article
stringlengths
7.34k
10k
direktörlüğünde başlamıştır. Takım, ligin ilk yarısında özellikle kendi sahasında aldığı sonuçlarla, ilk yarıyı 4. sırada tamamlamıştır. Teknik direktör Berkman, ilk yarı sonrasında hedeflerinin ilk 10 sıra içerisinde yer almak olduğunu açıklamıştır. Fakat Balıkesirspor, ikinci yarıda art arda aldığı kötü sonuçlardan sonra küme düşmeme mücadelesi vermeye başlamıştır. Ligde Galatasaray'ı mağlup eden, Beşiktaş, Fenerbahçe ve Trabzonspor ile berabere kalan takım, kendi sahasında da 15 maçta sadece 1 yenilgi almasına rağmen; içinde Beşiktaş'ın da olduğu küme düşme mücadelesini Ankaragücü ile birlikte kaybetmiştir. 1. Lig'den düştükten sonra Bal-Kes, teknik direktörlüğe Selahattin Torkal'ı getirmiştir. Bu sezonu 8. sırada tamamlayan takım, ertesi sezonu başarısız bir şekilde, küme düşme hattının sadece 1 sıra üzerinde bitirmiştir. 1978-79 ve 1979-80 sezonlarında da orta sıralarda yer alan Balıkesirspor, 1980-81 sezonunda da sondan üçüncü sırada yer almıştır. 1981-82 sezonunda, takımın başına üçüncü kez gelen Rıdvan Kösemihal yönetiminde kırmızı-beyazlılar, 2. Lig B grubunu 4. sırada bitirmiştir. 1982-83 sezonunda son haftaya kadar küme düşmeme mücadelesi veren takım, son hafta Altınordu'yu yenerek kümede kalmıştır. Balıkesirspor, 1983-84 sezonunu da küme düşme hattının yakınlarında bitirmiştir. Ertesi sezona 4-1'lik Göztepe galibiyetiyle başlayan kırmızı-beyazlılar, ilk 7 haftada namağlup bir şekilde ilk sırada yer almış, fakat daha sonrasında alınan kötü sonuçlarla 3. Lig'e düşmüştür. Balıkesirspor, 1985-86 sezonu sonunda 3. Lig'e düşmüştür. 6 sezon boyunca 3. Lig'de mücadele ettikten sonra, 1991-92 sezonu sonunda 3. Lig 7. Grup şampiyonu olmuş ve 2. Lig'e yükselmiştir. 1995-96 sezonunda Yükselme Grubu'na kalmış, ekstra Play-Off maçlarında Kardemir Karabükspor'a 2-1 yenilerek 1. Lig'e (şimdiki Süper Lig) yükselme şansını kaybetmiştir. Kulüp, 1996-97 sezonunda yeniden 3. Lig'e, 2000-01 sezonunda ise amatör lige düştü. Amatör ligde 5 sezon oynadıktan sonra 2005-06 sezonunda tekrar 3. Lig'e döndü. 2009-10 sezonunda 2. Lig'e çıkan takım; 2011-12 sezonunda play-off oynamış, 2012-13 sezonunda da 2. Lig Beyaz Grup şampiyonu olarak yeniden 1. Lig'e yükselmiştir. 2013-14 sezonunu 2. olarak tamamlayarak 38 yıl aradan sonra Süper Lig'e çıkmış, böylece 9 sezonda 4 lig yükselme başarısı göstermiştir. 2014-15 sezonunda Süper Lig'i son sırada tamamlayan kırmızı-beyazlılar, yeniden 1. Lig'e düşmüştür. 2015-16 sezonunda ligi 6. bitirerek play-off hakkı elde etmiş, ancak yarı finalde elenmiştir. Balıkesirspor, kurulduğu tarihten beri Atatürk Stadyumu'nu kullanmaktadır. Atatürk Stadyumu, 1950 yılında inşa edilmiş, 1973 ve 2010 yıllarında yenilenerek kapasitesi yükseltilmiştir. Ayrıca, Temmuz 2013'te stadyumda ışıklandırma çalışmalarına başlanmış ve Ocak 2014'te çalışmalar bitirilmiştir. Stadyumun kapasitesi 15.800 kişidir. Balıkesirspor, antrenmanlar için Ali Hikmet Paşa Spor Tesisleri'ni kullanmaktadır. 1978 yılında inşa edilen tesiste, 3 sentetik çim ve 1 çim saha 1 toprak saha bulunmaktadır. Balıkesirspor'un kulüp binası, Ali Hikmet Paşa Spor Tesisleri'nin yanında yer alan Balıkesirspor Tesisleri'nde bulunmaktadır. Balıkesirspor takımı, Ali Hikmet Paşa Spor Tesisleri uygun olmadığında, antrenmanlar için Kurtdereli Spor Salonu, İsmail Akçay Atletizm Pisti ve şehirdeki halı saha tesislerini kullanmaktadır. Balıkesirspor taraftarları, ilk olarak 1980'li yıllarda bir isim altında organize olmuştur. İlk olarak "Özbalkesler" taraftar grubu kurulmuş ve kısa bir süre aktif olmuştur. Özbalkesler grubunun faaliyetleri bitince, bir dönem taraftar grubu konusunda boşluk doğmuştur. Bu durum üzerine, "66 Gençlik" yapılanması kurulmuş ve faaliyetlerine başlamıştır. Daha sonrasında, bu grup da aktif etkinliği bırakmıştır. 66 Gençlik, etkinliği bıraktıktan sonra, uzun bir süre tribünlerde yapılanma bulunmamıştır. 2003 yılında, "10KolikleR" grubu kurulmuştur. 10Kolikler grubu, faaliyetlerine devam etmektedir. Ayrıca, 2014 yılında "1966 Balıkesirspor Taraftarlar Derneği" kurulmuştur. Balıkesirspor taraftarının ilk yapılanması olan Özbalkesler grubu, 1984-85 sezonunda kurulmuştur. Özbalkesler, kurulduğu sezon Balıkesir'de oynanan Kayserispor maçında, kırmızı-beyaz kartonlar ile sırasıyla "Canımız, Kanımız, Bal Kes" yazılı bir mozaik hazırlayarak, Türkiye'deki ilk tribün koreografilerinden birini sergilemiştir. Ayrıca grup, Balıkesirspor için birçok marş bestelemiştir. Özbalkesler grubu, adı nedeniyle bir kısım taraftar ve kulüp başkanı tarafından tepki görmüştür. Ayrıca grup, transferler konusunda dönemin yönetimiyle bir anlaşmazlık yaşamıştır. Balıkesirspor'un 3. Lig'e düşmesinin ardından, 1986 yılında Özbalkesler faaliyetini sonlandırmıştır. Özbalkesler grubunun faaliyetleri sonlanınca, bir dönem Balıkesirspor tribünlerinde yapılanma olmamıştır. Bu durum üzerine, 1989 yılında 66 Gençlik grubunun kurulması kararlaştırılmıştır. Grup, 1988-89 sezonu ikinci yarısında faaliyete başlamıştır. Balıkesir'den birçok deplasmana giden 66 Gençlik grubu, 1992-93 sezonunda Balıkesirspor taraftarlarının kurduğu derneğe katılmış, faaliyetlerine dernek bünyesinde devam etmiştir. 66 Gençlik faaliyeti bıraktıktan sonra, uzun bir süre tribünde herhangi bir oluşum bulunmamıştır. 2003 yılında, Balıkesirspor amatör ligdeyken, 10KolikleR taraftar grubu kurulmuştur. Tribünlerde hâlen faaliyetlerine devam eden grubun üniversite, lise, il ve ilçe yapılanmaları vardır. Balıkesirspor taraftarları, 2013 yılında dernek yapılanması için çalışmalara başlamış ve 2014 yılında 1966 Balıkesirspor Taraftarlar Derneği'ni kurmuştur. Balıkesirspor'un ezelî rakibi Bandırmaspor'dur. İki takımın taraftarları arasında gerginlik bulunmaktadır. Bandırmaspor dışında, aynı ligde mücadele ettiği takımlar ile de rekabetler yaşamıştır. Ayrıca Balıkesirspor taraftarları, aynı ligde mücadele ettiği dönemlerde bazı takımların taraftarlarıyla dostluk kurmuştur. 1975-1976, 2014-2015 1967-1975, 1976-1986, 1992-1997, 2013-2014, 2015- 2010-2013 1986-1992, 1997-2001, 2006-2010 2001-2006 Chris Isaak Christopher Joseph "Chris" Isaak (26 Haziran 1956, Stockton, Kaliforniya) Amerikalı aktör, bestekar, müzisyen, şarkıcı. Müzik hayatına ağabeyiyle beraber "AWOL"'un "U0P" albümüne katkıda bulunarak başlamıştır. 1984 yılından günümüze, birçok alanda aktif olan Isaak temelinde müzik kariyerine odaklanmış; birçok albüme imzasını koymuştur. İlk albümü Silvertone'yi çıkardıktan sonra büyük beğeni topladı, David Lynch'nin filmlerine film müzikleri yaptı. 1988'de Babanın Metresi filminde palyaço rolü yaparak aktörlüğe başlayan Isaak, birçok filmde rol üstlendi. Lynch tarafından Mavi Kadife filminde başrol teklif edildiğinde bu rolde oynamayı reddetti. 2001-2004 yılları arasında The Chris Isaak Show adlı programı sundu. Isaak şu anda Amerikan Biyografi Kanalında yer alan The Chris Isaak Hour'u sunmaktadır. Chris Isaak 26 Haziran 1956'da Stockton'da St. Joseph's Hastanesinde doğdu. Annesi Dorothy patates cipsi fabrikası işçisi, babası Joe ise forklift sürücüsüydü. Annesi İtalyan asıllı Amerikandır. Nick ve Jeff adında iki kardeşi vardır. 1961 ve 1970 yılları arasında ilköğrenimini "Stockton's Woodrow Wilson Elementary School" ve "Daniel Webster Junior High" okullarında gerçekleştirmiştir. Isaak'a 1971 yılında ilk gitarını kız arkadaşı "Carole Low" hediye etmiştir. 1973'te Stagg Lisesinde okulun öğrenci başkanlığına seçildi. 1974 yılında mezun olduğu okulundan sonra "Delta Üniversitesine" kaydını yaptırdı. 1977 ile 1978 yıllarında "Pasifik Üniversitesinde" öğrenci olarak Kyoto ve Tokyo'da tur rehberi olarak çalıştı. Aynı yıllarda amatör boks ile ilgilendiği Japonya'da Elvis Presley'nin 1954 yılı "Sun Sessions" albümünü araştırdı. 1979 yılına gelindiğinde, kendisi ve abisi Nick ile Rock'n Roll ve Country tarzı müzikler ile bir harmoni oluşturarak 50 Amerikan doları kazandılar. 1981 yılından itibaren tanıştığı kariyer yapımcısı "Erik Jacobsen" ile kendini tamamen müzik kariyerine odaklayan Isaak ilk albümünü de Jacobsen ile tanıştıktan sonra çıkartmıştır. Isaak genç yaşta iken ailesi ve kendisinin aldığı ikinci el Elvis Presley kayıtlarıyla kendi müzik eğitimini geliştirdi. Dinlediği kayıtlar onun müzik sesini belirlenmesinde etkili oldu. Isaak ve ağabeyi Nick akustik gitarlarıyla birbirlerine uyum sağlayarak amatör şekilde gitar çalmaya başladılar. Ağabeyi ile birlikte AWOL'un U0P albümünde geçici olarak çalışarak 50$ kazandı. Bu Isaak'ın ilk performansıdır. Isaak ilk albümünü Silvertone'u 1984 de Warner Bros. kayıt şirketi imzasıyla çıkardı. Eleştirmenlerin beğenisini toplamasına rağmen bu albümden sadece 12.000 adet kopya satıldı. Bu albümdeki "Gone Ridin" ve "Livin' for Your Lover" David Lynch'nin Mavi Kadife adlı filmin özelliklerini taşır. İkinci albümü kendiyle aynı ismi taşıyan Chris Isaak ünlü fotoğrafçı "Bruce Weber" tarafından fotoğraflandı. Bu albümle birlikte çıktığı canlı performanslar onu bir yıldız yapma yolunda ilerletti. Isaak bu sıralarda "Roy Orbison" ile tanıştı. Orbison'un onu kendi çıkacağı turnelere davet etmesi Isaak'ı gururlandırdı ve onunla turnelere gitti. Ayrıntılı ve titiz performansıyla göze çarpan Isaak, Orbison ile iyi bir dostluk kurdu. Orbison ""o tanıyabileceğim en iyi insanlardan biri"" diyerek Isaak'ı övdü. Isaak, Warner Bros. ile olan sözleşmesini 1988'de yeniledi ve şirket onu Reprise Records 'e yönlendirdi. En çok bilinen şarkısı "Wicked Game"in de bulunduğu Heart Shaped World albümü 1989'da çıktı. Wicked Game'in enstrümantal versiyonu 1990'da David Lynch'in "Wild at Heart" isimli eserinde de yayınlanmıştır. Atalanta Radyo İstasyonu müzik direktörü Lee Chesnut, Lynch'in filmlerinden etkilenmiş ve şarkıyı radyosunda çalmaya başlamış ve kısa sürede şarkı en çok dinlenilenler listesine girmiştir. Chesnut'un şakıyı diğer ulusal radyo istasyonlarına da yaymasıyla şarkı 1991 Şubat'ının ulusal top 10 listesine girmiştir. Şarkının videosu "Herb Ritts" tarafından yönetilmiş , MTV ve VH1 de büyük ilgi toplamıştır. Video siyah beyaz olup deniz kıyısında çekilmiştir. Vide
o klipte Isaak'a Danimarkalı süpermodel "Helena Christensen" eşlik etmiştir. Klipte Isaak genelde Christensen'e sarılmış halde şarkıyı söylemektedir. Şarkının daha az yayınlanmış video versiyonu "David Lynch" 'nin "Wild at Heart" filminde bir sahnedir. Isaak, 1995'de uzun süredir gitaristi olan "James Calvin Wilsey" ile yolları ayrılmış ve budan sonra kendisine gitarıyla "Hershel Yatovitz" eşlik etmiştir. Isaak, Babanın Metresi adlı filmde espirili ve eğlenceli bir palyaço karakterini canlandırmış ve bu ilk filminde büyük bir beğeni toplamıştır. Bu filmden sonra sanatçıya filmlerde oynama teklifleri gelmeye başlamıştır. 1993 yılında dördüncü albümü olan San Francisco Days'i çıkardı. Albüm ile çıkış parçası olan ""Can't Do A Thing (To Stop Me)"" Grammy Ödülleri'ne aday oldu. 1999 senesinde Isaak'ın Baby Did a Bad, Bad Thing , Tom Cruise ve Nicole Kidman'ın başrollerini üstlendiği Stanley Kubrick'in son filmi olan "Eyes Wide Shut"da yayınlanmıştır. Bu şarkı 1995'deki çıkardığı Forever Blue adlı albümünde yer almaktadır. Bu şarkını video klibi "Herb Ritts" tarafından yönetilmiştir. Siyah beyaz olmayan bu klipte Isaak'a Fransız süpermodel "Laetitia Casta" eşlik etmiştir. Bir motel odasında çekilen video klip yönetmen Ritts ile Isaak'ın birlikte çalıştığı ikinci video kliptir. Isaak aynı zamanda Amerika'da gece geç saatlerde yayınlanan talk-show programı olan "The Late Late Show with Craig Kilborn" 'un müziğini de yapmıştır. 2001 yılında kendi televizyon programı olan "The Chris Isaak Show"u sunan Isaak'ın bu programı Mart 2001 den Mart 2004'e kadar Amerika'da yayınlandı. Yetişkinler için hazırlanan bu program Isaak'ı bir yıldız olmaya daha da çok yaklaştırdı. 2004 yılında "Life Will Go On" şarkısı Mandy Moore ve Matthew Goode başrollerini paylaştığı "Chasing Liberty" 'nin film müziği olmuştur. "Two Hearts" şarkısı ise senaryosunuQuentin Tarantino'nun yazdığı; Tony Scott tarafından yönetilen ve başrollerini Christian Slater ile Patricia Arquette paylaştığı "True Romance" adlı filmin film müziği olmuştur. Isaak'ın uzun süredir prodüktörü olan "Erik Jacobsen" müzikteki 15 yılını doldurmuştur. Jacobsen "The Lovin' Spoonful"a yaptığı prodüktörlüğünden tanınır. Isaak, Jacobsen ile olan anlaşmasını 2002'deki albümü olan Always Got Tonight ile bitirdi. Isaak, 5 yıl aradan sonra 2009'da "John Shanks" ile birlikte Mr. Lucky adlı albümü çıkardı. Albümde "Breaking Apart" adlı şarkıda "Trisha Yearwood" ile ve "I Lose My Heart" adlı şarkıda ise "Michelle Branch" ile düet yaptı. Sahip olduğu ilk gitarı ona ilk sevgilisi olan Carole Low vermiştir. 1980'lerde bir pawn shop'tan 80$'a "Sears Silvertone" marka elektronik gitar almıştır. Birçok gitarist Isaak'ın temel olarak kullandığı elektronik gitarının Gretsch 6120 olduğunu düşünür; ancak 2002 yılındaki bir röportajında Isaak Gibson marka bir akustik gitar ile görünür: " ' Bende bir tür Gibson versiyonu olan Gretsch 6120 var, bir Chester Burton Atkins türü. Bunlardan bir tane ürettikten sonra bana gösterip, beğendiğim takdirde bana vereceklerini söylediler. Bu çok hoşuma gitti ve o zamandan beri hep bunu çalıyorum. İnsanlar bunun bir kara şahin olduğunu düşündüklerini söylediler ama hayır değil. O bir beyaz Gibson. Ben bugüne kadar böyle bir şey ürettiklerini düşünmüyorum. Bunu bir prototip olarak üretmişler, ellerini mahvetmişler, ve demişler ki; Hah, bunu Isaak'a verin.' " Isaak ayrıca şarkı sözlerini yazmak için bir Gibson J-200 kullanmaktadır. Isaak müzik kariyerinin yanı sıra çok sayıda filmde oynamıştır. Filmlerde genelde arka plan rollerde yer almıştır. Keanu Reeves ve Bridget Fonda'nın başrollerini paylaştığı Bernardo Bertolucci'nun yönettiği 1993 yapımı "Küçük Buda"da, David Lynch'in 1992 yapımı 'da oynamıştır. Ayrıca "The Silence of the Lambs, Grace of My Heart, That Thing You Do!, Blue Ridge Fall, A Dirty Shame, The Informers"de de rol almıştır. Ayrıca David Lynch'in "Blue Velvet" filminde Jeffrey Beaumont ve Jonathan Demme'nin "Something Wild" filminde de Ray Sinclair karakterlerini canlandırmayı da reddetmiştir. Isaak "The Chris Isaak Show" 'da 2001-2004 yılları boyunca sayısız ünlü, güncel konuğu misafir etmiştir. Aynı zamanda From the Earth to the Moon ve Friends serilerinde de rol almıştır. Isaak aynı zamanda amatör bir boksör, eski bir Altın Eldiven şampiyonudur. Sörf ile uğraşmıştır. "The Tonight Show with Jay Leno" adlı programda ve "Extra" adlı televizyon serisinde muhabirlik yapmıştır. Amerikan The Biography Channel'da "The Chris Isaak Hour" adlı müzik ile ilgili bir program yayınlamıştır. Programın galasını "Trisha Yearwood" ile yapmış olup programdaki ilk şarkı yeni albümü olan Mr. Lucky'den Yearwood'la düet yaptığı "Breaking Apart" olmuştur. Programda Stevie Nicks, Smashing Pumpkins, Chicago, Glen Campbell, Michael Buble, Yusuf İslam ve Jewel'de konuk edilmiştir. Alman-Osmanlı ittifak antlaşması Alman-Osmanlı ittifak antlaşması, I. Dünya Savaşı'na girerken Osmanlı yönetimi üzerinde artan Alman etkisini ittifakla sonuçlandıran ve Osmanlı Devleti'ni resmen İttifak Devletleri safında savaşa sokan gizli ittifak antlaşmasıdır. 2 Ağustos 1914'te İstanbul'da imzalanmıştır. Osmanlı tarafından antlaşmayı Sait Halim Paşa, Almanya adına ise Alman Büyükelçisi Baron Wangenheim imzalamıştır. Bu antlaşmaya Said Halim Paşa'nın Yeniköy'deki yalısı ev sahipliği yapmıştır. Aynı gün ülke çapında seferberlik ve sıkıyönetim ilan edilmiştir. Antlaşmaya göre Osmanlı ve Almanya, Avusturya-Sırbistan savaşına tarafsız kalacak; Rusya, Almanya'ya karşı bir saldırı hareketinde bulunursa Osmanlı da savaşa girecek, Osmanlı Devleti'ne herhangi bir saldırı olursa da Almanya Osmanlı'ya yardım edecekti. Özge Özberk Nalan Özge Özberk (d. 13 Ağustos 1976; İstanbul), Türk sinema, tiyatro ve dizi oyuncusudur. Özge Özberk, 13 Ağustos 1976'da İstanbul'da doğdu. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Tiyatro Bölümü'nde bir süre okuduktan sonra 2000 ve 2002 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Şiir Tiyatrosu Kulübü'nde yönetmenlik yaptı. "Bizim Ev", "Sır Dosyası" ve "Bizimkiler" gibi televizyon yapımlarında oyunculuk yaptı, "Yıldız Tepe" adlı filmde başrol oynadı. Genç yaşında girdiği Beşiktaş Kültür Merkezi ekibi ile "Otogargara" müzikali ve "Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" gibi birçok oyunda rol aldı. Daha sonra asıl yıldızının parladığı Cem Yılmaz'ın "G.O.R.A" filminde "Ceku", "Babam ve Oğlum" filminde "Birgül", Çağan Irmak'ın 1980'leri anlattığı "Çemberimde Gül Oya" dizisinde "Genç Yurdanur", "Kırık Kanatlar" adlı dizide "Nazlı", yönetmenliğini Biket İlhan ve senaristliğini Metin Belgin'in yaptığı Nâzım Hikmet'in hayatını anlatan "Mavi Gözlü Dev" adlı filminde Nazım'ın sevgilisi "Münevver" rollerini canlandırdı. "Geniş Zamanlar" dizisinde "Zehra" karakteriyle ekrana çıktı. Dizinin bitmesinin ardından Halide Edip Adıvar'ın aynı adlı romanı "Sinekli Bakkal" dizisinde "Rabia" karakterini canlandırdı ama dizi beşinci bölümünde kanal yönetimi yüzünden yayından kaldırıldı. Çağan Irmak'ın senaryosunu yazdığı ve Irmak Çığ'ın yönetmeni olduğu "Yol Arkadaşım" adlı dizide "Ayla" karakterini canlandırdı. 2011 sezonunun son aylarında başlayan "Canım Babam" adlı dizide "Cansu" karakterine can verdi. 2011 Ekim ayında Show Tv'de başlayan Pis Yedili dizisinde başrol oynadı. Kardeşi Özgür Özberk ile Özgür Yapımlar adında bir yapım şirketi kurdu. Yapımcılığını kendisinin üstlendiği ve Özgür Özberk'in yönettiği 28 Eylül'de vizyona giren "N'apcaz Şimdi" adlı filmde rol aldı. TRT 1'de yayınlanan, başrollerini Fikret Kuşkan ve Onur Saylak ile paylaştığı Hayat Ağacı adlı diziden sonra Evlenmeden Olmaz adlı sinema filmi ile karşımıza çıkmıştır. 2016 yılında başlayan Fox Türkiye'de yayınlanan Kalbimdeki Deniz adlı dizide başrol oyuncusu olarak televizyon serüvenine devam etmektedir. 2007 yılının Temmuz ayında maden işletmecisi Hayim Sadioğlu ile evlendi. 2010 yılında çiftin Leo adını verdikleri bebeği dünyaya geldi. 2012 yılında eşinden boşandı. Ayvaz Dede Şenlikleri Ayvaz Dede Şenlikleri Boşnakların, Orta Bosna da Kraula, Prusac kasabaları ve Ajvatovica dağında her Haziran ayının son pazar günü düzenledikleri şenliklerdir. Ajvatovica, Bugojno ve Kladanj ( Donji Vakuf kasabası ) yakınında bir dağdır. Ayvaz dede, Akhisar'dan gelen ve Bogomiller`in yaşadığı bu dağı yurt tutan bir Alp eren derviştir. Değirmencilikle uğraşır ve kısa zamanda tüm Boşnakların sevgisini kazanır. Uzun süren kuraklık döneminde Boşnaklar, çaresizlik içinde Ayvaz dedeye başvururlar. Ajvatovicadaki büyük kaya, suyun önünde büyük bir engeldir. Boşnaklar, Ayvaz dede`den bu suyu isterler. Ayvaz dede inzivaya çekilir ve 40 gün 40 gece dua ve ibadetle Allah`a yakarır. 40. gün o heybetli kaya ( 50m x 70 m boyutlarında ) ortadan ikiye yarılır ve Boşnaklar suya kavuşur. Bu rivayete göre Boşnaklar bu tecelli sonunda Müslüman olmuşlardır. Yugoslavya döneminde yapılamayan fakat 2006 yılından itibaren yeniden yapılmaya başlanan Ayvaz Dede şenliklerinde, Bosna kasabalarından atları, kırmızı fesleri ve Osmanlı sancaklarıyla gelen Boşnaklar, Karaulada toplanarak Prusac kasabasına geçerler. Prusac Camii’nde yapılan Sancak Töreni sonrasında Ay-Yıldız’lı yeşil sancaklarla geldikleri bölgeyi temsil eden atlı birlikler, şenliklere katılmak için bölgeye gelenlerle birlikte yaklaşık 8 km mesafede bulunan, suyun çıktığı kayanın bulunduğu Ajvatoviça’ya doğru yola çıkarlar. Şenlikler Ajvatoviçada dualarla devam etmekte ve Bosnadan ve Türkiye'den gelen misafirler, Boşnakların müslümanlığı kabulüyle bir millet oluşlarını ve bu dönüşümde en büyük katkısı olan Anadolu Alperen dervişlerini coşku ve minnetle; dualarla anmaktadırlar. www.dunyabulteni.net/?aType=fotohaber&FotoID=13993 Halil Ergün Halil İbrahim Ergün (d. 8 Eylül 1946), Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu. 1946 yılında, Bursa'nın İznik ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu İznik'te okudu. İstanbul Haydarpaşa Lisesi ve Bursa Atatürk Lisesinde okoduktan sonra Pertevniyal Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. Halk Oyuncuları'nd
a "Teneke" adlı oyunla profesyonel oldu. Vasıf Öngören, Mustafa Alabora ve Erdoğan Akduman ile Ankara "Birliği" Sahnesi'ni kurdu. Son olarak 2006 yılından 2010'a kadar Kanal D'de yayınlanan "Yaprak Dökümü" adlı dizide Ali Rıza Tekin karakterini canlandırmıştır. İstanbul'da yaşamaktadır. Bursa Oda Tiyatrosunda: "Yaşadığımız Devir", "Kapılar" SBF Tiyatro Kulübü : "Barış", "Kuralla Kuraldışı", "Santrafor Gün Doğmadan Asıldı" Halk Oyuncuları: "Teneke", "Pir Sultan", "Devri Süleyman", "Komisyon" ABS : "Asiya Nasıl Kurtulur", "Adam adamdır", "Salozun Mavalı", "Yarın Cumartesi", "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" Pisa Pisa Kuzey İtalya'daki Toskana bölgesinde ayni ismi tasıyan Pisa ili merkezi olan bir şehirdir. Ünlü Eğik Pisa Kulesi ve içinde Pisa Katedrali ve vaftizhanesi ile birlikte bulunduğu "Piazza del Duomo" bölgesi 1987'den itibaren UNESCO Dünya Mirasları listesi'ne alınmıştır. Pisa 11. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasında İtalya yarımadasının en güçlü 4 deniz cumhuriyetlerinden biri olarak (diğerleri Ceneviz Cumhuriyeti, Venedik Cumhuriyeti ve Amalfi) tarihe geçmiştir. Ayrıca Pisa ünlü bilim adamı Galileo Galilei'nin yaşamış olduğu kenttir. Pisa şehrinin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. MÖ 5. yüzyıldan kalma bazı arkeolojik bulgular bölgede Yunan ve Galyalılarla ticaret yapan bir şehrin varlığını ortaya koymuştur. MÖ 180 yılında Roma İmparatorluğunun bir kolonisi haline gelerek "Portus Pisanus" adını aldı. Zamanla Pisa Toskana bölgesinin Korsika, Sardunya ve Fransa ile İspanya'nın güney kıyılarıyla ticaret yapan ana limanı haline geldi. Pisa önce Lombardların egemenliği altına girdi. Sonra Şarlman'ın Lombardları yenmesiyle Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun bir parçası oldu. 11. yüzyılda Pisa İtalyan Yarımadasının 4 büyük bağımsız deniz cumhuriyetlerinden biri haline geldi. Pisa'nın 1060 yılında Cenevizlilerle yaptığı ilk deniz savaşı zaferle sonuçlandı. 1088 yılında Kuzey Afrika'daki bir Müslüman şehri olan Mehdiye'yi talan etti. Pisa Kudüs şehrinin Fatımilerden ele geçirilmesiyle sonuçlanan I. Haçlı Seferinde önemli bir rol oynadı. Pisalılar Antakya, Yafa, Lübnan bölgelerinde koloniler kurdular ve Konstantinopolis, Kahire ve İskenderiye'de yerleşim bölgeleri kurdular. Pisa 14. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başladı. 1509 yılında Floransa'nın eline geçti. Buna rağmen ünlü bilim adamı Galileo Galilei (1564–1642) Pisa'da Modern Fizik biliminin temellerini attı. II. Dünya Savaşı sırasında Pisa şehri büyük zarar gördü. Bombardımanlar sırasında Camposanto (Anıt Mezar)'daki freskler neredeyse tamamen yok oldular. Pisa şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: 3. Ordu (Osmanlı) 3. Ordu Osmanlı Ordusu komutasındaki ordulardan biridir. Başlangıçta Balkanlar'da kurulmuş ve daha sonra Osmanlı Devleti'nin Kuzey ve Doğu kısımlarını savunmuştur. Balkanlar'da olduğu sürede 1908 Yeni Türk Devrimi desteklemiş ve bu hareketin askeri kuvvetlerinin çekirdeğini oluşturmuştur. Başlangıçta Ordu merkezi Selanik'ti. I. Dünya Savaşı ile Erzurum Kalesi'ne taşındı. Karargahı önce Erzurum sonra Suşehri ve en sonunda Sivas şehri yakınlarına taşındı. Ünlü subaylarının arasında Enver Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk vardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus Kafkasya Ordusu, Ermeni Gönüllü Tugayları ve kendi sorumluluğu altında Ermeni milisleri ile savaştı. Bu dönemde Sarıkamış Savaşı ile ezici bir yenilgi aldı ayrıca Köprüköy ve Erzurum muharebelerinde toprak kaybetti. 1916 yılında artık saldırgan bir güç olarak etkisi yoktur. 1917 Rus Devrimi ile Rus Kafkasya Ordusu parçalandı ve bu ordunun talihi değişti. 1917-1918 Ermeni ulusal kurtuluş hareketi sonucu kurulan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ile Sardarapat'ta, Abaran'da ve Karakilise'de de savaşmıştır. Komutanı Hasan İzzet Paşa (Ekim-Aralık 1914) ve Enver Paşa (Aralık 1914-Ocak 1915). Sarıkamış öncesi 118.660 asker aşağıdaki birimleri ve komutanlar altında oluşmuş. Sarıkamış öncesi: Bütün sahasında mevcut Jandarma kuvvetleriyle geri hizmetliler ve gayri muharip teşkilat dahil 190 bin asker 53.794 hayvandı. Bu mevcut içinde Nizamiye Birlikleri 83.000. asker, Yedek Birlikler 13.177 asker, Erzurum kalesi 13.383 asker, Nakliye Kolları 11.168 asker, Menzil Örgütü 5531 asker, depolar 10.081 asker, Jandarma sınır birlikleri 28.588 asker, ordu Karargahı 295 askerdi. Sarıkamış savaşı sonrasında, tüm silah ve ağır ekipman ve yaklaşık 20.000 asker kayıp. Komutanı Hafız Hakkı Paşa (Ocak 12 - Şubat 1915) 1915 Erzurum'da tifüsten öldü. Mahmut Kamil Paşa (Şubat 1915 - Şubat 1916) komutayı devraldı. 1915 yılında 3. Ordu gücü yavaş yavaş geri getirildi. Temmuz ayında Malazgirt'te Ruslara karşı bir zafer kazanmaya yetecek güce erişti. Osmanlı Çanakkale yüzünden 3. Ordu'ya yeterli insan gücü aktaramadı. Sarıkamış'tan sonra normal gücüne asla ulaşamadı. 1915 yılının sonbaharında 60.000 askeri vardı. Komutan Vehib Paşa (Şubat 1916-Haziran 1918). Komutanı Vehib Paşa (Şubat 1916-Haziran 1918). Orduda 1916 kışında büyük bir yeniden yapılanma oldu. 1917 başından, aşağıdaki gibi yeniden organize edildi Richard Rorty Richard McKay Rorty, (d. 4 Kasım 1931, New York City, ABD - ö. 8 Haziran 2007, Palo Alto, Kaliforniya, ABD) ABD'li düşünür. Postyapısalcılık 'ı Amerika'da geçerli kılmış, Pragmatizm olarak bilinen felsefe ögretisini yeniden yorumlayarak kullanan ve bir tür Relativizm yaklaşımıyla postyapısalcılığı degerlendiren bir düşünürdür. Analitik felsefe geleneğinde yetişmiş biri olmakla birlikte zaman içinde Kıta felsefesine eğilim göstermiş ve özgül bir edinimle bu felsefeye katkıda bulunmuştur. Kıta felsefesinin teorik sorunlarını ve sorularını üstlenen Rorty, "analitik" ve "pragmatik" felsefenin olanaklarından yararlanarak önemli kuramsal açılımlar ortaya koyar. Genel anlamda söylenecek olursa, teorik düzlemde genel geçer formülasyonları ve evrensel ilkeleri reddeden görelikci postmodern yaklaşımı ve siyasal olarak da liberal bir eğilimi benimsediği söylenebilir. Daha yakından bakıldıgında ise, hem postyapısalcılığı hem de liberalizm i kendine özgü bir şekilde değerlendirip tanımladığı görülür. Rorty'nin yapıtları, ele aldığı konular bağlamında oldukça derinlikli ve çok katmanlıdır. Pragmatizmi yeniden degerlendirir ve bu felsefeye oldukca önemli bir teorik satatü kazandırır yeniden. Disiplinlerarası ve düşüncelerarası iletişimle çalışır Rorty ve yapıtları bunun örneklerini veriri. Postmodern liberalizm anlayışının en özgün ve yetkin temsilcilerinden biridir Rorty. Postmodern toplumun üç ayağı olarak olumsallık, ironi ve dayanışma kavramlarını öne sürer.Olumsallık,İroni ve Toplumsal Dayanışma adlı kitabında bu nosyonları ayrıntılı olarak irdeler, içerimlerini "yan anlamlarıyla" birlikte soruşturur ve kendi anlayışını ortaya koymak üzere değerlendirir.Buna göre bir yanda demokratik özgürlükler bir yanda bireysel yetenekler desteklenmeli, her iki alan birbirine indirgenmemeli, hükmedici kesin ve mutlak yargılardan kaçınılmalı, tarihsel olumsallık bilinci yaygınlaştırılmalıdır. Rorty, bir tür özel alan ile kamusal alan ayrımını kullanır liberal siyasal felsefesinde."Özel alan", bireyselin yetkinleştirilmesi gereken alanını gösterir; ve "kamusal alan" başkalarıyla birlikte yaşama alanı olarak toplumsal dayanışma fikriyle ilgilidir. Rorty’e göre bireyler ancak "olumsallıklarının" bilincine varmakla metafizik-mutlak doğrulardan ve baskıcı değer yargılarından arınabilirler. Rorty bu bağlamda tarihselcilik eğilimde durmaktadır. Tarihselcilik, tarihsel-toplumsal gelişme bağlamında süreçlere bakar.Öte yandan Hakikati görelileştiren bir yönelim söz konusudur burada. Doğruluk ancak toplumdaki özgür bireyler arasındaki iletişim ile olanaklı olabilir ve bu da ancak olumsallıklarının bilincindeki bireylerin yapabilecekleri bir şeydir. "İroni" kavramı ise bireyin mükemmelleşmesine dogru giden yolu gösterir. "İronik birey" bununla birlikte kendi zihnine mesafe koyabilen ve başkalarını da zihin sahibi bireyler olarak görebilen, eleştirel mesafesini kendine karşı da kaybetmeyen bireydir. Olumsallığının farkında biri olarak, ironik birey, kendi felsefesinin ötekilerden daha üstün oldugu vehmine kapılmayan, çevresindeki öteki düşünce ve fikirlerin farkında olup kendi gerçekliğini yeniden tanımlaya açık olabilen bireydir. Dayanışma kavramı ise Rorty'nin kamusal alan için önerdiği bir kavramdır. Onun liberalizmi, özel alanda, bireyin "bireysel olarak mükemmelleşmesini talep ederken", toplumsal alanda da "ortak bir dayanışma duyarlılığını" talep eder. Buna göre, eğitim, sağlık ve benzeri sosyal konularda hak eşitliğiyle adalet ve güven saglanabilecek, böylece siyasete etkin katılımın da yolları açılacaktır. Kamusal alanda "dayanışma", özel alanda "ironi". Böylece, Rorty, her ikisini de dengelemeye çalışır. Toplumsal dayanışma, metafizik bir insan özü keşfetme çabası değil, başka insanların acılarını ve ızdıraplarını anlayabilme, onlarla duygudaşlık kurabilme ve onları olumsallıkları içinde farklılıklarıyla kendi gibi biri olarak görebilme yeteneğidir. Böylece, ancak, olumsallıklarının bilincinde olan bireylerin yetkinleştirilmesi ve dayanışma halinde bir toplumsallığın oluşturulması mümkün olabilecektir. Sina ve Filistin Cephesi Sina ve Filistin Cephesi, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın isteği üzerine açılan bir cephedir. Osmanlı ordusu, 1915'te Birinci Kanal Harekâtı'nı, 1916'da İkinci Kanal Harekâtı'nı düzenledi. Amaç; Osmanlı İmparatorluğu'nun Süveyş Kanalı'nı ele geçirmesi, ve Mısır'a yeniden sahip olmasıydı. Başarılı olunursa İngilizlerin Uzak Doğu'daki sömürgeleri ile bağlantısı kesilecekti. Ancak harekatlar başarısızlıkla sonuçlandı ve isyancı Arapların da etkisiyle Osmanlı ordusu Suriye'ye kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal Paşa daha işin başından beri Falkenhayn'ı açık bir şekilde eleştirmekte, Alman subaylarının önünde onun plânlarını tenkit etmekteydi. Bu hususta Cemal Paşa, M. Kemal Paşa'yı destekliyor ve Filistin cephesi komutanı olarak da, tıpkı onun gösterdiği sebeplerden dolayı Bağdat projesine şiddetle karş
ıydı. Eldeki kuvvetleri Halep ile Şam arasında toplamak ve duruma göre nereye kuvvet gerekli ise oraya sevketmek istiyordu. Neyse ki, Falkenhein kurmay subaylarından önemli bir kişilik sahibi olan Binbaşı Franz von Papen'in yerinde vermiş olduğu nasihatleri sayesinde, fikrini değiştirmeye başlamıştı. Filistin cephesinde von Papen'le yaptığı bir gezi sırasında tehlikeyi görebilmişti. İngilizler taarruza geçerse Osmanlı mevzilerini yarıp, Filistin ve Suriye'yi geçerek Bağdat'la bütün ulaşım yollarını kesebilirdi. Böylece von Falkenhein, ün peşinde koşmak yerine, tedbirli davranmayı daha münasip görerek, Bağdat seferini şimdilik tehir etmişti. Böylece, 1917 yılının yaz ayları her iki taraf için de bir hazırlık devresiydi. Hazırlıklarını daha erken tamamlayan İngiliz Generali Allenby, 27 Ekim 1917 sabahı Gazze'nin bombardımanı ile taarruza geçti. Bu taarruzda kara topçusuna, denizden de İngiliz ve Fransız gemileri yardım ediyordu. Aynı gün akşamı ise, Osmanlı cephesinin sol kanadını düşürmek için, Beer-Şeba üzerine hücum etti. 31 Ekim akşamı Birüssebi İngilizlerin eline geçmişti. Böylelikle Osmanlı cephesi tehlikeli bir duruma girmişti. Bunun için 5 Kasım'da Gazze boşaltıldı ve 7 Kasım'da İngilizler Gazze'yi ele geçirdiler. Bundan sonra ise, Osmanlı kuvvetleri çekilmeye, İngiliz kuvvetleri de ilerlemeye başlamıştı. İngilizler 15 Kasım'da Yafa'yı da ele geçirince, Osmanlı kuvvetleri de Kudüs'e doğru çekilmeye başlamışlardı. Kudüs'te kuvvetli bir savunma hattı meydana getiren Osmanlı kuvvetleri Allenby'in taarruzunu durdurmuşlardı. Bunun üzerine Allenby hareketini yavaşlatıp, malzemesini ve kuvvetlerini topladıktan sonra, 8 Aralık'ta Kudüs'e karşı taarruza geçti ve 9 Aralık 1917 günü Kudüs'ü düşürdü. Böylece Ekim ayının son günlerinde 110.000 kişilik bir kuvvetle başlayan İngiliz taarruzu Kudüs'ü ve bütün Filistin'i kaybetmemize neden olmuştu . Daha önce Lloyd George, Allenby'den İngilizlere Noel hediyesi olarak Kudüs'ü almasını istemiş ve o da almıştı. Diğer bir husus da, Allenby burayı almakla Osmanlıların maneviyatına acı bir darbe indirmiş oluyordu. Ayrıca Mekke ve Bağdat'tan sonra Kudüs, düşman eline geçen üçüncü mukaddes şehirdi. Diğer taraftan General Allenby hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1918 yılının Şubat'ından itibaren Filistin cephesinde tekrar faaliyete geçti. Böylelikle Lût gölünün kuzeyindeki Jericho'yu 21 Şubat 1918'de ele geçirdi. Bundan sonra ise, İngiliz cephesinin sağ yanı Şeria nehri vadisine dayanmış oluyordu. Bu durum, Hicâz'daki Osmanlı kuvvetlerinin tek ulaşım yolu olan Hicâz demiryolu için tehlikeliydi. Gerçekten Emir Faysal komutasındaki Arap kuvvetleri Akâbe körfezinden kuzeye doğru ilerleyerek, adı geçen demiryolunu ele geçirmek için çalışıyordu. Bundan dolayı, Allenby esas faaliyetini batıya yani Amman istikametine çevirip, Arap kuvvetleriyle birleşmeyi düşünüyordu. Osmanlı komutanlığı bu tehlikeli durumun farkına varmış ve sert bir savunma yapmaya karar vermişti. Bu sırada, Kudüs yenilgisinden dört ay sonra, 25 Şubat 1918'de Falkenhein'ın görevine son verilerek, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına Otto Liman von Sanders atanmıştı. Bu göreve atanırken Liman von Sanders'in Enver Paşa'dan bazı istekleri olmuştu. Bu istekler, Irak'ta bulunan 6. Ordu'nun Yıldırım Orduları Grubu emrinden çıkarılması, ayrıca Kurmay Başkanı Kâzım Bey ile 5. Ordu Karargâhındaki bazı Osmanlı subaylarını da yanında götürmek istediğini bildirmiş ve bu istekler de Enver Paşa tarafından kabul edilmiştir. Alman İmparatoru'ndan henüz muvafakat cevabı gelmediği için Liman von Sanders Filistin'e hareketini birkaç gün geciktirmişti. Daha sonra durumun Sanders'e telgrafla bildirileceği haberi üzerine 24 Şubat akşamı İstanbul'dan ayrılarak, cepheye ancak 1 Mart günü ulaşabilmiştir. Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına yeni atanan Sanders, birliklerini teftiş ederek, kendine göre yeni düzenlemeler yapar. 7. Ordu karargâhını Nablus'tan Amman'a nakledilmesine karşı çıkarak, tekrar karargâhını Nablus'a almak ister ve 7. Ordu komutanı Fevzi Paşa ile karargâhını da Nablus'a geri çağırır. 3. Kolordu Komutanı Albay İsmet Bey'in karargâhını da giderek, onunla da görüşür ve durumun hiç de iç açıcı olmadığını anlar. Öte yandan hazırlıklarını tamamlayan Allenby, 8-12 Mart 1918 tarihlerinde Osmanlı cephesini yararak kuzeyde Nablus'a yürümek istediyse de, beklemediği kadar sert bir mukavemetle teşebbüsten vazgeçti. Bundan sonra ise Amman'a doğru gitmek isteyen Allenby, 21 Mart'ta Şeria nehrini geçerek, 26 Mart'ta ise Amman yakınında bulunan El-Salt'ı zaptetti. Bir haffta süren çetin muharebelere rağmen Amman'daki Osmanlı savunmasını kıramayınca, 1 Nisan'da çekilip tekrar Şeria nehrine geldi. Bunların yanı sıra Emir Faysal birlikleri Nisan sonunda ancak 2.000 Osmanlı askerî tarafından savunulan, güneyde Hicâz demiryolu üzerindeki Maan'a saldırmış, fakat geri püskürtülmüştü. Bunun üzerine Allenby, 30 Nisan'da Amman'a karşı ikinci bir harekete geçmek istedi. El-Salt ve Tel-İmrin civarında yapılan dört günlük muharebelerde İngilizler ikinci defa geri püskürtülerek, tekrar Şeria nehrine çekildiler. Allenby'nin bu iki başarısızlığından da İngiliz kayıtlarında hiç bahsedilmemiştir. Nisan (1918) ayındaki yenilgiler üzerine İngilizler, Mayıs ayından sonra Filistin cephesinde faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmışlardı. İngiliz kuvvetlerinin 160.000 civarında, Osmanlı kuvvetlerinin ise 40.000 civarında olmasına rağmen Allenby gayet kuvvetli bir savunma karşısında kalmıştı. Bundan dolayı tekrar hazırlanmak gereği duydu. Diğer bir konu ise havaların ısınmasıydı. Ayrıca Almanya batı cephesinde taarruza başlamıştı. Batı cephesini takviye etmek üzere İngilizler, Filistin cephesindeki birliklerin bir kısımını bu cepheye kaydırmışlardı. Diğer taraftan Nisan ayı içerisinde Yıldırım Orduları İngilizlere karşı taarruza da geçmiş, fakat bu taarruzdan beklenilen bir netice alınamamıştı. Zaten Araplar cephe gerisinde İngilizlerin lehine çalışıyorlar, demiryolu köprülerini İngilizlerin verdikleri vasıtalarla tahrip ediyorlardı. Bir süre sonra, Mehmet Reşat ölmüş ve yerine kardeşi Vahidüddin padişah olmuştu (5 Temmuz 1918). Padişah Vahidüddin, M. Kemal Paşa'yı İstanbul'a çağırmış ve memlekete dönen M. Kemal Paşa ikinci defa olarak 7. Ordu Komutanlığına tayin edilmişti. Bundan sonra General Allenby, 30.000 kişi olarak düşündüğü Osmanlı kuvvetlerini yenmek maksadıyla, bu defa 460.000 kişilik bir kuvvet hazırlayarak, Yafa'nın kuzeyinde ve kıyı bölgesinden saldırıya karar vererek, kuvvetlerinin dörte üçünü burada toplamıştı. Bu hazırlıkları sezen ve İngilizlerin 19 Eylül sabahı saldırıya geçeceğini tahmin eden 7. Ordu komutanı M. Kemal Paşa, durumdan Sanders'i haberdar ettiği halde, ciddiye alınmamıştı. Böylece sadece kendi birliklerini hazır bir duruma getirmişti. 18 Eylül akşamı M. Kemal Paşa, gerekli önlemleri almış olduklarından emin olmak için, emrindeki iki Kolorduya komuta eden arkadaşları İsmet ve Ali Fuat'la telefonlaştı. Daha telefonu henüz kapatmıştı ki, İngiliz topçu bombardımanının ilk sesini duydu . Böylece İngilizler 19 Eylül 1918 günü büyük bir taarruza başlamışlardı. Osmanlı kuvvetleri bu saldırıya karşı zaman zaman çetin bir direnme göstermelerine rağmen, çekilmeye başladılar. Bu saldırılara M. Kemal Paşa'nın 7. Ordusu dayanırken, 8. Ordu cephesi ise yarılmıştı. Bunun üzerine de 7. ve 4. Ordular çekilmeye başladılar. Bu çekilme sırasında bile M. Kemal Paşa at sırtında düşmanla teması kesmeyerek, en son eratının yanında ve içinde bulunarak, ordusunu güzel bir düzen içerisinde geri çekmişti. Diğer yandan isyancı Arapların, Osmanlı ordusunu vurmaları buraların çok çabuk çökmesine sebep olmuştu. Arap yarımadasında, Araplardan sadece İmam Yahya'nın yönetimindeki Yemen, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalmıştı. İşte bu asilerden Emir Faysal kuvvetleri de güneyden ilerlemekteydi. Bundan sonra 25 Eylül'de Amman düşmüş ve 30 Eylül'de İngiliz kuvvetleri Şam yakınlarına kadar gelmişlerdi. Fakat aynı gün Şam'ı savunacak komutanın ayrılıp gitmesi ve askerlerinin dağılması nedeniyle Şam elden çıkmıştı. Ayrıca Fransız ve İngiliz kuvvetleri denizden de donanma yardımı alarak, 8 Ekim'de Beyrut'a girdiler. Bundan sonra Yıldırım Ordularının Halep'te toplanması kararlaştırılmıştı. Bu çekilme esnasında 7. Ordu da komutanının güçlü şahsiyetinin, sevk ve idaresi altında düzenli bir şekilde, düşmanı karşılayarak, şiddetli taarruzların önünde ezilmeden ve tertibatını bozmadan çekilmekteydi. M. Kemal Paşa, İngiliz baskısından dolayı değil, 7. Ordu'nun sağ kanadını koruyan 8. Ordu kalmadığı için çekilmekteydi. Kuşatılmaktan kaçınmak gerekiyordu. Böylece M. Kemal Paşa'nın doğusundaki 4. Ordu da kuzeye doğru geri çekilmeye başlamışt. Bu çekilmenin yanı sıra M. Kemal Paşa, Halep'te düşmanla ve asi Araplarla yaptığı son muharebeyi de kazanmış ve düşmanın ilerlemesi 26 Ekim 1918'de sınırımızda tamamıyla durdurulmuştu. Bu sırada M. Kemal Paşa Suriye'yi savunmanın gereksizliğini derhal anlamıştı. Ona göre asıl savunulması gereken Anadolu idi. Bu sebeple emrindeki orduyu Halep'in 5 km. kuzeyine çekerek, Toros geçitlerini savunma hazırlığına başladığı bir sırada 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri'yle Mondros Mütarekesi imzalandı. 31 Ekim'den 9 Aralık'a kadar yapılan muharebelerde ayrıca Osmanlılar 12.000 kişi de esir vermişlerdi. İngilizler ise 18.000 kişi kaybetmişlerdi. Kudüs'ün elden çıkması üzerine Cemal Paşa Suriye'den ayrılarak İstanbul'a dönmüş ve Bahriye Nazırlığı'na devam etmişti. Bu yenilgiden sonra da Enver Paşa'nın emri üzerine Falkenhein, 26 Aralık'ta karşı bir taarruza teşebbüs ettiyse de, bu durum 5.000 Osmanlı askerinin kaybedilmesinden başkaca da bir işe yaramamıştı. 1917 yılının sonuna gelindiği zaman, Filistin'de İngiliz cephesi kıyıda Yafa'nın kuzeyi ile Kudüs'ün biraz kuzeyi arasında uzanan bir hat üzerinde bulunuyordu. Bu sırada Osmanlıların Filistin cephesindeki kuvvetleri 36.000 kişiden ibaretti. İngiliz kuvvetleri ise, 550.000 kişiydi. Ayrıca araç ve gereç bakımından da İngilizler Osmanlı birliklerine göre çok üstündü.
Savaş Tanrısı (film) Savaş Tanrısı, orijinal adıyla Lord of War 2005 yılında Andrew Niccol tarafından yazılan ve yönetilen, başrollerini Nicolas Cage ve Jared Leto'nun paylaştığı, 16 Eylül 2005 tarihinde ABD'de gösterime giren bir filmdir. Aşcı olarak kendi lokantaları Kırım Restoran'da çalışmakta olan Yuri Orlov (Nicolas Cage) hayatını aşçılıktan kazanamayacağını anlar ve silah tüccarı olmaya karar verir. Hayatı boyunca büyük oynamak isteyen Yuri silah tüccarlığında da büyük oynayarak, giderek "Silah Kaçakçısı" olmaya başlar. Peşinde kendisinden şüphelenen Interpol bulunmaktadır. Fakat Yuri yaptığı işi her seferinde legal olarak göstermeyi başarmıştır. Silah kaçakçılığında iyice yükselen Yuri artık pek çok ülkeye kaçak silah satarak Savaş Tanrısı lakabını almıştır. Yuri Orlov: "Dünyada 550 milyon ateşli silah bulunmaktadır. Bu da her 12 kişiden birinin silahlı olduğunu gösterir. Tek soru: Geri kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?" “Bu film silah kaçakçılığına, ülkelerin bundaki rollerine ve dünya devletlerinin denetimsiz silah ticaretini durdurmadaki ısrarlı başarısızlıklarına bir ışık tutuyor. Sorunun büyüklüğü karşısında ezilebilirsiniz, ama sizin gibi birinin vereceği küçücük bir destek bile bunu durdurmaya yardımcı olabilir. Uluslararası Af Örgütü’ne ve onların uluslararası boyutta sürdürdükleri silahlar denetlensin kampanyasına katılın. Lütfen bugün bir şeyler yapın ve talebimizi dünyayla paylaşın.” Savaş Tanrısı'nın 15 parçadan oluşan "Film Müzikleri Albümü" ABD'de 12 Ocak 2006 tarihinde yayınlanmıştır. Galya Galya (Latince: "Gallia" ; Fransızca: "La Gaule") günümüzde başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa'nın büyük bir bölümüne tarihte verilen isimdi. Galya'nın sınırları Fransa'nın yanı sıra günümüzdeki Kuzey İtalya, Belçika, İsviçre'nin batısı, Hollanda'nın bazı kısımlarıyla Almanya'daki Ren Nehri'nin batı kıyısındaki bölgeleri de içeriyordu. Galya'nın bilinen ilk halkı Keltler'dir. Romalılar bu topraklara Galya, buraya yerleşen Keltlere de Galyalı adını verdiler. Galyalılar MÖ I. yüzyılda siteler kurdular ve her site büyük mülk sahibi soylulardan oluşan senatonun denetiminde magistratus'ca yönetilmeye başlandı. Birbirlerinden bağımsız yaşayan Galyalılar arasında birlik ancak dinsel inançlarında görüldü. Dinsel törenlerini druid denen din adamları yönetirdi. Galyalılar hukuk işleriyle çocukların eğitimlerini de bunlara vermişlerdi. Puta tapmazlar ve tapınak kurmazlar, din törenlerini açık havada yaparlardı, kutsal varlık olarak tanıdıkları hayallere tapınırlardı. Galyalıların bu dönemine ilişkin yazılı belge yoktur. Yalnızca birkaç kaba heykel, üzerine soyut biçimler çizilmiş paralar bulundu. Galya, on iki yıl süren savaşlar sonunda hemen hemen tümüyle Romalıların eline geçti. Romalılar Latin kültürünü Galya'da yerleştirmek amacıyla okullar açtılar. Latince öğretmeye başladılar. Bunu yaparken Kelt geleneklerine de karşı çıkmıyorlardı. Sonuçta Galyalılar Latin kültürünü benimsediler; Galya - Roman adını verebileceğimiz bir uygarlık doğdu. MS 69'da Batav Civilis'in önayak olduğu ayaklanma sonucunda Galyalılar Galya İmparatorluğu'nu kurdular. Ancak Cermen tehdidi karşsında Roma'ya boyun eğmek zorunda kaldılar. III. yüzyılda Hristiyanlık bu bölgeye yayılmaya başladı ve V. yüzyılda Galya-Romalılar Hristiyanlığı tam olarak kabul ettiler. 406'dan başlayarak Galya başka kavimlerin istilasına uğradı. Son gelen Franklar burada yerleşip öteki kavimlere karıştılar. Batı Roma İmparatorluğu 476'da yıkıldıktan sonra Galya - Romalılar, Frank adını benimsediler. Bugünkü Fransızların ataları oldular ve ülke de Fransa adını aldı. ARM mimarisi ARM mimarisi (orijinal adı Acorn RISC Machine) RISC tabanlı bir işlemci mimarisidir, 32 ve 64 bit versiyonları vardır, genel itibarıyla düşük güç tüketimi, diğer RISC tabanlı işlemcilere göre yüksek performanslı oluşu ve x86-x64 işlemcilere göre daha hesaplı olmasından dolayı gömülü sistemlerde, taşınabilir aygıtlarda kullanılan yongasetlerinde genelde ARM işlemci tercih edilir. ARM firması kendi başına işlemci üretmez, dizayn ve lisansı satar, CISC tabanlı işlemcilere göre özelleştirilebildiğinden aynı jenerasyon işlemci farklı üreticilerden değiştirilmiş olarak çıkabilir, bağlı olarak da performans farklılıkları görülür. Bu yüzden işlemci jenerasyonları ve karakteristikleri incelenirken ARM referans tasarımı ele alınır. Acorn Computers Ltd tarafından geliştirme projesi olarak ARM dizaynı 1983 yılında başladı. Roger Wilson and Steve Furber liderliğinde takım, gelişmiş bir MOS Technology 6502'sinin neye benzeyeceğinin geliştirilmesine başladı. Acorn, 6502'sini temel aldığı için programa benzer chip, şirket için önemli bir avantaj sağladı. Takım, ARM1 isimli geliştirilmiş örneği Nisan 1985'de ve takip eden yılda ilk gerçek ürün olan ARM2'yi tamamladı. ARM2'nin göze çarpan özellikleri, 32-bit veri yolu, 26-bit address space, 64 Mbayt adres alanı ve 16 adet 32-bitlik yazmaç sağlar. Bu yazmaçlardan birtanesi program sayacı olarak kullanılır. Bu sayacın en fazla 6 bit'i ve en az 2 bit'i işlemci durum göstergesi'ni tutar. 30,000 transistör ile yeryüzündeki en basit kullanışlı 32-bit mikroişlemcisi ARM2 işlemcisidir. Bu basitliğin çoğu microkod bulundurmamasından ve günümüzün çoğu işlemcisinde olduğu gibi önbellek içermemesidir. Bu basitlik Intel 80286 işlemcisinden hem daha iyi performans gösterirken hem de daha az güç kullanımı sağlıyordu. ARM3, performansı daha fazla arttırmasını sağlayan 4KB önbellek ile geliştirildi. ARM6'nın ilk modeli 1991 yılında piyasaya sürüldü ve Apple, kendi Apple Newton PDA'ları için temel olarak ARM6-based ARM 610'nu kullandı. 1994 yılında, Acorn kendi Risc PC bilgisayarlarında ana CPU olarak the ARM6-based ARM 610'nu kullandı. Tasarımın açık, basit ve hızlı olabilmesi için Acorn microbilgisayarlarında kullanılan 8-bit 6502 işlemcisine benzer bir şekilde mikrokod barındırmayacak şekilde geliştirildi. ARM Mimarisi, aşağıda belirtilen RISC özellikleri içerir: Intel 80286 ve Motorola 68020 işlemcilerindeki gibi bazı bilindik tasarım özellikleri kullanıldı: Her yönergenin öncesinde 4-bit "condition code"'u kullanması ARM tasarımına ilginç bir eklemedir. Hafıza erişim talimatlarında yerini almalar olduğu için bu kesmeler, önemli şekilde geçerli bitlerin kodlanmasını ..., fakat öbür tarafdan da küçük codice_1 koşulları için kodlar oluşturulurken dallanma talimatlarından kaçınılır. Euclid'in Euclidean algorithm örneği en bilinen ve standart örnektir: C programlama dilinde, döngü : ARM assembly dilinde, döngü: codice_2 ve codice_3 yantümcelerinde dallanmalardan kaçınılır. Komut kümelerinin başka tek özelliği de kaydırma ve döndürmeleri "veri işlemleri" (aritmetik, mantıksal, ve yazmaç-yazmaç hareketi) komutlarına bağlayabilmesidir. Örneğin C dilinde Arm işlemcisinde tek çevrim komutu ve tek bir kelimeymiş gibi dönüştürülür. Tipik Arm programında bu sonuç beklenenden daha az hafıza erişimi ve boru hattının daha verimli kullanılmasını sağlar. ARM işlemcisinin yavaş hızla çalıştığı düşünülmesine karşın daha gelişmiş işlemciler ile yine de yarışabilir durumdadır. ARM lisanslarını elinde tutan bazı firmalar: Analog Devices, Atmel, Broadcom, Cirrus Logic, Faraday technology, IBM, Infineon Technologies, Nintendo, NXP Semiconductors (spun off from Philips in 2006), OKI, Samsung, Sharp, STMicroelectronics, Texas Instruments ve VLSI 2.45 milyar ünitenin lisanslama sonucu , ARM'nin yıllık raporuna göre lisans bedeli toplam 164.1 milyon Amerikan Doları'dır. Bu yaklaşık ünite başına 0.067 Amerikan dolarına denk gelir. Tüm çekirdeklerin ortalaması olmasına karşın pahalı ve ucuz eski çekirdekleri de buna dâhildir. Çözünürlük (kimya) Çözünürlük, belli bir miktar çözünenin, belirli şartlar altında, spesifik bir çözücü içinde çözünmesini tanımlar. Çözücü akışkan (ki genellikle aşırı miktarda bulunur) "solvent" olarak adlandırılır ve birlikte çözeltiyi oluştururlar. Çözümlendirme işlemi "solvasyon" (çözücü su ise "hidrasyon") olarak adlandırılır. Denge haline gelmiş ve daha fazla çözünen ("solut") alamayan çözeltiye, doymuş çözelti denir. Çözeltinin denge durumu sıcaklığa bağlıdır. Belirli miktardaki bir çözücü içinde çözünebilecek maksimum çözünen madde miktarına, o maddenin o çözücü içindeki çözünürlüğü denir ve genellikle doymuş çözeltinin maksimum konsantrasyonu olarak ifade edilir. Bir maddenin bir başka madde içindeki çözünürlüğü, çözücü ile çözünen arasındaki intermoleküler kuvvetler, sıcaklık, çözümlendirmeye eşlik eden entropi değişimi, diğer maddelerin varlığı ve miktarları, ve bazen de basınç veya çözücü gazın kısmi basıncından etkilenir. Çözünürlük sabiti, nispeten düşük çözünürülükteki iyonik bileşiklerin doymuş çözeltilerini tanımlamada kullanılır (bkz. çözünürlük dengesi). Tuzlar için çözünürlük sabiti, sulu çözeltilerdeki çözünebilir maksimum miktarıdır. Çözünürlük sabiti, denge sabitinin özel bir halidir. Çözünmüş ve çözünmemiş tuz arasındaki dengeyi tanımlar. Çözünürlük sabitinin bilinmesi aynı zamanda çöktürme (çözünme reaksiyonunun tersi) işlemlerinde de çok faydalıdır. Sıcaklık, diğer denge sabitlerinin olduğu gibi çözünürlük sabitinin de nümerik değerini etkiler. Çözeltilerin genel anlamda, katıların sıvılara karıştırılmasıyla elde edildiği düşünülürse de, herhangi iki madde karıştırılıp çözelti elde edilebilir. Karbonatlı su, gazın suda çözünmüş hali olup bir çözeltidir, hidrojen (gaz) palladyum metali (katı) içinde çözünebilir, ve paslanmaz çelik aslında bir katının bir başka katı içinde çözünmüş halidir (alaşım). Bu tablo, tuzların sudaki çözünürlüklerine ait genel bir bakış içerir. [[Kategori:Çözeltiler]] [[Kategori:Fiziksel nicelikler]] Ali Akdemir Ali Akdemir (d. 3 Haziran 1963, Sivas), işletme profesörüdür. Çok sayıda kitap ve makalenin yazarıdır. Kocaeli Üniversitesi'nde çalışmış, bu dönemde öğrencileri tarafından çok sevilmesine karşın, sahip olduğu idareci enerjisini kullanamadığı için üniversite değiştirme durumunda kalmıştır. Prof. Dr. Ali Akdemir aynı zamanda 2003-2011 yılları arasında Y
önetim Bilimleri Dergisi'nin YBD editörlerinden biri olmuştur. Akdemir 2003 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nin (BİİBF) dekanı olarak atanmıştır. Prof. Dr. Ali Akdemir 2007 yılında rektörlük seçimlerine katılmış ve 1 oy farkla birinci sırada YÖK'e gitmiş, aynı yıl Cumhurbaşkanı Necdet Sezer tarafından rektörlüğe atanmıştır. Ancak ikinci dönem (2011-2015) adaylığında yeterli oyu alamadığı için rektörlüğe yeniden atanamamıştır. Akdemir, rektörlük görevini 2007 yılından 2011 yılına kadar sadece bir dönem sürdürmüştür. Sonrasında Trakya Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı başkanı olarak görev yapmıştır.Aydınlık gazetesinde 2013-2015 yıllarında köşe yazarlığı yapmıştır. Yarı zamanlı olarak çalıştığı İstanbul Arel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 2012-2013 Akademik yılı itibarıyla tam zamanlı olarak görev yapmaktadır. Ali Akdemir 2012 yılında CHP'den siyasete atılmış ve Kocaeli belediye başkanlığına aday adayı olmuştur. Akdemir geçmişte de CHP ile güçlü bağları bulunduğunu belirtmiştir. Ali Akdemir web sayfası Jared Leto Jared Leto (d. 26 Aralık 1971), Akademi ve Altın Küre Ödülü sahibi Amerikalı aktör, şarkıcı, müzisyen ve şarkı sözü yazarıdır. Leto büyük bütçeli Hollywood filmlerinde ve bağımsız yapımı olan küçük filmlerde rol almıştır. Yükselmesindeki en büyük rolü gençlik draması olan "My So-Called Life" (1994) filmindeki Jordan Catalano karakteridir. Daha sonra "How to Make an American Quilt" (1995) filminde çıkış yapmış ve" Prefontaine "(1997) filmindeki performansı ile çok önemli iyi eleştiriler almıştır. Daha sonra İnce Kırmızı Hat (1998) ve Aklım Karıştı" "(1999) gibi filmlerde yardımcı karakterlerde rol almıştır ayrıca korku filmi Urban Legend (1998) de buna dahildir. Darren Aronofsky'nin yönettiği Requiem for a Dream (2000) filminde uyuşturucu bağımlısı Harry Goldfarb karakterini canlandırarak kariyerindeki en büyük övgülerini almıştır." "Ayrıca" "David Fincher'ın yönettiği Fight Club (1999) ve Panik Odası (2002) filmlerinde de rol almıştır. 2000 yılından beri Leto American Psycho (2000), "Highway "(2002)," "Lord of War (2005), Lonely Hearts (2006), Chapter 27 (2007), Mr. Nobody (2009), filmlerindeki performansı ile birçok ödül kategorilerine aday olmuştur. 2013 yılında düzenlenen Altın Küre Ödüllerinde ise Dallas Buyers Club (2013)" "filminde oynadığı transeksüel karakteri ile En İyi Yardımcı Aktör ödülünü almıştır.Ve son olarak (2016) Dc.Comıcs yapımı Suicide Squad filminde Joker karakterini canlandırmıştır. Leto aynı zamanda rock grubu Thirty Seconds to Mars'ın solisti ve gitaristidir. Grubu 1998 yılında Los Angeles'ta abisi "Shannon Leto" ile birlikte kurmuştur. Immortal ve Virgin şirketleriyle plak anlaşmaları bulunmaktadır. "Thirty Seconds to Mars" kendi grup adlarını taşıyan ilk albümlerini 2002'de yayınladı ve olumlu eleştiriler aldı. Daha sonra yayınladıkları albümü "A Beautiful Lie (2005) "birçok ülkede ödül almıştır. "This Is War (2009)" grubun üçüncü albümüdür, 2009 Aralık ayında yayınlanmıştır. Dördüncü stüdyo albümleri" Love, Lust, Faith and Dreams (2013") Mayıs ayında çıkmıştır. Ve albümün çıkış şarkısı "Up in the Air" Mtv Video Müzik Ödüllerinde 'En İyi Rock Klibi' ödülünü almıştır." "Leto aynı zamanda müzik videolarını da kendisi yönetmiştir. Leto Bossier City, Louisiana'da doğmuştur. Küçük yaşta annesi ile babası boşanmışlardır. "Leto" ise üveybabasının soyadıdır. Abisi Shannon ile birlikte yokluk içinde büyümüşlerdir. Jared'ı 'Hippi' diye tanımlayan annesi onun sanata olan ilgisini kazanmasını sağlamıştır. ""Çevremde aktörler, müzisyenler, fotoğrafçılar, sanatçılar ve farklı teatral insanlarla büyüdüm. Bu atmosfere rağmen sınırları ve çizgileri belli değildi. Biz yaratıcılığın ve kendini ifade etme olayını açığa çıkarıyorduk."' - Jared Leto "Kerrang"! ile röportajında bunu söylemiştir. İlk müzik enstürmanı kırık bir piyanoydu ve "Pink Floyd"'dan "Led Zeppeli"n'e kadar klasik rock'ın öncüleri olan grupları dinleyerek, söyleyerek büyümüştür. Jared büyük çapta görsel sanatlara ilgi duymuştur ve Philadelphia University of the Arts sanat üniversitesinde resim bölümünü okumuştur. Daha sonra ilgisini oyunculuk çekti ve kendisini New York'taki School of Visiual Arts'a transer ettirdi. 1992 yılında Leto oyunculuk kariyerini ilerletebilmek için Los Angeles, California'ya taşındı. İlk rollerin"i Camp Wilder" (1992) ve " Almost Home" (1993) gibi TV şovlarında aldı. Daha sonra 1994 yılında "My So-Called Life" isimli bir dizide Claire Danes karakterinin sevgilisi olarak Jordan Catalano rolünde sürekliliğini sağladı. 1994 yılında Leto aynı zamanda ilk kez" Cool and the Crazy" isimli bir televizyon filminde rol aldı. Genç idol olarak ilk namını orada kazandı, 1995 yılında ise ilk sinema filmi rolünü "How to Make an American Quilt i"simli bir dramada aldı. Daha sonra "The Last of the High King"s filmide Christina Ricci ile başrolü paylaştı. Daha sonra "Switchback "filminde oynadı. Leto 1997 yılında "Prefontaine "isimli Olimpiyat koşucusu Steve Prefontaine'in hayatını konu alan filmde kariyerinin ilk ciddi başrolünü oynadı. Rol için Leto koşucunun hayatına kendisini daldırdı, aile üyeleriyle ve Prefontaine'nin arkadaşlarıyla tanıştı. Prefontaine rolü için ona benzemeye ve sesini bile adapte etmeye çalıştı. Ona dönüşümü o kadar gerçekçiydi ki koşucunun kardeşi Linda Leto'yu görür görmez kendinden geçti ve ağlamaya başladı. Daha sonra 1998 yılındaki başrolü aldığı Basil filminde İngiliz bir asilzadeyi canlandıran Leto 1998 yılında korku filmi olan Urban Legend'da oynadı. Okul gazeteceğilinde yazar olan ve Alicia Witt karakterine aşık birisini canlandırıyordu. Film ticari olarak büyük bir başarı elde etse de eleştirmenler tarafından beğenilmedi. Leto daha sonra ikinci dünya savaşını konu alan Sean Penn, Nick Nolte ve Adrien Brody gibi oyuncuların bulunduğu "The Thin Red Line" filminde rol aldı(?). Film Oscar'da tam 7 kategoride aday oldu ve gişe olarak oldukça iyi bir gelir hasılatı elde etti. 1999 yılında Black and White filminde rol aldı ve filmdeki rolü Robert Downey Jr.'ın karakterine aşık olan bir eşcinsel öğretmeni canlandırmaktı. Aynı yıl Winona Ryder ve Angelina Jolie ile birlikte "Girl, Interrupted" filminde başrolü paylaştı. Daha sonra ise "David Fincher"'ın" Fight Club" filminde rol aldı. Leto, "American Psycho" filminde yardımcı karakter olarak rol aldı. Daha sonra ise Darren Aronofsky'nin "Requiem for a Dream" filminde bir eroin bağımlısı Harry Goldfarb isimli bir karakteri canlandırdı. Bu eroin bağımlısı karakteri için tam 12 kilo verdi. Kendisi Harry Goldfarb karakteri için bu kadar zayıflaması hakkında şunu söyledi: ""Bu yaptığım film için harika ama kendi kişisel hayatım için o kadar da iyi değil." "Aynı yıl Leto, "Sunset Strip" filminde rol aldı. Requiem for a Dream'ın büyük bir başarısından sonra Leto 2002 yılında "Highway "isimli bir filmde başrolü üstlendi. 2002 yılında yine David Fincher'ın yönetmenliğinde "Panic Room" isimli bir filmde bir baş belası karakterini canlandırdı. Film ilk haftasında Amerika'da $30 milyondan fazla gelir hasılat etti. Daha sonra da Phone Booth filminde rol aldı. Daha sonra 2 yılını müzik kariyerinde devam ettirerek Leto 2004 yılında "Alexander "filminde yardımcı karakter olarak görev aldı. Film ülke içinde başarısız olsa da dünya çapında $139 milyon dolar gelir hasılat elde etti. Daha sonraki yıl Leto, Nicolas Cage'in kardeşi Vitaly Orlov rolünde" Lord of War" filmide rol aldı. 2006 yılında "Lonely Hearts" filminde Salma Hayek ile birlikte başrolü paylaştı. Film yapısal olarak eleştiriler alsa da eleştirmenler Leto'nun oyunculuğu hakkında şunu demiştir ""Film yalnızca Leto'nun performansı için izlemeye değer."" "Lonely Hearts"dan sonra Leto 2007 Yılında Sundance Film Festivalinde gösterime giren "Chapter 27" filminde başrolü oynadı. Filmde Jared Leto, John Lennon'ı vuran hayranı Mark David Chapman'ı canlandırıyordu. Film için Leto tam 30 kilo aldı. Kilo alırken "Requiem for a Dream "filmini hatırlayarak kilo almanın kilo vermekten daha zor olduğunu söyledi. Leto ani kilo alışından dolayı tekerlekli sandalye kullanmak zorunda kaldı. Filmin çekimleri bittikten sonra sıvı diyetine başladı. ""Hiç olmadığım kadar açtım, limon, arnavut biberi ve akçaağaç şurubuyla diyet yaptım. 10 gün boyunca hiçbir şey yemedim. Sanırım 10 günde 9 kilo vermiştim. Yarı normal kiloma dönmek neredeyse bir yılımı almıştı. Bir daha fiziksel olarak böyle şeyler yapar mıyım bilmiyorum. Bir daha yapmazdım çünkü gerçekten çok problem oluyor benim için." "Film olumsuz ve olumlu karışık birçok eleştiri aldı ve hayal kırıklığı olarak nitelendirildi. Ancak Rex Reed, Leto'nun performansı için "''Jared Leto'nun tanınmaz görünümündeki performansı onun unutulmaz olduğunu gösterebiliyor." "demiştir. Bu süreçte Leto müzik grubuna odaklandı ve Clint Eastwood'ın yaptığı Flags of Our Fathers gibi birçok filmi reddetti. Reddetmesi üzerine Leto üzüntüsünü şöyle dile getirdi ""Clint Eastwood bu film teklifini yaptığında bir hayalim gerçek olmuştu. Ama bu filmde rol alamayacağım için yıkılmıştım. Ancak bağlılıklarım vardı, bir süredir üzerinde çalıştığım albümüm vardı. Benim için çok çok önemliydi. benim için ya batma ya da çıkma dönemiydi. Kendinizi iki yolda da ayrı olarak göreceğiniz bir karardı ve bende doğru olanı yaptığımı düşünüyordum. Clint Eastwood'la ileride çalışmayı çok isterim. Benim kahramanlarımdan bir tanesi. " "Daha sonra 2007 yılında Awake filminde oynaması için seçilmişti ancak onu da programına uymadığı için geri çevirmek zorunda kalmıştı. 2009 yılında Leto "Mr. Nobody" filminde Nemo Nobody isimli 118 yaşında olan bir adamı oynadı. Film avrupalı finansmanlar tarafından kısıtlı bir açılış yapmıştı. 2012 yılında Leto Artifact isimli ilk belgeselini hazırladı. Thirty Seconds to Mars grubunun ve plak şirketi olan EMI ile modern müzik sektöründe yaşananları anlattı. 2012 Toronto Film Festivalinde prömiyeri yapıldı. People's Choice Ödüll
erinde de En İyi Belgesel ödülünü aldı. Eleştirmenler de modern müzik sektöründe sanatçılar ve plak şirketleriyle yaşanan bu olayların göz önünde bulundurmasından belgesel için oldukça olumlu şeyler söylemiştir. 2013 yılında ise Leto "Dallas Buyers Club" filminde HIV virüsü taşıyan transeksüel olan Rayon isimli karakteri canlandırdı. Film 2013 Kasım ayında vizyona girdi ve tüm eleştirmenler tarafından övgüyle bahsedildi. 12 Ocak 2014'te Leto" Altın Küre Ödüllerinde En İyi Yardımcı Aktör ödülünü aldı. 16 Ocak 2014'te ise "Akademi Ödüllerinde (Oscar) En İyi Yardımcı Aktör kategorisine aday olup, ödülü kazanmıştır. 2013 Mayıs ayında Thirty Seconds to Mars grubu dördüncü stüdyo albümleri olan Love, Lust, Faith and Dreams'i yayınlamışlardır. Albümün yapımcılığını Jared Leto ve Seve Lillywhite üstlenmiştir. Albüm genellikle olumlu eleştiriler almıştır ve onbeşden fazla ülkede üst sıralara yerleşmiştir. Leto 2013 yılında "Up in the Air" klibi için kısa bir film çekmiştir. Filmde rol alanlar arasında dansçı Dita Von Teese ve jimnastikçi McKayla Maroney de yer almıştır.MTV Video Müzik Ödüllerinde En iyi Rock Videosu ödülünü kazanmıştır. Leto 2013 yılında çekilen "Do or Die" videosu için ise 2010 yılında yayınlanan "Closer to the Edge" klibinin devamı olarak nitelendirmiştir.Klip  Love, Lust, Faith and Dreams Turunda grubun konserler sırasında çektiği videolardan oluşuyor. Aynı yıl grup "City of Angels" şarkısının klibini çekti. Klipte Hollywood dünyasından birçok ünlü oynamıştır ve Los Angeles şehri hakkında fikirlerini dile getirmişlerdir. 2014 yılında, Leto Into the Wild isimli sıradaki belgeselini yayınlamıştır.Warner Bros yapım şirketinin vizyona giren Suicide Squad filminde Joker karakterini canlandırdı. Leto, Lime dergisine şunları söylemiştir" "Çocukluğumdan beri müzik yapıyorum. Hayatımın ayrılmaz bir parçası.  Hayatımdaki hemen hemen herkes müziği çok seviyor, çocukluğumdaki çevremde bile. Ben 5 yaşındayken abim davul çalmaya başladı.""1998 yılında Leto abisi Shannon Leto ile birlikte 30 Seconds to Mars isimli bir grup kurdu. Grubun adının Leto ""Biraz uzayla ilgili, evren ya da buna benzer bir şey. Farklı seviyelerde anlama gelen bir isim. En önemlisi bizim müzik tınımızı iyi temsil ediyor. Ayrıca lirik, davetkar, " "sinematik ve dolaysızlıkla dolu bir anlam taşıyor. Biraz özgünlük hissi var." "dedi. 1998 yılında Thirty Seconds to Mars grubu Immortal ve Virgin ile birlikte plak anlaşması imzaladı. Gitarist olan Kevin Drake, Solon Bixler ve Matt Wachter'da gruba katıldı. Thirty Seconds to Mars ilk başladığında Jared adının grubun reklamı olarak kullanılmasını kalmasını reddetti. Grubun çoğu şarkısını Jared yazıyor. Grup Incubus grubu ile birlikte daha sonra Kuzey Amerika'da tura çıktı. Thirty Seconds to Mars grubun adını taşıyan ilk albümlerini Bob Ezrin ve Brian Virtue prodüktörlüğünde 2002 yılında yayınladı. Albüm genel olarak olumlu görüşler aldı ancak Pink Floyd, Tool ve Brian Eno gibi gruplarla karşılaştırıldı. Albüm Billboard 200'de 107 olarak çıkış yaptı ve Top Heatseekers'de de bir numaraya kadar yükseldi. UK Rock Chart'te ilk 10'a kadar yükselen "Capricorn (A Brand New Name)" ve  "Edge of the Earth" isimli iki şarkı yayınladılar. Yıllar geçtikte albüm dünya çapında iki milyondan fazla sattı. 2003 yılında Solon Bixler grubu bıraktı ve yerine Tomo Milicevic geçti. 30 Seconds to Mars Our Lady Peace, Sevendust, ve  Chevelle gibi açık yerlerde oldukça fazla konser vermiştir. Jared Leto'nın film setlerinden dolayı grup üyeleri dört farklı kıtaya yolculuk yapıp A Beautiful Lie'ın kayıtlarını tam 3 yılda tamamladı. A Beautiful Lie grubun ilk albümüne göre müzik olarak da sözsel olarak da çok daha farklı. Grubun albümü ne kadar insan mücadelesi ve astronomik temaları anlatasa da A Beautiful Lie'nın sözleri çok kişisel ve sizi yoğun çığlıklarla tanıştırıyor. Leto" "İlk albümümde bir dünya yarattım ve şimdi onun arkasına saklandım.'"' dedi". "A Beautiful Lie beni beynimden uzaklaştırarak daha kişisele itti. Albüm içeriksel olarak elementlerden oluşsa da temasal fikirleri beyinden çok daha kalple ilgili. Acımasız dürüstlük, büyüme ve değişimle ilgili. Hayata bu aralıklardan bakmak inanılmaz samimi. Taze bir yolculuk. Hayat hikayesi, aşk, ölüm, acı, zevk ve tutku. Bir insanın olması gereken özelliker."" diye devam etti. A Beautiful Lie 2005 yılında yayınlandı ve grubun kalıcı çıkışını bu albüm sayesinde gerçekleşti. Recording Industry Association of America tarafından platinyum sertifikası verildi ve dünyada 3.5 milyon albüm satarak birçok ülkede de platinyum verildi. Albümün ilk şarkısı "Attack" alternatif radyoların ilk haftasında en çok eklenen şarkı oldu ve Modern Rock'ın ilk 30 Top'unda yer aldı. Grup "Forever Night Never Day" ismini verdikleri ilk turuna 2006 Mart ayında çıktılar. Bununla aynı zamanda grup albümünden ikinci teklisi "The Kill" i çıkardı. Şarkı Hot Modern Rock Parçalar tarihinde en uzun süre çalan şarkı oldu ve 50 hafta boyunca çaldı. Leto klibi Bartholomew Cubbins adını kullanarak bizzat kendisi yönetti. 2006 yılında Leto The 97X Green Room: Volume 2 radyonun albümü için "Was It a Dream?" şarkısınında yer aldığı bir kapak tasarladı. Albümün gelirleri The Nature Conservancy kurumuna bağışlandı. "From Yesterday" albümün üçüncü teklisi olarak çıktı.  Hot Modern Rock Tracks listelerinde bir numaraya kadar yükseldi. Thirty Seconds to Mars listesinde ise 2 numarada yer aldı. Klibi yine Jared Leto yönetti. "A Beautiful Lie" şarkısı ise albümün dördüncü teklisi olarak en son yayınlandı. Şarkının klibi Angakok Panipaq adını kullanarak Jared Leto tarafından yönetildi. Klibin çekimleri Grönland adasında çekildi. Klibin gelirleri ise Natural Resources Defense Council kurumuna bağışlandı. Küresel ısınmayı konu alan kliple ilgili Jared Leto, Grönland için şunu söyledi ""Grönland da çekim yapmak bir hayalin gerçek olmasaydı ve bir grup olarak yaşadığımız en heyecanlı maceralardan birtanesiydi. İnanılmaz derece büyülü ve aynı zamanda bizim için erişilmez görülse de oraya ilk kez vardığımızda bölgenin güzelliği, büyülüğü, insanların harika kültürü ve harika yolculuğun kendisi bir inancın ötesinde ilhamdı." "Klip MTV Avrupa Müzik Ödüllerinde en iyi klip ödülünü aldı ayrıca MTV Asya Ödüllerinde de hayranlar tarafından en iyi video seçildi. Leto grubun üçüncü albümü This Is War'ı  "tüm dünyanın ayrı düştüğü ve büyük değişikliklerin devam ettiği 2 yıllık yoğun periyodu" olarak tanımladı. Thirty Seconds to Mars albümünde hayranlarınıda dahil etti ve The Summit'e hayranlarını davet ederek onlara arka vokal yapmasını ve vurmalı çalgıları çalmasını sağladı. Los Angeles'ta ilk olarak birçok hayran tüm dünyadan katıldı. Grup aynı zamanda hayranlarından yakın çekim yüz fotoğraflarını albümün kapağı için göndermesini istedi. This Is War, Flood, Steve Lillywhite ve  Thirty Seconds to Mars prodüktörlüğü tarafından 2009 Aralık ayında yayınlandı. Albüm Tastemaker Album listesinde bir numara, Alternatif Albümler ve Dijital albümlerde 2 numara ve Rock albümleri listesinde dört numara Billboard 200'de 18 numaraya kadar yükseldi. Kings and Queens" ve  "This Is War" alternatif şarkılar listesinde bir numara ve Rock Şarkılar listesinde de dört numara oldu. "Kings and Queens" Leto tarafından yönetildi ve Los Angeles'ta çekildi. Ayrıca This Is War klibini Leto yönetmediği için şunları söylemiştir; " This Is War klibi başka birisinin yönetmesine izin verdiğim tek video klip, ve bunu bir daha yapmayı düşünmüyoruz." Albümden 3. tekli "Closer to the Edge" Alternatif Şarkılar listesinde 7 numaraya yükseldi ve UK Rock Listelerinde 8 hafta boyunca bir numarada kaldı. Klip Leto tarafından yönetildi ve 7 Haziran 2010'da gösterime çıktı. Kısa film grubun turdaki görüntülerinden ve hayran röportajlarından oluşuyor. Klip grubun "Into the Wild" turu kapsamında 89 şehir 27 farklı ülkede çekildi.Klip eleştirmenler tarafıdan oldukça beğenildi ve birçok kategoride aday oldu. 2009 yılında Kanye West ve Jared Leto birlikte "Hurricane" isimli bir şarkı kayıt ettiklerini duyudu. Ancak Kanye West'in sesi plak şirketinden dolayı silinmiştir. Onlar da 'This Is War: Deluxe Düzenlemesi' adı altında bu düeti yayınladılar. Klip 29 Kasım 2010 tarihinde yayınlandı ve Leto tarafından yönetildi. 2000-2003 arasında Cameron Diaz ile nişanlı kalmışlardır. 2003 yılında dört yıllık ilişkilerini sonlandırdılar. Leto People dergisi tarafından 1996 ve 1997 yıllarında "50 Güzel İnsan" listeleri arasında ve "90'ların Genç İdolleri" listelerinde yer aldı. 2006 ve 2007 yılında "En Çekici Bekar Erkekler" listesinde yer aldı. 2012 yılında Jared Leto En Yaratıcı 100 İnsan listesinde de yer aldı. Thirty Seconds to Mars Albümleri; Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi 1992’de üniversite ile birlikte 3837 sayılı kanunla kurulmuştur. 1995-1996 Öğretim yılında Eğitim ve Öğretime Ezine Üvecik’te başlamıştır. 1996-1997 Eğitim-Öğretim yılı bahar döneminde Çanakkale’ye 4 km uzaklıktaki Karacaören’e taşınmıştır. 1998-1999 Eğitim-Öğretim yılında ilk mezunlarını veren Fakülte, 2000-2004 yıllarında eğitimini Terzioğlu Kampüsü Fen-Edebiyat Fakültesi binasında sürdürürken, 2004-2005 Eğitim-Öğretim yılı ile birlikte kendi binasına taşınmıştır. Fakülte’de lise eğitiminden sonra, 4 yıllık Lisans Eğitimi verilmekte ve dersler Türkçe okutulmakta, dört yıllık eğitim sonunda öğrenciler Su Ürünleri Mühendisi olarak mezun olmaktadır. Ayrıca Fakültede Yüksek Lisans ve Doktora eğitimi de verilmektedir. Tatlısu levreği Tatlısu levreği ("Perca fluviatilis"), Percidae familyasından bütün Avrupa'da yaygın olan bir etçil tatlısu balığı türü. Türkiye'de Batı Karadeniz ve Marmara Bölgesinin tatlısularında bulunur. Hem balıkçıların hem de tüketicilerin sevdiği lezzetli bir balık türüdür. Dış özelliklerinin bazıları göğüs ve karın yüzgeçlerinin kırmızıkızıl rengi ve bütün levrekler için tipik olan sert dikenli sırt yüzgecidir. Çoğunlukla vücudunda 6 ile 8 adet arası yukarıdan aşağıya incelen çizgiler
vardır, ve alt dudağı üsttekinden daha öne çıkıktır. Tatlısu levrekleri 40 cm büyüklüğe kadar ulaşırlar, ama 50 cm büyüklükte tutulmuş olanlarıda vardır. Tatlısu levreklerinin böyle bir ölçüye ulaşmaları çok uzun sürer; 8 ila 10 yaşına varmış olanları ancak 25 cm boyunda olurlar. Dişileri su kıyısının yakınında alçak su seviyesinde yumurtlarlar. Yumurtadan çıkan yavrular ilk önce su yüzüne çıkıp hava-torbalarını hava ile doldururlar. Bu yavrular akıntıdan derin sulara taşınırlar ve orada plankton'dan beslenirler. Birkaç hafta sonra alçak suya geri dönerler ve orada sivrisinek kurtçukları ve diğer böcek kurtları ile beslenmeye başlarlar. Göllerde yaşayan tatlısu levreklerinin yavruları henüz küçükken sazangiller yavruları ile aynı yemlerden beslendiklerinden dolayı, bir rekabet içinde yaşarlar. Bazı koşullar altında bu sazangiller yavruları, daha da büyümüş olan tatlısu levreğinin yemi olur. Gıda kıtlığı olan dönemlerde, tatlısu levreği yamyamlaşıp kendinden küçük tatlısu levreklerini yiyebilir. Derin göllerde tatlısu levreği kış soğuğunu büyük derinliklerde geçirir. Bu zamanı atlatabilmeleri için en az 6 C° su sıcaklığına muhtaçtırlar. Avrupa tatlısularına, diğer bir tatlısu levrek türü olan "Gymnocephalus cernuus" bırakıldığından beri, tatlısu levreğine yeni bir rekabet olmuştur. Önümüzdeki on yıl içinde bu gelişmenin sonucu ne olacağı henüz bilinmemektedir. Yazı sistemi Yazı sistemi, bir dildeki unsurları ve tarif edilebilir durumları temsil etmek için kullanılan bir çeşit semboller sistemidir. Tania Aebi Tania Aebi (d. 7. Ekim 1966), ABD'li denizci ve yazar. Varuna isimli 8 metrelik teknesi ile dünyayı tek başına dolaşan ABD'li kadın. Yola çıktığı tarih olan 30 Mayıs 1985 senesinde sadece 18 yaşında olan Tania, bu yolculuktan önce hiçbir tecrübesi olmamasına karşın babasının önündeki hayatı için sunduğu iki seçenekten biri olan yelkenli ile dünya seyahatini 6 Kasım 1987 başladığı yer olan New York şehrinde tamamlamıştır. Yolculuk sırasında tanıştığı ve yolun büyük bir bölümünü beraberce yan yana teknelerde katettiği Oliver ile evlenmiştir. Tania güney pasifikte sadece 80 millik yol için aldığı arkadaşı sebebi ile dünya rekoru kıramamıştır. Emma Shapplin Emma Shapplin, asıl adı Crystêle Madeleine Joliton (d. 19 Mayıs 1974, Paris), Fransız soprano. Paris'in güney banliyölerinde doğdu. Polis bir babanın ve sekreter bir annenin üçüncü çocuğuydu. Çocukluğunun ilk yılları erkek çocuklarınkinden farksızdı. Futbola ve ağaçlara tırmanmayı diğer kız çocuklarının oyunlarına tercih ediyordu. Müzik ve şarkı söylemek ise ona çok uzak terimlerdi. Crystêle Madeleine Joliton'in hayatı, 14 yaşındayken bir arkadaşının onu müzik öğretmeniyle tanıştırmasıyla yön değiştirdi. Aynı zamanda eski bir şarkıcı olan 70 yaşındaki bu öğretmen, Crystêle'e ders vermeye başladı. Daha önce çok sıkıcı bulduğu için ders çalışmanın hiçbir formuna ilgi göstermemiş olan Crystêle, müziğe bir anda tutkuyla bağlandı. Bütün boş zamanlarını sesini geliştirmek için harcayan genç Crystêle, öğretmeninin denetiminde yakın zamanda iyi bir soprano sese sahip oldu. Gerçekleştirdiği bu büyük ilerlemeye rağmen ailesinden beklediği desteği görmeyen Crystêle, aksine, aldığı derslerin 1 yılı aşması üzerine ailesinin aldığı dersleri durdurma ve onu, katıldığı okul korosundan aldırma kararıyla karşılaştı. Bunun sebebi ise, ailesinin, anne mesleği olan sekreterlik gibi ciddi bir meslek dalında kariyer yapmasını istemeleri ve müzisyenliği yeterince ciddi bulmamalarıydı. Bu dönem, genç Crystêle için oldukça sancılı bir dönem oldu. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen, profesyonel bir müzisyen olarak kariyer yapma isteğine sonuna kadar sahip çıktı. Kendisini gizliden gizliye Mozart'ın Sihirli Flüt operasında "Queen of the Night" aryasını söylerken düşlüyordu. Kariyerinin başlangıcı olarak aldığı ilk görev ise bu düşten oldukça uzaktı. Crystêle, yerel bir hard rock grubu olan "North Wind" 'in solistlik teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Gruba katılmasını takip eden 3 yıl boyunca Crystêle, soprano ses özelliklerini tamamen bir kenara bırakarak, "North Wind" 'in şarkı sözlerine daha uygun olan derinleştirilmiş ses yeteneklerini mükemmelleştirmeye başladı. Ayrıca, ailesinin isteklerine sonunda dayanamayarak solistlikle eş zamanlı olarak sekreterlik okuluna gitmeye başladı. Crystêle, 18 yaşındayken girdiği sekreterlik sınavlarında başarılı olamadı, ama bu sonuç onu pek de üzmüşe benzemiyordu.Lakin genç Crystêle'in varolduğunu düşlediği dünyada sekreterliğe yer yoktu. Crystêle, 19 yaşına geldiğinde ailesiyle yaşadığı evden taşınıp Paris'te kendi tuttuğu apartman dairesine taşındı. Gruptayken sahne ismini Emma olarak değiştirmişti. Büyük bir şehirde yaşamanın zorlukları, herkesin olduğu kadar Emma'nın en büyük problemlerinden biri oldu. Geçimini sağlayabilmek için birçok düzensiz işde çalıştı. Ama bunun Emma'yı çok rahatsız ettiği söylenemezdi. Artık kendi özgürlüğünü kazanmış biri olarak, yeniden müzisyenlik için çalışmalarına devam edebilirdi. Gerçekten de kısa bir süre sonra, Paris Konservatuvarı öğretmenlerinden müzik dersleri almaya başladı. Sesini eğitimle yeniden profesyonel standartlara getiren Emma Shapplin, ilk demo kaydını yaptı. Bir arkadaşının arkadaşı sayesinde bu kaydı, ünlü Fransız müzisyen Jean-Patrick Capdevielle'e dinletmeyi başardı. Capdevielle, Emma'nın sesinden oldukça etkilendi. O da, tıpkı Emma gibi, operaya tutku derecesinde bağlıydı. Capdevielle, Emma'ya bir albüm için söz yazmayı önerdi ve aralarındaki iş ilişkisi, böylece başlamış oldu. Capdevielle ve Emma, yapılacak olan bu ilk albümün hangi müzik türünden oluşacağını tartıştılar ve deneme kayıtları yaptılar. Sonunda bu ilk albümünün türünün klasik müzik olmasında karar kıldılar. Jean-Patrick Capdevielle, oğlu Jonathan'ın da yardımıyla hemen söz yazmaya girişti. Emma'nın çıkarılacak bu ilk albümü için Capdevielle, dokuz şarkı sözü yazdı. Bunlardan dördüne Emma da katkıda bulundu. Fransızca yazılan bu şarkı sözleri, daha sonra bir ortaçağ tarihçisi tarafından Latince'ye çevrildi. Albümün düzenlemesi yapılırken, Donizetti'den Bellini'ye 19.yy İtalyan bestecilerinin albümleri temel alındı. Böylece Emma Shapplin'in çıkış albümü "Carmine Meo", 1997'nin sonlarına doğru piyasaya çıktı. Bu albümün çıkış parçaları "Spente le stelle" ve "Cuor Senza Sangue", onun daha yolun başında oldukça geniş bir dinleyici kitlesi edinmesini sağladı. Bu parçaların başarısının ardından "Carmine Meo", Fransız müzik listelerinin zirvesine çıkmayı başardı. Üç ay gibi kısa bir sürede 100.000 kopya satma başarısını göstererek Shapplin'e ilk altın plağını kazadırdı. Kendi ülkesinde kazandığı bu olağanüstü başarı, yakın zamanda uluslararası pazarlarda da yankı buldu. "Carmine Meo" 'nun dış satışları, kısa zamanda Fransa'daki satışları ile rekabet edebilir duruma geldi. Eylül 2002'de ikinci albümü "Etterna" piyasaya sürüldü. Bu albümü de dünya çapında oldukça önemli bir dinleyici kitlesine ulaşmayı başardı. Bundan bir yıl sonra, Emma Shapplin'in canlı konser kaydı olan "Le concert de Caesarea", CD ve DVD formatında piyasaya sürüldü. Emma Shapplin, halen dünyanın beş kıtasında hayranlarıyla konserler vasıtasıyla buluşmaya devam etmektedir. Türkiye'de de büyük beğeni toplayan ve önemli bir hayran kitlesine sahip olan Shapplin’in son albümü “Macadam Flower” yayınlandı. http://dr.com.tr/Product.aspx?pid=0000000301478 Albüm İçeriği: Ortografi Ortografi, yazı sistemleri arasındaki geçişi sağlamak üzerine yazı sistemlerini inceleyen bilim dalıdır. Dilbilimin alt dallarından olan sesbilim içerisinde yer alır. Bir dil için farklı semboller kullanarak gösterilen sesleri farklı bir sembol sistemine aktarırken ortaya çıkan sorunların çözümü üzerine yoğunlaşır. Ortografi, Diyakritik işaretlerin doğru kullanılması ile de ilgilenir. Diyakritik işaretler, noktalama işaretlerinden farklı olarak harflerin ses değerlerini değiştirir. "Karakter Eşlem" aracında yer alan ve adının başında Combining (Kombine/Eklemlenebilir) yazan işaretler herhangi bir harften sonra eklendiğinde o işaret otomatik olarak harfin üzerine yerleşir. Tüm Combining (Kombine) işaretleri görmek için "Unicode" (Ünikod) bir karakter kümesi seçmek gereklidir. Örneğin "Lucida Sans Unicode" gibi... Burada dikkat edilmesi gereken hususu herhangi işaretin Normal biçimi ile Combining (Kombine) biçiminin görüntüde birbiri ile aynı olduğudur. Normal biçim kullanıldığında harfin üzerine eklenmez, yanında durur. Bu nedenle adının başında Combining (Kombine) yazan işaret seçilmelidir. Örneğin: "Combining Acute Accent", "Combininig Tilde" gibi... Herhangi bir harfe, mesela "M" (veya küçük "m") harfinin üzerine Dalga (Tilde) işareti ( ̃ ) eklenmek istendiğinde bu harfin işaretli biçimi karakterler arasında bulunamıyorsa şu işlemler uygulanır: Bu işaretler aşağıdan kopyalanarak herhangi bir harften sonra yazıldığında harfin üzerine eklenir. Aşağıdaki işaretler kesinlikle bu simgelerin normal biçimleri değildir. Combininig (Eklemlenebilir) halidir. 1. Ordu (Osmanlı) 1. Ordu, Osmanlı Ordusu'nun ordularından biri. 1877'de Selimiye'de kurulan ordunun ilk düzeni: Ağustos 1914'te, ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Kasım 1914'te ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Nisan Sonu 1915'te ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Yaz Sonu 1915, Ocak 1916'da ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Ağustos 1916 tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Aralık 1916, tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Ağustos 1917 tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Ocak 1918 tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Haziran 1918 tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Eylül 1918 tarihinde ordu aşağıdaki şekilde yapılandırılmıştır: Etrüsk mitolojisi figürleri listesi Bu liste Etrüsk mitolojisindeki figürleri barındırır. Burada figür ile kastedilen bu mitolojideki her türlü yaratık ve nesnedir, buna put, tanrı ve tanrıçalar da dahildir. Elladan ve Elro
hir Elladan ve Elrohir, Orta Dünya karakterleridir. Güneş'in 3. çağında, 127 yılında Elrond ve Celebrian'ın ikiz oğulları olarak doğdular. Yıllarca Rivendell (Ayrıkvadi) ve Lorien'de yaşadılar. Karanlığa karşı birçok savaşa katıldılar. Aynı zamanda, Arwen'in ağabeyleridir. Arador oğlu Arathorn (Aragorn'un babası) ile arkadaştılar. Aragorn'a Gondor yolculuğu sırasında ölülerin yolunu anımsatan ve onlarla giden kardeşler de bunlardır. Mordor kapıları önünde verilen son savaşta da Aragorn'un yanında savaştılar. Savaşın ardından Elrond'un Rivendell'i terk edip Undying Lands'e gitmesi üzerine bir süre daha burada Celeborn ile birlikte yaşadılar. Onlar Rivendell'in (saklı kentin) son temsilcileriydi. Yüzük yok edildikten sonra Valinor'a gitmemiş, Ayrıkvadi'de kalarak ölmeyi yeğlemişlerdir. Yurtdışında Çalışanların Çocukları İçin Yükseköğretime Giriş Sınavı Yurtdışında Çalışanların Çocukları İçin Yükseköğretime Giriş Sınavı (YÇS), anne veya babası, görevi nedeniyle yurtdışında bulunduğu sırada, ortaöğrenimlerini bu ülkelerin lise veya dengi okullarında yapan öğrenciler için, ÖSYM tarafından düzenlenen bir sınavdır. Sınav sonucu, çeşitli yüksek öğrenim kurumlarındaki belli bölümlere öğrenci kabul edilmektedir. YÇS 'ye girmek için şu şartlar aranmaktadır; 1. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması ya da Türk vatandaşlığından izinle çıkmış olması, 2. Lise ya da lise dengi bir okul diplomasına sahip olması ya da böyle bir okulun son Sınıfında bulunması, 3. Lise öğrenimlerinin en az son üç yılını yurtdışında okumuş olması gerekmektedir. Sınav Ankara(Türkiye) ve Köln(Almanya)'de yapılmaktadır. Sınav, lise eğitimini yurtdışında tamamlamış bir kişinin başarabileceği güçlükte hazırlanmaktadır. 210 dakika süren ve çoktan seçmeli olarak uygulanan sınavda adaylara Genel Başarı Testi, Yabancı Dil Testi ve Türkçe Testi uygulanmaktadır. Genel Başarı Testi, matematiksel ilişkilerden yararlanma ve sosyal bilimlerdeki temel kavram ve ilkelerle düşünme güçlerini ölçmeyi amaçlayan sorulardan oluşmaktadır. Bu testte matematik, edebiyat, tarih, coğrafya, psikoloji, sosyoloji ve temel yurttaşlık bilgileri ile ilgili sorular bulunmaktadır. Tüm adayların cevaplaması gereken bu testte sorular Türkçenin yanı sıra Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerinde de hazırlanmaktadır. Yabancı Dil Testi, yabancı dil alanında dil ve edebiyat veya öğretmenlik programlarını tercih etmek isteyen adayların çözmek zorunda oldukları testtir. Almanca, Fransızca ve İngilizce olarak hazırlanan test, adayın tercih ettiği dilde cevaplandırılmaktadır. Örneğin Fransız Dili ve Edebiyatı veya Fransızca Öğretmenliği programını tercih etmek isteyen kişi Fransızca testini çözecektir. Türkçe Testi, Türkçedeki kelime hazinesi ve dilbilgisi ile okuduğunu anlama ve Türkçeyi kullanma yeteneğini ölçmeyi amaçlayan sorulardan oluşmaktadır. Bu test sadece adayların Türkçe düzeylerini belirlemeye yönelik olup, YÇS puanlarının hesaplanmasında kullanılmamaktadır. Ancak öğretim dili Türkçe olan programlarla ilgili tercihleri bulunan adayların Türkçe hazırlık sınıfından muaf olmaları için Türkçe testindeki soruları cevaplamaları gerekmektedir Murat İlkan Murat İlkan, (d. 8 Temmuz 1971-) Türk müzisyen. 1971'de İzmir Karşıyaka'da doğdu. İlkokulu Hakimiyeti Milliye (Ulusal Egemenlik) İlkokulu'nda, Ortaokulu İzmir Fatih Koleji'nde bitirdi. Bu süre içinde İzmir Devlet Konservatuvarı Şan Bölümü'ne devam etti. 1986'da İstanbul'a taşındı. Kadıköy Kenan Evren Lisesi'ni bitirdi. Şefik Şekeroğlu, Adnan Polge, Belkıs Aran ve Ayşegül Sabuncu'dan özel şan dersleri aldı. Klasik Batı Müziği ve Klasik Türk müziği korolarında yer aldı, konserler verdi. 1987'de Sawdust grubunu kurdu. Toplulukla konserler verdi. TRT Altın Anten ve Kuşadası Altın Güvercin yarışmalarında dereceler aldı. Cherokee adlı grupla dört yıl çeşitli kulüplerde çalıştı. 1995'te Pentagram'a katıldı. 1997'da grubun üçüncü albümü Anatolia'yı ve 2001'de grubun dört, beş ve altıncı albümleri olan Popçular Dışarı, Unspoken, Bir albümleri ve 1987 adlı DVD de vokalistlik yaptı. 2004 yılında Cem Köksal'ın 'Set Me Free' albümünde de vokalleri üstlendi. 21.05.2010 tarihinde, kendisine MS teşhisi koyulması nedeniyle gruptan ayrılma ve 'Murat İlkan Akustik' adında solo bir projeyle müziğe devam etme kararı aldığını açıkladı. 2013 yılının son günlerinde "Fanus" adlı albümü yayınlandı. 2015 yılının ilk ayında ise, Takıntı grubunun Buhran adlı şarkısında konuk sanatçı olarak yer aldı. Yine 2015 yılında İstanbul'lu senfonik death/folk metal grubu Khepra'nın ilk albümünün açılış parçası olan "Atra Hasis"te konuk sanatçı olarak yer aldı. 2016 yılında Metin Türkcan'ın albümü olan "Vakti Geldi" albümünde Rüya adlı şarkıda vokalleri üstlenmiştir. Yine 2016 yılında Selim Işık'ın albümü olan "Tutunamayan"'da da "Ufaktı Sistem" adlı şarkıda vokalleri üstlenmiştir. Mühendislik yönetimi İşletme Mühendisliği, İngilizcedeki Engineering Management kavramına karşılık gelmektedir. Pek çok üniversitede, mühendislik fakültesinde zorunlu ders olarak okutulmaktadır. Yine pek çok üniversitede Çevrimiçi kurs veya Sanal kurs olarak verilmekte olan mühendislik yönetimi dersinde yer alan başlıca konular bu dersin verildiği çeşitli uzaktan eğitim sitelerinden bakılabilir. Piktogram Piktogram ya da piktograf bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür. Bu sembollere dayalı yazı sistemine ""piktografi"" denir. Piktografi; temsili ve grafiksel çizimler şeklinde kullanılan bir anlatım biçimidir. Bir başka deyişle, anlamlı işaretleri esas alan yazı sistemlerindeki işaretler olarak açıklanabilir. Piktografi temelde çivi yazısı gibi biraz uzam olan ve fonotik harfler veya belirleyici uyaklar kullanılarak oluşturulan bir sistemdir. Çivi yazısında ve hiyeroglifik yazılarda piktogramlar bulunur. Örneğin; Hitit ve Urartu yazı sistemleri piktografiktir. Erken yazılı semboller, resim-yazıları ve ideogramları temel almıştır. Bunlar MÖ 5000 civarlarında Antik Çin kültüründe kullanılmıştır ve MÖ 2000 yılı civarında logografik yazım sistemi olarak geliştirilmeye başlanmıştır. Piktograflar günümüzde halen Afrika’daki, Amerika'daki ve Okyanusya'daki gelişmemiş toplumlarda, yazılı iletişimde ana araç olarak kullanılmaktadır. Piktograflar çağdaş kültürler tarafından genellikle basit, resimsel, temsili semboller olarak kullanılmaktadır. Resim-yazılar genelde farklı ağızlar veya farklı dil ailelerine mensup dilleri konuşan insanların anlayabileceği üstün bir dildir. Bu nedenle trafik işaretleri ve benzer piktografik materyaller genellikle maksimum anlaşılabilirlik bakımından, global standratlar olarak kabul edilirler. Piktograflar; resimsel formlar tarafından tasviri istatistiksel veriler olarak, çeşitli renklerde, boyutlarda veya sayılarda grafiksel formlar da alabilirler. Piktogram zaman zaman ideogram ile karıştırılır, ideogramda da resmetme yolu kullanılıyorsa da ideogram denilen işaret yalnızca bir fikri ifade eden semboldür. Günümüzde coğrafya haritalarında, meteorolojide, trafik işaretlerinde ve diğer birçok alanda kullanılan semboller de piktogram kapsamında ele alınabilirler. Enzim Enzimler, kataliz yapan (yani kimyasal tepkimelerin hızını artıran) biyomoleküllerdir. neredeyse tüm enzimler protein yapılıdır. Enzim tepkimelerinde, bu sürece giren moleküllere substrat denir ve enzim bunları farklı moleküllere, ürünlere dönüştürür. Bir canlı hücredeki tepkimelerin neredeyse tamamı yeterince hızlı olabilmek için enzimlere gerek duyar. Enzimler substratları için son derece seçici oldukları için, ve pek çok olası tepkimeden sadece birkaçını hızlandırdıklarından dolayı, bir hücredeki enzimlerin kümesi o hücrede hangi metabolik yolakların bulunduğunu belirler. Her katalizör gibi enzimler de bir tepkimenin aktivasyon enerjisini ("E" veya Δ"G") azaltarak çalışır ve böylece tepkime hızını çarpıcı şekilde artırır. Çoğu enzim tepkimesi, ona karşılık gelen ve katalizlenmeyen tepkimeden milyonlarca kere daha hızlıdır. Diğer katalizörler gibi enzimler de katalizledikleri tepkime sonucunda tükenmez, ve bu tepkimelerin dengesini değiştirmez. Ancak, diğer çoğu katalizörden farklı olarak enzimler çok daha özgüldür (spesifiktir). Enzimlerin 4000'den fazla biyokimyasal tepkimeyi katalizlediği bilinmektedir. Enzimlerin büyük çoğunluğu protein olmakla beraber, ribozim adlı bazı RNA molekülleri de tepkimeleri katalizler, bunun en iyi bilinen örneği ribozomu oluşturan bazı RNA'lardır. Enzimlerin etkinliği başka moleküller tarafından etkilenebilir. İnhibitörler enzim aktivitesini azaltan moleküllerdir, aktivatörler ise enzim aktivitesi artıran moleküllerdir. Etkinlik ayrıca sıcaklık, kimyasal ortam (örneğin pH) ve substrat konsantrasyonu tarafından etkilenir. Bazı enzimler endüstriyel amaçla kullanılırlar, örneğin antibiyotik sentezinde. Ayrıca bazı ev ürünlerinde biyokimyasal tepkimeleri hızlandırmak için enzim kullanılır (örneğin, çamaşır tozunda bulunan enzimler lekelerdeki protein ve yağları parçalar). 1700'lerin sonlarında mide salgıları tarafından etin sindirildiği, tükürük ve bazı bitki özütlerinin nişastayı şekerlere dönüştürdüğü biliniyordu. Ancak, bunun hangi mekanizmayla olduğu bilinmiyordu. 19. yüzyılda, Louis Pasteur, maya tarafından şekerin alkole dönüşmesini (fermantasyonu) araştırırken, fermantasyonun maya hücrelerinde bulunan bir canlı güç tarafından meydana geldiği sonucuna vardı. "Ferment" diye adlandırdığı bu etmenler sadece canlılarda işlev gördüğü düşünülüyordu. Pasteur, "alkol fermantasyonu yaşam ve maya hücrelerinin organizasyonu ile bağıntılıdır, hücrelerin ölüm ve çürümesiyle değil" diye yazmıştır. 1878'de Alman fizyolog Wilhelm Kühne (1837–1900) ilk defa ":wikt:enzim" terimini kullandı; sözcük Yunanca "ἔνζυμον"'den ("maya içinde") türetilmişti, söz konusu süreci betimlemek için. Daha sonraları "enzim" sözcüğü canlı olmayan bileşikler (örneğin pepsin) için kullanılmış, canlılar tarafından üretilen kimyasal aktiviteler için de "ferment" sözcüğü kullanılmaya
başlanmıştır. 1897'de Eduard Buchner içinde canlı hücre bulunmayan maya özütünün (ekstresinin) şekeri fermante etme yeteneği olduğunu gösterdi. Sükroz şekerinin fermantasyonuna yol açan enzime "zimnaz" adını verdi. 1907'de "biyokimya araştırmaları ve hücresiz fermantasyonu keşfi için" Nobel Kimya Ödülünü kazandı. Buchner'in örneği izlenerek enzim adları katalizledikleri tepkimelere göre adlandırılır. Tipik olarak substratın veya reaksiyon tipinin adının sonuna "-az" eklenir. Örneğin, laktaz, laktozu parçalayan enzimdir, DNA polimeraz, DNA polimerleri oluşuran enzimdir. Enzimlerin hücre dışında çalıştığının gösterilmesinin ardından gelen aşama, bunların biyokimyasal niteliğinin anlaşılmasıydı. İlk araştırmacılar çoğu enzim etkinliğinin proteinlerle ilişkili olduğunu kaydetmiş, ama bazı bilimciler (örneğin Nobel ödüllü Richard Willstätter) proteinlerin sadece gerçek enzimlerin birer taşıyıcısı olduğunu ve proteinlerin kendi başlarına kataliz yapmaktan aciz olduklarını iddia etmiştir. Ancak, 1926'da James B. Sumner, üreaz enziminin saf bir protein olduğunu gösterdi ve onu kristalleştirdi; 1937'de Sumner aynı işi katalaz enzimi için yaptı. Saf proteinlerin enzim oldukları kesin olarak Northrop ve Stanley tarafından, bunların sindirim enzimleri tripsin ve kimotripsin üzerinde yaptıkları çalışma sonucunda gösterildi. Bu üç bilimci 1946 Nobel Kimya Ödülünü kazandılar. Enzimlerin kristalleştirilebildiğinin gösterilmesi, onların yapılarını X ışını kristalografisi ile çözülmesini mümkün kıldı. Bu ilk defa David Chilton Phillips önderliğinde bir grup tarafından lizozim için başarıldı ve 1965'te yayımlandı (lizozim göz yaşında, tükürükte ve yumurta beyazında bulunan ve bakterilerin hücre duvarını sindiren bir enzimdir). Lizozimin yüksek çözülümlü yapısı yapısal biyoloji sahasının ve enzimlerin nasıl çalışıtığının atomik düzeyde anlaşılmasının başlangıcı olmuştur. Enzimler genelde küresel proteinlerdir, büyüklük olarak 62 amino asitten (4-oksalokrotonat totomeraz'ın monomeri) 2500 amino asitten fazlasına (hayvan yağ asit sentaz) kadar uzanırlar. Az sayıda RNA-temelli biyolojik katalizörler de mevcuttur, bunların en yaygın olanı ribozomdur, bunlara ya "RNA-enzim" veya ribozim denir. Enzimlerin etkinliği onların üç boyutlu yapısı tarafından belirlenir. Çoğu enzim etki ettikleri substratlardan çok daha büyüktür ve enzimin sadece ufak bir bölümü (3-4 amino asit kalıntısı) doğrudan kataliz ile doğrudan ilişkilidir. Bu katalitik amino asit kalıntıların bulunduğu, substrata bağlanan ve tepkimeyi yürüten bölge aktif merkez (veya "aktif bölge") olarak adlandırılır. Enzimlerde ayrıca kataliz için gerekli olan kofaktörlerin bağlandığı konumlar da mevcuttur. Bazı enzimlerde ayrıca katalizlenen tepkimenin endirekt substrat veya ürünleri olan küçük moleküllerin bağlandığı başka yerler vardır. Bu bağlanma enzimin aktivitesini artırabilir veya azaltabilir, bu da geri beslemeli bir düzenleme yoludur. Çoğu protein gibi enzimler de uzun amino asit zincirlerinden oluşur, bunlar katlanır ve üç boyutlu bir yapı oluşturur. Her amino asit dizisi, kendine has özellikleri olan özgül bir yapı oluşturur. Tek başına protein zincirleri bazen gruplanarak protein kompleksleri oluşturabilir. Çoğu enzim ısı veya bazı kimyasal etmenlerle denatüre olur, yani proteinin üç boyutlu yapısının bozulması sonucu katlanmış hali açılır ve inaktive olur. Enzime bağlı olarak denatürasyon tersinir olabilir veya olmayabilir. Enzimler genelde hangi tepkimeleri katalizledikleri ve bu tepkimelerdeki substratlar konusunda çok özgüldürler. Enzim ve substratlarının birbirini tamamlayıcı şekil, yük ve hidrofilik/hidrofobik özellikleri bu özgüllüğü meydana getirir. Enzimler ayrıca steroizomerik, yönsel ve kimyasal özgüllük de gösterebilirler. En yüksek seviyede özgüllük ve doğruluk gösteren enzimler genomun kopyalanması ve ifadesi ile ilişkilidir. Bu enzimlerin "prova okuma" mekanizmaları vardır. DNA polimeraz gibi bir enzim, ilk aşamada bir reaksiyonu katalizler, ikinci aşamada da ürünün doğruluğunu kontrol eder. Bu iki adımlı süreç sayesinde yüksek sadakatli polimerazlarda ortalama hata oranı 100 milyon reaksiyonda 1'den az olur. Benzer prova-okuma mekanizmaları RNA polimeraz, aminoasil tRNA sentetaz ve ribozomlarda da vardır. İkincil metabolit üreten bazı enzimler ayrım gözetmediği söylenir, çünkü göreceli olarak geniş bir substrat grubuna etki edebilirler. Substrat spesifisitesindeki bu genişlik sayensinde yeni metabolik yolların evrimleşebildiği öne sürülmüştür. Enzimler hangi tepkimeyi katalizledikleri ve bu tepkimeye hangi substratın girdiğine çok büyük bir özgüllük gösterirler. 1894'te Emil Fischer bunun nedeninin, enzim ve substratının birbirine tam uyan tamamlayıcı geometrik şekilleri olmasından dolayı olduğunu öne sürmüştür. Bu fikre sıkça "anahtar kilit" modeli olarak değinilir. Bu model enzim özgüllüğünü açıklasa da geçiş halinin enzim tarafından stabilizasyonunu açıklamaz. "Anahtar ve kilit" modeli artık yetersiz sayılmaktadır, "indüklenmiş uyum" (İng. "induced fit") modeli halen en yaygın kabul gören enzim-substrat-koenzim şeklidir. 1958'de Daniel Koshland anahtar ve kilit modelinin bir modifikasyonunu öne sürdü: enzimler göreli olarak esnek yapılar olduklarına göre, substrat enzimle etkileşirken aktif merkezin şekli sürekli olarak substrat tarafından değiştirilmektedir. Bunun sonucu olarak, substrat sadece hareketsiz bir aktif merkeze bağlanmıyor, aktif merkezi oluşturan amino asit yan zincirleri biçim alarak enzimin katalitik işlevini yerine getirmesini sağlıyorlar. Bazı durumlarda, örneğin glikozidazlarda, substrat molekül de aktif merkeze girerken şeklini biraz değiştirir. Substrat tamamen bağlanana kadar aktif merkez şeklini değişitirir, o noktada en son şekil ve yükü belirlenmiş olur. Enzimler birkaç farklı yolla çalışırlar, bunların hepsi aktivasyon enerjisini (ΔG) azaltır: İlginç bir şekilde, bu entropik etki, temel halin destabilizasyonu ile ilişkilidir, ve katalize olan katkısı göreli olarak düşüktür. Aktivasyon enerjisi azalmasını anlamak için onun geçiş halinin katalizlenmemiş tepkimenin geçiş haline kıyasla enzim tarafından nasıl stabilize edildiğinin bilmek gerekir. Büyük bir stabilizasyon elde etmenin en etkili yolu elektrostatik etkiler kullanmaktır, özellikle geçiş halinin yük dağılımına doğru yönlenmiş, nispeten sabit polar bir ortam oluşturarak. Suda cereyan eden katalizlenmeyen tepkimede böylesi bir ortam yoktur. Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar sonucunda enzimlerin iç dinamikleri ile kataliz mekanizması arasındaki ilişki daha iyi anlaşılmaya başlamıştır. Bir enzimin iç dinamikleri onun iç kısımlarının (örneğin bir grup amino asit, bir ilmik bölgesi, bir alfa sarmal, komşu beta yapraklar ve hatta bütün bir bölge) hareketleridir. Bu hareketler femtosaniyelerden saniyelere kadar uzanan zaman ölçeklerinde cereyena edebilir. Bir enzimin yapısının içinde yer alan protein kalıntılarının oluşturduğu ağlar, hareketleri ile katalize katkıda bulunabilirler. Protein hareketleri pek çok enzim için çok önemlidir, ama küçük ve hızlı titreşimlerin mi, büyük ve yavaş hareketlerin mi daha önemli olduğu tepkimenin tipine bağlıdır. Ancak, bu haketler substrat ve ürülerin bağlanma ve salınmaları için önemli olsalar da, protein hareketlerinin enzimatik tepkimelerdeki kimyasal adımları hızlandırdığı belli değildir. Bu bulgular alosterik etkilerin anlaşılmasında ve yeni ilaçların keşfinde önemli uzantıları vardır. Alosterik enzimler, effektörlerine bağlanmaya cevaben yapılarını değiştirirler. Eğer effektör molekül doğrudan enzimdeki bağlanma yerlerinden birine bağlanırak katalitik aktiviteye etki ederse modülasyon doğrudan olur, allosterik enzimle etkileşen başka protein veya protein alt birimlerine bağlanıyorsa modülasyon dolaylı olur. Bazı enzimler etkinliklerini göstermek için ek bir bileşiğe gerek duymazlar bunlara basit enzim denir. Ancak bileşik enzim denen bazıları aktiviteleri için, kofaktör denen, protein olmayan moleküllere gerek duyarlar. Kofaktörler inorganik (örneğin metal iyonları ve demir-kükürt kümeleri veya Organik bileşikler (örneğin, flavin ve hem). Organik kofaktörler ya prostetik gruptur, bunlar enzime sıkıca bağlıdır ya da koenzimdir, bunlar tepkime sırasında enzimin aktif merkezinden salınırlar. Koenzimler arasında NADH, NADPH, ve ATP sayılabilir. Bu moleküller enzimler arasında kimyasal gruplar taşımaya yararlar. Kofaktör içeren bir enzimlere bir örnek karbonik anhidrazdır, yukarıdaki şeritli şekilde aktif merkezinin parçası olan çinko kofaktörle birlikte gösterilmiştir. Bu sıkıca bağlı moleküller genelde aktif merkezde bulunur ve katalizle ilişkilidir. Örneğin flavin ve hem kofaktörleri çoğunluklar redoks tepkimelerinde yer alırlar. Kofaktör gerektiren ama bunlara bağlı olmayan enzimlere "apoenzim" veya "apoprotein" denir. Kofaktörüyle beraber olan apoenzime "holoenzim" denir, bu o enzimin aktif halidir. Çoğu kofaktör bir enzime kovalent bağlı değildir ama ona sıkıca bağlıdır. Buna karşın, organik prostetik gruplar kovalent bağlı olabilirler (örneğin pirüvat dehidrojenaz enzimindeki tiamin pirofosfat). Holoenzim terimi birden çok protein altbirimden oluşmuş enzimler için de kullanılabilir; örneğin DNA polimeraz'larda holenzim, aktivite için gerekli olan tüm altbirimleri içeren kompleksin tamamıdır. Koenzimler kimyasal grupları bir enzimden öbürüne taşıyan küçük organik moleküllerdir. Bu bileşiklerden bazıları vitamindir, riboflavin, tiamin, ve folik asit gibi. Vitaminler vücut tarafından üretilemezler ve besin yoluyla elde edilmelidirler. Taşınan kimyasal gruplara örnek olarak NAD tarafından taşınan hidrit iyonu (H), koenzim A tarafından taşınan asetil grubu, folik asit tarafından taşınan formil, metenil veya metil grupları ve S-adenozilmetiyonin tarafından taşınan metil grubu gösterilebilir. Koenzimler enzim etkisiyle kimyasal olarak değiştikleri için, koenzimlerin farklı enzimlere ortak özel bir substrat sınıfı, veya ikinci bir substrat olarak değerlendirilmesi yararlıdır. Örneğin NADH koenzimini kullanana yaklaşık
700 enzim bilinmektedir. Koenzimler genelde kullanıldıktan sonra yenilenirler ve hücredeki konsantrasyonları sabit kalır: örneğin NADPH pentoz fosfat yolu ile yeniden oluşturulur, "S"-adenozilmetyonin de metyonin adenoziltransferaz kullanılır. Bütün katalizörler gibi enzimler de tepkimenin kimyasal dengesini değiştirmezler. Genelde, bir enzimin mecudiyeti durumunda tepkimenin yönü, enzimin yokluğundaki yönün aynıdır, ama tepkime daha hızlı gider. Ancak, enzimin yokluğunda, başka olası katalizlenmeyen, "spontan" tepkimeler farklı ürünler meydane getirebilir, çünkü o şartlar altında diğer ürünler daha hızlı oluşabilir. Buna ilaveten, enzimler iki veya daha fazla tepkimeyi birleştirebilir, öyle ki termodinamik açıdan olumlu bir tepkime, olumsuz bir tepkimeyi "götürebilir". Örneğin, ATP'nin hidrolizi sıkça başka kimyasal tepkimeleri yürütmeye yarar. Enzimler ileri ve geri tepkimeyi eşit derecede katalizler. Dengeyi değil, ona ulaşma hızını değiştirirler. Örneğin, karbonik anhidraz, substratların konsantrasyonuna bağlı olarak tepkimesini her iki yönde de katalizleyebilir. Buna rağmen, eğer denge taraflardan birine çok yakınsa, yani tepkime eksergonik ise, tepkime pratik anlamda tersinmezdir. Bu durumlarda enzim tepkimeyi sadece termodinamik olarak izin verilen yönde katalizler. Enzim kinetiği, enzimlerin substratlarına bağlanmasını ve onları ürüne dönüştürmesini araştıran bilim dalıdır. Kinetik analizlerde kullanılan hız verileri enzim ölçümlerinden elde edilir. 1902'de Victor Henri enzim kinetiğine dair nitel bir teori önerdi ama hidrojen iyonu konsantrasyonunu önemi daha bilinmediğinden deneysel verileri yararlı değildi. 1909'da Peter Lauritz Sørensen logaritmik pH ölçeğini tanımlayıp tamponlama kavramını keşfedince alman kimyacı Leonor Michaelis ve onun kanadalı postdoku Maud Leonora Menten Henri'nin deneylerini tekrarladılar ve onun denklemlerini teyid ettiler. Henri-Michaelis-Menten kinetiği olarak değinilen bu denklemler Michaelis-Menten kinetiği olarak da bilinir. Bu çalışma G. E. Briggs ve J. B. S. Haldane tarafından daha da geliştirilmiş, bunların geliştirdiği kinetik denklemler günümüzde hâlâ yaygın olarak kullanılmaktadır. Henri'nin ana katkısı enzim tepkimelerini iki aşamalı olarak düşünmek olmuştur. Birinci aşamada substrat enzimi tersinir olarak bağlanıp enzim-substrat kompleksini oluşturur. Bu bazen Michaelis kompleksi olarak adlandırılır. Enzim sonra tepkimenin kimyasal adımını katalizler ve ürünü salar. Enzimlerin saniyede katalizlediği tepkime sayısı birkaç milyonu bulabilir. Örneğin, orotidin 5'-fosfat dekarbosilaz tarafından katalizlenen tepkime, enzim olmadığında substratının yarısını 78 milyon yılda tüketir. Ama dekarboksilaz eklendiğinde aynı süreç 25 milisaniye tutar. Enzim hızları solüsyon şartlarına ve substrat konsantrasyonuna bağlıdır. Proteini denatüre eden şartlar, yüksek sıcaklık, aşırı pH veya tuz konsantrasyonu gibi, enzim aktivitesini ortadan kaldırır, substrat konsantrasyonunu artırmak ise aktiviteyi artırır. Bir enzimatik tepkimenin en yüksek hızını bulmak için, substrat konsantrasyonu artırılır, sabit bir ürün oluşum hızına varılana kadar. Bu, sağdaki doyma eğrisinde görülebilir. Doyma olmasının nedeni, substrat konsantrasyonu arttıkça, gittikçe artan sayıda enzim molekülünün substrata bağlı ES biçimine dönüşmesidir. Enzimin maksimum hızında ("V"), tüm enzim aktif merkezleri substrat tarafından bağlı durumdadır ve ES kompleksinin miktarı toplam enzim miktarına eşittir. Ancak, "V" enzimlerin kinetik sabitlerinden sadece biridir. Belli bir tepkime hızı için gereken substrat miktarı da önemlidir. Enzimin maksimum hızının yarısına ulaşması için gereken substrat konsantrasyonudur, Michaelis-Menten sabiti ("K") olarak tanımlanır. Her enzimin belli bir substrat için karakteristik bir "K" değeri vardır, bu değer substratın enzime ne derece sıkıca bağlandığını gösterir. Bir diğer yararlı sabit sayı "k"'dır, bu bir saniyede aktif merkezde kaç substrat molekülünün değişime uğradığının sayısıdır. Bir enzimin verimliliği "k"/"K" olarak ifade edilebilir. Bu aynı zamanda özgüllük sabiti olarak adlandırılır ve tepkimenin tüm adımlarının hız sabitlerini içerir. Özgüllük sabiti hem affinite (bağlanma eğilimi), hem de katalitik yeteneği içerdiği için farklı enzimleri birbiriyle kıyaslamakta, veya aynı enzimi farklı substratlar için kıyaslamakta yararlıdır. Özgüllük sabitinin teorik maksimumu difuzyon sınırıdır ve yaklaşık 10 ila 10 (M s) arasındadır. Bu noktada enzimle substratın her çarpışması katalizle sonuçlanır ve ürün oluşumunun hızı artık tepkime hızıyla değil, moleküllerin difüzyon hızıyla sınırlanır. Bu özelliğe sahip enzimler "katalitik olarak mükemmel" veya "kinetik olarak mükemmel" olarak tanımlanırlar. Bu enzimlere örnek olarak trioz-fosfat izomeraz, karbonik anhidraz, asetilkolinesteraz, katalaz, fumaraz, β-laktamaz, and superoksit dismutaz gösterilebilir. Michaelis-Menten kinetiği "kütle etkisi kanunu"na dayanır, bu serbest difüzyon ve rassal çarpışmalardan kaynaklanır. Ancak çoğu biyokimyasal ve hücresel süreç bu şartlara uymaz, çünkü ya makromoleküler kalabalık vardır, ya enzim/substrat/ürünün faz-ayrışması vardır ya da moleküllerin hareketi bir veya iki boyuta sınırlanmıştır. Bu durumlarda, Michelis-Menten kinetiğinin fraktal boyutlu olarak uygulnaması gerekebilir. Bazı enzimler difüzyon hızından çok daha yüksek hızlarda çalışırlar. Bu olguyu açıklamak için birkaç mekanizma öne sürülmüştür. Bazı proteinler katalizi hızlandırmak için dipol elektrik alanlar kullanır, bu sayede substratlarını çeker ve onların doğru yönlenmesini sağlarlar. Başka modeller kuantum-mekanik tünelleme açıklamaları getirirler, bu modellere göre, bir proton veya elektron, tünelleme yoluyla aktivasyon bariyerinin içinden geçer. Triptamin oksidasyonunda protonlar için kuantum tünellemesi gözlemlenmiştir. Proton tünellemesinin katalize ne kadar katkıda bulunduğu tartışmalıdır. Tünelleme modeline göre enzim katalizinde aktivasyon enerji bariyerini aşmak için onun "üstünden" geçmek şart değildir, "içinden" de geçilebilir. Enzim tepkime hızları çeşitli enzim inhibitör tipleri tarafından azaltılabilir. Bu etkiye inhibisyon (veya engelleme) denir. Yarışmalı inhibisyon, veya yarışmalı engellemede (İng. "competitive competition"), inhibitör ve substrat enzim için yarısışırlar (yani, aynı anda ikisi birden bağlanamaz). Yarışmalı inhibitörler genelde enzimin asıl substratına benzer. Örneğin, metotraksat, dihidrofolat redüktaz enziminin bir yarışmalı inhibitörüdür (bu enzim dihidrofolat'ın tetrahidrofolat'a indirgenmesini katalizler). Aşağıda sağdaki şekilde bu inhibitör ve folik asitin yapılarındaki benzerlik görülebilir. İnhibitörün bağlandığı yerin substrat bağlanma yeri olması (bazı metinlerde öyle belirtilmesine rağmen) şart değildir, eğer inhibitörün bağlanması enzimin biçimini değiştirip substratın bağlanmasına engel olursa, ve kezâ tersi de olabiliyorsa, bu inhibisyon da yarışmalıdır. Yarışmalı inhibisyonda maksimal tepkime hızı değişmez, ama belli bir hıza ulaşabilmek için daha yüksek substrat konsantrasyonu gerekir, dolayısıyla görünür K artar. Sınırlı yarışmalı inhibisyon, veya yarı-yarışmalı inhibisyonda (İng. "noncompetitive competition"), inhibitör serbest enzime değil, ancak ES-kompleksine bağlanabilir. Oluşan EIS-kompleksi enzimatik bakımdan inaktiftir. Bu tür inhibisyona ender rastlanır ama çokbirimli (multimerik) enzimlerde olabilir. Yarışmasız inhbisyon, veya yarışma dışı engellemede (İng. "uncompetitive competition"), inhibitör enzim ve substratla aynı zamanda bağlanabilirler, yani bu tanım icabı, aktif merkeze hiçbir zaman bağlanmazlar. Hem EI hem de EIS kompleksleri enzimatik bakımdan inaktiftir. Yarışmalı inhibisyondakinden farklı olarak, substrat konsantrasyonu artırılarak inhibitörün enzime bağlanmasını azaltmak mümkün değildir, bu yüzden görünür V değişir. Ama substrat enzime hâlâ bağlanabildiği için K aynı kalır. Bu tür inhibisyon sınırlı yarışmalı olana benzer, ama EIS-kompleksinde kısmî enzim aktivitesi vardır. Çoğu canlıda inhibitörler geri besleme mekanizmasının parçası olarak etkirler. Eğer bir enzim bir bileşikten çok fazla miktarda üretirse bu bileşik, kendizini üreten metabolik yolun başında yer alan diğer bir enzime inhibitör olarak etki edebilir. Böylece, miktarı yeterli seviyede olunca bu bileşik oluşumu için gerekli olan substratın üretimini azaltır veya durdurur. Bu bir negatif geri besleme şeklidir. Bu tür düzenlemeye tâbi olan enzimler genelde multimerikdir (çok altbirimlidir) ve düzenleyici bileşikler için allosterik bağlanma konumlarına sahiptirler. Substrat/hız eğrileri hiperbolik değil sigmoidaldır (S-şekillidir). Tersinmez İnhibisyon Bu tür inhibisyon da enzimle inhibitör tepkimeye uğrar ve protein ile kovalent bir bağ meydana getirir. Meydana gelen inaktivasyon tersinmez. Bu tür bileşiklerden olan eflornitin, parazitik hastalık olan uyku hastalığının tedavisinde kullanılır. Penisilin ve aspirin de benzer şekilde etkirler. Bu ilaçlar aktif merkeze bağlanınca enzim bunları etkinleşmiş bir şekle dönüştürür, bu da enzimin bir veya birkaç amino asit kalıntısı ile tersinmez olarak tepkir. İnhibitörler sıkça ilaç olarak kullanılırlar ama zehir olarak da etki edebilirler. Paracelsus'un dediği gibi, ""Her şeyde bir zehir vardır, zehirsiz bir şey yoktur,"" bir ilaç ile zehir arasındaki fark çoğu zaman miktara bağlıdır, çünkü çoğu ilaç belli bir seviyenin üzerinde zehirlidir. Antibiyotik ve diğer anti-enfeksiyon ilaçları aslında sadece bir batojeni öldürüp onun konağına zarar vermeyen seçici zehirlerdir. Bir etksizleştiricinin (inaktivatörün) ilaç olarak kullanılmasına örnek COX-1 ve COX-2 enzimlerini inhibe eden aspirindir. Bu enzimler enflamasyon mesajcısı prostaglandin üreterek ağrı ve enflamasyonu bastırır. Siyanür zehiri, sitokrom C oksidaz enziminin aktif merkezinde bulunan demir ve bakır ile birleşerek etkiyen, tersinmez bir enzim inhibitörüdür, hücresel solunumu durdurur. Enzimler canlıların içinde çok çeşitli işlevlere sahiptir. Hücredeki diğer işle
vlerin düzenlenmesi ve sinyal iletimi başlıca kinaz ve fosforilazlar aracılığıyla gerçekleşir. Hareket sağlamak da enzimler sayesinde olur, miyozin tarafından ATP hidrolizi sonucunda kas kasılır, hücre iskeleti tarafından da hücre içinde yük taşınır. Hücre zarında yer alan başka ATPazlar arasında aktif taşıma yapan iyon pompaları sayılabilir. Ateş böceklerinde lüsiferaz tarafından ışık üretimi gibi daha egzotik işlevler de enzimler tarafından yürütülür. Virüsler hücreleri enfekte etmek için (AIDS virüsündeki HIV entegraz ve ters transkriptaz gibi) veya hücreden virüslerin salınması için (influenza virüsündeki nöraminidaz gibi) kendi enzimlerini kullanırlar. Enzimlerin önemli bir işlevi hayvanların sindirim sistemindedir. Amilaz ve proteaz tipi enzimler, nişasta ve protein gibi büyük molekülleri parçalayarak bunların bağırsak tarafından emilimini sağlar. Nişasta molekülleri, örneğin, ince bağırsak tarafından absorblanamayacak kadar büyüktürler ama enzimler nişasta zincirini hidrolizleyerek maltoz gibi daha küçük şekerlere ve en sonunda glukoza parçalarlar, bunlar da absorblanabilir. Farklı enzimler farklı gıda maddelerini sindirirler. Otobur olan geviş getiren hayvanların bağırsaklarında bulunan mikroorganizmalar bitki liflerindeki selülozlu hücre duvarlarını sindirmek için selüloz enzimini üretirler. Birkaç enzim beraberce, belli bir sıra içinde çalışarak metabolik yolaklar meydana getirir. Metabolik bir yolakta, bir enzimin ürünü, bir diğeri tarafından substrat olarak kullanılır. Bazen birden çok enzim türü aynı tepkimeyi paralel olarak yürütebilir, böylece daha karmaşık düzenleme mümkün olur: bir enzim düşük seviyeli ve sabit bir etkinlik sağlarken, diğeri ise tetiklenebilen (indüklenebilen) yüksek seviyeli bir etkinlik sağlar. Bu metabolik yollardaki aşamalar enzimler tarafından belirlenir. Enzimler olmasa metabolizma ne bu aşamalardan geçebilir, ne de hücrenin gereksinimlerini sağlayacak kadar hızlı olur. Glikoliz gibi bir metabolik yol enzimler olmadan gerçekleşemez. Örneğin, glukoz ATP ile tepkiyerek bir veya daha çok karbon otumundan fosforlanabilir. Enzimler olmayınca bu tepkime anlamsız denecek derecede yavaş meydana gelir. Heksokinaz olunca bu yavaş tepkimeler gene devam eder ama karbon 6'daki fosforlanma o kadar hızlı gerçekleşir ki, kısa bir süre sonra karışım incelendiğinde glukoz-6-fosfat'ın anlamlı miktarda bulunan tek ürün olduğu görülür. Dolayısıyla, hücre içindeki metabolik yolların oluşturduğu ağ, mevcut olan enzimlerin kümesine bağlıdır. Hücrede enzim aktivitesinin kontrolünün 5 ana yolu vardır. Suyun etkisi:Enzimler ortamdaki su oranı yüzde 15 'in altına düştüğünde çalışmazlar.Ortamın su oranı yüzde 15 ve üzerine çıktığında tekrar etkinlik gösterir. Kuru yiyeceklerin bozulmadan kalması bu besinlerde üreyebilen mikrorganizmaların enzim etkinliğinin durmasından kaynaklanmaktadır. Enzim etkinliğinin kontrolü homeostaz için zorunlu olduğu için, kritik bir enzimdeki herhangi bir bozukluk (mutasyon, aşırı üretim, az üretim veya yokluk) genetik hastalığa yol açabilir. Vücudumuzdaki binlerce enzimden bir tanesinin bozuk çalışmasının ölümcül bir hastalığa yol açabilmesi enzimlerin ne derece önemli olduklarını gösterir. Bunun bir örneği, fenilketonuria hastalığının en yaygın olan tipidir. Fenilalanin yıkımının ilk adımını katalizleyen Fenilalanin hidroksilaz enziminin bir amino asidindeki mutasyon, fenilanin ve ilişkili ürünlerin vücutta birikimine yol açar. Hastalık tedavi edilmezse bu zekâ geriliğine yol açar. Bir diğer örnek, DNA tamir enzimlerinin genlerinde germ hücresi mutasyonları olunca, kseroderma pigmentosum gibi kalıtsal kanser sendromlarına neden olmasıdır. Bu enzimlerdeki kusurlar kansere yol açar, çünkü vicut genomdaki mutasyonları daha zor tamir edebilir. Bu yüzden mutasyonlar yavaş yavaş birikir ve bu, hastada çok çeşitli kanser tiplerinin gelişmesiyle sonuçlanır. Bir enzimin adı çoklukla substratı veya katalizlediği reaksiyonun adından türetilir, sözcüğün sonuna -az eki getirilerek. Bunun örnekleri laktaz, alkol dehidrojenaz ve DNA polimerazdır. Bu adlandırma yöntemi ile, aynı tepkimeyi katalizleyen farklı enzimler aynı temel ada sahip olabilir, bunlara "izoenzim" denir. İzoenzimlerin amino asit dizileri birbirinden farklı olur, ve optimal pH'leri, kinetik özrllikleri ve immünolojik özellikleri ile ayırt edilebilirler. Ayrıca, yapay şartlar altında bir enzimin katalizlediği tepkime, fizyolojik şartlarda katalizlediğiyle aynı olmayabilir. Bu yüzden bazen aynı enzimin iki farklı adla tanımlandığı olur. Örneğin, endüstride glukozu fruktoz tatlandırıcısına dönüştürmek için kullanılan glukoz izomeraz, hücre ortamında ("in vivo") ksiloz izomeraz olarak adlandırılır. Uluslararası Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Birliği, EC numaraları denen, enzimler için bir adlandırma sistemi geliştirmiştir; her enzim başında da "EC" olan ve dört sayıdan oluşan bir dizi ile betimlenir. İlk sayı enzimleri mekanizmalarına göre genel olarak sınıflandırır: Üst düzey sınıflandırma şöyledir: Adlandırma sisteminin tamamı, resmi sitesinde (İngilizce olarak) bulunabilir. Enzimler, spesifik katalizörlere gerek duyulan kimya endüstrisinde ve diğer enüstriyel uygulamalarda kullanılır. Ancak, enzimler genelde katalizleyebildikleri tepkime sayısı, organik çözücü ve yüksek sıcaklıklarda stabiliteleri açısından sınırlıdırlar. Bu yüzden protein mühendisliği aktif bir araştırma sahası olmuştur, konusu yeni özelliklere sahip enzimlerin tasarımıdır. Bunun için ya rasyonel tasarım ya da laboratuvar ortamında ("in vitro") evrim yöntemleri kullanılır. Olcan Adın Olcan Adın (d. 30 Eylül 1985, Balıkesir), Akhisar Belediyespor'da forma giyen Türk futbolcudur. 30 Eylül 1985 yılında Balıkesir'de, Şerafettin ve Aysel Adın çiftinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Olcan Adın'ın babası ve amcaları da dahil olmak üzere 4 büyüğü de spor camiasının içindeydi. En küçük amcası 2. ligde Balıkesirspor’da futbol oynarken, diğer amcası ise Almanya'daki genç gurbetcilere futbol eğitmenliği yapmaktaydı. Babasının da futbolcu olmasının etkisiyle Olcan Adın küçük yaşta futbola başlamıştır. Olcan' da bir röportajında o dönemi “Saatlerce top oynardık. Beton zeminde, taştan kaleler yapar gece yarılarına kadar oynardık. Biraz büyüdükten sonra boş zamanlarımda amatör küme maçlarını izlerdim. Kısacası hayatım futboldu.” ifadeleriyle anlatmıştı. 8-9 yaşlarındayken Balıkesirspor'un altyapısına katıldı. Balıkesirspor'da oynamaya devam ederken ortaokul ardından da liseye devam eden Olcan Adın, 22 Nisan 1999 tarihinde ise 14 yaşında ilk kez amatör futbol lisansına sahip oldu. 2002 senesinde ise yani Olcan Adın Lise 3.sınıftayken Kartalspor, Balıkesir’e çok yakın mesafede olan Altınoluk'ta kamp yapıyordu. Olcan da Balıkesirspor takımındaki hocalarının tavsiyesiyle onlarla antrenmana çıktı denenmek için. Antrenmandan sonra Kartalspor'lu yöneticiler ailesine,"O artık bize emanet" dediler ve Olcan Adın da ilk profesyonel sözleşmesini kısa bir süre sonra yani 23 Ağustos 2002 tarihinde 3 yıllık olacak şekilde imzaladı. Ersin Şolpan’ın yönetimindeki Kartalspor'da 1 sezon oynadı. Kısa süre PAF'ta denendikten sonra A takıma yükseldi. Henüz 16 yaşında Kartalspor ile 2. Ligde forma giyen Olcan Adın, profesyonel sözleşmeye imza attıktan 3 gün sonra ise ilk resmi maçına Maltepespor karşısında çıktı. Maçın bitimine 4 dk kala İlkay Margılıçlı’nın yerine dahil oldu. Galatasaray altyapısında yetişen Murat Akyüz, Süper Lig’de sure almış Atilla Koca gibi isimlerle forma giyen Adın’ın takımı maçı 2-1 kaybetti. Yaklaşık 1 ay boyunca A takımla idman yapıp PAF takımına gönderilen Olcan, fizik olarak hazır hale geldikten sonra ilk kez 13 Ekim 2002’de Türk Telekom maçında 75.dk’da oyuna alındı. Oyuna girmesinden saniyeler sonra topla buluşan Olcan, topla ilk buluşmasının ardından topu ağlarla buluşturdu ve skoru 1-1’e getirdi. Maçın son anlarında da Tolga Köprülü’nün koruduğu kaleye 1 gol atan Olcan, 2. Maçında 2. Golünü atmış oldu ve takımına 3 puanı getirmiş oldu. Golün ardından formasını çıkaran Adın, bir de sarı kart gördü. Olcan Adın’ın attığı gol takımına 3 puanı getirirken adını da duyurmaya başladı. Bu performansının ardından Kasım 2002’de U-18 millî takımının Mısır ile gerçekleştireceği iki maç için teknik direktör Müjdat Yalman tarafından çağrılan Adın, böylelikle ilk kez bir kategoride Millî formayı giymiş oldu. O dönem kadrosunda Orhan Şam, Hakan Özmert, Kerim Zengin, Serkan Kırıntılı, Burak Yılmaz ve Selçuk İnan gibi isimleri bulunduran takımla ilk maçta Yusuf Diner’in yerine dahil olarak maça çıktı ve bu maçta hocası tarafından sol bek mevkiinde görevlendirildi. Maç 1-1 sonuçlanırken, ikinci maçta ise 25. dakikada yine sol bek Yunus Diner’in yerine oyuna dahil oldu ve etkili performans gösterdi. Kartalspor ile de şans bulmaya devam eden Olcan Adın, zaman zaman forvet arkası zaman zaman sol kanat zaman zaman da sol bek mevkiilerinde görev yaptı. 2003 yılında ise U-19 takımına çağrılan Adın, Yiğit İncedemir, Selçuk İnan, Burak Yılmaz, Orhan Şam ve Hakan Özmert gibi isimlerle dikkat çekti ancak iki maçın da tamamında forma giyemedi. Kartalspor ile forvet arkasında oynadığı maçlarda 6 asist yapan Adın, Sezonun bitmesine 3-4 maç kala o dönemde bir iki sezon önce yine bu takımdan transfer olan Servet Çetin’in önerisiyle Fenerbahçe’nin altyapı sorumlusu olan Cemil Turan’a önerildi ve Cemil Turan da oyuncuyu takip etti.Takip edildiği maçta da assist yapan Olcan, kısa sure sonra Fenerbahçe’li yöneticilerle görüşerek sezon bitmeden Fenerbahçe ile 3 yıllık sözleşme imzaladı. Sözleşmeyi imzalamadan günler once Olcan’a Trabzonspor da talip oldu ve daha fazla para önerdi ancak Olcan tercihini Fenerbahçe’den yana kullandı. Olcan o sezon Kartalspor ile toplamda 14 lig maçına çıkarken 2 gol attı 8 de gol pası verdi. Fenerbahçe ile yaz kampı geçiren Olcan, Pierre van Hooijdonk, Alex de Souza gibi futbolculardan da gerek orta açma gerek duran top gerekse şut konusunda eğitim alıyordu. Basında altyapıya alındığı yazılsa da Olcan direkt olarak Christoph Daum’un baş
ında olduğu A takımda görev yapıyordu. Fenerbahçe'de ilk maçına‚ 16 Temmuz 2003 tarihinde oynanan Waldhof Mannheim-Fenerbahçe hazırlık maçının son 13 dakikasında çıkmıştır. Fenerbahçe'de sezon başı kampı esnasında forma numaraları dağıtılırken 1 ile 30 arası numaralar dağıtılmış Olcan da o sezon genç bir oyuncu olduğu için “29” numaralı formayı almak zorunda kalmıştır ve futbol kariyerinde de uğuruna inandığı için bu formayı giymeye devam etmiştir. 18 yaşına girmesine birkaç gün kala transfer olduğu Fenerbahçe'de ilk TSL maçını 07.12.2003 tarihinde MKE Ankaragücü'ne karşı oynamıştır. Ali Aydın'ın hakem olarak düdük çaldığı ve Fenerbahçe’nin 1-4 kazandığı o maçta, 82. dakikada Yusuf Şimşek'in yerine oyuna giren Olcan, son dakikada çok net bir pozisyon kaçırınca o sezon bir daha Lig’de forma giyememiştir. Maçın ardınan ise bir röportajda ““Sanki rüyada gibiyim. Fenerbahçe’ye geldiğimde kendimi birdenbire, gazetelerde resimlerini gördüğüm, televizyonlarda seyrettiğim Tuncay abi, Ümit abi, Van Hooijdonk ve diğer yıldızların içinde bulunca, çok şaşırdım. Hepsi bana çok yardımcı oluyor ve destek veriyor. Daum da aynı şekilde. Benimle sürekli ilgileniyor. Onu dikkatle dinleyip, dediklerini yapmaya çalışıyorum. Bana, ‘İdmanlara bizimle çıkacak ama PAF’ta oynayacaksın’ dedi. Bu, hayal bile edemeyeceğim birşeydi. 18 yaşına yeni girdim, 17’mde profesyonel oldum. İdmanlarda çalışırken, sürekli Van Hooijdonk’u seyrediyorum. Çünkü onun gibi olmak istiyorum. O da, elinden geldiğince bana yardımcı oluyor. Ankaragücü maçında ısınırken, hocam beni çağırıp, ‘Hadi hazırlan, oyuna giriyorsun’ deyince elim ayağım buz gibi oldu. Ayaklarım titremeye başladı. Hayatımda ilk kez bu kadar seyirci önüne çıkacaktım. Kendimi rüyada gibi hissettim. Hele, attığım şut kalecide kalınca, Ümit Özat abinin gelip başımı okşaması ve moral vermesini hiç unutmayacağım. Ondan sonra heyecanım geçti.” ifadelerinde bulunmuştur. O süreçte Fenerbahçe’nin PAF takımında 16, A takım ile ise Türkiye Kupası’nda 1 maça çıkan Olcan, Kerim Zengin, Can Arat ve İskender Alın gibi isimleri kadrosunda bulunduran PAF takımı’nda ise 3 gol atmıştır. A takım ile 3 hazırlık, 1 lig ve 1 kupa maçına çıkan Adın, o sezon 1 asist ile de skora etki etmiştir. Aynı zamanda takımı ile ilk sezonunda Süper Lig şampiyonluğu yaşamıştır. O sezon U-19 millî takımının da vazgeçilmez oyuncusu olan Olcan, altyapıda da hücuma dönük oynatılması üzerine kendisini sol bek’te oynatan hocası tarafından orta saha’ya çekildi ve Burak Yılmaz, Selçuk İnan ve Sezer Öztürk ile hücum hattını oluşturan isimlerden biri oldu. Olcan Adın ertesi sezon ise Christoph Daum tarafından kadroda düşünülmedi ve millî takımdan da takım arkadaşı olan Burak Yılmaz’ın formasını giydiği Antalyaspor'a kiralandı. Sezon başlamadan önce millî takım ile U-19 Avrupa şampiyonası’na çağırıldı. Cesc Fabregas, Fernando Llorente, Sergio Ramos, David Villa, John Obi Mikel ve Artem Milevskiy gibi isimlerin katıldığı turnuvada Selçuk İnan, Burak Yılmaz, Serkan Kırıntılı,Sezer Öztürk ve Olcan Adın gibi isimlerle mücadele veren Türkiye, yarı finalde İsviçre’yi elemis ve finale kadar yükselmişti. Olcan Adın ise bu aşamaya gelene kadar 10 maçta görev yapmış, 3 gol atmış ve 5 asist yaparak takımının en etkili isimlerinden olmuştu. Turnuvayı Türkiye 2. Bitirirken Olcan Adın ise Lionel Messi’nin de içinde bulunduğu turnuvanın en iyi 11’ine seçilmişti. O zamanki adıyla Türk Telekom Lig A'da yer alan Antalyaspor'da ilk maçına 4 Eylül 2004 tarihinde Bursaspor karşısında çıktı ve 90 dakika sahada kaldı. Takımıyla ligde gol atamayan Olcan, o sezon takımıyla Türkiye Kupası’nda da süre aldı hatta Trabzonspor maçında 5-1 yenilseler de gösterdiği performans ile dikkat çekti. 15.05.2005 tarihinde Çanakkale Dardanel karşısında hayati maçta Göksel Gencer, Volkan Yaman, Mustafa Gürsel, Nihat Baştürk, Burak Yılmaz ve Taner Gülleri'yle birlikte 11 başlayan Olcan; İlkem Özkaynak, Selçuk İnan ve Mustafa Kocabey'li Çanakkale Dardanel'u 2-1'lik bir sonuç ile mağlup etti ve takımını zirveye taşıdı. 2004-05 sezonunda Antalyaspor’a kiralanan Olcan o zamanki adıyla Türk Telekom Lig A’da 26 maçta Antalyaspor formasını giydi. 10 asist yaptı. 2005-06 sezonu itibarıyla tekrar A takıma alınan Olcan Adın, antrenmanlardan sonra Nicolas Anelka ve Alex de Souza ile özel çalışmalar da yaptı. Alex ile vuruş tekniği ve topa hükmetme konusunda antrenman yapan Olcan, Anelka ileyse pozisyona grime ve adam eksiltme konusunda özel çalışmalar yapıyordu. 9 hazırlık maçında 3 gol atan Adın, o sezon ilk lig maçına ise Ekim ayında Konyaspor karşısında 56.dakikada Selçuk Şahin’in yerine girerek çıktı. İki lig maçında daha şans bulan Adın iki tane de Türkiye Kupası maçında forma giydi ve hazırlık maçları ile bilrikte takımıyla toplamda 14 maça çıktı ve 3 gol attı. Sezon sonunda ise sözleşmesini 3 yıl daha uzattı. 2006-07 sezonunda ise 11 hazırlık maçına çıkan Olcan Adın, 5 Türkiye Kupası, 2 Avrupa Kupası, 2 Süper Lig maçında şans bulmuştur. İnegölspor ile oynanan Kupa maçında bir de gol atan Olcan, böylelikle Fenerbahçe ile ilk resmi golünü atmıştır. Olcan, hazırlık maçında da gol atmıştır. O sezon 2 Avrupa Kupası’nda forma giyen Adın, ilk Avrupa maçına 1 Ağustos 2006 tarihinde B36 Torshavn takımı ile oynanan 2.Eleme Turu aşamasındaki UEFA Şampiyonlar Ligi maçıyla çıkmıştır. Fenerbahçe daha sonra elenerek UEFA Kupası’nda yolluna devam etmiş ve Olcan Adın ilk UEFA Kupası maçına da AZ karşısında 14 Şubat 2007 tarihinde çıkmıştır. Arthur Zico yönetimindeki takımda Uğur Boral’ın yerine 66.dakikada oyuna giren Adın, takımının 3-1’den maçı 3-3’e getirmesinde büyük pay sahibi olmuştur. Sezon sonunda ise takımı 100.yılında Süper Lig şampiyonu olmuş ve Olcan da kariyerindeki ikinci kupayı kaldırmıştır. 2007-08 sezonunda Brezilyalı teknik adam Arthur Zico tarafından kadroda düşünülmeyen Olcan için Antalyaspor bonservisini almayı talep etse de bu talep kabul edilmemiştir. Süper Lig ve 1. Lig'den birçok teklif alan Adın, millî takımlardan tanıdığı Karşıyaka hocası Engin İpekoğlu ve Karşıyaka kulübünün transfer danışmanı Rıdvan Dilmen’in de isteğiyle Karşıyaka’ya kiralanmıştır. İlk maçına 26 Ağustos 2007’de Giresunspor karşısında çıkan Olcan , ilk golünü ise 15 Eylül 2007 tarihinde Diyarbakırspor karşısında attı. Mart 2008 tarihine kadar 5 gol atan Olcan, 24 Mart 2008’de de eski takımı olan Antalyaspor ağlarına çok uzak mesafeden bir gol atmıştır. Maçın ardından Olcan, “Ofansif orta saha oyuncusu olarak görevim, asist ve gollerle hücuma katkı sağlamak. Ancak gol attığımda, yaptığım iş daha net görünüyor” açıklamalarında bulunmuştur. Karşıyaka ile son resmi maçına, kendisini profesyonel futbola kazandıran Kartalspor karşısında çıktı. Reha Kapsal'ın teknik direktörlüğünü yaptığı Karşıyaka'da Cihan Yılmaz ve İnanç Gültekin'le birlikte mücadele veren Olcan, ilk göz ağrısına acımadı ve 2 kez Kartalspor filelerini sarstı. Kartalspor, eski öğrencisinin bu gollerine aynı şekilde karşılık verince Kartal İlçe Stadyumu'nda seyircisiz oynanan maç, 2-2 sona erdi. Olcan maçın adamı oldu. Karşıyaka ile 32 lig, 1 kupa maçına çıkan Olcan Adın, 8 gol atarken 11 asist ile takımının en çok asist yapan ismi oldu. 2008-09 sezonu başında ise “Artık oynamak istiyorum.” Ifadelerinde bulunmuş ve forma şansı bulamayacağından dolayı Fenerbahçe’den ayrılma kararı almıştır. Bu gelişemelerin üzerine Nurullah Sağlam’ın çalıştırdığı Gaziantepspor Olcan Adın’a talip olmuştur ve Olcan Adın bir diğer Fenerbahçe’li Kemal Aslan ile birlikte sözleşme imzalamıştır. İmzadan kısa bir sure sonra Gaziantepspor kulübü Fenerbahçe kulübüne bonservis ödememiş ve Fenerbahçe de oyuncularını geri çağırmıştır. İlerleyen günlerde ise paralar yatınca Olcan da Gaziantepspor’da kalmıştır. İlk sezonunda ilk maçına Eylül 2008’deki Beşiktaş maçında çıkan Adın, 57.dakikadan itibaren Murat Ceylan’ın yerine girerek mücadele etmiştir. Nurullah Sağlam döneminde ligde sadece 8 maça çıkan Olcan, bu maçların hiç birinde ilk 11’de başlamamıştır. Toplamda ise 12 lig maçında forma giyen Olcan, bu maçların 4 tanesine Nisan ayı itibarıyla teknik direktörlüğe geirilen Portekizli teknik adam Jose Couceiro yönetiminde çıkmıştır. Türkiye Kupası’nda ise içinde gol attığı Çaykur Rizespor ve Gaziantep Büyükşehir Belediyespor maçları olmak üzere 3 maçta oynayıp 2 tane de gol atmıştır.Ligde sadece 398 dakika forma şansı yakalayan Olcan Adın, Portekizli Teknik adam Jose Couceiro’nun teknik adamlığa geldikten sonra İsmail Köybaşı, Armand Deumi, Ivan de Souza, Murat Ceylan, Erman Özgür, Bekir İrtegün, Mehmet Yozgatlı ve Cristian Zurita ile birlikte “15” numaralı formasıyla değişilmez oyuncusu olmuştu. Ivan de Souza’nın sol bekte görev yapmasıyla da sol açık mevkiine geri dönmüştür. 2009-10 sezonunda da Rodrigo Tabata, Julio Cesar ve Beto ile Couceiro’nun hücum hattını oluşturan Adın, bir dönem Fenerbahçe’de giydiği “29” numaralı formayı sırtına geçirdi ve ilk maçına 9 Ağustos 2009 tarihinde Galatasaray karşısında çıktı. Couceiro’nun ayrılmasının ardından da formasını kaptırmayan Adın, Tolunay Kafkas ile birlikte de takımının değişilmez ismi oldu. İlk golünü 1 Kasım 2009’da Diyarbakırspor ağlarına attı. Bu gol aynı zamanda Süper Lig kariyerindeki ilk golü oldu. Bu golden yalnızca 1 hafta sonra Manisaspor ağlarını da havalandırdı ve sezon boyunca 30 lig maçında görev yaptı 1 tane de Kupa maçında oynadı. Toplamda 3 gol atan Olcan, 2.652 dk sahada kalarak o sezona kadar en fazla maç yaptığı sezonu yaşadı. 2010-11 sezonunda Tolunay Kafkas ile flaş bir başlangıç yapan ve Zydrunas Karcemarskas, Emre Güngör, Yalçın Ayhan, Serdar Kurtuluş ve Orhan Gülle gibi isimlerle dikkat çekti. O sezon ilk golünü 6 Kasım 2010 tarihinde Ankaragücü’ne atan Adın, 2. Golünü ise bir hafta sonra eski takımı Fenerbahçe’ye attı. Takımı bu maçı 2-1 kazandı. Sezon boyunca Süper Lig’de 27 tanesi ilk 11 olmak üzere 33 maça çıkan Olcan, 12 tane gol attı ve takımının o sezon en skorer ismi oldu. Olcan’dan sonra da devre arasında transfer edilen Cenk Tosun skora en çok etki eden isimlerden oldu. Rodrigo Tabata’nın
takımdan ayrılışı ve Ivelin Popov ve Ismael Sosa’nın takıma katılışıyla ileri uçta görev yapan Cenk Tosun’un arkasında görev almaya başladı ve Beşiktaş’a rekor bonservis bedeliyle transfer olan Rodrigo Tabata’nın hücumdaki liderliğini eline aldı. Olcan ayrıca 19 Mart 2011 tarihinde İBB takımına 3 gol atarak kariyerindeki ilk hat-trick'ini yapmış oldu. Türkiye Kupası’nda da takımıyla yarı finale kadar çıkan Adın, Çeyrek final’de Galatasaray’ı eleyerek flaş bir sonuç alsa da Yarı final’de takımıyla Beşiktaş’a boyun eğdi. Olcan 20 Nisan 2011’de oynanan ve elendikleri bu maçta biri yaklaşık 30 metre mesafeden olmak üzere 2 gol kaydetti. Takımı ligde gösterdiği performansın ardından ligi 4.sırada bitirdi ve Avrupa kupalarına katılma hakkı kazandı. 2011-12 sezonu başında da transferin en gözde futbolcuları arasında girmeye başardı. 2011-12 sezonunda ise Julio Cesar, Yalçın Ayhan, Jorginho ve Beto gibi isimlerle yollar ayrıldı ve Yasin Pehlivan, Bekir Ozan Has, Gilles Binya gibi isimler kadroya katıldı. Sezonu erken açan Gaziantepspor Rumen temsilcisi CFR Cluj ve Rubin gibi takımlarla maç yaptıktan sonra Olcan’lı kadrosuyla Temmuz ayında UEFA Avrupa Ligi 2.Ön Eleme Turu maçında FK Minsk ile karşılaştı. İlk maç 1-1 berabere sonuçlanırken, 2. Maçı Antep kendi evinde 4-1 kazandı ve gollerden biri 90.dakikada Olcan Adın’dan geldi. Olcan böylelikle ilk uluslararası golünü kaydetti. 3.ön eleme turunda ise Polonya ekibi Legia Warszawa’ya boyun eğen Gaziantepspor, turnuvaya veda etti. Olcan Adın sezonun ilk yarısında ligde 14 maça çıkarken 4 gol attı. İlk golünü Fenerbahçe’ye, Fenerbahçe ve Kartalspor’dan da arkadaşı olan Volkan Demirel’e 29.dakikada 29 metreden “29” numaralı forması ile frikik vuruşuyla attı. Maçtan takımı 3-1 mağlup ayrılırken, Olcan Adın da 50.dakikada sakatlanarak maçı yarıda bıraktı. 3 hafta sahalardan uzak kalan Adın, 6.haftadaki Sivasspor maçının son yarım saatlik diliminde sahalara geri döndü. Bu maçtan bir hafta sonra Gençlerbirliği ile oynanan karşılaşmada 2 asist yaptı ve göz doldurdu. Bir hafta sonra ise Türk Telekom Arena’da sürpriz bir şekilde Abdullah Ercan yönetimindeki Antepspor’un Galatasaray’ı 4-2 mağlup ettiği maçta 1 asist yaptı ve Kazım Kazım ve Sabri Sarıoğlu’nun kanadında yarattığı pozisyonlarla maçın adamı seçildi. Sezonun ilk yarısında 13 lig maçında 4 gol atan Adın, 5 tane de assist yaptı ve 9 gole direct etki etti. Devre arasında ise Galatasaray’ın 3 Milyon Euro + Serkan Kurtuluş veya Aydın Yılmaz ikilisinden birini önerdiği iddia edildi. Ancak transfer gerçekleşmedi ve Galatasaray 2,75M Euro bedel ile Yiğit Gökoğlan’ı kadrosuna kattı. Olcan Adın ise 3.250.000 € + kiralık olarak Marek Sapara karşılığında Trabzonspor’un yolunu tuttu. Ara transfer döneminde Galatasaray teknik direktörü Fatih Terim'in takımında görmek istediği futbolcularin başında geldiği açıklandı. 28 Aralık 2011 tarihinde Trabzonspor'a transfer oldu. 30 Aralık 2011 tarihinde ise ilk idmanına çıktı. Ara transfer dönemi kampında aynı otelde konaklayan Trabzonspor ve Gaziantepspor yöneticileri bir araya gelerek son detayları da ortadan kaldırınca Olcan Adın’ın 4 yıllığına Trabzonspor’a transfer olduğu açıklandı. Sezonun ikinci yarısında ise Antalyaspor, Fenerbahçe ve genç millî takımlardan takım arkadaşı olan Burak Yılmaz’ın evinde konaklayan Olcan Adın, ilk maçına ligin 2.yarısının ilk maçında İBB karşısında çıktı ve 90 dakika forma giydi. Trabzonspor’un kendi sahasında çıktığı ilk maçı olan Samsunspor maçında ise yine ilk 11’de başlayan Adın, iç sahadaki ilk maçında golünü attı. Maçın ardından ise “İnsan gol atmayı düşününce topun da nereye gidebileceğini hissedebiliyor. Ona göre pozisyon alıyor. Samsunspor maçı öncesi de gol atacağımı düşündüm. Gol atamasam bile en azından takımım adına yararlı işler yapmam gerektiğini düşündüm. Maçın ilk yarısında gole çok yaklaştım ancak ikinci yarıda atmak nasip oldu. Pozisyonda aslında ben Burak’ı topla buluşturmak istedim ama ayağı takıldı, sonrasında Colman vurdu kaleciden dönen topu ben filelere gönderdim. Biraz da tesadüf oldu. İlk 11’de çıktığım ilk maçta gol atmak tarif edilemez bir duyguydu benim için. Golün görüntüsünü sürekli izliyorum.” Ifadelerinde bulundu. Trabzonspor ile ilk Avrupa maçına ise PSV karşısında çıkan Adın, 16 Şubat 2012’de oynanan maçta dakikalar 33’ü gösterdiğinde bir de gol attı. Takmı her iki maçta da galip gelemeyince turnuvadan elendi. Türkiye Kupası’nda da takımıyla beraber olduğu 2 maçta da görev yapan Adın, Antalyaspor maçında bir de asist yaptı ancak yeteli olamadı ve Türkiye Kupası’ndan da elendiler. Normal sezonda Ligde Trabzonspor forması ile 13 maça çıkan Adın, 4 gol attı ve 2 asist yaptı. Süper Final’de ise 6 maçta da görev yapan Adın, 3 asist yaptı ve Beşiktaş ağlarına bir de gol attı. Beşiktaş ağlarına golü frikikten atan Olcan, “92” numaralı formasıyla Trabzonspor ile ilk frikik golünü de atmış oldu. 2012-13 sezonunda ise Şenol Güneş yönetimindeki Trabzonspor’da “92” numaradan “29” numaraya geçen Adın, ilk maçına Videoton karşısında çıktı maç 0-0 sonuçlandı. İkinci maçta ise Adın’ın oynayamadığı karşılaşmada Trabzonspor penaltılarda rakibine boyun eğdi ve turnuvaya Eleme Turu’nda veda etti. 2012-13 sezonunda ilk golünü 7.haftada oynanan Kasımpaşa maçında attı. 33 metreden 112 KM/H hızla topa vuran Olcan’ın golü o hafta haftanın golü seçildi. Sezon boyunca takımıyla ligde 30 maça çıkan Olcan, 7 gol attı ve bunların 2 tanesini frikikten kaydetti. Bunun yanında 8 asist yapan Adın, Adrian ile skora en çok etki veren isim oldu. Kupa’da ise 11 maç – 2 gol ve 6 asist istatistiğiyle oynadı ancak takımı Final’de kupayı Fenerbahçe’yi geçemedi. 2013-14 sezonunda ise adı Beşiktaş ve Galatasaray ile anılsa da Trabzonspor oyuncuyu satmadı ve Olcan Adın kadroda kaldı. Kadro Florent Malouda ve Jose Bosingwa gibi isimlerle güçlendirildi. O sezon eleme turunda ilk olarak Derry City karşısında forma giyen Adın, Mustafa Reşit Akçay yönetimindeki takımda sol açık mevkiisinde ilk maçında 2 asist yaptı. İkinci maçta da Dinamo Minsk’i geçen takım gruplara katılma hakkı kazandı. Olcan Adın, Malouda’nın sol kanat mevkiinde görev yapmasıyla hocası tarafından Sol bek mevkiine çekildi. Sol bek mevkiinde skora katkı veremeyen Adın, Kukesi maçlarını boş geçse de Limassol maçlarında 3 gol 1 asist, Legia Warszawa maçlarında 2 gol attı. Lazio maçlarında skoru değiştiremeyen Olcan, 28 Kasım 2013 günü oynanan Apol Limassol maçında hat-trick yaparak Trabzonspor tarhine bir Avrupa maçında 3 gol veya daha fazlasını atan ilk futbolcu olarak tarihe geçti. Bu performansının ardından da Western Union tarafından yapılan oylama da grup aşamasının en iyi oyuncusu oldu. Olcan aynı zamanda 5 gol + 2 asist yaparak 7 gole direkt etki etti ve UEFA Avrupa Ligi’nde skora en çok etki eden 3 isimden biri oldu. Devre arasında Beşiktaş ve Galatasaray'ın gündemine yine girdi ancak kulübü anca sezon sonunda oyuncuyu satabileceklerini açıkladı. Takımı bir sonraki turda Juventus ile eşleşti ancak ikisi de 2-0 olmak olmak üzere iki maçta da mağlup oldu. Bu sonuçların ardından takımın başına yardımcı antrenör Hami Mandıralı getirildi. Olcan ise sezon boyunca Avrupa’da 14 maç-5 gol-6 asist, Süper Lig’de 33 maç-10 gol-9 asist ve Türkiye Kupası’nda ise 1 maça çıktı. Süper Lig’de attığı 10 golün tamamını sol ayağı ile atan Olcan Adın, Süper Lig’de sol ayağıyla en çok gol atan isim oldu. Ayrıca 19 gole direkt etki eden Adın, takımının skora en çok etki eden ismi oldu. Takımının en çok mesafe kat eden, şu çeken ve sprint atan ismi de olan Olcan, 30.haftada oynanan Erciyesspor maçında 34.4 KM/H hıza ulaşarak Süper Lig tarihinde en yüksek hıza ulaşan futbolcu oldu. 2014-15 transfer dönemi öncesinde ise adı Beşiktaş ile de anılan Olcan Adın ile Galatasaray, 30 Haziran 2014'te görüşmelere başlandığını borsaya bildirmiş, 4 Temmuz 2014'te ise anlaşmaya vardığını açıklamıştır. Galatasaray, Olcan Adın transferi için Trabzonspor'a 4 milyon euro ödemiş ve 2 yıllığına Salih Dursun'u kiralık olarak vermiştir. Burak ve Selçuk ile 15 yaşından bu yana tanıştıklarını ifade eden Olcan Adın, “Burak Yılmaz ve Selçuk İnan çocukluk arkadaşım. Birbirimizi iyi tanıyoruz ve sürekli görüşüyoruz. Benim için çok güzel olacak” ifadelerinde bulunmuştur. Galatasaray ile ilk resmi maçına 25 Ağustos 2014 günü 2014 Türkiye Süper Kupası'nda çıktı. Bu maçta seri penaltılarda da 1 gol atan Olcan, takımının penaltılarda kaybetmesine engel olamadı. Olcan, 2014-15 sezonunda Galatasaray adına ilk lig maçı olan Bursaspor maçında yedek oturdu, oyuna son 15 dakikada dahil oldu ve 90.dakikada da bu maçta kendisinin Galatasaray formasıyla ilk golünü de atmış oldu. Yaşadığı sorunlar dolayısıyla 2016 transfer döneminde Galatasaray tarafından sözleşmesi tek taraflı olarak feshedilmiştir. Galatasaray ile olan sözleşmesi takım tarafından feshedildikten sonra bir süre boşta kalan futbolcu, 2016 yılı Aralık ayında Akhisar Belediyespor ile 1,5 yıllık sözleşme imzaladı. Olcan Adın ilk kez 1 Kasım 2008'de oynanacak Türkiye 18 yaş altı millî futbol takımı-Mısır U-18 maçı için Selçuk İnan, Kerim Zengin, Orhan Şam, Hakan Özmert, Serkan Kırıntılı ve Yiğit İncedemir gibi isimlerle aday kadroya çağırıldı. İlk maçına bu maçın 78.dakikasında Yusuf Diner'in yerine girerek çıkan Adın, bu maçın rövamşı ve Mart ayında oynanan Nijerya maçı olmak üzere bu seviyede 3 maçta forma giydi. Gerek Türkiye 18 yaş altı millî futbol takımı gerek de kulüp takımındaki performansıyla dikkat çeken Olcan Adın, Müjdat Yalman tarafından ilk kez Türkiye 18 yaş altı millî futbol takımı kategorisi için Mart 2003'te millî takıma çağırıldı. Ergün Teber, Selçuk İnan ve Burak Yılmaz gibi isimlerle bu seviyedeki ilk maçına 11 Mart 2003 günü Rusya karşısında çıkan Adın, daha sonra Stevan Vilotic Turnuvası ve SBS Kupası gibi özel turnuvaların yanı sıra 2004 Avrupa 19 Yaş Altı Futbol Şampiyonası elemeleri ve 2004 Avrupa 19 Yaş Altı Futbol Şampiyonası'nda da "7" numaralı formasıyla süre aldı. Bu kategoride toplam 28 maçta süre aldı. Türkiye 19 yaş altı millî futbol takımı ile 2004 yılında
düzenlenen UEFA 19 Yaş Altı Şampiyonası'nda ise final oynadı. 21 Eylül 2004 tarihinde oynanacak Portekiz U-20 maçı için ilk kez Türkiye U-20 takımına çağırılan Olcan, Hakan Aslantaş, Selçuk İnan ve Burak Yılmaz'ın da formasını giydiği takımda 11 maçta görev yaptı. 2005 Haziran ayında Hollanda'da düzenlenen Dünya Gençler Futbol Şampiyonası'nda Türkiye 20 yaş altı millî takımı'yla da iyi bir performans sergileyerek turnuvanın en çok göze batan oyuncularından biri olmuştur. Ağustos 2005 geldiğinde ise Reha Kapsal tarafından Türkiye A2 takımına çağırılan Olcan Adın, Umut Bulut, Uğur Uçar, Sezer Öztürk, Bekir İrtegün, Mehmet Topuz ve Sabri Sarıoğlu'nun da o dönem formasını giydiği takımda 9 maça çıktı.İlerleyen tarihlede tekrar millî takıma çağırılmayan Adın, kulüp seviyesinde gösterdiği performansa rağmen Guus Hiddink tarafından ne A millî takıma ne de A2 millî takıma davet edilmemesi nedeniyle Medya'da sıkça tartışma konusu oldu. 2002 yılından itibaren U-18, U-19 ve U-20 millî takımlarında forma giyen Olcan Adın, Şubat 2012 tarihinde ise Serdar Aziz, Semih Kaya, Alper Potuk, Olcay Şahan ve Soner Aydoğdu gibi ilk kez Millî formayı giyecek isimlerle A millî takımın yeni antrenörü Abdullah Avcı tarafından millî takıma çağırıldı. 29 Şubat 2012 tarihinde ise Bursa’da Slovakya ile oynanan özel maçta ilk kez A millî takımın formasını taşıdı. O sezon millî takımın birçok eleme baçına çıkmasına rağmen kendi mevkiinde forma giyen Mehmet Ekici, Tunay Torun ve Sercan Sararer gibi isimler tercih edilince kadroya davet edilmedi. 2013 yılında da Trabzonspor formasıyla birçok gol atıp birçok asist yapsa da Abdullah Avcı tarafından düşünümedi. Avcı'nın ayrılmasıyla ise yerine Fatih Terim getirildi. Olcan ise Fatih Terim tarafından Ekim 2013'te ise  Cenk Tosun ile birlikte millî takımın Estonya ve Hollanda maçları kadrosuna çağırıldı. Estonya maçında 87.dakikada Arda Turan'ın yerine girerek süre alan Adın, 2014 FIFA Dünya Kupası'na gitme adına hayati önem taşıyan maçta Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Wesley Sneijder, Arjen Robben gibi isimleri bulunduran Hollanda karşısında ilk 11'de başladı. Bu maçta Wesley Sneijder ve Arjen Robben'in gollerine engel olunamayınca Türkiye turnuvaya veda etti. Gerek UEFA Avrupa Ligi gerek Süper Lig performansıyla dikkat çeken Olcan, 2014 yılında da millî futbol takımına davet edildi. 5 Mart 2014 tarihinde ise Ankara’da oynanan özel maçta İsveç’e karşı A millî takım formasıyla ilk golünü kaydetti. NOT:"Ev sahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Kızlık zarı Kızlık zarı veya himen, kadınlarda vajinal açıklığı çevreleyen veya kısmen kaplayan zarımsı bir doku. Genellikle 1–2 cm kadar içeride ve 2–3 mm kalınlığındadır. Oldukça çeşitli şekiller alabilen bu doku genellikle hilal şeklindedir ve kılcal damarlarla çevrilidir. Himen adı Eski Yunan'daki evlilik ve düğün tanrısı Hymenaeus'tan gelir. Kızlık zarı, isminden dolayı zar gibi düşünülse de aslında bir zar değildir. Gebeliğin 7-12. haftaları arasında embriyoda dış cinsiyetin gelişmesi gözlenir. Bu sırada embriyodaki genital duvarlar birleşip yapışarak erkeklerde testis torbasını oluştururken kadınlarda bu duvarlar ayrılarak küçük (labia minora) ve büyük (labia majora) dış dudakları oluştururlar. Ayrılma sonucunda ortada kalan zarımsı doku kızlık zarı adı verilen yapıları oluşturur Kızlık zarı tüm kadınlarda yaklaşık olarak aynı yerdedir. Küçük dudakların arkasında, vajenin hemen girişinde, tabanı vajen duvarında olan ince bir deri kıvrımıdır. İlk ilişki ile olan ağrı, kanamanın en büyük nedeni, beden ve zihindeki gerginliğin tüm bedenle birlikte vajen kaslarını da kasması, buna bağlı girişin daralması ve hatta kapanmasıdır. Oysa vajen esneyebilen ve uzayabilen bir yapıdadır. Vajen esnediğinde onun bir parçası olan kızlık zarı da esner ve açılır. Bu durumda ilişkide ağrı ve acı olmaz. Kızlık zarı pek çok anatomik varyasyona sahiptir. Anüler Hymen (yuvarlak halka): Kızlık zarı yuvarlak halka şeklinde olup ortasında yine halka şeklinde bir delik bulunur. Ortadaki delik çok büyük bir penisin veya penis ile aynı etkiyi gösteren bir maddenin (örneğin dildo) geçişine rağmen zar yırtılamayabilir. Bu durumda "hymen duhule müsait" denir. Halk arasında ise "esnek zar" tabiri kullanılır. En sıklıkla görülen hymen şeklidir(%60-95 oranında) Kresentrik Hymen (yarımay): Zar yarımay şeklindedir. Üst kısımda zar daha incedir veya hiç yokken arka kısımda belirgindir. Görülme sıklığı %3.5 ile %20 arasında değişmektedir. Bu tür zarlar genelde ilişki sırasında yırtılmaz. Septalı Himen (ara bölmeli): Kızlık zarının orta kısmında boşluğu bölen, zara ait ara bir doku parçası vardır. Görülme sıklığı %1.5-5 arasındadır. Kribriform himen (çok delikli, kalburumsu): Hymenin ortasında tek değil birden fazla delik vardır. Bu görüntüsü ile adeta bir "kalbura" benzer. Görülme sıklığı %1'den daha azdır. İmperfore himen (deliksiz): Hymenin ortasında delik yoktur ve vajina girişi tamamen kapalıdır. 2000 kızın birinde görülen bir durumdur. Bu zara sahip kızlar hiç adet kanaması görmezler. Normal şekilde gerçekleşen kanama vücut dışına atılamaz ve hymen arkasında vajina içinde birikir. Oldukça ağrılı bir durumdur ve mutlaka cerrahi bir işlemle açılması gerekir. Mikroperfore himen (Küçük delikli): Zarın ortasındaki delik çok küçüktür. Adet kanaması olur ancak oldukça ağrılıdır. Bazen cerrahi müdahale ile açılması gerekebilir. Multipar himen (Doğum yapmışlarda bulunan): Normal doğum yapmış kadınlarda kızlık zarı doğuma bağlı yırtılır ve geriye kalan kısımlar "karinkül (hymen artığı)" olarak adlandırılır. Ayrıca kızlık zarının çok kalın yahut esnek olmayan şekilde gelişmesi durumunda ilişkiye engel durum yaratacağından ötürü jinekolog tarafından bir müdahele gerekebilir. Kızlık zarı en kolay bebeklik ve ergenliğe ulaşılmadan önce çocukluk sırasında görülür. Ergenlik sonrası incelir yahut kendi üzerine katlanır. Kızlık zarınnın şekli tarif edilirken adli tıp doktorları tarafından saat kadranı kullanılır. Sırt üstü yatmış hasta da saat 12 pozisyonun üretranın altında ve saat 6 pozisyonu anüse yakın olarak bulunur. Kızlık zarının anatomik olarak bilinen bir fonksiyonu yoktur. Bu doku ilk cinsel ilişki sırasında anatomik yapıya göre esneyip genişler veya laserasyona uğrar ve kanar. Bu sebepten pek çok toplumda kızlık zarı ile kadının bekâreti ilişkilendirilir. Bazı toplumlarda kızlık zarının hasara uğramış olması kadında bekâretin bozulduğuna kanıt olarak gösterilir. Jordan Rudess Jordan Rudess (Jordan Charles Rudess (d. 4 Kasım 1956), 9 yaşında Julliard School of Music'de ciddi klasik eğitimine başlayan, Liquid Tension Experiment albümü sonrası Amerikalı progressive rock-metal grubu Dream Theater'a dahil olan, progressive rock klavyecisi, kompozitör, piyanist. Rudess 1956 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yeteneği, ilk olarak 2. sınıf öğretmeni tarafından keşfedildi. 9 yaşında klasik piyano eğitimi almak üzere Juilliard Müzik Okulu'na girdi fakat yaşı ilerledikçe sentezör (ing. synthesizer) ve progresif rock müziğe daha çok ilgi duymaya başladı. Eğitmenlerinin ve ailesinin tavsiyelerine kulak asmayarak şansını progresif rock klavyecisi olarak denemeye karar verdi. 1980'lerde çeşitli projelerde rol aldıktan sonra, 1994 yılında "Listen" albümünü yayınlayarak "Keyboard Magazine" dergisinin okurlarına düzenlediği anket sonucunda en iyi genç yetenek olarak seçilmesiyle ulusal bazda şöhreti yakaladı. Bunun sonucunda iki grup Rudess'i kadrolarında görmek için ona teklif sundular. Bunlar The Dixie Dregs ve Dream Theater'dı. Rudess yeni evli olduğu ve ailesine daha fazla zaman ayırabilmek için bir nevi part-time çalışabileceği Dregs'i seçti. Dregs'te çaldığı sırada grubun davulcusu Rod Morgenstein ile bir ikili çalışmaya imza attı. Bu ortaklık, bir elektrik kesintisi sebebiyle grubun diğer üyelerinin enstrümanlarının devre dışı kalması sonucunda Rod Morgenstein ve Rudess'in çalmaya devam etmesiyle oluştu. İkili "Rudess/Morgenstein Project" ya da kısaca "RMP" adıyla bir albümü piyasaya sürdüler. 1997 yılında Magna Carta Records, Mike Portnoy'dan bir "süper grup" kurmasını istedi. King Crimson grubunun bas gitaristi Tony Levin ve Dream Theater grubunun solo gitaristi John Petrucci'nin de bulunduğu bu projede Rudess de kalvyeci olarak görev alıyordu. Liquid Tension Experiment adı verilen bu grubun çıkardığı 2 albümün çalışmaları esnasında Portnoy ve Petrucci Dream Theater'ın klavyecisi olarak Rudess'i görmek istediklerini kendisine bildirdiler. Rudess'in teklifi kabul etmesiyle birlikte mevcut klavyeci Derek Sherinian'ı gruptan çıkardılar. Rudess 1999 yılında çıkardığı "" albümünden beri Dream Theater'ın klavyecisidir. Grupla birlikte 2002'de "Six Degrees of Inner Turbulence", 2003'te "Train of Thought", 2005'te "Octavarium", 2007'de "Systematic Chaos", 2009'da "Black Clouds & Silver Linings" ve 2011'de "A Dramatic Turn of Events" olmak üzere toplam 6 stüdyo albümü kaydetti. Bunun yanı sıra konser albümlerinde de yer aldı: "Live Scenes From New York", "Live at Budokan", "Score" ve "Chaos in Motion". 2010 yılında Rudess "Explorations for Keyboard and Orchestra" adındaki ilk klasik bestesini yaptı. 19 Kasım 2010'da Venezuela'da Chacao Genç Senfoni Orkestrası tarafından galası yapılan bu bestede konuk orkestra şefi olarak Türk sanatçı Eren Başbuğ bulundu. Galada, sentezör ve klavye kısımlarını Rudess kendisi üstlendi. 2011 yılında Rudess, MusicRadar tarafından yapılan ankette gelmiş geçmiş en iyi klavyeci olarak seçildi. Rudess ilham aldığı kişiler olarak Keith Emerson, Tony Banks, Rick Wakeman ve Patrick Moraz'ı göstermiştir. Ayrıca en sevdiği sanatçılar arasında Gentle Giant, Yes, Genesis, Pink Floyd, Emerson, Lake & Palmer, King Crimson, Jimi Hendrix, Autechre, ve Aphex Twin bulunmaktadır. Atabetü'l-Hakayık Atabetü'l-Hakayık, Edip Ahmet Yükneki'nin 12. yüzyılda, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış,
çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur. Hakaniye lehçesi ile yazılmıştır. Eserin adı günümüzde ""Hakikatlerin Eşiği"" şeklinde aktarılabilir. Modern zamanda ilk bilindiğinde "Hibetü'l-Hakayık" veya "Aybetü'l-Akayık" olarak, yanlış bir şekilde isimlendirilmiştir. Eserde dünyayı, Allah'ı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir. Nazım birimi beyit ve dörtlüklerden oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig’i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar Türkçesi ile yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zaman yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Eserin Kaşgar şivesiyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. MacBook Pro MacBook Pro, Apple'ın taşınabilir bilgisayar serisinin pro segmentindeki temsilcisidir. PowerPC'den Intel'e geçen ilk taşınabilir bilgisayardır. Çİft ve dört çekirdekli işlemci seçenekleriyle gelir, 16GB'a kadar yükseltilebilen çift kanal DDR3 ramleri, NVIDIA 320M ekran kartı ve alüminyum kasası vardır. İşlemci olarak yeni nesil işlemcileri kullanan ürün serisinde çok çeşitli konfigürasyonlara yer verilmiştir. Yeni nesil Core i7 mobil işlemci ailesinin tercih edilebildiği yüksek kaliteli taşınabilir bilgisayarlar ergonomisi ve yüksek performansı ile dikkat çekmektedir. 2012 yılı sonunda duyurulan Retina Macbook Pro yüksek çözünürlüklü Retina ekrana ve tamamıyla Flash hafızaya sahiptir. 13" ve 15" olmak üzere günümüzde 2 tipte üretilmekte özellikleri çeşitlilik göstermektedir.Son modeli 2016 yılında çıkmış olup, uzay grisi renk seçeneği, Touch ID ve Touch Bar teknolojisi eklenmiştir. Casuarina Casuarina. Gençlikte sivri, ileri yaşlarda dağınık tepe yapar. 30–40 m’ye kadar boy yapabilen ve hızlı büyüyen bir ağaçtır. Dalları at kuyruğuna benzer. Dallar gövdeden oldukça dar bir açı ile çıkar. Hep yeşil yaprakları 10–15 cm uzun,1 mm çaplıdır. Küçük, pulumsu ve çevresel biçimlidir. Birleşik fındık büyüklüğünde bir kozalakçık oluştururlar. 70-90 adet tohum içerirler. Çiçekler monoiktir. Erkek çiçekler sürgün ucundu kurul halinde, kat kat ve çevresel durumludur. Dişi çiçekler ise yanlardadır. Soğuğa karşı dayanıklı değildir. Donlara duyarlıdır. -7 c sıcaklıklara kadar dayanır. Sıcak iklim koşullarında yetişir. Sahillerde, kumluk, fakir ve çorak arazilerde ıslah ve ağaçlandırma gayeleri ile kullanılır. İyi drenajlı, nemli ve ıslak topraklarda iyi gelişir. ad = "Casuarina" Sources: Hurma Hurma ("Phoenix dactylifera"), palmiyegiller (Arecaceae) familyasından dekoratif yapraklı bir palmiye türüdür. Palmiyeler gibi tropikal,ılıman ve çöl ikliminin görüldüğü yerlerde yetişir. Kazık ve saçak kök yapısına sahiptir. Ağacın pürüzlü gövdesi gri ağırlıklı kahverengi gibidir. Kardeşlenme eğilimi vardır. Gövdesinden ve altından yavrular verebilir. Sıcağı, güneşi sever, soğuktan hoşlanmaz.Türkiye'de Akdeniz ikliminin olduğu yerlerde yetişir. Kuvvetli ve dengeli bir gübrelemeye gereksinim duyar. Azot, fosfor, potasyum, demir gibi besin maddelerine ek olarak bol miktarda magnezyum, çinko, mangenez ve az miktarda da bakır ve bor gereksinimi vardır. Yurtdışından kontrolsüz, hastalıklı hurma ithalatı kırmızı palmiye böceği gibi çok tehlikeli hurma ağacı zararlılarının yayılmasına yol açmıştır. Fark edilmesi oldukça zor olan ve sürekli gözetim gerektiren bu böcek hurma ağaçları için genellikle ölümcüldür. Kontrolsüz ve hastalıklı hurma ağaçlarının ithal edilmesi sonucu sadece hurmalar (phoneix dactyliferia) değil, Türkiye'deki çoğu palmiye türü bu böcek tarafından tehdit edilmekte ve bu böcek sonucu ölmektedir. Besleyici değeri oldukça yüksek olan hurma en temel vitaminler açısından oldukça zengindir. Özellikle de B9 vitamini yani Folik Asit, ve proteinleri bünyesinde barındırır. Ayrıca kalsiyum, magnezyum, potasyum, fosfor, demir ve sodyum mineralleri ile meyve şekeri açısından da zengin bir besindir. Bedensel ve zihinsel yorgunluğu azaltır. Vücuda enerji ve kuvvet verir. Cinsel gücü arttırır. Kansızlığa iyi gelir, kan yapıcıdır. Karaciğeri güçlendirir. Hamile ve yeni doğum yapmış olanların kendilerini toparlamasına çok yardımcı olur. Hamile kadının bebeğini besler, yapısındaki potasyum çocukların büyümesini sağlar. Ayrıca anne sütünü arttırır. Ülsere ve böbrek yetmezliğine fayda sağlar. Sindirim sistemi ve boşaltım sistemini temizler. Stresi ve gerginliği azaltır. Sindirimi kolaylaştırır ve kabızlığa iyi gelir. Hafıza kaybına da mani olur. Kansere, kalp ve damar hastalıklarına karşı koruyucudur. Kalp krizi riskini azaltır. Bronşit, verem, kuru öksürük ve soğuk algınlığına iyi gelir. Yaşlanmayı geciktirir. Vücut ve kemik gelişimini destekler ve kemikleri güçlendirir. Yasin Aktay Yasin Aktay (d. 20 Şubat 1966, Siirt), akademisyen, yazar. AK Parti eski Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı. TBMM 25. ve 26.dönem AK Parti Siirt Milletvekili. Halen AK Parti İnsan Haklarından sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsüdür. 20 Şubat 1966 tarihinde Siirt'te doğdu. ilk, orta ve lise eğitimini Siirt'te tamamladı. Aynı yıl girdiği ODTÜ Sosyoloji Bölümünden 1990'da lisans, 1993'te yüksek lisans ve 1997'de doktora dereceleri ile mezun olmuştur. 1999 yılında doçentlik unvanını, 2005 yılında da profesör unvanını almaya hak kazanmıştır. Yasin Aktay 1992-2012 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmıştır. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde "Eylül 2012'den beri görev yapmaktadır. AK Parti'de 2014-2015 yılları arasında "Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı" olarak iki görev aldı. 2006 yılından beri "Yeni Şafak" gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Ankara merkezli Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün onursal başkanıdır. TBMM' de "Parlamentolararası Birlik Grubu Türk Grubu Başkanı" olarak görev almaktadır. 1991'de Bryan S. Turner'dan yaptığı Max Weber ve İslâm isimli çevirisi kitap olarak yayımlanmıştır. 1992'de Selçuk Üniversitesince Sosyoloji Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 1993'te, "Political and Intellectual Disputes on the Academisation of Religious Knowledge" (Dini Bilginin Akademizasyonu Üzerine Siyasi ve Entelektüel Tartışmalar) isimli tezi yazarak, yüksek Lisans Programını bitirmiştir. 1997'de, Body, Text, Identity: The Islamist Discourse of Authenticity in Modern Turkey (Beden, Metin, Kimlik: Modern Türkiye'de İslâmi Otantisite Söylemleri) isimli doktora tezini yazarak bu programdan mezun olmuştur. 1999 Kasım ayında "Uygulamalı Sosyoloji" anabilim dalında "Doçent" unvanına sahip oldu. Akademik hayatı boyunca değişik dergilerde yüzden fazla yazısı İngilizce, Arapça dillerinde birçok makale ve çevirisi yayımlanmıştır. Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA)’nin 2001 yılı doktora sonrası yurt dışı araştırma bursunu kazanarak Nisan-Eylül 2001 tarihleri arasında ABD'nin Utah Eyaletinde University of Utah bünyesinde Mormonların iş ahlakı ile Anadolu'da yeni gelişen burjuvazi sınıfının çalışma ahlakları arasında karşılaştırmalı bir çalışma yapmıştır. Bu çalışmanın birçok kısmı değişik dergilerde yayımlanmış,bu çalışmalar değişik konferanslarda sunulmuştur. 2003-2004 Öğretim yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde University of Maine'de Libra Foundation'ın davetlisi olarak Sosyal Sorunlar ve Sosyal Değişim ile Orta Doğu Sosyolojisi dersleri vermiştir. Türkiye'nin toplumsal yapısı, uygulamalı sosyolojinin yöntem sorunları, hermenötik, beden sosyolojisi, modern ve postmodern dünyada kimlik ve farklılık politikaları, toplumsal tarih, din ve İslâm sosyolojisi ve felsefesi gibi konular özel bir ilgi alanlarındandır. 1992-2000 yılları arasında Vadi Yayınları Genel Yayın Yönetmenliğini yapmıştır. 1991 yılından beri yayımlanmakta olan Sosyal Bilimler, Düşünce ve Siyaset dergisi "Tezkire"nin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmaktadır 2003 yılından beri yayımlanmakta olan "Sivil Toplum Dergisi"nin Eş-Editörlüğünü yürütmektedir. Ayrıca, "Avrupa Günlüğü", "Değerler Eğitimi Dergisi", "İnsan Hakları Dergisi", "Dinler Tarihi" dergilerinin yayın kurulu üyeliğini yapmaktadır. 2005 yılından beri Kurumlar Sosyolojisi Anabilim dalında Profesör unvanına sahiptir. 2010 -2014 yılları arasında Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün başkanlığını yürütmüştür. Eylül 2012'de AK Parti 4. Olağan kongresinde MKYK üyesi seçilmiştir. International General Certificate of Secondary Education International Genel Certificate of Secondary Education veya IGCSE okul öğrencilerine verilebilen uluslararası bir eğitim belgesidir. IGCSE Cambridge Üniversitesi Uluslararası Sınavları yani "University of Cambridge International Examinations" (CIE) tarafından 1988'de geliştirilmiştir ve bugün CIE ve London Examinations (Edexcel International) tarafından sunulmaktadır. Müfredat ve sınavlarda kullanılan dil İngilizcedir. IGCSE genellikle 14-16 yaşındaki öğrenciler tarafından alınır ve bu öğrencileri daha ileri akademik çalışmalara ve belgelere hazırlar; bunlar arsında A level, AS Level öğrenimi ve IB Diploma Programı da vardır. Cambridge IGCSE dünya çapında birçok akademik müessese ve iş veren tarafından kabul görmekte, 100'den fazla ülkede alınabilmektedir. UCAS da IGCSE'yi İngiliz GCSE'ye denk kabul etmektedir. Cambridge IGCSE çok geniş bir öğrenim programı sunmakta ve çeşitli alanlardan birçok konuyu kapsamaktadır: Dil, Beşeri bilimler, Sosyal bilimler, Matematik, Yaratıcı, Teknik ve Mesleki çalışmalar. Diller içinde Türkçe de bulunmaktadır. Farklı yeteneklere ve yetenek seviyelerine sahip öğrencileri bireysel olarak geliştirmek için birçok konuda (derste) "Temel" (Core) ve "Extended" (Gelişmiş) seçenekleri mevcuttur. Not sistemi 8 puanlık bir skala barındırır: A* - G. A'dan E'ye kadar olan notlar O Level'in A'dan E'ye kadar olan notlarıyla eşittir. Bazı ülkelerde ve bazı üniversitelerde IGCSE liyakatı üniversiteye giriş gerekliliklerini kapsarken, çoğunlukla üniversiteye girişte kabul gören A Lev
el, AS Level, IB ve US Advanced Placement kursları için bir "hazırlık, ön aşama" olarak görülmektedir. IGCSE İngilizce dersinde (hem İlk dil hem de İkinci dil seçeneklerinde) C notu olmak Birleşik Krallık'taki birçok üniversite ve diğer İngilizce konuşulan ülkelerdeki bazı üniversitelerde üniversiteye giriş için şart koşulan İngilizce yeterlilik seviyesine denk gelmektedir. 2004-2005'te, Cambridge IGCSE sınavlarına 60'tan fazla konuda 120'den fazla ülkeden öğrenci girmiştir. Victoria Gölü Viktorya Gölü (Ruandaca: Nyanza Gölü), Afrika'nın doğusunda Tanzanya, Uganda ve Kenya topraklarında bulunan Dünya'nın en büyük ikinci tatlı su gölüdür. Afrika'nın en büyük gölüdür. Nil Nehrinin başlıca su kaynağını oluşturur. Büyük bölümü Tanzanya ve Uganda'da kalır; küçük bir bölümü Kenya'ya taşar. Toplam 68.422 km²'lik bir alanı kaplar. Dünya'daki tatlı su gölleri arasında Kuzey Amerika'daki Superior Gölü'nden sonra ikinci sırada yer alır. Kenarları düzgün olmayan bir dörtgen biçimindedir; batı kesimi dışında kıyıları derin girintilerle örülüdür. Kuzey-güney doğrultusunda uzunluğu 337 km'yi bulur; en geniş yeri ise 240 km'dir. Suları, Batı ve Doğu Rift vadileri arasında uzanan büyük platonun ortasındaki sığ bir çukuru doldurur. Göldeki 200'den fazla balık türünden ekonomik açıdan en önemlisi Tilapia'dır. Gölün su toplama alanı 238.900 km²'dir. Göl kıyıları birbirinden çok farklı özellikler gösterir. Güneybatı kıyısının hemen gerisinde 90 metreye varan uçurumlar yükselir. Bu uçurumlar batı kıyısında yerini Kagera Irmağının deltasını oluşturan, papirüs ve bölgeye özgü dikenli ağaçlarla kaplı bataklıklara bırakır. Derin girintilerle oyulmuş kuzey kıyısı ise düz ve çıplaktır. Kuzeydoğu kıyısında ortalama 25 km genişliğinde bir koy 64 km kadar Kenya içlerine sokulur. Uganda'nın Kampala ve Entebbe kentleri gölün kuzey kıyısında kuruludur. Gölün güneydoğu köşesinde Speke, güneybatı köşesinde ise Emin Paşa körfezleri yer alır. Göldeki sayısız adanın en büyüğü Speke körfezinin kuzeyindeki Ukerewe'dir. Kuzeybatı köşesinde ise 62 adayla Sese Adaları yer alır. Gölü besleyen ırmakların en büyüğü ve en önemlisi olan Kagera 1° güney enleminin hemen kuzeyinde, batıdan göle dökülür. Gölün batıdan aldığı öteki ırmaklardan yalnızca Kagera'nın kuzeyindeki Katonga önemli su taşır. Gölün tek gideğeni ise kuzey kıyısındaki Viktorya Nili'dir. Nil'in kaynağını arayan Avrupalılardan İngiliz kaşif John Hanning Speke, 1858'de gölü gördü ve daha önce Araplarca "Ukereve" olarak bilinen göle İngiltere kraliçesinin onuruna Viktorya adını verdi. Gölün ayrıntılı araştırmasını 1901'de Sir William Garstin gerçekleştirdi. Bu gölün nile açılan yerine ; "Ripon Falls" denir.Bu keşfi de "Speke" yapmıştır.Fakat bu keşifte ona eşlik eden "Grand" gibi isimleri hastalık(sıtma) ve sakatlıklarından ötürü geride bırakmıştır. Mart 1964 de nilin başka bir kaynağı olan başka bir göl keşfedildi.Bu göle de Prenses Victoria nın ölmüş eşi "Albert" ın adı verildi. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi ya da CEDAW (İngilizce: "Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women"), 1979'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen uluslararası antlaşma. Birleşmiş Milletlerce 1979'da kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Birleşmiş Milletler bünyesinde yer alan sekiz tane temel insan hakları sözleşmesinden biridir. Sözleşmeye taraf olan devletlerin sayısı 2015 yılı itibarıyla 189'dur. Inter Region Economic Network Inter Region Economic Network (IREN) Nairobi, Kenya'da kurulmuş bir sivil toplum örgütüdür. James Shikwati tarafından kurulan örgüt Afrika'nın gelişimi için serbest piyasa ekonomisini savunur. James Shikwati James Shikwati (d. 1970) Kenyalı liberteryen bir ekonomist ve Afrika'daki fakirliğin çözümü için serbest ticaretin geliştirilmesini savunan IREN'in kurucusudur. Afrika'ya yapılan yardımların insanlara zarardan başka bir şey getirmediğini savunmaktadır. Kıtaya yapılan yardımların politikacılar tarafından insanları yönlendirerek oy kazanmak amacıyla kullanıldığını ve ithal edilen tarımsal ürünlerin piyasalarda Afrika'daki maliyet fiyatının altında satılarak Afrikalı çiftçilerin rekabet edememesine yol açtığını; bu yüzden de aslında Afrika'nın olumsuz etkilendiğini belirtmektedir. Eşen, Seydikemer Eşen, Muğla ili Seydikemer ilçesine bağlı bir mahalledir. Eşen, Fethiye'ye yaklaşık 55 km uzaklıkta bulunan bir mahalledir. Eşen'in sınırları kendisi ile sınır komşusu olan İzzettin mahallesi uzunduvar mahallesine kadardır. Eşen'de yaşam tamamıyla çiftçilik üzerine kurulmuştur. Sera ve zeytincilik üzerine tarım yapılmaktadır. Belediye olmasıyla birlikte seracılık önemli ölçüde gelişmiştir. Sulama imkânlarının artması neticesinde, tütüncülük yok denecek kadar azalmış, bunun yerine domates, fasulye, kavun, karpuz üretimi önemli ölçüde artmıştır. Köy yollarının asfalt olması ve köylere telefon ve içme suyunun gelmesiyle birlikte Fethiye, Kaş-Patara gibi turizm merkezlerine yakın olması nedeniyle gelişme sağlamaktadır. İlköğretim ve orta öğretim binaları , sağlık ocağı, tarım kredi kooperatifi, eczaneleri, mobilya mağazaları, gıda, elektronikle ilgili birçok mağaza bulunmaktadır. Çarşamba ve cuma günleri pazar kurulmakta pazara tüm çevre köylerden yoğun katılım olmaktadır. Çamköy, Fethiye Çamköy, Muğla ilini Fethiye ilçesine bağlı bir mahalle Çamköy Fethiyenin merkezine 7 km, il merkezine ise 130 km uzaklıktadır. Sınıf (biyoloji) Sınıf (Latince: "Classis"), (İngilizce: "Class"), Eki : -opsida Carl von Linné'nin (1707-1778) (daha sonra latinceleştirilmiştir: Carolus Linnaeus) 1735 yılında 11 sayfadan oluşan Systema Naturae isimli eserinde yaptığı taksonomik kategorilerdendir. Linné canlıları 5 taksonomik kategori içine yerleştirmiştir. Bunlar: Daha sonraları Linné, bitki ve hayvanların isimlendirilmesi için ikili adlandırma (binomial nomenklatür) yani, 2 sözcükten oluşan (Cins adı+Epitet adı=TÜR adı) bir sistem geliştirdi. Bu sistem halen geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde taksonomik kategoriler ve canlı gruplarına göre isimlendirmede kullanılan son ekler şöyledir : Sistematik de, hiyerarşik olarak benzer bireyler türü (Species), benzer türler cinsi (Genus), benzer cinsler familyayı (Familia), benzer familyalar takımı (Ordo), benzer takımlar sınıfı (Classis), benzer sınıflar şube(bölüm)leri (Divisio-Phylum) meydana getirir. Tüm bu taksonlar, filogenetik akrabalıklarına göre dizilir. Bu şekilde doğal sınıflandırmada benzer taksonlar, bir üstteki kategorinin (taksonun) kapsamına sokulur. Geri doğru gittikçe taksonlar büyür ve kapsamları genişler. Bern Sözleşmesi Kısaca Bern Konvansiyonu olarak bilinen Edebi ve Sanatsal Eserlerin Korunması için Bern Konvansiyonu, telif hakları hakkında uluslararası bir antlaşmadır, ilk defa İsviçre'nin Bern şehrinde 9 Eylül 1886'da imzalanmıştır. Victor Hugo'nun teşvikiyle geliştirilmiş olduğu için, malî koruma amaçlı Anglo-Sakson "copyright" kavramından çok, Fransız "yazar hakları" ("droit d'auteur") tarafından etkilenmiştir. Bern konvansiyonun kabulundan önce millî telif hakkı yasaları bir ülkede üretilen eserlerle ilgili olurdu. Bu yüzen örneğin Londra'da bir İngiliz tarafından yayımlanan bir eserin telif hakkı Birleşik Krallık'ta korunur ama Fransa'da herhangi biri tarafından kopyalanıp satılabilirdi. 1883 Paris Konvansiyonu, patent, endüstriyle tasarım ve ticarî marka gibi fikri mülkiyet türlerine uluslararası koruma getirmişti. Bern konvansiyonu, Paris konvansiyonunu izinden gelip uluslararası korumayı sanat eserlerine getirmiştir. Paris konvansiyonunda olduğu gibi Bern konvansiyonu da idari konular için bir merkez büro oluşturur. 1893'de bu iki konvansiyon tarafından oluşturulmuş bürolar birleşip Bern'de, "Fikri Mülkiyetin Korunması İçin Uluslararası Birleşik Bürolar" adlı kuruluşu oluşturdular (Fransızca "Bureaux Internationaux Réunis pour la Protection de la Propriété Intellectuelle" isminin baş harfleri olan BIRPI olarak bilinir). 1960'da BIRPI Bern'den Cenevre'ye taşındı, hem Birleşmiş Milletler'e hem de o şehirde bulunan diğer uluslararası örgütlere daha yakın olabilmek için. 1967'de BIRPI, WIPO (World Intellectual Property Organization", Dünya Fikri Haklar Örgütü) oldu ve 1974'ten beri de Birleşmiş Milletler bünyesinde yer almaktadır. Bern Konvansiyonu 1896'da Paris'te, 1908'de Berlin'de düzenlenip, 1914'te Berne'de tamamlandı, 1928'de Roma'da, 1948'de Brüksel'de, 1967'de Stokholm'da ve 1971'de Paris'de değiştirildi ve 1979'da tekrar düzenlendi. Amerika Birleşik Devletleri baştan Konvansiyona dahil olmayı reddetti çünkü kendi telif kanununda büyük değişiklikler yapması gerekecekti. Gereken değişiklikler arasında yazarların manevi hakları, telifli eserlerin tescil mecburiyetinin kaldırılması ve mecburi telif hakkı ibaresinin kaldırılması A.B.D. için özellikle sorunluydu. 1 Mart 1989'da "1988 Bern Konvasiyonu Uygulama Kanunu"nun uygulamaya girmesi ile A.B.D. Bern Konvansiyonu'na dahil oldu. Nerdeyse bütün uluslar Dünya Ticaret Örgütü üyesi olduklarından dolayı, TRIPs anlaşması gereği Bern Konvansiyonu'nu imzalamamış ülkelerin de konvansiyonun hemen bütün maddelerini kabul etmelerini gerekmektedir. 2006 Ocak ayı itibarıyla Bern Konvasiyonunu 160 ülke kabul etmiştir. Bern konvansiyonu imzacı ülkelerin kendi ülke vatandaşlarına sağladıkları telif hakkı korumasınının aynısını diğer imzacı ülke vatandaşlarına da sağlamalarını şart koşar. Yani imzacı bir ülkede yayımlanan veya icra edilen bir eserin korunması için o ülkenin telif hakkı yasaları uygulanır ve bunda o eserin hangi ülkeden kaynaklandığına bakılmaz. Anlaşmanın imzacıları arasında bir eşit uygulama sistemi oluşturarak telif haklarının korunmasını uluslararası bir düzeye getirmiştir. Bunun yanı sıra, üye ülklerin telif hakkı kanunlarına asgari standartları zorunlu kılarak yayımcı ve yazarların çıkarları gözetilmiştir. Bern Konvansiyonun göre telif hakla
rı otomatiktir; bir eserin resmen tescillenmesi mecbur kılınamaz. (ABD 1989'da Bern Konvansiyonun kabul ettiği zaman eski yasalarında bulunan, cezai uygulamaları tescilli eserlere sınırlandırmaya devam etmiştir.) Bern Konvansiyonu, fotoğraf ve sinema eserleri hariç tüm eserlere eserin yaratıcısın ölümünün ardından en az 50 yıllık koruma sağlar. Anlaşmanın imzacıları daha uzun koruma süreleri sağlamakta serbesttirler, Avrupa Topluluğu'nun 1993 Telif Hakları Koruma Sürelerinde Uyum Talimatı ile yapmış olduğu gibi. Fotoğraflar için asgarî koruma süresi fotoğrafın yaratılmasından sonra 25 yıl, sinemacılıkta ise gösterimden sonra 50 yıl, veya eser tamamlanmasını izleyen 50 yılda gösterilmediyse, yaratılmasından sonra 50 yıldır. Anlaşmanın eski sürümlerine taraf olan ülkeler daha kısa koruma süreleri uygulayabilirler. Her ne kadar Bern Konvansiyonu korumanın talep edildiği ülkedeki telif kanunun geçerli olduğunu belirtse de, Madde 7.8 "ülkenin yasaları farklı bir uygulama sağlamıyorsa, koruma süresi eserin kaynaklandığı ülkede belirlenmiş süreden daha fazla olamaz" der. Yani bir eser sahibi yabancı bir ülkede kendi ülkesindekinden daha uzun süreli bir koruma elde edemez, o yabancı ülkenin kanunları bu korumayı sağlasa dahi. Oprah Winfrey Oprah Gail Winfrey (d. 29 Ocak 1954), ABD televizyon tarihinin en çok izlenen talk show programlarından birisi olan ve kendi adıyla anılan "The Oprah Winfrey Show'"un sunucusu olan sanatçıdır. 29 Ocak 1954 günü ABD'nin Mississippi eyaletindeki Kosciusko kasabasında doğdu. Çok sayıda Emmy ödülü kazanmış olan sanatçı sunuculuğunun yanı sıra kitap eleştirmenliği, Oscar ödülüne aday gösterilmiş olması ve tirajı yüksek bir derginin yayımcılığıyla da tanınmıştır. Forbes dergisine göre 20. yüzyılın en zengin siyahi Amerikalısı ve 2004 yılı itibarıyla dolar bazında Michael Jackson'ın ölümü üzerine dünyadaki tek siyahi milyarderdir. Winfrey Protestan bir mezhep olan Baptist mezhebinden bir çiftin kızı olarak doğdu. Anne ve babası evlenmemiş gençlerdi. Aslında doğduğunda İncil'de adı geçen Orpah ismiyle isimlendirilmişti. İsminin nasıl Oprah'a dönüştüğüne ilişkin çelişen raporlar vardır. Academy of Achievement’le 1991’de yaptığı bir söyleşide doğduğu günlerde hiç kimsenin Orpah’ın nasıl doğru telaffuz edileceğini bilmediğinden doğum sertifikası dışında her yerde p harfinin yanlışlıkla r harfinden önce yazıldığını ifade etti. Oysa doğumu yaptıran ebenin nüfus bildirimini harfleri yanlış sırada yazarak doldurduğu da öne sürülmüştür. Annesi, Vernita Lee bir hizmetçi, babası Vernon Winfrey ise bir madenciydi ve daha sonra belediye konseyi üyesi olmadan önce berberdi. Winfrey’nin babası Oprah doğduğunda silahlı kuvvetlerin bir üyesiydi. Doğumundan sonra, Oprah’ın annesi eyaletin kuzeyine taşındı ve Oprah yaşamının ilk altı yılını kırsal kesimde büyükannesi Anita Mae’nin yanında yoksulluk içinde geçirdi. Winfrey’nin büyükannesi Oprah'a üç yaşındayken okumayı öğretti ve onu semtin kilisesine beraberinde götürmeye başladı. Ezberden İncil’deki ayetleri okuyabildiğinden daha küçük yaşta ‘vaiz’ lakabı ile tanınırdı. Oprah küçükken ev işlerini yapmadığı ya da bir şekilde yaramazlık yaptığında büyükannesi onu ince bir ağaç dalıyla döverdi. Altı yaşındayken büyükannesinden daha az destekleyici ve teşvik edici olan annesi Oprah'ı yanına alıp Milwaukee kentinin yoksul bir mahallesine taşındı. Evdeki sağlıksız koşullara rağmen Oprah iki sınıfı (2. ve 8.) okumadan atladı ve on üç yaşına geldiğinde kentin banliyölerinde beyaz öğrencilerin gittiği prestijli bir lisesinin bursunu almaya hak kazandı. Okulda başarılı olmasına karşılık isyancı bir tutum gösterdi. Defalarca evden kaçtı. Sonunda on dört yaşındayken annesi onu babasının yanına Nashville, Tennessee’ye gönderdi. Vernon sert fakat teşvik edici bir insandı ve eğitimini bir öncelik haline getirdi. Winfrey iftiharlı bir öğrenci oldu. Winfrey lisesinin konuşma takımına katıldı ve ülke çapında dramatik yorumda 2.lik aldı. Bir konuşma yarışmasını kazanarak, tarihsel olarak bir siyahi okul olan Tennessee Eyalet Üniversitesi’ne tam burs aldı ve orada iletişim konusunda öğrenim yaptı. Winfrey on sekiz yaşındayken ‘Miss Black Tennessee Beauty Pageant’(Bayan Siyahi Tennessee güzellik gösterisi)ı kazandı. Winfrey’in büyükannesi Oprah'ın konuşmayı öğrendiğinden beri sahneden inmediğini ifade etmiştir. Gençliğinde mısır koçanlarından yaptığı bebekler ve ailesinin arazisini çevreleyen çitin üzerine konan kargalarla söyleşi yapardı. Ama Oprah'ın gerçek medya kariyeri on yedi yaşında Tennessee Eyalet Üniversitesi’nde öğrenciyken yerel bir radyoda çalışmasıyla başladı. Yerel medyada çalışırken hem en genç haber sunucusu hem de Nashville’deki WTVD-TV’nin ilk siyahi kadın haber sunucusuydu. 1976’da altı haberlerini sunmak üzere Baltimore kentinin WJZ-TV’sine co-anchor olarak yerleşti. Richard Sher’in WJZ-TV’deki 14 Ağustos 1978’de yayına başlayan "People Are Talking" şovuna co-host olarak işe alındı. Ayrıca "Dialing for Dollars"’a sunuculuk etti. 1983’te Winfrey Illinois eyaletindeki Chicago kentinde çok izlenmeyen yarım saatlik bir sabah talk show olan AM Chicago’yu sunmak için yerleşti. İlk kısımı 2 Ocak’ta yayınlandı. Winfrey iş başına geçtikten sonra birkaç ay içinde şov en alt sıradayken birden Chicago’nun en yüksek izlenirlik oranını elde ederek, Donahue’yı geride bıraktı ve şovun ismi değiştirilerek "The Oprah Winfrey Show" adı altında 8 Eylül 1986 tarihinden başlayarak ülke çapında tam saat yayını başladı. Donahue’ı zaten yerel markette geçmiş olan Winfrey ulusal izleyici sayısını kısa zamanda ikiye katladı; şovu gündüz yayınlanan şovlar arasında Amerika’da bir numaralı şov haline geldi. Bu iki ünlü şov arasında süregelen yarış büyük bir merak konusu haline geldi. TIME dergisi, çok az kişinin bu kadar kısa zaman Oprah Winfrey’in zirveye tırmanarak en popüler talk show sunucusu haline geleceğini tahmin edebildiğini yazdı. Beyaz erkeklerin egemen olduğu bir alanda, o cüsseli bir siyahi kadındı. Aslında bir ropörtajcı olarak Phil Donahue’yi yerinden zorlaması mümkün bile değildi. Gazetecilik kabiliyetindeki eksikliğini açıksözlü yaklaşımı, şaka kabiliyeti ve samimi empatisiyle dolduruyordu. Acıklı hikâyelerini anlatmaya gelen konukları sık sık Oprah'ın gözlerini yaşartabiliyorlardı. Buna karşılık da konuklar hiç kimseye anlatmayı akıllarından bile geçirmeyecekleri bazı sırlarını çekinmeden ifşa edebiliyorlardı. Bir bakıma Oprah'ın şovu Grup Terapi Seansı gibi bir talk show haline geldi.” diye yazmıştı. Televizyon köşeyazarı Howard Rosenberg “O bir lokomotiflere mahsus yuvarlak bir bina, tam öğün yemek, büyük, pirinç kaplama, yüksek sesli, agresif, hiper, gülünür, cana yakın, duygulu, yumuşak, incelikten yoksun, karnı acıkmış. Phil Donahue’nin boynuna ait yolu bilebilir.” diye yazmıştı. Newsday’in Les Payne’si “Oprah Winfrey Donahue’den daha keskin, daha akıllı, daha samimi, ve izleyicisine ve belki de bütün dünyaya çok daha uyum sağlamış bir insan.” diye ileri sürmüştü. ABD'de yaklaşık 20 yıldır yayın hayatında olan, Oprah Winfrey'i dünyanın en güçlü ve zengin kadınlarından biri haline getiren ünlü televizyon programı "Oprah Winfrey Show", 25 Mayıs 2011 tarihinde sona erdi. Harpo Productions tarafından yapılan açıklamada, 20 sezondur yayında olan programın bitişiyle ilgili resmi açıklamayı Winfrey'in bugünkü canlı yayın sırasında yapacağı belirtildi. Yalnızca ABD'de her hafta 42 milyon kişinin izlediği tahmin edilen ünlü "talk-show" programı, 145 ülkede de gösterilmiş ve yaklaşık 20 yıldır en çok izlenen sohbet programı olmuştu. ABD Başkanı Barack Obama'nın başkanlık seçimi kampanyasında büyük desteğiyle dikkatleri çeken 55 yaşındaki Winfrey, Forbes dergisine göre 2,7 milyar dolarlık bir servetin sahibi. Condoleezza Rice Condoleezza Rice, (14 Kasım 1954, Birmingham, Alabama, ABD), 2005-2009 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nin eski Dışişleri bakanı. Joseph Korbel, Bakanı Condoleezza Rice'ın da hocası idi. 15 yaşında Denver Üniversitesi'nde kararsız kalan Rice, Korbel'in telkiniyle, piyanist olmaktan vazgeçip, uluslararası ilişkiler okumaya başlamıştı. Görev süresi dolan Condoleezza Rice 20 Ocak 2009'da yerini yeni bakan Hillary Clinton'a bıraktı. Enter Sandman "Enter Sandman", Metallica'nın konserlerinde en fazla yer verdiği, Siyah Albüm'de yer alan şarkısıdır. Kirk Hammett'ın "For Whom the Bell Tolls ile birlikte en iyi Metallica şarkısı" dediği parçadır. Ayrıca bu parça MTV Video Müzik Ödüllerinde "1992 - En İyi Metal Müzik Videosu" ödülünü kazanmıştır.Bununla birlikte altın sertifika alarak Amerika'da 500,000 kopya satmış, diğer ülkeler ile birlikte 1 milyonu geçmiştir.Şarkılarını 1991 yılında katıldıkları tüm törenlerde çaldılar.Grup 1991'den bu yana tüm konserlerinde bu şarkıyı çalmaktadır. "Arkadaşımın bir gitar dükkânı var, duvarında 'Enter Sandman çalmak yasaktır' yazılı bir tabela var(gülüyor).Soundgarden,Louder Than Love albümünü yeni yayınlamıştı.Büyük ağır rifflere oynamışlardı.,bundan etkilenmiştim.Saat sabahın ikisinde kasete kaydettiğim bir şeydi "Sandman", üzerinde düşünmemiştim.Lars duyar duymaz 'Bu gerçekten güzel ama ilk kısmı dört kere tekrarla.' dedi.Riff'i daha kalıcı hale getiren bir tavsiyeydi. Rusya'nın cumhuriyetleri "Rusya Federasyonu", 88 federe yapıya (Rusça: "субъе́кт(ы)", subyekt), birliğe dahil birime, bölünmüştür. Bu yapılanmanın 21 tanesi Cumhuriyetlerden oluşur. Cumhuriyetlerde, toplumun çoğunluğunu etnik kökeni Rus olmayan halk oluşturur, fiziki sınırlar bu şekilde belirlenmiştir. Bir cumhuriyette yerel halkın etnik kökeni cumhuriyete isim veren milliyet (Rusça: "титульная нация, титульная национальность, титульная народность", ingilizce: "titular nationality") olarak bilinir. Onyıllarca (bazen yüzyıllarca) süren Rusya içi göçler nedeniyle artık bu milliyet o cumhuriyetin nüfusunda çoğunluğu temsil etmeyebilir ama yine de o belirli etnik milliyetin cumhuriyeti olarak kabul görür. Cumhuriyetler, Rusyanın federe yapılanmasındaki diğer birimlerinden farklılık gösterir: kendi resmî dil
leri vardır (Rusya Anayasası Madde 68) ve kendi anayasaları vardır. Diğer federal birimlerin, örneğin kray, (yöre)lerin ve oblast (bölge)lerin bu hakkı yoktur. Yine de, diğer federal birimlerde olduğu gibi, Özerk Cumhuriyetlere de tam bağımsızlık tanınmamıştır (Madde 3). Cumhuriyetlerin idari yöneticileri başkandır. Uygulanmakta olan bağımlılık politik birimlere göre farklıdır. Ama genel olarak içişlerinde idareye geniş bir yetki alanı sağlar. Bu cumhuriyetlerin meclisleri federal anayasayla çakışan, cumhuriyet yöneticilerinin yetkilerini ve güçlerini arttırıcı, kanunlar koydular. Lakin federal anayasanın üstünlüğünün kabulüne çalışan Putin yönetimi altında bağımsızlıkları azalmıştır. İdari yapılanmada cumhuriyetlerin üzerine yedi büyük federal bölge kurulması ve başkanca atanmış valilerin cumhuriyetlerin faaliyetlerine nezaret etmesi hukukun egemenliğini güçlendirmiş, federal anayasaya saygıyı arttırmıştır. Ayrıca Putin idarecilerin gücünü azaltıp cumhuriyetlerin yürütme organlarının pozisyonlarını güçlendirmiştir. Cumhuriyetlerin başkanlarını, adayı cumhuriyet meclisinin de kabulü şartı ile, Rusya başkanı tayin etmektedir. Çoğu cumhuriyette genel olarak çok güçü olmayan ayrılıkçık akımlar bulunmaktadır. Özellikle Tatarlar, Başkirler, Yakutlar ve tabii ki Çeçenler arasında bu ayrılıkçı hareketlere güçlü destek bulunmaktadır. Cumhuriyete isim veren milliyetlerin (Tataristan, Başkortostan, Saha) toplum yapısında yer alan diğer etnik gruplar ayrılma hareketlerine sekte vurmaktadır. (Çeçen savaşının bir sonucu olarak Çeçenistan'da çok az çeçen olmayan etnik grup barınmaktadır. Özerk cumhuriyetler Sovyet Birliğinin kuruluşunda SSCB'nde anayasal birimdi. Günümüzde bu başlığın, Rusya'nın Cumhuriyetleri için aynı şekilde kullanılması yanlıştır. 1993'te Rusya Federasyonu'nun kabul ettiği Rusya Anayasası ile "cumhuriyet" ilan edilmişlerdir. "Özerk Cumhuriyet" olarak değil , cumhuriyet ilan edilmişlerdir. Rusya'nın federal şehirleri Rusya, 88 federe yapıya (Rusça: "субъе́кт(ы)", subyekt), birliğe dahil birime bölünmüştür. Bunlardan ikisi federal şehirdir: Ön Türkler Ön Türkler, Göktürkler'den önceki tarih devirlerinde (6. yüzyıldan önce) var olmuş ve sonradan Türkler tarafından benimsenen bazı sosyal özelliklere sahip olan, Türk Dil Ailesine mensup diller konuştukları ve anaerkil oldukları; ancak daha sonra çevre toplumların etkisiyle ataerkil oldukları tahmin edilen topluluklardır . Fransız Türkolog Jean Paul Roux'a göre, antik Çin yazılarında sözü edilen ""Tue'kue"" sözcüğünün "Türk" anlamına geldiğini kabul eder ve "Türk" olgusunu milattan önceki yüzyıllara kadar geri götürmenin mümkün olduğu görüşünü savunur. Ancak çoğu batılı bilim adamı, M.S 6. yüzyıl ortalarında Göktürk Kağanlığı'nın ortaya çıkışından önceki dönem için "Türk" sözcüğünü kullanmaz ve bundan daha eski olan ve Türklerle akraba olan halklara Proto Türk veya Ön Türk adını verir. Yaklaşık 10.000 yıl önce son buzul çağı sona ermeye, eriyen buzulların suları alçalmış olan denizleri tekrar doldurmaya başlamıştır. Bu zamana kadar var olmuş olan Asya - Amerika bağlantısı Beringiya da tekrar sular altında kalmış ve o zamana kadar iki kıta arasında gerçekleşen göçebe trafiğine son vermiştir. Türklerin ataları, Batılı tarihçiӀere göre M.Ö. 2500 ile M.Ö. 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlar ve M.Ö. 1700 ile M.Ö. 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eder. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, M.Ö. 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir. Türklerin de en eski ataları aralarında bulunmuş olması gereken bu çekik gözlü ve brakisefal tipi insanlardan oluşan göçebe toplulukların o dönemdeki yaşam şekillerini, Sibirya ile Alaska yerlilerinin ortak noktalarını bularak, net bir şekilde ortaya koyabilmek mümkündür. Elde edilen manzara, iyi gelişmiş bir göçebe kültürünü göstermektedir. Türklerin en eski ataları uzun süre böyle yaşamış ve bu kültürü hayvan yetiştiriciliği ile geliştirmiştir. M.Ö.450 yıllarına kadar Sibiryanın Tayga ikliminde ren geyiği yetiştiricileri olarak yaşadıkları kabul edilir. M.Ö. 450'den itibaren Moğolistan'a doğru hareket ettikleri ve orada bulunan Hint-Avrupa halklarını oradan kaçırdıkları, bölgede bulunan kafataslarının incelenmesi ile kanıtlanmıştır. Jean-Paul Roux "Türklerin Tarihi" adlı kitabında Altay halklarının bu dönemdeki coğrafi dağılımlarını şöyle tarif etmektedir: Ön-Türkler'in, kültürel açıdan M.Ö'ki karanlık dönemleri açısından Afanasyevo kültürü, Anav Kültürü, Andronovo Kültürü, Karasuk kültürü, Tagar Kültürü, Kelteminar Kültürü gibi alanlardan etkilendikleri ve Türk kültürünün bu tarihi çevrelerden beslendiği ileri sürülmektedir. En meşhur Ön Türkler olan İskitlerın yanında tarihi Çin yıllıklarında tarif edilen ve günümüze kadar hala sadece Çince adları ile tanılan bazı tarihi toplulukların da Ön Türk olduğu düşünülür. Bunlardan en tanılmışları şunlardır: Hiung-nu, Usun, Tukyu (Tue'kue, Tuyku ya da Tu'kut), Beiti, Cücenler, Ti, Tili, Tiele (Dingling). Türkiye menşeili tarih kitaplarında "Tölesler") ve I li. "Ana madde: Bozkır imparatorluğu" Coğrafi zorunluluklar ve iklim değişikliklerin gibi sebeplerle Sibirya ve bugünkü Rus düzlüklerinden Orta Asya bozkırlarına indiği düşünülen Türkler, orman avcılığından göçebe çobancılığa geçiş süreci yaşamıştır. Türk dilinde ormancılık ve orman yaşamıyla ilgili sözcüklerin, bozkır yaşantısındaki sözcüklerden daha eski olması ve Pazırık Kurganında ren geyiği görünümü verilmiş atlar çıkartılmış olması bu süreci doğrulamaktadır. Coğrafi şartlar ve iklim değişiklikleri veya bilinemeyen nedenlerden ötürü Türk kabilelerinin büyük bir kısmı yerleşik ve ormancılık hayatından bozkır hayatına geçmişlerdir ve bir şekilde bozkır hayatına adapte olmuşlardır. Bugünkü Doğu Türkistan, Moğolistan ve Altay bölgelerinin İlkçağ'da ve Orta Çağ'ın başlarında Türkler'in anayurdu olduğu düşünülmektedir. Bu alan; 1200 ila 1400 metre arasında değişen bir yayladır. Büyük çöküntüler ve yüksekliklerden oluşan bu arazide Altay Dağları'nın yüksekliği 4600 metreden fazladır. Ötüken'in bulunduğu bölge 4000 metre civarındadır. Cungarya ve Gobi Çölü'nün bulunduğu alan yılda 100 milimetreden az yağış alır. Bugünkü Doğu Türkistan, Moğolistan ve Altay bölgelerin de yıllık yağış 200 milimetreyi geçmez. Kışın soğuk şiddetlidir: -50 dereceye kadar düşer. Kışın büyük bölümü toprak karlar altındadır. Yazın hava çok sıcak olabilir ya da kötü geçen yıllarda fırtına da görülebilir. Sık ladin, çam, köknar ormanlarıyla kaplı yüksekliklerin eteklerinde çayırlar vardır. Çukur yerlerde ise ağaçlıklı otlaklar ve çalılıklar vardır. Bu bölgelerden Çin'e doğru giden topraklar ve İran'a doğru giden topraklar uçsuz bozkırlarla ve çöllerle kaplıdır. Altay'a yakın Sibirya bölgelerinde ise tayga iklimi vardır. Böyle bir alanda İlkçağ ve Orta Çağ'da yaşayan topluluklarda ekonominin temeli hayvancılığa dayanmaktadır. Geniş steplerde en çok at ve koyun yetiştiriciliği yapılmaktadır. Bunlardan başka deve ve sığır da beslenmektedir. Koyunun yünü eğilerek ip yapılır ve bundan halı, kilim üretilmektedir. Andronova ve Afanasyevo Kültür kalıntıları sebebiyle, bilim adamları halının ana yurdu olarak Orta Asya'yı göstermektedir. Özellikle Orta Asya nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden göçebe toplumlarda hayvancılık ön plandaydı. Bu yüzden Orta Asya bozkırlarında göçebe hayatı yaşayan insan toplulukları yazlık alanlar ve kışlık alanlar belirleyerek belirli bir yol üzerinde göç ederlerdi. Göçler rastgele değildi. Göç edilecek yerler ve takip edilen yollar önceden belirliydi. Böyle bir Bozkır hayatına bağlı olarak On iki Hayvanlı Takvimi gelişmiştir. Bu takvim; güneş ile ay arasındaki döngüye ve "geyik böğürtüsü", "bir hayvanın doğması","bir göçmen kuşun geri dönmesi" gibi doğa olaylarına bağlıdır. Bozkır hayatında, sebzeye karşı fazla istek duyulmazdı. Sütlü darı, peynir, yoğurt ve kısrak sütünden yapılan kımız, Orta asya topluluklarının başlıca besin maddeleriydi. At ve koyun etinin saklama ihtiyacı "ilkel konserveciliğin" gelişmesine yol açmıştır. Göçebe topluluklarda "yonca"nın ve "darı"nın oldukça önemi vardı. Herhangi bir vesileyle ya da mevsimsel olarak yapılan yolculuklar,"iki hörgüçlü deve" olarak adlandırılan soğuğa dayalı develer, arabalar ya da "kızaklar"la yapılırdı. "Kızaklar"dan yazıtlarda söz edilmiş olup, oyma resimlerle de tasvir edilmiştir. Develer daha çok ticarette kullanılıyordu. Yaylak ve kışlak arasında göçlerde, hayvan koşulan arabalar yeğleniyordu. Bu taşıt araçları, bozkır hayatında rakipsiz hüküm sürüyordu. Bu arabalar öküzler ve daha da seyrek olarak develerle çekiliyordu. Pazırık Kurganında bir mezarda bulunduğu gibi bu arabaların boyutları oldukça büyük idi. Eldeki bir örnekten anlaşıldığına göre, yüksekliği 3 metre, genişliği 3,35 metre, tekerleklerin çapıysa 2,15 metreydi. Çin kayıtlarında olduğu gibi, "yüzlercesi aynı zamanda düz bir çizgi halinde ağır ağır ilerler" durumundaydı. Hun döneminde ailelerin taşınması için iki tekerlekli Çinliler'in "tie-lo" ya da "ting-ling" dediği arabalar da kullanılmaktaydı. Tam anlamıyla birer göçebe arabası olan bu arabalar, içinde ev tanrılarının taht kurduğu, kadınların yün eğirdikleri, dikiş diktikleri, gerçek birer konuttu. Bu arabaların kullanılması "keçe çadır"dan yararlanılmasını ortadan kaldırmamıştır ya da ikame edilen bir gereç değildi. Göçün sonunda toprağa "keçe çadırları" kurulurdu. Devlet erkanı için dikdörtgen ya da kare tabanlı çadırlar ve halk arasında yuvarlak çadırlar kullanılıyordu. Bu çadırlara "yurt" denilirdi. Yurt bugün Türkçede, "ülke, konaklama yeri, kişinin üzerine evini inşa ettiği toprak parçası"anlamına gelmektedir. Birbirine yan yana bağlanmış keçe kaplı, esnek odunlardan yapılan yurtlar, yuvarlak tabanlı ve büyük bir çan şeklindeydi. Üst ucunda bir duman deliği vardı. Çadırın ortasındaki ocağın üstüne açılan ve aşağıdan kapatılabilen bu delik, çadırın ana eksenini oluşturmaktaydı. Çadırlarda kapı "güneşin doğduğu yöne
saygı" nedeniyle doğuya açılırdı. Eski Türkler tarafından kesin şekilde uygulanan bu kural, 10.yüzyıla doğru güneşin geçtiği en yüksekteki nokta göz önüne alınarak güneye açılacak şekilde yapılmaya başlanmıştır. Evin yönleri, dört ana renkle adlandırılırdı: Ak, Kara, Sarı, Kızıl. Çadıra girişte "kapı girişine basmak ve oturmak" ata ruhlarının giremeyeceği inancıyla yasaktı. Yerleşik olmayan halk "yurt" ya da "otağ" adı verilen çadırlarda kalırdı. Yerleşik halk ise kerpiç ve ahşap malzemeden yapılan evlerde kalıyordu. Bozkır hayatında hayvan yetiştiriciliği temel uğraştı. Orta Asya düzlükleri ve çayırları hayvan yetiştirmek için uygun şartları sunmuştu. Devletlerin başkentleri için at ve deve yetiştiriciliğinin en uygun yapıldığı yer olan Orhun vadisi tercih edilirdi. Orta Asya bozkırlarında at yetiştiriciliği yaygın bir faaliyet haline gelmiştir. Ama çöllerde, ormanlık bölgelerde, tarım bölgelerinde, Sibirya'da, Çin'de, Avrupa'da, ırmak vadilerinde, Mısır'da at yetiştiriciliği imkânsızdı. Çünkü yerleşik ülkelerin hiçbirinin büyük sürüleri beslemeye yetecek kadar otlağı yoktu. Bu nedenle Türkler, yerleşmektense buralara konaklamayı tercih edeceklerdir. Atlı gücün varlığı ve bekası bozkırlardı. Çin kayıtlarına göre, Asya Hunlarının sürülerindeki hayvan sayısı normal zamanda kişi başına on beş ila yirmibeş büyükbaş hayvan arasında değişiyordu. Bu sayı yokluk yıllarında en yoksul boylarda kişi başına ikiden aza düşer. Refah döneminde en zengin boylarda kişi başına yaklaşık üç yüze çıkardı (M.Ö.127 Çin kayıtları). Asya Hunlarının sayısı 1.5 milyon olduğu tahmin edildiğine göre, 30 milyon hayvan bulunuyordu. Ve bunların 4 milyon kadarı attı. Bu sayı bolluk dönemlerinde 12 milyon ata çıkmaktaydı (MS. 46 Tarihi kayıtları). Bu rakamlar, göçebelerin savaşa en az kişi başına üç at götürdükleri ve bunun oranla her zaman yorgun olmayan bineklere sahip olmak olanağı sağladığı yolundaki görüşleri doğrular niteliktedir. Bir milyon at, 300.000 kişilik ordu için yeterli olmanın yanında aşırı bir sayıdır. Bir milyon atı beslemek Çin ve Hindistan'da imkânsızdır. Macaristan ve tüm Avrupa otlakları bir milyon at için yetersizdir. Bu nedenle Türkler gittiği her ülkedeki araziyi otlağa çevirmeye çalışmış ve tarımı ikinci plana atmıştır. Çinliler, bu kadar atlı güçten korunmak amacıyla akıldışı fiyatlarla çok sayıda at satın alınarak Orta Asya gücünü kırmaya çalışmıştır (MS. Çin kayıtları). İleri dönemlerde at yetiştiriciliği sebebiyle Türkler'in uygarlık topraklarında (Avrupa-Mısır-Irak-İran-Anadolu-Karadeniz'in kuzeyi) tutunmaları iki yüz yılı almıştır. Hayvancılık, avcılık, savaş ve istilalar gibi insanlığın temel gereksinimleri Orta Asya'daki Türklerin ekonomik faaliyetlerini fazlasıyla karşılamaktaydı. Ticaret genel olarak Türkler'in yapısıyla uymuyordu. Ancak İpek Yolu ve Kürk Yolunun varlığı, Türkler için vazgeçilmezdi. Bu yolları tam denetim altına alınması, ülkenin refaha kavuşması anlamına gelmekteydi. İpek yolu'ndan geçen maddeler: Baharat, misk, kürk, madenler, deri, tekstil ürünü, değerli taşlar, porselenler ticari açıdan ipekten değerliydi. Kervanlar Türk kabileleri için büyük gelir kaynağıydı. Pek çok kabile bu ürünlerin taşımacılığını yapıyordu. Devasa kervanlar ve kervan ticareti ekonomik hayatın büyük kısmını oluşturuyordu. Çin kayıtlarına göre, Çinliler Orta Asya topluluklarından canlı hayvan, deri, kürk ve hayvani gıdalar alırlar onlara giyim eşyası ve tahıl satarlardı. Şehirlerde yaşayan halk, ticaretle uğraşmaktaydı. Kürk Yolu ve İpek Yolu üzerinde pek çok şehir ve kasaba kurulmuştur. Çin yıllıklarına göre kürk yolundan "sincap, sansar, samur, kunduz ve vaşak" kürkleri ticareti yapılıyordu. Uygur döneminin önemli şehirleri; Karabalgasun, Beşbalık, Turfan, Hoça, Karaçar'dı. Türk topluluklarının bir kısmı da köylerde ve şehirlerde yaşamaktaydı. İklim ve toprağı elverişli bölgelerde tarımla uğraşılmaktaydı. Yerleşik topluluklarda ipek böcekçiliği oldukça yaygındır. Çin kaynaklarında, Hunlar'ın buğday ve darı yetiştirdiklerinden bahsedilir. Altay ve Sayan Dağları'nda, buğday üretiminin enaz üç bin yıldır yapıldığı arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Göktürk Kağanı Kapgan Kağan'ın Çinle yaptığı anlaşmanın bir maddesi "Göktürklere tarım aletleri ve tohumluk verilmesiyle" ilgiliydi. Hunlar ve Göktürkler zamanında tarımın geliştiğini gösteren kanıtlardan birisi de "Tötö kanalları"dır. Kanalın uzunluğu 10 km kadardır ve Altay bölgesindedir. Uygurlar döneminde tarımla uğraşan halk Çin kayıtlarına göre "bakla, bezelye, karpuz, kavun ve üzüm" üretmekteydi. Üzümden "şarap ve pekmez" yapılmaktaydı. Bu dönemde tarlaya "tarıglag", çiftçiye "tarıgçı" denmekteydi. Sakalar'ında kullandığı "Saban" kelimesi Türkçenin en eski sözcüklerinden birisidir. Bilge Kağan'ın Çin'deki örneklerine bakarak bir kent kurmayı düşlediği günler, Uygurlar'la birlikte bir Türk realitesi haline gelmiştir. Orta Asya halklarının bir sanayisi olduğundan söz etmek elbette mümkündür. Bunlar: Keçe ve halı maden sanayi (demir-tunç-altın vb.) alanındaki üstünlüğü çevre ülkelerle kıyaslandığında yadsınamaz. Göktürkler zamanında Bizanslılara bile demir satmışlardır. Çoğu göçebe olan Orta Asya topluluklarında demircilik ve maden işçiliği gelişmiştir. "Eyer" ve "koşum takımları" yapımı çevre kültürlere göre oldukça gelişmişti. Yapılan eşyaların çoğu pars, kaplan, geyik, kurt, koyun, keçi ve at figürleriyle süslenmekteydi. Realistik sanat anlayışı egemendi. Tekstil ürünlerinde geometrik şekiller ve damgalarda bulunmaktaydı. Çin kayıtlarına göre Hun başkentinde usta marangozlar ve tahta oymacılar vardı. Masa, sandalye, koltuk, dolap, yatak gibi eşyalar Hun saraylarında ve aristokrat kesimde kullanılıyordu. En eskisine Pazırık kurganında rastlanan halılar, göçebe ve yerleşik hayatın bir parçasıydı. Karşı tarafca "Yenilmez" olarak kodlanan Orta Asya halkları, bu duygunun güvencesi altında başarılar elde etmiştir. Üzerine yüklenen "Yenilmezlik" vasfını çok iyi kullanmışlardır. Bu sıfat, sürdürdükleri savaşın korkutucu görünmesi gerçekliğe ve düşmanları üzerinde yarattıkları kaygıya uygundu. İlk Türk toplulukları, başıbozuk ve öfkeli vahşi bir grup değil, düzenli ve iyi yönetilen ordulara sahiptiler. Herkes askerdi. M.Ö. tarihlerden beri ordular tümen sistemiyle kurulurdu. Dönemlerindeki tüm gözlemciler, bu orduların azla yetinme özelliklerine hayran kalmışlardır. Atlı süvariler yanında piyade askerler de vardır. Çin kayıtlarına göre, sefere çıkan Tonyukuk'un askerlerinin 1/3'ü piyadeydi. Ordular aynı zamanda arkasından sürüklediği ekonomi demekti. Ordu sürekli yenilenen ve dinamik bir güçtü. Hareket kabiliyeti genişti. Savaş aletleri, kalkan, kargı, kılıç, temrendi. Kılıç kabzaları çoğunlukla hayvan figürleriyle süslenmiştir. Kurganlarda çıkan kalıntılarda, eyerler, at zırhları, koşum takımları, zırh, kılıç, kalkan, oklar vardı. Türk sanatıyla işlenmiştir. Gözetleme kulesi kalıntıları bulunmuştur. Çin kayıtlarına göre Hunların ve Göktürklerin bir milyon civarında askeri vardı. Çin kayıtlarına göre, en iyi süvariler ve en iyi okçular Orta Asya halklarınınkiydi. Türklerin kullandıkları savaş taktikleri arasında Geri çekilme taktiği, Hilal taktiği, Kurt kapanı taktiği, Çöle sürme taktiği gibi taktikler sayılmaktadır. Genel olarak her halkın kendine özgü bir kültür yapısı vardır. Bu kültür yapısı genellikle halkın yaşadığı bölgenin yapısına göre şekillenir. Türk kültürüde buna uygun olarak Asya'nın bozkır yapısı üzerine oluşmuştur. Bozkurtlarda bu oluşumun getirilerinden biridir. Bozkurtlarda düzenli bir grup, aile şekliyle hareket etmeleri, avlanmaları sebebiyle Türklerin dikkatini çekmişlerdir. Bozkurtların dini olarak gökyüzüne bakarak ulumaları(Türkler dua ettiklerini sanırdı) , askeri olarak avlanırken kullandıkları taktikler başta olmak üzere; yaşam şekilleri Türkleri etkilemiş ve onları örnek almalarını sağlayarak başlıca bir kültür öğesi haline getirmiştir. Örneğin Türklerin savaşlarında sıkça kullandığı Hilal taktiği(Turan taktiği), bozkurtların avlanırken kullandığı bir hareket şeklinden türediği öne sürülmektedir. Gerek Ön-Türk kültürlerinde gerekse Hun ve Göktürk kurganlarında günlük hayatta kullanıldığı anlaşılan, düğme, kemer, kemer tokası, ilkel pantolon, ilkel ceket, çizme, şemsiye bulunmuştur. Çevre medeniyetlerle karşılaştırıldığında (Çin-Hindistan) ketenin ilk Orta Asya bozkırlarında kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanında pamuk, kenevir, yün ve ipek kullanımı da mevcuttur. "Ana maddeler: Tengricilik, Tengri" İlk Türk topluluklarında dini açıdan ise Tengricilik "(Göktanrı dini)" ve Yer Tanrı Dini olduğu söylenegelmiştir, bu yanlış bir tercümeden ibaretttir aslı Yerin ve göğün tanrısıdır. Göktürkçede cennet, "uçmak"; cehennem "tamu" olarak tanımlanıyordu. Din adamlarına "kam" deniyordu. Bunun yanında "Atalar kültü" adı verilen ritüeller de toplum yaşantısında öne çıkyordu. Orta Çağ'ın sonlarıyla farklı dinlerle de tanışmışlardır. Ölen kişi adına "yuğ" adı verilen cenaze töreni yapılırdı.Fakat bazı kaynaklarda da Şamanizm ya da Kamcılık (şamanlar tarafından "deneyim" olarak ifade edilir), varlığı tüm insanların tarihinde erken taş devrine ve daha da geriye kadar kanıtlanabilen, inisiyasyon içeren bir vecd ve trans tekniği olan bu din inancı belirtilir. Şamanizmi uzun süre ayakta tutmuş olan toplulukların arasında Türkler de vardır. Eski Türk şamanizm geleneği, Kuzey ve Orta Asya'nın bazı Türk topluluklarında günümüze kadar hâlâ sürdürülmektedir. Yüzyıllık Yalnızlık 1982 Nobel Edebiyat Ödüllü, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in 1967 yılında Meksika'ya ilk gidişinde yazdığı başyapıtı; ("İspanyolca" Cien años de soledad). Yazar çocukluğunun geçtiği Aracataca'yı Macondo adıyla fantastik bir kurguyla sunmuştur ve amacını "çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak" olarak açıklamıştır. Kitap büyülü gerçekliğin en önemli eserlerindendir. İlk baskısı Sander tarafından 1974 yılında yayınlanmıştır. Çevirisini Seçkin Selvi'nin yaptığı Can Yayınları 2005 tarihli 27. baskısının arka kapağında García
Márquez'in ağzından şu sözler yer almaktadır: ""Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."" Vietnam Vietnam (Vietnamca: "Việt Nam" ()), resmi adı ile Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, Güneydoğu Asya'da, Çinhindi Yarımadası'nın doğusunu kaplayan bir ülkedir. Uzun, dar bir kara parçası üzerinde yer alan Vietnam'ın kuzeyinde Çin, batısında Kamboçya ile Laos, güneyinde ve doğusunda Güney Çin Denizi yer alır. 1955'te Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak iki ayrı cumhuriyete bölünmüş olan ülke, 1976'da Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti olarak tekrar birleşmiştir. Vietnam dağlık bir ülkedir. Song-Koi ve Mekong deltaları önemli alçak düzlükleridir. Kıyı ovaları doğuda yer alır. Geri kalan toprakların büyük bir bölümünü ormanlık, dağlık bölge kaplar. Başlıca ürünleri; pirinç, manyok, kocadarı, mısır, kahve, çay, kauçuk, el işleridir. Önemli kentleri; Ho Chi (Şi) Minh, Hanoi ve Haifong'dur. Eğitim; 12 yaşına kadar parasız ve zorunludur. Kuzey Vietnam ile Güney Vietnam 1976'da tek ülke olarak birleşmiş, ancak yıllarca süren savaş ve bombardıman sonucu büyük bir yıkıma uğramıştır. Vietnam'ın arkeolojik tarihi, 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak tüm tarihi değerleri ve yaşamsal bulgularıyla, Vietnam tarihi 4000 yıllık büyük bir tarihtir. Vietnam, MÖ 1. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Çin Uygarlığı'nın egemenliği altında kalmıştır. 939 yılında bir grup Vietnam zümresi tarafından ülke, Çin'e karşı bağımsızlığını kazanmıştır. 968 yılında ise Vietnam, resmi olarak kendi resmi benliğini ilan etmiştir. Vietnam 19. yüzyılda Çinhindi olarak (Kamboçya-Laos-Vietnam) Fransa tarafından sömürgeleştirildi. Yoğunlukla köylü olan halk topraklarından olduğu için Fransız hükümetine karşı tepkiliydi. Arada milliyetçi ayaklanmalar olduysa da bir başarı elde edilemedi. Japonya'nın Vietnam'ı işgaliyle zayıflayan otoriteye karşı bağımsızlık hareketi ligi Vietminh 2 Eylül 1945'te cumhuriyeti ilan etti. Bu Fransa ile Vietnamlı komünist lider Ho Chi Minh'i karşı karşıya getirdi. Moskova'da bağlantıları olan, Çin'den silah desteği alan ve Mao Zedong'un Kuomintang'a karşı başarıyla yürüttüğü gerilla hareketi taktiklerini bilinen Ho Chi Minh karşısında duramayan Fransa 1954'ün Mayıs ayında teslim oldu. 1956'da seçim yapılarak tekrar birleştirilmek üzere Vietnam ikiye bölündü. Kuzeyde Ho Chi Minh'in komünist hükümeti ve güneyde Fransa'nın desteklediği Ngo Dinh Diem hükümeti kuruldu, fakat söz konusu seçim gerçekleşmedi. Saygon'daki hükümet ABD destekli otoriter bir politika izlemekteydi. Bu güneyde tepkilerin artmasına neden oldu ve kuzeyden silah desteği alan Vietkong cephesi kurularak ABD'nin de dahil olduğu iç savaş başladı. Amerikalı askerler teknik açıdan üstün olsalar da coğrafyasını bilmedikleri bir yerde, alışkın olmadıkları gerilla taktikleri karşısında çok şansları olmuyordu. 1968'de Vietkong "Tet" saldırısını başlattı, 1973'te ateşkes ilan edilse de kısa süre sonra savaş yeniden başladı. Sonunda 30 Nisan 1975'te Vietkong'un Saygon'u ele geçirmesiyle son buldu. Vietnamlılar Amerikan askerlerine ormanda bubi tuzakları kurmuşlardır ancak amaç askeri öldürmek değildir yaralamaktır. Örneğin iki ağacın arasına görünmeyecek şekilde ip çekip sivri kazıklar kazımışlardır ama bu kazıklar öldürücü değil yaralayıcıdır. Bir asker öldüğünde onun için yapılacak bir şey yoktur ama yaralandığında diğer askerlere yük olur. Sonuç olarak her bir tuzak en az iki askeri etkilemiştir. Amerikan askerlerinin Vietnam Savaşı'nda başarısız olmalarının bir diğer sebebi ise Vietnamlı askerlerin bilerek orman içlerine çekilmeleridir. Peşlerinden giden Amerikan askerleri ise oraların yapısını iyi bilmedikleri için zehirli yılan sokması gibi hadiselerin sonucunda ölmüştür. Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti'nde tek yasal parti iktidardaki Vietnam Komünist Partisidir. 1975'deki anayasanın değiştirilmesiyle 1992'nin Nisan ayında yeni anayasa kabul edildi. Komünist partinin idari anlayışı yönetimin, politikanın bütün birimlerinde tekrar uygulandı. Seçimlere muhalefet etme yetkisi sadece Komünist Parti ve onun organizasyonlarına verildi. Bunlar Vietnam Anayurt Cephesi çalışanlarını ve esnaf ticaret birliklerini kapsar. Her ne kadar eyalet kamusal yönetimi sosyalist olsa bile, onun uygulanması, 1990'lardan beri azalarak devam eden ideolojik etkisi altındadır. Vietnam Cumhurbaşkanı görünürde eyalet başkanı olsa bile normalde Vietnam ordusunun başkomutanıdır. Ayrıca Ulusal Savunma ve Güvenlik makamındadır. Vietnam Başbakanı Nguyan Tan Dung, hükümetin başıdır. Ayrıca 3 yardımcı bakandan oluşan Bakanlar Kurulu'nun ve 26 bakanın başkanıdır. Vietnam 58 ile veya şehre (Vietnamca "tỉnh" olarak bilinir ) bölünmüştür. Ayrıca yerel idare olarak illerle aynı seviyede olduğu kabul edilen (şehir statüsünde bulunan) 5 "merkezi yönetim birimi" ("thành phố trực thuộc trung ương") vardır. Bu iller; ilçe ("thành phố trực thuộc tỉnh"), kasaba ("thị xã") ve köy ("huyện") gibi alt bölümlere ayrılmıştır. Merkezi yönetim birimleri ise, sehir bölgesi ("quận") ve köy/semt alt bölümlerine ayrılıp köy/semtler de daha küçük altbirimlere ("phường") bölünür. Yakın zamana kadar sadece savaşla anılan Vietnam, son dönemlerde dünyanın ileri gelen tatil merkezleri arasında sayılmaktadır. Öte yandan, Asya'da suç oranı en az ve en güvenli yerler arasındadır. Vietnam Halk Ordusu (Vietnamca: Quân Đội Nhân Dân Việt Nam), Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti'nin silahlı kuvvetleridir. 412,000'i aktif, 5,040,000'i aktif yedek olmak üzere toplam 5,452,000 personelden oluşmaktadır. Birinci Çinhindi Savaşı, Vietnam Savaşı ve Üçüncü Çinhindi Savaşı'ndaki tecrübeler sayesinde, gerilla savaşı konusunda uzmandır. 22 Aralık 1944'de Kuzey Vietnam'da kurulmuş, 1976 yılında Güney Vietnam ile olan birleşme sonucu yeni kurulan Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti'nin silahlı kuvvetleri olmuştur. Çoğunluğu Vietnam Savaşı'ndan kalmak üzere şu ekipmanlara sahiptir: Ordu 6 ana kuvvetten oluşmaktadır: Sudak balığı Sudak balığı ya da uzun levrek ("Sander lucioperca", eski bilimsel adı "Stizostedion lucioperca"), Percidae familyasından yırtıcı bir tatlısu balığı türü. Ana vatanının Doğu Avrupa'da bulunduğu düşünülür. Sevilerek yenilen balık olduğundan dolayı insanlar tarafından Batı Avrupa'ya da yayılmıştır. Sudak balıklarının zarif bir vücutları, iki birbirinden ayrı duran sırt yüzgeçleri ve bir sürü sivri uzun dişleri vardır. Boyu 1,25 metreye, ağırlığı 12 ila 19 kiloya ve 10 ila 20 yaşına kadar varabilir. Sırtı yeşilimsi gri ve karnına doğru gümüşleşen, bir rengi vardır. Sırtında ayrıca bazen farklı şekillerde kahverengi gölgeler vardır. Sudak balığı önemli ve kıymetli yenilen bir balıktır. Az kılçıklı, sağlam yapıya sahip beyaz bir eti vardır. Irmaklarda, göllerde ve bazen ırmakların denize aktığı yerlerde bulunan az tuzlu deniz suyundada yaşıyabilirler. Derin sularda yaşamayı tercih eder, çok aç gözlüdür, çok çabuk büyür ama tutsak tutulunca çabuk öldüğünden dolayı havuzda ya da akvaryumda yetiştirilemez. Sudak balıkları ilkbaharda Nisan ile Haziran arası çiftleşirler ve yumurtalarını alçak suda su bitkilerinin üzerine ve çakılların arasına bırakırlar. Ürettiği 40.000 yumurta diğer balik türlerinin ürettiğinden çok daha azdır, ve bu yüzden diğer balıklar kadar çok türemez. Sudak balığı çok dikkatli ve ürkek bir balıktır ve kolay kolay tutulamaz. Boyu 90 santimi ve ağırlığı 7 kiloyu geçenleri çok nadir tutulur. Sudak balığını tutmak için uygun yemler kızılkanat, kızılgöz ve tatlısu levreğidir. Bunun yanında tabii ki başka balık türleride yem olarak kullanılabilir, ama kullanılan yem balığının zayıf ve uzun bir yapıya sahip olmasına önem vermek gerekir. Yarım balık, ve balık parçalarıda yem olarak kullanılabilir. Solucan veya kurt ile tutulan sudak balıkları çok seyrektir. Başarılı olmak için bol yavru balıkların yüzdüğü yerleri seçmek gerekir. Kanallarda ve alçak göllerde sazlıkların ve su bitkilerinin yakınında aramak gerek. En iyi avlanma zamanları buz olmayan zamanlarda akşam ve gece saatleri, ve buz olan zamanda öğlen saatlerindedir. En iyi aylar Mayıs, Haziran, Eylül ve Aralıkdır. En büyük sudak balıkları kışın tutulur. Stephen Harper Stephen Joseph Harper (d. 30 Nisan 1959), Kanadalı siyasetçi. Kanada Muhafazakâr Partisi'nin eski başkanı ve Kanada'nın 22. başbakanıdır. Azınlık olarak muhafazakârları yönettikten sonra başbakan seçilmesi, 12 yıldan fazla sürmüş olan liberal yönetimi sonlandırmıştır. 11. Haziran 2008 gününde Harper, Kanada parlamentosunda (kızıl derililerden) ilk halklardan (First Nations) özür dilemesi ile dünya kamuoyu ilgi noktası oldu. Kanada 1870 yıllardan itibaren zorunlu yatılı okular ile sistematik zorunlu asimilasyon siyaseti ile kızılderililerin medeniyetini, dillerini, toplumsal ve aile dokusuna ve benlik kimlik şuuruna karşı imha hareketi uyguladı. Harper'in söyleyişi çok sayıda yerli Kızılderili kabile reisi ven (örnek olarak Phil Fontaine) ve bu toplumsal baskısına maruz kalan yaşlı Kızılderililer tarafından ilgi ve memnuniyet ile izlendi. Bu zorunlu misy
oner yatılı okullarda binlerce tecavüz olayları özelikle Kanada'nın utanç kaynağı oldu. Büyük Avrupa gazeteleri; "Tüm Kanada üzgün ve ağlıyor" manşeti yayınladı. Hayata kalan 80.000 kızılderiliye (Inuit ve Metisler) toplam 2 milyar dolar tazminat ödenecek. Fluxus Fluxus (Latince: "akmak" kelimesinden), ilk olarak 1960 yılında Litvan-Amerikalı sanatçı George Maciunas tarafından John Cage'in 1957-1959 Back Mountain College'daki "deneysel kompozisyon" derslerine katılan sanatçılar ile tanışması sonrasında oluşturulmaya başlanmış uluslararası bir avant-garde gruba verilen addır. Fluxus'ın avant-garde bir grup olarak değerlendirilmesi konusu tartışmalıdır. Avangardizmin 1960'larda neo-avangardizm ya da transnasyonel bir estetik yaklaşımla yok olduğu ileri sürülebilir. Fluxus, ilk olarak George Maciunas, Almus Salcius, vd. New York'ta ikamet eden Litvanların, bir dergi çıkarmak amacı ile Litvan Kültür Derneği'ne teklif etmelerinde buldukları isimdir(Bu dergi hiç çıkmamıştır). Maciunas'a göre Fluxus'un amacı "sanatta devrimsel bir gelgitin oluşmasını sağlamak, yaşayan sanatı ve karşı sanatı ("anti-art") yaymak" idi. Bu açıdan Fluxus, Dada ile yakından ilişkilendirilebilir. Zamanın çoğu avant-garde sanatçısı Fluxus içinde yer almıştır. Bunlar arasında Joseph Beuys, Yoko Ono, Robin Page Nam June Paik, Charlotte Moorman, Wolf Vostell, Dick Higgins sayılabilir. Tabii bu isimler Joseph Beuys'un zaten kendisinin Fluxus dışında da oldukça tanınmış olması; Yoko Ono'nun biraz da John Lennon ismi ile anılması ve Nam June Paik'in de (Fluxus öncesinde de oldukça tanınan) video sanatının kurucusu olması bakımından ön planda yer alan isimlerdir. Bunların dışında Dick Higgins, Alison Knowles, Robert Filliou, Henry Flynt, George Brecht, Robert (Bob) Watts, Mieko (Chieko) Shiomi, Takako Saito, Ay-O gibi daha birçok ismi saymak mümkündür. Nicelik açısından Fluxus'a bakıldığında toplamda 40 ya da 80 kadar merkezi sanatçı figürünü görmek mümkündür. Nihai olarak ise sanatçılar, küratörler, akademisyenler, galeri sahipleri, koleksiyonerlerden oluşan yaklaşık 360 isimden bahsetmek olasıdır. 1960'ların çoğulculuğuna yol açması açısından önemli olup etkisi günümüzde de sürmektedir. Kinizm Kinizm (sinizm, kinik ya da kuşkuculuk), Sofist Gorgias'ın ve daha sonra da Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes'in öğretisidir. Antisthenes, "Kynosarges Gymnasion"da okulunu kurmuştur. Kinik okulun, "kyon" kelimesinden türediği söylenmektedir; kyon ise "köpek" ya da "köpeksi" anlamındadır. Kinik okul, Sokratesçi okullardan biri kabul edilir. Anthisthenes mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve bu erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din vb. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme ün kazandıran, dolayısıyla kinizmin yayılmasını sağlayan Diogenes'tir. Diogenes bu öğretiyi eyleme dönüştürmüştür ve gerçek erdeme ancak bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Rivayete göre Diogenes yaşamını bir fıçının içinde devam ettirmeye vardırarak, toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen yalıtmaya yönelmiştir. Kiniklerin temel felsefi konumları, zamanın uygarlık değerlerine yönelik aldırmaz tavırları ve eleştirel yaklaşımları tarafından şekillenir. Onların temel etik ilkesi erdemdir ve bundan anladıkları da, insanın özgürlüğü ve kendi iç bağımsızlığı ile yaşamını sürdürmesidir. İnsan, her tür gereksinmeye olan bağımlılığından kurtulmalıdır. Dolayısıyla böyle bir erdem anlayışı, bilgi ile temellendirilir; yani, insan ancak bilgilenme aracılığıyla kendisini kuşatmış olan gereksemelerden sıyrılabilir. Onlar açısından bilgi ve ahlaki ilkeler bu nedenle salt soyut bir bilme meselesi değil, somut yaşamda yaşanması gereken şeylerdir. Kinik filozoflar, bütün bu yaklaşımlarına uygun bir kişilik örneği olarak Sokrates'e işaret ederler. Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır, ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin. İnsanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz eder; kinikler buna karşı doğal ve sade yaşamı öne çıkarırlar. Dretnot Dretnot, 20. yüzyılın başlarında hizmete girmiş en baskın savaş gemisi türü. İngiliz savaş gemisi HMS "Dreadnought" 1906 yılında denize indirildiğinde denizcilik tarihinde çığır açtı. Bu gemi ile benzer özelliklere sahip gemilere dretnot (İngilizcesi "dreadnought") ve önceki gemilere ise ön-dretnot (İngilizcesi "pre-dreadnought") adı verilmeye başlandı. HMS "Dreadnought"un tasarımında iki büyük devrimsel yenilik vardır; 305 mm'lik 10 ana batarya, tek ve çift namlulu 5 taret ve 24 küçük topla donatılmış silah sistemi ve buhar türbinli tahrik sistemi. Toplam ağırlığı 18 bin groston olan HMS "Dreadnought", 23000 beygir gücünde bir motora sahiptir. HMS "Dreadnought"un ortaya çıkışı ile, başta İngiltere ve Almanya donanmalarını yenilemeye başladı. Bu gemilere sahip olma isteğinin diğer ülke donanmalarında da başlaması kısa sürede denizlerde bir silah yarışı halini aldı. Bu yeni sınıf savaş gemileri ulusal gücün önemli bir simgesi oldu. Dünya Çocuk Günü Dünya Çocuk Günü, farklı ülkelerde farklı tarihlerde kutlanan gün. Uluslararası Çocuk Günü fikri, 1925 yılında Cenevre’de yapılan "Çocukların Refahı için Dünya Konferansı"'ndan sonra doğmuştur. 54 ülke katılımıyla gerçekleşen Konferans’ta "Çocukların Korunmasına Dair Cenevre Bildirgesi" kabul edilmiştir. "Dünya Çocuk Günü" adıyla çocuklar arasında ortak duygular oluşmasını, ulusların barış içinde yaşama özlemlerinin pekişmesini amaçlar. Bildirge esas olarak yoksulluk, çocuk işçiliği, eğitim gibi dünya çocuklarının refahını ilgilendiren konulara odaklaşmaktadır. Konferanstan sonra pek çok ülke, çocukların sorunlarına ilişkin olarak kamuoyunun dikkatini çekmek, çocuklara mutluluk getirmek ve çocuk konusunda teşvik etmek üzere bir günü Çocuk günü olarak belirlemiştir. 1 Haziran tarihi, 21 ülkede olmak üzere, en yaygın Çocuk Günü’dür. Türkiye’de 23 Nisan da kutlanmakta 20 Kasım tarihinde ise Çocuk Hakları günü olarak kutlanmaktadır. Mostar (dergi) Mostar, aylık kültür ve aktüalite dergisi. Yayın hayatına Mart 2005 tarihininde başladı. Aylık yayımlanıyor. Kültür ve aktüalite konularında gündeme dair yazılarının yanında Görsel Hafıza, Tarih, Düşünce, Edebiyat, Kitap ve Sinema bölümleri de bulunuyor. Dergi adını, Bosna-Hersek'te Hersek bölgesinin en büyük şehri olan Mostar'da bulunan yine aynı adla anılan Mostar Köprüsünden alıyor. Derginin yayın ekibi şu şekilde sıralanabilir. MÖ 323 Digimon Digimon (Digital Monsters) anime, manga, oyuncaklar, video oyunları, oyun kartları ve diğer medya unsurlarından oluşan popüler bir Japon medya ve ticari ürünler serisidir. Digimonlar, Dünya'nın çeşitli telekomünikasyon ağlarından meydana gelmiş paralel bir evren olan "Dijital Dünya"'da yaşamaktadırlar. Ayrıca Digimon Masters ve Digimon Battle olmak üzere iki PC oyunu çıktı. "Digimon", Türkiye'de animesinin yayına girmesinden çok daha önce 1997 yılında Bandai firmasının çıkardığı oyuncakla tanındı. "Digimon", oyuncaklarının başarısından sonra manga olarak 1997 ve 1998 yıllarında piyasaya sürüldü. 1999 yılında ilk PlayStation oyunu olan "Digimon World" 'ün çıkmasıyla Türkiye, Digimon'u tanımış oldu. Japonya'da 1999 yılında ilk Digimon filminin yapılmasından sonra ilk Digimon serisi olan "Digimon Adventure" yayınlanmaya başlandı. Sonra sırayla devam niteliğindeki "Adventure 02", "Tamers", "Frontier", "Savers" ve "Xros Wars" yayınlandı. Türkiye'de ise ilk 3 sezon tamamen yayınlandı. Fakat Digimon Tamers sabah çok erken saatte yayınlanıp tanıtım yapılmayıp izlenmedi denilerek digimon yayını bırakıldı. Digimon Türkiye'de Kanal D'de yayınlanmıştır. Digimon 5 Sezondur. Digimon Frontier (Jap. 2002) ve Digimon Savers (Data Squad) (Japonya 2006) Türkiye yayına girmedi. Fakat Japonya ve Avrupa'da yayınlandı. Tai, Sora,joe, izzy, matt, mimi ve T.K yaz kampında güzel günler geçirirken gökyüzünden yedi garip cisim düşer. Bu cisimleri ellerine aldıklarında esrarengiz bir şekilde dijital bir dünyaya geçerler. Orada onları küçük digimonlar karşılar. Hepsine bir digimon düşer. Çocuklar ve digimonlar adadaki diğer insanları aramaya karar verdiklerinde aniden bir Kuwagamon’un saldırısına uğrarlar. Küçük digimonlar onu yenmek için ellerinden gelenin en iyisini yaptılarsa da güçleri yetmez. Bu yüzden gökyüzünden düşen parçaların gücünü kullanarak gelişir ve daha güçlü hale gelirler. Koromon ~ Agumon’ a, Yokomon ~ Piyomon’ a, Tsunamon ~ Gabumon’a, Tanemon ~ Palmon’a, Bukamon ~ Gomamon’a, Tokomon ~ Patamon’a ve Motimon ~ Tentomon’ a dönüşür. önce çocukları ve digimonlarını göndermesi gerekmektedir. Çocuklar ve digimonlarının yaşamboyu sürecek macerası başlamıştır. Macera Adası! Yaz kampındaki yedi çocuk ,esrarengiz olarak baska bir gerçeklige geçtiler.Orada Digimon,digital canavarlar olarak adlandıran bir grup garip yaratıkla arkadaş oldular. Bu yedi arkadaş Digimon, daha büyük bir digital canavara dönüşürlerse daha güçlü olacaklarını ve takım olarak çocukları kırmızı dev böcek Digimon'dan koruyacaklarını kanıtladılar.  2.Bölüm  Greymon'a dönüşüm! Çocuklar, şeytan Digimon Kuwagamon'dan kaçarken bir uçurumun kenarına geldiler.Çok yukarıdan suya atlamak zorunda oldukları için,Gomamon nehirde balık olarak yüzerek çocukların düşmesini yavaşlatıp herkesi kurtardı.Nehirin yanındaki kumsalda çocuklar telefon kulübeleri buldular fakat telefonlardan anlaşılmaz sözler duyuluyordu.Araştırma yaparken şeytan Digimon Shellmon'un saldırısına uğradılar.Agumon,Greymon'a dönüşerek Taichi'yi kurtardı ve Shellmon'u yendi.Çocuklar ve Digimon dostları telefon kulübelerini kimin inşa ettiğini bulmaya karar verdiler.  3.Bölüm  Mavi Kurt! Garurumon Çocuklar ve onların tamamlayan Digimon arkadasları ülkesinin yönetimini ele geçirmek için savasan kızgın Monochromon'ların savaşıyla karsı karşıya kaldılar. Savaşa bulaşmamak için gidip gece kamp kuracakları yeri ararken terk edilmiş bir otobüs buldular. Fakat otobüs,dev bir Digimon olan Seadramon'un üzerine park etmişti. Seadramon aniden sal
dırdı ve çocuklar suya düştü. Gabumon, Garurumon’a dönüşerek Seadramon’u yendi.  4.Bölüm  Kırmızı Ateş! Birdramon Çocuklar, Yokomon'un söz ettiği Meramon tarafından korunan volkanın eteklerinde bulunan kasabaya doğru yola çıktılar.Meramon'a Siyah Cisim girince vahşileşmiş ve köye saldırmıştı . Digimon'lar, onu durdurmaya çalıştı fakat onların gücü Meramon'un ateş toplarına karşı işe yaramadı. Biyomon, Sora'nın tehlikede olduğunun farkına varınca, ateş kuşu olan Birdramon'a dönüşerek Meramon'a girmiş olan Siyah Cismi çıkadı ve onu da kontrol altına aldı. Meramon eski iyi haline döndü. 5.Bölüm  Elektrik Şoku! Kabuterimon Çocuklar, üreticilerin işe yaramaz makinelerinin bulundığu ve aynı zamanda güç üreten garip bir fabrikaya geldiler.Andromon'u fabrikada tuzak kurmuş olarak yakaladılar ve serbest bıraktıklarında onlara saldırdı.Agumon ve Gabumon, Andromon'la savaşmak için Greymon ve Garurumon'a dönüştülerse de yenildiler.Tentomon,Kabuterimon'a dönüştü ve Andromon'un yaralı koluna saldırarak Siyah Cismi yerinden çıkardı.Eski iyi haline geri dönen Andromon, çocukları fabrikadan çıkarmak üzere bir tünele yönlendirdi. 6.Bölüm  Palmon'un Kızgın Gelişimi! Bir yeraltı geçidinde dolaşırken çocuklara bir grup kanalizasyon sakini Numemon saldırdı. Kasabanın sonuna dek kaçtılar fakat orada dev Teddy Bear Digimon olan Monzaemon'un saldırısına uğradılar. Mimi'ye aşık olan Numemon yardımlarına koştu ve Palmon da dev kaktus şekli olan Togemon'a dönüşünce Şeytan Kara Güçler tarafından yönetilen Monzaemon'u yendiler. 7.Bölüm  Kükre! Ikkakumon Çocuklar adayı daha iyi görebilmek için dağa tırmanmayı tartışırken, Joe tek başına tırmanmaya karar verdi.Onu Gomamon izledi ve Siyah Cisim tarafından kontrol edilen Unimon onlara saldırdı. Sora,Tai ve Birdramon,onlara yardım için geldiler fakat Birdramon yenilince Gomamon Ikkakumon'a dönüştü ve Siyah Cismi yendi.Unimon uçup gitti ve çocuklar da dağın zirvesine tırmanınca görünürde başka ada olmadığını anladılar. 8.Bölüm  Karanlığın Habercisi! Devimon Güçlü ve iyi bir Digimon olan Leomon,Siyah Cisim tarafından kontrol altına alındı ve kötü Digimon'ların hükümdarı olan Devimon'a köle yapıldı. Devimon, oldukça kötü bir Digimon olan Ogremon ve Leomon'a Dijital Dünya'lı çocuklara saldırmaları için emir verdi. Çocuklar ve Digimon'ları onları kaçacak kadar uzak tuttular ve lüks bir otele saklandılar. Fakat bu otel Devimon'un bir tuzağıydı ve bitkin olan gruba yeniden saldırıldı, Sora'nın Digivice'ı Leomon'u iyi haline dönüştürdü. O da Ogremon'u oyalayınca çocuklar kaçıp kurtuldu 9.Bölüm  Ayrılık! Dondurucu Digimon Tai ve Agumon Freeze Adası'nda yalnız kalmışlardı. Adada, Siyah Cisim tarafından kontrol edilen Karadam Yukidarumon ile karşılaştılar. Agumon ve Tai onu serbest bırakınca, o da onları başka bir buzdan adaya *****ürdü ve o adada Matt ile Gabumon'u buldular. Matt ve Tai daha sonra ne yapacaklarına karar verirken Siyah Cismin kontrolü altındaki başka bir yaratık olan Mojamon'un saldırısına uğradılar. Digimon'ları Greymon ve Garurumon'a dönüştü ve Siyah Cismi yok etti.Tehlike geçince çocuklar Infinite Dağı'nın tekrar yaklaştığını fark ettiler. 10.Bölüm  Savunucu! Kentarumon Mimi’yi öpmek isteyen Sukamon ve Chuumon,Palmon ve Mimi’nin yanına gittiler. Fakat onlar kaçarak Izzy ve Tentomon’un yanına geldiler. Izzy, ormanda yıkıntılar arasındaki hiyeroglifleri (resimyazı) çözmeye çalışırken, Mimi ve Tentomon etrafta dolaşıyorlardı. Tam bu sırada Siyah Cismin etkisindeki başka bir yaratık olan Centarumon saldırdı. Izzy geldi ve Centarumon’u eski iyi haline çevirdi. Centarumon da onlara digidönüştürücülerinin şeytana karşı efsanevi ve gizemli bir silaha benzediğini söyledi. O sırada Leomon saldırdıysa da çocuklar Centarumon’un yardımıyla kaçmayı başardılar. 11.Bölüm  Dans Eden Hayalet! Bakemon Denizde süreklenen Joe ve Gomamon'a Ogremon saldırdı fakat Gomamon Ikkakumon'a dönüşerek Ogremon'u yendi.Kavgadan bir süre sonra onları batan tekneden kurtarıp kıyıya geri görürecek olan Sora ve Biyomon'la karşılaştılar. Yollarına devam ettiler ve cemaati Bakemon adındaki hayaletlerden oluşan bir papazın yönettiği ayinin yapıldığı kiliseye ulaştılar. Gomamon ve Biyomon, Ikkakumon ve Birdramon'a dönüşerek Joe'nun da hızlı düşünüp yardım etmesiyle Bakemon'u yendiler. Tehlike geçince çocuklar arkadaşlarını aramak üzere yollarına devam ettiler. 12.Bölüm  Macera! Patamon ve Ben Hala diğerlerinden ayrı olan T.K ve Patamon, parlak renkler,eğlenceli şekiller ve birçok bebek Digimon'la dolu olan Primary Köyü'ne geldiler. Bebek Digimon'ların ve Digiyumurta'ların bakıcısı olan Elecmon, Patamon'la dövüştü. Bebeklerin ağlamaya başlamasına rağmen T.K Patamon'u onun kazanacağı bir yarışa davet etti. Sonuçta, T.K,Patamon ve Elecmon güçbirliği yapıp File Adası'nın normale dönmesi için beraberce hareket etmeye karar verdiler.Tabii ki, Devimon'un çocuklar ve Digital dünya ilgili başka planları vardı. 13.Bölüm  Canlan! Angemon Takeru ve Patamon'a Leomon ve Ogremon saldırdı. Diğer çocuklar da geldi ve Digivice'larını kullanıp Leomon'daki Siyah dişliyi yok ettiler ve onu eski iyi haline getirdiler. Leomon çocuklara adaya barış getirecek Digi dünyalı'ların efsanesini anlattı. Çocuklar da Devimon'u yok ederlerse, gerçek dünyalarına geri dönebileceklerini anladılar ve onun peşinden gittiler. Fakat Digimon'ların dönüşseler bile Devimon'u yenecek kadar güçlü olmadıkları ortaya çıkınca Patamon Angemon'a dönüştü. Devimon'u yenmek için tüm gücünü kullandı ve bir Digiyumurta haline geldi. 14.Bölüm  Yelken Aç! Yeni Kıta İçin Gennai,çocuklardan Sunucu Kıtası'na gelip düşmanlarını yenmelerini istedi. Devimon'un sakladığı onlara gerekli Madalyon ve Taşıyıcıları bulabilirlerse, Digimon'larının bir üst seviyeye dönüşebileceklerini söyledi. Çocuklar ve Digimon'ları Sunucu Kıtası'na doğru botla yola çıktılar. Fakat yolda karşılarına Whamon çıktı ve onları yuttu. Whamon'un midesinden Siyah Cismi çıkardılar ve karşılığında O da çocukları Devimon'un Madalyon'ları sakladığı yere *****ürdü. Çocuklar ve Digimonları Drimogemon'u yenerek ondaki Siyah Cismi çıkardılar ve Madalyon'ları geri aldılar. 15.Bölüm  Etemon! Kötülüğün Görkemli Girişi Çocuklar Server'a ulaştılar ve karşılarına Pagumon'un yaşadığı bir köy çıktı. Bazı düzenbazlar Gazimon'un yardımıyla köyün gerçek sakini olan Koromon'u hapsetmişlerdi. Çocuklar, Pagumon ve Koromon'u kurtarıp bıraktılar.Fakat Etemon ve Karanlık Ağı görünerek köyü yok etti.Digimonlar onunla savaşmak üzere dönüşmeye çalıştıklarında Etemon onları Konser Ezici saldırısıyla durdurdu. Çocuklar ve Digimon'ları bir mağaraya kaçmak zorunda kaldılar. Tai bu mağarada Cesaret Madalyonu'nu buldu. 16.Bölüm  Karanlık Gelişim! SkullGreymon Izzy,bir Digimon'un dönüşmesi için iki şeye gerek olduğunu söyledi: ilki,insan olan arkadaşının tehlikede olması, ikincisi de çok fazla enerjisi olması.Madalyon sahibi tek çocuk olduğundan beri Tai, Digimonu olan Agumon'u tıkabasa doyuruyordu. Böylece gerektiğinde son aşamaya dönüşmek için enerjisi olacaktı. Joe'nun madalyon taşıyıcısı onları madalyonun olabileceği bir açıkhava tiyatrosuna yönlendirdi. Fakat Etemon,onlara saldırması için şeytan Greymon'u yolladı. Agumon yeni şekli olan SkullGreymon'a dönüştü; yani vahşi bir ölüm makinesine. SkullGreymon,şeytan Greymon'u yendi ve daha sonra enerjisi bitmeden başka bir Digimon'a dönüştü, Koromon haline geri döndü. Joe da madalyonunu buldu. 17.Bölüm  Hayali Geminin Kaptanı! Coctarimon Çocuklar,uçsuz bucaksız çöle doğru yürürken Gennai belirdi ve Digimon'larına iyi bakmaları gerektiğini aksi halde tam olarak dönüşemeyeceklerini söyledi. Aniden karşılarına kocaman bir savaş gemisi çıktı. Gemiyi Elecmon'un hizmetkarı olan Kokatorimon yönetiyordu. Erkekleri yakaldı ve Digimon'larını taşlaştırdı Kızları da köşeye sıkıştırdı.Birdramon ve Togemon onunla savaştılar. Herkesin serbest kalmasını sağladılar.Fakat Kokatrimon gemisiyle peşlerine düştü.Daha sonra dev bir kaktus belirdi ve gemiyi yok etti. Mimi samimiyet Madalyonu'nu buldu. 18.Bölüm  Peri! Piccolomon Çocuklar, Kuwagamon saldırdığında çölde yürüyerek madalyonlarını arıyorlardı. Agumon, SkullGreymon olduğunda yaşadığı sorunlardan ötürü tekrar dönüşmekten korkuyordu. Ünlü bir Digimon eğitimcisi olan Piximon gelinceye dek her şey kötü gitti. Piximon onları evine *****ürdü ve Digimonları eğitti. Etemon'un hizmetkarlarından biri olan Tyranomon saldırınca eğitimin yararı ortaya çıktı ve Agumon Greymon'a dönüşerek acımasız canavarı yendi. Matt ve Izzy Madalyon'larını buldular. 19.Bölüm  Labirentin Nanamon'u Yardım rica eden bir e-postayı yanıtlayan çocuklar, Digital Dünya ile ilgili bir sırrı öğrendiler. Aslında kendileri dahil her şeyin bir bilgisayar programı olduğu ve bilgisayar verileri şeklinde oldukları. Bu bilgi Tai'nin kendini zarar göremez hissetmesini sağladı.Çocuklar e-posta'nın kaynağı olan Datamon adındaki Etemon'un tutsağı olan robotu buldular. Onu serbest bıraktılar.Fakat o Sora ve Biyomon'u kaçırdı. Tai arkalarından gitmeye hazırlanırken Izzy'nin Digital Dünya'da alacağı herhangi bir yaranın, gerçek vücudunu etkileyeceğini söylemesiyle duraksadı. 20.Bölüm  Kusursuz Seviye! MetalGreymon Çocuklar, Sora ve Biyomon'u kaçıran Datamon'un peşinden gittiler. Diğerleri dikkati başka yöne çekmeye çalışırken, Tai ve Agumon Datamon'un Sora'yı kopyalamaya çalıştığı piramit'e girdiler.Tai ve Sora, Etemon ve birlikleri Datamon'a saldırınca kaçmayı başardılar. Datamon Etemon'u kara bir çukura düşürmeye çalıştı fakat kendisi, piramit ve Etemon'un birlikleri hep beraber çukura sürüklendiler. Etemon kaçmayı başararak çocuklara saldırı hazırladı. Neyse ki,Greymon başarıyla MetalGreymon'a dönüştü ve Etemon'u yenecek kadar güçlendi. Fakat Tai ile ikisi bir yarıktan kara çukura yuvarlandılar. 21.Bölüm  Evden Uzakta; Tai ve Koromon düştükleri çukurdan çıkınca kendilerini dünyada buldular.Tai eve giderek Digital Dünya'dan haberdar görünen kız kardeşini ziyaret etti.Aynı zamanda şeytan Digimon'un yarıkta şansını deneyerek dünyada bir karmaşa yaratmaya çalıştığını öğrendi. Koromon,korkunç Ogremon'la
savaşmak gerekebileceği için Agumon'a dönüştü ve arkadaşlarına yardım etmek için Digital Dünya'ya geri döndü.Kızkardeşiyle kalabilmeyi isteyen Tai de onun peşinden gitti. 22.Bölüm  Unut Gitsin; Tai ve Agumon arkadaşlarını aradıkları Digital Dünya'ya geri döndüler. Arkadaşlarının onları bulmak için dağıldıklarını söyleyen Tokomon'la karşılaştılar. O ve T.K yeni bir Digimon olan ve arkadaşça görünen fakat onların kavga edip ayrılmasına neden olan Demidevimon ile tanıştılar.Tai,Agumon ve Tokomon,T.K ve Demidevimon'u buldular. Tai,T.K ve Tokomon'u barıştırmaya çalıştı. Demidevimon,T.K üzerindeki etkisini kaybettiğini hissedince diğerlerine unutkanlık mantarları yedirmeye çalıştı. Fakat esrarengiz bir kadın sesiyle uyarıldılar.(Sora) Demidevimon'un gerçek bir dost olmadığını anladılar ve Tokomon Patamon'a dönüşerek onu yok etti. 23.Bölüm  Weregarurumon'un Lokantası: Matt ve Gabumon, Joe'yu Vegiemon'un restoranın'da yemek parasını ödemek için çalışırken buldular. Bazı aksilikler sonucu Joe daha da borçlu hale gelmişti. Joe,Demidevimon'un kendini orada sonsuza dek tutması için Vegiemon'a emir verdiğini bilmiyordu. Zamanında gelen Tai ve T.K,Demidevimon'un şeytan bir Digimon olduğunu ortaya çıkardılar. Bunun sonucu olarak ortalık savaş alanına döndü. Gabumon,önce Garurumon sonra da WereGarurumon olarak dönüşürken Joe,T.K'yi korumak için kendini feda etti. Sonunda şeytan Digimon'lar yenildi ve çocuklar yeniden Mimi ile diğerlerini aramaya başladılar. 24.Bölüm  Soru Yok,Lütfen; Izzy ve Tentomon Gennai'yı ararken tuzağa düşüp kendilerini dipsiz bir çukura yuvarlanırken buldular. Vademon Izzy'yi kandırmaya çalışarak Madalyonunu ve Taşıyıcısı'nı Demidevimon'a getirmesini istedi. Tentomon Izzy'yi kaybettiğini hissetti ve Motimon'a dönüşerek ona yardım etti. Madalyonunu ve taşıyıcısını geri aldı. Motimon daha sonra MegaKabuterimon'a dönüşerek Vademon'u yendi. Izzy ve Tentomon kendilerini yüzeye doğru iterek Matt,T.K,Tsunomon ve Patamon'u buldular 25.Bölüm  Prenses Karaoke; Tai, Joe ve Digimon dostları Mimi'nin izini devasa bir kaleye kadar sürdüler. Orada Mimi'ye kurbağaya benzeyen Gekomon adlı yaratıklar tarafından prensesler gibi davranılıyordu. Gekomon,sadece Mimi'nin sesinin efendileri ShougonGekomon'u uyandıracağını düşünüyordu. Fakat Mimi böyle bir şey yapamadı.Tai ve Joe'nun da onunla beraber zindana atılmasına neden oldu. Sonunda gördüğü bir kabusla herkesten özür diledi ve ShogunGekomon'u komadan uyandırdı. 26.Bölüm  Sora'nın Sevgi Madalyonu: Tekrar bir araya gelen çocuklar Sora’yı çok üzgün buldular. Sora onlara Devidevimon’un kendine ait olan sevgi madalyonunun hiçbir zaman parlamayacağını çünkü yaşamında hiç sevgi olmadığını söylediğini anlattı. Devidevimon,tüm çocukları bir arada görünce Myotismon ile saldırdı. Fakat Sora annesinin onu sevdiğini ve sadece korumaya çalıştığını fark edince madalyonu parladı. Birdramon Garudamon’a dönüştü ve Myotismon’u yendi. Fakat çocuklar daha rahatlamadan Myotismon’un sesi onlara kötü kaderlerinin yaklaştığını söyledi.  27.Bölüm  Eve Dönüş; Gennai,çocuklara bir kez daha görünüp Myotismon'un dünyaya 8.Digi-dünyalı çocuğu aramak için baskın yapmayı planladığını söyler. Onlar da Myotismon'un kalewsine doğru hareket ederler. DemiDevimon, Gatomon ve DeviDramon ile savaşırlar fakat dünyaya açılan kapı hemen kapanır. 28.Bölüm  Her Şey Kartlarda; Myotismon,giriş kapısını çarparak kapattı ve gerçek dünyaya gitti.Çocuklar ve Digimon’ları Myotismon bulmadan önce seçilmiş çocuğu bulmak zorundaydılar. Bunu yapabilmek için de önce kendilerine verilen özel kartları kullanarak kapyı açmaları gerekiyordu. 29.Bölüm  Heighton View Terrace'a Dönüş; Çocuklar Heighton View Terrace kasabasında araştırma yapmaya başladılar. Bu arada Myotismon da 8.madalyonun kopyalarını çıkarmış ve yeni çocuğu arıyordu. Ayrıca dev bir mamutu kasabada dehşet yaratması için serbest bırakmıştı. Çocuklar kendilerine zarar gelmeden Myotismon’u durdurabilecekler miydi acaba?  30.Bölüm  Neredeyse Evsiz; Çocuklar başka bir raslantıyı keşfettiler. Yıllar önce iki digimon'un savaşına tanık olmuşlardı. Yani bu durumda 8.çocuğun da bu savaşa tanık olduğunu söylemek doğru olur muydu? Aynı zamanda kendilerini Myotismon'a göstermeye zorlandılar. Bakalım onları neler bekliyordu? 31.Bölüm Sekizinci Dijidönüştürücü Tai kız kardeşi Kari’nin 8.çocuk olup olmadığını merak ediyordu.Tai’nin kedisi Miko da bir dijidönüştürücüyü balkondan düşürdü ve peşinden gitti.Bu arada Raremon adında yeni bir Digimon insanları korkutuyordu. Izzy bilgisayarını kontrol etti ve Gennai e-postayla ona diğer çocukların evlerinde uykuda olduğunu söyledi. Izzy ve Tentomon Raremon’un peşinden gittiler.Izzy'nin dijidönüştürücüsü 8.çocuğun yakınlarda olduğunu işaret etti. Izzy,Tentomon Kabuterimon’a dönüşüp Raremon’u yenerken 8.çocuğu aramayı sürdürdü.  32.Bölüm  Gatomon Araştırıyor; Sekizinci çocuğun izini sürmeye devam ettiler.Tai ve arkadaşları hummalı bir şekilde 8.çocuğu Myotismon ve canavarlarının eline geçmeden bulmak için çalışıyorlardı. Fakat acaba Myotismon’un karşılarına çıkardığı canavarları yenebilecekler miydi? 8.çocuğun Heighton View Terrace’da yaşamış olabileceğini düşünerek oradaki adreslerde yaşayanları buldular. Joe taşınan var mı diye araştırdı. Kamiya apartmanına dönen Gatomon Kari’yi buldu fakat 8.çocuk olduğundan emin değildi.  33.Bölüm  Kasabanın Dışında; Matt,küçük kardeşi T.K’yi metroyla eve *****ürürken T.K ve Patamon kavga ettiler ve Patamon trenden indi.Matt, T.K. ve Gabumon onu aramaya giderken Myotismon'un hizmetkarları olan Pumpkinmon ve Gotsumon ile karşılaştılar. Fakat bu iki digimon çocuklara saldırmak yerine eğlenmeyi tercih edince Myotismon tarafından dijital dünyaya yollandılar. T.K, Patamon Angemon’a dönüşünce çok üzüldü. Fakat Myotismon hemen kaçtı.Çocuklar da 8.çocuğu aramaya devam ettiler.  34.Bölüm  Sekizinci Çocuk Ortaya Çıkıyor; Gatomon Kari’nin penceresinden bakarken Kari’nin 8.çocuk olup olmadığı konusunda hala şüpheliydi. Çünkü Myotismon’la tanışmadan önce neler olduğunu hatırlamıyordu. Wizardmon dijidönüştürücüyü buldu fakat Myotismon’un eline geçmemesi için Demidevimon’u hala aradığına inandırdı. Wizardmon Dijidönüştürücü'yü Gatamon’a getirdi ve yaşamını hatırlamasına yardım etti.Gatomon, Kari’ye yaklaşınca Agumon saldırdı. Çünkü onu inciteceğini düşünüyordu. Gatomon Kari’yi korudu ve kendisinin ona ait olduğunu, onun da 8.çocuk olduğunu söyledi.Myotismon ona inanmadı ve doğru çocuğu bulmak için Gatomon’u yakalayarak yem olarak kullandı. 35.Bölüm  Çiçek Gücü; Haberlerde Odaiba ile sis yüzünden iletişim olmadığını gören T.K, Matt’i bulmaya karar verdi. Joe da aynı zamanda Odaiba’ya geri dönmeye çalışıyordu. T.K ile karşılaşınca Ikkakumon’u kullanarak körfezi geçtiler. Myotismon,Mimi ve ailesini yakadı.Palmon da onları DarkTyranomon’dan kurtarmak için Lilymon’a dönüştü. 36.Bölüm  Kuşatma Altındaki Şehir: Tai,Myotismon tarafından hapsedilen ailesini ve diğerlerini kurtarmak için harekete geçti.Gennai Izzy’ye ailesini kurtarmak için ne yapması gerektiğini söyledi.Yardım için Odaiba’ya gitmeye çalışırken,Joe ve T.K’ye MegaSeadramon saldırdı.Ikkakumon Zudomon’a dönüştü ve hayvanı yendi.Wizardmon’u suda 8.çocuğun madalyonu ile buldular.Phantomon,Sora’yı takip etti ve Matt ile Kari'nin saklandığı yeri öğrenerek iki Digimon’a onları yok etmesi için emir verdi.Kari kendini olanlardan sorumlu hissetti ve kendisinin 8.çocuk olduğunu itiraf ederek Phantomon’a arkadaşlarını bırakırsa teslim olmayı kabul ettiğini söyledi.Canavar da bu öneriyi kabul etti. 37.Bölüm  Wizardmon'un Hediyesi;  Kari Myotismon’a henüz teslim olmuştu ki,Wizardmon diğerlerine Myotismon’u yenmek için Kari’nin Madalyon'u ve Taşıyıcısı'nı bulmaları gerektiğini söyledi. Myotismon Gatomon’u Kari’nin 8.çocuk olduğunu söyleyerek kandırdı.Çocuklar ve Digimonları Myotismon onları yok etmek üzereyken geldiler.Digimon’lar tamamen dönüşmüş olmalarına rağmen hala Myotismon’u yenecek kadar güçlü değildiler.Myotismon, Kari ve Gatomon’a öldürücü darbeyi vurmak üzereyken Wizardmon yetişti, önüne atladı ve patlamayla öldü.Tai, Gatomon’un Angewomon’a dönüşmesine yardım edecek Dijidönüştürücü'yü aldı ve Kari’ye verdi.Tüm Digimon’lar güçlerini Angewomon’a yönlendirdiler ve o da oklarıyla Myotismon’u yendi. Myotismon yenilmiş gibi görünmesine rağmen tuhaf sis hala ortadan kalkmamıştı.  38.Bölüm  Kehanet;  Izzy ve diğerleri Gennai’ın ortaya çıkardığı kehanetin anlamını çözerlerse,bu hem Gerçek, hem de Digital Dünya’nın kurtuluşu olacaktı.Kehanetin tüm unsurları gerçekleşmeye başladı:gökyüzünde yarasalar göründü,Odaiba’nın yakalanmış olan sakinleri kendilerinden geçmiş bir şekilde Myotismon’un adını haykırdılar,Gatomon Angewomon’a dönüştü ve Myotismon dev bir enerji emen canavar olarak tekrar ortaya çıktı.Kehanetin son kısmını gerçekleştirme girişiminde bulunanan Angemon ve Angewomon,Tai ve Matt’e ışık oklarını attılar. Agumon ve Gabumon bu sayede Son Aşama dönüşümlerini yaparak WarGreymon ve MetalGarurumon’a dönüştürler.  39.Bölüm  Dünya İçin Savaş;  Agumon ve Gabumon, WarGreymon ve MetalGarurumon’a dönüşmelerine rağmen hala VenomMyotismon’u yenecek güçte değildiler.Tüm Digimon’lar güçlerini birleştirip ve Madalyon'ları parlayınca VenomMyotismon parçalandı. Gökyüzünde dev bir kara parçası belirdi.Izzy,aslında Digital dünyada bazı sorunlar olduğunu düşünüyordu.Ailelerine veda ettiler ve sorunları çözüp Gerçek Dünya'yı da korumak için gökyüzüne yükselerek Digital Dünyaya dönüş yolculuğuna başladılar.  40.Bölüm  Karanlık Güçlerin Gelişi; Dijital Dünya’ya ulaşan çocuklar gökyüzüne bakınca gerçek Dünya’yı görebildiklerini fark ettiler,tıpkı Gerçek Dünya’dan bakınca Dijital Dünya’yı görebildikleri gibi. Chuumon’la buluşturlar ve Karanlık Güçlerin Dijital Dünya’yı ele geçirerek Spiral Dağı’nı merkez yapıp yeniden inşa ettiklerini öğrendiler. Karanlık Güçler çocuklara saldırdı fakat son anda yetişen Piximon onları kurtardı.  41.Bölüm  Deniz Tutmuş Ve Yorgun; Çocuklar kendilerini File Adası’nın plajında buldular.Oradaki klübeye doğru gittiler fakat Mimi ve Joe diğerler
inden ayrılınca kalanlara Scorpiomon saldırdı. Fakat son anda Lilymon ve Zudomon tarafından kurtarıldılar.Ne yazık ki, hala MetalSeadramon’u yenecek kadar güçlü değildiler ve görünen o ki,bu kez kaybedeceklerdi.  42.Bölüm  Baskı Altında; Whamon,çocukları kurtardı fakat MetalSeadramon Divermon’u gönderdi ve okyanusu araştırıp onları bulmasını istedi.Izzy,WarGreymon’un silahlarına Dramon yokediciler dendiğini ve Dramon tipi Digimon’larda etkili olduğunu öğrendi.Okyanus’tan kurtulduklarında MetalSeadramon’un kendilerini beklerken buldular ve WarGreymon onunla savaştı.  43.Bölüm  Oyun Oynamak; Çocuklar, MetalSeadramon’u yendi ve ormana doğru yöneldiler.Ormanda ilerlerken zeminin taşıyıcı bir kayışa dönüştüğünü ve onları yukarı kaldırdığını fark ettiler.Sonra daha da garip şeyler olmaya başladı.Çocuklar,Matt ve T.K kalıncaya dek teker teker kaybolmaya başladılar.Puppetmon,T.K’yi kaçırdı ve yaşadığı yere *****ürdü.Fakat Puppetmon bakmadığı bir an T.K kaçtı ve diğerlerini de serbest bıraktı.  44.Bölüm  Kötü Bir Gün; T.K’in başının çaresine bakabildiğini ve kendisine ihtiyacı olmadığını gören Matt depresyona girmişti.Matt ve Gabumon gruptan ayrıldı ve kendi başlarına yola çıktılar.Ormanda Cherrymon’la karşılaştılar.Cherrymon,Matt’in rakibi T.K’yi yenmesi gerektiğini söyledi.Bu arada diğer çocuklar da Puppetmon’un uşağı ile savaşıyordu.Matt ve Gabumon diğerlerinin olduğu yere geri döndüler. Gabumon MetalGarurumon’a dönüştü ve Tai ile Agumon’a meydan okuyarak duelloya davet etti.  51.Bölüm  Arkadaşlık Madalyonu; Tai ve diğer çocuklar sonunda Piedmon’un Spiral Dağı’ndaki kale’sine ulaştılar.Bu arada Matt ve Gabumon,Matt’in kalbinin karanlık yanlarınca yaratılmış olan mağarada dolaşıyorlardı.Fakat Gabumon’un yüreklendirmesiyle, Matt gerçek duygularının farkına vardı ve mağara yok oldu.Matt ve Joe tekrar bir araya geldiler.Fakat Spiral Dağı’na doğru giderken T.K ile karşılaştılar.T.K onlara Sora’nın bir mağaraya düştüğünü söyledi.Bu mağara Matt’in de düştüğü mağaraydı.Arkadaşları onu olanlardan sorumlu olmadığına ikna edince,Sora’nın tüm olumsuz düşünceleri ve tabii mağara da yok oldu.Sonra aceleyle kaleye gittiler ve yaralı olan Tai ile WarGreymon’u Piedmon’la savaşırken buldular. Matt’in Arkadaşlık Madalyon’u onları ölümün eşiğinden döndürdü. İki Mega Digimon düşmana saldırdılar. 52.Bölüm Kutsal Silahşör! HolyAngemon (İzlemek İçin Tıkla) İki son seviye WarGreymon-MetalGarurumon Piedmon'u bir hayli zorlasada yenmeyi başaramazlar ve Piedmon özel saldırısıyla Hikari ve Takeru ve digimonları haricinde herkesi bez bebeğe çevirir. Takeru ve Hikari Piedmon'dan kaçarak kurtulmaya çalışırlar fakat Piedmon bir şekilde onları bulur ve saldırır. Patamon Angemon'a dönüşerek Piedmonla dövüşür. Piedmon, Angemon'un Cennetin Yumruğu atağını döndürür ve Angemon'u etkisiz kılar. Takeru umudunu kullanarak Umudun başlığını aktifleştirir ve Angemon Mükemmel Seviyesi Olan HolyAngemon'a Dönüşür ve herkesi kurtarır ve bundan sonraki son bir digimonu beraberce yenerler ve primary köyünde Andromon sayesinde bebek digimonlarla fotoğraf çektikten sonra eve dönerler ve bu sıradada digimonlar sahiplerine veda ederler. İlk sezonun devamı niteliğindedir.Üç yıl sonra, seçilmiş çocukların çoğu 14 yaşında ve lisededir. Dijital Dünya'nın güvende ve huzurlu olduğu düşünülür. Fakat Digimon İmparatoru adında yeni bir düşman ortaya çıkmıştır. Bu düşmanın öncekilere göre farkı seçilmiş çocuklar gibi bir insan olmasıdır.Digimon İmparatoru siyah halkalar ve kontrol kuleleriyle digimonları köle haline getirir ve bir yolla digimonların normal yolla gelişimini engeller. Bununla birlikte üç yeni seçilmiş çocuğa ve eski seçilmişlerden olan T.K ve kari'ye üstünde çeşitli amblemler bulunan beş digi yumurta atanmıştır. Zırhlı gelişim denen,bu yeni evrimsel oluşum çocukların kötülüğü yok etmesine yardımcı olur.Sonunda çocuklar Digimon İmparatorunu, onun digimonu Wormmon'un fedakarlığıyla yenmeyi başarır.Her şeyin düzene girdiği düşünülürken, aktif kontrol kulelerinden yeni düşman digimonlar ortaya çıkar ve Digimon dünyasında tehlikeye neden olurlar.Geçmişteki yanlışlarını bağışlamaları için Ken çocukların grubuna katılır. Ken ile birlikte çocukların sayısı 6'ya çıkmış olur. Kara kulelerden yüz tanesinin bir araya gelmesiyle oluşan 'kara wargreymon' dijital dünyanın kutsal taşlarını yok etmeye başlar. Çocuklar bunu engelleyebilmek için DNA gelişimini keşfederler ve 2 dijimonun bir araya gelmesiyle ortaya daha güçlü bir dijimon açığa çıkar (örn:Silphymon). Kara Wargreymon 1 tanesi hariç tüm kutsal taşları yok etmeyi başarır. Son kutsal taşı yokedemeden çocuklar Azulongmon'u (Kyoto ejderhası) çağırmayı başarırlar ve Kara Wargreymon durdurulur.Azulongmon yok edilen kutsal taşların yerine yıldız tohumları eker ve dijital dünya normale döner. Daha sonra Dijital Dünya'ya açılan bir sürü kapı gerçek Dünya'da belirir.Kontrol kuleleri de gerçek Dünya'ya taşınır.Dijimonlar bir kez daha gerçek Dünya'yı istila etmeye başlarlar. Bu istilayı durdurabilmeleri için Azulongmon Ken ve Davis'e çok büyük bir güç verir.Aynı zamanda eski seçilmiş dijimonlarada bir kez daha üstün formlarına gelişme hakkı tanır. Tüm bu güçlerle eski ve yeni seçilmiş çocuklar tüm Dünya'yı dolaşırlar ve her yerdeki dijimonları Dijital Dünya'ya geri yollarlar.Her şey bitmiş gibi gözükürken eski bir düşman olan Myotismon kara çiçekler sayesinde tekrar dirilir ve daha güçlü bir form olan MaloMyotismon'a dönüşür. Seçilmiş çocuklar Dijital Dünya'da olmadıkları için dijimonlar her gelişmiş hallerini aynı anda kullanabilirler ve bu sayede MaloMyotismon yok edilir. Sezonun sonunda tüm çocukların gelecekte hangi meslekte olacakları ve ne iş yapacakları bilgisi verilerek dijimonun 2. sezonu sona erer. Takato bir digimon fanatiğidir ve arkadaşlarıyla Digimon Kart oyunu oynamaya bayılır. Takato ve iki arkadaşı gizli bir yerde buluşur burada kart oyunu oynar ve kartları burada saklarlar. bu yer ise parktaki oyuncaklardan birinde olan gizli bölmedir. bir gün takato okula gitmeden önce bu gizli yerde arkadaşıyla kart oyunu oynarken okula geç kalırlar ve arkadaşı önden gider. Takato ise acele bi şekilde kartları toplarken kartlar etrafa saçılır ve bir mavi kart gözüne çarpar. Bu kartı digimon kart oyununda puanları hesaplamak için kullanılan bir aletten geçirdiğinde alet yanar. Okula gittiğinde ise çok geç kalmıştır. Cebinden kalem kâğıt çıkarır ve bir digimon çizer ve okul çıkışı parktaki gizli yere gittiklerinde kartlarını koyduğu kutunun parladığını görür ve tabii ki arkadaşları da oradadır. Kutuyu açtığında ise digi-vice ı görür akşam eve gider ve digimon çizdiği not defterini digi-vice dan geçirmeye çalışır ve geçiremez. takatonun annesi yemek hazır diye seslenir ve takato digi-vice ı ve not defterini bi kenara bırakır. odadan dışarı çıkacakken digi-vice not defterinin sayfalarını tek tek çeker ve bilgileri okur. bunu gören takato digi-vice ı alır ve guilmonla tanışır. Guilmon onun digi partneridir. İlerki bölümlerde Takato Henry ve Rika'yla görünür. Henry'nin digi partneri terriermon, Rika'nın ise Renamon'dur... İlk on bölüm üç çocuk arkadaş olmasa da sonradan olurlar ve 14.bölümde Devalar çıkar.Hepsi üstün seviyedir.Sırasıyla onları yenerler.Bu arada impmon diye acemi seviye yaramaz bir digimon çıkar.Caturamon adlı 12 Devadan biri İmpmonun beynini çeler ve onu virüs olarak mega seviyeye geliştirir ve Beelzebumon adlı demon lord digimon çıkar.Beelzebumon çocuklara saldırır o an guilmon mega seviyesine gelişir ve Dukemon adlı bir kraliyet şövalyesi çıkar.Baya savaşırlar ancak yenişemezler.Sonra Digital dünyanın dört koruyucusundan biri olan Zhuqaimonla Quinglongmon savaşır ve Dukemonda savaşa girer.Ancak bunların savaşması hiçbir şey değiştirmez ve D-reaper adlı virüs çıkar.Culumon adlı digimon bütün kutsal digimonları yanına çağırarak güç toplar ve seçilmiş çocuklara verir.Dreaper dünyaya girmeyi başarır ve Takatonun arkadaşı Jurie ve Culumonu esir alır.Bu virüs tüm şehre yayılmaya başlar.Finalde ise Dukemon arkadaşı Grani ile birleşir ve Dukemon Crimson modu olur ve Dreaperı yok ederler. Dijital dünya, 3 melek digimon tarafında yönetilmektedir. Bu 3 meleğin ismi; Cherubimon (lopmon mega), Seraphimon (patamon mega) ve Ophanimon'dur. İçlerinden bir tanesi, Cherubimon, ayaklanmıştır. Bu yüzden, dijital dünyanın dengesi bozulmuş ve parçalanmaya başlamıştır. Antik çağda dijital dünyayı kendi yaşamları karşılığında kurtaran 10 efsanevi savaşçı artık yoktur. En tehlikeli zamanda efsanevi savaşçıların ruhları başka bir dünyada olan çocuklara yeni bir güç sunuyorlardır. Gerçek dünyadaki bu çocuklar Digimon dünyasını girerler ve bir Digimon olurlar. Toei, ilk başta Digimon'un 4. sezonunun adını "Digimon Scanners" olarak koyacakdı. Ancak ani bir karar değişikliğiyle Digimon Frontier olarak çıkarmaya karar verdi. Aslında Scanners daha uygundu belki... Çünkü; devamlı gelişen Digimonlar daha da değişti. 3. sezondaki Mega değişimden sonra bu sefer kahramanlarımız taradıkları digimon oluyorlar, tabi biraz daha karmaşık. Kahramanlarımız Digimon dünyasında bir ruh gücüne sahip ve bunun sayesinde ruhunu taşıdıkları Digimon'a dönüşüyolar. Bu dönüşüme Hybrid adı verilmiş.İlk başta virüs Cherubimonun adamları olan Grottomon Arbormon Ranamon Mercurymon ve Duskmon çıkar.13. bölümde seraphimonu adice bir saldırıyla mercurymon yener ve datasını saklar.Sırasıyla grottomon arbormon ve ranamonu yenerler ve mercurymon ise seraphimon datasıyla birleşir shadow seraphimon olur.Ancak Shadow Seraphimonu Aldamon yener ve mercurymonda ölür.Duskmon ise başrollerden Kojinin kardeşi olan Koichidir ve Duskmon iyi olur.Ophanimonu esir tutan cherubimon ise ophanimonla savaşır.Ophanimon ölmeden önce koji ve takuyaya güç verir.Onlar mega seviyesi ile Cherubimonu yenerler.Ardından Lucemon adlı digimon çıkar.Yardımcıları iki kraliyet şövalyesidir ve onlarıda yenerler.Son bölümlerde Lucemon gelişir ve Lucemon Chaos mode olur.Koichi ölür.Sonra bütün çocuklar birleşir ve susanoomon olur.Lucemon Chaos Mode ölür ve Lucemon Shadowlord mode olur.Onuda finalda yenerle
r ve gerçek dünyaya giderler.Koichi ölmemiştir Masaru her ne kadar büyük de gösterse animede 14 yaşında liseye giden bir çocuktur. Annesi ve küçük kız kardeşiyle beraber yaşar. Sokak dövüşlerine bayılır ve neredeyse önüne geleni devirir. Bir gün dövüşürken Dijital Dünya'dan kaçmış Agumon'la karşılaşır ve ikisi ölümüne dövüşmeye başlar ama ikisi de yorgunluktan dövüşmeyi bırakır. Bundan sonra Agumon, Masaru'ya Aniki diye seslenmeye başlar ve ikisi ortak olur. Fakat buna izin veremeyecek bir kuruluş vardır. DATS. Agumon'nun derhal Dijital Dünya'ya gönderilmesini söylerler, ama Masaru, Agumon'un kendisine ait olduğunu söyler ve bunu reddeder. DATS ise ona başka teklif sunar. DATS' a katılıp Agumon'u resmi şekilde kendi ortağı yapıp onunla birlikte Dijital Dünya'dan kaçıp gelen digimonları kendi dünyalarına göndermeye çalışmalarıdır. Zar zor da olsa, başka çaresi olmadığını düşünen Masaru bunu kabul eder ve Agumon'la beraber digimonları kendi dünyalarına göndermeye başlarlar.Masaru ile birlikte Norstein ve gaomon,Yoshino ve lalamon da vardır.10 bölüm boyunca digimon avlarlar ve sonralarda 4. çocuk Ikuto çıkar ve digimonu falcomon.Ikuta ilk olarak 3 çocuğu kötü sanır ve onlara karşı olur.Annesini ise Frigmon sanır.Akhiro Kurata adlı kötü doktoru ilk 3 çocuk iyi sanır.Sonra Kurata digital dünyada yarattığı gizumonlarla merukimonu öldürür ve 4. çocukla birlikte bütün çocuklar kurataya karşı olur.Kurata bir demon lordu olan Belphemonun içine girer ve çocuklara saldırır ancak bir süre sonra belphemonu kontrol edemez.Belphemonu ve doktoru Shine Greymon Burst Mode ile yenerler.Digital dünyaya Yggdrasili görmek ister ancak kraliyet şövalyeleri izin vermez ve yggdrasil dünyayı yok etmek ister ancak finalde bütün kraliyet şövalyeleri yggdrasile karşı koyar ve yggdrasili agumon burst mode ile yenerler. "Ana Madde:" Digimon Xros Wars Diğer adıyla Digimon Fusion,Taiki Adında Birisi Evde Otururken dışarıdan garip sesler duymaya başlar. O sıralarda şehirde garip şeyler olmaya başlar.Bu olaylar olurken Taiki Tam arabanın altında kalıyorken bir güç onu kurtarır ve Taiki ve arkadaşlarının kötü güçlere karşı mücadelesi o zaman başlar. Taiki adında bir çocuk dışarıdan garip sesler duymaya başlar. O sıralarda şehirde garip şeyler olmaya başlar. Bu olaylar olurken Taiki Tam arabanın altında kalıyorken bir güç onu kurtarır ve Taiki ve arkadaşlarının kötü güçlere karşı mücadelesi o zaman başlar. Digimon Listesi Fıstıklı, Armutlu Fıstıklı, Yalova ilinin Armutlu ilçesine bağlı bir köy. Köyün tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte tarihi şadırvan ve mezar taşlarındaki 400-500 yıllık bir tarihi olduğu anlaşılmaktadır. Köy ismini çevresindeki fıstık çamlarından almaktadır. Köy Yalova iline 63, Armutlu ilçesine 8 km uzaklıktadır. Köyün ekonomisi zeytincilik ve balıkçılığa dayalıdır. Cinsiyetçilik Cinsiyetçilik, bir cinsiyetin diğerinden üstün olduğunu savunan görüş ve ideolojidir. Cinsel ayrımcılık ise insanların diğer insanlar hakkındaki yargıları, kişisel değerlerden çok cinsiyete dayandığında ortaya çıkan ve kimi zaman nefret içeren çatışmalı durumdur. Daha genel olarak cinsiyete dayanan her tür ayrım, cinsel ayrımcılık olarak tanımlanabilir. Bu (bazı istisnaları olmakla birlikte) tarihte genel olarak erkeklerin kadınlara karşı, heteroseksüellerin eşcinsellere karşı üstünlüğü şeklinde rastlanır ve günümüzde de geçerliliğini yaygın şekilde korumakta, insanlar arasında halen etik bir konu ve bazı toplumlarda tabu olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Cinsiyetçiliğin insanlar arasında neden böylesine geniş ölçüde kabul gördüğü hakkında yapılan tartışmalar, genelikle şu sonuçları işaret etmektedir: Aile, toplum ve çeşitli dinlerden öğrenilen, erkeklerin dominant ve kadınların resesif özelliklerinden veya ahlâken doğru olduğu varsayılan kültürel ve etik normlar, değer yargıları, tabular, kurallar, yasalar, örf ve âdetler cinsiyetçiliği olağanlaştırır ve normalleştirir. Başlıca düşünce şekilleri ve inanışlar şu şekildedir: Cinsel ayrımcılık temel olarak belli bir varlığın karakteristik özelliklerinin her zaman kendine özgü sınırlar içinde kalmaya mahkûm olduğu düşüncesine dayanır. Kendi içinde ise; erkeğe, kadına, çift cinsiyetli olana ve cinsiyet değiştirene karşı ayrımcılık olarak bölümlendirilebilir. Bu türlerden her biri faklı bir tarihî gelişime sahiptir ve farklı davranış biçimleriyle kendini gösterir. Her karakteristik özelliğin kendine ait kesin sınırları olduğu düşüncesi, erkeği ve kadını ait oldukları sınıflara kesin bir şekilde ayırdığı gibi her iki cinsiyete ait özellikleri gösteren bireyi de reddeder. Böylece bu düşünce; bir erkeğin diğer erkeklerden, bir kadınınsa diğer kadınlardan önemli bir fark olabileceği ihtimalini de yok sayar. Cinsel ayrımcılığın belirli türleri birçok ülkede yasa dışı olduğu halde bireylere cinsiyete dayanan bazı özel haklar, öncelikler veya sorumluluklar verilmesi oldukça yaygındır. Cinsel ayrımcılık kavramı aslında genellikle kadınlara karşı olan ayrımcılıklarla eş tutulur. Bunun nedeni, kadınlara karşı ayrımcılığın ortaya çıkan ilk şekil olmasıdır. Şovenizm kavramı en geniş haliyle bu ayrımcılığı da kapsar. Erkek egemen, ailedeki baba figürünün ağırlık bastığı toplumlarda bu tür ayrımcılık, kadının zayıf olduğu yaygın kanısı ile kendini belli eder; bazı toplumlarda kadın, kanunen bir birey olarak dahî görülmemiştir. Feminist bazı oluşumlar; kanun önünde eşitlik, politik alanda kadının temsil edilmesi, kadına karşı şiddetin önlenmesi, eğitim ve iş fırsatları gibi konular üzerine giderek kadın haklarını gözetmektedirler. Erkeklere karşı cinsel ayrımcılık içinde erkek düşmanlığı ve androfobiden bahsedilebilir. Erkek düşmanlığı, adından da anlaşılabileceği gibi nefret duygusunu içerir. Androfobi ise "erkeklere karşı korku" anlamına gelir ve psikolojik bir rahatsızlık olarak tanımlanmaktadır. Kadının kendini erkekten üstün hissetmesi de bir cinsel ayrımcılık türü olmasına rağmen kavram, yakın zamanda yaygınlaşmıştır. Şükrü Halûk Akalın Şükrü Halûk Akalın, (d. 22 Ocak 1956, Karaahmetli, Yüreğir), 15 Nisan 2001 - 12 Ocak 2012 tarihleri arasında Türk Dil Kurumu Başkanlığı görevini yerine getirmiştir. Kurumda düzenlenen basın toplantısında, görevine kendi isteği ile son verdiğini belirten Akalın, Hacettepe Üniversitesi'ndeki asli görevi olan öğretim üyeliğine dönmüştür. Adana'da ilk ve ortaokul öğrenimini tamamladıktan sonra liseyi İstanbul'da okudu. Lise yıllarında Son Havadis ve Yeni İstanbul gazetelerinde muhabir olarak çalıştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1979 yılında bitirdikten sonra aynı bölümde doktora yaptı. Hazırlamış olduğu "Saltuk-name I (İnceleme - Metin)" başlıklı teziyle 1987 yılında Yeni Türk Dili alanında doktor unvanını aldı. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne 1989 yılında Yardımcı Doçent olarak atandı. Aynı bölümde 1990'da Türk Dili Doçentliğine, 1996'da ise Profesörlüğe yükseltildi. Çukurova Üniversitesi Türk Dili Bölüm Başkanlığı yaptı. Kurucusu olduğu Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Merkezinin müdürlük görevini yürüttü. 1995 yılında Bilim Kurulu Aslî Üyeliğine seçildiği Türk Dil Kurumu'na 15 Nisan 2001 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan üçlü kararname ile başkan olarak atandı. Daimi Genel Sekreterliği ABD'de olan Uluslararası Sürekli Altayistik Konferansı (Permanent International Altaistic Conference)'nın 2003 yılında dönem başkanlığını yaptı. Yirmi beş yıl görev yaptığı Çukurova Üniversitesi'nden ayrılarak 1 Mart 2006 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 12 Ocak 2012 tarihinde saat 11:00'da Türk Dil Kurumu'nda düzenlenen basın toplantısında 11 yıldır yürütmekte olduğu başkanlık görevine kendi isteği ile son verdiğini açıklamıştır. Kişisel ağ sayfası Çapraz derleyiciler Çapraz Derleyici üzerinde çalıştığı platformdan farklı olan platformlar için yürütülebilen kodlar üreten derleyicidir. Böyle bir araç, erişiminizde olmayan bir platform için kod derlenmesi gerektiğinde ya da böyle bir platform üzerinde kod derleme işleminin yapılmasının imkânsız olduğu (gömülü sistemlerde olduğu gibi, mikrokontrolörler minimum bellek ile çalıştığı için derleme imkânsız olur) durumlarda faydalı olabilir. Çapraz derleyicinin temel kullanımı çalışılan ortamın hedef ortamdan ayrılması şeklinde tanımlanabilir. Bu kullanım çeşitli durumlar için faydalıdır; ‘’’gcc’’’ onlarca platformu ve yaygın olarak kullanılan programlama dillerini destekleyen bir çapraz derleyicidir. Bununla birlikte, derleyiciyi geliştirmeye çalışan gönüllü insanların sınırlı zamanları ve bir çapraz derleyiciyi çalışır hale getirmenin gerektirdiği uğraş, bazı sürümlerin hatalardan dolayı çalışmamasına neden olmaktadır. gcc’ nin hedef platformlar için çalışması, hedef platform için hazırlanmış binutils’ in ikili dosyalarını gerektirmektedir. Bunlar arasında en önemli olanlardan biri GNU Assembler dır. Bu yüzden öncelikle binutils configure betiğine codice_1 parametresi geçirilerek derlenmelidir. Bunun ardından eğer binutils’ in oluşturduğu araçlar path ile tanımlı dizinde ise gcc’ yi derleme işlemi normal bir şekilde gerçekleştirilebilir. bash kullanan unix benzeri işletim sistemlerinde, bahsedilen tanımlama aşağıdaki şekilde gerçekleştirilebilir; Çapraz derleme, derleme işleminin yapıldığı platform üzerinde hedef platform için bir takım standart C kütüphanelerinin bulunmasını gerektirir. En azından kütüphanenin crt0, ... parçalarının olması gereklidir. Diğer bir alternatif, C kütüphanesinin kaynak dosyaları derlemek için gerekli sadece temel parçalarını içeren newlib kullanılmasıdır. gcc’ yi newlib ile yapılandırmak için configure betiğine codice_2 parametresini geçirmek yeterli olur. Bu da farklı makineler için çapraz derleyici geliştirmenin yöntemlerinden biridir. Yani, B makinesi üzerinde çalışıp C makinesi için çalıştırılabilir kodlar üretecek çapraz derleyicinin A makinesi üzerinde geliştirilmesidir. Canadian Cross ile gc
c kullanıldığı zaman, 4 derleyiciye ihtiyaç duyulabilir; A makinesinde: Burada dikkat edilmesi gereken nokta elde edilen derleyici A makinesinde çalışmayacaktır. B makinası üzerinde ‘’gcc çapraz derleyicisini kullanarak B makinesinde, C (4) makinesinde’’ çalışmak üzere kodlar derlendikten sonra elde edilen dosyalar C makinesine taşınıp çalıştırılmalıdır. Kanto (anlam ayrımı) Kanto şu anlamlara gelebilir: Altın Hızma Altın Hızma, bir Kerkük türküsüdür. Kaynak kişi Abdurrahman Kızılay'dır. Nida Tüfekçi tarafından 1970 yılında derlenmiş ve pek çok müzisyen tarafından yorumlanmıştır. Altın hızma mülayim/ Seni haktan dileyim Yaz günü temmuzda/ Sen terle ben sileyim Gün gördüm, günler gördüm/ Seni gördüm şad'oldum Altın hızma incidi/ Gömleği narıncıdı Benim lal olmuş dilim/ Ne dedi yar incidi Gün gördüm, günler gördüm/ Seni gördüm şad'oldum Altın hızma gadağa/ Yaraşıp alt dudağa Güzel gel görüşelim/ Men gidirem ırağa Gün gördüm, günler gördüm/ Seni gördüm şad'oldum Türkünün notalarına ve videolarına aşağıdaki adresten ulaşılabilir. Abdurrahman Kızılay Abdurrahman Kızılay, (d. 1 Temmuz 1938, Kerkük - ö. 12 Aralık 2010, Ankara), Kerküklü bir Türk Halk Müziği sanatçısı ve bestecisidir. İlk ve orta öğrenimini Kerkük'te tamamlamış ve müzik eğitimi için Ankara'ya gelmiş ve Ankara Devlet Konservatuvarı Kontrbas Bölümü'nden mezun olmuştur. 1974'te Türk vatandaşlığına kabul edilmiştir. Ses sanatçısı, ud virtüözü ve söz yazarıdır. Türkiye'de "Altın Hızma Mülayim" adlı türküsü ile tanınmaktadır. Kerkük türkülerini tanıtırken aynı zamanda Kerkük bölgesinin ve Kerkük'teki Türk varlığının yaşadığı sıkıntıların da Türkiye'de duyulmasını sağlamıştır. Kerkük'te yaşananları Dünya çapında da duyurmaya çalışmıştır. Asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim olan Kızılay'a uzun yıllar Kerkük Kızılayı'nda gönüllü olarak çalıştığı için Kızılay soyadı önerilmiş ve kendisi de bu soyadı kabul etmiştir. Hayatı boyunca Avrupa'daki birçok ülkede ve ABD'de konserler veren sanatçı son olarak da Türkmeneli Televizyonu'nda "Dost Bağının Bülbülleri" adıyla bir program hazırlamaktaydı. Sanatçı, 2002 yılında Mehmet Özbek ile 'Mum Kimin Yanan/ Kerkük Türküleri' adlı bir albüm yapmıştır. Abdurrahman Kızılay 12 Aralık 2010 tarihinde Ankara'da Özel 29 Mayıs Hastanesi'nde solunum yetmezliği nedeniyle tedavi görürken 72 yaşında vefat etmiştir. Legato (müzik) Legato, italyanca bir sözcüktür, "bağlı" anlamına gelir. Ardışık notaları, aralarında hiçbir kopukluk olmaksızın bağlı çalmaya denir. Legato, bir müzik cümlesini icra biçimidir. Legato bir teknik değil, ardışık notaları çalgısına göre icra etme biçimidir. Burada amaç notaları devam eden tek bir hareket halinde çalmaktır. Legato sırasında, nefesli saz çalanlar ve şarkıcılar parça arasında nefes alıp vermekten kaçınmalıdırlar, yaylı saz çalanlar ise tek bir yay hareketiyle ile çalmalıdırlar. Gitar Legato, gitar dünyasında tapping (sağ elle perdelere basma) tekniğine yakındır. Sadece sol elle (perde üzerindeki el) notaları bağlı çalmaya dayanır. Hammer-on ve pull-off tekniklerini baz olarak alır. Slide (kaydırma), vibrato ve bend tekniklerini kullanarak solist gitaristler tek el kullanarak daha hızlı çalabilmektedirler. Notaların bir veya birkaç tel üzerinde çalınmasına göre legato etkisini pekiştirmek ve ambiansı zenginleştirmek için notalar gidişata göre ses çıkarmaya bırakılır (örn. arpej sırasında). Legato, elektronik ya da elektroakustik gitarla çalınan hemen tüm modern müzik türlerinde kullanılır. Ancak yoğun ve uzun kullanımı metal müzikte yaygındır. GNU Assembler GNU Assembler (GAS), shellden kullanıldığı zaman as olarak çağrılan GNU Assembler komutudur. GNU derleyici koleksiyonunun temel ve varsayılan derleyicisi olup Linux ve GNU işletim sistemlerinin derlenmesinde kullanılır. GNU Binutils paketinin bir parçasıdır. Gas birbirinden farklı mimariler üzerinde çalışablir. Intel sözdizimini kullanan diğer derleyicilerden farklı olarak AT&T çevirici sözdizimini kullanır bununla birlikte geliştirilen son versiyonları Intel sözdizimini desteklemektedir. Ücretsiz bir yazılımdır ve GNU Genel Kamu Lisansi altında kullanılabilir. MEB 100 temel eser listesi FN FAL FN FAL(G1) adını Fusil Automatiq Legere (Hafif Otomatik Tüfek) kelimelerinin baş harflerinden alan bir saldırı piyade tüfeğidir.Üretimine 1950 yılında başlamıştır.1958 yılına kadar az sayıda üretilmiştir,İlk olarak Belçika ordu hizmetine girmiştir. İlk modelleri 7.92 olan tüfek, daha sonra NATO standartlarına uygun olarak 7.62x51 mm'ye döndürülmüştür.Barut gazının yarattığı geri tepme esasına dayalı çalışan FAL, sadece tek tek ya da tam otomatik atış opsiyonuna sahiptir. Oldukça geniş bir pazarda kendine alıcı bulan tüfek ; Arjantin, Avusturya, Brezilya, İngiltere ve Kanada'da lisans altında üretilmiştir.Şu an sadece ABD ve Brezilyada seri üretimi yapılmaktadır. ABD dışındaki bazı NATO ülkelerininde aralarında bulunduğu 90'ın üzerindeki ülke tarafından kullanılmiştır ve halen kullanılmaktadır. 1947 yılında ilk FN FAL prototipi tamamlanmıştır. Bu model II.Dünya savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından tasarlanan 7.92x33mm'lik Kurz mermilerini kullanması için tasarlanmıştır. 1948'de bu prototip modelinin denemesinin ardından Ingiliz Ordusu .280 İngiliz kalibresini kullanması amacıyla aralarında bullpup modellerininde bulunduğu birkaç prototip modeli üretilmesi çağrısında bulundu. İngiliz ordusunun önerdiği bullpup prototipinin testinden sonra FN Herstal tüfeğin orijinal prototip modelinin üretimine devam etme kararı aldı. 1950 yılında Birleşik Krallık ABD tasarımı T25 tüfeği ile karşılaştırmasının yapılabilmesi amacıyla yeniden tasarlanmış yeni bir FN FAL prototipi ile EM-2 prototipini tasarlamıştır. Her iki tüfekte yine .280 İngiliz kalibresi kullanıyordu. Seri atışta silahın isabet oranının önemli ölçüde düşmesi nedeniyle çatışma alanlarında askerlerin silahı yarı otomatik modda kullanmayı tercih ettikleri gözlenmiştir.Silah yarı otomatik modda dakikada 30 yakın yüksek isabetli atış gerçekleştirebilmektedir.Türkiye'ye "FAL"`ler 1965'ten sonra G1 adı altında sokulmuştur.Günümüzde birçok kullanıcısı tarafından görev dışına çıkarılan "FAL",bazı ülkelerin geri hat birliklerinde ve özellikle Güney Amerika ile Afrika'daki gerilla grupları tarafından hala yoğun olarak kullanılmaktadır. Atakule Atakule Alışveriş Merkezi, Ankara'da, döner restoranlı kulesi ile meşhur alışveriş merkezi. Çankaya semtinde, Cinnah Caddesi ile Çankaya Caddesi'nin kesiştiği, Zübeyde Hanım Meydanı'na cepheli konumdadır. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık Konutları yakınında, Ankara Botanik Parkı üstünde, şehir manzarasına tamamen hakim olan alışveriş merkezinin çevresinde, çeşitli büyükelçilik binaları ile konut ve işyeri amaçlı 4-6 katlı yapılar mevcuttur. Atakule Alışveriş Merkezi'ne anıtsal nitelik kazandıran 125 metrelik kule, İstanbul'daki 236 metrelik Endem TV kulesinden sonra Türkiye'nin en uzun döner platformlu kulesidir. 13 Ekim 1989 tarihinde Ankara'nın başkent oluşunun 66. yıldönümüne denk gelen günde 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından açılışı yapılan kulenin altında, Türkiye'nin ikinci ve Ankara'nın ilk Alışveriş Merkezi hizmet vermeye başlamıştır. Yapının adı bir yarışma sonucu belirlenmiştir. Modern alışveriş merkezinin plan ve projesi Mimar Ragıp Buluç tarafından hazırlandı. Kutlutaş İnşaat Firması ile tamamı Türk Mühendis ve işçileri tarafından inşa edilen alışveriş merkezi temelleri 1987 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından atıldı. İsmi, düzenlenen bir yarışma ile Ankara halkı tarafından verilmiştir. Mimari yapısı ve konumu itibarıyla de önemli bir turizm merkezidir.12 Haziran 2011 tarihinde yeni ışıklandırmasının açılışı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılmıştır. 2012 yılı içerisinde tüm kiracılar tahliye edilmiş ve alışveriş merkezi kapanmıştır. Halen sadece seyir terası ile mal sahibi olan Vakıflar Bankası'nın şubesi faaliyettedir. 2014 yılında ise alışveriş merkezi kısmını yıkma çalışmaları başlamış, ancak temelde çıkan bir sorundan dolayı kulenin de sallandığı fark edilip yıkma çalışmaları bir süre durmuştur. Günümüzde alışveriş merkezinin yıkım işlemi tamamlanmış olmakla birlikte kule yerinde durmaktadır. Ancak seyir terası kapalıdır. Atrium çarşı niteliğinde inşa edilen ve tamamı alışveriş merkezi olarak faaliyet gösteren, sosyal ünite olarak nikah ve kokteyl salonu bulunan 5 katlı bölümdür. 125 m yükseklikte inşa edilmiş betonarme taşıyıcı sistemli yapı özelliğinde, çıkış ve inişte şehir manzarasına hakim iki adet asansörle 87 m yükseklikte seyir terasına ulaşılmaktadır. Bu bölümün altında cafe-bar katı, üzerinde ise döner platformlu lokanta katı yer almaktadır. En üstte ise, kubbe altında kokteyl salonu bulunmakta yine alışveriş merkezi ve kulede mevcut altyapısı vardır. Ayrıca Türkiye'nin ilk döner platformlu lokantalarından birine sahip seyir teraslı kulesi, teknolojik özelliği ile tesise anıtsal ve simgesel nitelik kazandırmaktadır. Configure configure Linux/Unix tabanlı sistemlerde bir yazılımın ya da program paketinin kaynak dosyaları üzerinden kurulması esnasında, paketin kurulum kurallarını belirleyen ve paketin bağımlı olduğu yazılım ve kütüphaneleri kontrol eden betiktir. configure betiğine komut satırından geçirilen çeşitli parametreler yardımıyla, paketin kurulacağı dizin, hangi özelliklerle kurulacağı ve bu paketin bağımlı olduğu diğer paketler var ise gerekli olduğu durumda bunların kurulu olduğu dizinler belirtilir. Betiğin çalışması esnasında meydana gelen hatalar ekrana direkt olarak basılarak hatanın olduğu yerde betiğin çalışması durur. Hata ile ilgili ayrıntılı bilgi config.log isimli bir dosyada tutulur. Kaynak dosyaların make komutu ile derlenmeye başlanabilmesi için configure betiği hatasız bir şekilde çalışmasını tamamlamalıdır. Postmodern Etik (kitap) Postmodern Etik, Zygmunt Bauman'ın Etik'i postmodern bağlamda irdeleyip ortaya koyduğu, gereksiz kalabalıklarından arındırarak belirgin bir postmodern perspektife uygun olarak açıkladığı ö
nemli eserlerden birisidir. Kitap, genel olarak felsefe açısından ahlaki yasayış konusunu sorunsallaştırmaktadır. İşlenen tema Etik olmakla birlikte, bu kitap postmodernizm ve özellikle de postmodern felsefe bağlamında da oldukça önemli bir teorik kaynak olarak belirtilebilir. Genel olarak postmodern argümanlar oratya konuldugu gibi, modernizm ve ondan türeyen etik anlayislar da acik ve yalin bir sekilde ortaya konulmakta, basit yollara ve kelime oyunlarına sapılmaksızın mesele derinligince irdelenmektedir. Bauman, birçok postmodernist kuramcının saptığı basit yollara sapmaksızın ve genel havaya uyup heyecanlanmaksızın, konunun gerektirdiği titizlik ve özenle çalışmasını yürütmüş ve ortaya bunun ürünü olan bu etkileyici kitabı çıkarmıştır. Söz konusu titizlik ve özen her satırda görülür. Konu fazlasıyla ağırdır ve önemlidir, çünkü postmodern bir durum içinde yaşadığımız söyleniyorsa eğer, nasıl bir Etik'e sahip olunacağının kuramsal tartışmaları can alıcı bir soru(n) teşkil eder. Bauman, bu ağır ve önemli konuyu, hem derinlikli bir yetkinlik hem de yalın bir açıksözlülükle ortaya koyar. Modernizm'den postmodernizm'e uzanan süreci genel olarak özetleyip açıklamanın yanı sıra, özellikle o sürecin içinde "ahlaki sorunlar" ya da "etik" 'i belirgin bir şekilde analiz eder ve çerçeveler. Burada ilk olarak, modern etik anlayışlarını ve onların kuramsal öncüllerinin yapısını ve bunalrın ulaştığı açmazları görürüz; yanı sıra postmodern perspektifte nasıl bir etik imkânı bulundugunu izleriz. Bauman, belirli anlamda algıladığı belli bir postmodern perspektiften hareket eder bu çalışmayı ortaya koyarken. Okur her cümlede bu perspektifin açılımlarını görür. İnsan ahlakının müphemliği ya da başka bir deyişle ahlaki ilkelerin akıldışılığı, her özgül durumda ahlaki sorunlarla başetmenin bireyin zorunluluğu oldugu, herhangi bir ahlaki ilkenin evrensel bir ilke haline getirilemeyeceği varsayımlarından hareket eden Bauman, bunlardan hareketle yeni bir etiğin -postmodern etiğin- şekillendirilmesine çalışır. Bu girişiminde Emanuel Levinas'ın Öteki ve Ötekilik fikri ya da nosyonları temel olarak önem taşır. Bauman, belirsizlik ve olumsallığın hakim olduğu koşullarda -ki bunlar postmodern zamanların koşulalarıdır- Etik'in nasıl olabileceğini ve olması gerektiğini gösteriyor bu kitabinda. Gömülü Linux Gömülü Linux Linux işletim sisteminin cep telefonları, PDA'ler, elde taşınabilir medya oynatıcılar ve diğer tüketici elektroniği cihazları gibi gömülü sistemlerde kullanılan adıdır. Geçmişte gömülü sistemler için yapılan yazılımlar doğrudan assembler'da yazılarak geliştiriliyordu. Geliştiriciler tüm donanım sürücülerini ve arayüzlerini baştan geliştirmek zorundaydı. Daha sonraki uygulamalarda, küçük bir ücretsiz yazılım seti ile desteklenmiş Linux kernel'in gömülü cihazların sınırlı donanım alanlarına sığdırılabildiği çalışmalar gerçekleştirilmişti. Tipik bir gömülü Linux dağıtımı 2 MB alan üzerinde yer kaplamaktadır. Diğer gömülü işletim sistemleri; VxWorks, QNX, LynxOS, Windows CE, Windows NT Embedded, Palm OS. Gömülü Linux'un diğer gömülü işletim sistemlerine olan avantajları; IBM, Intel, LynuxWorks, Motorola, Panasonic, Samsung, Sharp, Siemens ve Sony gibi firmaların katılımıyla oluşan Gömülü Linux Birliği (ELC http://www.embedded-linux.org/ ), 15 Temmuz 2003 tarihinde San Francisco'da, ürün geliştiricileri, kullanıcı arayüzü tasarımcıları ve gömülü Linux uygulamaları için gerçek zamanlı performans çalışmaları yapan tasarımcılara yardım edecek bir yönergeler dizisinin hazırlanması amacı ile standartlaşma etkinliklerinin yeni bir evresinin başlatıldığı duyuruldu. Standardın amacı, küresel olarak kabul edilen, test uygulamaları sunacak ve pazarlamayı iyileştirecek, marka oluşturacak bir platformun yaratılmasıydı. 2002 yılında ELC, Embedded Linux Consortium Platform Specification (ELCPS) isimli standardını tanıttı. 2005 yılında OSDL bünyesine katılan bu yapılanma, 21 Ocak 2007 tarihinde, aralarında Fujitsu, Intel, AMD, IBM, Oracle, Hitachi, Cisco, Motorola, Siemens, Sun Microsystems, Google, Nokia, Dell ve Toshiba gibi 60 kadar dev firmanın bir araya gelerek oluşturduğu Linux Foundation'a ile birleşti. Lipit düşürücü ilaç Lipit düşürücü ilaçlar kanda yüksek lipit seviyelerinin tedavisinde kullanılan çeşitli türde ilaçlardır. Hipolipidemik ilaçlar veya antihiperlipidemik ilaçlar olarak da adlandırılırlar. Lipit düşürücü ilaçlar birkaç sınıfa ayrılabilir. Yan etkileri ve kolesterol profiline olan etkileri bakımından farklılıklar gösterirler. Bazıları "kötü kolesterol" diye bilinenen LDL kolesterolunu azaltırken diğerleri "iyi kolesterol" HDL kolesterolunu arttırırlar. Klinik kullanımda bir hastanın hangi ilacı alacağını belirlemek için hastanın kolesterol düzeyine, kardiyovasküler risk durumuna, karaciğer ve böbrek fonksiyonuna bakılır ve bunlar, ilacın riskleri ile faydalarıyla birlikte değerlendirilir. Amerika Birleşik Devletleri'nde bunu yapmak için Milli Kolesterol Eğitim Programı'nın Yetişkin Tedavi Paneli III'te (National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III) bulunan delillere bağlı tedavi kılavuz kullanılır. Diyarbakırspor Diyarbakırspor, 1968 yılında Diyarbakır'da kurulan ve şu anda Diyarbakır 2. Amatör Ligi'nde mücadele eden futbol kulübüdür. Diyarbakırspor, Diyarbakır Amatör Ligi'nin iki ezeli rakibi Diclespor ve Yıldızspor kulüplerinin 24 Haziran 1968 tarihinde birleşmeleriyle kuruldu. Diyarbakırspor'un ilk başkanlığını de dönemin Belediye Başkanı Nejat Cemiloğlu yaptı.1968 yılında Kulübün başkanlığına dönemin Belediye Başkanı Nejat Cemiloğlu seçilirken, yönetim kurulu ise şu isimlerden oluşur: “Hacı Abdurahman Özbek, Nazmi Çakın, Şahap Bozacı, Nuri Akçam, Bedrettin Köprülü ve Erdoğan Vursavaş” 1968-1975 yılları arasında 8 sezon Türkiye 3. Ligi'nde mücadele eden Diyarbakırspor, 1975-76 sezonunda Ali Kahraman'ın başkanlığı ve Şeyhmus Akçadağ'ın ikinci başkanlık ile futbol şube sorumluluğu görevlerini birlikte yürüttüğü dönemde Türkiye 2. Ligi'ne yükseldi ve ertesi sezon Türkiye 2. Ligi şampiyonu olarak 1. Lig'e yükseldi. Ali Kahraman ve Şeyhmus Akçadağ da Diyarbakırspor'a o dönemlerde altın yıllarını yaşatan yöneticiler olarak hafızalarda yer edindi. 1977-1980 yılları arasında 3 sezon 1. Lig'de kaldı. 1978-79 sezonunda 4 hafta lider kaldığı ligi 5. sırada bitirdi. 1980-81 sezonunda 2. Lig'e düşen Diyarbakırspor burada bir yıl kaldıktan sonra 1981-82 sezonunda yeniden 1. Lig'e yükseldi. Ancak bu durum çok uzun sürmedi ve ertesi sezon 2. Lig'e düşen Diyarbakırspor, 1. Lig'e dört sezon çıkamadı. 1985-86 sezonunda 2. Lig'den üçüncü kez 1. Lig'e çıktı. 1986-87 sezonunda 1. Lig'i 11 puanla son sırada tamamlayan Diyarbakırspor, küme düştükten sonra da zor günler geçirdi ve başkan Yaşar Şerbetçi'nin ani ölümü nedeniyle, 1987-1993 yılları arasında 2. Lig'de küme düşmeme mücadelesi verdi. Diyarbakırspor, ilk kez 1990-91 sezonunda play-off'a yükseldi. 1995-96 sezonunda ilk 5 takım arasına girip finale kadar yükseldi. Ankara'daki finalde ise, Bahri Kaya yönetimindeki Zeytinburnuspor'a uzatma dakikalarında yediği golle 1-0 mağlup oldu ve 1. Lig'e yükselemedi. 1997-98 sezonu sonunda Eskişehir'deki ekstra play-off maçlarının ilk turunda Denizlispor'a 3-0 yenilip elenirken, 1999-00 sezonunda da yine final oynadı. Antalya'daki yükselme grubu final maçlarında Çaykur Rizespor'a uzatma dakikalarında 2-0 mağlup olup, ikinci kez finalde 1. Lig hakkını kaybetti. 2000-01 sezonunda Süper Lig'e yükselen Diyarbakırspor, 2005-06 sezonunda Süper Lig'i 18. sırada tamamlayıp 1. Lig'e düştü. 2008-09 sezonunda 1. Lig'i şampiyon Manisaspor'un ardından 2. olarak tamamlayan Diyarbakırspor yeniden Süper Lig'e çıktı. 2009-10 sezonunda kötü bir sezon geçiren Diyarbakırspor, Süper Lig'de tutunamayarak tekrar 1. Lig'e düştü. Talihsizlikler 2010-11 sezonunda da Diyarbakırspor'un yakasını bırakmadı. Ligin bitimine 7 hafta kala Diyarbakırspor, 1975-76 sezonundan beridir görmediği 2. Lig'e düştü. 2011-12 yılında 2. Lig'de mücadele veren Diyarbakırspor, düşme kalma mücadelesi verdiği son maçında Bugsaşspor'a 3-1 yenilerek 3. Lig'e düştü. Zamanla deplasmana gidememeye başladı. Kulüp kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 3. Lig'de ilk 8 maçındanda puan alamadı. Aynı sezonda Maltepespor ve Kocaelispor maçlarına çıkmayan Diyarbakırspor'un BAL'a düşürülmesi gündeme geldi. Fakat TFF kurallarında belirtilen "Bir takım aynı lig devresi içinde 2 maça çıkmazsa küme düşürülür." maddesi Diyarbakırspor'u küme düşmekten kurtardı. Diyarbakırspor, ligi 17. sırada bitirerek Eylül 2013 tarihinde, Diyarbakırspor Futbol Şube Sorumlusu Mehmet Emin Akyapı, Tüm futbolcuların lisanslarını karşılıksız olarak verildiğini, Şu an için takımın ne teknik heyeti ne de futbolcusunun olduğunu belirtmiş olup, maçlara çıkacak bir takım olmadığı için Diyarbakırspor'un küme düşeceğini ve ilerleyen haftalarda kendiliğinden kapanacağını belirtmiştir. Kulüp 9 Ağustos 2013 tarihinde tamamen kapanmıştır. Kulüp binasına haciz işlemi başlatılarak mühürlenmiştir. Ayrıca kulübün efsaneleşen yıllarında kazanmış olduğu kupaları çöpe atılma olayına tepki gösteren Diyarbakırspor'un son kulüp başkanı Şeyhmuş Şenyiğit kulübün kupalarına kendi işyeri içerisinde özel olarak sahip çıkarak ve bu davranışıyla Diyarbakırspor taraftarlarının gönüllerine taht kurmuştur. Eylül 2013'te, üst üste 4 lig birden düşmeye devam ederek Bölgesel Amatör Lig'e gerileyen Diyarbakırspor'un yönetim, teknik heyet ve futbolcuları dağıldığı için kulübün kapanması kararı alındı. 2013-2014 sezonu başlamadan önce Diyarbakırspor son kulüp başkanı Şeyhmus Şenyiğit ile Yeni Diyarbakırspor yönetimi bir takım görüşmeler yapıp Diyarbakırspor'u yaşatmak adına Yeni Diyarbakırspor çatısı altında birleşme kararı aldı. Mevcut Diyarbakırspor'un ismi Yıldız 21 Gençlikspor, arması da yeşil kırmızı düz bant olarak değiştirildi. Bu sayede Diyarbakırspor ismi ve arması boşta kaldı. Hemen akabinde Yeni Diyarbakırspor yetkilileri Dernekler İl Müdürlüğü'ne başvurarak Diyarbakırspor isim ve armasına talip
olduklarını beyan ettiler ve kısa süre sonra bu onaylandı. Yeni Diyarbakırspor'un devam eden 2013-2014 sezonunda ismi ve armasının değişmesi resmileşmesine rağmen yasal süre olan 3 yılı bekleme şartından dolayı bu değişiklik fikstürlere yansıyamadı. Daha önce Diyarbakırspor'da kısa süre kayyum olarak görev yapan Galatasaray'ın Diyarbakır'da açtığı spor okulunun başkanı Abdulkadir Duran, önce Yıldız 21 Gençlikspor'a mahkeme yoluyla kayyum oldu, daha sonra ise eski delegelerin hepsini silerek yeni delegeler yaptırdı. Yeni delegelerle kongre yapan Duran, Yıldız 21 Gençlikspor'un başkanı oldu. Duran, Diyarbakırspor isminin Yeni Diyarbakırspor'dan alınarak Yıldız 21 Gençlikspor'a geri verilmesi için Diyarbakır 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde iptal davası açtı. Mahkeme, 30 Mart 2015'te verdiği kararla Diyarbakırspor'un Eylül 2013'te yapılan kongresinde alınan tüm kararları iptal etti. İptal kararıyla birlikte kongrede yapılan isim değişikliği de iptal edildi. Bunun üzerine Temmuz 2015'te Yeni Diyarbakırspor'un adı Diyarbekirspor olarak değiştirildi. Diyarbakırspor, 2013-2014 sezonunda Bölgesel Amatör Lig'de sezon öncesi ligden çekildiği için ve bir sonraki sezonda da Diyarbakır Süper Amatör Lig'e katılmadığı için 2015-2016 sezonunda doğrudan Diyarbakır 1. Amatör Ligi'ne dahil oldu. 22 maçta 3 galibiyet, 2 beraberlik ve 17 yenilgi aldı ve lig sonuncus olarak Diyarbakır 2. Amatör Ligi'ne düştü. 2016-2017 sezonunda Diyarbakır 2.Amatör Ligi A Grubunu 4. olarak tamamladı. Diyarbakırspor, bugün formasında taşıdığı renklerin yeşilini Diclespor'dan ve kırmızısını Yıldızspor'dan almıştır. Diğer bir iddiaya göreyse, kulübün renkleri karpuzun dışı ile içinin renklerinden gelmektedir. Amblemi ise kentle özdeşleşen Diyarbakır'ın kale surları ile karpuzundan oluşur. Tribünlerde faaliyet gösteren taraftar grubu Azrailler'dir. Diyarbakırspor profesyonel liglerden düştükten sonra Diyarbekirspor'u destekleyen taraftar grubu, Eylül 2016'da her iki kulübün de birleşmesi talebinin reddedilmesi üzerine Diyarbekirspor tribünlerinden çekildi. 1977-1980, 1981-1982, 1986-1987, 2001-2006, 2009-2010 1976-1977, 1980-1981, 1982-1986, 1987-2001, 2006-2009, 2010-2011 2011-2012 1968-1976, 2012-2013 2013-2014 Şampiyonluk (3) : 1976-1977, 1980-1981, 1985-1986 İkincilik (2) : 2000-2001, 2008-2009 Şampiyonluk (1) : 1975-1976, 2012-2013 Yarı Final (1) : 1981-1982 Çeyrek Final (3) : 1978-1979, 1980-1981, 2004-2005 *Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yazılmıştır. *Play-Off maç sonuçları da sezona dahildir. Tamag Tamag, eski Türklerde bugünkü cehennem kelimesinin eş anlamlısı. Sözün tamağ, tamuk, tamug ve tamu varyantları da vardır. Moğollar tam derler. Öldükten sonra suçluların cezalandırılmak üzere gittiği yerdir. İslam inancıyla birlikte geniş betimlemeler yapılmış ve nasıl bir yer olduğu hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Fakat tüm görüşlerdeki ortak nokta ateş ile ilgili olduğudur. Hakaslarda cehennemi yöneten Tamı Han adlı bir tanrının varlığından söz edilir. Eski Türkler (Oğuzlar, Chou Türkleri ve diğer Gök Tanrı'ya tapan Türkler) Tamug'un yeraltında olduğuna inanırdı. Tamug'un efendisi Erlik Han'dır ve günahkâr kişileri cezalandırmak için vardır. Karşıtı Uçmag'dır. Kazırgan sözcüğü de Türk ve Altay halk inancında ve mitolojisinde Cehennem Çukuru anlamında kullanılır. Kötü ruhların doğruluğa gelmesi için, geçici bir süre kaldığı ateş çukurudur. Çukur anlamı taşır. Kazımak ve kazık sözleri ile aynı kökten gelir. Tam/Dam kökünden türemiştir. Kapalı yer demektir. Karanlık anlamı vardır. Sanskritçe (Eski Hintçe) Tamas (karanlık) sözcüğü ile de bağlantılı olduğu söylenir. Moğolca ve Tunguzca Tama sözcüğü toplanmak, bir araya gelmek manaları içerir. Türkçede Tam kökü yakmak anlamı da taşır ve Tamız, Tamur gibi sözcükler bu anlamı ihtiva eder. Kuyu biçimindeki fırını ifade eden Arapça Tandır/Tandur sözcüğünün aslında Türkçede Tamdur biçimiyle zaten var olduğu ve benzeşim yoluyla dönüştüğü de bu bağlamda öne sürülebilir. Tamug kelimesi Divânu Lügati't-Türk'te "Tamu" olarak geçer. Tıpkı "kamug" (şimdi "kamu") kelimesinde olduğu gibi "g" harfi düşmüş ve "tamu" olmuştur. Milan Tanksavarı MILAN (Fransızca: "Missile d´infanterie léger antichar" = Piyadenin hafif tanksavar silahı), ikinci nesil tanksavar silahı. MILAN silahının dizayn çalışmaları 1962'de başlanmış, 1971'de prototipleri üretilmiş kullanımına da 1972'de başlanmıştır. Tel ile güdülen yarı otomatik bir rokettir. Roketin hedefe el ile doğrultulması, fırlatıldıktan sonra hedef vurulana kadar, hedefin optik nişangah tan takip edilmesi gerekir. MILAN silahı gece atış kabiliyetini kazanması için MIRA termal kamera ile donatılmıştır. MILAN, Fransız-Alman ortak yapımı bir roket tir. İngiltere (BAE Sistem tarafından), İspanya ve Hindistan tarafından da lisanslı olarak üretimi yapılmaktadır. Buradaki değerler MILAN2 ve MILAN2T roketine ait verilerdir. Tifüs "Bu madde tifüs hastalığı hakkındadır. İlişkisiz bir hastalık olan tifo ile karıştırılmamalıdır." Tifüs, "Rickettsia" bakterilerinin etken olduğu bulaşıcı hastalıktır. Neden olan etken bakteriler hücre içinde yaşama özelliği gösterirler, hücre dışında uzun süre canlı kalamazlar. Hastalık; akut tifüslü insanların kanını emerek infekte olan insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. İnfekte bit, diğer insanlardan kan emerek beslenirken rickettsiaları cilt üzerinde bırakır. Bu kişiler saçlarını ovalarken, rickettsiaları ya da bit parçacıklarını bitin ısırdığı yerin içine sokarak infekte olurlar. Herhangi bir hayvan kaynağı yoktur Belirtilerin başlangıcı değişkendir ancak daha çok ani başlar ve ilk belirtiler; baş ağrısı, titreme, yüksek ateş, takatsizlik, öksürme ve şiddetli kas ağrısıdır. 5-6 gün sonra, ilk önce vücudun üst bölümünde başlayan ve daha sonra yüz, avuç içi ve ayak tabanı hariç vücudun her yerine sıçrayan maküler cilt kabarıkları (koyu benekler) görülür. Özel tedavi uygulanmazsa, vaka ölüm oranı %40'lara çıkabilir. Bitle bulaşan tifüs, salgına neden olan tek rickettsia hastalığıdır. Afrika'nın ortası ve doğusunda, Amerika'nın ortası ve güneyi, Asya'nın soğuk bölgelerinde (dağlık) görülür. Tifüse, aşırı kalabalığın ve kötü hijyen koşullarının hakim olduğu cezaevleri ve mülteci kampları gibi yerlerde de rastlanır. Yolcuların çoğu için çok düşük risk mevcuttur. Mülteci kamplarında görev alan ve kalabalık, kötü hijyen koşullarının hakim olduğu diğer uygulamalar içerisinde yer alan insani yardım görevlileri risk altında olabilir. Mevcut değildir. Bitin vücudu istila etmesini önlemek üzere temizlik yapmak çok önemlidir. Vücut bitini kontrol etmek ve yüksek risk altındaki insanların giysilerinde kullanmak üzere pudra haşarat ilaçları vardır. Hastalık tedavisiz bırakıldığında ölümcül olabilir. Tedavi çoğunlukla antibiyotikler ile yapılır. Bu hastalık Türkiye'de pek fazla görülmez. Flare Flare (flêr), İngilizce'den gelen bir kelime olup şu anlamları vardır: Arsène Wenger Arsène Wenger (d. 22 Ekim 1949, Strazburg, Fransa) Fransız futbol adamı. Futbolculuk kariyeri boyunca Fransa Üçüncü Ligi'ndeki Mutzig, Mulhouse ve Vauban takımlarında savunma oyuncusu olarak futbol oynamıştır. 1978 - 1979 sezonunda birinci lig takımlarından Strazburg'a transfer olmuş ve sadece üç maç forma giydiği bu sezonda lig şampiyonluğu yaşamıştır. Teknik adamlık kariyerine 1981'de Strazburg genç takımında başlamış, 1983'te Cannes FC takımında yardımcı antrenör olmuştur. 1984-1986 arasında Nancy takımının teknik direktörlüğünü yapmıştır. Kariyerinde önemli bir dönüm noktası 1987 yılında AS Monaco FC takımının teknik direktörlüğüne getirilmesi olmuş, 1994-1995 sezonunda görevinden ayrılana kadar bu takımla 1988 yılında Fransa Ligi şampiyonluğu ve 1991 yılında Fransa Kupası'nı kazanmış, 1992 yılında UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda Otto Rehhagel'in çalıştırdığı SV Werder Bremen ile final oynamıştır. 1995 yılında Japon takımı Grampus Eight takımında görev almış ve Japonya Süper Kupası'nı kazanmıştır. Kariyerinde ikinci dönüm noktası 1996 yılında Arsenal takımının teknik direktörlüğüne getirilmesi olmuştur. 1996 yılı itibarıyla sürdürdüğü bu görevinde, 1998, 2002 ve 2004 yıllarında üç kez lig şampiyonu olmuş, 1998, 2002, 2003 ve 2014 yıllarında 4 kez FA Cup'ı kazanmış ve 1998, 1999, 2002 ve 2004'te dört FA Community Shield sahibi olmuştur. Avrupa kupalarında ise 2000 yılında UEFA Kupası'nda Galatasaray ile final oynamış ve penaltılarla kaybetmiştir. 2006 yılında UEFA Şampiyonlar Ligi finalinde FC Barcelona'ya kaybetmiştir. 20 Nisan 2018 tarihinde 2017-18 sezon sonunda Arsenal'dan ayrılacağını duyurdu. Alev topu Alev topu (İngilizce: "flare"), ısı güdümlü füzeleri şaşırtmak için kullanılan sistem. Sistem ısı güdümlü füze tespit edildiği andan itibaren devreye girer ve çok yüksek sıcaklıklarda alev topları atarak füzeyi şaşırtır. Günümüzde tüm modern uçaklar, helikopterler ve tanklar bu sistemi kullanmaktadırlar. Çin Hanedanı Qin (okunuşu: "Çin") Hanedanı (Çince:秦朝, Pinyin: Qín Cháo), MÖ 221 - MÖ 206 yılları arasında Çin'i yönetmiş ilk hanedandır. Qin Hanedanlığı adını bugün Gansu ve Shaanxi eyaletlerinin kalbinde bulunan Qin bölgesinden alır. Qin Hanedanlığı'nın gücü, Shang Yang'ın MÖ 4. yüzyılda Savaşan Devletler Çağı'ndaki kanunlarda yaptığı legalist reformlarla artmıştır. MÖ 3. yüzyılın ortalarında ve sonlarında, Qin Hanedanlığı güçsüz Zhou Hanedanlığı'ndan başlayıp kalan diğer altı savaşan devleti de fethetmiş ve tüm Çin üzerinde kontrol elde ederek yönetimi tek çatı altında toplamıştır. Qin Hanedanlığı'nın, hanedanlık süresi boyunca ticaret, tarım ve askeri alanlarda gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin sebebi, köylülerin sadakatlerini gösterdiği toprak ağalarının ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmiştir. Böylece merkezi yönetim, büyük halk topluluklarını direkt kontrol altına alıp Çin Seddi gibi büyük inşa projelerini gerçekleştirmek için büyük bir çalışma gücü elde etmiştir. Qin Hanedanlığı aynı zamanda çeşitli reformlar yapmıştır. Para, ölçü ve ağırlık biriml
eri bu dönemde standartlaştırılmış, daha iyi bir yazı sistemi oluşturulmuştur. Qin'in eski hanedanlıkların izlerini yok etmek için yaptığı kitap yakımı ve bilginlerin gömülmesi olayı, dönem sonrası bilginleri tarafından eleştirilmiştir. Hanedanlık yavaş ve bürokratik olmasına rağmen ordu, dönemin en son geliştirilmiş savaş aletleri, ulaşım yolları ve taktiklerini kullanmaktaydı. Güçlü olmasına rağmen Qin Hanedanlığı'nın ömrü uzun sürmedi. MÖ 210'da ölümünün ardından, imparatorun iki eski danışmanı, onun üzerinden hanedanlığı kontrol etmek için oğlunu tahta geçirdi. İki danışman arasındaki anlaşmazlık dolayısıyla, tahtı ikinci imparator üzerinden kontrol etme planları çok fazla uzun sürmedi ve kısa sürede iki danışman da, ikinci imparator da vefat etti. Bu ölümlerden birkaç yıl sonra halk ayaklandı ve imparatorluğun yönetimi bir Chu teğmeni dolayısıyla Han Hanedanlığı'na geçti. Kısa sürede sonlanmasına rağmen Qin Hanedanlığı, kendinden sonra gelen Han Hanedanlığı'nınkiler başta olmak üzere Çin imparatorları üzerinde büyük bir iz bıraktı. Böylelikle başlayan Çin'in İmparatorluklar dönemi, 1912'de Qing Hanedanı'nın yıkılıp Çin Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla sona ermiştir. Antik politika danışmanı Gao Yao'nun neslinden Feizi, Qin Hanedanlığı'nın kurucusu ve bugünkü Peytonians'ın bulunduğu eski Qin Şehri'nin yöneticisidir. Qin şehrinin olduğu bölge Zhou Hanedanlığı'nın 8. yöneticisi olan Kral Xiao'nun döneminde Qin bölgesi olarak anılmaya başlandı. MÖ 897'de, Gonghe'un yönetimi altında bölge at yetiştiriciliğine ayrılmış bir koloni haline geldi. Feizi'nin torunlarından Duke Zhuang'ın, Zhou Hanedanlığı'nın 13. kralı olan Kral Ping'in kendine yakın görülmesiyle, oğlu Duke Xiang, seferlere gönderildi. Bu seferler sırasında Duke Xiang, Qin Hanedanlığı'nı resmi olarak kurmuş oldu. Qin Devleti, etrafındaki beyliklerin tehdidiyle büyük akınlarda bulunmamış olsa da, MÖ 672'de Orta Çin bölgelerine ilk seferini düzenledi. MÖ 4. yüzyılın sonlarında Qin Devleti'nin etrafındaki beylikleri kontrol altına almış ya da fethetmiş olması, daha sonra Qin Hanedanlığı'nın yayılmacı politikası için zemin oluşturmuştur. Qin devlet adamlarından Shang Yang, MÖ 361'den MÖ 338'de ölümüne kadar çeşitli askeri reformlar yapmıştır. Aynı zamanda Qin Hanedanlığı'nın başkenti olan Xianyang'ın oluşturulmasına da yardımcı olmuştur. Şehrin MÖ 4. yüzyılın ortalarında başlayan gelişmesi, daha sonraları Savaşan Devletler'in diğer başkentlerinin de bu şehre benzeyerek yapılanmasına yol açmıştır. Shang Yang'ın reformlarından en önemlisi, acımasız ve uygulamalı bir harp halini savunan Legalizm felsefesidir. Legalizm, Zhou Hanedanlığı'nda ve Savaşan Devletler Çağı'ndaki savaşı cennetin kurallarıyla yönetme felsefesine karşı bir felsefedir ve düşmanın zayıf noktalarından yararlanmayı uygun görür. Wei Hanedanlığı'ndan soylu birinin tanımlamasıyla Qin Hanedanlığı tamahkar, fasık, kâr güden ve samimi olmayan bir hanedanlık olarak tanımlamıştır. Legalist düşünce, uzun yaşayan yöneticilerin iyi liderliği, başka hanedanlıklardan yetenekli kişilerin görevlendirilmesinin kötü karşılanmaması ve iç muhalefetin az olması, Qin Hanedanlığı'nın güçlü bir politik zemin oluşturmasında etkili olan nedenlerdir. Qin'in diğer bir avantajı da, verimli, büyük bir orduyla kabiliyetli komutanlara sahip olmasıydı. Düşmanlarının aksine silah ve taşımadaki son gelişmeleri kullanmaları, farklı zeminlerde de etkili bir şekilde savaşmalarına yardımcı olmaktaydı. Sonuç olarak Qin, ideoloji ve uygulama konusunda askeriyede diğer hanedanlıklardan üstün konumdaydı. Son olarak Qin, etrafı dağlarla çevrili olmasından dolayı doğal bir koruma altında, jeopolitik bir konuma ve verimli arazilere sahipti. Gelişmiş tarımsal üretim, büyük ordusunun besin ihtiyacını karşılamaya yeterli seviyedeydi. MÖ 246'da inşa edilen Wei Nehri kanalı da tarımsal gelişmede büyük rol oynamıştır. Savaşan Devletler Çağı'nda yükselen Qin Hanedanlığı'nın dışındaki hanlıklar, Yan, Zhao, Qi, Chu, Han ve Wei idi. Bu hanedanlıkların yöneticileri kendilerini kral olarak anmış olsa da, "Cennetin Vekâleti" unvanı Zhou hanedanlarına aitti. MÖ 3. ve 4. yüzyıldaki fetihlerinden önce Qin, dönem dönem gerilemeler yaşanmıştır. Örneğin Kral Wu, bir öğrencinin ona karşı duyulan kinden dolayı idam edilmesi kuralının soylulara da uygulandığını göstermek için Shang Yang'ı aynı sebepten idam ettirmiştir. MÖ 307'de Qin, iç ihtilaflar sonucu merkeziliğini kaybetmiştir. MÖ 295'te diğer hanlıkların ittifakına, kısa bir süre sonra da Qi ordusuna karşı savunmada olan Qin ordusu, Zhou Hanlığı'na yenilmiştir. Ne var ki agresifliğiyle bilinen devlet adamı Fan Sui yönetime geçtiğinde hanlığın sorunları sona ermiş ve Jin ve Qin Hanedanlıkları'nın yayılımcı politikaları takip edilerek fetihçi politika uygulanmaya başlanmıştır. Qin, diğer hanlıklara saldırma konusunda hızlı davranmış ve ilk olarak doğusundaki Han Hanedanlığı'nın başkenti olan Yangdi'yi MÖ 230'da fethetmiştir. Daha sonra fetihler kuzeye doğru yön değiştirmiş, Zhou (MÖ 228) ve Yan (MÖ 226) hanlıkları Qin topraklarına katılmıştır. Sonraları Qin ordusu doğuya doğru atağını sürdürmüş, güneydeki Wei şehri Daliang'ı MÖ 225'te, Chu hanlığını MÖ 223'te, Zhou'nun kalan son şehri olan Luoyang ile Qi'nin Linzi şehrini MÖ 221'de fethederek tüm bu hanedanlıklara son vermiştir. 16. Kolordu (Osmanlı) 16. Kolordu Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı dönemi askeri birimlerinden biridir. Ağustos 1916, Aralık 1916'da kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Ağustos 1917'de kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: 5. Piyade Tümeni 13., 14. ve 15. Piyade Alaylarından oluşmaktaydı. 2000–3000 arasında Şeyh Muhammed Diyauddin, Mutki Aşireti Reisi Hacı Musa Bey ve diğer milis birlikler bulunmaktaydı. 7 Kasım 1916 tarihinde Mustafa Kemal Paşa Bitlis bölgesinde 5. Tümen komutanlığındaki görev değişikliğini, arazi üzerindeki tertibatını, ihtiyaçlarını ve genel durumunu görmek ve Van Harekat Müfrezesinin hareketini temin etmekle görevliydi. Mustafa Kemal 10 Kasım - 21 Kasım tarihleri arasında Bitlis merkezinde Milis Komutanlarla görüşmüş, hastane, askeri birlikler, bazı türbe ve camileri gezmiştir. Ayrıca 15 Kasım 1916 tarihinde Rahva Ovası'nda bulunan Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk Birliğine bir tatbikat yaptırmıştır. Tang Hanedanı Tang Hanedanı, (Çince: 唐朝; Pinyin: Tángcháo) (18 Haziran 618 – 4 Haziran 907) Sui Hanedanı'nın ardından Çin'e hüküm sürmüş hanedandır. 618'de Li Shimin, Sui Hanedanı'nı devirerek Tang Hanedanı'nı kurdu. Li Shimin daha çok Tang Hanedanı'nın kurucusu İmparator Taizong olarak bilinir. Çin imparatorlarının en ünlülerinden biridir. Tang Hanedanı döneminde Çin'in komşularının üzerinde çok büyük etkisi vardı ve birçok komşu krallıkları vergiye bağlamıştı. Bununla birlikte Göktürk Kağanlığı 659 yılında, İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı ise 744 yılında Tang Hanedanı'nın egemenliği altına girmiştir. Yaklaşık 300 yıl (MS 618-906) yönetimde kalan Tang Hanedanı zamanında Han Hanedanı'ndan bile daha parlak bir dönem yaşandı. Bu dönemde imparatorluk toprakları genişletildi; değişik ırk, kültür ve dinlerden halklarla ilişkiler kuruldu ve sonradan batılı toplumları şaşkınlığa uğratacak bir yönetim sistemi kuruldu. Çin, Tang, Song ve Yuan Hanedanlıkları döneminde dünyanın en gelişmiş ülkesiydi ve ekonomisi ile kültürü komşularının yoğun ilgisini çekmekteydi. Bu dönem, aynı zamanda, sanat ve edebiyatın doruğa ulaştığı, yaratıcı etkinliklerin geliştiği bir dönemdi. Birçok ülkeden imparatorun Sian yakınlarında Changan'da bulunan sarayına gelen bilim adamı, sanatçı, şair ve müzisyenlerle Sian uygar dünyanın merkezi durumuna geldi. 2. yüzyılda Han Hanedanı döneminde Çin'e giren Buda öğretisinin Çin sanatı ve düşüncesi üzerindeki etkileri giderek arttı. Çin uygarlığı Asya'nın en uzak köşelerine kadar ulaştı, Japonlar Çin yazı karakterlerini kendi yazı dillerinde kullanmaya başladılar. Tang Hanedanı'nın son yıllarında Çin, siyasi kargaşalara sahne oldu. Niu Li siyasi mücadelesi, hadımların devlet yönetimini ele geçirmesi ve birbirlerini izleyen köylü isyanları, hanedanın gücünü giderek zayıflattı. Tang Hanedanı'nın sonunda patlak veren Huang Chao İsyanı’na katılan Zhu Wen, Tang Hanedanı imparatorunu tahttan indirerek kendini imparator ilan etti. Çin'i yöneten en büyük imparatorlardan bazıları Tang Hanedanı içinden çıktı. Li Shimin'in yanı sıra, 712-756 arasında hüküm süren Ming Huang hem güçlü bir savaşçı, hem de sanatı geliştiren bir imparator olarak çok önemlidir. Ne var ki, ardından gelenler yetersiz ve yeteneksizdi. Ağır ilerleyen bir çöküş döneminin sonunda, 907'da Tang Hanedanı yıkıldı. Sui ve Tang Hanedanlıkları kendi zamanlarında etraflarındaki göçebe topluluklara karşı seferle düzenlediler. Etraflarındaki bu göçebe halklar Türk, Moğol, Tibet kavimleriydi ve aralarında en güçlüleri Türk kavimleriydi. Türk kavimleri gücünü Göktürk Devleti, Uygur Kağanlığı, Karahanlılar ile 600 sene boyunca ta ki Karahitaylar'a kadar gösterecektir. Bu güce karşı ticaret yollarının güvenliğini sağlamak için Türkler ile iyi ilişkiler içinde bulunmak gerekiyordu. İyi ilişki ortamını oluşturmak içinde 597, 599, 614 ve 617 yıllarında olmak üzere Çinli prensesler Türk kavminin önde gelenleriyle evlendirilmişti. Sui Hanedanlığı zamanında Türkler ile Çinliler zaman zaman anlaşma içine giriyordu. Bu iyi ilişkilerin bir göstergesi olarak bir Moğol kavmi olan Hitaylar Suilerin kuzey sınırlarına saldırdığında 20,000 civarındaki Türk ordusu Hitaylara karşı savaşması gösterilebilir. Bu savaşta Türkler Hitayların hayvanlarını ve kadınlarını savaş ganimeti olarak elde etti. Türk kumandanları Çin ordusunda paralı asker olarak görev yapmışlardır. 755 yılına kadar yaklaşık olarak 10 Türk general Çin ordusunda görev yapmıştır. 635 ve 636 yıllarında iki kez Tang kraliyet ailesinden prensesler Türk generaller ile evlendirilmişlerdir. Yuan Hanedanı Yuan Hanedanı ya da Kubilay Hanlığı, (Çince: 元朝; Pinyin: Yuáncháo; Moğolca: Dai Ön Yeke Mongghul Ulus) 1280-1368 yılları arasında Çin'i egemenliği al
tına alan Moğollar tarafından kurulmuş hanedan. Kurucusu Cengiz Han'ın torunu, Tuluy (Moğolca: Толуй)'un oğlu Kubilay Han'dır. Togon Temür döneminde 1368'de başkenti Tadu (Çince: 大都 pinyin: Dàdū, Farsça: خان باليق Khān Bālīq, Türkçe: Hanbalık)'yu terk ederek kuzeye kaçmak zorunda kalmış ve hanedan Kuzey Yuan (北元) olarak adlandırılmıştı. Aslında Doğu Avrupa ve Rusya'dan Orta Doğu'ya, Çin ve Kore'ye kadar uzanan Moğol İmparatorluğu'nun bir parçasıdır. Ancak Moğollar, İmparatorluğun içinde yalnız Çin ile ilgilenmiş, Moğol Kağanı unvanının yerine Çin İmparatoru unvanını kullanmayı yeğlemişlerdir. Moğol yönetiminin Han Çinlilerine yaptığı dayanılmaz sömürü ve baskı, Hanların ayaklanmasına neden oldu. 1333 yılına gelindiğinde dini örgütler ve başka gizli örgütler tarafından başlatılan ayaklanmalar tüm ülkeye yayıldı. Bu dönemdeki büyük ayaklanma, Sarı Irmak’ta yapılan ıslah çalışmalarına katılan köylülerin başlattığı “Kırmızı Başörtülü Ordu”nun ortaya çıkmasıydı. “Kırmızı Başörtülü Ordu”nun Haozhou bölgesindeki birlikleri, Zhu Yuanzhang’ın liderliğinde “Moğolları kovarak Çin’i yeniden kurmak” sloganıyla geniş destek kazandı. Zhu Yuanzhang, ordusuyla birlikte 1368 yılında Dadu’yu ele geçirerek Yuan Hanedanını devirdikten sonra Ming Hanedanını kurdu. Yuan Hanedanı Ordusunu ağırlıklı olarak Moğol kabileleri oluşturuyordu. Orduda bozkır toplumlarında kullanılan ondalık sistem kullanılmaktaydı. Orduda dönemin barutlu silahları da bulunmaktaydı, bunlar çok sık kullanılmaktaydı. Seferberlik durumlarında Yuan Hanedanına bağlı Ongirat gibi Moğol kabileleri asker yolluyordu. Kubilay döneminde Uygur Türkleri önemli kademelere getirilmiş, Han Çinlilerinin ise bu hakları kısıtlanmıştı. Bu dönemde de Uygur Türkleri de ordunun bir parçası haline gelmişlerdir, özellikle kuşatma silahlarının yapımında Uygurların zekasından yararlanılmıştır. Han Çinlileri orduda sadece belirli pozisyonlara gelebiliyordu. Yüksek rütbeler almaları engellenmişti. Sadece garnizon askeri, muhafız alaylarına katılabiliyorlardı. Yuan Hanedanının yükseliş döneminde Han Çinlileri başka bölgelere göç etmiş ve katliamdan kaçmaya çalışmışlardır. Özellikle Uygurlara ve Moğollara yüksek rütbeler ve önemli görevler veriliyordu. Malazgirt Muharebesi (1915) Malazgirt Muharebesi (10-26 Temmuz 1915), I. Dünya Savaşı'nın Kafkasya cephesi savaşıdır. 26 Temmuz tarihinde Rus güçleri Malazgirt'i terk ederek Van'a doğru çekilmişlerdir. 1 Kasımda Ruslar sınır Bergmann Atağı ile ilk olarak geçti. Kasım ayının sonunda Ruslar Erzurum-Sarıkamış ekseninde Osmanlı İmparatorluğu'nun içine bir çıkık 25 kilometre tutunarak stabilize oldu. 3. ordunun yükünü azaltmak için Rusların kuvvetlerini ana saldırı yönünden uzaklaştırmak üzere 3. Piyade Alayı bulunduğu Trakya mevkinden Çoruh'a taşınmış ve başına Alman Strange getirilmiş dir. Ardahan Harekâtı nın ilk amacı Rusları Batum kıyıları üzerinde tutmak olarak belirlenmiştir. Daha sonra Enver Paşa Sarıkamış Savaşı'nı desteklemek için bu gücün planını değiştirecekdir. 22 Aralık tarihinde 3. Ordu Kars için emir aldı. Bu emir Sarıkamış Harekâtı'nın başlangıcı oldu. Enver Paşa 3. Orduyu kendi komutasına aldı ve Rus askerlerine karşı savaşa girdi. 6 Ocak, 3. Ordu kararğahı ateş altında kalır. Hafız Hakkı geri çekilme emri verir. Enver Paşa yenilgiden sonra komutanlığı bırakarak İstanbul'a döndü. 20 Nisan günü Van kentinde Van İsyanı başladı. Van Valisi’nin daha önceki yardım çağrılarına Bitlis’te bulunan Kâzım Bey komutasındaki birkaç tabur Van’a gönderildi. General Yudeniç onlara destek olmak için üç haftadan fazla süren çatışmalardan sonra General Trukhin'in komutası altında olan Baykal Kazakları ve bir Ermeni gönüllü tugayını yolladı. Rusların bu atağı Osmanlı güçleri ile çatışan Ermeni halkı rahatlatmak için bir kanat oldu. 6 Mayıs'ta, Ruslar ataklarını iki ana koldan gerçekleştirdi. Kuzeyde Rus güçleri Tortum Vadisi yoluyla Erzurum'u amaçlasa da Osmanlı 29. ve 30. Tümenleri bu saldırıyı durdurmayı başardı. Osmanlı X. Kolordusuna karşı Rus kuvvetleri saldırdılar. Güney kanadında Osmanlılar başarılı değildi. Bu başarısızlıkta, Mirliva Halil Paşa'nın Bitlis ve çevresinde konuşlanan güçlerini daha önce İran Cephesine taşımasıyla bu kanatta bir boşluk yaratmasının da payı vardı ve Rusların ilerlemesi kolaylaşmıştı. 11 Mayıs'ta Malazgirt şehri düştü. 17 Mayıs günü, Rus kuvvetleri Van şehrine girdi. Osmanlı kuvvetleri geri çekilmeye devam etti. 21 Mayısta General Yudeniç Van şehrine geldi. Şehir ve kalenin anahtarları Ermeniler tarafından kendisine sunuldu. General Yudeniç daha önce kurulan Ermeni geçici hükümetini onadı. Bu hükümetin başına Van Valisi olarak Aram Manougian atandı. Van güvene alınca General Yudeniç mücadeleye yaz boyunca Van Gölü'nün batısında devam etti. 19 Haziran tarihinde, Ruslar bir ileri atak daha başlattı. Bu atak, daha önce ele geçirdikleri Van Gölü çevresinde kuzeybatı yönüne doğru idi. Bu atağın ilk çatışması Malazgirt Muharebesi olmuştur. 10 Temmuz'da Oganovsky Malazgirt'in batı kanadında bulunan tepelerini elde etmek için bir saldırı başlattı. Osmanlı kuvvetlerinin bu alanda zayıf olduğunu düşünüyordu. Rus Ordusu sayıca 3/1 olarak üstündü. Bu arada Tuğgeneral Abdülkerim Paşa'nın komutası altında kurulan "Sağ kanat Grubu" güneye doğru konumlandırılmıştı. Doğrudan Enver Paşa'ya bağlı Abdülkerim Paşa büyük bir sürpriz yapacakdır ve kuvvetlerini Malazgirt'te Rusları yendi. Fakat Osmanlı kuvvetleri Rusların bilmediği çeşitli bölgelerde 40.000 den fazla insan içeriyordu. 16 Temmuz'da Osmanlı Ordusu Abdul Kerim Paşa komutası altında bir karşı hücum yaptı. General Oganovsky Malazgirt'e gerilemeye zorlandı. Osmanlı Ordusu onun yük vagonu trenini ele geçirdiler. 20 Temmuz'da Ruslar Malazgirt'ten püskürtüldüler. General Yudenich kuvvetlerini yeniden grup halinde topladıysa Rusya'nın kayıpları yaklaşık 10.000 olarak rapor edildi. Rusya'nın Kafkasya Cephesi komutanı General Yudeniç, Rusya'nın kalitesiz haberleşmesinden dolayı 22 Temmuz'a değin Rus birliklerinin çekilmekte olduğunu öğrenemedi. General Oganovski bu olaylar sonucu Adilcevaz’a geri dönmek zorunda kaldı. Ahlat’a doğru ilerlemesinin önü kesilmiş oldu. Generali Nazarbekov (Nazarbekiyan) ve Tatvan’da bulunan General Şarpantiye, bu kuvvetler karşısında fazla dayanamamış ve Adilcevaz’a doğru geri çekilmek başladılar. Rus kuvvetleri Adilcevazda toplandılar. Adilcevaz’da bulunan ve Nazarbekov’un komuta ettiği Rus birlikleri, diğer Rus birlikleriyle beraber Adilcevaz’ı terkederek Van’a doğru geri çekildiler. Aynı yılın Eylül ayından sonra Malazgirt yeniden istila edildi fakat Yudenich bunu daha fazla sürdürmeye yetecek geniş kuvvete sahip değildi. Karakilise Muharebesi (1918) Karakilise Muharebesi, I. Dünya Savaşı'nın Kafkasya Cephesi'nde 26 Mayıs 1918'te meydana gelen muharebe. Osmanlı 1. Kafkas Kolordusu doğuya ve Erivan'a doğru hareket edip Gümrü-Tiflis Demiryolu üzerindeki yerleri ele geçirmeye başlamış ve 4.000 Ermeni tarafından tutulan Karakilise (Vanadzor)'yi işgal etmiştir. 31 Mayıs 1918'de Ermenilerle barış imzalandı. Anlaşma gereğince Ermenilerin sadece 1 tümen askeri kuvveti kalıyordu. Ardahan Muharebesi Sarıkamış öncesi 3. Kolordunun yükünü azaltmak için Rusların kuvvetlerini ana saldırı yönünden uzaklaştırmak üzere 3. Piyade Alayının bulunduğu Trakya mevkinden Çoruh'a taşınmasına ve başına Alman binbaşı Colonel Strange'in getirilmesine karar verilmiştir. Görevin amacı Rusları Batum kıyıları üzerinde tutmak olarak belirlenmiştir. 3. Piyade Alayı İstanbul'u Yavuz Zırhlısı'yla terk edip Rize'ye gelmiş.Rize'de 2.000 kadar gönüllü saflarına katıldıkdan sonra Ardahan'a 27 Aralık'ta ulaşmıştır. Bu birlik birkaç gün sonra Rus piyadeleri ve bir süvari birliği tarafından püskürtülmüştür. Birlik bu bölgede iki ay Ruslarla çarpıştıktan sonra 1 Mart 1915'de Çoruh'a geri çekilmiştir. Böylece Ardahan Harekâtı Osmanlı İmparatorluğu için başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Avangart Avangart ("Fransızca": avant-garde), Fransızca askeri bir terim olan öncü birlik sözcüğünden gelir. Gerek Fransızcada gerek diğer dillerde kültür, sanat ve politika ile bağlantılı olarak, "yenilikçi" kişiler veya "deneysel" işler anlamına gelir. Sanat ve siyaset alanında kullanılan avangard terimi, Rönesans'ın askeri teorisinden devşirilmiş bir metafordur: Battaglia, retrogard, avangard, hareket halindeki bir ordunun üç bölümünü temsil eder. Bu terimi sanat alanında kullanan ilk kişi Saint-Simon'dur. Bundan sonra devrimci siyasi hareketlerin, özellikle komünist hareketlerin jargonuna girer. Avangart sanat; kültür, gerçeklik tanımları içindeki kabul edilmiş normları sarsıp sınırlarını değiştirmeyi amaç edinir. Bu normlar sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimine kadar çeşitlilik gösterebilir. Taichi Kamiya Taichi Kamiya (kısaca Tai), Digimon adlı çizgi filmin ilk iki sezonu olan Digimon Macerası 01 ve 02'de oynayan hayal ürünü bir karakterdir. Arkadaşı Zeromaru'yu düşmanalrın elinden kurtarmak için Digimon dünyasına gönderildiği Digimon Adventure V-Tamer 01'de sahneye çıkmıştır. Thabo Mvuyelwa Mbeki Thabo Mvuyelwa Mbeki (d. 18 Haziran 1942, Güney Afrika, Doğu Kap), Güney Afrika Cumhuriyeti eski devlet başkanı. Bugünkü Doğu Kap'da doğup büyüyen Mbeki'nin annesi bir öğretmen, babası ise Afrika Milli Kongresi ve Güney Afrika Komünist Partisi'nin ateşli taraftarlarından Govan Mbeki'dir. (1910-2001) Quirinus Quirinus, Roma mitolojisindeki büyük tanrılardan biri. Durumu biraz mistiktir. İsmi "co-viri" yani "birlik(te) adamlar"dan türemiştir; burada kast edilen onun Roma halkının, devletinin, askeri ve ekonomik gücünün tecessümü, kişileşmiş hali olduğudur. Nitekim Quirinus başlarda sadece "Roma devletinin" tanrısı olarak bir tür "devlet tanrısı" olarak gözükmüş daha sonra Roma'nın kurucusu ve ilk kralı Romulus ile karışmış olsa da Roma devletini sembolize eden bir tanrı olarak kalmıştır. Ayrıca Quirinus "curia" yani "senato (binası)" ve "comitia curiata" yani "kabile meclisi"ni korurdu. Zaten bu yerlerin isimleri de, görüldüğü gibi, Quirinus'un ismiyle
akrabadır. Kökeni Sabinlere dayanır; Quirinus aslında bir Sabin tanrısıdır. Hatta Quirinus'a bir tapınak diktikleri bir bölgeyi "Collis Quirinalis" yani "Quirinel Tepe" diye anmışlardır. Bu alan daha sonra Roma'nın yedi tepesinden biri olarak sayılmıştır. Romalıların yükselişiyle, Roma'nın ilk kralı ve kurucusu Romulus'un tanrılaştırılmış hali olarak, Roma mitolojisinde önemli bir yer edinmiştir. Her ne kadar Roma mitolojisinde diğer iki önemli eril tanrı olan Jüpiter ve Mars ile önemli bir yere sahip olsa da, bu iki tanrıya oranla Quirinus hakkında pek az şey bilinir. Quirinus'un eşi Hora'ydı. Bazı kaynaklar Quirinus'un tanrılaştırılmış Aeneas olduğunu iddia etmişlerdir. Aeneas'ın Romalıların atası olduğuna inanılırdı ve Quirinus'a tapınma ata-tapımı ile yakından ilişkilidir. Quirinus'a adanmış olan festival (bayram) 17 Şubat'ta kutlanan "Quirinalia", rahibi ise Flamen Quirinalis idi. Roma vatandaşları bazen Quirinus'un isminden türemiş bir isimle, "Quirites" (tekili: "quiris") olarak anılırlardı. Bu unvan bir onur sayılırdı (Livius). Sanatsal açıdan Quirinus genellikle sakallı bir adam olarak, dini veya askeri resmi kıyafetler içinde tasvir edilmiştir. Aishwarya Rai Aishwarya Rai (Hintçe: ऐश्वर्या राय) (d. 1 Kasım 1973; Mangalore, Karnataka) Bollywood'da ve Hollywood'da çalışan sinema oyuncusu. 1994 Dünya Güzellik Kraliçesi. Dünya çapında altı ödül sahibidir. Hint aktör Abhishek Bachchan ile evlenen Rai 2011 yılında bir kız çocuğu sahibi olmuştur. Olli Rehn Olli Ilmari Rehn, (d. 31 Mart 1962) Fin politikacı. Doğu Finlandiya'da doğdu. ABD Macalester College'da ekonomi, uluslararası ilişkiler ve gazetecilik okuduktan sonra 1989'da Helsinki Üniversitesi'nde siyasal bilgiler alanında yüksek lisansını tamamladı. 1996'da "Küçük Avrupa ülkelerinde siyasal kooperatifçilik ve endüstriyel rekabet" konulu doktora tezi ile Oxford Üniversitesi'nde felsefe doktoru unvanını aldı. Gençlik yıllarında doğduğu kasabanın futbol kulübünde oynayan Rehn siyasi hayatına ise 1988'den Helsinki Şehir Meclisi Üyesi olarak başladı. 1988'den 1994'e kadar Finlandiya Merkez Partisi başkan yardımcılığı görevini üstlendi. 1991'de milletvekili seçilerek Fin Meclisi'ne girdi, ardından Avrupa Konseyi'nde Fin delegasyonuna başkanlık etti ve 1992-1993 yılarında Finlandiya Başbakanı'nın özel danışmanlığını yaptı. Rehn, Avrupa Komisyonu'nun en genç üyesi, evli ve bir çocuk babası. Anadili Fince'nin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İsveççe ve Almanca dillerini biliyor. 1 Temmuz 2014 tarihinde Avrupa Parlamentosu başkan yardımcılığına seçildi ve bu görevini Nisan 2015'e dek sürdürdü. 29 Mayıs 2015'te Juha Sipilä başbakanlığında kurulan yeni hükümette ekonomik işler bakanı olarak yer almış ve Finlandiya Bankası Yönetim Kurulu'na atanınca 29 Aralık 2016 tarihinde bakanlıktan istifa etmiştir. Fatma Kişiler Sinema ve TV Diğer Ayrıca bakınız Alt familya Alt familya, Carl Linne'nin (1707-1778) 1735 yılında 11 sayfadan oluşan Systema Naturae isimli eserinde yaptığı taksonomik kategorilerden, yeralmamasına rağmen, daha sonradan geliştirilmiş ve halen kullanılan kategorilerden familya'nın alt katergorisidir. Linné canlıları 5 taksonomik kategori içine yerleştirmiştir. Burada familya yer almamıştır. Daha sonraları Linné, bitki ve hayvanların isimlendirilmesi için ikili adlandırma (Binomial nomenklatür) yani, 2 sözcükten oluşan (Cins adı+Epitet adı=Tür adı) bir sistem geliştirdi. Bu sistem değişiklikler gösterse de halen geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde taksonomik kategoriler ve canlı gruplarına göre isimlendirmede kullanılan son ekler şöyledir : Şube Şube (Bölüm) (Latince: Zoolojide; Divisio, Botanikde; Phylum) Eki:-phyta Carl Linnaeus'nin (1707-1778) (daha sonra latinceleştirilmiştir: Carolus von Linnaeus ) 1735 yılında 11 sayfadan oluşan Systema Naturae isimli eserinde öncülüğünü yaptığı Taksonomi bilimine göre daha sonraları geliştirilmiş olan Sınıf-Classis'leri kapsayan bir katergoridir. Linné, bitki ve hayvanların isimlendirilmesi için İkili Adlandırma (Binominal Nomenklatür) yani, 2 sözcükten oluşan (Cins adı+Epitet adı=Tür adı) bir sistem geliştirmiştir. Bu sistem zamanla değişiklikler gösterse de halen geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde taksonomik kategoriler ve canlı gruplarına göre isimlendirmede kullanılan son ekler şöyledir : Sistematik de, hiyerarşik olarak benzer bireyler türü (Species), benzer türler cinsi (Genus), benzer cinsler familyayı (Familya), benzer familyalar takımı (Ordo), benzer takımlar sınıfı(Classis), benzer sınıflar şube(bölüm)leri (Divisio-Phylum) meydana getirir. Tüm bu taksonlar, filogenetik akrabalıklarına göre dizilir. Bu şekilde doğal sınıflandırmada benzer taksonlar, bir üstteki kategorinin (taksonun) kapsamına sokulur. Geri doğru gittikçe taksonlar büyür ve kapsamları genişler. Ozan Uygun Ozan Uygun (d. 25 Eylül 1996, İstanbul), Türk sinema ve dizi oyuncusu. "Eğitim durumu" : Özel Moda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi 2014 mezunu. Reha Erdem'in yönetmenliğini yaptığı "Korkuyorum Anne" isimli filmdeki "Çetin" rolüyle 16. Ankara Film Festivali'nde "Umut Veren yeni erkek Oyuncu" ödülünü aldı. Sinema ve dizi filmlerde seslendirme sanatçılığı da yapan Ozan oynadığı bütün rollerin dublajını da kendisi yapmıştır. Oktar Oktar, Rua, Muncuk ve Aybars ile kardeştir. (Muncuk Atilla'nın babasıdır.) 425 yılında kurulan kurultayda Oktar, Hun Devleti'ni başarısız yönetmesi nedeniyle düşürüldü ve devlet yönetme yetkisi kurultayda genç kardeşi Rua'ya geçti. İddialara göre Oktar içkiye düşkündü. Ayrıca ünlü bir komutandır ve Almanlara karşı Nibelungen Destanı'nı yazmıştır. Adın kökeni Türkçe bir sözcük olan "Öktem"e dayanır. Türkçe bir eylem olan "Ökte- / Oktä-" sözcüklerinin türemesiyle "Öktä-r" biçimini almıştır. Latince'de "Octar", Yunanca'da "Ούπταρος" (Ouptaros) biçiminde kaydedilmiştir. Sözcüklerdeki "-ct-" ve "-pt-" ayrımları bu dillerin kendine özgü özellikleridir. Hun Nutku Hun Nutku (Hunnenrede), II. Wilhelm (Deutsches Reich) 27 Temmuz 1900 tarihinde Bremerhaven'de yapıldı. Alman ordu birlikleri Boxer Ayaklanması'nı bastırmak üzere Çin'e bu Nutuk ile gönderildiler. Alman İmparatoru bu nutukla kendi askerlerine Hunlar gibi nam salmayı ve tarihe geçmeyi emrediyor. Çinliler nasıl binlerce yıl Hunlardan korktularsa aynı korkuyu Alman ordularının da Çinlilere karşı oluşturmasını diliyor. Nutukta slogan olarak "Af etmeyin! Esir almayın!" kullanıldı. "(Almanca:"Pardon wird nicht gegeben! Gefangene werden nicht gemacht!")" Kıllıoğlu Hüseyin Efe Kıllıoğlu Hüseyin Efe aslen Aydın'nın Çine İlçesinin Yağcılar köyunden olup Yörük Ali Efe'nin hem dava arkadaşı hem de dost çetesinin lideriydi. Yörük Ali ve Kıllıoğlu çeteleri Kurtuluş Savaşı'nda aktif rol oynamışlar, Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ordusuna ellerinden gelen yardımı yapmışlardır. Savaşın bitimiyle silahını bırakmayan Efe, 1923 senesinde Aydın'ın Bozdoğan İlçesinde vurularak öldürüldü. Nöroanatomi Nöroanatomi insan beyninde işlevlerin yerini bulmaya çalışan tıp dalıdır. Görüntüleme ve deneysel araştırmalar beynin değişik nörolojik ve bilişsel etkiler yaratmasına neden olan bölgelerin ortaya çıkmasına yardımcı olur. Beyin yapısında, beyin işlevini değiştiren patolojik değişikliklerin ve lezyonların etkisinin incelenmesi işlevsel nöroanatomik bilgiyi ileriye götürmektedir. İnsanın sinir sistemi merkezi ve periferik olarak ikiye ayrılır. Merkezi sinir sistemi beyin ile omurilikten oluşur ve davranışı düzenlemekte önemli bir rol oynar. Periferik sinir sistemi merkezi sinir sistemi dışında vücutta bulunan tüm nöronlardan oluşur; somatik ve otonom sinir sistemi olarak ikiye ayrılır. Somatik sinir sistemi duyu organlarından beyne ve omuriliğe algısal bilgiyi getiren (afferent) nöronlardan ve kaslara motor talimatları götüren efferent nöronlardan oluşur. Otonom sinir sistemi ikiye ayrılır: vücudu eyleme hazırlayan sempatik sinir sistemi ve vücudu dinlenmeye, enerjisini korumaya hazırlayan parasempatik sinir sistemi. Marilyn Monroe Marilyn Monroe (d. Norma Jeane Mortenson; 1 Haziran 1926 – 5 Ağustos 1962), Amerikalı aktris ve model. Komedi filmlerindeki "aptal sarışın" karakterlerini oynamasıyla tanınan sanatçı, 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından ve seks sembollerinden biriydi. Her ne kadar sadece on yıldır filmlerde başrol oyuncu olarak yer almasına rağmen, filmleri 1962'de beklenmedik bir şekilde öldüğünde 200 milyon dolar hasılat elde etmişti. Büyük bir popüler kültür simgesi olarak görülmeye devam etmektedir. Los Angeles'ta doğup büyüyen Monroe, çocukluğunun çoğunu koruyucu aile evlerinde ve yetimhanede geçirdi ve on altı yaşında evlendi. Savaşın bir parçası olarak 1944'te bir fabrikada çalışırken First Motion Picture Unit'ten bir fotoğrafçıya tanıtıldı ve başarılı bir pin-up modellik kariyerine başladı. Bu çalışma, Twentieth Century-Fox (1946-47) ve Columbia Pictures (1948) ile kısa süreli film sözleşmelerine yol açtı. Bir dizi küçük film rollerinden sonra Fox ile 1951'de yeni bir sözleşme imzaladı. Sonraki iki yıl boyunca, "Genç Hissetmek" ve "Tehlikeli Oyun" gibi çeşitli komedi filmlerinde ve "İki Sevgi Arasında" ve "Tehlikeli Bakıcı" gibi dram filmlerinde rol alan popüler bir oyuncu haline geldi. Monroe, bir yıldız olmadan önce çıplak fotoğraflar çektirdiğini söylediğinde bir skandalla karşı karşıya kaldı ancak kariyerine zarar vermek yerine, hikâyesi filmlerinde artan ilgiyle sonuçlandı. 1953 yılına gelindiğinde, Monroe üç filmde başrolde yer alarak en popüler Hollywood yıldızlarından biri oldu: cinsel çekiciliğine odaklanan kara film "Niagara" ile "aptal sarışın" imajını oluşturan komedi filmleri "Erkekler Sarışınları Sever" ve "Milyoner Avcıları". Kamusal imajının kariyeri boyunca oluşturulmasında ve yönetiminde önemli bir rol oynamış olmasına rağmen, stüdyo tarafından hep aynı tür rollerin verilmesi ve düşük maaş alması nedeniyle hayal kırıklığına uğradı. 1954 yılının başında bir film projesini reddettiği için kısa bir süreliğine filmlerde gözükmesine izin verilmedi ancak s
onrasında kariyerinin en büyük gişe başarısı olan "Yaz Bekarı"nda (1955) yer aldı. Stüdyo hala sözleşmesini değiştirmeye isteksizken, Monroe 1954'ün sonunda bir film yapım şirketi kurdu ve şirkete Marilyn Monroe Productions (MMP) adını verdi. 1955'te kendisini şirketi geliştirmeye adadı ve Actors Studio'da oyunculuk metodu öğrenmeye başladı. "Otobüs Durağı"nda (1956) eleştirmenlerce övülen performansından ve MMP'nin "Prens ve Şovkızı" (1957) adındaki ilk bağımsız prodüksiyonunda yer almasından sonra, "Bazıları Sıcak Sever"deki (1959) oyunculuğuyla En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre'yi kazandı. Son tamamladığı film dram türündeki "Uygunsuzlar"dır (1961). Monroe'nun sıkıntılı özel hayatı çok dikkat çekti. Madde bağımlılığı, depresyon ve anksiyete ile mücadele etti. Emekli beyzbol yıldızı Joe DiMaggio ve oyun yazarı Arthur Miller ile evlendi, iki evliliği de boşanma olayıyla sonuçlandı. 5 Ağustos 1962 tarihinde Los Angeles'taki evinde 36 yaşındayken aşırı dozda barbitürat kullanımından öldü. Ölümü resmi olarak aşırı dozda barbitürattan kaynaklanan muhtemel intihar olarak geçse de ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyon yapıldı, komplo teorisi oluşturuldu. Monroe, 1999 yılında Amerikan Film Enstitüsü'nün tüm zamanların en büyük kadın film yıldızları sıralamasında altıncı sıraya yerleşti. Marilyn, Norma Jeane Mortenson ismi ile Los Angeles Devlet Hastanesi'nde doğmuştur. Biyografisini yazan birçok kişiye göre biyolojik babası annesinin RKO stüdyolarında film editörü olarak birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford ismindeki satış elemanıdır. Bazıları ise annesi Gladys Pearl Baker'ın ikinci kocası olan Martin Edward Mortenson'nın babası olduğunu iddia eder. Gladys'in ayrıca daha önceki evliliğinden de Robert Kermit Baker ve Berniece Baker (Miracle) isimlerinde iki çocuğu da vardı. Gladys'in şizofreni hastalığı yüzünden hastaneye kaldırılması üzerine Monroe bundan sonraki hayatını bir yetimhanede ve çeşitli bakıcı ailelerin yanında geçirmek zorunda kaldı. Monroe'nun aynı şekilde dayısı Marion da akıl hastanesine yatırılmış ve hastaneden çıktıktan sonra kendini asmış, anneannesi Della ve dedesi Otis de manik depresyon hastalığından çekmişlerdi. Norma Jeane yedi yaşına kadar aşırı dindar bir aile olan Albert ve Ida Bolender çifti ile yaşamıştır. Daha sonra annesi Gladys'in bir ev satın almasıyla tekrar onunla yaşamaya başlamasına rağmen annesinin akıl hastalığının kötüleşmesi üzerine annesinin en yakın arkadaşı Grace McKee'nin bakımı altına girmiştir. Ancak Grace McKee'nin 1935 yılında Ervin Silliman Goddard'ın evlenmesi üzerine Los Angeles yetimhanesine gönderilmiştir. İki yıl sonra Grace onu geri almasına rağmen kocası Ervin Silliman Goddard'ın küçük kıza cinsel tacizde bulunması üzerine dokuz yaşındaki Monroe, bu sefer de büyük halası Olive Brunings ile yaşamaya gönderilmiştir. Ancak orada da Olive'in oğulları tarafından saldırıya uğrayınca Grace'in yaşlı halası Ana Lower'a gönderilmesi gerekmiştir. Ana Lower'ın sağlığı bir süre sonra bozulmaya başlayınca Norma Jean, Grace ve Ervin Goddard'ın yanına geri dönmüştür. Bu dönemde Norma Jeane, henüz 16 yaşındayken komşusunun 21 yaşındaki oğlu James Doughtery tanışıp bir süre flört ettikten sonra onunla evlenmiştir. Dört yıl süren evlilik ardından boşanmış ve The Blue Book mankenlik ajansına girerek modellik yapmaya başlamıştır. Yine bu dönemde oyunculuk ve şarkıcılık kurslarına katılmıştır. Kısa sürede "The Blue Book" mankenlik ajansının en başarılı modellerinden biri olan Monroe, düzinelerce magazin dergisinde gözüktü. Bu dönemde 20th Century Fox'un yöneticisi Ben Lyon'un dikkatini çekti ve onun için bir deneme çekimi ayarladı. Aynı zamanda ona altı aylık bir kontrat yaptı. Lyon'un önerisiyle adını Marilyn Monroe olarak değiştiren Norma Jean, "Scudda Hoo! Scudda Hay!" ve "Dangerous Years" isimli iki film çevirdi. Ancak iki filmin başarısız olması, Monroe'nun bir süre sinemadan uzak kalmasına neden oldu. Fox şirketinin Monroe ile yeni bir kontrat imzalamaması yüzünden bir süre boşta kaldı. Modelliğe devam ederken aynı zamanda da oyunculuk derslerine devam etti. "Ladies of the Chorus" adındaki filmde, ilk kez şarkı söyleme ve dans etme şansını yakaladı. Daha sonra "The Asphalt Jungle" ve "All About Eve" filmlerinde iki kısa rolde oynadı. Bu filmlerdeki kısa ama dikkat çekici rolleriyle eleştirmenlerin çok dikkatini çekmişti. Sonraki iki yıl boyunca "We're Not Married!", "Love Nest", "Let's Make It Legal" ve "As Young as You Feel" gibi filmlerde önemsiz küçük rollerde gözüktü. Ardından RKO yöneticileri Monroe'nun box office potansiyelini Fritz Lang'ın "Clash of Night" isimli filminde kullandılar. Filmin başarı kazanması üzerine Fox aynı taktiği kullanarak "Monkey Business" isimli komedi filminde oynattı. Bu iki filmin başarısı üzerine eleştirmenler artık Monroe'yu görmezden gelemediler ve iki filmin başarısını onun artan ününe bağladılar. Aynı dönemde Monroe setlerde çalışması zor bir oyuncu olarak tanınmaya başladı. Özellikle setlere sürekli geç gelmesi (ya da hiç gelmemesi), repliklerini hatırlamada güçlükler çekmesi, performansından tatmin olana kadar sürekli baştan çekim talep etmesi ve önce Natasha Lytess sonra da Paula Strasberg isimli oyuncu koçlarının direktiflerine aşırı itimat etmesi yönetmenler arasında hoşnutsuzluklara sebep oldu. Ayrıca uykusuzluk ve gerginlik için kullandığı barbitüratlar ve amfetaminler, sahne korkusu, kendine güvensizliği ve mükemmeliyetçi yapısı da, film setlerinde yarattığı çeşitli problemlere sebep olarak görülmüştür. Uyku ve enerji için film sektöründeki oyuncular arasında ilaç kullanımı, 1950'li yıllarda standart bir uygulama olmasına rağmen, Monroe'nun uyguladığı bu tip geçici çözümler onun uykusuzluk, depresyon ve ve ruh hali değişikliklerinin yıllar içinde daha da kötüleşmesine sebep olmuştur. Monroe aynı zamanda alkolü de zaman zaman ilaçlarıyla birlikte kullanarak yaşadığı problemlere bu şekilde çözüm üretmeye çalışmıştır. 1952 yılında Monroe "Don't Bother to Knock" isimli filmde psikolojik sorunları olan bir çocuk bakıcısını rolüyle en sonunda baş rolde oynama şansı yakaladı. Düşük bütçeyle yapılmış B tipi bir film olmasına ve karışık eleştiriler almasına rağmen, eleştirmenler Monroe'nun daha büyük rollerde de oynayabileceğine ikna oldular. Monroe, 1953 yılında oynadığı "Niagara" filmiyle en sonunda ünlü olabildi. Eleştirmenler filmin karanlık senaryosu kadar, Monroe'nun kamerayla olan uyumuna da odaklandılar. Monroe, bu filmde kocasını öldürmeye çalışan bir kadını canlandırdı. Bu dönemde bir zamanlar verdiği seksî pozlar ortaya çıktı. Monroe, daha sonra basına çıplak pozlar verdiğini, bunu parasız ve aç kaldığı için yaptığını söyleyerek kariyerini bitirecek olası bir skandaldan kurtulmayı başardı. Bu pozlar, daha sonra Playboy'un ilk sayısında yayınlandı. Monroe sonraki aylarda çevirdiği "Gentlemen Prefer Blondes" ve "How to Marry a Millionaire" isimli filmlerinin büyük başarı kazanmasıyla A sınıfı aktrisler arasına girdi. Bu filmlerden sonra çevirdiği "River of No Return" ve "There's No Business Like Show Business" isimli filmler ise başarılı olamadı. Yine bu dönemde uzun zamandır birlikte olduğu beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile evlendi. Ancak çift, dokuz ay sonra anlaşmazlık nedeniyle boşandı. Stüdyo başkanı Zanuck'un kendisine ayarladığı aptal sarışın rollerinden sıkılan Monroe, 1955 yılında "The Seven Year Itch" isimli filmini tamamladıktan sonra kontratını iptal ederek New York'daki "Actor's Studio"'ya oyunculuk okumaya gitti. Bu arada kendisine önerilen "The Girl in Pink Tights", "The Girl in the Red Velvet Swing" ve How to Be Very, Very Popular" gibi filmlerde oynamayı ise reddetti. Actors Studio'daki eğitimi sırasında üçüncü eşi yazar Arthur Miller ile tanışan Monroe, daha sonra onunla evlendi. New York'tayken arkadaşı fotoğrafçı Milton H. Greene ile kendi prodüksiyon şirketi Marilyn Monroe Productions'ı kurdu. Bu arada Monroe'nun yokluğu sırasında stüdyo tarafından seyirciye sunulan Jayne Mansfield ve Sheree North gibi alternatiflerinin başarısız olması ve "The Seven Year Itch" filminin gişedeki başarısı üzerine Zanuck onu geri çağırıp istediği şartları yerine getirerek yeni bir sözleşme yaptı. Monroe, bundan sonra sadece onayladığı senaryolar ve kendi belirlediği yönetmenlerle çalışacak ve Fox dışındaki diğer stüdyolar ile filmler çevirebilecekti. 1955 yılında stüdyo ile yaptığı bu yeni sözleşmeye ve prodüksiyon şirketine bağlı olarak Joshua Logan tarafından yönetilen ilk filmi "Bus Stop"'ı çevirdi. Bu filmdeki salon şarkıcısı Cherie rolüyle kariyerindeki en iyi dramatik performasını göstererek eleştirmenlerden büyük övgü aldı ve Altın Küre Ödülü'ne aday oldu. Bu filmin ardından eşi Arthur Miller'la Londra'ya giderek Laurence Olivier ile birlikte The Prince and the Showgirl isimli filmi çevirdi. Bu filmi eleştirmenlerden karışık eleştiriler almasına ve fazla hasılat yapmamasına rağmen, özellikle Avrupa'da Monroe yine oyunculuğu ile büyük övgü kazandı ve Oscar Ödülü'ne denk ödüller olarak görülen İtalyan David di Donatello ve Fransız Crystal Star Ödülleri'ni kazandı. Aynı zamanda da İngiliz BAFTA ödülüne aday oldu. Filmin tamamlanmasının ardından Londra'dan dönen Monroe hamile olduğunun öğrendi. Ancak bir dış gebelik geçirdiği tespit edilince çocuğunu aldırmak zorunda kaldı. Marilyn, 1959 yılında Billy Wilder'ın yönetmenliğinde çevirdiği "Some Like It Hot", kariyerindeki en başarılı ve en popüler filmi oldu. Monroe bu filmdeki oyunculuğuyla bir Altın Küre Ödülü kazandı. Ancak filmin ve Monroe'nun büyük başarısı kadar perde arkasında yaşanan olaylar da yine bu dönemde su yüzüne çıkmaya başladı. Özellikle Monroe'nun sete sürekli geç gelmesi, repliklerini hatırlayamaması, zaman zaman odasından çıkmayarak çekimlere katılmayı reddetmesi yönetmen Billy Wilder ile arasında büyük çatışmalara yol açtı. Bunların dışında çekimler sırasında hamile olduğunu keşfeden Monroe, filmin tamamlanmasının ardından düşük yaptı. Bu filmden sonra çevirdiği "Let's Make Love" filmi ise kritik ve ticari açıdan başarısız oldu. Yine
de film de söylediği "My Heart Belongs to Daddy" şarkısı büyük hit oldu. Ayrıca bu filmdeki rol arkadaşı Yves Montand ile kısa bir yasak ilişki yaşadı. Marilyn, daha sonra senaryosunu kocası "Arthur Miller"'ın yazdığı 1961 yapımı "The Misfits" filminde çocukluk idolü Clark Gable ile birlikte başrolde oynadı. Film boyunca Monroe'nun psikolojik ve fiziksel sorunları, alkol ve reçeteli hap bağımlılığı, iki sefer yorgunluk ve sinir bozukluğu sebebiyle hastaneye yatırılması ve sete sürekli geç gelmesi nedeniyle çekimlerde çok fazla sorun ve gecikmeler yaşanmasına rağmen, Monroe ve diğer oyuncular gösterdikleri performanslarla eleştirmenlerin ve seyircilerin ilgisini çekti. Ancak film yüksek beklentilere rağmen karışık eleştiriler aldı ve gişede fazla hasılat yapamadı. The Misfits, aynı zamanda Monroe'nun ve Clark Gable'ın tamamladıkları son film olacaktı. Bu filmden sonra Monroe, kocası Arthur Miller'dan boşandı. Boşanmadan sonra depresyon sebebiyle Payne Whitney Psikiyatri Kliniği'ne yatarak bir süre tedavi gördü. 1962 yılında "Something’s Got to Give" adlı komedi filminde oynamaya karar verdi. Bu film, onun aynı zamanda ilk çıplak sahnesini de içeriyordu. Ancak film boyunca hasta olduğunu öne sürerek sete az gelmesi ve onun yerine hakkında aşk söylentilerinin çıktığı J.F. Kennedy'nin doğum günü için şarkı söylemeye gitmesi üzerine Fox şirketi tarafından filmden kovuldu, sözleşmesi iptal edildi ve film şirketi tarafından kendisine tazminat davası açıldı. Fox şirketi filmi tamamlamak için aktris Lee Remick ile anlaşmasına rağmen Monroe'nun filmdeki rol arkadaşı Dean Martin'nin başka bir aktrisle çalışmak istememesi üzerine işe geri alındı ve kendisiyle yeni bir sözleşme yapıldı. Ancak filmin çekimleri tekrar başlamadan önce yüksek dozda sakinleştirici ilaç alarak 5 Ağustos 1962'de Brentwood, Los Angeles'daki evinin yatak odasında henüz 36 yaşındayken hayata veda etti. Ölümünün ardından yapılan otopsi sonucunda ölüm sebebi yüksek dozda Barbitürat alımı sonucu muhtemel intihar olarak ilan edilmesine karşın, olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların daha sonradan kaybolması ve başta kahyası Eunice Murray olmak üzere görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri sonucu ölüm sebebinin cinayet olduğuna ve politik sebeplerden Cia, Mafya ve Kennedy ailesinin buna sebep olduklarına dair tam olarak kanıtlanamamış birçok komplo teorisi ortaya atıldı. Monroe'nun bedeni daha sonra eski kocası Joe Dimaggio'ya teslim edildi ve onun aranje ettiği bir cenaze töreni ile 8 Ağustos 1962 yılında ise Westwood Village Memorial Park Mezarlığı'nda defnedildi. Büyü Büyü veya sihir, insanların doğaüstü, paranormal veya mistik yöntemlerle doğal dünyayı (olayları, nesneleri, insanları) etkileyebildiğini öne süren uygulamalar ve bunların çevresinde oluşturulan kültürel sistem. Popüler kültürde sık rastlanılan büyü yapma yöntemleri arasında; çeşitli malzemelerden karışımlar hazırlama, büyülü sözcükler söyleme veya hareketler yapma, büyülü yazılar veya semboller çizme, sihirli değnek gibi araçlar kullanma, belirli bir kişiyi sembolize eden kuklalar kullanma, kan veya hayvan yağı kullanma sayılabilir. Büyüler zengin, sağlıklı veya başarılı olmak, birine yardım etmek gibi iyi amaçlarla veya birini cezalandırmak gibi kötü amaçlarla da icra edilebilir. Büyü ile uğraşan kişiler "büyücü" ya da "sihirbaz" olarak tanımlanır. Günümüzde "sihirbazlık" sözcüğü sıklıkla bir sahne sanatı olan "hokkabazlıkla" eşanlamlı kullanılır ve bu alanda kullanımı herhangi bir doğaüstü anlam içermez. Ortaçağda din adamı, mezarcı, şifacı, demirci gibi bazı meslek sahiplerinin ve bedensel ya da ruhsal engeli olanların büyücülükle uğraştığı düşünülürdü. Günümüzde halen, bazı engellilerin büyü yapma veya ruh çağırma seansları esnasında doğaüstü güçler tarafından cezalandırıldığı (çarpıldığı) inancına bazı toplumlarda rastlanılır. İnsanoğlunun büyüye olan inancı antik çağlardan günümüze gitgide azalmıştır. Günümüzde büyünün tüm çeşitleri modern bilim tarafından reddedilir ancak büyüye olan inanca bazı dinlerde ve akımlarda halen rastlanılır. Büyü (Büy/Büğ/Böğ) kökünden türemiştir. Etkileme, yayılma, örtme, kapatma anlamları bulunur. Büyük kelimesiyle aynı kökten gelir. Böğe (şaman) sözcüğü ile de alakalıdır. Büğü şeklindeki söylenişinin Moğolca Böge (şaman) sözcüğü ile bağlantısı vardır. Macarca büyücüye Büvesz/Büvös denir. Modern toplumda doğuştan gelen önderlik yeteneğine Batı dillerinde Karizma (Büyülenç, Büyüleyim) denmesi, insanların bu kavrama daima duyduğu ilgiyi gösterir. Sihir Arapça سحر (sahara) kökünden türemiştir. Büyü okültistlere göre psişik tesirlerle yapılabilir. Örneğin manyetizma (canlısal manyetizma) yoluyla yakından ya da düşünce formları yoluyla uzaktan büyü yapılabileceğine inanılır. Büyü, ak büyü ve kara büyü olarak ikiye ayrılır. Ak büyü, iyi niyetle bir canlının iyiliği için yapılan büyüdür. Ruhsal şifacılık veya bencilce bir amaç gütmeyen dualar vb. bu gruba girer. Kara büyü ise, kötü niyetle, nefsani amaçlarla, maddi veya manevi bir çıkar sağlamak üzere yapılan büyüdür. Bir kimseye o kimseye ait herhangi bir nesne (saç kılı vs.) aracılığıyla yapılan büyüye “araçlı büyü”, kukla gibi bir benzerini yapmak yoluyla yapılan büyüye ise “kopyalı büyü” (simulakrum) adı verilir. Kara büyü yapanların gönderdikleri tesirlerin kendilerine dönerek bizzat kendi üzerlerinde etkili olmaları sonucunda maruz kaldıkları şok, “geri dönüş şoku” olarak adlandırılır. Kara büyü ile uğraşanların başlarına gelenler “geri dönüş şoku” olarak açıklanır. Bu yüzden büyü sanatı çok tehlikeli bir sanattır. Ezoterik ve okült kaynaklara göre, eski inisiyelerin yapabildiği gibi niyetlerini, isteklerini, düşüncelerini ve imajinasyonunu denetleyemeyen insanlar asla bu alanlarda çalışma yapmamalılardır. Çünkü insanın niyeti “iyi niyet” sınırını aşıp nefsaniyet sınırına kaydığı an, çalışma kara büyüye dönüşür ve geri dönüş şoku tehlikesi başlar. Büyücüye okült literatürde majisyen adı verilir. Sudan'ın güneyinde yaşayan Azandeler büyüyü cadılık ve kâhinlik birlikte doğanın ve toplumun olağan bir parçası olarak görürler. Böylece farklı olgular, her parçası ötekini destekleyen kapalı bir mantık sistemi oluşturur ve hem doğal ve toplumsal düzen için, hem de düzensizlik ve rastlantı için akılcı bir nedensellik sistemi ortaya çıkar. Resmi olarak Musevilik ve Hıristiyanlıkta büyü yasaklanmış bir uygulamadır. İsa'nın doğumu sırasında gökteki belirtileri yorumlayan üç kâhin hikâyesindeki kişilerin ise Zerdüşti astrologlar veya büyücüler olduğuna inanılmaktadır. Büyücülük Hıristiyan mistisizmiyle birlikte ve aynı nedenlerle gelişti. Kara ve beyaz büyüye olan inanç, kuşkusuz peri, cin, ruh ve gulyabanilere inanılan Hıristiyanlık öncesi pagan kırsal kesiminin animizminin mirasıydı.Fakat sistematik büyücülüğün ortaçağ sonlarının ürünü olduğu görülür. Dahası, büyücülükle açık savaşa giren Kilise, sözde büyücü ve kahinlerin arttığı bir histeri ortamı yarattı."Summis Desiderantes" adlı can alıcı önemdeki fetva Kilise'nin resmi karşı saldırısını ifade ediyordu ve 1484 gibi geç bir tarihte VIII. Innocentius tarafından verilmişti. Büyücü avcılarının standart kitabı "Malleus Maleficarum" 1486'da Dominikenler tarafından yayınlandı.Eğer daha önceleri büyücülükle ilgili bir suskunluk varsa, bu artık olamadı. Bundan sonra bütün Hıristiyanlık Şeytanın lejyonlarını kötü kadınlara yönelttiğini ve onların da vaftiz edilmemiş çocuk etiyle yağlandıklarını, keçi ve geyiklerin veya süpürgelerin üstünde çıplak uçtuklarını, büyülerini gerçekleştirmek ve cinlerle çiftleşmek için gece sabbatlarına katıldıklarını biliyordu. Kadınlar zayıf, aşağı varlıklar olarak sınıflandırılmışlardı, baştan çıkartmaya direnemezlerdi.Kilise bu tür şeyleri açıkça kabul ettiğinde, büyücülük potansiyeli fazlasıyla arttı. Komşunun ürününü mahvetmek veya düşmanının karısının düşük yapmasını sağlamak için insanlardan büyük paralar alınıyordu. Olgu ile hayal, şarlatanlıkla halüsinasyon arasındaki sınırlar umutsuz bir şekilde kalkmıştı. VIII. Innocentius "son zamanlarda kulağımıza geliyor ki" diyordu"... iki cinsten de birçok insan kendilerini şeytanlara "incubi et succubi" terk etmişler ve büyü, sihir, el çabukluğu ve öteki lanetli bağlamalar yoluyla...annelerin rahminden bebekleri kesip alıyorlar...toprağın ürününü, asmanın üzümünü, ağaçların meyvesini lanetliyorlar...Bu kötü büyücüler, ayrıca vaftiz oldukları için kendilerinki de olan inanca küfredip inkar ediyorlar ve... ruhlarını en pis ölümcül tehlikelere düşürecek... İnsanlığın Düşmanı'nı teşvif etmekten geri kalmıyorlar." Bundan sonra, üç yüz yıl daha, Avrupa'nın çoğu yerinde büyücülük ve büyücü avcılığı salgın haline geldi. İslam'da büyü yapmak, tıpkı fal bakmak gibi açıkça haram kabul edilir. Bazı Hanefi alimleri büyüye karşı önlem almak gibi sebeplerle ve uygulamamak kaydı ile, tahsilini helal görmüşlerdir. İslam dünyasında büyü bazen İlm-el Havass adı altında okutulmuş, bazen de salt kişisel menfaatler amacıyla ve insanların aleyhine kullanılan ve adına sihir ve büyü denilen ve kınanan şekliyle kullanılmıştır. Buna göre tanımlar ve lehte ve aleyte sözler de çeşitlilik göstermiştir. Ahmed b. Mustafa Taşköprüzade'nin Miftâh es-Seâde ve Misbâh es-Siyâde adlı eserinde büyü şu şekilde tanımlanır: "Büyü, evrensel münasebetleri, yıldızların pozisyonlarını ve bunun dünyevi olaylarla alakasını, yani tabiat alemini hususi bir bakış açısı ile inceleyen ve bu terkibin neticesi, nadir tesirler ve harika sırlar ile bunların kaynağı olan nedenleri araştıran ve ortaya çıkaran bir ilimdir." Taşköprüzade büyüyü dört çeşide ayırır; Hintlerin ruhların temizlenmesi yöntemi, çeşitli güçlüklere maruz kalınan Nabatilerin yöntemi, "kainatın ve kevkeplerin ruhanilerinin teshir edilmesi ile ilgili" Yunan yöntemi ve müphem isimlerin, formüllerin, cinler üzerinde etkisi olan meleklerin kullanıldığı İbrani, Kıpti ve Arapların metodu. Kayda değer diğer bir nokta ise kullanılan ve önerilen tılsım sembol ve reçetelerin yüzlerce yıllık geçmişi olması, çoğunun kasti veya kasıtsız akt
arım hatalarından ötürü etkisini yitirmesidir. İslam literatüründe sihir, tılsım, gözbağcılık, rukye, nazar, cifr, ifha, simya, nücum, kehanet, falcılık, düğümcülük kavramları hakkında bilgi verilmektedir. Kur'an'da sihir küfür sayılır (Bakara:102), büyü yapanlar yerilir (Taha: 69, Yunus:77). Bakara suresinde (102) Harut ve Marut kıssası anlatılır. Bunlar iki melek veya insan olup, büyü bilgisi verilmiş, onlar bilgileri insanlara öğretmiş, şeytan ve cinler bu bilgileri alarak kullanınca başlarına azap indirilmiştir. İslam peygamberine düşmanları tarafından büyü yapıldığına ve büyüye karşı Felak ve Nas surelerinin indiğine inanılır. Bazı Müslüman toplumlarda büyüden korunmanın en etkili yolunun Felak ve Nas surelerini okumak olduğuna inanılır. Dini bütün kimselerin büyüden korunduğu da genel bir kabuldür. Şamanizmde büyü dinle özdeşleşmiştir. Bazı inanışlarda yılanın bıraktığı kabuk, karanfil otu, sirke gibi maddeler büyüden korunmada kullanılır. Büyü Türk halk inancında amacına göre ikiye ayrılır: Edward Jenner Edward Jenner (17 Mayıs 1749 - 26 Ocak 1823), çiçek aşısını bulan İngiliz cerrah. Bir köy papazının çocuğu olarak dünyaya gelmiştir, İngiltere'de Gloucestershire'da bir operatörün yanında uzun süre çıraklık yapmış daha sonra tıp öğrenimini geliştirmek için Londra'ya gitmiş ve orada John Hunter'in öğrencisi olmuştur. Hocasının tavsiyesiyle 1775 yılında, o dönemlerdeki en yaygın ve can alan hastalık olan çiçek hastalığı ile ilgili araştırmalara başlamıştır. Araştırmaları sonucu çiçek hastalığına aşı bulan Jenner aynı yıl köyünde baş gösteren çiçek hastalığı salgını karşısında çocuklar üzerinde aşısını denemiş ve olumlu sonuçlar aldığını ispat etmiştir. Daha sonra 1796'da buluşu ile ilgili ayrıntılı bir rapor yayımlamış ve buluşu gerek Avrupa'da gerek ise Birleşik Amerika'da ilgiyle karşılanmış ve benimsenmişse de dönemin tıp bilginleri aşıya karşı çıkmışlardır. Elde edilen sonuçların başarısı sebebi ile 1870 yılına gelindiğinde binlerce insan aşılanmıştır. Daha sonraki yıllarda çiçek aşısı İngiltere'nin dışında da yaygınlaşmış, bugün ise tüm dünyada kullanılmaktadır. Altsınıf Altsınıf şu manalara gelebilir: Göz Göz, göz çukurunda bulunan, iri bir bilye büyüklüğünde, görmeyi sağlayan küremsi bir organdır. Göz, ışığı geçirmeye ve kırmaya elverişli üç tabakanın birleşmesinden oluşmuştur. En dıştaki birinci tabakaya, Sklera ya da "gözakı" denir. Bu tabaka önde tümsekleşerek, saydam Kornea tabakası olarak devam eder. Beyaz ve lifli yapıda olan bu sert tabaka, gözü dış darbelere karşı koruyan kalın bir zardır. Çok damarlı bir bağ dokusu olan damar tabaka, iki yüzündeki boyalı hücre örtüsüyle, gözyuvarını tam bir karanlık oda haline getirir. Bunun ön bölümünde, kirpiksi cisim kasları ile kirpiksi bölge yer alır; kirpiksi bölgenin çok damarlı olan asıcı bağı gergin tutmak için kanla dolan küçük piramitler halindeki çıkıntılara, "kirpiksi uzantı" denir. Kirpiksi bölgenin uzantısı olarak, ön bölümde damar tabaka renk değiştirerek ortası delik (gözbebeği) bir diyafram oluşturur (iris). Rengi insandan insana değişen iris, gözbebeğini büyültüp küçültmeye yarayan kas liflerini kapsar: Dikey olarak yerleştirilmiş bulunan kas lifleri kasılarak gözbebeğinin genişlemesini, çember halinde yerleştirilmişi kas lifleri ise, kasıldıklarında göz bebeğinin büzülmesini sağlar. Böylece iris, değişen koşullara göre, gözün içine uygun miktarda ışığın girmesini ayarlayan bir "diyafram" gibi çalışır. Gözün üçüncü ve çok ince tabakası olan ağ tabaka, duyarlı bir tabakadır. Bunun arka bölümünde bulunan ortası çukur, beyazımsı küçük kabarcık (görme sinir diski), görme sinirinin girdiği yerdir ve "kör nokta" diye adlandırılır. Kör noktanın biraz ötesinde, sarı nokta yer alır; burası da dıştan gelen görüntülerin en iyi biçimlendiği görme bölgesidir. Gözün arka kutbuna giren görme siniri, damartabakaya doğru birçok sinir teli halinde yayılır ve üç tabaka halinde dizili nöronlarla sona erer. Birinci tabakadaki nöronların (çok kutuplu nöronlar) silindir ekseni, görme sinirinde sürer; ön uzantılarıysa, ikinci tabakanın iki kutuplu nöronlarıyla bağlantı kurar; ikinci tabakanın nöronları da, üçüncü tabakanın görme nöronlarının silindir eksenlerine bitişir. Bu tabakada, bir ucu ağ tabakanın kırmızı bölümüne giren, koni ve çubuk biçimindeki nöronlar yer alır. Koni ve çubukların serbest uçları, damar tabakadan yana yöneliktir: Damar tabakaya gelen ışık ışınları kırılır ve ağtabaka hücrelerinin sinir uçlarını etkiler. Hayvanlarda çok çeşitli göz biçimlerine rastlanır. Yalın canlılarda gözler bedenin önünde, deride yeralan ışığa duyarlı hücrelerden oluşur. Söz konusu organların yapısı yalın ya da böceklerin bileşik gözleri, omurgalıların gözleri gibi daha gelişmiş olabilir. Sineklerin gözleri özellikle hareket ve renk ayırt edecek bir yapıdadır. Avcı kuşlarınkiler, insanda olduğu gibi başın önünde buna karşılık başka kuşlar tarafından avlanan kuşların gözleriyse daha geniş bir görme alanını kaplayacak biçimde başın iki yanında yer alır. İnsan, maymun ve bazı başka gelişmiş canlıların gözleri, özel biçimleri seçip tanıyabilirler. Buna karşılık hayvanların çoğu, renkleri ancak bir ölçüde algılarlar. Bazı hayvanlarsa renk körüdür. Toprak altında ya da denizin derinliklerinde yaşayan bazı canlılarda, gözler işlevlerini bütünüyle yitirmiştir. Memelilerin gözleri kafatasının içindeki boşluklarda (göz çukurları) yerleşmiştir ve kaslar sayesinde her yönde hareket edebilir. Salyangozlar ve solucanlar ancak karanlık ile aydınlığı ayırt edebilirler; yalın gözlü eklembacaklılarsa ışığın yanı sıra, hareketi de belirleyebilirler. Sinekler ve arılar küçük hareketleri, genel biçimi ve rengi algılayabilirler; ayrıca böceklerin birçoğu, insanların göremedikleri morötesi ışığı da görebilirler. Gözlerinin yapısı omurgalılara benzeyen ahtapot ve mürekkepbalığı, cisimleri net görebildikleri halde, üç boyutlu göremezler. Omurgalılardaysa, gelişmiş gözler çok farklı koşullarda ayrıntılı biçimde görmelerine olanak sağlar. Gece dolaşan canlılar, az ışıkta iyi görememeye karşılık, gündüz, ışığın şiddeti karşısında körleşirler. Talyum Talyum, periyodik element tablosunda 3A grubunda yer alan, atom numarası 81, atom ağırlığı 204,39 olan metal elementi. İlk kez 1862 yılında Claude Auguste Lamy ve Sir William Crookes tarafından ayrı ayrı keşfedilmiştir. Erime noktası 305,5 °C' ve kaynama derecesi 1.457 °C'dir. Mavimsi beyaz parlak görünümde olup yumuşak bir metaldir. Kimyasal olarak etkindir, asitlerden hızla etkilenir, nemli havada oksit tabakasıyla kaplanarak parlaklığını kaybeder. Talyum, kalaydan daha nadir bir metal olup, yerkabuğunda yaklaşık %10 oranında bulunur. Sülfürik asit ve çinko elde etmek amacıyla kullanılan bazı piritlerin kavrulması sırasında oluşur. Metal olarak pek kullanım alanına sahip değildir. Bununla birlikte bazı bileşikleri özel nitelikli camların üretiminde ve fare zehiri yapımında (talyum sülfat, talyum asetat ve talyum karbonat) kullanılır. Talyum ve bileşikleri düşük dozlarda bile insan için zehirleyici özelliğe sahiptir. Zehirlenme ölüm ya da kalıcı sinir sistemi bozukluklarına sebep olur. Seryum Seryum (simgesi Ce), atom numarası 58 ; atom ağırlığı 140,1 ; yoğunluğu = 6,7 ; 798 °C de eriyen, birleşme değeri bazı birleşiklerde 3, bazılarında 4 olan, gümüş parlaklığında, akkor temeline dayanan lambaların yapımında kullanılan bir element. İndiyum İndiyum, "zayıf metal" sınıfında sembolü "In" olan, 49 protonlu kimyasal elementtir. 1863 yılında Alman kimyacılar Theodor Richter ve Ferdinand Reich tarafından bulundu. Çok yumuşaktır bu yüzden kolayca dövülebilir. Hiçbir organizmada metabolik rolü yoktur. Kimyasal olarak galyum ve talyuma benzer. Yatak alaşımlarında, diş alaşımlarında, yarı iletken araştırmalarda, çekirdek reaktörlerinde, gümüş ve kadminyumlu oluşturduğu üçlü alaşımlar biçiminde kontrol çubuklarının yapımında, başka metallerden yapılmış hareket eden yüzeylerin üzerinin ince bir film biçiminde kaplanmasında kullanılır. Havada oldukça kararlıdır, ısıtıldığında oksitlenir. Sudan etkilenmez, asitlerde çözünür ve alkalilere karşı çok dayanıklıdır. Yerkabuğunda bulunma oranı %1.105’dir. Bazı çinko blend filizlerinde çinkoyla birlikte bulunur ve çinko elde edilmesinde bir yan ürün olarak ele geçer. Genellikle çözeltiden elektrolitik olarak ya da metalik çink yardımıyla çöktürülür. İndiyum ve tuzların ağızdan alındığında çok zehirli olmamakla birlikte doğrudan kana karışması çok zehirlidir. Sembolü: In Numarası: 49 Ağırlığı: 114,82 Elemet serisi: Zayıf Metal Maddenin hâli: Katı Renk: Gri Kaliforniyum Kaliforniyum, sembolü Cf ve atom numarası 98 olan radyoaktif metalik bir kimyasal elementtir. İlk kez Şubat 1950'de Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'deki laboratuvarda küriyumun alfa parçacıkları (helyum iyonları) ile bombardıman edilmesiyle üretildi. Aktinit serisinin dokuzuncu üyesi ve sentezlenen altıncı uranyum ötesi elementtir. Yüksek atom ağırlığına sahip elementler içinde, aynştaynyumun ardından çıplak gözle görülebilecek miktarı üretilebilen ikinci elementtir. Element, keşfedildiği Kaliforniya Üniversitesi ve Kaliforniya eyaletinin onuruna bu şekilde isimlendirildi. Kaliforniyum normal basınç altında biri 900 °C'nin üstünde ve diğeri 900 °C'nin altında olmak üzere iki farklı kristal yapıda bulunur. Yüksek basınçta üçüncü bir kristal yapı söz konusudur. Kaliforniyum oda sıcaklığında hava ile temas ederse yavaşça matlaşır. Bilinen yirmi izotop içinde kaliforniyum-251 898 yıllık yarı ömrü ile elementin en kararlı izotopudur. Bu kısa yarı ömür elementin yerkabuğunda bulunmadığı anlamını da taşır. Yarı ömrü 2,64 yıl olan kaliforniyum-252 en yaygın olarak kullanılan izotoptur ve ABD'de Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı'nda ve Rusya'da da Atom Reaktörleri Araştırma Enstitüsü'nde üretilmektedir. Kaliforniyum pratik uygulaması olan birkaç uranyum ötesi elementten biridir. Bu uygulamaların çoğunda belli başlı kaliforniyum izotoplarının nötron yayma özelliğinden faydalanılır. Örneğin nükl
eer reaktörlerin başlatılmasında kaliforniyum kullanılabilir. Ayrıca nötron saçılması ve nötron spektroskopisiyle madde araştırmalarında da nötron kaynağı olarak kullanılır. Bunların dışında kaliforniyum daha yüksek atom ağırlığına sahip elementlerin sentezinde de kullanılır: ununoktiyum (118. element) kaliforniyum-249 atomunun kalsiyum-48 iyonları ile bombardıman edilmesiyle sentezlendi. Kaliforniyumun kullanımı esnasında radyolojik endişeler de dikkate alınmalıdır. Ayrıca elementin iskelet dokudaki biyoakümülasyonu kırmızı kan hücrelerinin oluşumunu bozar. 98 atom numaralı kaliforniyum, periyodik tabloda aktinitler serisinde yer alır. Öncesinde berkelyum ve ardında da aynştaynyum yer alır. Lantanitler serisindeki yapısal analogu disprozyumdur. Kaliforniyum, erime noktası 900 ± 30 °C ve kaynama noktası tahmini 1745 °C olan radyoaktif, gümüşi beyaz renkli, aktinit bir metaldir. Saf metal haldeyken yumuşaktır ve jilet ile kolayca kesilebilir. Kaliforniyum metali 300 °C'nin üstünde vakuma maruz kaldığında buharlaşmaya başlar. 51 K'nin (−220 °C) altında kaliforniyum metali ferromanyetik veya ferrimanyetiktir (mıknatıs gibi davranır), 48 ve 66 K arasında antiferromanyetiktir (bir ara durum) ve 160 K'nin (−110 °C) üzerinde paramanyetiktir (dış bir manyetik alan ona mıknatıslık kazandırır). Kaliforniyum lantanit metalleri ile alaşım oluşturabilir, ancak bu konuda çok az şey bilinmektedir. Element 1 standart atmosfer basıncı altında iki farklı kristal yapıya sahiptir: çift-hegzagonal sıkı paket (hsp veya dhcp) yapılı alfa (α) ve yüzey merkezli kübik (ymk veya fcc) yapılı beta (β). α formu 900 °C'nin altında ve 15,10 g/cm³ yoğunlukla görülür, β formu da 900 °C'nin üstünde ve 8.74 g/cm³ yoğunlukla görülür. 48 GPa basınçta, atomun 5f elektronlarının dekolizasyonu sonucunda β formu ortorombik kristal sisteme dönüşür. Bir malzemenin bulk modülü, malzemenin eş dağılımlı bir basınca karşı direncininin ölçüsünü ifade eder. Kaliforniyumun bulk modülü 50 ± 5 GPa'dır. Bu sayı üç değerli lantanit metallerinkine yakınken alüminyum (70 GPa) gibi daha bilindik metallerinkinden küçüktür. Kaliforniyum 4, 3 ve 2 değerliklerini gösterir. Bu sayılar bu elementin bir atomunun yapabileceği kimyasal bağ sayısını belirler. Kimyasal yapısı diğer -öncelikli- 3+ değerlikli aktinit elementleri ve periyodik tabloda kaliforniyumun üstünde bulunan lantinit elementi disprozyum ile benzerlik gösterdiği tahmin edilmektedir. Element oda sıcaklığında hava ile temas ederek yavaşça kararır ve matlaşır, ortama nem eklenirse kararma oranı da artar. Kaliforniyum hidrojen, azot veya kalkojen (oksijen grubu elementi) ile ısıtıldığında tepkimeye girer. Kuru hidrojen ve sulu mineral asitleriyle girdiği tepkimeler hızlıdır. Kaliforniyum sadece, kaliforniyum(III) katyonu halindeyken suda çözünebilir. +3 iyonunu çözeltide indirgeme veya oksitleme çalışmaları başarısız olmuştur. Element suda çözülebilir, klorür, nitrat, perklorat ve sülfat oluşturur. Kaliforniyumun tanımlanan yirmi radyoizotopu bulunmaktadır. En kararlı olan kaliforniyum-251'in yarı ömrü 898 yıl, kaliforniyum-249'un 351 yıl, kaliforniyum-250'nin 13,08 yıl ve kaliforniyum-252'nin 2,645 yıldır. Geriye kalan izotopların tamamının yarı ömrü bir yıldan kısa ve bunların çoğunun yarı ömrü de 20 dakikadan daha kısadır. Kaliforniyumun izotoplarının kütle numaraları 237 ile 256 arasındadır. Kaliforniyum-249 berkelyum-249'un beta bozunumu ile üretilir ve diğer kaliforniyum izotoplarının çoğu berkelyumun bir nükleer reaktörde yoğun nötron radyasyonuna maruz bırakılmasıyla üretilir. Kaliforniyum-251 en uzun ömürlü izotop olmasına rağmen, nötron toplama (yüksek nötron yakalama) eğilimi ve diğer parçacıklarla etkileşime girme (yüksek nötron tesir kesiti) eğilimi sebebiyle, üretim verimi %10'dur. Kaliforniyum-252 çok güçlü bir nötron yayıcıdır. Bu sebeple son derece radyoaktiftir ve zararlıdır. Zamanının %96,9'sında alfa bozunumu ile (iki proton ve iki nötron kaybederek) küriyum-248'i oluşturur, geriye kalan %3,1'de kendiliğinden fisyona uğrar. Bir mikrogram (µg) kaliforniyum-252 saniyede 2,3 milyon nötron yayar. Kendiliğinden fisyon başına ortalama ise 3,7 nötrondur. Yarı ömrü 60,5 gün olan kaliforniyum-254 izotopu yalnızca kendiliğinden fisyon yoluyla bazonur. Diğer kaliforniyum izotoplarının çoğu da alfa bozunumu yoluyla küriyum (atom numarası 96) izotoplarına dönüşür. Kaliforniyum ilk kez 9 Şubat 1950'de (veya o civarlarda) Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de Stanley G. Thompson, Kenneth Street, Jr., Albert Ghiorso ve Glenn T. Seaborg tarafından sentezlendi. Takım o güne kadar keşfedilen altıncı uranyum ötesi elementin keşfini 17 Mart 1950'de duyurdu. Kaliforniyumun elde edilebilmesi için bir mikrogram ölçüsündeki küriyum-242 (Cm) hedefi, Berkeley, Kaliforniya'daki 1.500 mm yarıçaplı siklotronda 35 MeV enerjili alfa parçacıkları (He) ile bombardıman edildi. Bunun sonucunda kaliforniyum-245 (Cf) ve bir de serbest nötron (n) elde edildi. Bu deneyde sadece 5.000 kaliforniyum atomu üretilebilmişti ve bu atomların yarı ömürleri 44 dakikaydı. Kaşifler elementi Kaliforniya ve Kaliforniya Üniversitesi'nin onuruna kaliforniyum olarak isimlendirdiler. Bu element 95, 96 ve 97'nin isimlendirilmesinde kullanılan alışılmış yöntem için bir kırılma teşkil ediyordu. Bu elementlerin isimlendirilmesinde periyodik tabloda bir üstlerinde yer alan elementler için kullanılan yöntem uygulanmıştı. Altıncı periyotta 95. elementin hemen üzerinde yer alan evropiyum, adını keşfedildiği kıtadan aldı, bunun üzerine 95. element de amerikyum olarak isimlendirildi. 96. element, hemen üstünde yer alan ve bilim adamı ve mühendis Johan Gadolin'in onuruna isimlendirilen gadolinyuma benzer şekilde, Marie Curie ve Pierre Curie'nin onuruna küriyum olarak isimlendirildi. Terbiyum keşfedildiği şehrin adını aldı, 97. element de aynı şekilde keşfedildiği şehire atfen berkelyum olarak isimlendirildi. Ancak 98. elementin üstünde yer alan disprozyum basitçe "ulaşması zor" anlamına geliyordu, bu yüzden araştırmacılar bu gayri resmi adlandırma anlaşmasını bir tarafa bırakmaya karar verdiler. Tartılabilecek miktarda kaliforniyum üretimi ilk kez Idaho Ulusal Laboratuvarı'ndaki Malzeme Test Reaktörü'nde plütonyum hedeflerin radyasyona maruz bırakılmasıyla gerçekleştirildi ve bu bulgular 1954'te rapor edildi. Kaliforniyum-252 izotopunun yüksek kendiliğinden fisyon oranı da bu numunelerde gözlendi. Konsantre şekilde kaliforniyum üzerindeki ilk deneyler 1958'de yapıldı. Kaliforniyum-248'den -252'ye kadar olan izotplarda aynı yıl, bir nükleer reaktörde beş yıl süreyle radyasyona maruz bırak plütonyum-239 numunesinden elde edildi. İki yıl sonra 1960'da Kaliforniya Üniversitesi Lawrence Radyasyon Laboratuvarı'ndan Burris Cunningham ve James Wallman, kaliforniyumu buhar ve hidroklorik asit ile işleyerek ilk kaliforniyum bileşikleri olan kaliforniyum triklorür, kaliforniyum oksiklorür ve kaliforniyum oksiti yarattılar. 1960'larda Oak Ridge, Tennessee'de bulunan Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı'ndaki (ORNL) Yüksek Akılı İzotop Reaktörü'nde (HFIR) toplu halde kaliforniyum üretimine başlandı. 1965'den beri HFIR nominal olarak yılda 500 miligram kaliforniyum üretmektedir. 1958 Amerika Birleşik Devletleri-Birleşik Krallık Ortak Savunma Antlaşması uyarınca Birleşik Krallık'tan sağlanan plütonyum, kaliforniyum üretimi için kullanıldı. 1970'lerin başlarında ABD Atom Enerjisi Komisyonu endüstriyel ve akademik tüketicilere mikrogramı 10 dolar olmak üzere kaliforniyum-252 satışı yapmıştı ve 1970'ten 1990'a kadar yer yıl ortalama 150 mg kaliforniyum-252 sevkiyatı yapıldı. Kaliforniyum metali ilk kez 1974'te Haire ve Baybarz tarafından californium(III) oksitin lantan metaliyle indirgenmesi sonucunda elde edildi. Sonuçta mikrometrenin altında bir kalınlıkta mikrogram miktarlarda ince filmler elde ettiler. Bilindiği kadarıyla kaliforniyum yeryüzünde doğal olarak bulunmamaktadır. Ancak çeşitli nükleosentezlerin meydana gelmesi sebebiyle uranyum cevherlerinde birkaç dakikalığına da olsa varlığını sürdürebilmesi olasıdır. Mineral araştırmalarında ve tıbbi tedavilerde kaliforniyumu kullanan tesislerin yakınlarında eser miktarlarda kalifornuyum bulunabilir. Element oldukça çözünmez bir görünüm sergiler ancak, çözelti içindeki katı parçacıklara bağlanır; katı parçacıklardaki yoğunluğu katı parçacıkları çevreleyen sudaki yoğunluğundan 500 kat fazla olabilir. 1980 öncesinde havada yapılan nükleer silah denemelerinin sebep olduğu nükleer serpintiler çevredeki kaliforniyum miktarına küçük bir miktar katkı yaptı. Bir nükleer patlama sonrasında havadan alınan numunelerde kütle numaraları 249, 252, 253 ve 254 olan kaliforniyum izotopları gözlemlendi. Kaliforniyum büyük miktarlarda üretilmediğinden ABD Enerji Bakanlığı'nın miras bölgelerindeki başlıca radyoaktif çekirdekler arasında yer almaz. Kaliforniyum nükleer reaktörlerde ve parçacık hızlandırıcılarda üretilir. Kaliforniyum-250, berkelyum-249'un (Bk) nötron ile bombardıman edilmesiyle başlayan bir süreç sonrasında elde edilir. Berkelyum-249'un nötron yakalaması (n,γ) yoluyla berkelyum-250 (Bk) oluşur, berkelyum-250 hızlıca beta bozunumuna (β) uğrayarak kaliforniyum-250'ye (Cf) dönüşür. Reaksiyon şu şekilde gösterilebilir: Kaliforniyum-250'nin nötron ile bombardıman edilmesiyle de kaliforniyum-251 ve kaliforniyum-252 izotopları elde edilir. Amerikyum, küriyum ve plütonyumun uzun süreli nötron radyasyonuna maruz bırakılmasıyla miligramlar ölçüsünde kaliforniyum-252 ve mikrogramlar ölçüsünde de kaliforniyum-249 üretilebilir. 2006 itibarıyla kütle numarası 244'ten 248'e kadar olan küriyum izotoplarının özel reaktörlerde nötron radyasyonuna maruz bırakılmasıyla öncelikli olarak kaliforniyum-252 ve daha az miktarlarda kütle numarası 249'dan 255'e kadar olan izotoplar üretilmektedir. Mikrogramlar ölçüsünde kaliforniyum-252 ABD Nükleer Düzenleme Komisyonu yoluyla ticari olarak kullanılabilir durumdadır. Biri ABD'deki Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı diğeri de Dimitrovgrad, Rusya'daki Atom Reaktörleri Araştırma Enstitüsü olmak üzere
dünyada kaliforniyumun üretildiği iki tesis bulunmaktadır. 2003'den beri bu iki tesiste sırasıyla 0,25 gram ve 0,025 gram kaliforniyum-252 üretilmektedir. Kaliforniyumun küçük miktarlarda satışı yüksek fiyatları da beraberinde getirir. Kaliforniyum-249'un mikrogramı 160 ABD doları iken kaliforniyum-252'nin mikrogramı 60 dolardır. ABD Enerji Bakanlığı Cf Satış Programı kapsamında kaliforniyum-252'nin ilk yıllardaki (1970'ler) satış fiyatı mikrogram başına 10 dolardı. Fiyat 1987, 1989, 1994, 1998 ve 1999 tarihlerinde sırasıyla 27, 50, 55, 56 ve 60 dolar olmak üzere yükselen bir şekilde güncellendi. Nükleer fisyon ya da alfa bozunumunun olmadığı bir süreçte uranyum-238'in toplam 15 kez nötron yakalaması sonucunda kayda değer yarı ömürlü üç kaliforniyum izotopu üretilir. Uranyum-238 ile başlayan üretim zincirinin son halkası kaliforniyum-253'tür. Süreç lerlerken plütonyum, amerikyum, küriyum ve berkelyum izotopları ile kütle numarası 249 ile 253 arasında olan kaliforniyum izotopları da belli aşamalarda sürece dahil olur. Her bir mikrogramından dakikada 139 milyon nötron yayılan kaliforniyum, güçlü bir nötron yayıcı olarak birçok özel uygulamada kendine yer bulur. Bu özelliği kaliforniyumu bazı reaktörler için kullanışlı bir başlangıç nötron kaynağı yapar. Element ayrıca bazı numunelerde eser miktarda bulunan elementlerin miktarının belirlenmesi için yapılan nötron aktivasyon analizinde taşınabilir (reaktör tabanlı olmayan) nötron kaynağı olarak kullanılır. Kaliforniyumun nötronları, diğer radyoterapi türlerinin etkisiz olduğu belli rahim ağzı ve beyin tümörlerinin tedavisinde de kullanılır. Element Georgia Teknoloji Enstitüsü'nün 1969'da Savannah River Santrali'nden 119 µg kaliforniyum-252 almasından bu yana eğitim uygulamalarında da kullanılmaktadır. Kömür ve çimento endüstrilerinde de kömür analizi ve bulk modülü analizlerinde kullanım alanına sahiptir. Malzemelere nötron nüfuzu kaliforniyumu yakıt çubuğu tarayıcıları; uçak ve silah parçalarındaki korozyon, kötü kaynaklar ve rutubetin tespitinde kullanılan nötron radyografisi; ve taşınabilir metal dedektörler için oldukça kullanışlı yapar. Nötron nem ölçme cihazları petrol kuyularındaki su ve petrol tabakalarının tayininde kaliforniyum-252'yi kullanır. Taşınabilir nötron kaynağı olduğundan altın ve gümüş madenlerindeki yerinde analiz aşamasında ve yeraltı suyu hareketlerinin tespitinde kullanılmaktadır. Kaliforniyum-252'nin 1982'deki kullanım şekli dağılımı şu şekildedir; reaktör başlatıcı (%48,3), yakıt çubuğu taraması (%25,3) ve aktivasyon analizi (%19,4). 1994'de de nötron radyografisi %77,4, yakıt çubuğu taraması %12,1 ve reaktör başlatıcı %6,9 şeklinde oldu. Kaliforniyum-251 çok küçük bir krtik kütleye (yaklaşık 5 kg), yüksek öldürücülüğe ve göreli düşük peryotlu çevre için zehirli radyasyon yayma kapasitesine sahiptir. Kaliforniyumun düşük kritik kütleye sahip olması, elementin kullanımı ile ilgili abartılı iddiaları da beraberinde getirmektedir. "Popüler Science" dergisinin Temmuz 1961 tarihli sayısında yer alan "Facts and Fallacies of World War III" adlı makalede bu durum şu şekilde sunulmuştur; "kaliforniyum atom bombasının bir tabanca mermisinden daha büyük olması gerekmez. Temas anında 10 ton TNT gücüyle patlayacak mermiler ateşleyen bir altıpatlar yapabilirsiniz." Ekim 2006'da Dubna, Rusya'daki Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsü'nde, araştırmacılar kaliforniyum-249'u kalsiyum-48 ile bombardıman ederek ununoktiyumu (118. element) keşfettiklerini duyurdular. Ununoktiyum şimdiye dek sentezlenen en ağır elementtir. Bu deneydeki hedef yaklaşık 10 mg kaliforniyum-249 içeriyordu. Kaliforniyum başka uranyum ötesi elementlerin keşiflerinde de kullanılmıştı; örneğin 103. element (daha sonra lavrensiyum olarak isimlendirildi) 1961'de kaliforniyumun bor çekirdeği ile bombardımanı sonucunda sentezlenmişti. İskelet dokuda biriken kaliforniyum, radyasyon yayarak vücudun kırmızı kan hücresi üretme kabiliyetini bozar. Element yüksek radyoaktifliği ve doğada düşük yoğunlukta bulunması sebebiyle herhangi bir organizma üzerinde doğal biyolojik bir rol oynamaz. Kaliforniyum vücuda kontamine yiyecek veya içeceklerin sindirilmesiyle veya elementin asılı kaldığı havanın solunmasıyla girebilir. Vücuda girmesinin ardından kaliforniyumun sadece %0,05'i kan dolaşımına karışır. Yaklaşık %65'i iskelette, %25'i karaciğerde birikir geri kalanı da ya diğer organlarda birikir ya da, büyük oranda idrarla olmak üzere, dışarı atılır. İskelet ve karaciğerde biriken kaliforniyumun yarısı sırasıyla elli ve yirmi yılda gider. İskeletteki kaliforniyum kemik boyunca yayılmadan önce kemik yüzeyine bağlanır. Elementin vücuda alınması en tehlikeli durum olmakla birlikte, kaliforniyum-249 ve kaliforniyum-251 gama ışınımı yoluyla vücut dışından da doku yıkımına sebep olabilir. Kemikte ve karaciğerde kaliforniyumun saldığı iyonize radyasyon kansere sebebiyet verebilir. Birinci Gazze Muharebesi Birinci Gazze Muharebesi I. Dünya Savaşı sırasında Filistin'in güneyinde gerçekleşmiş bir muharebedir. Britanya güçleri sekiz aylık zorlu bir mücadelenin ardından Osmanlı kuvvetlerini Sina Yarımadası'ndan püskürtmüşlerdi. Britanya'nın bir sonraki hedefi Filistin içlerine doğru ilerleyerek Mezopotamya ve Arap Yarımadası'ndaki Osmanlı güçlerinin arasındaki bağlantıyı kesmekti. Bunun için ilk adım Gazze'nin ele geçirilmesiydi. İlk taarruz, Gazze'nin güneyindeki Osmanlı siperlerine bir İngiliz tümeninin, saat 09.00'da saldırısıyla başlamıştır. Daha doğudan Gazze vadisini geçen İngiliz birlikleri saat 10.00 civarında Gazze'deki Osmanlı birliklerini kuşatmış oldu. Şehirdeki Osmanlı savunması 125. ve 79. Alaylar, 81. Alay'ın 2. Taburu, topçu ve makineli tüfek unsurlarıydı. Kentteki Osmanlı savunmasının kilit noktası, güneydeki 84 rakımlı tepedir. Tepeye yönelen İngiliz taarruzu, tepeyi almış, Osmanlı karşı taarruzuyla yeniden Osmanlı ordusunun eline geçmiştir. Akşam üstü yenilenen İngiliz taarruzu tepenin yeniden el değiştirmesiyle sonuçlanmıştır. Kente yönelik İngiliz taarruzları güneydoğudan, doğudan ve kuzeyden tertiplenmiş, kent gün boyu kanlı sokak çatışmalarına sahne olmuştur. Çevredeki Osmanlı birlikleri öğleden sonra Gazze yönünde yürüyüşe geçmişlerdir. Bir grup kuzeydoğudan, diğer grup ise güneyden Gazze'ye ilerlemiştir. 27 Mart sabahı her iki grup da Gazze'deki İngiliz kuşatmasına taarruz etmiştir. Hemen ardından kentin güney kesiminde savunmada olan Osmanlı birlikleri 84 rakımlı tepeye süngü hücumuna girişip tepeyi işgal ettiler. Saat 11.00 dolaylarında İngiliz kuşatması yarılmıştı. 28 Mart sabahı tüm İngiliz birlikleri geri çekilmişti. Savaş alanlarında kalan 1.500 İngiliz ölüsü, Osmanlı ordusu tarafından gömüldü. Muharebe Britanya açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Gazze'de İngiliz kuşatması tamamlandığında, kenti savunan birliklerle Tellüşeria'daki Osmanlı komuta merkezi arasındaki temas da kesilmişti. Bu andan itibaren Gazze'yle ilgili tüm bilgi, Ramle'deki 6 keşif uçağından oluşan Osmanlı hava unsurlarınca sağlanmıştır. 300. Paşa Teyyare Bölüğü'nün pilotları, tüm muharebe boyunca keşif uçuşlarını sürdürmüştür. Sezyum Sezyum (sembol: Cs) bir alkali metal dir. Bu metal, Robert Wilhelm Bunsen ve Gustav Robert Kirchoff tarafından 1860 yılında mineral suda keşfedildi. Sezyum'un saf olarak eldesi bilinen sıradan sodyum eldesi gibi değildir. Sıvı sezyum klorürün elektrolizi ile oluşan sezyum metalinin eriyik tuz içerisinde çözünürlüğü fazladır. Bunun yerine sıcak sezyum klorür eriyiğinin metalik sodyum ile reaksiyonundan elde edilir. Na + CsCl → Cs + NaCl Sezyum uzayabilen ve çok yumuşak bir metaldir (Sertlik 0,2). Havada çabucak kırmızı mor alevle yanar. Bu nedenle vakumda saklanır. Sezyum soy olmayan, tepkimeye çok istekli bir metaldir. Hemen hemen bütün elementlerle şiddetle veya alev çıkartarak birleşir. Suyla bilinen en güçlü bazı oluşturur (CsOH). Sezyum atom saatlerinin çalışmasında da kullanılır. Sezyum atomunun periyodu hesaplanmış ve saniye olarak tanımlanmıştır. Bakınız : Saniye Radon Radon, periyodik cetvelin VIIIA grubunda yer alan soy gazdır. Simgesi Rn, atom numarası 86, atom ağırlığı 222 olan radon renksiz, doğada bütünüyle radyoaktif bir gazdır. -62 °C'ta kaynar; -71 °C'ta erir. 1900'de F. E. Dorn tarafından bulunmuş, 1908'de William Ramsay ve Robert Whytlaw-Gray tarafından yalıtılmıştır. Soy gazlar grubunun en son üyesi ve en ağırı olan radon, radyum tuzunun suyla işlenmesi sonunda, karışım durumunda bulunduğu hidrojen ve oksijenden, sıvılaştırılmış havadan geçerek ayrılır. Bilinen yirmiyi aşkın izotopunun başlıcaları arasında toryumun emanasyonu olan toron (Rn), radyumun emanasyonu olan (Rn) ve aktinyumun emanasyonu olan aktinon (Rn) sayılabilir. Kadmiyum Kadmiyum, kimyasal simgesi Cd olan, gümüş beyazlığında, elektrik, seramik, pil ve akü sanayisinde kullanılan yumuşakça, kanserojen, toksik bir ağır Metal element. Kadmiyum, çinko bileşikleriyle beraber doğada kadmiyum sülfür olarak bulunur. Çinko, kurşun ve bakırın yan ürünü olarak üretilir. 2001 yılında British Geological tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Çin dünya kadmiyum üretimin altıda birini üreterek dünya birincisi konumundadır. Güney Kore ve Japonya diğer önemli üreticilerindendir. Kadmiyum çinko cevherlerinde yaygın bulunur ve çinko üretimi sırasında çoğunlukla izole edilir. Sülfidik çinko cevherinin % 1,4'ü kadarı kadmiyum içerir. Çinko sülfit cevherleri oksijenin ile eritilir ve çinko sülfür okside dönüştürülür. Çinko metali, oksitin karbonla eritilmesiyle veya sülfürik asitte elektrolizle üretilir. Çinko eritildiğinde kadmiyum, vakumlu damıtma yoluyla çinko metalden izole edilir veya elektroliz çözeltisinden kadmiyum sülfat çökeltilir. Kadmiyumun gelişmiş organizmalarda bilinen bir işlevi yoktur, fakat bazı deniz diatomlarında kadmiyum bağlı karbonik anhidraz enzimi bulunmuştur. Diatomlar çok düşük çinko konsantrasyonlarına sahip ortamlarda yaşarlar ve kadmiyum, normalde diğer anhidrazlarda çinko ile gerçekleştirilen işlevi yerine getirir. Bu X-ışını absorps
iyonu floresan spektroskopisi (XAFS) ile keşfedilmiştir. En yüksek kadmiyum konsantrasyonu insan böbreklerinden emilir ve ergenlik çağının sonuna kadar yaklaşık 30 mg kadmiyum solunur. Kadmiyumun insanlarda toksisitesi, potansiyel olarak kanser, kardiyovasküler hastalıklar ve osteoporoz risklerini etkileyebilecek ön araştırmalarla incelenmektedir. Kadmiyum zehirlenmesi Itai itai sendromu İkinci Gazze Muharebesi İkinci Gazze Muharebesi I. Dünya Savaşı sırasında Filistin'in güneyinde gerçekleşmiş bir muharebedir. Britanya güçlerinin Gazze-Beerşeba hattındaki Osmanlı savunmasını kırmaya yönelik ikinci girişimidir. Birinci Gazze Muharebesi, Britanya güçlerinin başındaki Kanadalı General Charles Dobell'in askerlerini zafer kazanabilecek bir konumdayken geri çekmesi nedeniyle fiyaskoyla sonuçlanmıştı. İlk zaferin verdiği cesaretle Osmanlı kuvvetleri Gazze-Beerşeba hattında kalmaya karar vermişlerdi. Bu nedenle Britanyalılar ikinci defa saldırmaya hazırlandıkları sırada Gazze'deki savunma hattı öncekinden daha kuvvetliydi. Bu ikinci girişimin de Britanya açısından başarısızlıkla sonuçlanması, Ocak 1916'dan beri Mısır ve Filistin'deki harekâtı yürüten General Archibald Murray'in Mısır Seferi Kuvvetleri komutanlığı görevinden alınmasına ve yerine Sir Edmund Allenby'nin atanmasına yol açtı. Bu muharebede Osmanlı cephelerinde ilk kez tank kullanıldı. İngilizlerin Filistin cephesi için ayırmış olduğu sekiz Mark-I tankından üçü, Osmanlı topçusu tarafından imha edildi. Yine bu muharebede Osmanlı cephelerinde İngilizler tarafından ilk defa kimyasal gaz kullanıldı. Gaz, hava şartları nedeniyle etkili olmadı. Üçüncü Gazze Muharebesi Üçüncü Gazze Muharebesi, I. Dünya Savaşı sırasında Filistin'in güneyinde gerçekleşmiş bir muharebedir. General Edmund Allenby'nin kumandanlığında Britanya güçleri Osmanlı Ordusu'nun Gazze-Beerşeba savunma hattını kırmıştır. Muharebenin kaderini belirleyen Avustralya atlı birliklerinin ilk gün Beerşeba'yı ele geçirmiş olmalarıdır. II. Dünya Savaşı tankları II. Dünya Savaşı sırasında, tankların yetenekleri çok artırıldı ve geliştirildi. Nazi Almanyası'nın ilk tankları zırh ve ateş gücü alanlarında rakiplerinin birçok tankına nazaran teknolojik olarak daha düşük seviyedeydi. Savaşın erken dönemlerinde Alman tankları'nın tüm rakiplerine taktiksel kullanımları nedeniyle üstünlük sağlamaktaydılar. Alman doktrini mobilize piyade birlikleri ile hava desteğinden oluşan birleşik kuvvetlerin kullanılmasına ve "Fransa Seferi" operasyonu sırasındaki başarılı uygulaması nedeniyle de "Blitzkrieg" (yıldırım harekâtı) taktiğine önem vermekteydi. Bu doktrin Alman tanklarının telsiz ile donatılmasını gerektiriyordu, bu sayede benzersiz bir sevk ve idare üstünlüğüne sahip olmuşlardı. Buna karşın Fransız hafif tankları telsiz bulundurmuyordu çünkü savaş doktrinleri ağır ve önceden planlanmış hareketlere uymayı içeriyordu. 1940 yılı çarpışmalarında Fransız tankları genel olarak zırh ve ateş gücünde Alman tanklarına göre çok üstün olsalar da, zayıf sevk ve idareleri taktik anlamda bu avantajların sonucu etkilemesine engel olmuştur. I. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi etkin tank boyutunun ne olması gerektiği konusunda denemeler yapılmıştır. Ağır tanklar arasında ABD'nin 86 tonluk T28 Süper Ağır Tankı ve Nazi Almanyası'nın 188 tonluk Maus tank denemeleri sayılabilir. Bu iki tank da savaş alanında hizmet vermemiştir. Savaş ilerledikçe ağır tanklara doğru bir eğilim ortaya çıktı. 1939 yılında, tankların çoğunun zırhı 30 mm veya daha azdı ve 37–47 mm.den daha büyük silah ile donatılmamışlardı. Orta sınıf tanklar aynı yıl 20 ton civarındaydılar. Hâlbuki 1945'te tipik bir orta sınıf tankının ağırlığı 30-40 tonu buluyordu, zırh kalınlıkları 100 mm.nin üzerinde, silahları da 75–85 mm. aralığındaydı. Savaşın başlarında tüm ordularda ağırlıklı olarak bulunan hafif sınıf tanklardan, çok özel görevler dışında tamamen vazgeçilmişti. Her zaman düşünülen ama önceleri her tankta bulunmayan taretler artık tankların vazgeçilmez bir parçası olarak kabul görüyordu. Tank toplarının diğer zırhlı hedeflere karşı kullanılması gerekliliği karşısında, tank topunun olabildiğince büyük ve güçlü olması ve ateş sahasının tamamını kullanabilmesi yaşamsal gerekliliklerden birisi sayılıyordu. Ayrıca tank topunun taretin üzerine takılması, tankın belli bir koruma perdesinin ardından da atış yapabilmesine olanak veriyordu. Gövdeye takılan silahlar aracın hemen hemen tamamının düşman ateşi altında kalmasını gerektiriyordu. Sovyet T-35, Amerikan M3 Lee, Fransız Char B ve İngiliz A-9 Cruiser gibi çok taretli ve çok toplu tanklar, II. Dünya Savaşı ilerledikçe kullanılmaktan vazgeçilen birer tasarım oldular. Tank personeli birkaç değişik topu aynı anda idare etmekte zorluklar yaşıyordu ve çift amaçlı yeni silahların kullanılması da çoklu silah kullanılması gerekliliğini ortadan kaldırıyordu. Tankların çoğunluğunda hâlâ gövdeye takılı bir makineli tüfek ile tarete takılı bir ya da daha çok makineli tüfek piyadeye karşı savunma amacıyla bulunduruluyor. Tankların sevk ve idaresini büyük oranda artıran telsizler de bu savaş sırasında tanklarda bulundurulmaya başlandı. 1943 yılından itibaren iki yönlü telsizler artık her tankta mevcuttu. Tanklar, mayın temizleme ve istihkâm görevleri gibi çok çeşitli askerî görevler için uyarlanmıştır. Özel olarak tasarlanmış tanklar da kullanılmıştır: Alev silahı kullanan tanklar, etkisiz hale gelen tankları çeken kurtarıcı tanklar, fazladan telsizleriyle komuta tankları gibi. Bu tank çeşitlerinin bazıları artık tank diye adlandırılmamakta ama zırhlı muharebe araçları olarak yaşamaktadırlar. Tüm başlıca güçler aynı zamanda tank avcıları ve saldırı topları da ürettiler. Saldırı topları genellikle taretsiz ve büyük kalibreli toplar taşıyan zırhlı araçlardı. Taretli araçlar, taretsiz araçlara nazaran daha pahalıya üretiliyorlardı. II. Dünya Savaşı'nda görülen bir eğilim de eski hafif tank araçlarının gövdeleri üzerine batarya tarzında daha büyük silahlar yerleştirerek tank avcıları ya da saldırı topları yapmak olmuştu. Örneğin Sovyet T-34 tanklarının taretine 85 mm.lik top takılabilirken, kapalı batarya şeklinde aynı gövdeye daha etkili 100 mm.lik top takılarak SU-100 olarak kullanılabiliyordu. Aynı şekilde modası geçmiş Panzer II hafif tankı değiştirilerek üstü açık kapalı batarya şeklinde 75 mm.lik güçlü PAK-40 topu takıldı ve Marder II olarak kullanıldı. III. Reich'ın Panzer kuvvetleri savaşın başlarında çok etkileyici idi. Savaş planları iki ana tankı gerektiriyordu: orta sınıf tank olan Panzer III ve piyade tankı olan Panzer IV.Sonuç olarak, Polonya ve Fransa'nın işgalleri asıl olarak daha az gelişmiş olan Panzer I ve Panzer II hafif tanklarıyla birlikte, Çekoslovakya'dan gelen bazı hafif tanklar kullanılarak yapılmıştır. Savaş ilerledikçe daha ağır tankların üretimi de artırılmıştır. Ana orta sınıf tank olması düşünülen Panzer III tankının topu geliştirilerek yüksek hızlı 50 mm.lik top takılmıştı. Bu bile yeterlilik sınırlarını zorluyordu. Dolayısıyla başta destek tankı olarak düşünülen Panzer IV "de facto" ana orta sınıfı tankı oldu ve uzun namlulu yüksek hızlı 75 mm.lik top ile donatıldı.Tiger II tankı 2500m den Amerikan yapımı M4 Sherman ,1800m den yine Amerikan yapımı M26 Pershing ve 1200m den Sovyet yapımı IS-2 tanklarını yok edebiliyordu.Almanlar bu tankı propaganda için yoğun biçimde kullanmışlardır. Bu tankın en büyük sorunu mekanik arızalardı.Tanka cephede acil ihtiyaç olduğundan yeterince denenmemiş ve sorunları giderilmemiştir.Özellikle transmisyon sorunları bazı tankların savaşmadan mürettebatı tarafından terkedilmesine neden oluyordu.Ayrıca çok ağır olamasından dolayı bazen tankı hareket ettirmek için tam gaz verilmesi gerekiyordu.Savaşın sonununa doğru Almanya'daki hammadde sıkıntısı nedeniyle zırhının çelik kalitesi düşüktü bu da darbe dayanıklılığını azaltıyordu (Ruslar tarafından testlerde, art arda darbe alan zırhta çatlaklar oluşmuştur) Tüm bunlara rağmen Tiger II, II. dünya savaşının en güçlü tanklarındandı.O kadar güçlüydü ki tecrübeli bir mürettabat ile 10 adet Amerikan yapımı M4A1 Shermanı yok edildiği kayıt edilmiştir. Almanların muhabere alanındaki deneyimleri Tiger ve Tiger II "Königstiger" gibi daha da ağır tank tasarımlarını yapmaya yönlendirdi. Birleşik Krallık 1915’ten beri tank gelişiminde dünya standartlarını koyan ülke olmasına rağmen savaş yaklaştıkça bu liderlik konumunu kaybetmiştir. Birleşik Krallık Ordusu, bir dizi zayıf tank tasarımı ve başarısız bir doktrinle aksak bir şekilde savaşa girdi. İngiliz tank kullanımı daha çok klasik süvari görevleri ve piyade desteğiyle kısıtlı kalmış, Alman ve Sovyet taktiklerini oluşturan birleşik kuvvetler taktikleri kullanılmamıştır. Bunların sonucu zayıf silahlarla donatılan ve mekanik açıdan güvenilmez şu tanklar olmuştur: A-9, A-10 ve Crusader kruvazör tankları, Matilda I ve Matilda II piyade tankları ve sadece keşif görevlerinde kullanılan ölüm tuzağı olan bir seri hafif tank. Az da olsa başarılı sayılabilecek İngiliz tank tasarımlarıysa şunlardı: Valentine, Churchill, Cromwell ve Comet. Valentine tankı kalın zırhlı ve güvenilir bir piyade destek tankıydı ve çölde başarıyla kullanıldı. Churchill tankının kalın zırhı ve iyi arazi sürüş yeteneği vardı. Cromwell tankı hemen hemen Amerikan Sherman ya da Alman Pzkw-IV tankının eşdeğeriydi ancak 1944’ten itibaren az sayıda kullanılmaya başlanmıştır. Comet ise savaşın son aylarında kullanılmaya başlanan mükemmel bir tank tasarımıydı. 1942’nin ortalarından başlayarak İngiliz tank birliklerinin çoğu Amerikan yapımı M3 Stuart hafif tankı, M3 Lee tankı ve M4 Sherman tankıyla donatılmıştı. Savaşın hemen öncesinde ve sonrasında İngilizler çok sayıda prototip tank ve özel görevlerde çalışacak modifiye tanklar ortaya çıkarmışlardır. Örneğin Churchill AVRE tankı, üzerine takılı olan 290 mm.lik direk atış havan topuyla binaların yıkılması ve engellerin temizlenmesi için kullanılıyordu. Sovyetler Birliği savaşa girdiğinde ve savaş bittiğinde dünyadaki tüm ülkelerin toplamından daha fazla tanka
sahipti. Bu tankların çoğunun modasının geçmiş olduğu kanısı yaygın bir yanlış anlamadır. Aslında 1941’de hizmet altındaki Sovyet tanklarının çoğu T-26 idi ve 45 mm.lik toplarla donatılmış olan bu tanklar normal çarpışma menzillerinde çoğu Alman tankının zırhını delebiliyordu. Çoğunun telsizi vardı ve geliştirmeye açık olmasa da mekanik tasarımı sağlamdı. Christie süspansiyon sistemi ile donatılmış olan BT Serisi Tanklar da aynı 45 mm.lik toplarla donatılmışlardı ve dünya üstündeki en hareketli tanklardı. Her iki tank tipinin de 76,2 mm.lik howitzer topuyla donatılmış yakın destek versiyonları da bulunuyordu. Yine de, BT serisi tasarım kullanım süresinin sonuna yaklaşıyordu. Kızıl Ordu’da ayrıca amfibi T-37 ve Fransız AMR tankları üzerine tasarlanmış T-38 gibi binlerce hafif keşif tankı da vardı. Bu tankların kısıtlı çarpışma değerleri olsa da hareketlilikleri çok yüksekti. 7,62 mm.lik makineli tüfeklerle donatılmışlardı ve zırhları kâğıt inceliğindeydi. Kızıl Ordu’da ayrıca, çoğu yönden Alman Pzkw-IV tankına eşdeğer sayılan 400 kadar T-28 orta sınıf tankı vardı. Hâlbuki bu tasarım da 1931 yılından kalmaydı ve emeklilik çağına girmişti. Ne ilginçtir ki 1930’ların sonunda Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu tankların çoğunluğu yabancı tasarımları temel almış olsa da daha sonraları hizmete aldıkları tanklar savaşın en çok örnek alınan tankları haline gelmişlerdi. Sovyet tank gücünün 1941’de karşı karşıya kaldığı problemler, araçlarının teknik üstünlüğünden çok bakım koşullarının zayıflığı, hazır bekleme durumunun kötülüğü ve Büyük Tasfiye nedeniyle zayıf kalan komuta zinciriydi. Kızıl Ordu 1940’ta gelişmiş bir doktrin kabul etmişti ama uygulamaya koymaktan acizdi. Savaşın eşiğinde Kızıl Ordu birbiriyle çok yakından ilgili iki projeye başlamıştı. Mekanize kuvvetlerini organize etmek ve İspanya İç Savaşı ile Kış Savaşı’ndan çıkarılan derslerle modern tasarımlara başlamak. Bu tasarımların bazıları dünyanın geri kalanındaki tasarımların çok ötesine geçecekti. Birçok mükemmel tasarım 1940-41 yıllarında üretime giriyordu. Bunların en önemlisi T-34 tankı olacaktı. Asıl olarak BT Serisi Tankların devamı olarak tasarlanan T-34’ler, kalın zırhı, çift kullanımlı ağır topu ile II. Dünya Savaşı’nın ilk yarısının en iyi orta sınıf tankı olmuştur. T-34 sonunda hemen hemen diğer tüm Sovyet tanklarının yerine geçmiştir. Ana tasarım o kadar iyiydi ki, 1945’e kadar daha ağır silahlarla, yeni taretlerle ve diğer değişikliklerle savaş alanında etkisini sürdürdü. Diğer dikkate değer bir tasarım da KV Serisi tanklardı. Bu tanklar T-34 ile aynı 76,2 mm.lik topu ve aynı V-2 dizel motoru taşıyorlardı. Ama KV’lerin "torsion’’-bar süspansiyonu ve T-34’ten daha kalın zırhları vardı. KV’ler yavaştı ve hatları yarma amacıyla kullanılıyordu. KV-2 yakın destek tipi 152 mm.lik howitzer topu ile donatılmıştı. Üretimin bittiği ve çoğunun kullanılmaz hale geldiği 1943’e kadar KV Serisi tanklar Sovyet Ordusu’nun ana ağır tank sınıfıydı. 1944’lerin başında KV’lerin yerine geçen IS-2 122 mm.lik topla donatılmıştı, daha kalın zırhı ve daha iyi hareketliliği vardı. 1941’in yeni piyade destek tankı olan T-50’lerin 45 mm.lik topları vardı ama ‘’torsion’’-bar süspansiyon sistemi ve mükemmel zırhları vardı. Yeni motorun üretiminde karşılaşılan problemler nedeniyle 70 tane üretildikten sonra durduruldu. T-26’nın yerine geçmesi düşünülüyordu. Son olarak hafif keşif görevleri amfibi T-40 ile amfibi olmayan ve daha ucuz olan T-60 tankları tarafından yerine getiriliyordu. Barbarossa Harekatı (Nazi Almanyası'nın SSCB’yi işgali) sırasında Sovyet tanklarının çoğunluğunu T-26 ve BT Serisi tanklar oluşturuyordu. 900 güvenilmez ilk üretim T-34 ile birlikte birkaç T-40 tankı da ortaya çıkmıştı. 500 kadar da KV-1 ve KV-2 tankı bulunuyordu. İlk üretilen T-34’lerin çoğunluğu kolayca yakalandılar ya da yok edildiler. Bu erken yenilgilerin ana sebepleri koordinasyon eksikliği, iyi yetiştirilmemiş ve kötü lojistik desteğe sahip tank personeli ile genel olarak Kızıl Ordu’nun hazırlıksız olmasıdır. T-34’lerin başka bir zorluğu da yalnızca dört kişilik bir tank personeli olması nedeniyle tank komutanının aynı zamanda nişancıya da yardım etmesiydi. Fransız tank komutanlarında olduğu gibi topu doldurma görevleri olmasa da tankın ana silahı ile atış yapılırken komutanın savaş alanındaki olayları genel olarak iyi takip etmesini engellediği için Alman zırhlılarına taktik bir avantaj sağlamıştır. 1941’de yüksek sayıda T-60 kullanıma alındı ve 1942’de benzer T-70’ler de bunlara eklendi. Her iki hafif tankta da ‘’torsion’’-bar süspansiyon sistemi, hafif zırh ve küçük kamyon motorları bulunuyordu. Savaş alanındaki yeterlilikleri düşük olsa da basit yapıları nedeniyle üretimde kaldılar. T-60’ta yalnızca 20 mm.lik ve T-70’te de 45 mm.lik top bulunuyordu. Her ikisinde de yalnızca bir adamlık taret olduğundan etkin olacak şekilde personel bulundurulamıyordu. T-70, daha sonraları savaşta çok daha önemli olan SU-76 tanklarına temel teşkil etmiştir. T-34’ler o tarihe kadar üretilmiş olan tüm Alman tanklarının modasının geçmesine neden olmuştur. Hatta, en iyi zamanlarında T-34'ler öyle başarılıydı ki her görevde yetkin görüldüğünden IS-2’ler hariç tüm tankların üretimi durdurulmuş ve tüm kaynaklar bu tankların üretimine ayrılmıştır. T-34’ler Almanları Panther ve Tiger gibi yeni ve daha ağır tank tasarımlarına dönmeye zorlamış, bu da Sovyet, Amerikan ve İngiliz tank kuvvetlerinin daha da güçlendirilmesini gerektirmiştir. Belki savaşın gidişatına önemli etkisi bulunan bu daha karmaşık ve pahalı tank üretme kararı Almanların zaten kritik olan tank üretme yeteneklerini zorlayarak, daha az tank üretimine sebep olmuş ve Almanların savaştaki inisiyatifi Müttefik Kuvvetler’e kaptırmasına neden olmuştur. Savaşın ortalarına doğru KV Serisi tankların eksiklikleri ortaya çıkmaya başladı. Daha iyi olan Alman tanksavar silahlarına karşı dayanaksız olan bu tankların yavaşlıkları ve mekanik güvenilmezlikleri de en büyük engelleriydi. T-34’lerle aynı silahı daha yavaş ve daha pahalı bir gövdede taşıdığı için üretim kısıtlandı ve 1943’te hemen hemen durduruldu. Savaşın ilerleyen dönemlerindeki hafif tank gereksinimi Amerikan M3 hafif tanklarıyla İngiliz ve Kanada Valentin tanklarıyla giderilmiştir. T-34’ün kendisi için keşif yapması gereken hafif tanklarla hemen hemen aynı hızlara sahip olması, hatta daha hızlı olması nedeniyle Rus hafif tank üretiminde de giderek azaltmaya gidilmiştir. Daha iyileşen Alman tanklarına karşılık verebilmek için Sovyetler 1943-44 kışında 85 mm.lik top ile donatılan ve savaş sonuna kadar sahip olduğu hız ve hareket üstünlüğünü koruyan T-34-85’lerin üretimine başladılar. Bu tankların özelliği de sonunda üç kişilik tarete sahip olmasıydı. Bu şekilde artık tank komutanı savaş alanını tümüyle izleyebiliyor ve taktik görevlerini yerine getirebiliyordu. Sovyetlerin bir başka karşılığı da 122 mm.lik topla donatılmış IS-2 ağır tankıydı. IS-2’ler ağırlıkları aynı kalmasına rağmen KV’lerden daha üstün bir zırh taşıyordu. Bunu başarmak için tankın arkasındaki zırh azaltılmış ve daha çok isabet alma ihtimali olan ön kısımdaki zırh kalınlığı artırılmıştır. Güçlü silahı ve eğik kalın zırhıyla savaşın en güçlü tankı olduğu tartışılmaktadır. 1945’in ortalarında üretilemeye başlanan IS-3’lerin daha aerodinamik bir görüntüsü ve geniş kâse şeklinde konik taretleri vardı. IS-2’lerden daha kalın zırhı olsa da daha hafifti ve 50 tonun altında kalıyordu. IS-3’lerin zırh tasarımı savaş sonrası tank tasarımlarını büyük oranda etkilemiştir. Ondan etkilenen tanklar şunlardır: Sovyet T-55 ve T-62 tankları, Amerikan M48 Patton tankı ve Batı Alman Leopard tankı. Sovyet tank üretimi Amerika hariç tüm ülkeleri geride bırakmıştır. Bunu, birkaç tasarım üzerinde katı bir standartlaşma sağlayarak, genellikle küçük değişiklikler yaparak ve tasarım değişikliğine ancak önemli bir gelişme sağlayacakları zaman izin vererek başarmışlardır. Amerika Birleşik Devletleri II. Dünya Savaşı boyunca diğer ülkelerden daha fazla tank üretmiştir. Amerikan üretimi tanklar sadece ABD Ordusu’nu değil aynı zamanda Fransa (1942’den sonra), Birleşik Krallık ve diğer Müttefik Kuvvetler ordularını da beslemekteydi. SSCB’ye benzer şekilde ABD de birkaç iyi tasarım seçip bunları standartlaştırmıştır. Amerikan tank tasarım ve üretim deneyimlerinin eksikliği göz önüne alındığında bu tasarımların dikkate değer olduğu söylenebilir. ABD’nin savaşa girmesinden önce Amerikan Ordusu’nda yalnızca birkaç tank bulunuyordu. En önemlileri hafif tank olan M-2 serisi idi. Bu tanklar mekanik olarak çok güvenilirdi ve yüksek hareket kabiliyetine sahipti. Radyal uçak motorlarının kullanılması nedeniyle yüksek bir silüetleri vardı. Yalnızca birkaçı Guadalcanal’da savaşa katıldı. 1941’in M-3 hafif tank serisi, daha kalın zırhlı ve 37 mm.lik silahlarıyla M-2’lerin geliştirilmiş haliydi. 1940’ta üretime giren yeni orta sınıf tank ise M-2A1’di. Bu oldukça zayıf bir tasarımdı. İnce bir zırhı, yüksek bir silüeti, bir 37 mm.lik topu ve yedi adet makineli tüfeği vardı. 1940 yılından başlayarak yeni tank tasarımları hazırlandı. Fransa Seferi orta sınıf tankların önemini göstermişti ve Amerikan Ordusu’nun 75 mm.lik topu olan bir orta sınıf tanka ihtiyacı vardı. Bu, Müttefik Kuvvetler’in savaş süresince en önemli tankı olan M4 Sherman tankı olacaktı. Savaşta çarpışmalara katılan ilk Amerikan tankları M3 Stuart ve M3 Grant tanklarıydı. M3 Lee tanklarının “Grant” tipleri İngiliz tasarımlı bir tarete ve altı kişilik personele sahipken, “Lee” tiplerinde orijinal taret ve yedi kişilik personel korunmuştu. Bu tankların önemli birçok eksiklikleri vardı ama batıdaki müttefiklerin sahip olduğu en iyi tanklardı ve zamanında Alman karşılıklarından zırh koruması ve ateş gücü konusunda üstündüler. M3 hafif tankları çölde İngiliz kruvazör tankları kadar iyi silahlandırılmıştı ama mekanik açıdan daha güvenilirdi. 37 mm.lik ana topu Alman keşif tanklarının ana silahlarından daha güçlüydü. Bunun sonucunda bu tanklara İngilizler tarafından “Honey” (Tatlım) diye ad takılmıştı. M3’ler v
e onlardan geliştirilen M5 hafif tank serisi savaş süresince hizmette kalmıştır. 1943 yılında 37 mm.lik silah, içinde görev yapılması tehlikeli bir tank haline getirmesine rağmen daha iyi bir tankla değiştirilemiyordu. 1943 yılında önerilen ve 57 mm.lik topla donatılmış ve daha iyi zırha sahip olan T7 hafif tankı hiçbir zaman üretime geçmemiştir. Amerikan M3 Grant tankının ortaya çıkmasıyla İngilizler sonunda Alman tanklarıyla mücadele edebilecek yetenekte bir silaha sahip olan ve kendi 2 ve 6-pounder’larından daha iyi tanksavar silahları çekebilen bir tanka sahip olmuşlardı. İngiliz 6-pounder (57 mm.lik) toplar M3’lerin 75 mm.lik toplarından daha iyi zırh delme yeteneğine sahip olsa da yüksek patlayıcılıkları daha azdı. M3’ler önceden İngiliz tankları tarafından ateş altında tutulmuş Alman tanksavar silahlarına başarıyla saldırabiliyor ve o günkü Alman tanklarıyla yeteri kadar baş edebiliyorlardı. M3’ler ilk hizmete girdiğinde Alman orta sınıf tanklar karşılık veriyordu ama 75 mm.lik silahların gövdeye takılı olması onları dezavantajlı konuma düşürüyordu. Çepeçevre dönebilen taretin üzerinde 37 mm.lik top da bulunuyordu ama hem taret hem de gövde üzerindeki ana silah tankın boyunun artmasına neden olmuştu. Amerikan 1. Zırhlı Tümeni M3’leri Afrika’da da kullandı. M3’ler önemli sayılmayan ve geçici sayılan bir çözümdü. Kuzey Afrika Harekâtı’ndan sonra Amerikan ve İngiliz Ordusu’ndaki M3’ler yavaş yavaş devreden kalktı. “Yedi kardeşin mezarı” adı takılan bu tanklar Kızıl Ordu’da bir müddet daha kullanımda kaldı. Savaşın en önemli Amerikan tank tasarımı ise M4 Sherman tankıydı. Bu tanklar Sovyet T-34 tanklarından sonra en çok üretilen tank olmuştu. Aynı zamanda hemen hemen tüm Müttefik Kuvvetler tarafından kullanılan tek tanktı. M4’ler Amerikan, İngiliz, Kanada, Fransız, Polonya ve Çin kuvvetlerinin ana tanklarıydı. İlk hizmete girdiği 1942 yılında Alman Panzer III ve Panzer IV orta sınıf tanklarının eşdeğeri sayılıyorlardı. 1943’ün ortalarından başlayarak SSCB’ne 4.000’in üzerinde tank gönderilmişti. Savaş boyunca M4’ler hemen hemen tüm rakiplerine karşı koyabilecek güçteydiler, ta ki 1943’lerin sonunda Alman Panther ve Tiger tankları Sherman tanklarına güçlü bir tehdit oluşturana dek. Hatalı Amerikan zırhlı doktrini, 1944-45’lere kadar Sherman’ların zayıf silahlarla donatılmasına neden oldu. Amerikan doktrini tankların ana olarak piyade desteğinde kullanılmsını savunuyordu. Savaşmak için ise hem çekilebilen hem de kendinden tahrikli silahlarla donatılan M10 Wolverine gibi tanksavar sınıfı zırhlılar kullanılıyordu. M10’ların zırhı inceydi ve açık taretli 3 inçlik topuyla savaş ortalarında oldukça kuvvetli bir zırhlıydı. Teknik olarak Sherman tankları üzerlerindeki 75 ya da 76 mm.lik silahlardan daha güçlü silahları alabilecek konumdaydı. Mükemmel sayılan İngiliz 17-pounder topu İngiliz Sherman tanklarının %25’ine takılarak bu tanklara birçok Alman ikinci nesil tankına karşı koyabilme yeteneği vermiştir. Hâlbuki iyi bir yüksek patlayıcılı mermisi bulunmayan 17-pounder iyi bir genel amaçlı tank silahı değildi. Savaş sonrasında İsrail Ordusu Shermanların üzerine 105 mm.lik bir tanksavar silahı takacaktı. Savaşın sonuna kadar zayıf silah donanımlı Sherman’lar Panther ve Tiger’ların karşısında zor anlar yaşadılar. Normandiya Harekatı’na gelindiğinde Shermanlar Müttefik Kuvvetler’de değişik işler için de kullanılan bir tank olmuştu. Tıpkı İngilizler tarafından Churchill tankının değişik şekillerde kullanılması gibi. Bazı Shermanlar ‘'Duplex Drive’’ adı verilen sistemle donatılmışlardı ve Sherman DD tankları şişirilmiş lastikler ve indirilebilen perdeler yardımıyla yüzdürülebiliyordu. Bunların yanı sıra bir buldozer kepçesi taşıyan M1 Dozer Blade, büyük bir vinci olan Sherman sahil zırhlı kurtarma aracı (Sherman BARV), taretin üzerine takılmış çoklu füze rampası olan Sherman T34, alev fırlatıcılı POA-CWS-H5, geçici köprü olarak kullanılabilen Sherman Twaby tankı, mayın gürzüne sahip Sherman Crab Mark I tankı ve bunun gibi birçok tank çeşidi bulunuyordu. ABD aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın en iyi hafif tankı olduğu tartışılan M24 Chaffee tankını da piyade destek görevini üstlenmesi için üretti. M24’lerin "torsion"-bar süspansiyonları, 75 mm.lik topu ve yüksek hareketlilik yetenekleri vardı. Ergonomik açıdan da bu tank bayağı iyiydi. Ancak M24’ler 1944 Aralık ayına kadar savaşa girmedi ve savaş sonuna kadar ancak birkaç Amerikan tank birliğinde hizmet verebildi. Yine savaşın sonlarına doğru M26 Pershing’ler de hizmete girebildiler. Pershing tankı "torsion"-bar süspansiyonu olan, mükemmel 90 mm.lik topla donatılmış ağır zırhlı bir tanktı. Yine de M4A3 ile aynı Ford GAA motoruna sahip olduğundan biraz gücü düşüktü. M26 tasarımı o kadar iyi bir tasarımdı ki M60’ların sonuna kadar savaş sonrası tüm Amerikan tank tasarımlarının modelini oluşturdu. Alman ikinci nesil tankların üstünlüğüne savaşın sonuna kadar karşılık verilemedi ama Almanlar zaten 1943’ten itibaren inisiyatifi kaybetmişlerdi. ABD üretiminin net gücü, Amerikan birleşik silah kuvvetlerinde kullandıkları üstün taktikler ve her seviyedeki Alman hataları Amerikan güçlerinin genellikle üstün gelmesine neden olmuştur. İlginçtir ki, bu gidişat savaşın başında zayıf zırhlı ve silahlı Alman panzerlerinin kendilerinden daha güçlü Fransız, İngiliz ve Rus rakiplerini "Blitzkrieg"in ilk aşamalarında ezip geçmesini sağlayan taktik ve nedenlerle aynıydı. Yeni Nesnellik Yeni Nesnellik (Almanca: "Die Neue Sachlichkeit"), Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'da George Grosz ve Otto Dix tarafından başlatılan ve 1930-40'lara kadar devam eden bir dışavurumcu akımdır. Gerçekçi bir tarz ile iğneliyici ve sosyal eleştiri niteliği taşıyan bir akım olarak karakterize edilir. İlkbahar ve Sonbahar Dönemi İlkbahar ve Sonbahar Dönemi (basit: 春秋时代, geleneksel: 春秋時代; pinyin: Chūnqiū Shídài), Çin'de MÖ 722-MÖ 481 tarihleri arasına denk gelen dönemdir. Bu dönem adını, Konfüçyüs'e atfedilen "İlkbahar ve Sonbahar Kayıtları" adlı kitaptan almaktadır. İlkbahar ve Sonbahar döneminde Çin 170 küçük devlete parçalanmıştı; bu küçük devletler arasında meydana gelen savaş ve istilalar dönemin karakteristik özelliği olmuştur. Nm Tayvan Tayvan ya da resmi adıyla Çin Cumhuriyeti (), Tayvan Adası ile Penghu, Kinmen, Matsu ve bazı diğer adacıklarda yerleşik, pek çok ülke tarafından tanınmayan Doğu Asya ülkesi. 1912'de bugünkü Çin topraklarında kurulan ülke Birleşmiş Milletler kurucu üyesiydi. Tayvan da dahil olmak üzere çevre adaları II. Dünya Savaşı sonrasında sınırları içerisine dâhil etmişti. 1949 yılındaki Çin İç Savaşı'nı Çin Milliyetçi Partisi'nin (Kuomintang) kaybetmesi üzerine ülke Çin Komünist Partisi yönetimine girdi ve komünist parti tarafından Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) kuruldu. Çin Milliyetçi Partisi lideri Çan Kay Şek Tayvan adasına kaçtı ve Çin Cumhuriyeti'nin burada devam ettiğini dünyaya ilan etti. 1949 yılındaki bu yeniden kuruluş başta Batılı ülkeler olmak üzere dünya devletlerinin çoğunluğu tarafından kabul gördü. 1971 yılına gelindiğinde değişen dünya dengeleri nedeniyle Çin Cumhuriyeti (Tayvan) Birleşmiş Milletler'den çıkarıldı ve yerine ÇHC dahil edildi. Günümüzde Çin Cumhuriyeti, sadece 23 ülke tarafından tanınmaktadır; ancak birçok ülke gayrıresmi olarak ekonomik ve kültürel ilişkilerde bulunur. Günümüzde "Çin" ifadesi genellikle Çin Halk Cumhuriyeti'ni ifade etmek için kullanılırken Çin Cumhuriyeti'ne ise "Tayvan" denmektedir. Bunun yanında Tayvan, uluslararası kuruluşlara Çin Taypesi (Chinese Taipei) adı ile üye olmuştur. Nüfusunun %90'ından fazlası Han Çinlisi olan bu ada Çin ile yoğun ticari ilişkilerde bulunmakla birlikte kıta devleti ile karşılıklı silahlanma durumu da söz konusudur. Tayvan'ın en fazla mal ihraç ettiği ülke ÇHC olmasına rağmen bağımsızlık ve tanınma çabaları ile BM üyeliği istekleri ÇHC'nin veto ve tehditleri ile karşılaşmaktadır. Boxer Ayaklanması'nı takiben 1911'de Qing Hanedanlığı'nın devrilmesiyle Milliyetçi Parti Kuomintang lideri Sun Yat-sen'in çalışmalarıyla kurulmuş ve Çin'in 2000 yıllık imparatorluk yönetimini sona erdirmiştir. İlk başkanı Sun Yat-sen kısa süre sonra görevden çekilince yerine General Yuan Shikai geçmiş ve bir süre sonra diktatörlük eğilimleriyle ülkeyi yeniden zor bir sürece sokmuştur. 1916'da Yuan'ın ölmesiyle iyice gerilen atmosferde yabancı karşıtlığı artmış ve 4 Mayıs 1919'da öğrencilerin yabancı malları boykot ettiği bir ayaklanma patlak vermiştir. Rusya'daki Bolşevik devrimin başarısından cesaret alan bir grup aydın 1921'de Çin Komünist Partisi'ni kurmuştur. Üyeleri arasında Zhou En Lai ve Mao Zedong gibi daha sonradan büyük önem kazanacak olan isimler bulunmaktadır. ÇKP ile Sun Yat-sen'in Kuomingtang'ı arasında ilişkiler başlarda iyi olsa da 1925'te Yat-sen'in ölmesiyle bu ilişkiler bozulmuştur. Yat-sen'in yerine geçen Çan Kay Şek, ÇKP'nin aksine Batıya yaklaşmaktan yana olduğu için iki parti karşı karşıya gelmiştir. Bir komünist ihtilalinden korkan Çan Kay Şek önce davranmış olmak için 1927'de birçok komünisti öldürtmüştür. Bu gerilim ülkeyi milliyetçiler ve komünistler arasında uzun süren Çin İç Savaşı'na sürüklemiştir. 1931 yılında komünistler Jiangxi eyaletinin Ruijin kentinde bir Çin-Sovyet hükümeti kurdular. Çan Kay Şek'in sürekli saldırılarına hedef olan eyalette eşit olmayan şartlarda gerçekleşen çatışmalarda 1934'te komünistler iyice zor duruma düşmüşlerdir. Bu yenilgi durumu Mao'nun Çin'e uygun olmayan Sovyet yöntemleri bırakıp kendilerine özgü yöntemler yaratmaları gerektiği fikriyle ön plana çıkmasını sağlamıştır. Mao çoğunluğun köylü olduğu Çin'de kentlerden vazgeçip hareketi kırsal kesime taşımıştır. Kırsal gerilla taktikleri uygulamaya başlayan Mao 1934'te, 90,000-100,000 askerle uzun sürecek bir harekat başlatmış, bir yandan milliyetçilerle bir yandan da yerel beylerle savaşarak 1936'da sadece birkaç bin askerle yenan'a ulaşmıştır. Bu arada, İmparator Hirohito yönetiminde gittikçe güçlenen ve emperyalist hedefleri doğrultusunda Çin'in kuzey bölgesi Mançurya'yı ele geçirmek isteyen
Japonya, 1936 yılında Çin'i işgale başlar. Kısa sürede Mançurya'yı kontrol altına alan ve Mançuko adıyla kendisine bağlı uydu bir devletçik kuran Japonlara karşı bir halk direnişi başlar. Bu bağımsızlık savaşını örgütleyen Mao Zedong önderliğindeki Çin Komünist Partisi halk içerisinde taraftar toplar. 1941 yılında İngiltere ve ABD savaşa Çin'in yanında girer. 1945 yılında Sovyetler Birliği'nin müdahalesi sonucunda Japonlar geri çekildi. Japonların çekilmesiyle komünistler ve milliyetçiler arasındaki gerilim yeniden ortaya çıkar. Çin-Japon Savaşı özellikle ÇKP'nin işine yaramıştır. Japon askerlerden kalan silahlar sayesinde düzenli bir ordu haline gelen komünist kuvvetleri, Sovyetlerin de Mançurya'ya yardıma gelmesiyle daha zengin eyaletlerde de etkilerini arttırmaya başlamışlardır. 1948'den itibaren Mao taktik değiştirir ve hem askeri gücüyle hem de halkçı politikalarla kısa sürede ülkede kontrolü eline alır. 1949'da önce Pekin'i daha sonra diğer birçok önemli şehri eline geçiren Mao, 1 Ekim 1949'da Çin'i kurar. Bağımsızlık savaşında ÇKP'yi cephe gerisinden vurarak ülke savunmasında zayıflık yaratan Kuomingtang yönetimi, daha sonra arkasına ABD'yi alarak halkın tepkisini çekmeye devam eder. Halk desteğinden yoksun kaldıkça otoritesini korumak için antipatik girişimlere yönelen Çan Kay Şek önderliğindeki parti yönetimi 1949 yılında kesin yenilgiye uğrar. Formoza adasına (Tayvan) kaçan Çan Kay Şek ise burada 1928 Çin Cumhuriyeti'nin devamı olduğu iddiasıyla ayrılıkçı bir hükümet kurar. Günümüz itibarıyla aşağıdaki 20 ülke Çin Cumhuriyetini tanımaktadır ve resmî diplomatik ilişkilerde bulunmaktadır. Tarihler ilişkilerin başladığı veya sürekli olduğu dönemleri, yıldız işareti (*) Taipei'de büyükelçiliği olan ülkeleri belirtir: Bunların haricinde aralarında ABD, AB üyesi ülkelerin çoğu ve Türkiye'nin de bulunduğu 47 devlet Tayvan ile ekonomik ve kültürel ilişkiler kurmaya devam ederler. Bu ülkelerin pek çoğu Tayvan'da büyükelçilik benzeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerin gerçekleştirildiği ofisler bulundururlar. Soğutma Soğutma, bir maddenin veya ortamın sıcaklığını, onu çevreleyen ortamın sıcaklığının altına indirmek ve orada muhafaza etmek üzere ısısının alınması işlemine denir. Soğutma veya klima tekniğinde üç yöntem uygulanır: Sıvılar buharlaşırken çevreden ısı çekerler, buharlaşan sıvının çevreden ısı çekmesi, ısı çekilen ortamın sıcaklığının düşmesine neden olur. Isı kaybının neden olduğu sıcaklık düşmesine ya da sıcaklık azalmasına soğuma denir. Fiziksel soğutma yönteminin endüstride kullanılan en önemli şekli, soğurmada soğutma yöntemidir. Bu sistemde ısı enerjisinden yararlanılır. Herhangi mekanik parçası yoktur. Soğutma devresinde soğutucu olarak silikojel ve su kullanılır. Silikojel nem tutucu ya da emici siliko-sodyuma maddesel bir asitin etkimesiyle oluşur. Bu bileşik daha sonra yıkanıp kurutulabilir. Çok küçük tanecikler halinde soğutma devresine yerleştirilen silikogel amonyağı emer. Amonyak düşük sıcaklıklarda suda kolayca çözülür. Bu çözelti 65 °C sıcaklıkta ısıtıldığı zaman buharlaşır ve sudan ayrışır. Suyun işlevi soğutma devresindeki amonyağı çözmektir. Sistem ; soğurma cihazı, kondenser (yoğuşturucu) ve evaporatör (buharlaştırıcıdan) oluşur. Normal sıcaklıkta oldukları halde bazı kimyasal maddeler belirli aralarda birbirleriyle karıştırıldıkları zaman daha düşük sıcaklıklar elde edilebilir. Bunun nedeni karışım oluşurken çevreden bir miktar ısı alınmasıdır. Örneğin kar veya buzla sofra tuzunun karıştırıldığında soğuma elde edilir. %65 kar veya buz, % 35 tuz (NaCl) karıştırıldığında ilk sıcaklık 0 °C , karışım sıcaklığı 20 °C'dir. %60 kar ya da buz %40 tuzun ilk sıcaklığı 0 °C, karışım sıcaklığı 30 °C'dir. Mekanik yöntemle soğutma dışarıdan iş verilerek soğutucu akışkanın basınç ve sıcaklığının yükseltilmesi esasına dayanır. Termodinamiğin 2. kanununa göre ters Carnot çevrimi prensibine göre çalışır. The First Album Modern Talking'in 1985 yılında çıkarmış oldukları ilk albümü. Romulus ve Remus Romulus ve Remus, Roma Mitolojisine göre MÖ 753'de Roma şehrinin kurucularıdır. Efsaneye göre Savaş Tanrısı Mars ile Rhea Silvia'nın ikizleridir. Ataları ise Truva'dan kaçan Afrodit'in oğlu Prens Aeneas'tır. Aeneas, Hektor'un kuzenidir. Romulus, Roma şehrini beraber kurduğu kardeşi Remus'u öldürerek tahtın tek sahibi olmuştur. Remus, Romulus ile dalga geçtiği için Romulus'un Remus'u öldürdüğü sanılır. Gerçekte yaşayıp, yaşamadığı bilinmeyen Romulus'un tarihsel bir kişi olduğu şüphelidir. "İtalyan mitolojisine Etrüskler (Tuskiler) aracılığıyla geçmiş olan bir söylencedir. Türklerin mağarada kurt tarafından beslenen çocuk motifi ile birebir aynıdır. Romus ve Romulus iki (veya ikiz) kardeştirler ve Roma şehrini kurmuşlardır. Bir ırmağa bırakılırlar ve dişi bir kurt onları sudan çıkararak bir mağarada emzirir. Daha sonra çiftçi bir aile tarafından bulunarak evlat edinilirler. Roma şehrini kurmak için de kurt tarafından emzirildikleri yeri seçerler. Bu yerin etrafını çevirirken tartışmaya başlar ve kavga ederler bunun üzerine Romulus kardeşi Romus’u öldürür. Böylece kurduğu kent devletinin ilk hakanı kendisi olur. Kardeşleri besleyen Lupa kara renkli olarak betimlenir." Roma'nın merkezinde heykelleri vardır. Su (anlam ayrımı) Su ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Binutils GNU Binutils farklı nesne dosya formatlarının içersindeki nesne kodlarının işlenmesi amacı ile kullanılan programlama araçlarının oluşturduğu bir pakettir. Şu anda kullanılan güncel versiyonu Cygnus Solutions' daki programcılar tarafından BFD kütüphanesi kullanılarak yazılmıştır. Tipik kullanımı GCC, make ve GDB ile birlikte gerçekleştirilir. binutils' in içerdiği komutlar aşağıdaki gibidir; İlk versiyonlarda paket sadece ufak araçlardan oluşuyordu, ama daha sonraki sürümlerde fonksiyonellikleri birbirlerine yakın olduğu için GNU Assembler (GAS) ve GNU Linker (GLD) eklendi. Binutils' in büyük çoğunluğu basit programlardan oluşur. Karmaşık olanların çoğunluğu ise BFD ve libopcodes kütüphanelerinin içindedir. Orijinal BFD versiyonları David Henkel-Wallace ve Steve Chamberlain tarafından yazıldı. Sühreverdi Sühreverdi, soyadına sahip şu kişiler bulunmaktadır; Sühreverd Stronsiyum Stronsiyum, atom numarası 38 olan, gümüşümsü beyaz metalik katı bir elementtir. Sembolü Sr'dir. Toprak alkali metaldir. Atom ağırlığı: 87,62 g/mol'dür. Alkalin bir yer metali stronsiyum, kimyasal olarak son derece reaktif olduğu bir yumuşak gümüş-beyaz renk ya da sarımtırak metalik öğedir. Metal, havalandırmayı sergilediğinde sarı döner. O, minerallar celestine ve strontianite'sinde elbette meydana gelir. 90Sr izotopu ve radyoaktif radyoaktif serpintisinde hediye olarak, 28,90 yıllarının bir yarı ömrüne sahip oluyor. Adair Crawford ilk olarak 1790 yılında strontianit (SrCO) mineralini tanımlamıştır. 1808 yılında ise Humphry Davy tarafından elektroliz yöntemi ile izole edilmiştir. Stronsiyum metali eritilmiş SrCl tuzunun elektrolizi ile saf olarak elde edilir. Dünyada en büyük stronsiyum rezervleri İspanya, Meksika, Çin, Türkiye ve İran'da bulunmaktadır. Roskill lnformation Services'in 1999 yılında yaptığı araştırmaya göre dünya rezervlerinin 12 milyon ton olduğu tahmin edilmektedir. Dünyada stronsiyumu en fazla tüketen ülkeler ABD ve Japonya'dır. Stronsiyum karbonat olarak TV tüplerinde kullanımı en yaygın tüketim şeklidir. ABD ve Japonya'da üretilen renkli TV tüplerinde daha yüksek voltajlar kullanıldığından bu ülkelerde Sr kullanılmaktadır. Avrupa'da daha düşük voltajlı renkli TV'ler üretilmekte ve genelde Ba kullanılmaktadır. Diğer bir kullanım alanı ile ferritlerdir. Ferritler seramik olarak otomotiv sanayinde, demir cevheri seperatörlerinde, fotokopi makinalarında ve özel alaşımlarda kullanılmaktadır. Ayrıca aleve verdiği kırmızı renk dolayısıyla havai fişekler ve sinyal maddeleri üretiminde; cam, boya, ilaç sanayiinde; çinko elektrolizinde; kuru fırın ve uçak motoru gibi makinelerde kullanılan mil yataklarını yağlayıcı olarak kullanılmaktadır. Genelde stronsiyum tüketimi stronsiyum karbonat şeklinde olmaktadır. 1972 yılında Barit Maden Türk A.Ş. Sivas'ın 29 km güneyinde Sivas-Kangal karayolunda Miyosen yaşlı jipsler içerisinde önemli bir selestit yatağını işletmeye başlamıştır. Daha sonra yapılan araştırmalarda Sivas Tersiyer Havzası'nda çok sayıda Selestit yatağı saptanmış ancak bir kısmı rezerv ve tenörce ekonomik bulunmamıştır. MTA Genel Müdürlüğünün bulduğu Kabalı (Hafik), Battalhöyüğü Tepe (Ulaş) ve daha küçük rezervli onlarca Selestit cevherleşmesi vardır. Barit Madencilik A.Ş.'nin şu anda 3-4 ruhsatlı Selestit sahası bulunmaktadır. Ekonomik olan tüm selestit yatakları Üst Eosen ve Alt Miyosen yaşlı evaporitik çökeller içerisinde katmansı veya mercekler şeklinde, genelde jipslerle birlikte gözlenmekte ve bir kısmı CaCO içermektedir. Bundan başka Konya Ereğli ve Malatya'da yeni zuhurlar bulunmuş, ancak Sivas yöresindekiler dışında ekonomik olabilecek bir yatak henüz saptanamamıştır. Stronsiyum metali, stronsiyum oksidin metalik alüminyum ile metalotermik redüksiyonu sonucu üretilir. Reaksiyonu elektrik ark fırınlarında vakum altında gerçekleştirilir. Bu işlemde Sr %0,6 ya kadar oksitlenir ve vakum altında sublimasyon sayesinde uzaklaştırılır (%99,9) Bu safiyetteki Sr metali Ca ile aynı özellikleri gösterir. Sr ayrıca stronsiyum klorür ve KCI ergiyinden elektroliz yoluyla kazanılabilir. Sr metali ve Sr alaşımların kullanım sahası sınırlıdır. Ergimiş bakırda deoksidan madde olarak %10 Sr-%20-40 Zn alaşımı kullanılmaktadır. Al-Si alaşımlarında ise aşılayıcı madde olarak kullanılan Sr, silisyum kristallerinin şekil ve boyutlarını değiştirip çok ince dağılımı sağlamaktadır. Stronsiyumun atomik çapı büyük olduğundan X ışınlarının nötralize edilmesinde kullanılır. Sölestin cevherinin karbonla reaksiyonu sonucu oluşan stronsiyum sülfid (SrS) havai fişek ve florasan madde olarak boyalarla kullanılır. Sr(NO) stronsiyum karbonatın %60’lık asitte çözünmesi sonucu oluşur. İlaç sanay
inde ve aleve verdiği koyu kırmızı renk doyalasıyla havai fişeklerde kullanılır. SrO, SrCO'nın 1400-1500 °C civarında vakum atında kömürle reaksiyonu sonucu oluşur [8]. İlaç sanayinde, havai fişeklerde ve Sr-ferrit üretiminde ara ürün olarak kullanılır. Niobyumoksit ve kromseskioksitle reaksiyonu sonucu oluşan Sr-Ni-kromseskioksit elektrik sanayinde kullanılır. SrCl'ün soda liçiyle kristalleşen Sr(OH) şeker fabrikalarında melasten şekeri kurtarmak için kullanılmıştır. Elektromotor gücün en ucuz kaynağı olan sabit mıknatıslarda en çok aranan malzeme stronsiyum hekzaferrittir (SrO.6FeO). Stronsiyum silikat ise yüksek kaliteli demir üretiminde British Cast Iron Research Association tarafından geliştirilen bir yöntemle kullanılmaktadır. Stronsiyum kromat kromaj kaplamacılığında düzenleyici olarak kullanılır... Aldosteron Aldosteron böbreküstü bezlerinin kabuk katmanının "Zona Glomerulosa" bölgesinde üretilen, kanda sodyum ve potasyum dengesini düzenleyen bir steroid hormonudur. Aldosteron sentaz enzimince kolesterolden bireşimlenir. Minaralokortikoitler sınıfının tek içsel (endojen) üyesidir. Aldosteron, böbreğin toplayıcı kanallarındaki hücrelerde bulunan mineralokortikoit alıcılarına (MR) bağlanıp bu hücrelerin iç boşluk tarafındaki tepeye ait (apikal) zarlarının sodyum ve potasyum geçirgenliğini arttırır ve hücrelerin zarlarının alt-yan bölümünde (bazolateral) bulunan Na+/K+ pompaları etkinleştirir, böylece ATP üretimini tetikler, ve sonuç olarak su ve sodyumun yeniden kana geçmesini, potasyumun da idrara geçmesini sağlar. Aldosteron ayrıca toplayıcı kanallardaki α-aracık hücrelerinden H salgılanmasını uyararak plazma bikarbonat düzeylerini ve dolayısıyla onun pH'sini düzenler. Aldosteron, böbreğin süzdüğü sodyumun % 2'sinin yeniden kana geçmesinden sorumludur. Bu oran, normal glomerüler süzme hızında kandaki sodyumun tümüne karşılık gelmektedir. Steroid alıcıları, nöroreseptörlerin aksine, hücre içinde bulunurlar. Aldosteron/MR birleşimi "hormon reseptör elemanı" olarak adlandırılan bir DNA dizisine bağlanır, bunun sonucunda mRNA'nın kalıt yazım hızı artar ve genin ürünü olan protein düzeyi artar. Aldosteron tarafından etkilenen genler epitel doku üzerinden sodyum taşımasında rol oynarlar, bunların arasında glukokortikoit tetikli kinaz ("glucocorticoid-induced kinase"), kanal-tetikleyici etmen ("channel-inducing factor"), K-ras2A ve epitel sodyum kanalı'nın üç altbirimi bulunur. Aldosteron bireşimi kansıvısındaki (plazma) anjiyotensin II ve potasyum düzeylerinin artmasıyla uyarılır; bunların derişimleri kansıvısındaki sodyum derişimiyle ters orantılıdır. Ayrıca, kansıvısının asitleşmesi (asidoz) ile de bireşimi artar. Aldosteron salgılanmasının gün boyunca değişen bir düzeni(diürnal ritmi) vardır: günlük üretimin %75'i sabah 4:00 ile 10:00 arasında olur. İngilizce Wikipedia'da Aldosterone maddesinnin 6.29.2006 tarihli sürümü aldosterone." J Clin Endocrinol Metab. 2003 Jun;88(6):2364-72. Full text. PMID 12788829. Golden Axe Golden Axe, 1989 yılında Sega tarafından çıkarılan bir dövüş oyunudur. Oyun, zalim diktatör Death Adder'dan intikam almaya yemin etmiş 3 savaşçı karakterden biri seçilerek oynanır. Death Adder barışçı Yuria ülkesini işgal etmiş ve oyunun karakterlerinden biri olan uzun kılıcı ile savaşan barbarian Alex' in arkadaşlarını, annesi ve ortağını öldürmüştür. Oyunun diğer karakteri, Wolud madenlerinden gelen ve ikiz kardeşi Death Adder' ın askerleri tarafından öldürülmüş balta ile savaşan cüce Gilius Thunderhead' dur. Son karakter ise ailesi Death Adder tarafından öldürülmüş kılıç ustası dişi amazon Tyris Flare' dir. Killer List of Videogames'e göre Golden Axe 1989 yılının en önemli atari oyunudur. Oyunun Amiga, Commodore 64, Mega Drive/Genesis ve Sega Master System gibi platformda oynanabilecek sürümleride üretilmiştir. Selenyum Selenyum (simgesi Se), atom numarası 34, kütle numarası 78.96 olan, periyodik cetvelin 4. periyodunda 6a grubunda bulunan element. 6a'nın 3. cü elementidir. Selenyum ilk olarak 1817 yılında Jöns Jakob Berzelius ve Johan Gottlieb Gahn tarafından keşfedilmiştir. Bakır selenyum mineralinin sodyum karbonat varlığında oksidasyonu sonucunda NaSeO bileşiği elde edilir. Bu elde edilen bileşiğin sülfürik asit ile asitlendirilmesi sonucunda HSeO oluşur. NaSeO + HSO → HSeO + NaSO HSeO’in SO ile reaksiyonu sonucunda Se elde edilir. Ayrıca suda çözünen selen bileşiklerinin indirgenmesi ile elde edilir. vücudumuzun gerek duyduğu mineralerdendir. Deniz ürünleri, yumurta, karaciğerin yapısında bulunur. Uçak malzemesi, cam, plastik ve ilaç üretimi gibi pek çok alanda kullanılan selenyum, patlayıcı madde malzemesine dönüşebilir. Selenyum: selenyum eksikliği toprağın selenyum açısından zenginliği ile doğrudan bağlantılıdır. Selenyum açısından fakir topraklarda yaşayan ailelerin çocuklarının diğer çocuklara oranla daha yavaş büyümekte oldukları gözlemlenmiştir. Toprakları bu mineral açısından fakir yörelerde selenyumdan zengin yörelere oranla bazı kanser çeşitlerinin sık görülmesi söz konusudur. Eksikliğinde kas yapısında şiddetli bir zayıflık belirir kalp ve damarlardaki esneme kabiliyeti azalır. Çocuklarda selenyum eksikliği fetal kardiyomyopatiye neden olmaktadır. Fransiyum Fransiyum, (keşfedilmeden önceki teorik adıyla eka-sezyum veya aktinyum K) sembolü Fr ve atom numarası 87 olan kimyasal element. Bilinen elementler içinde en az elektronegatifliğe sahip olan ve astatinden sonra doğada en az bulunan elementtir. Astatin, radyum ve radona bozunan fransiyumun radyoaktivitesi son derece yüksektir. Bir alkali metal olarak bir tane değerlik elektronuna sahiptir. Fransiyum Marguerite Perey tarafından 1939'da ismini aldığı Fransa'da keşfedildi. Sentezlenmeden doğada keşfedilen son elementtir. Fransiyum laboratuvar dışında son derece az bulunur, fransiyum-223 izotopunun devamlı olarak oluşup bozunduğu uranyum ve toryum cevherlerinde eser miktardadır. Herhangi bir zamanda yerkabuğunda bu izotoptan 30 gram (1 ons) gibi az bir miktarda bulunur; diğer izotopların tamamı sentetik olarak elde edilir. Şimdiye kadar herhangi bir izotoptan toplanan en büyük miktar 1997'de Stony Brook Üniversitesi'nde ultrasoğuk gaz olarak yaratılan 10.000 fransiyum-210 atomunun oluşturduğu, yani yaklaşık 3.5x10 gramlık kümedir.. Fransiyum, 106 atom numaralı seaborgiyumdan hafif olan elementler içinde en karasız olanıdır; fransiyumun en kararlı izotopu 22 dakikadan daha kısa yarı ömrü olan fransiyum-223'tür. Doğal olarak bulunan elementler içinde kararsızlıkta ikinci sırada bulunan astatinin en kararlı izotopunun yarı ömrü 8,3 saattir. Fransiyumun bütün izotopları astatin, radyum ya da radona bozunabilirler. Fransiyumun kimyasal özellikleri diğer alkali metaller arasından en çok sezyumunkine benzer. Oldukça ağırdır ve eşdeğer ağırlığı en yüksek elementtir. Bilinen elementler içinde (pauling ölçeğine göre) 0,7 değeri ile en düşük elektronegatifliğe sahip elementtir; sezyum 0,79 ile ikinci en düşük elektronegatifliğe sahiptir. Eğer elde edilebilseydi sıvı fransiyumun erime noktasındaki yüzey gerilimi 0,05092 N/m olurdu. Fransiyum birkaç sezyum tuzu ile kopresipitasyon (beraber çökeltme) gerçekleştirebilir. Örneğin sezyum perklorat ile gerçekleşen kopresipitasyonun sonucu az miktarda fransiyum perklorattır. Bu kopresipitasyon, Glendenin ve Nelson'ın radyosezyum kopresipitasyon metodunun adapte edilmesiyle fransiyumun izole edilebilmesi için kullanılabilir. Fransiyum ek olarak iyodat, pikrat, tartarat (rubidyum tartarat), platinklorür ve silikotungsten gibi diğer birçok sezyum tuzu ile de kopresipitasyon gerçekleştirebilecektir. Element ayrıca, farklı bir ayrıştırma metodu sağlayan, taşıyıcı herhangi bir alkali metal olmadan tungosilik asit ve perklorik asit ile de kopresipitasyon gerçekleştirebilir. Nerdeyse bütün fransiyum tuzları suda çözünebilirler. Fransiyum, kararsızlığı ve nadir bulunuşu nedeniyle ticari amaçlı kullanılmaz. Element biyoloji ve atomik yapı alanlarında araştırma amaçlı kullanılır. Fransiyumun kanserle ilişkili hastalıkların teşhisinde kullanılabileceği düşünülüyordu, buna rağmen sonrasında varılan sonuç bu uygulamanın pratik olmadığı yönündedir. Sentezlenebilmesi, tuzaklanabilmesi, soğutulabilmesi ve görece basit atomik yapısı ile fransiyum gelişmiş spektroskopi deneylerinde kulanılır. Bu deneyler enerji seviyeleri hakkındaki özel bilgilerin ve atomaltı parçacıklar arasındaki eşleşme sabitinin elde edilmesini sağladı. Lazerle tuzaklanan fransiyum iyonları üzerindeki çalışmalar atomik enerji seviyeleri arasındaki geçişler hakkında kuantum teorisinin öngörüsüne benzer şekilde kesin bilgiler sağladı. 1870'lerde kimyagerler sezyumun ötesinde 87 atom numaralı bir alkali metal olması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu element eka-sezyum olan geçici bir isimle anıldı. Araştırma ekipleri bu kayıp elementi saptayıp izole etmeyi denediler. Gerçek bir keşif yapılmadan önce, en az dört kez elementin bulunduğuna dair yanlış iddia ortaya atıldı. Rus kimyager D. K. Dobroserdov eka-sezyum ya da fransiyumu keşfettiğini iddia eden ilk bilim insanıydı. 1925'te, başka bir alkali metal olan potasyumun bir numunesinde zayıf radyoaktivite gözlemledi. Buradan eka-sezyumun örnekte radyoaktif kontaminasyona (radyoaktif kirlenme) sebep olduğu sonucunu çıkardı. Sonrasında kendi ülkesine atfen "russium" adını verdiği eka-sezyumun özellikleri ile ilgili öngörülerini içeren bir tez yayımladı. Kısa bir süre sonra Odessa Dobroserdov Politeknik Enstitüsü'ndeki öğretmenlik kariyerine odaklanıp elementle ilgili çalışmalarını daha fazla devam ettirmedi. Takip eden yılda İngiliz kimyagerler Gerald J. F. Druce ve Frederick H. Loring, mangan(II) sülfat fotoğraflarının x-ışını analizini yaptılar. Druce ve Loring eka-sezyuma ait olabileceğini öngördükleri spektral çizgileri gözlemlediler. Sonrasında element 87'yi keşfettiklerini açıkladılar ve en ağır alkali metal olan bu element için "alkalinium" ismini teklif ettiler. 1930'da Alabama Politeknik Enstitüsü'nden Fred Allison, manyeto optik makinesiyle
polüsit ve lepidolit minerallerini incelerken element 87'yi keşfettiğini iddia etti. Elemente kendi eyaleti Virginia'ya atfen "virginium" isminin verilmesini ve sembol olarak da Vi veya Vm'yi önerdi. 1934'te UC Berkeley'den H.G. MacPherson, Allison'un kullandığı yöntemin geçerliliğini ve keşfin doğruluğunu çürüttü. 1936'da Rumen kimyager Horia Hulubei ve Fransız meslektaşı Yvette Cauchois de polüsit incelemesi yaptı. İnceleme bu kez yüksek çözünürlüklü X-ray cihazı ile yapıldı. İnceleme sırasında element 87'ye ait olduğunu sandıkları birçok emisyon çizgisi gözlemlediler. Hulubei ve Cauchois keşiflerini rapor ettiler ve element için çalışmalarını tamamladıkları Romanya'nın Moldavia iline atfen "moldavium" ismini ve Ml sembolünü önerdiler. 1937'de Hulubei'in araştırma metodunu reddeden Amerikalı fizikçi F. H. Hirsh Jr. çalışmayı eleştirdi. Eka-sezyumun doğal olarak bulunamayacağından emin olan Hirsh, Hulubei'in civa veya bizmut atomunun x-ışını çizgilerini gözlemlemiş olabileceğini söyledi. Ancak Hulubei kullandığı x-ışını cihazının böyle bir hata yapamayacak kadar hassas olduğu konusunda ısrar etti. Nobel Ödülü sahibi ve Hulubei'in akıl hocası olan Jean Baptiste Perrin, Marguerite Perey'nin yeni keşfi fransiyuma karşı gerçek eka-sezyum olarak moldaviumu destekledi. Perey, kendisinin element 87'nin tek kaşifi olduğu onaylanıncaya kadar Hulubei'in çalışmasını eleştirmeye devam etti. Eka-sezyum 1939'da Paris, Fransa'daki Curie Enstitüsü'nde Marguerite Perey tarafından, bozunma enerjisi 220 keV olarak rapor edilen aktinyum-227'nin saflaştırılması sırasında keşfedildi. Yine de Perey enerji seviyesi 80 keV'in altında bulunan bozunum parçacıkları olduğunu fark etti. Perey bu bozunum aktivitesine daha önce tanımlanmamış bir bozunum ürününün sebep olabileceğini düşündü. Bu ürün saflaştırma esnasında ayrılıyor ama saf aktinyum-227'nin dışında tekrar ortaya çıkıyordu. Yapılan çeşitli testler bilinmeyen elementin toryum, radyum, kurşun, bizmut veya talyum olma olasılığını ortadan kaldırdı. Yeni ürün alkali metallerin kimyasal özelliklerini gösteriyordu. Bu özellik Perey'nin bu ürünün aktinyum-227'nin alfa bozunumu yapması sonucu ortaya çıkan element 87 olduğuna inanmasına yol açtı. Perey daha sonra aktinyum-227'nin beta bozunumunun alfa bozunumuna oranını belirlemeyi denedi. Onun yaptığı ilk test alfa bozunumunun %0,6'ya uzandığını gösterdi, daha sonraki inceleme %1 sonucunu verdi. Perey yeni izotopu "aktinyum-K" (fransiyum-223) olarak isimlendirdi. Ardından 1946'da en elektropozitif katyon olduğuna inandığı bu element için "catium" ismini önerdi. Perey'nin danışmanlarından biri olan Nobel Ödülü sahibi bilim insanı Irène Joliot-Curie katyondan (cation) daha çok kediyi (cat) çağrıştırdığını söyleyerek bu isme karşı çıktı. Sonrasında Perey Fransa'ya atfen fransiyum ismini teklif etti. Galyumdan sonra ismi Fransa'ya atfedilen ikinci element olan fransiyum 1946'da Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği (International Union of Pure and Applied Chemistry - IUPAC) tarafından resmen benimsendi. Simge olarak Fa seçildi kısa bir süre sonra da Bertrand Goldschmidt'in önerisi ile simge Fr olarak değiştirildi. Fransiyum doğal olarak bulunan elementler içinde en son keşfedilendir. Fransiyumun yapısı ile ilgili daha sonraki araştırmaları 1970'lerde ve 1980'lerde CERN'de Sylvain Lieberman ve ekibi yaptı. Fransiyum-223, aktinyum-227'nin alfa bozunumu yapması sonucu oluşur ve toryum ile uranyum minerallerinde eser miktarda bulunur. Verilen bir uranyum numunesinde her 1×10 uranyum atomuna karşın yaklaşık olarak sadece 1 tane fransiyum atomu vardır. Ayrıca yeryüzü üzerinde herhangi bir anda toplam olarak en fazla 30 g kadar fransiyum bulunduğu hesaplanmıştır. Bu özelliği ile fransiyum astatinden sonra yer kabuğunda en nadir bulunan elementtir. Fransiyum Au + O → Fr + 5n nükleer reaksiyonunda sentezlenebilir. Bu işlem 209, 210 ve 211 kütleli fransiyum izotopu ürünleriyle Stony Brook Physics'de geliştirildi. Ardından ürünler manyeto optik tuzak (MOT) tarafından izole edildi. Diğer sentezleme metodları ise radyumun nötron ile bombardıman edilmesi ve toryumun proton, döteronlar ya da helyum iyonları ile bombardıman edilmesidir. 2006 itibarı ile henüz tartılabilinecek yeterlilikte fransiyum sentezlenemedi. Fransiyumun atomik kütleleri 199 ile 232 arasında değişen 34 tane izotopu vardır. Fransiyum yedi tane yarı kararlı nükleer izomere sahiptir. Sadece fransiyum-223 ve fransiyum-221 doğada bulunur. Fransiyum-223, 21,8 dakikalık yarı ömrü ile en kararlı izotoptur, daha uzun yarı ömre sahip bir fransiyum izotopunun keşfedilmesi veya sentezlenmesi olası görünmüyor. Aktinyum 227'nin kız ürünü olan fransiyum-223 aktinyum bozunma serisinin beşinci ürünüdür. Fransiyum-223 beta bozunumu sonucunda radyum-223'e dönüşür (1149 keV bozunma enerjisi), küçük (0,006%) bir alfa bozunumu ile astatin-219'a dönüşür (5,4 MeV bozunma enerjisi). Fransiyum-221, 4,8 dakikalık bir yarı ömre sahiptir. Aktinyum-225'in kız ürünü olarak fransiyum-221 neptünyum bozunma serisinin dokuzuncu ürünüdür. Fransiyum-221 alfa bozunumu (6,457 MeV bozunum enerjisi) yolu ile astatin-217'ye dönüşür. En az kararlı temel düzey izotopu 0,12 μs'lik yarı ömrü ile fransiyum-215'tir. Bu izotopun yarı kararlı izomeri fransiyum-215m yine de sadece 3,5 ns olan yarı ömrü ile daha az kararlıdır. Radyum Radyum, 1898 yılında Fransız fizikçileri Pierre Curie ve eşi Marie Curie tarafından bulunan, atom numarası 88, atom ağırlığı 226,05 olan, 700 °C de eriyen, soğukta suyu ayrıştıran, ışın etkinliği çok bir element. Kısaltması "Ra"dır. Radyumu tedbir almadan kullanmak tehlikelidir; çünkü sürekli olarak içe işleyen öldürücü ışınlar çıkarır; radyumun bu özelliğine "radyoaktiflik" denir. Radyumu karı-koca olan, Fransız Pierre Curie ve Polonya asıllı Marie Curie keşfetmişlerdir. 1898'de bir uranyum filizi olan "pekblend" üzerinde çalışırken bu madenden 900 defa daha radyoaktif bir cismin varlığını saptamışlardır. Buna "radyum" adını vermişlerdir. Titanyum Titanyum sembolü Ti olan 22 atom numaralı kimyasal elementtir. Hafif, güçlü, parlak, korozyona karşı dirençli grimsi bir geçiş metalidir. Titanyum demir, alüminyum, vanadyum, molibden gibi elementler ile alaşım yapabilir. Bu güçlü, hafif alaşımlar havacılık (jet motorları, füzeler ve uzay araçları) askeri, endüstriyel işlemler (kimyasallar ve petrokimyasallar, arıtma santralleri, kâğıt hamuru ve kâğıt) otomotiv, yiyecek, tıp (protezler, implantlar , dental endodontik malzemeler, dental implantlar), spor eşyaları, mücevher, cep telefonu, ve diğer uygulamalarda kullanılır. Titanyum 1791'de William Gregor tarafından İngiltere'de keşfedildi ve Martin Heinrich Klaproth tarafından, Yunan mitolojisindeki Titan'a atfen bu şekilde isimlendirildi. Element birkaç mineral depozitde bulunur. Bunlardan öncelikli olanlar yer kabuğunda ve litosferde genişce dağılmış olan rutil ve ilmenittir. Titanyum neredeyse tüm canlı varlıklarda, kayalarda, sularda ve toprakta bulunur. Metal başlıca mineral cevherlerinden Kroll işlemi ve Hunter işlemi yöntemleri ile çıkarılır. En yaygın bileşiği olan titanyum dioksit beyaz pigment imalatında kullanılır. Diğer bileşiklerinden titanyum tetraklorid (TiCl) sis perdelerinde/havaya yazı yazımında kullanılır, katalizör olarak kullanılır ve titanyum triklorid polipropilen imalatında katalizör olarak kullanılır. Metal formun en yararlı özellikleri korozyona karşı dirençli olması ve bütün metaller içinde en yüksek dayanıklılık-ağırlık oranına sahip olmasıdır. Alaşımsız haliyle %45 daha hafif olmasına rağmen bazı çelikler kadar dayanıklıdır. Elementin iki allotropik türü ve Ti'den Ti'ye beş tane doğal izotopu bulunur. Bunlardan Ti doğal olarak en bol bulunan izotoptur (73.8%). Titanyumun kimyasal ve fiziksel özellikleri zirkonyumunkiler ile benzerlik gösterir. Titanyum, 1791'de Cornwall, İngiltere'de amatör jeolog ve papaz olan William Gregor tarafından bir mineralde keşfedildi. O Manacan bölgesi yakınlarındaki akarsuda siyah kumlar buldu ve kumların mıknatısla etkilendiğine dikkat etti böylece ilmenitin içinde yeni bir elementin varolduğunu düşündü.. Kumun analizi iki metal oksidin varolduğunu gösterdi, biri demir oksit (ki bu mıknatıstan etkilenmeyi açıklıyor) ve %45.25 oranında Gregor'ın tanımlayamadığı beyaz bir metal oksit. Gregor, tanımlayamadığı oksitin bilinen hiçbir elementin özelliklerine uymadığını fark etti ve bulgularını Royal Geological Society of Cornwall'de ve Alman bilim dergisi "Crell's Annalen" 'de bildirdi. Aynı zaman zarfında Franz Joseph Muller de tanımlayamadığı benzer bir maddeyi üretti. Bunlardan bağımsız olarak Alman kimyager Martin Heinrich Klaproth 1795'te Macaristan'da bir rutilde oksidi yeniden keşfetti. Klaproth oksidin yeni bir element içerdiğini buldu ve elemente "titanyum" ismini verdi. Gregor'ın daha önceki keşfini duyduğunda bir miktar "manaccanite" örneği elde etti ve bunun titanyum içerdiğini doğruladı. Titanyumun cevherlerinden çıkarmak zahmetli ve pahalı bir süreç gerektirir. Titanyumu karbonun varlığında normal biçimde ısıtarak ayırmak mümkün değildir, çünkü bu işlemin sonucu titanyum karbittir. Saf metalik titanyum (99.9%) ilk olarak Matthew A. Hunter tarafından 1910'da Hunter işleminde TiCl ile sodyumun 700–800 °C'de ısıtılmasıyla hazırlandı. Titanyum metali William Justin Kroll'un Kroll işleminde titanyum tetraklorid ile magnezyumu eritip metalin ticari anlamda kullanılabilir olduğunu kanıtladığı 1946'ya kadar laboratuvar dışında kullanılmadı. Daha verimli ve daha ucuz işlemler konusunda çalışmalar (örneğin; FFC Cambridge) devam etse de ticari üretim için halen Kroll işlemi kullanılmaktadır. 1925'te Anton Eduard van Arkel ve Jan Hendrik de Boer iyodür veya kristal çubuk işlemini keşfettiklerinde az miktarda çok yüksek saflıktaki titanyum elde edildi. 1950'lerde ve 1960'larda Sovyetler Birliği titanyumun askeri ve denizaltı uygulamalarında kullanımının öncüsü oldu (Alfa sınıfı ve Mike Class). Sovyetlerin bu uygulamaları Soğuk Savaş ile ilgili programlarının bir parçasıydı
. 1950'lere girilirken titanyum, F100 Super Sabre ve Lockheed A-12 gibi uçaklarda kullanılmasıyla özellikle yüksek performanslı jetlerde olmak üzere askeri havacılıkta geniş bir şekilde kullanılmaya başlandı. ABD'de Savunma Bakanlığı metalin stratejik öneminin farkına vardığında ilk ticarileştirme çabalarını destekledi. Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD hükümeti titanyumu Stratejik Materyal olarak düşündü ve büyük bir titanyum süngeri stoğunu Defense National Stockpile Center'da sakladı. Bu stok nihayet 2005'te tüketildi. Bugün dünyanın en büyük titanyum üreticisi dünya pazar payının %29'unu elinde bulunduran Rusya kökenli VSMPO-Avisma'dır. Metalik bir ak element olan titanyum sahip olduğu yüksek dayanıklılık-ağırlık oranı ile bilinir. Düşük yoğunluklu hafif ve güçlü bir metaldir. Saf haliyle tamamen esnektir (özellikle oksijensiz ortamda). Parlak, metalik beyaz renklidir. Göreli olarak yüksek erime noktası ((1,649 °C or 3,000 °F'nin üstünde)) ile dayanıklı metallerden olması açısından kullanışlıdır. Ticari sınıf (%99.2 saf) titanyum yaklaşık 63,000 psi (434 MPa) tensil (gerilme) gücüne sahiptir. Bu birçok çelik alaşımın tensil gücüne eşittir ancak titanyum %45 oranında daha hafiftir. Titanyum alüminyumdan %60 oranında daha ağır olmasına rağmen en yaygın olarak kullanılan aluminyum alaşımı 6061-T6'dan iki kat daha güçlüdür.. Belli titanyum alaşımlarının (örneğin Beta C) tensil gücü 200,000 psi'ın (1380 MPa) üzerine kadar çıkabilir. Yine de 430 °C'nin (800 °F) üzerinde ısıtıldığında titanyum dayanıklılığını yitirmeye başlar. Titanyum (ısı işlemi uygulanmış bazı cins çelikler kadar olmasa da) oldukça sert, antimanyetik ve zayıf bir ısı iletkenidir. Çelikte olduğu gibi titanyum yapılarında yaşam süresini garanti eden bir yorulma sınırı vardır. Metal dimorfik allotroptur. Kristal yapısı 882 °C'de (1,619 °F) cisim merkezli kübik beta formdan hegzagonal alfa forma değişir. Alfa formunun özgül ısısı titanyum geçiş sıcaklığına ulaşıncaya kadar çarpıcı bir şekilde yükselir sonra tekrar düşer ve sabit kalır, beta form için ise sıcaklıktan bağımsızdır. Zirkonyum ve hafniyuma benzer şekilde, ekstra bir omega fazı vardır, bu faz yüksek basınçlarda termodinamiksel olarak kararlıdır ancak normal basınçta yarı kararlı olabilir. Titanyumun en ünlü kimyasal özelliği korozyona karşı gösterdiği müthiş direncidir. Neredeyse platin kadar dirençli olan element asitler, klor gazı ve yaygın tuz çözeltilerinin maruziyetine karşı koyabilecek yeterliliktedir. Saf titanyum su içerisinde çözünmez ancak yoğun asit içinde çözünebilir. Pourbaix diagramı titanyumun termodinamik olarak çok reaktif bir metal olduğunu gösterir. Titanyumun su ve hava tepkimesi yavaştır. Bu metal havada yükseltilmiş sıcaklıklarda pasif ve (korozyon direncini artıran) koruyucu bir tabaka oluşturur, ancak oda sıcaklığında kararmaya karşı dirençlidir. İlk oluşumda bu tabaka sadece 1–2 nm kalınlığındadır, ancak kalınlık zamanla yavaşça artmaya devam eder (dört yıl içinde 25 nm'lik bir kalınlığa ulaşır). Titanyum havada 610 °C (1,130 °F) ve daha yüksek sıcaklıklarda titanyum dioksit oluşturarak yanar. Titanyum ayrıca saf azot içinde yanan birkaç elementten biridir (800 °C veya 1,472 °F sıcaklığında yanarak titanyum nitrit oluşturur). Titanyum klor gazı, klorid solüsyonları ve organik asitlerin çoğu ile birlikte, seyreltik sülfürik ve hidroklorik aside karşı dirençlidir. Element paramanyetiktir (mıknatısla zayıf etkileşim gösterir) ve elektriksel ve ısıl iletkenliği düşüktür. Deneyler doğal titanyum döteron ile bombardıman edildiğinde radyoaktif hale geldiğini gösterdi. Bu durumda titanyum pozitronlar ve şiddetli gama ışınları yayımlar. Kızarmış bir metal olduğunda oksijenle ve sıcaklığı 550 °C'ye (1,022 °F) ulaştığında klor ile bileşik oluşturur. Titanyum ayrıca diğer halojenlerle de reaksiyona girer ve hidrojen Titanyum doğada her zaman diğer elementler ile bağlı bir şekilde bulunur.Yer kabuğunda dokuzuncu en bol bulunan elementtir (kütle ile % 0.63) ve dördüncü en bol bulunan metaldir. Titanyum volkanik kayalarda, tortul tabakalarda bulunur ve bunlardan çıkarılır. United States Geological Survey tarafından analiz edilen 801 çeşit volkanik kayadan 784 tanesinde titanyum tespit edilmiştir. Topraklarda bulunma oranı yaklaşık olarak % 0.5, 1.5 arasındadır. Titanyum öncelikli olarak anataz, brukit, ilmenit, perovskit, rutil, titanit (sfene) minerallerinde ve birçok demir cevherinde geniş ölçüde yayılmıştır. Bu minerallerden, titanyumu yüksek konsantrasyonda bulmak zor olsa da sadece rutil ve ilmenit ekonomik öneme sahiptir. Titanyum içeren önemli ilmenit birikimleri batı Avustralya, Kanada, Çin, Yeni Zelanda, Norveç, Hindistan ve Ukrayna'da bulunur. Büyük miktarlarda rutil Kuzey Amerika ve Güney Amerika'da çıkarılır ve buralardan çıkarılan maden toplam yıllık üretime metalden 90,000 ton ve titanyum dioksitten 4.3 milyon ton katkıda bulunur. Titanyumun bilinen toplam rezervi yaklaşık olarak 600 milyon tondur. Titanyum meteorlarda da bulunur ayrıca güneş ve M tipi yıldızlarda (3,200 °C (5,792 °F) yüzey sıcaklığı ile en soğuk yıldız tipidir) bulunduğu tespit edildi. Apollo 17 görevi kapsamında aydan dünyaya getirilen kayaçlarda 12.1% oranında TiO tespit edildi. Titanyum ayrıca kömür küllerinde, bitkilerde ve hatta insan vücudunda da bulunur. Titanyumun işlenmesi dört büyük aşamadan oluşur: titanyum cevherinin gözenekli bir form olan süngere redüksiyonu; süngerin veya sünger ve bir sertleştirme alaşımının bir külçe oluşturmak için eritilmesi; külçenin ham metal kütük, çubuk, levha, şerit ve boru gibi genel fabrika ürünlerine dönüştürüldüğü birinci fabrikasyon; ve fabrika ürünlerinden elde edilen son mamullerin ikici fabrikasyonu. Metal yüksek sıcaklıklarda oksijen ile reaksiyon verdiği için kendi dioksidinin redüksiyonu ile üretilemez. Bu yüzden titanyum metali ticari olarak, karmaşık ve pahalı bir yığın işleme metodu olan Kroll süreci ile üretilir. (Titanyumun göreli olarak yüksek piyasa değeri esas olarak metalin bir diğer pahalı metal olan magnezyumun feda edildiği işlem süreciyle bağlantılıdır.) Kroll sürecinde ilk olarak oksit klorlama yöntemi ile klorüre dönüştürülür. Bu sayede klor gazı, karbonun varlığında TiCl oluşması için akkor rutil veya ilmenite geçiş yapar. En son geliştirilen bir metot olan FFC Cambridge işlemi Kroll işleminin yerini alabilir. Bu metot toz ya da sünger olan son ürünün yapımında hammadde olarak rutilin arıtılmış formu olan titanyum dioksit tozunu kullanır. Vanadyum Vanadyum, sembolü "V" olan 23 atom numaralı kimyasal element. Sert, gümüşi gri renkli, sünek bir geçiş metalidir. Andrés Manuel del Río tarafından 1801 yılında vanadinit mineralinin (Pb(VO)Cl) analizi sırasında keşfedildi ve "erythronium" adı verildi. Ancak bir süre sonra erythronium ile kromun aslında aynı element oldukları fikri kabul gördü. 1831 yılında Nils Gabriel Sefström, vanadyumun keşfedilmemiş bir element olduğunu ispatladı ve İskandinav güzellik ve bereket tanrıçası Vanadis'in (Freyja olarak da bilinir) adını verdi. Element doğada 65 farklı mineralde bileşik halinde bulunur. Çin'de ve Rusya'da çelik üretiminde ortaya çıkan cürufun işlenmesi ile, diğer ülkelerde ise ağır yağ baca tozunun geridönüşümü ya da uranyum madenciliğinin bir yan ürünü olarak üretir. Özellikle yüksek hız çeliği benzeri yüksek alaşımlı çeliklerin üretiminde kullanılır.Vanadyum pentoksit (VO) bileşiği sülfürik asit üretimi için bir katalizördür. Çoğu canlıda bulunan Vanadyum, bazı enzimlerin etkin bölgesi ("İng. Active site") olarak kullanılır. Vanadyumun temel mineralleri potasyum uaranil vanadat 2 K(UO2)VO.3 HO ve vanadyum sülfürdür. Niobyum ve tantal içerikli mineraller de yüksek miktarda vanadyum bulundurur. Vanadyum mineralinin NaCl veya NaCO ile 850 °C’de reaksiyonu sonucunda elde edilen NaVO bileşiği su içerisinde çözülmesi ve çözeltinin kırmızı çökelek verene kadar asitlendirilmesi ile VO oksidi elde edilir. Bu oksidin kalsiyum ile indirgenmesi ile element saf olarak elde edilir. Elementin sentezinde kullanılan diğer bir yöntem ise VCl bileşiğinin hidrojen gazı veya magnezyum ile indirgenmesidir. Kick Off Kick Off, 1980'li yılların sonunda çıkan 2 boyutlu bir futbol oyunudur. İlk sürümleri Amiga ve Atari ST platformlarında oynanabilmekteydi. Daha önce hiçbir bilgisayar futbol oyununa eklenmeyen özelliklere sahip olduğu için kendi kategorisinde bir öncü olarak kabul edilmektedir. Kendisinden önceki oyunlardan farklı olarak Kick Off'ta top futbolcunun ayağına yapışmazdı, bu da oyuncunun ve onunla birlikte topun kontrolünü oldukça zorlaştırır, oyuna bir gerçekçilik katardı. Diğer futbol oyunlarından farklı olarak pek çok futbola özgü özellikler içerirdi; farklı yetenek ve stillerdeki oyuncu karakterleri, farklı taktikler, fauller, kartlar, sakatlıklar, pozisyon tekrarları, uzatma süreleri, ve farklı ruh hallerindeki hakemler Kick Off'u diğer bütün futbol oyunlarından ayırmaktaydı. Mangan Mangan veya Manganez atom numarası 25 olan element. Simgesi Mn dir. 1774 yılında keşfedilmiştir. Periyodik tablonun 7-B grubunda yer alır. Grimsi metal renklidir. Çeliğin dayanımını geliştiren bir alaşım elementidir. Bu özelliği içinde bulunan karbon miktarına bağlıdır. Yüksek karbonlu çeliklerde manganın etkisi sertlik ve dayanımı artırmaktadır. Elementler için kullanılan periyodik yapı A B olarak adlandırılmıştır. Genellikle doğada demir elementi ve daha birçok elementle bağlı biçimde bulunmaktadır. Genellikle metal endüstrisinde alaşımlarda kullanılır özellikle paslanmaz çelik yapımında alaşımda gerekli bir hammaddedir. Yunanistan'ın magnezya bölgesinden adını almıştır. Manganez dioksit bileşiğinden 1774 yılında karbonun indirgenmesi neticesinde ilk olarak elde edilmiştir. Çelikteki aşınma ve paslanmanın önlenmesinde kullanılmaktadır. Endüstride oksitlenme aşamasına göre birçok farklı renk alabilen element renklendirici olarak da kullanılmaktadır. Çinko karbon ve alkalinli pillerin üretiminde kullanılan önemli bir elementtir. Manganez iyonları çok çeşitli enzimlerde ve fotos
entetik bitkilerde yer alabilmektedir. Yüksek seviyelerde manganez memelilerde zehirlenme etkisi yapar. Vücutta protein sentezlenmesinde, sindirimde ve besinlerden enerji üretilmesinde görev alan önemli minerallerin içinde bulunan etkili bir elementtir. Eksikliğinde sürekli yorgunluk, hafıza problemleri, kısırlık, kilo kaybı, özellikle çocuklarda ve bebeklerde büyüme geriliği gibi belirtiler görülür. Mangan bitkiler için de çok önemli bir elementtir ve günümüz modern tarım sektöründe vazgeçilmez bir gübre içeriğidir. Kobalt Kobalt 1773 yılında Georg Brandt tarafından keşfedilmiş metal element. Atom numarası 27, simgesi Co, atom ağırlığı ise 58.9332 g/mol'dür. "Kobalt" iki ya da fazla bileşenli toz metallerin yapıştırılmasında ve kesici takımlarda kullanılır. Co(OH) ısıtılarak CoO oksidine dönüştürülür. Daha sonra bu oksit karbon ile indirgenerek saf kobalt elde edilir. Tellür Tellür, simgesi Te olan element. Kırılgan, hafif zehirli, gümüş-beyaz. Atom numarası 52'dir. Franz-Joseph Müller von Reichenstein tarafından 1782 yılında, Habsburg İmparatorluğunda keşfedildi. Yükseltgenme katsayısı 4+ dır. Arsenik Arsenik, 4. periyot metaloidi. Zeolit, demirüçklörür gibi çeşitli metotlar ile çöktürülmektedir. Arsenik kimyada As sembolü ile gösterilen ve metal ile ametal arasında bir özelliğe sahip bir element. On üçüncü yüzyılda element olarak elde edildi ve özellikleri aydınlatıldı. Atom numarası 33, atom ağırlığı 74,91’dir. Periyodik cetvelin 5A grubunda, fosfor ile antimon arasında olup, ikisinin arasında özellikler gösterir. Arsenik, bileşiklerinde 5+, 3+ ve -3 değerlikleri alabilir. Yerkürenin kabuğunda çok az bulunan ve geniş olarak dağılmış bir elementtir. Yer kabuğunda kalay ve antimon nisbetinde bulunmaktadır. İşlenmemiş verimli topraklarda milyonda birkaç kısım arsenik bulunmaktadır. Fakat buralarda da, arsenik ihtiva eden pestisitlerin birkaç yıl kullanılmaları sonucu arsenik derişimi birkaç yüz misli artmaktadır. Deniz suyunda milyonda on oranında bulunmaktadır. Bazı elementel arsenik yatakları biliniyorsa da, arseniği, arsenit ve arsenat gibi filizleri şeklinde bulunduran mineraller daha yaygındır. En çok bulunan mineral arsenopirit, FeS2FeAs2'dir. Tabiatta bulunan diğer bileşikleri realgar, As4S4, orpigmen As2S3 ve arsenikli nikel sülfür, NiAsS'dir. Arseniğin üç allotropu mevcuttur. Bunlardan gri arsenik metalik halde bulunur ve kararlıdır. Bunun yoğunluğu büyüktür. Sarı arsenik ametalik halde olup dört atomlu As4 moleküllerden meydana gelir ve uçucudur. Bu, arsenik buharının ani soğutulması ile elde edilir. Amorf olan siyah arsenik, arsin'in (AsH3), ısı ile bozunmasından elde edilir. Gri arsenik, ısıyı çok iyi, elektriği ise, bakırın % 5’i kadar iletir. Metalik olan gri arsenik 610 derecede sıvı hale geçmeden katı halden doğrudan buhar haline geçer (süblimleşir). 36 atmosfer basınç altında 814 derecede erir. Özgül ağırlığı 5,7 gr/cm3tür. Arsenik, 400 derecenin üstünde yanar ve arsenik trioksit, As4O6 verir. Kükürt, halogen ve metallerle reaksiyon verir. Oksitleri 1. Arsenik trioksit (As2O3). Su ile arsenit asidini, HAsO2 verir. Özgül ağırlığı 3,87 gr/cm3tür. Alkalilerde çözündüğünde arsenit tuzlarını verir. Şiddetli zehir olup, 0,06 ile 0,2 gram arası insanı öldürür. 2. Arsenik pentaoksit. Beyaz renktedir. Su ile arsenat asidini, H3AsO4 verir. Halojenli bileşikleri Arsenik, halojenlerle AsX3 ve AsX5 şeklinde iki tip bileşik verir. Arsenat ve arsenit bileşikleri arsenat (AsO4)3- ve Arsenit (AsO2) köklerinin çeşitli metallerle verdiği bileşiklerdir. Bunlar çeşitli maksatlarla kullanılır. Na3 AsO4.12H2O bileşiği matbaa mürekkebi, tekstil boyaları ve böcek öldürücü olan kalsiyum ve kurşun arsenatların üretiminde kullanılır. Potasyum di hidrojen arsenat, KH2AsO4 sinek kağıdı, böcek öldürücü, tekstil boyamada ve derinin korunmasında kullanılır. Bu maksatlar için sodyum meta arsenit, NaAsO2 de kullanılır. Bakır arsenitler bir böcek öldürücü olan paris yeşilinde ve bir pigment olan scheele yeşilinde kullanılır. Sülfürleri Arsenik, kükürt ile As4S3As4S4 (kırmızı arsenik), As2S3 (sarı arsenik) ve As2S5 verir. Bunlar asidik özellikte olup, kuvvetli bazlarla çözünür. Kırmızı ve sarı arsenik sülfürler pigment olarak kullanılır. Organik bileşikleri Arseniğin karbon ile yaptığı organik bileşikler birçok yollarla elde edilebilir. En basit yolu arsenik halojenür ve grignard bileşikleri kullanmaktır. Arseniğin bileşikleri zehirli ve tatsızdır. As2O3 dişçilikte kullanılır. Arsenik mide ve vücudun diğer kısımlarında mahalli (yerel) iltihaplanmalara sebep olur. Arsenik zehirlenmelerine karşı kalsiyum, magnezyum ve demir hidroksitleri kullanıldığı gibi İngiliz tuzu, MgSO47H2O da kullanılır. Bunlar çözünmeyen arsenikleri teşekkül ettirirler. Böylece zehir etkisini yok ederler. Arsenik bileşikleri MÖ 5. yüzyılda tıbbi maksatlarla kullanılmıştır. 1909’da Paul Ehrlich arsenik ihtiva eden bir organik bileşiğin frengi hastalığını tedavi ettiğini buldu. Şimdi bu bileşiklerin yerini antibiyotikler aldı. Arsenik kurşunun sert alaşımlarının yapılmasında, cam endüstrisinde kullanılmaktadır. Arseniğin kuşlar (tavuk) ve rat, hamster ve keçi gibi memelilerde esansiyel bir iz element olduğuna dair bulgular elde edilmiş, ancak esansiyel fonksiyonun mekanizması ortaya konulamamıştır. Çeşitli arsenik bileşiklerinin vücut dokuları ve fonksiyonları üzerindeki zararlı etkileridir. Arsenikli bileşikler, böcek ve tarım ilaçları, fare zehiri, bazı kanser ilaçları, boya, duvar kağıdı, seramik gibi çeşitli ürünlerin imalatında kullanılır. İnsanda arsenik zehirlenmesi, genellikle arsenik -3- oksit (arsenik anhidrit), bakır asetoarsenit, kalsiyum veya kurşun arsenat gibi arsenik bileşikleriyle hazırlanmış böcek ilaçlarının ağız veya teneffüs yoluyla alınmasından meydana gelir. İlaçlı meyve ve sebzelerin yıkanmadan yenmesi de zehirlenmeye yol açacak seviyede arseniğin vücutta birikmesine sebep olabilir. Arseniğin zehirli etkilerinin, vücuttaki bazı enzimlerle birleşerek hücre metabolizmasına bozucu etkide bulunmasından ileri geldiği zannedilmektedir. Arsenik zehirlenmesi, ya bir kerede alınan yüksek dozda arsenikten (akut zehirlenme) veya küçük dozlarda art arda alınmaktan (kronik zehirlenme) kaynaklanır. Akut zehirlenmenin başlıca belirtileri mide bulantısı, kusma, ağız ve boğazda yanma ve şiddetli karın ağrılarıdır. Bunu takiben dolaşım bozukluğu ve kalp yetersizliği başlar ve birkaç saat içinde zehirlenme ölümle neticelenebilir. Kronik zehirlenme ise, yavaş yavaş güçten düşme, boşaltım bozuklukları, deride tümör meydana gelmesi, şuur bozukluğu, sinir sistemi bozukluğu, kansızlık ve tırnaklarda tipik çizgilerin belirmesiyle belli olur. Akut arsenik zehirlenmesinde ilk iş mideyi yıkamak ve zaman kaybetmeden dimerkaprol ilacını almaktır. Arsenik-3- oksit renksiz ve tatsız bir tozdur. Adli tıpta kimyasal araştırma tekniklerinin geliştirilmesine kadar cinayet amacıyla en çok kullanılan zehirlerin başında geliyordu. Arsenik zehirlenmelerinde kullanılacak spesifik antidot Dimerkaprol(BAL;British Anti Levisit)'dür. Arsenik antik çağlarda tunç yapımında da kullanılmıştır fakat sertliği ve kalitesi Kalay + Bakır alaşımıyla yapılan tunçtan daha düşüktür. Alman Askerî Misyonu Alman Askerî Misyonu Balkan Savaşları'ndan sonra Osmanlı ve Alman hükümetleri arasında varılan anlaşma gereğince sonucunda 14 Aralık 1913 tarihinde Liman von Sanders başkanlığında Osmanlı Ordusu'nu ıslah etmek amacıyla kurulan askeri kuruldur. 42 kişiden oluşmaktaydı. Savaş başlayınca misyonun mevcudu 70'e çıkarıldı. Savaşın sonuna kadar bu sayı 800'e ulaştı. Bu misyon dışında 23'ü general, 10'u amiral olmak üzere orduda 130, donanmada 60, toplamda 190 Alman subay görev aldı. Zirkonyum Zirkonyum metali ilk olarak 1789 yılında Martin Heinrich Klaproth tarafından keşfedilmiştir. 1824 yılında ise Jons Jakob Berzelius tarafından izole edilmiştir. Bilinen mineralleri zirkon (ZrSiO) ve baddeleyit (ZrO) tir. Baddeleyit'in (1892’de Sri Lanka’da keşfeden Joseph Baddeley’in isminden) eşanlamlıları zirkonyum oksit, zirkonyum dioksit ve zirkonya'dır. Dolayısı ile kelime yapısı itibarı ile benzeşen, ancak farklı kimyasal komposizyonlar olan zirkon ve zirkonya birbirlerine karıştırılmamalıdır. Zirkonya sözcüğü, VITA firmasının tescilli markası olan “Zirconia” ile de karıştırılmamalıdır. Zirkonyumun başlıca elde edildiği kaynak zirkon (ZrSiO) madenleri olup, bunlar Avustralya, Brezilya, Hindistan, Rusya ve ABD’dedir. Zirkon içerisinde her zaman 50/1 oranında hafnium (Hf) elementi de bulunur. Zirkonyum heksagonal kristal formunda bir yapı gösterir. Sıcaklığa ve korozyona karşı çok dirençlidir. Birçok farklı bileşik halinde bulunabilir. Bunların en önemlisi zirkonya (ZrO) bileşiğidir. Zirkonyum eldesi ZrCl bileşiğinin magnezyum ile veya kalsiyum ile indirgenmesi ile elde edilir. Çok reaktif bir madde olup, havada ve sıvı içerisinde hemen oksitle kaplanır ve korozyona dirençli bir hale gelir. Metal olarak dökümü sırasında havadaki oksijen ve azot ile etkileşmemesi gerekmekte ve bu nedenle titanyum teknolojisinde olduğu gibi özel fırınlarda işlenilebilmektedir. Zirkonyum metali bombaların yapısında, flaşlarda ve nükleer sanayi gibi çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. Diş hekimliğinde ise zirkonyum minerali olan zirkonyadan elde edilen zirkonya seramiği formu kullanılır. Blok şeklinde üretilen zirkonyum kalıplar CAD CAM sistemi ile bilgisayar destekli freze işlemi ile kazınarak kaplama diş altyapısı hazırlanır. Baddeleyit mineralinin aşağıdaki reaksiyonu sonucunda ZrCl bileşiği elde edilir. ZrO + 2 Cl + 2 C (900 °C) → ZrCl + 2 CO ZrCl + 2 Mg (1100 °C) → 2 MgCl + Zr Reaksiyon çelik kaplarda gerçekleştirilmelidir. Havadaki oksijen ve azot ile etkileşmemesi gerekmektedir. Antimon Antimon, periyodik tablonun 5-A grubunda yer alan element. Simgesi Sb dir. Periyodik tablonun 51. elementidir. Atom numarası 51'dir. Erime noktası 630, kaynama noktası ise 1380 derecedir. Doğal antimon sülfürden (SbS) elde edilir. Metale benzeyen, kırılabilen ve kol
ayca toz durumuna getirilebilen gümüş beyazı renginde bir katıdır. Antimon türevleri tıpta balgam söktürücü olarak kullanılır.Kimyada da alaşımlarda kullanılır. Organik tuzları layşmaniyoz ve bilharzyoz hastalığının tedavisinde etkili maddelerdir. Sıvı antimon dondurulduğu zaman donmuş antimonun ortasında yıldız gibi bir şekil çıkar. Türkiye'de Balıkesir, Gediz-Hisarcık arası, Simav-Tavşanlı arası, Bursa, Sivas, İzmir'in Beydağ İlçesi Halıköy mahallesinde, ve Tokat'ta çıkarılır. Cephane yapımında, cam ve seramik sanayinde ve renklendirmede kullanılır. Dünya üzerinde akü yapımında hammadde olarak kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde n-tipi yarıiletken yapımında silikonu katkılamak (doping) için kullanılmaktadır. Germanyum Germanyum (Ge; Almanca "Germanium" (n), Fransızca "Germanium" (m), İngilizce "Germanium"), dikkat çekici derecede elektriksel özelliklere sahip gümüş grisi renginde metalik görünüşlü bir element. Yarımetalik, yani metal ile ametaller arasında özellikler gösterir. periyodik cetvelde dördüncü grupta olup, silisyum ve kalay arasında bulunur. Germanyum (+2) ve (+4) değerliklerini alır. Elmasa benzer kristalleşme gösterir. Atom numarası 32 ve atom ağırlığı 72,59’dur. Kütle numaraları 70 ile 76 arasında değişen 5 tâne kararlı, yine kütleleri 65 ile 78 arasında değişen ve yarılanma süreleri nispeten kısa olan 9 tâne radyoaktif izotopu vardır. Erime noktası 937 °C ve kaynama noktası 2800 °C’dir. Atmosferik şartlarda gayet kararlıdır. 600-700 °C’de havada oksitlenir. Halojenlerle şiddetli reaksiyon verir. Yoğunluğu 5,323 g/cmtür. Nitrik asit ve derişik sülfürik asitte çözünür. 1871’de Dimitri Mendeleyev mevcudiyetini tahmin etmiştir. 1886’da Clemens Winkler, sülfitli mineral argiroditi analiz ederek, şimdiye kadar rastlamadığı bir element elde etti. Memleketine izafeten germanyum adını verdi. Germanyum nadir elementlerden olup, yer kabuğunda % 0,004-0,0007 oranında bulunur. Yer kabuğunda yoğun olarak bulunmadığından, germanyumun elde edilmesi oldukça zordur. Yer kabuğunda bulunan elementlerin miktar olarak otuz altıncısıdır. Hiçbir zaman serbest halde bulunmaz. Germanyum, argirodit (4 AgS GeS) mineralinde %6-7, germanit (7CuS.FeS.GeS) mineralinde %8,7, renierit mineralinde ise %5-7 oranında bulunur. Son iki mineral en çok Afrika’da bulunur. Germanyum, çinkonun saflaştırılması sırasında yan ürün olarak elde edilir. Burada elde edilen germanyum sülfür (GeS) hidrojen veya karbon ile indirgenir. Yine germanyum, yumuşak katranlı maden kömürünün yakılması sırasında yan ürün olarak elde edilir. İki tane önemli bileşiği vardır: 1) Germanyum tetraklorür (GeCl): Germanyumun klor gazı ile yakılmasından elde edilir. Karbon tetraklorüre benzeyen bir sıvıdır. 2) Germanyum -4-oksit (GeO) olup, yüksek sıcaklıkta germanyumun oksitlenmesiyle elde edilir. Germanyumun birçok organik bileşikleri de yapılmıştır. Germanyum 1945’ten itibaren çok önem kazanmaya başladı. Yarımetal olan germanyum, yarı iletkendir, yani elektriksel iletkenliği metal ile ametaller arasındadır. Saf germanyum, düşük sıcaklıklarda yalıtkan, oda sıcaklığında zayıf iletken gibi hareket eder. Bu özelliklerinden dolayı elektronik sanayi için önemli elementtir. Germanyumlu aletler, vakum tüplerinin yerini aldı. Germanyum ile transistörlü aletler yaygın kullanma alanı bulmuştur. Diyotlarda kullanılır. Transistör ve diyotlar, basit ve uzun ömürlü aletler olup, düşük güç kullanırlar ve az ısı yayarlar. Isıtılacak bir flaman olmadığı için, hemen devreye girerler. Germanyum 1960’ların sonuna doğru gayeye en uygun ve ucuz olduğu için radyo ve diğer ses iletim cihazlarında, yüksek voltaj ve yüksek güç kapasitesine sâhib olduğundan da televizyon ve bilgisayarlarda kullanılmaya başlanılmıştır. Germanyum diyotları ince disk şeklinde ve çok ince telden ibarettir. Bunlar birbirlerine birleştirilir. Bir plastik içine konularak ısı ve nemden korunur. Bu bütün düzen bir mısır tanesi büyüklüğündedir. Transistörlerin, işitme cihazları gibi cihazlarda çok faydalı oldukları ortaya konmuştur. Bilgisayarlarla transistörlerin kullanılması basitleşmiş, aynı zamanda yaygınlaşmıştır. Germanyum normal ışığa karşı şeffaf olmadığı hâlde, kızılötesi ışınlara karşı şeffaftır. Yüksek kırılma indisine sahip olan germanyum, optik elemanların yapılmasında kullanılır. Camlarda silisyum muhtevası, kısmen veya tamamen germanyum dioksitle değiştirilerek, optik aletlerin özelliklerini değiştirmek mümkündür. Yüksek kırılma indisine sahip camlar, büyük açı kamera merkezlerinde, mikroskop objektiflerinde kullanılır. Germanyumlu camların kimyasal dirençleri de yüksektir. Isı şoklarına karşı dayanıklıdır. 400 °C’nin altında yumuşamazlar; erime dereceleri yaklaşık 1500 °C civarındadır. Kimyasal davranışları karbonunkine benzer. Bu sebeple organik bileşikleri, bir seri araştırma konusu olmuştur. Germanyumun, su gibi, donma noktası altında hacmi genişler. Alaşımlarında da bu özellik görülür. 5. Ordu (Osmanlı) 5. Ordu, I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu tarafından 24 Mart 1915 tarihinde kuruldu ve Ekim 1918 tarihinde lağvedildi. Bu orduya I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Boğazı'nı ve Gelibolu Yarımadası'nı savunma görevi verildi. Almanya'dan gelen askeri danışman General Otto Liman von Sanders bu ordunun ilk komutanı oldu. Nisan sonu 1915'te ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders, karargahıyla Gelibolu'daydı. Ayrıca doğrudan doğruya 5. Ordu Komutanlığına bağlı bir tümen (19. Fırka), bir süvari tugayı (1. Tugay), bir piyade alayı ve dört jandarma taburu vardı. 19. Fırka, Yarbay Mustafa Kemal emrinde ve Eceabat'ta 5. Ordu'nun ihtiyatını oluşturuyordu. Süvari Tugayı ise yine ordu emrinde olarak Saros Körfezi batısında Bulgar hududuna kadar olan geniş kıyı kesimini gözetlemekteydi. Jandarma taburları da, düşmanın fazla beklenmediği kıyılarda gözetleme görevi yapmaktaydılar. 5. Ordu'nun asker sayısı 84.000 (Müttefiklerin 75.000), top sayısı 72 (Müttefiklerin donanma hariç 140) idi. Osmanlı asker sayısı düşmana nazaran 9.000 kişi daha fazla idi ama bu bir sayısal görüntüden ibaretti. Aslında tarafların savaş gücünü belirleyen, (eğitim ve moral başta olmak üzere) silahların kalitesi, silah, cephane, araç, gereç bütünlemesi ve özellikle ağır makineli tüfek ve topun miktarı idi ve bunlar da düşmandan yana idi. Ağustos 1916'da ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Aralık 1916'da ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Ağustos 1917, Ocak 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Haziran, Eylül 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Kasım 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Every Time I Die Every Time I Die, 1998 yılında New York' ta kurulan 5 kişilik bir hardcore grubudur. Grup halen Ferret Records ile çalışmakta olup son albümleri Gutter Phenomenon Ağustos 2005 tarihinde piyasaya çıktı. Grubun tarzı metalcore olarak kabul edilmekle birlikte, Every Time I Die' ın müziği math rock ve southern rock tarzından ögeler içermektedir. Grup şarkı yapılarına gösterdikleri aşırı detay ve şiirsel şarkı sözleriyle tanınmaktadır. Grub aynı zamanda gösterdikleri enerjik canlı konser performanslarıyla beğeni toplamaktadır. Üroloji Üroloji, kadın ve erkeklerin üriner sistemleri ile erkeklerin üreme sistemlerini inceleyen tıbbi branştır. Tıbbın bu branş dalı hem idrar yollarını ilgilendiren enfeksiyonların tedavisi gibi üriner sistemin cerrahi problemleri dışında kalan rahatsızlıkların tedavisini, hem de idrar yollarını ilgilendiren cerrahi işlemleri bünyesi altında toplar. İdrar yollarını ve üreme sistemini ilgilendiren rahatsızlıkların hepsine birden ürogenital bozukluklar denir. Ürolojinin alt bilim dalları sırasıyla şunlardır: Remembering Never Remembering Never 1990'ların sonunda Florida'da kurulan bir hardcore grubudur. Grup 2001 yılındaki ilk EP' leri Suffocates My Words to You çıkana kadar pek çok üyesini değiştirmiş ve bu EP'yi takip eden yılda ilk albümleri She Looks So Good in Red'i Ferret Records etiketiyle çıkartmıştır. Albüm genel itibarı ile iyi eleştiriler almış ve başka bir Floridalı grup olan Poison the Well ve aynı etiketle albüm çıkartan From Autumn to Ashes grubuyla karşılaştırılmıştır. Ama grup bu albümden pek tatmin olmamıştır. 2004 yılında çıkardıkları ikinci albümleri Women And Children Die First grubun müzikal vizyonunu daha az kişisel şarkı sözleri ve daha olgun müzisyenliğe taşımıştır. God Save Us grubun üçüncü albümü olup 2006 Şubat ayında yine Ferret Records etiketi ile çıkmıştır. Superfrog Amiga model bilgisayarlar için Team 17 ekibi tarafından üretilmiş iki boyutlu bir platform oyunudur. 1993 yılında üretilmiştir. Daha sonra PC versiyonu da piyasaya sürülmüştür. Katma değer vergisi Katma Değer Vergisi ("kısaca KDV"), harcamalar üzerinden alınan bir vergi türüdür. Vergi, toplumdaki insanlar ve insanların sahibi olduğu firmaların, oranı devletçe belirlenen kanunca zorunlu olarak devlete ödedikleri paradır. Her işleve göre değişik vergiler çıkarılmıştır. Devlet aldığı vergi ücretlerini topluma her türlü hizmet yaparak geri ödemekle yükümlüdür. KDV çoğu ülkede vardır, % oranları her ülkede farklıdır. Harcamalar üzerinden alınan vergiler, yapılan bir harcamanın vergilendirilmesini ifade eder. KDV'nin, temel mantığı yaratılan toplam katma değerin vergilendirilmesidir. Uygulamada ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, temel olarak bir mal veya hizmet teslimi yapıldığında, teslim bedeli üzerinden KDV hesaplanır. Teslimi gerçekleştiren tarafın, teslime konu olan malı veya hizmeti meydana getirmek için sağladığı girdiler üzerinden ödediği/yüklendiği KDV ise hesaplanan KDV'den indirilmek suretiyle, ödenecek KDV'ye ulaşılır. Türkiye'ye KDV vergisi TBMM tarafından 3065 sayılı yasa ile 25/10/1984 tarihinde kabul edilip, 02/11/1984 tarihinde resmi gazetede yayınlanmış, 01/01/1985 tarihinden itibaren yürürlüğe konmuştur. Türkiye'de yapılan mal ve hizmet hattı ile ham petrol, gaz ve bunların ürünlerinin taşınmaları, Bunun yanında; Ekmek ve
un mamullerinde %1 gibi sembolik bir vergi uygulanırken, sözleşme ve senetlerde %18 olarak uygulanır.Maliye bakanlığı 2011 yılı itibarı ile bazı gıda maddeleri ve ürünlerde %8'lik KDV uygulamasına başlamıştır. 8. Ordu (Osmanlı) 8. Ordu, I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1917 yılında kuruldu ve 13 Kasım 1918 tarihinde lağvedildi. Ocak 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Eylül 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Kasım 1918'de ordu, aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: 22. Kolordu (Osmanlı) 22. Kolordu, Osmanlı Ordusu'nun, Kafkasya ve Filistin cephelerinde savaşmış olan bir kolordusuydu. Son komutanı Refet Bele'ydi. Ağustos 1917'de kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Ocak ve Haziran 1918'de kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Eylül 1918'de kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Vazodilatasyon Vazodilatasyon damar duvarındaki çizgisiz kasın gevşemesiyle damarın genişlemesidir. Böylece, kan akışı için daha fazla yer açılır, kan basıncı (yani tansiyon) düşer. Vazodilatasyon işlemini kontrol eden kas ve sinirlere vazomotor denir. Vazodilatörler dokuların beslenmesini ve beyne giden kan akımını artırdıkları gibi, yüksek dozda kullanıldıklarında dolaşım yetersizliğine de yol açabilirler. Vazodilatör ["vas" (Latince) - damar ve "dilatatio" (Latince) - genişleme, esneme], vazodilatasyona neden olan yani kan damarlarının genişlemesini sağlayan sinir veya (dış) ajanlara verilen isimdir. Mitridatizm Mitridatizm, vücudun zehirlere karşı dayanıklı olmasını sağlamak için küçük ve az miktarda zehir almak. Bu kavramın kökü Pontus kralı VI. Mithridates'ten kaynaklanmaktadır. Mithridates, Romalılardan zehirlenmeyi önlemek için az miktarda zehir kullanarak bedeninin zehirlere karşı bağışıklık kazanmasını sağlamıştır. Efsanelere göre bu işlem son derece başarıyla gerçekleşmiş, bu nedenle kral Mithridates kendi istediği hâlde kendini zehirletememiştir. Ahmet Ertegün Ahmet Ertegün (d. 31 Temmuz 1923, İstanbul – ö. 14 Aralık 2006, New York), Türk söz yazarı, iş adamı ve Atlantic Records'un kurucusu. The Rolling Stones, Led Zeppelin'in yanı sıra Eric Clapton, Aretha Franklin ve Ray Charles gibi isimleri müzik dünyasına kazandırmıştır. Ahmet Ertegün'ün büyük dedesi İbrahim Edhem Efendi, Üsküdar Özbekler Tekkesi'nin eski şeyhidir. ABD'deki Türk Büyükelçisi olan Diplomat Münir Ertegün ve Hayrunisa Rüstem’in ikinci oğludur. Babası Münir Ertegün, Millî Mücadele döneminde önemli görevler almış bir devlet adamı olup Cumhuriyet'in ilanından sonra Milletler Cemiyeti gözlemcisi ve büyükelçi olarak çeşitli Avrupa metropollerinde ve daha sonra Amerika'da bulunmuştur. Ahmet Ertegün, 1923 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babasının görevi dolayısıyla İsviçre, Paris ve Londra'da eğitim gören Ertegün, 1935 yılında babasının Washington’a Türkiye Büyükelçisi olarak atanmasıyla birlikte ailesiyle beraber ABD’ye gelir. 14 yaşındayken annesi, Cootie Williams'ın enstrumental West and Blues albümünü ve kayıt yapabilen bir plak makinesini ona hediye eder. Ertegün bir yandan çalarken kendi yazdığı sözleri mikrofona okuyor ve bunları kaydediyor, abisi Nasuhi Ertegün ile birlikte odalarında sevdikleri müzikleri dinliyorlardı. "16 yaşındayken bir pop müzik uzmanı sayılabilecek kadar bilgim, 18 yaşımdayken de 50 bin plağım vardı" diyen Ertegün, abisi ile beraber o yıllarda Duke Ellington, Lena Horne, Jelly Roll Morton gibi sanatçılarla arkadaşlık kurdu. St. John’s Üniversitesi’nde felsefe eğitimi gören Ertegün, 1945 yılında babasının ölümü ile ailesi Türkiye'ye dönerken ağabeyi ile birlikte Amerika’da kaldı. İki kardeş 1947 yılında Herb Abramson ile beraber, aile dostları olan diş hekimi Dr. Vahdi Sabit'den 10 bin dolar borç alarak Atlantic Records adlı plak şirketini kurdu. Siyah müzisyenlerle arasındaki iyi bağlardan ötürü dönemin en önemli jazz müzisyenleri hiç düşünmeden anlaşmalarını onunla yapmışlardır. 1947’de Atlantic Records albümlerini çıkarmaya başladı. İlk olarak stüdyolarında Harlemaies’in "The Rose of the Rio Grande" albümü kaydedildi. 1949 yılının Nisan ayında çıkarılan Stick Mcghee’in "Drinkin’ Wine Spo-Dee-O-Dee" albümü, 1 milyondan fazla satışı ile Atlantic’in ilk hiti oldu. 1955 yılında Elvis Presley’e kontrat imzalaması için 25 bin dolar teklif edildi, ancak 20 bin dolar farkla kontrat RCA plak şirketine satıldı. 1959'da Arif Mardin de aralarına katıldı. Ray Charles, Aretha Franklin, Ella Fitzgerald, Miles Davis gibi isimlere kasetler yapan Ertegün, Frank Zappa, Stevie Wonder, Rolling Stones, Bee Gees, Led Zeppelin, Genesis, Emerson Lake and Palmer, Bette Midler gibi birçok isimlerin üne kavuşmasında büyük rol oynadı. Ertegün 1991 yılında Boston'daki Berklee Müzik Okulu'ndan onursal doktora unvanını, 1993 yılında da Sanat ve Bilim Kayıtları Ulusal Akademisi'nden (National Academy of Recording Arts & Sciences) bir ödül aldı ve 2000 yılında ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "Yaşayan Efsane" unvanıyla onurlandırıldı. Haziran 2006'da 40. Montreux Caz Festivali'nin açılış konseri kendisinin onuruna verildi. Ertegün, Amerikalı ünlü caz yorumcusu Ray Charles’ın 1952-1959 yılları arasında seslendirdiği kayıtlardan derlenen “Pure Genius: The Complete Atlantic Recordings” adlı koleksiyonun yapımcısı olarak “en iyi tarihi albüm” kategorisinde Grammy Müzik Ödülleri'ne aday gösterildi. Daha önce üç farklı alanda Grammy Ödülü kazanmış olan Ertegün, 2006 yılı töreninde “icon” adı verilen Onur Ödülü’ne layık görüldü. Bu ödül, müzik dünyasına emeği geçen kişiler için ilk kez verilmeye başlanmıştı. Ertegün ödülünü alırken tek cümle söyledi: "Bana bu imkânı tanıyan Amerika'ya ve sevgili öz vatanım Türkiye'ye teşekkür ederim." 29 Ekim 2006’da New York’ta bir Rolling Stones konseri sırasında ayağının kayması sonucu düşerek başını vuran Ertegün hastaneye kaldırılmıştı. New York Presbyterian Hastanesi’nde yapılan ilk müdahalesinden sonra yoğun bakıma alınmış, 14 Aralık 2006 günü vefat etmiştir. Cenazesi 19 Aralık 2006'da ailesinin diğer fertleri gibi Özbekler Tekkesine defnedilmiştir. VI. Mithridatis VI. Mitridat veya VI. Mithridates, (Yunanca Μιθριδάτης, d. MÖ 132 – ö. MÖ 63, veya Eupator Dionysius ile Büyük Mithridates), Pontus kralı olarak Anadolu'da MÖ 120 - MÖ 63 yıllarında hüküm sürdü. Roma Cumhuriyeti'ne karşı en başarılı ve zeki düşmanı sayıldı. Küçük yaşta öz annesinin kendisini zehirlemek istemesinden dolayı çeşitli zehirler geliştirmiştir. İlk zehir bilimci sayılır ve tarihte ilk biyolojik silahları kullanan kişidir. Düşmanlarının yemeklerine kendi yaptığı zehirleri katarak ölmelerini sağlamıştır. Roma Cumhuriyetinin dönemindeki en başarılı komutanları olan Sulla, Lucullus ve Pompey ile Mitridatik Savaşlar adı verilen 3 seferde karşılaşmıştır. Birinci Mitridatik Savaş MÖ 88 - MÖ 84 yılları arasında Sulla'nın ordusu ile Mitridat arasında gerçekleşmiştir. Sulla, zafer kazandığı birkaç çarpışmanın ardından, Roma'da rakibi olan general Gaius Marius'un güç kazandığı haberini almış ve hızlı bir barış antlaşması ayarlayarak Roma'ya dönmüştür. İki tarafın da üstünlük sağlayamadığı bu savaşın sonunda Sulla, Lucius Licinius Murena'yı Anadolu'daki kuvvetlerinin başına bırakmıştır. Mitridates, kısa süreceğini öngördüğü bu barış dönemini ordusunu kuvvetlendirmek için kullanmıştır. İkinci Mitridatik Savaş, Murena'nın MÖ 83 yılında Mitridat'a saldırmasıyla başlamıştır ve iki yıl sürmüştür. Bu savaşta büyük bir zafer kazanan Mitridat, lehine olan bir barış antlaşması elde etmiştir. İkinci Mitridatik Savaş'tan on yıl sonra, Roma'nın Bitinya'yı (Günümüzdeki Bursa ve Zonguldak arasındaki bölge) ilhak etme kararı almasının ardından Üçüncü Mitridatik Savaş başlamıştır. On yıl süren bu savaşta önce Lucullus ve ardından Pompey Mitridat'ın karşısına çıkmıştır. Mitridat, önceleri Pontus krallığı civarında muhabereler kazansa da sonunda Pompey'e ağır şekilde yenilmiştir. Bu yenilginin ardından en önemli müttefiği olan Ermenistan kralı 2. Tigranes'in desteğini de kaybeden Mitridat ve Gürcistan üzerinden o sırada oğlunun yönetiminde olan Azov bölgesine kaçmak zorunda kalmıştır. Üçüncü Mitridatik savaşı kaybetmesinin ardından Anadolu'da barınma şansı kalmadığını anlayan Mitridat, o güne değin müttefiği olan 2. Tigranes'in sığınma talebini reddetmesinin ardından bugünkü Gürcistan üzerinden, oğlunun idaresindelki Azov bölgesine gitmiştir. Ülkedeki iktidarı direnişle karşılaşmadan ele geçirmesinin ardından savaş hazırlıklarına karşı çıkan oğlu Machares'i idam ettrimiştir. MÖ 63. yılında babasına karşı isyan çıkaran 2. Farnakes'in eline düşmemek için sarayında intihar etmiştir. Ömrü boyunca geliştirdiği ve adını verdiği zehire karşı bağışıklık kazanma yöntemi olan Mitridatizm ustası olduğu için, kendini zehirleme çabaları boşa çıkmış ve kendini yakın korumasına öldürtmek zorunda kalmıştır. Mithridates Üstübeç Haricî boyalarda kullanılan ve esas itibarıyla kurşun karbonat olan bir pigment. Kurşun bileşikleri zehirli olduğundan üstübeç daha çok haricî boyalarda kullanılır. Çok eski tarihlerden beri bilinir. Bugün üstübeç üç gruba ayrılmaktadır. Bazık kurşun karbonatın formülü 2 PbCO. PbO(OH) şeklinde olup, en eski üstübeçtir. Toz veya pasta halinde pazarlanır. Bazık kurşunsulfatın formülü 2Pb SO. PbO olup, 1876'dan beri ticari olarak üretilir, fakat şu anda ikinci derecede önemlidir. Bir de silisyum oksid ve kurşun oksid ihtiva eden üstübeç vardır. Bu evlerin haricî boyalarında kullanılır. Bir diğer tipinde ise kurşun silikat vardır ki bununla metaller boyanır. Üstübeçin çok temiz bir beyaz rengi ve örtme gücü vardır. Ayrıca boyanın hızla kurumasına sebep olur. Bu gün kurşundan elde edilen üstübeçin yerini çinko üstübeci almıştır. Kurşun bileşikleri zehirli olduğundan yasaklanmıştır. Buna rağmen kurşun üstübeci halen kıymetlı bir pigment olarak kabul edilmektedir. Çinko üstübeci çinko oksidden (ZnO) ibarettir. Beyazlığı esas üstübeç gibi olduğu halde örtme gücü onun kadar değildir. Dış tesirlere de dayanıklığı daha azdır. Buna karşılık kurşun üstübeci gibi
hidrojen sülfürden etkilenmez. Çinko üstübeci aynı zamanda tuval yapımında da kullanılır. Gülsuyu ile karıştırıp gece yanığı tedevisinde kullanılabilir. Serdarabad Muharebesi Serdarabad Muharebesi, 21 Mayıs-29 Mayıs 1918 tarihinde Ermeni düzenli ordusu, Ermeni milisi ve Doğu Ermenstan’a saldıran Osmanlı ordusunun karşlılaştığı savaştır. Sardarapat muharebesi ‘20. yüzyılın Avarayrı’ sayılmaktadır. 1917 tarihinde Rusya’da ortaya çıkan Ekim Devrimi sonrası 5 Aralık tarihinde Erzincan’da Osmanlı 3. Ordusu ile Transkafkasya komisariyat arasında imzalandığı mütarekesinden sonra Kafkas cephesinden bilhassa Doğu Ermenistan’dan geri çekilen Rus ordusunun yerine Ermeni yeni düzenlenmiş kişi sayısı az silahlı gruplar geçmeye başladılar. Mevcut olan jeopolitik vaziyetini kullanarak Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus ordusunun ele geçirdiği topraklarını geri almaya ve sonra da Doğu Ermenistan ve Güney Kafkasya’ya girmeye planlamıştı. 1918 yılı Şubat ayında Osmanlı 3. ordusu sırayla Batı Ermenistan yerleşimlerini ele geçirmeye başladı. Nisan ayında Trabzon barış müzakerelerinin başarısız sonuçlanmasından sonra Mehmet Vehbi Paşa ordusu Transkafkasya’ya harekete geçirdi. Yeni ilan edilmiş Transkafkasya Federal Cumhuriyeti hükümetinin zayıf politikasını kullanarak Osmanlı ordusu 25 Nisan tarihinde güçlü tahkim edilmiş Kars kalesini ele geçirip Aleksandrapol şehri için açık bir tehdit oluşturdu. Karsı ele geçirdikten sonra osmanlı kumandanlığı Transkafkasya hükümetine yeni koşullar zorladı, bilhassa Ahılkelek, Ahıska ve Aleksandrapol teslim olacak, aynı zamanda Aleksandrapol Cülfa demiryolu onlara verilecekti ve bunun aracığıyla Osmanlı ordusu Tebriz yolu açılacaktı ve Britanya ile savaşın sona ermesine dek Transkafkasya’daki tüm demiryolları kullanabilekceklerdi. Batum’de Transkafkasya heyeti ile gerçekleştirilen müzakerelerin sonuca varması beklenmeden Osmanlı ordusu hızlı hücüm ile Aleksandrapol’u ele geçirip Doğu Ermenistan tamamı için tehdit oluşturdu. Doğu Ermenistan’a girebilmek için Osmanlı askeri kumandanlığı tarafından ordusunun yeni düzenlenme yapıldı: Yakup Şevki Paşa komutanlığı altında 3. Ordusu 1. Kafkasya kolordusu (Tümgeneral Kazım Karabekir Paşa komutanlığı ile) ve 2. Kafkasya altbölümünden Kars’ta özel askeri birliği teşkil edildi. İşbu askeri birliğinde Ermeni güçlerine karşı Aleksandrapol-Yerevan yönünde 1. Kafkasya kolordusunun 36. tümeni (albay Pirselimoğlu Hamdi bey komutanlığı ile), Aleksandrapol-Hamamlı-Baş Aparan-Yerevan yönünde 9. Tümeni (Ruştu paşa komutanlığı ile), ve Aleksandrapol-Karakilise-Dilican-Yelizavetpol yönünde 2. Kafkasya kolordusu 11. Tümeni (albay Cavid Erdel komutanlığı ile), Aleksandrapol-Vorontsovka-Tiflis yönünde 5. Tümeni (albay Mürsel Paşa komutanlığı ile) Ermeni güçlerine karşı taarruza geçildi. Bu askeri birimi hariç Doğu Ermenistan saldırısına Sardarapat muharebesinden önce Surmalu dağ geçitlerini muhafaza eden 2. Ordu 3. Kolordusunun 12. tümeni de katlıyordu ve Iğdır bölgesine girmeye askeri talimatı vardı. Muhalif tarafın saldırısına karşı koyabilmek için Ermeni kolordusu komutanı, Ermeni silahlı kuvvetlerinin genel komutanı tümgeneral Tovmas Nazarbekyan Yerevan ve Tiflis’e giden stratejik önem taşıyan bu iki yolunu savunmaya karar verdi. Aleksandrapol’dan çıkmış olan Ermeni güçlerin bir kısmı, Ermeni tümeninin bazı altbölümleri ve aynı zamanda Ermeni özel toplam bölüğünün içinde olan bazı altbölümler, Aleksandrapol-Sardarapat yönüyle Ararat sahasına geri çekildiler. Movses Silikyan genel komutanlığıyla Yerevan yönünde osmanlı saldırısını geri püskürtmeye hedef alan Ermeni ordusunun Yerevan askeri birimi teşkil edildi. Muharebeden önce Yerevan’da vaziyet Osmanlı ordusunun saldırısı hem Yerevan’da, hem Tiflis’te Ermeni siyasal iktidarını ağır duruma düşürdü. 19 Mayıs tarihinde Suramlu’ya girdikten sonra Osmanlı albay Halil bey (Enver Paşa’nın amcası) Batum’da Ermeniler kaybetti ve teslim olmalı diye açıklama yaptı. Diğer taraftan da Batum’daki müzakerelere katılan Ermeni heyeti (Aleksandır Hatisyan, Hovhannes Kacaznuni) Transkafkasya hükümeti Ermeni üyesi Haçatur Karçikyan Osmanlı’nın saldırısına askeri direniş göstermemeye dair çağrı yaptılar. Osmanlı ordusunun saldırısından dolayı Aleksandrapol bölgesinde, Ararat sahasında ve Yerevan’da var olan panik neticesinde Yerevan belediye meclisi 18 Mayıs tarihinde yaptığı geniş duruşmada Yerevan belediye başkanı Tadevos Toşyan’ın önerisiyle şehri direnmeden Osmanlı’ya teslim etme, nüfusünü tahliye ederek Kanaker yüksekliklerde pozisyon almasına dair karar aldı. Ancak Yerevan’ı teslim etme kararı gerçekleştirmedi, çünkü Yerevan’da bulunan Tiflis Ermeni milli meclisi yetkili yürütme organı olan Özel Komitesi, Yerevan milli meclisi başkanı Aram Manukyan başta olmak üzere kesin bir şekilde böyle bir gelişmeye karşı konuldu ve kararını reddetti (Yerevan’da iktidar fiilen Özel Komitesinin elinde idi). 1500’ü aşkın kişi yardımıyla Aram Manukyan talimatıyla Yerevan’ın girişinde özellikle Yerablur’da tahkimat faaliyetleri gerçekleştirildi. 18 Mayıs tarihinde Aram Manukyan Yerevan’da devriye yapan Arşavir Şahhatun ile beraber Ecmiatsin’e gidip 5. Gevork Katolikosa güvenlik meselelerden dolayı katolikosun bir müddet için Byurakan’a gitmesini önerdi. Fakat Katolikos reddetmekle beraber orduya muhalif tarafına kesin bir direniş gösterme çağrısı yaptı. Aram Manukyan gelecek günlerde Yerevan ve çevresinde durumu istikrar hale getirme ve gelişmeleri Ermenilerin lehine çevirme konusunda belirleyici bir rol oynadı. 19 Mayıs sabah 1. Ermeni tümeni komutanı general Movses Silikyan’a Ermeni ordusunun çekilmesini durdurulma ve ne olursa olsun Osmanlı ordusunun Yerevan’a saldırısını engellemeye dair talimatlar verdi. Aram Manukyan da en kısa zamanda insan ve silah toplama gibi gerekli hazırlamalarını yapmaya söz verdi. Gelecek günlerde Astafyan sokağında, İngiliz parkında ve Öğrentmenler seminaryası önünde ve diğer yerlerde savaşın başlangıcında ordusuna katılan gönüllülerin askere toplama faaliyetleri yapıldı. Aleksandrapol yönünde saldırıya geçen 36. tümen içinde106. piyade alayı, 107. piyade alayı, 108. piyade alayı, bir saldırı taburu ve iki topçu taburu yer alıyordu. Osmanlı ordusu kolordusunun bağımsız süvarisi ve Kürtlerden oluşan 1500 kişilik süvari alayı ile güçlendirilmişti. Osmanlı güçlerin toplam sayısı Kürt güçlerini de dahil ederek 7 500-10 000 subay ve asker idi. Osmanlı güçlerinde 40 top mevcuttu. Ermeni güçleri kumandanlığı. Orta sırada soldan sağa Drastamat Kanayan, Movses Silikyan, Tovmas Nazarbekyan, Daniyel Bek-Pirumyan. Sardarapat cephesindeki Ermeni güçleri Yerevan askeri biriminin içinde idiler. Diğer kısmı ise 9. Osmanlı tümenine karşı Baş-Aparan muharebesine katıldı. Askeri birimin komutanı tümgeneral Movses Silikyan, genelkurmay başkanı  albay Aleksandr Vekilyan. Karargah kıtaatı Ecmiatsin Gevorgyan dini okulunun içinde, Vağarşapat şehrinde bulunuyordu. Sardarapat cephesinde savaşan güçlerin genel kumandanı Yerevan askeri biriminin komutanının yardımcısı albay Daniyel Bek-Pirumyan, genelkurmay başkanı ise yüzbaşı Aleksandr Şneur oldu. Burada kısmen Ermeni kolordusu 2. tümeni, ve Ermeni Özel Ümumi Taburunun (1917 yılında Batı Ermenilerden oluşan bir askeri birimi, Sardarapat muharebesinden önce Kafkasya cephesinde savaşmıştı) bazı alt birimleri savaşıyorlardı. 2. tümen (komutan Movses Silikyan) 5. alayı (3 tabur, komutanı Poğos Bek-Pirumyan), 6. alayı (12 bölük, komutanı yarbay Abraham Doluhanyan), 2. süvari alayı 4 süvari bölüğü (albay Zalinyan), partizan piyade alayı 8 bölüğü (albay Aleksey Perekryostov), partizan süvari alayı 3 bölük (albay Korolkov), sınır korucu taburu (yarbay Silin), 2. tümeni karargahın nöbet bölüğünden ibaretti. 1. tümeni 4 alayın bir taburu Davalu’da güney tarafında savunması için yerleştirildi. Ermeni Özel Ümumi taburun altbölümlerden Yerevan askeri birimin içinde 3. özel tugayın Van 1. (albay Yüzbaşev) ve 2. piyade (albay Çahmahçev) alayları ikişer bölüğü (Iğdır bölgesinde yerleştirişmiştir), Maku taburu, 2. özel Zeytun süvari alayı (4 süvari bölüğü, albay Salibekyan), 2. özel tugay Hınıs ve Karakilise (eski Beyazıt ilinde kasaba) piyade alayları (albay Kazmirski), 1. özel tugay Erzincan alayı (6 bölük, komutan Karapet Hasan-Paşayan), 1. özel süvari alayı (komutan üsteğmen Zolotaryov). Yerevan askeri biriminin içinde Kristapor Araratyan genel kumandanlığı altında 5 topçu bataryası vardı. Askeri birimin içinde dahil olarak muharebede Batı Ermeni gönüllülerden oluşan birkaç bölük (Trutsik Hovsep, Makedon, Bulanıklı Murat ve diğerlerin kumandanlığı altında), ezidi süvari taburu (Usub bek, Cangir ağa), çok sayıda milisli. Ermeni güçlerin toplam sayısı muharebinin ilk günlerinde 9 000 – 10 000 asker ve subaydı, güçlerin bir kısmın Baş-Aparan cephesine yerleştirdikten sonra 6 000 6 500 kişi oldu. Ermeni güçlerinde 28 top vardı, onlardan 16-20’si taarruzda kullanıldı. Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti Demokratik Ermeni Cumhuriyeti, Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti'nin dağılmasından sonra Ermeni Devrimci Federasyonu tarafından kurulan bir "de facto" hükûmet. Uluslararası alanda tanınmamış ve 28 Mayıs 1918 tarihinde kurulduğu zaman eski Rus İmparatorluğu'nun Erivan Guberniyası ve Kars Oblastı'nda yüzölçümü 8.913 kilometrekarelik arazide iddialarda bulunmuştur. Kızıl Ordu'nun 29 Kasım 1920 tarihinde Erivan'a girmesiyle son bulmuştur. FNSS Pars Adını güç temsilcisi olan Anadolu parsı'ndan alan Ankara konuşlu FNSS AŞ. üretimi taktik tekerlekli zırhlı savaş aracı. Şu anda alımı Türk Ordusu'nun gündeminde olup, fiziki ömürlerini tamamlayan BTR-60 ve BTR-80'lerin yerini alması plânlanmaktadır. Hidrolik Elektrik Sistemi (Mevcut Akım) RPG-7 RPG-7, Sovyetler Birliği yapımı bir geri tepmesiz tanksavar silah olup, dünyada en çok kullanılan tanksavar silahıdır. Etkili menzili 400 metredir. Özgün adı: "Ручной Противотанковый Гранатомёт"-"Ruçnoy Protivotankovıy Granatomyot (Anti tank (protivotankovıy) bombası atıcı). "Önceki modeli RPG-2'den gel
iştirilmiştir. Atası II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından geliştirilen Panzerfausttur. ABD Ordusu kendine malederek "Rocket Propelled Grenade" biçiminde açıklar. 40 mm çapında, 95.3 cm uzunluğunda müsademe çarpma sistemiyle çalışan dakikada 4-6 atım yapabilen 25 metre geri tehlike bölgesi bulunan toplu, hafif ve orta zırhlı hedeflere kullanılan timin destek silahıdır. 900 metreden sonra hedefin bulunamaması halinde roket kendini imha etmektedir. Sağlam yapısı, düşük fiyatı ve etkili oluşu onu dünyada en çok kullanılan tanksavar silahı yapmaktadır. Şu an itibarıyla 40'tan fazla ülke tarafından kullanılmaktadır. Bunun yanında 9 ülkede de üretimi yapılmaktadır. Gayrinizami ve gerilla grupların arasında da popülerdir. RPG-7 1961 yılından bugüne kadarki tüm savaşların çoğunda kullanılmıştır. En çok kullanılan uyarlamaları RPG-7D paraşütçü modeli (kolay taşınabilmesi için 2 parçaya bölünebilen) ve hafif Chinese Type 69 RPG'dir. RPG-7 bir kişi tarafından taşınabilen, 40 mm çapında yivsiz çelik bir borudan oluşan, namludan dolumu yapılan barut gazının roketi ateşlemesiyle çalışan bir tanksavar silahıdır. 30 metrelik bir geri tehlikeli bölgesi vardır (ilk 15 metre öldürücü, sonraki 15 metre yaralayıcıdır). Savaş başlığına sevk fişeği takılmadığı sürece arka tarafında hiçbir tehlike oluşmaz. RPG-7 Knut adı verilen bu silah ilk olarak, Rusya’nın Kovrov silah fabrikasında 1961 yılında üretildi. 1962 yılında Varşova Paktı ordularında hizmete sokuldu ve bugüne kadar da sınıfının en etkili ve popüler silahı olarak şöhretini korumakta. Bu kadar seneden sonra bile bu silah hâlâ üretilmektedir. Görmeyenler için tarif etmek gerekirse RPG-7 40 mm çapında ve bir metre uzunluğunda bir boruya benzer ve üzerinde tetik sistemiyle PGO-7 mesafe ölçerli optik nişangâh vardır. Bütün silah, ucuna takılan roketi hariç tutarsak, 6 kilo 300 gram ağırlığındadır (modeline göre değişiklik gösterir). Bu silah son derece hafif ve kullanışlıdır. RPG-7 için pek çok mühimmat tipi mevcuttur. Orijinal mühimmatı olan RPG-7 roketi 4-5 kilo ağırlığında ve 200 metre etkili menzile sahiptir. Duran hedeflere 500 metre, hareket halindeki hedeflereyse 300 metreden atış yapılabilir. Bu roket 1,5 metre kalınlığında takviyeli betonu, 2 metre kalınlığında tuğla duvarı veya 75 mm'lik çelik zırhı delip geçebilir. RPG-7’nin yeni çıkan modelleri gece görüş ve kızılötesi gibi imkânlara da sahiptir. Bu silah etkinliği ve kolay kullanımı yüzünden dünyadaki pek çok ülke tarafından da üretilmektedir. Bu ülkeler şu an itibarıyla Azerbaycan, Rusya, Çin, Bulgaristan, Mısır, Gürcistan, İran, Pakistan ve Romanya'dır. İşgale uğramadan önce Irak da bu ülkelerin arasındaydı ve fabrika Nasiriye’de bulunuyordu. Şu anda milisler tarafından sıkça kullanılmaktadır. RPG-7'nin kullanımı da epey basittir. Bunun için kullanıcı önce ateşleyici fünyeyi rokete takar ve her ikisini de roketatara yerleştirir. Roket lançerdeki yerine oturduktan sonra roketin ucundaki emniyet tapası çıkartılır ve sadece roketatarı hedefe doğrultup tetiğe basmak yeterli olacaktır. Mühimmat namludan çıkarken ilk metrelerde düşük hızla gittiği gözle görülür, sevk fişeği açılır ve hedefine giderken en yüksek hızına ulaşır. Atış yapılırken kulak tıkama tıpası kullanılır ve atıcı ağzını açık tutmalıdır. Mühimmat üzerindeki hassas tapanın çarpmadığı durumlarda mühimmat patlamayabilir. Bu silahın temel kullanım amacı zırhlı araçları ve takviye edilmiş mevzileri imha etmektir. Trabzon harekâtı Trabzon harekâtı, Trabzon'un Rus kuvvetlerince ele geçirilmesini sağlamış deniz ve kara harekâtıdır. Ruslar Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan edip 1 Kasım 1914'den itibaren doğu hududunu aşarak Osmanlı topraklarında ilerlemeye başladı. Doğu Karadeniz kıyılarını alıp Anadolu'yu ele geçirmeyi hedefleyen Rus orduları karşısında, Osmanlı Devleti 3 Kasım'da Almanya'nın yanında savaşa katıldı ve 14 Kasım'da Cihad-ı Mukaddes ilan etti. Rus savaş gemilerinin Karadeniz limanların bombardıman etmesi ile Trabzon büyük yaralar almaya başlamıştır. Nitekim 17 Kasım 1914'te yirmi üç parçalık bir Rus donanması Trabzon'u bombardıman ederek büyük tahribata ve can kaybına sebep oldu. Bombardımanlar devam etti. Trabzon 8 Şubat ve 11 Şubat 1915'te Rus bombardımanı ile büyük ölçüde tahrip oldu, 1000'den fazla insan öldü. Bu sırada Osmanlı savaş gemisi Yavuz Trabzon'a geldi. 32 ağır makineli tüfek, bir batarya, dağ topu ve bazı askeri levazımat ile Kafkasya cephesinde kullanılmak üzere iki uçak getirdi. Ruslar 23 Ocak 1916'dan itibaren kıyı saldırılarını yoğunlaştırdılar. 17 savaş gemisinin desteklediği bu saldırılar sonunda Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. İstanbul'dan istediği yardımı alamayan Üçüncü Ordu Komutanı Kamil Paşa, birliklerini Ilıca'ya doğru geri çekince 16 Şubat 1916'da Ruslar Erzurum'u işgal etti. Rus kuvvetleri, donanmanın desteğini de alarak 24 Şubat 1916'da Rize'yi işgal ettiler. Of sınırına dayanan Ruslara karşı Baltacı Deresi'nde yöre halkından oluşan kuvvetlerin de yardımıyla Osmanlı askeri birlikleri savunma yaptılar. Rus ordusunu 20 gün durdurmayı başaran Osmanlı birlikleri, Rusların denizden ve karadan saldırılarının yoğunlaşması ve bu arada hiçbir yerden destek gelmemesi sonucu geri çekilince, 15 Mart 1916'da Of İlçesi Rusların eline geçti. Daha sonra Sürmene işgal edildi ve Ruslar Trabzon kapılarına dayandı. 18 Nisan 1916'da Trabzon Rumlarından bir heyet, Osmanlı birliklerinin 15-16 Nisan'da şehri boşalttığını işgal kuvvetleri komutanı General Lyhkov'a bildirerek kendisini şehre davet etti. Erzurum Caddesi'nden Belediye Meydanı'na giren işgal kuvvetleri şehri teslim aldı. Göç edemeyerek şehirde ve köylerde kalan Müslüman halk mağdur bırakılmış, işkence görmüştür. Özellikle yerli azınlıkların bu eylemlerde yer aldığı ve yağmalama yaptığı öne sürülmüştür. 1917'de Rusya'da Ekim Devrimi olur. Geri çekilmek zorunda kalan Rusya ile Osmanlı arasında 18 Aralık 1917'de Erzincan Antlaşması yapılır. Bu antlaşmaya Ermeniler uymayıp, Osmanlı aleyhinde katliamlara girişince, Ordu Komutanı Vehip Paşa'ya ileri harekat emri verildi. 11 Şubat 1918'de genel hareket emrini alan Osmanlı Ordusu, bir koldan Kafkasya üzerine ilerlerken, diğer koldan Trabzonlu Albay Hamdi Bey (Pirselimoğlu) komutasındaki 37. Tümen; Giresun'dan 123. alay ile takviye edilerek Trabzon üzerine yola çıktı. Bölgedeki çeteleri de temizleyerek ilerleyen birliklerimiz 15 Şubat 1918'de Vakfıkebir'i, 18 Şubat 1918'de Akçaabat'ı geri aldı. Birkaç gün içinde çevreyi kontrol altına alan Osmanlı birlikleri 24 Şubat 1918 tarihinde Trabzon'a girdi. Osmanlı Devleti, Brest-Litovsk Anlaşması ile doğudaki topraklarını istiladan kurtardı. Göçen halk döndüklerinde büyük oranda yıkılmış bir şehirle karşılaşmıştır. Özellikle Rus askeri üniforması giymiş Ermeni ve Rum-Pontus çeteleri Trabzon'da büyük bir kıyım yapmıştır. I. Selim'in annesi Gülbahar Hatun'un türbesi yıkılmış, Müslüman mezarlığına tiyatro binası yapılmıştır. Öldürülen sivillerin sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte yalnızca Pontus çetelerinin Karadeniz genelinde resmi rakamlara göre 8000 civarında Müslümanı öldürdüğü belirtilmektedir. Rus işgali sebebiyle Batıya şehirden 80.000 civarında nüfusun göç ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Bunlardan bir kısmı çeşitli sebeplerle geriye dönememişlerdir. Şehirde işgal ve sonrası dönemde büyük yağmalamalar olmuştur. Talk Talk, HMg(SiO) ya da MgSiO(OH). Kimyasal formülune sahip hidratlanmış magnezyum silika'dan oluşan bir mineral'dir. 1 mohs sertlik değeri ile bilinen en yumuşak mineraldır. Talk genelikle yekpare, nadir olarak da makroskopik algılanabilir Kristaller olarak önümüze çıkabilir. Talkın teknikte, makine elemanlarının aşınmasını önlemek gayesiyle yağlayıcı olarak kullanımı nadir de olsa vardır. TBS Türün Örnekleri: Hükümdarlar, Müttefik Quake (video oyunu) Quake, id Software tarafından geliştirilerek 1996 yılında çıkarılan bir FPS bilgisayar oyunudur. Quake serisinin ilk oyunudur. John Romero tarafından tasarlanılarak, John Carmack tarafından programlanmıştır. Oyunun kaynak kodları resmi olarak yayınlandıktan sonra oyun, zamanla daha da geliştirilmiştir. Kimliği belirsiz olarak Quake kod adlı düşmanı yok etmekle görevli bir askerin, çeşitli teleportasyon cihazlarıyla dört farklı boyuta gidip dört adet rune alfabesi harfini toplaması ve bu dört harf toplandığında açılan gizli geçitten geçerek kendisine Quake kod adı verilen Shub-Niggurath'ı yok etmesi temeline dayalıdır. Quake gerçek anlamda ilk tam 3-boyutlu grafik motoruna sahip olan oyun olarak bilinmektedir. Her ne kadar aynı geliştirici tarafından yapılan Wolfestein 3D bu unvana layık görülse de, gerçekte kendisi 3-boyutlu bir grafik motorunu (bu tür oyunlar 2,5 boyutlu olarak bilinmektedir) kullanmamaktadır. "Quake" için iki resmi eklenti paketi yayınlardı. Eklenti paketlerinin konusu orijinal oyunun bittiği yerden devam ediyor ve aynı silahları, power-upları, yaratıkları, gothic atmosfer/mimariyi, hikâyeyi ve kahramı içeriyor. Resmi olmayan üçüncü eklenti paketi, "Abyss of Pandemonium", Impel Development Team tarafından geliştirldi, 14 Nisan 1998 tarihinde Perfect Publishing tarafından yayımlandı; güncellenmiş bir sürümü, version 2.0, "Abyss of Pandemonium – The Final Mission" diye adlandırımdı ve ücretsiz olarak dağıtıldı. "Quake"'in 20. yılı şerefine, ZeniMax Media'nın bir alt firması olan MachineGames, "Episode 5: Dimension of the Past ismi ile ücretsiz bir eklenti paketi çıkardı." Talk (anlam ayrımı) Talk, bir mineraldir. Şu anlamlara da gelebilir: Arcade Arcade, oyun salonlarında oynanan oyun türlerine ve bunların oynandığı salon makinelerine verilen addır. Oyuncu metalik jetonu makineye atarak doğrudan oyuna başlar. Oynanış tarzı bakımından eylem ön plandadır. Kaydetme ve tekrar yükleme seçenekleri yoktur. Bu tür oyunlar aynı zamanda internet üzerinde muhtelif web sitelerinde de sunulmaktadır. Flash yazılım teknolojisi ile geliştirilen Arcade oyunlarının bazıları skor tahtalı, bazıları ise sadece online olarak oynanabilirl
er ve oyuncuların eğlenceli vakit geçirmelerini sağlar. Bu tür oyunlar içinde aynı zamanda geliştirici ve eğitici oyunlar da bulunur. Özellikle gelişim çağındaki çocuklar için düşünülebilecek olan bu tür oyunlar muhtelif sitelerde bulunabilir. Han Hanedanı Han Hanedanı (), Çin'de MÖ 206 – MS 220 tarihleri arasında hüküm sürmüş hanedanıdır. Dönemin önemli klanlarından Liu tarafından kurulmuştur. Han Hanedanı Çin kültürünün zirvelerinden biri olarak kabul edilir. Günümüzde Çinliler Liu ailesinin ve kurdukları hanedanının onuruna kendilerini "Han insanı", "Han Ulusu" olarak adlandırır. İmparator Han Gaozu, tahtta bulunduğu yedi yıl içinde merkeziyetçi otoriter yönetimini sağlamlaştırmak için “Halka nefes aldırma”ya yönelik bir dizi politika uyguladı. Han Gaozu’nun MÖ 195 yılında ölmesi üzerine İmparator Hui Di, tahta geçti. Ancak Han hanedanı'nın yönetimi, fiilen İmparator Han Gaozu’nun eşi Lü Zhi’nin eline geçti. İktidarda 16 yıl kalan Lü Zhi, Çin tarihindeki sayılı kadın yöneticilerden biriydi. Onun ardından MÖ 183 yılında tahta geçen imparator Wen Di ve oğlu imparator Jing (MÖ 156-MÖ 143 yılları arasında tahtta oturdu), “Halka nefes aldırma” politikalarını sürdürerek köylülerin vergi yükünü azalttılar. Bunun sayesinde Han hanedanının ekonomisinde büyük canlılık görüldü. Bu dönem, tarihçiler tarafından “Wen ve Jing Düzen Dönemi” olarak anlandırılıyor. “Wen ve Jing Düzen Dönemi”nden sonra Han hanedanı, adım adım güçlendi. MÖ 141 yılında tahta geçen imparator Wu Di, Wei Qing ve Huo Qubin adlı iki generali göndererek Hunlar’ı yenilgiye uğrattı, Batı Han hanedanının toprağını genişletti, ülkenin kuzey bölgelerindeki ekonomik gelişmeyi güvence altına aldı. İmparator Wu Di, yaşamının son yıllarında savaşa son vererek tarımı geliştirmeye yöneldi. Böylece Çin ekonomisi, gelişmeye devam etti. İmparator Wu Di’nin ölümü üzerine tahta geçen İmparator Zhao Di, ekonomiyi geliştirmeye devam ederek Han hanedanını eşi görülmez bir refaha ulaştırdı. "Büyük Tarihçinin Kayıtları"na göre, Çin Hanedanı'nın çöküşünün ardından hegemon Xiang Yu, Liu Bang'ı küçük Hanzhong zeametinin prensi olarak atadı; Hanzhong yerleşiminin ismi, günümüz Şensi eyaletinin güneybatısındaki Han Nehri'nden ismini alır. Liu Bang'ın Chu-Han Çekişmesi kapsamındaki zaferinin ardından ortaya çıkan Han Hanedanı'nın ismi, Hanzhong zeametinden türedi. Çin'in ilk imparatorluk hanedanı Qin ("Çin") Hanedanı (MÖ 221-206) idi. Qin, diğer Savaşan Devletler'i ele geçirerek bunları birleştirdi, ancak ilk imparator Çin Şi Huang'ın ölümü sonrasında Qin İmparatorluğu istikrarsızlığa maruz kaldı. Dört sene içerisinde hanedanlığın otoritesi, isyanların karşısında çöktü. İki eski isyancı lideri olan Chulu Xiang Yu (ö. MÖ 202) ile Hanlı Liu Bang (ö. MÖ 195); On Sekiz Krallığa bölünmüş ve bunların her biri ya Xiang Yu ya da Liu Bang'a sadakatını iddia etmiş durumdaki Çin'in hegemonunun kim olup olmayacağını belirlemek için savaşa girdiler. Xiang Yu, kendi komutanlık yeteneğini her ne kadar gösterebilmiş olsa da, günümüz Anhui'de yer alan Gaixia Muharebesi (MÖ 202) kapsamında Liu Bang tarafından yenildi. Liu Bang, kendi takipçilerinin talebi üzerine "imparator" ("huangdi") unvanını benimsedi; ölümünden sonra ise Han İmparatoru Gaozu (h. MÖ 202-195) olarak anılmaya başladı. Çangan; Han altındaki yeniden birleştirilmiş imparatorluğun yeni başkenti olarak seçildi. Batı Han hanedanlığının başında; imparatorluğun batı üçte birinde başkent bölgesi dahil olmak üzere merkezi kontrol altında on üç farklı zeamet mevcuttu, doğu üçte ikisi ise on farklı yarı özerk krallığa bölündü. Chu ile girilen savaştaki kendi önde gelen komutanlarının gönlünü almak için İmparator Gaozu, bunların bazılarını kral olarak atadı. Ancak Liu ailesine akraba olmayanların Han tahtına yönelik sadakatlarına dair şüpheler nedeniyle MÖ 157 yılında bütün bu krallar, Han sarayı tarafından Liu kraliyet ailesi üyeleriyle değiştirilmişti. Han kralları tarafından yürütülen çeşitli ayaklanmaların ardından (bunların en büyüğü MÖ 154 yılındaki Yedi Devlet İsyanı idi) imparatorluk mahkemesi, MÖ 145 yılında başlayarak bu krallıkların büyüklüğünü ve gücünü kısıtlayan ve eski topraklarını yeni merkezi kontrol altında zeametlere bölen bir dizi reform uyguladı. Krallar artık kendi personellerini atamıyorlardı; bu sorumluluk, imparatorluk mahkemesi tarafından üstlendi. Krallar, ismen kendi yurtluklarının başları oldu ve vergi gelirlerinin bir kısmını kendi kişisel gelirleri olarak biriktirdiler. Krallıklar hiçbir zaman tümüyle kaldırılmadı ve hem Batı hem de Doğu Han'ın geri kalan ömrü boyunca var olmaya devam ettiler. Asıl Çin'in hemen kuzeyindeki göçebe Hiungnu hükümdarı Mete (h. MÖ 209-174), Avrasya Bozkırı'nın doğu kısımlarında ikamet eden çeşitli kabileleri fethetti. Kendi hükümdarlığı sona erince Semerkant'ın doğusundaki yirmiden fazla devleti zaptetmiş olup, Mançurya, Moğolistan ve Tarım Havzası toprakları üzerinde hakimdi. İmparator Gaozu, kuzey sınırlarında Hiungnulara satılan Han yapımı demir silahlarının çokluğu konusunda rahatsızdı, ve bu gruba karşı bir ticaret ambargosu uyguladı. Ambargonun yürürlükte olmasına rağmen Hiungnular, yine kendi ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan tüccarlar bulabilmiştir. Çinli kuvvetler, sınır pazarlarında ticarette bulunan Hiungnulara karşı sürpriz saldırılar işledi. Buna karşı missileme olarak Hiungnular, MÖ 200 yılında Baideng'daki Han kuvvetlerini yenip, günümüz Şansi eyaleti bölgesini ele geçirdi. Müzakerelerin ardından MÖ 198 yılında yapılan "heqin" anlaşması, Hiungnu ile Han liderlerini ismen bir kraliyet evlilik ittifakının eşit ortakları olarak atadı, ancak Hanlar, Hiungnulara ipek kıyafet, yiyecek ve şarap gibi büyük oranda haraç ürünü göndermek zorundaydı. Bu haraca ve Lao Şang Şanyu (h. MÖ 174-160) ile İmparator Wen (h. MÖ 180-157) arasında sınır pazarlarını tekrar açmaya yönelik bir müzakereye rağmen, Şanyu'nun Hiungnu astlarının birçoğu, antlaşmaya uymamayı tercih etti ve daha fazla ürünü elde etmek için düzenli olarak Çin Seddi'nin güneyindeki Han topraklarına baskın yaparlardı. MÖ 135 yılında İmparator Wu'nun düzenlediği bir saray konferansına katılan vekillerin çoğu, "heqin" antlaşmasını muhafaza etmeye karar verdi. Hiungnu baskınlarının devam etmesine rağmen İmparator Wu bunu kabul etti. Ancak ertesi yıl düzenlenen saray konferansına katılan vekillerin çoğu, Mayi'de Şanyu'nün suikast edilmesini içeren sınırlı bir angajmanın Hiungnu alemini kaosa sürükleyeceğinden ve Hanların bu durumdan yararlanacağından ikna olmuşlardı. MÖ 133 yılında bu planın başarısızlığa uğramasıyla İmparator Wu, Hiungnu topraklarına yönelik bir dizi büyük ölçekli askeri istila başlattı. Çinli ordular birbiri ardına topraklar ele geçirdi ve bunların üzerindeki kontrollerini güçlendirmek için tarım kolonilerini kurdular. Bu saldırı, MÖ 119 yılındaki Mobei Muharebesi'nde zirvesine ulaştı; bunun kapsamında Han komutanları Huo Qubing (ö. MÖ 117) ile Wei Qing (ö. MÖ 106), Hiungnu sarayını Gobi Çölü'nün kuzeyine doğru geri çekilmeye zorladı. Wu'nun hükümdarlığı sonrasında Han kuvvetleri, Hiungnuları yenmeye devam etti. Hiungnu lideri Hohanye Şanyu (h. MÖ 58-31), MÖ 51 yılında en sonunda Hanlara teslim oldu. Hohanye'ye rakip olarak tahta hak iddia eden Çiçi Şanyu (h. MÖ 56-36), günümüz Kazakistan-Taraz'da yer alan Çiçi Muharebesi kapsamında Chen Tang ile Gan Yanshou (甘延壽/甘延寿) tarafından öldürüldü. MÖ 121 yılında Han kuvvetleri, Hiugnuları Hexi Koridoru'nu kapsayan geniş topraklardan Lop Nur'a kadar kovaladı. MÖ 111 yılında Hiungnuların Çianglarla beraber kuzeybatıdaki bu topraklara işledikleri istilanın yer almasını da önledi. Aynı sene içerisinde Han sarayı, bu bölgede dört yeni zeamet kurdu: Jiuquan, Zhangye, Dunhuang ve Wuwei. Sınırdaki insanların çoğu askerlerdi. Han sarayı, hükümet sahipliği altındaki köleleri ve sert çalışma cezası almış suçluları göndermenin yanı sıra ara sıra köylü çiftçileri de yeni sınır yerleşmelerine zorla gönderirdi. Saray ayrıca çiftçiler, tüccarlar, toprak sahipleri ve işçiler gibi avam tabakaya dahil olan kimseleri sınır yerleşmelerine taşınmaya teşvik ederdi. Hanların Orta Asya'daki toprak genişletmesinden önce bile diplomat Zhang Qian'in MÖ 139 ile 125 yılları arasında yaptığı seferlerle Hanların çevresindeki diğer medeniyetlerle bağlantılar kuruldu. Zhang; Dayuan (Fergana), Kangju (Soğdiana), ve Daxia (Baktriya, eskiden Grek-Baktriya Krallığı) medeniyetlerine rastladı. Shendu (Kuzey Hindistan'daki İndus Nehri vadisi) ile Anxi (Part İmparatorluğu) hakkında bilgiler de topladı. Sonradan bütün bu ülkeler Han büyükelçilerine ev sahipliği yaptı. Bu bağlantılar, Roma İmparatorluğu'na kadar uzanan İpek Yolu ticaret ağının başlangıcını işaretledi, ve hem ipek gibi Han ürünlerinin Roma'ya kadar getirilmesini hem de cam eşyaları gibi Roma ürünlerinin Çin'e kadar getirilmesini sağladı. Yaklaşık MÖ 115 ile 60 yılları arasında Han kuvvetleri, Tarım Havzası'ndaki vaha şehir devletlerinin üzerindeki kontrol üzerinde Hiungnularla savaşa girdiler. Bu savaşın nihai galibi Hanlardı, ve MÖ 60'ta Hanlar, Batı Bölgeleri'nin savunmasıyla ve dış işleriyle ilgilenen Batı Bölgeleri Himayesi'ni kurdu. Hanların toprakları ayrıca güneye doğru da genişledi. MÖ 111 yılındaki Nanyue deniz fethi, Han alemini günümüz Guangdong, Guangksi ve kuzey Vietnam'ı kapsayan şekilde genişletti. MÖ 109 yılındaki Dian Krallığı'nın fethiyle Yünnan de Han aleminin bir parçası oldu; MÖ 108 yılında ise Wiman Joseon-Han Savaşı'yla ve Xuantu ile Lelang kolonyal zeametlerinin kurulmasıyla Kore Yarımadası'nın bazı kısımları da eklendi. Çin'in MÖ 2 yılında ulus çapında yürüttüğü ilk bilinen nüfus sayımında nüfusun 57.671.400 bireyden ve 12.366.470 hanehalkından oluştuğu kaydedildi. İmparator Wu, kendi işlettiği askeri kampanyaları ve koloni gelişmesini finanse etmek için birçok özel endüstriyi millîleştirdi. Çoğunlukla eski tüccarlar tarafından işletilen merkezi hükümet tekelleri kurdu. Tuz, demir ve içki üretiminin yanı sıra bronz sikkeler de bu tekellerin arasındaydı. İçki tekeli sadece MÖ 98 ile 81 yılları a
rasında sürdü; tuz ve demir tekelleri ise Doğu Han'ın ilk yıllarında en sonunda kaldırıldı. Ancak sikkelerin dağıtımı, Han Hanedanı'nın tüm geri kalan ömrü boyunca merkezi hükümet tekelinde kaldı. "Reformistler" olarak bilinen bir siyasi hizip, Saray'da daha nüfuzlu olunca hükümet tekelleri en sonunda kaldırıldı. Reformistler; İmparator Wu'nun hükümdarlığı ile bundan sonraki Huo Guang'ın naiblik süresi boyunca saray siyasetindeki egemen Modernist hizbine karşıydı. Modernistler; özel ekonomiye ağır devlet müdahalelerinden kaynaklanan gelirlerle desteklenen agresif ve genişlemeci bir dış politikayı savundu. Ancak Reformistler, daha tedbirli ve genişlemeci olmayan bir dış politikayı, tutumlu bir bütçe reformunu ve özel girişimcilere yönelik daha düşük vergi oranları savunup, eski politikaları geri çevirdiler. Wang Zhengjun (MÖ 71-MS 13), ilk önce İmparator Yuan hükümdarlığı (MÖ 49-33) sırasında imparatoriçe, sonra İmparator Cheng hükümdarlığında (MÖ 33-7) imparator anası, en sonunda da İmparator Ai hükümdarlığında (MÖ 7-1) imparator büyükannesi olarak görev yaptı. Bu dönem boyunca Wang Zhengjun'ün erkek akrabaları birbiri ardına naip görevini yürütmüştür. Ai'nın ölümü sonrasında Wang Zhengjun'ün yeğeni Wang Mang (MÖ 45-MS 23), İmparator Ping altında Devlet Mareşali naibi olarak atandı. Ping, MS 6 yılı 3 Şubat tarihinde vefat edince 9 yaşındaki kuzeni Ruzi Ying (ö. MS 25) tahta çıktı, Wang Mang ise imparator vekili olarak atandı. Wang, kendi yetkilerini Liu Ying'in reşit olduğu zaman bırakacağına söz verdi. Bu söze rağmen ve soylulardan gelen itirazlar ve isyanların karşısında Wang Mang, kutsal Cennet'in Mandası'nın Han Hanedanı'nın sonunu ve Wang Mang'ın kendi yeni hanedanlığını kurmasını istediğini savundu. Bu yeni hanedanlık Xin Hanedanı (MS 9-23) idi. Wang Mang, başarısızlıkla sonuçlanan bir dizi köklü reform başlattı: kölelik yasaklandı, hanehalkları arasında eşit olarak dağıtılmak üzere araziler millîleştirildi, ve sikkelerin değerini düşürmek üzere yeni para birimleri uygulandı. Bu reformlar yaygın itirazlara yol açmış olsa da, Wang Mang'ın rejimi ancak MS 3 ile MS 11 yıllarındaki büyük sellerle en sonunda çöktü. Sarı Nehir'de alüvyonun giderek birikmesiyle su seviyesi yükselmiş ve sel kontrol çalışmaları taşmıştır. Sarı Nehir, birbirinden ayrı iki yeni kol halinde bölündü: biri kuzeye doğru, ötekisi ise Şantung Yarımadası'nın güneyine doğru aktı; ancak Han mühendisleri, MS 70 yılında nehrin güney kolunu baraj ettirmeyi başarmıştı. Seller, binlerce köylü çiftçinin yerinden edilmesine sebep oldu; bu insanların birçoğu, hayatta kalmak için bu olayların sonrasında Chimei gibi başıboş haydut ve isyancı gruplara üye oldu. Wang Mang'ın orduları, bu isyancı grupları bastıramadı. Son olarak, isyancı bir kalabalık, Weiyang Sarayı'na girip Wang Mang'ı öldürdü. İmparator Jing (h. MÖ 157-141)'in soyundan gelen Gengshi İmparatoru (h. MS 23-25), Han Hanedanı'nı yeniden kurmaya çalıştı ve Çangan'ı kendi başkenti olarak işgal etti, ancak Chimei isyancıları tarafından tahttan indirildi ve suikasta uğradı; Chimeiler, Gengshi'nın yerine Liu Penzi'yı kukla imparatoru olarak atadı. İmparator Gengshi'nın kardeşi Liu Xiu, veya ölümünden sonra anıldığı adıyla İmparator Guangwu, MS 23 yılı Kunyang Muharebesi'nde kendi yeteneklerini kanıtlamış olup, Gengshi'nın ardılı olarak tahta çıkmaya çağrıldı. Han Hanedanı, Guangwu'nun hükümdarlığı altında yeniden kuruldu. Guangwu, MS 25 yılında imparatorluğun başkentini Luoyang yaptı; MS 27 yılında ise Guangwu'nun subayları Deng Yu ile Feng Yi, Chimeilerin teslim oluşunu zorladı ve Chimei liderlerini vatana ihanet suçlamasıyla idam ettirdiler. MS 26'den 36'ya kadar İmparator Guangwu, imparator unvanına yönelik talepte bulunan diğer bölgesel savaş ağalarıyla savaşa girmeye zorunda kaldı; bu savaş ağaları yenilgiye uğradıktan sonra Çin, Han hükümdarlığı altında yeniden birleşti. Han Hanedanı'nın kuruluşu ile Wang Mang'ın hükümdarlığı arasındaki dönem (MÖ 206 - MS 9) Batı Han Hanedanı () veya Önceki Han Hanedanı () olarak bilinir. Bu dönem boyunca başkent Çangan (günümüz Xi'an) idi, ancak Guangwu'nun hükümdarlığında hanedanın başkenti doğudaki Luoyang kenti yapıldı. Guangwu'nun hükümdarlığından Han Hanedanı'nın sonuna kadar süren dönem (MS 25-220) ise Doğu Han Hanedanı () veya Sonraki Han Hanedanı () olarak bilinir. Doğu Han, Sonraki Han olarak da bilinir; 5 Ağustos 25 tarihinde Liu Xiu'nun Han İmparatoru Guangwu olmasıyla resmen başladı. Wang Mang'a yönelik yaygın isyanların sırasında Koguryo devleti, Han'ın Kore zeametlerine baskın düzenlemeye serbestti; MS 30'a kadar Han, bu bölge üzerindeki kontrolünü geri kazanmadı. MS 40 yılında Vietnamlı Trưng Kız Kardeşleri, Han'a karşı isyanda bulundu. Bunların isyanı, MS 42-43 yılları arasında süren bir kampanya kapsamında Han generali Ma Yuan tarafından bastırıldı. Wang Mang, Hiungnulara karşı düşmanlıkları yeniledi. Bu noktaya kadar Hiungnular, Hanlardan uzlaşmışlardı; ancak kendi kuzeni Panu (蒲奴)'ya karşı taht rakipliğinde bulunan Hiungu lideri Pi (比)'nin MS 50 yılında haraç olarak Han Hanedanı'na teslim olmasıyla birbirine karşı rekabette bulunan iki ayrı Hiungnu devleti ortaya çıktı: Han müttefiği Pi önderliği altındaki Güney Hiungnu ile Han düşmanı Panu önderliği altındaki Kuzey Hiungnu. Wang Mang'ın çalkantılı hükümdarlığı süresince Hanlar, Tarım Havzası üzerindeki kontrollerini kaybettiler; MS 63 yılında bu topraklar Kuzey Hiungnu devleti tarafından fethedildi ve Kuzey Hiungnu, Kansu'daki Hexi Koridoru'nu ele geçirmek amacıyla bu bu bölgeyi askeri üs olarak kullandı. MS 73 yılı Yiwulu Muharebesi kapsamında Dou Gu (ö. MS 88), Kuzey Hiungnu'yu yendi; bunları Turfan'dan ta Barköl Gölü'ne kadar kovdu, son olarak da Hami'de yeni bir garnizon kurdu. Batı Bölgeleri'nin Koruyucu Generali Chen Mu (ö. MS 75), Karaşehir ile Kuçar'daki Hiungnuların müttefikleri tarafından öldürüldükten sonra Hami garnizonu geri çektirildi. MS 89 yılındaki Altay Dağları Muharebesi kapsamında Dou Xian (ö. 89), Kuzey Hiungnu şanyusunu yendi, şanyu da sonra Altay Dağları'na geri çekildi. Kuzey Hiungnu'nun MS 91 yılında İli Nehri vadisine kaçması sonrasında göçebe Siyenpiler; Mançurya'daki Buyeo Krallığı sınırlarından Usun halkının ikamet ettiği İli Nehri'ne kadar uzanan alan üzerinde hakimdi. Siyenpiler, Çin ordularını sürekli olarak yenen Tanshihuai (檀石槐; ö. MS 180)'nın önderliği altında doruğuna ulaştı. Ancak Tanshihuai'nın kurduğu konfederasyon, kendi ölümü sonrasında dağıldı. Ban Chao (ö. MS 102), Kaşgar'ı ve bunun müttefiği Soğdiana'yı bastırma amacıyla günümüz Hindistan, Pakistan, Afganistan ve Tacikistan toprakları üzerinde hükmünü sürdüren Kuşan İmparatorluğu'ndan yardım istedi. Kuşan hükümdarı Vima Kadphises (h. MS 90-100 civarı)'in Han'a yönelik evlilik ittifakı talebi MS 90 yılında reddedilince Ban Chao'ya saldırmak amacıyla kendi kuvvetlerini Vahan (günümüz Afganistan)'a gönderdi. Bu çatışma, malzeme eksikliği nedeniyle Kuşanların geri çekilmesiyle sonuçladı. MS 91 yılında Batı Bölgeleri Koruyucu Generali görevi, Ban Chao'ya ihsan edilmesiyle yeniden ortaya çıktı. Parthialı An Shigao ve Kuşan dönemi Gandhara (Hindistan)lı Lokaksema gibi Budist metinleri Çinceye çeviren Budist rahipler, Doğu Han'ı ziyaret etmiş yabancıların arasındadır. Kuşanlarla karşılıklı olarak haraçların verilmesini içeren ilişkilerin sürdürülmesine ek olarak Han İmparatorluğu; Part İmparatorluğu'ndan, günümüz Birmanya'dan bir kraldan ve Japonyalı bir hükümdardan hediye almış durumdaydı ve Gan Ying'i Han'ın temsilcisi olarak atayıp Daqin (Roma)'e başarısızlıkla sonuçlanan bir sefer başlattı. "Weilüe" ile "Hou Hanshu" belgelerinde kaydedilenlere göre Roma İmparatoru Marcus Aurelius (h. MS 161-180)'ın atadığı temsilciler, MS 166 yılında İmparator Huan (h. MS 146-168)'ın devlet divanına ulaşmıştır, ancak tarihçi Rafe de Crespigny, bu kişilerin en büyük ihtimalle aslında bir grup Romalı tüccar olduğunu ileri sürmektedir. Çin'de Roma züccaciyeleri ve madeni paralarının keşfedilmesinin yanı sıra Antoninus Pius hükümdarlığına ve bunun evlat edindiği oğlu Marcus Aurelius'a dayanan madalyalar, Vietnam'daki Óc Eo arkeolojik sitesinde bulunmuştur. Bu, Çin kaynaklarına göre Roma ziyaretçilerin ilk vardığı ilk yer olduğu Rinan zeameti (Jiaozhi olarak da bilinir) ve MS 159 ile 161 yıllarına dayanan Tianzhu (günümüz kuzey Hindistan) büyükelçilikleri yakınlarında bulunmuştur. Óc Eo'nun ayrıca Batlamyus'un yazdığı "Coğrafya" (a.y. MS 150) eserinde betimlenen "Cattigara" liman şehri olduğu düşünülmektedir. Bu eserde aktarıldığına göre "Cattigara"; "Altın Yarımada" (Grekçe: Χρυσῆ Χερσόνησος, "Chrysḗ Chersónēsos"; günümüz Malay Yarımadası)'nın doğusunda, "Magnus Sinus" (yani Tayland Körfezi ile Güney Çin Denizi) kıyısında bulunur ve Yunan bir denizci bu yerleşimi ticaret amacıyla ziyaret etmiştir. İmparator Zhang'ın hükümdarlığı (h. MS 75-88), retrospektif olarak sonraki Doğu Han bilginleri tarafından Han hanedanlığının zirvesi olduğu düşünüldü. Müteakip dönemler ise, hadımların mahkeme siyasetine giderek daha fazla müdahale etmesi ve imparatorluk eşleri klanlarının şiddetli güç mücadelelerine de karışması ile işaretlendi. Zheng Zhong (ö. MS 107) isimli bir hadmının yardımıyla İmparator He (h. MS 88-105), İmparatoriçe Dou'yu (ö. MS 97) ev hapsine koyup Dou klanını kendi güçlerinden yoksun bıraktı. Bu; Dou'nun He'nın öz annesi Cariye Liang'ı klandan tasfiye etmesine, sonra da He'nın öz annesinin kimliğinin kendisinden gizli tutulmasına karşı intikam olarak yapıldı. İmparator He'nın ölümü ardından karısı İmparatoriçe Deng Sui (ö. MS 121), naip dul imparatoriçe unvanıyla çalkantılı bir finans krizi ve MS 107-118 yılları arasında süren yaygın bir Qiang isyanı sırasında devlet işlerinin yönetti. 11. Kolordu (Osmanlı) 11. Kolordu Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı dönemi askeri birimlerinden biridir. Osmanlı Ordusu'na bağlı olarak 1911 yılında Van merkezli olarak kuruldu. Kolordu seviyesine çıkarılması için yeniden yapılandı. Kolordu, 1911 Birinci Balkan Savaşı'nda aşağıdaki gibi yapılandırıldı:
Ağustos 1914, Kasım 1914, Nisan 1915, 1915 Yaz Sonu, Ocak 1916, Ağustos 1916'da kolordu aşağıdaki şekilde yapılandırıldı: Gümüşhane'nin Köse ilçesi Kabaktepe mevkiinde 1917 yılında Rus işgali sırasında şehit düşen 7 askerin bulunduğu şehit mezarlığı: I. Dünya Savaşı kayıp defterinde kimlikleri belirlenen 5 askerin şunlar: Pavlonya Pavlonya bir ağaç türüdür. Çin kavağı olarak da bilinir.Yılda yaklaşık 5-6 metre uzaması ve yetiştirmesinin diğer ağaç türlerine göre daha zahmetsiz olması ile bilinir. Ayrıca kısa vadede yüksek getirisi olan bir agaçtır. Çing Hanedanı Qing Hanedanı "(okunuşu: Çing)" (; Mançu: daicing gurun; anlamı: Büyük Sing Devleti), 1644-1911 yılları arasında Çin'de hüküm sürmüş hanedandır. Kurucusu, Çin'in kuzeydoğusunda yaşayan Mançuların Aisin Gioro klanıdır; bu nedenle Mançu Hanedanı olarak da adlandırılır. Çin'in son imparatorluk hanedanıdır. 19. yüzyıl; ipek ve çay gibi ürünler satın almak isteyen Batılı ülkelerin etki alanlarına giren Çin'in imparatorluk otoritesinin zayıflamaya başladığı dönemdir. Qing Hanedanı; Batı'ya açılmayı önce reddetmiş, ancak teknolojik açıdan zayıf olduğu bir dizi savaşı kaybettikten sonra uluslararası ticarete kapılarını açmak zorunda kalmıştır. Hanedanlığa olan güven sarsılınca, 1850'de hem Hıristiyanlıktan hem de Konfüçyüsçülükten öğeler taşıyan Taiping Ayaklanması başlamıştır. Sosyal bir devrim niteliği taşıyan hareket; toprak ağalığını kaldırmış ve eşitlikçi bir çizgi takip etmeye çalışmıştır. Ama liderleri kendi aralarında anlaşamayınca hareket zayıflamış ve 1864'te Mançular tarafından bastırılmıştır. Zamanla artan yabancı karşıtlığı, 1900'da Boxer Ayaklanması'na önayak olmuştur. Gizlice Mançular tarafından da desteklenen ayaklanmaya yapılan uluslararası müdâhale; atmosferi iyice germiştir. Mançuların kendi çıkarları için kullandıkları milliyetçi hareket; hanedanlığın Batı'ya karşı etkisiz kalması nedeniyle halk gözünde kendilerinin de zor duruma düşmesine neden olmuş ve nitekim 1911'de sona ermiştir. 1 Ocak 1912'de Çin Cumhuriyeti'nin kurulduğu resmî olarak ilân edilmiştir. Sun Yat-sen'in liderliğinde Nanking'de geçici hükümet kurulmuştur. Büyük Qing adı ilk olarak 1636'da meydana gelmiştir. Qing kelimesinin anlamı "saf, temiz" olmaktadır. Çin Zodiak sistemine göre Qing "su" anlamına gelip , aynı şekilde "ateş" anlamına gelen ve Ming Hanedanı'na adını veren Ming sözcüğüne karşı üretilmiş olabilir. Mançuca adının (Daicing Gurun) da Moğolca "savaşçı" anlamına gelen Дайчин (Dayçin) kelimesinden gelmiş olacağı varsayılabilir. Xia Hanedanı Xia (okunuşu: Şia) Hanedanı (Çince: 夏朝; Pinyin: xià cháo), Çin tarih kayıtlarına göre Çin'in ilk hanedanlığıdır; MÖ 2200 – 1800 tarihleri arasında hüküm sürmüştür. Birçok Çinli arkeolog Henan Eyaletindeki Erlitou kalıntılarını Xia Hanedanının varlığının kanıtı olarak kabul eder. Ancak çoğu Batılı bilim adamı bu görüşlere katılmamakta, hatta Xia hanedanının gerçekte var olduğuna bile şüpheyle yaklaşmaktadır. Shang Hanedanı Shang (okunuşu: Şanğ) Hanedanı (Çince: 商朝 pinyin: shāng cháo) ya da Yīn Hanedanı (殷代) MÖ 1600 - MÖ 1027 yılları arasında Çin'de Sarı Nehir deltasında hüküm sürmüş hanedanlık. Yarı efsanevi Xia Hanedanı'nın aksine tarihsel kanıtlar Shang Hanedanı'nın varlığını doğrulamaktadır; bu nedenle Shang Hanedanı Çin'in ilk hanedanı olarak kabul edilir. Bu döneme ait bronz kaplar ve Fal yazıtları üzerinde Çin yazısının ilk örneklerine rastlanmıştır. TCP ve UDP port numaraları listesi CNC CNC (Computer Numerical Control), CNC 'bilgisayar sayımlı yönetim' anlamına gelir. CNC tezgâhlar, üzerine özel bir standarda göre delikler delinmiş bantlar ile "otomatik" olarak işleme yaparlar. CNC makineler, üzerine monteli bir bilgisayar aracılığı ile programlanarak "otomatik" olarak işlem yapan makinelerdir. Bazı örnekler; CNC makineleri kullanmak (programlamak) için G (hazırlık) kodları, M (yardımcı) kodları ve ek olarak eksenler (x,y,z) kullanilir. CNC makinelerin programlanmasında iki çeşit standart söz konusu olmaktadır. Makine üreten firmalar bu standartlar çerçevesinde bu kod sistemlerini daha da geliştirmiş ve daha çeşitli hale getirmişlerdir. Günümüzde CNC makinelerin daha verimli, daha hızlı ve hatasız programlanabilmesi için CAD (bilgisayar destekli dizayn) ve CAM (bilgisayar destekli üretim) programları kullanılmaktadır. Bilgisayarlarda oluşturulan tasarımlarda yine bilgisayarlarla CNC makinalar için işleme aşamalarına karar verilip bunlar simulasyonla kontrol edilir ve işleme için G kodları oluşturulur. CAD, CAM, CNC: En basit ifadeyle, mekanik işleme gerektiren bir çalışmayı (delme, kazıma, boyama vs.), bilgisayardan gelen komutlara göre otomatik olarak yapan makinelere CAD CAM CNC makineleri denir. CAD, CAM ve CNC ile örneğin dikdörtgen şeklindeki bir tahta parçasını evdeki el aletlerini kullanarak daire şekline getirmek istersek, tahta üzerine pergelle istediğimiz çapta daire çizer, ardından testere ile daire dışında kalan fazlalıkları keseriz. Güzel bir daire olması için dairenin çevresi üzerinde bu kez törpü ve zımpara ile daha titiz çalışır ve nihayetinde tahtadan dairemizi yapmış oluruz. Eğer dekupaj testereniz varsa bu işi çok daha çabuk yapabilirsiniz. Ancak tam daire olması için yine törpü ve zımpara ile temiz çalışma gerekecektir. Forum (dergi) Forum, 1954-1970 yılları arasında yayımlanan, Demokrat Parti'ye muhalefetiyle bilinen ve yazarlarına göre Türkiye'de Batılı standartlara uygun demokrasi ve kurumların yerleşmesini amaçlayan 15 günde bir yayımlanmış dergi. İlk sahibi Nilüfer Yalçın'dır. Derginin 1954-1960 yılları sayılarındaki yazılarda yer alan, ülkenin siyasî, iktisadî ve toplumsal sorunlarına dair getirilmiş olan çözüm önerileri, 1961 Anayasası'nın öngördüğü Türkiye tasarımına kaynaklık etmiştir. 1 Nisan 1954'te ilk sayısı çıkan dergi, Bahri Savcı, Osman Okyar, Bedii Feyzioğlu, Aydın Yalçın, Turhan Feyzioğlu, Turan Güneş, Nilüfer Yalçın, Bülent Ecevit, Kemal Salih, Nejat Tunçsiper, Cavit Erginsoy, Mukbil Özyörük, Ziya Müezzinoğlu, Yaşar Karayalçın, Kudret Ayiter ile Akif Erginay'ın başını çektiği bir ekip tarafından kuruldu. Yayımından bir süre sonra bu ekibe Cahit Talas, Muammer Aksoy, Şerif Mardin, Coşkun Kırca, Mümtaz Soysal, Metin And, Sadun Aren, Haluk Ülman, Şevki Vanlı, Cemal Aygen ve daha birçok aydın katıldı. Derginin çıkış amacı, 1954 genel seçimlerinden sonra Demokrat Parti iktidarını bilimsel bir yöntemle eleştirerek uyarmak ve yurt sorunlarını kapsamlı bir biçimde sergilemek olarak belirlendi. Bu doğrultuda hareket eden Forum, sayfalarını çeşitli görüşteki yazarlara da açarak ülke gündemine çeşitli tartışma konuları getirdi. Yayımını belirli bir dünya görüşüne bağlı kalmadan 1960'ların ortalarına kadar sürdüren Forum, bu yıllarda, başta Aydın Yalçın olmak üzere yazarlarının bir bölümünün sağ partilere kaymasından, bir bir bölümünün de iş yaşamına girmesinden sonra kalanlardan Muammer Aksoy'un yanına Adnan Cemgil, Kemal Sülker, Gülten Kazgan, Bekir Kıraç, Selahattin Keyman ve Doğan Avcıoğlu'nun eklenmesiyle sol görüşlü bir içeriğe büründü. 1968'de etkinliğini yitirmeye başlayan dergi, Türkiye İşçi Partisi'nin bakış açısıyla Hasan Hüseyin Korkmazgil'in yönetiminde yeniden canlandırılmak istendiyse de, başarı sağlanamayınca 15 Ekim 1969'da yayımına son vermek zorunda kaldı. İşçi Partili Mehmet Ali Aybar yanlısı kanadın görüşlerini yansıtmak amacıyla Şubat 1970'de yeniden çıkarılan Forum, sadece birkaç sayı daha yaşayabildi. Son sayısı 28 Nisan 1970'te yayımlanan dergi, toplamda 379 sayı yayımlandı. 15 Eylül 1979 tarihinden itibaren eski kurucularından bazılarının da katılımı ile "Yeni Forum" adı altında çıkmaya başladı. Derginin kurucusu ve başyazarı Prof. Aydın Yalçın, 4 Ekim 1994 tarihinde vefat edene kadar bu derginin yönetim kurulu başkanlığı ve başyazarlığını yürüttü. Prof. Yalçın'ın başkanlığında yayımlanan dergi Dünya'da birçok ülkede yıllarca en önemli kaynak eser olarak kullanıldı ve hâlâ da kullanılmaya devam ediyor. Dergi, Prof. Aydın Yalçın'ın vefatından sonra eşi gazeteci-yazar Nilüfer Yalçın ve yazı işleri müdürü Ömer Lütfi Kanburoğlu'nun yönetiminde 1999 yılına kadar yayımlanmaya devam etti. Dergi, 2000 yılında Türkiye'nin yaşadığı ekonomik kriz sebebi ile 1954 yılında başladığı yayın hayatına istemeden veda etmek zorunda kaldı. Forum Selçuk Yöntem Selçuk Yöntem (d. 13 Temmuz 1953, Eyüp), Türk oyuncu ve sunucu. 13 Temmuz 1953'te yılında Erzurumlu bir anne ve Sakaryalı bir babanın çocuğu olarak Eyüp, İstanbul'da doğdu. 1975 ve 1976 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Yüksek Bölümü'nden mezun oldu. 1977'de Ankara Devlet Tiyatrosu'nda çalışmaya başlayan Yöntem, 1994'te İrfan Yalçın'ın "Aşağıdakiler" adlı oyununu, 1995'te Savaş Dinçel'in "Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye" adlı oyununu yönetti. Bu oyunla "Övgüye Değer Yönetmen" ödülünü aldı. 1997-1998 tiyatro sezonunda Haldun Taner'in "Ay Işığında Şamata" adlı oyununu yönetti. 1986-1987 tiyatro sezonunda "Dört Mevsim" adlı oyunla "Övgüye Değer Erkek Oyuncu" ödülünü, 1988-1989 tiyatro sezonunda "Peynirli Yumurta" adlı oyunla "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü, 1990 -1991 tiyatro sezonunda ise "Deli Dumrul"daki rolü ile "Ulvi Uraz En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı. Sahne oyunlarının yanı sıra TRT İstanbul Radyosu'nun hazırladığı radyo oyunlarında da rol aldı. Televizyon ve sinema için film çalışmaları yaptı, "C Blok" adlı filmle "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü alan Yöntem, "Deli Yürek" adlı dizi ve sinema filmindeki Bozo tiplemesinden sonra, 2003 yılındaki "Kurtlar Vadisi" adlı dizide de Aslan Akbey karakterini canlandırdı. 2008 yılında Kanal D'de yayınlanmaya başlanan "Aşk-ı Memnu" dizisinde başrollerdeki karakterlerden biri olan Adnan Ziyagil'i canlandırdı. 400'ü aşkın bölüm sunduğu "Büyük Risk" adlı bilgi yarışması Star Tv'de başlamış, Show TV'de devam etmiştir. 2013 atv'de yayınlanan "Bugünün Saraylısı" dizisinde Ata Katipoğlu'nu oynadı. "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışma programının sunucusu Kenan Işık'ın beyin kanaması geçirmiş olma
sı ve programı sunamayacak olması sebebiyle Kim Milyoner Olmak İster? 'in 4. sezonun sunucusu olarak kararlaştırılmıştır. Şarj dinamosu Şarj dinamosu ya da Şarj Üreteci Doğru akım generatörü olup, kollektörü ve statör sargıları paralel çalışan bir jeneratördür. Dinamo aküyü şarj eder ve araçların elektrikli aletlerine gerekli akımı sağlar. Nursialı Benedikt Nursialı Benedikt (Latince: Benedictus Nursinus, d. 480 ö. 547) veya hristiyanlara göre Aziz Benedikt. Norcia, İtalya'da yaşamış hem ortodoks hem katolik mezhebine göre aziz kabul edilen bir din adamıdır. Batı hristiyanlığında manastır kültürünü ve keşiş hayatını başlatan kişidir. Benediktin tarikatının kurucusudur. Nursialı Benedikt'in yaşama prensipleri Benediktin keşişleri tarafından Aziz Benedikt'in Kuralları (Regula Benedicti) olarak adlandırılır ve günlük yaşamda bir kılavuz olarak uygulanır. Halen varlığını sürdüren Sistersiyenler ve Trappistler Aziz Benedikt'in kurallarına göre yaşarlar. Nursialı Benedikt 1220 yılında "Aziz"lik mertebesine yükseltilmiştir. 1964'te Papa 6. Paul tarafından Avrupa'nın koruyucu azizi ilan edilmiş, daha sonra ismi papa isimlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Alman Kardinal Joseph Ratzinger, 2005 yılında papa ilan edildiğinde Aziz Benedikt'e ithafen kendisine Papa 16. Benedikt ismini seçmiştir. Nursialı Benedikt'in hayatı hakkında bilinenler kendisinden sonra yazılmış bazı yazılardan ibarettir. Bunlardan en eskisi Papa 1. Gregory'nin yazmış olduğu dört ciltlik Dialogues adlı eserindedir. Bu eserde Gregory'nin, Siraküzalı Maksimilyen'e yazdığı ve kendine özgü disiplinli bir hayat yaşayan bir keşişten bahseden bir mektubu yer almaktadır. Bu mektupta Monte Cassino'da yaşayan bu keşişe ait kendisine nakledilen çeşitli mucizelerden bahsetmektedir. Benedikt Nursia'lı bir Roma asilzadesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Aziz Bede'ye göre Benedikt, ortodoks ve katolik kiliselerince azize olarak kabul edilen Azize Skolastika'nın da ikiz kardeşidir. Benedikt 20'li yaşlarında geldiğinde şehir yaşamından uzak bir yer aramak üzere yanına yaşlı dadısını alarak Roma'yı terkedip Enfide'ye doğru yola çıkmıştır. Yolda Subiacolu Romanus isimli bir keşişe rastlamıştır. Romanus bir mağaranın üstüne kurulu manastırda yaşadığını ve gayesini anlatmış ve Benedikt'e bir keşiş elbisesi hediye etmiştir. Benedikt, Romanus'tan etkilenip kimsenin haberi olmadan bu mağarada tam 3 yıl bir münzevi olarak yaşamıştır. Arada bir Romanus ile konuşma dışında kimse ile iletişim kurmadan yaşadığı 3 yıllık hayat Benedikt'in zihninin ve karakterinin olgunlaşmasına yol açmıştır ve bu süre içinde Romanus'un ve kendisinden haberdar olan yerel halkın saygısını kazanmıştır. Yakınlarda bulunan Vicovaro manastırının başpapazının ölümü üzerine kendisine bu manastıra katılması teklif edilmiştir. Benedikt burada o günkü manastır yaşamı ile tanışmış ve kendi fikirleri ile asla bağdaşmayacağını anlamıştır. Manastırda yaşayan diğer keşişlerle sık sık fikir ayrılığına düşmüş bunun sonucu olarak bazı keşişler onu zehirleme girişiminde bulunmuşlardır. Bunun üzerine Benedikt manastırdan ayrılıp tekrar mağaraya dönüp orada yaşamaya başlamıştır. Efsaneye göre manastırdaki rahipler önce şarabın içine zehir karıştırmışlar ancak Benedikt şarabı içmeden kutsamak için dua ederken kadeh parçalara ayrılmıştır. Ardından zehirli bir somun ekmek hazırlamışlar ancak yine ekmeği yemeden önce dua ederken bir karga gelip önünden ekmeği kapıp gitmiştir. Bundan sonra sık sık mucizeler göstermeye başlamıştır ve pek çok kişi onun kılavuzluğu altına girmek için kendisini Subiaco'da ziyaret etmeye başlamıştır. Bu kişiler için o vadide 12 manastır inşa etmiştir ve her birine bir papaz ile 12 keşiş yerleştirmiştir. İnşa ettiği 13. manastırda ise birkaç keşiş ile birlikte kendisi de yaşamaya başlamıştır. Ancak bu manastırın ve tüm manastırların baş papazı olarak kalmıştır. Manastırların kurulmasından sonra çocuklar için okullar kuruldu. Bu okullardan ilk yetişenler arasında Aziz Maurus ve Aziz Placidus da vardır. 21 Mart 547 yılında Monte Casino manastırında ayakta dua eder halde öldü. Bayramı 21 Mart olarak kutlanmaktaydı ancak bu tarih oruç zamanına denk geldiği için Roma Katolik Takviminde 11 Temmuz olarak değiştirildi. Ortodokslar ise 14 Mart olarak kutlarlar. Origin of Symmetry Origin Of Symmetry , İngiliz rock grubu Muse 'ün 17 Temmuz 2001'de piyasaya çıkan ikinci albümüdür. "Plug-In Baby", "New Born", "Hyper Music/Feeling Good" ve "Bliss" single olarak yayımlanmıştır. "Simetri merkezi" anlamına gelen bu albüm ismi, dünyanın içinde bulunduğu kaosa rağmen her şeyin bir simetrisi olduğu düşüncesinden doğmuştur. Bütün şarkılar Matthew Bellamy tarafından yazılmıştır. Margaret Beckett Margaret Mary Beckett (1943- ) İngiliz siyasetçi. İngiltere İşçi Partisi üyesi, 5 Mayıs 2006 ile 28 Haziran 2007 arasında İngiltere dışişleri bakanı. İngiltere'de göreve gelen ilk kadın dışişleri bakanıdır. Margaret Mary Jackson adıyla 15 Ocak 1943'de İngiliz marangoz bir baba ile İrlandalı Katolik bir annenin çocuğu olarak Ashton'da dünyaya geldi. Ablası rahibe olan Margaret, Norwich'de bulunan Notre Dame Kız Lisesi'nin ardından Manchester Bilim ve Tekneloji Üniversitesi'nde metalbilim eğitimi aldı. Özel bir şirkette stajını tamamladıktan sonra 1962'da Manchester Üniversite'si metalbilim bölümünde deney görevlisi olarak işe başladı. 1970'de ise İngiliz İşçi Partisi'nde endüstriyel polika araştırmacısı olarak görev aldı. 1979'da yine İşci Partisi'nde görevli Lionel Beckett ile evlendi. 1974-1979 yılları arasında milletvekilliği yaptı ve 1983 yılı itibarıyla aralıksız milletvekilliği görevini sürdürmektedir. 1998-2001 yılları arasında Avam Kamarası Başkanlığı, 2001-2006 yıllarında Çevre ve Gıda Bakanlığı, 2006-2007 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı, 2007-2008 yılları arasında Parlamento ile İlişkiler Bakanlığı, 2008-2010 yılları arasında da Konut ve Planlama Bakanlığı yapmıştır. Kıbrıs Türk Devleti Kıbrıs Türk Devleti, dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan Annan Planı'ında Kıbrıs Rum Devleti ile birlikte Birleşmiş Kıbrıs Cumhuriyeti'ni oluşturacak olan federe devlete verilecek olan isim. 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs adasının her iki tarafında eş zamanlı olarak referanduma sunulan, Türkler tarafından kabul edilmesine rağmen, Rumlar tarafından ret edilmesi ile hayata geçemeyen Annan Plan'nında merkezi devlete ait bazı yetkiler kurulacak olan alt federe devletlere verilecekti. Fakat bu planın reddi nedeniyle bu oluşum hiçbir zaman hayata geçemedi. Fakat planın reddinden sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, İslam İşbirliği Teşkilatı'na ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'na Kıbrıs Türk Devleti adıyla gözlemci üye olmuş ve bugün bu isim ile temsil edilmektedir. Gazimağusa Gazimağusa ya da Mağusa (Yunanca: Αμμόχωστος (Ammohostos)), Kıbrıs Adası'nda bir liman kenti. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Mağusa kazası'nın ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Gazimağusa İlçesi'nin yönetim merkezi. Mağusa, Akdeniz'in en fazla güçlendirilmiş limanlarından biridir. Yakındoğu ile Avrupa arasında bir basamak oluşturur. Mağusa'nın esas gelişimi Lüzinyanlar devrine rastlar. Yakındoğu'dan şehre yerleşenler, kültür ve değerleriyle kent sakinlerine yeni bir güç ve dinamizm kattılar. 2011 nüfus sayımına göre kent, 40.920 kişilik nüfusa sahiptir. Doğu Akdeniz Üniversitesi de burada bulunmaktadır. Gazimağusa'nın altın kumsalları dünyanın en iyi bilinen plajları arasındadır. Şehirde her yıl düzenli olarak Gazimağusa Belediyesi ve Doğu Akdeniz Üniversitesi'nce gerçekleştirilen Uluslararası Mağusa Kültür ve Sanat Festivali yapılmaktadır. Klasik antik dönemde Mısır Kraliçesi II. Arsinoe'ye atfen şehir "Arsinoe" (Yunanca: Ἀρσινόη) olarak bilinirdi. Strabon tarafından da o isimle bahsedilmiştir. Yunancada ise "kumda saklı" anlamına gelen "Ammohostos" olarak geçmektedir. Bu isim daha sonraki dönemlerde "Famagusta" (Batı dillerinde sıkça Fransızca'daki karşılığı "Famagouste" ve İtalyanca'daki karşılığı "Famagosta" kullanılmıştır, Türkçede ise "Mağusa" olarak bilinir. 1974 yılında Kıbrıs Türk yönetimi tarafından "gazilik" unvanı verilmiştir. Şehrin eski merkezi altın yıllarında rivayete göre yılın her günü için bir kiliseye sahip olmasından dolayı "365 kiliseli şehir" unvanına sahiptir. Türkçedeki "Magosa" kullanımı yerlilerin tepkisi çeken bir yanlış kullanımdır. Şehir ilk olarak MÖ 3. yüzyılda I. Ptoleme tarafından "Arsinoe" adıyla kurulmuştur. MS 647/648 yıllarında Salamis'in Araplar tarafından yağmalanması sonucu şehre buradan gelen göçmenler yerleşti. 1291 yılında Haçlı Seferleri sırasında Akka alınınca oradan göç edenler şehre yerleşti. Halkla birlikte tüccarların da gelmesi sonucu şehir zenginleşip önem kazandı ve Gazimağusa Limanı sayesinde bir ticaret merkezi konumuna geldi. Lüzinyanlar döneminde Kudüs'ü de yöneten Lüzinyan kralları 1372'ye kadar Mağusa'daki St. Nikolas Katedrali'nde taç giydi. Bu dönemde şehirde pek çok kilise inşa edildi. 1372'de Cenevizliler şehri ele geçirmiş, şehir yapılan anlaşma gereği 1469'a kadar Ceneviz yönetiminde kalmış ve daha sonra Lüzinyanlara geri verilmiştir. Ceneviz döneminde bir askeri bölge olarak kullanılan şehir ticaret merkezi olma özelliğini yitirmiştir. Türklere kadar Roma ve Doğu Roma İmparatorluklarının, Latinlerin ve Venediklilerin eline geçen kale II. Selim dönemindeki (1566-1574) Kıbrıs Seferi sırasında 6 Ağustos 1571'de Türk birlikleri tarafından fethedildi. 1878'e dek Türk yönetiminde kalan kale Kıbrıs ile birlikte 1878 yılında İngiliz idaresine bırakıldı. 1960 yılında bağımsızlığını kazanan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin önemli turizm beldelerinden biri haline gelen Mağusa, 1974'te Kıbrıs Harekâtı sırasında Türk birliklerince ele geçirildi. Kent, 1975 yılında ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti ve 1983'te kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin önemli liman, turizm ve üniversite eğitimi merkezlerinden biri haline geldi. Othello Kalesi, Gazimağusa Limanı, Aziz Nicholas Katedrali, Francis Kilisesi, Namık Kemal Zindanı v
e Müzesi, Kertikli Hamam, Mağusa Surları, Aziz Barnabas Manastırı, Azize Anna Kilisesi ve Salamis Antik Kenti. Tzipi Livni Tziporah Malkah "Tzipi" Livni (, d. 5 Temmuz 1958, Tel Aviv), eski Mossad ajanı, İsrail'in eski Dışişleri Bakanı ve eski Adalet Bakanı. Hatnuah Partisinin lideri. Eski birer Irgun militanı olan Eitan Livni ve Sara Rosenberg'in çocuğu olarak Tel Aviv'de dünyaya geldi. Polonya doğumlu babası Eitan Livni, bölgedeki İngilizlere karşı bombalı saldırılarda bulunan Irgun örgütünün operasyon şefiydi. Ortodoks yani tutucu bir aileye sahip olan Livni, 12 yaşından beri vejetaryendir. Anadili İbranice'nin yanı sıra İngilizce ve Fransızca da bilmektedir. İsrail Savunma Kuvvetlerine hizmet eden Livni, askerliğini tamamladıktan ve bir yıl hukuk okuduktan sonra Mossad'a katılmıştır. 1980'li yıllarda Avrupa'da, İsrail gizli servisi Mossad'ın ajanı olarak görev yapan Livni, işin stresini gerekçe göstererek Mossad'dan yine 80'lerde istifa etmiş ve hukuk öğrenimine devam etmiştir. Daha sonra hayatını ticari avukat olarak sürdürmüştür. Ehud Olmert'in Kadima'nın liderliği için tekrar aday olmayacağını açıklamasından sonra yapılan parti içi seçimleri kazanan Livni 17 Eylül 2008 tarihinde Kadima'nın lideri oldu. Partisi Kadima, 10 Şubat 2009 erken genel seçimlerinde ilk sırada olmasına rağmen Benyamin Netanyahu liderliğindeki Likud partisi sağcı partilerin desteği ile hükümeti kurma yetkisini alarak yönetime geldi. Tzipi Livni ise "Ana Muhalefet Lideri" sıfatıyla meclisteki yerini aldı. Gazze'deki Kurşun Dökme Operasyonu sırasında İsrail Dışişleri Bakanı olan Livni hakkında 2009 yılında bir İngiliz mahkemesince "savaş suçlusu" olduğu gerekçesiyle tutuklama kararı çıkartıldı. Livni, İngiltere'ye yapacağı ziyareti iptal ederken İsrail durumu protesto etti. Netanyahu "İngiltere'de meydana gelen bu saçmalığı tümüyle reddediyoruz" diyerek tepkisini dile getirdi. İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Şalom ise "Biz hepimiz Tzipi Livni'iz" sözleriyle Livni'nin yanında olduklarını belirtti. İngiliz Guardian gazetesinde yer alan habere göre Livni'nin ziyaretini iptal etmesi üzerine söz konusu mahkeme kararı geri çekildi. 27 Mart 2012 tarihinde yapılan Kadima Kongresi'nde Şaul Mofaz'a karşı parti liderliği yarışını kaybetti ve liderlik görevini Mofaz'a devretti. 1 Mayıs 2012 tarihinde milletvekilliğinden istifa ettikten sonra aynı yıl liberal ve seküler çizgideki bir parti olan Hatnuah'ı kurdu. Lideri olduğu Hatnuah 2013 seçimlerinde Livni dahil 6 milletvekili ile Knesset'te yer aldı. Livni seçim sonrası 33. Hükümette Adalet Bakanlığı görevini üstlendiyse de daha sonra gelişen tartışmalar sonrasında görevinden alındı. Rafael Saban Rafael Saban (1890, İstanbul - 14 Temmuz 1960, İstanbul), Türkiye Musevilerinin hahambaşı idi. Tiyatrocu Nedim Saban'ın büyükbabasıdır. 1890 yılında İstanbul’da doğan Rafael Saban, Türkiye’de yaşayan Yahudilerin 1940 yılından itibaren 20 yıl dini liderliğini yapıp 14 Temmuz 1960'ta vefat etmiştir. Rafael Saban, Türkçe dışında İbranice, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Ladino (Judeo İspanyolca) ve Aramice dillerini biliyordu. Tevrat, Talmud, Yahudi ilahiyatı ve genel ilahiyat konularında çeşitli araştırma ve makaleleri de var. Joachim Löw Joachim Löw (, d. 3 Şubat 1960) Alman eski futbolcu ve teknik direktör. Şu an Almanya millî futbol takımını çalıştırmaktadır. Almanya, 2014 yılında Brezilya'da düzenlenen FIFA Dünya Kupası'nı almayı başarmıştır. Löw 1978 yılında kariyerine 2. Bundesliga takımlarından SC Freiburg'da başladı. İki kez döndüğü (1982, 1985) takım en çok gol attığı takım oldu. 1980 yılında Bundesliga'da mücadele eden VfB Stuttgart takımına transfer oldu. Ama ilk 11'e girmekte zorluk yaşayan futbolcu sadece dört maçta forma giydi. 1981-82 sezonunda Eintracht Frankfurt'ta oynadı. Oynadığı 24 maçta 5 gol attı. Sonraki yıl Freiburg'a döndü. 1982-83 sezonunda 2. Bundesliga'da 34 maça çıktı ve 8 gol attı. 1983-84 sezonunda yine 2. Bundesliga'da 31 maçta 17 gol attı. 1984-85 sezonunu Bundesliga'da Karlsruher SC takımında geçirdi. Çıktığı 24 maçta 2 gol attı. Sonraki sezon yine Freiburg'a döndü. Dört yıl boyunca 116 maça çıktı ve 38 gol attı. Kariyerini İsviçre'de FC Schaffhausen (1989-1992) ve FC Winterthur (1992-1994) takımlarında oynayarak bitirdi. Löw ayrıca dört kez Almanya 21 yaş altı millî futbol takımı adına forma giydi. Löw teknik direktörlük kariyerine hâlâ futbol oynarken FC Winterthur'un genç takımında başladı. 1994-95 sezonunda FC Frauenfeld takımında futbol oynarken teknik direktörlük yaptı. 1995-96 sezonunda VfB Stuttgart'ta teknik direktör Rolf Fringer'in yardımcılığını yaptı. Fringer İsviçre millî takımına geçince Ağustos 1996'da geçici teknik direktörlük yaptı. Sonra kalıcı oldu. "Sihirli üçgen" adı verilen Krasimir Balakov, Giovane Élber, ve Fredi Bobic'in oynadığı takım 1996-97 sezonunda DFB-Pokal'i kazandı. Sonraki sezon Bundesliga'da dördüncü olan takım Kupa Galipleri Kupası'nda finale kadar geldi. Finalde Chelsea'ye 1-0 yenildiler. Temmuz 1998'de Stuttgart takımından ayrılan Löw, Süper Lig'de mücadele eden Fenerbahçe'nin başına geçti. Sezon sonunda Süper Lig'i üçüncü bitiren takım UEFA Kupası'nın birinci turunda Parma'ya toplamda 3-2 yenilerek elendi. Teknik direktör, Ekim 1999'da Karlsruher SC takımının başına geçti. Ama takımın üçüncü lige düşmesine engel olamadı ve görevden alındı. 2000-01 sezonunda Türkiye'ye dönerek Adanaspor'u çalıştırdı. Adanaspor sonuncu olarak küme düştü. Ekim 2001'de Tirol Innsbruck takımına geçti. 2001-02 sezonunda takım Avusturya Bundesliga şampiyonu oldu. 2002 yılında iflasını ilan etmek zorunda kalan kulüp kapatıldı. Boşta kalan Löw 2003-04 sezonunda Austria Wien takımının başına geçti. Takım ligin sonunda ikinci oldu. UEFA Şampiyonlar Ligi'nin üçüncü ön elemesinde Olympique de Marseille'ya toplam 1-0 yenildiler ve UEFA Kupası'na kaldılar. UEFA Kupası'nın birinci turunda Borussia Dortmund'a toplam 3-1 yenilerek elendiler. 13 Temmuz 2006 tarihinde Klinsmann sözleşme yenilememe kararı aldıktan sonra Almanya teknik direktörlüğü için Löw'ün adı geçti. İki yıllık sözleşme imzalayan Löw, Klinsmann'ın ofansif oyun tarzını devam ettirmek istediğini açıkladı. Löw, özellikle oyuncularının topu ayağında fazla tutmasından endişeliydi. Görev süresince bunu azaltarak oyun hızını artırdı. Euro 2008'i kazanmak istediğini söyledi. Takımın başındaki ilk maçına 16 Ağustos 2006 tarihinde Gelsenkirchen'de İsveç karşısında çıktı. Miroslav Klose'nin attığı iki gol ve Bernd Schneider'in bir golüyle maçı 3-0 kazandılar. Euro 2008 elemelerine İrlanda ve San Marino galibiyetleriyle başladı. 7 Ekim 2006 tarihinde Rostock'ta Ostseestadion'da oynanan Gürcistan maçını 2-0 kazandılar. Böylece ilk dört maçından galibiyetle ayrılan Löw Almanya millî takımının en iyi başlangıç yapan teknik direktörü oldu. Takımın 11 Ekim'de Euro 2008 elemelerinde Bratislava'daki Slovakya maçını da 4-1 kazanmasıyla bu rekoru geliştirdi. Slovakya'dan Stanislav Varga'nın attığı gol Löw'ün çalıştırdığı Almanya'nın yediği ilk gol oldu. Löw'ün rekoru 15 Kasım'da yine elemelerle Lefkoşa'daki 1-1 berabere kaldıkları Kıbrıs maçıyla sona erdi. Löw, takımın başındaki ilk mağlubiyetini sekizinci maçında, 28 Mart 2007 tarihindeki Danimarka karşısında 1-0 yenilerek aldı. Euro 2008 elemelerinde grubu birinci bitiren takım doğrudan turnuvaya gitmeye hak kazandı. Almanya Euro 2008'deki ilk maçında Polonya'yı 2-0 yenerken iki golü de Lukas Podolski attı. İkinci maçta Sleven Bilic'in çalıştırdığı Hırvatistan'a 2-1 yenildiler. Grubun son maçı olan Avusturya maçında Löw, hakem Manuel Enrique Mejuto Gonzalez ve Avusturyalı dördüncü hakem Josef Hickersberger tarafından tribünlere yollandı. Almanya Michael Ballack'ın golüyle 1-0 kazanarak çeyrek finale yükseldi. Löw gruplarda kullandığı 4-4-2 sistemini 4-2-3-1'e çevirerek Mario Gomez'i ilk 11'den çıkardı. Maçı kenardan izlemek zorunda kalmasına rağmen Portekiz'i 3-2 yenmeyi başardılar. Yarı finalde Türkiye'yi de 3-2 yenen Almanya 29 Haziran 2008 tarihinde oynanan finalde İspanya'ya 1-0 yenilerek finalist oldu. Günwy Afrika'da düzenlenecek olan FIFA Dünya Kupası'nın elemelerinde grupta namağlup giden Almanya birinci oldu. 10 Ekim 2009 tarihinde grubun sondan bir önceki maçında Guus Hiddink'li Rusya'yı 1-0 yenerek play-offlara yolladılar. 2010 FIFA Dünya Kupası'nda Löw, yeni oyuncuları kadroya çağırdı ve Almanya turnuvanın en genç ikinci takımı oldu. 1934 yılından beri de Almanya'nın en genç kadrosuydu. D grubuna düşen Almanya; Gana, Avustralya ve Sırbistan'ın bulunduğu bu grubu lider bitirerek son 16 turunda İngiltere ile karşılaştı. İngiltere'yi 4-1 yenip çeyrek finale yükselen takım çeyrek finalde Arjantin'i 4-0 mağlup etti. Yarı finalde İspanya'ya 1-0 yenildiler. 10 Temmuz 2010 tarihinde Uruguay ile yaptıkları üçüncülük maçını 3-2 kazanarak turnuvayı üçüncü bitirip bronz madalya aldılar. Löw'lü Almanya, Euro 2012 elemelerinde düştüğü A gurubunda on maçın onunu da kazanarak birinci oldular. Elemeler sırasında Löw sözleşmesini 2014'e kadar uzattı. Euro 2012'de B grubunda Almanya Portekiz'i 1-0, Hollanda ve Danimarka'yı 2-1 yenerek üçte üç yaptı. Çeyrek finalde Yunanistan'ı 4-2 yenerek yarı finale yükseldi. Ama yarı finalde İtalya'ya 2-1 yenilerek elendi. Elemeleri yine namağlup olarak geçen Almanya 2014 FIFA Dünya Kupası'ndaki ilk maçında Portekiz'i 4-0 yendi. İkinci maçta Gana'yla 2-2 berabere kaldılar. Üçüncü maçta eski teknik direktörleri Jürgen Klinsmann'ın çalıştırdığı ABD'yi Thomas Müller'in attığı golle 1-0 yenerek üçte üç yaptılar. Son 16 turunda Cezayir ile karşılaştıkları maçta Cezayir'in yakaladığı fırsatlarla Almanya defansını kırmaya çalışmasıyla Löw'ün taktikleri sorgulanmaya başladı. Yine de uzaltmalara kalan maçı Almanya 2-1 kazandı. Çeyrek finalde Fransa'yı 1-0 yenerek yarı finale yükseldiler. Yarı finalde, Brezilya'yı 7-1 yenerek finale yükseldiler. Bu sonuç Brezilya'nın FIFA Dünya Kupası tarihindeki en kötü sonucu oldu. Finalde Arjantin ile karşılaşan Almanya uzaltmalarda 1-0 kazandı ve Löw'ün i
lk kez kazandığı FIFA Dünya Kupası Almanya'nın dördüncü FIFA Dünya Kupası oldu. Almanya Euro 2016 elemelerine 2-1'lik İskoçya galibiyetiyle başladı. Sonraki maçta Almanya Polonya'ya 2-0 yenildi. Maçta 28 şutu olmasına rağmen yenilen takım grupta dördüncü sıraya düştü. 14 Ekim 2014 tarihinde İrlanda ile 1-1 berabere kaldılar. John O'Shea, 90+4'te attığı golle beraberliği sağlamış oldu. Sonraki ay Cebelitarık'ı 4-0 yendiler. 13 Mart 2015 tarihinde Löw sözleşmesini 2018 yılına kadar uzattı. 29 Mart 2015 tarihinde Gürcistan'ı 2-0 mağlup ettiler. Böylece Almanya ikinci sıraya yükseldi. 10 Haziran 2015 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'yle yaptıkları hazırlık maçında 2-1 yenildiler. Bu galibiyetle ABD, tarihinde ilk kez Almanya'yı yenmiş oldu. Löw'ün 1986 yılından beri evli olduğu Daniela ile çocukları olmamıştır. 1978 yılında beri çıkan çift sekiz yıl sonra evlenmiştir. Löw, araba aşrırı hız ve telefonla konuşmasından dolayı biri 2006'da (bir ay), biri de 2014 yılında (altı ay) olmak üzere iki kez sürücü belgesini kaybetmiştir. FIP FIP aşağıdakilerden birinin kısaltmasıdır: Letonca Letonca ya da bir diğer adıyla Letçe ("latviešu valoda"), Letonya'nın resmî dilidir. 1,4 milyon kişi ana dil olarak, 1-1,5 milyon kişi yabancı dil olarak, toplamda yaklaşık 3,2 milyon kişi tarafından konuşulur. 33 harfli bir alfabe kullanılır. Sesli Harfler Sessiz Harfler - "Çengel İmi" Sessiz Harfler - "Yumuşatma İmi" Werner Lorant Werner Lorant (d. 21 Kasım 1948, Welver), Alman futbolcu ve teknik direktördür. Oyunculuk döneminde oynadığı kulüpler; Borussia Dortmund (1971 - 1973), Rot-Weiss Essen (1973 - 1977), 1. FC Saarbrücken (1977 - 1978), Eintracht Frankfurt (1978 - 1982), FC Schalke 04 (1982 - 1983), Hannover 96 (1983 - 1984), Heidingsfeld (1984 - 1986) ve 1. FC Schweinfurt 05 (1986 - 1987) idi. Türk medyası tarafından kendisine "Köylü" lakabı takılmıştır. Fenerbahçe'de teknik direktörlük yaptığı dönemde 6-0'lık Fenerbahçe-Galatasaray maçını kazanarak tarihe geçmiştir. Bu maçtan sonra "Korkaklar kazanamaz" şeklinde bir demeç vermiştir. 2006-2007 sezonunda İran'ın Saipa takımından Kayseri Erciyesspor'a transfer olmuştur fakat bu takımda aldığı başarısız sonuçlar nedeniyle kulüpten gönderilmiştir. Daha sonra Sivasspor'a geçmiştir. Son olarak Kasımpaşa ile sözleşme imzalamış fakat çıktığı 6 maçının hiçbirini kazanamaması sonucu görevine son verilmiştir. Nisan 2015'te Lorant, Almanya'da bir ilçe takımı olan ve 7. ligde bulunan TSV Waging'le anlaştı. Maltaca Maltaca, Malta ve Avrupa Birliği'nin resmî dillerinden biri. Latin alfabesi kullanılarak yazılır. Arapça dilbilgisi üzerine bir takım Roman ve Anglo-Sakson oluşumların eklenmesi ile oluşturulmuş kurallardan oluşur. Günlük hayatta kullanılan sözcük ve yüklemler tamamen Maltaca ya da Arapça kökenli iken modern sözcüklerin büyük bir kısmı Avrupa dillerinden alınmıştır. Malta alfabesi 29 harf ve bir harf birleşiğinden oluşur. Scuderia Ferrari Scuderia Ferrari, İtalyanca'da Ferrari takımı anlamına gelmektedir. Enzo Ferrari tarafından 1929 yılında kurulmuş olup, uzunca bir dönem Alfa Romeo'nun yarış bölümü olarak faaliyet göstermiştir. 1947 yılında yol otomobili üretmek amacıyla Ferrari'nin kurulması ile birlikte Alfa Romeo bünyesinden ayrılıp, "Gestione Sportiva" adıyla Ferrari'nin bünyesi altına geçmiştir.İlk yıllarında Formula 1 , Formula 2 hem de Le Mans'da varlık gösteren takım 70'lere doğru Le Mans'tan ve 60'larda da F2'den çekilmiştir. F1'de ise halen varlığını sürdürmektedir. Formula 1 Dünya Şampiyonası kapsamındaki ilk yarışına 1950 yılında Monako'da çıkmış, ilk zaferini de 1951 yılında İngiltere'nin Silverstone pistinde José Froilán González ile elde etmiştir. Formula 1'de Ferrari ile şampiyon olan pilotlar Alberto Ascari (1952,1953), Juan Manuel Fangio (1956), Mike Hawthorn (1958), Phill Hill (1961), John Surtees (1964), Niki Lauda (1975,1977), Jody Scheckter, Michael Schumacher (2000,2001,2002,2003,2004), Kimi Raikkonen (2007). Halen Formula 1 Dünya Şampiyonası kapsamında en fazla yarış kazanan, en fazla pol pozisyonu elde eden, en fazla en hızlı tura sahip olan, en fazla podyum elde eden, en fazla pilotlar ve takımlar şampiyonuluğu elde eden takımdır. Ayrıca Ferrari takımı F1'deki çoğu rekoru elinde tutmaktadır: Ferrari ayrıca 225 galibiyet ile en başarılı motor üreticisidir. 2015 F1 sezonunda kullanılan 19 pistin tur rekorlarından, 8'i Ferrari F2004, 3'ü Ferrari F2003-GA, 1'i Ferrari F2008 ve 1'i de Ferrari F10 tarafından kaydedilmiştir. Francis Fukuyama Yoshihiro Francis Fukuyama, 1952 yılında Chicago’da doğmuştur. Lisansını Cornell Üniversitesinde; doktorasını da Harvard Üniversitesinde yapmıştır. ABD Dışişleri Bakanlığında Politika Planlama Dairesinde Ortadoğu uzmanı ve Genel Direktör Yardımcısı olarak çalışmıştır. 1981-1982 yıllarındaki Mısır-İsrail Görüşmelerine ABD heyeti üyesi olarak katılmıştır. Fukuyama, farklı örgütlerde ve dergilerde görev yapmaktadır. 1990 sonrasının diğer “star” siyaset bilimcilerinden biri olan Huntington’la birlikte bir süre Journal of Democracy dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Fukuyama, 2005 yılının Temmuz ayı itibarıyla Johns Hopkins Üniversitesinde uluslararası iktisat politikası öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve The American Interest Dergisinin yayın kurulu başkanlığını yürütmektedir. Fukuyama, Irak savaşının başladığı dönemde neo-con çevreden uzaklaşmaya başladı ve farklı görüşlere yöneldi. Cansel Elçin Cansel Elçin (d. 20 Eylül 1973; Tire, İzmir), Türk sinema, tiyatro ve televizyon oyuncusu. 1982 yılından bu yana Paris’te yaşamını sürdürmekte olan Cansel Elçin, ilk ve orta eğitimini Paris’te "Lycée Racine"’de tamamladıktan sonra, aile işini devam ettirmek üzere ekonomi ve sosyal bilimler okudu. Bir süre ticaretle uğraşsa da akşam kursları ile başladığı tiyatroya, Fransa’nın önde gelen tiyatro okullarından Ecole Florent’e yazılarak devam etti. Gérard Depardieu, Sophie Marceau, Isabelle Adjani gibi isimlerin ders verdiği Ecole Florent'te Audrey Tautou’yla aynı sınıfta okuyan oyuncu, daha sonra New York’tan gelen ve Actor's Studio’u kuran Lee Strasberg'in oğlu John Strasberg ile Jack Garfeinden sinema ve tiyatro dersleri aldı. Okulu dereceyle bitirmesiyle birlikte, Fransa’nın çeşitli bölgelerinde birçok temsilde sahne alarak profesyonel tiyatro yaşamına adım attı. Tiyatronun yanı sıra çeşitli reklam ve sinema filmlerinde de rol alan sanatçı, aynı zamanda senaryosunu kendisinin yazdığı ve yönetmenliğini de üstlendiği Papillon adlı kısa bir film çekti. Bir temsilde kendisini izlemeye gelen Ferzan Özpetek ile tanışan Cansel Elçin, yönetmenin Haremsuare adlı filmiyle kamera arkasında cast oluşumu ve çekim konusunda da deneyim kazandı. Aynı zamanda bu paylaşım, kendisine Türkiye’nin önde gelen kadın yönetmenlerinden Tomris Giritlioğlu ile tanışma fırsatını da yaratmış oldu. Tomris Giritlioğlu'nun teklifi ile birlikte, Kırık Kanatlar adlı dizi için Türkiye’ye gelen oyuncu, böylece sanat hayatını Türkiye’de sürdürmeye başlamış oldu. Hatırla Sevgili adlı televizyon dizisinde başrolü üstlenen ve Beykent Üniversitesi tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen 7. İletişim Ödülleri'nde, 8000 öğrencinin katıldığı anket sonuçlarına göre "En İyi Erkek Dizi Oyuncusu" ödülü alan Cansel Elçin, Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin yönettiği Küçük Kıyamet adlı sinema filmi ile, Türk sinemasına da adım atmış oldu. Son olarak Özhan Eren'in yönettiği 120 adlı sinema filminde "Süleyman Teğmen" olarak karşımıza çıkan oyuncunun; yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaryosunu üstlenmesinin yanında, birkaç sürpriz rolle de karşımıza çıktığı sinema filmi Kampüste Çıplak Ayaklar' Ekim 2009'da gösterime girmiştir. 2010'da da Gönülçelen adlı televizyon dizisi ile karşımıza çıkan oyuncu ayrıca Sertap Erener'in Bir Damla Gözlerimde adlı şarkısının klibinde de oynamıştır. 4 Şubat 2011'de gösterime giren Aşk Tesadüfleri Sever filiminde konuk oyuncu olarak yer almıştır. 3 Aralık 2011'de Burcu Esmersoy ile birlikte Elle Style sunuculuğunu yapmıştır. Oyuncu, 2011'de yayına giren Yalancı Bahar dizisinde başrol oynamıştır. 2012'de ise Kötü Yol dizisiyle yeniden başrol olarak karşımıza çıkmıştır.2014' Alper Akdeniz'in yönettiği "Roya" adlı kısa filmde Sema Öztürk ile başrol paylaşmıştır. Film 2014 Cannes Film Festivali Türkiye Standı'nda yer almıştır. 7 Şubat MİT operasyonunun anlatıldığı Darbe (2014) adlı filmde MİT Müsteşarı'nı Cansel Elçin canlandıracak. 2015 yılında Sadri Alışık Kültür Merkezinin Türkiye'de ilk defa sahnelenen Frankenstein adlı oyununda Dr Victor Frankestein rolünü başarıyla canlandırmaktadır. Begüm Birgören Ayşe Begüm Birgören (d. 20 Eylül 1982; İstanbul), Türk dizi ve sinema filmi oyuncusu. 13 yaşından beri tiyatro ile ilgilenmektedir. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin hafta sonu kurslarıyla başlayan oyunculuk hayatına başlayan Birgören, Bahçeşehir Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı mezunudur. Kadir Has Üniversitesi'nde Film ve Drama yüksek lisansı yapmaktadır. Mehmet Ali Nuroğlu Mehmet Ali Nuroğlu (d. 7 Eylül 1979, İstanbul), Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu. Nuroğlu ODTÜ felsefe bölümünde üç yıl eğitim görmesinin ardından burayı bırakarak Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Bölümüne girdi. Daha okul bitmeden Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nün sahnelediği oyunlarda görev aldı. Bu sıralarda Semih Sergen'in asistanlığı yaptı. Çağan Irmak'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği Çemberimde Gül Oya dizisinde oynamak amacıyla İstanbul'a geldi. 12 Eylül öncesi döneminin farklı bir bakış açısıyla anlatıldığı dizide, "devrimci Mehmet" karakterini canlandırdı. Daha sonra Zincirbozan filminde ise Reis lakaplı Ülkücü bir genci canlandırmıştır. Daha sonra aynı ekiple Kurtuluş savaşını anlatan Kırık Kanatlar dizisinde rol aldı. Türkü Hazer Reyhan Türkü Hazer, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. 1997-1998'de MARKHI'de (Moskova Mimarlık Enstitüsü); 1998-2000 yılları arasında VGIK'te (Moskova Devlet Sinema Enstitüsü/Gerasimov Sinematografi Enstitüsü) S
inema Yönetmenliği Fakültesinde okudu. Eğitimine halen Marmara Üniversitesi'nde devam etmektedir. Avrupa Ödülü 1955 yılından günümüze 62 şehir Avrupa Ödülünü almıştır. 2006 yılında Avrupa Ödülü'ne Macaristan'nın büyük şehirlerinden Szeged layık görülmüştür. Türkiye'de Avrupa Ödülüne sahip olan şehirler İstanbul, Bursa ve Ankara'dır. Aşama olarak Avrupa Ödülü şu şekilde verilmektedir: Pitimon Pitimon Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Bebek seviyesinde bir Digimon'dur ve Gomamon'un bebek seviyesindeki formudur. Diğer adı Pitchimon olarak bilinir ayrıca Japonca adı Pichimon 'dur. Nokta "" Kalemin defterde veya farklı alanda bıraktığı ize nokta denir. Noktanın kullanım alanları: 1. Cümlenin sonuna konur: 2. Cümle değeri taşıyan anlatımların sonuna konur. 3. Bazı kısaltmaların sonuna konur: 4. Sayılardan sonra sıra bildirmek için konur: 5. Bir yazının maddelerini gösteren rakam veya harflerden sonra konur: 6. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 7. Saat ve dakika gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 8. Bibliyografik künyelerin sonuna konur: 9. Dörtten çok basamaklı sayılarda bölüklerin arasına nokta konabilir: 10. Matematikte çarpma işareti yerine kullanılır: 11. Jeodezide nokta; Arazi ölçü çalışmalarında; araziye yerleştirilen hem koordinatları(x.y:z) ölçülen hem de koordinat ölçüsünde kullanılan sabit (beton blok, metal boru ya da çivi, ahşap kazık gibi. )işaretlere veya ölçüsü yapılacak detayı belirleyen işaretlere verilen addır. 12.Web adreslerinde domain isimlerinden önce kullanılır ve içinde başka noktalama işaretleride bulunur : İki nokta İki nokta, bir noktalama işareti. İki nokta üst üste olarak da bilinir. Metin içerisinde çoğunlukla alıntı yaparken, liste yaparken ve açıklama yaparken kullanılır. İki nokta, metin içerisinde kullanıldığında işaretin ardından bir boşluk bırakılır. İşaretin ardından gelen ifade bir "cümle" ise büyük harfle başlar: İki noktanın ardından gelen ifade bir cümle değilse ve ilk sözcüğünün nedeniyle büyük yazılması gerekmiyorsa, ifade küçük harfle başlar: Kendisinden sonra örnek verilecek veya liste oluşturulacak cümlenin sonunda kullanılır: Kendisinden sonra açıklama yapılacak cümlenin sonunda kullanılır: Edebî eserlerdeki karşılıklı konuşmalarda, söz sırasının kimde olduğunu belirtmek için kullanılır: İnternet sitesi adreslerinde kullanılır: Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: Kesir veya oran belirtirken kullanılır: Türk Dil Kurumu'nun yeni düzenlemesiyle zamanı belirtirken saat ile dakika arasında "kullanılmaz". Onun yerine "Nokta" kullanılır: Dinî metinlerden bahsederken sûre/bölüm ve âyet numaraları arasında kullanılır: Ses biliminde uzun ünlüyü göstermek için kullanılır: Üç nokta Üç nokta (...), bir noktalama işaretidir. Uzun çizgi Konuşma çizgisi, bir noktalama işaretidir. Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Yazılarımızda konuşma çizgisi olarak kullanılır. Örneğin "simge bana et vermedi" derken uzun çizgi kullanılmalıdır. Uzun çizginin görevi kısa çizginin görevi değildir. "Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:" "“Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”" "Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende," "Dedi:" "— Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" "Frankfurt’a gelene herkesin sorduğu şunlardır:" "— Eski şehri gezdin mi?" "— Rothshild’in evine gittin mi?" "— Goethe’nin evini gezdin mi?" Oyunlarda uzun çizgi konuşanın adından sonra da konabilir: "Sıtkı Bey — Kaleyi kurtarmak için daha güzel bir çare var. Gerçekten ölecek adam ister." "İslam Bey — Ben daha ölmedim." Konuşmalar tırnak içinde verildiğinde uzun çizgi kullanılmaz. Eğik çizgi Eğik çizgi (/), çeşitli amaçlar için kullanılan bir işarettir. 1. Yan yana yazılması gereken durumlarda mısraların arasına, şiirlerden yapılan alıntılarda, mısraların yan yana yazılması gereken durumlarda mısraları belirlemek için kullanılır. Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak / O benim milletimin yıldızıdır parlayacak / O benimdir o benim milletimindir ancak. 2. Adres yazarken apartman numarası ile daire numarası arasına ve semt ile şehir arasına konur. Altay Sokağı, No: 21/6 Kurtuluş / Ankara 3. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur. 18/11/1969 4. Dil bilgisinde eklerin farklı biçimlerini göstermek için kullanılır. -a/-e, -an/-en, -lık/-lik, -madan/-meden. 5. Genel Ağ adreslerinde kullanılır. http://tdk.gov.tr 6. Matematikte bölme (taksim) işareti olarak kullanılır. "80/40=2" 7. "Veya" olarak kullanılır. Sana şunu/şunu vereyim. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Müjdat Gezen Sanat Merkezi, kısa adıyla MSM, İstanbul'da yerleşik, Ziverbey mevkiinde bulunan, içeriğinde Müzik, tiyatro vb. eğitimlerin olduğu bir sanat merkezidir. Tiyatro, Klasik Türk müziği, Türk Halk müziği, Hafif Batı Müziği, Klasik Gitar bölümlerinde 4 yıl süresince ücretsiz olarak eğitim vermektedir. MSM, gönüllülerin bağışları ve merkezin sanatsal faaliyetlerinden ve kurslardan elde edilen gelirlerle etkinliklerini sürdürmektedir. Ayrıca yetişkinler için akşam okulları, Actor Studio, hafta sonu kış okulları ,yaz okullar ile de tiyatroyla hobi olarak ilgilenenlere ücretli eğitim vermektedir. 2003 Senesinde Cihangirde MSM2 hizmete girmiştir. Cihangir MSM 2 Konservatuvar bölümü 2 senelik olup bu bölümü bitirenlere 'DİPLOM' verilir .2 Senelik konservatuvarı pekiyi derecesiyle bitirenler; ziverbeydeki MSM1 de lisans tamamlama eğitimi almaya hak kazanırlar. Türkiye'de geleneksel Türk tiyatrosu eğitimi veren ilk kurumdur. Meddah ve Orta oyun eğitimin içinde önemli bir yer tutar. Eğitim sahne tatbikatı ağırlıklıdır; ama yeterli derecede kuramsal derslerle de nitelikli sanatçı yetiştirme yolunu benimsemiştir. Her yıl Nisan ayında yetenek sınavı yapılır. Bu sınavda başarılı olan 13-16 öğrenci okulda okumaya hak kazanır. İlk sene hazırlık sınıfı sonunda yapılan Final sınavında başarılı olan öğrenciler bir üst sınıfa kabul edilir. Türkiye'de ücretsiz konservatuvar eğitimi veren tek konservatuvardır. 2005 senesinde Kadiköy Bahariyede MSM Sahnesi açılmıştır. Türk tiyatrosunun emektarları Müjdat Gezen önderliğinde MSM öğrencileriyle oyunlar sergilemektedirler. Mezun olan veya halen okumakta olan öğrenciler bu sahnede oyunlarını sergilemektedirler. Likya Likya veya Lisiya (Likçe: "Trm̃misa"), Anadolu'nun Teke Yarımadası'nı kapsayan antik bir bölgedir. Likya, aynı zamanda bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Likya "Işık Ülkesi" anlamına gelmektedir. Likyalılar’ın, MÖ 3. binyılın ikinci yarısında Anadolu'ya gelen ve 2. binyıl boyunca Güney Anadolu bölgesinde yaşamış ve Anadolu’nun en eski Hint-Avrupa kökenli halkı olan Luviler’in dağılmasından sonra bir kısmının devamı olduğu söylenir. Luvi dilinin Hititçe’yle yakınlığı ve Luviler’in de Hititliler’le akraba olduğu göz önünde bulundurulursa Likçe’nin de Hititçe’ye olan bağlantısı anlaşılır. Hitit dilinde Likya’nın adı Lukka’dır. En başından beri Yunanların saldırılarına karşılık verebilen Likyalılar, MÖ 6. yüzyılda Persler tarafından işgal edilmiştir. Ancak MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender çıktığı “Doğu Seferi” dâhilinde bu bölgeyi de ele geçirmiştir. İskender’in ölümü ile generallerinden Ptolemaios bu bölgeyi almıştır ancak varlığını eskisi gibi hissettirememiştir. Bölge yavaş yavaş Yunan kültürü ve sosyal değerlerinin etkisinde kalmıştır. MÖ 190 yılında sonuçlanan Magnesia Savaşı'nın ardından imzalanan Apameia barşı uyarınca komşu bölge Karya ile birlikte savaşta Roma tarafında yer alan Rodos’a bırakılmıştır. Likya Birliği bu yıllarda Rodos’a karşı direniş amacıyla kurulmuştur. MÖ 168-167 yıllarında ise Roma İmparatorluğu Likya’nın bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu yüzyıl içerisinde Anadolu’nun birçok bölümü Roma eyaleti şeklinde düzenlenmiştir fakat Likya bağımsızlığını korumayı başarmıştır. Bunun önemli nedenlerinden birisi Mithridates VI. Eupator tarafından başlatılan Roma aleyhtarı eyleme katılmayıp Roma tarafında yer almasıdır. Bununla birlikte MÖ 1. yüzyılda karışık Roma politikasından da etkilenmiştir. Ksantos halkı, Pers istilalarında olduğu gibi, bu dönemde de kendilerine saldıran büyük askeri güçlere karşı direnmişler, savaşı kazanamayacakları anlaşıldığında da toplu intihar yolu ile kendilerini yakmışlardır. Roma, Likya Birliği’ni yeniden ayağa kaldırmak için, bu felaketten arda kalanlara, destek verir. M.S. 42-43 yıllarında imparator Claudius tarafından "Provincia Lycia" adı ile eyalet haline getirilir. Söz konusu eyalet M.S. 72-73 yıllarında imparator Vespasianus tarafından "Provincia Pamphylia" eyaleti ile birleştirilerek "Likya ve Pamfilya Eyaleti" oluşturulur. Likya, M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda yaşadığı büyük depremlerin ve M.S. 6. ve 8. yüzyılları arasında yaklaşık 200 yıl süren veba salgınının ardından bir daha kendisini toparlayamamıştır. M.S. 8. yüzyılda Arap akınları ve bu süreye kadar da korsan saldırıları sebebi ile terk edilen bölge, 13. yüzyılda Türk Beylikleri ile yeniden yerleşime açılmıştır. Herodot ise Likya ve Likyalılar hakkında; demektedir. Bölge Antalya'nın batısını, Muğla'nın güneydoğusunu ve Denizli ile Burdur'un güneyini kapsar. Tarihsel olarak sınırları batıda Dalaman Çayı, doğuda bugünkü Kemer ile sınırlıdır. En kuzeyi Burdur'un Gölhisar ilçesidir. Toros Dağları'nı da içeren bu bölgenin yüksekliği Akdağ ve Beydağları gibi noktalarda 3000 metreyi aşar. Kıyı kesimi hem çeşitli koy ve körfezlerle, hem de masmavi deniz ve parlak kumları ile görsel bir ziyafet sunar. Likya tarihte, kuzey ve kuzeybatıda Karya (Caria) ile, kuzeydoğuda ve doğuda Pamfilya (Pamphilia) ve Pisidya (Pisidia), kuzeyde Frigya(Phyrgia) ile çevrilmiştir. Günümüzde Likya dilinin, Luvi dilinin devamı olduğu hemen tüm uzmanlarca kabul edilmektedir. Likya’nın başkenti olan Arnna’da "" bulunan ve Atinalılara karşı kazanılan zaferi betimley
en Likçe yazıt, Likya dilinin en önemlili kaynaklarındandır. Hint-Avrupa Dil Ailesi'ne ait olduğu kabul edilen Likya dilinde 6'sı sesli olmak üzere toplam 29 harf bulunduğu saptanmıştır. Harf yazılışlarının Yunan alfabesi ile bazı ortaklıkları olduğu da bilinen bir gerçektir. Tarih boyunca sınırları değişkenlik göstermekle beraber, hem o döneme ait çeşitli yazıtlardan, hem de kentlerin sahip olduğu ana karakterlerden (mezarlar, vb) Likya kentlerini ayırt etme imkanına sahibiz. Doğal olarak en çok tartışma Karya, Pisidya ve Pamfilya sınırlarına yakın olan kentler üzerine olmuş, ancak tarihçiler aşağıdaki kentlerin Likya kentleri olduğu konusunda genel bir fikir birliğine varmışlardır. Tarihte bilinen ilk demokratik birliği kurmuş olmakla bilinen Likyalılar, farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen ortak bir kültür yaratmış ve var oldukları sürece bunu paylaşıp yaşatmışlardır. Bunu, arkalarında bırakmış oldukları, bugüne kadar ayakta kalabilen eserlerinin izlerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Likya Birliği hakkında edinilen bilgilere göre birlik önemli–önemsiz toplam 23 şehirden oluşmuştur. Günümüze kadar da dayanabilmiş, en büyük altı şehir olan Arnna "(Ksantos)", Patara, Pinara, Tlos, Myra ve Olympos’un 3’er oy hakkı bulunurken, daha önemsiz ve küçük şehirlerin 1 ya da 2 oy hakkı vardır. 2 ya da daha fazla sayıda Likya kentinin bir araya gelerek oluşturduğu politik birliklere Sympoliteia adı verilir. Likyalılar'ın kurmuş olduğu bu federasyon sistemi, aynı zamanda ABD Anayasası'na da ilham kaynağı olmuştur. Alexander Hamilton, James Madison ve John Jay tarafından kaleme alınan ve 85 makaleden oluşan Federalist Yazılar, ABD Anayasası'nın da temelini oluşturmaktadır. Alexander Hamilton'un yazdığı 9 ve 16 no.lu ve James Madison'un yazdığı 45.no.lu makalelerde ABD için en uygun yönetim sisteminin Likya Federasyonu'nda olduğu gibi federatif şehir birliği (eyaletler) olduğuna açıkça vurgu yapılmaktadır. Postmodern durum Jean-François Lyotard'ın, aynı adlı kitabında (Postmodern Durum) tanımlayıp ortaya koyduğu ve modernizm-sonrası diyebileceğimiz bir süreci ifade etmek için kullandığı tanımlama. Buna göre, postmodernizm belli bir dönemin ya da çağın adlandırması olmaktan çok, modernizmde temellenen Büyük Anlatılar'a ve onları var kılan temel ilke ve kavramlara yönelik "derin bir kuşku halini" ifade etmektedir. Hatta bu kuşkunun yanı sıra aynı şekilde "derin bir inançsızlık hali" de postmodern durumu ifade eden öğelerden biridir. Endüstri-sonrası-toplumsal yapı bu noktaya ulaşmış, Aydınlanma Çağı 'nda geçerli olan ilkelere duyulan güven yerini derin bir karamsarlığa ve inanmamaya bırakmıştır. Bu inançsızlık durumunda yapılan sorgulamalar aynı zamanda ortaya modernizmin "kendini tanımlayışı" ile ilgili soruları gündemleştirmiş ve bilginin niteliğinden aklın güvenilirliğine ve bunlara dayalı tüm siyasal projelerin geçerliliğine dair "meşruiyet sorununu" gündeme getirmiştir. Bazı postmodernist teorisyenlerin de "bu durumu" uç noktalara götürülüp yepyeni bir "çağın" adlandırılması olarak ele aldıkları görülmektedir. Ancak daha başka yorumlarda "postmodern durum", yepyeni bir çağı ya da dönemi adlandırmaktan çok, asıl olarak modernizm içinde (ya da düzleminde) onun aksiyomatik yapısının geçersizliğinin ortaya konulması ve temel kategorilerinin kuşkuyla karşılanması "halini" / ya da "durumunu" dile getirir. Christopher Wolstenholme Christopher Tony "Chris" Wolstenholme (d. 2 Aralık 1978), İngiliz müzisyen ve şarkıcı. Alternatif rock grubu Muse'un basçısı ve geri vokalidir. Ayrıca bazen klavye veya gitar da çalar. 1989 yılında ailesiyle birlikte Devon'a taşınmıştır. Muse kurulmadan önce Devon, Teignmouth'da Matthew Bellamy ve Dominic Howard, başka bir grupta; Chris'de Fixed Penalty adlı bir grupta davul çalmaktaydı. İki yıl boyunca bass gitaristsiz çalışan Matt ve Dominic'e, Chris'in de basgitar çalmayı kabul edip eklenmesiyle Muse'un temellerini atılmıştır. The Rocket Baby Dolls isimli ilk gruplarından sonra Muse ismini alan grubun basgitaristi olan Chris, aynı zamanda birçok parçada geri vokal yapmaktadır. Çok nadir olmakla beraber kimi konserlerde klavye, kontrabas veya elektro gitar da çalmaktadır. Chris, 2010 yılına kadar Teignmouth'da yaşadı. Şimdi eşi Kelly, ve beş çocuğu Alfie, Ava Joe, Frankie, Ernie ve Buster ile birlikte İrlanda'da yaşıyor. Ayrıca kollarında her çocuğu için bir tane olmak üzere beş tane dövmesi var. Postyapısalcı felsefe Postyapısalcı felsefe, yapısalcılık sonrası denilen dönem içinde ortaya çıkmış ve kendisini en temelde yapısalcılığı sorunsallaştırmakla temellendirmiş olan düşünce biçimi. Yapısalcılığın kendi mantıksal sonuçlarına doğru geliştirilmesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Postyapısalcılıkta fenomenolojinin ya da varoluşçu felsefenin ya da analitik okulun etkilerini ve iç-tartışmalarını görmek mümkündür. Buna rağmen bu teorik eğilimi yapısalcılık "sonrası" olarak görüp adlandırmanın sebebi, temelde bu alandaki düşüncelerin esas olarak yapısalcılıgın açtığı alan içinde oluşmuş olması dolayısıyladır. Disiplinler boyutunda ise birçok disiplin buraya akmaktadir: Dilbilim, Antropoloji, Psikanaliz, Sosyoloji özellikle belirtilebilir. Yapısalcılığın oldugu gibi, bu akımın "da" kaynağı Fransa'daki çalışmalardır asıl ve öncelikli olarak. Ve yine yapısalcılığın doğuşunda Dil sorununun oynadığı rol gibi, postyapısalcılığın köken tartışmasında "da" dil meselesi, yani "Dil'in yapısı" sorunu vardır. Ancak, bir akım demekle birlikte, "postyapısalcılığın" belirli bir anlamda "indirgenebileceği" belirli bir yorumu ya da konumunun olmadığı da belirtilmelidir. Genel olarak Roland Barthes, Jacques Lacan, Jean-François Lyotard, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Baudrillard, Julia Kristeva, Gilles Deleuze, Félix Guattari gibi isimlerle fark kuramsal kollardan ve disiplinlerden gelerek oluşturulmus olan ve modernizm'in temellerini ve geleneksel felsefeden devraldığı felsefi öncüllerini geçersizleştirerek yeniden değerlendirmeye alan felsefe akımıdır. Postmodern felsefe'nin başlıca ve etkin kuramsal örneklerinden biridir. Başka bir adlandırmayla yapısalcılık-sonrası-teori olarak "da" ifade edilir. Hemen hemen bütün düşünce alanlarını ve disiplinleri etkilemiş ve artık onlarsız olamayacak birçok kavram ve kategorileri teorik alana katmıştır. Dominic Howard Dominic James Howard, Muse'da vurmalı çalgıları çalmaktadır. 7 Aralık 1977'de İngiltere'nin Stockport kentinde doğmuştur. 1985 yılında ailesiyle birlikte Devon'a taşınmıştır. Ailesinin müzikle hiçbir alakası olmamasına rağmen Dom 11 yaşlarında caz müzik dinlemeye başlamış ve ardından davul çalmaya merak salmıştır. Okulunun en popüler grubu Carnage Mayhem'de davul çalmaya başlamıştır. Ardından bu gruba katılan Matthew Bellamy'le tanışmış ve ikili yanlarına basgitar çalmayı kabul eden Chris Wolstenholme'u da alarak Muse'un temellerini atmıştır. Dominic Howard grubun en yaşlı üyesidir ve arkadaşları onu neşeli ve grubun başı olarak tanımlar. Hendrix adında bir köpeği vardır. Madran Dağı Madran (Baba) Dağı. 1792 metre yüksekliğe sahip olup, batısında Çine ilçesi, güneydoğusunda Bozdoğan ilçesi, kuzeydoğusunda Yenipazar ilçesi, kuzeyinde Aydın Dalama kasabası bulunmaktadır. Dağ adını zirvesinde bulunan Madran Baba yatırından almaktadır. Madranbaba Dağı, Menteşe Dağları'nın "Doğu Menteşe Dağları" bölümünün kuzey kısmını oluşturur. Güneyinde karstik erime çukurlarından dolayı "Oyuklu Dağ" adı verilen dağ bulunur. Aydın'ın en yüksek dağlarından biri olan Madran Dağı'nın en yüksek yeri 1792 metrelik Madranbaba veya Topçambaba denilen zirvesidir. Dağda metamorfik kayaçlar yaygındır. Fıstık çamı, kızılçam karaçam, dağ karaağacı, akkavak ormanları, makilikler dağdaki hakim bitki örtüsüdür. Üzerinde ve eteklerinde 150 civarında köy bulunmaktadır ve köylerin çoğunluğu dağ köyü olmasına rağmen köy halkları hayvancılık, meyvecilik (kestane, elma, keçiboynuzu, ceviz, zeytin vs.) ve orman (kesim, yangın ilkyardım, dikim vb.) işleri ile uğraşır. Kış aylarında karlarla kaplı Madran dağının ormanlarının topraklarından çıkan suyun şişelenip pazarlaması yapılmaktadır. Türk şarabı Türk şarabı, büyük şarap üreticisi olan ülkelerin gerisinde olmakla birlikte giderek tanınmakta ve üretim miktarı hızla artmaktadır. Türkiye toprakları dünyanın en eski şarap bölgelerinden biridir. Batı dillerinde şarap anlamına gelen vin, vino, wine gibi sözcüklerin kökü Anadolu'ya ve Hitit diline uzanır. İslam dininden önce Türklerin geleneksel içkileri olan kımızın yanı sıra şarap üretip tükettikleri de bilinmektedir. 11. yüzyılda Anadolu'ya gelen Türkler İslam dininin yasaklamış olması nedeniyle şarap üretimini daha çok müslüman olmayan Rum ve Ermenilere bıraktılar. Fakat Osmanlı Devleti'ndeki bazı müslümanlar bu yasağa rağmen şarap tüketmişlerdir. Şarap üretimini elinde bulunduran azınlıkların, Türkiye'nin kurulmasından sonra ülkeyi terketmeleri Türk şarapçılığına büyük darbe vurdu. Daha sonra Tekel işletmeleri kurularak şarap üretimini canlandırma çalışmaları başlatıldı. Daha sonra özelleştirilen Tekel 1990'lara kadar şarap üretiminin % 40'ını elinde bulundurmaktaydi. Ancak son 20 yıllık dönemde bu durum değişmiş, Kavaklıdere, Sevilen, Doluca, Kayra, Pamukkale gibi özel firmalarla birlikte küçük yeni üreticiler (Vinkara , Urla ,Kocabağ, Büyülübağ, Corvus) kaliteli şarap üretiminde pazarını büyük ölçüde ellerinde tutmaya başlamışlardır. Türkiye'de kişi başına şarap tüketimi yılda 1 litre civarında olup yılda 1,5 litre olan rakı tüketiminin altındadır. En çok tüketilen şarap türü kırmızı şaraptır. Şarap tüketimi önemli ölçüde Türkiye'yi ziyaret eden turistler tarafından gerçekleştirilir. Ancak büyük kentlerde şarap tüketimi giderek artmaktadır. Meyve şarabı, üzüm dışındaki meyvelerden üretilen şarapların genel adıdır. Türkiye bu tip şarapların üretimi Selçuk ilçesi Şirince köyü ile özdeşleşmiştir. Not: 2003 değerleri yılın son 6 ayını, 2005 değerleri ise yılın ilk 10 ayını kapsamaktadır. Anzavur Ayaklanması Ahmet An
zavur Ayaklanması, Kurtuluş Savaşı’na karşı Anadolu’da düzenlenen ayaklanmalardan biridir. İstanbul Hükümeti’nce desteklenmiş olan Anzavur Ayaklanması'nın adı, ayaklanmaya önderlik eden Anzavur Ahmet'ten gelir. Ahmet Anzavur’un önderliğinde çeşitli aralıklarla gelişen ayaklanmalar, esasen Anadolu’daki direnişi kırmaya yönelen iç isyanlar arasında en önemlisi sayılabilir. Çünkü Batı Cephesinin oluşturulması ve Yunanistan işgalinin durdurulmasının gecikmesine sebep olmuştur. Birinci Anzavur isyanının nedenleri arasında Birleşik Krallık'ın tahriklerini rolü önde gelir. Birleşik Krallık Mondros Mütarekesi'nden sonra hakim vaziyete geldiği Boğazlar ve Marmara Denizi'ndeki mevcut durumunu korumak ve devam ettirmek, Kuva-yi Milliye'yi buralara yaklaştırmamak, burada bir tampon bölge meydana getirmek istiyordu. Ayaklanmaların başlıca sebepleri: Sivas Kongresi sonrasında İstanbul Hükümeti, Kuva-yi Milliyecilerin dine ve halifeye karşı oldukları propagandasıyla halkı kışkırtıyordu. Eski bir jandarma subayı olan Anzavur Ahmed’i de Kuzey Ege ve Marmara bölgelerindeki direnişi kırmakla görevlendirdi. Anzavur Ahmed Eylül 1919'da Biga, Gönen ve Manyas'ta Kuva-yi Milliye karşıtı çalışmalara başladı. 1 Ekim 1919'da başlayan ayaklanmayla, 12 Kasım 1919'da silahlı adamlarıyla Susurluk'a girdi. Ama Kirmastı (Mustafa Kemal Paşa) yakınlarında Çerkes Ethem kuvvetlerine yenildi. Anzavur Ahmed, Şubat 1920'de ikinci kez ayaklandı. Gâvur İmam adlı bir başka ayaklanmacının denetimindeki Biga'yı üs edindi. Ardından Gönen, Manyas, Ulubat, Susurluk, Bandırma ve Karacabey’i ele geçirdi. Çerkes Ethem ve Danişmentli İsmail Efe komutasındaki Kuva-i Seyyare güçleri, zorlu bir savaşın ardından 16 Nisan 1920'de Anzavur Ahmed’in kuvvetlerini dağıttılar. Bunun üzerine 19 Nisan’da Karabiga’ya kaçan Anzavur oradan da bir Britanya gemisiyle İstanbul’a dönmüştür. Böylece, Batı Cephesi'nin oluşturulmasını ve Yunan işgalinin durdurulmasını geciktiren Anzavur Ayaklanması Nisan ayı sonunda kesin olarak bastırılmış oldu. Süleyman Şefik Paşa kendisine sonradan katılan Anzavur Ahmet ile anlaşmazlığa düşünce İstanbul’a dönmüş ve Kuvayı İnzibatiye’nin başına Yarbay Senai geçmiştir. Kuvayı İnzibatiye’nin bu dönemdeki amacı Geyve boğazını alarak Eskişehir istikametinin yolunu açmaktır. Bu amaçla top ve makineli tüfeklerle pekiştirilmiş 2.000 kişilik bir kuvvetle Geyve boğazına taarruza karar verilmiştir. Anzavur Ahmet’in komutası altında 15-16-17 Mayıs’ta saldırılar gerçekleştirilmiş, her defasında geri püskürtülen Anzavur Adapazarı’ndan ayrılarak İstanbul’a dönmüştür. 23 Mayıs’ta yeniden temas edilen Kuvayı İnzibatiye birlikleri ağır bir yenilgiye uğratılmış, 3 subay, 40 kadar er esir edilmiş, 4 topla 4 makineli tüfek ve çok sayıda malzeme ele geçirilmiş, Sapanca ve Adapazarı kurtarılmıştır. Çerkez Ethem Ayaklanması I. İnönü Muharebesi sırasında bastırılmıştır. Kuva-yi Seyyare döneminde oldukça başarılı hizmetler veren Çerkez Ethem bu yenilgi sonunda Yunan ordusuna teslim olmuş ve TBMM tarafından vatan haini ilan edilmiştir. Bütün bu olaylar Çerkez Ethem ve iki kardeşinin kendilerini, TBMM Hükümeti ve onun düzenli ordusu dışında bağımsız bir siyasi - askeri otorite olarak gördükleri ve bunu korumaya kararlı olduklarını göstermekteydi. Bu durum, TBMM Hükümetinin ülke genelindeki otoritesinde bir gedik oluşturmaktaydı. Öte yandan düzenli ordunun askere alma kaynağını da zayıflatmaktaydı. Çerkez Ethem'in kendi bölgesinde TBMM Hükümeti'nin siyasi otoritesini tanımaması ve kendi otoritesine göre hareket etmesi yüzünden 1920 yılının son aylarında ayaklanma şeklini almaya başlamıştır. Çerkez Ethem, Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ve Sarı Efe'yi de kendi yanına çekmek için çalışmalara başlamıştır. Şifreli telgraflar, mektuplar ve özel ulaklarla Kuva-yı Milliye'nin bu komutanlarını etkilemeye çalışmaktadır. Ethem'in Yörük Ali Efe'ye 12 Aralık 1920 tarihinde gönderdiği şifreli telgrafta TBMM Hükümeti'ni birkaç kişinin aleti olmakla suçlamakta, Demirci Mehmet Efe'yi yok etmeye kararlı olduğunu belirtmektedir. "Harcadığımız emeklerin boşa gitmemesi için birbirimize sarılmalıyız" demektedir. İsmet İnönü'nün Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler'e Aralık 1920'de çekmiş olduğu uyarı telgrafı üzerine Çerkez Ethem şu cevabı vermiştir: "Masum millet ve asker kardeşleri! Ankara hükûmeti rezilesine 29 Kânunievvel 336 tarihli keşide ettiğim selameti memlekete taalluk eden telgrafın matbuatla ilân edilmesini isteyiniz." "Ey Askerler! Şerre alet olmayınız, uhrevî ve dünyevî mes'uliyetten korkunuz. Ey millet; siz de maziyden intibah alarak her dürlü felâketi ve ihtilası vatanı, menfeatı harisanelerine kurban etmek isteyen erazile karşı hakkınızı müdafeada tereddüt göstermeyiniz ki muaveneti ilahiyeye mazhar olasınız. Ben sizi müdafaai memleket için davet ve icbar ettim, şerre, ihtirasatı şahsiyeye alet olmak için değil." "Ey zabit arkadaşlar! Emir kulu olmaktan sarfınazar edilniz; Allah'ın kulu olunuz, aksi halde geliyorum ha son peşimanlık fâide vermez"" Umum Kuvayi Milliye Kumandanı "Ethem" Çerkez Ethem, 2 Ocak 1921 tarihinde İstanbul Hükümeti'ne çektiği telgrafta, TBMM Reisliğine Mustafa Kemal'in Bilecik'ten dönerken Ankara'ya götürdüğü İstanbul Hükümeti'nin temsilcilerinin hemen serbest bırakılmasını isteyen bir telgraf çektiğini bildirmektedir. Bu telgrafta ayrıca, TBMM Hükümeti'nin ordularının kendisine taarruz konumunda olduklarını, kendi kuvvetlerinin taarruz edecek kuvvette olduklarını, bu durumu Yunan makamlarına da bildirdiğini yazmaktadır. Meclis de Kuva-yı Seyyare'ye karşı çıktı. Batı Cephesi komutanlığı, Ethem ve Tevfik Beylerin vatana ihanet suçu işlediklerini öne sürerek teslim olmalarını istedi. Fakat mebus Reşit Bey'in de kendilerine katılmasıyla üç kardeş Uşak'ta Yunanlarla görüştüler. Düzenli ordu İsmet Bey ve Refet Bey'in komutasında 1921 yılı ocak ayında Kuva-yi Seyyare'nin tuttuğu Gediz-Kütahya üstüne yürüdü. Çerkez Ethem'in yanındaki kuvvet iyice küçülmüştü. 1. Süvari Grubu komutanı Binbaşı Derviş Bey takip ediyordu. Derviş Bey, Ethem'in arkadaşı olduğu için, Yunanlara sığınmadan önce tüm silah ve cephanelerini TBMM kuvvetlerine bırakmasını sağladı. Demirci Mehmet Efe Ayaklanması Yunan kuvvetlerinin Bursa-Uşak-Sarayköy hattına kısa sürede ulaşabilmeleri, düzenli ordunun yetersizliğine bağlanmaktadır. Ankara Hükûmeti (TBMM Hükûmeti), 9 Kasım 1920 tarihinde aldığı bir kararla Batı Cephesi'nin ikiye ayrılmasına karar vermişti. Bu karar aynı zamanda milli kuvvetlerin de bu ordu bünyesinde yer almasını öngörmekteydi. Bu karar gereği olarak Güney Cephesi komutanı Albay Refet Bey, Demirci Mehmet Efe'den, 300 adamından kurulacak bir süvari alayının komutanı olarak düzenli orduya katılmasını istedi. Demirci Mehmet Efe'nin savaşabilecek durumdaki diğer adamları düzenli orduya ihtiyat birlikleri olarak katılacaklar, savaşamayacak durumda olanlarla suç işlemiş olanlar terhis edilecekti. Demirci Mehmet Efe önce bu teklifi kabul etmiş, ancak daha sonra bunu reddetmiştir. Bunda da Çerkez Ethem’in rol oynadığı ifade edilmektedir. Çünkü Batı Cephesi Komutanlığı ile arası açılmış olan Ethem Bey kendine destek için Demirci ile temasa geçmiş ve onu birleşmeye çağırarak emrindeki adamlara ayda kırkar lira maaş vereceğini belirtmiştir. Demirci Efe kuvvetleri Isparta-Burdur hattının hemen kuzeyinde bulunmaktaydı. Kuvvetleri 800 kişi kadardı ve yarıya yakını süvaridir. Albay Refet Bey Mustafa Kemal Paşa’nın olurunu aldıktan sonra Demirci üzerine harekete geçti. 11 Aralık gün batımında Albay Refet Bey komutasındaki süvari birlikleri Afyonkarahisar'dan hareketle güney yönünde yürüyüşe geçmişlerdir. İleri harekat, gece yürüyüşleri olarak sürdürülmüştür. 16 Aralık 1920 sabahı Demirci Mehmet Efe'nin bulunduğu İğdecik basıldı. Albay Mehmet Şefik Bey, 14 Aralık'ta bu köye gelmişti ve Demirci Mehmet Efe'yi düzenli orduya katılması yönünde ikna etmeye çalışmaktaydı. Bu baskın sırasında Demirci Efe'nin bazı kuvvetleri Isparta'ya kadar olan bölgedeki köylere dağılmıştı. Harekatın devamı bu çetelerin bulundukları köylerin basılması ve kaçakların ele geçirilmesi şeklinde sürmüştür. Demirci Efe ise emrindeki 80 kişilik bir kuvvetle Uluborlu yönünde çekilmiştir. 18 Aralık 1920 tarihinde Demirci Efe'nin 700 adamı teslim alınmıştır. Bu kişilerden yaşları uygun olanlar birliklerine sevk edilmek üzere yollandılar. Diğerleri ise ellerine bir belge verilerek terhis edildiler. Demirci Efe'nin Acıpayam üzerinden Tavas'a gittiği biliniyordu. Cephe Komutanı Albay Refet Bey, 20 Aralıkta, ana kuvvetleriyle Afyonkarahisar'a dönmek üzere hareket etmiş, Jandarma Yüzbaşı Nuri Bey komutasında bir süvari müfrezesi Tavas üzerine yürüyüşe geçmiştir. Bu müfreze bir süre dağlarda Demirci Efe kuvvetlerini izlemiştir. 30 Aralık 1920 tarihinde Yüzbaşı Nuri Bey, Demirci Efe'ye görüşme fırsatı bulmuştur. Bu görüşme sonucu Efe, Ankara Hükûmeti'ne adamlarıyla birlikte teslim olmuştur. - Türk İstiklal Harbi - II nci Cilt - Batı Cephesi - 3 ncü Kısım. - T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi Başkanlığı Resmi Yayını GNU Debugger GNU Debugger(GDB olarak kısaltılır) GNU yazılım sistemi için kullanılan bir hata ayıklayıcıdır (debugger). Unix tabanlı pek çok sisteminde, C, C++ ve Fortran gibi birçok programlama dilinde çalışan taşınabilir bir hata ayıklayıcıdır. Richard Stallman tarafından 1988 yılında yazılan GDB, GNU General Public License kapsamında dağıtılan ücretsiz bir yazılımdır. 1990 - 1993 yılları arasında Cygnus Solutions' da çalıştığı sırada geliştirilmesine John Gilmore tarafından devam edilmiştir. GDB bilgisayar programlarının çalıştırılmasını değiştiren ve takip eden pek çok gelişmiş özelliğe sahiptir. Kullanıcı programın iç değişkenlerini ve normal akışı içerisinde çağrılan fonksiyonları izleyebilir ve degiştirebilir. 2003 yılı itbari ile GDB' nin desteklediği işlemciler şunlardır; Alpha, ARM, H8/300, System/370, System 390, X86 ve X86-64, IA-64 "Itanium", Motorola 68000, MIPS,PA-RISC, PowerPC, SuperH, SPARC, VAX. Standart sürüme eklenmiş daha az bilinen işlemciler; A29K, ARC, AV
R, CRIS, D10V, D30V, FR-30, FR-V, Intel i960, M32R, 68HC11, Motorola 88000, MCORE, MN10200, MN10300, NS32K, Stormy16, V850, VAX, ve Z8000. (yeni sürümler muhtemelen bu işlemcileri desteklemeyecektir.) GDB hedef platformlar için simulatörler üzerinde derlenmiştir. Gömülü sistemlerde hata ayıklama işlemi sırasında sıklıkla GDB'nin "uzaktan" modu kullanılır. GDB bir makina üzerinde çalışıyor ve ayıklanan program başka bir makina üzerinde çalışıyorsa uzaktan işlem etkinliği kullanılır. Seri port ya da TCP/IP üzerinden, GDB protokolünü anlayan uzaktaki makinayla bağlantı kurulabilir. Aynı mod kaynak seviyesinde çalışan bir linux kernel gdb kullanarak KGDB tarafından ayıklanması sırasındada kullanılır. Kernel geliştiricileri kgdb' yi kullanarak uygulama programları gibi kernel üzerindede hata ayıklama işlemleri yapabilirler. Kernel code içerisinde istenilen yerlere kesme noktaları konularak kod boyunca belli adımlarla ilerlenip değişkenler gözlemlenebilir. Bazı mimarilerde donanım hata ayıklama yazmaçları (register) mevcut olup, çeşitli izleme noktaları belirlenerek belirli bir bellek adresine ulaşıldığı ya da çalıştırıldığı zaman kesme noktaları tetiklenebilmektedir. kgdb hata ayıklanması yapılacak makinaya seri kablo ya da ethernet kartı üzerinden bağlı ikinci bir makina gerektirir. FreeBSD üzerinde Firewire DMA kullanarak hata ayıklama işlemini gerçekleştirmek mümkündür. GDB kendi içerisinde bir grafiksel kullanıcı arayüzüne sahip değildir, standart olarak komut satırı arayüzüne sahiptir. DDD, GDBtk/Insight ve Emacs' in GUD mode uygulaması GDB için grafik arayüzleri sağlamaktadır. Bu araçlar tümleşik geliştirme ortamlarındaki hata ayıklayıcılara benzer özelliklere sahiptir. memory leak dedektörü gibi çeşitli araçlarda GDB ile beraber çalışabilmektedir. codice_1 prog.out ayıklar codice_2 çalıştırır Yozgat Ayaklanması Yozgat Ayaklanması veya Çapanoğlu Ayaklanması (I-II), Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ün halkı millî direniş ve asker, erzak, yiyecek, giyecek, yardım toplamak amaçlı çağırmak için il il gezerken Yozgat'a uğraması ve Yozgat'ın en güçlü ailesi olan Çapanoğulları'ndan yardım istemesi ile gelişmeye başlamıştır. Millî Mücadele'ye karşı bölgedeki ilk huzursuzluklar, Yozgat'ın dışında, Yıldızeli'nde başladı. Ankara Hükûmeti'ne karşı olan bu ayaklanma, Çerkez Ethem'in emrindeki Kuva-yi Seyyare tarafından bastırılmıştır. Konya Ayaklanması Konya Ayaklanması, Anadolu'da Milli Mücadele'ye karşı gelişen ayaklanmalardan biridir. Diğer ayaklanmalar gibi kısa sürede bastırılmıştır. Ayaklanmayı yöneten Delibaş Mehmet'in adından dolayı Delibaş Ayaklanması olarak da bilinir. İstanbul Hükümeti’yle yakın ilişki içinde olan Delibaş Mehmet, Ankara Hükümeti’ni tanımadığını ilan etmişti. Bozkır Ayaklanması’nın bastırılmasından yaklaşık bir yıl sonra, 2 Mayıs 1920'de Delibaş Mehmet 500-600 kadar adamıyla birlikte Konya’nın Çumra kasabasına girdi.Konya denetimini ele geçirmeye çalıştı ve bunu kısa sürede başardı.Teslim aldığı Vali Haydar Bey’i Kuva-yi Milliye komutanı Binbaşı Derviş Bey’le (Paşa) görüşmeye gönderdi. Amacı çatışmaya girmeden Kuva-yi Milliye’yi teslim almaktı. Haydar Bey’in geri dönmemesi üzerine ayaklanmacılar 5 Mayıs’ta saldırıya geçtiler. Bu sırada Refet Bey komutasındaki süvari birliği bölgeye geldi ve Kuva-yi Milliye ayaklanmacılara üstünlük sağladı. Ayaklanmacılar Konya’yı terk etmesine karşın çatışmalar yörede bir süre daha sürdü. Bu arada Demirci Mehmet Efe de yardıma geldi ve Isparta’yı ayaklanmacılardan temizledi. 22 Kasım 1920’de Konya Ayaklanması tamamen bastırıldı. Nutuk'taki sözler: ""Baylar, Çopur Musa olayından önce bir ayaklanma olayı da Konya'da çıktı. 5 Mayıs 1920'de Konya'da karışıklık çıkarmak amacıyla kurulmuş bir dernek bulunduğu anlaşıldı. Bu dernek üyelerinden ileri gelenlerinin tutuklanmasına başlandı. Bir gün sonra, tutuklanmakta olan bu ileri gelenler, halkı da kışkırtarak Konya içinde silahlı bir toplantıya giriştiler. Bir kısım halk da silahlı olarak dışarıdan geldi ve hep birlikte ayaklandılar. Konya'da bulunan komutan, elindeki kuvvetlerle yiğitçe çarpışarak ayaklananları dağıtmayı ve önayak olanları tutuklamayı ve kovalamayı başardı."" İntikam Alayı Ayaklanması Fransızların desteğiyle 10 Temmuz 1920’de Adana’ya giren Ermeni İntikam Alayı’nın ayrıca doğu illeri sınırında bulunan diğer Ermenilerin ayaklanma, kışkırtma ve savaş açma şeklindeki baskılarıdır. İsyan, Güney Cephesi komutanı Albay Kılıç Ali Bey'e bağlı birliklerce bastırıldı. Pontus Ayaklanması Pontus Ayaklanması, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Kuzey Anadolu'da bağımsız bir Pontus Rum Devleti kurmak amacıyla çıkarılan ayaklanma (1920-1923). 1904'te kurulan Pontus Rum Cemiyeti ile Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti; I. Dünya Savaşı sonunda Batum'dan İnebolu'ya kadar uzanan Kastamonu, Çankırı, Yozgat, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Gümüşhane ve Erzincan'ın bir kısım toprakları üzerinde bir Rum devleti kurmak için faaliyete geçtiler. Pontusçular, I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu'ya giren ve daha sonra geri çekilen Rus ordularının bıraktığı silahlarla donatılıp İngilizlerden ve Yunanlardan silah yardımı gördüler. Yunanistan'dan gelen gönüllülerin de katılımıyla Pontus Çetecilerinin sayısı 25.000'i buldu. Topal Osman ve silah arkadaşlarının asilerle yaptıkları çarpışmalarda 2.500 tüfek, 1.200.000 mermi ele geçirildi. 11.188 çeteci öldürüldü. 1923'te bölgedeki Rumlar Anadolu'dan çıkarılarak, Pontus Devleti kurma çalışmalarına devam etmeleri önlendi. Çopur Musa Ayaklanması Çopur Musa Ayaklanması, Kurtuluş Savaşı sırasında Çopur Musa tarafından Afyon ve çevresinde gelişen ayaklanma. Bolu, Düzce, Yozgat Ayaklanmaları sırasında Yunanların kışkırtması sonucu Afyonkarahisar bölgesinde Uşak Hücum Taburu'ndayken eşkıyalık yapmaya çalışan Çopur Musa adlı isyancı, etrafına topladığı kuvvetlerle 21 Haziran 1920'de o dönem Afyonkarahisar'a bağlı Çivril'i bastı. Burada "Halifelik elden gidiyor" diyerek halkı ayaklandıran ve askere gitmemeye zorlayan Çopur Musa, üzerine gönderilen Millî Kuvvetlere yenilerek Yunanlara sığınmak zorunda kaldı. Bukamon Bukamon, Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Eğitim seviyesinde bir Digimondur ve Gomamon'un eğitim seviyesindeki formudur. Japonca adı Pukamondur. Gomamon Gomamon (Japonca: ゴマモン), Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Gomamon Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Çaylak seviyesinde bir Digimondur ve dünyanın en soğuk yerlerinde bile onu ısıtacak bir deriye sahiptir. Gomamon güvenilirdir ama hayatı anında yaşamayı sever. Digimon 01'de Joe Kido'nun partneridir. Balık gücü adlı bir saldırısı vardır. İkkakumon İkkakumon (Japonca: イッカクモン), Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Şampiyon seviyesinde bir Digimondur ve Gomamon'un şampiyon seviyesindeki formudur. Büyük, kafasında bir boynuz olan bir mors'a benzer. Digimon 01 ve 02'de R. Martin Klein tarafından seslendirilmiştir. Zıpkın torpido adlı bir saldırısı vardır. Hertha BSC Hertha BSC, Almanya'nın Berlin kentinde kurulmuş olan ve Bundesliga'da mücadele eden spor kulübüdür. Hertha Berlin maçlarını Almanya tarihi için son derece önemli yere sahip olan Berlin Olimpiyat Stadyumu'nda yapmaktadır. Kulüp 1892 yılında 4 gencin bir buharlı gemiyle çıktıkları bir gezi sırasında kurulmuştur. Geminin adı Hertha kulübün adını almış, geminin bacasının renkleri Mavi- beyaz ise kulübün renklerini oluşturmuştur. En başarılı dönemini 1930'larda yaşayan kulüp bu dönemde 1930 ve 1931 yıllarında iki şampiyonluk kazanmıştır. Yine bu dönemde 6 kez final oynamışlardır. Ancak II. Dünya Savaşı ve sonrasında Almanya'ya getirilen yasakların arasında spor organizasyonlarının da dahil olması Hertha Berlin'i oldukça etkiledi. Kulüp 1945'de SG Gesundbrunnen ismi ile tekrar kuruldu. Hertha Berlin ismini 1949'da tekrar aldı. Özellikle kulübün kurulduğu başkent Berlin'in 1961'de bir duvarla bölünmesi kulüp ile taraftarları zor ve ilginç bir durumda bıraktı. Bu dönemde Doğu Berlin'de kalan Hertha taraftarları maç günleri yıllarca duvarın stada yakın yerlerine gelerek takımlarını duvarın ötesinden desteklemişlerdir. Bu durum kulübün maçlarını duvardan uzakta bulunan Olimpiyat Stadyumu'nda oynamaya başlayana kadar, engellemelere karşı sürdü. Duvarın 9 Kasım 1989'da yıkılmasından sonraki ilk maçta ise bir ikinci lig maçında tribünde 50.000 seyirci vardır.. 1963 yılında Bundesliga'nın kurulması ile bu lige kabul edildi. Ancak iki yıl sonra 1965'te Bundesliga'nın kurallarına aykırı hareket etmesi ve oyunculara rüşvet vermesi ile küme düşürüldü. Dönemin politik sebepleri de göz önünde bulundurularak Hertha'nın yerine yine bir Berlin takımı Tasmania 1900 Berlin lig başlamasına 2 hafta kala Bundesliga'ya çıkarıldı. Ancak bu kulüp lig tarihinin en kötü performansını gösterdi. Kulüp, uzun süre 1. Bundesliga'ya çıkma mücadelesi verse de 1990'ların sonunda kadar bunu başaramadı. İki kere çok önemli finansal kriz yaşadı. Amatör kümeye kadar düştü. En son maddi krizi 1994'te geçirdikten, 3 yıl sonra 1997'de tekrar 1. Bundesliga'ya çıkma başarısını gösterdi. Altyapısında pek çok Türk asıllı oyuncu yetiştirmektedir. Kulüp ayrıca masa tenisi, plaj voleybolu, boks ve buz hokeyi branşlarında faaliyet göstermektedir. 2009-2010 sezonunda Bundesliga 'dan bir alt lige düşmüş, 2010-2011 sezonunda teknik direktör Markus Babel yönetiminde tekrar Bundesliga'ya döndü. Fakat ertesi sezon tekrar küme düştü. Zudomon Zudomon (Japonca: ズドモン), Digimon adlı çizgi dizideki hayali bir karakterdir. Üstün seviyesinde bir Digimondur ve Gomamon'un üstün seviyesindeki formudur. Digimon 01 ve 02'de Michael Sorich tarafından seslendirilmiştir. Volkan çekiç ve Bumerang çekiç adlı saldırıları vardır. Sedimantoloji Jeolojinin bir alt bilimi olan sedimantoloji biliminin konuları, yerkabuğundaki tortulların ve tortul kayaçların tanımlanması, sınıflandırılması ve orijinin araştırılması olarak sıralanabilir. "Sedimantoloji", jeoloji içerisinde önemli bir yere sahiptir. Bunun nedeni yer küreni
n yüzeyinin %75'i kadarının tortul (sedimanter) kayaçlardan oluşmuş olması ve şu anda kullanılan karbon bazlı (hidrokarbonik) enerji kaynaklarının (petrol, kömür) tamamına yakınının bu tortul kayaçlardan çıkarılıyor olmasıdır. Ayrıca sedimenter sahalar çok verimli topraklara sahiptir. İklim şartlarının da uygunluğu yanında diğer şartların uyğun olması durumunda tarım için çok önemli alanlar olabilirler. Frantz Fanon Frantz Fanon (d. 20 Temmuz 1925, Fort-de-France, Martinique – ö. 6 Aralık 1961, Washington, DC), kolonisizleştirme ve kolonileştirmenin psikopatolojisi konusunda belki de 20. yüzyılın en belli başlı düşünürüydü. Yapıtları, kırk yılı aşkın bir süre kolonileştirme-karşıtı kurtuluş hareketlerine esin verdi. Fanon, o zamanlar bir Fransız kolonisi, şimdiyse bir Fransız bölgesi olan Karayip Adası Martinique’te doğdu. Afrika köleleri, Tamil sözleşmeli hizmetçileri ve bir beyaz adam artyöreli melez bir aileye doğdu. Ailenin durumu, Martinikliler’e göre görece iyiydi ama orta sınıftan uzaktı. Yine de yalnız siyah öğrencileri kabul eden Lycée Schoelcher’in giderlerini karşılayabildiler. Fransa, 1940’ta Naziler’in eline düştükten sonra, Fransız deniz güçleri Martinik’te durduruldu. Fransız askerler, adada durmak zorunda kalarak gerçek birer ırkçıya dönüştüler. Birçok taciz ve cinsel suistimal suçlaması yükseldi. Martinikliler’in Fransız Ordusu’nca suistimal edilmesi, Fanon üzerinde önemli bir etkiydi, çünkü bu, O’nun yabancılaşma duygularını ve kolonisel ırkçılığın gerçeklerinden iğrenmesini pekiştirdi. Fanon, on sekiz yaşında adadan ayrıldı ve Özgür Fransız Güçleri’ne katılmak üzere Dominika’ya yolculuk etti. Daha sonra Fransız ordusuna alındı ve Fransa’da, özellikle Alsace çarpışmalarında hizmet verdi. 1944’te Colmar’da yaralandı ve Croix de Guerre Madalyası aldı. Naziler yenilgiye uğratıldığında ve Bağlaşık güçler Ren üzerinden Almanya’ya –foto-gazetecilerle- geçtiklerinde Fanon’un alayı tüm beyaz olmayan askerlerden temizlendi ve siyah asker arkadaşları, onun yerine, Toulon’a gönderildi. Fanon, 1945’te Martinik’e döndü. Dönüşü kısa sürdü. Orada, yaşamı üstünde en büyük etkiye sahip olacak olan arkadaşı ve akıl hocası Aimé Césaire’in parlamento kampanyasına katıldı. Fanon kendini hiçbir zaman komünist olarak tanımlamasa da, Césaire, komünist yaftasıyla, 4. Cumhuriyet’in ilk Ulusal Meclisi’ne Martinik’ten parlamento delegesi olarak katıldı. Fanon, bakaloryasını alacak kadar uzun kaldı ve sonra tıp ve psikiyatri çalışacağı Fransa’ya geçti. Yazın, drama ve felsefe çalışacağı, kimi zaman Merleau-Ponty’nin derslerine katılacağı Lyon’da eğitim gördü. 1951’de psikiyatride yeterlilik derecesi aldıktan sonra, psikopatolojide kültürün önemli ama çoğunlukla göz ardı edilmiş rolüne vurgu yaparak Fanon’un düşüncesini güçlendirecek olan köktenci Katalan François de Tosquelles gözetiminde psikiyatri stajı yaptı. Stajdan sonra, Fanon, Fransa’da, bir yıl daha ve sonra (1953’ten başlayarak) Cezayir’de psikiyatri uygulamalarını sürdürdü. 1956’da istifa edene dek kaldığı Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi’nde başhekimdi. Fanon, Fransa’dayken ilk kitabını yazdı, Black Skin, White Masks (Kara Deri, Beyaz Maskeler), kolonisel boyun eğdirmenin insan ruhuna olan etkisinin bir çözümleyimi. Bu kitap, Fanon’un siyah bir insan, Fransa’da, Fransızlar’ca, deri rengi nedeniyle geri çevrilen Fransız eğitimli bir aydın olma deneyiminin kişisel bir anlatımıydı. Fanon Fransa’dan ayrılıp, savaş sırasında bir süre askeri görev için bulunduğu Cezayir’e gitti. Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi’nde psikiyatristlik işi buldu. Tedavi yöntemlerini köktencileştirmesi oradadır. Özellikle de, hastalarının kültürel artyöresine bağlı toplumsal sağaltıma başladı. Hemşireler ve stajyerler de yetiştirdi. Kasım 1954’te Cezayir devriminin başlamasıyla, Dr. Chaulet’yle bağlantılarının bir sonucu olarak, Ulusal Kurtuluş Cephesine (Fransızca: Front de Libération Nationale, kısaca FLN) katıldı. The Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri)’nde, Fanon, derinlemesine olarak, Fransız güçlerinin Cezayirliler’e yaptığı işkencelerin etkilerini tartıştı. Fransız paraşütçü birimlerinin işkenceye katılmaları gerçeği, işkenceye karıştıkları ileri sürülenlere ‘olaylar’ için af çıkarıldığı Fransa’da siyasal çalkantılara neden oldu. Terörizm zanlılarına işkence yapmayı açıkça onaylayan General Paul Aussaresses’in yaptıkları nedeniyle değil yeterince vicdan azabı sergilememesi nedeniyle yargılanması bundandır. Fanon, Cezayir boyunca, özellikle Kabyle bölgesinde, Cezayirliler’in kültürel/psikolojik yaşamını çalışmak üzere kapsamlı yolculuklar yaptı. Kayıp çalışması, ‘The marabout of Si Slimane’ buna bir örnektir. Bu yolculuklar, aynı zamanda, gizli etkinlikleri, özellikle bir FLN üssünü gizleyen Chrea kayak alanına gitmesi için bir araçtı. 1956 yazında, ünlü ‘Sömürge Bakanı’na İstifa Mektubu’nu kaleme aldı ve Fransız özümsemeci yetiştirme biçimiyle ve eğitimiyle arayı açtı. Ocak 1957’de Cezayir’den kovuldu ve Blida Hastanesi’ndeki ‘isyan yuvası’ dağıtıldı. Fanon, Fransa’ya gitmek üzere ayrıldı ve sonunda gizlice Tunus Kenti’ne yolculuk yaptı. Ömrünün sonuna dek yazacağı ‘El Mücahit’in yayın kurulunun bir parçası oldu. Geçici Cezayir Hükümeti’nin Gana Büyükelçisi olarak da hizmet gördü ve Accra, Conakry, Addis Ababa, Leopoldville (bugün Kinşasa), Kahire ve Trablus’ta konferanslara katıldı. Bu dönemdeki kısa yazılarından çoğu, ölümünden sonra, Toward the African Revolution (‘Afrika Devrimi’ne Doğru) kitabında toplandı. Bu kitapta Fanon, savaş stratejisi uzmanı olarak bile belirginleşir; bir bölümde, savaşa güneyden cephe açmayı ve erzak hattının nasıl oluşturulacağını tartışır. Tunus Kenti’ne dönüşünde, üçüncü bir cephe açmak için Sahara’daki yorucu yolculuğundan sonra, Fanon’a, kan kanseri tanısı kondu. Tedavi için Sovyetler Birliği’ne gitti ve bir iyileşme yaşadı. Tunus Kenti’ne dönüşünde, vasiyetini, The Wretched of the Earth (‘Yeryüzünün Lanetlileri’)’ni yazdırdı. Yatağa tutsak olmadığı zamanlarda, Cezayir-Tunus sınırındaki Ghardiamo’da ALN (Armée de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Ordusu) subaylarına dersler verdi. Roma’da, Sartre’a son bir konuklukta bulundu ve daha fazla kan kanseri tedavisi için ABD’ye gitti. İronik olarak, ABD’ye tedavi için yaptığı yolculukta, CİA tarafından yardım edildi. Washington, D.C.’de 6 Aralık 1961’de, ‘İbrahim Fanon’ adıyla öldü. Cenazesi Tunus’ta ziyaretçilere gösterildikten bir süre sonra, Cezayir’de gömüldü. Daha sonra, bedeni, Batı Cezayir’de, Ain Kerma’daki şehitliğe taşındı. Fanon, eşi Josie, oğulları Olivier ve kızları Mireille’de yaşıyor. Fanon, Black Skin, White Masks (‘Kara Deri, Beyaz Maskeler’)’i, hala Fransa’dayken yazmış olsa da, yapıtlarının çoğu, Kuzey Afrika’da yazıldı. En büyük yapıtları, Year 5 of the Algerian Revolution’ı (‘Cezayir Devrimi’nin 5. Yılı’, daha sonra A Dying Colonialism ‘Can Çekişen Kolonicilik’ adıyla yeniden basıldı) ve şimdiye dek kolonisizleştirme üstüne yazılmış en önemli yapıt olan (orijinal adıyla 'les Damnés de la Terre')The Wretched of the Earth (Türkçe tercümesi: ‘Yeryüzünün Lanetlileri’)’ni bu dönemde yazdı. ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ilk kez 1961’de, François Maspero’ca yayımlandı ve kitapta, Jean-Paul Sartre’ın önsözü vardır. Kitapta, Fanon, ulusal kurtuluş mücadelesinde sınıfın, ırkın, ulusal kültürün ve şiddetin rolünü çözümler. İki kitap da, Fanon’u, 3. Dünya’nın çoğunun gözünde, 20. yüzyılın başı çeken kolonileştirme-karşıtı düşünürü yaptı. Fanon’un üç kitabı, Esprit ve ‘El Mücahit’ gibi dergilerde çok sayıda psikiyatri makalesiyle olduğu kadar Fransız koloniciliğinin köktenci eleştirileriyle de desteklendi. Yapıtlarının alımlanması, çok sayıda atlama ve yanlış içerdiği kabul edilen İngilizce çevirilerce etkilenmiştir, doktora tezini de içeren yayınlanmamış yapıtları ise, az ilgi gördü. Sonuç olarak, Fanon, çoklukla, şiddetin savunucusu olarak resmedildi. Fransızca özgün metinde, bunun böyle olmadığı açıktır. Üstelik, yapıtları, psikiyatrik konulardan siyaset, toplumbilim, insanbilim, dilbilim ve yazına dek geniş bir alanı kapsayacak ölçüde disiplinlerarasıdır. Cezayirli FLN’ye (Front de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Cephesi) katılımı, 1955’ten başlayarak, izlerkitlesini kolonileştirilmiş Cezayirliler olarak belirledi. Son yapıtı Les damnés de la terre (İngilizce’ye Constance Farrington tarafından The Wretched of the Earth, ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ olarak çevrildi) onlara yönelikti. Ezilenlere, kolonisizleştirme kasırgasında ve yeni-kolonici/ küreselleşmiş dünyada karşılaşacakları tehlikelere karşı uyarı niteliği taşır. Fanon’un kolonicilik-karşıtı hareketlere ve özgürlük hareketlerine esin verici bir etkisi olmuştur. Özellikle, Les damnés de la terre, İran’da Ali Şeriati, Güney Afrika’da Steve Biko ve Küba’da Ernesto Che Guevara gibi devrimci önderlerin yapıtlarında başlıca bir etkidir. Bunların içinden yalnızca Guevara, Fanon’un şiddet kuramlarıyla ilgilenmiştir; Şeriati ve Biko için Fanon’a temel ilgi, sırasıyla, ‘yeni insan’ ve ‘siyah bilinci’ dolayısıyladır. Fanon’un etkisi, Filistinliler’e, Tamiller’e, İrlandalılar’a, Kara Panterlere birçok ulusal harekete kendi kaderini belirleme fikri noktasında etki etmiştir. Boğaziçi Üniversitesi: "http://en.wikipedia.org/wiki/Frantz_Fanon" Wolfgang Amadeus Mozart Wolfgang Amadeus Mozart ("Johannes Chrysostomus Wolfgangus Theophilus Mozart") (d. 27 Ocak 1756 Salzburg , Avusturya - ö. 5 Aralık 1791 Viyana) Klasik Batı Müziği'nde Klasik dönemin etkili ve üretken bestekarlarından biridir. Yapıtları, senfonileri, konçertoları, oda orkestralarını, piyanoyu, operayı ve korolu müzikleri etkilemiştir. 35 yıllık ömrüne 626 eser sığdırmıştır. Mozart, Avrupalı bestekârların en popülerlerindendir ve birçok eseri standart konser repertuarlarında kullanılır. Günümüzde müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olarak kabul görmüştür. Babası Leopold Mozart, ablası ise Nannerl Mozart'tır. İlk yıllarında, Mozart birçok Avrupa gezisine çıktı. Bunlardan ilki 1762 yılında, Bavyera Elektörlüğü'nün başk
enti Münih'te, Bavyera Kurfüstü (Elektör prensi) lll. Maximillian' ın sarayında verdiği konserdir. Aynı yıl Prag ve Viyana'da da imparatorluk saraylarında konser vermiştir. Konser turu, üç buçuk yıl sürer ve Wolfgang babası ile beraber Münih, Mannheim, Paris, Londra (burada ünlü İtalyan çelist Giovanni Battista Cirri ile çalmıştır), Lahey, tekrar Paris, Zürih, Donaueschingen ve Münih' te konserler vermiştir. Bu gezisi sırasında, Mozart birçok ünlü müzisyenle tanışır ve kendisi de bu müzisyenlerin eserlerine aşinalık kazanır. En önemli esin kaynaklarından biri Johann Sebastian Bach' tır. Bach'ın eserleri birçok kez Mozart'ın esinlendiği eserler olarak gösterilmiştir. Tekrar Viyana'ya 1767'de giden ikili, burada 1768 yılının kasım ayına kadar kalırlar. Bu gezi sırasında Mozart çiçek hastası olur. Sonradan iyileşmesi babası Leopold tarafından Tanrı'nın oğlu için sevgisini temsil etmektedir. Salzburg'da geçen bir yıl sonunda, üç kez İtalya'ya yolculuğa çıkmıştır. 1769 Kasım'ından, 1771 Mart'ına kadar, 1771'in Ağustos'undan Kasım ayına kadar ve 1772 Ekim'i 1773 Mart'ı arası dönemde Mozart, üç opera besteler: "Mitridate Rè di Ponto" (1770), "Ascanio in Alba" (1771) ve "Lucio Silla" (1772). Üç opera da Milano'da oynanmıştır. Bu gezilerin ilkinde, Mozart Venedik'te Andrea Luchesi ve G.B. Martini ile Bologna'da buluşur, Accademia Filarmonicanın bir üyesi olarak kabul edilir. İtalya'daki yolculuğunun efsanevi bir hikâyesi de Gregorio Allegri'nin Miserere'sini Sistina Şapeli'de duyup tamamını hafızasına yazmasıdır. Yalnız bunu yaparken parçadaki küçük hataları düzeltir ve böylece Vatikan malının ilk yasadışı kopyasını üretmiş olur. 23 Eylül 1777'de annesi ile beraber Mozart, Münih, Mannheim ve Paris'i kapsayan bir Avrupa turuna çıkar. Mannheim'da, o dönemin en iyisi Mannheim Orkestrası ile çalar. Aloysia Weber'e aşık olur, ancak daha sonra ikili ayrılır. Dört yıl sonra da Aloysia'nın kız kardeşi Constanze ile evlenir. Paris'e başarısız bir ziyareti sırasında, annesi 1778 yılında ölür. 1780 yılında, Mozart'ın ilk büyük operası İdomeneo Münih'te oynanır. Ertesi yıl patronu Prens Başpiskopos Colloredo ile Viyana'yı ziyaret eder. Salzburg'a geri döndüklerinde, opera şefi olan Mozart, isyanını arttırır ve başpiskoposun müzik işleriyle ilgilenmek istemez. Bu düşüncelerini söylemesiyle de başpiskopos desteğini çeker. Mozart bundan sonra, aristokrasinin ilgisiyle özgür olarak Viyana'da müziğini geliştirmek için yerleşir. Bu bir nebze de Türk tarih i için önem taşır. Türklerin Avrupa'da moda olduğu o yıllarda, Mehter ritminden esinlenen Mozart, 11 numaralı La Majör Piyano Sonatı'nın ( K. 311) 3. bölümünde "Ronda alla Turca" (Türk Marşı)'nı besteler. Ayrıca Viyana'da Türk elçinin kızı Zaide için adına opera besteler. 4 Ağustos 1782'de, babasının istememesine rağmen Constanze Weber (d. 1763 - ö. 1842) ile evlenir. Constanze'nin babası Fridolin Weber, Carl Maria von Weber'in Franz Anton Weber'den üvey kardeşidir. 6 çocukları olmasına rağmen, sadece 2 tanesi çocukluktan sonra yaşar: Carl Thomas Mozart (d. 1784 - ö. 1858) ve Franz Xaver Wolfgang Mozart (d. 1791 - ö. 1844) (daha sonra küçük bir bestekâr olmuştur). İki çocuğu da evlenmemiş, yetişkinliğe erişebilen çocuğu olmamıştır. Carl'ın Constanza isminde bir kızı olur, o da 1833'de çocukken ölür. 1782 yılı Mozart'ın kariyeri için verimli bir yıldır: operası (Saraydan Kız Kaçırma (Die Entführung aus dem Serail)) müthiş bir başarıya ulaşır. Bu operasında bahsedilen saray, Topkapı Sarayı olmayıp, Akdeniz kıyılarında bir yazlık saraydır yani yazlık köşktür. Opera, Türklerin bulunduğu Osmanlı ülkelerinde geçmektedir. Selim Paşa'nın ve harem ağası Osman'ın tutsağı olan Konstanze ve İngiliz hizmetkarı Blonde'yi, Konstanze'nin nişanlısı bir İspanyol soylusu olan Belmonto kaçırmaya çalışır. En sonunda da Selim Paşa Belmont ve Konstanze'nin birleşmesine razı olur. Ardından konserlere çıkan Mozart, kendi piyano konçertolarının yönetmenliğinin yanı sıra, solo olarak da enstrümanlar çalar. 1782 ve 1783 yılları arasında, Mozart Johann Sebastian Bach ve George Frideric Handel'in eserlerine sahip olan Baron Gottfried van Swieten sayesinde bu bestekarlara, aşinalık kazanır. Mozart'ın bu eserler üzerindeki çalışmaları, Barok tarzında yeni bir müzik stili ve dili yaratılmasını sağlar. Sihirli Flüt (Die Zauberflöte) bu örneklerden biridir ve finali de 41. Senfoni'dir. 1783 yılında Wolfgang ve Constanze, babası Leopold'u Salzburg'da ziyaret ederler ancak babası Constanze'yi iyi karşılamaz. Ancak bu ilham, Mozart'ın duasal eserlerinden biri, Große Messe (Do Minör Büyük Ayini) henüz bitmemiş olsa da Salzburg'da gösterime girer ve hâlâ en tanınmış eserlerindendir. Wolfgang eşi Constanze'nin Leopold'ün sevgisini almak için başrolde solo şarkı söylemesini sağlar. Viyana'daki ilk yıllarında, Mozart Beethoven'ın da hocası olan 100'ün üzerinde senfoni bestelemiş Franz Joseph Haydn ile tanışır ve arkadaş olurlar. Haydn ne zaman Viyana'yı ziyaret etse beraber yaylı kuartet çalarlar. Mozart'ın Haydn'a çaldığı 6 kuartet (K. 387, K. 421, K. 428, K. 458, K. 464, and K. 465) 1782 ile 1785 yılları arasında yazılmıştır. Bunlar Haydn'ın Opus 33 setine karşı bir yanıttır. Haydn'a yazdığı bir mektupta Mozart şu sözleri yazar: ""Çocuklarını büyük bir dünyaya göndermeye karar veren bir baba, onlara o dönemde meşhur bir insanın koruması ve öncülük etmesi gerektiğini düşünmüştü. Sonunda en iyi dostlar haline gelmişlerdi. Ben de aynı yolla, size 6 çocuğumu gönderiyorum... Lütfen onları nezaketle; bir baba, bir yol gösterici ve bir arkadaş olarak alınız!... Ancak, size yalvarıyorum; lütfen babalarının gözlerinden kaçan hatalar için anlayış gösteriniz ve saygı duyduğum cömert dostluğunuzu esirgemeyiniz"." Haydn bunun üzerine Mozart'a büyük bir hayranlık duydu ve Mozart'ın son 3 serisini dinledikten sonra babası Leopold'a ""Tanrı ve dürüst insanlığım üzerine size derim ki, çocuğunuz yüz yüze veya ismiyle tanıdığım en büyük bestekardır. Zevk ve daha önemlisi, bestekarlığın en derin bilgisine sahip."" 1782 ila 1785 yılları arasında, Mozart piyano konçertolarında solo olarak çıktığı seri konserler verir ve bunlar en güzel çalışmaları olarak kabul edilir. Bu konserler finansal açıdan da başarılı olmuştur. 1785'den sonra ise, Mozart sahneye daha az çıkar ve sadece birkaç konçerto yazar. Maynard Solomon bunu Mozart'ın elindeki yaralardan dolayı olduğunu söylemektedir, başka bir bakış açısına göre ise halk artık ona aynı ilgi göstermemiştir. Mozart 18'inci yüzyıl Avrupa'sındaki Aydınlanma Çağı'ndan da esinlenir ve 1784 yılında Mason olur. Locası spesifik olarak deist yerine katoliktir ve babası 1787'de ölmeden önce de babasını kendi inanışına çekmeye çalışır. Sihirli Flüt (Die Zauberflöte), sondan ikinci operası, da masonik alegoriler içermektedir. Ayrıca Mozart, Haydn ile aynı mason locasındadır. Mozart hayatında nadiren maddi zorluklar yaşamıştır. Ancak, bu yaşadığı zorluklar birçok kez abartılmış ve romantikleştirilmiştir. Arkadaşlarından birçok kez borç almıştır ve pek çok borcu ödenmemiş şekilde ölmüştür. 1784 ile 1787 arasında bugün de ziyaret edilen Domgasse 5'te St. Stephen Katedrali arkasında, yedi odalı bir apartmanda yaşamıştır. Burada 1786'da " Figaro'nun Düğünü (La nozze di Figaro) operasını bestelemiştir. Mozart'ın Prag ve halkıyla özel bir ilişkisi vardır. Buradaki seyircisi, Figaro'yu Viyana'dakilerden daha fazla kutlamıştır. "Meine Prager verstehen mich" (Praglılarım beni anlıyor) sözü de Bohemya'da oldukça ünlü olmuştur. Birçok turist, Prag'daki izlerini takip eder ve Mozart Müzesi, yaşadığı Bertramka Villası'nda oda orkestralarını dinlerler. Prag şehri, Mozart'a hayatının geri kalanında finansal olarak komisyonlar aracılığıyla destek sağlamıştır. Don Giovanni 29 Ekim 1787'de Estates Tiyatro'sunda gösterime girmiştir. Mozart son operası Titus'un merhameti (La Clemenza di Tito) 6 Eylül 1791'de, yine bu şehirde Leopold II'nın Bohemya Krallığı taç giyme töreninde gerçekleşmiştir. Mozart bu görevi, Antonio Salieri'nin açıkca reddetmesi üzerine almıştır. Mozart'ın son hastalığı ve ölümü incelenmesi oldukça zor bir konudur. Romantik efsaneler ve birbiriyle uyuşmayan teoriler mevcuttur. Birçok araştırmacı, Mozart'ın hastalığının yükselme durumunda anlaşamaz. Özellikle hangi noktada Mozart hastalığı hakkında haberdar oldu ve bu eserlerini etkiledi. Romantik bakış açısı, hastalığının giderek kötüye gittiğine ve bunun da eserlerine paralel bir şekilde yansıdığını savunur. Bunun karşısında ise, günümüzdeki bazı araştırmacılar, durumunun iyi olduğunu ve ölümünün ailesi ve arkadaşlarında ani bir şok etkisi yarattığını belirtirler. Mozart'ın son sözleri: ""Ölümün tadı dudaklarımda... Bu dünyadan olmayan bir şey hissediyorum"" der. Hastalığının asıl sebebi de bir varsayımdır. Ölüm kayıtları "hitziges Frieselfieber" (mühim darı tanesi ateşi) der ve bu, sebebi modern tıpta açıklanabilen bir tanım değildir. Birçok teori önerilmiştir, bunların arasında, trişinoz, civa zehirlenmesi ve ateşli romatizma da vardır. Hastaların kanatılması o dönemde genelde uygulanan bir anlayıştı ve bu da sebepler arasında gösterilir. Mozart, 5 Aralık 1791 tarihinde gece 1 sularında Viyana'da ölür. Hastalığının yükselmesi ile, son çalışması Requiem ile birlikte Zauberflöte'dir. Yalnız Zauberflöte'yi ölümünden önce bitirir ve sahnelere çıkarıp ünlü yapar, ama Requem'i bitiremeden ölür. Bu iki çalışmasına daha ölümünden birkaç gün önce başlamıştır. Popüler efsaneye göre, Requiem'de Mozart kendi ölümünü düşünerek bu besteyi yapmıştır ve bu dünya sonrasından bir haberci bunu maddi olarak desteklemiştir. Belgesellerdeki bulgular, bu anonim desteğin Schloss Stuppach Kontu Franz Walsegg tarafından geldiğini ispatlamıştır. Eserin büyük çoğunluğu da, Mozart'ın sağlığı yerindeyken yazılmıştır. Genç bir bestekâr ve Mozart'ın öğrencisi Franz Xaver Süssmayr, Constanze tarafından Requiem'i bitirmesi için görevlendirir. İlk görevlendirilen Süssmayr değildir, Constanze öncelikle Joseph Eybler'e başvurur, ancak Eybler beceremez ve görevi reddeder. İsminin yaz
ılı olmadığı bir mezar taşı ile gömülü olduğu için, genelde Mozart'ın parasız ve unutulmuş olarak öldüğü söylenir. Ancak, Viyana'da eskisi kadar yüksek yaşam standartlarında yaşamasa da, komisyonlardan iyi bir gelir elde ediyordu. Yılda yaklaşık olarak 10,000 florin kazanıyordu, bu da 2006'ya göre 42,000 Dolar (ya da 63,000 TL) etmektedir. Söz konusu miktar O'nu 18'inci yüzyılda Dünya'da en fazla para kazanan %5'in içerisine sokar. Ancak, servetini kontrol edemiyordu. Annesi hakkında "Wolfgang ne zaman yeni bir şeyler kazanırsa, kendisini ve malını etrafına veriyordu" demiştir. Oldukça masraflı yaşamı da, onu birçok kez kredi almaya yöneltmiştir. Birçok yalvarış mektupları hâlâ günümüzde vardır, ama fakirliğine değin harcamalarına olduğu kadar fazla bir delil yoktur. Toplu bir mezarda değil, 1785 Avusturya kanunlarına göre halka ait bir mezara gömülmüştür. St. Marx mezarlığındaki orijinal mezarı kaybolsa da, anıtsal mezartaşları buraya ve Zentralfriedhof'a yerleştirilmiştir. 2005'te Avusturya'nın Inssbruk Üniversitesi ve Maryland-Rockville'deki DNA laboratuvarlarında, Avusturya Müzesi'ndeki Mozart'ın kafatasının ona ait olup olmadığı araştırılmış ve bu anneannesinin ve yeğeninin DNA'leriyle karşılaştırılmıştır. Test sonuçları yetersiz kalmıştır ve DNA örneklerinin birbiriyle bir alakasını bulamamışlardır. 1809'da Constanze Danimarkalı diplomat Georg Nikolaus von Nissen (d. 1761 – ö. 1826) ile evlenir. Yeni eşi de Mozart'ın büyük bir hayranıdır ve Mozart üzerine bir biyografi yazar. Ömrü süresince bunu bitiremese de, öldükten sonra, Constanze bitirmiş ve yayınlamıştır. Dünya tarihinin belki de gelmiş geçmiş en büyük müzik dehasının sadece 35 yıllık bir ömür yaşaması ve bu ömüre 626 ölümsüz eser bırakması, kendisi belki de müzik dünyasının en büyük kazançlarından biri olsa da, kısa ömrü de müzik dünyasının en büyük kaybıdır. Ölümünden bu yana geçen iki asırlık zaman içinde, her kuşak onun eserlerinde bir başka anlam ve güzellik bulmuştur. Eserlerindeki derin anlam ruhlara işledikçe Mozart'ın insanlığa yardımı daha da önem kazanacaktır. Mozart'ın müziği, Haydn'ınki gibi, klasik müziğin ilk örneklerindendir. Çalışmaları, o dönemin tarzını değiştirmiş ve barok tarzı ile de karışımını sağlamıştır. Mozart'ın kendine ait tarzı klasik müziğin tamamının gelişimine paraleldir. Çok yönlü bir besteciydı ve hemen hemen her türde müzik yazardı. Bunların arasında senfoni, opera, solo konçerto, oda orkestrası, yaylı kuartet ve yaylı kentet ve piyano sonatları da vardır. Bu türlerin hiçbiri yeni değildi, ama piyano konçertosu Mozart'ın tek başına geliştirdiği ve popüler ettiği bir türdür. Ayrıca önemli sayıda dini müzik de yayımladı, bunların arasında ayin müzikleri de vardı ve birçok dans müziği de besteledi; divertimenti, serenadlar ve diğer hafif eğlenceli türlerde. Mozart ilk yıllarından beri müthiş bir kulağa sahipti. Duyduğu her müziği hafızasına bir daha çıkmayacak üzere yazabiliyordu. Gezilerinin de oldukça fazla olmasından dolayı, nadir bir tecrübe koleksiyonu edindi. Londra'da bir çocuk olarak J.S. Bach ile karşılaştı ve müziğini dinledi. Paris, Mannheim ve Viyana'da da buradaki bestekarlarla karşılaştı. Muhteşem Mannheim orkestrasıyla beraber çalıştı. İtalyan açılışları ve opera buffalarıyla karşılaştı. Bunların hepsi, gelişiminde önemli bir rol oynadı. Londra ve İtalya'da galant tarzı o dönemde oldukça popülerdi. Basit, hafif müzik, sesin yavaşlamasına bir tutku, vurgulara önem veren, hakim ve ana notanın üstündeki dördüncü ve altındaki notayı çıkartarak, simetrik cümlelerle ve açık bir mimari sundu. Bu tarzın etrafında gelişen klasik müzik, Barok'un komplike tarzına bir tepkiydi. Mozart'ın ilk çalışmaları, İtalyan uvertürleriydi. Diğerleri J.C. Bach'ın eserlerine oldukça benzerdi ve başkaları da Viyana'daki eserlerin değişik bir şekilde vurgulanmasıydı. Mozart'ın en tanınan özelliklerinden biri de belli bir düzenin uyumuydu; sesin yavaşlamasına ana nota etrafında yöneliyordu ama Mozart, bunu değiştirerek uyumu ses yavaşlamasının daha güçlü yarıya geçmesini sağlamıştı. Mozart'ın Phrygian anlayışı da bunu gösterir. Mozart olgunlaştıkça, Barok müziğinden birtakım yeni özellikler daha adapte etmiştir. Örnek olarak, 29. Senfoni'nin La Majör (K. 201)'ünde kontrpuana ait iki veya daha çok sayıda melodinin bir arada çalınmasından meydana gelmiş tema kullanıyordu ilk hareketinde ve düzensiz ifade uzunluklarını denemiştir. 1773'teki bazı kuartetleri fugal finalleri vardır ve büyük olasılıkla Haydn'dan esinlenmiştir. O da bunu opus 20 setinde kullanmıştır. Fırtına ve Gerilim akımının etkisi, Alman edebiyatını "Romantizm" akımına doğru yöneltirken, müzikte de bestecileri etkilemiştir. Mozart'ın çalışma hayatında odağı enstrümantal müzikle operalar arasında gitmiş gelmiştir. Avrupa'da o anda bulunan iki tarzda da operalar yazmıştır. "Figaro'nun Düğünü", "Don Giovanni" ve "Cosi fan tutte" (Bütün Kadınlar Böyle Yapar) [opera buffa] tarzında iken "İdomeneo" ve "Sihirli Flüt" [opera seria] tarzındadır. Daha sonraki operalarında da enstrümanların, orkestranın, ton renginin psikolojik ve duygusal hisleri ve dramatik geçişleri ifade edebilmek için yeni yöntemler geliştirmiştir. Senfonilerinde çözülemeyecek seviyede komplike bir şekilde orkestrasını kullanması, orkestranın psikolojik etkilerini geliştirmiş ve daha sonra da opera olmayan eserlerinde de görülmüştür. Mozart için Türklerin ayrı bir önemi vardır, Türkler için de Mozart'ın. Mozart Türklerle, müzik ve töreleriyle gençlik çağlarıyla başlayarak ilgilenmiştir. Osmanlıların Viyana'yı kuşatması sırasında ve sonrasında, Avrupalılar, özellikle de de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yurttaşları Türklerle yakın ilişkilere girmiştir. Mozart'ın nesiller boyunca, tüm müzik türlerinin bestekarlar üzerindeki etkisi oldukça büyüktür. Mozart'dan sonraki tüm önemli bestekarlar Mozart'ın büyüklüğünden bahsetmiştir. Rossini hakkında "O bir dahi kadar bilgili ve bilge kadar dahi olan tek müzisyendi." demiştir. Ludwig van Beethoven'in Mozart hayranlığı da açıktır. Beethoven, Mozart'ı birçok kez kendisine örnek olarak almıştır. Örnek olarak, Beethoven'in Sol majör 4. Piyano Konçertosu Mozart'ın Do majör Piyano Konçerto'suna (K.503) bir göstergedir. Beethoven'in apartmanında öğrencilerinden birine, Mozart'ın Do majör kuartet'ini (K.464) gösterip "Ah, ne eser. Bu, Mozart'ın 'İşte benim yapabileceğim bu, dinleyebilecek kulakların olsaydı!' demesidir." demiştir. Beethoven'in daha birçok eseri Mozart'ın eserlerine benzemekte ve çağrıştırmaktadır. Bunlara Beethoven'in Do minör 3. Piyano Konçertosu ile Mozart'ın Do minör 24. Piyano Konçerto'su da dahildir. İkisi de Haydn öğrencisi olup buluştuklarına inanılır ve Mozart'ın da Beethoven hakkında "Dünyaya hakkında bahsedilecek bir şey bırakacak." dediği söylenmektedir. Çaykovski, "Mozartiana"yı Mozart'ı övmek için yazmıştır. Max Reger'in 1914'te yazdığı "Mozart Tema"sı da en tanınmış eserlerinden biridir. Buna ek olarak Mozart, Frédéric Chopin, Franz Schubert, Peter İlyiç Çaykovski, Robert Schumann ve birçok besteci tarafından en iyi olarak gösterilmiştir. Hatta Frédéric Chopin, cenazesinde kendi yazdığı cenaze müziğini değil Mozart'ın Requiem'inin çalınmasını istemiştir. Mozart popüler müzik için de bir ilham kaynağı olarak kalmıştır. Jazz'dan, Rock'a, hatta Heavy Metal'e kadar. Jazz piyanisti Chick Corea, Mozart'ın piyano konçertolarını çalarken kendisini konçertolar yazmaya esinlenmiştir. Mozart öldükten sonra, eserlerinin dizilimi için birçok defa uğraşılmıştır. Ancak, bunu 12 yıllık bir uğraşı sonunda, 1862'de Ludwig von Köchel başarır. Mozart'ın hâlen eserleri Köchel'in katalog numaralarına göre sıralandırılmıştır. Bu nedenle, örnek olarak La majör 23. Piyano Konçertosu demek yerine, basitçe "K. 488" ya da "KV. 488" diye yazılır. Buradaki KV'nin açılımı Köchel Verzeichnis (Köchel Dizini)'dir. Bu katalog 6 kez revizyona gitmiş, Mozart'ın eserleri de K.1 den K.626'ya kadar numaralandırılmıştır. Mozart bestekarlar arasında doğal olmayan bir efsane yumağıyla karşılaştı. Bir bakıma çünkü ilk biyografisini yazanlar onu şahsen tanıyorlardı. Bir ürün sunabilmek için hayali öğeler eklemek zorunda kalıyorlardı. Bu söylenceler, Mozart öldükten sonra başladı ama pek azı belli kanıtlar etrafındaydı. Bunlardan biri de Mozart'ın Requiem'ini kendi ölümünü düşünerek yazması üzerineydi. Hayali sözleri, gerçek olaylardan ayırmak Mozart araştırmacılarının devam eden bir görevi haline gelmiştir, lakin efsaneleri gerçek olaylardan ayırmak gerekir. Dramatistler ve senaristler, araştırmacıların sorumluluklarından özgür olarak, bu efsaneleri oldukça iyi birer öğe olarak kullandılar. Başka bir tartışma konusu da Mozart'ın çocukluktan ölümüne kadar insanüstü dehasıdır. Bazıları ilk eserlerini basit ve unutulabilir bulurken diğerleri Mozart'ın 5 yaşında yazdığı esere bile hayranlık duyarlar. Her halukarda, ilk bestelerinin bir bölümü hâlâ oldukça popülerdir. K. 165 örnek olarak, Mozart tarafından 17 yaşındayken bestelenmiştir ve en tanınan eserlerden biridir. Başka bir söyleyiş de henüz 5 ya da 6 yaşındayken gözleri kapalı olarak ellerini çapraz bir şekilde tutup piyanoyu çalabildiğidir. Benjamin Simkin, Mozart üzerine yazdığı bir kitapta Mozart'ın Tourette sendromu yaşadığını öngörmüştür. Ancak, hiçbir Tourette sendrom uzmanı, organizasyonu veya psikiyatrist Mozart'ın böyle bir sendroma sahip olduğunu söylememiştir ve birçoğu da yeteri kadar delilin olmadığını vurgular. Milos Forman'ın 1984 yılında yönettiği Amadeus, Peter Shaffer'in oyunu üzerinedir. 8 Oskar kazanan bu film, o yılın da en popüler filmlerinden biri olmuştur. Film Mozart'ın eserlerini halkın tanıması için oldukça faydalı olmuştur, ancak tarihsel eşitsizlikler yüzünden eleştirilmiştir. Özellikle Antonio Salieri'nin Mozart ile olan rekabeti üzerine pek az tarihsel kanıt vardır. Aksine, büyük bir ihtimalle Mozart ve Salieri birbirlerine arkadaş ve ortak gözüyle bakmaktadırlar. Salieri'nin halk kütüphanesinden Mozart'a partisyonlar verdiğinin belgelerle kanıtları vardır. Bunun yanı sıra, birçok
kez Mozart'ın eserlerini sahnede sunmuştur. Bunun da üstüne, Mozart'ın oğlu Franz Xaver'in müzik öğretmeni olmuştur. Eserlerini hiçbir zaman göstermemesi, filmde fazla dramatize edilmiştir. Ayrıca, Mozart'ın eserleri incelendiğinde, birçok revizyonlar yaptığı da gözükmektedir. Mozart oldukça ağır çalışırdı ve kendi izniyle üstün bilgisini ve becerilerini Avrupa'nın müzik geleneklerine göre geliştirmişti. Schaffer ve Forman Amadeus'un hiçbir zaman Mozart'ın gerçek biyografisi olarak sunmak istemediklerini anlamış, filmin DVD sunumunda da, dramatik anlatımın İncil'deki Habil ve Kabil hikâyesinden esinlendiğini anlatmıştır - bir kardeş Tanrı tarafından sevilir, diğeri hor görülür. Drama (anlam ayrımı) Drama sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Iced Earth Iced Earth thrash metal, power metal, progressive metal ve NWOBHM tarzlarını bir araya getirmiş bir Amerikalı heavy metal grubudur. Grubun en önemli ismi aynı zamanda 1984 yılında Indiana'da Purgatory ismiyle kurucusu olan ritim gitarist ve söz yazarı Jon Schaffer'dir. Grup Florida'ya taşındıktan ve adını Iced Earth olarak değiştirdikten sonra Enter the Realm isimli demoları, Century Media Records etiketi taşıyan ilk LP'lerini çıkarttıracak kadar popülerdi. Grup kurulduğu tarihten bu tarafa çok sayıda eleman değişkliği yapmıştır. Dante'nin Infernosunu temel alan Burnt Offerings için gruba vokalist olarak Matt Barlow katılmıştı (Night of the Stormride'ı takip eden 3 yıllık bir boşluktan sonra). Barlow'un vokali oldukça popüler oldu ve uzun yıllar grup ile birlikte çalıştı ama 2003 yılında United States Department of Homeland Security (Birleşik Devletler Anavatan Güvenlik Bakanlığı)'da yeni bir kariyer takip etmek amacıyla gruptan dostça ayrıldı. Tim 'Ripper' Owens Judas Priest grubundan ayrılarak Iced Earth'in yeni vokalisti oldu. Grup ile bearaber çıkardığı ilk albüm The Glorious Burden modern dünyayı şekillendiren askeri figürlerin ve savaşın pek çok açıdan bir incelemesidir. Şarkıların konu aralığı Özgürlüğün İlanından 9 Eylül'e , Napoleon Bonaparte kadar uzanmakla birlikte 3 şarkıda Gettysburg muharebesi ile ilgilidir. Gettysburg üçlemesinin ikinci bir diske, Waterloo ve When the Eagle Cries şarkısının unplugged versiyonunun birinci diske eklendiği sınırlı bir sürüm vardır. Schaffer'in Kanadalı heavy metal dergisi Brave Words & Bloody Knuckles'a verdiği bir röportajdan sonra albümün teması bir tartışmanın odak noktası haline geldi. Röportajın yayınlanmasından sonra Schaffer dergiyi, sözlerini saptırdığı ve kendisini anti- Amerikan eğilimli gösterdiği gerekçesiyle suçladı ve bunu takiben grubun dergiyi gelecekte boykot edeceğini açıkladı. Blind Guardian'ın eski basçısı ve lider vokalisti Hansi Kürsch ile birlikte Schaffer, Demons and Wizards isimli yan bir projede de bulumaktadır. 2005 yılında Tim 'Ripper' Owens ve birkaç arkadaşı Beyond Fear isimli yeni bir heavy metal grubu kurdular. 11 Aralık 2007'de Matt Barlow gruba sürpriz bir şekilde geri döndü. Tim 'Ripper' Owens ise ise bilinenin aksine yaptığı performanslardan değil Schaffer'ın ricası üzerine gruptan ayrılmıştır. Owens, grubu Framing Armageddon döneminde muhteşem bir başarıya ulaştırmıştır. Ancak Owens'ın bu şekilde gruptan ayrılmasını protesto eden basçı Dennis Hayes'te Schaffer'in hışmına uğrayarak gruptan atılmış ve Hayes'in ismi grubun bibliyografi ve diskografisinden de çıkarılmıştır.. Bütün bu gelişmelerden sonra grubun bass gitarist açığını kapatmak üzere arayışlara giren grup lideri Schaffer, menejerlik şirketleriyle yaptığı bağlantılarla pek bi sonuç alamadı... Çünkü geçmişte gruptan ayrılan herkes Schaffer hakkında pek iyi konuşmalar yapmamıştı. Bu sebeple grubun resmi sitesinde ilan verilerek bass gitarist aranmaya başlandı... 12 Mart 2008 tarihinde grubun resmi açıklaması ile Freddie Vidales grubun bass gitaristi oldu... Jon Schaffer yeni elemanı ile ilgili olarak; 'Kendisini seyretmeye gittiğimde müzisyenlik performansı ve sahne enerjisi olarak istediğimi gördüm ve arayışlara devam etmenin bir mantığı olmadığını düşünerek Freddie ile anlaştım' demektedir. 6 Mayıs 2013 tarihinde Iced Earth resmi sitesinden grubun bateristi Brent Smedley'in kişisel sebeplerden dolayı ayrıldığı duyuruldu. Gruba İtalyan kökenli Chaoswave'in bateristi Raphael Saini dahil olmuştur.. Ayrıca Iced Earth, 2013 yılının ekim ayında piyasaya sürülmesi planlanan Plagues of Babylon adlı albümün çalışmalarına başlamıştır. Iced Earth müzik tarzı Iron Maiden'ın, 1980'lerin thrash metal müziği ile bir karması şeklinde tanımlanmaktadır. Iced Earth şarkı sözleri ceza ve günah, kader, cennet, cehennem ve kıyamet gibi ilahi temalara eğilimlidir. Grubun son albümlerinden birçoğu belli bir tema üzerine kurulmuş konsept albümler şeklindedir. Anti kahraman Spawn (The Dark Saga), korku filmleri (Horror Show) ve tarihi savaşlar (The Glorious Burden) bunlara verilebilecek başlıca örneklerdir. "Dante's Inferno," "Angels Holocaust," "Damien," ve "The Coming Curse" gibi şarkılarında Iced Earth ibadet müziği tekniğini kullanmaktadır. İki Iced Earth şarkısı bayan vokal içemektedir; "A Question of Heaven" ve "The Phantom Opera Ghost" bunlara ek olarak Days of Purgatory albümünde yeniden seslendirilen "Burnt Offerings" şarkısıda vardır. 14 Mart 2008 tarihinde yeni bir single yayınlayan grup, hali hazırda 2008 sonbaharında çıkaracakları Revelation Abomination (Something Wicked Part 2) albümü için hızla çalışmakta ve yeni bass gitaristleriyle birlikte mayıs ayında başlayacakları yoğun konser programı için hazırlanmaktadır... "Something Wicked This Way Comes", "Alive in Athens", "Horror Show", ve "Tribute to the Gods" albüm kapakları Jon Schaffer tarafından yaratılan Set Abominae isimli hayali bir kahramanı betimlemektedir. Sonraki iki albümde bu kahraman üstüne odaklanacaktır. Schaffer' e göre, her iki albüm üzerine anlatılan hikâyeler 10,000 lerce yıl devam edecek. Schaffer, Set Abominae üstüne birde çizgi roman yazmayı planlıyor. Eser grubun albüm kapaklarını tasarlayan artist tarafından çizime dökülecek. Drama Drama; genellikle kurgusal bir esere dayalıdır oyuncular tarafından canlandırılan bir anlatı türü. Bir sözcüğü, bir kavramı, bir davranışı, bir tümceyi, bir fikri ya da yaşantıyı veya bir olayı, tiyatro tekniklerinden yararlanarak oyun ya da oyunlar geliştirerek öyküleştirmektir. Yunancada hareket anlamına gelen "“dran”" eyleminden çekimlenmiştir. Dramalar medyanın çeşitliliğinde canlandırılabilir: canlı performans, film veya televizyon için özel dramalar. “closet dramas“ oyunlar gibi aynı formlarda (diyalogla, sahnelerle, sahne yönetimiyle) yazılır ama sahneye konulmasından çok okunması hedeflenir. Örnek olarak Seneca'nın oyunları, Byron'un Manfred'i ve Percy Bysshe Shelley'nin Prometheus Unbound'unu verebiliriz. Imaginary Conversations of Walter Savage Landor'da olduğu gibi bazı dramatik edebiyat eserleri hiçbir şekilde oyunların canlandırılmış şekillerine benzemeyebilir. Drama, baştan başa müzikal içinde diyalogların ve şarkıların olduğu operada veya müzikal ahenge sahip oyunlarda örneğin Japon Noh dramasında olduğu gibi müzik ve dansla sık sık birleştirilir. Drama yazarlarına playwright ya da dramatist denir. Ruslar yazarı ve edebiyatı kuramcısı Belinskiler, dramada uzun öykülerin olmaması ve her kelimenin mutlaka bir dramatik eylemde söylenmesi olağanüstü bir öneme sahiptir diyor ve şöyle devam ediyor: 'Dramanın doğanın basit bir şekilde kopya edilişi biçiminde olmaması gerektiği gibi, çok güzel olsalar bile, birbirinden ayrı sahnelerin bir araya toplanmış hali de olmaması gerekmektedir. Drama her kişinin kendi amacı doğrultusunuda ve yalnız kendisi için hareket ettiği ve de ister istemez, kendisinin dahi bilmediği nedenlerden dolayı, yapıtın genel dramatik eylemine uygun sağlayabildiği bir dünya, yani kendine özgü ayrı dünyasını oluşturmalıdır. Fakat böyle bir şey, dramanın ancak ve ancak belirli bir düşüncesinde içinde doğup geliştiği hayal ürününden rastgele kurgulanmadığı zaman meydana gelebilir. Bitlis Muharebesi Bitlis Muharebesi (Rusça: Битлисское сражение / "Bitlisskoye srazhenie"), 1916 yılının yaz aylarında Bitlis şehri için Rusya İmparatorluk Kuvvetleri ve Osmanlı Ordusu arasında gerçekleştirilmiş bir dizi çatışmadır. Bitlis ilk olarak 2-3 Mart'ta Rusya İmparatorluk Kara Kuvvetleri'nin 2. Kafkas Kolordusu tarafından düşürüldü. Ancak 1 Ağustos'ta taarruza geçen Mirliva Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Osmanlı 16. Kolordusu, Diyarbekir'e doğru ilerlemekte olan Nikolay Yudeniç komutasındaki Kafkas Ordusu'nu geri çevirerek 5. Fırka ile Bitlis'i, 8. Fırka ile Muş'u geri aldı. 25 Ağustos'ta Rusya birlikleri Muş'u yeniden almayı başardı. Paris Saint-Germain FC Paris Saint-Germain Football Club genel olarak bilinen ismiyle Paris Saint-Germain () ve kısaca PSG (), 1970 yılında Fransa'nın Paris şehrinde kurulan spor kulübü. 12 Ağustos 1970 tarihinde Paris FC ve takımlarının birleşmesiyle kuruldu. 1974 yılından itibaren Ligue 1'de oynamaya başlayan PSG, 4'er defa Ligue 1, Coupe de la Ligue, Trophée des champions şampiyonluğu, 1 defa Ligue 2 şampiyonluğu, 8 defa Coupe de France şampiyonluğu, bir defa UEFA Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu ve bir defa da UEFA Intertoto Kupası kazandı. PSG, Fransa'daki en başarılı üç kulüpten birisidir ve Avrupa'da üç büyük UEFA turnuvasından bir tanesini kazanma başarısı gösteren (Marsilya ile) iki Fransız kulübünden birisidir. Prensler Parkı, 1974 yılından bu yana PSG'nin iç saha maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. Camp des Loges ise 1970 yılından bu yana kulübün eğitim merkezi olarak hizmet vermektedir. Tournoi de Paris, 1975 yılından itibaren PSG'nin ev sahipliğinde Parc des Princes'da düzenlenmeye başlandı. "Les Parisiens" forma ve arması ağırlıklı olarak Daniel Hechter tarafından tasarlandı. 2016 yılında Paris Saint Germain, League Of Legends Avrupa Şampiyonluk Aşaması'nda oynayan Team HUMA'nın slotunu satın alarak e-spor'a adım atmıştır. Takım, FIFA takımına Lucas "Daxe" Cuiller'i, League of Legends takımına ise koç olarak Bo
ra "YellowStar" Kim'i transfer etmiştir. 12 Ağustos 1970 tarihinde "Paris FC" ve "Stade Saint-Germain" takımlarının birleşmesi sonucu kurulmuştur. 1974 yılından itibaren Ligue 1'de oynamaya başlamıştır. Kulübün ülke içinde 4 Ligue 1, 8 Coupe de France, 4 Coupe de la Ligue, 4 Trophée des champions şampiyonluğu bulunurken, Avrupa'daki en önemli başarısı ise 1996 senesinde kazandığı UEFA Kupa Galipleri Kupası olarak dikkat çekmektedir. Paris Saint-Germain, Marsilya şehrinin takımı Olympique de Marseille ile ezeli bir rekabet içerisindedir iki kulübün maçları ülkenin en ünlü futbol maçı olma niteliğini taşır ve ülkede "Le Classique" diye anılır. 2012 yılında Katarlı yatırım şirketi Qatar Investment Authority tarafından satın alınarak dünyanın en zengin futbol kulüplerinden birisi haline gelmiştir. PSG ezeli rakibi Olympique de Marseille'dan sonra en çok taraftara sahip ikinci Fransız kulübüdür. 2017-2018 sezonu itibarıyla; Ave (Latince) Ave! ya da aue!, (okunuşu: ""ave"") eski Romalılar tarafından kullanılan bir Latince deyiştir. Resmi bir "selam!" anlamı taşır. Latince "iyi olmak" anlamındaki "avere" fiilinin 2. tekil emir kipi olan sözcük "iyi ol!" olarak çevrilebilir. Deyiş Sezar ve diğer otoriteleri selamlamak için kullanılması ile önem taşır. Suetonius, gladyatörlerin dövüşten önce Sezar'a "Ave Caesar! Morituri te salutant!" (Selam ey Sezar! Ölmek üzere olanlar seni selamlar!) sözleriyle hitap ettiklerini kaydeder. Beringen Beringen Belçika'nın Flaman Bölgesinde ve Limburg ilnde bulanan bir şehir'dir. Şehir'de yaklaşık 45.000 kişi yaşamaktadır. Beringen'de Türkiye'den zamanında misafir işçi olarak gelen yaklaşık 5.000 Türk yaşamaktadır. Bu göç 1960'larda madenlerin açılmasıyla başlamıştır. Beringen'de bulunan Fatih camii, Belçika'nın üçüncü büyük camii olma unvanına sahiptir. BM Arap İnsani Kalkınma Raporu BM Arap İnsani Kalkınma Raporu 22 Arap ülkesinde yaşayan 280 milyon insanın yaşamını inceleyen ve 22 Arap ülkesi aydınları tarafından BM için hazırlanan rapor. Arap dünyasının kalkınması önündeki en önemli engelin İsrail işgalinin olduğu savunulmakta ve İsrail’in Arap topraklarını işgal etmesini şiddetli bir dille eleştirmektedir. Arap dünyasında, daha çok sol eğilimlilerin benimsediği görüşe göre, İsrail işgali, totaliter yönetimlerin yayılmasına neden olmuştur. Sahne ışığı Sahne ışığı tiyatro, dans, opera ve diğer performans sanatlarının üretiminde kullanılan bir araçtır. Farklı tiplerde sahne aydınlatması aletleri vasıtasıyla değişik prensiplerle veya aydınlatma amaçlarıyla sahne ışığı düzenlemeleri yapılır. Eski Yunan ve Roma tiyatrolarında ışık kaynağı güneşti. Oyunlar günışında oynanıyor, hava kararmadan sona eriyordu. Gece oynanan oyunlardan literatürde söz edilmiyor. Karanlığa kalan oyunlarda büyük yanarcaların, çıra ateşlerinin kullanıldığı düşünülebilir. Tiyatro batıda, egemen sınıfların eğlencesi olarak kral saraylarına, soyluların konaklarına girince kapalı salon tiyatrosu doğdu (İtalya ve Fransa'da Rönesans çağı, İngiltere'de Restorasyon devri). Çağın aydınlatma araçları: büyük mumlar, yağ kandilleri, tunç yanarcalar sahneyi aydınlatmak için kullanıldı. Bizans'ta I. Justinianus'un sarayında yapılan eğlencelerde, tiyatroya benzer gösterilerde boyalı camlarla sağlanan renkli ışıkların, bunları sahneye yansıtmak için altın levhaların kullanıldığını biliyoruz. Orta Çağda kilise tiyatrosunda bu tür ışık etkileri kullanılıyordu. 17. yüzyıl batı tiyatrosunda , özel şamdanlar ve sahne boyunca yanan sıra sıra mumlar sahneyi aydınlattı. 18. yüzyılda sahnelerde gaz yağı lambaları kullanılmaya başlandı. Bu lambalara takılan şişe ve fanuslar parlaklık derecesini bir hayli attırdı. 19.yüzyıl, tiyatro için havagazı çağıdır. Sarımtırak bir ışık veriyordu. Birçok lamba yan yana dizilerek sahneyi önden, yanlardan aydınlatıyordu. Yüksek ısı, sesler, is ve dumanlar bu aygıtların olumsuz yönleriydi. Ayrıca bu yöntemin taşıdığı yüksek yangın riski de bir dezavantajdı. Sahne ışığının bir merkezden denetimi bu dönemde gerçekleşti. Bir dizi boru ve gaz musluklarından oluşan gaz masası ile ışıkların parlaklık derecesi etkili bir biçimde yükseltilip kısılalabiliyordu. 1803'de Drummond kalsiyum lambasını icat etti. İki ayrı tüpte taşınan basınçlı oksijen ve hidrojen, bir jilet halinde yakılarak, elde edilen alev bir kalsiyum çubuğa yöneltiliyordu. Buna limelight (kireç ışığı) denmeye başlandı. Bu lambalar, icadından çok yıl sonra, ancak 1860'da tiyatrolarda kullanılmaya başlandı, ancak ondan sonra çok yaygınlaştı. Charlie Chaplin'in ünlü filminden de anımsayacağınız gibi 'Limelight' sahne ışığının (ramp ışığı), yani tiyatronun simgesi oldu. 1809'da Davy, ark lambasını icat etmişti. Bu da güçlü bir ışık veriyordu. 19. yy sonlarında elektrik arkı ve kalsiyum lambaları ışık kaynağı olarak sahnelerde yarışıyorlardı. Sahne ışığında en büyük devrim kuşkusuz, 1879'da Amerika'da Edison'un, İngiltere'de de Swam'ın birbirlerinden bağımsız olarak elektrik ampülünü icat etmeleriyle yapıldı. Limelight'ın günleri doldu. Karbon arkı dışında bütün ışık kaynakları sahneden çekildi. Elektrik lambasının bugün de süren imparatorluğu başladı. Elektrik lambası gerçek bir devrimdi ama bu da kendi sorunlarını getirdi. Parola: "ışık, ışık daha çok ışık"tı. Ne var ki sahne ışığı boğulunca atmosfer denen şey de geri plana atıldı. Işık daha çok ışık! Ama ne pahasına? Işık, sahnede dekorları da, oyuncularıda dümdüz ediyor, yarı karanlıkta kalması gereken öğeleri bütünüyle ortaya çıkartıyor, psikolojik etkilenmeyi engelliyordu. Düğmeyi açtığınızda tam ışık, kapattığınızda tam karanlık! Peki ara ışıklar? Pespektif? Psikolojik duyuşum? Çiğ ışık bunları silip süpürüyordu. Oysa bunlarsız tiyatro eksik olurdu, yavan olurdu. Zamane çocuğu ampülün denetim altına alınması gerekiyordu. Son 70 yılda bu yönde büyük gelişmeler oldu. Tiyaronun gereksinimleri, aydınlatma aygıtları sanayiini çok etkiledi, bir bakıma ona yön verdi. Çünkü tiyatro sahnesi sürekli olarak ışık deneylerinin yapıldığı bir işlik niteliğindeydi. Özel olarak tiyatro için geliştirilen birçok aygıt başka amaçlar için de kullanılmaya başlandı. Örneğin Amerika'da genç bir sahne elektrikçisi John H. Kliegl'in 1896'da kurduğu firma çok kısa zamanda gelişerek her türlü ışık aygıtı üretmeye başladı. Bu öncülüğe karşılık, tiyatro da başka alanlardan etkilendi. Sinemanın icadı özel göstergeçlerin (projektör) yapımını çabuklaştırdı. Televizyon ise son derece duyarlı ışık denetim aygıtlarının gelişimini hızlandırarak, sahne ışığını olumlu olarak etkiledi. Sahne üzerindeki kişiler ve nesnelerin, önemlerine göre, gözü rahatsız etmeyecek, dikkati dağıtmayacak şekilde görülebilmesi. Görme ile işitme duyuları arasında yakın bir ilişki vardır. Yüzünü seçemediğimiz oyuncunun sözlerinide işitemeyiz.. Oyunun türüne göre ışıklamanın usa aykırı olmaması. Gerçekçi bir oyunda pencereden içeri gün ışığı mı doluyor; bu ışık paralel ışınlar halinde gelir, düştüğü yerde sert bir ışık lekesi meydana getirir. Odayı bir lamba mı aydınlatıyor; ışığın bu lambandan gelir gibi görünmesi gerekir. Puslu havada ışık pencereden koşut ışınlar halinde değil, dağınık olarak sızar, sert lekeler vermeden odayı doldurur. Sahnenin öğelerinin anlamlı bir bütün haline getirilmesi ve göze hoş görünen bir sahne resminin yaratılması esastır. Göze hoş görünen deyimi yanlış anlaşılmamalı. Bir zindan içi ya da darmadağınık bir oda bile estetik açıdan gözü rahatsız etmeyecek bir kompozisyon gerektirir. Belli bir sahnenin atmosferi, yerli yerinde kullanılan renkler ve ışığın parlaklık derecesi ile verilir. Canlı bir güldürü sahnesi yarı karanlık bir ışıklandırma altında ölür. Soğuk renkler dediğimiz renkler böyle bir sahne uygun değildir. Öte yandan çok parlak bir ışık ve sıcak renkler de dramatik bir sahnede duygu yoğunluğunun oluşmasını engeller. Atmosfer, ışığın ruhbilimsel boyutudur. Altbilincimize işleyerek bizi etkiler. Aslında bu erek yukarıdaki ilk üç maddeyi içerir. Bir sahnede atmosfer dediğimiz şey varsa kompozisyon, inandırcılık, görünürlük ilkeleri etkili biçimde uygulanmış demektir. Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Ukraynaca: "Українська Радянська Соціалістична Республіка, УРСР"), 1917 Ekim Devrimi ile kurulan SSCB'yi oluşturan 15 birlik cumhuriyetinden biri. Kuzeyde ve doğuda Rusya SFSC, güneyde Azak Denizi ve Karadeniz, güneybatıda Moldova SSC ve Romanya, batıda Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya, kuzeybatıda da Beyaz Rusya SSC ile çevrilidir. 1917'de Rusya’da Çarlık rejiminin yıkılmasından sonra Kiev’de başlıca yöneticileri Vinnişenko ve Petliura olan bir Özerk Ukrayna Cumhuriyeti kurulurken aynı yılın Aralık ayında Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Brest-Litovsk Barış Antlaşması görüşmeleri sırasında Alman ordularınca işgal edilen Ukrayna’da, Aralık 1918’de işgalin son bulmasından sonra Petliura yönetimi başa geçti. 1919-1921 arası Ukrayna, Denikin ve Wrangel komutasındaki Beyaz Ordu ile Mart 1919’da Rakovski önderliğinde kurulan Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni destekleyen Kızıl Ordu arasında yoğun çarpışmalara sahne oldu. Bu süreçte Petliura yönetiminin Polonya’yla anlaşarak Kızıl Ordu’ya karşı yürüttüğü savaş 1921’de Sovyet Rusya ile Polonya arasında yapılan Riga Antlaşması'yla son buldu. Doğu Galiçya ve Volhinya Polonya topraklarına katılırken Ukrayna’nın Sovyet hükümeti 1922’de SSCB’ye katıldı. 1941-1942’de Nazi Almanyası ordularınca işgal edilen Ukrayna, Sovyet ordusunun karşı saldırısıyla kurtarıldı. Ukrayna SSC 1945’te Doğu Galiçya, Volhinya, Rutenya, Besarabya ve Buhovin ile genişledi. 19 Şubat 1954 tarihinde, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti Prezidyumu, Kırım Oblastını Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'nden çıkararak Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağladı. Ukrayna halkı Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecinde 17 Mart 1991'de yapılan referandumda % 71 oran ile birlik lehine oy kullandı (bkz. 1991 Sovyetler Birliği referandumu). Ancak bu oran referandumun meşru kabul edil
diği 9 ülke arasındaki en düşük sonuçtu. Ukrayna hükümeti Moskova'da 20 Ağustos 1991'deki darbe girişiminden sonra da 24 Ağustos'ta SSCB'den ayrıldığını ilan etti. SSCB’ni oluşturan 15 birlik cumhuriyetindan biri olan Ukrayna’nın yönetim organı Yüksek Sovyet ve Bakanlar Kurulu’dur. Birleşmiş Milletler’de ayrı bir devlet olarak temsilci bulunduran Ukrayna’da yönetim, ekonomi, toplumsal ve kültürel etkinlikler Komünist Partisi’nin yönlendiriciliğinde olurdu. Önemli bir tarım ve sanayi bölgesi olan Ukrayna, SSCB ekonomisinde Rusya SFSC’den sonra ikinci sırada yer alır. Bu çerçevede yoğun bir demir yolu ağı (22.000 km’den çok) iӀe son derece gelişkin bir deniz ve nehir filosuna sahiptir. Toprakların ve iklim koşullarının çeşitliliği, son derece farklı tarım ürünlerinin yetiştirilmesini olanaklı kılar. İleri derecede makineleşmiş Ukrayna tarımı, SSCB şeker pancarı üretiminin yaklaşık 2/3'sini, ayçiçeği üretiminin yarısını, meyve üretiminin 1/3'ini, üzüm üretiminin 1/4'ünü, tahıl üretimin 1/5'ini sağlar. Bunların yanı sıra patates, yün, tütün, kenevir üretimi de önemli ölçüdedir. Büyükbaş ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği, kümes havancılığı; SSCB'nin et, süt ve yumurta üretiminin 1/4'ünü karşılar ve tarıma dayalı güçlü bir sanayiyi besler. Enerji kaynakları bakımından çok zengin kaynaklara sahip Ukrayna'da kömür üretimi Donbas havzasında (SSCB üretimin 1/3'inden çok; yılda yaklaşık 200 milyon ton) ve Dniepr havzasında yürütülür. Ayrıca, Kriyov-Rog'da (yılda yaklaşık 50 milyon ton; SSCB üretimini 1/3'inden çok) ve Kerç’de demir cevheri, Nikopol’da manganez, Nikotovka’da civa işletmeleri kuruludur. Bunlara bağlı olarak demir-çelik, metalürji, makine yapım ve kimya sanayileri alanlarında büyük fabrikalar etkinlik göstermektedir. Donbas havzasındaki termik santrallerde bütünlenen Dniepr üzerinde kurulu hidroelektrik santralları, elektrokimya ve elektrometalürji işletmelerini besler. Son dönemlerde Karpatlar’ın eteklerinde ve Harkiv’in güneyinde bulunan petrol ve doğal gaz yatakları, Kremen çuk, Lviv, Odesa ve Kerson’da yeni petrol merkezlerinin kurulmasına yol açtı. Tekstil, kürk, deri gibi geleneksel sanayi dalları ve inşaat malzemeleri işletmeleri de Ukrayna ekonomisinde önemli bir yer tutar. Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Ermenice: Հայկական Սովետական Սոցիալիստական Հանրապետություն "Haykakan Sovetakan Sotsialistakan Hanrapetutyun"; Rusça: Армянская Советская Социалистическая Республика "Armyanskaya Sovetskaya Sotsialistiçeskaya Respublika") ya da kısaca Ermenistan SSC, eski Sovyetler Birliğini oluşturan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden biri idi. 29 Kasım 1920 tarihinde, Ermenistan Komünist Partisinin Ermenistan üzerindeki egemenliğini ilan etmesiyle kurulmuştur. 1 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan'ın başbakanı Simon Vratsian istifa etmiştir. Sonradan ülkenin ismi "Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti"ne değiştirilmiştir. Bu devletin var olduğu dönem "İkinci Ermeni Cumhuriyeti" olarak adlandırılmıştır. Bu dönemden önce bağımsız Ermenistan Demokratik Cumhuriyetinin var olduğu iki yıllık kısa dönem ise "Birinci Ermeni Cumhuriyeti" olarak adlandırılmıştır. 1828'den 1917'deki Ekim Devrimine kadar Ermenistan Rus İmparatorluğunun bir parçası idi ve Erivan Valiliğinin sınırlarına hasretildi. Türkmençay Antlaşmasının 4. maddesine göre Kaçar Hanedanının bir parçası olan Revan Hanlığı (çağdaş orta Ermenistan'ın çoğu) Rus topraklarına katıldı. Ekim Devriminden sonra Bolşevik önderi olan Vladimir Lenin'in hükûmeti imparatorluğun azınlıklarının kendi yollarını izleyebileceklerini açıkladı. İmparatorluğunun yıkılışından sonra Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Rus idaresinden bağımsızlıklarını ilân ettiler. Birçok felakete sebep olan Ermeni Tehciri ve ondan sonraki Türk-Ermeni Cephesinden sonra Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeni yerleşimleri boşaltıldı. Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti 1920'de Bolşevikler tarafından ele geçirildiği zaman bir Sovyet cumhuriyeti olduğunu ilân edildi. Sovyet idaresi boyunca Ermenistan tarımsal ülkesi olmaktan çıkıp önemli bir sanayi ülkesine dönüştü. 23 Ağustos 1990'da adı Ermenistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi ancak 1991'de bağımsızlık ilan edilebildi. Ermenistan SSC'deki hükûmet yapısı, diğer Sovyet cumhuriyetleriyle aynıydı. Cumhuriyetin en yüksek siyasî organı, yüksek mahkemenin en yüksek yargı organını içeren Ermeni Yüksek Sovyet'i idi. Mutlak organın üyelerinden birisi olan Yüksek Sovyet üyeleri beş sene, bölgesel vekiller ise iki buçuk sene süren devrede kalırdı. Görevde olan her memur, Komünist Partisi üyesi olmaya mecbur edilirdi ve toplantılar, Erivan'daki Yüksek Sovyet binasında yapılırdı. 1. FC Köln 1. FC Köln, Almanya'nın Köln kentinde kurulmuş olan ve Bundesliga'da mücadele eden spor kulübüdür. Futbol takımı iç saha maçlarını RheinEnergieStadion'da yapmaktadır. Kulüp 1948 yılında Kölner Ballspiel-Club 1901 ve SpVgg Sülz 07 takımlarının birleşmesi ile kurulmuş ve günümüze Köln'ün en popüler futbol kulübü olarak gelmiştir. II. Dünya Savaşı'na dek Köln'de benzer güçlükte futbol takımları vardı. Bunlardan en önemlileri 1899 VfL Köln, VfR Köln 04 (daha sonra adı Viktoria Köln oldu), SV Mülheim, SpVgg Sülz 07 ve Kölner BC 01'di. Bu takımlar birbirine çok yakın yerlerde kurulmuş, hiçbiri çok güçlü değildi ve Ruhr ve Güney Almanya takımlarının ardından geliyorlardı. 1903-33 arasında Köln takımları Batı Almanya Ligi'ni 4 kez kazanmış ve Almanya şampiyonluğunda sadece çeyrek finale kadar çıkabilmişlerdi. 1933-44 arasında ise düzenlenen ligde rakipleri Aachen, Düren, Trier ve Koblenz ekipleri olduğu için daha kolay şampiyon olurlarken, Almanya çapında ise ilk turda eleniyorlardı. Takım "Kölner BC" adıyla 6 Haziran 1901'de şehrin jimnastik takımı FC Borussia Köln'den mutsuz olup, futbolla ilgilenen birkaç genç tarafından kuruldu. 1912'de Almanya Batı Ligi'nde şampiyon oldu ve ulusal finallere katılma hakkını kazandı. 1920'de ise aynı ligin finalinde Borussia Mönchengladbach'a yenilerek ikinci oldu. 1907'de ise bir başka Köln takımı Sülzer Sportverein kuruldu. Bu takım 1919'da Fußball Club 1908 Hertha Sülz ile birleşip "Spielvereinigung 1907 Köln-Sülz"'ü oluşturdular. 1928'de Almanya batı ligi şampiyonu oldular. 1933'te Orta ve Güney Almanya'nın en önemli ligi "Gauliga Mittelrhein" kuruldu. Sülz-Köln ligin en önemli takımlarından biri oldu. 1939 şampiyonu oldu ancak sonra başarısı azaldı. VfL Köln ile birleşip ligin son şampiyonu oldu. II. Dünya Savaşı nedeniyle 1944'ten sonra futbola ara verildi. 1948'te iki takım birleşti ve 1. FC Köln adını aldı. Bu birleşmeyi sağlayan en önemli isim Franz Kremer oldu. Kremer zaten Kölner BC'nin başkanıydı. Amacı ise ulusal çapta şampiyonluğa oynayabilecek bir Köln kulübü yaratmaktı. Kremer, 1. FC Köln'ün kurulması ile başlayıp 1967'de ölene dek kulüp başkanlığını sürdürdü ve efsanevi bir isme dönüştü. Takımın 50'li ve 60'lı yıllarda kazandığı başarılar, Kremer'in sağladığı profesyonellikle gerçekleşti. Oberliga West liginde 1949-50 yılında oynamaya başlayan takım 1954'te ilk şampiyonluğunu aldı. Aynı yıl DFB-Pokal ikincisi oldular. 1960'da yine şampiyon olan takım Almanya Şampiyonasında da finale çıktı ancak Hamburg'a yenildiler. Köln, 1961, 1962 ve 1963'te de Batı ligi şampiyonu oldu. 1962'de Almanya Şampiyonuluğu'nu da kazandı, 1963'te ise ikinci oldu. 1963'te Franz Kremer'in de desteği ile Bundesliga kurulunca, ligde oynamak için seçilen 16 takım arasında başarılı performansıyla Köln de yer aldı. Köln şampiyonluk serisine devam ederek 1964'te Bundesliga'nın ilk şampiyonu oldu. Tarihinin en önemli maçlarından birini Şampiyon Kulüpler Kupası 1964-65 sezonu çeyrek finalinde yaşadı. Liverpool ile eşleşen takım iki maçta da rakibiyle 0-0 berabere kaldı. Üçüncü maç da 2-2 sonuçlandı. Tur atlayan takım yazı-tura ile belirlenecekti. İlk para atışı dik düştü. İkinci de ise Liverpool kazandı. Köln, diğer Alman takımlarına oranla modern organizasyon yapısı ve futbol anlayışı ile dikkat çekiyordu. Rolf Herrings'i kaleci antrenörü olarak getirerek bu pozisyona sahip ilk Alman kulübü oldu. Bu sayede sonraki yıllar boyunca Köln kalecileri Almanya içindeki en önemlilerden oldu. Genç oyuncuları Harald Schumacher ve Bodo Illgner daha genç yaşındayken millî takımlarının kalesini korumaya başlamıştı. 1967'de başkan Franz Kremer hayatını kaydetti. 1968'de FC Köln ilk kez DFB-Pokal'ı kazandı. Köln, 1964 şampiyonluğu dışında genel olarak şampiyonluk yarışında yer alamadı. 1968-69 sezonunda ise büyük bir tehlike yaşayan Köln, son maçta önceki senenin şampiyonu 1. FC Nürnberg'i 3-0 yenerek düşmekten kurtuldu. 1970'lerde Borrussia Mönchengladbach ve Bayern Münih'in domine ettiği ligde FC Köln, genel olarak orta sıraların biraz üstünde lgii bitirip, genel olarak UEFA Kupası maçlarına çıktı. Hennes Weisweiler üçüncü kez Köln'ün başına teknik direktör olarak geçtikten sonra yükselişe geçtiler. Önce 1977'de Almanya Kupası'nı kazandılar, sonra 1977-78 sezonunda üçüncü kez lig birincisi oldular. Birkaç hafta sonra ise Almanya Kupası'nı da kazanarak "Double" yaptılar. Şampiyon Kulüpler Kupası 1978-79'da yarı finale kadar çıkan ekip, o senenin şampiyonu Nottingham Forest'a elendiler. Bu başarıdan sonra Hannes Löhr gibi bazı isimler futbol hayatına son verirken, Wolfgang Weber gibi oyuncular ise transfer oldu. Bunlar nedeniyle şampiyonluğu koruyamadılar ve 3 sezon ligde başarısızlıklar sonrası Weisweiler ile yollarını ayırdılar. Lig ve kupadaki başarısızlıkalra rağmen, 1980-81 UEFA Kupası'nda büyük başarı kazandılar. 2. Tur'da FC Barcelona'ya ilk maçta Köln'de 1-0 yenilirken, Nou Camp'ta 4-0 kazanıp güçlü rakibini elediler. Yarı finalde ise kupayı kazanan Ipswich Town FC'ye elendiler. 1983 DFB-Pokal finaline çıkan FC Köln'ün rakibi şehrin ikinci büyüğü Fortuna Köln oldu. Müngersdorfer Stadion'da oynanan derbi maçında FC Köln, 2. Bundesliga'daki rakibi Fortuna Köln'ü yenerek kupayı kazandı. 1980'lerde Köln'ün lig performansı çok dengesiz ilerliyordu. 1985-86 sezonu sonunda FC Köln, ligde düşmekten son anda kur
tulurken, 1985-86 UEFA Kupası'da finale çıktı. Real Madrid'e deplasmanda 5-1 yenilen Köln, kendi sahasında oynaması gereken maçı, bir önceki turda taraftarının Belçika'daki davranışları nedeniyle Berlin'de oynadı ve 2-0'lık galibiyet Köln'e yetmedi. Sonraki sezona kötü başlayan Köln, teknik direktör arayışlarından sonra genç yardımcı teknik adam Christoph Daum ile anlaştı. Takımın sportif durumu düzelse de başkan Peter Weiand'ın istifası ve kaleci Schumacher'in yazdığı kitapta bulunan suçlamalar nedeniyle kovuldu. Başkanlığı Dietmar Artzinger-Bolten geçti. Sonraki yıllar takım toparlandı ve Daum döneminde şampiyonluğu yakalamasa da ligi genellikle ikinci ya da üçüncü olarak bitirdi. 1990 yazında Daum beklenmedik bir şekilde takımdan ayrılmaya karar verdi. Önemli orta saha oyuncuları Thomas Hassler'i de Juventus'a kaptırdılar. Yeni başkan Klaus Hartmann ile de takımın finansal durumunun çok kötü olduğu ve lisans alma problemlerinin de yaşanabileceği ortaya çıktı. 1991'de takım bugüne kadarki son kez DFB-Pokal finaline çıktı ve penaltılarla kaybetti. 1992'de takım son kez UEFA Kupası'na katıldı. 1992-93 sezonunda takım yıllar sonra ilk kez düşme korkusu yaşadı. 1995'te DFB-Pokal yarı finalinde, ikinci lig takımı VfL Wolfsburg'a elendiler. 1997'de Intertoto Kupası yarı finalinde oynadıkları maçlar uzun bir süre boyunca oynadıkları son Avrupa maçları oldu. 1997'de Hartmann dönemi bitti ve Ford'un eski CEO'larından Albert Caspers takımın başkanı oldu. Takımda ilk olarak ekonomik değişiklikler yapmaya karar verdi. Takımı bir şirket haline getiren Caspers, Mündersdorfer Stadı'nı ise yenileyip "Rhein Energie Stadion" adıyla yeniden açtı. Şehir ve kulüp arasındaki bağ da güçlendirildi. 2000 yılının başında kulüp üyeliği ve kombine satışları zirve yaptı. Ancak sportif başarı yine de gelmedi. 1997-98'de takım ilk kez küme düştü. Bernd Schuster'i başa getiren kulüp yine de Bundesliga'ya dönemedi. Bir sezon sonra bu amaçlarını Ewald Lienen ile gerçekleştirdiler. 2001'de kazanılan onunculuk iyi bir başarı olarak görülse de 2001-02 sezonu yine takım için kötü başladı. Lienen, Ocak 2002'de takım lig sonuncusuyken kovuldu. Yerine Friedhelm Funkel geldi ancak takımı küme düşmekten kurtaramadı. Sezon içinde 1034 dakika gol atamayarak rekor kırdılar. 2002-03'te yine Bundesliga'ya çıksalar da sezona yine çok kötü başlayan takımda Funkel görevden kovuldu. Yerine gelen Marcel Koller takımı kurtarmak için altyapı oyuncuları Lukas Podolski ve Lukas Sinkiewicz'i takıma aldı ancak başarısız oldu. Mart 2004'te Wolfgang Overath başlattığı muhalefet akımı sayesinde takımın kontrolünü ele geçirdi. Başkan olarak ilk icraatı Koller'in yerine Huub Stevens'ı getirmek oldu. 2004-05 sezonunda ikinci lig birinciliği ile yine Bundesliga'ya çıktılar. 2. ligde geçirdikleri o sezonda seyirci rekorunu kırdılar. Sezon sonu teknik adam Stevens ailevi nedenler nedeniyle takımı bıraktı ve yerine Uwe Rapolder geldi ancak Köln, Bundesliga'ya tarihinin en kötü başlangıcını yapınca kovuldu. Yerine gelen Hanspeter Latour da takımı düşmekten kurtaramadı. Yine de kendisine 2006-07'de 2. lig kadrosunu kurma görevi verildi. Ancak kötü bir ikinci lig sezonu ortasında takıma eski teknik direktör Daum yeniden geldi. 2007-08 sezonunda FC Köln yeniden Bundesliga'ya çıktı. 2008-09 sezonu ile Köln kendi kombine rekorunu ve kulüp üyeliği rekorunu kırdı. Sezonu orta sıralarda, düşme korkusu yaşamadan bitiren takımın koçu Daum, sezon sonu takımı bıraktı. 2009-10 sezonuna Hırvat hoca Zvonimir Soldo ve ünlü futbolcuları Podolski'nin dönüşüyle başlayan Köln lig on üçüncüsü oldu. 2011-2012 sezonunda kümede kalma mücadelesi veren FC Köln son haftada Bayern Munich'e yenilerek küme düştü. 2. Bundesliga'da geçirdiği ilk sezonu beşinci bitiren takım, 2013-14 sezonu öncesi bir önceki sezon Austria Wien'i Avusturya şampiyonluğuna taşıyan Peter Stöger'i teknik direktörlük koltuğa getirdi. O sezon bitime 3 hafta kala şampiyonluğunu garantileyen Köln, bir sonraki sene Bundesliga'da oynamaya hak kazandı. 2015-16 sezonunu dokuzuncu olarak bitiren takım 1992 yılından beri en iyi derecesini aldı. 2016-17 sezonuna çok iyi başlayan takım, 3. hafta SC Freiburg'u 3-0 yendikten sonra maç fazlasıyla da olsa 20 yıl sonra ilk kez birincilik koltuğunda yer aldı. Sezon boyunca sekizincliğin altına inmeyen takım, Avrupa şansını son haftaya kadar sürdürdü. 20 Mayıs 2017'de 1. FSV Mainz'ı evinde 2-0 mağlup eden takım, rakipleri SC Freiburg ve Hertha Berlin'nin aldığı mağlubiyetler sonucu ligi beşinci bitirdi ve UEFA Avrupa Ligi gruplarına kalmayı garantiledi. 2017-18 sezonunda ise büyük bir hayal kırıklığı yaşatan takım 14 lig maçında galibiyet yüzü görmeyip sadece üç beraberlik alınca teknik adam Stöger'in görevine son verildi. Yeni teknik direktör Stephan Ruthenbeck görevinin ilk döneminde aldığı puanlarla takımı umutlandırsa da sezon sonuna doğru alınan kötü sonuçlar sonucu Köln lig sonuncusu olarak küme düştü. 1. FC Köln'ün stadı RheinEnergieStadion'dur. Ondan önceki stadı aynı yere 1923'te kurulmuş Müngersdorf Stadı'ydı. Stat, 1974 FIFA Dünya Kupası için yeniden yapılmış ancak 1975'te tamamlanmıştı. Bugünkü stat ise 31 Ocak 2004'te tamamlanmıştır. Önceki stattan farkı, atletizm aktiviteleri bu statta gerçekleşmemektedir. 50,374 kapasiteli stat 2006 FIFA Dünya Kupası için Almanya'nın seçtiği 12 stattan biri oldu. Ancak UEFA'nın sponsor isimlerine koyduğu yasak nedeniyle "Almanya Köln Dünya Kupası Stadı" olarak adlandırılmıştı. 2004-05 sezonunda uluslararası maçlar içni hazır duruma getirilmiş ve aynı sezon Alemannia Aachen UEFA Kupası maçlarını bu statta oynamıştır. Stadın kuzey tarafında 1. FC Köln'ün tarihinin sergilendiği "FC-Museum" bulunmaktadır. Keçi "Hennes", 1. FC Köln'ün armasında da gözüken keçidir. İlk keçi Hennes I, Köln Karnavalı sırasında şehir sirkinin sanat direktörü olan Carol Williams tarafından kulübe şaka amaçlı hediye edilmişti. Adı FC Köln'ün en önemli antrenörlerinden Hennes Weisweiler'den gelmektedir. Keçinin ölümü ile gelecek keçilerin adlandırılmasında Hennes kalsa da, isme numaralar eklenmeye başladı. 24 Temmuz 2008'den beri kullanılan maskot Hennes VII'dir. Keçi, Köln'de oynanan her futbol maçına getirilmektedir. Keçi, çiftçisi Wilhelm Schäfer ile stada getirildiğinde her zaman taraftarlar tarafından özel olarak alkışlanırdı. Schäfer, Hennes III'ten beri Köln'deki çiftliğinde görevini sürdürmüştü ancak 69 yaşında 11 Haziran 2006'da hayatını kaybetti. Ölümünden sonra keçinin bakımını karısı üstlendi. "2 Temmuz 2016 itibarıyla" Mart 2010'daki bilgilere göre kulübün 52,000 üyesi bulunmaktadır. 2008 yazındaki bilgilere göreyse 1000'in üzerinde fan kulüp kurulmuştur. Kulüp ve taraftarları arasında 1991'de "1.FC Köln 1991 eV" adlı taraftar projesi ortaya çıktı. 5,400 üyesi ile Almanya'da bu tarz organizasyonların en büyüklerinden olan proje kendini hem bir fan kulübü hem de bütün Köln taraftarlarına hizmet eden bir servis olarak tanımlamaktadır. Taraftarlar arasında bir ilet işim aracını gören proje, engelli taraftarlar ve genç FC Köln taraftarları için hazırladığı projelerle de sosyal sorumluluk göstermektedir. Bu projede 60 kişi gönüllü olarak çalışmaktadır. Stadyum kültürünün bir diğer önemli parçası da genel olarak yerel dilde söylenen şarkılardır. Bunların bazıları doğrudan FC Köln ile ilgili şarkılar olsa da bazıları da Karnaval şarkılarıdır. Kulüp şarkıları: Karnaval şarkıları: Joe Kido Joe Kido, Digimon adlı çizgi filmin ilk iki sezonu olan Digimon Macerası 01 ve 02'de oynayan hayal ürünü bir karakterdir. Shin ve Shuu adında iki erkek kardeşi vardır. Katenan Katenanlar mekanik olarak birbirine bağlanmış moleküler yapılardır. İsmini Latince "zincir" anlamına gelen "catena" kelimesinden almışlardır. Halkalar arasında kimyasal bağlar yoktur, moleküller birbirlerine zincirler gibi mekanik bir yolla bağlanmışlardır. İlk bileşik 1964 yılında 20 basamaklı bir kimyasal işlem sonucunda sentezlendi. Kullanım alanları şu anda mevcut değildir. Perlit Perlit denilince; petrografide soğumaya bağlı olarak meydana gelen uzamanın, gözle veya mikroskopla görülebilecek konsantrik yapı ya da kırılmasının meydana getirdiği özel bir volkanik camsı kayaç türünü ifade eder. Perlit aynı zamanda, doğal olarak oluşan silis esaslı volkanik kayaçlara verilen addır. Perlit, “Perlstein” kelimesinden türemiş olup (Perl=inci Perlstein=İnci taşı) çok sayıda konsantrik yarıkları olan hiyaloliparit ve fetiyaloriolitler (camsı kayaçlar) gibi tanımlanır. Perlit tanımı, mağmanın asit fazında oluşan lavların soğuyup gözle ve mikroskopla görülebilecek bir yapıda kırılmasının meydana getirdiği kütle bünyesinde su damlacıkları bulunan volkanik bir cam türünü ifade eder. Bazı perlit türleri kırıldığı zaman inci parlaklığında küçük küreler elde edildiğinden perlit ismi inci anlamına gelen “perle” kelimesinden türetilmiştir. Ticari kullanımda ise perlit elverişli bir sıcaklığa kadar ısıtıldığında genleşen ve gözenekli bir hale gelen volkanik doğuşumlu (menşeli) ve doğal olarak oluşan asitik bir camdır. Perlit belirli tane iriliğinde özel formlarda 900-1100 °C arasında ısıtıldığında hacmini yaklaşık 20 kat genleştirmekte ve mısır gibi patlayarak yoğunluğu çok hafif bir hale gelmektedir. Gözeniklilik, perlit taneciklerindeki boşluk hacmini toplam tanecik hacmine oranının ortalaması olarak tanımlanır. Gözeneklilik perlite emicilik ve yüzeyde soğuma özellikleri kazandırmakta ve bu nedenle bu özelliğin gerekli olduğu uygulama alanlarında önem taşımaktadır. Su kirliliğini giderme çalışmaları ve ısı yalıtıcılığı aranan durumlarda su emicilik istenmemektedir. Bunun nedeni gözeneklere dolan suyun ısı iletkenliğini arttırması olmaktadır. Bu durumda silikon veya bir maddeyle gözenekler pasifleştirilerek perlit hidrofobize edilmektedir. Perlit'in kırılmış olan parçaları inci parlaklığındadır. Bunun için inci gibi cilası olan, soğan kabuğu şeklinde konsantrik yapılı, bir camsı kayaç olarak tarif edilir. Ticari anlamda ise perlit, elverişli bir sıcaklığa birdenbire getirildiği zaman genleş
en (patlayan) volkanik menşeli ve doğal olarak zuhur ederi asidik bir camdır. Yani perlitin halen ticarette kullanılış şekli,erime derecesine kadar ısıtıldığı veya alev temasına kısa biran bırakıldığı zaman 2-20 defa hacmi büyüyen tabii herhangi bir volkanik camsı kayacın ürününe denilir. Perlit ismi kayaca verildiği gibi gerileştirilmiş ürüne de ticari olarak verilmektedir. Diğer volkanik camlardan farklı olmasının sebebi bünyesinde yüksek miktarda su ihtiva etmesidir. Obsidiyen vitrofir ve pekstayn gibi diğer volkanik camsı kayaçlar perlitten oluşum itibarı ile farklıdır. Obsidiyen doğrudan doğruya ana magmadan teşekkül eder. Perlit ise magmatik suyun emilmesinden sonra meydana gelir. Genişlik 0,0-5,0 mm Yoğunluk 80-160 kg / m³ Tarım, inşaat, tekstil sektörlerinde kullanılır. Genişlik 0,0-3,0 mm Yoğunluk 55-90 kg / m³ Kaba sıva duvar harcı, beton yapı elemanları ve beton agregasında kullanılır. Genişlik 0-125 mikron Yoğunluk 70-100 kg/m³ Yemeklik yağ, petrokimya, meyve suyu ve ilaç sanayinde kullanılır Mokissos Mokissos ya da bir diğer adıyla Nora Aksaray ilinin, merkez ilçesinin 30 km güneyinde, Helvadere Kasabası sınırları içindedir. Hasan Dağı'nın (Argaios) eteğinde ve kral yolu üzerinde, Roma ve Bizans Döneminin önemli şehirlerindendir. Kasabada bugün birçok kilise kalıntısı bulunmaktadır. Ayakta kalan yapılar Bizans devrine aittir. Bu kiliseler kısmen tahrip olmuşsa da çeşitli freskler halen göze çarpmaktadır. İftitah tekbiri İftitah Tekbiri, namaza giriş tekbirine iftitah veya tahrime tekbiri denir. Bu tekbirin "Allahü Ekber" diye alınması, tekbir alacak kişinin, dilsizlik gibi bir engeli yoksa, kendisi işitecek kadar sesli alması, farz ve vâcip olan namazlarda bu tekbiri ayakta alacak kadar gücü olanların iftitah tekbirini ayakta almaları farzdır. İmama rükû'da yetişen bir kişi, iftitah tekbirini ayakta alır ve sonra rükû'a gider. Eğer iftitah tekbirini rükû'a giderken alırsa, namaza girmemiş olur ve o namazın iâdesi gerekir. İftitah tekbirini alırken avuç içinin kıbleye dönük olması gerekir. I. Dünya Savaşı tankları Tank ilk defa Birleşik Krallık tarafından I. Dünya Savaşı sırasında Batı Cephesi'nde ortaya çıkan siper harbi çıkmazını aşabilmek için geliştirilmiştir. İlk tank prototipi İngiliz Ordusu tarafından 6 Eylül 1915 tarafından test edilmiştir. Her ne kadar Birleşik Krallık Deniz Kuvvetleri tarafından "karagemileri" diye adlandırılmış olsalar da, ilk üretilen araçlara gizliliği korumak adına "su taşıyıcı tanklar" ve daha sonraları da kısaltılarak "tank" denilmiştir. İngilizler tank geliştirme konusunda liderliği almış olsalar da, Fransızlar da çok yakından takip ediyorlardı ve ilk tanklarını 1917'de hizmete aldılar. Öte yandan Almanlarsa tanklardan çok tanksavar silahlara önem verdiklerinden bu yönde daha gerideydiler. İlk sonuçlar pek parlak değildi. Tankları hareket ettirdiğinizde ya da çarpışmaya soktuğunuzda ortaya çıkan mekanik güvenilirlik sorunları tankların çabuk aşınmasına neden oluyordu. Top ateşiyle çokça dövülmüş arazide ilerlemek zor oluyordu ve ancak Mark I ile FT-17 tankları gibi çok hareketli tanklar bunun üstesinden gelebiliyordu. Mark I'in eşkenar dörtgen şekli günümüzdeki birçok modern tanktan çok daha rahat bir şekilde engelleri aşmasına, özellikle de geniş siperleri geçmesine olanak veriyordu. Tank, sonunda siper savaşının modasını geçirtti ve İngilizlerle Fransızlar tarafından hizmete alınan binlerce tank savaşın sonucunu etkiledi. Tankla birlikte ilk kendinden tahrikli top, ilk zırhlı personel taşıyıcı'da I. Dünya Savaşı'nda kullanılmıştır (Mark V tankının içinde küçük bir piyade timini alacak kadar yer bulunuyordu.) Tankların kavramsal temellerinin antik çağlardaki garip görünüşlü kuşatma araçlarına kadar gittiği tartışılmaktadır. İlk mekanik çözüme yönelik girişim Leonardo da Vinci'nin ünlü 'tank' tasarımıdır. Sanayi Devrimi'nin gelişi ve buhar gücünün tanınmasıyla çok geçmeden , Kırım Savaşı'nın sonlarına doğru 1855 yılında James Cowan 'Buhar gücüyle ilerleyen Koçbaşı' önerisini sundu. Zırhlı bir traktörden başka bir şey olmayan bu alet için Lord Palmerston'un 'barbarca' dediği bilinir, ancak gerçek şuydu ki, alet mekanik olarak hiç kullanışlı değildi. Sergey Taneyev'in eserleri listesi Bu Rus Besteci Sergey Taneyev'in eserleri listesidir (1856-1915). Zalim Şevki Zalim Şevki, Engin Ergönültaş'ın yazıp çizdiği çizgi karakter. Yayın hayatına Gırgır'da başlayan çizgiroman, Mikrop dergisinde yayınmaya devam etti. Mikrop'un kapanıp çizerinin yurtdışına gitmesiyle sona eren çizgiromanın eski bölümleri, uzunca bir aradan sonra Pişmiş Kelle'de tekrar yayınlanmıştır. Zalim Şevki, yaşadığı mahallenin sakinlerinin dertlerine kurnazca çözümler bulan, bunu yaparken hep kendine menfaat sağlayan ve saf arkadaşı Kelek Osman'ı kötü durumda bırakan uyanık bir karakterdir. Yayınlandığı dönemin mahalle ortamını, sosyal ilişkilerini ve sokak argosunu başarıyla mizah dergilerine taşımıştır. Milliyet Çocuk Milliyet Çocuk, 1970'lerin sonlarında yayın hayatına giren çocuk dergisidir. Dergi çizgi roman biçiminde klasikleri 32 sayfa tam cilt olarak yayınlamıştır. Derginin klasikleri yayınlaması ile Türkiye'de klasik kitapların satışlarında patlama yaşanmıştır, bu da çizgiromanların çocuklar üzerinde olumlu etki yaptığını kanıtlamıştır. Piknik (film, 1955) Piknik (), Joshua Logan tarafından yönetilmiş 1955 yılı yapımı sinema filmi. Hacıveliler, Yatağan Hacıveliler, Muğla ilinin Yatağan ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin adının nerden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Turgut Reis'in babası Hacı Veli'den ismini aldığı sanılmakta olup bu köye yakın TURGUTLAR mahallesinin de Turgut Reis'in doğup büyüdüğü, 17 yaşına kadar bu yörede yaşadığı sanılmaktadır. Köy Çine ilçesi Akçaova mahallesi sınırlarındadır. Gökbel Dağı'nın güney yamaçlarına kurulmuş mahallenin en toplu mahallesi Yatağan tarafından girişinde bulunan Abazlar mahallesidir. Bunun yanı sıra Karaveliler, Çakırlar, Aytabanı ve Cami mahhalleleri parça parça dağılmış şekildedir. Mahallenin en belirgin özelliği coğrafyada "Peri Bacaları (selinti sularının kayaların üzerindeki toprakları aşındırması sonucu büyük kayaların meydana çıkması.)" olarak adlandırılan yer şekillerine yani çok büyük kayalara sahip olmasıdır. Mahallenin komşuları güneyde Hacıbayramlar, kırıkköy ve Gökgedik köyleri, kuzeyde Seferler (Çine) mahallesi batısında Turgutlar mahallesidir. Hacıveliler mahallesinden baktığımızda Yatağan, Termik santrali, Yatağan Ovası, Turgut kasabası net olarak görülmektedir. Hayvancılık ve tarım en önemli gelir kaynağıdır. Tarımda mahallenin başlıca geçim kaynağı zeytin olup, bunun yanında tarım ürünleri ve hayvancılık (özellikle küçükbaş ve küçük yapılı inekler olmak üzere) yer almaktadır. Mahallede dönem dönem çalışan maden ocakları da mahallenin geçim kaynakları arasındadır. Zeybek davul-zurna eşliğinde oynanır. Son dönem düğünlerinde org kullanılmaktadır. Mahallenin ağız özelliklerinde Batı Anadolu yöresinde görülen tezlik fiillerinin çokluğu dikkat çeker. Aynı zamanda Özbek Türkçesi bağlantılı (batır) yardımcı fiili oldukça yaygın kullanılmaktadır. Bu da mahallenin etnik köken bakımından Orta Asya bağlantılı olduğunu gösterir. Bu mahalledeki insanlar Yörük kökenlidir. Sunni-Hanefi İslam inancına sahiptirler. Mahallede ilköğretim okulu vardır fakat faal değildir. taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallede sağlık evi ve sağlık ocağı yoktur. Su şebekesi vardır ancak kanalizasyon yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Mahallede iki adet cami vardır. Ev mimarileri eskiden kerpiçken daha sonradan betonarmeye dönmüştür. Basit bir mimari vardır. Kaynağı ormandan gelen, her ailenin kendisine ait olmak üzere, çok güzel suyu vardır. Hacıveliler mahallesine ulaşım Aydın/Çine, Yatağan ve Milas üzerinden yapılabilir. Krav Maga Krav Maga (İbranice קרב מגע: "yakın dövüş"), İsrail askeri güçleri tarafından geliştirilen ve kullanılan savaş sanatları tekniğidir. Kişisel savunma (self-defense) için daha basitleştirilip askeriyede kullanılan “öldürme teknikleri çıkarılmış bir versiyonu”, sivil hayatta açılan kurslarla öğretilmektedir. Bu kurslarda gündelik hayatta karşılaşılabilecek tehditler ve bu tehditlerden korunma yöntemleri öğretilir. Herhangi bir ring-müsabaka kurallarına bağlı olmayan, bu nedenle tekniklerinde herhangi bir kısıtlama barındırmayan krav maganın amacı dövüşmeyi değil, hayatta kalmayı öğretmektir.. Temas anlamına gelen "maga" (מגע) kelimesiyle "kavga" veya "dövüş" anlamına gelen "krav" (קרב) kelimesinden oluşmuştur, ve diğer dillere genellikle yakın dövüş olarak tercüme edilir. __DİZİN__ Julia Kristeva Julia Kristiva (, d. 24 Haziran 1941, Sliven), edebiyat teorisyeni, psikanalist, yazar ve filozof. 1965’ten beri Fransa’da Paris’te yaşamakta ve çalışmalarını esas olarak burada yürütmektedir. Julia Kristeva, 1970'li yıllardan itibaren çağdaş aydınların en saygın isimlerinden biri olmanın yanı sıra, "eleştirel felsefe"nin de en önemli dayanaklarından birisi olmuştur. 1973 yılından beri Denis Diderot Üniversitesi’de profesör olarak kürsüye sahiptir. Dilbilim, göstergebilim, psikanaliz üzerine yazıları yapısalcılık-sonrası-teorinin gelişmesinde belirleyici bir konuma sahiptir ve yapılan tartışmaları derinden etkilemiştir. Kolombiya Üniversitesi’nde Umberto Eco ve Tzveton Tedorov’la Yazınsal Göstergebilim Kürsüsü’nü paylaşarak katkılarda bulunmaktadır. Aynı zamanda Uluslararası Göstergebilim Birliği’nin yönetim başkanı ve birçok yazınsal kurulun üyesidir. Julia Kristeva, 1997 yılında, otuz yıla yayılan ve on dile çevrilen çalışmaları için Fransa’nın en büyük onuru "Chevaliére de la légion d’honeur"u aldı. Ünlü ve etkileyici Avangard edebiyat eleştirisi dergisi olan Tel Quel (içinde Roland Barthes, Michel Foucault, Philippe Sollers gibi isimlerin bulunduğu) dergisinde yer almış ve burada önemli yazılarını ortaya koymuştur. Lacanci psikanalizin etkisinde kaldığını ama önemli noktalarda kendine özgü bir yorumla ondan ayrıldı
ğı ve dahası Freudcu-olmayan bir psikanaliz kuramı yönünde yol aldığı, ayrıca Barthes'in ve Rus biçimciliği'nin (Michail Bakhtin) etkileriyle yeniden eleştirel teoriyi şekillendirdiğini belirtmek gerek. Kristeva felsefe, dilbilim, göstergebilim, edebiyat kuramı ve psikanaliz gibi çeşitli bilim alanlarını ve bu eksenlerde yürüyen kuramsal gelişme dallarını birleştirerek kendi düşünce yapısını oluşturur. Cinsiyet Araştırmaları önemli başka bir önemli kaynaktır. Bu yönde "yeni eleştirel söylem biçimleri" oluşturmaya çabaladı. Felsefi uzmanlık konularının yanı sıra, çeşitli roman dizileri de yayınladı. 1970’lerden itibaren Kristeva tarafından, Ataerkil sistem içinde (Patriyarka’da), kadın kimliğini sorunsallaştırıldığı da görülür. Bu sorunsallaştırmalar olumlu ve olumsuz çeşitli tepkilerle karşılanmıştır. Helene Cıxous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva hem yapısalcılık sonrası teorik tartışmanın hem de feminizm tartışmalarının önemli isimleridir ve üçü de "ortak" ve "ayrık" yollardan Fransız Feminist Kuramları denilen alanda önemli düşünce kanalları açmışlardır. Kristeva, özgül yorumlarıyla, kısmen diğer iki isimden ayrılarak, genelde ve bütünüyle bir feminist teorisyen sayılamayacağı yönünde bir "kanı" vardır. Psikanalize ilgisi sonucunda teorik çalışmalarında bu alanın çözümlemelerini kullandı ve özellikle feminist düşüncenin belli yorumlarından tepkiler aldı. Kadın'ın (dişiliğin ya da kadınlığın) doğuştan gelen bir özellik olmadığını söylemesi ve kadınlık konumlarını Lacancı bir yönde okuması, geleneksel feminizmin hoşnutsuzlukla karşıladığı bir yönelim oldu. Yazı bağlamında erkeklerin ve kadınların konumlarını çözümledi, ancak özellikle feminist edebiyat eleştirisi'nin çeşitli bölümlerinden itirazlarla karşılandı. Bununla birlikte Postyapısalcı-feminizm'in kaynaklarında Kristeva’in belirgin ve tartışmasız bir yeri vardır. 1998 yılında yayınladıkları "Son Moda Saçmalar:Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları" kitabıyla büyük tartışmalara yol açan New York Üniversitesinden fizik profesörü Alan Sokal ve teorik fizikçi Jean Bricmont bu kitaplarının bir bölümünü de Julia Kristeva'nın bazı yazılarının değerlendirmesine ayırmışlardır, yazarın çeşitli makalelerini ele aldıktan sonra vardıkları sonuç şöyledir: ""Özetle, Kristeva'nın bilimi kötüye kullanması ile ilgili değerlendirmemiz Lacan için söylediklerimizle aynıdır. Genelde, kullandığı sözcüklerin anlamlarını her zaman kavramadığı açıkça belli olmakla birlikte, hiç olmazsa başvurduğu matematik konusunda bulanık da olsa bir fikri var. Ama bu metinlerde ortaya çıkan temel sorun, Kristeva'nın araştırdığını iddia ettiği alan (dilbilim, yazınsal eleştiri, siyaset felsefesi, psikanaliz) ile bu matematiksel kavramların ilgisini haklı çıkaracak hiçbir çaba göstermemesidir. Bizce bunun çok iyi bir nedeni de var çünkü bunların birbirleriyle zaten ilgisi yoktur. Aslında tümceleri Lacan'ınkilerden daha anlamlı ama bilgiçlik taslama konusundaki yüzeyselliği Lacan'ı bile geride bırakıyor."" Sokal ve Bricmont'a göre Kristeva'nın eserlerinde sıkça rastlanan ""ne anlama geldiklerini bilmediği süslü sözlerle okuru etkileme girişimleri"" sosyolog Stanislav Andreski'nin şu saptamasının haklılığını ""enfes bir biçimde gözler önüne sermektedir"": ""Toplumda otorite, hayranlık ve korku uyandırdıkça ortaya çıkan dayanıksızlıkla bulanıklık tutucu eğilimleri artırır. Çünkü açık seçik, mantıksal düşünüş bilgi birikimine yol açar (doğa bilimlerinin gelişimi buna en iyi örnektir) ve ilerleyen bilgi er geç geleneksel düzeni yıpratır. Oysa bulanık düşünce kimseyi bir yere götürmez, dünyayı hiç etkilemeksizin sürekli hoş görülebilir."" (Stalinslav Andreski, Social Sciences as Sorcery) Bkz. Alan Sokal, Jean Bricmont, Son Moda Saçmalar:Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, çev.:M. Baydar, O. Onagan, İletişim yay., İstanbul, 2002 Çigong Çigong veya Çikung (Pinyin: Qìgōng, Geleneksel Çince: 氣功) belirli fiziksel duruşlar ve beden hareketleri ve/veya hayalle birleştirilen nefes tekniklerini kullanarak bedenin enerji dengesini düzenleyen Çin tıbbının ve savaş sanatlarının bir parçası olan Çin kaynaklı biyoenerjetik/enerjetik egzersizlerin genel başlığı. Çigong bedendeki çeşitli sistemleri optimum fonksiyon halinde tutarak vücudun doğal sağlık durumunu yeniden oluşturmasıyla alternatif tıp uygulamalarının arasında yer almaktadır. Kelime, yaşam enerjisi anlamına gelen Çi ile çalışma ve inceleme anlamına gelen etkinlik yani gong (ya da Kung /Kung Fu/ kelimesindeki kung ile aynı) kelimesinin bir araya gelmesinden türetilmiştir. Çigongun tarihi yazılı devirlerin ötesine geçtiğinden kökeni ile ilgili ancak tahmin yürütülebilmektedir. Köken konusundaki görüşler arasında en ilgi çekici olanlarından biri Şangay Çigong Araştırma enstitüsü araştırmacılarının Çigongun kuzeydeki Türk kabilelerinde ortaya çıktığı şeklindeki tezleridir. Çigongun kökenlerine ilişkin kesin bilgi olmamakla birlikte antik halkların doğanın temel döngüleri, hayvan hareketleri vs. gözlemlerinden türediği açıklaması Çigong'un en muhtemel kaynağını oluşturmaktadır. Modern döneme kadar farklı isimlerle anılan enerjetik çalışmaların Orta Asyanın çeşitli dinlere mensup (Taocu, Budist, Konfüçyanist, Müslüman) halklarında (Çin, Tibet, Moğol, Türk) görülmesi bu çalışmaların belirli bir ulus ve dinin tekelinde olmadığını kanıtlamaktadır. Tang Ping Gong stili çigongda usta olan Yusuf Yang Hua Xiang, Zha Quan stilinde usta, geleneksel Çin tıbbı doktoru ve 13 Tai Bao Gong Çigong egzersizlerini, 20 sağlık ve uzun yaşam duruşunu biçimlendiren, Çin'de yetenekleri ve gücüyle tanınan tanınmış bir müslüman ve çigong ustası Wan Ziping ve Çin'in müslüman etnik grubu Hui halkından çıkan pek çok Kung Fu ve Çigong ustası bunun göstergelerinden biridir. Ancak tarihi kayıtlar konusunda duyarlılıkları sebebiyle Çinlilerin yazılı belgeleri bu sanatın aşamalarını göstermek hususunda günümüze aydınlatıcı bazı bilgiler sağlamaktadır. Çi ve etkileri ile ilgili ilk yazılı kaynaklar 3,300 yıl kadar önceye gitmektedir (Shang ve Zhou hanedanları). Ma Huan Tui mezarlarında yapılan arkeolojik keşiflerde sağlık için duruşlarla nefesin bir araya getirildiği dans serileri ortaya çıkarılmıştır. Çigong uygulamaları Çin'de Kültür Devrimi (1965-1975) sırasında tehlikeye girmiştir. Bu dönemde Çi hakkında konuşmak resmen yasaklanmış, Çi ile ilişkili kavramlar feodal zamanlarda kalma gerici, arkaik batıl inanç kabul edilmiştir. Kültür Devrimi sonlarına doğru Komünist Parti'nin yüksek memurlarından biri rahatsızlanmış ve ne Batı tıbbı ne Geleneksel Çin Tıbbı başarı sağlayamayınca Beijing'in kuzeyinden getirtilen bir çigong şifacısının hastalığı tedavi etmesi üzerine çigong uygulamaları teşvik edilmiş ve ülkede çigong klinikleri açılmıştır. Günümüzde de Çin'de yüzlerce çigong klinik ve hastaneleri devletin onayıyla hizmet vermektedir. Çigong teknikleri Çin'de geleneksel sağlık çalışanları ve dini gelenekler tarafından muhafaza edilmiş ancak savaş sanatları uygulamaları dışında kamu alanına hiçbir zaman çıkmamış, kitleselleşmemişti. Sağlıkçılar, Taocu ve Budist keşişler ve savaş sanatları tarafından ve genellikle aile üyeleri arasında korunulan bu tekniklerin sağlık amacıyla halkın geneli tarafından çalışması ancak geçtiğimiz yüzyıl içinde mümkün olabilmiştir. Günümüzde Çin şehir nüfusunun yaklaşık yüzde 70'i tarafından bu tekniklerin sağlık amacıyla kullanılışının ardında iki ismin büyük rolü olmuştu. Bunlardan ilki Çigong'u halka tanıtan ilk uzman ve eğitimci olan Jiang Weiqia (1873-1958) tüberkülozdan ölüm derecesine gelmiş ve bir Çigong çalışması sayesinde rahatsızlığından kurtulmuş ve daha sonra Çigong bilgisini ilerletip usta olmuştu. Jiang Weiqiao otuzlu yaşlarda gittiği Japonya'da geleneksel bazı metotların bilimsel yaklaşımla değerlendirildiğini ve halka yaygınlaştırıldığını görmüş ve bundan etkilenerek ülkesinde batıl inanç sayılıp küçümsenmeye başlayan Çigong'u tedavi amacıyla halka tanıtmak için bir kitap yazmıştı. Yinshizi Jingzuofa adıyla 1914'de yayınladığı kitapta tanıttığı teknik, halk tarafından geniş bir ilgiyle karşılanmış ve kendi zamanının en popüler Çigong stili haline gelmişti. 1950'lerde Jiang Çigong'un hastalıkları önleme ve tedavi edici özelliklerini tanıtmaya devam etmiş ve Şangay'da açılan bir Çigong kliniğinin de yöneticisi olmuştu. Çigong'un kitleselleşmesinde ikinci önemli isim Liu Guizhen'dir. Sadece aile içinde şifahi yolla öğretilen Neiyang-gong aile geleneği tekniğinin altıncı varisi olan Liu Guizhen (1920-1983) iç savaş sırasında komünist bir eylemci iken sağlık sorunları sebebiyle 1948'de ailesinin yanına gönderilir. Orada Neiyang Gong'u amcasından öğrenen Liu Guizhen teknik sayesinde rahatsızlığından kurtulup sağlıklı bir şekilde işinin başına döner ve 1954'de Tangshan kentinde ilk Çigong kliniğini açar. Liu Guizhen 1964'de Kültür Devrimi sırasında çalışmalarını bırakmaya zorlanılır ve ancak 1980'de yeniden çalışmasına izin verilir ancak 1983'de deneyimlerini tam aktaramadan ölür. 1970'lerin sonlarında Çigong, tedavi işleviyle tekrar sahneye çıkar. Vahşi Kaz Çigongu, Turna Kuşu Çigongu, Guo Lin Çigongu gibi Çigong egzersizleri popüler hale gelir ve çigong klinikleri, kurslar açılır, yayınevleri ve okulları kurulur, Çigong ustaları deniz aşırı ülkelere giderek tekniklerini göstermeye başlarlar. Günümüzde Çin'de iki yüz milyon kadar insanın çeşitli Çigong tekniklerini uyguladıkları düşünülmektedir. Çigong'un Batı'da tanınması ABD Başkanı Nixon'un 1973'de Çin'e yaptığı gezi sonrasıdır. Bu tarihten sonra Batı ülkelerine ve özellikle ABD'ye gelen doğulu Çigong öğretmenleri uygulamanın tanınması ve yaygınlaşmasında önayak olmuşlardır. 1988 yılında "Academic Exchange of Medical Qigong" adıyla Beijing, Çin'de dünyanın çeşitli köşelerinden gelen katılımcıların çalışmalarını sunduğu Çigong üzerine İlk Dünya Konferansı tertiplenmiş, 1990'da Berkeley, California'da İlk Uluslararası Çigong Kongresi düzenlenmiştir. 19.yüzyılın sonlarında tanınmaya başlayan Yoga'ya karşılık Batı'da Çigong'un tarihinin çok yakın dönemlere
rastlaması Çigong uygulayıcılarının sayısının Yogaya kıyasla daha az olmasının sebeplerinden de biridir fakat yıllar içinde açılan Çigong okul ve kliniklerinin sayısındaki artış gelecekte bu sisteminin Yoga'ya benzer şekilde daha da gelişeceğinin ön habercisidir. Çigong çoğunlukla sağlığın korunması için öğretilmesine karşın bazıları onu terapötik müdahalede, tedavide de kullanmaktadır. Bu amaçla yapılan çigong çalışmalarında yaşam enerjisini yani Çi'yi arttırmak ve vücutta serbestçe dolaşımını sağlayarak bazı sağlık sorunlarının üstesinden gelmek amacıyla temel gevşeme, dikkat toplama ve solunum teknikleri, belli duruş ve devinimleri, kendi kendine masaj uygulamaları ve dengeli yeme alışkanlıkları kullanılır. Çigong çalışmalarında birtakım aygıtlar ve büyük alanlara hatta güçlü kas ve eklemler, elastik bir vücuda veya kondüsyona ihtiyaç duyulmamakta ancak bu çalışmalarda vücut sağlığına kavuşmakta veya mevcut sağlıklı olma durumu geliştirilmekte ve korunmaktadır. Savaş sanatları için çalışılan sert formları dışındaki çigong çalışmaları her yaş ve sağlık durumundaki insan tarafından yapılabilmektedir çünkü çigong'da bedensel hareket ve kas gücü veya elastikliği değil aksine gevşemiş bir fizik ve dengeli, aşırıya kaçmayan bir zihinsel durum ve özellikle çalışmalar esnasında aşırılıktan uzak bir duygusal yapı içinde bulunmak önemlidir. Ayrıca Çigong'un temel prensiplerine göre bedeni zorlayan, vücudun terleyerek sıvı kaybını arttıracak derecede enerji gerektiren çalışmalar çigongda geliştirilip kullanılması amaçlanan bünyenin doğal çi'sinin kaybedilmesine yol açmakta olduğundan çigong çalışmalarında da fiziksel yorgunluk ve tükenmişlik durumu çalışmaların doğru yapılmadığının da bir göstergesi olmaktadır. Bu yönüyle çigong günümüz modern kültür-fizik (Fitness, aerobik vb.) kültürüne olduğu kadar sert Yoga çalışmalarından da (Power Yoga vs. yoga türleri) oldukça farklıdır. Hindistan kökenli özellikle Hatha Yoga uygulamasından ayrılan diğer bir yönü de bedenin doğal ritmiyle daha fazla uyum göstermesi, nefes çalışmalarında da nefesin uzun sürelerle tutulması gibi uygulamaların olmamasıdır. Çigong çalışmaları dışarıdan izleyen bir kişi için etkisi konusunda şüpheye düşürecek denli bir sadelik göstermektedir. Bu, onun daha çok enerjetik beden üzerinde çalışmasından kaynaklanan bir sonuçtur. Çigong uygulamalarında üç ana esas bulunmaktadır. Bunlar; zihin, nefes ve enerjidir. Bu çalışmalarla çi ya da yaşam enerjisi yoğunlaştırılır, etkinleştirilir ve kullanılır. Gevşeme çigongun temelidir çünkü gevşeme ile birlikte yalnızca bedendeki çi'nin rahatça akışı sağlanmamakta aynı zamanda zihin dingin ve uyanık hale getirildiğinden soluma da kendiliğinden düzenli hale gelmektedir. Zihin çigong alıştırmalarında çok önemlidir. Zihinle dikkati yönlendirerek çi yoğunlaştırılır, dolaştırılır, belirli uzuvlara yönlendirilir ve beslenip güçlendirilir. Çigong, Çin'de 1989 yılından bu yana tıbbı tedavi yöntemi olarak resmi kabul görmüş ve çoğu üniversitenin de müfredatına alınmıştır. 1996 yılında ise Çin hükümeti tarafından Ulusal Sağlık Planı'nın bir parçası olarak ele alınmıştır. Tıbbi Çigong'un şu üç alanda uygulanmaktadır: 1. Bedenin sağlık durumunu korumak için fiziksel terapi ve belirli rahatsızlıkların tedavisi 2. Stres yönetimi ve gevşeme teknikleri 3. Harici Çi Sağaltımı (Çin Terapötik Dokunuşu olarak da adlandırılır) Kas-iskelet problemleri, iç organlara ilişkin problemler ve diğer rahatsızlıklara ilişkin geliştirilmiş belirli çigong egzersizleri vardır. Örneğin yirminci yüzyılda Şangay fizik terapistleri çigong ve savaş sanatları ustaları ile birlikte Batılı fizik terapi bilgisiyle geleneksel çigong formlarını bir araya getirerek boyun ve omuz problemleri, alt sırt, diz ve kalça, üst ve alt uzuvların eklem problemlerini, tenis dizi ve iç organ bozukluklarına yönelik sağaltıcı Liangong Shr Ba Fa (18 Arınma Metodu) adlı çigong formunu geliştirmişlerdir. Çigong kadim Çin tıbbının bir başka önemli ve modern tıp tarafından da kabul görülen bir başka uygulaması; akupunkturla da benzer ilkeler üzerine kuruludur. Akupunktur'daki meridyen denilen çi'nin dolaşım kanalları metal, altın iğnelerle manipüle edilirken aynı işlem Çigong'da iğne kullanılmaksızın bir takım bedensel duruşlar, nefes ve imajinasyon teknikleriyle gerçekleştirilir. Her iki teknik de Çin tıbbının parçaları arasında yer alır ve çi'nin bedende yeterince bulunması ve serbestçe akması hedeflenir. Tıpkı akupunktur gibi pek çok rahatsızlığa karşı alternatif bir tıp yöntemi olarak kullanılan Çigongun iyi geldiği söylenilen rahatsızlıklardan bazıları: Çinliler dörtbin yıldan bu yana savaş sanatlarını çalışmakta ve onları geliştirmektedirler. Başlangıçta teknikler genel kas gücünü geliştirmek amacıyla kullanılmaktaydı. M.Ö. 200'lerde Çi'nin bedendeki devridaiminin ve akupunktur uygulamasının daha iyi anlaşılmasıyla savaş sanatlarında Çi kullanılmaya başlandı. Çi'nin savaş sanatlarında kullanımına ilgi Bodhidharma'nın (Çince'de Da Mo şeklinde söylenir) M.S. 536'da Wai Dan egzersizlerini Shaolin Tapınağında başlatmasından sonra giderek arttı. Bodhidharma Shaolin'de keşişlerin egzersiz yapmayışları sebebiyle fiziksel durumlarının genellikle kötü olduğunu görmüş ve Yi Jin Jing (Kas/Tendon Değiştirme Klasiği) ile Xi Sui Jing (İlik/Beyin Yıkama Klasiği) adlı kitaplarını kaleme almıştı. Keşişlerin bu kitaplarda anlatılan ve bindört yüzyıldan daha fazla süre uyguladıkları bu egzersizler yirminci yüzyıla kadar gizli tutulmuş ve ancak yirminci yüzyılda Çin'in genel halk kitlesi tarafından bilinir ve uygulanır hale gelmiştir. Shaolin keşişleri bu egzersizlerin her ne kadar daha sağlıklı olma amacıyla geliştirilmiş olsa da aynı zamanda savaş sanatları için gereksindikleri gücü de arttırdıklarını keşfetmişlerdir. Wai Dan (bunlar harici çalışmalardır) egzersizlerinde enerji kaybı riskini önlemek (Buna San Gong denmektedir) için de keşişler bu çalışmalara Nei Dan (Dahili çalışmalar) meditasyonunu da eklemiş ve böylece Çi kanallarını açık tutmaya çalışmışlardır. Çin savaş sanatlarından her birinin kendi özgün çigong metotları vardır ve çigong ya da içsel enerji çalışmaları olmaksızın yapılan dövüş sanatları gerçek güç olmaksızın yapılan gösteri dövüşü olarak kabul edilmekte ve iç kuvvet olmadan yapılan savaş sanatları bir spor ve sağlık egzersizi olarak yeterli görülse de etkili bir savaş sanatı için çinli ustalar çigong çalışmasını zorunlu görmektedirler. Çin savaş sanatları içsel gücün kullanımı açısından iki ana gruba ayrılmaktadır: İçsel Stil veya Dışsal Stil. İçsel Stilde iç güç ağırlıklı olarak kullanılırken dışsal stillerde içsel stildeki çalışmaların yanında kas gücü de devreye sokulur. Shaolinquan Chaquan, Bajiquan dışsal stiller iken Tai Chi Chuan, Xingyiquan, Baguazhang, Liuhebafa içsel stillerdir. Her iki stilin eğitiminde de çigon kullanılmaktadır. Nei Dan egzersizlerini uzun yıllar çalışan savaş sanatçıları enerjilerini bedenlerinin dışına yansıtabilmekte ve yalnız dokunuşla bile rakiplerini etkileyebilmekteydiler.Ustalar çi güçleriyle akupunktur noktalarını baskı, sıkıştırma, yumruk, tekme ve diğer çeşitli teknikler kullanarak manipüle etmekte ve böylelikle rakiplerinin Çi akışlarında dengesizlik oluşturmakta ve hatta ölüme yol açabilmekteydiler. Bu noktalara yapılan vuruş teknikleri Kung Fu'da en yüksek sanat olarak görülmekteydi. Bu tekniklerin uygulanabilmesi için eller ve parmaklar Demir Kum Avucu (Tie Sha Zhang) ve Gizli Kılıç (Jian Jue) gibi metotlarla, yanan bir muma yumruk atma gibi tekniklerle rakibe nüfuz etme gücü arttırılmaya çalışılırdı. Uzun yıllar yoğun çalışma gerektiren bu tip uygulamalar günümüzde çoğunlukla unutulmuş ancak geleneksel çin savaş sanatlarında bazı çigong çalışmaları uygulanmaya devam etmiştir. Savaş sanatlarında kullanılan çigong yöntemlerine sağaltım amaçlı çigong yöntemlerinden ayırmak için "Sert Çigong" da denir. Sert Çigong yöntemleri asırlardır dahili Çi'yi geliştirmek, darbelere karşı incinmemek için kemik ve kasları güçlendirmek için savaş sanatçıları tarafından kullanılmıştır. Öğrencilerin çi'lerinin gelişme düzeyleri çeşitli testlerle sınanır. Bu teknikle çigong öğrencileri vücutlarını normal bir insanın dayanamayacağı (başlarıyla kiremit veya demir kırma, mızrakları boyunla bükme vs.) darbelere karşı dayanıklı kılabilmektedirler. Sert Çigong Batı ülkelerinde uygulanan eğitimlerle kas geliştirilmesine benzememekte çünkü vücutta dolaşan Çi'nin belirli nefes ve duruş teknikleriyle yönlendirilmesi ile işlerlik kazanmaktadır. Sert Çigongun hem yumuşak (yin) hem de sert (yang) yönleri vardır. Yang yönü belirli duruş ve nefes tekniklerinin kullanıldığı bedene eller, özel bambu kamışlar ve demir çubuklarla düzenli vuruşları içerir. Yin yönü ise eğitimin ihmal edilmemesi gereken ve egzersizle oluşan yangıyı serinletmek için gerekli olan meditasyonu içermektedir. Sert Çigong eğitiminde belirli düzeyler bulunmaktadır. Öğrenci gelişiminde bu düzeyleri teker teker geçmesi gerekir. Her bir düzey bir diğerinden daha zor talimleri kapsar. Sert çigong çalışmaları Kung Fu ustasına dövüşte ihtiyaç duyacağı gücü, dayanıklılığı sağlamakta aynı zamanda alınan darbelere karşı bedenin hasar görmesinin de önüne geçmektedir. Bu durum geleneksel Kung Fu ustalarının ileri yaşlarda bile sanatlarını etkin kullanmalarının ardındaki nedeni de açıklamaktadır. Sert Çigong sadece bedeni güçlendirmekle kalmaz aynı zamanda vücutta astım, dolaşım sorunları, depresyon ve akciğerlerin gelişimini de sağlamaktadır Sert çigong yöntemleri arasında en ünlüleri Demir Gömlek Çigong (Iron Shirt Qigong) çalışmasıdır. Ayrıca Demir Yumruk (Iron Fist), Kartal Pençesi (Eagle Claw), Çelik Parmak (Steel Finger), Demir Önkol (Iron Forearm), Demir Diz (Iron Knee) gibi eğitimler de savaş sanatlarında öğrencilerin farklı uzuvlarını geliştirmek için kullanılmaktadır. Bir ila üç yıl süren (Wong Kiew Kit'in ifadesiyle) Demir Gömlek çalışmasında Çi üretilip depo edilir ve salgılar, kaslar ve kemiklerin desteklenmesiyle daha güçlü ve sağlıklı ve aynı zamanda daha dengeli bir
beden geliştirilir. Çalışmaya Demir Gömlek adının verilmesinin sebebi bu çalışmayı yapan kişinin yumruk ve tekme gibi darbelerden etkilenmemesi ve bedeninin Çi ile demir bir gömlekle kaplı koruyucu bir zırh taşır gibi korunmasıdır. Bu çalışmada nefes ve duruşlar önemlidir. Enerji Nefesi de denilen teknikle karın nefesi alınır ve Dan Tien Çi'si aktive edilir. Ancak uzmanlar bazı Demir Gömlek çalışmalarının yüksek tansiyon, duygusal dengesizlik, kalp problemi ve herhangi bir akut rahatsızlık çekenler, adet dönemi sırasında kadınlar tarafından yapılmaması konusunda uyarılarda da bulunmaktadırlar. 80 ve 90'larda Çigong'un popülerliğinin artmasıyla birlikte ortaya çıkan pek çok grup geleneksel çigong pratisyenleri ve şüpheci çevreler tarafından eleştirilmeye başlandı. Akupunktura yönelik eleştirilerin bazıları Çigonga da yöneltilmiştir. Çi'nin ve meridyenlerin varlığı kadar sağaltım sürecinin de modern bilimsel yöntemlerle tespit edilemeyişi ve gözlem alanının dışında oluşu ve ilkelerinin modern bilimsel paradigma ile çelişkisi, Çigong gibi antik yöntemlere karşı bilim çevrelerinin ve araştırmacıların şüphelerini sürekli beslemiştir. Bu tıp çevrelerine göre Çigong bilimsel bir tedavi yöntemi değildir, bir tür sözdebilimdir (pseudoscience) ve kişiyi konservatif batı tıbbının uygulamalarından alıkoyduğu durumlarda sağlığı riske atma tehlikesi bulunmaktadır. Uygulayıcılardaki bazı olumlu etkiler ise Çigong teorisindeki çi denilen ve bilimsel olarak ispatlanmayan söz konusu enerji akışının düzenlenmesinden değil plasebo etkisinden veya nefes kullanılarak yapıldığında kişinin olumlu bir ruh haline girmesini sağladığından kaynaklanmaktadır. Alternatif tıp başlığı altındaki tekniklere tümüyle karşı çıkanların yanı sıra daha ılımlı bir yaklaşımla Çigong'un da diğer alternatif/geleneksel metotlar gibi konservatif tıbbın dışında yegane bir terapi yöntemi olarak görülmemesi fakat tamamlayıcı tıp çalışmaları içinde ve modern tıbbi yöntemlerle birlikte kullanılması gerektiğini ileri sürenler de vardır. Bu uygulamalarda kişinin uzman olmayan kişilerin ellerinde herhangi bir zarar görmemesi için uzman doktor ve çigong pratisyenlerince birlikte hastalığın ele alınması gerektiği ve modern tıp gereçleriyle hastalığının izlediği seyrin takip edilmesi gerektiği uyarısı da yapılmaktadır. Bunun yanı sıra çok sayıda insanın yetersiz bir gözetmen altında veya kitaplar veya video ve DVD'lerden öğrendikleri çigongu uygulamaya çalışması Çigong ustaları ve ortodoks çigong okullarının temsilcileri tarafından eleştirilmiş ve bu çalışmaların insanda enerji dengesizliğine yol açarak fiziksel ve zihinsel problemler oluşturabileceği iddia edilmiştir. Bazı Çigong egzersizlerinin hamileler, adet dönemindeki bayanlar, yüksek tansiyonlular ve kanser, tümör gibi vakalarda yapılmaması gerektiği hatta bu rahatsızlıkları arttırabileceği bizzat çigong uzmanları tarafından ifade edildiğinden özellikle rahatsızlık durumunda ehil çigong hocalarından, geleneksel çin tıbbı uzmanlarından yardım alınması gerektiği de tavsiye edilmektedir. Ünlü bir savaş sanatçısı ve Çigong ustası olan Wong Kiew Kit gerçek çigongun kitaplar ve videolardan değil bir ustadan öğrenilebileceğini ve çi akışının doğru kontrol edilmediğinde kişinin enerji ağında dengesizlik olabileceğini ve bunun da kan basıncında dengesizlik, hormon üretiminde bozulma, baş dönmesi, hayati organların çalışmasında bozukluk, fobi, halüsinasyon gibi kötü etkilerin ortaya çıkabileceğini ve hatta bunların çok ciddi sorunlar doğurabileceğini ifade etmiştir. Çoğu geleneksel çigong okulunda belirli bir uzman gözetmenin kontrolü altında yıllarca süren bir çigong eğitimi söz konusudur ve öğrencinin çigongu yanlış uygulaması gözetmen tarafından engellenir. İç enerjilerin dengesiz bir şekilde dolandırılması bu eleştirmenlere göre sonunda kişide bedenin hem zihinsel hem de fiziksel sistemlerinde dengesiz sonuçlar doğuracaktır. Rehbersiz veya uzman olmayan rehberlerle çalışılan pratisyenlerde gelişen çeşitli kronik zihinsel ve fiziksel sağlık problemleri hiç de nadir değildir hatta İngilizce konuşan çigong pratisyen ve öğretmenleri bu sendromlardan birini "Çigong Psikozu" (Qigong Psychosis) şeklinde adlandırmışlardır. Yunus Emre Türbesi Yunus Emre Türbesi veya mezarı olduğu iddia edilen çok sayıda yer vardır. Bunlar; Bazı kaynaklara göre ve Hacı Bektaş-ı Veli Menkıbesi'ne dayanarak Aksaray ili sınırları içinde, Ortaköy ilçe merkezine 20 km mesafede Reşadiye mahallesindedir. Türbenin bulunduğu tepe, halk tarafından ziyaret tepesi olarak bilinmektedir. Bu türbe Aksaray - Kırşehir yolu üzerinde bulunmaktadır. Selime Sultan Türbesi Aksaray, Selime köyünde bulunan türbe, gerek mimari, gerekse dekoratif yönden erken devir özelliklerini göstermektedir. Türbede taş ve tuğla işçiliği iç içedir. Mimari stili ve malzemeleri yönünden 13. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Sivişli Kilise Sivişli Kilise, Aksaray'ın Güzelyurt ilçesinde kayadan oyma bir kilisedir. Kubbede, ortada İsa ile Meryem'in, kenarlarda havarilerin portreleri yer almaktadır. Selime Katedrali Selime Katedrali, kayalara oyulmuş yüksek bir yerde olan, içinde iki sıra halinde sütunlar mevcut bir katedraldir. Bu sütunlar katedrali üç sahana ayırmıştır. Kale Manastırı Kilisesi Kale Manastırı Kilisesi, Kapadokya'daki dini kuruluşların en büyüklerindendir. Manastır 8. ile 14. yüzyıl veya 10. yüzyıl, kilisedeki figürlü freskolar ise 10. yüzyıl sonu ile 11. yüzyıl başları arasına tarihlenmektedir. "İsa'nın göğe çıkışı", "müjde", "Meryem" gibi tasvirleri vardır. Yüksek Kilise Kızlar manastırı olarak bilinen kilise, dik kayalar üstüne taş oymadır. Güzelyurt İlçe merkezine yaklaşık 3 km mesafededir. İçinde Bizans döneminden kalma bir şapelin bulunduğu yüksek kayanın tepesinde 19.Y.Y'da inşa edilmiştir. Çok sayıda obsidyenden yapılmış malzemenin bulunduğu kilise çevresi şüphesiz önemli bir neolitik yerleşim merkezidir. Yüksek Kilise'den Güzelyurt ve Hasan Dağı'nın (3268m) görünüşü nefes kesecek güzelliktedir. Yüksek kilisenin bulunduğu bölgenin milattan önce 8000 yıllarına dayandığı söylenmektedir. Bu bölgede çıkan çanak çölmek parçalarının bu çağlara ait olduğu araştırmacılar tarafından anlatılmaktadır. Bu kiliseye paralel olarak iki adet kilise ile bağlantısı olduğu ve jeolojik tedbir olarak kullanıldığı söylenmektedir. http://www.guzelyurt.org.tr/yuksek.aspx Kızıl Kilise Kızıl Kilise, kırmızı kesme taştan yapıldığı için bu ismi almış bir Ermeni kilisedir. Kızıl Kilise'nin V. veya VI. yüzyıllarda inşat edildiği tahmin edilmektedir. Kilise Aksaray ilinin Güzelyurt ilçesinin Sivrihisar köyünde yer almaktadır. Pürenli Seki Kilisesi Pürenli Seki Kilisesi, kayaya oyulmuş dört bölümden oluşmaktadır. 10.yy başı ile 12.yy arasına tarihlenmektedir. Narteks zemininde mezarlar mevcuttur. Freskolar X. yüzyıl başı ile XII. yüzyıl arasına tarihlenmektedir. "Peygamberlerin kehaneti", "Meryem ve piskoposlar", "müjde", "ziyaret", "çobanların tapınması" gibi, İsa'nın çocukluğu ve İncil'den çeşitli sahneleri konu alan tasvirleri önemlidir. Eğritaş Kilisesi Eğritaş Kilisesi, Türkiye'nin Aksaray ilinde yer alan vadinin en eski yapılarından olan çok büyük bir tapınaktır. Tapınak 10. yüzyılın başına tarihlenmektedir. Kilisenin Meryem'e ithaf edildiği, doğu duvarındaki bir kitabede belirtilmiştir. İsa'nın hayatı, mucizelere çok fazla değinilmeden anlatılmaktadır. "İki melek arasında oturan İsa", "iki melek ve altı piskopos arasındaki Meryem", "Yusuf'un rüyası", "Mısır'a kaçış", "vaftiz", "Kudüs'e giriş" gibi tasvirlerin yer aldığı freskler oldukça yıpranmış olmalarına karşın, frekslerdeki boyaların çok renkli ve canlı oluşu dikkat çekmektedir. Sümbüllü Kilise Sümbüllü Kilise, manastır mekanları iki kat halinde kaya kütlesine oyulmuş bir kilisedir. Mikail ile Cebrail arasında Meryem, İsa ve fırında üç İbrani genci ile azizlerin tasvirleri vardır. Direkli Kilise Direkli Kilise, Aksaray'da inşa edilmiş bir kilise olup, içindeki kapıdan keşişlerin türbelerine ve kilisedeki görevlilerin ikametgâhlarına gidilmektedir. Kilise üstündeki sütunlarda ikişer sıra halinde resimler vardır. Azizlerin ve havarilerin iki taraflarında kitabeler görülür. Bir manastır kilisesi olup 11. ve 13. yüzyıllarda tarihlenmektedir. Ala Kilise Ala Kilise, Aksaray'da bir köyün kuzeyinde ve vadinin doğu yamacında kayaya oyulmuş bir kilise. Hıristiyanlığın serbest bir hale gelmesinden sonra yapılmıştır. Cephesinin üst kısmında havarilerin ve azizlerin resimleri yer almaktadır. "Doğum", "Anastasis", "Kudüs'e Giriş", "Mısır", "Meryem'in Takdis Edilmesi" gibi tasvirler yer almaktadır. Çanlı Kilise Çanlı Kilisesi, Türkiye'nin Aksaray ilinde yer alan dik bir kayaya yaslanmış Çeltek ve Akhisar köylerin arasında bulunan otlarla örtülü bir tepe üzerinde kurulmuştur. XI. yüzyıl Bizans üslubunda yapılmış büyük bir kilise olup, Çanlı Kiliseyi andırmaktadır. Ankhesenamen Ankhesenpaaten / Ankhesenamen, Mısır firavunu Akhenaton ve kraliçesi Nefertiti'nin üçüncü kızlarıdır. Doğumdaki adı Ankhesenpaaten dir. Yaklaşık 9 yaşında, başka anneden olan yarı kardeşi Tutankamon ile evlenerek kraliçe olmuştur. Kral naibi Ay'ın etkisiyle ismini de Ankhesenamen olarak değiştirerek firavun ailesinin Aton dininden döndüğünü göstermiştir. İlk evliliğinde en az 2 düşük yaptığını Tutankhamon'un mezarında bulunan fetüs mumyaları ortaya koymuştur. Tutankhamon'un ölümünden sonra Hitit kralına yazdığı mektuplar Hattuşaş'da bulunmuştur. Bu belgelerde korktuğunu söyleyerek Hitit kralı I. Şuppiluliuma'dan kendisine evlenmek üzere bir prens göndermesini istemiştir. Yollanan prensin yolda öldürüldüğünü Hitit kaynakları anlatmaktadır. İkinci defa vezir Ay ile evlenmesi, Ay'ın firavun olmasını sağlamıştır. Bu evlilikten hemen sonra tarih sahnesinden silinen Ankhesenamen'in mezarı henüz bulunamamıştır. Projektör Projektör belirli bir yöntemde ışık demetinin yaklaşık paralel ışınlarını etkili bir şekilde göstererek yansıtan ve genellikle çevresinde döndürülülebilir olarak tas
arlanmış bir aygıttır. Projektörler ilk olarak Birinci ve II. Dünya Savaşı'nda yapay ay ışığı yaratarak gece saldırısı fırsatlarını artırmak için kullanıldı. Yapay ay ışığı tarihçi ve tank teoristi Gen. J.F.C. Fuller tarafından icad edildi. Projektörler yaygın bir şekilde II. Dünya Savaşı boyunca geceleri hava bombardımanı baskınlarına karşı savunma olarak kullanıldı. Yeni teknoloji olan radarlar yalnız erken uyarı amacıyla kullanılıyordu, uçaksavar silahları görsel olarak hedefi saptayabilme ihitiyacı duyuyordu, hedefi saptayabilmek için jenaratörler gökyüzünde uçakları aydınlatıyor böylece silahlar onları görebiliyordu, ayrıca kuvvetli ışıklar bombacıların görme alanlarını iki misli kısıtlıyordu. II. Dünya Savaşı'nda projektörlere General Electric'in 1942-A projektörleri dahil oldu. Bu projektör 152 cm'lik çaptaki lambası ile 800,000,000 kandela üretebiliyordu. 45 ile 56 kilometreye kadar doğrudan görünürlük kabiliyeti vardı ve 15KW jeneratörle çalışıyordu. Son zamanlarda jeneratörler sıklıkla reklamcılıkta kullanılmakta, örneğin otomobil satıcıları; ışık ışınları geniş alanlarada görünebilir ve (en azından teoiride) ilgilenen insanlar jeneratör ışıklarını satıcıların ve mağazaların ışınlarını takip ederek ışığın kaynağı olan mağazaları ve satıcıları bulabilirler. Hem de film prömiyerlerinde kullanıldı; dalgalanan jenaratörler ışınları 20th Century Fox movie studio'nun logosunda tasarımsal öğeler olarak halen görülmektedir. Işık projektörü, büyük bir alanı ışıklandırılmasında kullanılan projektörlerdir. Projektörler örneğin itfaiye araçları tarafından gece müdahaleleri sırasında operasyon mahalini aydınlatmak ve yardım önlemlerini mümkün kılabilmek için kullanılır. Projektörler ne kadar yükseğe monte edilirse müdahale mahali o kadar iyi aydınlatabilmektedir. Projektörün zemin seviyesinde bulunması durumunda ise gölgeler ağırlıkta olur ve çalışan kişilerin gözleri alınır ve görüş imkânları kısıtlanır. Projektörlerin içinde ise halojen lambaları bulunmakta olup bunlar yüzlerce vat elektrik akımı kaldırabilmektedir. Bu güç ise müdahale sırasında bir elektrik agregası veya müdahale aracının ışık makinesi tarafından üretilmektedir. Diğer uygulamalarda söz konusu projektörler normal elektrik şebekesine de bağlanabilir, ancak buna müdahale sırasında müsaade verilmemektedir ve mümkün de değildir. Bunun açıklaması oldukça basittir: Teorik olarak her an elektrik kesintisi meydana gelebilir, dolayısıyla karanlıkta kalmamak için şebekeden bağımsız elektrik üreticileri kullanılır.Işık projektörlerine çıplak göz ile bakmak göz sağlığı yönünden zararlıdır. Ermeni Gönüllü Tugayları Ermeni Gönüllü Tugayları veya Ermeni gönüllü kolordu Rus Kafkas ordusunda I. Dünya Savaşı sırasında kurulan Ermeni taburlarıdır. Çoğunluk bu birimlerin Orta Doğu tiyatro I. Dünya Savaşı bu birimlerin kökenli çeşitlenir de askeri faaliyetleri desteklemektedir. Bu birimler Osmanlı Ermenilerden oluşmakta hatta Osmanlı Temsilcileri Meclisi üyesi Karekin Pastırmacıyan gibi komutanları vardır. General Andranik Toros Ozanyan Rus gönüllü birliklerin genel komutanı idi. Bu askerlerin nereden geldikleri tartışma konusudur. Ermeni kaynakları yüzbinleri bulan bu askerlerin dünyanın değişik ülkelerinden geldiklerini söylemektedir. Osmanlı kaynakları bu askerlerin Osmanlıda ayaklanan Ermeni nüfusundan oluştuğunu savunmaktadır. Pastırmacıyan Karekin Efendi ve Hamparsum Boyacıyan ın varlıkları Osmanlı tarihçileri arasında kendi görüşlerine destek olarak ortaya atılmakta. Bu dönemde ayrıca Ermeni Lejyonu (Fransa) Fransız ordusu altında kurulmuş ve Ermeni milisleri ise Ermeni Devrimci Federasyonu gibi Ermeni ulusal hareketine bağlı güçlerden oluşturmaktadır. Ayrıca Osmanlı tarihçileri bu tugayların ermeniler arasında İntikam Tugayları olarak isimlendirildiğini hatırlatmakta. Ermeni kaynakları bu ismin Ermeni Soykırımı iddialarının yüzünden verildiğini iddia etmektedirler. Cem Ersever Ahmet Cem Ersever (1950, Erzurum - 4 Kasım 1993, Ankara), Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele adlı birimin kilit isimlerinden biri olan Türk asker. Babası İzzet Ersever'in Üsteğmen olmasından dolayı ilk öğrenimini yurdun değişik yerlerinde gördü. 1967 yılında TED Ankara Koleji'nden mezun oldu. Orta öğretimden sonra Kara Harp Okulu'na girdi. 1972 yılında Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1973 yılında Piyade Okulu'nu, 1974 yılında da Jandarma Subay Okulu'nu bitirdi. 11 Aralık 1979 tarihinde Jandarma Genel Komutanlığı tarafından İçel, Hatay, Gaziantep, Mardin, Urfa, Edirne, Kırklareli ve İzmir illerinde kaçakçılık olaylarını soruşturmakla görevlendirildi. Yüzbaşı rütbesindeyken 12 Eylül Darbesi sonrasında Güneydoğu'da yaşanan terör olaylarına karşı mücadele etmek amacıyla istihbarat toplamak ve toplanan istihbarat ile operasyonlar düzenlemek amacıyla Jandarma istihbarat ve Terörle Mücadele (JİTEM) adı altında faaliyet gösteren merkezi bir örgütlenmenin fikir babalığını yaptı ve doğrudan Jandarma Genel Komutanlığı'na bağlı olarak çalışacak olan JİTEM'de aktif görev aldı. Güneydoğu Anadolu'da PKK ile yapılan terörist ve istihbarat çalışmalarının tümünde yer almış, silahlı çatışmalara bizzat katılmış, tüm faaliyetleri yönetmiş, PKK'ya yardım ve yataklık eden kişi ve gruplarla irtibat kurmuş, bunları tam yetkiyle ve Komutanlığa doğrudan bağlı olarak yürütmüştür. Ersever ile Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu arasındaki ilişki olduğu ve Ersever'in Velioğlu'ndan çok iyi istihbarat aldığı, avukatı Emin Emir (MHP'nin eski lideri Alparslan Türkeş'in de avukatı) tarafından ifade edilmiştir. Özellikle 1989-1990 yıllarında bu ikilinin çok sık görüştüğünden bahseden Emir, Ersever’in o dönem 'Düşmanımın düşmanı dostumdur' ilkesiyle hareket ettiğini ve ayrıca Hizbullah'ın devlet tarafından kurulduğuna dair Ersever'den herhangi bir şey duymadığını da belirtmiştir. Orgeneral Eşref Bitlis'in şüpheli ölümünden sonra Mart 1993'te bu olayı protesto etmek için askerlikten istifa etti ve Mayıs 1993 ayında Milliyet gazetesine faksladığı özgeçmişinde "1984 yılından bugüne kadar yapılan yanlışlar, ihanetler ve ugulamalar konusunda Türk kamuoyunun aydınlatılması gerektiğine inanıyor ve görüşmeler sonunda belirlenecek bir tarihte Türk basınıyla kamuoyu önünde Celal Talabani'nin ihanetleri PKK ilişkileri, Güneydoğu'daki gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında ve bazı siyasilerin örgütsel konumları hakkında açıklamalarda bulunacağımı beyan ediyorum." ve "Güneydoğu Anadolu'daki olayların gerçekleri Türk milletinden gizleniyor" dedikten birkaç ay sonra 4 Kasım 1993'te elleri önden bağlanmış kafasına iki el ateş edilmiş cesedi, Ankara Elmadağ ilçesi çıkışında bulundu. Eintracht Frankfurt Eintracht Frankfurt Fußball A.G., Almanya'nın Frankfurt am Main şehrinde kurulmuş spor kulübüdür. Kulüp iç saha maçlarını 51.500 seyirci kapasiteli Waldstadion'da yapmaktadır. Bu stadyum yapılan sponsorluk sözleşmesi ile adını Commerzbank-Arena olarak değiştirmiştir. Alman futbolunun en önemli kulüplerinden olan Eintracht Frankfurt, Alman Futbol Ligi Bundesliga'nın da kurucu üyesidir. 1959'da lig şampiyonu olan ve 1991-92 sezonunda şampiyonluğu son hafta Stuttgart'a kaptıran takım ondan sonra gücünü kaybetmeye başlamış ve 1995-96, 2000-01, 2003-04 ve 2010-11 sezonlarında 2. lige düşmüştür. Bölgesel ve Yerel: Kulübün renkleri kırmızı, siyah ve beyazdır. Formalarda ve taraftar ürünlerinde kırmızı-siyah ve siyah-beyaz renkler birlikte kullanılır. "26 Şubat 2018 itibarıyla" TSV 1860 München TSV 1860 Münih, Almanya'nın Münih kentinde kurulmuş spor kulübüdür. Bayern Münih'ten sonra şehrin en popüler ikinci takımıdır. 1. Bundesliga'daki ilk ve tek şampiyonluğunu 1965/1966 sezonunda alan 1860 Münih, 2004 yılında 2. Lige düşmüştür. Mete Mete veya Mao-tun (Çince: 冒頓單于 pinyin: Mòdú chānyú; MÖ 234 - MÖ 174), MÖ 209 - MÖ 174 arasındaki Türk-Hun (Hiung-nu) hükümdarıdır. Oğuz Kağan Destanı'ndaki Oğuz Kağan ile aynı kişi olduğu düşünülmektedir. Babası Teoman'dır. Çeşitli araştırmacılar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çince'nin orta döneminde "mòdùn" (冒頓 is /mək-twən/ şeklinde söylenmekteydi . Kısaca, Eski Çince'deki bu adın manası Türk dilleri ve Moğol dilleri ile Farsçada söylenen "bagtur", Orta Asya Türkçelerindeki şekliyle "bagatur" (manası "bahadır, kahraman"). Bazı araştırmalarda "Motun" olarak da bilinir. Ayrıca çağdaş Macar (Hun soyundan) dilinde de "bátor", veya daha eski şekli olan "batur", ayrıca Türkmence'de "Batır" ve "Bahadır", Tuva Türkçesi'ndeki şekliyle maadır (kahraman) kullanılmaktadır. Türk dillerinde de "bag, bek, bay, bey," bəy (manası "efendi" veya "lord"). Araştırmacı Clauson'un önerisine göre İran dillerinden olması mümkün görülmemektedir, Kendisi de "Xiongnu" adını ve unvanını incelemektedir. Çin kaynaklarında anlatılan bir olaya göre, Asya Hun imparatorluğu'nun kurucusu olan Teoman, oğlu Metehan yerine üvey annesinin etkisiyle Metehan'ın üvey kardeşi olan diğer oğlunu tahta çıkarmak istedi. Törelerine göre Türk hatundan olan, has bir Türk'ün tahta geçmesi gerekiyordu. Metehan'ın üvey annesi Çinliydi. ve Çinli kadından olan çocuk tahta geçemezdi. Bu sebeple üvey annesi, Metehan'ın babasını doldurdu ve Mete'yi komşu kavim olan Yüeçiler'e (Yuezhi) rehin olarak gönderdi. Babası, ardından Yuezhi'lere savaş ilan ederek Mete'yi öldürtmek istedi. Mete, babası Teoman Yuezhi'lerin topraklarına girmeden Yuezhi'lerin elinden kaçtı. Babası bu kadar zorlukları atlatmasının ardından hakkını vermek için emrine on bin çadırlık bir birlik verdi. Sonunda da Mete öz babasını, üvey annesi ve kardeşlerini öldürüp kağan oldu (MÖ 209). Pek çok konar-göçer kavmin kullandığı çavuş oku adı verilen ıslıklı okun mucidinin Mete olduğu kabul edilir. Çin kaynaklarına göre eğer okunu bir yöne yöneltirse emrindeki askerlerin hepsi o hedefe ok atarak hemen yok ederdi. Bir gün okunu en sevdiği atına çevirdi. Askerlerinden bazıları tereddüt etti. Bunun üzerine okunu sırayla tereddüt edenlerin üzerine çevirdi. Atına ok atmakta tereddüt eden askerlerinin hepsi atılan okl
arla öldürüldü. Böylece küçüklükten beri oynadığı okunu hedefe çevirme oyunu emirlerinin tartışılmazlığını da perçinledi. Bir gün emrinde demir disiplini ile yetiştirdiği 10 bin askeri varken okunu ava çıkan babasının üzerine çevirdiğinde askerlerinden hiçbiri tereddüt etmemişti. Mete Önce Hunlardan toprak talebinde bulunan doğu komşuları Donghu üzerine yürüdü ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Yapılan anlaşmada Donghular yıllık sığır, at ve deveden oluşan bir vergi ödemeyi kabul ettiler ve MÖ 208 yılında onları hakimiyetine aldı. Donghu'yu yendikten sonra, Kuzey Moğolistan'da yaşayan Tunguz gibi halkları da içine kattı. MÖ 177-165 yılları arasında Hunların güney batısında, Tanrı Dağları ile Gansu arasında yaşayan Yüeçilerin üzerine seferler düzenledi. MÖ 203'te Yueçi'yi mağlup ederek kendi toprağına kattı. Ordos'da hakim olmaya çalışan Tahin Türklerini yendi. Çin üzerine sürekli seferler düzenleyerek Sarı Irmak'ın güneyindeki kaleleri egemenliğine aldı. Bu zaferlerle, sonradan Hunlara büyük gelirler getirecek önemli ticari yollarının kontrolüne sahip oldu. Bölgede yaşayan Altay (Moğol, Tunguz ve Türk vb.) kavimlerini egemenliği altına alarak askeri ve stratejik olarak daha güçlü bir hale geldi. MÖ 200'de Han Hanedanı imparatoru Gaozu'nun (Gao-Di) 320.000 kişilik ordusunu Baideng (bugünkü Datong, Şanşi)'de Peteng Kalesinde kuşattı. Gaozu (Gao-Di) Mete'nin eşine hediyeler gönderdi ve Mete'nin kuzey eyaletlerini Hunlara bırakma ve yıllık vergi ödeme gibi bütün şartlarını kabul etti ve kuşatmadan çıkmasına müsaade edildi. Gaozu payitahtı Çang'an(bugünkü Şian)'a dönebildiyse de Mete arada bir Han'ın kuzey sınırını tehdit etmiş ve nihayet MÖ 198'de Gaozu barış istemiş ve Han'ın prensesini Tanhu'nun eşi olması ve yıllık haraç ödemesi şartlarıyla antlaşması imzalanmıştır. Qin ve Chu ile yıllar süren mücadelenin ardından Han imparatoru olan Liu Bang (Gaozu), Baideng'da Mete karşısında zor duruma düşünce, yorgun ordusunun Hunlarla baş edemeyeceğini farketmişti. Akrabalık (和亲) ilişkisi kurmak amacıyla, bir prensesi yüklüce hediyeyle birlikte Hun sarayına gönderdi. Liu Bang MÖ 195'te ölür, karısı Lü Hou imparatoriçe olur. MÖ 192'de Mete Lü Hou'ya mektup göndererek kaba bir üslupla evlenme teklif eder. Ülkesinin içinde bulunduğu koşullarda Hunlarla bir çatışmayı göze alamayan imparatoriçe, uğradığı saygısızlığa karşın bir mektup yazarak Mete'ye bir prenses gönderir. Çin kaynaklarına göre, Lü Hou'nun davranışı karşısında pişman olan Mete, imparatoriçeden bir mektupla özür dilemiştir. Çin savaşından sonra, Mete,Yüzehi ve Wusun'u Hun'un köleleri olmaya zorladı. Saltanatı boyunca çoğu halklar Hun idaresi altına girdi. Onların tümünü, steplerin bütün göçebe atlı okçularını bir imparatorluk altında birleştirdi. Göçebe tebaalarından başka Mete ayrıca Tarım Havzası'nda kendisine bağlılık yemini eden vaha şehir devletleri kurdu. Onun hem askeri hem de idari yapılanması sonradan birçok merkezi Asya halklarında ve devletlerinde uygulandı. Bölgesinde askeri gücü ile korku saldı. Savaş taktikleri ve askeri disiplini sayesinde Çin İmparatorluğu'nu ve çevre kavimlerle yaptığı savaşları kazandı. Ordusu savaş zamanında toplanan sivillerden oluşmuyordu. Onun yerine sürekli eğitimli ve savaşa hazır halde bulunan profesyonel askerlerden oluşmaktaydı. Hakim olduğu bölgelerdeki geniş tahıl ve yiyecek kaynakları ile ordusunu ayakta tutabiliyordu. Mete, MÖ 174 yılında öldüğünde, birçok kavimleri çatısı altında birleştiren büyük bir imparatorluk geriye bıraktı. Bu imparatorluk yaklaşık 18 milyon km büyüklüğe sahipti. İmparatorluğunun sınırları doğudan batıya Japon Denizi'nden İdil Nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya'dan Tibet ve Keşmir'e uzanıyordu. Hunların karşılarında bulunan tek düzenli ve güçlü kuvvet olan Çin ordusunun, iç karışıklıklar nedeniyle idari zaafiyet içinde olması Mete'nin devletini kolayca büyütmesine sebep gösterilir. Yaygın kitle eğlence sektöründe Çin efsanelerinde geçen acımasız ve disiplinli komutan olarak tasvir edilen karakterlere, "Modu", "Şanyu" gibi Mete'nin isimleri verilmiş ve bu yapıtlara Mete'nin Çin kaynaklarında geçen hayat hikâyesinden kesitler aktarılmıştır. Türk destanlarında Çin ve Hindistan fetihlerinde söz edilen Oğuz Kağan'ın Mete olduğu sanılmaktadır. Destanda anlatılan Oğuz Kağan ile Mete'nin hayat hikâyesinde birçok benzerlikler bulunmaktadır. hayat hikâyesinin Oğuz Kağan efsanesinin tarihi temelini oluşturduğuna inanılır. Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihi 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Nihal Atsız 1963 ve 1973'te Türkiye Kara ordusunun kuruluş tarihinin Mete'nin tahta geçtiği MÖ 209 olması gerektiğini yazmıştır. Atsız'ın görüşlerini benimseyen Yılmaz Öztuna da 1968'de Cemal Tural'a Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihinin MÖ 209 olması teklifini yaptı. Sonraları, T.K.K kuruluş tarihi MÖ 209 olarak değiştirildi. Çin halk destanlarında Göktürk'lere karşı yapılan savaşa katıldığı sanılan Hua Mulan adlı kadın karakterinden esinlenen Disney'in "Mulan" çizgi filminde Çin seddi'ni aşarak Han Hanedanı'na saldıran acımasız "Hun" reisi "Şan-Yu"'nun motifi Mete'den alınmıştır. Amnezi Amnezi veya Hafıza kaybı, belleğin (hafızanın) rahatsız olması, bozukluğa uğraması durumudur. Amnezinin nedenleri organik veya fonksiyonel olabilir. Travma veya hastalıklar yüzünden beynin zarar görmesi veya belirli (çoğunlukla sedatif) maddelerin kullanımı organik nedenlerindendir. Fonksiyonel nedenler psikolojik faktörlerdir, savunma mekanizmaları gibi. Histerik travma-sonrası (post-travmatik) amnezi bunun örneklerindendir. Amnezi aniden olabilir, geçici global amnezi (transient global amnesia) gibi. Bu tip amnezi orta yaş veya daha yaşlı kişilerde, özellikle erkeklerde daha yaygındır ve genellikle 24 saatten kısa sürer. Sinemada amnezi yaygın bir motif olmuştur. Anterograd amnezi "Memento", "Clean Slate" , "Before I Go to Sleep" , "50 First Dates" , "Till Human Voices Wake Us" ve "Before I Go to Sleep" gibi filmlerde yer almıştır. "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" isimli filmde ise laküner amnezi geçer. "24" isimli televizyon dizisinin ilk sezonundaki karakterlerden birinin travmatik amnezisi vardır. "Bourne Identity"'de ise ana karakter retrograd amnezilidir. Ayrıca "Mysterious Skin" adı altındaki filmde de bu konu yer almaktadır. Kurguda genelde bir darbe sonucu kafa sarsıntısı geçiren kişilerde amnezi ortaya çıkar ve kafaya gelen ikinci bir darbe ile kişinin amnezisi iyileşir. Aslında bu "fazlasıyla yanlıştır", zira ikinci bir sarsıntı ölümcül sonuçlara, ikinci impakt sendromu olarak anılan bir fenomene yol açabilir. Çocuksal amnezi ve Histeri amnezi olarak iki ayrı deyimde kullanılır. Bellekteki bütün ya da bazı anıların geçici ya da sürekli kaybıdır. Viorel Moldovan Ioan Viorel Moldovan (d. 8 Temmuz 1972) 1990'larda Romanya millî takımının kilit oyuncularından biri olan Romanyalı emekli futbolcudur. Şu an AJ Auxerre takımının teknik direktörlüğünü yapmaktadır. Kulüp kariyeri boyunca Gloria Bistriţa (1990-93), Dinamo București (1993-95), Neuchâtel Xamax (1995-96), Grasshopper (1995-98), Coventry City (1998), Fenerbahçe (1998-2000), Nantes (2000-04), Servette (2004-05), Poli Timişoara (2005) ve Rapid București (2006-2007) takımları için oynadı. En başarılı yıllarını İsviçre'de 1996 ve 1998 seneleri arasında oynadığı Neuchâtel Xamax ve Grasshoppers'ta (1996 ve 1997'de Super League gol kralı oldu), 1998 ve 2000'de oynadığı Fenerbahçe'de, 2000 ve 2004 arası oynadığı Nantes'ta yaşadı. Nantes 2001'de Fransa Ligi'ni kazanırken takımının en önemli oyuncusuydu. Coventry City ile İngiltere'de geçirdiği kısa zamanda biri FA Cup'ta Aston Villa'ya biri de ligde Crystal Palace'a olmak üzere 2 gol atabildi. Moldovan ülkesi Romanya için 70 maçta oynadı ve 25 gol attı. Ülkesinin formasıyla 1994 FIFA Dünya Kupası, 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası, 1998 FIFA Dünya Kupası -ilk turda İngiltere ve Tunus'a gol atmıştı- ve 2000 Avrupa Futbol Şampiyonasında mücadele etti. Moldovan, FC Unirea Valahorum Urziceni için sportif direktörlük görevini üstlendi ve FC Vaslui'de de antrenörlük yaptı. Göreve geldikten sadece yedi ay sonra takımın Avrupa'daki eleme maçlarında aldığı başarısız sonuçlar yüzünden 26 Mayıs 2009'da Vaslui'den ayrıldı. Ardından yeni bir antrenörle anlaşılana kadar takımın başına geçici olarak yardımcı antrenör Cristian Dulca geldi. 2013-2014 sezonunda Rapid București'i çalıştıran Moldovan, 2014'ten beri Romanya 21 yaş altı millî futbol takımının antrenörlüğünü yapmaya başladı. Hanefi Avcı Hanefi Avcı (d. 1956, Karabıyıklı, Pazarcık, Kahramanmaraş), Türk bürokrat ve polis amiri. 19 Temmuz 2013'te İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Devrimci Karargâh davasında 15 yıl 4 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. 1956 yılında Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinin Karabıyıklı köyünde dünyaya gelen Hanefi Avcı, öğrenim yaşamına doğduğu köydeki Karabıyıklı İlkokulu'nda başladı. Ortaokulu Gaziantep'teki Karşıyaka Ortaokulu'nda, liseyi ise Ankara'daki Polis Koleji'nde bitirdi. Ardından Polis Enstitüsü'nde okudu ve lisans öğrenimi için girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1980 yılında mezun oldu. Hanefi Avcı daha sonra İçişleri Bakanlığı'na girdi ve bu dönemde sırasıyla Mersin merkez ve Gülnar ilçelerinde görev yaptı. Daha sonra Diyarbakır ve İstanbul illerinde şube müdürlüklerinde çalıştı. 1996 yılında Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı oldu. Bu görevi sürdürürken 4 Şubat 1997'de Susurluk skandalını araştıran TBMM komisyonuna ifade verdi. İfadesinde terörle mücadele adı altında devlet içinde çete kurulduğunu ileri sürdü ve Mehmet Ağar, Korkut Eken, Veli Küçük gibi isimler hakkında suçlamalarda bulundu. 28 Şubat sürecinde, bu görevdeyken köstebek olayı olarak da bilinen Deniz Kuvvetlerindeki Batı Çalışma Grubu belgelerinin Emniyet İstihbarat Dairesi'ne sızdırılması olayı meydana geldi. Avcı, olay patlak verdikten sonra darbe hazırlığı varsa, bunu izlemenin polisin görevi olduğunu savundu. Bu olay nedeniyle tutuklanan daire başkanı Bülent Orakoğ
lu açığa alındı, Avcı ise istihbarat dairesindeki görevinden alındı ve Ana Komuta Kontrol Merkezi kadrosuna atandı. Daha sonra açılan "köstebek davası"nda bütün sanıklar beraat etti. Katıldığı bir televizyon programında Millî İstihbarat Teşkilatı hakkında yaptığı açıklamalar nedeniyle "devletin gizli kalması gereken sırlarını ifşa etmek" ile suçlandı ve 10 Şubat 1998'de açığa alındı. Daha sonra Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin nöbetçi hakimi Tanju Güvendiren'in kararıyla 20 Şubat 1998'de tutuklanarak Beypazarı Cezaevine kondu. 2 Mart 1998'de tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilen Avcı, hakkında açılan davadan da beraat etti. Beraat ettikten sonra idare mahkemesi kararıyla görevine geri döndü. 2003'e kadar geri hizmetlerde çalıştı. 2003 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı'na getirildi. Avcı; 2005 yılında geçici olarak, 2006 yılında ise asaleten Edirne İl Emniyet Müdürü oldu. 2006 yılında TASAM'ın Stratejik Vizyon Sahibi Bürokrat Ödülü'nü kazandı. Hanefi Avcı Edirne İl Emniyet Müdürlüğü yaptığı sırada, 18 Haziran 2009 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan ortak kararname ile Eskişehir İl Emniyet Müdürlüğü'ne atandı. Ağustos 2010 tarihinde "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlı kitabı Angora Yayıncılık tarafından basıldı. Kitabında Gülen cemaatinin emniyet teşkilatında örgütlendiğini ve telefon dinlemesi dahil yasadışı faaliyetlerde bulunduğunu iddia etti. Daha sonra merkeze alınmayı talep etti, talebi kabul edildi. Avcı, Devrimci Karargâh örgütüne yardım etmek suçlamasıyla 28 Eylül 2010 tarihinde tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne kondu. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, aralarında Hanefi Avcı'nın da bulunduğu 14'ü tutuklu 22 kişi hakkında hazırlanan iddianameyi kabul etti. Son olarak "Devrimci Karargâh Örgütü" üyesi oldukları ve örgüte yardım ettikleri öne sürülen 89 sanığın yargılandığı davada mütalaasını açıklayan cumhuriyet savcısı, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı 'nın 22 yıl 9 aydan 49 yıl 6 aya kadar hapisle cezalandırılmasını istedi. Hanefi Avcı 2011 Milletvekilliği seçimleri için İstanbul 3. Bölgeden bağımsız milletvekili adayı oldu. Fakat seçimlerden birkaç gün önce çekildiğini açıkladı. Devrimci Karargâh Örgütü'ne yardım ettiği gerekçesiyle 15 yıl 4 ay 5 gün hapis cezası alan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, Anayasa Mahkemesi'nin hak ihlali tespit etmesi neticesinde 20 Haziran 2014'te tahliye oldu. FC Sachsen Leipzig FC Sachsen Leipzig, "(FC Sachsen Leipzig 1990 e.V.)" Almanya'nın Leipzig şehrinde kurulmuş spor kulübüdür. Doğu Almanya ve Batı Almanya'nın birleşmesinden itibaren 1990 yılında kurulan kulüp iç saha maçlarını 44.193 seyirci kapasiteli Zentralstadion'da yapmaktadır. Kadir Sarmusak Kadir Sarmusak (d. 1973, Of), polis memuru, denizci onbaşı. 1996 yılında Niğde Üniversitesi Elektrik bölümünü kazandığı halde kayıt dondurarak askerlik görevini yapmak için başvuruda bulundu. Kamuoyunda "Köstebek Davası" olarak adlandırılan İhtilal öncesi hazırlık içerikli Batı Çalışma Grubu belgelerini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi'ne sızdırdığı gerekçesi ile hakkında açılan davada Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından suçsuz bulunarak beraat etti. Vatan hainliği, gizli ve gizlilik dereceli belgeleri çalmak ve rütbe tenzili talebi ile yargılanmış olduğu mahkemede Dönemin Genel Kurmay 2. başkanı Çevik Bir ve mahkemede görevli savcı albay tarafından kendisinin suçlu olduğunu ispatlayabilmek maksadıyla sahte belge düzenlendiğini ispat etti. Daha sonra kendisini suçsuz bulan mahkeme heyetindeki hâkim üyeler ordudan ihraç edildi. 1996 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından dile getirilmiş olan Ergenekon yapılanmasının ilk resmî belgelerinin kamuoyuna deşifre edilmesi bakımından Askeri Mahkemede kazanılmış ilk dava olması sebebiyle önem taşır. Hamburger SV Hamburger Sport-Verein e.V., Almanya'nın Hamburg şehrinde kurulmuş spor kulübüdür. Ülkenin en eski kulüplerinden biri olan Hamburg SV, aynı zamanda ligin en istikrarlı takımlarından biridir. Bundesliga'nın kurulmasından itibaren aralıksız olarak bu ligde en uzun süre oynayan kulüptür. 2017-18 sezonu sonunda ilk kez 2. Bundesliga'ya düştü. Boney M. Boney M, Bobby Farrell, Liz Mitchell, Marcia Barrett, Maizie Williams ve Claudja Barry' den oluşan disko, pop müzik grubu. 1974 yılında Offenbach-Almanya'da plak yapımcısı Frank Farian tarafından "Baby Do You Wanna Bump" adlı şarkı Boney M grubu adı altında yayınlanmış ve 1975 yılında Hollanda disko ve televizyonları grubu görmek isteyince grup doğmak zorunda kalmıştır. Ma Baker, Felicidad, Rasputin, Daddy Cool, Sunny, Holiday gibi 1970'lerin hit şarkılarını üretmişlerdir. 2. single'ları olan "Daddy Cool" 5 hafta süreyle Almanya, Hollanda ve İngiltere'de Chart 20 de liste başında yer almıştır. Boney M dünya müzik tarihinde çok özel bir yere sahiptir, 70'li ve 80'li yıllarda albümleri en çok satan grupların başında gelir. Disko efsanesi Boney M'in 1 numaralı hitleri; “By the Rivers of Babylon” ve “Mary's Boy Child”, Guinness Rekorlar Kitabına giren tüm zamanların en çok satan plakları arasında ilk onda yer alırken, şarkıları seslendiren disko kraliçesi Liz Mitchell'den başkası değildi. Kadın Tuzağı (film) Kadın Tuzağı, "Immortel veya (Ad Vitam)", 2004 yılı İngilizce olarak yapılmış bir Fransız bilim kurgu filmidir. Yönetmenliğini Enki Bilal üstlenmiş ve konusunu kendisinin çizdigi La Foire aux immortels "(Ölümsüzler karnavalı)" adli çizgi-romandan almıştır. İdrar deliği İdrar Deliği (dişi uretra ağzı) klitorisin hemen altında, iç dudakların önde birleştiği yerde bulunan ve idrarın dışarı boşaltılmasını sağlayan idrar deliği uretra adlı yapının son kısmını oluşturur. Kamyon Kamyon, ağır yük taşımaya yarayan motorlu araçtır. Otomobil prensibine göre çalıştıklarından teknik sınıflandırmada "büyük yük otomobili" olarak tanımlanırlar. Türkçede genellikle uluslararası karayolu taşımacılığında kullanılan, çok dingilli uzun kamyonlara tır denir. Bu sözcük Türkçeye TIR anlaşması gereğince TIR levhası taşıyan ve uluslararası taşımacılık yapan uzun kamyonlardan geçmiştir. "Batı Avrupa Üreticileri" "Doğu Avrupa üreticileri " Ağır kamyon lider üreticileri (alfabetik sıraya göre): Güney Amerika'da tescilli ağır kamyonlar (2002; % üretim yüzdelerine göre sıralanmıştır): Kağnı Eskiden insanların yük taşımak için kullandıkları araç. Genellikle öküzler tarafından çekilmek suretiyle, bazen de at veya eşekle de kullanılır. Kağnılar; teker, kağnı evi ve boyunduruk olarak 3 parçadan meydana gelir. Tekerlekler ay biçimi 2 tahta ile bunların arasında bir göbekten ibarettir. Tekerin çerçevesine 1 cm kalınlığında 2–3 cm genişliğinde demir çember kızdırılarak geçirilir. Böylece tahta tekerleğin kısa zamanda parçalanıp elden çıkması önlenmiş olur. Tekerlekleri birleştiren dingil üzerine oklar ve bu okların üzerine de kağnı evi tabir edilen kısım oturtulurdu. Boyunduruk ise hayvana kayışla bağlanan kısımdır. Kağnıyı idare eden kimse ayakta veya oturarak, elindeki 2 metre boyundaki meses veya üvendere (Yozgat'ta böyle söylenir.) adı verilen ucu nodullu (sivri demir) değnekle öküzlere yön verir. Boyundurukta dört adet ucunda ip veya kayış bağlı zelve olur.Birde ısınmayı ve dönerin yanmsını önlemek içinkağlağı denen bir kap olur,içinre yağ ve kayısı çekirdeği ezmesi olur. Otokar Kobra Otokar Kobra, Otokar'ın araştırma ve geliştirme ekibi tarafından silahlı kuvvetlerin zırhlı tekerlekli araç (ACV) ihtiyacı doğrultusunda en uygun çözümü sağlamak üzere geliştirilmiştir. Kobra, iyi bir balistik korumanın yanı sıra, aynı platformun farklı görevlere uyarlanabilir olması ile tanınır. Aynı gövde ve altyapı üzerine tasarlandığı ve birçok model ve tip üretilebildiği için bakım ve serviste büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Farklı kullanım amaçları için üretilmiş farklı Cobra'larda bile ana yapının aynı kalması bakım, onarım ve yedek parçada da büyük tasarruf sağlaması, Cobra'yı pek çok ordunun tercih ettiği bir zırhlı araç yapmaktadır. 9 personel taşıma kapasiteli lastik tekerlekli 4x4 Cobra Zırhlı Aracı aşağıda belirtilen tiplerde üretilmektedir. Aynı zamanda amfibik versiyonu da bulunmaktadır. Kazakistan Silahlı Kuvvetleri ihtiyacı için Otokar şirketi Kazakistan Engineering şirketi ile 2011 yılında yapılan anlaşma doğrultusunda ortak lisanslı üretim yapılmaktadır. İlk kez Güney Osetya Savaşında muharebe alanında kullanılmış oldu. 2008 yılında Gürcistan devleti Rusya ile savaşta kullanılmak üzere 100'ü aşkın (net sayı belli değil) Kobra satın aldı. Savaşta aktif olarak kullanılan Kobra tüm maharetini burada gösterdi. Sıcak çatışmalarda Gürcü askerlere büyük destek sağlamıştır. Kobra sıcak çatışmalar durumunda içindeki askerleri çok iyi derecede koruyordu. Öyle ki Rus yetkililer ele geçirilen hasarlı Kobra araçlar üzerinde zırhını yakından inceleme fırsatı bulmuşlardır. İncelemelerin de 7,7 mm ve 12,7 mm kalibreli silahların Kobra'nın zırhını delemediği ve atılan el bombasından dahi gözle görülür büyük bir hasar almadığı görülmüştür. Kobra'nın bu başarısından sonra birçok ülke Kobra almak için yeni siparişlerde bulunmuştur. Cobra aracının süspansiyon yapısı, hızlı iniş ve binişi kolaylaştıran geniş kapıları, personelin güvenli intikalini ve kolay müdahalesini sağlar. Aracın monokok gövdesi ve duvar açıları daha üstün mayın ve balistik koruma için tasarlanmıştır. Araç, düşük profile sahip olması sayesinde, kolay hedef olmaz. Otokar tarafından tasarlanmış kapalı kule, gece ve gündüz şartlarında, sınır güvenliği, yol ve kritik noktaların korunması, muharebe alanında timlere atış desteğinin sağlanması gibi birçok görevde Cobra'yı daha etkin kılmıştır. Araç içinden korunmalı olarak gözetleme ve ateş etme imkânı veren sınırsız çepeçevre dönebilen ergonomik dizaynı ile özel görevlere uygun bir kule ile donatılmış araçtır. Riskli bölgelerde yaralıların ve sağlık görevlilerinin güvenli taşınmasını sağlar. İlk müdahalede gerekli tüm tıbbi, ekipmanlar araçta mevc
uttur. Cobra Keşif/Gözetleme Aracı zor muharebe koşullarında hedeflerin tespit edilmesi ve toplanan bilgilerin komuta kontrol kademelerine iletilmesi amacıyla geliştirilmiştir. Hem barış, hem de savaş durumunda komuta kontrol sisteminin bir parçası olarak veya tek başına komuta-kontrol merkezi görevini üstlenir, operasyon ve istihbarat bilgilerini toplar, bulunduğu ortamdaki değişiklikleri takip eder. Çeşitli komünikasyon alt sistemleri tarafından toplanan bilgiler bilgisayar destekli ortamda değerlendirilir. Hava alanlarında pistlere yapılabilecek bombalı saldırıları önlemek maksatlı geliştirilen, ön tarafında şoför mahalinden hidrolik olarak kumanda edilebilen gövde zırhından imal edilmiş bıçağa sahip araçtır. Amfibik Cobra'lar özel gövde yapıları sayesinde NATO Deniz Durumu 2 koşullarında seyir etmekte ve joystick kontrolü ile suda nokta dönüşü yapmaktadır. Hibrid soğutma sistemi amfibik harekatta güvenirliği arttırmaktadır. Cobra'nın taktik arazi özelliklerinin geliştirilmesi ve yüksek hareket kabiliyetinin belirlenmesi amacıyla birçok test yapılmıştır. Aracın dayanıklılık ve sıcak iklimdeki performansı ayrıca ABD'de bulunan özel test merkezlerinde de değerlendirilmiştir. Cobra tüm testleri başarıyla tamamlamıştır: Mürettebat : 2 + 6+ 1 Görünüş : 4 × 4 Muharebe ağırlığı : 6,000 kg Boş ağırlık : 4,800 kg Güç-ağırlık oranı : 31 hp/t Uzunluk : 5.316 m Genişlik : 2.156 m Yükseklik : 1,9 m (kulesiz) Yerden yükseklik : 0.365 m İz (ön) : 1.819 m (arka) : 1.819 m Akslar arası uzunluk : 3.302 m Yaklaşma/uzaklaşma açısı : 62º/57º Azami hız : 110 km/h Yakıt kapasitesi : 145 litre Menzil : 550 km Meyil : %70 Yan eğim : %40 Dikey engel aşma : 0.32 m Sudan geçme : 1 m Dönüş yarıçapı : 7.6 m Motor : General Motors V-8 su soğutmalı turboşarj dizel Şanzıman : 4 hızlı otomatik Transfer kutusu : Sürekli 4 tekerlek çekişli, 2 hızlı Akslar : Bağımsız, hız azaltan diferansiyelli çift A-çatılı Süspansiyon : Helisel yaylı, hidrolik amortisörlü Lastikler : 37 × 12.5 × 16.5 radyal Frenler : Power yardımlı, ön ve arka disk Direksiyon : Power yardımlı Elektrik sistemi : 24 V, kapalı sistem Alternatör : 200 A Akümülatör : 2 × 12 V, 100 Ah Donanım (opsiyonel) : 1 × 7.62 mm veya 12.7 mm makineli tüfek Stabilizer (dikey) : Hayır (yatay) : Hayır NBC koruması : Opsiyonel Gece görüş teçhizatı : Opsiyonel Üretici : Otokar Otobüs Karoseri Sanayi A. Ş. Kobra (anlam ayrımı) Kobra, elapidae ailesinden çeşitli türlere ait zehirli bir yılan grubu H. G. Wells Herbert George Wells ya da daha çok tanındığı adla H. G. Wells (21 Eylül 1866 - 13 Ağustos 1946), "Dünyaların Savaşı", "Görünmez Adam", "Dr. Moreau'nun Adası" ve "Zaman Makinesi" adlı bilim kurgu romanlarıyla tanınan ama neredeyse edebiyatın her dalında birçok eser vermiş olan İngiliz yazardır. Sosyalist olduğunu açıkça söyleyen H.G. Wells'in çoğu eserinde önemli ölçüde siyasi ve sosyal yorumlar bulunmaktadır. Jules Verne gibi gelecekteki teknolojik gelişmeleri anlattığı kitaplarıyla bilim kurgu dalının öncülerinden hatta yaratıcılarından sayılmaktadır. Aynı zamanda 1920 yılında günün en önemli insanlık tarihi kitaplarından olan "Outline of History" eserini yayınlamıştır. Bu kitap Mustafa Kemal Atatürk tarafından değerlendirilmiş ve "kalıcı dünya barışı için uluslararası hükümet" görüşü Nutuk'ta yer almıştır. Nutuk'tan ilgili kısım şöyledir: ""Millete, şunu da hatırlattım ki, kendimizi, dünyaya egemen sanmak aymazlığı, artık sürmemelidir. Gerçek "konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz. Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan, bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri "dünya tarihinin gelecekteki evresi" başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu; "Federal bir dünya devleti"dir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, "bütün egemenlikler, tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır" diyor ve "gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk haline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz."; 'kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır.' diyor."" Wells'in bilim kurgu romanlarında teknolojinin gözlemlenmesinin getireceği olanaklar bir yana bırakılır. Wells'te spekülasyon bir edebiyat biçimine dönüşür ve teknolojinin değil de onun toplumsal temellerinin araştırılmasına dönük bir boyut kazanır. Wells'in ilham kaynağı Jules Verne olmuştur, ama Verne'in Aya Seyahat'i ("De la Terre à la Lune") ile Wells'in Aydaki İlk İnsanlar (The First Men in the Moon) romanını karşılaştıracak olursak, kolaylıkla görebileceğimiz gibi Wells; Verne'in teknolojiye verdiği önemi paylaşır, ama Verne'in romanında “Nasıl ve hangi teknolojik olanakla?” sorusu ortaya atılırken, Wells'te Ay yolculuğunun teknik sorunu baştan savma bir biçimde geçiştirilir. Çünkü Wells'in derdi, teknolojik olanakların gelecekteki muhtemel ürünlerini tahmin etmek değil, Ay'daki toplumsal hayatın bizzat kendisi üzerine, tıpkı bir zamanlar Thomas More'un “Ütopya Adası” örneğinde olduğu gibi, model düşünceler geliştirmektir. Wells sadece bilim kurgu içindeki ütopya karşıtı düşüncelerin savunucusu olarak bu türe damgasını vurmakla kalmaz, toplumun şiddet ve zor yoluyla, gereğinden hızlı bir süreç içinde sosyalist bir topluma dönüştürülmesinin sakıncalarına olduğu kadar, sınıf karşıtlıklarının iyice sivrileceğine karşı da uyarır bizi. H. G. Wells, çok sayıda eser vermiş, özellikle ilk dönemlerinde yazdığı bilim kurgu romanlarıyla, çok okunan yazarlar arasında yer almış, Jules Verne ve Hugo Gernsbackile birlikte "Bilim Kurgunun Babası" sayılmıştır. Ayrıca ABD sinema endüstrisi Wells'in eserlerine yoğun ilgi göstermiştir. Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti Jandarma Teşkilatının görev, yetki ve sorumluluklarına, hizmetin gerektirdiği bağlılık ve ilişkilere, teşkilat ve konuşa ait esas ve usulleri düzenler. TBMM'de 10 Mart 1983 tarihinde kabul edilen yasa 12 Mart 1983 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Börklüce Mustafa Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin'in başlıca müridi, Türkmen Alevi halk önderi. 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyıl başında yaşadı. Günümüzün komünist sistemini andıran bir sistem vaaz ederek, 1415-1416 yıllarında Karaburun Yarımadası'nda etrafına topladığı Türkmen köylüler, Rum denizciler ve Yahudi tüccarlar ile toplanan fahiş vergilere ve yapılan haksızlıklara isyan etti. Nâzım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı'nda ""yarin yanağından gayri paylaşmak her şeyi"" dizeleri ile Börklüce Mustafa'nın yaydığı öğretiyi anlatmış, Bedreddin'i ve Börklüce'yi günümüzde de popüler hale getirmiştir. Aydınoğulları'nda deniz cephesinde gaza her zaman öncelikli olmuş, idarelerindeki Hıristiyanlara karşı da hoşgörüsüz olmuşlardır. İmparatorluk olma yolunda ilerleyen Osmanlılar ise bunun tam tersini yapıyorlardı. Yıldırım Bayezid ele geçirdiği Aydın ve Menteşe donanmalarıyla başta Karaburun karşısındaki Sakız Adası olmak üzere Ege Adaları'na egemen olma peşindeydi. Bu hedefi gerçekleştirmek için atılan adımlardan biri de Anadolu'dan adalara buğday ihracının yasaklanmasıydı. Bu durum yöredeki her kesimden halkı zor durumda bırakmıştı. Fakat bölge asıl felaketi Timur'un istilasıyla yaşadı, Moğollar Aydın yöresini harabeye çevirdi. Ankara'dan gelen Timur'un İzmir'i zapt etmesi bölgeyi sıkıntıdan kurtarmadı fakat Timur'un, Yıldırım Bayezid'in koyduğu ticari kısıtlamaları kaldırması bölge ekonomisinin biraz canlanmasına sebep oldu. Bu durum yıllarca Osmanlıların gereksiz tedbirleriyle yokluk çeken halkın bilinçaltına yerleşmişti. Osmanlı Devleti'nin 1402 yılında Ankara Savaşı'ndan mağlup çıkması ve Yıldırım Bayezid'in esir düşmesinin ardından Aydınoğulları yeniden bölgeye hakim olmuş yeni fethedilen İzmir ile birlikte genişlemişti. 1405'te yeniden Osmanlı idaresine giren bölge, Yıldırım Bayezid'in oğulları arasında süren taht kavgası ile birlikte ülkenin içinde bulunduğu iç savaş ortamının da ekonomik yükünü sırtında taşıyordu. Hem Anadolu hem de Rumeli ayaklanmalara oldukça müsait şartlara sahipti ve Osmanlı iktidarının zayıf düşmesi ile kargaşalık hüküm sürmekteydi. Börklüce Mustafa 14. yüzyılın sonlarında Aydın yakınlarındaki köyünü ziyaret eden Şeyh Bedreddin'in müridi oldu. Bir dönem Sisam Adası'nda yaşadığı tahmin edilmektedir. Fetret Devri'nde 1411-1413 yılları arasında Edirne'de Musa Çelebi'nin kazaskeri olan Bedreddin, Börklüce Mustafa'yı yanına kethüda olarak aldı. Fetret Devri sona erince Bedreddin İznik'e sürgüne gönderildi, Börklüce ise Aydın'a döndü. Burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri etrafına toplayarak din ayrımı gözetmeyen bir anlayışla, paylaşımcı ve ciddi bir köylü hareketi örgütleyerek isyan etti. Günümüzde Börklüce Mustafa'yı komünist fikirler uğruna isyan eden ilk kişi olarak görenler de vardır. Türkmenlere vaaz ve öğretilerinde; kadınlar müstesna, erzak, giyim kuşam, hayvan ve arazi gibi şeylerin hepsi herkesin müşterek malıdır diyen Börklüce etrafına topladığı köylülere ""Ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı suretle tasarruf edebilirsin"" diyerek bireysel mülkiyet karşıtı bir öğreti yaydığı bilinmektedir. Börklüce'ye göre Hıristiyanların Allah'a inandığını inkar eden bir Türkmen, dinsiz demekti. Bu fikirlerin kendisine mi, Bedreddin'e mi ait olduğu net değildir. Börklüce, çeşitli kaynaklara göre etrafına 4.000 ila 10.000 kişi toplamıştı. Karaburun Yarımadası merkezli isyanın başlangıcında I. Mehmed'in Saruha
n valisi İskender Paşa, Börklüce'ye karşı hareket ettiyse de Karaburun dar geçitlerinden ileriye geçemedi. Karaburunlular İskender Paşa'nının ordusunu yenilgiye uğrattılar. Bunun üzerine peygamberin ismini taşıyan Börklüce'ye, onun manevi gücüne inanan büyük kalabalıklar da katıldı. Bu topluluk Müslüman Türklerden ziyade Hıristiyanlara meylettiler. I. Mehmed bu ilk yenilginin ardından, Saruhan Beyi olan Timurtaş Paşazade Ali Beyi bütün Saruhan, Aydın kuvvetleriyle Karaburuna sevk etti. Bu ordu da köylüler tarafından yenilgiye uğratıldı. Ali bey, maiyetiyle beraber Manisa'ya kaçarak hayatını kurtarabildi. I. Mehmed durumdan haberdar olunca oğlu Murat ve veziriazam Bayezid paşayı, Rumeli ordusuyla Börklüce'nin üzerine gönderdi. Anadolu'dan da takviye kuvvetler toplayan Bayezid paşa dervişler tarafından tahkim edilen dağa ilerlerken ihtiyar, genç, erkek, kadın kime rastladıysa hepsini katlettirdi. Cehennem Vadisi bölgesinde kanlı çatışmalar gerçekleşirken Osmanlı ordusu bir taraftan da Sakız Adası tarafındaki kaçış limanlarını tutuyordu. Etrafı çevrilen ve yandaşları büyük bir kıyıma uğrayan Börklüce, geriye kalanlarla Bülmüş Boğazı'ndan Azap Yeri'ne doğru çekilip oradan Sakız Adası'na kaçmayı denedi ama oraya vardığında denizin Osmanlı gemilerince tutulduğunu gördü. Şehzade Murad'ın maiyetindekilerin de birçok şehit verdiği mücadele sonunda Börklüce ve dervişleri daha fazla dayanamayarak dilin kuzeyine dağıldı. Artık gidecek yeri kalmayan Börklüce tutsak edilip Ayasluğ'a (Selçuk) getirildi. Börklüce'ye yapılan işkenceler onu fikrinden döndürmedi. Kollarından ayaklarından çarmıha çivilenerek bir devenin sırtına bağlanıp büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık dervişleri gözü önünde katledilirken ""İriş Dede Sultan, iriş!"" (Yetiş Dede Sultan, yetiş!) dedikleri rivayet edilmiştir. Börklüce'nin Aydın'da, Şeyh Bedreddin'in Deliorman'da, Torlak Kemal'in de Manisa'da boy göstermeleri, Fetret Devri'nden ayrı düşünülemeyen bu hareketlerin birbiriyle ilintili olsun ya da olmasın olayı daha geniş bir çerçeveye yerleştirmiştir. Şeyh Bedreddin çapında ilmi düzey bakımından sadece Osmanlıların değil tüm İslam aleminin en önemli din bilginlerinden birinin kethüda seçtiği Börklüce Mustafa Tasvîrü'l- Kulûb adlı kitabı olan bir mutasavvıftı. Yakın zamana kadar Aydın kütüphanesinde mevcut bulunan kitabın mukaddimesinde medih ve sitayişle Şeyh Bedreddin'den bahsettiği gibi kendisininde Burhaneddin'in oğlu olduğunu tasvir etmektedir. Kaygusuz'un yanı sıra Bursalı Mehmed Tahir Bey, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde Börklüce'nin bir mutasavvıf olduğunu ileri sürmüştür. Tasvîrü'l- Kulûb'de Börklüce'nin tasavvuf, Arapça, Farsça ile Kur'ân-ı Kerîm ve hadislere hâkim olduğu anlaşılmaktadır. -* Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992. Çıralı, Kemer Çıralı, Kemer ilçesine bağlı Ulupınar mahallesinin mevkiidir. Olimpos Beydağları Milli Parkı sınırları içinde yer alan Çıralı, üç kilometre kumsalın oluşturduğu sahil şeridinde koruma altındaki deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) üreme alanıdır. Kumsal denizden itibaren yumuşak bir eğimle yükselmektedir. Her iki ucunda kayalıklarla sınırlanmıştır. Genel olarak, ince taneli kum yapısına sahiptir. Kuzeyinde sadece kış aylarında akan bir dere yatağı vardır. Güney ucunda ise antik Olympos kentinin içinden geçerek köye gelen dere denize ulaşır. Böylece, Çıralı kumsalı güneyi Olimpos deresi ile Olimpos ve Çıralı olarak ikiye ayrılabilir. Ulupınar deresi ve kanyonu, Likya yolu, Olympos, Yanar taş’la birlikte, sedir ormanları, yaylaları ile 1. ve 2. dereceden doğal ve tarihi sit alanı koruma statüleri sayesinde yakınlardaki benzer alanlarda oluşan büyük çaplı turizm ve yapılaşmadan uzak kalmıştır. 2000 yılında kurulan Ulupınar Çevre Koruma, Geliştirme ve İşletme Kooperatifi, yörede ekolojik tarım ve buna bağlı turizm faaliyetlerini geliştirirken aynı zamanda buradaki doğa koruma çalışmalarını yürütüyor. Yöre halkı geçimini genelde pansiyonculuk, restorancılık ve küçük çaplı tarımsal işletmelerden sağlıyor. Yörede tipik Akdeniz iklimi hakim. Kışın ısı neredeyse sıfırın altına hiç düşmüyor. Uzun bir bahar döneminin ardından, oldukça sıcak bir yaz (Temmuz ve Ağustos’ta 45 derece) hüküm sürüyor. Yunanistan'a bağlı Argos'ta, Bellerophontes adlı tanrısal güzellikte bir delikanlı yaşarmış. Uçan at Pegasos'a sahip olmayı çok istediğinden dağ bayır demeden günlerce Pegasos'un peşinden koşturmuş ama muvaffak olamamış. Birgün tanrılar, rüyasında, uçan ata nasıl sahip olabileceğini bildirmişler. O da tanrıların istediği şekilde atın su içtiği bir anda kendine verilen altın gemle ata sahip olmayı başarmıştır. Ancak Bellerophontes birgün yanlışlıkla birisini öldürür. Bundan dolayı Argos'tan ayrılıp Tiryns kralı Proitos'un sarayına sığınır. Kraliçe bu yakışıklı gence çok geçmeden aşık olur. Onunla sevişmek ister. Fakat Bellerophontes konuk olduğu evin sahibine saygısızlık etmek istemez ve kraliçenin arzusunu geri çevirir. Kraliçe de kocasına yalan söyleyerek gencin kendisinin zorla koynuna girmek istediğini ileri sürerek ondan intikam almak ister. Kral öfkelenir ise de konuğunu öldürmek istemez ve onu öldürtmek için kayınbabası olan Lykia kralına bir mektupla birlikte gönderir. Bellerophontes Lykia'ya ulaşır. Kral onu Xanthos nehri yakınında karşılar ve dokuz gün misafir eder. Dokuzuncu günde damadının gönderdiği mektubu alır ve öldürülmesi gerektiğini anlar. Ancak o da öldüremez ve Khimaira'nın öldürmesini ister. Böylece ondan kurtulmayı düşünmüştür. Khimaira önü arslan arkası yılan, ortası keçi olan ve ağzından alevler saçan garip bir yaratıktır. Bellerophontes tanrıların isteği ve kanatlı atı Pegasos sayesinde Khimaira'yı yere serer. Kral, Bellerophonhes'e daha birçok zor işler vermişse de o hepsinin hakkından gelmiştir. Bunun üzerine kral onun tanrı soyundan geldiğine inanarak ona birçok armağanlar verir ve kızıyla evlendirir. Bellerophontes Poseidon soyundan gelmektedir. Bu evlilikten üç çocuğu olur, bunlardan kızı Laodameia, Zeus ile sevişir ve bu sevişmeden Sarpedon doğar. Sarpedon büyüyünce Lykia kralı olur. Troya savaşına katılır. Ben ta uzaklardan geldim yardıma Anaforlu Xanthos'tan geldim, uzak Lykia'dan... diyerek savaşta geri kalanlara çıkışır ve birçok kahramanlık gösterdikten sonra Akhilleus'un silahlarıyla savaşan Patroklos tarafından öldürülür. Son nefesini verirken de vazifesini Glaukos'a devrederek ölür. Zeus oğlunun ölüsünü Lykia'ya götürmesi için Apollon'a emir verir. İşte böylece yer altı yaratıklarından Typhon ile Ekhidna'nın birleşmesinden doğan Khimaira, bugün Çıralı ve Yanartaş denilen Olympos'tan görülen dağda yaşarmış. Belerophontes'in uçan atı Pegasos'a binerek öldürdüğü Khimaira son nefesini verirken bile ağzından alevler çıkıyormuş. Bugün tabii gazların kayalar arasından çıkıp yanması işte bu efsane ile birleştirilir. Beydağları Milli Parkı içinde olup Antalya merkezine 70 km, Kemer ilçesine 35 km uzaklıktadır. Mahallenin ekonomisi turizme dayalıdır. Mahallede, içme suyu var dır kanalizasyon şebekesi yoktur. Sağlık ocağı veya eczane yoktur; yaz sezonunda sağlık evi vardır. Antalya - Muğla D-400 devlet yolunda Kumluca'ya giden dolmuş Çıralı'ya ayrılan yoluna kadar gidip uzunluk 7 km olan bir asfalt yolu sahili ikinci dolmuşla kadar gidilir. İkinci dolmuşun ücreti, normalinde kişi başı 5 TL, fakat sefer için en azından 30 TL alınır (2015). Junichirō Koizumi 2001 yılında iktidar partisi olan Japon Liberal Demokratik Parti'nin (LDP) parti başkanı oldu ve aynı zamanda başbakan koltuğuna oturdu. Devlet borçlama seviyesini önemli şekilde düşürdü aynı zamanda güçlü muhalefete karşı kamu malı olan posta ve telefon kurumunu özelleştirdi. 2005 yılında partisini Japonya'nın yakın tarihin en büyük seçim zaferine götürdü. 1978 yılında evlendi ve 1982 yılında boşandı. Bundan sonra evlenmedi, kamu önünde bu konu ile alakalı yemin verdi. Üç çocuk babasıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu İç Hizmet Kanunu, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki görev ve yetkileri tanımlayan yasa. Türk Silahlı Kuvvetleri: Kara (Jandarma dahil),Deniz ve Hava Kuvvetleri subay, astsubay, askeri memur, jandarma uzman çavuş, uzman çavuş, erbaş ve erleri ile askeri öğrencilerden teşekkül eden ve seferde ihtiyatlarla ikmal edilen, kadro ve kuruluşlarla teşkilatı gösterilen silahlı Devlet kuvvetidir. Kanun'un otuz beşinci maddesine göre, Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır. Otuz sekizinci maddede, sancağın, "Silahlı Kuvvetlerin şeref timsali" olduğu belirtilmiştir. Sancağın muhafazası Silahlı Kuvvetlerin mukaddes vazifesidir. Sancak hiçbir sebep ve bahane ile terk edilemez. Kuruluşunda alay teşkilatı (hudut alayları hariç) bulunmayan her tugay ile her alay (deniz ve havada eşiti birliklere) Yönetmelik'e göre bir sancak verilir. Osman (anlam ayrımı) Osman aşağıdaki anlamlara gelebilir: Derince, Kozluk Derince Batman ilinin Kozluk ilçesine bağlı 50-60 hanelik bir köydür. Kozluk ilçe merkezinin 20 km doğusunda bulunan köyün yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi vardır. Köylüler Melkişo Aşiretinin Yüksel kolunu oluştururlar. Melkişo Aşireti 250 sene önce göçebe olarak yaşıyordu. Daha sonra Garzan mıntıkasının köylerine yerleşti. Melkişilerin YÜKSEL kolu da Kozluk Veyselkarani yolu üzerinde (şu anki adıyla) kurere denilen yere yerleştiler. Onlarla Mutki ilçesinden BUBİ aşireti arasında olan kavga ve düşmanlık yüzünden ana yolun 3 km. güneyinde bulunan, kale görevini gören, sarp bir tepe olan, eski adıyla KÜRER ve yeni adı DERİNCE olan köye yerleştiler. Bu düşmanlık ve kavga sonucu hem Bubi aşiretinden hem de Yüksel'lerden 7'şer adam öldürülmüştü. Daha sonra Norşenden Hazretgiller aralarına girip onları barıştırdı. Bu barışı güçlendirmek için birbirine kız verdiler.melkişo
aşiret köylerinden bazıLarı şunlardır gümüşkaş(siyanis),peteğiye(arıkaya),kurere(derince),merğe( Değirmendere) Köylüler bağ-bahçe ve hayvancılıkla uğraşırlar. Köy toprakları ancak 35-40 haneyi barındırabilmektedir. Bu sebeple nüfus artışı oranında dışarıya göç verilir. Son 50 yılda köyün şimdiki nüfusunun 7 katı nüfus dışarıya göç etmiştir. Derince köylülerinin en çok göç ettikleri yerler İstanbul, Mersin, Batman, Silvan, Kozluk, Nazilli, Şanlıurfa, Adana ve söke Madeleine Albright Madeleine Korbel Albright (1937- ) 64. ABD Dışişleri bakanı. Halen Georgetown Üniversitesi'nde diplomasi dersleri veriyor. 5 Aralık 1996'da Bill Clinton tarafından aday gösterildi, 23 Ocak 1997'de oybirliği ile seçildi. ABD'nin ilk kadın Dışişleri Bakanı. Madeleine Albright, Marie Jana Korbelová adıyla 15 Mayıs 1937'de Prag'da doğdu. 11 yaşındayken ABD'ye göçtü. İş hayatına lise öğrencisiyken Denver'da büyük bir mağazada sütyen satarak başladı. Columbia Üniversitesi'nde kamu hukuku ve yönetim doktorası yaptı. Clinton yönetimine Dışişleri Bakanı olmadan önce ABD'nin Birleşmiş Milletler nezdinde büyükelçisi olarak görev yaptı. 1997'ye kadar Katolik olduğunu düşünüyordu. 1997'de Yahudi dedesi ve büyükannesinin Auschwitz'de öldüğünü öğrendi. Babası Çek diplomatı, Nazi ve Komünist rejimlerinin mağduru, Denver Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Josef Korbel'di. Bekâret Bekâret, genel anlayışa göre tecrübesizlikten kaynaklanan duygusal bir saflığı ifade etmek için kullanılır. Geleneksel olarak ise, hiç cinsel ilişki yaşamamış, veya kızlık zarında değişiklik yaşanmadan (örneğin oral seks, anal seks, kızlık zarı zarar görmeden yaşanan vajinal seks gibi) cinsel ilişki yaşamış kadın kadınlar için bakire; herhangi bir doku veya organda yaşanacak değişim ile ilişkilendirilmemekle beraber, herhangi bir cinsel ilişki yaşamamış erkekler için bakir kelimeleri kullanılır. Bekâret, evlilikten önce seksi yasaklayan dini inanışlara sahip kapalı toplumlarda değer yargısı olarak benimsenir. Herhangi bir cinsel ilişkiye girmeden cinsiyet değiştiren kişiler için geçerliliğine dair yaygın herhangi bir bilgi yoktur. Erkek cinsel organı, bakirliğini ispatlayacak veya gösterecek bir yapıdan yoksundur. Kimi toplumlarda erkeklerin bakir olması, toplumdaki konumu ve karşı cinsle ilişkileri açısından engelleyici bir özellik taşımazken diğer toplumlarda erkeğin de kadın gibi evlenene kadar bekâretini koruması beklenir. Örneğin İslam dininde, evlilik dışı ilişkiler yasaklandığı için evlenmemiş bir erkeğin bakir olması emredilir. Katoliklerde kendini kiliseye adayan bazı din adamları "bakirlik/bekaret yemini" ederler. Kadın-erkek eşitliğine önem veren toplumlarda kadınlarda evlilik öncesi bekâretin sonlanması sorun olarak görülmemektedir. Ancak kadının ikinci planda olduğu erkekegemen ve/veya dine dayanan toplumlarda bekâretin sonlanması ayıp karşılanır ve yasaklanır. Bu durum erkekegemen toplumlardaki kadınlarda gerek fizyolojik gerekse toplumsal baskı yaratır. Erkek egemen toplumlarda, kadınların tecavüze uğradıktan sonra "kirlendikleri" görüşü hâkimdir ve genelde bu kadınlar tecavüz eden kişiyle evlendirilir. Bu durumda kalan kadınlarda ağır psikolojik bozukluklar gözlenmiştir. Kızlık zarı (hymen), kadınlarda arka vajina ("colpos") duvarından başlayarak "ostlum vagina"ya uzanan, vajina girişini yer yer kapatan "mukoza kıvrımıdır". Vulvadan ("pundendum femininum"), yani kadın dış genital organlarından vajina ağzını ayırır. Bu doku genellikle ilk vajinal cinsel ilişki sırasında anatomik yapıya göre esneyip genişler veya "laserasyon"a uğrar ve kanar. Bu sebepten pek çok toplumda kızlık zarı ile kadının bekâreti ilişkilendirilir. Kızlık zarının hasara uğramış olması kadında bekâretin bozulduğuna kanıt olarak görülür. Bu ilişki sırasında şayet kızlık zarı vajina girişini örtüyorsa penetrasyonun etkisi ile hasara uğrayarak kanar. Bu olaya halk arasında "kızlığın bozulması" adı verilir. Bu nedenle yaygın bir kanı olarak ilk ilişki sırasında kanamanın olması beklenir. İlk ilişki sırasında kanamanın olmaması yine kızlığın ve bekâretin bozulmuş olması olarak değerlendirilir. Bazı hallerde kızlık zarı ilk cinsel ilişkiden sonra kaybolurken bazen de "carunculae hymenalis" denen kalıntılar şeklinde kalabilir. Kızlık zarı kişiye göre çeşitlilik gösterir. Bazı durumlarda vajina girişi oldukça açık olmasına rağmen bazen de kızlık zarı vajina girişini tamamen kapatarak sıvı giriş çıkışına veya cinsel ilişkiye engel olmaya kadar varabilen tıbbi bir rahatsızlığa yol açar ("imperforate hymen"). Kızlık zarı, bu anatomik farklılıklardan dolayı bekârete ya da bekâretin olmayışına kesin bir kanıt olmaktan uzaktır. Kızlık zarı doğuştan olmayabilir, esnek yahut yırtılma ve kanamaya sebep vermeyecek kadar açık olabilir, hatta kazalar, düşme, spor ve bazı fiziksel aktiviteler sonucu hasar görmüş olabilir. Kadında bekâretin toplumsal bir tabu olarak görüldüğü toplumlarda ve ülkelerde evlilik öncesi cinsel ilişkiye giren kadınlar evlenmeden önce bâkire olduklarını kanıtlayabilmek ve toplumsal kabul görmek için hasara uğramış olan kızlık zarını restore ettirme yoluna gitmektedirler. Bu işleme halk arasında "zar diktirtme" adı verilir ve cinsel ilişkiye girilmeden 1-2 gün önce yapılır. Bu işlemde, hymen'in zorlanması halinde kanama yapması sağlanır. Ancak "hymen" bir zar, bütünlüğü olan bir duvar olmadığı için kelime anlamıyla dikmek, tıbbi anlamda eski haline getirmek söz konusu değildir. Mitolojide bekâret, saflığı ve insanın kendini dizginlemesini gösterir ve Yunan tanrıçaları Athena, Artemis ve Hestia gibi figürlerin önemli karakteristiğini oluşturur. Neopagan gelenekte Tanrıça Üçlemesi Kuramı`nda yer alan üç tanrıçadan biri bâkiredir. Bazı Hıristiyan araştırmacılarına göre evlilikten önce cinsel ilişkiye girmek kutsal bekâretin bozulması anlamına gelir ve yasaklanmıştır. Tutuculara göre, Yeni Ahit evlilik öncesi her türlü ilişkiyi sıkı biçimde yasaklar, ömür boyu bekâreti över (Matta İncili. İsa`nın bakire Meryem Ana`dan doğması bekâretin önemini simgeler. İslam dini evlilikten önce cinsel ilişkiye girmeyi yasaklar. İslam'da evlilik dışı serbest cinsel ilişki, zina ve fuhuş olarak adlandırılır. Zina büyük günahlardan biri sayılır. İsra suresi`nde (17/32) "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o son derece çirkin bir iştir ve kötü bir yoldur" denmesi buna örnektir. İslam'da erkeğin bekaretine dair bilgi, evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmeyi yasaklamakla sınırlıdır. Hadislerde erkeğin bekâretine dair bir bilgiye rastlanmaz. İslam'da kadının bekâretine dair ‘Utbe ibni ‘Uveym'dan nakledilen bir hadîs-i şerifte Rasûlüllâh şöyle söylemiştir: “Evlenmek için bâkire kızları tercih ediniz. Çünkü onlar daha tatlı dilli, kocayı daha fazla tatmin edici ve daha aza kanaat edicidirler.” Cabir isimli bir sahabeden rivayet edilmiştir: "Evlendiğim zaman Resûlullah bana: 'Nasıl biriyle evlendin (dulla mı bakire ile mi?)' diye sordular. 'Bir dul aldım!' dedim. 'Niye bakire değil? O senin sen de onunla mülâtefe ederdiniz!' buyurdular." Ünlü İslam mutasavvıfı Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi adlı eserinde, kadın bekâretine dair şu sözleri sarfetmiştir: "Dünyada üç tip kadın vardır, ikisi zahmet ve mihnet, biri hazinedir. Bakire olanı alırsan, her şeyi ile senindir, hazinedir. Dul olanı alırsan yarısı senindir, yarısı eski kocasının. Hem dul hem çocuklu alırsan hiç senin olmaz, aklı hep çocuğun babasındadır." İmam Gazali İhya-u Ulumiddin adlı eserinin evlilik babında bekaretin önemi hakkında şunları yazar; Bekâretin üç faydası vardır. Birincisi; gözünü ilk olarak bu kocasıyla açacağı için onu çok sevecektir ki bu, Rasûlüllâh’in: “Kocasına âşık olan kadının tercih edilmesi” tavsiyesine erişilmeye hizmet edecektir.Çünkü insan tabiatı ilk olarak ülfet ettiği şeyle ünsiyet kurma hâli üzere halk edilmiştir. Başka erkekleri deneyip onların farklı hallerine tanık olmuş bir kadın ise yeni kocasının bazı vasıflarına alışamayabilir. Bu durumda yeni kocasına karşı bir isteksizlik içerisine girebilir. İkincisi; kadının bâkire olması, kocasının onu daha çok himâye etmesine vesîle olur. Zaten bazı insanların tabiatları daha önce başkasıyla birleşmiş olduğunu düşündüğü bir kadına karşı bir miktar soğuk olacaktır. Üçüncüsü; bâkire olmayan kadın mutlaka ara sıra eski kocasını düşünecektir. Zaten en güçlü sevgi ekseriyetle ilk sevgili hakkında tasavvur edilir. Sözleriyle bekaretin önemini anlatmıştır.(İmam Gazali) Evlilikten önce cinsel ilişkiye girmek Musevilikte yasaktır. Yahudilikte evlilikte bekaret aranır. Bakire olmayanlar baba evine gönderilirler. Budizmde evlilikten önce cinsel ilişki yaşamak yasak değildir. Coal Chamber Coal Chamber 1994 yılında Los Angeles' ta kurulan bir nu metal grubudur. Grup 90'lı yılların ortalarından itibaren Korn gibi gruplarla beraber nu metalin öncülüğünü yapmıştır. Grup, kariyerinin başından itibaren büyük bir popülerite kazanmıştır. Bunun temel sebeplerinden biri grubun ilk "karanlık" temalı nu metal grubu olmasıdır. Özellikle Hip hop'tan daha öte Goth alt kültürüne uyan imajları bunu desteklemektedir. Coal Chamber 1996 yılında Roadrunner Records ile imzaladıkları anlaşmayla ilk albüm hazırlıklarına başlamış ve kendi adlarını taşıyan bu albüm 1997 yılında piyasaya çıkmıştır. Albüm çıkışından itibaren çok olumlu eleştiriler aldı ve albümün belki de en önemli parçası olan Loco hayranları tarafından halen grubun yaptığı en iyi çalışma olarak kabul edilmektedir. Chamber Music ismini taşıyan ikinci albümleri 1999 yılında çıktı. Bu albüm onları ilk albümde oluşturdukları nu metal imajından bir adım öteye götürerek gothic metal etkilerinin daha fazla hissedildiği bir çalışma oldu. Albümde Peter Gabriel tarafından 1982 yılında yazılmış "Shock The Monkey" isimli cover şarkılarına efsane rockçı Ozzy Osbourne vokallerde eşlik etmiştir. 2002 yazında çıkan üçüncü albümleri Dark Days çok farklı yorumlar aldı. Bas gitarist Rayna Foss-Rose albümün kayıtlatından önce kız çocuğunu büyütmek için gruptan ayrıldı ve onun yerini Rayna' nın ilk iki albümün arasında
ki hamileliği sırasında gruba katılan Nadja Peulen aldı. Rayna grubun vokalisti Dez Fafara ile tartışmalarına açıklık getirerek kendisi ve kocasının dine daha fazla değer vermeye başladıklarını ve bu yüzden Coal Chamber' dan ayrılmasının en iyisi olacağını söyledi. 2003 yazında bir derleme albüm olan Giving The Devil His Due çıkarıldı. Bu albümde grubun Road Runner ile çalışmaya başlamadan önce yaptıkları birkaç demo şarkı ve önceki albümlerinden yeniden derledikleri remix ve stüdyo kaydı şarkıları yer aldı. Dez Fafara' nın Groove/Metalcore grubu DevilDriver' ı kurmak için grubtan ayrılmasından kısa bir süre sonra Coal Chamber dağıldı. 2005 yılında Fafara grubun gelecekte hiçbir zaman tekrar bir araya gelmeyeceğini açıkladı. Fafara vokalisti olduğu DevilDriver grubu ile beraber şu ana kadar 2 albüm çıkardı. Gitarist Meegs Rascon eski adı "Pinata" olan "Glass Pinata" isimli gruba katıldı. Grubun şu ana kadar sadece web sitelerinden yayınladıkları demo kayıtları bulunmaktadır. Irak Türkmen Cephesi Irak Türkmen Cephesi ya da kısaca ITC, Irak Milli Türkmen Partisi, Türkmeneli Partisi, Türkmen Bağımsızlar Hareketi, Türkmen Kardeşlik Ocağı, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği gibi oluşumların tek çatı altında birleşerek oluşturdukları Türkmen cephesi kurulmuştur. Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi'dir. 4-7 Ekim 1997'de Erbil'de yapılan Birinci Türkmen Kurultayı'nda kurulmuş amaçları bildiride aşağıdaki gibi sıralanmıştır. 2005 Irak seçimlerinde, ülke genelinde 0.7% oy almıştır. 2009 seçimlerinde, Selahaddin ilinde 28 sandalyeden ikisini almıştır. 2010 seçimlerinde Irakta Kerkük'te 3 milletvekili, Musul'da 3 milletvekili çıkarmışlardır. Diğer seçilen Türkmen milletvekilleriyle bu sayı 10 civarındadır. 2010 Irak genel seçimlerinde tüm Türkmen partileri yaklaşık 300 bin civarında oy almışlardır. Irak Türkmenlerinin tamamını temsil eden, herhangi bir mezhebi ya da bölgesel ayrım gözetmeyen tek ve merkezi siyasi örgütüdür. Resmi Sitesi Poison the Well Poison The Well (genellikle PTW olarak kısaltılır), Miami'de kurulmuş bir post-hardcore, metalcore grubu. Vokalist Jeffrey Moreira grubun üç albümümünde de olmasına rağmen gitarist Ryan Primack ve davulcu Chris Hornbrook grubun değişmeyen en eski üyeleridir. Poison the Well Distance Only Makes The Heart Grow Fonder isimli ilk albümlerini 1998 yılında çıkardı. Albüm Trustkill' in dikkatini çekip grup ile uzun süreli bir anlaşma imzalamasını sağladı. PTW Trustkill ile ilk albümleri The Opposite of December... A Season of Separation' ı 1999 yılında çıkardı. Guitar World isimli dergi bir sayısında The Opposite of December' ın tüm zamanların en önemli Hardcore/Screamo albümü olduğunu söylemektedir. The Opposite of December' ın yarattığı etki sonucunda grup pek çok ünlü müzik yapımcısı firmanın dikkatini çekti. Albüm o kadar başarılı olmuştu ki grup Distance Only Makes The Heart Grow Fonder albümlerini, ekstradan iki canlı şarkı ve biraz farklı bir başlıkla ("only" kelimesi çıkarılarak) Undecided Records üzerinden bir kere daha çıkardı. Bundan sonra grup Trustkill' den Tear From the Red isimli bir albüm daha çıkarıp "Botchla" isimli şarkılarına video klip çektiler. Albümün getirdiği popülerlik sonucu grup Atlantic Records ile anlaşma imzaladı. Tear From the Red albümünün çıkışından 1 yıl sonra 2003' te grup You Come Before You isimli albümlerini çıkardı. Poison the well Smashing Pumpkins' den Billy Corgan' a olan sevgileri ile bilinir. Grup kariyerinin başlarında Smashing Pumpkins' in "Today" isimli şarkısına düşük kaliteli bir demo kaydı yapmıştır ve bugün hala konserlerde canlı olarak bu şarkıyı seslendirmektedirler. Grubun resmî sitesi Entwine Entwine, Fin bir doom metal grubudur. Entwine'ın hikâyesi 1995 yılına kadar gider. A.Hanttu (bateri), T-I Mikkola (gitar,vokal) ve T.Taipale (basgitar) beraber bir grup kurmaya karar verdiler. İlk zamanlarda Death metal yapmaya başladılar ama bir süre yapmak istedikleri müziğin bu olmadığının farkına varıp biraz daha melodic ve melankoli içeren müzik yapmaya karar verdiler ve Gothic Metal'e kaydılar buınun içinde yeni bir vokaliste ihtiyaçları vardı.Vokalistle beraber ikinci bir gitarist ve klavyeci daha aldılar gruba. 1997 yılında grup 4 parçalık bir kaset çıkarttışar "Divine Infinity" Gothic kökenli atmosferik metal olarak adlandırabileceğimiz bu albüm ile grup Finlandiya'da oldukça iyi tanınan Riitta Heikkonen'i gruba klavyeci olarak dahil etti. 1999 Yılında grup Spinefarm Records ile anlaşma yaptı ve aynı yılın eylül ayında "The Treasures Within Hearts" piyasaya sürüldü.Metal müzik piyasasından çok iyi tepkiler alan bu albüm sayesinde grup uzun bir Avrupa turnesine çıktı. 2000 nisan ayında Entwine basistlerini değiştirmeye kadar verdiler. Yeni Vokalist Mika Tauriainen ve basgitarist Joni Miettinen gruba katıldılar (Mayıs 2000).Hemen ardından stüdyoya kapanan Entwine'ın 3 ay sonra ikinci albümleri "Gone" piyasaya sürüldü. Çektikleri video klip "New Dawn" ile şöhretlerini iyice arttıran grup Jaani Kähkönen adlı gitaristi konserlerinde kullanmak için kadrolarına kattılar Grup 2002 yılının Ocak ayında Astia-Stüdyolarına kapandı ve hummalı çalışmalarının ardından "Time Of Despair" albümleri ortaya çıktı. Günümüzde Gothic müziğin önderlerinden olan Entwine 2004 yılında "Bitter Sweet" adlı 2 şarkılık bir Cd ve "DIEversity" adlı albümlerini yayınladı.Grup, DIEversity albümüyle, farklı bir türe doğru kaydığını göstermiş oldu. Kendi tarzlarını yaratmaya başladıklar bu albüm, Entwine’ın en çok beğenilen albümü halile geldi. 2005 yılına gelindiğinde ise 2006’da çıkacak olan ‘Fatal Design’ adlı albümünden ilk singleını yayınladı: Break Me. Ve 2006 yılında albüm piyasaya sürülerek, Dieversity albümündeki değişimin oturduğunu, dinleyenlerine sundu. Albümden başka ‘Surrender’ ve ‘Chameleon Halo’ adlı singlelar çıktı. Bobby Jones (golfçü) Robert Tyre "Bobby" Jones Jr. (d. 17 Mart 1902 - ö. 18 Aralık 1971), ABD'li amatör golfçü. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda bugüne kadar yarışmış en büyük golfçü olduğu iddia edilir. İlk çocuklararası turnuvasını kazandığında altı yaşındaydı. On dört yaşındayken Amerikan Amatör Golf Şampiyonası'nın üçüncü turuna kadar çıkmayı başardı. 1923'te ilk Amerikan Açık Golf Turnuvası'nı kazanarak en üst seviyeye çıktı. Inwood'da kazandığı bu ilk turnuvadan, 1930 yılındaki Amerikan Amatör Golf Şampiyonası'na kadar 13 önemli turnuvayı kazandı. 20 turnuvaya katılıp 13'ünü kazanarak 20'de 20 yapan Jack Nicklaus'un ardından gelmektedir. Jones, aynı yıl içinde (1926) hem Amerika Açık hem de İngiliz Açık Golf Turnuvalarını kazanarak "Double" yapan ilk golfçü oldu. Aynı yıl içerisinde dört büyük şampiyonayı kazanarak Altın Grand Slam yapan tek golfçüdür. ABD'yi beş kez temsil ettiği Walker Kupası'nda on maçının dokuzunu kazanmıştır. Profesyonellere karşı oynadığı turnuvalardan ikisini daha kazanmıştır: 1927 "Southern Open" ve 1930 "Southeastern Open" Jones, Georgia Institute of Technology'den makine mühendisliğinde lisans ve Harvard Üniversitesi'nden İngiliz Edebiyatı'nda lisans derecesi almıştır. Emory Üniversitesi hukuk okulunda yalnızca bir yıl okuduktan sonra baro sınavını geçmiştir. 28 yaşında golften çekildikten sonra Atlanta'da hukukçuluk yapmıştır. Jones, 1920'ler Amerikan spor dünyasının beş devi arasında sayılmaktadır. (Diğerleri: beyzbolda Babe Ruth, boksta Jack Dempsey, Amerikan futbolunda Red Grange, ve teniste Bill Tilden. "Amateur Athletic Union" tarafından Amerika'daki en iyi amatör sporcuya verilen James E. Sullivan Ödülü ilk defa ona verilmiştir. Jones yalnızca çok yetenekli bir golfçü değil aynı zamanda "fair play" konusunda da örnek gösterilebilecek bir sportmendi. Amatör kariyerinin başında Amerika Açık Golf Turnuvası'nın final maçında topu çimenliğin dışına düştüğünde vuruşunu ayarlamaya çalışırken yanlışlıkla topa dokundu. Kendisine kızarak hakemlere faul olduğunu belirtti. Kendi aralarında tartışan ve izleyicilerin bir kısmına da gördüklerini soran hakemler, kendileri de dahil hiç kimsenin bunu görmediğini ve kararın kendisine ait olduğuna karar verdiler. Bobby Jones faul olduğunda ısrar etti. Hakem, Bobby Jones'un olağanüstü güvenilirliği karşısında takdire şayan bir hareket sergilediğini belirtti. Jones'un yanıtı ise şöyleydi: " "Bir banka soyguncusunu banka soymadığı için övgüye değer bulur musunuz? Hayır, bulmazsınız. Golf oyunu her zaman böyle oynanmalıdır." "(İngilizce orijinali:" "Do you commend a bank robber for not robbing a bank? No you don't. This is how the game of golf should be played at all times." ") Jones maçı bir sayıyla kaybetti. Amerikan Golf Birliği'nin sportmenlik ödülünün adı "Bob Jones Ödülü" dür. Golfü bıraktıktan sonra on iki eğitici film yaptı, "A.G. Spalding & Co." şirketi ile ilk birbirine benzer golf sopası takımını geliştirdi, Alister MacKenzie ile birlikte "Augusta National" golf sahasını tasarladı. İlk defa 1934'te Augusta'da oynanan Masters Golf Turnuvası'nın kurucularındandır. 1948'de Jones'a sirengomiyeli (omurilikte sıvı dolu boşluk olarak ortaya çıkar , ağrıya ve felce sebep olur) teşhisi kondu. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olmak zorunda kaldı. 1958'de golfün anavatanı sayılan İskoçya'daki St Andrews şehrince kendisine şehrin anahtarı verildi. 1759'da Benjamin Franklin'den sonra bu onura layık görülen ilk Amerikalı oldu. 1971 yılında doğduğu yer olan Atlanta, Georgia'da öldü. 1974'yılında "World Golf Hall of Fame"in üyesi seçildi. Profesyonel: Amatör: 1931 yapımı bir seri "How I Play Golf, by Bobby Jones" isimli filmde rol aldı. Oyunun belirli bir bölümü hakkında bilgilerini aktarabilmek için değişik sahneler düzenlendi. Bu sahneler ünlü yönetmen George Marshall tarafından yönetilmiştir. Jones, 2004 yapımı biyografik "" filminde James Caviezel tarafından canlandırılmıştır. "The Legend of Bagger Vance" filminde de destek karakter olarak kullanımıştır ve kendi kendine faul verme olayı filmin ana kahramanı Rannulph Junuh için kullanılmıştır. Gone (Entwi
ne albümü) Gone, Finlandiyalı gothic metal grubu Entwine'ın ikinci albümüdür. History (TV kanalı) History, bilinen eski adıyla The History Channel, tarih konulu Amerikan televizyon kanalı. Ağırlıklı olarak tarihi konularla ilgili belgeseller yayımlamakla birlikte, zaman zaman coğrafya gibi farklı alanlarla ilgili belgesellerde yayımlamaktadır.Türkiye'de Sadece Digitürk ve Tivibu'da yayın yapmaktadır. 3 Ocak 2017'de Tivibu'da da 98. kanaldan yayına başlamıştır. Efendi Efendi (Arapça: أفندي Afandī ; Farsça: آفندی); Bizans'ta bir saygı unvanı olan Orta Yunancadaki "avthéntis" (otantik) kökünden türetilmiş, bey, üstad, hazret anlamında bir kelimedir. Kadınlar için "hanımefendi" olarak kullanılır. Eskiden şehzadeler, din adamları, eğitim görmüş kişiler için özel adlardan sonra kullanılan unvan. Günümüzde ise bey unvanından farklı olarak özel adlardan sonra kullanılan ikinci derecede bir unvandır. Bunun dışında 'efendi', aşağıdaki cümlelerde kullanıldığı gibi değişik anlamları da içermektedir. Didi (futbolcu) Valdir Pereira Didi (8 Ekim 1928 – 12 Mayıs 2001), forvet pozisyonunda görev yapmış Brezilyalı eski millî futbolcu ve teknik direktördür. 1958 yılında Real Madrid'e transfer oldu. Takımda huzursuzluk olduğu için Brezilya'ya dönme kararı aldı ve Botafogo'ya transfer oldu. 1961 ve 1962 yıllarında Botafago'nun Brezilya Şampiyonu olmasında büyük pay sahibi oldu. Brezilya'nın unutulması zor oyuncularından Didi 1958 ve 1962 FIFA Dünya Kupasıı'nda Brezilya takımının orta sahadaki yıldız ismiydi. Brezilya'nın kazandığı ikinci Dünya Kupası olan 1962 Finalleri'nde altı maçtada forma giyerek Brezilya'nın kupayı kazanmasında önemli paya sahip oldu. 1970 yılında Peru millî futbol takımının başına geçti ve FIFA Dünya Kupası'nda Peru millî takımını çeyrek finale taşıdı. 1972-1975 yılları arasında Fenerbahçe'de çalışıp, Sarı - Lacivertli takımı ligde üst üste iki defa şampiyonluğa taşıdı. Fenerbahçe'de en çok kupa alan teknik direktör oldu. 1974 yılında Nesrin Sipahi, Fecri Ebcioğlu, Osman, Şükrü, Cemil, Emin Cankurtaran, Ziya ve Yılmaz ile birlikte kulübün bilinen ilk marşı olan sözleri Fecri Ebcioğlu'na ait Yaşa Fenerbahçe'nin kayıdında yer aldı. 2009 yılında İngiliz, The Guardian Gazetesi tarafından Dünyanın en özel 10 frikik ustası sıralamasında yer almıştır. Grand Otel (Taipei) Grand Otel (圓山大飯店), 1952'de inşa edilmiş Taipei'yin ( Tayvan ) simgelerinden biri olan otel. Duen-Mou Vakfı'nın sahibi olduğu otel açıldığı günden beri Taipei'yin pek çok yabancı konuğuna ev sahipliği yapmıştır. Çin Cumhuriyeti 1949'da Tayvan'a çekildikten sonra, Taipei'de henüz beş yıldızlı bir otel bulunmadığından, başkan Chiang Kai-shek yabancı elçilerin kalacağı bir yer bulmakta zorluklarla karşılaşmıştı. Bu nedenle yabancı misafirlerini ağırlayacağı gösterişli bir otel yaptırmak niyetindeydi. Karısı Soong May-ling otelin eski Tayvan Oteli'nin yerine, Tayvan Jinja adlı eski bir Japon Şinto tapınağının kalıntılarının da bulunduğu Yuan Shan tepesine yapılmasını önerdi. Chiang ayrıca otelin Çin kültürünün özelliklerini yansıtacak şekilde dizayn edilmesini de istemişti. Tasarımdan Taipeili mimar Yang Cho-Cheng sorumludur. Mayıs 1952'de Grand Otel açılır, ancak bugünkü halini alıncaya kadar defalarca değişikliğe uğrar. Yüzme havuzu, tenis sahası ve üyelik salonu 1953'te yapılır. 1956'da Altın Ejder Köşkü ve Altın Ejder Restoran açılır. Yeşim Anka Köşkü 1958'de, Chi-lin Köşkü ise 1963'de yapılır. 1968'de ABD'nin Fortune dergisi tarafından dünyanın en iyi 10 otelinden biri olarak gösterilir. Son olarak 1973 Çin Cumhuriyeti'nin yıldönümü kutlamaları sırasında otelin ana binası tamamlanır, bu tarihten sonra Grand Otel Taipei'yin en önemli simgelerinden biri olur. 1995'te meydana gelen büyük bir yangın sonucu otelin çatısı ve üst katlar ciddi bir şekilde zarar görmüştür. Tamirat ancak 1998'de sona ermiş ve otel tekrar tam olarak hizmete açılmıştır. Otelin çatısı şu anda dünyadaki en büyük klasik Çin stili çatıdır. Kırmızı sütunlar da Çin mimarisinin bir özelliğidir. Otelin çeşitli bölümleri ve duvarları birçok sanat eserine, tablo ve heykele sahiplik eder. Başkan Suiti'nin geceliği 160.000 NT$, yaklaşık 5.000 US$'dır. Otelin açılışından itibaren, Chiang'ın otelden kaçışı kolaylaştırmak için gizli geçitler inşa ettirdiği dedikoduları dolaşmaktaydı. Bu sır 1995 yangının ardından açıklığa kavuşmuştur. Otelin güvenliğini araştıran komisyon otelden yakınlardaki parka kadar uzanan 180 m. uzunluğunda ve hava saldırısına karşı korunaklı iki tünel bulmuştur. Acer (anlam ayrımı) Acer aşağıdaki anlamlara gelebilir: Acer Acer (Çince: 宏碁股份有限公司), Tayvan merkezli bir bilgisayar ve donanım üreticisi. HP ve Dell'in ardından 2009 yılının dördüncü çeyreği itibarıyla dünyanın en büyük 3. bilgisayar üreticisidir. Ürünleri arasında masaüstü ve dizüstü bilgisayarlar, ekran, bilgisayar yan ürünleri, dijital fotoğraf makineleri vb. bulunmaktadır. Acer Stan Shih (施振榮),eşi Carolyn Yeh ve başka 5 kişi tarafından merkezi Hsinchu, Tayvan'da olmak üzere 1976 yılında kurulmuştur. 1987 yılında Acer ismini almıştır. Başlangıçta sadece elektronik parçaların dağıtımcılığı ve mikroişlemci teknolojilerinde danışmanlık yapan Acer, zaman geçtikçe bilgisayar üretmeye de başlamıştır. Köstebek (kitap) Köstebek, Dr. Necip Hablemitoğlu'nun Gülen hareketinin (kitapta "Fethullahçılar" olarak ifade edilmektedir) yapılanmasını, hedeflerini, söylemlerini ve eylemlerini konu alan kitabıdır. Necip Hablemitoğlu, evinin önünde uğradığı suikast sonucu 18 Aralık 2002 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Bu suikastın failleri halen bulunamamıştır. Ancak Ergenekon iddianamesinde bu cinayet Danıştay saldırısı hükümlüsü de olan Osman Yıldırım’ın ifadelerine dayandırılarak Ergenekon örgütü ile ilişkilendirilmektedir. Kitabı, ölümünden sonra yayınlanmıştır. Guano Apes Guano Apes Almanya' da kurulmuş olan bir alternatif rock, alternatif metal grubu. Grunge ve heavy metal karışımından oluşan enerjik müzikleri onları gelmiş geçmiş en iyi Alman gruplarından biri yaptı. Guano Apes, 1990 yılında Göttingen'de gitarda Henning Rümenapp, bass gitarda Stefan Ude ve davulda Dennis Poschwatta tarafından kuruldu. Vokalist Sandra Nasic gruba 1994 yılında katıldı. Grubun kariyeri 1996 yılında "Open Your Eyes" isimli şarkıları ile kazandıkları bir yarışmadan sonra değişti. Bu onların ilk ve en başarılı single' ları olmuştur ve bunu takiben ilk albümleri Proud Like a God 1997 yılında çıktı. Sonraki iki albümleri Don't Give Me Names ve Walking on a Thin Line sırasıyla 2000 ve 2003 yıllarında çıktı. Grup çıkardıkları Planet of the Apes isimli en iyiler albümü ve bunun ardından 2004 yılında çıktıkları turneden sonra dağıldı. Beş senelik bir aranın ardından 2009 yılında grup tekrar bir araya gelerek Avrupa'da çeşitli konserler verdiler. 2011 yılında Bel Air adını verdikleri yeni bir stüdyo albümü kayıt ederek, piyasaya sürdüler. Grup bundan sonra 30 Mayıs 2014 tarihinde Offline adında yeni bir albüm piyasaya sürdüler. Wetzlar Wetzlar Almanya'nın Hessen eyaletinin bir şehridir. Frankfurt'un 70 kilometre kuzeyinde yer alır. Şarap bağları ile ünlüdür ve Lahn Nehri'nin kıyısında yer alır. Wetzlar'ın nüfusu 52.741 kişidir. Bunların 21.946'si erkek, 24.313'ü ise kadındır. Nüfus bakımından Hessen'in 6nci büyük şehridir. Wetzlar'ın nüfusunun %11,5'i yabancılardan oluşmaktadır. Wetzlar'da hatırı sayılır bir Türk nüfusu da mevcuttur. Wetzlar'ın ekonomisi, kimya ve eczacılık alanlarında tanınmış şirketler ve markalar tarafından şekillenmiştir. Wetzlar'ın kardeş şehirleri: As I Lay Dying As I Lay Dying, ABD'li bir Metalcore müzik grubu. İlk albümlerini Pluto Records isimli küçük bir şirketten çikartan grup Pluto Records'un tarihinin en büyük satış grafiğini yakalamasını sağlamıştır. 2003 yılında ikinci albumleri Frail Words Collapse'yi Metal Blade etiketi ile dağıtmışlardır ve grup bir anda kendilerini MTV'de ve listelerin en üst sıralarında bulmuştur. 2005 yılında As I lay Dying yeni albumleri Shadows Are Security'yi Big Fish stüdyosunda kaydetmiş ve yine Metal Blade etiketiyle piyasaya sunmuştur. Bu albümlerinde biraz daha duygusallığa kaçtıklarını belirten Tim Lambesis, albüm hakkında "Her zaman sözler benim yaşadıklarımı yansıtıyordu ama bu sefer bu benim yaşadığım son iki yılın hikâyesi olmuştu resmen. Değersizlikler, anlamsızlıklar ve hatta aşk. Her şeye rağmen tekrar sevmek" açıklamasında bulunmuştur. Röportajlarinda en çok etkilendikleri grubun At the Gates olduğunu belirmişlerdir. Grup beşinci stüdyo albümlerinin adını The Powerless Rise olarak duyurdu. 11 Mayıs' ta yayınlanması planlanan albümün prodüktörlüğünde son albümlerinde de birlikte çalıştıkları Adam Dutkiewicz bulunuyor. Albümde 11 adet şarkı bulunacak. Alois Alzheimer Aloysius "Alois" Alzheimer, (d. 14 Haziran 1864, Markbreit - ö. 19 Aralık 1915, Breslau) Alman psikiyatr ve nöropatolog. Alzheimer, ilk kez tanımlanan bir hastalığın vakası yayımladı ve bunu ""presenile dementia"" ("presenil demans") olarak adlandırdı; bu hastalık daha sonra Emil Kraepelin tarafından Alzheimer hastalığı olarak isimlendirildi. Alzheimer, Marktbreit, Bavyera'da doğdu. Aschaffenburg, Tübingen, Berlin, ve Würzburg üniversitelerinde okudu. 1887 yılında Würzburg Üniversitesi'nde tıp fakültesini bitirdi. 1901 yılında, Frankfurt Akıl Hastanesi'nde yatan Auguste Deter adındaki bir hastayı gözlemlemeye başladı. 51 yaşındaki hasta, kısa süreli hafıza kaybının da dahil olduğu tuhaf davranışsal semptomlara sahipti. Nisan 1906'da Deter öldü ve Alzheimer, hastanın kayıtlarını ve beynini Münih'te bulunan Kraepelin'in laboratuvarına getirdi. Alzheimer, Kraepelin ve iki İtalyan hekim birlikte, boyama yöntemleri kullanarak amiloid plaklarını ve nörofibriller yumakları ("tangle") tanımladılar. Bir konuşmayla, presenil demans'ın patolojisi ve klinik semptomlarını ilk kez 3 Kasım 1906 tarihinde birlikte sundular. Alzheimer, 51 yaşındayken, Breslau, Silesia'da kalp yetmezliği nedeniyle öldü. Dogma 95 Dogma 95, 1995'te Da
nimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring ve Søren Kragh-Jacobsen tarafından başlattırılmış avangart film yapım akımıdır. Bu akım bazen Dogme 95 Collective veya the Dogme Brethren olarak da bilinir. Dogma 95 tarafından belirlenen kurallar: Ayrıca yönetmen, kişisel adlardan sakınacağına, artık sanatçı olmadığına, anları bütünden daha önemli gördüğü gibi, bir 'iş' yaratmaktan kaçınacağına, en büyük hedefinin karakterlerinden ve ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacağına ve bunu elinden geldiğince iyi tadlarla estetik faktörler pahasına yapacağına and içer. Victor Adler Victor Adler, (d. 24 Haziran 1852, Prag - ö. 11 Kasım 1918, Viyana), Avusturyalı sosyalist. Varlıklı bir tüccar ailedendi. Viyana Üniversitesi'nde tıp öğrenimi gördü ve Freud'un dersleini izledi. 1880'de Alman Ulusal Birliği (Deutsch Nationaler Verein) kurulmasına katkıda bulunarak Alman milliyetçilerinin safında siyasete atıldı. İşçi hareketi militanlarıyla, Karl Kautsky ile ve 1883'te de Engels ile tanıştı. 1886'da Sosyal Demokrat partiye girdi, partideki ılımlı ve radikal eğilimleri Marxçı bir programla birleştirmeyi başardı. Hainfeld kongresinde bu programın benimsenmesi için çalıştı (1888 sonu). Bu tarihten ölümüne değin özellikle sendika hareketleri içinde önemi gitgide artan Avusturya Sosyal Demokrat Partisinde birinci derecede rol oynadı. Partinin merkez yayın organı "Arbeiterzeitung'u" (işçilerin gazetesi) kurdu (1890); 1894'ten başlayarak bu gazete günlük olarak yayımlandı. Oy haklarının herkese tanınması için çaba gösterdi. 1895'te kısmi, 1907'de tam bir başarı elde etti, fakat kendisi Viyana Reichsrat'ına seçilemedi. İktidarın yasal yollardan ele geçirilmesi yöntemlerini giderek daha büyük bir ısrarla savundu ve genel greve karşı çıktı. Viyana liberal burjuva çevrelerinin Yahudi düşmanlığına karşı yaşamı boyunca savaştı. Bağdat Caddesi Bağdat Caddesi ya da kısaca "Cadde" İstanbul'un Asya kıtasında bulunan; Kadıköy Belediyesi sınırları içerisinde; Kızıltoprak'tan başlayarak; Maltepe Belediyesi sınırlarındaki Cevizli'ye kadar uzanan ünlü bir caddedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde; İstanbul'un fethedilmesinden de önce; Bizans İmparatorluğu'nu Anadolu'ya bağlayan bir yol olarak; ticaret kervanları ve ordular tarafından kullanılırdı. Osmanlı'nın İstanbul'u ele geçirmesinden sonra; Anadolu'ya doğru yapılacak sefer hazırlıklarını da günümüzde artık var olmayan ama isminde bir garı olan Haydarpaşa Çayırı'nda toplanır ve hazırlanırdı. Bu vesile ile; Osmanlı Ordusu için de oldukça önemliydi. Bağdat caddesi'nin ismi ise IV. Murat dönemine denk gelir. Irak'ın Bağdat'ı geri alabilmek için "Bağdat Seferi" düzenlenir. Osmanlı bu savaştan zaferle döndükten sonra; İstanbul'dan sefere çıkarken gittiği yol da Bağdat ismini alır. Ancak o dönemde Bağdat yolu daha değişikti; Üsküdar Meydanı'nda başlar, Karacaahmet Mezarlığı ve Haydarpaşa Çayırı'ndan geçerek Bostancı Köprüsü'ne ulaşan bir güzergahta idi. Günümüzdeki mevcut Bağdat Caddesi üzerinde de; Osmanlı döneminde çeşmeler ve namazgahlar vardı: Haydarpaşa Çayırı'nda bulunan Ayrılık Çeşmesi, yıkıldıktan sonra adlarını bulundukları semtlere veren Söğütlüçeşme ve Selamiçeşme. Bağdat Caddesi'nin zengin insanların muhiti olmasının sebebi de; II. Abdülhamit dönemine dayanır. Padişah'ın sarayına yakın oturmak isteyen paşalar, devlet görevlileri ve zengin tüccarlar; Kadıköy'de arazi alarak köşkler, konaklar ve evler yaptırmışlardır. Günümüzde bu evlerden azı hala mevcuttur; ancak bunlar Bağdat Caddesi'nin ilk evleridir. Bağdat Caddesi'nin güzergahı Osmanlı döneminde olmuştur; o dönemin İstanbul Belediyesi (Şehremaneti) 1918'de Kurbağalıdere ile Kızıltoprak arasını Bağdat Yolu olarak göstermiş; ancak 1934'de Kızıltoprak'tan başlayarak Pendik'e kadar uzanan cadde Bağdat Caddesi ismini almıştır. I. Dünya Savaşı'ndan önce Bağdat Caddesi Arnavut kaldırımı taşları ile süslüydü. Ancak, araçların daha rahat hareket edebilmesi için bu taşlar kaldırılmış yerine asfalt dökülmüştür. Arnavut kaldırımlarının olduğu dönemde de; Kızıltoprak'dan Bostancı'ya kadar uzanan bir yol mevcuttu. Kadıköy'de Haydarpaşa'dan Bostancı'ya gitmek için; faytonlu arabalarla ulaşım gerçekleşirdi. İlerki dönemlerde; Altıyol'dan başlayarak Bostancı'ya kadar uzanan bir tramvay hattı da mevcuttu. Bu tramvay sırasıyla; İskele, Altıyol, Dereağzı, Kızıltoprak, Selamiçeşme, Çiftehavuzlar, Göztepe, Caddebostan, Şaşkınbakkal, Suadiye ve Bostancı güzergahını kullanırdı. Mustafa Kemal Atatürk, ilk olarak Bostancı'da Cavit Paşa Köşkü'ne, ardından Moda'daki Halk Gazinosu'na, ve Dereağzı'ndaki Fenerbahçe Spor Kulübü'nün Denizcilik Lokali de başta olmak üzere birçok yere uğramış Bağdat Caddesi'ne birçok kez gelmiştir. Günümüzde Bağdat Caddesi Kızıltoprak'tan başlayarak Maltepe ilçesine kadar uzanır. Eskiden daha çok insanların oturduğu binalar bu cadde üzünde bulunurken; günümüzde özellikle Suadiye'den başlayarak Caddebostan'a kadar uzanan bölgede mağazalar ve işyerleri yerini almıştır. Türkiye'nin ve Dünya'nın birçok başlıca markalarının Bağdat Caddesi'nde en az bir adet mağazası mevcuttur. Kiraları ise oldukça pahalıdır. Normal şartlar altında boş dükkân olmamasına karşın, 2008 küresel ekonomik krizi sırasında bu mağazaların bir kısmının kapandığı, bir kısmınınsa "kiralık" ibaresi taşıdığı görülmüştür. Bu süreçte Bağdat Caddesi'nde kira düşüşleri %3 kadar olsa da, Nişantaşı'nda bu oran %40'lara varmıştır. Cadde günümüzde tek yönlüdür; trafik Bostancı'dan Kadıköy'e doğru akar. Kızıltoprak BP petrol istasyonundan sonra ise bariyerlerin ayırdığı çift yönlü bir yol olur. Bu bölümde uzun yıllar boyunca yer alan ortadaki tercihli şerit, 2013 yılında kaldırılmış ve yolun her iki yönü genişletilmiştir. İsmi dönemle popüler olduğu için; başka şehirlerde de Bağdat Caddesi isminde caddeler bulunmaktadır. (Misal olarak Kayseri'deki 3 kilometrelik Bağdat caddesi) Kadıköy Belediyesi tarafından 1994 yılından bu yana yapılan 29 Ekim Cumhuriyet yürüyüşünde cadde trafiğe kapanır ve halk Suadiye'den başlayarak Göztepe'ye kadar Bağdat Caddesinde yürür. Ayrıca Fenerbahçe Spor Kulübü şampiyon olduğu zamanlarda da bu caddede geniş kutlamalar olur. Kaldırımları Kadıköy Belediyesi tarafından 2005'te genişletilerek yayalar için daha elverişli bir hale getirilmiştir. Bok böceği Bok böceği, kısmen ya da tamamen dışkıyla beslenen böceklerin ortak adıdır. Bu türlerin büyük çoğunluğu, kın kanatlılar (Coleoptera) takımında sınıflanan Scarabaeidae familyasının alt familyalarında Scarabaeinae ve Aphodiinae'nin üyesidir. Özellikle Scarabaeinae alt familyasının tek başına içerdiği 5.000'den fazla türün büyük çoğunluğu tamamen dışkıyla beslenir ve bu yüzden de bu alt familya için zaman zaman "asıl bok böcekleri" terimi de kullanılır. Ancak, kın kanatlıların diğer bir familyası olan Geotrupidae de dışkıyla beslenen ve "toprak kazan bok böcekleri" olarak anılan türler içermektedir. Bok böcekleri sert kabuklu böceklerdendir ve birçoğu parlak metalik renklerde ve 5–60 mm büyüklüğündedir. Bu böcek, küre imal edebilen tek böcektir. 30 adet parmağa sahiptir. Ön ayaklarının yardımıyla dışkıdan iri bir küre yapar, bu kürenin içine yumurtalarını aşılar ve küreyi başı hep doğuya dönük olarak, arka ayaklarıyla yuvasına itip gömer. Yirmi dört gün sonra yavruları belirmeye başlayınca, küreyi topraktan çıkarıp suya götürür. Küre suda eridiği zaman da yavrular serbest kalır. Bok böceği, yönünü Samanyolu galaksisini kullanarak belirlediği bilinen tek böcek türüdür. Etçil ve otçul hayvanların gübrelerini yer ve bunları top haline getirerek saklar. Birçok farklı habitatta yaşarlar, çöl, tarlalar, orman, ve otlaklar buna dahildir. Aşırı derecede soğuk veya kuru havayı sevemezler. Antarktika hariç bütün kıtalarda görülürler. Başkalaşım görülür. Bok böceği türlerinin sıklıkla oldukça özgün ekolojik gereksinimleri vardır. Örneğin, Aphoniidae alt familyasının üyeleri olan "Dialytes" türleri ve "Aphotaenius carolinus" geyik dışkısını geri dönüştürmek üzere özelleşmiştir. Bir örneğinin Scarabaeinae alt familyasından "Canthon pilularius" olduğu ve "yuvarlayıcı böcekler" olarak anılan bir grup bok böceği ise dışkı kümesinden ayırdığı bir parça dışkıyı top haline getirip, o küme üzerine gerçekleşebilecek olası bir mücadeleden yuvarlayarak uzaklaştırır. Yine Scarabaeinae alt familyasının üyesi olan "Copris fricator", "Phanaeus vindex", "Onthophagus hecate" ve "Onthophagus cribricollis" türleri ise dışkı topunu dışkı kümesinin altında oluşturur. Kimi bok böcekleri ise omurgalıların yuvalarında yaşar. Çoğunluğunu bok böceklerinin oluşturduğu bu alt familyalarda, beslenmeleri farklı olan türler de bulunur. Örneği (Sarabaeinae) mantarlarla beslenir. Bok böcekleri (Skarabe) eski Mısır’daki en yaygın sembollerden biridir. Mısır geleneğinde farklı bağlamlarda, üç değişik anlamda kullanılmış olan sembolün simgelediği anlamlar şöyle açıklanır: Kadim Mısır'ın bu kutsal böceği, günümüz dünyasının bile en geçerli tılsımlarından biridir. Kadim Mısırlılar onun yaratılış, erkekliğin tartışılmaz gücü, üreme, bilgelik, reankarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenmeyle özdeşleştirmişlerdir. Bokböceği tılsımı hemen hemen dört bin yıllık bir faal yaşam süresi gösteren ve dünyadaki tılsımların içinde en uzun bir geçmişe sahip olanıdır. Bugün bokböceği simgeli yüzük, küpe ve broşlar uğur olarak hala kullanılmaktadır. Slipknot Slipknot, 1995 yılında Des Moines, Iowa' da kurulmuş bir ekstrem metal grubudur.Slipknot'ın şu anki mevcut üyeleri Sid Wilson, Alessandro Venturella, Chris Fehn, James Root, Craig "133" Jones, Shawn Crahan, Mick Thomson, Jay Weinberg ve Corey Taylor'dır.İsimlerinin yanı sıra grup üyeleri kendilerine verdikleri 0'dan 8'e kadar olan numaralarla tanınırlar. Bunun yanı sıra her bir grup üyesi kendilerine özgü maskeler takar. Slipknot, çağdaş müzik sahnesinin en popüler gruplarından biri olup müzikleri, sözleri ve sahneleriyle kendi tarzlarındaki diğer gruplarla karşılaştırıldığında oldukça aktif ve fanlarınca beğenilen bir gruptur. Grup şu ana kad
ar 7 albüm, 16 single, ve 4 dvd yayınlamıştır.Grup dünya çapında 14 milyon albüm satmıştır. Grubun kurucu üyelerinden Paul Gray (#2 veya "The Pig" olarak da bilinir.), 24 Mayıs 2010 günü 38 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Paul Gray'in cansız bedeni bir otel odasında bulunmuştur. Grup, Paul'un ölümünden sonra 2011 yaz ayında konserlerine devam etme kararı almıştır. Slipknot resmi sitesinde yapılan açıklamaya göre Slipknot'ın konserlerinde rol oynayacak, grubun eski üyelerinden Donnie Steele bass gitarist olarak uygun görülmüştür. Bu süreçte grup 2011 yılında Sonisphere Festival kapsamında Türkiye'de sahne almıştır. Iowa eyaletinin Des Moines şehrinden çıkıp; müzikleri, maskeleri ve olağan dışı sahne şovlarıyla dünyayı etkisi altına alan bu çetenin öyküsü 1995'te başladı. İlk günlerde kurucu elemanlardan vokalist Anders Colsefini'nin evinin bodrumundaki derme çatma stüdyoda provalar yapan ve Meld ismiyle takılan, 6 kişilik bir ekiptiler. İlk günlerden itibaren olayın görsel yönünde de farklı bir imaja imza atmayı kafaya koyan grup, bu sayede müzikleri ile topladıkları ilgiyi daha da arttırmayı hedeflemişti. Maske olayını başlatan eleman ise perküsyoncu Shawn Crahan idi. Bir gün provalara palyaço maskesiyle geldi ve olaylar değişti. Shawn aynı zamanda, grubun ileriye dönük ciddi adımlar atmasını sağlayan kişidir. Onun daveti üzerine bodrumdaki provalardan birini izlemeye gelen Sean McCohon sayesinde grup, 1996'da ilk kez stüdyo ortamına taşındı. İlk demo albüm Mate.Feed.Kill.Repeat., SR Audio adını taşıyan işte bu stüdyoda kaydedildi. Fakat o sıralarda, henüz kesinleşmiş bir grup ismi yoktu. Meld ya da Pale Ones isimleri düşünülürken grubun yaptığı ilk albümün ismi olan Slipknot'ta karar kılındı. Kayıtlar sırasında Craig Jones, gruba sampleci olarak dahil olur. Kayıt sonrası ise gitarist Donnie Steele dini inançlarını öne sürerek müziği bıraktığını açıkladı. Bunun üzerine Body Pit gitaristi Mick Thomson kadroya dahil olur. Grup artık 7 kişidir: iki gitarist(Mick ve Josh), bir vokalist (Anders), bir bass gitarist(Paul), bir davulcu(Joey), bir sampleci(Craig) ve bir perküsyoncu (Shawn). "Mate.Feed.Kill.Repeat."1996 sonlarında tamamlanır ve grup, bu demo albümünü kendi imkanlarıyla bin adet bastırıp dağıtır. Demonun ulaştığı noktalardan biri Roadrunner Records olur. O sıralarda Slipknot'ın rakibi görülen, yine Iowa'dan başka bir grup Stone Sour ile ilgilenen şirket, vokallerin daha melodik olması gerektiğini düşündüğü için Slipknot ile anlaşmaya sıcak bakmaz. Bunun üzerine Slipknot elemanları gidip Stone Sour vokalisti Corey Taylor'ı gruba dahil ederler.(Bu hikaye, bizzat Corey tarafından açıklığa kavuşturuldu. Kendisinin, Slipknot'a katılması için Slipknot üyeleri tarafından tehdit edildiğine dair bir bilgi vardı. Ama bunun sadece bir şehir efsanesi olduğunu açıkladı Corey). Kendi grubu Stone Sour'a zaman ayırmak şartıyla Corey'in Slipknot'a katılmayı kabul etmesi ile artık evinin bodrumunun stüdyo ihtiyaçlarının kalmadığı Anders gruptan ayrılır. Gitarist Josh'un yerine de başka Stone Sour elemanı James Root kadroya ekleniyor. '1997 ve '1998 yıllarını bu kadroyla geçiren grup son olarak, DJ Sid Wilson'ı ve bir başka perküsyoncu Chris Fehn'i de gruba katarak günümüzdeki kadrosuna ulaşır. Kendi adlarını taşıyan ilk albümleri, Roadrunner Records etiketiyle 1999'da piyasaya sürüldü. Nu-metal'den ilham alan ama onu daha sert bir yapıya büründüren, daha kaotik bir beste yapısı ile ortaya çıkan şarkıları daha hızlı ve acımasız şekilde sunan Slipknot için, hareket başlamıştı. Metal müziğe getirdikleri özgün bakış açısı, hem müzikal hem de görsel imaj olarak "kaçık" tavırlarının yanı sıra yenilikçi tutumlarıyla da taraflı tarafsız herkesin bir şekilde dikkatini çekmeyi başaran grup, 2001'de çıkardıkları ikinci albümleri "Iowa" ile asıl patlamayı yaptı. Bir anda, Roadrunner'ın promosyonuna en çok önem verdiği gruplardan biri haline gelen Slipknot, özellikle Amerika'da büyük gruplarla (Metallica,Slayer,Korn vs.) çıktığı turnelerle büyük üne kavuştu. Rock ve metal dünyasının en büyük maskeli efsanesi olma yolunda ilerleyen grup, MTV'nin de sağlam desteğiyle 2000'ler gençliğinin metal ikonlarından biri haline geldi. Sahne performansları o kadar etkileyiciydi ki, henüz iki albüm sonrasında bile en büyük festivallerde yer almaya başladılar. O günlere dair Corey Taylor şöyle diyor; "Her konserimize son konserimiz gibi çıktığımız, tamamen çılgın bir dönemdi." '1999, 2000 ve 2001 yıllarında Amerika'da sürekli turlayan grubun Avrupa'ya hükmetmesi ise 2002 yılında piyasaya sürdükleri "Disasterpieces" adlı DVD'leri ile gerçekleşmişti. Dudak uçuklatan sahne performanslarını, Londra konserinde çekilen bu DVD ile ölümsüzleştiren grup, zehrini artık Avrupa'ya da yaymaya başlamıştı. "Vol.3 The Subliminal Verses"(2004) albümüyle ise Slipknot artık devler ligindeydi. Birbiri ardına kazanılan ödüller, dünyaca ünlü Rock ve Metal dergilerinin kapaklarında boy göstermeler, iddialı video, klipler, Grammy adaylıkları, platinyum plaklar vs. '1990'lı yılların sonunda ortaya çıkan "yeni metal akımı"na yön veren Slipknot grubunun bir sonraki numarası ise ilk konser albümleri "9.0 Live"(2005) oldu. Her zaman için bir sahne, bir konser grubu olduklarını yineleyip durdular. İlk günden bu yana müziği sürekli geliştiren, sound'unu bir yandan sertleştirirken bir yandan da gönül çelen "ağır" şarkılar yaratabilen grup, her yeni albümüyle yeni bir maske ve kostüm kreasyonuna bürünmesiyle meşhurdur. 2008 yılında yayınladıkları "All Hope Is Gone" sonrası yayınlandığı anda, ABD başta olmak üzere tam 8 ülkede genel albüm satışı listelerinde 1 numaraya yerleşmiş ve bunların birçoğunda uzun süre liste başı olmayı sürdürmüş bir "ekstrem metal" albümüdür. 1999 yılında grubun ismini taşıyan "Slipknot" albümüyle grup yeraltından çıkıp bilinen gruplar arasına girmiştir.İki adet platin plak kazandırmıştır.Bu albümden "Wait and Bleed", "Spit it Out" adında hitler ve singlelar çıkmıştır.Grup 2 sene boyunca verdiği turnelerden sonra 2001 yılında grubun en sert ve öfkeli albümü olarak görülen Iowa albümünü çıkarmıştır.Bu albüm ilkinden daha iyi başarı elde etmiş, hatta Ölümcül Deney filmine "My Plague" şarkısıyla sountrack olmuştur.Albüm gruba Platin plak kazandırmıştır.Konserlerde 10,000'den 25,000 kişiye çıkan seyirci sayısı oluşmuştur. Grup, albümden "The Heretic Anthem" ve "Left Behind" adında singlelar de çıkarmıştır.Bu albümden sonra grup bir sene boyunca turneler düzenlemiş ve festivallere katılmıştır.Ancak 2003 yılında grup hiçbir faaliyet göstermemiştir.Corey Taylor ve Jim Root eski grupları olan Stone Sour'da turne yapmıştır.Diğer grup üyeleride kendi yan projeleriyle ilgilenmiştir.Ardından sene sonunda tekrar stüdyoya girme kararı alan grup yeni albüm için çalışmalara başlamıştır.Bu sefer grup daha farklı ve daha derin bir albümle gelecektir.2004 yılında yayınladıkları, prodüktörlüğünü Rick Rubin'in üstlendiği albümüyle grup en iyi metal grupları arasına girmiştir."Before I Forget" şarkısıyla grup "En İyi Metal Performansı" dalında Grammy ödülü almıştır.Aynı Şarkıyla ilk defa Billboard listelerinde Top 10 listesinde oynamıştır.1 milyonun üzerinde kopya satarak Platin Plak kazandırmıştır ve konserleri eskisine göre daha çok rabet görmeye başlamıştır.Albümden "Duality", "Vermillion", "Before I Forget", "The Nameless" ve "The Blister Exists" adında singlelar çıkmıştır. Ardından bir sene sonra albümün turnesi üzerinden çıkardıkları bir konser albümü olan yayınlanmıştır.Bu albümde dinleyiciler tarafından olumlu tepkiler almıştır.Ardından grup 3 sene boyunca turneler düzenlemiş, festivallere katılmış ve diğer projeleriyle ilgilenmiştir.Grup son olarak 2007 yılında stüdyoya girerek 2008 yılının Haziran ayında prodüktörlüğünü Dave Fortman'ın üstlendiği All Hope Is Gone albümüyle gündeme gelmiştir.Bu sefer grup gerçekten ustaca ve daha farklı sound barındıran bir albüm çıkarmıştır.Diğer albümlerle kıyasla gitarların daha ön planda olduğu ve turntable'ın daha az olduğu bir albüm hazırlamıştır ve grup başarılarını tekrar devam ettirmiştir.MTV Video Music Awards tarafından "Psychosocial" klibiyle en iyi metal müzik videosu ödülünü kazanmıştır.Billboard listelerinde Top 10 listesine yükselmiştir.Ayrıca grup bu albümden "All Hope Is Gone", "Psychosocial", "Dead Memories", "Sulfur" ve "Snuff" adında parçalar çıkarmıştır. 1 Ağustos 2014'te 6 yıl aradan sonra gelen 5. stüdyo albümü 'ın ilk parçası "The Negative One" yayımlandı. The Devil In I , Sarcastrophe ve Custer adında diğer parçaları olan albümün yayınlanma tarihi grup tarafından 21 Ekim 2014 olarak belirlenmiştir. Rum ateşi Rum ateşi (Bizans ateşi, Roma ateşi, Grejuva ateşi, Yunan ateşi, Vahşi ateş, Sıvı ateş), kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan ve Peloponez Savaşı sırasında kullanılan bir karışımdır. Daha sonra MS 660'larda zift, reçine, kükürt, nafta, kireç ve güherçile ile "yunan ateşi" zenginleştirilmiştir. Su eklendikçe alevi artar. MS 7. yüzyıldaki geliştirip etkisini arttırma işi Suriyeli bir göçmen olan Kallinikos tarafından geliştirilmiştir. Ayrıca İstanbul' un fethinde Eflak - Boğdan prensi 3.Vilad Tepeş tarafından Osmanlı'ya karşı kullanılmıştır. Persler Yunanistan'ı işgal ettiğinde bir deniz savaşı sırasında kullanılmıştır. Dönemin güçlü Pers ordusu, gemilerinin yanmasını engelleyememiştir. Suda yandığı gibi karada da rahatlıkla yanabilmektedir. Su dökülünce sönmemekte, tersine alevi artmaktadır. Deniz savaşlarında gemilerin geçmesini engellemek için kullanılmıştır. Sönmediği için; bu ateşe maruz kalan tüm insanlar ölüme terk edilir. İzlandaca İzlandaca (İzlandaca: "íslenska"), Cermen dillerinden biri ve İzlanda'nın resmî dilidir. İzlandacaya en yakın diller, Faroe Adaları'nda konuşulan Faroe dili ile Sognamål gibi Batı Norveç lehçeleridir. İzlanda, anakaraya uzak bir ada devleti olmasından dolayı, diğer ülkelerle arasında kayda değer oranda kültür alışverişi gerçekleşmemiş, bunun sonucunda dile çok az yabancı sözcük girmiştir. İzlanda'nın konumu Amerika kıtasına daha
yakın olmasına rağmen, İzlandaca bir İskandinav dilidir. Batı Avrupa dilleri çekim eki sayısını ve ad çekimlerine dair kuralları azaltırken, özellikle ad çekimlerinde İzlandaca, Latinceye veya daha yakın olan Eski Nors dili ya da Eski İngilizceye oranla çok daha fazla ad çekimi bulundurur. Norveç kıyılarından adaya varan İskandinav kökenliler, adada yüzyıllar boyu izole kaldıklarından dil çok az değişmiştir. Dolayısıyla bugün İzlandalılar Orta Çağ İskandinav saga ve metinlerini fazla zorlanmadan okuyabilmektedirler. İzlandaca, Hint Avrupa dil ailesinin Cermen dilleri kolunun Kuzey Cermen dilleri grubunda yer alır. Eski Nors dilinin batı lehçelerinden Batı İskandinav dilleri ile Faroe dili İzlandacaya yakın dillerdendir. Bu dile daha az benzeyen Danca ve İsveççe ise Doğu İskandinav dillerini oluştururlar. Daha güncel araştırmalar, Kuzey Cermen dillerini "Ada İskandinavcası" ve "Anakara İskandinavcası" olmak üzere iki bölüme ayırır. Anakara İskandinavcası bölümüne Danca, İsveççe ve Norveççe dahildir. Norveççe, son 1000 yıl içinde Faroe dili ile İzlandacadan çok farklı gelişmiş, Doğu İskandinav dillerinden, özellikle Dancadan çok etkilenmiştir. İzlandacayı konuşanların çok büyük bir kısmı İzlanda'da yaşar. Yaklaşık 3000 kadarı öğrenciler olmak üzere 9000 konuşucusu ise Danimarka'da yaşamaktadır. Aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde 8000, Kanada'da (özellikle Gimli, Manitoba'da) 3000 kişi de ana dil olarak İzlandaca konuşmaktadır. İzlanda nüfusunun %97'sinin anadili İzlandacadır; ama İzlanda dışındaki toplumlarda İzlandacanın konuşulması gerilemektedir. İzlanda anayasası, İzlandacadan resmî dil olarak söz etmez. İzlanda da Nors Konseyi'nin üyesi olsa da Konsey İzlandaca materyaller yayımlamasına rağmen çalışma dili olarak Norveççe, İsveççe ve Dancayı kullanır. Árni Magnússon Enstitüsü'nün İzlandaca bölümü, Orta Çağ el yazmalarını inceleme olanağı sunmakta ve bir merkez olarak İzlanda dili ile İzlanda edebiyatı üzerinde çalışmalar yapma şansı vermektedir. İzlandaca Konseyi, İzlandacayı tanıtmak, gelişmesine yardımcı olmak ve dilin konuşulmasını özendirmek amaçlı aktiviteleri desteklemektedir. 16 Kasım 1995'ten beri her yıl 19. yüzyıl şairi Jónas Hallgrímsson'un doğum günü, İzlandaca Günü olarak kutlanmaktadır. İzlandaca, neredeyse hiç lehçesi olmayan bir dildir. Bulunan en eski İzlandaca metinler 1100 yılı civarında yazılmıştır. Pek çoğu aslında şiir sanatı ve hukuk hakkında, ağzıdan ağza nesiller boyu aktarılmış bilgilerin yazıya geçirilmiş hâlidir. Bunların en ünlüleri şüphesiz 12. yüzyılda yazılan tarihî Snorri Sturluson yazıları, yani İzlanda sagalarıdır. Ayrıca Landnámabók ("Yerleşim Kitabı") adlı bir kitapta İzlanda'da uygulanan imar ve yerleştirme politikaları işlenmiştir. Möðruvallabók ise 14. yüzyıldan kalma bir el yazmasıdır. Aşağıdakiler gibi bazı İzlanda sagalarını içerir: İzlandaca yazılmış önemli sagalar şunlardır: İzlandaca tarihinde sagaların yazıldığı dönem "Eski İzlandaca" olarak adlandırılır. Eski İzlandaca, Eski Norsçanın batı lehçelerinden biri, Vikingler Dönemi'nin yaygın İskandinav dilidir. İzlanda üzerindeki Danimarka hâkimiyeti (1380-1918) İzlandaca üzerine sadece bazı küçük değişikliklere sebep olmuştur. Danca, resmî iletişim dili olarak değil, günlük konuşmalarda bazen konuşulan bir dil hâline gelmiştir. İzlandaca, diğer Cermen dillerinden daha eski ve daha durağan olarak düşünülse de önemli değişiklikler geçirmiştir. Örneğin, 12. ve 16. yüzyıllar arasında harflerin -özellikle sesli harflerin- telaffuzları önemli ölçüde değişmiştir. Modern İzlandaca alfabesi, 19. yüzyılda Danimarkalı dilbilimci Rasmus Rask tarafından standart Latin alfabesinden geliştirilmiştir. Bu alfabenin temeli, esasen 12. yüzyılda, "İlk Dilbilgisel İnceleme" adlı yazarı bilinmeyen (ama bu yazar daha sonraları ilk dilbilimci olarak kabul edilmiştir) gizemli bir belgeye dayanır. Daha sonra Rasmus Rask'ın geliştirdiği alfabenin üzerinde bazı değişiklikler yapılmıştır. ("k" harfinin "c"den daha fazla kullanılmaya başlanması gibi) Daha sonra, 20. yüzyılda daha önceleri "je" olarak yazılan "é" harfi kullanılmaya başlanmıştır. İzlandacayı yazmak için kullanılan İzlanda alfabesinde toplamda 32 harf vardır ve bu harflerin 10 tanesi Türk alfabesinde yer almaz. İzlanda alfabesi şu harflerden oluşur: İzlandacada en çok kullanılan harf "n", en az kullanılan harf ise "í" harfidir. İzlanda alfabesinde yer alan bazı harfler (a, b, d, e, f, h, í, j, k, l, m, n, o, p, r, s, t, u, ú, v) telaffuz edilirken Türkçe karşılıklar bulunabilir. Yalnız diğer harflerin Türk alfabesinde karşılıkları yoktur. Harflerin telaffuzları şu şekildedir: Üçüncü kurala uymayan iki sözcük vardır, "rangt" ("yanlış") sözcüğü "ránd" gibi, "þröngt" ("dar") sözcüğü de "þröynd" gibi okunur. İzlandacanın erken dönemlerinde kelimelerin büyük çoğunluğu Eski Norsçadır. 11. yüzyılda İzlanda'nın Hıristiyanlaşmasıyla bazı dinî terimlerin karşılıklarının bulunması söz konusu olmuştur. "Kirkja" ("kilise") ve "biskup" ("piskopos") gibi yeni sözcüklerin büyük kısmı diğer İskandinav dillerinden alınmıştır. Ayrıca Almanya ve Fransa ile girilen ticari ilişkiler sonucunda İzlandaca bir nebze Almanca ve Fransızcadan da etkilenmiştir. 18. yüzyılın ilerleyen dönemlerinde dilde sadeleşmeye gidilmiş, 19. yüzyılın başlarından itibaren İzlandacayı yabancı dillerin etkisinden kurtarmak esas politikalardan biri hâline gelmiştir. İzlandaca sözcüklerde vurgu genelde ilk hecededir, ama bazen bazı birleşik sözcüklerde vurgu diğer hecelere kayabilir. İzlandacada vurgulama Latin dillerinde ya da İngilizcede olduğu gibi kuvvetli değildir. -a, -i, -u, -ar, -ir, -ur, -um gib sonekler hiçbir zaman vurgulu değillerdir. Hálf- (yarı), jafn- (eşit), ó- (-mayan, -maz, -sız) gibi bazı önekler genellikle vurgu alırlar. İzlandaca isimler pek çok Batı ülkesindekinden farklı olarak şekillenir. İzlandaca soyadları, babanın adına "kızı" ya da "oğlu" takısı getirilmesiyle oluşur. Yani aynı aile içindeki bir baba, anne, oğlu, ve kızının soyadları birbirinden farklıdır. Bu sistem geçmişte tüm İskandinav ülkelerinde yaygınken günümüzde yalnızca İzlanda'da geçerliliğini sürdürmektedir. Örneğin yandaki çizelgede babasının adı "Einar" olan "Jón" adlı babanın oğlu "Ólafur" ve kızı "Sigríður" görülmektedir. Türkçe ifadelerle şu şekilde açıklanabilir: İzlandacada kullanılan bazı gerekli kalıplar şunlardır: İzlandacada sözcükler üç cinsiyetten birine sahiptir; "eril", "dişil" veya "nötr". Her cinsiyet, güçlü ya da zayıf olmak üzere iki farklı çekime girer. Cinsiyetleri belirten artikeller sözcüğün sonuna eklenirler: Üç farklı cinsiyette farklı isimlerin çekimleri şöyledir: Ayrıca sözcükler yalın hâlde, belirtme hâlinde, yönelme hâlinde ya da tamlayan hâlinde bulunurlar. İsimler, sıfatlar ve zamirler dört hâle ya da tekil-çoğul olma durumlarına göre çekimlenirler. Fiiller ise zaman, durum, kişi, sayı ve çatıya göre çekimlenirler. İzlandacada etken ve edilgen çatı ile fiillerin mastar hâllerini belirten "orta çatı" bulunmaktadır. İzlandacada on zaman vardır. Fakat tıpkı İngilizcede olduğu gibi zaman ekleri genelde yardımcı fiile eklenir. İzlandaca fiiller "-a", "-i" veya "-ur" ile biterler. Bazı mastar hâldeki fiiller "-ja" eki ile de bitebilir. İzlandaca kişi zamirleri ve çekimleri şu şekildedir: İzlandaca bir cümlenin ana kalıbı "Özne-Yüklem-Nesne" şeklindedir. Ancak bu kurala daima uyulmayabilir, özellikle şiir dilinde kullanım esnektir. Almancadaki gibi fiil genelde ikinci sırada kalır, vurgulanmak istenen sözcük de fiilden önce gelir. 18. yüzyılda İzlanda'nın eğitimli kişileri ve yazarları arasında İzlandacayı yabancı dillerin etkisinden kurtarmak ve yabancı kökenli sözcükler yerine olabildiğince yeni sözcükler türetmek amaçlı bir hareket başlamıştır. Kullanımı azalmış pek çok eski sözcük modern dile uyarlanmıştır. Türetilen yeni sözcüklerin kökenleri de Eski Norsçadan alınmıştır. Örneğin; İzlandacadan Türkçeye geçmiş yalnızca bir sözcük vardır: "gayzer". Volkanik bölgelerde belirli aralıklarla su ve sıcak buhar fışkırtan sıcak kaynaklar gayzer olarak adlandırılır, ama gayzer yerine "kaynaç" sözcüğü de kullanılmaktadır. Sözcüğün kaynağı İzlandacada "geyser"dir. "Geyser" sözcüğü, İzlandaca "anîden fışkırmak" manasında gelen "geysa" fiilinden türemiştir. Aşağıdaki metin, "Kvennafræðarinn" (Elín Briem, 1889) adı İzlandaca bir yemek kitabından alınmıştır: Türkçeye şöyle tercüme edilebilir: Gelibolulu Mustafa Âlî Gelibolulu Mustafa Âlî (d. 28 Nisan 1541, Gelibolu - ö. 1600, Cidde), Osmanlı şair, yazar ve tarihçi. Asıl adı Mustafa'dır. 28 Nisan 1541 tarihinde Gelibolu'da doğmuştur. Babası Ahmed adında, ticaretle uğraşan ve Hırvat kökenli olduğu düşünülen bir mühtedidir. ("Gelibolulu Mustafa Âlî", Mustafa İsen, Ankara, 1988) Okula altı yaşında başlamış ve Habîb-i Hamidî'den Arapça, kendisi gibi Gelibolulu olan Surûrî'den tefsir ve fıkıh dersleri almıştır. Şiire başlamasında hocası Surûrî'nin etkisi büyüktür. İlk şiirlerini "Çeşmî" mahlasıyla yazmış, sonraları "Âlî" adını kullanmıştır. Gelibolu'da başlayan öğrenim yaşantısı, sonraları İstanbul Rüstem Paşa, Haseki ve Semaniye medreselerinde devam etmiştir. Eğitimini tamamlamasını takiben 1561 yılında Şehzade Selim'in (II. Selim) yanına kâtip olarak girmiştir. Bu sıralarda ilk eseri olan "Mihr ü Mâh" kaleme almıştır. Şehzade Selim'in yanındaki hizmeti 1563 yılına kadar devam etmiştir. Daha sonra Şam'a giderek Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa'nın dîvan kâtipliğini yapmıştır. Mustafa Paşa'nın Yemen'in fethiyle görevlendirilmesi üzerine Paşa'yla birlikte Mısır'a gitmiştir. Ancak, çeşitli siyasi nedenlerle her ikisi de görevlerinden azledilmiştir. Mustafa Âlî, Manisa'ya vali olan Şehzade Murat'ın (III. Murat) yanına gitmiş ve onun sayesinde 1569'da İstanbul'a dönmüştür. O sırada yazdığı "Heft-Meclis" adlı eserini Sokollu Mehmed Paşa'ya sunmuş ve ardından Kilis Sancakbeyi olan Ferhad Bey'in yanına 1570'te dîvan kâtibi olarak gönderilmiştir. Ferhad Bey'in Bosna Beylerbeyi olmasıyla onunla birlikte 1574 yılında Banyal
uka'ya gitmiştir. II. Selim'in ölümüyle tahta çıkan III. Murat'tan himaye göreceğini umut ettiyse de, bu gerçekleşmemiştir. Ancak, Lala Mustafa Paşa ve Hoca Sadeddin Efendi'nin yardımlarıyla Halep'e Tımar Defterdarı olarak atanmıştır. Halep'te yazmış olduğu çeşitli eserleri Padişaha sunmak ve daha üst görevler almak düşüncesiyle tekrar İstanbul'a dönen Mustafa Âlî, bir kez daha istediğini elde edememiştir.. Ardından, sırasıyla Erzurum Hazine Deftedarlığı ve Bağdat Mal Defterdarlığına atanmış; 1585 yılında ise bu görevine de son verilmiştir. Uzun süre işsiz kalan Mustafa Âlî, 1588'de Sivas Defterdarlığına atanmış fakat bu görevi de kısa sürmüştür. 1599 yılına kadar Anadolu'da çeşitli görevlerde bulunmuştur. 1599'da atandığı Cidde Sancakbeyliği son görevi olmuş ve Mustafa Ali 1600 yılında Cidde'de yaşamını yitirmiştir. Mezarının Cidde'de olduğu bilinse de, tam yeri bilinmemektedir. Ak balık Ak balık ("Leuciscus cephalus"), Tatlısu kefali, Ak kefal, Kepenez ya da Kasna olarak da bilinir, sazangiller (Cyprinidae) familyasına ait bir balık türü. 40 ila 100 cm boyuna (en büyük tutulmuşları 80 cm ve 5,71 kilo) ulaşan ak balığın uzun ve yanları yassı bir füze şekilinde vücudu vardır. Kafası büyük ve ağzı geniştir. Dış görünüşü ile "Leuciscus idus" balığına çok benzer, ama bundan daha büyük ve kenarları koyu renk olan pulları vardır, anal yüzgeci dışarıya doğru dönüktür, karın ve göğüs yüzgeçleri kızıl renktir. Bir tatlısu balığı olan ak balık hızlı akan ırmaklarda suyun üst bölümlerinde yaşar. Ama bu ırmakların yavaş akan bölümlerinde, yani kayaların arkasında durmayı tercih eder. Böceklerden ve diğer küçük hayvanlarla beslenir, ama bazen su bitkilerini de yer. Belli bir büyüklüğe varmış olanları küçük balıklar ve kurbağalarıda yerler. Üreme zamanları Nisan ile Haziran arasındadır. Dişileri bu zamanda 100.000 yumurtayı çakıl taşlarının ve su bitkilerinin üzerine bırakır. Ak balık diğer sazangillerdeki gibi dişleri olmadığından dolayı yırtıcı balık olarak görülmez ama aslında her şeyi yiyen bir balıktır. Yedikleri şeylerin bazıları şunlardır; yosun ve diğer su bitkileri, su böcekleri ve bunların kurtları, sülükler, midyeler ve solucanlardır. Yaşlandıkca sık sık diğer küçük balıkları avlamaya başlar. Hatta bazen suda yüzen bir fareyi bile kaptığı izlenmiştir. Balıkçılar ak balığı tutmak için yem olarak meyve bile kullanırlar. Ak balık kiraz, üzüm tanesi veya böğürtlen ile tutulabilir. Ak balığı meyve ile tutmak için hatta o balığın kendi yaşadığı suda çalılardan ve ağaçlardan suya düşen meyveleri tanıyıp tanımaması bile önemli değildir. Ak balıklar daima meyve ile tutulabilirler. Ak balık, iskoçya'nın, İrlanda'nın ve İskandinavya'nın kuzeyi haricinde Avrupa'nın her yerinde bulunur. Ak balığı Türkiye'nin her yerinde, hatta en ufak çaylarında bile bulmak mümkündür. Doğruluk (felsefe) Doğruluk, hakikat olarak da kullanılan felsefe terimi ya da "kategorisi". Felsefenin bütün gelişim aşamalarında, felsefe içi tartışmalarda ve tanımlamalarda belirleyici bir konu başlığı olarak yer almıştır. Dolayısıyla genel bir tanımı olmaktan çok, her felsefe eğiliminde ya da okulunda farklı şekillerde tanımlanışları söz konusudur. Yine de genel bir tanımlama yapılacak olursa, "Doğruluk" ya da Hakikat, gerçek’ten ya da gerçeklik’ten ayrı olarak belli bir gerçekliğin düşünsel ya da zihinsel olarak temsil edilmesi ve temsilin gerçeklige uygun olması halidir diyebiliriz. Bu son derece sorunlu bir tanımlamadır söz konusu felsefe-içi tartışma bağlamında; özellikle de günümüz felsefe tartışmalarının ya da bu tartışmaların sonuclarının boyutları dolayısıyla. Her felsefe eğilimi ya da akımı belli bir epistemolojik model kullanmakta ve dolayısıyla Doğruluk kategorisi buna göre farklı niteliklerde ele alınıp değerlendirilmektedir. Çok genel olarak, doğruluğun, felsefe bağlamında epistemolojik ve ontolojik olmak üzere iki ayrı bağlamda ele alındığını belirtmek mümkündür. "Epistemelojik" olarak doğruluk, bilgi etkinliğinin temel bir kavramıdır ve bilgiyi bilgi olmayan biçimlerden ayırmak üzere kullanılır. Doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olan bilgi düzleminde ele alınır. Doğruluk, doğrulanabilir bilginin kuramsal ifadesidir. Buna göre doğruluk varolana dair bildirimde bulunan özneyle birlikte mümkündür. Özne-nesne ilişkisi bağlamında yer alan ve öznenin nesneyi bilişinin niteligini belirten bir kategoridir. "Ontolojik" doğruluk kavramı ise, doğruluğu varlığın özüyle özdeş olma hali olarak ele almak anlamına gelir. Burada bilginin doğruluğunun bir özne-nesne ilişkisi sorunu değil "varlığın özüyle" ilgili oldugu varsayılır. Doğruluğun bir "uygunluk" hali mi, bir "tutarlılık" konusu mu, yoksa bir "uzlaşım" sorunu mu olduğu üzerine önemli kuramsal tartışmalar Platon’dan beri süregelmektedir, ve postmodern durum içinde bu tartışmalar yön değiştirmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Genel geçer bir tanımın ötesinde, Felsefe tarihi içinde epistemelojik alandaki gelişmenin ayrıntılı bir dokümantasyonu ortaya konulmaksızın yeterli bir "doğruluk" ya da "hâkikat" tanımına ulaşmak olanaklı değildir. Jay Ruby Jay Ruby, (d. 1935) ABD'li antropolog, akademisyen. Philadelphia, Pennsylvania'daki, Temple Üniversitesi Antropoloji bölümünden profesör olarak emekli oldu. Eğitimini Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles kampüsünde tamamladı. Lisans ve yüksek lisansını Tarih, doktorasını ise Antropoloji alanında yaptı. Özellikle Görsel Antropoloji alanında çalışmalarıyla bilinir. Antonio Gramsci Antonio Gramsci (d. 22 Ocak 1891, Sardunya - ö. 27 Nisan 1937, Roma) İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı. İtalyan Komünist Partisi kurucu üyesi ve bir süre lideri. Mussolini'nin Faşist rejimince hapsedildi. Marksist litaratüre katkısı ana olarak hegemonya, sivil toplum, altyapı-üstyapı ilişkileri, toplumda aydınların işlevi üzerindedir. Devlet teorisi üzerine özgün görüşler ileri sürmüş, başta Althusser olmak üzere birçok marksist kuramcıyı derinden etkilemiş, görüşleri Batı Marksizminin temellerini oluşturmuştur. Gramsci İtalya'da Sardunya adası'nda bulunan Ales'te doğdu. Alt düzey bir memur olan Francesco Gramsci'nin yedi oğlundan biriydi. Babasının ailesi Güney İtalya'ya 15. ve 16. yüzyıllarda göçetmiş Arnavut kökenli bir topluluk olan Arbëreshë'lerdendi. Arnavut kökenleri nedeniyle, Gramsci soyadının bir Arnavut kasabası Grameç ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Mali zorluklar ve Francesco Gramsci'nin polisle sorunları aileyi Sardunya'da birkaç kasaba değiştirmeye zorladı, sonunda Ghilarza'ya yerleştiler. Francesco Gramsci, 1898'de zimmetine para geçirmekten tutuklandı ve hapsedildi. Bu durum, Antonio Gramsci'nin okulu terk etmesine ve 1904'te babasının serbest bırakılışına dek çeşitli işlerde çalışmasına neden oldu. Antonio Gramsci'nin sağlık sorunları o zamanlarda başladı: bir çocukluk kazası yüzünden omurilik bozuk oluşumu onu kambur ve azgelişmiş bıraktı. Yaşamı boyunca onu izleyecek dahili hastalıklarda o dönemde başladı. Gramsci, orta okulu Cagliari'de tamamladı. Cagliari'de, eski bir asker olan ve İtalya'daki görev yaptığı sırada militan sosyalist olan büyük ağabeyi Gennaro ile birlikte kaldı. Ancak, o zamanlar Gramsci sosyalizme sempati duymuyordu. Daha çok; gittikçe yoksullaşan, bu yoksulullaşmanın nedenlerini hızla sanayileşen Kuzey İtalya'nın öncelik tanınmasıyla ihmal edilişlerine bağlayan Sardunyalı köylü ve madencilerin acıları ile ilgileniyordu. Kuzeye duyulan bu tepki sonucunda Sardunya milliyetçiliği eğilimleri gösteriyordu. Parlak bir öğrenci olan Gramsci, 1911'de Torino Üniversitesi'nde okuyabilmesini sağlayacak bir burs kazandı. Sınava gelecekte mücadele arkadaşı olacak Palmiro Togliatti ile birlikte girmişti. Torino'da edebiyat okudu, dilbilime yakın ilgi duydu. Gramsci geldiğinde Torino bir sanayileşme sürecinden geçiyor, Fiat ve Lancia fabrikaları fakir bölgelerden işçi yapmak için insan taşıyordu. Bu dönemde sendikalar kuruldu ve sınıfsal toplumsal çelişkiler görünür olmaya başladı. Gramsci bu gelişmelerin içinde yer aldı. Sosyalist çevrelerle iletişimde olmasıyla birlikte, büyüyüp yetiştiği Sardunya kültürü ile etkileşimini devam ettirmesini sağlayacak Sardunyalı göçmenlerle de görüşüyordu. Dünya görüşü bu ortamda; Sardunya'da edindiği daha önceki deneyimler ile birlikte İtalya'daki çevresiyle şekillendi. 1913 sonlarında İtalya Sosyalist Partisi'ne katıldı. Akademik çalışmalarında yetenekli olmasına rağmen, artan siyasi bağlantıları yanında mali sorunlar ve zayıf bünyesi nedeniyle 1915 başlarında eğitimini bıraktı. Eğitimi sırasında yoğun bir tarih ve felsefe bilgisi edindi. Üniversitede Antonio Labriola, Rodolfo Mondolfo, Giovanni Gentile'nin ve en önemlisi, zamanının en saygı duyulan aydını olan Benedetto Croce'nin fikirleriyle tanıştı. Bu düşünürler Labriola'nın "praksis felsefesi" ("philosophy of praxis") adını verdiği bir tür Hegelci Marksizm'i benimsemişlerdi. Gramsci bu terimi daha sonra hapishanede yadığı yazıları sansürden geçirebilmek için sık sık kullanmasına rağmen, bu düşünce akımına karşı ilişkileri kariyeri boyunca hep belirsiz kalacaktı. 1914'ten sonra Il Grido del Popolo gibi sosyalist gazetelerdeki yazıları ona dikkate değer bir gazeteci olarak ün kazandırdı. 1916'da Sosyalist Parti resmi yayın organı Avanti!'nin Piedmont baskısının eş-editörü oldu. Açıklıkla yazan verimli bir siyaset kuramı yazarı olarak Gramsci, Torino sosyal ve siyasi yaşamını tüm yönleriyle yazan görkemli bir yorumcu olduğunu kanıtladı. Gramsci aynı zamanda Torino işçilerinin eğitimi ve örgütlenmesiyle ilgileniyordu. 1916'da ilk kez topluluk karşısında konuşmalar yaptı ve Romain Rolland, Fransız Devrimi, Paris Komünü ve kadınların kurtuluşu gibi konulara değindi. 1917 Ağustos devrimci ayaklanmalarının ardından Sosyalist Parti liderlerinin tutuklanmasıyla Gramsci parti Geçici Komitesine seçildi, ve Il Grido del Popolo editörü oldu. Böylece, Torino'da sosyalist liderlerden biri haline geldi. Nisan 1919'da Togliatti, Angelo Tasca ve Umberto Terracini ile birlikte, haftalık gazete L'Ordine Nuovo'yu çıkardılar
. Aynı yıl Ekim ayında, birçok hizibe bölünmüş olmasına rağmen Sosyalist Parti büyük çoğunlukla 3. Enternasyonal'e katıldı. L'Ordine Nuovo grubu Lenin tarafından Bolşevikler'e en yakın grup olarak görülüyordu ve aşırı sol Amadeo Bordiga'nın anti-parlamenter programına karşı Lenin'in desteğini almıştı. Parti içi geçerli pek çok taktik arasında, Gramsci grubu temel olarak işçi konseyleri savunusuyla öne çıkıyordu. Bu konseyler, 1919 ve 1920 Torino büyük grevleri sırasında kendiliğinden ortaya çıkmışlardı. Gramsci için bu konseyler, üretimi örgütleme görevinin yönetimini sağlayabilecek uygun araçlardı. Lenin'in "Bütün İktidar Sovyetlere" siyasetiyle aynı konumda olduğuna inanmasına rağmen, Bordiga tarafından Georges Sorel ve Daniel DeLeon fikirleriyle etkilenmiş sendikalist bir eğilim olarak suçlandı. Torino işçilerinin 1920 ilkbaharında yenilgisiyle, Gramsci konseylerin savunusunda hemen hemen tek başına kalmıştı. İşçi konseylerinin ulusal bir harekete dönüşümde başarısızlığı Gramsci'yi Leninist anlamda bir Komünist Parti'nin gerekliliğine inandırdı. L'Ordino Nuovo etrafındaki grup, İtalyan Sosyalist Partisi'nin merkezci önderliği aleyhinde söylemlerde bulundu ve Bordiga'nın "çekimser" hizbiyle ittifak yaptı. Bu gelişmelerin sonucunda, İtalyan Komünist Partisi 21 Ocak 1921'de Livorno kentinde kuruldu. Gramsci, Bordiga'nın yardımcısı oldu. Bordiga'nın disiplin vurgusu, merkeziyetçilik ve saflık ilkeleri parti programında Bordiga'nın liderliği yitirdiği 1924'e dek egemen oldu. 1922'de Gramsci yeni partinin bir temsilcisi olarak Rusya'ya gitti. Rusya'da daha sonra evleneceği viyolonselist Giulia Schucht ile tanıştı. Rusya görevi İtalya'da Faşizm'in gelişine rastladı ve Gramsci, İKP önderliğinin isteklerinini aksine, faşizme karşı sol partilerin birleşik cephesini güçlendirme talimatlarıyla geri döndü. Böyle bir cephenin merkezinde İKP olacak ve bu vasıtayla Moskova bütün sol güçleri kontrol edecekti. Ancak diğerleri bu olası üstünlüğe karşı çıktılar. Sosyalistlerin İtalya'da belli bir geleneği vardı, ancak Komünist Parti oldukça genç bir partiydi ve oldukça radikal görünüyordu. Pek çok kişi, komünistlerce yönlendirilen bir koalisyonun siyasi tartışmalara uzak kalacağı ve bunun bir izolasyona yol açacağını savunuyordu. 1924'te Gramsci İKP başkanı oldu.Venedik seçimlerinde milletvekilli seçildi. Partinin resmi gazetesi L'Unita'yı (Birlik) örgütlemeye başladı. O sırada kendisi Roma'da yaşarken ailesi Moskova'da idi. Ocak 1926 Lyons Kongresi'nde Gramsci'nin İtalya'da demokrasiyi yeniden inşa için birleşik cephe çağrısı tezleri İKP tarafından kabul edildi. 1926'da Bolşevik parti içinde Stalin'in manevraları Gramsci'yi Komintern'e bir mektup yazmaya yöneltti. Bu mektupta Trotsky önderliğindeki muhalefeti eleştiriyor, ayrıca liderin bazı olası yanlışlıklarının da altını çiziyordu. Togliatti parti temsilcisi olarak Moskova'daydı, mektubu okudu ve göndermemeye karar verdi. Bu Gramsci ile Togliatti arasında hiçbir zaman çözüme kavuşmayacak zorlu bir çatışmaya neden oldu. 9 Kasım 1926'da Faşist hükümet Mussolini'nin yaşamına kasdeden bir saldırıyı gerekçe gösterek olağanüstü hal yasalarınu yürürlüğe koydu. Gramsci, milletvekili dokunulmazlığına rağmen tutuklandı ve ünlü Roma hapishanesi Regina Coeli'ye götürüldü. Davasında Gramsci'nin savcısı ünlü "Yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız" ifadesini kullandı. 5 yıl (uzak Ustica adasında) alıkonulma cezası aldı; ertesi yıl 20 yıl hapis cezasına (Bari yakınlarında, Turi'de) çarptırıldı. Yeni yaşam şartları sağlık problemlerini arttırdı, çok az yardım görebileceği tek kişilik bir hücreye kondu. 1932'de İtalya ile Sovyetler Birliği arasında yapılması planlanan Gramsci'yi de etkileyecek siyasi mahkûmların değişimi girişimi sonuçsuz kaldı. 1934'te sağlığı ağır şekilde kötüleşti ve Civitavecchia, Formia ve Roma hastanelerine gittikten sonra şartlı olarak özgür bırakıldı. Özgürlüğüne kavuştuktan kısa bir süre sonra 46 yaşında Roma'da öldü; orada Protestan Mezarlığı'na gömüldü. Gramsci, özellikle Batı Marksizmi'nin temel düşünürlerinden birisi olarak, 20. yüzyılın en önemli Marksist kuramcılarından olarak kabul edilmektedir . Gramsci hapiste olduğu sürece 30'dan fazla defter ve toplam 3000 sayfa tarih ve analiz yazısı yazdı. Bu yazılar Hapishane Defterleri olarak adlandırıldı. Hapishane Defterleri, Gramsci'nin İtalya tarihini ve milliyetçiliğinin izlerini sürerken aynı zamanda Marksist kuram, eleştirel kuram (critical theory) ve kendi adıyla anılan eğitim kuramıyla ilgili bazı düşüncelerini de içerir. Ele aldığı temel konular: Hegemonya daha önceden Lenin gibi Marksistlerce kullanılan demokratik bir devrimde işçi sınıfının önderliğini belirten bir kavramdı, fakat Gramsci tarafından Ortodoks Marksizm'in öngördüğü 'kaçınılmaz' sosyalist devrimin 20. yüzyıl başlarında niçin olmadığını açıklayan keskin bir analiz ile geliştirildi. Gramsci'ye göre hegemonya; eğitim, kilise, politik partiler, sendikalar, gibi rızanın kaynağını oluşturan "özel kurumlar"a özerklik alanı tanıyan, dayanıklı ve bağımsız sivil topluma dayanmaktadır Kapitalizm, öyle görünüyordu ki, her zaman olduğundan bile güçlü durumdaydı. Kapitalizm Gramsci'ye göre salt şiddet, siyasi ve ekonomik zor yoluyla değil aynı zamanda ideolojik olarak burjuva değerlerinin herkesin 'ortak düşüncesi' haline geldiği egemen kültür yoluyla da yönetiyordu. Böylece bir uzlaşma kültürü gelişiyor ve işçi sınıfındaki kişiler kendi iyiliklerini burjuvazinin iyiliğiyle özdeşleştiriyor, karşı çıkmak bir yana statüko-mevcut durumun devamına yardımcı oluyorlardı. İşçi sınıfının kendi öz kültürünü geliştirmeye gereksinimi vardı. Böylece burjuva değerlerinin toplum için 'doğal' ya da 'normal' değerleri temsil ettiği kanısı yıkılacak ve ezilen ve aydın sınıfları proletarya davasına çekecekti. Lenin'e göre kültür siyasi amaçlara 'yardımcı' idi, ancak Gramsci için iktidarın temeliydi ve ilk olarak kültürel egemenlik elde edilmeliydi. Gramsci'nin görüşüne göre, modern koşullarda kazanmak isteyen sınıf, entelektüel ve ahlaki önderliği ele almalı, değişik güçlerle ittifak ve uzlaşmalar gerçekleştirmek için kendi dar 'ekonomik-toplu' çıkarlarının ötesinde davranmalıydı. O, bu sosyal güçlerin birliğine Georges Sorel'den aldığı bir terimle 'tarihsel blok' dedi. Bu blok belli bir sosyal düzen için rızanın altyapısını oluşturur. Baskın sınıfın kurumlar, sosyal ilişkiler ve düşünceler bağı yoluyla egemenliğini (hegemonyasını) yeniden ve yeniden üretir. Gramsci, altyapı ilişkilerini sürdüren ve parçalayan bir üstyapının önemini vurgulayan bir kuram geliştirdi. Gramsci Batı'da burjuva kültürel değerlerinin Hıristiyanlıkla bağı olduğunu belirtti, bu nedenle egemen kültüre karşı polemiklerinin çoğu dini norm ve değerlere ilişkindi. İnsanların bilinçlerindeki Roma Katolikliği gücü ve Kilisenin eğitilmişlerin dini ile daha az eğitilmişlerin arasında gittikçe büyüyen aşırı uçurumun giderilmesi için çabası onu etkilemişti. Rönesans hümanizmindeki dinin saf entelektüel eleştirisini Reformasyonun kitlelere yansıyan elementleriyle birleştirmenin Marksizmin görevi olduğuna inanıyordu. Gramsci'ye göre, Marksizm ancak halkın ruhani ihtiyaçlarını karşılarsa dinin yerini alabilecekti ve bunu başarmak için onların yaşadığı deneyimin ifadesi olarak dini tanımak zorundaydı. Gramsci aydınların toplumdaki rolü sorununa düşüncesinde çok ağırlık verdi. Bütün insanlar aydındır, herkes entelektüel ve akılcı yeteneklere sahiptir, ancak herkes aydınların sosyal işlevini yapamaz, deyişi ünlüdür. Modern aydınların sadece konuşmacılar olmadıklarını, fakat eğitim ve medya gibi ideolojik aygıtlarla toplum inşasına ve egemenlik üretilmesine yardımcı olan yöneticiler ve düzenleyiciler olduğunu iddia etti. Daha da öte, (yanlış olarak) kendini toplumdan ayrı bir sınıf gibi gören 'geleneksel' aydınlar ile her sınıfın kendi safları arasından 'organik' olarak ürettiği düşünce grupları arasında ayrım yaptı. Böyle 'organik' aydınlar sadece sosyal hayatı bilimsel kurallara uygun tanımlamazlar, daha çok kitlelerin kendilerinin ifade edemediği duygular ve deneyimleri kültür dili yoluyla seslendirirler. İşçi sınıfı kültürü yaratma ihtiyacı Gramsci'nin işçi sınıfı aydınları geliştirecek bir tür eğitim çağrısıyla ilişkilidir. Bu aydınlar sadece Marksist ideolojiyi proletaryasız tanıtmakla kalmayacaklar, fakat daha çok kitleler içinde zaten var olan düşünsel etkinliğin mevcut durumu eleştirisini yaparak yenileyecekler de. Gramsci'nin bu amaçlarla eğitim sistemi ile ilgili düşünceleri, sonraki onyıllarda Brezilyalı Paulo Freire'nin kuramlaştırdığı ve çalıştığı eleştirel pedagoji (critical pedagogy) ve halk eğitimi (popular education) tasarımı ile örtüşmektedir. Bu nedenle, yetişkin ve halk eğitiminin partizanları Gramsci'yi günümüzde de önemli bir ses olarak görürler. Gramsci'nin egemenlik (hegemonya) düşüncesi onun kapitalist devlet kavramıyla bağıntılıdır, onun zor artı rıza ile hükmettiğini öne sürer. Devlet dar hükümet anlamıyla anlaşılmamalıdır; bunun yerine, siyasi kurumlar ve yasal anayasal denetim arenası olan 'siyasi toplum' ile genelde 'özel' ya da 'devlet-dışında' bir alan olarak görülen 'sivil toplum' arasında bölümlendirir. İlki zorlama alemidir ve ikincisi ise razı olma (rıza). Bununla birlikte, bölünmenin sadece kavramsal olduğunu ve ikisinin gerçekte çoğu zaman çakıştığını vurgular. Gramsci modern kapitalizm altında, burjuvazi ekonomik denetimini, sivil toplum içindeki sendikaların ve kitlesel siyasi partilerin siyasi alanda belli taleplerinin karşılanmasına izin vererek sağlar. Böylelikle, burjuvazi, yakın ekonomik çıkarlarının ötesine geçerek ve egemenlik biçimlerinin değişimine olanak vererek, 'pasif devrim' işine girer. Gramsci bu hareketleri reformizm ve faşizm olarak konumlandırır, Frederic Taylor ve Henry Ford'un 'bilimsel yönetim' ve 'montaj bandı' gibi yöntemleri de bunun örnekleridir. Machiavelli'den alıntılayarak, 'Modern Prens'in (devrimci parti) işçi sınıfının organik aydınlar yetiştirmeyi ve sivil toplum içinde alternatif egemenlik (hegemonya) sağlayacak kuvveti
olduğunu ileri sürer. Modern sivil toplumun karmaşık yapısı burjuva egemenliğini altedecek ve sosyalizme götürecek yegane taktiği 'durum savaşı' (siper savaşına benzer) olduğu anlamına gelir; Bolşeviklerce yürütülen 'eylem savaşı' (ya da cepheden saldırı) Çar Rusyasında bulunan 'başlangıç' sivil toplumuna özgü daha doğru bir stratejiydi. Bu ikisi arasındaki çizgilerin bulanık olabileceği iddiasını taşımasına rağmen Gramsci, Jakobenler ve Faşistler tarafından yapıldığı gibi, siyasi toplumu sivil toplumla özdeşleştirme sonucu ortaya çıkan devlet-tapınmasına karşı uyarmaktadır. Proletaryanın tarihi görevinin bir 'düzenlenmiş toplum' yaratmak olduğuna inanır ve 'devletin yok oluşu'nu, sivil toplumun kendini düzenleme yeteneğinin tümüyle gelişimi olarak tanımlar. Gramsci, erken dönem Marks'ı gibi, tarihçiliğin kuvvetli bir taraftarıydı. Onun görüşüne göre, bütün anlam, "insanın pratik etkinliği" ('praxis') ile bir parçası olduğu "nesnel" tarihi ve sosyal süreçler arası ilişkiden kaynaklanıyordu. Düşünceler toplumsal ve tarihi içerikleri dışında, işlev ve kökenlerinden ayrı anlaşılamazlar. Dünya ile ilgili bilgilerimizi düzenlediğimiz kavramlar temelde bizim şeylerle olan ilişkilerimizle şekillenmez, aksine bu kavramları kullananların toplumsal ilişkileriyle şekillenir. Sonuçta, "insan doğası" gibi değişmeyen bir şey yoktur, oysa tarihsel olarak değişiklik gösteren böyle bir düşünce vardır. Daha da öte, felsefe ve bilim insandan bağımsız bir gerçekliği "yansıtmazlar", yalnızca aslında verili bir tarihi durumun gerçek gelişme eğilimini ifade ettikleri kadar "doğru" olurlar. Marksistlerin büyük çoğunluğu ortak olarak şuna inanırlar: doğru ne zaman ve nerede bilinirse bilinsin doğrudur ve bilimsel bilgi (Marksizm buna dahil) doğrunun güncel anlamda ilerlemesiyle tarihsel olarak çoğalır ve bu nedenle üst yapının aldatıcı alemine ait değildirler. Buna karşın Gramsci'ye göre, Marksizm toplumsal pragmatik anlamda "doğru"dur, yani proletaryanın sınıf bilincini seslendirmekle, kendi zamanlarının "doğru"sunu diğer kuramlardan çok daha iyi ifade etmiştir. Bu anti-bilimsel ve anti-pozitivist duruş, Benedetto Croce'nin etkisi nedeniyleydi. Bununla birlikte, Gramsci bir "mutlak tarihçilik" yandaşıydı; bu Hegelci ve Croce'nin idealist tınılı düşünce ve tarihi "kader"e metafizik sentez yapma eğiliminden ayrılıyordu. Gramsci doğrunun tarihi yorumunun, relativizmin bir biçimi olduğu suçlamalarını reddetmiştir. "Kapital'e karşı devrim" (The Revolution against Das Kapital) adlı hapis öncesi ünlü makalesinde Gramsci, Rusya Ekim Devrimi'nin, sosyalist devrimin kapitalist güçler üretiminin tam gelişimini beklemek zorunda olduğu düşüncesini geçersiz kıldığını ileri sürdü. Bu onun, Marksizmin deterministik bir felsefe olmadığı görüşünü yansıtıyordu. Üretim ilişkilerinde nedensel "öncelik" (primacy) ilkesinin, Marksizmdeki bir yanlış anlaşılma olduğuna inanıyordu. Hem ekonomik hem de kültürel değişimler "temel tarihi süreçlerin" ifadesidirler ve hangi alanın diğerinden öncelik taşıdığı yanıtlanması zordur. İşçi hareketinin ilk yıllarında yaygın olan kaderci anlayış, yani "tarih yasaları"na göre kaçınılmaz olarak zafere ulaşılacağı, Gramsci'nin görüşüyle, savunma eylemlerine zorlanmış baskı altındaki bir sınıfın tarihsel koşullarının bir ürünüydü ve işçi sınıfı inisiyatifi ele almaya hazır hale gelir gelmez bir engel olduğundan bırakılmalıydı. Marksizm "pratik felsefesi" olduğundan, toplumsal değişim nesnesi olarak görünmez "tarihi yasalar"a yaslanılamazdı. Tarih insan pratiğine yapılır ve o nedenle insan isteği içerir. Herhangi bir verili durumda, bununla birlikte, istek-gücüyle tek başına istenilen hiçbir şey elde edilemez: işçi sınıfı bilinci eylem için gerekli gelişme aşamasına ulaştığında, isteğe bağlı değiştirilemeyecek tarihi koşullarla yüz yüze gelecektir. Bunlarla birlikte, sonuçta birçok olası gelişmeden hangisinin gerçekleşeceği tarihi kaçınılmazlıkla önceden belirli değildir. İnsan tarihi ve ortak pratikin (praxis) herhangi bir felsefi sorunun anlamlı olup olmadığını belirlediği inanışıyla, Gramsci görüşleri, kendisi bunu açıkca ifade etmese de, metafizik maddecilik ve Engels ve Lenin'ce geliştirilen kavrama 'kopya' algı (perception) kuramına zıddı. Ona göre Marksizm kendi içinde ve kendisi için olan, insanlıktan bağımsız bir gerçeklikle uğraşmaz. İnsan tarihi ve insan pratiği dışında bir nesnel evren kavramı, ona göre, Tanrı inanışına benzerdi: hiçbir nesnellik olamazdı, ancak yalnızca gelecek komünist toplumunda kurulabilecek evrensel bir ortaköznellik (intersubjectivity) olabilirdi. Doğal tarih böylece sadece insan tarihiyle bağıntılı olarak anlamlıydı. Onun görüşüne göre, felsefi maddecilik, aynı ilkel ortak anlayış gibi, eleştirel düşünce yokluğunun sonucuydu, ve Lenin'in iddia ettiği gibi, dini boşinanların karşısındadır denilemezdi. Bunun aksine, Gramsci Marksizm'in bu tartışmalı ham kaba biçimini sorun etti: proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak durumu kendi felsefesi olan Marksizmi, çoğu kez halk boşinanları ve ortak inançları şeklinde ifade edilebilmektedir anlamına gelir. Bununla birlikte, eğitimli sınıfların ideolojilerine etkili şekilde karşı çıkılmalı, böylece Marksistler felsefelerini daha karmaşık bir tarzda sunmalı ve karşıtlarının görüşlerini gerçekten anlamaya çalışmalıdır... Gramsci düşüncesi örgütlü soldan çıkmakla birlikte çağdaş akademik tartışmalarda, kültürel araştırmalar ve eleştirel kuram (critical theory) ile ilgili önemli bir kişilik haline gelmiştir. Merkez ve sağdan siyasi kuramcılar da onun görüşlerinden yararlanmışlardır; örneğin onun egemenlik (hegemonya) düşüncesine yaygınlıkla atıf yapılmıştır. Etkisi özellikle çağdaş siyasi bilim içinde güçlüdür, yeni-liberal düşünceli siyasi seçkinler arasında öndegelmesi, Yeni-gramscicilik biçimindedir. Çalışmaları aynı zamanda aydınların popüler kültür tartışmalarını ve bilimsel popüler kültür etüdlerini çok ağırlıklı etkilemiştir. Onunla ilgili eleştiriler onu, siyasi doğruluk (political correctness) gibi en son akademik tartışmalarda yansıyan düşünceler yoluyla iktidar mücadelesi tasarımını beslediği ile suçlarlar. Bu düşüncelere Gramscici yaklaşımın, bu tartışmalara yansıdığı şekliyle, Batı kültürünün klasiklerinden temellenen liberal araştırmalarda açık-uçlu olmak çelişkisi içinde olmasıdır. Çağdaş akademik siyaset çalışmalar nedeniyle Gramsci'nin övülmesi ya da yerilmesi tarihin tuhaf bir tecellisidir, çünkü Gramsci kendisi hiçbir zaman akademik bir kişi olmamıştı ve aslında İtalyan kültürü, tarihi ve çağının liberal düşüncesi ile entelektüel olarak derinden içiçeydi. Bir komünist olarak, Gramsci'nin konumu tartışmalıdır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra İKP'yi yöneten ve tedrici yaklaşımıyla ilerideki Avrokomünizmin öncüllerinden olan Togliatti, bu süreçte İKP'nin etkinliklerinin Gramsci düşüncesiyle uyuştuğu idiiasındaydı. Diğerleri, buna karşın, Gramsci'nin bir Sol Komünist (Left Communist) olduğunu ve eğer hapis onu Stalin önderliği sırasında Moskova ile düzenli ilişkiden alıkoymasa, Partiden ihraç edilmiş olacağını ileri sürerler. Gramsci'nin Sivil toplum tartışmaları ekseninde kuramsal önermelerinin geniş bir değerlendirmesi için bkz: Gilles Deleuze Gilles Deleuze, (d. 18 Ocak 1925 - ö. 4 Kasım 1995), Fransız yazar ve filozof. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır. Kendi özgün düşüncesini oluştururken Spinoza, Leibniz, Hume, Kant, Nietzsche, Bergson ve Foucault üzerine monograflar yayımlamış, bu filozofların geleneksel felsefe tarihi izleğindeki konumlarına ve bu izlek dahilinde yorumlanma biçimlerine radikal eleştiriler getirmiştir. Çalışmalarında güzel sanatlar, edebiyat, matematik ve doğa bilimleri arasında çapraz geçişlerle bu farklı alanları birbirine indirgemeksizin yeni bir düşünme tarzının önünü açmıştır. Gerek kişisel çalışmalarında gerek 1969’da tanışıp uzun süre beraber çalıştığı psikanalist Félix Guattari ile birlikte rizom, çokluk, fark, olay, oluş, savaş-makinası, organsız beden, içkinlik, virtüel/aktüel, minör edebiyat, duygulam, göçebebilim gibi kavramlarla yirminci yüzyıl kıta felsefesi içerisinde yaygın düşünce hatlarının dışında özgün bir siyaset felsefesi ve etik ortaya koymuştur. Üstünde durduğu fark metafiziğinin felsefe tarihinin süregelen varsayımlarıyla olan ilişkisini tartıştığı Fark ve Yineleme (1968) ile anlamın ortaya çıkışını, biçimlerini ve yapısını incelediği Anlamın Mantığı (1969) yayımlandıkları dönemde ciddi bir yankı uyandırmış ve Michel Foucault, Anlamın Mantığı kitabını değerlendirdiği bir yazısında yirminci yüzyılın bir gün Deleuzecü bir yüzyıl olarak anılacağını ifade etmiştir (Deleuze bir röportajında bu yakıştırmayı Foucault’nun kimilerini gülümsetmek kimilerini de kızdırmak amacıyla yaptığı ince bir espri olarak değerlendirecektir). Félix Guattari ile birlikte kaleme aldıkları çalışmalardan Anti-Oidipus (1972) ve Bin Yayla (1980) başlıklarıyla iki cilt halinde yayımladıkları Kapitalizm ve Şizofreni, psikanaliz, ekonomi, linguistik, antropoloji, ontoloji, etoloji, siyaset felsefesi, metalürji gibi çok geniş bir yelpazeye yayılan argümanları ve referanslarıyla yirminci yüzyılın en önemli çalışmaları arasında sayılabilir. Deleuze, 1925 yılında orta sınıf muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelmiştir. Paris’te bir devlet okulunda başladığı eğitimine, Almanların Fransa'yı işgali üzerine Normandiya’da devam etmiş, işgal sona erdikten sonra seyahat etmek için bile olsa, artık pek ayrılmayacağı Paris’e yeniden dönerek hayatı boyunca çalışmalarını burada sürdürmüştür. Söz konusu işgal sırasında Deleuze’ün erkek kardeşi çeşitli muhalif faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle Nazilerce tutuklanmış ve daha sonra Auschwitz’e gönderilirken trende yaşamını yitirmiştir. Deleuze, 1944 yılında Sorbonne’da üniversite öğrenimine başlamış, burada önde gelen felsefe tarihi profesörleri Jean Hyppolite, Georges Canguilhem, Ferdinand Alquié ve Maurice de Gandillac’ın öğrencisi olmuş ve hocalarından çalışmalarının ilk ilhamlarını almıştır. Deleuze bir röportajında öğrencilik yıllarından
bahsederken, akademi dışından bir figür olarak Sartre’ın düşüncelerinin de bu dönemde boğucu bir biçimde Husserl ve Heidegger’in düşünceleri etrafında dönen Fransız akademisi içinde ferah bir nefes gibi geldiğini belirtir. 1948 yılında agrégation derecesini aldıktan sonra 1956 yılına kadar uzun bir dönem çeşitli liselerde öğretmenlik yapmıştır. Bir çevirmen olan eşi Denise Paul “Fanny” Grandjouan ile 1956 yılında evlenmiştir. Lisede öğretmenlik yaptığı bu dönemde Hume’un amprizmine yoğunlaştığı Ampirizm ve Öznellik (1953) kitabını yayımlamıştır. 1957 yılında Sorbonne’da ders vermeye başlamış ve on iki yıl boyunca Paris’te değişik eğitim kurumlarında çalışmıştır. Üniversitelerde ders verdiği bu dönemde yayınlarına Nietszche çalışmalarına yeni bir soluk getirecek olan Nietzsche ve Felsefe (1962) ve kısa aralarla Kant’ın Eleştirel Felsefesi (1963), Proust ve Göstergeler (1964) ve Bergsonculuk (1966) ile devam etmiştir. 1968 yılında doktora derecesi için tamamladığı iki tez çalışmasını, Fark ve Yineleme (1968) ile Spinoza ve İfade Problemi (1968) kitaplarını yayımlamıştır. Deleuze’ün uzun yıllar sürecek olan akciğerleriyle alakalı rahatsızlığının başlangıcı da bu döneme rastlar. Deleuze 1969 yılında bir eğitim reformunun denendiği dönemde Vincennes’te bulunan Paris VIII’de kalıcı olarak öğretim görevlisi pozisyonunda çalışmaya başlamıştır. Burada daha önceden tanıdığı Michel Foucault ile arkadaşlığı perçinlenecek ve Félix Guattari ile tanışacaktır. Deleuze, 1987 yılında emekli olana kadar bu üniversitede çeşidi dersler ve seminerler vermiştir. Burada verdiği derslerin bir bölümü Richard Pinhas ve bazı diğer öğrencilerinin inisiyatifiyle kaydedilmiş, yazıya dökülmüş ve internet üzerinden paylaşıma açılmıştır. Deleuze, Paris VIII’de çalışmaya başladığı yıl Anlamın Mantığı (1969) isimli çalışmasını yayımlamıştır. Félix Guattari’yle uzun yıllar sürecek olan beraber çalışmaları da bu kitabın yayımlanması sonrasına rastlamış ve ortak çalışmalarının ilk ürünü üç yıl sonra yayımlanacak olan Anti-Oedipus (1972) olmuştur. Deleuze daha sonra Anlamın Mantığı’nın İtalyanca baskısı için kaleme aldığı sunuş yazısında bu kitabının kendisi için bir dönüm noktası teşkil ettiğini ifade ederken kimi psikanalitik kavramları yeterince eleştirel ele almadığını dile getirecek ve bu noktada Anti-Oidipus’ta ortaya koyacakları yeni kavramlarda Félix Guattari’nin dönüştürücü etkisinin altını çizecektir. Kapitalizm ve Şizofreni başlığı altında topladıkları iki ciltlik çalışmalarının ilk kısmı olan Anti-Oidipus (1972) Mayıs 68 atmosferi içerisinde siyasalın yeniden düşünüldüğü bir çalışma olarak öne çıkar. 1975’te yine Guattari ile birlikte kaleme aldıkları çalışmalarının ardından toplam sekiz yıllık bir aradan sonra Kapitalizm ve Şizofreni çalışmalarının ikinci kısmı olan Bin Yayla'yı (1980) yayımlamışlardır. Bin Yayla’nın, Anti-Oidipus’ta çok temel önem arz eden bazı kavramlara neredeyse hiç değinmeden yeni problematikler, yeni sorular ve yeni kavramlar gündeme getirerek, kavramların durağan ve kopuk bir düzen arz ettiği kapalı bir sistemden ziyade farklı soruların ve bu soruların başlangıç, bitiş ve kesişme noktalarının durmadan yeniden tasarlandığı, bir bakıma tam da mevzubahis çalışmanın altını çizmeye çalıştığı şekliyle, “rizomatik” bir yazma ve düşünme şeklini hayata geçirdiği söylenebilir. 80'li yıllarda Francis Bacon’un resimlerini değerlendirdiği ’nı (1981), iki ciltten oluşan sinema çalışması Hareket-İmaj (1983) ve Zaman-İmaj’ı (1985) ve Leibniz monografı (1988) çalışmalarını yayımlamıştır. Yine bu dönemde kaybettiği arkadaşı Foucault’nun ilerleme ve kırılmalarıyla düşünsel güzergahını inceleyip zaman zaman yeniden formüle edeceği Foucault (1986) monografını yayımlamıştır. Deleuze, Foucault’nun ölümünün ardından verdiği çeşitli röportajlarda Foucault’nun çalışmalarının ne denli ufuk açıcı olduğunu vurgulamış ve bir röportajında Foucault’ya onun kendisine duyduğu ihtiyaçtan çok daha fazla ihtiyaç duyduğunu ifade ederek Foucault’nun çalışmalarına duyduğu ilgi ve hayranlığı mütevazı bir şekilde dile getirmiştir. 1991’de Guattari ile son ortak çalışmaları olan Felsefe Nedir?’in (1991) yayımlamışlar ve bu yayından bir yıl sonra Guattari yaşamını yitirmiştir. Bu yıllarda Deleuze’ün akciğer rahatsızlığı da ağır ve çalışmalarını engelleyecek bir şekilde seyretmeye başlamış ve çoğunlukla edebi metinler üzerine değerlendirmelerinden oluşan Kritik ve Klinik (1993) kitabının yayımlanmasından iki yıl sonra Deleuze, 4 Kasım 1995’te evinde intihar ederek yaşamına son vermiştir. Deleuze ölümünden kısa bir süre önce Claire Parnet ile birlikte Arte Channel için alfabe formatında kaydettikleri uzun bir söyleşi yapmış ve "İçkinlik: Bir Hayat" başlıklı kısa bir yazı yayımlamıştır. Yaşamının son yıllarında Deleuze’ün Marx’ın İhtişamı başlıklı bir Marx monografı üzerine çalıştığı bilinmektedir. Deleuze’ün ölümünün ardından çağdaşları Deleuze’ün felsefe tarihini yorumlayışının ve kendi felsefesinin özgünlüğünü vurgulayan yas yazıları kaleme almışlardır. Bu yazılar arasında kuşkusuz en dikkat çekenlerden biri Jacques Derrida’nın Deleuze’ün çalışmalarıyla kendi çalışmaları arasında jestlerdeki aşikar uzaklığa rağmen tezlerde önemli bir yakınlık gözlemlediğini ve Deleuze’ün ardında tamamıyla kendisine özgü ve mukayeseye gelmeyen biz iz bıraktığını ifade ettiği 7 Kasım 1995’te Libération’da yayımlanan yas yazısıdır. Gilles Deleuze’ün düşüncesinin kavramsal bir haritasını çıkarmak için öncelikle Deleuze’ün felsefenin yaratıcı bir etkinlik olduğunu vurgulayan yaklaşımına ve özgün kavram kavrayışına başvurmak gerekir. Deleuze, felsefeyi bir tefekkür etkinliğinden ziyade kavram yaratımı olarak tanımladığından bütün çalışmalarında yeni kavramlar ortaya koymuştur. Felsefenin yaratıcı bir faaliyet olarak tanımlanması öncelikle özdeşlikten ziyade farkı, kapalılıktan ziyade çoklu bağlantıları ve mutlak kararlılık ya da keskinlik gözeten bir tespitten çok kararsızlık ve belirsizlikleri kucaklayan bir açık uçluluğa dayanan yeni bir yaklaşımı gerektirdiğinden ne çalışmalarında ortaya koyduğu kavramlar ne de bu kavramlar arasındaki ilişkiler bir sabitlik arz eder. Deleuze’e göre hiçbir kavram tek bir parçadan, tek bir öğeden oluşmaz bu yüzden her kavram komplekstir ve bir çokluk belirtir. Bu parçalar hem birbirlerinden ayrıdır hem de birbilerine temas ettikleri ya da birbirlerini kestikleri sahalar söz konusudur. Bu ayırtedilemezlik eşikleri en nihayetinde ayrı birer konsept ifade edecek olan çokluklar arasında da mevcuttur. Kavramlar dahili tutarlılıklarını parçalarının örtüşüp iç içe geçtiği bu sahalardan, dışsal tutarlılıklarını da diğer kavramların aynı düzlemde oluşturdukları bağlantılardan alırlar. Deleuze’ün kavram kavramının diğer bir önemli özelliği de kavramın bir şeyin özünü ifade etmekten ya da zamansal-mekansal bir eksende konumlandırmaktan ziyade bir yeğinlik ekseni boyunca dizilim ifade etmesidir. Bu yeğinlik ekseninde kavramların bu parçalı yapısı ve bu parçaların çakışma, örtüşme ve kesişme ilişkileri bir yapbozun parçaları gibi birleştirilince ortaya bir bütün çıkaracak bir dağılım arz etmez. Kavramları birbirine bağlayan köprüler her zaman için hareketli köprülerdir. Deleuze’ün diğer filozoflar üzerine yaptığı çalışmalar kavramların bu parçalı ve değişken yapısının açıkça görülebileceği bir saha çalışması gibidir. Felsefe tarihinin en önemli kavramları farklı bir şekilde titreştirilerek yahut bu kavramlar arasındaki köprülerin yerleri değiştirilerek mevcut kavramsal ilişkiler incelikli bir şekilde altüst edilir. Bu, bir yazısında Deleuze’ün belirttiği gibi söz konusu filozoflarla reddedemeyecekleri bir canavar çocuk yapan bir arkadan yaklaşma ("enculage") etkinliğidir. Deleuze’ün yirmi sekiz yaşında yayımladığı ilk çalışması "Ampirizm ve Öznellik" özellikle Fransa’da yoğun bir şekilde çalışılan Heidegger ve Husserl’in çalışmalarının aksine yüzünü İngiliz ampirizmine ve bu geleneğin en önemli filozoflarından Hume’a dönmüştür. Deleuze bu kitabında felsefenin en önemli sorunsallarından birini, ampirizm ve usçuluk gelenekleri arasındaki ilişkiyi, tamamıyla faklı bir düzlemde kurgulayacaktır. Deleuze’ün Hume’da özellikle dikkatini çeken birleştirici herhangi bir üst unsura dayanmadan ortaya konan kendilik ve öznellik anlayışıdır, diğer bir deyişle, Deleuze Hume’da aşkınsal mekanizmalara gerek duymadan ortaya konacak bir öznellik anlayışının izlerini sürer. Hume’un zihnin çalışma biçimlerini açıklarken ortaya koyduğu çağrışım ("association") nosyonunun yanı sıra inanç ve ilişkilerin dışsallığı fikri sadece öznellik açısından değil toplumsallık kavrayışı açısından da Deleuze’ün içkinlik felsefesinin önemli kaynaklarından bir olacaktır. "Nietzsche ve Felsefe" çalışmasında ise Heidegger’in yorumunun hakim olduğu Nietzsche çalışmalarına yeni bir bakış açısı getirecek ve Nietzsche çalışmalarını radikal bir şekilde değiştirecektir. Deleuze bu kitabında öncelikle Nietzsche’deki aktif ve reaktif kuvvetlerin ilişkisine eğilerek neden reaktif kuvvetler tarih boyunca aktif kuvvetlere üstün çıkageldiği sorusuna yoğunlaşır. Bu çalışmasında vurgulayacağı diğer hususlardan biri Nietzsche’nin olumlayıcı felsefesidir. Olumlama her şeye evet demek demek değil, evet ve hayır arasında Hegelci olmayan bir karşıtlık kurmak anlamına gelecektir. Reaktif kuvvetler kendilerini bir çifte olumsuzlama ile tanımlamak durumundayken aktif kuvvet için başlangıç noktası hep bir olumlama olacaktır. Deleuze’e göre Nietzsche’deki güç istenci de güç istemek demek değil olumlanan her şeyin “üssü n” biçiminde olumlanması demektir. Bu yüzden Deleuze için Bengi Dönüş aynılığın geri dönmesinden ziyade bir test ifade eder ve bu testten sadece aktif kuvvetler ve olumlama geçebilir. Deleuze Nietzche’nin felsefesini yaşamı başka aşkın değerler karşısında değersizleştirmenin, yani yaşamın değerini sıfıra indirgeyen nihilizmin karşısında yaşamı olumlayan içkinci bir çalışma olarak sunar. Nietzsche’nin iyinin ve kötünün ötesinde kurmaya çalıştığı etik böylece daha önce kötü kabulen her şeyin artık
makbul sayılacağı bir yerde değil, iyinin ve kötünün birtakım aşkınsal değerlerden ziyade içkin kriterlere göre değerlendirileceği bir düzlemde cereyan eder. "Kant’ın Eleştirel Felsefesi" kitabında da gerek Hume monografında öznellik teması etrafında gerekse Nietzsche’nin ahlak eleştirisi çerçevesinde öne çıkan aşkınsallık eleştirisini bu kez aşkınsallığın en önemli adreslerinden birinde, Kant’ın usun eleştiri çalışmalarını değerlendirerek yeniden formüle edecektir. Bu çalışmayı Deleuze’ün en özgün “arkadan yaklaşma”larından biri olarak değerlendirmek mümkündür zira Deleuze bu monografında Kant’ın aşkınlıksal hareketlerinin güzergahlarını ortaya koymaktansa Kant düşüncesinin içkinlik hatlarının bir haritasını çıkarır. Deleuze için Kant’ın dehası bir noktada usun içkin bir eleştirisini sunmasında yatmaktadır zira Kant’ın aşkınsal yanılsama kavramı kaynağını dış dünyadan değil bizzat usun kategorilerinin gayrımeşru kullanımından alır. Kant’a göre aşkınsal illüzyon, usun kategorilerinin Tanrı, Ruh, Kozmoz gibi deneyim alanında dahil olmayan antitelere uygulanmaya çalışılmasından ileri gelir oysaki bu antiteler usun birtakım tasım dizilerinin boşluklarını doldurmak üzere ürettiği tamponlardan başka bir şey değildir. Yani usun meşru işleyişi içkin bir işleyişe bağlı kılınmıştır. Ne var ki Kant’ın bilinç için kurduğu bu içkinlik düzlemi en nihayetinde bu düzlemin dışarısında tasarlanan aşkın bir özneye endekslenecek ve böylece usun eleştirisi içkin bir güzergahtan uzaklaşacaktır. Bu sebeple Deleuze için Kant’ın mümkün deneyimin koşullarını ortaya koymaya çalışan aşkınsal felsefesini gerçek deneyimin genetik koşullarını ortaya koymaya çalışan bir düşünceye dönüştürmeye girişecektir. Kant’ın açtığı bu usun içkin eleştiri güzergahı, daha sonra Guattari ile birlikte kaleme alacakları Anti-Oidipus için en temel temalardan birini teşkil edecektir. Kant’ın eleştirel felsefesi kitabında öne çıkarılan problemlerden biri de Kant’taki usun yetilerinin birbiriyle uyumu ve ilişkisi sorunsalıdır. Deleuze Kant’ın bir anlamda bu ilişki problemini ele aldığı ve yargı yetisine yoğunlaştığı son kritiğini yetilerin uyumundan sorumlu aşkınsal bir mekanizma ortaya koymamasından dolayı olumlayacaktır. 1964’te yayımlanan "Proust ve Göstergeler" çalışması Deleuze’ün edebiyata etraflıca yöneldiği ilk çalışmasıdır. Dönemin "Kayıp Zamanın İzinde" serisini yaygın ele alış izleğinin aksine Deleuze bu çalışmayı hafızaya dair fenemonolojik bir deneme olarak okumayı reddedecek ve bu “izinde olma” ("recherche") halini çeşitli göstergelerin anlamını idrak etmeye çalışmaya dair bir çıraklık olarak ele alacaktır. Deleuze, Marcel’in keşfetmeye giriştiği bu göstergeleri dünyevi göstergeler, aşk göstergeleri, duyusal deneyim göstergeleri ve sanat göstergeleri olarak dörde ayırır. Deleuze bu kitaplar husunda sıklıkla öne çıkarılan “istemsiz hafıza”yı da duyusal deneyim göstergelerine dahil eder fakat Deleuze için istemsiz hafıza bu seri için ayrıcalıklı bir konum sahibi olmaktan uzaktır zira sadece sanat göstergeleri özlere ve zamana dair etraflı bir kavrayış sunabilir. Bu özler, değişmeyen nitelikler olarak hakikatlerine ulaşılacak kapalılıklara değil bir karşılaşma serisi içinde sürekli varyasyon halinde olan bir üretime işaret eder. Bu üretim geçmişe endeksli bir aynılıktan ziyade yalnızca farklılığın tekrarlandığı yaratıcı bir zamansallık prensibiyle çalışır. "Bergsonculuk" (1966), "Proust ve Göstergeler"’de ön plana çıkan geçmiş ve hafıza konusundaki incelemenin yeni bir bağlamda detaylıca ele alınacağı bir çalışmadır. Bu bağlam kaynağını öncelikle Bergson’un sezgi metodundan alır. Deleuze Bergson’un felsefesini süre, hafıza ve "élan vital" olmak üzere üç basamakta inceleyecek ve sezgi metodunu bunları çaprazlamasına kesen bir kavram olarak öne çıkaracaktır. Deleuze’e göre sezginin üç temel faaliyeti vardır: sorunsallar yaratır, niteliksel farkları keşfeder ve gerçek zamanın kavranmasını sağlar. Bergson’un yanlış problemler kavramı Deleuze’ün sezgi tartışmasında önemli bir yer tutar. Yanlış kategorisini sorunsala uygulamayı tercih eden bu Bergsoncu manevra iki çeşit yanlış problem tanımlar. Bunlardan ilki, olmayan problemlere ilişkindir, diğer bir deyişle, bu problemler bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek ve olası, varlık ve hiçlik, düzen ve kaos kavramları değerlendirilirken bu ikililerden ilk terime ikinci terimin sahip olmadığı bir ayrıcalık tanıyıp ikinci terimi tekrar bu yoksunluk üzerinden tanımlamak olmayan probleme örnektir. Söz gelimi olası kavramı gerçekleşmeyi bekleyen olarak yani gerçekleşmiş olmaktan mahrum olmak özelliğiyle karakterize edilir ve zamansal ölçekte böylece gerçeğin öncesine yerleştirilir. Deleuze, virtüel kavramını Bergson’un işaret ettiği bu yanlış problemi gözeterek kurgular zira Deleuze’de virtüel olan gerçek olanın zıddı değildir. Virtüel, en az gerçek kadar gerçektir bu yüzden gerçekleştirilmeyi beklemez. Aktüel olan ise virtüel olandan gerçeklik ölçeğinde değil yeğinlik ölçeğinde farklılaşır. Yani virtüelin, aktüel ile genetik bir ilişkisi olsa da aktüelizasyon bir benzerlik ilşkisine dayanmaz. Deleuze bu farklılaşmayı da Bergson’un işaret ettiği bir diğer yanlış sorunsal fikrini gözeterek tasarlar. Bergson’a göre niteliksel olarak birbirinden farklı terimleri aynı gruba dahil etmek bozuk ifade edilmiş sorunsalların karakteridir. Zeno paradoksu zaman ve uzamı an şeklinde bir üçüncü kategoride buluşturup aynı şekilde parçalamaya çalıştığı için bozuk ifade edilmiş sorunsala bir örnektir. Aktüel ve virtüel arasındaki fark da niceliksel değil niteliksel bir fark ifade eder. Yine Deleuze’ün en çokyüzlü ve girift kavramlarından biri olan çokluk da Deleuze’ün Bergson okumasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Çünkü çokluk Bergson’un vurguladığı türden niteliksel bir farkı yüzeye taşır ve diferansiyel bir düzlem öngörür. Bergson uzayı uzamsal nümerik çokluklara zamanı ise yeğinliksel sürekli çokluklara dahil ederek ilk kategorinin nitelikte herhangi bir değişiklik olmadan bölünebileceğini fakat ikinci türden çoklukların yani yeğinliksel sürekli çoklukların bölünmesinin ise bu çoklukların niteliğinin bütünüyle değişmesi anlamına geleceğini ifade eder. Deleuze’ün hem aktüel hem de virtüel kavrayışı için Bergson’un nicelikten çok niteliksel bir toplamın altını çizen Bergsoncu çokluğun sunduğu bu diferansiyel düzlem elzemdir. 1968 yılında yayımlanan "Fark ve Yineleme" kitabında Deleuze yeni bir fark kavramı ortaya koymaya çalışır. Bu girişimin odağında farkı özdeşliğin türevi yani iki özdeşlik arasındaki bir ilişki olarak değil de hiçbir dolayıma başvurmaksızın kendinde fark olarak kavramak yatar. Deleuze özellikle Platon, Aristo, Descartes, Hegel ve Heidegger’in farkı ele alış biçimlerini detaylıca değerlendirir ve Platon’un simulakrayı bir modele bağımlı ve ikincil kıldığı, farkı temelde bir olumsuzlamaya endeksleyen düşünce güzergahının tam tersi yönünde bir manevrayla kendinde fark kavramını ortaya koyar. Bu anti-Platonik fark kavrayışı, özdeşliği kendinden her daim farklılaşan bir farka ardıl kılar ve soyutlamayı değil farklılaşmayı vurgulayan yeni bir İdealar kuramının hatlarını çizer. Bu yeni anlayışa göre İdealar modelden ziyade bir problem belirtir. Bu yeni fark kavrayışı beraberinde yeni bir yineleme kavrayışını da getirecektir zira farkı özdeşliğe indirgeyen en temel manevralardan biri tekrarın varsaydığı zamansal dağılıma ilişkindir. Bu noktada Deleuze dairesel ve Kantçı olmak üzere iki farklı zaman kavrayışına eğilir. Deleuze’e göre dairesel zamanın işaret ettiği teleoloji ve Kantçı zamanın dönüşü olanaksız kılan doğrusal dağılımı yinelemeyi özdeşliğe mahkûm etmektedir. Deleuze’ün yineleme anlayışı ise Nietzsche’nin olumlamayı esas alan Bengi Dönüş’ü gibi aynılığın değil sadece farkın geri dönüp ve tekrarlanabildiği seçici bir zamansallığa dayanır. Deleuze’ün tarih anlayışı için Hegelci diyalektikte olduğu gibi olumsuzlama değil farkların olumlanması esastır. Deleuze çizdiği bu özgün fark metafiziği çerçevesi içerisinde fark ontolojisinin de kavramlarını ortaya koyar ve "Bergsonculuk" çalışmasındaki zaman ve çokluk tartışmasını bu fark ontolojisine eklemler. Platon’un idea ve görüngü arasında belirlediği ilişkinin aksine aktüel virtüeli model alarak taklit ediyor değildir; aktüellikler, çeşitli yeğinliksel süreçler sonucunda farklılaşarak ortaya çıkar. Virtüel aktüeli dışarıdan koşullayıp kontrol ettiği aşkınsal bir düzlem değil, içkin bir ilişki ortaya koyar. "Fark ve Yineleme" kitabındaki “dogmatik düşünce imajı” tartışması da Deleuze’ün felsefe tarihiyle hesaplaşması açısından önemli izleklerden birini ortaya koyar. Deleuze’e göre Descartes’ın bütün varsayımların öncesinde hakiki bir başlangıç noktası için "cogito"ya gitmesi esasında çok temel bir varsayıma yaslanmaktadır: herkes düşünmenin ne demek olduğunu bilir. Bu varsayıma düşünme faaliyetinin hakikatle hep çok yakın bir ilişki içerisinde olması zaruriyeti eklemlenince Deleuze hakiki başlangıç aslında düşünme etkinliğinin aklıselime geri dönmesi yani aklıselimi tasdik edecek bir an bulunması probleminden ibaret olduğunu belirtir. Öbür yandan Deleuze için düşünmek dogmatik düşünce imajının öngördüğü gibi dünyayla etkileşimin azaldığı, meditatif bir etkinlik belirtmez. Tam tersine dünyayla birebir ilişki içerisinde, bir uyumsuzluk sonucunda ve bir zaruriyet olarak ortaya çıkar. Deleuze dogmatik düşünce imajı tartışmasında “yanılgı”ya yönelik çeşitli kavrayışların da çoğu kez aklıselimi tasdik etmekten öteye gidemediğini ortaya koyar. Zira dogmatik düşünce imajı için önermelerin iki boyutu vardır: anlatım("expression") ve adlandırma("designation"). Bu iki boyutlu düzlemde anlam anlatım düzlemine ait kılınır ve bir önermenin doğruluğu veya yanlışlığı anlamın adlandırdığı objeye bakılarak tasdik edilir. Yani doğruluk ve yanlışlık anlamla değil adlandırmayla ilişkili kılınır zira yanlış önermelerin de belirli bir anlamı olacaktır. Anlam böylece doğruluğu ve yanlışlığı koşullayan fakat hiçbir şekilde ondan etkilenmeyen bir satıhta tanımlanır. Deleuze ise anlamın a
dlandırmaya ve adlandırmanın sonuçlarına kayıtsız bir düzlemde şekillendirilmesine karşı çıkar ve önerme ile adlandırma arasındaki ilişkiyi anlam düzlemine taşır. Böylelikle anlam önermeye ait bir yüklem olmaktan ziyade önermenin içkin koşullarını ortaya koyan bir problematik halini alır. Deleuze de öteki postyapısalcı düşünürler gibi, genel felsefe tarihinin eleştirisiyle çalışır, ve onu yeniden kurgular. Bu girişim, bilinen anlamda Felsefe tarihi anlayışının yerle bir edilmesi anlamına gelir. Sabit bir varlık fikrini sorgular Deleuze ve özne-nesne ilişkileri üzerine kurulu kuramları devirmeyi amaçlar. Bir tür Ayrım Felsefesi’dir Deleuze’un istediği diyebiliriz. Başka bir deyişle ise "olay" ya da oluş felsefesi sözkonusudur burada. Bu yepyeni bir "düşünmenin" temellendirilmeye çalışılmasıdır. Félix Guattari ile birlikte yaptıkları çalışmalarda kök-sap (rizom) kavramının ortaya çıktığı ve belirleyici bir rol oynamaya başladığı görülür. Kök-saplar birlik ve bütünlüğü olmayan çokluklardır, ki Deleuze'un felsefesinde "çokluk" önemli bir kavramdır. Sabit bir düzenleri söz konusu değildir bu kök-sapların, ancak kök-sapın belli bir noktası başka bir nokta ile ilişkili olabilir. Şu ya da bu noktada kopmalar olabilir, kesintiler olabilir. Kök-saplar belli bir "yapıya" ya da "köke" bağlanmazlar Deleuze'un düşüncesinde. Dolayısıyla kök-sap, gerçekliğin temellük edilmesi anlamında bir model değildir, yalnızca belirli karşılaşmaların (olayların ya da oluşların) bilgisine dayalı bir düşünme girişimidir. Felsefe tarihi içinde Deleuze’un ilgisini çeken düşünürler ilginc bir seyir gösterir.Örneğin başlıca olarak şunlar: Stoacılar, David Hume, Henri Bergson, Friedrich Nietzsche, Leibniz ve belirgin olarak da Spinoza. Bunların aralarında çok az düşünsel bağlantı noktaları vardır, buna rağmen Deleuze’un üzerinde değişik yönlerden etkileri söz konusudur. Her biri belirli şekillerde felsefe yapmayı sorun etmiş kişilerdir bunalr ve felsefe dışına doğru çaba göstermişlerdir. "Felsefe yapmanın" eleştirisi Deleuze’un ilgisini çeken noktadır, çünkü o soyut kuramlardan daha çok oluşun yaratıcılığının düşünülmesinden yanadır. Dolayısıyla Immanuel Kant gibi filozoflar yoğun bir eleştirellikle değerlendirilir. Deleuze, özgül terimler ve kavramlar üretir. Bunların her biri yine bağlamları itibarıyla de özgül konumlara sahiptirler; bu bakımdan öteki postyapısalcılar gibi ve belki de çok daha fazla onun yazılarını anlamanın zorlukları vardır. Bir yanda Kant türü bir ussalcılığın eleştirisi bir yanda kuramsal bir donukluk anlamına gelen Hegelciliğin reddedilmesi Deleuzecu düşüncenin özelliklerini gösterir. "Bergsonculuk" kitabında Hegel karşıtlığının çerçevesi görülür. Deleuze’e göre "bedenler" ve "olaylar" her zaman şimdide (şimdiki-an'da) var olurlar ve bu nedenle Deleuze bir tür oluş felsefesi geliştirmeye çalışır. Her eylem sonsuz bir oluşun parçasıdır, asla dil yoluyla belli bir özneyle bağlantılandırılabilecek bir nitelik arz etmezler. Özne değil ama beden kavramı Deleuzecu felsefede temel öneme sahiptir. Spinoza "da" gerçek anlamda bedenin ne olduğunu kavramış bir düşünür olarak kabul edildiği için Deleuze tarafından hayli önemsenir. Deleuze 1969 yılında psikanalizci ve siyasal eylemci Félix Guattari ile tanışır. Bu tanışma onun düşüncesinde önemli bir uğrak olarak kabul edilmektedir.İkili bu andan itibaren birlikte derinlikli ve etkili ortak çalışmalara imza atmışlardır. Felsefe Nedir? başlıklı kitap ikilinin "Felsefe" hakkındaki fikirlerini vermektedir açık olarak.Buna göre felsefe bilimden ayrı olarak, kavramlar yaratmaktır, ama öyle ki ancak dışsal bir gönderme düzlemine ya da aşkın bir doğruluk mantığına dayanmaksızın. Deleuze, felsefenin ötesinde sanat alanlarının pek çoğu üzerinde çalışmalar yapmıştır. Marquis de Sade, Franz Kafka ve Marcel Proust üzerine bilinen çalışmalarının ve Michel Tournier'a yönelik göstediği ilginin ötesinde müzik, resim, roman ve öykülere dair birçok makalesi sözkosudur. Deleuze’un geleneksel felsefeye karşı köksüz ve merkezsiz düşüncelerini en iyi ve açık olarak anlatacak kavramlar, yine kendi eseri olan " yersizyurtsuzluk " ve " göçebe düşünceler " kavramlarıdır. Kitaplar (Türkiye'de yayımlanma sırasına göre) Guattari'yle birlikte çalıştığı kitaplar Türkçedeki derlemeler Diğer Türkçe kaynaklardan seçmeler Henüz çevrilmemiş kitaplar. Diğer çevrim içi kaynaklar Ferhad Paşa Camii Ferhad Paşa Camii, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ferhad Paşa Camii (Banja Luka) Ferhad Paşa Camii, Bosna-Hersek'in iki siyasi biriminden biri olan Sırp Cumhuriyeti'nin fiilî başkenti Banja Luka'da bulunur. 1579 tarihinde, Bosna Sancak Beyi Ferhad Paşa adına Mimar Sinan'ın adı bilinmeyen bir öğrencisi tarafından yapılmıştır. Klasik dönem Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtır. 7 Mayıs 1993 tarihinde, Banja Luka'daki diğer camiler gibi Sırplar tarafından yıkılmış ve sahası buldozerlerle temizlenmiştir. 2001 yılından bu yana Bosna Hersek İslam Birliği Riyaseti tarafından başlatılan inşa çalışmaları başlatılmakla birlikte 25 Mart 2014'te TİKA ile iş birliği yapılmış ve cami aslına uygun olarak 7 Mayıs 2016 tarihinde yeniden inşa edilerek tekrar ibadete açıldı. Ferhad Paşa Camii, Çatalca Ferhad Paşa Camisi, Çatalca'da bir cami. 1575 yılında Ferhat Paşa tarafından Çatalca tepesinin eteğine Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Mercyful Fate Mercyful Fate. Asıl adı Kim Bendix Petersen olan King Diamond'un vokalistliğini yaptığı heavy metal grubu. İlk albümleri 1982 yılına ait "nuns have no fun" dur. Fakat asıl başarıyı ertesi yıl çıkardıkları "Melissa" albümü ile yakalamışlardır. Sonradan tekrar düzenlenip kayıt edilen albümün ilk ve tek single 1983 yılında çıkardıkları "black funeral" dir. 1984 yılında "Don't Break The Oath" albünün çıkmasından kısa bir süre sonra solo gitarist Hank Shermann ile King Diamond arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden grup dağılmıştır. Bu arada King Diamond kendi ismini taşıyan grubuyla müzik hayatına devam etmekteydi. Tekrar görüşmeye başlayan King Diamond ve Hank Shermann 8 yıl sonra çalışmalara başladılar ve 1993 yılında "In The Shadows" albümünü yayınladılar. Bu albümde "Return Of The Vampire ('93)" parçanın bateristliğini Metallica'dan Lars Ulrich konuk sanatçı olarak yapmıştır. 1994 yılında "Time", 1996 yılında "Into The Unknwon", 1998 yılında "Dead Again" ve son olarak 1999 yılında "9" albümlerini yayınladılar. Joseph Epes Brown Joseph Epes Brown(d.9 Eylül 1920 - ö. 19 Eylül 2000) Montana Üniversitesi Dini Araştırmalar profesörüydü. "Amerikan Yerli Gelenekleri" ve "Dünya Dinleri" alanlarında tanınmış bir yazar olan Brown Amerikan Yerlileri ile ilgili araştırmaların kurucularından biri ve Amerikan yüksek eğitiminde bu dini geleneklerin çalışılmasının önünü açan kişilerin başından gelmekteydi. Brown; lisans eğitimi Haverford College'de tamamladı. Master derecesini Stanford Üniversitesinden doktorasını ise Antropoloji ve dinler tarihi alanında Stockholm Üniversitesi'nde tamamladı. Amerikan Yerlilerinin geleneksel inanç ve değerlerine duyduğu ilgi onu eski bir Sioux şamanı-bilgesi Black Elk'e götürdü. Elk ile bir yıl birlikte yaşayarak ondan Oglala Sioux kabilesinin yedi ayini hakkında bilgi edinde ve bu bilgileri The Sacred Pipe kitabında okuyuculara aktardı.Black Elk kendisini oğul olarak kabul edip Brown'a "Chanumpa Yuha mani" (Kutsal Pipo ile yürüyen)adını verdi. Brown, 2000 yılında uzun süredir rahatsızlık çektiği Alzheimer rahatsızlığından sonra 80 yaşında dünyaya gözlerini yumdu. Mehrdad Oskuyi Mehrdad Oskuyi (d. 1969, Tahran), İranlı filmcidir. Çalışmalarına 1996 senesinde başlamış olan filmci, "Dabestane Haji Bashi" kurmaca kısa metrajı ile bilinmektedir. Oskuyi, ağırlıklı olarak Betacam ve 16, 35 mm formatlarında belgesel ve kurmaca filmler çekmektedir. Uluslararası festivallere katılan yönetmen, “My mother’s home, lagoon” filmi ile Avusturya’da 2000 yılında Gümüş Ödül sahibi olup, fotoğraf çalışmalarında da bulunmaktadır. Yönetmenin ilgi gören yapımlarından bir diğeri ise: "Az Beheshti Ke Miayim" ("Geldiğimiz yer: Cennet") adlı 15 dakikalık, Betacam formatında çektiği kurmacasıdır. Almanya ve Japonya’dan alınmış ödülleri bulunmaktadır. Mona Zendi Hakiki Mona Zendi Hakiki, İranlı kadın sinemacı. Alternatif İran sinemasının temsilcilerindendir. 1972 yılında Tahran'da doğdu. Fotoğrafçılık, senaristlik ve yönetmen yardımcılığı yaptı. Daha sonra kurmaca ve kısa belgesel filmler yapmaya başladı. Çerçevesi Olmayan Resim "(Farsça: Akse Bedoune Ghab - İng.: A picture without a frame)" ve 1999 yılında İtalya'da bir festivale katıldığı 15 dakikalık kurmacası Gizli Görüş "(Farsça: Raze Nagah - İng.: Secret Vision)" adlı çalışmları kayda değerdir. Hazırım Candan Erçetin'in ilk solo albümü olan "Hazırım" 1995 Ağustos ayında yayınlandı. Albümde Trakya ve Makedon ezgilerinin ağırlıktadır. Albümdeki 11 parçanın 10 tanesinin sözleri Mete Özgencil'e ait. Müziklerde ise Gökhan Kırdar çoğunlukta olmak üzere, Yusuf Bütünley, Sezen Aksu, Ahmet (Ahmet Akkaya) ve Balkan halk ezgileri yer almaktadır. Albüm iki versiyon olarak basılmış olup ilk versiyonda Sevdim Sevilmedim ve Umrumda Değil (An Anatolian Mix) bulunmamaktadır. Sevdim Sevilmedim Umrumda Değil The Remix Ep albümünden sonra ikinci basımı yapılmış ve iki parça eklenmiştir. Antlia (takımyıldız) Antlia (Pompa takımyıldızı), modern 88 takımyıldızdan biridir. Apus (takımyıldız) Apus (Cennetkuşu takımyıldızı), modern 88 takımyıldızdan biridir. Aquila (takımyıldız) Aquila (Kartal takımyıldızı), modern 88 takımyıldızdan biridir. Ara (takımyıldız) Ara (Sunak takımyıldızı), modern 88 takımyıldızdan biridir. Auriga (takımyıldız) Auriga (Arabacı takımyıldızı), modern 88 takımyıldızdan biridir. Caelum (takımyıldız) Caelum ya da Çelikkalem takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Camelopardalis (takımyıldız) Camelopardalis ya da Zürafa takımyıldızı modern 88 takımyıldızdan biridir. Canes Venatici (takımyıldız) Canes Venatici ya da Av köpekleri takımyıld
ızı modern 88 takımyıldızdan biridir. Canis Major Canis Major ya da Büyük Köpek takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Ayrıca, Batlamyus'un 48 takımyıldızından oluşan listesinde de geçer. Avcı Orion'u takip eden köpeklerden birini temsil ettiği söylenir (ayrıca bakınız: Orion, Canis Minor, Canes Venatici takımyıldızlarının maddeleri.) Büyük Köpek takımyıldızı, gece gökyüzündeki en parlak yıldız olan Sirius'u içerir. Sirius, aynı zamanda Kış üçgeni'nin bir parçasıdır. Büyük Köpek'in alfası Sirius, Dünya'dan görünen (Güneş'i saymazsak) en parlak yıldızdır. Ayrıca, Dünya'ya en yakın yıldızlardan biridir. Sirius, "yakıcı, kavurucu" anlamına gelir. Bu isimle anılmasının nedeni, Sirius'un doğudan yükselmeye başlamasının ardından, günler geçtikçe Güneş'in ışığında kaybolmasıyla birlikte yaz sıcaklarının başlamasıdır. Antik Yunan'da yazın bu günlerine, o sıcakta dışarıya çıkmak için sadece köpeklerin yeterince deli olduğuna ithafen, "köpek günleri" denirdi. Yıldız, bu sebepten "Köpek Yıldızı" olarak anılmaya başlamıştır. Sonuçta takımyıldız da "Büyük Köpek" olarak adlandırılmıştır. Canis Major Yıldızı Güneşten yaklaşık olarak 7.000.000.000 kat daha büyüktür. Büyük Köpek takımyıldızındaki diğer isimlendirilmiş yıldızlar: Gökyüzünün bu bölgesinde pek derin uzay nesnesine rastlanmaz. Büyük Köpek'teki tek Messier nesnesi, 4.6 kadirden bir açık küme olan M41'dir (NGC 2287). Sirius'un 4 derece güneyinde yer alır. M41, Dünya'dan 2350 ışık yılı uzaklıktadır, yaklaşık 8000 yıldız içerir ve 24 ışık yılı çapındadır. Ayrıca birkaç tane K-sınıfı yıldız barındırdığı belirtilmiştir. Takımyıldız bölgesinde görünen Canis Major Cücesi, Samanyolu'nun çevresindeki bir yörüngede dönen, yakın zamanda keşfedilmiş bir cüce gökadadır. Bu takımyıldız, batılılar tarafından çok eski bir tarihten bu yana bilinmektedir.Leyla ile mecnun hikâyesindede gecmektedir.Leylanın kopeği olarak bahsedilir. Leyla göçebe bir hayat yaşamaktadır. Mecnun Leylanın arkasından cadırının olduğu yere gelir ve Leylayı bulamaz ama Canis Major dilini uzatmıs yeryuzunde Mecnunu karsılamıstır... Bu takımyıldızın jüpiter tarafından europa'yı korumak üzere kurulduğu söylenir. Değişik inançlardan birisi de orion'un köpeklerinden biri olduğu inancıdır. Canis Minor (takımyıldız) Canis Minor ya da Küçük Köpek Takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Küçük bir takımyıldızı olup adı, Büyük Köpek Takımyıldızıyla ("Canis Major") karşılaştırma olarak Latince "küçük köpek" anlamına gelir. Koordinatları 08h 00m, +05° 00′ civarındadır. Takımın en parlak yıldızı (alfa yıldızı) olan Procyon, geceleyin görülen gökyüzünün yedinci parlak yıldızıdır. Yıldızın adı, Yunanca'da "köpekten önce" anlamına gelir: pro (önce) ve kuon(köpek) kelimelerinden türemiştir. Carina (takımyıldız) Carina ya da Karina takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Güney gökkürededir. "Carina" adı Latince'de "gemi omurgası" anlamına gelir. Bu isim, daha önceki takımyıldız adlandırmalarında bir gemi olarak tasavvur edilen Argo Navis takımyıldızının omurgasını oluşturan parçası olmasından ötürü verilmiştir. Argo Navis takımyıldızındaki yıldızlar günümüzde Karina, Yelken ve Pupa takımyıldızlarına dağılmıştır. Gökyüzündeki en parlak ikinci yıldız olan Canopus ve dev Eta Carinae Bulutsusu'nda (NGC 3372) bulunan süper kütleli yıldız η Carinae bu takımyıldızın bölgesinde bulunur. Samanyolu Karina takımyıldızı bölgesinde uzandığından, bu takımyıldızda birçok açık küme mevcuttur. NGC 2516 ve "Güneyin Pleiades'i" denilen IC 2602 bu takımyıldız bölgesindedir. Karina'daki en dikkat çekici nesne Eta Carinae Bulutsusunda (NGC 3372) bulunan Homunculus Bulutsusu'dur. Homonculus Bulutsusu, Samanyolu'nun en büyük yıldızlarından biri olan ve süpernova haline dönüşmekten pek de uzak olmayan düzensiz değişen yıldız Eta Carinae tarafından uzaya püskürtülmüş bir gezegenimsi bulutsudur. Yaklaşık 150 yıldız barındıran NGC 3532 kümesi ve çıplak gözle görülebilen bir küresel küme olan NGC 2808 de bu takımyıldız bölgesindedir. Epsilon Carinae ve Upsilon Carinae küçük teleskoplarla görülebilen bir çift yıldızdır. Karina ayrıca, her yıl 21 Ocak'ta en yüksek sayısına ulaşan Eta Carinids göktaşı yağmurunun da gerçekleştiği gökyüzü bölgesini içine alır. Centaurus (takımyıldız) Centaurus ya da Erboğa takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Güney yarımküreden gözlemlenebilmektedir. Bu takımyıldızda bulunan Alpha Centauri, aslında bir üçlü yıldız sistemidir ve Güneş'e en yakın yıldız olan Proxima Centauri'yi içerir. Yine bu takımyıldızın sınırları içinde olan ω Centauri, bir yıldız adı (Centaurus takımyıldızının ω yıldızı) taşımasına rağmen, aslında çıplak gözle görülebilen bir küresel kümedir. Cepheus (takımyıldız) Cepheus ya da Kral takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Kekili (cephei) dünyadan 50 ışık yılı uzak bir yıldızdır. Çıplak gözle gökyüzüne bakıldığında, (Casiopia, Andromeda takımına doğru) tacı olan bir insan gibi görünür. Türkçe sefe değişkeni ile ilişkilendirildiğinden Sefe adıyla bilinir. Cetus (takımyıldız) Cetus ya da Balina takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Kuzey gökkürededir. "Cetus" adı, her ne kadar günümüzde sıklıkla "balina" dense de, Yunan mitolojisi'ndeki bir deniz canavarı olan "Cetus"´tan gelmektedir. Balina, Kova, Balık ve Irmak takımyıldızları gibi diğer suyla ilgili tasvir edilen takımyıldızlarla birlikte, Su olarak bilinen gökyüzü bölgesindedir. Her ne kadar Balina zodyağın bir parçası olmasa da, tutulma düzlemi ("ekliptik") bu takımyıldız bölgesinin çok yakınından geçer, bu yüzden gezegenler kısa süreli de olsa Balina takımyıldızı bölgesinde gözlenebilirler. Asteroitlerin yörüngeleri genellikle gezegenlerden daha büyük eğikliğe sahip olduğundan bu durum daha çok asteroitlerde geçerlidir; örneğin asteroit 4 Vesta, 1807'de bu takımyıldız bölgesinde keşfedilmiştir. Bu takımyıldızın en dikkat çekici yıldızı, keşfedilmiş ilk değişen yıldız olan Mira'dır (ό Ceti). 331.65 günlük bir periyotla 2.0 kadirlik en yüksek görünür parlaklığına ulaşarak gökyüzünün en parlak yıldızlarından biri haline gelir ve eğitimsiz bir gözle bile kolaylıkla seçilebilir; ardından parlaklığı yeniden 10.1 kadire düşer. David Fabricius tarafından 1596'daki keşfi gökyüzünün değişmezliği varsayımını yıktı ve Kopernik devrimine destek sağladı. Bu takımyıldızdaki diğer yıldızlar: α Ceti (Menkar), takımyıldızın en parlak yıldızı olan β Ceti (Deneb Kaitos) veGüneş'e en yakın 17. yıldız olan τ Cetidir. Balina, galaktik düzlemden oldukça uzakta bulunmaktadır, bu yüzden pek çok uzak galaksi Samanyolu'nun tozları tarafından belirsizleştirilmeksizin görülebilir. Bunların içinde Messier 77 (NGC 1068), δ Ceti yıldızı yakınlarındaki 9. kadirden bir sarmal gökadadır ve bu takımyıldız bölgesindeki en parlağıdır. Chamaeleon (takımyıldız) Chamaeleon ya da Bukalemun takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Circinus (takımyıldız) Circinus ya da Pergel takımyıldızı, 88 takımyıldızdan biridir. Columba (takımyıldız) Columba ya da Güvercin takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Coma Berenices (takımyıldız) Coma Berenices ya da Berenices'in Saçı takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Corona Australis (takımyıldız) Corona Australis ya da Güneytacı takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Corona Borealis (takımyıldız) Corona Borealis ya da Kuzeytacı takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Sumo Güreşi Sumō (Japonca 相樸, veya 大相撲 "Ōzumō") Japonya'da çok eski tarihe dayanan ve birçok adete ve töreye dayanan geleneksel bir güreş türüdür. Japoncadaki "sumō", "sumafu" sözcüğünden gelmektedir ve bu "kendini savunmak" anlamına gelir. Bir Sumo güreşcisine "sumōtori' veya "rikişi" denir. Güreşenlerin hedefi rakibin, yarışma alanı olan kum havuzundan ya da bir saman-halatı ile işaretlenmiş halkadan dışarıya çıkmasını ya da dengesini bozup yere düşmesini sağlamaktır. Güreşçiler yere ayak tabanı dışında herhangi bir yerleriyle dokunduklarında maçı kaybetmiş sayılırlar. Sumo'da rakibini dışarı iterek çıkarmanın adı oshidashi'dir. Güç kullanarak dışarı atmak ise (havaya kaldırmak vs.) yorikiri'dir. Ayrıca bu karşılaşmaların aralarında dinsel ve geleneksel görevler yerine getirilir. Sumo'da turnuvalar 15 gün sürer ve bu 15 günün her birinde sumo güreşçileri birer maç yapar. 15 gün sonunda en çok galibiyeti olan turnuvayı kazanır. Galibiyeti eşit olan güreşçiler arasında playoff düzenlenir. Turnuvalar genellikle 15.000 kişilik salonlarda yapılır ve çoğunlukla tamamen doludur. Karşılaşmalardan önce seremoni sırasında sumocular sahaya tuz serperler. bunun amacı hem kötü ruhlardan arınmak hem de sahayı kayganlaştırmaktır. Bunun haricinde bilinen sumo hareketini (önce sol sonra sağ bacağı yukarı kaldırıp yere vurmak ki bu güç ve esneklik gösterisidir) yaptıktan sonra rakibiyle göz göze gelerek üstünlük sağlamaya çalışır. Bir karşılaşma genelde sadece birkaç saniye sürer. Turnuvalarda her günün sonunda özel sumo ritueli yapilir. Bu rituelde elinde geleneksel bir sopa bulunan yetenekli bir genç bir şarkı ve davullar eşliğinde ritmsel bir şekilde sopayı çevirmeye başlar ve bu da bitişin habercisidir. Her turnuvada yüzlerce karşılaşma yapılmaktadır. Sumo'da ki rütbelerden en önemlisi yokozuna (büyük şampiyon) ve ozeki (şampiyon)'dir. Turnuvalar zarfında bu kategorilerdeki sumocular oldukça yoğun ilgi görürler. BenQ BenQ Tayvan merkezli bilişim, iletişim ve elektronik eşya üreticisidir. Şirketin merkezi Tayvan'da Taoyuan şehrindedir. Yönetim kurulu başkanı K.Y. Lee'dir. İlk olarak 1984'te Continental Systems adıyla kurulmuş, daha sonra adını Acer CM (CM, "Communications and Multimedia" kısaltılmışı) olarak değiştirmiştir. En son olarak, şirket 5 Aralık 2001 yılında BenQ ismini almıştır. BenQ çeşitli teknoloji ürünleri üretmektedir. Bunlar arasında, TFT LCD monitörler, LCD TVler, scanner ve yazıcılar, dijital kameralar, projektörler, dizüstü bilgisayarlar, ve cep telefonları bulunmaktadır. 1999 yılında Acer Displa
y ve Upac Optoelectronics'in birleşmesi ile AUO (AU Optronics) adlı dünyanın 3. büyük LCD panel üreticisini kurmuştur. Bu grup şirketi 2006 yılında da çeşitli komponent üreticilerinin hisselerini ve Quanta Display Industries (QDI) şirketini satın almıştır. 1 Ekim 2005 tarihinde, BenQ Almanya'nın Siemens AG şirketinin cep telefonu kısmını Siemens Mobileni alarak cep telefonu pazarında en büyük altıncı şirket haline gelmiştir. Bu satış şirket bünyesinde BenQ Mobile,adıyla tamamen kablosuz iletişime yönelik yeni bir grubun oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu grubun cep telefonları BenQ-Siemens adıyla pazarlanmaktadır. Tayvan, Çin, Malezya, Meksika, Brezilya'da üretim tesisleri bulunmaktadır. 2004 yılından bu yana Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Taiciçüen Taiciçüen (太極拳, pinyin Tàijíquán) genellikle Tai-Chi olarak bilinen Çin Tao öğretisinden ortaya çıkmış evrenle uyumlanma, içrek savaş sanatıdır. Buradaki savaş sözcüğünü çatışma ile ilişkilendirilmemelidir. Dayanma gücü, dirlik, uyumu bulma mücadelesi daha uygun olacaktır. Tai-Chi'nin temel kökleri kadim iki kitaba dayanır. Birincisi, kökleri MÖ 3000'e kadar uzanan Değişimler/Dönüşümler kitabı olarak da bilinen Yi Çing, diğeri ise MÖ 5 yy.a uzanan Lao Zi'nin Dao (Yol) hakkında yazdığı Dao De Çing kitabıdır. Sonraki yüzyıllarda dövüş sanatlarında kullanılmaya başlanan öğretinin birçok ilk başlatıcısı olduğu ileri sürülmüştür. Bunlar daha çok uygulamacıların geliştirdiği farklı tekniklerdir. Misal Tai-Chi'nin hem dirilik için hem de dövüşme sanatı olarak ilk yapanlardan kabul edilen Çen ailesinden Çen Vang Ting'dir. Günümüze kadar farklı tarzları ulaşmış olan Tai-Chi'de en eski yöntemin Çen tarzı olduğu bilinmektedir. Günümüzdeki diğer tüm tarzlar Çen ailesi tarafından öğretilen düzeneğe dayanır. 19. yüzyıla kadar Çen ailesi içinde korunan sanat 1820'de aile dışından ilk defa Yang Lu Çan tarafından öğrenilmiş ve halka tanıtılmıştır. Yang Lu Çan'ın kendi birikimi ile yorumladığı kendi adıyla anılan Yang tarzı en yaygın kullanılan tarzdır. Yang ailesinden sanatı öğrenen farklı ustalar Wu/Hao, Wu ve Sun tarzlarını geliştirmişlerdir. Tai-Chi günümüzde çoğunlukla sağlık ve uzun yaşam amacıyla başvurulan bir beden çalışması olarak bilinse de ilk çıkışında yumuşak savaşma sanatı ve uygulamaları olarak kullanılmaktaydı. Hareketler tümüyle gevşeyerek ve yumuşak tavırla uygulanır ve kasların en gergin halde kullanıldığı diğer mücadele sanatlarından ayrılır. Tai-Chi kavramı Çin öğretilerinin evren kuramından gelir. Önce Vu-ci (無極 -"wuji)" yani hiçlik, kutupsuz hal, devinimsizlik, yokluğun yokluğu durumu vardır. Kutuplaşma ve devinim Yin ile Yang olarak çıkar. İşte bu ilk kutuplaşma ve ilk devinime Tai-Chi denir. Yüce eylem, ulu tetiklenme gibi anlamlar yakıştırılabilir ancak İngilizcesine dayanarak "yüce yumruk" demek Tai-Chi kuramından uzaklaşmak olacaktır. Yin ve Yang imgesinin asıl adı Tai-Chi'dir; evreni, devinimi ve kutupları gösterir. Bu öğretide sonsuz olmanın yolu yumuşak uyum ve biçimsiz olmak; tükenmenin yolu ise sert bozuşma ve kartca biçim almaktır. Farklı stillerde uygulanan Tai-Chi'de form olarak bilinen rutin hareket serileri sanılanın aksine sanatı öğrenmenin sadece belli bir kısmını oluşturur. Diğer kısımlar ise silahlı formlar, elle itme çalışması, uygulamalar, nefes ve enerji çalışmaları, hızlı Tai-Chi, mücadele setleri ve serbest dövüş çalışmalarıdır. Günümüzdeki formlar için 3 ana kaynak söz konusudur. Usta-öğrenci ilişkisine dayalı "Geleneksel Tai-Chi" formları, Çin Spor Komitesince 1960'lardan sonra derlenen "Modern Tai-Chi" formları (24 form Yang ve 42 form kombine) ve ne geleneksel ne de modern sınıfa giren 20. yüzyılda Tai-Chi'yi Amerika kıtasına taşıyan ve batı insanına göre modifiye eden 37 hareketlik "Cheng Man Ching" formu. Tai-Chi çevrelerinde en itibarlı kaynak sahip olduğu çeşitlilik ve zenginlik ile geleneksel Tai-Chi'dir. Ancak öğrenilmesindeki zorluk ve müsabakalarda standart gerekliliği daha sportif karakteristiği olan modern Tai-Chi'yi doğurmuştur. 24 formluk Modern Tai-Chi formları her biri sekiz formdan oluşan üç parçada öğretilir. İlk sekiz form sekizlik, ikinci sekiz form on altılık, üçüncü sekiz form ise yirmi dörtlük olarak nitelendirilir. Formlar her bir öğrenciye özel zaman ayrılarak öğretilebilir. Çok sayıda ayrıntısını öğrenmek kolay değildir. İlave olarak, öğrenilenleri seri şekilde uygulayabilmek için yoğun antrenman gerekir. Tai-Chi bilgi ve antrenmanına mutlaka kondisyon ve esneklik egzersizleri eşlik etmelidir. Bu konuda dengeli hareket edilmediği takdirde özellikle eklemlerde ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Tai-Chi görünürlüğündeki sadelik, akıcılık ve basitliğin aksine öğrenilmesi zor ve belli bir zaman alan, sadece yetkin bir eğitmenin gözetimi altında çalışılarak öğrenilebilen bir sanattır. Sanat hakkında yeterli bilincin ve kültürün olmadığı toplumlarda istismara açık bir konudur. Bu bakımdan Tai-Chi eğitmeninde aranması ve sorulması gereken ilk kriter soy ağacı yani eğitmenin, stilin yaratıcısına değin varması gereken şeceresidir. Tai-Chi Chuan, yüzyıllar önce Çin'de ortaya çıkmış olan bir sağlık sistemidir. Tai-Chi Chuan üzerine yapılan araştırmalar, bu uygulamanın solunum yolları, kan dolaşım sistemi, kemik ve eklem rahatsızlıkları gibi pek çok rahatsızlığın tedavisinde son derece etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Aerobik egzersizlerde olduğu gibi insanın fiziksel kapasitesini zorlamayan bu uygulama, günümüzde bazı üniversite kliniklerinde kalp ve astım hastalıkları gibi birçok rahatsızlığın tedavisinde başarıyla kullanılmaktadır. Tai-Chi Chuan, aynı zamanda etkili bir savaş sanatıdır. Mantık olarak yumuşak ve dirençsiz olanın, sert ve dirençli olanı yenmesi ilkesi üzerine kurulmuştur. Tai-Chi'ye göre kazanmanızı sağlayan şey boyun eğmektir. Bu denetimli boyun eğiş önce rakibinizin gücüyle uyum sağlamanızı ve ardından da rakibinizi kendi gücüyle yenmenizi sağlar. Bu nedenle de ustalar tarafından söylendiği gibi bir Tai-Chi savaşçısıyla savaşmak, serbestçe asılı duran bir çarşafı yumruklamak gibidir. Kendine suyu örnek alan Tai-Chi, tıpkı su gibi yumuşak ve dirençsizdir. Tai-Chi sanatçısı tıpkı su gibi hareket ederek rakibinin boşluklarını doldurur ve dirençsizliği sayesinde kendini kavramaya çalışan rakibinin parmakları arasından kayıverir. Tai-Chi klasiklerinde şöyle denmektedir: "Eğer rakibiniz sertse, o zaman yumuşayın. Buna boyun eğmek denir. Eğer rakibiniz devinim halindeyse, onunla aynı yöne doğru devinip ona yapışın. Buna yapışmak denir. Düşmanınıza saldırdığınızda, hızla deviniyorsa hızla devinin, yavaşça deviniyorsa yavaşça devinin, bu sayede devinimleri birbiriyle uyumlu hale getirin."" Bir Tai-Chi savaşçısının tek yapması gereken şey rakibiyle içinde zıt kutupları barındıran Yin-Yang bütünlüğü oluşturmaktır. Bu sayede rakibi ne kadar güçlü olursa olsun onu zorlanmadan alt eder. Tai-Chi Chuan, yer çekimine karşı koymak yerine onunla uyum içinde hareket etmeyi öğreten bir hareket bilimidir. Günümüzde bilimcilerin farkında olmadıkları ama belki de yakın bir gelecekte farkında olacakları çok önemli bir konu da şudur: Taocu öğretiye göre insanın dik vaziyette durması onun gökten gelen enerjiyi doğrudan doğruya başının tepe noktasından bedenine alması sonucu beyin ve ruh yapısında çok olumlu etkiler oluşturmuştur. Zihnin berraklaşıp hafızanın gelişmesi gibi. Dik duruşun bir başka özelliği de yer çekimine daha az yüzey sunmasıdır. Bu sayede insanoğlu hareket edebilmek için yer çekimine karşı, dört ayağı üzerinde hareket eden hayvanlara oranla daha az enerji harcamaktadır. Ancak duruşlarımızdaki hatalar, yer çekiminin üzerimizdeki etkisi nedeniyle bedenimize zarar vermekte ve normalde harcayacağımızdan daha fazla enerji harcamamıza neden olmaktadır. Tai-Chi Chuan, duruşlarımız ve hareket biçimimiz üzerindeki etkileri sayesinde yer çekimini üzerimizdeki bir yük olarak değil, hareketlerimize yardımcı bir enerji olarak kullanmamızı sağlamaktadır. Bu sayede de hareketlerimiz daha kendiliğinden, zahmetsiz ve akıcı olmakta, tasarruf edilen enerji başka işlevlerde kullanılmak ya da daha sonraki kullanımlar için depolanmak üzere toplam enerjimize katılmaktadır. Tai-Chi Chuan, evrensel enerji kaynaklarıyla bağlantıya geçmemizi sağlayan kozmik bir enerji dansıdır. Tai-Chi uygulaması, insana kazandırdığı gevşeme, dirençlilik, duyarlılık, ılımlılık gibi nitelikler sayesinde evrensel enerji ile aramızdaki engellerin ortadan kalkmasını sağlar. Gerilimler ve duyarlılığımızdaki azalma, evrensel enerjiler ile bağlantımızı ortadan kaldırıp sağlığımızın bozulmasına ve zamanından önce yaşlanmamıza neden olur. Oysa Tai-Chi uygulaması sırasında derin bir gevşeme düzeyine ulaşan bedenimiz zihnimizi de gevşetir. Zihinsel gevşeme, zihnin ve bedenin üzerindeki örtüleri yavaş yavaş kaldırıp duyarlılığımızı arttırır. Duyarlılıktaki bu artma Tai-Chi uygulayıcısının kendini evrensel bir enerji okyanusunun içinde bulmasını sağlar. Tai-Chi uygulaması aracılığıyla kazanılan bu gevşeme ve duyarlılık sayesinde sürekli olarak evrensel enerjileri hisseder ve her hareketimizde bedenimizi bu enerjilerle doldururuz. Dünyadaki popülerliğine göre sırasıyla şu stiller yaygın olarak çalışılmaktadır: Yang, Wu, Çen, Sun, ve Wu/Hao. Tai-Chi'nin sağlığa faydaları geleneksel Çin tıbbının beden ve salkım mekanizmalarına dayalı olarak açıklanmakta ancak söz konusu faydalar modern bilim tarafından ele alınmamakta veya desteklenmemekteydi. Günümüzde bazı Tai-Chi öğretmenleri Tai-Chi'nin Batı'da kabulü açısından bilimsel araştırmaların yapılmasını desteklemektedirler. Araştırmalar uzun dönemli Tai-Chi çalışmalarının istatistiksel bakımdan önemli olmamakla birlikte denge kontrolü, esneklik ve kardiyovasküler fitness alanlarında bazı etkileri olduğunu göstermektedir. Egzotizm Egzotik olandan Egzotizm. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren bazı etnik gruplar ve medeniyetlerin etkisiyle sanat ve tasarımda oluşan bir eğilim. Müzikte egzotizm ritim, melodiler veya enstrümanlardaki uzak diyarlar veya antik zamanların atmo
sferini oluşturan yeni biçimlerle ortaya çıkmaktadır. Ondokuzuncu yüzyıldaki resimde, dekoratif sanatlarda oryantalist temaların kullanılması gibi. Güreş Güreş, uygulayıcılarının birbirlerine vurmaksızın rakiplerini yenmeye çalıştıkları bir spor türü. Güreş tarihteki en eski sporlardan biridir ve zamanla farklı stil ve formları geliştirilmiştir. Güreş genellikle dövüş sanatları arasında değerlendirilir. Güreşte pek çok ulusal stil gelişmiştir. Güreşçi veya Güreşmen (Pehlivan) adı verilen kişiler Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Kahraman, evleneceği kızın babasıyla güreşir ve yener. Yiğitler altı yaşındayken güreşmeye ve büyüklerini yenmeye başlarlar. Manas destanında yer alan Koşay Han gelmiş geçmiş pehlivanların en iyisi olarak kabul edilir. Hanname’de ise Uluğ Arslan Han pehlivanların atası olarak yad edilir. Bu pehlivan tam 1200 yaşındadır. Güreş sözcüğünün efsanevi Türk Hakanı Gür Han’ın ismi ile benzeşmesi de dikkat çekicidir. Muşin Muşin (無心) yüksek düzeyli savaş sanatları eğitiminde kişinin yaşadığı bir bilinç durumudur. Terim, "zihin yokluğu olan zihin" anlamına gelen ve Zen'de kullanılan muşin no şin (無心の心), ifadesinin kısaltılmışıdır. Zihin yokluğu zihnin herhangi bir düşünce veya heyecan ile ilgilenmediği veya üzerine yoğunlaşmadığı ve her şeye açık olduğu durumu tanımlamakta kullanılmaktadır. Muşin, savaşçı mücadele sırasında herhangi bir öfke, korku veya ego hissetmediği durumda ortaya çıkar. Muşin halinde gidimli/muhakeme eden (diskürsif) düşünce yoktur ve bu yüzden savaşçı rakibine yönelik herhangi bir tepkisinde tedirginlik yaşamaz ve serbest bir şekilde eylemde bulunabilir. Bu noktada kişi bir sonraki adımın ne olabileceğini düşünmez ve sezgisel olarak o hareketi gerçekleştirir. İleri düzeyli savaş sanatçıları da (ve diğer sporcular da aynı şekilde) deneyimleriyle rakipleriyle mücadele ederken Muşin'in ne olup ne olmadığını bilmeseler de bu durumu yaşamaktadırlar. Uzun yılların birikimi bu sporcuların reflekslerinin keskinleşmesini sağlamıştır. Muşin konusunda kitaplarda en çok alıntı yapılan isimlerden biri efsanevi Zen üstadı ve kılıç dövüşçüsü Takuan Soho'dur. O, "Zihin her zaman akış durumunda olmalıdır zira herhangi bir yerde durduğunda akış kesilmiş demektir ve bu kesiliş zihnin iyi haline zarar verir. Kılıç dövüşçüsünün durumunda bu ölüm demektir...Kılıç dövüşçüsü rakibinin karşısında durduğundan rakibini, kendisini, düşmanının hareketlerini düşünmeyecektir." der. Sentriyol Sentriyol, varil biçimindeki hücre organelleridir. Ökaryotik hücrelerin çoğunda bulunsalar da damarlı bitkilerde ve mantarlarda bulunmazlar. Nöron, olgun yumurta, çizgili kas hücresi hücrelerinde de yokturlar. Alglerde görülürler. Sentriyoller, küçük, silindirik yapıda ve 0,2 μm genişlikte ve 0,4 μm uzunluğundadırlar. Sentriyolün her bir duvarı genellikle üçlü gruptan oluşan dokuz mikrotübülden oluşur. Hayvan hücrelerinde bir çifti sentrozomun merkezinde bulunur. "Drosophila melanogaster" embriyolarında, çiftli olarak, "Caenorhabditis elegans" sperm hücrelerinde ve erken embriyolarında tekli, ama dokuz tane olarak görülürler. Bunlar değiştirilmemiş tubulinden daha kararlı yapılar meydana getirmek için oluşturulmuşlardır. Sentriyollerin ilişkilendirilmiş çiftleri dikey olarak sıralanır, sentrozom olarak bilinen yapıyı oluşturur, matriksle çevrili olan sentriyol çiftleridirler. Her sentriyol enine kesitte dairesel olarak dizilmiş 9 fibrilden oluşur. Her fibril 3 subfibril (mikrotubulus) ihtiva eder. Fibriller bir matriksle sarılıdır. Sentriyoller hücre bölünmesi sırasında çoğalıp birer çift halinde hücrenin her iki kutbuna giderek aster denen ipliklein oluşumunu ve asterler yardımıyla kromozomların sentromerlerinden yakalanıp kutuplara çekilmesini sağlar. Hücre bölünmesinde görev yaparlar. Replikasyon sırasında, eşleştirilmiş her yeni sentriyol grubu, hem sentriyol çiftini hem de orijinal çifti barındırır. Eğer sentriyoller kendiliğinden hareket eden kamçı ya da sil organellerinin şekillendirilmesinde kullanılırlarsa, sentriyollerin yaşlı olanı, anne sentriyol, organel yapısını organize eden bazal gövde haline gelir. İstanbul Hezarfen Havalimanı İstanbul Hezarfen Havaalanı, İstanbul'un Arnavutköy ilçesi sınırları içinde olup, Büyükçekmece Gölü'nün kuzeyinde, tam 500 dönümlük bir araziye sahiptir. 1992'den beri Türkiye’nin uluslararası tescilli ilk özel havaalanı olarak hizmet vermektedir. İstanbul'un 50 km batısında yer alan Hezarfen Havaalanı'nın güneyinde Büyükçekmece Gölü, kuzeybatısında Çatalca ilçesi ve kuzeyinde O-3 Otoyolu bulunmaktadır. Genel havacılık ve eğitim uçuşlarına ağırlıklı olarak hizmet eden Hezarfen Havaalanı ismini Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçan , 17. yüzyıl Osmanlı bilim adamı Hezarfen Ahmet Çelebi'den almıştır. 680 metre uzunluğunda ve 28 m eninde asfalt pisti bulunmaktadır. 05/23 doğrultusunda bulunan bu piste Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızı Ülkü Adatepe'nin adı verilmiştir ve pist "Küçük Ülkü Pisti" olarak adlandırılmıştır. Ayrıca motokros parkuru, 120 metre uzunluğunda model uçak pisti ve helikopter pisti bulunmaktadır. Hezarfen Havaalanı, sivil ve genel havacılığa hizmetin yanında her yıl sonbaharda düzenlenen Rock'n Coke başta olmak üzere pek çok aktiviteye ev sahipliği yapmaktadır. Bu gibi organizasyonlara ev sahipliği yapması dolayısıyla Hezarfen Hobbyland adıyla da anılmaktadır. Ancak 1992 yılından itibaren faaliyet gösteren havaalanı, ICAO ve ECAC kural ve standartlarını içeren ve 2002 yılında uygulamaya konan "SHY 14. A" kuralları çerçevesinde yeniden yapılandı ve işletme ruhsatını 24 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen törenle aldı Hasan Hasan aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ihlamurlar Altında Ihlamurlar Altında, Kanal D'de 2005 ve 2007 yıllarında yayınlanmış Türk drama televizyon dizisi. Jenerik müziği İntizar'a aittir. Yılmaz ve Elif aynı mahallede büyümüş ve birbirini seven iki aşıktır. Evlenecekleri düşünülürken zaman içinde hayat onları başka bir yöne savurur. Tekiner Holding'in veliahtı Ömer, Elif'e aşık olur ve onunla evlenir. Bu durumu asla kabullenmeyen Yılmaz ise Tekinerlerin kızı Filiz ile yakınlaşmaya başlar. Zamanla Yılmaz ve Filiz arasında büyük bir aşk başlar. Polykleitos Polykleitos (Yunanca: Πολύκλειτος), MÖ 480'de Argos'ta doğmuş 5. yüzyılın sonuna doğru ölmüştür. (Klasik Çağ'da) yaşamış çok ünlü bir heykeltıraştır. Eserlerinin çoğunun Roma kopyaları yapılmıştır. Genelde atlet heykelleri yapmıştır. En ünlü eseri Doryphros (MÖ 450)(Mızrak taşıyan atlet) ve diademini başına takarken betimlenen Diadumenos (MÖ 430) heykelidir. Doryphoros ise mızrak taşıyan anlamına gelmektedir. Polyklet heykellerini kanon denen bir düzen içinde yapmıştır. Çapkın (albüm) Çapkın, Candan Erçetin'in kariyerinde ikinci stüdyo albümü. Bu albümüyle birlikte Türk pop müziğinde yerini sağlamlaştırırken, halkın dilinde kalıcı yer bulmaya başlamıştır. Albüm 74 bin satış yapmıştır. O yıllarda albümdeki Yalan parçası özellikle gençler arasında ve diğer herkes tarafından oldukça beğenilerek sanatçıyla özdeşmiştir. Bu albümde yine sözler büyük oranda Mete Özgencil imzalıdır. Albümde "Yalan" ve "Onlar Yanlış Biliyor" şarkılarıyla ödül kazanan sanatçı, "Her Aşk Bitermiş" parçasına Mete Özgencil'in çektiği kliple de MCM müzik kanalında en iyi yönetmen ödülünü almıştır. Albümün CD basımında "Geri Dönemem", "Beyaz Atlım" ve "Teselli" gibi parçalar genişletilmiş düzenlemelerle yer almıştır. Albümde 10. sıarada yer alan, sözleri Mete Özgencil'e, müziği Yıldız Usmanova'ya ait Yalan şarkısını seslendiren Erçetin, bu şarkı ile yaklaşık 500 binlik bir tiraj kazanmış ve şarkı büyük beğeni toplamıştır. Erçetin, sözleri Özgencil'e, müziği Erçetin ve Özgencil'e ait, Ekim 1998'de albümde 6. sırada yer alan "Her Aşk Bitermiş" adlı parçasına klip çekmiş, Fransız MCM müzik kanalının düzenlediği "Nuit Du Clip" II. Akdeniz Video Müzik Ödülleri'nde klip "En İyi Yönetmen" ödülüne layık görülmüştür. Çapkın Çapkın, şu anlamlara gelebilir: Wolfpack Wolfpack, II. Dünya Savaşı boyunca Almanya'nın Birleşik Krallık'ı abluka altında tutmak için geliştirilmiş bir denizaltı taktiğidir. Kurt sürüsü anlamına gelen "wolfpack" adını Müttefikler'den almıştır bu stratejinin asıl adı "Gruppe Taktiken", Türkçede "grup taktiği" anlamına gelmektedir. Amaç olabildiğince düşman gemisi batırmaktır, burada önemli olan tonaj bakımından batırılan gemi miktarıdır. Savaşın ilk yıllarında bu taktik sayesinde Britanya adası neredeyse Almanya'ya teslim olacak kadar kötü bir duruma düşmüştür. Stratejinin temelinde denizaltılar birbirlerine yakın bölgelerde devriye gezerler ve herhangi bir konvoy gördüklerinde yakın bölgelerde bulunan diğer denizaltılarına haber verirlerdi. Alman U-botları avlamak için tasarlanmışlardı. konvoy haberini alan diğer denizaltılar süratle hedefe ilerler ve hedeflerini vururlardı. Savaşın ilerleyen dönemlerinde Wolfpackler avcı konumundan birer av konumuna düşmüşlerdir. Carlos Gomes Antônio Carlos Gomes (11 Temmuz 1836, Campinas Brezilya - 16 Eylül 1896, Belém), Brezilyalı Romantik edebiyatın en meşhur klasik batı müziği bestecisi olarak biliniyor. Gomes 1860 den itibaren Rio de Janeiro konservatorium de okudu. 1864 yılında İmperator II. Pedro emiri ile Milanoya eğitimini tamamlamak için Lauro Rossi'den faydalandı. 1866 yılında Milanao Konservatoriumda Kompositionlısanı pek iyi ile başardı. Bundan sonra uzun yıllar İtalyada yaşadı. Çok sayıda Opera eserleri Avrupa operalarında ün aldılar. 1895 yılında Brezilyaya geri döndü ve Belém de Pará konservatuvarında başkan oldu. Tarihimizde en çok bilinen operası "Il Guarany" olmaktadır. Sovyetler Birliği'nin askerî tarihi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği|Sovyetler Birliği'nin askerî tarihi Bolşeviklerin iktidara geldiği 1917 Ekim Devrimini izleyen günlerde başlar. Yeni hükümet Rus İç Savaşı'nda değişik rakipleriyle başa çıkabilmek amacıyla Kızıl Ordu'yu kurdu. 1939'da Mançukuo ile Moğolistan arasındaki sınır anlaşmazlığında Moğolistan'ı destekleyerek Halhin Gol Muharebesi'nde Mançu
kuo'yu sahiplenen Japonya ile çarpıştı. Molotov-Ribbentrop paktıyla Nazi Almanyası ile anlaşarak Polonya'nın doğu illerine saldırdı ve kuvvetlerini konuşlandırdı. Baltık Devletleri'ni, Romanya'dan Besarabya ve Kuzey Bukovina'yı ilhak etti. 1939-1940'ta Finlandiya'yı işgal etti. II. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası'nı yenilgiye uğratan ana askerî kuvvet Kızıl Ordu'ydu. Savaştan sonra Almanya'nın doğu yarısı ile Orta ve Doğu Avrupa'daki birçok ülkeyi işgal etti, bunlar daha sonra Doğu Bloğu'nun uydu devletleri olmuşlardır. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri'ne rakip tek süper güç haline gelmişti. İki ülke arasında süregelen Soğuk Savaş, askerî kuvvetlerin artırılmasına, nükleer silah ve uzay yarışına neden olmuştur. 1980'lerin başında Sovyet silahlı kuvvetleri diğer tüm ülkelerden daha fazla birliğe ve nükleer silaha sahipti. 1991 yılında ekonomik ve politik faktörler nedeniyle Sovyetler Birliği çöktü. Sovyet silahlı kuvvetleri beş ana kuvvetten oluşuyordu. Resmî önem sıralamasına göre ana kuvvetler şunlardı: Stratejik Füze Kuvvetleri, Kara Kuvvetleri, Hava kuvvetleri, Hava Savunma Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri. Diğer iki Sovyet askerî birimi ise İçişleri Bakanlığı'na bağlı iç birlikler ile KGB'ye bağlı Sınır Birlikleri idi. Şubat Devrimi ile Çar devrilmiş ve yerine 1917'de Rusya Geçici Hükümeti'ni iktidara getirmişti. Bu geçici hükümet de 1917 Ekim Devrimi'yle yıkılacaktı. I. Dünya Savaşı'nda Doğu Cephesi'ne katılarak yorgun düşmüş olan Rus Ordusu parçalanma ve yıkılmanın son devrelerini yaşıyordu. Her ne kadar komuta kademesinde Bolşeviklerin nüfuzu güçlüyse de, subayların çoğu Komünizm'e şiddetle karşı çıkıyordu. Bolşevikler, Çarlık Ordusu'nu nefret edilen eski rejimin temel unsurlarından biri olarak gördüler ve bu orduyu kaldırarak yerine Marksist davaya bağlı yeni bir askerî kuvvetin kurulmasına karar verdiler. Dolayısıyla Çarlık Ordusu'nun çekirdeği Rusya Geçici Hükümeti Ordusu'nun ve daha sonra da Beyaz Ordu'nun çekirdeğine dönüştü. Beyaz Ordu Rusya dışındaki müttefik güçlerle (Japonya, Birleşik Krallık, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri) aralıklarla bağlantı kurarak Rus İç Savaşı sırasında Kızıl Ordu ile çarpıştı. 28 Ocak 1918'de Bolşevik Lider Vladimir Lenin Kızıl Ordu'nun kuruluşunu içeren kararı verdi. Kızıl Ordu 20.000 kişilik Kızıl Muhafızlar, 200.000 kişilik Baltık Filosu denizcileri ve bir avuç sempatizanın, Petrograd karargâhındaki askerlerle birleştirilmesiyle oluşturuldu. Lev Troçki ilk savaştan sorumlu komiser olarak görev aldı. İlk Kızıl Ordu eşitlikçiydi ancak disiplini zayıftı. Bolşevikler askerî rütbeleri ve selamlamayı burjuva gelenekleri olarak algıladığından bunları kaldırdı; askerler artık kendi liderlerini kendileri seçiyor ve hangi emirlere uyacaklarına dair oylama yapıyorlardı. Bu uygulama Rus İç Savaşı'nın (1918-1921) baskısı altında ortadan kaldırıldı ve rütbeler tekrar getirildi. İç Savaş sırasında Bolşevikler Beyaz Ordu diye bilinen devrim karşıtı güçlerle olduğu kadar, yeni Bolşevik hükümetini devirmenin gerekli olduğunu düşünen Rusya'nın Birleşik Krallık ve Fransa gibi eski müttefikleriyle de çarpıştılar. Rakiplerine karşı elde ettikleri ilk zaferler sonrasında iyimserliğe kapılan Lenin, Sovyet Batı Ordusu'na "Ober-Ost" bölgesinden (Almanların işgal ettiği Rus Çarlığına ait bölgeler) ayrılan Alman Ordusu'nun yarattığı boşluktan yararlanarak batıya doğru ilerlemesi emrini verdi. Bu harekât yeni kurulan Ukrayna Halk Cumhuriyeti ile Belarus Halk Cumhuriyeti'ni içine aldı ve sonunda Çarlık Rusyası'ndan bağımsızlığını ilan edip yeni kurulmuş bir devlet olan, İkinci Polonya Cumhuriyeti'nin de Sovyetler tarafından işgaline yol açtı. Polonya'nın işgali ve Polonya-Sovyet savaşının başlatılmasıyla Bolşevikler hem yurtta hem de dünyada kapitalist güçleri en sonunda yeneceklerine dair olan inançlarını belirttiler. Rus Ordusu'ndaki subayların tamama yakını soylu (dvoryanstvo) idi ve çoğunluğu Beyaz Ordu saflarına geçmişti. Bu nedenle "İşçi'nin ve Köylü'nün Ordusu" ilk başlarda deneyimli askerî liderlerin eksikliğini çekti. Buna çare olarak Bolşevikler 50.000 eski İmparatorluk Ordusu subayını Kızıl Ordu'yu komuta etmesi için silah altına aldı. Aynı zamanda profesyonel komutanların (resmî olarak askerî uzmanlar ""voyenspets"" diye adlandırılıyorlardı) sadakatini görmek ve eylemlerini kontrol altında tutabilmek için Kızıl Ordu birliklerine siyasî komiserler de atadılar. 1921 yılında Kızıl Ordu dört ayrı Beyaz Ordu'yu yenmiş ve iç savaşa karışan beş yabancı ülke birliğini durdurmuş ama Polonya cephesinde de gerilemeye başlamıştı. Polonya kuvvetleri 1920 yılının Ağustos ayında başlattıkları Varşova Savaşı (1920) ile cesur bir karşı saldırıya girişerek süregelen Bolşevik zaferlerine dur diyebilmişti. Varşova'da Kızıl Ordu beklenmedik bir şekilde çok büyük bir yenilgiye uğrayınca savaşın seyri tamamen değişti ve Sovyetlerin 18 Mart 1921'de imzalanan Riga Antlaşması'nın aleyhine olan koşullarını kabul etmesine neden oldu. Bu, Kızıl Ordu tarihinin en büyük yenilgisiydi. İç savaştan sonra Kızıl Ordu giderek profesyonellik düzeyi artan bir askerî kurum olmuştur. Beş milyon askerinin çoğuna silah bıraktırıldıktan sonra, Kızıl Ordu küçük düzenli bir kuvvet haline dönüştürüldü ve savaş zamanında kolaylık yaratması için bölgesel milis kuvvetleri oluşturuldu. İç savaş sırasında kurulan Sovyet askerî okulları, Sovyet gücüne sadık yüksek sayıda subay mezun etmeye başladı. Askerlik mesleğinin prestijini artırma çabası içindeki Parti, resmî askerî rütbeleri tekrar getirerek siyasî komiserlerin gücünü azalttı ve tek kişi tarafından komuta edilme prensibini sağladı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin ülkenin silahlı kuvvetleri üzerinde hâkimiyetini sağlayacak bir dizi yöntemi vardı. İlk olarak, belirli bir rütbeden itibaren ancak bir parti üyesi komuta seviyesine gelebiliyordu, dolayısıyla parti disiplinine tabiydiler. İkinci olarak en üst düzey askerî liderler sistematik bir şekilde partinin en üst kademelerine de katılıyordu. Üçüncü olarak da tüm silahlı kuvvetlere dağılmış olan siyasî komiserler ağı ile askerî eylemleri etkileyebiliyordu. "Zampolit" denen bir siyasî komutan yardımcısı parti oluşumlarına öncülük ediyor ve askerî birlik içindeki parti siyasetini yürütüyordu. Askerlere Marksizm-Leninizm üzerine dersler veriyor, Sovyetler açısından dış olayları değerlendiriyor ve Parti'nin silahlı kuvvetlerden beklentilerini anlatıyorlardı. II. Dünya Savaşı'nı takiben "Zampolit" tüm komuta yetkisini kaybetse de, kendi birlik komutanının siyasî tavrı ve performansını bir üst siyasî subaya veya kuruma raporlama gücünü elinde tuttu. 1989 yılında tüm silahlı kuvvetler personelinin yüzde 20'yi aşkın bir bölümü parti ya da Komsomol üyesiydi. Bu oran subaylarda yüzde 90'ı aşıyordu.. Sovyet Ordusu tarihi boyunca Sovyet gizli polisi (Cheka, GPU, NKVD, ve diğerleri) tüm büyük askerî birliklerde bulunan Özel karşı-istihbarat bölümlerinin kontrolünü elinde bulundurdu. Bunların en iyi bilineni Büyük Yurtseverlik Savaşı (II. Dünya Savaşı) sırasında yaratılan SMERSH'tir (1943-1946). Her ne kadar bu özel bölümlerin komuta kadrosu bilinse de, bu kadroya ek olarak Cheka üyesi ve normal askerlerden oluşan gizli bir muhbir ağları da bulunuyordu. Lenin ve Troçki'nin yönetimi altındaki Kızıl Ordu, Karl Marx'ın burjuvazinin ancak dünya çapında bir proleter devrim ile yenilebileceği söylemine bağlı olduğunu belirtmiştir. Bu amaçla Sovyet askerî doktrininin ilk evrelerinde yurtdışına devrimin yayılması ve dünya üzerindeki Sovyet etkisinin genişletilmesi yönüne ağırlık verilmiştir. Lenin, Marx'ın teorisi için deney olarak kullandığı Polonya işgalinde komşu Almanya'da bir komünist ayaklanma çıkması umudunu taşıyordu. Lenin'in Polonya seferinin tek sonucu Mart 1919'da Komünist Enternasyonal (Comintern)'in kuruluşu olmuştu. Bu örgütün tek amacı "mümkün olan her yoldan, silahlı kuvvetler de dahil, uluslararası burjuvazinin yıkılması ve devletin tamamen yokedileceği aşamaya geçiş süreci olarak uluslararası bir Sovyet Cumhuriyetinin kurulması için" mücadele etmekti. "Comintern" ilkelerine uyarak Kızıl Ordu, Türkistan'ı Sovyet birliğinde tutmak için Türkistan'da çıkan Basmacı İsyanı'nı güç kullanarak bastırdı. 1921 yılında Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'ni işgal eden Kızıl Ordu, hükümeti devirdi ve yerine bir Sovyet Cumhuriyeti kurdu. Gürcistan'ın, daha sonra Ermenistan ve Azerbaycan ile zorla birleştirilmesiyle Sovyetler Birliği'nin üye devleti olan Transkafkasya Federal Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Dünya komünizmi idealleri Rus İç Savaşı'nın çıkması nedeniyle genel olarak başarılı olamadı ve II. Dünya Savaşı'na kadar tekrar dünya komünizmi için çalışılmadı. 1930'larda Joseph Stalin'in beş yıllık kalkınma planları ve sanayileşme hamlesi Kızıl Ordu'nun modernleştirilmesi için gerekli olan sanayi altyapısını kurmuştur. Avrupa'da savaş olması ihtimalinin artmasıyla Sovyetler Birliği muhtemel düşmanlarının güçlerine denk gelmesi için askerî harcamalarını üç katına, düzenli ordusunu da iki katına çıkarmıştır. 1937'de de ise Stalin Kızıl Ordu'nun en iyi askerî liderlerini ortadan kaldırmıştır. Ordunun kendi idaresine karşı bir tehdit oluşturmasından korkan Stalin aralarında birkaç mareşalin de bulunduğu binlerce Kızıl Ordu subayını hapse göndermiş ya da idam ettirmiştir. Bu uygulamalar, 1939–1940 arasındaki Sovyet-Finlandiya ve II. Dünya savaşlarında Kızıl Ordu'nun yeteneklerini büyük oranda azaltmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra silahlı kuvvetlerin olağanüstü popülaritesinden korkan Stalin, Mareşal Georgy Zhukov'un rütbesini indirerek ülkeyi kurtarma onurunu tamamen kendisine atfetmiştir. Stalin'in 1953'teki ölümünden sonra Zhukov, Nikita Kruşçev'in güçlü bir destekçisi olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Kruşçev, Zhukov'u savunma bakanlığına atayarak ve tam bir Politbüro üyesi yaparak ödüllendirmiştir. Yine de Sovyet Ordusu'nun siyasî alanda çok güçlü olabileceği düşüncesiyle Zhukov 1957 sonbaharında beklenmedik şekilde görevlerinden alınmıştır. Daha sonraları ekonomik reform planlarını sürdüreb
ilmek amacıyla konvansiyonel güçler için harcanan savunma giderlerinde kısıntıya giden Kruşçev silahlı kuvvetlerden iyice uzaklaşmıştır. Leonid Brejnev'in iktidara geldiği yıllarda silahlı kuvvetlere geniş kaynakların ayrılmasıyla parti-ordu ilişkilerinin güçlendiği görülür. 1973 yılında, 1957'den beri ilk defa olmak üzere savunma bakanı tekrar Politbüro'ya girmiştir. Yine de profesyonel askerî güç tarafından tehdit edildiğini hisseden Brejnev silahlı kuvvetler üzerinde otoritesini kurabilmek için kendi etrafında bir askeri liderlik havası yaratmaya çalışmıştır. 1980'lerin başında parti-ordu ilişkileri silahlı kuvvetlere kaynak ayrımı konusu nedeniyle gerginleşmiştir. Ekonomik büyümenin tersine dönmesine rağmen, silahlı kuvvetler ileri konvansiyonel silahların geliştirilmesi konusunda çoğu sonuçsuz kalan tartışmalara girmiştir. Daha sonra başa geçen Mihail Gorbaçov, devlet törenlerinde askeriyenin rolünü azaltmıştır. Ekim Devrimi'ni anmak için her yıl Kızıl Meydan'da yapılan askerî geçit törenlerinde, ordu temsilcilerini, Lenin'in anıtmezarında toplanan protokolün en son sırasına geçirmiştir. Gorbaçov, profesyonel askerlerin istekleri yerine, savunmada mantıklı ölçüde yeterli olmaya ve sivil ekonomik önceliklere önem vermeye çalışmıştır. Rus ordusunun I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş olması Kızıl Ordu'nun ilk yıllarındaki gelişmesini oldukça etkilemiştir. İngiliz ve Fransız orduları zafer kazandıkları stratejilerle yetinirken, Kızıl Ordu yeniden ortaya çıkan Alman silahlı kuvvetlerine paralel olarak yeni taktikler ve kavramlar geliştirip denemeye başlamıştır. Sovyetler kendilerini uygarlık tarihinde tek ulus olarak gördüklerinden önceki askerî geleneğe karşı hiçbir bağlılık duymuyorlardı. İdeolojileri yeniliğe izin ve önem veren bir ideolojiydi. Kuruluşundan bu yana Kızıl Ordu her zaman, yüksek hareketli savaş gücüne önem vermiştir. Bu karar kendi tarihini oluşturan ilk savaşlardan etkilenerek verilmiştir (Rus İç Savaşı ve Polonya - Sovyet Savaşı). Bu iki savaşın da I. Dünya Savaşı'nın statik siper harbiyle yakından uzaktan ilgisi yoktu. Aksine küçük ama motivasyonu yüksek gruplar tarafından yapılan uzun menzilli harekâtlardan oluşuyordu ve bazen birkaç gün içinde yüzlerce kilometrelik ilerlemeler oluyordu. Lenin'in Yeni Ekonomik Politikası nedeniyle 1920'lerde, kuruluş yıllarındaki gibi, Kızıl Ordu'ya ayıracak çok fazla kaynak yoktu. Stalin'in 1929'da başlattığı sanayileşme hareketiyle bu değişmiştir. Bu politika o güne kadar eşi görülmemiş fonların orduya aktarılmasına olanak vermek için kurulmuştur. Bu yeni kaynakları kullanan 1930'ların Kızıl Ordusu düşman hatlarını yararak savaşı düşmanın geri hatlarına taşımak için tasarlanmış ve muazzam tank, uçak ve hava indirme birliklerinden oluşan formasyonlara dayalı çok gelişmiş bir hareketli savaş stratejisi geliştirmiştir. Sovyet sanayisi bu tür operasyonları mümkün kılmak için gerekli olan tank, uçak ve diğer ekipmanı yeterli miktarda karşılayabilmiştir. Sovyet Ordusu'nun gücünü olduğundan fazla göstermemek için şu noktanın dikkate alınması gereklidir: 1941'den önceki Sovyet birlikleri aynı düzeydeki diğer orduların birliklerine göre denk ya da biraz daha kuvvetliyse de, muazzam savaş kayıpları ve savaş deneyimi sonucu yeniden yapılanma ile savaşın son yıllarında durum tersine dönmüştür. Dolayısıyla bir Sovyet tank kolordusu zırhlı araç gücü açısından bir Amerikan zırhlı tümenine karşılık geliyordu ya da özel olarak güçlendirilmediyse bir Sovyet piyade tümeni genellikle bir Amerikan piyade alayına denkti. Sovyetler, bir sonraki savaşın çok hızlı bitirileceğini, dolayısıyla savaş öncesi üretilen araç ve ekipmana bağlı olacağı yaklaşımını benimseyen Almanlarla aynı şekilde düşünmüyorlardı. Buna karşılık, savaş sırasında kara ve hava kuvvetlerinin tüm silahlarının tekrar tekrar üretilmesi gerektiğini varsaydıkları için silah üreten fabrikalarını geliştirmeyi tercih ettiler. Dört yıl süren bu savaş Sovyet varsayımının doğru olduğunu kanıtladı. Kızıl Ordu'nun 1930'ların başlarında hareket gücü yüksek harekâtlara verdikleri önem, Stalin'in askerî liderleri de tasfiye etmesiyle sekteye uğramıştır. Yeni doktrinler devlet düşmanı ilan edilen subaylarla özdeşleştirildiğinden, verilen destek azaldı. Birçok büyük mekanize birlik dağıtıldı ve tankların çoğu destek görevi için piyadelere verildi. Alman blitzkrieg'i Polonya ve Fransa'da gücünü kanıtladıktan sonra Kızıl Ordu büyük mekanize birliklerini tekrar kurmak için çılgınca bir çaba içine girdi ancak 1941'de "Wehrmacht" saldırıya geçtiğinde bu görevi tamamlayamamıştı. Yalnızca kâğıt üstünde güçlü gözüken muazzam tank kuvvetleri Barbarossa Harekâtı'nın ilk aylarında Almanlar tarafından yok edilmiştir. Savaşın başlangıcındaki bu felaket sayılabilecek kayıplar karşısında Kızıl Ordu hatırı sayılır şekilde zırhlı birlik kuruluşlarını küçülttü ve en büyük tank birliğini tugay haline getirerek daha basit yönetim tarzına geçti. Yine de çarpışma deneyimi ile gelişen 1930'ların devrimci nitelikteki doktrinleri 1943'ten itibaren Kızıl Ordu'nun inisiyatifi ele almasıyla birlikte başarıyla kullanılmaya başlandı. Lenin'in ölümünü takiben Sovyetler Birliği Troçki ve "dünya devrimi" fikri ile Stalin ve "tek ülkede sosyalizm" fikrinin karşı karşıya kaldığı bir ardıllık savaşımı tuzağına düştü. Parti ve devlet bürokrasisi üzerindeki kontrolü ve gördüğü destek sayesinde Stalin başarılı taraf oldu ve Troçki savaş komiserliği görevinden 1925'te azledildi. Böylece devrimi yurtdışına ihraç etme politikasından vazgeçilerek, ülke olaylarına eğilindi ve olası bir düşman işgaline karşı ülke savunmasına önem verildi. Troçki'nin siyasî ve askerî destekçilerinden bir an önce kurtulmak isteyen Stalin, 1935 - 1938 yılları arasında sekiz üst rütbeli generalin idamını emretti. Bunların arasında en önde gelen isim, Polonya'nın Sovyet işgalinin lideri ve Sovyet askerî tarihi içinde gelmiş geçmiş en yetenekli stratejistlerinden sayılan Mareşal Mikhail Tukhachevsky idi. Stalin'in tecrit politikalarına ve Lenin'in ölümünü takip eden on beş yıl boyunca Sovyetler Birliği'nin sınırlarının değişmeden kalmasına rağmen, Sovyetler uluslararası alana müdahale etmeye devam ettiler ve "Comintern"'i kullanarak 1921'de Çin ve 1930'da Hindiçin Komünist Partilerinin kurulmasına önayak oldular. Bunlara ek olarak Kızıl Ordu İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçilere 1.000'in üzerinde uçak, 900 kadar tank ve 300 kadar zırhlı araç ile 1.500 kadar top, yüz binlerce silah ve 30.000 ton cephane yardımı yaparak önemli rol oynamıştır. Stalin ile Franco'nun faşist kuvvetlerinin istekli destekçisi ve Nazi Almanyası'nın lideri Adolf Hitler arasında gittikçe artan gerginlik Sovyetlerin İspanyol İç Savaşı'na katılımını büyük ölçüde etkilemiştir. Nazi-Sovyet ilişkileri Hitler'in Doğu Avrupa uluslarına karşı kişisel nefreti ve faşizm ile komünizm süregelen ideolojik kan davası nedeniyle daha da kızgınlaşıyordu. 23 Ağustos 1939 tarihinde imzalanan Molotov-Ribbentrop Paktı Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki silahlı çatışmayı geciktirmiştir. Bu pakt ile Doğu Avrupa ikiye ayrılıyor ve Sovyetler Birliği ile Almanya'nın etkisine maruz kalıyordu. Bu paktın sonucu olarak II. Dünya Savaşı'nın açılış aylarında Kızıl Ordu Polonya'nın ve Beserabya'nın işgalini başlatmıştı. Stalin Nazi saldırganlığından korkmaya devam ediyordu ve bu nedenle Almanya ile Rusya sanayi bölgesinin merkezi arasında tampon bölge oluşturması amacıyla 30 Kasım 1939'da Finlandiya'nın işgalini duyurdu. Bunu takip eden Kış Savaşı Sovyet ordusunda büyük yıkıma sebep oldu. Stalin'in tasfiyelerinin acısını hâlâ hisseden ve sanayi ve entelektüel kaynaklardan yoksun kalan Kızıl Ordu 13 Mart 1940'ta imzaladığı ateşkes antlaşmasına kadar bir dizi gurur kırıcı yenilgiye tahammül etmek zorunda kaldı. Sovyet saldırganlığının doğrudan sonucu olarak Sovyetler Birliği 14 Aralık 1939'da Milletler Cemiyeti'nden ihraç edildi. 1939'da yapılan Molotov-Ribbentrop Paktı Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında bir saldırmazlık antlaşması olmasının yanı sıra Polonya ve Baltık ülkelerinin nasıl paylaşılacağını da gösteren gizli bir protokole sahipti. 1939 yılındaki Eylül Seferi'nde iki gücün birlikleri Polonya'yı işgal etti ve paylaştı. 1940 Haziranı'nda da Sovyetler Birliği Estonya, Letonya ve Litvanya'yı işgal etti. Barbarossa Harekâtı'nın açılış bölümünde Nazi Almanyası'nın 22 Haziran 1941'de Sovyet sınırını geçmesine kadar Kızıl Ordu'nun yetersiz yönlerini geliştirmek için çok az vakti vardı. Kış Savaşı'nda Sovyetlerin Finlandiya karşısındaki kötü performansı Hitler'i cesaretlendirdi ve Molotov-Ribbentrop Paktı'nı çiğneyerek Kızıl Ordu'ya sürpriz bir şekilde saldırdı. Savaşın ilk safhalarında Sovyet Ordusu geri çekilmeye ya da öldürülmeye veya yakalanmaya zorlanmıştır. Zaman kazanmak için toprak kaybına göz yumarken önemli kayıplar vermiştir. Hitler Blitzkrieg tekniğini SSCB'ye uygulamak istemişti ama gerek sert iklim gerek Mussolinni'nin ordularının Yunan ve İngiliz yenilip Arnavutluk vede Bulgaristan'a çekilmesi vesilesi ile yardım göndermek zorunda kalması bu tekniği uygulamasını engellemiştir.Uyguladığı mükemmel savaş ekonomisi sayesinde ve sovyet halkının kahramanlığı ile Sovyetler "Wehrmacht" 'ın "blitzkrieg" 'ini yavaşlatmayı başararak 1941 yılında Nazi saldırısını Moskova'nın kapılarının hemen dışında durdurmuştur. Bundan sonra Kızıl Ordu kuvvetli bir karşı saldırıya girişerek düşmanı başkentten uzaklaştırmıştır. 1942'nin başında zayıflamış olan Mihver Devletlerin orduları Moskova'ya doğru yürüyüşlerini durdurmuş ve güneye Kafkasya ile Volga nehrine doğru ilerlemiştir. Bu saldırı da 1942 sonbaharında duraklamış ve geniş alana yayılmış düşmana karşı Sovyet kuvvetlerinin yokedici karşı saldırısına olanak vermiştir. Kızıl Ordu önemli sayıda Alman birliğini 1943 Şubat'ında biten Stalingrad Muharebesi sırasında kuşatarak yok etti ve tüm savaşın seyrini tamamen değiştirdi. Harekâtın bu bölümünde her iki tarafın da muazzam kayıpları olmuştu ancak özellikle SSCB'nin Moskova ve Stalingrad Muharebesi'nde milyonlarca kaybı vardı
. 1943 yazındaki Kursk Savaşı'nın ardından Kızıl Ordu stratejik inisiyatifi eline geçirdi. 1944 yılında Sovyet topraklarının tamamı Alman işgalinden kurtarılmıştı. Alman ordusunu Doğu Avrupa'dan çıkartan Kızıl Ordu Mayıs 1945'te Avrupa'da II. Dünya Savaşı'nı bitirecek olan Berlin Savaşı ile Mayıs 1945'te son saldırıyı başlatmıştır. Almanya'nın çoğu bölgesi ile SSCB'nin bazı bölgelerine saldırgan bir politika olan "kavrulmuş toprak" ("scorched earth") taktiğinin sonucu olarak büyük ölçüde zarar verilmişti. Almanya yenilir yenilmez, Kızıl Ordu Japonya'ya karşı çarpışmalara katıldı ve kuzey Mançurya'da konuşlanan Japon birliklerine karşı 1945 yazında bir saldırı düzenledi. Kızıl Ordu beş milyon asker ve diğer tüm ülkelerin sahip olduğundan fazla tank ve top ile tarihin en kuvvetli kara ordusu olarak savaşı bitirdi. Kızıl Ordu'nun ismi "Sovyet Ordusu" olarak değiştirildi.Sovyet halkı nazi orduları karşısındaki kahramanca direnişiyle müttefiklerin 2. cepheyi geç açmasına karşın büyük zorluklarla dünya halklarını faşizmden kurtarmıştır. Ama Wehrmacht'ın yenilmesinin bedeli yedi milyon asker ve on beş milyon sivildi. Yani savaş sırasında kayba en çok uğrayan ülke açık ara Sovyetler Birliği'ydi. Bunun tarihte bilinen askerî çatışmalar arasında en büyük insan ölümüne neden olan savaş olduğu düşünülür. . "Ayrıca bakınız: Soğuk Savaş" II. Dünya Savaşı'nın sonunda Sovyetler Birliği'nin hazırda tuttuğu ordu 10 - 13 milyon kişiden oluşuyordu. Şüphesiz, Soğuk Savaş sırasında Kızıl Ordu herhangi bir ülkenin ordusundan çok daha kuvvetliydi. Almanya'nın teslim olmasının hemen ardından bu sayı beş milyona indirildi. Bu indirim Sovyet askerî yapısına olan ilginin azalmasından değil aksine daha modern ve hareketli bir silahlı kuvvetler yaratmak içindir. Bu politikanın sonucunda 1951 yılında AK-47 ortaya çıktı. Dört yıl öncesinden makineli tüfeklerin geliştirilmesiyle tasarlanan bu silah Sovyet piyadesine sağlam ve güvenilir bir kısa menzilli ateş gücü sağlamıştır. Bir başka önemli yenilik de 1967'de ortaya çıkan BMP-1'dir. BMP-1, dünya ordularında kullanılan ilk piyade savaş aracıdır. Bu yenilikler Soğuk Savaş sırasında Sovyet askerî operasyonlarının gideceği yönü belirlemiştir. Doğu Avrupa ülkelerini Nazi kontrolünden kurtarmaya çalışan Sovyet birliklerinin çoğu Almanya'nın teslim olduğu 1945'ten sonra bile bulundukları bölgeden ayrılmamıştır. Sovyetler Birliği'nin batıdan gelebilecek olan bir işgale karşı zayıflığını düşünen Stalin bu askeri işgalden faydalanarak uydu devletler yaratmış ve Almanya ile Sovyetler Birliği arasında tampon bölge oluşturmuştur. Kısa sürede Sovyetler Birliği bölgede muazzam bir siyasî ve ekonomik güce ulaşmış ve yerel komünist partilerin iktidara gelmesinde aktif rol almıştır. 1948 yılına gelindiğinde yedi Avrupa ülkesi komünist hükümetler tarafından yönetiliyordu. Bu genel durum karşısında, 1945 yılında Doğu Avrupa'nın geleceği konusunda Potsdam'da yapılan konferans sırasında Stalin ile ABD başkanı Harry S. Truman arasında çıkan anlaşmazlıktan Soğuk Savaş doğmuştur. Truman, Stalin'i Yalta Konferansı sırasındaki antlaşmalara ihanet etmekle suçladı. Doğu Avrupa'nın Kızıl Ordu işgali altında olması sayesinde Truman'ın Komünist ilerlemeyi durdurma çabalarına karşı koyan Sovyetler Birliği, Batı Bloğu'nun kurduğu NATO karşısında 1955 yılında Moskova'da Varşova Paktı'nı kurarak dengeyi sağlamaya çalıştı. Sovyetler Birliği Macaristan ve Çekoslovakya'yı Sovyet müttefik sistemi içinde tutmak için 1956'da Macar devrimi sırasında ve 1968'de Prag Baharı'nda ülke halklarının demokratikleşme isteklerini bastırmak için birliklerini kullandığında konvansiyonel askerî gücün hâlâ etkili olduğu da ortaya çıkmıştı. Sovyetler Birliği ve Batı 1948-1949'da Berlin Ablukası ve 1962'de Küba Füze Krizi gibi sıcak savaşa ramak kalan anlaşmazlıklarla yüz yüze kalmıştır. Her iki tarafın "şahinleri" "brinksmanship" (zorlama) politikalarına uyarak rakiplerini savaşın eşiğine gelene kadar zorlamışlardır. Bu davranış biçimi nükleer anlaşmazlık korkuları ve daha ılımlılar arasındaki "détente" (yumuşama) arzuları nedeniyle yumuşatılmıştır. Kruşçev'in liderliğinde, 1956'da Cominform'un kaldırılmasıyla uzun zaman sonra Tito'nun Yugoslavya'sıyla Sovyetler'in ilişkisi düzelmişti. Bu karar zaten Sovyetlerin komünizmin dünya çapındaki zaferini isteyen temel Marksist-Leninist mücadeleye sırtını döndüğünü hisseden komşu komünist devlet Çin ile Sovyetler Birliği'nin arasını daha da açtı. Bu Çin-Sovyet görüş ayrılığı 1967'de Kızıl Muhafızlar'ın Pekin'deki Sovyet elçiliğini kuşatmasıyla patlak vermiştir. 1969'da da Çin - Sovyet sınırında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Moskova ve Pekin'in siyasî güçleri arasındaki gerginlik 1960'ların ve 1970'lerin Asya politikasını önemli ölçüde etkileyecek ve 1978'de Ho Chi Minh'in Sovyet destekli Vietnam'ı Pol Pot'un Çin yanlısı Kamboçya'sını işgal ettiğinde ortaya Çin - Sovyet muhalefetinin yaratmış olduğu yeni bir bloklaşma çıkacaktı. Sovyetler saldırgan bir siyasî, ekonomik ve askerî yardım kampanyasıyla Vietnam ve Laos'un sadakatini sağladı. Aynı taktik Sovyetler tarafından Afrika ve Orta Doğu'da ortaya çıkan devletlerin yeni hâmisi olma yarışında ABD ile başa çıkabilmesine olanak vermiştir. Yaygın silah satışları, AK-47 ve T-55 tankını İsrail ile Arap komşuları arasındaki günümüz savaşlarının sembolü haline getirmiştir. 1968'de deklare edilen ve Sovyetler Birliği'nin kapitalist güçler tarafından tehdit edilen sosyalizmi savunmak için diğer devletlerin içişlerine karışma hakkını resmi olarak bildiren Brejnev Doktrini de önemli bir gelişmedir. Bu doktrin, Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından 1979'da işgal edilmesini haklı göstermek için kullanılmıştır. Sovyet kuvvetleri Afganistan'da CIA tarafından desteklenen müslüman mücahitler tarafından şiddetli direnişle karşı karşıya kaldılar. Gerilla taktiklerine dayanan ve asimetrik savaş ile mücadele veren bir düşman karşısında Sovyet savaş makinesinin yetersiz kaldığı ve sonuca götürücü zaferler kazanamadığı görüldü ve sonunda ABD'nin Vietnam Savaşı sırasında yaşadığı gibi içinden çıkılmaz bir duruma dönüştü. Yılda yaklaşık 20 milyar dolara (1986'da on yıl boyunca savaşıp 15.000 Sovyet kaybına yol açtıktan sonra Gorbaçov kamuoyuna başeğip 1989 başında Sovyet birliklerinin geri çekilmesini emretti. Sovyetler Birliği ""İlk Şimşek"" ("First Lightning") kod adlı ilk atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasından yalnızca dört yıl sonra 29 Ağustos 1949'da denedi. Bu denemeler, nükleer alandaki ABD tekelinin daha uzun süreceğini düşünen birçok batılı yorumcuyu şaşırtmıştır. Kısa sürede Sovyet atom bombası projesine casusluk kanalıyla savaş zamanı Manhattan Projesi'nden birçok bilgi kaçırıldığı ve ilk bombanın Amerikan ""Fat Man"" modelinin büyük boyu olduğu anlaşıldı. 1940'ların sonlarından itibaren Sovyet silahlı kuvvetleri nükleer silahlar döneminde Soğuk Savaş'a uyum sağlayarak stratejik nükleer silahlar konusunda Amerika Birleşik Devletleri'yle dengede kalmak için uğraştılar. Amerika Birleşik Devletleri'nin II. Dünya Savaşı sırasında atom bombası üretmesinden sonra Sovyetler Birliği çeşitli nükleer silahsızlanma planları önermiş olsa da, Soğuk Savaş sırasında tüm gücüyle nükleer silahları geliştirdi ve konuşlandırdı. 1960'larda ABD ve SSCB Antarktika'da silah konuşlandırılmasını ve atmosferde, dış uzayda, sualtında nükleer silah denemesi yapılmasını birlikte yasakladılar. 1960'ların sonunda bazı stratejik silah tiplerinde Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ile kabaca denk seviyeye gelmişti ve stratejik nükleer silah konuşlandırılmasının sınırlanması konusunu tartışmayı önerdi. Sovyetler Birliği ABD'nin anti-balistik füze sistemi geliştirmesini kısıtlamak ve MIRV araçlarını yerleştirme yeteneğini korumak istiyordu. Sovyet-Amerikan Stratejik Silahları Kısıtlama Görüşmeleri (SALT)Kasım 1969'da Helsinki'de başladı. Mayıs 1972'de imzalanan geçici anlaşma varolan kıtalararası balistik füzelerin konuşlandırılmasını donduruyor ve denizaltından atılan balistik füzelerin artışını da düzenliyordu. SALT sürecinin bir parçası olarak da ABM antlaşması imzalandı. SALT antlaşmalarına Batı'da genel olarak karşılıklı yok etme ya da caydırıcılık kavramlarının düzenlenmezi olarak bakılır. Her iki taraf da topyekûn imhaya karşı ortak zayıflıklarını tanımışlardır. Hangi devletin ilk füzeyi fırlattığının pek önemi yoktu. İkinci bir SALT antlaşması Haziran 1979'da Viyana'da imzalandı. Diğer maddelerin yanı sıra kıtalararası ve denizaltından atılan balistik füze rampalarına da bir tavan sayı belirlendi. İkinci SALT antlaşması, 1970'lerin sonunda ve 1980'lerin başında uluslararası gerginliğin tekrar artması nedeniyle ABD Senatosu tarafından hiçbir zaman onaylanmamıştır. Bir zamanlar Sovyetler Birliği dünya üzerindeki en büyük nükleer silah gücüne sahipti. ""Natural Resources Defense Council"" tahminlerine göre 1986'da en yüksek değer olan 45.000 savaş başlığına ulaşıldı. Kabaca bunların 20.000'inin taktik nükleer silah olduğu sanılmaktadır ve Avrupa'da oluşacak olan bir savaşta bunların kullanılmasını öngören Kızıl Ordu doktrininin bir yansımasıdır. Geriye kalan 25.000 füze stratejik kıtalararası balistik füzedir. Bu silahlar hem saldırı hem de savunma amaçlı olarak değerlendirilir. Kruşçev ve Gorbaçov dışındaki tüm Sovyet liderleri 1920'lerden beri sivil ekonomi alanındaki yatırımlardan çok askerî üretime ağırlık verdiler. Askerî üretime verilen bu büyük öncelik, askerî - sanayi tesislerinin sivil fabrikalardan daha iyi yönetici ekibine, iş gücüne ve hammaddeye sahip olmasına olanak verdi. Sonuç olarak Sovyetler Birliği dünyanın en gelişmiş bazı silahlarını üretti. 1980'lerin sonunda Gorbaçov önde gelen savunma sanayi yöneticilerini askerî sanayi ile aynı seviyeye gelebilmesi için sivil ekonomi sektörüne geçirdi. Sovyetler Birliği'nde parti, hükümet ve askeriyenin bütünleşmesi en çok savunma amaçlı sanayi üretiminde belirgin hale geliyordu. Gosplan (Devlet Planlama Komitesi), gerekli kaynakları askerî sanayiye yönlendirmede önemli rol oynuyordu. Savun
ma Konseyi ana silah sistemlerinin geliştirilmesi ve üretimi konusunda kararlar veriyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Merkezî Politbürosu'nun Savunma Sanayi Bölümü, Savunma Konseyi'nin iradesini tüm askerî sanayiyi kontrol ederek uyguluyordu. Hükümet içinde ise Bakanlar Kurulu başkan yardımcısı Askerî Sanayi Komisyonu'nun başkanı olarak birçok askeî bakanlığın, devlet komitesinin, araştırma ve geliştirme örgütlerinin ve silah tasarlayan ve üreten fabrikaların aktivitelerini koordine ediyordu. 1980'lerin sonunda Sovyetler Birliği'nin gayrisafi millî hasılasının %25'i savunma alanındaydı (o tarihte Batılı analizcilerin çoğu bunun %15 civarında olduğunu düşünüyordu.). Askerî - sanayi kompleksi Sovyetler Birliği'ndeki her beş yetişkinden birini istihdam ediyordu. Rusya'nın bazı bölgelerinde işgücünün yarısı savunma sanayi fabrikalarında çalışıyordu. (Karşılaştırıldığında bu değerler ABD'de gayrisafi millî hasılanın onaltıda biri ve işgücünün onaltıda biri idi.) 1989'da Sovyet nüfusunun dörtte biri ya orduda aktif olarak, ya askeri üretimde ya da sivillere askeri eğitimde yer alıyordu. 1980'lerin sonunda ve 1990'ların başındaki siyasî ve ekonomik kargaşa ortamı sonunda Varşova Paktı'nın dağılmasına ve Sovyetler Birliği'nin çökmesine yol açtı. Rusya'daki siyasi kaos ve ekonomideki hızlı liberalleşme askeriyenin gücü ve ekonomik desteği üzerinde oldukça olumsuz etki yaratmıştır. 1985'te 5,3 milyon askerden oluşan Sovyet Ordusu 1990'a gelindiğinde dört milyona düşmüştür. Sovyetler Birliği dağıldığında Rusya'ya ait kuvvetler 2,7 milyon kadardı. Bu azalmanın hemen hemen tamamı 1989-1991 arasında gerçekleşmiştir. Bu azalmaya ilk katkı Gorbaçov tarafından Aralık 1988'de açıklanarak başlayan tek yanlı ve geniş çaplı indirimdi. Varşova Paktı'nın çöküşüyle ve CFE anlaşmalarına uygun olarak bu indirimler devam etti. Glasnost politikasının kamuoyuna Sovyet Ordusu içindeki gerçek koşulları ve silah altına alınan askerlerin suistimal edilmesini açıklaması üzerine geniş çaplı bir şekilde silah altına alınmaya karşı direnç oluşması da bu düşüşün bir başka sebebidir. 1991 yılında Sovyetler Birliği çözülmeye doğru giderken ölen Sovyet sistemini ayakta tutmak uğruna Sovyet askeriyesi kendi gücüyle orantısız ve etkisiz bir rol aldı, Kafkaslar ve Orta Asya'daki çatışmaları ve kargaşayı bastırmayı denedi ama ne barışı ne de düzeni sağlamakta pek başarılı olamadı. 9 Nisan 1989'da MVD birlikleriyle beraber ordu Gürcistan'ın Tiflis kentinde yaklaşık 190 göstericiyi katletti. Bir sonraki önemli kriz Azerbaycan'da patlak verdi. 19-20 Ocak 1990'da zorla Bakü'ye giren Sovyet Ordusu, isyancı Cumhuriyet hükümetini düşürdü ve yüzlerce sivili öldürdü. 13 Ocak 1991'de Sovyet kuvvetleri Litvanya'nın Vilnius kentinde muhalif grupların elinde bulunan Devlet Radyo ve Televizyon Binası ile televizyon veri gönderi kulesini basarak 14 kişiyi öldürdü ve yaklaşık 700 kişiyi yaraladı. Bu baskın genel olarak çok aşırı bulunarak eleştirilmiştir. Sovyet muhafazakârları tarafından devletin çökmesini engellemek için son çaba olan Ağustos Darbesi'nin en kritik anlarında bazı askerî birlikler Boris Yeltsin'e karşı hareket etmek için Moskova'ya girdiler, ancak Rus parlamento binasını saran kalabalık gösterici gruplarını bastırmayı reddettiler. Sovyet askerî liderleri, Gorbaçov ve Yeltsin ile aynı cepheye geçerek eski düzenin sonunu getirdiler. 31 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği'nin resmî olarak dağılmasıyla birlikte Sovyet askeriyesi tamamen belirsizlik içinde bırakılmıştır. Bundan sonraki bir buçuk yıllık dönem içerisinde Sovyet ordusunun bütünlüğünü koruma ve Bağımsız Devletler Topluluğu'nun ordusu (BDT) haline dönüştürme çabaları sonuç vermemiştir. Düzenli şekilde Ukrayna ve diğer birlikten ayrılan cumhuriyetler içinde konuşlanmış birlikler yeni ulusal hükümetlerine bağlılıklarını bildirdiler; aynı zamanda yeni bağımsızlığını kazanan devletler arasındaki anlaşmalarla da askeriyenin malvarlığı pay edildi. 1992 mart ayı ortalarında Yeltsin kendisini Rusya'nın yeni savunma bakanı olarak atayarak askeriyeden artakalanlarla yeni Rus silahlı kuvvetlerini kurmak için önemli bir adım attı. Eski Sovyet komuta yapısının son kalıntıları da 1993 haziranında ortadan kaldırıldı. Sonraki yıllarda Rus kuvvetleri Orta ve Doğu Avrupa'dan ve hatta Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan yeni cumhuriyetlerden çekildi. Çoğu yerde bu çekilme sorunsuz yaşanırken, Kırım'daki Sivastopol donanma üssü, Abhazya ve Transnistria gibi sorunlu bölgelerde Rus birlikleri yerlerini terketmediler. 1992 yılında Sovyet sonrası Rus silahlı kuvvetlerinin büyük bir düşüşe geçtiğini görmekteyiz. Buna, Rus ekonomisinin çökmesi, silah altına alınacak adayların olmaması ve birlikten ayrılan cumhuriyetlerdeki sanayinin kaybedilmesi neden olmuştur. Nükleer silah stoklarının büyük çoğunluğu Rusya'da kalmıştır. Ayrıca Ukrayna, Beyazrusya ve Kazakistan da bazı silahlara sahip olmuşlardır. Nükleer silahların artması korkuları arasında, bütün bu silahların 1996'ya kadar Rusya'ya gönderildiği belgelendi. Bir zamanlar nükleer silahların konuşlandığı eski Sovyet Cumhuriyeti olan Özbekistan da dahil olmak üzere tüm bu ülkeler nükleer silahların sayılarının artırılmaması ile ilgili antlaşmayı imzalamışlardır. Açık olarak katıldığı savaşların dışında Sovyetler Birliği Ordusu değişik ülkelerin iç olaylarında yer aldığı gibi başka ülkeler arasında geçen savaşlarda da nükleer güçler arasında doğrudan silahlı çarpışmaya girmeden stratejik kazancını artırmak amacıyla yer almıştır. Çoğu durumda bu, askerî danışmanlar ya da silah yardımı veya satışı olarak görülüyordu. Orhan Pamuk Ferit Orhan Pamuk (d. 7 Haziran 1952, İstanbul), Türk yazar. Birçok başka edebiyat ödülünün yanı sıra 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanarak bu ödülü alan en genç kişilerden biri olmuştur. Kitapları altmış üç dile çevrildi, yüzü aşkın ülkede yayımlandı ve 13 milyon baskı yaptı. 2006 yılında "TIME" dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri seçilen Pamuk, Nobel ödülünü alan ilk Türk vatandaşıdır. Bir süre "Taraf" gazetesinde makaleler de yazmıştır. Orhan Pamuk yazarlığa 1974 yılında başladı. 1979 yılında ilk romanı olan "Karanlık ve Işık" ile katıldığı Milliyet Roman Yarışmasında birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu ile paylaştı. Bu romanı 1982 yılında "Cevdet Bey ve Oğulları" adıyla yayımlandı. 1983 yılında bu kitapla Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görüldü. Pamuk'un daha sonra yazdığı kitaplar da çok sayıda ödül kazandı. İkinci romanı olan "Sessiz Ev" 1984 yılında Madaralı Roman Ödülünü kazandı. Bu romanın Fransızca tercümesi de 1991 yılında "Prix de la Découverte Européenne" ödülüne hak kazandı. 1985 yılında yayımlanan tarihi romanı "Beyaz Kale" ile 1990 yılında ABD'de "Independent Award for Foreign Fiction" ödülünü kazandı ve yurt dışında tanınmaya başlandı. Orhan Pamuk, 2002 yılında yayımlanan "Kar" kitabını, Türkiye'nin etnik ve politik meseleleri üzerine kurulu bir "politik roman" olarak tanımlamaktadır. "Kar" romanı Amerika Birleşik Devletleri'nde 2004 yılında "yılın en iyi 10 kitabından biri" olarak gösterilmiştir. Yıllar geçtikçe Orhan Pamuk'un Türkiye dışındaki ünü artmaya devam etti. 1998 yılında yayımlanan "Benim Adım Kırmızı" 24 dile çevrildi ve 2003 yılında İrlanda'nın ünlü "International IMPAC Dublin Literary Award" ödülünü kazandı. Romanlarının dışında, yazılarından ve söyleşilerinden seçmelerin ve bir hikâyesinin yer aldığı "Öteki Renkler" (1999) ve Ömer Kavur'un yönettiği "Gizli Yüz" adlı filmin senaryosu (1992) vardır. Bu senaryo, 1990 yılında yayımladığı "Kara Kitap" romanındaki bir bölümden yola çıkılarak yazılmıştır. Orhan Pamuk ABD'de yayımlanan "Time" dergisinin 8 Mayıs 2006 tarihli sayısının "Time 100: Dünyamızı Biçimlendiren Kişiler" başlıklı kapak yazısında tanıtılan 100 kişiden biri oldu. 2007 Mayıs'ında yapılan 60. Cannes Film Festivali'nde jüri üyeliği yapmıştır Orhan Pamuk 12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak Nobel Ödülü kazanan ilk Türk olarak tarihe geçmiştir. Akademi'nin 12 Ekim 2006 günü saat 14:00 civarında yayınladığı, şeklindeki basın bildirisiyle Nobel Edebiyat Ödülü'nün Orhan Pamuk'a verildiği resmen açıklandı. Pamuk 7 Aralık 2006'da, İsveç Akademisi'nde Babamın Bavulu başlığı altında hazırladığı Nobel konuşmasını Türkçe yaptı, Türkçe bilmeyen izleyiciler ellerindeki çeviri metinden konuşmayı takip etti, birçok televizyon kanalı konuşmasını canlı yayınladı. Orhan Pamuk ödülünü 10 Aralık 2006 günü Stockholm Konser Salonu'nda düzenlenen ödül töreninde İsveç kralı XVI. Carl Gustaf'ın elinden aldı. Orhan Pamuk'un romancılığı postmodern roman kategorisinde değerlendirilmektedir. Eleştirmen Yıldız Ecevit "Orhan Pamuk'u Okumak" adlı kitabında onun avangard romancılığını değerlendirmektedir. Özellikle Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı'dan yola çıkarak bize kendisini ve olayların gelişimini anlatır. Aynı şekilde edebiyat tarihçisi Jale Parla da "Don Kişot'tan Günümüze Roman" adlı kapsamlı yapıtında, Benim Adım Kırmızı'dan hareketle Orhan Pamuk'un eserlerini karşılaştırmalı edebiyat bağlamında irdeler. Parla'ya göre Pamuk, Türk romanının aldığı önemli dönemeçlerin sahibi olan bir yazardır. Doğu-Batı sorunsalıyla estetik düzeyde hesaplaşmaya yönelen Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi önemli yazarlardan biridir. Pamuk, bu sorunsalı kültürel ve felsefi içerimleriyle edebiyatına taşımış, özellikle Kara Kitap'ta bu tema bağlamında önemli, çok katmanlı bir edebi metin örneği sergilemiştir. 2016 yılında okurlarıyla bir araya gelen Orhan Pamuk, niçin yazdığı sorusuna: "Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum, demek ki mutlu olmak için yazıyorum." diye cevap vermiştir. Pamuk, bir söyleyişisinde ise kendi romancılığı için: "Ben edebi ilhama inanıyorum. Bir akşam uyurum, bir sabah kalkarım ki bir roman gelmiş, yukarıdan bana yollanmış. Hop, üç günde yazı yazıp verebilirim" ifadelerini kullanmıştır. Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü ka
zanması değişik tepkilerle karşılaştı. Ödülün Pamuk'a Türkiye tarihi ile ilgili demeçleri dolayısıyla verildiği iddiasında bulunuldu. Orhan Pamuk Nobel ödülünü almadan on ay önce 19 Aralık 2005 tarihli "Cumhuriyet" gazetesinde yayımlanan Erol Manisalı'nın "Orhan Pamuk Nobel'i Garantiledi" başlıklı yazısı Pamuk'un ödülü almasının ardından popülerleşti ve Orhan Pamuk'un Nobeli hakkındaki olumsuz eleştiriler bu yönde gelişti. TRT'de Banu Avar'ın hazırlayıp sunduğu "Sınırlar Arasında" adlı belgeselin Pamuk'un Nobel ödülünü almasından bir gün sonra yayımlanan bölümünde Pamuk, Nobel ödülleri ve İsveç ile ilgili olumsuz eleştiriler yer aldı. Demirtaş Ceyhun hazırladığı imza metninde Orhan Pamuk'un kitaplarını "Amerikan patentli postmodern romanlar olarak" adlandırmış ve "Nobel ödülünün Pamuk'a verilmiş bir ücret" olduğunu söylemiştir. Basında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Orhan Pamuk'u kutlamadığına dikkat çekildi Ödüle yabancı basından olumsuz eleştiriler de gelmiş, ödülün siyasi sebeplerden dolayı verildiği belirtilmiştir. Orhan Pamuk'un eserlerinde Atatürk hakkında kullandığı üslup ve yazıları da kimi eleştirilere uğradı. Bir kısım edebiyatçı Orhan Pamuk'un eserlerindeki bazı bölümlerin diğer yazarlara ait başka eserlerden fazlasıyla esinlendiğini savunmakta, özellikle bazı romanlarındaki belli kısımların diğer kitaplardan neredeyse tamamen alıntı olduğunu öne sürmektedir. "Hürriyet" yazarı Murat Bardakçı 26 Mayıs 2002 tarihinde belgeleri ile yazarı sahtecilik ve intihal ile suçlamıştır. Murat Bardakçı'ya göre Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı" romanı, hikâyesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in "Ancient Evenings" adlı romanının bir kopyasıdır. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un "Beyaz Kale" adlı romanı Mehmet Fuat Carım'ın "Kanuni Devrinde İstanbul" isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Orhan Pamuk günümüze dek bu konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır. Orhan Pamuk'un Sri Lanka'da düzenlenecek olan Edebiyat Festivaline katılması Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (Reporters sans frontières) tarafından eleştirildi. Örgüt Orhan Pamuk'u ve festivale katılmak isteyen diğer edebiyatçıları Sri Lanka'daki baskıları meşru hale getirmekle suçladı. Yazar Orhan Pamuk, "Das Magazin" adlı haftalık İsviçre dergisine verdiği bir röportajda, "Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi" açıklamasında bulununca hakkında TCK'nın 301. maddesinden ‘Türklüğe hakaret’ davası açıldı. 16 Aralık 2005'de ilk duruşması yapılan Pamuk davası Adalet Bakanlığı'ndan beklenen yazı gelmediği için 7 Şubat 2006 tarihine ertelendi. Şişli Asliye Ceza Mahkemesi, bu tür davalar için Adalet Bakanlığı'nın yazılı izninin gerektiğini belirterek izin verilip verilmediğinin sorulması için bakanlığa yazı yazılmasına karar verdi ve duruşmayı da 7 Şubat 2006'ya erteledi. Duruşmanın ertelenmesi kararına AB yetkililerinden tepkiler geldi. Dava günü Şişli Adliyesi önündeki Pamuk ve yabancı yetkililere yönelik protesto gösterileri, Türkiye ve dünya basınında önemli yer tuttu. AB - Türkiye Karma Parlamento Eş Başkanı Joost Lagendijk, ""hükümet, parlamentoya değişiklik yasası getirebilir. Yapılacak şey budur. Türkiye'nin imajına büyük bir zarar vermiştir. Avrupa'da kötü bir imaj doğmuştur. Ünlü bir yazar hakkında dava açarsanız, dışarıda milliyetçiler bu yazarı dövmek için arabasına saldırırsa, burada ciddi bir sorun vardır"" dedi. AP (Avrupa Parlamentosu) Türkiye Raportörü Camiel Eurlings de, hükümetin yazar Orhan Pamuk davasını düşürmesi gerektiğini belirterek, "hükümet reform taahhüdüne sadık kalmalı" şeklinde konuştu. Türkiye ile AB arasında ciddi gerilime neden olan Orhan Pamuk’un hakkındaki dava 22 Ocak 2006 tarihinde düştü. Adalet Bakanlığı, Şişli İkinci Asliye Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği yazıda, Yeni Ceza Yasası gereği izin yetkisi olmadığını hatırlatarak, Pamuk'un yargılanması için Adalet Bakanlığı’nın izin verdiğine ilişkin belge bulunmadığını bildirdi. Mahkeme bu gerekçeyle davanın düşmesine karar verdi. Ünal Karaman Ünal Karaman (d. 29 Haziran 1966, Konya), Türk antrenör ve eski futbolcudur. İlk olarak Konyaspor genç takımında forma giydi. 1984'te Gaziantepspor'a transfer oldu. İlk kez bu takımda, üstelik 2. Lig'de oynarken Türkiye millî futbol takımı formasını giyen Ünal Karaman, 1987'de Malatyaspor'a transfer oldu. Malatyaspor'da 1988'de bir lig üçüncülüğü yaşadı. A millî takımın orta sahasının da önemli isimlerinden biri olmayı başardı. 1990'da transfer olduğu Trabzonspor'da kariyerinin büyük bir bölümünde oynadıktan sonra, 1999'da transfer olduğu MKE Ankaragücü'nde bir yıl futbol oynadı ve 2000 yılında futbolu bıraktı. Faal futbol yaşamını tamamladıktan sonra 2000-2004 yılları arasında Türkiye millî futbol takımı yardımcı antrenörlüğü görevinde bulunan Karaman, 2005 yılında ümit millî takım teknik direktörlüğü görevine getirildi. 26 Eylül 2007'de Konyaspor'u çalıştırmaya başlayan Karaman 24 Mart 2008 tarihinde Konyaspor'daki görevinden istifa etmiştir. 2008 yılının Kasım ayında Hakan Kutlu'nun istifası ile MKE Ankaragücü'nün başına geçmiştir. 7 Aralık 2008 tarihinde lig de Galatasaray ile yaptığı ve 3-0 mağlup ayrıldığı karşılaşma sonrası istifa etmiştir. 19 Mayıs 2009 günü 2008-09 sezonunun son iki haftasında tekrar Konyasporda göreve başlamıştır. 2009 Temmuz ayında Trabzonspor Sportif Direktörlük görevine getirilmiştir. 18 Şubat 2010 tarihinde Ünal Karaman, Teknik Direktör Şenol Güneş'in birinci yardımcısı olarak da göreve getirilmiştir.28 Ocak 2013 tarihinde teknik direktör Şenol Güneş istifa ettiği için kendisi ve tüm teknik ekip de istifa etmiştir. 2013'te yuvası Trabzonspor'a sportif direktör olarak geri dönmüştür.Ancak 4 Ekim 2013 günü görevinden istifa etmiştir. 2014-15 sezonunu 1. Lig'de mücadele eden Adana Demirspor'un başında geçirmiş, sezon sonunda mavi-lacivertli takım ligi 4. sırada tamamlamıştır. Ünal Karaman 2016 yaz sezonu döneminde 1. Lig ekiplerinden Şanlıurfaspor ile iki yıllık anlaşma imza ladı. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Özkan Sümer Özkan Sümer (d. 20 Ocak 1937, Trabzon) Türk eski futbolcu ve teknik direktörüdür. İlk olarak Trabzonspor'da defans olarak oynamış, sonra aynı takımın, Galatasaray, Denizlispor, Samsunspor ve Türkiye millî futbol takımının teknik direktörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Trabzonspor'da başkanlık yapmıştır. Sümer doğum yeri olan Trabzon'un takımında futbola başlamıştır. Sonra bir süre Kardemir Karabükspor ve Akçaabat Sebatspor'da oynadıysa da, Sümer Trabzonspor'a geri dönmüştür. Takımında başarılı bir defans olan Sümer, zamanında uzun boyu ve sert ve inatçı oyunuyla "Deve" lakabını almıştır. Aktif spor hayatı bitince, Sümer Türkiye Futbol Federasyonunda (TFF) asistanlık yapmıştır. 1977-78 sezonunda Konyaspor'un teknik direktörlüğünü yapmıştır. 1978'de ana takımın başkanı olarak atanıncaya kadar genç ve amatör Trabzonspor'lu futbolcuları hazırlamıştır. Trabzonspor 1978-79 ve 1980-81 sezonlarında Sümer'in teknik direktörlüğünde lig şampiyonu olmuştur. 1981'de, Türkiye millî futbol takımının teknik direktörü olarak atandı. Millî takım onun direktörlüğünde ikisi de kaybedilen iki maç oynadı. 1982-83 sezonunda Galatasaray'a antrenör olarak atandı. Sümer 1984–85, 1990–91 ve 1996 sezonlarında tekrar Trabzonspor'a teknik direktör olarak atandı. 2000–01 sezonunda, Mobellaspor'a, ikinci ligdeki bir Konya takımına antrenörlük yaptı. 2001'de, Sümer Mehmet Ali Yılmaz'ın ardından Trabzonspor başkanı seçildi. Sümer, 2003-2004 sezonunun ilk haftasında, Trabzonspor-Fenerbahçe maçında çıkan olaylar sonrasında, PFDK tarafından Fenerbahçe'ye verilen saha kapatma cezasının Tahkim Kurulu tarafından kaldırılmasını protesto etmek amacıyla 5 Eylül 2003'te istifa etti. 22 Temmuz 2006'dan beri Sümer, Trabzonspor'da bölge ve eğitim koordinatörü olarak hizmet vermektedir. 2007'de, Zeliha Şimşek'le, eski KTÜ kadın futbolcusuyla birlikte sezona sadece 6 hafta kala Trabzonspor Bayan Futbol Takımı'nı kurdu. Takım, ilk sezonu olan 2007-08'de Türkiye Kadınlar 1. Ligi'ne davet edildi. Bu takım hemen sonraki sezon şampiyon oldu. Kumpur Gumpur, kumpir olarak da söylenir, Orta Anadolu ağzında patates anlamına gelir. Kullanımı oldukça daralmıştır.Yöre de çeşitli yemekleri ve çorbaları yapılmaktadır. Çerkez toplulukları tarafından da oldukça fazla tüketilen bir besin maddesidir. Nevşehir, Derinkuyu patatesi meşhur olup, dünyanın birçok ülkesine de ham ve işlenmiş olarak ihraç edilmektedir. Basat Basat, Dede Korkut Kitabı'nda geçen bir kurgusal karakter. Burada Tepegöz'ü öldüren kahramandır. İsminin manası Eski Türkçede akranlarından üstün anlamına gelir. Basat, Dede Korkut'un eldeki on iki hikâyesinden birinde ana karakterken birinde de sadece adı geçer. Hikayelere göre Aruz Koca'nın küçük oğludur. Çocukken ormanda yapılan bir av sırasında kaybedilmiş ve aslanlar tarafından yetiştirilmiştir. Bu yüzden diğer Oğuz beylerinin aksine Oğuz toplumuna karşı mesafeli durur. Diğer beyler arasındaki dayanışma ruhu Basat'ta yoktur, bir yabani gibi tek başına savaşır. Basat'ın ağabeyi Kıyan Selçuk, Tepegöz tarafından öldürülür. Babası Aruz Koca Tepegöz'ün elinde perişan olur. Diğer şanlı Oğuz beyleri de Tepegöz elinde teker teker mahvolur. Sonunda ağabeyinin intikamını almak isteyen Basat, tek başına Tepegöz'ün peşine düşer ve önce onu kör edip sonra başını keser. Basat'ın Tepegöz'ü öldürdüğü hikâye, Homeros'un Odysseia'da anlattığı kiklop öyküsünden alıntılar içermektedir. Oğuzlar arasındaki iç savaşın anlatıldığı bir başka Dede Korkut hikâyesinde ise Basat'ın adı bir yerde geçer. Aruz Koca tarafından yaralanan Bamsı Beyrek, Basat'ın gelip de evini ocağını yağmalamasından korkmaktadır. Baybars Baybars veya Beybars ya da tam adıyla El-Melik el-Zahir Rukneddin Baybars el-Bundukdarî, (Arapça: الملك‭ ‬الظاهر‭ ‬ركن‭ ‬الدين‭ ‬بيبرس‭ ‬البندقداري‎) (d. 1223 – ö. 1 Temmuz 1277) Mısır ve Suriye'de hüküm sürmüş dördüncü Kıpçak kökenli Memluk Sultanıdır. Baybars 1233 yılında Kara
deniz'in kuzeyinde doğmuş bir Kıpçak Türk'üdür. Altın Ordu Hakanı ve Cengiz Han’ın torunu Berke Han’ın damadı idi. Kendi yerine geçecek oğluna da Berke adını vermişti. Rivayete göre Moğollar tarafından Kıpçak steplerinde (Deşt-i Kıpçak) yakalanmış ve esir olarak Bizans tüccarlarına satılmıştır. Köle olarak Kahire'ye getirilmiş, Eyyubiler'in hassa ordusuna alınmıştı. Zeka ve yeteneği ile kısa zamanda kendini gösterdi. Baybars'ın devleti olan Memlükler, İslam Tarihi'ne Moğolları tek yenebilen devlet olarak geçmiştir. Moğollar Memlükler'le karşılaşmadan önce Harzemşahlar, Anadolu Selçuklu Devleti gibi büyük Türk-İslam devletlerini etkisiz hale getirmiştir. Bu da Moğolların ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Baybars Moğolların bu gücüne rağmen Moğollar'ın 1260 tarihinde Ayn Calut'ta ilk yenilgisine sebep verip ilerlemelerini önemli ölçüde durdurdu. Moğollar ile yapılan bu çatışmada, öncü birliklerine kumanda ediyordu. Ayn Calut Muharebesi'nden sonra Sultan Kutuz ona, vadettiği Halep valiliğini vermedi. Bunun üzerine Baybars bir av sırasında Kutuz'u öldürttü. Kutuz ölürken Baybars'ı sultan ilan etti. Baybars, hükümdarlığının birinci yılında (1261’de), Moğollar tarafından öldürülmüş olan Abbasi halifesinin yerine aynı aileden başka birini getirerek, Mısır Abbasî Hilafetini kurdu. 1260’ta hükümdar olup. 1277'de ölümüne kadar hüküm süren Sultan Baybars zamanında Mısır Türk Devleti en kudretli devrine ulaştı. "Devlet it'Türki" yani "Türk Devleti" adını ülke adına ekledi ve bu adı ilk kullanan ülkenin hükümdarı oldu. Cesur bir asker olan Baybars, kudretli bir hükümdar ve iyi bir idareci olduğunu gösterdi. Hayatı boyunca bir tarafta Haçlıların elinde bulun Suriye ve Filistin'de, diğer taraftan ise Moğollar idaresine girmiş Hristiyan ve Müslüman ülke ve krallıklarında Moğol idaresine karşı mücadele verdi. 1263'te Baybars Haçlıların kurmuş olduğu Frank Kudüs Krallığı'ndan ufak kalıntı olarak ellerinde kalan arazilerin merkezi olan Akka kalesini kuşattı; fakat bu kaleyi ele geçirmeyi başaramadı. Buna rağmen Arsuf, Hayfa, Safed, Yafa, Aşkelon ve Kayserya'da Haçlılarla çatışmalara girdi. Buralarda bulunan kaleleri eline geçirip kaleleri yıktırıp, liman varsa doldurtup buraların sonradan tekrar bir savunma mevkii olarak kullanılamamasını sağladı ve bu şehirlerin çoğu Baybars'ın fethinden sonra önemlerini kaybettiler. 1266'da Baybars Moğol İlhanlılara tabi olmayı kabul eden Kilikya'da bulunan Küçük Ermenistan Kralı I. Hatum'a karşı sefer açarak bu ülkeyi ve Küçük Ermenistan'ın başkenti Kozan (Sis) şehrini zapt etti. Böylece Haçlıların elinde bulunan Antakya ve Trablus-Şam tecrit edilmiş oldu. 1268'de Baybars ordusuyla Antakya şehrini kuşattı ve 8 Mayıs'ta şehir teslim oldu. Baybars şehrin kalesini yıktırıp şehrin savunmasına giren Hristiyan ahalinin çoğunu esir aldı. Bu sırada Birinci Haçlı Seferi sonucu Antakya Prensliği'ne atanmış olana Prens IV. Boemondo Antakya'da bulunmuyordu. Baybars ona bir şiddetli ve ayrıntılı şekilde Antakya'da neler yaptığını anlatan bir mektup göndererek "Eğer orada bulunup ne yaptığımı görse idin, annenin seni hiç doğurmamış olmasını arzu ederdin." diye bitirmişti. Boemondo'nun elinde hâlâ Trablus-Şam kalesi bulunmaktaydı ve Baybars bu kaleyi kuşatmaya koyuldu. Fakat bu sırada Avrupa'da Antakya kalesinin düşüp Antakya Prensliği'nin ortadan kaldırıldığı haberi yayılmıştı. Haçlı ruhu yeniden canlandı ve (Galler ülkesini ve İskoçya'yı sindirmiş olan) İngiltere Kralı Edward I idaresinde Dokuzuncu Haçlı Seferi orduları denizden Mayıs 1271'de Filistin'de Haçlılar elinde kalan Akke limanına geldiler. Baybars Trablus-Şam kuşatmasını bir barış imzalayarak bıraktı. Yeni Haçlı orduları Moğol İlhanlılarla bir muteffiklik aradılar. Fakat bu Haçlı orduları Baybars'a karşı hiçbir başarı kazanamadı. Bazı kaynaklara göre Baybars İngiliz Kralı I. Edward'ı zehirletmeye çalıştı ama bu da başarısız kaldı. Nihayet 1272'de I. Edward Filistin'den ayrıldı. 1277de Baybars İlhanlı Moğollara tabi olan Anadolu Selçuklu Devleti'ne hücum etti. Ordusunun başında Elbistan'da bir Moğol ordusunu yendi. Anadolu’da Moğollara karşı direnişe geçen Türkmen beyliklerini destekledi ve sonra Kayseri’ye kadar ilerledi. Anadolu'daki Türk beyleri yeterince desteklemeyince, Anadolu'daki arazi kazançlarını geride bırakarak kendi merkezinden daha fazla uzaklaşmamak için Şam’a döndü. Anadolu Beylerinin Baybars'a yardım etmemesinin nedeni Moğollar'dan çekiniyor olmalarındandı. Moğollar onlara son derece acımasız davranmışlardı. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacak sözü de Moğolların felsefesini ortaya çıkarmaktaydı. Altın Ordu ve Bizans ile de siyasi münasebetler kuran Baybars, Haziran 1277’de, 54 yaşında öldüğü söylense de derviş kıyafetiyle bir gece ansızın sarayını terk edip doğduğu topraklara gittiği de rivayet edilmektedir. Orta çağ tarihinin en büyük ve örnek hükümdarlarından biri olarak anılan Baybars, devlet teşkilatında büyük bir reform yapmış, Haçlıları Yakındoğu’dan sürüp çıkarmıştı. Baybars çok etkin bir devlet idarecisi olup Memlüklü Devleti sınırları içinde çoğu günümüze kadar kalan çeşitli imar ve kültür projeleri uygulatmıştır. Devletinin en önemli iki şehri olan Kahire ve Şam arasında atlı ulak sistemi kurmuş ve bu sistem için enfrastrüktür kurumlarını (yollar, menzil istasyonlari vb.) kurmuştur. Böylelikle hayatın, iletişim ve ulaşımın çok yavaş olduğu bir dönemde Kahire ile Şam arasındaki bir mesajın dört günde gitmesini sağlamıştır. Diğer ulaştırma projeleri olarak ülkesindeki köprüleri, su ulaşım kanalları ve limanları yenileştirmiş ve yeniden kurdurmuştur. Ülkesinin tarımına katkıda bulunma hedefiyle eski sulama yollarını tamir ettirip; yeniletip; yeni sulama kanalları açtırmıştır. Kahire'de ismini taşıyan Baybars Camii'ni yaptırmıştır. Şam'da bulunan türbesi ve yanındaki "Zekeriya Medresesi" onun adına yapılan ünlü mimari eserlerdendir. "Zekeriya Medresesi"'ne bağlı olan "Zekeriya Kütüphanesi" günümüze kadar gelen çok sayıda önemli bilimsel yazma eserleri içinde bulundurmaktadır. Baybars Kahire'de ve ülkesinde İslam bilginlerine ve bilim adamlarına büyük destek sağlamıştır. Örneğin tıp araştırmalarıyla ünlü Arap tıp doktoru İbni Nefîs'in patronu idi. İsmi İslam dünyasında, özellikle Mısır ve Suriye'de ölümünden sonra bir kahraman olarak anılmaktadır. Katkılarını ve savaşlarını anlatan "Sirat al-Zahir Baibars (El-Zahir Baibars'ın hayatı)" adlı hatıra eseri Arap edebiyatında popüler bir eser olarak önemini korumaktadır. Faşizm Faşizm, ilk olarak İtalya'da Benito Mussolini tarafından oluşturulan, otoriter devlet üzerine kurulu bir radikal milliyetçi siyasi ideolojidir. İlkeleri ve öğretileri "Faşizmin Doktrini" adı altında Giovanni Gentile tarafından yazılmıştır. Benito Mussolini'nin kurucusu olduğu Ulusal Faşist Parti'nin İtalya'da iktidara gelmesinin ardından, faşizm; birçok milliyetçi ideolojiye örnek oldu. Benito Mussolini'nin sistemini örnek alarak doğan nasyonal sosyalizm (nazizm) ve falanjizm gibi akımlarla beraber faşizm iyice güçlenen bir ideoloji olmuştur. Milliyetçi işçi hareketlerinden ilham alan ilk faşist hareketler, İtalya'da I. Dünya Savaşı sıralarında; sol fikirleri, sağcı ve milliyetçi unsurlarla birleştirerek; komünizme, marksist sosyalizme, liberalizme, demokrasiye ve geleneksel sağcı muhafazakârlığa karşı olarak ortaya çıkmıştır. Faşizm, geleneksel siyasal yelpazede genelde aşırı sağa konulsa da, siyaset bilimciler tarafından bu tanımın yeterli olmadığı tartışılmıştır. Faşistler kendi uluslarını, ulusal camianın kitlesel seferberliğini teşvik eden totaliter bir devlet yoluyla bütünleştirmeyi amaçlarlar ve faşist ideolojiye uygun ilkelerle birlikte ulusu örgütlemeyi hedefleyen devrimci siyasal harekete önayak olan bir öncü partiye sahip olmayla nitelenirler. Liberalizme, demokrasiye, marksist sosyalizme ve komünizme muhalif faşist hareketler; devlete ihtiram, güçlü bir lidere bağlılık ve aşırı milliyetçilik ile militarizme verilen önem gibi ortak özelliklere sahiptir. Faşizm, siyasal şiddeti, savaşı ve emperyalizmi; ulusal ihyaya ulaşmak için bir araç olarak görür ve güçlü ulusların, daha güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri sürer. Faşizmi bir dünya görüşü olarak benimseyen İtalyan lider Benito Mussolini'nin 1922'de İtalya'da iktidara gelmesinin ardından, onun iktidarı döneminde, İtalya'da resmi ideoloji olarak yürütülmüştür. Kısa süre içerisinde genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını betimler bir nitelemeye dönüşmüş ve nasyonal sosyalizm başta olmak üzere, anti-demokratik ve otoriter ideoloji ve yönetim sistemlerinin tamamına halk tarafından verilen genel bir isim halini almıştır. Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini sembolize eden, ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince "fasces" sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları Fransız Devrimi sırasında Aydınlanma anlamında, halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya'nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini'nin propagandasında kullanılmıştır. Faşizm, baskıcı rejimleri tanımlamak için kullanılan genel bir terim olmadan önce, asıl olarak İtalyan milliyetçiliğini temsil eden bir ideoloji olarak ortaya atılmıştır. Ancak kendisiyle eş zamanlı olarak ortaya çıkan nasyonal sosyalizm ve falanjizm gibi akımlar da amaç ve uygulamalar bakımından bir İtalyan ideolojisi olan faşizme yakın oldukları için faşizme bağlı siyasî hareketler olarak tanınmışlardır. Aşırı milliyetçi ve anti-komünist bir hareketin İtalya dışında "faşist" olarak nitelenmesinin ilk örneği Avusturya'da görülmüştür. Avusturyalı anti-komünist aşırı milliyetçilerin ideolojisi Avusturya faşizmi ("Austrofaschismus") olarak isimlendirilmiştir. Aynı zamanda, Almanya'da komünistler, nasyonal sosyalistleri kendi propagandaları gereğince "faşistler" ("Faschisten") olarak isimlendirmişlerdi. Bir rejim
in faşist olarak nitelendirilebilmesi için, o rejimin ideolojisinin milliyetçi olması ve milletin varlık ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutması gereklidir. Bu yönüyle halkçılığı da içermeli ve sadece zenginlerin veya işçilerin değil, milletin bütün fertlerinin refahını sağlamayı hedeflemelidir. Bu hedefe ulaşmak için ise ekonomi üzerinde sıkı bir devlet kontrolü uygulamak, işçi ücretlerinin yeterli olmasını sağlamak, keyfi işten çıkarmaları önlemek, hayat pahalılığının önüne geçmek için fiyat kontrolü uygulamak gibi önlemler uygulamak faşizmin politikalarındandır. Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. Bu yönde devlet eliyle korporatif sendikalar kurulur ve işçi ile işveren arasında anlaşma sağlanır. Toplumdaki yoksul ve orta sınıfın ihtiyaçları devlet tarafından karşılanır; örneğin Almanya'da çıkan toprak yasasıyla köylülerin topraklarının ipotek yoluyla ellerinden alınmasının önüne geçilmiş ve fırsatçı sermayenin köylüyü sömürmesi engellenmiştir. Faşizmin amacı bir toplumu birlik-beraberlik, ulusal değerler, tarih bilinci, vatan-bayrak-devlet üçlemesi, halkçılık ve devletçilik gibi anlayışların altında bütünleştirmektir. Vatansever ve milliyetçi olmakla birlikte -özellikle de nasyonal sosyalizmde- ırkçı boyutlara varabilmektedir. Milliyetçi veya ırkçı fikirlerin benimsenmesi ülkelere göre değişmektedir; örneğin İtalyan faşizminde "İtalyan vatandaşlığı" kavramı ön plandayken, Alman nasyonal sosyalizminde ise "Alman kanı taşıma" düşüncesi ön plandadır. Mussolini'nin doktrininde vatandaşlık kavramı vurgulanırken, Hitler'in doktrininde ise kan bağı vurgulanmaktadır. İtalyan faşizmi milliyetçidir, Alman nasyonal sosyalizmi ise ırkçıdır. Faşist yönetimlerin başa geçmesi Almanya'da demokrasiyle, İtalya'da hükümdarı tehdit etmekle (Roma Yürüyüşü), İspanya'da ise iç savaşın kazanılmasıyla gerçekleşmiştir. Tarihe baskıcı rejimler olarak geçen bu yönetimler, o yıllarda mevcut oldukları ülke halkının çoğu tarafından, özellikle de Almanya'da desteklenmişlerdir. 1922'de Benito Mussolini İtalya Kralı tarafından başbakan olarak atanmış, 1924 seçimleri sonucunda ise % 61.3 oy alarak Faşist Parti'nin iktidarda kalması kesinleşmiştir. Adolf Hitler Ocak 1933'te Almanya Cumhurbaşkanı tarafından şansölye (başbakan) olarak görevlendirildi, Mart 1933'te yapılan seçimlerin sonucunda Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi % 43.9 oy alarak iktidarda kaldı. Faşist yönetimlerin başta bulunduğu Almanya ve İtalya'da ekonomik, siyasi, askeri (Almanya), sanatsal ve kültürel alanlarda ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak bu ilerlemeler II. Dünya Savaşı'nın sonunda yok olmuş ve faşist yönetimler devrilmiştir. Bu özellikler bazen milliyetçilik, militarizm ve şovenizmden oluşan "Üç Sütun Modeli" ile özetlenir. Ancak bu bir yandan da faşist ideolojilerin başka temel özelliklerinin göz ardı edilmesine yol açan bir indirgeme olarak eleştirilir. Faşist hareketler yaklaşık olarak bütün Avrupa ülkelerinde ve birçok Latin Amerika ülkesinde bulunur. İspanya İç Savaşı’nda (1936-1939) Francisco Franco yönetimindeki falanjlar İtalya ve Almanya desteği sonucu iktidara gelmişler ve 1975’e kadar iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Portekiz'de António de Oliveira Salazar Estado Novo ile faşist bir rejim kurmuştur. Avusturya’da Almanya’yla birleşmeye karşı çıkan Avusturya faşizmi rejimi kurulmuştur. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya Hırvatistan’daki "Almanya Rejimi" gibi birçok faşist harekete yardım etmiştir. Hem liberalizmi hem de komünizmi reddeden bir doktrin olan faşizmin ekonomi politikası korporatizm isimli sistemdir. Korporatizm, toplumu organizmacı bir gözle görmenin bir sonucu olarak her kesimin tüm faaliyetlerinin amacını dayanışma ve ortak çıkara indirgeyen politik bir yaklaşımdır. Tahmin edileceği gibi burada farklı kesimlerin farklılıkları ancak ortak çıkar ya da devletin faydası ekseninde okunduğu müddetçe yaşayabilir. En tipik örneği Mussolini dönemi İtalya uygulamasıdır. Korporatif ekonomi ile İtalya'daki işsizlik azalmış ve millî gelir yükselmiştir. İşçi ile işveren, emek ile sermaye gibi arasında sorunların bulunduğu ekonomik tarafların ve toplumsal sınıfların arasındaki problemleri faşist devlet uzlaşma yoluyla çözmeye çalışır. Örneğin İtalya'da devlet tarafından kurulan ve Faşist Parti'ye bağlı olan sendikalar yoluyla İtalyan emekçilerinin hakları savunulmuş ve sermayenin işçi sınıfını ezmesinin önüne geçilmiştir. Sermaye sahiplerinin toprak ağalığı yapması yasaklanarak her şey devlet gözetiminde tutulmuş, ülkenin emekçi sınıfı olan işçilerle sermayeyi elinde bulunduran işverenlerin dayanışma içinde bulunması sağlanmıştır. Faşist sistemde devlet her şeyden üstün olduğu için sermayeyi elinde bulunduran zengin iş adamları Faşist Parti mensuplarına söz geçiremiyor, böylelikle sermaye devletin oluyor; bu sermaye de halkın çıkarına kullanılıyordu. Faşist sistemin korporatist ekonomi politikaları sayesinde İtalyan halkı refaha kavuşmuş ve sınıflar arasındaki sorunlar ortadan kalkmıştır. Çünkü faşist yönetim belli bir sınıfı değil, tüm ülkenin çıkarlarını düşünen politikalar uyguluyordu. Faşizmin ekonomi politikası daha çok orta sınıf tarafından desteklenmiştir. 1933'ten itibaren Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (NSDAP) idaresinde bulunmuş olan Almanya'da da İtalya'dakine benzer devletçi uygulamalar yürürlüğe konulmuştur. Tek parti olan NSDAP'ye bağlı sendikalar kurularak Alman emekçisinin hakları savunulmuştur. En büyük sendika kuruluşu Alman Emek Cephesi idi. Nasyonal sosyalistler, zengin Yahudi iş adamlarına karşı tavır alarak hem Alman emekçilerini korumaya çalışmış, hem de Alman sermaye sahiplerini Yahudilere karşı güçlü kılmak için çabalamıştır. Yahudilerin tüm haklarının alındığı Nürnberg Yasaları'nın çıkmasıyla birlikte Yahudi iş adamlarının şirketlerine devlet tarafından el konulmuştur. Yahudiler her türlü meslekten alıkonularak yerlerine işsiz Almanlar getirilmiş ve işsizlik hızla azalmaya başlamıştır. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi iktidara gelmeden önce % 15'i bulan işsizlik Hitler'in iktidar döneminde % 0'a kadar inmiştir. İtalyan sistemi birçok Avrupa ülkesinde faşist ve faşizm benzeri harekete, partiye ve örgüte model oldu. İtalya’nın yanında Almanya’da 1933’ten itibaren Adolf Hitler’in nasyonal sosyalizmi, 1939’dan itibaren İspanya’da Francisco Franco’nun falanjizmi, 1933’ten itibaren Portekiz’de Salazar diktatörlüğü en bilinen ve en etkili faşizm etkilenmeli diktatörlüklerdir. İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanya ve İtalya’nın desteklediği faşist rejimler Macaristan ve Romanya’da iktidarda bulunmuştur. Nasyonal sosyalizm ya da kısaca Nazizm, Almanya'da Adolf Hitler tarafından kurulan aşırı milliyetçi, antisemitik, ırkçı, anti-komünist ve anti-kapitalist bir ideolojidir. Marksizme karşı kolektif milliyetçiliği gerçekleştiren ve ulusal bir ekonomik sosyalizm modeli üzerine kurulu olan faşist sistemdir. Falanjizm, 1933 yılında Jose Antonio Primo de Rivera tarafından İspanya'yı ele geçirmeye çalışan İspanyol komünistlere karşı geliştirilen, en çok Francisco Franco tarafından uygulanmış otoriter-kralcı faşist ideolojidir. Ustaşalık, II. Dünya Savaşı'nda Yugoslavya topraklarında etkinlik gösteren faşist harekettir. Ustaşalar Yugoslavya topraklarında Sırplara karşı olan unsurları destekleyen Alman işgal yönetimi tarafından desteklenmiştir. Avusturya faşizmi, 1920'li ve 1930'lu yıllarda faşizmin Avusturya yorumu. Avusturya'da faşizm her şeyden önce "Heimwehr" adı verilen paramiliter gruplar tarafından temsil ediliyordu. Bu gruplar 1918'de kurulan 1. Cumhuriyet'in demokratik ilkelerine karşı mücadele veriyorlardı. Othmar Spann'ın ve İtalyan Faşizmi'nin etkisinde bu paramiliter gruplar antiparlamenter, görünüşte antikapitalist bir devlet iktidarını savunuyorlardı. Peronizm (İspanyolca: "Peronismo"), Arjantin'de 1946-1955 arasında ve 1973-1974'te devlet başkanlığı görevinde bulunan Juan Peron'un popülist ve milliyetçi politikalarına verilen ad. Bu politikayı savunanlara "peronist" denmektedir. Faşist bir hareket olarak nitelendirilmiştir. Reksizm, Belçika'da 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan faşist politik hareket. Bu ideolojinin temelleri 1930 yılında Léon Degrelle tarafından Valonya'da atılmıştır. Reksizm kilisenin öğretileriyle Belçikalı toplumun ahlaki yenilemesini ister. Diğer bir amaç ise, bir federal toplum oluşturmak ve demokrasiyi yürürlükten kaldırmaktı. Japon militarizmi, katı bir Japon milliyetçiliği, militarizm ve gelenekçilikten oluşmuş; faşizmin Japon versiyonudur. Faşizmin Japon versiyonu Showa döneminin başlangıç dönemindeki Japon İmparatorluğu’dur. Bu dönemde Japonya içinde aşırı milliyetçi ve militarist bir politika izlendi. 1937 yılında Japonya Çin’e saldırdı ve Kore’yi 1910 yılında işgal etti. Buralarda savaş tutsakları üzerinde tıbbi deneyler yapıldı. Halktan devlete kutsal bir şekilde bağlanması istendi ve Japonlar “tanrısal ırk” olarak görüldü. Estado Novo, (Portekizcede: Yeni Devlet), Portekiz'de 1933'ten 1974'e kadar 41 yıl süren politik rejimin adı. "Salazar rejimi" diye de anılır. Faşist bir rejim olarak anılmaktadır. Faşizmin tanımlamasına yönelik çalışmalar genellikle faşizmi ortaya çıkartan ekonomik ve toplumsal koşulların belirlenmesi üzerine durur. Marksist kuramcılar, faşizmin iktidara geldiği ülkelerde işçi hareketinin ezildiğini iddia ederler ve iddia ettikleri şekilde, işçi hareketlerinin ezilmesinin nedenlerinin saptanması amacıyla çalışırlar. Faşizmi ele alan Marksist yazarlardan Troçki, faşizmi geç dönem kapitalizmin yapısal bunalımıyla ilişkilendirir ve tekelci sermayenin toplumun bütününü totaliter bir tarzda örgütleme çabasına dayandırır. Ona göre faşist kitle hareketleri toplumsal temellerini küçük burjuvazide ve orta sınıflarda bulur. Otto Bauer de, faşizmin yükselişiyle ilgili üç nedenden bahseder: Başta Clara Zetkin olmak üzere Komintern’e yakın yazarlar faşizmi sermayenin terörist egemenlik biçimi olarak tanımlarlar. Georgi Dimitrov’un Komintern’in 7. Kongresi’nde resmi olarak kabul edilen tarifinde de faşizm “finans k
apitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanır. August Thalheimer de faşizmi Bonapartizm’le karşılaştırır. Aynı III. Napoléon’un ve lumpenproleter taraftarlarının 1848 Şubat Devrimi'nden sonra iktidara gelişinde olduğu gibi, faşizmin de bir aşağı sınıfa düşmüş ya da düşme tehlikesi bulunan taraftarlarıyla sınıf savaşımındaki bir eşitlik durumunda burjuvaziden görece bağımsız olarak iktidara geldiğini ama nesnel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil ettiğini ve devrimi engellemeye çalıştığını ileri sürer. Thalheimer faşizmi burjuvazinin kendisi de dahil olmak üzere kitlelerin büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin toplumsal egemenliğinin hüküm sürdüğü faşist devlet iktidarı altına alınması olarak tanımlar. Freud'un ilk kuşak öğrencilerinden ve Erich Fromm'un hocası Wilhelm Reich faşizme psikolojik bir açıklama getirirken Marksist yorumun salt sınıfsal bakış açısını şiddetle reddeder. Reich'a göre komünist bir devrimin tüm sınıfsal koşullarının ortaya çıktığı Almanya'da kitlenin tepkisinin yönünün komünist devrime değil de faşist partilere akması özellikle sorgulanması gereken bir çelişkidir. Wilhelm Reich'a göre faşizm yeni bir toplumsal olgudur ve salt sınıfsal-ekonomik-altyapısal faktörlerle anlaşılamaz. Wilhelm Reich faşizmin izlerini, Alman Faşizminin üzerine çok vurgu yaptığı ailede bulur. Aile cinselliğin, kadının ve çocukların baskılanması demektir. Cinsellik önemli bir üretici güç olduğundan onun faşist tahakküm altına alınışı, öğrenilmiş erkekliğin tırmandırılarak teşvik edilişi ve militarist söylemlerinde sıkça erkek yücelten öğelere bakıldığında faşizmin önce cinselliğin düzenlenişi üzerinde baskı yaptığı anlaşılacaktır. Reich'a göre komünistlerin başarısızlığının sebebi politikada yani uygulamadadır. Faşistlerin "komünizm eşlerinizi ortak mülkiyete açmak demektir." "komünistler son mal mülkünüze kadar sizi kamulaştırır" türü korkulara seslenen propagandalarında başarıya ulaştıklarını yine Reich aktarır. Reich'a göre kitleler özünde iyi olsalar da 6000 yıllık devlet deneyimleri sonunda emir almaya alışmışlardır. Özgürlükten korkan, köleliğe hızla koşan kitlelerin önce özgürlükle yeniden tanışmaları gerekmektedir. Faşizm özel bir hükümet biçimi değil, kitle psikolojisinin tarih içerisinde ortaya çıkan özel bir halidir. Franz Neumann, Nazi Almanyası’nı değerlendirirken, tekelci sistemde totaliter nitelikli politik bir iktidar olmadan kârların korunamayacağını, bunun da nasyonal sosyalizmin ayırıcı özelliği olduğunu belirtiyordu. Daha sonra Neumann faşizmi “buyrukçu ekonomi” ya da “totaliter tekelci kapitalizm” olarak tanımlamıştı. Neumann’a göre Almanya’da nasyonal sosyalizmin yükselmesi sermayenin tekelleşmeyle sonuçlanan merkezileşme ve yoğunlaşma sürecinin ilerlemiş olmasıyla ilişkilendiriyordu. Friedrich Pollock ise tekelci kapitalizmden bahsederken aynı zamanda devletin müdahaleciliği üzerinde duruyor ve faşizmi “devlet kapitalizmi” olarak tanımlıyordu. Adorno ve Horkheimer 1945’ten sonra faşizmin psikolojik kaynaklarını otoriter kişilik kavramı ile ilişki içinde açıklamaya çalıştılar. Daha sonraki araştırmacılar faşizmi tekelci kapitalizm, ekonomik bunalım ve orta sınıfların tehdit altında bulunmasıyla ilgili olarak açıklamaya çalışmışlardır. Nicos Poulantzas daha çok III. Enternasyonal’in politikaları doğrultusunda İtalyan ve Alman komünist partilerinin faşizm karşısındaki tutumlarının eleştirisini ön plana çıkartırken, Bonapartizm, askeri rejimler ve “kural dışı kapitalist devletin” başka biçimleri karşısında faşizmin ayrılığını değerlendirir. Tim Mason da; Hitler ve antisemitizmin rolüne dikkat çekerek nasyonal sosyalizmin kendine özgü olduğundan bahseder. Ona göre faşizmi ortaya çıkartan koşullar bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde bulunmasına karşın, faşizmi iktidara taşıyan özellikler özel ulusal koşullara ve tarihsel geleneklere bağlı olabilir. Ayrıca üzerinde durulan başka bir nokta da, işsizliğin özel etkisidir. İşsizliğin artışının işçi sınıfı hareketi yerine sağ radikalizmin kuvvetlenmesine önayak olduğu üzerinde durulmaktadır. Robert O. Paxton, faşizmi tanımlarken topluluğun yenilgi, küçük düşme ve kurban rolüyle saplantılı meşguliyeti ve bunları birlik, güç ve arılık kültleriyle giderme çabasıyla ilişkilendirir. Ernst Nolte de; faşizmi anti-marksizm olarak tanımlar. Nolte’ye göre faşizm 1917-1945 arasıyla karakterizedir. Bu dönemde Sovyetler Birliği'ni ve onun dünya devrimi talebini faşist araçlarla karşılamak gereği doğmuştur. Nolte 20. yüzyıl Avrupası’ndaki herhangi bir anti-komünist diktatörlüğün amaçladığı ve gerçekleştirdiği her şeyi faşizm kavramı altında toplar. Faşizan olarak faşizmle ilişkili ya da faşizme benzeyen ama yumuşatılmış bir biçimi ifade eden tutumlar kastedilir. Bazen bir politik sistemin ya da ideolojinin tekil bileşenleri faşizan olarak değerlendirilir. Böylece söz konusu sistemin ya da ideolojinin faşistçe eğilimlerinden bahsedilir. Kavram daha çok polemik amaçlı, karşıtın otoriter davranışını suçlamaya yönelik kullanılır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra hem Batı Almanya'da hem de Doğu Almanya'da nasyonal sosyalizm yasaklanmıştır. Hem Batı hem Doğu Almanya'da Hitler mozaleleri ve heykelleri yıkılmış, nasyonal sosyalistlere ait bayraklar, semboller, flamalar ve savaştan kalma eşyalar müzelerde sergilenmeye başlamıştır. Her iki Almanya birleştikten sonra bu yasak devam etmiştir. Şu an etkinlikte olan neonaziler Almanya'da Türkler ve Yahudiler başta olmak üzere Alman olmayanlara saldırıda bulunmaktadır. Nasyonal sosyalizm propagandası yapmak ve nasyonal sosyalizmi savunmak Almanya'da büyük bir suçtur. İtalya'da da Almanya'da olduğu gibi faşist hareketler yasaklanmıştır. Fakat bu yasaklar pek sıkı değildir. Halen İtalya Meclisi'nde Neofaşist milletvekilleri vardır. Bunun dışında daha çok İtalyan gençlerinin oluşturduğu Neofaşist Kara Gömlekliler bulunmaktadır. Şu an Ulusal Faşist Parti'nin yeniden kurulması İtalya Anayasası'nda yasaktır. 1967’de gerçekleşen Albaylar Cuntası ile Yunanistan’da 1974’e kadar iktidarda kalacak faşizan bir rejim iktidara geldi. İktidarı yoğun bir şiddet politikasıyla ellerinde tutan cunta rejimi özellikle Yunanistan’daki güçlü komünist hareketin etkisiyle 1974’de devrildi. Şili’de 1973 yılında ABD’nin desteğiyle gerçekleşen askeri darbede Salvador Allende’nin demokratik-sosyalist hükümeti devrildi ve General Augusto Pinochet iktidara geldi. Pinochet ülkeyi 1989-1990 dönemine kadar terör ve şiddet rejimiyle yönetti. Yine de tarihçiler arasında Pinochet rejiminin ne kadar faşist olarak tanımlanabileceği tartışmalıdır. Pinochet dönemi Şili devleti için post-faşist tanımlaması da kullanılmaktadır. Pinochet diktatörlüğü kuvvetli bir antikomünist tutum takınmıştır ve hem iç politikayla ilgili hem de halkın muhalif kesimlerine yönelik bastırma ve imhaya yönelik şiddete dayalı yöntemleri önceki faşist rejimleri hatırlatır. Buna karşın ekonomik politikalarda Şili devleti kapitalist pazar liberalizmini tercih etmiş, ülkeyi yabancı yatırımcılara, özellikle de ABD’ye açmıştır. Irkçılık, lider kültü, dışarıya yönelik saldırgan bir milliyetçilik Pinochet diktatörlüğü döneminde 1930lu ve 1940lı yılların faşizmlerinde olduğu gibi belirleyici bir rol oynamaz. Rusya'da Sovyetler Birliği döneminden beri faşist oluşumlar olmuştur. Bu oluşumlar ilk olarak Ekim Devrimi'nden sonra komünizm karşıtı aşırı milliyetçi Rus siyasetçiler ve kişiler tarafından oluşturulmuştur, ancak bunların gerçek anlamda faşist olduğu söylenemezdi. II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği'ni yıkıp yerine milliyetçi ve ulusal bilince sahip "büyük bir Rusya" kurmak isteyen komünizm karşıtları Sovyet topraklarını işgal eden Alman ordusunun yanında savaşmışlardır. II. Dünya Savaşı'nı Müttefiklerin kazanmasıyla beraber Sovyetler Birliği Doğu Avrupa'daki etkisini artırmıştı. O dönemlerden beri komünist sisteme karşı çıkıp "büyük Rusya"yı kurmak isteyen Rus neonaziler etkinliklerini günümüzde de sürdürmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki faşist hareketler Siyahî karşıtlığı üzerinedir. Siyahî karşıtlığında en önde gelen oluşum Ku Klux Klan örgütüdür. Amerikan Nazi Partisi ismindeki neonazi parti ise Siyahî karşıtı olduğu gibi antisemitist bir oluşumdur. Türkiye'de Cumhuriyet'in İlanından beri açık bir şekilde partileşmiş faşist hareketlenmeler olmamıştır. Ancak 1944'te gerçekleşen Irkçılık-Turancılık Davası'nda Hüseyin Nihal Atsız ve arkadaşlarının aşırı Türkçü söylemleri onların faşizme eğilimli olduklarını düşündürmekteydi. Hüseyin Nihal Atsız'ın II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'nı desteklediği söylenmektedir. Ancak bu konu ile ilgili herhangi bir yazılı belge veya siyasi söylem bulunmamaktadır. Bununla beraber, iddiaların aksine Türkçülerin -özellikle Hüseyin Nihal Atsız'ın- faşizme ve nasyonal sosyalizme karşı olduklarını gösteren pek çok yazılı belge ve söylem mevcuttur. İddialar karşısında en güvenilir belge, Hüseyin Nihal Atsız'ın "Yolların Sonu" adlı şiir kitabındaki "Davetiye" şiiridir. Birçok kişi tarafından 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde gerçekleşen askeri darbe dönemleri demokrasinin yara almasının yanında faşist olarak da nitelendirilmektedir. Özellikle 12 Eylül rejimi kuvvetli antikomünist vurgusu ve şiddete dayalı yöntemleriyle Şili'deki Pinochet iktidarına benzer bir takım özellikler göstermiş olsa da Pinochet rejiminden farklı olarak 12 Eylül rejimi, darbenin başında bulunan Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olmasına karşın, siyasi partilerin yeniden kurulmasına ve parlamentonun yeniden faaliyete geçmesine olanak sağlamıştır. Günümüzde İnternet üzerinden örgütlenen ufak Türk neofaşist oluşumları bulunsa da bunlar aktif siyasette yer almamaktadır. Bottomore, Tom (1993) Faşizm. Bottomore (ed.) , "Marxist Düşünceler Sözlüğü" (s. 213-214 içinde) İstanbul: İletişim. Dumbledore'un Ordusu Dumbledore'un Ordusu, J.K. Rowling tarafından yazılmış olan Harry Potter serisinde bir öğrenci grubudur. Harry Potter'ın Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nda Kurduğu ve 28 kişiden
oluşan Karanlık Sanatlara Karşı Savunma grubudur. Bu grup Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu 'nda Hogwarts Yüksek Müfettişi ve Karanlık Sanatlara Karşı Savunma Dersi öğretmeni Profesör Umbridge'e karşı kurulmuştur. Amaçları S.B.D. Sınavına hazırlanmak ve büyüler öğrenmektir. Ayrıca Lord Voldemort'a karşı hazırlanmaktır. Örgüt başarılı bir şekilde devam etmiştir. Örgütü kurma fikri Hermione Granger'dan çıkmıştır. Öğretmenin ise Harry Potter olmasını istemiştir. Örgütün kuruluş nedeni aslında Sihir Bakanlığı'nın Hogwarts'ta Dumbledore'un bir tür öğrenci ordusu kurmasından korktuğu için müdahale etmesidir. Bu müdahaleden en çok çekenler arasında ise Harry Potter vardır. Çünkü onun bir yalancı, Dumbledore'un ise bir bunak olduğunu düşünmektedirler. Grubun buluşma noktası İhtiyaç Odası'dır. Örgüt en sonunda Cho Chang'in arkadaşı Marietta Edgecombe'nin örgütü Prof. Umbridge'e şikayet etmesinden sonra yıkılmıştır. Harry ise grubun elebaşı olarak sorumlu tutulmuştur. Albus Dumbledore'un odasına götürülmüş ve Dumbledore'un bu grubu bilmemesine rağmen bu grubu kendisinin kurduğunu söylemiş ve Harry'i kurtarmıştır. Ancak Dumbledore'un başı derde girmiştir. Ama 7. kitabın sonunda, son savaşta, Harry'nin Lord Voldemort'u yoketmesiyle Ordu, Lord Voldemort'a karşı son kez birleşmiştir. İleriki yıllarda Neville Longbottom ile evlendi. Katie Bell, Gryffindor öğrencisidir. İkinci yılında Quidditch takımına, altıncı yılında da Dumbledore'un Ordusu'na katılmıştır. Susan Bones, Harry ile aynı yıl okula başlayan bir Hufflepuff öğrencisidir. Terry Boot, Ravenclaw'lı Harry'nin yılından bir öğrencidir. Michael Corner ve Anthony Goldstein'la sıkı arkadaştır. Gilderoy Lockhart'ın düello kulübünde Harry'nin ikinci yılında onunla tanışmıştır. "Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı" 'nda Domuz Kafası barında Dumbledore'un Ordusu'nun toplantısına ilk kez katıldı. Bir keresinde Harry’ye Albus Dumbledore’un odasındaki bir portrenin Harry’nin bir Basilisk’i Gryffindor’un Kılıcıyla öldürdüğünü öğrendiğini söyleyip ondan bunu doğrulamasını ister. İhtiyaç Odası’ndaki bir D.O. toplantısından sonra Hermione’nin grup üyelerine dağıttığı, iletişim için kullandıkları büyülenmiş Galleonlardan etkilenir ve F.Y.B.S seviyesindeki Protean Büyüsü’nü yapabildiği için ona "“Nasıl olur da Ravenclaw’da olmazsın, seninki gibi bir zekâyla?”" diye sorar. Ayrıca dönem sonunda Draco Malfoy, Crabbe ve Goyle Harry’yi Hogwarts Expressi ‘nde pusuya yattıklarında Harry’ye yardım eden D.O. üyelerindendir "Harry Potter ve Melez Prens" 'te Terry Horace Slughorn’un İksir derslerinde görülür. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları’nda Alecto ve Amycus Carrow tarafından Büyük Salon’da Harry, Ron ve Hermione’nin Gringotts’tan bir ejderhanın üzerinde kaçtıklarını duyurmasının ardından fiziksel olarak cezalandırılmıştır. Harry’nin Hogwarts’a gelip Voldemort ve Ölüm Yiyenler’e karşı son savaşı başlatmadan önce İhtiyaç Odası’na kaçan D.O. üyelerindendir ve Ron’a Ravenclaw’un Diademi hakkında bilgi verir. Terry, "T. Boot" olarak "Çağlar Boyu Quidditch" 'i Hogwarts Kütüphanesi’nden almıştır. Rowling’in "Harry’nin Sınıf Arkadaşları Listesi" nde “Trevor Boot” olarak geçmiş, ama isim sonradan Neville Longbottom’ın kurbağasına verilmiştir. Lavender Brown, Harry'nin döneminden bir Gryffindor öğrencisidir. Gene Gryffindor'dan Parvati Patil'in yakın arkadaşıdır. Parvati'yle aynı derslerden zevk alırlar, kehanet favori dersleridir. İkisinin Profesör Trelawney ile yakın ilişkisi vardır ve ona çeşitli zamanlarda destek olurlar. Lavender ilk önce Sihir Bakanlığı tarafından Harry hakkında söylenenlere inanır ancak daha sonra Dumbledore'un Ordusu'na katılır. Bir Sihirli Yaratıkların Bakımı dersinde Patlar-Uçlu Kelekerler Hagrid'in balkabağı bahçesine girince, Lavender Hagrid'e yardım eden birkaç kişiden biri olur. 4. sınıfta Noel Balosuna Seamus Finnigan ile katılır. Harry Potter ve Melez Prens'te Lavender ve Ron Weasley çıkmaya başlarlar. Lavender ona Ron'un aslında pek de hoşlanmadığı "Won-Won" gibi bir ad takar (Harry'nin korktuğu gibi Ron Lavender'ı "Lav-Lav" diye çağırmaz.) Bir yandan Ron aslında Lavender'dan pek hoşlanmasa da Lavender ile Hermione'yi kıskandırmak ve istediğinde birileriyle öpüşebileceğini kanıtlamak için onunla çıkmaya devam eder. Lavender, Ron'un Hermione ile olan arkadaşlığını kıskanır. Sonunda, Hermione ve Ron'u erkekler yatakhanesinden çıkarken görünce orada yalnız olduklarını düşünerek Ron'dan ayrılır. Oysa Felix Felicis'in etkisi altında olan görünmezlik pelerini altındaki Harry, istemeden onların ayrılmasına neden olarak Ron'un uzun zamandır istediği şeyi sağlar. Lavender Voldemort ve Ölüm Yiyenlere karşı yapılan son savaşta Fenrir Greyback tarafından saldırıya uğrayarak öldürülür. Jennifer Smith, konuşması olmadan Azkaban Tutsağında Lavender olarak Gryffindor-Hufflepuf Quidditch maçından sonra revirde Harry'nin başında beklerken kısaca gözükmüştür. Jessie Cave, "Melez Prens"'te daha uzun süre bu rolü oynadı ve Ölüm Yadigarları'nda da aynı rolle boy göstermiştir. Cho Chang, Harry Potter'in platonik ergenlik aşkı olan kızdır. Aynı zamanda Ravenclaw'ın Quidditch Takımında Arayıcı (Seeker) pozisyonunda oynar. Harry ile aralarında Quidditch alanında bir kez rekabet olmuştur. (Harry Potter Gryffindor'un Quidditch Takımında Arayıcı'dır) Cho Chang Noel Balosu'nda(Yule Ball); Cedric Diggory`nin dans davetini kabul ettiği için Harry sadece arkadaşı olan hint asıllı Parvati Patil ve Padma Patil ikizlerini dansa davet eder. Ayrıca Cho'nun Cedric'ten önce Harry'nin ona teklif etmesi takdirde Harry ile gidecek olması dikkat çekici bir husustur. Parvati'yle Harry, Padma'yla da Ron Weasley vals yaparlar. Bu arada yakın kız arkadaşları Hermione Granger de Viktor Krum'la çıkagelir... Üçbüyücü Turnuvası`nın (Triwizard Tournament) 2. yarışmasında tüm yarışmacıların en özledikleri varlıkları Kara Göl'de Denizhalkı (Merpeople) tarafından rehin alınır. Fleur Delacour`un kız kardeşi Gabrielle Delacour, Viktor Krum`un yeni sevgilisi Hermione Granger, Harry`nin en iyi arkadaşı Ron Weasley ve Cedric Diggory`nin sevgilisi ise Cho Chang çalınır. Üçbüyücü Turnuvası`nın sonunda Cedric Diggory'nin talihsiz bir şekilde yeniden vücut bulan Lord Voldemort tarafından Avada Kadavra laneti ile öldürülmesi ve bu olaydan yine sadece Harry'nin sağ kalması sonucu (Sağ Kalan Çocuk/The Boy Who Lived) Harry, Cho'nun onu Cedric'in ölümünden sorumlu tutacağını düşünür ama Cho onu anlayışla karşılar. Tabi ara sıra Cho'nun aklına bu durum gelse de Harry için sorun olmaz ve Harry her fırsatta onu teselli eder. Harry, Hogwarts'ta beşinci yılındayken çıkmaya başlarlar. Ama Cho'nun Harry'le öpüşürken Cedric'i hatırlayıp ağlaması Dumbledore'un Ordusu toplantısından sonra İhtiyaç Odası'nda), Harry'nin de romantizm özürlü biri olarak kıza gereken ilgiyi gösterememesi (Sevgililer Günü'nde Domuz Kafası/Hog's Head barında) sonucu bu ilişki kısa sürer ve birbirlerine göre olmadıklarını anlayıp ayrılırlar.Patronusu kuğudur. Ailesinin soyunun Hong Kong'a dayanan ama İskoçya vatandaşı olan Katie Leung ilk kez "Harry Potter ve Ateş Kadehi" nde ikinci kez ise "Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı" nda Cho karakterini oynamıştır. Bu sayede Sinema Dünyası'nda tanınmıştır. Ravenclaw 'ın Quidditch Takımında Arayıcı pozisyonunda oynar. DO üyesidir. İlk olarak Harry Potter ve Azkaban Tutsağı kitabında Harry'ye karşı Quidditch oynarken görülmüştür. Harry, Hogwarts'ta beşinci yılındayken çıkmaya başlarlar. Ama Cho'nun Harry'le öpüşürken Cedric'i hatırlayıp ağlaması sonucu bu ilişki kısa sürer ve birbirlerine göre olmadıklarını anlayıp ayrılırlar Cho Chang Noel Balosu'nda Cedric Diggory'nin dans davetini kabul ettiği için Harry sadece arkadaşı olan hint asıllı Parvati Patil ve Padma Patil ikizlerini dansa davet eder. Aslında bunu kendisi istememiştir, Üç Büyücü Turnuvası'na katılmış herkes bir partner bulmak zorundadır. Parvati'yle Harry, Padma'yla da Ron Weasley vals yaparlar. Bu arada yakın kız arkadaşları Hermione Granger da Viktor Krum'la çıkar. Üçbüyücü Turnuvası'nın 2. yarışmasında tüm yarışmacıların en özledikleri varlıkları Kara Göl'de Denizhalkı tarafından rehin alınır. Fleur Delacour'un kız kardeşi Gabrielle Delacour, Viktor Krum`un yeni sevgilisi Hermione Granger, Harry`nin en iyi arkadaşı Ron Weasley ve Cedric Diggory`nin sevgilisi ise Cho Chang çalınır. Michael Corner, Ravenclaw'lı Harry'nin yılından bir öğrencidir. Terry Boot ve Anthony Goldstein'la sıkı arkadaştır. O ve Ginny Weasley belli bir süre buluşup çıktılar. İlk buluşmalarını Dumbledore'un Ordusu'nun başlangıcıyla beraber yaptılar ve ilk gittikleri yer, Domuz Kafası barıydı. Michael ilk kez Hermione'nin onu Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersinde geçmek istediğine inandı ve onunla rekabete girmeye başladı. Sonraki yıl Harry'nin Üçbüyücü Turnuvası'ndaki performansına hayranlık duyduğunu Harry'ye söyledi. Michael Ginny ile Dumbledore'un Ordusu'nda düello ederken buluşuyorlardı. O Ginny'ye uğursuzluk getirmedi, her ikisi de birbirine kötülük dokunacak hareketlerden sakınıyorlardı. Ron sıklıkla, kendi aklınca, kız kardeşinin Michael'la çıkmasını onaylamıyordu ve yeri geldikçe onu kınıyordu. Ginny, Michael'le oldukça yakınlaşmasından dolayı o zamanki müfettiş Dolores Umbridge tarafından atıldığı Gryffindor Quidditch Takımı'na Harry sayesinde Ravenclaw'ı Quidditch Finali'nde yendiği maçtan önce getirildi. Michael, bu farklı yenilgiden sonra Ginny'ye gücendi ve onunla ilişkisini bitirdi. Sonradan Ginny, onu "Kötü Kaybeden" lakabıyla anmaya başladı. Michael, kendi takımında "Arayıcı" mevkisine Harry'nin Cho Chang'la ayrılmasından hemen sonra getirildi. Michael Harry'nin yılından olan birkaç özel öğrenciden biriydi. Çünkü, Slughorn'nun ayrıcalıklı öğrencilerle yaptığı toplantılarda öğrendiği sihirli iksirleri yapan en başarılı öğrenci olmuştu. "Ölüm Yadigârları" 'nda, Michael, Severus Snape'in Hogwarts müdürlüğü sırasında bir öğrenciyi tutsaklıktan kurtarmaya çalıştığı için Alecto ve Amycus Carrow tarafından cezalandırılmıştır. Neville bu olayı Harry
, Ron ve Hermione'ye, üçlü okula döndüğünde anlatır. Michael, Voldemort ve Ölüm Yiyenler'e karşı yapılan son savaşa kadar İhtiyaç Odası'nda saklanan yenilenmiş D.O. grubundandır ve Harry D.O.'nun ona görevinde yardım etme teklifini geri çevirmek üzereyken Michael'ın ""Bizi bu karmaşanın içinde mi bırakıp gideceksin"" şeklindeki yakınması ve diğer grup üyelerinin tepkisi üzerine yumuşamıştır. Michael başlangıçta, "Felsefe Taşı" 'ndan önce tasarlanmış olan Rowling'in "Harry'nin Okul Arkadaşları Listesi"nde bir Hufflepuff'lıdır. Colin Creevey ve Dennis Creevey, Harry Potter serisindeki hayali karakterler. Dennis Creevey, Colin Creevey'in kardeşidir. İlk olarak Colin Creevey Harry Potter ve Sırlar Odası kitabında ismi geçmiştir. Kardeşi Dennis Creevey'in ismi ise ilk kez Harry Potter ve Ateş Kadehi kitabında ismi geçmiştir. Colin Creevey sıkı bir Harry Potter hayranıdır. Okula geldiği ilk sene her gördüğünde Harry'nin fotoğrafını çekmeye ve imzalatmaya çalışır. Muggle ana babadan doğmadır. Dennis ise diğer 1.sınıflarla birlikte şatoya giderken göle düşer ve Colin'e bunun harika olduğunu söyler. İkisi de D.O. grubundadır. Colin Creevey Harry Potter ve Ölüm Yadigarları kitabında Hogwarts Savaşı sırasında yaşı tutmamasına rağmen savaşa katılarak savaşmıştır ve savaşta ölmüştür. Marietta Edgecombe, kıvırcık kızıl-sarı renk saçlı, Cho Chang'in kıkırdayan Ravenclawlı kız arkadaşlarından bir öğrencidir. Yaşı tam olarak bilinmemektedir. Marietta'nın annesi Madam Edgecombe, Sihir Bakanlığı'nda Uçuş Ağı'nda çalışmaktadır. Marietta, Dumbledore'un Ordusu'na, Bakanlık'ın savunma büyülerini öğretme yöntemlerine karşı gelerek bunları gizlice öğrenmeye çalışan öğrenci grubu, isteği dışında Cho'nun baskıları üzerine katılmıştır. Bir keresinde Cho, kazara, beceriksizce yapılmış bir "Expelliarmus" büyüsüyle cüppesinin kol uçlarını hafifçe yakmıştır. Sonradan Marietta, Umbridge'in muhbiri olur ve gruba ihanet eder. Ancak bu cezasız kalmaz, Domuz Kafası'nda üyelerce imzalanan kâğıt Hermione tarafından büyülendiği için Marietta'nın yüzünde mor sivilcelerden oluşan ve tüm yüzünü kaplayan bir ""GAMMAZ"" yazısı çıkmıştır. Umbridge, kızı D.O. hakkında önemli bilgiler vermeye zorlamış, ancak Marietta yüzünü göstermekten hatta konuşmaktan bile korkmuştur. Kingsley Shacklebolt gizlice kızın hafızasını bir büyüyle siler. Bu olay Harry ve Cho'nun ayrılmasına yol açar. Cho ise arkadaşının "bir hata yaptığı" ve "iyi biri olduğu" konusunda ısrar edip Marietta için durumun, annesi Bakanlık'ta çalıştığı için zor olduğunu söyleyerek yaptıklarını haklı göstermeye çalışır. Rowling, "Ölüm Yadigarları" çıktıktan sonra yaptığı bir konuşmada "GAMMAZ" yazısının sonradan silindiğini ama hala biraz iz bıraktığını söylemiştir. "Zümrüdüanka Yoldaşlığı" 'nın film versiyonunda D.O.'ya ihanet, Marietta yerine Cho tarafından, Veritaserum iksirinin etkisi altındayken yapılır. Marietta'nın adı filmin tanıtım sitesinde ve bazı ürünlerde diğer D.O. üyeleriyle beraber görülse de aslında karakter filmde canlandırılmamıştır. Cho Chang'in en yakın arkadaşı ve kuzenidir ve Rawenclawlıdır. 5. kitapta Harry Potter'ın Voldemortla düello ettiğine inanmamasına rağmen Cho Chang ile birlikte (zorlamasıyla) Dumbledore'un Ordusu'nun toplantılarına katılmıştır. DO toplantılarını dolaylı olarak Profesör Umbridge]'e söylediği için yüzünde mor sivilcelerden oluşam "GAMMAZ" yazısı belirmiştir. 6. kitabında ise bu yazıyı silemediği için yüzüne ağır bir makyaj yapmıştır. Justin Finch-Fletchley, Harry ile aynı yıl okula başlayan Muggle doğumlu bir Hufflepuff öğrencisidir. Seamus Andrew Finnigan, 1980 doğumlu olan Seamus'un babası Muggle, annesi cadıdır. Annesi babasına büyücü olduğunu evleninceye kadar söylememişti. Babası ise bunu öğrendiği zaman şok geçirmişti. 1991 yılında Hogwarts'a başladığı zaman Seçmen Şapka yaklaşık bir dakika kadar onu hangi kuleye vermesi gerektiği konusunda düşündü. Fakat sonunda Gryffindor'a yerleştirdi. Kumral olan Seamus, Harry’nin döneminden başka bir Gryffindor’ludur. İrlanda’lıdır ve Dean Thomas ile yakın arkadaştır. Harry ile beşinci kitapta büyük bir kavgası vardır(Seamus'un annesi Gelecek Postası'na inanmaktadır bu yüzden Harry annesine laf atar) ama en sonunda onunla küs kalamayıp bir olaydan sonra barışır(Harry'nin Dırdırcı'ya verdiği söyleşi sonrası) ve DO toplantılarının sonuncusuna katılır. Patronus'u tilkidir. Patlayıcılara özel bir ilgisi vardır. Anthony Goldstein, Ravenclaw'lı, Harry'nin yılından bir öğrencidir. Terry Boot ve Michael Corner'la sıkı arkadaştır. İlk olarak "Zümrüdüanka Yoldaşlığı" 'nda görülmüştür. Bu kitapta Ravenclaw sınıf başkanı olur ve Domuz Kafsı'ndaki Dumbledore'un Ordusu'nun ilk toplantısına Michael'a eşlik ederek katılır. Bir D.O. toplantısında Zacharias Smith'in Anthony'yi silahsız bırakma girişimleri Weasley ikizleri tarafından komik bir şekilde engellenmiştir. Anthony; Malfoy, Crabbe ve Goyle'un yıl sonunda, Hogwarts Ekspresi'nde kurdukları pusuda Harry'ye yardım eden birkaç D.O. üyesinden biridir. "Melez Prens" 'te gitmesine rağmen "Ölüm Yadigarları" 'nda, İhtiyaç Odası'na kapanan D.O. üyelerinden biri olarak döner ve Voldemort ve Ölüm Yiyenlerle girilen son savaştan önce Hogwarts'a döndüğünde Harry'yi coşkuyla karşılar. Soyadı, "altın taş" anlamına gelir, Almanca kökenli bir kelimedir ve Aşkenazi Yahudileri arasında yaygındır. Anthony aslında Rowling'in "Felsefe Taşı" 'nı tamamlamadan önce hazırladığı Harry'nin okul arkadaşları listesinde bir Hufflepuff'lıdır. Angelina Johnson, Harry'den iki yıl büyük olan siyahi bir öğrenci. George Weasley ile evlenmiştir. Fred Weasley ve Roxanne Weasley adında iki tane çocuğu vardır. Lee Jordan, Harry'den iki yıl büyük olan bir Gryffindor öğrencisidir. Fred ve George'un yakın arkadaşıdır. Neville Longbottom, J.K. Rowling tarafından yazılmış Harry Potter serisinde bir karakterdir. Frank Longbottom ve Alice Longbottom'ın oğlu olan Neville'ın ailesi çok güçlü bir Seherbaz ailesi olup Lord Voldemort'un dehşet hükümdarlığı döneminde çok işkence görmüşlerdi. Şimdi ruhsal dengeleri bozuk olduğu için Neville, büyükannesi Augusta Longbottom ile yaşamaktadır. İlk birkaç yıl onun kofti (büyücü aileden gelmesine rağmen büyü yapamayan kimse) olduğu düşünüldüyse de durum öyle değildi. Neville oldukça unutkan olduğu için büyü yapma konusunda sorunlar yaşamaktadır. Fakat özellikle bitkibilim dersinde becerikli olduğunu kanıtlamıştır. Neville yuvarlak yüzlü ve biraz kiloludur. Tipik bir Gryffindor'lu gibi cesur ve yürekli olmasa da kendine özgü bir cesareti olduğunu bir defasında diğer Gryffindor'lulara haklı olduğu bir konuda karşı gelerek ve diğer bir zamanda da dayak yiyeceğini bile bile Vincent Crabbe ve Gregory Goyle'a saldırarak göstermiştir. Gryffindor'lu arkadaşları ona saygı gösterir ve savunur. Özellikle Hermione Granger gerektiğinde onu kurtarır. Severus Snape ise onu sık sık acımasızca azarlar. Trevor adında sürekli kaybettiği bir kurbağası vardır. Snape'in ondan nefret etme nedeni kehanettir. Bakanlık'taki Kehanet'te Voldemort'u öldürecek kişinin Temmuz'un sonlarında doğacağı söyleniyordu. Voldemort çeşitli nedenlerden dolayı o kişiyi Harry Potter seçti. Bu yüzden Voldemort Harry'yi öldürmek için Lily Potter'ı öldürmek zorunda kaldı. Snape Lily'ye aşıktı, onu çok seviyordu. Eğer Voldemort Neville'İ seçseydi, Lily ölmek zorunda kalmazdı. Dumbledore'un Ordusu üyesi olarak gerekli cesareti gösteren Neville, Sihir Bakanlığı'nda, Harry Potter ile omuz omuza çarpışmış ve Sihir Dünyası tarafında büyük bir beğeni toplamıştır. Yaşanan olaylar esnasında yapmış olduklarından dolayı büyükannesi tarafından çok gururlandırılmıştır. Yaşananlardan sonra büyükannesi Neville'e kiraz ve tekboynuzlu at kılından Ollivander yapımı yeni bir asa almıştır. (Bu asadan önce Babasının Seherbaz olduğu zamanlarda kullandığı asayı kullanmıştır. Ama asayı bir Ölüm Yiyen kırmıştır ve büyükannesi ona yeni asa almıştır.) Lord Voldemort'un 6. Hortkuluk'u olan Nagini'yi Godric Gryffindor'un Kılıcı'yla yok etmiştir. Son savaşta Harry'nin en sadık dostlarından olduğunu kanıtlamıştır. Dumbledore'un Ordusuna bağlılığı sonsuzdur. Lord Voldemort ona müridi olabileceğini söylediğinde ona "Dumbledore'un Ordusu" diye bağırarak cevap vermiştir. Daha sonra Hogwarts'da Bitkibilim öğretmeni olarak işe başlamıştır ve Hannah Abbott ile evlenmiştir. Hogwarts Savaşı'ndan sonra Kingsley Shacklebolt Sihir Bakanı olmuştur. Onun yanında Harry Potter ve Ron Weasley kısa bir süre Seherbazlık yapmıştır. Luna Lovegood, Harry Potter serisindeki kurgusal karakterden biri. Aynı zamanda D.O.'nun bir üyesidir. Lakabı LakLak Lovegood'dur.Luna Lovegood'un patronusu yabani tavşandır. Luna Lovegood'un beline kadar uzanan, sarı saçları, çok açık renk kaşları ve yüzüne şaşkın bir ifadenin kazınmasına neden olan fırlak gözleri vardır. Belki asasını sağlama almak için sol kulağının arkasına sıkıştırmış olduğundan, belki Kaymakbirası tıpalarından yapılmış bir gerdanlık taktığından, belki elindeki dergiyi baş aşağı tutmuş olmasından ve belki de turp küpeleri olduğundan ayrıca onları takmaya bayıldığından buram buram çatlaklık kokar. Gözlerini normal insanlar gibi kırpmıyor, insanın gözlerine uzun uzun bakabiliyordu. Testral'ları kimsenin görememesine rağmen Harry ile birlikte görebiliyordur (Testral'ları sadece ölümü görenler görebilir. Luna Lovegood annesinin ölümünü görmüştür) Ginny ile aynı sene de Hogwarts'a başlamıştır; fakat Ravenclaw öğrencisidir. Babası Xenophilius Lovegood Dırdırcı dergisinin editörüdür. Annesi çok yetenekli bir büyücüydü. İcat yapmaya bayılırdı. Fakat bir gün icat yaparken büyük bir hata yaptı ve öldü. Luna o zaman 9 yaşındaydı. Annesini çok özleyen Luna bir gün diğer yaşamda annesi ile beraber olacağına inanmaktadır. Luna, seherbazların Çürükdiş Komplosu'nun bir parçası olduğunu düşünür. Bu teoriye göre; karanlık büyü ve dişeti hastalığının bir bileşimiyle, Sihir Bakanlığı'nı içten yıkmaya çalışmaktadırlar. Harry bunu Slug Kulübünde Luna'yı davet ettiğinde Luna'dan duyar ve kahkahalara boğulur. Harry Potter, Her