucun son hanesi 10 da çıkartılır ve elde edilen sonuçla barkoddaki son rakam aynı olmalıdır. Yani; tek sıralar toplamı 8+9+0+3+2+0=22, 6+3+4+0+1+4=18 18x3=54, 54+22=76, birler hanesi 6 yı 10 dan çıkarttığımızda 10-6=4. En sondaki rakamın 4 olduğu görülmektedir. Bar kod doğrulayıcılar bir tarayıcı gibi çalışmaktadır ama sadece bar kodu çözümlemek yerine, bir doğrulayıcı 8 çeşit test uygulamaktadır. Her test sonucuna 0.0-4.0 (F-A) arasında bir değer verilmektedir ve bu testlerin en düşüğü tarama değeri olarak alınmaktadır. Birçok uygulama için 2.5 (C) değeri kabul edilebilir en alt değerdir. Bar kod doğrulayıcı standartları Bar kod doğrulayıcı üreticileri: Satış noktası (POS) yönetiminde,barkod kullanımı önemli konular ile ilgili çok detaylı güncel bilgi sağlayarak kararların daha hızlı ve güvenilir şekilde alınmasına imkân vermektedir. Barkod tarayıcıları ayrıca düşük maliyetlidir ve çok doğru okuma yapar - sadece 1/100000 giriş yanlış olur. Postmodern Durum Postmodern Durum, Jean-François Lyotard'ın 1979 yılında yayımlanmış olan kitabının adı. Bu kitap, yayımlanışının ardından sürekli teorik tartışmaların kaynağı olmuş ve postmodernizm konusunda en çok gönderme yapılan eserlerden biri olarak yer almıştır. Lyotard bu kitabında Modernite'yi kuramsal düzeyde sorunsallaştırır ve postmodernizm 'i belli bir tarihsel dönemin adlandırılmasından çok yeni bir düşünsel evrenin ortaya çıkması olarak değerlendirir. Bunun kaynağında, Lyotard'ın " Büyük Anlatılar " olarak tanımladığı Modernist öğretilere ve onların kendilerini temellendirdikleri kavram ve kategorilere yönelik derin bir "inançsızlık ve kuşku hali" bulunmaktadır. Lyotard bu kuşkunun kaynaklarını ve anlamlarını kuramsal olarak ortaya koyar Postmodern Durum adlı çalışmasında. Kitabın altbaşlığı, "Bilgi Üzerine Rapor" olarak yazılmıştır. Dolayısıyla burada "bilgiyle" ve ona dayalı "siyasal /toplumsal hedeflerle" ilgili modernist girişimlerin çok sorunlu oldukları belirtilir ve bu sorunlar irdelenir. Endüstri-sonrası-toplumlar 'da, "erekselci tarih anlayışlarına" karşı derin bir inançsızlık hali sözkonusudur bu nedenle. Modernleşme projesinin kuramsal sınırları "bu inançsızlığı" aşabilecek bir olanağa sahip değildir. İnaçsızlın kaynağındaki "meşruiyet bunalımı" 'nı, modernizm kendi teorik ilkelerine bağlı kalarak aşamaz bir noktaya gelinmiştir. Dolayısıyla da "yeni bir düşünme ve yaşam kipi ortaya çıkmıştır".İşte "Postmodern Durum" olarak adlandırılan dönem budur. Lyotard burada iktidar ve bilgi bağlamında modernizm'den postmodernizm'e geçişin izlerini sürmekte, "meşruiyet sorunsalı" açısından Büyük Anlatılar'ın sonunu irdelemektedir. Ang Lee Ang Lee (Çince: 李安; Pinyin: Lǐ Ān) (d. 23 Ekim 1954) Tayvanlı yönetmen. Lee, 2006'da Brokeback Mountain (2005) ve 2013'te Life of Pi (2012) filmleriyle en iyi yönetmen dalında Oscar ödülünü kazanmıştır. Yönetmen: Eğreti Gelin Eğreti Gelin, yönetmen Atıf Yılmaz'ın 2004'te gösterime giren son filmi. Kendisini evliliğe hazırlayan eğreti gelinine âşık olan bir delikanlıyı konu alan filmde Nurgül Yeşilçay, Onur Ünsal, Müjde Ar, Fikret Hakan, Füsun Demirel ve Metin Akpınar rol almaktadır. Cumhuriyetin ilk yılları.. Denizli'de Belediye Başkanı'nın oğlu Ali evlenme çağına gelmiştir. Kumpanyalara meraklı genç, hayatı boyunca hiç kızlara ilgi göstermemiştir. Ancak yaşına göre olgun davranmayan Ali'nin durumundan endişe eden ailesi onun için geçici bir eğreti gelin tutmaya karar verir. Eğreti gelin de Ali'yi evliliğe hazırlamaya çalışır. Daha sonra onun kadınlığı Ali'nin ilgisini çekmeye başlar. Emine nin sevgilisi hapisten çıkar ama Emine ne kadar dua etse de Ali'ye aşık olur ve bir gece birlikte olurlar daha sonra kaçarlarken Eminenin sevgilisi onları yakalar ama Emineye kıyamadığı için onların kaçmasına izin verir. Yesilçam Filmcilik Kaplan ve Ejderha Kaplan ve Ejderha (Çince: 臥虎藏龍; Pinyin: "Wo hu cang long"), 2000 yapımı wuxia ("savaş sanatları ve silahşörlük") filmi. Çin Halk Cumhuriyeti-Hong Kong-Tayvan-Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı film Ang Lee tarafından yönetilmiştir. Filmin kadrosu uluslararası alanda tanınmış Chow Yun-Fat (Hong Kong), Michelle Yeoh (Malezya), Zhang Ziyi (Çin) ve Chang Chen (Tayvan) gibi etnik Çinli yıldızlardan oluşmuştur. Bütçesi 17 milyon doları bulan Kaplan ve Ejderha, uluslararası başarı kazanmış, sadece ABD'de 128 milyon dolar gişe yapmıştır. Dünyada pek çok ödüle aday gösterilen film, En İyi Yabancı Film Oscarı dahil, 4 Oscar ödülü kazanmıştır. Filmin çekimleri Çin Halk Cumhuriyeti'nde Pekin, Anhui, Hebei, Jiangsu ve Sincan'da yapılmıştır. Albaraka Türk Albaraka Türk Katılım Bankası, Türkiye'de faizsiz bankacılık alanındaki finansal kuruluşların öncülerinden biridir ve 1985 yılının başından itibaren hizmet vermektedir. Albaraka Türk, câri hesaplar ve katılma hesapları aracılığıyla fon toplayan ve topladığı fonları, bireysel finansman, kurumsal finansman, finansal kiralama ve proje bazında kâr zarar ortaklığı gibi hizmetlerle tekrar ülke içi ekonomide değerlendirerek işletmenin yanında, faizsiz bankacılık uygulamasıyla çok çeşitli finansman ve bankacılık hizmetlerini sunmaya yetkili bir kuruluştur. Albaraka Türk bireysel ve küçük işletme bankacılığında da müşterilerine hizmet vermektedir. 05.10.2015 tarihi itibarıyla ülke geneline yayılmış 209 ve yurt dışında da (Erbil, Irak) bir şubesi ile
toplam 210 şubeyle uluslararası bir katılım bankası olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye'de faizsiz bankacılık alanındaki finansal kuruluşların ilki ve öncüsü olan Albaraka Türk Katılım Bankası, 1984 senesinde kuruluşunu tamamlayarak 1985 yılı  itibarı ile faaliyete geçmiştir. Albaraka Türk faaliyetlerini 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'na tâbi olarak sürdürmektedir. Ortadoğu'nun ileri gelen gruplarından , ve Türk ekonomisine yarım yüzyıldan fazla hizmet veren yerli bir sanayi grubunun öncülüğünde kurulan Albaraka Türk'ün 31.03.2016 itibarıyla ortaklık yapısında; yabancı ortakların payı %65,98, yerli ortakların payı %9,20, halka açık olan pay ise %24,82'dir. Ana ortağı faaliyet gösterdiği Körfez, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarında finansal ürün ve hizmeti sunmaktadır. Albaraka Türk, Singapur'dan İngiltere'ye, Güney Afrika'dan Fas'a, Avustralya'dan Kazakistan'a kadar 80 ülkede 1000'e yakın banka ile kurduğu geniş muhabirlik ağı sayesinde dış ticaret (ithalat, ihracat ve kambiyo) hizmetlerini de vermektedir. Açe Açe, Endonezya'da özel bir bölge. Sumatra adasının kuzey ucunda bulunur. Açe bölgesinin başkenti olan Banda Açe, 1962 yılına kadar halk arasında Kuta Raja, yani Kral Şehri olarak biliniyordu. Başkente adını veren Banda ismi Farsça "liman" anlamına gelen "bandar"dan, açe (açeh) ise Keling dilinde (hintçe) "güzel" ve "sevimli" anlamına gelen "aci" ve "aca"dan gelmektedir. Bu coğrafyanın isminin bu denli farklı telaffuz edilmesinin nedeni, Açe'ye çok farklı uluslardan insanların gelmiş olmasıdır. İngilizce olarak Acheh, Atjeh veya Achin olarak da yazılan Açe'nin, Osmanlı arşiv belgelerinde Açi, Aşi, Açin olarak yer alır. Sözlü gelenekte ise aceh kelimesi bir kısaltma olarak algılanır ve şu şekilde açıklaması yapılır: "a" Arapları, "ç" Çinlileri, "e" Avrupalıları, "h" ise Hintleri temsil eder. Bir başka yazılış şekli olan atjeh ise Arap, Türk, Japon, Avrupalı ve Hint anlamına gelir. Açe (Aceh) Endonezya'nın bir bölgesidir. Açe bir sultanlık olarak 1514'te kurulmuştur. Açe'yi sömürgeleştirmeye çalışan ve Sumatra'yı işgal amacında olan ilk Batılı güç Portekizlilerdir. Portekizlilerin baskıları sonucu Açeliler 1565'te İstanbul'a bir heyet göndererek Osmanlı Devleti'nden yardım istemişlerdir. Saldırılara karşı işbirliği yapmak amacıyla Osmanlılarla bir antlaşma imzalanmıştır (1567). Antlaşma çerçevesinde Osmanlılarca Açe'ye mühimmat ve silah gönderilmiştir. Ancak Açe'ye Portekizliler değil, Hollandalılar hakim olmuştur. Hollanda 1873'te Açe'ye ültimatom vererek bir takım imtiyazlar ve isteklerde bulunmuştur. Ültimatomun reddedilmesi üzerine başlayan savaş Hollanda'nın teknolojik üstünlüğü nedeniyle Açe aleyhinde sonuçlanmıştır. Açe Sultanı Tunku Muhammed Davut'un 1903'te Hollandalıların hakimiyetini kabul etmesiyle bölge idari bakımdan Hollanda kolonisine dahil olmuştur. Hollanda Açe'ye bir genel vali tayin ederek yönetime el koymuştur. Hollanda'nın Açe'deki hakimiyetini Endonezya'ya devretmesi Açeli bağımsızlık yanlılarını tekrar direnişe sevketmiştir. Silahlı direniş örgütü Gerakan Aceh Merdeka (Özgür Açe Hareketi=GAM) 1976'da kurulmuştur. Açe'deki şiddet ve terör olayları nedeniyle yaklaşık 130,000 kişi mülteci konumuna düşmüştür. İki milyondan fazla Açeli, başkent Banda Aceh'de toplanarak 8 Kasım 1999'da bağımsızlık ya da Endonezya'ya bağlılık konusunda referandum istediklerini ilan etmişlerdir. 26 Aralık 2004 tarihli tsunami felaketiyle gündeme gelmiş ve Kızılay tarafından 8 TIR yardım malzemesi acilen ulaştırılmıştır. Halkın %98'i Müslüman olup, bayrağında Türk bayrağından esinlenmiştir. 2004 yılında yaşanan büyük tsunami felaketi nedeniyle, bölgeye giden BBC muhabiri George Alagiah, ilk izlenimlerini şöyle anlatıyordu: "Açe'ye indiğimde kendimi Türkiye'de sandım. Hayır, her yerde kebap dükkânları olduğu için değil... Bana kartpostal satmaya çalışan çocukları gördüğümden de değil... Yok yok, ayakkabı boyacılarının bağrışmalarından ya da araba kornalarından da değil... Belki inanamayacaksınız ama; herkesin Türk bayraklı şapka giymesinden dolayı böyle bir fikre kapıldım. Yolda gördüğüm bir genç Açeli'ye, neden şapkalarında Türk bayrağı olduğunu sorduğumda bana verdiği yanıt çok ilginçti. Adı Recep olan bu genç, 'kendi bayrağımız olan şapkayı giyersek, altı ay hapis yatıyoruz. Türk bayrağına kimse bir şey diyemiyor. Türk bayrağı da bizimkiyle aynı... Zaten, Türkler bizim atalarımız sayılır ve biz bayrağımızı 500 yıl önce onlardan almışız. Bundan dolayı, ne zaman bir maç olsa Türkiye millî futbol takımının formasını giyiyor, evlerimize Türk bayrağı asıyoruz.' "Şaşırdım kaldım 'Tanrım bu Türkler nerede yok?' dedim" Osmanlı Devleti 16'ncı yüzyılda Hint Okyanusu'na büyük boyutlara varan birçok müdahalelerde bulunmuş, Müslüman halkların haklarını korumuştur. Böylece Hıristiyan Avrupalı ülkelerin denizaşırı askeri eylemlerine karşı, bölgenin güvenliğini sağlamış, ticarî yolların denetimini ele geçirmiş, farklı Müslüman gruplar arasında da din birliğini sağlamıştı. Bunun sonucunda, Endonezya sınırları içerisinde bulunan Sumatra Adası'nın kuzey bölgesindeki Açe Krallığı, Osmanlı egemenliğini kabul etmişti. Osmanlı'dan yıllarca askerî ve maddî yardım alan bu krallık, en sonunda Türk bayrağı'nı kendine özgürlük simgesi olarak seçmişti. Bugün Endonezya'dan ayrılıp bağımsız bir devlet kurma çabasını veren ve kendi dillerinde adı "Nanggröe Aceh Darussalam" olan Açe, Aralık 2004 yılında tsunami ile yerle bir olmuş, Türk halkının dikkatini ilk kez, yaşanan bu felaket yanında, dalgalandırdıkları Türk bayraklarıyla çekmişti. "Türkiye nerede, Endonezya nerede?", "Türkler buraya neden gitsin?", "Türk bayrağı neden Sumatra'da dalgalansın?" sorularının yanıtını, Avrupalı tarihçiler çoktan vermişti. Güneydoğu Asya tarihçisi Anthony Reid'in belirttiği gibi, Osmanlı Devleti'nin müdahalesi iki ayrı dönemde olmuştu. Birinci müdahale Gujerat'taki (Hindistan'ın güney batısı) ve Endonezya çevresindeki Müslümanları korumak amacıyla yapılan "askeri operasyon", ikincisi de 1560 yıllarda Kızıl Deniz ticaretini denetim altına almak ve Avruparlıları buradan uzak tutmak için gerçekleştirilen "ticari operasyon"du. Bu süreç içinde, bölgenin Avrupalı kolonicilere karşı kendilerini savunabilmesi için silah ve cephane yardımı yapılmıştı. Ünlü Türk tarihçisi Zuhuri Danışman'ın verdiği bilgiye göre, Açeliler yabancı yayılmacılara karşı, Türkler'den sık sık yardım istemişlerdi. Bunun nedeni ise, Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa'nın önerisi üzerine, Süveyş'te Portekizliler'le başa çıkabilmek için, Türk Sultanı tarafından 1530'da bir donanma yaptırılması ve bu donanmanın Hint Okayanusu'ndan da sorumlu olmasıydı. Ayrıca Osmanlı döneminde buraya giden Türk komutanlar buraya yerleşmişler ve zamanla burada bir Türk köyü meydana gelmiştir. Açe 26 Aralık 2004 tarihindeki Tsunami'den önemli oranda etkilenmiştir. 4 adet büyük şehir vardır. Banda Aceh, Langsa, Lhokseumawe, ve Sabang. Bölgeler Aceh Besar, Merkez Aceh ( Banda Açe, 17 numara ), Doğu Aceh, Aceh Jaya, Kuzey Aceh, Aceh Singkil, Güney Aceh, Güneydoğu Aceh, Güneybatı Aceh, Aceh Tamiang, Batı Aceh, Bener Meriah, Bireuen, Gayo Lues, Nagan Raya, Pidie, ve Simeulue. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı cepheleri Osmanlı Cepheleri, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun savașa katıldığı cephelerdir. Osmanlı donanmasının Rus gemi ve limanlarına saldırması üzerine 1 Kasım 1914 günü Rus ordusu Kafkasya’da sınırı geçerek Osmanlı topraklarına girdi. Hemen ardından 2 Kasım'da Rusya, 5 Kasım'da İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Osmanlı Devleti buna 14 Kasım'da Cihad-ı Ekber ilanıyla karşılık verdi. Enver Paşa kumandasındaki Türk ordusu 21 Aralık'ta girişilen Sarıkamış Harekâtı ile (o zamanki Rus sınırı olan) Köprüköy - Eleşkirt hattında hücuma geçti. Sarıkamış yakınında Allahüekber Dağlarına ulaşan ordu burada 1915 Ocağının ilk haftasında ağır bir yenilgiye uğradı. 130.000 kişilik asker mevcudunun 90.000'i çarpışmalarda veya soğuktan donarak hayatını kaybetti. Geri kalanlar esir düştü. Grandük Nikola kumandasındaki Rus ordusu bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916'da Erzurum cephesinde harekete geçti. 16 Şubat 1916'da Erzurum, 3 Mart'ta Bitlis ve Muş, 18 Nisan'da Trabzon, 24 Temmuz'da Erzincan düştü. Ancak Ağustos ayında Bitlis ve Muş geri alındı. Rusya'da 1917 Mart ayında Çarlık rejimine karşı başlayan ayaklanma Kasım ayında Bolşevik rejimin kurulması ve 1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus ordusunun çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda Antranik komutasındaki Ermeni birlikleri ""Batı Ermenistan Geçici Hükümeti"" ilan ettiler. Ancak hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak dağıldılar. 26 Şubat 1918'de Erzincan, 27 Şubat'ta Trabzon, 12 Mart'ta Erzurum, 2 Nisan'da Van kurtarıldı. 3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk Antlaşması ile Rusya savaşta kazandığı toprakları terkederek 1878 öncesi sınırlara dönmeyi kabul etti. Bu sırada Tiflis'te kurulan Transkafkasya Cumhuriyeti'nin direnmesi üzerine Halil Paşa kumandasında ileri harekete geçen Türk ordusu 25 Mart'ta Oltu, 3 Nisan'da Ardahan, 5 Nisan'da Batum, 15 Mayıs'ta Gümrü, 20 Temmuz'da Nahcivan'ı aldı ve nihayet 15 Eylül'de Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü Muharebesi (1918)'i kazanarak Bakü'ye girdi. Ekim başında da bir Türk müfrezesi Dağıstan'da kontrolü ele aldı. Ancak 30 Ekim'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Türk ordusu işgal ettiği Kafkasya topraklarını bırakarak 1914 sınırına geri çekildi. Türk ordusunun boşalttığı Batum, Ardahan ve Kars'ta kurulan Milli Şura Hükümetleri 1919 ilkbaharında Kafkasya'daki İngiliz kuvvetleri tarafından tasfiye edildi. İstanbul'u bir deniz harekâtıyla ele geçirerek Osmanlı İmparatorluğu'nu safdışı bırakmak ve zor durumda olan Rusya'ya güneyden yardım ulaştırmak projesi savaşın ilk aylarında İngiltere Donanma Bakanı Winston Churchill ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Lord Fisher tarafından ortaya atıldı. Savaşın Alman cephesinde kazanılacağına inanan Kara Kuvvetleri Komutanı Lord Kitch
ener bu projeye karşı çıktı. Alman Genel Karargâhı Çanakkale'den gelebilecek tehlikeyi sezerek Çanakkale istihkâmlarının güçlendirilmesine ve boğazın mayınlanmasına karar verdi. Albay Wehrle komutasındaki bir alay bu işle görevlendirildi. 18 Mart 1915'te Fransız ve İngiliz donanmalarından oluşan bir filo Çanakkale Boğazı'nı geçmeye teşebbüs etti, ancak ağır topçu ateşi ve mayın patlamaları sonucunda ilerleyemeyerek geri çekildi. 24 Mart'ta İstanbul'daki Alman Askeri Heyeti'nin başı olan Mareşal Liman von Sanders Çanakkale'nin karadan savunmasıyla görevlendirilen 5. Ordu komutanlığına getirildi. 25 Nisan'da İngiliz, Fransız ve Anzac (Avustralya-Yeni Zelanda Gönüllü Kolordusu) birlikleri Çanakkale Boğazı civarında üç noktada karaya çıktılar. Ancak şiddetli Türk direnişi karşısında ilerleyemeyerek sahil hattındaki dar bir alana sıkıştılar. Ağustos başında Gelibolu Yarımadası'nın kuzeyine yapılan ikinci müttefik çıkarması da Anafartalar Muharebeleri ile durduruldu. Düşman askeri 8-9 Aralık 1915 gecesi Gelibolu yarımadasını deniz yoluyla tahliye etti. Çanakkale Savaşına kaymakam (yarbay) rütbesiyle katılan Mustafa Kemâl Bey, büyük yararlıklar göstererek albaylığa yükseltildi. İngilizler, Osmanlıların Hindistan sömürgelerini ele geçirme riski olduğundan bu cepheyi açtı. Ayrıca Osmanlılar'ın Musul ve Kerkük petrol hatlarını İngilizler önemli görüyordu. Şatt-ül Arap Nehri üzerindeki Abadan'da İngiliz petrol tesislerini koruma altına almak amacıyla 7 Kasım 1914'te İngilizler (nehrin Osmanlı yakasında bulunan) Fao Adası'na asker çıkardılar. 21 Kasım'da Basra İngilizlerin eline geçti. 1915'te İttihat ve Terakki fedaisi ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan binbaşı Süleyman Askerî Bey komutasında düzensiz bir birlik İngiliz kuvvetlerine karşı akınlar ve sabotaj eylemleri düzenledi. Bunun üzerine Mayıs ayında General Townshend kumandasındaki İngiliz ordusu Bağdat'ı ele geçirmek üzere hareket etti. 24 Temmuz'da Nasıriye, 29 Eylül'de Kut-ül Amare düştü. 22 Kasım'da Selmanpak Muharebesi'nde Mareşal von der Goltz komutasındaki Türk ordusu bir zafer kazandı; Kut'ül Ammare Kuşatması'na daha fazla dayanamayan General Townshend komutasındaki İngiliz Ordusu 29 Nisan 1916'da teslim oldu. 1917'de Irak'taki Türk kuvvetlerinin İran'a sevkedilmesi üzerine tekrar harekete geçen İngilizler 11 Mart 1917'de Bağdat'ı ele geçirdi. Bunu izleyen aylarda Musul hariç Kuzey Irak'ın büyük bir kısmı İngilizlerin eline geçti. Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, İngiliz idaresinde olan Mısır'ı fethetmek amacıyla 28 Ocak 1915'te Süveyş Kanalı'na saldırdı. Saldırı hezimetle sonuçlandı. 27 Temmuz 1916'da Albay von Kress kumandasında 4. Ordu'nun giriştiği İkinci Kanal Seferi de yenilgiyle sona erdi. Bu olay üzerine İngiliz ordusunun generali Edmund Allenby Mısır'a gönderilerek, bir karşı saldırı için hazırlıklara başladı. Allenby'nin hazırlıkları çerçevesinde, daha önce Suriye ve Filistin'de kazılara katılmış olan Oxford'lu arkeolog ve sanat tarihçisi T. E. Lawrence, Osmanlı idaresine karşı bir Arap İsyanı örgütlemekle görevlendirildi. 27 Haziran 1916'da Mekke Şerifi Hüseyin Osmanlılara karşı isyan ederek Hicaz Krallığı'nı ilan etti. Ürdün, Suriye ve Filistin Araplarının büyük bir kısmı açık veya gizli şekilde Hüseyin ve oğulları Faysal ve Abdullah'ın isyanına katıldı. Yıldırım Orduları Kumandanı Alman Mareşal Otto Liman von Sanders 1918 yılının Mart ayında Osmanlı 7. ve 8. ordularınının durumunu anılarında anlatır. Orduda Cephane, ayakkabı, yazlık giysi yoktu. Topçu bataryaları atacak mermi bile bulamıyordu. Askerler, kışlık yün giysiler ile 55-60 derece sıcakta ayakkabısız olarak savaşıyordu. Cephe gerisinde ihtiyat birlikleri yoktu onun yerine 200 km uzunluğunda bir boşluk vardı. Atlar ve yük taşıyan hayvanlara bile birkaç aydan beri ne yeterli yiyecek ne de su veriliyordu. 8 Mart 1917'de İngiliz kuvvetleri Gazze'de saldırıya geçerek stratejik Han Yunus mevkiini işgal etti. 6 Kasım 1917'deki Üçüncü Gazze savaşı'nda kesin bir üstünlük elde eden İngilizler, 17 Kasım'da Yafa'yı (bugünkü Tel-Aviv), 9 Aralık'ta da Kudüs'ü ele geçirdiler. 21 Şubat 1918'de Eriha düştü. Bunu izleyen aylar, Şeria cephesinde sonuçsuz çarpışmalarla geçti. I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı bozgunuyla sonuçlanmasına ve Suriye'nin elden çıkmasına yol açan son karşılaşma 19 Eylül 1918'de başladı. Bu tarihte Nablus yakınında aniden saldırıya geçen İngiliz kuvvetleri, Mecidiye/Megiddo Meydan Muharebesi'nde Mareşal Liman von Sanders komutasındaki Türk ordular grubunu kesin bir yenilgiye uğrattı. Muharebede, 5 İngiliz ve 1 Fransız tümeninde toplam 50.000 kişiden oluşan düşman kuvvetleri iki Osmanlı ordusunu tümüyle dağıtarak büyük bir kısmını esir aldı. 21 Eylül'de düşman eline geçen Nasıra'da 18.000 asker esir düştü. 22 Eylül'de yerli halkın ayaklanarak Türk karargâhına saldırdığı Şam, 1 Ekim'da İngiliz işgaline girdi. 23 Eylül 1918'de istifa eden Liman von Sanders'in yerine, Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari unvanı da verilen Mirliva Mustafa Kemal Paşa atandı. 6 Ekim'de Humus, 27 Ekim'de Halep şehirleri de İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edildi. I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı İmparatorluğu 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan'daki kutsal İslam şehirlerini korumaya çalıştı. 7. Kolordu'nun birer tümeni Hicaz, Asir, San'a ve Hudeybe'de konuşlandırılmıştı. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamıyordu. 1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla, Araplar kendilerini koruyan Osmanlı Kuvvetlerine karşı ayaklandı. Mekke Emiri Şerif Hüseyin, bağımsızlığını ilan etti. Yemen'de İmam Yahya Osmanlılara bağlı kalırken Asir'de Seyyid İdris de ayaklanmaya katıldı. 1917 Şubatında Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı'na atanmak üzere, Şam'a gelen Mustafa Kemal Paşa, Hicaz'ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istedi. Manevi sebeplerden dolayı bu istek Fahrettin Pasa tarafından uygulanmadı. Komutanlık ataması da yapılmadı. Bin bir güçlükle Medine'yi, Yemen'i, Asir'in kuzeyini I. Dünya Savaşı sonuna kadar savunan 7. Kolordu Mondros Mütarekesi'nden bir müddet sonra, 23 Ocak 1919'da teslim oldu. Osmanlı Devleti Brest-Litovsk Antlaşması ile doğudaki topraklarını kurtardı. Kafkasya'da Ermenilerin, Gürcülerin ve Azerbaycan Türklerinin Bolşevik rejimi tanımayarak bağımsızlıklarını ilan etmeleri üzerine, Kafkasya'ya doğru harekete geçildi. Enver Paşa, buralar alındıktan sonra Türkistan'a sarkarak Ortak Asya Türklerini de İmparatorluk içine katarak bir Pan-Türk Birliği kurmak istiyordu. 1918 Eylülünde Türk Kuvvetleri Bakü'ye girdi. Buradan daha öteye gidilirken, Osmanlı Devleti, batıdan İstanbul'a saldırılacağı için, 30 Ekim 1918'de mütareke imzalamak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti Kafkas cephesinde ilerlerken, Filistin ve Irak cephelerinde durumu kötüleşmekteydi. İngilizlerin 40.000 kişilik Türk kuvvetine karşı 200.000 kişilik bir kuvvetle yaptıkları taarruzlar sonunda, Eylül ve Ekim aylarında Amman, Beyrut ve Şam'ı aldılar. Filistin cephesindeki başarılar üzerine, Irak cephesinde bulunan İngiliz kuvvetleri de Musul'u almak üzere harekete geçti ve Mondros mütarekesinden 6 gün sonra, 5 Kasım 1918 de Musul'a girdiler. Filistin ve Irak cephelerindeki yenilgiler üzerine, 1918 Şubatında sadarate gelmiş bulunan Talat Paşa kabinesi Ekim ayında istifa etti. İttihad ve Terakki'nin on yıllık iktidarı bu şekilde sona erdi. Yeni kabineyi İzzet Paşa kurdu. Bulgaristan'ın savaştan çekilmesi üzerine İngiliz ve Fransızlar Trakya'da 7 tümenlik bir kuvvet kurup, İstanbul ve Boğazlar üzerine harekete hazırlanmaya başlamıştı. Güney cephesinden de olumsuz haberler gelince, İzzet Paşa hemen mütareke yapmak istedi. Cepheden gelen bozgun haberleri üzerine 5 Ekim'de Talat Paşa hükümeti Wilson Prensipleri çerçevesinde ateşkes isteminde bulundu. 8 Ekim'de İttihat ve Terakki hükümeti istifa etti. 14 Ekim'de Ferik (general) Ahmet İzzet Paşa yönetiminde "partilerüstü" geçiş hükümeti kuruldu. 24 Ekim'de İngiltere ateşkes teklifini kabul ederek bir Türk murahhasının Limni Adası'ndaki Mondros (Moudros) limanına gönderilmesini önerdi. Mondros'a giden eski Bahriye Nazırı Rauf Bey 30 Ekim'de savaşın fiili bölümünü sona erdiren Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Türkiye ile İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya ve diğer İtilaf Devletleri arasındaki savaş hali ancak 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile sona erdi. [Kategori:VikiProje Tarih kaynak bekleyen maddeler] Hayvanat bahçesi Hayvanat bahçeleri, yabani ve bazen evcil hayvanları sergilemek amacıyla düzenlenmiş mekânlardır. İyi düzenlemiş bir hayvanat bahçesinin amacı insanlara bilmedikleri hayvanları tanıtmak ve aynı zamanda hayvan türlerini doğadakine en yakın şekilde yetiştirmektir. Bazen hayvanat bahçeleri, nesli tehlikedeki türlerin korunmasına yardımcı olur. Hatta bazı türler dünyada sadece hayvanat bahçelerinde yaşar. Eskiden bazı kralların hayvan koleksiyonu olurdu. Muhtemelen hayvanat bahçelerinin kökeni budur. Bu kolleksiyonlara örnek vermek gerekirse Süleyman'ın maymun ve tavuskuşu, Babil kralı Nebukadnezar'ın aslan koleksiyonu yaptığı biliniyor. II. Ptolemaios'un çok zengin bir hayvan koleksiyonu vardı. Marko Polo kitabında Kubilay Han'ın sarayında aslan, kaplan, leopar, suaygırı ve yaban eşeği beslediğini yazar. ABD'deki hayvanat bahçelerinin çoğunda doğal ortam mümkün olduğunca taklit edilir. Bazı hayvanat bahçelerinin gececil hayvanlar için özel bölümleri vardır. Bu bölümlerde insanların hayvanları görebilmesi için gündüzleri ışık yakılır, gece olduğunda ışıklar daha çok yakılır ki hayvanlar uyuyabilsin. Hayvanat bahçelerinin birçoğunda mutlaka balıkların, omurgasızların ve deniz memelilerinin yaşaması için suyla doldurulan sergiler vardır. Bu sergliere akvaryum denilir. Akvaryumlar kendi aralarında tatlı su ve tuzlu su akvaryumu olarak ikiye ayrılır. Bazı akvaryumlar ise hayvanat bahçelerinden tamamen bağımsız olur. Hayvanat bahçelerindeki kuşlara ayrılan bölüme kuş evi, sürüngenler ve böceklere ayrılan bölümlere ise terraryum denir. Ayrıca bazı hayvanat bahçelerinin kelebeklere ayrılan kelebek evleri de bulunur. Her h
ayvan türünün ayrı bir besine ihtiyacı vardır. Etçil hayvnaların beslenme alışkanlıkları kendi aralarında değişir. Örneğin yılanlar avlarını parçalamaya uygun dişleri olmadığı için avlarını bütün yutmak zorundadır. Bu yüzden yılanlar haftalarca, hatta aylarca yemek yemeleri gerekmez. Aslan ve kaplan gibi diğer yırtıcılara ise haftada bir gün yemek verilmez. Bunun sebebi bu hayvanların her gün av bulamamalarıdır. Aynı şekilde kartal gibi yırtıcı kuşlara da haftanın bir günü yemek verilmez. Otçul hayvanlar ise her gün bol bol yemek yemek zorundadır. Çünkü otlaklarda her zaman ot bulunur. Ancak bu durum çok yiyen hayvanlar için sorun olabilir. Örneğin bir fil günde yaklaşık 15 kg saman, 6 balya taze ot (kışın aynı miktarda kök), bol miktarda yulaf ezmesi, patates, havuç, elma ve biraz ekmek yemeleri gerekir. Suaygırları ise günde 50 kg saman, yeşillik ve kök karışımı yemek zorundadırlar. Ancak bazı hayvanlar için yedikleri bitkinin türü önemlidir. Örneğin okapi için yediği bitkinin türü hiç sorun değildir. Ancak, örneğin koalalar okaliptüs yaprağından başka bir şey yemez. Bu yüzden Avustralya dışında nadiren yetiştirilirler. Panda ise bambudan başka bitki yemez. Bu bitkiyi de çok yedikleri için bakımları ayrıca zordur. Et, saman, meyve ve sebzeler en kolay bulunan yiyeceklerdir. Ancak böcek yiyen hayvanlar için özellikle böcek üretmek gerekir. Genelde bu iş için çekirge, un kurdu ve sinek kurdu yetiştirlir. Böcek yiyen kuşlar ise katı yumurta sarısı, böcek, karıca larvası, soyafasulyes, ve çiğ kıymadan oluşan bir karışımlar beslenir .Hayvanat bahçelerinin çoğunda hayvanların sağlıklı beslenebilmesi için yemlerine vitamin eklenir. Bu şekilde eskiden hayvnat bahçelerinde sağlıklı yaşayamayan hayvanlar artık sağlıklı bir şekilde yaşayabilirler. Foklar günde 3 ila 6 kg balık yemek zorundadır. Penguenler de balık yer ancak daha küçük oldukları için daha az balık yerler. Hayvanat bahçelerindeki kafeslerin üzerinde yazan "Hayvanlara yiyecek vermeyiniz" uyarıları verilen yiyeceklerin sağlıklarını bozabileceği ve insanların ısırılma riski olduğu için yerleştirilmektedir. Dünyanın ilk kurulan hayvanat bahçesi Londra Hayvanat Bahçesi'dir. Ayrıca bahçe hayvan türlerinin zenginliği ile de tanınır. Amsterdam Hayvanat Bahçesi'nin ünlü olma sebebi ise son kuagganın burada ölmüş olmasıdır. İsviçre'deki Zürih ve Basel Hayvanat Bahçeleri ise Avrupa'daki en iyi düzenlenmiş barınaklara sahiptir. Anvers Hayvanat Bahçesi'nin ise Afrika'ya özgü hayvanları içeren çok zengin bir koleksiyonu vardır. Frankfurt Hayvanat Bahçesi ise nesli tehlikedeki türlere ev sahipliği yapması ile ünlemiştir. Hagenback Hayvanat Bahçesi'nin en ilginç özelliği ise hiç kafes demiri ya da tel kullanılmamasıdır. Hayvanlar onun yerine yerde açılan çukurlara yerleştilmiştir. Moskova Hayvanat Bahçesi ise yine hayvan çeşitliliği ile tanınır. Dünya'da sayga besleyen tek hayvanat bahçesi Moskova Hayvanat Bahçesi'dir. San Diego Hayvanat Bahçesi ise hayvan çeşitlilği ile tanınan bir başka hayvanat bahçesidir. Bu bahçe, hayvan çeşitlilğinin yanı sıra doğal ortamı çok iyi taklit eden kafes tasarımı ile de ünlüdür. Türkiye'deki hayvanat bahçelerinin hiçbiri maalesef dünyanın ünlü hayvanat bahçeleri arasında yer alamamaktadır. Aşağıda Türkiye'deki hayvanat bahçelerinin bir listesi yer alır. Hayvanat bahçelerindeki hayvanların yavrulamalarını sağlamak hiç kolay bir iş değildir. Özellikle bazı hayvanlar doğadaki koşullar sağlanmadıkça asla yavrulamazlar. Mesela Java gergedanları hâlâ esaret altında üreyememiştir. Hayvanat Bahçeleri Gerçeği - HAYTAP Türkiye İş Kurumu Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü (kısaca "İŞKUR"), Türkiye'de istihdamın korunmasına, geliştirilmesine, yaygınlaştırılmasına ve işsizliğin önlenmesi faaliyetlerine yardımcı olmak ve işsizlik sigortası hizmetlerini yürütmek üzere kurulmuş, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının "ilgili" kuruluşu olup, özel hukuk hükümlerine tâbi, tüzel kişiliği haiz, idarî ve malî bakımdan özerk bir kamu kuruluşudur. II. Dünya Savaşını müteakip dönemde sosyal devlet prensibinin dünyada revaç bulması dolayısıyla Türkiye’de de bir kamu istihdam kurumu kurulması gündeme gelmiş ve 21 Ocak 1946 tarihinde 4837 sayılı kanun ile “İş ve İşçi Bulma Kurumu” adı ile bir kurum kurulmuştur. Bölge Müdürlükleri şeklinde tesis olunan İş ve İşçi Bulma Kurumu, iş arayanları ve işverenleri bir araya getirmek şeklinde özetlenebilecek olan temel istihdam hizmeti yanında özellikle 1960’lardan itibaren yoğun olarak yurt dışına işçi gönderilmesi ile ilgili görev ifa etmiştir. Uluslararası ILO sözleşmeler gereği tamamen lağvedilmeyen ancak oldukça küçülen kurum, Soğuk Savaş sonrası dönemde gelişen 3. kuşak insan hakları anlayışının hükûmetler üzerindeki oluşturduğu etki ile reformlardan payını almıştır. 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı yeni İş Kanunu yanında İş ve İşçi Bulma Kurumu da 4904 sayılı kanun ile Türkiye İş Kurumu’na dönüştürülmüştür. Bu doğrultuda özellikle 2000’lerden itibaren bir sosyal politika aracı olarak çıkan işsizlik sigortası kavramının uygulamaya 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu ile bir İşsizlik Sigortası Fonu kurularak görevin İŞKUR’a verilmesi üzerine kurumun kayıtlı iş arayan ve işveren veri tabanları çok büyümüştür. 2008 Dünya Ekonomik Krizi dolayısıyla işsizlik sigortası hizmetlerinin yanı sıra Ücret Garanti Fonu, İş Kaybı Tazminatı ve Kısa Çalışma Ödeneği hizmetlerinin fiilen uygulamaya girmesi ile yetki ve sorumluluğu genişlemiştir. Öte yandan bu dönemde İşgücü Yetiştirme Kursları ve Toplum Yararına Çalışma Programları (TYÇP) ile işgücü piyasasında etkisi artan kurumun özellikle 665 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın taşra teşkilatı olan Bölge Çalışma Müdürlüklerinin lağvedilerek İŞKUR il müdürlüklerine katılması ile genişleyen insan kaynakları, 2012 yılında yapılan 4000 kişilik iş ve meslek danışmanı (kısaca "İMD") alımları ile bambaşka bir çehre kazanarak 8000 kişiye kadar çıkmıştır. Başlıca kurum hizmetleri şunlardır: Engelli, eski hükümlü ve terör mağduru gibi dezavantajlı grupların istihdamları ve bu konudaki mükellefiyet, müeyyide ve teşvikler İşkur tarafından takip edilmektedir. Hindiba Hindiba ("Cichorium endivia"), papatyagiller (Asteraceae) familyasından, sebze olarak yararlanılan bir yıllık bitki türü. Mısır ve Endonezya kökenli olduğu sanılan bitkinin, 16. yüzyıldan bu yana Avrupa'da tarımı yapılmaktadır. Yüksekliği 50–100 cm arasında değişir; parçalı yaprakları ve açık mavi renkli çiçekleri vardir. Yapraklarından salata olarak yararlanıldığı gibi sıcak yemek de yapılır. Hindiba cinsinden bir diğer bitki türü olan beyaz hindiba ("Cichorium intybus") ile yakın akrabadır. Türkiye'de yaygın olarak yabani hindibanın yaprakları ilkbaharda toplanarak şifalı ot ve sebze olarak tüketilir. Bu yapraklar “Hindiba” ve “Radika” olarak bilinir. Estergon Kalesi Estergon Kalesi (Macarca: Esztergomi vár) Macaristan'ın başkenti Budapeşte'nin 60 km kuzey batısında Tuna nehri kıyısında yer alan kale. Macaristan ve Osmanlı tarihinde büyük bir önem taşır. 13. yüzyıl başına tarihlenen kale, Macaristan’ın tarihinde inşa edilmiş ilk önemli yapılardan birisidir. 1241’deki Moğol istilasına kadar Macar Krallığı’nın idari ve dini merkezi olmuştur. Osmanlı Devleti, ilk defa 1543’te o sırada Avusturyalılar’ın yönetiminde olan kaleyi zaptetti. 1595 yılında Osmanlılar’ın kaleyi teslim etmek zorunda kalması türkülere konu olmuştur. 1605 yılında yeniden zaptedilen kale, 1683’te kesin olarak Osmanlı yönetiminden çıktı. Günümüzde bir turistik cazibe merkezidir. Estergon Kalesi, 1241’deki Moğol istilasına kadar Macar Krallığı’nın idari ve dini merkeziydi. Kral IV. Bela 1256’da başkenti Budin’e taşıdı ve kaleyi din adamlarına bıraktı. Başpiskoposluk makamının bulunduğu yapı, günümüzde müzedir. Kale, 1530’da Avusturya Kralı Ferdinand tarafından istila edildi. Macar Kralı János Szapolyai’nin 1540 yılında ölümünün ardından Avusturyalılar ile Osmanlılar arasında Macaristan’ın yönetimi konusunda bir rekabet başladı. Daha önce Budin’i ve Peşte’yi fetheden Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, 1543 yılı Nisan ayı sonlarında Edirne’den yola çıktı ve 29 Temmuz 1543’te ordusuyla Estergon Kalesi’ni kuşattı. Estergon Kalesi, ilk defa 10 Ağustos 1543 tarihinde on iki günlük bir kuşatmanın sonunda Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından zaptedildi. Kalenin bulunduğu bölge bir sancakbeyliği haline getirilerek Budin Beylerbeyliği'ne bağlandı. Kale, 4 Ağustos 1595’te Alman, Leh ve Venedikliler'den oluşan büyük bir ordu tarafından kuşatıldı. Sokolluzade Lala Mehmed Paşa'nın kumandanlığındaki küçük bir ordu kaleyi savundu. Ancak, yardım gelmemesi üzerine açlık ve susuzluk baş gösterince 2 Eylül 1595’te teslim olmak zorunda kaldı. Olaya bizzat tanıklık eden Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi tarafından kaydedilen savunma, "Estergon Kalesi Türküsü"’nün esin kaynağıdır. Kaleyi geri almak isteyen Osmanlılar 1605 yılında tekrar bir kuşatma düzenlediler. Bu sefer Sadrazamlık görevine getirilmiş olan Sokolluzade Lala Mehmed Paşa, bir aylık kuşatmadan sonra kaleyi 3 Ekim 1605 tarihinde ele geçirdi. Kale bu tarihten sonra 78 yıl daha Osmanlıların elinde kaldı. 1683 yılında Osmanlıların II. Viyana Kuşatması'nda başarısızlığa uğramasından sonra Avrupa devletlerinin Kutsal İttifak'ı oluşturarak Macaristan'ı Osmanlıların elinden alması sonucu Estergon Kalesi 1 Kasım 1683'te bu sefer kesin olarak Osmanlı yönetiminden çıktı. Kafkasya Cephesi Kafkasya Cephesi, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun Rus İmparatorluğu, daha sonra Britanya (Dunsterforce), Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ve Merkezi Hazar Diktatörlüğü ile karşı karşıya geldikleri cepheye verilen isimdir. Kafkasya Cephesi, savaş sırasında Doğu Anadolu içlerine kadar genişlemiş, Trabzon, Bitlis, Muş ve Van şehirlerine kadar yayılmıştır. Kara harbi, Karadeniz Bölgesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu deniz gücü ve Rus donanması tarafından desteklenmiştir. Rusya'daki Çarlık rejiminin yıkılmasıyla sa
vaşın son yılında bu cephede farklılıklar doğmuştur. 1918'de kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında yer almış ve Bakü Muharebesi'nde müttefik olmuştur. Alman İmparatorluğu ise Haziran ve Ekim ayları arasındaki sırasında Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'nin yanında Osmanlı'ya karşı savaşmıştır. 23 Şubat 1917 Rus Devrimi ile başlayarak Rus Kafkas Ordusu dağılmış ve bu cephede olan Ermeni Gönüllü Tugayları ve Ermeni milisleri (çeteleri) güçlerini birleştirerek yeni kurulan Ermeni devletinin ordusu olarak Osmanlı'nın karşısına çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında Brest-Litovsk Antlaşması (3 Mart 1918) ve Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ile Batum Antlaşması (4 Haziran 1918) imzalanarak çatışmalar kısmen sonlandırıldıysa da, silahlı çatışmalar Osmanlı İmparatorluğunun Orta Hazar Diktatörlüğü, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ve Britanya İmparatorluğunun yolladığı Dunsterforce elit birlikleri ile devam etmiştir. Diğer yandan Almanya petrol kaynaklarının güvenliğini sağlamak amacıyla "Alman Kafkasya Seferi"ni düzenlemiştir. Alman Kafkasya Seferi Osmanlı ve Almanya'yı Batum'da karşı karşıya getirdi. Çatışmalar bu cephede Mondros Ateşkes Anlaşması (30 Ekim 1919) ile sona erdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu cepheyi açma sebepleri: Ermeniler Ermeni Gönüllü Tugayları'na katılmaları döneminde "Büyük Ermenistan" adı verilen toprakları ele geçirmek ve başlangıçta Rusyanın altında özerk olsa bile, Ermeni devletinin temellerini atmak amaçlarıyla örgütlenmişlerdir. Bölgede Osmanlılar'ın 3. Ordusu vardı. 1916 yılında, Çanakkale Savaşı'ndan sonra, 2. Ordu kısmen bu cepheye transfer edildi. Çatışmaların başında, Osmanlı birleşik kuvvetleri 100.000'i asker olmak üzere diğer (polis, lojistik gibi) kuvvetlerle birlikte 190.000'i buluyordu. Donanımları yeterli değildi. Rus Kafkas ordusuna Osmanlıların savaşa girecekleri kuşkusunun başlaması üzerine önem verilmeye başlandı. Savaş öncesi bu ordunun bütün kuvveti, 100 tabur, 117 bölük ve 250 toptan ibaretti. Bu birliklerde 100.000 er ve 15.000 atlı güç vardı. Rusların geri hizmetlere ayırdığı 150.000 kişilik bir kuvvet bulunmaktaydı. Rus'ların bütün Kafkasya bölgesinde 160.000 kişilik silahlı güçleri vardı. Rus güçleri Batum, Alexandropol (bugünkü Gümrü), Erivan arasında I. Kafkas Kolordusu, 66. Yedek Tümeni, 1. 2. ve 3. Plaston Tugayları, 1. ve 2. Kazak Tümenleri ve bir Sibirya Süvari Tugayı olarak ayrılmıştı. Bu güçlerin gerisinde de Tiflis'te 2. Türkistan Kolordusu vardı. Ruslar savaşın başlangıcında Tannenberg ve Masurian Gölleri Cephesi'nde yenilgiye uğramaları nedeniyle, geride sadece 60.000 asker bırakarak, güçlerinin neredeyse yarısını Avrupa Cephesi'ne taşımak zorunda kaldılar. Nazarbekov, Silikian ve Pirumov gibi ünlü Ermeni generalleri bu cephede bıraktılar. Rus Kafkas Ordusu devrimle birlikte 1917 yılının Şubat ayından itibaren cepheyi terkedecektir. Bu ordu 1917'de dağıldığında 110-120 bin Ermeni kökenli asker aktif bulunuyordu. Kafkas Ordusu kâğıt üzerinde Genel Vali Varantsov Dashkov komutasındaydı. Valinin Kurmay Başkanı General Yudiniç asıl (askeri) komutanı idi. Rus Kafkas Ordusunun karargahı ve kurmay heyeti Tiflis'te bulunuyordu. Kafkas Ordusu'nun savaş planı, savunma esasına ve sınır yakınlarında bölgesel saldırı hareketlerine girişmek üzere düzenlenmişti. Rus Kafkas ordusuna 4 Ermeni Gönüllü Tugayı ile 2 Gürcü taburu katılacaktır. 1914 yazında, Ermeni gönüllü birlikleri Rus Silahlı Kuvvetleri altında kurulmuştur. Rusya'nın Ermeni vatandaşları askerlik zorunlulukları dolayısıyla zaten Avrupa'ya gönderilmişti. Gönüllü birliklerin oluşturulmasında o ana kadar hizmet etmek zorunda kalmamış Ruslar ve Rusya'da yaşamayan Ermenilerden yararlanılmıştır. Bu güç Rus Kafkasya Komutanlığı'ndan bağımsız olarak Kafkasya Valiliği altında kuruldu. Bu kuvvetlerin başına Andranik Toros Ozanyan getirildi, diğer birimleri ise Drastamat Kanayan, Arşak Gafavian, Sargis Mehrabyan komuta etti. Osmanlı temsilcisi Karekin Pastırmacıyan (Armen Karo) da bir tugayın komutasını aldı. 1914 yılında ilk kurulduğunda 20.000 asker vardı ve zaman içinde katılımlarla sayısı arttı. 1916 yılına gelindiğinde, Nikolay Yudeniç'in kararıyla bu birimlerin bir kısmı dağıtıldı, bir kısmı da Rus Kafkas Ordusu altında birleştirildi. 1914 Haziranında Erzurum’da Ermeni kongresi yapıldı. Kongrede amaç Ermenilerin olası savaş çıktığında takınacakları tavrın kararlaştırılmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu'nda hükümet olan İttihat ve Terakkinin önemli isimlerinden Naci Bey ve Bahaeddin Şakir bu kongreye katılırlar. İttihat ve Terakki Ermenilerden bazı taleplerde bulundu. İsteklerin başında Ermenilerin savaş çıkması durumunda sadık kalacağına dair söz vermesi bulunmaktaydı. Ruslara karşı savaşacak Ermeni askerlerinin verilmesi ikinci istekti. Ermenilerin cevabı ise Osmanlı Ermenilerinin devletlerine sadık olduklarını ama bağımsız (İttihat ve Terakki hükümetinden) hareket edecekleridir. Rusya’daki Ermenilerin Rusya’ya sadık olduklarını ve Kafkaslardaki ayaklanma teklifine ise karışmayacaklarını iletmişlerdir. Bahattin’i Şakir “Ama bu ihanettir” diye bağırmıştır. Tarihçi Erikson bu toplantı sonrası İttihat ve Terakki partisinin Osmanlı Ermenilerinin güçlü ve detaylı planlarla Rus bağlantısı olduğunun ve amaçlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan bölgeyi ayırmak olduğunun farkına vardığı sonucuna vardı. 1 Kasımda Ruslar sınırı Bergmann Atağı ile geçti. Kasım ayının sonunda çatışmalarda Ruslar Erzurum-Sarıkamış ekseninde Osmanlı sınırları içinde 25 kilometre derinde tutundu. Rusların başarılı atağı, güney omuz boyunca Ermeni tugaylarının etkili olduğunu yerlerden Karaköse ve Doğubayazıt'ı almasını sağladı. Doğubeyazıt Van ilinin kuzey komşusu idi. Osmanlı kayıpları yüksekti: 9000 ölü, 3000 esir ve 2800 firari. En şiddetli kış ayında Hafız İsmail Hakkı Bey İstanbul’daki Genel Kurmay ikinci Başkanlığını bırakıp Enver Paşa’nın arzusuyla Kafkasya’ya sefer için 3. Orduya atandı. Aralık ayında Rus Çarı 2. Nicholas, Kafkasya Cephesi'ni ziyaret etti. Tiflis'ten Ermeni Ulusal Bürosu başkanı Alexander Khatisyan ve Ermeni Kilisesi başkanına hitaben: 15 Aralık tarihinde Ardahan Harekâtında Alman Yarbay Strange komutasındaki Osmanlı güçleri Arduch şehrini ele geçirdi. Yarbay Stange güçlerinin amacı Rusların dikkatini dağıtmak ve operasyonları ile Rus planlarını bozmaktı. İlk görevi Çorok bölgesinde oldu. Bu birime isyankâr Acaralar tarafından yardım edildi. Daha sonra Enver Paşa Sarıkamış Savaşı'nı desteklemek için bu gücün planını değiştirdi. Bu güce Sarıkamış Harekâtı'nı destek amaçlı Rus geri destek bağlantısını oluşturan Kars hattını kesmesi emredildi. Bu güç emredildiği gibi 1 Ocakta Ardahan'a ulaştı. 22 Aralık tarihinde 3. Ordu Kars için emir aldı. Bu emir Sarıkamış Harekâtı'nın başlangıcı oldu. 3. Ordu ilerlemesi karşısında Vali Vorontsov Rusların Kafkasya Ordusunu geri çekmeyi planladı. Ancak General Yudeniç, Vali Vorontsov'un çekilme emrini dinlemedi ve Sarıkamış'ı savunmak için kaldı. Enver Paşa 3. Orduyu kendi komutasına aldı ve Rus askerlerine karşı savaşa girdi. 6 Ocak, Sarıkamış Harekâtında 3. Ordu karargahı ateş altında kalır. Hafız Hakkı geri çekilme emri verir. 7 Ocak, 3. Ordunun kalan güçleri Erzurum yolunda geri yürüyüşü başladı. Enver Paşa yenilgiden sonra komutanlığı bırakarak İstanbul'a döndü. Ermeni Gönüllü Tugaylarının Rus kuvvetlerinin başarısında önemli etkileri olmuştur. Kritik zamanlarda Osmanlı cephe hareketlerine meydan okudular: "Osmanlı'nın gecikmesi Sarıkamış etrafında Rus Kafkas Ordusuna yeterli kuvvet konumlandırmak için zaman kazandırmıştır." 18 Ocak, Yarbay Strange Ardahan Cephesi'nde ilerleyerek savaş öncesi sınırlara 1 Mart 1915 tarihinde dönülmesini sağladı. Şubat'ta Genel Yudeniç Sarıkamış'ta kazandığı zafer için övgü kazandı. Aleksandr Myshlayevsky'nin yerine Rus Kafkas birliklerinin komutanlığına terfi etti. Aleksandr Myshlayevsky bölgeden çekildi. Müttefikler (İngiltere ve Fransa) Batı Cephesi'nde üzerlerindeki baskıyı hafifletmek için Rusya'dan yardım istediler. Rusya da bir deniz saldırısı ile Kafkaslar'da üzerindeki baskıyı azaltmak için Müttefiklerden yardım istedi. Karadeniz'deki operasyonlar Rus kuvvetlerine güçlerini yenileme şansı verdi. Çanakkale savaşı Osmanlı başkentini ele geçirme amaçlı olarak yapılsa da bu operasyonun Kafkasya'daki Rus kuvvetlerine büyük yardımı oldu. 12 Şubat'da 3. Ordu komutanı Hafız Hakkı Paşa, tifüs hastalığından öldü ve Tuğgeneral Mahmut Kamil Paşa onun yerine atandı. 3. Ordu cephe gerisi ayaklanmalarla uğraşıyordu. 27 Şubat Adilcevaz’daki Ermeniler 30 kadar Siirtli askerin Arin köyünde geceyi geçirmelerine silahla karşı çıktılar. Çıkan çatışmada Van'ın Erciş’teki jandarma müfrezesi ile karşılık verildi. Çatışma sonucunda Adilcevaz'daki bu Ermeni güçleri yelkenli gemilerle Van Gölü’ne açılarak kurtuldular. 27 Şubat itibarıyla Osmanlı ordusundaki Ermeniler silahsızlandırılıp cephe gerisi birimlere aktarıldı. Mart ayında stratejik durum istikrarlı idi. Ruslar güneyde Eleşkirt, Ağrı ve Doğubeyazıt şehirlerini ellerinde tutuyordu. Oralarda küçük çatışmalar vardı. Osmanlıların bütün Doğu Anadolu bölgesinde güvenliği sağlamak için yeterli güçleri yoktu. 1. ve 2. Ordulardan 3. Orduya gelen takviyeler bir bölüğü geçmemekteydi. Gelibolu Osmanlı kaynaklarını eritmeye başlamıştı. 15 Nisan Rus Kafkas Ordusu komutanlığı ellerindeki esirleri cepheden Rusya içindeki esir kamplarına taşımaya karar verir. Esirlerin taşınması için tren kullanılır. Ama esir vagonları içindekiler ile unutulur. Vagonlar birkaç hafta yolculuktan sonra kilitleri açılınca çoğu açlıktan ve havasızlıktan boğularak ölmüş esirlerle karşılaşırlar. 20 Nisan günü Van kentinde ayaklanma başladı. Ermeni isyancıları 300 tüfek ve 1.000 tabanca ile 1.500 gönüllü Ermeni ile 30.000'i bulan Ermeni Vanlılar ve 15.000 Ermeni mültecinin korunmasını üstlenmiştir. Van Valisi’nin daha önceki yardım çağrılarına cevaben Bitlis’te bulunan Kâzım Bey komutasındaki birkaç tabur Van’a gönderilir. General Yudeniç onlara destek olmak için üç haftadan fazla süren ça
tışmalardan sonra döndü. Käthe Ehrhold Van'daki ayaklanmada Ermeni köylülerini korudu. General Yudeniç saldırı planlamasında Van şehrine bir bölük ayırdı. Bu askerler General Trukhin'in komutası altında olan Baykal Kazakları ve bir Ermeni gönüllü tugayından oluşmaktaydı. Osmanlı güçleri ile çatışsan Ermeni halkı rahatlatmak için bir kanat olmuştur. 24 Nisan tarihinde Dahiliye Nezaretince, o zaman Dahiliye Nazırı olan Mehmed Talat Paşa tarafından, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, elebaşılarının tutuklanması ve her türlü belgelerine el konulması kararı alındı. Bu karar bütün vilayetlere iletildi. Bu karar üzerine devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan İstanbul'dan başlayarak diğer merkezlerdeki Ermeni liderler tutuklanmıştır. 6 Mayıs'ta, Ruslar ataklarını iki ana koldan gerçekleştirdi. Kuzeyde Rus güçleri Tortum Vadisi yoluyla Erzurum'u amaçlasa da Osmanlı 29. ve 30. Tümenleri bu saldırıyı durdurmayı başardı. Osmanlı X. Kolordusuna karşı Rus kuvvetleri saldırdılar. Güney kanadında Osmanlılar başarılı değildi. Bu başarısızlıkta, Mirliva Halil Paşa'nın Bitlis ve çevresinde konuşlanan güçlerini daha önce İran Cephesi'ne taşımasıyla bu kanatta bir boşluk yaratmasının da payı vardı ve Rusların ilerlemesi kolaylaşmıştı. 11 Mayıs'ta Malazgirt şehri düştü. 17 Mayıs günü, Rus kuvvetleri Van şehrine girdi. Osmanlı kuvvetleri geri çekilmeye devam etti. Bu arada Ermeni isyanları tedarik hatlarını kesiyordu. Savaş hattı müdafadan sathı müdafaya değişmişti. Rus güney kanadı Van Gölü çevresine geldiğinde Osmanlılar son derece savunmasız idi. Burada sadece 50.000 asker ve 130 topçu 600 kilometrelik bir hattı korumak zorunda kalmıştı. Rusların üstünlüğü kesindi. 21 Mayısta General Yudeniç Van şehrine geldi. Şehir ve kalenin anahtarları Ermeniler tarafından kendisine sunuldu. General Yudeniç daha önce kurulan Ermeni geçici hükümetini onadı. Bu hükümetin başına Van Valisi olarak Aram Manougian atandı. Van güvene alınınca General Yudeniç mücadeleye yaz boyunca Van Gölü'nün batısında devam etti. 27 Mayıs tarihinde "Tehcir Kanunu" olarak bilinen, asıl adı "Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun" kabul edilmiştir. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde bulunan Ermenilerin, Musul'un güney kısmı, Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarında bulunan Ermeniler ise Suriye'nin doğu kısmı ile Halep'in doğu ve güneydoğusuna nakledilmesi planlanmıştır. 6 Haziranda Arapkir Ermenileri tehcir edildiler. Fırat kıyısında Arapkir’den çıkan kervanlar kurşunlandılar. 7 Haziranda Erzincan ve Akn şehirlerinde, 10 Haziranda Mardin şehrinde, 11 Haziranda Khotochur şehrinde, 14 Haziranda Erzurum'da, 22 Haziranda Kayseri'de, 26 Haziranda Harput, Trabzon, Merzifon ve Samsun'da, 24 Haziranda Şebinkarahisar tehciri başladı. Haziran başında da Şebinkarahisar Ermeni milis güçleri tarafından ele geçirildi. Hızla şehrin çoğunu dışarı sürdüler ve şehri Osmanlı askerlerine karşı kale yaptılar. Birkaç Müslüman öldürüldü. Ancak, Osmanlı birlikleri kaleye saldırdı. Müslüman köylüler silahlanarak Şebinkarahisar yakınlarındaki kırsalda Ermeni milislerini öldürdü. 19 Haziran tarihinde, Ruslar bir ileri atak daha başlattı. Bu atak, daha önce ele geçirdikleri Van Gölü çevresinde kuzeybatı yönüne doğru idi. General Oganovski komutası altında Ruslar Malazgirt tepelerinin batı tarafı içine bir saldırı başlattı. Ruslara karşı hiç ummadıkları Osmanlı IX. Kolordusu şaşırtma amaçlı bölgeye gelmişti. Ancak Ruslar IX Kolordunun 17. ve 28. bölümler ile de Muş için ilerlemekte olduğunun farkında değildi. 1. ve 5. Seferi Kuvvetler Rus saldırgan kuvvetleri üzerine gitti. Bu arada Tuğgeneral Abdülkerim Paşa'nın komutası altında kurulan "Sağ kanat Grubu" güneye doğru konumlandırılmıştı. Doğrudan Enver Paşa'ya bağlı Abdülkerim Paşa büyük bir sürpriz yapacak ve kuvvetleri Malazgirt'te Rusları yenecektir. General Oganovski bu olaylar sonucu Adilcevaz’a geri dönmek zorunda kaldı. Ahlat’a doğru ilerlemesinin önü kesilmiş oldu. Generali Nazarbekov (Nazarbekiyan) ve Tatvan’da bulunan General Şarpantiye, bu kuvvetler karşısında fazla dayanamamış ve Adilcevaz’a doğru geri çekilmek başladılar. Adilcevaz’da bulunan ve Nazarbekov’un komuta ettiği Rus birlikleri, diğer Rus birlikleriyle beraber Adilcevaz’ı terkederek Van’a doğru geri çekildiler. 29 Eylülde Ermeni grupları ve yerel Ermeni ihtilalciler Urfa'da ayaklandılar. Şehrin Ermeni yönetimi yerel jandarma güçlerine karşı saldırılar düzenlendiler. Müslüman evleri yakıldı ve Müslüman sivilleri öldürdü. Urfa isyanında 3. Ordunun Osmanlı birliklerini bölgeye aktarması gerekiyordu, şehirdeki makineli tüfek ile silahlı isyancıları yenilgiye uğratmak zordu. Ermeni milislerin yenilgisinden sonra 2.000 Ermeni Urfa'dan Musul'a ağır koruma altında gönderildi. 24 Eylül günü, büyük Dük Nicholas Kafkasya'daki tüm Rus kuvvetlerinin başına terfi edildi. Bu terfi onu Rus Kafkas Ordusunun başında olmaktan çıkardı. Onun yerine General Yudeniç Rus Kafkas Ordusunun başına geçti. Yudeniç yeni görevinde Rus Ordusunu yeniden düzenlemeyi ilk işi olarak ele aldı. Bu yüzden Ekim-Kasım-Aralık aylarında bu cephe sessizdi. 1915 yılının sonunda, Rus kuvvetleri 200.000 erkek ve 380 adet topçu seviyesine ulaştı. Ocak 1916 itibarıyla, Osmanlı kuvvetlerinin bu cephede 126.000 erkek, ama sadece 50.539 mücadele gücü vardı. 3. Ordunun elinde 74.057 tüfek, 77 makineli tüfek ve 180 topçu vardı. Kafkas Osmanlı güçleri kuvvet olarak kâğıt üzerinde büyüktü ama gerçekte bu kuvvetlerin hepsi savaşacak durumda değildi. Osmanlı Yüksek Komutanlığı bu dönemde Kafkasya Cephesi'ndeki kayıpları telafi etmede başarısız oldu. Gelibolu savaşı tüm kaynakları emmişti. Ek olarak bu cephedeki 1. ve 5. Seferi Kuvvetler Mezopotamya'ya konuşlandırıldı. Bunda Enver Paşa'nın 1916 yılında diğer cephelerdeki duruma bakarak Kafkas Cephesi'ne ikincil öneme sahip olduğuna karar vermesi etkili olur. Enver Paşa bu analizini 1918 de tekrar değiştirecektir. Osmanlılar Rusların 1916 yılında saldırı yapmayacaklarını tahmin ediyorlardı. Bu varsayımın yanlış olduğu ortaya çıktı. 1916 yılında çok büyük toprak kaybedeceklerdir. Ruslar Kafkasya'daki yeniden düzenlenmiş ve güçlenmiş kuvvetleri ile taarruza geçtiler. Ocak ayı başında General Yudeniç gizlice güçlerini Erzurum kalesine doğru yönlendirdi. Kış dünyanın bu bölgesinde askeri faaliyet için normal bir zaman olmamaktadır. 1914 yılında şiddetli soğuk ve kötü yollar büyük ölçüde 3. Ordunun Sarıkamış'ta imhasına katkıda bulunmuştur. General Yudeniç 1916 yılı kışını sürpriz bir fırsat olarak algıladı. Bu hareketin ilk ayağında 10-18 Ocak tarihinde Osmanlı ön kuvvetlerinin bir bölümünü Köprüköy Savaşı ile yok edecektir. 23 Ocaktan itibaren Ruslar Trabzon dolayında kıyı saldırılarını yoğunlaştırdılar. 17 savaş gemisinin desteklediği bu saldırılar sonunda Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. Osmanlı'nın bu cepheye deniz yoluyla takviyesi kesilmiş oldu. 3 Şubat tarihinde General Chernozubov Adilcevaz’ı ikinci defa işgal etti. 15 Şubatta Erzurum Muharebesi (1916) ile Ruslar asıl güçlerini gösterecektir. 16 Şubatta Mahmut Kamil Erzurum şehrinden geri çekilmeye başlar. Osmanlı ve Rus güçlerinin arasındaki farkın yeterince büyük olmaması nedeniyle Yudeniç'in planı anahtar saldırıyı cephenin zayıf kesimlerinde yoğunlaştırdı. Bu yüzden Osmanlı savunma merkezine karşı saldırı büyük değildi. Ruslar atlı birlikleriyle Kara-göbek ve Tafet kalelerini aldı. Şubatta Mehmet Vehib (Kaçı) Paşa 3. Ordunun başında bulunan Mahmut Kamil Paşa yerine geçer. Mahmut Kamil Paşa ise Harbiye Nezareti’ndeki görevine döner. Rus Ordusu donanmanın desteğini de alarak 24 Şubat'ta Rize'yi işgal ettiler. 3 Martta Trabzon'a bir kolorduyla ilerlediler. 3. Ordu, Kemah-Refahiye-Tirebolu hattına çekildi. Of sınırına dayanan Ruslara karşı Baltacı Deresi'nde yöre halkından oluşan kuvvetlerin de yardımıyla Osmanlı askeri birlikleri savunma yaptılar. 15 Mart'da Of ilçesi sınırında Rus ordusunu 20 gün durdurmayı başaran Osmanlı birlikleri, Rusların denizden ve karadan saldırılarının yoğunlaşması ve bu arada hiçbir yerden destek gelmemesi sonucu geri çekilince, Of Rusların eline geçti. Daha sonra Sürmene işgal edildi ve Ruslar Trabzon kapılarına dayandı. 18 Nisan 1916'da Trabzon Rumlarından bir heyet, Osmanlı Birliklerinin 15-16 Nisanda şehri boşalttığını işgal kuvvetleri komutanı General Lyhkov'a bildirerek kendisini şehre davet etti. Erzurum Caddesinden Belediye Meydanına giren işgal kuvvetleri şehri teslim aldı. Göç edemeyerek şehirde ve köylerde kalan Müslüman halk mağdur bırakılmış, işkence görmüştür. Özellikle yerli azınlıkların bu eylemlerde yer aldığı ve yağmalama yaptığı öne sürülmüştür. Mart 1916'da Bitlis, Muş, Van, Hakkari de Ruslar tarafından işgal edildi. Rus saldırısı sırasında özellikle Rus ordusunda bulunan Ermeni askerler girdikleri köy ve kasabalarda Müslümanları katletmiş, evleri yakmış, eşyalarını ve yiyeceklerini ellerinden almış olduklarından, Müslüman halkın elinde hiçbir şey kalmamış ve büyük bir yiyecek ihtiyacı doğmuştur. Rus güçleri Bitlis önüne geldiler. Bitlis'in düşmesi Doğu Anadolu’yu Güneydoğu Anadolu’ya ve Bağdat-Halep’e bağlayan geçidin kaybedilmesi olacağından İstanbul süratle çare aramaya başlamıştır. İstanbul'daki Savaş Kurmayı Edirne’de bulunan 2’nci Ordu’nun bu bölgeye sevk etmeye karar verdi. Çanakkale Bölgesinde bulunan 2. Ordu Kazım Karabekir komutanlığında bu cepheye kaydırıldı. 2. Ordu cephe düzenini alıncaya kadar 3. Ordunun savunmada kalması emredildi. 3. Ordu bu dönemde gerekli hazırlıkları yapmaya başlamıştır. 10 Mart 1916'da Edirne'den Diyarbakır'a kaydırılan 16. Kolordu'nun komutanı olarak atama emrini alan Mustafa Kemal 15 Mart 1916'da bu cephede göreve başladı. 31 Mayıs'da 3. Ordu Tercan doğrultusunda taarruza geçti. Tercan geri alınmıştır. Bu güç Bayburt bölgesinden Of yönüne ilerleyerek Rus Kuvvetlerini geri çekilmesini sağlar. 3 Temmuz'da Rus ordusu genel bir taarruza geçti. Bu taarruzda amaçlarından birisi Bayburt bölgesindeki Osmanlı kuvve
tlerini yok etmekti. Bu amaçla Of yönüne doğru ilerlemişlerdir. 3. Ordu bu kanattaki kuvvetlerini Gümüşhane ve Kelkit hattına geri çekilerek birimlerini korumuşlardır. Bu geri çekilmeyle 16 Temmuz'da Bayburt Rusların olmuştur. 3. Ordunun 9. Kolordusu kanatların boşalmasıyla ileride kalmıştır. Bu Kolorduda geri çekilmiştir. Yapılan boşluktan yararlanan Ruslar, Çardaklı boğazına kadar sarktılar. 25 Temmuz 1916'da Erzincan'ı Rusların eline geçmiştir. 5. Ağustos'ta General Nazarbekov Mustafa Kemal'in kuşatmasından altında kalmamak için Bitlisi terk etti. 7 Ağustos'da Muş ve Bitlis Ruslardan kurtarıldı. Bu birliklere daha sonra Tatvan, Ahlat, Adilcevaz’ın da doğru taarruza devam etmelerini emretmiştir. General Nazarbekov zaman kazanmak için Tatvan'ı bırakmak ve Ahlat yönünde çekilme kararı aldı. Bu kararıyla Muş vadisini Mustafa Kemal'e bıraktı. Osmanlı 8’inci Piyade Tümeni ve Milisleri Rahva Ovası’ndan daha ileriye gidilemedi. Bu amaç başarılamamıştır. Eylül sonlarında, Osmanlı saldırısı sona erdi. Nazarbekov geri çekilen kuvvetlerinin ardından Tatvan ve Muşu geri aldı, ama kış yaklaşırken Bitlis için mevcut gücü yoktu. Osmanlı atağın maliyeti 2 Ordu ya 30.000 ölü ve yaralı. Ruslar kendi çizgileri güçlendirmek amacı ile bir karşı saldırı ile bu yeni çizgide atağa geçse de yanıt Osmanlılarınki kadar güçlü değildi. Ekim-Aralık dönemi Osmanlı ordusunun bu cephede organizasyonel ve operasyonel değişiklikleri ile geçti. Ruslar bu dönemde sessiz kaldı. Eylül ayından başlayarak Rus Devrimine kadar Rus Deniz Kuvvetleri Karadeniz üzerinde hakimiyetlerini kuracaktır. 1916 kışı son derece sert geçmekteydi ve mücadele yapılması neredeyse imkânsızdı. 1917 yılı başına gelindiğinde koşullar daha da ağırlaştı. Edirne'den Diyarbakır'a taşınan 2. Ordu ilk günden başlayarak bölgenin doğasıyla savaşmaya başladı. En büyük sorunlar ikmal zorlukları yüzünden erzak yetiştirilemesi, bulaşıcı hastalıklar, sağlık malzemesi ve teçhizat noksanlığı ve askerlerinin cephe gerisinde ölmeye başlamasıydı. Rus Ordusu ağır kayıplarını takviye kuvvetleriyle kapatmış, hatta mevcudunu arttırmış, güçlerini 2. ve 3. Ordu mevzilerinin karşısına yerleştirmişti. Şubat ayında Ruslar bu cephede yeni bir saldırı için planlarını hayata geçiremediler. 23 Şubatta Rusya'da Şubat Devrimi ile başlayan sorunlar Rus ordusundaki disiplini hissedilir derecede bozmuştu. Rusya İmparatorluğu'nda Devrim'den sonra Transkafkasya'da iktidar Özel Transkafkasya Komitesi'e geçmişti. Mart ayında yaşanan küçük çatışmalarda Rus askerlerinin savaşmak istemedikleri ve silahlarını bıraktıkları görülüyordu. Bu gerçeğe karşın Rus Kafkas güçleri halen üstün durumdaydı. Ama Şubat Devrimi Rus askeri operasyonlarını bütün cephelerde durdurmuştur. Bahardan itibaren durum kötüleşir, hijyen ve gıda kaynaklı sorunlar ve tifüs salgını Rus Kafkas ordusunu yıpratır. 8 Martta yapılacak "taarruz planı" doğrultusunda 2 nci ve 3 ncü Orduların sevk ve idaresi Ahmet İzzet Paşa'ya verilmiştir. Mustafa Kemal, 2. Ordu Komutanlığı'na 7 Martta ekâleten, 16 Martta ise asaleten atandı. 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa Ahmet İzzet Paşa'yla fikir ayrılıkları nedeniyle ayrılmış, yerine Fevzi (Çakmak) Paşa vekaleten getirilmişti. 2. Ordu ve 3. Ordu birlikte bir Ordular Grubu yapısına getirildi. Kağıt üzerinde yapılan bu değişikler cepheden bakıldığında, 3. Ordunun neredeyse erime seviyesine gelmiş olmasından ve 2. Ordunun Çanakkale'de ağır kayıplara uğramasından dolayı, iki ordunun ortak güçleri savaş başlangıcındaki tek bir ordunun seviyesine erişememekteydi. Bu gruba "Kafkas Ordular Grubu" ismi verildi. 8 Temmuzda 2. Ordu Komutanı Mustafa Kemal, Yıldırım Ordular Grubu'nun 7 nci Ordu Komutanlığına atandı. 2. Ordu Komutanlığı'na Fevzi Paşa getirildi. 3. Orduya Vehip Paşa aslen atandı. Bölgedeki Rus askerleri artık ihtiyaçlarını köylülerin kaynaklarını yağmalayarak sağlamakta idi. Bu dönemde Kafkas Cephesi Genelkurmay Başkanı Przhevalskii parçalanmayı yavaşlatmak için ordusu içindeki ulusal Ermeni ve Gürcü kuvvetlerinin yeniden düzenlenmesini emretti. Rusya'da 11 Kasım 1917'de Ekim Devrimi ile Rusya'da egemenliğin Bolşeviklerin eline geçmesi sonucu Tiflis'te Gürcü, Ermeni ve Azeri temsilcilerinden oluşan Bolşevik karşıtı Transkafkasya Komiserliği, Transkafkasya Sejmi (Meclisi) karma hükümetini kurdu ve Bakü dışında tüm Transkafkasya'da egemenliği ele aldı. 2 Kasım 1917 tarihinde Bakü'de Bakü Sovyeti hükümeti kurulmuştu. 18 Aralıkta Osmanlı İmparatorluğu Erzincan Mütarekesi'ni imzaladı. Bu imza ile Transkafkasya Sejmi'ni tanıdı, 1917 sonlarında Gürcüler Posof-Kobliyan tarafında, Ermeniler de Erzurum-Kars-Ardahan tarafında faaliyetlere başlamıştı. Devrim sonrasında Rus birlikleri bölgeden ayrılırken silahlarını Ermeni ve Gürcüler'e dağıtarak Osmanlı ile mücadeleyi onlara bırakmışladır. Fevzi Paşa'nın anılarında yazdığına göre kışın başına kadar Rusya en az 100,000 asker kaybetmişti ve cephe gücü 250,000'e düşmüştü. Ocakta Transkafkasya Komiserliği Tiflis'te oluşturulan Transkafkasya Sejmi'ni yasama organı olarak ilan etti. Osmanlı İmparatorluğu Gürcü ve Ermeni temsilcileriyle sınır ihtilaflarını çözemedi. 11 Şubatta genel hareket emrini alan 3. Ordu, bir koldan Kafkasya üzerine ilerlerken, diğer koldan Trabzonlu Albay Hamdi (Pirselimoğlu) Bey komutasındaki 37. Tümen ve Giresun'dan 123. Alay ile takviye edilerek Trabzon üzerine yola çıktı. Bölgedeki çeteleri de temizleyerek ilerleyen birlikler, 15 Şubatta Vakfıkebir'i, 18 Şubatta Akçaabat'ı geri aldı. Birkaç gün içinde çevreyi kontrol altına alan Osmanlı birlikleri 24 Şubatta Trabzon'a girdi. 2 Mart'da Antranik Erzurum Merkez Komutanlığını üzerine aldı. İlk günler ordusunda düzen yaratmaya gayret etti, ancak Osmanlı birlikleri Erzurum’a yaklaştıkça askerleri katliamlara başladı. 12 Mart'da Osmanlı orduları Erzurum’a girerken kaçan Ermeni askerleri arkalarında harap olmuş bir şehir, kadın, çocuk, ihtiyar çok sayda ölü bırakmışlardır. 3 Mart'da imzalanmış olan Brest-Litovsk Antlaşması ile o dönemde Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti içerisinde yer alan Kars, Ardahan ve Batum Osmanlı İmparatorluğu'na verilmişti. Gürcü tarafı buna yoğun tepki göstermiştir. Daha sonra 28 Martta 3. Ordu harekâtı üzerine Gürcüler de antlaşmayı tanımak zorunda kaldı. Bu arada Ali İhsan Paşa komutanlığındaki bir Osmanlı Ordusu, 23 Martta Adilcevaz'ı ve 2 Nisan'da da Van'ı işgalden kurtardı. 30 Mart-3 Nisan tarihleri arasındaki Mart Olaylarında Bakü şehri ve civarında Bakü Sovyeti ve Ermeni Devrimci Federasyonu kuvvetlerinin Müsavat Partisi ve Kafkas Süvari Tümeni (Dikaya Diviziya) arasında meydana gelen çatışmalar sırasında Azeri sivillere yönelik katliam raporlanmış, Azeri ve diğer müslüman halk mensuplarından 3.000 ila 12.000 kişinin öldürüldüğü aktarılmıştır. 22 Nisan'da Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan topraklarında federatif bir yönetim altında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kuruldu. Osmanlı Ordusu taarruzu karşısında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti'nin nasıl bir politika izlemesi gerektiği konusunda fikir ayrılığı yaşandı. Gürcü ve Ermeni temsilciler silahlı mücadele kararı verirken, Azerbaycan temsilcileri dostane politika izlenmesinden yana idi. 24 Mayıs'dan başlayarak Ermenilerle Karakilise Muharebesi, Sardarapat Muharebesi ve Baş Abaran Muharebesi yapıldı. 31 Mayıs'ta barış antlaşması imzalandı. 8 Haziran tarihinde imzalanan Osmanlı İmparatorluğu ile aralarında Azerbaycan Millî Şurası da bulunan yeni Kafkasya devletleri arasında Batum Antlaşması'ndaki 'dostluk ve karşılıklı yardım' maddesi gereğince Osmanlı İmparatorluğu, gerektiği takdirde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ne silahlı yardım yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya itiraz eden Ermenistan Ordusu komutanlarından General Andranik Ozanyan hükümette olan Taşnak partisine kızıp istifa etmiş ve güçleri ile bu bloktan ayrılmıştır. Kafkaslardaki Türk ve Müslüman halkına yönelik katliamların durdurulması için Azerbaycan Millî Şurası'nın Başkanı Mehmed Emin Resulzade Batum Anlaşmanın 4. maddesine uygun olarak Osmanlı İmparatorluğu'ndan askeri yardım istedi. Fakat Almanya, Filistin Cephesi'nde hayati önemde çarpışmaların yapıldığını öne sürerek, Azerbaycan’a askeri yardım yapmasına karşı çıktı. Enver Paşa bu sıkıntının aşılabilmesi için kardeşi olan Nuri Paşa'nın komutanlığında, Azeri ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti vatandaşı Dağıstanlı gönüllülerden oluşan "Kafkas İslam Ordusu"nu planladı. Haziran ayında Kafkas İslam Ordusu Osmanlı İmparatorluğu ile Azeri ve Dağıstanlı gönüllülerinin katılımıyla oluşturdu. Mürsel Bakü komutasındaki Beşinci Kafkas Piyade Tümeni de bu ordunun ana omurgasını oluşturdu. Kafkas İslam Ordusu Gence yönüne doğru yer yer çarpışarak ilerlerken, Ali İhsan Paşa komutasındaki bir birlik de Van'dan yola çıkıp başka bir kol harekâtıyla İran'a girdi ve 8 Haziranda Tebriz'i aldı. Azerbaycan'da ilk savaş Gence'deki Ermeni mahallesinde silahları toplarken çıktı. 15 Eylülde Bakü Muharebesi ile Kafkas İslam Ordusu Bakü'yü aldı. Bu savaşta 1130 Osmanlı askeri çatışmada öldü. Bu sırada Eylül Günleri'de 10.000 ila 20.000 etnik Ermeni öldürülmüştür. Bu katliamın, 1918 Martında Taşnaklar ve Bolşeviklerin yerli Azerileri öldürdüğü Mart Olayları'nın misillemesi niteliğinde olduğu iddia edilir. Bakü'nün Ermeni ve İngilizlerden kurtarılmasının ardından yeni Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin başkenti Gence'den Bakü'ye taşındı. Ekim, Bakü'nün Ermeni, Bolşevik ve İngilizlerden kurtarılmasının ardından bir Osmanlı müfrezesi de kuzeye ilerleyip ekim başında Derbent'e girdi ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti'ne askeri destek verdi. 30 Ekim'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Osmanlı ordusu işgal ettiği Kafkasya topraklarını bırakarak 1914 sınırına geri çekildi. Kafkas İslam Ordusu'na dönüş emri verildi ve 28 Aralık tarihinde geri dönüş başladı. Mondros Mütarekesi sonrasında Kafkas İslam Ordusu'nun askeri kısmının çoğu Doğu Anadolu'ya döndüğünde 15. Kolordu'ya katıldı. Daha sonra komutanlığına Kâzım (Karabekir) Paşa'nın atanacağı bu ordu, Kurtuluş Savaşı başladığında gerek
asker sayısı, gerek silah, mühimmat ve teçhizat açısından en hazır kuvvet olacaktı. Bu cephede savaş sona erdiğinde Doğu Anadolu ve Kafkasya’da 1,200,000 Müslüman göçmen durumuna düşmüştü. Doğu Anadolu’da 1.000.000 Kafkas Müslümandan Anadolu'ya gelen 130.000 sivil halk hayatını kaybetmiştir. Yolda salgın hastalık, açlık, sefalet ve Ermeni çeteleri yüzünden kırılınlar tahmini olarak eklendiğinde ölü miktarı 2,5-3 milyon arasında değişmektedir. Müslümanların Van ilinde %62’si, Bitlis ilinde %42'si, Erzurum ilinde %31’i, Diyarbakır ilinde ise %26'sı ölmüştür. 17-18 Ocak 1919'da Kars'ta yapılan kurultayda Kars-Ardahan ve Posof'lu aydınlar da Ermeni-Gürcü hareketini engellemek için geçici bir hükümet kurmuşlardır. Fakat bu hükümetin faaliyetleri İngilizler tarafından hemen engellenmiş ve üyeleri de Malta'ya sürülmüştür. Bu hükümetin dağılmasından sonra Gürcüler Azgur, Ahıska ve Duğur'da ileri gelen şahıslarla işbirliği yaparak Ahıska, Ahırkelek ve Posof'u işgal etmişlerdir. Bu dönemde 3. tümenimize bağlı taburlarla, milis kuvvetleri, Gürcülere karşı ayrı ayrı savaşmışlardır. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Bolşevikler arasında imzalanan Moskova Antlaşması ile Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği işgaline uğrayarak yıkıldı. Zheng He Zheng He (Geleneksel Çin yazısı: 鄭和; Basitleştirilmiş Çin yazısı: 郑和; Hanyu Pinyin: Zhèng Hé; Wade-Giles: Cheng Ho; Türkçe okunuşu: Cınğ Hı; Doğumdaki ismi: 馬三寶 / 马三宝; Pinyin: "Mǎ Sānbǎo"; Arapça / Farsça: حجّي محمود شمس Hacı Mahmud Shams) (1371-1433) ünlü Çinli denizci, amiral ve kâşif. Modern Yunnan Eyaletinde 1371'de doğmuştur. Hui kökenli Zheng He'nın asıl ismi Ma Sanbao (馬 三保) idi. İslamı benimsemiş Semur sınıfındandı. Yunnan'ın ünlü valisi, bugünkü Özbekistan sınırları içindeki Buhara'dan Seyyid Eclel Şems el-Din Ömer'in altıncı kuşaktan torunudur. Soyismi olan "Ma" Şems el-Din'in beşinci oğlu Masuh'dan gelmektedir. Hem babası Mir Tekin hem de dedesi Keramettin Mekke'ye hac yapmaya gitmiştir; onların bu uzak yerlere yaptıkları seyahatlerine dair anılarını dinlemiş olduğuna şüphe yoktur. Zheng He daha küçükken, 1382 senesinde Moğol Yuan Hanedanlığı egemenliğindeki Yunnan Ming Hanedanlığı tarafından işgal edilmiştir. Tutsak alınıp, o dönemdeki diğer çocuk tutsaklara yapıldığı gibi, hadım edilmiş ve İmparatorluğun hizmetlilerinden birisi olmuştur. Nanjing Taixue'de (Merkezi İmparatorluk Koleji) eğitim görür, prens Zhu Di'nin hizmetinde görevlendirilir. Zhu Di'nin 1402 senesinde "Yonglo İmparatoru" olmasıyla sonuçlanan İmparator Jianwen'e karşı yapılan Yonglo ayaklanmasında önemli bir başarı yakalamıştır. Bu dönemdeki askeri başarılarından ötürü Zhu Di tarafından "Zheng He" ismi verilmiştir. Başarıları onu amiralliğe yükseltti. Zheng 15. yüzyılda Malakka'ya seyahat etmiştir. 15. yüzyılın ortalarında Çin İmparatoru tarafından bir Çinli prenses, Hang Li Po (veya Hang Liu) Malakka Sultanı, Sultan Mansur Şah ile evlendirilmek üzere Malakka'ya gönderilmiştir. Prensesin beraberinde gelen yüzlerce kişi Malakka'da Bukit Cina'ya yerleşmiştir. Bu kişilerin soyundan gelenler bugün Peranakan olarak adlandırılmaktadır. 1424'te Yonglo İmparatoru öldü. Ardından imparator olan İmparator Hongxi tahtta sadece bir yıl kalabilmiştir. Zheng He İmparator Xuande'nin tahtta olduğu dönemde bir sefer daha yapmıştır. Fakat bundan sonra Çin hazine filosu sonlanmıştır. Zheng He hazine filosunun son yolculuğunda vefat etmiştir. Her ne kadar Çin'de bir mezarı olsa da bu mezar boştur, diğer ünlü amiraller gibi denize gömülmüştür. Zeng He'nın seyahatlerinden genellikle "Batı Okyanusu" seyahatleri olarak söz edilmiştir. "Batı Okyanusu" ile kastedilen Zeng He'nın Asya ve Afrika'da keşfettiği yerlerdir. Bunlara şunlar dahildir: Seyahatlerinin sayısı ayrıştırmanın yapıldığı metoda göre değişiklik gösterir, fakat "Batı Okyanusuna" filosuyla birlikte en az yedi kez seyahat etmiştir. Çin'e otuzdan fazla krallıktan ganimet ve temsilci ile dönmüştür. Bunların arasında İmparatora bizzat özrünü sunmak için gelen Seylan Kralı Alagonakkara da vardır. Zheng'ın gemilerinden bazılarının Ümit Burnunun ötesine seyahat ettiğine dair spekülasyonlar mevcuttur. Özellikle Venedikli rahip ve haritacı (kartograf) Fra Mauro 1457 Fra Mauro haritasında 1420 yılında "Hindistan'dan gelen - büyük bir - jungun" Atlas Okyanusu'nun içine doğru 2000 mil ilerlediğini belirmiştir. Seferleri, kayıtları, haritaları bazı diğer Antik dünya haritalarının kaynağıdır. Bu haritalarda, örneğin Fra Mauro haritası veya De Virga Haritası, (gizemli bir şekilde) Amerika kıtaları, Antarktika ve Afrika'nın burnu gibi yerler (Avrupalı) resmi keşiflerinden önce gözükmektedir. Çin kaynaklarına göre Zheng He 300'den fazla gemiden oluşan 7 filoyu kumanda etmekteydi. Toplamda komutasında yaklaşık 30.000 adamı vardı. 1405 seferinde 317 gemi ve 27.800 adam vardı. Filolarda farklı birçok tipte gemi bulunurdu. Örneğin kumandan ve yardımcılarını barındıran, 9 direkli, yaklaşık 120 m uzunluğunda ve 50 m genişliğinde olan "Hazine gemileri" bulunurdu. 1412 ve 1421'de yaptığı diğer iki seferdeki filolar da yaklaşık büyüklükteydi. Dönemin Çin gemilerinin devasa özellikleri Doğu'ya seyahat etmiş seyyahlarca da doğrulanmıştır; İbn Battuta ve Marco Polo gibi. Zheng He'nın devasa filoları ve yaptığı başarılı seferler gerek dönemin gerekse daha sonraki dönemlerin kültüründe yer etmiştir. Kim Stanley Robinson'ın "The Years of Rice and Salt" isimli alternatif tarih romanında Zheng bir karakter olarak bulunur. Bazı tarihçiler tarafından ve yakın zamanlarda hazırlanmış bir National Geographic makalesinde Denizci Sinbad efsanesinin ve Bin Bir Gece Masalları'nda bulunan "Denizci Sinbad'ın Yedi Seyahati" masalının kaynağının Zheng olduğu ortaya atılmıştır. Mehmet Haberal Mehmet Haberal (d. 29 Ekim 1944, Subaşı, Pazar, Rize), Türk cerrah, akademisyen. 3 Kasım 1975'te Hacettepe Hastanesi'nde Türkiye'deki ilk organ naklini gerçekleştirmiştir. Başkent Üniversitesi'nin kurucusudur. Tıp alanında çok sayıda uluslararası ödülün sahibi Haberal, 2010 yılında Amerikan Cerrahlar Koleji tarafından şeref üyeliğine seçilmiştir. 24. dönem Zonguldak milletvekili olarak görev yapmıştır. 1944 yılında Rize'nin Pazar ilçesine bağlı Subaşı köyü'nde doğdu. 1954 yılında Zonguldak Gazi İlkokulu'nu bitirdi. 1961 yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’nde orta ve lise öğrenimini tamamladı. 1967 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve 1971 yılında genel cerrahi uzmanı oldu. ABD'nin Teksas eyaleti Galveston şehrindeki Shriner's Yanık Enstitüsü'nde ve John Seally Hastanesi'nde yanık tedavisi üst ihtisası (1973); Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi, Transplantasyon Merkezi'nde transplantasyon üst ihtisası yaptı (1974-1975). 3 Kasım 1975 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümü'nde, Türkiye'de ilk kez annesinden 12 yaşındaki bir çocuğa, akrabalararası böbrek naklini gerçekleştirdi. 10 Ekim 1978'de Avrupa Trasplantasyon Birliği'nden (Eurotransplant) sağlanan ölü böbrek ile Türkiye'de ilk defa kadavradan böbrek transplantasyonununu gerçekleştirdi. 2238 sayılı kanun ile Organ ve doku nakli yasasının çıkmasında rol oynadı. 1979'da Ankara'da 1. Ulusal Yanık Kongresini Ankara'da düzenleyen Haberal, 1980'de Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı'nı kurdu ve iki yıl sonra Mart 1982'de aynı vakfa bağlı hemodiyaliz merkezi'ni açtı. Aynı yıl, Genel Cerrahi profesörü oldu. 1983 yılında Ankara'da ilk organ nakli kongresini düzenledi. Ertesi yıl Orta Doğu'da organ paylaşımı ve teminini kolaylaştırmak için Orta Doğu Diyaliz ve Organ Nakli Vakfı'nı kurdu. 1985'te Ankara'da Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı Hastanesi'ni kurdu. 1987'de Orta Doğu Organ Nakli Derneği'ni kurdu ve başkanlığını üstlendi. 1990 yılında Türkiye Organ Nakli Derneği'nin kurucu üyesi ve başkanı oldu. 1986'da Haberal Eğitim Vakfı'nı kurdu. 1991 Türkiye genel seçimlerinde Doğru Yol Partisi'nin Rize milletvekili adayı oldu fakat meclise giremedi. Partinin seçim vaatlerinden birisi olan ve 1992 yılında başlatılan Yeşil Kart uygulamasının mimarıdır. 1994 yılında Ankara'da Türkiye'nin ilk vakıf üniversitelerinden birisi olan Başkent Üniversitesi'ni kurdu ve kurucu rektör olarak görev yaptı. Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanana kadar rektörlüğü sürdürdü. 2000 yılında dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından cumhurbaşkanlığı teklif edildi ancak bu teklifi kabul etmedi. 2004'te "Kanal B", "Radyo Başkent" ve "Başkent Haber Ajansı"'nı kurdu. 17 Nisan 2009’da Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklandı. Aynı gün geçirdiği kalp spazmından sonra iki yıl Cerrahpaşa Hastanesi’ndeki tek kişilik bir odada tutuklu kaldı; 11 Mart 2011’de Silivri Cezaevi’ne gönderildi. Tutuklu bulunduğu sırada 2010 yılında Amerikan Cerrahlar Koleji tarafından şeref üyeliğine seçildi. Bu üyeliğe seçilen ilk Türk oldu. 2011 Türkiye genel seçimlerinde CHP Zonguldak milletvekili olarak seçildi ancak seçildiği tarihte cezaevinde olduğu için seçimden sonra uzun süre milletvekili yeminini edip TBMM'de göreve başlayamadı. 5 Ağustos 2013'te karara bağlanan Ergenekon davasında "cebir ve şiddetle hükûmetin görevini yapmayı engelleme" suçunu işlediğine kanaat getirilerek 12 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı tahliye edildi. Milletvekili seçilmesinden 27 ay sonra, 2 Ekim 2013 günü TBMM'de yemin edebildi. Ergeneokon Davası, "Ergenekon isimli bir örgüt yok" diyerek 21 Nisan 2016 tarihinde Yargıtay tarafından bozuldu. Haberal'in mahkemede yargıçlar karşısındaki sözlü savunması, çapraz sorgudaki yanıtları ve avukatların savunmaları ""Prof.Dr. Mehmet Haberal'ın Sözlü Silivri Savunması: Suçum Ne?"" adıyla kitaplaştırıldı. Haberal, 2012 yılında 27 ülkeden 66 bilim insanı ile "Dünya Tıp, Tıbbi Araştırma-Teknik ve Etik Bilimler Akademisi (WAMBES)"'i kurdu. 22 Ağustos 2016 tarihinde Dünya Organ Nakli Derneği Kongresinde oybirliği ile 2018-2020 dönemi için dernek başkanlığına seçildi. 2017'de Amerikan Cerrahlar Koleji Uluslararası Yardımseverlik (Philantropy) Ödülü'ne layık görüldü.
Dört çocuk sahibi Haberal, TBMM 26. dönem Ankara milletvekili Erkan Haberal'ın babasıdır. Cinsellik (anlam ayrımı) Cinsellik, cinsel özelliklerin bütünü, eşeysellik İnsan cinselliği İnsan cinselliği, başlıca; erkek cinselliği ve kadın cinselliği iki alt alanı olmak üzere cinsel davranışı konu alan ve içeren bir şemsiye kavramdır. Kişiler arasında fizyolojik, psikolojik, kişiler arası ilişkileri etkileyen toplumsal, kültürel, siyasal, manevi ve dinsel yönleri bulunan cinselliği konu alan bilim dalı cinsellikbilim (veya seksoloji)dir. Yaşadığımız çağda insan cinselliği artık sadece doğal ve fizyolojik bir olgu olmaktan çıkmış ve tam anlamı ile ticarete dönüşmüştür, porno ya da adult diye adlandırılan bu sektör, milyarlarca doların döndüğü bir sektör haline gelmiştir. Çocuk gelişimi için oldukça tehlikeli olan bu sektörden çocukları uzak tutmak ve korumak gerekmektedir. Tüm dünyada çocuk pornosu yasalar nezdinde ağır bir suç kabul edilir. Erkek cinselliği Erkek cinselliği, insan cinselliğinin bir bölümünü oluşturur. Erkeklerin cinsel organı penistir. Çünkü cinsel ilişki onunla gerçekleştirilmekte, boşalma/orgazm onunla olmakta, cinsel haz onun sayesinde duyulmaktadır. Erkek cinsel organı penisin toplumsal yaşamda ve dilde yansımaları bulunur. Erkeklik imgesi penisle özdeşleştirilir, penis bir erk simgesi olarak düşünülür. Penis ve onun işlevi toplumsal belleğin argo ifadelerinde yerini alır. Erkek cinsel uyarılmanın başlamasıyla oluşan cinsel duygulanımı onu cinsel ilişkili ya da cinsel ilişkisiz (örneğin mastürbasyon) boşalma (ejakülasyon) olana kadar yani cinsel hazzı tadıp cinsel dinginlik evresine girene kadar onun zihnini meşgul eder. Deniz Gezmiş Deniz Gezmiş (d. 28 Şubat 1947, Ayaş, Ankara – ö. 6 Mayıs 1972, Altındağ, Ankara), Türk sosyalist devrimci, öğrenci lideri ve siyasî aktivist. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)'nun kurucu üyesi. Deniz Gezmiş, 28 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Dedeleri Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı Cimil köyündendir. Babası Ilıca (Aziziye), Erzurum nüfusuna kayıtlı ilköğretim müfettişi Cemil Gezmiş, annesi ise Erzurum’un Tortum ilçesinden ilkokul öğretmeni Mukaddes Gezmiş’tir. Ailenin üç erkek çocuğundan ikincisidir. Ağabeyi Bora Gezmiş (d. 1944), Hukuk Fakültesi’nden ayrılıp bankacılık yapmıştır. Kardeşi Hamdi Gezmiş (d. 1952) ise mâlî müşavirdir. Deniz Gezmiş, ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta, liseyi İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’nde okudu. Henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 11 Ekim 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Üsküdar ilçe başkanlığına üye oldu. İlk göz altısını 15 Ağustos - 31 Ağustos 1966 tarihleri arasında Ankara’dan İstanbul’a yürüyen Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin Taksim Anıtı’naysa çelenk koymaları sırasında işçileri destekleyen ve Türk-İş yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında yaşadı. 6 Temmuz 1966 tarihinde girdiği üniversite sınavında hem fen fakültesini hem de hukuk fakültesini kazandı. Babası, Deniz'in fen fakültesine gitmesini istedi. Deniz, babasının isteğini geri çevirmeyerek fen fakültesine gitmeyi kabul etti. Fakat daha sonra fikir değiştirerek hukuk fakültesine kaydını yaptırdı. 7 Kasım 1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Ardından 19 Ocak 1967’de Türkiye Millî Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yedd-i emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. 22 Kasım 1967’de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs Mitingi sırasında Aşık İhsani ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesi ile gözaltına alınıp daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi’nde birlikte okuduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968’de "Devrimci Hukukçular Örgütü"’nü kurdu. 7 Mart 1968’de İ.Ü. Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen toplantıda konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs’a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs’ta 6. Filo’yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti. Öğrenci eylemleri içinde etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgal edilmesinde önderlik etti. İşgal Konseyi adına İ.Ü. Senatosu ile Baltalimanı’nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı; öğrenci haklarının elde edilip işgalin sona erdirilmesinde etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eylemlerinde yer alan Gezmiş, 30 Temmuz 1968’de bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül 1968’de serbest bırakıldı. Bütün bu olaylardan sonra öğrenci hareketinin efsanevi lideri haline geldi. TİP içinde yoğunlaşarak ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda Millî Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968’de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Devran Seymen, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan’la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’ni kurdu. 1 Kasım 1968’de TMGT (Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı), AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB’ün başlattığı Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968’de ABD büyükelçisi Kommer’in gelişi sırasında Yeşilköy Havaalanı’nda düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve 17 Aralık 1968’de serbest bırakıldı. Oya Sencer’in "Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı" konulu doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler olayı protesto için üniversiteyi işgal ettiler. Bu işgalin başında Deniz Gezmiş vardı. 27 Aralık 1968 tarihinde polisler tarafından tutuklanacakken ellerinden kurtuldu ve İzmir’e gitti. Bir hafta sonra tutuklu olan arkadaşı Celal Doğan’ın evindeyken baskın sonucu yakalandı. 22 Şubat 1969’da serbest bırakıldı. İstanbul Üniversitesi’nde sağcı güçlerin 16 Mart 1969’da girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart’ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan’a kadar hapis yattı. Ardından 31 Mayıs 1969’da İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencilerinin reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto gerekçesiyle giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabî tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Gezmiş, Haziran’ın sonunda Filistin’e gitti. Filistin’e gitmeden önce 23 Haziran 1969’da TMGT’nin topladığı 1. Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı’na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi. Eylül’e kadar Filistin’de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş, 28 Ağustos 1969’da, "26 Aralık 1968’de üniversiteyi işgal" ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesi’nden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969’da Hukuk Fakültesi’nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine teslim olan Gezmiş, 25 Kasım’da serbest bırakıldı. Ancak Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisi’nde Battal Mehetoğlu’nun sağcılar tarafından öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş’e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969’da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin’le birlikte 18 Eylül 1970’e kadar tutuklu kaldı. Hapisten çıktığı sıra askere çağrıldı. Kafasındaki gerilla planlarını gerçekleştirmek için askere gitmedi. Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürdü. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan’la birlikte Ankara’da THKO’yu kurdu. 11 Ocak 1971’de THKO adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi’nin soygununu gerçekleştirenler arasında yer aldı. Bu olaydan sonra Yusuf Aslan’la beraber "vur emri" ile aranmaya başlandı. Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın yakalanmasına yardım eden kişilere 15.000 lira ödül verileceği açıklandı. THKO’nun silah sıkıntısını gidermek için THKO mensuplarıyla birlikte 15 Şubat 1971’de Balgat’taki Tuslog tesislerine sızdı, fakat silah deposu boştu. Onun yerine dört Amerikalı askerin kaçırılması eyleminde bulundu. Kaçırılan erler 9 Mart 1971 tarihinde serbest bırakıldılar. 12 Mart Muhtırası olduktan üç gün sonra yani 15 Mart 1971’de bir motosiklette Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, diğer motosiklette ise Sinan Cemgil yola çıktılar. Sinan Cemgil daha sonra yol ayrımından Nurhak’a doğru yol aldı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ile birlikte Sivas’a gitmekteyken motosikletleri bozuldu. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada Aslan ile birbirlerini kaybettiler. Aslan, o esnada Elmalı’da iken Gezmiş, 16 Mart 1971 Salı günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde etrafı sarılarak yakalandı ve Kayseri’ye getirildi. Buradan Ankara’ya zamanın İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu’nun makamına götürüldü. Mahkemesi 16 Temmuz 1971 günü Altındağ Veteriner Okulu binasında Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında Baki Tuğ savcılığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 no'lu Mahkemesi’nde başlayıp 9 Ekim 1971 günü bitti. Deniz ve arkadaşları, 16 Temmuz 1971’de başlayan THKO-1 Davası’nda TCK’nin 146. maddesini ihlâl ettiği gerekçesiyle 9 Ekim 1971'de 146/1 maddesi uyarınca idam cezasına çarptırıldı. Mahkeme kararı; İdam cezaları o zamanlar senato tarafından onaylanmak zorundaydı. İsmet İnönü "siyasî suçlar idamla cezalandırılmamalıdır" diyerek Bülent Ecevit ile birlikte ret oyu kullanır. AP genel başkanı Süleyman Demirel ise infazdan yana oy kullanır. Olaydan 15 yıl sonra Süleyman Demirel bir gazeteciye verdiği demeçte idamlar için: ""soğuk savaşın talihsiz olaylarından biri"" yorumunu yapar. Mahkûmların özür dilemesi istenir. Hiçbiri yaptıklarından özür dilemez. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise idamları onaylar. Alman Der Spiegel dergisinde konuyla ilgili çıkan yazıda ida
m edilmeden önce şunları söylediği yazmaktadır: İdama tanık olan avukatı Halit Çelenk’e göre ise son sözleri şöyledir: Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde, gece 1:00-3:00 arası, Ulucanlar Cezaevi’nde asılarak idam edildi. İdam yaftaları sonradan müze olan Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ne Anadolu Ajansı muhabiri Burhan Dodanlı tarafından bağışlandı. İdam yaftaları Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 1969’da öldürülen Taylan Özgür’ün yanına gömülme isteği yerine getirilmedi. İdamından sonra bayraklaşarak devrim mücadelesinin çok önemli bir sembolü oldu; birçok sol örgüt başka konularda fikir ayrılıkları olmasına rağmen mutabık kaldıkları nadir konulardan birisi Deniz Gezmiş’in devrim önderliğidir. Deniz Gezmiş'in Atatürkçülük hakkındaki görüşleriyle ilgili olarak kardeşi Bora Gezmiş şöyle demiştir: Roland Barthes Roland Barthes (Türkçe: Roland Bart)(12 Kasım 1915, Cherbourg - 25 Mart 1980, Paris), Fransız felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni. Sorbonne'da öğrenim gördü. Fransız "Bilimsel Araştırma Ulusal Merkezi"'de çalıştı. Collège de France'ta göstergebilim dersleri verdi. Göstergebilimin kurucu isimlerinden birisidir. Aynı zamanda, postmodern düşüncenin de kurucu öncülerinden sayılır. Barthes’ın düşünce evrimini sınıflandırmak kolay değildir. Çünkü onun yapısalcılık'tan postyapısalcılık'a uzanan düşünsel "serüveni" kolayca sınıflandırmaya elverişli değildir. Onu hem postmodern felsefe'nin "oluşturucuları" arasında saymak, hem de bizzat postmodern düşüncenin en özgün kuramsal "uygulayıcılarından" biri olarak anmak gerekir. Düşünsel serüvenini anlamak için çalışmalarının seyri izlenebilir. 1950'li yıllar Barthes'ın yazın çalışmalarının başlangıç yıllarıdır. Bu yıllardan itibaren, dilbilimle, edebiyatla, müzikle, göstergebilimin bir bilim olarak kuruluşuyla uğraşacak, giderek boyut değiştiren ve derinlik gösteren bir yönde yapıtları ortaya çıkacaktır. Barthes, dilbilim'in (Saussure'cü Dilbilim) tezlerini göstergebilimine taşımaya çalışır. Çünkü belli bir noktadan sonra onun için her şey gösterge dizgeleri olarak okunabilecek bir görünüm alır. Günlük hayattaki rastgele öğelerden yüksek sanat yapıtlarına her şey bir gösterge olarak analiz edilebilir ve edilmelidir. Onun göstergebilim anlayışı bu noktada bu gösterge dizgelerini "anlamak", "işleyiş yapılarını çözmek" ve dolayısıyla "anlam dünyasının yapısını açıklamak" çabasından ileri gelir. Roland Barthes geçirdiği trafik kazası sonucu 65 yaşında Paris 'te öldü. Bleda Bleda (Buda) tahminlere göre 390 yılında doğan Hun hükümdarı. Bleda, Hun Kurultayında tüm Hun boylarınca "Kağan" veya Han olarak seçilip kabul görmüştür. Ancak gerçek gücü küçük kardeşi Attila elinde tutmaktaydı. Tüm Hun taarruzlarında adı geçiyordu. 444 yılından itibaren Bleda küçük kardeşi Attila'yı engellemeye başladı. Bleda 445 yılında kurultay toplamında Attila'nın tüm yetkilerini almak hedefini gerçekleştiremeden kardeşi tarafından öldürüldü. Bleda öldükten sonra Attila, Hunların imparatoru oldu. All England Club All England Club, Wimbledon Tenis Turnuvası'nın resmi haklarının sahibi olan, turnuvanın organize edildiği asırlık tenis kulübü. Şampiyonanın tüm hakları İngiltere Tenis Federasyonu ile All England Lawn Tennis & Crocquet Club'a (AELTC) aittir. Bugün, Wimbledon Sitesi içinde merkez kort ve diğer stadyum kortu olan 1 numaralı kort (Court 1) haricinde 17 kort daha bulunmaktadır. Václav Havel Vaclav Havel, (d. 5 Ekim 1936 - ö. 18 Aralık 2011), Çek tiyatro yazarı, düşünce adamı, siyasetçi. 1936'da Prag'da doğdu. Prag Sanat Akademisi'nde drama üzerine eğitim gören Havel, en bilinen tiyatro eseri "The Garden Party"'yi 1963 yılında yayımladı. 1968'deki Prag Baharı'ndan sonra gerçekleşen Varşova Paktı'nın Çekoslovakya'yı İşgali'nden sonra kara listeye alınarak siyasi faaliyetlerde bulunması ve yazı yazması yasaklanan Havel, yaklaşık 4 yıl cezaevinde yattı. Ancak çalışmalarını ve fikirlerini açıklamayı sürdüren Havel, 18 gün süren kitlesel gösterilerden oluşan ve hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan, 1989'daki Kadife Devrim'in öncüsü oldu. 29 Aralık 1989'da devrimi gerçekleştiren Yurtaşlık Forumu tarafından Çekoslovakya Devlet Başkanlığı'na getirildi. 1990'da yapılan serbest seçimlerde Cumhurbaşkanı oldu. 1992'nin Aralık ayında ülkenin Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak barışçıl bir şekilde ikiye bölünmesinde de önemli rol oynayan Havel, yeni Çek Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. 1998'de yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Havel, Şubat 2003'te eski siyasi rakiplerinden Václav Klaus tarafından yenilgiye uğratıldı ve Cumhurbaşkanlık dönemi sona erdi. 1990'lı yıllardan bu yana sağlık sorunları olan Havel'in akciğerinin bir bölümü, kanserin yayılmasını önlemek amacıyla 1996 yılında ameliyatla alındı. Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 4., 2008 yılında 26. sırada yer almıştır. Grup seks Grup seks veya toplu ilişki, ikiden fazla kişinin eşeysel ilişkiye girmesidir. Teoride ikiden fazla kişinin gerçekleştirdiği herhangi bir cinsel davranışa grup seksi denir, ancak grup seksi sırasında çeşitli davranışları veya çeşitli sayıdaki insanları tanımlayan terimler bulunur. Üçleme ya da Üçlü: Üç kişinin birlikte uyguladığı cinsellik. İngiliz halk dilinde "threesome" olarak adlandırılır. Dörtleme ya da Dörtlü: Dört kişinin birlikte uyguladığı cinsellik. Fransız halk dilinde "Ménage à quatre" olarak adlandırılır. Gang bang: Bir kişinin, birkaç kişi ile aynı anda veya sırayla cinsel davranışlarda bulunmasıdır. Orgy: Pek çok kişinin katıldığı seks partisi. Duble penetrasyon: Bir kişinin, iki kişi tarafından anüsünün ve/veya vajinasının aynı anda penetre edilmesi. Bir kişinin vajinaya, diğer kişinin de anüse girmesi; bu pozisyonun genel uygulanma şeklidir. Aynı zamanda, iki kişinin de anüsten veya iki kişinin de vajinadan (ki söz konusu kişi dişiyse) girmesi de bu pozisyonun uygulama şekillerinden sayılır. Yetişkin yapımlarında toplu ilişki 1980'lerde başladı, genellikle bu tür oyun bölümleri yarım düzineden bir düzineye kadar bireyle yapıldı. Ancak 1995'te yapılan "The World's Biggest Gangbang" adlı yapımda, Annabel Chong'dan sonra, kısa süreler içinde hızlı bir biçimde dizinsel olarak birçok kişinin katıldığı çekinler yapıldı. Bu filmler parasal açıdan çok başarılı oldu ve o yıllarda AVN Ödülleri'nde "En Çok Satan Yapım" ödüllerini ardışık olarak almaya başlamışlardı; ancak bu başarının sayımının güvenliğinde çeşitli sorunlar olduğu iddia edildi. Tarihsel materyalizm Marx ve Engels tarafından ortaya konulan Diyalektik Materyalizm'in doğadan topluma doğru geliştirilerek tarihsel süreçlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında kullanılmasıyla formüle edilen yöntemsel yapı. "Diyalektik Materyalizm"de olduğu gibi Tarihsel Materyalizm'i de bir felsefe dizgesi olarak anlayıp açıklamanın yanı sıra, bir bilim yöntemi dahası bir bilimsel kuram olarak değerlendiren düşünceler "de" vardır. Bu görüşler, Marksizm içindeki eğilimlere göre çeşitli ayrımlar gösterirler. Marks ve Engels'in, diyalektik'i doğanın yapısında kesin bir yasa olarak saptadıktan sonra, bu yasayı toplumsal-tarihsel yapının ve sürecin anlaşılmasında kullanmaya yöneldikleri ve burada maddeci anlayışları uyarınca şekilendirmeye başladıkları sistemin Tarihsel Materyalizm olarak adlandırıldığı söylenebilir. En genel anlamda, tarihsel gelişmenin maddeci bir açıklamasını vermek, dolayısıyla bu gelişimin yasalarını bulgulamak ve buna uygun bir teori ortaya koymak Tarihsel Materyalizmin içeriğini oluşturur diyebiliriz. Marks ve Engels, bu eleştirel girişimin sonucunda ulaştıkları kuramsal yapıyla, kafası üstü duran Hegelci diyalektik'i ayakları üstüne koyduklarını ileri sürerler. Çünkü onlara göre, böylece Tarih, soyut bir Tin'in açılımı ve gerçekleşmesi olarak değil, maddi temelleri olan ve belirli yasalarla işleyen bir yapının diyalektik ilerlemesi ve gelişimi olarak açıklanabilecektir. Tarihsel Materyalizm özetle tarihin maddi temelindeki gelişimiyle birlikte diyalektik olarak açıklanması ve bu açıklamanın teorize edilmesidir diyebiliriz. Ayrıca, Tarihsel Materyalizmin diyalektiğin tarihe uygulanması ile bir tarihsel inceleme yöntemi olduğu kadar, bu inceleme yönteminin belirli yasalarla formüle edilmesi dolayısıyla bir yöntem teorisi ve hatta bu yöntem ve incelemenin değiştirilemez belirli ilkelere dayanması nedeniyle bir tarih felsefesi içerdiğini de belirtebiliriz ilk olarak. Tarihsel Materyalizm, hem marksizm-içinde hem de marksizm-dışı kuramsal alanda her zaman etkili olmuş ve etkili olduğu kadar da kuramsal/felsefi sorunların taşıyıcısı durumunda kalmış bir teorik ögretidir. Bu tartışmaları bir sonuca bağlamanın ya da bitirmenin bazı temel güçlükleri vardır ve hatta olanaksızdır. Bununla birlikte teorinin ya da yöntemin genel bir şemasını çıkarmak mümkündür: Tarihsel materyalizm, toplumun maddi temelinin üretimi ve yeniden üretiminin tarihsel gelişmede "öncel" ve "belirleyici" olduğu savina dayanır en genel anlamda. Buna göre ideolojiler, fikirler ve kültür gibi ögeler ikincil bir düzey olan üstyapıya aittirler ve birincil düzey olan altyapı tarafından belirlenirler. Buradaki ana fikrin," "maddeyi belirleyen düşünce değil düşünceyi belirleyen maddedir" " dustürundan geldiği acik olsa gerektir. Alman İdeolojisi 'den Kapital'e uzanan çizgide, bu fikrin, çeşitli aşamalardan geçerek ve zaman zaman birbirinde ayrı doğrultulara gidebilecek şekilde eğilimler göstererek oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçta vurgulanan " "tarihsel insan etkinligi" " argümanı zamanla yerini kendiliginden işleyen " "tarih yasalarına" " bırakma eğilimi gösterse de, bunların aynı tarihsel perspektifin hayata geçirilmesinin ögeleri olduğu belirtilebilir. Alman İdeolojisin'de tarih biliminin yegane bilim olarak vurgulanması, Marks'ın konuya yaklaşımı açısından bir ipucu oluşturur. A
lman İdeolijisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’de açık bir şekilde Hegelci idealizm'in yanı sıra Ludwing Feuerbach 'ta ifadesi bulduğu varsayılan eski-yeni materyalizm 'le de hesaplaşmaya gider Marx ve Engels. Bu hesaplaşmanın sonuçlarından birisi diyalektik anlayışın idealist öznelcilikten arındırılarak maddeci bir konumda yeniden degerlendirilmesi ise diğeri de materyalizm olarak bilinen eğilimin mekanik - nesnelci yanından sıyrılmaya çalışmaktır. Tarihsel Materyalizm olarak ifade edilen düşünce dizgesine, bu çabanın sonucunda varılacaktır ve burada maddeci tarih anlayışı genel teorik ilkeler düzeyinde ortaya konulacaktır. Bu çalışmalarda "maddi" olana vurgu yapılmakta ancak bu "pratik" kavramıyla birlikte kullanıma sokulmaktadır, yani maddi pratik anlamında. "Maddi pratik", hem düşüncenin hem de toplumsal gelişmenin kaynağı olarak ortaya konulduğunda, tarihsel-toplumsal gelişmenin maddeci bir açıklanışına da teorik bir imkân doğmuş olmaktadır. Marks, Feuerbach Üzerine Tezler'de açık bir şekilde mekanik materyalizme karşı tarihsel-toplumsal insan fikrini vurgular ve praxis kavramını öne çıkarır. Elbette daha sonra teorisinin birkaç bağlamda yön değiştirdiği söylenebir ve Marks-sonrası Marksizm tartmalarının ana konularının buradan kaynaklandığı da belirtilebilir, ancak Marks'ın burada hazırladığı Tez'lerden vazgectigini beyan etmesi sözkonus değildir -sonraki yapıtlarında buradaki nosyonlar, örnegin praxis nosyonu çok görünmemekle birlikte.Bu aşamada Marks, geleneksel materyalizme itirazını, teorik karşıtlıkların çözümünün salt teorik bir mesele olmadığının aksine bunun pratik bir mesele olduğunun vurgulanmasıyla dile getirir. Bu görüş bütün tarihsel Materylizm anlayışının genel bir ifadesinden başka bir şey değildir. Maddi pratikten kastedilen, daha sonraki çalışmalarda belirginleşeceği gibi üretim yapısı ya da üretim tarzı denilen nosyonların içerimlerinde gizlidir. Engels'in kismen Diyalektik materyalizmi ve tarihsel materyalizmi sistematize etme yönünde zorlayici çabalara girdiğini söyleyebiliriz, ancak mark'in bu girişimlere müdahele etmediği bilidiğine göre aralarında bir celiski görmek gerekli değildir. Engels Doga'nin Diyalektigi 'nde, Anti-Dühring 'de, Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda Marks ile olusturdukları kavramları ve diyalektik ve materyalist perspektifleri önce dogaya sonra da topluma tarihe uyarlar, bunların savunusunu ortaya koymaya çalışır.Marks ve Engels için maddi pratik "önsel" ve "belirleyicidir". Tarih üzerine bir düşünce de dogal olarak maddi temele işaret eden bir kuram olmalıdır. Buna göre toplumsal biçimler ve onların içeriksel gelişimi altyapının bir ürünüdür. Bu noktadan itibaren devreye altyapı - üstyapı, üretim tarzı, üretim araçları - üretim ilişkileri, maddi üretim biçimleri - toplumsal biçimler gibi bir düzine ekonomi tınılı kavram ve kategori girer. Marks'ın tarihsel kuramı, kendi çalışmalarının seyrini izleyerek bu şekilde soyut formülasyonlardan somut inceleme alanına dönüşür, ki bunun anlamı Kapital adlı ünlü çalışmasında ve onu önceleyen Grundrisse'de ortaya konulur. Tüm bu ekonomik içerimli terimler soyut Tarihsel Materyalizm anlayışının somut uygulanma ve analiz etme araclarıdır. Üretimin maddi yapısı toplumsal-tarihsel alanın maddi temelini oluşturur bu anlayışa göre ve elbette Tarihsel Materyalizm tarihin bilimsel olarak açıklanmasına buradan başlanacağını söyler. Bu soru, her zaman Marksizm içinden ve dışından soruşturulmaktadır. Genel olarak materyalizmin ve özgül olarak da Marksist materyalizmin kuramsal düzlemde hem çarpıcı derecede ilgi çekici hem de ciddi boyutlarda can sıkıcı sorunları söz konusudur. Tarihsel Materyalizm bu sorunlar yumağının özgül bir başka boyutudur, ancak materyalizm tartışmasının belli bir noktada oraya kayması kaçınılmazdır. Roy Bihaskar materyalizmi ve onun özel bir türevi olan tarihsel materyalizmin imkânlarını soruşturup degerledirirken, " "tarihsel materyalizmin kökleri ontolojik materyalizmde bulunur, yani bilimsel gerçekçi bir ontoloji ve epistemolojiyi önvarsayar ve pratik materyalizmin niteliksel ve özenli bir açıklanışından oluşur" " demektedir. Bunun anlamı, tarihsel materyalizmin teorik güçlüklerine rağmen, tarihsel-toplumsal yaşamın anlaşılıp açıklanmasında çok önemli kuramsal bir statüye ve kimi teorik araçlara sahip olmasıdır. Bununla birlikte soru, kuramsal düzeyde doyurucu bir cevap ihtiyacıyla birlikte halen geçerliligini korumaktadır: Materyalist bir Tarih anlayışı mümkün müdür?Nasıl? Lenin'in söz konusu kuramsal meselelere doğrudan muhatap olmadığı söylenebilir.O daha çok Engels'in sistematize ettiği doğrultuda ve politik pratik içinde Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm in formülasyonlarını savunulabilir bir şekilde sistematize etmeye çalışmıştır. Tarihsel materyalizmin sorunlarının, diğer kuramsal sorunların genelinde olduğu gibi daha çok içerden teorik pratik düzleminde başka teorisyenlerce üstlenilmeye çalışıldığını görürüz. Daha çok ve asıl Batı Marksizmi olarak bilinen düşünürleri anabiliriz bu bağlamda. Bunlar, politik pratik bakımdan değil, daha çok teorik pratik bakımdan öne çıkan Marksisist düşünürlerdir. Georg Lukács,Antonio Gramsci, Louis Althusser ya da Frankfurt Okulu düşünürleri belli başlı ana eğilimleri temsil eden isimler olarak anılabilir ilk elden. Lukacs’ın doğrultusunda giden Hegelci-marksizm ile Althusser'de kesin ifadesini bulan Yapısalcı Marksizm, Tarihsel Materyalizm ne olduğuna, hangi kavram ve kategorilerin nasıl anlamlandırılıcağına dair tamamen farklı yollardan giderler ve farklı sonuçlara ulaşırlar. Gramsci kısmen her iki eğilimde dışında duracak öğeler barındırır. Bu iç-tartışmada düşünürlerin kuramsal çabası etkileyicidir ve marksizm-dışında da her zaman önemli olmuştur. I. Dünya Savaşı Balkan Cephesi Balkan Cephesi, I. Dünya Savaşı dahilinde Balkanlar'da meydana gelen savaşlardır. Cephedeki ilk çatışmalar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan arasında gerçekleşmiştir. Aynı zamanda I. Dünya Savaşı Balkanlar'da başladı. İlk başta Avusturya-Macaristan ve Sırbistan arasında yaşanan savaşlara Bulgaristan, İtalya ve Rusya da katıldı. Rusya'nın amacı Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan'ı savaş dışı bırakıp Balkanlar'ı ele geçirmek ve sıcak denizlere inmekti. Romanya'nın İtilaf Devletleri safında savaşa katılmasıyla cephedeki çatışmalar daha da şiddetlenmeye başladı. Alman ve Avusturya-Macaristan orduları Romanya'yı işgal edip ülkenin büyük çoğunluğunu ele geçirdi. Böylece İttifak Devletleri bölgeyi kendi kontrolleri altına almaya başladı. Fakat Bulgaristan'ın savaştan yorgun düşmesi ve yenilgiler almaya başlamasıyla Bulgarlar barış görüşmelerine başladılar. Bu görüşmeler sonucu Bulgaristan savaştan çekildi. Bu çekilme ile Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki iletişim yolu kesintiye uğradı. Aynı zamanda Yunanistan Megali İdea'yı gerçekleştirmek için bölgede savaşmaktaydı. Sonuçta Bulgaristan'ın savaştan çekilmesi İttifak Devletleri'nin başarısızlığıyla sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu Balkan Cephesi'nde Makedonya'daki cephelere 25.000 asker ve Romanya'daki cephelere 21.000 asker gönderdi. Romanya'da Osmanlı yaklaşık 19.000 kadar zayiat verdi. Dolly zoom Dolly zoom, sinemada kullanılan bir kamera özel efektidir. Film kamerasını taşıyan ve "dolly" adı verilen kaydırma arabası veya vinç ileri veya geriye doğru çekilirken kameranın bunun tersine bir optik yaklaştırma veya uzaklaştırma işlemi (zoom in veya zoom out) yapmasına "dolly zoom" adı verilir. Dolly zoom işleminde, merkezdeki obje perdede sabit kalırken önünde ve arkasındaki nesneler hızla değişen objektif açısının çarpıtmalarına uğrayarak özel görsel efektler oluştururlar. Dolly zoom normal görsel algıyı baltalayan tedirgin edici bir özel efekttir. "Dolly zoom" tekniğinin kullanıldığı en ünlü film Alfred Hitchcock'un 1958 tarihli Ölüm Korkusu (Vertigo)'dur. Bu nedenle bu tekniğe verilen birçok farklı isimden ikisi de "Vertigo efekt" ve "Hitchcock zoom'u" dur. Bodhi ağacı Bodhi ağacı , Hindistan'ın Bihar Eyaletindeki Mahabodhi Tapınağı yakınlarında bulunan kutsal hintinciri ("Ficus religiosa") türüne ait bir ağaçtır. Gautama Buddha bu ağacın altında tam ve aşılamaz aydınlanmaya ulaştığı için, Bodhi, yani bilgelik ağacı olarak adlandırılmıştır. Bugün Mahabodhi Tapınağında bulunan Bodhi ağacı, orijinal Bodhi ağacından MÖ 288'de üretilmiş olan Sri Lanka'daki Sri Maha Bodhi'den üretilmiştir. Rivayete göre; Siddhartha Gautama’nın bir incir ağacının altında uyanışı (Sanskritçe: Buda’nın aydınlanması) yaşamış ve böylece Buda (uyanmış) olmuştur. Bu nedenle incir (Bodhi) ağacı, o günden beri Budist sanatında bir sembol olarak kullanılmaktadır. İncir ağaçlarına Budist tapınaklarında ve tablolarında sık sık yer verilmiştir. Bodh Gaya’da –eski adı Uruvela- Mahabadhi Tapınağı’nın yanında bir Bodhi ağacı vardır. Bu ağaç, altında Buda’nın aydınlandığı orijinal Bodhi ağacından üretilmiştir. Kral Ashoka’nın MÖ 3. yüzyılda Sri Lanka’da bulduğu orijinal Bodhi ağacının bir dalı tarihi kanıt olarak kabul edilmektedir. Bir zamanlar kraliyet başkenti olan Anuradhapura’da orijinal Bodhi ağacından üretilen Sri Maha Bodhi ağacı yetiştirilmektedir. Bugün Budistler için burası önemli bir hac yeri olarak görülmektedir. Güneydoğu Asya topraklarında da, örneğin Tayland’daki Wat Phra Kaeo Tapınağı’nda, en azından bir tane Bodhi ağacı vardır. Bodhi ağacı, Nisan ya da Mayıs ayında dolunay sırasında Vesak Bayramı için bir odak noktası olarak görülmektedir. Irak Cephesi Irak Cephesi, İngilizlerin petrol sahalarını ele geçirmek amacıyla, 15 Ekim 1914'te Bahreyn'i ve 23 Kasım 1914'te Basra'yı işgali üzerine açıldı. Yerli askerlerle karışık Osmanlı kuvvetleri işgale karşı koyamadı. İngilizler, İran'da Ahvaz'ı da ele geçirdiler. Britanyalılar bu cephedeki harekatlarını Hindistan Genel Valiliği üzerinden tertip etmiş ve ağırlıklı olarak bu sömürgesinden topladığı askerleri cepheye sürmüştür. Britanyalıların ilk silahlı hareketi Fav yarımadasına karşıdır. Burayı denizden bombardıman eden Britanyalılar bir g
ün sonra çıkarma yapmak suretiyle yarımadayı ele geçirmiştir. 300 Türk askeri bu noktada düşmana esir düşmüştür. 20 Aralık 1914 tarihinde, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan, Yüzbaşı Süleyman Bey aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 Nisan 1915 tarihinde taarruz etti. Şuaybiye Muharebesi'nde başarılı olamadı, Kutülamare'ye çekildi ve intihar etti. Britanyalılar burayı da ele geçirip Bağdat'ı almak için, General Townshend komutasında saldırdılar. Osmanlı Kuvvetleri, Britanyalıları Selmanpak'ta durdurdu. Kanlı çarpışmalardan sonra Britanyalılar, 26 Kasım 1915 tarihinde çekildiler. Kut'ül amare'de 8 aralık 1915'te kuşatılan İngiliz birlikleri, beş ay süren bir direnişten sonra 28 Nisan 1916'da teslim oldu. General Townshend dahil 13.399 esir alındı. 1916 yılı başında bir kısım Britanya birlikleri General Townshend'in yardımına geldiyse de İran'da Hamedan'a kadar sürüldüler. İngiliz birlikleri 1917 yılı başında bekledikleri güce ulaştılar. Taarruza geçtiler. 11 Mart 1917'de General Maude yönetimindeki Britanya birlikleri Bağdat girerken Halil Paşa'nın komutasındaki Osmanlı askerleri Bağdat'ı boşalttı. Osmanlı kuvvetlerinin Bağdat'ı geri alma teşebbüsü başarılı olamadı. Samerra'yı da ele geçiren Britanya ordusu, Musul'a doğru ilerlemeye başladı. Bağdat'ı geri almak için 6. Ordu'yla Halep'te kurulan 7. Ordu birleştirilerek General Falkenhayn komutasında Yıldırım Ordular Grubu kuruldu. Halep'te hazırlıklar sürerken, İngilizler Tikrit'e kadar ilerlediler. 1918 yılında aldıkları takviyelerle iyice güçlenen Britanya birlikleri, petrol yataklarının bulunduğu Musul'a ulaşmadı. Ancak, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, 15 Kasım 1918 tarihinde, mütarekenin 7. maddesini dayanak göstererek Musul'a asker çıkardılar. 6. Ordu Kumandanı Ali İhsan Paşa General Marshall'ın Musul'un İngilizlere terkedilmesi isteğini reddetti. Aslında General Marshall kendi hükümetinden mütareke gereği Musul'a girilmesi gibi bir emir almamış blöf yapıyordu. Ali İhsan Paşa önce direndi sonra İstanbul Hükümeti'nden gelen emre uyarak Nusaybin'e geri çekildi ve Britanyalılar çarpışmadan Musul'a asker çıkarabildiler. IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa kaleme almış olduğu hatıralarında, Irak Cephesi bağlamında aşağıdaki değerlendirmeyi yapar: ""Küt-ül Amare'deki İngiliz ordusunun esir düşmesinden sonra, Irak ordusunun bir kısmının alınarak İran'da fetihlerle görevlendirilmesi, sonunda Bağdat'ın düşmesine sebep olmuştu. İşte şimdi de, Kudüs ve umumiyetle Filistin tehlikede iken, son kuvvetlerimizin Bağdat'ın geri alınması­na tahsis olunması, Kudüs ve Filistin ve belki bütün Suriye'nin düşman istilasına uğramasına yol açacaktı."" Werner Hug Werner Hug (*10 Ekim 1952, Feldmeilen), İsviçreli satranç oyuncusu. Turboşarj Turbo, motora atmosferik basıncın üzerinde hava vererek yani cebri doldurum yaptırarak daha küçük hacimli motordan daha yüksek güç alınmasını sağlayan, hareketini egzoz gazının dışarı çıkma basıncından alan bir çeşit pompadır. Türbin ve kompresör olmak üzere iki adet pervaneye sahiptir. Türbin egzoz tarafında, kompresör emme tarafında yer almaktadır. Egzoz gazının çıkma basıncıyla dönen türbin aradaki bağlantı milinin yardımıyla kompresör pervanesini döndürür. Bu sayede motor silindirine önemli ölçüde artan bir hava girişi sağlanır. Flash Flash şu manalara gelebilir: Blogger (servis) Blogger İnternette blog açmaya imkan sağlayan internet sitesi. Güncel kayıtlı kullanıcı sayısı 2 milyonu aşkın olan Blogger sistemi kullanıcılarına ücretsiz olarak blog oluşturmayı sağlamaktadır. Herkesin web üzerindeki bilgilere katkıda bulunması amacıyla Pyra Labs tarafından kurulmuş olup daha sonra Google tarafından satın alınmıştır. Google'a ait olduğu için tamamı ile güvenilir olan bu sistem son derece kaliteli ve yaygın olarak kullanılmakta olan Blogger, internetteki ilk blog hizmet sağlayıcısıdır. Günde 18 milyon civarında tıklanma ile en çok ziyaret edilen ilk 10 ağ sitesinden birisidir. Türkçe dahil onlarca dil desteği ile birlikte hizmet vermektedir. Kullanıcılarına "isim".blogspot.com şeklinde ücretsiz alan adı tahsis etmektedir. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği 24.10.2008 tarihinde saat 12:30'da erişime engellendi. Daha sonra yasağın justin.tv sitesinin yayınladığı LigTV maçlarının bir blog üzerinden sunulmasından dolayı olduğu ortaya çıktı. Dört günlük yasak sonunda delil yetersizliğinden dolayı engelleme kaldırıldı. 14.01.2011'de Blogger’a erişim Digiturk'ün yeni şikayeti ile Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nin tarih ve 2011/156 D iş sayılı kararı ile tekrar engellendi. Mahkemenin bu yasağı kaldırılması sonrasında bloglarına ulaşmayı bekleyen blogger'lara 23 gün sonra siteye erişimin tamamen kapatıldığı yeniden açıkladı. 2011'de kapatıldığı tarihten itibaren Blogger'a girmek isteyenler kırmızı, 24 punto Verdana yazı karakteriyle ile yazılmış "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." yazısı ile karşılaşıyor. Blogger kullanıcıları bu konu ile ilgili olarak Digiturk hakkında suç duyurusunda bulundu. Daha sonra, Diyarbakır Baş Savcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu 14.03.2011 tarihinde aldığı kararla Blogger'a erişimin engellenmesini kaldırdı. Penis boyu Penis boyu ya da penis uzunluğu, penis tam ereksiyondayken penis sırtından yapılan ölçümde penis başının ucu ile penisin üstte skrotum derisi ile birleştiği yer arasındaki mesafedir. Cinsel ilişki sırasında işlevsel olan uzunluktur. Penis doğumda belli bir uzunluğa sahiptir. Ergenlikle birlikte uzunlukta belli oranda bir artış görülmeye başlar. Ergenliğin sona ermesiyle nihai uzunluğuna kavuşmuş olur. Ortalama penis boyu Türkiye'de Orta anadolu erkekleri üzerinde Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nca yürütülen çalışmada 14,5 cm bulunmuştur. Ereksiyon halinde değilken, penisin "7 cm ve üzerinde" olması Avrupa Cinsel İşlev Birliği'nce normal kabul edilmiştir. Konu tıbbi anlamda çocuk endokrinolojisinin, ürolojinin, çocuk cerrahisinin ve plastik, rekonstrüktif ve estetik cerrahinin ilgi alanına girmektedir. Vakaların çoğunu kısa penis uzunluğuna sahip hastalar oluşturmaktadır. Hastaların penis boyunun cinsel ilişki için yeterli uzunluğa kavuşturulması başlıca amaçtır. Penis kısalığının altta yatan nedenlerinin araştırılması yaklaşımın temel ilkelerindendir. Normal bir cinsel ilişkinin gerçekleşmesi için önkoşullardan bir tanesi de penis boyunun yeterli uzunlukta olmasıdır. Kısa boylu bir penisin cinsel ilişkiye izin vermediği düşünülmektedir. Uzun boylu bir penis ise cinsel ilişkinin konforunu bozabilmektedir. Cinsel ilişkiye izin veren yetişkin erkek penis boyu (ereksiyondayken) 9,5 cm'nin üzerindedir. İhanet Noktası İhanet Noktası, (Deception Point, ilk basım yılı 2001), Dan Brown'un ikinci teknoloji kitabı. Bu kitapta uzaydan geldiği iddia edilen bir meteorun üzerinde bulunan fosiller uzayda hayat olabileceğini düşündürüyor. Ne var ki, kitaptaki kahramanlar işin aslının böyle olmadığını ortaya çıkarıyor ve bu sonuç ABD'de başkanlık seçimini büyük ölçüde değiştiriyor. İhanetler üzerine kurulmuş olan roman sadece gerçeklerden yola çıkarak oluşturulmuş bir kurgu olarak değerlendirilmektedir. Permütasyon Matematikte permütasyon, her sembolün sadece bir veya birkaç kez kullanıldığı sıralı bir dizidir. 1'den 10'a kadar olan doğal sayıları içeren n elemanlı kümede r = 4 olarak alınırsa permütasyonların sayısı {1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10} kümesinden sırayı da gözetmek suretiyle oluşturulabilecek dört değişik elemanlı kümelerin sayısını ifade eder. Permütasyonun kombinasyondan farkı, sıralamanın önemli olmasıdır. Tekrarsız permütasyonda her eleman sadece bir kez kullanılabilir. n elemanlı bir kümeden seçilen r elemanlı "tekrarsız" permütasyonların toplamı (n ≥ r olmak şartıyla) aşağıdaki formülle ifade edilir: formula_1 Örneğin 5 atın katıldığı bir yarışta seçilen 3 yarış atının "sırasıyla" birinci, ikinci ve üçüncü gelme olasılığı hesaplanırken bu formül kullanılabilir. Bir atın aynı yarışta iki kez birinci gelmesi mümkün değildir. formula_2 Seçilen sıralamanın doğru çıkma olasılığı 1/60'tır. "Tekrarlı" permütasyonlar ise n formülü ile ifade edilir. Bu formül ile örneğin 3 haneli rakamsal bir çanta şifresinin permütasyonları (seçilebilecek toplam şifre adedi) hesaplanabilir. Her çemberde 0-9 arası 10 rakam olduğu için toplam şifre sayısı 10 x 10 x 10 = 10 = 1000'dir. Olası şifrelerin oluşturduğu seri 000, 001, 002 ... 997, 998, 999 şeklindedir. Yani rastgele denenen bir şifrenin çanta kilidini açma olasılığı 1/1000'dir. Tekrarlı Permütasyon n tane farklı elemanın n¹ tanesi aynı n² tanesi aynı , ... , n™ tanesi aynı iken Oluşturulacak küme sıralı olduğundan dört değişik elemanın olası seçilme şekillerinin düşünülüp bu dörtlü dizilerin seçilme şekillerinin sayısı hesaplanmalıdır: Genelleştirilip n ve r değişkenleri ile ifade edilirse C kodunda permütasyon şu şekilde hesaplanabilir: PHP kodunda şu şekilde bulunabilir: Python programla dili def permutasyon(n, r): Polat, Doğanşehir Polat, Malatya ilinin Doğanşehir ilçesine bağlı bir kasaba olup 1930 yılında kurulmuştur. Dört Halife Dört Halife ya da Hulefa-i Raşidin (Raşid Halifeler) (), Muhammed'in ölümünün ardından ""Ümmetin başı"" sıfatıyla görev yapmış halifelerdir. Urducada Sünni referanslarla dört arkadaş () olarak ifade edilmektedir. "Dört Halife" konusu Şiilik inancında Sünnilik inancına göre farklılık gösterir. Şiilerin ortak düşüncesi Ali’nin hilafete diğer üç halifeden daha layık olduğu ve kendisine haksızlık edildiği yönündedir. Hilafet sırasıyla: Bazı kaynaklar buna sadece 6 ay gibi bir süre görev yapan beşinci halife Hasan bin Ali'yi de dahil ederler. Şiî kaynaklarına göre hilafet Ali bin Ebû Talib'le başlar ve ardından imamlar gelir. Sünni inancına göre; halifelerin yaşça en büyüğü Ebu Bekir, Muhammed'in en iyi dostudur, Mekke ve Medine dönemlerinde hep yanında olmuştur. Yine Sünni inancına göre, bu sebeple
r ile beraber Ebu Bekir'in Kuran-ı Kerim'de iki kişiden biri olarak geçmesi, ilk halife seçilmesinde etkin olmuştur. Ebu Talib bin Abdülmuttalib Abdülmenaf, Müslümanlarca bilinen adıyla Ebu Talib veya Ebu Talib bin Abdulmuttalib (Arapça: أبو طالب بن عبد المطلب d. 549 ö. 619), Ali'nin babası ve Muhammed'in amcasıdır. Küçüklüğünde Muhammed'in bakımını üstlenmiştir. 619 yılında ölmüştür. Muhammed'i en iyi tanıyanlardan biridir. Birçok kaynakta İslam peygamberi Muhammed'den 35 yıl önce doğduğu yani Muhammed'den 35 yaş büyük olduğu rivayet edilir. Döneminde Kureyş kabilesinde içine düştüğü maddi bunalımlara rağmen hep sözü dinlenenlerden olmuştur. Talazan Köprüsü Talazan Köprüsü, Tokat ili, Niksar ilçesine 15 km mesâfede, Kelkit Çayı üzerindeki bir köprü. Talazan kelime anlamıyla sağlam, güvenilir demektir. Niksar'ın Buzköy köyünü Erbaa-Reşadiye yoluna bağlayan köy yolunda Kelkit Çayı üzerindedir. Erbaa-Reşadiye yoluna 1,5 km mesafededir. Kitabesi günümüze ulaşamadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamakla birlikte, yapı üslubundan ve bazı kaynaklardan 13. yüzyılın ilk yarısında inşa edildiği tahmin edilmektedir. Köprü kesme ve moloz taştan yapılmış olup sivri kemerlerden oluşan 8 açıklığı bulunmaktadır. Boyu 147 metre eni 10 metre yüksekliği 9 metredir. Duvar örgüleri arasındaki taş işçiliğinin farklılığından ötürü değişik zamanlarda onarıldığı anlaşılmaktadır. Köprünün ortasındaki en büyük kemer depremlerde yıkıldıktan sonra bu açıklık çelik kirişlerle birleştirilerek kullanılmaya devam edilmiştir. Tescilli tarihi eser statüsünde bulunan köprü 2010 -2012 yılları arasında Karayolları 7. Bölge Müdürlüğünce yürütülen restorasyon çalışması ile eski haline getirilmiş olup koruma altına alınmıştır. Turhal Kervansarayı Turhal Kervansarayı Tokat'da Turhal-Pazar karayolu üzerinde bulunur. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad devrinde 1237’de yapılmıştır. Günümüzde restorasyon çalışmalarıyla birlikte restaurant olarak hizmete sunulmuştur. Hatuniye Medresesi (Tokat) Hatuniye Medresesi Osmanlı Padişahı II. Bayezid'in annesi Gülbahar Hatun adına 1485 (h. 890) yılında yaptırdığı medresedir. Tokat şehrinin Meydan mahallesindeki Hatuniye Camii'nin yanında olup, günümüzde restore edilmiş vaziyette ziyarete açıktır. Sultaniye, Gülbahar, Meydan Medresesi isimleriyle de bilinir. Osmanlı Sultanı Murat Hüdavendigar'ın kızı, Karamanoğlu Alaaddin Bey'in karısı Nefise Sultan tarafından, 1382 yılında yaptırılmıştır, portalindeki kitbesine göre mimarı, Numan Bin Hoca Ahmet'tir. Kalbin Zamanı Kalbin Zamanı, Ali Özgentürk'ün yönetmenliğini üstlendiği 2004 yapımı Türk filmi. İki eski dost, şakayla karışık bir sohbete başlar. Bunlardan biri 20 yıl önce tanık olduğu ve kendisini derinden etkileyen bir olayı anlatmaya koyulur. Anlattığı hikâye ile 1950'lerde yirmili yaşlarında olan dört gencin dönemin cemiyet hayatının merkezi ve gençlerin uğrak noktası olan bir otelde başlayan maceraları ve yaşadıkları aşkların, 1980'lerde, yani 50'li yaşlarına geldiklerinde yollarının yine aynı otelde kesişmesi ile canlandığını ve içlerinden birinin esrarengiz bir cinayete kurban gittiğini öğreniriz. Filmin finalinde yani yaşananların üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçerken ise hiç beklenmedik bir gelişme meydana gelecek ve sır ortaya çıkacaktır. Asya Film Sedat Güven Atilla Özdemiroğlu Ertunç Senkay Harput Ulu Camii Harput Ulu Cami, Artuklu Hükümdari Fahrettin Karaaslan tarafından 1156 - 1157 yılları arasında günümüzde Elâzığ ili sınırı içindeki Harput'ta yaptırılan cami. Halen ibadete açık olan caminin minaresi hafif sağ tarafa eğik konumdadır. Yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen bulgularla birlikte, minarenin Pisa Kulesi'nden daha eğik bir açıyla temellendirildiği tespit edilmiştir. Yenipazar (Novi Pazar) Recm Recm (Arapça: رجم), Sözlük anlamı 'taşlamak' ve 'kovmak' olan, İslam hukukunda terim olarak ise zina yapan 'evli" erkek ve kadına uygulanan taşlayarak öldürme cezasını ifade eden Arapça bir kelimedir. İslam öncesinde Yahudilik'te de var olan bir ceza olan recm islam hukukunda en tartışmalı konulardan birisidir. Çünkü Kur'an'da zina suçunun karşılığı olarak geçmeyen bu ceza hadislere dayandırılmaktadır. Arapça'da r-c-m kökünden bir mastar olan kelime taşlama, taşa tutma, lânetleme, kovma, sövme, birinin namusuna iftira etme, kötü zanda bulunma anlamlarına gelir. Çoğulu 'rucûm'dur. Kelimenin yine aynı kökten gelen sıfat formundaki 'racim' kelimesi ise taşlanan, kovulan, lânetlenen anlamına gelir ki besmelede şeytan bu sıfatla nitelendirilir. Kur'an'da r-c-m kökü tüm formlarıyla 14 defa geçmektedir. Zaman içinde birçok toplum evlilik dışı cinsel ilişkiyi cezalandırarak caydırma yoluna gitmişleridir. Antik Yunan yasalarına göre zina edenler ölüm cezasına çarptırılırken, Hammurabi Yasaları'nda bu kişiler suda boğarak öldürülürlerdi. Zina suçuna verilen recm cezası ise tarihin belli bir döneminde özellikle Orta Doğu'da uygulanmıştır. Bu bağlamda recm dini bir ceza olarak ilk olarak Tevrat'ta geçmektedir. İncil'de açık olarak geçmeyen bu ceza, Kur'an'da geçmemesine rağmen İslam Hukukuna girmiş; peygamber, dört halife, daha sonraki İslam devletleri ve Osmanlı'da uygulanagelmiştir. Yahudi şeriat kitabı olan talmutta konuyla ilgili hüküm şöyledir; 22: 22 Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail'den kötülüğü atacaksınız. 22: 23 Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı ergen bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, 22: 24 İkisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız. Yahudiler, İsa'ya zina ederken yakalanmış bir kadın getirmişler ve Musa peygamberin bu gibilere recm cezası verdiğini ileri sürerek buna ne diyeceğini sormuşlardır. İsa onlara, "İlk taşı günahsız olanınız atsın" deyince başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu.İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye sordu.Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan sonra günah işleme!»[(Yuhanna 8/3-11). İslam hukukunda evli veya dul olup zina yapan kadın ve erkek dört mezhebin ittifakla görüşüne göre 'ölünceye kadar taşlanarak' cezalandırılır. Bu cezalandırmaya 'recmetmek' denmektedir. Bu cezalandırmaya dair Kur'an'da açık bir ayet yoktur. Kur'an'da zina suçunun cezasını belirten ayetler şunlardır: İslam hukukuna dayanak teşkil eden dört mezheb, recm cezasını hadislere dayandırmaktadır. İslam hukukçu Kur'an'da konuyla ilgili tek bir ayet vardır ve burada "taşlayarak öldürme"den değil, döverek cezalandırmaktan bahsedilir. Recm şeriatta hadislere dayandırılan bir cezalandırma şeklidir. Recm ile ilgili tartışmalar mezhepler ve tarikatlar arası ayrılığa da neden olmuştur. Recm sözcüğünün Kur'an'da taşlamakla eşanlamlı olarak değil, daha çok hor görmek, yalnız bırakmak gibi bir anlamda kullanıldığı tefsirlerde okunur. Ancak İslam hukuku'nda "recm", taşlama fiilinin karşılığı olarak kullanılmıştır. "Recm" kelimesi, bu yüzden, hemen hemen tüm dillerde, taşlama kelimesinin karşılığı olarak kullanılmasının yanında, Osmanlıca'ya da hukuk terimi olarak "zina yapan kadın veya erkeğin taşlanarak öldürülmesi" anlamında geçmiştir. Recm cezası Muhammed bin Abdullah zamanında da uygulanmıştır. Bu sebeble recm ile ilgili birkaç Hadis bulunmaktadır. Kendi ikrarlarıyla dört vakıa (Maîz adında bir erkek, Cüheyneli bir kadın, Büreyde adında bir kadın ve adı verilmeyen bir genç, ki buna sopa vurulmuş çünkü nikahlı değilmiş) gerçekleşmiştir. Peygamber gelenleri her defâsında vaz geçirmeye çalışmıştır. Kaçan Mâiz adında birisi için, bıraksaydınız demiştir . Kuran'da recm ile ilgili hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Recm cezası, islama göre dört erkek veya her bir erkek yerine iki kadın (Nur : 1-6), evli bulunan bir kimseyi kendisiyle evli olmadığı bir başka kişi ile ilişkiye girerken, yani erkeğin penisinin kadının vajenine gidiğini kesin görürler ve bunu mahkemede hakime (kadıya) çelişkisiz anlatırlarsa bu kimse recmedilir. Yoksa, suçu işlediği varsayılan kişiye uygulanamaz (fetevâ-i hindiye). Hattâ aynı yatakta yattılar diye bile, bu çok günah ise bile, bir kimse recm cezasına kesinlikle şer'an çarptırılamazdı. Zaten, zina edenin kendi ikrarına değil de dört şahitle uygulanan recm imkânsız sayılacak kadar az, mesela nübüvet döneminde hiç şahitlik vakası olmamasına karşın ve 600 yıl süren osmanlılarda sadece 1 kereye mahsus uygulanmıştır. Recm cezası değişik sekillerde uygulanır: 1- Failleri toprağa göbeklerine kadar gömerek taşlamak suretiyle, veyâ gömmeksizin taşlamak suretiyle : ikrarlarından dönerlerse kaçabilmeleri için. 2- Faillerin üzerine taştan bir duvar devirmek suretiyle -hadise değil ictihada dayanan bir göruş-, eskiden bunun uygulandığına dair bilgiye, bilinen kaynaklarda rastlanmıyor. 3- Failleri yüksek bir yerden taşların üzerine atmak suretiyle -hadise değil ictihada dayanan bir göruş-, ki bunun da eskiden uygulandığına daîr bilgiye, bilinen kaynaklarda rastlanmıyor. Korona işlemi Korona, flekso ve tifdruk baskıda baskı mürekkeplerinin ve diğer kaplama maddelerinin sentetik ve metal yüzeylere tutunmasını sağlamak amacıyla yüzeye elekton bombandımanı uygulama tekniğidir. Bu teknik yüzeye uygulanan maddelerin ( mürekkep, lak, yapıştırıcı) tutunması açısından çok önemlidir. Baskı öncesinde mutlaka baskı yüzeyine korona uygulanmalıdır. Hegzakrom Hexachrome (Hegzakrom), altı renkli bir baskı tekniğidir. Pantone firması geliştirmiştir. Sisteme CMYK renklerinin dışında, yeşil ve turuncu renkleri eklenmiştir. Böylelikle baskı çok daha geniş bir renk evrenine ulaşabilmektedir. Faroe Adaları millî futbol takımı Faroe Adaları millî futbol takımı, Faroe Adaları'nı uluslararası arenada temsil eden futbol takımıdır. 2016 Avrupa Futbol Ş
ampiyonası elemelerinde deplasmanda Yunanistan'ı 1-0 yenerek büyük sürprize imza atmışır. 1. Óli Johannesen (83) 2. Jakup Mikkelsen (67) 3. Jens Martin Knudsen (65) 4. Julian Johnsson (62) 5. Jákup á Borg (61) 6. Fródi Benjaminsen (59) 7. John Petersen (57) 8. Allan Mørkøre (54) 9. Rógvi Jacobsen (52) 10. Øssur Hansen (51) 1. Rógvi Jacobsen (10) 2. Todi Jónsson (9) 3. John Petersen (8) 3. Uni Arge (8) Eylül 2015 itibarıyla; Kazakistan millî futbol takımı Kazakistan millî futbol takımı, Kazakistan'ı uluslararası arenada temsil eden futbol takımıdır. Sovyetler Birliği'nden ayrıldıktan sonra, ilk karşılaşmalarını Türkmenistan ile 1 Haziran 1992 günü oynadılar. Takım, ülke konumu açısından AFC'ye üyeyken, 2002'de UEFA'ya üye oldular. 24 Mart 2007 tarihinde, kendileri için inanılması çok güç bir başarıya imza attılar. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri A grubunda Sırbistan'ı Almatı'da 2-1 yendiler. Böylece UEFA'ya üye olduğundan beri ilk resmi galibiyetlerini almış oldular. Kazakistan, 1991'de Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazanmasına kadar Sovyetler Birliği futbolunun bir parçası olarak kaldı. Kazakistan millî futbol takımı, ilk millî maçını 1 Haziran 1992'de Türkmenistan'la oynadı. 1994'te FIFA'ya üye olan Kazakistan Futbol Federasyonu, 2002 yılına kadar Asya Futbol Konfederasyonu'nun üyesi olarak kaldı. 1996 AFC Asya Kupası elemelerine ve 2000 AFC Asya Kupası elemelerine katılan Kazakistan, her iki denemesinde de kupa finallerine katılma hakkı elde edemedi. 1998 Dünya Kupası elemelerinde 9. Grup'ta Pakistan ve Irak'la eşleşen Kazakistan, rakiplerini hem içeride hem de dışarıda yenmeyi başararak grubu 12 puanla ilk sırada tamamladı. Elemelerin ikinci turunda Güney Kore, Japonya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Özbekistan 8 maçın sonunda elde ettiği 3 beraberlik ve 1 galibiyetle grup sonuncusu olan Kazakistan, tek galibiyetini Birleşik Arap Emirlikleri'ni 3-0 yenerek aldı. Ayrıca, 7 golle grubun en az gol atan ve 19 golle grubun en çok gol yiyen takımı oldu. 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde bu kez Asya'nın 6. Grubu'nda yer alan Kazakistan, Irak, Nepal ve Makao ile mücadele etti. Ancak Kazakistan, bu kez averajla Irak'ın arkasında kalarak gruptan çıkamadı. Kazakistan, 2002 yılında AFC'den ayrılıp UEFA'ya üye oldu. 2006 Dünya Kupası elemelerinde Ukrayna, Türkiye, Danimarka, Yunanistan, Arnavutluk, Gürcistan ile aynı gruba düşen Kazakistan, 1 puan toplayarak yine grup sonuncusu oldu. Bunun yanında, sadece 6 gol atarken, kalesinde 23 gol gördü. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde ise Polonya, Portekiz, Sırbistan, Finlandiya, Belçika, Azerbaycan ve Ermenistan ile aynı gruba düşen Kazakistan, UEFA'ya katıldıktan sonraki ilk resmî galibiyetini Sırbistan'ı 2-1 yenerek elde etti. Bunun yanında, deplasmanda Ermenistan'ı da 1-0'lık skorla mağlup ederek elemeleri iki galibiyetle tamamladı. Grubu 9 puanlı Ermenistan ve 5 puanlı Azerbaycan'ı geride bırakarak, 10 puanla altıncı sırada tamamlayan Kazakistan, attığı 11 gole karşılık 21 gol yedi. 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde İngiltere, Ukrayna, Hırvatistan, Belarus ve Andorra ile 6. Grup'u paylaşan Kazakistan, topladığı 6 puanla sadece puansız Andorra'yı geçebildi. 6 puanı da Andorra'yı iki maçta da 3-1 ve 3-0'lık skorlarla yenerek elde eden Kazakistan, kaydettiği 11 gole karşılık 29 gol yedi. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde Almanya, Türkiye, Belçika, Avusturya ve Azerbaycan'ın yer aldığı grubu; 10 maçta 1 galibiyet 1 beraberlik ve 9 yenilgiyle 4 puan toplayarak son sırada bitiren Kazakistan, attığı 6 gole karşılık kalesinde 24 gol gördü. Gruptaki tek galibiyetini ise Azerbaycan karşısında Astana Arena'da 2-1 galip gelerek aldı. 2014 Dünya Kupası elemelerinde Almanya, İsveç, Avusturya, İrlanda Cumhuriyeti ve Faroe Adaları ile aynı gruba düşen Kazakistan, 10 maçta 1 galibiyet ve 2 beraberlikle 5 puan toplayarak attığı 6 gole karşılık kalesinde 21 gol gördü. Gruptaki tek galibiyetini ise sahasında Faroe Adaları'nı 2-1 yenerek aldı. "7 Şubat 2014 itibarıyla" 26-29 29 Mart 2016 tarihlerinde Gürcistan ve Azerbaycan karşısında yapılacak dostluk maçları için çağrılan kadro: Makedonya Cumhuriyeti millî futbol takımı Makedonya Cumhuriyeti millî futbol takımı, Makedonya'yı uluslararası arenada temsil eden futbol takımıdır. İlk karşılaşmalarını Yugoslavya'dan ayrıldıktan sonra 1993 yılında yapılmıştır. Bundan önce Yugoslavyalı Makedon oyuncular Yugoslavya millî futbol takımı için oynadılar. Genellikle ev sahibi olduğu karşılaşmalarını Üsküp'teki Graski Stadyumu'nda oynarlar. 2 Mayıs ve 29 Haziran 2016 tarihlerinde Azerbaycan ve İran'a karşı bir hazırlık dostluk maçı için çağırılan kadrosu: Polis (film) Polis, 2006, Türkiye yapımı aksiyon-polisiye türünde sinema filmidir. Yönetmenliğini Onur Ünlü yapmıştır. Musa Rami mesleğinin zirvesinde bir cinayet masası polisidir. Bugünlerde kafasını meşgul eden iki şey vardır. Birisi kendisinden kırk yaş küçük üniversite öğrencisi Funda’ya olan aşkı, bir diğeri de ünlü mafya ailesi İzmitlilerin Rami ailesine yönelik bitmek bilmeyen tehditleri. Musa Rami iyi bir baba, iyi bir polis ve iyi bir aşıktır ve görünen o ki Musa Rami işi, aşkı ve ailesi arasında sıkışıp kalacaktır. Aynı günlerde aldığı bir haber ise Musa Rami’yi tamamen altüst eder. Hanns Eisler Hanns Eisler (d. 6 Temmuz 1898, Leipzig - ö. 6 Eylül 1962, Berlin) Alman ve Avusturyalı besteci. Yahudi olan babası Rudolf Eisler’in felsefe profesörü olduğu Leipzig’te doğdu. 1901’de ailesi Viyana’ya taşındı. I. Dünya Savaşı boyunca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda sınır cephesinde görev aldı ve çarpışmalarda çok kez yaralandı. Avusturya’nın yenilgisinin ardından Viyana’ya geri gönüp 1919’dan 1929’a kadar Arnold Schoenberg ile çalıştı. Eisler Schoenberg’in on iki ton tekniğinin ilk takipçisi oldu. Bu sırada Viyana’da Çeliğin Sesi ve Karl Liebnecht işçi korolarını yönetti. 1925’ta Viyana Sanat Ödülü’nü kazandı. Bu yıllarda sanat görüşünde bir değişim yaşandı ve sosyal ve politik konuları işlemeye başladı. 1926 yılında Almanya Komünist Partisi’ne üye olan Eisler bu tarihten sonra çalışmalarında Brecht ile işbirliğine gitti. Başta Ana(1930) ve Shweik II. Dünya Savaşı’nda olmak üzere pek çok Brecht oyununa müzik yazdı. Bu işbirliği Weimar Cumhuriyeti’ndeki politik kargaşaya protest şarkılar yoluyla dahil oldu. Örneğin Dayanışma Şarkısı o yıllarda Avrupa’daki kitle gösterilerinin gözde şarkısı haline geldi. 1933’de iki sanatçının eserlerinin Nazi Partisi tarafından yasaklanmasıyla ikili nazi karşıtı faaliyetlerini ABD’de sürdürdü. 1931’de Berlin’de Müzikte Diyalektik Materyalizm adlı bir çalışma grubu kurdu. Bu esnada Mücadele Müziği dergisine de yazan Eisler İşçi-Şarkıcıların Militan Birliği’nin ikinci Sovyetler Birliği gezisinde başı çekerek müziği ile dünya görüşünü sıkı bağlarla birleştirdi. Eisler’in ABD kariyeri Soğuk Savaş ile kesildi. Mc Charty döneminde yaşanan akıl almaz Cadı Kazını’nın ilk kurbanları arasına girdi. Soruşturmayı yöneten Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından "müziğin Karl Marx’ı" ve Hollywood’daki Sovyet ajanlarının başı olmakla suçlandı. Charlie Chaplin, Albert Einstein, Aaron Copland, Leonard Bernstein, Roger Sessions, Thomas Mann ve daha pek çok aydının desteklediği Eisler Amerika’dan ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra Demokratik Almanya’ya dönen Eisler burada Demokratik Almanya Cumhuriyeti(DAC) milli marşını besteledi. Bu ülkede kurulan Alman Müzik Akademisi’nde profesör olarak çalışmaya başladı. 1950’de Brucher’in Alman Halk Şarkıları’na yazdığı müzikle DAC Müzik Ödülünü’nü kazandı. 6 Eylül 1962’de hayatını kaybetti. Alman Devlet Operası’nda yapılan törenin ardından Bertolt Brecht ve Helene Weigel’in yanına gömüldü. Alman Müzik Akademisi’nin adı 1964’te Hanns Eisler Müzik Akademisi olarak değiştirildi. Wicked Game "Wicked Game", Chris Isaak'ın 1989'da yayımlanan parçası. "Heart Shaped World" albümünde yer almaktadır. 1989'da yayımlanmasına rağmen ancak Ocak 1991'de "Billboard" Hot 100 listesinde 6. sıraya yükselerek ünlenmiştir. "Adi Oyun" (argoda ""Şerefsiz Oyun"") şarkıcının her ne kadar istemese de bir kadına aşık olmasını anlatır. Sözlerinden de anlaşılacağı gibi Adi oyunu oynamak istemeyen şarkıcı elinde olmadan artık farklı hissetmekte ve aşık olduğu kadını hayal etmektedir. Wild at Heart filminin parçalarından biridir. Şarkıya Herb Ritts'in çektiği klipte model Helena Christensen, Isaak'a eşlik etmektedir. Melankolik bir içeriğe sahip olan parçaya çekilen bu klipte bir modelin oynaması, sadece toplumun büyük çoğunluğu tarafından güzel kabul edilen kişilere aşık olunabileceği ve gene toplumun büyük çoğunluğu tarafından çirkin sayılan birinin değil de ancak güzel birinin hayalinin kurulabileceği izlenimi verdiğinden birçok hayranı tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Matías Emilio Delgado Matias Delgado (d. 15 Aralık 1982, Rosario) orta saha mevkinde görev yapan İtalyan vatandaşlığı da bulunan Arjantinli futbolcudur.Super League ekiplerinden FC Basel forması giymektedir ayrıca takımının kaptanıdır.. Delgado, Rosario'da doğdu. İki yaşında ailesi ile birlikte başkent Buenos Aires'e taşındılar. Bunun nedeni futbolcu olan babası Eduardo Emilio Delgado'nun transferiydi. Delgado, futbola River Plate'in altyapısında başladı. 1998'de Argentinos Juniors takımının altyapısına geçti. 2000 yılında Chacarita Juniors takımına transfer olarak profesyonel futbola başladı. Kendisine örnek aldığı futbolcu; Martin Palermo'dur. 3 sezon boyunca Arjantin takımı orta sıralarda yer aldı. Delgado ise 3 yılda 50'den fazla lig maçında forma giydi. 21 yaşında Avrupa'ya geçerek, İsviçre'nin FC Basel takımına geçti. Burada çok başarılı üç sezon geçirdi. İlk iki sezon lig şampiyonu, son sezonunda ise lig ikincisi oldular. Bunların yanında 2005-06 sezonunda Basel ile tarihinin en başarılı Avrupa Kupaları serüvenini yaşadı. Birinci turdan kupaya giren Basel, ilk elemede Boşnak Široki Brijeg takımını kolayca elerken, İsviçre'deki 5-0'lık galibiyette Delgado hat-trick yapt
ı. Basel gruptan 3. olarak çıkarken, Delgado, Crvena Zvezda ve Tromsø IL takımlarına da gol atıyordu. Son 32'de Monaco'yu eleyen takım, Son 16'da ise Strasbourg'u elerken Delgado bir gol daha kaydetti. Çeyrek finalde Middlesbrough FC'yi 2-0 yendikleri ilk maçta da gol atan Delgado'nun takımı, ikinci maçta 1-0 öne geçse de maçın sonlarına doğru 4 gol yiyerek elendiler. Delgado ise 7 golle turnuvanın gol kralı oldu. 2006 yılında "İsviçre'de Yılın Futbolcusu" seçildi. Basel takımı ile 3 sezonunda Super League'de 85 maçta 31 gol, toplamda ise 113 maçta 58 gol atma başarısını göstermi, maç başına 0.50 gol istatistiği ile oynamıştır. 2006 yılında ayrıldığı Basel'e, 2013-14 sezonu öncesinde geri döndü. Murat Yakın'ın çalıştırdığı ve 2013-14 sezonunda UEFA Şampiyonlar Ligi'nde mücadele eden Basel, Delgado ile 4 yıllık sözleşme imzaladı. Delgado bu performansı ile Beşiktaş'ın dikkatini çekti ve 2006-07 sezonunda Sponsor firma (Cola Turka) ile 4 milyon 875 bin €'ya (yaklaşık 6.4 milyon $'a) transfer etti. Delgado, Beşiktaş'ın Galatasaray'ı 1-0 yenmesi ile ilk kez düzenlenen Türkiye Süper Kupası'nın sahibi oldu. Ligde ise ikinci oldular. Sonraki sezon ise sakatlıklardan dolayı pek bir başarı gösteremediler. Ancak Şampiyonlar Ligi 2. ön eleme turunda Beşiktaş FC Zürih'i 1-1 ve 2-0'lık sonuçlarla elerken, Delgado üç gole de imzasını attı. O sezon gruplardaki 6 maçta da forma giydi. 2008-09 sezonunun başında Beşiktaş kaptanları İbrahim Üzülmez ve İbrahim Toraman'ın kavgası nedeniyle takım kaptanlığı ona verildi. Bu sezonunda Beşiktaş'ın kazandığı çifte kupa'da büyük başarısı olmuş, sakatlanana kadar attığı 8 golle ve asistlerle takımına katkı sağlamıştır. Beşiktaş, 20 Ocak 2009 tarihinde bonservisi Cola Turka’da olan Arjantinli yıldız oyuncunun bonservisini Cola Turka’dan 7 milyon 750 bin dolara aldı. Beşiktaş Futbol Yatırımları Sanayi ve Ticaret A.Ş, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’na (İMKB) gönderdiği açıklamayla; 2009-10 sezonunun başında geçirdiği sakatlık dolayısıyla 1 sezon boyunca sözleşmesi dondurulmuştur. 2010-11 sezonunda takımın başına Bernd Schuster'in gelmesiyle tekrar formasına kavuşmuş, UEFA Kupası ön eleme maçlarında attığı 2 golle takımına katkıda bulunmuştur. Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra, 2010-11 sezonunda Birleşik Arap Emirlikleri Ligi takımlarından Al Jazira Club'a transfer oldu. Al Jazira takımıyla Birleşik Arap Emirlikleri Ligi'nde 2010-11 sezonunu şampiyon olarak tamamladılar. Aynı zamanda takımıyla birlikte 2010-11 ve 2011-12 sezonu Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanlığı Kupası'nı kazandılar. Delgado, Al Jazira'da geçirdiği üç sezonda ligde 87 maçta forma giyerken, 21 gole imzasını attı. 2012-13 sezonu sonunda takımdan ayrıldı. 13 Temmuz 2013'da, Basel, Delgado'nun kulübe geri döndüğünü açıkladı. Delgado, 11 Ağustos 2013 tarihinde döndükten sonra yaptığı ilk maçta FC Zürich'e karşı 61. dakikada oyuna girdi. Sezon sonunda Delgado, Basel ile üçüncü şampiyonluğunu kazandı. Futbolcu, 25 maçta iki gol atıp, altı asist yapmıştı. Basel ayrıca İsviçre Kupası'nda finale çıkıp uzatmalarda FC Zürich'e 2-0 yenildi. Delgado, bu turnavada penaltıdan bir gol attı. Aynı sezon Şampiyonlar Ligi'nde mücadele eden Basel'in 6 grup maçında da forma giyen Delgado, bir asist yaptı. Üçüncü olan Basel, yoluna Avrupa Ligi'nde devam etti ve burada çeyrek finale çıktı. Delgado çeyrek finalin ilk maçında Valencia'ya iki gol kaydetti. 2014-15 sezonu hem Basel hem Delgado için başarılı bir sezon oldu. Basel altıncı kez üst üste ligi kazanırken, Delgado da iki sene üst üste şampiyonluk yaşamış oldu ve bu şampiyonluğa attığı 10 gol ile yardım etti. İsviçre Kupası'nı yine finalde kaybettiler. 10 Temmuz 2015'te, futbolu bırakan Marco Streller'den kaptanlık pazubandını alan isim Delgado oldu. Sezon sonunda Basel bir kez daha İsviçre şampiyonluğu yaşarken, Delgado, ligde 11 gol 12 asistle şampiyonluğa katkıda bulunurken, Basel'deki ikinci döneminin en iyi istatistiklerine ulaştı. 2016-17 sezonu şampiyonluğuna da 29 maçta 10 gol atıp, dokuz asist yaparak yine büyük bir katkıda bulundu. Ayrıca kariyerinde ilk kez bu sezon Schweizer Cup gördü. FC Sion'u 3-0 yendikleri final maçında gollerden birini Delgado kaydetti. 2017-18 sezonunun ilk maçında Young Boys karşısında sahaya kaptan olarak çıktı. 2-0 yenildikleri bu maç Delgado'nun kariyerinin son maçı oldu. Bu maçtan sonra %100 fit olmadığına ve takıma yararlı olamayacağına karar veren Delgado, futbolu bırakma kararı aldı. Bu kararı verdiği basına açık toplantıda futbolcu gözyaşlarını tutamazken, Basel taraftarı da basın toplantısını basarak Delgado için tezahürat yaptı. Delgado'nun 1980 doğumlu Soledad adında beden eğitimi öğretmeni bir kız kardeşi, 1990 ve 1998 doğumlu Ramiro ve Martin adlarında iki erkek kardeşi vardır. Basel'deki takım arkadaşı Julio Hernán Rossi'nin kardeşi olan, Maria Laura Rossi adlı tenis öğretmeni ve beden eğitimi öğrencisiyle evlenen Delgado'nun iki çocuğu vardır. Evlilik danışmanı Evlilik danışmanı, çiftlerin evlenmeden önce, evlilik sırasında yaşanan problemlerle ilgili ve boşanmadan önce profesyonel bir yardım amacıyla başvurduğu uzmandır. Çiftlerle çalışırken aile terapisi ve çift terapisi kullanılabilir. Angola millî futbol takımı Angola millî futbol takımı, Angola'yı uluslararası arenada temsil eden futbol takımıdır. 2006'da tarihinde ilk defa Dünya Kupası'na katılan takım 2 puan alarak grubunda 3. olmuştur. Jacques Derrida Jacques Derrida, (d:15 Temmuz 1930-El-Biar,Cezayir; ö: 8 Ekim 2004-Paris) Fransız bir filozof, edebiyat eleştirmeni ve Yapısökümcülük olarak bilinen eleştirel düşünce yönteminin kurucusudur. Derrida'nın etkinliği yalnızca felsefeyle sınırlı olmamıştı. Özellikle, '1960'lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür içinde ırkçılık karşıtı hareketlerde yer aldığı, Fransa'daki Cezayir'li mültecilerin haklarını desteklediği ve ayrıca Soğuk Savaş dönemi Çekoslovakya'sının muhalif hareketlerini desteklediği ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede tutuklanmış olduğu bilinmektedir. Körfez Savaşı sırasında ise Alman filozof Jürgen Habermas'la birlikte Frankfurter Allgemeine'de kaleme aldıkları bir yazıda, dünya entelektüellerini ABD'nin Irak'a karşı giriştiği saldırıya tavır almaya ve Avrupa'nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya giriştiği bilinir. Paris'te Ecole Normale Superieur'de ve Sorbonne Üniversitesi'nde okudu. 1970'lerden itibaren Paris ve ABD'deki Johns Hopkins, Yale, Harvard, Kaliforniya üniversitelerinde akademik kariyerini sürdürdü. Geliştirdiği yöntem ve kavramlar edebiyat eleştirisinden sosyolojiye, kimlik sorunundan felsefeye bütün düşünsel alanlarda etkisini gösterdi ve sarsıcı sonuçlara yol açtı. Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Félix Guattari gibi ünlü Postyapısalcı felsefe'nin ya da başka bir deyişle yapısalcılık-sonrası-teorinin kurucu öncülerinden biridir. 1960'lı yıllardan itibaren geniş bir entelektüel kesimin dikkatini çekmeye başladı, özellikle düşünce tarihine yönelttiği köktenci eleştiriler ve yazmanın (yazı'nın) doğasıyla ilgili teorik önermeleri önemsendi. J.J.Rousseau, Friedrich Nietzsche, Andre Gide, Paul Valery, Albert Camus gibi yazarları erken dönemde okuyan Derrida, Bergson ve Sartre etkisiyle felsefe çalışmalarına yönelmiştir. Bu yönelim sonrasında, sürekli felsefenin ve düşüncenin kıyılarında dolanacak, düşünce tarihi içinde geri alınması ya da yok sayılması olanaksız müdahaleler gerçekleştirecektir. Yapısökümcülük denilen Derridacı yöntem, yani metnin derin yapılarını ayrıştırmayı hedefleyen yöntemsel yaklaşım edebiyat kuramı, dilbilim, felsefe, hukuk, sosyoloji, kültür kuramı, mimarlik gibi disiplinler başta olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar getirdi.Onun çalışmaları köktenci bir şekilde, Platon’dan günümüze çeşitli ve karşıt eğilimlerle gelmiş olan metafizik felsefenin sorgulanması ve böyle bir sorgulama ışığında örneğin Marks, Freud ya da Nietzsche gibi düşünürlerin yeniden değerlendirilmesi olanağını sağladı. Derrida, Dil’i "yeniden" sorunsallaştırır. Dolayısıyla yapısalcılığı özellikle Saussure'ü ve Levi-Strauss'u da kendi sınırlılığı çerçevesinde sorunsallaştırır. Ona göre, dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla "oynak" ve "belirsiz" bir şeydir.Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve anlamın sınırları Dil'in tarihselliği içerisinde sürekli yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka "anlam bağlamları"ndan geçerler, başka anlamlara gelirler, asla "kapatılamazlar". Bağlamdan bağlama değişen "göstergeler zincirinde" anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder. Derrida bağımsız bir gösterilenler alanının olamayacağını ileri sürer. Burada iki önerme belirginleşir: Birincisi, bağımsız bir gösterilenler alanının olanaksızlığı ve ikincisi, hiçbir şekilde ya da herhangi bir şekilde bir gösterge dizgesinden kaçılamayacağı. De la grammatologie 1967’de yayınlandı. O dönem yayınlanan, "yazı" üzerine diger iki ayrı çalışmasıyla birlikte bunlar Derrida'nın çizgisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu metinler fenomenoloji (ve Edmund Husserl’i), dilbilimi (ve Ferdinand de Saussure’ü), psikanalizi (ve Jacques Lacan’ı), yapısalcılığı (ve Levi-Strauss’u) eleştiriye aldığı temel ve öncü çalışmalardır.Yapısalcılığı ve fenomenolojiyi, bir yapısalcının ve fenomenoloğun yapamayacağı şekilde kendi içinde "mantıksal sonuçlarına" götürerek dilin ve yapı'nın merkeziliğini sorunsallaştırdı. Buna bağlı olarak yapıların tarafsızlığı önermesini bu düzlemde geçersiz kıldı. Yapısalcılık iç-ögelerinin ayrımı olarak yapıyı tanımlamakla geleneksel felsefedeki " merkez " anlayışını "yerinden" etmişti. Derrida, bu noktada yapıların merkeziliğine yönelik eleştirisiyle devreye girer ve "yapısökümcülüğü" oluşturarak yapısalcılığı "yerinden" eder. Yapısöküm, burada, Deconstruction’un Türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başka yerlerde bunun "yapıbozum" ya da "yapıçözüm" olarak karşılandığı da görülür. Derrida’nın yapısalcı Dil anlayışına itirazı, kendisinin asıl temel sorgulama konusu olan mevcudiyet
metafiziği (başka bazı çevirilerde "bulunuş metafiziği" olarak çevrilir) dediği geleneksel düşünce yapısına karşı itirazının temelini oluşturur. Mevcudiyet metafizigi, Platon’dan Husserl’e ve yapısalcılığa kadar uzanmaktadır ve sonuçta hepsi "bağımsız" bir "mevcudiyet ya da varlık alanının" olduğu varsayımından hareket ederler; oysa Derrida, göstergelerin ( ya da işaretlerin) işaret ettiği ve bu göstergelerden tamamen bağımsız bir "alanın" olanaksızlığını ileri sürer ve gösteren'den bağımsız bir gösterilen'in mümkün olmadığını ortaya koyar. Buna göre, anlama işaret eden "işaretlerden" ya da göstergelerden bağımsız bir anlam alanının olamayacağı gösterilmiş olunur, yani hiçbir koşula bağlı olmayan bir "bulunuşun" ya da "mevcudiyetin" söz konusu olamayacağı belirtilir. Şu-anda-bulunuş, dil bağlamında söz konusu olamaz. Çünkü " "aşkın bir gösterilen yoktur" ". Her gösteren, başka bir göstereni gösterir ve buradan elde edilecek olan yalnızca mevcudiyet değil anlama kaynaklık eden " gösterge zincirleri "dir. Böylece "anlam oyunu" sonsuz/ bitimsiz bir oyuna dönüşür. Derrida’nın ses-merkezcilik’i ve söz-merkezcilik’i reddedişi de tam bu noktaya ilişkindir. Bunların yapılarını sökerek Derrida, "mevcudiyet metafiziğinin" örtülerini kaldırır. Idea, Tanrı, Akıl ya da Madde gibi merkezlerin başka nosyonlara dayanak olmaları söz konusu olamaz Derrida'ya göre. Çünkü "aşkın bir göstergenin yokluğu" söz konusudur. Dolayısıyla, "yazı" karşısında "ses"’e ve "söz"’e öncelik ve ayrıcalık verilmesi de anlamsızdır. Söz-yazı ayrımının kendisi bizzat, bu "metafiziksel düşüncenin" ürünüdür, yani belirli bir merkez üzerinde ikili karşıtlıklarla işleyen felsefe geleneğinin bir sonucudur. Her tür metafiziksel düşünce Derrida'ya göre ikili karşıtlıklarla taşınır. Madan Sarup bunları şöyle belirtir: gösteren /gösterilen, duyulur/ düşünülür, konuşma /yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. Ayrıca bunlara daha ideolojik kullanımları olan ikilikleri de ekler: madde/tin, özne/nesne, yanlışlık/doğruluk, beden/ruh, temsil/mevcudiyet, görünüş/öz, içsel/dışsal gibi. Derrida, yapısalcıların bu ikilikleri fazla sorgulamadan kabul ettiklerini söyler. Bu karşıt terimlerin her biri ancak diğerinin varolmasıyla birlikte varolurlar. Derrida bunu anlamanın yöntemsel araçlarını geliştirir yapisökümcülüğü ile. Söz-yazı ayrımı, metafiziğin en gizli ve güçlü argümanının kalbidir ve kabul edilemezdir; cünkü Derrida’ya göre, geleneksel düşüncede konuşmanın birincil konuma çıkarılmasının gerisinde "bulunuş metafiziği"nin temel mantığı yatmaktadır.Buna göre "konuşmada", konuşan kişi ürettiği sözle "eş-anlı" bulunmakta yani sözüyle arasında zamansal ya da uzamsal bir uzaklık olmamaktadır. Bu doğrudanlık, "konuşmada", dolayısıyla ses ve söz'de, konuşan kişinin ürettiği söz ve o söz aracılığıyla anlatmaya çalıştığı şey arasında bir örtüşme (özdeşlik) olduğunu varsayar. Başka bir deyişle, anlamın söz'de içkin olduğunu kabul edilir burada. Derrida bunun böyle olamayacağını gösterir. Şimdi-burada-varoluş, söz’ün içinden belirlenebilecek bir şey değildir. Yazı için geçerli olan söz için "de" geçerlidir; "her söz söyleyenin ve söylenenin yokluğunda söylenmiştir", dil’e gelen "aşkın bir gösterilene" asla işaret edemez. Derrida yaptığı "yapısökümcü okumalar"la, klasik felsefenin, yani Derrida'ya göre "mevcudiyet metafiziğinin" "bilinçdışı" kaynaklarını ortaya koymaya çalışmış, metinin yapısındaki ikili karşıtlıkları sorunsalaştırmış ve böylece mevcut düşünüş yapısını sökmeyi denemiştir. Bir "merkez" ve "dışarısı" olduğu varsayımına karşı, Derrida'nin ünlü "argümanı" ve "sav sözü" şöyledir: Bu noktada, Derrida, nın çalışmasında Logos'a yönelik temelli itirazların geliştirildiği görülür. Batı felsefesi'nde hem "söz" hem de "akıl" anlamına gelir Logos. Derrida'nın eleştirisinin tam da bu hedeflere yöneldiği açıktır. Burada metafizik bir varlık görüşü gizlidir çünkü ve Derrida, bir yandan akıl'ın konumunu sorunsallastırarak bir yandan da söz-merkezcilik'in yapısını deşifre ederek, mevcudiyet metafiziğinin ardındaki temel dayanak olan Logos'un sökümünü gerçekleştirir. Bunun sonucunda özne'nin metafizik mevcudiyet fikrinin merkezindeki konumu sona erdilir. Söz ve akıl sahibi özne artık metafizik mevcudiyetin merkezi dayanak noktası değildir. Pera Peras Poros, Jacques Derrida ile birlikte disiplinlerarası çalışma, yay. haz. Ferda Keskin, Önay Sözer, Y.K.Y., İstanbul, 1998 ). Kombinasyon Kombinasyon, bir nesne grubu içerisinden sıra gözetmeksizin yapılan seçimlerdir. Nesne grubunun tekabül ettiği kümenin alt kümeleri olarak da tanımlanabilir. Çünkü alt kümelerde sıra önemli değildir. Bir A kümesinin herhangi bir alt kümesine "A kümesinin bir kombinasyonu" denir. Mesela 52 iskambil kartı arasından seçilen dört kart, kartları seçme sırası önemli olmadığından bir kombinasyon problemidir. n elemanlı bir kümeden seçilen r elemanlı kombinasyonların toplamı (n ≥ r olmak şartıyla) aşağıdaki formülle ifade edilir: formula_1 Kombinasyonun permütasyondan farkı, sıralamanın önemli olmamasıdır. Kombinasyonların toplamı, formula_2 permütasyonların toplamı seçilen elemanların kendi aralarındaki sıralanma sayılarına (formula_3 veya formula_4) bölünerek bulunabilir. formula_5 Balıkesirspor Balıkesirspor, 6 Haziran 1966 tarihinde Balıkesir'de kurulmuş, dernek statüsündeki spor kulübü. Başta futbol olmak üzere birçok spor branşında faaliyet göstermektedir. Renkleri kırmızı-beyazdır. Kulübün şu anki başkanı, 2017 yılında seçilen Remzi Boncuk'tur. Kulübün futbol takımı, şu anda 1. Lig'de mücadele etmektedir. Takım, kurulduğundan beri iç saha maçlarını 15.800 kişilik Balıkesir Atatürk Stadyumu'nda oynamaktadır. Ayrıca kulüp; voleybol, hentbol, bisiklet, triatlon, atletizm, basketbol, yüzme, masa tenisi, güreş ve jimnastik branşlarında da mücadele etmektedir. Balıkesir'de ilk spor faaliyetleri, 1918 yılında Çalışma Derneği'nin kurulması ile başlamıştır. 1920 yılında, Çalışma Derneği içerisinde İdmanyurdu kulübü kurulmuştur. İdmanyurdu'ndan sonra, ikinci kulüp olan İdmanbirliği kurulmuştur. 1925 yılında da, daha sonradan adı İdmangücü olarak değişecek olan Sanatkaran kulübü kurulmuştur. Daha sonrasında bu üç kulüp, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'na katılmıştır. 1938 yılında, İdmanbirliği, İdmangücü ve İdmanyurdu takımları birleşmiş ve Tekspor kulübü kurulmuştur. Kurulan Tekspor, daha sonra dört takıma bölünmüştür. 1965 yılında, her ilden bir takımın profesyonel liglerde mücadele etmesi kararı verilmiş ve Balıkesir Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'ne de bir yazı gönderilmiş ve daha sonrasında, dönemin Balıkesir Milletvekili Fenni İslimyeli aracılığıyla Bandırma'da "Balıkesir Bandırmaspor" adıyla bir takım kurulmuş ve 1965-66 sezonunda, o zamanki adıyla 2. Lig'e katılmıştır. Bir yıl sonra, Balıkesir'de "Balıkesirspor"un kurulmasına karar verilmiş ve Futbol Federasyonu'na başvurulmuştur. Fakat federasyon, aynı ilde iki takım olamayacağına karar vererek başvuruyu reddetmiştir. 1965-1966 yıllarında dönemin Balıkesir Belediye Başkanı Hüseyin Baştuz başkanlığında birçok toplantı yapılmış ve Ankara'ya bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır. 6 Haziran 1966 tarihinde Balıkesirspor, kırmızı-beyaz renklerle kurulmuş ve ilk başkanı, aynı zamanda belediye başkanı da olan Hüseyin Baştuz olmuştur. Federasyon ile yapılan uzun görüşmeler sonucunda, takımın profesyonel liglere alınması kararı verilmiştir. Bu karar verildikten sonra, şehirde para toplama kampanyası düzenlenmiş ve dönemin parasıyla 1 milyon TL'nin üzerinde para toplanmıştır. Bunun sonucunda Balıkesirspor, özellikle İstanbul takımlarından birçok futbolcu transfer ederek kadrosunu kurmuş, takımın başına da Şükrü Ersoy'u getirmiştir. 13 Ağustos 1967 tarihinde Balıkesirspor ile Beşiktaş, Balıkesir'de bir hazırlık maçı yapmış ve 1-1 berabere kalmışlardır. Balıkesirspor, 1967-68 sezonunda ilk sezonunu yaşamış, 20 Ağustos 1967 tarihinde oynanan ilk resmî maçında da Malatyaspor'u deplasmanda 3-1 yenmiştir. Balıkesirspor'un tarihindeki resmî maçlarda atılan ilk golünü ise, bu maçta Kadir Gürsoy kaydetmiştir. Kırmızı-beyazlılar, üst sıralarda mücadele ettiği sezonu 3. sırada bitirmiştir. Balıkesirsporlu futbolcu Nevzat Kırceylan da sezonu 17 golle tamamlayarak 2. Lig Beyaz Grup Gol Kralı unvanını elde etmiştir. Takım, ertesi sezona Abdullah Matay teknik direktörlüğünde başlamış ve 1968-69 sezonunu 36 puanla 8. sırada tamamlamıştır. 1969-70 sezonunda Balıkesirspor, ligde 49 puan toplayarak lider Boluspor ile aynı puana sahip olmuş, averaj farkıyla ligi 2. bitirmiştir. Bu sezonda, son hafta Tarsus İdman Yurdu ile oynayan Boluspor'un bu maçta şike yaptığı iddia edilmiş ve Mersin Bölge Müdürü Edip Burhan da iddiaları doğrulamıştır. 1970-71 sezonuna "Baba Recep" lakaplı Recep Adanır'ın teknik direktörlüğünde başlayan Balıkesirspor, sezonu Giresunspor'un ardından 2. sırada tamamlamıştır. Ertesi sezona teknik direktör değişikliğiyle başlayan takım, sezon sürerken Arif Dökel'in ayrılmasıyla beraber Necdet Oran yönetimine girmiştir. Bu sezonu 30 puanla tamamlayan Balıkesirspor, Beyaz Grup'ta 8. sırayı almıştır. Kırmızı-beyazlılar, 1972-73 sezonuna daha önce de bu takımda teknik direktörlük yapmış olan Suat Mamat ile başlamıştır. Bu sezonda takım, iç sahada hiç kaybetmemesine rağmen deplasmanda da hiç galibiyet alamamış ve grubunu 5. sırada tamamlamıştır. Sonraki sezonda Balıkesirspor, Tamer Güney yönetiminde ligi, küme düşecek olan son 2 takıma yakın bir pozisyonda, 12. sırada bitirmiştir. Balıkesirspor, 1974-75 sezonuna Rıdvan Kösemihal teknik direktörlüğünde başlamıştır. Kırmızı-beyazlılar, ligin bitimine bir hafta kala Konya İdman Yurdu'nu 3-0 yenerek şampiyonluğu garantilemiştir. Balıkesirsporlu futbolcu Özer Umdu, sezonu 2. Lig Beyaz Grup Gol Kralı olarak bitirmiştir. Sezon boyunca kendi sahasında hiç kaybetmeyen takım, o zamanki adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi'ne yükselmiştir. Kırmızı-beyazlılar, şimdiki adıyla Süper Lig olan Türkiye 1. Futbol Ligi'ndeki ilk ve tek sezonuna Candemir Berkman teknik