article
stringlengths
7.34k
10k
portik bu deprem sonucunda oluşan kırık içinde meydana gelen havuzun içine yıkılmıştır. Antik Havuz, suyun sıcaklığı nedeni ile rahatlatıcı bir etkiye sahip olmasının yanı sıra, birçok hastalığın geçmesi konusunda da etkilidir. Bu konuda yapılan araştırmalara göre Antik Havuz’un suyu, kalp hastalığı, damar sertliği, tansiyon, romatizma, deri, göz, raşitizm, felç, sinir ve damar hastalıklarına, içildiğinde de spazmlı midelere çok iyi gelmektedir. Bu da Roma Dönemi’nden itibaren Antik Havuz’un etrafında sürekli olarak sağlık merkezlerinin kurulmasının nedenini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Termal havuzdaki su sıcaklığı 36 C°- 57 C°, PH değeri 5,8, radon değeri 1480 piccocuri/ litredir. Kaplıca suları, bikarbonatlı, sülfatlı, kalsiyumlu, karbondioksitli, kısmen demirli ve radyoaktif bir bileşime sahiptir. Aynı zamanda buradaki sular banyo ve içme kürlerine de elverişli olup, 2430 MG/litre eriyik mineral değerine sahiptir. Yüzyıllar öncesinden günümüze kadar bütün ihtişamını koruyarak ayakta kalmayı başaran Apollon tapınağı eski ve dini mağara olarak bilinen Plutonion üzerine kurulmuştur. Tapınaktan kalan kalıntılardan, mermer merdivenler ve üzerinde Apollon kehanetinin anlatıldığı yazıların bulunduğu duvarları da görülmeye değer en önemli eserlerdendir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan bu topraklar inanç turizminin de gelişimine katkıda bulunmuştur. Mevcut Tapınak, eski ve dini mağara olarak bilinen Plutonion üzerinde kurulmuştur. Yerli halkın en eski dini merkezi olan bu yerde, Apollon bölgenin ana Tanrıçası Kybele ile buluşmuştur. Eski kaynaklar, Ana Tanrıça Kybele rahibinin bu mağaraya indiğini ve zehirli gazdan etkilenmediğini bildirirler. Apollon Tapınağı’nda üst yapıya ait kalıntılar MS III. yüzyıldan geriye gitmemekle birlikte, temeller Geç Helenistik Döneme kadar uzanmaktadır. Mermer giriş basamaklarından tanınan 70 metre uzunluğundaki Tapınak, temenos duvarı ile çevrili kutsal alan içinde bulunmaktadır. Temenos duvarı güney, batı ve kuzeyde bir kısmı kazılmış olan portiğe yaslanmıştır. Mermer portiğe ait dor düzenindeki yivli yarım sütunlar, astragal ve inci dizisi, ekhinusu da yumurta dizisi ile bezeli sütun başlıkları taşımaktadır. Tapınak, daha geç bir döneme tarihlenmekte, fakat müzede bulunan iki ion bir korint düzenindeki nefis başlık ile bazı mimari parçalar MS I. yüzyıla tarihlenmekte ve daha eski çağlara dayanan bir tapınağın varlığına işaret etmektedir. Apollon Tapınağı’ndan günümüze kalan mermer merdivenden başka, mermer levhalar ile kaplı ve silmeli kornişleri olan bir podyum görülmektedir. Cephesi iki ante ve arasında yer alan iki sütun ile bezelidir. Tarihlenmesi ante ve başlıklarında, cella duvarında ve tabanında kullanılan yazıtlı bloklar sayesinde yapılabilmektedir. Bir tanesinin üzerinde Apollon kehanetine ait bir yazı okunmaktadır. Tapınak mimari bezemelere göre MS III. yüzyıla tarihlenmektedir. Tapınağın arkasındaki merdivende, Apollon Tapınağı’ndan alınan parçalar, sütun gövdeleri, arşitrav parçaları, başlıklar, kaideler ile doldurulan bir alan görülmektedir. Bu yapıda, MÖ IV. yüzyıl heykel şemalarını yenileyen, kıvrımlı giysili olan, nitelikli bir kadın heykeli bulunmuştur. Yazıtından da anlaşıldığına göre; Zeuxis’in kızı Apphia imparatorluk tanrılarına ve Demos’a (Hierapolis halkının kişileştirilmesi) adamıştır. Bir ucu, kuzeyindeki adını imparator Domitiandan alan Domitian kapısı ve diğer bir ucu güneyinde Güney Roma kapısına uzanan, 1 km uzunluğundaki Cadde görülmeye deger en önemli tarihi eserler arasındadır. Her iki tarafında sütunlu revarklar ve kamu yapıları bulunan cadde şehri bir uçtan diğer bir ucuna kadar ikiye ayırır. Ayrıca cadde giriş ve çıkışlarında bulunan kapılar ise tarihi halen omzunda taşıyan koca bir medeniyetin en güzel örnekleridir. Yaklaşık 1 km uzunluğundaki kentin en önemli ve geniş ana caddesi, kenti bir ucundan diğer ucuna ikiye böler. Kuzey – güney doğrultusunda uzanan bu caddenin iki tarafında sütunlu revaklar ve önemli kamu yapıları vardır. Her iki ucunda anıtsal kapılar bulunmaktadır. Kapılar zafer takı görünümünde, kemerli ve yanlarında kuleleri bulunmaktadır. Frontinüs Kapısı: Roma Dönemi’nde kentin anıtsal giriş kapısını oluşturur. 14 metre genişliğindeki ana caddenin başlangıcında yer alan kapı, yerleşim birimini geçerek Laodikeia ve Collosai’ya giden ana yolun ve Güney Kapısı’nın karşı ucunda yer alır. Kapı düzgün traverten bloklardan inşa edilmiş üç kemerli girişi basit bir korniş ile süslüdür. Ayrıca Helenistik Dönem’in kapı geleneğini hatırlatan yuvarlak planlı kulelere yaslanmıştır. Kuzeyde, iyi korunmuş, üç gözlü ve iki yanında yuvarlak kuleleri olan kapının frizinde İmparator Domitian’a ithaf edilmiş Latince ve Grekçe yazılmış bir yazıt vardır. Bu yazıttan dolayı buraya Domitian Kapısı veya Roma Kapısı denir. Kapının Asya Prokonsülü Julius Sextus Frontinüs tarafından I.S. 82-83 yıllarında yaptırıldığı bilinmektedir. Bu nedenle kapıya Frontinüs Kapısı da denilmektedir. Bu kapıdan güneye inen yolun surla kesiştiği yerde İ.Ş. 5. yüzyıla tarihlenen Kuzey Bizans Kapısı vardır. Güney Roma Kapısı: Kapı, Lykos nehrine doğru alçalan tepeye açılır, büyük Honaz Dağı’nın tam karşısında yer alır, özellikle gün batımında mavinin tüm tonları ile oluşan nefis bir manzaraya sahiptir. Kapı, traverten bloklar ve içinde mermerin de bulunduğu devşirme malzeme ile yapılmıştır. İki adet dörtgen planlı kuleye yaslanmıştır. Kuzey Bizans Kapısı: Hierapolis kentinin Theodosius döneminde (İ.Ş. IV. yüzyıl sonu) yapılan sur sistemine dahil olan Kuzey Kapı, Güney Kapı’ya simetrik olarak Bizans Dönemi’nde kentin anıtsal girişini oluşturur. Agora’nın yıkıntılarından alınan devşirme malzeme ile inşa edilen kapı, kare planlı iki kule ile desteklenmiştir. Girişin iki yanında, şehri kötü etkilerden korumak üzere, apotropeik olarak duran arslan, panter, görgo başı ile bezeli dört adet konsol günümüze ulaşmıştır. Güney Bizans Kapısı: MS V. yüzyılda inşa edilmiştir. Traverten bloklar ve içinde mermerlerin de bulunduğu devşirme malzeme ile yapılmıştır. Kuzeydeki kapıda olduğu gibi 2 adet dörtgen planlı kuleye yaslanmış ve tek parça arşitrav üzerinde yer alan hafifletme kemeri ile şekillenmiştir. =Hamamlar= Dini bir öneme sahip olan Hierapolis antik çağlarında temizliğe de büyük önem verirdi. Yolcular şehre girdiklerinde temiz olmaları için kentin giriş ve çıkışlarına hamamlar inşa etmişlerdir. Hierapolis’te 3 hamam vardır. Bu hamamlardan Hamam Kilise günümüze kadar iyi korunabilmiştir. Bizans Hamamı VII. yüzyılda meydana gelen büyük depremde yıkılmıştır. Büyük Hamam ise bugünkü Arkeoloji Müzesi olarak karşımıza çıkar. Çok eski olan bu yapı İmparatorluk Çağı’nın ortalarına tarihlenir. Traverten dikdörtgen bloklardan inşa edilmiş bu yapının, yan duvarlarındaki büyük kemerler görülebilmektedir. Kentin merkezindeki tönözlü Büyük Hamam yapısı ile kıyaslanabilecek bir mimariye sahiptir. Hamam yapısı Vİ. yüzyılın I. yarısında, Hierapolis, Phrygia Paçatiana’nın başkenti olduğu zaman, kilise olarak yeniden düzenlenmiştir. Kiliseye dönüştürülmüş olan bu yapıda, girişin kuzeyinde yer alan bir mekanın duvarını, dört sütunlu bir potiği çevirmek için kullanmışlardır. İki büyük kemer ile oluşturulmuş olan kilisenin girişi, Bizans Kapısında olduğu gibi bir kemere sahip diğer bir küçük kapıya yaslanmıştır. İyi durumda korunmuş olan büyük mekanda, kemerlerle oluşturulan 6 adet nis yer alır. Bu kemerleri taşıyan duvarlar eklenmiş ve duvarlara açılan geçitlerle de tonuzlu geçişler elde edilmiştir. Sür sisteminin inşasından hemen sonraki bir döneme tarihlenmektedir. Yapı Agora’nın güney stoasının yıkıntılarının üzerine inşa edilmiştir. Hamam binası, kentin girişinde hemen kapı ve nymphaeumdan sonra yer alır ve kamu yararına yapılmış olan bu yapı, sür duvarlarından dar bir yol ile ayrılır. Apsisli bir mekan sivali havuzu ve hypokaust sistemi ile calidarium olarak yorumlanır. Kazılarla ortaya çıkartılan mekanın çatı örtüsü, yıkıntı halinde elimize geçen parçalara göre tuğla bir kubbe ile örtülü olmalıydı. Bu yapının kazısının tamamlanması ile İmparatorluk Dönemi kamu hamamlarında Ortaçağdaki İslam dünyası hamam yapılarına geçişteki tipoliji ile ilgili önemli bilgiler elde edilecektir. Yapı, arkeolojik verilere göre, bütün kenti tahrip eden, VII. yüzyıldaki depremden sonra terk edilmiştir. Bugün Hierapolis Arkeoloji Müzesi’nin kurulu olduğu Büyük Hamam yapısı, kentin güney batısında, traverten kanallara açılan bir bölgede yer alır. MS 60 yılında Nero döneminde yaşanan büyük depremden sonra, kentteki inşaat faaliyetleri sırasında önemli bir su kaynağından yararlanmak üzere, MS II. yüzyılda yapılmıştır. Kaynaktan çıkan sular vadiye akmadan önce hala bu hamamın yıkıntıları üzerinden geçmektedir. Hamam, bölgede bol miktarda bulunan traverteni çalışmakta usta olan, yerel işçilerin bir taş yapıtıdır. Akan suyun kalker oluşturma gücü nedeniyle, bugün orijinal tabanı 4 metre kalker altında kalmış olan yapı, iki mekanda korunmuş, diğerlerinde ise onarım yapılmıştır. Bugün müze olarak kullanılan mekanlar antik çağda hypokaust sistemi ile ısıtılmaktaydı. Türkiye Kültür Bakanlığı, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından, mekanların orijinal tabanını bulmak üzere kazı ve onarım çalışmaları yürütülmektedir. Ortaçağ’da Roma Dönemi mekanları değiştirilmiş, duvarlarla bölünmüş ve yola kadar yayılmıştır. MS X. yüzyıldan Xİİİ. yüzyıla kadar olan evrede, yerleşim merkezi ve etkisi antik çağdakini aşmıştır. Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait kazılar sırasında bulunan, birçoğu ithal sırlı kapılar, Hamamı kullananların bu dönemdeki zenginliğine dikkat çeker. 18. yüzyılın sonunda, Choisy tarafından belirtilmiş olan, biri kaburgalı beşik tönöz çatı ile örtülü sütunlar izlenebilmektedir. T salonunda yapılan yeni kazılarla batı tarafta korniş ile sınırlandırılmış üç büyük pencereli, apsisli, orijinal bir mekanı gün ışığına çıkartmıştır. Genellikle mekanların yan cephelerinde, dörtgen ya da yuvarlak planlı mekanlar ile iç mekanı hareketlendiren tipik Roma mimarlığı çözümleri kullanılmış, Roma’nın
gücünü gösteren mermer heykellerin yerleştirilmesi ile bina süslenmiştir. En büyük mekan D, 20X32 metre ölçülerindedir ve uzun kenarında üç adet, biri dörtgen diğerleri yarım daire planlı exedralar yer almaktadır. Exedralar, bezemeli stükolar ile süslü kemerlerle örtülüdür. Bezemelerde ortada deniz kabuğu, kenarlarda volüt, yaprak ve çiçek motifleri tanınabilmektedir. Duvarlar, yüzeylerinde görülen metal kenet deliklerinden de anlaşılacağı gibi çok renkli mermer levhalar ile kaplı olmalıydı. Girişte bulunan iki ayak üzerinde bir kapı ve yapının çatısına çıkan merdivenlerin yer aldığı bir boşluk görülür. Bu bölümün doğusundaki büyük alan palestraya ayrılmıştır. Palestraya açılan dörtgen büyük mekanlar, yerel, beyaz ve pembe lekeli bresten yapılmış, sütunlü cephelere sahiptirler. Pueblo Kızılderilileri Pueblo Kızılderilileri, Amerika Birleşik Devletleri'nin New Mexico, Arizona ve Teksas eyaletlerinde İspanyolca «köy; halk» anlamına gelen "pueblo" yerleşimlerinde yaşayan Kızılderilileri ve kültürlerini belirten ortak ad. Bu kültürün karekteristik bir özelliği kurutulmuş çamurdan yapılmış evleridir. Geçimleri tarım ve ticaret üzerinedir. En iyi bilinenleri arasında Taoslar, Akomalar, Zuniler ve Hopilerdir. ABD'de yerlilerinin tarihindeki en ileri medeniyet ve en kalabalık yerleşim birimleri bu bölgede görülmüştür. Tropik yağmur ormanı Tropikal bölgelerde bulunan ve çok yüksek yağış alan ormanlar. Latin Amerika, Orta Afrika, ve Güneydoğu Asya'da geniş alan kaplarlar. Milyonlarca yıl önce ortaya çıkan ve yeryüzünde yaşayan hayvanların yüzde 80'ini barındıran tropik yağmur ormanları günümüzde yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ekolojik sistemler bozulurken, pek çok canlının yaşam alanı yok edilmektedir. Bitki örtüsünün yoğunluğu nedeniyle tropik yağmur ormanları gezegenimizin en önemli oksijen kaynaklarından biri durumdadır. Ayrıca kıtalar üstündeki en büyük su deposu işlevini görürler. Bu nedenle onların yok edilmesi büyük ekolojik felaketlere yol açabilir. Küresel koordinat sistemi Küresel koordinat sistemi, üç boyutlu uzayda nokta belirtmenin bir yoludur. Küre üzerindeki bir nokta bu sistemde üç tane bileşenle ifade edilir, bunlar r, formula_1 ve formula_2' dir. Koordinatların tanımlı oldukları aralıklar ve tanımları şu şekilde verilir. formula_3: Yarıçap P ve (0,0,0) noktası arasındaki uzaklıktır. Tanım aralığı formula_4 olarak verilir. formula_5: Enlem, z-ekseni ve çap arasındaki açıdır. formula_6 aralığında tanımlıdır. Polar açı olarak da adlandırılır. formula_7: Boylam, x-ekseni ile çapın xy-düzlemine izdüşümü (formula_8) arasındaki açıdır. formula_9 aralığında tanımlıdır. Diğer bir adı azimütal açıdır. Bu sistem, dünya üzerinde coğrafi konum belirlerken kullanılan sistemdir. Dünya' nın yüzeyi üzerinde her noktada yarıçap aynı olduğundan, sadece enlem ve boylam ile bir yer belirlenebilir. Ayrıca fizikte küresel yapıya sahip sistemler, (dünya, güneş, yüklü bilye vs.) ele alınırken yine küresel koordinatlara geçiş yapılır. Küresel koordinatlarla Kartezyen koordinatlar arasındaki bağıntılar şu şekildedir. formula_10 formula_11 formula_12 Küresel koordinatlarda Laplasyen, diverjans ve gradyan Kartezyen koordinatlardakinden farklıdır. Jakobyen kullanılarak diferansiyel eleman hesaplanabileceği gibi şekilden de P noktası etrafında sonsuz küçük bir hacim elemanının büyüklüğü şu şekilde hesaplabilir. formula_13 Bu hacim elemanı bütün küre üzerinden integral alınarak R yarıçaplı kürenin hacmi bulunur. formula_14 Kalınlığı olmayan bir hacim elemanı,alan elemanı olacağından sonsuz küçük yüzey elemanı şu şekilde ele alınır. formula_15 Bu eleman bütün küre yüzeyi üzerinden integre edilirse R yarıçaplı kürenin alanı da bulunabilir. formula_16 Fizikte bu integraller herhangi bir yoğunluk fonksiyonuyla verilmiş elektrik ve yerçekimi alanındaki küreler için sıklıkla çözülür. Aşağıdaki denklemler varsayımı şu "θ" eğim z den (polar) axis (belirsiz x, y, ve z ile karşılıklı olarak normaldir): çizgisel öge için formula_17 dan formula_18 ya sonsuz yer değiştirmedir. burada formula_23 yükselen yön içinde yerel ortogonal birim vektörlerdir, sırasıyla, ve formula_24 kartezyen uzay içinde birim vektörlerdir. yüzey öge formula_1 dan formula_26 ya germe ve formula_27 yarıçapta(sabit) bir küresel yüzey üzerinde formula_28 ya formula_29 dır Böylece diferansiyel katı açı dir Yüzey öge formula_1 polar açının bir yüzeyi içinde sabit (başlangıç köşe ile bir koni ) tir formula_29 güney açısının bir yüzey içinde yüzey ögesi sabit (bir dik yarı-düzlem) dir Hacim ögesi formula_36 dan formula_27 ya geriliyor, formula_26 ya formula_1 ve formula_28 ya formula_29 is Böylece, örnek için, bir fonksiyon formula_43 üçkatlı integral ile R içinde her nokta üzerinde integrallenebilir bu sistem içinde del işlemcisi tanımlı değildir, ve böylece gradyan, diverjans ve curl açıkça tanımlanmış olmalıdır: formula_45 formula_46 formula_47 formula_48 Bir noktanın küresel koordinatlar içinde konumu yazıldığında, hız ise, ve ivme , Bir sabit "φ"nın durumu içinde veya formula_54, bu kutupsal koordinatlar içinde vektör hesabına indirgenir. 3ds Max 3ds Max, Autodesk tarafından geliştirilen bir 3B modelleme, görselleştirme ve animasyon programıdır. MSDOS ortamında çalışan 3D Studio DOS yazılımının devamı olan 3ds Max'in son sürümü, 3ds Max 2017'dir. Gelişmiş eklenti desteği ve kolay kullanımı ile 3ds Max, 3B modelleme yazılımları arasında en yaygın kullanıma sahip uygulamalardan biridir. Gelişmiş karakter modelleme özellikleri ile oyun geliştiricilerinin gözdesi haline gelmiştir. Film özel efektleri, mimari sunumlar ve endüstriyel tasarım sunumları gibi alanlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. DOS ortamında çalışan ilk sürümü Yost Group tarafından üretilmiş ve Autodesk tarafından yayımlanmıştır. 3D Studio 4. sürümünden sonra Windows NT platformu için yeniden yazılmış ve "3D Studio Max" adını almıştır. Bu versiyon ise Kinetix tarafından piyasaya sürüldü, Kinetix, Autodesk'in alt kuruluşu olan Medya ve Eğlence bölümüydü. Yazılım daha sonra geliştirilmeye devam etti ve ismi kısaltılarak "3ds Max" olarak değiştirildi. 3ds Max, parçacık sistemleri, karakter modelleme araçları, hareket yakalama araçları ve gelişmiş denetçiler gibi özellikleriyle tek bir pakette çok sayıda özelliği sunmaktadır. Ayrıca MAXScript adında tümleşik bir programlama dili vardır. 3ds Max çok sayıda temel nesneyi hazır olarak sunar. Mimari tasarımlar için de duvar, kapı, pencere ve merdiven gibi bileşenleri ölçülerini kolayca değiştirerek projeye eklemek mümkündür. 3ds Max ayrıca poligonal modelleme, NURBS modelleme, yüzey modelleme gibi teknikleri destekler. 3ds Max'in animasyon kontrolleri ile nesnelerin tüm özellikleri, materyaller, kameralar, ışıklar ve çevre özellikleri zaman içinde değiştirilebilir ve Curves Editor ile tüm bu özellikler üzerinde tam bir kontrol sağlanabilir. Değişken grafiklerinin Bezier eğrileriyle kontrol edilebildiği bu editör ile karmaşık animasyonların üstesinden gelmek mümkündür. 3ds Max, animasyon için klasik anahtar kare yöntemini kullanır. Zaman doğrusu içinde farklı noktalarda verilen değerler arası geçişi otomatik olarak yapar ve Curves Editor ile bu geçişlere ince ayarlar yapılmasına olanak verir. Ters Kinematik çözümleyicisi ile birbirleriyle bağlantılı hareket eden objeler arası ilişkiler kolayca çözümlenir ve kare anahtarlama yöntemi ile kompleks mekanizmaların animasyonu yapılabilir. Ayrıca, pozisyon, bakış, yüzey, bağlanma, tutunma ve yönelme kısıtlayıcılarıyla gelişmiş animasyonlar yapılabilir. Animasyon için kullanılabilecek diğer özellikleriyse uzay saptırıcıları ve niteleyicilerdir. Uzay saptırıcıları kendilerine bağlanan objelere, bükme, patlatma, rüzgar ve yerçekimi gibi etkileri uygularlar. Niteleyiciler ise modellemede kullanıldıkları gibi animasyon için de objeleri zaman içinde değiştirmede kullanılabilirler. 3ds Max'in en güçlü özelliklerinden biri de Havoc tarafından yazılan ve pek çok oyunda kullanılan ünlü fizik motoru Rreactor'dür. Reactor ile yerçekimi etkisiyle düşme, esneme, sıçrama gibi fizik benzetimleri yapılabilir. 3ds Max'in en zayıf yönü tümleşik render motorunun Maya, Cinema4D, Lightwave ve SoftImage gibi programlara göre daha kötü sonuçlar vermesiydi. Autodesk bu sorunun üstesinden gelmek için daha önce ayrı bir ürün olarak satılan Mental Ray'i 3ds Max'e dahil etti. 6. sürümden itibaren tüm 3ds Max sürümleriyle birlikte piyasadaki en güçlü render motorlarından biri olan Mental Ray'i kullanmak mümkün. Ayrıca, 3ds Max ile 3. parti render motorları da kullanılabiliyor, bunlardan bazıları; V-Ray Renderer, Maxwell Render, Brasil r/s ve finalRender'dır. Türk mitolojisi Türk mitolojisi, tarihi Türk halklarının inanmış oldukları mitolojik bütüne verilen isimdir. Eski efsaneler, Türk halklarının eski ortak inancı Tengricilikten ögeler taşımaktan ziyade sosyal ve kültürel temalarla doludur. Bunların bazıları sonradan İslâmî ögeler ile değiştirilmiştir. Dünyanın en eski edebi belgelerinden biri olarak geçen Dede Korkut destanlarının orijinal yapıtları, Vatikan ve Dresden kütüphanelerinde bulunmaktadır. Ege ve Anadolu Uygarlığı mitolojisi ile benzerlikler taşımaktadır. Türk mitolojisi, birçok araştırmacıya göre aynı Tengricilik'te de olduğu gibi tektanrıcı bir temelden, zamanla çoktanrıcı bir biçime doğru gelişmiştir. Ayrıca tarihi Türk halklarının temasa geçtikleri Zerdüştlük, Mani dini ve Budizm de Türkler'in mitolojisinden izler devralmıştır. Bu yüzden genel bir tanım olan "Türk mitolojisine," inançtaki farklı unsurlar göz önünde tutulursa ""Türk Mitolojileri"" demek daha doğru olabilir. Alâ’ed-Dîn Cüveynî’nin ifadesine göre eski Türkler kendi dinî reislerine “Tuyuk” , dinlerine ise Arapçada kullanılan “Namus” ve “En-Nevâmis-i İlâhiye” kelimesinin ilk kökü olan “Nom” ismini vermişlerdi. Yunancaya “Numus – Havus” şeklinde geçen bu kelime “ezelî irâde ve mukaddesât” manâsında, Sanskrit dilinde ise “Tanrı” kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyordu. Türkler kendi ruhâ
nîlerine “Tüyun/Tuyon,” kâhin ve sihirbazlarına ise “Kam” adını veriyorlardı. Ayrıca Türkler, dinî kitaplarına da “Nom”, Tüyunlara da “Nomiler” derlerdi. İslâmiyet’ten sonra ise Oğuzlar Kamlarına “Ozan” adını verdiler. “Şâmân” kelimesi ise bunun Avrupalılar tarafından bozulmuş haliydi. Şâmânlar, toplumda “doktorluk,” “sihirbazlık” ve “kâhinlik” olmak üzere üç ayrı mesleği birlikte icrâ etmekteydiler. Büyük Türk düşünürü Ziya Gök Alp’e göre Avrupalılar tarafından yanlış olarak “Şâmânîlik” olarak adlandırılan Türkler’in eski dinlerinin asıl doğru isminin “Tuyonizm” olması gerekir. Yine Ziya Gök Alp’in savunduğu fikirlere göre, Türkler’in dinî bidâyette her ne kadar “Naturizm” olarak algılanmaktaysa da gerçekte bu bazı rumuzlardan ibaret olan ve birtakım timsallere tapınılan “Sembolizm” anlamına gelir. Farklı şartlar altında yaşayan toplumlar arasına yayılmış olan bu i'tikad sisteminde din ile sihrî birbirinden ayıracak olursak, bir tarafta bir nev’i Animizm’den ibaret bir Şâmânîlik, öte tarafta da mâbudlar ve kâinat sistemine mâlik olan bir “Tuyonizm” görülür. Gökyüzünün en yüksek katında mukadderât-ı âlemi yöneten ve güneşi temsil eden en yüce tanrı “Kayra Han” ile yeraltındaki “Cehennem Mâbudları” yöneticisi olan “Yağzız Han” – Oğuzlar’da ise “Krayir” – adındaki iki büyük tanrıya inanılıyordu. Yeryüzü düzenini sağlayan ve bütün Türk aşîretlerinin idaresine bakan “Yer – Su İlâhları” adı verilen daha birtakım mâbudlara da inanılmaktaydı. “Altay Türkleri” semânın on yedi tabakadan oluştuğuna ve en üst katın bütün mâbutların babası sayılan “Tanrı Han” tarafından mesken tutulduğuna i'tikad ederlerdi. Bu mabuttan tecelli etmek suretiyle üç mabut daha ortaya çıkmıştı. Bu mâbutların birincisi göğün "Onaltıncı" tabakasında altın bir taht üzerinde oturan “Bay Ülken” idi. İkincisi dokuzuncu katta ikâmet eden “Kızagan” ve üçüncüsü de yedinci katı kendine yurt edinmiş olan “Elvanire” adındaki “Mergen Tanrı” idi. Ayrıca bu tabakada yeri ve göğü aydınlatan “Gün Ana” adındaki “Ay Tanrıçası” da ikâmet etmekteydi. Beşinci tabakada ise "“Yaradanlar Yaradanı”" olarak adlandırılan “Koday Yayuci” "(Katay Yayguçı)" sâkindi. Türk mitolojisinde Gök Tanrı asıl yaratıcı güçtür. Şeytan Erlik yeraltının hakimidir. Ülgen ise gökyüzünün 16. katında oturur, Kayra Han’ın oğludur. Eski Türkler'in dininde, Gök Tanrı'dan sonra gelen tartışmasız en güçlü Tanrı olduğuna i'tikad edilir ve tüm canlıların anası olduğu düşünülürdü. ""Barak Ata"" ise Moğol ve Türk Mitolojilerinde Moğollar'ın türediği varsayılan köpek başlı yaratığa verilen addır, ""Nokay Eçege"" olarak da bilinir. ""Umay"" doğurganlığı ve bereketi simgeler. Üç boynuzu vardır, beyazlar içindedir ve doğacak çocukları o seçer. Ülgen, Umay ve Barak Ata daha sonraları tanrılaştırılmışlardır. Kuyaş Türkî toplumlarda Güneş tanrısı fikrini simgeler. Maygıl ise suların tanrısıdır. Savaş tanrısı olan Elbis ise İslâm dininin etkisi ile İblis'e dönüşmüştür. Yakutlar’da ise “Art Tuyon Ağa” adı verilen, yıldırım sesiyle konuşan, güneşi temsil eden, hayâtın kaynağı ve varlığın tek mutlak sahibi olan bir mabudun mevcûdiyetine innılmaktaydı. Türk ve Moğolların da güneşe taptıkları ve çadır kapılarının hep güneşe doğru açıldıkları Çinli yazarlar tarafından tespit edilmişti. Zamanla “Şâmânizm” Avrupa ve Asya’daki dinî inaçlardan bir ruh-û ulvî tasavvuru gibi gelişmiş devirlerde ortaya çıkan birçok akideleri de ihtivâ etmeğe başladı. Bu ulvî ruhun sesi gök gürültüleri, ayaklarından çıkan alevler ise şimşekler olarak algılanmaktaydı. Kökleri Orta Asya Şâmânlığına kadar dayanmaktadır. Şâmânîlik Grönland’dan Doğu Sibirya’ya kadar yayılan geniş bir alan üzerinde yaşayan birçok Türk-Moğol kavimleri, hattâ Laponlar ve Eskimolar arasında yaygın olan ortak bir "“sihrî dîn”" sistemidir. İslâmiyet ve Hristiyanlığın tam olarak nüfuz etmeyi başaramadığı yörelerde halâ hâkim olan bu din, onların sonradan girdiği bölgelerde bile ikinci plânda yaşamaktadır. Milâdî Sekizinci yüzyıldan beri Türkler arasında yayılmağa başlayan Budizm, Manichéisme, İslâm ve Hristiyanlık etkilerine rağmen Şamanizm, bütün "bir dinî Panthéon"’a sahip olan dinler gibi yabancı i’tikatları bünyesine toplayan geniş bir kayıtsızlık hali göstermesi nedeniyle, kuvvetinden pek bir şey kaybetmemiştir. Bu nedenle de Şamanizm’e "“Türk paganizmi”" adını vermek hiç de mübağalalı olmaz. Onda en belirgin surette görünen nitelik gök tabakaları, Âhiret ve mabûdlar âlemi ile zenginleştirilen bir "“Çok – Tanrıcılık”" yanında, yine aynı zenginliğe hâiz olan bir Natürizm’in süregelmesidir. Gerek "sihir" gerekse "dîn" şeklinde Türk mistisizminin izlerinine aşağıda yeniden gözden geçirilen Türk i'tikadlarında da rastlamak mümkündür: Şâmânlar hayâtlarını mağara ve gizli hücrelerde münzevi bir şekilde geçiren, ""Sihrî – Tıbbî"" niteliklere sahip olan ve toplumda ""Büyücülük – Doktorluk"" görevlerini üstlenirler. Bu zühd yaşantısı içerisinde devam eden vecd ve istiğrak temrinleriyle kendindeki “extatique – aşk ile kendinden geçerek mest olma” hassaları kuvvetlendirirler. Görünmez âlemle teması sağlayabilecek vaziyeti kabullenen Şâmânlar, titreme, bayılma, kendinden geçme şekillerinde kendini dışa vuran bu “hypérmotivité” yetenekleri sayesinde "“sihrî” ve “sırrî”" güçlerini kazanmaktadırlar. Şâmânlar bu niteliklerini çok yorucu ve uzun süren bir dinî minsek sayesinde vecd âyinleri aracılığıyla edinmişlerdir. Bu âyinler esnasında bir nev’i istiğrak hâline giren, ihtilâç hâlinde köpürerek suratı kararan ve bitâp düşünceye kadar dönen, nihâyetinde de kendinden geçen Şâmânın eşya ve mahsus âlemle olan tüm teması kaybolmaktadır. Samoyetler ve Ostyaklar’da ırsî husûsî bir yeteneğe bağlı olan bu görev Tunguzlar, Yakutlar ve Altaylar’da yarı ırsî, yarı kazanılmış bir niteliktir. Tıpkı Eski Yunan ve Eski Roma’da olduğu gibi aşağı ve yukarı âlemler arasında elçilik görevi üstlenen "“illuminé adamlar”" yani "“kâhinler”" için kullanılan Şâmân tâbiri çeşitli yörelerde değişik adlar almaktadır. Görevleri hemen hemen birbirinin ayni olan bu Şâmânlara, Sibir Türkleri’nde "Soyok", Eskimolar’da "Angakok", Laponlar’da "Noïde", Samoyetler’de "Tadibca", diğer bazı Türk kâvimleri arasındaysa "“Kam”" ismi verilir. “Oğuzlar” ise İslâmiyet’in kabulünden sonra kendi Kam’larına "Ozan" adını vermişlerdir. Tabiî âlemle olan temasları sayesinde diğer insanlardan farklılaşan, yüksek bir ruh haline sahip olmaları nedeniyle de son derece kuvvetli ve diğer insanlar arasında hâkimiyet elde etmiş olan Şâmânlar, umumî ve adak kurban törenlerinde hazır bulunmakla yükümlüdürler. Bazen ırsî ve bazen de kisbî olarak sürdürülen “Şamanlık” müessesesinin yürüttüğü âyinler açıklanması karmaşık olan bazı kurallar içermekteydi. “Şamanlar, sihirbaz ve kahin oldukları gibi aynı zamanda hastalıkları tedavi eden doktorlardı. Bunlardan başka Türkler arasında “Otacı” ve “Atasagon” adı verilen, maddî tedavi yöntemleriyle hastalıkları iyileştiren bir sınıf da mevcuttu. Şaman şiir ve mûsiki eşliğinde dans edip, kendi özel merasim elbisesini giymekte ve birtakım çıngırdaklar takınmaktaydı. Kadınların katılmadığı bu âyinler genellikle “Hoş Ağacı” ile dolu olan bir ormanlıkta kurulan yurtlarda yapılmaktaydı. “Üveysî” adı verilen tarikât şeyhlerine çok benzeyen ve aslen sinir hastalıklarına yakalanmış “nevrozlu adamlar” vehbî Şamanlık için en yetenekli insanlardı. Günümüzde hala “Uçak” olarak adlandırılan bazı ailelerin bütün aile üyelerinin tedavi etme yeteneklerine ait i’tikatlar ile vehbî Şâmânîlik arasında tam bir benzerlik vardır. Âyinlerde istiğrak halinde yapılan duaları ise Kamlardan başka kimsenin anlaması mümkün değildir. Şâmânlar için birer “Miraç” anlamına gelen vecd âyinleri esnasında tam bir “ulvî sarhoşluk” içine düşen Şamanların, bazen bu âyinler esnasında oluşan aşırı taşkınlıklar sonucu öldükleri bile olmuştur. Şâmânların vecd ve istiğrak halinde yukarı âlemlerle kurdukları iletişim Eski Yunan’daki “Eleusis” misterlerini anımsatmaktadır. Akdeniz mistisizminin temeli olarak gösterilen bu Eski Yunan misterleri gibi Şâmânların “Miraç Âyinleri” de “Orta Asya” Mistisizminin gelişimindeki temel yapı taşını oluşturmuştur. Âyin esnasında taşkınlığı arttıran en önemli araç davuldur. Davulların üzerine Şâmânları gökyüzüne çıkaran hayvanların ve sandalların resimleri ile mâbudların timsalleri yapılmıştır. Şamanların “Barak” adını verdiği hayvan ile İslamiyet’teki Miraç hayvanı olan “Burak” arasındaki benzerlik kayda değerdir. İslamiyet’in kabulünden sonra da Türkler “Miraç” hâdisesi ile ilgili yaptıkları minyatürlerde benzer resimleri çizmeye devam ettiler. İslâm kaynaklarında Şâmânizm Dini "Şemen’îyye (Semenniye)" şeklinde geçmektedir. İbn-i Nedim Fihrist’inde Maverâünnehir ahâlisinin çoğunluğunun "Semeniyye" dininde olduğunu kaydediyor. Daha ayrıntılı mâlûmat ise El-Birunî’nin Kitâb-ı Malil’Hind adlı eserinde verilmektedir. El-Bîrûnî’ye göre bu kitabında “Budasef” olarak zikrettiği Budizm Hindistan’dan çıkma olup, ondan önceki din ise “Şemânîlik” idi. Horasanlılar’da kendi dinlerine “Şemenan” adını vermekteydiler. Budizm’in kabulünden önce ise Cengiz Sarayı’nın resmî dini de Şâmânîlik idi. Orada Kamlar büyük bir nüfuz sahibiydiler. Kazvinîye göre “Cem” âyininin kaynağı ilkel "“Şâmânlık” ve “Kam”" merâsimidir. Şâmânlıkta görülen ilkel mistisizm ile Anadolu tarikât ve mezheplerindeki ilkel mistisizm arasında bazı benzerlikler mevcuttur. Örneğin, Kızılbaşlar’daki “Sahip ve Musâhip Âyini” ilkel topluluklardaki “Dühûl” merasiminin devamıdır. İmâm Câ’fer Menâkıbi’ne göre: “Eğer tâlip günahını saklarsa, Tarikât-ı Âliyye’de kezzâptır. Yol haini ve imân uğrusu olur. Aman kardeş gühahını saklamayıp derdini söyle. Karanlık kabre koma, burada söyle.” Alevîler’in kendilerinde bulunduğunu kabul ettikleri üç çeşit ruh, Yakutlar’ın “İşşi,” “Çor” ve “Kut” adını verdikleri ruhları çağrıştırmaktadır. Alevîler’e göre yatırların bulunduğu dağ, tepe ve ormanlar kutsaldır. Eski Başkırtlar’da Rüzgâr, ağaç, dağ, nehir gibi şeyler birer tanrı olarak addedilirdi. Başkırtlar’ın bir kısmı balıklara, turna kuşlarına, bir kısmı da odun p
arçalarına taparlardı. Günümüzde Sibirya Şâmânizmi’nde ayı kutsal bir hayvan olarak kabul edilmektedir. Aynı şekilde, Anadolu Alevîliği’nde de ağaç ve ayı mukaddes addedilmektedir. Anadolu Alevîliği eski Anadolu akvâmı, İslâm ve Antik İran kaynaklı çeşitli tesirler altında kalmıştır. "“Pir Divânı”, “Cem Âyini”" ve "“Erenler Meydânı”" bu mistik tesirlerin sonucu olup, doğrudan doğruya “Şâmânizm” ile mukayese edilmesi mümkün değildir. Bütün bu karşılaştırmalar, eski Türk dininde mevcut olan ilkel mistisizmin İslâm sonrasında da gizli tarikât ve mezhepler halinde yaşamakta olduğunu göstermektedir. Bedr’ed-Dîn Mahmud Aynî, “Kamlar” ile “Aybek Baba,” “Burak Baba” ve “Geyikli Baba” gibi bazı Alevî babaları hakkında karşılaştırmalar yapılmasına yardımcı olacak ayrıntılı malûmat vermektedir. Türk mitolojisinin en eski kalıntıları ancak diğer halkların yazılı belgeleriyle kanıtlanabilir. En önemli kanıtlar eski Çin yazılarında bulunur. Örneğin MÖ 330 yılından kalan bir yazıda Türk mitolojisinin en önemli efsanelerinden olan Asena efsanesi ile karşılaşılır. Bilinen en eski Türk efsanelerinden biridir. Tüm Türk halklarında çeşitli şekilde yaygındır. Efsaneye göre Türkler düşmanları tarafından tamamen yok edilirler. Sadece iki çocuk sağ kalır. Tengri'nin gönderdiği kutsal bir dişi kurt çocukları besler büyütür ve korur. Kurt, bir çocuktan gebe kalır ve on yavru doğurur. Bu on çocuk gelecek Türk toplulukların hükümdarlarıdır. Türkler büyük bir yenilgiye uğradıktan sonra çadırlarını toplayıp göç ederler. Tengri'nin gönderdiği kutsal bir kurt Türklere kılavuzluk eder ve onları verimli toprakları olan, etrafı dağlarla çevrili büyük bir ovaya götürür. Birkaç kuşak sonra Türkler bu ovaya sığmaz olurlar. Bu kez bir kurt onlara etraflarını çeviren dağlardan birisinin madenden oluştuğunu gösterir ve demirciler bu dağı eritirler. Halk ovadan çıkar ve tekrar bozkırların egemenliğini ele geçirdiklerini tüm bozkır halklarına duyururlar. Bu destan Türklerin atası olarak bilinen Oğuz Kağan'ın hayatını anlatır. Doğumundan ölümüne, ve devleti oğullarına pay edişine kadar geçen destanda, Oğuz'un eşleriyle tanışması, oğullarının doğumu ve savaşlar da bulunmaktadır. Dünya'nın en uzun destanı olan Manas destanında, daha küçük yaştan kahraman olacağı bilinen Kırgız Manas'ın hikâyesi anlatılmaktadır. Manas'ın dostları tarafından ihanete uğratılıp öldürüldüğü söylenir. Mezarı başında ağlayan hayvanlar Manas'a ağıt yakarlar ve Göktanrı acıyarak Manas'ı diriltir. Manas da kendisine ihanet eden dostlarının peşine düşer. Alp Er Tunga’nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev'in davetinde hile ile öldürülmüştür. Türk mitolojisinin en mühim özelliklerinden birisi her kabilenin, ne kadar ufak da olsa şahsi bir türeyiş efsanesine sahip olmasıdır. Örneğin Oğuzname'de her sözü edilen kabilenin ilk önce türeyiş efsanesi anlatılır. En önemli ve en tanınmış efsane Türkler'in ortak türeyiş efsanesidir. Bu efsane neredeyse her Türk topluluğunda tanınır ve en eski Türk hükümdarlarının, Göktanrı'nın gönderdiği bir kurt ile çiftleşmesinden türediğini anlatır. Bazı versiyonlarda bir dişi kurdun en son Türk olarak kalmış bir erkek çocuğu ile, diğer versiyonlarda ise Göktanrı'nın bir erkek kurt kılığında hükümdarın kızı ile çiftleştiği anlatılır. Diğer iyi tanılan bir türeyiş efsanesi Kırgız halkının türeyiş efsanesidir. Bu efsaneye göre kutsal bir gölün suyundan gebe kalan kırk kız ilk kırgızları oluşturur. Avrupaya göç etmiş olan antik Türk halklarından dolayı, Avrupa'da da Türk mitolojisinin izlerini bulmak mümkündür. Özellikle Hunlar ve ön Bulgarlar destanlara konu olmuşlardır. Alman mitolojisinin en tanınmış destanı Hunlar'a ve ejderhalara karşı savaşan Alman kahraman Siegfried'in destanı'dır. Bu destanda Atilla'nın adı "Etzel"dir. Ön Bulgarlar'ın (Türk Bulgarlar) Balkanlar'a getirmiş olduğu Han Asparuh (İşbara Han) destanını Bulgaristan'da henüz birinci sınıfta okuyan her Bulgar çocuğu ezbere bilir. Ayrıca yine ön Bulgarlar'ın getirmiş oldukları ilkbahar bayramı "Mart enizi"nde (Mart annesi) ilkokul çocukları Han Asparuh destanının bazı bölümlerini canlandırırlar. Canlandırılan bölümde, Han Asparuh ilk Bulgar devletini kurmuş ve bunu kutlamak için Gök Tanrı Tangra'ya "(Tengri)" adak vermek ister. Adak vermeden önce bir demet dereotunu kutsal ateşte yakması gerekir ama hiçbir yerde dereotu bulamaz. Bu yüzden çok üzülür. Çok uzaklarda Volga kıyılarında kalmış olan kızkardeşi, Asparuh'un derdini hisseder ve bir şahinin ayağına bir demet dereotu bağlayıp gönderir. Macarlar'da da çok uzun bir Atilla ve eski Türk destanları bulunmaktadır. 9. yüzyılda Uygur Türkleri'nin Budizm dinini kabul etmiş ve bu dinin temeli üstünde ilk büyük yerleşik Türk kültürünü geliştirmişlerdir. Uygur rahiplerin bu dönemde binlerce Budist yazıyı, Sanskritçe ve Çince'den Türkçeye çevirmiş oldukları bilinmektedir. Bunların arasında birçok yabancı efsane de Türkçeye çevrilmiş, ama eski Türk destanları ve tarihi de yazıya alınmıştır. Hotan kentinde zamanının en büyük kütüphanesini oluşturmuşlar, ama maalesef Kırgızların bir saldırısında bu kütüphane tamamen yanmıştır. Günümüze sadece ufak tefek sayfa parçaları kalmıştır, ama bu sayfa parçalarının bazılarının üzerinde görünen sayfa sayıları (sayfa 500- sayfa 600) bu kitapların ne kadar geniş kapsamlı ve ayrıntılı olduklarını kanıtlamaktadır. Bu az sayıdaki kalıntının arasında manastırlara yeni rahipler kazandırmak için tasarlanmış efsaneler de bulunmaktadır. Örneğin birisinde maddi hayatın kötü ve iğrenç olduğunu vurgulamak için korkunç bir hikâye anlatılmaktadır (Eski Türkçe): Yukarıda bir alıntısı gösterilen hikâyede, karısını kaybeden çaresiz bir adam, üzüntüsünden çok feci sarhoş olana kadar içki içer, ölmüş karısının mezarına gider, mezarı açar ve karısının cesedi ile cinsel ilişkiye girişir. Ceset ile öyle şiddetli sevişir ki çürümüş beden kollarının arasında çatlamaya başlar. Adam baştan aşağı çürük kana ve cerahata bulanır. Nihayet gün ağarır, adam başını kaldırır ve görür ki mezarın içinde karısının cesedinin yanında yatıyor, cesetten kan dökülüyor. Kendini görür; üstü başı kan ve cerahata bulanmıştır. Aniden yaptığı canavarlığı anlar, kendinden tiksinir, kıyafetlerini yırtmaya başlar, içini bir korku sarar ve paniğe kapılır. Adam mezardan çıkar ve koşmaya başlar. Bir yandan bağırarak ağlar, bir yandan kusar. Bu tip Budist hikâyelerde hep olduğu gibi adam sonunda bir manastıra gider ve tüm maddi dünyadan uzak bir şekilde hayatını Buda'ya adar. Bazı diğer hikâyelerde Buda'nın başka bedenlerde tekrar doğmuş varlığı konu olarak ele alınır. Hikâyelerin birisinde dengesiz bir Hint hükümdar yüzlerce adamı ile birlikte ava çıkar ve binlerce ceylanı öldürür. Ceylanların başı olan altın renginde bir ceylan, Buda'nın reenkarnasyonudur. Altın ceylan hükümdarı uyarır ve can almayı bırakmasını buyurur, ama hükümdar onu dinlemez. Altın ceylan sonunda hepsini feci şekilde cezalandırır. Sibirya'nın Türk halkları, Türk mitolojisini günümüze kadar en canlı, en renkli tutmuş ve muhafaza etmiş olanlarıdır. Günümüze kadar Tengriciliğin kutsal varlıklarına hala ibadet edip eski Türkler'in destan anlatma geleneğini ayakta tutmaya devam etmektedirler. Örneğin, sayıları çok azalmış olan Dolganlar'da çok eski bir mitoloji bulunmaktadır. Sibirya'nın çok kuzeyinde bulunan Tundra ikliminde yaşayan Dolganlar, göçebeliklerinde ara sıra buzları 10.000 yıldır çözülmemiş, yarısı topraktan dışarı dikilen Mamut cesetlerine rastlarlar. Dolganlar, yeraltı aleminin efendisi Erlik hanın, mamutları yeraltı alemine aldığını ve onları kendine hizmet ettirdiğine inanırlar. Inançlarına göre, mamutlar yeraltı aleminde tutsaktır. Eğer yeryüzüne çıkmaya çalışırlarsa ceza olarak derhal buz tutarlar. Radloff'a göre Dolganlar canlı olarak hiç görmedikleri bu dev hayvanların, yarı yere gömük, yarı dışarı çıkmış hali ve donmuş olmalarını bu şekilde açıklamışlardır. Altaylılar, Yakutlar ve diğer Sibirya Türkleri'nde de dünyalarında olup biten çoğu şeyin sorumlusu, iyi ve kötü ruhlar ve kutsal varlıklardır. Dua edip kurbanlar vererek, bereketin kesilmemesi için onları hoş tutmaya çalışırlar. Türkler, 10. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya akın etmeleri sırasında Orta Asya'dan birçok destan ve hikâyeyi de beraberlerinde getirmişlerdir. 11. yüzyılda Akkoyunlu devletinde, Orta Asya'dan yeni gelmiş Türk boylarının anlattıkları hikâyeler tanınmayan bir yazar tarafından "Dede Korkut masalları" olarak kaleme alınmıştır. Ama Türkler'in Anadolu'ya gelmelerinden önce de, burada çok renkli mitler bulunmaktadır. Bu mitler Anadolu Türkleri'nin mitolojisinde iz bırakmıştır. Örneğin Pamukkale hakkındaki eski bir Yunan efsanesi günümüzde hala anlatılmaktadır. Bu efsaneye göre çirkin bir kız dışlanmaktan usanıp hayatına son vermek ister. Kendini Pamukkale'nin tepelerinden aşağıya atar ve kaynak suyu dolu bir terasın içine düşer. Ava çıkmış bir prens bu olayı görür ve hemen oraya koşar. Bir bakar ki kollarında kendine gelen kız adeta bir dünyalar güzeli. Meğer Pamukkale'nin şifalı kaynak suyu kızı güzelleştirmiştir. Sonra ikisi evlenir ve mutlu olurlar. Dresden yazması kısa bir giriş ve 12 öyküden oluşur. Öyküler sırasıyla: Vatikan yazmasında kısa bir giriş ve altı öykü vardır: Osmanlılar'ın en mühim efsanesi, imparatorluğun kurulmasından önce Osman Bey'in bir rüya görmesi ve bu rüyanın Şeyh Edebali (1206 - 1326) tarafından açıklanmasıdır. Şeyh Edebali, Osman Bey'in gördüğü rüyanın, O'nun Osman Bey'in bir cihan devleti kuracağının alameti olduğunu açıklar ve bu rüya gerçek olur. Osmanlı Devleti 1299 yılında kurulmuş, varlığı yaklaşık 600 yıl devam etmiş, ve Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına yayıldıktan sonra 17. yüzyıldan itibaren zayıflamış, 1922 yılında tamamen yıkılmıştır. Türk Mitolojisi (anlam ayrımı) Türk Mitolojisi ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Port address translation PAT, port address translation kelimesinin kısaltılmasıdır. Nasıl ki, NAT'da iç ağdan dış ağa bağlanırken, iç ağdaki bilgisayarları
n ip adresleri değiştirilerek dış ağa bağlanması sağlanıyorsa; PAT'da da dış ağdan iç ağa bağlanırken dış ağdan gelen bağlantının port adresi değişime uğrar. NAT ile birlikte kullanılır. Birden çok sunucu makinenizin, tek bir statik ip'nizi paylaşmayı gerektiği durumlarda kullanılabilir. PAT aygıtınıza (yönlendirici, güvenlik duvarı gibi) gelen bağlantıyı, aygıt, gelen paketin port numarasına bakarak, iç kesimdeki bir bilgisayara yönlendirir. Örneğin, 80. porta gelenler HTTP sunucusuna (httpd), 21. porta gelenler ftp sunucusuna yönlendirilirler. Yönlendirici Yönlendirici (İngilizce: "router"), aynı ağ iletişim kurallarını kullanan iki bilgisayar ağı arasında veri çerçevelerinin iletimini sağlayan ağ donanımıdır. Yönlendirme için OSI yedi katman modelinin üçüncüsü olan ağ katmanı kullanılır. Genellikle bu iş için özel üretilmiş donanımlar varsa da birden çok arayüzü olan bilgisayarlar da yazılım desteğiyle yöneltici olarak çalışabilirler. Bir yöneltici iki veya daha fazla ağ arasındaki kesişme noktasıdır ve parçası olduğu her ağ için bir arayüz taşır. Her iki ağın da parçası olduğu için veri paketlerinin ağlar arasında yollarını bulmaları görevini üstlenir. Yöneltme işlemi bir veri paketinin bir istasyondan diğerine yolunun belirlenmesidir. Yolun seçimi için yöneltici yöneltme iletişim kurallarını (İngilizce: "routing protocol") kullanarak diğer yönelticilerle bağlantı kurar ve gelen bilgileri yöneltme tablosuna ekler. Gerektiğinde elle de oluşturulabilen yöneltme tablosu bilinen hedeflere giden yolları içerir. Eğer gelen bir veri paketinin hedefi yöneltme tablosu ile belirlenemiyorsa ve bu durum için standard bir ağ geçidi tanımlanmamışsa, yöneltme işlemi başarısızlıkla sonuçlanmış olur. Aksi takdirde paket hedefe ya da hedefin bağlı olduğu varsayılan yönelticiye gönderilir. Her ne kadar IP iletişim kuralı günümüzde en çok bilinen yöneltilebilir iletişim kuralıysa da AppleTalk, IPX SNA, XNS ve DECnet gibi başka iletişim kurallarının da yöneltilebilir özelliği olduğunu unutmamak gerekir. Yöneltilebilir iletişim kuralı (İngilizce: "routable protocol") ve yöneltme iletişim kuralı (İngilizce: "routing protocol") birbirleriyle karıştırılmaması gereken farklı kavramlardır. Yönelticiler ortamdan bağımsız ama ağ iletişim kurallarına bağımlı çalışırlar. Köprü ya da dağıtıcıda durum tam tersidir. Mesela üzerinde bir modem, bir WLAN arayüzü ve bir ethernet kartı olan bir yöneltici bu farklı ortamlarda çalışan ağların bir parçası olabilir. Ama işlevini gerçekleştirebilmesi için ortamların aynı ağ iletişim kurallarını (Ör.: IP) kullanıyor olmaları gerekir. Bu durum yönelticinin birden fazla iletişim kuralını tanımasına engel değildir. Her ne kadar günlük yaşamda ve bazı işletim sistemlerinde ağ geçidi ve yöneltici aynı anlamda kullanılıyorsa da, ağ geçidi OSI yedi katman modelinin dördüncü ve yukarısındaki katmanlarında uygulama bulur. Ağ geçidi farklı ağ iletişim kuralı (TCP/IP ve SNA gibi) kullanan iki ağı birbirine bağlamakta kullanılabilir. İnternet üzerinden normal telefon numaralarının aranabildiği VoIP uygulamalarında da telekomunikasyon ağını internete bağlayan ağ geçitleri kullanılmaktadır. Yönlendiriciler işletimler içinde,işletimle internet arasında ve internet servis sağlayıcıları arasında bağlantı sağlar.Cisco CRS_1 veya JuniperT1600 gibi büyük yöneticiler internet servis sağlayıcılarında veya geniş işletim ağlarında kullanılır.Küçük yöneticiler ev ofislerde bağlantı sağlar. Günümüzdeki yönlendiriciler ile bellibaşlı benzer özelliklere sahip ilk aygıtlara örnek olarak paket servisler verilebilir.Arayüz mesaj işlemci aletleri ARPANET tarafından üretilir.Yönlendirici fikri ilk olarak (o zamanlar geçit olarak adlandırılıyordu)'INWG' Internatıonal Network Working Group olarak adlandırılan uluslararası bilgisayar ağı araştımacıları sayesinde ortaya çıkarıldı. Harici ağlar, genel güvenlik stratejisinin önemli bir parçası olarak düşünülmelidir. Yönlendirici'den farklı olarak güvenlik duvarı veya VPN işleme cihazı bu ya da diğer güvenlik fonksiyonlarını içerebilir. Birçok şirket güvenlik odaklı yönlendirici'ler üretmiştir. Buna Cisco system'in PIX'i ve ASA5500 serisi, Juniper'in Netscreen'i, Watchguard'ın Firebox'ı, Barracuda'nın posta odaklı cihazları ve daha birçokları dahildir. Vikisözlük Vikisözlük ("Wiktionary"), Wikimedia Vakfı'nın projelerinden olup her dilde özgür birer sözlük oluşturma amacıyla 2 Mayıs 2004 tarihinde başlatılmıştır. Vikipedi'nin kardeş projelerindendir. CNN Türk Radyo CNN Türk Radyo, 22 Kasım 2001 tarihinde yayına girmiştir. Radyo ile son dakika gelişmeleri, derin analizler, ekonomi gündemi, uzmanlarından, iş dünyasının önemli isimleri ve ekonomi kurmaylarıyla değerlendirmeler, Türkiye ve dünyadan spor haberleri, her an dinlenebiliyor, özel ilgi alanlarına yönelik programlar da takip edilebiliniyor. CNN TÜRK Radyo, Doğan Medya Grubu ile Time Warner ortak girişimi ile kurulan CNN TÜRK’ün işitsel yayın kuruluşudur. Rosa Martinez Rosa Martinez Viyana Bienali, Santa Fe Bienali, Moskova Bienali ve İstanbul Bienali gibi önemli uluslararası sergilerin küratörlüğünü yapmış, 2005'te Venedik Bineali'ni Maria de Corral ile birlikte yönetmiş İspanyol küratör ve sanat eleştirmeni. İstanbul Modern'in baş küratörlüğünü yapmaktadır. Ercüment Rıza Tarcan Ercüment Rıza Tarcan, İstanbul( 1918, 12 Aralık 2005) Türk mimar ve eğitimci. 1944 yılında İDGSA Mimarlık Bölümü’nden mezun olan Tarcan, serbest mimar olarak çeşitli çalışmalara imza attı. "Emniyet Sandığı"’nda eksperlik, İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi etüd mimarlığı, "Ankara Cebeci Sineması" şantiye şefliği, "İstanbul Belediyesi İpek Sineması"’nın tiyatroya tadil işinin proje ve dekorasyon işlerini üstlendi. "Tektar" adlı mobilya fabrikasını kurdu. Bir süre Tekel Genel Müdürlüğü’nde görev yapan Tarcan, "Beyoğlu Vakko mağazası"nın mimari ve dekorasyon proje ve uygulamasını yaptı, bu yapıyı ve düzenlemeyi çağdaş bulan İDGSA tarafından 1962 yılında diploma jürisine davat edildi. 1962 yılında "İstanbul Üniversitesi İnşaat Bürosu Başkanlığı"’na davet edildi ve üniversite gelişme projesinin düzenlenmesi çerçevesinde Diş Hekimliği ve İktisat Fakültesi binalarını yapımı gerçekleşti. 1965’ten sonra da çeşitli mağaza ve sinema projelerini yaşama geçirdi. Tarcan, 1945 yılında "Açıkhava tiyatrosu proje yarışması"nda mansiyon aldı. ODTÜ "Atatürk Anıtı yarışması"nda birinci ödülü alan "Şadi Çalık"’ın ekibinde yer aldı. "Süleymaniye Camisi ve Selimiye Camisi" üzerine belgesel filmler yaptı. Ercüment Tarcan çeşitli yıllarda "Kadıköy Mühendislik Mimarlık Yüksek Okulu"’nda DGSA’nın Mimarlık Yüksek Okulu, Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu, Dekoratif Sanatlar Bölümü’nde ve daha sonra Akademi’nin Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüşmesinin ardından Mimarlık Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ayrıca etno/müzikolog, bilimsel araştırmacı ve piyanist Halûk Tarcan'ın ağabeyi, Türkiye'nin ilk beyin cerrahisi uzmanı ve bestekâr Prof. Dr. Bülent Tarcan'ın da kardeşidir. Tayılga Tayılga - Türk, Altay ve Yakut halk inancında ve şamanizminde kurban uygulamasıdır. Hayvanın boğularak (kesilmeden) öldürülmesi suretiyle gerçekleştirilir. "Altaylılar ve Yakutlar (bu gün bile) kurban olarak kestikleri atın derisini uzun bir sırığa geçirip tıpkı at şekline sokarak asarlar. Bu kurban törenine "mal kagıpyat" (hayvanı gönderme), merasiminin yapıldığı bu yere de tayılga derler. Altaylılar’ın Tayılga ayin ve törenleri Verbitski, Radloff, Katanov, Anohin tarafından anlatılmıştır. Verilen bilgilere göre en uzun süren ve Bay Ülgen adına yapılan ayin en önemlilerindendir. Akşam güneş batınca kurban (tayılga) için hazırlıklar başlar. Kurban yeri seçilir, sürüden kurbanlık hayvan aranır. Şaman, bir ormanın ıssız bir yerinde kurban için en uygun yeri bizzat seçer. Onun belirlediği bi yerde bir çadır kurulur. Çadırın ortasına, tepesi "tündükten" (duman deliğinden) çıkacak şekilde sık yapraklı bir kayın ağacı yerleştirilir. Daha sonra kurbanlık hayvan boğulmak ve bel kemiği kırılmak suretiyle öldürülür. Hayvan; derisi, başı, ayağı ve kuyruğu ile birlikte bir sırığa (baydara) asılır. Kurban Ülgen için kesilmişse baydaranın başı doğuya, Erlik için kurban edilmişse ise batıya yöneltilir. Daha sonra, atalara ve koruyucu ruhlara sunu yapılarak kurbanın eti yenir. Bazı Türk boylarının Tayılga esnasında kurbanın kanını akıtmadıkları bilinmektedir. Altaylılar ve diğer Türk urugları, kurbanı kesmeyip boğarlar. Bunu hayvanın ağzını, burnunu tıkayarak gerçekleştirirler. Kurbanın bu şekilde öldürülmesi "kan korusu" (kan yasağı, kan tabusu)ndan ileri gelmektedir. Çünkü dünyanın birçok yerindeki çeşitli kabilelerde olduğu gibi bu boylar da can veya ruhun kanda olduğuna (veya kanın kendisinin ruh olduğuna), kanın toprağa dökülmesinin felaketler getireceğine inanırlar. Türk ve Altay halk inancında kanlı kurban demektir. Bu bağlamda Tayılga'nın karşıtı olan bir kavramdır. Tanrısal veya dini bir amaçla kesilecek hayvan. Hayvanın boğazlanarak (boğazından kesilerek) kurban edilmesidir. Boğazlamak fiili ile de ifâde edilir. Sözcük anlamı boğazın kesilmesi demektir. "Bozlamak" fiili hayvanın böğürmesi anlamı taşır. Kurban etinin bir parçasının veya kesilmiş bir kurbanın bütünüyle yakılmasına Yakığ/Yakış/Yagış veya Yağışga/Yagaşga adı verilir. Yakılan etlerin kokusunun tanrılara kadar ulaşacağı inancı bulunur. Daha eski çağlarda ise kurbanlık hayvanları gökten gelen kutsal bir ateşin yaktığı takdirde Tanrı tarafından kabul edildiği anlayışı bulunurdu. Serebral dominans Türköz'e göre serebral lateralizasyon kavramı, beynin asimetrik fonksiyonlarının oluşmasında rol alan organik anlamlı tüm etkenleri ve mekanizmaları içerir . Anatomik, embriyolojik, patolojik, kimyasal ve hormonal çalışmalar ile bu teori ve klinik örnekleri ortaya konabilmiştir. İnsan beyninde gözlenen asimetriler, makroskopik, yollarla ilgili ve sitoarşitektonik asimetrilerdir. Neanderthal insanının fosil kafatasları üzerinde sylvian fissure’lerin izlerine bakıldığında, solda
kinin uzun ve gergin oluşu ayrıca, sol oksipital ve sağ frontal lobun daha uzun olması bu asimetriyi destekleyen bulgulardan biridir. Sol hemisferin, primer fissürlerinin, embriyolojik yaşam aşamasından itibaren, sağ hemisferdekilere kıyasla, daha erken geliştiğini bilinmekte, ayrıca sylvian fissure’ün ve insula’nın sol hemisferdeki ortalama uzunluğunun ve planum temporale’nin genişliğinin, sağ hemisferdeki bölümlere kıyasla daha fazla olduğu gösterilmiştir. Serebral kortekste nöronal alanlar içinde hücre yapılanmasının yoğunluğunu karşılaştırma çalışmalarında sol ve sağ hemisferlerin homolog alanları arasında da simetriler olduğu gösterilmiştir. Sol hemisfer içinde üç ayrı alanda sitoarşlitektonik yapı sağdakine oranla daha yoğun bir yapılanma göstermektedir. Her üç alanın da lisan fonksiyonlarının organize olduğu alanlar olduğu dikkat çekicidir. Yollarla ilgili asimetrilerin içinde, özellikle tractus corticospinalis’le ilgili sol - sağ asimetrilerin varlığı gösterilmiştir. Sol tractus corticospinalis’in çaprazlaşlan lif sayısının fazlalığını ve piramis’in sol bölümünün sağa oranla daha geniş olduğu ortaya konmuştur. Bu asimetrilerin varlığı sağ beden yarısının insanların büyük bir bölümünde sola oranla daha becerikli olmasının bir alt yapısı olarak yorumlanmaktadır. Günümüzde ileri görüntüleme yöntemleri ile sağ elini baskın olarak kullanan kişilerin büyük bir kısmında, sol oksipital ve sağ frontal lobların, homolog loblara kıyasla daha geniş oldukları ortaya konmuştur. Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) çalışmalarında, sağ ve sol ellerini baskın olarak kullanan olguların büyük bir bölümünde sol hemisferde frontal, parietal ve oksipital lobların genişlikleri sağ hemisfere kıyasla daha büyük bulunurken, frontal lobun sağda, oksipital lobun ise solda, ön-arka uzunluklarının daha fazla olduğu belirlenmiştir. Motor sistem asimetrisi, fizyolojik yöntemler kullanılarak da gösterilmiştir. Transkranial manyetik stimülasyon (TMS) ile kortikal motor nöronların uyarıldığı çalışmalarda, aktivasyon eşiğinde lateralize farklılık gözlenmiştir; sağ elini kullananlarda aktivasyon eşiği, sol elin aktivasyonu için gereken eşikten daha düşük bulunmuştur. Maymunlarda, intrakortikal mikrostimülasyon çalışmalarında, yetenek gerektiren işlerde el tercihine kontralateral kortikal motor reprezantasyonun daha büyük olduğu gösterilmiştir. TMS kullanarak, sağ ve sol ellilerde kortikal motor reprezantasyonun haritası çıkarıldığında da benzer asimetri gözlenmiştir. Ayrıca TMS ile patolojik sol ellilerde, sağlam hemisferde ipsilateral motor fonksiyon reorganizasyonunun varlığı gösterilmiştir. Hariri'ye göre Wada ve LeMay'ın fetus beyinlerinin haftalar içindeki gelişimini inceleyen çalışmalarında, asimetrilerin 30. haftadan itibaren belirginleştiği belirtilmektedir. Asimetrilerin daha çok sol hemisferle ilgili olması, erişkinlerde lisanla ilgili cerebral dominansın sol hemisferde yoğunlaşmasıyla paralellik göstermektedir. Sol temporal lobun anatomik özelliklerinin sağa oranla daha geç belirginleşmesi ve sol planum temporale’nin daha geniş bulunması bu bölgenin ileride lisanın organize olabilmesi için daha yavaş geliştiğini düşündürmektedir. Cerebral asimetriler ve bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan cerebral dominans, bu verilerden dolayı genetik öncelikli bir gelişme olarak kabul edilebilir. İnsan dışında diğer canlılarda da asimetrilerin var olduğu gösterilmiştir. Beyin bölümleriyle ilgili asimetriler evrim basamağı yükseldikçe daha da belirginleşmektedir. Gelişimsel ve anatomik asimetrilere ek olarak insan ve diğer canlıların beyinlerinde kimyasal ve farmakolojik asimetrilerin varlığından da söz edilmektedir. Erkek ve dişi bireyler doğumlarından sonra kastre edildiklerinde, her iki cinste de kortikal kalınlık asimetrilerinin ortadan kalktığı görülmüştür. Tan'a göre testosteron reseptörlerinin her iki hemisfer korteksindeki dağılımlarının incelendiği çalışmalarda, sol hemisfer korteksinde sağa oranla daha fazla sayıda reseptörün varlığı saptanmış ve testosteron reseptör yoğunluğunun cerebral dominansın ortaya çıkmasına yol açan etkenlerden biri olduğu kanısına varılmıştır. Erkeklerde sağ el ve sol hemisfer lateralizasyonlarının kadınlara oranla daha belirgin olduğunu ispatlayan nöropsikolojik çalışmalar, cerebral korteksin seks hormonları özellikle de testosteron beraberliğinde şekillendiği kanısını desteklemektedir. Bugünkü bilgilerimize göre lisan (konuşma, duyarak ve okuyarak anlama, tekrarlama, isimlendirme, yazı yazma, sayısal hesap yapma ve okuma) ve el becerisi daha çok sol hemisfer ile, dikkatin sürekliliği ve dağılımı, yapılandırma, müzik ve emosyonel çeşitliliğin ise daha çok sağ hemisfer ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Cerebral dominans sol hemisferin lisan fonksiyonlarındaki dominansıyla özdeştir. Bunun sonucu olarak, sol hemisfer hastalığı olanlarda lisan bozuklukları gözlenirken, aynı duruma sağ hemisfer hastalarında çoğunlukla rastlanmaz. Fakat bazı sol hemisfer hastalarında ve ayrıca bazı sağ hemisfer hastalarında lisan bozukluklarına rastlanması cerebral dominansın daha geniş boyutlu olarak araştırılmasını gerekli kılmıştır. Dominant hemisferle ilgili lezyonların yerleşimleri incelendiğinde bunların öncelikle frontal, temporal ve parietal loblarda yoğunlaştığı görülmektedir. Frontal lob içindeki 44. alan lezyonları konuşmanın, temporal lob içindeki 22. alan lezyonları anlamanın ve parietal lob içindeki 39. alan lezyonlarının ise okuma ve yazmanın bozukluklarına yol açan klasik lezyon lokalizasyonları olarak kabul edilmiştir. Bu anatomik organizasyonun etkilenmesi çeşitli türden lisan bozuklukları ile sonuçlanır. El dominansı ile hemisfer dominansı arasında, direkt ilişki bulunmaktadır. Sağ eli dominant olan kişilerde sol hemisfer dil için, sağ hemisfer, sözel olmayan işlevler için dominanttır. Sol eli dominant olan kişilerde ise bu durum, seyrek olarak ters, genellikle bilateral veya sağ eli dominant olan kişilerde olduğu gibidir. Yapılan çalışmalarda ortak kabul edilen görüş, sağ eli dominant olan bireylerin %99’unun lisan fonksiyonlarının sol cerebral hemisfer yoluyla ortaya konulduğudur. Sol elleri dominant olan kişilerde ise, bu çapraz ilişkinin büyük ölçüde bozulduğu, ancak yine de sol hemisfer önceliğinin en az %70 oranında devam ettiği belirtilmektedir. Sağ el dominansı olup da, yine sağ hemisfer lezyonları sonucu afazi oluşan gruplarda ise, çapraz dominans adı verilen durum söz konusudur. Bir dizi araştırmanın sonucunda uzmanlar her bir hemisferin kendi konuşma hafıza ve duygu niteliklerine sahip olduğunu ortaya çıkardılar. Her ne kadar sol hemisfer her zaman konuşma işlevi ile tanımlanmışsa da konuşmada ses tonunun dalgalanmaları ve ses özellikleri de eşit öneme sahiptir. Caulson, V. Lvovic Dreglin, sağ hemisfer tarafında tanımlı konuşma, hafıza ve duygu özelliklerinin, konuşmaya dayalı sol hemisferden daha eski olduğu görüşünü savunmuş ve bunu konuşma ve soyut düşüncenin insan evriminin geç döneminde geliştiğini belirterek açıklamıştır. Bu işlevler, çalışma eyleminde sağ elin kullanımı ile birlikte başladı ve baskın olan sol hemisferdi. Sol hemisferin doğal görsel işlevleri sözlü iletişime yol açmak için bastırıldı. Beyin üzerine yapılan araştırmalar daha sonra beynin bir hemisferinin tamamen alınmasına yönelik çalışmalarla (hemispherectomy) devam etti. Sonuçlar, işlevini sürdüren diğer hemisferin bütün beyin fonksiyonlarını devam ettirdiğini ortaya çıkardı. Cankur, Ston Gooch adlı bir araştırmacının çalışmasında, sol hemisferine hemispherectomy uygulanan bir hasta, operasyondan on hafta sonra konuşamıyor ve konuşmaları algılayamıyordu. Daha sonra söylenen kelimeleri tekrar etmeye, sorulara cevap vermeye başladı. Beş ay sonra benzer sesleri hatırlamaya, bir ay sonra da cümle kurmaya başladı. Bu nedenle, Ston Gooch’un iki hemisferin de bütün işlevleri içerdiğini ileri sürdüğünü belirtmiştir. Lisan için el kullanım baskınlığı ile cerebral dominans arasındaki ilişkinin gelişimi konusundaki genel kanı, ikisinin bir bütünün parçaları olarak aynı hemisfer tarafından ortaya konulduklarıdır. Özellikle konuşmanın gelişiminin el kullanım becerisinin gelişimiyle yakın ilişkisi vardır. Cerebral dominansı etkileyen faktörler arasında, biyoloji, cinsiyet, eğitim ve çevre sayılabilir. Cerebral dominans sadece yüksek cerebral fonksiyonlar ile ilgili olmayıp, bunların dışında kalan motor fonksiyonlarda da söz konusudur. Kretase Kretase Dönemi, Mezozoik Zaman'ın üç alt bölümünden sonuncusudur. Günümüzden 142 milyon yıl önce başlayıp 65 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir. Kretase, Tebeşir Dönemi olarak da bilinir. Bu döneme tarihlenen kayaçlarda bolca tebeşir bulunması, döneme bu adın verilmesine neden olmuştur. Tebeşir, ölü planktonların deniz tabanına çökmesi sonucunda su basıncının etkisiyle oluşmaktadır. Kıtaların parçalanma ve kayma süreci dönem boyunca devam eder. Antarktika ve Avustralya dönem sonunda birbirinden koparlar. Hindistan ve Madagaskar, kuzey doğu yönünde ilerlemeye devam etmektedir. İtalya ve Yunanistan, Tetis içinde tek bir kütle olarak Avrupa kıtasına yaklaşmaktadır. Avrasya halen bir bütün halindedir. Ayrılmış olan Kuzey Amerika dönem sonlarında Batı Avrupa’yla çarpışır. Hindi-Çini ise Avrasya kıtasına sokulmaktadır. Dönemin sonlarına doğru Güney Amerika da Afrika’dan ayrılır. Kretase’de de Jura’da olduğu gibi ılıman ve yağışlı bir iklim gezegene hakimdir. Mevsimsel farklılıklar belirgin değildir. Karaların hemen hemen aynı seviyede olması, yükseltilerin olmaması bunda etkindir. Kutuplarda buzullar yoktur ve deniz seviyeleri yüksektir. Ilıman bir iklim, mevsim farklılıklarının belirgin olmaması, karalarda yağışların fazla olmasıyla denizlere taşınan minerallerin bolluğu, sığ denizlerin yaygınlığı, denizlerde özellikle planktonik yaşamın büyük ölçüde yaygınlaşmasına yol açmıştır. Planktonlarla beslenen deniz canlıları açısından son derece uygun olan bu ortamda, sığ ve ılıman denizlerde resifler hızla yayılmıştır. Resiflerin yaygınlaşması pek çok canlı türünün de gelişmesine g
eniş bir ortam oluşturmuştur. Bugün bilinen türleriyle midyeler, istiridyeler, deniz kestanesi gibi türlerin yanı sıra, ahtapot, yengeç, ıstakoz gibi gelişmiş kabuklular da yaygınlaşmıştır. Orta ve derin sularda kıkırdaklı dev yırtıcılar varlık gösterirken sığ sularda su ortamına uyum sağlamış olan sürüngen türleri yaygınlaşmıştır. Her iki grup da Kretase boyunca giderek daha iri cüsseli olma eğilimi göstermişlerdir. Bir önceki dönem olan Jura döneminin baskın florası, Kretase'nin sonlarına kadar baskın olmaya devam etmiştir. Kretase'nin başlarında ortaya çıkmaya başlayan ve sonlarına doğru baskın bitki türü olan çiçekli bitkiler, bu dönemin evrimsel çizgisine damgasını vuran belirtin bir evrimsel aşamadır. Başlarda ekvator kuşağında, yağışların azalmasıyla ormanların aleyhine yaygınlaşan otsu bitkiler arasında ve giderek daha kuzey enlemlerde orman tabanında, otsu bitkiler olarak ortaya çıkan çiçekli bitkiler, Kretase’nin sonlarına doğru kozalaklı orman alanlarında da hızla yayıldılar. Meşe türleri, akçaağaç, manolya, ceviz, huş ve dişbudak ağaçları, çiçekli odunsu bitkilerin bugüne ulaşan biçimleridir. Günümüzdeki floranın yüzde doksan, doksan beşinin çiçekli bitkilerden oluşmasına kadar gelişen açılım, Kretase'de ortaya çıkmış ve izleyen dönemlerde başarılı bir biçimde yaygınlaşmıştır. Çiçekli bitkilerin bu avantajı, üreme ve yayılma olanakları açısından böcekler gibi canlı türlerinden de yararlanmış olmalarına bağlı olmuştur. Jura döneminden gelen Dinozorların yanı sıra yeni türler de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Kretase Dönemi, Dinozorların altın çağı olmuştur. Kretase'nin sonunda bir göktaşının gezegene çarpmasıyla tüm yaşam türlerinin % 70-80 i yok olmuştur.(ya da diğer bir varsayım dönemdeki ani iklim değişiklikleri sonucu sıcaklığın düşmesi) Bu yok oluştan en fazla etkilenenler genel olarak sürüngenler ve özel olarak da Dinozorlardır. Tüm Dinozor türleri ortadan kalkmıştır. Kretase Dönemin sonunu ve –eski yıllarda Tersiyer Dönem olarak tanımlanan- bir sonraki dönemi başlatan bu olaya, “Kretase / Tersiyer Yok Oluşu”nun kısaltılmış ifadesi olarak “K/T Olayı” denile gelmiştir. Hüsamettin Cindoruk Ahmet Hüsamettin Cindoruk (1933, İzmir), Türk hukukçu ve siyasetçidir. Aynı zamanda XVII. Dönem (Ara Seçim) Samsun, XIX. Dönem Eskişehir Milletvekili ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 17. başkanı olan Hüsamettin Cindoruk, geçmişte Doğru Yol Partisi ve Demokrat Türkiye Partisi genel başkanlığı ve bir süre vekâleten cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Vasfi Bey ve Ganimet Hanım'ın oğlu olarak 1933 yılında İzmir'de doğdu. İlkokulu Ankara'daki Çankaya İlkokulu'nda, liseyi ise Ankara Atatürk Lisesi'nde tamamladı. Yükseköğrenimini yapmak için girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1954 yılında mezun oldu ve 1955 yılında avukatlığa başladı. Siyasal yaşamına Demokrat Parti gençlik kollarında başlayan Hüsamettin Cindoruk, 1958 yılında bu partiden ayrılarak Hürriyet Partisi kurucuları arasında yer aldı. 27 Mayıs'tan sonra Demokrat Parti yöneticilerinin yargılandığı Yassıada Yargılamaları'nda, aralarında eski meclis başkanı Refik Koraltan'ın da bulunduğu 18 eski milletvekilinin avukatlığını yaptı. Yargılama sürecinde Yüksek Adalet Divanına hakaret ettiği gerekçesiyle iki buçuk ay Balmumcu Sıkıyönetim Cezaevi'nde tutuklu olarak yattı. Demokratik siyasal yaşam tekrar başladıktan sonra Adalet Partisi ve Demokratik Parti'de faaliyet gösterdi. 12 Eylül'le birlikte siyasal yaşamın kesintiye uğramasının ardından, 1983 yılında Büyük Türkiye Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Ancak bu siyasal parti, kuruluşundan 15 gün sonra Millî Güvenlik Konseyi'nin 79 sayılı bildirisiyle kapatıldı ve aynı bildiri ile Hüsamettin Cindoruk, Süleyman Demirel ve birlikte hareket ettikleri diğer isimlerin Zincirbozan Garnizonu'nda zorunlu ikamete tabi tutulmaları kararlaştırıldı. Hüsamettin Cindoruk burada 4 ay tutuklu kaldı. 14 Mayıs 1985 tarihinde Büyük Kongre'de Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığı'na seçildi. Genel Başkanlık makamını, siyasi yasağı biten Süleyman Demirel'e bıraktıktan sonra 16 Kasım 1991 - 1 Ekim 1995 tarihleri arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığı yaptı. 17 Nisan 1993 günü, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın vefatı üzerine 17 Nisan 1993 - 16 Mayıs 1993 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığını vekâleten üstlendi. Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçilince boşalan DYP genel başkanlığı için aday olmadı. Tansu Çiller'in DYP genel başkanı olduğu dönemde Doğru Yol Partisi'nden ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni kurdu. Demokrat Türkiye Partisi, Mesut Yılmaz başbakanlığındaki koalisyon hükûmetine katıldı; ama Cindoruk hükûmette görev almadı. Parti 1999 genel seçimlerinde oyların % 0,58'ini aldı ve barajı aşamayarak TBMM dışında kaldı. Cindoruk, bu sonucun ardından Demokrat Türkiye Partisi genel başkanlığından ayrıldı. 16 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Demokrat Parti 5. Olağanüstü Büyük Kongresi'nde, 3. turda 559 oy alarak partinin genel başkanlığına seçildi. Genel başkanlığa gelmesinin ardından, Demokrat Parti ile Anavatan Partisi'nin birleşme sürecinde etkin rol aldı. İki parti 31 Ekim 2009 tarihinde Demokrat Parti çatısı altında bütünleşti ve Hüsamettin Cindoruk da bu bütünleşmenin başındaki isim oldu. Siyaset yaşamını Demokrat Parti genel başkanı olarak sürdürdü ve 2011 yılının Ocak ayına kadar bu görevde kaldı. 27 Ekim 2017 tarihinde Türkiye Barolar Birliği tarafından verilmeye başlanan Onur Ödülü'nün ilkine layık görülmüştür. İngilizce bilen Hüsamettin Cindoruk, Dilek Cindoruk'la evli ve üç çocuk babasıdır. Cerro Fitz Roy Cerro Fitz Roy ya da Cerro Chaltén, Güney Amerika'nın Patagonyası'nda 3.406 m yükseklikte bir granit dağdır Arjantin ve Şili arasındaki sınırda. Bernardo O'Higgins Millî Parkı ve Los Glaciares Milli Parkı'nın en önemli unsurlarından biridir. Bölgenin eski sakinleri Tehuelche Kızılderililerinin dilinde dağın adı "El Chaltèn" olup, kendi dillerinde volkan anlamına gelmektedir. Bugün buraya en yakın durumda bulunan köy, "El Chaltén" adını taşımaktadır. Bu noktadan çıkışla dağa çok sayıda günübirlik yürüyüş gerçekleştirilir. Dağı 1877 yılında Francisco Pascasio Moreno keşfetmiş ve Charles Darwin'in araştırma gemisi HMS Beagle'nin komutanının adını vermiştir: Robert FitzRoy. 1951 yılında bir Fransız grubu, Lionel Terray önderliğinde, "Jacques Poincenot", "Guido Magnone", "M.A. Azena", "R. Ferlet", "Lliboutry", "Depasse", "Strouvé" ve Arjantinli "Francisco Ibáñez" 'in katıldığı bir bilimsel gezi başlattı. Bu gezi şansız başladı. Bir nehir geçişi sırasında tecrübeli dağcı Poincenot boğuldu. Daha sonra dağa ilk tırmanma denemeleri çok zor olarak gözüktü. İlk olarak 2 Şubat 1952 tarihinde "Terray" ve "Magnone" buraya tırmanmayı başardı. 16 Ocak 1986'da "Thomas Bubendorfer" dağa ilk defa tek başına tırmanmayı başaran kişidir. Şekli ve sıradışı hava şartları yüzünden bu dağ, bugün bile tırmanması son derece zor olan yerlerlerden biridir. Fitz Roy-Massifi'nden Cerro Daudet'e kadar olan sınır hattı, Şili ve Arjantin arasında uzunca bir süre tartışma konusu olmuştur. Ortak bir sınır komisyonu, 16 Aralık 1998'de sınıra son şeklini vermiştir. Fitz Roy Vakizaşi Vakizaşi (脇差, "yanda taşınan silah") , "şoto" bıçağına sahip, 30 ile 60 cm uzunluğu arasında (genellikle 50 cm) katanaya benzeyen fakat daha kısa olan Japon kılıcıdır. Samuraylar vakizaşi ve "katana"yı beraber taşırlardı. Çift kılıç taşımaya "dayişo" adı verilir. "Dayi" (uzun) katanayı temsil ederken "şo" (kısa) ise vakizaşiyi temsil etmektedir. "Katana" ana kılıç, vakizaşi ise eş kılıç olarak anılırdı. Vakizaşiler değişik şekil ve ebatlarda, genellikle katanadan daha ince olarak imal edilirdi. Kabzası kare şeklinde, nadiren kabzasız olurdu. "Katana"nın müsait olmadığı durumlarda vakizaşi kullanılırdı. "Samuray"lar uyanık oldukları süre zarfında vakizaşiyi üzerlerinde taşırlardı. Uyudukları sırada da vakizaşi yastığın altında bulunurdu. Özellikle iç savaş döneminde vakizaşi yerine "tanto" kullanılırdı. Miyamoto Musaşi gibi güçlü "samuray"lar dövüşte avantaj sağlamak için "katana" ve vakizaşiyi beraber kullanırdı. Ercan Aktuna Ercan Aktuna ([[1 Ocak 1940, İstanbul - 20 Eylül 2013, İstanbul), [[Türkler|Türk]] eski millî [[futbol]]cu, [[teknik direktör]], yönetici. [[Fenerbahçe (futbol takımı)|Fenerbahçe]]'nin eski futbolcularındandır. 1940 yılında doğan Ercan Aktuna, futbola 1957 yılında [[İstanbulspor]]’da başladı. 1965 yılında [[Fenerbahçe (futbol takımı)|Fenerbahçe]]’ye transfer oldu ve on yıl futbol oynadığı Sarı-Lacivertli takımla 6 kez şampiyonluk gördü. Bu dönemde 5 kez kaptan olmak üzere 37 kez millî oldu. 1975’te futbolu bıraktıktan sonra [[İngiltere]]’de antrenörlük kurslarına katıldı. Fenerbahçe’de menajerlik ve yönetim kurulu üyeliği görevlerinde de bulunan Aktuna, çeşitli gazetelerde [[spor]] yazarlığı yaptı. En son olarak [[Akşam]] gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 33 kez millî takımlara çağrılan Ercan Aktuna, 3 kez [[Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı|Türkiye U-21]] ve 30 kez [[Türkiye millî futbol takımı|Türkiye A Millî]] forması olmak üzere toplam 33 kez millî formayı giymiştir. [[Kategori:1940 doğumlular]] [[Kategori:2013 yılında ölenler]] [[Kategori:İstanbul doğumlu futbolcular]] [[Kategori:Türk futbolcular]] [[Kategori:Resim aranan futbolcular]] [[Kategori:Fenerbahçe SK futbolcuları]] [[Kategori:İstanbulspor futbolcuları]] [[Kategori:Türkiye millî futbol takımı futbolcuları]] [[Kategori:Süper Lig futbolcuları]] [[Kategori:Türk spor yöneticileri]] [[Kategori:Nakkaştepe Mezarlığı'na defnedilenler]] [[Kategori:Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı futbolcuları]] [[Kategori:Defans futbolcuları]] Ogün Altıparmak Ogün Altıparmak (d. 10 Kasım 1938; Adapazarı, Sakarya) Türk eski millî futbolcu, spor yazarı ve menajer. Süper Lig tarihindeki Fenerbahçeli ilk gol kralıdır (1970-71). Futbola 1950'li yılların sonunda Karşıyaka'da başladı. 1963'te bacağının kırık olmasına rağmen, Fenerbahçe'ye transfer oldu. Bu transferin sağlanmasında iş adamı Kadir Has'ın katkısı büyü
k olmuştur. Sarı-lacivertli forma ile uzun yıllar geçiren golcü futbolcu, sağ açık ve santrfor mevkilerinde görev yaptı. Fenerbahçe'nin 4 lig şampiyonluğu ve Türkiye Kupası kazanan kadrolarında yer aldı. Golcülüğü ile dikkat çeken Ogün Altıparmak, 1970-1971 sezonunda 16 golle gol kralı oldu. 1968-69 Şampiyon Kulüpler Kupası sezonunda Fenerbahçe'nin Manchester City'i 2-1 yenerek bir üst tura çıktığı maçta Abdullah Çevrim ile beraber iki golden birini attı. 1968 senesinde ABD'ye transfer olarak bir sezonluğuna Washington Whips'da oynadı. 1959-1971 yılları arasında Türkiye 1. Liginde oynadığı 306 maçta attığı 106 golle lig tarihinde 100 golü geçen 5. futbolcu olmuştur. Türkiye millî futbol takımında da toplam 32 defa forma giydi ve bu maçlarda 6 gol kaydetti, iki maçta da kaptanlık yaptı. Aktif sporculuğu bıraktıktan sonra siyasete atılan Altıparmak, Fenerbahçe'de yönetici olarak da görev yaptı. Altıparmak'ın Anavatan Partisi Kadıköy ilçe teşkilatı başkanlığı yaptığı dönemde, partisi Kadıköy'de genel ve yerel seçimleri kazandı. Belediye başkanlığı ve milletvekilliği için aday olması taleplerini reddetti. 1970'lerin son yıllarından itibaren ithalat-ihracat işiyle uğraştı, daha sonra spor yazarlığına başladı. 1971-1972 sezonunda on bir haftalığına Giresunspor'da teknik direktörlük yapmıştır. Oğlu Batur Altıparmak da futbolcu oldu. Fenerbahçe'nin altyapısından yetişip, bu takımda profesyonel olduktan sonra sırasıyla Gaziantepspor, Çengelköyspor, tekrar Fenerbahçe, MKE Ankaragücü, Zeytinburnu ve Şekerspor'da forma giymesini müteakip 2001'de futbolu bırakarak menajerliğe başladı. Zeki Rıza Sporel Zeki Rıza Sporel (28 Şubat 1898, İstanbul - 3 Kasım 1969, İstanbul), Türk futbolcudur. Fenerbahçe A takımına 17 yaşında girdi. Takımın formasını 19 yıl boyunca giydi. 352 maçta 470 gol attı. Türkiye millî futbol takımı formasını 16 kez giydi. 10 kez kaptanlık yaptı. 26 Ekim 1923'te Romanya ile oynanan ve 2-2 berabere sonuçlanan Türkiye millî takımının ilk maçında 2 gol atarak millî takımın ilk golcüsü olarak tarihe geçti. Millî takıma toplam 15 gol kazandırdı. Millî takımın Finlandiya'yı 4-2 yendiği maçta Türkiye'nin 4 golünü de atarak bu konudaki rekoru uzun zaman elinde tuttu. Futbolu 1934'te bıraktı. Soyadı kanunu çıktıktan sonra, soyadı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilmiştir. Tenis dalında Türkiye'yi temsil etti. Yöneticilik yaptı. Türkiye Su Sporları Federasyonu ve Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlıklarında (1955-1957) bulundu. Ayrıca Fenerbahçe ile Galatasaray arasındaki ezeli rekabette Galatasaray ağlarına tam 33 gol atarak kırılması çok güç bir rekora imza atmıştır. Kardeşleri ünlü futbolcular Hasan Kamil Sporel ve Arif Sporel. 1921 yılında Galatasaray'ın yurt dışı turunda Galatasaray forması ile mücadele etmiş, Werder Bremen, FC Köln, FC Saarbrücken ve FC Lausanne Sport maçlarında goller atmıştır. 1933'te Türkiye Futbol Şampiyonası'na İstanbul şampiyonu olarak katılan Fenerbahçe'nin finalde karşılaştığı İzmirspor'a karşı 2 gol atıp takımının tarihindeki ilk Türkiye şampiyonluğunda doğrudan katkıda bulunmuştur. VIII. Dönem (Milletvekilliği reddedilmiştir: 6 Aralık 1946) ve X. Dönem İstanbul, IX. Dönem Rize Milletvekili seçilmiştir. Takiyüddin Takiyüddin bin Maruf-i (Osmanlıca: تقي الدين محمد بن معروف الشامي السعدي ; İngilizce: Taqi al-Din) (1521 - 1585), Osmanlı Türkü hezârfen. gökbilimci, mühendis, matematikçi ve mekanik bilimci. Osmanlı'nın en önemli astronomlarından olan Takiyüddin, 1526 yılında Şam'da doğmuş, Mısır ve Şam'da yetişmiştir. 1550 yılında İstanbul'a gelen Takiyüddin, 1577 yılında III. Murat'ın fermanıyla Tophane sırtlarında bir gözlemevi kurmuştur. Sinüs/tanjant hesaplarını tablolar halinde kullanıma sunmuş, 841'i Türkçe 1337 eser oluşturmuştur. Akıldışı söylentiler sonucu Tophane sırtlarındaki gözlemevi padişah (III. Murat) emriyle yıkılmıştır. Yeni bir gözlemevi ancak 300 yıl sonra kurulmuş ancak bu sefer de 31 Mart ayaklanmasına kurban gitmiştir. Kepler'in hocası Tycho Brahe ile aynı zamanda yasamış ve yaklaşık aynı gözlemleri yapmıştır. Rasathane yıkıldığı için çalışmaları son bulmuştur. Diğer taraftan Kepler, Brahe'nin gözlemlerini kullanarak Kepler yasaları diye bilinen gezegenlerin dönüşleri ile ilgili yasaları keşfetmiştir. 1521 yılında Şam'da doğdu. Eğitiminden sonra Tennis kadılığına atandı. Kadılığı sırasında yaptığı gözlemler ile ün kazandı. 1571'de Mustafa Çelebi'nin ölümünden sonra II. Selim tarafından saray müneccimbaşılığına atandı. 1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır. Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn’in yönetimi altında bir gözlemevi olan Takiyüddin'in Rasathanesi kurulmuştur. 1580 yılında topa tutularak yıkılmıştır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları ile meşhurdur. Takiyüddin sinus, kosinus, tanjant ve kotanjantın tanımlarını vermiş, ispatlarını sergilemiş ve cetvellerini hazırlamıştır. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı, 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" şeklinde bularak o tarihte ilk kez gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Beşiktaş'ta Dolmabahçe Sarayı'nın yerinin asıl sahibidir. Çocuğu olmadığından devlete kalmıştır. Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir kısmı Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Enstitü’nün UNESCO ile (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü "Memory of the World" projesi çerçevesinde, Takiyyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadır. Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır. Ebrac el-Beyt Ebrac El Beyt Kuleleri, Mekke, Suudi Arabistan'da Osmanlı mirası Ecyad Kalesi yıkılıp yerine inşa edilen binalar kompleksidir. 601 metre yüksekliği ile de Suudi Arabistan'ın en yüksek binası, Dünyanın en yüksek ve en büyük otelidir. Yapının yeri Kabe'yi içine alan Mescid-i Haram'ın yanındadır. Sonuçta, Abraj Al Bait Kuleleri'nde yaklaşık 4.000 kişi kapasiteli büyük bir mescit bulunacaktır. Her yıl 2 milyon hacı adayı'nın konaklayabileceği bir 5 yıldızlı otele sahip olacaktır. Dahası, Abraj Al bait Kuleleri'nde 4 katlı alışveriş merkezi ve 800 araç kapasiteli otoparkı bulunacaktır. Konut kuleleri, iki helikopter alanı, ve iş seyahatçilerinin yerleşebileceği konferans salonu bulunacaktır. Toplam 65.000 insan kulelerin içinde oturacaktır. Mimarlık otoritelerince kitsch olarak nitelendirilmiştir. Burç Halife Burç Halife (Arapça: برج خليفة; İngilizce: Burj Khalifa) Dubai'de inşası 4 Ocak 2010 tarihinde tamamlanan dünyanın en yüksek gökdelenidir. Eski ismi Burç Dubai'dir (Arapça:برج دبي; İngilizce: Burj Dubai). Adını Halife Bin Zayid El Nahyan'dan almıştır. 828 metrelik yüksekliğe sahiptir ve 160 katı kullanılabilir bir yapıdır. Binanın yaklaşık 150. kattan sonra geri kalan katları çelik olarak yapılmıştır. Bu da dünyada ilk defa betonarme kütle üzerine çelik konstrüksiyonla devam edilen ilk bina özelliğini kazandırmıştır. Ayrıca binanın cephelerine gelen rüzgâr yüklerini en aza indirmek için binanın hiçbir cephesi düz olarak tasarlanmamıştır. Köşeleri ise keskin değildir, dairesel birleşimlerle yapılmıştır. 2009 yazında Burç Halife inşaat aşamasındayken The Amazing Race 15 yarışmacıları yapının 120. katını ziyaret etmişlerdir. The Amazing Race Australia yarışmasının ikinci sezonunda ise binanın helikopter pisti durak yeri olarak kullanılmıştır. Mustafa Şükrü Efendi Mustafa Şükrü Efendi (1851 - 23 Ekim 1924), son dönem Osmanlı ulemasından, müderris ve Huzur Dersleri mukarriridir. Gazeteci, yazar ve siyaset adamı, Türkiye başbakanlarından, CHP ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in dedesidir. Mustafa Şükrü Efendi Kastamonu ili, Daday kazasının Gulâm köyünde doğmuştur. İlk olarak ibtidâî mektebinde (ilkokulda) hurûf-i hecâ (elif-bâ) ve Kur'an-ı Kerîm okumuştur. Sonra Daday kazasında tahsil görmüştür. Bundan sonra da iki sene kadar Kastamonu'da (1869/1870) okumuş, on sekiz yaşında iken öğrenimine devam edip Vezneciler'de bulunan Kuyucu Murad Paşa Medresesi'ne kaydolmuştur. Dînî ve ilmî dersleri hocasından bitirerek 1880 tarihinde icazet almıştır. Aynı yıl sonunda 30 yaşında imtihanla Bayezit Camii'nde ders okutmaya hak kazanmıştır. Böylece Mustafa Şükrü Efendi Bayezit Camii dersiamları arasına katılmıştır. (Sarf)'tan başlayarak ders okutmaya başlamış, sabah ve ikindi saatlerinde verdiği derslere devam eden öğrencilere 1896 tarihinde ilk olarak icazet vermiştir. Mustafa Şükrü Efendi icazet alıp Bayezit dersiamları arasına katıldıktan sonra müderrislik payesini de almış ve bu müderrislik derece derece yükselerek, hizmetleri ile eş olarak, Süleymaniye Müderrisliği pâyesine kadar gelmiştir. 1895'te Padişah II. Abdülhamid'in huzurunda her Ramazan'da okunan derslere devam üzere Huzur Derslerine muhatab (dinleyici) tayin edilmiştir. 1912'de Huzur Dersleri mukarrir (ders anlatıcı)liğine geçmiştir. Mustafa Şükrü Efendi, eylül 1894'te Meclis-i Tetkîkat-ı Şer'iyye azalığına tayin edilmiştir. Bu meclis dinî meseleleri tahlîl ve tetkik eden bir kuruldu. Bilhassa şeriat mahkemelerinden gelen ihtilâflı meseleler enine boyuna tartışılır ve dinî kaynağı tespit edilerek gerekli yere bildirilirdi. Van Abbemuseum Hollanda’nın Eindhoven şehrindeki Van Abbemuseum, dünyaca ünlü bir modern sanatlar müzesidir. Özellikle mimari açıdan göze çarpan müzede; Pablo Picasso, Wassily Kandinsky ve Piet Mondrian gibi önemli isimlerin eserleri sergilenmektedir. Piet Mondrian Piet Mondrian, (d. 7 Mart 1872, Amersfoort, Hollanda - ö. 1 Şubat 1944, New York, ABD)Hollandalı ressam Pieter Cornelis “Piet Mondriaan” 1912 sonrası Mondrian. Theo van Doesburg tarafından bulunmuş De Stijl sanat hareketi ve oluşumunun önemli bir destekçisiydi. Temsili olmayan ve Neoplastisizm olarak adlandırdığı stili yaratmıştır. Bu stil beyaz zemin üzerine enine ve boyuna s
iyah çizgilerden ve 3 ana renkten oluşur. 1905 resimleri (The River Amstel) ile 1907’deki resimleri (Amaryllis) arasında Mondrian imzasının söylenişini Mondriaan’dan, Mondrian’a çevirmiştir. Ailesinin ikinci çocuğu olan Mondrian Hollanda, Amersfoot’ta doğdu. Soyu Hague’de 1670’ler kadar eski zamanda yaşamış Christian Dirkzoon Monderyan’a dayanır. Babası merkez okulların birinde başöğretmen olarak tayin edildikten sonra ailesi Winsterwijk’e taşınır. Mondrian sanatla çok erken yaşta tanışmıştır, yetenekli bir resim öğretmeni olan babası ve Hague sanat okulundan Willem Maris’in öğrencisi olan amcası ile birlikte genç Piet sık sık Gein nehrinin yanında çizim yapmıştır. Katı bir Protestan eğitiminden sonra 1892’de Mondrian Amsterdam Sanat Akademisine girer. vasıflı bir öğretmen olabileceği görüldüğü için eğitimine öğretmen olarak başlar aynı zamanda hem eğitim görürken hem de resim yapmaya devam eder. Bu dönemki çalışmalarının çoğu natüralist ya da empresyonist çoğunluklu manzara resimleridir. Yerlisi olduğu vatanının yeldeğirmenleri, yaylalar ve nehirlerden oluşan bu kırsal görüntüsü başlangıçta Hague okulunun Hollanda empresyonist akımının da etkisiyle Piet’in resimlerine yansıdıktan sonra, kendi kişisel stilini ararken denediği akımlardır. Bu temsili resimler diğer farklı akımların Mondrian üzerindeki etkisini gösterir bunların içinde puantilizm ve fovizm’in canlı renkleri de bulunur. Mondrian’ın resimleri her zaman onun ilgilendiği çalışmalarla yakından bağlantılı olmuştur.1908’de Helena Petrovna Blavatsky tarafından 19. yüzyılda ortaya çıkmış olan teozofi akımıyla ilgilenen Mondrian 1909’da Teozofi Topluluğunun Hollanda Bölümüne katıldı. Blavatsky’nin çalışmaları ve ruhani bir akım olan Rudolf Steiner’ın Antropozofi estetik görüşünün daha sonraki gelişimini yakından etkilemiştir. Blavatsky’e göre doğa hakkındaki bilgileri gözlemeye dayanan yollardan daha farklı bir şekilde elde etmek mümkün. Ve Mondrian’ın hayatının geri kalanında yapacağı çoğu çalışma bu ruhani anlayış üzerinde yapacağı arayıştan ilham alınarak yapılacaktır. Mondrian’ın daha sonraki çalışmaları 1911’de Amsterdam’daki Moderne Kunstkring Cubism sergisinden derinlemesine etkilenicektir. Basitlik üzerinde yaptığı çalışmalarının etkisi Stiliven Met Gemberpof’un iki farklı versiyonunda belli olur. 1911’de Mondrian Paris’e taşınır ve adını isminden bir “a” düşürerek değiştirir bunu yapmasındaki amaç Hollanda’dan gidişine göndermek yapmaktır. Bu değişim 1907 öncesi yaptığı çalışmalarda fark edilir. Paris’teyken Picasso ve Braque’nin Kübizm stilinin etkisi Mondrian’ın hemen hemen nerdeyse tüm çalışmalarında belli olur. The Sea (1912) gibi resimlerinde ve daha birçok çalışmasında hala ağaçların simgeselliği kullanılsa da çoğunlukla Kübizm’de bulunan geometrik şekillerin resmini domine edişi artmıştır. Mondrian Kübizm’i resmiyle birleştirmeye hevesli olsa da Kübizm’i sanat yolculuğunda ulaşılacak bir yerdense “uğranılacak sakin bir liman” olarak gördüğü açıkça bellidir. Kübistlerin aksine, Mondrian hala ruhani ilgilerini, sanatıyla birleştirmeye çabalıyordu. Ve 1913’de teozofi çalışmalarıyla sanatını birleştirerek temsili resimden son kaçını yapıyordu. 1914’te Mondrian ailesini ziyaret etmek için Hollanda’ya döndüğünde 1. Dünya savaşı çıkar ve bu dönemde Hollanda’da kalmaya zorlanır. Bu dönemde Laren’in sanatçı kolonisinde kalır ve Bart Ven der Leck ve Theo van Doesburg’le tanışır. Tanıştığı bu iki sanatçının ikisi de o zaman kendi kişisel sanat bakış açılarını aramaktadırlar. Van der Leck’in sadece ana renkleri kullanması Mondrian’ı yakından etkilemiştir. Van Doesburg’la birlikte, Mondrian De Stijl’i yaratmıştır, De Stijl’deki ilk makalesinde Mondrian kendi yarattığı neoplastisizm’i tanıtmıştır. Mondrian 1917 ve 1918 yılları arasında “De Nieuwe Beelding in de schilderkunst” makalesini yayınlamıştır. Bu onun kendi sanatçı bakışını yazı olarak anlatmaya çalıştığı ilk denemesi olmuştur. Fakat Mondrian’ın bu teori üzerine yaptığı en iyi ve sıkça alıntı yapılan ifadesi H.P. Bremmer’e 1914’e yazdığı bir mektupta ortaya çıkmıştır. “ Çizgileri ve farklı kombinasyonlardaki renkleri düz zemin üzerine yansıtarak genel güzelliği en belirgin şekilde ifade etmek için kullanıyorum. Doğa bana ilham kaynağı oluyor beni diğer ressamlarda olduğu gibi farklı bir duygusal pozisyona sokuyor ve bu bana bir şeyler yapmamı tetikliyor. Fakat ben hala varlıkların en basit ve gerçek haline ulaşmak istiyorum ta ki onların özünü bulana kadar. Enine ve boyuna çizgilerin hesaplamayla olmayan onun yerine farkındalık ile yaratılarak estetiğin en basit halinin uyumunu yansıtacağına inanıyorum ve bu uyum renkler eklenerek gerçek kadar güçlü bir sanat eseri haline getirilebilir.” 1919’da savaş sona erdiğinde 1938’e kadar kaldığı Fransa’ya geri döndü. Sanatsal yeniliklerle dolmuş savaş sonrası Paris’inde Mondrian hayatının geri kalanında kullanacağı ona saf sanata ulaştıracak özgürlükçü bir ortam yakalamıştır. 1919 sonlarında Mondrian kurşun levha tabanlı resim çalışmalarına başlar ve 1920’da ona tanınmasını sağlayan stil yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Bu stildeki ilk çalışmalarında kullandığı çizgiler daha ince ve siyah yerine gridir. Ve çizgiler aniden kesilmektense resmin köşelerine doğru gittikçe soluklaşmaya başlayan bir şekilde kullanılmıştır. Biçimler daha sonraki çalışmalarındakine göre daha küçük ve daha fazla sayıda kullanılmıştır. Ve neredeyse hepsi ana renkler, siyah ve gri renklerle boyanmıştır sadece bazıları beyaz bırakılmıştır. 1920 ve 1921 arasında Mondrian’ın çalışmaları asıl ve olgun şekillerine kavuşmaya başlamıştır. Artık daha sık ve daha geniş olan siyah kalın çizgiler şekilleri ayırmış ve oluşan şekillerin birçoğu daha öncekine göre beyaz bırakılmıştır. Bu gelişim Mondrian’ın sanatındaki devrim olmamıştır bu gelişmeler onun resmini yavaş yavaş belirlese de Mondrian’ın stili yıllar ilerledikçe Paris’te ilerleyen yıllarda gelişmeye devam etmiştir. 1921’deki çalışmalarında siyah çizgilerin birçoğu (hepsi değil) tuvalin köşelerinden daha uzak çizilmiştir şekiller hala düzenini korusa da artık daha az renkli şekil kullanıp beyaz çoğunluk olarak kullanılmıştır. Bu eğilimler Mondrian’ın 1920’nin ortalarında ürettiği “lozenge” çalışmalarda daha belirgindir “Lozenge” resimleri elmas şeklinde durmaları için 45 derece eğim verilmiş çalışmalardır. Bu çalışmaların en tipik örnekleri şu an Philadelphia Sanat Müzesinde sergilenen Schilderij No: 1 Lozenge With Two Lines and Blues (1926)’da bulunmaktadır. Bu resimler sadece iki siyah dikey çizgi ve mavi boyanmış üçgen sekilerden oluşur. Çizgiler tuvalin köşelerine kadar ilerlerken resim neredeyse başka büyük bir resmin parçasıymış etkisini veriyor. Schilderij No. 1 belki de Mondrian’ın minimalizm anlayışının en belirgin örneği. Yıllar geçtikçe çizgiler resimlerde çizgilerin önüne geçmeye başlamıştır.1930 yıllarında Mondrian daha ince ve ikili çizgileri daha sık kullanmaya başlamıştır. İkili çizgiler Mondrian’ı özellikle heyecanlandırmıştır çünkü onların resmine keşfetmek isteyeceği yeni bir dinamizm getireceğine inanıyordur. 47 yaşındaki Piet Mondrian Hollanda’yı kuralsız Fransa için 1919’da ikinci kere terk etmiştir. Ve iki yıldır yazdığı Neoplastisizm’in ilkelerini aklında daha rahat bir şekilde ifade edebileceği bir stüdyo için bir kere daha terk etmek üzeredir. Stüdyo’nun bir takım hatalarını gizlemek için hızlı ve ucuz bir şekilde renkli geniş dikdörtgen parçaları kullandı. Daha küçük kare ve dikdörtgen kâğıt parçalarını kullanarak duvarlara yerleştirdi. 1943 sonbaharında 71 yaşında, Mondrian ikinci ve son evine taşındı ve yıllardır öğrendiği alçakgönüllü hayatı sanatıyla birleştirdi. Yüksek duvarları sehpalarda ve koltuklarda kullandığı şekilde beyaza boyadı. Bu son stüdyonun ziyaretçileri bir ya da iki yeni tuval gördü, fakat onları asıl etkileyen paradoks ve doğaçlama şekilde hem canlı hem sakin görünümlü şekillerdi, Mondrian’ın kendi söylediği gibi yarattığı en iyi alandı Trajik bir şekilde orada sadece birkaç ay kalabildi ve 1944 Şubat ayında akciğer iltihabından hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra Manhattan’daki arkadaşı ve sponsoru sanatçı Harry Holtzman ve bir başka ressam arkadaşı Fritz Glamer özenli bir çalışma sonucu 6 haftalık bir sergi sonrası Mondrian’ın belgeselini yayınladı. Stüdyo’yu dağıtmadan önce Mondrian’ın işini orijinal bir şekilde koruyup tıpkı orijinalinin benzeri şeklinde yerleştirerek Holtzman Manhattan Sanat Müzesinde iki kere sergilenmesini sağladı. Piet Mondrian 1 Şubat, 1944’de akciğer iltihaplanması sonucu öldü. Anısına 2 Şubat 1944 günü yapılan anma törenine 200 kişi katıldı. http://en.wikipedia.org/wiki/Piet_Mondrian Robert Trujillo Roberto Agustin Miguel Santiago Samuel Trujillo Veracruz, "(d. 23 Ekim 1964, Santa Monica, Kaliforniya)" Önceden Oblivion'da sonra Metallica'da basgitaristlik yapmakta olan bir müzisyendir. Çocukluğu ve gençliği Venice Beach'de geçti. Çaldığı ilk grup Oblivion'dur. 1989'daki Suicidal Tendencies ile birlikte olan ilk profesyonel deneyimle birlikte sahnedeki duruşu ve tavırları sayesinde Suicidal Tendencies, Infectious Grooves ve Ozzy Osbourne'un grubunda çalıştı. Venice Beach "Dog Town" da doğup büyüdü. Trujillo, Led Zeppelin'den Motown'a kadar her şeyi dinledi. Trujillo, kendine has bir ritim ve tavır geliştirmişti ve 20'li yaşlarda çok çeşitli ufak gruplarda çalmaya başladı. Daha sonra yakın arkadaşı olan Suicidal Tendencies gitaristi Rocky George sayesinde yine Suicidal Tendencies üyesi olan Mike Muir ile tanıştı. Trujillo'nun kendisini, rock dünyasında çok değişik bir yeteneğe sahip olarak yetiştirmesini sağladı. 1990'lı yılların başında, Trujillo ve Muir, Infectious Grooves adlı grubu kurdular. 90'ların ortalarına doğru Trujillo, Ozzy Osbourne için basgitar çalmaya başladı. Davulcu Mike Bordin ile Trujillo, en tok ve sağlam ritimlerden birini yaptılar. 1994 yılındaki Metallica'nın Summer Shed turunda, Suicidal Tendencies de sahne aldı ve Metallica üyeleri Trujillo'nun bu coşkulu stil ve performansından etkilendiler. 2001 yılı
nda Metallica'nın basçısı Jason Newsted'in gruptan ayrılması üzerine, yeni albümleri St. Anger'ın yayınlanmasına kısa bir süre kala, 2003'te Trujillo'ya 1 milyon dolar önererek gruba dahil ettiler. Grubun Trujillo hakkındaki görüşü şuydu: "Şimdi Cliff'in gruba kattığı havayı yakalar gibi olduk; grup seninle daha iyi ses veriyor" Robert Trujillo da, Cliff Burton gibi gitarı parmaklarıyla çalar ve kendisi pena kullanmayan gitaristler arasında en iyilerden biri olarak gösterilmektedir. Babam ve Oğlum Babam ve Oğlum, 2005 yapımı bir Çağan Irmak filmi. Ege'deki çiftlikten gazetecilik okumak için ayrılan Sadık'ın, yıllar sonra oğluyla beraber yeniden çiftliğe dönüşünün, 12 Eylül Darbesi arka planında aktarıldığı filmin senaryosunu da yine Çağan Irmak yazdı. Film, Türkiye'de 3.500.000 izleyici sınırını aştı. Sadık, Ege'deki çiftlikten ,üniversitede gazetecilik eğitimi için ayrılmıştır. Oysa babası Hüseyin (Çetin Tekindor), onun ziraat mühendisliği okuyup çiftliğin idaresini eline almasını istemektedir. Sadık, daha üniversite yıllarında politikayla aktif olarak ilgilenir. Bunu öğrenen babası Hüseyin, oğlunu evlatlıktan reddeder. 70'li yıllarda birçok siyasi olaya karışan Sadık'ı daha zor günler beklemektedir. 1980 yılının 12 Eylül günü sabah erken saatlerde karısının doğum sancılarının tutmasıyla dışarı fırlayan çift, hastaneye gitmek için araç bulamazlar, çünkü ülkede askeri darbe gerçekleşmektedir. Sadık'ın karısı, doğum esnasında hayatını kaybeder ama küçük Deniz hayattadır. Gördüğü işkence ve yattığı hapisten sonra sağlığı bozulan Sadık, hastalığının ölümcül olduğunu anladığında Deniz'i Ege'deki çiftliğe, annesinin ve konuşmadığı babasının yanına götürmekten başka bir yol bulamaz. Çizgi romanlara ve onun büyülü dünyasına oldukça meraklı olan Deniz için evin yanaşmaları, küs teyze (Şerif Sezer), traktör kullanan ve telsizle konuşan babaanne (Hümeyra), bileğinden boğazına kadar bilezikle dolaşan gelin Hanife (Binnur Kaya) ve saf bir amca (Yetkin Dikinciler) ile tanışmak, onun için oldukça farklı bir deneyim olacaktır. Sadık ve Hüseyin'in geçmişle hesaplaşmaları ise oldukça sıkıntılı gelişmelere neden olacaktır. Reşat Kaynar Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar, (d. 1910, Üsküdar - ö. 24 Mayıs 2006, Ankara) Türk hukukçu ve felsefecisi. Kaynar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. Daha sonra da Haydarpaşa Lisesi’ne tarih öğretmeni olarak atandı. Ayrıca İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde hukuk ve siyaset dersleri verdi. Kaynar, "Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat" adlı eseri ile 1954 yılında Ordinaryüs Profesörlük unvanı almıştı. 65 yıllık öğretmenlik hayatından sonra emekliye ayrılan Kaynar, ileri yaşlarına kadar Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Atatürkçülük ve İnkılapçılık dersleri vermeyi sürdürüyordu. Reşat Kaynar, üyesi olduğu Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nca düzenlenen ’Doğumunun 125. Yılında Mustafa Kemal Atatürk Uluslararası Sempozyumu’nda bir konuşma yapmak üzere 14 Mayıs 2006’da Ankara’ya gelmiş, ancak kaldığı otelde aniden rahatsızlanmıştı. 24 Mayıs 2006 saat 05.00'da Ankara Gazi Tıp Fakültesi'nde vefat etti. Atatürk'ün evlenip boşandığı Latife Hanım 5 defter hatırat yazmıştır. Defterlerde yazılanların yayınlanması ile ilgili bazı tartışmalar başladı ve tartışma Sulh ceza mahkemesine kadar gitti. Mahkeme defterleri okuması için Reşat Kaynar'a verdi. Kaynar'ın önerisi ile defterde yazılanların 50 yıl sonra yayınlanmak üzere Türk Tarih Kurumu'nun kasalarına kaldırıldı. Ordinaryüs Ordinaryüs, Türk üniversitelerinde 1933 reformu ile oluşturulan ve 1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile lağvedilen akademik unvan. Ordinaryüs payesi en az beş yıl profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmış öğretim üyeleri arasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilirdi. Ordinaryüs unvanı Türk üniversitelerine Alman akademik sisteminden aktarılmıştır. Alman sisteminde "professor extraordinarius" (dışarıdan atanmış profesör) zıddı olup, "nizami profesör" anlamında kullanılmıştır. Türkiye'de "professor extraordinarius" unvanı kullanılmamıştır. "Ordinarius" sıfatı Latince "nizami, usule uygun" anlamına gelir. Profesörlerin hocası anlamına da gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nde bu unvanın son sahibi Reşat Kaynar'dır. 20. yüzyıl Türk argosunda "ordinaryüs" sözcüğü "herhangi bir meslek veya sanatın ileri derecede uzmanı" anlamında kullanılmıştır. Grigori Rasputin Grigori Rasputin (Rusça: Григо́рий Ефи́мович Распу́тин, d. 21 Ocak (10 Ocak J.T.) 1869 Pokrovskoye - Tobolsk (Rusça: Покровское - Тобольск) - ölümü 30 Aralık (17 Aralık J.T) 1916), doğaüstü yeteneklere sahip olduğu iddia edilen bir Rus mistik. Grigori Yefimoviç Rasputin 22 Ocak 1869'da, Ural Dağları'nın yakınındaki Pokrovskoye köyünde doğdu. Babası Yefim Yakoviç ve annesi Anna Vasiliyevna, çiftçilerdi. Köyün önde gelen şahıslarından sayılan ailesi kendilerine ait topraklara sahiplerdi. Ufak yaşlardayken 2 kardeşinin boğularak ölmeleri Rasputini oldukça etkiledi. Okuma-yazma bilmeyen Rasputin, 1886'dan 1901'e kadar 15 sene boyunca Rusya'da gezip her yerde vaazlar verdi. En uzak yolculuğunda, Yunanistan'ın Athos Dağı'na kadar gitti. 1905'te Sankt-Peterburg'da Rasputin'in de katıldığı büyük bir dini toplantı yapıldı. Orada Johann von Kronstadt başta olmak üzere saygın din adamlarıyla tanıştı ve kısa zaman içinde kendisine bu çevrede saygın bir yer edindi. Bu sayede Çarlık Sarayının müdavimlerinden oldu.1907 yılında Çar'ın oğlu Aleksey hemofili hastalığına yakalandığında doktorlar tüm çabalarına rağmen çocuğun iç kanamalarını durduramazlar ve artık tıbbi olarak yapılabilecek bir şey olmadığını ve oğlanın yakın zamanda öleceğini Çar'a bildirirler. Saray camiasında varlığı bilinen Rasputin bu durumda son çare olarak Çariçe tarafından çağrılacak ve hipnotizma tekniğiyle çocuktaki iç ve dış kanamaları durduracaktır.Bu başarısından sonra Rasputin, Çar ailesi için çok önemli bir şahıs olur. Çar'a sürekli siyasal konularda fikirler de vermeye başlamıştır. Benzer tedavilerini ve fikirlerini ölüm yılı olan 1916'ya kadar sürdürür. I. Dünya Savaşı sırasında alınan yenilgilerle beraber Çarlık rejiminin içine girdiği kriz derinleşir. Sarayda önemli bir etkiye sahip olan Rasputin, Çariçe Alexandra Fyodorovna aracılığıyla devlet ve ordu yönetimine karışır, uzmanların önerilerinin aksine kararlar alınmasına yol açar. Zamanla rejimdeki başarısızlıkların nedeni olarak görülür. II. Nikolay'ın da sırdaşı olması, kimi çevrelerce Alman yanlısı ve vatan haini olarak damgalanır. Monarşinin devamını isteyenler arasında Rasputin'in ortadan kaldırılmasıyla beraber yönetimin düzeleceğine inananlar suikast planlamaya girişir. Suikastçilerin önde gelen ismi Prens Feliks Yusupov'dur. Sarayda verilen bir yemek davetinde Rasputin'e zehir verilir. Pastalara ve kadehine siyanürün tozlaşmış hali konulur fakat Rasputin pastaları yemesine rağmen zehirlenmeyince silahla vurulur ve öldü zannedilir; ancak Rasputin ayağa kalkarak Prens'in yakasına yapışır. Sonrasında ise bahçeye kaçarken zorlukla bir kez daha vurularak karların üzerine düşer. Buzlu bir nehire atılan Rasputin, köprüden 140 metre uzakta ölü olarak bulunduğunda otopsi yapılır. Yapılan otopsi raporuna göre Rasputin kurşunlardan değil ciğerine dolan sudan, yani boğularak ölmüştür. Kronoloji Kronoloji, olayların tarihsel sıralanması ile ilgili bilim dalı. TDK Büyük Sözlük, sözcüğün Türkçeye Fransızca'dan (chronologie) girdiğini belirtir ve sözcüğü "zaman bilimi", "zaman dizini" olarak Türkçeye çevirir. Tarih bilimi ile yakından ilgili bu bilim dalı, oluşum süreçlerinin tarihlenmesi ve raporlanması ile uğraşır. Aiolis Aiolis, Batı Anadolu'nun kabaca kuzey bölgesinin antik adı. Gediz Nehri kuzeyinden Bakırçay güneyine uzanan bölgedir. Doğusu Yunt Dağları ve Dumanlı Dağ, batıda ise Çandarlı Körfezi ile sınırlanır. Ayrıca Midilli Adası da bölgenin sınırlarına girer. Herodotos, 12 adet Aiol kenti sayar: Kyme, Larissa, Neonteikhıs, Temnos, Killa, Notion, Aigiroessa, Pitane, Aigai, Myrina, Grynaion, Smyrna. Bu kentlerin, MÖ 1050 yılı civarında Yunanistan'dan bölgeye gelen Aioller tarafından kurulduğu söylenmektedir. Aigai, Aiolis bölgesindeki bir kentin adıdır. Aiolis diye bir kent yoktur. Aigai Aigai, Manisa ilinin Köseler Köyü'nün 2 km güneyindeki Gün Dağı'nın üzerinde, kısmen ayaktaki harabelerden ibaret bir antik kenttir. Antik yazarlar tarafından aktarılan geleneğe ve oluşturdukları kronolojiye gören M.Ö. 1100 yıllarından sonra Yunanistan'dan gelip kuzeybatı Anadolu kıyılarına yerleşen Aioller tarafından kurulan 12 kent arasındadır. Ancak 2004 yılından itibaren sürdürülen arkeolojik kazıların sonuçları şimdilik kentin kuruluşunun M.Ö. 8. yüzyılın sonlarından daha erkene gitmediğini göstermektedir. Kentin arkeolojik kazısı Ege Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ersin Doğer ve Celal Bayar Üniversitesi'nden arkeolog Yusuf Sezgin tarafından yapılmaktadır. Tarihçi Herodotos (MÖ 5. yüzyıl) Aigai Kenti'ni Aiollerin kurduğu 12 kent arasında sayar. Aioller, günümüzde İzmir Körfezi ile Çandarlı Körfezi arasında yer alan ve antik dönemde Aiolis olarak adlandırılan bölgeye yerleşip kentler kurmuşlardır ve İzmir Körfezi'nin güneyine yerleşen İyonlar'ın aksine iç kısımlarda da (Aigai ve Temnos gibi) kentler kurarak ticaretten çok tarım ve hayvancılığa önem vermişlerdir. Aigai de Gün Dağı'nda Aiol topluluğunun bir kolu tarafından bilinmeyen bir tarihte kurulmuş olmalıdır. Özellikle akropolisi çeviren teras duvarlarında kullanılan teknik, Aigai kentinin MÖ 6. yüzyıldan itibaren güçlü surlarla çevrili olduğunu göstermektedir. Ancak kentin gerçek kuruluş tarihi şu an için tam olarak bilinmemektedir. Kentin adı Herodotos'ta "Aigaiai," Plinius'da "Aegaeae", kentin bastığı sikkelerde ise "Aigai" ve "Aigaion" olarak geçmektedir. Kentin adını anan diğer antik yazarlardan Strabon (XIII. 3,5), Pseudo Skylax (98) ve Plinius (Naturalis Historia, V.121), bu yerleşimin deniz kıyısında değil, i
ç kısımda ve dağlık bölgede olduğunu vurgulamaktadır. Aigai'in, MÖ 547 yılından sonra ortaya çıkan Pers egemenliğine karşı diğer bir Aiol kenti olan Temnos ile birlikte direndiği ve bağımsızlığını koruduğu anlaşılmaktadır (Xenophon, Hellenika IV.8,5 ). Kyme ve Myrina gibi kıyı kentlerinin aksine, MÖ 5. yüzyılda Attik Delos Birliği'ne vergi vermemiştir. MÖ 3. yüzyılın başlarına kadar küçük bir kent olan Aigai'nin bu dönemde Pergamon Krallığı'nın temellerini atan Filetairos'un büyük yardımları ile yeniden kurulduğu ve bir Helen Kenti kimliğine kavuştuğu düşünülür. Kent; plan, teraslamalar ve diğer birçok ayrıntı göz önüne alındığında Pergamon'u anımsatmaktadır. Ayrıca Filetairosun kentin hemen yakınındaki Apollon Khresterios Tapınağı'nın yapımına yardım ettiği de bilinmektedir. Anadolu'da Pergamon Krallığı'nın güçlü rakibi olan Seleukos Krallığı'nın Akhaios adlı bir generalin komutasında başlattığı saldırılar (MÖ 220-218) sonucunda Aigai ve Aiolis kıyıları Pergamon Kralı I. Attalos'in elinden çıkmış, daha sonra krala isyan eden Akhaios’un öldürülmesi ile Aigai ve çevresi yeniden Pergamon Krallığı’na katılmıştı. Aigai'de Roma yönetimi ile ilgili en erken bilgi MÖ 1. yüzyıla aittir. Sezar'ın güvenilir bir adamı olan Publius Servilius Isauricus, Asya Valisi olarak görev yaptığı sırada (MÖ 48-46) kente ve buradaki Apollon Khresterios Tapınağı’na önemli yardımlar yapmıştı. Nitekim kentte ele geçen bir heykel kaidesinin üzerindeki yazıttan bu valinin Aigai’da onurlandırıldığı anlaşılmaktadır. M.S. 17 yılında bölgede meydana gelen şiddetli depremin yerle bir ettiği kentler arasında Aigai da vardır. Tacitus (Annales, 47) tarafından da sözü edilen bu depremin yaraları İmparator Tiberius’un cömert yardımlarıyla sarılmış ve depremden zarar gören kentler şükran ifadesi olarak İtalya’da imparatorun bir heykelini dikmişlerdi. Kentin adına son kez M.S. 5. yüzyıla ait Piskoposluk listelerinde ve Hierokles’in Gezi Rehberi’nde rastlanmaktadır. Tahminlere göre, Aigai, diğer bir dağ kenti olan Temnos gibi M.S. 7. yüzyıldaki Arap akınları nedeniyle terkedilmiştir. Kentteki en son iskan ise sadece Demir Kapı ve ardındaki sınırlı bir alanda yer alan; 12. ve 13. yüzyıla tarihli küçük bir geç Bizans kale-iskanıdır. Bu dönemi ise kentte küçük bir kilise temsil etmektedir. Söz konusu Geç Bizans iskanı da 14. yüzyılın sonlarında Manisa ve çevresini ele geçiren Saruhanoğulları tarafından terke zorlanmıştır. MÖ 3. yüzyılın başlarına kadar küçük bir kale-kent hüviyetinde olan Aigai Hellenistik Dönem’de gelişmiş ve bir Hellen kenti için vazgeçilmez olan kamu yapılarına kavuşmuştur. Kentin görülmeye değer yapılarından en önemlisi Hellenistik Dönem duvar işçiliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği 3 katlı Agora ve Halk Meclisi Binası’dır (Bouleuterion). Kent yaşamı boyunca yağmur suyuna ihtiyaç duymuş, tüm cadde ve sokaklar taş döşenmiş, taş döşemelerin alt kesimleri yağmur sularını irili ufaklı yüzlerce sarnıca yönlendiren kanalizasyon sistemi ile donatılmıştır. Kentin batıya ve güneye bakan yamaçlarında yüksek teras duvarlar ile düz alanlar oluşturulmuş ve buralarda Tiyatro, Gymnasium, Stadium ve Hamamlar gibi kamu yapıları inşa edilmişti. Leukai Leukai antik kenti, Günümüzde İzmir İl sınırları içindeki Çamaltı Tuzlası, Üçtepeler mevkiinde yer almaktadır. Antik çağlarda Aiolis bölgesinin kentlerinden biri olan Leukai, kaynaklara göre (Diodorus XV.92.1 ; Strabon, XIV.646; Plinius, Naturalis Historia V.119) MÖ 383’de “Büyük Kral”a isyan hazırlığı içinde olan Pers amirali Takhos tarafından kurulmuştur. Körfezin girişini kontrol eden Leukai kentinin kurulduğu dönemde ada üzerinde olduğu, daha sonra Menemen Ovası’nın oluşması aşamalarında bu özelliğini kaybettiği bilinir. Nitekim Hellenistik çağda kent üç tepeden oluşan uzun bir ada görünümündeyken günümüzde tamamen karayla bağlantılı bir durum yansıtmaktadır. Kentin kurucusu Pers amirali Takhos’un ölümünden sonra Leukai kentinin bölgede Klazomenai ve Kyme kentleri arasında bir çekişme konusu haline geldiğini antik kaynaklardan öğreniyoruz İki kent arasındaki anlaşmazlıktan sonuç alınamaması üzerine Delphoi bilicilik merkezine danışılır. Apollon rahipleri, kentte ilk önce hangi halk kurban keserse Leukai kentine onların sahip olacağı kehanetini iletirler. Kyme halkı Leukai kentine daha yakın bir konumda olduğu için kolaylıkla kazanacağına inanır. Ancak kurban kesme günü belirlendikten sonra Klazomenailılar bir koloni grubunu Smyrna körfezinin karşısında Leukai yakınına yerleştirir ve Kymelileri atlatarak ilk kurbanı keserler. Bu başarı her yıl kutlanan bir festivale dönüşür. Roma döneminde Pergamonlu Aristonikos önderliğinde patlak veren ve Anadolu’nun bilinen ilk halk ayaklanmasında merkez üssü olarak kullanılmış olması Leukai kentinin tarihsel önemini artırmaktadır. III. Attalos’un ölümünden hemen önce Pergamon Krallığının mirasçısı olarak Roma devletini ilan etmesi bu kargaşalığın ana sebebini oluşturur. Ayaklanma, Roma Devletinin çıkarlarına aykırı gelmiş MÖ 131 yılında, Ephesos ve Smyrna dışında tüm Batı Anadolu’yu etkileyen hareketin bastırılması amacıyla P.Licinius Crassus komutasındaki Roma ordusu öncü merkez durumundaki Leukai’ı kuşatmıştır. Ancak Roma ordusu, Aristonikos’un donanması tarafından burada yenilgiye uğramış ve Pergamon’a kaçmak zorunda kalmıştır. Daha sonraları kent, Roma Devleti tarafından 10 bölgeye ayrılan Asya eyaleti kapsamındaki Smyrna idari merkezine bağlı bir statü kazanmıştır (MÖ 70-50). Günümüzde ise pek kalıntı kalmamıştır. Kozluk, Yeşilyurt Kozluk mahallesi, Malatya'nın Yeşilyurt ilçesine bağlı bir mahalledir. Su kaynakları bakımından zengin bir mahalledir. Malatya'nın içme suyu ihtiyacı, mahallenin havzasından çıkan Pınarbaşı kaynak suyu ile sağlanmaktadır. Şehrin üst bölgelerindeki su depoları yüksek rakımdan yararlanılarak kullanılmakta ve belli bir basınçla Malatya'ya dağıtılmaktadır. Kozluk mahallesi kirazı, vişnesi ve üzümü ile meşhurdur. Ayrıca yukarı Kozluk'ta küçükbaş hayvancılık yapılmaktadır. Ayrıca ormanlık bakımındn zengindir. Meslek Meslek, insanın yaşamını sürdürebilmek için yaptığı ve genellikle yoğun bir eğitim, çalışmayı gerektiren sürecin sonunda kişilerin kazandığı unvanın adıdır. Genellikle her meslek o mesleğin değerlerini, gelişimini, lisanslanmasını ve diğer insanlar açısından tanınmasını sağlayan kuruluşlara sahiptir. Yeryüzünde binlerce meslek bulunmaktadır. Türkiye'de resmi olarak tanımı yapılmış 600 civarında meslek vardır. Her bir meslek için tanım, görev alanları, genel olarak kullandığı araç ve gereçler, mesleğin gerektirdiği özellikler, çalışma ortamı ve koşulları, çalışma alanı ve iş bulma olanakları, meslek eğitiminin verildiği yerler, meslek eğitimine giriş koşulları, eğitimin süresi ve içeriği, meslekte ilerleyebilme ve yeni meslekleri seçebilme olanakları, destekleyici meslek kuruluşları, farklı özellikler gösterir. Spiritüalizm Spiritüalizm ya da öte âlemcilik terimi Latince “ruh” anlamına gelen “spiritus” sözcüğünün sıfatı “spiritualis” sözcüğünden türetilmiş olup ruhçuluk anlamında kullanılmaktadır. Türkçede "tinselcilik" olarak da adlandırılmaktadır. Günümüzde dinsel, mistik ve felsefi alanlarda pek çok akım, ekol ve gruplar kendilerine "spiritüalist" adını vermekteyse de aralarında ilke, görüş ve kavram bakımından önemli farklar bulunmaktadır. Aralarındaki temel ortak nokta, ruh denilen manevi bir unsurun varlığını kabul etmeleridir. Fakat bunlardan bir kısmı, ruhun orijinal ve kendine özgü olduğunu kabul etmez, bir kısmı ruhun sürekli gelişim içinde olduğuna karşıdır, bir kısmı ise ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğini kabul eder. Bu yüzden kimi ansiklopedilerde spiritüalizm denen ruhçuluk iki kısımda ele alınır: Konu hakkında yeterince bilgili olmayanlar spiritüalist sözcüğünün kullanıldığı her akım, ekol ve grubun reenkarnasyonu kabul ettiğini sanmaktadırlar. Oysa bu, ruhun varlığını kabul edenlerce kullanılan çok genel bir terimdir. Örneğin A.B.D.’de adında spiritüalist sözcüğü bulunan, sayıları yüzü aşkın Hıristiyan kurum, kuruluş, örgüt ve tarikat bulunmakta olup, reenkarnasyon ilkesini kabul etmezler. Kimileri ise ruhçuluğu maddeciliğin karşıtı olarak ele alır. Bu, felsefi alanda bazı spiritüalist akımlar için geçerli olmakla birlikte, tüm spiritüalist görüşler için geçerli değildir. Örneğin neo-spiritüalizm, ruh ve maddenin ayrılığını değil, birliğini savunur ve materyalist görüşten tümüyle kopuk ruhçuluğu eleştirir. Spiritüalizm geniş anlamda tinselcilik (ruhçuluk) anlamında olup, ruhani tüm konuları kapsar; dar anlamda da dini bir kavram olmaktadır. Spiritüalizm’in dini anlamı öteki dünya veya sonsuzluk gibi manevi kavramlarla bağdaştırılabilir. Spiritüalizm’in sadece kesin sınırları ve temel anlayışı diğer manevi düşünce alanlarından farklıdır. Fakat çoğu sözcüklerde (özellikle İngilizce sözcüklerde) anlayış olarak birbirlerinden farklı olmalarına rağmen dindarlık ve spiritüalizm (tinselcilik) eşanlamlı olarak verilir. Spiritüalizm anlamı bazı yerlerde ruhçuluk, ruhaniyet, ruhani oluş olarak geçer. Materyalizm‘in (maddecilik) karşıt anlamı olarak verildiği yerler de vardır. Spiritüalizm büyük dinlerde de yer yer geçmektedir. Bu bağlamda tinselcilik; takva tanrıya giden bir yol olarak da ele alınabilir. Kimi psikologlar spiritüalizm’i, varoluşun en önemli ayrıcalıklarını bilmek, özellikle kişinin kendi varlığının kendi gücünün farkındalığını yaşamak olarak tanımlar. Yani kısaca spiritüalizm, bir insanın, dinsel öğeleri manevi biçimde yaşaması demek değildir. İnsan materyalizmden kopuk yaşamaya da bilir. Spiritüalizm kişinin benliğini aşan sanal gerçeklik ve maksimum derecede önemliliği savunur. Kimi kitaplarda da spiritüalizm, maddesel olmayan, madde ötesi ruhsal, fakat anlaşılır gerçekliktir. Tanrı varlık en büyük güç ya da uyanış, anlayış tanıma gibi konuları ele alır. Bu inanışta sorgulayıcı tutum, inanarak kabul etme, bilinçli olarak edimlerde bulunma savunulmaktadır. Spiritüalizm aşağıdaki 7 maddeyle açıklanabilir: Birçok felsefeci yukarıdaki özel
liklere sahip olunarak insanın kendi hayatının önemini, mantığını kavrayabilir. Hangi tanrıya (Allah, Tao, Brahman, Praina) inanılırsa inanılsın eğer bir kişi bu özelliklere sahipse içindeki maneviyatı yakalayacağına inanılır. Spiritüalizm, aracı olmadan belli bir gruba dahil olunmadan etnik olan yaşam tarzını sürdürülebilir olduğunu savunur. Din psikologları spiritüalizmin ana düşüncesinin maneviyata yönelme olarak da tanımlar. Onlara göre spiritüalizm bencillikten tamamen uzak, materyalist olmayan bir düşüncenin merkezinde olmaktır. Transpersonel psikologlar da Spiritüalizm’i, tek bir gerçeğin olduğunu algılama ve ruhsal gerçekliği bilme olarak tanımlar. Klasik Spiritüalizm'in içerdiği fenomenler, konular ve alanlarla ilgili olarak kullanılan temel terimler: Spiritüalizm son zamanlarda kişiye özgü olarak ele alınır. Çünkü maneviyatta yaşayan her bir kişi hayat ya da deneyim açısından farklı boyutta ve şekildedir. Böylece dinler ve mezhepler farklı manevi etkileşimler yaratır. Bu da dini boyutta ve dini gerçeklerde farklı deneyim, tasvir ve adlandırmaya sebebiyet verir. Örneğin tanrı (İslam dininde Allah), Tao, Brahman, Maha-Atman, Shunyata, Kutsal ruh Pneuma, Prajna, Maha-Puruşa, Sugmad aslında tek bir gerçeklik, tek bir inanıştır. Şimdilerde büyük din grupları ve mezhepler farklı bir şekilde manevi akımlar ortaya çıkarmaktadır. Manevi inanışlar ve farklı dinler birbirlerinden etkilenerek birbirlerini kabul ederek adaptasyon sağlayarak farklı din grupları yaratabilir. Buna örnek olarak Hristiyan dininin ve Zen inanışının ortaya çıkması gösterilebilir.Bu da farklı dinlerin ortak noktada birleşmelerinin imkânsız olmayacağını göstermektedir. İslam: Dua, namaz, abdest, Hac görevi, oruç tutma, zekât. Hristiyanlık: Bedensel ve ruhsal ibadet, meditasyon, İncil’den bölümler anlatan dramalar. Budizm, Hinduizm, Taoizm, Jainizm: Esas olarak insanı güzelliğe, gerçekliğe, mutluluğa, empatiye yönelten manevi davranışlar, meditasyon, konsantrasyon, yoga. Paranormal Paranormal terimi, "normal dışı", "normal ötesi" anlamına gelmekte olup, telepati, psikokinezi gibi psişik fenomenleri, bilinen fizikokimyasal yasalarla açıklanamayan olayları ve bu olaylarda söz konusu olan psişik yetenekleri belirtmek üzere Parapsikoloji'de kullanılan bir terimdir. Supranormal teriminin yerini almak üzere, İngiliz psişik araştırmacı Walter Whately Carington (1884-1947) tarafından ortaya atılmıştır. Paranormal yeteneklere yoga terminolojisinde Siddhiler adı verilir. Hülya Saydam Hülya Saydam (1940, İstanbul - 1995), Türk piyanisttir. İstanbul Belediye Konservatuvarı'nde ve ardından da Münih Müzik Akademisi'nde eğitim gördü. Türkiye'ye dönünce bir süre Belediye Konservatuvarı'nın yüksek bölümünde ders verdi. Bir süre de İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin orkestrasında çaldıktan sonra, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın solistleri arasına girdi. 1963'ten sonra, pek çok ülkede konserler ve resitaller verdi, radyo ve televizyon programları yaptı; uluslararası festivallere katıldı. Mayıs 1995'te kanserden vefat etti. Tekâmül Tekâmül, sözlük anlamı "olgunlaşma", "gelişim" ve "evrim" olan bir terimdir. Tekamül sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, evrim anlamına gelmekte olup, farklı alanlarda farklı ve özelleşmiş anlamlarda kullanılan bir terimdir. Maneviyatı ilgilendiren alanlarda biyolojik evrim ya da maddi evrim anlamında kullanılmaz. Deneysel spiritüalizmin temel ilkelerinden biri olan tekamül ya da ruhsal tekamül, bu alanda ruhsal gelişim anlamında kullanılmaktadır. Kısaca ruhların madde evrenindeki görgü ve deneyimini arttırması olarak tanımlanır. Spiritüalist görüşe göre reenkarnasyonlar sırasındaki deneyimler sonucunda edinilen tekamül sürecinde zaman zaman duraklamalar olabilse de gerilemek söz konusu olamaz. Dünya gezegenini bir tür okul olarak gören Neo-spiritüalist görüşe, insan ruhunun dünya okulundan mezun olabilmesinde, edinmesi gereken en önemli nitelikler, esas olarak sevgi, şefkat, merhamet, fedakarlık gibi ruhsal yeteneklerini geliştirmiş olmak, vicdan kanalını tam anlamıyla açmış olmak, diğerkam olmak (kendisi kadar başkalarını da düşünmek), kısaca kendisine ve diğer canlılara karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirmeyi öğrenmektir. Ruhsal tekamül her alandaki ruhsal gelişimi içeren bir kavram olmakla birlikte, ruhsal tekamülün pek ileri olduğu söylenemeyecek bu gezegendeki ve bu devredeki asıl anlamı budur. Kişinin alt etmesi gereken en önemli iki düşmanı bencillik ve onu da kapsayan nefsaniyettir. Bu mücadelesinde en önemli silahları ya da yardımcıları özeleştiri (nefis denetlemesi)yapması, kendisine karşı dürüst olması ve vicdanının sesine her zaman kulak vermesidir. Takiyüddin'in Rasathanesi Takiyüddin'in Rasathanesi (Dar-ü'r Rasad-ül Cedid), 1575 yılında Osmanlı bilgini Takiyüddin tarafından İstanbul'da Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir. 1571 yılında Osmanlı Sarayı'na müneccimbaşı olarak atanan Takiyüddin'in padişah III. Murad'a, astronom Uluğ Bey'in Semerkant'da hazırlattığì ""Zic-i İlhani"" adlı astronomi gözlem ve hesaplarının eskidiğini belirten raporunu sunmasından sonra kurulmuştur. İstanbul Rasathanesinin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde herhangi bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış bile olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu belirlenmiştir. Rasathane 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade'nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle denizden topa tutularak yıkılmıştır. Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılda namaz vakitlerinin belirlenmesi, kıble yönünün tayin edilmesi ve takvimin hazırlanması için gökbilim kullanılmaktaydı ancak kurulan küçük çaplı rasathanaler gündelik hayata yönelik oldukları için uzun ömürlü olmamıştı. 1571'de Müneccimbaşı Mustafa Çelebi ölünce yerine Müneccimbaşılığa atanan Takiyüddin'i himayesi altına alana Vezir Sokullu Mehmet Paşa ve Hoca Sadettin Efendi, onun gözlemevi kurma isteği ile ilgilendiler ve onu desteklediler. Uluğ Bey Zîci'nin gününü doldurduğunu, günün ihtiyaçlarına uygun olmadığını ve yeni gözlemler ışığı altında yeni tablolar oluşturulmasının gerekliliğini açıklayan bir layiha hazırlayıp padişah III. Murat'tın huzuruna çıkan Takiyüddin, Padişahın adıyla anılacak bir zîc hazırlamakla görevlendirilerek rasathanenin kurulması için izin, yer ve ödenek aldı; rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına nezaret etme görevi de kendisine verildi. Kaynaklara göre gözlemevinin kurulması için hükümetin tahsis ettiği masraf on bin altındır; Bu tutar o dönemde büyük bir miktardır ancak Merâga ve Semerkand gözlemevlerinin masrafları göz önüne alındığında oldukça düşüktür. Gözlemevinin yerleşim yeri için İstanbul'da Avrupa yakasında bulunan yüksek bir yer olan Tophane sırtlarındaki bir bölge seçilmişyir. Bu yer kimilerine göre "Galatasaray Mektebi'nin bulunduğu mevki civarında"; kimi kaynaklara göre Galata Kulesi'nde ve Galata Sarayı'da; kimilerine göre ise Galata Dağı'nın tepesindedir. Gözlemevi, kuruluşundan kısa bir süre sonra Ocak 1580'de yıktırılmıştır. Rasahathanenin yıktırılma sebebi kesin olarak bilinmese de 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578 yılında meydana gelen veba salgınının rol oynadığı, Takiyüddin ve personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentilerin şüpheleri arttırdığı söylenir. İddiaya göre rasathanenin tamamlanmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra beliren bir kuyruklu yıldız nedeniyle Sultan III. Murad Takiyüddin'den kehanette bulunmasını talep etmiş, o da bu yıldızın bir mutluluk ve saadet devrinin habercisi olduğu tahmininde bulunmuştu. Ancak bunun tam aksine o devirde ortaya çıkan bir salgın hastalığın getirdiği felaket nedeniyle rasathanenin muhaliflerinin sayısında bir hayli artış olmuştu. Takiyüddin gözlemlerine bir iki yıl daha devam edebilmişti. Bazı kaynaklar ise bilime muhalif bir tarikatın yıkım kararının alınmasında etkili olduğunu belirtmektedir. İlber Ortaylı'ya göre İstanbul'daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, bunun üzerine III. Murat, denizden top atışı ile rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır. Kimi araştırmacılar rasathanenin yıkılmasının gerçek sebebinin bir siyasal çekişme olduğu iddia edilmiştir. Rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi’nin Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi ile farklı siyasi gruplarda yer alması ve bu gruplar arasındaki çekişmenin yıkıma sebep olduğu sanılmaktadır. Takîyüddîn, bu gözlemevinde dokuz gözlem aleti yapmış ve kullanmıştır: İstanbul Gözlemevi'nde Güneş, Ay ve gezegen­lere ilişkin gözlemler yapılmış, bu gözlemler şu tablolarda verilmiştir: Tolstoy Action Comics Action Comics, eski bir Amerikan çizgi-roman şirketidir. 1930'lu yıllarda altın çağını yaşamıştır. Superman ve Batman gibi birçok çizgiromanın yaratıcısı olarak ünlenmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda DC Comics ve Marvel gibi şirketlerle boy ölçüşemeyerek birçok karakterini bu şirketlere devretmek zorunda kalmıştır. Plütokrasi Plütokrasi (Yunanca πλοῦτος, "ploutos" + κράτος, "kratos"). Yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimi. Elena Risteska Elena Risteska (Makedon: Елена Ристеска, 27 Nisan 1986, Üsküp), Makedon şarkıcı. 2006 Eurovision Şarkı Yarışması'nda ülkesini "Ninanajna" adlı şarkıyla temsil etti. Yarışmayı 56 puanla 12. olarak bitirdi. Ayrıca 2007 Eurovision Şarkı Yarışması'nda ülkesinin oylarını sunmuştur. I. Mesud I. Rükneddin Mesud (Arap alfabesiyle: ركن الدين مسعود ("Rukn el-Dīn Mas'ūd")) (d. 1095 - ö. 1156) en uzun süre hüküm sürmüş Türkiye Selçuklu Sultanı'dır. Danişmendli Beyi olan kayınpederi Emir Gazi sayesinde Anadolu Selçuklu tahtına çıkmış, kardeşleri Arapşah, Şahinşah ve Tuğrul Arslan’dan kurtulup tahtını sağlamlaştırmıştır. Onun saltanatının Emir Gazi’nin ölümüne kadar olan döneminde devlet kısmen bağımsızlığını kaybetti; Danişmendliler’in
uydusu haline geldi. Ancak Emir Gazi’nin ölümünden sonra izlediği siyaset sayesinde Mesud, Türkiye Selçuklularının Anadolu'daki üstünlüğünü yeniden kurmayı başardı. 1147'de II. Haçlı Seferine çıkan Haçlı ordusunu Dorileon Muharebesi'nde yenerek babası I. Kılıçarslan'ın 50 yıl önce aynı yerdeki yenilgisinin intikamını aldı. I. Kılıç Arslan'ın oğullarındandır. Babasının Büyük Selçuklu emiri Emir Çavlı ile yaptığı savaş sırasında genç yaşta beklenmedik ölümünden sonra Türkiye Selçuklu Devleti tahtı bir süre boş kalmıştı. Kılıçarslan’ın geride bıraktığı dört varisten büyük oğlu Şahinşah esir olarak İsfehan’a; en küçük oğlu Tuğrul ise Emir Bozmuş tarafından annesi Ayşe Hatun ile birlikte Musul’dan Malatya’ya götürülmüştü. Arap ve Mesud’un bu dönemde nerede oldukları konusunda pek fazla bilgi yoktur ancak Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşen Türkmen kültürlerinin yanında oldukları düşünülür. Şahinşah’ın üç yıl sonra serbest kalıp tahta çıkmasına kadar Danişmendliler Anadolu’nun en büyük gücü haline geldiler. Şahinşah’ın tahta geçişine kadar Mesud’un Danişmentlilerin yardımıyla Akşehir, Konya hattında bulunduğu; Melik Arab’ın ise Ankara ve çevresinde bulunduğu ve Bizans’a karşı akınlar düzenledikleri bilinir. Mesud, Danişmend Beyi Emir Gazi’nin kızı ile evlenerek Danişmendli ailesine damat olmuştur. Mesud ile Melik Arap, Şahinşah’ın Anadolu Selçuklu tahtına oturmasından sonra tarafından Konya’da hapsedildiler. Üç yıllık saltanat boşluğu sırasında Bizanslılar Batı Anadolu topraklarını yeniden ele geçirmeye başlamıştı. Bu toprakları geri almak için Bizans ile mücadeleye başlayan Şehinşah, 1116’da imparator I. Aleksios ile yaptığı savaştan sonra imparatorun Afyonkarahisar’daki karargahında barış imzaladı. Mesud, bu sırada serbest kaldı ve Danişmendliler’in yardımı ile tahtı ele geçirmek için harekete geçti. Kimi kaynaklara göre Şehinşah’ın bir emiri ona isyan ederek Mesud’u hapisten çıkarmış; Danişmendli Emir Gazi’nin yanına götürmüş ve onu sultan ilan etmişlerdir. Kardeşi Mesud’un sultanlık için harekete geçtiğini haber alan Şahinşah da hemen Konya’ya doğru hareket etti. Bizans imparatorunun kendisine Bizans kuvvetlerinin eşlik etmesi önerisini geri çevirmişti. Şahinşah’ın birlikleri yolda Mesud’un güçleri ile karşılaşınca Akşehir’e çok yakın olan Tyragion kasabasına gittiler. Mesud’un kasabayı kuşatması üzerine halk Şehinşah’ı kendisine teslim etti (1116). Şehinşah’ın gözlerine mil çektiren Mesud, onu Konya’da hapsettirdi. Ancak bir süre sonra Şahinşah’ın gözlerinin tam kör olmadığı anlaşılınca yeniden saltanat mücadelesine girişebileceği endişesi ile onu öldürtmüştür (1118). Sultan Mesud, Bizans imparatoru I. Aleksios'un 15 Ağustos 1118’de ölümü ve tahtın el değiştirmesini fırsat bilerek Bizans’ın elindeki Denizli ve civarını ele geçirdi; ancak yeni imparator II. İoannis 1119’da Anadolu’ya sefere çıkarak bu toprakları geri aldığı gibi 1120’de Türk akınlarına son vermek üzere yeni bir sefere çıkarak Uluborlu kalesini ele geçirmiştir. Ayrıca Bizans ordusu Antalya’ya kadar ilerleyerek birçok kaleyi Türkler’in elinden almıştır. Mesud, kendisini taht kavgasında destekleyen ve Konya’yı almasını sağlayan kayınpederi Emir Gazi’ye bağlılığını Emir Gazi’nin ölümüne dek sürdürdü. Kardeşi Tuğrul Aslan’ın kontrolünde bulunan Malatya’yı ele geçirmesi için Emir Gazi’ye destek verdi. Ayşe Hatun, Malatya’da oğlu Tuğrul Aslan’ın hakimiyetini devam ettirmek için elinden geleni yapıyordu. Siyasi varlığını koruyabilmek için çeşitli evlilikler yapan Ayşe Hatun, son olarak Anadolu’nun güçlü beylerinden Artuklu Belek ile evlenmişti. Belek Gazi’nin Franklar ile yaptığı bir mücadelede ölümü (1124) üzerine Emir Gazi, Ayşe Hatun’un yeni bir eş bulmasına fırsat vermeden Malatya’yı kuşattı. Bir ay kadar kuşatmaya devam eden Gazi, daha sonra kuşatmayı oğlu Muhammet’e bırakarak oradan ayrıldı. Muhammet altı ay daha kuşatmayı sürdürdü ve sonunda açlık sebebiyle daha fazla dayanamayan Malatya, Danişmendlilerin eline geçti Ayşe Hatun ve oğlu Tuğrul Arslan, Minşar (Maşara / Mışar) kalesine çekilerek şehri Danişmendlilere bıraktılar (1 Zilkade 518 / 10 Aralık 1124). Ankara, Kastamonu ve Çankırı’da hüküm süren Melik Arap, kardeşi Sultan Mesud’un Emir Gazi’nin Malatya seferine katılmasını ve şehri diğer kardeşlerinden alıp Danişmendlilere bırakmasını onaylamayarak isyan etti. Mesud’un yardım istemek için Bizans başkenti İstanbul’a gittiği sırada Melik Arap Konya’yı kuşattı (1126). Bizans İmparatoru II. İoannis'dan çok miktarda para ve asker desteği alan Mesud, Emîr Gazi ile birlikte Melik Arap’ın üzerine yürüyerek onu yendi; hakimi olduğu bölgeleri almayı başardı. Mücadeleden vazgeçen Melik Arap 522 (1128) veya 523’te (1129) ölmüştür 1130 yılında II. İoannis'in kardeşi İsaakios, İstanbul’da hükümdarlığı ele geçirme girişiminde bulunup başarısız olunca önce Selçuklu Sultanı I. Mesud'a, sonra da Dânişmendli Hükümdarı Emîr Gazi'ye sığındı. Daha sonra Ermeni Leo'nun yanına gidip kızıyla evlenen Isaakos, Ermeni Leo ile arası açılınca Sultan Mesud’a sığındı. İsaakios'un kışkırtmasıyla Sultan Mesud, Tarabzon merkezli Haldia'nın bağımsız prensi Konstantinos Gabras, Kilikya Ermeni Prensi Leon ve Latin Kudüs Kralı arasında Bizans'a karşı oluşturulması planlanan fiiliyata dönüşmedi, İsaakios 1136'da kardeşiyle uzlaştı. Ancak oğlu İoannis Çelepes Komnenos tekrar Türklere kaçmış ve Müslüman olarak Sultan Mesud’un kızlarından birisi ile evlenmiştir. Sultan Mesud’un Arapşah, Şahinşah ve Tuğrul Arslan’dan kurtulup e tahtını sağlamlaştırmasını sağlayan Emir Gazi, 1134’te hayatını kaybetti ve Melik Muhammed Danişmed Beyi oldu. Sultan Mesud, Emir Gazi’nin ölümünden sonra Danişmendli topraklarına yürüyen Bizans İmparatoru II. İoannis ile anlaşıp savaşa asker yolladı ancak Bizans ordusu Çankırı’yı kuşattığı sırada kuvvetlerini geri çekti ve Bizans kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. 1137’de İmparator Suriye seferine çıktığında ise Mesud Bizans topraklarına saldırarak onun geri dönmesine sebep oldu. Mesud, muhtemelen Bizans imparatorunun Dânişmendliler’in eski merkezi Niksar’ı kuşattığı sırada da (1140) kayınbiraderi Muhammed’e yardım etmiştir. Türk akıncılar 1142’de Antalya yöresine kadar ilerlediler. O yıl Melik Muhammed’in ölümü üzerine Danişmendli Beyliği’nde saltanat mücadeleleri başladı. Sultan Mesud’un Danişmendli hükümdarı Muhammed döneminde uyguladığı siyaset, Türkiye Selçuklu Devleti’ni Anadolu’da Danişmendliler ile eşit seviyeye getirmeyi sağlamıştır. Sultan Mesud, 1142'de Türkiye Selçuklularının Anadolu'daki üstünlüğünü yeniden kurma fırsatını Melik Muhamedin ölümünden sonra elde etti. Danişmendli Devleti, Melik Muhammed’in ölümünden sonra merkezleri Kayseri, Sivas ve Malatya olan üç kısma ayrıldı. Mesud, Kayseri meliki Zünun’u himaye etti. Zünnun dışındakilerle mücadelesini, onları itaat altına alıncaya kadar sürdürdü Önce Sivas Meliki Yağıbasan’ı yendi, ardından Malatya’yı kuşattı (1143). Bizans ordusunun ülkesine geldiği haberi üzerine üç ay sonra kuşatmayı kaldırıp Konya’ya dönmek zorunda kaldıysa da Malatya hakimi Aynüddevle’nin kendisini metbu tanımasını sağladı. Mesud, Danişmendliler ile mücadelesini sürdürürken bir yandan da Türkler’i Anadolu’dan atmak isteyen Bizans imparatorları ve kalabalık Haçlı orduları ile mücadele etmişti. İkinci Suriye seferine çıkan Bizans İmparatoru II. İoannis'in 1143 yılı Mart ayında beklenmedik şekilde hayatını kaybetmesinde sonra Mesud, ani taht değişikliğini fırsat bilerek Bizans topraklarına akınlarda bulundu. Selçuklu-Bizans sınırındaki Bizans’a ait Prakana Kalesi’ni aldığı için öfkelenen yeni imparator Manuil’un ordusu 1146'da Konya önlerine kadar ilerledi ancak Konya ve çevresini yağmalatıp geri dönmek zorunda kaldı. Bizans ordusu, Konya’dan kendi topraklarına varıncaya kadar Türkler tarafından ağır kayıplara uğratıldı. Sultan Mesud, Avrupa’dan gelen Haçlı orduları tehlikesi nedeniyle barış teklif etti. Selçuklular’ın Prakana kalesini ve daha önce Bizans’dan aldıkları birkaç kaleyi geri vermesi şartıyla barış yapıldı Urfa Haçlı Kontluğu’nun kaldırılması üzerine düzenlenen Haçlı Ordusu, 26 Ekim 1147'de Dorylaion (Eskişehir) civarında Selçuklu Ordusu tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Sultan Mesud, bu zaferle babası I. Kılıcarslan’ın 1092de Eskişehir’de uğradığı yenilginin intikamını almış oldu. Kilikya Ermeni Kralı II. Toros’un topraklarını genişletmek için Bizans ve Selçuklu topraklarına saldırması üzerine Sultan Mesud, Bizans İmparatoru II. Manuil ile anlaştı ve a Dânişmendli Yağıbasan’ı da yanına alarak ordusuyla harekete geçti (1153). Ermenilerin direnişi ile karşılaşan Sultan Mesud ilerlemek istemedi. Bir dostluk ve ittifak ahidnâmesi yazdırıp bunu yeminle tasdik ettikten sonra bir elçi vasıtasıyla Ermeni hâkimine gönderdi ve hiç kimseye zarar vermeden geri döndü. Ancak Bizans imparatorunun talebi üzerine 1154 Mart’ında yeniden Kilikya seferine çıktı. Ancak doğal afetler yüzünden geri çekilmek zorunda kalan Sultan Mesud, Toros ile anlaşma yaptı. Bu sefer gibi çok sayıda insan, hayvan, silâh ve teçhizat kaybına yol açtı. Seferden döndükten sonra hastalanan Sultan on ay süren bir rahatsızlık devresinden sonra 1155 yılında öldü. I. Mesud, geleneğe uyarak ülkesini üç oğlu (Kılıç Arslan, Dolat ve Şahinşah) arasında paylaştırmış; Elbistan Meliki lan Kılıçarslan'ı veliaht ilan etmişti. Ölümünün ardından oğulları vearasında taht kavgaları başladı. Hagakure Hagakure ("Saklı Yapraklar"),eski bir samuray olan Yamamoto Tsunetomo'nun yazdığı ve kendisinin, samurayların yaşantısı, samuraylık felsefesi ve Samuray'ın Yolu hakkındaki düşünce ve öğretilerini içeren bir kitap. Efendisinin ölümünden sonra samuraylıktan ayrılarak, inzivaya çekilerek Budist rahibi olmaya karar verdiği kulübede kendisini ziyarete gelen genç bir samurayla yaptığı konuşmaları, genç samuray tarafından derlenerek Hagakure adıyla kitaplaştırılmıştır. Kitap esas olarak yaklaşık 11000 parçadan oluşur. Bu parçalarda anlatılanlar genellikle Samuray'ın Yolu ile ilgili öğretiler veya diğer kabilelerle ilgili hikâyelerdir. Dixie Ch
icks Dixie Chicks 3 kadından oluşan ABD'li country müzik üçlüsüdur. Grup 1989'da Dallas, Teksas'ta kuruldu. İlk kurulduklarında kız kardeşler Martie Erwin ve Emily Erwin, Laura Lynch, ve Robin Lynn Macy'den oluşan olan gruba kız kardeşler entrüman desteği verirken, diğer iki üye vokalist olarak görev yapmaktaydı. Daha sonra evlenen kız kardeşler Martie Maguire ve Emily Robison isimlerini aldılar. Bluegrass tarzı müzik tarzi ile başlayan grup 1992'de Robin Lynn Macy'nin ayrılması ile daha popüler olan country tarzına yöneldi. 1995'te Laura Lynch'in yerini Natalie Maines'in alması ile grup bugünkü halini aldı. 10 Mart 2003'te Irak'in işgali öncesi Nataile Maines, Londra'daki Shepherd's Bush Empire Tiyatrosu'ndaki konserde şarkı arasında topluluğa ""Bilmenizi isteriz ki, ABD başkanının Teksas'tan çıkmış olmasından utanç duyuyoruz."" demesi ABD medyasında büyük tepkilere yol açtı. Toplumun bazı kesimince boykot edildi, bazı sanatçı ve kesimden de büyük destek gördü. Dubai Kuleleri İstanbul Dubai Kuleleri, Malmö'deki Turning Torso'nun inşaatının tamamlanmasından sonra Calatrava'nın öncüsü olduğu burgulu binaların mimari açıdan moda olmasından dolayı Sama Dubai "(Esk. Dubai International Properties)" ve SOM tarafından, İstanbul - Levent'teki İşbank ve Sabancı kulelerinin bulunduğu köprülü kavşaktaki eski İETT garajına planlanan iki burgulu bina projesidir. Yükseklikleri kesin olarak bilinmemesine rağmen kuleler tahmini olarak yaklaşık 100 kat, 350 metre ve 80 kat, 300 metre yüksekliğindedir. Kulelerin yapımı, mimarlar ve şehir planlamacıları tarafından olumsuz eleştiriler almakta idi. Çünkü kuleler bittiğinde kentte oluşacak altyapı ve trafik sorunlarından endişe duyulmaktadır. Şehrin silüetine, kültürüne ve insan psikolojisine uymayan vida projesi için şehirdeki mesleki sivil toplum örgütleri ile de hiçbir mutabakat sağlanmamıştır. Anal seks Anal seks, anal ilişki, ters ilişki ya da livata, erekt haldeki penisin anüsten içeri sokulmasıyla gerçekleştirilen cinsel birleşme. Bunun haricinde rektum ve anüsü içeren, parmakla, oral yolla ve her nevi cinsel oyuncakla gerçekleştirilen tüm cinsel aktiviteler de anal seks kabul edilir. Homoseksüel erkek çiftlerin yaklaşık 2/3'ü, heteroseksüel çiftlerinse 1/3'ü zaman zaman anal seks yapmaktadır. Heteroseksüel çiftlerin yaklaşık %10'unda anal seksin cinsel hayatın düzenli bir parçası olduğu, gitgide yaygınlaştığı, bunda da pornografik yayınlarda sıklıkla anal sekse yer verilmesinin etkili olduğu düşünülmektedir. 2009 yılında Birleşik Krallık'ta yapılan küçük bir araştırmada, ülkede satışa sunulan porno DVD'lerin yaklaşık %30'unun "rektal birleşme" içerdiği görüldü. Gerçektekinden farklı olarak, filmlerde bu aktivite kadınlar için oldukça rutin ve acısız olarak resmedilmektedir. Anüs ve rektumu içeren diğer cinsel aktiviteler şunlardır: Anal seks türleri, özellikle de rektal birleşme ile ilgili birçok yerleşik tabu vardır. Bu nedenle anal seks çiftlerde, ahlaksızlık hissi, suçluluk hissi ve anksiyeteye neden olabilir. Bazı kişiler bu tür seksi iğrenç ve kabul edilemez bulurken bazıları uyarıcı, heyecan verici ve cinsel hayatlarının normal bir parçası olarak görmektedirler. Anal bölge hem erkekte hem de kadında birçok erojen sinir ucunun bulunduğu bir bölgedir. Hemen her cinsel ilişki, HIV/AIDS, genital uçuk, bel soğukluğu, hepatit B gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklar (CYBH) açısından risklidir. Bununla birlikte anal seksin diğer cinsel ilişki türlerine göre daha yüksek bulaşıcı hastalık riski taşıdığı yönünde kanıtlar vardır. Rektal birleşme için spermatozoayı öldür"me"yen, su bazlı veya silikon kayganlaştırıcılı kondom tercih edilmelidir. Dokuların yırtılmasını önlemek için güçlü bir kondom ve bol miktarda kayganlaştırıcı kullanılmalıdır. Kondom değiştirmeden, anal seksten vajinal veya oral sekse geçilmemeli, yedek kondom yoksa tersi bir sıra izlenmelidir. Kondom kullanılmadan yapılan anal sekse "bareback" denmektedir. Anal seksten önce bağırsakların tamamen boşaltılması, anüs bölgesinin ve rektumun temizlenmesi, dışkı transferi riskini büyük ölçüde azaltacaktır. İlişkiden önce anal sfinkterin (büzgen kas) gevşetilmesi ve rahat bırakılması erekt penisin bu kaslara zarar vermesini önleyecektir. Anal sfinkter, anüsü çevreleyen, kasılabilen ve gevşetilebilen halka şeklindeki kastır. Bu bölgenin henüz hazır değil iken penis ile zorlanması, hem deriye hem de sfinktere zarar verebilir ve hatta dışkının tutulamamasına neden olabilir. Bu nedenle ilişkiden önce anüs eldivenli ya da kondom takılmış ve kayganlaştırıcı sürülmüş önce bir parmakla, sonra iki parmakla nazikçe esnetilmelidir. Anal seksi kolaylaştırmak için bazı çiftler, amil nitrit, bütil nitrit ve gliseril trinitrat gibi kas gevşeticileri kullanırlar. Özellikle koklanarak alınan amyl nitratın anal sfinkteri gevşettiği ve orgazmı artırdığı iddia edilir. Bu iddiaları destekleyecek güvenilir bilimsel kanıtlar yoktur ve bu ilaçların çok ciddi yan etkileri görülebilir. Özellikle amyl nitrat, ateş basması, baş ağrısı, baş dönmesi, kan basıncının düşmesi ve hatta bayılmaya varan yan etkilere sahiptir ve viagra (sildenafil) gibi ereksiyon artırıcı ilaçlarla birlikte alındığında kan basıncını ölüme sebebiyet verecek şekilde düşürebilir. Diğer nitratların da benzer etkileri vardır. Bazı çiftler acıyı engellemek için lokal anesteziye başvururlar. Lignocaine (lidocaine) gibi kremlerin yanı sıra anal bölgeye kokain sürüldüğü bile görülmektedir. Acı duymak vücudun savunma mekanizmasıdır ve engellenmesi, özellikle anal sfinkterde çok ciddi yaralanmalara neden olabilir. Lokal anestezinin neden olduğu bir başka problem de anal bölgeye temas eden penisin uyuşmasıdır. Bu durum ereksiyon, orgazm ve boşalma sorunlarına neden olabilir. Bu nedenle uyuşturucu kullanımı gibi lokal anesteziden de kesinlikle kaçınılmalıdır. El sokma ("fisting") elin ve bazen ön kolun, vajina veya anüse tamamen sokulmasıdır. Penisten çok daha geniş olan el ve ön kol, anal bölgeye çok ciddi hasarlar verebileceği için bu uygulamadan kaçınılmalıdır. Anal bölgenin ağız ile teması (rimming) yüksek oranda enfeksiyon riski taşır ve tavsiye edilmez. Tıkaç ("butt plug") kullanımı anüsün genişletilmesinde kullanılabilir. Ancak tıkaç ve vibratör kullanımında aletlerin temizliğine çok özen gösterilmeli, mümkünse kondom geçirilmelidir. Vibratör kullanımında dikkat edilmesi gereken en önemli husus, vibratörün rektuma kaçmasını önlemektir. Bu nedenle mümkünse vajina için dizayn edilmiş oyuncaklar anal bölgede kullanılmamalıdır. Çiftler, cinsel yaşamlarını bulundukları ülkenin yasaları çerçevesinde ve her iki tarafın da rızası koşuluyla diledikleri şekilde yaşayabilirler. Örneğin Birleşik Krallık'ta 16 yaş ve üzerindeki kişiler, ister homoseksüel isterse heteroseksüel olsun anal ilişkiye girebilirler. Bu yaş sınırı İrlanda'da 17'dir. Anal seks, bazı ülkelerde halen kanunen suçtur ve gözaltı, hapis, falaka ve hatta idam ile cezalandırılabilir. Anal seksin suç olduğu ülkeler arasında bazı eski İngiliz sömürgeleri ve ABD eyaletleri de vardır. Bireyler çok çeşitli cinsel fantezilere sahip olabilirler ve bu durumu eşlerine açmakta güçlük yaşıyor olabilirler. Kimi eşler yeni deneyimlere açık iken bazı eşler bu fantezilerin gerçekleştirilmesine gönülsüz bir şekilde razı olabilirler, bazen de uzun süre ısrar edilerek ikna edilmeleri gerekebilir. Cinsel partneri hoşlanmadığı ya da aşağılayıcı bulduğu bir eyleme zorlamak hem etik açısından yanlış, hem de kanunen suç oluşturabilecek bir durumdur. Birçok ülkede yasal eşi dahi olsa birini anal sekse zorlamak suçtur ve 1. dereceden boşanma gerekçesi sayılır. Birini uyuşturucu veya alkol ile etkisiz hale getirerek ya da kendi rızası ile bu maddeleri kullanmış birinin bilinci tamamen yerinde değilken cinsel ilişkide bulunmak çok ciddi sonuçlar doğurabilecek bir suçtur. Bekaretin önemli olduğu ve evlilik öncesi cinsel ilişkinin tabu olduğu toplumlarda anal seksin kızlık zarını korumak amacıyla vajinal sekse alternatif olarak yaygın olduğu iddia edilir. Gebeliğin ileri aşamalarında vajinal seksten kaçınan bazı çiftlerin anal sekse yöneldiği iddia edilir. İslam'da anal seks haram kabul edilir. Bakara Suresi'nin bu konuyla ilgili tartışmalarda başvurulan ayetleri şu şekildedir: ""Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: “O bir ezadır (rahatsızlıktır). Ay halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size gösterdiği yerden onlara varın..."" (Bakara 222) ""Kadınlarınız sizin ekinliğinizdir. Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın..."" (Bakara 223) Bunun yanı sıra anal seks de dahil her türlü eşcinsel ilişki haram kabul edilir. Şaşılık Strabismus veya bilinen adıyla şaşılık, gözün önlenemeyen kayması. Şaşılık gözlerin yanlış pozisyonda bulunup farklı noktalara doğru baktığı bir durumdur. Gözlerden bir tanesi tam karşıya bakarken diğeri dışa yukarıya içe ya da aşağıya bakmaktadır. Yanlış pozisyon sürekli belirgin olabileceği gibi bazı yöne bakışlarda da ortaya çıkabilmektedir. Ameliyatla düzeltilebilir. Şaşılık gözlerin paralelliğinin bozulması durumudur. Gözün hareketini gözün dışına yapışan kaslar sağlar. Her bir gözde 6 adet kas bulunur; Bu kaslar gözleri uyum içinde hareket ettirerek devamlı birlikte odaklanmayı sağlarlar. Bu kasların bir veya birkaçının görevini iyi yapamaması durumunda şaşılık meydana gelir. Bebeklerde ilk 3 ayda ara sıra olan göz kaymaları normaldir. Çünkü bu döneme kadar bebekler gözlerini parallel tutan her iki gözüyle algılama yeteneğini geliştirmemişlerdir. Daha sonra olan kaymalar mutlaka göz hekimince değerlendirilmelidir. Şaşılığın oluşmasında tek bir neden yoktur. Hamileliğin nasıl geçtiği, doğumun problemli olup olmadığı, çocuğun gelişimi, geçirdiği hastalıklar şaşılık için risk faktörü oluşturabilir. Şaşılık için genetik yatkınlık söz konusudur yani ailede gözünde kayma olan varsa ortaya çıkma şansı daha fazladır. Çocukluk döneminde yani 2 yaşından sonra görülen şaşılıklarda genellikle neden kırma kusurudur. Yatkınlığ
ı olan bir çocukta gözdeki kayma ateşli bir hastalık veya bir travma (düşme, ameliyatlar, kazalar) sonrası başlayabilir. Göz kaslarımızın hareketini yöneten merkez beyindedir, bu nedenle sinirlerde oluşan felçler de gözde kaymalara neden olur. Geçirilen kazalar, kafa travması, ateşli hastalıklar ve ileri yaşta hipertansiyon ve şeker hastalığı gibi bazı durumlarda göze gelen sinirlerde felçler oluşabilir. Bu şekilde oluşan şaşılıklarda tedavi felcin kalıcı olup olmamasına bağlı olarak değişebilir. Çocuklarda göz tembelliği, büyük yaş grubunda ise çift görmeye neden olabileceği için mutlaka tedavisi gereklidir. Bebeklik ve çocukluk döneminde olan kaymaların bir kısmı yalancı kaymalardır. Yalancı kayma, göz kapaklarının ve burun kökünün genişliği ile ortaya çıkan yanıltılıcı bir görünümdür. Bu durumun tam olarak aydınlatılabilmesi için mutlaka bir göz muayenesi yapılmalıdır. Devamlı olarak hep aynı gözün kayması görmenin o gözde daha az olduğunun belirtisidir ve önemlidir. Bu nedenle tek gözünde kayma olan bebek ve çocuklar hemen göz muayenesine götürülmelidir. Nil Burak Pembe Nihal Munsif ya da bilinen sahne adıyla Nil Burak, (27 Nisan 1948, Lefke), Kıbrıs Türkü şarkıcı. Babası Kıbrıs'ın en eski sinema işletmecisi ve narenciyecisi, annesi ise ev hanımı olan Pembe Nihal Munsif, üç kardeşin en küçüğü olarak Kıbrıs'ın Lefke kasabasında dünyaya gelmiştir. Müziğe olan ilgisi ilkokul yıllarına uzanan Nihal Munsif’in müzik kariyeri, Kıbrıs Güzel Sanatlar Derneği'nin korosunda şarkı söyleyerek başlamıştır. Kıbrıs Amerikan Kız Koleji’nden mezun olduktan sonra dil eğitimi almak üzere İngiltere’ye giden Nihal Munsif, amatör olarak ilk defa Londra Gallipoli Restaurant'ta sahneye çıkmıştır. 1975 yılında tatil amacıyla Türkiye'ye gelen Nihal Munsif, arkadaşlarıyla birlikte gittiği İstanbul’un o dönemdeki en önemli gece klubü olan Playboy’da, gelen davet üzerine sahneye çıkarak şarkı söylemiştir. Herkesin dikkatini çeken ve çok beğenilen Nihal Munsif’in sahne ismi o gece, Zeki Müren tarafından Nil Burak olarak değiştirilmiştir. Profesyonel ilk sahne deneyimini Playboy'da yapan Nil Burak, daha sonra Maksim Gazinoları’nda çalışmaya başlamıştır. Türk pop müziğinin 45’lik plak dönemi, Nil Burak için ""Gözünüz Aydın/Yalnızım Ben"" 45’liği ile kapanmıştır. 80’li yıllara gelindiğinde artık LP’ler müzik piyasasında hakim olmaya başlamışlardır. Yaşar Güvenir bestesi ""Yalnızım Ben"", Nil Burak’ın ikinci albümü ""Benim Adım Şarkıcı""da da yer almış ve listelerin bir numarasına kadar yükselmiştir. Müzik kariyerinin her döneminde olduğu gibi 80’li yıllarda da Türk pop müziğinin çok önemli bestecileri ve söz yazarlarıyla çalışan Nil Burak, bu dönemde Selami Şahin bestesi ""Boşvere Boşvere"", Armağan Çamlı besteleri ""Bağışladın"" ve ""Bir Garip Olur İçim"" ve Orhan Gencebay bestesi ""Bulamadık Ki"" ile listelerin bir numarasında yer almıştır. Nil burak, 1982 yılında Şili'de yapılan müzik festivaline Selmi Andak bestesi ""Oryantal"" ile Türkiye'yi temsil etmiş ve özel ödülün sahibi olmuştur. Şili dönüşünde sanatçının anıları yerli basında geniş yer bulmuş ve bu şarkı aynı yıl Kervan Plakçılıktan yayınlanan "Bizim Diyar" adlı albümde yer almıştır.Nil Burak 1984 yılında Yaşar Kekeva Plakçılıktan yayınlanan ""Benim Sevdam"" isimli albümünde iki Selmi Andak bestesi (""O Şarkıyı Henüz Yazmadım"" ve ""Çal Yine Aynı Plağı Çal"") daha yorumlamıştır. Bu albüm sanatçının plak formatında basılan son çalışması olmuştur.Nil Burak, aynı yıl Hey Dergisi okurlarına göre yılın yedinci kadın şarkıcısı seçilmiştir. 1985 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'nde Aysel Gürel'in sözünü yazdığı ve Selmi Andak'ın bestelediği ""Güneş Bir Kere Doğdu"" ile üçüncü olan Nil Burak, aynı şarkı ile 21 Aralık 1985 tarihinde düzenlenen Palermo Müzik Festivali'nde Türkiye'ye birincilik getirmiştir. ""Güneş Bir Kere Doğdu"" daha sonra Nil Burak'ın ""Oldu Olacak"" albümünde yine Uğur Dikmen tarafından yapılan ama bu kez farklı bir düzenleme ile yer almıştır. Nil Burak, daha sonra 1986 İrlanda Cavan Müzik Festivali'nde "En iyi yorumcu", "En iyi aranjman" ve İkincilik ödülleri olmak üzere toplam üç ödül birden almıştır. 1986 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne bu kez İbo ile birlikte katılan Nil Burak, Selmi Andak bestesi ""Yaşa Yaşa"" ile üçüncü olmuştur. Nil Burak, 1986 yazında Altuğ Yücel, Suavi Karaibrahimgil ve Yalçın Menteş ile birlikte Çeşme'de ""Şakabare""yi sahnelemiştir. Nil Burak'ın, Şamil Tokses ile olan beraberliğinden 1987 yılında Cemre Yaz Tokses adında oğlu dünyaya gelmiştir. Yurt içi ve yurt dışında aralarında dünyaca ünlü Paris Olympia ve Londra The Talk of the Town gibi müzikhollerinin de bulunduğu yerlerde özel orkestralar eşliğinde sayısız konserler veren Nil Burak, Türkiye'yi temsil etmek üzere Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak tüm Avrupa ülkeleri, Rusya, Türki Cumhuriyetler, Çin, Arjantin, Venezuela, Brezilya ve ABD'de çeşitli konserler vermiştir. Nil Burak, 1989 yılında yayınlanan ""oldu olacak"" albümünde yer alan kendisinin bestelediği ve sözlerini Cem Karaca'nın yazdığı ""sen de başını alıp gitme"" ile, müzik kariyerindeki en çok ses getiren şarkıya imza atmıştır. ""sen de başını alıp gitme"" ile milyonların gönlünde taht kuran Nil Burak, 1990 yılında D. Erkal Işıksal ile evlenmiştir. 1992’de ""işte banko"", 1995’te ise ""Nil Burak'95 Akdeniz rüzgarı"" isimli albümleri yayınlanan Nil Burak, Türk pop müziğine olan katkılarından dolayı Popsav tarafından "25. yıl hizmet ödülü"ne Ajda Pekkan, Esin Afşar, Esmeray, Nilüfer, Nükhet Duru, Sezen Aksu ve Tülay Özer ile birlikte layık görülmüştür. KKTC'de faaliyet gösteren siyasi partilerden Özgürlük ve Reform Partisi'nin yönetim kurulu üyeleri arasında yer alan eşi D. Erkal Işıksal ve oğlu Cemre Yaz Tokses ile birlikte 1996 yılında Kıbrıs'a dönerek Türkiye’deki müzik kariyerine ara veren Nil Burak, eşiyle birlikte kurdukları butik otel ile turizm sektörüne atılmıştır. Kıbrıs’ta önemli gecelerde sahneye çıkan Nil Burak, 32. sanat yılı olan 2008'de Türkiye’ye dönmüş ve toplam 32 şarkıdan oluşan yeni albümü ""Bir Numaramsın & En İyileriyle Nil Burak"" ile müzik kariyerine geri dönmüştür. (Nil Burak bu albümde, "Senin Olmaya Geldim" ve "Boşvere Boşvere" isimli şarkıları ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Güneş Bir Kere Doğdu" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Tatlı Tatlı" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Dinle Sevgili" isimli şarkı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Boş Vere Boş Vere" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak, bu albümde "Güneş Bir Kere Doğdu" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Birisine Birisine" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Gözünüzaydın" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Olmaz Olmaz Deme 80's Remiks" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Yalnızım Ben" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Ağla Halime" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Birisine Birisine" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Dünyamı Yıktı Geçti" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Ağla Halime" isimli şarkısı ile yer almaktadır) (Nil Burak bu albümde, "Olmaz Olmaz Deme" isimli şarkısı ile yer almaktadır) Bayağı yaban domuzu Bayağı yaban domuzu ("Sus scrofa"), domuzgiller (Suidae) familyasından evcil domuzun vahşi atası olarak sayılan çift toynaklı. Anne yaban domuzu, bir kerede 2-7 yavru yapabilir. Yavru altı aylık olana dek üst kürkü gelişmediğinden, alt kürkündeki sütlü kahverengi şeritler görülür ("pijamalı" adı buradan gelir). Her yeni doğan dişi yaban domuzu 6 ila 8 ay içerisinde üreme yaşına gelir. Evcil domuzun tersine zamanını, çamur birikintilerinde yuvarlanmakla geçirmez. Arada bir çamur banyosu yapar, ama bu yalnızca serinlemek veya derisindeki parazitlerden kurtulmak içindir. Bayağı yaban domuzunun da domuz gibi kendine has bir burun yapısı vardır. Bu burun yapısı yemek ararken toprakta kökler, yumrular, leşler veya küçük hayvanlar bulmak açısından kullanışlıdırlar. Yiyeceğini bulmak için eşelenmesi ve toprağı kabartıp havalandırması, yaban domuzunun ormana sağladığı en önemli katkıdır. Ancak nüfusları ormanda yeterli yiyecek bulmalarını zorlaştıracak kadar arttığında, köy ve kasabalara yakın yemlenmeye başlarlar ve ekili tarım alanlarına büyük zarar verirler. Bu nedenle yaban domuzu nüfusu kontrol altında tutulmaya çalışılır. Yaban domuzları 15-20 bireyden oluşan sürüler halinde yaşarlar. Çiftleşme zamanı dışında sürüde yalnız dişiler, gençler ile yavrular bulunur. Dişilerine (yöresel olarak değişmekle birlikte) beniş, yavrularına ise pijamalı, moza ya da potak adı verilir. Sürü lideri en iri beniştir, sürü hareket ederken en öndedir. Sürü hareket ederken genellikle önde dişiler, ortada yavrular ve en son genç erkekler olmak üzere dizilirler. Silah olarak da kullandıkları uzamış dört azı dişleri yüzünden azılı adı verilen erkek yaban domuzları yalnız yaşarlar. Çiftleşme zamanı sürüleri bulup dişilerlerle eşleşirler. Genel kanının aksine, azılılar dişileri için ölümüne kavga ederler. Azı dişleri iki alt çenede, iki üst çenede olmak üzere dört tanedir. Yine genel kanının aksine, azıları birbirine sürtmesinin nedeni "bileylemek" değildir. Alt azılar kıvrılarak uzadığından, üst azılara sürtünür, yeterince uzadıklarında domuzun ağzını açmasına engel olabilirler; bu yüzden, azılı, azı dişlerini uzadıkça kırar. Bu iş için alt-üst azıları birbirine sürttüğü gibi, ağaçlara da sürter, hatta azılarını kabuğun altına sokup kanırtarak da kırar, bu arada da ağacın kabuğunu soyar. Azılar eşelenmekte ve köklerin sökülmesinde kullanıldığı gibi, tehlike anında silah olarak da işe yaramaktadır. Domuz avı sırasında "kesilen" pek çok avcı ve av köpeği vardır; yaralanmalar çok ciddi, bazen öldürücüdür. Domuzun izi keçi izine benzer, ancak farklıdır. Azılıların iki tırnağının arkasında mahmuz tabir edilen iki çıkıntı var
dır, izleri kolaylıkla azılı izi olarak ayırt edilebilir. Uzun tüylü üst kürkünü özellikle kurumuş çamur ile sertleştirilmiş bir zırh gibi kullanır. Giremediği çalı yoktur. Gündüzleri dikenli ve sık çalılıklarda yaptığı yatağında dinlenir. Geceleri yemlenir. Özellikle dolunay zamanı çok aktiftir. Vücut yüksekliğine oranla oldukça kısa kalan bacaklarına rağmen çok hızlı koşar. Boyun yapısı nedeniyle başını kolay hareket ettiremez. Hem koşu hızının yüksekliği, hem de başını hareket ettirmesindeki sınırlamalar nedeniyle çabuk yön değiştiremez. Burnu çok iyi koku alır. Örneğin Fransa'da trüf mantarının bulunmasında eğitilmiş yaban domuzları kullanılır. Benzer şekilde, Türkiye'de dolaman diye bilinen trüf mantarı türünü arayanlar da domuz izlerini takip ederler. Yaban domuzunun trofesi azı dişleridir; avcıların hedefi azılı erkek yaban domuzlarıdır. Avın ve trofesinin büyüklüğü yaban domuzunun yaşı ile doğru orantılıdır. Üst kürkü pek çok memelide olduğu gibi kılların beyazlanması ile yaban domuzunun yaşını belli eder. Fosforlu Cevriyem Fosforlu Cevriyem, İbrahim Tatlıses'in 1988 yılında sahibi olduğu Tatlıses Plakçılık (İdobay Müzik) tarafından yayınlanan konser kaydı albümüdür. Daha sonra bu albümün yayın hakkı Hüseyin Emre Plakçılık'a devredilmiştir. Yer-Su Yer-Su, Türk ve Altay mitolojisinde bir doğa katmanı. Aynı zamanda eski Türk İnancı Tengricilik'te bir ruh kategorisidir. Yar-Sub veya Yar-Suv olarak da söylenir. Karşıtı Gök-Kal'dır. Bu inanca göre "Yer-Su" ruhları "Toprak Ana" Ötüken'e bağlı doğa ruhlarıdır. Bazen bir ağacın, kayanın, dağın, gölün, ırmağın ya da hatta bütün bir ülkenin ruh'u olurlar. Yer Su'lara saygı göstermek gerekir. Bir ormana girildiğinde dikkatli hareket edilir; sesli konuşulmaz, dallar kırılmaz, taş atılmaz. Eğer insan doğadan birsey aldıysa bu sadece doğa ruhlarının izin vermesiyle mümkün olmuştur. Bu yüzden insanlar Yer Su'lara şükür ederler. Yer ve su ruhlarını da içeren doğal varlıkların tamamından oluşan bir külttür. Bu anlamda kutsal bir güç ve yaşam enerjisidir fakat maddi varlıklardan da soyutlanmış değildir. İnsanlar bu enerji ile ve bu enerjiyi taşıyan soyut varlıklarla doğrudan irtibat ve iletişim kurabilirler. Çünkü insana en yakın olan soyut katman burasıdır. Moğol Bayrağında simgesel olarak yer alan unsurlardan birisidir. Yer Su ruhları ise kendi içlerinde birkaç büyük alt kategoriye ayrılabilir fakat bu kesin bir sınıflandırma değildir. Çünkü alt kategorilerden ziyade bu ruhların hemen her nesne, canlı veya doğal varlık ile ilişkili olarak yüzlercesinin tespit edilebileceği gerçeği daha büyük önem taşımaktadır. Yine de kabaca şöyle genel bir sınıflandırma yapılabilir. Dağ Ruhları, Orman Ruhları, Ev Ruhları ve Su Ruhları en çok öneme sahip olarak ortaya çıkarlar. Diğer ruhları bunların içinde veya bunlara bağlı olarak yer alan soyut varlıklar olarak düşünmek mümkündür. Eski Türk Mitolojisinde Yer Su'lar bazen önemli bir rol oynar. Göç Destanında, Türkler 40 kuşaktan beri kutsal saydıkları bir kayayı Çinlilere armağan ederler. Bu yüzden aniden gök garib bir denge bürünür, kuşların ve doğadaki hayvanların sesleri kesilir, Bitkiler sararıp solmaya başlar ve Türklerin arasında salgın hastalıklar yayılır. Doğadan Yer Su'ların ""gööç.. gööç"" diye sesleri duyulur. Bu sesler ancak Türkler aylarca göç edip çok uzaklara vardıklarında kesilir. Bu şekilde Yer Su'lar kendilerine saygısızlık yapmış olan Türkleri cezalandırmış olurlar. Aynı şekilde belli kurallara uyulmadığı takdirde doğadan gelen bereketin azalacağına inanılırdı. Yer Su'lar unutulmuş ataların ruhları olduğuna inanılırdı. Ataların isimleri anıldığı sürece ailelerinin yakınlarında bulunup onlara destek olduklarına, ama eğer unutulup isimleri anılmazsa, doğaya gidip orada herhangi bir cisimin ruhu olduklarına inanırlardı. Yer - Dünya ve/veya üzerinde yaşanılan kısmı. Cer (Çer, Çir, Cir) olarak söylendiği Türk dilleri de vardır. Yeryüzü de denir. Moğollar Gazar derler. Türk-Moğol ve Sümer söylencelerinde Yer, dişil gücü simgeler. Doğurgandır. Sami (günümüzde İbrani-Arap) kültüründe ise tam tersidir. Havva sözcüğü göğü ve havayı çağrıştırır (Ava: Hava demektir). Adem sözcüğü ise yeri ve toprağı içerir (Adama: Balçık, çamur demektir). Moğolcada Dünyaya Yertönt denilir. Özellikle Türk Şamanizm’inde işlenmiş ve kaynağı muhtemelen Şamanizm olan Yer'in ekseni, geleneksel Şamanist düşünce, deneyim ve sembolizmdeki temel kavramlardan biridir. Yer’in ekseni, kısaca, Asya Şamanizm’ine, özellikle Altay, Yakut ve Uygur Türkleri’nin geleneklerine göre, insanların yaşadığı Yer, ölülerin göçtüğü “yeraltı” (öte-âlem) ve spiritüel anlamdaki Kutsal Gök’ten (Semavi Alem) oluşan üç ortam ya da alemi, merkezlerinden geçerek birbirlerine bağlayan ve direk ya da kazık adıyla belirtilen bir eksendir. Bu eksenin iki ucu “Yer’in göbeği” ile “Göğün göbeği” olarak adlandırılır. Yer’in ekseni sembolizmi, bazı bakımlardan Uzakdoğu tradisyonlarında kullanılan çarkın ekseni sembolizmini andırır: Çarktaki kimse yükselebilmek için önce çarkın merkezini bulmalıdır ki, eksende yükselebilsin. Nasıl çarktaki yatay ilerleme belirli bir noktaya (merkeze) gelindikten sonra yerini yükselmeye bırakırsa (çarkın ekseninde yükselmek, yataydan dikeye geçiş), transa giren şamanın ruhsal yolculuğunda da yatay ilerleme, “Dünya Dağı”nın ve “yaşam ağacı”nın bulunduğu “Yer’in göbeği”ne geldiğinde yerini yükselmeye (Yer’in ekseninde yükselme, yataydan dikeye geçiş) bırakır. Uygur, Yakut ve Altay Türkleri’nin tradisyonlarında “Göğün göbeği”, “Yer’in göbeği” ve bunlar arasında yer alan Yer’in ekseni hakkında söylenilenler şöyle özetlenebilir: Çeşitli tradisyonlarda “Yer’in göbeği”, “Yer’in kalbi”, “dünyanın merkezi”, omfalos (omphalos,eski Yunanca'da "göbek" anlamına gelir) gibi terimlerle ifade edilen ve betil taşlarıyla simgelenen “yeryüzünün merkezi”den geçtiği varsayılan bu eksen (axis mundi) Asya’da Şamanizm’in bulunduğu kimi bölgelerde şamanın transa geçtiği çadırının direğiyle, kimi bölgelerde ise köyün meydanına dikilen direkle temsil edilir ki, bu gelenek Orta Asya’daki birçok köyde halen sürmektedir. Bu Şamanist gelenek Kuzey Amerika Kızılderililerinde (totem direği), kimi Macar köylerinde de görülür. Her üç kültürde de direğin tepesine genellikle kartal ya da bir hayvan kondurulur (Kartal, Asya’da kimi zaman çift başlı tasvir edilir, Yakut şaman mezarlarında direğe tünemiş kuş motifi görülmekle birlikte, Altay köy direklerinde bazen at gibi başka hayvanlar da görülür.) Fakat Türk Şamanizm’inde direkle ilgili bir tapınmaya rastlanmaz ve direk, Yer ile Semavi Alem arasındaki irtibatın temsil edilmesinden başka bir amaca hizmet etmez. Orta-Asya ve Sibirya Şamanizm’inde, kayın ağacından yapılan bu direğin yerini kimi zaman kayın ağacının kendisi alır. Göçebe topluluklardaki bu direğin yerini, yerleşik toplum düzeninde, aynı anlamı ifade etmek üzere “sütun” almıştır. Kutlu kaplıcalar Türk halk inancında önemmli bir yere sahiptir ve genellikle "Çermik" adı verilir. Buraların iyeler (koruyucu ruhlar) tarafından korunduğuna inanılır. Çoğu zaman ıssız bir yerde (örneğin, bir dağın başında), amansız bir hastalığa yakalandığı için ölüme terk edilen bir genç, yaralı kurtların ya da yaban köpeklerinin kutlu bir suya ya da balçığa girdiğini ve iyileştiğini görür. Kendisi de aynı şeyi yapar ve üç gün üç gece o suda veya balçıkta kaldıktan sonra sapasağlam olarak çıkar. Buralar suyun ve/veya sıcağın (ateşin) kutsallığını bir araya getiren yerlerdir. Hattâ bu tür yerlerin çoğu zaman ağaçlık, dağlık bölgelerde bulunması bu mekânlara yönelik olumlu ve ruhsal anlamda sağaltıcı etkiyi artırır. Bazen bu su kaynaklarına yakın yerlerde bir erenin (evliyanın, ermişin) türbesi bulunur. Hastalıkla sınanan bu kutlu kişiye iyileşmesi için Tanrı tarafından gönderildiği de düşünülür. İçmece; Türk kültüründe içilince şifa bulunacağına inanılan sulardır. Aslında çoğu zaman içerdiği maddeler nedeniyle gerçekten iyileştirici etkileri vardır. Ayrıca bu durum genellikle bir efsâne veya halk hikâyesi ile pekiştirilir. Suyun şifa verici özelliği sıra dışı bir olaya veya kutlu bir kişiye bağlanır. Hıristiyan kültüründe ve bu kültürlerle iç içe veya komşu olunan bölgelerde bu tür pınarlara Ayazma adı da verilir. FEM Dershaneleri FEM Eğitim Kurumları, Türkiye'deki bir dershaneler zinciri. 2011 yılı itibarıyla İstanbul'da 47, Türkiye genelinde ise 180 şubesi bulunmakta idi. FETÖ paralel devlet yapılanması ile alakalı olarak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra devlet tarafından kapatılarak kayyum atanmıştır. 4.Uluslararası İstanbul Bienali 4. Uluslararası İstanbul Bienali, İKSV tarafından düzenlenen, resmi açılışı 10 Kasım 1995 tarihinde yapılan, 11 Kasım - 10 Aralık 1995 tarihleri arasında gerçekleşmiş olan sanat bienalidir. Bienalin sanat yönetmenliği René Block tarafından yapılmıştır. 4. İstanbul Bienali'ne 110'un üzerinde sanatçı katılmıştır. 4. İstanbul Bienali'nin teması "ORIENT-ATION" olarak belirlenmiştir. 20. yüzyılın sonunda politik ve ideolojik yöntemlerin başarısızlığa uğradığı ve bunun bir boşluk yaratmış olmasına rağmen sanatçılar için daha özgür bir ortam yarattığı görüşünden yola çıkılarak düzenlenmiştir. Buna göre, artık sanatçılar kendi bireysel sorumlulukları, kendi dilleri ve mitolojileri doğrultusunda seçtikleri malzemeler, biçimler, içerik ve bağlamlar aracılığıyla kendi alanlarını kendileri tanımlamaktadırlar. Bu bienal, dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılara, görsel argümanlarını ve tartışmalarını sergileyecekleri ortak bir buluşma ortamı hazırlamıştır. Ana Sergi Özel Projeler Özel Fluxus Sergisi Ötüken Ötüken Türk, Moğol ve Orta Asya tarihlerinde kutsal başkenttir. Ötügen olarak da söylenir. Ötügen (Ötüken) Türklerin yeryüzünde ilk var olduğu ve oradan Dünya’ya dağıldığı yerin adı olarak da kabul edilmektedir. Orhun Nehri kaynaklarını bu bölgeden alır ve Göktürk Devleti’nin de başkenti yine bu yörede kurulmuştur. İnanca göre bütün büyük devletlerin başkenti burada kurulmalı idi. Gerçekten de pek çok Türk ve Moğol Devleti bi
raz genişledikten sonra başkentlerini bu bölgeye taşımışlardır. Ötüken dağının Nama (Namı veya Namu) adında bir koruyucu ruhu vardı. Ötüken eski Türklerin ("Göktürk" vb.) geleneksel inancı Tengricilikte "Toprak Ana"'ya verilen isimlerden biridir. Moğollarda "Etugen", "Itügen" ya da "Odigan" gibi şekillerine de rastlanır. Ötüken-Kültü, Tengri-Kültü ile birlikte özellikle Göktürk Kağanlığı sırasında büyük önem kazanmıştır. Köktürkler,Uygurlar ve Kırgızların merkezleri,uzun süre,kutsal kabul edilen,Ötüken ormanı olmuştur.Ötüken Ormanı'nın merkez olmasını ve buraya adeta kutsallığın verilmesi,Orhun Yazıtlarında da göze çarpmaktadır.Ötüken ormanı,adeta;dışarıdaki kötülüklere karşı, sığınılacak güvenli bir ev olarak tasvir edilir. Eski inanca göre, "Toprak Ana"'nın keyfi ağaçların durumundan belli olur. Eğer ağaçlar sağlıklı ve güçlü yetişiyor ve bol meyve veriyorlarsa, Toprak Ana'nın insanlardan memnun olduğuna inanılır. Toprak Ana'ya edilen bir dua, güçlü ve büyük bir ağaca doğru yöneltilir. Natıkay veya Natıgay - Türk ve Moğol mitolojisinde Toprak Tanrısı. Ötüken'in eşi olarak görülür. Çocukları, hayvanları ve bitkileri korur. Marko Polo’nun Seyahatnamesinde adı geçer. Moğollar tarafından saygı gösterilen bir Tanrı olduğundan bahsedilir. Onun için keçeden ve kumaştan bir saygı alanı yapılırdı. Erkekler sağ, kadınlar sol ve çocuklar önüne dizilirdi. Bilge Kağan, Orhun Yazıtları'nda Ötüken Dağı'nın 'Türk memleketinin yüreği' olarak önemini dile getirmiştir. Hatta yazıtlarda, Çinlilerin oyunlarına karşı koyup direnebilmek için "Ötüken Ormanı'nından ayrılmayın." öğüdü verilmiştir. Ötüken şu an Rusya ve Moğolistan arasında bir yerde, yani Orhun Nehri'nin kaynaklarına yakındır. Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lügati't-Türk'te; "اتوكان Ötüken" ""Tataristan çöllerinde bir yer adı. Uygur iline yakındır."" şeklinde tanımlanmıştır. Ayrıca Kaşgarlı, çizdiği haritada, Basmıl bozkırlarının altında, "Feyafi-yi Tatar" (فإيافي تتار) Tatar bozkırlarını İli Nehri'nin sol tarafında ("batısında") göstermiştir. Ötüken (Eski Türkçe: , Ötüken yiş, Çince: 於都斤山, 都尉揵山 , 烏德鞬山/乌德鞬山, 都斤山, 大斤山, 郁督軍山/郁督军山; "Ötüken Dağı", , Ötüken yer; "Ötüken Yeri") adı verilen, ormanlarla kaplı bir dağ, eski Türkler için çok kutsal sayılır. (Öt/Öd) ve (Ed/Et) kökünden türemiştir. Ötümek (dua etmek), etmek (gücü yetmek) ve utağan (döl yatağı) anlamlarını içerir. Etmek (yapmak) fiili ile de bağlantılıdır. Ötög Moğolcada ayı demektir ve ayının yuvası toprağın içinde olup aynı zamanda kutlu sayılan bir hayvandır. Umay Umay (Kazakça: "Ұмай ана", Rusça: "Ума́й" veya "Ымай"), Türk mitolojisinde doğum ve bereketin sembolü olan en önemli kutsal varlıktır. Omay, Imay, Ubay, Humay olarak da anılır. Umay ana dişi olarak betimlenmiştir. İyilikler yapar. Doğacak çocukları belirler. Üç boynuzu vardır. Beyaz elbiselidir. Yere kadar uzanan beyaz, gümüşten saçları vardır. Görünümü yaşlı değildir, orta yaşlıdır. Kuş kılığına bürünebilir ve kanatlıdır. Yaşam ağacının sahibidir. Çocukları korur. Yeryüzüne bereket dağıtır. Etrafına ışık saçar. Kimi zaman kızarak insanları korkutabilir. Çocuğu olmayanlar kendisine kurban adarlar. Gökyüzünde yaşar. Bazen yeryüzüne iner. Yanında bir kuğu veya zarif bir at ile betimlenir. Hamile kadınları ve yavru hayvanları korur. Umacı (Omacı, Hommu, Humu, Umu, Imı veya Moğollarda Omısı) gibi düşsel varlıklar kendisi tarafından gönderilir. Fakat bunlara korkutucu anlamlar yüklenir. Çocukları korumadığı evlerde sıklıkla çocuk ölümleri yaşanır ve bu takdirde kendisine Kara Umay diye hitap edilir. Bazen Humay olarak da adlandırılır ve Hüma kuşu ile bütünleşik anlamlar içerir. Taskıl Umay (Kel Umay) olarak adlandırıldığı da olur. Ancak uzun saçları olduğu dikkate alındığında bu durumun zaman zaman büründüğü bir görüntü olduğu söylenebilir. Ayrıca kendisine ithafen verilen Taskıl Umay şeklindeki bir dağın varlığı da bilinmektedir. Mavi ve beyaz kuş kılığına girebilir. Ama Hanım adlı yaratıcı ruh ile ve May Ana ile de bağlantılıdır. (Um/Om) kökünden türemiştir. Ummak, Dilemek, Korkutmak kökünden gelir. Etene(plasenta) anlamını da barındırır. Koruyucu, şefkatli demektir. Umaç, hedef demektir. Omay sözcüğü seçkin, güzide anlamına da gelir. Umay Moğolcada rahim anlamı da taşır. Tunguzcada Omo/Umu kökü yumurta bırakma manası taşır. Eski Türkçede Uma/Umat/Ubat yakmak, Tunguzcada Omah/Umah ve Yakutça Umay ocak anlamı taşır ve ateşle olan bağlantısını da ortaya koyar. En eski Türkçe kelimelerden birisi olan Umay kelimesi Divân-ı Lügati't-Türk'te, günümüzde ana rahmindeki plasenta kelimesini karşılayacak şekilde, "son, kadın doğurduktan sonra karnından çıkan sonu" olarak geçmektedir.Orhun Yazıtları´nda da geçen "Umay", Türk ve Moğol mitolojisinde bir bereket tini olup hamilelerin, doğmuş ve henüz doğmamış çocuklar ile hayvan yavrularının koruyucusudur. Tanrıcılık inancında Tanrı'dan sonra gelen en önemli dinsel varlıktır. Eski Türk yazıtlarında Tanrı'nın yanında ara sıra sadece onun adı geçer. Diğer dinsel varlıkların adı eski yazıtlarda geçmemektedir. Umay, bir çocuk doğacağı zaman oraya varır ve gök alemindeki Süt gölünden getirdiği bir damlayı çocuğun dudaklarına sürer, böylece ona bir ruh vermekte, 3 gün boyunca anne ve çocuğu korumaktadır. Çocuğun gülümsemesi, Umay'ın çocukla birlikte olduğu anlamına gelmektedir. Umay uzun süreli çocuğun yanından ayrılırsa çocuk hasta olur. Orta asya mitolojisindeki karşılığı "kız" anlamındaki Ece olan Umay'ın yeryüzü tanrıçası olduğu sanılmakta, Hakas halkı tarafından Imay Ece olarak adlandırılmakta beyaz saçlı ve narin bir hanım olarak tasvir edilmekte, pembe bir bulut üzerinden insanoğlunu gözetlediğine inanılmaktadır. Sibirya'da yaşayan Yakut halkı tarafından Ayısıt adıyla bilinmektedir. Camadan Osmanlı zamanında giyilen çapraz iki sıra düğmeli ve harçlı bir tür kısa kolsuz yelek. Kadife veya çuhadan yapılırdı. Kolları dikişsiz olanlara cepken denirdi. Kol ve yakaları işlemelidir. Potur üstüne giyilirdi. Bulgar Eksarhlığı Bulgar Eksarhlığı ( "Bǎlgarska ekzarhija") Otosefal Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin resmi adıdır. Eksarhlık, 1945 yılında Patrikhâne tarafından tanındı ve 1953 yılında Bulgar Patrikliği'ne dönüştürüldü. Rum patriğinin ikâmet ettiği binaya Patrikhane dendiği gibi, Bulgar ruhâni liderinin bulunduğu Fener'deki yere de Eksarhhâne denirdi. Sultan Abdülaziz döneminde 28 Şubat 1870 târihli ferman-ı hümayun ile kuruldu. O döneme dek Osmanlı Devleti'nde geçerli olan millet sistemi uyarınca Bulgarlar da Rum Ortodoks Milleti'ne mensuptu. Bulgar İsyanları'nın filiz verdiği ve Bulgarlar'ın Rum Ortodoks tahakkümünden ayrılmak için hareketlenmeye başladıkları 1840'lı yıllarda başlayan mücadele 1870 tarihli ferman ile sonuçlandı ve yaklaşık 30.000 Bulgar kökenli Osmanlı vatandaşının yaşadığı İstanbul'da bir Eksarhhane kuruldu. 1872 yılında da Bulgar Eksarhhânesi Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ilişiğini kesti. 1908 yılında Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilân etmesiyle Eksarhhane'nin taşınması gündemi meşgul etmeye başladı. 1913 yılında Balkan Savaşı'nın ardından Eksarh Josef I döneminde Sofya'ya taşındı ve İstanbul'daki kurum "Eksarh Vekilliği"ne dönüştürüldü. 1945 yılında "Eksarh Vekilliği"nin Patrikhane'ye bağlanmasıyla Eksarhhane'nin faaliyeti de sona erdi. 1912-13 Balkan Savaşları'na kadar Bulgar Eksarhlığı'nın Bulgaristan'da 23 piskoposluğu bulunmaktaydı: Vidin, İvraca, Niş (1878 yılına kadar), Lofça, Tırnova, Rusçuk, Silistre, Varna, Preslav, Sliven, Eski Zağra, Pirot (1878 yılına kadar), Filibe, Sofya, Samokov, Köstendil, Üsküp, Debre, Manastır, Ohri, Köprülü, Ustrumca ve Nevrokop. Ayrıca sekiz bölgede de piskopos vekili bulunmaktaydı: Florina, Vodina, Kesriye, Selanik, Kılkış, Serez, Edirne ve İskeçe. Efendiler götürsün Efendiler Götürsün deyimi, eskiden beddua yerine kullanılan bir tabirdi. "Cenazeni hocalar alsın götürsün" demektir. Eskiden "efendiler" denince "alimler" kastedilirdi. Halk hürmet eseri olarak "hocalar" gibi bir tabir kullanmazdı. Genellikle birisine seslenme sonrasında verilen; "-Efendim ?" cevabına karşılık hiddetle "Efendiler götürsün seni!" denirdi. "Öl de senden kurtulayım" demek olur. Harik Köşkü Harik Köşkü, (yangın köşkü) İstanbul'da çıkan yangınları görmek ve haber vermek üzere yapılmış binanın adıydı. Beyazıd'da şimdiki yangın kulesinin bulunduğu yerde olan bu ahşap yangın kulesi yanınca, yerine şimdiki kule yapılmıştır. Harik Köşkü'nde "dideban" adı verilen gözcü tarafından fark edilen yangın, "köşklü" adı verilen haberci ile mahalle bekçilerine iletilirdi. Rotterdam Rotterdam Hollanda'nın Güneybatısında bulunur. Amsterdam'dan sonra nüfus olarak 2. büyük şehirdir, fakat Rotterdam'ın yüzölçümü daha büyüktür. Rotterdam, Avrupa'nın en büyük limanını bünyesinde barındırır. Dünyanın dört bir yanından getirilen kargoların kıtaya kuzeyden giriş noktasıdır. İsmini Rotte ırmağından almaktadır. Nüfusun (1 Ocak 2007'de: 584.046 kişi) yaklaşık yarısının Hollanda kökenli olmadığı bu şehirde, %7,8 oranında (45.457 kişi) kayda değer bir Türk nüfusu da yaşamaktadır. Rotterdam'in ulusal sloganı: Sterker door Strijd, yani: Mücadele ederek, daha güçlü olmak.. II. Dünya Savaşı sırasında, 10 Mayıs 1940'da Nazi güçleri tarafından işgal edilen Hollanda, Hitler tarafından 1 gün içerisinde tamamen ele geçirilebilir olarak görülmüştür. Fakat Alman güçleri ummadıkları bir şekilde kuvvetli bir dirençle karşılaşmışlardır. 14 Mayıs 1940'ta Alman güçleri, Hollanda güçlerinin silah bırakmasını sağlamak amacıyla Rotterdam başta olmak üzere Hollanda şehirleri üzerinde yoğun bombardımana başlamıştır. Özellikle Rotterdam, Alman Hava Kuvvetleri (Luftwaffe) tarafından neredeyse tamamen yok edilmiştir. Tahmini olarak 800 sivil öldürülmüş ve 80.000 kişi evsiz kalmıştır. 1950'den 1970'e kadar şehir tamamen yeniden inşa edilmiştir. Giulio Cesare Vanini Giulio Cesare Vanini (1585 - 1619), İtalyan keşiş, filozof ve ateizm kuramcısı. Küçük yaşta ailesi tarafından Cizvitler'in yönettiği okullara gönderildi. Daha sonra yine aynı tarikatın yönettiği Napoli Üniversitesi'ne devam et
ti. 1603 yılında çok sofu ve gizemli bir tarikat olan Karmelitler'e kabul edildi. 1606'da Karmelit keşişi olarak hukuk doktoru oldu. 1608'de Padova'ya 1611'de de Venedik'e atandı. 1612 yılında Karmelitler ile arası açıldı ve İngiltere'ye kaçmak zorunda kaldı. Fikir ve din suçlusu sayılan Vanini, İngiltere'de Hristiyanlığın Tanrısı'nı (İsa) kabul etmediğini ilan etti ve görüşlerini yaymak için Hollanda'ya, Lyon'a, Paris'e gitti. Bu dönemde iki kitap yazdı ve 1615-1616'da yayımladı. Bunlardan De Adminrandes'de öne sürdüğü görüşe göre; "Kendisi madde olmayan bir Tanrı nasıl olur da maddi dünyayı yaratmış olabilir ki?" diye sormuş ve devamında da "Sonsuz olan Madde'dir, Ruh değildir". "Cin, peri ve şeytanın bizzat Kilise tarafından uydurulmuş ve gerçekte var olmayan yaratıklar" olduklarını söylemişti. İnsan hayvandan gelmedir, onun ileri bir aşamasıdır, temizidir. Sizler de Doğa'dan başka hiçbir güce sakın tapmayın. En büyük ve tek güç madde ve doğadır, demiş ve kendini Hristiyanları dinsizleştirmeye adamıştı. 1619 yılında ateizm suçlamasıyla yakılarak idam edildi. Kitapları hala Vatikan'ın 'Yasak Kitaplar Listesi'ndedir. Konu bağlamında araştırma yapanlar ateizmin kaynağının bizzat Roma Kilisesi olduğunu öne sürerler ve kanıt olarak da 15. ve 16. yüzyılda ortaya çıkan tüm ateistlerin bu kiliseden çıkmış olduklarını gösterirler. Aytunç Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, s. 18-19 Bejeweled Bejeweled (veya Diamond Mine), amacı aynı nesneden en az 3 tane dikey veya yatay yan yana gelecek şekilde dizmeye çalışmak olan, ilk olarak PopCap Games tarafından 2001'de geliştirilmiş olan bir oyundur. Tekno müzik Erken elektronik müzik, Oskar Sala ve Karl-Heinz Stockhausen için santral, Oskar Sala ve Karlheinz Stockhausen elektronik müziğin ilk öncüleri olarak kabul edilir. Fikirlerini ve klasik beste çalışmaları teknoloji ile birlikte. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başlarında da Düsseldorflu grup Kraftwerk çağdaş müzik için ilham kaynağı idi. Kraftwerk onun dördüncü albümü "Autobahn" (1974) ile belirtilen elektro müzik tarzı için temel taş koydu. özellikle kendi albümleri üzerinde bugüne kadar daha sonra müzikal gelişimi üzerinde etkili olmak, "İnsan-Makine" (1978) ve "Computer World" (1981) vardır kısmen tipik minimalist techno, danceable elemanları gösterdi. 1982 olan o Kraftwerk şarkısı "Trans-Avrupa Express" melodi reworked başlık Afrika Bambaataa "Planet Rock" yayınladı. "Planet Rock" şimdi Electro veya Electro Funk taşı olarak, erken hip-hop klasikleri olarak kabul edilir ve oluşum gelecek techno öncülerinden için önemli bir ilham kaynağı oldu ABD'de elektrik santralinin popülerlik terfi. İtalyan üretici Giorgio Moroder disko tekrarlı dans ritimleri için 1970'lerde synthesizer arkasına yaslandı. Onun 1977 Donna Summer izlemek için üretilen elektronik dans müziği bir kilometre taşıdır "I Feel Love". Jean Michel Jarre ve Brian Eno 1970'lerde ve 1980'lerde, melodik synthesizer müzik öncü çalışmalar katkısı ve önemli bir ilham kaynağı olmuştur. 1979 Yello gelen ilk single'ı çıktı. Bu İsviçreli grup örnekleme ve alışılmadık bir ritim yapıları alanında yenilikler getirdi. Derrick May ve Oliver Lieb gibi Techno-üreticilerin ilham kaynağı olarak bugün onları arayın. ses, ritim, örnekler ve elektronik sesler deneme, Almanya, Einstürzende Neubauten 1980 yılında oluşturulmuş. 1980 yılında kurulan İngiliz synth-pop grubu Depeche Mode düzenli olarak hala bir ilham kaynağı olarak bugün bilinen Detroit techno originators Derrick May, Kevin Saunderson ve Juan Atkins tarafından kullanılır. İngiliz Industrial hareket Cabaret Voltaire ve Richie Hawtin Tanith gibi ya da etkileyen faktör olarak çeşitli tekno-üreticilerin verilir Detroit Techno gelişimi için önemli kabul ediliyor. Avrupa'da, terim "techno" Andreas Tomalla (aka Talla 2XLC) tarafından 1982 yılında ilk defa kullanıldı. Frankfurt Müzik severler ve Frankfurt merkez tren istasyonunda bir rekor deposunda 1980'lerin başında. Orada, o ayrı bir kategoride Elektronik olarak üretilmiş müzik kayıtları sıralanmış ve "teknoloji" ile değiştirildi. Böylece ortaya çıkan toplu isim elektronik New çeşitleri düzenleyen Alman avant-garde (santral), elektronik pop müzik (Depeche Mode), EBM (Front 242, Nitzer Ebb), Sanayi (Cabaret Voltaire, Clock DVA, Throbbing Gristle) ve genel bilgi olarak ilk akış dahil- ağır Avrupa stilleri etkilenmiştir Dalga dönem (Elektro Wave), fakat aynı zamanda Detroit Techno (Name Of A Number, Cybotron). ve Almanca dil alanında tercihen - - geniş bir alana kurulması 1990'ların başına kadar bu haliyle uluslararası elektronik müzik için bir şemsiye terim olarak "teknoloji" olabilir. 1990'larda daha sonra tekno-dalga önemli bir fark 1970'li ve 1980'li yıllarda bireysel stillerin ortaya çıkmasına yol açan nedenleri bulundu. tematik ve işitsel - - Geleceğin çoğunlukla distopyacı şeklinde vizyonlar, post-endüstriyel ve kentsel çürüme, duygusal, soğuk ya da korku içinde Human League gibi sadece birkaç temsilcileri aldı electro pop hariç, düşündürücü konular ile çok sayıda sanatçı çalıştı nükleer felaketlere karşı süreç. tehlike için modern teknolojiyi kullanarak, o zaman gelin bu bazen görünüşte kendini çelişkili girişimi tamamen yabancı olarak daha sonra techno hareketi içinde idi. O 1990'lı yılların sonundan itibaren Anthony Rother gibi sanatçılar ile elektro-canlanma ("biyomekanik", "Bilgi Bankası / Nükleer Kış") sadece pratikte ortaya çıkmıştır. adı "Techno" altında 1980'lerin sonlarında giderek ağır house müzik tarzından etkilendi açık olunca, yakında karışıklık oldu. 1993 yılında techno dergisi Başsayfa 1980'lerin başlarında techno ve Techno-House kaydetti yeni oluşturulan tarzı arasındaki farkları çalıştı. Her iki akım "Techno" Tekni "veya yeni kategori adlandırma için çeşitli alternatifler söz beri" Zorunlu "olan hiç etkilenmiştir sunulmuştur. Böylece 1980'li (özellikle KDT ve Industrial) ve doğrudan (Dark Electro ve Elektro-Endüstri gibi) 1990'ların yönleri üzerine bina stilleri zevk - terimdir "Techno" altında - üç yıldır paralel bir olgu durumunu kez terim "elektrik" elektronik müzik "ile bir başarıyla etkisiz olmak. Techno [tɛknoʊ] elektronik bir müzik tarzıdır. Terim aynı zamanda elektronik müziğin farklı, ilgisiz stilleri için kolektif bir terim olarak kullanılır. Müzik hakkında, gerçek bir gençlik kültürü, techno sahne var. elektronik avant-garde müziği ve Musique temelinde Beton 1970'lerde Sanayi gelişti. Bu doğrultuda tipik örnekleri sık sık (özellikle film ve radyo kayıtları) ya da çığlık vokal ile zenginleştirilmiş ses kırpma, gürültü veya makine gürültüsü gibi besteleri idi. Ana odak provokasyon ve günlük hayatın acımasızlığının sınırsız bir performans gösterdi. genel olarak toplumsal bilinç bastırılmış veya tabu olan şeyler - Ortaya çıkan maddi konuları savaş, işkence, cinayet, faşizm, terörizm, izolasyon ve cinsel sapıklık gibi içerir. bir müzikal düzey techno-çevre birçok üretici üzerinde etkisi Throbbing Gristle, Cabaret Voltaire ve SPK dahil Endüstriyel önemli temsilcileri. Önemli, hardcore techno ve Gabba gelişimi için de Sanayi ve ileri tekno-alttür için ilham olarak görev yaptı. oluşumları köklerine ses ve içerik yakın dayanır mevcut işleri ile var hala bu gelişmelere ek olarak. Böyle Üçüncü Reich'ın tabu konular sıkça olduğu gibi faaliyetlerde ev bantları Arafna ve Kasım Növelet. Özellikle Almanya'da DAF gibi bazı sanatçılar, Liaisons Dangereuses yararlandı veya 1980'lerin başında Krupps Die Neue Deutsche Welle bir parçası olarak yeni geliştirilen sequencer olanakları. Belçika (Front 242), İngiltere (Nitzer Ebb) ağırlıklı olarak Avrupa ve daha sonra dört bir yanından gelen ve böylece oluşturulan ağır minimalizm etkisinde, tekrarlayan ses döngüler ilham müzik projeleri. Bunlar da sanatçı ve erken endüstriyel dans-punk büyük, hacimli sesler geçti böylece Electronic Body Music, 1990'ların başında genişletilmiş kadar olan süre için dönem için temel atma. EBM Detroit Techno, New Beat ve daha sonra Goa trance gelişiminde önemli bir faktör olarak bu durumda geçerlidir. 1980'lerin sonlarında, (Vücut, 1988 için Asit) Bigod 20 ile örnek öylesine için acid house ile ilk örtüşme vardı. DJ'ler ve üreticileri Sven Väth, DJ Hell gibi, 1980'lerde, EBM kadar koyun ve techno bu tarz geldi. 1980'lerde, 1970'lerde disko seslerin bir gelişme olarak, Chicago, house müzik Atölyesi gece kulübü kuruldu. Tipik vinil tek ("başlıklı Club Mix" genellikle) genişletilmiş ritim geçişi ile şu anda zaten bir sürümünü içeren. (New York gece kulübü Paradise Garage itibaren "Garage House" için eponymous) Özellikle iki DJ Frankie Knuckles (Chicago depo, eponymous sonra "house" müzik için) ve Larry Levan bu monoton ara adet hipnotik ve öforik etkileri kabul ve sadece çeşitli kayıtların bu pasajlar karıştırmak ve şarkı gerisini bırak başladı. Hatta bazen aynı plaka sipariş edebilirsiniz yapay kendi ritim bölümünde uzatmak için yinelenen satın alınmıştır. Levan ve Knuckles şimdi Evi'nin kurucusu olarak kabul edilir. Yakında Ron Hardy, Steve Hurley ve Marshall Jefferson gibi üreticileri bir dizi ismi "House" altında Chicago ilk kayıtta yayınlamaya başladı. Detroit Techno elektronik müzik tarzları için yeni yaklaşımlar hızla yayıldı ve 1980'lerin başında ve Charles Johnson (aka heyecanlandırıcı Mojo) tarafından yönetilir oldu Detroit'te gece radyo programında Midnight Funk Derneği, içerik vardı. Johnson sesler dengeli bir dizi açıkça kaldı ve görevini müziğin birçok stilleri birleştirmek için çalıştı. Bu programın sonunda Detroit techno ses farklı stilleri füzyon tarafından oluşturulan (genellikle Belleville Üç olarak anılacaktır) yapımcı Juan Atkins, Derrick May ve Kevin Saunderson için ilham kaynağı oldu. Juan Atkins Richard Davies ile birlikte adı Cybotron kayıt altında 1984 yılında yayınlanan "Techno City." bir röportajda İngilizce Cybotron çıktı Kısa bir süre sonra dergi "Face". Bunu gösterdi ayrıca bir gazeteci Cybotron ve müzikal yönü soru bu. Juan Atkins "o techno çağrı" dedi. Smiley simgesi kitle hareketi için teknolojiyi önce Acid House
bir heyecan yarattı 1980'lerin sonlarında oldu. İlk Acid House, Chicago ev ses çok sert ve minimalist sürüm, İngiltere ve İbiza adasında tatil kutlandı. Acid House onun gerçek bir hippi canlanma externals yayımlandı. Özgür aşk gibi içki ve dizginsiz tüketim olarak lanse 1988 yılında "Aşk İkinci Yaz" sırasında oldu. müziğin sembolü ve sahne gibi gülen sembolüydü. olan eğilim büyük çapta ticari kapsamlı ve hızlı medya tarafından sinirli. Geleneksel dans müziği pazarlık bidonları satılan simge butonları ile sağlanmaktadır (hatta daha sonra) olmuştur. Sonra asit uyuşturucu LSD için argo eşanlamlı ve Ecstasy uyuşturucu sahnesinde çok popüler oldu ortaya çıktı. Reaksiyonları sıkı polis denetimleri ve sayısız baskınlar edildi. Mağazalar da ilk on içinde olsa bile, aralık ve büyük radyo istasyonlarından tüm gülen makaleleri acid house yapımları oynamayı reddeden zarar korkusuyla edildi. Bu boykot sonucu acid house sahnesinin hızlı kaybolması oldu. Geleneğe göre, New Beat kaza tarafından oluşturulduğu sırada DJ Marc Grouls 1986 single "Flesh" A Split Second 45 rpm yerine 33 rpm gerçekleşti Belçikalı elektronik oluşumu. Bazı yorumları Grouls ama 'arabuluculuk değil izlenim, New Beat aynı anda mevcut acid house dalga karşı bir hareket olarak geliştirilmiştir. Seyirci Acid House hızına alışamadım, birçok kulüp müdavimlerinin, neredeyse onu dans etmek mümkün değildi. Bu Oyundan sonra eski CD'ler başlangıçta, EBM klasikleri de dahil olmak üzere, yavaş ama aynı zamanda seçkin Asit parça tarafından durduruldu değildi. Ilk New-Beat-müzik mağazaları ve büyük mağazalar, büyük bir şekilde pazarlanan Antler Metro New Beat gibi etiketler giden yolu buldu plakalar. Yeni oluşturulan Yön hızları bir özelliği 90 ve 115 bpm ve KDT, acid house ya da Hi-NRG gelen birçok etkileri arasındaydı. Sadece iki yıl sonra, New Beat patlaması sona erdi. O Ancak, Belçikalı techno yapımcı bir dizi ileri getirdi ve erken Frankfurt techno bültenleri üzerinde önemli etkisi oldu. En büyük tekno olayı, her sene Berlin'de yapılan tekno ve Rave şenliği Loveparade'dir. Adı ve sloganı Loveparade olan şölen 1 milyon dan fazla insanın beats lerin eşliğinde çılgınca ve hür dans etmesidir. Berlin belediyesinin çevre kirliliğini sebep göstermesinden dolayı, şöleni organize eden firma 2006 senesinde bu yılın olayını iptal etti. Geleceği konusunda şu an belirlenmiş bir takvim yok. İlk kez 1991 de birkaç otomobil ve stand kamyonlarından yayınlanan tekno müziğinin beatsleri ile 6.000 kişi tekno yaparak gösteri yaptı. Şiddet Şiddet veya yeğinlik, temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik psikolojik davranış türüdür. Toplumumuzda sıkça baş vurulan bir hareket tarzı olan şiddeti tanımlamak gerekirse. Şiddet : Uygulayıcısı tarafından bilinçli olarak karşıdaki kişiye ya da kişilere, kurum ya da kuruluşlara hatta canlı diğer varlıklara ( bitki örtüsü,hayvanlar, yaşam kaynakları vb.) çeşitli amaçlar adına çıkar elde etmek, onlara karşı üstünlük ya da hakimiyet kurmak, istenilen hal ve hareketlerin elde edilmesini sağlamak, imtiyaz ya da ayrıcalık sağlamak, saygınlık ya da sevgi kazanmak, kısacası maddi ve manevi çıkar ve menfaatlerin elde edilmesini sağlamak amacı ile fiziksel, sözlü, psikolojik ya da işaretler yardımı ile uygulanan kişi ya da kişilerin, kurum ya da kuruluşların hatta canlı diğer varlıkların ( bitki örtüsü,hayvanlar, yaşam kaynakları vb.) yaşam, özgürlük, irade, istek, hak ve sağlıklarına zarar verici, bu hakları ortadan kaldıran ya da geçici süre ile bunların ortadan kaldırılmasını sağlayan hal ve hareketlerin tümüne şiddet denilebilir. Örnek vermek gerekirse, evli bir çiftin, kocanın karısına, kadının kocasına aile içi ya da dışı problemlerden ötürü fiziksel şiddet uygulaması ( dayak, itmek, çimdiklemek vb.) olabileceği gibi gene aralarında olan anlaşmazlıklardan doğan problemlerden ötürü aşağılama, küfür etme, hakaret etme gibi sözlü şiddet de görülebilir. Yine aynı çift arasında problemlerden ötürü dargınlık ve eşlerin birbirine surat asması da psikolojik şiddete örnek gösterilebilir. İşaretler ile yapılan şiddet içinde verilebilecek örnekler şunlar olabilir; iki ya da daha çok arkadaş arasında çıkan problemlerden ötürü bireylerin birbirlerine çeşitli el kol hareketlerinde bulunması ya da ebeveyn ile evlat arasında çıkan bir anlaşmazlıktan ötürü ebeveynin evladına söz ya da fiziksel bir hareketten ziyade sadece elini kaldırması ve tehdit kar bir bakış ile bunu desteklemesi de şiddet olarak sayıla bilir. Bu örnek de psikolojik şiddet ile işaretler ile yapılan şiddet bir arada bulunmakta dır. Tanımımızda belirttiğimiz üzere sadece insanlar arasında olmayan şiddet canlı diğer varlıklar ve kuruluşlara karşıda yapıla bilmektedir. Örnek vermek gerekirse; Pikniğe çıkan bir ailenin bireylerinin etraftaki doğa örtüsüne zarar verici hal ve hareketlerde bulunması fiziksel şiddetin canlı diğer varlıklara olan modeli olarak örneklendirilebilir. Sözel şiddet de ise bir evcil hayvan sahibinin, bu evcil hayvanımız bir köpek olsun, eğitim vermek, yaptığı bir hareketi yanlış olduğundan cezalandırmak ya da sahibinin kim olduğunu kime itaat etmesi gerektiğini öğretmek amacı ile sözel olarak yüksek sesle komutlar ya da azarlamalarda bulunması örnek teşkil edebilir. Aynı örneğimizde fiziksel şiddet de uygulanabilir. İşaretsel olarak hayvanlara şiddet uygulamak pek tabi mümkündür. Belli hareketlerde dayağa maruz kalan hayvan birkaç yeniden sonra bir takım el kol hareketlerinin ona yine dayak atılacağını anımsatması ve o hareketleri görmesi ile çeşitli tedirginlik ya da bulunduğu yerden kaçma eğilimi göstermesi buna örnek olabilir. Psikolojik şiddet de yapılan bilimsel deneylerde canlı diğer varlıklara uygulanabildiğini göstermiştir. Sürekli aynı kişi tarafından şiddete maruz kalan evcil hayvanımız bundan sonraki diğer kendisine sürekli şiddet uygulayan kişiyi gördüğünde psikolojik olarak tedirginlik ve kaçma eğilimi gösterebilir. İşaretsel şiddet örneğindeki durumda da evcil hayvanımız aynı zamanda psikolojik şiddete de maruz kalmaktadır. Bir kurum ya da kuruluşun,kişi ya da kişiler hatta diğer kurum ya da kuruluşlar tarafından da şiddete maruz kalabileceğini tanımımızda belirtmiştik.Bu konuda da örnek vermek gerekirse; iki rakip firma arasındaki rekabetten ötürü firmaların birbirlerini karalayıcı ya da engelleyici hal ve hareketleri buna örnek teşkil etmektedir. Bir firmanın televizyon reklamlarında firmanın ülkenin en iyi ürününü çıkarmasının lanse edilmesi diğer firmalara uygulanan şiddet olarak nitelendirilebilir ya da bir ürünün emsallerinden daha kaliteli olduğunun iddia edilmesi ve diğer ürünlerin işe yaramaz olduğunun dikte edilmesi de kurum ya da kuruluşların birbirlerine şiddet uyguladığının örneği olabilmektedir. Amaç bu reklam ya da tanıtımlarla pazar payının yükseltilmesi yani üstünlük elde edilmesi değimlidir? Aynı kurum ve kuruluşlardan maddi çıkar sağlamak amacı ile kişi ya da kişiler tarafından tazminat davalarının açılması, çeşitli görüş ya da düşüncelerin eğilimi içerisinde kurum ya da kuruluşlara karşı protesto yapılması kişi ya da kişilerin kurum ya da kuruluşlara uyguladığı şiddet olarak nitelendirilebilir. Kitle iletişim araçlarında gösterilen programların bireylere ve topluma çeşitli menfi durumların elde edilmesi adına bir takım görsel ve sözel şiddet hareketlerini uygulamaları.İzleyici kitlesine, çeşitli programlarla ürün ya da üretici kuruluşların tanıtılması daha fazla Pazar payının elde edilmesi amacı ile ısrar ve sürekli tekrara dayalı olarak yönlendirici bilgi içeriği sunulması da kurum ve kuruluşların, kişi ya da kişilere şiddet uygulaya bileceğine örnek olabilmektedir. Genel olarak baktığımızda ve örnekleri detaylandırarak çoğalttığımızda, şiddet; kişi ya da kişilerin, kurum ya da kuruluşların birbirlerine ya da yaşanılan doğa, hayvanlar ve diğer yaşam koşullarına karşı uyguladıkları bilinçli olarak yapılan. Sırp-Hırvatça Sırp-Hırvatça, tarihî Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin resmî dili. Bosna-Hersek'in Bosna Savaşı'ndan önceki dilidir. Bazı kullanımlarda "Yugoslavca" olarak da belirtilir. Bosna Savaşı'ından sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti devlet üç resmî dili bulunan bir ülke hâline gelmiştir. Bugünkü durumda hepsi ayrı bir etnik unsuru gösteren Boşnakların dili Boşnakça, Ortodoks Sırpların dili Sırpça ve Katolik Hırvatların dili Hırvatça olmuştur. Bu diller, Balkanlar’da Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan’da resmiyette ve kullanımdadırlar. 1970’lerde Sırp-Hırvatçada 2-3 bin Türkçe kelime kullanılıyordu. Bu sayı bugün için 500-1000 civarındadır. Sırpçada bazı Türkçe kelimeler, olduğu gibi kullanılmaktadır. Fakat telaffuz edilişlerinde küçük farklılıklar vardır. Aşağıda örnekleri verilen bazı kelimeler Türkçedeki kullanılışından biraz farklıdır: Mihail Kalaşnikov Mihail Timofeyeviç Kalaşnikov (; 10 Kasım 1919 - 23 Aralık 2013), Sovyet general ve silah tasarımcısı. Kalaşnikov silahlarının tasarımcısı. 1919'da Altay Kray'daki Kuriya'da doğdu. Lise öğreniminden sonra demiryollarında teknik sekreter olarak çalışmaya başladı. 1938'de Kızıl Ordu'ya girdi ve silah uzmanı olarak yetiştirildi. II. Dünya Savaşı sırasında Eylül 1941'de bir tank uzmanı olarak katıldığı Bryank Savaşı'nda ağır yaralandı. İyileşmeye başladığı sırada Moskova'daki Havacılık Araştırma Dairesi'nde AK-47 üzerinde çalışmaya koyuldu. Dzerşinski Akademisi'nin yöneticisi, tasarımını çok karmaşık bularak reddetti; ancak onu doğru yönlendirmeyle gelecekte birinci sınıf bir mühendis olabileceğini de belirtti. Bunun üzerine tasarımlarına devam etti. 1944 yılında tasarımına başladığı silahın 1946'da prototipinin yapımını tamamladı. 1948 yılında AK-47'nin Kızıl Ordu'nun donanımı için kabul edildiği bildirildi ve Kızıl Ordu'nun ana piyade tüfeği seçidi. Yine 1948 yılında Sta
lin Ödülü verildi; silahın ordu silahı olarak kabul edilmesinden bir yıl sonra da Sosyalizm Kahramanı ilan edildi. Daha sonra rütbesi Korgeneral rütbesine terfi ettirildi. 1966 yılında Yüksek Sovyet halk vekilliğine seçildi. 10 Kasım 2009 tarihinde yani 90. doğum gününde Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev tarafından Rusya Federasyonu Kahramanlığı ödülü aldı. Son yıllarında Rusya'ya bağlı Udmurtya Cumhuriyeti'nin başkenti Izhevsk'teki Izhmash fabrikalarında Kalaşnikov tasarımlarına devam etti. 23 Aralık 2013 tarihinde Udmurtya Cumhuriyeti'nin başkenti Izhevsk'te hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde 94 yaşındaydı. Mihail Kalaşnikov, 17 Kasım 2013 tarihinden ölümüne kadar olan sürede mide kanaması teşhisiyle yoğun bakımda bulunuyordu. Paint Shop Pro Paint Shop Pro, Jasc Corporation'un çıkardığı resim düzenleme yazılımıdır. Bu yazılım Adobe şirketinin sahip olduğu Photoshop yazılımının rakibidir. Yazılım Corel şirketine transfer edilmiş olup 9. sürüm ve sonrasındaki sürümler bu şirket tarafından çıkarılmaktadır. Paint Shop Pro pek çok web master tarafından resim işleme yazılımı olarak kullanılmaktadır. Profesyonel ve yarı profesyonel çalışmalara uygundur. Adobe Illustrator Adobe Illustrator (AI), Adobe firmasının geliştirdiği vektörel çizim yazılımıdır. Dosya biçimleri: AI, SVG, EPS ve PDF Gelişmiş vektörel çizge (grafik) çizim özellikleri ile öne çıkan bir yazılım olan Illustrator, QuarkXPress'in de olduğu gibi endüstri standardıdır. En güçlü rakibi Macromedia şirketince geliştirilmiş olan Freehand adlı yazılımdır. Ancak Macromedia'nın 2005 yılında Adobe tarafından satın alınmasıyla ve Adobe'nin Freehand'i geliştirmeyi sürdürmeyeceği yolundaki genel kanı, profesyonelleri Illustrator'a yönlendirmeye başlamıştır. Hem Mac OS, hem de Windows sürümleri bulunmakta olup, Adobe Creative Suite paketiyle sunulmaktadır. Paket içinde bulunan Photoshop, InDesign ve Acrobat Professional ile mükemmel bir uyum içindedir. Corel şirketinin ürettiği Corel Draw yazılımı ise, Illustrator'ın Freehand'den sonraki en önemli rakibi olmakla birlikte genel olarak Windows ortamında tercih edilir. CorelDRAW, Freehand'in ortadan kaldırılması ile birlikte Adobe Illustrator'ün tek rakibi olarak kalmıştır. Türkiye'de Freehand'in Illustrator'a üstünlüğü sürmektedir. Illustrator, halühazırda az sayıda profesyonel tarafından kullanılıyor olmasına rağmen, Freehand'den Illustrator'a ve InDesign' doğru hızlı bir geçiş yaşanmaktadır. Web tasarımı, broşür vb. tasarımı yapanlar Illustator'a geçerken; gazete, dergi vb. tasarımcıları InDesign'e geçmektedir. Adobe şirketi, Bilkom ile yaptığı çözüm ortaklığı anlaşması sonrası, Türk kullanıcılar için Illustrator'ın da içinde bulunduğu Adobe Creative Cloud paketini Türkçeleştirme çalışmalarını sürdürmektedir. Illustrator'ın kullanımda olan son sürümü, Creative Cloud ile gelen Adobe Illustrator CC 2017 sürümüdür. Ai dosya biçimi, Adobe Illustrator'ın öntanımlı kayıt biçimidir. AI dosya biçimi özellikle Adobe Illustrator'ın dokuzuncu sürümünden sonra köklü bir değişim geçirdi. EPS tabanlı ve özel bir sentaks kullanan eski yapısından, PDF tabanlı daha modern ve birlikte çalışılabilirliği daha kolay bir mimariye geçiş yapmıştır. Gelişmiş vektörel grafik çizim özellikleri ile öne çıkan bir yazılım olan Adobe Illustrator, QuarkXPress örneğinde de olduğu gibi endüstri standardıdır. Illustrator, bir endüstri standardı olması nedeniyle tasarım profesyonellerince ve çoğunlukla Mac OS X ortamında tercih edilir. Sodipodi Sodipodi, 2004 yılında geliştirilme aşaması iptal edilen ve Inkscape'in önceli olan bir açık kaynak vektörel grafik düzenleyicisidir. Cogito ergo sum "Cogito, ergo sum" (Türkçe: Düşünüyorum, öyleyse varım; René Descartes'ın Batı rasyonalizminin kurucu elementi olan felsefi sözüdür. ""Cogito ergo sum"" , Descartes'ın "Discours sur la méthode" (Metod üzerine söylevler, 1637) kitabında yer alır. Descartes önce dört kural saptadı: Seattle Halk Kütüphanesi Seattle Halk Kütüphanesi (İngilizce: Seattle Public Library veya SPL), Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington eyaletinde yer alan Seattle şehrine hizmet veren halk kütüphanesidir. Puerto Williams Puerto Williams, "Navarino Adası" 'nın (Ateş Toprakları'nın adalar grubu "Cabo de Hornos" 'un bir adası) kuzey kıyısında, 2700 nüfuslu, Şili'ye ait bir askeri üs. Beagle Kanalı'nın kıyısındadır. Puerto Williams,"Antártica Chilena" eyaletinin başkentidir. Bu eyalet Antarktika'yı da kapsar. Puerto Williams, diğer birkaç şehirle birlikte "Dünya'nın en güneydeki şehri" unvanı için tartışma halindedir.Koordinatları 54° 55′ 60′′ S, 67° 37′ W şeklindedir. En yüksek ısı derecesine Ocak ayında ulaşılır ki bu ortalama 10,6 °C civarındadır (genelde 5 °C ile 15 °C arasında iniş çıkış gösterse de, 20 °C de ulaşabildiği zamanlar olur).Temmuz kışın en soğuk ayıdır. Ortalama sıcaklık bu ay +2 °C dir (-2 °C ile 5 °C arasında değişir). Coğrafi konumu sebebiyle, yazın uzun günlerinin de etkisiyle ( yaklaşık 18 saat), günün güneşli veya yağmurlu olmasıyla bağlantılı olarak görece farklı sıcaklıklara sahiptir. Kış sıcaklığı ise 0 derece civarında ısı ile, daha az iniş çıkış gösterir. Bu mevsimlerde günler oldukça kısadır (Yaklaşık 8 saat) Navariano Adası çevresine, 1850 yılında "Anglikan" misyonerler tarafından yerleşilmiştir. Ancak mevcudiyetleri hastalık ve zor hava koşulları yüzünden kısa sürmüştür.1890'larda ada kısa bir süre için altına hücumcuların hedefi olmuştur. "Martín Gusinde" isimli bir Alman papaz ve etnolog, burada 1918 den 1923'e kadar Yagán isimli bir halkı araştırmıştır. Bugün burada ismini taşıyan bir müze mevcuttur. Puerto Williams 23 Kasım 1953 tarihinde Puerto Luisa ismiyle kuruldu ve 1956 yılında da Juan Williams Rebolledo'un onuruna, adı Puerto Williams olarak adı değiştirildi. Juan Williams 1843 yılında Punta Arenas yakınlarında Magellan Boğazı'nın gözlenmesi ve Şili haklarının güvence altında olması gayesiyle "Fuerte Bulnes" adında bir hisar kurmuştu. Aralık 1978'de Arjantin ile Şili arasında neredeyse savaşa yol açacak bir gerginlik oluştu. Anlaşmazlığın merkezinde, bölgedeki "Beagle Kanalı" ^nda bulunan ve petrol rezervlerine sahip olduğu tahmin edilen, Lennox, Picton ve Nueva adalarıydı. Anlaşmazlık Vatikan'ın ara buluculuğu ile 2 Mayıs 1985 tarihindeki bir sınır antlaşması ile barışçıl bir şekilde çözüldü. Ayşegül Aldinç Ayşegül Aldinç (d. 28 Eylül 1957 İstanbul), Türk şarkıcı, oyuncu. Gazeteci ve spor yazarı Orhan Aldinç ile resim öğretmeni Süheyla Aldinç'in kızıdır. Baba tarafı Boşnak'tır. Cihangir semtinde büyüyen Aldinç annesinin tayinleri nedeniyle orta öğrenimini Taksim, Kocamustafapaşa ve Feriköy semtlerindeki okullarda tamamladı. Liseyi Sultanahmet Erkek Sanat Okulu'nda bitirdi. Ardından Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü'nü (şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü'nü) bitirdi. Mezuniyetinden kısa süre sonra Anafartalar Ortaokulu'nda resim, İstanbul Akaretler ortaokulunda müzik öğretmenliği yaptı. Shirley MacLaine Shirley MacLaine, 24 Nisan 1934 doğumlu Akademi ödüllü Amerikan kadın oyuncu. Sinema oyuncusu Warren Beatty'nin kardeşidir. Richmond, Virjinya'da 24 Nisan 1934'te Baptist inançları olan İngiliz kökenli ABD'li bir baba ile İrlanda ve İskoçya kökenli Kanadalı bir anneden doğdu. Liseyi Virjinya'da bitirdikten sonra Broadway'de oyuncu olabilme hayaliyle New York'a taşındı. "The Pajama Game" adlı filmde Carol Haney'in ayağını burkup onun yerine geçmesiyle bu amacına ulaştı. Altı kez Akademi ödülüne aday olmayı başaran MacLaine, 1983 yapımı "Sevgi Sözcükleri (Terms of Endearment)" filmindeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. 19 kez aday gösterildiği Altın Küre Ödülleri'ni ise 5 kez kazandı. MacLaine, tanınmış bir oyuncu olmasının yanında New Age inançları üzerine yazdığı otobiyografik çok sayıda eserle New Age'i geniş kitlelere tanıtıp sevdirdi. Eşleri ve dostları aracılığıyla pek çok spiritualist ve din adamlarıyla bir araya geldi. Yaşadığı deneyimleri kitaplarında okuyuculara aktardı. Önemli kitaplarının çoğu Türkçeye de çevrilmiştir. Gönül Yazar Gönül Yazar (d. Mürşide Gönül Özyeğiner, 12 Ağustos 1936 , İzmir), Türk sanat müziği yorumcusu ve sinema oyuncusu. Türk müzik tarihinde yer alan en uzun soluklu isimlerden biridir. 1954 yılından beri profesyonel olarak müzikle ilgilenmiş, TRT Ankara Radyosunun gözde ses sanatçılarından biri olmuştur. İlk kaydı 1962'de yayınladığı bir 78'liktir. Gönül Yazar, 12 Ağustos 1936 tarihinde İzmir'de dünyaya geldi. Sanat hayatına 22 yaşında girdiği Ege Ses Kraliçesi Yarışması'nda birinci seçilerek atıldı. Necdet Yazar'la evlenerek Ankara Radyosu'na giren sanatçı Fahri Kopuz, Suphi Ziya Özbekkan gibi hocaların birikiminden yararlandı. Ankara Radyosu'ndan İstanbul sahnelerine transfer olduğu ilk yıllardan itibaren daima gözde,daima sevilir bir sanatçı olmayı başardı. 1962'de yayınladığı "Bak Bir Varmış/Takamadım Başıma Yıldızlardan Tacımı" 78'liği sanatçının ilk kaydı olmuştur. Daha sonra bir kez taş plak kaydı yayınlamıştır. İlk 45'liği ise 1965'te yayınladığı "Kelebeğim/Hayran Olurum Aşkı Bilene"dir. Yönetmenliğini Hulki Saner'in yaptığı; başrolünü Göksel Arsoy'la paylaştığı "Taş Bebek" filmi öyle çok sevildi ki o yıldan bu tarafa "Taş Bebek" lakabı sanat yaşamı boyunca büyük yıldızımıza yarenlik etti. İlk filminin ardından baş rollerini devrin en ünlü aktörleriyle paylaştığı onlarca filmde rol aldı. Karaca Tiyatrosu'nun sahnelediği "Papazlar Trafiği" isimli bir İngiliz piyesinde Gülriz Sururi ve Adile Naşit gibi büyük ustalarla aynı sahneyi paylaşarak tiyatro sahnesinden de sevenlerine seslendi. Alaturka sahnelerin taş bebeği Yazar, Pop müzik tarzdaki okuduğu plaklarıyla ve programlarıyla da beğeni topladı. Yaşar Güvenir'in "Sensiz Saadet Neymiş" isimli bestesini seslendirdiği 45'liği kendisine altın plak kazandırdı. 1979 yılında yayınladığı "Taş Bebek" ve 1989 yılında yayınladığı "Gönül'den Gönüllere" albümleri oldukça beğenildi. Seyyal Taner Seyyal Taner (28
Eylül 1952, Şanlıurfa), Türk şarkıcı ve oyuncu. Türk pop müziği ve Türk rock müziğine getirdiği renkli yelpazesi ile sahnelere farklılık getirmiş, sadece şarkı söyleyen vokalistlerin aksine, dönemin koşullarında bir ilki gerçekleştirerek dansçılarıyla çıkıp hem dans edip hem şarkı söyleyebilmiş, alaturka gazino kültürüne rock müziğini getirmiş, sesiyle ve ilginç kıyafetleriyle de dikkat çekmiş, Türk pop-rock müziğinin yerinde duramayan, asi, sıradışı ve cesur şarkıcısı olarak bilinir. Babası Farsça'da "akıcı olan" anlamına gelen "Seyyal" ismini vermiştir. Ailesi ile İstanbul'a yerleşmelerinin ardından Seyyal Taner ilköğretimden eğitimini tamamlamış, Amerikan Kız Koleji'nden mezun olmuştur. Okul yıllarında İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda dışarıdan bale eğitimi almış, müziğe meraklı olmasından dolayı, 1965 yılında Şerif Yüzbaşıoğlu'ndan ders almaya başlamıştır. Aynı yıl bir güzellik yarışmasında 3. olmuştur. Bir süre sonra Kanat Gür Orkestrası'nda amatör olarak şarkı söylemeye başlamıştır. İstanbul'da bir konseri esnasında Los Bravos topluluğu ile tanışır ve müziğe olan merakını gören topluluk üyeleri İspanya'ya döndükten sonra bir müzikal filmde rol teklifinde bulunurlar. 1968 yılında İspanya'ya gidip bu filmde rol alır. Film çalışması esnasında "Villa Rides" filminden teklif alır ve bu filmde ufak bir rol oynadıktan sonra Türkiye'ye dönüp sinema çalışmalarına devam eder ve birçok filmde "vamp kadın" rolleri ile dikkatleri üzerine toplar. Daha sonra sinema çalışmalarını bırakarak Almanya'ya gider ve Los Bravos topluluğunun gitaristi Peter Harold ile bir evlilik yapar. Kısa süren bu evlilikten sonra Türkiye'ye geri dönüp tekrar filmlerde rol alır. Ancak bir süre sonra, sinemayı bırakıp müziğe yönelir. Seyyal Taner daha sonraları Selda Bağcan, Ferhan Üçoklar ve Arda Uskan'ın desteğiyle şarkıcılığa başlar ve Emel Sayın'ın kadrosunda sahne almak için hazırlanır. Neşet Ruacan orkestrasıyla Seyhan Karabay ve Sedat Avcı eşliğinde sahneye çıkar. Seyyal Taner'in repertuarı yabancı şarkılardan oluşur ve kapanış içinse bir tane Türkçe şarkı çalışır. Seyyal Taner'in ilk kez seslendirdiği bu şarkı Erkin Koray'ın "Şaşkın" isimli şarkısıdır. Yıldırım Mayruk tarafından hazırlanan sahne kıyafetleriyle de göz dolduran Seyyal Taner'i izleyenler arasında bulunanlardan Haldun Dormen sahne performansından dolayı sahnelere bir panter düştü yorumunu yapar. 1974 Haziran'ın da ilk plağı "Tanrı Şahidimdir-Şimdi Sen Varsın" yayınlanır. İlk 45'lik plağı Ali Kocatepe'nin yapımcılığını üstlendiği firması "1 Numara Plakçılık"'tan yayınlar. Plağın bir yüzünde Erkin Koray parçası "Tanrı Şahidimdir" yer alırken diğer yüzünde ise Doğan Canku'ya ait "Şimdi Sen Varsın" yer alır. Aynı yıl başrollerini Neşe Karaböcek ve İzzet Günay'ın paylaştıkları Kısmet isimli filme konuk sanatçı olarak katılır ve "Şimdi Sen Varsın"'ı seslendirir. İlk plağının ardından ikinci 45'liği "Nene Hatun-Yalnızlığı Bir de Bana Sor"u yayınlar. Fakat, yayınladığı ilk iki 45'lik çalışmalarıyla iyi bir çıkış yakalayamaz. 1975 senesinde Ali Kocatepe, Esmeray, İlhan İrem, Gökben, Funda ve Ertan Anapa ile birlikte Antalya festivaline katılır ve parçaları "Antalyaya Koş" aynı yıl plak olarak yayınlanır. Aynı yıl profesyonel sahne çalışmalarına başlar ve ilk defa Lalazer Gazinosu'nda profesyonel olarak sahne alır. 1975 yılı sonlarından itibaren "Seyyal-Seyhan-Sedat" üçlüsü olarak sahne çalışmalarına devam eder. 1976 senesinde firma değiştirir ve Yavuz Asöcal plakçılık'a transfer olur. Bu şirketten yayınladığı üçüncü 45'liği "Son Verdim Kalbimin İşine-Elveda" ile beklenilen ilgiyi görür. Bu plağın devamı niteliğinde "Kalbimi Affettim-Sarmaş Dolaş" isimli kariyerinde dördüncü plağını yayınlar. Önce kalbine son verdiren ve sonra da affettiren bu proje şarkılarının sözleri Ülkü Aker'e aittir. Aynı yıl başrollerini Cemil Şahbaz ile paylaştığı Çizmeli Kedi isimli film birçok ünlü ismi bir araya getirir. O isimlerden bazıları Zerrin Özer'in ablası Tülay Özer ve Asu Maralman'dır. Üçüncü 45'lik çalışması olan "Son Verdim Kalbimin İşine" ile büyük bir patlama yapar. Yaptığı danslar ve showlarla bir anda Türkiye gündemine oturur. Bu büyük çıkışın arkasından "Kalbimi Affettim", "Seni Çok Özledim", "Gülme Komşuna" gibi büyük hitler yapar. "Son Verdim Kalbimin İşine", "Kalbimi Affettim" ve "Gülme Komşuna" plakları ile ardı ardına 3 tane Altın Plak Ödülü alır. 1976 yılında oynadığı "Çizmeli Kedi" filmi sahne dünyamızın birçok ünlü simasını bir araya getirir ve bir sonraki sene "Son Verdim Kalbimin İşine" isimli Seyyal Taner şarkısı Hababam Sınıfı Uyanıyor'da Adile Naşit ve oyuncu arkadaşları tarafından tarafından tiye alınır, büyük başarı sağlar. Yine o dönem Erol Evgin şarkılarıyla şaha kalkan Çiğdem Talu ile Melih Kibar ikilisi 1977 senesinde Seyyal Taner'e iki 45'lik hazırlar. Bunlardan ilki Norayr Demirci tarafından arenje edilen "Gülme Komşuna-Seni Çok Özledim" diğeri ise Timur Selçuk tarafından aranje edilen "Sorma Neydi O-Neden Gelmedin"dir. 1978 senesi boyunca orkestrası ipucu beşlisi ile hazırladığı işte yeni bir gün daha bugün ilkbahar adlı parçasıyla TRT'de boy gösterir, fakat parça plak kayıtlarına geçirilmez ancak 1979 yılında Asiye Nasıl Kurtulur'un değişik bir versiyonu olan "Çırpınış" adlı TRT tarihinin ilk TV müzikalini hazırlar. 1980 yılında Selami Şahin, Ahmet Selçuk İlkan ve Ülkü Aker destekli düzenlemelerini Osman İşmen'in hazırladığı ilk albümü "Lider" yayınlanır ve bu albümden sonra bir müddet suskunluk dönemine girer. 1981 senesinde "Naciye" adlı parçasıyla büyük bir çıkış yakalayan ve hemen ardından MFÖ, Seyhan Karabay ve Galip Boransu ex-orkestrası ipucu beşlisinden aldığı "Ele Güne Karşı" adlı parçasıyla TRT ekranlarında boy gösterir. TRT'den gördüğü boykottan dolayı bu parçaları plak olarak yayınlayamaz. "Ele Güne Karşı", 1984 senesinde Mazhar-Fuat–Özkan tarafından plak kaydına geçirilir ve grup bu parçayla büyük bir çıkış yakalar. "Naciye" ise 1984 senesinde Ahu Tuğba'nın Taçsız Kraliçe adlı filminin müziği olur. 1986 yılında "Naciye" ve "Leyla" şarkıları ile tekrar çıkış yapar ve 1986 Eurovision Türkiye Finali'nde sözü ve müziği Olcayto Ahmet Tuğsuz'a ait "dünya" isimli şarkısı ile Eurovision Türkiye elemelerine Aysun Aslan dans grubuyla birlikte katılır, fakat İlhan İrem ve Melih Kibar ortak bestesi "Halley"'i seslendiren Klips ve Onlar ile aynı puanı alır. Yarışmada iki birinci olduğundan jürinin oyu iki puan sayılır ve jürinin kararı ile şarkı birinci olur ve ülkeyi temsil eder. 1986 senesinde yıllar sonra ilk kez yeni bir albüm yapar. Albüm o dönemde daha plaklar tarih olmamasına rağmen sadece kaset olarak basılır. "Leyla" isimli bu albümde sözleri Aysel Gürel'e ait "Sen de Dans Et" isimli şarkı hariç tüm şarkıların söz ve besteleri Olcayto Ahmet Tuğsuz'a aittir. Ayrıca Seyyal Taner "Naciye" ve "Dünya" isimli şarkılarını da farklı versiyonlarla ilk kez bu albümünde yayınlar. Seyyal Taner, 1987 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Elemeleri'ne "Şarkım Sevgi Üstüne" adlı parçayla, Lokomotif müzik grubu ile katılır, yarışmada sonuncu olur. Fakat yıllar sonra Eurovision'un ellinci yıl galasında “Unutulmaz Danslar” bölümünde "Şarkım Sevgi Üstüne"'den kısa bir kesit izleyicilere sunulur. Şarkı "Une Melodie" adıyla Fransızca da okunmuştur. Şarkım Sevgi Üstüne 2007'de "En İyileriyle 2/Naciye" isimli albümde CD olarak tekrar basılmasına rağmen şarkının Fransızcası maalesef plaklar üzerinde kalır. 1989 yılında "Nanay" adlı albümle tekrar müzik dünyasına döner. Albümde herkesten önce ilk defa Istvan Leel Ossy ve Fahir Atakoğlu ile çalışmıştır. Kendi prodüktörlüğünde hazırlanan bu albüm yankı müzikten yayınlanır. Albümde Zeynep Talu, Fahir Atakoğlu, Orhan Atasoy, Istvan-leel-ossy gibi isimlerle çalışır. Bu albümle Seyyal Taner ülke standartlarının üstünde müzikal bir alt yapı ile zamanın ötesinde düzenlemelerden oluşan şarkılardan oluşan albümüyle dinleyiciden tam not alır. Yine bu albümde çalıştığı Orhan Atasoy'un "Gemiler" klibinde de rol almıştır. Nanay şarkısının İngilizce versiyonunu televizyon programlarında okumasına rağmen, bu versiyonu albümde yer almamıştır. 1990 yılında profesyonel sahne çalışmalarına bir son vererek günlerinin çoğunluğunu Bodrum'da geçirmeye başlar. 1991 yılında "Alladı Pulladı" albümü ile tekrar gündeme gelir. "Şiirimin Dili" şarkısı ile konuşulmasının yanında albümdeki beste çalışmaları ile başka bir sanatçı yönünü daha ortaya koymuş olur. Albümün satışı 1 milyonu geçtiği için altın kaset ödülü alır. Plakçısı Metin Güneş, şirketinin sanatçıları Fedon ve Seyyal Taner'i ödüllendirmek için bir gece düzenler. 1993 yılında "Geliyorum" adlı bir albüm daha yayınlayan Seyyal Taner eski performansından hiçbir şey kaybetmediğini hayranlarına gösterir. Geliyorum şarkısını Galatasaray futbol kulübü için uyarlayarak tekrar söyler ve şarkının bu versiyonu da tribünlere marş olur. Alladı Pulladı albümünün büyük ilgi görmesi üzerine sanatçının eski şarkıları tekrar basılmaya başlar. Nanay albümü Vepa-Export şirketi tarafından "Kalbimi Çaldın Sevgilim Oldun" adıyla tekrar yayınlanırken, Eski 45'liklerinden oluşan derleme bir albüm "Kalbimi Affettim" adıyla Yavuz Asöcal plakçılıktan yayınlanır. 2002 yılında "Seyyalname" isimli albümüyle müziğe kaldığı yerden devam eder. 2005 senesinde, 1993'te çıkan "Kalbimi Affettim" isimli toplama albümün CD'ye aktarılmış basımı olan "En İyileriyle Seyyal Taner", 2006 senesinde evlerinin önü boyalı direk adlı parçayı önce coverlar fakat yayınlamaz. 2007'de ise "En İyileriyle Seyyal Taner 2 - Naciye" adlı albümleri yayınlayarak şarkılarını plaklardan dijital ortama aktartır. 2007'de rock grubu Zakkum'un ilk albümleri "Zehr-i Zakkum"da "Erkek Adamsın" isimli şarkıda düet yapar. Aynı zamanda arkadaşları olan Grammy ödüllü rock grubu Spyro Gyra ile müzik çalışmalarına devam ettiğini belirtir ve türküleri rock tarzında okuyacağı bir albüm yapacağını belirtir fakat albüm yayınlanmaz 2007’de bir zamanlar 3 derleme albümünde son verdim kalbimin işine, 2008 senesinde "Bir Zamanlar 4" ve "Cahide Sayfiye" adlı derleme
albümlerde "Gülme Komşuna", bir zamanlar özel adlı albümde "Dört Duvar" ve "Zilli Parküsyon" adlı albümde ise "Şiirimin Dili" adlı parçalarıyla yer alır. Sahnelere batılı show anlayışını getiren sanatçılardan olan Seyyal Taner, Türkiye'nin ilk kadın rock müzik şarkıcısı olup rock gruplarıyla sahnesini paylaşmıştır. Dönemin sanat yaşamına ilginç ve farklı kıyafetleri ile ses getirmiştir ve dönemin basını tarafından Türkiye'nin Tina Turner'ı ismi verilmiştir. Leopar desenli kıyafetleri çok konuşulan Seyyal Taner, dansları, wamp karakteri ve şarkılarındaki asi sözlerle dikkat çekmiştir. Şimdiye dek birçok ödüle layık görülen sanatçı, hala müzik çalışmalarına devam etmektedir. Sanatçıya bugüne kadar vokalistlik yapan bazı isimler arasında Candan Erçetin, Sertab Erener, İzel, Özlem Tekin, Işın Karaca, Harun Kolçak gibi pek çok ünlü isim vardır. Kaos GL takipçileri tarafından 2007'de yapılan ankette gey ikonu olarak aday gösterilmiştir. Abaza Abaza aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ronin Ronin, 12-19. yüzyıl Japonya'sında efendisiz kalmış savaşçı ("samuray") aristokratlar. Kelime anlamına bakıldığında "ro+nin" Japoncada "dalga+adam" anlamına gelir ve muhtemelen oradan oraya başsız bir şekilde savrulmaları kastedilir. Roninler genellikle asi ve huzur bozucu kimselerdi. Japonya tarihine bakıldığında feodal dönemde derebeylerinin (toprak sahipleri) topraklarını "koku" sistemiyle yönettiği görülür. Koku sistemi derebeyinin toprak büyüklüğüne göre ne kadar insan doyurabiliyorsa o oranda asker besleme zorunluluğuydu. Savaş zamanlarında ordu savaşta olduğunda pek sorun olmamakta ama barış zamanında en küçük fazlalıkta bile sorunlar çıkmaktaydı. Japon halkı şu sınıflara ayrılmıştı: Bir kişinin ronin (gezgin savaşçı) olabilmesi için en başlıca sebepler şunlardır: Efendisini gereği gibi koruyamamış olması, utanılacak yüz kızartıcı suçlar işlemesi ve seppuku (harakiri) yapmaktan kaçınmasıdır. Ayrıca Koku sistemi ne göre belirtilen sayını aşılması durumunda efendiler zorunlu olarak değer verilmeyen kişileri süreli ya da süresiz olarak gönderebilirlerdi. Yine samuraylar; üstünlüklerini kanıtlamak, kendilerini geliştirmek, yöresel kahramanları ve teknikleri öğrenmek için kendi istekleri ve efendilerinin rızasıyla uzun yolculuklara çıkabiliyorlardı. Bu yolculuğun mistik bir havası vardı. Çekilen zorluklardan, atlatılan ölümlerden sonra böyle samuraylara kale komutanlıkları da verildiği görülmüştür. Çünkü yöresel kahramanlara yapılan meydan okumalarda yapılan hatanın sonucu ölümdü ve bu karşılaşmalar gerçek kılıçla yapılıyordu. Bu şekilde ronin olarak tanınmış en ünlü savaşçı Kensai Miyamoto Musaşi'dir. Maeve Binchy Maeve Binchi (28 Mayıs 1940 - 30 Temmuz 2012) gazeteci, kısa öykü yazarı ve romancı. İrlanda’nın başkenti Dublin’in dışında küçük bir köy olan Dalkey’de, 1940 yılında doğdu. Killiney’deki "Holy Child Convent" adlı, Katolik kız çocuklarının gittiği bir okulu bitirdikten sonra "University College"’dan mezun oldu ve öğretmen olarak çalışmaya başladı. Yirmi üç yaşındayken, Kudüs’te İsa’nın son yemeğini yediği söylenen mağarayı ziyareti sırasında, dinsel inancını yitirdi. Daha sonra bir kibbutzda çalışmak üzere İsrail’e gitti. Yurtdışında bulunduğu sırada her hafta babasına, bulunduğu yerdeki hayatı ve savaş altındaki toprakları tasvir eden mektuplar yazdı. Babası, bu mektuplardan birini, Dublin’de yayımlanan "Irish Times" gazetesine 18 pound’a sattığında Binchy’nin öğretmen maaşı, 16 sterlindi. Öykü tarzında kaleme alınmış bu mektup, Binchy’ye 1969 yılında "Irish Times"ın da kapılarını açtı. Böylece, haftada iki kez yazan ünlü bir köşe yazarı ve İrlanda feminist hareketinin ilk kadın editörü oldu. Londra’ya taşınan Binchy burada, daha sonra çocuk öyküleri de yazacak olan, BBC’nin sunucularından Gordon Snell’le tanıştı. Eşinin teşvik ve desteğiyle yazarlık yapmaya karar veren Binchy, çok sayıda öykünün yanı sıra, iki oyun ve kendisine Prag Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülü kazandıran bir de TV oyunu yazdı. Maeve Binchy, "Evening Class" (İtalyanca Aşk Başkadır) adlı romanıyla uluslararası şöhret oldu. Maeve Binchy, eşi Gordon Snell’le birlikte yaşadıkları Dublin’de 30 Temmuz 2012'de vefat etmiştir. Valide Sultan (I. Mustafa'nın annesi) Valide Sultan  "(d. 1571" "- ö. 1623)", I. Mustafa'ın validesi III. Mehmed'in hasekisi ve Valide Sultan. Kökeni ve gerçek adı hiçbir Osmanlı kaynağında geçmemektedir ve bundan ötürü bilinmemektedir. İsminin Halime Sultan olduğu 1878 tarihli el yazması bir silsile mecmuasında geçmektedir ancak başka bir kaynakla teyit edilememektedir. Bazı yazarlar Abaza asıllı olduğunu belirtmiştir. Nedeni bilinmemekle birlikte bazı kaynaklarda adı geçmediğinden dolayı kendisinden Fuldâne Sultan diye bahsedilmiştir. III. Mehmet'in Haseki Sultan'larından biridir. Hareme girişinin ardından ilk olarak Şehzade Mahmud'u doğurdu. Daha sonra da I. Mustafa'yı 1601'de dünyaya getirdi. Oğlunun tahta çıkabilmesi için çalışan Valide Sultan'ın çabaları öğrenilip bir de üstüne Şehzade Mahmud'un III. Mehmed'in iktidarını tehdit edebilecek sözleri bardağı taşıran son damla oldu. Safiye Sultan'ın da etkisiyle şehzade bir gece dairesinde gizlice boğduruldu. Valide Sultan da bu olaydan sonra Eski Saray'a gönderildi. Haremde Safiye Sultan'dan sonra gelen Haseki Handan Sultan Şehzade Mustafa ile ilgilendi. I. Ahmed tahta çıktıktan sonra da Handan Valide Sultan, Valide Sultan'ın tek oğlunun öldürülmesine engel oldu. Valide Sultan'ın ölümünden sonra da uzun bir süre bu konu kapalı kaldı. Ancak 1612 yılında Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi fikri canlandıysa da Kösem Sultan'ın etkisiyle bu fikirden padişah vazgeçirildi. I. Mustafa tahta geçtiğinde Valide Sultan da Eski Saray'dan gelerek yıllardır boş kalan Valide Sultan dairesine yerleşti. Ancak bir sorun vardı, kayınvalidesi Safiye Sultan hala hayattaydı. Safiye Sultan hem eşi III. Murat hem de oğlu III. Mehmed zamanında saray politikasında çok etkili olmuş bir Valide Sultan'dı. İki torununun da padişahlığını gördü. Fakat Osmanlı geleneğine göre padişahın babaannesi değil, annesi Valide Sultan olarak devletin en güçlü kadını oluyordu. Her ne kadar Valide Sultan etkili olmak istese de oğlunun akli dengesinde oluşan problem onun da yaşamını etkiledi. Güçlü olabilecekken tıpkı Handan Sultan gibi kısa süren bir dönem Valide Sultan olduğundan yeterince parlayamadı. Oğlu I. Mustafa'nın ilk saltanatında iktidar Valide Sultan ve kızı Dilruba Sultan'la evli olan damadı Kara Davut Paşa elindeydi. 1618 senesinde oğlu tahtan indirildi ve yerine II. Osman çıktı, fakat 1622'de yeniden tahta çıktı ve ertesi yıl tekrar indirildi. Valide Sultanlık makamını kaybetti. II. Osman'ın öldürülmesinde payı vardır. Leslie Peirce'ye göre I. Mustafa'nın annesinin maaşı oğlu tahttan indirilir indirilmez 3.000 akçeden 2.000 akçeye indirildi. Oysa Safiye Sultan oğlunun ölümünden sonra kendi ölümüne kadar düzenli olarak 3.000 akçe maaş almaya devam etmişti. Oğlu tahttan indirildikten sonra sakin bir yaşam sürdü. 1623 yılında vefat etti. 12 Kasım 2015'te Star TV'de yayınlanmaya başlayan dizisinde Aslıhan Gürbüz canlandırmıştır. https://www.academia.edu/259542/Inkirazin_Esiginde_Bir_Hanedan_III._Mehmed_I._Ahmed_I._Mustafa_ve_17._Yuzyil_Osmanli_Siyasi_Krizi_A_Dynasty_at_the_Threshold_of_Extinction_17th-Century_Ottoman_Political_Crisis_ Stonehenge Stonehenge, Neolitik taş devri ile Bronz çağı arasında en az 5 kademede oluşan bir anıttır. Bu yapı, astronomi, astroloji, geometri, meteoroloji ve paganizmle ilişkilendirilmektedir. Stonehenge adı eski İngilizcede "asılı taşlar" anlamına gelir. İngiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde eskiden dinsel törenler için kullanılan ve Kelt rahiplerinden oluşan bir sınıf olan Druidlere atfedilen büyük taşlardan oluşan bir çember vardır. Druidler'in bu taş çemberini kullanmış olması mümkünse de, başlangıcı İngiliz adalarındaki Neolitik insanlara kadar uzanmaktadır. Keskiyle yontulmuş, düzgünleştirilmiş ve dışarıdan yerel bölgeye taşınmış, dik konumundaki otuz taştan (bunlardan hâlen on yedisi ayaktadır) oluşan ve kavisli hâle getirilerek dik duran taşların üzerine yerleştirilen lento taşlarını içeren ve böylelikle çember şeklinde kapı boşlukları oluşturan tek taş çemberdir. Stonehenge'in çemberi bölen ve yapının girişinden geçen ekseninin yaz dönencesindeki (21 Haziran) gündoğumuna doğru konumlandırılmış olması, buna karşılık, yakındaki İrlanda'da yaklaşık olarak aynı zamanlarda inşa edilen Newgrange anıtının kış dönencesindeki (21 Aralık) gündoğumuna yöneltilmiş olması dikkat çekicidir. Öte yandan, yapının yapılış amacı son araştırmalarla ortaya konmuştur. Daha önceleri, güneş-uzay gözlemevi, güneş saati veya ufo iniş yeri olabileceği iddia edilen Stonehenge, beş yüz yıl boyunca mezar alanı olarak kullanılmıştı. Günümüzden beş bin yıl öncesinden itibaren mezarlık olarak kullanılan Stonehenge, MÖ 3000 yılında İngiltere’nin en büyük mezarlığıydı. Gökbilimci Sir Fred Hoyle ise işaret taşlarının dış halka etrafında hareket ettirilmesiyle Stonehenge'in tutulmaların önceden tahmin etmek amacıyla kullanılabileceğini ispatlamıştır. Bu antik yapı, Londra'nın 130 km batısındadır. Yapının bir benzeri Rusya Başkurdistan'daki Uçalı Buluntuları'ndadır. Cinci Hoca Cinci Hoca veya Karabaşzade Hüseyin Efendi 17. yüzyılda yaşamış Osmanlı sarayının ünlü üfürükçüsüdür. Osmanlı Padişahı İbrahim'i tedavi etmesiyle ün kazanmıştır. Sultan İbrahim'i etkisi altına alan Cinci Hoca, büyük bir maddi kazanç elde etmişti. Karabaşzade Hüseyin Efendi Safranbolu'da doğdu. Cinlerle iletişim kurduğu gerekçesiyle ünü her yere yayıldı. 1642 yılında Kösem Sultan tarafından, Padişah İbrahim'i tedavi etmesi için saraya davet edildi. Tedavisinin başarılı olması üzerine sadece büyük bir şöhret ve servet sahibi olmakla kalmadı, sarayda devlet işlerinde söz sahibi de oldu. Cinci Hoca için dayalı döşeli bir saray da inşa ettirildi. Kendisine Sultan İbrahim tarafından Galata kadılığı görevi verildi. Asıl amacı maddi kazanç elde etmek olan Cinci Hoca, sorumluluğu altınd
aki ilmiye kadrolarını rüşvetle satarak çok büyük bir servetin sahibi olmuştu. 1645'de memleketi olan Safranbolu'da halen otel olarak kullanılmakta olan, mimarlığını büyük ihtimalle Koca Mimar Kasım Ağa'nın yaptığı Cinci Han'ı yaptırdı. Sen Yarattın Beni Sen Yarattın Beni, Aylin Urgal'ın ilk ve tek stüdyo albümüdür. İki Elim Yakanda İki Elim Yakanda, Nil Burak'ın üçüncü albümüdür. Aynı albüm "Boş Vere Boş Vere" adıyla da yayınlanmıştır. Bizim Diyar Bizim Diyar, Nil Burak'ın dördüncü albümüdür. 1982 yılında Kervan Plakçılık etiketi ile yayınlanan albüm LP ve kaset formatlarında basılmış olup, sanatçının katıldığı aynı yıl Şili'de düzenlenen müzik festivalinde Türkiye'yi temsilen seslendirdiği "Oryantal" adlı parçayı da içermektedir. Al yeşil oyunu Al Yeşil Oyunu, 8–16 yaşları arasındaki 5–10 çocuk arasında oynanır. Öncelikle yaşı en büyük olan çocuk hakem olarak seçilir. Çocuklar, aralarından aynı sırada duran birini usta olarak seçerler. Kalan çocuklar ise sırayla dururlar. Ustanın eline bir kemer verirler. Bu arada usta oyuncu ile hakem, çocuklardan uzaklaşırlar. Oyunla ilgili gizlice konuşmaya başlarlar. Usta ile hakem gizli konuşmalarında bir renk üzerine anlaşırlar. Örneğin kırmızı rengini seçerler. İkisi anlaştıktan sonra tekrar çocuklara dönerler. Burada usta oyuncu çocuklara “al, yeşil” diye sormaya başlar. Herhangi bir çocuk usta ile hakemin gizlice seçtikleri rengi söylerse kemeri eline alır ve çocukları dövmeye başlar. Birkaç dakika sonra hakem oyunculara bağırır “tas nefes kes tas nefes kes... tas nefes kes” şunları söylerken bu kez çocuklar elinde kemer olan çocuğu dövmeye çalışırlar. Elinde kemer olan çocuk hızla hakemin yanına gidip kemeri teslim etmeli ve o rengin de kırmızı olduğunu söylemeli. Bu şekilde sıra gelir sırada duran ikinci çocuğa ve oyun sürdürülür. Oyun bazı yörelerde uzun kış gecelerinde erişkinker tarafından da oynanır. Türkmenler arasında hayli yaygındır. Benim Sevdam Benim Sevdam, Nil Burak'ın beşinci stüdyo albümüdür. Klipler Canım Kıbrısım Ses hızı Ses hızı havada, deniz seviyesinde ve 21 °C sıcaklıkta 343.2 m/s (343.2 metre/saniye) (yaklaşık 1235.5 km/saat) olarak alınır. Ses hızı frekansa bağlı olarak değişmez, her frekansta ses aynı hızda gider. Havanın sıcaklık, yoğunluk durumuna göre sesin yayılma hızı değişir. Soğuk havada ses hızı azalır. Ses sıcak havadan soğuk havaya geçerken yayılma doğrultusunu değiştirir. Sesin havadaki hızı yaklaşık olarak şu formülle hesaplanabilir: Formüldeki formula_2 (theta) sıcaklığın derece santigrad (°C) cinsinden ifadesidir. Herhangi bir alanda, rüzgâr arkadan eserse ses zemine doğru yönlenir. Rüzgar önden eserse, ses zeminden yukarı doğru yönlenir. Gündüz, zemin ısındığı için ses dalgaları ısı etkisi nedeniyle yukarı doğru yönelir. Gece, zemin soğuduğu için ses dalgaları daha uzağa gidecektir ve aşağıya doğru yönelir. Denizde suyun yapısı yansıtıcı bir yüzey oluşturmaktadır. Bu nedenle denizde ses sakin bir ortamda 4–5 km. kadar uzağa gidebilir. Hareketli ses kaynağının hızı, sesin yayılma hızını geçince, ses, patlama sesi olarak duyulur. Bu durumda dalga ışın gibi konik bir alana yayılır ve şok dalgaları olarak isimlendirilir. Bir cismin hızının, o ortamdaki ses hızına oranına Mach sayısı denir. Ses hızını ilk geçen insan Chuck Yeager olmuştur. Kapak Oyunu Kapak Oyunu 8–15 yaşları arasındaki erkek çocuklarca iki gruba bölünerek oynanır. İki grup kendi aralarında anlaşırlar ve birisi oyuna başlar. Yerde bir dikdörtgen çizilir ve aynı dörtgen sekiz dörtgene bölünür. Bu sekiz dörtgene sekiz şişe kapağı birbiri üstüne dizilir. Oyuna başlayan grup, ellerinde bir küçük topla dizilen kapakları vurmaya çalışırlar. Grup topu vurur, kapaklar dağılır ve hızlı bir şekilde koşarlar. Öbür grup topu alıp diğer grubun peşinde koşarlar. Topu elde tutan grup, kapakları dağıtan grubu topla vurmaya çalışırlar. Eğer topu o grubdan birisine vururlarsa, oyunu kazanmış olurlar. Eğer vuramazlarsa, o gruptan birisi tekrar geri dönüp dağılan kapakları o çizelgenin içine dizer ve oyun sona erer. İlk grup oyunu kazanırsa oyun tekrar başlar ve oyun bu şekilde devam eder. Oyun Musul, Erbil gibi Türkmen nüfusun yaşadığı yerlerde Çim Oyunu, Sifon Oyunu adıyla da oynanır. Gelin Güvey Oyunu Gelin-güvey oyunu, Anadolu'da ve genellikle Türkmenler arasında yaygın olan bir çocuk oyunu. Bu oyun, 6–10 yaşları arasındaki kız ve erkek çocukların oynadığı bir oyundur. Oyunda çocuklar, kendi çevrelerinde gördükleri ve yaşadıkları olayları canlandırmaya çalışırlar. Birkaç çocuk bir arada toplanır. Sokakta bulunan taş ve kerpiçleri toplayıp bir ev şekli çizerler. Daha sonra aralarında bulunan en güzel kız çocuğunu gelin, bir erkek çocuğunu da küreken (güvey) diye seçerler ve onları yan yana oturturlar. Gelinin yüzüne renkli tüller örtülür. Diğer çocuklar da gelin ve güveyin etrafına toplanırlar. Ezberledikleri çeşit çeşit mani ve türküleri söylerler. Ayrıca, birkaç çocuk küçük tencereler içinde toy (düğün) yemeklerini hazırlarlar. Oyun türküler söylenerek sürer. Geleneksel türkülerden özellikle “ellinde ayağında acem kınası, gidip gelin getirsin .. (güveyin ismi söylenir)... nenesi” bu oyunda sıklıkla söylenir. Kullaukıç Ağacıyla Yürümek Oyunu Kullaukıç Ağacıyla Yürümek Oyunu, Türkmen çocuklar arasında sevilerek oynanır. Bu oyun, 9–14 yaşları arasındaki erkek çocukların oynadığı bir oyundur. Üç çocukla oynanan bu oyunda çocuklar sırayla durur. Hastaların kullandığı koltuk değneği gibi bir metre uzunluğunda iki ağaç alıp aşağı tarafına ayaklarının enine göre iki parça ufacık ağaç takarlar. Sonra yukarı tarafını elleriyle tutup, ağacın üstüne koyarlar. Üç çocuktan birisi hakem diye seçilir. Çocuklar kendilerinden birkaç metre uzaklıkta bir çizgi çizerler. İki çocuk oyuncu bu ağacın yardımıyla çizilen yere kadar yürürler. Çocuklardan herhangi biri önce çizilen çizgiye ulaşıp tekrar eski yerine dönerse oyunu kazanmış sayılır. Oyun bu şekilde devam eder. Kedi ve Fare Oyunu Kedi ve Fare Oyunu, 7–15 yaşları arasında olan kız ve erkek çocuklarca oynanır. Oyuna katılan çocukların sayısı ne kadar çok olursa, oyun o kadar güzel ve heyecanlı olur. Çocuklar birbirlerinin ellerini tutup, oturarak yuvarlak halka yaparlar. Bir çocuk kedi diye seçilir. Oyun, kedinin elinde bir mendille halkanın etrafında dönüp dolaşmasıyla başlar. Mendili hangi çocuğun başının üzerinde bırakırsa o çocuk kalkıp kedi olur. Bu kez önceden kedi olan çocuk fare olur ve kedi, farenin ardından koşar. Fare olan çocuk kedi olan çocuğun yerine hemen oturmazsa devamlı dönüp dolaşmaya mecbur kalır. Eğer oturursa kovalamacadan kurtulur ve kedi çocuk dönüp dolaşmaya başlar. Çünkü elinde mendil varken mendili birinin başına koymalıdur. Bu oyun böyle devam eder. Türkmen çocuklar arasında hayli yaygındır. Göz Bağlama Oyunu Göz Bağlama Oyunu, 8–15 yaşları arasında olan kız ve erkek çocukların oynadığı bir oyundur. Çocuklar içlerinden birisinin gözlerini bağlarlar. Diğer çocuklar ise gözü bağlanan çocuğun çevresinde dönüp dolaşırlar. Çocukların biri, gözü bağlı olan çocuğun yanına gidip ona sorar: “Ben kimim?” Eğer gözü bağlı olan çocuk doğru yanıtı verirse, adı söylenen çocuk oyunu kaybeder. Bazen gözü bağlanan çocuk önüne geleni hafifçe döver. Burada gözü bağlı çocuk oyunu kazanır ve oyun bu şekilde sırayla devam eder. Göz Bağlama Oyunu, Türkmen çocuklar arasında hayli yaygındır. Türkiye'de de en yaygın çocuk oyunu olan Körebeye benzer. Çukura Atma Oyunu Bu oyun 9–15 yaşları arasındaki erkek çocukların oynadığı bir oyundur. Bu oyuna birkaç çocuk katılabilir. Çocuklar önce kendilerinden uzak bir mesafede bir karış derinliğinde bir çukur kazarlar. Sırayla ellerinde bulundurdukları cevizleri çukura atmaya çalışırlar. Örneğin; birinci çocuk çukura üç adet ceviz atmalıdır. Eğer çukura bir tek ceviz düşürebilirse oyunu kaybeder. Şayet çukura çift ceviz düşürebilirse, cevizlerin sayısına göre karşısındaki çocuktan ceviz alır. Oyunu birinci çocuk kazanmazsa sıradaki çocuk oyuna aynı şekilde devam eder. Türkmen çocuklar arasında hayli yaygındır. Bu oyun İngilizlerin tek-çift oyununa benzemektedir. Fakat bizim oyunumuz yetenek isterken tek çift oyunu şansa dayalıdır. Ardulfurateyni Vatan Ardulfurateyni Vatan (Türkçe: "İki Nehir Ülkesi"), 2004 yılı öncesinde Irak'ın ulusal marşı. 1981 yılında, Şafik Abdül Cabbar El-Kemali tarafından yazılan metin, Velid Georges Golmieh tarafından bestelenmiştir. Bişma Bişma (Sanskritçe: भीष्म), mitolojik Hint kahramanı, Mahabharata Destanı'ndaki bir karakter olup, Krişna'dan sonra en çok saygı duyulan kahramandır. Destana göre Bişma, savaştan sonra bedeni oklarla parçalanmış olarak bir yatakta 56 gün yatmıştır. Bişma'nın adı, Rus T-90 tanklarının Hindistan'da yapılanlarına da verilmiştir. Ad (anlam ayrımı) "Ad" birden fazla anlamda kullanılır: Nil Burak'95 Akdeniz Rüzgarı Nil Burak'95 Akdeniz Rüzgarı, Nil Burak'ın dokuzuncu albümüdür. Zurna Kazım Zurna Kazım, Nil Burak'ın altıncı albümüdür. Oldu Olacak Oldu Olacak, Nil Burak'ın yedinci albümüdür. Nil Burak'ın kendisinin bestelediği, sözlerini ise Cem Karaca'nın yazdığı "Sen de Başını Alıp Gitme" ilk kez bu albümde yer almıştır. İşte Banko İşte Banko, Nil Burak'ın sekizinci albümüdür. Bu albüm hem CD hem de kaset formatında satıldı. Bu albümde ise 3 klip yer aldı. İlk klibini çıkış şarkısı olan İlle De Yar klibine çekti. 2.klibini albümde aynı ismi taşıyan İşte Banko klibine çekti. 3.klibini 1993 yılında Söz ve müziği kendisine imzalı Söz Verdim isimli klibine çekmiştir. Bu albümde ise Tatlı Tatlı isimli şarkısı Uğur Dikmen tarafından yeniden düzenlenmiştir. Klipleri İllede Yar 1992 İşte Banko 1992 Söz Verdim 1993 Gülşah (film) Gülşah, yönetmenliğini Orhan Aksoy'un üstlendiği, başrollerini Gülşah Soydan, Hülya Koçyiğit ve Cemil Şahbaz'ın paylaştığı 1975 yapımı Türk komedi filmidir. Filmde, eve gelen dadıları sevmeyen annesiz küçük bir kız çocuğunun öyküsü anlatılmaktadır. Kibibayt Kibibayt veya kısa yazımı ile KiB 1024 ba
yt'a eşit veri ölçü birimidir. Sözcük, İngilizce "kilo binary byte" ifadesinin kısaltılmış biçimidir. Sıklıkla kB (kilobayt) ile karıştırılır. Dünya Kadınlar Günü Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. İnsan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır. Türkiye'de ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 120 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı. 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1917 Bolşevik Devrimi'nin önderi ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin'in önerisiyle 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşti. Adı da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak belirlendi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında sosyalizmin yayılmasından çekinen bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlanmasıyla Batı Bloku ülkelerinde daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Bununla birlikte Birleşmiş Milletler'in resmi internet sayfasında, günün tarihine ilişkin bölümde kutlamanın New York'ta ölen kadın işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül Darbesi'nden sonra cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmasına izin verilmedi. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kutlanmaya devam edilmektedir. Heckler & Koch G36 H&K G36, (H&K G36 veya H&K 36 olarak da bilinir) gövdesi polimer bazlı malzemelerden üretilmiştir, oldukça hafif, katlanabilir dipçikli, Heckler & Koch firması tarafından üretilen 3. nesil bir piyade tüfeğidir. İlk prototipi 4.6 mm olup, (bu kalibre H&K MP7'den sadece 6 mm. kovan büyüklüğüne sahiptir.) günümüzde kullanılan modelleri 5.56x45 mm. NATO standardı S885 mermi kullanır. Askeri versiyonu 600 metreye kadar etkilidir. G36 günümüzde Alman Silahlı Kuvvetleri ve dünya çapındaki birtakım özel timler dışında yüksek fiyatı sebebiyle çok kullanılan bir silah değildir. Hem sağ, hem de sol elle kullanılabilir. G36'nın bir özelliği daha ise demir gez ve arpacığı olmayıp hazır bir görüntüyü üç kat büyüten optik nişangâh standart olmasıdır. Standart 30 fişeklik şarjör yerine 100 fişeklik tambur şarjör ile kullanılabilir.İsteğe göre dürbünün hemen üstüne bir aimpoint yerleştirilebilir. Finlandiya, İspanya, Malezya, Portekiz ve Tayland gibi ülkelerin özel kuvvetlerinde kullanılır. Ayrıca silahın altına AG36 40 mm bomba atar takılabilmektedir. Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve iki Almanya'nın birleşmesiyle birlikte Alman hükumeti bir çıkmazla başbaşa kaldı. Nitekim silahlı kuvvetlerde HK G11 ve HK G41 tüfeklerinin kullanılımına son verilmiş, elde sadece G3 ler kalmıştır. Etkili bir silah olmasına rağmen hem 7.62 mm NATO mühimmat kullanıyor olması,( ki o dönemde NATO ülkeleri 5.56 mm NATO mühimmata geçiyorlardı), hem de ağır, hantal ve kaba olması nedeniyle yeni nesil bir piyade tüfeği arayışına gidildi. Bu durumla karşı karşıya kalan Alman hükumetinin karşısında 3 seçenek bulunmaktaydı: Ya demode olmuş G3 lerin kullanımına devam edecekti, ya Doğu Almanya'nın kullanmakta olduğu ve önemli bir stoğa sahip olduğu AK-74 lerin kullanımına geçecekti, ancak bu silahlar NATO standardı muhimmat kullanmıyordu ya da tamamıyla yeni bir silah üretecekti ki bu sonuncu seçenek tercih edildi. Amaç modern ve makul maliyetli bir silah üretmekti. Zira HK G11'in yüksek maaliyeti bir ders olmuştu. Silahın oluşumunda var olan birçok silah modelinden esinlenildi. Mesela, şarjörlerin tasarlanmasında SIG 550 den etkilendiği görülmektedir. Üç modeli vardır. Yağ asidi Kimya ve biyokimyada, yağ asidi, genelde uzun, alifatik kuyruklu bir karboksilik asittir. Uzun karboksilik yağ asitlerinden 4 karbonlu (butirik asit)ve daha uzun zincirlileri yağ asidi olarak sayılır; doğal yağları (trigliseritleri) oluşturan yağ asitlerinden söz ederken ise bunların en az 8 karbonlu olduğu (kaprilik asit gibi) varsayılabilir. Çoğu doğal yağ asitlerinin çift sayılı karbon atomu vardır, çünkü bunların biyolojik sentezlerinde iki karbon atomlu asetat kullanılır. Endüstriyel üretimde yağ asitleri yağlardaki (trigliseritler) ester bağının hidrolizi ve gliserolun ayrılması ile elde edilir. Doymuş yağ asitlerinin zincirlerinde çift bağlar veya başka fonksiyonel gruplar bulunmaz. "Doymuş" terimi hidrojenle ilişkili olarak kullanılır, karboksilik asit [-COOH] grubundaki karbon dışındaki diğer karbonların olabildiğince çok hidrojenle bağ kurmuş olduğu anlamını taşır. Diğer deyişle, omega (ω) ucundaki karbonun 3 hidrojen vardır (CH-), zincirdeki karbonların her birinin ise iki hidrojeni vardır(-CH-). Doymuş yağ asitleri düz zincirler oluşturdukları için sıkışık bir şekilde istiflenebilirler ve canlıların kimyasal enerjiyi yoğun bir şekilde depolamalarını sağlarlar. Hayvanların yağ dokuları büyük miktarda uzun zincirli doymuş yağ asitleri içerir. IUPAC adlandırma sistemi yağ asitlerinin isimleri "-oik asit" ekiyle biter. Yaygın adlandırma sisteminde kullanılan ek ise "-ik asit"tir. Bazı doymuş yağ asitleri: Doymamış yağ asitleri benzer şekillidir, ancak zincir üzerinde bir veya daha fazla alken grubu vardır. Bir alken grubunda, bir "-CH-CH-" bağ yerine "-CH=CH-", yani birbirine çift bağla bağlanmış iki karbon vardır. Bir alken grubunun iki yanında ona bağlı olan karbon atomları ya "cis" ya da "trans" konumda olabilir. Cis konumda bu iki komşu karbon, çift bağın aynı tarafındadırlar. Çift bağla birbirine bağlı atomlar bu bağın ekseni etrafında dönemediklerinden, "cis" izomeri durumunda yağ asidinin zinciri bu noktada bükük olur ve zincirin hareket serbestisi azalır. Bir zincirde ne kadar çok "cis" konumlu çift bağ olursa zincirin esnekliği o derece azalır. Çok sayıda "cis" bağı olan yağ asitleri en serbestçe hareket edebildikleri bir ortamda oldukça eğri bir biçimleri olur. Örneğin, bir tane çift bağlı oleik asitte bir "köşe" bulunur; linolenik asit, iki çift bağıyla, belirgin bir eğriliğe sahiptir; alfa-linolenik asit ise üç "cis" bağından dolayı çengel görünümlü olmayı tercih eder. Hareket serbestisi olmayan ortamlarda, örneğin yağ asitleri lipit zarında fosfolipitlerin parçası iken veya yağ damlacıklarındaki trigliseritlerin parçası iken, "cis" bağları yağ asitlerinin sıkı istiflenmelerine engel olur, bu da lipit zarının veya yağ damlasının ergime sıcaklığını azaltır. Trans konumda çift bağlı karbonlara komşu iki karbon çift bağın karşı taraflarında yer alırlar. Bu yüzden zincir fazla eğilmez ve bu tür yağ asitlerinin şekilleri doymuş yağ asitlerine benzerler. Doğada bulunan çoğu doymamış yağ asidinde her bir çift bağın ardından 3"n"' sayıda karbon atomu vardır ve bu çift bağlar "cis" konumludur. "Trans" konumlu yağ asitlerinin hemen hepsi yapaydırlar. Doymamış yağ asitlerinin şekilleri arasındaki farklar, ayrıca doymuş ve doymamışlar arasındaki şekil farkları, biyolojik süreçler ve biyolojik yapıların (hücre zarları gibi) özelliklerini belirlemekte önemli rol oynarlar. Çift bağın yağ asidinin nerede olduğunu belirtmek için kullanılan iki farklı usul vardır: Alfa-linolenik, dokosaheksaenoik, ve eikosapentaenoik asitler omega-3 yağ asitlerindir örneklerindendir. Linoleik aşıt ve araşidonik asit omega-6 yağ asitlerindendir. Oleik ve erusik asit omega-9 yağ asitlerindendir. Stearik ve oleik asitler 18 karbonlu yağ asitleridir. Aralarındaki fark, stearik asidin doymuş olması, oleik asidin ise doymamış olup iki tane daha az hidrojeni olmasıdır. Trans yağ asid, karbon atomları arasında "trans" çift bağ olan bir doymamış yağ asididir. Bu yağ asitlerinin zinciri "cis" çift bağlı yağ asitleri "köşeli" değildirler. Yapılan araştırmalar yüksek "trans" yağlı diyetler ile ateroskleroz ve kalp hastalıkları arasında bağlantı olduğunu göstermiştir. İnsan vücudu, iki tanesi hariç, ihtiyaç duyduğu bütün yağ asitlerini kendi oluşturabilir. Bu ikisi, linoleik asit ve alfa-linolenik asit, bitki ve balık yağlarında bol miktarda bulunurlar. Vücutta yapılmadıkları ve besin yoluyla alınmaları gerektiğinden gerekli yağ asitleri olarak adlandırılırlar. Gerekli yağ asitleri prostaglandin adlı hormonumsu bilesiklerin oluşumunda kullanılırlar. Prostaglandinler kan basıncı, kan pıhtılaşması, kan lipit seviyeleri, bağışıklık ve enfeksiyona bağlı yangı (enflamasyon) tepkilerini denetlerler. Beyinde de linoleik ve alfa-linoleik asit türevlerinden bulunur. Batı tipi diyet sonucu vücutta bu yağ asitlerinin düzey ve oranlarının değişmesi ile depresyon ve davranış bozukl
ukları arasında ilişki bulunmuştur. Beslenme dengesizlikleri düzeltmek için beslenme ekleri almak veya daha doğal bir diyete geçmenin şiddetli davranışı azalttığı ve dikkati arttırdığı hem okullarda hem hapishanelerde yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Yağ asitleri trigliserit veya fosfolipit gibi başka moleküllerde yer alabilirler. Başka moleküllere bağlı olmadıklarını özellike belirtmek amacıyla "serbest yağ asidi" olarak da adlandırılabilirler. Serbest yağ asitleri vücuttaki çoğu doku için önemli bir enerji kaynağıdır, çünkü parçalanmaları sonucunda çok sayıda ATP molekülünün oluşmasını sağlarlar. Çoğu hücre tipi enerji elde etmek için hem glikoz hem de yağ asitleri kullanabilir. Ancak kalp ve kas hücreleri yağ asitlerini tercih ederler. Beyin ise yağ asitlerini yakıt olarak kullanmaz, onlar yerine glikoz, veya keton cisimcikleri kullanır. Keton cisimcikleri karaciğer tarafından açlık veya düşük karbohidrat beslenmesi durumlarında üretilir. Formik asit ve asetik asit gibi kısa karboksi asitler suda çözünürler ve göreceli kuvvetli asitlerdir (pKa değerleri sırasıyla 3.77 ve 4.76 dır). Uzun zincirli yağ asitlerinin ise pKa'ları bunlara benzer olmakla beraber suda çözünürlükleri az olduğu için çözeltinin pH'sine çok az etkileri olur. Suda çözünemeyen yağ asitleri bile sıcak etanolda çözünürler ve bir pH belirteci ile izlenerek sodium hidroksit ile titre edilebilirler. Bu yöntemle yağlarda bulunan yağ asidi miktarı, yani trigliseritlerin ne kadar hidrolize uğradığı belirlenebilir. Yağ asitleri diğer karboksilik asitlerin girdiği reaksiyonlara, yani esterleşme reaksiyonları ve asit-baz reaksiyonlarına katılabilirler. Yağ asitlerinin indirgenmesi sonucunda yağ alkolleri oluşur. Doymamış yağ asitleri buna ilaveten hidrojenleşme (hidrojenasyon) reaksiyonuna uğrayabilirler, bu yolla bitkisel yağlar margarine dönüştürülür. Kısmî hidrojenleşme ile doymamış yağ asitleri "cis"'den "trans" şekline izomerleşebilirler. Oda sıcaklığında yağ asitleri serbest radikallerin yol açtığı oto-yükseltgenme (oto-oksidasyon) denen bir reaksiyona uğrarlar. Yağ asidi, hidrokarbon, keton, aldehit ve daha az miktarlarda epoksit ve alkollere parçalanır. Yağlarda az miktarda bulunan ağır metaller oto-yükseltgenmeyi katalizler. Gıdalarda yağların ekşimemesi için çoğu zaman sitrik asit gibi kelatlar veya E vitamini gibi anti-oksidanlar eklenir Ildır, Çeşme Ildır, İzmir'in Çeşme ilçesine bağlı bir mahalle. Ildır'ın antik dönemdeki adı Erythrai’dir. Erythrai sözcüğünün Yunancada “kırmızı” anlamına gelen Erythros’tan türediği, kent toprağını kırmızı renginden dolayı Erythra’nin “Kızıl Kent” anlamında kullanıldığı sanılmaktadır. Bir başka varsayıma göre ise kent adını ilk kurucu Giritli Rhadamanthes’in oğlu Erythros’tan almıştır. Kentte ele geçen bulgular, bu yörede ilk Tunç Çağı'ndan bu yana yerleşimin olduğunu göstermiştir. İkinci kolonileşme döneminde kent, Atina Kralı Kadros soyundan gelen Knopos yönetimindeydi. Başlangıçta krallık ile yönetilen kent sonraları yine kral soyundan olan ancak halkın seçtiği Basileuslar tarafından yönetildi. Ion kentlerinin aralarında kurdukları Panionion dinsel ve siyasal birliğe katıldılar. Kent Pythagoras’la birlikte kısa süreli tiranlık dönemi yaşamış, bu dönemde üreterek dışarı sattığı değirmen taşlarıyla önem kazanmıştır. Erythrai, Lidya ve daha sonra da Persler’in eline geçer. Pers boyunduruğuna karşı diğer Ion kentleri gibi ayaklanmaya katılan kente, bütün Ion kentleriyle birlikte M.Ö. 334'te İskender, bağımsızlığını kazandırır. İskender'in ölümünden sonra çıkan kargaşalar sonucu birçok el değiştiren Erythrai, Pergamon (Bergama) Krallığı'nın eline geçer. M.Ö.133'te Roma İmparatorluğu içinde özgür bir kent statüsü kazanır. Bu dönemde şarabı, keçileri, değirmen taşları ve kadın kahinleri Sibyl ile Herophile ile ün kazandı. MÖ 1. yüzyılda depremler, savaşlar ve Romalı komutanların yağmaları yüzünden büyük yıkıma uğrayan yöre, 16. yüzyıldan sonra Ilderen ve Ildır adlarıyla anılmaya başladı. Şehirde 1963-1966 yılları arasında Prof.Hakkı Gültekin ve sonraları Prof. Ekrem Akurgal tarafından kazı çalışmaları yapılmıştır. İlk önce MÖ 3. yüzyıl sonlarında yapıldığı sanılan akropolün kuzey yamaçlarındaki antik tiyatro toprak altından çıkarıldı. Akrapolün en yüksek düzlüğünde yapılan araştırmalarda da Athena tapınağına ait kalıntılar bulundu. Şehrin etrafının 5 km uzunluğunda surla çevrili olduğu anlaşıldı. Tiyatro kısmen açığa çıkarıldı ve restorasyon çalışmaları yarım kaldı. Araştırmalarda akropolde MÖ 6. ve 7. yüzyıldan kalma çanak, çömlek, taş ve topraktan figürler bulundu. Bunlar Erythrai şehrinin en eski tarihî buluntularıdır. Ildır, Çeşme'nin kuzeyde bulunan Akdağlara açılan yerleşimidir. Aynı şekilde Ildır güney yoluyla Ovacık üstünden İzmir-Çeşme karayoluna, batı yoluyla Ilıca ve Çeşme'ye, kuzey yoluyla ise Balıklı Ova ve Küçükbahçe ile bağlantılıdır. Alaçatı, Çeşme Alaçatı, İzmir'in Çeşme ilçesine bağlı bir mahalle. Ege Denizi'ne kıyısı vardır. Tarihî taş evleri ve rüzgar sörfüne elverişli plajları ile ünlüdür. Son yıllarda taş evleri sayesinde çok fazla gelişmiştir. 2000 yılı rakamlarına göre nüfusu 8.401 kişidir. 704 kilometrekarelik alanında birçok eğlence mekânı ve oteli barındıran Alaçatı, Ege Bölgesi'nin önemli tatil beldelerinden biridir. Alaçatı' nın antik dönemdeki adı Agrillia' dır. Alaçatı ismini 'Alacaat' adı verilen bir Osmanlı aşiretinden alır. Osmanlı döneminde Alaçatı' da Rumlar ve Türkler yaşıyorlardı. Rumcada 'Alacaat' kelimesinin telaffuzu zor olduğu için 'Alacaat' zamanla değişir ve günümüzde kullanılan Alaçatı adını alır. 2010 yılından beri düzenlenmekte olan festivalde bölgede yetişen otlardan yapılan yemeklerle ot çeşitlerinin tanıtılması hedeflenmektedir. Festival ilkbahar aylarında yapılmaktadır. İrtica İrtica (Arapça rücu’ kökünden, Fransızca: ) ya da gericilik (Türkçe "önceki yere dönüş"), önceki koşullara dönüşü isteyen, aşırı tutucu ve ilerlemelere karşıt olan, herhangi bir toplumsal ya da siyasi hareket ya da ideoloji ve buna bağlı eylemler. Toplum bilimci Emre Kongar gericiliği "insanoğlunun tarihsel gelişim sürecine göre, üretim ilişkilerine göre, tüketim ve paylaşım ilişkilerine göre ve siyasal rejimlere göre" sınıflandırmıştır. Bu tanıma göre insanlık tarih boyunca gelişme ve ilerlemeler göstermiştir. Kongar'ın tanımına göre toplayıcılık, avcılık, tarım, sanayi ve bilgi toplumu gibi aşamaları geriye götürmek ya da durdurmak gericiliktir. Üretim ilişkileri de benzer şekilde zaman içinde ilkel klanlar, kölecilik, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm gibi değişimler göstermiştir. Bu değişimleri geriye götürmeyi savunmak gericiliktir. Tanrı adına mutlak hukuki ve idari yetkilere sahip derebeylikleri ve krallıklar, yerlerini anayasal krallıklara ve cumhuriyetlere bırakmıştır. Çağdaş devletlerde kişi hak ve hürriyetleri demokratik ve laik yasalar ile güvence altına alınmıştır. Demokratik ve laik çağdaş rejimlerin yerine insanlar tarafından dini kuralların insanlara karşı işletildiği antidemokratik rejimleri istemek gericiliktir. Bu terim batıda Fransız Devriminde sabık monarşi rejimine veya onun koşullarına dönüşü isteyen karşı devrimcileri tanımlamakta kullanılmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda batıda derebeylikleri ve aristokrasiyi korumayı arzu eden ve sanayileşme, cumhuriyetçilik, liberalizm ve sosyalizm karşıtlarını tanımlamakta kullanılmıştır. Gerici tabiri politik anlamda gelişme ve yenileşmelere karşı olan ideolojileri tanımlamak için aşağılama amacıyla da kullanılır. Yirminci yüzyılda irticaî (reaksiyonel) siyasi oluşumların genel özelliği, endüstriyel üretimi ve sanayileşmeyi devam ettirmek yanında idari yapı olarak eskiden (demokrasi öncesinde) olduğu gibi totaliter veya totaliter benzeri bir yapı taraftarı olmak şeklinde görülmüştür. İspanya'da Franco yönetimi, Fransa'da Vichy yönetimi, Portekiz'de Antonio Salazar yönetimi bunun örneklerindendir. Dünyanın türlü yerlerinde var olan rejime tepki olarak gericiliği siyasi programları yapan siyasi oluşumlar görülmektedir. Günümüzde Almanya'da Neonaziler, Afganistan'da Taliban ve ABD'de Ku Klux Klan gibi görüşler gerici görüşlere sahiptir. Mevcut siyasi oluşumlar azınlık durumundadır. Romatizma Romatizma kelimesi, Yunanca ’’rheuma’’ kökünden gelir. Bu kelime herhangi bir vücut sıvısının akışını, kanın yürümesini ifade eder. Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen bütün hastalıkları adlandırmak için kullanılır. Bir başka deyişle, kaslarda ve özellikle eklemlerde kendini gösteren ağrılı hastalıkların genel adıdır. Nedenleri bugün de ne yazık ki tam olarak bilinemiyor. Fakat mikropların neden olduğu romaztizmalar, gut hastalığı ve akut eklem romatizmasının nedenleri bilinmektedir. Bunların ortaya çıkışına neden olarak genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörler gösterilmektedir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Belkemiği romatizması, gut gibi romatizmal hastalıklar ise genetik olabilir. Ayrıca rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır. Psikolojik nedenler, travmalar da ortaya çıkmasında rol oynayan etkenlerdir. Her ne olursa olsun bu romatizmal hastalıklar kasları, iç organları, eklemleri özellikle hareketimizi sağlayan yapıları tutmaktadır. Ağrı, tüm vücutta mevcut özgül alıcıları, yani ağrı ve acı alıcılarını uyarmanın bir sonucudur. Bu uyarımın iki kaynağı olabilir: ağrı alıcılarının gerilmesi, uzaması veya sıkışmasıyla meydana gelen mekanik uyarı ve iltihap aracıları yoluyla, bir iltihap esnasında ortaya çıkan kimyasal uyarı. Belirli sürelerle tekrarlanan, hareket edince artan ve dinlenince yatışan mekanik ağrılarla (artoz ağrıları), iltihabın ilerlemesine bağlı olarak gece şiddetlenen, sabahları da bir kasılmayla birlikte hissedilen (iltihabî ağrıları) birbirinden ayırmak gerekir. Romatizma hastalıkları sınıflandırmak uzun ve çapraşık bir iştir; çünkü çoğu basit bir etyoloji gös
termediği gibi lezyonların yapısı da kesin bir özellik taşımaz. Romatizma hastalığının önemli bir bölümünün kesin nedeni bilinmemektedir. Genetik yatkınlık bazılarında önem taşır (ailede kalıtsal romatizma öyküsü). Bunun dışında eklemlerde yükü artıran şişmanlık ya da damar yapısını bozan sigara kullanımı ve alkol gibi dış etkenlerin engellenmesi de romatizmalı hastalar için yararlıdır. Bazı romatizmal hastalıklar: kalp, akciğer, böbrek beyin gibi iç organları da etkileyebilirler. Çoğunlukla bulaşıcı mikrobik değillerdir. Romatizma hastalığı her yaşta görülebilir. O yüzden bir yaşlılık hastalığı olarak düşünülmemelidir. Romatizmal hastalıklar genel olarak kadınlarda daha sık görülmektedir. Bununla birlikte erkeklerde daha sık görülen (spondiloartritler, gut) gibi hastalıklar da vardır. Bütün hastalıklarda olduğu gibi romatizma hastalıklarda da en uygun tedavinin yapılabilmesi için erken teşhis ve tanı çok önemlidir. Çoğunlukla erken dönemde teşhisi zor olmakla birlikte, bir romotoloğun gözetiminde hastalığın gidişatı gözlemlenerek doğru karara varılmalıdır. Çünkü belirli zamanlarda romatizmal hastalıklar değişiklik gösterebilmektedir. Bu nedenle teşhisi ve tanısı zaman alabilmektedir. Romatizmal hastalıkların bir bölümünde hastalık müzmin bir şekilde sürebilir. Bu durumda tedavinin uzun süreceği ve verilen ilaçların hekim kontrolünde devam ettirilmesi gerekmektedir. Yapılan tedaviler hastalığı tam olarak iyileştirmese de günlük yaşamınızı ağrısız ve rahat olmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Bu hastalıkları kavramak için, hareket sisteminin (iskelet, eklemler ve eklem çevresi yapılar) anatomisini tanımak gereklidir. Bilgisayarlı tomografi, nükleer manyetik rezonans gibi yeni inceleme yöntemlerinin ortaya çıkmasıyla romotolojik hastalıkların teşhisinde büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Aynı zamanda, genel ve yerel olarak yapılan romotolojik tedavilerin etkinliği de önemli ölçüde artmıştır. Son yıllarda geliştirilen ilaçlar, uygulanan tedavilerin büyük ölçüde olumlu bir şekilde sonuçlar vermesini sağlamıştır.Ailevi Akdeniz Ateşi(FMF) hastalığı da ayak bileklerinde kızarıklık ve şişme ile birlikte ağrıya yol açabilir.Bu hastalık Romatizma ile karıştırılabilmekte ve yanlış tedavi uygulanabilmektedir(sürekli antibiyotik tedavisi gibi). Mürüvvet Sim Mürüvvet Sim (23 Nisan 1929 - 29 Temmuz 1983), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Tiyatro yaşamı 16 yaşında Raşit Rıza Topluluğu’nda başladı. Daha sonra Ses, Karaca ve Şen Ses topluluklarında oynadı. 1950’de sinema oyunculuğuna başladı. Birçok filmde rol aldı. Bir bankanın çocuk tiyatrosunda oyuncu ve yönetmen olarak çalıştı. 1983'te 54 yaşında vefat etmiştir. Mezarı önceden Zincirlikuyu'da bulunan sanatçı ve eşinin kabri oğlu tarafından 2015 yılı Aralık ayında Pendik, Şeyhli Mezarlığı'na götürülerek defnedilmiştir. Yaşamının son yıllarında Beyoğlu'nda piyango bayiliği yapmıştır. En İyileriyle Gönül Yazar Gönül Yazar'ın en iyi pop şarkılarının yer aldığı Hakan Eren yapımcılığında firması Ossi Müzik ten çıkardığı albümünün adı. Belkıs Özener Belkıs Özener, (d. 28 Mart 1936) Türk şarkıcıdır. 16 yaşındayken Tepebaşı'nda ilk defa sahneye çıkan Özener'in, 19 yaşında gerçekleştirdiği evliliğinden, Benek, Bengü ve Barkın adlarında üç çocuğu vardır. Türk Sanat Müziği sanatçısı ablası Gönül Yazar'ın aksine, çok fazla sahne çalışması yapmayıp daha çok Yeşilçam filmlerinde Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik gibi sinema yıldızlarının yerine şarkılar seslendirmiştir. Eserleri 2006 yılında "Sahibinin Sesinden Yeşilçam Şarkıları" adlı albümde bir araya toplanmıştır. Seslendirdiği bazı şarkılar; Yeşilçam Şarkıları Yeşilçam Şarkıları, Belkıs Özener'in 2006'da çıkardığı toplama albümüdür. Mehmet Ali İrtemçelik Mehmet Ali İrtemçelik, (d. 17 Mart 1950, İstanbul), Türk diplomat ve siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. Berlin Büyükelçisi ve daha önce 21. Dönem ANAP İstanbul milletvekili ve Devlet Bakanı. 17 Mart 1950’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi (1968). Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nden mezun oldu. 1975'te başladığı Dışişleri Bakanlığı kariyerinde, sonraki yıllardaki görevleri arasında, T.C. Chicago Başkonsolosluğu'nda Muavin Konsolosluk (1977-1980), T.C. Kabil Büyükelçiliği'nde Başkatip ve II. Katip (1980-1982), Dışişleri Bakanlığı merkez Çok Taraflı İlişkiler Dairesi'nde Şube Müdürlüğü (1982-1984), BM Nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Başkatip ve Müsteşar (1984-1988), 1988-1991 döneminde bakan danışmanlığı (1989'dan itibaren elçi sıfatıyla), 1991 yılında yine elçi sıfatıyla Başbakan Mesut Yılmaz'ın danışmanlığı bulunmaktadır. 29 Kasım 1991 – 31 Temmuz 1995 tarihleri arasında T.C. Amman Büyükelçiliği, 31 Temmuz 1995 – 3 Kasım 1997 T.C. Sofya Büyükelçiliği yapmıştır. Sofya Büyükelçiliği'nden sonra 11 Ocak 1999 tarihine kadar Dışişleri Bakanlığı’nda İkili Siyasi İlişkilerden sorumlu Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 21. Dönem'de ANAP İstanbul milletvekili sıfatıyla TBMM'de bulunmuş, 57. Hükümet'te 28 Mayıs 1999 – 6 Mayıs 2000 tarihleri arasında AB Meseleleri ve İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak yer almıştır. Milletvekilliği esnasında TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi TBMM Delegasyonu Üyesi olmuştur. 16 Ekim 2003 tarihinde T.C. Berlin Büyükelçiliği'ne atanmış olup, görevi 2008 yılının Mart ayında Ahmet Acet'e devretmiştir. 10 Haziran 2008'de Dışişleri Bakanlığı Dış Politika Danışma Kurulu üyeliğine getirilmiş ve 28 Aralık 2012'de de Dışişleri Bakanlığı müşavirliğine atanmıştır. Mart 2015'te emekli olmuştur. Fransızca ve İngilizce bilmektedir. Evli, üç çocuk sahibidir. İsmi, 26 Mayıs 2006 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya ziyaretinde vatandaşları dinlediği bir toplantıda, bir vatandaşın resmi işlemlerde başörtülü resim konusunda dile getirdiği görüşlere, Mehmet Ali İrtemçelik'in, "merkezden gelen talimatlara göre hareket ettikleri" cevabını vermesi üzerine, Başbakan'ın "Ne talimatı?!" şeklinde çıkış yapması ile tekrar gündeme gelmiştir. Zübeyir Yetik Zübeyir Yetik, 1 Ocak 1941 tarihinde Siverek'te doğdu. Babası Kakolar ailesinden Kunduracı İmam Usta, annesi aynı aileden ev kadını Cemile Hanım’dır. İlkokulu Siverek ve Ceylanpınar'da, ortaokulu Siverek’te, liseyi Şanlıurfa'da okudu. Askerliğini yedeksubay öğretmen olarak Manisa ve İzmir'de yaptı. Bir süre Ankara Hukuk Fakültesi nde okuduktan sonra, Adana İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi'nden mezun oldu; İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde İşletme İktisadı programında lisansüstü öğrenim gördü. Zübeyir Yetik 1958-60 Yıllarında Urfa’da gazetecilik, vekil öğretmenlik; 1962-65 Yıllarında İzmir ve Ankara’da gazetecilik; 1966-74 Yıllarında Urfa’da öğretmenlik, hal müdürlüğü, bankacılık, serbest muhasebecilik; 1974’ten itibaren İstanbul’da gazetecilik, yayıncılık, sendikacılık, Türkiye Kızılay Derneği Genel Müdürlüğünde kontrolörlük, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nde APK uzmanlığı, film ve ilaç hammaddesi ithalat ve pazarlaması yapan Kızılay İstanbul Bölge Müdürlüğün’de mali İşlerden sorumlu müdür muavinliği görevlerinde bulundu. Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü olarak 1994’de göreve başladığı İSKİ’deyken 2003 Yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Zübeyir Yetik, 1992 Erzincan depremi'nde ve 1993'te Karabağ olayları sırasında Azerbaycan'da uzun süre görev yapmıştır. 1958 yılında Urfa'da Haberveren'lerin çıkardığı Demokrat Urfa Gazetesinde köşe yazılarına başladı. İzmir ve Ankara’da bulunduğu 1960-1965 Yıllarında çeşitli gazete ve dergilerde (Demokrat Akdeniz, Adalet, Fedai) her kademede görev yaptı, o günlerde yayınlanan "İslam, Hilal, Yeni İstiklal, Komünizmle Mücadele, Türk Yurdu, Oku, Müslümanın Sesi, Fedai, Yaprak, Hicret, Çağrı, Nobel" gibi haftalık ve aylık yayınlarda sürekli olarak yazılar yazdı. Bu yazılarını daha sonra Urfa’da bulunduğu yıllarda da sürdürdü. 1974 Yılında Milli Gazete ’nin başına geçti. Bu gazetenin genel yayın müdürlüğünü yürütürken, bir yandan da birinci sayfa yazarlığı yaptı... 1976’da gazetenin genel yayın müdürlüğünden çekildi, ancak köşe yazarlığını -aralıklı olarak- 1984 Yılına dek sürdürdü. Bu arada Yeni Devir gazetesinde haftalık ekonomi sayfası hazırladı. Büyük Doğu'nun 1976 Yayın dönemi hazırlıkları sırasında Necip Fazıl Kısakürek ile birlikte çalıştı.. Ardından Çığır Yayınları Limitet Şirketi’nin kuruluşuna öncü oldu ve 40’ın üzerinde kitap yayımlayan bu şirkette bir süre genel müdürlük yaptı. 1992-2002 Yıllarında Akit Gazetesinde haftalık yazılar yazdı. İstanbul yıllarında yurdun çeşitli yerlerinde konferanslar da veren Zübeyir Yetik, 1984 yılından 1992'ye kadar ağırlıklı olarak kitap telifi ile uğraştı... İzmir’de bulunduğu yıllarda İzmir Türkocağı Gençlik Kolu Başkanı olarak görev yaptı. 1967’de sendikal çalışmalara başladı. Urfa’da, “Türkocağı” şubesi ve “Urfa İlim ve Fikir Yayma Cemiyeti” ile Milliyetçi Öğretmenler Sendikasının Urfa Şubesini kurdu. Aynı dönemde Harran Üniversitesi için atılmış ilk adım olan “Harran Üniversitesi Kurma Derneği”nin kuruluşunda bulundu ve genel başkanlığını üstlendi. Bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulundu. 1976’da ise, TÜRK-İŞ, DİSK ve MİSK konfederasyonlarında yer almayan işçiler için bir çatı oluşturmak ihtiyacını görerek, ÖZ-METAL-İŞ SENDİKASI'nı kurup, bu alanda başlangıç adımını attı. Ardından kurulan birkaç sendikayı da bir araya getirerek, HAK-İŞ KONFEDERASYONU'nun kuruluşuna öncülük etti; kendisinin ve kamuoyu oluşturacak basın kuruluşlarının İstanbul’da oluşu sebebiyle de merkezi Ankara’da olan Konfederasyon’da Genel Sekreterlik görevini üstlendi. 1978’de ara verdiği sendikacılık faaliyetine, 1997 Yılında BEM-BİR-SEN’in Genel Başkanlığını üstlenerek bu kez memur sendikacılığı ile dönüş yaptı. 2000 Yılında Kurucu Genel Başkan Mehmet Akif İnan’ın ölümü üzerine MEMUR-SEN KONFEDERASYONU’nun genel başkanlığına seçildi. Sendikacılık yaşamı 2001 Yılının ortalarına dek sürdü. 1984 yılında Bostan, Gülistan, Mesnevi, Tutîname, Mantık-et
-Tayr gibi İslâm Klasiklerindeki hikâyeleri manzumlaştırarak (Yalçın Turgut ve Süleyman Özkonuk’un çizgileriyle) hazırladığı 7 Adet resimli çocuk kitabını Eşi Kâmuran Yetik’in adıyla yayınlayan yazar; Medeniyet Burçları, Ön Soruşturma, Tevhid Üzerine gibi ‘ortak yazarlı’ kitaplara katkıda bulunduktan başka, Aliya İzzet Begoviç’in “Doğu ve Batı Arasında İslâm” başlıklı kitabının Türkçe çevirisinin felsefe ve siyasal bilimler kavramları bağlamında redaksiyonunu da gerçekleştirmiştir. Şamil İslâm Ansiklopedisi ve Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’ne de çeşitli maddeler yazmış bulunan Zübeyir Yetik’in yayımlanmış eserleri şunlardır: Tiberya Projesi Tiberya (Tiberias, Tiberian); günümüz İsrail'inde kuzeyde yer alan bir kent ve eskiçağlardan günümüze kadar gelen bir coğrafi bölgedir. I. Süleyman döneminde Osmanlı sarayı ile yakın ilişkileri olan Yasef Nassi Yahudileri bu bölgeye yerleşmesini sağlamak istemiş ve bu isteğine ulaşmıştır. Tiberya'da bir Yahudi yerleşim bölgesi kurma izni almıştır. Yasef Nassi, İstanbul'a gelmeden önce, Avrupa'da Hıristiyan zulmü altında yaşamakta olan Yahudileri yerleştirmek maksadıyla Venedik'ten bir ada satın almak istemiştir.Ancak gerek ticari rekabetten, gerekse Yahudiler'e karşı düşmanlıklarından dolayı Yasef Nassi'nin bu talebi Venedik Senatosu'nca kabul edilmemiştir.Yasef Nassi, bu fikrini gerçekleştirmekten ümidini kesmemiş, İstanbul'a yerleştikten sonra da bu istikametteki çalışmalarına devam etmiştir.Nihayet bu isteğine ulaşmış ve Kanuni Sultan Süleyman'dan Tiberya'da bir Yahudi yerleşim bölgesi kurma izni almıştır.Süleyman,Yasef Nassi'ye minnettarlığının bir nişanesi olarak Filistin'de Tiberya şehrini çevresiyle birlikte zulme uğrayan milletine bir sığınak yeri olarak geliştirmesi için izin verdi.Yasef Nassi, bütün Yahudileri imtiyazını aldığı Tiberya'ya göçe çağırdı.İşte bu sebepten Yasef Nassi'nin Siyonizm'in öncüsü olduğu üzerinde durulur. Reznik ve Ballin'in, Ha-Cohen'den naklettiklerine göre Kanuni Sultan Süleyman, Tiberya ve çevresini Avrupa'dan gelecek olan Yahudileri yerleştirmek üzere vermiştir. Yasef Nassi, Tiberya'yı imar etmek üzere Haham Yasef ben Ardut'u görevlendirmiştir. Ardut elinde padişahın yazılı bir fermanı ve yanında korumaları ile birlikte Şam kadısına müracaat etmiştir. Şam kadısı fermana istinaden, Tiberya'yı yeniden imar etmek için işçiler görevlendirmiştir. Ancak o bölgede yaşayan yaşlı bir şeyh; "Eski bir kitapta okuduğuma göre, Tiberya denilen şehir yeniden imar edilince dinimiz yok olacak, biz de günahkar olarak yok olacağız" diyerek imar işine karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Nassi'nin adamı Haham Ardut, durumu Şam Kadısına arz etmiştir. Kadı bu işe önayak olan Şeyh ile birkaç elebaşıyı cezalandırmış ve şehrin yeniden imarına başlanmıştır. Beş yıl süren bir çalışmadan sonra Tiberya şehrinin imarı 1565'te tamamlanmıştır. Tiberya şehrinin imarı tamamlandıktan sonra Yasef Nassi, Avrupa'da zulüm altında yaşayan Yahudiler'i buraya yerleşmeleri için davet etmiştir. Ayrıca O, Tiberya'ya yerleşecek dindaşlarının dokumacılık yapabilmeleri için Tiberya'ya yün ve ipek getirtmiştir. Yasef Nassi'nin yaptığı bu çağrı, Yahudiler arasında büyük heyecan meydan getirmiştir. İtalya'nın güneyinde yaşayan küçük bir Yahudi cemaati, bunu büyük bir sevinçle karşılamıştır. Bu olay, Yahudiler arasında Mesih'in gelişinin yakın olduğunun ve Yahudi krallığının yeniden kurulacağının alameti olarak yorumlanmıştır. Yasef Nassi'nin Tiberya'da bir Yahudi yerleşim birimi kurma girişimi, çeşitli sebeplerden dolayı başarıya ulaşamamıştır. Reznik'in; "Pers İmparatoru Kirus'un Babil'i fethettiğinde (M.Ö. 538) Yahudiler'in vatanlarına dönmelerine izin verildiği gibi , Türk sultanı da bu örneği izleyerek Tiberya'yı Yahudiler'e bağışlayıp, onların Filistin üzerindeki haklarını vermiştir" sözleriyle tavsif ettiği gibi Tiberya Projesi gerçekleşememiştir. Reznik'e göre, Tiberya şehrinin iklimi elverişli değildi. Bu bakımdan Avrupa'nın değişik yerlerinden Yahudi göçmenler, Tiberya'nın iklimine uyum sağlayamıyorlardı. Buna karşılık göçmenler, Tiberya'ya fazla uzak olmayan, Yahudiler'in yoğun olarak yaşadığı, Kabbalist faaliyetlerin yoğun olduğu ve iklimi elverişli olan Safed'i tercih ediyorlardı. Ayrıca yüzyıllar boyunca ezilip horlanmış olan bir halk, böyle bir teşebbüse ruhen hazır değildi.Onlar Tanrıdan bir mucize gelerek Tapınağın tekrar yapılacağını umuyorlar ve bu iş için gayret göstermiyorlardı. Avrupa Devletleri de bu projenin gerçekleşmesini engelliyordu. Cecil Rohth da Tiberya projesinin gerçekleşmemesine, yerli Arap ve Hırıstiyan entrikaları ile Nassi'nin İstanbul'daki düşmanlarının kıskançlığının sebep olduğunu ileri sürmektedir. Yahudi tarihçi Mosche Sevilla-Sharon, Tiberya projesinin amaca ulaşamamasını, Yahudiler'in o dönemde henüz Filistin'e dönmeye hazır olmamalarına, idealist fikre sahip olmalarına rağmen uygulamada güçsüz olmalarına ve o günkü Türkiye Yahudileri'nin zamanın en rahat cemaati olmasına bağlamıştır. Sharon, Yasef Nassi'nin Tiberya'da bağımsız ya da yarı bağımsız bir Yahudi kolonisi kurmak ve bu koloniye Avrupa'da zor şartlar altında yaşayan Yahudiler'i yerleştirmek istemesini, Thedor Hertzl'in ortaya koyduğu Eylemci Siyonizm'e benzemiştir. Ona göre Yasef Nassi, Thedor Hertzl'den dört asır önce aynı şeyi düşünmüştür. Yahudi kaynakların dayanarak yukarıda anlattığımız ve Tiberya Projesi olarak meşhur olan bu teşebbüs hakkında Osmanlı belgelerinde bilgi yoktur. Bu yüzden, böyle bir projenin olup olmadığı Osmanlı belgeleriyle teyit edilememektedir. Ancak yarı efsaneleşmiş bu bilgilerden anlaşıldığına göre, Kanuni Sultan Süleyman, ülkesinin başka yerlerine olduğu gibi Tiberya'ya da Yahudiler'in yerleşmelerine izin vermiştir. Fakat bu hadisenin Osmanlı Devleti için fazla önemi yoktur. Buna karşılık, Yahudiler için canlarının ve mallarının emniyet içinde olacağı bir yer bulmak son derce önemlidir. Bu durumda, Yahudiler'in Osmanlı Devleti'nin toprakları üzerinde o dönemde bir Yahudi Krallığı kurmayı düşünmeleri ancak hayal olabilirdi. Nitekim daha sonra Sabatay Sevi'ye inanan Yahudiler'in düştükleri feci durum bunu açıkça ortaya koymaktadır. Isaırah Friedman, Tiberya şehri çevresindeki yedi köyle birlikte imtiyazını alan Yasef Nassi'nin bir Yahudi Devleti kuracağına dair yeterli delillerin olmadığından, buraya İspanya'dan gelecek Yahudileri yerleştirmek amacı taşıdığından bahseder. James Pankers'e göre Yasef Nassi burada "Ekonomik Bağımsızlık" elde etmek istiyordu. Tiberya'nın etrafını kale duvarları ile çevirmiş fakat yeterli sayıda Yahudi'yi buraya toplayamamıştı. Cecil Roth da, Sultan'ın Yasef Nassi'ye Tiberya ve çevresinde self-dependent imtiyazı verdiğinden, buna karşılık Osmanlı Devleti'nin Yasef Nassi'den her yıl 1000 düka kira aldığından bahisle şunları yazar: "Yasef Nassi ailesinin Filistin severlik eğilimi en erken kesin bir meydan okuma idi. Sonra bu olayda Modern Siyonist hareketin büyük öncüleri arasında zikredilmeye değer işaretler vardı". Refus Learsi ise Yasef Nassi'nin düpedüz "Yahudi Devleti" kurmak istediğinden bahseder: Tiberya için Yasef Nassi, Sultan tarafından muhtariyet idaresi verileceğini umuyor, burada büyük bir Yahudi yerleşim alanı planlıyordu.Yasef Nassi, gerçekten bütün hayatı müddetince Yahudi Devleti kurmak hayalini beslemişti. Bir çağrısında zulme uğrayan milletini eski anayurduna dönmeye davet ediyordu. Onların göçü için gemiler bile tedarik etmişti. Bu uğurda İsmail Hami Danişment şunları yazar: "Yasef Nassi ailesinde Siyonizm'e benzer temayüller de vardır. Bunlar Avrupa'da papalık makamının tazyiki engizisyon mezalimi altında tehlikeli günler geçirmekte olan Yahudiler'le Marranlar'ı toplayıp ayrı bir yurda yerleştirmek fikri takip etmişlerdir". Yasef Nassi, Kudüs'e de özel bir önem vermiş, buraya da Yahudi göçlerini teşvike çalışmış, inşaat faaliyetlerinin geliştirilmesini teşvik etmiştir. Yasef Nassi, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak emeli taşıyordu. Osmanlı Devleti'nin Mısır, Mezopotamya, Batı Anadolu, Balkanlar gibi daha mümbit toprakları ve yerleşim alanları varken, pek de verimli ve cazip olmayan Filistin üzerinde durması, maziden gelen tarihi bir gelenek ve idealin ifadesiydi. Yasef Nassi'nin hareketi tıpa tıp Siyasal Siyonizm'in kurucularından olan Thedor Hertzl'in mücadelesini andırmaktadır. Her ikisi de dünyada Yahudiler üzerinde artan baskı ve zulüm sebebiyle Yahudi Devleti ve Filistin'le ilgili planlar geliştirmişlerdir. Yine her ikisi de, Osmanlı Devleti'nden, ona para ve diplomatik yardım vaadiyle Filistin'de ilkin "Muhtar Yahudi Yerleşimi" düşünmüşler, fırsat bulunca bunu "Bağımsız Yahudi Devleti"ne dönüştürmek istemişlerdir. Yasef Nassi'de, Thedor Hertzl'e bir diğer benzerlik de Yahudiler'e yurt için sadece Filistin üzerinde durmamak olmuştur. Hertzl, Filistin'e alternatif olarak nasıl ki Arjantin ve Uganda üzerinde duracaksa Yasef Nassi de Akdeniz'deki adalar üzerinde durmuştur. Bu ilgi ve çabası sonucu, Sultan II.Selim'den 1566 yılında Osmanlı hakimiyetindeki Naksos Adaları Dukalığını almıştır. Burası için de Osmanlı Devleti'ne 40.000 duka kira veren Yasef Nassi, adalardan İtalyanları boşalttırmış, burada da kale duvarları inşa ettirerek Avrupa'da bilhassa İtalya'da Papa IV.Paul ve Papa Pius zamanında zulüm gören Yahudiler'i Naksos adalarına yerleşmeye davet etmiştir. Buraya adeta bir devlet özelliği vermiştir Sd.Kfz. 251 Sd.Kfz. 251 ("Sonderkraftfahrzeug" "251", "Schützenpanzerwagen") Nazi Almanyası ordusu Wehrmacht tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılan yarı tırtıllı zırhlı personel taşıyıcı (ZPT). İlk olarak Nazi Almanyası'nın Hanomag şirketi tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında tasarlanmış ve imal edilmiş bir zırhlı muharebe aracıdır. Bu araçlardan savaş boyunca 15,000'den fazla üretilmiştir. Bu aracın erken üretim modelleri 1'inci Panzer Tümeni'ne 1939 yılında verildi. Aracın pek çok çeşidi olan dört ana modeli (A - D) vardı. Temel düşünce, bir piyade mangasını düşman hafif silah ve topçu ateşinin bir kısmına karşı koruyarak savaş alanına ulaştırmak için bir aracın k
ullanılmasıydı. Aracın üstünün açık olması personelin özellikle havada paralanan mühimmata karşı hala hassas olduğu anlamına geliyordu. İlk iki model az sayıda üretilmiştir. C modeli, daha fazla üretilmiş fakat hafif silah ateşinden makul bir koruma sağlaması için yapılan çok açılı kaplamalar bu modeli üretim için oldukça karmaşık bir araç haline getirmiştir. D versiyonu daha basit tasarımlıdır ve kolayca tek parça, eğik, düz arka kapıları ile tanınabilir. Aracın arazide görev yapması için tasarlanmasına rağmen ön tekerleklerinin "müteharrik" olmaması sebebiyle bazı yetersizlikleri vardır. Standart personel taşıyıcı versiyonu açık personel bölmesinin önünde, sürücünün üst arkasına yerleştirilmiş bir adet 7.92 mm MG34 veya MG42 makineli tüfek ile donatılmıştır. Genellikle uçaksavar maksatlı kullanılan ikinci bir makineli tüfek aracın arkasına monte edilmiştir. Bu araçlar panzergrenadier askerlerinin panzerlerle beraber harekat yapması ve gerektiğinde piyadeye destek sağlaması amacıyla kullanılmıştır. Uygulamada, bu araçların sayısı asla yeterli olmamış ve birçok panzergrenadier birimi nakliye için kamyonlar ile yetinmek zorunda kalmıştır. Panzer Lehr gibi sadece çok az mümtaz tümen kendi piyade birimlerini donatmak için yeterli sayıda bu araçtan almıştır. Bu aracın, uçaksavar silahları, hafif obüsler, tanksavar silahları, havan ve hatta güdümsüz topçu roketleri taşıyan özel maksatlı tipleri de üretilmiştir. Kızılötesi algılayıcılarla donatılan Panther tankları için potansiyel hedefleri noktalamak maksadıyla kızılötesi arama ışığı kullanan bir versiyonu da üretilmiştir. 100 km'de 50 litre kadar bir benzin tüketimine sahip araç zamanına göre oldukça ekonomik sayılırdı. Keşif görevlerinde, tanksavar silahlarının taşınmasında (Pak 38, Pak 40 tanksavar toplarını taşımada), yaralı tahliyesi gibi faaliyetlerde kullanılmıştır. Zırhsız ve daha hızlı versiyonun ismi Sd.Kfz 7 adıyla bilinir. Sd.Kfz. 10 modelinin geliştirilmiş, büyütülmüş altyapısını kullanan Sd.Kfz. 250 aracının arka palet sistemi ve personel bölümünün uzatılarak bir steyşın vagona dönüşmesinden ibarettir. Bu yüzden Sd.Kfz 10'a göre 10 km daha yavaştır. Bu gün hâlâ çalışır durumda yüzlercesi bulunmaktadır. 1955 yılında Çek Cumhuriyeti tarafından OT-810 adı ile tekrar üretilmiştir. Bu üretilen versiyonlarda dizel motor kullanılmış karoseri ise aslına uygun şekilde muhafaza edilmiştir. 1960 yılında üretimi durdurulmuştur. Aracın 23 değişik resmi ve çeşitli resmi olmayan modeli vardır. Her model takip eden bir numara ile tanımlanmaktadır. Ancak model numaralarına ilaveten küçük değişiklikleri belirten bazı sayılar da vardır. Larry Mullen Jr. Rembrandt Rembrandt Harmenszoon van Rijn (15 Temmuz 1606 – 4 Ekim 1669), Hollandalı ressam ve baskı ustası. Avrupa ve Hollanda sanat tarihinin en önemli ressamlarından biridir. Hollanda'nın ticaret, bilim ve sanatta atılım yaptığı Hollanda Altın Çağında yaşamıştır. "Işığın ve gölgelerin ressamı" olarak da anılır. Cornelia ve Harmen Gerritsz'in oğlu olarak Leiden, Hollanda'da dünyaya gelmiştir. Bir değirmenci olan babası varlıklıydı, annesi ise bir fırıncının kızıydı. Leiden Üniversitesi'nde okuyan Rembrandt, ressam Jacob van Swannenburg'un takdirini kazanmış ve 1621'de onun öğrencisi olmuştur. 1624 yılında kısa bir süreliğine de olsa Pieter Lastman'ın yanında Amsterdam'da çıraklık yapmış, 1625'de ise Leiden'de, arkadaşı ve meslektaşı Jan Lievens ile paylaştığı stüdyosunu kurmuştur. 1627'de öğrenci kabul etmeye başlamıştır ki bunlarında arasında Gerrit Dou da bulunur. 1629'da matematikçi Christiaan Huygens'in babası, devlet adamı ve şair Constantijn Huygens tarafından keşfedilmesi ona fayda sağlamıştır; bu bağlantısının bir sonucu olarak Prens Frederik Hendrik 1646'ya kadar Rembdrandt'an tablo satın almaya devam etmiştir. 1630'da babası ölen Rembdrandt, üç yıl sonra Amsterdam'da Hendrick van Uylenburg'un evini kiralamıştır ki bu adamın kuzeni olan Saskia van Uylenburgh ile de sadece bir yıl sonra 1634'de evlenmiştir. Çiftin 1635 doğumlu Rombertus ve 1638 doğumlu Cornelia adlarındaki çocuklarının daha bir yaşına basamadan ölmesinin ardından 1640 yılında doğan ve yine Cornelia olarak adlandırdıkları üçüncü çocukları da birkaç haftalıkken ölmüştür. Aynı yıl Rembrandt'ın annesi de vefat etti. Daha sonra 1641 yılında doğan Titus isimli erkek çocukları yaşasa da, doğum sonrası zorlukların da etkisiyle, Rembrandt'ın eşi Saskia 1642 yılında vefat etmiş ve Oude Kerk'e gömülmüştür. Geertje Dircx eve Titus'a bakması için alınmış, Rembrandt ile 1649'da kötü sonla biten bir ilişki yaşamıştır. 1640'ların sonuna doğru Rembrandt, 1647'de evine kâhya olarak giren Hendrickje Stoffels ile bir ilişkiye başladı ki evli bir çift gibi yaşayan çiftin 1654 yılında adını Cornelia koydukları bir kızları oldu. Günahkâr olduğu iddiasıyla Stoffels kiliseden aforoz edilse de çift ilişkilerini sürdürmüşlerdir. 1656 yılında Rembrandt'ın iflâs ettiği ilan edilmiştir ve bunun sonucu olarak birçok eseri ve antika koleksiyonu açık arttırmaya çıkmış, evi dahil bütün mal varlığı da borçlarını kapatmak için satılmıştır. 1660 yılında Hendrickje, Titus ile birlikte iş kurmuş, Rembrandt'ı da işe almış böylece onu alacaklılarından korumuştur. Bundan üç yıl sonra, 1663'de vefat eden Hendrickje Stoffels Westerkerk'e gömülmüştür. Bu ölümü beş yıl sonra, 1668'de Titus'un ölümü takip etmiştir. Kısa bir süre sonra, 4 Ekim 1669'da da Rembrandt vefat etmiştir. Amsterdam'da vefat eden Rembrandt 8 Ekim'de, Westerkerk'te bilinmeyen bir mezara gömülmüştür. Arama motoru Google, 15 Temmuz 2013 günü hazırladığı ve yayınladığı doodle ile 407. doğum gününü andı. Ankara 19 Mayıs Stadyumu Ankara 19 Mayıs Stadyumu, 19.209 kapasiteli stadyumdur. Kapasiteye göre Ankara'nın en büyük 4. stadyumudur. Süper Lig takımlarından Gençlerbirliği ve 1. Lig takımlarından MKE Ankaragücü'nün iç saha maçlarına ve resmi kurumlar tarafından düzenlenen tören ve gösterilerde kullanılmaktadır. 8 Temmuz 1954 tarihinde ışıldaklarla aydınlatılan stadyumda ilk gece maçı Ankara Demirspor ile Gençlerbirliği arasında yapılmış ve 2-2 berabere sonuçlanmıştır. Ankara Belediyesi tarafından 19 Mayıs Stadyumu ve Ankara Hipodromu'nun ihalesi 1.369.762 TL muhammen bedel üzerinden 16 Nisan 1934 tarihinde yapıldı ve 15 Aralık 1936 tarihinde kullanıma açıldı. Paolo Vietti-Violi'nin bu projesi, mimari bir yarışmanın sonucu ve Türkiye’de tasarladığı bir dizi spor kompleksinin ilkidir. Kompleks, türünün ilk örneği olmasıyla Türkiye Cumhuriyeti için tarihsel olarak sembolik bir önem taşımaktadır. Yapı, hem sosyo-kültürel hem de fonksiyonel açılardan önemlidir. Yapı grubu, kapalı ve açık tribünleriyle ve soyunma odalarıyla birlikte bir atletizm stadyumunu, at yarışları ve askeri yürüyüşler için bir hipodromu, velodromu, ragbi, futbol, basketbol gibi takım sporları için antrenman sahalarını, tenis kortlarını, jimnastik salonunu, 33x60 m uzunluğunda iki havuzu, soyunma odalarını, sporcu ve kulüp binalarını, ilk yardım ünitesini, bir kuleyi, atış poligonunu ve alanın genel peyzajını ve seyirciler için düzenlenmiş olan açık alanları içermektedir. Stadyum ve hipodromun saçakları ve tribünleri, betonarme yapılardır. Stadyum, Ağustos 2017'de yıkılmaya başlanacak ve yerine 2 yıl içinde bitirilmesi planlanan 41.923 kişilik yeni bir stadyum inşa edilecektir. 19 Mayıs Stadyum'unda, 6 Mart 2014 itibarıyla, daha önce 28 maç yapan millî takım, 13 galibiyet, 6 beraberlik, 9 yenilgi almıştır. Bu maçların sadece 8'i Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası elemeleri çerçevesinde oynanmıştır. Millî takım, bu maçlarda 43 gol atarken, kalesinde de 34 gol görmüştür. Eser Gürson Eser Gürson (d. 1941 Kastamonu - ö. 2002 Ankara) Türkiye'de bilimsel ve nesnel eleştiri anlayışının gelişmesine önemli katkılarda bulunan 1960 kuşağı eleştirmenlerindendir. 1941 yılında Kastamonu'da doğan Eser Gürson, 1964'te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 1964-1978 yılları arasında "askerî öğretmen" unvanıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı olarak çeşitli görevlerde çalıştı. Emekli olduktan sonra 1982 yılında Ankara’da bir antikacı dükkânı işletti. Eser Gürson, 1992 yılında öğretmenlik yaşamına geri döndü. TED Ankara Koleji ve ODTÜ Koleji'nde öğretmenlik yapan Gürson, 1996 yılından 21 Temmuz 2002 tarihinde bir trafik kazası sonucu vefat edene kadar Bilkent Üniversitesi'nde Türkçe okutmanı olarak görev yaptı. Öğrencilik yıllarında eleştiri yazıları yazmaya başlayan Eser Gürson’un, ilk yazısı 1963’te Dönem dergisinde yayımlandı. Devinim 60, Alan 67, Evrim, Oluşum, Somut, Yeditepe gibi edebiyat dergilerinde çeşitli yazıları yer aldı. 1964’te, İzmir’de yayınlanan Evrim Dergisi’nde Halûk Aker, Rahmi Akseki, Ataol Behramoğlu, Erhan Etiker, Abdullah Nefes, İsmet Özel ve Semih Tezcan’la birlikte "Doğuş Bildirisi" başlığı altında, dönemin edebiyat ortamını eleştiren, Ankaralı genç kuşak sanatçıları olarak daha üretken ve bilinçli bir edebiyat ortamı yaratacaklarını duyuran bir bildiriye imza attı. Gürson, Türkiye'de eleştirinin gelişmesini, tohumları Hüseyin Cöntürk tarafından atılan bilimsel ve nesnel eleştiri geleneğinin yerleşmesini istiyordu. Eser Gürson'un yazıları Edebiyattan Yana adıyla Şubat 2001'de Yapı Kredi Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Mübeccel Vardar Mübeccel Vardar (d. 9 Ocak 1960, İstanbul - ö. 27 Mayıs 2006) Türk tiyatro ve sinema oyuncusu. İstanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü"nden mezun olan Vardar, Harold ve Maude adlı oyun ile Kenter Tiyatrosunda profesyonel oldu. Cyrano de Bergerac, Ölümü Yaşamak, Babalar ve Oğullar, Gönül Suçları, Şafak Yıldızları, Yarın Cumartesi, Kökler, Arzu Tramvayı, Nice Yıllar adlı oyunlarda rol aldı. Sanatçı, Tiyatro İstanbul'da da "Acaba Hangisi" adlı oyunda oynamıştı. Halit Refiğ"in "Hanım" ve en son Yavuz Turgul'un Gönül Yarası filmlerinde rol alan sanatçı, Çalıkuşu, Saat Sabahın Dokuzu, Kuşlu Çorap, Önce Canan, Ayı, Uğurlugiller, Hastane, Dişi Kuş, Yabancı Damat adlı televizyon dizilerinde oynamıştı. Varda
r, bir süre tedavi gördüğü akciğer kanseri nedeniyle, 27 Mayıs 2006 günü 46 yaşında öldü. Ben Anlamam / Seni İyi Tanırım Nil Burak'ın ikinci 45'liğidir. Bir Eski Şarkı / Birisine Birisine Nil Burak'ın üçüncü 45'liğidir. Sus / Tatlı Tatlı Nil Burak'ın ilk 45'liğidir. Dünyamı Yıktı Geçti / Kırk Yılda Bir Nil Burak'ın beşinci 45'liğidir. Gözünüz Aydın / Yalnızım Ben Nil Burak'ın altıncı ve son 45'liğidir. Muhammed Ali Muhammed Ali, önceki adı: Cassius Marcellus Clay Jr. (17 Ocak 1942; Louisville, Kentucky - 3 Haziran 2016; Phoenix, Arizona), Amerikalı Müslüman profesyonel boksör. Tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Muhammed Ali, kariyeri boyunca yaptığı maçların yalnızca 5 tanesini kaybetmiştir. Müslüman olmadan önceki ismi Cassius Marcellus Clay Jr. olan Muhammed Ali, 17 Ocak 1942'de Kentucky Louisville'de doğdu. Afro-Amerikan ve İrlanda kökenlidir. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası'nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960'ta Roma'da ağır hafif siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları'nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı. 1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston'u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam'a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks'a 1967'den 1970'e kadar ara vermek zorunda kaldı. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım." diyerek Vietnam Savaşı'na gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970'te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971'de Joe Frazier ile 'Asrın maçı'na çıktı ve profesyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammed Ali'nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hemfikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton'a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında birçok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip art arda unvan için rakip olan boksörleri bir bir yendi. Ken Norton'i yenip rövanşı aldı. 1973'te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raund'da nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman'la maç ayarladı ve iki maçı da nakavt'la kazandı. Böylece hem kaybettiği unvanını alacak hem de daha bitmediğini gösterecekti. 1974'te Foreman’ın bahisçilerde 7'ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hak ettiği unvanı Floyd Patterson'den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu. 1978'de L. Spinks'e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibarı ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammad Ali'nin etkin döneminde en iyi boksörler, unvanı elde edebilmek için, mutlaka karşı karşıya gelirlerdi. George Foreman'in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun birçok ülkede neden "Altın 70'li yıllar" diye anıldığını bize anlatıyor. 1978'de boksu Şampiyon olarak bıraktı. Sonra 1984'te Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının Dünya Şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37'si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı. Ona sadece bir boksör olarak bakmamak gerekir. Çünkü o gücüyle olduğu kadar kişiliğiyle de hep daha iyisini yapmaya çalışmıştır. 1960 Roma Olimpiyatları'ndan döndükten iki gün sonra bir lokantada sadece beyazlara servis yapıldığını öğrenince, altın madalyasını Ohio Nehri'ne atmıştır. 1996 Atlanta Olimpiyatları'nda bu madalyanın yerine başka bir altın madalya kendisine verilmiştir. Din olarak İslamiyet'i seçmiştir ve Vietnam Savaşı'na gitmemiştir. Bu durumu şöyle dile getirmiştir: "Benim onlarla sorunum yok." (I'I ain't got no quarrel with them Vietcong'). Bu nedenle unvanlarına el konuldu ve bokstan uzaklaştırıldı. Fakat o yılmadı. Bu süre içerisinde üniversiteleri dolaşarak İslamiyet'i anlattı. Malcolm X ile yakın ilişkileri oldu. Verimli işlerle uğraştı. 1984 yılında, Muhammed Ali Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan'ın yeniden seçilebilmesi için kendisine destek verdiğini açıkladı. 1991 yılında Ali, Körfez Savaşı sırasında Irak'a gitti ve Amerikalı rehinelerin serbest bırakılmasını müzakere etmek amacıyla Saddam Hüseyin ile bir araya geldi. 1996 yılında Atlanta, Georgia'da 1996 Yaz Olimpiyatları'nda ateşini yakma onuruna vardı. 17 Kasım 2002 tarihinde, Muhammed Ali, "Barış BM Elçisi" olarak Afganistan'a gitti. BM özel konuğu olarak üç günlük bir iyi niyet misyonuna ilişkin Kabil'de bulundu. 27 Temmuz 2012 tarihinde Ali, Londra'da, 2012 Yaz Olimpiyatları Açılış törenindeki Olimpiyat Bayrağını taşıdı. Parkinson hastalığından dolayı stadyumda bayrağı taşıyamayacak hale gelince eşi Lonnie tarafından ayakta durmasına yardımcı oldu. 20 Aralık 2014 tarihinde Ali, pnömoni şikayetine muzdarip hastaneye yatırıldı. Ali bir kez daha Scottsdale, Arizona'da bir konuk evinde tepkisiz bulunduktan sonra idrar yolu enfeksiyonu rahatsızlığı ile 15 Ocak 2015 tarihinde hastaneye yatırıldı. Ertesi gün taburcu oldu. Muhammed Ali'nin zamanının en iyisi olduğu kabul edilir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali adlı filmde Muhammed Ali'yi Will Smith canlandırdı. Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan'daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği "Bütün zamanların en iyisiyim" lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur. Buna rağmen, 2001 yılındaki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demiştir: “"Beni asıl inciten, 'İslam' adının bulaştırılması ve 'Müslüman' [adının] bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım."” Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır (ISBN 975-6698-34-9). Uzun süredir Parkinson hastalığı ile mücadele eden Muhammed Ali 3 Haziran 2016 tarihinde solunum yolu rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir. Serpil Barlas Serpil Barlas (d. 1957; İstanbul), Türk Pop Müziği sanatçısı. Annesi Türk müziği solisti Aysel İpar, babası Kazım Polat. 1960'lı yıllarda şehir tiyatrolarında sanat hayatına başlamıştır. Zamanın ünlü orkestralarında solistlik yapmıştır. 1970 yılında Altın Ses Yarışması'nda Nilüfer'in ardından ikinci olmuştur. 1976-1978 yılları arasında birkaç 45'lik plak doldurmuş ve bunların arasında en çok Oldu Olanlar (orj. Dibi Dibi Daba da) adlı parça ile adından söz ettirmiştir. 1978'de Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finalinde "Yaşamaya Bak" isimli şarkı ile katılmıştır. 1978 yılında ABD'ne yerleşerek bu ülkede 15 sene ikamet etmiştir. 1993 yılında Türkiye'ye dönüşünden sonra AIDS ile mücadelede öncülük yaparak sanat camiasında bir ilke imza atmıştır. Gerek AIDS gerekse sahipsiz sokak çocukları ve Bosna'daki sistematik soykırım gibi toplumsal konularda yaptığı çalışmalarla kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmış ve ünlü müzisyen Uğur Dikmen'in desteğiyle yaptığı albümlerinde bu konulara temas eden "Benim Adım İnsan", "Sahipsiz Çocuklar" , "Bosna" adlı şarkıları ile üstlendiği misyonu savunmaya çalışmıştır. Flash TV'de 3 sene (1998-2001) "Serpil Barlas'la Kurdele" adlı televizyon programını hazırlayıp sunmuştur. Gün Ana Gün Ana (Azerice: "Gün Ana", Kırgızca: "Күн Эне", Kazakça: "Күн Ана", Yakutça: "Күн Ий̃э", Balkarca: "Кюн Ана", Osmanlıca: "گون آنا" ) - Türk ve Altay mitolojisinde Güneş Tanrıçası. Kün Ana veya Güneş (Küneş) Ana olarak da bilinir. Bazen Yaşık Ana da denir. Moğollar Nar (Nara) Ece derler. Altay Türkleri'nin Tengricilik inancında güneş ile birlikte Gök Alemi'nin en yüksek katında oturan, güneş tanrıçası olarak görülebilecek kutsal bir varlıktır. Bu inanca göre gün ana insanların ilk büyük annesi, ve Ay Dede ilk büyük babasıdır. Göğün yedinci katında oturur. Türklerle de bağlantılı bazı ön Asya kültürlerinde dişil olarak algılanmıştır. Günümüzde kızlara Güneş adının verilmesinin nedenlerinden birisi de budur. Türklerde güneş sıcağın ay ise soğuğun sembolüdür. Ural Batır (Ural Han) söylencesinde Gök Tanrısı Samrav’ın iki karısı vardır birisinin adı Kuyaş Ana’dır. (Diğeri de Ay Ana’dır.) Ziya Gökalp şöyle demektedir: “Eski Türk telakkisine göre, hakanla hatun gök ile yerin evlatlarıydı. Günes ana ile Ay ata onların gök yüzündeki temsilcileri idi. Hakanın mümessili olan ay ata, gök yüzünün altıncı katında, hatunun mümessili olan gün ana ise daha üstte, gökyüzünün yedinci katında idi.” Ay Ata Ay Dede ya da Ay Ata (Azerice: "Ay Ata", Kiril: "Ай Ата" veya Türkmence: "Aý Däde", Azerice: "Ay Dədə") - Altay'ların Tengricilik inancında Ay Tanrısı olarak görülebilecek bir kutsal varlıktır ve Gök Aleminin altıncı katında oturur. Bu inanca göre Ay Dede insanların ilk Büyükbabası ve Gün Ana ilk Büyükannesidir. Günümüz Türkiye'sinde Gün Ana inancı artık kalmadıysa da, Ay Dede inancı çocuksulaştırılarak da olsa sürmektedir. Ay, çocuklara Ay Dede olarak tanıtılmaktır. Uyku v
e uyku vakti ile özdeştirilir. Çocuğa "yatağına yatarsa, Ay Dede sana masal anlatacak" denir ve çocuğun yanında ya masal kitabı okunur ya da bir masal anlatılır. Memlükler (Kölemenler) döneminde Mısır’da yaşamış olan Türk tarihçisi Aybek-üd Devâdârî’nin Türklerin kökeni üzerine anlattığı "Ay Atam Efsanesi"nde mağarada türeyiş motifi yer alır. Bu öyküye göre Türklerin ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada ortaya çıkmıştır. Bu mağara Ay Ata’nın doğumuna (Aybek-üd Devâdârî’nin ifadesiyle) bir "ana rahmi" görevi yapmıştır. Bozkurt Efsanesi’ndeki kurdun yaralı Türk’ü kaçırıp beslediği mağara da böyle bir Ata mağarasıdır ve her yıl bu mağarada törenler yapılırdı. Ata Mağarası inancı ve geleneği eski dönemlerde Türkler arasında oldukça yaygındır. İşte Ay Ata da böylesi bir mağarada vücut bulmuştur. Yakutlarda Ay Tangara (Ay Tanrı) yaratıcı olarak görülür ve kartal kılığına girerek Yaşam Ağacının üzerinde dolaşır. Carlos di Sarli Carlos di Sarli (7 Ocak 1903 - 12 Ocak 1960), Arjantinli müzisyen, besteci, şef. Tango müziğinin önde gelen bestecilerinden biridir. Şarkıları günümüzde milongalarda tercih edilen besteler arasındadır. Ertem Eğilmez Ertem Eğilmez (d. 18 Şubat 1929, Trabzon - ö. 21 Eylül 1989, İstanbul), Türk yapımcı ve sinema yönetmeni. Geniş izleyici kitlesinin ilgisini çeken kalabalık kadrolu güldürüleriyle Türk sinemasında bir tarz oluşturmuştur. İlk ve orta öğrenimini Konya'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra dükkân açıp bakkallık yaptı. Askerlik sonrasında, 1954'te Refik Erduran ile birlikte Çağlayan Yayınevi'ni kurdu. Aynı yıl yine Erduran ve Haldun Sel'le birlikte, birçok karikatüristin yetiştiği "Tef" adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı. Yayın dünyasında çıkardığı cep kitapları ile bir devrim yaptı. Kemal Tahir’e, Mayk Hammer takma adıyla polisiye romanları yazdırdı. Cep kitapları işinde batınca Türkiye'nin ilk langırt makinelerini getirtti. 1961 yılında Efe ve 1964 yılında Arzu Film şirketini kurarak sinemacılığa başladı. 1961'de "Yaman Gazeteci" filmiyle yapımcılığa, 1964'te de "Fatoş'un Fendi Tayfur'u Yendi" ile yönetmenliğe adım attı. "Bir Millet Uyanıyor"'la 1967 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde en iyi tarihsel film ödülünü kazandı. Her türü denediyse de, çoğunlukla kolay izlenen ve geniş izleyici kitlesinin ilgisini çeken güldürüler yönetti. 1960'lı yıllardaki popüler aşk filmlerinin ardından, 1970’li yıllarda sevgi, dostluk ve güncel olayları güldürü öğesiyle kaynaştırdığı duygusal güldürülere yöneldi. Genellikle aynı oyuncu kadrosunu kullandığı ve ileride "Arzu Film Güldürüleri" diye adlandırılacak bu filmlerde zaman zaman toplumsal eleştiriye de yer veriyordu. Özellikle 1973'te çektiği "Canım Kardeşim", insancıl tavrı, hüzünle güldürüyü kaynaştıran havası ve yer yer ulaştığı şiirsel anlatımıyla dikkati çeker. Karakter oyuncularına başrol veren, Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, İlyas Salman, Halit Akçatepe, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen ve Ayşen Gruda gibi güldürü oyuncularının sinemada başarı kazanmalarında payı olan Eğilmez, filmleştirilmesi oldukça güç sayılan Rıfat Ilgaz'ın "Hababam Sınıfı" romanını 1975'te beyaz perdeye aktardı. "Hababam Sınıfı"'nın başarısı üzerine "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı", "Hababam Sınıfı Uyanıyor", "Hababam Sınıfı Tatilde" ve son olarak da "Hababam Sınıfı Güle Güle" adlı dört devam filmi çekti. 1980-81 sezonunda Kanlı Nigar adlı müzikli oyunu sahneye koyan Eğilmez, bir süre uzak kaldığı sinemaya 1984'te "Namuslu" filmiyle geri döndü. 1980 yılında yaptığı "Banker Bilo" ve 1984 yılında yaptığı "Namuslu" filmleriyle, Türkiye’nin temel sorunlarını kendi mizahi bakış açısıyla ele aldı. Geniş ilgi gören "Namuslu"'yu, ticari açıdan başarısız olan "Aşık Oldum" (1986) ile gişede büyük bir başarı elde eden "Arabesk" (1988) izledi. Leo Schaya İsviçre'de geleneksel bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarından itibaren kendisini Doğu ve Batı'nın büyük metafizik öğretilerini özellikle de Neo-Platonizm, Sufizm ve Advaita Vedanta'yı araştırmaya adadı. Tradisyonalist/Perennialist okulun diğer yazarları ile birlikte bazı zor metafizik kavramları kavramaya ve antik ve ortaçağ dönemi bilgelerinin yazılarını yorumlamaya çalıştı. Schaya Kabala'nın metafizik ve ezoterik bilgeliği üzerine bazı makaleler ve yine konuyla ilgili "The Universal Meaning of the Kabbalah" (1958) adlı bir de kitap yayınladı. Ayrıca Sufi tevhid öğretisi üzerine de bir kitap kaleme almıştır. Iguazú Şelalesi Iguazú Şelalesi (Portekizce: Cataratas do Iguaçu []; İspanyolca: Cataratas del Iguazú []), 1.320 km uzunluğunda Güney Amerika'da bir nehir. İsmi "Yguazu" kelimesinden (Guarani dilinde "Büyük su") gelir. İki farklı nehrin ("Irai" ve "Atuba") "Curitiba" şehri yakınlarında birleşmesinden oluşur. Parana nehrine dökülmeden önceki son kilometrelerinde Arjantin ("Misiones" eyaleti) 80% ile Brezilya ("Parana" eyaleti) 20% arasında sınır oluşturur. Parana Nehri'ne döküldüğü yerin yakınlarında, Brezilya tarafında Foz do Iguaçu, Arjantin tarafında ise Puerto Iguazú şehirleri bulunur. İki şehir de nehri geçen bir köprü ile birbirlerine bağlıdır. Iguazú Şelalesi'nin en ünlü özelliği, nehrin döküldüğü yerin birkaç kilometre öncesindeki şelaleleridir. Şelaleler de aynı şekilde tam sınırda bulunur. Büyük kısmı, görkemli ""Şeytan Gırtlağı""'na geçiş imkânının da bulunduğu Arjantin kısmındadır. Ama insan, şelalelerin etkisini Brezilya tarafından daha iyi hisseder. Toplam genişliği 2700 m olan Igaçu Şelaleleri'nde, ortalama 1.700 m³/s, uzun yağışlardan sonra ise 7.000 m³/s su, iki basamak halinde 75 metreden dökülür. Bu doğa güzelliğini, Álvar Núñez Cabeza de Vaca 1542 yılında keşfetmiştir. Eleanor Roosevelt bu nefes kesici doğa mucizesine baktığında, ağzından şu iki kelime dökülmüş: "Poor Niagara" (zavallı Niagara) Her iki tarafı da kapsayan milli park 1984 yılında UNESCO tarafından ""Dünya mirası"" listesine alınmıştır. Turizm sebebi ile lokal anlamda çok önemli bir ekonomik rol oynar. Iguazú Şelalesi Dünyanın 7 Doğa Harikası geçici(kesin olmayan) listesine girdi. Merkezi Cenevre’de bulunan İsviçreli vakıf New7Wonders tarafından düzenlenen dünya çapındaki anket sonucunda ilk 7'de yer aldı. Rama Coomaraswamy Rama Coomaraswamy, ünlü perennialist yazar Ananda Coomaraswamy'nin oğlu. İlk eğitimini Hindistan'ta ortodoks Hindu eğitimi içinde tamamladı, daha sonra ABD, Kanada ve İngiltere'de öğrenimine devam etti. Harvard Üniversitesinde Jeoloji eğitimi aldıktan sonra Tıp Fakültesine gitti ve 1959 yılında mezun oldu. Albert Einstein Tıp Fakültesinde Cerrahi dalında doçentlik pozisyonunda bulunmakta ve Stamford Hastanesinde çalışmıştır. Kalp rahatsızlıkları sebebiyle cerrahilik pratiğini yapmayıp Psikiyatri alanında çalışmaya başlamıştır. Babası Ananda Coomaraswamy'nin değil annesinin dinini seçip Katolik olan Rama Coomaraswamy'nin Hıristiyan geleneğiyle ilgili eserleri bulunmaktadır. Sami Lopakka Sami Lopakka (d. 17 Ocak 1975), Fin gitarist. 1989 yılında kurulan ve 2005 yılında dağılan Sentenced grubunda bulunmuştur. Sami lopakka şu anda Fast Russian doom metal tarzındaki KYPCK grubunun gitaristliğini yapmaktadır. Ayrıca, kuzeyli bir grubun hayatını anlatan bir kitap yazmaktadır. Evlidir ve bir çocuğu vardır. Pirlepe Pirlepe (Makedonca: Прилеп trl: Prilep), Makedonya’nın güneyinde yer alan bir şehir ve belediye merkezidir. Güney Makedonya’da, Kuzey Pelogonya Ovası'na yayılmış Pirlepe, orta büyüklükte tipik bir Balkan şehridir. Ülkenin büyük şehirlerinden Manastır'ın yakınlarındadır. Makedonya’nın güneyinde yer alan Pirlepe, ülkenin idari sınıflanmasında Pelagonya Bölgesi sınırları içindedir. Büyük Pelagonya vadisinin bölümü olan Pirlepe ovasının doğusunda bulunan şehir, kuzeyde Markovi Kuli ve güneyde Seleçka Dağı arasındadır. Pirlepe, antik ""Styberra"" şehrinin kalıntıları üzerine kurulmuştur. Şehir, Roma İmparatorluğu döneminde gelişmiştir. 268 yılında Gotlar tarafından neredeyse yok edilmiş, saldırı sonrasında şehrin sadece küçük bir kısmı kalmıştır. "Pirlepe" ismine ilk kez Bizans imparatoru II. Basileios'un 1014 tarihli fermanında tesadüf edilmektedir. Ortaçağ Pirlepesi bir dağın zirvesinde yer alan kalenin etrafında kurulmuştu. Bu kasaba 1240'larda "Pirlepe" ismiyle ifade ediliyordu. Pirlepe ismi ""bir dağın tepesine saplanmış"" anlamına gelmektedir. 11. yüzyılın başlarından 1201 yılına değin Bizans yönetimi altında varlığını sürdüren şehir, bu tarihte İkinci Bulgar İmparatorluğu'nun hâkimiyetini kabul etti; 1246’da tekrar Bizans hâkimiyetine girerek 1334 yılına değin Bizans hâkimiyetinde kaldı. Sırp Kralı Duşan'ın orduları Pirlepe'yi ele geçirince şehir kısa süreliğine de olsa Sırp İmparatorluğu'na bağlandı. Duşan'ın ölümünden sonra Pirlepe Vukasin Prensliği'ne bağladı ve Vukasin 1366'da Pirlepe'de kendini kral ilan etti. Vukasin, 14. yüzyıl boyunca devam eden savaşlarda yer yer Osmanlı ordusunun hizmetinde yer almış olsa da 1371 yılındaki Çirmen Savaşı'nda Osmanlı ordusuna karşı mücadele verirken öldü ve Osmanlı vasalı olarak Pirlepe’nin yönetimini devralan oğlu Marko 1395 yılındaki Rovine Muharebesi'nde öldürüleceği ana değin Osmanlı sultanlarının düzenlediği büyük seferlerin tamamına katıldı. Bu olaydan sonra Pirlepe ve havalisinin büyük bir karışıklık ve mücadele yaşanmadan Osmanlı yönetimine girdiği, ordunun bir kısmının Osmanlı hizmetinde Hıristiyan sipahiler olarak varlığını devam ettirdiği düşünülür. Şehir, 14. yüzyılda (1385-1395) civardaki yerleşimlerle beraber Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına girmiştir. Bu dönemden 20. yüzyıl başlarına (1912-1913) kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı yönetiminde Pirlepe hakkında bilgi veren en eski kayıtlar 1445 yılına aittir. Bu tarihte şehrin önemli bir bölümünü (%97.4) Hristiyan nüfus teşkil etmekteydi. Fatih Sultan Mehmet'in saltanatı döneminde Pirlepe önemli ölçüde Türk Müslüman yerleşimciyi kabul etti. 1478'e gelindiğnde Hristiyan nüfus oraın %73.9'a düşmüştü. 1528 yılında şehrin vergi nüfusu %31'i
Müslüman olan 825 nefere yükseldi. Şehrin nüfusu ve Müslümanların oranı sonraki yıllarda geriledi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren bölgedeki Türk nüfusunun ciddi bir kısmı Anadolu'ya özellikle Ege bölgesine göç etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu dönemi sonrasında, küçüklü büyüklü birçok muharebe sonrasında Pirlepe’nin de yer aldığı bölge, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı egemenliğine geçmiştir. Krallık, sonrasında Yugoslavya Krallığı olarak 1943 yılına dek egemen olmuştur. 1943 yılı ile beraber Yugoslavya Krallığı ortadan kalkmış, yerine Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu dönemde de Pirlepe, bu idari yapı içinde yer almıştır. 1991 yılında Makedonya’nın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan etmesiyle Pirlepe, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti içinde yer almıştır. 2002 sayımlarına göre Pirlepe Belediyesi’nin toplam nüfusu 76.768 kişidir. Bu nüfusun etnik dağılımı şu şekildedir: Makedonlar 70.878; Romanlar 4.433; Türkler 917… Pirlepe, ülkenin en gelişmiş tütün üretim merkezidir. Arı kuşu Arı kuşu, arı kuşugiller (Meropidae) familyasından "Merops" cinsini oluşturan temel besinleri arılar olan kuş türlerinin ortak adı. Arılar ve diğer böcek türleriyle beslenirler. Yatay kum tünellerine ya da toprak oyuklarına yuva yaparlar. Açık alanların sivri gagalı, uzun gövdeli ve uzun kuyruklu kuşlarıdır. Uzun, üçgen şekildeki kanatlarını süzülürken düz tutar ve ani hızlanma sağlayacak şekilde geriye ya da aşağıya doğru hafif vuruşlar yapar. Sesi berrak, tatlı ve sık tekrarlı bir "prup prup"dur. Erkeği ve dişisi benzerdir. Koyunlu, Gürün Koyunlu, Sivas ilinin Gürün ilçesine bağlı bir köydür. Sivas iline 194 km, Gürün ilçesine 56 km uzaklıktadır. 2050 rakımlı sipesılle ve Gayribalık tepeleri arsındaki vadide kurulmuş olan köyün kuzeyinde Çipil, Alınpınar mezraları ile Irmaç köyü doğusunda Çevirme köyü; Güneyinde Davulhöyük, Yılanhöyük, Çiçekyurt köyleri; Batısında Kürkçü, Kayalar ve Yeni bektaşlı köyleri vardır. Bu köylerle karayolu irtibatı vardır Bu köyün en önemli geçim kaynağı hayvancılıktır. Köyde, ilköğretim okulu vardır . Köyün içme suyu şebekesi vardır . kanalizasyon şebekesi yapıılmış PTT şubesi yoktur Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol [[stabilize))olup köyde [[Türkiye'de elektrik dağıtımı|elektrik]] (50 Kwa trafolu), sabit [[telefon]] vardır. Nihad Matkap Nihad Matkap (1952, Antakya, Hatay), Türk siyasetçi. Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Akademisi'nden mezun olduktan sonra, mali müşavir olarak çalıştığı Antakya’da önce Mali Müşavirler Odası Başkanlığı sonrasında Hatay Belediyeler Birliği başkanlığı görevlerinde bulundu. Aktif siyaset hayatına 1991 yılında Sosyal Demokrat Halkçı Parti Hatay Birinci Bölge Milletvekili olarak başlayan Matkap, Sosyal Demokrat Halk Partisi Meclis Grup Başkanvekilliği, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Saymanlığı görevlerinde bulundu. 1994-1995 yılları arasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevinde bulundu. CHP Örgütlenme ve Örgüt Yönetimleri Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış ve 30 Temmuz 2012 tarihinden itibaren Cumhuriyet Halk Partisi STK ve Diğer Meslek Kuruluşlarından sorumlu Genel Başkan yardımcısı olmuştur. Víctor Jara Víctor Lidio Jara Martínez (d. 28 Eylül 1932, Chillán Viejo, Bío-Bío bölgesi - ö. 16 Eylül 1973), Şilili şarkıcı ve müzisyen. Şili kültür ve müziğinde son derece önemli etkileri olmuş bir sanatçıdır. Hayatı ve müziği ülkesinin aynası olmuş, içinde yaşadığı zamanı ve felsefesini yansıtmıştır. Víctor Jara Santiago'nun "Lonquén" köyünde doğmuştur. Ebeveynleri çiftçidir. Babası "Manuel" sıradan bir kahya iken, annesi "Amanda" ailesinin geçimi için çok sayıda işte çalışmıştır. Birçok ailede olduğu gibi babası alkol problemleri çekmekte ve annesine kötü muamele etmekteydi. Babası aileyi terk ettikten sonra annesi Amanda ailenin bakımıyla tek başına ilgilenir. Annesi Víctor Jara'nın hayatında çok önemli bir parçadır. O da şarkı söyleyip, gitar çalmış, bunları ve şili folk müziğini oğluna öğretmiştir. Annesiyle beraber geçirdiği zamanın, müzik hayatına adım atmasında çok önemli etkileri olmuştur. Annesinin ölümünden sonra muhasebe eğitimini yarım bırakmış ve ilahiyat okumak istemiş, ancak bu sadece 2 yıl sürmüştür. Dine olan inancını kaybettikten sonra işsiz olarak "Lonquén" 'e döner ve yakın arkadaşları ile kendini folklor tahsiline adar. Bu zaman zarfında tiyatroya ilgisi gelişir ve "Universidad de Chile" 'de tiyatro okuluna başlar. Bu ve takip eden yıllarda Víctor Jara çok sayıda tiyatro yapımında (mesela Carmina Burana) yer alır. Violeta Parra'a ilk defa rastladığında, tekrar folklor söylemeye ve okumaya başlar. "Parra", şarkıcı, Santiago'da küçük bir kafe sahibi ve geleneksel Şili folk müziği hayranı bir sanatçıdır. Víctor Jara ona bu kafede yardım eder ve şarkı söyler. Jara, bu zaman zarfında Şili siyaseti ile ilgilenmeye başlar. 1966 yılında ilk albümü çıkar. Takip eden yıllarda tiyatroda yönetmen olarak çalışır, ancak şarkılarına ve politik işlerine gitgide daha fazla zaman adar. 1970 yılında tiyatroyu terk eder ve tamamen müziğe yoğunlaşır. Jara'nın şarkıları fakir-zengin bir arada yaşayan bir toplumda, sıradan insanlara yaşamlarını ve problemlerini gösterir. Vatanına olan büyük sevgisi sebebiyle, birçok şarkısı haksızlıklara ve politik skandallara saldırır. Víctor Jara Güney Amerika'da „"Nueva canción"“ ("yeni şarkı") akımının en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Bu Güney Amerika'da birçok sanatçı ve aydının katıldığı, devrimci bir harekettir. Víctor Jara'nın politik fikirleri, parçalarında önemli bir yer tutar. Birçok protest şarkıcı gibi komünist ve partisinde sanatçı bölümünün yöneticisidir. Víctor Jara, diğer şarkıcılarla birlikte Salvador Allende ve sol partilerini birleştiği bir hareket olan "Unidad Popular" yararına birçok konser verir. 11 Eylül 1973'te Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Víctor Jara "Teknik Üniversite"deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Şili Ulusal Stadyumu'nda işkence görür. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, "Unidad Popular" 'ın şarkısını söylemeye çalışmaktadır (Venceremos). Nihayetinde vahşice dövülen Jara, bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınında bulunur. Fakat karısı yine de onu onurlu bir şekilde defnetme imkânını bulur. Akabinde Şili'yi terk eden karısı 1994'te onuruna ""Fundación Víctor Jara""'yı kurar. Şili'deki Pravda muhabiri "Vladimir Çernisev", Jara'nın son anlarını şöyle anlatıyor: Víctor Jara'nın yaşamı, parçaları ile güçlü bir şekilde insanlara seslenen entelektüel bir şarkıcıyı işaret etmiştir. Bu yüzden şarkıları gücünün sertifikası haline gelmiştir. Eylül 2003'te öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Şili Ulusal Stadyumu'nun ismi Estadio Víctor Jara olarak değiştirilmiştir. 9 Aralık 2004'te ölümünden 31 yıl sonra yargıç "Juan Carlos Urrutia" emekli subay "Mario Manríquez Bravo" hakkında dava açar. Bravo, Jara öldürüldüğü sırada "Estadio Nacional"'de en üst rütbedeki subay olup stadyumun denetimi onun sorumluluğunda olduğundan ölümlerden de o sorumlu tutulmaktadır. 2012 sonu ve 2012'de tutuklanan 8 eski asker ve emri veren askeri savcı hapse mahkum oldu. En son, Eylül 2014'te 3 eski subay daha mahkum edildi. Zübeyde Sultan Sarayı Zübeyde Sultan Sarayı Ayasofya civarında İshakpaşa mahallesindeki bugün bulunmayan bir saray adı. 1729'da III. Ahmet tarafından kızı Zübeyde Sultan'a bağışlandığı için bu adı almış, sonradan yıkılmıştır. Sultan Sarayı Zer-i Mahbub Zer-i Mahbub, Osmanlı döneminde kullanılan altın paralardan birinin adıdır. 1787'de 3,5 kuruş rayiç konulmuştu. II. Mustafa tarafından ilk defa bastırılan tuğralı altın paraya Mısır’da verilen isimdir. Bu isim yayılarak İstanbul'da dahil olmak üzere bütün Osmanlı topraklarında kullanılmıştır. Zer-i Kamertab Osmanlı zamanında kullanılan altın paralardan birinin adıdır. Üzerinde ay resmi bulunduğu için bu ismi almıştır. Sukahara Bokuden Sukahara Bokuden (塚原 卜伝 d. 1489 - ö. 1571), Sengoku dönemi başlarının meşhur bir kılıç ustasıydı. Çoğu kişi tarafından "Kenseyi" (kılıç azizi) olarak benimsenmişti. Bokuden, kendisini evlat edinmiş olan babasından "Tenşin Şoden Katori Şinto-ryu" öğrenmiş ve bu yeteneklerini "muşa şugyo"’ya (savaşçıların kendilerini dünyadan soyutlayarak çalışmaları) katılarak, Japonya’yı baştan başa gezerek ve döneminin en yetenekli ve bilgili kılıç ustalarıyla çalışarak geliştirmiştir. Daha sonraları "Kaşima" bölgesine ait "Kaşima no taçi" ve "İçi no taçi" gibi dövüş sanatına benzeyen yerel savaş sanatlarını sistematize etmiştir. Kaşima Tapınağı tanrısı, "Takemikazuçi no kami"’den aldığı ilahi ilhamla, kendi savaş sanatını "Kaşima Şhinto-riyu" olarak adlandırdı. Ayrıca kısa bir dönem için sistemini, "Mutekatsu-riyu" (eller olmadan kazanmak) olarak tanımlandı. Sukahara Bokuden, klasik maceraperest bir şovalyeydi. Zengin bir asilzade olarak Japonya’nın sayfiye bölgelerini dolaştı, çoğu zaman bir sanatçı havasıyla macera aradı. Genellikle de aradığını buldu. Bir anekdota göre, Bokuden’ e görgüsüz bir zorba meydan okumuştu. Kendisine sitilini sorduğunda Bokuden, “Kılıçsızlık Sitili” olarak cevapladı. Zorba kendisine güldü ve Bokuden’e kılıçsız bir dövüş için meydan okudu. Bokuden, bu adamla kılıcı olmadan dövüşmeyi kabul etti fakat diğer kişileri rahatsız etmemek amacıyla bir adanın yanında dövüşmeyi önerdi. Zorba kabul etti, ama bottan adanın kıyısına atlar atlamaz kılıcını çekti, Bokudan botu geriye doğru itti ve zorbayı adada zor durumda bırakarak oradan ayrıldı. Bokuden bunu; “işte bu benim kılıçsız okulum” olarak açıkladı. Yirmilik altın Yirmilik Altın, II. Mahmud'un 26. saltanat yılında (1833) basılan altın sikke. I. Mahmud devrinden basılan altın gibi buna da "Mahmudiyye" denmiştir. 1.5 dirhem ağırlığında ve 23 ayardı. Nısfiyeleri yani yarımları da vardı. Bunların kenarlarında çiçekli su bulunurdu. Yirmilik altın yabancılarla
yapılan alışverişlerde esas kabul edilirdi. Eski Ceza Kanunu'nda nakit ceza hükümleri de bununla belirtilirdi. Yeniçeri kazanı Yeniçeri kazanı, Yeniçerilerin yemeklerinin pişirildiği Hünkar Hacı Bektaş-i Veli tarafından okunarak kutsanan kazan. Yeniçerilerce bu kazanlar değerli görüldüğü gibi ayaklanmalarında da sembolik bir rol üstlenirdi ve beraberlerinde Atmeydanı'na kadar götürürlerdi. Bu eylem 'kazan kaldırmak' deyimine de kaynaklık etmiştir. Ocak ve Kazan Türkmen inancına göre kutsaldır. Başta Bektaş-i, Ahi Ocakları Olmak üzere Yeniçeri Ocaklarında daima kazan kaynar ve ateş sönmez. Kazandan başta mensuplar olmak üzere tüm fakir fukara karnını doyurur. Ocağa gelen kanun kaçağı dahi olsa kendi istemedikten sonra ocaktan dışarı çıkarılmaz ve orada yatar, kalkar karnını doyurur. Yazılı Mahmudiye Yazılı Mahmudiye, halk arasında II. Mahmud zamanında basılan paralar hakkında kullanılar tabir. Resmi vesikalarda Atik Rumî, Cedid Rumî şeklinde geçer. Cedid Rumî II. Mahmud 1815-1826 (hicri 1231-1242) yılları arasında basılmış altın paradır. Halk arasında Yazılı Mahmudiye olarak da bilinir. Çifte Cedid Rumi (4,50 - 4,70 g) ve Tek Cedid Rumi (2,34 - 2,50 g) olarak iki farklı ağırlıkta basılmıştır. Rumi Altın II. Mahmud zamanında İstanbul ve Mısır'da 4 ayrı ağırlıkta darbedilmiş altın paradır. Ağırlıkları aşağıdaki gibidir : Topaklı, Avanos Topaklı Nevşehir'in Avanos ilçesine bağlı bir köy. 1972 yılından 2014 yılına kadar var olan Topaklı Belediyesi, 12 Kasım 2012 tarihli ve 6360 sayılı kanun ile kapatılmıştır. Beldenin, Kayseri'ye uzaklığı 70 kmdir ve bağlı olduğu Avanos ilçesine uzaklığı 30 kmdir. Rakımı 1220 metredir. 14 Haziran 1972'de kasaba unvanı almıştır. Kasabada bulunan höyükte yapılan kazılar sonucu elde edilen bilgiler geç Roma ve Bizans dönemini işaret etmektedir. Höyükten kasabaya bakıldığında höyüğe doğru bir çanak oluştuğu görülür. Osmanlı devletinin 1865 yilindaki zorunlu iskanı sonucu burada kalmışlardır. Ankara Haymana yöresinden geldikleri sanılmaktadır. Ankara Haymana ilçesinin de topaklı, çalış gibi beldeleri mevcuttur. Ayrıca folklorik yönden oldukça benzeşmektedir. Kasabadaki Höyük Sit Alanı İlan Edilerek Koruma Altına Alınmıştır. Nüfusu; 2007 nüfus sayımlarında 1716 olarak tespit edilmiştir. Oğuz Avşar Türkmenleri Aşireti kültür gelenek ve görenekleri yaşanmaktadır. Karanlıkta Koşanlar Karanlıkta Koşanlar, TRT'de ilk kez 2001 yılında yayınlanan Uğur Yücel ve Haluk Bilginer'in başrolde oynadığı dizi. Dizinin senaryosunu Uğur Yücel, Ahmet Ümit'in öyküsünün uyarlaması olarak yazmıştır. Konusu ise bir seri katilin işlediği cinayetler, bunu çözmeye çalışan emniyet ve çocukluktan beri arkadaş olan üç insanın bakışlarından hayatı anlatmalarıdır. Dizinin ana karakterlerinden biri olan Nevzat (Uğur Yücel) yıllar önce işinde çok iyi olan ve sezgileriyle hareket etmeyi tercih eden bir komiserdir. Karısı Mualla (Naz Erayda) ile çocukluğunun geçtiği mahalleden tanışmaktadır ve birbirlerini o zamanlardan beri çok sevmektedirler. Ancak karısı Mualla dizinin ilk bölümünde tekrar harekete geçmiş olan seri katilin neden olduğu bir kaza geçirmiştir ve bu travma nedeniyle dünyayla olan iletişimini koparmıştır. Kocası Nevzat'la dahi konuşmamış, bu da Nevzat'ı alkol batağına sürüklemiştir. Yıllardan beri alkolün esiri olan ve mesleğinden uzak kalan Nevzat, katilin yeniden ortaya çıkması ve eylemlerine kaldığı yerden devam etmesi üzerine tekrar görevinin başına dönmesi ve bu cinayetleri çözmesi için çağrılır. Dizinin diğer bir ana karakteri Ali (Haluk Bilginer) Nevzat'ın hem çocukluk hem de iş arkadaşıdır. Mesleğinde o da Nevzat kadar iyidir ancak Nevzat'tan farklı olarak o sezgilerini dinlemekten çok kanıtlar ve delillerle karar vermeyi tercih eden bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda bekar olan Ali'nin hayatında sayısız kadın vardır. Annesi Dürnev Hanım (Altan Karındaş) ise, deli dolu neşeli ve herkesin saygı duyduğu bir kadındır. Aynı zamanda hikâyenin anlatıcısıdır. Çocukken Kalamış'ta beraber büyüyen üç arkadaştır Nevzat, Ali ve Fikret. Fikret (Köksal Engür) sancılı bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Buna neden olan olay da annesinin çektiği sıkıntılara daha fazla dayanamayarak herkesin ve de oğlu Fikret'in gözleri önünde kendini yakmasıdır. Fikret, çocukluğundan beri Mualla'yı sevmektedir ancak Mualla'nın tercihi Nevzat'tan yana olmuştur ve Fikret de çaresiz bir başkasıyla evlenmiştir. Karısı Saime katilin ilk ortaya çıktığı dönemdeki kurbanlarından biridir ve bu olay Fİkret'i çok sarsmıştır. Diğer arkadaşları gibi polis olmamasına rağmen, Fikret de en az onlar kadar katilin yakalanmasını istemektedir. Maddi durumu oldukça elverişli olmasına rağmen Fikret koltuk değnekleri kullanarak yürüyebilmektedir ve bu rahatsızlığının tedavi ile geçme şansı yoktur. BG Afrika pençeli kurbağası Afrika pençeli kurbağası ("Xenopus laevis"), Pipidae familyasından Güney Afrika'da yaşayan bir kurbağa türü. Yassı bir kafaya sahip olan bu türün büyüklüğü 12 cm'ye kadar olabilir. İsmini, arka ayaklarında bulunan üç kısa tırnak-pençe görünümlü yapıdan almaktadır. Bu tırnakları büyük olasılıkla, avcı diğer canlılardan saklanmak için kendisini toprağa gömmek için kullanmaktadır. Her ne kadar "X. laevis", model organizmalarda olması istenen özelliklerden biri olan kısa nesil süresine (generation time) ve basit genetik yapıya sahip olmasa da, gelişim biyolojisi için önemli bir model organizmadır. "X. laevis"in cinsel erginliğe ulaşması 1-2 yıl sürer ve aynı cinsten diğer türlerin birçoğu gibi tetraploittir. Xenopus'un tetraploid olması, knock-out (gen susturumu, gen şutlaması) gibi genetik bir takım tekniklerin bu canlı üzerinde uygulanmasını güç ya da imkânsız kılmaktadır. Yine de tüm dezavantajlarına rağmen, bu kadar yaygın kullanılmasına sebep olan bir takım avantajları da vardır. Örneğin, büyük ve işlemesi kolay yumurta ve embryoları vardır. Bu işleme kolaylığı, Amfibi (İki yaşayışlı) embriyolarına gelişim biyolojisi tarihi boyunca olduğu kadar günümüzde de önemli bir yer sağlamaktadır. Roger Wolcott Sperry "X. laevis"i, görme sisteminin gelişimini açıklayan ünlü deneylerinde kullanmıştır. Aşağıda, 4 günlük bir kurbağa embriyosunun, hematoksilin ve eosin boyaması sonucu renklendirilmiş histolojik bir kesiti görülüyor. Defne yapraklı laden Defne yapraklı laden ("Cistus laurifolius"), ladengiller (Cistaceae) familyasından 1,5–2 m boylarında küçük bir çalı türü. Sürgünler tüylü ve yapışkandır. Yapraklar 3–7 cm. uzunluğunda, mızrak gibi, kenarları ondülelidir. Dipten itibaren üçlü damarlanma gösterir. Yaprağın üst yüzü çıplak, koyu yeşil ve yapışkan, alt yüzü gri, tüylü ve yapışkandır. Çiçekler beyaz, taç yaprak dipten sarımsı renktedir. Çanak yaprak sayısı öteki türlerden ayrı olarak 5 değil 3 dür. Akdeniz yöresinde yayılış gösterir. Karaçam ormanlarında çok görülür. Özellikle yangın alanlarını hemen kaplar. 900–1200 m yükseltilere değin çıkar. Sahilden içlere doğru en çok sokulan türdür. Kızılcahamam yörelerinde bile izlenir. Çoğunlukla Akdeniz, İç Anadolu, Trakya, Batı Anadolu’da yaygındır. Neslihan Demir Neslihan Demir (d. 9 Aralık 1983, Eskişehir), Türk millî voleybolcu. Voleybola 1995 yılında Eskişehir DSİ’de başladı. 14 yaşında iken, ilk transferini yaptı ve Yeşilyurt Spor Kulübü’nde oynamaya başladı. Yeşilyurt’da 4 sene forma giydikten sonra 2002'de transfer olduğu VakıfBank'ta oynarken yıldızı parladı. Bu kulüp altında 2 şampiyonluk, 1 Top Teams Cup kazandıktan ve 2006 yılında Cannes’da duzenlenen Indesit Şampiyonlar Ligi Final Four’unda forma giydi. 2006-2007 sezonunda İspanya’nin Spar Tenerife Marichal takımıyla 4 senelik anlaşma imzaladı. Spar Tenerife takımıyla yaptığı 4 senelik anlaşma sonrasında, bu kulüp takımıyla çıktığı ilk maçta 34 sayı ile oynamasından sonra, Spar Tenerife takımının taraftarları Neslihan'a; "Demir Yumruk" lakabını takmışlardır. Dünyada Neslihan için kullanılan bazı lakaplar ise şöyledir: " Voleybolun Messi'si, Demir Lady, Çekiç..." Türkiye'de ise Neslihan'a "Türk Voleybolunun Demir Lady'si" denir. Neslihan Demir, 2008-2010 yılları arasında eski takımı olan VakıfBank takımında forma giydikten sonra, 2010-11 sezonu için Eczacıbaşı SK ile anlaşmaya vardı ve 7 sezon forma giydi. 2017 yılında Galatasaray ile sözleşme imzalamıştır. Millî formayı ilk olarak genç millî takımda giydi. İlerleyen yıllarda başarılı oyunuyla A millî takımın değişmez ismi oldu. İlk A millî takım formasını 16 yaşında giydi. Türkiye'nin katıldığı tüm şampiyonalarda, Neslihan smaçları ile millî takıma sayılar kazandırdı. Sağ kolunu neredeyse hiç kullanmadığı halde güçlü hücum oyunuyla millî takımı pek çok maçta sırtladı. millî takımlar düzeyinde Dünya Şampiyonası'nda 2 sene art arda en skorer oyuncu unvanını kazanan tek oyuncudur. 2006 Dünya Şampiyonası'nda 225, 2010 dünya şampiyonasında 251 sayıyla en skorer oyuncu ödülünü almıştır. Sporcu Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nden mezundur. 2006 yılında evlendiği Orkun Darnel'den, 2013 yılında boşanmıştır. Boşandığı eşinden Zeynep Penelope adında bir kız çocuğu vardır. 17 Haziran 2014'te sinema ve tiyatro oyuncusu Kamil Güler ile evlenmiştir. Antik Roma Antik Roma, MÖ 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 1200 yıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür. Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan
Doğu Roma İmparatorluğu, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed'in 1453 yılında İstanbul'u feth etmesiyle son bulmuştur. Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir. Efsaneye göre Roma, MÖ 27 Nisan 753 tarihinde Truva prensi Aeneas'ın torunları olan Romulus ve Remus adlı ikiz kardeşler tarafından kuruldu. Alba Longa'nın Latin kralı Numitor, kardeşi Amulius tarafından tahtından edilmiş ve Numitor'un kızı Rhea Silvia Romulus ve Remus'u doğurmuştu. Rhea Silvia Mars'ın tecavüzüne uğramış bir Vesta bakiresiydi ve bu da ikizleri yarı tanrı konumuna getirmişti. İkizlerin tahtı yeniden ele geçirmelerinden korkan yeni kral, Romulus ve Remus'un boğdurulmasını emretti. Dişi bir kurt (bazı anlatımlara göre bir çobanın karısı) ikizleri kurtardı ve büyüttü. İkizler yeterince büyüdüklerinde Alba Longa tahtını Numitor'a geri verdiler. Ardından kendi şehirlerini kurdular. Ancak Romulus şehrin ilk kralının kim olacağına ilişkin bir tartışmada Remus'u öldürdü. Böylece şehir Romulus'un adıyla anılmaya başlandı. Efsaneye göre şehirde kadın olmadığından Latinler Sabinleri bir festivale davet ettiler ve bakire kadınlarını çaldılar. Bu da Latinler ile Sabinlerin bütünleşmesine yol açtı. Roma şehri Tiber nehrinin sığ bir bölümündeki yerleşimlerin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı. Arkeolojik bulgulara göre Roma köyü muhtemelen MÖ 8. yüzyılda kurulmuştu ancak bu tarih MÖ 10. yüzyıla kadar götürülebilir. Etrüsklerin MÖ 7. yüzyıl sonlarında aristokrat ve monarşik bir elit kesim oluşturarak bölgede siyasi kontrol sağladıkları anlaşılmaktadır. Etrüskler MÖ 6. yüzyıl sonlarında bölgedeki güçlerini yitirdiler ve bu noktada Latin ve Sabin kabileleri yöneticilerin iktidarını çok daha fazla sınırlayan bir cumhuriyet oluşturarak kendi devletlerini yeniden kurdular. Titus Livius gibi daha sonraki dönemlerin *yazarlarının anlattıklarına göre Roma Cumhuriyeti Roma'nın yedi *kralından sonuncusu Gururlu Tarkinus'un tahttan indirildiği ve her yıl seçilen "magistralar" (memurlar) ve çeşitli temsilî kurumlardan bir araya gelen bir sistemin oluşturulduğu MÖ 509 tarihinde kuruldu. En önemli "magistralar" kuvvet yetkisi ya da askeri kumandanlık yetkisine sahip iki konsüldü. Konsüller "patriciler"den (asiller) oluşan Roma Senatosu ile çekişmek durumundaydılar. Senato başlangıçta önde gelen asillerden oluşan ve tavsiyelerde bulunan bir kurumdu ancak zaman içinde gücü de, boyutu da arttı. Diğer görevliler "praetorlar", "aedilisler" ve "quaestorlar" idi. "Magistralıklar" başlangıçta yalnızca soylulara mahsustu. Ancak daha sonra sıradan insanlara ("plebler") da açıldı. Cumhuriyet meclisi "comitia centuriata" ve "comitia tributa"dan oluşuyordu. Romalılar Etrüskler de dahil olmak üzere İtalya Yarımadası'ndaki diğer halkları boyunduruk altına aldılar. Roma'nın İtalya'daki hegemonyasına yönelik son tehdit MÖ 281 yılında önemli bir Yunan kolonisi olan Taranto'dan gelmiş ancak bu da savuşturulmuştur. Romalılar stratejik bölgelerde koloniler kurarak fethettikleri yerleri güvence altına almışlar ve bölgede dengeli bir denetim sağlamışlardır. MÖ 3. yüzyılın ikinci yarısında Roma, Kartaca ile Pön savaşlarının ilkinde karşı karşıya geldi. Bu savaşlar sonunda Roma Sicilya ve Hispanya'da ilk deniz aşırı fetihlerini yaptı ve önemli bir emperyal güç olarak yükselişe geçti. MÖ 2. yüzyılda Makedonya ve Selefki imparatorluklarını bozguna uğrattıktan sonra Romalılar Akdeniz'in hâkimi hâline geldiler. Ancak bu hâkimiyet iç çekişmelere yol açtı. Senatörler eyaletlerin üstünden zengin oldular ancak çoğunluğu ufak çaplı çiftçi olan askerler daha uzun süre evlerinden uzak kalıyorlar ve topraklarıyla ilgilenemiyorlardı. Ayrıca yabancı kölelere yönelik eğilim, maaşlı iş sayısını azaltıyordu. Savaş ganimetleri, yeni bölgelerdeki merkantilizm ve tımar sistemi zenginler için yeni ekonomik fırsatlar yarattı ve yeni bir tüccar sınıfı olan atlı sınıfını ortaya çıkardı. Roma hukukuna göre Senato üyeleri ticaretle uğraşamıyordu. Dolayısıyla atlılar teoride senatoya girseler de siyasi iktidar bakımından kısıtlandırılmışlardı. Senato sürekli olarak toprak reformlarını geri çevirerek atlı sınıfına hükûmette daha fazla söz hakkı vermeyi reddetti. Rakip senatörlerin kontrolündeki şehirli işsizlerden oluşan çeteler şiddet yoluyla seçmenlere gözdağı veriyorlardı. MÖ 2. yüzyıl sonunda sulh hâkimi olan Gracchus kardeşlerin patricilerin elindeki toprakları pleblere dağıtacak bir reform yasasını senatodan geçirmeleriyle mesele kritik bir noktaya geldi. Her iki kardeş de öldürüldü ancak senato pleb ve atlı sınıflarının huzursuzluğunu yatıştırmak için Gracchus kardeşlerin reformlarından bazılarını geçirdi. Müttefik İtalyan şehirlerinin Roma vatandaşlığı alamamaları MÖ 91-88 yılları arasında yaşanan Sosyal Savaş'a neden oldu. Marius'un yaptığı askerî reformlar, askerlerin kumandanlarına şehre duyduklarından daha fazla bağlılık duymasına neden oldu. Bu Marius ile Sulla arasında Sulla'nın MÖ 81-79 yılları arasındaki diktatörlüğüyle sonuçlanacak iç savaşa yol açtı. MÖ 1. yüzyılın ortalarında Jül Sezar, Pompey ve Crassus cumhuriyeti kontrol altına almak için Birinci Triumvirate olarak bilinen gizli bir üçlü yönetim anlaşması yaptılar. Sezar'ın Galya'yı fethetmesinden sonra senato ile Sezar'ın arası açıldı ve Sezar ile Pompey'in önderlik ettiği senato güçleri arasında bir iç savaş çıktı. Savaşı Sezar kazandı ve ömür boyu diktatör ilan edildi. MÖ 44'te Sezar, tüm iktidarı kendi elinde toplamasına karşı olan senatörler tarafından anayasal hükûmeti geri getirmek amacıyla öldürüldü. Ancak sonrasında Sezar'ın vârisi olarak gösterdiği Augustus ile Sezar'ın eski yandaşları Marcus Antonius ve Lepidus'tan oluşan ikinci bir üçlü yönetim başa geldi. Ancak bu ittifak çok geçmeden bir iktidar mücadelesine dönüştü. Lepidus sürgüne gönderildi ve Augustus, Marcus Antonius ile Kleopatra'yı MÖ 31'de Aktium savaşında yenerek MÖ 27'de Roma'nın tartışmasız hükümdarı oldu. Tüm düşmanlarını yenen Augustus cumhuriyetin devlet yapısını görünüşte yerinde bırakarak neredeyse tüm iktidarı elinde topladı. Halefi Tiberius ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan başa geçti ve 68'de Nero'nun ölümüne kadar devam eden Julio-Claudian hanedanını kurdu. Artık imparatorluk olan Roma'nın genişlemesi ahlâksız ve yoz bazı imparatorlara (Caligula tam anlamıyla deliydi ve Nero da gaddarlığı ve devlet işlerinden ziyade kişisel meselelerine zaman ayırmasıyla bilinirdi) rağmen devam etti. Julio-Claudian hanedanını Flavian hanedanı takip etti. "Beş İyi İmparator" döneminde (96-180) imparatorluk toprak genişliği, ekononomi ve kültür bakımından doruk noktasına ulaştı. "Pax Romana" sırasında iç ve dış tehditlerden uzak Roma zenginleşti. Trajan döneminde Daçya'nın fethiyle imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Roma toprakları 6,5 milyon km²'lik bir alanı kapsıyordu. 193 ile 235 yılları arasındaki döneme Severus hanedanı hâkim oldu ve Elagabalus gibi yetersiz bazı hükümdarlar başa geçti. Buna ilaveten ordunun kimin imparator olacağı konusunda artan etkisi uzun süreli bir emperyal çöküşe ve Üçüncü Yüzyıl Krizi olarak adlandırılan dış istilalara neden oldu. Kriz Diocletianus döneminde aşıldı. Diocletianus 293 yılında imparatorluğu iki imparator ve onların yardımcılarından oluşan bir tetrarşi ile yönetilmek üzere doğu ve batı olarak ikiye ayırdı. Yarım yüzyıldan uzun bir süre birçok ortak yönetici imparatorluğun başına geçmek için mücadele etti. 11 Mayıs 330'da imparator I. Konstantin Byzantion'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan etti ve adını Konstantinopolis olarak değiştirdi. İmparatorluk 395 yılında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ebediyen ikiye bölündü. Batı Roma İmparatorluğu sürekli olarak barbar akınlarından muzdaripti ve imparatorluğun çöküşü aşamalı olarak sürdü. 4. yüzyılda Hunların batıya akını Vizigotların imparatorluk sınırları içine iltica etmelerine neden oldu. 410 yılında I. Alarik önderliğindeki Vizigotlar Roma şehrini yağmaladılar. Vandallar Galya, İspanya ve Kuzey Afrika'daki Roma topraklarını istila ettiler ve 455'te Roma'yı yağmaladılar. 4 Eylül 476'da Germen Odoakr, batının son Roma imparatoru Romulus Augustus'u tahttan indirdi. Yaklaşık 1200 yılın sonunda Roma'nın Batı'daki egemenliği sona erdi. Doğu Roma İmparatorluğu ise I. Justinianus döneminde bir süreliğine de olsa Kuzey Afrika ve İtalya'yı ele geçirdi. Ancak I. Justinianus'un ölümünden sonra Doğu Roma'nın Batı'da sahip olduğu topraklar İtalya'nın güneyi ve Sicilya ile sınırlı kaldı. Doğuda İslâm'ın yükselişi bir tehdit unsuruydu. Müslümanlar Suriye ve Mısır'ı ele geçirdiler ve çok geçmeden Konstantinopolis'e doğrudan bir tehdit oluşturmaya başladılar. Ancak Doğu Roma 8. yüzyılda Müslümanların kendi topraklarındaki ilerleyişini durdurmayı başardı ve 9. yüzyıldan itibaren kaybedilen toprakları geri aldı. MS 1000 yılında İmparatorluk, tarihinin en görkemli dönemini yaşamaktaydı. Bu dönemde II. Basileios Bulgaristan ve Ermenistan'ı yeniden ele geçirmiş, kültür ve ticaret gelişmişti. Ne var ki, çok geçmeden bu ilerleme 1071'de yapılan Malazgirt Savaşı ile aniden kesildi. Ardından da imparatorluk çöküşe geçti. İç çekişmeler ve Türk istilaları sonunda imparator I. Aleksios 1095'te Batı'dan yardım istemek zorunda kaldı. Karşılık olarak Batı Haçlı Seferleri düzenledi. Dördüncü Haçlı seferi'nde İstanbul yağmalandı ve işgal edildi. İstanbul'un 1204 yılında işgal edilmesinin ardından imparatorluk topraklarında ardıl devletler ortaya çıktı ve içlerinden İznik'de kurulan devlet galip geldi. Konstantinopolis'in geri alınmasından sonraki dönemde imparatorluk Ege kıyılarına hapsolmuş bir Yunan devletinden ibaret hale geldi. Doğu imparatorluğu 29 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet önderliğinde Osmanlıların Konstantinopolis'i ele geçirmesiyle yıkıldı. Antik Roma'da yaşam, yedi te
pe üzerine kurulmuş olan Roma şehri etrafında dönerdi. Şehirde Kolezyum, Trajan Forumu ve Panteon tapınağı gibi birçok anıtsal yapı bulunuyordu. Yüzlerce kilometre uzunluğundaki su yollarından gelen temiz suların aktığı çeşmeler, tiyatrolar ve kütüphaneleri ve dükkânları bulunan hamamlar vardı. Antik Roma'nın kontrolünde olan topraklarda ikamet binaları mütevazı evlerden kırsal kesimde bulunan villalara kadar çeşitlilik gösteriyordu. Başkent Roma'daki Palatine tepesinde imparatorluk binaları bulunurdu. Alt ve orta sınıflar şehir merkezinde, neredeyse bugünkü modern gettoları anımsatan apartmanlarda otururlardı. Roma şehri 1 milyona yaklaşan nüfusuyla döneminin en büyük şehriydi (19. yüzyıl Londra'sı ile aynı nüfus). Roma'daki kamusal alanlarda demir araba tekerleklerinin sesi o kadar gürültü çıkartırdı ki bir keresinde Jül Sezar geceleri araba kullanımını yasaklamıştı. Tarihsel tahminlere göre antik Roma yönetimi altında yaşayan halkın yüzde 20'si 10.000 ve daha fazla nüfusa sahip şehir merkezlerinde ve askerî karargâhlarda yaşıyordu, ki bu sanayi devrimi öncesi standartlara göre oldukça yüksek bir şehirleşme oranıdır. Bu şehir merkezlerinin çoğunda bir forum, tapınaklar ve Roma'dakilere benzer ama daha ufak yapılar vardı. Roma, başlangıçta krallar tarafından yönetiliyordu. Krallar sırayla Roma'nın başlıca kabilelerinden seçiliyordu. Kralın gücünün sınırlarının ne olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Mutlak iktidar sahibi de, Senato ve halkın baş yöneticisi de olabilir. En azından askerî konularda kralın otoritesinin mutlak olduğu muhtemeldir. Kral aynı zamanda dinin de başındaki kişiydi. Kralın dışında üç yönetici meclis vardı. Krala danışma kurulu olarak hizmet veren Senato, kralın önerdiği yasaları onaylayıp geçiren c"omitia curiata" ve halka duyuru yapmak veya halkın belli olaylara tanıklık etmesi için kullanılan "Comitia Calata". Roma Cumhuriyeti'ndeki sınıf mücadeleleri demokrasi ve oligarşinin alışılmadık bir harmanına neden olmuştu. Roma yasaları geleneksel olarak "Comitia Tributa"'nın oyuyla geçiyordu. Aynı şekilde kamu görevlerine aday olanlar halk tarafından seçiliyordu. Ancak danışma kurulu olarak hizmet veren Roma Senatosu oligarşik bir yapıydı. Cumhuriyet döneminde senatonun otoritesi çok yüksekti fakat yasama gücü yoktu. Ne var ki, senatörlerin bireysel olarak nüfuzu o kadar fazlaydı ki Senato'nun rızası olmadan herhangi bir şey elde etmek pek kolay değildi. Yeni senatörler "Censura" tarafından en başarılı patriciler arasından seçilirdi. "Censura" bir senatörü "ahlâksızlık" suçlamasıyla görevden alabilecek yetkiye de sahipti. Cumhuriyetin sabit bir bürokrasisi yoktu ve vergiler tımar sistemiyle toplanırdı. Devlet mevkileri görevin başındaki kimsenin geliriyle finanse edilirdi. Herhangi bir vatandaşın elinde çok fazla güç toplamasını engellemek için her yıl yeni magistralar seçilirdi ve magistralar çalışma arkadaşlarından biriyle güçlerini paylaşmak zorundaydılar. Örneğin normal şartlarda en yüksek mevkide iki konsül bulunurdu. Acil durumlarda ise geçici bir diktatör atanırdı. Cumhuriyet boyunca yönetim sistemi yeni taleplere uyum göstermek amacıyla birkaç defa elden geçmişti. Sonunda sürekli genişleyen Roma saltanatının kontrolü için yetersiz kaldığı görüldü ve Roma İmparatorluğu kuruldu. İmparatorluğun erken dönemlerinde cumhuriyetçi devlet yapısı görünüşte korundu. Roma imparatoru yalnızca bir "princeps" ya da "birinci vatandaş" olarak tanımlanıyordu. Senato evvelce halk meclislerinin elinde olan tüm yasama gücünü ve hukukî yetkileri kendisinde toplamıştı. Ancak zamanla imparatorların yönetimi giderek otokratikleşti ve senato da imparator tarafından tayin edilen bir danışma kurulundan ibaret hale geldi. Cumhuriyetin senatodan başka daimi bir devlet yapısı olmadığından imparatorluğa yerleşmiş bir bürokrasi miras kalmamıştı. İmparator asistanlar ve danışmanlar tayin ederdi fakat devletin merkezî bütçe gibi birçok kurumu eksikti. Bazı tarihçiler bunu imparatorluğun çöküşünde önemli bir sebep olarak göstermişlerdir. İmparatorluk toprakları eyaletlere ayrılmıştı. Gerek yeni toprakların işgal edilmesinden ötürü, gerekse de güçlü yerel yöneticilerin isyan heveslerini kırmak için eyaletlerin daha küçük parçalara bölünmesinden ötürü eyaletlerin sayısı zaman içinde artmıştır. Augustus'un iktidara gelmesinden sonra eyaletler valiyi seçen kuruma göre imparatorluk ya da senato eyaletleri olarak ayrıldı. Diocletianus dönemindeki tetrarşi sırasında imparatorluk her birinin başında bir "praetor" olan 12 psikoposluk bölgesine ayrıldı. Sivil ve askerî yönetim ayrıldı. Sivil yönetim valiye, askerî kumandanlık ise "dux"'a verildi. Yerel düzeyde ise kasabalar eski askerler veya alt sınıf Romalıların yaşadığı "colonia" ve azat edilmiş köylülerin yaşadığı "municipia" olarak ikiye yarılmıştı. Antik Roma'daki hukukî prensipleri ve uygulamalarının kökeni MÖ 449'dan kalma on iki tablet yasalarına ve 530 yılı civarında imparator I. Justinianus'un yaptığı yasalara dayandırılabilir. I. Justinianus'un kanunnamesiyle muhafaza edilen Roma hukuku Doğu Roma İmparatorluğu boyunca devam etmiş ve Kıta Avrupası'nın batısında benzer yasal düzenlemelere temel olmuştur. Roma hukuku daha geniş anlamda 17. yüzyılın sonuna kadar Avrupa'nın büyük bölümünde uygulanmaya devam etti. Justinianus ve Theodosius yasalarının da içerdiği üzere antik Roma hukukunun başlıca kısımları "Ius Civile", "Ius Gentium" ve "Ius Naturale"den oluşuyordu. "Ius Civile" ("Yurttaş yasası") Roma vatandaşlarının tâbi olduğu medenî kanundu. "Praetores Urbani" vatandaşların taraf olduğu davalarda yargı yetkisine sahip bireylerdi. "Ius Gentium" ("Milletler yasası") yabancılara ve onların Roma vatandaşlarıyla olan münasebetlerinde uygulanan medenî kanundu. "Praetores Peregrini" vatandaşlarla yabancılar arasındaki davalarda yasama yetkisine sahip bireylerdi. "Ius Naturale" tabii kanunu içine alan ve herkes için geçerli olan kanunlar manzumesiydi. Antik Roma çok fazla doğal kaynağa ve insan kaynağına sahip fevkalade geniş bir alana hükmediyordu. Roma ekonomisi tarım ve ticarete yoğunlaşmıştı. Serbest tarım ticareti İtalya'nın görünümünü değiştirmiş ve MÖ 1. yüzyılda üzüm ve zeytin arsaları ithal hububat fiyatlarıyla baş edemeyen küçük çiftçilerin yerini almıştı. Mısır, Sicilya, Tunus ve Kuzey Afrika'nın alınması devamlı bir hububat akışı sağlamıştı. Zeytinyağı ve şarap İtalya'nın başlıca ihraç ürünleri haline gelmişti. Nöbetleşe ekin uygulanmakla birlikte genel verimlilik düşüktü ve hektar başına 1 ton civarındaydı. Sanayi ve imalat faaliyetleri daha küçüktü. Bu alandaki en büyük faaliyetler dönemin binalarının inşası için malzeme sağlayan madencilik ve taşocakçılığı idi. İmalatta üretim daha küçük ölçekteydi ve genelde atölyeler ve en fazla 10 küsur işçi çalıştıran küçük fabrikalardan ibaretti. Ancak bazı tuğla fabrikalarında yüzlerce işçi çalışırdı. Peter Temin gibi bazı iktisat tarihçileri Roma İmparatorluğu'nun ilk dönemlerindeki ekonomisinin bir pazar ekonomisi ve verimlilik, şehirleşme ve sermaye pazarlarının gelişimi bakımından o güne kadarki en gelişmiş tarım ekonomisi olduğunu savunurlar. O kadar ki sanayi devrimi öncesi ekonomilerle, 18. yüzyıl İngiltere ekonomisi ve 17. yüzyıl Hollanda ekonomisi ile mukayese edilebilir. Her tür ürünün pazarı vardı. Toprak, kargo gemileri ve hatta sigorta pazarı da vardı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ekonomi küçük arazilere ve ücretli iş gücüne dayalıydı. Ancak yapılan fetihlerle köleler giderek çoğaldı ve ucuzladı. Cumhuriyetin son dönemlerinde ekonomi büyük ölçüde gerek vasıflı gerekse vasıfsız işler için kullanılan köle gücüne dayanıyordu. Bu dönemde kölelerin Roma Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 20'sini, Roma şehrinin ise yüzde 40'ını oluşturduğu tahmin edilmektedir. İmparatorluk döneminde fetihlerin sona ermesinin ardından köle fiyatları ancak arttı ve maaşlı iş gücü köle tutmaktan daha ekonomik hale geldi. Antik Roma'da takas sistemi, genellikle vergi toplanmasında uygulandıysa da Roma'nın oldukça gelişmiş bir madeni para sistemi vardı. Pirinç, bronz ve değerli madenlerden yapılan madeni paralar imparatorluk içinde ve dışında kullanılmaktaydı. Hindistan'da bile Roma paraları bulunmuştur. MÖ 3. yüzyıldan evvel orta İtalya'da bakır ağırlığına göre değiş tokuş edilirdi. Orijinal bakır madeni paraların ("as") bir pound bakır değeri vardı ama aslında ağırlığı daha azdı. Böylece Roma parasının değeri giderek aslî değerinin üstüne çıktı. Nero'nun gümüş denarius'un değerini düşürmeye başlamasından sonra değeri aslî değerinin üçte biri oranında arttı. Pazarlardan ziyade askerî karakolları birbirine bağlamak için inşa edilen Roma yollarının tekerlekli araçlara göre tasarlandığı pek söylenemez. Atlar çok pahalı, yük hayvanları da çok yavaştı. Bu yüzden MÖ 2. yüzyılda Roma deniz ticaretinin yükselişine kadar Roma toprakları içinde emtia nakli oldukça azdı. Bu dönemde bir geminin Cádiz'den yola çıkıp Ostia üzerinden tüm Akdeniz'i katederek İskenderiye'ye varması bir aydan az sürüyordu. Denizden yapılan nakliyat karadakinden 60 kez daha ucuzdu. Roma toplumu son derece hiyerarşik bir yapıya sahipti. Toplumun en alt kesiminde köleler ("servi"), onların üstünde azledilmişler ("liberti") ve en üstte de özgür doğmuş vatandaşlar ("cives") vardı. Özgür vatandaşlar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştı. En net ve eski ayrım şecerelerini şehrin 100 kurucu atasına dayandırabilen "patriciler" ve bunu yapamayan "plebler" arasındaydı. Siyasi, adli, iktisadi ve dini sahada imtiyazlı olan "patriciler", devletin yüksek memuriyetlerine ve rahipliklere seçilebiliyor; yazılı olmayan örf ve adete göre iş gören toprakların bir kısmını işliyor, Roma mahkemelerinde yargıçlık vazifesini yine yalnız onlar görüyordu. Devlet kullanmadığı toprakları vatandaşlarına ufak bir ücret karşılığında satıyordu ki, bundan asıl faydalananlar yine particiler oluyordu. Böylece elinde gayet az bir toprağı olan pleb bir vatandaş askere giderken, (silah,elbise)gerekli bütün masrafları kendisi karşılamak zorunda olduğu için, durumu büsbütün bozuluyor ve bunu düz
eltmek için, durumu iyi olanlardan aldığı borcunu vaktinde ödeyemediği zaman, köle oluyordu. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde bazı "pleb" sınıfına mensup ailelerin zenginleşerek politikaya girmeleri ve bazı "patriciler"in darboğaza düşmeleriyle bu ayrım daha önemsiz hale geldi. "Patrici" olsun, "pleb" olsun sülalesinde bir konsül bulunan herkes asil ("nobilis") sayılırdı. Marius ve Cicero gibi geldiği ailenin çıkardığı ilk konsül olan kişiler "novus homo" (yeni adam) olarak bilinirdi ve torunlarına asil sıfatı kazandırırdı. Yine de "patrici" kökenli olmanın hatırı sayılır bir itibarı vardı ve dinî görevlerin çoğu yalnızca "patriciler"e açıktı. Kökeninde askeri hizmete dayalı bir sınıf ayrımı daha önemli hale geldi. Bu sınıfların mensupları belirli aralıklarla Yargıçlar tarafından mülklerine göre belirlenirdi. En zengin olanlar siyasete hükmeden ve orduya kumandanlık eden Senato mensubu sınıftı. Ardından başlangıçta gücü savaş atı edinmeye yeten ve bir tüccar sınıfı oluşturan "equestrianlar" (atlı sınıfı ya da şövalyeler) gelirdi. Ardından edinebildikleri askerî teçhizatlara göre bir dizi sınıf gelirdi. En altta ise hiçbir mülkü olmayan vatandaşlardan oluşan "proletarii" vardı. Marius'un reformlarından önce orduda görev alma hakları yoktu ve zenginlik ve itibar bakımından azledilmişlerin bir basamak üstündeydiler. Cumhuriyet döneminde oy verme yetkisi de sınıflara göre değişiyordu. Vatandaşlar seçmen "kabilelerine" kayıtlıydılar. Zengin sınıfların kabileleri yoksul sınıflara oranla daha az üyeye sahipti. "Proletarii"'nin tamamı tek bir kabileye kayıtlıydı. Oy verme işlemi sınıf sırasıyla yapılırdı ve kabileler çoğunluğu elde eder etmez tamamlanırdı, dolayısıyla yoksul sınıflar çoğu zaman oy bile kullanamazlardı. Müttefik yabancı şehirlere genellikle Latin Hakkı verilirdi. Bu vatandaşlarla yabancılar ("peregrini") arasında bir statüydü. Bu hakla söz konusu şehrin önde gelen "magistralar"ı Roma vatandaşı olabiliyordu. Latin haklarının farklı seviyeleri vardı ancak esas ayrım "con suffrage" ("oy veren"; bir Roma kabilesine kayıtlı ve "comitia tributa"'da yeralabilen) ile "sans suffrage" ("oy veremeyen"; Roma siyasetinde yer alamayan) arasındaydı. Roma'nın İtalya'daki müttefiklerinden bazılarına MÖ 91-88 arasında yaşanan Sosyal Savaş'tan sonra tam vatandaşlık verilmişti. 212 yılında ise tam Roma vatandaşlığı Caracalla tarafından imparatorluktaki tüm özgür doğmuş kişilere verilmiştir. Kadınların bazı temel hakları vardı ancak tam vatandaş sayılmıyorlardı, dolayısıyla oy vermeleri ya da siyasette yer almaları söz konusu değildi. Roma toplumunun temel birimleri ev halkı ve ailelerdi. Ev halkı evin reisi "paterfamilias" (ailenin babası), karısı, çocukları ve diğer akrabalardan oluşuyordu. Üst sınıflarda köleler ve hizmetkârlar da ev halkının bir parçasıydı. Evin reisinin kalan ev halkı üzerindeki gücü ("patria potestas", "babanın gücü") çok fazlaydı. Aile üyelerini evlenmeye ya da boşanmaya zorlayabilir, çocuklarını köle olarak satabilir, ailesindekilerin mallarına el koyabilir ve hatta aile üyelerini öldürebilirdi (ancak bu sonuncusunun MÖ 1. yüzyıldan sonra kalktığı anlaşılmaktadır). "Patria potestas" yetişkin erkek evlatların üzerinde bile geçerliydi. Bir erkek babası hayatta olduğu sürece "paterfamilias" olamadığı gibi gerçek anlamda mülk sahibi de olamıyordu. Roma tarihinin erken dönemlerinde bir kız evlat evlendiğinde kocasının ailesinin "paterfamilias"'ının kontrolüne ("manus") geçerdi. Ancak cumhuriyetin son dönemlerinde kadınların kendi babalarının ailesini gerçek ailesi olarak seçebilmeleriyle bu durum değişmiştir. Ne var ki Romalılar şecereyi erkeğin soyuna göre tuttuklarından kadının doğurduğu çocuklar kocasının ailesine ait oluyordu. Birbirine akraba ev halkları bir aile ("gens") oluştururlardı. Aileler kan bağı (veya evlatlık) üzerine dayalıydı ancak aynı zamanda siyasi ve ekonomik ittifaklardı. Özellikle Roma Cumhuriyeti döneminde bazı güçlü aileler ya da "Gentes Maiores" siyasi yaşama hâkim olmuşlardır. Antik Roma'da evlilik özellikle üst sınıflarda romantik bir ilişkiden ziyade çoğunlukla malî ve siyasi bir ittifak olarak görülürdü. Babalar genellikle kızları on iki, on dört yaşlarına geldiklerinde koca arayışına girerlerdi. Koca neredeyse istisnasız olarak gelinden daha yaşlı olurdu. Üst sınıfa mensup kızlar çok genç yaşta evlenirken daha alt sınıftan kızların onlu yaşlarının sonlarında veya yirmili yaşlarının başlarında evlendiklerine dair kanıtlar vardır. Cumhuriyetin erken dönemlerinde okul olmadığından erkek çocukları okuma yazmayı ya ebeveynlerinden ya da genellikle Yunan kökenli olan "paedagogi" adı verilen eğitimli kölelerden öğreniyorlardı. Bu dönemde eğitimin başlıca amacı delikanlıları tarım, savaş, Roma gelenekleri ve kamu işleri konusunda eğitmekti. Genç erkekler şehir hayatını babalarına dinî ve siyasi görevlerinde eşlik ederek öğrenirlerdi. Asillerin oğulları Senato'da da babalarına eşlik ederlerdi. Asillerin oğulları 16 yaşına geldiklerinde önde gelen bir siyasi şahsiyetin yanına stajyer olarak verilir ve 17 yaşına geldiklerinde orduyla sefere gönderilirlerdi (bu sistem imparatorluk döneminde de bazı asil aileler arasında geçerliydi). Eğitim faaliyetleri MÖ 3. yüzyılda Helen krallıklarının fethedilmesi ve sonrasındaki Yunan etkisiyle ıslah edilmişti ancak yine de Roma eğitimi hâlen Yunan eğitiminden oldukça farklıydı. Ebeveynlerin imkânları elveriyorsa erkek çocukları ve bazı kız çocukları 7 yaşında "lüdus" adı verilen özel okula gönderilirdi. Burada 11 yaşına kadar "litterator" veya "magister" adı verilen ve genellikle Yunan kökenli olan bir öğretmenden temel okuma yazma, aritmetik ve bazen de Yunanca öğrenirlerdi. 12 yaşından itibaren öğrenciler ortaokula devam ederlerdi. Burada "grammaticus" adı verilen öğretmenden Yunan ve Roma edebiyatını öğrenirlerdi. 16 yaşında bazı öğrenciler belagat okuluna giderlerdi. Buradaki hocalar da neredeyse istisnasız Yunandı ve kendilerine "rhetor" denirdi. Bu okullar öğrencileri hukuk kariyerine hazırlıyordu ve öğrenciler Roma yasalarını ezberlemek zorundaydı. Dinî günler ve pazar günleri dışında öğrenciler her gün okula giderdi. Yaz tatilleri vardı. Romalıların anadili Latinceydi. Alfabede Yunan alfabesini temel almış olan Etrüsk alfabesi esas alınmıştı. Her ne kadar günümüze kalan Latin edebiyatının dili MÖ 1. yüzyılda ortaya çıkan ve yapay, fazlasıyla sitilize edilmiş ve kibarlaştırılmış bir edebi lisan olan Klasik Latince olsa da Roma İmparatorluğu'nda günlük konuşma dili Klasik Latinceden gramer, kelime haznesi ve telaffuz bakımından belirgin bir farklılık gösteren Genel Latince idi. Roma İmparatorluğu'nun yazışma dili Latince olmakla birlikte Romalıların öğrendikleri edebiyatın büyük bölümü Yunanca kaleme alındığından iyi eğitimlilerin arasındaki konuşma dili Yunanca idi. Doğu imparatorluğunda Latince hiçbir zaman Yunancanın yerini alamadı ve I. Justinianus'un ölümünden sonra Yunanca Doğu Roma İmparatorluğu'nun resmî dili oldu. Roma İmparatorluğu'nun genişlemesiyle Latince Avrupa'da yayılmış ve zaman içinde Genel Latince farklı yerlerde evrim geçirerek ve lehçeleşerek farklı Roman Dilleri haline gelmiştir. Bugün akıcı bir şekilde konuşabilenlerin sayısı oldukça az olmakla birlikte Latince Roma Katolik Kilisesi'nin ve Vatikan'ın resmî dilidir. Ayrıca Latincenin "Lingua franca"'nın kullanımında da payı vardır. 19. yüzyılda Fransızca, 20. yüzyılda da İngilizcenin yerini doldurduğu Latince yine de dinî, hukukî ve bilimsel terminolojilerde yoğun bir şekilde kullanılır. İngilizcedeki bilimsel kelimelerin yüzde 80'inin doğrudan ya da dolaylı olarak Latinceden geldiği hesaplanmıştır. Roma'nın eski dini, en azından tanrılar söz konusu olduğunda yazılı anlatımlarla değil tanrılar ve insanlar arasındaki karmaşık ilişkilerle oluşturulmuştu. Yunan mitolojisinin aksine tanrılar cisimleşmiş değil "numina" adı verilen muğlak bir şekilde tanımlanmış kutsal ruhlardı. Romalılar aynı zamanda herkesin, her yerin veya her şeyin ebedî bir ruhu olduğuna inanırlardı. Roma Cumhuriyeti döneminde din, senatörlük mevkisine gelmiş kimselerin görev aldığı ruhban makamlarından oluşan sıkı bir sistemin altında örgütlenmişti. Yunanlarla temas arttıkça eski Roma tanrıları da giderek Yunan tanrılarıyla ilişkilendirilmeye başlandı. Jüpiter Zeus ile aynı tanrı konumuna geldi. Mars Ares ile, Neptün de Poseidon ile aynı konuma geldi. Roma tanrıları aynı zamanda Yunan tanrılarının vasıflarını ve mitolojilerini de üstlendi. Roma tanrılarının antropomorfik nitelikler kazanması ve Yunan felsefesinin iyi eğitimli Romalılar arasında yaygınlaşmasıyla eski dinî törenlere ilgi azaldı ve MÖ 1. yüzyılda eski ruhban makamlarının siyasi nüfuzu devam etmekle birlikte dinî önemi ciddi biçimde azaldı. Roma dini giderek daha fazla imparatorluk sarayına temerküz etmeye başladı ve bazı imparatorlar ölümlerinin ardından tanrılaştırıldı. İmparatorluk döneminde Romalılar ele geçirdikleri yerlerin mitolojilerini benimsediler ve bunun sonucunda geleneksel İtalyan tanrı ve tanrıçalarının tapınakları ve rahipleri, yabancı tanrılarla yan yana yer almaya başladı. Mısır'ın Isis'i ve Perslerin Mitras'ı gibi birçok yabancı inanç popüler hale geldi. 2. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık başlangıçta karşılaştığı zulme rağmen İmparatorluk içinde yayılmaya başladı. İmparator Nero döneminden itibaren Roma'nın Hıristiyanlığa karşı resmî tavrı olumsuzdu. İnsanlar sırf Hıristiyan oldukları için ölümle cezalandırılabiliyordu. İmparator Diokletian yönetiminde Hıristiyanlara yönelik zulüm doruğa çıktı. Ancak Büyük Konstantin döneminde Hıristiyanlık Roma devletinde resmî olarak desteklenen bir din haline geldi ve oldukça popüler oldu. İmparator Iulianos döneminde pagan inanışın başarısızlıkla sonuçlanan diriltilme çabalarından sonra Hıristiyanlık imparatorluğun kalıcı dini haline geldi. 391 yılında imparator I. Theodosius'un bir fermanıyla Hıristiyanlık dışındaki tüm dinler yasaklandı. Roma resim sanatında Yunan etkileri görülür. Günümüze kalan örnekler ağırlıklı olarak şehir dışındaki villaların duvarlarını ve
tavanlarını süslemek için kullanılan fresklerdir. Ancak Roma edebiyatında tahta, fildişi ve başka malzemelerin üzerine yapılan resimlerden de bahsedilir. Pompei'de Roma resim sanatına ait birçok örnek bulunmuştur ve bunlara dayanarak sanat tarihçileri Roma resim sanatı tarihini dört döneme ayırırlar. Roma resim sanatının birinci üslubu MÖ 2. yüzyılın başından MÖ 1. yüzyılın başlarına ya da ortalarına kadar olan dönemde uygulanmıştır. Roma resminin ikinci üslubu MÖ 1. yüzyılın ilk yıllarında başlamış ve üç boyutlu mimari çizgileri ve manzaraları gerçekçi bir şekilde resmetmeyi amaçlamıştır. Üçüncü üslup Augustus'un (MÖ 27-MS 14) döneminde ortaya çıkmış ve basit süslemeyi tercih ederek ikinci üslubun gerçekçiliğini reddetmiştir. Ufak bir mimari görüntü, manzara veya soyut tasarım tek renkli bir fonun ortasına konuluyordu. MS 1. yüzyılda ortaya çıkan dördüncü üslup ise mimari detayları ve soyut desenleri muhafaza ederek mitolojiden sahneler resmediyordu. Portre heykelciliği genç ve klasik orantıları kullanıyordu, daha sonradan gerçekçilik ve idealizmin bir harmanına doğru evrilmiştir. Antonin ve Severan dönemlerinde daha gösterişli saçlar ve sakallar ağırlık kazandı. Ayrıca Roma zaferlerini resmeden kabartma sanatında da ilerleme kaydedilmiştir. Latince edebiyat başlangıcından itibaren Yunan yazarlardan ciddi biçimde etkilenmiştir. Günümüze kalan en eski çalışmalardan bazıları Roma'nın erken dönem askeri tarihinin destansı anlatımlarıdır. Cumhuriyet geliştikçe yazarlar da şiir, komedi, tarih ve tragedya yazmaya başladılar. Roma müziği büyük ölçüde Yunan müziğine dayanıyordu ve Roma hayatının birçok alanında önemli bir rolü vardı. Roma ordusunda "tuba" (uzun bir trompet) ve "cornu" (kornoya benzeyen bir çalgı) bazı emirleri vermek için kullanılırdı. Öte yandan "bucina" ve "lituus" törenlerde kullanılırdı. Müzik amfitiyatrolarda dövüş aralarında ve "odea"'da çalınırdı. Dinî törenlerin çoğunda müzik çalınırdı. Bazı müzik tarihçileri müziğin tüm kamusal kutlamalarda kullanıldığını düşünmektedir. Ancak müzik tarihçileri Romalı müzisyenlerin müzik kuramına veya çalımına önemli bir katkıda bulunup bulunmadığı konusunda emin değiller. Pompei ve Herkulaneum'da bulunan grafitiler, genelevler, resimler ve heykeller Romalıların gayet seks doygunu bir kültüre sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Roma gençliği zıplama, güreş, boks ve yarış gibi çeşitli oyun ve egzersizlerle uğraşırdı. Taşrada zenginler boş zamanlarında balık tutmakla ve avcılıkla da vakit geçirirlerdi. Romalıların, içlerinden biri Amerikan hentbolunu andıran çeşitli top oyunları da vardı. Zar oyunları, kutu oyunları ve kumar oyunları Romalılar arasında oldukça popülerdi. Kadınlar bu aktivitelere katılmazdı. Zenginler arasında zaman zaman müzik, dans ve şiir okumasının da olduğu akşam yemeği davetleri bir eğlence imkânıydı. Her ne kadar eğlence kabilinden yemekler genellikle tavernaları hor görmek anlamına gelse de plebler de bazen bu tür partilere kulüpler veya tanıdıklar vasıtasıyla katılırlardı. Çocuklar oyuncaklarla vakit geçirir ve birdirbir gibi oyunlar oynarlardı. Popüler bir eğlence türü de gladyatör dövüşleriydi. Gladyatörler muhtelif senaryolara göre muhtelif silahlarla ya ölümüne ya da "ilk kana" göre dövüşürlerdi. Bu dövüşler imparator Claudius döneminde popülerliklerinin zirvesine ulaştı ve Claudius dövüşün nihaî sonucunun imparator tarafından bir el jestiyle belirlenmesi kuralını getirdi. Filmlerdeki yaygın uygulanışın aksine bazı uzmanlar ölüm için verilen işaretin aşağı gösteren baş parmağı olmadığına inanmaktadır. Her ne kadar hiç kimse jestlerin tam olarak neler olduğunu bilmese de bazı uzmanlar imparatorun ölüm işaretini yumruğunu kazanan dövüşçüye doğru uzatıp baş parmağını yukarı doğru kaldırarak verdiğini, kaybeden dövüşçüyü bağışladığında ise yalnızca yumruğunu kaldırdığını düşünmektedir. Başka ülkelerden getirilmiş olan hayvanların halka teşhir edildiği veya gladyatör dövüşlerine dahil edildiği hayvan gösterileri de Romalılar arasında popülerdi. Bir mahkûm ya da gladyatör silahlı veya silahsız arenaya atılır ve bir hayvan da aynı arenaya salıverilirdi. Dövüşlere katılan gladyatörler senede yalnızca on gün dövüşürlerdi ve tek bir ölümüne dövüşte bugünün parasıyla 500.000 avro kazanırlardı. Roma'nın bir başka popüler mekanı "Circus Maximus" esas olarak at ve araba yarışları için kullanılırdı ve hipodromu sel bastığında deniz savaşları düzenlendiği bile olurdu. Ayrıca başka etkinlikler için de kullanılırdı. 385.000 kişilik kapasiteye sahip bu mekana Roma'nın her yerinden insan gelirdi. Birinde yedi büyük yumurta, diğerinde de yedi yunus bulunan iki tapınak Circus Maximus'un pistinin ortasında bulunurdu ve yarışçılar bir tur tamamladıklarında ikisinden de birer tane azaltılırdı. Bunun amacı izleyicileri ve yarışçıları yarışın istatistiklerinden haberdar etmekti. Spor mücadeleleri dışında Circus Maximus pazar ve kumar alanıydı. İmparator gibi yüksek konumdaki yetkililer de Circus Maximus'daki oyunları izlerdi zira tersi kabalık kabul edilirdi. Onlarla birlikte şövalyeler ve yarışla alakalı birçok kişi, herkesin yukarısındaki özel koltuklarında otururlardı. Ayrıca imparatorun bir takım tutması da kabalık kabul edilirdi. Bin yıldan uzun süre ayakta kalan Circus Maximus MÖ 600 yılında inşa edilmiş ve buradaki son at yarışı MS 549'da yapılmıştır. Antik Roma dönemin en etkileyici teknolojik becerilerine sahipti. Orta Çağ'da yok olacak ve ancak 19. ve 20. yüzyıllarda yakalanacak birçok ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak başka kültürlerin teknolojilerini benimsemek ve birleştirmek konusunda becerikli olmakla birlikte Roma medeniyetinin pek yenilikçi ve ilerlemeci olduğu söylenemez. Romalıların birçok pratik yenilikleri daha evvelki Yunan tasarımlarından uyarlanmıştı. Yeni fikirlerin geliştirilmesi pek teşvik edilmezdi. Roma toplumu büyük bir aileyi akıllıca yönetebilen belagatı kuvvetli bir askeri ideal kabul ediyordu. Roma hukuku fikrî mülkiyet ya da keşiflerin desteklenmesiyle ilgili bir yasa içermiyordu. "Bilim adamı" ya da "mühendis" gibi kavramlar henüz yoktu ve ilerlemeler hünerlerine göre yeni teknolojileri ticaret sırrı gibi gizleyen kıskanç zanaatkârlara havale edilmişti. Yine de bir dizi hayati teknolojik hamle geliştirildi ve mükemmel biçimde kullanılarak Roma'nın hâkimiyetine ve Avrupa üzerindeki etkisine büyük katkı sağladı. Roma mühendisliği Roma'nın teknolojik üstünlüğünde ve mirasında büyük bir paya sahipti. Yüzlerce yol, köprü, su yolu, hamam, tiyatro ve arena inşa edilmişti. Kolezyum, Pont du Gard ve Panteon gibi birçok anıt Roma mühendisliği ve kültürünün mirası olarak hâlen durmaktadır. Romalılar özellikle mimari çalışmalarıyla ünlüydü. Roma mimarisi Yunan gelenekleriyle birlikte "klasik mimari" içinde gruplandırılır. Ancak Roma Cumhuriyeti boyunca Roma mimarisi üslup bakımından Yunan mimarisiyle neredeyse aynı olmuştur. Roma ve Yunan binaları arasında birçok fark olsa da Roma, Yunanistan'ın değişmeyen, formule edilmiş bina tasarımları ve orantılarından fazlasıyla etkilenmiştir. İki yeni sütun düzeni ve Etrüsk kemerinden alınan kubbe dışında Roma Cumhuriyeti'nin sonuna kadar çok az mimari yeniliğe imza atılmıştır. MÖ 1. yüzyılda Romalılar sayısız cesur mimari tasarıma imkân veren betonu kullanmaya başladılar. Daha önceleri inşaat işlerinde mermer kullanılıyordu. Yine MÖ 1. yüzyılda Vitruvius muhtemelen tarihteki ilk bilimsel mimari inceleme olan "De architectura"'yı yazdı. MÖ 1. yüzyılın sonlarında Romalılar MÖ 50 yılı civarında Suriye'de icad edilen cam üflemeyi kullanmaya başladılar. Mozaik de Sulla'nın Yunanistan seferinden getirilen örneklerden sonra imparatorluk içinde çok popüler hale geldi. Beton, döşemeli ve dayanıklı Roma yollarının yapımına imkân sağladı. Bu yolların büyük bölümü Roma'nın çöküşünden bin yıl sonra bile hâlâ kullanılmaktaydı. Roma İmparatorluğu içinde böyle geniş ve etkin bir seyahat ağının inşa edilmesi Roma'nın gücünü ve nüfuzunu çarpıcı bir biçimde arttırmıştı. Başlangıçta askerî amaçlarla, Roma lejyonlarını hızlı biçimde konuşlandırmak için inşa edilen bu yolların çok büyük ekonomik önemi vardı. Roma'nın bir ticaret kavşağı olarak konumunu güçlendiriyorlardı. Romalılar mola yerleri ve gereken yerlerde köprüler inşa etmişler, kuryeler için 24 saatte 800 kilometre yol kat etmeye imkân veren vardiyalı at sistemini kurmuşlardı. Romalılar şehirlere, sanayi bölgelerine ve tarım alanlarına su sağlamak için sayısız su yolları inşa etmişlerdir. Roma şehri toplamda uzunlukları 350 kilometre olan on bir su yoluyla besleniyordu. Su yollarının büyük bölümü yerin altındaydı. Yalnızca ufak bir bölümü kemerlerle desteklenmiş olarak yerin üstündeydi. Tamamen yerçekimi gücüyle işleyen su yolları iki bin yıldır aşılamayan bir etkinlikle çok büyük miktarda su taşıyorlardı. Bazen 50 metreden daha derin çukurlarda suyu yukarı çıkarmak için sifon kullanılırdı. Romalılar sağlık koşullarında da büyük ilerlemeler yaptılar. Romalılar özellikle "thermae" adı verilen hamamlarıyla bilinirdi. Hamamlar hijyen kadar sosyal amaçlı da kullanılırdı. Çoğu Roma evinde tuvalet, boru tesisatı ve "Cloaca Maxima" adı verilen karmaşık bir kanalizasyon sistemi vardı. Bazı tarihçiler kanalizasyon ve boru tesisatlarında kullanılan kurşunun doğumlarda azalmaya ve Roma toplumunun güçten düşmesine neden olan geniş çaplı bir zehirlenmeye sebep olduğunu, bunun da Roma'nın çöküşüne yol açtığını düşünmüşlerdir. Ancak su yollarından gelen suyun akışı durdurulamadığından kurşunun içeriği en aza inmiş olmalıydı. Eski Roma ordusu (MÖ 500 civarı) dönemin diğer şehir devletleri gibi Yunan medeniyetinden etkilenmişti. Bunlar "hoplite" adı verilen ağır piyade taktikleri uygulayan vatandaşlardan oluşan milislerdi. Ordu küçüktü (askerlik çağına gelmiş özgür erkeklerin sayısı 9.000 kadardı) ve üçü ağır piyade, ikisi de hafif piyadelerden oluşan beş kısımda (siyasi olarak vatandaşların örgütlendiği "comitia centuriata"'ya paralel olarak) örgütlenmişti. Eski Roma ordusu taktik bakımından sınırlıydı ve bu dönemdeki varlığı esas olarak savunmaya yönelik
ti. MÖ 3. yüzyıla gelindiğinde Romalılar "hoplite" tertibinden vazgeçerek muharebe alanında daha bağımsız hareket edebilen, sayıları 120 ilâ 160 arasında değişen "maniple" adında daha esnek bir sistem kurdular. Destek askerleriyle her biri on manipleden oluşan üç destek hattının oluşturduğu 30 maniplelik bir grup bir lejyon oluyordu. Eski cumhuriyet lejyonu her biri farklı donanıma sahip ve dizilişteki yerleri farklı, üç manipular ağır piyade ("hastai", "principeler" ve "triarii"), bir hafif piyade gücü ("veliteler") ve süvarilerden ("equiteler") meydana gelen beş kısımdan oluşuyordu. Yeni örgütlenmeyle birlikte ordu komşu şehir devletlere karşı daha saldırgan ve mütecaviz bir yönelim içine girdi. Tam gücüyle erken dönemde bir Cumhuriyet lejyonu 3.600 ilâ 4.800 arasında değişen miktarda ağır piyade, birkaç yüz hafif süvari ve birkaç yüz süvari ile toplamda 4.000 ile 5.000 arasında değişen miktarda adamdan oluşurdu. Lejyonlar asker alımındaki noksanlıklar ya da kazalar, savaşlardaki kayıplar, hastalı ve firar yüzünden sık sık güç kaybederdi. İç savaş sırasında Pompey'in lejyonları yeni askerlerden kurulduğu için tam güce sahipti. Öte yandan Sezar'ın lejyonları ise uzun Galya seferi yüzünden normal güçlerinin çok altındaydılar. Bu durum yardımcı kuvvetler için de geçerliydi. Goldsworthy'nin anlattığına göre gerek Yunan ve Romalı "phalanx" (mızraklı, kalkanlı asker alayı), gerekse Roma lejyonları düşmanla tek seferlik, hızlı ve sonuca götüren büyük ölçekli muharebelerde savaşmak üzere tasarlanmıştı. Bunda genellikle oldukça başarılıydılar. Cumhuriyetin son dönemlerinde (MÖ 100 civarları) Marius'un reformları sırasında örgütlenmede yapılan yeni değişiklikler orduyu daha esnek, çabuk toparlanan ve çok yönlü bir güç haline getirdi. Lejyon artık eski "maniple"nin (artık adları "centuriae" idi ve kumandanları da "centurian"dı) üçünden meydana gelen her biri 480 adamdan oluşan on piyade taburuna bölünmüştü. Ayrıca "veliteler" ve (muhtemelen) "equiteler" saf dışı bırakılmış yerlerine "auxilia" (süvariler, okçular ve sapancılardan oluşan yedek birlikler) ve hafif piyadeler (genellikle vatandaş olmayanlardan kurulurdu) getirilmişti. Lejyon içinde bundan başka alt bölümler olmamakla birlikte lejyonerlerin beraberinde doktorlar, mühendisler, teknisyenler, topçular gibi çok sayıda vasıf sahibi adam bulunurdu. Bir piyade taburundaki "centuriaeler" birleşik bir komuta yapısına sahiptiler ve taburdaki diğer "centuriaeler" ile tek bir birim olarak çalışmakta deneyimliydiler. Taburlar halinde örgütlenmiş bir lejyonu kontrol etmek daha kolaydı. Taburları ayırmak kolaydı. Muharebe alanında gerekli olduğunda ya da birbirinden ayrı daha küçük kuvvetlere ihtiyaç duyulduğunda bağımsız hareket edebiliyorlardı. Bu yüzden taburlar halinde örgütlenen lejyonlar neredeyse her ölçekte harekatı yürütebiliyordu. Tarihte üç uzun süreli akım Roma ordusunun gelişimini belirler: Profesyonelleşmenin artması, askere alınanların tabanının genişlemesi ve askerî birimlerin çeşitliliğinde ve esnekliğinde bir artış. Cumhuriyet döneminin sonuna kadar tipik bir lejyoner kırsal kesimden ("adsiduus") mülk sahibi bir çiftçi vatandaştı. Belirli harekâtlarda (genellikle yıllık) görev yapar, kendi teçhizatlarını ve "equite" iseler kendi binek hayvanlarını tedarik ederlerdi. Harris'e göre MÖ 200'e kadar ortalama bir çiftçi (eğer hayatta kalırsa) altı veya yedi harekâtta görev alabiliyordu. Azlolunanlar, köleler (her nerede yaşarlarsa yaşasınlar) ve şehirde oturan vatandaşlar ender yaşanan acil durumlar dışında orduda görev yapmıyorlardı. MÖ 200'den sonra insan gücüne duyulan ihtiyacın artmasıyla kırsal alanlardaki ekonomik şartlar bozuldu, dolayısıyla da askerlik için gerekli mülk nitelikleri düştü. MÖ 107'de Gaius Marius ile başlayarak mülksüz vatandaşlar ve bazı şehirli vatandaşlar ("proletarii") da teçhizatları sağlanarak askere alınmaya başladı ancak lejyonerlerin büyük bölümü yine kırsal kesimdendi. Hizmet süreleri devamlı ve uzun hale geldi. Eğer gerekirse 20 yıl kadar sürebiliyordu ancak Brunt bu sürenin genellikle altı ya da yedi yıl olduğunu savunur. MÖ üçüncü yüzyıldan başlayarak lejyonerlere "stipendium" ödenirdi (miktarı tartışmalıdır ama Sezar'ın askerlerinin maaşlarını yılda 225 "denarii" yaparak iki katına çıkardığı bilinmektedir). Lejyonerler başarılı harekâtlarda yağma yapabilir ve komutanlarından ganimet alabilirlerdi. Ayrıca Marius zamanından başlayarak emekliliklerinde toprak da verilebiliyordu. Bir lejyona eşlik eden süvari ve hafif piyadeler genellikle görev yaptıkları bölgeden toplanırdı. Bu askerler yerel şartları tanır ve bölgeye uygun bir tarzda savaşırlardı. Sezar Galya seferinde görev yapmaları için Gallia Narbonensis'deki vatandaş olmayan nüfustan Beşinci Alaudae adında bir lejyon kurmuştu. İç savaş sırasında büyük ordulara ihtiyaç duyulduğundan iki taraf da vatandaş olmayanlardan meydana gelen lejyonlar kurmuştu. Augustus dönemine gelindiğinde vatandaş asker fikrinden vazgeçildi ve lejyonlar tamamen profesyonel hale geldi. Lejyonerler yıllık 900 "sesterius" kazanıyordu ve emekliliklerinde 12.000 "sesterius" alabiliyorlardı. İç savaşın sonunda Augustus askerleri tahliye edip, lejyonları dağıtarak Roma askerî güçlerini yeniden örgütledi. 28 lejyon oluşturdu. Bunlar artık Ren ve Tuna nehirleri tarafındaki sınır ve Suriye'deki daimî kamplarda konuşlanıyordu. 150.000 vatandaş lejyonerden, yaklaşık aynı miktarda auxilia ve büyüklüğü bilinmeyen deniz kuvvetlerinden oluşan bu ordu imparatorluğun son dönemlerine kadar standart bir şekilde devam etti. Principate döneminde birkaç istisna dışında savaşlar daha küçük ölçekte yürütüldü. "Auxilia" daha büyük birimler halinde örgütlenmedi ve bağımsız taburlar olarak kaldı. Lejyoner askerler de lejyondan ziyade taburlar olarak faaliyet gösteriyordu. Süvarileri ve lejyonerleri tek bir tertipte bir araya getiren yeni "cohortes equitae" garnizonlarda ve uç karakollarda konuşlandırılıyordu. Bunlar kendi başlarına ufak dengeli kuvvetler şeklinde savaşabildikleri gibi diğer ufak birliklerle bir araya gelip lejyon büyüklüğünde bir kuvvet oluşturabiliyorlardı. Esneklikteki bu artış zaman içinde Roma askerî güçlerinin uzun vadeli başarılarının sağlanmasında yardımcı oldu. İmparator Gallienus imparatorluğun nihaî askerî yapısını oluşturacak yeni bir örgütlenme başlatmıştır. Sınırlardaki sabit noktalardan bazı lejyonerleri çeken Gallienus yeni seyyar kuvvetler ("Comitatenses" veya arazi orduları) yaratmış ve stratejik yedek güçler olarak sınırların gerisine ve belirli bir uzaklığa konuşlandırmıştır. Bu yapılanma saldırı durumunda sınırı güçlendirmek için askerleri bir eyaletten diğerine taşıma ihtiyacını azaltmıştır. Sabit noktalardaki sınır askerleri ("limitanei") savunmanın birinci hattı olmaya devam etmiştir. Diocletianus bu yeni örgütlenmeyi eski haline getirmiş ancak bu yapılanma 4. yüzyıl ortalarında örnek haline gelmiştir. Diokletianus ayrıca Tetrarşi adı verilen imparatorluğun doğu ve batı kısımlarının birer Augustus (imparator) ve Sezar (imparator vekili) tarafından yönetildiği sistemi de getirmiştir. Her biri sınırlara yakın farklı yerlerde ikamet edecek ve sorumlu oldukları bölgedeki askerlere komuta edeceklerdi. Arazi ordusunun temel birimi alaydı. Piyadeler, lejyonlar ve "auxilia"'dan, süvariler ise "vexellationeler"den oluşuyordu. Eldeki bulgulara göre piyade alaylarının gücü 1.200 asker, süvarilerin ise 600 askerdi. Ancak çoğu kayıtlar asker sayılarının daha az olduğunu göstermektedir (800'e 400). Çoğu piyade ve süvari alayları bir "comes"in kumandanlığında çiftler halinde görev yapıyorlardı. Romalı askerlere ilaveten arazi ordularında "foederati" adı verilen müttefik kabilelerden alınmış "barbar" alayları da bulunuyordu. 400 yılına gelindiğinde "foederati" alayları Roma ordusunun daimî birlikleri haline geldi. İmparatorluk teçhizatlarını sağlıyor ve maaşlarını veriyordu. Başlarında Romalı bir "tribune" vardı ve bu alaylar tıpkı diğer Romalı alaylar gibi kullanılıyordu. "Foedetai"nin dışında imparatorluk lejyonlarla birlikte savaşmak üzere başka barbar gruplarını da arazi ordularına entegre etmeden kullanmıştır. Önderliklerini mevcut en yetkili Roma generalinin kumandanlığında kendi subayları yapardı. Ordunun liderlik yapısı Roma tarihi içinde büyük evrimler geçirmiştir. Monarşi döneminde hoplite ordular Roma krallarının yönetimindeydi. Roma Cumhuriyeti'nin erken ve orta dönemlerinde ise askerî güçler her yıl seçilen iki konsülden birinin komutasındaydı. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde senato seçkinleri "cursus honorum" olarak bilinen kamu görevlerinin normal sırasınca önce "quaestor" (genellikle arazi kumandanlarına vekil olarak atanırlardı), sonra "praetor" (bazen eyalet valisi olarak atanır ve bölgedeki askerî güçlerden sorumlu olurlardı), sonra da konsül (tüm askerî güçlerin baş kumandanı) olarak görev yapıyorlardı. Praetor veya konsül görevi tamamlandıktan sonra bir senatör senato tarafından "propreator" veya "proconsul" (bir önceki en yüksek konumuna göre) olarak bir dış eyaleti yönetmekle görevlendirilebilirdi. Alt kademe yöneticiler ("centurion" seviyesindekiler değil) kendi "clientelaeler"indeki kumandanlar tarafından ya da senato seçkinleri içindeki siyasi müttefiklerin önerdikleri kişiler arasından seçilirdi. En önemli siyasi önceliği orduyu daimî ve tek bir kumandanlık altında toplamak olan Augustus döneminde imparator tüm lejyonların yasal komutanı oldu. Ancak kumandanlığı senato seçkinleri arasından tayin ettiği "legatus" (elçi) aracılığıyla yapıyordu. Tek bir lejyonun olduğu bir eyalette elçi lejyona kumandanlık eder ("legatus legionis") ve aynı zamanda eyaletin valiliğini yapardı. Öte yandan birden fazla lejyonun olduğu bir eyalette her lejyon bir elçi tarafından komuta edilir ve elçilere de eyalet valisi kumandanlık ederdi (daha yüksek rütbeli bir elçi). İmparatorluk döneminin sonraki aşamalarında (Diokletian'dan itibaren denilebilir) Augustus'un modelinden vazgeçildi. Eyalet valilerin elinden askerî otorite alındı ve eyaletlerdeki orduların komutası imparator tarafından ta
yin edilen generallere ("duceler") verildi. Bunlar Romalı seçkinlerden değildi. Ordu kademelerinden yükselmiş ve daha fazla askerlik tecrübesi olan kimselerdi. Giderek artan biçimde bu generaller (bazen başarılı da olarak) kendilerini tayin eden imparatorların konumlarına el koymaya çalışmışlardır. Azalan kaynaklar, artan siyasi kargaşa ve iç savaş sonunda Batı İmparatorluğu'nu komşu barbarların saldırılarına ve el koymalarına müsait hale getirmiştir. Öte yandan Roma donanması hakkında Roma ordusuna kıyasla daha az bilgi vardır. MÖ 3. yüzyıl ortalarına kadar "duumviri navales" adı verilen subaylar esas amacı korsanlarla mücadele olan yirmi gemilik filolara kumandanlık ederdi. MÖ 278 yılında bu filoların yerini müttefik güçler aldı. Birinci Pön Savaşı sırasında daha büyük filoların inşası zorunlu hale geldi ve müttefiklerin yardımları ve finansmanlarıyla daha büyük filolar inşa edildi. Müttefiklere yönelik bu itimat Roma Cumhuriyeti'nin sonuna kadar devam etti. "Quinquireme" Pön Savaşları sırasında her iki tarafın da kullandığı başlıca savaş gemisiydi. Augustus döneminde yerini daha hafif ve manevra kabiliyeti daha yüksek olan gemiler aldı. "Trireme" ile kıyaslandığında "quinquireme" tecrübeli ve tecrübesiz adamların karışımından oluşan bir mürettebatın kullanılmasına imkân veriyordu (esas olarak kara gücü olan bir ordu için avantaj). Gemilere genellikle vatandaş olmayan "navarch" ("centurion"un muadili bir rütbe) kumandanlık ederdi. Potter'a göre filo ağırlıklı olarak yabancılardan oluştuğu için donanma da Romalı kabul edilmezdi ve bu sebeple de barış dönemlerinde körelmeye müsaitti. Eldeki bilgilere göre imparatorluğun son döneminde (350 civarı) Roma donanması, savaş gemileri ile ikmal ve ulaştırma amaçlı gemilerden oluşan birkaç filodan oluşuyordu. Savaş gemileri üç veya beş sıra kürekçi tarafından çekiliyordu. Filoların üsleri batıda Ravenna, Arles, Aquilea, Misenum ve Somme nehrinin ağzı; doğuda ise İskenderiye ve Rodos gibi limanlardı. Önde gelen generallerin hem orduya, hem de donanmaya kumandanlık etmiş olmaları deniz kuvvetlerinin bağımsız bir kuvvet olarak değil ordunun yedek gücü olarak görüldüğünün göstergesidir. Bu dönemdeki komuta yapısı ve filoların gücü bilinmemekle birlikte filoların valilerin komutasında olduğu bilinmektedir. Antik Roma'ya yönelik ilgi muhtemelen Fransa'da Aydınlanma Çağı'nda başlamıştır. Charles Montesquieu "Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence" adlı bir kitap yazmıştır. Konuyla ilgili ilk büyük çalışma Edward Gibbon'ın 2. yüzyılın sonundan Doğu Roma'nın 1453'te yıkılışına kadarki dönemi içeren "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" adlı kitabıydı. Montesquieu gibi Gibbon da Roma vatandaşlarının faziletini övmüştür. Barthold Georg Niebuhr "Roma Tarihi" adlı kitapta Birinci Pön Savaşı'na kadarki dönemi anlatmıştır. Napolyon döneminde Victor Duruy "Romalıların Tarihi" adlı kitabı yazmıştır. Kitapta o dönemde popüler olan Jül Sezar dönemini öne çıkarmıştır. Theodor Mommsen'in "Roma Tarihi", "Roma anayasa hukuku" ve "Corpus Inscriptionum Latinarum" adlı kitaplarının hepsi birer kilometre taşıdır. Daha sonraları Guglielmo Ferrero'nun "Roma'nın Büyüklüğü ve Çöküşü" yayımlanmıştır. Arkaik Arkaik sözcüğü geçmişle ilgili bir sıfattır. Birkaç anlamda kullanılabilir: "Arkaik" terimi, arkeolojik olmayan biçimde daha genel olarak artık kullanılmayan, eski bir şeyi tanımlarken kullanılır: Ojos del Salado Ojos del Salado, dünyanın en yüksek volkanı ve Güney Amerika'nın en yüksek ikinci dağıdır. Şili ve Arjantin sınırında olan Ojos del Salado, Atacama Çölü'ndeki konumu sebebiyle ender olarak karlarla kaplıdır. Dağa ilk tırmanış 1937 yılında Polonyalı bir bilimsel gezi grubuyla gerçekleştirilmişitir. Herhangi bir patlama raporu kaydı olmadığından, sönmüş volkan olarak kabul edilir. Buna rağmen hâlâ gaz hareketliliği vardır. Bu şekilde 1937, 1956 ve 14 Kasım 1994'te su ve kükürt buharlarının da açığa çıktığı hareketlilikler tespit edilmiştir. Ojos del Salado, 20. yüzyılda yapılan bazı ölçümlerde Aconcagua'dan yüksek çıkarak, kıtanın en yüksek dağı olarak tespit edilse de, yeni GPS temeline dayanan ölçümler bu sonucu onaylamazlar. Hatta Ojos del Salado, 1994 yılında yapılan bir ölçümde Monte Pissis dağı 6.882 m çıkınca, Güney Amerika'nın 3. en yüksek dağı konumuna gelmiştir. Ancak takip eden yıllarda bu ölçümün yanlış olduğu tespit edildiğinden, bugün Ojos del Salado'nun bu dağdan, 80–100 m daha yüksek olduğu bilgisi kesinleşmiştir (yeni ölçüm 6.795 m). Zirvesi, sıradışı yüksekliği ve ısısı dolayısıyla sadece tecrübeli dağcıların tırmanmasına olanak verir. Zirvede tespit edilen kurban alanları sebebiyle, burasının, İnkaların kurban rituellerini yerine getirdikleri yer olduğu tahmin edilmektedir. Ojos del Salado bir Dünya rekoruna da sahne olmuştur. Alman Matthias Jeschke 4 Mart 2005 tarihinde Toyota Landcruiser 90 V6 aracıyla 6.358 metreye ulaşarak, "bir araçla çıkılan en yüksek rakım" rekorunu kırmıştır. Kült Kült popüler kültür ve akademide çok çeşitli tanımları olan, tartışmalı bir terim olup birçok disiplinden bilim adamı arasında devam eden bir tartışma konusudur. Dini hareketlerin sosyolojik sınıflandırılmasına göre kült, sosyal olarak sapkın veya yeni inanç ve uygulamalara sahip dini veya sosyal bir grup olarak tanımlanmaktadır. Ancak bir grubun inanç ve uygulamalarının yeteri derecede sapkın ya da yeni olup olmadığı genelde net olmayan bir konudur. “Kült” kelimesi her zaman tartışmalı olmuştur. Zira net ve herkesçe kabul gören bir tanımı olmadığı için bu tabir, farklı doktrin ve uygulamalara sahip gruplara karşı şahsi saldırılarda (aşağılayıcı anlamda) kullanılan öznel bir adlandırma görevi görebilmektedir. 1930lardan itibaren kültler, dinsel davranış çalışmaları bağlamında sosyolojik çalışmalara konu olmuştur. Bazı mezhepler ve yeni dini hareketler kült olarak nitelendirilmiş ve Hıristiyan kült karşıtı hareket, ortodoks olmayan inançları nedeniyle bunlara karşı çıkmıştır. Kült karşıtı hareket, 1970’lerden itibaren başka gruplara da karşı çıkmış olup bu durum, kısmen bazı kült üyelerinin işlediği şiddet eylemlerine tepki olarak gelişmiştir. Kült karşıtı hareketlerin öne sürdüğü iddiaların bazıları bilim adamları ve medya tarafından tartışmaya açılmış ve yeni tartışmalara konu olmuştur. “Yeni dini hareket” (YDH / "new religious movement") terimi, 1800’lerin ortalarından itibaren ortaya çıkan dinler için kullanılmaktadır. Bunların tamamı olmasa da çoğu kült olarak değerlendirilmektedir. Kültlerin alt kategorileri şunlardır: Kıyamet kültleri, siyasi kültler, ırkçı kültler, çokeşli kültler ve terörist kültler. Kültlerle alakalı konulara devletlerin tepkisi de başka bir tartışma konusu olmuştur. “Kült” kelimesi önceleri bir dini hareketin mensupları için değil, ibadet eylemi veya dini tören için kullanılıyordu. Latince "cultus" (ibadet), oradan da Fransızca "culte" kelimesinden İngilizceye geçen terim, ilk defa 17. yüzyıl başlarında kullanılmıştır. "Cultus" (meskûn, ekili, tapınılan) kelimesi ise esasen Latince "colere" (toprağı ekip biçmek, yetiştirmek) fiilinin sıfat halidir. Benzer şekilde “kültür” kelimesi de Latince "cultura" ve "cultus" kelimelerinden gelmiş olup genel anlamıyla bu terim, bir dini veya sosyal grubun geleneksel inançları, sosyal formları ve maddi özelliklerini ifade etmektedir. Kelime günümüz İngilizcesinde lafzî manasıyla halen kullanılmakta olup “aşırı bağlılık” ifade eden yeni bir manası ise 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. "Kült" ve "kültist" kelimeleri 1930’larda ABD’de tıp literatüründe, bilhassa ABD'deki Kutsallık Hareketi ("Holiness Movement") bağlamında inançla tedavi ("faith healing") için kullanılmaya başlamıştır. Bu olgu o dönemde ciddi popülerlik kazanmış ve alternatif tıbbın diğer türlerine de yayılmıştır. İngilizce konuşan dünyada kelime, çoğunlukla küçük düşürücü çağrışımlara sahiptir. Ancak diğer Avrupa dillerinde ise İngilizcedeki “din” kelimesi ile eşanlamlı olarak kullanılmakta; bu da bazen başka dillerden tercüme edilen metinlerde karışıklığa neden olabilmektedir. Sosyolojik bir kategori olarak “kült” kavramı ilk defa 1932 yılında Amerikalı sosyolog Howard P. Becker tarafından ortaya atılmış; Becker bununla Alman teolog Ernst Troeltsch’in kilise-mezhep tipolojisi anlayışının genişletilmiş bir halini sunmuştur. Troeltsch’in amacı üç tip temel dinsel davranış arasındaki ayrımı ortaya koymaktı: Kiliseye ait, mezhepsel ve mistik. Becker ise Troeltsch’in ilk iki kavramı olan "kilise"yi “kilise” ("ecclesia") ve “fırka” ("denomination"), "mezheb"i de “mezhep” ve “kült” olmak üzere her birini ikiye ayırarak dört kategori oluşturmuştur. Troeltsch’in “mistik din kavramı gibi Becker’in kültleri de güçlü bir örgütlenmeye sahip olmayan ve kişisel inançların şahsi niteliğini ön plana çıkaran küçük dinsel gruplardı. Daha sonraki sosyolojik tanımlamalar bu özellikler üzerinden devam etmiş; buna ilaveten kültleri “ilhamını hâkim dinsel kültürün dışından alan” sapkın dini gruplar olarak öne çıkarmıştır. Bu durumun, grup ile onu çevreleyen anaakım kültür arasında yüksek bir gerilime neden olduğu düşünülmektedir ve dinsel mezheplerde de bu özellik görülmektedir. Bu sosyolojik terminolojiye göre mezhepler dini ayrışmanın ("schism") ürünü olup geleneksel inanç ve uygulamalarla süreklilik arz etmektedir. "Kültler" ise yeni inanç ve uygulamalar etrafında spontane olarak ortaya çıkmaktadır. 1930’ların sonuna gelindiğinde Hıristiyan kült karşıtı hareket, “kült” terimini daha önce sapkınlık ("heresy") olarak adlandırılan hareketler için kullanmaya başlamıştır. 1960’ların çok satan kitabı "The Kingdom of the Cults" [Kültlerin Krallığı] (1965) ile birlikte bu kullanım standart hale gelmiştir. O zamana dek ABD’deki din sosyolojisi alanına özgü olan bu terminolojik gelişim, 1980’lerde ABD’de ortaya çıkan satanist ritüel suiistimallerle birlikte uluslararası literatüre girmiştir. 1980’lerin sonu ve 90’ların başında terim, İngilizce konuşan dünyada ve Avrupa’nın bazı yerlerinde yayılmış; hatta 19
94 yılında Avrupa’da buna yönelik özel bir federasyon olan FECRIS (Sekteryanizm hakkında Araştırma ve Bilgilendirme Merkezleri Avrupa Federasyonu / "Fédération Européenne des Centres de Recherche et d’Information sur le Sectarisme") kurulmuştur. Yine 1990’lardan itibaren, ABD’deki “kültür savaşı”nın en yoğun döneminde siyaseten doğruluk iddiasındaki “ayrımcılık söylemi” kapsamında, başta Wicca olmak üzere çeşitli neopagan dinler, kendilerinin literatürde kült olarak nitelendirilmelerine karşı çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucunda sosyoloji literatüründe “kült” kelimesinin kullanımından vazgeçilerek, daha tarafsız olan “yeni dini hareket” ("new religious movement") terimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımın temsilcileri, kült karşıtı hareket mensuplarınca bazen “kült savunucuları” ("procult apologists") olarak da suçlanmıştır. Diğer yandan birçok sosyolog ve teolog, kitle kültüründeki olumsuz çağrışımlarından dolayı “kült” kelimesini toptan reddetmeye başlamıştır. Bazıları daha önce “kült” olarak nitelendirilen grupları tanımlarken “yeni dini hareket”, “alternatif din” ("alternative religion") ya da “yeni din” ("novel religion") gibi yeni terimlerin kullanımını savunmuş; ancak bu terimlerden hiçbiri popüler kültür ve medyada çok fazla tutunamamıştır. Başka bilim adamları ise “kült” kelimesini tarafsız akademik söylem için en uygun olanı olarak görmüş ve kullanmaya devam etmiştir. Bu kapsamda 258 deneğin katıldığı bir anket çalışmasında “yeni dini hareket”, “kült” ve “satanist kült” terimlerine dair olumsuz çağrışım uyandırdığı tespit edilmiştir. Ancak katılımcıların bu terimleri algılayışları arasında anlamlı farklar da olduğu (yani şans eseri değil) görülmüştür. Bunlar arasında “yeni dini hareket” en olumlusu olarak bulunurken, bunu “kült” ve “satanist kült” terimleri takip etmiştir. Alman sosyolog Max Weber (1864–1920), karizmatik liderliğe dayalı kültlerin sıklıkla “karizmanın rutinleşmesi” ("Veralltaglichung des Charismas") yolunu izlediğini ortaya koymuştur. Harvard Üniversitesi’nde uzun yıllar görev yapan Amerikalı psikolog ve sosyal etik uzmanı Herbert Kelman, 1958 tarihli çalışmasında, zorlayıcı koşullarda insanların tutum değişiminin üç aşamasını özetlemiş olup bazı bilim adamları bunları kült üyelerine de uyarlamıştır: 1. İtaat ("compliance"): İktidar sahibi bir kimse tarafından bir emir verildiğinde insanlar tek başınayken karşı çıkabilmekte; ancak toplum içinde ya da yalnızca otorite sahibi şahsın yanındayken bu emre itaat etmektedir. 2. Özdeşleştirme ("identification"): İnsanlar, iktidar sahibi kimseye olan hayranlıklarından dolayı emirlere uyarlar. Kendilerini liderle özdeşleştirir ve idolleştirdikleri kimsenin haslet ve davranışlarını taklit ederler. 3. İçselleştirme ("internalization"): İnsanlar, kendi inanç sistemlerine uyduğu için emirlere uyarlar. Sadece grubu izlemekle kalmaz; grubun inanç, fikir ve değerlerini kendilerininmiş gibi benimserler. 1960’ların başında sosyolog John Lofland, Güney Koreli misyoner Young Oon Kim ve Kaliforniya Birlik Kilisesi ("Unification Church") üyelerinin bazılarıyla birlikte yaşamış; bu süreçte bu kimselerin inançlarını yayma ve yeni üye kazanma faaliyetlerini araştırmıştır. Lofland, bu faaliyetlerin çoğunun etkisiz kaldığını ve bu gruplara katılan birçok kişinin diğer üyelerle olan şahsi ilişkileri (çoğunlukla akrabalık) nedeniyle katıldığını kaydetmiştir. Lofland, bulgularını 1964 yılında yazdığı, “"The World Savers: A Field Study of Cult Processes"” (Dünyayı Kurtaranlar: Kült Süreçlerine Dair Bir Saha Çalışması) adlı doktora tezinde yayınlamış ve 1966 yılında bu çalışmasını "Doomsday Cult: A Study of Conversion, Proselytization and Maintenance of Faith" (Kıyamet Kültü: İhtida, Endoktrinasyon ve İmanın Muhafazasına dair bir Çalışma) adıyla kitaplaştırmıştır. Lofland’ın eseri, dinî ihtida süreci konusunda en önemli ve en çok referans verilen çalışmalardan biri olarak görülmektedir. Sosyolog Roy Wallis (1945–1990), bir kültün belirleyici özelliğinin “epistemolojik bireycilik” olduğunu iddia etmiştir: Yani kültün “her bir üyenin ötesinde nihai bir otorite merkezi yoktur”. Wallis’e göre ise kültler, “bireylerin sorunlarına yönelik, gevşek yapılı, müsamahakâr [ve] kapsayıcı”, “üyelerinden az sayıda talepte bulunan”, “üyelerle üye olmayanlar arasında net bir ayrıma gitmeyen”, “hızlı bir üye devir hızı olan”, ve belirsiz sınırlara ve dalgalanan inanç sistemlerine sahip süreksiz topluluklar olarak nitelendirilmektedir. Wallis, kültlerin “kültik çevrelerden” doğduğunu iddia etmektedir. Üye kazanmada beyin yıkama teorisine ("brainwashing theory of conversion") karşı getirdiği eleştiri ile tanınan, adli tıp psikologu Dick Anthony kült olarak adlandırılan bazı yapıları savunmuş ve bu hareketlerin zararlıdan çok yararlı etkileri olabileceğini 1988 yılında şu sözlerle iddia etmiştir: “Yeni dinlerin akıl sağlığına olan etkilerine dair anaakım dergilerde yayınlanmış ciddi bir araştırma literatürü vardır. Bunların büyük kısmı, ölçülebilir olarak olumlu görünmektedir.” Amerikalı sosyologlar Rodney Stark ve William Sims Bainbridge, 1996 tarihli "Theory of Religion" [Din Teorisi] adlı kitaplarında, kültlerin oluşumunun rasyonel seçim teorisiyle açıklanabileceğini ileri sürmektedir. "The Future of Religion" adlı eserlerinde ise aynı yazarlar şu iddiada bulunmaktadır: “...başlangıçta tüm dinler belirsiz, çok küçük ve sapkın kült hareketleridir.” New York Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü Marc Galanter’a göre, insanların kült hareketlere katılmasının en yaygın nedenleri, bir cemaat arayışı ve manevi arayıştır. Stark ve Bainbridge, insanların yeni dini gruplara katılma süreçlerini ele alırken, ihtida ("conversion") kavramının dahi kullanışlılığını sorgulamış ve intisap ("affiliation") kavramının daha kullanışlı bir kavram olduğunu öne sürmüşlerdir. Bazı Hıristiyan fırkaların Hıristiyanlık dışı dinlere ve/veya sapkın ya da sahte olduğu iddia edilen Hıristiyan mezheplerine karşı uzun süredir devam eden muhalefeti, 1940’larda ABD’de organize bir kült karşıtı harekete dönüşmüştür. Hıristiyan olma iddiasında olan ancak anaakım Hıristiyanlığın dışında görülen tüm dini gruplar, bu hareketin mensuplarınca kült olarak nitelendirilmiştir. Hıristiyan kültler, Hıristiyan geçmişi olan, ancak diğer Hıristiyan kiliselerine mensup kimselerce teolojik açıdan sapkın olarak görülen yeni dini hareketlerdir. Çok ses getiren "The Kingdom of the Cults" [Kültlerin Krallığı] (ABD’de ilk baskısı 1965’te çıkmıştır) adlı kitabında Hıristiyan ilim adamı Walter Martin, Hıristiyan kültleri, anaakım Hıristiyanlığın kabul ettiği İncil anlayışının dışında bir bireyin şahsi yorumlarını takip eden gruplar olarak tanımlamaktadır. Bu kültlere örnek olarak, Hıristiyan Bilim ("Christian Science"), Yehova Şahitleri, Üniteryen Üniversalizm ve Birlik Kilisesi ("Unity Church") hareketlerini vermektedir. Hıristiyan kült karşıtı hareket, inançlarının bir kısmı ya da tamamı İncil’e uygun olmayan Hıristiyan mezheplerinin yanlış yolda olduğunu iddia etmektedir. Yine bu harekete göre temel Hıristiyan öğretileri olan kurtuluş, Teslis, İsa’nın insan doğası, İsa’nın vaizliği, İsa’nın Mucizeleri, İsa’nın Çarmıha Gerilmesi, İsa’nın Ölümü, İsa’nın Dirilişi, İsa’nın İkinci Gelişi ve Taşınma gibi öğretilere dair görüşlerinde inkâr bulunan bir dini hareket, kült olarak görülebilir. Kült karşıtı literatür, doktrinsel veya teolojik kaygıları ve bir misyoner veya savunmacı bir amacı ifade etmektedir. Bu hareket, sahih olmayan Hıristiyan mezheplerinin inançlarına karşı İncil’in öğretilerini ön plana çıkararak bir reddiye ortaya koymaktadır. Ayrıca Hıristiyan kült karşıtı aktivistler, Hıristiyanların kült üyelerine İncil’in mesajını anlatması gerektiğini vurgulamaktadır. 1970’lerin başlarında, kült olarak görülen gruplara karşı seküler bir mücadele hareketi oluşmuştur. Seküler “kült karşıtı hareket”i oluşturan kuruluşlar, birçok durumda “kült mühtedileri”nin yakınlarının sözcülüğünü üstlenmiştir. Bu kimseler, yakınlarının kendi iradeleriyle kendi hayatlarını böylesine keskin bir şekilde değiştirdiğine inanmıyordu. Alanda uzman birkaç psikolog ve sosyolog, kült üyelerinin sadakatini devam ettirmek için beyin yıkama tekniklerinin kullanıldığını iddia ederken, bazıları ise bu görüşü reddediyordu. Kültlerin kendi mensuplarının beyinlerini yıkadığı fikri, kült karşıtlarını birleştiren bir tema olmuştur. Kült karşıtı hareketin daha uç tekniklerinde ise, kült üyelerine karşı bazen zorla “yeniden eğitim” ("deprogramming") yöntemi kullanılmıştır. Kült karşıtı hareketin seküler kült muhalifleri, genelde “kült”ü, mensuplarını manipüle eden, sömüren ve kontrol eden bir grup olarak tanımlamaktadır. Kült davranışında rol oynayan özel faktörler şu şekilde sıralanmaktadır: Mensuplar üzerinde manipülatif ve otoriter zihin kontrolü, komünal ve totalist organizasyon, agresif propaganda, sistematik endoktrinasyon programları ve orta sınıf topluluklarda ebedîleştirme ("perpetuation") faaliyetleri. Kitle iletişim araçlarında ve ortalama vatandaşların zihninde “kült” tabiri gittikçe olumsuz bir çağrışım kazanmış ve insan kaçırma, beyin yıkama, psikolojik suiistimal, cinsel suiistimal, başka kriminel eylemler ve toplu intihar gibi olaylarla özdeşleştirilir hale gelmiştir. Bu olumsuz özelliklerin birçoğu yeni dini hareketlerin çok küçük bir kısmında belgelenmiş olsa da, kitle kültürü bunları, istediği kadar barışçıl ve kanunlara saygılı olursa olsun, kültürel olarak sapkın görülen her dini gruba teşmil etmektedir. Bazı psikologlar bu teorilere açık olsa da, sosyologların büyük kısmı bu teorilerin YDH’lere katılımı açıklayabilme gücü konusunda şüpheci olmuştur. 1980’lerin sonlarında psikologlar ve sosyologlar, beyin yıkama ve zihin kontrolü gibi teorileri terk etmeye başlamıştır. Bilim adamları, her şeye rağmen daha belirsiz zorlayıcı psikolojik mekanizmaların grup üyelerini etkileyebileceği görüşündedir. Bununla birlikte artık yeni dini hareketlere ihtida sürecini temelde bir rasyonel seçim olarak görmeye başlamışlardır. 1970’lerin kült tartış
masından bu yana “kült” ve “kült lideri” tabirlerinin gittikçe daha aşağılayıcı bir manada kullanılmasından dolayı, kült olarak adlandırılan gruplarla birlikte bazı akademisyenler, bu kelimelerin bırakılması gerektiğini iddia etmektedir. Catherine Wessinger (New Orleans Loyola Üniversitesi), “kült” kelimesinin ırkçı iftiralar ya da kadınlar ve eşcinseller için kullanılan alçaltıcı kelimeler kadar önyargı ve düşmanlık içerdiğini öne sürmüştür. Bu kullanımın grup üyelerini ve çocuklarını nasıl canavarlaştırdığına dikkat çeken Wessinger’a göre, insanların bu kelimenin taşıdığı bağnazlığın farkına varması önemlidir. Yazara göre belirli bir grubu insanlık dışı olarak yaftalamak, bu gruba karşı şiddeti de meşru kılmaktadır. Bir grubu “kült” olarak yaftalamak insanların kendilerini güvende hissetmesini sağlamaktadır, zira “dinle özdeşleştirilen şiddet geleneksel dinlerden gelmekte, başkalarına yansıtılmakta ve yalnızca sapkın grupları içerdiği düşünülmektedir”. Bu durum çocuk suiistimali, cinsel istismar, mali şantaj ve savaş gibi eylemlerin anaakım dinlere inananlarca da işlendiğini dikkate almamakta; tahkîrâmîz “kült” stereotipi bu rahatsız edici eylemlerle yüzleşmekten kaçınmayı kolaylaştırmaktadır. Sosyolog Amy Ryan, tehlikeli olabilecek gruplar ile yararlı gruplar arasında ayrım yapma gerekliliğini savunmuştur. Ryan, olumsuz özelliklere odaklanma eğiliminde olan kült aleyhtarlarının tanımları ile değer yargısız tanımlar yapmaya çalışan sosyologların tanımları arasındaki keskin farklara da dikkat çekmektedir. Bu hareketlerin din tanımları dahi kendi arasında farklılaşabilmektedir. Benzer şekilde George Chryssides, tartışmalarda ortak zemin bulabilmek üzere daha iyi tanımlara gidilmesi ihtiyacından bahsetmektedir. "Defining Religion in American Law" [Amerikan Hukukunda Dini Tanımlamak] adlı çalışmasında da Bruce J. Casino, meselenin uluslararası insan hakları kanunları açısından önemini ortaya koymaktadır. Din tanımını sınırlandırmak, dinî özgürlüklere müdahale anlamına gelebilmektedir. Diğer yandan çok geniş bir tanım ise bazı tehlikeli ve suiistimalci gruplara “istenmeyen yasal yükümlülüklerden kaçınmada sınırsız bahane” sunabilmektedir. Yeni dini hareket (YDH), kökenleri modern olan (19.yy. ortalarından itibaren) ve toplumun hâkim dinsel kültürü içerisinde periferik bir konuma sahip dini cemaat veya manevi gruplar olarak tanımlanmaktadır. YDH’ler köken olarak tamamen yeni ya da daha geniş bir dinin parçası olabilmekte ve bu durumda önceden var olan fırkalardan ayrı konumlanmaktadır. Bilim adamları, ancak bir kısmı kült olarak nitelendirilen YDH’lerden dünya genelinde on binlerce bulunduğunu, çoğunun da Asya veya Afrika kökenli olduğunu iddia etmektedir. Bunların büyük kısmının çok az, bazılarının binlerce, çok azının da milyonlarca üyesi vardır. Dinbilimci Elijah Siegler 2007 yılında her ne kadar hiçbir YDH bir ülkede hâkim din haline gelmemiş olsa da, bu hareketlerin ilk kez ortaya attığı birçok kavramın (bunlara çoğunlukla “New Age” fikirler denmektedir) dünya genelinde anaakım kültürün parçası haline geldiğini iddia etmiştir. “Kıyamet kültü” ("doomsday cult"), apokaliptisizm ve binyılcılığa inanan grupları tanımlamada kullanılan bir tabir olup, hem felaket ve yokuluş kehanetlerinde bulunan hem de bunları gerçekleştirmeye çalışan grupları kapsamaktadır. Festinger, Riecken ve Schachter’in 1997 tarihli bir psikoloji çalışması, anaakım hareketlerde anlam bulmaya çalışan ancak başaramayan insanların, felaket öngören dünya görüşüne döndüğünü ortaya koymuştur. Leon Festinger ve arkadaşları, birkaç ay boyunca "Seekers" (Arayıştakiler) adlı küçük çaplı bir UFO dininin mensuplarını gözlemlemiş ve karizmatik liderlerinin kehanetinin çöküşü öncesi ve sonrasında aralarında geçen diyalogları kayıt altına almıştır. Araştırmacıların çalışması sonradan "When Prophecy Fails: A Social and Psychological Study of a Modern Group that Predicted the Destruction of the World" [Kehanet Çöktüğünde: Dünyanın Yok Olacağını Öngören bir Modern Gruba dair Sosyal ve Psikolojik bir Çalışma] adıyla kitaplaştırılmış ve sosyal psikolojinin klasik eserlerinden biri haline gelmiştir. 1980’lerin sonlarında kıyamet kültleri, haber bültenlerinde önemli bir konu haline gelmiş, bazı muhabir ve yorumcular bunları toplum için ciddi bir tehdit olarak görmüştür. Siyasi kültler, temel ilgi alanı siyasi eylem ve ideoloji olan kültlerdir. Bazı yazarların “siyasi kültler” olarak nitelendirdiği ve çoğunlukla aşırı sağ veya aşırı sol gündemleri olan gruplar, gazeteci ve bilim adamlarının ilgisini çekmiştir. 2000 yılında yayınladıkları "On the Edge: Political Cults Right and Left" [Uçlarda: Siyasi Kültler—Sağ ve Sol] adlı kitaplarında Dennis Tourish ve Tim Wohlforth, ABD ve Büyük Britanya’da kült olarak nitelendirdikleri yaklaşık 10 kadar örgütü ele almaktadır. Bu konuda yazdığı ayrı bir makalede Tourish, şöyle demektedir: "Bu makalenin anlatmaya çalıştığı üzere kült kelimesi hakaret içeren bir terim değildir. Bu terim, çeşitli işlevsiz örgütlerde gözlemlenen belirli bir dizi uygulamanın yalnızca stenografik bir ifadesidir." LaRouche Hareketi ve Gino Parente’nin Ulusal İşçi Federasyonu ("National Labor Federation" / NATLFED), “kült” olarak nitelendirilen ABD merkezli siyasi gruplara örnektir. Bir diğer örnek ise Marlene Dixon’un günümüzde mülga olan Demokratik İşçi Partisi’dir ("Democratic Workers Party") (sosyolog ve eski DWP üyesi olan Janja A. Lalich, "Bounded Choice" [Sınırlı Tercih] adlı eserinde DWP’nin eleştirel bir tarihini sunmaktadır). Önce iktisatçı Murray N. Rothbard daha sonra da Michael Shermer, Ayn Rand hayattayken onu takip edenleri “kült” olarak nitelendirmiştir. Rand’ın etrafındaki çekirdek gruba “Kollektif” adı veriliyordu ve bu grup bugün mevcut değildir (bugün Rand’ın fikirlerini yayan başlıca grup Ayn Rand Enstitüsü’dür). Her ne kadar Kolektif bireyci bir felsefeyi savunmuş olsa da, Rothbard bunların “Leninist” bir örgüt şeklinde örgütlendiğini iddia etmiştir. Britanya’da Gerry Healy’nin liderlik ettiği ve aktris Vanessa Redgrave’in destek verdiği Troçkist bir grup olan İşçilerin Devrimci Partisi ("Workers Revolutionary Party"), Troçkist harekette bulunmuş başkalarınca 1970’ler ve 1980’lerde bir kült ya da kült benzeri özellikler gösteren bir yapı olarak nitelendirilmiştir. Tourish ve Wohlforth da eserlerinde aynı tanımlamayı yapmışlardır. Eski bir WRP üyesi olan Bob Pitt, Tourish ve Wohlforth’ün kitabına dair değerlendirme yazısında partinin “kült benzeri niteliğe” sahip olduğunu kabul etmiş; ancak bu niteliğin, aşırı sola özgü olmaktan çok WRP’yi atipik kıldığını ve “bizzat devrimci sol içerisinde parya muamelesi görmesine neden olduğunu” öne sürmüştür. Bilinen lideri Arlette Laguiller olan, ancak 1990’larda asıl liderinin Robert Barcia olduğu ortaya çıkan Fransa’daki İşçi Mücadelesi (LO, "Lutte ouvrière") hareketi de sık sık kült olduğu iddialarıyla eleştirilere maruz kalmış; bu eleştiriler örneğin Daniel Cohn-Bendit ve ağabeyi Gabriel Cohn-Bendit ile "L’Humanité" ve "Libération" gazetelerince dillendirilmiştir. "Les Sectes Politiques: 1965–1995" (Siyasi Kültler: 1965–1995) adlı eserinde Fransız yazar Cyril Le Tallec, bazı dini grupları siyasete karışmış kültler olarak ele almaktadır: "Ligue de la Contre-Réforme Catholique" (Katolik Karşı Reform Birliği), "l’Office Culturel de Cluny" (Cluny Kültürel Ofisi), New Acropolis, Sōka Gakkai, "Divine Light Mission" (İlahi Işık Misyonu), "Tradition Family Property" (TFP / Gelenek, Aile ve Mülkiyet), Longo-Mai, Supermen Club ve "Association pour la promotion des arts industrieux" (Solazaref / Endüstriyel sanatları geliştirme derneği). 1990 yılında Lucy Patrick şöyle diyordu: “Her ne kadar demokrasi rejiminde yaşıyor olsak da; kült davranışı, liderlerimizin yargılarını sorgulamak istemeyişimizde, bizden olmayanları değersiz gösterme ve muhalefeti engelleme eğilimimizde kendini göstermektedir. Olgun insanlar için uygun olmayan bağımlı ihtiyaçlarımızın olduğunu kabul ederek, otoriterlik karşıtı eğitimi güçlendirerek ve şahsi özerkliği ve serbest fikir alışverişini daha fazla teşvik ederek kült davranışının üstesinden gelebiliriz.” 2016 yılında ABD başkan adayı Donald Trump’ı destekleyenler, bazı siyaset bilimciler ve yorumcular tarafından kült olarak nitelendirilmiştir. “Yıkıcı kült” terimi, kastî eylemlerle kendi gruplarından insanlara ya da başkalarına fiziksel zarar veren ya da öldüren gruplar için kullanılmaktadır. "Ontario Consultants on Religious Tolerance" (Ontariolu Dini Hoşgörü Danışmanları) adlı grup, bu terimin kullanımını, “kendi üyelerinden ya da halktan can kaybına neden olan ya da bundan sorumlu” dini gruplarla sınırlandırmaktadır. "International Cultic Studies Association" (Uluslararası Kült Çalışmaları Derneği) adlı kült karşıtı grubun başkanı olan psikolog Michael Langone, “yıkıcı kültleri” şu şekilde tanımlamaktadır: “Mensuplarını ve yeni üyelerini istismar eden, bazen de fiziksel ve/veya psikolojik olarak zarar veren, oldukça manipülatif gruplar”. John Gordon Clark, totaliter yönetim tarzını ve para kazanmaya verilen önemi, yıkıcı kültlerin özellikleri olarak nitelendirmektedir. "Cults and the Family" [Kültler ve Aile] adlı eserin yazarları, “yıkıcı kültü” şu şekilde tanımlayan Shapiro’ya referans vermektedir: “Yıkıcı kült, sosyopatik bir sendrom olup ayırt edici özellikleri şunlardır: Davranış ve kişilik değişiklikleri, şahsi kimliğin kaybı, entelektüel etkinliğin durması, aileden uzaklaşma, topluma ilgisizlik ve kült liderlerince belirgin bir zihinsel kontrol ve esaret altına alınma.” Rutgers Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Benjamin Zablocki’ye göre, yıkıcı kültlerin üyelerine karşı suiistimalde bulunma riski oldukça yüksektir. Zablocki’ye göre bu durum, kült mensuplarının karizmatik lidere karşı duydukları aşırı hayranlıktan kaynaklanmakta, bu da liderleri güç yozlaşmasına yöneltmektedir. Barrett’e göre yıkıcı kültlere yönelik ithamlardan en yaygın olanı cinsel suiistimaldir. Kranenborg’a göre ise üyelerine olağan tıbbi tedaviye başvurmamalarını tavsiye
eden bazı gruplar risk taşımaktadır. Bazı araştırmacılar, “yıkıcı kült” teriminin kullanımına eleştiriler getirmiş; bu terimin tabiatı gereği illa kendilerine ya da başkalarına zararlı olmayabilen gruplar için kullanıldığını iddia etmişlerdir. "Understanding New Religious Movements" [Yeni Dini Hareketleri Anlamak] adlı eserinde John A. Saliba, bu terimin aşırı genelleştirildiğini öne sürmektedir. Halkın Tapınağı’nı ("People’s Temple") “yıkıcı kültlerin bir numunesi” olarak gören Saliba; bu terimi kullananların, diğer grupların da toplu intihar eylemi yapacağını ima ettiğini öne sürmektedir. "Misunderstanding Cults: Searching for Objectivity in a Controversial Field" [Kültleri Yanlış Anlamak: Tartışmalı bir Alanda Objektiflik Arayışı] adlı esere katkıda bulunan Julius H. Rubin, bu terimin bazı grupları kamuoyu nazarında itibarsızlaştırmak için kullanıldığından yakınmaktadır. "Cults in Context" [Bağlamında Kültler] adlı eserinde Lorne L. Dawson ise, şiddet eğilimli ya da dengesiz olduğu kanıtlanamasa da Birlik Kilisesi’nin ("Unification Church"), “hararetli kült karşıtları”nca yıkıcı bir kült olarak tanımlandığını yazmaktadır. 2002 yılında Alman Federal Anayasa Mahkemesi, Osho hareketini herhangi bir gerçekçi bir temel olmadan “yıkıcı kült” olarak adlandıran Alman hükümetinin, bu hareketi itibarsızlaştırdığı hükmünü vermiştir. Sosyolog ve tarihçi Orlando Patterson, İç Savaş sonrasında ABD’nin güneyinde ortaya çıkan Ku Klux Klan hareketini sapkın bir Hıristiyan kült, siyah Amerikalılara ve diğerlerine karşı giriştiği zulümleri ise bir tür insan kurbanı olarak nitelendirmiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda Almanya ve Avusturya’daki gizli Aryan kültleri, Nazizmin yükselişinde ciddi bir rol oynamıştır. ABD’deki modern "skinhead" (dazlak) grupları da, yıkıcı kültlerin kullandığı üye kazanma tekniklerinin aynısını kullanmaktadır. İkiden fazla insan arasında evlilik anlamına gelen poligamiyi (çoğunlukla da bir erkeğin birden fazla eşi olması durumu olan polijini) telkin edip uygulayan kültlerin varlığı uzun süredir bilinmektedir. Ancak bunlar genelde az sayıdadır. Kuzey Amerika’da yaklaşık 50.000 çokeşli kült üyesi olduğu tahmin edilmektedir. Çokeşli kültler, yasal otoriteler ve toplum tarafından genelde olumsuz görülmektedir. Bu olumsuz görüş, aile içi suiistimal ve çocuk istismarı ile bağlantılarından dolayı bazen anaakım fırkaları da kapsamaktadır. İsrail’de resmî makamlar, en az iki çokeşli kült tespit etmiş; bunun sonucunda aile reislerine karşı yasal takibat başlatılmıştır. Goel Ratzon, Tel Aviv’deki bir çiftlikte 32 kadın ve 89’dan fazla çocukla yaşıyordu. Reşit olmayan 16 yaş altı çocuklara cinsel saldırıdan dolayı 30 yıl hapse mahkûm edilmiş; ancak kadınları esaret altında tutma suçundan beraat etmiştir. Bu konuda devlet, çokeşli kültlerde köleliğin, zihin kontrolü yoluyla “zihinsel kölelik” halini alabildiğini öne sürmüştür. Tel Aviv Bölge Mahkemesi, zihin kontrolü teorisinin dünyaca kabul gören bir teori olmadığı sonucuna varmıştır. Benzer şekilde Kudüs Polisi, 6 kadın ve 17 çocukla birlikte yaşayan bir Fransız vatandaşı olan Daniel Ambash’ı tutuklamıştır. Bu kadın ve çocukların hepsi, Kudüs sokaklarında dilencilik yapıyordu. Ambash, tecavüz ve çocuk suiistimalinden dolayı 26 yıl hapse mahkûm edilmiştir. Ambash’a sadık kalan kadınların, "folie à deux" (paylaşılmış psikotik bozukluk) sendromu yaşadığı iddia edilmiştir. "Church of Jesus Christ Restored" (Özüne Dönmüş İsa Mesih Kilisesi), Kanada’nın Ontario kenti merkezli "Latter Day Saint" (Ahir Zaman Azizleri) hareketine bağlı bir gruptur. Bu hareket haber kanallarında çokeşli kült olarak nitelendirilmiş ve yerel makamlarca adli soruşturmaya maruz kalmıştır. 2009 yılında çıkan "Follow the Prophet" [Peygamberi İzle] filmi, Amerika’daki çokeşli bir kültteki hayatı tasvir etmektedir. "Jihad and Sacred Vengeance: Psychological Undercurrents of History" [Cihad ve Kutsal İntikam: Tarihin Psikolojik Alt Akıntıları] adlı kitabında psikiyatr Peter A. Olsson, Usame bin Ladin’i Jim Jones, David Koresh, Shoko Asahara, Marshall Applewhite, Luc Jouret ve Joseph Di Mambro gibi bazı kült liderleriyle kıyaslamakta ve bu kişilerin her birinin narsisistik kişilik bozukluğuna ait dokuz kriterden en az sekizini sağladığını iddia etmektedir. "Seeking the Compassionate Life: The Moral Crisis for Psychotherapy and Society" [Merhametli Hayat Arayışı: Psikoterapi ve Toplumun Ahlâk Krizi] adlı eserlerinde ise yazarlar Goldberg ve Crespo da Usame bin Ladin’i “yıkıcı bir kült lideri” olarak nitelendirmektedir. Amerikan Psikoloji Derneği’nin (APA) 2002 yılındaki toplantısında kült karşıtı Steven Hassan, el-Kaide’nin yıkıcı külte dair nitelikleri sağladığını iddia ederek şöyle demiştir: “Zihinleri kontrol eden yıkıcı kültlere dair bildiklerimizi uygulamaya koymalı ve bunu teröre karşı savaşta öncelik haline getirmeliyiz. İnsanların bu yapılara katılma ve endoktrinasyon süreçlerinin psikolojik boyutlarını anlamalı, katılımları bu şekilde yavaşlatmalıyız. Eski kült mensuplarının görüşlerine başvurmalı ve teröre karşı savaşta bu kimselerin bazılarından yararlanmalıyız.” Gazeteci Mary Ann Sieghart, "The Times" gazetesinde el-Kaide hakkında yayınladığı bir makalesinde örgütü klasik bir külte benzeterek şöyle diyordu: “El-Kaide, resmî kült tanımlarının tamamına uymaktadır. Bu yapı, üyelerinin beynini yıkamaktadır. Kapalı ve totaliter bir toplum inşa etmektedir. Kendi kendine liderliğe soyunmuş, mesiyanik ve karizmatik bir önderi vardır ve hedefe giden her yolu mubah olarak görmektedir.” 1980’ler ve 90’larda Peru’da faaliyet gösteren Aydınlık Yol ("Sendero Luminoso") adlı gerilla hareketi de farklı kimselerce “kült” ve yoğun bir “kişi kültü” olarak nitelendirilmiştir. Fransız dergisi "l’Express" de Tamil Kaplanlarını benzer şekilde tanımlamıştır. Irak merkezli solcu bir gerilla hareketi olan İran Halkın Mücahitleri Örgütü de tartışmalı bir şekilde siyasi bir kült ve kendi üyelerine karşı suiistimale girişen bir hareket olarak nitelendirilmiştir. Eski Mücâhidîn üyesi, günümüz yazarı ve akademisyeni olan Dr. Masoud Banisadr, 2005 yılında İspanya’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Tüm kültler terör örgütü müdür?” diye fikrimi sorarsanız: Cevabım hayır olacaktır. Zira dünya genelinde çok sayıda barışçıl kültler mevcuttur. Ama tüm terör örgütleri bir tür kült müdür, diye sorarsanız, cevabım evet olacaktır. İlk başta sıradan bir modern siyasi parti ya da örgüt olarak kurulmuş olsalar da; üyelerini hiçbir ahlâkî soru sormamaya hazırlayan ve zorlayan, grubun davası için bencilce davranan ve ne toplumun ne de insanlığın etik, kültürel, ahlâkî ya da dini ilkelerini tanımayan bu örgütler külte dönüşmek durumundadır. Dolayısıyla radikal bir örgütü veya bir terör örgütünü anlamak istiyorsanız kültün ne olduğunu öğrenmelisiniz." Bir dini hareketin kült olup olmadığını teşhis için sosyal bilimcilerin bugüne dek ortaya koyduğu onlarca kriter listesinden yararlanmak mümkündür. Her ne kadar bunlardan hiçbiri mutlak doğru olarak kabul edilemese de, Amerikalı sosyolog Dr. Janja Lalich ve Amerikalı psikolog Dr. Michael D. Langone’ın “Characteristics Associated with Cultic Groups” adlı çalışmasındaki 15 maddelik kriter listesi bu konuda yol göstericidir. 1- Grup, liderine ve (lider hayatta veya ölmüş olsun fark etmez) onun inanç sistemine, ideolojisine ve uygulamalarına, mutlak hakikatmış gibi, yasa olarak son derece bağnazca ve sorgusuz sualsiz bir bağlılık sergiler. 2- Sorgulama, şüphe ve muhalefet istenilmez, hatta cezalandırılır. 3- Zihin değiştirme (beyin yıkama) uygulamaları (meditasyon, ilahiler söyleme, anlaşılmaz sözler söyleme, kınama amaçlı toplantılar ve son derece yorucu çalışma rutinleri vs.) aşırı derecede kullanılır ve grup ve lider(ler)ine yönelik şüpheleri bastırmaya yarar. 4- Grup üyelerinin nasıl düşünmesi, davranması ve hissetmesi gerektiğini, genellikle son derece detaylı bir biçimde lider(ler) belirler (örneğin, karşı cinsle görüşme, iş değişikliği, evlilik gibi konularda üyelerin izin alması gerekir; ne giyileceği, nerede yaşanacağı, çocuk sahibi olunup olunmayacağı, çocukların nasıl yetiştirileceği ve benzeri konuları liderler belirler). 5- Grup seçkinci nitelikte olup kendisi, lider(ler)i ve üyeleri için özel ve yüksek bir statü iddiasında bulunur (örneğin, liderin Mesih, özel bir varlık, bir avatar olduğu, ya da grubun ve/veya liderin insanlığı kurtarma yolunda özel bir misyonu olduğuna inanılır). 6- Grup, iki kutuplu bir “biz-onlar” algısına sahiptir ve bu durum, toplumun geri kalanıyla çatışmaya neden olabilir. 7- Lider hiçbir yetkili makama karşı hesap vermez (örneğin öğretmenler, komutanlar veya bakanlar, veya anaakım dini mezheplerin rahipler, papazları, keşişleri ve hahamları için durum bunun tam tersidir). 8- Grup, güya yüca amaçları için kendisinin gerekli gördüğü her şeyin mubah olduğunu öğretir veya ima eder. Bunun sonucunda üyeler, gruba katılmadan önce kınanması gereken veya gayrı ahlaki olarak gördükleri davranış veya faaliyetlere girişebilir (örneğin aile ve arkadaşlara yalan söylemek, veya düzmece yardım kuruluşları için para toplamak). 9- Lider(ler) üyeler üzerinde nüfuz sahibi olmak ve/veya onları kontrol altında tutmak için utanç ve/veya suçluluk duyguları aşılarlar. Bu, genellikle akran baskısı ve incelikli ikna yolları ile yapılır. 10- Lidere veya gruba itaat, mensupların aileleri ve arkadaşlarıyla bağlarını kopararak gruba katılmadan önceki kişisel hedef ve faaliyetlerini köklü bir şekilde değiştirmelerini gerektirir. 11- Grup, bünyesine yeni üyeler katmaya saplantılı bir şekilde önem verir. 12- Grup, para toplamaya saplantılı bir şekilde önem verir. 13- Üyelerin grup ve grupla ilgili faaliyetlere ölçüsüz zaman ayırması beklenir. 14- Üyeler yalnızca grubun diğer üyeleriyle birlikte yaşamaya ve/veya sosyalleşmeye teşvik edilir ya da mecbur tutulur. 15- En sadık üyeler (“hakiki” inananlar) grubun dışında hayat olamayacağına inanır. Bu kimselere göre başka bir yaşam yolu yoktur ve genellikle gruptan ayrıldıkları (hatta ayrılmayı düşündükleri) t
akdirde kendileri veya başkalarına yönelik misilleme ile karşılaşacaklarından korkarlar. “Kült” kelimesinin olumsuz şekilde siyasallaşmış kullanımını eleştiren bazı sosyologlar, bu durumun grup üyelerinin dini özgürlüklerini olumsuz etkileyebileceğini düşünmektedir. 1980’lerde Fransız din adamları ve hükümet yetkilileri, Roma Katolik Kilisesi’ndeki bazı tarikat ve grupların, o sırada tartışılmakta olan kült karşıtı yasalar sonucunda olumsuz etkileneceği konusundaki kaygılarını dile getirmiştir. Resmî belgelerde dini hareketlere “kült” ("cult") veya “tarikat” ("sect") yaftalarının yapıştırılması, İngilizcede “kült” kelimesinin ve birçok Avrupa dilinde de benzer görevi görecek şekilde “tarikat” ("sect") olarak tercüme edilen kelimenin popüler ve olumsuz kullanımını göstermektedir. Bu belgeler benzer bir terminoloji kullansa da, aynı grupları kapsamamakta ve bu gruplara dair değerlendirmeleri kabul gören kriterlere dayanmamaktadır. Diğer hükümetler ve kurumlar da yeni dini hareketler hakkında raporlar hazırlamakta, ancak bu tür grupları tarif ederken bu terimleri kullanmamaktadır. Kült karşıtı hareketin ve satanist ritüel suiistimallerinin zirveye ulaştığı 1990’larda bazı hükümetler kült listeleri yayınlamıştır. Ancak 2000’lerden itibaren bazı hükümetler, dini hareketlere dair bu gibi sınıflandırmalara karşı tekrar mesafeli durmaya başlamıştır. ABD’de kültlerin dini faaliyetleri, ABD Anayasası Birinci Değişikliği ("First Amendment") kapsamında korunmaktadır. Bu anayasa değişikliği, devletin dini kurumlar kurmasını yasaklamakta; din özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğünü garanti altına almaktadır. Ancak bu kapsamda hiçbir din ya da kült mensubuna kriminel suçlardan dolayı dokunulmazlık sağlanmamaktadır. 1970’lerde ABD mahkemelerinde “beyin yıkama teorisinin” bilimselliği ciddi bir tartışma konusu olmuş; kült mensuplarına karşı uygulanan zorla “yeniden eğitim”in ("deprogramming") meşrulaştırılması için bu teoriye başvurulmuştur. Bu dönemde, bu teorileri eleştiren sosyologlar, mahkemelerde yeni dini hareketlerin meşruiyetini savunmada dini özgürlük taraftarlarına destek vermiştir. Yeni dinlere karşı resmî tepkiler dünya genelinde farklılık gösterse de, bazı devletler daha ziyade bu gruplara muhalif kimselerle işbirliği etmiş; bu bağlamda “meşru” din ile kamu politikası açısından “tehlikeli”, “istenmeyen” kültler arasında ayrım yapmaya kadar gitmiştir. ABD’dekine benzer bir kült karşıtı hareket, 1990’larda Rusya’da ortaya çıkmıştır. 2008 yılında Rusya İçişleri Bakanlığı, “radikal grupların” bir listesini yayınlamış, bu listede militan İslamcılığa bağlı gruplar ve “pagan kültler” de yer almıştır. Birleşik Krallık’ta ise Kraliyet Savcılık Teşkilâtı ve Edinburgh Kent Meclisi, Kamu Düzeni Yasası’nda ("Public Order Act") tanımlandığı şekliyle “kült” kelimesinin “tehditkâr, aşağılayıcı ya da tahkîrâmîz” olmadığı ve halka açık protestolarda bu kelimenin kullanımına karşı herhangi bir itiraz olmadığı hükmünü vermiştir. Fransa ve Belçika “beyin yıkama” teorilerini eleştirmeden kabul eden tavırlar benimsemiştir. Buna karşın İsveç ve İtalya gibi diğer Avrupa ülkeleri, beyin yıkama meselesine ihtiyatlı yaklaşmış ve yeni dini hareketlere karşı daha tarafsız tutumlar takınmıştır. Bilim adamlarına göre, Güneş Tapınağı ("Ordre du Temple Solaire") tarafından işlenen toplu katliam/intiharın ardından yaşanan infial, gittikçe daha fazla gizli hale gelerek yükselişe geçen yabancı düşmanlığı ve Amerikan karşıtı tavırlar, Avrupa’daki kült karşıtı tutumun aşırılaşmasına katkıda bulunmuştur. Çin’de hükümetler asırlar boyunca belirli dinleri "xiejiao" adlı kategoriye almıştır – bu terim bazen “zararlı kült”, bazen de “heterodoks öğreti” olarak tercüme edilmektedir. İmparatorluk dönemi Çin’inde bir dinin "xiejiao" olarak nitelendirilmesi, bu dinin öğretilerinin güvenilir ya da sahih olmadığı anlamına gelmiyor; aksine bu tanımlama; devlet tarafından müsaade edilmeyen ya da devletin meşruiyetine meydan okuduğu düşünülen dini gruplar için kullanılıyordu. Modern Çin’de de "xiejiao" terimi, devletin onaylamadığı öğretileri ifade etmek için kullanılmaya devam etmekte olup bu gruplar devlet makamlarınca baskı ve cezalara maruz kalmaktadır. Bugüne kadar Çin’de on dört farklı grup, Kamu Güvenliği Bakanlığı tarafından "xiejiao" olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca 1999 yılında Çinli makamlar, Falun Gong adlı spiritüel hareketi sapkın bir öğreti olarak suçlamış ve hareketi ortadan kaldırmak için bir mücadele başlatmıştır. Uluslararası Af Örgütü’ne göre Falun Gong’a karşı girişilen takibat, çok yönlü bir propaganda kampanyasını, zorla ideolojik dönüşüm ve yeniden eğitim programını, ve keyfi tutuklamalar, angarya ve bazen ölümle neticelenen fiziksel işkenceler gibi bir dizi kanun dışı baskıcı önlemleri kapsıyordu. Çin hükümeti Falun Gong’a yaptığı muameleyi Batı’daki kült karşıtı hareketin söylemlerini kullanarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ancak hareketi tanıyan Batılı bilim adamları, Falun Gong’un kült tanımına uymadığını öne sürmektedir. Türkiye’de kültler/yeni dini hareketler hakkında yeterli akademik bilgi ve çalışma mevcut değildir. Bununla birlikte çağdaş Türk toplumunda kültlerin/yeni dini hareketlerin olmadığını iddia etmek de güçtür. Türkiye’de alternatif din tanımına giren, toplumca tanınmış, çok sayıda dini grup olduğu gözlenmektedir. Bunların yanında kültleşme eğilimi gösteren başka dini gruplar da vardır. Türkiye’de en fazla bilinen kütlerin/yeni dini hareketlerin başında Gülen Hareketi gelmektedir. 1960’larda kurulan bu örgüt, hem kültlerin temel bileşenleri (karizmatik lider, doktrin/ideoloji ve endoktrinasyon yöntemleri) hem de yukarıda listelenen 15 kriter açısından incelendiğinde klasik kült tanımını tamamen karşılamaktadır. Örgütün son yıllarda Türkiye’de giriştiği siyasi operasyonlar, mesiyanik bir kültün toplum düzeninde nasıl tahrip edici bir etki yaratabildiğini göstermiştir. Bilhassa kriminal eylem iddialarinin ardından bazı yorumcular, Gülen hareketinin kült olduğuna dair görüşler bildirmiştir. Benzer şekilde 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan itiraf ve deliller, Gülen Hareketi kültünün üyelerini kişiliksizleştirilmek için ciddi zihin değiştirici ("mind-altering") manipülatif yöntemler kullandığını ortaya koymuştur. Bu manipülatif yöntemlerin belki de en dikkat çekicisi, Gülen Hareketi mensubu olduğunu itiraf eden ve Genelkurmay Başkanı yaverliği görevinde bulunan Levent Türkkan örneğinde görülmektedir. Diğer yandan 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında elde edilen güncel bilgiler, örgütün üyelerin bütün özel yaşamlarını yönlendirdiğini kanıtlamaktadır. Türkiye’de ikinci bir bariz kült örneği ise Bilim Araştırma Vakfı’dır (BAV). Adnan Oktar’ın liderliğindeki bu yapı, son yıllarda İslam dini üzerinde kadınların lehine yaptığı, dini açıdan çok tartışmalı içtihatlarla tanınmaktadır. Toplum tarafından tuhaf, komik ve itici karşılansa da Adnan Oktar, kadınlara yönelik iddialarını etrafındaki kült kadın üyeleri üzerinde uygulayıp topluma İslam’ın çağdaş yüzünü gösterdiğini iddia etmekte olup örgütün kült niteliği bazı Batılı gözlemciler tarafından da teyit edilmiştir. Diğer yandan Oktar, İslam eskatolojisinin temel figürü Mehdi’ye ilişkin çoğu tartışmalı rivayetten tamamına yakınının kendisine uyduğu iddiasındadır. Kült karşıtı duyarlılığın oluştuğu 1940'lı yıllardan itibaren dünya sinemasında çok sayıda kült karşıtı film çevrilmiştir. Bunların büyük kısmı, kült karşıtı hareketin doğduğu ABD'de çekilmiş olup başlıcaları şu şekildedir: Titanların Savaşı Tekirdağ Belediyesi Sosyal Bilimler Lisesi Tekirdağ Belediyesi Sosyal Bilimler Lisesi eski adıyla Tekirdağ Anadolu Öğretmen Lisesi, 1998’de Tekirdağ’ın şehir merkezinden uzakta kurulan Daha sonra 2007 yılında yine şehir merkezinden uzakta olan yeni binasına taşınan lise. 2004-2005 öğretim yılında 28 öğrencinin tümünün sınavı kazanmasıyla % 100 başarıyla Anadolu Liseleri ve Anadolu Öğretmen Liseleri arasında 1. oldu. 2007-2008 eğitim yılı itibarı ile yeni binasına taşınınca adı "Tekirdağ Belediyesi Anadolu Öğretmen Lisesi" olarak değiştirilmiştir. Şu anda Lisenin Bünyesinde Bilişim Teknoloji sınıfı,Coğrafya Dersliği ,Matematik Sınıfı, Müzik Odası, Müzik Stüdyosu, Resim Atolyesi, Fizik, Kimya, Biyoloji laboratuvarları, Biyoloji dersliği, İngilizce dersliği ve Kimya dersliği bulunmaktadır. Rayquaza Rayquaza, ejderha ve uçan tip bir Pokémon'dur. Karaların hakimi Groudon ve okyanuslara hükmeden Kyogre adındaki efsanevi karşıt Pokémon'lar arasında asırlarca süren çarpışmayı dengelemek için yaratıldığına inanılır. "Skypillar" adlı gizemli bir yerde yaşar. Groudon ve Kyogre savaşmaya başladığı an; Rayquaza'nın bu savaşa son vermek için savaşılan bölgeye gideceği, ve bu iki güçlü yaratığın kontrolünü elinde bulunduran kırmızı ve mavi kürelerin gücünü yok edeceği söylenir. Rayquaza, istatistiksel olarak -mega evrimler dahilinde- var olmuş en güçlü Pokémon'dur. Mega evrim, birçok Pokémon'a ultra güç getirse de, sadece Rayquaza mega evrim geçirirken saldırı güçünü arttıracak başka bir item daha tutabilir. "Pokemon Ruby", "Pokémon Sapphire" (Ayrıca "OmegaRuby" ve "AlphaSapphire") ve de "Pokémon Emerald" versiyonlarda bulunur. Hiçbir bilinen evrimi yoktur. Göklerin sahibi olan bu Pokémon, "Salamence" ile birlikte, doğal olarak "Fly" saldırısını öğrenebilen tek türdür. Valdivia Valdivia, Pasifik'ten yaklaşık 15 km içeride Şili'nin güneyinde bir şehir. Nüfusu 140.700 (2004 yılının sayımı) kişidir. Valdivia aynı isimli eyaletin başkenti ve ""Universidad Austral de Chile"" üniverstesinin olduğu şehirdir. Valdivia, gemilerin girebildiği Calle-Calle bölgesinin, sahil sıradağlarının arasında oluşan vadiye kurulmuş bir şehirdir. Aynı zamanda Rio Cruces ve Rio Valdivia nehirleri burada birleşir. Yıl boyunca yumuşak ve rutubetli bir iklimi vardır. Güney yarımkürenin kış mevsiminde bu bölgede özellikle yağmur yoğundur. Isı ise, Temmuz ayında 4 °C ile Ocak ayında 16 °C civarında oynamaktadır. 1544 yılında "Juan Bautista Pastene",
Pedro de Valdivia ’nın verdiği görev ile bu bölgeyi araştırmıştır. Şehrin ilk ismi "Ainilebo" iken 9 Şubat 1552 tarihinde Pedro de Valdivia bu şehrin ismini Valdivia olarak değiştirmiştir. 1553 yılında Mapuchelere karşı savaşta, Pedro de Valdivia öldükten sonra 18 Mart 1553 İspanya kralı I. Karl tarafından, resmi olarak da şehrin adi Valdivia diye verilmiştir. Valdivia, Pasifik sahillerinde tamamen surlarla kusatilmis nadir ispanyol kentlerinden biriydi. Şehir, Mapuchelere karşı savaşta güçlü bir kale rolü oynamıştır. 16 Aralık 1575 tarihinde çok ağır bir deprem yüzünden şehir yıkıldı. Bu depremin şiddeti yaklaşık 22 Mayıs 1960 yılında olan ve yakın tarihte tespit edilen en şiddetli deprem olarak bilinen Büyük Şili Depremi'nin şiddetinde olduğu tahmin ediliyor. Deprem büyük toprak kaymalarına neden oldu ve "Rinihue" gölünün deniz akışı imkânını tıkadı. Gölde biriken su 4 ay sonra bu toprak barajı yıktı ve şehre sel bastı. Şehrin valisi ve Şili'nin tarihçisi Pedro Marino de Lobera şehrin yeninden kurulmasını sağladı ve deprem- ve selzedelere yardımda bulundu. 1599 yılında şehir Mapuche´lerin eline düştü ve İspanyollar onlarca yıl bu şehirden uzak durmak zorunda kaldılar. 1645 yılında Valdivia Peru kralı emri üzerine yeniden ele geçirildi. 1770 yılından itibaren Valdivia deniz tarafından gelen saldırılara karsı emniyet altına alındı ("Corral Kalesi", "Niebla", "Mancera" v.s.). 1818 yılında Şili’nin bağımsızlığından sonra da Valdivia hala İspanya kontrolü altında kalmıştır. 1820 yılının Ocak ayında Lord Thomas Cochrane altında olan Şili deniz donanması Valdivia'yi ele geçirmeyi başarmıştır. İspanyollar Chiloe Adası' na çekilseler de bu ada 1826 yılının ocak ayında ele geçirilmiştir. 1846 yılından itibaren özellikle Alman göçmenler bu bölgeye yerleşmiş, yaklaşık 1850 yılından itibaren nüfusun artması, şehrin ekonomik açıdan zenginleşmesini sağlamıştır. Şili'de ilk Bira fabrikası, demir ve çelik sanayisi, tren vagonları imalatı, marangozluk sanayisi, deri sanayisi ve liman endüstrisi başlamıştır. 1909 yılında şehrin büyük bir kısmı çıkan bir yangında zarar görmüştür. 22 Mayıs 1960 tarihinde Dünya'da bugüne kadar ölçülmüş en siddetli depreme ve tsunamiye ugramıştır. Deprem 9,50 derece şiddetindeydi ve Valdivia'daki binaların %40 ı yıkılmıştı. Görülmeye değer bir yer olan balık pazarı şehrin en sevilen fotoğraf motiflerini oluşturur. Bunun dışında ""Alman Göçmenler Müzesi"", ispanyol kalesinin kalıntıları, botanik bahçesine sahip üniversitesi ve doğal Park ""Saval"" görülmeye değer diğer yerlerdir. Ayrıca şehirde bir tane de çağdaş sanatlar müzesi de bulunur ("Museo de Arte Contemporáneo"). En sevilen turistik unsurlardan biri, Valdivia nehri üzerinde ve bu nehrin denize döküldüğü yere kadar yapılan tekne turudur. Bu esnada "Isla de Mancera" adası ,"Corral" ve "Niebla" 'daki kaleler de görülebilir. Valdivia, 1909 yılındaki büyük yangına kadar Şili’nin 2. büyük ekonomi merkeziydi. Şehir bu görevini çoktan başka şehirlere bırakmıştır. Şehrin ekonomisini burada bulunan endüstriler belirler. (ahşap endüstrisi, gemi üretimi, gıda maddesi üretimi ve bira fabrikasıi). Valdivia'nın en büyük işvereni ""Universidad Austral de Chile"" üniversitesidir. Ormancılık, tarım, veterinerlik, jeoloji bölümleriyle uluslararası ün yapmış bir üniversitedir. Nobel ödülü alan Prof. Dr. Manfred Max Neef 1983 yılından sonra rektör olarak üniversiteyi yönetmiştir Vesa Ranta Vesa Ranta ( d. 1973) eski Sentenced bateristidir. Şimdilerde ise The Man-Eating Tree ile çalışmaktadır. Oulu'da yaşmakta ve bir fotoğraf şirketinde çalışmaktadır. 1973 doğumlu olan Vesa Ranta evli ve bir çocuğu vardır. Som Kupon 1992-1994 yılları arasında Özbekistan Cumhuriyeti'nde kullanılmış olan para birimi. 1994 yılında bu para birimi yerine Som kullanılmaya başlanmıştır. Bu para biriminde 1-10.000 aralığında banknotlar kullanılmıştır. 1994 yılında yeni para birimine geçişte sınırlı miktarda Som Kupon'un yeni Som ile değiştirilmesi, birikimlerini Som Kupon olarak değerlendirenler için önemli kayıplara yol açmıştır. Örnekleme Örnekleme istatistikte belirli bir yığından alınan kümeyi ifade eder. Örneğin; Türkiye'deki tüm üniversite sayıları bir yığın iken Ankara'daki üniversite sayısı bu yığından alınmış bir örnektir. Örnek hesaplamalarında formula_1, formula_2, formula_3, formula_4, formula_5 gibi semboller kullanılırken yığın hesaplamalarında ise bu simgelerin yerine sırası ile formula_6, formula_7, formula_8, formula_9, formula_10 simgeleri kullanılır. İstatistik sadece örnekler üzerinde hesaplanabilir. Yığında ise parametre değerleri hesaplanır. İstatistik bilim dalında "örnekleme", N hacimli bir anakütleden, anakütleyi temsil edebilen n hacimli bir altküme elde edilmesidir. Tipik olarak anakütle çok büyüktür veya tüm anakütle elemanları hakkında bilgiler elde etmek imkânsızdır veya elde etmek için anakütleyi değiştirmek veya elemanlarına zarar vermek gerekecektir veya çok büyük masraf ve emek gerektirecektir. Bu nedenle tam sayım ile tüm sayısal değerlerin öğrenilmesi istenmez. Örnekleme ile kullanılabilir bir büyüklükte altküme elde edilir. Örnek verileri toplanır; örnek verileri hakkında istatistikler hesaplanır ve örnek istatistikleri üzerinde çıkarımsal istatistik veya ekstrapolasyonlar kullanarak anakütle hakkında bilgiler elde edilir. Örneğin, Türkiye'de üniversite öğrencilerinin fen bilimleri hakkındaki tavırları ölçülmek istensin ve bu tavırları açıklayan 10 soruluk bir anket hazırlanabileceği bilinsin. "Türkiye'de 2006-2007 öğretim yılında üniversite öğrencisi" olanların tümünün bu 10 soruya sayısal şekilde yanıt verdiği varsayılsın. Her bir soruya verilen yanıtın sayısal değerlerinin tümü birer anakütle olur. Burada dikkat edilecek nokta, istatistik bilimi için anakütlenin sayısal değerler olması ve üniversite öğrencisi olmamasıdır. Üniversite öğrencilerinin hepsi anakütle çerçevesi olarak anılır. Bu türlü sonuç bulmak ya imkânsızdır; ya da büyük emek, para ve zaman istemektedir. Bu nedenle örnekleme methodunun uygulanması tercih edilir. Bu anakütlenin örneklemini elde etmek için anakütle çerçevesi olan 2006-2007 öğretim yılında Türkiye'deki üniversitelerde okuyanlardan küçük bir grup seçilir. Bu, daha küçük grup elemanlarına örnekleme çerçevesi adı verilir. Eğer her üniversiteden uygun bir sayıda öğrenci çeşitli örnekleme tekniklerini kullanarak seçilirse, bunların tümü örnekleme çerçevesini oluşturur. Yine örneği açıklamaya devam edersek, bu daha nispeten küçük gruba (dikkat edilirse örneğinde verilen örnekleme çerçevesi yine de sayıca küçük olmaz) bu hazırlanmış on soruluk anket uygulanır. Her 10 soruya bu küçük grup elemanlarının verdiği sayısal yanıtlar birer örnekleme olur. Örnek, örnekleme çerçevesi üzerinde belirlenmiş bir değişken üzerinde yapılan sayım veya ölçüm ile elde edilen sayısal verilerdir. Tekrar dikkat çekilmelidir ki istatistik bilimi için örnek kavramı özel bir şekildedir ve genelde kullanılan örnek sözcüğü anlamından değişiktir. İstatistik için örnekleme çerçevesi elamanları (bu örnekte seçilen üniversite öğrencileri) örnegi oluşturmazlar; her örnek çerçevesi elemanından bir değişken hakkında elde edilen sayısal veriler (bu örnekte her bir 10 soruya verilen sayısal yanıtlar) örnek oluştururlar. Yukarıda anakütle çerçevesinden uygun bir şekilde bir daha ufak örnekleme çerçevesi elde edilir denilmişti; işte bu uygun şekillerin incelenmesi örnekleme tekniklerinin incelenmesi demektir. Genel olarak örnekleme çerçevesinin anakütle çerçevesinden elde edilmesi için prensip örnekleme çerçevesinin anakütleyi temsil edici olmasıdır. Örnek verileri bir art fikirle bazı kişisel veya grupsal fikir ve prensiplere güya bilimsel bir destek sağlamak için kullanılmaması gerekmektedir; ama ne yazıktır ki pratikte birçok ticari, sinai, sosyal ve politik örnek bu niyetle elde edilip kullanılmakta ve genel gerçekte temsilci olma prensibinden uzaklaşılmaktadır. Bu istatistikle yalan söyleme şeklinde adlandırılabilen birçok araştırmalarda ele alınan bir konu olmuştur. Eğer temsilci olma prensibine uygunluk arzu edilmekte ise örnekleme tekniği seçimi için iki genel teknik grubu bulunmaktadır: Bu kavramsal ayrımı sağlayan prensip, olasılık prensipleridir ve bu prensiplere uyan örnekler rastgele örnek adı ile anılmaktadır. Rasgele örnek için kullanılan prensip genel olarak Fakat genel olarak seçilen olasılık dağılımı Bernoulli dağılımı olduğu için birçok referansda bu prensip şeklinde ifade edilmektedir. Dikkat edilirse rastgele örnek için temsilcilik prensibi özel olarak matematik-istatistik içeriğine göre değiştirilmiştir; belirlenmiş bir dağılıma göre olasılık , eşit olasılık prensibi ön plana alınmıştır. Eğer anakütle elemanları için bu prensip uygulanırsa, bunun mantıksal olarak temsilcilik prensibine uyacağı da ima edilmektedir. Burada bu iki grup örnekleme tekniğine ait olan teknikler genel olarak detaya inmeden açıklanacaktır. Elverişlilik örneği metodunda örnek çerçevesine girecek anakütle elemanları araştırmayı yapanın keyfine göre plansız tasarımsız seçilir. Örnek seçiminde önemi olan prensip elde edilen örneğin istatistik araştırmayı yapan kişi için "elverişli" olmasıdır. Eğer araştırmacı bilinçli, inanılır ve güvenilir bir kişi ise örnekin anakütlenin temsilcisi olma imkânı vardır ama bunun gerçekte geçerli olup olmadığını kontrol edecek hiçbir alet veya kural ortada bulunmamaktadır. Bu çeşit örnekleme daha sonra bir "rastgele örnek" almak için bir pilot çalışma için kullanılması çok kere tavsiye edilmektedir. Laboratuvarlarda, fabrikalarda ve diğer üretim kurumlarında test ve kontrol maksadı ile katı maddeler, sıvılar veya gazlar mekanik araç ve gereçler kullanılarak örneklem alınır. Özellikle kalite kontrolü sürecinde ve diğer testler ve kontrollar için bu mekanik örneklerin anakütlelerinin temsilcisi olması gerekmektedir. Yargısal örnekleme bir uzman kişi veya bilirkişinin kendi özel bigisini ve yargısını kullanarak "temsilci olma" niceliğini taşıyan elemanlar ile bir örnekleme çerçevesi kurmasıdır. Bu çeşi
t örneklerde çok kere bilinmeyen ve daha önceden hiç tahmin edilme imkânı olmayan yanlılıklar ortaya çıkar. Örnek seçme usulu ve protokollerinin kuruluşu ve kullanışı sırasında şeffaflık olmadığı için bilinmezliklerin nerede ve nasıl ortaya çıkabilecekleri ve nasıl yanlılıkların aksi tesirlerinin, nasıl çarelerle giderilebilineceği bilinmez. Bazı hallerde yargısal örnekleme kullanışlı ve hatta tercih edilir örnek alma tekniği olabilir. Rastgele örneklemenin imkânsız veya çok büyük zaman, emek ve para sarfı gerektirdiği için kullanışsız olduğu hallerde yargısal örnekleme gayeye uygun veriler ortaya çıkartabilir. Diğer bir uygun olma hali eğer kullanılacak örnek çok küçük ise ('10' veya daha aşağı sayıda veri öngörülüyorsa), bir "rastgele örnek"e nazaran, bir "yargısal örnek" bulmak daha güvenilir ve daha iyi temsilci olma özelliği taşıyan bir örneklem ortaya çıkartabilir. Bazan kasten hiç temsilci olmayan ve gayet yanlı bir örnek kasten seçilmek istenebilir ve bu halde yargısal örnek tercih edilir. Bu kasten yanlı olarak yargısal örnek seçimi, araştırma konusunun "en fena alternatif hali"ni incelemek için çok uygundur. Bu çeşit örneklemede anakütlede tabakalar bulunduğu ve bu tabakalara ait olan elemanların birbirlerine çok benzer özellikler gösterdiği, fakat değişik tabakaya mensup elemanların özelliklerinden açıkca farklı oldukları bilinmektedir. Araştırmacı önce bu tabakaların özelliklerini tam olarak saptar ve değişik tabakaları birbirinden ayırt eden özellikleri tespit eder. Çok kere bu tabakaları ayırt edici özellikler kişilerin sosyo-demografik özellikleri olur. Buraya kadar yapılan işlemler aynen olasılık prensibine uyan tabakalı örneklemede de uygulanır. İkinci adım olarak kota örneklemede her veri toplayıcısına, tespit edilmiş her tabaka için aldıkları örnekte (çok kere anket sorularını cevaplandırıcı sayısı olan) kaç gözlem ile bulunacağını tespit eden bir kota sayısı verilir. Bundan sonra veri toplayıcılar kendilerine verilen her tabaka için kota sayısına göre kendi şahsi yargılarını kullanarak veri toplarlar. Bu adım tıpkı bir yargısal örnekleme gibidir; ama yargıyı uygulayanlar çok defa, uzman kişi veya bilirkişiler değil, gerçek veri toplayıcılardır. Bu örneklemede önce bir çekirdek örneklem, elverişlilik örneği gibi araştırmayı yapan tarafından kendi keyfine göre bulunur. Ondan sonraki örneklem elemanları ise daha önce bulunmuş olan (çekirdek elemanlar ve onların seçtiği diğer) elemanlar tarafından bulunurlar. Örnek böylece, sanki karda itilerek büyüyen, bir kartopu gibi büyüme gösterir. Rasgele örnekleme "olasılık örneklemesi" olarak da adlandırılır. "Rasgele örnek" bulma ve kullanma için istenilen özellik: Bundan açıktır ki istenilen özellik doğrudan doğruya örneğin anakütle için "temsilci" olması değildir. "Temsilci" olma prensibine "rastgele örnekleme" biraz dolaylı olarak varmaktadır. Rastgele örnekleme kavramı ve prensibi temsilci olmama riskini bir seri istatistik teori kavramı ile niceliksel olarak açığa çıkarmaya yöneliktir. Bu niceliksel sonuçlar önce hangi çeşit rastgele örneklemenin seçilmesi ve sonra ne kadar büyük bir örnek hacmi elde edilmesi gerektiğine karar vermekte kullanılır. Bu örnek alınmasından önce karar verme yanında, örnek alındıktan sonra ölçülmüş sonuçlara bağlı örnekleme hatasını hesaplamaya yardım sağlar. "Belirli olasılık" teriminin tanımlanmasına göre değişik türlü rastgele örnek ortaya çıkabilir. Bunlardan en iyi bilineni "basit rastgele örnekleme"dir. Bu türlü örneklemenin ana prensibi her bir anakütle elemanının "aynı olasılıkla" örnekleme girebilmesidir. Yani her bir anakütle elemanı için örnekde bulunma olasılığı bir Bernoulli dağılımı gösterir. Diğer türlü "belirli olasılık" her bir anakütle elemanının Poisson dağılımına göre (birbirine eşit olmayarak) örnek içinde bulunmasıdır. Ancak "rastgele örnekleme"ler için sınıflandırma (gösterilen olasılık dağılımına göre yapılmamakta) daha pratik olarak nasıl rastgele olmanın sağlanma yöntemine dayanılmaktadır. Bu sınıflandırmaya göre "rastgele örnekleme" sınıfı içinde şu değişik örnekleme tipi mevcuttur: Basit rastgele örneklem almanın ana prensibi her bir anakütle elemanının "aynı olasılıkla" örneğe girebilmesidir. Bu bir "olasılık örneği" tanımına uyar, çünkü her bir anakütle elemanı için örneklemde bulunma olasılığı bir Bernoulli dağılımı gösterir. Eğer anakütle büyüklüğü "N" ile ifade edilirse, her bir anakütle elemanı "1/N" olasılıkla örnekde bulunur. Bu prensibi uygulamak için şu aşamalar uygulanır: Bu olasılık örnekleme yöntemin ana prensibi bir anakütle çerçevesi içinde bulunan her bir elemana sıra bir kod numarası verilebilirse, rastgele seçilmiş veya hesaplama ile bulunmuş bir "kod aralığı" olan "k" aralığı ile her "k"inci elemanın gözlem yapılacak örnekleme seçimidir. Örneğin, belli bir üniversitede kayıtlı öğrenci numaraları belli bir numaradan başlayıp giden bir sıraya tabi iseler ilk olarak bir rastgele kayıt numarası seçilir ve sonra bir rastgele aralık numarası seçilir; diyelim 54 başlangıç kayıt numarası ve 12 de kod aralığı rastgele seçilmiş olsun. Örüntülü örneklemede örneğe dahil edilecek öğrenci elamanlarin şu kayıt numaraları olmalıdır: Bu çeşit olasılık örnekleme yönteminde anakütlenin tabakalardan oluştuğu gerçeği kabul edilmektedir. Her tabaka elemanı bir veya bir grup teşhis edici değişken değeri dolayısyla birbirlerine çok benzedikleri kabul edilirler. Bu çeşit teşhis edici değişken(ler) için değerler tabakalar arasında çok farklıdır. Birçok sosyal bilim araştırması için bu teşhis edici değişken bir veya birkaç şahsi veya ekonomik veya sosyal özelliklerden oluşur. Örneğin temsilcilik prensibine uyması için anakütlenin her bir tabakasından değişik sayıda örnek seçilir ve örnek de (ayni anakütle gibi) tabakalı olur. Genel olarak her anakütle tabakası ve örnek tabakası elemanları arasında ilişki kurulabilir. "Orantılı tabakalar" denilebilen bir tipe göre anakütle içinde her bir tabakanın toplama oranı, örnek tabakasının örnek büyüklük hacmine oranı ile aynıdır. Bu oran en popüler olarak tabaka içindeki teşhis edici değişiklik karaketeri taşıyan elemanların sayısı ile toplam orantılıdır. Diğer bir alternatif standart sapmaların oranı olabilir. Diğer alternatifte "orantısız tabakalar" adı verilir ve daha başka yargısal seçimlerle örnek tabaka elemanlari anakütle tabakalarına temsilci olması sağlanır. Bu şekilde örnekleme genellikle örnekleme zaman ve para maliyetlerini düşük tutmak için kullanılmaktadır. Anakütle çerçevesi elamanlarının birbirine yakın kümeler oluşturduğu hallerde ve her bir küme genel olarak diğer kümelere çok benzerlerse, bu tipi örnekleme kullanılması uygun olabilir. Örneğin, anakütle çerçevesi belli bir üniversite olursa, o üniversite içindeki değişik bölümlerde bulunan öğrencilerin benzer özellikler gösterdikleri kabul edilebilir ve bölümler incelenen sorun için birbirinden çok değişik değillerse, bölümler birer küme olarak incelemeye taban olabilirler. Bu kümeler mekan içinde (örneğin şehrin değişik mahalleleri veya Amerika'daki gibi değişik şehir blokları) veya zaman içinde (belirli zaman dönemleri) olabilir. Küme örneklemesi iki aşamada yapılır: Doğal olarak, tüm anakütle çerçevesi seçilmediği için zaman ve para maliyetleri tam sayımdan düşük olur. Dikkat edilirse bu çeşit örneklemede rastgele seçilme kümelerle ilgilidir. Bu seçim yapıldıktan sonra seçilen kümeler içinde bulunan birbirine yakın elemanlar gözümlendiği için de maliyetler (özellikle basit rastgele örneklemeye kıyasla) daha düşük olması çok mümkündür. Basit rastgele örneklemeye kıyasla küme örneklemesinin bir diğer avantaji, tüm anakütle elemanlarının her birinin kodlanmasının gerekmediğidir; bu tüm kodlama büyük maliyet gerektirir ve bazen de imkânsızdır. Buna karşılık küme örneklemesisinde sadece birinci aşamada seçilmiş olan kümeler elemanları tespit edilip kodlanır. Ancak küme örneklemesi, her bir kümenin diğer kümelere benzediğine ve sadece kendine has karakteri olan bir veya birkaç kümenin bulunmadığı varsayımına dayanır. Gerçekte bu varsayım her zaman ancak yaklaşık olarak doğru olacak ve bazı belirlenen kümeler kendine has karakter arz edecektir. Bu nedenle küme örneklemesinin yayılımı ayni anakütle için alınabilecek basit rastgele örneklemeden daha fazla olacaktır ve örneklemeden sonra elde edilecek kestirimler veya yapılan sınamalar daha az tutarlı olacak ve daha fazla yanlı olma olasılığı taşıyacaklardır. Çok aşamalı örnekleme "küme örneklemesi"nin biraz daha karmaşık bir şeklidir. "Küme örneklemesi" için "basit rastgele örnek" olarak seçilmiş kümeler gerekmekte ve seçilen kümeler içinde tam sayım yapılması önerilmektedir. Bu tam sayım (ya parasal veya diğer kaynak kullanımına göre) çok maliyetli ve hatta imkânsız bile olabilir. İki aşamalı örneklem için birinci aşamada (aynı küme örneklemesi gibi) "basit rastgele örnekleme" ile belirli sayıda küme seçilir. Bundan sonra ikinci aşamada kullanılan çerçeveler ilk aşamada seçilmiş kümeler olur. Her seçilmiş küme için "basit rastgele örnekleme" uygulanıp tüm küme haciminden daha ufak sayıda örnekleme girecek elemanlar seçilir. Nadir hallerde ikiden fazla aşama da uygulanabilir. Bunda ilk aşama küme seçmektir; ondan sonraki aşama veya aşamalarda gittikçe birbiri içine girmiş alt-küme, alt-alt-küme vb. seçmek amaçtır ve en son aşamada ise seçilmiş alt-alt..-küme içinden basit rastgele örnek seçilir. Bu son aşamada elde edilecek örnek büyüklülüğünün kaç eleman kapsayacağı kararı önemlidir. Eğer örnek büyüklüğü ile anakütledeki küme (veya alt-alt-..-küme oranında eşitlik istenirse herhangi bir seçilen küme içinde bulunan tüm anakütleye orantılı eleman sayısı son aşama örnek büyüklüğü seçiminde de aynen uygulanır. "'Eşli rastgele örnekleme" birbirine bağlantısı olan iki değişik örneğe elaman seçimini kapsar. Anakütle elamanları önce diğer bir karakteristiğe veya değişkene göre eşlenerek o değişkeni inceleyecek örneklere seçilmiş olurlar. İnceleme yapılacak diğer bir karakteristik veya değişken için kullanılacak bu önceden eşlenmiş ela
manları nasıl rastele bu yeni değişken için örneklere tahsis edileceği "eşli rastgele örnekleme" yöntemi kullanılarak yapılır. Bu çeşit olasılık örneklemi bulmak özellikle şu iki halde çok uygundur: Matematik olarak rastgele örnekleme daha formel bir şekilde tanımlanır. "X" olasılık dağılımı "F" olan verilmiş bir rassal değişken olsun. "n"=1, 2 ,3... büyüklüğü olan bir rastgele örnek "F" dağılımı olan "n" tane bağımsız ve her biri ayni şekilde dağılım gösteren "n" elemanı bulunan bir settir. Bir örnek somut şekilde, her bir denemede aynı miktar ölçülürse "n" tane denemeyi temsil eder. Örneğin, biz üniversite öğrencilerini boyu ile ilgili isek "X" bir öğrencinin boyu olur ve formula_1 tane öğrenci boyu ölçümlenir ve formula_12 "i"-inci öğrencinin boyunu ifade eder. Fakat (bir sıra ölçülebilir fonksiyondan oluşan) bir rassal değişkenler örneği ile bu rassal değişkenlerin gerçekleşmelerini (yani rassal değişkenin almış olduğu değerleri) kavramsal olarak ayrı tutmak gerekmektedir. Diğer bir deyişle, formula_12 i-inci denemedeki ölçmeyi temsil eden bir fonksiyon olmakta ve formula_14 gerçekte yapılan ölçmelerden elde edilen sayılar olmaktadır. Böylece matematik açıklamaya göre örnek kavramı verilerin (yani rassal değişkenlerin) nasıl elde edilmeleri "sürecini" açıklamaktadır. Bu gereklidir çünkü örnek ve bundan elde edilen örnekleme istatistikleri hakkında matematik ifadelerin verilmesi gerekmektedir. Hokand tengesi Hokand Tengesi, 1876 yılına kadar Hokand Hanlığı'nda kullanılan para birimidir. O dönemde, gümüş Tenge'ler ile birlikte "Pul" olarak adlandırılan bakır ve "Tille" olarak adlandırılan altın paralar da kullanılmıştır. 1876 yılında hanlığın Rus İmparatorluğu denetimine girmesi ile Hokand Tengesi, yerini Rus Rublesi'ne bırakmıştır. Test istatistiği Test istatistiği, hipotez testlerinde testten elde edilen sonucu yorumlamak amacıyla karşılaştırmalardan biri. Anakütleden elde edilen bir örnekleme ve bu örnekleme ait zh değerine denilir. Uzay Uzay, Dünya'nın atmosferi dışında ve diğer gök cisimleri arasında yer alan, gök cisimleri hariç, evrenin geri kalan kısmındaki sonsuz olduğu düşünülen boşluğa verilen isimdir. Ortalama sıcaklığı -271 °C, mutlak sıfır noktası ise -274 santigrat derecedir. Atmosfer ile uzay arasında kesin bir sınır bulunmamaktadır, fakat Dünya'nın atmosferi yukarı doğru çıkıldıkça incelmektedir. Uzayda tahminen milyarlarca galaksi bulunmaktadır. Bu tahmini galaksilerin içinde tahminen milyonlarca Güneş Sistemi, gezegenler ve astroitler bulunmaktadır. Fizikçi Carl Sagan'ın kitabı ""Kozmos"" da yazdığı üzerine evrensel atom sabiti 10 kadar yani 10 üssü 88, Carl Sagan'a göre evrende tahmini 1'in yanında 88 sıfır tane atom var (on oktovigintilyon). Bu şekilde bir hesaplama ve insanoğlunun bildiği her türlü galaksi uzayın büyüklüğünü kanıtlar. Albert Einstein'ın görelilik teorisine göre uzay elastike bir dokuya sahiptir. Cisimlerin bu elastike dokuyu bükmelerinden dolayı yerçekiminin olduğunu ileri süren kuramdır. Uzay'da zaman kavramı yoktur. Zaman, bizim algılarımızla yarattığımız bir kavramdır. Uzay karanlığı, büyüklüğü, olayları ile ilgi çekici, karmaşık ve araştırmaya değer olmuştur. Bu yüzden insanlar her çağda uzayı merak etmiştir. Bu yüzden sürekli uzayı araştırmak için icatlar yapmıştır. Teleskop bu alanda çok önemli bir alettir. Çağlar geçtikçe insanlar daha güçlü teleskoplarla uzayı incelemiş, uzay hakkındaki bilgilerini artırmıştır. Böylece merakını gidermeye başlayan insanoğlu bununla yetinmeyip uçarak daha fazla bilgi toplamak istemiştir. İnsanlığın uçmayı keşfetmesiyle Dünya'yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay 'a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, yapay uydular geliştirilmesi, çok güçlü radyo teleskoplarla (bkz.Hubble Uzay Teleskobu) uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki bilgilerini önemli ölçüde genişletti. Ayrıca insanlar uzayı araştırmak için "astronomi" bilimini doğurdu. Bu arada teorik fizik ve astronomi konusunda devrim yapacak görüşler ortaya atan Einstein gibi bilginlerin uzay konusunda ortaya attıkları pek çok kuram, gözlemcilerin uzay üzerine verdikleri bulguların mantıklı bir şekilde açıklanmasını sağladı. Uzay konusundaki ilk sağlam bilgiler, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında, özellikle kuzey ülkelerinde kurulan gözlemevleri sayesinde alındı. ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Palamar Gözlemevi, Dünya'da mevcut gözlemevlerinin en büyüğüdür. Buradaki aynalı teleskopun çapı 5 m, yüksekliği 40 metre dir.Bu gözlemevlerinde uzaydaki gökcisimlerinin kütlesi, hacmi, ışığının şiddeti vb. incelenmektedir. Uygulamalı fiziğin geliştirdiği tayf (spektrum) analizi, uzaydan gelen ışıklardan, cisimlerin hangi elementlerden oluştuğunu göstermektedir. 1932'de Karl Guthe Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu uzaydan gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların doğmasına ve uzayın derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının kaynaklarının ve nedenlerinin bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların geliştirdiği V-1 ve V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi için yapılacak çalışmalarda büyük bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük hız verdi. Yapılan uzay uçuşu denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye oturtmayı başaramadı. Bu arada SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok roketleri ile "Sputnik" adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçti. Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların, özellikle insanların uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise 12 Nisan 1961 tarihinde SSCB'nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada, insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuzu'nda Ay'ın ABD'li astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla sürmektedir. Özellikle de ABD Rusya ve Çin yarışta amansız birer rakiptir. Harezm tengesi Harezm Tengesi, 1873 yılına kadar Hive Hanlığı'nda kullanılmış olan para birimidir. 10 falus (on Tenge kuruşu) değerinde olan Harezm Tengesi 1873 yılında Rus İmparatorluğu'nun bölgeyi işgali ile yerini Rus Rublesi'ne bırakmıştır. 1918 yılından 1924 yılında Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunda kadar hanlığın bağımsız olduğu bir dönemde bu para birimi yeniden kullanılmıştır. 1924 yılında 1 Ruble, 5 Tenge olarak değerlendirilmiştir. Zivildienst Almanya Cumhuriyeti tarafından her vatandaşa uygulanan "sivil görev" adındaki öğrenim süreci, askerlik yerine "sivil görev" yapabilir, herhangi bir dernek, vakıf bünyesinde (kendiniz seçerek) çalışabilirsiniz. Bu şekilde askerlik görevini yerine getirmiş olursunuz. Federal Alman Cumhuriyeti'nin zorunlu er bulundurmama durumundan dolayı "sivil görev" oldukça rağbet görmektedir. Normal dağılım \; \exp\left(-\frac{\left(x-\mu\right)^2}{2\sigma^2} \right) \!| Normal dağılım, aynı zamanda Gauss dağılımı veya Gauss tipi dağılım olarak isimlendirilen, birçok alanda pratik uygulaması olan, çok önemli bir sürekli olasılık dağılım ailesidir. Bu dağılım ailesinin her bir üyesi sadece iki parametreyle tam olarak tanımlanabilir: Bunlar "konum" gösteren ortalama ("μ", aritmetik ortalama) ve "ölçek" gösteren varyans ("σ", "yayılım")dır. Standart normal dağılım, ortalama değeri 0 ve varyans değeri 1 olan normal dağılım ailesinin tek bir elemanıdır. Carl Friedrich Gauss bu dağılımlar grubu ile, astronomik verileri analiz etmekte iken, ilgilenmiş ve bu dağılım için olasılık yoğunluk fonksiyonunu ilk defa tanımlamıştır . Bu olasılık fonksiyonunun grafiği, bir çana benzediği için çoğu kez çan eğrisi olarak da anılmaktadır. Doğa ve davranış bilimleri içinde bulunan birçok fenomenin niceliksel modeli yapılmasında normal dağılımın kullanılmasına neden merkezsel limit teoreminin uygulanmasından doğmaktadır. Birçok psikolojik ölçümler ve fiziksel fenomen normal dağılım kullanılarak çok iyi yaklaşık olarak açıklanmaktadır. Bu fenomenlerin altında yatan mekanizmalar çoğu zaman bilinmemekte fakat normal dağılım modelinin açıklamada uygulanmaktadır. Bunun pratik yaklaşımın teorik olarak savunması ise her bir reel gözlemin oluşması için geri planda çok sayıda birbirinden bağımsız etkilerin ayrı ayrı toplam olarak katkıda bulundukları varsayımıdır. Normal dağılım istatistik biliminin birçok alanında kullanılmaktadır. Örneğin örneklem ortalaması için örnek dağılımı, örneğin kaynağı olan anakütle için dağılımın normal olmadığı gayet açık olsa bile, yaklaşık olarak normal dağılım göstermektedir. Bunun yanında, değerleri bilinen ortalaması ve varyansı olan bütün dağılımlar içinde enformasyon entropisini maksimum yapan dağılımın normal olduğu ispat edilmiştir. Böylece örnek ortalaması ve varyansı ile özetlenen her veri için bilinmeyen kaynak dağılımı olarak normal dağılımı kullanmak gayet doğal bir yaklaşım olması çok uygun bir davranıştır. İstatistikte kullanılan dağılımlar aileleri arasında normal dağılım pratikte en çok kullanılanıdır ve birçok istatistiksel test, normal dağılımın varolduğu varsayımına dayanılarak geliştirilmiştir ve kullanılmaktadır. Olasılık kuramı içinde birkaç sürekli olasılık dağılımları ve ayrık olasılık dağılımlarının limite giden dağılımları yani rassal değişkenlerin yakınsama analizinde kullanılmaktadır. İstatistik ve olasılığın önemli dağılımlarından biri olan normal dağılım, ilk olarak 1733'te Abraham de Moivre tarafından yayınlanan bir yazıda ilk ortaya çıkartılmıştır ve 1738'de yayınlanan The Doctrine of Chances (Şanslar Doktrini) adlı kitabının ikinci baskısında p değişmemek koşuluyla n değerinin artısıyla bin
om dağılımının limit şekli yaklaşım olarak gösterilmiştir. De Moivre'in bu sonucu Laplace tarafından 1812'de bastırılan "Analytical Theory of Probabilities (Olasılıklar İçin Analitik Teori)" geliştirilmiştir ve bu sonuç şimdi de Moivre-Laplace teoremi olarak isimlendirilmektedir. Laplace normal dağılımı incelemkte olduğu deneylemelerde hataların analizi konusunda uygulamıştır. 1805'de Legendre çok önemli olan en küçük kareler yöntemini ortaya atmıştır. Gauss, bu yöntemi1794'ten beri kullandığını iddia etmiştir ama en kesin surette hataların normal dağılımı varsayımı ile birlikte yayınladığı eser 1809'dadır. "Çan eğrisi" teriminin ilk kullanılışı Jouffret tarafından 1875'te bir bağımsız parçalardan oluşan ikideğişirli normal hakkında yazıda "çan yüzeyi" teriminin kullanmasına kadar götürülebilir. "Normal dağılım" sözcüğü iseCharles S. Peirce, Francis Galton ve Wilhelm Lexis tarafından ayrı ayrı 1875 civarlarında ortaya atılmıştır. Bu dağılıma normal adı vermek bazen hatalı görülmektedir; çünkü bazı hallerde diğer dağılımlar pratiğe çok daha uygunluk göstermektedirler. Bir olasılık dağılımını çeşitli şekilde matematiksel ifadelerle karakterize etmek mümkündür. Bunlar arasında göze en iyi hitap edeni olasılık yoğunluk fonksiyonu ile olur. Dağılımın özellikleri ayrıca birikimli dağılım fonksiyonu,momentler, kümülantlar, karakteristik fonksiyon, moment üreten fonksiyon, kümülant üreten fonksiyon ve Maxwell'in teoremi vasıtasıyla da belirtilebilir. Bu kavramların ayrıntıları için olasılık dağılımları maddesine bakınız. Matematiksel notasyon kullanılması ile, "X" rassal değeri için ortalama değeri "μ" ve varyansı "σ"² ≥ 0, olan bir normal dağılımın bulunduğu şöyle ifade edilir: Normal dağılım için fazla kullanılmayan bir değişik parametreleme şekli de bulunmaktadır. Bu (bir üssü varyans yani 1/ "σ"²), değerine eşit olan kesinlik parametresi "τ" kullanılarak yapılır. Bunun avantajı sıfır değerine çok yakın varyans ("σ"²) değerlerinin böler olmalarından doğan limit problemlerinden ayrılma imkânı sağlaması ve normal dağılımı bir üstel ailesi bireyi olarak kullanılması gerektiği halde ortaya çıkar. Bazı merkezsel limit teoremleri için (örneğin kestirimlerin asimtotik normalliği) Gauss tipi süreçler teorisi kullanışlı olmakla beraber, tüm olasılığı "μ" etrafında konsantre eden ve bir normal dağılıma benzer olarak ortalama "μ" ve varyans "σ"² = 0 değerleri bulunan Dirac ölçümü bir normal dağılım olarak kabul edilmemektedir; buna matematiksel açıklama bu ölçümde Lebesque ölçümü kurallarına göre gereken yoğunluğun bulunmamasıdır. Normal dağılım için sürekli olasılık yoğunluk fonksiyonu şu Gauss-tipi fonksiyondur: Burada "σ" > 0 standart sapmadır; bir reel parametre olan "μ" beklenen değerdir; ve ifadesi standart normal dağılım için yoğunluk fonksiyonudur. Standart normal dağılım "μ" = 0 ve "σ" = 1 parametreleri olan bir normal dağılımdır. ifadesinin reel doğru üzerindeki entegral değeridir. (Ayrıtıları için Gauss-tipi entegral maddesine bakınız.) Olasılık yoğunluk fonksiyonunun özellikleri arasında şunlar başta gelenlerdir: Bir olasılık dağılımı için birikimli dağılım fonksiyonu, bir rassal değişken X için olay olasılığının dağılımının "x" sayısına eşit veya daha düşük olmasına kadar değerlendirilmesiden ortaya çıkar. Normal dağılım için birikimli dağılım fonksiyonu (yoğunluk fonksiyonunda kullanılan ayn terimlerle) şöyle ifade edilir: Burada, parametreleri "μ" = 0 ve "σ" = 1 olan standart normal dağılımı için birikimli dağılım fonksiyonu, Φ, ile ifade edilmiştir ve bu fonksiyon şudur: Standart normal birikimli dağılım fonksiyonu aynı zamanda hata fonksiyonu adı verilen bir özel fonksiyon ifade edilebilir. Hata fonksiyonu şöyle ifade edilir: Böylece hata fonksiyonu terimleri ile standart normal dağılımı için birikimli dağılım fonksiyonu şöyle yazılır: Standart normal dağılım için birikimli dağılım fonksiyonunun tamlayıcı fonksiyonu (yani formula_17), çok kere"Q-fonksiyonu" olarak isimlendirilir ve özellikle bu kavram mühendislik kitaplarında büyük önemle yer almaktadır. Standart normal birikimli dağılım fonksiyonunun tersine kuantil fonksiyonu adı verilir. Bunun formülünü ifade için önce şu ters hata fonksiyonu bulunur: ve bu fonksiyon kullanılarak şu ters birikimli dağılım fonksiyonu ortaya çıkartılır: Bu "kuantil fonksiyonu"na bazan probit fonksiyonu adı da verilir. Bir probit fonksiyonu için bir elemanter basit entegralbulunamayacağı matematiksel olarak ispat edilmiştir. Normal dağılım için çok iyi sonuçlar verdiği anlaşılan yaklaşık fonksiyonlar ve yöntemler ortaya çıkarılmıştır. Bunlar arasında sayısal entegrasyon, Taylor serileri, asimtotik seriler vedevam eden kesirler yöntemlerinin kullanılması anılabilir. Büyük değerde bir "x" sayısı için standart normal dağılım birikimli dağılım fonksiyonun formula_20 değerinin bire,"1", yakınsalandığı ve formula_21ın ise sıfıra,"0", yakınsaladığı aşikardır. Yoğunlukformula_22 terimleri kullanılarak, şu basit üst sınır ifadesi yeterlidir. "Yerine koymak" suretiyle entegresyon yöntemi kullanarak, üst sınır şöyle ortaya çıkartılabilir: Aynı şekilde formula_25 ifadesini ve bölüm kuralını kullanarak ifadesi ortaya çıkartılır. Bunun formula_27 terimleri ile çözümlenmesı yukarıda ifade edilen üst sınırı verir. Genel olarak moment üreten fonksiyon, exp("tX") için beklenen değer olarak tanımlanır. Bir normal dağılım için moment üreten fonksiyonu şu olur: Bu ifade, tanımda verilen üssel değerin, karesini tamamlamak yöntemi dönüştürülmesi ile elde edilmiştir. Kümülant üreten fonksiyon, moment üreten fonksiyonun logaritmasidir: Bu "t" terimleri ile bir kuadratik polinom olduğu için yalnız ilk iki kümülant için sıfır olmayan değer bulunabilinir. Karakteristik fonksiyon, formula_29 sanal birim ile gösterilen formula_30 ifadesinin beklenen değersi olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle karakteristik fonksiyon, moment üreten fonksiyon içindeki formula_31 terimininformula_32 ile değiştirilmesi ile elde edilir. Bir normal dağılımı için karakteristik fonksiyonu şudur: Normal dağılımın şu özellikleri vardır: Yukarıda verilen 1. özellik sonucu olarak tüm normal rassal değişkenleri standart normale dönüştürmek imkânı vardır: Eğer formula_52 ~ formula_53 ise, bu halde bir standart normal rassal değişken olur; yani formula_55 ~ formula_56. Bunun bir önemli sonucu birikimli olasılık fonksiyonun bir genel normal dağılımı olmasıdır: Tersini ele alırsak, eğer formula_55 bir standart normal dağılım ise, yani formula_55 ~ formula_56 ise o halde ifadesi de beklenen değeri formula_2 ve varyansı formula_5 olan bir normal rassal değişkendir. Standart normal dağılım için çeşitli tablolar bulunmaktadır. Çok kere bu tablolar birikimli dağılım fonksiyonu, Φ şeklindedirler. Diğer normal dağılımlar basit bir dönüşüm ile standart normal dağılıma dönüştürülüp bu tablolardan biri kullanılabilir. Normal dağılım için ilk birkaç momentleri şunlardır: Normal dağılım için ilk iki kümülant dışındaki kümülant değerler hep sıfıra eşittir. Daha büyük sayıya bağlı (formula_64 derecede ve formula_65) merkezsel momenti şu formül kullanılarak elde edilebilir: formula_66 Bilgisayarla simulasyon yapılmakta iken, çok kere bir normal dağılım için değerlerin üretilmesi gerekir. Bunun için birkaç değişik yöntem kullanılabilir. En basit şekilde bir standart normal dağılım birikimli olasılık fonksiyonunun tersini almak suretiyle elde edilir. Daha etkin yöntemler de geliştirilmiştir. Çok popüler olarak kullanılan yöntem Box-Muller dönüşümüdür. Box-Muller algoritması kullanılması, [0,1] arasında bulunan sürekli tekdüze dağılım gösteren iki sayı "a" ve "b" ile başlar; bunlardan şu formüllere göre iki standart normal dağılım gösteren "c" ve "d" sayıları şöyle elde edilir: Bunların elde edilmesi, dönüşümün bazında (yukarıda 4. özellikte gösterilen) 2 serbestlik derecesi olan bir ki-kare dağılımının kolayca üretilebilinen bir üstel rassal değişken olması gerçeğine dayandırılır. Halen en etkin şekilde normal dağılımı simulasyonu için, ziggurat algoritması kullanılmaktadır. Sonlu varyansları olan bağımsız ve aynı dağılımlı rassal değişkenler ve benzeri koşullar altında, büyük sayıda rassal değişkenlerin toplamı yaklaşık olarak normal dağılım gösterir. Bu merkezsel limit teoremidir. Merkezsel limit teoreminin pratik önemi normal birikimli dağılım fonksiyonunun bazı diğer birikimli dağılım fonksiyonunun yaklaşıkı olarak kullanabilmesindedir. Örneğin Bu yaklaşımların yeter derecede doğru olup olmayacağı, sonuçların ne maksatlarla kullanacaklarına ve normal dağılımın yakınsalama oranına bağlıdır. Bu tip yaklaşımlar dağılımın kuyruk değerlerine yaklaştıkça gittikce daha çok hatalı olacaklardır. Berry-Essen teoremi birikimli dağılım fonksiyonu için yaklaşım hatası için genel üst sınırları gösterir. Normal dağılımlar sonsuz olarak bölünebilen olasılık dağılımlarıdır: Bir ortalama değeri "μ", bir varyans değeri "σ"≥ 0, ve bir doğal sayı değeri "n" verildiği zaman, "n" bağımsız rassal değişkenlerin toplamı olan 'X" + . . . +"X' şu normal dağılımı gösterir: Normal dağılımlar kesinlikle dengelilik gösteren olasılık dağılımlarıdır. Bir normal dağılımdan seçilmiş değerlerin %68i ortalama olan μ'in bir standart sapma σ > 0 uzaklığındaki noktalar arasındadır; değerlerin neredeye %95i μ'den iki standart sapma uzaklıklar aralığında; ve %99,7 üç standart sapma uzaklıklar aralıgında bulunur. Buna empirik kural veya 68-95-99.7 kuralı adı da verilir. Daha doğru bir kesin ifadeyle μ - "n"σ ve μ + "n"σ arasındaki çan eğrisinin altında kalan alanın birikimli normal dağılım fonksiyonu şöyle verilir: Burada erf hata fonsiyonudur. Ondalık sayılarla 12 basamak kullanılarak 1-, 2- .. 6- sigma noktalarına kadar değerler soyle verilir: İkinci tablo çan eğrisinin altındaki alan için değerlerin bulunmasını sağlamak üzere, çok zaman kullanılan katsayı değerlerindeki, sigma çarpanlarının ters ilişkisini gösterir. Normal dağılım gösteren veya asimtotda normal olan kestirimler için belirtilmiş olan seviyelerde (asimtotik) güvenlik aral
ığını saptamak için bu değerler çok kullanışlıdır: Bu tabloda sol taraftaki sütun bilinen bir aralığa düşecek değerlerin oranı verilmekte ve soldaki n sütunu ise aralığın genişliğinin kaç tane standart sapma birimini ihtiva ettiğini göstermektedir. Normal dağılım bir iki parametreli üstel ailesi elemanıdır. İki tane doğal parametresi μ ve 1/σ olur ve doğal istatistikleri "X" ve "X" dir. Kanonik şeklinin parametreleri formula_71 ve formula_72 olup yeterli istatistikleri formula_73 ve formula_74 olur. için formula_86 ise, o zaman formula_87 bir Cauchy dağılımıdır. Burada formula_97 olur ve formula_98 bir standart normal rassal değişken için bir olasılık yoğunluk fonksiyonu olur. Puan verme çeşitlerinin çoğu normal dağılıma bağlı olarak ortaya çıkarılmıştır. Değişik puanlama yöntemleri arasında yüzbirliklerle sıralamalar, normal eğri eşitliklikleri, staninler, z puanı ve T-puanlaması vb. sayılabilir. Davranışsal bilimlerde kullanılan birçok istatistiksel yordamlar puanların normal dağılım gösterdiği varsayımına dayanılarak geliştirilmiştir. Örneğin çok kişiye uygulanan imtihan veya zeka testleri için bir çan eğrisine dayanan not verilip imtihan veya test sonuçlarının gruplanması veya sıralanması imtihan veya test notlarının normal dağılım gösterdiği varsayımına dayandırılır. Normallik sınamaları, verilmiş bir veri dizisinin normal dağılıma benzerliğinin incelenmesidir. Bu sınamalarda sıfır hipoztez veri dizisinin normal dağılıma benzer olmasıdır. Bu nedenle normal olmayan veri için yeter derecede küçük bir p-değeri (yani genellikle %0,05'ten veya 0,01den küçük) ortaya çıkacak ve sıfır hipotez olan veri dizisinin normal dağılıma benzerliği hipotezinin ret edilmesine neden olacaktır. Bir düşünce denemesi olarak, bir seri normal dağılım için ifadesinin her biri diğerinden bağımsız olduğu düşünülsün. Her bir ifade beklenen değersi "μ" ve varyansı "σ">0 olan normal dağılımlar göstermektedir. İstatistikçiler bu "n" rassal değişkenin gözümlenen değerlerinin normal dağılım gösteren bir anakütleden ortaya çıkan bir "n" büyüklüğüde bir örneklem olduğunu kabul etmektedirler. Bu örneklemden gözlenen değerlere dayanarak "anakütle ortalaması" "μ" ve "anakütle standart sapması" kestirimcilerini bulmak arzu edilmektedir. Bu "n" sayıdaki bağımsız rassal değişken için sürekli ortak olasılık yoğunluk fonksiyonu şöyle verilir: "μ" ve "σ" fonksiyonları olarak, "X", ..., "X" gözlemlerine dayanan olabilirlilik fonksiyonuşudur: Burada "C">0 herhangi bir sabittir. Bunun genellikle "X"...,"X" değişkenlerine bile dayanarak bağlandığı kabul edilmektedir; ama hesaplanan parametrelere göre log-olabilirlilik fonksiyonların kısmî türevleri bulunduğu zaman sabit oldukları için elimine edilmektedirler. Maksimum olabilirlilik yöntemine göre olabilirlilik fonksiyonu maksimize eden "μ" ve "σ" değerleri, teorik anakütle parametreleri olan "μ" ve "σ" için kestirim oldukları kabul edilmektedir. Genel olarak iki değişkenli bir fonksiyonun maksimum değerini hesaplanmaktayken kısmî türevler kullanılır. Ancak burada maksimum hesaplama daha kolaylaşmaktadır çünkü olabilirlilik fonksiyonunu maksimize eden "μ" değeri bulunmakta iken "σ" anakütle parametresi olan "σ"ya bağımlı olmayan bir sabittir. Bundan dolayı ilk olarak"μ" değeri bulunur; bu değer olabilirlilik fonsiyonundaki "μ" değişkeni yerine konulur ve bu yeni tek değişkenli fonksiyonu maksimize eden "σ" değeri bulunur. Olabilirlilik fonksiyonunun şu toplam ifadesinin bir azalan fonksiyonu olduğu bilinmektedir: Bu toplam ifadeyi "minimize" edecek "μ" değerini bulmak istenmektedir. Şu ifade "n" gözleme dayanan bir "örneklem ortalaması"dır. Böylece Bu ifadede so terim "μ" değişkenine bağlıdır ve bu terimin minimum değeri şöyle bulunur: İşte bu ifade "n" sayıda "X"...,"X" gözlem kullanarak "μ"nun maksimum olabilirlilik kestirimidir. Sonuç olarak elde edilir. Olabilirlilik fonksiyonunun logaritmasi olan "log-olabilirlilik fonksiyonu" matematik notasyona göre küçük harflerle (yaniformula_110, yazılması alışılagelmiştir. Sonra olur. Bu türev, "σ" değeri 0 ile değeri arasında ise pozitif olur; bu değere eşitse türev sıfıra eşittir; bu değerden büyükse türev negatif olur. Bu analizin sonucu olarak bu bulunan artıklar "n" gözlemli örneklem için "σ" bir maksimum olabilirlilik kestirimidir ve bunun kare kökü "σ" için maksimum olabilirlilik kestirimdir. Bu kestirim yaniformula_114 bir yanlı kestirimdir. Alışılagelen yansız kestirim "n"/("n" - 1) çarpı bu kestirimdir. Ancak yanlı maksimum olabilirlik kestirimi için ortalama hata karesi yansız kestirimden daha küçüktür. Bir örneklemden elde edilen anakütle ortalamasının maksimum olabilirlilik kestirimcisi, anakütle ortalamasının yansız kestirimcisiolarak bilinir. Aynı şekilde anakütle ortalaması "önsel olarak" bilinirse, varyans için maksimum olabilirlilik kestrimcisi de yansız kestirimcidir. Ancak eğer elimizde bir örneklem bulunuyorsa ama bu örneklemin geldiği anakütlenin ne ortalamasının ne de varyansının değerlerin bilmiyorsak, anakütle varyansının yansız kestrimicisi, formula_5, şöyle ifade edilir: Eğer tüm "X" birbirinden bağımsız ve aynı şekilde dağılım gösterirlerse, bu "örneklem varyansı" bir Gamma dağılımıgösterir: İbolar İbolar, Nijerya'nın güneydoğusunda yaşayan halk. Nijer-Kongo dil ailesine ait Kva dillerinden birisini konuşan İbolar'ın nüfusu 21 milyon civarındadır. Çoğunlukla tarım ve ticaretle iştigâl eden İbolar, çok eşlidirler ve kabileler halinde yaşarlar. Atalarının ruhlarına ve tabiat güçlerine tapar, kâhinlere ihtiram ederler. Sömürge döneminde bir kısmı Hristiyanlığı kabul eden İbolar, İngilizlerden bağımsızlığın elde edilmesinde büyük rol oynamışlardır. 1966'da ülkenin kuzeyinde yaşayan Fulbeler ve Hausalarla çatışmış, Biafra Cumhuriyeti'ni ilân etmeleri neticesinde çıkan iç savaşta binlercesi ölmüştür.Bir kısmı terekeme olmuş Müslümanlığı seçmiş ve Ardahan ili Çıldır ilçesi Gölbelen köyünde yaşamaktadır. Asya (şarkıcı) Tülay Keçialan ya da bilinen adıyla Asya (d. 1 Mart 1965, Eskişehir), Türk şarkıcı. 1 Mart 1965 tarihinde, Ahmet-Şencan Keçialan çiftinin kızı olarak Eskişehir'de dünyaya geldi. Müziğe eğilimi ilkokul yıllarında başlayan, ortaokul yıllarında Eskişehir Halk Eğitim Merkezi'nde müzik eğitimi alan Asya, Eskişehir Ahmet Kanatlı Anadolu Lisesi'nde okurken Milliyet Gazetesi Liseler Arası Müzik Yarışması'nda Türk Halk Müziği dalında solist olarak birinci seçilmiştir. Liseden mezun olduktan sonra müzik hayatına Bodrum'da başlayan ve daha sonra Ankara'da devam eden Tülay Keçialan, Nilüfer'in prodüktörlüğünde hazırladığı ilk solo albümüne kadar sahne adı olarak "Tülay Saygın" isimini kullanmıştır. Müzik kariyerine Bodrum'da başlayan Tülay Saygın, burada kendisini dinleyen müzisyen İlhan Feyman'ın teklifini değerlendirerek Ankara'ya gitmiştir. Ankara'da Grup Angora'nın solisti olarak çalıştığı dönemde İngilizce ağırlıklı repertuvarıyla çoğunlukla otellerin rooflarında sahneye çıkmıştır. Ayrıca Başkent ve Altınnal Gazinoları'nda Kadınlar matinesinde sahne almıştır. 1986 yılında Pazar günleri TRT Ankara Televizyonu'nda yayınlanan bir çocuk programında Grup Angora ile birlikte müzik yapmıştır. Ankara'da müzik çalışmalarını sürdürdüğü dönemde Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne katılması yönünde gelen teklife olumlu yanıt veren Tülay Saygın, 24 Şubat 1990 tarihinde düzenlenen 1990 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne "Zamanda Gezinti" isimli şarkı ile katılmıştır. 1990 senesinde yarışan şarkıların diğer solistleri ise; İzel Çeliköz, Sibel Tüzün, Sevingül Bahadır, Sertab Erener, Oya Küçümen, Kayahan, Demet Sağıroğlu, Rüya Ersavcı, Candan Erçetin ve Fatih Erkoç gibi günümüzün önemli yorumcularıdır. Tülay Saygın'ın, vokalistleri Adalet Güzey, Elif Öztürk ve Çelik Erişçi ile birlikte seslendirdiği bir Selmi Andak bestesi olan "Zamanda Gezinti" isimli şarkı 12 puan alarak onbeş şarkı arasında onuncu olmuştur. 1990 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ni ise Kayahan ile Demet Sağıroğlu ikilisinin seslendirdikleri "Gözlerinin Hapsindeyim" kazanmıştır. "Zamanda Gezinti" daha sonra "Bir Dünya Doğuyor" ismiyle Nilüfer tarafından "Sen Mühimsin" isimli albümünde yorumlanmıştır. Tülay Saygın'ın Eurovision Şarkı Yarışması'ndaki performansını çok beğenen Nilüfer, Ankara'da bulunduğu bir gece kendisi ile tanışmak üzere şarkıcının çalıştığı Roof'a gitmiştir. Tülay Saygın'ın orkestra eşliğinde o yılların en meşhur şarkılarından Stop!'ı yorumladığı sırada içeri giren Nilüfer, solistin sesini çok beğenmiştir. Tülay Saygın'ın sahnesini de çok başarılı bulan Nilüfer, program bitiminde kendisine vokalistlik teklifinde bulunmuştur. Sekiz yıl Ankara'da Grup Angora'nın solistliğini yaptıktan sonra İstanbul'a taşınan Tülay Saygın müzik kariyerine Nilüfer ile devam etmeye başlamıştır. Nilüfer'in albümlerinde ve konserlerinde dört yıl boyunca kendisine vokalist olarak eşlik eden Tülay Saygın, zaman zaman da diğer önemli sanatçıların albüm çalışmalarında vokalist olarak yer almıştır. Tülay Saygın, 1992 yılında ise sözü Mutlu Yuluğ'a müziği Önder Bilge'ye ait olan "Haykır Sevda Dağlarına" isimli şarkıyı yorumlayarak İstanbul Beyaz Güvercin Müzik Yarışması'nda birincilik kazanmıştır. Aynı yarışmada ikinciliği Suat Suna, üçüncülüğü ise İzel-Çelik-Ercan (İzel Çeliköz, Çelik Erişçi ve Ercan Saatçi) grubu elde etmiştir. 1992 senesinde yarışan şarkıların diğer solistleri ise; Coşkun Demir, Gülay Eralp, Meltem Taşkıran, Ersan Erdura'dır. Yine Tülay Saygın, Nisan 1994'te müzik marketlerdeki yerini alan ve bir Nilüfer prodüksyonu olan "Asya" isimli ilk albüm çalışması öncesinde yapılan imaj çalışması çerçevesinde ismini Asya olarak değiştirmiştir. Bu albümün en önemli hiti Onno Tunç bestesi "Vurulmuşum Sana" olmuş hemen hemen her müzik listesinde bir numaraya kadar yükselmiştir. Albümün diğer hitleri ise Sinan Bökesoy bestesi "Yoksun Sen" ve Klev Diamanti bestesi "Romantik Aşk"tır. Asya'nın ikinci albümü 1996 Mayıs'ında yayınlanmış ve ilk klip Mustafa Sandal bestesi "Beni Aldattın"a çekilmiştir. Bu şarkının öneml
i bir hit olması albüm satışlarını önemli yönde etkilemiştir. Albümdeki diğer önemli şarkılar Gökhan Kırdar bestesi "İsyankar", Deneb Pinjo bestesi "Ayrılmak Zor" ve Garo Mafyan bestesi "Affetmem"dir. Üçüncü albümünü 1999'da yayınladığı dönemlerde iş adamı Şevki Kaygusuz ile evlenen ve bu evlikten Aslı isimli kızı dünyaya gelen Asya, 2002 yılının Temmuz'unda "Dönmem Yolumdan" isimli albüm ile müziğe geri dönmüştür. Asya'nın, sözlerini kendisinin yazdığı müziklerini ise Gürsel Çetin ile birlikte hazırladığı albümü "Aşktır Beni Güzel Yapan", 19 Ağustos 2007 tarihinde müzik marketlerdeki yerini almıştır. Asya, yeni albümüne prodüktör ve yapımcı olarak imza atarken, albümün müzik direktörlüğünü Özgür Buldum üstlenmiştir. Yeni albümün çıkış parçası olan "Gittin Gideli"ye Karaköy Bankalar Caddesi"nde klip çekilmiştir. Son albümü "Aşk İz Bırakır" ise 10 Mart 2014 tarihinde müzik marketlerdeki yerini almıştır. Asya, 2010 yılında Engin Gürkey ile birlikte TRT Müzik kanalında Müziğin Binbir Dili adlı müzik programını sunmuştur. Bahse konu müzik programı, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşama ve gelişme imkânı bulmuş farklı kültürlerin müzik türlerini günümüze taşımakta ve her bölümde farklı dillerde müzik yapan sanatçılar konuk edilmiştir. Abbey Tiyatrosu Abbey Tiyatrosu veya İrlanda Milli Tiyatrosu (İngilizce: "Abbey Theatre", veya "National Theatre of Ireland"), İrlanda'nın başkenti Dublin'de bulunmaktadır. Abbey kapılarını halka ilk 27 Aralık 1904 tarihinde açtı. Açılışından kısa süre sonra, André Antoine'ın Théâtre Libre'i ile Konstantin Stanislavski'in Moskova Sanat Tiyatrosu'nun yanı sıra, modern öncü kuruluşlar arasında girdi. William Butler Yeats, Lady Gregory, J.M. Synge, Padraic Colum ve George Fitzmaurice, August Strindberg, Henrik İbsen, George Bernard Shaw gibi yazarların oyunlarına yer verilen Abbey Tiyatrosu, Synge'in Babayiğit (Playboy of the Western World, 1907) adlı oyunu sahneleyince, şiddetli tepkilerle karşılaştı. 1909'da ilk yöneticisi Yeats'in yerine Lennox Robinson'un getirilmesiyle, Saint John Ervine, Lennox Robinson, T.C. Murray, vb. yazarların oyunlarıyla, gerçekçiliğe yöneldi. Daha sonra Brendan Behan, Brian Friel, Paul Vincent Carroll, vb. yazarların oyunlarına yer verilen tiyatro, Sara Allgood, Barry Fitzgerald, Cyril Cusack ve kızları, Siobhan McKenna gibi çok sayıda oyuncunun (sonradan Londra ve New York sahnelerinde, hatta sinemada ün kazandılar) yeitşmesini sağladı. Orijinal binanın 1951'de çıkan yangın sebebiyle yıkılmasına rağmen yakın tarihe kadar sahne performanslarının sergilenmesine devam edilmektedir. Akrabalık Akrabalık, bireyleri, kan bağları, evlilik ya da evlat edinme yoluyla birbirine bağlayan bir ilişkidir. Akrabalık ilişkilerinde, tanım gereği evlilik ve aile söz konusu olsa da, bu kurumlardan çok daha geniş kapsamlıdır. Çağcıl toplumların büyük bölümünde dolaysız ailenin kapsamını aşan pek az toplumsal yükümlülük olsa da, öteki pek çok kültürde akrabalık, toplum yaşamının çoğu yönü için esastır. Akrabalık sistemleri, soy ve evlilik yoluyla kurulmuş ve kültürel olarak kabul edilmiş temel bir toplumsal ilişkiler ağıdır. Dünya'da çeşitli akrabalık sistemleri vardır. Bu sistemler akrabaların birbirlerine karşı konumlarını, rol ve statülerini ve bunlara bağlı olarak karşılıklı sorumluluklar ve beklentilerini belirler. Antroploglar altı farklı akrabalık sisteminin var olduğunu öne sürerler. Bunlar; Hawai Sistemi, Eskimo Sistemi, Sudan Sistemi, Omaha Sistemi, Crow Sistemi, Iroquis Sistemi. Akraba kelimesi Arapça olup karip (yakın) kelimesiyle aynı kökten türemiştir. 'Yakınlar' demektir. Taşıt Taşıt, ulaşım aracı veya vasıta, yük ve yolcu taşımaya yarayan araçların genel adıdır. Treyler , bir kamyon, otobüs veya otomobil tarafından çekilen ve taşıyacağı yükün özelliklerine has bir şekilde tasarlanıp imal edilen en az bir dingili ve çekildiği taşıta çeki oku, döner tabla, kanca v.b adlarla tanımlanan bir bağlantı aygıtı aracılığı ile bağlanan yük taşıma amaçlı karayolu taşıt aracıdır. Otomobil (Auto: Yunancadaki anlamıyla kendiliğinden + mobile: Latincedeki anlamıyla hareketli demektir). Otomobil kavramının ilk ortaya çıktığı zamanı göz önüne alırsak at kullanılmadan, itmeden veya çekmeden kendiliğinden hareket edebilen öz itmeli taşıt Motosiklet, iki tekerlekli, bisiklet benzeri, içten yanmalı motora sahip bir ya da iki kişilik ulaşım aracıdır. Otobüs,karayolu taşıma yönetmeliğine göre sürücü dahil 25 kişiden fazla yolcu kapasitesi olan motorlu kara taşıtıdır. Kamyon , ağır yük taşımaya yarayan motorlu araç. Otomobil prensibine göre çalıştıklarından büyük yük otomobili olarak da tanımlanırlar. Tren , (Fransızca : train) demiryolu üzerinde bir lokomotifin çektiği arabalar dizisidir. Modern anlamı ilk kez 1820'lerde İngiltere'de kullanılmıştır. Lokomotif (Fransızca : locomotif) , raylar üstünde bir vagon dizisini çekmede kullanılan buharla ya da bir motorla çalışan makinedir. Vagon ("Fransızca : wagon") , yük ve yolcu taşımakta kullanılan, lokomotifin çektiği demir yolu aracı Tramvay, raylı şehiriçi ulaşım aracı Kökeni İngilizce Tramway kelimesi olan Tramvay, Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Tramvay taşımacılığının kent içi trafiği açısından yol boyunca yerleştirilmiş ray ve elektrik hattı gereksinmesi gibi bazı sakıncaların olmasına karşılık, bir yandan da duman çıkartmamak ve her gün fiyatı biraz daha artan petrol ürünleri yerine elektrikle çalışmak gibi üstün yanları vardır. Monoray (Fransızca monorail)Tek bir raydan oluşan demir yolu. Füniküler ("Fransızca funiculaire")raylı bir taşıma aracıdır. Bir dağ veya tepe gibi eğimli arazide, halatlarla yukarıya çekilerek çalışır. İki ayrı aracın aynı anda kullanımı, vagonların her birini karşı ağırlık olarak etkilemesi prensibi ile çalışır. Sabit kanatlı uçak veya kısaca uçak, havanın kanatların altında basınç oluşturması yardımı ile yükselip ilerleyebilen motorlu bir hava taşıtıdır. Eski kullanımı tayyare (Arapça kökenli) (bazı ağızlarda "teyyare" ) şeklindedir. Artrit Artrit, eklemlerde vücut tarafından üretilen bir iltihaptır. Bu iltihap mikrobik değildir, vücut tarafından üretilir. Artrit tek bir hastalık değildir, 100’den fazla farklı hastalık artrit ile ilişkilidir. Bazı formaları çok ağır seyreder, bazıları ise dönem dönem kendini gösteren hafif şiddete olan artritlerdir. Dirsek eklemlerinde zorlanmaya bağlı olarak kas liflerindeki yırtık (lateral epikondilit) gibi basit romatizmal hastalıklardan, romatoid artrit (ra) spondiloartrit (spa) gibi tüm vücudu etkileyen ağır hastalıklara kadar farklı hastalık gurupları bunun içinde yer alır. Sistematik lupus eritematozus gibi artritle ilişkili ancak vücudun akciğer, kalp ve böbrekler gibi hayati organlarını etkileyebilen romatizmal hastalıklar da artritle olan ilişkileri nedeniyle bu grupta yer almaktadır. Genellikle eklem ağrısının nedeni, eklem yüzlerini kaplayan zarların (sinovya) mikrobik olmayan iltihabıdır (inflamasyon). İnflamasyonu olan eklem ağrılıdır, şiştir ve genellikle üzerinde kızarıklık bulunur, sıcaktır. Eklem kıkırdağının çeşitli sebeblerden dolayı hasara uğraması (romatoid artrit, osteoartrit’te olduğu gibi) eklemi oluşturan kemiklerin birbirine sürtmesi, ağrıya ve şekil bozukluğuna neden olmaktadır. Eklemi oluşturan kemikler arasında bulunan boşluk kemiklerin rahatça hareket etmesini sağlamaktadır. Bu boşluğu saran eklem kapsülü elastik yapıdadır ancak eklemi oluşturan kemiklerin birbirlerinden ayrılmalarını engelleyecek kadar güçlüdür. Bu kapsülün iç yüzünü döşeyen ve sinovyum adı verilen zardan salgılanan eklem sıvısı eklemin kayganlığını ve dokularının beslenmesini sağlar. Artritin pek çok türünde sinovyum iltihaplanır, kalınlaşır ve normalden fazla eklem sıvısı üretmeye başlar. Bu da artrite eklem kıkırdağı ve hemen altındaki kemiğe zarar veren temel sorundur. Artritin ne sebeplerle ortaya çıktığı tam olarak bilinmemektedir. Genetik ve çevresel faktörlerin oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Yine de bazı artritlerin tedavisi mümkündür. Tedavinin temelinde doğru teşhis ve tanının erken konmasında yatmaktadır. Bu uygulanan tedavilerin hemen hemen tamamı, artritin başlangıç döneminde uygulandıklarında daha etkili olmaktadır.Ailevi Akdeniz Ateşi(FMF) hastalığı da ayak bileklerinde kızarıklık ve şişme ile birlikte ağrıya yol açabilir.Bu hastalık Romatizma ile karıştırılabilmekte ve yanlış tedavi uygulanabilmektedir(sürekli antibiyotik tedavisi gibi).Bu nedenle doktorunuzu FMF olabileceği yolunda uyarmanız ve gerekli tahlilleri yaptırmanız hastalığın tanısına yardımcı olacaktır. Nil Burak (albüm) Nil Burak, Nil Burak'ın ilk albümüdür. Nothing Else Matters "Nothing Else Matters", ABD'li heavy metal grubu Metallica'nın "Siyah Albüm" ya da Metallica olarak adlandırılan albümlerindeki 8. parça. Grup üylerinden James Hetfield ve Lars Ulrich tarafından bestelenen bu balad, grubun en çok bilinen parçalarından biridir. Grup Kızılırmak Grup Kızılırmak, Kasım 2004'te evinde çıkan yangın sonucu yaşama veda eden müzisyen besteci Tuncay Akdoğan, İsmail İlknur ve İlkay Akkaya tarafından 10 Ocak 1990'da kurulmuş bir müzik grubudur. Grubun solistliğini 1989 yılında Grup Yorum'dan ayrılan İlkay Akkaya yapmaktadır. İlkay Akkaya Grup Yorum'dan ayrıldıktan sonra İsmail İlknur'a bir grup kurmayı teklif eder. İlknur düşünmek için süre ister,bunun üzerine İlkay ""5 dakika sonra cevap ver"" der... İsmail İlknur da ""5 dakikada ne düşüneceğim, tamam kabul ettim"" der. İşte bu dialogdan sonra 10 Ocak 1990 günü saat 13.15'te kurulan gruptur Kızılırmak. Kızılırmak, şu anda çalışmalarını bağlamada İsmail İlknur, davulda Yaşar Aydın, basgitarda Hüsamettin Küçük, gitarda Selçuk Yalçın ve solo vokalde İlkay Akkaya ile sürdürüyor. Klavye çalan Cengiz Akataş ise, yurtdışında öğrenim görmekte olduğu için, sadece yurtdışındaki çalışmalara katılıyor. Grubun çeşitli süreçlerinde Metin Karaşahin (davul), Hüseyin Çelik (bağlama), Okan Kovancı (flüt), Göksun Doğan (klarnet), Coşkun Aksel (klavye), İl
han Karahan (basgitar), Özkan Kurt (basgitar) grupta yer aldılar. İlk albümü olan "Ölüme De Tilili"nin ardından Ankara Birlik Tiyatrosu'nun sahneye koyduğu Pir Sultan Abdal adlı oyunun müziklerini yaptı. İlkay Akkaya ve Tuncay Akdoğan da aynı oyunda oyuncu olarak yer aldı. Bu oyunda seslendirilen türküler "Geçmişten Geleceğe Pir Sultan Abdal" adlı albümle dinleyicilerle buluştu. Bu albümde Zeki Göker anlatıcı olarak yer aldı. 1992 yılında "Gidenlerin Ardından" adlı albüm yayınlandı. Bu albümde de Musa Anter anlatıcıydı. "Aynı Göğün Ezgisi", "Güneşin Olsun", "Pir Sultan'dan Nesimi'ye Anadolu Türküleri", "Çığlık", "Rüzgarla Gelen", adlı albümlerden sonra 1997'de "Günde Dün" yayınlandı. Bu albümde, ilk yılların ekonomik, dolayısıyla teknik yetersizliğinden dolayı bazı şarkılar üzerinde hayata geçirilemeyen düşünceler, yeni düzenlemelerle dinleyiciye sunuldu. "Günde Dün" albümünden sonra grubun kurucularından Tuncay Akdoğan gruptan ayrıldı.. Kızılırmak, "Sır" adlı albümle müzik yolculuğuna devam etti. "Sır"dan sonra da, Şivan Perver'in de konuk sanatçı olarak yer aldığı "Gölge" albümü, kısa bir süre önce dinleyiciye sunuldu. Bu albümlerin yanı sıra, grubun solisti İlkay Akkaya'nın "Kül" adlı solo albümü 1998'de yayınlandı. 2000 yılının Aralık ayında ise İlkay Akkaya'nın ikinci solo albümü olan "Unutma" sevenleriyle buluştu. Adını Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in "Kızılırmak" isimli şiirinden alan grup, daha sonra da aynı şiiri ABT ile birlikte müzikal bir oyun olarak sahneledi. Ayrıca yurtdışında yine ABT ile birlikte İbrahim Kaypakkaya'nın yaşamının anlatıldığı "Güneşten Bir Parça" adlı oyunun müziği ile "Bir Küçük Bulut" adlı filmin müziğini yaptı. Yurt ve dünya sorunlarına, ezilenlere karşı duyarlılıklarını, yaptıkları müzik çalışmalarıyla gösteren grup, birçok kurum ve kuruluşun etkinliğine de dayanışma amacıyla katıldı, destek oldu. Kızılırmak, yurtiçinde ve yurtdışında sayısız etkinlik, konser, dinleti ve festivallere katıldı. Kurulduğundan bu yana konserleri yasaklandı, üyeleri gözaltına alındı. Kızılırmak başka sanatçılar veya müzik gruplarıyla birlikte kolektif çalışmalar yapmış, onlara gönüllü olarak destekte bulunmuştur. Grubun yapmış olduğu kolektif çalışmalara örnek olarak, Grup Mavi, Ali Asker, Grup Hasat, Ekrem Ataer, Salkım Söğüt, Nevzat Karakış, Mayıs Rüzgârı gibi sanatçı ve grupların albümleri gösterilebilir. Juno (mitoloji) Juno, Iuno, (Latince: IVNO) Roma mitolojisinde baş tanrı Jüpiter'in kız kardeşi ve eşi, aile ve doğum başta olmak üzere birçok alanda tezahürü ve ilgisi bulunan, eski ve güçlü bir tanrıçaydı. Yunan mitolojisindeki Hera'nın Roma mitolojisindeki dengi olarak da tanımlanabilir; aynı Hera gibi onun da kutsal ve sembolik hayvanı tavus kuşudur, ve yine Hera gibi başında taç ile tasvir edilirdi. Etrüsk mitolojisindeki tanrıça "Uni"'nin ismini Latince bu tanrıçanın ismi olan "Iuno"dan alır. Tanrıların kralı Jüpiter'in karısı ve tanrıların kraliçesidir. Aynı Jüpiter gibi şimşek gönderebilir. En önemli Roma tanrılarından Mars'ın da annesidir. Roma tarihi boyunca çeşitli dönemlerdeki olaylar Juno'ya atfeledilir veya çeşitli olaylarda yer aldığı iddia edilirdi. Juno yaratıcı gücü ve hayatı, gençliği sembolize eder, doğum ile ilişkilidir. Ayrıca Jüpiter ve Minerva ile birlikte Capitol Üçlemesini oluştururdu. Juno'nun ayların başına rastlayan, tanrıçanın farklı yönlerine, tezahürlerine adanmış birçok kült günü mevcuttur; 1 Şubatta Juno Sospita, 1 Martta Juno Lucina ["(o ki) ışığa/aydınlığa getiren (kadın)"] -ki bu kutlamaya veya bayrama "Matronalia" denirdi-, 1 Haziranda Juno Moneta ["(o ki) uyaran (kadın)"], 1 Ekimde Juno Sororia olarak kutlanır. Diğer mitik figürlerle ilişkilendirilmiş bazı kült günleri ise ayların birinci gününe rastlamazdı. Juno'nun en rağbet gören ve yaygın olan tezahürü "Juno Regina" yani "Kraliçe Juno" idi. "Juno Moneta" tezahürü ile Roma İmparatorluğunun ekonomisini korurken, "Juno Lucina" olarak, doğum ve aile ile ilgili yönlerini vurgular, "çocukları ışığa (veya aydınlığa) getirir"di. Ayrıca "Pomona" yani meyve tanrıçası olarak da literatürde yer almıştır. Jüpiter (mitoloji) Jüpiter ("Iuppiter"), tanrıların en güçlülerinden birisi olan Zeus ile denktir. Satürn ile Ops'un en genç çocuğudur. Bir tanrı olan Atlas'a evreni taşıma görevini o vermiştir. Ayrıca Romalıların büyük bir sevgiyle taptıkları yüce tanrılarından biridir. Etrüks mitolojisinde ise Tinia olarak bilinir. Juno'nun eşi olup Juno, Minerva, Mars ile büyük tanrıları oluşturur. Ayrıca Pollux'un babasıdır. Mars (mitoloji) Mars, Roma mitolojisindeki savaş tanrısıdır. Juno ile Jüpiter'in oğludur. "Mars" sözcüğünün herhangi bir Hint-Avrupalı türevi olmadığına göre, büyük ihtimalle Etrüsk ziraat tanrısı Maris'in Latinize edilmiş bir biçimidir. Başlarda Romalı bereket ve bitki tanrısı, çiftlik hayvanlarının, ekin alanlarının koruyucusuyken daha sonraları savaşla özdeşleştirilmiştir; sonunda Yunan mitolojisindeki Ares'in Roma mitolojisindeki dengi olmuştur. Mars Roma'nın kurucusu Romulus'un efsanevi babasıydı ve bu nedenle Romalılar atalarının Mars olduğuna inanırdı. Romada erkek tanrılar arasında en güçlü ikinci konumdadır. Asil görünüşlü ve asla yenilmeyen bir tanrıdır. Romalılar Yunanistan'ı feth edince Aresle bir tutulmuştur. Sitokin Sitokin, hayvan ve bitki hücrelerince üretilen, hücrelerin birbirleriyle iletişimini sağlayan protein ve peptidlerin bir grubudur. Hücre yüzeyi sitokin reseptörleri aracılığıyla görevlerini yaparlar. Yangı (enflamasyon) ve bağışıklık reaksiyonlarında, aktif lenfositler, makrofajlar, endotel, epitel ve konnektif dokular tarafından oluşturulurlar. Salınımları geçicidir. Sitokinler, hücrelerdeki reseptörlere bağlanarak hücre çoğalmasını uyarırlar. Sitokin ailesi başlıca suda çözünebilir küçük proteinlerin ve glikoproteinlerin (şeker zinciri eklenmiş proteinler) 8 ila 30 kDa'lık birimlerini içerirler. Hormonlar ve nörotransmitterler gibi işlev görürler, fakat hormonlar özgül organlardan kana salınır ve nörotransmitterler nöronlarca üretilirken, sitokinler bazı hücre tiplerince salınırlar. Bağışıklık sistemindeki temel rolleriyle sitokinler, çeşitli immünolojik, enfeksiyonöz ve enflamasyon hastalıklarında salınırlar. Bununla beraber, tüm fonksiyonları bağışıklık sistemiyle sınırlı değildir, embriyogenezde bazı gelişimsel süreçlerin bazı basamaklarında da görülürler. Bağışıklık sistemi bir patojenle savaşırken, sitokinler, T hücresi ve makrofajlar gibi bağışıklık sistemi hücrelerini sinyal verir ve enfeksiyon bölgesine gitmeleini sağlarlar. Uygulamada, sitokinler daha fazla sitokin üretmeleri için onları uyarırarak bu hücreleri etkinleştirirler. Sitokinler oldukça çeşitli hücreler (hemopoietik ve non-hemopoietik hücrelerin hepsi) tarafından üretilirler ve hücrelerin civarlarında veya canlının bütün her yerinde etkili olabilirler. Bu etkiler bazen diğer kimyasal ve sitokinlerin bulunmasına oldukça bağlıdır. Her sitokin özgül bir hücre yüzeyi reseptörüne bağlanır. Sonra hücreiçi sinyallemenin kaskadları hücre fonkisyonlarını değiştirir. Bu, diğer moleküller için reseptör yüzeylerinin sayısının artması ya da dönüt uyarılmasıyla kendi etkilerinin baskılanmasını, diğer sitokinlerin üretilmesiyle sonuçlanan bazı genlerin üst ve/veya alt düzenlemesini ve onların transkripsiyon faktörlerini içerebilir. Hücrece verilen bir sitokinin kısmen etkisi, onun hücre dışı bolluğuna, hücre yüzeyindeki tamamlayıcı reseptörün çokluğuna ve sunumuna, reseptör bağlamasının sinyallerinin aşağıakımla etkinleştirmesine bağlıdır, bu son iki faktör hücre tipince değişebilir. Sitokinler oldukça "fazla" olmalarıyla tanımlanırlar, bu yüzden bazı sitokinler benzer fonksiyonları paylaşıyor görünmektedir. Fonksiyonları genelleştirme sitokinklerde mümkün değildir; her şeye rağmen, etkileri şu şekilde gruplandırılabilir: Öyle görünüyorki, sitokinlerin antikorları bağlamasıyla oluşan bağışıklık etkisi, tek başına bir sitokinden daha güçlü olarak kısırdöngü gibi görülmektedir. Sitokinlerin fazla uyarılması "sitokin patlaması" olarak bilinen tehlikeli bir sendromu tetikleyebilir, bu, klinikal TGN1412 duruşması sırasında bazı ters olayları nedeni olabilir. Sitokinler, lemfokinler, interlökinler ve kemokinler gibi fonkisyonlarına, salgılalamadaki hücrelere veya işlev hedeflerindeki farklılıklara göre isimlendirilmişlerdir. Çünkü sitokinler fark edilir derecede çoklukları ve pleiotropizmle ayırt edildikleri gibi, istisnalara da izin verilir, eskilerine oranla az gelişmiştir. karakterize edilirler. Because cytokines are characterized by considerable redundancy and pleiotropism, such distinctions, allowing for exceptions, are obsolete. Yapısal benzerlik kısmen fazlalığı çarpıcı derecede göstermeyen sitokinler arasında ayırt edebilir, bu yüzden 4 tip olarak gruplandılırılar: Bu altailelerden ilki en büyük olan gruptur. Eritropoietin (EPO) ve trombopoietin (THPO) gibi bazı non-immünolojik sitokinleri içerir. Ayrıca, dört α-sarmal zincirli sitokinler uzun-zincirli ve kısa-zincirli olarak da gruplandırılabilirler. Klinikte ve tecrübe edilmiş pratikte immünolojik sitokinlerin, proliferasyonu ve yardımcı T hücrelerinin işlevselliğini arttıranlar tip 1 ( IFN-γ vb.) ve tip 2 (IL-4, IL-10, IL-13, TGF-β, vb.) olarak ayrı ayrı bölen sınıflandırmanın daha yararlı olduğu ispatlanmıştır. Bu altkümelerin birindeki sitokinlerin diğerinin etkilerini baskılamaya meyilli olarak bulunması ilginçtir. Bu eğilimin otoimmün hastalıkların patojenitesinde bir rolü olabileceği düşüncesiyle yoğun çalışma altındadır. Geçtiğimiz yıllarda sitokin reseptörleri, kısmen önemli özelliklerinden ve kısmen savunmanın bir sitokin reseptörüyle doğrudan ilişkili olmasıyla malum bağışıklık savunma halini zayıflatmasından dolayı araştırmacılar tarafından sitokinlerin kendisinden daha fazla dikkat noktası haline gelmiştir. Bu bakımdan ayrıca sitokinlerin çokluk ve pleiomorfizimi, gerçekte onların benzer reseptörlerinin bir sonucudur, bazı yazarlar sitokin reseptörlerinin sınıflandırılmasında daha çok klinik ve deneyimleri
n kullanılmasının yararlı olduğu görüşündedirler. Sitokinlerin bir sınıflandırılması onların üç boyutlu yapıları üzerinedir. Sınıflama, görünüşte rutindir, cazip farmakoterpotik hedefler için bazı benzersiz görüş açılarını sağlar. Büyüme faktörünün dönüşümü beta süper ailesi üyeleri, ek olarak TGF-β1, TGF-β2 ve TGF-β3 bu gruba aittir. Enflamasyon Enflamasyon, inflamasyon, yangı veya iltihaplanma, canlı dokunun her türlü canlı, cansız yabancı etkene veya içsel/dışsal doku hasarına verdiği sellüler (hücresel), humoral (sıvısal) ve vasküler (damarsal) bir seri vital yanıttır. Yangı normalde patolojik bir durum olmasına karşın, yangısal reaksiyon fizyolojik olarak vücudun gösterdiği bir tepkidir. Halk arasında iltihap tabiri yangı için kullanılmasına rağmen sık sık apseler için de iltihap denmesinden dolayı yangı terimini kullanmak daha yerinde olacaktır. Hücre dejenerasyonu ile birlikte yangı konusu, hastalıkların patolojik temelini oluşturmaktadır. Birçok hastalığın seyri sırasında yangısal bir takım reaksiyonlar meydana gelmektedir. Bunlar başlıca enfeksiyöz hastalıklar ve yangısal idiopatik otoimmun hastalıklardır. Tarih boyunca bu olgular farklı şekillerde yorumlanmış, birçok hastalık için tanrının gazabı veya bazı dengelerin bozulması sonucu (örneğin Ying ve Yang) meydana geldiği sanılmıştır. Bugün bilindiği üzere enfeksiyöz hastalıklarda veya söz konusu diğer sebeplerin bir sonucu olarak bağışıklık sistemi tarafından yangı ve yangısal reaksiyonlar indüklenmektedir. Bu sebeple yangı konusu oldukça derin ve immunoloji disiplini çerçevesinde incelenmesi gereken bir konudur. Otoimmun hastalıklarda etkenin bilinmemesinden dolayı bu gibi olguların genetik bazı defektler veya özel genler aracılığıyla gerçekleşmesinin yanında henüz bilinmeyen bir takım virusların da sebep olabileceği düşünülmektedir. Yangının tarihsel gelişimi incelenecek olursa en eski veriler antik çağa kadar dayanır. Bu dönemin hekimleri yangıyı ciddi derecede tanıyor ve tanımlıyorlardı. Bilinen en eski tıbbi kitap -Mısırlılar tarafından kaleme alınmıştır- Edwin Smith papirüsü; organizmanın yaraya verdiği tepkiye şemet adını vermişti. Bu papirüsün ortaya çıkmasından yaklaşık 1000 yıl sonra Yunan hekim Hipokrat yangı için kabaca "yanan şey" anlamına gelen flegmon terimini kullanmıştır. Milattan sonra 1. yüzyılda yine Romalı yazar Cornelius Celcus yangının bugün bile kabul görmüş tanımını yapmıştır; Rubor et tumor cum, calore et dolore, yani ateş ve ağrının eşlik ettiği kızarıklık ve şişkinlik. Milattan sonra 400-500 yılları döneminde Hipokrat'a ait literatürlerde "yangı" terimi geçmemekte ancak yangının karakteristik özellikleri ve temel özellikleri bilinmekteydi. Hipokrat, yaşamı, ışık vererek, ısıtarak kendi benliğini tüketen bir lambaya benzetmekteydi. Vücudun sıcaklığının lokal olarak ve sınırlı bir şekilde yükselmesine "inflamasyon" denirken, bütün vücutta meydana gelen bir sıcaklık artışı "febris" (ateş) olarak tanımlanmıştır. Modern anlamdaki çalışmalar ise 1860'lara dayanır. Bu dönemde patolog Julius Cohnheim canlı kurbağaların dilleri üzerine kostik (yakıcı, dağlayıcı) nitelikte maddeler vermiş ve meydana gelen değişimleri mikroskopik olarak incelemiştir. Yangının tipik beş belirtisi vardır. Bunlar: Bu beş nitelikten ilk dördü antik zamanlardan beri bilinmektedir ve Celsus'a ; "functio laesa" ise yangı tanımına 1858'de Rudolf Virchow tarafından eklenmiştir. Yangı vücudun savunma sisteminin bir sonucu olarak gelişir ve organizmayı korumaya yöneliktir. Fakat yangı oluşması her zaman istenmez. Örneğin beyinde veya kalpte oluşabilecek bir yangı hayatı tehdit edebilir. Bu sebeple yangıyı önleyici ilaçlar kullanılabilir (Antiinflamatuar droglar). Yangının çok çeşitli sebepleri vardır. Bunlar infeksiyöz etkenler, mikroorganizmalar oldukları gibi parazitler veya cansız cisimler (kıymık, silika vb) de olabilirler. Travmalar, kontüzyonlar (ezilmeler), kesikler de yangı ile sonuçlanır. Yangıya ilişkin bir önemli özellik, yangının daima interstisiyumda gerçekleşmesidir. Parankimatöz yangı olmaz, ancak yangının etkileri parankim dokuda görülebilir. Bunların dışında yangılar akut (birkaç günden bir haftaya kadar gelişen) olabildikleri gibi kronik (uzun süreli) de olabilirler. Yangının organizmada üç temel amacı vardır. Bunlar, hastalık etkenini yok etmek, etkenleri yok edemiyorsa vücuttan ayrı tutmak (demarkasyon) ve hasarlı dokuları ortadan kaldırmaktır. Örneğin nekrotik dokularda, nekrozun yayılmasını ve bu ölü dokuların intoksik etkisini engellemek amacıya nekrotik saha yangısal bir kuşakla, yani demarkasyon bölgesi ile sınırlandırılmaya çalışılır. Yangının temel 4 amacı şunlardır: Yangının başlıca sebepleri aşağıda sıralanmıştır: Yangıya ilişkin vasküler değişiklikleri ilk defa Cohnheim incelemiştir. Daha sonraları Lewis, damarlardaki çap değişikliklerini üçlü yanıt deneyi ile açıklamıştır. Bu deneyde Lewis bir cetvelin ince kenarı ile deriye vurmuş ve olayları şöyle incelemiştir: Nötrofiller yangı sinyallerini takiben şu aşamaları izlerler: İmmun sistem hücreleri yangının patogenezinde önemli rol oynar. Yangının ilk evrelerinde damarlardaki normal akımın seyri değişir. Normal kan akımında damar lumeninin en iç yüzünde lökositler, bunların etrafında eritrositler, daha dışarıda trombositler ve damar lumenine en yakın olarak da plazma yer alır. Herhangi bir sebeple yangı reaksiyonu başlarsa öncelikle devreye giren histamin, prostoglandin, kinin-bradikinin ve diğer yangı stimule edici (proinflamatuvar) ajanlarca damar geçirgenliği artar ve yangısal ortamda lökositlerin (özellikle monositer makrofajlar ve nötrofiller) daha uygun hareket etmeleri için uygun ortamı hazırlamak üzere plazma eksudasyonu (ödem) gerçekleşir.Yangısal ödem daima hücre göçünden önce olur. Daha sonra damarlardaki normal akım bozulur ve en içteki lökositler damar lumenine yaklaşmaya başlar (marginasyon). Bunun ardından damar lumenine gelen lökositler geçirgenliği artmış damar duvarından yalancı ayaklar (pseudopodlar) vasıtasıyla ve salgıladıkları bazı litik enzimler (özellikle nötral ve asit proteazlar) aracılığı ile damar dışına sızarlar (lökodiapedesis). Artık yangı başlamış ve vücut düşmanla savaşmak için gerekli hazırlıklarını yapmıştır. Yangının başlarında en öncü hücreler nötrofillerdir. Nötrofillerin bu özelliğinin kemotaksis'e olan duyarlılığının neden olduğu sanılmaktadır. Bu duyarlılıkta özellikle hücre membranı yüzeyinde bulunan komplemen proteinlerin türü ve yoğunluğu önem taşır. Akut yangısal olaylar veya bakteriyel enfeksiyonlar nötrofil yapımını ve yangısal infiltrasyonunu artırır. Viruslara karşı gelişen immun yanıttan nötrofiller değil lenfositler sorumludur. Ancak bunun istisnaları vardır.(Örneğin FIP hastalığı). Nötrofillerden üretilen proteazlar, proteinleri ve hücre zarlarını tahrip eder ve komplemanların proteolitik aktivasyonundan, koagulasyondan (çökelme, pıhtılaşma) ve kinin kaskadından sorumludur. Kinin-bradikinin; tıpkı histamin benzeri bir etki göstererek yangısal reaksiyonu indükler. Kemik iliğinde kök hücreye kök hücre faktörü, interleukin IL-3, IL-6, IL-11, granulosit koloni uyarıcı faktör (G-CSF)gibi büyüme faktörleri ve sitokinlerin etkisi ile progenitor hücreler granülositler şeklinde olgunlaşır ve çoğalır. Yangısal reaksiyonlar ve enfeksiyonlara bağlı olarak gelişen nötrofili, kemik iliği depo havuzundan nötrofil salınması sebebiyle ortaya çıkar. Dolaşımdan nötrofil salınmasının azalmasına bağlı olarak, CR3 reseptörü olan CD11b/CD18 eksikliğine bağlı nötrofili gelişebilir. Bu durum Lökosit adhezyon eksikliği olarak bilinir ve nötrofiller kapiller endotele yapışmaz. Bundan dolayı enfeksiyon ortaya çıktığında yangı bölgesine ulaşamazlar. Nötrofillerin yangısal yanıtta sahip oldukları önem son derece büyüktür. Bunun en önemli sebeplerinden biri de sahip oldukları granüler yapıların immunolojik özelliğidir. Cathepsin-G, defensin ve myeloperoksidaz gibi enzimler güçlü oksidatif ve proteolitik etki göstererek fagosite edilmiş yabancı materyali veya etkeni yıkımlayan protein yapısında enzimlerdir. Cathepsin-G, Serin endopeptidaz benzeri aktivite gösterir. Bunun yanı sıra heparini bağlar. Cathepsin-G'nin organizmadaki asıl önemli fonksiyonları ise proteinlerin yıkımlanması, mantarlara karşı bağışıklık yanıtı ve nötrofil aracılı gram negatif bakteri yıkımıdır. Bağışıklık sisteminin temel hücre gruplarından olan lenfositler kandaki çekirdekli hücrelerin (granülositler) yaklaşık olarak %25’ini oluştururlar. CD4+ T lenfositler MHC Sınıf II aracılığı ile antijen tanırken, CD8+ hücreler MHC Sınıf I aracılığı ile antijen tanımaktadırlar. Lenfositlerin birçok alt tipi vardır. Bunlar; CD4+ helper, CD8+ sitotoksik, Treg hücreler, B hücreler, Doğal öldürücü hücreler ve NKT hücrelerdir. Luminal yüzeyden aldıkları antijenleri dar yapıdaki sitoplazmalarından geçirmek suretiyle parçalı olan bazal membranından bağ dokuda bulunan lenfositlere ileterek IgA yapımını indükler. Nötrofillerden başka en önemli yangı hücrelerinden biri de makrofajlardır. Makrofajlar, dolaşımdaki monositlerin farklılaşmasıyla gelişirler. Granülasyon dokusu oluşumunun başlamasında ve gelişiminde oldukça önemli rol oynarlar. Diğer makrofaj kaynağı ise dokulardaki makrofajlar yani histiyosit lerdir. Makrofajlar her ne kadar enfeksiyon etkenlerini fagositoz ve yok etme amacıyla görev alsa da bazı yüksek virulansa sahip hastalık etkenleri; örneğin "Mycobacterium tuberculosis" dolaşıma geçirerek tüm vücuda da yayabilir.Bu yüzden gerek yangıda, gerek bir hastalığın patogenezisinde oldukça önemlidirler. Makrofajlar ayrıca vazoaktif medyatörler (damar geçirgenliğini artırıcı), proteaz gibi enzimler, kemotaktik ve büyüme faktörleri gibi biyolojik olarak aktif maddeleri de üretirler. Granülasyon dokusu oluşacağı zaman veya fibrozis gibi bir nedbeleşme olaylarında bölgede yeni oluşacak kan damarları, fibroblast göçü yine makrofajların sorumluluğunda gerçekleşir. Bunların dışında yangıların karakteristiğine göre bölgeye birçok hücre de gelebilir. Bunların başında B ve T lenfo
sitler yer alır. Lenfositler genellikle kronik yangılarda sayıca üstün oldukları gibi viral bir infeksiyona bağlı yangı oluşmuşsa yine sayıca üstün hücre olurlar. Şayet yangının karakteri alerjik veya parazitik ise bu defa sayıca üstün hücreler eozinofiller olurlar. Bu duruma allerjen maddelerin antikorlarla oluşturdukları kompleksler ve yine antijenin türünden dolayı üretilen ECF (Eosinophilic chemotactic factor) aracı olmaktadır. Bir başka önemli yangı hücresi ise fibroblastlardır. Aslında fibroblastların yangı bölgesinde olmasının en önemli nedeni makrofajların salgıladığı büyüme faktörleridir. Bunun sonucu olarak bağ doku ve fibrin oluşumu ile karakterize fibrozis meydana gelir. Bu durum akciğer gibi bir organda olmuş ise adı karnifikasyon olur. Pneumoconiosis ve benzeri olaylarında yangı sonucu bağ doku oluşumu görülür. Fibroblastlar proliferatif karakterde reaksiyonların ve doku kayıplarının giderildiği olayların baş aktörleridir. Bazı yangılarda teşhiste de rol oynayan spesifik hücreler bulunur. Bunlar "dev hücreleri" olarak adlandırılır. Bilinen dev hücreler; Langhans dev hücresi, Sternberg dev hücresi, Epulis dev hücresi, yabancı cisim dev hücresi, tümör dev hücresi, sinsityal hücrelerdir. Epulis dev hücresi dışındaki dev hücreler makrofaj veya epiteloid hücrelerden köken alırlar. Sinsityal hücrelerin oluşum mekanizması oldukça ilginçtir. Viral enfeksiyonların önemli bir mikroskopik bulgusu olan bu dev hücrelerin oluşumu, patojen virusun enfekte ettiği hücreyi terk etmeden çoğalmasını sağlar. Üretilen fizyon proteinleri hücreleri bir araya çekerek öncelikle sinsityum oluşumu sağlar. Bir yangısal reaksiyonda belirli süreçleri tetikleyen kimyasal maddelerdir. Kompleks olmayan bir inflamasyonda bu maddeler birbirlerini karşılıklı olarak aktive ederler veya baskılarlar; böylece,inflamasyondaki bireysel adımlar koordineli bir defansif (savunmacı) reaksiyon oluştururlar. Bunlar (kininlerde olduğu gibi) ölü dokulardan elde edilebilir ya da canlı dokulardan oluşturulabilir. Hücrelerden elde edilen mediatörler: Bunlar ya bunları aktive biçimde salgılayan belirli hücreler içinde depolanmış mediatörlerdir ya da hücreler tarafından özellikle sentezlenen mediatörlerdir. Histamin mast hücre ve bazofil granüllerinde depolanır. Bu inflamasyonun alerjik formlarında kilit bir rol oynar. Histamin; Antijen-antikor kompleksleri tarafından salgılanır ve hücrelerin membrana bağlı IgM molekülleri tarafından önceden duyarlılığı gerektirir.Serotonin trombositlerden ve ince bağırsaktaki enretokromoffin hücrelerden gelir. Etkileri histamininkine benzer. Damar geçirgenliğinde artışa neden olur. ICAM-3: İnterselüler adhezyon molekülü-3 olarak da bilinir.Lökositlerin hücre yüzeyinde bulunan bu molekül, antijen sunan hücreler ile T-lenfositlerin etkileşiminde son derece önemli rol oynar. Bu etkileşim, hem ICAM-1, ICAM-2 ve ICAM-3'ün LFA-1 molekülleri ile etkileşime girmesi hem de T hücre yüzeyinde bulunan CD2 molekülü ve APC'nin sunduğu LFA-3'ün etkileşime girmesi sayesinde gerçekleşir. Sitokinler (lenfokinler) hücresel düzenleyici proteinlerdir. Çeşitli uyarılara karsı cevap olarak özel hücreler (T Lenfositler) tarafından salgılanır ve hedeflenen hücrelerin davranışını etkilerler. Belli bir sitokin çeşitli hücreler tarafından farklı dokularda salgılanır ancak aynı benzeri biyolojik etkinliği gösterir. Sitokinlerin etkileri sistemik veya lokaldir. Lenfosit kaynaklı sitokinler; IL-2, IL-4, IL-5, IL-12, IL-15, TGF-β (transforming growth factor). IL-10 ve TGF-β immun yanıtı azaltırken, IL-2, IL-4 lenfosit gelişimini indüklemer. Yangısal olaylarda genel olarak stimulan (proinflamatuvar) veya depresif (antiinflamatuvar) etki gösterirler. Sitokinlerin temel görevleri arasında makrofajlarda kemotaksisinin başlatılması, damar permeabilitesinde (geçirgenlik) artış ve immunite (bağışıklık) sayılabilir. Makrofaj/monosit kaynaklı sitokinler ise (monokin); IL-1α ve β, TNF-α'dır. Bazı sitokinler tedavi amacıyla ilaç olarak kullanılmaktadır; IFN’ların kanser (IFN-α), hepatitis (IFN-α), kronik granülomatoz hastalık (IFN-γ) ve multipl skleroz (IFN-β) ve IL-2’nin renal kanser ve melanoma tedavisinde yer edinmiştir. Th2 hücreleri(Tip-2 Yardımcı T Lenfosit), bağışıklık sisteminde T-hücre reseptörleri aracılığıyla hem allerjen peptitleri doğrudan tanıyan hem de interlöykinlerin (IL) salınımı sağlayan tek hücre sistemidir ve bu da alerjik yangıda IgE antikoru üreten B hücreleri (IL-4, IL-13), mast hücreleri (IL-4, IL-10), ve eozinofil'ler (IL-5) ile ilişkisini ortaya koyar.Lökosit kemotaksis'i ve kemokinezis'ini etkileyen sitokinler arasında; IL-8, eotaksin ve makrofaj enflamatuvar protein-1α bulunmaktadır. Sitokinleri iki başlık altında toplanabilir. Bunlar doğal immun yanıtı regüle edenler ve edinsel immun yanıtı regüle edenlerdir. Bunlar makrofaj ve diğer mononükleer fagositlerden salınırlar. Bunların dışında T Lenfosit, NK ("Natural Killer", Doğal Katil) hücreleri, endotel hücreleri ve mukozal epitel hücrelerince de salınabilirler. Doğal bağışıklık gelişmesinde önemli rol oynayan; IL-1, TNF-α, IL-6, özel olmayan yangısal cevabı başlatır; IFN tip 1 ise antiviral etkilidir. Prostaglandinler ve lökotriyenler AA metabolizması sonucu açığa çıkan ürünler birçok biyolojik olayları etkiler. Her hücre yaralanması, fosfalipaz A 2 yi aktive ederek araşidonik asit gibi 20 karbonlu poliansature yağ asitleri oluşturur. Bu olaylardan biri de yangıdır. AA poliansature bir yağ asididir ve hücre zarındaki fosfolipid'lerde önemli miktarlarda bulunur.İnflamatuvar etkinlik ya da C5a gibi kimyasal mediatörler aracılığıyla sellüler fosfolipaz aktivasyonu sonucu membran fosfolipid'lerinden açığa çıkar.Yangısal reaksiyon esnasında, nötrofil lizozomlarının, fosfolipaz'ların önemli düzeyde kaynağı olduğunu sanılmaktadır.Lökotriyenler özellikle alerjik reaksiyonlarda indükleyici görev görür. Reaksiyon başladıktan sonra AA metabolizması iki temel yoldan birini seçer.Bunlar; Lipooksijenaz lökotrienleri oluşturmak üzere parçalar(LT). Siklooksijenaz ise nonsterodial antiinflamatuar ajanlar tarafından inhibe edilebilen bir süreçte prostoglandinleri(birçok hücrede bulunan) oluşturur. Prostosiklin kapiller endotel ve vasküler duvar, tromboksan trombositler tarafından oluşturulur. Prostaglandinin etkileri: Lökotienlerin etkileri: Antiinflamatuvar etki yangısal reaksiyonu diğer mediatörlerin aksine baskılar. Vücutta doğal antiinflamatuvar mediatörler olduğu gibi dışarıdan alınan birçok etken maddenin de antiinflamatuvar etkisi vardır. Birçok antiinflamatuvar mediatör etkisini prostaglandin sentezini inhibe ederek gösterir. Arachidonik asit üzerinden siklooksijenaz yolunun blokajı ve lipooksijenaz yolunun blokajı temel mekanizmalardan biridir. Bunlar vücut tarafından üretilen mediatörlerdir. En bilinen antiinflamatuvar mediatörler başlıca kortizon ve diğer glikokortikoid'lerdir. Kısaca NSAID olarak bilinirler. Bunların birçoğunun analjezik ve antipiretik etkileri vardır. Yani hem ağrı kesici hem de ateş düşürücü etkilere sahiptirler. Ağrı kesici etkileri de prostoglandin sentezinin inhibisyonunun bir sonucudur. En bilinen NSAID'ler metamizol, diklofenak, naproksen sodyum ve ketoprofen türevi bileşiklerdir. Çoğu NSAİİler siklooksijenaz yolunu non-selektif olarak inhibe ederek etkirler. Siklooksijenaz-1 (COX-1) ve siklooksijenaz-2 (COX-2) izoenzimlerinin her ikisini de inhibe ederler. Siklooksijenaz araşidonik asitten tromboksan ve prostaglandin yapımında katalizör görevi görür. Prostaglandinler inflamasyon oluşum sürecinde diğer görevli maddelerle birlikte iletim molekülü olarak rol oynar.Bu etki mekanizması John Vane tarafından ortaya çıkarıldı ve bilim adamı bu şekilde Nobel ödülü sahibi oldu. Fibronektinler 450.000 Dalton boyutunda, genellikle dimerik yapıdaki glikoproteinlerdir. Hem plazmada çözünür formda (plazma fibronektin), hem de hücre dışı alanda çözünmez formda (sellüler fibronektin) bulunurlar. Fibronektin opsonik aktivitesi nedeniyle retiküloendotelial sistemde(RES) ve pıhtı stabilizasyonunda rol oynar. Diğer fonksiyonlarının yanında hücre adhezyonu, migrasyonu, büyüme ve farklılaşmada görev alırlar. Başlıca üretim yerleri karaciğer hücreleri, endotelyal hücreler ve fibroblastlardır. Yara iyileşmesi birbiriyle kompleks oluşturmuş dört fazda incelenebilir. Bunlar; koagülasyon, inflamasyon, granülasyon dokusu oluşumu ve matriks formasyonu-yeniden yapılanmadır. Fibronektin'in bu fazların hepsinde fonksiyon gördüğü bilinmektedir. Yangının iyileşme sürecinde gelişen granülasyon dokusunun oluşumunda fibronektin olmazsa olmaz denilebilecek derece roller üstlenir. Fibronektin, kuvvetli opsonik bir alfa-2-glikoproteindir. Aynı zamanda kanı pıhtılaşmasında primer tıkaç oluşması için gerekli hücre göçünden sorumlu mediatörleri de üretir. Yangısal alanda nötrofil gibi granulositler ve mononüklear hücrelerin aktive edilmesiyle birlikte TNF-alfa ve İnterlökin-6 gibi proinflamatör (yangıyı tetikleyici) sitokinlerin salınımı ile birlikte akut faz proteinleri (APP) olarak bilinen glikoproteinlerin karaciğerden üretimini destekler. Bunun dışında akut faz proteinlerinin üretimi için gerekli uyarımlar İnterlökin-1 tarafından da stimule edilir. Günümüzde akut faz proteinleri lökositozis ve/veya nötrofili gibi geleneksel hematolojik değerlendirmelerde kullanılan yangısal parametrelere göre daha duyarlı oldukları tespit edildiği için yangısal reaksiyonların belirlenmesinde daha etkili ve hassas bir yöntem olmuştur. C-Reaktif Protein (CRP):Yangının yanı sıra enfeksiyon ve travmanın sebep olduğu doku hasarını takiben, yangısal bir olaylar zincirinde üretilen akut faz proteinlerden biri de CRP'dir. Yapılan birçok çalışmada CRP'nin yangısal cevabı takiben 24 saat içinde artış gösterdiği ve yangısal uyarımların bitiminden itibaren yavaşça azaldığı gözlenmiştir. CRP seviyesinin gastrointestinal sistemdeki mukozal hasarının da tespitinde belirteç olarak kullanılması söz konusudur. Diğer önemli akut faz proteinleri: Bunlar başlıca "Hücre aracılı bağlanma reseptörleri" ve "Soluabl
(çözülebilir) yüzey molekülleri" olmak üzere iki temel sınıfa ayrılır. Hücre aracılı bağlanma reseptörleri: Soluabl yüzey molekülleri: Nitrik oksit organizmada birçok role sahip özel bir biyolojik moleküldür. Makrofajlarca fagosite edilmiş, sindirilmiş mikroorganizmalara karşı oldukça güçlü bir yanıt gösterir. Hücre içi sinyal iletiminde de bazı fonksiyonları vardır. Nitrik oksit kısa süreli ve güçlü bir reaktif etkiye sahiptir. Böylece fagosite edilen mikroorganizmaların yıkımlanmasını sağlar. Nitrik oksitin bunların yanında ayrıca nörotransmitter bir maddedir ve dolaşımda stabilizasyonu sağlar. Nitrik oksitin tepkimeye girmesiyle bakterilerin sitrik asit siklusu engellenir. Bunun yanında viral replikasyonu, yani virusların hücre içinde üremesini, çoğalmasını da engeller. Yangılar akut ve kronik olmalarının yanında eksudasyonlarına göre de birçok şekilde sınıflandırılabilir. Bunlar eksudatif, alteratif ve proliferatif yangılardır. Akut yangılar hızlı bir şekilde başlar ve kısa sürede şekillenir (birkaç saat ile bir gün arasında). Hızlıca oluştukları için yangılı alana sayıca hakim hücreler nötrofil lökositlerdir. Bunun yanında makrofajlar da sıkça görülür. Sayıca az da olsa lenfositler görülebilir. Kronik yangılar uzun sürede (3-4 hafta ve daha fazla) gelişirler. Akut yangılara nispeten ağrı duyusu daha azdır. Mikroskopik incelemede yangılı alanda sayıca lenfositlerin üstün olduğu görülür. Genellikle bu tür yangılarda fibrinleşme görülür. Bunun yanında akut yangılar zamanla kronik hale de gelebilirler. Eksudatif yangılar, yangının bir semptomu olan tumor ile karakterizedir. Yani bu tip yangılar sıvı eksudasyonu ile kendilerini belli ederler. Bundan başka genel olarak yangıların ilk evreleri de eksudatif yangı kabul edilir. Eksudatif yangılar yangı içeriğine ve eksudatın yoğunluğuna göre sınıflandırılabilir: Alteratif (nekrotik) yangı, doku kaybının ön planda olduğu yangı türüdür. Genellikle spesifik mikroorganizmalardan (özellikle Necrobacillus ve "Fuscobacterium necrophorium") ileri gelir. Yangılı alanda ülserleşme de dikkati çeker. Alteratif yangılar yüzeyde veya mukozalarda oluşabilir. Sonucunda bölgede nedbe dokusu (skatix, scar) oluşabileceği gibi kavernler veya daha kötü bir sonuç olan nekroz oluşur. Proliferatif yangılarda sonuç olarak rezolüsyon genellikle oluşmamıştır ve etkenler fibröz kapsüllerle sınırlandırılır. İşte bu kapsüller granülomlardır. Bu yüzden bu tür yangılara özel bir adlandırma olarak "graülomatöz yangı" da denir. Yangılı alanda yeni oluşan kapiller damarlar, bağ dokusu hücreleri ve iplikçikleri, lökositler, histiyositler ve dev hücreleri görülür. Örneğin sığırlarda çene dokusunda üreyen "Actinomyces bovis"ten ileri gelen Actinomikozis bir çeşit granülamatöz yangıdır. Yabancı cisimlere karşı şekillenen yangısal reaksiyonlar da granülom oluşumları ile karakterizedir. Bunun dışında tüberküloz, paratüberküloz ve Lupus erythematosusSLE de granülomatöz yangılara en tipik örnekleri oluşturular. İrin içeren granülomlar, "piyogranülom" adını alır. Parazit kistleri, bazen larvaları da granülomlar içerisine hapsedilmeye çalışılır. Bunun en tipik örneği Echinococcus kistleridir. Herhangi bir etkinin sonunda iyileşme aşamasında da yangısal olaylar gelişir. Bölgeye nötrofil, makrofaj ve mononükleer hücrelerden ve kan damarlarından zengin "granülasyon dokusu" şekillenir. Bu da bir çeşit granülomdur. Organlarda ve dokularda yangısal reaksiyonlar isimlendirilirken genel bir kural olarak -itis eki kullanılır. Beşeri hekimlikte sıklıkla isimlendirme kısaca yapılır, yani -it eki getirilir. Ancak bazı oluşumların yangıları isimlendirilirken bu sözü edilen ekler kullanılamaz. Bu durumda o yapıya özel yangı terimi kullanılır. Yangısal hücre infiltrasyonunun bulunduğu yere veya organdaki konumuna göre de yangılar isimlendirilirken belirli hususlara dikkat edilir. Örneğin tek başına pneumoni akciğerlerde alveolerde eksudat birikmesi ile karakterize bir tabloyu alveolitis ifade eder. Organın interstisiyumunda şekillenen yangılar ifade edilirken daima interstisiyel ibaresi belirtilir.Örneğin interstisiyel pneumoni, böbrek korteksine ilişkin yangıda nefritis, glomerullerde yangısal hücre infiltrasonu için glomerulonefritis veya böbrek medullasını da içine alıyorsa piyelonefritis gibi. Bunların bazı örnekleri aşağıda verilmiştir: Organlarda yangısal değişikliklere bağlı olarak söz konusu organ ve ona ilişkin sistemlerde bir takım aksaklıklar ve buna bağlı olarak gelişen klinik bulgularda söz edilmesi olasıdır. Organizmada meydana gelen yangısal değişiklikleri laboratuvar analizleri ile belirlemek klinik patoloji bakımından önem taşır. Akut yangısal olgularda kan nötrofil sayısı artarken (nötrofili), kronik olgularda lenfosit sayısında artış lenfositoz göze çarpar. Bununla birlikte yangısal reaksiyonlarda serum bakır düzeyinde artış gözlemlenmiştir. Yangısal reaksiyonun şekillendiği bölge hastalığın seyri veya ölümcül olup olmaması ile yakından ilgilidir. Beyin ve beyin zarlarının yangılarının ölüm riski son derece yüksektir. Bir periton yangısı büyük oranda ölümle sonuçlanır. İç organlarda şekillenen yangılar, organın da fonksiyonuna göre sistemik, görevsel veya bölgesel klinik belirtilerle ortaya çıkar. Yangısal reaksiyonlar sırasında açığa çıkan sitokinlerin aynı zamanda sistemik etkilerinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Örneğin interlökin-1 vücut sıcaklığında artış, iştah azalması gibi sistemik etkilere de neden olmaktadır. Benzeri etkiler yine interlökin-1,6 ve TNF-alfa gibi sitokinlerin karaciğerden akut faz proteinlerinin üretimini indüklemesi sonucu sistemik etkileri meydana getirmektedir. Yangıya ilişkin 5. temel semptom; yani "functio laesa", söz konusu organdaki fonksiyon bozuklarından bahseder. Ancak yangı, diğer yangısal olmayan bazı semptomlarla veya bozukluklarla karıştırılabilir.Bunların ayrımı yapmak tanı ve uygulanacak tedavi açısından önemlidir.Yangısal değişiklikler başlıca şu olgularla karıştırılabilir: Zira bunların yangısal oluşumlardan ayrımını yapmak mümkündür. Çoğunluğu otoimmun bilinen hastalıklar güzel örnek teşkil eder. Bunların mekanizmaları büyük oranda bilinmekle birlikte çoğunun sebebi bilinmemekte ancak genetik faktörler olduğu düşünülmektedir. Özel hastalıkların yanında Tip-3 aşırı duyarlılık reaksiyonları da örnek teşkil eder. Kollajen Fibril Kollajen fibriller; bağ dokusunun tüm çeşitlerinde değişik miktarlarda yer alan, kollojenden yapılmış fibrillerdir. En çok fibroblastlar tarafından sentezlenir. Bununla beraber, osteoblast, odontoblast, kondroblastlar tarafından da sentezlenirler. Belirli bir uzunluğu yoktur, gerilme ve çekilmelere karşı çok dayanıklıdır. Bu özelliklerinden dolayı tendon, ligament, kemik, diş ve deride görülürler. Kaynatıldığında eriyerek yapışkan bir madde olan jelatine dönüşür. Dericilik sanayinde deriye dayanıklılık kazandırdığından bazı işlemlerden geçirilerek kullanılır. Beş tip kollajen fibril bulunur. Kolljen tip1, tip2, tip3, tip4 ve tip 5. Vücutta en fazla bulunanı tip 1 olup toplamın %30 kadarını oluşturur; osteoblast ve odontoblastlar tarafından sentezlenir. Kemik ve tendonlarda bulunur. Tip 2, kondroblastlar tarafından üretilip kıkırdak dokuya özgüldür. Tip 3 embriyonal safhada birçok tabakada bulunurken gelişim esnasında kollajen tip1'e dönüşür. Fibroblastlar tarafından sentezlenir ve ergin dönemde kan damarları ve bağırsak duvarlarında bulunur. Tip 4, bazal lamina yapı elemanıdır ve epitel ve endotel hücreleri tarafından üretilir. Tip 5'i neyin ürettiği bilinmemekle birlikte embriyonik zar ve kan damarlarında bulunur. İnterlökin İnterlökin, ilk kez görüldükleri beyaz kan hücreleri lenfositlerince ekspresse edilen gizli sinyalleme molekülleri olan sitokinlerin bir grubudur. Adı, lenfositlerden "lökin" ve haberleşme anlamında "inter-"den gelir. Keşfedildikleri günden beri çeşitli vücut hücrelerince üretildikleri bilinmektedir. Bağışıklık sisteminin geniş kısmı interlökinlere bağlıdır ve nadir bulunan hastalıklarda bazıları tanımlanmışlardır. Bazıları eklem enflamasyonunu tetiklemede önemli rol oynarlar. İnterlökin ailesi makrofajlar ve T-lenfositlerden salınır. B-lenfositlerini olgunlaşmak ve farklılaşmak için uyarır. İmmünglobulin metabolizmasını B-lenfosit üzerinden hızlandırır. İnterlökinlerin listesi şöyledir: Seronegatif Seronegatif, serumda "romotoid faktör" testinin negatif olduğu romatizmal olmayan enflamatuvar eklem rahatsızlıklarını tanımlar. Raynaud fenomeni Raynaud fenomeni ya da Raynaud olgusu, uzuvlarda oluşan bir kan dolaşım rahatsızlığıdır. Özellikle soğuğa karşı uzuvların hipotermi direnci düşüktür. Raynaud fenomeni (telaffuzu / reɪnoʊz /, bizdict: ra · noz ') Vazospastik bir bozukluk olup, el ve ayak parmaklarının renginin değişmesine neden olur. Fransız doktor Maurice Raynaud (1834-1881), fenomenin nedeni olarak VASOSPASMS sonucu olduğuna inanıyordu. Duygusal stres ve soğuk hava klasik olan fenomeni tetikler. Irsi damar hastalıkları ve özellikle sigara ve tütüne bağlı oluşan damar dolaşım hastalıkları en başta gelen sebeplerdendir bunun yanı sıra uzun süren kullanılan çeşitli ilaçların yan etkisiyle özellikle de kemoterapi sürecinde uygulanan ağır ilaçların uzuvlardaki kılcal damarlarda birikmesine bağlı olarak gelişebildiği de gözlemlenmiştir. Damar hastalıklarına bağlı dolaşım bozukluğu veya damar tıkanıklığına bağlı olarak gelişebilmektedir. Raynaud fenomeni genel hatlarıyla 2 kategoride değerlendirilebilinir: 1. Seviye: Ortam ısısına duyarlı parmak uçlarında soğuğa bağlı parmak uçlarında hissizlik soğuk ortamlarda el ve ayak parmakları beyaz ve mora çalan renk alırlar ve geçici uyuşmalar olur. 2. Seviye: İleri seviye kuru kangren, doku çürümesine sebep olabilecek düzeyde Hastanın yaşam kalitesini bozucu ve rahatsız edici düzeyde olması halinde; Ca kanal blokeri alfa blokerler fayda sağlayabilir. Çok şiddetli vakalarda sempatektomi 'adı verilen cerrahi işlem uygulanabilir, ( ayrıca bakınız Sympathectomy ) Hastalık çok nadir olarak ilerleye bilir, ilerleme d
urumunda Trofik bozukluk (damara bağlı gölgesel beslenememe durumu) ve doku nekrozu kuru kangrenlerin oluşumuna sebep olabilir. Metrekare Metrekare SI'dan türetilen alan birimidir ve m² (Unicode'de 33A1) ile gösterilir. 1 metrekarelik alan, kenarları 1 metre uzunluğundaki bir karenin alanına eşittir. SI temelli birim olam metre, ışığın vakumda 1/299.792.458 saniyede katettiği mesafeye denk gelir. Uzunluk birimleri arasındaki derece farkı onlara karşılık gelen alan birimleri arasında aynı derece farkının iki katının oluşmasına sebep olur. Ayrıca metrekare alanları çarpımıdır. SI önekler ekleyip çıkarma, üskatları ve askatlarını oluşturur. Bununla beraber birim olarak ikiye katlanma, onların uygun liner birimlerinden ikiye katlanma arasındaki büyüklük sırası farklıdır. Örneğin bir kilometre, metrenin bin kat uzunluğuna eşitken bir kilometrekare, bir metrekarenin bir milyon katı kadar alana eşittir. Metrekare, metrenin tüm SI öneklerini kullanabilir. Bir metrekare eşittir: Puerto Montt Puerto Montt, Şili'nin güneyinde, X. Los Lagos bölgesinde bir şehir. Nüfusu 160.055 kişidir (2005 itibarıyla). Şehrin alanı yaklaşık 1.673 km²dir. Bölgenin %16,39 nüfusu bu şehir de yaşar. Puerto Montt, başkent Santiago'nun yaklaşık 1100 km güneyinde kalır. 30 km doğusunda 2003 m yüksekliğinde Calbuco volkanı bulunur. Bu volkan Şili'nin en aktif volkanlarından biri olup, son kez 1961'de püskürmüştür. Sıcaklıklar kışın ortalama Temmuz'da, 6 °C ile yazın Ocak'da 14,5 °C arasında değişkenlik gösterir. Bölge yağmur açısından zengin olup, yıllık ortalama yağış miktarı 1.700 mm dir. Puerto Montt, Vicente Pérez Rosales tarafından 12 Şubat 1853 yılında, 1848 yılında zamanın devlet başkanı Manuel Montt Torres desteği ile Almanya'dan gelmeye başlayan göçmenlerin,bölgeye ve Şili devletine politik entegrasyonu gayesi ile kurulmuştur. 1884 yılında şehrin nüfusu 4000 kadardı. Bu nüfusun çoğunluğu kendilerine ait Protestan kiliseleri ve okulları olan Almanlardı. 22 Mayıs 1960 tarihinde şehir, kuvvetli Büyük Şili Depremi sonrası ağır şekilde hasar görmüştür. Her şeyden önce Puerto Montt çevresindeki göller bölgesi görülmeye değer. Şehrin kendisi, el sanatları pazarını ve liman bölgesinde ise balık spesyalitelerini ziyaretçilerine sunar. Şehir aynı zamanda Patagonya veya Chiloe Adası'na yapılan gezilerin çıkış noktası ya da ara istasyonunu oluşturur. Yine Trekking sevenler için sevilen bir çıkış noktasıdır. Puerto Montt'un hemen önünde küçük ama görmeye değer Tenglo Adası vardır. Şehrin kuzeyinde devasa Llanquihue Gölü bulunur. Ekonomik hayatın ağırlıklı noktası ticaret ve ulaşımdır. Bunun yanında balıkçılık, deniz ürünlerini işleme ve ormanlardan gelen kerestelerin gemilerle taşınması önemli rol oynar. Havaalanı ve şehrin limanı Şili'ni güneyi (Patagonya) için lojistik çıkış noktası oluşturur. Bunun dışında Chiloe için birincil geçiş noktası yine Puerto Montt'dur. Gerçekte, Panamerikan yolu burada sona erer. Daha güneye Carretera Austral yolu devam eder. Fehriye Erdal Fehriye Erdal (d. 25 Şubat 1977), Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi üyesi. 5 aydır temizlik işçisi olarak çalışmakta olduğu Sabancı Holding'in yönetim binası İstanbul Sabancı Center'a, 1996 yılının Ocak ayında Özdemir Sabancı'nın öldürülmesi eyleminden yargılanan kişidir. 3 Kasım 1996'da Susurluk Kazasında ölen polis müdürü Hüseyin Kocadağ'ın aracılığıyla Sabancı Center'da işe alınmıştı. Sakıp Sabancı'yı öldürmek için binaya girmiş olan İsmail Akkol ve Mustafa Duyar önce Özdemir Sabancı'yı ve beraber toplantı yapmakta olduğu Sabancı Holding'e bağlı bir şirket olan Toyotasa'nın genel müdürü Haluk Görgün ile sekreter Nilgün Hasefe' yi öldürmüştür. İddialara göre cinayet sonrasında bir tırın kasasında Türkiye'yi terk eden Fehriye Erdal önce Yunanistan daha sonra da Belçika'ya kaçmıştır. Burada Knokke kentinde kaldığı apartmanda 1999 senesinde yangın çıkması sonucunda sahte pasaportla yakalanmış yargılanmasının sonunda 1 yıla yakın cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. 2000 yazında hapishaneden çıkıp ev hapsinde tutulmuş, ancak Mart 2006 itibarıyla tekrar kayıplara karışmıştır. Eylül 2007'de Belçika'da sonuçlanan mahkeme kararı ile Türkiye'de işlediği suçlardan dolayı yargılanması kararı verildi. Ancak tutuklu kaldığı evden kaçmayı başarmış ve bir sonraki mahkemede beraatine karar verilmiş ve cezası €1250 ağır para cezasına çarptırılmıştır.5 Aralık 2016 tarihinde de Belçika mahkemesi tarafından 30 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. 20 Şubat 2017 günü Belçika Brugge Ağır Ceza Mahkemesi, gıyabında yargılanan Sabancı suikasti faillerinden olan Fahriye Erdal'a, Türkiye'de işlediği suçlardan dolayı 15 yıl hapis cezası ve 10 yıl sivil ve siyasi haklardan mahrumiyet cezası vermiştir. Şubat 2018'de güncellenen ve Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan "en çok aranan teröristler listesi"'nin mavi kategorisinde ilk kez yer aldı. Listede Fehriye Erdal'ın 1977 Adana doğumlu olduğu ve DHKP-C terör örgütü üyesi olduğu bilgileri bulunmaktadır. Bakanlık bu kategoride yer alan Erdal için 1.5 milyon liraya kadar para ödülü verileceğini açıkladı. Aşil tendonu Aşil tendonu, bacağın baldır kaslarının büyük tendonu, ayak bileğinin arkasında topuğa tutunur. Aşil tendonu iltihabına Aşil tendiniti denilmektedir. Baldırın arka bölümündeki kas grubunun topuk kemiğine birleşmesini sağlayan yapıya Akhilleus'un öyküsünden esinlenilerek Aşil tendonu adı verilmiştir. Aşil tendonunun kopmasına tıpta 'Aşil Tendon Rüptürü' denmektedir ve ameliyat sonucu tendon tamiri yapılabilmektedir. 6 ile 10 hafta kadar uzun bacak alçısı uygulanmakta ve fizik tedavi sonucunda tendon iyileştirilmektedir. Uzun zaman alan tedavi süreci nedeniyle spor aktivilerine ve normal hayat aktivitelerine dönüş geç olmaktadır. Ruanda soykırımında Hutular, Tutsiler'i öldürmekten yorulup kaçmalarını önlemek için Aşil tendonlarını kesmişlerdir. Artralji Artralji eklem ağrısıdır. Bu ağrı enflamatuvar (iltihabi) ya da non-enflamatuvar (iltihabi olmayan) koşullardan kaynaklanabilir. CRP C-reaktif protein, sıkça kullanılan kısaltması ile CRP, iltihabi reaksiyonlar sırasında kanda miktarı artan ve karaciğer ile yağ hücreleri tarafından üretilen akut faz reaktanları adı verilen proteinlerden biridir. Kanda CRP seviyesi pek çok durumda yükselebildiğinden, tek hastalığa özgül bir laboratuvar bulgusu değildir ve tanı koyma amaçlı kullanılmaz. Bu tahlilin sonuçları klinik şüpheleri destekleyici olarak veya tanısı konulmuş çeşitli hastalıkların seyrini takipte kullanılır. Çok basitleştirirsek, yüksek CRP seviyelerinin vücutta akut iltihabi bir reaksiyon veya bir enfeksiyon olduğuna, CRP seviyelerinin azalmasının da iltihabi reaksiyonun veya enfeksiyonun azalmaya başladığına işaret ettiğini söylemek mümkündür. CRP seviyesi aşağıda bazıları listelenen pek çok durumda yükselebilir. CRP özellikle romatoid artrit ve lupus gibi bağ dokusu hastalıklarında hastalığın alevlenmelerinin takibi açısından oldukça faydalıdır. Ortalama sağlıklı bir kişide CRP seviyesinin 4.9 mg/L’nin altında olması beklenir. Normal değerler deneyin yapıldığı laboratuvardan laboratuvara farklılık gösterebilir. Akut iltihabi reaksiyonların bir göstergesi de eritrosit sedimentasyon hızıdır. Eritrosit sedimentasyon hızı çoğunlukla sedimentasyon veya ESR diye kısaltılarak kullanılır ve genellikle 3 değerle raporlanır (30 dakika, 1 saat, 2 saat gibi). CRP sedimentasyona göre daha erken pozitifleşir ve daha çabuk kaybolur. Tedavi başarılı olduysa CRP’nin erken dönemde negatifleşir ancak sedimentasyon hızının normale dönmesi biraz daha zaman alacağından doktorlar çoğu zaman CRP ile birlikte sedimentasyon değerini de görmek ister. Özel metotlarla ölçülen bir CRP türevi de yüksek hassasiyete sahip (high sensitivity- ya da hs-CRP) C-reaktif proteindir. hs-CRP genellikle koroner arter hastalığı olan veya koroner arter hastalığından şüphelenilen kişilerde ölçülür ve yüksek hs-CRP klasik risk faktörlerine ek bir risk faktörü olarak hastanın kalp hastalığı riski açısından sınıflandırılmasına yardım eder. Amerikan Kalp Derneği‘nin önerileri doğrultusunda hastaları hs-CRP seviyelerine göre koroner arter hastalığı riski açısından aşağıdaki şekilde derecelendirmek mümkündür. ! hs-CRP Seviyesi (mg/L) ! Risk Derecesi Crohn hastalığı Crohn hastalığı (Latince "enterocolitis regionalis"), kronik ve iltihabi bir bağırsak hastalığıdır. Ağızdan anüse kadar sindirim sisteminin herhangi bir bölümünde ya da aynı anda birkaç farklı bölümünde aralıklı iltihaplar ile kendinı gösterir. Bulaşıcı olduğu kanıtlanamamıştır. Bir diğer kronik iltihabi bağırsak hastalığı olan ülseratif kolit ile beraber bu grubun ana öğelerini oluştururlar. Her yıl 100.000 kişiden 5-7'si bu hastalığa yakalanır. Sıklığı kuzeye gidildikçe artar. Onlu, yirmili yaşlarda ve 45 ile 65 yaşları arasında daha çok görülmektedir. Ancak her yaş grubundan insan bu hastalığa yakalanabilir. Hastalığın 3 belirgin tipi vardir. Bunlar inflamatuar crohn, fistülize crohn ve fibrostenoze crohn'dur. Ulseratif kolit ile benzer ozellikler tasimasi nedeniyle adi gecen hastalik ile Crohn arasinda karar vermeyi guclestiren vakalarda entermediyer (intermediary, ing/intermadiaire, fr: ara) bağırsak rahatsızlığı ifadesiyle adlandirilan bir ara kategori de yaygindir. Şu anda, hastalığın sebepleri, oluşumu ve gelişimi net olarak bilinmemektedir. Genel kanı genetik yatkınlık ve çevresel faktörlerin hastalığı tetiklediği yönündedir. Aynı zamanda bir özbağışıklık hastalğı olarak da sınıflandırılır. Bunun sebebi hastalığın bağışıklık baskılayıcı ilaçlara verdiği olumlu tepkidir. Diğer olası sebeplerin aşırı temizlik ve sağlık standardlarının bağırsak florası üzerindeki etkisi, psikosomatik faktörler veya hayvanlarda da Johne hastalığına sebep olan mikobakteri türleri ile ilgili olduğuna inanılmaktadır. Kadın ve erkeklerde dağılımı aynıdır. Sigara içenlerin bu hastalığa yakalanma riskleri içmeyenlere göre daha fazladır. Bu hastalığın genel seyri hastalıktan oluşan şikayetlerin artm
ası (lat. Exacerbatio) ve çoğunlukla belirtilerin tedavisi sonucu oluşan remisyonların birbirini takibi şeklindedir. Zaman aralıkları ve tedaviye cevap hastadan hastaya farklılık göstermektedir. İlk belirtiler yorgunluk, halsizlik, uykuya eğilim, karında şişlik ve ağrı, karnın çoğunlukla sağ alt bölgesinde ağrı ve kanlı da olabilen ishaldir. Aynı zamanda sebepsiz ateşlenme, kusma, iştahsızlık ve kilo kaybı görülebilir. Bu belirtilerin biri ve birkaçı hastalık sırasında görülmeyebilir. Aşağıda sayılan olası komplikasyonlar hastalığın başlangıç evresinde görüldükleri takdirde ise, hızlı ve doğru teşhis koymayı zorlaştırabilirler. Hastalığın nerede olduğuna, inflamasyonun ne kadar şiddetli olduğuna ve belirtileri algilama durumuna bağlı olarak semptomlar değişkenlik gösterebilir. En yaygın yerleşim ince bagırsağın sonudur. Hastalığın ilerleyişine ve safhalarına göre aşağıdaki komplikasyonlar ortaya çıkabilir: Ayrıca oluşabilir. Hastalığın belirtileri ve hastanın geçmiş şikayetleri ile birlikte teşhiste şu bilgi ve teknikler kullanılabilir: Crohn hastalığını ülseratif kolitten ayırt etmek oldukça zor, bazı durumlarda imkânsız olabilir. Ülseratif kolit kalın bağırsak ve rektumda ortaya çıkar ve aşağıdan yukarı doğru yayılır. Ülseratif kolitte iltihap sadece bağırsak sümükdokusunda görülür (mukoza ve aşağı mukoza). Bazı başka hastalıklar da Crohn hastalığı benzeri belirtiler gösterebilir: Gıda alerjileri ve diğer alerjiler de aşırı durumlarda sindirim sisteminin farklı bölgelerinde kronik iltahaplanmaya sebep olabilir ve Crohn hastalığına benzer belirtilere yol açabilir. Bu hastalığı oluşturan sebeplerinin bilinmemesi yüzünden henüz kesin bir tedavisi bulunmamaktadır. Hastalığın atak dönemlerinde belirtilerin ve şikayetlerin en aza indirgenmesi, mümkünse tedavisi; bu başarıldıktan sonra da remisyonun olabildiğince uzatılması şu an için geçerli olan tedavi yöntemidir. Genelde azma döneminde bir tür steroid hormon olan glukokortikoidler ya da başka kortizonlar, salisilazosülfapiridin ya da 5-aminosalisilik asit ile birlikte kullanılır. uzun süreli kortikosteroid kullanımında ağızdan alınacak kalsiyum desteğinin ihmali, ciddi derecede osteoporoza neden olabilir. Remisyonun uzatılması ise Azathioprin gibi bağışıklık baskılayıcı ilaçlarla sağlanır. Azathioprin kullanımı sırasında da folik asit desteği ihmal edilmemelidir. Remicade (infliximab) ve Humira (adalumimab) adli bagisiklik sistemi baskilayici yeni nesil tedaviler ve tamamen yenilikci oldugu dusunulen aferez tedavisi daha az yayginlikta kullanilmaktadir. Bu ilaç ve tedavilerin tumunun istenmeyen yan etkileri olabilecegi goz ardi edilmemeli ve özellikle tedavi başlangicinda hasta, hekim tarafından sık kontrol edilmeyi ihmal etmemelidir. Bu tedaviler diyet ve stres azaltıcı önlemlerle desteklenebilir. Hastalık için ek olarak psikolojik ya da psikiyatrik destek gerekli olabilmektedir. Bu hastalığın genel seyri, her hastada farklı oluşmaktadır. Bundan dolayıdır ki, genel bir diyet hazırlanamamaktadır. Hastalara verilecek tavsiye genelde "size ne dokunuyorsa onu yemeyin" şeklinde olur. Hastalığın ağır seyrettiği durumlarda iştahsızlığın önüne geçemek amacıyla baharatların dengeli olarak kullanılmasında yarar olabilir. Ancak, genelde yağlı kızartmaların, aşırı kakao ve şekerin, mayalı içecek ve mayalı içkilerin (bira ve şarap) ve hatta kimi örneklerde mayalı yiyeceklerin, çiğ meyve ve pişirilmemiş sebzeler gibi hazmi zor olan yiyeceklerin hastayı rahatsız edebileceğine inanılır. Pişmiş sebzeler ve kompostolar, haşlama yemekler, az yağlı balık ve etler (kızartma olmamak kaydıyla) zararı görülmediği sürece tüketilebilir, bağırsakların düzenli çalışmasını sağlamak amacıyla kontrollü olarak alınan lifli gıdaların faydası gözlenmiştir. Hastalıkta bağırsaklar görevlerini tam olarak yerine getiremediği için, bazı vitamin, yağ ve mineraller vücuda alınamamaktadır. Bu gibi durumlarda multivitamin ve mineral destekleri ya da dengeleyici sıvı besinler (örn. Modulen) kullanılabilir. Hastalıkta - özellikle çocukların hastalanmasında - bir beslenme uzmanın tavsiyesinin alınmasında büyük yarar vardır. Crohn hastalığı ciddi ve kronik bir hastalık olmakla birlikte tedavi ve kontrol altındaki hastalarının yaşam kaliteleri ve yaşam süre beklentileri hasta olmayanlardan daha az değildir. Servikal spondiloz Servikal spondiloz, eklem aşınması ve yırtılmasının neden olduğu boyun ağrısı. Lateral darlıkta sinir kökü bulguları verir. Normal servikal omurilik çapı 16–17 mm'dir. 13 mm ise minimum sınırdır. 13 mm'den küçük çaplar omurilik darlığının başlangıcı sayılmaktadır. Servikal spondilozda lordoz önce düzleşir, sonra kifoza döner. Bu, omurun tersine dönmesi anlamına gelmektedir. Hobbit (roman) Hobbit, J. R. R. Tolkien'in bir kitabı. Orta Dünya üzerine yazılmış olan kitap Bilbo Baggins ve başından geçen maceraları konu almaktadır. Kitapta Bilbo Baggins'in Gandalf tarafından hiç beklemediği bir anda evine gelen 13 cüce ile değişen hayatı, Orta Dünya'nın kaderini değiştirecek olan Tek Yüzük'ün bulunuşu, ulu ejder Smaug'un öldürülüşü ve kadim cüce kenti Erebor'un kurtuluşu anlatılmaktadır. Yüzüklerin Efendisi serisinin başlangıç kitabı niteliğinde olan bu romanda Tek Yüzük'ün yanı sıra Bilbo'nun Frodo'ya verdiği parlayan elf kılıcı ve güçlü, cüce yapımı bir zırh olan Mythril'ı da nasıl ele geçirdiği anlatılır. Bu eşyalar Frodo'nun hayatını kurtaracaktır. Otoantikorlar Otoantikorlar, vücudun bağışıklık sistemi tarafından mikroplar ya da virüsler yerine vücudun kendi hücrelerine karşı geliştirilen antikorlardır. Skolyoz Skolyoz, omurganın göğüs "(thoracic)" veya bel "(lumbar)" bölgelerinde görülebilen, yana doğru eğriliğidir. Tek başına olabileceği gibi, kifoz (arkadan öne doğru anormal bir eğrilik) ile beraber de görülebilir "(Kifoskolyoz)". Hastalık kız çocuklarında çok daha sık görülür. Özellikle 30 dereceyi geçen skolyozlar adolesan kızlarda erkeklere oranla on kat fazla görülmektedir. Türkiye'de 2,5 milyon skolyoz hastası mevcuttur. Skolyoz çok çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilmektedir. Mesela spastik çocuklarda ya da çocukluk çağında felç geçirenlerde görülmektedir. Ancak sıklıkla karşılaşılan skolyozlar, daha çok 10’lu yaşlarda ortaya çıkan ve nedeni hala tam olarak bilinmeyen (idiyopatik) grupta görülen skolyozlar ile anne karnındaki etmenler nedeniyle ortaya çıkan ve doğuştan itibaren bulgu veren doğumsal (konjenital) skolyozlardır. Birincinin nedenini tam olarak bilinmemektedir. Konjenital skolyoza ise gebelik sırasında geçirilen enfeksiyonlar, şeker hastalığı, bazı vitamin eksikliklerinin neden olduğu düşünülmektedir. Fizik muayene sırasında, hasta öne doğru eğildiğinde eğrilik daha belirgin gözükür. Farklı pozisyonlarda omurga röntgenleri ve skolyozometre (omurganın eğrilik miktarını ölçen bir alet) ölçümleri, skolyozun miktarını belirleyebilmek için yapılabilecek testlerdir. Skolyoz hastalığı üç sınıfa ayrılır. Bunlar; Erdem Bayazıt Adil Erdem Bayazıt (1939, Kahramanmaraş - 5 Temmuz 2008, İstanbul), Türk yazar, şair ve milletvekili. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş’ta tamamlayan Bayazıt, sırasıyla 1953’te İstiklal Ortaokulu’ndan, 1959 yılında ise Kahramanmaraş Lisesi’nden mezun olmuştur. Aynı yıl kaydolduğu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenimine başlayan şair, tahsiline iki yıl kadar bu üniversitede devam ettikten sonra geçim sıkıntısı nedeniyle 1961 yılında öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne nakleder. Bayazıt 1963 senesinde yüksek öğrenimine ara vererek askere gider. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Burdur iline bağlı Çuvallı, Yeşilova köyünde yapan şair, askerden döndüğünde ise tahsil hayatında büyük bir değişiklik arz edecek yeni bir kararı uygulamaya başlar. Zira Hukuk Fakültesi’nde başladığı tahsil hayatına artık Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde devam edecektir. Erdem Bayazıt askerden döndüğünde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. 1971 yılında buradan mezun olan Bayazıt, memuriyet hayatına atılır ve edebiyat öğretmeni olarak Kahramanmaraş’ta aynı zamanda kendi okuduğu lisede vazifesine başlar. Mezun olduğu Kahramanmaraş Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yapan şair, daha sonra Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi’ne müdür oldu. İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluş günlerinde genel sekreter olarak vazife alan şair, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’nda Basın Bürosu Memurluğu, Millî Kütüphane Süreli Yayınlar Şube Müdür Yardımcılığı görevlerinde de bulunmuştur. Erdem Bayazıt daha sonra Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Daire Başkan Yardımcılığı görevini yürütürken istifa ederek kurucusu olduğu Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi. Henüz öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başlamış olan Bayazıt, Edebiyat ve Mavera dergilerinin kurucuları arasında yerini alır. İlk şiir kitabı olan “Sebeb Ey” 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında (2. ve 3. baskısı Akabe Yayınları), son şiirleri “Risaleler” adı altında 1987’de Akabe Yayınları arasında çıkmıştır (2. baskı 1989). Bu iki kitap İz Yayıncılık tarafından “Şiirler” adı altında 1992 yılında bir arada basılmıştır (4. baskı 1998). 1981 yılı Temmuz ayında Ajans 1400 adlı bir firmanın film ekibiyle beraber Afganistan’a doğru yola çıkan şair Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu’ndan oluşan çekirdek bir kadro ile birlikte Pakistan’ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezer. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı ""İpek yolundan Afganistan’a"" adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’nü kazandı. 1984’te Akabe Anonim Şirketi’nin İstanbul’a taşınması kararıyla bu görevini devrederek yeniden memurluğa döner. Devlet Planlama Teşkilatı’na sözleşmeli personel olarak giren şair, daha sonra bu vazifeyi bırakır ve 1987 yılı seçimlerinde Kahramanmaraş’tan milletvekili adayı olur
. 29 Kasım 1987 milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden aday olan Bayazıt, Kahramanmaraş milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 18. dönem çalışmalarında Millî Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev alır. 1988 yılında Risaleler adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülünü kazanır. 1991 seçimlerinde adaylığını koymayan Bayazıt, İstanbul’a yerleşir. Evli ve dört çocuk babası olan Bayazıt’ın şiir ve yazıları Açı, Hamle (Kahramanmaraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayınlanmıştır. Erdem Bayazıt, 5 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Bayazıt, TBMM Başkanlık Divanı’nca Üstün Onur Ödülü verilmesi kararlaştırılan 71 kişi arasında bulunuyordu. 5 Temmuz 2008 tarihinde Kahramanmaraş'ın gözde anadolu lisesi Merkez Anadolu Lisesi'ne ismi verilmiştir. Okulun ismi bu tarihten sonra Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi(EBAL) olarak değiştirilmiştir. Ankara Gölbaşı ilçesinde de TOKİ'nin yaptırdığı ve halen faaliyetine devam eden Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi mevcuttur. İstanbul'un Güngören ilçesinde Erdem Bayazıt anadolu lisesi ve bir kültür merkezi açılmıştır. Antalya'nın Kepez ilçesinde Kepez Belediyesi tarafından şairin adına bir kültür merkezi açılmıştır. Erdem Bayazıt kültür Merkezi olarak faaliyet göstermektedir. İstanbul Başakşehir'de adı Şair Erdem Beyazıt olan bir orta okul vardır. TRT 1'de yayınlanan Yedi Güzel Adam dizisinde Uraz Kaygılaroğlu tarafından canlandırılmıştır. Mustafa Yürekli yönetiminde “Erdem Bayazıt Belgeseli” yapılmıştır. 50. Sanat Yılında Erdem Bayazıt ile Söyleşi: 50. SANAT YILINDA ERDEM BAYAZIT ile... - Dinçer Eşitgin - Blogcu Kuzu Kuzu Kuzu Kuzu, pop müzik sanatçısı Tarkan'ın 2001 yılı tarihli Karma albümündeki 3. parça ve albümden çıkardığı ilk teklisi. "Kuzu Kuzu" tekli albüm sadece Türkiye'de yayımlandı. Parçanın müziği ve sözü sanatçının kendisine aittir. HITT müzikten çıkan ilk albümdür. Çıktığı zaman bir tekli için inanılması güç olan 500.000'den fazla satışa ulaştı. Kuzu Kuzu Türkiye'de tüm zamanların en çok satan ve tüm zamanların en hızlı satılmış tekli albümü oldu. 1. klibi 21 Mayıs 2001 tarihinde gösterime girdiğinde Türkiye'de listelere zirveden giriş yapan üst kalitedeki kuzu kuzu şarkısı, çok farklı olan bu müzik için yurt dışında ilk başta şarkı çok hareketli bulunmadı ve şarkı sözleri anlaşılmadığı için yurt dışında listelerde üst sıralara yükselmedi. Yabancı hayranlar sonradan şarkıdaki dans havasını farketmiş, çok farklı hareketli bir parça olduğunu vurguladılar ve sözlerin kendi dillerindeki anlamlarını araştırmaları ile şarkıdaki kaliteyi daha da beğendiler. Tarkan dünyaya yine Türkçe öğretmeye başladı. Kuzu Kuzu akustik olarak 2. klip yayımlandı. Kuzu Kuzu şarkısı Türk popunda yeni bir çağ, büyük farklılık olarak yorumlandı. Klip yönetmeni Metin Arolat olup, flow motion tekniği kullanılmıştır. Klibin post prodüksiyonu İmaj'da yapılmış, Burak Yalman tarafından montajlanmıştır. Tupungato (volkan) Tupungato, Arjantin ve Şili sınırında bir yanardağ. 6.550 m yüksekliğindeki Tupungato, Aconcagua'nın yaklaşık 100 km güneyinde kalır. Yeryüzünün en yüksek faal volkanlarından biridir. Son püskürmesi 1986 yılında olmuştur. Aconcagua Aconcagua, 6.962,97 m yükseklik ile Güney Amerika'nın en yüksek dağı. Aynı zamanda Asya kıtası dışında bulunan en yüksek dağdır. Arjantin Andları'nda, Mendoza eyaletinde, Şili sınırının yakınlarında bulunur. On kilometreye kadar uzanan 5 buzulu vardır. Adının nereden geldiği kesin belli değildir. Tahminler "Arauca Aconca-Hue" ya da "Ackon Cahuak" (Quechua dili) kelimelerinden türediği yönünde olup, ""Taş Bekçi"" anlamındadır. Buraya ilk bahsi edilen bilimsel gezi, 1897 yılında, ingiliz "Edward Fitzgerald" tarafından yaapılmıştır. İsviçreli Matthias Zurbriggen, 14 Ocak 1897 tarihinde zirveye tırmanan ilk kişi olmuştur. Birkaç gün sonra gezi grubundan iki kişi daha kendisini takip etmiştir. Zirve yapan ilk Arjantinli ise 8 Mart 1934 tarihinde asker "Nicolás Plantamura" 'dır. İlk kadın ise 7 Mart 1940'da Fransız "Adriana Banca" 'dır. 2004 yılında ise ilk defa Aconcagua'nın zirvesine Rubia adında bir köpek çıkmıştır. Dağa tırmanmak için en ideal zaman Kasım ile Mart arasındaki mevsimdir. Dağ bütün Dünyadaki dağ tırmanıcıları arasında çok sevilen bir dağdır. Dağın eteklerinde, sezon boyunca millî park rehberlerinin bulunduğu, çok iyi donatılmış iki kamp üssü vardır. Tırmanışa geçmeden önce Mendoza'daki Aconcagua-Park idaresinden izin belgesi satın alma mecburiyeti vardır. Dağın kuzey kanadı, dağcılar tarafından tırmanması kolay olarak kabul edilir. "Normal rota", kamp üssü ""Plaza de Mulas""dan çıkan tırmanış rotasıdır. Bu rota tırmanma teknikleri kullanmadan da yapılabilir. Sıradışı yüksekliği yine de tırmanışı tehlikeli kılar. Zirvedeki atmosfer basıncı, deniz seviyesini %40 ı kadardır. Bu yüzden ara mesafelerde yüksek kamplar kurulmuştur. Bu yüksekliklerde oksijen tüpü kullanmak olağan değildir. İkinci sıklıkta kullanılan ve daha zorlu olan rota ""yanlış polonya rotası"" kamp üssü ""Plaza Argentina"" dan çıkarak ""Glaciar de los Polacos"" (Polonyalı buzulu)'un kuzey başlangıcına kadar gider. Buzul, düz ve parçalanma olmayan bir yerden geçildikten sonra 25-30 derece eğimli bir yamaç geçilir, ve yaklaşık 6400 m de kamp üssü ""Plaza de Mulas"" gelen normal yola ulaşılr. Aconcagua'nın güney kanadı oldukça zordur.Güney duvarı, "Pared Sur" tırmanışı en zor olan rotadır. Feza Gürsey Bilim Merkezi Feza Gürsey Bilim Merkezi (FGBM), Ankara ilinin Altındağ ilçesinde Altınpark bünyesinde faaliyet gösteren, öğrencilerin eğlenceli bir ortamda bilimin temel prensiplerini öğrenmesi için kurulmuş bir tesistir. Türkiye'nin üç bilim merkezinden birisidir (Diğerleri, Şişli Belediyesi Bilim Merkezi, İTÜ Bilim Merkezi). FGBM Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından 23 Nisan 1993 tarihinde kurulmuştur. İçinde 48 parça deney ve sergi birimi bulunur. Ankara'da bir bilim merkezi kurma fikri, resmi bir ziyaret nedeni ile Kanada'da bulunan Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin Toronto'daki dünyanın en büyük bilim merkezlerinden birisi olan Ontorio Science Centre (OSC) ziyareti üzerine doğmuştur. OSC ile yapılan anlaşma sonucu anahtar teslim şeklinde bilim merkezi yapılmıştır. Deney setleri, merkez kurulurken Ontario Science Center'dan alınmıştır. Deney ve sergi birimlerinin seçimini ODTÜ öğretim üyelerinden oluşan bir komisyon yapmıştır. Bu seçimde, Türkiye'deki ders programı gözönünde tutulmuştur. FGBM, adını ünlü Türk fizikçi Feza Gürsey'den alınır. Başlangıçta adının Ankara Bilim Merkezi olması düşünülen merkeze, 13 Nisan 1992'de Gürsey'in hayatını kaybetmesi üzerine bu isim verilmiştir. FGBM'nin işletmesini Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait ANFA Ankara Altınpark İşletmeleri Limited Şirketi yapmaktadır. Ocak 1995’te Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından FGBM'de bulunan deney ve sergi birimleri incelenmiş, ilköğretim ve lise öğrencileri için tavsiye edilmiştir. Havai fişek Havai fişekler estetik ve eğlence amaçlı kullanılan düşük patlayıcı güçlü piroteknik aygıtlardır. Havai fişeklerin en yaygın kullanıldığı alan havai fişek gösterileridir. Bir havai fişek olayı (havai fişek gösterisi ya da piroteknik gösteri de denir) havai fişeklerin ürettiği efektlerin gösterisidir. Ayrıca pek çok yerde havai fişek gösterisi yarışmaları da yapılmaktadır. Havai fişeklerin değişik formlarının ortak özelliği ışık, ses, duman çıkarmaları ve havada hareket edebilmeleridir. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor, gümüş renkli kıvılcımlar ve renkli alevler çıkarmak için tasarlanabilirler. Havai fişek gösterileri, dünyanın değişik noktalarındaki değişik kültürlere ve değişik dini kutlamalara göre dağılım gösterir. Havai fişekler antik Çin’de 2000 yıl kadar önce şeytani ruhların kovulması amacıyla, karabarutun icadının bir uzantısı olarak keşfedilmiştir. Çin yeni yılı ve ilkbaharın ortasındaki Ay Festivali etkinlikleri havai fişek gösterilerini kesin olarak görebileceğiniz önemli organizasyonlar arasındadır. Çin dünyadaki en büyük havai fişek üreticisi ve ihracatçısıdır. Havai fişekler genelde rolünü üstlendiği yere göre sınıflandırılırlar. Yerde ve havada patlayanlar gibi. İkinci bir sınıf şekli ise itici güçlü olanlar (gökyüzü roketleri) veya gökyüzüne bir kovan yardımı ile fırlatılanlar (gösteri fişekleri). Bunun gibi pek çok sınıflandırma biçimi vardır. Havai fişeklerin en yaygın özelliği kâğıt veya mukavva bir tüp veya kaplama içerisine doldurulmuş kolay tutuşabilen (piroteknik yıldızlar) malzeme içermeleridir. Pek çok tüp veya kutucuk, tutuşturulduğunda çeşitli şekil ve renkte kıvılcım çıkartmak için birleştirilir. Gökyüzü roketleri her ne kadar ilk olarak savaş amaçlı kullanılmış olsa da havai fişeklerin en yaygın şeklidir. Her ne kadar gösteri fişekleri ticari havai fişek gösterilerinin bel kemiği olsa da bunların daha küçük çaplı ve herkesin kullanabileceği şekilleri de Türkiye'de mevcuttur. Havai fişek kültürü Çin’de 2000 yıl kadar önce keşfedilmiştir. Havai fişeklerin icadı ya da kaza sonucu bulunuşu ile ilgili en yaygın efsane, o günlerde mutfaklarda çokça bulunan odun kömürü, kükürt ve güherçilenin karıştırılmasıdır. Bu karışım bambu bir tüp içerisinde sıkıştırıldığında ve yakıldığında patlamaktaydı. Her ne kadar barutun mutfakta icadı ile kestane fişeğinin keşfi arasındaki zaman farkı şüpheye sebep olsa da bazı kaynaklar, havai fişeğin 2000 yıl kadar önce keşfedildiğini söylerken, bazı kaynaklar ise 9. yüzyılda Song hanedanlığı (960-1279) zamanında bulunduğunu iddia eder. Bazı kaynaklar havai fişeğin Hindular tarafından bulunduğunu fikrini öne sürer. 18 Ekim 2003 tarihinde ulusal bir gazete olan The Hindu’nun internet sayfasında, yalnızca barutun keşfinin Çinliler tarafından yapıldığı iddia edilmektedir. Hunan eyaletinin Liu Yang şehrinde yaşamış olan Li Tian adlı keşişin, yaklaşık 1000 yıl önce kestane fişeğini icat ettiği kabul edilir. Çinliler kestane fişeğinin icadını her yıl 18 Nisan tarihind
e Li Tian’a kurbanlar sunarak kutlarlar. Song hanedanlığı zamanında yerel halk Li Tian’a ibadet için bir tapınak bile inşa etmiştir. Kestane fişekleri geçmişte ve hatta günümüzde bile şeytani ruha sahip hayaletleri yüksek ses yardımı ile korkutup kaçırmak için kullanılır. Kestane fişekleri doğum günlerinde, ölümlerde ve yeni doğan çocukları kutsamak için günümüzde de kullanılmaktadır. Çin yeni yılına özgü en yaygın kutlama şekillerinden biri de şeytani ruhlardan uzak bir yıl geçirmek için kestane fişekleri ile kutlama yapılmasıdır. Bu gün Hunan eyaletine bağlı Liu Yang şehri dünyanın en büyük havai fişek üretim sahası olarak bilinmektedir. Havai fişeğin coğrafik merkezini hatırlamak önemlidir, çünkü havai fişek endüstrisinin bilirkişileri sık sık Çin’in üretimde ucuz işgücünün avantajlarını kullandığını söylemektedir. Ama gerçek şudur ki havai fişek endüstrisi Çin’de modern çağın gelişinden ve doğu-batı arasındaki asgari ücret eşitsizliğinden önce de vardı ve umarız olumsuz ekonomik etkilerinden sonra da varlığını sürdürür. Her ne kadar haçlıların karabarutu seyahatlerinden dönerlerken Avrupa’ya getirdikleri söylense de, genel olarak Marco Polo’nun 13. yüzyılda Çin’den karabarutu Avrupa’ya getirdiği kabul edilir. Avrupa’da karabarut ilk önce askeri amaçlı roket, top ve silahlarda kullanılmıştır. İtalyan’lar karabarutu havai fişek üretiminde kullanan ilk Avrupalılardır. Almanlar 18. yüzyılda İtalyanların yanında havai fişeği üreten bir başka Avrupalı ülke olmuştur. İlginçtir ki Amerika’da havai fişek gösterisi yapan öncü şirketlerin soyları ( Grucci ailesi, Rozzi ailesi ve Zambelli ailesi gibi) İtalyanlara dayanmaktadır. Havai fişekler İngilizlerinde merakını çekmiştir. 1. William Shakespeare bir çalışmasında havai fişeklerden bahsettikten sonra Kraliçe Elizabeth zamanında havai fişekler Büyük Britanya’da da popüler hale gelmiştir. Kraliçe havai fişeklerden o kadar etkilenmiş ki “İngiltere’nin ateş ustası” isimli bir pozisyon bile yaratmıştır. Kral 2. James de havai fişeklere olan ilgisini kendi taç giyme töreninden sonra ateş ustasını şövalyelik mertebesine çıkartarak kanıtlamıştır. Modern çağda Amerikan havai fişek endüstrisi, Başkan Nixon’ın 1970lerin başında başlayan Çin Komünist Partisi ile normalleştirilen ilişkileri yüzünden Çinli üreticilerden etkilenmesiyle başlamıştır. Eskiden Amerika Birleşik devletleri ile Çin arasında Hong Konglu aracıların üretici ile direkt bağlantı kurmadan ya da çok küçük bir bağlantı yardımıyla ticaret yapması mümkündü. 1970 ile 1980 arasında Çin deki ürün dağıtımı yapan kanallar, aslında hükümete bağlı ve eyaletsel havai fişek üreten ve ihraç eden anonim şirketler kurmuştur. Örneğin Hunan’da üretilen ürünler Hunan ihracat şirketine, Jiangxi’de üretilen ürünler Jiangxi ihracat şirketine giderdi. Bu tarihlerde asıl amaç fabrikaların kâr etmesinden çok, tarımdan daha az olan gerçek endüstride çalışan insanların Çin içinde kalmalarını sağlamaktı. Çin hükümeti üretim yapan fabrikaları desteklemekteydi. Sırasıyla eyaletsel ihracat şirketleri Çin ana karası ile yabancı ticaret varlıkları arasında bağlantı olan Hong Konglu aracılara ürünü satardı. Hong Konglu aracılar siparişi alır, nakliyeyi ayarlar ve finansal işleri çözer ve ürünlerin yabancı alıcılara ulaşmasını sağlardı. Bu o günlerde bu yöntem Çin’in ilk resmi liderlik öğretisi olmuştu. Başkan Deng Xiaoping benzer ülkeler topluluğu olan eski Sovyet bloğunun göremediği ekonomik tılsımı görmüştür. Başkan Deng kapitalizme giden yolda ilk ekonomi politikasını bu yöntem yardımı ile oluşturmuştur. 1980lerde Çin’in dünyaya açılmasıyla yabancı ithalatçıların Çin sınırları içerisinde seyahat etmesi başlamıştır. Bu ilk yabancı havai fişek alıcılarının üretim alanlarını görmesini, Hong Konglu ihracatçılar ve eyaletsel ihracatçı şirketlerle bağlantı kurulmasını sağlamıştı. 1980lerin sonlarına doğru herkesin kullanabileceği havai fişekler Amerikan Tüketim Ürünleri Güvenlik Komisyonu tarafından dikkatle incelenir hale gelmişti. Bu inceleme sonucunda pek çok havai fişek ürününde yanlış uyarı, boyut ve kullanım bilgisi olduğu görülmüştür. Bu durumu düzeltmek için temsilcileri Amerikan Piroteknik Derneği ve Hong Kong Aracıları Derneği olan temsilciler grubu 10 günlerini güney Çin’de geçirerek eyalet eyalet ihracatçı şirketler ve fabrika müdürleriyle toplantı yapmışlardır. Bu toplantının içeriği Çin’de üretilen her ürünün ateşlenmesinde doğru uyarı açıklamalarını ve boyut bilgisini Amerikan tüketim ürünleri standartlarına göre güvenlik amaçlı belirlemek ve tahsis etmekti. Bu toplantılar sonucunda Çin’deki havai fişek üretimini gözlemlemek için Amerikan Havai Fişek Standart Laboratuvarı (AFSL) kurulmuştur. 1990lar da ekonomik reformun gereği olarak Başkan Jiang Zemin tarafından Çin’deki fabrikaların para yardımı durdurulmuş ve ilk defa kâr elde etmeye zorlanmışlı. O günlerde pek çok eyaletsel ihracat şirketinin çalışanı hükümete bağlı şirketlerden ayrılmış ve kendi şirket kurma izinlerini alarak kendi ticari kuruluşlarını yürütmeye başlamıştır. Başlangıçta bu yeni özel şirketler Hong Konglu aracılarla yabancı pazarına ulaşmak için işbirliği yapmış fakat daha sonraları direkt olarak yabancı ithalatçılara satış yapmaya başlamışlardır. Hong Kong'lu aracılar ayakta kalmak için Çinli fabrikalara para yatırmak suretiyle Çinli girişimcilerle ortak iş yapmaya başlamış ve böylece geriye kalan geniş müşteri kitlelerini korumaya çalışmıştır. Bugün hükümete bağlı eyaletsel ihracat şirketleri önemli çalışanlarını kaybettikleri için ya kapanmış ya da yalnızca Çin iç piyasasına üretim yapar hale gelmişlerdir. 1990lar yabancı şirketlerinin üretim hatlarını ayırt etmek için hızla büyüyen özel etiketleme sistemine ihtiyaç olduğunu göstermiştir. 2000lerde ise küçük bölgelerde bile bu sektörü şekillendiren ve saran ihracatçı aracı şirketler kurulmuştur. Buna ek olarak ayrı fabrikalar da eski yöntemleri kullanarak yabancı ithalatçılarla ticaret yapmaktadır. Her hafta pek çok yabancı şirketi kendileri ile direkt olarak çalışması için pek çok küçük ve yeni fabrikadan yarım düzineye yakın e-mail ve fax almaktadır. Havai fişeklerin renkleri genelde yıldız adı verilen ve yakıldığında kuvvetli ve parlak ışık veren karıştırılmış kimyasallarla üretilir. Yıldızlar 5'temel karışımdan oluşur. Yaygın olarak kullanılan kimyasallar aşağıda tablo haline getirilmiştir. Renk veren tüm kimyasalların havai fişeklerede renk verecek anlamına gelmez. Fakat aşağıdaki kimyasallar doğru hazırlanmış karışımlarda saf ve parlak ışık verir. Genellikle Mag Yıldızı olarak adlandırılan en parlak yıldızlar alüminyumla yakıtlandırılır. Magnezyum ise düşük oksit özelliği nedeniyle havai fişek endüstrisinde nadir olarak kullanılır. Sıkça her metalin bir alaşımı olan magnalyum kullanılır. Pek çok havai fişek ürününün üretiminde toksik olmayan kimyasallar kullanılır. Ama bazı kimyasallarda ise cilt hassasiyetini artırıcı veya toz nedeniyle nefes almayı zorlaştıran bir miktar toksik bulunur. Kortizon Kortizon, böbrek üstü bezinin kabuk bölgesince salgılanan, iltihaplanma önleyici özellikleri olan hormondur. Kortizon, hastalığın şiddetine göre, doktor tarafından sürekli izlenilerek, yerinde ve belirli miktarlarda alınmadığında ciddi ve geri dönüşü olmayacak hastalıklara yol açabilmektedir. Protein, yağ ve karbonhidrat metabolizmalarını düzenler. Kortizon fazla kullanıldığında, obezite (aşırı şişmanlık), kemik erimesi gibi hastalıklara yol açabildiği gibi vücudun hormonal dengesini de bozabilmektedir. Kortizolün 1937'de E. Kendall ve Wintersteiner tarafından keşfedilmesi ve ilk kez 1938'de T. Reichstein tarafından sentezlenmesi, 1948'de Ph. S. Hench'nin bu maddeyi romatizmal eklem inflamasyonu olan bir hastayı tedavi etmek üzere ilk kez kullanmasına olanak sağlamıştır. Kortizol, kortikosteroidler olarak bilinen (günlük konuşmada basitçe kortizon olarak söz edilen) bir hormon sınıfına dahildir. Hormonlar vücudun kendi mesaj taşıyıcılarıdır. Kelime kökeni Yunanca'dan gelmektedir ve "harekete geçirmek" anlamını taşır. Hormonlar genellikle bir uyarıya yanıt olarak özel bezlerden serbestleşirler ve vücuttaki hedeflerine kan içinde taşınırlar. Daha sonra hormonlar hedef organlarında çeşitli metabolik süreçleri kontrol altına alırlar. Kortikosteroidlerin güçlü ve hızlı anti-inflamatuvar etkisi akut ve kronik inflamatuvar hastalıkların tedavisinde hızlı bir ilerlemeye yol açmıştır ve üç kaşifine 1950'de "Nobel Ödülü" kazandırmıştır. O zaman bile kortikosteroidlerin istenen aktivitelerine istenmeyen yan etkilerin eşlik ettiği saptanmıştır. Zamanla kişiler kortikosteroidlerin kullanımının hedefe yönelik olmasına çabalamış ve ayrıca kullanımlarını sınırlandırarak yan etkilerden olabildiğince nasıl uzak kalınacağını öğrenmişlerdir. Kortikosteroidler ile tedavi inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hastalar için de önemli bir ilerleme sağlamıştır. 1950'lerde bu hastaların yaşam beklentisi oldukça azalmıştı, çünkü hastalığın ciddi akut alevlenmeleri için hiçbir etkili tedavi bulunmamaktaydı. Bu nedenle, pek çok genç hasta hastalıkları nedeniyle ölmekteydiler. Kortikosteroidlerin kullanıma girmesi Crohn ve ülseratif kolit hastalarının yaşam beklentilerini neredeyse normal değerlere getirmiştir. Bugün için kortikosteroidlerle ana tedavi hedefi; bu ilaçları hastaların yüksek yaşam kalitesine sahip olacakları şekilde kullanmaktır. "Kortizon korkusu" halkta ve aynı zamanda inflamatuar bağırsak hastalığı bulunan birçok hastada yetersiz bilgi varlığından kaynaklanan ciddi bir sorundur. Kortizon korkusu, kortizonun yan etkileri nedeniyle insanların kortizon kullanımından kaçınmasıdır. Rubia Rubia, Golden Retriever cinsi, 2 yaşında bir dişi köpek. 19 Ocak 2004 tarihinde, Arjantin Andlar'ında bulunan Amerika'nın en yüksek dağı Aconcagua'nın 6.959 metre irtifadaki zirvesine çıkarak bu alanda dünya rekorunu kırdı. Rubia'ya sahibi "Marc Ortega" ile onun arkadaşı "Carlos Valverde" eşlik etti. Her ikisi de CEP ("Centre Excursionista Parets, Parets del Vallès, Barcelona") üyesidir. Birçok televizyon ka
nalı, İspanyol köpeğin sportif başarısından bahsedip, zirve görüntülerini gösterdi. Kortikoit Kortikoit, böbreküstü bezinin kabuk bögesince salgılanan hormonlar veya bu hormonların türevleriyle, sentetik benzerleri için kullanılır. Kortikoidler başlıcalarından olan kortizon ile hidrokortizon şeker metabolizmasında, aldosteron ise böbrek borucukları düzeyinde, su ve sodyumun geri emilimini ve potasyumun atılımını kolaylaştırarak su mineral dengesinde temel rol oynar. İltihap önleyici kortikoidler; Bazı romatizmal hastalıkların (akut eklem romatizması; kronik eklem iltihabı) ve alerji gibi hastalıkların tedavisinde kullanılır. Mide, onikiparmak ülseri bulunan veya geçirmiş hastalara verilmesi sakıncalıdır. Kortikoidlerle tedavi, tuzsuz rejim gerektirir ve komplikasyonlara (şeker hastalığı, kemiklerde yaygın kireçlenme yitimi, kas erimesi vb) yol açabilir. Baba (film) Baba (İngilizce: "The Godfather"), Mario Puzo'nun yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan, Francis Ford Coppola'nın yönettiği, Marlon Brando ve Al Pacino'nun başrollerini paylaştığı filmdir. Filmde ayrıca yardımcı rollerde James Caan, Robert Duvall, Diane Keaton, John Cazale vardır. Filmin hikâyesi, II. Dünya Savaşı'nın bittiği yıl olan 1945'te başlar ve 10 yıllık bir dönemi kapsar. Film, New York'ta yaşayan güçlü bir İtalyan mafya ailesinin hikâyesini anlatır. Film gösterime girdiği andan itibaren çok ilgi görmüş, birçok kurum, enstitü ve derginin gelmiş geçmiş en iyi filmleri sıralamasında en üst sıralara yerleşmiştir. Kullanıcı oylarının baz alındığı IMDB.com'un en iyi 250 film listesinde 2. sıradadır. (Çok uzun bir süre 1. sırada kalan film temmuz 2008'de Shawshank Redemption'a birinciliği kaptırmıştır) Amerikan Film Enstitüsü'nün hazırladığı ve en iyi 100 amerikan filminin yer aldığı AFI's 100 Years... 100 Movies listesinde 1998 listesinde 3. 2007 listesinde ise 2. sıradadır. Film ayrıca En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu (Marlon Brando) ve En İyi Uyarlama Senaryo (Francis Ford Coppola, Mario Puzo) dallarında Oscar kazanmıştır. "Baba", 1990 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Corleone ailesi, Don Vito Corleone'nin başında olduğu, suça dayalı bir örgüt kurmuş olan İtalyan asıllı meşhur bir ailedir. Aile, New York'daki diğer dört aileyle birlikte New York'un yeraltı işlerini yönetmektedir. Ancak Corleone ailesini diğerlerinden ayıran özelliği, Don Corleone'nin cebinde bozuk para gibi taşıdığı politikacılar ve yargıçlardır. Politikacılar ve yargıçlarla olan bu yakın ilişkileri diğer ailelerin açamadığı kapıları açabilmesini sağlamaktadır. İtalya ve New York'un en meşhur uyuşturucu üreticisi ve dağıtıcısı olan "Türk" lakaplı Solozzo, Don Corleone'den, ilişkilerini kullanarak kendisine yasal koruma sağlamasını ve 1 milyon dolar nakit para vermesini ister, karşılığında elde edilecek kârdan pay teklif eder. Teklife göre, ilk yıl Corleone Ailesi'ne kalacak olan para 3-4 milyon dolar civarında olacaktır. Ancak Don Corleone teklifi reddeder. Gerekçesi, iyi ilişkileri olsa da, Don Corleone'nin uyuşturucu işi ile bağlantısı olduğunu öğrenen siyasetçilerin ilişkilerini gözden geçirme gereği duyacak olmalarıdır. Don Corleone'ye göre politikacılar kumarı bir zaaf olarak görüyorlardır ama uyuşturucu pis iştir. Bunun üzerine arkasına Tataglia Ailesi'ni ve New York'ta polis şefi olan McClusky'i alan Solozzo, Don Corleone'yi vurdurtur. Ölümden son anda kurtulan Don Corleone'yi ve tüm aileyi kötü günler beklemektedir. Bu süreçte, fevri hareketleriyle bilinen, Don Corleone'nin en büyük oğlu Sonny ölecek, II. Dünya Savaşı'ndan kahraman olarak dönen en küçük oğlu Michael ise, daha önce aile işleriyle hiç ilgilenmediği ve bunu istemediği halde olayların akışı onu hikâyenin merkezine doğru itecektir. Ve New York'ta suç aileleri arasındaki savaş başlayacaktır... 1972 yılında gösterime giren film, daha önce birçok filmin senaryosunu yazmış ve yönetmiş olan Francis Ford Coppola tarafından yönetildi.Al Pacino'nun yerine ilk önceleri Sylvester Stallone ve Robert Redford düşünülmüştü.Paramount Picture Michael Corleone'yi oynaması için Robert Redford'u istiyordu ve Al Pacino'nun daha çok genç bir oyuncu olduğu için Francis Ford Coppola tarafından gözden geçirilmesini istiyordu. Ancak Coppola, İtalyan asıllı, Tony ödüllü Pacino'da ısrar ediyordu.Coppola,Michael Corleone rolünü (Al Pacino'yu kastedederek) "Bu rolü bu genç ve hırçın Sicilyalı delikanlıya vereceğim" diyerek Pacino'ya vermiştir. Nitekim Pacino efsanevi yönetmenin yüzünü kara çıkarmamıştır ve muhteşem bir oyunculukla Oscar'a aday olmuştur. Marlon Brando'ya En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ı aldığı bu rolü oynaması için ağır bir yaşlandırma makyajı yapılmıştır ve Brando Don Vito Carleone'yi canlandırdığı sırada sadece 42 yaşındadır. Coppola, 1970'te Patton filmi ile en iyi senaryo dalında Oscar kazanmıştı ama yönettiği filmler, büyük kitlelere ulaşamamıştı. Yapımcı firma Paramount Pictures başarılı olacağından emin olamadığı için film, 6 milyon dolar gibi oldukça düşük bir bütçeyle çekildi. Filmin çekimleri 29 Mart - 6 Ağustos 1972 tarihleri arasında yapıldı. Çekimler, Coppola ile Paramount Pictures arasındaki gerginlikle başladı. Bunun en büyük sebebi, Coppola'nın ısrar ettiği birçok harcamanın stüdyo tarafından gereksiz bulunması idi.Romanın yazarı Mario Puzo hem senaryoyu Coppola ile birlikte yazdı, hem de çekimlere katıldı. Film, 24 Mart 1972 günü gösterime girdi ve ilk hafta 5,3 milyon USD gişe geliri elde etti. Toplamda ise 81,5 milyon USD'ye ulaştı. Yeniden gösterimlerle birlikte 1997 yılı itibarıyla ABD'de 134 milyon USD, dünya çapında ise 245 milyon USD gişe geliri elde etti. Bu, gelmiş geçmiş tüm rekorların altüst olması anlamına geliyordu. Film bu rekoru, 1975 yılında Jaws filmi tarafından geçilene kadar elinde tuttu. "Baba" filmi üç Oscar kazandı: Film, ayrıca 8 ayrı dalda daha Oscar adayı oldu. Bunların dışında 5 Altın Küre, 1 Grammy ve birçok festivalden ödülle ayrıldı. (*) Brando, kendisine verilen En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü'nü ABD'nin, özellikle Hollywood'un kızılderililere karşı uyguladığı ayrımcılığı gerekçe göstererek reddetti. Bir Don Corleone repliği olan ""Ona reddedemeyeceği bir teklif yapacağım"", sinema tarihinin en çok gönderme yapılan repliklerinden biri haline geldi. Amerikan Film Enstitüsü'nün 2005 yılında yaptığı bir ankette, en çok hatırlanan 2. replik seçildi. "Baba" filmi, ardından çekilecek olan Baba 2 ve Baba 3 filmlerine önayak oldu. Bu filmler de Paramount Pictures stüdyolarında çekildi, Francis Ford Coppola tarafından yönetildi ve başrolünde Al Pacino oynadı. 2006 yılında EA Games tarafından filmin oyun hakları satın alındı. Marlon Brando ölmeden önce onun sesi ve yüz hakları da satın alındı. Diğer oyuncularla yapılan görüşmeler sonucunda onlarla da anlaşmaya varıldı ve 20'den fazla karakter oyunu seslendirmeyi kabul etti. Sadece Al Pacino oyuna dahil olmadı. Oyunu EA Games filmde rol almış veya görev yapmış hiçbir kişinin yardımını almadan yaptı. Bu da oyuna büyük eksiklikler taşıdı. Ford Coppola bundan şikayet eden kişilerden biriydi. Yine de oyun 2006 yılında çıktı ve oyun sevenler tarafından ilgiyle karşılandı. Oyun EA Games'in istediği kadar satmadı. Bundan dolayı da yeni konsollar çıkartmaya devam edilerek oyuna dökülen para geri alınmaya çalışıldı. Oyuncuların en büyük şikayeti oyun üzerinde hiç emek sarfedilmediğinin görülmesiydi. Oyunda fazla detay yoktu ve oyun çabuk bitiyordu. Ancak EA Games'in şu an Godfather'a bir düzeltme paketi ya da yeni bir oyun üzerinde çalıştığı biliniyor. Hemostaz Hemostaz, kendi kendine olabilecek bir kanamayı önleyen veya herhangi bir nedenle başlayan bir kanamayı durduran süreçlerin tümü. Damar bütünlüğünün bozulmasına bağlı olarak meydana gelen kanamanın durmasıdır. Dispne Dispne ya da nefes darlığı kişinin güçlükle nefes alıp vermesi halidir, yani nefes almada zorlanma demektir. Birçok hastalıkta görülebilen yaygın bir semptomdur. En sık görüldüğü tıbbi durumlardan bazıları; anemi, yoğun egzersiz, kardiovasküler hastalıklar, hipertiroidi, obezite. Nefes darlığının, kökeni somatik veya ruhsal olabilir. Solunum ritminin azalması veya çoğalması da, nefes darlığıyla birlikte ortaya çıkan rahatsızlıklardır. Pulmoner hipertansiyon gibi rahatsızlıkların belirtisi olabilir. Aristotle Onassis Aristotle Sokratis Onassis, ("Ari", "Aristo Onassis") (Yunanca: Αριστοτέλης Ωνάσης, Aristotēlēs Ōnasēs) (20 Ocak 1906, Karataş, İzmir – 15 Mart 1975, Paris, Fransa), Yunan asıllı armatör ve iş adamı. 1906 yılında İzmir'de doğdu. Tütün ticaretinden zengin olan ailesi, Kurtuluş Savaşı sonunda Türk kuvvetleri tarafından İzmir'in geri alınmasından sonra Yunanistan'a göç etti. 1946'da evlendiği, armatör Stavros Livanos'un kızı Athina Livanos'tan 1960'ta boşanan Onasis, opera sanatçısı Maria Callas'la uzun süreli bir ilişkinin ardından 1968'de eski ABD başkanı John F. Kennedy'nin dul eşi Jacqueline Bouvier Kennedy ile evlendi. Çalkantılı bir özel yaşamı olan Onassis'in sağlığı, 1973'te tek oğlu Alexander Onassis'in Yunanistan'da geçirdiği uçak kazasında yaşamını yitirmesinden sonra bozuldu. Öldüğünde tahminlere göre 500 milyon ABD Doları'nı aşan bir serveti vardı. 1923 yılında ailesince Arjantin'e gönderilen Onassis Buenos Aires'teki United River Plate Telephone Co.'ya gececi santral memuru olarak girdi. Ayrıca bir aile dostunun yardımıyla gündüzleri aile mesleği olan tütün işine girdi. Arjantin'de ithal Doğu tütünlerinin kullanımını yüzde 10'dan 35'e yükseltince telefon şirketindeki işini bıraktı. Tütün satışlarından aldığı yüzde 5 komisyonla iki yılda 100 bin Amerikan doları kazandı. 1925 yılında hem Yunanistan hem de Arjantin pasaportu aldı.1928'de Yunan hükümeti adına Arjantin'le bir ticaret anlaşması için görüşmeler yapmakla görevlendirildi, ardından Yunanistan'ın Buenos Aires konsolosluğuna getirildi (1930). Bu arada sigara üretimi ve hammadde ticaretine de el atar
ak işlerini büyüttü. İş hayatındaki başarısıyla daha 25 yaşındayken milyon dolarlık servete sahip oldu. 1931'de deniz taşımacılığının bunalıma düştüğü bir sırada, Kanadalı Canadian National de Montréal şirketinden çok düşük bir bedel sayılabilecek 120 bin ABD Doları'na altı yük gemisi satın aldı. Navlun ücretlerinin artırılmasından sonra başka gemiler aldı; 1936'da, İsveç'te petrol tankerleri yaptırmaya başladı. II. Dünya Savaşı sırasında, gemileri ya bu ülkede bağlı kaldı ya da Müttefikler hesabına çalışırken battı. Deniz sigortacılığı şirketlerince zararı ödenen Onassis, 1945'te yeniden çok büyük bir tanker filosu oluşturdu. 1940'larda ve 1950'lerde filosunu daha da genişletti. 1953'te Monte Carlo Kumarhanesi'nin yanı sıra tiyatrolar, oteller ve başka taşınmaz mallara sahip olan Société des Bains de Mer'in çoğunluk hisselerini satın aldı. Ayrıca, 1956'da Olympic Airways havacılık şirketi'ni kurdu. Palmitik asit Palmitik asit (IUPAC adlandırma sisteminde hexadekanoic asit) hayvan ve bitkilerde bulunan en yaygın doymuş yağ asitidir. 16 karbonludur, baz haline palmitat denir. Ergime sıcaklığı 63.1 °C, kimyasal formülü CH(CH)COOH'tür. İsminden de anlaşılacağı üzere palmiye ağacının yağından ve palmiye çekirdeğinde bulunur. Tereyağ, peynir, süt ve ette de bulunur. Canlılarda yağ asitlerinin oluşumunda (lipojenez) ilk sentezlenen yağ asidi palmitik asittir, daha uzun yağ asitleri ondan üretilir. Asetil-KoA karboksilaz enzimi asetil-ACP'yi malonil-ACP'ye dönüştürür, palmitat bu enzim üzerinde negatif geribesleme yaparak daha fazla palmitat üretimini engeller. Palmitik asit bir karboksilik asit olduğu için çeşitli organik alkollerle esterleşebilir. Düşük yağlı süt üretiminde sütten alınan yağla beraber kaybolan A vitamininin (retinol) yerini almak için retinol ile palmitatın esterleşmiş hali olan "retinil palmitat" geri eklenir. Kozmetik sanayisinde de A vitamini içeren kremlerde de retinil palmitat bulunur. İlaç sanayisinde palmitatla esterleşmiş bazı ilaçlar, örneğin "kloramfenikol palmitat", etkisizdirler, ince bağırsakta hidroliz olduktan sonra aktif hale dönüşürler. Gıda sanayinde yağların bozulmasını engellemek için kullanılan "askorbil palmitat" askorbik asitin antioksidan özelliği ile palmitatın yağda çözünürlüğünü birleştirir Hücre zarında bulunan bazı proteinlerin sistein gruplarında palmitat bağlıdır, bu sayede protein zara takılı kalır. Palmitik asit türevleri II. Dünya Savaşı sırasında napalm üretiminde kullanılmışlardır. Palmitik asitin indirgenmesi sonucunda palmitil alkol oluşur. İngilizce Wikipedia'da , , , , ve maddeleri Miristik asit Miristik asit, veya tetradekanoik asit, CH(CH)COOH moleküler formüllü, süt ürünlerinde yaygın bulunan bir doymuş yağ asitidir. Miristat, miristik asitin baz halidir, isminde "miristat" bulunan bileşikler miristik asitin tuzu veya esteridirler. Biyokimyada hücre zarının sitoplazma tarafında bulunan proteinlerin amino ucundaki glisin veya sistein grubuna miristat veya palmitat bağlı olduğu sıkça görülür, bu sayede protein zara takılı kalır. Ayrıca, reseptör eşlikli kinazların hücre zarında kalabilmesi için sondan ikinci glisin grubunda bir miristat bağlıdır. İzopropil miristat kozmetik krem ve tıbbî merhem üretiminde, derinin içine nüfuz özelliği arzu edilen durumlarda kullanılır. Miristik asitin indirgenmesiyle miristil alkol elde edilir. Poliploitlik Poliploitlik, bir hücrenin ya da organizmanın, her bir kromozomununun ikiden fazla kopyasına sahip olması durumudur. Organizmalar çoğunlukla diploit olmakla birlikte, hücre bölünmesinin olması gerektiği gibi gerçekleşmemesi sonucu, poliploit hücre ve organizmalar ortaya çıkabilir. Poliploit canlılar, her bir kromozom setinin kaç kopya bulundurduğuna göre isimlendirilirler. Örneğin bir canlının 4 set kromozomu varsa, yani bu canlı birbirinden farklı 4 tip kromozoma sahip ise (n=4), ve bu canlının hücrelerinde her bir kromozomdan 3 kopya bulunuyorsa, yani (4 farklı kromozom) x (3 kopya) ise, bu canlı triploit olarak adlandırılır (3n). Bunu tetraploit (4 set, yani 4n), pentaploit (5 set, yani 5n), hegzaploit (6 set, yani 6 n)... izler. Haploit bir hücre ya da organizmanın sadece bir set kromozomu vardır (n, yani her bir çeşit kromozomdan tek bir kopya). Kromozomların hepsinin birden değil de bir kısmının kopya sayısının arttığı bazı durumlar da söz konusu olabilir ve buna anöploitlik adı verilir. Poliploitlik yeni türlerin ortaya çıkmasına sebebp olabilir. Bunun en ünlü örneklerinden birisi "Spartina" cinsinde yaşanmıştır. Bu işlemin nasıl işlediği "Spartina" örneği ile anlatılabilir: 19. yüzyıla kadar İngiltere'de sadece "Spartina maritima" ("2n(AA)" = 60 kromozom) isimli "Spartina" türü yaşamaktaydı. 1829'da farklı bir "Spartina" türü, Kuzey Amerika kökenli "Spartina alterniflora" ("2n(BB)" = 62 kromozom) görülmeye başlanmıştır. Büyük ihtimalle gemi yoluyla İngiltere'ye gelmişti. Bu iki tür arasında bir üreyemeyen hibrit, "Spartina x townsendii" ortaya çıkmıştır. Daha sonraları 1892'de bölgede farklı bir "Spartina" türü keşfedildi. Araştırmalar sonucu yeni bir tür olduğu anlaşıldı ve "Spartina anglica" ismi verildi. Araştırmalar bu türün "Spartina x townsendii" hibritinde oluşan poliploitlik sonucu ortaya çıktığını göstermiştir. "Spartina x townsendii" 61 kromozama sahipken ("n+n(A+B)") ve üreyemezken, "Spartina anglica" 122 kromozoma sahip, üreyebilen tetraploit ("4n(AABB)") bir türdür. Dalga denklemi Dalga denklemi fizikte çok önemli yere sahip bir kısmi diferansiyel denklemdir. Bu denklemin çözümlerinden, ses, ışık ve su dalgalarının hareketlerini betimleyen fiziksel nicelikler çıkar. Kullanım alanı, akustik, akışkanlar mekaniği ve elektromanyetikte oldukça fazladır. Denklemin dalga hareketinde bulunan herhangi bir u skaler büyüklüğü için gösterimleri Burada c dalganın yayılma veya ilerleme hızıdır. Dalganın dağılması, yani ilerledikçe başka başka frekanslar haline bürünmesi olgusu (dispersion) göz önüne alınırsa denklemde c yerine faz hızı formula_1 kullanılır. Ayrıca daha gerçekçi sistemlerde hızın, dalganın genliğine bağlı olduğu dikkate alındığından denklem doğrusal olmayan formula_2 şeklinde biçimlenir. Laplasyen tek boyutta adi türeve dönüşür. formula_3 tanımları yapılarak zincir kuralı yardımıyla: yazılabilir. olduğundan, ifadesi ve aynı yol izlenerek ifadesi elde edilebilir. İki denklem birbirinden çıkartılarak dalga denklemi buradan, olarak yazılır. Dolayısıyla denklem, durumuna indirgenmiş olur. Kısmî diferansiyel denklemin çözümü, tek tek değişkenler için integral alınarak olarak bulunur. Burada f, +x yönünde ilerleyen, g de -x yönünde ilerleyen düzlem dalgayı betimler. Denklem yazılıp iki tarafa da Fourier dönüşümü formula_13 yapılırsa biçimine dönüşür. denkliği kullanılarak diferansiyel denklemi elde edilir. Burada, formula_17 dönüşümü de uygulanarak dalga denkleminin w,k uzayındaki dağılım (dispersion) ilişkisini vermesi görülebilir. Elde edilmiş olan diferansiyel denklemin çözüm... olarak elde edilir. Ancak bu çözüm konum uzayı "x" de değil, başka bir uzay olan "k" uzayındaki çözümdür. formula_19 Çözümün konum uzayında bulunabilmesi için "k" uzayındaki çözüme ters Fourier dönüşümü uygulanır. çözülüerek Görüldüğü üzere birinci ve ikinci terim sırasıyla "f" ve "g" diye iki fonksiyonun Fourier dönüşümleri olarak kabul edilirse "x" uzayındaki çözüm olarak elde edilir. Dalga denklemi karışık türevler içermediği için değişkenlere ayırma yöntemi kullanılarak da çözüme gidilebilir. olarak yazılır ve denkleme konulursa denklem şu hali alır: iki taraf da "u" ya bölünürse iki tane birbirinden bağımsız değişkenin olduğu ifade birbirine ancak bir sabite eşit olmaları durumunda eşit olabileceğinden iki denklem de ayrı ayrı bu sabite eşitlenerek çözümler bulunabilir. Bu sabit pozitif, negatif ve sıfır olması durumlarında incelenerek diferansiyel denklemler çözülebilir ancak fizikte zaman genelde salınım olarak ortaya çıktığından sabit, formula_26, k:reel seçilerek fiziksel olarak anlamlı çözüme hızlıca gidilebilir. Böylece denklemin sol tarafından: ve sağ tarafından da bulunur. Sinüs ve kosinüs ile elde edilen çözümler sınır koşullarını rahatça sağlayacaklarından genellikle sınır değer problemlerinde kullanılırlar. Dalga boşlukta hareket eden bir elektromanyetik bir ışınsa o zaman çözümleri formula_29 ve formula_30 olarak vermek daha rahat olur. Matematiksel olarak iki çözüm de doğru olmasına rağmen fiziksel kaidelerden serbest ve bağlı olarak çözümler böyle sınıflandırılabilir. Arak Arak, (Arapça: عرق "araq", "tatlı" veya "meyve suyu") Palmiyenin şekerli suyundan ve pirinç mayasından elde edilen içkidir. Hindistan'da, Goa'da, Sri Lanka'da ve diğer birçok Güneydoğu Asya ülkesinde üretilir. Rom' a benzeyen bir içkidir. Pirinç, şeker kamışı ve şeker palmiyelerinin saplarındaki tatlı su ile yapılan Toddy şarabının karışımı ile elde olunur. Rengi açık sarıdır. Arak kelimesi Arapça olup, rakı kelimesiyle aynı kökten müştak bir kelimedir. Yani, rakı kelimesi gibi Arapça'dır. "Damıtılmış" anlamına gelir. Rakı ve arak Türkler'e Arap kültüründen rakı", "arak", "araklı gibi kavramlarla beraber geçmiştir. En meşhur arak Cava'da üretilen Cakarta arak' ıdır. Orijinal arak %50 ila %60 alkol içerir. Hurma arakı, arpa arakı da yapılır. Hematoksilin Hematoksilin, Doğal Siyah 1 (Natural Black 1) ya da C.I. 75290 olarak bilinen madde. Bakkam ağacının odunundan (ing. logwood tree) elde edilir. Okside olduğunda mavi-mor renkli hemateini oluşturur. Hematoksilin bu özelliği sayesinde, uygun bir boya sabitleyici (yaygın olarak Fe(III) ya da Al(III) tuzları) ile birilikte kullanılarak, hücre çekirdeğini boyamak için kullanılır. Bu boyama tekniği, normalde saydam olan hücre ve dokuları mikroskop altında incelemede kolaylık sağlar. Hematoksilin ile boyanan yapılara bazofilik denir. Günümüzde yaygın biçimde eosin adı verilen ve hücre sitoplazmasını boyayan başka bir tür boya ile birlikte kullanılmaktadır. İngilizcede bu teknipe kısaca H & E staining adı verilir. Aşağıda, 4 günlük bir kurbağa
embriyosunun, hematoksilin ve eosin boyaması sonucu renklendirilmiş histolojik bir kesiti görülüyor. Karındeşen Jack Karındeşen Jack (İngilizce: "Jack the Ripper"), 1888 yılında Londra’daki Whitechapel semti ve çevresindeki çoğunlukla fakir bölgelerde faal olduğuna inanılan kimliği tespit edilememiş bir katile verilen en genel isimdir. Karındeşen Jack ismi katil olduğunu iddia eden bir kişi tarafından yollanıp medya tarafından yayılmış bir mektuptan ortaya çıkmıştır. Bu mektubun çoğunlukla bir kandırmaca olduğuna inanılmış ve gazeteciler tarafından hikâyeye olan ilgiyi güçlendirerek gazetelerin tirajını arttırmak amacıyla yazılmış olabileceği düşünülmüştür. Katil cinayet dosyaları ve o döneme ait gazete kaynaklarında “Whitechapel Katili” ve “Deri Önlük” olarak anılmıştır. Karındeşen Jack’e atfedilen saldırılar tipik olarak Londra’nın Doğu yakasında yaşayıp orada çalışan ve karınları parçalanmadan önce boğazları kesilerek öldürülen kadın fahişeleri hedef almıştır. En az üç kurbanın iç organlarının alınmış olması katilin bazı cerrahi ve anatomik bilgiye sahip olduğu fikrini oluşturmuştur. Cinayetlerle ilgili dedikodular 1888 yılının Eylül ve Ekim ayında güçlenmiş, Scotland Yard ve çeşitli medya organları katil olduğunu iddia eden kişi veya kişilerce gönderilen mektuplar almıştır. “Cehennemden” mektubu, kurbanlardan birinden alındığı düşünülen muhafaza edilmiş yarım bir böbrek ile birlikte Whitechapel Tetkik Komitesi lideri George Lusk tarafından teslim alınmıştır. Cinayetlerin olağan dışı vahşi tabiatı ve medyanın olaylara yaklaşımı sebebiyle halk gittikçe Karındeşen Jack olarak bilinen tek bir katilin olduğuna inanmıştır. Geniş çaplı gazete yayınları Karındeşen’nin uzun süreli ve yaygın uluslararası kötü ününün yerleşmesini ve efsanesinin iyice pekişmesini sağlamıştır. 1891 yılına kadar Whitechapel’da seri halinde gerçekleşen on bir vahşi cinayetin polis soruşturması 1888’de gerçekleşen bütün cinayetlere kesin olarak bağlanamamış, sıralı beş olarak bilinen Mary Ann Nichols, Annie Chapman, Elizabeth Stride,Catherine Eddowes ve Mary Jane Kelly isimli 31 Ağustos ve 9 Kasım arasında öldürülmüş beş kurban en muhtemel olarak birbirine bağlanmıştır. Cinayetler hiçbir zaman çözülememiş ve bu cinayetlerin çevresinde oluşmuş efsaneler gerçek tarihi araştırma, folklör, sahte tarihin bir kombinasyonuna dönüşmüştür. Karındeşen dosyasının analizi ve çalışmalarını tanımlamak için "ripperology" terimi ortaya çıkarılmıştır. Şu anda Karındeşen’nin kimliği konusunda binlerce teori vardır ve cinayetler birçok hayali yapıta ilham vermiştir. Günümüze kadar ulaşmış tek fiziki kanıt, kurbanlardan birine ait olduğu iddia edilen şaldır. Karındeşen Jack'in yöntemleri vahşiceydi. Kurbanlarını önce boğazlayarak etkisiz hale getiriyor daha sonra da boğazını kulaklarına kadar kesiyordu. Ufak tefek değişikliklerle beraber kurbanların tamamına yakınının karnı ve cinsel organları deşilmiş, bazı organları çalınmış, bazen de burun ve/veya kulakları kesilmişti. Jack kurbanlarını, dizleri karınlarına çekilmiş ve bacakları açık bir şekilde düzenleyerek terkediyordu. Cinayetlerin işlendiği dönemde Londra’nın Doğu Yakasında yaşayan kadınlara karşı büyük oranda gerçekleştirilen saldırılar kaç kurbanın aynı kişi tarafından işlendiği konusunda belirsizliğe yol açmıştır. 3 Nisan 1888 tarihinden 13 şubat 1891 tarihine kadar 11 cinayet işlenmiş ve bu cinayetlerin Londra Metropolitan polisi tarafından yapılan soruşturma kayıtları Whitechapel cinayetleri isimli tek bir dosyada toplanmıştır. Bu cinayetlerin tek bir kişi tarafından işlenip işlenmediği düşüncesi genel bir kabule ermiş olmaktan uzak olsa da, “sıralı beş” adı verilen beş kurban genel olarak Karındeşen Jack’in kurbanı olarak kabul edilmiştir. Çoğu uzman boğazın kesilmesi, karın ve cinsel organların parçalanması, iç organların alınması ve yüzde yapılan tahribatın Karındeşen Jack’in cinayetlerini uygulama şekli olduğunu kabul etmişlerdir. İlk iki Whitechapel cinayeti olan Emma Elizabeth Smith ve Martha Tabram’ın öldürülmeleri “sıralı beş” içerisinde yer almamışlardır. Emma Elizabeth Smith 3 Nisan tarihinde 1888 tarihinde Whitechapel’daki Osborn sokağında soyulup cinsel saldırıya uğramış, küt bir nesne cinsel organına sokulmuş ve karın zarı yırtılmıştır. Bu saldırı sonucu karın zarı iltihabı sebebiyle ertesi gün Londra Hastanesi’nde ölmüştür. Smith ölmeden önce kendisine iki ya da üç kişinin saldırdığını ve bunlardan birinin yeniyetme çağında biri olduğunu söylemiştir. Bu saldırı basında Karındeşen Jack ile alakalı olarak gösterilse de, çoğu yazar bu saldırının bir sokak çetesinin işi olduğunu kabul etmiştir. Martha Tabram ise 7 Ağustos 1888 tarihinde 39 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştür. Cinayetin şiddeti, cinayet için herhangi bir motivasyonun olmaması ve Whitechapel’de işlenmesi sebebiyle polis bu cinayetin bir Karındeşen Jack vakası olduğunu düşünmüştür. Martha Tabram’ın boğazı ve karnının kesilmesi yerine bıçaklanarak öldürülmesi sebebiyle bugün çoğu uzman onun bir Karındeşen Jack kurbanı olmadığı kabul eder. 19. yy.’ın ortalarında İngiltere Londra’nın Doğu Yakası’da dahil olmak üzere büyük şehirlerindeki nüfusun artmasına yol açan bir İrlandalı göçmen akınına maruz kalmıştır. 1882 yılından itibaren Çarlık Rusyası’ndaki kıyımlardan ve Doğu Avrupa’nın diğer bölgelerinden yahudi mülteciler aynı bölgeye göç etmişlerdir. Londra’nın Doğu Yakası’nda bulunan Whitechapel mahallesi gittikçe aşırı kalabalıklaşmıştır. Çalışma ve barınma koşulları kötüleşmiş ve önemli bir ekonomik alt sınıf grubu gelişme göstermiştir. Hırsızlık, şiddet ve alkol bağımlılığı yaygın bir durum olmuş ve yerleşik fakirlik çoğu kadını fahişelik yapmaya yöneltmiştir. Ekim 1888’de Londra Metropolitan Polis Servisi'nin tahminlerine göre Whitechapel’da 62 genelev ve 1,200 fahişe çalışıyordu. Ekonomik problemler ayrıca sosyal gerilimlere de eşlik eden bir durumdu. 1886 ve 1889 yılları arasında Kanlı Pazar gibi sıklıkla gerçekleşen gösteriler polis müdahalesine ve halk arasında huzursuzluğa yol açmıştır. Yahudi karşıtlığı, yerlilerin hak ve çikarlarını koruma siyaseti, ırkçılık, yüksek suç oranı, sosyal huzursuzluk sebebiyle Whitechapel adı kötüye çıkmış bir ahlaksızlık yuvası haline gelmiştir. 1888 yılında gerçekleşen Karındeşen Jack cinayetleriyle birlikte Whitechapel hakkındaki bu olumsuz düşünceler daha da kuvvetlenmiş ve bu cinayetler yazılı basında daha önce görülmemiş bir şekilde haber yapılmıştır. Karındeşen Jack'in kimliğine dair onlarca iddia ortaya atılmıştır ancak hiçbiri kanıtlanamamıştır. Bu şüpheli listesi birçok önemli ve soylu kişiyi de içermektedir. Katil olduğunu iddia eden kişinin Merkezi Haber Ajansına gönderdiği mektubu inceleyen uzmanlar mektubun yazarının alt tabakadan, eğitimsiz biri olduğu sonucuna varmışlardır. İç organların çıkarılması nedeniyle katilin cerrah ya da kasap olabileceği iddiaları ortaya atılmıştır.Katili görmüş olan bir adam polise şapkalı ve uzun bir palto giyen bir adamdan şüphelendiğini söylemiştir. Katilin kurbanlarının yanına yaklaştığında onların dikkatini çekmediği için o zaman yaşayan insanlar gibi giyindiği ve hareket ettiği düşünülmektedir. İngiliz DNA araştırmacısı Dr. Jari Louhelainen'in Catherine Eddowes in kanlı şalı üzerinde yaptığı inceleme sonrasında vardığı sonuç, katilin polonya kökenli akıl hastası berber Aaron Kosminski olduğu yolundadır. Jari nin Mail on Sunday gazetesine yaptığı açıklamada, "vardığım sonuçta şüpheye yer yok." şeklinde açıklaması olmuştur. 21. yüzyılın modern profil uzmanlarına göre katil zanlısı olabilme ihtimali en yüksek aday Yahudi tüccar Jacop Levy'dir. Jacop Levy cinayetlerin işlendiği bölgede kasaplık yapmaktadır. İlk cinayet bir hastane önünde işlenmiştir. Hastane frengi hastalarını tedavi amaçlı bulunmaktadır. Levy tedavi amaçlı gittiği hastaneden düş kırıklığı çıktı ve o anki nefret ile cinayeti işlemiş olabilirdi. Levy son cinayetten 2 yıl sonra ölmüştür, ölüm raporunda frengi yazıyordur. O dönem soruşturmalarında listede olup ilgisiz davranılarak sorgulanmamıştır. Karısı, işlerinin kötü gittiğini ve hayaller gördüğünü söylemiştir. 1. cinayet (Mary Ann Nichols) Frengi olabileceğini göstermektedir. 3. cinayet (Elizabeth Stride; Yahudi toplantısının önünde işlenmiş bir cinayettir ve cinayetten sonra Yahudi destekçisi bir yazı bulunmuştur, yazının yanında Stride'ın kanlı önlüğü vardır), Seri katiller kendi bölgelerinin çevresinde cinayetler işlerler, Levy'nin kasap dükkanı gibi. Aynı dönemde benzer metodlarla öldürülen birçok kişi olmasına rağmen aşağıdaki listenin Karındeşen Jack'e ait olduğu konusunda birçok uzman hemfikirdir. Mary Ann Nichols Buck's Row (bugün Durward Sokak) Whitechapel adresinde sabaha karşı 3:40’da boğazı iki yerden kesilmiş ve karnının alt tarafının bir kısmı çentikli derin bir yarayla açılmış olarak bulunmuştur. Bu yaraya ek olarak aynı bıçakla açılmış başka kesikler de tespit edilmiştir. Chapman’nın bedeni 8 Eylül 1888 tarihinde bir cumartesi günü Spitalfields 29 Hanbury Sokak’taki bir arka bahçenin kapısının yanında sabaha karşı 6:00’da bulunmuştur. Mary Ann Nichols vakasında olduğu gibi boğazı iki yerden kesilmiş ve karnı kesilmiş bir şekilde bulunmuştur. Chapman'nın karnı kesilerek tamamen açılmış olup sonradan rahminin katil tarafından alındığı tespit edilmiştir. Bir görgü tanığının ifadesine göre Annie Chapman son olarak saat 5:30’da koyu saçlı ve temiz giyimli bir adamla görülmüştür. Stride ve Eddowes sabahın erken saatlerinde aynı gün öldürülmüştür. Elizabeth Stride Whitechapel’daki Berner Sokak (bugünkü Henriques Sokak)’da boğazı kesilmiş olarak olarak bulunmuştur. Boğazının kesilmesi dışında karnında herhangi bir parçalama olmaması ya katilin işini yarım bırakmak zorunda kaldığı ya da Stride’nın Karındeşen Jack tarafından öldürülmediği kuşkusunu doğurmuştur. Görgü şahitleri gecenin erken saatlerinde onu bir adamla gördüklerini belirtmiş fakat her biri adamı farklı bir şekilde tarif etmişlerdir. Bazıları Stride’ın yanındaki adamın düzgün görünüşlü, diğerleri ürkütücü göründüğünü, bir kısım görgü
şahidi ise eski püskü kıyafetli, bazıları ise şık giyimli olarak tarif etmişlerdir. Eddowes’un cesedi ise Stride’nın cinayetinin işlenmesinden 45 dakika sonra Londra’nın merkezine yakın bir yer olan Mitre Square’da boğazı kesilmiş ve karnı uzun, çentikli ve derin bir yarayla açılmış olarak bulunmuştur. Daha sonraki incelemelerde Eddowes’un sol böbreği ve rahminin bir kısmının katil tarafından alındığı tespit edilmiştir. Joseph Lawende isimli o bölgede yaşayan bir kişi cinayetten kısa bir süre önce iki arkadaşıyla oradan geçmiş ve düzgün görünüşlü bir adamı hırpani görünen bir kadınla gördüğünü ve bu kadının Eddowes olduğunu düşündüğünü söylemiştir. Yanında bulunan arkadaşları ise Lawende’nin tarifini onaylayamamışlardır.. Eddowes ve Stride'nın cinayetleri daha sonra "çifte olay" olarak adlandırılmıştır. Eddowes’ın kanlı önlüğü daha sonra Goulston Sokağı’ndaki bir evin girişinin önünde bulunmuştur. Önlüğün bulunduğu duvarın önünde ise yahudilere yönelik yazılmış bir yazı tespit edilmiştir. Ancak bu yazının katil tarafından mı yazıldığı ya da tesadüfen mi orada bulunduğu anlaşılamamıştır. Bu tip yazılar Whitechapel’da olağan bir durumdu. Polis şefi Warren bu yazının bir yahudi karşıtı ayaklanmaya yol açacağından korktuğundan yazının şafaktan önce silinmesini emretmiştir. Mary Jane Kelly’nin parçalanmış ve iç organları dışarı çıkarılmış cesedi ise, Dorset Sokak, Spitalfields adresindeki 13 Miller's Court isimli tek kişilik odasında bulunmuştur. Yapılan incelemede boğazının omurgasına kadar kesildiği ve kalbinin katil tarafından alındığı tespit edilmiştir. Bu beş cinayet geceleyin hafta sonunda ya da hafta sonuna yakın zamanlarda gerçekleşmiştir. Cinayetlerin işleniş şekli aşamalı olarak şiddetini artırmıştır. kurbanlardan sadece Elizabeth Stride katilin işini yarım bırakmak zorunda kalması sebebiyle sadece boğazı kesilmiş bir şekilde bırakılmıştır. Nichols'ün hiçbir organı alınmamışken, Chapman'nın rahmi alınmış, Eddowes'un böbreği ve rahminin alınmasının yanı sıra yüzü parçalanmış, Kelly ise tanınmayacak şekilde yüzü parçalanmış ve iç organları dışarı çıkarılmış olmasına rağmen sadece kalbi eksik olarak bulunmuştur. Tarihsel olarak beş kurbanın aynı kişi tarafından öldürüldüğü inancı, bu beş kişiyi birbirine bağlayıp diğer kişileri ihtimal dışı bırakan o dönemde yazılmış dokümanlardan kaynaklanmaktadır. 1894 yılında Metropolitan Polis Servis’in yardımcı emniyet müdürü ve Criminal Investigation Department (CID)’in başı Sir Melville Macnaghten raporunda “ Whitechapel katili sadece 5 cinayet işlemiştir” şeklinde yazmıştır. Benzer şekilde 10 Kasım 1888 yılında polis doktoru Thomas Bond tarafından Londra Criminal Investigation Department (CID)’ın başı Robert Anderson’a yazılan mektupta da “sıralı beş” olarak adlandırılan beş kurban birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Bazı araştırmacılar bazı cinayetlerin şüphesiz tek bir kişi tarafından işlendiğini ancak sayısı bilinmeyen daha fazla sayıda katilin bağımsız bir şekilde diğer cinayetleri işlediklerini farzetmişlerdir. Stewart P. Evans ve Donald Rumbelow isimli yazarla “sıralı beş”’i bir “Karındeşen söylencesi” olarak düşünmüş, Nichols, Chapman ve Eddowes’un kesin olarak aynı katilin işi olduğunu ancak Stride ve Kelly için aynı durumun daha az ihtimal dahilinde olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan başkaları Tabram ve Kelly arasında işlenen altı cinayetin aynı katilin işi olduğunu iddia etmişlerdir. Patolog George Bagster Phillips’in asistanı Dr Percy Clark, sadece üç cinayeti birbiri ile ilişkilendirmiş ve diğer cinayetlerin “suçları taklit etmeye meyilli düşük zekalı kişi ya da kişiler” tarafından işlediğini söylemiştir. Macnaghten cinayetlerden bir yıl sonrası kadar polis güçlerine katılmamıştı ve muhtemel şüpheliler hakkındaki bildirisi olaylarla ilgili ciddi hatalar içeriyordu. Kelly’nin cinayeti Karındeşen Jack’in işlediği son cinayet olarak düşünülmüş ve katilin ölümü, göç etmesi ve başka bir nedenden hapse atılması ya da bir kuruma kapatılması nedeniyle cinayetlerin sona erdiği tahmin edilmiştir. Aslında Whitechapel cinayetleri’nin dosyası sıralı beş sonrası işlenmiş diğer dört cinayetin ayrıntılarını da içermektedir. Bu kişiler Rose Mylett, Alice McKenzie, Pinchin sokağında bulunmuş kimliği belirsiz bir kadın bedeni ve Frances Coles isimleri ile bilinmektedirler. Mylet, 20 aralık 1888 tarihinde Clarke's Yard, High Street, Poplar adresinde boğulmuş olarak bulunmuştur. Herhangi bir mücadele izi olmaması nedeniyle polis Mylett’in sarhoşken kendisini kazara astığına veya intihar ettiğine inanmıştır. Yine de resmi soruşturma ekibi ölümün cinayet olduğuna karar vermiştir. McKenzie 17 Temmuz 1889 tarihinde sol şahdamarı kesilmiş ve vücudunda çeşitli kesikler ve morluklarla olarak Castle Alley, Whitechapel adresinde ölü olarak bulunmuştur. Patolog Thomas Bond,bunun bir Karındeşen Jack cinayeti olduğuna inansa da daha önceki Karındeşen Jack kurbanlarını incelemiş olan George Bagster Phillips bu fikre katılmamıştır. Sonraki yazarlar da, kendisi üzerinde oluşabilecek şüpheyi saptırmak için Karındeşen Jack'in cinayet şeklini kopya eden bir kişiye olduğuna inananlar ve bu cinayetleri Karındeşen'e atfeden kişiler olarak ikiye bölünmüştür. 10 Eylül 1889 tarihinde Whitechapel’daki Pinchin sokağında kafasız ve bacaksız bir kadın bedeni bulunmuştur. Bu cinayetin başka bir yerde işlendiği ve vücut parçalarının buraya atıldığı farz edilmiştir. Coles 13 Şubat 1891 tarihinde Swallow Gardens, Whitechapel adresinde boğazı kesilmiş ancak bedeni parçalanmamış bir şekilde bulunmuştur. Daha önce onunla görülmüş James Thomas Sadler isimli bir adam tutuklanıp cinayetle suçlanıp kısa bir süre Karındeşen olarak düşünülmüştür. Ancak 3 Mart 1891'de delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştır. 11 Whitechapel cinayetine ek olarak, yorumcular tarafından başka cinayetler de Karındeşek Jack’e atfedilmiştir. "Fairy Fay" olarak bilinen saldırı vakasının gerçek ya da Karındeşen söylencesinin bir parçası olarak uydurulmuş olduğu bilinememiştir. “Fairy Fay” sözde 6 Aralık 1887 tarihinde, karnına kazık saplanmış olarak bulunduğu söylenen kurbana verilmiş takma isimdir. Ancak ne 1887 yılının Noel zamanı ne de Whitechapel’da böyle bir cinayet rapor edilmemiştir. "Fairy Fay" vakası görünüşe göre karnının içine bir sopa ya da küt bir obje sokulmuş olan Emma Elizabeth Smith cinayetinin yanıltıcı bir basın haberi sonucu oluşmuştur. Çoğu yazar Fairy Fay'in hiçbir zaman var olmadığını kabul eder. Annie Millwood isimli bir kadın 25 Şubat 1888'de Whitechapel düşkünler evi hastanesine bacaklarında ve karnının alt kısmında çeşitli bıçak yaralarıyla kaldırılmıştır. Millwood taburcu edilmiş ancak görünüşe göre 31 Mart 1888 yılında doğal sebeplerden 38 yaşında ölmüştür. Bu vaka Karındeşen’in ilk kurbanı olarak varsayılmış ancak kesin olarak ona bağlanamamıştır. İlk kurbanlardan biri olduğu farzedilen Ada Wilson isimli bir başka kadın 18 Mart 1888 tarihinde boğazından 2 bıçak yarası almış ancak kurtulmuştur. Martha Tabram'ın daha önce kaldığı yerde kalan Annie Farmer isimli başka bir kadının 21 Kasım 1888 tarihinde saldırıya uğradığı rapor edilmiş fakat boğazındaki yaraların yüzeysel olması sebebiyle muhtemelen bu yaraları kendisi açmıştır. 2 Ekim 1888 tarihinde Metropolitan Polis merkezinin bodrumunda başsız bir kadın bedeni bulunmuştur. Bu vaka "Whitehall Gizemi" olarak adlandırılmıştır. Daha önce de Pimlico'nun yanındaki Thames Nehri’nde bir kol bulunmuş, sonradan da bacaklardan biri bedenin yakınına gömülmüş olarak bulunmuştur. Diğer uzuvlar ve kafa ise hiçbir zaman bulunup cesedin kimliği tespit edilememiştir. Bacaklarla kafanın kesilmesi ve kolların olduğu gibi bırakılması nedeniyle bu vaka Pinchin Sokağındaki parçalama şekliyle benzerlikler gösteriyordu. Whitehall Gizemi ve Pinchin Sokağı vakası Thames Gizemleri olarak adlandırılan ve Torso Katili isimli tek bir katil tarafından işlenen bir dizi cinayet serisinin parçası olabilirdi. Karındeşen ile Torso Katili’nin aynı kişi olup olmadığı tartışmalıdır. Torso Katili'nin cinayetlerini uygulama şekli Karındeşen’den farklıydı ve polis bu ikisi arasındaki herhangi bir bağlantıyı yok saymıştır. Beden parçaları Thames Nehri’nde bulunan ve fahişelik yaptığı bilinen Elizabeth Jackson isimli başka bir kurban da Torso Katili’nin bir diğer kurbanı olarak farzedilmiştir. John Gill isimli yedi yaşında bir oğlanın parçalanmış cesedi 29 Aralık 1888 tarihinde Manningham, Bradford’da bulunmuştur. Gill bacakları kesilmiş, karnı deşilmiş, bağırsakları ve kalbi dışarı çıkarılmış ve bir kulağı kesilmiş olarak bulunmuştur. Mary Kelly cinayeti ile benzerliklerinden dolayı bu cinayet basın tarafından Karındeşen Jack’e mal edilmiştir. Çocuğun işvereni sütçü William Barrett ikinci dereceden kanıtlarla iki kez tutuklanmış ancak daha sonra serbest bırakılmıştır. Çocuğun katili hiç bulunamamıştır. Shakespeare’in sonelerinden alıntılar yaptığı için takma ismi Shakespeare olan Carrie Brown isimli bir kadın 24 Nisan 1891 tarihinde kendi elbisesiyle boğulmuş ve bir bıçakla parçalanmış olarak New York’da bulunmuştur. Bedeni kasık bölgesinde derin bir yırtık ve bacaklarında ve sırtında yüzeysel kesikler ile bulunmuş ve hiçbir organının alınmadığı tespit edilmiştir. Ancak yumurtalıklarından biri yatağının üzerinde bulunmuş ya bilerek ya da kazara vücudundan çıkarıldığı farz edilmiştir. Bu cinayet başlarda Whitechapel cinayetleri ile ilişkilendirilmiş ancak Metropolitan Polis’i tarafından bu ihtimal daha sonradan elenmiştir. Günümüze kadar ulaşabilen Whitechapel cinayetlerinin polis dosyası Victoria Dönemi’ndeki araştırma prosedürü hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir. Geniş bir polis ekibi Whitechapel’da evden eve bir soruşturma gerçekleştirmiş, adli deliller toplanıp incelenmiştir. Ayrıca şüpheliler tespit edilip incelenmiş, ya daha yakından araştırılmış ya da şüpheli listesinden elenmişlerdir. Polis çalışması bugünkü yöntemi izlemiştir. 2000’den fazla kişi sorguya çekilmiş, 300’den fazla kişi araştırılmış ve 80 kişi nezarethaneye alınmıştır. Araştırma ilk başlarda dedektif Ed
mund Reid’in başkanlığında Whitechapel’daki Metropolitan Polis’i (H) ve Division Criminal Investigation Department (CID) tarafından gerçekleştirilmiştir. Nichols cinayetinden sonra Scotland Yard’ın Merkez ofisi’nden Frederick Abberline, Henry Moore, ve Walter Andrews isimli dedektifler görevlendirilmişlerdir. Londra şehrinin içinde gerçekleşen Eddowes cinayetinden sonra Londra polisinden dedektif James McWilliam soruşturmaya dahil olmuştur. Division Criminal Investigation Department'ın yeni atanmış dedektifi Robert Anderson’ın Chapman, Stride ve Eddowes’un cinayetleri sırasında İsviçre’ye gitmesi üzerine araştırma kısa süreliğine sekteye uğramış, Metropolitan Ofisi’nden Sir Charles Warren Scotland Yard’dan baş araştırmacı Donald Swanson’ı görevlendirmiştir. Ayrıca Whitechapel Tetkik komitesi isimli Doğu Yakası’ndan bir grup gönüllü de polis’in araştırmalarından tatmin olmadıkları için sokaklarda devriye gezerek şüpheli kişileri tespit etmeye çalışmış, suçlu hakkında bilgi verecek kişilere verilecek bir ödülün yükseltilmesi için hükümete rica da bulunmuş ve görgü tanıklarının sorgulanması için özel dedektifler tutmuşlardır. Kurbanların vücutlarının parçalanma şekli nedeniyle kasaplar, cerrahlar ve doktorlar şüpheli olarak görülmüştür. Ayrıca şehir polisinden komiser Henry Smith’in bugüne kadar ulaşabilmiş bir notu, yerel kasapların cinayet anında yanlarında bulunan kişilerin de araştırıldıklarını ve bu sayede bu kasapların şüpheli olmaktan elendiklerine işaret etmektedir. Dedektif Swanson’nın bir raporuna göre 75 kasap ziyaret edilmiş ve bu araştırma da onların bütün çalışanları da altı ay önceden araştırılmışlardır. Kraliçe Victoria gibi o dönemin bazı önemli kişileri cinayetlerin işleniş şeklinden yola çıkarak katilin bir kasap veya Londra ve Avrupa arasında düzenli sefer yapan sığır botlarının birindeki bir sığır tüccarına işaret ettiğini düşündüklerini belirtmişlerdir. Whitechapel Londra’daki rıhtımlara yakın bir konumda bulunuyordu ve bu botlar genellikle Perşembe ve Cuma günleri rıhtıma yanaşıp, Cumartesi ve Pazar günleri de buradan ayrılıyorlardı. Bu sığır botları araştırılmış fakat tek bir botun hareket saatleriyle mürettebatın botlar arasındaki transferlerinin cinayet tarihleri ile uyuşmadığı tespit edilmiştir. Ekim ayının bitiminde, Robert Anderson tarafından polis doktoru Thomas Bond’a katilin anatomik bilgisi ve becerisi hakkındaki fikri sorulmuştur. Bond’un “Whitechapel katili"nin karakteri hakkındaki fikirleri suç tarihinde bir suçlu hakkında yapılmış en eski suçlu profili olmuştur. Bond’un değerlendirmeleri çoğunlukla parçalanmış kurbanlar üzerindeki incelemelerinden ve “sıralı beş”’in 4 kurbanının ölüm sonrası notlarından edindiği değerlendirmeler üzerinden olmuştur. Bond’a göre “5 cinayet hiç şüphesiz aynı kişi tarafından işlenmiş. İlk dört kişinin boğazı görünüşe göre soldan sağa kesilmiş, son kurbandaki ileri derecede gerçekleştirilen parçalama işlemi kesilme yönünün tespit edilmesini imkansız kılmaktadır. Yine de kadının kafasının yatıyor olması gereken yere yakın duvarda atardamara ait sıçrama şeklinde kan lekeleri bulunmuştur. Cinayetlerdeki tüm bu koşullar göz önüne alındığında kadınlar öldürüldükleri sırada yerde yatıyor olmalı ve her cinayette ilk önce boğaz kesilmiş.” Bond ayrıca katilin anatomik bilgi ve beceriye sahip olduğu fikrine şiddetle karşı çıkmış, hatta bir kasabın bile teknik bilgisine sahip olmadığı söylemiştir. Bond katilin münzevi kişilere özgü alışkanlıklara sahip bir kişi olduğunu, kurbanlardaki parçalanma yönteminin de katilin muhtemelen satyriasis olarak bilinen “aşırı cinsel istek duyma hastalığı”ndan muzdarip olduğuna işaret ettiğini ve katilin dönemsel olarak cinai ve cinsel çılgınlığa kapılan bir kişi olduğunu belirtmiştir. Bond ayrıca katilin cinayet içgüdüsünün intikamcı ve derin düşünceli bir akla sahip olmasından veya dinsel bir hezeyana sahip olmasından kaynaklanabileceğini fakat bu iki hipotezin de uzak ihtimal olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Kurbanlarla herhangi bir cinsel ilişki yaşandığına yönelik bir kanıt bulunamamış, ancak psikologlar kurbanları bıçaklamanın ve onları bıçak yaraları açıkça görünecek bir şekilde, seksüel olarak aşağılayıcı bir pozisyonda bırakmanın, katilin saldırılardan cinsel bir haz aldığına işaret ettiğini belirtmişlerdir. Bu bakış açısı bu tip hipotez ve temelsiz varsayımlara katılmayan diğer uzmanlar tarafından reddedilmiştir. Cinayetlerin çoğunlukla hafta sonlarına yakın ya da resmi tatil günlerinde ve birkaç sokakta gerçekleşmesi çoğu kişiye Karındeşen’nin düzenli bir işe sahip ve o bölgede yaşayan bir kişi olduğunu düşündürmüştür. Diğerleri ise katilin üst sınıftan iyi eğitim görmüş, zengin kişilerin yaşadığı yerlerden çok Whitechapel’da dolaşan, muhtemelen bir doktor ya da aristokratik bir kişi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu tip teoriler hekimlere karşı duyulan korku, modern bilime karşı olan güvensizlik, ve fakirlerin zenginler tarafından sömürülmesi gibi o dönemde oluşmuş kültürel algılamalardan kaynaklanmıştır. O döneme ait dokümanlar tarafından aslında uzaktan bağlantılı olarak vakayla ilişkilendirilmiş herhangi bir kişi ve polis araştırmasında hiçbir zaman şüpheli olarak düşünülmemiş birçok ünlü kişi, cinayetlerden yıllar sonra şüpheli olarak öne sürülmüştür. O dönemde yaşamış herkesin ölmüş olması, modern yazarların hiçbir tarihi kanıta ihtiyaç duymaksızın herhangi birini suçlamalarına olanak sağlamıştır. Sir Melville Macnaghten’in 1894 tarihli bildirisinde üç kişi olmak üzere o döneme ait polis raporlarında birçok şüphelinin ismi geçmiş, fakat bu kişilere ait olan kanıtlar en iyi ihtimalle ikinci dereceden kanıtlar olmuştur. Karındeşen Jack’in kim olduğu ve ne iş yaptığı konusunda çok fazla teori olmasına rağmen, uzmanlar onların hiçbirini kabul etmemektedirler. Şüpheli olarak gösterilen kişilerin sayısı 1000’nin üzerindedir. Karındeşen cinayetleri süresince polis, gazeteler ve çeşitli kişiler dava ile ilgili binlerce mektup almışlardır. Bazıları katili yakalamakla alakalı iyi niyetli önerileri içeren mektuplar olmasına rağmen, büyük çoğunluğu faydasız mektuplardı. Binlerce mektubun katilin kendisi tarafından yazıldığı iddia edilmiş, ancak bunlardan özellikle üç tanesi öne çıkmıştır: “Sevgili Patron”, “Küstah Jack” kartpostalı, ve “Cehennemden” mektubu. 25 Eylül tarihli “Sevgili Patron” mektubu 27 Eylül 1888 tarihinde postalanarak Merkezi Haber Ajansı tarafından alınmış, 29 Eylül tarihinde Scotland Yard’a tekrar postalanmıştır. Bu mektup ilk başta bir kandırmaca olarak düşünülmüş, ancak Eddowes’un cesedinin mektubun postalanmasından 3 gün sonra bir kulağı kısmen kesilmiş olarak bulunması ve mektupta da “kadınların kulaklarının kesilmesi”nin vaat edilmesi üzerine bu mektup dikkate alınmıştır. Aslında Eddowes’un kulağının saldırı sırasında katil tarafından yanlışlıkla kesilmiş gibi gözükmektedir ve katil mektupta bahsettiği gibi kulağı hiçbir zaman polise göndermemiştir. “Karındeşen Jack” ismi ilk olarak bu mektupta imza olarak kullanılmış ve yayınlanmasının ardından uluslararası kötü bir üne sahip olmuştur. Sonradan gönderilen mektuplar da bu mektubun stilinde yazılmışlardır. Bazı kaynaklar 17 Eylül 1888 tarihli bir diğer mektubun Karındeşen Jack ismini ilk defa kullandığını iddia etmişlerdir. Ancak çoğu uzman bunun sahte olup 20. yy.'da polis kayıtlarına eklendiğine inandıklarını söylemişlerdir. “Küstah Jack” kartpostalı 1 Ekim 1888 tarihinde postalanarak aynı gün içerisinde Merkezi Haber Ajansı tarafından alınmıştır. Bu mektubun el yazısı “Sevgili Patron” mektubuyla benzerdir. Bu mektup iki kurbanın birbirine yakın bir şekilde öldürüldüğünden bahsetmektedir ve burada “çifte olay” olarak bilinen Stride ve Eddowes cinayetlerinden bahsedildiği farzedilmiştir. Bu mektubun cinayetler duyurulmadan önce postalanması sebebiyle cinayetlere takıntılı birinin cinayetler hakkında böyle bir bilgiye sahip olacağı düşüncesine ihtimal verilmemiş, ancak cinayetlerin gerçekleşmesinden, detayların bilinmesinden, gazeteciler tarafından yayınlanmasından ve insanlar tarafından konuşulmaya başlanmasından 24 saat sonra postalandığı ortaya çıkmıştır. “Cehennemden” mektubu 16 Ekim 1888 tarihinde Whitechapel Tetkik Komitesi lideri George Lusk tarafından alınmıştır. Bu mektubun el yazısı ve yazım şekli “Sevgili Patron” ve “Küstah Jack”’den farklıdır. Mektup, içerisinde etil alkolde muhafaza edilmiş yarım bir böbrek içeren küçük bir kutu ile birlikte gelmiştir. Eddowes’un sol böbreği de katil tarafından alınmıştır. Mektubun yazarı böbreğin diğer kısmını kızartıp yediğinden bahsetmektedir. Bu böbreğin Eddowes’a ait olup olmadığı üzerine tartışma olmuş, bazıları ait olduğunu kabul ederken bir kısım kişi bunun kötü bir şaka olduğunu iddia etmiştir. Böbrek Londra Hastanesi’nde Dr Thomas Openshaw tarafından incelenmiş ve bir insanın sol böbreği olduğuna karar vermiştir. Yanlış gazete raporlarının aksine Openshaw, böbreğin herhangi bir diğer biyolojik özelliğini tespit edememiştir. Openshaw’ın kendisi de sonradan bir Karındeşen mektubu almıştır. Scotland Yard, biri el yazısını tanır umuduyla “Sevgili Patron” ve “Küstah Jack” mektuplarının kopyalarını yayınlamıştır. Charles Warren, Godfrey Lushington’a yazdığı bir mektupta bütün olayın bir kandırmaca olduğunu düşündüğünü ancak yine de mektubun yazarını bulmaları gerektiğini belirtmiştir. 7 Ekim 1888 tarihinde Sunday gazetesinden George R. Sims iğneleyici bir üslupla mektupların bir gazeteci tarafından gazetenin tirajını arttırmak için yazıldığını iddia etmiştir. Polis memurları daha sonra “Sevgili Patron” ve “Küstah Jack” mektuplarını yazan kişinin bir gazeteci olduklarını tespit ettiklerini açıklamışlardır. 1913 yılında dedektif John Littlechild tarafından Tom Bullen isimli bir gazeteci mektupları yazan kişi olarak tespit edilmiş, rivayete göre 1931 yılında Fred Best isimli başka bir gazeteci ve The Star gazetesinden bir iş arkadaşının haberi gündemde tutmak ve tirajı arttırmak için Karındeşen Jack imzalı mektuplar yazdığını itiraf etmiştir. Karındeşen cinayetleri, gazetecelerin bir suç ha
berini ele almaları açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Karındeşen Jack ilk seri katil olmasa da, işlediği suçlar ilk defa dünya çapında yaygara koparmıştır. 1850’li yıllarda gerçekleşen vergi reformları, ucuz gazetlerin daha geniş bir şekilde yayılmasını sağlamıştır. Bu durum Viktoria döneminde daha da çoğalarak yarım peniye satılan gazetelerin yüksek tirajlara ulaşmasını sağlamış, The Illustrated Police News gibi popüler magazinler, Karındeşen Jack’i daha önce eşi benzeri görülmemiş bir reklam malzemesine dönüştürmüşlerdir. Eylülün başındaki Nichols cinayetinden sonra Manchester Guardian gazetesi “polisin elde etmiş olabileceği herhangi bir bilginin gizli tutulmasına karar verilmiş…görünüşe göre onların dikkati özellikle Karındeşen Jack olarak da bilinen kötü şöhretli “Deri Önlük” üzerine yoğunlaşmış” şeklinde bir yazı yayınlamıştır. Gazeteciler özellikle Division Criminal Investigation Department (CID)’ın elde ettikleri bilgileri halka açıklama konusundaki isteksizleri konusunda hayal kırıklığına uğramış, bu sebeple doğrulukları şüpheli çeşitli yazılar yayınlama yoluna başvurmuşlardır. “Deri Önlük”’ün hayali betimlemeleri basında yer almış, rakip gazeteciler “bir muhabirin fantezi dünyasınının bu derece büyümesini” kabul etmemişlerdir. Bu haberler sonucunda “Deri Önlük” olarak da bilinen John Pizer isimli yahudi bir deri ayakkabı yapımcısı tutuklanmış, hatta bir araştırmacı “ona karşı herhangi bir kanıt yok” şeklinde açıklama bile yapma gereği duymuştur. Bu kişi daha sonra olay anında yanında olan kişiler sayesinde suçsuz olduğunu kanıtlayıp serbest bırakılmıştır. “Sevgili Patron” mektubu yayınlandıktan sonra “Deri Önlük” ismi, Karındeşen Jack ismini yerine geçmiş ve basın ve halk arasında bu isimle anılmaya başlamıştır. “Jack” ismi zaten rivayete göre duvarlardan kurbanlarının üzerine atlayan ve geldiği gibi ortadan kaybolan "Spring-heeled Jack" isimli bir diğer Londra saldırganı için kullanılmıştır. Bir katil için bir lakabın bulunması medya için standart bir durum olmuş ve the Axeman of New Orleans, the Boston Strangler, ve Beltway Sniper gibi çeşitli başka örnekler de ortaya çıkmıştır. Ayrıca Karındeşen Jack’in isminden French Ripper, the Düsseldorf Ripper, the Camden Ripper, the Blackout Ripper, Jack the Stripper, the Yorkshire Ripper, ve Rostov Ripper gibi başka isimlerde türetilmiştir. Sansasyonel basın duyuruları, hiç kimsenin yakalanamamış olması sebebiyle oluşan bilimsel verilerdeki karışıklıklarla birleşmiş, bunu sonucunda oluşan Karındeşen Jack efsanesi, sonraki seri katiler üzerine de gölgesini düşürmüştür. Cinayetlerin işleniş şekli ve kurbanlar dikkatleri Doğu Yakası’ndaki kötü yaşam koşullarına çekmiş, halkın aşırı kalabalık ve sağlıksız gecekondulara karşı fikirlerini canlandırmıştır. Cinayetlerden yirmi yıl sonra en kötü gecekondular yıkılıp temizlenmiş, o dönemden sokaklar ve bazı binalar bugüne kadar ulaşabilmiş ve cinayet yerlerine düzenlenen turistik turlar Karındeşen efsanesini desteklemeye hala devam etmektedir. Commercial Sokak’taki kurbanlardan en az biri tarafından sıklıkla ziyaret edildiği söylenen The Ten Bells isimli birahane yıllardan beri turist akınına uğramaktadır. 2015 yılında Doğu Londra’da Jack the Ripper Müzesi açılmıştır. Cinayetlerin hemen ardından “Karındeşen Jack çocukların öcüsü”ne dönüşmüştür." Jack sanki bir hayalet ya da canavar gibi betimlenmiştir. 1920 ve 1930’lu yıllarda Jack filmlerde sıradan bir adam gibi giyinen, hiçbir şeyden şüphelenmeyen kurbanlarını avlayan bir adam olarak resmedilmiş, çeşitli ışık ve gölge oyunlarıyla yaratılan karanlık atmosferde şeytani bir figür olarak betimlenmiştir. 1960’lı yıllarda ise yağmacı aristokrasinin bir sembolü haline dönüşmüş ve sıklıkla silindir şapkalı ve temiz giyimli centilmen bir adam olarak resmedilmiştir. Karındeşen’nin üst tabaka sömürünün bir göstergesi olmasıyla birlikte, gücü elinde tutan seçkinler grubu bir bütün olarak düşman olarak görülmüştür. Karındeşen imajı Drakula’nın pelerini ve Victor Frankenstein’nın insan organlarını çalması gibi korku hikâyelerinden ödünç alınan çeşitli unsurlarla birleşmiştir. Karındeşen’nin hayali dünyası Sherlock Holmes’dan Japon erotik korku literatürüne kadar birçok tarzda etkisini göstermiştir. Çağdaş söylentilerin çelişkilerine ve güvenilmezliğine ek olarak, gerçek katilin kimliğine yönelik girişimler adli delillerin yetersizliği nedeniyle herhangi bir başarıyla ulaşamamıştır. Mektuplardaki DNA analizleri bir sonuca ulaşamamış, günümüze ulaşabilmiş çeşitli materyal elden ele dolaşmış ve anlamlı bir sonuca ulaşılamayacak kadar kirlenmeye uğramıştır. DNA’dan elde edilen kanıtların kesin olarak iki farklı şüpheliye işaret ettiğine yönelik karşılıklı olarak birbiriyle çelişen açıklamalar ortaya sürülmüş, araştırmaların yöntem bilimi de ayrıca eleştiri konusu olmuştur. Karındeşen Jack binlerce hayali ve diğer yapıtta işlenmiş, gerçek Karındeşen Jack mektupları ve uydurma Karındeşen günlüğü gibi çalışmalar gerçek ile hayali arasındaki sınırları birbirinden ayırmıştır. Karındeşen birçok roman, kısa hikâye, şiir, çizgi roman, oyun, şarkı, oyun, opera, televizyon programı ve filmde ele alınmıştır. 100’den fazla kurgusal olmayan yapıt Karındeşen Jack’in cinayetlerine değinmiş ve onu hakkında en çok yazılmış suçlu profillerinden birine dönüştürmüştür. 1970 yılında Colin Wilson tarafından vakayı inceleyen profesyonel ve amatörleri tanımlamak için "ripperology" terimi ortaya çıkarılmıştır. Ripperana, Ripperologist, ve Ripper Notes isimli süreli yayınlar kendi araştırmalarını yayınlamışlardır. Madame Tussauds’ın balmumu müzesindeki görünüşü bilinmeyen kişilerin balmumu heykelinin yapılamayacağı kuralı sebebiyle müzenin Chamber of Horrors bölümünde daha az ünlü suçluların aksine Karındeşen Jack için bir balmumu heykeli bulunmamaktadır. Bunun yerine Jack bir gölge olarak betimlenmiştir. 2006 yılında BBC History magazine ve okuyucuları Karındeşen tarihin en kötü ingilizi olarak seçmişlerdir. Buchholz rölesi Buchholz Rölesi, yağ soğutmalı güç transformatörlerinin çeşitli zararlı etkilerden korunması için kullanılan bir güvenlik donanımıdır. Alman mühendis Max Buchholz (1875-1956) tarafından tasarlanan ve adıyla anılan bu röleler 1940'lı yıllardan bu yana güç transformatörlerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Transformatör içinde bir arıza yavaşça ortaya çıkarsa yerel ısınmalar meydana gelerek katı ve sıvı malzemeleri ayrıştırması sonucu yanıcı gazlar meydana getirir. Buchholz rölesinde belirli bir miktar gaz biriktiğinde alarm sistemi çalışır. Rölede toplanan gazın analizi arıza cinsi ve yeri hakkında bir göstergedir. Toplanan gazın cinsi hidrojen ve asetilen ise yapı parçaları ve yağda ark; hidrojen, asetilen ve metan ise pertinaks yalıtımda bozulma sonucu ark (örneğin kademe değiştiricide); hidrojen, asetilen ve etilen ise saç paket bağlantılarında sıcak nokta; hidrojen, asetilen ve propilen ise sargılarda sıcak nokta olduğu sonucuna varılır. Buchholz rölesi ile bulunan diğer arıza da demir çekirdekte meydana gelen akımların kendilerine yol bulmaları ile demir parçalar arasında ark oluşmasıdır. Bu çeşit arklar demirin hasara uğramasına sebep olduğu gibi yağın ağırlaşıp çamurlaşmasınada yol açar. Transformatör ilk kez devreye alındığında, yağ doldurulması sırasında yeterli vakum uygulanmamış ise sargılar arasında sıkışan hava Buchholz rölesinde toplanarak yanlış açmalara sebep olur. Eğer toplanan gaz yanıcı değilse rölenin yanlış açtığı kanaatine varılır. Yağ içinde bir sargı arızası olursa ark çok hızlı bir şekilde gaz üretir. Üretilen bu gaz yağ içerisinde bir yürüyen dalga oluşturur. Buchholz rölesi alt kontaklarının bağlı olduğu klape bu dalgadan etkilenerek açma kumandası verir. Buchholz rölesinde alt klape ayrıca şamandıra ile donatılmıştır. Bu şamandıra yağın birden akıp gitmesi halinde açma yaptıracağı gibi, yağ pompalarının çalışmasında ortaya çıkan yağ dalgalarının amortize edilmesinede yardımcı olur. Altaylar Altaylar, Türk halklarından biridir. Çoğunluğu Sibirya’daki Altay Cumhuriyeti ve Altay Kray’da yaşar. Tuva ve Moğolistan’da yaşayan Altaylar da vardır. Altaylar, Teleütler, Telengitler, Kara Tatarlar, Oyratlar gibi farklı adlarla da anılmışlardır. Altaylar, MÖ 2. binyıldan başlayarak metal işlemede usta olarak bilinir. Altay halkı Ruslarla ilk kez 18. yüzyılda karşılaştılar. Çarlık döneminde Altay, Oyrot olarak adlandırıldı ve daha sonra bu addan hareketle Oyrot Özerk Bölgesi kuruldu. Pek çok Altaylının Rus votkasına alıştığı ve votkayı “ateş suyu” olarak adlandırdığı bilinir. Altay halkı, yarı göçebe bir halktı. Hayvancılık ve avcılık yaşamlarının önemli bir parçasıydı. Bu halkın çoğunluğu Rusların etkisiyle yerleşik yaşama geçti. Altayların bir kısmı geleneksel inançları olan Şamanizme bağlıyken bir kısmı Ortodoks’tur. 1904 yılında, Rus yayılmacılığına tepki olarak Ak Ceng veya Burhanizm denilen bir dinsel hareket de gelişmiştir. Altay halkı için Tibet Budizmi ve Şamanizm önemli inançlardır. Altaylar, Altay Cumhuriyeti’nde tapınaklar bulunmadığı için hacca Tuva Cumhuriyeti veya Moğolistan’a gitmektedirler. Altaylar, Altay Cumhuriyeti’nin nüfusunun sadece yüzde 31’ini oluştururlar. Altaylarda söök adı verilen soy birlikleri en temel yapılanmadır. Eozin Eozin katrandan elde edilen turuncu-pembe renkli bir boyadır. Eozin boyasının mikroskopik incelemelerde en yaygın kullanım alanı, nötral boyaların yapısında yer almasıdır. En tanınmış nötral boyalar tiyazin ve ksanten grubunda yer alan boyar maddelerin karışımlarından oluşmaktadır. Ksanten-tiyazin grubu boyaların en çok bilinenleri ve Türkiye'de kullanılanları, Giemsa, May Grünwald, Wright, MacNeal, Jenner ve Leishman boyalarıdır. Bu boyalar, asidik-bazik, mavi-kırmızı komponentleri bünyelerinde muhafaza ederler. Dolayısıyla boyama metodundaki etap sayısı düşer. Mikroskopide birden fazla etabı olan boyama prosedürlerinde de kullanılır. En çok kullanıldığı çok etaplı boyama metotları, tiyazin-ksanten hızlı boyamaları, Papanicolaou boyamaları ve hematoksilin-eozin boyamalarıdır.
Çok etaplı tiyazin-ksanten boyamalarında eozin boyası, tiyazin boyalarıyla birlikte bulunmaz. Ayrı bir çözelti şeklindedir. Türkiye'de son yıllardaki kullanımı çok yaygınlaşmaktadır. En tanınmışları Field ve Diffquick modifikasyonlarıdır. Türkiye'de eozin boyasının en çok kullanıldığı çok etaplı boyama metotlarından biri Papanicolaou boyama metodudur. Bu metodun etaplarından birinde kullanılan EA boya çözeltilerinde (EA-36, EA-50, EA-65 vb.) diğer boyar maddelerle birlikte bulunur. Hematoksilin eozin boyama metodu, hayvan (insan dahil) doku kesitlerinin incelenmesinde Türkiye'deki histopatoloji uzmanları tarafından çok kullanılmaktadır. Hücre sitoplazması, kollajen ve kas liflerini boyamak için genellikle hücre çekirdeğini boyayan hematoksilin ile birlikte kullanılır. Hematoksilinin de kullanıldığı ikili boyamaya hematoksilin ve eosin boyaması adı verilir. Bu boyamanın amacı, normalde şeffaf olan hücreleri mikroskop altında görüntüleyip dokuların yapısını inceleyebilmektir. H ve E boyaması ile boyanmış dokularda stoplazma pembe-turuncu, hücre çekirdeği ise koyu mavi-mor görünür. Eosin aynı zamanda eritrositleri koyu kırmızıya boyar. Eosin, hücrenin bazik bölümlerin, boyayan asidik bir boyadır. Bunun tersine hematoksilin, hücrenin asidik bölümlerini boyayan bazik bir boyadır. Örneğin nükleik asitlerin (DNA ve RNA) yoğun şekilde bulundukları hücre çekirdeği gibi. Eosin ile boyanan yapılara "eosinofilik" denir. Aslında eosin adı, birbirine benzer iki farklı maddeye verilmiştir. Bu maddelerden daha yaygın şekilde kullanılan eosin Y (aynı zamanda eosin Y ws, sarımtrak eosin, Asit Kırmızı 87, C.I. 45380, bromoeosine, bromofluoreseik asit, D&C Red No. 22 isimleriyle de anılır), boyadığı yapılara biraz daha sarı bir renk verir. Diğer eosin, yani eosin B (mavimtrak eosin, Asit Kırmızı 91, C.I. 45400, Safrozin, Eosin Scarlet ya da imparatorluk kırmızısı) ise çok hafif bir maviliğe sahiptir. Her iki boya da birbirinin yerine kullanılabilir ve belli bir deney için bunlardan birinin seçimi tamamen kişinin tercihine kalmıştır. Eosin Y floresinin tetrabromo türevidir. Eosin B ise floresinin dibromo dinitro türevidir. Mahir Kaynak Mahir Kaynak (1934, Gaziantep - 14 Şubat 2015, İstanbul), Türk iktisatçı, yazar ve istihbarat analizcisi. 1934 yılında Gaziantep’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra 1948’de Kuleli Askeri Lisesi’ne gitti. 1953’te Harp Okulu’nu bitirdi. 1967’de askerlikten ayrıldı. 1961’de mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlık yaptı. 1965’te doktor, 1971’de doçent oldu. O dönemlerde Millî İstihbarat Teşkilatı'na (Millî İstihbarat Teşkilatı) girdi. 1980 yılında Millî İstihbarat Teşkilatı'ndan emekli oldu. 1989’da İktisat profesörü oldu. 1993 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı. Mahir Kaynak, 9 Mart cuntacılarını deşifre ettikten sonra Millî İstihbarat Teşkilatı tarafından deşifre edilmiştir, belki de kendi istihbarat servisi tarafından deşifre edilen tek ajandır. Türk akademisyen Deniz Ülke Arıboğan'ın babası, eski basketbolcu Lütfi Arıboğan'ın kayınpederi idi. 14 Şubat 2015'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığına defnedildi. Johnny Cash Johnny Cash (d. 26 Şubat 1932 – ö. 12 Eylül 2003), ABD'li rock ve country müziğini önemli ölçüde etkilemiş bir gitarist, söz ve müzik yazarı ve June Carter Cash'in eşiydi. Derin ve özgün sesi, "yük katarı" diye de anılan Tennessee Üçlüsü adlı orkestrası, kendisine "siyah giysili adam" ün kazandıran kara giysileri ve tavırlarıyla ünlüydü. Tüm konserlerini sade bir takdimle başlatırdı: "Merhaba, ben Johnny Cash". Özellikle kariyerinin sonlarında doğru ana teması hüzün ve çile çekmek olan müzikler yaptı. "I Walk the Line", "Folsom Prison Blues", "Ring of Fire", "Man In Black" ve "Hurt" en ünlü şarkılarındandı. "One Piece At A Time", "The One on the Right is on the Left" ve "A Boy Named Sue" gibi esprili, eğlenceli şarkılar da yazdı. Hayat hikâyesini anlatan "Walk the line" filminde kendisini oynayan Joaquin Phoenix ile eşi June Carter'ı oynayan Reese Witherspoon'u ölümlerinden önce eşiyle birlikte seçtiler. Johnny Cash, Arkansas'ta Ray ve Carrie Cash'in çocuğu olarak "J.R. Cash" adıyla dünyaya geldi. Sanatçının kardeşi 1944'te odun keserken testereye kapılıp hayatını kaybetti. Bu ölüm aile yaşamında büyük sorunlara neden oldu. İlerleyen yıllarda Johnny; kardeşinin onun yapması gereken işleri yaparken geçirdiği; bu kazadan dolayı hissettiği suçluluk duygusunu dile getirecekti. Radyonun hep dinlendiği bir evde müzik içinde büyüyen Cash, lisede gitar çalmaya ve şarkı söylemeye başladı. Hava Kuvvetlerinde çalışırken adını "John R. Cash" olarak değiştirdi. Cash uzun yıllar Amerikan ordusunda görev yapmıştı. Askerlik görevinin sonunda Vivian Liberto ile 7 Ağustos 1954'te evlendi. Aynı yılın sonlarında Cash, gitarist Luther Perkins ve bas gitarist Marshall Grant ile çalmaya başladı. Sun Records firmasına Johnny Cash ve Tennesse İkilisi olarak kilise şarkıları çaldılar ancak firma yetkilileri onlara kendi besteleriyle gelmelerini söyledi. Cash, 1955'te "Hey Porter", "Cry Cry Cry" şarkılarını kaydetti ve şarkılar country listelerine girdi. "I Walk The Line" şarkısı Cash'in country listelerinde bir numara olan ilk şarkısı olmuş ve pop listelerinde de ilk yirmiye girmişti. Bu şarkıların başarısı sayesinde Cash ilk albümünü Sun Records'tan çıkardı. 1958'te Cash daha büyük bir firma olan Columbia Records ile anlaştı. Bu firmadan "Don't take Your Guns to the Ground" adlı hit şarkıyı çıkardı. 1960'ların başında Johnny Cash'in amfetamin'e ve barbiturat'a bağımlığı başladı. Sanatçı evin her yerine haplarını yerleştirmişti. Onları almadığı zaman büyük krizlere giriyordu. Ancak bu yıllarda daha sonra eşi olacak June Carter'ın yazdığı "Ring of Fire" şarkısı country listelerinde bir numara oldu. Şarkı hem Carter'ın Cash ile yaşadığı yasak aşka hem de Cash'in bağımlılıklarına göndermelerde bulunuyordu. Daha sonraki yıllarda Cash'in davranışları uyuşturucu etkisiyle daha kötüye gitti. 1965'te sanatçının kamyonu ateş aldı ve birçok ağacı ve hayvanı öldürdü. Mahkeme Johnny Cash'i 125.000 $ ödemeye mahkûm etti. Aynı yıl Teksas'ta narkotik tarafından yakalandı ve tekrar ceza aldı. Yine aynı yıl özel bir mülkiyetin çiçeklerini koparmak suçuyla tutuklandı. Bu dönemde sanatçı konsept albümlere ağırlık vermişti. 1966'da Cash'in sorunları yüzünden Johnny ve Vivian boşandılar. Cash, karısından boşanması ve konserlerinin iptali sonrası bir süre dinlendi. Sanatçı 1968'deki "Johnny Cash at Folsom Prison" konseri ile müziğe başarılı bir dönüş gerçekleştirdi. Bu konser albümünden çıkan "A Boy Named Sue" yine country listelerinde bir numara kadar çıktı ve bu konser albümü, tüm zamanların en önemli konser albümlerinden biri olarak nitelendirildi. Bu konser ardından Cash, hapishanelerde konser vermeye devam etti. "Johnny Cash at San Quentin" ve "På Österåker" o yıllarda çıkan önemli konser albümleri oldu. 1970'lerin başlarında Cash, uyuşturuculardan tamamen arınmış bir şekilde tekrar Hristiyanlığa bir dönüş yaptı. 1968'de Cash, bu zor günlerinde yanında olan June Carter Cash ile evlendi ve ölene kadar evli kaldılar. Sanatçı 1969-1971 arasında televizyonda "The Johnny Cash Show"u sunmaya başladı. Program ünlü Amerikan sanatçılarını konuk ediyordu. Bu yıllarda Cash ve Bob Dylan arasındaki arkadaşlık da büyüdü. 1971'de Cash kendini anlatan "Man in Black" şarkısı ile başarı kazandı. Bu yıllarda üstünden ayırmadığı siyah kıyafetleriyle dikkat çekiyordu. Siyah giyinme fikri, Cash'in müziğe başladığı yıllarda grubundaki elemanların giysileriyle uyan tek renk olmasıyla ortaya çıkmıştı. 1975'te Cash ilk otobiyografisi olan "Man in Black" kitabını yayınladı. Cash'in müzikal anlamda başarısı azalsa da yayınladığı bu kitapla ve televizyon rolleriyle Amerika'nın en önemli isimlerinden biri oluyordu. Cash, "Columbo" ve "Little House on the Prairie" adlı dizilerde küçük roller almıştı. Sanatçı aynı zamanda Amerikan başkanlarıyla da iyi arkadaşlıklar kurmuştu. 1972'de Richard Nixon, Cash'i konser vermesi için Beyaz Saray'a çağırdı. Cash, Nixon'ın istekte bulunduğu country şarkılarını bilmediğini söylerek çalmadı, onun yerine daha politik mesaj veren şarkılarından bir konser verdi. Bir başka ABD başkanı Jimmy Carter, Cash'in en önemli arkadaşlarından biriydi. 1980'de Cash "Country Music Hall of Fame"'e adını yazdıran en genç country sanatçısı oldu. Cash bu arada sinemaya da bulaştı ve 1981'de "The Pride of Jesse Hallam" ve 1983'te "Murder In Coweta County" adlı filmlerde rol aldı. 1983'te çiftliğindeki devekuşunun saldırısına uğrayan Cash, hastalığın tedavisi sırasında bir süreliğine hap bağımlılığına bir dönüş yaşadı. 1985'te birkaç önemli country müzisyeni ile The Highwaymen grubunu kurdu ve ilk albümleri "Highwayman", "Highwaymen" adlı şarkısı ile büyük bir başarı kazandı. Bu sırada Cash, plak şirketi olan Columbia'nın ona karşı ilgisiz olması yüzünden plak şirketini protesto etmek amacıyla "Chicken in Black" adlı parodi şarkıyı yazdı; ancak bu şarkı Cash'in son yıllarda en çok ilgi toplayan eseri oldu. Cash buna rağmen plak şirketinden ayrıldı. 1988'de doktora kontrole gittikten sonra double bypass geçirdi. Sanatçı ameliyat sırasında ölümden döndüğünü söylemişti. Ameliyattan sonra Johnny Cash tekrar bağımlılık günlerine dönmemek için hap almayı reddetti. 1990'da The Highwaymen, ikinci albümü "Highwaymen 2" albümünü çıkardı. Albüm ilki kadar başarılı olmasa da country listelerinde dört numaraya kadar yükseldi. 1990'larda Cash'in başarısı müzikal anlamda çok iyi gitmiyordu. Sanatçı 1991'de punk grubu One Bad Pig ile "Man in Black" şarkısını yorumladı. 1993'te ise U2 ile The Wanderer şarkısında düet yaptı. Ancak country müziğinin grunge, hiphop gibi müzikler yüzünden pek dinlenmemesi Cash'e büyük bir başarı getirmiyordu. 1994'te Rick Rubin'in prodüktörlüğünde Cash, sadece gitarı ile eski Amerikan şarkıları yorumladığı "American Recordings" albümünü yayınladı. Albüm şaşırtıcı şekilde büyük bir övgü topladı ve sanatçıya Grammy k
azandırdı. 1994'te Glastonbury Festivali'nde sahne alıp genç kuşakla buluştu. İki yıl sonra American Recordings serisinin ikinci albümü "Unchained" yayınlandı ve yine bir Grammy kazandı. 1997'de Cash ikinci biyografisi "Cash: The Autobiography" kitabını yayınladı. 90'ların sonunda sanatçı şeker hastalığının getirdiği sağlık sorunlarıyla boğuşmaya başladı. Bu yüzden turnelerini iptal etmek zorunda kaldı. Daha sonra zatüree ortaya çıktı. Bu sağlık sorunları nedeniyle 2000'deki "American III: Solitary Man" ve 2002'deki "American IV: The Man Comes Around" daha karanlık bir tondaydı. American IV albümünde yorumladığı Nine Inch Nails şarkısı "Hurt", Cash'e büyük bir artistik başarı kazandırdı ve albümün videosu karısıyla beraber videoda görünen Cash'in eski görüntülerinin de bulunduğu bir veda olarak hazırlandı. Cash'in eşi June Carter Cash kalp kapakçıklarının değişmesinin ardından geçirdiği bir rahatsızlık sonucu 15 Mayıs 2003'te 73 yaşında hayatını kaybetti. Carter'ın ölmeden önceki isteğine uyan Johnny Cash, konserlerine devam etti; ancak konserlere zorlukla çıkıyordu. Cash, 5 temmuz 2003'te son konserini verdi. Eşinin ölümünden dört ay sonra Johnny Cash 12 Eylül 2003'te hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine evinin yanındaki mezarlıkta eşinin yanında toprağa verildi. 24 Mayıs 2005'te de ilk eşi Vivian Liberto da akciğer kanserinden öldü. 2005'te Johnny Cash'in hayatını anlatan Walk The Line filmi yayınlandı. 2006'da Cash'in ölmeden önceki son kayıtlarının bulunduğu "American V: A Hundred Highways" yayınlandı ve listelere bir numaradan girdi. Sanatçının vokal kayıtlarının yapıldığı ancak enstrüman kayıtlarının bulunmadığı bazı kayıtlar vardı. Bu kayıtlar Rick Rubin tarafından düzenlenerek 2007 Ekim'inde American Recordings serisinin altıncı albümü olarak piyasaya sürüldü. Ümit Meriç Prof. Dr. Ümit Meriç, (d. 16 Aralık 1946, İstanbul) Türk yazar ve düşünür. Cemil Meriç ve Fevziye Menteşoğlu Meriç'in kızıdır. Çamlıca Kız Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirerek aynı bölüme asistan oldu.Meriç’in her ikisi de dördüncü baskıya gelmiş olan Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü ve Babam Cemil Meriç adlı iki eseri var. Ayrıca Sosyoloji Konuşmaları’nı derledi. “Dünden Yarına Sosyoloji” ve “Sosyolojik Düşünce Atlası” adlı çalışmaları yayına hazırlanıyor. Titus Livius Titus Livius (yaklaşık MÖ 59 - MS 17), İngilizcede daha çok Livy olarak tanınan tarihçi, yazar. Ünlü bir Roma tarihi, "Ab Urbe Condita" ("Şehrin Kuruluşundan İtibaren"), yazmıştır. Eserde Roma'nın kuruluşundan (geleneksel tarihi MÖ 753) Augustus'un krallığı boyunca Roma tarihi ele alınmıştır. Livius Kuzey İtalya'daki Padova'nın (Antik Patavium) yerlisiydi. Karabacaklı, Eşme Karabacaklı, Uşak ilinin Eşme ilçesine bağlı bir köydür. İlçenin 20 km kuzey batısında bulunan köyün kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Yaklaşık 150 yıllık tarihi bilinmektedir. Buna göre köyün, ilk yerleşimcilerinin değişik yörük oymaklarından göç esnasında buraya yerleştikleri yönündedir. Uşak iline 84 km, Eşme ilçesine 20 km uzaklıktadır. Köyde karasal iklim özellikleri görülmektedir. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlıdır. Köyün geçim kaynaklarının başında; tarım, küçükbaş hayvancılık ve büyük baş hayvan besiciliği ile el dokuması kilim gelmektedir. Tarımsal faaliyet olarak; buğday, arpa, tütün ve fiğ üretimi yapılmaktadır. Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (, ), bugünkü Azerbaycan Cumhuriyeti'nden önce 1920 yılında Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin Sovyetler Birliği'ne katılmasıyla kurulan, 1922-1991 yılları arasında varlığını sürdüren, Sovyetler Birliği'ni oluşturan 15 cumhuriyetten biridir. SSCB’nin Transkafkasya cumhuriyetlerinden en büyüğü olan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bölgenin tek Türk kökenli halkını oluşturmaktaydı. Ülke, İran'a karşı yürütülen savaş sonunda 1820'ler kapanırken Türkmençay Antlaşması gereği Rus İmparatorluğu'na dâhil edildi. Lenin önderliğindeki 1917 Ekim Devrimi ile Rusya'da Bolşeviklerin iktidarı almasından sonra çıkan iç savaşla Ruslar bölgedeki etkinliğini yitirince 28 Mayıs 1918 tarihinde Kafkas İslam Ordusu'nun da desteğiyle bağımsızlığını ilan eden ülke; Rusya’da iç savaşın bitmesi ve Bolşevik yönetimin kesin zaferini ilân etmesi sonrasında Sovyetler Birliği'nin bir üyesi olarak yerini almıştır. Doğal petrol yatakları ile tâ eski zamanlardan beri bilinen Bakü yöresi, SSCB döneminde de dünyanın başlıca petrol üretim merkezlerinden biri haline geldi. Azerbaycan'da üretilen petrol, 1923 yıldan itibaren istikrarlı bir şekilde artarak 1941 yılında 25.4 milyon tona ulaşmasıyla petrol üretiminde rekor kıran Sovyet ülkesinde, çıkarılan petrolün %75’ni teşkil ediyordu. İkinci Dünya Savaşı boyunca Azerbaycan'da petrol üretimi ise şöyledir: 1941'de 25.4, 1942'de 15.8, 1943'de 12.6, 1944'de 11.8 ve 1945'de 10.4 milyon ton. Enerji kaynaklarına hakim olmanın önemini kavrayan Hitler, İkinci Dünya Savaşı 'nda, başta Bakü olmak üzere Kafkasların petrol yataklarını, "Edelweiss" diye adlandırılan planıyla ele geçirmeye çalıştı. Hitler, Bakü petrolünü ele geçirmek için büyük mücadele vermiş olmasına karşın, başarılı olamayarak amacına ulaşamadı. Sovyetler Birliği'nin gelişmesinde önemli bir rol oynayan Azerbaycan petrolü, İkinci Dünya Savaşı boyunca her yıl cepheye ortalama 20 milyon ton petrol göndermiştir. Bu bakımdan savaşın kazanılmasında Azerbaycan petrolünün etkisi büyük olmuştur. 1944-45 yıllarında Bakü ve çevresinden çıkarılan petrol, Sovyetler Birliği'nde üretilen petrolün %75'ini teşkil ediyordu. Savaş yıllarında SSCB'nin petrol ihtiyacının tamamına yakın bir kısmının Azerbaycan tarafından karşılandığı göz önüne alındığında Azerbaycan'ın jeostratejik önemi daha fazla anlaşılmaktadır. Bu öneme binaen Bakü’ye çok sayıda insan yerleştirildi; bu nedenle SSCB döneminde Bakü, Azeri olduğu kadar aynı zamanda büyük bir Rus kenti durumundaydı. SSCB'nin beşinci büyük kenti durumundaki Bakü'nün çevresindeki sanayi, yöredeki petrol üretimiyle bağlantılıydı. Bu yörede üretilen petrol 1900 yılında dünya petrol üretiminin yarısını karşılamaktaydı. Göreceli olarak bakıldığında sonraki dönemde yeni petrol kuyularının açılmasıyla azalmıştır. SSCB döneminde bir başka önemli üretim ise, pamuktur. Kura ovalarında gerçekleştirilen yaygın sulama, başka türlü büyük ölçüde yarı-çorak bir görünüm taşıyacak olan bölgeye yeşillik katmaktadır. Koyun, sığır, domuz ve binek atı yetiştiriciliği, sulama yapılmayan bozkırlarda kış mevsiminde sürdürülebilir. Göçebe çobanlar, yaz aylarında hayvanları yüksek rakımlı otlaklara götürmektedirler. Transkafkasya'da yaygın olan meyve, tütün, çay üretimi ve bağcılık, Azerbaycan'da da yapılmaktaydı. Bütün bunlara eklenebilecek olan bir başkası, yüksek kalite havyar elde edilen mersin balığı başta olmak üzere, Hazar kıyısı boyunca yapılan balıkçılıktı. Gorbaçov döneminde ortaya atılan Glasnost ve Perestroyka sonrası merkezi hükümetin cumhuriyetler üzerindeki otoritesi de göreceli olarak azalmaya başladı. Bundan dolayı Baltık Cumhuriyetlerinde olduğu gibi Azerbaycan'da da bağımsızlık hareketleri görülmeye başlandı. Azerbaycan SSC'deki bağımsızlık hareketlerinden en önemlisi ülke tarihi açısından da milat niteliği taşıyan Kara Ocak olaylarıdır. 137 vatandaşının hayatını kaybettiği bu olaylar sonrasında ülkedeki milliyetçilik rüzgârı güçlenmiş, çeşitli etnik çatışmalar sonucu bağımsızlık ilanı ve Karabağ Savaşı'na giden yola girilmiştir. Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ("Belarusya" olarak da bilinir, ancak bu adın ne anlama geldiği belli değildir) 1917 Bolşevik Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği'ni oluşturan 15 cumhuriyetten biridir. 30 Aralık 1922'de imzalanan Sovyetler Birliği kuruluş anlaşmasını imzalayan devletlerden biridir. Sovyetler Birliği'nin en batısında yer alan Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti nüfus açısından Sovyetler Birliği'nin beşinci büyük cumhuriyetiydi ve tıpkı Ukrayna SSC gibi Birleşmiş Milletler'de temsilciye sahipti. Beyaz Rusya'nın güney sınırını sık ormanlar ve Pripet bataklıkları oluşturur. Kuzeyde, bir dizi buzul sırt yükseltiyi artırırken, toprak daha kuru hale gelir; bu arada aynı yörede Dvina'nın batı kolu, Baltık'a açılan tarihsel bir su yolu işlevi görür. Polonya sınırında, son Avrupa bizonunun görüldüğü, çok eski ve ilginç Beloveya Ormanı yer alır. Tarih açısından bakıldığında Beyaz Rusya, zamanında önemli bir yeri olan ve fiilen bağımsız bir konuma sahip bulunan Kiev Polotsk Prensliği'nin mirasçısıdır. Bu topraklar, Tatar istilâsından sonra Litvanya büyük prenslerinin eline geçti. Polonya ve Litvanya'nın birleşmesiyle, Beyaz Rusya, Polonya'nın 16. ve 17. yüzyıllara özgü Rönesans kültürünü paylaştı; nüfusun hemen hemen dörtte biri Katolik oldu. Ancak Polonya'nın 18. yüzyıl sonlarında paylaşılmasıyladır ki, Beyaz Rusya'nın büyük bölümü Rus İmparatorluğu'na dahil edildi. Sovyetler Birliği'ni yöneten Komünist Parti 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi adıyla Belarus'un başkenti Minsk'te kuruldu. 1917'de Lenin'in önderliğinde gerçekleşen Bolşevik Devrimi'nde Belarus halkı etkin bir rol oynadı. Ancak devrimden sonra Almanya'nın ağır barış koşullarının kabul edilmemesi üzerine saldırıya geçmesi dolayısıyla devrimin kazanımlarını korumak isteyen Sovyet hükümeti Belarus'un batı topraklarını Almanya'ya bırakmak zorunda kaldı. Bu topraklar II.Dünya Savaşı'nda tekrar Sovyetlere katıldı. II.Dünya Savaş'nda Berlin'den Moskova'ya uzanan hatta yer alan Beyaz Rusya, Nazi istilâcıların elinde, Sovyetler Birliği'nin başka bölgelerine göre daha büyük yıkıma uğradı. Nazi işgâli (1941-44) döneminde 1.5 milyon Belarus, kalıcı olarak Volga Nehri'nin doğusundaki topraklara yerleştirildi. Yahudi nüfusun büyük bölümü topraklarını terk ederken, kasaba ve köylerin dörtte üçü tahribe uğramıştı. Ancak, insanlarının direngenliği, yıkıma uğramış bu halkın yeniden gelindiğinde Beyaz Rusya'nın kentsel ve sınaî gelişimi, Sovy
etler Birliği'nde görülen en hızlıları arasındaydı. 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nde bağımsızlık hareketleri başlaması üzerine birliği kurtarmak için Yüksek Sovyet'in aldığı kararla 17 Mart 1991'de yapılan referandumda (bkz. 1991 Sovyetler Birliği referandumu) Belarus'ta % 83.72 oranında ülke geneline göre yüksek oranda birlikte kalma yönünde oy çıktı. Ancak 19 Ağustos'ta Moskova'da gerçekleşen darbe girişiminin ardından tedirgin olan Belarus Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan etti. SSCB'nin kuruluşuna imza atan devletlerden biri olan Belarus 8 Aralık 1991'de Yeltsin'in başkanlığında Minsk'te imzalanan SSCB'nin dağıtılması anlaşmasına da imza atan devletlerden biri oldu ve batıya yöneldi. Ancak Rusya ile birliği savunan ve sosyalist olan Aleksandr Lukaşenko'nun Temmuz 1994 seçimlerini kazanarak başkan olmasının ardından Belarus tekrar tarihi ve kültürel bağlara sahip Rusya'yla ilişkileri geliştirme politikasına yöneldi. 1978 yılında kabul edilen Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti anayasası kısmen değiştirilerek ve dönemin koşullarına uyarlanarak 1994 yılında tekrar kabul edildi.. Belarus komünist bir hükümet tarafından yönetilmemesine karşın sosyo-ekonomik politikalarında eski Sovyet kazanımlarını devam ettirmekte ve Sovyet mirasına sahip çıkmaktadır. Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bayrağı 1991'de bağımsız olmasıyla değiştirilmiş ancak Lukaşenko'nun iktidara gelmesiyle sadece üzerindeki orak çekicin kaldırıldığı haliyle yeniden resmi bayrak olarak kabul edilmiştir. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden Bolşevik Devrimi'nin yıldönümü 7 Kasım'ın resmi tatil olduğu devletler Moldova ve Belarus'tur. Kerestecilik ve patates yetiştirme gibi geleneksel uğraşlar bugün gene önem taşımaktadır. Serin ve yağışlı yazlar ile kumlu toprak yapısı, patates yetiştirilmesi açısından en elverişli koşulları oluşturur. Beyaz Rusya'da üretilen patates tüm Sovyetler'de tüketildiği gibi hayvan yemi olarak ve ayrıca da patates alkolü sanayisinde de kullanılıyordu. Topraklarının üçte biri ormanlarla kaplıdır. Çok sayıda göl ve suyolu, kesilen tomrukların mobilya ve inşaat malzemeleri üreten merkezlere sevkiyatını sağlar. Kum ise, tuğla ve cam üretiminde kullanılır; nitekim Sovyetler Birliği'nin en büyük cam fabrikalarından biri de Gomel'de yer alıyordu. Pripet bataklıkları çevresinde geniş bir alana yayılan turbalıklar son zamanlarda ıslah edilmiştir. Beyaz Rusya topraklarında kurulu çok sayıda termal enerji merkezi, yakıt olarak turbalıklardan sağlanan girdileri kullanmaktadır. Ayrıca Minsk'te büyük motor fabrikaları da SSCB döneminde faaliyet göstermekteydi. Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Gürcüce: საქართველოს საბჭოთა სოციალისტური რესპუბლიკა "Sakartvelos Sabçota Sotsialisturi Respublika"; Rusça: Грузинская Советская Социалистическая Республика "Gruzinskaya Sovetskaya Sotsalistiçeskaya Respublika"), kısaca Gürcistan SSC olarak da bilinir, eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinden biriydi. 25 Şubat 1921’de, Kızıl Ordu'nun Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti'ni işgal etmesinin ardından Gürcistan SSC adıyla kuruldu. Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (, "Türkmenistan Sowet Sotsialistik Respublikasy"; , "Turkmenskaya Sovetskaya Sotsialisticheskaya Respublika"), kısaca Türkmenistan SSC, 1917 Bolşevik Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği'nin Orta Asya'daki 5 cumhuriyetinden biriydi. İlk önce 7 Ağustos 1921 tarihinde Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Türkmenistan Oblastı olarak kuruldu. 13 Mayıs 1925 tarihinde ise Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni oluşturan eşit ve egemen cumhuriyetlerden biri halini aldı. Türkmenistan Sovyetler Birliği'nin en güneyinde yer alan iki cumhuriyetten biriydi. İran ve Afganistan'a yakınlığının da etkisiyle Sovyet öncesinde oldukça mutaassıp olan Türkmen halkı komünist rejimle birlikte modern bir toplum haline geldi. Türkmenistan ekonomisi özellikle petrol ve doğalgaz çıkarımı ile pamuk üretimine dayalıydı. Kuzeyindeki Özbekistan'a göre daha az nüfusa sahip olması bu kaynakların daha verimli kullanılmasını ve Türkmen halkının refah seviyesinin daha iyi olmasını sağladı. Sovyetler Birliği'nin dağıldığı dönemde birliği kurtarmak için 17 Mart 1991'de yapılan referandumda (bkz.1991 Sovyetler Birliği referandumu) Türkmen halkının % 98.26'sı birlikte kalma yönünde oy kullandı. Bu sonuç tüm Sovyet cumhuriyetleri içerisinde Sovyetler Birliği lehine verilen en yüksek oydu (bu oran Rusya'da % 73'tü). Ancak 19 Ağustos 1991'deki askeri darbe girişimi referandum sonucuna göre yapılacak birlik anlaşmasının iptal edilmesine sebep oldu ve darbeden çekinen Türkmenistan da ayrılığa yöneldi. 27 Ekim 1991'de ülke bağımsızlığını ilan eden son cumhuriyetlerden biri oldu ve adı Türkmenistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, (, "Respublikai Sovetii Sotsialistii Toçikiston"; , "Tadzhikskaya Sovetskaya Sotsialisticheskaya Respublika"), kısaca Tacikistan SSC, 1917 Bolşevik Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği'nin 15 kurucu cumhuriyetinden biridir. 14 Ekim 1924'te kurulan Tacikistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Tacik ÖSSC), yapılan ulusal sınır düzenlemeleri ile birlikte Türk Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlandı. Bu devlet Taciklerin ilk ulusal devleti olarak tarihteki yerini aldı. Orta Asya'da Sovyetler Birliği'nin en güneyinde yer alan Tacikistan 5 Aralık 1929 tarihinde Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği'ni oluşturan eşit ve egemen cumhuriyetlerden biri halini aldı. Orta Asya'daki diğer cumhuriyetlere göre daha karmaşık bir etnik yapıya sahip olan Tacikistan'da kurucu Tacik nüfusunun yanında Kırgız,Özbek,Türkmen ve diğer bazı etnik gruplar daha yoğun olarak bulunmaktaydı. Tacikistan, Sovyetler Birliği'nin son dönemlerinde birliği kurtarmak için yapılan referandumda (bkz. 1991 Sovyetler Birliği referandumu) % 96.85 oy ile birlikte kalma yönünde en yüksek oy oranının çıktığı cumhuriyetlerden biri oldu. Ancak Moskova'da 19 Ağustos'ta gerçekleşen darbe girişimi referandum sonucuna göre 20 Ağustos'ta imzalanması planlanan birlik anlaşmasının iptal edilmesine sebep oldu.Yaşanan gelişmeler üzerine Tacikistan 9 Eylül 1991 tarihinde, Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan etti ve Tacikistan Cumhuriyeti adını aldı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Tacikistan 6 Kasım 1994 tarihinde yeni anayasayı kabul etti. Sonar Sonar (Sound Navigation and Ranging), ses dalgalarını kullanarak cismin boyut, uzaklık ve diğer verileri görmemize yarayan alet. Sesin su altında yayılmasını kullanarak su altında/ üstünde gezmeyi, haberleşmeyi ve diğer cisimleri tespit etmeyi sağlayan bir tekniktir. Sonar İngilizce “Sound Navigation and Ranging” ifadesinin kısaltımı olan, ses dalgalarıyla bir cismin uzaklığını, boyutunu ve diğer verileri hakkında bilgi almak için kullanılan aletin adıdır. Sonar sistem ilk olarak denizaltıları için üretilmiştir. Ses dalgalarının su altında yayılması özelliğinden faydalanılarak, su altında/üstünde gezinmeyi, mesafe aralığını hesaplamayı, haberleşmeyi ve diğer cisimler hakkında bilgi edinmeyi sağlayan bir tekniktir. Sonarı yunuslar iletişim için, yarasalar ise yön bulmada kullanır.Sonar sistem aktif ve pasif olmak üzere ikiye ayrılır. Pasif sonar gemiler tarafından yapılan sesi dinlemektedir; Aktif sonar atış sesleri yayar ve yankıları dinler. Bazı hayvanlar (yunuslar ve yarasalar) milyonlarca yıldır iletişim ve nesne tespiti için ses kullansalar da suyun insanlar tarafından kullanımı ilk olarak Leonardo da Vinci tarafından 1490'da kaydedildi. 19. yüzyılda, deniz fenerlerine bir tehlike uyarısı yapmak için bir yardımcı sualtı çanı kullanıldı. Kanadalı mühendis Reginald Fessenden, Boston'daki Denizaltı Sinyali Şirketi'nde çalışırken, daha sonra Boston Limanı'nda test edilen bir sistem olan 1912'den başlayarak deneysel bir sistem kurdu.Bu testte Fessenden derinlik sondajı, sualtı haberleşmesi (Morse kodu) ve echo range (3 km'de bir buzdağı tespit etme) gösterdi. Sözde Fessenden osilatörü, ca. 500 Hz frekans, 3 metrelik dalga boyu ve dönüştürücünün yayılan yüzünün küçük çapı (çapı 1 metreden az) nedeniyle alıcının rüzgârını belirleyemedi. Birinci Dünya Savaşı sırasında, denizaltıları tespit etme ihtiyacı, ses kullanımı konusunda daha fazla araştırmaya yol açtı. Rus fizikçi Paul Langevin, Rus göçmen elektrik mühendisi Constantin Chilowsky ile birlikte çalışırken, 1915 yılında denizaltıları tespit etmek için aktif ses cihazlarının geliştirilmesi üzerinde çalışırken İngilizler hidrofon olarak adlandırılan su altı dinleme cihazlarını daha erken kullanmaya başladı. Piezoelektrik ve manyetostrikt transdüserleri daha sonra kullandıkları elektrostatik transdüserleri almasına rağmen, bu çalışma gelecekteki tasarımları etkiledi. Projektörler için Terfenol-D ve PMN (kurşun magnezyum niobat) geliştirilmiş iken, hafif ses hassas plastik film ve fiber optikler hidrofonlar için (su kullanımı için akusto-elektrikli transdüserler) kullanılmıştır. SONAR 1930'lu yıllarda Amerikalı mühendisler kendi sualtı sesi algılama teknolojilerini geliştirdiler ve termoklinler gibi geleceğin gelişimine önemli keşifler yapıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında iki ülke arasında teknik bilgi değiş tokuşundan sonra Amerikalılar, RADAR'ya eşdeğer olarak üretilen sistemler için SONAR terimini kullanmaya başladı. 1915-1940 yılları arasında gelişme konusunda çok az ilerleme oldu. 1940'ta ABD sonarları tipik olarak bir magnetostrikt dönüştürücüden ve bir küresel gövdede bir Rochelle tuz kristaline sırt sırta bağlanmış 1 fit çaplı bir çelik plakaya bağlı bir dizi nikel tüpünden oluşuyordu. Bu gemi gövdesine montajlandı ve manuel olarak istenen açıyla döndürüldü. Piezoelektrik Rochelle tuz kristali daha iyi parametrelere sahipti, fakat manyetostriktif ünite daha güvenilirdi. İkinci Dünya Savaşı süresince meydana gelen kayıplar, manyetostr
iktif transdüser parametrelerinde ve Rochelle tuzu güvenilirliklerinde ilerlemeyi sürdürerek hızlı araştırma yapılmasını sağladı. Rochelle tuzunun yerine alternatif olarak, üstün bir alternatif olan amonyum dihidrojen fosfat (ADP) bulundu; İlk uygulama, 24 kHz Rochelle tuz transdüserlerinin yerine geçti. Dokuz ay içinde, Rochelle tuzu eskimişti. ADP üretim tesisi, 1940 başlarında birkaç düzine personelden 1942'de binlerce kişiye ulaştı. ADP kristallerinin en erken uygulanmasından birisi akustik madenler için hidrofonlardı. Kristaller, 3.000 m'den (10,000 ft) uçaklar arasında konuşlandırılacak mekanik şoklara ve komşu mayın patlamalarından sağ çıkma kabiliyetine dayanarak, 5 Hz'de düşük frekanslı kesim için belirlendi. ADP güvenilirliğinin temel özelliklerinden biri sıfır yaşlanma özelliklerinden; Kristal, parametrelerini uzun süreli depolamada dahi korur. Başka bir uygulama akustik gezme torpidoları içindir. Torpido burnunda, yatay ve düşey düzlemde iki çift yönlü hidrofon monte edildi; Çiftlerden gelen fark sinyallerinin torpido sol-sağ ve yukarı-aşağı yönünde kullanılması sağlandı. Bir önlem geliştirildi: hedeflenen denizaltı, efervesan bir kimyasal madde taburcu etti ve torpido, gürültülü gazlı yemden sonra gitti. Karşı önlem, aktif sonar ile bir torpidodu - torpido burnuna bir dönüştürücü eklendi ve mikrofonlar, yansıyan periyodik ton patlamalarını dinliyordu. Dönüştürücüler, dikdörtgen şeklinde sıra halinde elmas biçimli alanlara düzenlenmiş aynı dikdörtgen kristal plakaları içermektedir. ADP kristallerinden denizaltılar için pasif sonar dizileri geliştirildi. Çeşitli kristal tertibatları bir çelik boru içine yerleştirildi, vakumla hint yağı dolduruldu ve mühürlendi. Borular daha sonra paralel dizilere monte edildi. II. Dünya Savaşı sonunda standart ABD Deniz Kuvvetleri tarama sonar bir dizi ADP kristali kullanarak 18 kHz'de çalışıyordu. Bununla birlikte daha uzun aralık istenen ancak daha düşük frekansların kullanılması gereklidir. Gerekli boyutlar ADP kristalleri için çok büyüktü, bu nedenle 1950'lerin başında manyetostriktif ve baryum titanat piezoelektrik sistemler geliştirildi, ancak bunların eşit empedans özelliklerine ulaşması ve kiriş deseninde sorunlar vardı. Baryum titanat daha sonra daha kararlı kurşun zirkonat titanate (PZT) ile değiştirildi ve frekans 5 kHz'e düşürüldü. ABD filosu, bu malzemeyi AN / SQS-23 sonarında birkaç on yıl boyunca kullandı. SQS-23 sonar önce manyetostriktif nikel dönüştürücüleri kullandı, ancak bunlar birkaç ton ağırlığındaydı ve nikel pahalıydı ve kritik bir malzeme olarak değerlendirildi; Piezoelektrik transdüserler bu nedenle ikame edildi. Sonar, 432 bireysel transdüserden oluşan büyük bir dizi idi. İlk önce transdüserler güvenilmezdi, mekanik ve elektriksel arızalar gösteriyor ve kurulumdan hemen sonra bozuluyor; Aynı zamanda birkaç satıcı tarafından üretildi, farklı tasarımlara sahipler ve özellikleri dizinin performansını etkileyecek kadar farklıydı.Bireysel transdüserlerin onarılmasına izin veren politika daha sonra feda edildi ve mühürlerdeki ve diğer yabancı mekanik parçaların sorununu ortadan kaldırarak bunun yerine, onarılamayan mühürlü modüller "harcanabilir modüler tasarım" seçildi. İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcındaki İmparatorluk Japon Deniz Kuvvetleri, kuvartz bazlı projektörleri kullandı. Bunlar özellikle düşük frekanslar için tasarlandıklarında büyük ve ağırdı; 9 kHz'de çalışan Tip 91 seti 30 inçlik bir çapa sahipti ve 5 kW güç ve 7 kV çıkış genlikli bir osilatör tarafından çalıştırılıyordu. Type 93 projektörleri sağlam kalsiyum sandviçlerden oluşuyordu, küresel dökme demir gövdelerine monte edildi. Type 93 sonarları daha sonra Alman tasarımını takip eden ve magnetostriktif projektör kullanan Tip 3 ile değiştirildi; Projektörler, yaklaşık 16 x 9 inçlik dökme demir dikdörtgen gövdede iki dikdörtgen özdeş bağımsız ünitelerden oluşuyordu. Maruz kalan alan, dalga boyu genişliğinin yarısıydı ve üç dalga boyu yüksekti. Manyetostriktif çekirdekler, 4 mm'lik nikel damgaları ve daha sonra% 12,7 ile% 12,9 arasında alüminyum içeriğine sahip bir demir alüminyum alaşımından yapılmıştır. Güç, 20 V / 8 A DC kaynaktan gelen kutuplaşmayla 3.8 kV'de 2 kW'dan sağlandı. Japon İmparatorluğu Deniz Kuvvetleri'nin pasif hidrofonları, hareketli bobin tasarımı, Rochelle tuzlu piezo dönüştürücüler ve karbon mikrofonlara dayanıyordu. Manyetostriktif transdüserler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra piezoelektrik araçlara alternatif olarak takip edildi. Nikel kaydırmalı yuvarlak dönüştürücüler, muhtemelen en büyük bireysel sonar transdüserleri olan çapı 13 feet'e kadar çıkan yüksek güçlü düşük frekanslı işlemler için kullanıldı. Metallerin avantajı, yüksek çekme mukavemetine ve düşük giriş elektrik empedansına sahip olmakla birlikte, gerilme mukavemeti öngerilmeyle arttırılabilen PZT'den daha düşük elektriksel kayıplara ve daha düşük bağlanma katsayısına sahiptir. Diğer malzemeler de denendi; Metalik olmayan ferritler, düşük elektrik akımı iletkenliği için düşük girdaplı akım kayıplarına neden olacağı konusunda umutluydu, Metglas yüksek bağlanma katsayısı sundu ancak genel olarak PZT'den daha düşüktü. 1970'lerde, nadir toprak elementleri ve demir bileşikleri, üstün manyetomekanik özelliklerle, yani Terfenol-D alaşımı ile keşfedildi. Bu, olası yeni tasarımları, örn. Bir hibrid magnetostriktif piezoelektrik dönüştürücü. En yeni sch materyal Galfenol'dur. Diğer dönüştürücüler arasında, boşlukların yüzeyleri üzerinde manyetik kuvvetin etkilendiği değişken relüktans (veya hareketli armatür veya elektromanyetik) dönüştürücüler ve geleneksel hoparlörlere benzer hareketli bobin (veya elektrodinamik) dönüştürücüler bulunur; Son derece düşük rezonans frekansları ve üzerinde düz geniş bant özellikleri nedeniyle sualtı ses kalibrasyonunda kullanılır. Gemilerin alt kısmına bir transdüktör yerleştirilir. Bu transdüktörün amacı insanın işiteceği veya daha yüksek frekansta ses dalgaları oluşturmaktır. Oluşturulan bu ses dalgaları denizaltılara, kayalara veya herhangi bir cisme çarparak geri döner. Böylece çarpma ve yansımanın sayesinde mesafe hesaplanır. Sesin sudaki hızı havadan yaklaşık 4 kat daha fazladır. Hesaplamalarda buna göre yapılır. Zaman aralığı sesin yansımasının vurması ile yanan bir lamba bir döner disk ile ölçülür. Disk sabit bir hızla döner. Ses gönderildiğinde lamba üstte o noktasındadır. Yansıma ile lamba tam bir daire çizer. Bazı aygıtlarsa bu menzili yani mesafeyi kaydeder. Ya da televizyon gibi ekranda orada ne olduğu anlaşılır. Sonar, daha önceleri ASDIK ismi ile tanınırdı. Su altında ses dalgaları ile yön ve uzaklığı tespit için kullanılır. Ona benzer diğer sistem ise radardır. Çalışma sistemi hemen hemen aynıdır fakat, radar ses dalgaları yerine radyo frekansları kullanır. Çalışma sistemi aynı olan bu iki cihazda sıklıkla bugün kullanılmaktadır. Yarasalar ve yunusların kendilerine ait olan sonarları vardır. Özellikle yarasalar kör olduklarından sonarları sayesinde bir yerlere çarpmadan uçarlar. Yunuslarsa sonar kullanarak sürülerini takip eder ve haberleşirler. Deniz altı inceleme ya da donanmalarda kullanılan sonar sistemlerse biraz daha farklı çalışırlar. Ses dalgaları yollandıktan sonra, mekanik sistemler aracılığı ile bir oluktan geçirilerek yoğunlaştırılır. Bu nedenle bir dizi transdüktör gemi altına yerleştirilir. Böylece yollanan sinyaller bir araya toplanarak daha güçlü frekans yollarlar. Sonar deniz altı haritaları çıkarmakta, deniz altı maden araştırmalarında, balıkçılıkta, donanmalarda sıklıkla kullanılır. Balıkçılıkta, balığın cinsi ve yoğunluğu ve ne derinlikte olduğu sonarlar ile hesaplanır. Her balık farklı bir şekilde yansıma yaratır.  Yandan taramalı sonarlarsa, deniz dibini tam olarak görüntüler. Deniz altı bitki örtüsü, tabanda olan nesneler, deprem faylarını ve maden yataklarını bulur. Çınargiller Çınargiller (Platanaceae), Proteales (eskiden Hamamelidales) takımından kışın yapraklarını döken boylu ağaçları içine alan bitki familyası. Yaşlı gövdelerde kabuğun dış kısmı levhalar halinde çatlar ve dökülür. Tomurcuk yumurta biçimindedir ve kulak şeklini almış tek bir pul ile örtülmüştür. Sürgünlere sarmal olarak dizilmiş olan tomurcuklar önceleri gözükmez. Yaprak sapının dip tarafında saklanmış bir vaziyettedirler. Yapraklar 3-7 loplu ve uzun saplıdır. Çiçekler bir evcikli ve anemogam'dır. Gerek erkek ve gerekse dişi çiçekler uzun bir sapın etrafında toplanmış yuvarlak, başçık halinde kurullar oluşturur. Çiçeğin iki periant (çiçek örtüsü) vardır. çanak yaprakların üzeri tüylüdür; 3-8 parçadan meydana gelir. Taç yaprak sayısı çanak yaprak sayısına eşittir. Erkek çiçeğin 3-8 tane kısa filamentleri vardır. Meyve, üzeri uzun tüylerle örtülmüş, küçük bir nustur. Bütün üyeleri "Platanus" cinsinde toplanmıştır. Kıbrıs lirası Kıbrıs Lirası ya da modern Yunanca adıyla "λίρα" ya da çoğulu "λίρες", Kıbrıs Cumhuriyeti'nin eski resmi para birimiydi. 1983'e kadar Kıbrıs Türklerinin de resmi muhasebe birimi olan Kıbrıs Lirası, Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin 16 Mayıs 1983'te aldığı bir kararla yürürlükten kaldırılmış ve Türkiye'nin para birimi olan Türk Lirası, şimdiki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde tedavülü zorunlu para olarak kabul edilmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti 1 Ocak 2008'den itibaren ise üye olduğu Avrupa Birliği'nin para birimi Euro (€)'ya geçmiştir. Banknotların ön yüzü her iki resmi dilde (Türkçe-Yunanca), arka yüzü ise İngilizce yazımlandırılmıştır. İnterferon İnterferon (İFN), vücut hücrelerinin çoğunluğunca sentezlenen ve bakterilere, parazitlere, virüslere ve urlara karşı etki gösteren bir proteindir. Sitokin olarak bilinen, glikoproteinlerin en büyük sınıfı altında incelenirler. Dört çeşit interferon vardır; İnterferon belirli bir türe özgü olduğundan, insanların tedavisinde kullanımı için yine insan hücrelerinden elde edilme zorunluluğu vardır. Başlangıçta interferon yarı sınai ölçekte akyuvarlardan veya dölüt fibroblastı kültüründen üretilmişti. Bugün İFN (İFN alfa) genetik mühendisleri tarafından bir bakteri üzerinden (koli
basili "Escherichia coli") üretilmektedir. Bu amaçla söz konusu bakterinin genetik hazinesi, yeni bir düzenleme yapılarak (İFN alfa için şifreli insan DNA'sı parçası sokulmak suretiyle) değiştirilir. Kültür, bakterinin önceden dirençli hale getirdiği güçlü bir antibiyotik olan tetraksilinin bulunduğu ortamda geliştirilmektedir. Sınai ölçeğindeki üretimde kültürler 3500 litrelik mayalandırma kaplarında yapılmakta ve ürün art arda birkaç kere saflaştırılmaktadır. MS (Multipl skleroz) hastaları için değişik interferonlar kullanılmaktadır. Çoğunlukla kullanılan beta interferondur. Apandisit Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, karın ağrısı -kasıklarda ve bacağın vücutla birleştiği noktalarda- ve mide bulantısıdır. Karnın sağ alt bölümünde apandis (apendiks) denen kalın bağırsağın uzantısı bulunur. Solucan şeklinde ve hareket kabiliyeti olan apandisin içinden herhangi bir besin geçmez. Uzunluğu çocuklarda biraz daha fazladır. Yaklaşık 9–10 cm uzunluğundadır fakat bundan daha az ya da daha fazla olabilir. Yerleştiği yer bazı kişilerde farklılık gösterebilir. (Situs inversus gibi) Bu durum apandis rahatsızlığı olanlarda tanı koymayı zorlaştırır. Apendiksin (apandisin) çoğunlukla dışkı veya daha az bir ihtimalle safra taşı, tümör ya da bağırsak kurduyla tıkanması sonucu iltihaplanmasına apandisit denir. Apandisin vücuttaki fonksiyonu henüz bilinmemektedir. Sadece lenf dokusu bakımdan zengin bir yapıdır. Yine de apandisin iltihaplanması sonucu yırtılıp karın bölgesinde yayılmasıyla, ciddi problemler ortaya çıkar. Tedavi edilmediğinde tehlikeli bir hastalık olan apandisit, karın zarının iltihaplanmasına yol açabilir. Yapılan araştırmalara göre A.B.D'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir. Bu hastalığın ortaya çıkmadığı yaş yoktur. 2 yaşından küçük çocuklarda görülme ihtimali nadirdir. Bu yaştan sonra görülme sıklığı artar ve en çok genç yetişkinlerde, 20 yaşından sonra görülmeye başlar. Bu dönemden sonra en sık yaşlılık döneminde ortaya çıkar. Erkekler, apandisite, kadınlara oranla daha fazla yakalanır. Bu oran 1.5/1' dir. Fakat çocukluk döneminde, hem kızlarda hem de erkeklerde görülme ihtimali eşittir. Apandis; içi boş, kanal şeklinde dar bir yapıdır. Burada birçok mikroorganizma yaşar. Bu mikroorganizmalar, bağırsakta da yaşayan mikroplardır. Apandisin içi, dışkı ya da safra taşı gibi nedenlerle tıkandığında, kalın bağırsakla bağlantısı zayıflar. Böylece mikroplar hastalık yapıcı özellik kazanırlar. Sonrasında burada iltihap oluşmaya başlar. Hem mikropların birikmesi, hem de iltihap oluşması apandiste basıncın artmasına yol açar ve çürüme başlar. En sonunda apandis patlar. Apandisin tıkanmasının nedenlerinden biri de, aynı bademcikte olduğu gibi lenf dokularının şişmesidir. Fakat iltihaplı apandislerin çok az bir kısmında apandis kanalının tıkanmasının nedeni açıklanamamaktadır. İki tip apandisit vardır. Bunlardan birincisi akut apandisittir. Belirtileri şiddetli seyreder ve ameliyat olmayı gerektirir. Mukuslu, irinli ve kangrenli olmak üzere üç tipi vardır. Mukuslu apandisitte iltihap artmıştır ve apandis büyümüştür. En çok karşılaşılan tiptir. Tedavi edilmezse irinli apandisit oluşur. İrinli apandisit, apseye neden olur ve bağırsağın diğer bölümlerine yayılabilir. Ülserleşmesi sonucunda karın zarı iltihabı meydana gelir. Kangrenli akut apandisitte, kanın pıhtılaşması sonucu, apandise gelen kan miktarında azalma vardır. Sonuçta doku ölümü gerçekleşir ve apandis kopar. Yayılması sonucu daha ağır bir karın zarı iltihabı gerçekleşir. Akut apandisitin en önemli belirtisi, karın ağrısıdır. Bu ağrı göbek çevresinde, yavaş yavaş artan bir şiddette karnın sağ alt tarafına yayılan künt tarzda bir ağrıdır. Yaklaşık 4-5 saat sürer ve bu süre içinde şiddeti azalır ya da artar. Bu ağrı, kasık bölgesinde, sırtta ya da genital bölgede hissedilebilir. Ayrıca birçok olguda iştahsızlık, bulantı, kusma meydana gelebilir. Ateş hafif yükselmiştir. İshal ya da kabızlık bazı çocuklarda görülebilir. Hastanın rengi solmuştur ve nabız yükselmiştir. Kronik apandisit, akut apandisite göre daha hafif seyreder. En çok görülen belirtisi sık sık fakat daha hafif şiddette karın ağrısıdır. Hemen ameliyat edilmesi gerekmez. Bulantı ve kusma yoktur. Kronik apandisitte ateş yüksekliği saptanmamıştır. Hastalığın tedavi edilmediği durumlarda, belirtiler genelde şiddetlenmekle beraber az bir hastada ise şikayetler azalır. Şiddetlendiği durumlarda, karnın sağ alt bölümünde dokunulduğunda hissedilebilen bir şişlik, kütle vardır. Dinlenmeyle ve ilaç tedavisiyle bu şişlik azalabilir. Ayrıca apandisitin şiddetlendiği durumda ortaya çıkabilecek bir diğer tehlike karın zarının iltihaplanmasıdır. (Peritonit) Acil tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Ateş çok yükselmiştir ve karın ağrısı çok şiddetlidir. Hastanın rengi sararmıştır ve kusma görülür. Ölüme yol açar. Apandisitin tanısını koymak zor olabilir. Çünkü hastalığın belirtileri birçok hastalıkta da vardır. Özellikle apandisitin yerinin değişken olması tanıyı iyice güçleştirir. Doktor muayenesinde hastanın hareket etmekten çekinmesi, hareket sırasında ağrının artması apandisit şüphesini arttırır. Yapılan ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi ile apandisin yapısı hakkında bilgi elde edilir. Ayırıcı tanı için, diğer çevre organların da incelenmesi gereklidir. Ayrıca karnın sağ alt tarafına bastırılınca ağrının artması önemli bir bulgudur. Apandisit, tedavisi kolay bir hastalıktır. İlaçla yapılan tedavi, antibiyotiklerin kullanılması, hastalığın iyileşmesini sağlamaz. Apandis, antibiyotiğin zor ulaşabileceği bir yerdedir. Kesin tedavi için ameliyat şarttır. Kolay bir ameliyattır. Bu ameliyat sırasında apandisit alınır. Yaklaşık 30-40 dakika sürer ve 1 gün hastanede yatma süresi vardır. Apandisit, tehlikeli bir hastalık olduğundan ve ölüme yol açtığından, hasta hemen ameliyat edilmelidir. Hastalığın belirtilerinin ağırlaşmasını beklemeden yapılan bu uygulama, tanının yanlış konmasına neden olabilir. Ameliyat sırasında apandis sağlam dahi olsa, çıkarılmasında fayda vardır. Hastalığın şiddetlendiği ve karın zarı iltihabına neden olduğu durumlarda ise öncelikle hastanın genel sağlık durumu kontrol altına alınmalıdır. Fakat çocuklarda böyle bir durum söz konusu ise ameliyat edilmesi gerekir. Bazen apandis bir zarla çevrilir ve iltihap karın içine yayılmaz (plastron). Bu durumda hemen ameliyat yapılmaz. Hastanede gözetim altında tutulan hastaya antibiyotik tedavisi uygulanır. Durum düzeltilemezse hasta, ameliyata alınır. Apandisiti olan kişilerin kendi başlarına ağrı kesici kullanmamaları gerekir. Tedavi sonucunda ağrıları geçmeyen kişilerin doktora tekrar başvurmaları gerekir. Çünkü başka hastalıklar da varolabilir. Divertikül Divertikül, sindirim kanalı çeperini geçen mukoza fıtığı. Sindirim kanalının her yanında görülebilirse de, en çok kalınbağırsakta oluşur. Divertikülum kelimesi kolon gibi içi boş bir organın duvarından dışarı doğru çıkıntı yapan anormal bir kese veya poş olarak tarif edilir. Gerçek divertikül bu poşun tüm barsak duvarını içerdiğini ifade ederken, yalancı (sahte) divertikül barsak duvarının bir kısmının eksikliğini işaret etmektedir. Özel olarak kolon divertiküllerinde mukoza, musküler tabaka arasından çıkıntı oluştururken kas tabakasını içermez ve bu nedenle yalancı divertikül sayılmaktadır. Divertiküler hastalık veya divertikülozis kolonik divertikül varlığını belirtmek için kullanılan terimlerdir. Bu hastalık 30 yaştan önce nadirdir, yaş arttıkça görülme sıklığı da artar ve 50 yaşını geçmiş Amerikalıların 1/3ünde, 80 yaşını geçenlerinin ise %50-75 de bulunur. Kadın-erkek farkı yoktur. Divertiküler hastalık endüstriel gelişmenin ve batı toplumunun bir hastalığı olarak düşünülmektedir. Et ve şeker kullanımının artması ile daha sık gözükmekte ve posa bırakan diyet kullanımı azalmasıyla da bu sıklık daha da artmaktadır. Fiber kullanımı azalımı da yine görülme sıklığı artışı ile birlikte gitmektedir. Fiber tüketimini çok olduğu sahra çölü yakınlarındaki Afrikalılarda hemen hiç rastlanmazken, düşük fiberlı diyetle beslenen güney Afrikalı beyazlarda daha sık rastlanılmaktadır. Hastaların %30 semptom verir, %15'i kanar ve kanayanların %20-30 kadarı cerrahiye gider. Sağ kolon divertikülleri daha genç yaşta ve erkeklerde sıktır. Kesin nedeni tam olarak bilinmemektedir. Anatomik çalışmalar divertiküllerin arteriollerin muskuler tabakayı penetre ettiği yerlerde,mukozanın kolondan herniasyona uğradığını göstermektedir. Bu bölgeler antimezenterik tenyaların mezenterik tarafında lokalize olmaktadırlar. Antimezenterik tenyalar arasında daha az sayıda rastlanılırlar. Bazı hastalarda arterler, bir dalı divertikül duvarını penetre edecek, diğeri ise musküler tabakanın dışında gidecek şekilde bölünmektedir. Arter ve divertikülüm arasındaki bu ilişki bazen görülen masif kanamalardan sorumludur. Lifli gıdaların yeterince tüketilmediği kişilerde gaita hacmi azalır ve kolondaki geçiş zamanı uzar. Kolonda gereğinden fazla kalan gıda artıklarından sıvı emilimi ile gaita sertleşir. Az hacimli ve katı gaita atılımı için kolon basıncı yükselir ve kalın barsağın en dar kısmı olan sigmoit kolonda segmentleşme oluşur. Bu basınç artışı ve segmentleşme ana patogenetik nedendir. Normalde 10 mmHg olan sigmoit basınç, düşük hacimli ve sert gaita atılımı sırasında 90 mmHg ye yükselir. Divertiküler hastalık patogenezinde rol oynayan bir diğer etken kolon duvarındaki kas liflerinin gerilme gücündeki azalmadır. Gerilme gücü azalımı yaşla ilgilidir. Divertiküloziste diğer önemli bir anatomik bozukluk tutulan kolon duvarındaki belirgin kalınlaşma ve barsak duvarındaki kısalmadır. Böylece barsak lümeni de daralır. Elastin lifleri artışının buna neden olduğu düşünülmektedir. Koln adelesinde hipertrofi ve hiperplazi saptanmamaktadır. Musküler anomali divertikül görünümünden önce başlar ve özellikle sigmoit kolon
da saptanır. Olguların yarısında sadece sigmoit kolon tutulurken, diğer bölgeler % 40 oranında tutulur.Tüm kolon olguların %5-10 unda hastalığa katılır. Düşük fiberli diyet de yine dar bir sigmoit kolonla birliktedir. Bu küçük lümen, kolonun yüksek basınca maruz kalacak şekilde izole kompartmanlaşmasına neden olur. Divertikülitis divertikülle birlikte enfeksiyon oluşumu anlamındadır. Ancak enf oluşumu aslında perikoliktir ve özellikle mezenter ve komşu organlar gibi çevre yumuşak dokuyu ve kolon serozasını tutar. Peridivertikülitis terimi bu hastalık için daha doğru bir terimdir. Enfeksiyon divertikül perforasyonunun bir sonucudur,böylelikle feçes kolon lümeninden kolonun serozal yüzeyine bulaşmaktadır. Çoğu durumda fekal kontaminasyon azdır ve vucudun savunma sistemleri bu durumla başa çıkar. Kontaminasyon belirginse veya hastanın enfeksiyona yanıtı bozuksa lokal peritoneal savunma mekanizmaları yenilgiye uğrar ve apse teşekkülü ya da generalize peritonitis oluşur. Divertikül perforasyonunun nedeni ister artan kolonik basınç, ister kurumuş feçesle divertikül boynunun tıkanması, isterse de dışarı doğru çıkıntı yapan mukozal kesenin enflamasyonu olsun sonuç aynı olup perikolik enfeksiyondur. Olguların % 75 de mixt flora tespit edilir. Akut divertikülitisli hastalar sol alt kadran ağrısından şikayet ederler. Ağrı suprapubik bölge, sol kasık ve sırta yayılabilir. Barsak alışkanlıklarında genellikle konstipasyon ve ara sıra diyare saptanacak şekilde değişkenlikler olur. Ateş ve titreme görülebilir, enflamasyon mesaneye yakınsa acil ve sık idrar ihtiyacı doğar. Rektal kanamaya divertikülitis sırasında az rastlanılır. Fizik bulgular enfeksionun şiddetine bağlıdır. En sık rastlanılan bulgu sol alt kadrandaki hassasiyettir. Belirgin enflamasyon varlığında kötü sınırlı bir endürasyon bölgesi palpe edilebilir. Sol alt kadranda hassas bir kitle bir flegmon veya daha çok olasılıkla bir apseyi gösterir. Ara sıra ileus veya ince bağırsağın kısmi tıkanıklığı dolayısıyla abdominal distansiyon olur. Rektal muayene pelvik hassasiyeti gösterebilir ve vaginal veya rektal muayene ile pelvik apse palpe edilebilir. Ateş %60-100, lökositoz %70-85 hastada saptanır. Sınırlı bir sigmoidoskopik muayene bir rektal Ca’yı ayırt edebilmek için endikedir. Divertikülitis düşünülürse sigmoidoskopi sırasında hava verilmez çünkü bu anda sadece kolon görülür ve perfore divertikülden daha fazla feçesin lümen dışına çıkmasına neden olur. Genelde sigmoidoskop 12 cm den fazla ilerletilemez zira hasta çok rahatsız olur. Fiberoptik endoskopi perikolik kontaminasyon riskini arttırır. Genelde divertikülitis tanısı hikâye ve FM'ye dayanır. Tanı şüpheliyse üç test daha yapılabilir; CT, US ve kontrastlı grafi. CT ve US kalınlaşmış kolon duvarı ve apseyi gösterebilir. CT kolaylıkla enflamasyon lokalizasyonunu tespit eder ve apse, ureteral tıkanıklık veya fistül oluşumu hakkında bilgi verir.Doğruluk derecesi % 98 kadardır CT eşliğinde perkütan drenaj da yapılabilir. Buna karşın baryumlu grafi enf.nu yayma riski taşır, lokalize bir enf.nu generalize hale getirebilir. Baryumla feçes birleşirse şiddetli peritonitis oluşturabilirler. Suda eriyen madde ile çekilen grafiler baryum peritonitisi riski taşımazlar ama yine de peritonitisi yaygınlaştırabilir. US nin tanı değeri % 80-90 dır. Asemptomatik. Başka bir nedenle araştırılırken tespit edilen hastaların ileri tetkiklerine gerek yoktur. Hastalığın şiddeti ve tedavisi Hincley sınıflamasına göre düzenlenir. Hastaların %10-20 sinde görülür. Divertikülitis tedavisi hastalığın şiddetine bağlıdır. Enflamasyon belirtileri ve semptomları minimal olan hastalar sıvı diyet ve geniş spekturumlu antibiyotiklerle ayaktan tedavi edilebilirler. Antibiyotiğe 7-10 gün devam edilir.Metranidazol ve siproflaksazin en çok tercih edilen antibiyotiklerdir. Ağrı kesiciler verilmemelidir, eğer analjezik gereksinimi olursa hasta yatırılmalı ve İV antibiyotik verilmelidir. Morfin veriliminden özellikle kaçınılır, çünkü intrakolonik basıncı arttırır ve inflamatuar işlevi alevlendirir. Meperidin ise intraluminal basıncı azaltır ve çok daha uygun bir analjeziktir. En sık sol alt kadranda ağrı (%93-100), ateş (%60-95) ve lökositoz (%70-85) en sık görülen belirtilerdir. Enflamasyon belirtileri şiddetliyse hastalar hastahaneye yatırılır; barsak istirahati, İV sıvı ve İV geniş spekturumlu antibiyotikler verilir. Enflamasyon ileus veya obs.la birlikte olmadıkça NG gerekli değildir. Hastaların semptomları genellikle nonoperatif tedaviye yanıt verir, 48 saat içinde yanıt alınır. Klinik durum müsaade ettikçe diet başlanılır ve üç hafta sonra araştırma çalışmaları başlar. Enf yatışınca kolonoskopik muayene endikedir, böylelikle divertikülozisin yaygınlığı değerlendirilir ve karsinom varlığı ekarte edilir. Baryumlu grafi de divertikülozisin yaygınlığını gösterir, ancak fazla sayıda divertikül varsa küçük polipler veya malign gelişmeler iyi şekilde tespit edilemez. Bir hasta basit, komplike olmayan bir divertikülitis atağını takiben iyileşirse yüksek fiberli diyet önerilir. Hastaların % 70 şi bir daha rekürrens göstermez; bunlarda daha sonraki yıllarda atak şansı %2 kadardır,ancak birden fazla atak geçirenlerde cerrahi girişim düşünülmelidir. İkinci bir atak geçirende yeni bir atak geçirme şansı % 50 den fazladır. Bu ataklar da ilk atak gibi tedavi edilirler. Atak geçtikten 4-6 hafta sonra hastalıklı kolonun çıkarılması düşünülür. Perfore divertikülden kaynaklanan enf eğer normal peritoneal savunma mekanizmalarıyla hemen lokalize edilmezse generalize peritonitis oluşur. Bu komplikasyon nadirdir, ancak acil cerrahi girişim endikedir. Hastalar şiddetli abdominal ağrıdan şikayet ederler ve tüm abdominal kadranlar gergindir. Abdominal X raylerde intraperitoneal serbest hava bulunabilir, ancak hava bulunmaması tanıyı ekarte etmez. Lökositozis ve sola kayma olabilir. Laparatomi sırasında peritonitis intestinal rezeksiyonu önleyecek kadar şiddetli değilse perforasyonu da içeren hastalıklı segment çıkarılır. Proksimal barsak kolostomi haline çevrilir, distal uç ise müköz fitül haline getirilir veya kapatılır (Hartman girişimi). Fekal akımın çevrilmesi, uygun antibiyotik ve besin desteği peritonitisi yatıştırır. Yatışma 10 haftadan önce olmaz ve kolostomi bu süreden sonra kapatılır. Mortalite % 30-35 civarındadır. Divertikülitislerin tedavisinde önemli bir gelişme abdominal apselerin perkütan drenajıdır. Apseli hastada sol alt kadrana lokalize ağrı bulunur. Yanı sıra hassas bir abdominal kitle palpe edilebilir. Apse pelvis alt tarafındaysa rektal muayeneyle palpe edilebilir. Abdominal CT tanıyı onaylar. Yine CT eşliğinde apse drene edilebilir.Drenajdan sonra 48 saat içinde iyileşme olmalıdır. İyileşme saptanınca fistülografi çekilir ve hasta takibe alınır. Pelvis alt tarafındaki apse karından boşaltılamazsa rektuma transanal veya transvaginal olarak drene edilebilir. Drenajdan sonra hemen ameliyat endikasyonu doğmamaktadır. Apse böyle drene edilmezse laparatomide ya Hartmann operasyonu ya da rezeksiyon+primer anastomoz+proksimal saptırıcı kolostomi yapılır. Perkütan drenaj elektif bir ameliyat yapılmasını temin eder. Ameliyatta tüm kalınlaşmış kolon segmentleri çıkarılmalıdır. Tüm kolon divertiküllerle de kaplı olsa sadece kalınlaşmış kısım çıkarılır. Rektumu sakral promontoryumun 2 cm altına kadar mobilize etmek yeterli olmaktadır... Sigmoit kolonla mesane, vagina, ince barsak vederi arasındaki fistüller divertikülitisin göreceli olarak sık görülen komplikasyonlarıdır. Divertikülitis sırasında mesane fistülü oluşma riski, kolon tümörü veya CH sırasında fistül gelişme riskinden daha yüksektir. Fistül komşu organa drene olan bir apse nedeniyle gelişir. E te K dan daha fazla sıklıkta görülür. Kolo-vezikal fistüller rekürrens gösteren idrar yolu enf.ları, fekalüri veya pnematüri ile görülürler. E te prostat hipertrofisinde olduğu gibi distal idrar yolu tıkanıksa asendan idrar yolu enf. Ve sepsis görülür. Fistülü en iyi gösteren tetkik CT dir. Baryumlu grafinin fistülü gösterme şansı %50 den azdır. Sistoskopi sistit olduğunu ve fistül civarında büllöz ödem olduğunu gösterir. Acil cerrahi girişim genellikle gerekmez. Bir drenaj sağlandığı için hastanın durumu düzelir. İlk tedavi sepsisin kontrolüdür. Distal idrar yolu tıkanıklığı foley katater veya suprapubik sistostomi ile giderilir, aynı anda antibiyotik de verilir. Kesin tedavi girişiminden önce fistülün nedeni aydınlatılmalıdır. Sigmoido vezikal fistülün en sık rastlanılan ikinci nedeni sigmoit tümördür. Kolonoskopiyle sigmoit nekrozun görülmesi ve karsinomanın ekarte edilmesi gerekir. Karsinom varken daha geniş bir diseksiyona ihtiyaç vardır. Fistülün nedeni divertikül olarak saptandıktan ve sepsis kontrol edildikten sonra , fistül bölgesindeki inflamasyonun yatışması gerekir. Bu birkaç hafta antibiyotik tedavisini gerektirir. Bazı hastalarda iyileştirmeyi hızlandırmak için TPN, barsak istirahati ve İV antibiyotik gerekir. Divertikülitise bağlı fistülün cerrahi tedavisi perforasyon yeri de dahil olmak üzere hastalıklı kolon segmentinin çıkarılmasıdır. Ameliyattan evvel üreterlere katater konmalıdır. Mesaneye katater konarak veya suprapubik sistostomi yapılarak 7-10 gün beklenilir. İnflamasyon yaygın değilse tek seanslı ameliyat yapılır, değilse Hartman prosedürü gündeme gelir. Bazen de kolo-rektal anastomoz yapılır ve yanında koruyucu kolostomi veya ileostomi uygulanır. Çok nadiren inflamasyon ve sepsis çok şiddetliyse perforasyon proksimaline sadece kolostomi uygulanır. Bu durumda divertiküler hastalıkta cerrahi endikasyonlar şöyle sıralanmaktadır. Divertiküllere ait kanama alt GIS kanamalarının % 40 ını oluşturur. Divertiküllerin arteriollerin kolonik musküler tabakayı penetre ettiği yerde oluştuğu bilinmektedir; böylece arteriol ile divertikül arasında bir ilşki olduğu ortaya çıkmaktadır. Bazı hallerde arteriol divertikül tepesinde yer değiştirir. Zaman içerisinde kronik travmaya bağlı olarak damar duvarında yapısal değişiklikler olur. İntimada kalınlaşma olur.Arter ya divertikül t
epesinde veya antimezenterik hudutta boynundan zedelenir. İnflamasyon kanamada rol oynamaz. Masif alt GİS kanaması meydana gelir. Belirgin kronik kanama yapmaz. Vasküler bozukluk daima mukozal tarafta olur ve kanama daima lümen içinedir. Divertiküler hastalığa ait kanama alt GIS kanamalarının yaklaşık % 40 ını oluşturur. Kanama şiddetli divertikülozisi olanların %15 de gelişir. Bunların da 1/3 de kanama şiddetlidir ve hemodinamik instabilite yaratır. Sağ kolon divertikülleri soldaki divertiküllerden daha fazla kanarlar, zira daha büyük lümenli divertiküllerdir. Agrısız ve parlak kırmızı kanama olur. Birlikte divettikülitis hali nadirdir. Kanmanın yerinin tespiti için altın standart anjiografidir. Dakikada 0.5-1 ml üzerindeki kanamalarda sensitivite ve spesifitesi %40-92 arasında değişir, komplikasyonu %2'dir. Kanama yeri bulununca ya vazopressin verilir veya Gelfoam veya benzeri madde ile embolize edilir. Vazopresin infüzyonu ile etkinlik % 47-92 kesilince tekrar kanama % 30-40'tır. Embolizasyonla başarı % 76-100, yeniden kanama %7-33, iskemi ise %8-13 oranında saptanır. Yani bu girişimlerin belirli mortalite ve morbiditeleri vardır ve ayrıca pahalıdırlar. Teknisyumla işaretli KK scannigler daha yavaş kanamaları gösterir sensitiviteleri %80-90, doğruluk dereceleri ise %37-98'dir. Stabil veya kanamanın çok az olduğu hastalarda kolonoskopi bazen ilk tercih edilen girişim olmaktadır. Özellikle rigit proktoskopi tercih edilir.Tanıda doğruluk derecesi % 74-87 dir. Divertiküllerde kanama sırasında endoskopik tedavide şunlar yapılabilir. Stabil olmayan hastalarda cerrahiye gidilir.Bunlar hastaların % 10-20 sini oluşturur. Kanama yeri belli ise segmenter kolektomi, degilse subtotal kolektomi yapılır zira körlemesine segmental kolektomide tekrar kanama şansı % 4-75 dir ve acil ameliyatlarda mortalite % 10 üzerindedir. Lokalize olgularda ise yeniden kanama % 15 altındadır. Kanama sırasındaki cerrahi endikasyonlar; Durmuş kanamanın 1 hafta içinde tekrarlaması. İlk kanamadan sonra tekrar kanama riski %20-30, ikinci kanamadan sonra %50'dir. Kanamaların %80'ni kendiliğinden durmaktadır. Polip (anlam ayrımı) Rektum kanaması Rektum kanaması, kaynağı bulunması gereken bir sindirim kanaması. Görülebilir ve dışkıyı kırmızıya boyar veya sindirildikten sonra siyaha boyar (melena); gizli de olabilir, o zaman bir kansızlığa yorumlanabilir veya dışkıda kan aramakla ortaya çıkar. Akciğer embolisi Akciğer Embolisi, sık rastlanan ağır bir hastalık türüdür. Bazen ani ölümlere neden olur. Akciğer atardamar sistemi içinde tıkayıcı bir nesnenin (vakaların büyük çoğunluğunda bacaklarda veya küçük leğen içinde tıkanmış bir toplardamardan kopup gelen bir kan pıhtısı) geçeceği damar çapının yetersiz olduğu yerde tıkanıp kalmasıdır. Akciğer anjiyografisi bir bilgilendirme muayenesidir ve gereken acil tedavinin türünü saptamaya yarar. Akut glomerülonefrit Akut glomerülonefritler, idrarda albumin ve kan bulunmasıyla, bazen de yüksek tansiyonla belirgindir. Bu hastalık streptokoklardan ileri gelen başka bir enfeksiyon (anjin veya kızıl gibi) ikincil belirtisidir. Sıklıkla glomerülonefritle sonuçlanan sebebler arasında tifo, pnömokoksi, stafilokoksi gibi başka enfeksiyonlar da bulunabilir. Bu konuda antibiyotiklerin önleyici etkisi ilgi çekicidir: bunlar, anjinleri önleyerek çocuklarda görülen bu ağır ve hatta zaman zaman ölümcül olabilen hastalığın neredeyse tamamen ortadan kalkmasını sağlamıştır. Yarı akut ve kronik glomerülonefritlerin evrimi daha uzundur ve çoğu zaman böbrek yetmezliği durumunu da içerir. Böbrek biyopsisi bu koşullarda kesin teşhis konmasına hizmet eder. Bu hastalıkların tüm nedenleri henüz bilinmemektedir. Bunlar bazı genel hastalıklardan kaynaklanabilir; eritemli lupus, düğümlü periarterit, goodpasture sendromu, romatizmanın sonucu olan purpura, diyabet, moschcowitz sendromu. Gebelikte böbrek hastalığı bu tiptedir ve çoğunlukla birinci gebeliğin son üç ayında ortaya çıkar. Dölütte komplikasyonlara neden olur; hatta bazen enfeksiyonlara, zehirlenmelere, yozlaşmalara yol açar. İmmun kompleks hastalığı olduğuna dair destekci laboratuvar deneyleri bulunmaktadır. Bağımsız Türkiye Partisi Bağımsız Türkiye Partisi, 25 Eylül 2001 tarihinde kurulan Türk siyasî partisidir. Genel başkanlığını Haydar Baş'ın yaptığı partinin "Millî Ekonomi Modeli" isimli devletçi bir ekonomi programı vardır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğine karşıdırlar. Mesaj TV, Meltem TV, Yeni Mesaj Gazetesi ve Meltem Koleji kurumları bu partiyle bağlantılı olan gruba aittir. Haydar Baş, Türkiye'nin ekonomik sorunlarına çözüm için yazdığı tezlerini birkaç kitapta toplamıştır. 2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde Ekmeleddin İhsanoğlu'nu desteklemiştir. Tetanos Tetanos ya da kazıklı humma, gram-pozitif, anaerobik bir basil olan "Clostridium tetani" bakterisinden ileri gelen ve çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Bakteri, toprakta spor şeklinde bulunur. Ne zaman ki anaerob bir yara içine girebilirse germinasyon oluşturur. Basilin klasik görünümü davul tokmağını andıran basil şeklindedir. Terminal sporu, basile tipik " davul tokmağı" görünümü verir. Toprakta yaşayan "Clostridium tetani" sporları, derideki bir yara, çizik vb (portantre) aracılığıyla organizmaya girmesinden kaynaklanan hastalıkta, giriş noktasında üreyen basilin çıkardığı toksinlerin organizmanın her yanına dağılması sonucunda 2-12 gün süren kuluçka döneminin ardından, önce çene kaslarında görülen ağrılı kas kasılmaları (çene kilitlenmesi) bütün vücuda yayılır. Tedavi edilmezse çok ağrılı kasılma nöbetleriyle sürer ve ölümle sonuçlanır. Clostridial etkenler oluşturdukları hastalık tablosuna göre üçe ayrılır. Bunlar: Yeniden canlandırma ortamında, kasılmaları ve nöbetleri önlemek için yüksek dozda uyuşturucu verilmesine, hastanın tedavi komasına sokulup solunumunun yeniden canladırılmasına dayanır. Koruyucu önlemler alınması, yani kısa süre içinde insan kökenli tetanos anti serumu verilmesidir; bebeklik döneminde ya da 15 yaşlarında da uzun süreli koruyucu önlem olarak da, tetanos aşısı yapılmalıdır. Streptokok Streptokok (Streptococcus). "Streptococcaceae" ailesinde yer alan gram-pozitif, yuvarlak şekilli, fakültatif anaerop, katalaz negatif, sporsuz ve hareketsiz bakterilerdir. Sabit bir çizgi üzerinde çoğaldıkları için ikli ya da zincir şeklinde görülürler. Anilin boyalarıyla kolaylıkla boyanabilirler. Kan ve serumla zenginleştirilmiş katı besiyerlerinde (kanlı agar, serumlu agar) ürerler. Karbonhidrat fermentasyonlarının son ürünü laktik asittir. Bazı türleri karbondioksitli ortamlarda üreyebilir. Tüm vücutta flora bakterisi olarak bulunup, deride en çok bulunan bakterilerdendir. Büyük çoğunluğu insan patojenidir ve hastalık etkenidir. Streptokoklar insan ve hayvanlarda çeşitli lokal ve yayılmış infeksiyonlara neden olurlar. Bazı streptokoklar ise normal hayvanların üst solunum yollarında ve bağırsak kanalında bulunur ve hayvanlarda direncin belirgin ölçüde kırılması halinde patojen hale geçerler. Streptokokların sınıflandırılmaları biyokimyasal, serolojik ve hemoliz özelliklerine göre yapılır. Enzimlerin yapısı, proteinlere, karbonhidratlara ve lipitlere etkisi vardır. Bakterilerin hücre duvarındaki karbonhidratlar (C polisakkaridi) esas alınarak 1928'de R. Lancefield tarafından yapılan sınıflandırmaya göre streptokoklar A-H ve K-V harfleri altında gruplandırılmıştır. Kanlı agarda meydana gelen kısmi hemolizdir. Kanda bulunan eritrositler parçalanır fakat bu parçalanma tam olarak gerçekleşmez açığa çıkan hemoglobin hidrojenperoksit ile tepkime oluşturarak metahemoglobin formuna döner buda agarda yeşilimsi renk şeklinde görülür. Tam bir hemozliz olmadığından eritrositlere rastlanabilir. Tamamlanmış hemolizdir. Koloni çevresindeki hemoliz zonu şeffaf renktedir. Plağa bakıldığında arkasının görülecek kadar şeffaf olması. Tam bir hemoliz olduğundan eritrositlere rastlanmaz. (A, B, C, D, G grupları) Hemoliz yoktur. FileZilla FileZilla, özgür, açık kaynak ve çoklu platform destekli bir FTP istemcisi. FileZilla Client (istemci) ve FileZilla Server (sunucu) adını taşıyan iki farklı sürümü bulunur. Windows, Linux ve Mac OS X işletim sistemlerinde çalışabilir. FTP, FTPS ve SFTP desteği mevcuttur. Ocak 2016 itibarıyla FileZilla istemcisi SourceForge.net'de tüm zamanların en çok indirilen yedinci yazılımıdır. Go Daddy, Ankara Üniversitesi ve daha birçok kurum barındırma alanlarına dosya aktarımı için FileZilla'yı önermektedir. FileZilla, Ocak 2001'in ikinci haftasında Tim Kosse ve iki sınıf arkadaşı tarafından bilgisayar bilimleri ders projesi olarak başlamıştır. Tim Kosse ve iki arkadaşı kod yazmaya başlamadan önce kodu hangi lisansta yayınlamaları gerektiği konusunda tartışma gerçekleştirmişlerdir. Tartışma sonucunda FileZilla'nın bir özgür yazılım projesi olmasına karar verdiler. Çünkü piyasada zaten birçok FTP istemcisi bulunmaktaydı ve ücretli yaparsalar tek bir kopya bile satamayacaklarını düşünüyorlardı. Cobra (sanat) Cobra, 1948'de kurulmuş; Karel Appel, Asger Jorn ve Constant Nieuwenhuys'in başını çektiği sosyal ve politik konulara ağırlık veren bir sanatçı grubu idi. İsmini kurucu sanatçıların yaşadığı Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam şehirlerinin baş harflerinden almıştır. Tarz olarak dışavurumcuydular. 1950'lerde dağılmıştır. Milan Rapaić Milan Rapaić (d. 16 Ağustos 1973), Hırvat millî orta saha futbolcusu. Daha önce Rapaić Hajduk Split, Perugia, Fenerbahçe, Ancona ve R. Standard de Liège'de forma giydi. Neo-dada Neo-dada, genellikle 1950'lerin New York'unda Robert Rauschenberg ve Jasper Johns'ın çalışmış oldukları tarzı anlatmak için kullanılır. Bunun nedeni, bu sanatçıların, Dada akımına benzer olarak buluntu nesnelerden oluşturdukları kolaj ve asamblajlarla anti-estetik tarzı eserler oluşturmalarıydı. Fransız Dada sanatçısı Marcel Duchamp'ın da bu dönemde New York'ta oluşu bu isimlendirmede etken olmuştur. Bu dönemde ve sonrasında Dad
a etkisi happening'lerde de görülmüştür. Frengi Frengi (Sifiliz), spiroket bakterisi "Treponema pallidum" "pallidum" alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Bulaşmanın başlıca rotası cinsel temastır; aynı zamanda anneden cenine, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir, bu doğuştan gelen frengi ile sonuçlanır. "Treponema pallidum" ile alakalı olarak insanlarda görülen diğer hastalıklar arasında veremdutu ("pertenue" alttürü), pinta("carateum" alttürü) ve endemik frengi ("endemicum" alttürü) bulunmaktadır. Frenginin bulgu ve belirtileri, ortaya koyduğu dört aşamaya göre değişkenlik gösterir (birincil, ikincil, latent ve üçüncül). Hastalığın ilk aşamasında klasik olarak şankr/çıban (sert, ağrısız, kaşıntısız bir deri ülseri) ortaya çıkar, ikincil frengide, çoğu zaman avuç içleri ve ayak tabanlarında yayılmış döküntü görülür, latent frengi az belirti gösterir ya da hiç göstermez, üçüncül frengi ise frengi kabarcıkları, nörolojik veya kardiyolojik belirtiler sergiler. Fakat, bu hastalık, sıklıkla görülen atipik görüntüler ortaya koyduğu için “büyük kopyacı” da olarak bilinmektedir. Teşhis genellikle kan testleri yoluyla konulur; ancak bakteriler mikroskop altında da görülebilir. Frengi, antibiyotikler ile etkili bir şekilde tedavi edilebilir, özellikle kas içi penisilin G (nörosifiliz için damar içi olarak verilen) tercih edilir, yoksa seftriakson kullanılır, penisiline karşı şiddetli alerjisi olanlarda ise oral doksisiklin ya da azitromisin uygulanır. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır ve vakaların %90’dan fazlası gelişmekte olan ülkelerde görülmüştür. 1940’larda penisilinin yaygın bir şekilde bulunması sayesinde çarpıcı biçimde azalan hastalık oranları, milenyumun başında insan bağışıklık eksikliği virüsü (HIV) ile kombinasyon halinde birçok ülkede artmıştır. Bu artış, erkeklerle veya kadınlarla seks yapan erkekler, kadınlarla veya erkeklerle seks yapan kadınlar arasındaki korunmasız cinsel uygulamalar, artan rastgele cinsel ilişkide bulunma, fuhuş ve bariyer yöntemleriyle korunmanın azalması ile ilişkilendirilir. Frengi, dört farklı aşamadan birinde kendini gösterebilir: birincil, ikincil, latent ve üçüncül, dahası ırsi de olabilir. Frengi, kendini farklı görüntülerle ortaya koyduğu için Sir William Osler tarafından “büyük kopyacı” olarak adlandırılmıştır. Birincil frengi genellikle başka bir kişinin bulaşıcı lezyonları ile cinsel temas yoluyla bulaşır.. İlk maruziyetten yaklaşık olarak 3 ila 90 gün sonra (ortalama 21 gün), temas noktasında şankr/çıban adlı bir deri lezyonu ortaya çıkar. Bu, klasik olarak (%40 oranda), sağlam tabanlı ve 0,3 ila 3,0 cm boyutlarında keskin sınırları olan tek, katı, ağrısız ve kaşıntısız bir deri ülseridir. Ancak lezyon hemen hemen her şekli alabilir. Tipik şeklinde, makülden papüle evrim geçirir ve nihayetinde aşınma ya da ülsere dönüşür. Zaman zaman, birden fazla lezyon olabilir (~%40), birden fazla lezyon, HIV ile birlikte bulaştığında daha yaygın olur. Lezyonlar ağrılı ya da hassas olabilir (%30), ve genital organların dışında meydana gelebilir (%2–7). En yaygın görülen yer kadınlarda rahim boynu (%44), heteroseksüel erkeklerde penis (%99) ve nispeten yaygın olarak erkeklerle seks yapan erkeklerde anal yolla ve rektaldir (%34). Enfekte olan alanın etrafında sıklıkla Lenf bezi büyümesi görülür (%80), ve şankr oluşumundan 7 ila 10 gün sonra meydana gelir. lezyon tedavi edilmeden üç ila 6 hafta kadar sürebilir. İkincil frengi, ilk bulaşmadan yaklaşık olarak dört ila on hafta sonra oluşur. İkincil hastalığın birçok farklı şekilde kendini gösterdiği bilinirken, en yaygın belirtileri arasında deri,muköz membranlar ve lenf düğümleri bulunmaktadır. Gövdede, el ve ayaklarda, avuç içi ve ayak tabanları da dahil olmak üzere, simetrik, kırmızımsı pembe ve kaşıntısız döküntü olabilir. Döküntü, makülopapüler ya da pustular hale gelebilir. Mukoza zarında kondilom latum olarak bilinen düz, geniş, beyazımsı, siğil benzeri lezyonlar oluşturabilir. Bütün bu lezyonlar bakteri barındırır ve bulaşıcıdır. Diğer semptomlar arasında ateş, boğaz ağrısı, halsizlik, kilo kaybı, saç kaybı ve baş ağrısı yer alır. Hepatit, böbrek hastalığı, eklem iltihabı, periostit, optik nörit, üveit ve interstisyel keratit nadir görülen belirtiler arasındadır. Akut semptomlar genellikle üç ila altı hafta sonra ortadan kalkar; ancak, insanların %25’inde ikincil belirtiler tekrar görülebilir. İkincil frengisi olan birçok kişide (kadınların %40-85’i, erkeklerin %20-65’i) daha önce tipik birincil frengi şankrı rapor edilmemiştir. Latent frengi, hastalık belirtileri olmadan serolojik enfeksiyon bulgusu olarak tanımlanır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nde, erken (ikincil frengiden sonra 1 yıldan az) ya da geç (ikincil frengiden sonra 1 yıldan fazla) olarak tanımlanmıştır. Birleşik Krallık, erken ve geç latent frengi için iki yıllık bir geçirim kullanır. Erken latent frengide semptomlar nüksedebilir. Geç latent frengi semptomsuzdur ve erken latent frengi kadar bulaşıcı değildir. Üçüncül frengi, ilk bulaşmadan sonra yaklaşık 3 ila 15 yıl sonra oluşur ve üç farklı şekilde sınıflandırılabilir: frengi kabarcığına benzeyen frengi (%15), geç nörosifiliz (%6,5) ve kardiyovasküler frengi (%10). Tedavi olmadan, enfekte kişilerin üçte birinde üçüncül hastalık gelişir. Üçüncül frengili kişilerin hastalığı bulaşıcı değildir. Frengi kabarcığına benzeyen frengi ya da geç iyi huylu frengi genellikle ilk bulaşmadan 1 ila 46 yıl sonra, ortalama 15 yılda, oluşur. Bu aşama, kronik frengi kabarcıklarının oluşmasıyla ayırt edilir, bu kabarcıklar yumuşak, boyutları değişkenlik gösteren, tümöre benzer iltihaplı toplardır. Bunlar en sık olarak deri, kemik ve karaciğeri etkiler ancak her yerde oluşabilir. Nörosifiliz, merkezi sinir sistemini içeren bir enfeksiyona işaret eder. Bu, semptomsuz ya da frengili menenjit formunda erken veya meningovasküler sifiliz, genel felç ya da bacak ve ayaklarda zayıf denge ve yıldırım ağrılarla ilişkilendirilen omurilik zafiyeti formunda geç oluşabilir.Geç nörosifiliz, ilk bulaşmadan sonra genellikle 4 ila 25 yıl sonra oluşur.Kent08 --> Meningovasküler sifiliz, hissizlik ve felç, bunama ile genel felç ve omurililk zafiyeti olarak kendini gösterir. Ayrıca, kişi yakındaki nesnelere odaklandığında kısılan ancak parlak ışığa maruz kaldığından kısılmayan iki yönlü küçük göz bebekleri Argyll Robertson göz bebekleri görülebilir. Kardiyovasküler firengi genellikle ilk bulaşmadan 10-30 yıl sonra ortaya çıkar. En yaygın komplikasyon, anevrizma oluşumuyla sonuçlanabilen frengili aortittir. Konjenital firengi hamilelik ya da doğum sırasında ortaya çıkabilir. Frengili bebeklerin üçte ikisi semptom göstermeden dünyaya gelir. Yaşamın ilk birkaç yılında gelişen yaygın semptomlar şunlardır:hepatosplenomegali (%70), döküntü (%70), ateş (%40), nörosifiliz (%20) ve akciğer iltihabı (%20).Tedavi edilmezse, %40’ında geç konjenital firengi oluşabilir, semptomları şunlardır: semer burun bozulması, Higoumenakis belirtisi, kılıç kaval kemiği ya da Clutton eklemleri. "Treponema pallidum" alttürü " pallidum" spiral şekilli, Gram-negatif, son derece hareketli bir bakteridir. İnsanlarda görülen diğer üç hastalığın sebebi ilgili "Treponema pallidum"dir, bunlar verem dutu (alttür "pertenue"), pinta (alttür "carateum") ve endemik firengiten oluşmaktadır (alttür "endemicum"). Alt tür "pallidum"un tersine, sinir hastalığına sebep olmazlar. İnsanlar, "pallidum" alttürünün bilinen tek doğal konağıdır. Bu alt tür, konakçı olmadan ancak birkaç gün yaşayabilir. Bunun sebebi, küçük genomunun (1.14 MDa), makro besinlerinin çoğunu yapması için gerekli olan metabolik yolağını kodlayamamasıdır.30 saatten daha fazla bir iki katına çıkma süresi vardır. Frengi, öncelikle cinsel temas yoluyla ya da hamilelik sırasında anneden cenine geçerek bulaşır; spiroket, sağlam müköz membranlardan veya riskli deriden geçebilir. Bu yüzden, lezyona yakın bir yerin öpülmesi ile bulaşabilir, aynı zamanda oral, vajinal ve anal seksle de geçebilir. Birinci ya da ikincil frengiye maruz kalan kişilerin %30’u ila %60’ına hastalık geçecektir. Bulaşıcılığı, yalnızca 57 organizmayla aşılanmış bir bireye bulaşma şansının %50 olmasıyla örneklendirilebilir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yeni vakaların çoğu (%60), erkeklerle cinsel ilişkiye giren erkeklerde görülmektedir. Kan ürünleri yoluyla bulaşabilir. Ancak, pek çok ülkede test edilir ve bu sebeple bu risk düşüktür. İğne paylaşımından bulaşma riskinin sınırlı olduğu görülmektedir. Frengi klozet, günlük aktiviteler, jakuzi ya da yemek kabı veya giysilerin paylaşılması ile bulaşmaz. Frengiye, kendisini ilk gösterdiği anlarda klinik olarak teşhis koymak zordur. Kan tahlili ya da mikroskopi kullanılarak doğrudan gözle muayene yoluyla teyit edilir. Daha kolay uygulandıkları için kan testleri daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak tanısal testler, hastalığın aşamalarını ayırt edememektedir. Kan tahlilleri treponemal olmayan ve treponemal testler olmak üzere ikiye ayrılır. İlk olarak treponemal olmayan testler uygulanır, bunlar zührevi hastalık araştırma laboratuvarı (VDRL) ve rapid plasma reagin testlerini içerir. Ancak, bu testler zaman zaman yanlış pozitifler olduğu için, treponemal palidum partikül aglütinasyonu(TPHA) ya da floresan treponemal antikor absorbsiyon testi (FTA-Abs) gibi bir testle teyit edilmesi gerekir. Treponemal olmayan testlerdeki yanlış pozitifler suçiçeği ve kızamık gibi viral enfeksiyonların yanı sıra, lenfom, tüberküloz, sıtma, endokardit, bağ dokusu hastalığı ile hamilelikte de oluşabilir. Treponemal antikor testleri genellikle ilk bulaşmadan iki ila beş hafta sonra pozitif hale gelir. Nörosifiliz, bilinen bir frengi enfeksiyonu ortamında, çok sayıda lökosit (baskın olarak lenfosit) ve omurilik sıvısında yüksek protein seviyeleri bulunarak teşhis edilebilir. Bir şankrdan serum Karanlık zemin mikroskopisi, çabuk tanı koymak için kullanılabilir. Pri2008 --> Ancak, hastanelerde her zaman ekipman ya da tecrübeli perso
nel bulunmayabilir, tahlilse numuneye erişimden sonra 10 dakika içinde yapılmalıdır. Duyarlılıkın yaklaşık %80 olduğu bildirilmiştir, bu yüzden bir tanıyı elemek için değil yalnızca teyit etmek için kullanılabilir. Pri2008 --> Diğer iki test, şankrdan alınan bir numuneyle uygulanabilir: direkt floresan antikor tahlili ve nükleik asit amplifikasyonu tahlilleri. Direkt floresan testi, belirli sifiliz proteinlerini içine alan floresin ile etiketlenmiş antikorları kullanırken nükleik asit amplifikasyonu, belirli sifiliz genlerini saptamak için polimeraz zincir reaksiyonu gibi teknikleri kullanmaktadır. Bu tahliller, teşhis koymak için canlı bakterilere ihtiyaç duymadıklarından zaman duyarlı değildir. , hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Enfeksiyon taşıyan kişilerle yakın fiziksel temastan kaçınmak, frenginin bulaşmasını azaltmada lateks prezervatifin uygun kullanımı gibi etkilidir. Fakat prezervatif kullanmak riski tamamen ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla, Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri enfeksiyon taşımayan bir eşle karşılıklı olarak tek eşli biçimde kurulan uzun süreli ilişkileri ve riskli cinsel aktiviteyi artıran alkol ve uyuşturucu gibi maddelerin kullanımından kaçınılmasını önermektedir. Yenidoğanlarda doğumsal frengi, hamileliğin erken dönemlerinde yapılacak kontroller ve enfeksiyon taşıyan anne adaylarının tedavi edilmesi ile önlenebilmektedir. ABD Önleyici Hizmetler Görev Grubu (USPSTF) tüm hamile kadınların kapsamlı bir taramadan geçirilmesini tavsiye ederken, Dünya Sağlık Örgütü tüm kadınların doğumdan önceki ilk muayenesinde ve üçüncü trimesterde tekrar test edilmesini önermektedir. Sonuçlar pozitif çıkarsa, eşlerin de tedavi edilmesi tavsiye edilmektedir. Pek çok kadın doğum öncesi bakım imkanından yoksun olduğundan ve diğerlerinin alabildiği bakım hizmeti ise tarama içermediğinden, doğumsal frengi gelişmekte olan ülkelerde hâlâ yaygındır; frengi kapma riski (uyuşturucu kullanımı yoluyla vb.) en yüksek olanlar, hamilelik süresince bakım görme imkanı en az olan kişiler olduğundan, frengi gelişmiş ülkelerde de halen zaman zaman görülebilmektedir. Testlerin ulaşılabilirliğini artırmaya yönelik bir dizi önlemin düşük ila orta gelirli ülkelerdeki doğumsal frengi oranlarını azaltmada etkili olduğu görülmektedir. Frengi, Kanada Avrupa Birliği, ve Amerika Birleşik Devletleri gibi pek çok ülkede bildirimi zorunlu hastalık kategorisindedir. Bu şu anlama gelmektedir: sağlık kuruluşları kamu sağlığı idarelerini bilgilendirmekle yükümlü olup, bu idarelerin de hastaların eşlerine eş bildirimi sağlaması gerekmektedir. Doktorlar, hastaları eşlerini de tedaviye göndermeleri yönünde teşvik edebilmektedir. CDC, erkeklerle ilişkiye giren cinsel yönden aktif erkeklerin yılda en az bir kere testten geçmesini önermektedir. Basit frenginin öncelikli tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir. Doksisiklin ve tetrasiklin de alternatif seçeneklerdir; fakat bebekte doğuştan özür oluşma riskinden dolayı bunlar hamile kadınlarda önerilmemektedir. Makrolidler, klindamisin ve rifampin gibi pek çok maddeye karşı antibiyotik direnci gelişmiştir. Üçüncü nesil bir sefalosporin antibiyotik olan seftriakson, penisilin bazlı tedavi kadar etkili olabilir. Nörosifilizde, penisilin G’nin merkezi sinir sistemine zayıf girişi nedeniyle, hastalığa maruz kalanlara en az 10 gün boyunca yüksek dozlarda damar içi penisilin verilmesi önerilmektedir. Kişi alerjik ise, seftriakson kullanılabilir veya penisilin duyarsızlaştırılması denenebilir. Diğer geç enfeksiyonlar üç hafta boyunca haftada bir yapılacak kas içi penisilin G iğneleri ile tedavi edilebilir. Alerji halinde, erken enfeksiyon durumunda olduğu gibi, daha uzun süre boyunca olmakla beraber doksisiklin veya tetrasiklin kullanılabilir. Bu aşamada tedavi, hastalığın daha çok ilerlemesini sınırlamakta fakat halihazırda meydana gelmiş hasarı düzeltmede çok az etki göstermektedir. Tedavinin muhtemel yan etkilerinden biri Jarisch-Herxheimer reaksiyonudur. Genellikle bir saat içinde başlayıp 24 saat sürmektedir; semptomları ise ateş, kas ağrısı, baş ağrısı ve taşikardidir. Parçalanan frengi bakterilerinden salınan lipoproteinlere cevaben bağışıklık sisteminin saldığı sitokinler nedeniyle ortaya çıkmaktadır. 1999 yılında frenginin, %90’dan fazlası gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 12 milyon kişiye bulaştığı tahmin edilmektedir. Hastalık yılda 700.000 ila 1,6 milyon hamileyi etkilemekte olup kendiliğinden düşük, ölü doğum ve doğumsal frengiye sebep olmaktadır. Sahra altı Afrika’da perinatal ölümlerin yaklaşık %20’sinin nedeni frengidir. Oranlar damar içi uyuşturucu kullananlar, HIV virüsü taşıyanlar ve erkeklerle cinsel ilişkiye giren erkekler arasında nispeten daha yüksektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde frengi oranları 1997 yılında erkeklerle kadınlarda neredeyse eşitken, 2007 yılında erkeklerde kadınlardan altı kat fazla görülür hale gelmiştir. 2010 yılındaki vakaların neredeyse yarısını Afroamerikanlar oluşturmuştur. Frengi, 18. ila 19. yüzyıllar arasında Avrupa’da çok yaygındı. 20. yüzyılın başlarında gelişmiş ülkelerde antibiyotiklerin yaygın kullanımı ile beraber enfeksiyonlar da 1980 ve 1990’lara kadar hızla azalmıştır. 2000 yılından beri frengi, özellikle de erkekler ile cinsel ilişkiye giren erkekler arasında olmak üzere, ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya ve Avrupa’da artış göstermektedir. Amerikalı kadınlarda frengi oranları bu süre içerisinde sabit kalırken, İngiliz kadınlara ilişkin oranlar artış göstermiş, fakat erkeklere nazaran daha düşük bir artış kaydedilmiştir. 1990’lardan beri Çin ve Rusya’da heteroseksüeller arasında giderek bir artış meydana gelmiştir. Bu durum rastgele cinsel ilişki, fuhuş ve bariyer yöntemleriyle korunmanın gitgide daha az kullanılması gibi güvenli olmayan cinsel uygulamalara bağlanmaktadır. Hastalık tedavi edilmediğinde, erkeklerde daha fazla olmak üzere, %8 ila %58 arasında ölüm oranı bulunmaktadır. Frenginin belirtileri, kısmen etkili tedavinin yaygınlığı ve ulaşılabilirliği, kısmen de spiroketlerin azalan virülans oranı sayesinde 19. ve 20. yüzyıllar boyunca daha az şiddetli hale gelmiştir. Erken teşhis ve tedavi ile komplikasyonlar azalmaktadır. Frengi, HIV bulaşma riskini iki ila beş kata kadar artırmakta olup ortak enfeksiyon da yaygın biçimde görülmektedir (birçok şehir merkezinde %30-60 arası). Frenginin kesin kökeni bilinmemektedir. Başlıca iki hipotezden biri frenginin Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına yaptığı yolculuktan dönen denizciler yoluyla Avrupa’ya taşınmış olduğu iken, diğer hipotez ise frenginin Avrupa’da daha önceden mevcut olduğu fakat tanısının konulmadığını öne sürmektedir. Bunlar sırasıyla “Kolomb” ve “Kolomb öncesi” hipotezler olarak anılmaktadır. Kolomb hipotezi en iyi mevcut kanıtlar ile desteklenmektedir. Bir frengi salgınına yönelik ilk yazılı kayıtlar 1494/1495 yıllarında bir Fransız işgali sırasındaNapoli, İtalya’da tutulmuştur. Geri dönen Fransız askeri birlikleri tarafından yayıldığından başlangıçta “Fransız hastalığı” olarak bilinmekteydi – halen de bu şekilde anılabilmektedir. Türkçedeki “frengi” kelimesi de “Frenk hastalığı” anlamına gelmektedir. 1530 yılında “sifiliz” ismi İtalyan doktor ve şair Girolamo Fracastoro tarafından, hastalığın İtalya’daki tahribatını anlatan daktilik altı ayaklı dize ile yazılmış Latince şiirinin başlığı olarak kullanılmıştır. Hastalık geçmişte "Great Pox" olarak da anılmıştır. Hastalığa sebep olan organizma "Treponema pallidum" ilk kez 1905 yılında Fritz Schaudinn ve Erich Hoffmann tarafından tespit edilmiştir. Etkili ilk ilaç (Salvarsan) 1910 yılında Paul Ehrlich tarafından geliştirilmiş olup, bunu penisilin denemeleri ve ilacın etkinliğinin 1943 yılında kanıtlanması takip etmiştir. Etkili ilaçların geliştirilmesinden önce cıva ve tecrit yaygın olarak kullanılmış fakat tedavilerin hastalığın kendisinden daha kötü etkileri olmuştur. Franz Schubert, Arthur Schopenhauer, Édouard Manet ve Adolf Hitler, gibi tarihte önem taşıyan isimlerin bu hastalığa yakalandığı düşünülmektedir. Avrupa’da frengiyi tasvir eden ilk eser Albrecht Dürer’in “Frengili Adam” ("Syphilitic Man") adındaki, Kuzey Avrupalı bir paralı asker olan Landsknecht’i betimlediğine inanılan ahşap oyma çalışmasıdır. 19. yüzyıldaki "femme fatale"veya "zehirli kadın" mitinin kısmen frenginin tahribatından kaynaklandığına inanılmaktadır; John Keats’in "La Belle Dame sans Merci" eseri bu konuda edebiyattaki klasik örneklerden biridir. Ressam Jan van der Straet 1580 yılları civarında tropik ağaç guayak ile frengisi tedavi edilen zengin bir adamı tasvir etmiştir. Eserin adı “Frengi Tedavisi İçin Guayakın Hazırlanması ve Kullanımı”dır ("Preparation and Use of Guayaco for Treating Syphilis"). Sanatçının Yeni Dünya’yı tasvir eden bir dizi eserine bu manzarayı dahil etmesi, o zamanlar Avrupalı elitler için, ne kadar etkisiz de olsa, frengi tedavisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Zengin biçimde renklendirilmiş ve detaylandırılmış eserde, arkasında bir şey saklayan bir doktor hastanın başında beklerken, dört tane hizmetçi karışımı hazırlamakta, hasta ise içmektedir. 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde tıbbi etik uygulaması tartışmalı olan en bilindik vakalardan biri Tuskegee frengi çalışması idi. Çalışma Tuskegee, Alabama’da yapılmış olup Tuskegee Enstitüsü ortaklığı ile ABD Kamu Sağlığı İdaresi (PHS) tarafından desteklenmiştir. Çalışma, frenginin yaygın bir sorun olduğu ve güvenli ve etkili bir tedavinin bulunmadığı 1932 yılında başlamıştır. Bu çalışma tedavi edilmeyen frenginin gelişimini ölçümlemek için oluşturulmuştur. 1947 yılı itibarıyla penisilinin frenginin etkin bir ilacı olduğu kanıtlanmış olup hastalığı tedavi etmek için penisilin yaygın biçimde kullanılmaktaydı. Fakat çalışmayı yürütenler çalışmayı devam ettirmiş ve katılımcılara penisilin vermemiştir. Bu durum tartışma konusudur; kimileri ise pek çok deneğe penisilin verildiğini tespit etmiştir. Çalışma 1972 yılına kadar devam etmiştir. 1946 yılından 1948 yılına kadar
Guatemala’da da frengi deneyler yapılmıştır. Bunlar Amerika Birleşik Devletleri sponsorluğunda yapılaninsan deneyleri olup Guetemalalı bazı sağlık bakanları ve yetkililerinin işbirliği ile Juan José Arévalo hükümeti zamanında gerçekleştirilmiştir. Doktorlar asker, mahkûm ve akıl hastalarına, deneklerin bilgilendirilmiş onamları olmadan frengi ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklar bulaştırmış ve sonrasında onları antibiyotik ile tedavi etmiştir. 2010 yılının ekim ayında ABD bu deneyleri gerçekleştirdiği için Guatemala’dan resmen özür dilemiştir. Sert kenar resmi Sert kenar resmi, (hard-edge painting), 1960'larda yaygınlaşan, geç resimsel soyutlamanın bir koludur. Hepsini kapsayan genel terim renk alanı resmidir. Boyanın niteliklerini ve hareketini duyguların ifadesinde kullanan soyut dışavurumculara tepki olarak, onların kullandıkları formları kişisellikten arındırarak kendi tekniklerine adapte etmişlerdir. Renkler arası sert ve belirgin geçişler kullanılır. Güneyköy, Yalova Güneyköy, Yalova ilinin Merkez ilçesine bağlı bir köy. Köy 1896'da Dağıstan'dan gelen göçmenler tarafından kurulmuştur. Köyün ilk resmi adının 1899'da Almali ya da Elmaalanı olarak verildiği başbakanlık arşivlerinde geçer. Almali ismi kullanılırken, Sultan Reşat'ın köye gelmesi ve köyü çok beğenerek buraya bir çeşme yaptırmasından sonra 1910 yılında adı Reşadiye olarak değişmiştir. 1934'te İstanbul sınırının en güney kıyısında yer alması dolayısıyla Güneyköy adını almıştır. 750 hane, 3 cami, 2 resmi okul ve medresesi olduğu bilinen köy, Kurtuluş savaşı yıllarında Yunan istilasına uğradığından ahalisi üç yıl Geyve ve Adapazarı yörelerine göçmüştür. savaş sonrasında bu nüfusun ancak bir bölümü geri dönebilmiştir. Köy, Yalova il merkezine 16 km uzaklıktadır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Yerelnet Renk alanı resmi Renk alanı resmi ('Color field painting', Clement Greenberg'ün sonradan kullandığı bir terim olarak Geç-resimsel soyutlama , 'Post-painterly abstraction'), 1950'lerde Mark Rothko, Barnett Newman ve Clyfford Still gibi soyut dışavurumcu ressamları tanımlamak için kullanılmıştır. Genelde kompozisyon, büyük alanların tek ve düz bir renkle kapatılmasıyla oluşturulur. Amaç, resmi duygu, mitoloji ve inançlardan arındırmaktı. 1960'larda Helen Frankenthaler, Morris Louis, Kenneth Noland bu isimlere katılmışlardır. 1964'te Clement Greenberg'ün "Geç-resimsel soyutlama" ("Post-painterly Abstraction") isimli bir sergi hazırlaması nedeniyle 1960 nesilindeki ressamların tarzı için geç-resimsel soyutlama terimi de kullanılmıştır. Hazır giyim Langerhans adacıkları Pankreasta bulunurlar ve farklı hücre çeşitlerinden oluşurlar. Bu hücrelerin bir kısmı, kandaki şeker miktarının denetiminden sorumlu olan insülin ve glukagon adlı hormonları salgılar. Bu hücrelerde insülinin yapılamaması şeker hastalığına neden olur. Alfa hücreleri glukagonu , beta hücreleri ise insülini salgılar. Osteosit Osteosit, osteoblast hücrelerinin olgunlaşması sonucunda oluşur. Sıkı ve süngersi olmak üzere iki çeşittir. Osteositler, kemik döngüsü içerisinde dinlenme hücreleri olarak da adlandırılır. Osteoblast Osteoblast, kemik hücresinin öncülü olan olgunlaşmamış hücre çeşittidir. Çoğalarak, olgunlaşmamış kemik hücresine dönüşür. Böylece kemiklerin oluşumunda ve yenilenmesinde rol oynar. Küp biçimindedir. Kemik yüzeyinde yan yana dizili bu hücrelerin, kemik içine doğru uzanan çıkıntıları vardır. Osteoblastların kemik yapımı, kişiden kişiye değişiklik gösterir ve ortalama 120 gün sürer. Düz kas hücresi Düz kas hücresi, kas hücrelerinden biridir. Her hücre ip biçimindedir. İskelet kas hücresi ve kalp kası hücresinden farkı, kas hücrelerinin birbirinden bağımsız ve tek çekirdekli olmasıdır. Kan damarları, sindirim borusu, dölyatağı, idrar kesesi gibi iç organların yapısında bulunur. Bu kaslar, kendiliğinden ve hormonların denetimiyle kasılırlar. Uzo Uzo, (Yunanca: ούζο) tadı rakıya benzeyen, Kuzey Akdeniz'de üretilen pastis, sambucanın yanı sıra Levant ülkelerinde de üretilen arak benzeri anasonlu bir içki. Kökeninin bir tür boğma rakı olan çipuro (Yunanca: τσίπουρο, tsipouro) olduğu düşünülür. Uzo markaları %38-%50 oranında değişen alkol içerir. Yüksek derece alkolün iki ya da üç kez damıtılmasından elde edilir. Damıtılma sürecinde her marka rezene, kakule, sakız, karanfil, tarçın gibi baharatları kullanarak uzoya orijinal tadını verir. Uzo sözcüğünün kimi kaynaklara göre İtalyanca uso (kullanmak) kelimesinden, kimi kaynaklara göre ise Türkçe üzüm kelimesinden geldiği söylenmektedir. Başka bir rivayete göre Osmanli Sultanı için rakılar gemilerde özel olarak yapılmış tahta sandıklarda taşınırmış. Sandıkların üzerine "Marsilya'da kullanılmak üzere" yazısı İtalyanca "uso Masslia" diye yazılmıştır. Bir rivayete göre bir grup Yunan bu sandıkları açıp rakıyı denemişledir. Hoşlarına giden bu içkiyi üretmeye karar vermişlerdir. İlk uzo fabrikası 1856'da Yunanistan'ın bağımsızlığına takiben Tyrnavos'ta açılmasına karşın büyük üretim Midilli Adası'na geçmiştir. Özellikle Plomari kasabasında onlarca aile tarafından geleneksel olarak uzo üretimi yapılmaktadır. Her yıl Mayıs ayında Midilli Adası'nın en büyük kenti Midilli'de Uzo Festivali düzenlenmektedir. Uzo tıpkı rakı gibi içine soğuk su ve isteğe bağlı olarak buz eşliğinde küçük bardaklarda içilir. Anasonun etkisinden beyaz bir hal alan uzo yanında çeşitli mezelerle tüketilir. 25 Ekim 2006 yılında uzo Yunanistan tarafından ulusal içki olarak tescil edilmiştir. Yunanistan'da 180 uzo üreticisi ve 370 çeşit uzo bulunmaktadır. Plomari'de en büyük uzo üreticisi olan Barbayanni (Yunanca: Βαρβαγιάννης) markasına ait bir müze bulunmaktadır. Atalar, Yeşilyurt Atalar veya Haçova mahallesi, Malatya ilinin Yeşilyurt ilçesine bağlı bir mahalledir. Eski adı "Haçova" olan mahallenin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak 'Haçova' isminin Bizans Döneminde Ermenilerden kalma bir yerleşim yerinin ismi olduğu bilinmektedir. Daha sonra Muse Oymağı ve Çat Oymağı Adıyaman'dan, Alikan Oymağı Alikan'dan, Cihan (Fadıl) Oymağı Kileyik'ten gelip buraya yerleşmişlerdir. Daha sonra ise İkizce Köyü olarak adlandırılan Aşağı Haçovaya bu mahalleden göçler olmuştur. Köy, Malatya iline 35, Yeşilyurt ilçesine 28 km uzaklıkta ve ilçenin güneybatısında dağlık bir alanda yer almaktadır. Bu köye 6 mahalle ve Cihan, Çat, Haniller, Darıderesi, alikkanve Muse mezraları bağlıdır. Mahallenin gelenek ve görenekleri hakkında bilgi yoktur. Mahallede okuma-yazma oranı % 99 civarındadır.geleneksel giyim olarak :Kadınlarda Başlarında Küllük (Fes) üzeri sihah tülbent buna " çit" de dene bilir. Haçova mahallesinde çok kültürlülük söz konusudur. 1915 tehcirinden arta kalanlardan, kökeni Ermeni olanlar da bu mahallesimüzde yaşarlar ancak mahallenin çok büyük bir kısmı Alevi-Kızılbaş inancına sahip insanlardan oluşmaktadır. Genç nüfusun göçüyle mahalle nüfusu azalmıştır. Atalar mahallesinde yaşayanlar, yaz aylarında Cihan, Kömür ve Fadıl yaylalarına taşınırlar. 43.806 dekarlık arazisi bulunan mahallede, arazi kıraç olduğundan tarım yapılmamaktadır. Mahallede hayvancılıkla geçim sağlanmaktadır. 1990 lardan ber hayvancılık azalmış, yerini çifçilik gelişmiştir. Mahallenin ilköğretim okulu vardır fakat faal değildir. Sağlık evi ve sağlık ocağı yoktur. PTT şubesi vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyonu yoktur. Ejder Ejder sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Defter Defter, üzerinde yazı veya çizim yapılması amacıyla boş kâğıtların birleştirilmesiyle meydana getirilen bir nesnedir. 1920 yılında kâğıtları birleştirip, kartondan kapak ekleyen J.A. Birchall tarafından icat edilmiştir. Pek çok insan günlük hayatta defter kullanır fakat genelde defter kelimesi, bu nesneyi çeşitli derslerde not almak amacıyla kullanan öğrencileri çağrıştırır. Çizerler ve ressamlar büyük boş alana sahip defterler kullanırlar. Gazeteciler ve muhabirler ise genelde ufak boylu defterleri tercih ederler. Öğrenci Öğrenci, bir okul veya kurstaki derslere katılarak eğitim-öğretim alan kişi. Dünya ülkelerinin pek çoğunda temel eğitim zorunludur. Dolayısıyla insanların büyük bir kısmı yasal olarak hayatlarının bir kısmını örgün eğitim sisteminde öğrenci olarak geçirirler. 17 Kasım günü Dünya Öğrenci Günü olarak kutlanır. Okul Okul, eğitim-öğretim verilen kurum ve bu faaliyetlerin gerçekleştirildiği tesisler. Okul sözcüğü çocuk ve gençlerin devam ettiği örgün eğitim kurumlarının yanı sıra tek bir alanda eğitim veren kurumlar ve bazı yüksek eğitim kurumları için de kullanılır: dans okulu, gazetecilik okulu, meslek yüksek okulu gibi. Herhangi bir okulda eğitim alan kimselere öğrenci denir. Okulda eğitim-öğretim veren kişiye öğretmen denir. İlk ve orta dereceli okullarda okulun idaresinden okul müdürü ve müdür yardımcıları sorumludur. Ayrıca okulda hizmetliler ve memurlar bulunur ve bunlarda temizlik ve idare ile ilgilenir. Okul sözcüğü Türkçe "okumak" kökünden, muhtemelen Fransızca "école" (ekol) sözcüğüne benzetilerek, serbest çağrışım yöntemiyle türetilmiştir. Fransızca école sözcüğünün kökeni Yunanca σχολή (skholế) kelimesidir ve "felsefe ve ders yeri" anlamına gelir. Türkçede Arapça kökenli mektep kelimesi de okul anlamında kullanılır. Okul sadece bilimsel bilginin verildiği mekanlar değil aynı zamanda kültür, sanat, siyaset gibi öznel kaynaklı derslerin de verildiği eğitim kurumlarıdır. Okullarda çeşitli düzeylerde genellikle toplu, bazı alanlarda da bireysel eğitim verilir. Okul eğitimindeki temel amaç, öğrencilerin zihinsel, bedensel ve ahlaksal açıdan gelişmesini sağlamaktır. Ayrıca okullarda demokrasi anlayışının benimsetilmesi için sınıf başkanlığı, öğrenci temsilciliği gibi konumlar için seçimler yapılır. Okul binaları okulun amacına göre yapılır. Okullar, öğrenci sayısının fazla olduğu bölgelerde çok katlı ve çok derslikli olarak yapılır. Her okulun bir adı vardır. Okul adları bazen ünlü kişilerin adlarından, bazen yerleşim alanlarından, bazen de okulda verilen
eğitimin türünden kaynaklanırlar. Okul içerisinde derslikler; müdür, müdür yardımcısı, psikolojik danışman, veli görüşme ve öğretmenler odaları; lâboratuvarlar, spor salonu ve iş atölyesi gibi bölümler bulunmaktadır. Bireyler yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan bilgileri örgün eğitim veren okullarda alırlar. Örneğin; okuma-yazma, hastalıklardan korunma, doğa olaylarına karşı önlemler alma gibi. Bir toplumun bilgi ve teknoloji üretebilmesi için yetişmiş insan gücüne gereksinimi vardır. Okul, hem bir bilgi yuvası hem de sosyal etkinliklerin yerine getirildiği bir kurumdur. Arz ve talep Mikroekonomi teorisinde, arz ve talep arasındaki karşılıklı dengeye dayanan ekonomi modeli, rekabet içindeki piyasalardaki ürünlerin fiyatlarını ve satışlarını tanımlamak, açıklamak ve tahmin etmek için, Alfred Marshall ve Leon Walras tarafından geliştirilmiştir. Bu model sadece önemli görülen stilize edilmiş gerçekleri inceleyip teorinin gelişmesine yardım etmeyen gerçekleri bir kenara iterek (yani Ockham'ın Usturasını kullanarak) bilimsel hipotezlerin nasıl ortaya çıkarıldığına güzel bir örnektir. Bu nedenle belirsiz bir pazarı tanımlamak için kullanılan yaklaşımdır. Tarihte, piyasadaki bir mal için gösterilen taleple o malın fiyatı arasındaki ters yönlü ilişkiye değindiği bilinen ilk kişi İbrahim ibn Edhem'dir (718-782). İbrahim ibn Edhem bir gün bir malın fiyatını sordu ve fiyatın pahalı olduğundan kendisine şikâyet edilmesi üzerine şöyle dedi; "Almamakla onu ucuzlatınız". Talep yasası (The Law of Demand), bir piyasada bulunan satın alıcıların davranışlarını, yani taleplerini, açıklama hedefli bir teoriye dayanır. Bir mal için olan talep miktarını belirleyen en önemli unsurun o malın fiyatı olduğuna dayanır. "Talep yasası" o malın satın alıcıları tarafından istenen talep miktarı ile o malin mümkün piyasa fiyatları arasındaki ters yönlü kısmi ilişkiye verilen addır. Bir malın fiyatı arttıkça o mal piyasasında o maldan satın alınmak istenen miktar azalmakta, bir malın fiyatı azaldıkça o maldan alınmak istenen miktar artmaktadır. Unutulmamalıdır ki bir piyasada satın alıcıların o maldan ne kadar miktar satın alma davranışlarına, o malin kendi fiyatının yanında, (ortalama gelir, gelir dağılımı, diğer malların fiyatları, psikolojik etkenler gibi) başka değişkenler de tesir etmektedir. Bu talep miktarı ile malın kendi fiyatı arasındaki ters yönlü kısmı ilişkinin mal piyasasındaki diğer değişkenlerin değişmeden sabit kaldığının kabul edilmesinden kurulduğu devamlı olarak hatırlanmalıdır. Bunu biraz matematiksel terimlerle açıklamak da mümkündür. "i" adlı malın piyasası içinde malın satın alıcılarının talep ettikleri miktar bir DM değişkeni ile ifade edilir. Bu talep miktarını belirleyen bazı açıklayıcı etken değişkenler: P: i malının kendi fiyatı, P, P: diğer s ve c mallarının fiyatları, GO: ortalama gelir, GD: gelir dağılımı, U:ekenomik olmayan diğer değişkenler olsun. Bu halde satın alıcıların davranışı (D fonksiyon işareti ile gösterilen) bir "talep fonksiyonu" ile tanımlanır: İşte bu talep fonksiyonun ne şekilde olduğunu açıklamak için "talep yasası" geliştirilmiştir. Malın kendi fiyatından başka diğer değişkenler (yani P, P, GO, GD, U) sabit tutulmuş olduğu kabul edilsin. O zaman talep miktarı DM ile P arasındaki kismî ilişkiye "talep yasası" adı verilir. Bu kısmi ilişki birbirine ters yönlüdür; yani fiyat artarsa talep edilen miktar azalır ve fiyat azalınca talep edilen miktar çoğalır. Tek bir mal piyasası içinde talep fonksiyonu olduğunu kabul etmek, piyasaların gözümlenmesinden sonra ortaya atılan pratik bir hipoteze dayandırılabilir. Fakat iktisatçılara bu hipotezi daha derin ayrıntılı tüketici (satın alıcı) davranışları teorisinden de çıkartmıslardır. Bunlardan birisi ikame etkisi (substitution effect) olur. Yine diğer her şey aynı kaldığı ve piyasada bulunan bir satın alıcı için piyasadaki malın fiyatının arttığı düşünülsün; bu halde rasyonel bir satın alıcı o malı istediği miktarda almayıp benzer malları daha fazla alacaktır, yani fiyatı artan maldan daha az alacak ve onu başka mallarla ikame edecektir. Arz Yasası (Law of Supply), malın fiyatı ile o malın arzı arasındaki pozitif ilişkiye arz yasası denir. Bir malın fiyatı yükseldikçe üretici firma o malı daha yüksek fiyatlardan satmak ister. Malın fiyatı düştükçe o malı daha düşük fiyatlardan satma eğilimi gösterir. Arz eğrisinin pozitif eğimli olması aslında artan marjinal maliyetler veya artan ortalama maliyetlerle açıklanır ki bu da üretim ve prodüktivite şartlarına bağlıdır. Ekonomi ve MBA derslerinin ortak konularından biri olup serbest piyasadaki ürünlerin istek ve sunulan ürün miktarına göre düzenlenmiş ve (denge noktası Equilibrium Point) yani arz ve talep eğrilerinin kesiştiği nokta olan denge fiyatının oluşmasını sağlayan teori olarak bilinir. Piyasa dengesini açıklamak için dinamik inceleme gerekmektedir ve belirli bir dinamik şartın konulmasi gerekir. İktisatın gelişmesinde genel olarak iki türlü dinamik şart incelenmiştir: Belirli bir piyasa fiyatında piyasada bulunan talep fazlalığına bakar ve fiyatın bu talep fazlalığına göre değişeceğini önerir. Böylece Marshall dinamik şartına göre "talep miktar fazlalığı" "gösterge değişken" ve fiyat da "uyum sağlama değişkeni" olmakta ve piyasa bir denge noktasina gelmektedir. Walras belirli bir piyasa miktarındaki durumu inceler ve miktarda satıcıların istedigi arz fiyatı ile alıcıların teklif ettikleri talep fiyatı arasindaki "talep fiyat fazlalığı"na bakar. Bu "talep fiyat fazlalığı" pozitif ise, piyasada miktar artar ve negatif ise piyasada miktar azalır. Bu Walras dinamik şartına göre "talep fiyat fazlalığı" "gösterge değişken" ve "miktar" da "uyum sağlama değişkeni" olmaktadır. Piyasa denge noktasında "talep fiyat fazlalığı" sıfır olmakta yani arz fiyati ile talep fiyatı ayni olmakta ve hem satıcılar hem de alıcılar miktar değiştirmek istemektedirler. Silgi Silgi; kalem, tebeşir veya daktiloyla yazılıp çizilmiş işaretlerin silinmesinde kullanılan kauçuk, vinil, plastik veya bezden yapılmış gereç. Günümüzde silgiler genellikle bitkisel yağ, ince süngertaşı ve sülfürle bağlı kauçuğun bileşimidir. Bu karışım, kauçuk işleme aygıtlarında işlenir, kalıptan geçirilerek sertleştirilir. Vinil de oldukça yaygın kullanılan bir materyaldir. Eski çağlarda, grafit ve kara kömür kalemlerin izlerini silmek için beyaz ekmek kullanıldığı bilinmektedir. Bugün bazı karakalem sanatçıları halen bu efekti kullanırlar. Modern gelişim ise şu şekilde olmuştur. Fermuar Fermuar (Fransızca: 'fermoir', kilit, kopça'dan), Elbise, çanta, çizme ve benzeri eşyanın yaka, cep gibi açılıp kapanması gereken yerlerine dikilerek yerleştirilen, üzerindeki sürgü çekilince karşılıklı dişlerinin birbirine geçmesi ve kenetlenmesi sûretiyle dikildiği kumaş veya derinin iki parçasını birleştiren şerit biçiminde araç. Fermuar, tekstil sektöründe hâkim yöntem olarak kullanılmaya başlamadan önce sözkonusu bağlama, birleştirme veya kapama işlemi, düğme, kopça, çıtçıt, ip, bağ gibi malzeme ve araçlarla yapılabiliyordu. 1850 yılından itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden bağımsız mucitler tarafından fermuarın öncülleri icât edildi. 1851 yılında Birleşik Amerikalı mucit ve sanayici Elias Howe, kendi kendine aralıksız kapanabilen bir kumaş kilit geliştirdi. Fakat Howe’un icâdı, pek ilgi görmedi. 1891 yılında bir başka ABD'li mucit, Whitcomb Judson Howe'unkinden daha basit bir yöntem buldu. Judson, 1892 ve 1893'te "casp locker" ismini vererek fikrinin patentini aldı. Bu fikir ilk olarak ayakkabı bağlama işinin kolaylaştırılması amacıyla geliştirilmişti. Judson'un fikri, Gideon Sundback tarafından geliştirilerek 1913'te bugünkü modern fermuarın atası icat edildi. 1918 yılına kadar yalnızca kovboy çizmelerinde kullanıldı. Elbise, valiz, çanta, çadır, uyku tulumu gibi tekstil ürünlerinde sıkça kullanılır. Yerine düğme, çıtçıt, bağcık, cırt-cırt da kullanılabilir. Günümüzde metal ya da plastikten oldukça ucuza imâl edilebilmesine rağmen, sıklıkla tek bir dişin bozulmasıyla bütün fermuar işlemez hâle gelir. Çünkü bir diş kırılınca bütün şerit işlevini yerine getiremeyecek duruma gelir. Günümüzde gelişen tekstil teknolojisi, su geçirmeyen, yanmayan, donmayan veya kırılmayan özelliklere sahip fermuarlar üretebilmektedir. Fermuar kullanılarak bitiştirilecek iki kumaş parçası, genelde sayıları 10 ile 100 arasında değişen ve birbiri içine geçebilen özel dişler içeren kumaş bantla donatılır. Fermuar, iki yaka arasında gidip gelebilen ve elle kontrol edilen özel bir sürgü sayesinde açılır ya da kapanır. Sürgünun içinde yer alan Y-şeklindeki kanal, dişleri sıkıştırarak birleştirir ya da ayırır. Fortuna Fortuna, Roma mitolojisinde şansın cismani hali, tanrıçasıdır. Yunan mitolojisindeki Tyche'ye denktir. Fortuna her zaman olumlu değildir: bazen şüphelidir ("Fortuna Dubia"); değişen şans olabilir ("Fortuna Brevis") veya mutlak şeytani şans ("Fortuna Mala") olabilir. Fortuna genel olarak, kaderin tanrıçası olarak da bilinir. Hayattaki farklı yönlere göre bu tip farklı isimler altında Roma İmparatorluğunun her yanında tapılırdı, adına birçok tapınak bulunurdu. SMILES İngilizce simplified molecular input line entry specification deyiminin kısaltması olan SMILES molekül yapılarının kısa ASCII dizileri şeklinde kesin olarak tanımlanabilmesi için geliştirilmiş bir sistemdir. Çoğu kimyasal çizim programı SMILES dizilerini okuyup bunları iki boyutlu çizimlere veya üç boyutlu modellere dönüştürebilirler. Atomlar elementlerin standart kısaltmaları ile temsil edilirler, örneğin altın için [Au]. B, C, N, O, P, S, F, Cl, Br ve I@dan oluşan "organik altgrup" için köşeli parantezler kullanılmayabilir, diğer elementler için kullanılır. Eğer köşeli parantez kullanılmamışsa yeterli sayıda hidrojen atomunun bulunduğu varsayılır, örneğin su için SMILES kodu O'dur, etanol için CCO'dur. Çift bağlı karbon dioksit O=C=O, üçlü bağlı hidrojen siyanür ise C#N olarak gösterilir. Dallar parantezlerle gösterilir, propionik asit için CCC(=O)
O ve fluoroform için C(F)(F)F (veya FC(F)F olarak da) gibi. Sikloheksan C1CCCCC1 olarak gösterilir, burada '1 numara'nın molekülde aynı konumu işaretlediği anlaşılır, böylece 6 arbonlu bir halka oluşur. Burada kullanılan işaret numaradır (bu örnekte 1), 'C1' bileşimi değildir. Aromatik C, O, S ve N atomları küçük harfli olarak, 'c', 'o', 's', ve 'n' olarak gösterilir. Böylece benzen c1ccccc1'dir. Çift bağların etrafındaki atomların konumlarını belirtmek için "/" ve "\" karakterleri kullanılır. Örneğin F/C=C/F trans-difluoroeten'i temsil eder, F'ler çift bağın zıt taraflarındadır. F'lerin çift bağın aynı tarafında olduğu cis-difluoroeten için F/C=C\F kullanılabilir. SMILES'dan türetilmiş olan SMARTS genel arama karakteri ve bağların tanımlanmasına olanak sağlar. Kimyasal veritabanı araması yaparken aranılan yapıların tanımlanmasına yarar. Homeomorfizma Homeomorfizma veya topolojik eşyapı (topolojik izomorfizm), matematiksel alanda topolojinin incelediği temel konulardan biridir ve iki uzayın (mesela iki şeklin) parça koparmadan sürekli olarak birbirine dönüşümünü inceler. Kelime Yunanca "homoios" "benzer" ve "morphē" "şekil-şeklini bozmak" kelimelerinden türemiştir. Bu benzeşimler birçok değişken altyapı işlevleri ile açıklanabilir. Aralarında homeomorfizma olan iki cisim "homeomorfik" olarak adlandırılır. Topolojik açıdan bunlar aynıdır. Örneğin bir üçgeni bir çembere, bir çay bardağını, çay tabağına ya da kulplu bardağı simide homeomorfik kılabiliriz. Bu örneklerde, bu nesnelerin içinde bulundukları uzaylar, nesnelerin hangi topolojiye sahip olduğunu belirlemektedir. Kabaca, topolojik cisim geometrik bir nesne ise, homeomorfizma nesnenin yeni şeklini sürekli esneyerek kaplar. Bu suretle bir kare ve çember birbirlerinin homeomorfudurlar, fakat bir küre ve delinmiş küre değildirler. Topologlar arasında kulplu bardaklarından kahvelerini içerken ve simitlerini yerken çıkmış bir espri şudur: simidin kahve fincanı şekline esneyip onu kaplayarak dönüşmesini, kahve fincanının kulpunu tutarken açıklayamadıklarını söylerler. İki şekil üzerinde homeomorfizmayı şu şekilde açıklayabiliriz; A şeklinden B şekline yırtmadan, parça koparmadan geçebilmek için A'dan B'ye sürekli fonksiyona ihtiyaç vardır. Ve aynı şekilde B'den A'ya geçmemiz gerekmektedir. Bunun için de fonksiyonumuz tersinir olmalı ve tersinin de sürekliği söz konusu olmalıdır. A ve B topolojik uzaylar olmak üzere, A 'dan B 'ye sürekli, birebir, örten ve tersi de sürekli bir gönderime homeomorfizma denir. Homeomorfizmalar, tüm topolojik uzaylar topluluğu üzerinde bir denklik bağıntısı tanımlar. Böylece oluşturulan denklik sınıflarının her birine homeomorfizma sınıfı denir. Topolojide, verilen bir topolojik uzay topluluğu için homeomorfizma sınıflarını bulmak ve bu uzayları bu sınıflara göre sınıflandırmak temel problemlerden biridir. Örneğin, tüm 1 boyutlu çokkatlıların homeomorfizma sınıfları bilinmektedir: 1 boyutlu bağlantılı bir çokkatlı, ya (0,1) açık aralığına, ya [0,1] kapalı aralığına, ya (0,1] aralığına ya da çembere homeomorfiktir (eşyapılıdır). İki boyutlu çokkatlılara yüzey denir. Tıkız, bağlantılı bir yüzeyin homeomorfizma sınıfı, Euler sayısı ve yön verilebilir olup olmadığıyla belirlenir. Daha yüksek boyutlu çokkatlılar için homeomorfizma sınıfı problemi bu kadar basitçe yanıtlanamaz. Daha komplike fonksiyon ve işlev yapılanımları bir gereklilik unsuru taşır. Harriet Harriet (d. tahminen 1830 - ö. 2006), 180 kg ağırlığında, bir Dev Galapagos kaplumbağası. Tahmini doğum tarihi 1830 olarak kabul edilen Harriet, 23 Haziran 2006 tarihindeki ölümüne kadar esaret altındaki en yaşlı hayvandı. 1835 yılında Charles Darwin tarafından Galapagos Adaları'nda yakalanıp, diğer iki örnekle beraber İngiltere'ye getirlidiği tahmin edilir. O zamanlar tabak büyüklüğünde olduğu için o yıllarda 6 yaşında olduğu sanılır. 1841 yılında her üç kaplumbağa da Avustralya'da "Brisbane" 'deki botanik bahçesine getirilir. Harriet burada,1952'de botanik bahçesine dahil olan hayvanat bahçesi kapanana kadar yaşar ve sonrasında Avustralya doğal koruma alanı "Gold sahiline" taşınır. İlk olarak 1960 yılında, yaklaşık 130 yaşındayken, Hawaii hayvanat bahçesi direktörü, kaplumbağanın dişi olduğunu tespit eder (o güne kadar ismi ""Harry""'dir). Daha sonra Harriet Queensland'daki "Australia Zoo" 'ya ulaşır. 20'li yıllarda kendisine ait dokümanlar bir sel baskınında kaybolduğundan, yaşam hikâyesi hakkında daha fazla yazılı bilgi yoktur. Ancak 1992 yılında yapılan incelemelerde, Harriet'in kökeninin Galapagos Adaları'na dayandığı ve en azından 162 yaşında olduğu tespit edilmiştir. Harriet, 22/23 Haziran 2006'da 176 yaşında öldü. Bir süredir geçirdiği kalp krizine bağlı olarak rahatsızlıkları bulunmaktaydı. "Spiegel" dergisinin yaşayan en yaşlı hayvan" unvanının haksız bir unvan olduğu, aslında Hindistan'da bir hayvanat bahçesinde 2006 da ölen "Aldabra" cinsi dev kaplumbağa Adwaitya'nın, öldüğünde 256 yaşında olduğu yönündeydi. Adwaitya 22 Mart 2006'da öldüğünden, Harriet 23 Haziran 2006 tarihine kadar tekrar yaşayan en yaşlı hayvan unvanını kazanmış durumdaydı. IUPAC adlandırma sistemi IUPAC adlandırma sistemi, kimyasal bileşiklerin adlandırması ve genelde kimya bilimini tanımlamakta kullanılan bir sistemdir. Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği (İngilizce "International Union of Pure and Applied Chemistry" veya IUPAC) tarafından oluşturulmuştur ve bakılmaktadır. Organik ve inorganik bileşiklerin adlandırılmasına dair kurallar Mavi Kitap ("Blue Book" ) ve Kırmızı Kitap ("Red Book") olarak bilinen iki yayında bulunurlar. Yeşil Kitap ("Green Book" )olarak bilinen üçüncü bir yayın (IUPAP'ın ortaklığıyla) fiziksel nicelikler için kullanılacak sembolleri tarif eder, Altın Kitap ("Gold Book", ) adlı bir dördüncüsü ise kimyada geçen çok sayıda teknik terimin tanımlarını içerir. Bunlara benzer özetlemeler biyokimya (IUBMB ortaklığıyla), analitik kimya ve makromoleküler kimya için de hazırlanmıştır. Özel durumlar için bu kitaplara zaman zaman "Pure and Applied Chemistry" adlı bilimsel dergide yayımlanan daha kısa önerilerle ilaveler yapılır. Marcus Miller Marcus Miller, (d. 14 Haziran 1959, New York) ABD'li caz müzisyeni, basgitarist. Miles Davis ve David Sanborn ile yaptığı çalışmalar ile caz dünyasında önemli bir yer edinmiştir. Klarnet eğitimi alan Miller; klavyeli çalgılar, bas klarinet, gitarı da gayet iyi çalabilmekte ve vokal de yapmaktadır. Modern jazz müziğinin yaşayan efsanesi olan miller son yıllarda çıkarttığı "Silver Rain" ve "Free" albümleriyle kariyerini sürdürmektedir. son dönemde Thunder Epk olarak bilinen sahneyi Victor Wooten ve Stanley Clarke ile paylaşmaktadır bu olay bass gitar dünyasının 'g3'ü kabul edilir. Slap tekniğini kendine has hale getirip elektrik gitarlarda daha çok kullanılan bend tekniğini bass gitara uyarlamıştır. kullandığı gitarlar fender marcus miller serisi 4 ve 5 telli jazz basslardır. kullandığı tel seti DR markasının marcus miller adına olan DR Feat Beat Marcus Miller serisidir. Renaissance (2012) albümü çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Birleşmiş Milletler'in, üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü, en güçlü organı. Birleşmiş Milletler'in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin kararları, tüm üye ülkeler açısından bağlayıcılık taşımaktadır. Bu bağlayıcılık, üye ülkelerin tamamına yakını tarafından imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Tüzüğü'nde açık bir şekilde belirtilmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 15 üye ülkeye sahiptir. Bu ülkelerden beş tanesi daimi üye, on tanesi ise seçilmiş üyelerdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri, aynı zamanda Birleşmiş Milletler'in kurucu üyeleri olan Rusya ve Çin, SSCB ve Çin Cumhuriyeti'nin halefleri olarak, konsey tarafından tanınmışlardır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde, kararları veto etme hakkı bulunan daimi üyeler Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya ile on geçici üye ülke bulunur. Dönüşümlü 10 üye ülke her iki yılda bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılan seçimlerle belirlenir. Konsey Başkanlığı ise ayda bir üye ülkeler arasında el değiştirir. Birleşmiş Milletler'in üyeleri, örgütün hızlı ve etkili hareket etmesini sağlamak için, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi'ne bırakırlar ve bu sorumluluk gereğince görevlerini yerine getirirken Güvenlik Konseyi'nin kendi adlarına hareket ettiğini kabul ederler. Güvenlik Konseyi, bu görevleri yerine getirirken Birleşmiş Milletler'in Amaç ve İlkeleri'ne uygun hareket eder. Bu görevleri yerine getirebilmesi için Güvenlik Konseyi'ne verilmiş belirli yetkiler VI-VIII. ve XII. bölümlerde gösterilmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararları, üye ülkeler tarafından verilen bir önergenin, 15 üye ülkeden dokuzu tarafından kabul edilmesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi ülkelerden birinden ret oyu almamış olması şartıyla alınır. Veto yetkisine sahip beş daimi ülke olan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve pazarlayan ülkeleridir.. Sadece Çin, Almanya'dan sonra altıncı durumdadır. Dünya silah ticaretinin baş aktörlerinden oluşan Güvenlik Konseyi Ülkeleri'nin dünya barışına kalıcı katkıda bulunacak kararlar verebileceğine bazı çevreler şüpheyle bakmaktadır. Kore Savaşı (1950) ve Körfez Savaşı kararları, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır. Sancak (bayrak) Sancak, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onur ve şeref timsali olan, atlas kumaştan yapılmış ve tek bir ölçüde üretilen, üzerinde altın yıldızla temsil ettiği silahlı kuvvetler birliğinin adı yazılmış olan (alay ve tugay eşidi birlikler) Türk bayrağı'dır. Törenle açılır,Sancak kıt'ası komutasında hareket eder. Sancak Kıt'ası: 4 kişiden oluşur. Sancağı tutan sancaktar, iki
adet sancak muhafızı ve Sancak Kıt'a Komutanı. Sancak kıtası için seçim kriterleri vardır. Sancaktar, sancak muhafızı ve sancak subayı benzerleri arasında eğitimi ve disipliniyle temayüz göstermiş olmalıdır. Sancak subayı asteğmen-yüzbaşı rütbesinde olabilir. Ayrıca, sadece Emniyet Genel Müdürünün ve Polis Akademisi Başkanının makamında bulunmak üzere Emniyet Teşkilatında da sancak bulunur. Emniyet Teşkilatı kendi yönetmeliğinde sancağı, Emniyet Teşkilatının onur timsali olarak tanımlamıştır. Emniyet Teşkilatında bulunan sancaklar Türk Silahlı Kuvvetlerinde bulunan sancaklardan farklı olarak beyaz püsküllü ve kordonu mevcuttur. Tüm sancaklar sadece Cumhurbaşkanına ve yabancı Devlet Başkanlarına selam durur. Sancak açık ve görünür bulunduğu müddetçe herkes tarafından ayakta ve cephe selamıyla selamlanır. CAS kayıt numarası CAS kayıt numaraları kimyasal bileşikler, polimerler, biolojik dizinler, karışımlar ve alaşımlar için kullanılan tek tanımlayıcı ("unique") sayılardır. CAS numarası olarak da bilinirler. Amerikan Kimya Derneği'nin ("American Chemical Society") bir alt bölümü olan "Chemical Abstracts Service" (CAS), bu tanımlayıcı numaraları bilimsel literatürde tanımlanmış her bir kimyasal bileşik için verir. Kimyasal bileşiklerin birden fazla ismi olabileceği için, amaç veritabanı aramalarını kolaylaştırmaktır. Günümüz molekül veritabanlarının hemen hepsinde CAS numarasıyla arama yapılabilir. Mayıs 2006 tarihi itibarıyla CAS sicilinde 28 milyon dolayında kayıt vardır. Tam rakam www.cas.org sitesinde yayımlanmaktadır. Haftada yaklaşık 50.000 yeni kayıt eklenmektedir. CAS ayrıca bu kimyasal maddelerin bir veritabanını ("CAS registry") güncel tutup satmaktadır. CAS kayıt numarası tire işaretleri ile üç bölüme ayrılır. İlk bölüm 6 hanelidir, ikincisi 2, üçüncüsü ise tek haneli bir kontrol rakkamından oluşur. Sayılar artarak verilirler ve özel bir anlam içermezler. Kontrol sayısı son hane çarpı 1, onu izleyen hane çarpı 2, sonraki rakam çarpı 3 vb. devam edip bunların modulo 10'a göre toplamını alarak hesaplanır. Örneğin suyun CAS numarası 7732-18-5 için: (8×1 + 1×2 + 2×3 + 3×4 + 7×5 + 7×6) = 105; 105 mod 10 = 5. Bir molekülün farklı izomerlerinin farklı CAS numaraları vardır: D-glikoz için 50-99-7, L-glikoz için 921-60-8, α-D-glikoz için 26655-34-5, vs. Bazen bir sınıfa ait moleküllerin tamamı tek bir CAS numarası alır: alkol dehidrojenaz enzim grubu için 9031-72-5. Bir CAS numarası olan bir karışıma örnek, hardal yağıdır (8007-40-7). Veritabanı aramalarında CAS numarası kullanırken yakın ilişkili maddeleri de dahil etmek yararlıdır. Örneğin, kokain (CAS 50-36-2) hakkında bilgi ararken kokain hidroklorür (CAS 53-21-4) de dahil edilmelidir çünkü kokainin narkotik olarak kullanılan en yaygın hali budur. Bir maddenin CAS numarasını bulmak için aşağıdaki ücretsiz hizmetler kullanılabilir: Plankton Plankton, suda bulunan, hareket yeteneği akıntıya bağımlı olan canlılara verilen genel isimdir. Genellikle mikroskobik boyutta ve tek hücreli oldukları varsayılsa da, denizanaları veya kopmuş yosunlar da okyanusbilimciler tarafından plankton olarak tanımlanır. Bitkisel planktonlara fitoplankton, hayvansal olanlarına ise zooplankton adı verilir. Göllerde, denizlerde ve akarsularda, hatta belirli şartlar altında buzullarda bulunabilirler. Dünyadaki fotosentez ile üretilen oksijenin büyük çoğunluğunu planktonlar üretir, diğer kısmını bitkiler üretir. Fitoplankton türlerinden kokkolitler su yüzeyinden atmosfere geçen "dimetil sülfür" denen kimyasal maddeyi üretir. Bu madde oksijenle birleşerek sülfat haline geçer. Sülfatlar okyanus üzerindeki su buharı için yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak bulutları meydana getirirler ve belirli koşullar altında yağmura neden olabilirler. Dimetil sülfür, dolaylı olarak bulutların güneş ışınlarını yansıtma veya emme derecesini, yani "albedoyu" etkiler. Genel olarak, dimetil sülfür albedoyu artırır. Böylece bulutlar gelen güneş ışınlarını yansıtır, buna bağlı olarak toprağa erişen güneş ışınları da azalır. Hegemonya Hegemonya (Yunanca ἡγεμονία, "hēgemonía"), bir sistem içerisindeki bir elemanın diğerlerinden üstün, baskın olduğunu belirtir. Marksist teoride daha teknik ve has olarak kullanılmıştır. Antonio Gramsci'nin eserlerinde baskın sınıfın boyun eğenlerin izniyle gücü kazanması olarak bahsedilmiştir. Zoraki bir yönetim olmayan hegemonya daha çok burjuvazi değerlerine göre işleyen kültürel ve ideolojik bir metot olarak anlaşılır. Politik ve ekonomik boyutu vardır: müsaade; maaş, ücret artması ve politik veya sosyal reform ile idare edilebilir. Siyasal içeriğini, bir sınıf ya da sınıf ittifakının toplumsal iktidarını yani egemenliğini ilan ve tesis etme aşamasında, aslında birer toplumsal özne olan diğer sınıfların çıkarlarının da bu iktidar tarafından gerçekleştirileceğine inandırılması ve böylece sınıfsal iktidar mücadelesinden vazgeçerek ya da bu mücadeleyi izin verilen sınırlar içerisinde ve hedef doğrultusunda yürüterek bir "toplumsal özne" olmayı askıya alıp, bir "toplumsal nesne" olmayı kabullenmesi, oluşturur. Özetle; sınıf iktidarının zor aygıtlarının kullanılması dışında ya da yanı sıra, ideoloji alanında da gerçekleştiğini vurgulamak için kullanılır. Aksi halde, sınıfsal iktidar toplumun bütününü sürekli işgal altında tutan bir güç örgütlenmesine dönüşmek zorunda kalırdı. Egemen sınıfla egemenlik altındaki sınıflar arasındaki bu hegemonya ilişkisi, iktidarın bir ittifaka ait olduğu hallerde bu ittifakın baskın sınıfı ile ona tabi olan sınıf arasında ve eğer bir tek sınıfın iktidarı söz konusuysa, o sınıfı oluşturan tabakalar arasında da yaşanır. Mütareke basını Mütareke basını, Mütareke döneminde Millî Mücadele aleyhinde yayın yapan basına verilen ad. Mütareke basını Ali Kemal, Refi Cevat Ulunay, Sait Molla, Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Asım gibi gazeteci ve yazarların, Millî Mücadele'nin verilmesine karşı olan tavırlarını ortaya koydukları basına daha sonradan verilmiş isimdir. Bu yazarlar Damat Ferit Paşa'nın İngiltere ile dostane işbirliğini savunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası politikalarını destekler, "Türk milleti" kavramına antipati duyar, onun yerine "Osmanlı halkları" fikrinin devam ettirilebileceğini savunur. Türk milletini Anadolu'da yaşayan sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tahsili ve bir zanaati olmayan köylüler olarak tanımlayarak bu insanların Düvel-i Muzzama karşısında varlık gösteremeyeceğini, bu yüzden büyük devletlerle Mondros Mütarekesi çerçevesinde sürdürülen dostane ilişkilerin doğruluğunu savunurlar. Örnek olarak bunlardan Mustafa Sabri Efendi, ""İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların, ve sair devletlerin İstanbul'dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir,"" demiştir. Yirminci yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti'nde tam bağımsızlıktan ödün vermeyi, yabancı devletlerin Türkiye Cumhuriyeti iç işlerine müdahalesine ve hükümetlerin bu duruma tepkisiz tutumlarına tabî ya da olumlu bakan yayın organlarını suçlamak için kullanılır olmuştur. Çoğu aynı zamanda gazeteci olan yazarların kendi meslektaşları aleyhinde "Mütareke basını" suçlaması yapmaları yine meslektaşları tarafından, Avrupa Birliği ile görüşmeler sürecindeki ve benzeri gelişmelerdeki basının tutumunun işgal dönemindeki basının tutumuyla karşılaştırılamayacağı ifade edilerek haksız bulunur. Basının ve medyanın geçmişteki örneklerinin aksine büyük sermaye sahibi kimselerin elinde toplanmış olmaları ve bunların kendi holdinglerinin ihale alma, vergilerinin ertelenmesi gibi akçeli konularında hükümetler ile görüştükleri, bunun basının tarafsız haber verme hürriyeti ortadan kaldırdığına ilişkin tartışmalar olmuştur. Belirgin ve ayırtedici unsurları, Türkiye'de yaşayan insanlar için değil küresel sermayenin beklentilerine dönük yayın yapmaları bu tanımlamanın halk arasında yaygınca kullanılmasına neden olmuştur. Çağımızda mütareke basını da kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır; Amerikan ulusal sermayesine göre yayın yapanlar ve küresel sermayeden yana olanlar. Küresel sermaye süreci ile çoğu zaman AB süreci birbirine çakıştığı için AB destekçisi olanlar da küresel sermayeci grup içinde yer alırlar. Şair ve yazar Attilâ İlhan, daha sonra kitap haline de getirilen, Hulki Cevizoğlu'nun sunduğu Ceviz Kabuğu televizyon tartışma programında "mütareke basını" tabirini kullanmıştı. Attilâ İlhan konuşmasında, Türkiye'nin bir hain kontenjanı olduğunu, bunun nüfusun yüzde 10'u olduğunu; Türk aydını dediğimiz kişinin, Batı'nın manevi ajanı olduğunu; eğitim, savunma ve ekonominin millî olması gerektiğini, olmazsa Sevr'in geri geleceğini, Batı diye bir şey olmadığını, bunun hayâli bir kavram olduğunu söylemiş ve "Türkiye'de basın Türk değildir" suçlamasını sözlerine eklemişti (Özellikle "Taraf" gazetesinin yayınları, Genelkurmay'ı ve orduyu hedef alması sebebiyle bu ithamların başını çekmekteydi. Günümüzde, mebzul miktarda basın yayın organı, hükümetin güdümünde yayınlarını sürdürmektedir). Nvu Nvu (N-view okunur), görsel düzenleme destekli bir HTML düzenleyicidir. Mozilla Composer programının kodları temel alınarak geliştirilmiştir. Gelişimi durmuş olan Nvu'nun son sürümü Haziran 2005'te çıkarılmıştır. Nvu'nun kodları temel alınarak geliştirilen KompoZer projesi, Nvu'nun devamı niteliğindedir. Linspire tarafından üretilmiş olan Nvu; Linux, Microsoft Windows ve Macintosh işletim sistemlerinde çalışmaktadır. Nvu tamamen açık kaynak kodlu ve özgürdür. MPL/GPL/LGPL lisansları ile lisanslanmıştır. Ayrıca Nvu ile yapılan sayfalar düzenleyicinin içerisinde bulunan FTP özelliği sayesinde hostunuza bu yaptığınız sayfaları kolaylıkla aktarabilme imkânı sağlamaktadır. Şattülarap Şatt'ül-Arab (Arapça: شط العرب‎), veya Arvand Rūd (Farsça: اروندرود), Fırat ve Dicle nehirlerinin Basra Körfezi'nden denize dökülmeden önce birleştikleri yerdir. Uzunluğu 193 km'dir. Şatt-ül-Arap su yolunun hangi kısmının hangi devlete ait olduğu sorunu İran-Irak Savaşı'nın sebebi olarak gösterilmiştir. Önemi, petrol
tankerlerinin karanın 30 kilometre içine kadar girmesine olanak sağlamasından kaynaklanır. Dopamin Dopamin (DA), vücutta doğal olarak üretilen bir kimyasaldır. Beyinde, dopamin reseptörlerini aktive ederek nörotransmiter olarak görev yapar. Dopamin, ayrıca, hipotalamustan da salgılanır ve kana karışarak nörohormon görevi yapar. Nörohormon olarak görevi hipofizin ön lobundan prolaktin salgılanmasını baskılamaktır. Sempatik sinir sistemindeki etkileri dolayısıyla ilaç olarak; kalp atışlarını hızlandırmak ve kan basıncını yükseltmek için kullanılır. Kan-beyin omurilik sıvısı bariyerini geçemediği için merkezi sinir sitemini doğrudan etkileyemez. Parkinson hastalarında ve Dopa-Duyarlı distoni hastalarında, beyindeki dopamin miktarını artırmak için, dopamin sentezinde öncü molekül görevi üstlenebilen L-DOPA molekülü kullanılır, zira L-DOPA kan-beyin bariyerini aşabilir. Dopaminin kimyasal formülü (CH(OH)-CH-CH-NH) şeklindedir. Kimyasal adlandırması ise "4-(2-aminoetil)benzen-1,2-diol"'dür ve "DA" şeklinde kısaltılır. Eric Raymond Eric Steven Raymond, (ESR, d. 4 Aralık 1957, Boston, Massachusetts) Open Source Initiative adlı kuruluşun sözcüsü ve avukatı. Açık kaynak yazılım hareketinin öncülerinden, "Katedral ve Pazar" kitabıyla ünlü olmuştur. 2003 yılında yayınlanan ve UNIX kültürünün 1970'li yıllardan günümüze kadarki süreçte, BSD ve Linux gibi türevlerinide anlatan The "Art of UNIX Programming" kitabında, UNIX işletim sistemini masaüstünde Microsoft'un Windows ve Apple'ın MacOS'u ile araştırma amaçlı "EROS" ve "Bell" Laboratuvarlarında geliştirilen "Plan 9" işletim sistemleri ile kıyaslamaktadır. Jargon dosyası'nın ("Yeni Hacker Sözlüğü" olarak da bilinir) şimdiki sağlayıcısıdır. "fetchmail", Emacs modları, "ncurses", "giflib"/"libungif", "libpng" gibi önemli birçok programı yazmıştır. "CML2" isimli ayar dosyası formatı gibi birçok çalışması Linux çekirdek geliştiricileri tarafından kabul edilemeyerek Linux Kerneline dahil edilmediği için halen "Core Linux Developer" olamamıştır. Netscape Communications Corp.'un Ocak 1998'de tarayıcı kodlarını serbest bırakmasında ilham kaynağı olduğu da söylenir. Bazı kuruluş ve organizasyonlar Raymond'a Açık kaynak planlarında rehberlik etmesi için teklif götürmüşlerdir. Apple ve Microsoft buna örnek verilebilir. Bilim-kurgu'ya, silahlanmaya ve amatör müzisyenliğe meraklı olduğu bilinir. Ayrıca tekvandoda siyah kuşağa sahip olması ve Second Amendment Foundation kuruluşu destekçisi de olmasının yanı sıra 2003'teki Irak saldırısınıda desteklemektedir. esr.ibiblio.org 'ta İslam Dini, Rusya ve Terörizm ile ilgili yazı ve düşüncelerini yayınlamaktadır. "İslamiyet bizimle savaş halinde" başlıklı yazısında Raymond, 2002 'den beri Batı'nın İslami barbarlara karşı medeniyeti savunma mücadelesi içerisinde olduğu uyarısını yaptığını ve İslamiyetin bir "barış dini" olarak görülmesinin sonucunun daha da kötüleşmeden bu gerçekle yüzleşmesinin iyi olacağını ifade etmiştir. İskelet kası Çizgili kas hücresi, kırmızı kas hücresi olarak da bilinir. Miyozin ve aktin proteinleri içerir. Kasılma, bu moleküllerin bir biri üzerinde kaymasıyla gerçekleşir. İsteğe bağlı olarak hareket etmemizi sağlar. Kepek (deri) Kepek, derinin en dış yüzeyinden dökülen ölü hücrelerden oluşur. Genellikle kılların bulunduğu bölgelerden dökülür. Mevsimlere ya da bazı dış etkenlere bağlı olarak miktarında artma olabilir. Vücuttan sürekli olarak dökülen bu ölü hücreler, akar denilen örümceğimsi küçük canlıların besin kaynağıdır. Goblet hücresi Goblet hücresi, bazı organlarda epitel hücreleri arasında yer alan, biçiminden dolayı kadeh hücresi olarak da adlandırılan hücre. Görevleri bir glikoprotein olan musini salgılamaktır. Musinin dehidrasyonu ile oluşan kaygan sıvıya mukus denir. Mukus, dokuların kimyasal ya da fiziksel bakımdan zarar görmesini engeller. Bir goblet hücresinin apikal kısmı musin tanecikleri ile doludur. Hücrenin nukleusu bazal kısımda, yassı şekildedir. Bu halinden dolayı bu hücreye kalsiform hücre ya da Kadeh hücresi denir. Bu hücrelerin yanlarındaki hücrelerin üst kısımlarında bulunan tüysü yapılar yüzey alanını artırarak salgıların yayılmasını kolaylaştırır. İnce bağırsaktaki goblet hücrelerinin ömrü 3-4 gün kadardır. Ter bezi gözeneği Ter bezi gözeneği, ter bezleri üstderinin alt kısımlarında yer alır. Derinin dış kısmına bir gözenekte açılır ve ter buradan dışarı çıkar. Gözeneğin en dış yüzeyindeki kısımlarında ölü hücreler bulunur. Ter %99 oranında su içerir, kalanı tuz gibi maddelerden oluşur. Hepatosit Hepatosit; bağırsaklardan emilen besin maddelerinin kan yoluyla geldiği ve vücuda yararlı hale getirildiği hücrelerin genel adıdır. Bu işlemleri gerçekleştiren çok sayıda enzim bu hücrelerde bulunur. Artık maddeleri karaciğerden uzaklaştıran safra sıvısını salgılar. Bu sıvı, hücreler arasındaki özel kanallarla safra kesesine ulaşır. Tipik hepatosit hücresi 20-30 µm boyutundadır ve kübik bir yapısı vardır. Tipik hepatosit hacmi ise 3.4 x 10 cm'tür. Granülsüz endoplazmik retikulum birçok insan hücresinde küçük olmasına rağmen hepatositte büyüktür. Kondrosit Kondrosit, destek dokulardan biri olan kıkırdağın yapısını oluşturur. Ayrıca, kıkırdak dokunun temel bileşiğini kollajen adlı proteinin yapımından sorumlu hücrelerden biridir. Kulak kepçesi, burun, soluk borusu gibi organların yapısında bulunan bu hücreler dokulara esneklik ve sağlamlık kazandırır. Sperm Sperm ya da tam bilimsel adı ile spermatozoon (çoğulu: "spermatozoa"), erkek bireylere ait üreme hücresidir. Testislerde oluşan bu hücrelerin üretimi ergenlik döneminde başlar. Baş kısmında döllenme sırasında yumurtaya aktaracağı kalıtsal bilgi (DNA) taşır. Kuyruğu vardır ve hareketlidir. İnsanlarda bir çiftleşme sırasında yaklaşık 150-200 milyon sperm salınır. Ancak yumurtayı yalnızca tek bir sperm hücresi dölleyebilir. Bir sperm bir yumurta hücresine (oosit) ulaştığında, yumurtaya girmek için kuyruğunu dışarıda bırakıp, yumurta zarından geçerek kalıtsal bilgileri yumurtaya ulaştırmış olur. Spermler yoğun kıvamda bir sıvının içinde bulunurlar. Bu sıvının ismine meni (ersuyu), ejekülat veya yaygın kullanış biçimi ile sperma denir. Spermatozoonun başı fırıncı küreğini andırır ve içerisinde kalıtsal bilgileri bulunur. Baş kısmı kep gibi saran ve içerisinde spermatozoonun, yumurta hücre duvarını geçmesi için gerekli enzimleri içeren akzorom isimli yapı bulunur. Sperm hücresi yumurtaya ulaştığında akrozom membranı içerisindeki enzimler salınarak spermatozoonun yumurta içerisine girmesi sağlanır. İçeri giren n sayıdaki erkek DNA materyali n sayıdaki dişi DNA materyali ile birleşerek 2n sayıda DNA materyali oluşur (oluşan bu hücreye zigot ismi verilir). Daha sonra zigot içerisinde hücreler bölünerek çoğalmaya başlar. Cinsiyetin oluşmasında spermatozoaların taşıdığı X ve Y kromozomları belirleyicidir. Dişi üreme hücresi X kromozom taşırken, erkek üreme hücrelerinin yarısı X diğer yarısı da Y kromozomu taşır. Eğer dişi üreme hücresini X kromozomu taşıyan spermatozoon döllemişse kromozomlar XX şeklinde olur ve bireyin cinsiyeti dişi olur, eğer Y taşıyan spermatozoon döllemişse ise bireyin cinsiyeti erkek olur. Ancak bazı istisnalar da vardır. Mesela XXY, X0 gibi kalıtsal hastalıklı bireyler de oluşabilir. Yumurta (hücre) Yumurta, dişinin çoğalma hücresidir. Yumurta her hücre gibi çekirdek, sitoplazma ve hücre zarından oluşur. Yeni doğmuş bir kız bebeğin yumurtalıklarında çok sayıda olgunlaşmamış yumurta hücresi bulunur. Ergenlik çağından sonra, her ay yumurtalıklarda olgunlaşan bir yumurta spermle döllenebilir ve yeni bir birey oluşturmak üzere çoğalmaya başlar. Döllenmediğinde vücuttan atılır. Bu atılma süreci genellikle 1 haftadır. Bu sürece "pms dönemi" de denebilir.Bu döngü her ay olur. Bu döngü: adet(regl)olarak adlandırılır. Fibroblast Fibroblast, bağ dokusunun ana hücreleri de denebilir. Yassı uzun ya da ovalimsidirler. Gövde kısımlarından sitoplazmik uzantılar çıkar, çekirdekleri oval olan hücrelerdir. Bağ dokunun ana maddesi olan ve yaraların iyileşmesinde işlevi olan kollajen adlı proteinin yapımından sorumlu hücrelerdendirler. Fibroblastlar, farklı hücre çeşitlerinin öncüllerine (osteoblastlar) dönüşebilirler. Fibrobast lifleri oluşturur. Mast hücresi, heparin ve histamin üretir. Heparin kanın damar içinde pıhtılaşmasını önler. Yağ hücresi Yağ hücresi, bağ doku hücrelerinden biri olan bu hücre, yağ deposudur. Deri altından kalın, koruyucu bir tabaka halinde yer alırlar. Aynı zamanda vücudun enerji deposudur. İnsan vücudundaki en büyük hücrelerden biridir. Hücrelerin yüzeyinden bulunan iplikçiler, yağ hücrelerinin bir arada durmasını sağlar. Bölünmeyen bu hücrelerdeki yağ miktarı kişinin metabolizmasına bağlıdır. Adwaitya Adwaitya (Sanskritçe, "mukayese edilemez") (d. yaklaşık 1750 - ö. 22 Mart 2006), bir "aldabra" cinsi dev kaplumbağa. Hindistan'ın Kalküta şehrinde bir hayvanat bahçesinde yaşamıştır. 256 yıllık yaşı ile zamanının yaşayan en yaşlı hayvanı olarak kabul edilmiştir. Hayvanat bahçesinin evraklarına göre, Adwaitya 1750 yılında doğmuş, 1875 yılında ingiliz koloni memuru Robert Clive tarafından konuk hediyesi olarak Seyşellerden Hindistan'a getirilmiştir. Bugünkü ismini 2005 yılında almıştır. Ölümünden birkaç ay önce kabuğunda, öldürücü bir enfeksiyona yol açan bir çatlak oluşmuştur. Kadavranın bilimsel incelenmesi sonucunda kaplumbağanın tam yaşı tespit edilir. Adwaitya'nın ölümünden sonra, yaklaşık 175 yaşındaki Galapagos dev kaplumbağası "Harriet", öldüğü 23 Haziran 2006 tarihine kadar "Dünya'nın en yaşlı hayvanı" olarak kabul edildi. Böbreküstü bezleri Memelilerde, böbrek üstü bezleri (adrenal, suprarenal bezler olarak da bilinir) üçgen biçimini andıran iç salgı (endokrin) bezleridir. Anatomik olarak böbreklerin hemen üstlerinde bulunduklarından bu adı almışlardır. Kabuk (korteks) ve öz (medulla) olarak anılan iki ayrı katmandan oluşan bezlerin temel işlevi fizyolojik gerilim (stres) karşısında kortikosteroid (kabuk katmanı) ve katekolamin
(öz katman) bireşimleyip kana salgılamaktır.Adrenalin salgılarlar. Özellikleri:adrenalin salgılar. Anatomik olarak, böbrek üstü bezleri, karnın karın zarı arkası (retroperitonal) bölgesinde bulunup, böbreklere göre ön-üst (anterosüperior) konumdadırlar. Bütünüyle yağ dokusuyla çevrelenmişlerdir, ve bu yağ dokusu da böbrek zarı (renal fasiya) ile çevrelenir. Bezlere giden ve bezlerden ayrılan atar ve toplar damar öbekleri her ne kadar kişiden kişiye değişkenlik gösterse de atar damarlar genellikle üçe ayrılır: Bezlerden gelen kanı toplayan damarlar ise birleştiği damar bakımından sağda ve soldaki bezlerde değişiklik gösterir: Tiroid bezi gibi böbrek üstü bezleri de gram başına en çok kan alan bölgelerdir. Bu da evrimleşmenin doğal bir sonucudur, çünkü bu tür endokrin organlar, bir canlının fizyolojik gerilim karşısında vücut dengesinin (homeostaz) bozulmadan işlevini sürdürebilmesi için çok önemlidir. Tıpkı öbür endokrin bezlerde olduğu gibi, bu bezlerin toplardamarlarında hormonlar çok derişiktir. Tıpta bu durumdan yararlanılarak, bu hormon düzeylerinin dengesizliklerinden kuşkulanıldığı durumlarda böbrek toplardamarındaki hormonların derişimi ölçülüp, bu incelemeler tanı konulmasında yardımcı nitelikte olabilir. İki ayrı katmana ayrılan böbrek üstü bezlerinin bu katmalarında da altkatmanlar söz konusudur: Kabuk bölgesi üç katmandan oluşur. Bunlar dıştan içe sırasıyla: Öz bölge ise, kabuk bölgesinin aksine, tek bölgeden oluşmaktadır, ve buradaki gözelere "Kromafin gözeleri" denir. Kromafin, Yunanca'da "renke ilgi" anlamına gelir. Böyle adlandırılmasının nedeni, Krom tuzlarıyla boyandığında, bu gözelerin içindeki katekolaminlerin yükseltgenip, çoklu bileşik (polimer) haline dönüşmesi, ve elde edilen bileşiğin kahverengi olmasıdır. Burda, bezlerin kabuk ve öz katmanlarının işlevleri ayrı ayrı açıklanacaktır. Kabuk bölgesi, bezin yaşamsal önem taşıyan katmanıdır. Bu yapıdan hipofiz bezinden salgılanan adenokortikotropik hormon (ACTH) hormonunun etkisiyle başta kortizol olmak üzere çok sayıda hormon salgılanır. Kortizol salgılanma düzeni gün içinde gösterdiği değişiklikler açısından ilginç bir özellik taşır. Gün boyunca değişen derişimlerle kana salgılanan kortizol, akşam sıralarında ve uykuya dalıştan hemen sonraki saatlerde en az düzeydeyken, sabah kalkmadan önceki saatlerde ise en yüksek düzeydedir. Böbreküstü bezlerinden salgılanan öteki kabuk hormonları da kortizole benzer değişiklikler gösterir. Bu değişkenliğin nedeni, hipotalamustaki CRH salgılanmasına bağlı olan ACTH salgılanımının, aydınlık/karanlık döngüsüne ilişkin bilginin retinadan hipotalamusta bulunan çifte çekirdeklere (suprachiasmatic nuclei) iletilmesine bağlı olmasıdır. Ön görülebileceği gibi, koma, körlük ya da sürekli ışığa ya da karanlığa maruz kalma durumlarında bu değişkenlik de ortadan kalkar. "İlgili madde: Kortizol" "Zona Fasciculata" bölgesinden salgılanan kortizolun (ana glukokortikoid) çok yönlü etkileri vardır. Tıpkı öbür steroid bileşikleri gibi, kortizol, etkisini erek gözenin çekirdeğine girerek, DNA'nın kalıt yazımından mesajcı RNA'yı bireşimleyerek, ve bundan da yeni protein bireşimleterek gösterir. Yukarıda da açıklandığı gibi Glukokortikoidler yaşamsal önem taşır. Glukokortikoidler etkilerini, şeker üretimi (glukoneojenez), damarların katekolaminlere yanıt vermeleri, yangının ve bağışıklık sisteminin baskılanması ve merkezi sinir sisteminin düzenlenmesi biçiminde gösterir. "İlgili madde: Aldosteron" İnsanlarda en çok bireşimlenen mineralokortikoid Aldosteron'dur. Yalnızca Zona Glomerulosa bölgesinden salgılanan hormon, tıpkı Zona Fasciculata'dan salgılanan kortizol gibi kolesterol molekülünden bireşimlenir, ve bu tepkimeler dizisindeki enzimler aynıdır. Zona Glomerulosa'da ek olarak "Aldosteron sentaz" adlı enzim bulunduğundan Aldosteron yalnızca bu bölgede bireşimlenir. Ancak, Zona Glomerulosa kortizol üretmez. Bunun nedeni, Zona Glomerulosa'da progesterondan kortizol bireşimlemesini sağlayan 17-alfa-hidroksilaz enziminin bulunmamasıdır. Aldosteron mineralokortikoid özelliği gösteren tek steroid değildir; 11-deoksikortikosteron (DOC) ve kortikosteron bileşikleri de mineralokortikoid kimyasal davranışlarını sergilerler. Bundan dolayı, mineralokortikoid bireşimlenmesindeki tepkiler dizisinde DOC'den sonraki bir aşamada eksiklik olursa (11-beta-hidroksilaz ya da aldosteron sentetaz enzimlerinde eksiklik), mineralokortikoid etkinliğinde bir azalma olmaz. Ancak tepkiler dizinde DOC'den önceki bir aşamada bir aksaklık çıkarsa (21-beta-hidroksilaz eksikliği), o zaman mineralokortikoid etkinliğinde azalma gerçekleşir. Mineralokortikoidler, etkilerini böbreklerin nefron yapısındaki uç borucuklarda (distal tubül) ve toplayıcı kanallarda gösterir: Na+ (sodyum) geri emilimini arttırıp, K+ (potasyum) atılımını ve H+ (proton) atılımını arttırır. Na+ geri emilimini ve K+ atılımını prinsipal gözelerde, H+ atılımını ise alfa-aracık gözelerinde gerçekleştirir. Bu sodyum geri emilimi, ve potasyum ve proton atılımı sonucu göze-dışı ("ekstraselüler")hacim artıp, hipertansiyon, potasyum düzeyi düşüklüğü (hipokalemi) ve metabolik alkaloz gerçekleşir. Aldosteron düzeyi düştüğünde ise (örneğin böbreküstü yetmezliğinde) Na+ geri emilimi azalıp, K+ ve H+ atılımı da azalır. Bu durumda ise göze-dışı hacim azalıp, potasyum düzeyi yükselir (hiperkalemi) ve metabolik asidoz oluşur. Her ne kadar kortizolun da mineralokortkoid etkinliği olsa da (kortizol mineralokortikoid alıcılarına aldosteron'la aynı düzeyde ilgiyle bağlanabilir), böbrekte Aldosteron'un etki ettiği erek gözeler (prinsipal gözeler ve alfa-aracık gözeleri), kansıvındaki (plazma) kortizole "aldanmazlar." Bunun nedeni, bu gözelerde 11-beta-hidroksisteroid dihidrojenaz enzimi bulunmasıdır: bu enzim, kortizol'u kortizon'a dönüştürmekte, ve kortizol'un aksine, kortizon'un mineralokortikoid etkinliği yoktur. Bundan dolayı, kortizolun yüksek izlediği durumlarda bile, mineralokortikoid alıcıları bundan etkilenmez. Yukarıda da belirtildiği gibi, kabuk bölgesi DHEA ve androstenedion bireşimlemektedir. Erkeklerde, bu bileşikler testiste testosterona dönüştürülmektedir. Erkeklerde, böbreküstü bezlerinin salgıladığı bu androjenlerin önemi azdır, çünkü testosteron testislerde kolesterolden bireşimlenir. Bunun aksine, kadınlarda böbreküstü bezlerinin ürettiği androjenler önemlidir, ve ergenlik çağında koltukaltı ve pubik bölgelerde kılların çıkmasından sorumludur. Böbreküstü bezlerinin öz katmanı, özerk sinir sisteminin sempatik bölümünün bir sinir düğümüdür ("ganglion"). Sinir düğümü öncesi nöronların gövdeleri omuriliğin göğüs bölgesinde bulunmaktadır. Bu nöronların aksonları "büyük splanknik sinir"den geçerek böbreküstü bezinin öz bölgesine ulaşıp ve "kromafin gözeler"le sinir bağlanımı yapıp, asetilkolin salgılarlar. Asetilkolin, sinir düğümü sonrasındaki nöronların nikotinik alıcılarını etkinleştirir. Kromafin gözeler bunun üzerine dolaşıma adrenalin (epinefrin) ve noradrenalin (norepinefrin) salgılar. Sinir düğümü sonrasındaki nöronların genellikle noradrenalin salgılamalarına karşın, böbreküstü bezlerinin öz bölgesi çoğunlukla (%80) adrenalin, ve ancak %20 oranında noradrenalin salgılar. Bunun nedeni, öz bölgede "feniletanolamin-N-metiltransferaz (PNMT)" enziminin bulunması, ve bu enzimin sempatik sinir düğümü sonrası nöronlarda bulunmamasıdır (bu enzim noradrenalini adrenaline dönüştüren kimyasal tepkimeyi tetikler). Noradrenalinden adrenalin bireşimlenmesini olanaklı kılan kortizoldur. Kabuk bölgesinde bireşimlenen kortizol bu bölgeden ayrılan toplardamar ile öz bölgeye ulaşır ve bu tepkimeyi tetikler. Böbreküstü bezlerinin kabuk bölgesinden kaynaklanan düzensizliklerin çoğu belirli bir katmandaki hormonun gereğinden az ya da çok bireşimlenmesinden kaynaklanır (kortizol, aldosteron ya da eşeysel hormonları). Bir hormonun olağan derişiminin altında ya da üstünde üretilip salgılanması kişide belirtilere neden olur, ve aynı zamanda o hormonun kansıvındaki ve idrardaki derişiminin de değişmesine yol açar. Ayrıca bir hormonun derişiminin az ya da çok olması o hormonun geri beslemesini de etkiler, ve yalnız bundan yararlanılarak incelemeler yapılabilir. Cushing Sendromu, glukokortikoidlerin (kortizol hormonunun) olağanın üstünde bir düzeyde olduğu durumlarda ortaya çıkan belirtiler bütünüdür. Cushing Sendromunun alışılmış nitelikleri kilo artması, obezite, kan basıncının artması (hipertansiyon), ve derinin zayıflaması sonucu oluşan çizgilerdir. Conn sendromu, daha çok "Mineralokortikoid fazlalığı" olarak da bilinir. Belirtilerinin çoğu hipokalemiden (potasyum düzeyinin düşük olması) kaynaklanıp yorgunluk, kas güçsüzlüğü, ve kasınçlar olarak ortaya çıkar. Çoğu zaman, erken yaşta çıkan yüksek tansiyon ve bununla birlikte kendiliğinden ortaya çıkan düşük potasyum düzeylerinde bu düzensizlikten kuşkulanılır. Mineralokortikoid fazlalığı, Aldosteron'un (ya da başka bir mineralokortikoidin) özerk bir biçimde üretildiği (renin bu durumda düşük düzeydedir) birincil böbreküstü bezi hastalığından ya da renin düzeyinin yükselmesi (aldosteron salgılanımı arttırır) gibi böbreküstü bezleri dışında bir nedenden de kaynaklanabilir. Bu son duruma örnek olarak, kandolumlu kalp yetmezliği, karında sıvı birikimli siroz, böbrek atar damarı akımında azalma, renin üreten ur örnek verilebilir. Böbreküstü bezlerinin kabuk bölümünün, özbağışıklık (bağışıklık sisteminin vücuttaki dokulara saldırması), verem ya da mantar bulaşımı nedeniyle zarar görmesine bağlıdır. Güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, bazı hastalarda da aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla gelişir. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde yapay hormonlarla kesin olarak sağaltılmaktadır. Böbreküstü bezlerinin katekolamin salgılayan öz bölgesindeki "Kromafin gözeleri"nde çıkan urlara feokromositom, ve sempatik sinir sistemi sinir düğümlerinde katekolamin salgılayan gözelerde çıkan urlara ise Paragangliom denilmektedir. Bu urların bulguları ve belirtileri birbirlerine be
nzedikleri için, çoğu tıbbi yetke bu iki uru birden feokromositom çatısı altında toplar. Buna karşın, bu iki urun ayırt edilmeleri önemlidir, çünkü beklenen gidişleri ("prognoz"), kötücül olma olasılıkları ve kimi zaman kalıtsal özellikleri ayrı olabilir. Hamza Aktan Hamza Aktan, Kürt gazeteci. Sırasıyla Tv8, Bağımsız İletişim Ağı (Bianet), Post Express, Birgün, Toplumsal Tarih Nokta, İmc Tv gibi yayınlarda muhabirlik ve editörlük yaptı. "Birikim", haysiyet.com, bianet.org, Radikal, aciksite.com, "Çağdaş" gibi yayınlara yazılar yazdı. "Kürt Vatandaş" isimli kitabın yazarı. İrfan Aktan İrfan Aktan, yazar, gazeteci. İrfan Aktan 1981 yılında Hakkâri ilinin Yüksekova ilçesine bağlı Karlı köyünde dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nda yüksek lisans okudu. İletişim Yayınları'dan çıkan "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile Dipnot Yayınları'dan çıkan isimli kitapların yazarı. Birgün gazetesinde editörlük yaptı. Birikim, Radikal, haysiyet.com, bianet.org gibi çok sayıda süreli yayın yanında çeşitli kitaplarda da makale ve söyleşilerine yer verildi. Nokta, Newsweek Türkiye ve Yeni Aktüel gibi dergilerde çalıştı. Bir süre İMC TV'nin Ankara Temsilciliği'ni yürüttü. Halen Express ve Bir+Bir dergilerinde çalışıyor, zete'de ve Gazete Duvar'da düzenli köşe yazıları yazıyor. 2010 yılında "Çözüm Süreci"'nin devam ettiği süreçte Express dergisinde PKK'lı yöneticiler ile yaptığı bir röportajı yayınladı ve "terör örgütü propagandası" yapmaktan 15 ay hapis cezasına mahkum edildi. Fatih Koleji Fatih Koleji, 1961 yılında eğitim ve öğretime başlayan İstanbul'da bulunan özel okuldur. 1982 yılında Çağ Öğretim İşletmeleri A.Ş. tarafından satın alınarak, Özel Fatih Lisesi adıyla eğitime başladı. Kısa bir süre sonra, 1984 yılında Anadolu Lisesi ve 1988 yılında Fen Lisesi statüsünde eğitim ve öğretim vermeye başlayan Fatih Koleji, 2003'te bünyesine klasik liseyi de katmıştır. 1996 yılına kadar Fatih Draman’da faaliyetlerine devam eden Özel Fatih Lisesi ve Fen Liseleri, artan kayıt taleplerini de dikkate alarak Beylikdüzü’ndeki modern eğitim kompleksine taşındı. Fatih Koleji 1996 yılından itibaren ilköğretime de yönelmiş ve kısa bir sürede Bahçelievler, Merter, Bakırköy, Silivri, Büyükçekmece ve Avcılar'da ilköğretim şubeleri hizmete girmiştir. 2001'den itibaren ilk olarak Florya Fatih Çocuk Yuvası'yla çocuk yuvalarını hizmete açmaya başlayan Fatih Eğitim Kurumları, sonrasında sırasıyla Bahçelievler, Beylikdüzü, Bahçeşehir, Mimaroba ve Yeşilköy'de olmak üzere beş çocuk yuvası daha açmıştır. 2010 yılında İstanbul,Yenibosna'da Havalimanı Kavşağında açtığı Türkiye'nin en büyük ve en modern Anaokulu, İlköğretim ve Liseyi içinde barındıran kampüsü ile bünyesinde ki okul sayısını 15'e çıkardı. 2013 yılında kriterler’ne uyan özel okullara franchise vererek bu okulları kendi sistemine dâhil etmeye başlayan Fatih Koleji şu an eğitime devam etmemektedir. Sezgi Sezgi; felsefe, mistisizm, ezoterizm ve farklı öğreti sistemlerinde farklı anlamlarda kullanılan terim. En genel anlamıyla, gerçekliği dolaysız olarak içten ya da içeriden kavrayabilme, tanıyıp bilme yetisi. Adım adım ilerleyen gidimli düşünmenin ya da bir takım uğraklardan geçerek yol alan akıl yürütmenin tersine, bir şeyi doğrudan doğruya algılayıp kavrama; bilinçli bir düşünme ve yargıya varma süreci olmaksızın doğrudan, aracısız gerçekleşen anlama ya da bilme; hiçbir çıkarıma dayanmaksızın, dolaysız bir biçimde bilgiye ulaşma yordamı. Başka bir deyişle, önermelerden başka önermelere yönelerek, mantıksal yolla çıkarımlar yaparak ilkelerden sonuca ulaşan, tek tek parçalardan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan gidimli düşünme yoluna karşı, doğrudan ya da aracı kullanmaksızın düşünce kuran, bütünü bir kerede, bir bakışta tümüyle ele geçiren, şeylerin özüne dolaysız bir biçimde, doğrudan doğruya ulaşan, şeyleri tüm bir devingenliği içinde bütünlüklü kavrayan "içten duyma" yolu. Zorunluluk Zorunluluk. Başka türlü olamayan, olumsal olmayan ya da olmaması olanaklı olmayan durum; olduğundan başka türlü olamayacak olma durumunu dillendiren, olduğundan başka türlü olmanın mantıksal bakımdan olanaksızlığını dile getiren felsefi ulam. Öte yandan, mantık diliyle söylendiğinde, bir önerme yanlışlanamıyor ise zorunlu demektir. Bu tür önermeler yanlışlığı düşünülemez, değillemesi de çelişik olan, bu nedenle de doğrulukları zorunlu olan önermelerdir. Şeylerin gerçekte olmadığı ama olabileceği birçok olanaklı durum tasarlanabilir. Eğer bir önerme tasarlanan olanaklı durumların hepsi için doğru ise o önermeye "bütün olanaklı dünyalarda doğru" ya da "zorunlu önerme" denir. Böyle bir önermenin belli koşulları yerine getirmesi gerekmektedir. Öncelikle sözü edilen önerme sözdizim kurallarına öyle uymalıdır ki o önermenin yanlış olduğunun söylenmesi biçimsel olarak çelişik olsun. Öte yandan bu türden bir önerme belli anlambilgisel koşulları da sağlamalıdır; yani bütün olanaklı dünyalarda bu önerme doğru, bu önermenin değili ise yanlış olmalıdır. Bu anlambilgisel koşullar öncelikle Leibniz'ce önerilmiş, Wittgenstein ile Carnap'ça gözden geçirilmiş, 1960'lardaysa Kripke, Hintikka(), Lewis gibi düşünürler tarafından "olanaklı dünyalar kuramı" olarak geliştirilmiştir. Sözü edilen zorunluluk ilkesini dünyaya uyguladığımızda ise olayların belli bir nedensellik içinde ilerlediği ve olayların olduklarından başka türlü olamayacağı anlamı çıkar. "Olaylar zamanda nedensel bir sıralılık ile varolmaktadır ve de bunun önüne geçilemez" yollu belirlenimci düşünce evrenin önceden düzenlendiği, belirlendiği tasarımına dayanmaktadır. Böyle bir düşünce ise kuşkusuz "özgür istenç", "özgür seçim" gibi konularda apaçık sorunlar doğurmaktadır ve bunları kabul etmemektedir. Yatırım Yatırım, belirli bir kaynağın ya da değerin, gelir sağlamak amacıyla kalıcı bir biçimde kullanılmasıdır. Tüketim kavramından temel farkı, kullanılan kaynak ya da değerin işlem sonunda tükenmemesidir. Yatırım harcamasının sonucunda ortaya çıkan yatırım, orta ve uzun dönemde getiri sağlamaya devam eder. Dar anlamda yatırım, yatırım mallarının satın alınması şeklindeki yatırım harcamasıdır. Geniş anlamda ise verimliliğin artırılması amacıyla insan kaynaklarına yapılan harcamalar da yatırım olarak kabul edilmelidir. Ömerler, Karpuzlu Ömerler, Aydın'ın Karpuzlu ilçesine bağlı bir mahalle. Vulcan (anlam ayrımı) Vulcan çeşitli şeylerin ismidir, ismi diğer tanrılar için silahlar üreten Roma ateş ve yanardağ tanırısından türemiştir. Vulcan'ın ateş, demirci ocağı ve üretim ile ilgili olması nedeniyle, ismi birçok ürüne ve şirkete verilmiştir. Vulcan Vulcanus (ayrıca Vulcan veya Vulkan), Roma mitolojisinde Jüpiter'in ve Juno'nun oğlu, Maia ve Venüs'ün kocası ve Caeculus'un babasıdır. Ateşin ve yanardağların tanrısıdır, sanatın, silahların, demirin ve tanrılarla kahramanların zırhlarının üreticisidir. Yunan mitolojisinde Vulcan'ın karşılığı olan tanrı Hephaestus'dur. Ayrıca Roma mitolojisinde Mulciber ("yumuşatıcı") olarak ve Etrüsk mitolojisinde ise Sethlans olarak bilinir. Vulcanus'un demirci dükkânının Sicilya'da Etna Dağı'nın altında bulunduğu düşünülmektedir. Her yıl 23 Ağustos'ta gerçekleştirilen Vulcanalia festivalinde balıklar ve küçük hayvanlar ateşe atılırdı. Vulcanus'un Roma Forumu'nda bulunan tapınağı "Volcanal" olarak adlandırılır, eski Roma Krallığı zamanında şehirle ilgili törenlerde önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Bugün, Birmingham, Alabama'da yer alan Vulcanus heykeli dünyanın en büyük dökme demir heykelidir. Ateşin gizlerini çalmaları nedeniyle Jüpiter insanlığı cezalandırmak istemiş ve diğer tanrılardan, insanlar için zehirli bir hediye olan Pandora'yı yapmalarını istemiştir. Vulcanus'un güzel ve aptal Pandora'ya katkısı, onu balçıktan şekillendirmek ve ona biçim vermek olmuştur. Ayrıca Olympus Dağı'nda bulunan diğer tanrıların tahtlarını da yapmaktadır. Grönland müziği Grönland müziği iki önemli Inuit ve Danimarka müziklerinin etmenin karışımının ve bunun Amerikan ve Birleşik Krallık müziklerinden de etkilenmesiyle ortaya çıkmıştır. En büyük yapım şirketi Sisimut kasabasından Malik Hoegh ve Karsten Sommer tarafından kurulmuş olan ULO'dur. ULO Sume gibi Grönland rock grupları, Rasmus Lyberth gibi pop müzik şarkıcıları ve Nuuk Posse gibi hip hop müzik grupları ve ayrıca Inuit halk müziği gruplarının müziklerini piyasaya çıkarmaktadır. Modern Grönland müziği unsurlarıda jaz müzisyeni Kristian Blak tarafından kullanılmaktadır. Grönland'ın müzikal karakteri Grönlandlı davulcu Hans Rosenberg tarafından "kesinlikle rock ülkesi, hem müzikal olarak hem de tam olarak" olarak tanımlamıştır. Kraliyet Danimarka Dışişleri Bakanlığı davul oyunları hariç tüm müzikleri dış etkilerden etkilenmiş olarak tanımlamıştır. Rostra Roma Forumu'nda yer alan Rostra, hatiplerin (orator) toplanan insanlara konuşma yaptığı Curia'nın yanında bulunan platformdur. İsmini, ön tarafını süsleyen MÖ 260'da olan Mylae Deniz Muharebesi'nde ele geçen gemilerin pruvalarının ("rostrum") bu alana getirilip sergilenmesinden almıştır. Destekleyici dikey yerleri ve büyük tahta çivi delikleri hâlâ görülmektedir. Rostra Sezar tarafından planlanmıştır fakat son biçimi MÖ 42'de Octavian (sonra Augustus) tarafından verilmiştir. Mark Antony burada Sezar'ın cenaze töreni konuşmasını yapmıştır ve Triumvirler Cicero'yu ve diğer siyasi düşmanlarını burada yasaklamışlardır. Beş onursal sütun Rostra'nın arkasına dikilmiştir: uzun bir tane ortaya, Jüpiter heykeli taşıyan, diğerleri, Diocletian'nın MS 303 yılında yönetiminin yirminci yılını ("vicennalia") ve Tetrarşi'nin onuncu ("decennalia") yılını kutlamak için ilk defa Roma'yı gelişinde ise Augustus ve Sezar. Rostra'nın yanında mütevazı dairesel tuğla yapımı bir yapı bulunmaktadır, yaklaşık iki metre yüksekliğinde ve iki metre çapındadır. Bu tüm uzak kasabalara ve şehirlere olan uzaklıkların hesaplandığı İmparatorluk Roma'sının hükmi merkezi Umbilicus Urbi'dir. Şu anda görünen Ros
tra harabeleri erken yirminci yüzyıl restorasyonundan geçmiş halidir. Roma Forumu Roma Forumu: (Latince : civitatem centrum :(Şehir Merkezi) (Forum Romanum, Romalılar daha çok Forum Magnum olarak veya sadece Forum olarak adlandırmışlardır) antik Roma'nın geliştiği merkez bölgesidir. Ticaret, iş, fahişelik, ibadet ve adaletin yönetimi burada gerçekleşmekteydi. Burası toplumsal ocağın olduğu yerdi. Kaldırım kalıntılarından anlaşılan, çevresindeki tepelerden aşınan çökeltilerin forumun seviyesini Cumhuriyet'in erken zamanlarından itibaren yükseltmeye başladığı görülmektedir. Asıl olarak bataklık bir zemin olan alan, Tarquins tarafından "Cloaca Maxima" ile kurutulmuştur. Hâlâ görülebilen en son traverten kaldırımı, Augustus'un yönetimi zamanındandır. Roma çağında kentsel alanların nasıl kullanıldığını açık bir şekilde göstermesi nedeniyle kalıntılar ünlü olmuştur. Roma Forumu aşağıdaki büyük anıtları, yapıları ve diğer antik harabeleri içermektedir: Törensel bir yol olan "Via Sacra", üzerinden geçerek Colosseum ile bağlar. İmparatorluğun son günlerinde, günlük işler için kullanımı bırakılıp dini bir yer olarak kalmıştır. Forum içine eklenen son anıt Fokas Sütunu'dur. 8. yüzyılda Einsiedeln'dan (şu anda Almanya'da) adı bilinmeyen bir gezginin anlatışına göre Forum o devirde zaten parçalanmaya başlamıştı. Orta Çağlar boyunca, Forum Romanum'ın anısının devam etmesine rağmen, anıtları genellikle yıkıntılar altında gömülmüş bulunuyordu ve Capitoline Tepesi ve Colosseum arasındanki yer ""Campo Vaccino"" veya "sığır otlağı" olarak belirlenmişti. Papa V. Urbanus'in Avignon'dan 1367'de dönüşü, antik anıtlara olan ilginin artmasını sağlamıştır, kısmen ahlaki ibretleri ve kısmen uzun bir zamandan sonra Roma'da yapılmaya başlanılan yeni yapılara ek olması açısından. 15. yüzyılın sonlarında ressamlar Forum'da bulunan harabelerin resimleri çizmişlerdir, antika meraklıları 16. yüzyılda yazıtları kopyalamışlardır ve 18. yüzyılın sonlarında geçici bir kazı başlatılmıştır. Bir kardinal düzenlemek için tedbirler almış ve yakınına "Alessandrine" semtini kurmuştur. Fakat 1803 yılında Septimius Severus Kemeri'nin döküntülerini açığa çıkarmaya başlayan Carlo Fea ve Napolyon yönetimi altındaki kazı bilimciler tarafından yapılan bu kazı ancak Forum'un girişini açığa çıkarma işini başlatabilmiş ve ancak 20. yüzyılın başında tamamen kazılabilmiştir. Şu anki durumunda, Roma'nın önceki harabeler üzerine yapı yapma geleneği nedeniyle birkaç yüzyıla ait kalıntılar beraber olarak gösterilmektededir. Şehirde bulunan diğer foralar; çoğunluğunun kalıntıları, bazılarının ise önemli bir seviyesi günümüze kadar gelmiştir. Aksiyon resmi Aksiyon resmi (Jestle soyutlama) resim yüzeyine anında ve dikkatsizce dökülen, damlatılan veya sürülen boya yoluyla fiziksel hareketi vurgulayan bir resim üslubudur. 1940'lar ile 1960'lar arasında yaygınlaşmıştır. Soyut dışavurumculuk ile yakından ilgili olup zaman zaman aynı anlamda da kullanılır. Bir Fransız akımı olan Tachisme ile de yakından ilgilidir. Harold Rosenberg'in bu terimi 1952'de kullanmaya başlamasıyla soyut dışavurumculuk ile atılan adım ileri götürelerek resim objesi arka plana itilmiş, hareket öne çıkmıştır. Gerçek eserin süreç olduğunun vurgulanması daha sonraları happening'ler, Fluxus, kavramsal sanat ve arazi sanatına temel oluşturmuştur. Alyuvar çökelme hızı Alyuvar çökelme hızı, kandaki alyuvarların çökme hızıdır. Çökelme ya da sedimantasyon deneyi denilen inceleme yöntemiyle ölçülür. Birçok hastalıkta tanıya yardımcı bir inceleme kaynağıdır. Philosophe Philosophes (Fransızca: "filozoflar") 18. yüzyıl Aydınlanma hareketinin mensubu bir grup Fransız entelektüeline verilen isimdir. Newton'un buluşları ile birçok Avrupalı entelektüel doğaya dair her türlü çalışma metodunun akıl ve mantık temelli olması gerektiğine inanmaya başlamıştır. Dönemin bu akımının sonucu olarak Fransa'da, daha sonraları Aydınlanma hareketi ve Fransız Devrimi'nin önemli isimlerinden olacak, bir entelektüel grubu doğmuştur. Bunlar akıl ve mantığın öğrenme ve gelişimin tek yolu olduğuna, cehalet ve hurafeciliğin bilgi ve eğitim ile yok edilebileceğine inanıyorlardı. Görüşleri belki de en güzel biçimde "Encyclopédie" (1751-1772) isimli eserde vücut bulmuştur. Eserin editörleri "philosophes"'den Denis Diderot ve Jean le Rond d'Alembert idi ve eser genel olarak her şeyin insanlar tarafından sınıflandırılıp, kategorize edilebileceği inancını taşıyan "philosophe" fikrinin ürünüydü. Onlara göre felsefenin görevi, sadece tartışmak değil, dünyayı değiştirmektir. Dönemin Fransa'sında devlet ve kiliseyi açıkça eleştirmek yasa dışı olduğundan, bu şahıslar genellikle ince mesajlar taşıyan oyun, roman, tarih, sözlük ve ansiklopedi yazarak fikirlerini ortaya koymuşlardır. Örnek olarak Montesquieu'nun "Fars Mektupları" ("Lettres Persanes", "İran Mektupları" olarak da çevrilmiştir) isimli eseri verilebilir. "Philosophes" II. Frederick, II. Katerina, Maria Theresa ve II. Joseph gibi hükümdarları etkilemiştirler. Her ne kadar temel fikri yapıları aynı olsa da "philosophes" detaylarda farklı fikirlere sahipti. Birleştikleri ortak görüşlerden ikisi deizm ve hoşgörüdür. Cesur Yürek Cesur Yürek; "(İngilizce: Braveheart)" Mel Gibson'in yönettiği ve başrolünü oynadığı tarihî, yarı kurgusal film. William Wallace'ın hayatını anlatır. Film Türkiye sinemalarında yıllarca gösterilerek bir rekora imza atmıştır. 1996 yılında 10 dalda Oscar'a aday olan yapım, yönetim, görüntü yönetimi, efekt, makyaj ve en iyi film dallarında ödüle layık görülmüştü. M.S 1280 yılında, "Uzunbacaklı" Edward İskoçya'nın büyük bir bölümünü işgal eder ve işgal sırasında William Wallace’ın babasıyla ağabeyini öldürür. Amcası tarafından yurtdışında büyütülen Wallace, yıllar sonra Uzunbacaklı’nın zalim yönetiminin sürdüğü İskoçya’ya döner. Çiftçilik yaparak sakin bir yaşam kurmak isteyen Wallace beladan uzak durmaya çalışır. Çocukluk aşkı Murron’a tekrar aşık olan Wallaca ona Murron’ın çocukken verdiği ve yıllarca sakladığı “gül”ni gösterir. Daha sonra kralın koyduğu primae noctis emri yüzünden gizlice evlenirler. Fakat bir gün, kasabadaki İngiliz askerleri Murron’a tecavüz etmeye çalışır. Askerlere saldıran Wallace, Murron’ı kurtarır ve bir ata bindirerek kaçmasını sağlar. Ancak Murron yolda yakalanır. Kasabanın şerifi, bütün kasaba halkının önünde Murron’ın boğazını keser. Gözü dönen Wallace, kasabadaki diğer İskoçların da yardımıyla İngiliz garnizonunu yener ve o da şerifin boğazını keser. Bölgedeki İngiliz lordunun karşılık vereceğini bilen Wallace ve adamları, İngiliz askerlerinin üniformalarını giyerek bir İngiliz kalesine girer ve kaleyi tamamen yakarlar. Wallace’ın kahramanlıklarından cesaret alan İskoç halkı da İngilizlere karşı ayaklanır. Wallace’ın efsanesi dilden dile yayılır ve dağılmış olan İskoç klanları gönüllü olarak ona katılmak isterler. Wallace ordusunun başına geçer ve Stirling’te İngiliz ordusunu yener. Bu büyük başarısı için, İskoç soyluları onu İskoçya’nın koruyucusu ilan ederler. Daha sonra York’u işgal eden Wallace burada Uzunbacaklı’yı bekler. Sıradaki büyük savaş için soylulardan yardım ister ve İskoç tahtının varisi Bruce’dan yardım için söz alır. Ancak Falkirk Savaşı’nda İskoç soyluları ona ihanet eder. Uzunbacaklı’ya yenilen Wallace saklanmak zorunda kalır. İngilizlerle gerilla taktiğiyle savaşmaya devam eden Wallace, Falkirk’te ona ihanet eden iki İskoç soylusunu öldürür. Bu arada, daha önce İngiliz elçisi olarak Wallace’la görüşen ve ona aşık olan Prens Edward’ın (Uzunbacaklı’nın oğlu ve vârisi) eşi Prenses Isabelle, ona yardım eder. Sonra bir geceyi birlikte geçirirler ve Wallace’tan hamile kalır. Wallace’a ihanet ettiği için vicdan azabı duyan Bruce, onu Edinburg’a çağırtır. Bu şekilde İngilizlere karşı başarılı olamayacağını düşünen Wallace, soyluların yardımını alabileceği umuduyla bu daveti kabul eder. Ancak Edinburg’a geldiğinde, Bruce’un babası ve diğer soylular tarafından kurulan tuzağa düşerek yakalanır. Babasına karşı büyük bir öfke duyan Bruce, onun babalığını reddeder. Wallace Londra’da krala ihanet etmek suçundan mahkemeye çıkar. Bunu reddeden Wallace, Uzunbacaklı’ya hiçbir zaman bağlılık yemini etmediğini söyler. Bunun üzerine mahkeme, onun “acıyla arındırılmasına” karar verir. Londra meydanında halkın önünde işkenceye maruz kalan Wallace, son gücüyle “Özgürlük!” diye haykırır. Kafası kesilmeden önce, kalabalığa döner ve Murron’ı ona gülümserken görür. 'İngiliz' Tarihçi Elizabeth Ewan, Cesur Yürek'in iyi bir senaryo için tarih gerçekleri kurban ettiğini söylemiştir. Filmde II. Edward'ın karısı olan Isabella, III. Edward'ın da annesidir. William Wallace'la Falkirk Savaşı'ndan sonra, yani 1298'de bir ilişki yaşayan Prenses, gerçekte bu tarihte iki-üç yaşlarındadır. III. Edward da aslında 1312 yılında, yani Wallace'ın ölümden 7 yıl; Falkirk'ten 14 yıl sonra doğmuştur. Tarihçi Sharon Kressa filmde birçok hatanın olduğunu öne sürmüştür. Bunların başında da Wallace ve adamlarının etek giymelerini gösterir. Kressa'ya göre filmin geçtiği tarihlerde İskoçya'da hiç kilt giyilmemiştir. William Wallace'ın babası Malcolm Wallace filmde gösterildiği gibi bir köylü değil; toprak sahibi bir soyludur. Yani William Wallace da aslında doğuştan soyludur. Primae noctis (yeni gelin zorla alımı) hakkı diye bir şey o zamanlar yoktu. Uzunbacaklı, Wallace'la aynı zamanda değil, ondan 2 yıl sonra öldü. Stirling'deki savaşta İngiliz süvarileri, filmdeki gibi İskoçlar tarafından uzun mızraklarla değil, üzerinden geçtikleri köprünün aşırı ağırlıktan dolayı yıkılmasıyla yenilmişlerdir. Gibson, William Wallace rolünü oynamak için yaşlı olduğunu düşündüğünden bu rolü Jason Patric’in oynamasını istemiştir. Ancak şirketi Icon Productions finansal sıkıntı içinde olduğu için rolü oynamak zorunda kalmıştır. Warner Bros., Mel Gibson’ın Lethal Weapon 4’te oynayacak olması sebebiyle filmi finanse etmek istemiş, fakat Gibson bunu reddetmiştir. Paramount Pictures ise filmin dağıtımını Fox Studios’un uluslararası kanunlar konus
unda yardımından sonra kabul etmiştir. Ekip çekimler için İskoçya’da altı hafta harcadıktan sonra, ana savaş sahneleri İrlanda’da çekilmiş ve çekimlerde İrlanda Ordusu’nun askerleri kullanılmıştır. Bazı sahnelerde sayıları 1,600’e kadar çıkan askerlere film için sakal bırakma izni verilmiştir. Açılış haftasonunda, Cesur Yürek ABD’de $100,999,938,276 hasılat yaptı. Filmin A.B.D.’deki toplam hasılatı $75,600,000; tüm dünyadaki hasılatı ise $210,400,000 oldu. Filmdeki Stirling Savaşı, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi savaş görüntüleri olarak kabul edilir. Film dünyada ve tabii ki İskoçya’da büyük ilgi gördü. Filmin tüm dünyadan hayranları William Wallace’ın İskoçların bağımsızlığı için savaştığı yerleri görmeye İskoçya’ya ve filmin savaş sahnelerinin çekildiği İrlanda’ya geldi. 1997’de filmin senaristi Randall Wallace, Stirling’de Cesur Yürek’le ilgili bir konferans verdi. Film 1995 Oskar Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül aldı: Aday gösterildiği ödüller: Lin Anderson’ın Cesur Yürek filminden etkilenerek yazdığı "Braveheart: From Hollywood To Holyrood" kitabı, 1990’ların ortasından sonuna kadar İskoçların politik görüşlerini etkilemiştir. 1997’de, Stirling yakınındaki Wallace Anıtı’nın dışına, Tom Church adlı heykeltıraş tarafından William Wallace olarak Mel Gibson’ın heykeli yapıldı. Bu heykel büyük tartışmalara yol açtı. Bölgede yaşayan bir sakin, heykelin Wallace’ın kutsallığını bozduğunu öne sürdü. 1998’de heykelin başı bilinmeyen bir kişi tarafından balyozla kırıldı. Heykel onarıldıktan sonra vandalizmden korunması için etrafına bir kafes yapıldı. Ancak “Özgürlük” diye bağıran heykelin bir kafes içine kapatılması komik bir çelişki olarak göze çarpıyor. Senaryonun Randall Wallace tarafından yazılmış olmasına rağmen, İngiliz tahtının varisi II. Edward’ın eşcinsel olarak gösterilmesinin tepkilerini Gibson gördü. Kaynak eleştiri Bazıları II. Edward’ın bu şekilde zayıf biri olarak gösterilmesini ve I.Edward’ın oğlunun erkek sevgilisini pencereden aşağı attığı sahneyi eleştirmiştir. Gibson bu eleştiriler karşısında kendini şöyle savundu: “Ben sadece tarihi göstermeye çalıştım. Örneğin tüm dünyayı fetheden Büyük İskender de bir eşcinseldi. Ama bu öykü Büyük İskender ile ilgili değil. Bu II. Edward’la ilgili.” Gibson, kralın bir psikopat olduğu için oğlunun sevgilisini öldürdüğünü ve bazı seyircilerin buna gülmesine şaşırdığını söylüyor: "Maalesef bir sahneyi filmden çıkartmak zorunda kaldık . . . II. Edward’ın acısını ve durumunu anlamanızı sağlayacak sahneyi . . . Ama bu, filmi ilk perdede çok fazla tıkadı ve şöyle düşündünüz, 'Bu hikâye ne zaman başlayacak?' " Filmin müzikleri, "Titanik"’in de soundtrack’ini yapan James Horner tarafından hazırlandı ve Londra Senfoni Orkestrası tarafından kaydedildi. İlk soundtrack’in çok başarılı olması üzerini Horner 1997’de "More Music from Braveheart" (Cesur Yürek’ten daha fazla müzik) adıyla ikinci bir soundtrack yaptı. Uluslararası ve Fransızca versiyonları da yayınlandı. Orijinal albüm filmdeki önemli sahnelerden alınan 77 dakikalık müziği içermektedir. Bu albüm daha çok filmdeki dialoglardan oluşmuştur. Mircan Kaya Mircan Kaya (Mircan), müzisyen, müzik prodüktörü, sanatçı, inşaat mühendisi, deprem yüksek mühendisi. Seslendirdiği ilk albümü, alanında ilk olan Bizim Ninnilerden sonra Kül, Sala, Numinosum, Outim , Elixir , Nanni ve. Minor adlı albümleri piyasaya çıktı. Batum göçmeni Laz bir aileden gelen Mircan Kaya anne tarafından Gürcü dedesi nedeniyle melez bir etnik kimliğe sahip olup, ilk okula Artvin'de başlayıp , dokuz yaşında geldiği İstanbul'da tamamlamış, orta okulu birincilikle bitirip Nişantaşı Kız Lisesi'nden sonra önce Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliğ bölümünü bitirmiş, daha sonra,Boğaziçi Üniversitesi'nde Deprem Mühendsiliği üzerine master yapmıştır. Müzik ve mühendislik çalışmalarını bir arada yürüten Mircan Kaya, önemli mühendislik projelerinde lider mühendis veya Proje Lideri olarak görev yapmıştır. İstanbul SCADA (Spervisory Control and Data Acquisition System / Uzaktan Kumandalı Veri Edinme, Değerlendirme Sistemi) kapsamında İstanbul İçme Suyu Şebekesinin Bilgisayar Destekli Matematik Modellemesi Projesi üzerinde Fransız bir kuruluş ile kilit mühendis olarak çalışmış, Öngerme ve ard-çekme teknolojilerinin Türkiye'de kullanımının yaygınlaştırılması amaçlı pek çok seminer düzenlemiş, araştırmalar yapmış, makaleler yazmış ve bu konuda yine fransızlarla çalışmış ve Fransa'da eğitim almıştır. Pek çok diğer projenin yanı sıra, Azerbaycan Samur Apsheron Projesi'nde proje müdürü olarak görev yapmış olan Mircan Kaya. Son yıllarda, alanında dünya lideri bir firma ile Türkiye'de ileri deprem koruma teknolojilerinin kullanılması için çalışmalar yapmakta, önemli pek çok projede anti-sismik cihazların kullanılması için hizmet vermektedir. Şarkı söylemeye çok küçük yaşlarda başladığı bilinen Mircan Kaya, dinleyici önünde peformans göstermeye ilkokul yıllarında başlamıştır. On iki yaşında gitar çalmaya başlamış, Yıldız Teknik Üniversitesi Klasik Türk müziği Korosu'nda Türk Sanat Müziği söylemiş, yine üniversite yıllarında arkadaşları ile kurmuş oldukları senfonik rock grubu ile şarkı söyleyip besteler yapmış, bir dönem Ergüder Yoldaş ile çalışmıştır. İlk çocukluk yıllarını geçirmiş olduğu, farklı etnik dilleri ve kültürlerin beşiği olan Doğu Karadeniz, bölgeden ayrılış, dokuz yaşında iken ailesi tarafından eğitim amaçlı İstanbul'da kurulan ikinci hayat, topraktan, doğadan kopuş, yeni hayata uyum, beraberinde yaşanan travmalar ancak çok parlak bir eğitim hayatı, sanata, bilime, araştırmaya ve en çok da müziğe düşkünlük; bu çok kültürlü, çok disiplinli hayat, sanatçının müziğine, yaratmış olduğu özgün sounduna yansımıştır. Mircan Kaya, kendi iç sesini bulabilmiş, popüler olma telaşına düşmeksizin kararlılıkla üreten ender sanatçılardan olup, hem yurt içinde, hem de yurt dışında, önemli müzik otoritelerinden yıldızlı övgüler alan ve giderek daha çok tanınan bir sanatçıya dönüşmüştür. FROOTS, BBC World Music, FLY GLOBAL MUSIC, EXPOSE, THE NEW INTERNATIONALIST, Cyclic Defrost çalışmalarında övgüyle söz eden yayın organlarından bazılarıdır. Müzikle ilgili olarak profesyonel anlamdaki ilk ürünlerini, Emin İgüs ile birlikte yapmış olduğu yaklaşık olarak dört yıl süren geleneksel müzik çalışmasının ardından çıkarmış olduğu Bizim Ninniler albümü ile vermiştir. Müzik direktörlüğünü Emin İgüs'ün yapmış olduğu Anadolu ninnilerini kapsayan ilk ciddi çalışma olan Bizim Ninniler albümü, dünya ninnileri anlamında da, yurt dışında önemli bir referans olarak kabul görmüştür. Bizim Ninniler albümünü, Anadolu türkülerinin yanı sıra, Boşnakça ve Gürcüce geleneksel parçaları da yorumladığı Kül albümü izlemiştir. Müziği ve sözlerinin çoğu kendisine ait olan “Sâlâ” albümü doğu ile batının, egemen olanla öteki olanın ters yüz edilerek uzlaştırıldığı, müziğin duyguda birlik yaratan birleştirici özelliğini yansıtan bir yaşam yolculuğudur. Ölülerin ardından okunan Sâlâ cenaze namazı duasını İngilizce olarak yorumlayarak ilk çocukluk yıllarında kendisini çok etkilemiş olan bu ölüm duasını, kaybedilmiş sevgilinin ardından okunan bir ilahiye dönüştrümüştür. Türk Müziği ustalarının yanı sıra bağımsız sanatsal projeler üzerindeki çalışmaları ile bilinen Roger Mills ve Osman Kent gibi batılı müzisyenleri buluşturan bir albümdür. Grafik tasarımda, ressam Arzu Başaran'ın imgelerini İngiltere'den Neil Jenkins'in (http://www.devoid.co.uk) yaratısı ile harmanlayan, metin editörlüğü için Yeni Zelandalı yazar Vivienne Jepsen'ın (The House of Olaf Krull- Winner of the Reed Fiction Award) ve Türkiye’den Pelin Özer'in (Latife Tekin Kitabı) edebi desteğini alan ve uluslararası ruhani buluşma platformu diye tanımlanabilecek albüm, tüm müzisyenlerin koloboratif bir anlayışla katıldığı bir çalışmadır. Etnik seslerin cesurca ve sınırsızca kullanıldığı albümdeki Lazca yapılmış iki caz parçası, türünde yine bir ilke imza atmış, il kez bir kadın sanatçı Lazca-Megrelce dilini bu biçimde kullanmıştır. Dünya müziği alanından en önemli yayın organlarından biri olan ünlü FOLK ROOTS dergisi, Sala albümüne, "zekice kotarılmış,Pre-Raphaelit dönemine ait bir kanaviçe" yorumu yapmıştır. Mircan Kaya, Kül albümünde de, Gürcüce bir parça olan Tushuri'yi, daha önce hiç denenmemiş bir biçimde akapella olarak yorumlamış, köklerinde var olan Gürcü polifonik müziğine çağdaş bir selam göndermiştir. Bu albümden sonra çıkardığı "NUMINOSUM" albümü, sanatçının İngiltere'de post caz grubu Limbo (Roger Mills, Dave Perry, John Wigens, Paul Wigens, Dan Moore)ile Osman Kent ve ünlü Portishead grubunun bas gitarcısı ve kayıt mühendisi olan Jim Bar ile kaydettiği bir caz albümü olup kendi sözlerinin yanı sıra, Mevlana'nın sözlerini kullanark yarattığı bir düşsel yolculuktur. İngiltere'de kaydedilmiş bir post caz albümü olmasına rağmen, albümün merkezine koyduğu "Silence in Cxala" ile doğmuş olduğu dağ köyü Cxala'ya ve John Cage'in sessizlik kavramına selam göndermek üzere bu parçada yalnızca müziğinin çıkış noktası olan doğa seslerine yer vermiştir. 2006 yılında, ileri mühendislik ve deprem teknolojileri alanında çalışan şirketinin faaliyet kapsamını genişleterek, bağımsız kültür ve sanat projeleri üzerinde idealist bir anlayışla çalışacak UCM (Uncataloğued Music Production) production'ı kurmuştur. 2008 yılında Avustralya asıllı avangard müzisyen, besteci ve yazar Roger Mills'in ilk solo trompet albümü Antipodesia'yı yapımcı olarak Türkiye'de yayınlamıştır. Sidney, Hollanda, Venedik, Slovenya ve Londra gibi dünyanın farklı bölgelerinden saha kayıtlarını da içeren Antipodesia albümü Türkiye'de deneysel müzik alanında bir ilk denebilecek aykırı bir çalışma olarak yabancı müzik otoritelerinden övgülü yorumlar almıştır. İngiltere'den emprovize caz grubu Limbo kaydettiği diğer albüm OUTIM (Once Upon a Time in Mingrelia) albümünde doğu karadeniz tulumu yerine Kelt gaydası kullanmış, Gürcüstan ve Doğu Karadeniz'e defalarca yapılan seyahatleri de kapsayan üç yıllık bir çalışma sonucunda ortaya çıkan albüme kendi kal
eme aldığı 144 sayfalık ve üç dilde (Türkçe, İngilizce, Lazca) yazılmış bir kitapçık ta ekleyen sanatçı kitapta, bir Doğu Karadeniz dağ köyünü (doğmuş olduğu köy) merkez alıp müziğinin merkezine oturttuğu bu dağ köyünün yerlilerinden dinlediği anılardan derlediği öyküler, haikular , fotoğraflar ve resimlerle çok boyutlu bir yapıt çıkarmıştır. Laz dilini, müzik çalışmalarında farklı bir biçimde kullanarak bu cesur çalışmayla bu dili daha çağdaş bir platforma taşımış ve Laz müziğinde adeta bir devrim başarmıştır. Mircan Kaya, 2008 yılında kazanmis olduğu Avrupa Komisyonu bursu ile Avrupa tarihi ve kültürel mirasinin korunmasına yonelik, Avrupa Komisyonu destekli,"Tarihi Eserlerin Yapisal Analizler/ Structural Analysis of Historic Constructions" konulu ileri master çalışmasını İtalya/ Padova Univeristesi ve İspanya/Katalonya Teknik Üniversitelerinde yurutmüştür. Aynı dönemde, İngiltere üzerinden batı müziği üzerine de eğitim almıştır. Sinematografik bir yapıya sahip olan Mircan müziği en önemli meyvelerinden birini Kar Beyaz adlı film ile vermiştir. 47ci Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, yönetmenliğini Selim Güneş'in yaptığı filmin müziği ile en iyi film müziği ödülü almıştır. Selim Güneş'in Sabahattin Ali'nin "Ayran" adlı öyküsünden uyarlayarak yazdığı senaryo ile çektiği ilk filmi olan Kar Beyaz filminde Mircan, "Sala" , "Outim", "Numinosum" ve Kül albümlerinden parçalarının yanı sıra film için özel olarak, yaşayan en önemli kadın ozanlarımızdan Gülten Akın'ın sözleri ile bestelediği, yurt içinden ve yurt dışından müzisyenlerle kaydettiği parçaları ile Türkiye, Avustralya ve ingiltere'de yaşayan müzisyenlerin katılımlarıyla uluslararası bir müzik prodüksiyonuna daha imza atmıştır. Gülten Akın şiirleri üzerine kurduğu en son albümü Elixir Kar Beyaz filminde kullanmış olduğu "Karşı Korku İlahisi" ve "Bunalan Ozan İlahisi" adlı eserleri de kapsamakta olup Mircan Kaya albümde ayrıca Metin Eloğlu'nun Eşçil adlı şiirini de bestelemiştir. 2012 yılında çıkarmış olduğu ilk Lazca çağdaş ninni albümü Nanni ve Türkiye'de yaşayan azınlık dillerinin halk şarkılarını yorumladığı Minor albümlerinin ardından ilk kitabı "Gece Karanlık Çekirge ve Sen" yayınlandı. Kendi annesinin yaşamı üzerinden Doğu Karadeniz geleneksel yaşamına içerden bir bakışla epik bir mini roman olan kitap Çiviyazıları yayınevi tarafından yayınlandı. Tutku - İsa Mesih'in Çilesi Tutku - İsa Mesih'in Çilesi (The Passion of the Christ), İsa'nın Hristiyanlarca "Çile "(The Passion)"" olarak bilinen son 12 saatini anlatan ve Mel Gibson'ın yönetmenliğini üstlendiği bir filmdir. Film, Mel Gibson'un yaptığı uzun araştırmalardan sonra gerçeğe yakın olması için Latince ve Aramice olarak çekildi. İsa'nın Son Akşam Yemeği'nden hemen sonra açılan film, onun Şeytan'ın çağrılarına karşı koyuşu ve Yehuda'nın ihaneti sonucu tutuklanması ile devam ediyor. Gerçekleştirilen mahkeme sonucu ölüm cezasına çarptırılan İsa'nın Romalılar tarafından saatler sürecek işkencesini takiben çarmıha gerildiği sona doğru, izleyeni zorlu bir yolculuğa çıkarıyor. Tentürdiyot Tentürdiyot, yaraların nikotik ve bakteriyel cilt enfeksiyonlarının antisepsisinde, yaraların mikrop kapmasının önüne geçmek için sürülen iyotlu tentür. Tentürdiyot, deride mevcut bakterilerin %99.88'ni azaltır. Derinin dezenfeksiyonundan sonra yaklaşık 4 saat 40 dakika süre ile asepsisini sağlar. Gram-negatif bakteriler ile kontamine olmuş ellere uygulandığında, kısa sürede dezenfeksiyon sağlanır. Iyot %2, Sodyum iyodür %2,5 içerir. Çözücü olarak saf etil alkol kullanılır. Cildin yara dezenfeksiyonunda ve tedavisinde, ameliyat sahasının hazırlanmasında, jinekolojik muayene ve doğum sırasında, ürolojide, mesane yıkanmasında, genel cerrahide intraoperatif periton yıkanmasında, biyopsi, ponksiyon, enjeksiyon ve kan alma işlemlerinde, yara tedavisinde, mukoza dezenfeksiyonunda, ağızdaki aft tedavisinde, yanık tedavisinde, pyoderma, mikotik ve bakterilere ait enfeksiyonlarda, superenfekte dermatozlarda, göğüs ve kalp cerrahisinde mediastinid tedavisinde, ortopedide osteomyelit lokal enfeksiyonun tedavisinde ve fistüllerde, alçı yerinin hazırlanmasında ve cerrahi el dezenfeksiyonunda kullanılır. Tentürdiyot aşırı tahriş edici bir madde olduğu için günümüzde artık kullanılmamaktadır (örneğin ilk yardım çantalarından kaldırılmıştır). Onun yerine etkili, daha az tahriş edici ve dokulara daha az zarar veren "Po­li­vi­nil­pi­ro­li­do­n iyot" isimli madde kullanılmaktadır. Aşırı iyot hassasiyeti ve non-toksik guatrlı hastalarda kullanılmamalıdır. Hasarlı deri yüzeyine direkt olarak uygulanmamalıdır. Bu durumda yarada aşırı iyot absorbsiyonu olabilir. Göze değdirilmemelidir. Büyük bir deri hasarı varsa kullanmadan sakınmalıdır, yara yerinden fazlaca emilebilir. Yenidoğanlar, süt çocukları, gebeler ve troid hastalarında uzun süre kullanılmamalıdır. Katı iken deriyi parçalama etkisi vardır. Özellikle ileri derece yanıklarda kullanılması da zararlıdır. Kullanmakta olduğunuz bir ilaç varsa mutlaka doktorunuza danışılmalıdır. Tiroid fonksiyon testlerini bozabilir. Nadir olarak iyoda karşı bazı kişilerde iyoda aşırı duyarlılık oluşabilir. Bunun belirtileri yüksek ateş ve ciltte yaygın kızarıklıklardır. Stüdyo Stüdyo (atölye), (işlik), sanatçıların (veya zanaatkarların) çalıştığı mekana veya bir sanatçı ve onun stüdyosunda çalışan asistanlarına denir. Çalışma alanları fotoğraf, sinema, animasyon, radyo, televizyon ve müzik olabilir. Stüdyo, Latince heves, istek anlamına gelen "studere"'den türemiştir. Atölye ise stüdyonun Fransızca karşılığı olan "atelier" sözcüğünden gelmiştir. Türkçede stüdyo daha çok sanat ve tasarım dallarında kullanılırken atölye daha geniş anlamda, sanayi ve zanaatte de kullanılır. Başarılı sanatçıların stüdyoları. Burada çalışan asistanlardan da "...'nun atölyesinden" şeklinde bahsedilir. Bir sanatçı ve mimarın yapıtlarını tasarladığı ve ürettiği yer, stüdyo. / Küçük endüstri üretiminin yapıldığı ve genellikle sanatçıların çalıştığı (Marangozluk, demircilik) imalathane Perili Köşk Perili Köşk şu anlamlara gelebilir: Germiyan, Çeşme Germiyan, İzmir'in Çeşme ilçesine bağlı bir mahalle. Keçuva dilleri Keçuva dili ("Ketschua", "Quichua", "Keshwa" veya "Keçua"), Güney Amerika'nın And Dağları'ndaki bölgelerinde konuşulan bir dildir. And-Ekvator dil ailesine aittir ve yerli Amerika dilleri içinde en çok konuşanı olan dildir. Quechua konuşanlar kendi dillerini "Runa simi" olarak adlandırırlar (runa "insan" ve simi "sözcük", yani "insan sözcüğü"). Quechua dilinin konuşulduğu bölge, Kolombiya'nın güneyinden başlayarak, Ekvador'un büyük kısmını da kapsayarak, Peru ve Bolivya üzerinden Şili ve Arjantin'in kuzeyine kadar uzanır. Konuşanların büyük bölümü Peru'da olup burasını Bolivya ve Ekvador takip eder. Diğer ülkelerde küçük azınlıklar bu dile hakimdir. Bugün Quechua, tahminen 7 milyondan fazla kişi tarafından konuşulur (buradaki tahminler kuvvetli sapmalar gösterir). Amerika kıtalarının en çok konuşulan yerli dilidir. Güney Amerika'da, İspanyolca ve Portekizceden sonra konuşanların sayısı bakımından üçüncü çok konuşulan dildir. Dilin en çok konuşulduğu bölge olan Peru ve Bolivya'da nüfus sayımı (Peru:1993 Bolivya:2001) esnasında konuşan kişi verilerine ulaşılmıştır. Ekvador, Kolombiya, Arjantin ve Şili için bu veriler tamamen eksiktir ve sadece, yukarıda da belirtildiği gibi kuvvetli sapma gösteren tahminler yapılır. Diğer iki ülkedeki nüfus sayımı sonuçlarında fark edilen ise, "kullanılan ana" dili sorulu nüfus sayımının, okul öncesi çocukları kapsamadığıdır. Kısacası gerçek rakamlar, resmi rakamların bariz olarak üstünde yer alır. Çok uzun zamandır gözlemlenen eğilim ise, aşağılanan bir dilin bilinmesini insanların anketlerde bildirmemeleridir. Diğer bir unsur da iki ve daha fazla dil bilgisinin son nüfus sayımlarında uygun bir tarzda derlenmemesidir. Şüphesiz göz ardı edilmemelidir ki, dili bilenlerin büyük bir bölümünün, çeşitli nedenlerden dolayı günlük hayatta ihtiyaçlarını İspanyolca olarak görmeleridir. Özellikle büyük şehirlerde Quechua konuşmaya neredeyse izin yok gibidir. Dilin ülkelere göre dağılımı Quechua İspanyolca ve Aymara'nın yanında Peru ve Bolivya'nın resmi devlet dilidir. İspanyolca konuşulan Güney Amerika'nın bazı büyük üniversitelerinde bu dil öğretilir. Quechua lehçeleri bir sıra şive farklılıkları oluşturur. Bunlar iki büyük gruba ayrılıp Perulu dil araştırmacısı Alfredo Torero'ya göre "Quechua I" ve "Quechua II" olarak tanımlanır. Quechua I, daha çok Quechua konuşulan bölgelerde, merkezi ve kuzey Peru andlarında konuşulur. Bu da kendi içinde kuzey ve güney olarak iki gruba ayrılır. Quechua II, Peru'nun bütün güneyinde, Bolivya, Ekvador, Arjantin, Kolombiya, Şili 'de konuşulan lehçeler iie Peru'nun geri kalan küçük bir kısmında konuşulan lehçeleri kapsar. Bu da yine kendi içinde 3 gruba ayrılır. "Yunkay" grubu Quechua II'nin merkezi ve kuzey Peru'da görece az lehçelerini içerirken, "Chinchay" grubu (aynı zamanda kuzey Quechuası diye tanımlanır) Ekvador ve Kolombiya lehçelerini içerir. "Güney Quechua'sı" ise güney Peru, Bolivya, Arjantin ve Şili'nin bütün lehçelerini kapsar. Bu iki grup arasındaki fark, gramatiğin birçok parçası ve sözcük hazinelerinden kaynaklanır. Böylece anadili "Quechua I" ile "Quechua II" 'nin farklı lehçelerine sahip kişilerin, diğerini bilmeksizin anlaşabilmeleri çok zordur. Quechua I lehçeleri, daha dar bir alanda konuşuluyor olmalarına rağmen epeyce farklılaşırlar. Buna mukayesen, Quechua II lehçeleri birbirleriyle daha bütündür. Peru ve Bolivya'daki "Güney Quechua II"'nin sayısal olarak en büyük grubu kapsayan lehçeleri, görece daha az farklılık gösterir ve bu daha çok fonetik alandadır. İnka krallığının dili, günümüze gelmiş eski yazı örnekleri, Peru ve Bolivya'nın modern halkının kullandığı çoğunluk dili, Quechua II'nin güney dialektine dayanır. Quechua, Türkçe ve Fince gibi "sondan eklemeli" dillerdendir. Yani, sözcüklerin anlamları, sonlarına gelen hece ekleriyle sözcük kökü değişmeden yeni formlarına uy
arlar. Tamlamadaki hece ekleri sırası sıkı olarak kurala bağlanmıştır. Örnek verecek olursak Quechua İspanyolların Peru'yu fethinden beri latin alfabesini kullanmaktadır. Ancak, yazılı Quechua'dan Quechua konuşan insanlar tarafından çoğunlukla yararlanılmaz, çünkü onlar okumamış çoğunluğu oluştururlar veya İspanyolca onlar için daha kullanışlıdır, ve Quechua dilinde yazılmış basılı metin eksikliğide önemli bir nedendir. 20. yüzyılda kadar, Quechua İspanyolca temelli yazım kuralı ile yazılmaktaydı. Örneğin: "Inca, Huayna Cápac, Collasuyo, Mama Ocllo, Viracocha, quipu, tambo, condor". Bu yazının imlâ ve yazım yapısı en çok İspanyolca konuşanlara yakındır ve doğal olarak İngilizce'ye geçen birçok sözcük bu yapıda geçmiştir. 1975'de, Juan Velasco'nın Peru hükümeti Quechua için yeni bir yazım kuralı benimsemiştir. Bu "Academia Mayor de la Lengua Quechua" tarafından tercih edilmiş bir yazı sistemiydi. Örneğin: "Inka, Wayna Qapaq, Qollasuyu, Mama Oqllo, Wiraqocha, khipu, tampu, kuntur". Bu yazım kuralı: 1985'de, bu sistemin bir çeşidi Peru hükümeti tarafından benimsenmiştir; Quechua'nun üç sesli harf sistemini kullanmaktadırlar. Örneğin: "Inka, Wayna Qapaq, Qullasuyu, Mama Uqllu, Wiraqucha, khipu, tampu, kuntur". Farkı yazım şekilleri Peru'da hâlâ yüksek derecede tartışmalı durumdadır. Gelenesel yazı sisteminin taraftarları yeni yazım şeklinin çok yabancı olduğunu düşünmektedirler ve Quechua'nun ilk olarak İspanyolca ile tanışmış kişiler tarafından öğreniminin zorlaştığını düşünmektedirler. Yeni sistemi tercih edenler ise Quechua sesbilimi ile daha çok uyuştuğunu düşünmektedirler ve çocuklara beş sesli harf sisteminin öğretilmesinin ileride İspanyolca okumayı zorlaştırdığını gösteren araştırmaları örnek göstermektedirler. Yazarlar İspanyolca'dan alınan sözcüklere farklı yaklaşımlar gösterirler. Bazen modern yazım şeklinde kullanılırlar, bazen ise İspanyolca'da olduğu gibi kullanılır. Örneğin, "Ben Romert'im", "Robertom kani" veya "Ruwirtum kani" şekillerinde yazılabilir. ("-m" ismin bir parçası değildir, bir çeşit sonektir) Perulu dil bilimci Rodolfo Cerrón-Palomino tüm Quechua dilleri için Güney Quechua isminde imlâya ait bir standart fikri öne sürmüştür. Bu standart, Peru'daki birçok kurum tarafından benimsenmiştir, her iki lehçenin önemli özelliklerini korumuştur. Ayacucho Quechua ve Cusco Quechua, örneğin: Ağılbaşı, Darende Ağılbaşı, Malatya'nın Darende ilçesine bağlı bir kasabadır. Ağılbaşı kasabası, Malatya'nın Darende ilçesine bağlı bir kasabadır. Tohma nehri kıyısına yakındır. Eski adi Engüzek'tir. Ağılbaşı halkı tahmini 1500'lü yıllarda Elazığ Baskil yöresinde Kale köy civarında o dönem de Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaşta Şah İsmail'den yana durmuş ve Şah İsmail yenilince Yavuz Selim'in orduları tarafından yerlerinden sürülmüş ve üç kola ayrılmışlardır. Bir kolu Elbistan Yöresi'ne, bir kolu Hekimhan Yöresi'ne ve bir koluda da Ağılbaşı'nın doğusundaki Domuz dağı sırtlarına yerleşmişlerdir. Daha sonra ağılbaşı'nda yerleşik olan Palankalalıar (Ilıcalılar) bir olay (osmanlı vergi memurunun öldürülmesi) sonucu mahalleden göç etmek zorunda kalınca Hacı Süleyman 8 çocuğu (Hacı, Molla Yusuf, Korto, Nado, Kel Mamo, Camo, Kurdo,) ile Engüzek mahallesine yerleşmişlerdir. Hacı Süleyman ve çocukları burada otoriter güç olup mahallesi kendi hakimiyetlerine geçirmişlerdir. Daha sonra köye Tatarlar, ve Şüştüler yerleşmişlerdir. Ağılbaşı kasabasında yaşamış olan ve yaşayan halkın sadece yukarıda anlatılan hikâyeden ibaret olmadığı bilinmelidir. Engüzek toplumu oldukça heterojendir. Yukarıda sayılmayan ve birbiri ile akraba olmayan ailelerde bulunmaktadır. Kaldıki sayılan ailelerinde birbiri ile ilişkili olduğu şüphelidir.Engüzek varolan yerleşik halk ile sonradan gelenlerin etnik, kültürel ve dinsel olarak oluşturdukları ortak bir kültür. Ağılbaşı, Tohma nehri kıyısına yakındır. Oldukca dağlık bir arazi yapısına sahiptir. Kayısı bahçeleri dışında ağaçlık alanları çok azdır. Kışın kasaba nispeten boşalır. Kasabada eğitime verilen önemden dolayı aileler çocuklarını Malatya'nın merkezindeki okullara gönderir. Türkiye'nin ilk felsefe profesörlerinden Takiyettin Mengüşoğlu bu kasabada yetişmiştir. Kayısı bahçeleri başlıca geçim kaynağıdır. Eğitimde Bilişim Kültürü Oluşumu Eğitimde Bilişim Kültürü Oluşumu veya kısaca e-biko; MEB, EĞİTEK, Microsoft ve Atlantik Eğitim Kurumları tarafından düzenlenen ilköğretim ve lise öğrencilerine açık uluslararası bir bilişim teknolojileri yarışması. EBİKO, toplumumuzun bütün kesimlerinde bağımsız, esnek ve yenilikçi düşünce tarzını oluşturmak, öğrencilerimizin hayat boyu eğitimini yönlendirmek, sosyal sorumluluğunu geliştirmek, okullarımızın kendi aralarında ve çevrelerindeki dünya ile bağlantılarını sağlamak, yeni eğitim yöntemleri kullanarak eğitimde etkinliği ve verimliliği artırmak için yapılan ‘Bilgisayar Proje Yarışması’dır. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’nün himayelerinde yapılan bu yarışmayla öğrencileri, gelişen ve hızla ilerleyen teknolojiden haberdar etmek, bilişim teknolojileri konusunda ilgili, istekli, üretici ilköğretim ve lise öğrencilerini teşvik etmek ve okullarımızda bilişim-internet kültürünü oluşturma hedeflenmektedir. 2006'da ulusal yapılan yarışmaya 65 ilden, 410 okuldan 2804 öğrenci 1677 proje ile katılmıştır. 2007'de uluslararası düzenlenen yarışmaya 18 ülkeden, 70 ilden, 605 okuldan 5550 öğrenci 2946 proje ile başvurmuştur. Birbirinden değerli, sahasında uzman jüri üyelerinin titiz ve objektif değerlendirmeleriyle yarışmanın sonuçları belirlenecektir. Sunumlar 12 Mayıs 2007’de Ahmet Ulusoy Liselerinde, Ödül Töreni ise 13 Mayıs 2007‘de MEB Şura Salonu’nda yapılmıştır. Yarışma üç aşamadan oluşmaktadır: İmplantasyon İmplantasyon, tıpta embriyonun (cenin), uterusa (rahime) gömülmesidir. implantasyon genelde fundusun ön ve arka duvarında olur. Bu sırada blastosistin etrafını saran tabaka(zona pellusida),içteki sıvının artan basıncı ile incelerek kaybolur.Zona pellusidanın kaybolması ile trofoblast hücreleri,uterus epidelinden stromaya doğru girmeye başlar.sonunda bütün blastosist kitlesi endometriuma gömülür,gömülme sahasında endometrium epiteli blastosistin üstünü örter.buna implantasyon denir. Fertilizasyon(döllenme)dan 10 gün sonra gerçekleşir. Bilişim Teknolojileri Organizasyonu Bilişim Teknolojileri Organizasyonu (ya da kısa adıyla BİTEK-O), "amatör" kabul edilen öğrencilere yönelik olarak düzenlenen bir bilişim teknolojileri yarışmasıdır. Organizasyonu Microsoft Türkiye ve Sabancı Üniversitesi üstlenmektedir. Yarışma İlköğretim ve Lise veya dengi okullara açıktır. Ulusal düzeyde gerçekleştirilmektedir. İlki 2002 yılında İstanbul çapında düzenlenmiş bu yıl (2006) ise 6.sı düzenlenmiştir. Yarışma 2 aşamadan oluşmaktadır: (Ayrıca İlköğretim öğrencileri Lise Bilgisayar Yazılımı ve Lise Web Programlama kategorilerine katılabilmektedir.) BİTEK-O Resmi Web Sitesi Manda (diplomasi) Manda (Fr: "mandat", İng: "mandate"), I. Dünya Savaşı'ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen yetkidir. Geleneksel sömürgeciliği tasfiye etmeye yönelik bir proje olarak düşünülmüş, ancak uygulamada geleneksel sömürgeciliğe benzer sonuçlar doğurmuştur. Fransızca olan "manda" sözcüğünün kelime anlamı "yetki, görev" demektir. Manda kavramı ilk kez 1919'da toplanan Paris Barış Konferansı'nda gündeme geldi ve 28 Haziran 1919'da imzalanan Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'nin 22.ci maddesinde resmen tanımlandı. Manda projesinin temelinde, I. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı Devleti ve Almanya'dan ayrılan ve Avrupa dışında kalan bölgelerin yönetimi sorunu yatıyordu. Dünya kamuoyunda sömürgeciliğe duyulan tepki nedeniyle, bu ülkelerin doğrudan doğruya galip devletler arasında paylaşılması uygun görülmedi. Ayrıca barış konferansında etkin olan ABD, sömürgeci sistemin genişletilmesine karşı idi. Milletler Cemiyeti; A, B ve C Sınıfı olmak üzere üç grup manda belirledi. A Sınıfı mandalar, Osmanlı devletinden ayrılan Arap ülkeleri idi. Irak ve Filistin mandası Büyük Britanya'ya, Suriye mandası Fransa'ya verildi. 1923'te Ürdün-Ötesi (Transjordan) mandası Filistin'den ayrıldı. Irak Mandası yedi ay sürdükten sonra, 23 Ağustos 1923'te bağımsız Irak Krallığı'nın ilan edilmesiyle sona erdi. Suriye'de manda yönetimi 1944'e, Filistin'de 1948'e dek sürdü. B Sınıfı mandalar, Almanya'nın Afrika'daki eski sömürgeleri idi. Bunlardan Tanganika Büyük Britanya'ya, Ruanda-Urundi Belçika'ya verildi. Kamerun ve Togoland ise Britanya ile Fransa arasında ikiye bölündü. C Sınıfı mandalar Okyanusya'daki bazı adalar ve Güneybatı Afrika (şimdi Namibya) bölgesinde kuruldu. Savaştan yenik ve güçsüz çıkan Türkiye'de İngiliz veya Amerikan "müzahereti" (yardım, kolaylık gösterme) konusu 1918 Kasımından itibaren yoğun olarak tartışıldı; 1919 Mayıs veya Haziran'ından itibaren "manda" sözcüğü popülerlik kazandı. Eylül 1919'dan sonra konu gündemden düştü. Türkiye'nin toprak bütünlüğünü koruması ve ekonomik kalkınmasını sağlaması için Amerikan yardımı düşüncesi, savaştan sonra Türk aydınlarının önemli bir bölümünce desteklendi. Bu görüş özellikle feshedilen İttihat ve Terakki Partisine yakın, milliyetçi ve reformist kanatta taraftar buldu. Halide Edip, Rauf Bey, Kara Vasıf, Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi, daha sonra Milli Mücadele'nin düşünsel ve örgütsel önderleri arasında yer alacak olan kişiler, İngiliz ve Fransız emperyal "emellerine" karşı, Amerikan yandaşı bir tutumu benimsediler. Kasım-Aralık 1918'de Mustafa Kemal'in ortağı ve başyazarı olduğu Minber gazetesi de Amerikan "müzaheretini" savunanlar arasındaydı. Halide Edip "bütün eski ve yeni Türkiye hudutlarına şamil olmak üzere, muvakkat [geçici] bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz." derken, gerekçelerini şöyle açıklıyordu:"[...] Milletin refah ve gelişmesini temin, halkı, köyleri, sıhhati ve zihniy
etiyle asri bir halk haline koyabilecek bir hükümet nazariyesine ve tatbikatına ihtiyacımız var. Bunda lazım gelen para, ihtisas ve kudrete sahip değiliz. [...] Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini idareye kudretli asri bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor. Onbeş yirmi sene zahmet çektikten sonra, yeni bir Türkiye ve her ferdi, tahsili, zihniyeti ile hakiki istiklali kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye'yi ancak Yeni Dünyanın kabiliyeti vücuda getirebilir." "Harici rekabetleri ve kuvvetleri memleketimizden defedebilecek bir yardımcıya ihtiyacımız var. Bunu ancak Avrupa dışında ve Avrupa'dan kuvvetli bir elde bulabiliriz." Vasıf Bey Sivas Kongresi'ndeki konuşmasında şu görüşü dile getirdi:"Manda'nın isminden korkmayalım, isterseniz buna 'müzaheret' diyelim. [...] Büyük bir harpten mağlup çıktık. Bütün memleket perişan vaziyettedir. Beşyüz milyon lira borcumuz var. Bunu ne ile, nasıl ödeyeceğiz? Gelirimiz bu borcun faizine bile yetmez. Tamamiyle müstakil yaşamaya, mali vaziyetimiz müsait değildir. Şimdi istiklalimizi kurtarsak bile, olduğumuz yerde sayarak bir adım ilerleyemez ve günün birinde, bizden kuvvetli olanların hükmü altına girmeye, ister istemez mecbur oluruz. İşte bu sebeplerden dolayı, İngiltere'yi kendimize ebedi düşman ve Amerika'yı şerrin ehveni saymalıyız." Amerikan mandası 1919 Temmuz'unda toplanan Erzurum Kongresi ile aynı yıl 4 Eylül - 11 Eylül arasında toplanan Sivas Kongresi'nin en sıcak tartışma konularından biri oldu. Her iki kongreye katılan milliyetçi delegelerin büyük bir bölümü manda görüşünü hararetle savundular. Mandaya karşı çıkan Mustafa Kemal Paşa, bazı delegelerce "İngilizci" olmakla suçlandı. Sonuçta her iki kongrenin sonuç bildirilerine, mandayı açıkça kabul veya reddetmeyen bir ibare konuldu:"Devlet ve milletimizin, dış ve iç istiklali ile vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartiyla ... milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız." Genç bir tıbbiyeli subay olan Hikmet Boran "(Orhan Boran'ın babası)", tıp okulu delegesi olarak katıldığı Sivas Kongresi'nde, Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben yaptığı konuşmada manda fikrine şiddetle karşı çıkarak: “Paşam! Murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz dahi kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz)...” demiş ve Mustafa Kemal Paşa Tıbbıyeli Hikmet'e şöyle yanıt vermiştir: “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” Paris Konferansında İngiltere, Türkiye ile ilgili herhangi bir yönetsel sorumluluk almayı reddetti. 30 Mayıs 1919'da İtilaf Devletleri 1. Boğazlar, 2. Türkiye (Anadolu), 3. Ermenistan ve 4. Filistin mandalarını ABD'ye öneren tekliflerini Başkan Woodrow Wilson'a ilettiler. Wilson'ın konuyu incelemek için görevlendirdiği King-Crane Komisyonu, Osmanlı topraklarında yaptığı araştırma gezisinden sonra 28 Ağustos 1919'da yayımladığı raporunda ABD mandası lehine görüş bildirdi. Ancak tam bu sırada ABD Senatosu ile Başkan Wilson arasında şiddetli bir görüş ayrılığı baş gösterdi. Senato Paris barış antlaşmalarını ve Milletler Cemiyeti sözleşmesini reddetti. Eylül-Ekim 1919'dan itibaren Wilson Amerikan dış politikası üzerindeki kontrolünü kaybetti. Senato, Wilson'un aktif dünya siyasetini terkederek "yalnızlaşma" (isolationism) dönemini başlattı. Wilson, Türkiye ve Filistin mandaları konusunu hiçbir zaman Senato'ya sunamadı. Ermenistan ve Boğazlar mandaları ise, bir yıl gecikmeyle, 1920 Mayısında Senato'ya sunuldu. Her iki teklif 13'e karşı 52 oyla reddedildi. Öğrenci Yerleştirme Sınavı Öğrenci Yerleştirme Sınavı (ÖYS), Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi'nde (ÖSYS), 1981 ile 1998 arasında uygulanan ve esas olarak bilgi ölçen ikinci aşama sınavı. Sınav, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından uygulanmaktaydı. Birinci basamak sınavında (ÖSS) yaklaşık 200 tam puan üzerinden en az 120 puan alan adaylar, ÖYS'ye girerek lisans düzeyindeki programlara aday olmaya, en az 105 puan alan adaylar ise iki yıllık meslek yüksekokullarına aday olmaya veya açıköğretim programlarına girmeye hak kazanmaktaydı. Üniversitelere yerleştirme, ÖSS, ÖYS ve Ortaöğretim Başarı Puanlarının (OBP) belirli katsayılarla çarpılarak toplanması sonucunda elde edilen yerleştirme puanları ve öğrencilerin tercihlerine göre yapılmaktaydı. ÖYS'deki puan türleri, Ayten Durmuş Ayten Durmuş (d. 1966, Nevşehir), Türk yazar. Nevşehir'de ilk ve orta öğrenimi gören yazar, Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu.Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip lisesi'nde (1992)'den günümüze ögretmenlik yapmaktadır. Bu süre içinde çeşitli makaleleri yayınlandı. İstifa etti ve ilk kitabı "Eşiniz Sİzden Ne İster?" 2000 yılında Nesil Yayınları tarafından yayınlandı. Daha sonra sırayla "Geçimsizliğin Çözümü Var", "Kişilik İnşasında 365 Adım (Hayatın Önsözü)", "Çocuklarınız Sizden Ne ister", "Çocuğumun Mutluluğu İçin, Ergenlik Dönemi ve Eğitim Döneminde Yüksek Başarı" "Geleneksel ve Modern Hurafeler Kıskacında Kadın" isimli kitapları yayınlandı. Yazar ulusal ve yerel televizyon ve radyo kanallarında programlar yaptı. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlandı. Halen yazı ve eğitim çalışmalarına devam etmekte ve çeşitli dergilerde yazmaktadır. Derisi dikenliler Derisi dikenliler ya da Echinodermata, su hayvanlarının bir kolu olan ve okyanusun tüm derinliklerinde bulunan omurgasız hayvanlar şubesidir. Sürünerek hareket ederler. Vücutlarının alt kısmında tüp ayak denilen yapılar bulunur. Vakum etkisiyle yüzeye yapışıp vücudu çekerek hareket sağlar. Aynı zamanda tüp ayaklar beslenme ve boşaltımda görevlidir. Tamamı denizlerde dağılım göstermektedir. Acı sularda rastlansa da, tamamen tatlı suda yaşayan hiçbir temsilcisi yoktur. Kalker plakçılardan oluşan iç iskelete sahiptirler. Başsız ve segmentsizdirler. Larvalarına pluteus denir. Dolaşım sistemleri bu sınıfa özgü ambulakral sistemdir. 542 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır, bugün yaklaşık 7.000 türü bulunmaktadır ve yaklaşık 13.000 türü yok olmuştur. İnce Memed İnce Memed I, Yaşar Kemal'in "İnce Memed" serisinin ilk kitabıdır. 1955 yılında yayımlandı. Yaşar Kemal’in baş yapıtı olarak değerlendirilen eser, Çukurova köylüsünün ağalığa karşı mücadelesini anlatır. Yazarın ilk romanıdır. 1953-1954’te Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş; 1955’te Çağlayan Yayınları tarafından iki cilt olarak kitap halinde basılmıştır. Eser, Varlık dergisinin düzenlediği 1956 yılı Varlık Roman Armağanı ile ödüllendirdi. İlk olarak 1957’de Bulgarcaya çevrilen romanı 1959’da Nâzım Hikmet Rusçaya çevirdi. İnce Memed, 1961’de Edouard Roditi ve Thilda Kemal tarafından İngilizceye, Güzin Dino tarafından Fransızcaya çevrildi; İngiltere, ABD, Fransa ve İtalya’da yayımlandı. Ertesi yıl Almanca ve İspanyolca çevirileri çıkan İnce Memed, günümüze kadar kırktan fazla dile çevrilmiştir. "Hürriyet Pazar" tarafından oluşturulan yüz kişilik jüri tarafından belirlenen "Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı" listesinde bir numara seçilmiştir. İnce Memed'in konusu, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında geçer. Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm yöreye tamamen hakim olması üzerine bu duruma karşı bir isyan öyküsüdür. Toroslar'dan Akdeniz'e köyünden Değirmenoluk köyünün insanları köylerinin dışına çıkmazlar. Onun için buranın kendine has kanun ve töreleriyle yaşamaktadırlar. Abdi Ağa bu kanun ve töreleri koyar ve uygular. Dışarıdan köye kimse gelemez ve karışamaz. Köyün çocuklarından İnce Memed, günlerdir Abdi Ağa'nın tarlasını sürmektedir, ancak Abdi Ağa sürekli annesini ve kendisini dövmektedir. Memed artık dayanamayacağını anlayınca her şeyi bırakıp Kesme Köyü'ne gider ve orada yaşayan bir köylü olan Süleyman'a sığınır. Memed'in yaptığı bu kaçma eylemi aslında bütün köy ahalisinin hayalidir. Memed kışı Kesme Köyü'nde geçirir. Orada çobanlık yapar. Anasını ve köyünü özlemiş olmasına rağmen dönmemekte kararlıdır. Bir gün köyden bir tanıdık onu görür ve bu haberi Memed'in annesi Döne'ye iletir. Ancak haber, köyde ağızdan ağza yayılır ve Abdi Ağa durumu öğrenir. Daha sonra Abdi Ağa Süleyman'ın kapısına dikilir ve Memed'i alıp köye götürür. O yaz Memed hasadı yapar ve Abdi Ağa'nın topraklarını sürer. Abdi Ağa ise ceza olarak ona hasadın dörtte birini verir. O kış Memed ve anası çok zorluk çekerler. Aradan birkaç sene geçtikten sonra Memed, arkadaşı Mustafa ile birlikte ilk defa kasabaya gider. Yolda, iyi ve mert bir eşkıya olan ve hayranlık duydukları Koca Ahmet'le karşılaşırlar. Kasabadaki yaşam Memed'i çok etkiler. Ağaların olmadığı, herkesin hür olduğu bu hayat Memed'i cezbeder. Memed, sevgilisi Hatçe'nin Abdi Ağa'nın yeğeni ile evlendiriliceğini öğrenince, Hatçe'yi kaçırmak için köye döner ve beraber kaçarlar. Hatçe ile Memed'in kaçmalarının ardından Ağa'nın adamları ve yeğeni onları yakalamak için izlerini sürerler ve bulurlar. Aralarında çatışma çıkar. Memed, Abdi Ağa'nın yeğenini öldürür, Abdi Ağa'yı yaralayıp kaçar. Hatçe ise yakalanır. Memed'in sığınacak bir yeri olmadığı için Deli Durdu denilen bir eşkıyanın çetesine katılır. Çetenin yaptığı haksızlıkları gören Memed Deli Durdu'dan nefret eder. Bu sırada Abdi Ağa Hatçe'yi cezalandırmak için ona bir tuzak kurar. Yeğenini Hatçe'nin öldürdüğüne jandarmaları ikna eder ve Hatçe hapishaneye düşer. Eşkıyalığa iyice alışan Memed zulmetmeye dayanamaz. Arkadaşları Recep Çavuş
ve Cabbar ile Deli Durdu'nun çetesinden ayrılır. Bir gece köye geldiğinde anasının öldüğünü ve Hatçe'nin başına gelenleri öğrenir. Ardından Abdi Ağa'nın izini sürmeye başlar. Bu arada Abdi Ağa Memed'i ortadan kaldırmak için bir tuzak kurar. Memed ise kasabada Hatçe'yi bulur ve bir yolunu bulup onu ve arkadaşını hapishaneden kaçırmayı başarır. Köylüleri de Abdi Ağa'ya karşı gelmeleri konusunda yüreklendirir. O kış köylüler Abdi Ağa'ya hasatlarından bir buğday tanesi bile vermezler. Abdi Ağa Ankara'ya telgraf çeker ve Memed'in gizlendiği yeri ihbar eder. Jandarmalar Memed'i kıstırırlar. Aralarında çatışma çıkar. Tam bu sırada Hatçe doğum yapar. Memed eşi ve çocuğu için teslim olur fakat bu esnada Hatçe vurulur. Memed'in dünyası yıkılır. Aylardır onu kovalayan Asım Çavuş onu böyle bir durumdayken tutuklayamaz ve askerleriyle giderek ona yeni bir şans verir. Doğan çocuğunu Hatçe'nin hapishane arkadaşı Iraz alır ve Gaziantep'in bir köyüne götürür. Olaylardan Abdi Ağa'yı sorumlu tutan Memed köye gelir ve Abdi Ağa'yı vurur. Bu duruma sevinen köylü bayram eder. Memed ise atını dağlara doğru sürer ve o günden sonra Memed'den haber alınmaz. O gün bu gündür Dikenlidüzü Köylüleri, çift koşmadan önce çakırdikenleri ateşe verirler. İşte tam o günlerde Alidağ’ın doruğunda bir top ışık patlar, üç gün üç gece yanar durur. Zulme sessiz kalan bir gün zulme uğrar, haksızlığa karşı durmak insanın onurudur. Yaşar Kemal'in 1955 tarihli bu ilk romanı, 1984 yılında İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov tarafından Memed My Hawk ("Şahinim Memed") adıyla sinemaya uyarlandı. Senaryosunu da yine kendisinin yazdığı filmde yönetmen Ustinov aynı zamanda "Abdi Ağa" rolünü üstlenmişti. Yunan besteci Manos Hacidakis'in müziklerini yaptığı filmin bir diğer adı da "The Lion and the Hawk" ("Aslan ve Şahin")'tur Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), uluslararası bir teşkilat olan Avrupa Konseyi'ne bağlı olarak 1959 yılında kurulmuş uluslararası bir mahkemedir. Mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleriyle güvence altına alınmış olan temel hakların çiğnenmesi durumunda bireylerin, birey gruplarının, tüzel kişiliklerin ve diğer devletlerin, belirli usulî kurallar dahilinde başvurabileceği bir yargı merciidir. 47 Avrupa Konseyi üyesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargı yetkisini tanımaktadır. Mahkeme, Fransa'nın Strazburg şehrinde bulunmaktadır. Avrupa Birliği'nin günümüzde Avrupa Konseyi'ne ait bayrağı kullanıyor olması çeşitli kafa karışıklıklarına yol açmakla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birliği'nin değil, hemen hemen tüm Avrupa devletlerinin üyesi olduğu ayrı bir uluslararası teşkilat olan Avrupa Konseyi'nin organıdır. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihadı, Avrupa Birliği için de olmazsa olmaz asgari standartları oluşturmaktadır. Bir kişinin AİHM'ye başvurabilmesi için öncelikle kendi ülkesinde hakkını araması, yani iç hukuk yollarını tüketmesi gerekmektedir. Kişiler, iç hukukta haklarını aradıktan sonra ve bu konuda olumsuz nihai karar alındıktan sonra 4 ay içinde yazılı olarak Strazburg'ta bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmalıdır ( öncesinde bu süre 6 ay olmaktaydı ancak internet üzerinden başvuların alınabildiğinden ve herkesin bu imkana sahip olduğu düşünüldüğünden bu süre indirildi. ) Mahkemenin yargı dili İngilizce veya Fransızca'dır. Ancak başvuru, konsey üyesi devletlerin birinin diliyle (örn. Türkçe) de yapılabilir. Mahkeme, yapılan başvuruların ön koşullarının yerine getirilip getirilmediğini inceler, bir eksiklik görmezse başvurunun esastan incelenmesine karar verir. Ön koşulları taşımayan başvuruların reddine karar verilir. Bu karar kesindir, karşı başvuru yolu yoktur. Mahkeme, ön koşullar açısından kabul edilebilirlik kararı verdikten sonra esas hakkında karar vermeden önce, taraflara 'dostane çözüm' önerebilir. Taraflar kendi aralarında uzlaşır ve bu uzlaşmada mahkemece benimsenir ise başvuru sonuçlanmış olur. Dostane çözüm yoluyla da bir sonuca ulaşılamamışsa, mahkeme başvuruyu esastan inceler, tarafların yazılı görüşlerini alır. Gerekli görürse duruşma yapar, tanık dinler, keşif yapar. Mahkeme, başvuru sahibinin sözleşmede tanınan bir hakkının devlet tarafından ihlal edildiği kanısına varırsa "hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder". Yani Mahkeme, tazminatı devletin ödemesine karar verir. Mahkemenin kararlarının uygulanıp uygulanmadığı Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından denetlenir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin şu anki yapısı 1 Kasım 1998 yılında yürürlüğe giren "AİHM İç Tüzüğü"nde ayrıntılarıyla belirtilmiştir. Buna göre AİHM; Mehmed Uzun Mehmed Uzun (d. 1953, Siverek - ö. 11 Ekim 2007, Diyarbakır), Kürt yazar. Mehmed Uzun, 1953 Siverek doğumlu. 1977 yılından 2007 yılına kadar Avrupa'da, İsveç'te yaşadı. Kürtçe, Türkçe ve İsveççe edebi çalışmalarıyla çok dilli, çok kültürlü olan Mehmed Uzun, uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç ve Uluslararası Pen Kulüplerinde aktif olarak çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliğinin de üyesiydi. Bugüne kadar Kürtçe yedi roman yazan Mehmed Uzun'un romanları çeşitli dillere çevrildi. Denemeleri de çeşitli dergi ve gazetelerde yirmiye yakın dilde yayınlandı. Mehmed Uzun, "Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık" romanı ve "Nar Çiçekleri" adlı deneme kitabı ile ilgili olarak 2001 baharında yargılandı ve aklandı. Aynı yıl Türkiye Yayıncılar Birliği'nin her yıl verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü'nü, roman sanatına ilişkin belirleyici katkılarından dolayı Berlin Kürt Enstitüsü'nün Edebiyat Ödülünü, yarattığı edebiyat ve sözün özgürlüğüne ilişkin duruşundan dolayı İskandinavya'nın en önemli ödüllerinden olan Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülü'nü ve 2002'de İsveç kültür yaşamına sunduğu değerli katkılarından dolayı İsveç Akademisi'nin Stina-Erik Lundeberg Ödülünü aldı. Modern Kürt edebiyatının en önemli isimlerinden olan Mehmed Uzun, 1953 Siverek doğumlu. 1977 yılından 2007 yılına kadar Avrupa'da, İsveç'te yaşadı. Kürtçe, Türkçe ve İsveççe edebi çalışmalarıyla çok dilli, çok kültürlü olan Mehmed Uzun, uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç ve Uluslararası Pen Kulüplerinde aktif olarak çalışıyor. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliğinin de üyesidir. Bugüne kadar Kürtçe yedi roman yazan Mehmed Uzun'un romanları başta Türkçe olmak üzere birçok dile çevriliyor. Denemeleri de çeşitli dergi ve gazetelerde yirmiye yakın dilde yayınlanıyor. Aynı yıl Türkiye Yayıncılar Birliği'nin her yıl verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü'nü, roman sanatına ilişkin belirleyici katkılarından dolayı Berlin Kürt Enstitüsü'nün Edebiyat Ödülünü, yarattığı edebiyat ve sözün özgürlüğüne ilişkin duruşundan dolayı İskandinavya'nın en önemli ödüllerinden olan Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülü'nü ve 2002'de İsveç kültür yaşamına sunduğu değerli katkılarından dolayı İsveç Akademisi'nin Stina-Erik Lundeberg Ödülünü aldı. Yakalandığı mide kanseri nedeniyle uzun süre tedavi gören Uzun, 11 Ekim 2007 günü Diyarbakır'da yaşamını yitirdi.13 Ekim günü Diyarbakır Ulu Camii'nde kılınan cenaze namazı ardından, cami önündeki kalabalığa sırasıyla Yaşar Kemal, Şerafettin Elçi, Ahmet Türk ve Osman Baydemir'in yaptığı konuşmaların ardından Mardinkapı Mezarlığı'na defnedildi. Pierre Bourdieu Pierre-Felix Bourdieu (d. 1 Ağustos 1930 Denguin, Pyrénées-Atlantiques – ö. 23 Ocak 2002 Paris), Fransız sosyolog, antropolog ve felsefeci. II. Dünya Savaşı sonrasının en yaratıcı ve en verimli araştırmacılarından olan Bourdieu günümüz sosyolojisinin temel kuramcılarından biridir. Orta öğrenimini Paris’in ünlü Louis Le Grand lisesinde tamamladıktan sonra École Normale Supérieure’de felsefe eğitimi gördü. Askerliğini yapmak üzere gittiği Cezayir’de Fransız sömürgeciliğini yakından tanıma fırsatı bulan düşünür, bu deneyiminin de etkisiyle felsefi yaklaşımını sosyolojik ve antropolojik açılımlarla pekiştirdi. 1959 ve 1962 yıllarında Sorbonne’da felsefe dersleri verdikten sonra, École des Hautes Études en Sciences Sociales’in müdürlüğüne getirildi; ayrıca Avrupa Sosyolojisi’nin de yöneticiliğini yaptı. 1982’de, Collège de France’ta, kendisini akademiye kazandıran Raymond Aron'un ölümü sonrası sosyoloji kürsüsüne seçilen Bourdieu, aynı dönemde Actes de la Recherche en Sciences Sociales dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Eğitimden başlayarak çeşitli kültürel alanlardaki üretim, yeniden üretim, ayrışım mekanizmalarını inceleyen ve pek çok önemli çalışması bulunmaktadır. Avrupa Sosyoloji Merkezi'nin kurucusudur. Yirmibirinci yüzyıl sosyolojisine miras kalacak en sistematik ve kapsamlı epistemolojik girişimin sahibidir. Farklı dönemde yaptığı çalışmaları esasen sosyolojisinin iki temel sorunu olan yeniden-üretim ve alan sorununun kapsamını derinleştirdiği çalışmalar olarak okunabilir. Ürettiği ekolün en ciddi temsilcisi aynı zamanda öğrencisi olan Loic J. D. Wacquant'tır. Epistemolojik konumu doğurgan yapısalcılıktır. Bu yaklaşımın Anglo-Sakson dünyadaki bir benzeri eleştirel realizmdir. Bourdieu, ayrıca "kültürel yeniden üretim" adlı yeni bir terimi literatüre kazandırmıştır. Acil Servis (müzik grubu) Acil Servis, 1992 yılında kurulan ve aynı yıl Cafe Gitar'da sahne almaya başlayan müzik grubudur. Kendi parçalarını da yavaş yavaş repertuvarlarına eklemeye başladıklarında artık İstanbul canlı müzik sahnesinin tanınır gruplarından biri haline gelmişlerdi. Albüm hazırlıkları 1995 yılında başladı. Stüdyo Spectrum'da o dönem tonmayster olarak çalışan Serdar Öztop'la birlikte şarkılarını kaydettiler. Kayıtların büyük çoğunluğu bittikten sonra Raks Müzik'le anlaştılar. O dönemde Soner farklı müzikal çalışmalara girmek isteğini belirtip gruptan ayrıldı. Yerine Bülent Akbay geçti ve ilk albümleri 'Küçük Adam' 1996 sonunda piyasaya çıktı. Albümün ve ilk klip parçası Bebek'in gördüğü ilginin ardından konserler vermeye başlayan Acil Servis bir yandan da kulüplerde s
ahne almaya devam etti. 1998 yılında ikinci albüm hazırlıklarına başlayan grup plak şirketinin kapanması ve ekonomik kriz sebebiyle uzunca süre sadece kulüplerde çalarak yoluna devam etti. Bu sırada Bülent gruptan ayrıldı ve grup Berke Özgümüş'le çalışmaya başladı. 2002 yılında çeşitli nedenlerle kulüp programlarına da son veren grup 2 sene kadar sadece provalarda bir araya gelerek albüm projesi üzerinde çalışmalarını sürdürdü. 2004 yılında yeniden kulüplerde sahne almaya başlayan Acil Servis'te davula yeniden Soner Doğanca geçti. Böylelikle grup orijinal kadrosuyla konser ve kulüp programlarına devam etti. 2007 yılında yeniden ikinci albüm çalışmalarına ağırlık veren grup, kayıtlarına 2008 yılında yine Serdar Öztop'la, fakat bu sefer onun kendi stüdyosunda başladı. Kayıtları 2009 yılında tamamlanan 2. albümleri "Dur, Bekle..." deki bütün şarkıların düzenlemeleri kendisine ait olan grup, aynı zamanda albümün prodüksiyonunu da kendileri üstlendi. 2010 Mart ayında Soulfulworks - EMI etiketiyle yayınlanacak olan albümün ilk klip parçası ise Cihan Çelikel'in yönetiminde "Yanıma Gel" isimli şarkıya çekildi. 2.klip “Eller Yalan” parçasına Devrin Usta yönetmenliğinde , 3.klip “Bir Tek Sen Anlarsın” parçasına İmre haydaroğlu yönetmenliğinde çekildi. Grup bugüne kadar 100'ü aşkın konser ve 1000'e yakın kulüp performası gerçekleştirdi. Anav kültürü Anav Kültürü (MÖ 4000 - MÖ 1000 ), bugünkü Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat yakınlarında Anav bölgesinde yapılan kazılarda bulunmuş Türk kültür bölgesidir. Güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmış evler, at, koyun, sığır besiciliğinin ve çiftliğin yapıldığını gösteren kalıntılar yer almaktadır. Türk kültürünün önemli bir belirleyicisi olan atın Anav kültüründe bulunması bu kültürün Proto-Türk kültürü olduğunun öncelikli delillerinden biridir. Bu kültürün başlangıcı, kazılarda bulunan eşyalara uygulanan karbon-14 elementinin radyoaktif yarılanma ömrü testlerine dayanılarak en eski MÖ 7000 ile MÖ 5000 yılları arasına tarihlenir. Başka kaynaklara göre hatta MÖ 10000 ile MÖ 9000 yılları arasına tarihlenebilir. Kazılar sonucunda bu kültür çevresindeki insanların, yerleşik oldukları, tuğladan yapılma evlerde oturdukları, dokumacılık, toprak ve bakır işlemeciliği, koyun, keçi, sığır ve deve besledikleri ve bununla birlikte tarım da yaptıkları ortaya çıkmıştır. Bazı tarihçiler tarafından Anav kültürü ile Ön Türkler arasında bağlantı olabileceği öne sürülmüştür. Bunun delili olarak gösterilebilecek olgu ise "atın" Anav Kültüründe bulunmasıdır. Türk dilinin ilk ansiklopedik sözlüğü olan Divânu Lügati't-Türk'te, ""Kuş kanadıyla; Türk atıyla"" şeklinde kaydedilen deyimle, kanatsız kuş olamayacağı gibi, Türk'ün de atının, kuşun kanadı kadar kendisini tamamladığını ifade etmektedir. Tarihte, Türkler kadar atıyla bütünleşmiş ikinci bir millet yoktur. Çin, Antik Yunan, Bizans, Rus, Süryani ve İslam kaynaklarında Türklerin at üstünde yeyip içtikleri, alışveriş yaptıkları, sohbet ettikleri ve uyudukları anlatılmıştır. Bu sebeple at kültürü ile ilgili tespitler tarih öncesi ve sonrası çağlarda daima Türklere ulaşmıştır. Afanasiyevo kültürü Afanasiyevo Kültürü (Rusça: Афнанасьевская культура), Orta Asya'daki Tunç Çağı'na ait Türk kültür çevrelerinden biridir. MÖ 3300 ile MÖ 1700 arasına tarihlenir. Altay ve Sayan Dağları'nın kuzeybatısındaki bozkırlarda gelişmiştir. Avcılık, hayvancılık, taştan ve bakırdan eşyalar yaptıkları kazılar sonucu ortaya çıkmış topluluktur. Proto-Türklere ait en eski kültür kalıntılarından dikkat çekici bir bölümü Abakan bozkırlarında "Afanasiyevo" adıyla anılan bölge de dahil olmak üzere Altay Dağları'ndan İdil Nehri'ne kadar uzanan geniş sahada bulunmaktadır. Arkeolojik çalışmalarda, kemik iğneler, çakmak taşından yapılmış ok uçları, bakır bıçak ve küpeler, kırmızı ve beyaz bantlı sade çömlekler, maden işlemli kap - kacak ve çeşitli aletler, at ve koyun besiciliğine işaret eden çeşitli bulgu ve kanıtlar bu kültürün .evresinden bize ulaşan eserlerdir. Bu kalıntılar ilk ana yurtta yaşayan Proto-Türkler'in, Tunç çağı'na girdiklerini, avcılık ve hayvan besiciliği yaptıklarını göstermektedir. Kurot ve Kuyum kurganlarından çıkan buluntular, bu kültür çevresinde yaşayan insanların at, sığır ve deveyi evcilleştirmiş oldukları, bakırcılığı bildikleri, avcı ve savaşçı bir topluluk oldukları anlaşılmaktadır. Besicilik ve ziraat evrensel medeniyetinin başlaması açısından da büyük önem taşımaktadır. M.Ö. 46'dan itibaren bu bölgenin Yenisey Irmağı ile Altay Dağları arasındaki kısmı Kırgızların ana yurdu olmuştur. Bilim insanları, Altay'larda gelişen bu kültürün Orhun nehirleri bölgesini de etkisi altına alarak Orta Asya medeniyetinin temelini oluşturduğu fikrini benimsemektedir. Avidin Avidin, b grubu bir vitamin olan biyotini bağlayan ve yumurtada bulunan bir glikoprotein maddedir. Esmond Emerson Snell tarafından bulgulanmıştır. Andronovo kültürü Andronova Kültürü (Rusça: Андроновская культура), Altay - Tanrı Dağı dağları, Güney Sibirya ve Hazar'ın kuzeydoğusuna kadar uzanan bölgede gelişen Türk kültür çevresi. MÖ 1700 ile MÖ 1200 arasına tarihlenir. Afanasyevo Kültürü'ne benzeyen ve daha ileri bir seviyeye ulaşan kültürde bakır araçların yanı sıra tunç, gümüş ve altından araçlara da rastlanmıştır. Eşyalarını hayvan figürleri ile süsleyen bu kültür atı evcilleştirmiştir. Andronovo Kültürü Ön-Türkler tarafından kurulduğuna dair bazı kanıtlar var. Tarihçiler, etnologlar, sanat ve kültür tarihçileri ile dil araştırmacılarının Türklerin anayurdu olarak kabul ettikleri Altay bölgesinde yapılan arkeolojik araştırmalar, Afanasyevo (MÖ 3300-1700) ve Andronovo (MÖ 1700-1200) kültürlerinin bilhassa ikincisinin temsilcisi olan ırk brakisefal savaşçı Türk ırkının prototipi olduğunu göstermiştir. Andronovalıların fiziki açıdan Avrupalı olduğu düşünülmekle birlikte, Başkurtlar, Kırgızlar, Tatarlar, Altaylılar, Karakalpaklar, Kazaklar, bazı Özbekler ve Tacikler onların özelliklerini taşımaktadır. Yanlış Numara (film, 1995) Yanlış Numara, televizyon filmi. Gazeteci, yazar ve senarist Hanefi Söztutan'ın bir hikâyesinden uyarlanan ve yönetmenliğini İslam Gemici'nin yaptığı 60 dakikalık filmde başrolleri Reha Yeprem ile Melda Gür oynadılar. 1994 yılında çekimleri yapılan film, 1995 yılında bitirildi. Çekimin yapıldığı 1994 yılında patlayan ekonomik kriz, filmin montajlanıp, seslendirilmesine engel olmuş, bunun üzerine stüdyo çalışmalarının yapılması için yaklaşık bir yıl beklemek gerekmişti. Filmin müziklerini Safa Yeprem ile Erol Güldiken yaptı.Duygusal bir film olan Yanlış Numara filminde, yönetmen İslam Gemici, kameraman Aşkın Sağıroğlu'nun başarılı çalışmaları sonucu, seyirciyi rahatsız etmeyen bir atmosfer oluşturmayı başarmıştır. Kısıtlı bir bütçeyle çekilen filmde, gazeteci Murat (Reha Yeprem) bir gece daktilosunun başında yazı yazarken, sağa sola anlamsızca telefonlar açan Funda (Melda Gür) tarafından taciz edilir. Çalışma temposunun bozulmasını istemeyen Murat, Funda'ya öfkelenir. Birkaç dakikalık konuşma sonucunda, Funda'nın lösemi (kan kanseri) hastası olduğunu anlayan Murat, gazeteci kimliğinin verdiği merakla konuşmayı sürdürür. Ertesi akşam ve sonraki akşamlar da Murat'a telefon eden ve kendi numarasını delikanlıya vermeyen Funda, günler sonra bir akşam, yakında "düğünü" olacağını söyleyerek "veda" eder. Genç kızın ölmek üzereyken yaptığı konuşmadan dolayı duygulanan Murat, gözyaşları içinde kalır. Türkiye İstatistik Kurumu Türkiye İstatistik Kurumu, kısaca TÜİK, Kalkınma Bakanlığı'na bağlı bir araştırma kurumudur. Osmanlı döneminde, 1891 yılında Merkezi İstatistik Encümeni olarak faaliyetine başlamıştır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, Merkezi İstatistik Dairesi adı ile 26 Şubat 1926 tarihli ve 3517 sayılı Merkezi İstatistik Dairesi Hakkındaki Talimatnamenin Meriyetine Vaz'ına Dair Kararname ile kurulmuştur. 1930 yılında Daire'nin tüm görevleri yeniden düzenlenerek İstatistik Umum Müdürlüğü adını almıştır. 1962 yılında T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü adını alan Kurum, 18 Kasım 2005 tarihi itibarı ile adı Türkiye İstatistik Kurumu olarak değiştirilmiştir. Merkezi Ankara'da bulunan Kurumun, Türkiye genelinde 26 tane Bölge Müdürlüğü bulunmaktadır. Devlet İstatistik Enstitüsü (kısaca DİE), devletin başlıca veri toplama kurumu olan TÜİK'in eski adı idi. Genel nüfus sayımı, Genel Tarım Sayımı, Genel Sanayi veya İşyerleri Sayımı, Milli gelir tahminleri, Tüketici Fiyatlari Endeksi ve Üretici Fiyatları Endeksi ve Enflasyon hesabı kurumun temel görevleri arasındadır. Adı 2005 yılında çıkan bir kanunla "Türkiye İstatistik Kurumu" ("TÜİK") olarak değiştirilmiştir. görevli bilimsel ve teknik bir kurumdur. TÜİK'in başlıca çalışması olan nüfus sayımları 2007 yılından beri ADNKS temelinde açıklanmaktadır. Bu sayım daha eski yıllarda 5 yıllık dönemlerle yapılıyor iken 2007 sonrasında sayım sonuçları yıllık olarak açıklanmaya başlamıştır. Molekül kütlesi Bir kimyasal bileşiğin moleküler kütlesi veya moleküler ağırlığı, bu bileşiğin bir molekülünün birleşik atom kütle birimi u (bir karbon-12 atomunun 1/12'sine eşit) cinsinden kütlesidir. Bağıl bir değer olduğundan bir maddenin molekül kütlesine yaygın olarak "bağıl moleküler kütle" denir ve (İngilizce "relative molecular mass'den) "Mr." diye de kısaltılır. Moleküler kütle bir moleküldeki atomların atom kütlelerinin toplamı alarak hesaplanabilir. Moleküler kütle doğrudan kütle spektrometri ile de ölçülebilir. Kütle spektometrisinde küçük bir molekülün moleküler kütlesi genelde monoizotopik kütle olarak, yani her elementin en yaygın izotopunun kütlesi cinsinden belirtilir. Monoizotopik moleküler kütlenin hesaplanması için kullanılan değerler izotopik kütleler tablosundan bulunur ve bunlar periyodik tabloda belirenlerden farklıdır. Ortalama moleküler kütle genelde büyük moleküller için kullanılır çünkü çok atomlu bir molekülün her elementin en yaygın izotopundan oluşma olasılığı düşüktür. Bu ortalama kütleyi hesaplamak için tipik bir periyodik tablodaki kütleler kullanıl
abilir. Molar kütle, moleküler kütleye sayısal olarak eşittir ama birim olarak mol başına kütle birimi olarak, genelde g/mol (gram bölü mol) olarak ifade edilir. Örnek: Hidrojenin atom kütlesi 1,00784 u ve oksijeninki 15,9994 u'dur. Dolayısıyla, formülü HO olan suyun moleküler kütlesi (2 x 1,00784 u) + 15,9994 u = 18,01508 u. Dolayısıyla 1 mol suyun ağırlığı 18,01508 gramdır. Ancak hidrojenin en yaygın izotopu olan hidrojen-1'in tam kütlesi 1,00783 ve oksijenin en yaygın izotopu olan oksijen-16'nın tam kütlesi 15,9949 olduğu için en yaygın su molekülünün kütlesi 18,0105 u'dur. Molar veya moleküler kütle stokiyometri hesaplarında kullanılır. Moleküller, "nükleer" değil "kimyasal" reaksiyonlar sonucu meydana geldikleri için bir molekülün moleküler kütlesi onun atomlarının atom kütlelerinin toplamına tam olarak eşittir. Gram-moleküler ağırlık bir kimyasal bileşiğin molekül ağırlığının gram olarak karşılığıdır. Kalsiyum karbonatın moleküler ağırlığı 100 olduğu için gram-moleküler ağırlığı da 100'dür. Gram moleküler ağırlık, çözeltilerin konsantrasyonunu hesaplamakta kullanılır. Molar çözelti , 1 litre çözelti içinde bir kimyasal bileşiğin gram molekül ağırlığı kadarı çözünmüş demektir. Polimer kimyasında, makromoleküllerin değişen zincir uzunlukları yüzünden molar kütle dağılımını nicelemek için çeşitli tür moleküler kütleler kullanılır. Adaletnâme Adaletnâme, Osmanlı padişahlarının tahta çıktıklarında yayımladıkları bir tür genelgedir. Adaletnâmelerde kanunlara uyulması ve hiç kimsenin herhangi bir haksızlığa uğratılmaması gibi konular kaleme alınırdı. Halvetilik Halvetilik, cehri zikir adı verilen ve ilahi isimlerin yüksek sesle tekrar edilmesi anlamına gelen zikir yöntemini kullanan bir tarîkattır. Miladi 14. yüzyılda bugünkü Azerbaycan'ın Şemahı bölgesinde yaşamış olan Şeyh Ebu Abdullah Siraceddin Ömer bin Ekmelüddin Lahici tarafından kurulmuştur. Pîr Ömer Lahici'nin bir ağaç kovuğunda uzun süre halvet çıkarması ve ardından gelen müridlerin de tenhada kalmayı tercih etmeleri üzerine tarikat bu isimle anılmaya başlamıştır. Halvet’îyye yolu Pîr Ömer Halvetî ile birlikte yaygınlık kazanmaya başlamışsa da sonrasında pek çok kollar zuhur etmiş ve bu nedenle de """tarikatların anası""" olarak anılmıştır. Halvet gönlünden Allah'tan gayrısını uzaklaştırmak ya da Allah'tan gayrısından uzaklaşarak ona yaklaşmak üzere yalnız kalmak anlamlarına kullanılır. Özellikle Osmanlı döneminde Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika'da geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Kıbrıs'da Gazimagosa'ya Kutub Osman Efendi gitmiştir. Kurucusu Türk olan Halveti tarikatı, Azerbaycan'ın Şah İsmail trafından Şiileştirilmeden önce Şirvanşahlar devletinde yaygındı. Merkezi bugünkü Bakü şehrinde bulunan Şirvanşahlar devletinin son hükümdarları Halveti şeyhlerine büyük saygı göstermişler, zaviyelerini saray binasının yanıbaşına açmalarına müsaade etmişlerdir. "Pîr-i Sâni" olarak anılan Seyyid Yahya Şirvanî tarîkatın 15-16 yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasında yayılmasını sağlayan en önemli sîmâlarından biridir. Günümüzde de Halveti mensupları tarafından okunan Vird-i Settar ismiyle anılan eser Yahya Şirvani'ye aittir. Yahya Şirvani tarafından yetiştirilen dervişlerin Anadolu'ya halife olarak gönderilmeleri tarikatın Anadolu'da yayılmasında etkili olmuştur. Halvetilik'nin en yaygın kolu "Şâbânîlik" koludur. Kastamonu Taşköprü doğumlu Pîr Şeyh Şâban-ı Veli'nin piri olduğu "Halvetî-Şâbânî" yolu mevcuttur. İki ana kola ayrılan tarîkatın bazı önemli şubeleri aşağıda belirtilmiştir. Sutaylar Sutaylar, 1312-1350 tarihleri arasında Diyarbakır merkez olmak üzere Musul dahil bölgede emirlik yapan Moğol ailesi. Sünni, Hanefi mezhebinden olup Türkçe konuşurlardı. İlhanlılar ve Celayirlilere tabi olmuştular. Sutay Noyan (1312-1332), Sutay oğlu Barımtay Bey(1332-1339) ve Barımtay Bey oğlu İbrahim Şah Bey (1339-1350) tarafından yönetildi. Karun Hazinesi Karun Hazinesi veya Karun'un Hazinesi, çoğu MÖ 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Kroisos veya Krezüs ("Karun") dönemine ait olan ve Uşak'ın 25 km batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Kasabası yakınlarındaki tümülüslerden 1960'lı yıllarda çıkarılarak ABD'ye kaçırılan ve 1993 yılında uzun bir hukukî süreç sonucunda geri alınan eserlerin toplu adı. Bazı kaynaklarda "Lidya Hazinesi" olarak da anılır. Hazinenin ele geçirilen kısmında yaklaşık 450 parça bulunur. Lidya döneminin en görkemli eserleri arasında yer alan bu hazine 1965-66-68 yıllarında Türkiye'den kaçırılmıştır. İlk soygun 1965 yılında Toptepe tümülüsünde gerçekleşti. 5 kişilik grup tünel kazarak mezar odasına ulaşarak, buradaki buldukları eserleri dönemin parasıyla 65,000 TL'ye sattılar. Daha sonra, 1966'da, İkiztepe tümülüsü 11 kişi tarafından soyuldu ve oda içerisindeki 150 parça önce saklanıp daha sonra 160,000 TL'ye satıldı. Güre'deki üçüncü soygun 1968 yılında Aktepe tümülüsünde yapıldı ve bulunan resim ve kabartmalar 40,000 TL'ye satıldı. Hazinenin tamamı New York'taki Metropolitan Müzesi'nde 1985 yılında bir sergide gazeteci Özgen Acar tarafından görülmeleriyle bulundu. Dönemin Kültür bakanlığının uyarılması sonucu müzenin depolarında saklanan eserleri almak için 1987’de dava açıldı ve yaklaşık 40 milyon dolarlık masrafa yol açan hukuki süreçler sonunda 1993'de Türkiye'ye geri getirildi. İade, müze yetkililerinin eserlerin çalıntı olduğunu bildikleri halde satın aldıklarını kabul etmeleri ve 6 yıl süren davayı kaybedeceklerini anlamalarıyla gerçekleşti. 1996'dan beri Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Karun Hazineleri’ni son beş yılda 769 yabancı turistin ziyaret ettiği ortaya çıktı. Yer sıkıntısından dolayı onlarca eserin üst üste istiflendiği müzede, 35 bin 573 tarihî eser bulunuyor. Bu eserlerin yüzde 10’u sergileniyor. Müzede Karun Hazineleri’ne ait 450 adet eserden 300’ü sergileniyor. Uşak Arkeoloji Müzesinde sergilenen parçalardan en önemlilerinden biri sayılan Kanatlı Denizatı Broşu, 2006 yılında sahtesiyle değiştirildi. Mahkeme 8 kişiye 10 ay ile 12 yıl arasında değişen cezalar verdi. Eser 2012'de Almanya'da ortaya çıktı ve Interpol aracılığı ile Türkiye'ye iade edilmesi için çalışma başlatıldı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne teslim edildi. Çubukoğulları Beyliği Çubukoğulları Beyliği, Selçuklu emirleri Çubuk Bey (1085-1092) ve oğlu Mehmed Bey tarafından 1085-1112 arasında Fırat Nehri'nin batısında Palu, Genç arasını, Çemişgezek, Eğin, Arapgir ve civarını fethederek kurulan Türk beyliğidir. Sünni Hanefi olup beylik merkezi Harput'tu. Çubuk Bey'in Harput Ulu Camii'nin bahçesinde heykeli bulunmaktadır. 1112'de Artuklu Beyliği hakimiyeti altına girdi. Bülent Somay 1956'da İstanbul, Bakırköy'de doğdu. 1972'de girdiği Boğaziçi Üniversitesinden 1981 yılında, İngiliz Edebiyatı dalında lisansüstü derecesiyle ayrıldı. 1982-83 yıllarında Montréal McGill Üniversitesinde bilimkurgu alanında doktora çalışması yaptı, ancak doktora derecesini almadan İstanbul'a döndü. 1983'ten bu yana Akıntıya Karşı, Zemin, Birikim, Demokrat ve Defter dergilerinde deneme ve makaleleri yayımlandı. 1984-1995 yılları arasında Mozaik Müzik Topluluğunun bir üyesi olarak, 1995'ten sonra ise bağımsız olarak müzik çalışmalarını sürdürdü. Metis Yayınları'nda fantazi ve bilimkurgu dizilerinin editörlüğünü yaptı. 1986-1994 yılları arasında yazdığı siyasi makalelerini Geriye Kalan Devrimdir (Metis, 1997) adlı kitabında, sevdiği şarkıların sözlerinden hareketle yazdığı denemelerini Şarkı Okuma Kitabı'nda (Metis, 2000) topladı. Tarihin Bilinçdışı (2004), Bir Şeyler Eksik (2007) ve Çokbilmiş Özne (2008) Metis yayınlarından çıkan diğer kitaplarıdır. Ütopya, Distopya ve Bilimkurgu hakkındaki yazılarını derlediği kitabı 2010'da İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. 2002'den beri Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Bülent Somay aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı Direktörüdür. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi mensubudur. Avârız Vakfı Avârız Vakfı, Osmanlı'da bir bölgeden alınan özellikle nakdî avârıza karşı o yerin hayırseverlerinden veya zenginlerinden para toplamak suretiyle vergilerin ödenmesi için kurulmuş para vakıflarıdır. Bu vakıfların geliri ile halka bir mükellefiyet yüklenmeden avârız ödenmiştir. Az bir miktar faiz karşılığı borç para isteyenlere de borç verilmiştir. Vergilerin ödenmediği yıllarda veya vergilerden artan para ile mahallî amme hizmetleri, yardımlaşma gibi amaçlar için de kullanılmıştır. Nakîbü’l eşrâf Nakîbü'l eşrâf, ilk olarak Abbasi halifesi Mütevekkil zamanında oluşturulan bir kurumdur. Bu zamandan itibaren diğer İslâm devletlerinde nikâbet teşkilatı varlığını sürdürmüştür. Nakîbü'l Eşraf, Osmanlı Devleti'nde protokole tabi değildir. Vasıtasız olarak ve vaktini kendi belirleyerek padişahla görüşebilir. Padişahın başkanlık ettiği divanlarda diğer devlet erkânından ayrı olarak padişah ile aynı sedire oturur. Osmanlı Devleti'nde de ilk olarak sâdât nikâbeti Sultan Yıldırım Bayezid zamanında Mayıs 1400 tarihinde tesis edilmiştir. İlk Nakîbü’l-eşrâf da Seyyid Ali Nata b. Muhammed olmuştur. Ondan sonra oğlu Seyyid Zeynelabidin babası gibi seyyid ve şeriflere nâzır olmuştur. Nakîblik, Fatih Sultan Mehmed zamanında bir ara kaldırılmışsa da, II. Bayezid devrinde yeniden oluşturulmuş ve son devirlere kadar varlığını devam ettirmiştir. Bu tarih görünüş olarak kuruluş tarihidir. Yoksa Osmanlının kuruluşundan itibaren seyyid ve şeriflerin öneminin olmadığı anlamına gelmez. Nakîbü'l-eşrâflık, ilmiye sınıfının en üst seviyesine çıkan seyyidlere veriliyordu. Nakîbü’l-eşrâflar, kadılar gibi belirli bir süre için görevlendirilmiyor, uzun yıllar iş başında kalıyorlardı. Resmi giysileri, konakları ve kendilerine hizmet eden adamlarıyla saygın bir yer tutuyorlardı. Osmanlı Devleti'nde nakîbü'l-eşrâflar hakkında ilk biyografik eser Ahmet Rıf'at Efendi’nin Devhatü'n Nukabâ adlı eseridir. Bu eser 1500'lü yıllardan itibaren 1800'lü yıll
ara kadar Nakîbü'l-eşrâf olarak görev yapan toplam 62 kişinin biyografisini vermiştir. Nakîbü'l-eşrâfın başlıca görevi, İslam peygamberi Muhammed'in soyundan geldiklerine ilişkin ellerinde belgeleri bulunan seyyid ve şeriflere tanınmış olan ayrıcalıkları korumaktı. Nakîbü'l-eşrâflar, eyalet, sancak ve diğer yerleşim birimlerindeki kaymakamlıkları vasıtasıyla bütün seyyid ve şeriflerin isimlerini kapsayan defterleri tutarlardı. Şecere-i Tayyibe denilen bu defterlerde Peygamber soyundan geldiklerini belgeleyenlerin soy kütükleriyle birlikte bulundukları şehir, siyâdet veya şerâfet silsilesi, evladı, ahval ve ahlakı, ikametgâhı, görevi ve durumları kayıtlı idi. Seyyid ve şeriflerin kanunlara aykırı tutum ve davranışları görüldüğünde veya herhangi bir suç işlediklerinde, İstanbul'da Nakîbü'l eşrâf, taşralarda ise nakîbü'l-eşrâf kaymakamları tarafından yargılanır, gerekli cezaya çarptırılırlardı. Yöneticiler ve kadılar bu işe karışamazlardı. Halktan ayırt edilmeleri için başlarına yeşil sarık sarmaları mecburi idi. Nakîbü'l-eşrâf kaymakamları, İstanbul'dan Nakîbü'l-eşrâf'ın sadrazama mektupla sunulmasından sonra atanırlardı. Genellikle bir yıllık süre için atanan nakîbü'l-eşrâf kaymakamlarının atanmaları mektuplarında, doğrudan kaymakam atanan kişiye hitap edilmekte olup, seyyidlerin üzerlerine kaymakam olarak tayin edildikleri bildirildikten sonra, göreve tayin edildikleri tarih yazılır ve daha sonra görecekleri işler açıklanırdı. Seyyidlerin haklarının korunması, arûsiyye ve tevcihiyye gibi vergilerin aldırılmaması, bunlara hürmet edilmesi, sahte seyyidlik iddiasında bulunanlara müsaade edilmemesi, seyyidlerin tespit edilerek İstanbul'a bildirilmesi ve bunların halktan ayırt edilebilmeleri için yeşil sarık ve cüppe giydirilmesi gibi yapacakları işler açıklandıktan sonra, Nakîbü'l-eşrâf'ın imzası ile tamamlanan atama mektuplarının, Isparta Şer‛iyye siciline kaydedilmesi ile birlikte atama işlemi de tamamlanmış olmaktaydı. Atanan nakîbü'l-eşrâf kaymakamları, Nakîbü'l-eşrâf’ın sancak merkezlerinde uygun gördüğü kadılardan, müderrislerden, eski nakîbü'l-eşrâf kaymakamlarından veya eşraftan birisi oluyordu. Seyyid ve şerif oldukları belgelerle ispatlanmış olan bu kişilere toplum tarafından çok büyük saygı, sevgi ve itibar gösterilmiştir. Aynı zamanda devlet de onları vergi verme ve benzeri bütün kamu yükümlülüklerinden muaf tutmuştur. Kendilerinden önceki Türk ve İslâm devletlerindeki yerleşmiş uygulama gibi, Osmanlı Devleti’nde de seyyidler askeri sınıfdan muaf tutulmuştur. Örneğin, 16. yüzyıl'da Hamid Sancağı’nda vergiden muaf olanlar arasında şerifzâde, âl-i Rasul ve seyyidlerin de yer aldığı görülmektedir. Toplam 26 adet olarak sâdât-ı kirâmın vergiden muaf olduğu kayıtlara geçmiştir. 18. yüzyıl'da, nakîbü’l-eşrâf kaymakamlarının bir kısmı da birtakım yolsuzluk işlerine karışmaktaydılar. Bazı kazalarda, nakîbü’l-eşrâf kaymakamları "harc-ı ma‛kûl", "devriye", "tevcih", "sâdât akçesi", "arûsiyye" isimleriyle tekâlif-i şakka gibi sonradan uydurulan vergiler toplamaya başlamışlardı. 24 Eylül – 3 Ekim 1759 tarihinde Rumeli ve Anadolu'daki kadılara, nâiblere ve nakîbü’l-eşrâf kaymakamlarına gönderilen bir fermanda, nakîbü’l-eşrâfların seyyidlerden sorumlu oldukları, uygunsuz hareketlerinde onları yakalamaları, seyyidlik iddialarında bulunanları derhal İstanbul'a göndermeleri, alınan haksız vergilerin hemen iade edilmesi ve bu işlerin takibinde Nakîbü’l-eşrâf Seyyid Mehmed Emin Efendi’nin yetki sahibi olduğu açıklanmıştır. O dönemde, bu gibi haksız yere para tahsil edilmesini yasaklayan Vezir-i Azam Mehmed Ragıb Paşa'nın da mektubu mevcuttur. Mekkâre Osmanlı'da nakliyat işlerinde çalıştırılan hayvanlar hakkında kullanılır bir tabirdir. Askerî teşekküllerde ordu ağırlıklarının nakli için at, deve, katır gibi hayvanlar bulundurulduğu gibi ordu birliklerinin bir yerden bir yere nakilleri sırasında ve daha ziyade harp zamanlarında halkın hayvanları satın alınır ve bazı vakitler muvakkat bir zaman için ordu hizmetine alınarak sahiplerine mahallerince tayin olunan ücretler verilirdi. Mekkâre, kira hayvanlarına yükletilmiş eşya ve levazım yerine de kullanılırdı. Ayrıca Bu meslekten yola çıkarak, Anadolu'da at, katır ve özellikle de eşek sırtında yapılan ticaret ve taşımacılığa Mekkâre, bu işi yapana da Mekkâreci denmiştir. İsmet Özel'in şiirinde bu kelime şöyle geçer: "biraz ağlayabilmek için / fotoğraflar çektirir / babam / seferberlikte mekkâredir." Tirkemiş Burdur ilinin bir diğer adıdır. Aynı zamanda burası Osmanlı zamanında Tirkemiş Mukataa’sıdır. Ayrıca buraya bağlı olarak Gölhisar, Karaağaç Gölhisar, Siroz, Kemer Hamid, İrlemaa Yavice kazaları bulunmaktaydı. Tirkemiş bir voyvoda tarafından yönetilmiştir. Bu kazalara Hassa kazaları ismi de verilmiştir. Tirkemiş kazalarından Hamid Sancağı’na bağlı olarak zaman zaman vergiler tahsil edilirken özel konumu dolayısıyla vergilerini voyvodalarına da vermişlerdir. Bundan dolayı bahsi geçen bu kazalar hem Hamid Sancağı’na tabi olmaları hem de Tirkemiş veya Hassa kazaları olarak nitelendirildiğinden, vergilendirilmeleri farklılık arzetmiştir. Sürsat Osmanlı'da avârız türündeki aynî vergilerden biri. Sürsat, askeri birliklere yem, yiyecek maddesi ve yakacağı tespit edilen bir fiyat üzerinden sağlanmasıdır. Bu maddelerin başlıcaları arpa, saman, un, koyun eti, yağ, bal ve odundur. Sürsat, ordunun zahire ve yiyecek maddesi ihtiyacını gidermeye yönelik ticari bir faaliyet şeklinde vasıflandırılmış ve avârız muâfiyetinin dışında tutulmuştur. Bu nedenle sürsat yükümlülüğü avârız hanesine dayanmazdı ve evkaf mensupları, madenci, çeltikçi gibi avârızdan muaf zümreler bu sıfatlarıyla sürsattan muaf olamıyorlardı. Sürsat, aynı nüzül gibi askeri birliklerin geçtikleri yollara veya konakladıkları yerlere yakın bölgelerden aynî olarak, uzak yerlerden nakdî olarak alınmıştır. Olağan dışı bir vergi yükümlülüğü olarak sayılan bu vergi avârız gelirleri içerisine girmiştir. Sürsat, zaman zaman toplanan bir vergi türü olmuştur. Beldar Beldar, Osmanlı döneminde, geçitlerde koruma görevi yapanlara ve seferler esnasında yol açanlara denirdi. Bunlar avârız hanesine göre çıkarılırdı. Belderân neferleri, bu vazifeyi bir maaş veya muayyen bir ücret karşılığında icra ederlerdi. Bunlara verilen maaş ve ücretin yıllık miktarı her mahalde ne kadar miktara tekabül ediyorsa, oranın tevzî defterlerine yazılarak halktan tahsil ediliyordu. Tanzimat’tan sonra beldar unvanı kaldırılarak yerine “zaptiye” daha sonra “jandarma” kullanılmaya başlamıştır. Zahire Baha Vergisi Osmanlı'da avârız gelirlerinden bir başkasını da Zahire Baha adı verilen, nüzül ve sürsatta olduğu gibi gerek askerin gerekse sancağa gelen görevlilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplanan vergidir. Hayvanların yem ve yiyeceklerinin temini bakımından “arpa baha” gibi, insanların her türlü gıda maddesini temini için “zahire baha” gibi vergiler toplanmıştır. Kul Kethüdası Yeniçeri ocağının büyük subaylarınden birinin unvanı idi. “Ocak kethüdası”, “Kethüdabey” de denilirdi. Yeniçeri ağasıyla Sekbanbaşından sonra gelen Kul kethüdası aynı zamanda ağanın yardımcısı idi. Daha sonra Sekban başıdan fazla bir itibar kazanmış ve tamamıyla yardımcı yeniçeri ağası yerine geçmiştir. Türkçülük Türkçülük, Türkizm, Pan-Türkizm, tüm Türk halkının kültürel ve politik birliğini amaçlayan; 1880' lerde Osmanlı İmparatorluğu'nda ve o zamanlar Rus İmparatorluğu'nun bir parçası olan Azerbaycan'da yaşayan Türk aydınları arasında ortaya çıkan bir harekettir. Rusya'da yaşanan 1905 Devrimi'nden önceki günlerde Azerbaycan Türkleri ve Tatar aydınlar tarafından ortaya atılmış, 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Osmanlı İmparatorluğu'nda geniş yankı bulmuştur. İttihat ve Terakki yönetimi içinde Ziya Gökalp'in başını çektiği Turancı görüşler egemen olmuştur. Devrik Osmanlı Komutanı Enver Paşa, 1918-1922'de, karışıklık içinde olan Rusya'da Turan fikrini canlandırmaya çalışırken öldürülmüştür. Cumhuriyet'in İlanı'ndan sonra Atatürk milliyetçi ve turancı konuşmalarda bulunmuş, Türkiye Cumhuriyeti banknotlarında ve pullarında bozkurt gibi Türklüğün sembollerini kullanmıştır. Buna karşın, İsmet İnönü'nün başbakanlığı döneminde Turancı örgütler kapatılmış ve Turancı düşünürler baskı altında tutulmuştur. Nihal Atsız'ın önderliğindeki Turancı hareket, İnönü'nün cumhurbaşkanlığı sırasında takibata uğramış, 1944'te Turancı örgüt üyeleri tutuklanarak işkenceden geçirilmiş ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanmıştır. Buna rağmen Turancı görüşler Türkiye'de bugün de taraftar bulmaktadır. Ziya Gökalp'in bir manzumesinde kullandığı aşağıdaki beyit, Turancı düşüncenin özeti sayılır: Tüm Rusya Müslümanlarının ortak bir kültürel ve siyasi hareket içinde bir araya gelmesi fikri, Çarlık Rusyası'nda eğitim görmüş Tatar ve Azerbaycan aydınları arasında 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren taraftar buldu. Tüm Slavların birliğini savunan Panslavizm hareketine benzetme yoluyla bu harekete Pan-Türkizm adı verildi. Rusya Türklerinin kültürel uyanış hareketinin öncüsü Kırımlı İsmail Gaspıralı idi. İsmail Bey'in çıkardığı "Tercüman" gazetesi, tüm Rusya Türklerinin kullanacağı ortak bir yazı dili oluşturmaya çalıştı. Bu dilin belkemiğini Türkiye Türkçesi oluşturacak, ancak tarihi Türk lehçelerinden de faydalanılacaktı. 1905 Rus Devrimi sırasında Gasprinski, Azerbaycan'lı Hüseyinzade Ali (Turan), Kazan Tatarları'ndan Yusuf Akçura, Başkırt'lardan Zeki Velidi (Togan) Nijni Novgorod kentinde "Tüm Rusya Müslümanları Kongresi"'ni topladılar (15-28 Ağustos 1905). Kongre hareketinin diğer ünlü isimleri Azerbaycanlı Ahmet Ağaoğlu, Kazan'lı Sadri Maksudi (Arsal) ve Kazak Mustafa Çokayef (Çokay) idi. 1906'da devrim hareketinin başarısızlığa uğramasından sonra bu kişilerin birçoğu Rusya dışına kaçtı. Türkiye'de 1908 Devrimi'nden sonra oluşan özgürlük ortamında çoğu Türkiye'ye gelerek İttihat ve Terakki hareketi içinde yer aldılar. Sovyetler Birliği devrinde Türkçülüğü (veya Türk Birliği, Pantürkizm, Turancılık) tanımını kendi topraklarını korumak için Büyük
Sovyet Ansiklopedisi'nde Türkçülüğün tanımı şöyle geçer : "Türkçülük: Türk gerici burjuva-toprak ağalığı çekim merkezinin kendi maksadı doğrultusunda bütün Türk dilli halkları "Türkiye hakimiyeti"ne sokmayı öngören ırkçı kavram." Türkiye'de Orta Asya'daki Türk halkları 16. yüzyılda Sokullu Mehmed Paşa'nın Don-Volga nehirlerini birleştirme projesiyle gündeme geldi. Proje o dönemde gerçekleşmiş olsaydı Don ve Volga ırmakları bir kanalla birleştirilerek Osmanlı Devleti'ne Hazar Denizi'nin yolu açılacaktı. Böylece Osmanlı Asya'da bulunan diğer Türklerle irtibata geçebilecekti. Türkiye'de Dış Türkler'e yönelik asıl ilgi 1890'larda başladı. Fransız tarihçi Léon Cahun'ün "Asya Tarihine Giriş: Türkler ve Moğollar" (1896) adlı eserinin Necip Asım Bey tarafından yapılan Türkçe çevirisi (1899), Türkçü hareketin dönüm noktalarından biri idi. Daha önce Türkçede özel bir anlam taşımayan "Turan" kavramı Cahun'ün eseri sayesinde yaygınlık kazandı. 1904'te Yusuf Akçura'nın, Osmanlıcılık ve islamcılık akımlarına karşı Türkçülüğü savunan Üç Tarz-ı Siyaset adlı etkili kitapçığı yayımlandı. 1908'de "Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve günümüzdeki durum, etkinlik ve eserlerini öğrenmek ve öğretmek" amacıyla İstanbul'da Türk Derneği kuruldu. Derneğin kurucuları Yusuf Akçura, Necip Asım (Yazıksız), Veled Çelebi (İzbudak), Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Agop Boyacıyan idi. 1911'de yine İstanbul'da kurulan Türk Yurdu Cemiyeti, kültürel çalışmaların yanı sıra Orta Asya Türklerine yönelik doğrudan doğruya siyasi görüşler de ileri sürdü. Mehmet Emin (Yurdakul) un önderlik ettiği cemiyetin kurucuları Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali (Turan) gibi Rusya göçmenleri idi. 15 Mart 1912'de kurulan Türk Ocağı, Türkçü ve Turancı hareketin asıl odak noktası oldu. 1912 ile 1930 yılları arasında bu örgüt, Türkiye'nin en etkili siyasi/ideolojik düşünce merkezi olarak hizmet verdi. Türk Ocağı'nın kurucuları arasında, yukarıda adı geçen kişilere ek olarak Zeki Velidi (Togan), Reşit Galip, Ferit Tek, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Halide Edip (Adıvar) ve Adnan Adıvar gibi aydınlar bulunuyordu. 1913'ten itibaren Türk Ocağı ve genelde Turancı düşünce, İttihat ve Terakki yönetiminin tam siyasi desteğini kazandı. İttihat ve Terakki hareketinin "resmi" ideoloğu olan Ziya Gökalp, Turancı düşüncenin başlıca sözcüsü idi. Ziya Gökalp'in yanı sıra, hikâyeci Ömer Seyfettin Turan fikrinin popülerleşmesine katkıda bulundu. Mehmet Emin Yurdakul'un 1918'de "Turana Doğru" adıyla derlediği şiirler, Halide Edip'in "Yeni Turan" romanı, Ömer Seyfettin'in "Yarınki Turan Devleti" adlı risalesi, Fuad Köprülü'nün "Turan" başlıklı ilkokul okuma kitabı, 1913-1918 aralığında Turan fikrini yaydılar. I. Dünya Savaşı başlangıcında yayınlanarak (1914) İttihat ve Terakki yönetimi tarafından çeşitli dillere çevirilen "Türkler bu Muharebede Ne Kazanabilirler" adlı propaganda risalesinin yazarı Munis Tekinalp (asıl adı Moiz Kohen), savaşın ana hedefinin Turan'ı kurtarmak olduğunu savundu. Enver Paşa'nın Aralık 1914'te giriştiği Sarıkamış taarruzunun stratejik hedefi Kafkasya üzerinden Orta Asya'da Türk egemenliğini kurmak idi. Ancak bu girişim, 60.000 Osmanlı askerinin şehit olduğu bir yenilgiyle sonuçlandı. 1918 yazında Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa (Killigil) komutasında bir Türk birliği, Bolşevik Devrimi nedeniyle kargaşa içinde bulunan Azerbaycan ve Dağıstan'ı Rus işgalinden kurtararak bağımsızlığını ilan etti. Turan'ı kurmaya yönelik bu girişime de, Osmanlı Devleti'nin diğer cephelerde uğradığı yenilgi nedeniyle, Kasım 1918'de son verildi. Azerbaycan Türkçülerinin dergisi olan "Kurtuluş", Kasım 1934 - Temmuz 1939 tarihleri arasında Berlin'de Memmed Emin Resulzade tarafından yayımlandı. Kazak asıllı Turancı Mustafa Çokay'ın kurduğu Türkistan Milli Konseyi Aralık 1931'den itibaren Berlin'de "Yaş Türkistan" (Genç Türkistan) dergisini yayımladı. İdil Ural Milli Komitesi'nin "Yeni Milli Yol" dergisi de 1932-1939 yılları arasında Tatarca olarak Berlin'de yayımlandı. Adı geçen dergilerin hepsi Temmuz 1939'da Sovyet-Alman ittifak antlaşmasının (Ribbentrop-Molotov Paktı) imzalanması üzerine yayın hayatlarına son verdiler. Milli Mücadele'de İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve Turancı kadroları önemli bir rol oynadığı halde, TBMM hükümeti 1920'den itibaren Turancı akıma karşı kesin bir tavır aldı. Bunda Eylül 1920'de Sovyet rejimi ile Ankara arasında kurulan diplomatik yakınlığın etkisi vardı. Turancı düşüncenin tanınmış önderi Ziya Gökalp 1923'te Ankara'da Matbuat Müdürlüğü tarafından yayımlanan "Türkçülüğün Esasları" adlı eserinde Turancılığı "uzak mefkûre" ilan ederek, Türkiye devletinin kuruluşunu esas alan yeni bir Türkçülük tanımı getiriyordu. Gökalp bu eserinin basımından iki ay sonra Mustafa Kemal tarafından milletvekili adayı gösterildi. Mehmet Emin Yurdakul "Turana Doğru" adlı şiir kitabının yeni baskısında bazı şiirlerini değiştirerek "Turan" sözcüğünün yerine "vatan" sözcüğünü getirdi. Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip ve Yusuf Akçura, 1922 ve 1923'te çeşitli vesilelerle Turancılıktan vaz geçtiklerini deklare ettiler. Cumhuriyet döneminde Turancılığı üstü kapalı bir biçimde de olsa savunan ilk eser, Reşit Saffet Atabinen'in 1930'da yayımlanan "Türklük ve Türkçülük İzleri" adlı kitabıydı. Kitap, Türk Ocağı örgütü içinde hızlanan bir tartışma ortamında yayımlanmıştı. 1931'de Türk Ocakları Atatürk'ün emriyle kapatıldı. 1932'de Reşit Galip'in emriyle üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra yedi yıl Almanya'da kalan Zeki Velidi Togan, 1939'da Türkiye'ye döndükten sonra yayımladığı "Bugünkü Türkistan ve Yakın Mazisi" adlı eserinde, yakın gelecekte gerçekleşmesini umduğu Turan hayalini anlattı. 1930'larda yeniden güçlenen Türkçü-Turancı düşüncenin en radikal sözcüsü Hüseyin Nihal Atsız idi. Atsız 1931-1932'de "Atsız Mecmua"yı, 1933-1934 ve 1943-1944'te de "Orhun: Aylık Türkçü Mecmua"'yı yayımladı. 1939'da "Bozkurt" dergisini çıkaran Reha Oğuz Türkkan ile 1943'te Samsun'da "Kopuz" adlı Türkçü dergiyi başlatan Fethi Tevetoğlu bu dönemin diğer Turancı fikir önderleri arasında bulunuyordu. 1941-1944 yıllarında Orhan Seyfi Orhon "Çınaraltı" adlı Türkçü dergiyi yönetti. Bu dergide yazan emekli general Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, "Her Türkçü Turancıdır, her Turancı Türkçüdür" diyordu. Nazi Almanyası'nın yenilmeye yüz tutması ve Türkiye'nin İngiltere-ABD ittifakına yaklaşmasıyla Türk basınında Turancılara yönelik sert eleştiriler boy gösterdi. Faris Erkman 1943'te yayımlanan "En Büyük Tehlike" adlı kitabında "Pan-Türkist, Turancı, ırkçı kuklalara" saldırarak, onları yabancı devletlerin hizmetinde olmakla suçladı. İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ı Ocak 1944'te emekliye sevkettikten sonra, 3 Mayıs 1944'te İstanbul ve Ankara'da Türkçü gençlerin düzenlediği Komünizmi Telin mitingleri yapıldı. 9 Mayıs 1944'te Şükrü Saraçoğlu hükümeti, aralarında Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu ve Alparslan Türkeş'in de bulunduğu 30 kadar Türkçü-Turancı'yı tutukladı. Bir yıla yakın tutuklu kalan sanıklar, daha sonra, kendilerinin tabutluklara yerleştirilip işkence yapıldığını ileri sürdüler. 29 Mart 1945'te Türkçülük davası sanıklarından onu ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ancak aynı yılın Ekim ayında Askerî Yargıtay mahkûmiyet kararlarını esastan bozdu. 1950'li yıllarda Demokrat Parti ve daha sonra da Mareşal Fevzi Çakmak'ın kurduğu Millet Partisi içinde yer alan ve bağımsız örgütlü bir yapı göstermeyen Turancı hareket, o yıllarda siyasete egemen olan anti-komünizm düşüncesinin sağladığı zırha bürünerek görüşlerini savundu. Şubat 1969'da isim değiştirerek Milliyetçi Hareket Partisi olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, eski Turancılardan birçoğunu bünyesinde topladı. 1998 yılında Altan Deliorman, Erk Yurtsever, Refet Körüklü, Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Sami Yavrucuk gibi tanınmış Türkçüler ile yayın hayatına başlayan ve 2006 yılında 101. sayısının yayınlanmasıyla birlikte basılı hayatına son veren Orkun Dergisi Türkçülük düşüncesini savunmuştur. Orkun Dergisi, 2006 yılından Ağustos 2012 tarihine kadar internet üzerinden yayınlanmaya devam etmiştir. Orkun Dergisi aynı isimle bir vakıf da kurmuştur. Vakıf günümüzde hayatını sürdürmekle birlikte, aktif değildir. 3 Mayıs 2005'te kurulan Genç Atsızlar, Türkçü camiadaki durgunluğa son vermek adına faaliyete başladı. Ekim 2009'da Ermenistan-Türkiye maçında Azerbaycan bayrağı açarak Türkiye'de ses getiren ilk etkinliğini yapan Genç Atsızlar, 26 Şubat 2012'de Taksim'de gerçekleştirilen "Hocalı Soykırımı" anması esnasında "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz." yazılı dövizler açarak günlerce ulusal medyada tartışma konusu oldu. Grup 2014 yılında "Türkçü Turancılar Derneği"'ni kurarak resmi örgütlenmesini buradan devam ettirmiştir. Genç Atsızlar, 2010'dan günümüze "Genç Atsızlar Dergisi", "Kömen Dergisi" ve "Ötüken Dergisi" olmak üzere üç yayın çıkarmıştır.Genç Atsızlar Dergisi2010 yılında "Genç Atsızlar Dergisi" adıyla e-dergi çıkarmaya başladı. 10 sayı çıkan derginin yayını daha sonra sonlandırıldı.Kömen DergisiGrup 25 Haziran 2011'de ilk resmi yayını olan "Kömen Dergisi"'ni çıkarmaya başladı. 19 sayı çıkan "Kömen Dergisi", yerini "Ötüken"'e bıraktı.Ötüken DergisiGrubun çıkardığı son yayın olan Ötüken Dergisi 1 Ekim 2013 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Türk dünyasından çeşitli yazarların bulunduğu dergide Macaristan Jobbik Partisi Başkanı Gábor Vona ile yapılan bir söyleşi de yayınlanmıştır. Ötüken aynı zamanda Atsız'ın son ve 143 sayı ile en uzun süre çıkardığı dergidir. Atsız'ın mirasına sahip çıkma çabasındaki bu yeni Ötüken'de kapağın alt kısmında sayı 143'ten devâm edilmektedir. Câbi Câbi, Osmanlı döneminde vergileri, gelirleri toplayan kişilerdir. ""Cibayet etmek"" yani "toplamak" kökeninden gelmektedir. Osmanlı'da vakıf tahsildarı yerinde kullanılan bir tabirdir. Câbiler defterlerini vakıf mütevellisine göstermeye ve hesap vermeye, mütevelliler de hesaplarını kadılara verip tasdik ettirmeye mecbur idiler. T
anzimat'tan sonra tahsildar unvanını almışlardır. Mevlevihane Mevlevihane, Mevlevi tarikatına mahsus tekkelere verilen addır. XIII. asırda Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin oğlu Sultan Veled tarafından kurulan, fikirlerinden etkilenen Mevlevî tarikatına mensup mevlevîlerin zikir ve devran âyinleri yaptıkları tekkedir. Mevlevihanelerin en büyüğü, tarikatın merkezi olan Konya'daki mevlevihane idi. Mevlevihaneler genellikle külliye biçiminde planlanmış olup, merkezinde semahane, çevresinde türbe, mezarlık, Meydan-ı Şerif ve mescid yer almaktadır. Osmanlı saltanatının tarihe karıştığı sıralardaki hududu içinde Konya'dan sonra İstanbul, Manisa ve Gelibolu'dakiler gelirdi. İstanbul'da birçok mevlevihane vardı. Bunlar Galata, Yenikapı gibi bulundukları mevkilerin isimleriyle anılırdı. Mevlevihaneler diğer tarikatlara ait tekkelerden az çok farklı idi. Dünya genelelinde yer alan mevlevihanelerin listesi aşağıdaki gibidir: Jumbo Jumbo (yaklaşık 1860 - 15 Eylül 1885) Fillerin Kralı olarak da adlandırılan, tüm zamanların en ünlü fili. Sudan'da dünyaya gelen Jumbo, önce Paris'teki hayvanat bahçesi Jardin des plantes'a, 1865 yılında da İngiltere'deki Londra Hayvanat Bahçesi'ne nakledildi. Mart 1882'de ise halkın tepkilerine rağmen, onu Amerika Birleşik Devletleri'ne götüren Phineas Taylor Barnum'a satıldı. Büyük cüssesinden dolayı "Jumbo" ismini aldı. Jumbo'nun omuz yüksekliği Barnum tarafından yaklaşık 4 metre (13.1 fit) olarak ölçülmüş ancak ölümünden sonra iskeletinden yapılan ölçümlerden 3.23 metre (10.6 fit) yüksekliğe sahip olduğu tahmin edilmiştir. Gittiği her yerde topluluğun dikkatini çekmiştir. 1885'de bir lokomotif çarpışması sonucu ölmüştür. İsmi, tüm dünyada "büyük" kavramı ile özdeşleşmiş, bu anlamda varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Jumbo günümüzde Tufts Üniversitesi'nin maskotudur. 1861 yılında yakalandığında, genç fil yaklaşık bir yaşında ve bir metre boyundaydı. Bavyeralı koleksiyoncu "Johann Schmidt" aracılığıyla, türdeşleriyle birlikte Paris'e getirilerek Jardin des plantes'a yerleştirildi. 1865 yılında boyu 125 cm. olduğunda, 26 Haziran'da bir gergedan ile değiş tokuş edilerek Londra hayvanat bahçesine gönderildi. Jumbo Büyük Britanya'ya canlı olarak gelen ilk Afrika filiydi. Avrupa tarihinde, Afrika kökenli filler son derece enderdi. Jumbo Avrupa'da o zamana kadar yazılı olarak belgelenmiş üçüncüydü. Bir bakır üzerine, Martin Schongauer (1450 - 1491) kulaklarından Afrika fili olduğu anlaşılan bir fil resmetmişti. XIV. Louis 1668 de Portekiz Kralı'ndan aynı şekilde Afrika kökenli bir fil hediye olarak almıştı. Jumbo, Londra'da, söylentiye göre bakıcısı "Matthew Scott"'tan , Swahili dilinde "merhaba" anlamına gelen ismini alır. Varışını takip eden 16 yılda, Londra Hayvanat Bahçesi'nin en önemli sakini haline gelir. Metrelerce büyüyerek etkileyici bir boya ulaşır, halkın ve sırtına binen çocukların eğlencesi haline gelir. Londra'da ikamet ettiği süre zarfında bir milyondan fazla çocuğu taşıdığı tahmin edilir. Bunlar arasında Winston Churchill'in , Theodore Roosevelt'in ve çok sayıda Avrupalı asilzadenin çocukları da vardır. Basının da dikkatini çeker, Büyük Britanya'da son derece popüler olur. Cinsel olgunluğa erişmesiyle Jumbo, düzenli aralıklarla "Muşt" diye adlandırılan ve bugüne kadar tam olarak araştırılmamış olan bir duruma geliyordu. Normalde çok sakin olan Jumbo bu evrede çok kontrol dışı hatta kötü oluyordu. Kafesini sallıyor , yanına bakıcısı Scott'tan başkasını yaklaştırmıyor, kendisine sunulan dişi fil "Alice"'le bile ilgilenmiyordu. Bu yüzden, zamanla, çocukların Jumbo'nun üstüne binmesi çok tehlikeli bulundu. Hayvanat bahçesi yönetimi, acil durum halinde vurulması iznini verdi. O sıralarda Amerikalı sirk müdürü Phineas Taylor Barnum, Londra Hayvanat Bahçesi yönetimine Jumbo için o zamanlar önemli bir miktar olan 10.000 dolarlık bir teklif yaptı. Bu teklif kabul edildi. Fakat Jumbo'nun satışı büyük tepki topladı. Toplumun önemli şahsiyetleri (mesela John Ruskin), satış anlaşmasının hukuka uygunluğunun incelenmesi için adli süreç başlatsalar da kazanan Barnum oldu. 24 Mart 1882 tarihinde Jumbo "Assyrian Monarch" gemisiyle yola çıktı, yanında bakıcısı "Matthew Scott" ile beraber 9 Nisan 1882'de Amerika'ya ayak bastı ve bir bando takımı tarafından karşılandı. Bir resmi geçit yaparak Broadway üzerinden Madison Square Garden'a yürüdü. Sirk müdürü Barnum, Asya fillerinin aksine Afrika fillerinin öğrenme yetenekleri gelişmediğinden, sanatsal icraat beceremeyen bir fil almıştı. Ancak Barnum, devasa hayvanın sadece "takdimi" ile Kanada'dan ABD'ye uzanan üç yıllık bir turneye 9 milyon insanı çekmeyi başardı. Barnum, Jumbo'yu Tom ve Thumb isminde iki cüce fil ile birlikte kendi inşa ettiği "Palast-araba" içinde taşıdı. Dev hayvanın takdimini şaşkınlıkla izleyen seyircilerden ve filin sırtına binen çocuklardan para kazandı. Kazancı, üç yıl içinde yarım milyon dolara ulaştı. 15 Eylül 1885 Jumbo Ontario "St. Thomas" istasyonunda, bir lokomotif ve iki vagonun raydan çıkmasıyla yaşanan kazada hayatını kaybetti. Kazada lokomotifin makinisti de öldü. Anouar Brahem Enver İbrahim (Arapça: أنور ابراهم; d. 20 Ekim 1957), Tunuslu besteci ve udi. Tunus'un Medina bölgesindeki Halfaouine şehrinde, 20 Ekim 1957'de doğmuştur. Gravürcü ve hattat olan babasının teşvikiyle ud çalışmalarına 10 yaşındayken, Tunus Ulusal Müzik Konservatuarı'nda ud ustası Ali Sriti ile başlamıştır. Bir müddet sonra kendi bestelerini yazmaya ve birçok farklı kültür merkezinde solo konserler vermeye başladı. Perküsyoncu Lassad Hosni'nin kendisine eşlik ettiği ve yapımcılığını da kendisinin üstlendiği bir albüm çıkarttı. 1981'de Paris'e yaptığı yolculuk çok farklı alanlardan müzisyenlerle tanışmasını sağladı. "Thalassa Mare Nostrum" adlı balesi için Maurice Béjart ile birlikte ve Costa Gavras'ın filmi "Hanna K." için de lavtacı olarak Gabriel Yared ile birlikte çalıştı. 1985'te Tunus'a döndü. Kartaca Film Festivali'nde çalması için kendisine yapılan davet, Liqua 85 grubunu bir araya getirme fırsatını sundu. Bu grubun üyeleri arasında Abdelwaheb Berbech, Erköse Kardeşler, François Jeanneau, Jean-Paul Celea, François Couturier ve daha birçok müzisyen yer alıyordu. Projenin başarısı Brahem'e, Tunus'un Büyük Ulusal Müzik Ödülü'nü kazandırdı. 1987'de Tunus Şehri Müzik Topluluğu’nun (EMVT) müdürlüğüne atandı. Bu dönemdeki belli başlı yapımları, "Leïlatou Tayer" (1988) ve "El Hizam El Dhahbi" (1989) oldu. "Rabeb" (1989) ve "Andalousiat" (1990) ile klasik Arap müziğine dönüş yaptı. "Ennaoura el achiqua", hem basında hem de kamuoyunda önemli etki bıraktı. Tunuslu müzisyenler Bekir Semli ve Lassaad Hosni ile birlikte "Barzakh"ı kaydetti. 1991 yılında Barbaros Erköse ve Kudsi Ergüner’le "Conte de L’Incroyable Amour" adlı albümünün kaydını tamamladı. 1994'te Norveçli saksafoncu Jan Garbarek ve Pakistanlı tabla ustası Shaukat Hüseyin ile "Madar" adlı albümünü çıkarttı. Anouar Brahem, aralarında Nuri Bouzid, Ferid Boughedir, Moufida Tlatli, Iachou Shakespeare ve Mohamed Driss'in yer aldığı yönetmen ve yazarların eserleri için birçok film ve oyun müziği besteledi. Saksofonda John Surman ve başta Dave Holland ile kaydettiği "Thimar" adlı albüm, Almanya'da Preises der Preis der deutschen Schallplattenkritik adlı ödülü kazandı, İngiliz dergisi "Jazz Wise" tarafından da Yılın En İyi Caz Albümü seçildi. Cunda Adası Alibey Adası ya da Cunda, idari bakımdan Balıkesir'in Ayvalık ilçesine bağlı bir ada. Ayvalık koyundaki Ayvalık Adaları olarak adlandırılan irili ufaklı 22 adanın içerisinde yerleşime açık tek ada Alibey'dir. Türkiye'nin Ege Denizi'nde bulunan 4. büyük adasıdır. (1.Gökçeada, 2.Bozcaada, 3.Uzunada) Konumu gereği Batı Anadolu'da deniz yollarının kesişme noktasında bulunan bir adadır. Alibey Adası'nın bugünkü ismi, Kurtuluş Savaşı'nda padişahın 'Yunanlara teslim olun' emrine karşı gelerek silahlı mücadeleye başlayan ilk birliğin kumandanı Yarbay Ali Çetinkaya'ya ithaftır. Ada daha önce "Cunda" ve "Moshonisia" (Kokuluada) isimleriyle tanınıyordu. Piri Reis'in Kitab-ı Bahriyesi'nde bahsettiği Yund Adalarının bu bölgeye ait olduğu tahmin edilmektedir. Adanın nüfusu 2000 yılı itibarıyla 3.000'dir. Ancak bu rakam yazın 20.000'e kadar çıkabilir. Adanın nüfusunun çoğunluğu Girit ve Midilli adalarından 1924 nüfus mübadelesi zamanında göç eden Türkler'den oluşmaktadır. Bu yüzden adanın yaşlı nüfusunun çoğu Rumca(Yunanca)'yı bilmektedir. Son yıllarda ada nüfusu, emeklilik günlerini sakin bir yörede geçirmek isteyen büyük şehir sakinleri tarafından arttırılmıştır. Alibey Adası'nın anakaraya bağlantısı iki ayrı köprü ile sağlanmaktadır. Dolap Boğazı mevkiinde 1964 yılında inşa edilmiş olan Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü," Alibey ve Lale" Adalarını birleştirmektedir. Lale Adası ise anakaraya 1817 yılında denizin doldurulmasıyla yapılan 700 metrelik bir hemzemin bir köprü-yol ile bağlanmaktadır. Alibey Adası son yıllarda yerli turizm merkezleri arasına girmiştir. Özellikle sahil şeridindeki balık lokantaları ile bilinir. Günlük tekne gezileri sayesinde civar adalara ve adanın karadan ulaşılması zor bölgelerine gitmek mümkündür. Midilli Adası'na günü birlik seferler ise özellikle yaz aylarında yabancı turistlerin adaya ve Ayvalık'a gelmelerini sağlamıştır. Ada halkının turizm yanında iki büyük geçim kaynağı vardır: zeytincilik ve balıkçılık. Ada zeytinleri özellikle zeytinyağı üretimi için uygundur. Alibey Adası doğal güzellikleri ve tarihi yapıları nedeniyle koruma altına alınmış ve 1976 yılında Ayvalık ve çevresindeki 17.900 hektarlık alan doğal ve tarihi sit alanı olarak kabul edilmiştir. Alibey Adası'nda mübadele öncesinden, Rum Ortodoks cemaatinden kalma birçok kilise ve manastır mevcuttur. Bu yapıların koruma altına alınması ancak Alibey Adası'nın tanınması ve restorasyon için sermaye aktaracak sponsorların adada mülk satınalmaları ile mümkün olabilmiştir. Son olarak 'Aşıklar Tepesi' olarak bilinen mevkiide bulunan değirmenin restorasyonu 2006 yılında tamamlanmış ve ziyarete açılmıştır. Adada, halen restorasyon için sponso
r bekleyen pek çok tarihi eser bulunmaktadır. Adadaki tarihi binalardan bazıları aşağıdaki gibidir: Harvard ve Koç Üniversitelerinin ortak Osmanlı Türkçesi Yaz Okulu, 1997 yılından beri Alibey Adası'nda gerçekleşmektedir. Cunda Adası Seyahat Yazıları Kamçatka Yarımadası Kamçatka; Rusya'ya bağlı Kamçatka Krayının üzerinde bulunduğu, Asya'nın doğusunda yer alan yarımada. Büyük Okyanus'ta Ohotsk Denizi ile Bering Denizi arasındadır. Üzerinde bazıları sönmüş durumda olan kırka yakın yanardağ vardır. Soğuk ve ormanlık bir bölge olması nedeniyle yüzölçümü büyük olmasına karşın ancak 300.000 kişi yaşar. Nüfusun yarısı bir balıkçılık limanı olan Petropavlovsk (Kamçatski)'ta yaşar. Gürgenli, Şumnu Gürgenli köyü, (bulgarca "Габрица", "Gabritsa") Şumnu'nun kuzeydoğusunda bulunan küçük bir köydür. Köyden geçmekte olan Şumnu-Bohçalar yolu sayesinde köyün konumu artmıştır. Köy iki mahalleden oluşmaktadır. 1954 yılında kurulan kooperatif sayesinde halkın geliri az da olsa yükselmiş, 1960'lı yıllarda motosiklet, 1980 senesinden sonra köyde otomobil sayısı artmıştır. 1950 yılından beri mevcut olan tiyatro salonu sayesinde uzun kış geceleri komşu köylerden de gelen tiyatro gösterimleri ile renkli geçmekte idi. Düzen 1985 yılındaki olaylardan sonra bozuldu. Yerli öğretmenlerin hepsi komşu ülkeye göç etti. Okul öğrencisiz kaldı. Köyün nüfusu yarı yarıya azaldı (1989 yılında). Kooperatifin dağılması ile (1990 yılında) bağ ve meyve bahçeleri söküldü. Gençler işsiz kaldı. Türkiye Cumhuriyeti'ne göç edenlerin hasret gidermeleri ve yetişen neslin de kaynaşması için her yıl eylül ayının ilk Pazar günü İstanbul Halkalı'da Geleneksel toplantıları yapılmaktadır. Angel (dizi) Angel, başarılı bir ABD yapımı olan "Buffy the Vampire Slayer" televizyon dizisinin bir yan ürünü olan dizi. Angel'ın "Buffy"'den daha karanlık bir yanı vardır. Yayınlandığı dönemde Amerika'da benzer dizilere göre daha iyi reyting (Nielsen Ratings) almıştır. Dizi, "Buffy"'nin yaratıcısı olan Joss Whedon ile David Greenwalt ortak yapımıdır ve ilk kez 1999 Ekim'inde yayınlanmıştır. Bu dizi de "Buffy" gibi Whedon'ın yapım şirketi olan Mutant Enemy tarafından yapılmıştır. Dizi, bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca cinayetler işleyen ve masumlara işkence yapan, sonrasında ise ruhunun geri verilmesiyle vicdan azabı ve suçluluk çeken vampir Angel'ın süregelen deneyimleri üzerinedir. Dizinin ilk dört sezonu boyunca, kurgusal bir Los Angeles Kaliforniya'da bir özel dedektif olarak çalıştı. O ve yardımcıları "yardıma muhtaç olanlara yardım etti", yolunu kaybedenlerin "ruhlarını kurtardı" ve inanma gücünü geri getirdi. Tipik bir şekilde, bu karmaşık savaş, şeytani iblislerle (ki "Angel" 'da iyi niyetlilikleriyle tanınmış, tarafsız ve masum iblisler vardır) olduğu kadar kötülük müttefiki insanlar ve kendi vahşi doğası arasında sürüyordu. "İblis" terimi, "Angel" evrenine uyarlandığında genelde kötülere ifade ettiğinin aksine ahlaki açıdan kuvvetli olarak bilinirdi. Dizi toplamda 4 tane Saturn Ödülü ve 1 tane de International Horror Guild Ödülü kazanmıştır, ama bunların yanında birçok Emmy, Hugo, Saturn ve Satellite ödüllerine de aday gösterilmiştir. Dizide olaylar 200 yaşından büyük olan İrlandalı vampir Angel'ın (David Boreanaz) etrafında gelişmektedir. Angel, Avrupa'da yaşadığı zamanlarda Angelus olarak tanınırdı, ama daha sonra Çingeneler tarafından lanetlenerek ruhunu geri almıştır, ki bu nedenle yüzyıllar boyu işlediği cinayetler ve yaptığı işkencelerin suçluluğuna katlanmak zorunda kalmıştır. "Buffy the Vampire Slayer" dizisinden Sezon 3'ün sonunda ayrılmış, kefaret arayışı ile Los Angeles'a gelmiştir ve bu dizinin baş karakteri olmuştur. Çok geçmeden kendisine yardımcı olan Allen Francis Doyle (Glenn Quinn) ile karşılaşır, ki bu karakter de yarı-insan yarı-iblis bir İrlandalıdır, ama yine de bir kahraman olarak nitelendirilmiştir. Doyle, Yüce Güçler'in kendisine yolladığı şifreli imgelemleri Angel'a iletmektedir. Kısa bir süre sonra da ikilinin yanına "Buffy"nin ekibinden olan Cordelia Chase (Charisma Carpenter) katılır. Eskiden okulun popüler ponpon kızı olan Cordelia, dizideki gelişimine sıkıcı ve sığ bir karakter olarak başlar, ama TV dizisinin ilerleyen bölümlerinde bir kahramana dönüşür. Cordelia ile Doyle'un öpüşmesi, Doyle'un ölümünden sonra imgelem gücünün Cordelia'a geçmesine sebep olmuştur. İlk sezonun henüz erken bölümlerinde gerçekleşen Doyle'un ölümüyle birlikte "Buffy" oyuncu kadrosundan birisi daha bu yan ürüne gelmiştir: Wesley Wyndam-Pryce (Alexis Denisof) ekibe "serseri iblis avcısı" görünümünde katılır, ekibe kabul edilmemiş gibi davranmaktadır. Zamanla Wesley, cesur ve güçlü hareketler sergilemiş, ayrıca meslektaşı Rupert Giles gibi soğuk kanlı bir şekilde birisini öldürme acımasızlığını da göstermiş ve en nihayetinde bir lider olmuştur. Cordelia, bu üçlünün oluşturduğu ofiste kendilerine Angel Araştırmacılık ("Angel Investigations") ismini vermiş ve kart bastırmıştır. Dizinin ikinci sezonunda üçlünün yanına genç bir iblis avcısı olan Charles Gunn (J. August Richards) katılır ve Gunn, bir vampir için ve birlikte çalışmaya alışmak zorunda kalır. Sezon 2'nin sonunda hep birlikte iblis dünyası Pylea'a yolculuk ederler ve orada sosyalleşme yetenekleri beş yıllık esaretten sonra körelmiş olan genç Teksaslı bir fizikçi olan Winifred "Fred" Burkle'ı (Amy Acker) kurtarırlar. Daha sonra ise açık sözlü bir insan haline gelir. Sezon 3'te ise iki vampir Angel ve Darla'nın "mucizevi" insan çocuğu olan Connor'ın (Vincent Kartheiser) ilk ortaya çıkışı anlatılır. Bebekken bir cehennem boyutuna kaçırılan bu çocuk, Angel'ın düşmanı Daniel Holtz tarafından büyütülmüştür. Yalnızca birkaç hafta sonra ise cehennem boyutundan bir genç çocuk olarak geri döner ve isteksizce soyunu kabul eder. Lorne (Andy Hallett) ilk defa Sezon 2'de tanıtılmıştır, ama ekibe Sezon 4'te katılır. Sürekli eğlence arayan, sosyal ve pasifist olan Lorne'un rolü çoğu zaman ekibi desteklemektir. Dizinin final sezonu olan Sezon 5'te birkaç yeni karakter tanıtılır. Bunların en başlıcası Angel'ın müttefiği/düşmanı ve ayrıca "Buffy"de oynamış olan yaşlı vampir Spike'tır (James Marsters). Bu dizide Spike, Angel'ın tarafında savaşmaktadır ama bir yandan da ikilinin birbiri ile olan rekabeti devam etmektedir – artık Spike'ın da ruhu olan bir vampir olması ve ikisinin de Buffy'e karşı olan romantik hisleri dolayısıyla bu rekabet renklenmiştir. Efsanevi Eski Olan'lardan birisi olan Illyria (Amy Acker) ilk ortaya çıktığında Fred'in bedenini ele geçirdiği için ekibin düşmanı olur, ama daha sonra değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda kalması ve bir insanın bedenini ele geçirmesi dolayısıyla hissettiği insansı hislerle başa çıkması gerektiğinden dolayı ekibin arasına katılır. Son olarak da yine bir "Buffy" oyuncusu olan Cordelia'nın eski arkadaşı Harmony Kendall (Mercedes McNab) vardır, ama bu defa vampire dönüşmüştür. Cordelia'nın eski kişiliğini sergileyen Harmony, Angel'ın Wolfram & Hart şirketini ele geçirmesiyle onun yanında sekreteri olarak kabul edilmiştir. Ana karakterlerin dışında ise "Angel"da birçok yinelenen karakter belirmiştir. Dizide en fazla bölümde oynayan yinelenen iki karakteri Lilah Morgan (Sezon 1–4) ve Lindsey McDonald'dır (Sezon 1, 2 ve 5) ki toplam 36 ve 21 bölümde oynamışlardır. Ayrıca, Angel dışında dizinin hem ilk hem de son bölümünde beliren tek karakter Lindsey'dir. İlk defa "Buffy"de beliren Angel'ın atası Darla (Julie Benz), "Angel" dizisinde daha önemli bir rol olarak toplamda 20 bölümde belirmiştir. Elisabeth Röhm ise 15 bölümde (Sezon 1–2) LAPD (LA Polis Departmanı) Dedektifi Kate Lockley rolünde oynamıştır. Kate, Angel ile sık sık gergin bir ilişkisi olan bir kadındır. Dizi boyunca, ayrıca "Buffy" karakterlerinden bazıları da "Angel" dizisinde konuk olarak yer almışlardır, buna dizinin ana karakterleri Buffy Summers, Willow Rosenberg ve Daniel "Oz" Osbourne de dahildir. Serseri avcı Faith dizinin Sezon 1, 2 ve 4 bölümlerinde önemli kısımlarda oynamıştır; ayrıca "Buffy" dizisinde oluşturulmuş Anne Steele ve Andrew Wells karakterleri de iki veya daha fazla "Angel" bölümünde yer almışlardır. Whedon ayrıca kendisinin iptal edilmiş "Firefly" isimli dizisinden, Gina Torres ve Adam Baldwin oyuncuları da ayrıca Jasmine ve Marcus Hamilton karakterlerini canlandırmışlardır. Birçok "Angel" sahnesi Los Angeles, Kaliforniya'da çekilmiştir. Dizinin konusu Los Angeles'da geçmektedir. Joss Whedon demiştir ki, "Dizi Los Angeles'da geçiyor, çünkü L.A.'de birçok iblis ve anlatılacak hikaye bulunuyor." Yapımcı Marti Noxon şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "Joss Whedon, Los Angeles'ı çok özel birkaç nedenden dolayı seçti. Mekan hakkında birçok ön yargı bulunmakta, ama birçok da gerçek bulunmakta. Burası birçok yalnız, izole edilmiş ve çaresiz insanın düştüğü oldukça rekabetçi ve yoğun bir şehir. Yaratıklar için güzel bir mekan." "Los Angeles: The City of Angel" başlıklı yazısında (yazı koleksiyonunun bulunduğu, "Reading Angel: The TV Spin-off With a Soul" isimli eserden) Benjamin Jacob, Los Angeles'ın neden dizi için özellikle önemli olabileceğine değinmiştir. Jacob birkaç açıklamada bulunmuştur: birincisi isim bağlantısı ('City of Angels'); ikincisi iki taraflı doğa, "Beach Boys ve Walt Disney ile kalıplaşmış olarak bilinen güneşli şehrin diğer yanı [...], acı, bilinmezlik, yabancılaşma ve yıkılmış hayallerin yeri"; üçüncü olarak ise Amerikan kara filmi aslen "Los Angelian tarzıdır." "Angel" aslında doğaüstü kara film olarak tasarlanmıştır. Bu kara film, "karanlık şehrin, şehrin ilerleme ve medeniyet sözüne olan bir kontrpuan olması gibi gerileme ve karanlığın yeri" araştırması ile devam etmiştir. İlk sezon boyunca Angel Araştırmacılık, Angel'ın dairesinde yer almaktadır. Ama ilk sezonun ilerleyen bölümlerinde burası havaya uçmuştur ve Angel ekibi, "Are You Now or Have You Ever Been" bölümünde kendilerine yeni bir yer bulmuştur. Buldukları yer ise Los Angeles'da bulunan kurgusal Hyperion Hotel'dir. Bu otelde uzun bir süre kaldıktan sonra son sezonda ekip şeytani hukuk
firması Wolfram & Hart'a yerleşmiştir. "Angel" da aynı "Buffy" gibi seriler halinde yayınlanmıştır, her bölümde farklı bir olay olmuş ve olaylar toplandıkça asıl hikâye örgüsü ortaya çıkmıştır. Ama "Buffy"den farklı olarak bu dizide, sezonlardaki hikâye örgüleri "Büyük Kötü" diye bilinen güçlü düşmanın yenilmesiyle bitmemiştir. Bunun yerine, bütün beş sezonun genel olarak birleştiğinde oluşturduğu konu Angel'ın, "iyi" olan Yüce Güçler ve "kötü" olan Wolfram & Hart'ın birbirleri olan savaşındaki merkezi oyuncu olarak yer alması ve muhtemel olan kıyametin kehanetlerindeki rolüdür. Karmaşık, birbirini tamamlayan küçük hikâyelerden oluşan hikâye örgüsü, her bölümde başka bir düşmanın ortaya çıkmasıyla da genişlemektedir. Dizi; korku, fantezi, doğaüstü ve komedi ile drama'nın karışımı da dahil olmak üzere birçok tür içermektedir. İlk sezondaki bölümlerde genel olarak, her bölümde ayrı bir düşman olmuş ve ana karakterler bu düşmanla yüzleşmişlerdir, bunun yanında da ana karakter olan Angel'ın etrafında bir hikâye örgüsü oluşmuştur. Diğer sezonlarda ise sürekli birbirlerini tamamlayıp daha büyük bir hikâye örgüsünü oluşturan bölümler yayınlanmıştır. Birbirinin devamı olarak yayınlanan bölümlerin en çoğu sezon dörtte yayınlanmıştır, neredeyse bütün bölümlerde olan olaylar birleşerek daha geniş bir hikâye örgüsünü meydana getirmiş ve çoğunlukla bölümler bir önceki bölümün bittiği yerden devam etmiştir. Dizinin genel olarak devamlılığı Angel ve ekibi etrafında oluşmaktadır, hepsi birlikte (kötü) doğaüstü yaratıklara karşı savaşan ve "yardıma muhtaçlara yardım eden" Angel Araştırmacılık isimli dedektiflik kurumunu yönetmektedirler. Ortalama bir bölümde bir veya birden fazla düşman ya da doğaüstü kötü bulunur ki bunlar genelde bölüm sonunda yenilir ya da öldürülürler, ayrıca bir ya da birden fazla yardıma muhtaç kişi bulunur. Unsurlar ve ilişkiler, dizinin ilerleyen bölümlerinde genişlemesine rağmen, aslında dizi Angel ve onun kefaret yolunda gitmesine odaklanır. "Angel" dizisindeki en belirgin yaratıklar efsaneler, halk arasında yayılan bilgiler ve edebi söyleşilerden yola çıkarak oluşturulmuş vampirlerdir. Angel ve yoldaşları, iblislerin yanında hayaletler, kurt adamlar, zombiler ve etik olarak insan görünmeyenler ile savaşmışlardır. Dizinin en başında, Angel henüz Los Angeles'a taşınmıştır. Çok geçmeden ise Yüce Güçler adına kendisine yönlendirilen Doyle ile karşılaşır. Doyle'un imgelemleri, Angel'ın insan ırkının bir şampiyonu olması yolunda ilerlemesine yardımcı olmaktadır. Angel ayrıca oyunculuk kariyerine başlamaya çalışan Cordelia Chase ile de karşılaşır. Üçlü bir araya gelerek Angel Araştırmacılık'ı "yardıma muhtaç olanlara yardım etme" ümidiyle kurarlar. Doyle'un "Hero" bölümünde ölmesiyle 'imgelem' yeteneğini bir öpücük yoluyla Cordelia'a geçirir. Çok geçmeden de eski gözetmen Wesley Wyndam-Pryce ekibe katılır. Bu arada da şeytani hukuk firması Wolfram & Hart, Angel'a dikkat kesilmeye başlar. Onu karanlık tarafa çekmek amacıyla Angel'ın eski aşığı ve atası olan aynı zamanda "Buffy" dizisinin ilk sezonunun "Angel" bölümünde Angel tarafından öldürülen Darla'yı tekrar diriltirler. Vampir avcılarından oluşan bir sokak çetesinin lideri olan Charles Gunn, ilk sezonun son bölümlerinde tanıtılır. Başlarda Angel'ı öldürmek ister, ama zamanla onun iyi tarafta olduğunu kabul eder ve ikinci sezonda onun yanına katılır. Wolfram & Hart'ın yıldız avukatı Lindsey McDonald, Darla'yı Angel'ı alaşağı etmek için bir silah olarak görmektedir. Ama yine de Darla, bir vampir olarak değil de bir insan olarak geri dönmüştür — vampire dönüşmeden önceki yaşamında frengi hastalığından dolayı ölüm döşeğinde bulunduğundan insan olarak geri döndüğünde hastalığı da geri döner. Lindsey, Angelus tarafından dönüştürülmüş vampir olan Drusilla'yı, Darla'yı tekrar vampire dönüştürmesi için getirtir. Bu olayla öfkelenen Angel, karanlık tarafa yönelmeye başlar. Ekibinin geri kalanıyla olan bağlantısını keser (kendi iyilikleri için gizlice bu karanlık bölgeden onları uzak tutmaya çalışarak) ve ikilinin peşine tek başına düşer. Umutsuzluk içerisinde olan Angel, Darla ile birlikte olur ama ertesi sabah, bir epifani yaşar; yaptığı hatanın farkına varır ve grubuyla tekrar bir araya gelir. Cordelia ortadan kaybolunca, Caritas'ın göz alıcı sahibi Lorne, Angel ve ekibini onu kurtarmalarına yardım etmek için kendi evinin bulunduğu boyut olan Pylea'a götürür. Oradan, beş yıldır bu boyutta hapis kalmış eski bir fizik öğrencisi Winifred "Fred" Burkle ile birlikte dönerler. Eski kız arkadaşı Buffy'nin ölümünün haberini atlatmaya çalışmak için Angel, üç ayını bir manastırda geçirir ve orada bazı iblis keşişlerle karşılaşınca eve hayal kırıklığına uğramış bir şekilde geri döner. Üçüncü sezonun başında Los Angeles'a geri döner, aynı şekilde Darla da onun bebeğini taşır halde geri döner. Angel ve Darla'nın ikisinin de eski düşmanı olan Daniel Holtz, bir iblis tarafından ailesini öldüren vampirlerden intikam alması için tekrar uyandırılmıştır. Grup, ilk vampir bebeğin nasıl bir tür olacağı konusunda şaşkına uğramıştır. Darla ise bebeği Connor'ın hayatını kurtarmak için kendisininkini feda eder. Ekip, bebeğe bakma konusunda oldukça heveslidir, ama çok geçmeden Wesley, Angel'ın kendi çocuğunu öldüreceğini söyleyen (yanlış) bir kehanet bulur. Ekip ile bağını koparan Wesley, kimseyle bu bilgiyi paylaşmadan Connor'ı kaçırır. Ama çocuğu kaçırdığı esnada Wesley saldırıya uğrar ve bebek Holtz ile yandaşı Justine tarafından ele geçirilir. Kendisinin tattığı gibi Angel'ın da çocuk acısını tadmasını isteyen Holtz, bir iblis tarafından açılan geçitten geçerek Quor'Toth isimli bir cehennem boyutuna gider ve orada bu bebeği kendi çocuğu gibi yetiştirir. Angel, çocuğunu sonsuza kadar kaybettiğini hisseder ve Wesley'i öldürmeye çalışır. Hayatta kalmayı başaran Wesley, gruptan dışlanır. Birkaç hafta sonra Connor Quor'Toth'tan geri döner. Ama orada zaman farklı işlediğinden Holtz tarafından büyütülmüş bir genç çocuk olarak geri dönmüştür. Angel'a, Connor'ı yanına alıp sahip çıkması gerektiği kişi olduğunu söyleyip kandıran Holtz, ona bir mektup verir ve mektupta gideceğini Connor'a da Angel'a güvenmesi gerektiğini yazmıştır. Holtz, Justine'i kendisini öldürmesi için ikna eder ama bunu bir vampir saldırısı gibi gösterince Connor en kötüsünü düşünür. Connor, biyolojik babası Angel'ı çelik bir tabuta kilitleyerek okyanusun dibine gönderir. Cordelia'nın imgelemleri insan vücuduna zarar vermeye başlar, acısını hafifletmek için de yarı iblise dönüşür. Eski aşığı the Groosalugg, Pylea'dan geri döner ama Cordelia, ona değil de Angel'a aşık olduğunu fark eder. Dördüncü sezonun ilk bölümünde, eski dostlarının kendisine sırt çevirmesine rağmen Wesley, Angel'ı bulur ve serbest bırakır. Cehennemsi bir Canavar, L.A.'a gelir ve günışığını yok ederek gökyüzünü karanlıkla kaplar. Daha sonra da Wolfram & Hart'ın binasına girerek içerisindeki herkesi öldürür. Şehrin hayatta kalmasına rağmen, günışığı kalıcı olarak ortadan kaybolmuştur. Ekip, Angel'ın ruhunu bir süreliğine serbest bırakırlar, çünkü Angelus'ın Canavar hakkında yararlı bilgilere sahip olduğunu düşünürler. Ekibin güvenlik önlemleri almasına rağmen Angelus, yakında doğacak olan Jasmine'in etkisi altında olan Cordelia tarafından hücresinden serbest bırakılmıştır. Neyse ki, Faith ve Willow'un yardımları sayesinde Angel'ın ruhunu geri getirmeyi başarırlar. Çabalamalarına rağmen, Jasmine'in gelişini durduramamışlardır, ama Jasmine'in dolaylı olarak Canavar'ı yöneten kişi olduğunu öğrenmişlerdir. Jasmine'in aslında eskiden Yüce Güçler'den birisi olduğu ortaya çıkar ve dünyanın bütün sorunlarını çözmeyi hedefleyerek, bütün insanları kendisine ruhsal olarak köle yapıp onlara mutlak mutluluk verir. Jasmine, bu dünyaya Cordelia ve Connor'ı bir kanal olarak kullanarak gelir, gelişi ise Cordelia'nın komaya girmesine sebep olur. Jasmine, bütün insanları kendi köleleri haline getirirken Fred, yanlışlıkla onun kanıyla temas edince etkisinden kurtulur ve Jasmine'in gerçek yüzünü görür. Ekibin geri kalanı ve binlerce diğer insan hala Jasmine'in köleleri olarak kalırken Fred kaçmayı başarır. Fred, daha sonra ekibin tamamını kurtarmayı başarır ve Angel da bir geçit yoluyla daha önce Jasmine'in ziyaret ettiği başka bir boyuta gider, onun etkisini L.A.'den tamamen kaldırmanın bir yolunu arar. Sonunda öğrenir ki onun gerçek ismini ortaya çıkartarak, insanların üzerindeki etkisini yok ederler. Jasmine, Angel ile yüzleşir ama daha sonra Connor tarafından öldürülür. Connor'ın aslında en başından beri hiç Jasmine'in etkisi altında olmadığı ama onda aile ve mutluluğun bir şeklini gördüğü için onun yanında olduğu ortaya çıkar. Sezon finalinde, ekip daha önceden ölmüş Wolfram & Hart çalışanı Lilah Morgan tarafından ziyarete uğrarlar. Lilah onlara "dünya barışını" önledikleri için teşekkür eder ve Wolfram & Hart'ın L.A. şubesini onlara vermeyi teklif eder. Cordelia ile Connor'a yardım etmeyi amaçlayan Angel, bu teklifi kabul etmek zorunda kalır ve Connor'a hak ettiği hayatı verir. Son sezonda çete, Wolfram & Hart şubesine yerleşmişlerdir. Gunn ise kendisini çok zeki bir avukata dönüştürmek için bir anlaşma yapmıştır. Gruba bir gün bir madalyon gönderilir ve madalyonu açtıklarında birden karşılarında Angelus'ın eski yoldaşı, artık ruhunu kazanmış vampir Spike'ı bulurlar. İlk başta hayalet formunda beliren Spike daha sonra, Lindsey McDonald'ın gönderdiği bir hediye ile fiziksel bedenine dönmeyi başarır. Hala komada olan Cordelia, Yüce Güçler'in son bir isteği üzerine uyanır ve Angel'ı "yoluna" geri "soktuktan" sonra ölür. Angel, artık oğlu Connor ile yeni bir kimlik sayesinde bir araya gelmiştir, bu da dördüncü sezonun sonunda Angel'ın Wolfram & Hart ile yaptığı anlaşma sayesindedir. Connor, daha sonra eski kimliğinin anılarını geri kazanır, ama yeni ebeveynlerini korumak için tekrar o yola girmez (Connor, Angel'a eski hayatını tamamıyla hatırladığını söyler). Fred sonunda Wesley'e karşı olan hislerini açıklar ama çok geçmeden bedeni, güçlü ve antik iblis Illyria
 tarafından ele geçirilir. Wesley, Fred'in kaybıyla yıkılır ama Illyria'nın bulunduğu yeni dünyaya ayak uydurmasına yardım etmeyi kabul eder. Cordelia'nın ölmesinden hemen önce son bir imgelem alan Angel, kıyameti yükseltmeye çalışan gizli bir birlik olan Kara Taht Çemberi'nin bütün üyelerini indirmeyi planlamaktadır. Bunun bir intihar görevi olabileceğinden bütün ekibine günü sanki son günleriymiş gibi geçirmelerini söyler. O gece, bütün ekip ayrılarak Çember'in farklı üyelerini hedef alırlar. Wesley, ölümcül bir şekilde bıçaklanır. Illyra, kendi hedeflerini öldürdükten sonra Wesley'nin yanına gelir ama ona yetişemez ve Wesley ölür. Lorne, bunun yaptığı son görev olduğunu söyleyerek Lindsey'i öldürür ve ortadan kaybolur. Angel ise Büyük Ortaklar'ın yeni elçisi Marcus Hamilton ile yüzleşir ve Connor'ın yardımıyla onu yener. Final bölümünün son sahnesinde ise Angel, Illyra, Spike ve Gunn bir ara sokakta bir aray gelirler. Büyük Ortaklar, L.A. şehrine cehennemi getirirler ve Angel karşılarındaki büyük orduyu görünce "Haydi işe koyulalım" der ve dizi biter. Seri proje tasarımcılarından birisi David Greenwalt "Angel karakterinin "Buffy'de" büyüdüğünü kimse inkar edemez" noktasına değinmiştir. "Angel" dizisi yayınlanmaya başlamadan birkaç yıl önce Joss Whedon, Buffy the Vampire Slayer dizisinin arkasında yatan konsepti "Her korku filminde olan, karanlık bir ara sokağa girip öldürülen sarışın kızın" Hollywood versiyonu olarak geliştirmiştir. Angel karakteri "Buffy'nin" ilk bölümünde ortaya çıkmış ve daha sonra sezon iki ile üç boyunca ise ana kadro arasına girmiştir. Ruhsuz ve ölümsüz bir vampire dönüştürüldükten sonra yaptığı katliamlar ve diğer kötülüklerle dünyaya ün salmıştır; ta ki bir grup Çingene onu cezalandırmak için ruhunu geri koyana kadar, böylelikle yaptığı şeylerden dolayı suçluluk hissedecek ve kendisini yitirecektir. Angel nihayetinde geçmişte yaptığı kötülüklerin kefaretini ödeyebileceği bir yola girer. "Buffy'nin" sezon finalinde, Angel Sunnydale'i terk ederek L.A.'e kafaretini Buffy olmadan ödemeye devam etmek için gider. Whedon "Angel'ın, aynı Buffy gibi dizideki tek süper kahraman olabilecek karakter olduğuna" inanmaktadır. Aynı zamanda Whedon bu yan diziyi Buffy ile karşılaştırmıştır ve "Bu dizinin daha çok aksiyonlu ve erkekleri baz alan bir dizi" olduğunu söylemiştir. Buffy'deki ana konsept Amerika'nın küçük bir kasabasında "korku filmi gibi lise" iken, proje tasarımcıları David Greenwalt ve Whedon, Angel'ı "cesur bir şehir dizisi" konseptine uyarlamışlardır. Whedon "daha karanlık tonda karanlık bir dizi istedik" açıklamasını yapmıştır. Hikâye Los Angeles'da geçiyor çünkü orada bir sürü iblis ve anlatılacak çok garip hikâye var. Ayrıca dizinin yaş seviyesinin biraz daha yukarıda olmasını ve karakterlerin iblislerle baş etme yollarının da farklı olmasını istedik. Buffy daima kötüleri yenip dünyayı kurtarma çabasında, ama Angel her zaman affedilme arayışındadır. Bunlar aslında iki diziyi birbirinden farklı kılan yaratıcı şeyler. Whedon ve Greenwalt, The WB'a göstermek için 6 dakikalık bir tanıtım videosu hazırlamışlardır ki bu bölüm "Yayınlanmayan Angel pilotu" olarak adlandırılmıştır. Bu videodan bazı kesitler daha sonra dizinin jeneriğinde kullanılmıştır. Dizinin yapım aşamasında senaryoyu biraz daha yumuşatmak için çaba sarf edilmiştir. Mesela, sezonun ilk bölümü "City of"dan Angel'ın cinayet kurbanının kanını içtiği sahne silinmiştir. Asıl ikinci bölüm olarak yazılmış "Corrupt" bölümü tamamen silinmiştir. David Fury bu durumu "Kanal şok olmuştu. Dediler ki 'bunu çekemeyiz, gerçekten çok karanlık bir yol.' Ama neyse ki aklımıza yeni bir fikir geldi ve bölümü üç günde tekrar yazdık" diye açıklamıştır. Giriş bölümleri biraz daha yumuşatılmış ve Angel Investigations yetersiz bir operasyon olarak gösterilmiştir. Bir senaryo taslağına göre Angel dizisine aslında Buffy'nin ikinci sezonunun iki parçalı final bölümlerinde de yer almış Whistler karakterini oynayan Max Perlich de katılması istenmiştir. Bir mülakatta Perlich "Tekrar hiç çağırılmadım. Eğer çağırsalardı, muhtemelen kabul ederdim; çünkü harika bir tecrübe olurdu ve Joss gerçekten orijinal ve yetenekli biri" demiştir. Bunun yerine yapımcılar Whistler'a benzeyen bir karakter olan Doyle'u oluşturmuşlardır. Ayrıca asıl Sunnydale ekibinden olan Cordelia Chase de Angel ve Doyle'a katılmıştır. Joss Whedon, bütün dizi boyunca jeneriklerde yönetici yapımcı olarak geçmiştir. Ama "Angel" dizisinin yanında aynı zamanda başka projelerde de çalışmıştır; "Buffy", "Fray", "Astonishing X-Men" ve "Firefly" ve bu dizinin devamı olarak da "Serenity". İlk üç sezon boyunca, dizinin proje tasarımcılığını Whedon ile paylaşan David Greenwalt da yönetici yapımcı olarak geçmiştir; bu sırada aynı zamanda kadroda dizi sorumluluğu da yapmıştır. Daha sonra ise "Miracles" isimli TV dizisinde yönetici yapımcılık yapmak için diziden ayrılmıştır, ama son iki sezonda yapımcı danışmanı olarak kalmıştır. Ayrıca ikinci sezonda Tim Minear da yönetici yapımcı olarak görev almış, sezonun hikâye örgüsüne büyük katkı sağlamıştır. Dördüncü sezonun başında David Simkins, hem dizi sorumlusu hem de yönetici yapımcı yerine geçmiştir, ama üç ay sonra "yaratıcı farklılıklar" nedeniyle stüdyoyu terk etmiş ve sonraki hiçbir bölümde ismi geçmemiştir. Zaten bölüm yazmakta olan "Angel" senaristi Jeffrey Bell, dördüncü sezonun dengesini sağlamak için başa geçmiş ve son sezonun da yönetici yapımcılığını yapmıştır. "Buffy" sona erdikten sonra ise David Fury de dizinin son sezonunda yönetici yapımcı olarak kadroya dahil olmuştur. Fran Rubel Kuzui ve kocası Kaz Kuzui de ayrıca "Angel" dizisinin bütün bölümlerinde yönetici yapımcı olarak geçmişler, ama hiçbir senaryo yazımı ya da yapım kısmına dahil olmamışlardır. Jeffrey Bell, dizinin finali olan "Not Fade Away" bölümünün DVD yorum parçasında "Angel" setinde iki kişinin stüdyoya ayak basmaya bile zahmet etmeden isimlerinin geçtiğini ve ödeme aldıklarını belirtmiştir. "Angel" yapım ekibi üyesi Dan Kerns ayrıca bir yazısında iki yönetici yapımcının ""Buffy" ve "Angel" dizileri süresince kesinlikle hiçbir şey yapmayarak isimlerinin ön planda çıktığını" yazmıştır. Bu iki kişinin isminin bulunması ve bütün yapımlardan (yan ürün "Angel" da dahil olmak üzere) kar sağlamalarının tek sebebi de asıl Buffy the Vampire Slayer filminin kadrosunda bulunmaları olduğunu da yazısının devamında açıklamıştır. Dizinin senaryo yazarlığını, Joss Whedon tarafından 1997 yılında kurulmuş Mutant Enemy isimli bir yapım şirketi yapmıştır. Dizide en çok bölüm yazmış yazarlar arasında Joss Whedon, David Greenwalt, Tim Minear, Jeffrey Bell, David Fury, Steven S. DeKnight, Mere Smith ve Elizabeth Craft ile Sarah Fain bulunmaktadır. Genel olarak bölümlerde senaristlik yapmış diğer kişiler arasında Shawn Ryan, Ben Edlund, Drew Goddard, Jeannine Renshaw, Howard Gordon, Jim Kouf, Jane Espenson, Doug Petrie, Tracey Stern, David H. Goodman, Scott Murphy, Marti Noxon ve Brent Fletcher bulunmaktadır. Jane Espenson senaryoların oluşum sürecini açıklamıştır. İlk başta, yazarlar Buffy Summers'ın yüzleşmekte olduğu duygusal sorunlar ve karanlık doğaüstü güçlerle savaşırken bu sorunlar ile nasıl yüzleştiği hakkında konuşurlardı. Daha sonra bölümün hikâyesi örgülere ve sahnelere "ayrılırdı". Reklam aralarından önce verilen örgü sahneleri anahtar anlar olarak değerlendirildi ki seyirciler şaşırıp reklam arasından sonra da bölüme takılı kalabilsinler. Senaristler daha sonra bu örgüleri sahneler ile tamamlayarak ortaya olmuş bir bölüm çıkarttılar. Ayrıca senaryonun oluşumu sürecinde her sahnenin ayrıca açıklandığı bir beyaz tahta da kullandılar. Bu "ayırma" işlemi bittikten sonra bölümde ismi geçen yazar bölüm için bir özet yazar ve Whedon ya da Noxon'a kontrol ettirirdi. Ardından senarist bölümü tam bir senaryoya döker ki bu süreçte senaryo birçok taslaktan oluşur, son olarak da dizi sorumlusu hızlı bir göz gezdirir. En son elde edilen taslak ise çekim senaryosu olarak kullanılırdı. "Angel", yayın hayatına 15 Ekim 1999 tarihinde The WB'de yayınlanan ilk bölümü "City of" ile başlamıştır. Toplam 5 sezon sürdükten sonra, 19 Mayıs 2004 tarihinde ise sona ermiştir. Dizi, kanal yönetimi tarafından sona erdirilmiştir, ama yapımcı ve senarist David Fury dizinin normalde bir sezonunun daha devam etmesi gerektiğini açıklamıştır. Dizi daha sonra ise Birleşik Krallık'ta Sky1 kanalında yayınlanmaya başlamıştır. 2002 yılında, dizi Türkiye'de CNBC-e kanalında yayınlanmaya başlamıştır. "Angel"da genelde orijinal indie, rock ve pop müzikleri belirmiştir. Açılış teması ise Holly Knight ile "Buffy the Vampire Slayer" dizisinin üçüncü sezonu boyunca iki şarkı çalmış alternatif rock grubu olan Darling Violetta tarafından bestelenmiştir. Holly Knight ise parçanın müzik yapımcısıdır. Ertesi sene, "Angel" dizinin tema parçasının demoları için grupları davet etmiştir. Ayrıca gruplardan "karanlık süper kahraman fikileri" ve "çello rock" kullanmalarını istemişlerdir. Darling Violetta grubu ilham almak için, daha önceden yayınlanmış Angel-ilgili "Buffy" bölümlerini izlemişlerdir: "Passion", "Becoming, Kısım Bir ve İki". Nihayetinde Whedon, Darling Violetta'nın "Angel" teması yorumlamasının diziye en uygunu olduğunu söylemiştir. Bu temanın "Buffy" temasından daha yavaş bir temposu olmakla birlikte, çello gibi daha akustik enstrumantlar kullanılmıştır. 2005 yılında, grup bu "Angel" temasının genişletilmiş bir versiyonunu yayınlamışlar ve ismine de "The Sanctuary Extended Remix" demişlerdir. Bu parça ise daha sonra yayınlanan "" isimli soundtrack albümünde çıkmıştır. Bu soundtrack albümünde genellikle Robert J. Kral tarafından bestelenmiş enstrumental müzikler yayınlanmıştır, ama ayrıca bir remix tema ve dizide çıkan iki ayrı şarkı da yayınlanmıştır. İblis karaoke barda, Caritas genelde pop hit şarkılara yer vermiştir. Douglas Romayne, dizinin baş bestecisi Rob Kral ile birlikte sezon 4 ve 5 boyunca dizi için beste yapmıştır. 2004 yılı Sevgililer Günü'nde The WB resmi bir açıklama yaparak "Angel" 'ın 6. sezond
a devam etmeyeceğini duyurdu. Televizyon kanalı resmi açıklamayı yapmadan bir gün önce bir internet sitesi sızan haberi vermişti bile. Joss Whedon popüler bir hayran sitesine; keder ve şaşkınlığını ifade eden "kalbim kırıldı" mesajını gönderdi. Angel hayranları mektup kampanyaları düzenledi, internet üzerinden talepte bulundu ve başta UPN (WB, Buffy'yi 5. sezondan sonra bitirmek istediğinde devam ettirmek üzere diziyi alan UPN idi) olmak üzere diğer kanallara diziyi almaları için lobi yapmaya başladı. Son açıklamalarında dizinin 6. sezonda tekrar çekileceğini söyleyen WB'un eğlence kısmının başkanı Jordan Levin dizinin bitmesinin sorumlusu olarak görüldü. Yapımcı ve senarist David Fury, eğer Joss Whedon erken bir yeni sezon isteğinde bulunmasaydı Angel'ın altıncı bir sezonu daha olacağını "garanti etmiştir": Angel'ın yeni bir sezon daha oynamamasının tek sebebi... oldukça basit bir şey. Reytinglerin yükselmesi, dizinin büyük bir ilgi alması dolayısıyla; Joss, The WB başı olan Jordan Levin'e yeni sezon için erken bir onay verip vermeyeceğini sordu; çünkü her yıl Angel'a yeni sezon onayı geç verilmişti ve dizi çalışanları Angel'ın devam edeceğini umarak her seferinde diğer işlerini iptal etmişlerdi; Whedon bu defa bunun olmasını istememişti. Kendine güvenerek, Joss direk Jordan'a "bizim ekip olarak yeni bir sezon daha devam edip etmeyeceğimiz senin ellerinde" dedi. Jordan ise ellerini birleştirmiş, sırtını duvara yaslamış bir şekilde ertesi gün Whedon'u arayarak ona "Pekala, devam edemiyorsunuz" demiş. Bu olayı duyan The WB, Jordan koltuğundan düşürdü. İnanıyorum ki The WB'dan Garth Ancier, Angel'ı iptal etmenin büyük bir hata olduğunu söylemiştir. Ortada bir güç oyunu vardı. Erken bir sezon onayı almak istedik ama olmadı. Aslında bir nevi onları bir karar vermeye zorladık ki onlar da bizi iptal etme kararını verdiler. Eğer normalde beklediğimiz gibi yine bekleseydik, şunu garanti ederim ki Mayıs ayı civarlarına geldiğimizde Angel yeni bir sezon onayı alırdı. Bunu gerçekten garanti ederim. 19 Mayıs 2004'te WB "Angel"'ın son bölümü "Not Fade Away"i yayınladı. Muallakta kalan son dakikalar bazı hayranların Angel'in ileride devam edebileceğini ümit etmelerine sebep oldu. Fakat çoğu eleştirmen; Angel'ın en son "Haydi işe gidelim" ("İng:Let's go to work") demesini dizinin sonu olarak yorumladı. -- Hayattaki zorluklar ve dertler hiçbir zaman bitmez ama her zaman önünüze yeni bir mücadele getirir. Bir kahramanı tanımlayan, her meydan okumaya karşılık vermesi ve gerekeni yapmasıdır. Joss Whedon hikâyenin sonlanması ile ilgili olarak, "son bölüm bazı insanların söylediği gibi ucu açık bırakılmadı" şeklindeki düşüncesini belirtti. Ama daha sonra dizinin devam serisi olarak Kasım 2007'de "After the Fall" isimli bir çizgi roman serisi başlamıştır. "Angel"ın kendisinin bir "Buffy" yan ürünü olmasına rağmen, bu dizinin de kendisine ait birtakım yan ürünleri bulunmaktadır. Bunlar arasında romanlar, çizgi romanlar ve diğer ürünler bulunmaktadır. "After the Fall" adlı IDW Publishing tarafından yayınlanan çizgi roman serisidir. Televizyonda yayınlanan serinin devamı niteliğini taşır. Dizinin proje tasarımcılarından birisi olan Joss Whedon ve Brian Lynch tarafından üretilmiştir. İlk kez 21 Kasım 2007 tarihinde basılmıştır. İlk başta 17 sayıdan oluşan sınırlı seri, daha sonra 44 sayıya yükselmiştir. Bu ana 44 sayının dışında, "After the Fall" başlığı altında bazı mini seriler yayınlanmıştır. 16 Temmuz 2008 tarihinde başlayan "" mini serisi Spike ile Illyria'nın bir ekip olmasını konu almaktadır. "" isimli mini seri ise Ağustos 2009'da başlamış ve Gunn ile Illyra'nın "After the Fall" sayı #23'teki olaylardan sonra yaşadıklarını anlatmaktadır. Başka bir "Spike" serisi ise "" isimli 2010 yılında yayınlanan mini seridir. Son olarak da Illyra'yı konu edinen "" mini seri yayınlanmıştır. Bu mini serilerin dışında ayrıca bazı tek bölümler de yayınlanmıştır. IDW Publishing, bu seriyi yayınlarken aynı anda Dark Horse Comics tarafından yayınlanmakta olan "Buffy the Vampire Slayer Sezon Sekiz" isimli çizgi roman serisi ile "After the Fall" arasındaki ilişkiyi tamamlamak için her iki seriye de birer yan ürün olan "Spike" isimli seriyi yayınlamaya başlamıştır. Ve bu seri de aynı "After the Fall" gibi "Buffy evreni" kronolojisinde "evrene dahil" edilmiştir. Bu serinin devam eden bir seri olması planlanıyordu ama IDW'nin Angel'ı yayınlama hakkının Dark Horse'a geçmesi bu serinin de 8 bölümden sonra bitmesine sebep olmuştur. TV dizisinin dışında, "Buffy evreni genişleyen evren" diye bilinen terimin kapsadığı yazarlar ve sanatçılar tarafından başka "Angel" ürünleri de üretilmiştir. Bu yayınlanan eserlerin sahipleri evrenin devamlılığına yeri geldiğinde uymuş, bazen de uymamıştır. Benzer şekilde, TV dizisinin yazarları bu genişleyen evrende yayınlanmış diğer eserlerde geçen olaylarla ilgili hiçbir atıfta bulunma zorunluluğunda değillerdi, hatta bazen devamlılık ile çelişkili olaylar yazdıkları bile olmuştur. Bu eserlerin çoğu ise Buffy evreni kronolojisinin bir yerinde yerleşmektedirler. Örnek olarak, Joss Whedon bir "Angel" mini çizgi roman serisi yazmıştır; "Long Night's Journey" isimli bu çizgi roman tam olarak dizinin ikinci sezonundan önce geçmektedir. "Angel" çizgi romanları orijinal olarak 2000 ve 2002 yılları arasında Dark Horse Comics tarafından yayınlanmıştır. 2005 yılında ise Dark Horse Comics, bu çizgi romanları yayınlama haklarını alarak birçok mini seri yayınlamaya başlamıştır. "Angel" çizgi romanlarının yanı sıra yan ürün olarak da "Spike" başlıklı çizgi romanları da yayınlamaya başlamışlardır, bunlara örnek olarak: Spike vs. Dracula, ve . IDW'nin yayınladığı en önemli serilerden birisi olan, Kasım 2007 ile Şubat 2009 tarihleri arasında yayınlanan "After the Fall" serisini Brian Lynch ve Joss Whedon, dizinin altıncı sezonu iptal edilince altıncı sezonda yayınlanması gereken konuyu çizgi roman serisine uyarlamışlar ve Lynch 17 sayılık bir sınırlı serinin yazarlığını yapmıştır. Bu seriden sonra "Angel" başlığı altında yayınlanan eserler artmaya başlamış ve bu sınırlı seri genişletilerek devamı getirilmiştir, hatta bu çizgi roman serisinin kendi yan ürünleri yayınlanmıştır. 2011 yılında Dark Horse, "Angel" çizgi romanlarını yayınlama haklarını tekrar kendi eline almış ve bu eserleri "Angel & Faith" başlığı altında devam ettirmiştir. "Buffy" romanlarında yaptıkları başarıdan sonra Pocket Books, "Angel" için de roman yayınlama haklarını satın almıştır. Toplamda yirmi dört tane roman yayınlanmıştır. Jeff Mariotte en çok roman yayınlayan kişi olmuş, toplamda on bir tane "Angel" romanı yayınlamıştır. Pocket Books, ayrıca iki dizinin de karakterlerinin bulunduğu yedi tane "Buffy"/"Angel" eşzamanlı roman yayınlamışlardır. 2004 yazı sıralarında, "Angel" dizisinin finalinden sonra, Spike hakkında bir film fikri ortaya atılmıştır. Filmin yönetmenliğini Tim Minear ve baş rollerini ise James Marsters ile Amy Acker üstlenecekti, yardımcı karakter olarak da Alyson Hannigan bulunacaktı. 2006 Saturn Ödülleri sonrasında, Whedon konsepti hazırladığını ama geri bildirim beklediğini açıklamıştır. "Angel" için yapılan eleştiriler genellikle hep yan ürünü olduğu dizi "Buffy the Vampire Slayer" ile olan ilişkisi üzerinden ve ondan ya "daha iyi" ya da "daha kötü" olması şeklindedir. Örnek olarak, "The Independent"da yayınlanan bir makalede, ""Buffy"nin LA'de geçen yan ürünü başlarda orijinal dizinin yanında pek dikkat çekmemiştir ama zamanla kendi daha karanlık ve eğlenceli olan dünyasını oluşturdu" denmiştir. İki dizi de aynı anda yayınlandığı dört sezondan iki tanesinde, "Buffy"nin ortalama yıllık reytingleri "Angel"ınkinden yüksektir. "Angel" birçok ödüle aday gösterilmiş ve ödül kazanmıştır. 2001 yılında, En İyi TV Dizisi dalında International Horror Guild Ödülü kazanmıştır. Birkaç tane Saturn Ödülüne aday gösterilmiş ve kazanmıştır: 2004 yılında En İyi Televizyon TV dizisi ödülünü kazanmış ve David Boreanaz ise dizideki Angel karakteri ile 2000, 2003 ve 2004 yıllarında En İyi Televizyon Erkek Oyuncusu ödüllerini kazanmıştır. Dizinin, "Waiting in the Wings", "Smile Time" ve "Not Fade Away" isimli bölümleri ise 2003 ve 2005 yıllarında En İyi Dramatik Sunum, Kısa Biçim dalında Hugo Ödüllerine aday gösterilmişlerdir. Dizinin orijinal içeriği, Raymond Chandler'ın önemli çalışmaları sayesinde ün kazanmış klasik bir "karanlık film" olan bir dedektif hikâyesinden alınmadır. "Buffy" nasıl klasik bir korku filiminin yeniden canlanmasını sağladıysa, "Angel" da bu "kara film"e benzer bir tedaviyi yapmıştır. Dizinin ana yapısı ve formatı itibarıyla dizi, klasik bir "karanlık" film yansımasıydı; hatta dizinin ilk bölümü Sam Spade-ses senkronizasyon sitilini içermekteydi. Angel karakteri, isteksiz, duygusunu belli etmeyen ve değişik yeraltı karakteriyle ilişkileri olan bir Los Angeles defektifinin yeniden canlanmasıyla geliştirilmişti. Burada "yeraltı" tam anlamıyla iblisler ve doğaüstü canlılardan oluşan bir yeraltıdır. Çoğu "karanlık"hikâye ve karakter önceki bölümlerde incelenmiştir, buna vampir fakat çekici sekreter, ağzı sıkı ama bilgili ortak, ayrı görüşte olan dalavereci avukatlar ve kendi iyilikleri için çok iyi olan işgüzar polisler dahildir. Bunlar genelde modern ve doğaüstü dönüşler şeklinde verilirdi. Dizinin tarzı ve odaklandığı noktalar dizi sürdükçe epeyce değişti ve orijinal karanlık filme benzetme fikri neredeyse rafa kaldırılarak daha çok fantastik konulu çatışmalara yer verilmeye başlandı. Bu değişikliğinin nedeni olarak dizinin önemli birçok bölümünü yazmış olan Tim Minear görülmektedir. Daha sonraki sezonlarda, mitoloji ve hikâyeler giderek karmaşık bir hal aldı; dördüncü sezonda karakterlerden biri şovu "doğasüstü cafcaflı bir pembe dizi" olarak tanımlamıştı. Ayrıca dizi, yüksek gerilimli bir konuya ulaşarak "Buffy" 'yle de eşit düzeye çıkmıştır. "Buffy" 'de doğaüstü güçler, ergenlik döneminde kişisel sorunların giderilmesi için kullanıldığı dönemde, "Angel"' da aynı tarzdaki güçler daha ruhani ve ahlakı konuların çözülmesinde kullanı
lmıştır. Dizinin ana konusu, kahramanın kefaretini ödeme isteğidir. "Buffy" 'nin varoşlardaki baskı altında yaşayan birçok gencin ilgisini çekmeye çalışması gibi "Angel" da Los Angeles'daki varoş bölgelerde bulunanların yalnızlık, tehlike ve vurdumduymazlık hislerini konu almıştır. Gündüzün düzenli dünyası ve gecenin karmakarışık dünyası arasındaki ayrım, birçok "karanlık film" 'in ticari markası haline gelmiştir ve tam anlamıyla gündüz hayatı olmayan bir kahramanı anlatarak, bu dizi, aynı konuları daha dramatik bir şekilde inceleyebilmektedir. Dizi geliştikçe, insancıl konulardan bazıları bir kenara itilerek daha entelektüel, soyut fikirler ele alınmaya başlanmıştır. Dizinin aslında temelde insanların insanlara karşı iyi olmasının zorluklarını ele alıyor olmasına rağmen, yakın geçmişte dizi, ahlaki belirsizlik ve de özgür iradenin bedeli üzerine odaklanmıştır. Zaman geçtikçe izleyicinin bu konu değişikliklerine olan tepkisi dikkate alınmıştır. "Angel" DVD'leri, 20th Century Fox tarafından 2001 ve 2005 yılları arasında yayınlanmıştır. 2009 yılında, DVD'ler normal koleksiyonlarda olduğundan daha ince kutularda toplanıp tekrar yayınlanmışlardır. Danaburnu Avrupa danaburnu ("Gryllotalpa gryllotalpa"), Gryllotalpidae familyasından bitkilerin toprak altı kısımlarını yiyerek zarar veren bir böcek türü. 3,5 - cm boyunda, vücudunun üst kısmı açık veya koyu kahverengi renkte, kısa, ince, sık, kadife gibi tüylü, alt tarafı sarımsı renktedir. Antenleri kısa, petek gözleri küçüktür. Ön bacakları yassı ve kısa olup, toprağı kazmaya elverişlidir. Ön tibia'ların yan taraflarında dikenimsi çıkıntılar bulunur. Ön kanatları genellikle kısadır. Arka kanatlar ise kapalı olduğu zaman kuyruk şeklinde arkaya doğru uzanır. Avrupa danaburnu toprak altında, 10 – 20 cm derinlikteki galerilerde yaşamasına rağmen geceleri toprak yüzeyine çıkarak faaliyette bulunur. Kumlu-killi, kumlu ve hafif toprakları sever. Çiftleştikten sonra dişiler, Mayıs-Haziran aylarında yumurtalarını toplu olarak toprak içindeki odacıklara bırakırlar. 10 - 20 günde açılan yumurtalardan çıkan nimfler yaz boyunca gelişir ve kışı 2. veya 3. nimf döneminde geçirirler. İlkbaharda tekrar faaliyete geçerek beslenme ve gelişimlerini devam ettirirler. 5 nimf dönemi geçirdikten sonra Temmuz-Ağustos aylarında ergin olurlar ve ikinci kışı ergin olarak geçirirler. Ertesi ilkbaharda yeniden yumurtalarını koymaya başlarlar. Böylece genellikle iki yılda bir döl verirler. Birçok sebze ve süs bitkisine zarar verir. Genç bitkilere zararı daha fazla olur, zarar gören bitki solar veya kurur. Oldukça yüksek ses çıkarırlar ve insanların korkmasına sebep verirler. Yaşam süreleri oldukça kısadır. Danaburnu (Lazca: "ğvap'a" [ Fındıklı ], "ğap'a" [ Ardeşen ], "lagodi" [ Pazar ]), Doğu Karadeniz bölgesinde Laz geleneğine bağlı olarak yapılan atmacacılıkta, atmacanın (Lazca: "sift'eri") yakalanacağı yemlik kuşu ("kızıl sırtlı örümcek kuşu"; Lazca: "ciceğeni" [ Ardeşen ], "cicğani" [ Fındıklı ], "cicxina" [ Arhavi ] "ğaç'o" [ Hopa ]) tutabilmek için araç olarak kullanılır. Bir başka deyişle atmacacılıkta ilk aşamadır. Hatay yöresinde de kuşları yakalamakta kullanılırken ismi "meşuş" ve "keseğen" olarak halk arasında bilinir. Hüseyin bin Ali (Mekke emiri) Hüseyin bin Ali ( d. 1852 - ö. 1931), 1908 - 1916 yılları arasında Mekke Şerifi,1916 - 1924 arası Hicaz Kralı olan Arap lideri. 1852 yılında İstanbul'da doğdu. 1893 yılında yine İstanbul'a çağırıldı. 1908'de II. Abdülhamid tarafından Mekke Şerifi olarak atandı. I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerden destek gördü ve İttihad ve Terakki'nin Türkçülük politikasını bahane ederek, Arap İsyanı'nı başlattı. 1916 yılında bağımsızlığını ilan ederek kendini Hicaz Kralı ilan etti. Arabistanlı Lawrence ile birlikte isyana önderlik etti. Savaştan sonra kurulan İngiliz ve Fransız Manda yönetimlerini kabul etmeyerek, kendisini tüm Arap ulusunun Kralı ilan etti. Versailles Antlaşmasını kabul etmemesi nedeniyle, İngilizlerle arası açıldı. Bu sıralarda İngilizlerin desteklediği Suudi ve Vahhabi saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Mart 1924'te Halifeliğin TBMM tarafından kaldırılmasından sonra, Mekke ve Medine'nin elinde olmasına dayanarak kendisini yeni halife ilan etti. Bir süre sonra, Suudilerin desteklediği İhvan tarafından Taif'te yakalandı ve İngilizler tarafından Kıbrıs adasına sürgün edildi. Daha sonra oradan ayrılarak, Ürdün Kralı olan oğlu I. Abdullah'ın yanına yerleşti ve 1931'de orada öldü. Hasan Akay Prof. Dr. Hasan Akay 1957 Bahçecik, İzmit doğumlu edebiyatçı ve akademisyen. İlk ve orta öğrenimimi bu şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde iki yıl okuduktan sonra (l975-l976) tekrar sınava girerek aynı fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geçti (l977) ve buradan mezun oldu (l98l). Özel Yıldız Lisesi'nde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği (l98l-l983), İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'nde Türkçe Dili okutmanlığı yaptı (1983). 1989'da mezun olduğu bölümden doktora derecesi aldı. Askerlik dönüşü Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Edebiyatı Anabilim dalında öğretim görevlisi ve öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998’de doçent, 2004’te profesör unvanlarını aldı. Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı (1992-2002). 2002-2010 yılları arasında Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2010 yılından itibaren Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bölüm başkanlığı ve öğretim üyeliği görevlerini sürdürmektedir. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nde Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın yönetiminde doktora çalışmasına başladı. Önce, "Cerîde-i Havâdis ve William Churchill" üzerinde bir araştırma yaptı. Seminer derslerinde takdim ettiği bu çalışmadan sonra asıl doktora konusu belirlendi. Prof. Dr. Mehmet Kaplan yönetiminde başladığı "Cenab Şahabeddin'in Şiirleri Üzerinde Bir Araştırma" adlı doktora çalışmasını hocasının vefatı üzerine Prof. Dr. Zeynep Kerman yönetiminde tamamladı (1989). Üniversiteye intisap ettikten sonra yaptığı bilimsel araştırma ve incelemelerden büyük bir kısmı çeşitli dergilerde (Türk Dili, Türkiyat Mecmuası, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, M.S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, İlmî Araştırmalar, Bir-Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Türk Edebiyatı, İstanbul Araştırmaları Dergah, Türk Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi) çıktı. Makaleler yanında eleştiri, tahlil, yorum, deneme, günlük, şiir ve -T. S. Eliot, J. Joyce, I. C. Hungerland, G. N. Leech gibi şair, yazar ve bilim adamlarından çeviri gibi başka birtakım çalışmaları da çeşitli sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı. Yaptığı araştırmalardan bir kısmı kitap olarak da yayınlanmıştır. Akay, orta öğrenim yıllarında arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı Dönüş dergisiyle yazı hayatına atıldı. "Sedir" dergisinin yazı işleri görevini üstlendi (1980). 1983 yılında Suffe Şiir Ödülü’nü M. Özçelik ile paylaştı. Bazı gazetelerde sanat-edebiyat sayfaları düzenledi. Sedir, Millî Gençlik, Türk Edebiyatı, Hisar, Cemre, İlim ve Sanat, Diriliş, Dergâh, Yedi İklim, Kültür Dünyası, İnsancıl, Türk Edebiyatı, E Dergisi, Poetikhars, Şiiratı, Merdivenşiir, Karagöz ve Hürriyet-Gösteri gibi dergilerde şiir, inceleme, çeviri, deneme, eleştiri ve çözümleme çalışmaları yayımladı. Metinlerarası ilişkiler, alımlama estetiği ve okurmerkezli kuramlarla ilgilendi. 2000'li yıllardan sonra "yapıçözüm"ü bir 'okuma yöntemi' olarak uyguladı. Bu yöntemi uyguladığı bir çözümlemeyle Homeros Bir Şiir İnceleme Birincilik Ödülü'nü kazandı (2005). 2007'den itibaren, 'holografik bir bakış'la şiir çözümlemeleri yapmaya yöneldi ("Necatigil’in ‘Merdiven’ Şiirlerine Holografik Bir Bakış” çözümlemesinde olduğu gibi). Arada bir felsefî kavramlar üzerinden edebî metin incelemeleri ve kavramsal okuma çalışmaları yapıyor. Karma yem Karma yem; fenni yem ya da fabrika yemi olarak da adlandırılan yem. Karma yem insan gıdası olarak tüketilemeyecek olan nişasta, un, yağ, alkol sanayi yan ürünleri ve hububat, baklagil gibi bitkisel ürünler ile hayvansal bazı ürünlerin yem fabrikalarında eleme, kırma, karıştırma işlemlerine tabi tutulması ile elde edilir. Yem kanununda yapılan tarifte ise, madde ve enerji bakımından hayvanların yaşama ve verim ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ve belli sınır ve şartlarda yedirildiği zaman hayvan sağlığına zararlı olmayan organik ve inorganik maddeler veya bunların karışımıdır. Bir başka tanımda ise; "Karma yem evcil hayvanların çok miktarda ve nitelikli ürün verebilmelerini sağlayan, yapısı garanti edilmiş ve ağız yoluyla tüketilen organik ve anorganik maddeler karışımıdır" (Ergül, 1994). Dünya karma yem üretimi son 20 yılda %63,8 oranında artmış ve 2003 yılında 612 milyon tona ulaşmıştır. Dünyada karma yem üretiminin yoğun olarak yapıldığı bölgeler Güney Amerika, Asya ve AB’dir. Amerika, dünya karma yem üretiminin %23,6’sını karşılayan en büyük üretici ülkedir. Amerika’yı %10 ile Çin, %6,4 ile Brezilya takip etmektedir. Artan dünya nüfusunun yeterli ve dengeli beslenebilmesinin, önümüzdeki yılların en büyük sorunlarından biri olacağı tahmin edilmekte, bu kapsamda kaliteli hayvansal ürünlerin ihtiyaca yetecek düzeyde ve uygun fiyatta üretilmesi büyük önem arz etmektedir. Bitkisel üretim ile hayvansal üretim arasında köprü vazifesi gören bir tarımsal sanayi sektörü olan karma yem sanayisinin bitkisel üretimden sağlamış olduğu hammadde ile oluşturduğu ürünler hayvancılık sektörü girdilerinin yaklaşık % 70` lik kısmını meydana getirmektedir. Türkiye`de karma yem sanayi, kurulu kapasitesinin altında karma yem üretimi yapmaktadır. Sektörün en önemli sorunları; hammadde temininde yaşanan güçlükler, modern teknoloji kullanımının yeterli düzeyde olmaması ve üretim maliyetlerinin yüksek olması sayılabilir. Özellikle hammaddede dışa bağımlılıktan dolayı maliyetlerin düny
a fiyatlarının üzerinde olması sektörün gelişmesinin önündeki en önemli engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayvansal ürünlere olan talebin artış gösterdiği günümüzde daha çok hayvansal gıda üretimi için daha çok yem üretimi gerekmektedir. 2009 yılı verilerine göre toplam 9.419.196 ton karma yem üretimi bulunan sektörün bu dönem itibarıyla 2.000.721.587 USD` lik ithalata karşılık, 275.126.382 USD` lik ihracat gerçekleştirdiği görülmektedir. 465 adet faal yem fabrikasının yer aldığı sektörün toplam cirosunun 4,7 Milyar USD seviyesinde olduğu, sektörde 26.000 - 27.000 kişiye istihdam sağlanıldığı tahmin edilmektedir. Sektörün 2010 yılı ve sonraki yıllardaki performansı açısından kırmızı ve beyaz et fiyatlarının seyri, hammadde ithalatına ve mamul satışına yönelik yasal düzenlemeler ve ülkelerarası anlaşmalar, yıllık rekolte gerçekleşmeleri, sektörde faaliyet gösteren firmaların tesislerini modernize etmesi vb. hususların önem arz ettiği görülmektedir. Sektör açısından cari dönem itibarıyla özellikle kırmızı et fiyatlarının yüksek seyri nedeniyle devam eden canlı hayvan veya mamul et ithalatına yönelik düzenleme talepleri, GDO` lu ürünlerin ithalatındaki düzenlemelere ilişkin devam ettiği muhtelif basın yayın organlarından öğrenilen davaların seyri vb. unsurların takip edilmesi gerektiği düşünülmektedir. Karma yem sanayinde kullanılan başlıca hammade girdileri; Alfa Centauri Alfa Centauri, Güneş'e en yakın yıldız sistemi. "Rigel Kent" de denir. Güneş'ten ortalama uzaklığı 4,37 ışık yılı olan Alfa Centauri yıldız sistemi, birbirinin çevresinde dönen iki Güneş benzeri yıldız ve büyük olasılıkla onlardan çok daha uzakta yer alan bir kırmızı cüce yıldızdan oluşur. Çıplak gözle büyüklüğü -0,1 olan tek bir yıldız olarak görülür. Aralarındaki uzaklık yaklaşık 40 astronomik birim (Plüton-Güneş arası uzaklık) ve 9 astronomik birim (Satürn-Güneş arası uzaklık) olarak değişme gösteren "Alfa Centauri A" ve "Alfa Centauri B" adındaki iki parlak yıldız birbirinin çevresindeki dolanımı 80 yılda tamamlar. (Bir astronomik birim Güneş'in merkeziyle Dünya'nın merkezi arasındaki uzaklık olan 149,6 milyon km.'dir.) "Alfa Centauri A", spektrum türü G olan, Güneş benzeri sarı renkte bir yıldızdır; ancak, Güneş'ten biraz daha büyük ve 1,5 kat daha parlaktır. "Alfa Centauri B" ise, Güneş'ten biraz daha küçük, spektrum türü K olan, turuncu renkte bir yıldızdır ve Güneş'in yaklaşık yarısı parlaklıktadır. Sistemin olası üçüncü yıldızı olan "Alfa Centauri C" 'ye Proxima Centauri de denir, çünkü 4,22 ışık yılı uzaklığıyla Güneş Sistemi'ne en yakın yıldızdır. Proxima Centauri bir kırmızı cücedir ve Güneş'ten 7.000 kat daha sönük bir yıldızdır. Ana sistemin çevresinde, tamamlanması yaklaşık 1 milyon yıl süren geniş bir yörünge çizerek döner. Alfa Centauri yıldız sisteminde 2012 Kasım ayına kadar bir gezegen saptanamamış ise de, aynı ay içinde Alpha Centauri B yörüngesinde dönen Alpha Centauri Bb adında bir gezegen keşfedilmiştir. Şimdiye kadar keşfedilen Dünya'ya en yakın ve Güneş'e benzer bir yıldızın yörüngesinde dolanan en küçük güneş dışı gezegendi. Ancak ağustos 2016'da  Güneş Sistemi'ne en yakın yıldız olan Proxima Centauri yörüngesinde bir gezegen olduğu Avrupa Güney Rasathanesi tarafından açıkladı. Proxima centuari b'nin Keşiften kısa bir süre sonra araştırmacılar, Proxima b'nin yaşanabilirlik potansiyelini inceleyince Güneş dışı gezegenin muhtemelen Güneş Sistemi'ne en yakın hayat barındıran yer olabileceğini ileri sürdüler. Alfa Centauri yıldız sisteminde yer alan üç yıldızın özellikleri: Astronomik birim Astronomik birim (Simgesi: AU; İngilizce: Astronomical Unit), gökbilimde kullanılan bir uzaklık birimi. Bir astronomik birim Güneş'in merkeziyle Dünya'nın merkezi arasındaki uzaklık olan 149,5 milyon km ya da 92,8 milyon mil'dir. Astronomik birim, evrendeki büyük uzaklıkları belirtmek için kullanılır. Dünya'nın yörüngesi dairesel değil, eliptiktir. Bu nedenle, 1 astronomik birim, Dünya'nın Güneş çevresinde çizdiği eliptik yörüngenin büyük ekseninin yarısı (bkz. Yarı büyük eksen) kabul edilir. Ancak, Güneş yavaş yavaş kütle yitirdiği için, Dünya'nın yörüngesel dolanım süresi de artmaktadır. Bu da, astronomik birimin git gide küçüldüğü (yılda yaklaşık 1 cm.) anlamına gelir. Öte yandan, evrensel çekim sabitinin (G) değerindeki belirsizlikten ötürü, Güneş'in kütlesi tam olarak bilinememektedir. Evrensel çekim sabiti 5 ya da 6 ondalık değere kadar bilindiği hâlde, Dünya'nın yörüngesel konumu 11 ya da 12 ondalık değere kadar bilinebildiğinden, yörüngesel hesaplamalar ister istemez, astronomik birimin kesinliğine bağlı olarak yapılmaktadır. Bu da, hesaplamalarda, dolayısıyla 1 astronomik birimin gerçekte ne kadar olduğu konusunda belirsizliğe yol açmaktadır. Bu nedenlerle, Uluslararası Astronomi Birliği (International Astronomical Union) 1976 yılında aldığı bir kararla, 1 astronomik birimi, kütlesi sıfır kabul edilen bir taneciğin 1 Gauss yılı (365,256.898.300 gün) sürede çizdiği düzgün dairesel yörüngenin yarıçapı olarak kabul ederek kesinleştirmiştir. Buna göre, 1 Astronomik birim 149.597.870.691 ± 30 metre'dir.(Temel parçacığın belirtilen yörüngede hareketi esnasında sahip olduğu sabit hız belirtilmemiş.) Hız değeri sürat denklemiyle 2•π•r/t= 29.784 691 km/s tır. Güneş Sistemi'ndeki bazı gök cisimleriyle ilgili uzaklıklar: Astronomik birim ile ilgili bazı dönüştürmeler: Senozoik Senozoik Zaman, bir önceki zaman olan Mezozoik Zamanı sonlandıran K/T Olayı'nın hemen ardından, yaklaşık 65 milyon yıl öncesinden başlayan ve günümüze kadar süren jeolojik zaman dilimidir. Paleojen, Neojen ve Kuaterner olarak üç alt döneme ayrılan Senozoik boyunca yeryüzü iklimi giderek soğur ve kuraklaşır, deniz seviyeleri düşer. Aralıklarla yaşanan pek çok buz çağı görülür. İklimin kuraklaşmasının bir sonucu olarak orman alanları daralırken bu geniş arazilerde, kurak iklim koşullarına uyum sağlayan geniş otlak alanlar ve savanlar oluşur. Bu tür bitkilerle beslenen otçul (omnivor) canlılar olarak memeliler de tür çeşitliliği ve yaygınlık olarak evrimsel bir açılım gösterirler. Keza, bu canlılarla beslenen etçil (karnivor) memeliler yaygınlaşır. Denizlerde omurgasızların ve balıkların, karalarda ise sürüngenlerin evrimsel gelişimleri, Senozoik Zaman'ın başlarında sona ererek bu canlılar bugünkü biçimlerini almışlardır. Memelilerin, kuşların ve otsu bitkilerin evrimleri ise dönem boyunca sürmüş, memeliler tüm gezegende baskın tür olmuşlardır. Karalarda başlayan bu memeli evrimi zaman içinde denizlere de sıçramıştır. Pnömatik Pnömatik, gaz basıncını mekanik harekete çevirme amaçlı eğitim ve uygulamaları içeren endüstriyel bir bilim dalıdır. Pratik olarak vakum ve pozitif hava basıncı ile çalışan sistemler ve kullanılan devre elemanları pnömatiğin kapsamı içerisinde değerlendirilir. Farklı bir tanım olarak da ""yararlı bir iş yapabilmek için sıkıştırılmış hava olarak depolanan enerjiyi kullanan sistemlere pnömatik sistemler denir."" Pnömatik aygıtlar için gerekli hava, basınçlı bir kompresörden sağlanır. Kompresör havayı sıkıştırarak sağlam, çelik bir tankta depolar. Eski Yunan dilinde rüzgâr ya da nefes manasına gelen "pneuma" (bu kelime ayrıca "ruh" anlamına da gelir) kelimesinden gelen pnömatik, basınçlı hava ile çalışan mekanik sistemlerin hareket ve kontrolünü inceleyen bilim ve mühendislik dalıdır. Günümüzde ticaret olarak da gelişmiştir. Basınçlı hava, insanların kullandıklari ilk enerji türlerinden biridir. Havanın bilinçli sekilde algılanması, aynı zamanda bu araçla bilinçli çalışma yüzyıllar öncesine gitmektedir. Bilinen en eski uygulama MÖ 2500 yıllarında kullanılan hava körüğüdür. Pnömatiğin sistematik olarak güç uygulamalarında kullanılmaya başlaması 19. yüzyılın ortalarına dayanır. O dönemlerde özellikle basınçlı hava ile çalışan el aletleri, matkaplar, lokomotifler ve benzeri güç sistemleri pnömatiğin gelişimine ve hızla yaygınlaşmasına öncülük etmişti. Ancak günümüzde de çeşitli uygulamalarda yer alan modern kontrol elemanları ilk kez 20. yüzyılın ortalarında kullanılmaya başlamıştır. Ayrıca havalı av silahları, hobi ve spor amaçlı kullanılan karbondioksit kartuşlu silahlar da birer pnömatik örneğidir. Sabit ve hareketli uygulamaların çok büyük bir bölümünde basınçla sıkıştırılmış ortam havası kullanılır. Bunun en büyük iki sebebi kaynak temininin devamlılığı ve ortaya herhangi bir zararlı atığın çıkmıyor olmasıdır. Bazı küçük, bağımsız ortamlarda çalışan sistemler, solunum sorunlarına yol açabilecek gazlarla çalışabilirler. Bunlardan en yaygın kullanılanları nitrojen ve karbondioksit gazlarıdır. Saf oksijen ortamda solunum açısından sıkıntı yaratmamakla birlikte çok yanıcı olduğundan pnömatik uygulamalarda kullanılmaz. Pnömatik hareket ve kontrol sistemlerinin hidrolik ve elektikli sistemlere nazaran bazı üstünlükleri vardır. Hidroliğe göre daha düşük basınçlarda çalışırlar, bu sebeple pnömatik donanımlar daha ucuzdur. Yüksek çalışma hızları yakalayabilirler. Karduk Karduk kelimesi Babil ve Asur kaynaklarında Kardukh ülke daha doğrusu bölge adı olarak geçer. Cudi dağının Arami ve İbranicedeki ismi olan gardi'den türediği tahmin edlilir. Eski Yunan kaynaklarında kardox aslında KARDUKH okunur sondaki "x" eski Yunancaya özgü bir ekten ibarettir. Karduk ve kardoyene'yi karıştırmamak gerekir. Kardoyene, (GORDONE) bugünkü Diyarbakır ve çevre illerini içine alan bolgedir. Kardukların Gutti ve Medlerin devamı, günümüz Kürtlerin ataları oldukları konusunda tarihçiler hemfikirdir. Atinalı Katip, asker ve daha sonraları filozof olan Xenophon'un Anabasis (onbinlerin dönüşü) adlı kitabında kardulardan sıkça bahseder. Bir asker olan Xenophon atinada ölüme mahkûm olunca spartaya gider pers ordusunda asker rehber ve yazman olarak yıllarca hizmet verir. Daha sonra affı ilan edilmişsede, Atina'ya birdaha dönmediği zannedilmektedir Xenophon dönemin en önemli tarihçi filozoflarından biri olarak kabul edilir. pek çok eser yazmıştır. Anabasis, abisi Pers kralı II. ARDEŞÉR'i (ARTAXERKSES) devirerek pers tahtını ele
geçirmeye çalışan XUSRO (II. KYRUS) için savaşan Spartalı paralı askerlerin, gidiş-dönüş hikâyesini anlatan, anı-biyografi tarzı bir eserdir. MÖ 400 yıllarında Pers kralı Büyük DARA'nın (II. Darius) ölümü üzerine tahta büyük oğlu ARDEŞÉR geçer. Kardeşi XUSRO (II. KYRUS) bunu hiçbir zaman kabullenmemiştir. Abisi ardeşèr'i ilk tahttan indirme girişimi başarısızlıkla sonuclanmış, ve ölüme mahkûm edilmiştir. Ancak annesinin abisi üzerindeki etkisi sayesinde idam yerine zındana atılmış ve yine annesi sayesinde birkaç yıl sonra serbest kalmış ve Sparta valisi olmuştur. Ancak Xusro'nun iktider hırsı bitmemiştir. Abisine karşı yapacağı son ayaklanmanın hazırlıklarına büyük bir gizlilik ve titizlikle başlar. Aralarında onüçbin spartalı paralı askerin'de bulunduğu 100.000 kişilik bir ordu hazırlar ve persiaya hareket eder ama ordudaki hiç kimse Xusro'nun asıl amacını bilmemektedir. Askerlere babilde bir isyan çıktığı ve bu isyanı bastırmak üzere gittikleri söylenir. Sparta'daki hareketliliği haber alan ardeşir durumu anlar ve ordusuyla harekete geçer. iki ordu babil eyaletinde buluşur. Xusro'nun askerleri, karşılarında ardeşèrin ordusunu görünce şok olur, bazı gruplar korkup ordudan ayrılır. Xusro askerlere. Zafere karşılık pek çok vaade bulunur, ordunun geriye kalanını toparlar ve savaş başlar uzun süren çarpışmanın kendi lehine olduğu bir anda Xusro, ölümsüz olduklarına inanılan ve NEMIRD (ölümsüz) adı verilen kralın onbin kişlik özel birliğine saldırarak en büyük hatayı yapar. ölümsüzler ölüm kusmaya başlar. Xusro da ordunun üçteikisi gibi ölür. Geriye kalanlar teslim olur. Üçbin kayıp veren spartalı askerlerde, memleketlerine dönmelerine izin verilmesi şartıyla teslim olurlar. Ancak spartalıları bekleyen daha korkunç bir savaş yeni başlamaktadır. Çünkü Pers generalleri, bilinçli olarak, yolbilmeyen rehberleri ve komutanları ölen Spartalılara, güzergah olarak kardukların ülkesini göstermiştir. Komutanları ölen sparta askerleri Xsenophon'u lider seçer ve yola koyulurlar. Askerler yolüstündeki köyleri talan edince kardukların saldırısına uğrarlar. Xsenophon yazdığı bu kitapta, Armenler ve Perslere komşu olan, pers egemenliğini tanımayan, son derece savasçı bir halk olan Karduklar'ın spartalıların ve Yunanlılarınkinden daha kullanışlı ve rahat evlerde yaşadıklarını, gelişmiş bir sanata,askeri ve tarımsal teknik aletlere sahip olduklarını ve daha pek çok ayrıntıyı yazmıştır. Xsenophon'un anabassis'te karduklara bu kadar geniş yer ayırmasının nedeni şüphesiz topraklarında yaptıkları yolculuk esnasında karduklarla girdikleri savaştır. Yola çıktıklarında onbin kişiydiler. Ama karduk ülkesinden canlı çıkabilenlerin sayısı üçbinden daha azdı. Capote (film) Capote, 2005 ABD yapımı biyografik filmdir. Film Gerald Clarke'in biyografi kitabı "Capote"den esinlenilmiştir ve Truman Capote ismindeki bir muhabirin hayatını anlatmaktadır. 1959 yılında, “The New Yorker” dergisi için muhabirlik yapan yazar Truman Capote'nin dikkatini gazetesindeki bir makale çeker. Yazıda, Kansas eyaletinde işlenen bir cinayet ve aynı aile mensubu dört kişinin öldürülmesi anlatılmaktadır. Capote, daha önce buna benzer çok haber okumuştur ama bu olayda onu çeken bir şey vardır. Derginin yazı işlerini de ikna ederek, olayı araştırmak üzere kendisi gibi dergiye yazan çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber olayın geçtiği yere doğru yola çıkarlar. Bu olayın, geçtiği kasaba üzerindeki etkilerinden, görgü tanıklarına ve polis raporlarına dayanarak yazılan öykü, katil zanlıların yakalanması ve ölüm cezasına çarptırılması ile Capote’nin sanıklarla yaptığı görüşmeler ve nihayetinde onlara destek olmak istemesi ile uzadıkça, Amerikan edebiyatının önemli eserlerinden “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla) adlı romanın da temeli oluşur. Safra asidi Safra asitleri memeli hayvanların safrasında bulunan steroit asitlerdir. Karaciğerde kolesterolun oksidasyonu sonucu oluşurlar, safra kesesinde depolanıp ince bağırsağa salgılanırlar. Surfaktan olarak etki ederler, lipitleri çözüp onların emilmesi ve sindirimine yardım ederler. Safra tuzlarının sentezi vücuttaki kolesterolun önemli bir kısmını kullanır. Vücut günde 800 mg kolesterol sentezler ve bunun yaklaşık yarısı safra asidi üretimine gider. Günde toplam 20-30 gram safra tuzu bağırsağa salgılanır; Bu safra asitlerinin %90'ı geri emilir ve tekrar kullanılır. Çeşitli safra tuzları arasındaki kimyasal farklılıklar çok ufaktır, 3,7,12 pozisyonlarında hidroksil gruplarının olup olmamasıyla birbirlerinden fark ederler. İnsanda en önemli safra asitleri kolik asit ve kenodeoksikolik asit, ve bunların taurin ve glisin ile olan bileşikleridir (taurokolat ve glikokolat). Bazı memeliler hemen tamamen deoksikolik asit sentezlerler. Capote Yıldız işareti Asterisk, yıldız imi veya yıldız işareti, tipografik bir sembol veya gliftir. İsmini yıldız biçimine olan benzerliğinden alır. "Asterisk" ismi de geç Latince "asteriscus" yani "küçük yıldız"dan gelir. Bunun kökeni ise aynı anlama gelen Yunanca "asteriskos" sözcüğüdür. Bilgisayar bilimleriyle uğraşanlar genellikle işareti İngilizce yıldız anlamına gelen "star" sözcüğü ile anarlar. Zaman zaman yanlış biçimde asteriks ("asterix") olarak anılır. İlk kullanımı doğum tarihlerini belirtmek içindir. Orijinal şekilde altı kollu idi ve her kol bir damla şeklindeydi. Daktilolarda bu şekilde yer almıştır. Bununla beraber bazı daktiloların her kolu ayrı bir şekilde basmakta güçlük çekmiştir. Ayrıca Arap-İsrail ihtilafı nedeniyle birçok Arap altı-kollu sembolü barındıran daktiloları almayı tercih etmememiştir. Bunun sebebi altı-kollu sembolü İsrail bayrağında bulunan Davud Yıldızına benzetmeleriydi. Bu nedenle "Arap yıldızı" olarak anılan beş köşeli bir yıldız ayrı bir sembol olarak birçok sistemde kullanılmıştır. Bununla birlikte bazı fontlarda (yazı biçimi) Arap yıldızı sekiz köşelidir. İki sembolü aşağıda görebilirsiniz: Örnek: *Bugünkü Bolu, eski "Klaudiopolis" adının kısaltılmış halidir. Örnek: * I. Ahmet * I. Mehmet * IV. Murat * II. Selim Amaranth Schwanengesang Schwanengesang (Türkçe: "kuğu şarkısı") Franz Schubert'in bestelediği "şarkı" albümü. "Schwanengesang", pek çok şarkı eserlerinde olduğunun aksine, Ludwig Rellstab ve Heinrich Heine'nin şiirlerinin besteci tarafından derlenmesiyle oluşturulmuş bir albümdür. Schubert'in bu eseri D 957 numarasıyla numaralanmıştır. On Emir On Emir (Arapça: وصايا عشر, Klasik İbranice: עשרת הדברים Aseret ha-Dvarîm, İbranice: עשרת הדברות Aseret ha-Dibrot, Latince: Decalogus), dini inanışa göre, Musa'ya Sina Dağı'nda Tanrı tarafından 2 taş tablet üzerinde verildiği söylenen bir dizi dini ve ahlaki öğretiler bütünüdür. Emirler, Tevrat Çıkış (Exodus) / 'de yer almaktadırlar: Kırgızistan somu Kırgızistan Somu (ISO 4217: KGS, 417), Kırgızistan'ın para birimidir. 40 som Yaklaşık 1 dolara isabet eder. Değeri Türk lirasından düşüktür. 28 Som, yaklaşık olarak 1 eder. 2009 yılından itibaren 5000 Som tedavüle çıkarılmış ve 20,50 ve 100 Som'lar yenilenmiştir ve 10 Som madeni parası çıkartılmıştır. Şimdi 200, 500 ve 1000 som'un da yenilenmesi bekleniyor. Ellibir Ellibir, kart takip etmeye dayalı şans yanında güçlü hafıza gerektiren bir iskambil oyunudur. formula_12formula_13formula_14, formula_45formula_46formula_47formula_48, formula_84formula_85formula_86formula_87formula_88formula_89, formula_148formula_149formula_1410, formula_110formula_1Jformula_1Q, formula_4Jformula_4Qformula_4K, formula_14Qformula_14Kformula_14A formula_83 ve formula_810 işleyebileceğiniz formula_84formula_85formula_86formula_87formula_88formula_89 gibi bir seri yerine bitmeyi kolaylaştırması açısından bu seriyi formula_83 ve formula_87 işleyebileceğiniz formula_84formula_85formula_86 ve formula_86 ve formula_810 işleyebileceğiniz formula_87formula_88formula_89 gibi iki ayrı seri olarak açmak daha uygundur. formula_144formula_44formula_84, formula_1Jformula_4Jformula_14J formula_8J formula_144formula_144formula_44 formula_1Jformula_1J formula_45formula_46formula_47 için formula_44 veya formula_48formula_49 gibi formula_144formula_44formula_84 için formula_14 gibi formula_8Jformula_8J gibi Genelde kartlar dağıtıldıktan sonra elinizde en az 2 çift bulunuyorsa çifte gitmeniz önerilir. Genelde oyuncular büyük sayılarla bir an önce baraj sayısını bulup ellerini açmak niyetinde olduklarından çifte giden oyuncuların ellerinde küçük sayılar bulundurarak kendisinden önceki oyuncunun attığı küçük sayılı ıskartalarla çift yapma olasılıkları daha fazla olur. Diğer oyuncuların attığı ıskarta kartları takip etmesi gerekir ve kendisinden sonraki iki oyuncunun attığı ıskarta kartlardan elinde bulunuyorsa öncelikle bu kartı ıskarta olarak atması gerekir. Ör: formula_1Jformula_4Jformula_14J, formula_1Jformula_4Jformula_14J. 5-aldigi jokeri ister okey atmak icin isterse eline uygun kagit cektigi zaman kullanmak icin saklayabilir.(yani jokeri aldigi an kullanmak zorunda degildir) 5-cifte giden oyuncunun elini actiktan sonra isler hakkini kullandiktan sonra isler hakki kalmadigindan yere atacagi isler kagidi sonraki oyuncu cifte gitse dahi islemek icin alamaz fakat elinde cift yapmak icin kullanabilir. Her tur bitiminde, biten oyuncunun turu nasıl bitirdiği ve diğer oyuncuların durumu ve ellerini açıp açamama durumuna göre puan hesabı yapılır. Biten oyuncunun puan tabelasında isminin yanına bir eksi(-) konur ve oyun sonunda hanesine -100 puan olarak yazılır. Oyun içinde kendi eli ve başka oyuncunun/ların eli açıkken, işlenebilecek bir kartı ıskarta olarak atan oyuncuya -50 puan olarak yazılır. Oyun içinde oyuncu sıra kendine geldiğinde yeterli sayısı olmadan veya bir seride eksik kart gibi nedenlerden elini açmaya teşebbüs edip bunu kendisi veya diğer oyuncular farkına varırsa oyuncuya -50 puan olarak yazılır. Tur içinde barajı tutturarak elini ilk açan oyuncunun yere açtığı perler içindeki kartların sayı değerleri toplanır, bundan sonra elini açacak her oyuncu için baraj kendisinden önce açan oyuncunun yere açtığı sayı to
plamının 1 fazlasıdır. Bu durumda elden bitmek için bu baraj puanı gözetilmez, ancak yere kâğıt işleyerek elden bitmek isteniyorsa, baraj puanı geçerli olur. Oyuncu elini açtığında sayılar toplamı 100 ve üzerindeyse puan tabelasında isminin yanına bir yıldız konur ve oyun sonunda hanesine -100 puan olarak yazılır. Karşılıklı oyuncuların puan ortaklığı üzerine dayanır. Oyun düzeni normal her oyuncunun tek tek oynamasıyla aynıdır. Oyun sonunda karşılıklı eşlerin puanları toplanarak en az ceza puanına sahip eş'lerin oyunu kazandığı türdür. Aritmetik mantık birimi Aritmetik Mantık Birimi (AMB) aritmetik ve mantık işlemlerini gerçekleştiren bir dijital devredir. AMB en basit işlemi gerçekleştiren mikro denetleyiciden, en karmaşık mikroişlemciye sahip bir bilgisayara kadar tüm işlemcilerin yapıtaşıdır. Modern bilgisayarların içinde bulunan mikroişlemcilerin ve ekran kartlarının içinde çok karışık ve güçlü AMB’ler bulunmaktadır. AMB kavramına ilk olarak 1945 yılında matematikçi John von Neumann EDVAC adlı yeni bir bilgisayar üzerine bulgularını anlatan raporunda değinmiştir. 1946 yılında, Von Neumann ve meslektaşları Princeton Institute of Advanced Studies (IAS) için bir bilgisayar tasarlamaktaydı.İlerleyen yıllarda birçok bilgisayar tasarımı için prototip haline gelmiş olan bu bilgisayarda temel matematiksel işlemleri ( toplama, çıkarma, çarpma ve bölme) gerçekleştirme gerekliliğinden dolayı , Von Neumann işe yarar bir bilgisayarın bahsedilen işlemler için özelleşmiş bir yapıya ihtiyaç olduğuna inanıyordu ve buna bağlı olarak AMB’nin bir zorunluluk olduğunu belirtmiştir. Bir AMB, işlemlerini diğer dijital devrelerin kullandığı sayı biçimiyle aynı şekilde ifade etmelidir. Modern işlemcilerin tamamına yakını İkiye Tümleyen gösterimini kullanmaktadır. İkiye tümleyen gösterimi işaretli ve işaretsiz sayıları kolay ve verimli bir şekilde gösterebildiğinden AMB’ler için işlem kolaylığı sağlamaktadır. Eski bilgisayar ise birçok çeşitli sayı gösterim biçimi kullanmaktaydı.Bu bilgisayarlarda bire tümleyen,ikiye tümleyen,işaret büyüklüğü formatı ve hatta gerçek ondalık sistem gibi fonksiyonlar da bulunmaktaydı. İşlemciler birçok işlemi bir veya daha çok AMB ile gerçekleştirilir. AMB veriyi giriş yazmaçlarından alır, işletir ve sonucu bir çıkış yazmacına kaydeder. Kontrol birimi AMB’nin veriye hangi işlemi yapacağını seçer. İşlemcinin diğer mekanizmaları yazmaçlar ve hafıza arasında verileri taşır. Şekilde görülen 2-bit AMB’nin A ve B isminde iki tane girişi bulunmaktadır. A[0] & B[0] en anlamsız biti (basamak değeri en düşük biti), A[1] & B[1] en anlamlı biti (basamak değeri en yüksek biti) göstermektedir. A ve B girişleri soldaki 4 tane mantık kapısına (yukarıdan aşağıya) yönlendirilmektedirler: XOR , VE, VEYA ve XOR.Yukarıdaki 3 mantık kapısı XOR, VE ve VEYA işlemini gerçekleştirirken en son XOR kapısı tam toplayıcının (full adder) giriş kapısıdır. Son adımda ise istenilen sonuç çoklayıcı yardımıyla seçilir. Denetim biriminden gelen 3 bitlik işlem kodu (OP) çoklayıcıya hangi girişi seçmesini gerektiğini belirtir. Çoklayıcının geri kalan 4 çıkışı farklı işlemler (çıkarma,çarpma vs.) için boş durumda beklemektedir.Gelen elde(carry-in) ve çıkan elde (carry-out) bir çeşit durum yazmacına bağlanmıştır. 1) Aritmetik ve lojik ünite İşlemci tarafından gerçekleştirilecek matematiksel ve mantıksal işlemlerin yapıldığı bölümdür. Aritmetik lojik ünitenin yapısı Bu birime giriş işlemleri, akümülatör kaydedicisiyle bellekten alınan veri arasında veya akümülatörle diğer kaydediciler arasında olabilir. ALU’ nun mikroişlemci içerisindeki basitleştirilmiş çalışma biçimi Şekil-2’de görülmektedir. ALU işlemleri ADDER (toplayıcı) ve SHIFTER (kaydırıcı) denilen iki esas devre ile gerçekleştirilir. Genelde, bu esas devreler ALU olarak anılmaktadır. Ancak bilgileri depolayıcı ve değerlendirici bazı yardımcı devrelerden de yararlanılır. Bu yardımcı devreler: Başlangıç ve sonuç bilgilerini depolamak için akümülatör kullanılır. Bazı mikroişlemcilerde akümülatör yerine VERİ KAYDEDİCİ (data reg) kullanılmıştır. Geçici kaydedici (temporary register) Bellekten alınan işlem bilgilerinin ilk durak yeri: geçici kaydedicidir. Bayrak kaydedici (flag register) Bazı mikroişlemcilerde bayrak kaydedici yerine; ALU tarafından yapılan işlemlerin sonucunu gösteren ve bu sonuçları değerlendirme ortamını yaratan devredir. Bu sonuçlara göre bazı düzeltmeler gerekiyorsa bilgisayar bunları kendi kendine yapabildiği gibi bayrak ekrana çağrılarak bazı yarılarının dışarıdan yapılması da mümkün olmaktadır. Durum kaydedici veya Koşul kodu kaydedici değimleri de kullanılır. Aritmetik lojik işlem birimi ve bu yardımcı devrelerinin tümüne birden ALU grubu denir. Yalnızca ALU denildiğinde ise asıl işlem yürütücü kısım olan ADDER ve SHIFTER amaçlanır. Kontrol birimi İşlemciye gönderilen komutların çözülüp (komutun ne anlama geldiğinin tanımlanması) işletilmesini sağlar. İşlemci içindeki birimlerin ve dışındaki birimlerin eş zamanlı olarak çalışmasını sağlayan kontrol sinyalleri bu birim tarafından üretilir. Aritmetik lojik ünitenin fonksiyonları Aritmetik işlemler denilince başta toplama, çıkarma, bölme ve çarpma; mantık işlemleri denilince AND, OR EXOR ve NOT gibi işlemler akla gelir. Komutlarla birlikte bu işlemleri, mantık kapılarının oluşturduğu toplayıcılar, çıkarıcılar ve kaydıran kaydediciler gerçekleştirirler. Bloklaştırılmış bu devreler bir dâhili veri yolu vasıtasıyla birbirlerine, bir başka veri yolu ve tamponlar vasıtasıyla kaydedicilere ve zamanlama-kontrol birimine bağlanmıştır. ALU’ da gerçekleşen bütün bu işlemler kontrol sinyalleri vasıtasıyla Zamanlama ve Kontrol Biriminin gözetiminde eşzamanlı olarak yapılır. Mikroişlemcinin temel elemanlarından biridir. ALU iki parçadan oluşur: Aritmetik ve lojik üniteler. a) Aritmetik ünite: Toplama, çıkarma, artırma, azaltma gibi işlemleri yapar. b) Lojik ünite: AND, OR, NOT gibi işlemleri gerçekleştirir AMB’lerin çoğu aşağıdaki işlemleri gerçekleştirebilir. AMB’ler herhangi bir işlemi yürütecek şekilde tasarlanabilir fakat işlem ne kadar karmaşıksa maliyet artar. Bu maliyet işlemcide kullandığı yer, harcadığı enerji vs. olabilir. Bu sebepten dolayı bir AMB tasarlayıcısı, tasarımın işlemi istenen hızda yapmasını temin ederken, bu tasarımın uygulama esnasındaki karmaşıklığı ve sarfiyatı ile ilgili ödünleşimi de yapması gerekir. Örneğin bir sayının karekökünü alacak bir AMB tasarlandığını düşünelim.İlgili mühendisin önünde aşağıdaki seçenekler bulunmaktadır: Yukarıdaki seçenekler en hızlı ve pahalıdan en yavaş ve en ucuza doğru gitmektedir.En basit bilgisayar dahi en karmaşık formülü gerçekleştirebilir fakat basit bilgisayarın var olan işlemi yavaş gerçekleştirmesinin nedeni ,yukarıda belirtilen seçeneklerde olduğu gibi, işlenmesi gerek basamak sayısının artmasıdır. Intel Core veya AMD64 gibi güçlü işlemcilerde çok karmaşık AMB’ler bulundurmak mümkün olduğundan; basit işlemler için 1. seçenek, çoğu karmaşık işlemler için 2. seçenek ve aşırı karmaşık işlemler için 3. seçenek kullanmaktadır. AMB’nin girişleri işlenecek veriler ve denetim biriminden gelen hangi işlemin yapılacağını belirten değerlerdir.Çıkışı ise yapılan işlemin sonucudur. Çoğu AMB tasarımında belirli durumlara göre farklı değerler alan bitler bulunmaktadır bunlara bayraklar denir. Bu bayraklar elde ,taşma, sıfıra bölme gibi olabilir ve AMB’ye giriş ya da çıkış olabilir. Kayan nokta birimi de AMB gibi iki değer arasında belirli işlemleri gerçekleştirir fakat üzerinde çalıştığı değerler ikiye tümleyen ,BCD’den daha karmaşık olan kayan nokta gösterimine sahip değerlerdir. Bu işlemleri gerçekleştirmek için kayan nokta biriminin de içinde AMB’ler bulunabilir. Genel olarak mühendisler ikiye tümleyen, BCD gibi formatlara sahip tam sayı ile aritmetik işlemler yapan birimlere AMB ismini vermektedir. Kayan nokta veya karmaşık sayı gibi daha çok bitle gösterilen biçimlerle işlem yapan birimlere daha yaratıcı isimler verilmektedir. Haggard Haggard, 1991'de Asis Nasseri önderliğinde kurulan Alman senfonik metal grubu. Klasik, rönesans ve orta çağ müziğini doom metal ile birleştirmişlerdir. Grup, 1991 yılında daha çok death metal türünde müzik yapıyordu. 1994 yılında çıkardıkları Progressive adlı demodan sonra grup, tarz değiştirerek senfonik metale yöneldi. 1997 yılında And Thou Shalt Trust... The Seer adlı, Nostradamus temalı albümleriyle ilk çıkışlarını yaptılar. 3 yıl sonra, 2000'de yayımladıkları Awaking the Centuries adlı albümleriyle aynı temayı devam ettirdiler, dünyada tanınır bir hale geldiler. Özellikle Almanya ve Güney Amerika'da grubun önemli bir hayran kitlesi oluştu. İtalyan bilgin Galileo Galilei'ye adadıkları Eppur Si Muove albümü 2004'te piyasaya çıktı. 2008 yılında çıkardıkları Tales Of Ithiria adlı albümde, vokalist Nasseri'nin kendi ürettiği fantastik bir hikâye tema olarak kullanılmıştır. "Awaking The Centuries" albümünden önce grup 21 kişiydi. Şu anda ise grup 16 kişiden oluşmaktadır. Bütün şarkıları vokalist ve gitarist Asis Nasseri yazmaktadır. 2012 yılında çıkması planlanan yeni albümlerinin teması Grimm Kardeşler olacaktır. Miyamoto Musaşi Miyamoto Musaşi (宮本 武蔵 c. 19 Mayıs 1584 - 13 Haziran 1645), ergenlik döneminde Miyamoto Bennosuke ya da Miyamoto Musana, ünlü Japon kılıç üstadı. Tarihte en yetenekli kılıç üstadları arasında yer aldığına inanılır. Çok genç yaştan itibaren girdiği birçok düello sayesinde kılıç kullanımı konusunda efsane haline geldi. "Hiyoho Niten İçi-riyu" veya "Nito Riyu" stilinin babasıdır. Strateji, taktik ve felsefe hakkındaki Beş Çember Kitabı ("Go Rin No Şo"), bugün bile birçok kesim tarafından okunmaktadır. Miyamoto Musaşi'nin hayatına ilişkin birçok kaynak günümüze kadar ulaşmış olmasına rağmen, hayatı ile ilgili birçok konu hala esrarını korumaktadır. Genel kabul görmüş olasılık; büyük abisi "Sirota" (1578 - 1660) ve Musaşi'nin, Mimasaka eyaletinin Miyamoto köyünde yaşayan, Hiratalar olarak bilinen bir samuray ailesinin çocukları olarak dünyaya geldiği yönündedir. B
ununla birlikte, Banşu köyü olma ihtimali de vardır. Ailesi Şinmen boyuna bağlıydı. Musaşi daha sonra "Beş Çember" isimli kitabında Şinmen boyuna atıfta bulunarak tam adının "Şinmen Musaşi no Kami Fujivara no Genşin" olduğunu ifade etmiştir. Musaşi'nin doğumu ile ilgili belirsizlikler de bulunmaktadır. Doğduğu yer ve zamana ait bilgiler kesin değildir. Elimizdeki kaynaklarda babasının Hirata Munisayi (ya da Miyamoto Munisayi veya Miyamoto Muninosuke) olduğu geçmektedir. Hirata Munisayi, Şinmen efendisine bağlı, jitte silahı konusunda üstad olarak ün yapmış yetenekli bir dövüşçüydü. Aynı zamanda kılıç konusunda da ustaydı. Gençliğinde, şogun olan Aşikaga Yoşiyaki'nin önünde kılıç ustalarından biri olan Yoşiyoka ile yaptığı müsabakayı kazanması üzerine, şogun tarafından kendisine "Japonya'nın En İyisi" unvanı verildi. Munisayi, yerel bir dojoda ailesine jitte teknikleri konusunda eğitim verdi. Munisayinin mezarında 1580 yılında öldüğünü yazılmıştır ki bu tarih, Musaşi'nin doğum tarihi olarak kabul edilen 1584 yılıyla uyuşmamaktadır. Suları bulandıran bir diğer durum ise; Miyamoto ailesinin günümüze kadar gelen genolojisine göre Musaşi 1583 yılında doğduğu ifadesidir. Kenji Tokitsu "Go Rin No Şo"'nun edebi yorumuna dayanarak Musaşi'nin kabul edilen doğum tarihi olarak bilinen 1584 yılının yanlış olduğuna işaret etmektedir. Munisayi'nin ölüm tarihi, Musaşi'nin babası olup olmadığı gibi nedenler, eşinin -doğal olarak Musaşi'nin annesinin de- kim olduğu durumunu belirsizleştirmektedir. Olasılıklar aşağıda yer almaktadır: İsmini, Minamoto no Yoşitsune'ye hizmet etmiş savaşçı rahip Musaşibö Benkeyi'den aldığı düşünülen ancak henüz kanıtlanmamış bu büyük savaşçı silah ustası (Dokuz veya daha fazla silahı ustaca kullanabilme) olarak kabul edilmektedir. Soyu hakkındaki gerçekler ne olursa olsun, ilk eğitimi eğitimi amcası tarafından verilmiştir. Yedi yaşına geldiğinde amcası Dorinbo (ya da Dorin) tarafından Hirafuku'ya üç kilometre uzaklıktaki budistlere ait bir tapınak olan Şoriyan'a götürülmüş, burada Budizm ve okuma-yazma üzerine eğitim alması sağlanmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere kılıç ve aile sanatı olan jitte konusundaki eğitimlerini Munisayi'den almıştır. 1589 yılında Şinmen Sokan, Munisayi'ye öğrencisi Honiden Gekinosuke'yi öldürme emrini verdi. Honiden ailesi bu durumda çok kızdı ve Munisayi dört kilometre uzaktaki Kavakami köyünde taşınmak zorunda kaldı. Böylece Munisaşi'nin eğitimi sona ermiş oldu. Söylenenlere göre Musaşi, Yoşiyoka riyu okulunda çalışmıştır. Kesin olmamakla beraber Musaşi'nin sonraki yıllarda tek elle yendiği bir okuldur.Bu okul pek çok Japon Kılıç usta sını daha çıkarmıştır. Beş Çember Kitabı'nın giriş bölümüne göre Musaşi'nin ilk başarılı düellosu; Sukara Bokuden tarafından keşfedilmiş olan "Şinto-riyu" stili ile dövüşen Arima Kiheyi isimli düşük seviyedeki bir samuray ile gerçekleşmiştir. Düellonun ana kaynağı "Merhum Üstad Hakkındaki Anektodlar"dır ("Yoho senşi denki"). Özetle, izahat aşağıdaki gibidir: 1556 yılında Musaşi henüz 13 yaşındayken sanatını geliştirmek için seyahat eden Arima Kiheyi, Hirafuku-mura'da genel bir meydan okuma ilan etti. Musaşi meydan okuma ilanına adını yazdı. Musaşi'nin kalmakta olduğu Dorin Tapınağı'na gelen bir haberci düellonun Kiheyi tarafından kabul edildiğini bildirdi. Dorin bu duruma çok şaşırdı ve Musaşi'nin adına özür dilemeyi denedi. Düellodan vazgeçmesi istenildiğinde Kiheyi; onurunun sadece düello günü Musaşi'nin kendisinden özür dilemesi ile mümkün olacağı şeklindeki inatçı tavrını sürdürdü. Düello zamanı geldiğinde rahip Musaşi adına özür dilemeye başladığı sırada Musaşi düello alanına elinde kılıç şeklinde bir tahta parçasıyla atlayarak Kiheyi'ye meydan okudu. Kiheyi vakizaşi ile saldırdı ama Musaşi, Kiheyi'yi üzerinden atarak saldırıyı savuşturdu ve Kiheyi yerden kalkmaya çalışırken Musaşi gözlerinin arasına vurdu ve öldürünceye kadar dövdü. Musaşi'nin Arima ile düello etmesine neden izin verildiği, özür dilemenin bir dalavere olup olmadığı ve en başından beri Arima'nın neden orada olduğu gibi cevapsız sorular düelloyu tuhaf kılmaktadır. Üç yıl sonra, 1599'da (her ne kadar " Tanji Hokin hikki" 1599 yılında 16 yaşında olduğunu yazsa da "Sakuşu bölgesinin kayıtları" "Tosakişu"'ya göre 15 yaşında idi) Musaşi köyünden ayrıldı. Ailesinin mobilya, silah, soy ve diğer kayıtları gibi malları Hirayo Yoğimon ile evli kızkardeşine bıraktı. Bütün zamanını gezerek ve düellolara girerek geçirdi. Örneğin Tajima şehrinden Akiyama isimli bir üstad ile. 1600 yılında Toyotomi ve Tokugava arasında bir savaş başladı. Görünüşe göre Musaşi, Şinmen boyu (ailesinin bağlı bulunduğu boy) yani Toyotomi'nin -Batının Ordusu"- tarafında yer aldı. Özellikle 1600 yılının Temmuz ayında Fuşimi Kalesi'ni alma girişimine, Ağustos ayında kuşatma altındaki Gifu kalesinin savunmasuna ve ünlü Sekigahara Savaşına dahil oldu. Musaşi'nin son savaşı hakkında "Hiyoho senşi denki"de bazı şüpheler vardır. Herhangi bir efendiye bağlı olmayan Musaşi'nin babasının yanında (Efendi Utika'nın taburunda) savaşmayı reddettiği aktarılmaktadır. Ancak Musaşi'nin bu savaştan çıktığı varsayımı Beş Çember Kitabı'nda Musaşi'nin altı savaşa girdiği ifadesi ile çelişmektedir. Ne olursa olsun Batı'nın Ordusu kesin bir yenilgi almış ve Şinmen Sokan Kiyuşu şehrine kaçmıştır. Ayrıca Musaşi'nin de kaçtığı ve zamanının bir kısmını eğitim ile geçirdiği ifade edilmektedir. Sekigahara savaşından sonra Musaşi kayıtlarda görünmemektedir. Bir sonraki kayıt Musaşi'nin 20 (ya da 21) yaşında Kiyoto'ya gelişi ve Yoşiyoka okuluna karşı girdiği ünlü düellolar serisine başlaması ile ilgilidir. Daha önce de belirtildiği gibi Musaşi'nin babası Yoşiyoka okulundan bir üstad ile dövüşmüş ve "Japonya'nın En İyisi" unvanını almıştır. Yoşiyoka okulu (Şinto riyu veya Kiyo haçi riyu soyundan gelmektedir) Kiyoto'daki sekiz büyük dövüş sanatları okulunun ("Kiyo riyu"/"Kiyoto'nun okulları") en başında yer almaktaydı. Efsaneye göre bu sekiz okul kutsal dağ Kurama'da bulundan neredeyse efsanevi bir dövüşçü tarafından eğitilen sekiz keşiş tarafından kurulmuştur. Yoşiyoka ailesi sadece kılıç sanatı konusunda isim yapmaya başlamakla kalmamış, aynı zamanda kendilerine ait olan tekstil ve boyama işi üzerine de ün kazanmışlardır. 1614 yılında Tokugava İyeyasu'ya karşı Batının Ordusu'nda yer alarak kaybettikleri Osaka Savaşı sırasında kılıç konusunda eğitim vermeyi bırakmışlardır. Ancak 1604 yılında Musaşi düellolara başladığında hala üstündüler. Düellolar hakkında çeşitli kayıtlardan biri olan Yoşiyoka ailesinin evrakları, Musaşi'nin sadece bir düelloyu -Yoşiyoka Kenpo'ya karşı- kaybettiğini belirtmektedir. Musaşi, Yoşiyoka okulunun başı Yoşiyoka Seyijuro'ya meydan okumuştur. Seyijuro düelloyu kabul etmiş ve 8 Mart 1604 tarihinde Rendaji Tapınağı dışında karşılaşmak için anlaşmışlardır. Musaşi geç gelmiş ve Seyijuro'yu çok sinirlendirmiştir. Anlaşmalarına göre Musaşi karşılaşmada tek bir hamle yapmıştır. Bu hamle Seyijuro'nun sol omzuna isabet etmiş, bayıltmış ve sol kolunu sakat bırakmıştır. Görünüşe göre okulun başkanlığını Musaşi'den intikam almak için hemen düello talep eden kardeşine devretmiştir. Düello, Kiyoto dışında ve Sanjusangen-do isimli tapınakta yapılmıştır. Musaşi ikinci kez geç gelirken, Denşiçiro çelik halkalarla güçlendirilmiş bir asa (ya da muhtemelen bir top ve zincir eklenmiş) taşımaktaydı. Musaşi, Denşiçiro'nun silahını elinden almış ve yenmiştir. Bu ikinci zafer sonucunda liderleri 12 yaşındaki Yoşiyoka Maraşiçiro olan Yoşiyoka boyunu öfkelendirmiştir. Okçular, tüfekli ve kılıçlı adamlar toplayarak Musaşi'ye Kiyoto dışında, İçiyoji tapınağı yakınlarında tekrar meydan okumuşlardır. Musaşi geç gelme adetini bu sefer bozarak birkaç saat önceden tapınağa gizlenmiş, adamlara saldırmış ve Mataşiçiro'yu öldürerek kaçmıştır. Mataşiçiro'nun ölümü üzerine Yoşiyoka okulu yok olmuştur. Bazı kaynaklara göre Musaşi, Kiyoto'yu terk ettikten sonra Nara bölgesindeki Hozoyin'deki mızrak konusunda uzman olduğu bilinen keşişlerle düello etmeye ve eğitim almaya gitmiştir. Tada Hanzaburo'nun kardeşi olan baş-keşişe eğitim verdiği Banşu'daki Enkoji Tapınağı'nda kalmıştır. Daha sonra Hanzaburo'nun torunu Ensu riyu temelli Enmeyi riyu öğretileri ve iyağijutsuyu geliştirmiştir. 1605'den 1612'ye kadar çeşitli düellolar ile yeteneğini pekiştirerek Japonya'da seyahatler yapmıştır. Gerçek düellolarda bokken ya da bukoto kullandığı söylenmektedir. Bu zamandaki düellolarda iki taraf aksine anlaşmamış ise karşı tarafı öldürmeye çalışılmazdı. Ancak çoğu düelloda Musaşi'nin strateji konusunda uzman olması sebebiyle rakibinin silahını önemsemediği bilinir. Miyamoto Munisayi'nin öğretilerinin nakli olduğunu bildiren 1607 yılının 9. ayının 5. gününe ait bir evrak Munisayi'nin en azından bu tarihe kadar yaşadığını göstermektedir. Bu yılda Musaşi Nara'dan Edo'ya doğru yola çıktığı sırada Şişido Bayiken isimli bir kusari gama pratisyeni ile düelloya girmiş ve öldürmüştür. Edo'da, daha sonraları nüfuzlu bir kurmay okulu olan Şinto Muso Riyu okulunu kuran Muso Gonnosuke'yi yenmiştir. Musaşi'nin 60'ın üzerinde düelloya girdiği ve yenilmediği söylenmektedir ancak büyük savaşlarda girdiği ölümle sonuçlanan dövüşler muhtemelen bu ılımlı tahmine dahil edilmemiştir. Japon tarihçileri girdiği bütün düelloları yalnız başına, öğrencilerinden yardım almadan kazanabileceğine inanmamalarına rağmen Musaşi'nin öğrencileri üstündeki eşsiz hakimiyeti nedeniyle bu pek mümkün görünmemektedir. Kendi kitaplarında da belirttiği üzere çoğu öğrencisi Musaşi'nin tekniklerini zor bulmaktadır. 1611 yılında Musaşi Miyoşinji Tapınağında zazen çalışmaya başlamıştır. Burada efendi Hosokava Tadayoki'ye bağlı Nagayoka Sado ile karşılaşmıştır. Sekigahara savaşında kuzey Kiyuşu'nın yönetimini alan Tadayoki güçlü bir efendiydi. Munisaşi kuzey Kiyuşu'ya taşınarak Tadayoki'nin öğretmeni oldu. Nagayoka, Sasaki Kojiro isimli bir üstada düello teklif etmiştir. Tokitsu, bu düellonun Tadayoki'nin toprakları üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırmak gibi politik bir amaç taşıdığına ina
nmaktadır. 14 Nisan 1612 tarihinde aşağı yukarı 28 yaşına gelmiş olan Musaşi, nodaçi (iki elle kullanılan bir çeşit uzun kılıç) kullanan rakibi Sasaki Kojiro ile en ünlü düellosunu yapmıştır. Musaşi belirlenen yere — uzaktaki Funajimu adası, Kiyuşu'nun kuzeyi, saçları dağınık bir halde ve geç gelmiştir. Düello çok kısa sürmüştür ve Musaşi rakibini kürekten yaptığı nodaçiden daha uzun bir bokken ile bir samuray veya kılıç ustasının standartlarının üzerinde bir ustalık ile öldürmüştür. Musaşi'nin geç gelişi tartışmalıdır. Sasaki'nin öfkeli taraftarları bunun onursuz ve saygısız bir hareket olduğunu düşünürken diğerleri rakibinin cesaretini kırmak için uygun bir davranış olduğunu düşünmekteydi. Başka bir teori ise Musaşi'nin geliş saatini akıntıya göre ayarlamış olmasıdır. Akıntı onu adaya taşıdıktan sonra değişmiştir. Musaşi'nin dövüşü bittikten sonra hemen sandalına atlamış ve akıntı sayesinde kendisinden intikam almak isteyen Sasaki taraftarlarından kurtulmayı başarmıştır. 1614-1615 yıllarında Musaşi, Toyotomi ve Tokugava arasındaki savaşta yer aldı. Savaşın nedeni Ayeyasu'nun Toyotomi ailesini Japonya'yı yönetmesine engel olarak görmesiydi. Tarihçilerin çoğu Musaşi'nin Toyotomi tarafında yer aldığına inanmaktadır. Osaka Kalesi savaşın merkeziydi. İlk savaş (Osaka'nın Kış Savaşı; Musaşi'nin dördüncü savaşı) antlaşma ile sonuçlandı ve ikincisi (Osaka'nın Yaz Savaşı; Musaşi'nin beşinci savaşı) 1615 Mayısında Hideyori'nin ordularının yenilgisiyle sonuçlandı. Söylenenlere göre Musaşi, Ayeyasu ile düelloya girmiş fakat Ayeyasu düelloyu sezince Musaşi'yi yanına almıştır. Diğer bilgilere göre Musaşi, Tokugava'nın yanında yer almıştır. Sasaki Kojiro ile olan düellosunda Tokugava'ya bağlı olanlar ile yakın bir ilişki içinde olsa da bu kanıtlanamamış bir iddiadır. Kaybeden tarafta olduğu için rahatsız edileceği düşüncesinin aksine takip eden yıllarda Musaşi ortadan kaybolmamış, Lord Ogasavara ve Hosokava tarafından desteklenmiştir. 1615 yılında Harima eyaletinden Lord Ogasavara Tadanayo'nun davetiyle sanatta hüner kazandıktan sonra "İnşaat Denetçisi" olarak Ogasavara'nın hizmetine girmiştir. Akaşi Kalesi'nin inşaası ve Himeji kasabasının organizasyonuna yardım etmiştir. Kaldığı süre zarfında dövüş sanatları konusunda eğtim vermiş ve bir erkek çocuğu evlat edinmiştir. 1621 yılında Musaşi, Lord Himeji'nin önünde Miyake Gunbeyi ve diğer üç Togun riyu üstadını yenmiştir. Bu sıralarda Musaşi "Enmeyi Riyu" için birkaç mürit edinmiş olmasına karşın ilk okulunu çok önceleri 22 yaşında iken açmıştı. Enmeyi Riyu öğretilerini kaleme aldığı "Kılıç Tekniği Enmeyi Riyu Üzerine Yazılar" ("Enmeyi riyu kenpo şo")isimli eserinde yazılı hale getirmişti. "En", daire veya mükemmelik; "meyi", ışık veya beraklık ve "riyu", okul manasına gelmektedir. Bu isim iki kılıcı ışığa doğru çember oluşturacak şekilde tutma fikrinden esinlenilerek ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Okulun temel amacı samurayların kullandığı çift kılıcı etkin bir şekilde kılıç ve jitte gibi kullanma eğitimini vermektir. 1622 yılında Musaşi'nin evlatlık edindiği oğlu Miyamoto Mikinosule Himeji derebeyliğine bağlı bir hizmetli oldu. Muhtemelen bu olay Musaşi'nin ayrılmasını teşvik etti. Böylece Musaşi yeni yolculuklarıa başlayıp 1623 yılında Konfiçyüsçü bir akademisyen olan Hayaşi Razan ile arkadaş oldu. Musaşi Şoguna kılıç ustası olarak başvurdu ancak halihazırda iki adet kılıç ustası (Ono Jiroemon ve Yagyu Munenori) olması sebebiyle başvurusu reddedildi. Musaşi Edo'yu terk etti ve Yamagata'ya geldiğinde Miyamoto Iyori isimli ikinci evlatlığı edindi. Daha sonra ikisi yola devam ettiler ve yolculukları Osaka'da noktalandı. Miyamoto Mikinosuke 1626 yılında junşi geleneğini takip ederek bağlı bulunduğu lord öldüğü için seppuku yaptı. Bu yıl Miyamoto Iyori Lord Ogasavara'nın hizmetine girdi. Diğer denemelerinde olduğu üzere Musaşi'nin Lord Ovari'nin hizmetine girme denemesi başarısız oldu. Musaşi 1627 yılında tekrar seyahat etmeye başladı. 1634 yılında Iyori ile birlikte Kokura'ya yerleşti ve sonradan Şimabara İsyanın'da büyük rol oynayacağı Ogasavara Tadazane'nin hizmetine girdi. Iyori isyanı bastırmada mükemmel bir hizmet sergiledi ve karo rütbesine (politik başkana eşit bir rütbe) yükseldi. Söylendiğine göre Musaşi ön saflarda keşfe çıktığı sırada atılan bir kaya parçası nedeniyle sakatlandı ve böylece yararlılık gösteremedi. (1798-1861). Musaşi "niten'içi" (二天一, "İki cennet tek gibi") veya nitoyiçi (二刀一, "iki kılıç tek gibi") ya da "Ni-Ten İçi Riyu" (Kongen Budist Sutra iki cennete Buda'nın koruyucusu olarak atıfta bulunmaktadır) adı verilen çift-kılıçlı bir kenjutsu tekniği geliştirdi ve bu teknikte ustalaştı. Bu teknikte dövüşçü katana ve vakizaşi gibi bir uzun kılıç ve bir eş kılıcı beraber kullanmaktadır. Söylendiğine göre bu stil; tapınaktaki davulcuların çift elli hareketlerinden ilham almıştır. Ne var ki Musaşi'nin dövüş tecrübesi nedeniyle doğal olarak gelişmiş ya da babasından aldığı jitte eğitimi sayesinde ortaya çıkmıştır. Yaşadığı dönemde sol eldeki uzun kılıç "gyaku nito" olarak nitelendirilirdi. Bugün Musaşi'nin kılıç kullanma stili Hiyöhö Niten İçi-riyü olarak bilinir. Musaşi aynı zamanda atıcılık konusunda da uzmandı. Kısa kılıcını sıklıkla atardı ve Kenji Tokitsu "vakizaşi" için "şuriken" metodlarının "Niten İçi Riyu"'nun gizli teknikleri olduğuna inanır. Doğrusu Meyji dönemi öncesi çok-yönlü yetenekler bir gereklilikti. Dolayısıyla bu bilgiler tutarlıdır. Ölümünden sonra birçok efsane ortaya çıkmıştır. En fazla bahse konu olan kenjutsu ve diğer dövüş sanatları üzerine olan ustalığı hakkındadır. Bazıları; insanları 1,5 metre uzaklığa tersine fırlatıp atması, bazıları da hızı ve tekniği hakkındadır. Diğer efsaneler Musaşi'nin dev kertenkeleleri öldürmesini anlatır. Başka bölgelerde de nüleri öldürmesi anlatılır. Kılıçtaki ustalığından dolayı Kenseyi "kılıç azizi" unvanını kazanmıştır. Bazıları insan ötesi hızlarda koşabildiğine, havada ve suda yürüyebildiğine hatta bulutların arasında uçabildiğine inanır. Altı tanesi "Miyamoto Musaşi" olmak üzere toplam otuz altı adet film ve bir adet televizyon dizisi Musaşi hakkındadır. Musaşi döneminde bile çizgiromana benzer hikâyeler vardı. Musaşi hakkında gerçek ve kurguyu ayırmak, özellikle internet ortamında çok zordur. Eiji Yoshikawa'nın romanı bu konuya öncülük etmiş, hatta Musaşi'nin hayatını anlatan kaynak olarak görülme hatasına bile düşülmüştür. Miyamoto Musashi’nin 11ci halefi Iwami Toshio soke ile : Aşağıdaki Dış bağlantılar İngilizcedir Yer çekimi (M. C. Escher) Yer çekimi, M. C. Escher tarafından yapılmış bir litograf baskıdır. İlk kez Haziran, 1952'de basılmıştır. Eserde kenarlarında yarı-dikdörtgenel kapı boşlukları barındıran bir polihedron (çokyüzlü) betimlenir. Bu kapı boşluklarından kabuksuz 12 kaplumbağanın baş ve bacakları çıkmaktadır. Nesneyi bir ortak kabuk gibi kullanmaktadırlar. Kaplumbağaların renkleri kırmızı, turuncu, sarı, magenta (morumsu kırmızı), kahverengi ve indigodur. Eser siyah-beyaz basılmış ve kaplumbağalar elle suluboya ile boyanmıştır. Eppur Si Muove Eppur Si Muove, Alman senfonik metal grubu Haggard`ın 3. albümü. 26 Nisan 2004 tarihinde Drakkar Entertainment`tan çıkmıştır. "Eppur Si Muove" albüm boyunca hikâyesi anlatılan Galileo' nun ölmeden önce söylediği son sözleridir. Yaşamı süresince Vatikan'ın baskıları yüzünden kabul ettiği Dünya'nın dönmediğine ilişkin teze göndermede bulunarak "Eppur Si Muove" - (Yine de Dünya dönüyor) demiştir. Albüm adını aynı adlı parçadan alıyor. Pis Yedili Pis Yedili, şansla birlikte taktik faktörünün de esas olduğu bir iskambil oyunudur. Kördüğüm (Mor ve Ötesi şarkısı) Mor ve Ötesi grubunun, 8 Mayıs 2006'da piyasaya sunduğu "Büyük Düşler" isimli albümün ikinci parçası. Çakal Çakal, köpekgiller (Canidae) familyasına dahil olan "Canis" cinsi içindeki türlerden dört tanesine, Afrika ve Asya'da bulunan ve küçük-orta boyutlu olan "Canis adustus", "Canis aureus", "Canis mesomelas" ve "Canis simensis" türlerine verilen ortak addır. Küçük avcı ve leşçil canlılar olan çakalların Kuzey Amerika'daki karşılığı, Türkçede "kır kurdu" ya da yine "çakal" olarak adlandırılan "Canis latrans" (İng., "coyote" ya da "prairie wolf") türü canlıdır. Uzunlukları 30–35 cm’lik kuyrukları birlikte 85–95 cm, ağırlıkları 7–11 kg arasında değişir. Altın çakalın ("C. aureus") sırtı karaya, karnı beyaza çalar ve öbür bölümleri kirli sarıdır. Kara sırtlı çakalın ("C. mesomelas") sırtı kara, postu pas kızılıdır. Boz renkteki çizgili çakalın ("C. adustus") iki yanında belirsiz çizgiler vardır, kuyruğunun ucu da beyazdır. "Canis" cinsinin bütün öbür üyeleri gibi çakallarda akşamları ulurlar. İnsanlar çakalın ulumasını genellikle sırtlanınkinden daha ürkütücü bulurlar. Çakallar, kuyruk dibindeki bir bezin salgısı nedeniyle etraflarına pis bir koku yayar. Altın çakal, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar olan bölgede, kara sırtlı çakal ile çizgili çakal Güney ve Doğu Afrika’da yaşar. Türkiye’de en çok kıyı bölgelerindeki sık ormanlık ve çalılıklarda ayrıca Güney Doğu Anadolu’nun alçak kesimlerinde yaşar; iç bölgelerde görülmez. Açık arazilerde yaşamakla birlikte, çoğu kez yerleşme yerlerinin çevresine kadar sokulur. Çakallar, kırlık yerlerde yaşayan gececi hayvanlardır; gündüzleri genellikle çalılıkların ağaçlıkların arasına gizlenir, alacakaranlıkta avlanmaya çıkarlar. Bazen yalnız, bazen çiftler ya da sürüler halinde yaşar buldukları küçük hayvanlar ya da leşleri yiyerek beslenirler. Sürüler halinde dolaştıklarında antilop ya da büyük hayvanları avladıkları da olur. Yalnızken bazen aslan bazen kaplan gibi yırtıcıların ardından giderek bu hayvanların ardından kalanları yerler. Çakallarda gebelik süresi 57-70 gün arasında değişir; dişi çakal bir oyuk ya da kavuğa sığınarak 2-7 arasında yavru doğurur. Kurtlar ve kır kurtları gibi çakallar da evcil köpeklerle çiftleşebilir. Encyclopaedia Britannica’nın İngilizce Jackal başlığından Türkçeye çevrilmiştir. Afrika'da yaşayan çakallar hakkında bilgiler içeren İngiliz
ce bir site Çakal türleri hakkında genel bilgiler içeren İngilizce bir site TCK Çakal (anlam ayrımı) Çakal şu anlamlara gelebilir: Filibeli Ahmed Hilmi Ahmed Hilmi veya daha çok bilinen ismiyle Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (1865-17 Ekim 1914) tanınmış Türk mutasavvıf ve düşünürü. Vahdet-i Vücud inancının sadık takipçilerinden olan Ahmed Hilmi, çağdaşı maddeci düşünürleri yoğun biçimde tenkit etmiş, anti-maddeci eserler kaleme almıştır. Filibe doğumlu olan Ahmed Hilmi bu nedenle "Filibeli Ahmed Hilmi" olarak anılmıştır. Babasının görevi(şehbender/konsolos)nedeni ile de Şehbenderzade olarak anılır. İlk eğitimini Filibe'nin müftüsünden alan Ahmed Hilmi, daha sonra ailesiyle birlikte İzmir'e taşınmıştır. Eğitimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, Beyrut'a atanmıştır. Siyasi bir mesele nedeniyle Beyrut'tan Mısır'a kaçmış, 1901'de tekrar İstanbul'a dönmüş fakat Fizan'a sürülmüştür. Tasavvufa olan ilgisi büyümüş, özellikle Vahdet-i Vücud (وحدة الوجود) düşüncesine inanmaya başlamıştır. Tasavvufi yönü fikirlerini büyük oranda etkilemiştir. Meşrutiyetin ilanıyla 1908'de İstanbul'a dönmüştür. Burada "İttihat-ı İslam" adlı bir haftalık gazete çıkarmaya başlamış fakat bu gazete uzun soluklu olmamış ve sonunda başka gazetelerde yazmaya başlamıştır. 1910'da "Hikmet" isimli bir haftalık gazete yayımlamaya başlamış, yine aynı yıl "Hikmet Matbaa-yi İslâmiyesi"'ni kurmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni eleştirmeye başlamıştır. Düşünceleri dönemde cemiyetin karşıtı olan görüşlerle de uyuşmadığı için birçok düşman kazanmıştır. Eleştirilerini ve görüşlerini en çok "Hikmet" gazetesinde yayımlamış, gazeteyi günlük çıkartmaya başlamıştır. Düşünceleri nedeniyle "Hikmet" gazetesi matbaası ile birlikte yasaklanıp kapatılmış, kendisi de Bursa'ya sürgüne gönderilmiştir. Fakat daha sonra sürgünden dönünce "Hikmet" gazetesini tekrar yayımlamaya başlamıştır. Yine de gazetesinin ömrü, yayımladığı fikirleri nedeniyle uzun olmamıştır. Ekim 1914'te zehirlenerek ölmüştür. Zehirlenmesinin nedeni bilinememektedir. Masonlukla ve siyonizmle mücadele eden ilk kişilerdendir. Dolayısıyla ısrarla karşı çıktığı ve düşmanı olmuş masonlarca zehirlendiği söylenmiştir. Ancak masonlarca zehirlendiği iddiaları ölümünden bir süre sonra ortaya atılmıştır. Gerçek ölüm nedeni bakır zehirlenmesidir. "Hikmet" gazetesi Ahmed Hilmi'nin düşünceleri açısından çok önemlidir. Bunun dışında Ahmed Hilmi'nin en ünlü eseri "A'mâk-ı Hayâl"(Hayalin Derinlikleri) isimli romanıdır. Eserde Vahdet-i Vücud inancı manevi hikâyelerin yardımıyla anlatılmaktadır. Bunların dışında "Coşkun Kalender" isimli bir mizah gazetesi de çıkarmıştır. Yazarlığının yanı sıra Dârü'l-Fünûn'da felsefe öğretmenliği yapmıştır. Felsefi incelemelerini ve düşüncelerini kaleme aldığı eser, Allah'ı inkar etmek mümkün mü? adlı kitabıdır. Yazılarında Şeyh Mihrüddin Arusi, Coşkun Kalender, Kalender Geda ve Özdemir imzalarını da kullanmıştır. (1327) (Şeyh Mihrüddin Arusi), Yirminci Asırda Alem-i İslam ve Avrupa- Müslümanlara Rehberi Siyaset, İstanbul. (1992) Senusiler ve Abdulhamid, İstanbul. (1914) Huzur-ı Akl-u Fende Maddiyyun meslek-i dalaleti. İstanbul (1909) Cevaplarımız, İttihad-ı İslam, no.6. (1909) Siyaset-i İslamiyye, İttihad-ı İslam, 5. (1910) A'mâk-ı Hayâl (1910) “İçtimaiyyat”: Din, Hikmet ve Fen Karşısında Feminizm Yani Kadınların Bais-i Felaketi Olan Nisaiyyun Mesleği” Hikmet (), no: 14. (1910) “İçtimaiyyat”: Din, Hikmet ve Fen Karşısında Feminizm Yani Kadınların Bais-i Felaketi Olan Nisaiyyun Mesleği” Hikmet (), no: 6. (1910) “Japonya’da İstikbal-i İslam ve Hacı Ömer Yamaoka Efendi’nin Fikri”, Yeni Tasvir-i Efkar, no. 70. (1910) Meşrutiyet’te Mana-yı Müsavat, Yeni Tasviri Efkar, no. 237. (1910) “İçtimaiyyat, İslam, Kadınlar ve Mazi, Hal ve İstikbal”, Hikmet no;13. (1911) İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedainin Ölümü, İstanbul. (1910-1912) Tarihi İslam, İstanbul. (1971) İslam Tarihi, İstanbul. (1912) Mebahis-i Siyasiyye: Müfrit Adem-i Merkeziyet ve Anasır-ı Osmaniyyenin Menfaati, Hikmet, No. 25. (1912) Bir Millet Nasıl Mahvolur, Hikmet (daily), No. 24, 24 August 1912. (1912) Elvah-ı Hayat, Türklerin Elemli Mukadderatından Bir Yaprak, Hikmet n. 29. (1912) Mebahis-i Siyasiye: Kavmiyet Asrı ve Bizim Nasyonalizm Cereyanları, Hikmet no; 26 (1913) Darülfünün Efendilerine Tahriri Konferans “Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz” İstanbul. (1910) Hey’et-i Hikmet, İttihat ve Terakki’nin Dostu Kim, Düşmanı Kim?, Hikmet , no. 57, 3. (1910) Pek Müşkil Bir Vaziyet: Milliyet Meselesi ve Karşısında Türkler, Y. Tasviri Efkar, No. 314. (1912) Millet-i Hakime Düşüncesi ve Türklerin Müşkil Mevkii, Hikmet, no. 29. (1966) Müslümanlar Uyanın, Bedir Yayınevi, İstanbul. (1326) “İçtimaiyyat”: Din, Hikmet ve Fen Karşısında Feminizm Yani Kadınların Bais-i Felaketi Olan Nisaiyyun Mesleği” Hikmet no:6 ; 3. Eş'arilik Eş'ârîyye veya Eş'ârîlik, (Arapça: الأشاعرة) İslam itikadi mezheplerinden birisidir. Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünde kurulan kelâm ekolüdür. Ehl-i Sünnette, Mâtûridîlik ile birlikte yaygın olan ikinci itikâdî mezheptir. Aklı Mu'tezile kadar önemsememekle birlikte, Selefîyye kadar da küçük çapta ele almaz. Eş'ârîlik, genellikle itikadda aklın yeri hususunda orta bir konumda olsa da, sıklıkla Selefilik'e Mu'tezile'den daha yakındır. Ebu Hasan Eş'ari'nin (ölüm: MS 935) kurduğu bu okul, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Doğal olaylar, nedenleri bilinmeyen ve belki de asla bilinemeyecek olan salt bir Tanrısal ilkenin ürünüdürler ve bu ilkece yönetilirler. Bu anlayışa göre akıl, pek güçsüz bir veridir, aklın bugün bilemediğini yarın da bilemeyeceği söylenemez. Bu sebeple insan, bugün ulaşamadı diye belki de yarın ulaşabileceği gerçekler üstünde inancını yitirmemelidir. Bununla birlikte Eş'ariyye, özellikle de Selefîyye gibi akımlar ele alındığında daha orta yoldadır ve hüküm verirken akla da yer verir. Eş'ârîlik'in en büyük tenkitçilerinden birisi ünlü filozof İbn-i Rüşd'dür. Aslında genel olarak kelâm ve kelâmcılara karşı çıkmış olsa da İbn-i Rüşd tenkitlerini en çok Gazzali ve Eş'ariyye üzerinde yoğunlaştırır. Eş'ârîyye ismi, her ne kadar Ehl-i Sünnet'e mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında Ehl-i Bid'ata mukabil kullanılması itibarıyla genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen "Muattıla" görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnet'e "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, Ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır. Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve Selef akidesini esas almıştır; fakat akaid meselelerinin ele alınışında kelâm bir istidlâl olarak kullanılmış ve te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelâmda yenilikler yaparak, Kelâmı felsefe metotlarla tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Eş'ariliğin çıkışındaki ortam da bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu. Eş'ârî ekolü hicri 4. ve 5. (miladi 10. ve 11.) yüzyıllarda önce Irak ve Suriye'de yaygınlık kazanmaya başlamış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır. İmam Bakillâni ve Ebül Maâli gibi düşünürlerin yönetimi altında gittikçe gelişen bu öğreti baskısını diğer itikadi fırkalar üzerine öylesine arttırmıştır ki Eş'arilik karşıtı akımlar 12. yüzyıl'da batıya geçerek inançlarını Endülüs Arapları arasında yaşamak zorunda kalmışlardır. Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: "Ebû Bekir el-Bâkıllânî" (403/1012-1013); "İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî" (478/1085-86); "Ebû Hâmid Gazzâli" (505/1111); "Şehristânî" (548/1153-54); "Fahru'd-din Râzi" (606/1209-10); "Sayfullah Âmidî" (631/1233-34); "Beydâvî" (685/1286-87); "Sa'dud-din Teftâzânî" (793/1390-91); "Seyyid-i Şerif-i Cürcânî" (816/1413-14); "Celâlu'd-din Devvâni" (908/15025-03). Eş'ârî ekolünün ana hatlarıyla genel görüşleri; 1. Marifetullah: Akıl hiçbir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'ân vâciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan ve dinden haberi olmayan insan, hiçbir şeyden sorumlu değildir. 2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadın da peygamber olabilir. 3. Cüz-i İrâde: Cüzî irade müstâkil değildir, onu da Allah yaratır. Eş'ariyye bu şekilde Cebriyye'ye yaklaşır. 4. Kesb: Kesb, insan gücünün güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur. 5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez. 6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur. 7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. 8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükell