article
stringlengths
7.34k
10k
lında Richie Sambora ilk solo albümü "Stranger in This Town"'ı yayımladı. "Netherworld" filminin müziklerini hazırlayan David Bryan Güney Amerika'daki bir gezintisi esnasında parazit kaptı ve aylarca hastanede yattı. Alec John Such ise geçirdiği motosiklet kazasının ardından bas tutuşundaki kritik bir sinirini zedeledi. Alec bu sebepten dolayı bas tutuşunu ve gitar çalış pozisyonunu değiştirmek zorunda kaldı. Jon Bon Jovi ise başarılı bir solo albüm ve gelen ödüllere rağmen mutlu değildi, bunalıma girmişti. Ünlü olmanın hayal ettiği gibi bir şey olmadığını ve rock'n'roll yaşam tarzının kendisine zarar verecek bir yönü olduğunu anlamaya başladı. Gruptan ayrı kaldığı süre boyunca fiziksel ve duygusal olarak kendini onarmaya çalışan Jon Bon Jovi kafasını dinlemek için 1991 yazında tüm ABD'yi kapsayan bir motosiklet turuna çıktı. Daha önce gitmediği yerlere giderek değişik insanlarla tanışarak yapacağı yeni besteler için değişik ilham kaynakları aradı. Bu gezi onun içinde bulunduğu karanlık dönemden çıkmasında büyük rol oynadı. Grup, 1991 yılının Eylül ayında MTV Video Müzik Ödülleri tarafından yaşam boyu onur ödülü ile onurlandırıldı. Fakat Jon Bon Jovi bu fikirden hiç hoşlanmamıştı. Yıllar sonra verdiği bir demeç esnasında o gün hakkında şu yorumu yapmıştı; Jon Bon Jovi kritik bir kararla ödül töreninden sonra grubun başarısında büyük rol oynamış olan ve grubun sekiz yıldır menajerliğini sürdüren Doc McGhee'nin işine son verdi. Grubun "McGhee Entertaintment" ile olan bağlarını tamamen kopardı. Bon Jovi'nin müziğine, kararlarna, imajına karşmayacak ve Jon Bon Jovi'den habersiz kararlar almayacak olan ""Bon Jovi Manegement""ı kurdu. Bu tarihten itibaren kendi menajerlik sistemi ile yola devam eden Jon Bon Jovi, daha etkin bir rol oynama kararı aldı. Jon Bon Jovi, 1991 yılının Ekim ayında, kariyerine solo olarak devam etmesi ya da Hollywood'a giderek şansını oyunculukta denemesi gerektiği yönündeki baskılara aldırış etmeyerek grubu yeniden bir araya getirme kararı aldı. Grubun yüzleşip aralarındaki sorunları çözmesi ve kötü anıları silmesi tam üç ay aldı. Richie Sambora, ilerleyen yıllarda verdiği bir demeçte o günler ile ilgili olarak şu yorumda bulunmuştur; Grup 1992 yılının Ocak ayında yeni albümün hazırlıklarına başladı. Dört sene aradan sonra yayınlanacak ilk Bon Jovi albümünün prodüktörlüğünü Bob Rock üstlendi ve albüm Kanada'nın Vancouver şehrinde "Little Mountain Stüdyoları"'nda kaydedildi. Jon Bon Jovi grubu bir araya getirdiğinde yaptığı konuşmada, sadece bir rock n roll grubu olacağız eğer inanıyorsanız bir Rolling Stones olabiliriz diyerek grubun yeni vizyonu bu şekilde açıkladı. Jon Bon Jovi saçlarını kısaltarak yeni bir görünüm edindi. Albüm ise grup üyelerinin 30'lu yaşlarına gelmiş olmalarının da etkisi ile hem şarkı sözleri, hem de sound olarak o güne kadarki en olgun Bon Jovi albümü idi. Grubun beşinci stüdyo albümü Keep the Faith, 3 Kasım 1992'de satışa sunuldu. Müzik medyası grubun müzikal açıdan değişimini ön plana çıkarırken magazin basını Jon Bon Jovi'nin saçlarını manşetlere taşımıştı. Dünyaca ünlü haber kanalı CNN Jon Bon Jovi'nin saçlarını kestirmesini ana haber bültenine taşımıştı. Grup, albümün promosyonu için hem de köklere geri dönüş olması amacıyla ABD'de küçük kulüpleri kapsayan kısa bir bar turnesine çıktı. Son turnelerinin üzerinden yaklaşık üç sene geçtiği için grup biraz da ısınmak adına bu kısa turneyi gerçekleştirdi. Albümün tanıtımı için MTV ve ABD'deki 130 radyo tarafından aynı anda yayınlanan bir konser gerçekleştirildi. Yarı akustik yarı elektrik ve yer yer cover şarkıların yer aldığı bu "unplugged" tadındaki konser 1993 yılında adında bir video kaset olarak yayınlanmıştır. Albümden, ""Keep the Faith"", ""Bed Of Roses"", ""In These Arms"", ""I'll Sleep When I'm Dead"", ""I Believe"" ve ""Dry County"" olmak üzere toplam altı single yayınlandı. 12 ay sürecek asıl büyük dünya turnesi 1993 yılının Şubat ayında başladı. Grup, Keep The Faith turnesi ile birlikte daha önce hiç çalmadıkları ülkelerde de konserler verdi. Grup, Keep The Faith turnesi kapsamında Tayvan, Hong Kong, Tayland, Filipinler, Singapur, Guatemala, Venezuela ve Kosta Rika'da kariyerinde ilk kez sahne alırken 13 Eylül 1993 tarihinde İstanbul İnönü Stadı'nda gerçekleşen konserle de Türkiye'deki ilk konserini gerçekleştirdi. Grup New Jersey turnesinde yaşadığı sorunları bu turnede yaşamamak için her ayakta en az 10 gün ara verip evlerine dönüp aileleriyle ve arkadaşlarıyla vakit geçirmeye özen gösterdi. Bu onların hem zihin olarak hem de ruhsal olarak zinde kalmalarına yardımcı oldu. Grup 2,5 milyon biletin satıldığı Keep the Faith turnesi boyunca 37 ülkede 177 konser vermişti. 1994 yılının Ekim ayında grubun derleme albümü "Cross Road" yayımlandı. Albümde yer alan iki yeni şarkı "Always" ve "Someday I'll Be Saturday Night" büyük ilgi topladı. Amerikan müzik listeleri'nin ilk onunda 6 ay boyunca yer alan ve birçok ülkede 1 numara olmayı başaran "Always", Bon Jovi'nin kariyerinin en başarılı single'ı olurken "Cross Road", İngilterede 1994 yılının en çok satan albümü olarak belirlendi ve tüm dünyada büyük satış rakamlarına ulaşarak Bon Jovi'ye o sene Dünya Müzik Ödülleri'nde yılın en çok satan rock grubu ödülünü kazandırdı. "Cross Road" albümünün yayımlanışından kısa bir süre sonra grubun 11 yıllık bas gitaristi Alec John Such gruptan ayrıldı. Alec John Such'ın ayrılışı ile, Alec'in Jon Bon Jovi'nin onun bas çalışını sürekli eleştirmesinden şikayetçi olduğu ve Jon Bon Jovi'nin onun bas çalışının berbat olduğunu düşündüğü gibi medyaya yansıyan olumsuz haberlerle ilgili Jon Bon Jovi şu yorumu yapmıştır; Alec John Such'ın yerine gruba resmi olarak yeni bir bas gitarist alınmadı. 1995'ten beri Bon Jovi albümlerinde ve konserlerinde Hugh McDonald bas gitar çalmaktadır. Alec John Such'tan sonra grup dışı bir basçıyla yola devam kararı alan Bon Jovi, 1995 yılının Nisan ayında kariyerinin en başarılı turnelerinden birine başladı. Bu arada turne esnasında grubun altıncı stüdyo albümü "These Days" 1995 yılının Haziran ayında yayımlandı. ""This Ain't A Love Song"" ile birlikte büyük başarı yakalayan albüm, Bon Jovi'nin kariyerinin en olgun albümü olarak nitelendirildi. Grup, 23, 24 ve 25 Haziran 1995 tarihlerinde Londra'da Wembley Stadyumu'nda üç gece üst üste kapalı gişe konser vererek bu stadyumda üç gece üst üste kapalı gişe konser veren ilk ve tek grup olarak tarihe geçti. Wembley konserlerinin biletleri beş ay önceden tükenmişti ve toplamda 216 bin bilet satılmıştı. Grubun kariyerinin zirve noktalarindan olan bu Wembley konserleri filme çekildi ve ""Live From London"" adı altında VHS ve daha sonra DVD olarak satışa sunuldu. Live From London o yılın en iyi müzik videoları dalında Grammy'ye aday oldu. Bon Jovi, o sene MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde "En İyi Rock Grubu", BRIT Ödülleri'nde ise "En İyi Uluslararası Grup", ödüllerini kazandı. Grubun 43 ülkede 126 konser verdiği dünya turnesi 1996 yılının Temmuz ayında sona erdi. Grup turne esnasında Hindistan, Güney Kore, Endonezya, Ekvador ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nde kariyerindeki ilk konserlerini verdi. These Days turnesinden sonra grup bir kez daha ara verdi ama karar bu defa biliçliydi grup üyeleri arasındaki herhangi bir olumsuz ilişkiden kaynaklanmıyodu. Her elemanın kendi solo projelerine ağırlık vereceği üç senelik bir döneme girildi. İlk solo albüm, Jon Bon Jovi'den geldi. 17 Haziran 1997'de Jon Bon Jovi ikinci solo albümü "Destination Anywhere"'i yayımladı. O sene Jon Bon Jovi MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde "En İyi Erkek Sanatçı"; BRIT Ödülleri'nde ise "En İyi Uluslararası Erkek Sanatçı" ödüllerini aldı. Jon Bon Jovi tüm bu müzik çalışmaları arasına sinema projelerinide sıkıştırmayı ihmal etmedi ve çeşitli filmlerde rol aldı. 1998'de Richie Sambora da ikinci solo albümü "Undiscovered Soul"'u yayımladı. Tico Torres ise müzik dışı hobilerinde ciddi bir aşama kaydediyor sanat çevrelerinde saygıdeğer bir ressam/heykeltıraş olarak boy gösteriyordu. David Bryan'ın 1999 yılında evinde geçirdiği bir testere kazası sonucu nerdeyse parmakları parçalanıyordu. Bir yıl süren terapi ve rahabilitasyonun ardından parmaklarını hareket ettirme yetisini geri kazandı klavyesine geri döndü. David Bryan bu dönemde "Ed Tv" filminin soundtrack çalışması olan grubun "Real Life" şarkısının kaydında ve klibinde yer alamamıştır. David Bryan 2000 yılında ikinci solo albümü ""Lunar Eclipse""'i yayımladı. Grup, beş sene aradan sonra çıkacak ilk albümleri için 1999 yılında stüdyoya girdi. 13 Haziran 2000'de grubun yedinci stüdyo albümü " Crush" yayımlandı. Albümde yer alan ""It's My Life"" şarkısı büyük bir ilgiye neden olmasının yanı sıra Bon Jovi'nin yıllar süren kariyeri boyunca eğilimlerin sürekli değişmesine rağmen müzik dünyasındaki kalıcılığının simgesi oldu. It's My Life ile grup "VH1 Ödülleri"nde yılın videosu ödülünü kazandı. Gruba "En İyi Rock Albümü" ve "En İyi Rock Şarkısı" dallarındaki kariyerinin ilk Grammy adaylıklarını getiren "Crush", iyi bir ticari başarı elde edip Bon Jovi'ye bu dönemde genç ve yeni bir hayran kitlesi kazandırdı. Bu hayran kitlesi ilerleyen yıllarda ""Crush Generation"" (Crush Nesli) olarak adlandırılmıştır. Grup albüm sonrası geniş çaplı bir dünya turuna çıktı. Londra'nın tarihi stadı Wembley'de iki kapalı gişe konser verdiler. Bu konserlerin önemi Wembley Stadyumu yıkılmadan önceki yapılan son etkinlik ve konserler olmasıydı. Grup turnedeyken İsviçre'nin Zürih kentinde verdikleri konser "The Crush Tour" adında DVD olarak yayımlandı. 1985'ten bu yana verdiği konserlerin kayıtlarının derlendiği ve grubun kariyerinin ilk ve tek konser albümü olan One Wild Night Live 1985-2001, 2001 yılının Mayıs ayında yayımladı. Turne, New Jersey'de Giants Stadyumu'nda verilen iki kapalı gişe konserle sona erdi. VH1 bu konserleri canlı yayınladı ve o gece ABD genelinde en çok izlenen ikinci program olarak izlenme rekorları kırdı. 2001 yılının Eylül ayında grubun yeni albümleri için çalışmak üzere stüdyoya kapandığı sırada patlak veren 11 Eylül Olayları'ndan so
nra Jon Bon Jovi ve Richie Sambora daha çok 11 Eylül trajedisini anlatan ve yaraları sarmak amacı taşıyan şarkılar bestelediler. Bir önceki albüm "Crush"'a göre daha sert şarkılar içeren grubun sekizinci stüdyo albümü "Bounce" 23 Eylül 2002'de yayımlandı. New Mexico'da oldukça olumsuz hava şartlarında çekilen video klibyle dünya listelerinde iyi bir başarı elde eden ve gruba bir Grammy adaylığı daha kazandıran "Everyday"'in ardından grup albümün promosyonu için çıktıkları oldukça başarılı geçen büyük dünya turnesi esnasında birçok şehirde kariyerlerinde ilk kez akustik konserler verdi. Philadelphia'daki "Veterans Stadyumu" yıkılmadan önceki verdikleri son konser ve "Londra Hyde Park"'ta 92.000 kişi önünde verdikleri tarihi konser turnenin önemli anlarındandı. Grubun Bounce albümü için çıktıkları turnenin sona ermesinden hemen sonra 2003'ün Kasım ayında grubun eski hitlerinin akustik sürümlerinin yer aldığı This Left Feels Right yayımlandı. 2004 yılının Kasım ayında grubun yirminci yılının şerefine dört cd ve bir dvd'den oluşan 100,000,000 Bon Jovi Fans Can't Be Wrong adında daha önceki albümlerde kullanmadıkları şarkılardan oluşan bir kutu seti yayımlayan grup, 2004 yılında Amerikan Müzik Ödülleri'nde sahne alıp "Yaşam Boyu Onur"; 2005 yılında Dünya Müzik Ödülleri'nde de "Diamond Award" (100 milyonun üzerinde albüm satanlara verilen bir ödül) ödüllerine layık görüldü. 2005 Temmuzu'nda politikacıların dikkatini Afrika'daki yokluğa çekmek ve büyük bir bağış toplamak için düzenlenen "Live 8"'te sahne aldılar. Grubun dokuzuncu stüdyo albümü "Have a Nice Day" 19 Eylül 2005'te yayımlandı. Albümden yayımlanan ikinci single "Who Says You Can't Go Home", 2007 yılında "Peoples Choice Ödülleri" 'nde "Yılın Rock Şarkısı" seçilirken gruba "Grammy" Ödülleri'nde "En İyi Country İşbirliği" ödüllerini kazandırdı ve grubu Amerikan Country müzik endüstrisinin en önemli ödülleri olan "CMT Ödülleri" ve "CMA Ödülleri" sahnelerine taşıyıp çeşitli ödüller kazandırdı. Kasım 2005-Ağustos 2006 arası süren iki milyon biletin satıldığı "Have a Nice Day Turnesi" toplamda 153 milyon dolar hasılat yaparak Rolling Stones'un "A Bigger Bang" ve Madonna'nın "Confessions Tour" turnelerinin ardından 2006 yılın en çok hasılat yapan üçüncü turnesi olmayı başardı. Bon Jovi, 14 Kasım 2006'da daha önce Beatles, Rolling Stones, U2, Madonna ve Elvis Presley gibi efsane isimlerin yer aldığı "UK Music Hall of Fame" tarafından onurlandırıldı ve 7 Temmuz 2007'de Küresel Isınma'ya karşı mücadelede dünya insanlarını bilinçlendirmek, durumun ciddiyetini vurgulamak amacıyla düzenlenen "Live Earth"'ün New York sahnesinde yer aldılar. Bon Jovi,"Have a Nice Day" albümünde yer alan "Who Says You Can't Go Home" şarkısının country müzik dünyasındaki başarısından sonra baştan sona Country etkileşimli bir Bon Jovi albümü yapmaya karar verdi. Jon Bon Jovi ve Richie Sambora Amerikan country müzik endüstirisinin kalbi olan Nashville'e gittiler ve bu tarz şarkılar bestelediler. "(You Want to) Make a Memory"'nin ilk single olarak yayımlandığı, grubun onuncu stüdyo albümü "Lost Highway" 19 Haziran 2007'de yayımlandı. Grup, Lost Highway albümü için turneye çıkmayı planlamamıştı fakat albümün başarısı üzerine "Have a Nice Day" turnesinin üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen yeniden turneye çıktılar. 2007 yılının Kasım ayı ile 2008 yılının Temmuz ayı arasında gerçekleşen ve grubun 2,157,675 hayranıyla buluştuğu Lost Highway turnesi 210.6 milyon dolarlık kazançla 2008 yılının en çok hasılat yapan turnesi olmayı başardı. Grubun bu turne esnasında konser verdiği Londra'da yeni inşa edilen O2 Arena'nın açılış konserinin biletleri 30 dakika içinde tükendi. 2007 Ekim ve Kasım ayları içerisinde New Jersey, Newark'ta açılan Prudential Center'da verdikleri on konser 2007 yılının en çok hasılat yapan olayı olurken ABD tarihinin en çok hasılat yapan altıncı etkinliği olmayı başarmıştır. Jon Bon Jovi ve Richie Sambora 2009 yılının Haziran ayında şarkı sözü yazarları ve bestecilerin onurlandırıldığı "Songwriters Hall Of Fame" tarafından ödüllendirildiler. Grubun, 25. yılına ithafen hazırlanan "When We Were Beautiful" isimli belgesel ve 197 sayfalık kitap ile birlikte country denemesi Lost Highway albümünün ardından grubun rock & roll'a geri dönüş olarak nitelendirdikleri 11. stüdyo albümü "The Circle" Kasım ayı içerisinde yayımlandı. The Circle albümü için çıktıkları 146 konserlik dünya turnesi ile grup Keep The Faith ve These Days turnelerinden beri kariyerinin en geniş kapsamlı dünya turnelerinden birini gerçekleştirdi. Grup turne esnasında Nrew Jersey'de yeni inşa edilen New Meadowlands stadının açılışını verdiği 4 konserle gerçekleştirirken Londrada O2 Arenada 12 kapalı gişe konser verdiler. 2010 yılının ekim ayında "The Circle Tour: Live From New Jersey" adı altında grubun New Jersey New Meadowlands Stadında verdiği konser ABD'de sinemalarda gösterime girdi. The Circle turnesi $146.507.388 hasilat ve toplam 1.591.154 bilet satışı ile 2010 yılının en çok hasılat yapan turnesi oldu ve böylece grup 2008 yılının bir numaralı turnesi Lost Highway turnesinin ardından üç sene içinde iki kez yılın en büyük turnesini gerçekleştirerek, tarihteki Rolling Stones ve Gretaful Dead ile bu başarıyı elde eden üçüncü grup olmayı başardı. İki cd'den oluşan ve gurubun kariyerinin en büyük hitlerinin yanı sıra bu albüm için yazılmış dört yeni şarkıyı içeren Greatest Hits albümü 2010 yılının Ekim ayında yayımlandı. Grup Kasım ayı içinde MTV Avrupa Müzik Ödülleri tarafından ""Global Icon"" ödülü ile onurlandırıldı. Bon Jovi, 2011 Avrupa turu kapsamında 8 Temmuz 2011'de Türk Telekom Stadyumu'nda gerçekleşen ilk büyük konser etkinliği ile 40 bin kişiye unutulmaz bir konser verdi. Konserde, Bon Jovi'ye ön grup olarak Redd eşlik etti. Grup 2011 turnesi ile 68 kapalı gişe konser, 1,851,385 bilet satışı ve 192,947,951 hasılat ile 2011 yılının en çok hasılat yapan ikinci turnesinin sahibi olmayı başardı. Grup 2010-2011 yıllarını kapsayan tüm turne boyunca 146 konser verdi ve toplamda 3,705,757 bilet satılıp 375,138,461 milyon dolar hasılat elde edildi. Greatest Hits turnesinin ardından grup, yeni bir albüm için 2012 yazından itibaren stüdyoya girdi. California ve New Jersey'deki kayıt sürecinin ardından What About Now 11 Mart 2013'te Island Records tarafından satışa sunuldu. Albüm başta Amerikan Billboard listeleri olmak üzere birçok ülkede listelere 1 numaradan giriş yaptı. Grup albümden yayınlanan ilk single olan Because We Can'in adını taşıyan ve 101 konserden oluşan Because We Can Turnesi için 2013 yılının Şubat ayında Kuzey Amerika'dan turneye başladı. Ancak Richie Sambora henüz turnenin başında Nisan ayında kişisel sorunları nedeni ile kızına ve kendi işlerine daha fazla vakit ayırabilme gerekçesi ile turnenin geri kalan konserlerine katılmayacağını açıkladı. Richie Sambora'nın turneye devam etmeme kararı ile ilgili tatmin edici bir açıklama gerek Richie Sambora gerek Jon Bon Jovi tarafından yapılmadı. Turne boyunca Richie Sambora yerine sahnede gitarda gruba Phil X eşlik etti. Richie Sambora'nın olmamasına rağmen turne büyük ticari başarı elde ederek 2013 yılının en çok hasılat yapan turnesi olmayı başardı. Grup 2015 yılında son yıllarda yaptıkları fakat albümlerine koymadıkları şarkıların yanı sıra "We Don't Run" başta olmak üzere birkaç yeni şarkının da yer aldığı "Burning Bridges" albümünü yayınladı. Grubun kurucusu ve solisti Jon Bon Jovi'nin en büyük iki idolü kendisi gibi New Jersey'li olan Bruce Springsteen ve "Southside Johnny" dir. Bunların dışında Bob Dylan, Frank Sinatra, Elvis Presley, Beatles, Rolling Stones, The Animals, Aerosmith ve Thin Lizzy gençliğinde etkilendiği ve müzikal gelişiminin oluşmasında rol oynayan şarkıcılar ve gruplardır.. Jon Bon Jovi, gençlik yıllarındaki müzikal etkileşimleri ile ilgili şöyle bir beyanatta bulunmuştur; Asbury Park, Buruce Springsteen'in ""Greetings From The Asbury Park"" albümüne ve Southside Johnny'nin ""Southside Johnny & The Asbury Jukes"" grubuna ilham kaynağı olmuş ve daha birçok ismi ortaya çıkartan New Jersey'de efsanevi bir gece kulübüdür. Grupta yapılan bestelerde ve şarkı sözü yazımında Jon Bon Jovi ile birlikte ağırlığı en fazla olan Richie Sambora'nın ise en büyük idolü Eric Clapton'dır. Eric Clapton, Led Zeppelin ve Aerosmith şarkları ile gitar çalmayı öğrendiğini belirten Richie Sambora'nın en büyük ilham kaynakları arasında Jimmy Page ve Brian May de yer almaktadır. Grup üyelerinin doğup büyüdüğü ve yaşadığı şehir olan New Jersey, işçi sınıfının yaşadığı bir sanayi şehri idi. Bon Jovi'nin şarkı sözlerinde de tıpkı Bruce Springsteen'in şarkı sözlerin de olduğu gibi işçi sınıfı ile ilgili ya da hikâye anlatımlı sözlerden farklı ve uzak olduğu görülmez. İşsiz kaldığı için gitarını satmak zorunda kalan Tommy ve onun için restoranda çalışan Gina'nın hayata tutunma hikâyelerini anlatan "Livin On A Prayer" ile yine iki sevgilinin hayat mücadelesini anlatan "Born To Be My Baby" ve üç arkadaşın maceralarını anlatan "Blood On Blood" şarkılarının sözleri bu ekolü yansıtmaktadır. New Jersey rock n roll'u ile Hard Rock elementlerini birleştiren, rock n roll, blues, country ve pop öğelerini bir arada barındıran grubun, müzikal tarzlarının katagorize edilmesinden hoşlanmadıklarını belirten Jon Bon Jovi ""biz sadece rock n roll yapıyoruz ne yazarsam yazayım bu sounda bağlıyım"" diyerek yanıt vermiştir. İbrahim Şâhidî İbrahim Şâhidî (1468 - 1550), Mevlevi şair ve evliya. Asıl adı 'İbrahim' olup şiirlerinde kullandığı 'Şâhidî' mahlasıyla meşhurdur. Aşık Çelebi'ye göre Şahidi bu mahlası 'davada yaptığı şahitlik üzerine' almıştır. Muğla'da 1468 yılında doğan Şâhidî İbrahim Dede, çocukluğunu Muğla'da geçirmiştir. İlk eğitimini de babası Hüdai'den almıştır. On sekiz yaşına kadar Muğla'da kaldıktan sonra, İstanbul Fatih Medresesi ve Bursa Yıldırım Han Medresesi'nde ilim tahsil etti. Bursa'da kaldığı bu yıllarda tasavvufa yöneldi. Daha sonra yine Muğla'ya dönerek devrin ünlü alimlerinden birisi olan Şeyh Bedrettin'den tefsir ilmini ö
ğrendi. Daha sonra Denizli'ye giderek mevlevi şeyhi Fani Dede (ö. 1504)'ye bağlandı. Yine burada Mevlana soyundan Paşa Çelebi'ye mürit oldu. Buradan Afyon'a giderek Sultan Divânî'nin (ö. 1530) sohbetlerine katıldı. Bu sırada tasavvufi açıdan kendisini geliştirdi. Sultan Divânî'nin ölümü üzerine yine Muğla'ya dönerek Seyyid Kemalleddin'in kurmuş olduğu Muğla Mevlevihanesi'nde 40 yıl şeyhlik yapmıştır. Şâhidî İbrahim Dede'nin ölüm yeri ile ilgili iki görüş vardır. İlki Muğla'da öldüğüyle ilgilidir ki mezarı zaten Şahidi Camii'nin haziresindeki bir türbede babası Hüdai Dede ile yan yana bulunmaktadır. Diğer görüşe göre, Şahidi her yıl Afyon'a giderek şeyhi Sultan Divânî'nin mezarını ziyaret etmeye başladı. Bu ziyaretlerden biridinde 1550 yılında burada vefat etti ve şeyhinin yanına gömüldü. Şahidi'nin Afyon'daki mezarı Sultan Divani'nin ön tarafında ve Abapuş-ı Veli'nin sırasında İlyas Çelebi'nin sağ tarafında idi. Buna göre Şahidi'nin mezarı ya sonradan Muğla'ya getirilmiş, veya Muğla'daki mezarı ona hürmeten yapılmıştır. Yine Semâhâne-i Edeb kitabında şairin Muğla'da yaşayıp Afyon'da öldüğü belirtilir. Michael Ballack Michael Ballack (d. 26 Eylül 1976, Görlitz, Doğu Almanya), eski Alman millî futbolcudur. 2006 sezonuna kadar Almanya'da Bayern Münih formasını giyen futbolcu o sene geldiği Chelsea'de tam 4 sezon top koşturduktan sonra 2010 Haziran ayında kulübü tarafından serbest bırakılmıştır. Aynı yıl eski takımı Bayer 04 Leverkusen ile sözleşme imzalamıştır. Pele'nin 2004 de seçtiği Fifa 100 e girmiştir. Başarılı bir kariyere sahip olan Ballack, profesyonel futbol hayatını sonlandırmıştır. İlk yıllarında Bayer Leverkusen takımının ilgisini çeker. Bu takımda geçirdiği 3 yılın ardından büyük bir yıldıza dönüşür ve Almanya millî takımının en büyük kozu olur. Çok büyük bir kulübe transferi beklenirken o herkesi şaşırtır ve kendisinde özel bir yeri bulunan Bayern Münih'e transfer olur. Burada büyük bir tecrübe edinir ve Almanya millî takımına kaptanlık yapmaya başlar. Daha sonra beklenildiği gibi büyük bir kulübe transfer olur. Bu takım Avrupa'nın gözde kulüplerinden Chelsea'dir. İlk sezonu vasat geçse de ertesi sezon kendini toplar ve bu harika performansı ile takımını UEFA Şampiyonlar Ligi finaline taşır ama ne yazıkki finalde seri penaltı sonuçlarında Manchester United'a yenilirler. Bu daha bitiş değildir çünkü kendi liglerinde de son hafta şampiyonluğu yine Manchester'e bırakırlar. İyi bir sezonun sonunda 2 büyük hüsrana uğrayan Ballack kendini millî takıma verir. Çünkü Euro 2008 heyecanı başlar. İyi başlayan Almanya finale çıkar. Finalde İspanya ile karşılaşan Almanya Fernando Torres'in 33. dakikada attığı golle ikincilikle yetinir. Yine üzülen kaptan Ballack tek teselliyi turnuvanın en güzel gollerinden birini atarak ve en iyi 23 kişilik kadroya seçilerek bulur.Sözleşmesi bittiği için Chelsea'den ayrılmıştır. Ballack eski takımı Bayern Leverkusen ile 2 yıllık sözleşme imzalamıştır. Ayrıca kariyerinde iki tane "treble horror" diye anılan korkunç üçleme sezonları vardır. 2001-2002 sezonunda Bayer Leverkusen ile son üç haftasına beş puan önde girdikleri ligde şampiyonluğu bir puan farkla Borussia Dortmund'a kaptırmışlar, şampiyonlar ligi finalinde Real Madrid'e 2-1 yenilerek kupayı kaldırma şansını kaybetmişler, Almanya millî takımıyla birlikte 2002 Dünya Kupasında ise ,kırmızı kart cezası sebebiyle oynayamadığı, final maçını Brezilya'ya 2-0 kaybederek ikincilikle yetinmek zorunda kalmışlardır. 2008 yılında ise Chelsea ile birlikte aynı senaryoyu yaşamak zorunda kalan Ballack, sezonu Manchester United'ın iki puan gerisinde tamamlayarak hayal kırıklığı yaşamıştır, şampiyonlar liginde ise berabere biten doksan dakinanın sonunda Manchester United'a penaltılarla kaybederek kupayı kaldıramamıştır. 2008 yılının yazında, üzücü geçen sezonun ardından Almanya millî takımıyla birlikte Euro 2008'de final oynamış, fakat İspanya Torres'in 33.dakikada attığı golle kupayı kazanmış, Ballack ve arkadaşları ise yine ikincilik ile yetinmek zorunda kalmışlardır. Bu iki sezonun ardından Almanya'da esprilere konu olmuş, bununla birlikte çok parlak bir kariyer yaratma fırsatını kaçırmıştır. 14 Temmuz 2008 tarihinde, Ballack uzun süre birlikte olduğu kız arkadaşı Simone Lambe ile evlendi. Çiftin üç çocuğu bulunmaktadır. Louis 2001 yılında, Emilio 2002 yılında ve Jordi'de 2005 yılında dünyaya gelmiştir. Fakat çift 2012 yılında boşanma kararı almıştır. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında, Ballack ESPN kanalında Alexi Lalas ile analist olarak çalışmıştır. Santiago, Şili Santiago "(İspanyolca: Santiago de Chile)", Güney Amerika ülkesi Şili'nin başkenti ve en büyük şehridir. Santiago Metropolitan Bölgesi sınırlarında kalır. 32 idari mahalleden oluşur. Şehir nüfusu 5 milyon kişi olup, tüm Metropolitan Bölgesi'ndeki nüfus 7 milyondur. Bu Şili'deki toplam nüfusun %40'ının Santiago ve yakın çevresinde yaşadığı anlamına gelir. "Santiago Centro" şehrin idari mahallelerinden biri olup şehir merkezini kapsar. Burada yaklaşık 230.000 kişi yaşar. Her ne kadar Şili Parlamentosu "Congreso Nacional" 1990'da demokrasiye dönülmesinden bu yana Valparaíso'da yerleşik bulunsa da, Santiago tartışmasız Şili'nin politik ve ekonomik merkezidir. (Esasen "Congreso Nacional"in 1973 darbesiyle kapatılmasından sonra başkent Santiago'da kalan ve Şili Dışişleri Bakanlığı tarafından kullanılan binaları 2006 yılında sahibine iade edilmiş ve halen parlamento komisyonları toplantılarını burada yapmaktadır.) Santiago, Mapocho nehrinin kıyısında, And Dağları eteklerindeki bir düzlükte kurulmuştur. Trafik ve sanayinin yoğunluğundan, çok sık hava kirliliği sorunu yaşanır. Öyle ki bu yüzden, özellikle kış mevsiminde, çoğu zaman şehrin doğu sınırlarını oluşturan çevredeki dağ sıralarını seçmek dahi zorlaşır. İklimi kuru ve sıcaklık farkları fazladır. Santiago 12 Şubat 1541 tarihinde Pedro de Valdivia tarafından kurulmuştur. Kuruluş töreni, bugün şehir merkezinde bir park olan "Santa Lucía" tepesinde yapılmıştır. Valdivia'nın burayı seçmesinin sebebi Mapocho nehrinin burada büyük bir ada oluşturmuş olmasıdır. Bu konum, şehri Mapuche saldırılarından korumak için uygundur. Buna rağmen daha 1541'de ilk saldırılar başlamıştır. İlk binalar Picunche yerlileri tarafından yapılmıştır. Mapocho nehrinin güneydeki bir kolu kurutularak buraya "Alameda de las Delicias" adı verilen bir bulvar inşa edilmiştir. Santiago halkının kısaca "Alameda" dediği caddenin bugünkü ismi "Avenida Libertador General Bernardo O'Higgins"'tir. 13 Mayıs 1647'de 12.000 kişinin öldüğü ağır bir deprem şehri harap eder. 1778'de "Rio Mapocho" üzerine bir köprü inşa edilir. "Puente Cal y Canto" isimli bu köprü, "La Chimba" semtini şehir merkezine bağlar. Şehrin güneyinde bulunan ovada 5 Nisan 1818'de Bernardo O'Higgins kumandasındaki Şili kuvvetleri, İspanyolları Maipú Muharebesi'nde mağlubiyete uğratarak ülkenin bağımsızlığını kazanmışlardır. 8 Aralık 1863 tarihinde "Iglesia de la Compañía" Kilisesi çıkan bir yangın sonucu tamamen yanmıştır. 2000 kişiden daha fazla kurbanın olduğu bu yangın sonucunda buraya bir anıt dikilmiştir. 1885 yılında 236.412 kişi Santiago'da yaşamaktaydı. 1930'lu yıllarda Santiago, bir modern endüstri metropolüne dönüşmeye başladı. Başkanlık sarayı La Moneda çevresinde birçok bakanlığın ve kamu kuruluşunun bulunduğu "Barrio Cívico" isimli bir yönetim semti oluştu. Şehir nüfusu kuzey ve güney Şili'den aldığı göçlerle hızla arttı. 1985 yılındaki güçlü bir deprem sonucu bir dizi bina daha yıkılmıştır. Şehrin eski tarihine rağmen tarihi yapıları azdır. Ülkenin tamamında olduğu gibi Santiago da çok sayıda deprem afeti yaşamıştır. "Casa Colorada", "Iglesia San Francisco", "Posada del Corregidor" gibi istisnaları saymayacak olursak 150 yaşından eski bina yok gibidir. Bu binalar da İspanyol koloni zamanından kalmadır. Şehrin merkezindeki ("Plaza de Armas") adlı meydan ve aynı yerdeki Katedral, şehrin en eski kilisesi olan "San Francisco" Kilisesi gibi önemli yapılarındandır. Yine başkanlık sarayı La Moneda da bu binalara eklenebilir. Diğer görmeye değer bir yer de, şehrin tarihi merkezinde bulunan, bugün park olarak duran Santiago'nun ilk kurulduğu "Santa Lucia" tepesidir. Yine arkasında Andlar'ın yükseldiği, raylı bir sistemle çıkılan ve içerisinde bir hayvanat bahçesinin bulunduğu "San Cristóbal" tepesi de ziyaret edilecek yerlerden birisidir. Şili'nin önemli şirketlerinin merkezleri Santiago'dadır. Aynı şekilde birçok yabancı firmanın temsilcileri de burada bulunur. Medya merkezi yine burası olduğundan milli TV kanalları buradan yayın yapar. "El Mercurio", "La Tercera", "La Nación", "Siete" gibi ulusal gazetelerin basıldığı şehir Santiago'dur. Santiago 2004 ve 2005 yıllarında "America Economica" dergisi tarafından Latin Amerika'da "iş yapılacak en önemli şehir" seçilmiştir. Santiago Santiago, İsa'nın havarisi San Tiago'dan (İngilizcede Saint James, Fransızcada Jacques, İtalyancada Giacomo, Latincede Jacob, Türkçede Yakub) türemiş bir isimdir. Hispanik ve Lusitanik dünyada pek çok yer Santiago olarak anılır. Santiago adını taşıyan Portekiz'de yerleşim birimleri: Kehribar Kehribar, çamgiller ("Pinaceae") familyasından, bir çam türü olan "Pinus succinifera" ağaçlarının fosilleşmiş reçinesidir. Toplumlarda bazı süs eşya yapımında kullanılan açık sarıdan kızıla kadar çeşitli renklerde yarı saydam, kolay kırılabilen ve bir yere gömüldüğü zaman ufak cisimleri kendine çekme özelliği kazanan bir fosildir. Baltık Denizi'nden (Rusya, Polonya) çıkarılan kehribar, yüzyıllardan beri kadınların süs eşyalarından en gözde sayılan taşlardan biri olarak benimsenmiştir. Parlaklık ve renk açısından onu hiçbir saydam taş ile kıyaslamak mümkün değildir. Kehribara yapışan fosilleşmiş böcekler, yabani bitkilerin fazla oluşu, diğer taşlarda görülmeyen önemli özelliklerdendir. Dünya kehribar yataklarının %90'ı Rusya'nın Kaliningrad Bölgesinde bulunmaktadır. Avrupa'da kehribar yatakları en çok Rusya, Ukrayna, Romanya, İsveç, İngiltere, Hollanda ve Sicilya'da g
örülmektedir. Kehribar ortalama 25 ile 40 m arasında değişen bir derinlikte ve eski devirlerde meydana gelen denizaltı çökeltilerinin iki tabakası arasında damarlar şeklinde bulunmaktadır. Buna mavi toprak denilmektedir. Bu kehribarın ikinci vatanıdır. Birinci vatanı ise bugünkü İskandinav ve Polonya Baltık Denizi'nin büyük bir kısmını içine alan sahalardır. Buralarda bir zamanlar büyük ormanların bulunduğu tahmin edilmektedir. Kıtalar arasındaki büyük değişikliklerin sonucunda bu bölgeler sular altında kalmış ve uzun seneler sonucu toplanan çam sakızı kütleleri deniz suyuyla sürüklenip gitmişti. Bunlar üzerine kum ve çakıl taşlarının kaplanması ile mavi toprak olarak bilinen tabaka hasıl olmuştur. Yapılan tetkikler sonucunda ilim adamlarının verdikleri kararlardır. Çok beğenilen bu süs eşyası yanında, kullanılan taşın içindeki böcek, yaprak ve çiçek kalıntıları hiçbir zaman bozulmayacak şekilde mumyalanmıştır. Bunlar eski devirler hakkında aydınlatıcı bilgilerin edinilmesine yardımcı olmaktadır. Kehribarda deterpenik reçine asitleri, rezenler ve biraz uçucu yağ bulunur. Kehribardan çeşitli kadın eşyaları yanında, tespih ve ağızlık da yapılmaktadır. Eskiden uyarıcı ve antispazmodik olarak da kullanılırdı. Bugün ilaç olarak da kullanılmaktadır. Türkiye'de kehribar genellikle gösterişli tespih yapımında kullanılmaktadır. Kehribarın tüm özellikleri, yaşına, gömülme şartlarına ve reçine salgılayan ağacın türüne bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Kehribar amorf (şekilsiz ) olup, saydam, yarı saydam veya opak olabilir. Sedimentler içinde genellikle düzensiz topak, nodül (yumru ), sarkıt veya damlacık şeklinde bulunur. Kehribar bir mineral olmadığından sabit bir kimyasal formülü yoktur. Ancak C I Hcodice_1 I O şeklinde bir kompozisyon verilebilir. Yapısındaki ana elementler olan C %67-87, H %8,5-11, O %15, S %0-0,46 oranlarında olabilir. Özgül ağırlığı 1,05-1,30 g/cm'tür. Tamamen saydam Kehribarın özgül ağırlığı 1,1 g/cm'tür. Beyaz renklisinin özgül ağırlığı 0,90-0,96 gr/cm'tür ki özgül ağırlığı 1 olan saf suda yüzebilir. Kehribar %10 oranında tuz bulunduran suda yüzecek kadar hafiftir. Sertliği Mohs sertlik cetveline göre 2,5-3 değerindedir. Kehribarın sertliği, özgül ağırlığı ve kimyasal formülü bulunduğu jeolojik koşullara bağlı olarak bölgeden bölgeye küçük farklılıklar gösterebilir. Sertlik Baltık bölgesinde 2-2,5, Dominik'te 1-2 olup Burma (Myanmar)'da 3 civarındadır. Yapısında sıkça bulunabilen succinic asidin formulü ise COOH(H2)2COOH15 şeklindedir. Turuncu, sarı, kırmızı, kahverengi, konyak rengi, bal rengi, altın rengi, kemik rengi, siyah, renksiz, mavi ve yeşil renklerde bulunabilir. Kehribarın 256 farklı renk tonu katalog haline getirilmiştir. Kehribar hafifçe ısıtılırsa reçine kokusu duyulur, 150 °C'ye kadar ısıtılırsa yumuşar, 375 °C civarında ise parlak, dumanlı bir alevle, hoş bir çam reçinesi kokusu çıkararak yanar. Milattan önce 600'lü yıllarda Miletli Thales kehribarın yünlü kumaş, post gibi yüzeylere sürtüldüğünde kıvılcım çıkarttığını görmüş, sonra onun saç teli, saman, odun kıymığı gibi hafif maddeleri kendine çektiğini gözlemiştir. Bu özellik 2000 yıl gizemini korumuş ancak 1600'lerde Dr. William Gilbert kehribarın manyetik özelliğini araştırmış ve eski Yunan'da kehribarın ismi olan "Elektron"dan esinlenerek elektrik sözcüğünü ilk kullanan bilim adamı olmuştur. Eskiden tıpta şöhrete ve epeyce kullanım alanına sahip olan amber bugün bu amaçla kullanılmaz. Geçmişte saflaştırılmış amber yağı isteri ve boğmacada kullanılmıştır. Aynı zamanda ilkçağdan bu yana güzel koku imalatında da kullanılmıştır. Amber, Anadolu'da da yaygın olarak kullanılmaktadır. Amber mürekkep imalatında da kullanılmaktadır. Kehribar olarak da bilinmekte ve takı yapımında sıklıkla kullanılmaktadır. Antik Romada çeşitli hastalıklara karşı (akıl hastalıkları) koruyucu olarak kullanılmıştır. Kehribar tozu ile bal karışımının boğaz, kulak ve göz rahatsızlıkları için, suyla içilen kehribar tozunun ise mide hastalıklarına iyi geldiği düşünülmekteydi. Türk bilim adamı İbni Sina, kehribarı birçok hastalığa ilaç olarak niteliyordu. Doğu ülkelerindeki inanışa göre, kehribar dumanı ruhu güçlendiriyor ve cesaret veriyordu. Çin'de, succinic asit ve haşhaşdan yapılan şurup sakinleştirici ve ağrı kesici olarak kullanılıyordu. Orta Çağ'da, sarılığın iyileştirilmesi için kehribar taneleri taşınırdı. Vücut zayıflığına ve cildin sağlıksız rengine bu sarı taşın sihirli güçlerinin engel olacağına inanılıyordu. Doğumu çabuklaştırdığı, yılan ısırmalarına, diş ağrısına, romatizmaya çare olduğu düşünülüyordu. Oleum Succini (Kehribar yağı), balsamum succini (Kehribar balzamı), extractum succini (Kehribar ekstresi) o dönemlerde reçetelerde sık sık kullanılmıştır. Prusyalılarda böbrek taşı rahatsızlıkları için kehribar reçetelerini kullanmışlardır. Litvanya'da ölen kişinin ardından kehribar tütsü yakılarak, şeytani ruhların bedenden uzaklaşmasına ve iyi ruhların çağrılmasına çalışılırdı. Yeni doğan bebeklerin ise tütsülenerek hızlı büyüyüp yetişmesine, yeni evlilerin ise mutlu yaşayıp, savaşa giden erkeklerin zaferle dönmelerinin sağlanmasına çalışılırdı. I. Dünya Savaşı'na kadar kehribar hala bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmaktaydı. Votka ve kehribar parçalarından yapılan karışımın erkeklerde cinsel gücü arttırdığına inanılıyordu. II. Dünya Savaşı'na kadar, özellikle Almanya'da kehribar tesbihler bebeklerin üzerine konularak, dişlerinin acısız ve güçlü çıkması sağlanmaya çalışılırdı. Bugün Litvanya'da hala birçok kadın, parlatılmamış kehribardan yapılmış kolyelerle guatrdan korunmaya çalışırlar. Türkiye Gazetesi Rehber Ansiklopedisi. K dizini 10. cilt, 29.-30. sayfalar. Ushuaia Ushuaia, Arjantin'in en güneydeki şehri. Diğer birkaç şehirle, "Dünyanın en güneydeki şehri" unvanı için tartışma halinde olan bir şehirdir. Esasında, Ushuaia'dan daha güneyde yerleşim yerleri olsa da, bunlar askeri üsler olup, sivil bir nüfusa sahip değildirler. Arjantin eyaleti olan Tierra del Fuego'nun başkentidir. Ateş Toprakları'nın (Tierra del Fuego) güney yakasında, Beagle Kanalı kıyısında yer alır. Ushuaia, bölgenin eski sahipleri Yámana dilinde " Doğuya bakan koy" anlamına gelir. Bir başka iddiaya göre ise Ushuaia, "Yüzünü güneş batımına dönen koy" anlamına gelir. Ancak bu iddia, Ushuaia Koyu'nun güneydoğuya açılması sebebiyle pek mantıklı görünmemektedir. Ushuaia, tarihi boyunca iklim, coğrafya, hayvan ve bitki dünyası, Kızılderili köklerinin araştırılması maksadıyla Avrupa'dan gelen birçok bilimsel geziye konu olmuştur. Şehir tarihinde önemli yer tutan olgu, 1902 yılında inşasına başlanan "Presidio" isimli binadır. 1920 yılında tamamlanan bu yapı hapishane olarak kullanılmıştır. Buradaki ağırlıklı olarak, politik ve şiddet içeren suçlardan dolayı bulunan tutuklular, milli parka giden mini bir tren yolu inşa etmişlerdir. Hapishane 1947 yılında kapanmış ve içinde birkaç müze barındıran bir yapı haline getirilmiştir. Bunlardan biri de "Museo Presidio" isimli, hapishane tarihini anlatan bir müzedir. Diğer bir tanesi de, araştırmaları Ushuaia merkezli yapılan Antarktika bilimsel gezileri ile ilgili müzedir. Vergi avantajları sebebiyle kentin nüfusu büyüme eğilimi göstermektedir. Ateş Toprakları milli parkına yakın konumu ve çevrenin kendine özgü doğası, Ushuaia'nın turistik bir merkez olmasını sağlar.Antarktika ekspedisyonlarının çıkış noktası olması ve yolcu gemilerinin ara durağı konumu, kenti popüler kılan faktörlerdir.Hemen hemen bütün ürünlerin, şehre çok uzak mesafelerden getirilmesi zorunluluğu, Ushuaia'yı Arjantin'in ve Güney Amerika'nın en pahalı şehirlerinden biri kılar. İlginç turistik yerlerden biri, 1979 yılında kurulan Museo del Fin del Mundo'dur ("Dünya'nın ucu müzesi"). Burasının önemli yanı Ateş Toprakları'nın doğal ve tarihi değerlerini barındırıyor olmasıdır. Glaciar Martial buzulunun olduğu bölgeden şehrin manzarası harikadır. Beagle Kanalı karşısındaki Şili dağ manzarası ve "Faro del Fin del Mundo" ("Dünya'nın ucundaki Fener") görülmeye değer. Ushuaia uluslararası bir havaalanına sahiptir. "Aeropuerto Internacional Malvinas Argentinas" 1997 yılında inşa edilmiştir. Ayrıca "Ruta Nacional No. 3" yolu "(Panamerican karayolu sisteminin bir parçası)" burada sona erer. Antarktika'ya giden gezi gemileri de buradan hareket eder ya da uğrarlar. Asal çarpan Asal çarpan, bir sayının asal olan çarpanlarına denir. Örnek olarak 72 sayısının asal çarpanları 2 ve 3'ken (2∙3), 4, 6, 8, 9, 12, 18, 24, 36, 72 asal çarpan değildir. Aritmetiğin temel teoremine göre bütün bileşik sayılar, asal çarpanların çarpımı olarak yazılabilmektedir. Asal çarpanlardan her biri birden fazla kullanılabilir. Mesela formula_1 iken formula_2 'dur. Leyla Zana Leyla Zana (3 Mayıs 1961, Diyarbakır), Kürt kökenli Türk siyasetçi. Zana 1991-94 yılları arasında Diyarbakır ve 2011-18 yılları arasında ise Ağrı milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yer aldı. Leyla Zana 3 Mayıs 1961 tarihinde Fahrettin-Hediye Dağlı çiftinin kızları olarak Türkiye'nin Diyarbakır ilinin Silvan ilçesinde doğdu. Zana ilkokul'un birinci sınıfını tamamlayamadan okuldan ayrılmak zorunda kaldı. 1975 yılında 14 yaşında iken, kendisinden 21 yaş büyük kuzeni Mehdi Zana ile evlendi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde, o dönem Diyarbakır Belediye Başkanı olan Mehdi Zana gözaltına alınıp tutuklandı ve 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Leyla Zana eşi hapiste iken ilk olarak okuma-yazma öğrendi. Daha sonra ilkokulu, ortaokulu ve liseyi dışarıdan bitirdi. Eğitime ayırdığı zamanın yanında siyasi faaliyetlere de katıldı. 1987'de İnsan Hakları Derneği Diyarbakır şubesi'nin kurucuları arasında yer aldı. 1988 yılında Yeniülke gazetesinde gazeteci olarak çalışmaya başladı. 1991 Türkiye genel seçimleri'nde, bölge kadınlarının büyük desteğini aldığı bir seçim çalışması sonrasında zamanın Sosyaldemokrat Halkçı Parti listesinden Diyarbakır milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 6 Kasım 1991'de, TBMM 19. Yasama Dönemi için yapılan yemin töreninde, başında Kürt ulusal renkle
ri olan bir bantla, Türkçe başladığı yemini Kürtçe ""Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum"" cümlesiyle tamamlaması nedeniyle meclis salonunda tepkiyle karşılaştı. 2 Mart 1994'te , ABD'de yaptığı bir konuşma yüzünden, TBMM Genel Kurulu'nda yapılan oylamada, Orhan Doğan, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak'la beraber milletvekilliği dokunulmazlığı kaldırıldı. Ertesi gün dokunulmazlıkları kaldırılmış olan diğer 5 milletvekiliyle birlikte gözaltına alındı. 17 Mart 1994'te, grup arkadaşları Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan ile birlikte tutuklanarak cezaevine gönderildi. 8 Aralık 1994'te yasadışı örgüt üyeliği suçundan mahkûm olarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapishaneden yazdığı mektuplar önce bir gazetede yayımlandı, daha sonra kitap haline getirildi. 1995 yılında Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü verildi. Hapishane yılları boyunca uluslararası barış kuruluşlarının ve insan hakları derneklerinin desteği ve Avrupa Birliği süreciyle birlikte yoğunlaşan çabaları sonucunda ve AİHM kararı doğrultusunda yeniden yargılanan Zana ve arkadaşları, 15'er yıllık hapis cezaları olduğu gibi onaylanarak cezaevinde kaldılar. Zana, 8 Haziran 2004'te Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nden serbest bırakıldı. TBMM 24. Dönem Diyarbakır, 25.ve 26. Dönem Ağrı milletvekilidir. CN Kulesi CN Tower, 553 metre uzunlukta dünyanın ikinci en yüksek kulesidir. Kanada'da yer alan bina Ontario'daki Toronto şehrinde bulunmaktadır ve şehrin simgesi konumundadır. Kanada Ulusal Demiryolu Şirketi tarafından yaptırılmıştır. Kule içerisinde 50'den fazla restoran bulunmaktadır. Ayrıca kule tepesinin zemininin bazı kısımları camla kaplıdır. Buradan ziyaretçiler aşağıya bakabilirler. (Coğrafi Koordinatlar: 43°38′33.24″N, 79°23′13.7″W). Yılda 2 milyon ziyaretçisi vardır. Polikarbonat Polikarbonatlar, termoplastiklerin özel bir grubudur. İşlenmesi, kalıplanması, ısıl olarak şekillendirilmesi kolaydır, bu tip plastikler modern imalat sektöründe çok geniş kullanım alanı olan plastiklerdir. Polikarbonatlar olarak isimlendirilmişlerdir, çünkü uzun moleküler zincirleri içinde karbonat grupları (-O-CO-O-) tarafından bağlanmış fonksiyonel gruplara sahiptirler. En yaygın polikarbonat plastik tipi, Bisfenol A grupları ile bağlanmış karbonat gruplarının oluşturduğu polimer zincirlere sahip olanıdır. Bu tip polikarbonat çok dayanıklı bir malzemedir, kurşun geçirmez cam yapımında kullanılır. Polikarbonatların karakteristikleri polimetil metakrilat’a ("PMMA" ; "akrilik") oldukça benzer, fakat polikarbonat daha güçlü ve daha pahalıdır. Ayrıca bu polimer oldukça şeffaf ve ışığı geçiren bir yapıdadır. Birçok cam türünden daha iyi ışık geçirgenlik karakteristiğine, optik ve mekanik özelliklere sahiptir ve sıklıkla gözlük camı yapımında kullanılır. Polikarbonat, endüstri ve laboratuvarlarda olduğu kadar ev eşyalarında da yaygın kullanılır. Bankalar ve bazı binalarda kırılmayan veya ışığı yansıtan pencereler gibi yerlerde koruma amaçlı parçaların yapımında kullanılır . Polikarbonatdan yapılan diğer ürünler arasında gözlük ve güneş gözlüğü camları, CD (kompakt disk), otomobil far camları sayılabilir. Ayrıca tek veya çift yüzeyi UV koruyucu madde kaplı polikarbonat levhalar tek cidarlı (solid) ve iki veya daha fazla cidarlı (multiwall) gözenekli levhalar halinde muhtelif renk, kalınlık, özellik ve ebatlarda imal edilerek yapı sektöründe her türlü açıklıkların kapatılmasında kullanılabilen (ışıklık, tonoz, tüp geçit, kubbe vb.) esnek bir kaplama malzemesidir. İyi ısı izolasyonu ve mukavemeti nedeniyle seralarda cam ve naylona alternatif olarak kullanılmaktadır. Yine sağlamlığı göz önünde bulundurularak, zırhlı araçların özellikle camlarında, yardımcı malzemeler olmakla birlikte, solid polikarbonat adı verilen malzemeden fazlasıyla yararlanılır. Elviye-i Selâse Elviye-i Selâse, Osmanlı döneminde Batum, Kars ve Ardahan livalarının (sancak) ortak adıydı. “Üç Liva” (elviye livanın çoğuludur) anlamına gelir. Bu tabirin, özellikle 1878’den itibaren kullanıldığı söylenebilir. Bu üç sancak, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı)’nin ardından yapılan antlaşmayla Çarlık Rusyasına bırakıldı. 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla yeniden Osmanlı topraklarına katıldı. Bununla birlikte 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Osmanlılar bu bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. Bir süre Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümeti Cumhuriyesi denetiminde kalan Batum, Kars ve Ardahan, daha sonra Gürcistan'ın ve Ermenistan’ın denetimine girdi. 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması hükümleri uyarınca Batum Gürcistan'a, Kars ve Ardahan Türkiye'ye bırakıldı. Erzurum Kongresi delegeleri listesi Eski idari taksimata göre Erzurum Kongresi'ne katılan delegeler. Aon Merkezi Aon Merkezi, ABD'de Chicago'da yer alan bir gökdelendir. Edward Durell Stone & Associates, Perkins & Will tarafından tasarlanmış ve 1972 tarihinde tamamlanmıştır. 83 kat ve 346.3 m yüksekliğe sahiptir. AT&T Şirket Merkezi AT&T Şirket Merkezi ABD'nin Chicago kentinde yer alan bir gökdelendir. 60 katlı ve 307 metre yüksekliktedir. 1989'da tamamlanan bu gökdelen Adrian D. Smith tarafından tasarlanmıştır. Ertuğrul (fırkateyn) Ertuğrul, Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılmış ve 19 Ekim 1863 Pazartesi günü Padişah huzurunda denize indirilmiş Osmanlı fırkateyni. Makine ve kazanları 1864’te Britanya'da monte edilmiştir. 1865’te Kosova ve Hüdavendigâr gemileriyle birlikte Britanya'dan ülkeye dönerken Cherburg, Toulon ve bazı İspanyol limanlarına uğramış, İstanbul’a gelişinde de Beşiktaş Sahil Saray-ı Hümayunu (Dolmabahçe Sarayı) önünde demirli kalmış, bir süre sonra da Haliç’e kapatılmıştır. Gemi 8 adet 150 milimetrelik Krupp topu, 5 adet 150 librelik Armstrong topu, 2 adet 4, 2 adet 3 fontluk Krupp, 2 adet 5 namlulu Hockins, 2 adet 5, 4 adet namlulu Nordenfeld, 1 adet 12 ve 1 adet 6 librelik roket kovanı, 1 torpido atış kovanı, 2 torpido, 100 Martin Henry tüfeği, 100 Winchester tüfeği ve 40 adet tabanca taşımaktadır. Ertuğrul 79 metre boyunda, 15,5 metre genişliğinde idi ve 8 metreye yakın su çekiyordu. 60 ton su alıyor, aldığı kömürle de 10 mil süratle 9 saat seyredebiliyordu. Gemi zamanına göre modern araçlarla donatılmış, elektrikle aydınlatılmıştı. Bunlar göz önüne alınarak fırkateynin çürüklüğünden başka kusuru yoktu denilebilir. Ertuğrul’un mürettebat sayısı kaynaklarda farklı olarak karşımıza çıkmaktadır. Süleyman Nutku, subayların ismini ve sayısını ayrıntılı olarak verirken erlerin sadece sayısını vermekle yetinmiştir. 54 subay ve 553 er olmak üzere toplam 607 kişiden bahseder. Bazı çalışmalarda da Ertuğrul’un mevcudu toplam 609, 61 subay ve memur, 548 er ve erbaş olmak üzere toplam 609 kişi; 56 subay 537 er toplam 593; 62 subay 547 er ve erbaş, toplam 609; 61 subay ve memur 548 er toplam 609; 56 subay 537 er ve erbaş, 6 sivil personel olmak üzere toplam 599; toplam 607; 56 subay, 591 er ve bazı sivil teknisyenler olmak üzere toplam 655; 44 subay, 14 mühendis (yüzbaşı), 591 er, 5 sivil ve 1 şair olmak üzere toplam 655 olarak verilmektedir. Fırkateynin mürettabatının 35'i Samsunlu 47'si ise Giresunlu'dur. II. Abdülhamid, 1887 yılında Japonya İmparatoru Komeii 'nin yeğeninin bir savaş gemisiyle İstanbul'u ziyaret etmesinin ardından Japonya’ya bir heyet gönderilerek iade-i ziyaret yapılmasını emretmişti. Gemi, II. Abdülhamid’den Japon İmparatoruna mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürecekti. Padişahın isteği üzerine donanmanın en güzel gemisi bu iş için tahsis edildi. Bazı uzmanların bu geminin çürük olduğu ve böyle bir seferi tamamlayamayacağı yönündeki raporlarina rağmen Ertuğrul Fırkateyni, Temmuz 1889’da İstanbul’dan yola çıktı. İlk arızasını süveyş kanalında yaptı ve Güzergâhı boyunca çeşitli limanlara uğrayarak seyahat ediyordu. Fırkateyn, Singapur’a vardığında kafile başkanı Miralay Osman Bey Mirliva rütbesine terfi ettirildi ve paşa oldu. Kafile, uğradığı ülkelerin halkları ve Müslümanlar tarafından görkemli sevgi gösterileriyle karşılanıyor, gemiyi kimi zaman binlerce kişiden oluşan gruplar ziyaret ediyordu. Gemi, 11 ay sonra 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya’nın Yokohama Limanı'na vardı. İmparator Komeii, Türk amiralini ve heyetini görkemli bir şekilde karşıladı. Şehir halkı Türk amiralinin saray arabası ile İmparatorun yanına gidişini sevgi gösterileriyle takip etti. Ertuğrul Fırkateyni, Japon sularında kaldığı üç ay boyunca etrafındaki binlerce Japon kayığına 50 kişilik bandosuyla konserler verdi. Nihayet geri dönüş yolculuğu için hazırlıklar tamamlandı. Yola çıkılacağı gün Japon Deniz Kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni planlandığı gibi 15 Eylül 1890 tarihinde Yokohama Limanı’ndan ayrıldı. Kuşimoto açıklarında tayfuna yakalanan Ertuğrul Fırkateyni 16 Eylül 1890’da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtulabildi, Gemi Komutanı Mirliva Osman Paşa da dahil olmak üzere diğer mürettebat şehit oldu. Ertuğrul Fırkateyni’nin trajik sonu Türk-Japon halklarını yakınlaştırdı. Yöre halkı, kazadan kurtulanlara büyük yardım ve yakınlık gösterdi. Torajiro Yamada isimli bir Japon, şehit yakınları ve kazazedeler için yardım kampanyası düzenledi. Toplanan para aynı kişi tarafından dönemin padişahına teslim edildi. Hayatta kalan 69 denizci, Japonya İmparatorunun talimatıyla "Hiei" ve "Kongō" isimli iki askeri gemi ile İstanbul’a gönderildi. Kazada ölenlerin anısına Kuşimoto’da bir anıt yapılmıştır. İlk anıt Japonlar tarafından 1891’de dikilirken, 1929 yılında yine Japonlar tarafından genişletilmiştir. Şehitlik Anıtı, 3 Haziran 1929 tarihinde Japon İmparatoru tarafından da ziyaret edilmiştir. 1937’de Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli olarak anma törenleri yapılmaktadır. Kuşimoto kasabası Mersin ve Yakakent ile kardeş şehirdir. Kuşimoto’da bir de müze bulunmaktadır. 1974 yılında inşa edilen "Türk Müzesi"nde Ertuğrul Fırkateyni’nin maketi, gemideki asker ve komutanların fotoğ
rafları ve heykelleri bulunmaktadır. Şehitler arasında Hasan Âli Yücel'in annesi Neyyire Hanım tarafından dedesi ve Can Yücel'in büyükdedesi Kaptan Âli Bey de bulunmaktaydı. Baiyoke Kulesi II Baiyoke Kulesi II Tayland'ın en yüksek gökdelenidir. Bangkok'ta bulunmaktadır. Yüksekliği 309 metredir ve 85 katlıdır. 77. katta bir gözlem yeri bulunmaktadır. 84. katta Tayland'ın ilk ve tek açık hava 360 derece dönebilen salonu vardır. 10.30-22.00 arası açıktır. İnşaatın temeli 65 metre derinliktedir. Binanın ön yüzünde Türk Hava Yolları'nın "Globally Yours" sloganı reklamı bulunmaktadır. Akrilonitril bütadien stiren Akrilonitril bütadien stiren veya kısaltılmış ismi ile ABS, "(kimyasal formülü (C8H8• C4H6•C3H3N)x)" kalıp yolu ile üretilen ürünlerde çok yaygın olarak kullanılan hafif ve sert bir polimerdir. Borular, otomotiv parçaları, koruyucu kasklar ve oyuncaklar (örneğin: Lego) kullanım alanlarında birkaçıdır. Bu malzeme polibütadien içinde stiren ve akrilonitrilin polimerizasyonu ile elde edilen bir kopolimerdir. İçerdiği madde oranları 15% - 35% arası akrilonitril, 5% - 30% arası butadien ve 40% - 60% arası stiren olarak değişiklik gösterebilir. Sonuç olarak, Poli(stiren ve acrilonitrilin) kısa zincirleri ile polibütadienin uzun zincirlerinin çapraz bağlanmasıdır. Komşu zincirlerden nitril grupları, kutupsal olarak diğer zincirleri çekip bağlayarak, saf polistirenden daha dayanıklı olan, ABS oluşturular. Stiren plastiğe parlaklık ve iyi yüzey verir. Bütadien, kauçuk özelliklerini, düşük sıcaklıkta esnek olabilmeyi sağlar. ABS, −25 °C ve 60 °C arasında kullanılabilir. 1 kg ABS üretimi için, hammadde olarak 2 kg petrol e ve enerjiye ihtiyaç vardır. Dünyadaki en büyük ABS hammadde üreticisi Tayvan’dadır. Hakan Bilgihan Hakan Bilgihan (d. 1975, Denizli), Türk karikatüristtir. 1993'ten bu yana Avni, Dıgıl, HBR Maymun, Gırgır ve Zıpır, Küstah dergilerinde karikatür ve çizgi öykü bağlamında sürekli bir sekilde yazip çizmiştir. Öğrenimi Denizli Anadolu Lisesi, Yildiz Teknik Üniversitesi Makine Muhendisligi ve İstanbul Üniversitesi Iktisat'tan müteşekkildir. Sabah Gazetesi Grafik Servisi'nde çalışmalarını sürdürmüş, grafik, dijital illustrasyon, resimli roman, animasyon konularında çalışmalar yapmaya devam etmiştir. Leman dergisinde yazip cizmiştir (bkz:O.T.D) OTD karakterini 2013 yılında Yurt Gazetesi'nde devam ettirmiştir. Zıkkımın Kökü (film) Zıkkımın Kökü, Muzaffer İzgü'nün kendi hayatını anlattığı, 1992'de beyaz perdeye aktarılan biyografik bir film. Adana'nın gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan Muzo'nun hikâyesini anlatır. Muzo yoksullukla mücadele eden bir ailenin çocuğudur. Abisi, annesi ve babasıyla birlikte bir göz odada yaşarlar. Piano Piano Bacaksız Piano Piano Bacaksız, Tunç Başaran'ın yönetmenliğini yaptığı 1992 yapımı bir film. "Piano piano", İtalyanca'da "yavaş yavaş" anlamına gelen bir tamlamadır. Film, 65. Akademi Ödülleri'nde Türkiye'nin yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı olarak seçilmiştir. Uçurtmayı Vurmasınlar Uçurtmayı Vurmasınlar, yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı 1989 yapımı uzun metrajlı Türk sinema filmi. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşti. Film, 62. Akademi Ödülleri'nde Türkiye'nin yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı olarak seçilmiştir. Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve sevginin öyküsüdür anlatılan. Küçük Barış'ın (Ozan Bilen) bu dört duvar arasında ne suçu vardır ki? Oysa esrardan tutuklanan annesi değil midir? Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, her yanı soğuk ve sağır duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını gözlemektedir. İnci Abla’sı (Nur Sürer), Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermemiş midir? Bir Çirkin Adam Bir Çirkin Adam, Yılmaz Güney'in yazdığı, yönettiği ve başrolünü oynadığı 1969 yapımı film. Babasını arayan Bino adlı genç bir kiralık katilin öyküsünü anlatıyor. Marlboro Marlboro, dünyada en çok satan sigara markasıdır. ABD'de Philip Morris tarafından ve ABD dışında Philip Morris International tarafından üretilir. Amerika Birleşik Devletleri temelli sigara üreticisi olan Philip Morris, aralarında Marlboro da olan çeşitli sigara markalarını satmak üzere New York şubesini 1902`de açtı. 1924`lere kadar Marlboro "Mayıs gibi Ilımlı" sloganı temelinde reklam edilen kadınlara yönelik bir marka hüviyetindeydi. II. Dünya Savaşı'na kadar bu kapasite ile satışını sürdüren marka, savaş zamanında bocaladı ve marketten geçici olarak geri çekildi. Savaşın sonunda üç sigara markası; Camel, Lucky Strike ve Chesterfield ortaya çıktı ve sigara piyasasını elde tutan bir firma kurdu. 1950`ler esnasında Reader`s Digest adlı dergi sigara kullanımı ve akciğer kanseri hakkında bir dizi makale yayınladı. Bunun üzerine uyarı alan Philip Morris ve diğer sigara şirketleri filitreli sigaralar pazarlamaya başladı. Filtre başlıklı Marlboro 1955`te piyasaya sürüldü. Kayalık bahçe Kayalık bahçe (rock garden), ayrıca taş yığınından yapılmış çiçeklik (rockery) veya yüksek dağ bahçesi (alpine garden) olarak da bilinir, kaya ve taşlar ile kayalık bölgelerin yerlisi veya alp iklimine uygun bitkilerle oluşturulmuş bir çeşit bahçedir. Kayalık bahçelerde kullanılan türlerin küçük olması ve kayaların tamamen kaplanmaması için kayalık bahçeler küçük olma eğilimindedirler. Büyük kutularda veya zeminde yetiştirilebilirler. Bitkiler genelde, iyi drenaj yapan toprakları tercih eden ve az su ile yetişen tür bitkilerdir. Normal bir kayalık bahçenin aralarında küçük aralıklar olan ve estetik olarak düzenlenmiş bir yığın irili ufaklı kayadan oluşur, bu kayalara bitkiler kök salacaktır. Bazı kayalık bahçelere bonsai de eklenmektedir. Bazı kayalık bahçeler yerli kayaçların dışarı çıkan kısmı gibi görünmesi için tasarlanarak yapılırlar. Taşlar tabakalaşma yüzeyi izlenimi bırakmak için dizilirler ve bitkiler genellikle taşlar arasında bulunan bağlantıları gizlemek için kullanılır. Bu tarz Victorian döneminde çok popülerdi, genellikle profesyonel peyzaj mimarları tarafından tasarlanır ve yapılırlardı. Aynı yaklaşım modern kampüs ve ticari peyzaj işlerinde de kullanılmaktadır, fakat daha küçük kişisel bahçelerde de uygulanabilir. Isla de los Estados Isla de los Estados: Arjantin'e bağlı bir ada. Ada ekstrem güneyde yer alır. Güney 54º49' paraleli, batı 64º29' boylamı arasında bulunur."Tierra del Fuego" eyaletine bağlıdır. Jules Verne'in "Dünya'nın ucundaki fener" adlı romanında, hikâyenin geçtiği yerdir. Ada 530 kilometrekarelik bir alanı kapsar. 63 km'lik uzunluğa, 6 km'lik genişliğe sahiptir. Adanın hemen hemen tamamı dağlık olup, buzul vadiler ve göllerle kaplıdır. En yüksek dağı "Monte Spegazzini" 741 m'dir. Ada üzerinde çok sayıda penguen ve mors balığı yaşar. Isla de los Estados, doğuda Ateş Toprakları'nın ana adasından "Estrecho de Le Maire" boğazı ile ayrılır. Adanın en doğu ucu Kap San Juan burnunu oluşturur. Isla de los Estados, büyük ihtimalle 1616 yılında Anversli Jakob Le Maire tarafından keşfedilöiştir. Bu yüzden "Le Maire" boğazı onun ismiyle adlandırılmıştır. Ateş Toprakları'ndan bu boğaz ile ayrılır. Bakınız Jakob Le Maire'nin 1621 yılında cizdiği orijinal harita Ada 1991 yılında doğa rezervi olarak ilan edilmiştir. Normal anlamda yerleşim yoktur. Sadece bilimsel bir istasyon ve askeri destek noktası mevcuttur. Turistik atraksiyonlar, adaya giriş coğrafi açıdan zor ve pahalı olduğu için ender olarak yapılır. Ruh Ruh, din ve felsefede, insan varlığının maddi olmayan tarafı ya da özü olarak tanımlanır ve genellikle bireysellikle (zât) eşanlamlı olarak ele alınır.Britannica/Soul , 22 Eylül 2008 tarihinde erişildi. Teolojide ruh kişinin ilahîliğe iştirak eden kısmı olarak tanımlanır ve genellikle bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını sürdüren kısmı olarak ele alınır. Birçok kültür insan yaşamının ya da varlığının cismani olmayan kaynağını ruh ile özdeş tutmuş ve birçok kültür tüm canlıları ruhlara dayandırmıştır. Tarih-öncesi halklarda bile vücut ile onu canlı kılan arasında bir ayrım yapıldığı görülmektedir. Birçok dini ve felsefi akımda, her canlının bir unsuru olan, var olması için fiziksel maddeye ihtiyaç duymayan, madde-dışı, algılanamaz, tezahürleriyle kendini gösteren, aşkın, yaşama yeteneğine sahip, değişen ve gelişen, maksatlı bir öncül (kaynak) ya da bir güç olarak tanımlanan ruh, birçok dini ve felsefi akımda da ebedi, yetenekler sahibi, insan davranışlarının motoru, hata (günah) ile sevap işleme iradesine sahip bir varlık ya da varlığın saklı yüzü olarak kabul edilir. Bununla birlikte ruh kavramının kültürden kültüre, dinden dine, felsefeden felsefeye geniş ölçüde çeşitlilik gösterdiği görülmektedir. Çeşitli dinler ve filozoflar, ruhun doğası (yapısı), beden ile ilişkisi, kökeni ve ölümlü olup olmayışı konularındaki farklı görüşleriyle bir sürü teori ortaya koymuşlardır. Birçok dini ve felsefi gelenekte ruhun her canlı oluşumun içteki özünü içeren, kendine özgü bir varlık olduğu ve insanın temel unsurunun -beyninden veya organizmasının herhangi bir kısmından ziyade- ruh olduğu kabul edilir. Buna karşılık diğer bazı din ve felsefelerde ise ruhun beden ile kendisi arasında aracılık görevi görecek maddi bir elemanı bulunduğu kabul edilir. Ruh ile can kavramları arasında kimi kültür, din ve felsefelerde bir ayrım yapılmamış, kimilerinde ise bir ayrım yapılmış olmasına ve bu kavramları belirten iki ayrı ya da birkaç terim olmasına rağmen, söz konusu terimler, sık sık aynı kavramı belirtmek üzerine birbirlerinin yerine kullanılagelmişlerdir. Ruhlar genellikle ölümsüz olarak kabul edilirler. Birçok inanışa göre ruh, enkarne olmadan (ete bürünme, doğma) önce de mevcuttu. Maddeciliğin reddettiği ruh, Jean-Paul Sartre gibi bazı çağdaş yazar ve filozoflara göre “özden önce gelen varoluş”tur. Ölüm olayında bedenin hareket özelliklerini yitirmesi ruhun beden üzerindeki hakimiyetini, yani bedeni etkilemeyi bırakması olarak açıklanır. Ruh kavram
ı ölümden sonra yaşam kavramlarıyla yakından ilişkili olmakla birlikte, bu konudaki görüşler son derece çeşitlilik göstermektedir, özellikle bedenin ölümünden sonra ne olup bittiği konusunda. Halihazırda bilimsel araştırma, genel kabule göre, konusu olan maddi evrenin dışında kaldığından, ruhun var olduğunu ya da var olmadığını ortaya koyamamaktadır. Psikoloji ekollerinin de ruh konusundaki görüş ve yöntemleri birbirinden farklı olup çeşitlilik göstermektedir. Bazı eski uygarlıklarda ruh kavramı konusunda benzerlikler ve ruh ile ilgili ortak bir anlayış bulunmaktadır. Bu ortak anlayış ruhun ya da “canın ölümsüzlüğü” olarak adlandırılabilir. Farklı uygarlıklarda rastlanan söz konusu benzerlikler, bu anlayışın toplumların birbirleriyle etkileşimleri yoluyla birbirlerine geçip yayıldığı fikrini doğurmaktadır. Fakat ana kaynağın yeri hakkındaki görüşler farklıdır. Mezopotamyalılar'ın ölmüşlerinin mezarlarına yiyecek ve çeşitli eşyalar bıraktıkları bilinmektedir. Babil dininin öte-âlemi ve doğaüstü varlıklarını ilgilendiren kısmı tümüyle Sümerler'den alınmıştır. Sümer mitolojisine göre, “ölüler ülkesi”ne gidip dönebilen tek kişi Enkidu olmuştur. Böylece Enkidu yeniden yaşayanların dünyasına döndüğünde, yeryüzünde yaşayanlara ölüm ve “ölüler ülkesi” hakkında çeşitli aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Mezopotamyalılar ölülerin ruhlarından kötü olanların yaşayanlara musallat olduğu ve onlara zarar verdikleri inancına sahiptiler. Ölülerin ruhları görülebilir ve işitilebilirdi. Bunun yanı sıra hami varlık adıyla bilinen yardımcı-koruyucu ruhlar da vardı. Babil'de her insanın bir koruyucu meleği ya da koruyucu ruhu bulunduğuna inanılırdı. Herodot gibi kimi eski Yunan yazarlar eski Mısırlılar'ın ölümden sonraki yaşama ve ruh göçüne inandıklarını yazmışlardır. Eski Mısır geleneğine göre, ölen kimseyi bir yargılanma beklerdi. Bu yargılanmaya eski Yunanca'da psikostazi ("psychostasis") ya da psikostasya ("psychostasia") adı verilmiştir. Terim "psikhe" (yaşamsal unsur, nefes) ve "statis" (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostazide, kimileri ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımını görürler. Bu yargılanma sahnesinin betimlenmesine Mısır Ölüler Kitabı'nda ve birçok eski Mısır belge ve yazıtında rastlanır. Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, ilahe Maat'ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün vicdanı temsil eden kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve "Ra'nın gözü" sayılan Maat'ın hiyeroglifi “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür. İlah Tot ise sonuçları kaydetmektedir. Yürek suçlarla ağırlaşmamış olduğu takdirde tüyden hafif gelecekti. Bazı psikostazi temsillerinde yüreğin sınavdan başarıyla geçememesi durumunda başarısız ölüyü yutmak üzere terazinin yanıbaşında bekleyen Ammemet (Ammait, Ammit) adlı "ölü yiyici" bir yaratığın tasvir edilmiş olduğu görülür. Eski Mısır geleneğinde ölüm olayı ile bedenlerini terk eden ruhların çeşitli ölüm-ötesi halleri ve öte-âlem anlamı Amenti (Amentet)terimiyle ifade edilirdi. Mısırlılar, ölenin sonraki yaşamı için, ölü bedenin iyi korunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle kimi cesetleri mumyalamış ve firavunlarının ölü bedenlerini özenle saklamışlardır. Eski Mısırlıların geleneğinde kişinin ruhsal varlığı çeşitli kısımlar halinde ele alınmış ve çeşitli terimlerle ifade edilmiştir. Bu terimlerin ifade ettikleri anlamlardan bazıları hakkında ejiptologlar arasında tam anlamıyla bir fikir birliği oluşmamıştır. Eski Mısır geleneğinde insan varlığının çeşitli kısımlarını ifade eden terimlerden bazıları ve ifade ettikleri anlamlar şunlardır: Bünyesinde gerek Orta-Asya, gerekse Mezopotamya'dan alınmış kültürel öğeleri barındırmış eski İran'da bölgenin geleneklerine damgasını vurmuş en önemli dini öğreti M.Ö. 7. yüzyılda ortaya çıkan Zerdüştlük olmuştur. Eski İran geleneklerinde insan varlığı şu unsurlardan oluşuyordu: Ölüm sonrası yargılanmanın önem taşıdığı Zerdüştlük inancında kişinin dünya yaşamında yaptıklarından sorumlu tutulan "ruvan"'dı; dolayısıyla gelecek yaşamında ödül veya ceza ile karşılaşacak olan da ruhsal varlığın bu unsuruydu. Zerdüştlüğün kutsal metinlerinde şöyle denir: “"Adil kişinin canı ölümsüzlük içinde hep sevinçli olacak, fakat yalancı canı kesinlikle işkence görecek. Ahura Mazda (Bilge Tanrı) bu yasaları kendi egemen yetkisiyle takdir etmiştir."” Zerdüştcülük öncesi dönemde de İran'daki eski kabileler, ölmüşlerine ilgi gösterir, onlara muhtemelen yeraltı dünyasında kullanmaları için çeşitli objeler sunarlardı. Eski Yunan geleneğinde İlyada'nın yazıldığı zamanlarda, "psyche" Latince'deki "anima"gibi, “nefes” anlamına geliyordu. Ruh kavramı da "phrenes" sözcüğüyle ifade ediliyordu. Yunanlar zamanla ruh dedikleri olgunun farklı kısımları, farklı prensipleri ve farklı güç ya da yetileri olduğunu düşünerek bunlar arasında ayrım yapmaya ve ruhun bu manevi özelliklerinin farklı adlarla adlandırmaya başladılar. Pisagor'un öğretisinde psişe ("psyche")"yaşamsal güç"e ve duyumsal duyarlılığa, "nous" ise zihinsel (entelektüel) yeteneğe tekabül ediyordu. Platon'un öğretisinde de bu anlayışa paralellik görülür. Aristo ise bir ayrım yaparak, "nous"'u aktif zihnin pasif zihni olarak kabul etmiştir ki, bu kavram sonradan yapılan yorumlarda Logos'a ya da Tanrı'ya özdeş kabul edilmiştir. “Semavi alemdeki saf nefes olarak ifade edilen ve Tanrısal ortamda (cennette) yaşamaya çağrılacak” bir ruh kavramını dile getiren "pneuma" kavramı ancak Teolojik eğilimli edebiyatın görünmesiyle başlamıştır. Pneuma Romalılar'da "spiritus"tu." Pneuma"'nın tabiatında mevcut olan ateş, dünyevi bir yanmayla ilgili olmayan, esîrin saf ateşi olarak kabul edilirdi. Hava ve yaşamsal ısının karışımı gibi görülen "pneuma" sık sık esîrin saf ateşi ile özdeş tutulmuş veya onunla ilgili görülmüştür. Örneğin Aristo'nun kabul ettiği sistemdeki “evrenin canı” bu saf, esîrî ("aether") ateştir. Fakat evrenin tek bir canlı varlığa indirgenmesi fikrinin kaynağı muhtemelen Pisagor'du. Bu fikir Platon aracılığıyla Stoacılar'a da geçmiştir. Antik Çağ'da ruhçu felsefeyi işlemiş filozoflar arasında Anaximenes, Pisagor, Empedokles, Herakleitos, Sokrates, Platon sayılabilir. Homeros'a göre insan varlığının iki canı vardı; bunlar "thumos" ve "psychè" idi. Orfe'nin öğretisinde ise "psyche" insan varlığının yüce ve ilahî kısmı olan candır, ölümsüzdür, fiziksel bedende olduğunda (cismani dünyada yaşarken) ıstırap çeker ve kendisini özgür kılacak kurtuluş yolunda ilerler. M.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkan, Orfik Misterler Orfizm olarak bilinen dini akımda ruh göçünün ilke edinildiği görülmektedir. Kimilerince Orfe'nin kurucusu olduğu ileri sürülen bu dini akımda insanın hem ilahi ve semavi hem de nefsani ya şeytani etkiler altında olduğu kabul ediliyordu. Bu dinde amaç, tamamiyle ilahî hale gelmekti; bu da Titanlarla simgelenen dünyevi, maddi tutkuları, nefsani arzuları yenerek kurtuluşa varmak ve dünyadaki doğum-ölüm çevriminden kurtularak dünyada bir daha doğmamakla mümkündü. M.Ö. 6. yüzyılda, Mısır ve Babil'de bulunmuş Pisagor İtalya ve Yunanistan'da ruhla ilgili eski kavramları geliştirmiştir. Pisagor ve izleyicileri ruh göçü öğretisini savunuyorlardı. Pisagor'un bu ruh göçü görüşünü M.Ö. 583 doğumlu Syros'lu Pherekydes'den ya da Mısır'da aldığı eğitimden edindiği ileri sürülür. Bu ruh göçü öğretisinde ruha bir özerklik atfedilmişti. Bu öğretiye göre amaç, ölümsüz olan ruhu, ruh için bir hapishane sayılan bedenin esiri olmaktan kurtarmaktı. Dünyada bedenlenen ruhların tekamül hedefi, sonuçları yaşanılacak hatalardan arınarak, ilahlar âlemine girmeye hak kazanmak ve böylece ilahlar âlemine erişerek yeniden ilahî yapıdaki ilk durumuna dönüşünü edinmekti. Pisagor'un ruh göçüne ilişkin görüşü, sonradan, Pisagorcu cemiyetlerden ve Eleusis Gizemleri toplululuklarından fikirler edinmiş olduğu bilinen olan ünlü filozof Platon tarafından da ifade edilmiştir. Buna karşılık Platon'un öğrencisi Aristo hocasının ruh ve beden ikilemine karşı çıkmış, ruh ve bedenin madde evreninde asla ayrıştırılamayacağını, ikisinin de aynı varlığın değişik veçheleri olduğu fikrini savunmuştur. Empedokles ve Herakleitos ruhu ateşe benzetmişlerdir. Ruh göçü fikri bu filozoflarda da bulunur. Bunlar ruh göçü görüşünü, tenasüh kavramındaki gibi değil, ruhun gitgide daha gelişmiş vücutlarda bedenlenmesi (sıra ile bitki, hayvan ve insan basamaklarından geçmesi) şeklinde kabul etmişlerdir. Epikür'e göre, can maddileşmiş ve ölümlü hale gelmiştir. O, vücuttaki bir atom yayılımıdır. Platon ve Aristo'ya karşı olarak, canın evrensel bir bütünün, yani İlahî Can'ın bir parçası olduğunu kabul etmeyen Epikür'e göre, ilahlar beşeri şeylerle uğraşmazlar. Stoacılık'ta “tüm âlemden oluşan bütün” bir bedendir. Bu beden kavramı çağdaş kabullerimizde alışık olmadığımız bir kavramdır. Stoacı kabulde ruh bir tür nefes (“pneuma”) olarak belirtilir. Ruh bir alev ya da ateştir, daha doğrusu aslında ilahî nefesin bir parçası olan, ateşten bir nefestir. Aristoxenus'a göre, can, şarkıdaki ve lirle oluşturulan müzikteki armoniyi andırır şekilde, bir tür bedensel nabız atışlarıdır. Doğası ve düzeni nedeniyle vücuttan, şarkılardaki makamlara (tonlara) benzer bir hareki gam yayınlanmaktadır. Bu görüş ile Pisagor'un öğretisindeki “kürelerin müziği” adıyla bilinen “kürelerin armonisi” önermesi arasında bir benzerlik ya da paralellik olduğu söylenebilir. (Pisagor'un bu önermesinde dokuz kozmik siferin, hareketleriyle, algılayamadığımız, uyumlu bir ses oluşturduğu öne sürülür.) Sokrat'a göre insan ruhu görünmez ve ölümsüzdü, bedeni sevk ve idare eden ruhtu. Düşüncelerinin ilham kaynağının kendi Daimon'u olduğunu bildiren Sokrat, vicdan ya da vicdan sesi anlamını bir başka terimle, Daimon'un tezahürü anlamındaki "daimonion" terimiyle belirtirdi. Sokrat'a göre evren, tesadüfi değil, akli bir düzene göre k
urulmuştu. Öğretmeni Sokratın sözlerini kaynak olarak kullanan Platon ruhu kişinin özü, nasıl davranacağımıza karar veren varlık olarak kabul etmiştir. O, bu özü, varlığımızın cismani olmayan (cisimler âleminde yer işgal etmeyen) ve ebedi tarafı olarak ele almıştır. Çünkü Platon'a göre, bedenler ölse de ruh yeni bedenlerde sürekli olarak tekrar doğmaktadır (reenkarnasyon). Platon ruhu üçlü bir yapıda ya da üç özellikli olarak ele almıştır: Bu üçünden her birinin, ruhun dengeli ve huzurlu olmasında bir fonksiyonu vardır. Bu üçlemede zihin ve akla özdeş tutulan "logos", “tutku ve ruh atları”nı dengeli bir şekilde süren “iki atlı at arabası” sürücüsüne benzetilir; aklın galip gelmesini ve dengenin en üst düzeyde olmasını sağlar." Thymos" heyecan güdülerimizi içerir, bizi cesaret ile şan ve şeref eylemlerine sevkeden odur. Kontrolsüz bırakıldığında bizi "hubris"'e (en tehlikeli hatalara) sevkeder. "Eros" ise insanları temel bedensel gereksinimlerinin ötesindeki arayışlara iten hırslarla özdeştir. İhtiraslarımız bize hükmettiği zaman bizi aşırı zevk tutkunu haline getirir ki, bu da çeşitli biçimler altında aşırı zevke dalmamızla sonuçlanır. (Eski Yunan düşüncesinde bu, ilkel bir vahşilik hali kabul edilirdi.) Platon'a göre önceden “idealar âlemi”nde ilahlarla birlikte bulunan ruh ya da can, yeryüzünde doğmakla o âlemden fiziksel âleme düşmüş bir yaratık konumundandır. Platon'un ruh göçü kavramına göre, ruhlar, tekamül düzeylerine bağlı olarak, bedenin ölümünden sonra ya idealar âlemine dahil olurlar ya da gereken tekamül düzeyini elde edene kadar tekrar yeryüzünde yeni bedenlerde doğmaya devam ederler. Platoncular ruhları ilahlara benzetmekle birlikte değişim gösterdiğini kabul ederler. Hermetizm'i açıklayan kitaplardan biri olan Corpus Hermeticum'a göre, "psyche" beden içinde, "nous" "psyche" içinde, "logos" da "nous" içinde bulunur. Platon'dan sonra, Aristo da ruhu varlığın özü olarak tanımlamış olmakla birlikte, Platon'dan ve dinsel geleneklerden farklı olarak, canın ayrı bir varlık (antite, cevher) oluşuna karşı çıkmıştır. Birçok filozofun yanı sıra, öğretmeni Platon'a da karşı çıkan Aristo'ya göre ruh ve bedeni iki ayrı gerçeklik olarak değil, tek bir cevher olarak ele almak gerekir. Bu cevher, madde olarak bedene (-ki o enerji halindedir-), biçim olarak ruha (-ki o eylem halindedir-) sahiptir. Aristo'nun görüşüne göre, can, ancak canlı bir vücudun gerçekliği olduğundan, ölümsüz olamazdı. Aristo, Latince adı "De Anima" olan "Perì Psūchês" ("Can Üzerine") adlı çalışmasında can kavramı hakkındaki görüşlerini ayrıntılı olarak açıklamıştır. Fakat Aristo'nun insan ruhunun ölümlü olup olmadığına ilişkin görüşleri hakkında tartışma halen sürmektedir. Çünkü Aristo bu eserinin sonlarında insan ruhunun bir parçası olarak kabul ettiği “zeka”,”akıl” ya da “zihin”in (İn. intellect) bedenden ayrı tutulabilir ve ebedi olduğunu açıklamıştır. Aristo ruhu maddeden ayrıştırılamaz olarak görmekle birlikte, ortaya koyduğu ruh kavramı günümüzde tam olarak anlaşılmış değildir. Ayrıca, Aristo'cu akıl ya da zihin (İn. intellect) doktrini antik çağın geç dönemlerinde Platonculuk ile bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Aristo'nun ruh kavramında ruh, kimi yorumlara göre, vejetatif, hissî ve zihnî olarak üç kısımlı ve aşamalı biçimde ele alınır, kimi yorumlara göre de ruh, dört kısımlıdır ya da dört güce sahiptir: Bunlardan “akli taraf”ta yer alanlar hesap kısmı (gücü) ve ilim kısmıdır (gücü) ki, karar alırken bunlar kullanılır. “Akli olmayan taraf”ta yer alanlar ise istek kısmı (gücü) ve irade-dışı kısmıdır ki, ihtiyaçlarımızın belirlenmesinden bunlar sorumludur. Aristo'yu izleyen İslam filozof ve hekimlerinden İbni Sina ve İbni el Nefis (Ibn al-Nafis), ruh hakkında Aristo'nunkinden farklı bir teori ortaya koymuşlar, ruh (İn. spirit) ve can (İn. soul) arasında bir ayrım yapmışlardır. Özellikle İbni Sina'nın ruhun doğası hakkındaki öğretisi Skolastikler üzerinde bir hayli etkili olmuştur. İbni Sina'ya göre ruh bedenden ayrı bir manevi cevherdir, bedeni bir alet olarak kullanır. İbni Sina'nın ruhun maddi bedenden ayrı, manevi bir cevher olduğunu ve kişinin kendini idrakini göstermek üzere verdiği ünlü örnek, “insan-ı tair” (uçan insan) adıyla bilinmekte olup Ortaçağ'da tüm Batı'da kullanılmıştır. Bu örnekte, okuyucularından, kendilerini hiçbir duyumsal temas olmaksızın, tüm duyumlardan yalıtılmış halde, gökte (havada) asılı olarak tasavvur etmelerini ister: Bu durumdaki kişi hiçbir maddi temas olmadığı halde halen kendini idrak etmektedir. Şu halde nefsin (zât) maddeye, yani herhangi bir fiziksel eşyaya bağlı olması fikri mantıklı değildir ve ruh tek başına bir cevherdir. (Burada “ben dünyanın yoğun-kaba maddesinde olmasam da varım” kavramı işlenir.) İbni Sina'nın yaptığı bu "düşünme yoluyla kanıtlama" çalışması daha sonra René Descartes tarafından daha basitleştirilerek, epistemolojik terimlerle şöyle ifade edilmiştir: “"Kendimi dışımdaki varsayılan tüm eşyadan soyutlayabilirim, fakat kendi şuurumdan asla (soyutlayamam)".” İbni Sina'ya ve kendisinin de dahil olduğu Neo-Platoncular'a göre, ruhun ölümsüz oluşu bir amaç değil, doğasının bir gereği ve sonucudur. İbni Sina, On Sefirot'a benzer tarzdaki, “On zeka” (les Dix intelligences) adıyla bilinen varsayımında yaratılışın intişar (emanasyon) tarzındaki gerçekleşmesine ve melekler hiyerarşisine değinir. Vahyi konuşmadan ziyade bir sezgisel irtibat olarak gören İbni Sina'ya göre, vahiy, ilham, "haberci rüya" ve "durugörü kehanetleri" ilahî hikmetin cüzleridir. Aristo ve İbni Sina'yı izleyen Hıristiyan filozof ve teoloğu Thomas Aquinas ruhu vücudun ilk prensibi (kaynağı) olarak kabul eder. Epistomolojik teorisi, zeka sahibi ruhun tüm maddi şeyleri biliyor oluşu ve kendisinde hiçbir maddi unsur olmayan ruhun kesinlikle cismani olmayışı üzerine kuruludur. Vücuttan ayrı olması nedeniyle de, ruhun varlığı vücuda bağlı değildir, yani varlığını fiziksel beden olmasa da sürdürür. İnsan varlığının akla sahip ruhu var olduğuna ve maddeden oluşmadığına göre, hiçbir doğal süreçle yok edilemez. Thomas Aquinas ayrıntılı Aristo'cu teorisini ve ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin tüm iddialarını “"Summa Theologica"” adındaki ünlü çalışmasının “"Question 75"” bölümünde açıklamıştır. Thomas Aquinas'a göre biri maddi, diğeri maddi olmayan iki unsurdan oluşan insan varlığı, bir yandan tümüyle maddeye dalmış durumda olup zaman ve mekânın yasalarına tâbidir, bir yandan da hiç maddi olmayıp, aklı vasıtasıyla zaman ve mekâna hükmedebilir. Skolastiklere, özellikle Thomas Aquinas'ın izleyicilerince benimsenen Thomist düşünceye göre, insan ruhu faaliyeti bakımından üç kısımda ele alınabilir: Tarihsel süreç boyunca ruh kavramını açıklama konusunda çeşitli girişimlerde bulunulmuştur. Felsefi idealizmin düalist açıklaması, gnostik açıklama ve varoluşçu açıklama bunlardan yalnızca bazılarıdır. Antik çağın maddecilerine göre ruh, canın akli kısmıdır. 17. ve 18. yüzyıl maddecileri (Hobbes, Locke,La Mettrie) ise ruhu yalnızca duyumsal bilginin bir çeşidi olarak kabul etmişlerdir. Diyalektik materyalizm ruhsallığı duyumlar bütünü olarak da görmemiş ve maddeden bağımsız bir ruhu kabul etmemiştir. Batı düşüncesinde ruh kavramı hakkındaki görüşlerde ruh ve beden düalitesinin vurgulandığı görülür. Plotinus'un görüşünde olduğu gibi, kimi görüşlerde ruh ancak sezgisel olarak kavranabilecek akıl-ötesi bir prensiptir (kaynak). Birçok dinsel görüşte de ruh, doğaüstü yani maddi doğanın ötesindeki bir öz olarak kabul edilir. Klasik Alman felsefesinde de ruhun aktif özelliği bireysel şuur etkinliği olarak kabul edilir. Ruhu ilk prensip olarak kabul eden Hegel de, ruhu zihin olarak gerçekleşen bireysel şuurla ilgili görmüş ve "mutlak bilgi"nin peşinde koşan bir varlık olarak kabul etmiştir. Ruhu teori ve pratik faaliyetleri açısından da ele alan Hegel'e göre, ruh kendini bilme sürecinde maddi doğayı aşarak kendisine (zâtına) kadar yükselir. Aşağıda, Batı düşüncesini biçimlendirmiş, 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaşamış, tanınmış isimlerden bazılarının ruh kavramı hakkındaki görüşleri tek cümleye indirgenerek verilmiştir: Eski Mısırlılar ve Çinliler insanın ruhsal varlığının, kimi Şamanist topluluklarda da görüldüğü gibi, esas olarak iki kısımlı olduğunu kabul etmişlerdir. İnsanın ruhsal varlığını iki kısımlı (biri diğerine aracılık yapar) olarak ele alan kültürlerde, dolayısıyla, vücut da söz konusu olduğunda, insan varlığının üçlü bir yapıda ele alındığı görülmektedir. Örneğin bazı eski Yunan filozofları da insan varlığını böyle üçlü bir yapıda ele almışlardır: "Nous" (ruh, zihin),"psikhe" (“nefes" anlamına gelen, günümüzde psişe terimiyle de belirtilen yaşamsal unsur, psikhos ya da psikhe) ve "soma" (vücut). Bu üçleme Latince'de "spiritus", "animus" (ya da "anima") ve "corpus" biçimini almıştır. Deneysel Spiritüalizm'de ya da Spiritizm'de ise insan varlığının üçlü yapısı ruh (Fr. esprit), perispri (Fr. perisprit) ve beden (Fr. corps) olarak kabul edilmiştir. İnsan varlığının üçlü bir yapıya sahip olduğu kabul edilen geleneklerden bazıları şunlardır: Çeşitli geleneklerde de insan varlığını oluşturan bu üç unsura denk gelecek şekilde üç ortam, âlem ya da “plan” biçiminde üçlü bir ayrımın yapıldığı görülmektedir. Bu üçlü sınıflandırmaya geleneklerden şu örnekler verilebilir: Ruh ile can kavramları arasında kimi kültür, din ve felsefelerde bir ayrım yapılmamış, kimilerinde ise bir ayrım yapılmış olmasına ve bu kavramları belirten iki ayrı ya da birkaç terim olmasına rağmen, söz konusu terimler, çeşitli nedenlerle (aralarındaki farkın muğlak bir mesele olması veya farkı bilmeyenlerce aynı anlamda kullanılması vs.) sık sık aynı kavramı belirtmek üzerine birbirlerinin yerine kullanılagelmişlerdir. Can terimi kimi görüşlerde yalnızca insanlar için ve Aristo'nun görüşünde olduğu gibi, zihinsel etkinliklerle (örneğin düşünce) ilgili olarak kullanılırken, kimi görüşlerde de bir canlıyı cansızdan ayıran özelliklerle nitelendiğinden, tüm canlılar için kullanılır. İnsan varlığını üçlü bir yapıda ele alan kimi görüşlerde ise ruh ile madde
(fiziksel beden) arasında “yarı maddi” üçüncü bir unsurun bulunduğu varsayılır. Ruh ise genellikle öznel (sübjektif) bir varlık olarak ele alınır, kişisellik, bireysellik gösterir. Pavlus'un ruh ("pneuma"), can ("psyche") ve beden ("soma") şeklinde üçlü bir ayrım yaptığı görülür. Pavlus'un Selanikliler'e Birinci Mektup'ta ve Korintoslular'a Birinci Mektup'ta (15/44) yazdıklarına bakılırsa, insan varlığının en ulvi, en yüksek kısmı ruhtur; fakat ruhun beden üzerindeki etkisi "psyche" aracılığıyla olmaktadır. İlk konsil olan İznik konsili (M.S.325) sırasında erkeğin canı kadar ilahî bir doğası olmamakla birlikte kadının da bir canı olduğu kabul edilmiştir.Önceleri ruh (Fr. l'esprit) düşünceye, can (Fr. l'âme) da hislere bağlanıyordu. 11. canon'da insanın iki canı olduğundan sözediliyordu. 869 yılında İstanbul'da toplanan konsilde 11. canon'dan ruhun iptal edilmesi (çıkarılması) kararı alındı; bununla birlikte canın ruhsal bir kısmı olduğu kabul edilmişti. Ruh ile can arasındaki kavram karışıklığı da bu dönemde başlamıştır. Böylece ruh, can ve beden üçlemesi can ve beden ikilemine indirgenmiş oldu ve “ruh ile beden arasında dengeleyici ve uyum sağlayıcı can” anlayışı terk edilerek, bedenle zıtlık gösteren can ya da ruh anlayışıyla ifade edilen düalist anlayışa geçildi. İstanbul patriği Fotios'a muhalif olanlar, onu insanın iki canı olduğunu ileri sürme konusunda yalancılıkla suçladılar. Fotios görevden alındı ve daha sonra görevi tekrar kendisine iade edildi. Fotios 879-880'de İstanbul'da bir konsil düzenledi ve bu konsil toplantısında 869'da alınmış kararlar iptal edildi. Roma, önceleri bu konsili tanımış ve Papa, Fotios'la iyi ilişkilerini sürdürmüşse de, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin yol ayrımından sonra bu konsil Roma tarafından tanınan konsiller listesinde yer almamıştır. Yine de, günümüzde bazı Hıristiyanlar insanın beden (eski Yunanca'da "soma"), can ("psyche"), ve ruh ("pneuma") şeklinde üçlü bir yapıda olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte Kitab-ı Mukaddes üzerinde çalışmalarda bulunan modern ulemanın çoğu kitaptan yaptıkları pek çok alıntıda bu iki terimi birbirinin yerine kullanmakta ve böylece üçlü yapıyı ruh ve beden şeklinde ikili yapıya indirgemektedirler. Dinsel görüş ve inanışlarda genellikle, insanın bedeninde onu yaşatan bir ruhun bulunduğu kabul edilir. İstisnalar olmakla birlikte, genellikle, insandaki bu ruhun bilinç taşıdığı ve insanın kişiliğiyle ilgili her şeyin bu ruhta bulunduğu kabul edilir. Ruh kişinin içindeki öz varlığını oluşturarak, düşünür, hisseder, sever, nefret eder, karar verir. Bu şekilde, ruh insanın öz kişiliği olup beden yalnızca ruha giydirilmiş bir elbise gibidir. İnsandaki bu ruhun ölümsüz olduğuna ve insan öldüğünde bedeninden ayrılarak çeşitli adlarla belirtilen bir başka âleme geçtiği inanılır. Birçok dine göre bu öte âlemde insan ruhunu bir yargılanma beklemektedir. Bu yargılanma bazı dinlerde hemen ölüm sonrasında başlar, bazılarında ise ruh yargılanacağı zamana dek bekler; yargılanmadan sonra da ya ıstırap çekecek ya da huzur bulacaktır. Bu haller ya da ortamlar kimi dinlerde cennet ve cehennem kavramlarıyla dile getirilmiştir. Kimi dinlerde ise öte âlemdeki ateş bir arındırıcı işleve sahiptir, ruhun ateşle günahlarından temizlenmesi söz konusudur; varlığın cehennem ateşiyle arınma işleminden sonra cennete gidebileceğini kabul eden inanışlar da mevcuttur. Bahailik inanışında ruh, gerçekliği insanca kavranamaz ve sırrı akıl yoluyla çözülemez, Tanrı'nın bir işareti ve bir cennet cevheri olarak kabul edilir. Bahailiğin kurucusu Bahaullah ruhun bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürmesinin yanı sıra ölümsüz olduğunu da bildirmiştir. Bahalikte, cennet, bir bakıma ruhun Tanrı'ya yakınlaşmışlık hali, cehennem ise bir bakıma Tanrı'dan uzaklaşmışlık hali olarak nitelendirilir. Ruhsal tekamül yolunda her hal, kişinin çabalarının doğal bir sonucudur. Bahaullah'ın öğretisine göre, fertler, doğmadan önce mevcut değildiler; ruhların tekamülü daima Tanrı'ya doğru olur ve kişi tekamül ettikçe maddi dünyadan uzaklaşır. Temel kavramları, Hinduizm'i andırır biçimde, karma yasası, sürekli olarak tekrar doğma (samsara) ve kurtuluş (nirvana) olan Budizmde, Hinduizmdeki gibi insanlara ruhsal tekamül açısından pek fazla bir şey kazandırmayacağı düşünülen tapınma kuralları ve teorik bilgi yerine, insanlara gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik pratik (uygulama) ve yaşama bilgisi verildiğinden, Tanrı'dan söz edilmez ve ölümden sonrasına ilişkin hiçbir ödül vaatinde bulunulmaz. Buna karşılık Hinduizmde olduğu gibi, Budizmde de insanların eşyayı hakikatte olduğu gibi değil, kendilerine göründükleri gibi algıladıkları, yani fiziksel âlemin bir aldanmadan (illüzyon) ibaret olduğu kabul edilir. Budizmde temel amaç kişinin Dünya'da bir daha doğmasına gerek kalmayacağı ruhsal gelişim ve olgunluk düzeyine erişmektir. Buda'ya göre insanların ıstıraplarının ana kaynağı maddi ve nefsani isteklerdir; bu ıstıraplar doğum ile başladığına göre, ıstıraplardan kurtulmanın yolu, doğum-ölüm çemberini (çevrimini) aşarak, dünyaya tekrar doğmamaktır. Bu da ancak kişinin nefsaniyetini ortadan kaldırmasıyla ve böylece karma yasasının gereklerinden kurtulabilmesiyle mümkündür. Budizme göre evrende her şey sürekli bir değişim halindedir. Dolayısıyla evrende değişmeden sabit kalan bir nesne olmadığı gibi, değişmeden sabit kalan bir birey de yoktur. “Ben” derken, bunun daima değişen varlığa (beden ve zihnimize) ait bir duyum olduğunu unutmamamız gerekir. Bu ilke Budizmde "anatta" (Pāli ve Sanskrit dilinde" anātman") adıyla bilinir. Ölüm olayında ruh ve fiziksel beden birbirlerinden ayrılır. Fiziksel bedenden ayrılmış olsa da zihin hala maddi âleme özgü yanılsama (illüzyon,“"maya"”) etkisinde kalmaya devam edebilir. Budizmin Mahayana kolundaki bazı ekollerde, özellikle bünyesinde şamanik öğeleri barındıran Tibet Budizmi'nde üç can kavramı ya da üç şuur düzeyi bulunur. Ruhsal varlığın bu üç kısmı süptillik (seyyaliyet, incelik) derecelerine bağlı olarak, “çok süptil”, “süptil” ve “kaba” sıfatlarıyla nitelendirilirler. Bunlardan süptil olanı ölüm olayında ayrılan zihin, şuur ya da kısımdır; kaba olanı ise uyunduğunda mevcut olmayan zihin ya da şuurdur. Tibet Budizmi'nde ayrıca, farklılık gösteren "shes-pa" (şuur prensibi) ile "rig-pa" (Buddha-doğa'ya denk olan saf şuur) arasında bir ayrım yapılır. Lamaizm de denilen bu dinde ezoterik eğitim veren bir üstadın ya da yüksek seviyeden bir lamanın yeniden doğan (reenkarne olan) kişiliğine "tulku" denir. Bu lamalar "fantom beden" ya da aura anlamında da kullanılan "tulku"'larından tanınırlar. Buddha-doğa'nın reenkarne olmamasına karşın, kişinin skandhas denilen unsurları reenkarnasyona maruz kalırlar. Değişip gelişen, "Shes-pa" denilen şuur, ölüm olayından sonra yok olmaz ve her yeni doğumda (reenkarnasyonda) varlığını sürdürür. İnsan ruhunun ölüm olayından tekrar doğmasına dek içinde bulunacağı koşulları ve geçireceği bilinç hallerini ayrıntılı bir biçimde açıklayan ve ruha ölüm sonrasında geçirebileceği haller konusunda rehberlik yapan Tibet kitabı Bardo Thödol'a göre, kişinin tahayyülünü (imajinasyonunu), niyet, düşünce ve duygularını denetleyebilme yeteneğini henüz yeryüzündeyken kazanabilmiş olması, kendisine ölüm sonrası yaşamında son derece yararlı olur ve bedenini terk eden herkesin geçireceği ilk zor aşamaları kolayca atlatmasını sağlar. Öte âlemde karşılaşacağı olaylar kişinin kendi zihinsel faaliyetinin ürünleri olacağından, zihnini denetleyebilen kişi, haliyle, öldükten sonra yaşayacağı olayları da denetleyebilecektir. Fakat yeryüzünde bu yeteneği ya da beceriyi elde edebilmiş insanlar çok nadirdir. Fakat Gautama Buddha'nın ruh kavramına ilişkin sözleri Budizm ekollerinde farklı şekillerde yorumlanmış olduğundan, kimi ekoller ruhun ölümsüzlüğünü vurgulamaktaysa da, Budizm ekollerinde ruh kavramı hakkında bir fikir birliği yoktur. Bu ekoller arasındaki temel ortak görüş, ruh göçüyle yeniden doğuşun sürmesidir. Budizmin Theravada ekolündeki ölüm sonrası ruhsal hallerle ilgili inanışlar Brahmajala Sutta'da açıklanır. Eski İsrail'in bilgelik geleneğinde şöyle denir: “"Toprak geldiği yere dönmeden, Ruh onu veren Tanrı'ya dönmeden, seni Yaratan'ı anımsa!"” (Ecclesiastes, 12/7) Bununla birlikte Yahudi kutsal metinlerinde bedenden ayrı bir bireysellik gösteren ruh kavramına rastlanmaz. Eski Ahit'in Tekvin bölümünde bu kavrama şöyle değinilir: “"Ve Rab Tanrı yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve adam yaşayan can oldu."” (Tekvin, 2/7) Yeni Ahit'in Korintoslular'a Birinci Mektup bölümünde ise şöyle denir: “"Böyle de yazılmıştır: ‘İlk insan Âdem, yaşayan can oldu.' Son Âdem dirilten ruh oldu".” Hıristiyanlar ruhu felsefi terimlerden ziyade manevilik içinde anlamak eğilimindedirler. Bu anlayış bağlamında, insanlar öldüklerinde, iyi ya da kötü amelleriyle biçimlendirmiş oldukları ruhları Tanrı tarafından yargılanacak ve ebedi ahiret yaşamına (cennete) ya layık bulunacak ya da layık bulunmayacaklardır. Hıristiyanlığın tüm mezheplerinde (Ortodoksluk, Katoliklik, Protestanlık, Evanjelizm) İsa'nın bu kurtuluş sürecinde belirleyici ya da kesinleştirici bir rolü olduğu öğretilir. Hıristiyanlıkta ruh için kullanılan İngilizce sözcük "soul" İbranice yazılmış Eski Ahit'teki "nefeş" ve eski Yunanca yazılmış Yeni Ahit'teki "psyche" sözcüklerine karşılık olarak kullanılır. Hıristiyanlık anlayışında "soul", madde-dışıdır, elle tutulamaz, görünmez ve ölümsüzdür. Ruh Tanrı tarafından yaratılır ve döllenmeyle yeni oluşan bedene aktarılır. Hıristiyanlıktaki bu anlayışın kökeni eski Yunan felsefesine dayanmaktadır.İskender'in fetihleri sonucunda Yunan kültürü ve felsefesi zamanla Yahudiliği, daha sonra da Hıristiyanlığı etkilemiştir. Bu ruh anlayışı Doğu'da ilk olarak Origenes (Orijen, M.S. 185 - 254) ile ve Batı'da Augustinus (M.S. 354 - 430) ile yayılmaya başlamış ve bunların etkisiyle zamanla ruhun madde-dışı olarak ne tür bir yapısı olduğuna dair felsefi düşünceler gelişmiştir. Fakat bu görüşler aslında, Batı'da ruhun ölümsüzlüğü
felsefesini ortaya koyan ilk isimlerden biri olan ve görüşleri Hıristiyan felsefesine derin etkilerde bulunan Platon'a (M.Ö. 427 - 347) dayanmaktadır. Ruhun ölümsüz olduğu düşüncesi her ne kadar Platon'dan daha eskiye dayanıyorsa da, bu düşünce Batı'da Platon sayesinde popüler hale gelmiştir. Hıristiyanlıkta farklı mezhepler bulunduğundan, bu mezheplerde ruha ilişkin inançlarda bazı farklılıklar olmakla birlikte, Hıristiyanlıktaki genel kabule göre, ölen kişinin bedeni terk eden ruhu ödül ya da ceza ile karşılaşacaktır. Katolik anlayışındaki Limbus kavramı Papa 16. Benedikt'in yakın zaman önceki açıklamasıyla değişmiş bulunmaktadır. Tanrısal gök katına ulaşabilen bir ruh buradaki ödülü olan cennete erişecek, günahkar olan ruh ise cezaya çarptırılarak sonsuza dek cehennemde azap görecektir. Katolik Kilise'nin modern din öğretiminde ruh “insanların en iç yüzü; sayesinde insanların Tanrı'nın suretinde oldukları, insanlardaki en büyük değer; ruh insanlardaki ruhsal prensip anlamına gelir” şeklinde tanımlanır." Ölüm olayının ardından ruh araf (purgatory), cennet ya da cehennemden birine gider. Katolik inancında ruhun ateşle temizlenmesi inanışı mevcuttur. Ruh günahkar olduğundan önce ateşle acı çekerek arafta (purgatory ) temizlenecek, Tanrı'ya ya da Tanrısal gök katına bundan sonra ulaşabilecektir. Günahkar olan kimse de sonsuza dek cehennemde kalacaktır. Ölümsüz ve manevi olan ruh doğrudan doğruya Tanrı tarafından yaratılmıştır. Katolik bakış açısıyla, ruh ve beden ikileminde beden kötülüğün oluştuğu, ruh ilahî olan, hayırlı olan unsurdur. Ruh madde üzerine yoksunluk içinde konmuş, ondan kurtulma isteğindeki beyaz bir yaprak gibidir. Katolik öğretinin ruh ve beden arasıdaki ilişkiler hakkındaki temel dogmatik görüşleri şunlardır: Alman Protestan Teolojisi esas olarak İdealizmden (idealar üzerine kurulu akım) esinlenir ve ruhu yalnızca öznellik (sübjektivite) olarak ele alır. Bazı Katolik akımlar da aynı sonuçlara varmıştır. İdealizm'in “baba”sı sayılan Descartes'ın “düşünüyorum, o halde varım” sözü aslında idealar âlemine ilişkin felsefi görüşü kapsar. Bazı Hıristiyan topluluklar kişinin iyi ve kötü eylemlerine bağlı olarak ya da sadece Tanrı'ya ve İsa'ya imana bağlı olarak ödül veya cezanın verilecek olması hakkındaki inanışa karşı çıkarlar. Buna karşılık ruhun ölümsüz olduğunu reddeden Hıristiyanlar da yok değildir; bunlar teolog Frederick Buechner'in “Karanlıktaki Islık” adlı kitabında belirttiği gibi, ruhun bir tür yaşam gücü olduğuna, ölümle sona erdiğine, fakat kıyametteki diriliş sırasında yeniden oluşacağına inanırlar. En nüfuzlu ilk Hıristiyan düşünürlerden biri olan Augustinus ruhu “"kendisine aklın bahşedilmiş olduğu, bedeni sevk ve idare eden özel bir cevher"” olarak tanımlar. Filozof Anthony Quinton'a göre ruh “"karakter ve hafızanın sürekliliğiyle ilgili bir zihinsel haller dizisi olup kişiliğin temel öğesidir" (oluşturanıdır).” Ruhun yaratılışa ilişkin kökeni de Hıristiyanlıkta yoğun tartışmalara neden olmuş ve bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır (traducianism, pre-existence ve Katolik Kilise'nin öğrettiği creationism). Hinduizm'e göre "atman" (ruh ya da nefes) zamanın başlangıcında yaratılmış ve doğum yoluyla edindiği fiziksel bedende bir tür mahpusluk geçirmektedir. Fiillerinin karma yasası uyarınca belirlenen sonuçlarına göre yeni bedenlerde doğup durur. Sürekli olarak tekrar doğma kimi Hindulara göre ebediyen sürer gider, kimi Hindulara göre de karmik mükemmeliyete ulaşıp "Mutlak Olan"la birleşeceği zamana kadar sürer. Vedalar'daki bakış açısıyla ruh, maddeden ayrı bir cevher olup ölümsüzdür, kendine özgü bir şuura sahiptir. Hinduizm'de, ruh kavramına en yakın anlamları içeren Sanskrit sözcükler ruh ya da "bireysel kişilik" anlamına gelen "Jiva" ve "Atma" sözcükleridir. Hinduizmde "atma", "jivatma", "anu-atma" ya da "vijnanam brahman" gibi çeşitli adlarla belirtilen ruh, Tanrı'yla bütünleşen bir enerji parçacığı olarak betimlenir. Bununla birlikte Hinduizmin karmaşık felsefesinde ruh Tanrı'dan ayrıdır ve ona eş değildir."Atma" ya da "atman" tasavvufta zât (Fr.soi) adı verilenin tam karşılığıdır. "Atman", Brahman'ın parçası olarak kabul edilir. Hinduizm çok sayıda dine verilen genel bir ad (Sanatha-Dharma) olduğundan, doğal olarak, Hinduizmde ruhun kökeni, amacı ve mukadderi hakkındaki görüş ve inanışlar çeşitlilik gösterir. Örneğin "advaita" adlı kavramda ruhun “yaratılmamış ve mutlak olan Tanrı Brahman”la mevcudiyet öncesinde birliği söz konusudur. Buna karşılık "dvaita" denilen düalite kavramlarında bu görüş reddedilir ve her ruhun "Yüce Ruh"un bir parçası olmakla birlikte ferdiyetini hiç kaybetmediği savunulur. Hinduizm'de Bhagavad Gita'da da belirtildiği gibi, ruhun ölmediği ve ruh göçüyle bedenler değiştirdiği kabul edilir. Ruhun bu serüveninde belirleyici etken karma yasasıdır ve Hinduizm'deki tenasüh inanışında varlığın ödüllendirilmesi veya cezalandırılması fikri bulunur. Hinduizm'de ve yoga felsefesinde nirvana kişinin yeryüzünde tekrar doğma ihtiyacından kurtulacak derecede gelişmiş, olgunlaşmış olması anlamında ele alınır. Kimi Hindu inanışlarına göre önceden Brahman'la bir olan ruh, sonunda yine ona dönecektir. Kimileri Hint kültüründeki ruh göçü kavramı ile eski Yunan kültüründeki ruh göçü kavramının birbirinden bağımsız gelişmemiş olduğunu, yani ruh göçü kavramının kültürden kültüre çeşitli göçlerle aktarılmış olabileceğini düşünmektedir. Hint Teozofisi'ne göre insanın hakiki ve yüksek varlığı farklı planlardaki (düzeylerdeki) üç unsurdan oluşur. Bunlardan biri "atma" ya da "atman"dır (tasavvuftaki zât). Her şeyin ve herkesin içeriğinde "atman" vardır. Fakat "atman"ın bireysel kişiliğini edinmesi ancak "manas" adı verilen "nefis" (nefs) ile birleşmesi durumunda mümkün olur. "Manas" insanın düşünme ve akıl aracıdır. Ferdiyet bu ikisinin birleşmesiyle oluşur. Fakat bu iki unsurun birleşmesinde üçüncü bir unsur aracılık yapar; bu da "buddhidir."Buddhi" ruhani bir unsur olup "atman"ın hem irtibat ve aktarma aracıdır, hem de âlemdeki yansımasıdır. Sezgi ve ilhamın kaynağı "buddhidir. İnsanın bu üç unsurun birleşmesiyle oluşan yüksek varlığına “yüksek trinite” adı verilir ki, bu, Hint teozoflarına göre, hem ruh, hem Tanrı durumundadır. Fakat mükemmel olmayan bu "yüksek trinite"nin gelişmesi, yükselmesi ancak fiziksel âlemde mümkündür. Yüksek trinite, yoğun âlem olan cismani âleme (yeryüzüne) doğrudan inemediğinden, doğada bulunan dört unsurla birleşmek zorundadır. (İnsanın söz konusu 4 unsurdan oluşan alçak varlığına Batı'da "quaternaire" adı verilir) Dolayısıyla dünyadaki her insan 7 unsurdan oluşmuş durumdadır. Yüksek trinite, gelişmek üzere "quaternaire" ile birleşerek dünyaya inerken ister istemez yüksek niteliklerinden bir kısmını, geçici olarak, kaybeder; yüksek nitelik ve yetenekleri kabalaşmaya, kararmaya uğrar. Çünkü bu dört unsur dünyevi, alçak, aşağı düzeyli tezahürlerin kaynağıdır. Bu dört unsur ihtirasları, dünyevi kaba duyguları, geri fikirleri, bunlara yönelik eğilimleri, kısaca aşağı nitelikleri içerir. "Quaternaire" iki kısımdan oluşur; bunlardan biri "sthula-sharira" adlı kısım fiziksel bedendir. "Alçak trinite" adı verilen diğer kısım ise kendi içinde üç unsurdan oluşur: Dünyasal ölüm olayında "alçak trinite" fiziksel bedenden ayrılıp "kama-loka" denilen bir plana (düzeye, âleme) çıkar. Bir süre sonra, yüksek trinite "alçak trinite"yi de burada bırakarak "devachan" adlı cennete gider ve böylece asli vatanına dönmüş olur. Görüldüğü gibi, Hint Teozofisi'nde Batı Teozofisi'ndeki gibi belirgin bir ruh ve madde ikilemi yoktur. İslam'da da Hıristiyanlıkta olduğu gibi, ruhun ana rahminde bedenin oluşmasıyla birlikte var olduğu kabul edilir. Bedenle birlikteliği geçici dünya yaşamı boyuncadır. Kur'an'da ruh kelimesinin belirtildiği ayetler fazla değildir.Diyanet İşleri Başkanlığı/Ruh , 22 Eylül 2008 tarihinde erişildi. Ruh konusunda pek fazla bilgi verilmemiştir. Nitekim İsra suresinde de şöyle denmiştir (17/85): " “Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.'"" Ruh kelimesi Nisa suresinde İsa'dan ve bazı surelerde Ruh-ül Kudüs tamlaması biçiminde Cebrail'den söz ederken de kullanılmıştır. Diğer tektanrılı dinlerde olduğu gibi İslam'da da kıyamet inanışı ve cennet ile cehennem kavramları bulunur. Ruh kavramı Sufizm ya da Tasavvuf ‘ta daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Jainizm'e (Caynizm, Caynacılık) göre, ruh ("jiva"), fiziksel bedenden ayrı bir mevcudiyete sahip bir gerçekliktir. Bir bitkiden, hatta bir bakteriden insana kadar her canlı varlığın bir ruhu vardır. Ruh, “ruh olmayan”dan, yani canlı olmayandan (madde, mekân, hareketlilik veya hareketsizlik ortamı vs.) ayrımı ifade eder. Bu dine mensup olanlar için kurtuluş ("mokşa" ya da "moksa") ruhun ulaşacağı en yüksek hedeftir. Jainizm metinlerinden biri olan, M.S.1. yy.'da Acharya Kundakunda tarafından yazılmış Pancastikayasara'da ruhla ilgili şu bilgiler verilir: Acharya Kundakunda bir başka Jainist metin olan Bhavapahuda'da ise ruhla ilgili olarak şöyle yazıyor: “"Ruh renksizdir, tatma duyusu ile de tadılamaz, kısaca beş duyu ile algılanamaz. Temel özelliği şuurdur. Şekil ve ebatla (en, boy, yükseklik) belirtilen hiçbir boyutla sınırlı değildir, bunlardan hiçbirine bağlı değildir, hepsini aşar.”"(64.ilahi) Sonuç olarak Jainizm'e göre, ruh bir cevherdir, yani yok edilemez ve ebediyyen daimidir (kalıcıdır). Ancak, deneyimlediği haller açısından geçiciliğe ve daimi değişime maruzdur. Māhavīra'nın Bhagvatisūtra'da kayıtlı olan çeşitli sorulara cevapları "realite" (hakikat sanılan, kani olunan gerçeklik) ile "verite" (asıl hakikat) arasındaki ilişkiyi andıran bu bilgiyi dile getirmektedir: Ruh, fiilerine göre belirleyici olan karma yasası altında geçirdiği reenkarnasyonlar serüveninde (yolculuğunda) temel olarak 4 varlık halini yaşar: Ruh, başlangıcı olmayan zamandan itibaren, karma yasasına tâbi biçimde, sürekli olarak doğum-ölüm çevriminden geçer ve özgürlüğe ya kurtuluşa erme ("mokşa" ya da "moksa") haline ulaşmak üze
re bu dört varlık halini de yaşar. Jainizm'in ruhla ilgili inanışları şöyle özetlenebilir: Sihizm ruhu ("atma") bir Tanrı ("Parmatma") olan “evrensel ruh”un bir parçası olarak sayar. Sihizm'in kutsal kitabı "Sri Guru Granth Sahib"de (SGGS) çeşitli ilahiler bu inanışı dile getirir. Tanrı ruhta, ruh Tanrı'dadır. Yine aynı kitapta “"ruh ilahîdir, ilahî olan da ruhtur; O'na sevgiyle tapınınız"” , “"ruh efendidir, efendi olan da ruhtur"” ve “"efendi, kitaptaki bilgiler üzerinde kontamplasyon yapmak yoluyla bulunur"” denir. Taoist inanışları içeren iki kitaba bakılırsa, ruhlar ya da “temel varlık”lar ölüm olayından sonra saflık durumlarına bağlı olarak dünyanın cennet veya cehennem ortamına geçerler.Tao'ya ya da Tao'nun yoluna uyum göstermiş olan saflaşmış ruhlar cennete, uyum göstermeyip zıt düşmüş olanlar cehenneme geçerler. Herkesin ruhu vardır ve herkes önceki enkarnasyonuna uygun bir halde doğar. Herkes yaşamları sırasında ya gitgide saflaşır ya da kendisini kirleten hareketlerde bulunur. Taoizm'de tavsiye edilen Xiuzhen uygulaması bedeni dünyasal kirlerden temizlemeyi amaçlayan bir arınma (catharsis) sürecidir. Bu sistemin terminolojisinde insandaki unsurlardan öz (精,Jing), soluk enerjisi (氣,"qi") veilahî ya da beşeri ruh (神, "shen") “üç saf olan”ın hükmettiği üç mücevher ya da üç hazine olarak belirtilir. Bu arınma süreci sembolik anlamıyla aynı zamanda ölümsüzlüğün aranma süreci olarak da ifade edilir. Ruhun iki türlü tezahürü bulunur; "po" (魄 pò), yani “yin ruh” ve "hun" (魂 hún), yani “yang ruh”. Kişinin çok sayıda" pò" ve "hún"'u olabilir. Ruh göçünden bahseden en erken Taoist belgeler Han Sülalesi dönemine dayanır. Bu belgelerde “Lao Zi'nin Üç Hükümdar ve Beş İmparator Dönemi”nden itibaren farklı dönemlerde farklı kişiler olarak yaşadığı anlatılır. Taoizm'in kutsal kitaplarından Chuang Tzu'da (M.Ö.4.yy.) şöyle denir: “"Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir. Varoluş sınırsız, sonsuzdur; bir başlangıç noktası olmayan süreklilik söz konusudur. Sınırı olmayan varoluş (varlık) uzaydır. Başlangıç noktası olmayan süreklilik zamandır. Doğum da vardır, ölüm de; biri dışarı doğru olan sonuçtur, diğeri içeriye doğru olan sonuçtur. Böylece, biçimini görmeksizin, 'İlâhî Olanın Kapısı'ndan bir içeri bir dışarı geçilir".” (Zhuang Zi, 23) Soyut kavramların pek bulunmadığı, bu eksikliğin figür ve sayılarla doldurulduğu Kitab-ı Mukaddes'te ruh için "ruah", can için "nefesh" terimleri kullanılır. Buradaki kavramlar ruh ve beden hakkındaki çeşitli çevirilerle aktarılmaya çalışılmışsa da, eski Yunan felsefesindeki ruh, can ve beden kavramlarını tam olarak karşılamamaktadır. Karşılamaya yönelik çabalar karışıklıklar doğurmuştur. Eski Ahit'te canın karşılığı İbranice'deki "nephesh" olup Eski Ahit'in bir versiyonu olan Septuagint'teki ve Yeni Ahit'teki eski Yunanca karşılığı psişedir ("psikhe"). "Nephesh" sözcüğü “yaşayan varlık”, “nefes” gibi başka biçimlerde de tercüme edilebilir. O “ten”e bağlanmış ya da Nuh'a içilmesi yasaklanan “kan”a bağlanmış yaşamı temsil eder. Yahudiler'in bilinen tarihe göre, ruh ile ilgili inanış ve görüşleri Eski Ahit'in (Tevrat) ilk kitabı olan Tekvin'le başlamıştır. Eski Ahit'in Tekvin bölümünde bu kavrama şöyle değinilir: “"Ve Rab Tanrı (Yehova, Hashem) yerin toprağından adamı (Âdem'i) yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve adam yaşayan can oldu."” (Tekvin, 2/7) Torah ruhun sistematik bir tanımını yapmaz; klasik haham literatüründe ruhla ilgili çeşitli, farklı tanımlamalar bulunmaktadır. Saadia Gaon, “İnanışlar ve Fikirler” (Emunoth ve-Deoth) adlı kitabının 6/3 kısmında ruh hakkındaki klasik haham öğretiminin ne olduğunu açıklamıştır. Saadia Gaon burada ruhun kişinin fiziksel arzu, heyecan ve düşüncesini oluşturan zihin kısmını kapsadığını bildirmiştir. Yahudi düşünürlerden İbn Meymun (İng. Maimonides) “"The Guide for the Perplexed"” adlı kitabında ruh hakkındaki klasik haham öğretiminin ne olduğunu Neo-aristocu bakış açısıyla açıklamış ve ruhu kişinin gelişmiş “zeka”,”akıl” ya da “zihin”i (İn. intellect) olarak görmüş, bir cevher olmadığını bildirmiştir. Kabbala'da ruhun üç unsurlu olarak ele alındığı anlaşılmaktadır. Yahudi mistisizminin klasik bir çalışması olarak bilinen Zohar'da bu üç unsur "nephesh", "ruach" ve "neshamah" olarak belirtilir ve bu üç unsur şöyle açıklanır: Zohar'a göre ölüm olayından sonra "nefesh" parçalanıp dağılır. "Ruach", arındırılmaya maruz kalacağı bir aracı kuşağa gönderilir ve “geçici cennet”e girer. Neshamah ise kaynağa, “sevgilinin öpücüğü”nün tadını çıkaracağı, Platon'un belirttiği “idealar âlemi”ne döner. Hep Zohar'la birlikte yayımlanan bir risale olan Raaya Meheimna insan ruhunun iki unsuru daha olduğunu öne sürer: Bunlar "chayyah" ve "yehidah"'tır. Yahudi filozof ve tarihçi Gershom Scholem" chayyah" ve "yehidah" hakkında “"bunlar, sezgi yoluyla bilmenin en yüce aşamalarını ve ancak biraz seçkin olan kimselerin kalb yoluyla idrak etmesini temsil eden unsurlar olarak kabul edilir"” demiştir. "Chayyah" ruhun ilahî yaşam gücünün idrak edilmesine imkân veren parçasıdır. "Yehidah" ise ruhun Tanrı'yla birleşmenin mümkün olabildiği en yüksek planıdır (düzeyi, ortamı). Hahamların çalışmaları ve kabalistik çalışmalar, insanların bazı koşullarda geliştirebilecekleri, ruhta süreklilik göstermeyen bazı başka ruh hallerinin olduğunu da bildirmektedir. Ölümden sonrasıyla ilgili olmayıp, mükemmellikle ilgili olan bu haller "Ruach HaKodesh" (kehaneti mümkün kılan bir ruh hali), "Neshamah Yeseira" ve "Neshamah Kedosha"'dır. Yahudiler'in ilk dönemlerdeki ruh ile ilgili inançlarının sonraki dönemlerinde değişikliklere uğradığı sanılmaktadır. Özellikle Büyük İskender'in M.Ö. 332'de Yahudiler'in yaşadıkları yerleri Yunan egemenliği altına almasıyla, Yunan ve Yahudi kültürleri arasında karşılıklı bir etkileşimin başladığı ve Yahudiler'in Yunan felsefinden etkilendiği sanılmaktadır. Örneğin, Platon hayranı olup gnostiklere ilham kaynağı olmuş İskenderiye'li Yahudi filozof Philon (d.M.Ö. 25, ö. M.S. 50) Yahudilik inançlarını Yunan felsefeleriyle açıklama yoluna gitmiştir. Philon'un bu etkisi daha sonra Yahudilik temelinden hareket eden Hıristiyanlığı da etkilemiş ve Yahudiliğe ait sözlü aktarımlar ve Yunan felsefelerinden oluşan karma bir inanç oluşmuştur. Philon'a göre, ruh doğum öncesinde de vardır ve ölen kişinin ruhu doğum öncesi durumuna döner. Ruh, ruhların dünyasına ait olduğundan, bedendeki yaşam yalnızca kısa ve çoğu zaman mutsuz bir ara oyundur. Philon'un dışında başka Yahudi düşünürler de ruhun ölümsüzlüğü düşüncesine sahiptiler. Bunlar arasında, 10. yüzyılda yaşamış Isaac Israeli ve 18. yüzyılda yaşamış bir Alman-Yahudi düşünür olan Moses Mendelssohn sayılabilir. Yahudilik inancına ilişkin sözlü anlatımların yazılı kaynağı olan Talmud'da, ölülerin yaşayanlarla görüşmesinden söz edilir.Kabbala'da ise reenkarnasyon fikri de bulunmaktadır. 19. yy.'da doğmuş bir Hıristiyan dinî akımı olanYehova'nın Şahitleri'ne göre ruh insanın bedenini yaşatan bir güçtür. Bir tür enerjiden başka bir şey değildir. Tıpkı bir elektrik enerjisinde olduğu gibi kişiliği ve bilinci yoktur. İnsandaki ruhun bir mumdaki alev gibi olduğuna inanırlar. İnsandan ruhun çıkmasını, sönen bir mumun alevini kaybetmesine benzetirler. Yehova'nın Şahitleri'ne göre, Ruh ne kişinin içindeki bilincidir, ne de insan öldüğünde onun bir parçasını oluşturur. Yani, insan öldüğünde ruhu yaşamaya devam etmez. Yehova'nın Şahitleri'ne göre, Kitab-ı Mukaddes'te ruhun ölümsüzlüğü öğretisi bulunmaz. Ruhun ölümsüzlüğü ile ilgili inançların Babilliler'in dinsel inançlarından kaynaklandığını düşünürler. Bundan başka, ölülerin ruhlarının yaşayan kişilerle görüştüğü ve onlara fayda ya da zarar verdiği gibi inançların, ölülerin görüntüsünü ve sesini taklit ederek, onların yaşadığı izlenimini uyandıran cinlerden kaynaklandığını savunurlar. Yehova'nın Şahitleri'ne göre ölüler tamamen bilinçsizdirler ve ölen bir kişi dünyaya gelmeden önceki var olmama durumuna döner. Yehova'nın Şahitleri Tanrı'nın Âdem'i yaratırken onun burnuna yaşam soluğu üflediğini ve Âdem'in yaşayan bir can olduğu öğretisini kabul ederler. Onlara göre Âdem'in bir canı olmamıştır, fakat Âdem'in kendisi bir can olmuştur; Kitab-ı Mukaddes hayvanların da birer can taşıdığını değil, can olduklarını söyler. Kitab-ı Mukaddes'te can için geçen İbranice sözcük "nefeş" ve eski Yunanca sözcük "psyche"dir. Yehova'nın Şahitleri'ne göre bu sözcüklerin anlamı "nefes alan"dır. Başka sözlerle ifade etmek gerekirse, “soluk alan, yaşayan, canlı, can” demektir. Eski Ahit'te Âdem'in yaratılmasına ilişkin olarak şöyle denir: " “Rab Tanrı Âdem'i topraktan yarattı ve burnuna “yaşam soluğu”nu (Ruah) üfledi. Böylece Âdem “yaşayan varlık”(Nefeş) oldu." (Yaratılış, 2/7) Kitab-ı Mukaddes'te, İbranice "ruah" sözcüğünün eski Yunanca'daki karşılığı "pneuma"dır. “Yaşam soluğu” olarak çevirisi yapılan" ruah", Yehova'nın Şahitleri'ne göre normal soluktan daha farklı bir şeydir. Yehova'nın Şahitleri'ne ait olmayan çevirilerde, "ruah" ve "pneuma" genellikle “ruh” olarak çevrilmiştir. İbranice "ruah" ve eski Yunanca" pneuma" ile benzerlik gösteren diğer sözcükler, "neşamah" (İbranice) ve "pnoe"'dir (eski Yunanca). Bu sözcüklerin çeviri karşılıkları “soluk” olarak verilmiştir. Yehova'nın Şahitleri'nin bu kavramları anlayışı şöyledir: Yehova'nın Şahitleri için ölüm, "düşüncenin, eylemin olmadığı bir hiçlik" anlamını taşır. Onlara göre, Eski Ahit'teki Vaiz, 9/10'da ve Mezmurlar, 146/4'te söylenilenler bunu gösterir. Eski Ahit'te geçen “ölüler diyarı” terimi “çukur, mezar, insanlığın toplu mezarı” anlamındaki sözcükten yapılmış “serbest bir çeviridir”; gerçek anlamda ölüler diyarı yoktur: Yehova'nın Şahitleri'ne göre, Âdem topraktan yaratıldı ve Âdem'e ceza olarak söylenen sözlerde de onun yeniden toprağa döneceği söylenir. Yehova'nın Şahitleri'ne göre, Âdem'e hiçbir şekilde bir parçasının yaşayacağından ya da Âdem'den herhangi bir şeyin ruh âlemine döneceğinden söz edilmedi, zaten Âdem'in geldiği yer, ruh âlemi değil, topraktı. Ayrıca insanın ve hayvanın ölümü aras
ında hiçbir fark da yoktur. Ölüler, tamamen toprağa dönerler ve herhangi bir bilinçleri yoktur. Yehova'nın Şahitleri'ne göre Kitab-ı Mukaddes'teki ölülerin yaşadığını ve konuştuğunu gösteren "Zengin adam ve Lazar" gibi anlatımlar benzetmelerin yapıldığı birer mecazdırlar. Bu tür ifadeler ölülerin yaşadığını anlatmazlar. Bu türden anlatıma bir örnek, Tekvin, 3/14'de bulunur. Buradaki sözler aslında yılana değil, yılanla özdeşleştirilen Şeytan'a karşı söylenir. Şeytan'ın, kendisini Tanrı gibi yüceltmek isterken, içine düştüğü alçaltıcı durum, yılanın yerde sürünürken yaşadığı duruma benzetilir. Ayakları olmayan yılan yerde sürünerek ilerlerken, dili toprağı yalıyor ve toprağın tozunu yiyor gibidir. Şeytan, aldatma aracı olarak kendisine bir yılanı seçmiş ve Tanrı aynı yoldan ona anlam yüklü bir yanıt vermiştir. Şeytan'ın, kibirli bir tutumla en yükseğe çıkmak isterken, tam tersine, bir yılanın durumunda olduğu gibi, kendisini yere en yakın ve en aşağı durumda bulacağı anlatılır. Yeşaya (İşaya)/Bap14'te bulunan başka bir anlatımda geçen sözler, birçok kişi tarafından ölülerin ruhlarının konuştukları ve dolayısıyla ölümden sonra bir yaşam olduğu şeklinde yorumlanırsa da, bunlar birer mecazdır; çünkü burada sözü edilen ve doğal olarak konuşamayan ağaçlar da konuşuyor gibi gösterilir. Ayrıca bu anlatımın “alaycı” niteliği zaten baştan söylenmiştir. Buradaki örnekte mecazi bir anlatımla, Şeytan'ın kibirli düşünceleri alaya alınarak, kendisini yüceltmek isterken içine düşeceği alçaltıcı durum şiirsel ifadelerle anlatılmaktadır. Bu yapılırken, aynı kibri sergileyen Babil Kralı'nın kimliği Şeytan için bir benzetme olarak kullanılmıştır. Yehova'nın Şahitleri ölülerin ruhunun yaşamadığına, ancak ölen kişilerin yeniden diriltileceğine inanırlar. Kitab-ı Mukaddes'te bununla ilgili örnekler vardır ve Yehova'nın Şahitleri'nin yorumuna göre, “"eğer ruh ölümde varlığı süren bir şey olsaydı, ölmüş kişilerin dirilmesine de gerek kalmazdı."” Bir örnek de İsa'nın ölümüyle ilgilidir: İsa öldükten hemen sonra değil, üçüncü günde ruh bir varlık olarak diriltilmiş ve bu üç gün boyunca da ölü olarak yerin bağrında, mezarda kalmıştır. Yehova'nın Şahitleri'ne göre, Kitab-ı Mukaddes İsa'nın bedeninin mezarda kaldığını, fakat ruhunun üç gün boyunca yaşadığını söyleyen bir ayrım yapmaz. Yehova'nın Şahitleri'ne göre ölülerin dirilmesi belirli bir zaman sonra gerçekleşecektir. Ayrıca ölüler herhangi bir ruh âleminde değil, mezarda bulunuyorlar. Yehova'nın Şahitleri ruhun ölümsüzlüğü inancını Kitab-ı Mukaddes'e uymayan ruhçuluk kaynaklı bir öğreti olarak görerek reddederler. Bu öğretinin, insanlara sahte bir ümit vermek amacıyla Havva'ya söylenen "katiyen ölmezsiniz" sözlerindeki yalanın bir devamı olduğuna inanırlar. Kimi Asya Şamanizmi toplumlarında, bazı Kuzey Amerika ve Güney Amerika Kızılderililerinde ve kimi Afrika kabilelerinde ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yaşadığı öte-âleme “gölgeler diyarı” adı verilir. Şamanizm'e göre insanın bir ya da birkaç canı (ruhsal unsurları) vardır.E. Britannica/Shamanism , 22 Eylül 2008 tarihinde erişildi. Kuzey Asya halkları, insanın birden fazla, üç ya da yedi “can”ı olduğuna inanır. Örneğin Yakut Türkleri, Çukçiler, Yukagirler ve Buryatlar insanın üç “can”ı olduğuna inanır. Bunlardan biri ölüm olayında mezarda kalır, biri “gölgeler diyarı”na iner, üçüncüsü “Göğe” çıkar. İnsanın “gölge can”ı öte-âlemin eşiğini bekleyen eşik bekçisine rastlar; sonra kayıkla öte yakaya geçer. Gölgeler diyarında ölü, yeryüzünde sürdüğü yaşamı sürer. Ölüler, bir süre sonra, yeryüzünde tekrar doğabilirler. Bu üç cana ya da üç ruhsal unsura verilen adlar toplumdan topluma değişmektedir. Bazı Şamanist Türk topluluklarında bu üçlü “tin”, “sür” ve “kut” olarak, Moğol Şamanizmi'nde ise “"suns"” (sünesün), “"ami"” (amin), “"suld"”(sülde) olarak bilinir. Şamanist anlayışta üç âlem söz konusudur: Yer, yeraltı, Gök. Fakat bunlar sembolik ifadelerdir. Yeraltı terimi Asya'nın kimi Şamanist geleneklerinde öte-âlem anlamında kullanılır, kimi Şamanist geleneklerde ise ölüm olayının akabinde yaşanılan kargaşa ve vicdani hesaplaşma dönemini ifade etmek üzere kullanılır. Dolayısıyla, bazı geleneklerde yeraltı denildiğinde, genellikle öte-âlemin aşağı (titreşim düzeyi kaba) ve yoğun ortamları söz konusudur. Yeraltı deyiminin bu anlamda kullanıldığı Şamanist geleneklerde öte-âlemin huzurlu ortamları ise “gölgeler diyarı” gibi başka ifadelerle belirtilmektedir. Şamanizm'e göre her üç âlem (Yer, yeraltı denilen âlem ve Gök denilen âlem) de ruhlarla meskundur. Asya Şamanizmi'ne, özellikle Yakut,Altay ve Uygur Türkleri'nin geleneklerine göre, insanların yaşadığı Yer, ölülerin göçtüğü “yeraltı” (öte-âlem) ve spiritüel anlamdaki Kutsal Gök'ten oluşan üç ortam, merkezlerinden geçen, direk ya da kazık denilen bir eksenle birbirine bağlanırlar. Bu eksen “Göğün göbeği” ile “Yer'in göbeği” arasında yer alır. Bu kavram Altay, Yakut ve Uygur Türkleri'nin geleneklerinde şöyle açıklanır: İnsanların yaşadığı Yer, ölülerin göçtüğü “yeraltı” (öte-âlem) ve spiritüel anlamdaki Gök'ten oluşan üç âlem ya da ortam, merkezlerinden geçen bir eksenle birbirine bağlıdır. “Yer'in göbeği” ile “Göğün göbeği” arasındaki bu eksenin geçtiği, bu ortamların ortasındaki delikler ya da açıklıklar bir tür geçittir. Şamanlar, “uçuş” (trans deneyimi) sırasında bir ortamdan diğerine geçerken bu irtibat geçitlerinden yararlanırlar. Aynı şekilde, ölenler de öte-âleme bu yolla göçerler. Öte-âleme giden şamanlar oraya “Yer'in deliği” geçidinden geçerek gider, yine bu delikten ya da kapıdan dönerler. Şaman "gölgeler diyarı"na giderken öncelikle “Yer'in göbeği”ndeki bu delikten “Yer'in Ekseni”ne ulaşmak, sonra da “Yeraltı”nın cehennemî kısmından geçmek zorundadır. Ölen kimseler de bu yolculuğu yaparlar ki, bu yolculukta ölünün geçemediği takdirde azap çekmesinin söz konusu olduğu bir "köprü"yle karşılaşılır. Kuzey ve Orta Asya Şamanizm'inde yeraltı âlemi 7 veya 9 katlıdır. Ölüm olayı ile beden terk edildikten sonra kimileri yeraltı katlarındaki ortamlara, kimileri ise "Gök katları"ndaki ortamlara giderler. Şaman, medyum gibi, ruhlarla doğrudan irtibat kurabilen biri olarak kabul edilir. Şaman da, trans deneyimi sırasında, yapacağı uygulamanın amacı ve türüne göre, ya yeraltı âlemine iner ya da Göğe çıkar. Örneğin, bir hastayı iyileştirmek için Göğe çıkması, fakat bir ölünün ruhuna eşlik etmek, hastanın ruhunu geri getirmek (ölmemesini sağlamak) veya yeryüzünü terk etmek istemeyen ölüleri ‘gölgeler diyarı'na götürmek için Yeraltı'na iner. Fakat herhangi bir nedenle Göğe çıkacak bir şamanın önce Yeraltı denilen âleme inmesi gerekir. Yani hiç kimse “Yeraltı”na (öte-âlem) inmeden Göğe çıkamaz.Moğollar'da ve bazı Türk halklarında Göksel âlemin Tanrısı Ülgen'dir; Orta Sibirya Buryatları'nda bu ad Tengri olur. Buryatlar'da 55'i ak renkle, 44'ü kara renkle nitelenen toplam 99 ilah bulunur. Altay Türkleri'nde yeraltı âleminin efendisi Erlik Han'dır. Kişinin ölüm olayı ile bedenini terk etmesinden sonra içine düşeceği teşevvüş Asya Şamanizminin kimi geleneklerinde günahkarların ölüm sonrasında ifritlerle karşılaşma veya “köprü”den geçme dönemi olarak belirtilir. Şamanların görevlerinden biri de ölen kimseye bu ifritlerden kurtulmada yardım etmektir. Şamanist geleneğe göre insanlar günahkar olduklarından ilahî yasalar gereği öldükten sonra bu ifritlerle karşılaşmak zorunda kalırlar; fakat Tanrı insana acıdığından şamanların insanlara bu konuda yardım etmesi için yeryüzünde şamanlık kurumunu kurmuştur. Asya Şamanizmi'nde ölümden sonraki yolculukta ölünün geçemediği takdirde azap çekmesinin söz konusu olduğu bir köprüyle karşılaşılır. Şaman bu köprüyü kolayca geçebildiği gibi, ölenlere de bu köprüyü geçmelerinde yardım edebilir. Orta Sibirya Şamanizmi'ne göre, şaman, birkaç ‘ırmağı' ve bir “köprü”yü geçtikten sonra “gölgeler diyarı”nın uzandığı “Büyük Su”ya gelir. Altay Türkleri geleneğinde şamanın gölgeler diyarını ziyaret edişinde bir dağa çıkış olgusu da bulunur. Bu diyarda ölüler aynen dünyadaki yaşamlarını sürmektedirler. Onlar orada yeryüzünde tekrar doğmaya hazırlanırlar. Ruh göçü kavramına Amerika'nın günümüzde Şamanist topluluklar kapsamında ele alınan birçok Kızılderili kabilesinde de rastlanır. Inuit'lerde ruh göçü kutsal kabul edilen bir kavramdır. Kuzey Amerika kızılderililerinin birçok kabilesine göre, ölüm olayından sonra ruh ve gölge bedenden ayrılır. Ruh, “kurt”un hükmettiği âleme gider; yeryüzündekilerin ilişki kurabilecekleri onun “gölge”sidir. Ruh, “gölge”yle birleşince yeni bir varlık oluşturur ve yeryüzünde tekrar doğar. Güney Amerika kızılderililerinin çoğunun dillerinde, ruh, gölge ve imaj kavramları aynı sözcükle karşılanır. Sufizm'de ya da Tasavvuf'ta ruh ile ilgili görüş ve inanışlar çeşitlilik göstermektedir. Mutasavvıfların ruhla ilgili görüş ve inanışları arasında ortak noktalar olduğu kadar, farklı noktalar da mevcuttur. Tasavvuf sözlüklerinde ruh “"insanın soyut latifesidir, insandaki bilen ve idrak eden latife olup emr âleminden inmiştir, künhünü idrak etmek mümkün değildir"” biçiminde tanımlanır. Kimi mutasavvıflara göre, ruh manevi bir cevherdir. Öldükten sonra yaşamaya devam eder. Fikir ve akıl, yani anlama ve düşünme maddeye bağlı değildir, ruhun özellikleridir. Cismani olmayan ruhlar âlemine "âlem-i ervah" adı verilir. İnsan ruhu dünyaya gelmeden önce bu ruhlar âlemindeydi, yaşadıktan sonra da o asli vatanına dönecektir. Ruhtan hadislerde de görüldüğü gibi çoğu zaman "nefs" diye söz edilir. Tasavvuf ehline göre ruh, hisseden, canlı, nurani, şekilsiz, renksiz, ağırlığı olmayan, her şeyi kavrayan, beden ile münasebeti olan metafizik bir varlıktır. Ruh, bedenin ne içinde ne de dışındadır; ama bedeni idare eder ve bedenden etkilenir. Tasavvufçulara göre ruhun üç temel fonksiyonu duyum, düşünce ve sezgidir (kalp). Esas olarak Neo-Platonculuğa dayanan İşrâkîlik (aydınlanma ekolü) akımının kurucusu Şahabettin Sühreverdi'ye göre, beden karanlığı, ruh ise ışığı temsil eder ve manevi faziletlerle kuvvetlenir; "manalar âlemi" kelimelerle ifade edilemez ve
mantık oyunlarıyla tanıtılamaz. İnsanlar ona kendi kendine erişebilir. Sufizm ya da Tasavvuf'ta ruhla ilgili bazı kavramlar hakkındaki görüş ve inanışlar şöyle özetlenebilir: “Kaza, Levh-i Mahfuzda iki kısımdır: Kaza-i mu'allak, Kaza-i mübrem. Birincisi, (yani değişebilir olan) şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demektir ki bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi, (yani mübrem, mutlak olan) şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir şekilde değişmez, muhakkak yaratılır. Bazı ünlü isimlerden ruhla ilgili vecizeler: İnsan varlığını üçlü bir yapıda ele alan Okültizm'de ruh ve fiziksel beden arasında astral beden denilen, esîrî maddelerden oluşan bir aracı beden bulunduğu kabul edilir. Astral beden kavramı Teozofi'de de bulunmakla birlikte, insan varlığının Okültizm'deki gibi üçlü bir yapıda ele alınmadığı Teozofi'de astral beden insan varlığını oluşturan 7 unsurdan yalnızca biri olarak kabul edilir. Papus gibi bazı okültistler ruh göçü kavramını kabul ettiklerini kitaplarında belirtmişlerdir. Kimi okültist ve teozoflara göre cehennem, kişinin, astral ya da süptil âlemde, otomatik olarak (farkında olmadan) ürettiği kendi negatif “düşünce formları”nın etkisinde yaşamasıdır. Bu düşünce formları çeşitli geleneklerde günahkarların ölüm sonrasında karşılaşacağı ifritler olarak belirtilir. Simya'da, maddenin Tanrı tarafından yaratılan ilk haline, her şeyin kaynağı, maddenin dört halinin ve tüm minerallerin türediği ilk cevhere “ilk madde” ("materia prima") denir. Kimi simyacılar ilk madde ile beşinci unsuru ("quinta essentia") aynı şey kabul etmişlerdir. (Beşinci unsur Aristo tarafından dört unsurun ötesindeki süptil maddeyi, yani esîri ifade etmek üzere ortaya atılan bir kavramdır.) Okültizm'in ezoterik temelleri ve ruhun tekamülüyle ilgili görüşleri özellikle “iç (ezoterik) simya”da bulunmaktadır. Örneğin iç simyada “ilk madde”yi elde etmek, dış simyadaki gibi tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığının ilk halini, yani maddi tezahür dünyasına doğmadan önceki saflığını, saf şuur halini elde etmekti. "Ars Magna" denilen “büyük sanat”taki amaç da, “dış simya”daki gibi maddeleri birbirine dönüştürmeye çalışmak, ölümsüzlüğü elde etmek ve genç kalmak değil, spiritüel aydınlanma denilen “şuur dönüşümü”nü sağlamaktı. Aynı şekilde, iç simyada “felsefe taşı”nı elde etme “dış simya”daki gibi “ilk madde”yi elde etme anlamına değil, bu şuur dönüşümünün sağlanmasıyla, maddenin hükmettiği insan olmaktan çıkıp, maddeye hükmeden insan haline gelinmiş olması anlamına geliyordu. Simya'da inisiyatik sırlara (misterler) vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır ki, bu aşamalardan “küçük eser” zambak veya beyaz taşa bağlı beyaz gülle, "büyük eser" ise kırmızı taşa bağlı kırmızı gülle simgelenirdi. Kaynağını önemli ölçüde Doğu geleneklerinden almış olmasına karşın, Helena Petrovna Blavatsky tarafından kurulan Batı Teozofisi Hint Teozofisi'ne kıyasla ruh konusunda daha sade ve daha anlaşılır bir sistem önerir. Batı Teozoflarının reenkarnasyon, varlığını iradi hareketleri sonucunda beliren yaşam planı (karmik plan), ruhların evrendeki başka gelişim ortamlarında da bedenlenmesi gibi konulardaki görüşleri Deneysel Spiritüalistlerin görüşleriyle az çok ortak ilkelerden hareket ediyorsa da, ruhla ilgili bazı konularda, özellikle ruh ile beden arasında irtibat aracı ve Tanrı konusunda birbirlerinden farklı görüşlere sahiptirler. Teozofik görüş, Blavatsky'den sonra, ruh hakkında esas olarak iki farklı çizgide ilerlemiş bulunmaktadır: Rudolf Steiner tarafından kurulan Antropozofi, birçok görüşte Deneysel Spiritüalizm'e ve Teozofi'ye yakınlık gösterir. En önemli fark, Antropozoflar'ın insan varlığını fiziksel beden, esîrî (etherik beden) beden, astral beden ve ego'dan (zât) oluşur şekilde ele almalarıdır. Gül-haçlılar örgütünün seçkin isimlerinden Robert Fludd (1574–1637) gibi, Antropozofi'nin kurucusu Rudolf Steiner de ruhu üç kısımlı bir yapıda ele almıştır: Ruhun hislerle ilgili kısmı, akıl ve kalp ile ilgili kısmı ve vicdan ya da şuur kısmı. Felsefi spiritüalizme göre, ruh, maddeye biçim veren, maddi mekânda yer işgal etmeyen, parçalara ayrılmayan, soyut, etki gücü olan bir varlıktır; atıl olan madde, ruhun bir aracıdır. Ruhun varlığını ruhçu (spiritüalist) görüşlerin hepsi de kabul etmekle birlikte, bir kısmı ruhun orijinal ve kendine özgü olduğunu, bir kısmı da tekrar bedenlenmesinin bir yasa olduğunu kabul etmez. Deneysel Spiritüalizm'e göre, madde kainatını bile tam olarak tanımayan insanoğlunun zaten hakkında pek fazla bilgiye sahip bulunmadığı ruhu tam anlamıyla tanımlaması mümkün değildir. Fakat Deneysel Spiritüalist görüşe göre, ruhların madde kainatındaki tezahürlerine bakılarak, eksik ve kusurlu olmakla birlikte, ruh hakkında şu tanımlar yapılabilir: Deneysel Spiritüalizm'e göre, ruh fiziksel bedeni perispri adı verilen yarı maddi bir unsur aracılığıyla sevk ve idare eder ve yalnızca Dünya'da değil, evrenin diğer yaşam ortamlarında da bedenlenir. Ruhsal tekamül sürecinde Hinduizmdeki tenasüh inanışında sanıldığı gibi gerileme (yeniden hayvan bedeninde doğma) olmadığı gibi, ruhların dünyaya gelip gitmeleri de ceza ve ödül düalitesine dayanmaz. Dr. Bedri Ruhselman tarafından kurulan Deneysel Neo-Spiritüalizm'e göre, ruh da, madde gibi, Mutlak (Yaradan) tarafından var edilmiş cevherlerden biridir. Ruhların madde cevherine kıyasla ayırt edici iki özelliği tesir etme gücüne ve şuura sahip olmalarıdır. Ruhlar madde-dışı varlıklar olmakla birlikte, hiçbir ruh madde kainatında asla maddeden soyutlanmış bir durumda bulunamaz. Bu bakımdan ruh ve madde ayrılığından değil, ruh ve maddenin birliğinden söz edilmelidir. Ruhsal tebliğlere göre, madde evreninde ruhun tesirine maruz kalmamış bir madde olduğu söylenemez. Neo-spiritüalist görüşe göre, mukadderat, varlığın kendi iradesiyle yaptıklarının İlahî İrade Yasaları'nın gereklerine göre beliren sonuçlarıyla karşılaşmasıdır.(Bu, daha açık bir deyişle şöyle ifade edilebilir: İnsanın mukadderatı kendi elindedir, fakat ne ekerse onu biçecektir.) Dolayısıyla Neo-spiritüalizm'deki mukadderat kavramında, fatalizmdeki (sabitkadercilikteki) ‘'kader" kavramında olduğu gibi tümüyle ezelden çizilmiş ve planlanmış, insanın iradesiyle, iradi çabalarıyla değiştiremediği bir gelecek değil, insanın iradesiyle yapmış olduklarına göre belirlenmiş ve yapmakta olduklarına göre -her an- derece derece belirlenen bir gelecek söz konusudur. Bu belirlenme İlahî İrade Yasaları'nın gereklerine göre ve nedensellik (neden-sonuç zinciri) kuralıyla olur; bu belirlenmede insanın yaptıkları ‘'nedenler", karşılaşacağı olaylar ise bunların ‘'sonuçları"dır. Mukadderat'ın belirlenmesinde “insanın yaptıkları” denilirken, bu, yalnızca fiziksel eylemlerden ibaret değildir; buna başta niyetleri olmak üzere, imajinatif faaliyetleri, duygu, düşünceleri de dahildir. Neo-spiritüalist görüşe göre, tek olan Allah Mutlak'tır; yaratılanlar ise görece (izafi) ve görelidir (nispî). Dolayısıyla, görece ve göreli hiçbir varlık Mutlak'la kıyaslanamaz, oranlanamaz (nispet edilemez) ve yine dolayısıyla, Mutlak hiçbir şeyle, hiçbir tarzda, hiçbir yolda ilinti ve kıyas kabul etmez; O'na hiçbir değer takdir edilemez. O Mutlak olduğundan, görece ve göreli olan varlıkların sıfatlarıyla ifade edilemez; dolayısıyla, O'na kıyasa ve oranlamaya dayalı anlayış ve kabullerimize göre yakıştırılacak bir sıfat ne kadar yüksek düzeyli kabul edilirse edilsin ve ne kadar ideal olursa olsun, O'nu ifade edemez. Yaratılanların düzeninin görece ve göreli olması, bu düzeni sağlayan İlahî İrade Yasaları'nın yine göreli bir değeri olan zekalar (ruhlar,Yüksek İdare Mekânizması) tarafından uygulanmasını gerektirmiştir. Neo-spiritüalist görüş ruhun Tanrı'yla bir olmasını veya bir gün birleşeceği inanışını kabul etmez ve Teozofi'deki ruh ile fiziksel beden arasındaki irtibat aracının birbirinden kesin sınırlarla ayrılan tabakalar biçiminde (astral, mantal beden vs.) düşünülmesine ve bu bedenlerin ruhun yükselmesine paralel olarak terk edilmesi fikrine karşı çıkar. Kimilerine göre vahdet-i vücut anlayışı ruhların ileri tekamül düzeylerinde bir araya gelmesi bilgisinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmıştır. Deneysel Spiritüalizm'de geleneklerdeki öte-âlem kavramını karşılayan terim spatyumdur. Deneysel Spiritüalist anlayışa ya da kısaca ruhçu anlayışa göre ruhlar madde-dışı varlık olduklarından spatyumda 'perispri'leri ile bulunurlar. Bu bakımdan spiritüalistler spatyumu ruhlar alemi olarak değil, ölüm-ötesi âlem olarak nitelendirirler. Ruhçuluğa göre, spatyumun maddeleri maddenin bilinen üç halinden (katı ,sıvı ve gaz) daha farklı hallerde olup bilinen fiziksel maddelere oranla çok daha akıcı, çok daha az yoğunlukta ve atomik vibrasyonları çok daha hızlı, süptil maddelerdir. Eski Yunan geleneğinde bu maddeler için "aether" terimi kullanılmıştır. Bu süptil maddelerin düşünceyle, tahayyül (imajinasyon) yeteneğiyle şekil alabileceği kabul edilir. Ruhçuluğa göre ölen her insan ruhu önce, ölmüş olduğunu, daha doğrusu fiziksel bedenini terk etmiş olduğunu anlayamaz, bir bocalama, kargaşa dönemi geçirir. Bu aşamaya spiritler “kendiliğinden imajinasyon” aşaması adını vermişlerdir. İşte ruhçulara göre, cennet ve cehennem sembolleriyle simgelenenler, aslında, bu aşamadaki varlığın kendi imajinasyon yeteneğiyle, bilmeden kendisinin oluşturduğu huzur verici ya da huzursuz edici sahnelerden ibarettir. Ölüm olayı ile fiziksel bedenini terk etmiş her insan ruhunu spatyumda vicdani bir hesaplaşma bekler. Fakat burada kendi kendisiyle bir hesaplaşma söz konusudur, herhangi bir cezalandırma söz konusu değildir. Varlığın tekamül düzeyi elverdiği takdirde ulaşabileceği diğer aşamalar sırasıyla, "geçiş aşaması", "şuurlu ve idrakli imajinasyon aşaması" ve nihayet tekamül düzeyi çok yüksek ruhlara özgü olan "kozalite aşaması" olarak bilinir. Bu son aşamanın söz konusu olduğu kozalite planına (ortamına) yükselebilmiş bir varlık üç boyutlu alemdeki olayların neden-sonuç zincirini çözebilecek,
daha doğrusu, bu olayların akışındaki neden-sonuç ilişkilerini açıkça görebilecek durumdadır. Fakat klasik spiritüalizmdeki öte-alem anlayışı, öte-alem tasarımı kozalite planında son bulur, yani daha ötedeki bir ortam kavramı klasik spiritüalizmde mevcut değildir. Neo-spiritüalist görüşün getirdiği yeni bir kavram, bu kozalite planının da ötesinde bulunduğu varsayılan dört boyutlu alem kavramıdır. Ruha ve ruhsallığa ilişkin tanınmış film ve dizilerden bazıları şunlardır: M31 Ahmet Güntan Ahmet Güntan (21 Mayıs 1955 – ), Türk şair. İzmir'de dünyaya gelen şair İlköğrenimini İzmir Güzelyalı Müdafa-i Hukuk İlkokulu’nda, ortaöğrenimini ise İzmir Bornova Maarif Koleji’nde tamamladı. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1977 yılında "Birikim" dergisinde ilk şiirleri yayınlandı. Güntan, aynı yıllarda "Yeni İnsan" dergisinde ise müzik yazıları yazıyordu. İlk kitabı "İlk Kan"’ın 1984 senesinde çıkışıyla adını duyurdu. 1989 yılında 200 adet basılan kitabı "Köpüklü Bir Kan, Bir Duman"’ı kitabevlerinde satılması yerine okurlara postalamayı tercih etti. 1990'da ise Lale Müldür'le birlikte "Voyıcır 2" isimli kitabı yayınladılar. 1995'te şiir kitabı "Romeo ve Romeo." çıktı. 1997 yılında, Haldun Bayrı'nın "İki Şahit ve Diğerleri" kitabında bir okuma notu yer aldı. Roza Hakmen'in çevirdiği "Don Quijote" ve "Kayıp Zamanın İzinde" kitaplarındaki şiirleri çevirdi. 1999'da şiir kitabı "İkili Tekrar.", 2003'te deneme kitabı "Esrârîler.", 2005'te şiir kitabı "Mahkeme Kitap.", 2005 yılında yeni bir şiir için "Parçalı Ham Manifesto." ve 2006'da düzyazılarını topladığı "İyot." yayımlandı. Efe Murat Balıkçıoğlu ile şiir fanzini "Cehd"’i (2006), Ömer Şişman'la haftalık şiir dergisi "Mahfil"’i (2008) çıkardı. Bob Dylan'ın "Mr. Tambourine Man" şarkısına Müslüm Gürses için "Hayat Berbat" adıyla Türkçe söz yazdı (2006). Mustafa Irgat'ın yayımlanmamış şiirlerini "Sonu Zor" (2011) isimli kitapta bir araya getirdi. 160. Kilometre yayınlarının kurucularından biridir. Andromeda Galaksisi Andromeda Galaksisi, ayrıca Messier 31, M31 ve NGC 224 olarak da bilinir, Mitolojik bir kavram olan Andromeda'nın Türkçedeki karşılığı zincire vurulmuş kız anlamına da gelmektedir. Andromeda Takımyıldızı'nda bulunan bir sarmal galaksidir. Spitzer Uzay Teleskobundan elde edilen verilere göre bir trilyon yıldıza ev sahipliği yapmaktadır. Samanyolu galaksisi ile arasındaki uzaklık yaklaşık olarak 2,2 milyon ışık yılıdır. 2006 ölçümlerine göre Samanyolu, Andromeda'nın kütlesinin ancak ~80%'ine sahiptir. Andromeda'nın bir diğer özelliği ise çıplak göz ile Dünya'dan görülebilen en uzak gök cismi olmasıdır. Ayrıca Samanyolu'na en yakın büyük galaksidir. Andromeda Galaksisi, ilk defa M.S. 964 yılında İranlı astronomu Abdurrahman el-Sufi tarafından çıplak gözle gözlenmiştir. "Küçük Bulut" olarak adlandırdığı bu cismi "Sabit Yıldızlar" adlı eserinde tanımlamıştır. 1612 yılında Simon Marius, Andromeda’nın ilk çizimini yayınladığında, Charles Messier (1764) Al-Sûfî’nin bu çalışmasından habersiz olarak bunun yeni bir bulutsu olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Andromeda bulutsusu Messier Kataloğuna “M31” olarak kaydedilmiştir. Andromeda Galaksisi ile ilgili ilk modern araştırmalar 100 yıl kadar önce fotoğraf tekniğinin ve dolayısıyla daha sönük kaynakları inceleme ve kaydetme olanaklarının gelişmesi ile başlamıştır. Isaac Roberts, Andromeda'nın spiral yapısını gösteren ilk fotoğraflarını 50 cm’lik teleskopu ile çekmiştir. O dönemde dışgalaksilerin varlığı bilinmediğinden, fotoğraflarda sarmal kolların dışında bulunan sönük yıldızların açıkça görülmesine rağmen, bunun bir galaksi olabileceği düşünülmemiştir. Aksine Andromeda'da bulunan Büyük Bulutsu’nun zamanla yoğunlaşarak gezegen sistemine sahip bir yıldız olacağı düşünülmüştür. Aralarında Edwin P. Hubble'ın da bulunduğu birkaç araştırmacı, Samanyolu'nun ötesinde yıldız sistemlerinin olabileceği fikrini ileri sürmüşlerdir. 1925 yılında Hubble, NGC 6822 Galaksisi'ni gözlemleyerek, bunun bir "uzak yıldızlar topluluğu" olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar sırasında Andromeda Bulutsusu'nda bulunan büyük sarmal yapı Hubble'ın dikkatini çekmiştir. Hubble çektiği fotoğralarda sarmal yapının karın bölgesini sıkıca saran sarmal kolları görmüş ve bu kolların binlerce yıldız ve toz bulutlarından oluştuğunu farketmiştir. Hubble'ın Andromeda galaksisi ile ilgili bulguları ilk defa 1929 yılında "Yıldız Sistemine Benzer Sarmal Galaksi" başlıklı makalesinde yayınlamıştır. 1940’lı yıllarda Alman astronomlardan Baade, Mount Wilson’da bulunan 250 cm’lik teleskop ile Andromeda Galaksisi'ni gözlemledi. Çalışmalarının sonucunda iki önemli buluş gerçekleştirdi. Bunlardan birincisi, 1944 yılında Los Angeles'da, savaş sırasında savunma amaçlı olarak sık sık yapılan karartma tatbikatları sırasında ortaya çıktı. Baade, karartma gecelerinde gökyüzünün doğal karanlığı içerisinde Andromeda Galaksisi'nin daha sönük özelliklerininin fotoğraflarını çekme fırsatını buldu. Sarmal kollarda bulunan yıldızlar net olarak görünmelerine rağmen parlak olan orta kısım fotoğraflarda belirsizdi. Baade, orta kısımda bulunan yıldızların görünmemesini, ikisi yakın, ikisi daha uzakta bulunmak üzere dört küçük yoldaş galaksinin varlığı ile açıklamıştır. Baade fotoğraflarında kırmızı filtre kullanarak ve uzun poz süresi vererek Andromeda Galaksisi'nin resimlerini elde etmiştir. Fotoğraflar Andromeda Galaksisi'nin merkezini ve dört yoldaşını aydınlatmakla kalmamış, aynı zamanda Baade'nin iki tür yıldız popülasyonunu ayırt etmesini sağlamıştır. Daha önceki resimlerde sönük olarak görünen kırmızı dev yıldızlar, Baade'nin yeni fotoğraflarında net bir şekilde görünmektedir. Bunları “Popülasyon-II” türü yıldızlar olarak adlandırmış ve bu yıldızların Samanyolu’da bulunan küresel kümelerin içindeki kırmızı dev yıldızlar ile aynı olduğunu farketmiştir. Popülasyon-II sınıfında bulunan yıldızlar Andromeda Galaksisi'nin merkezinde ve galaktik disk düzleminde dağılmış olarak küresel kümelerde bulunmaktadır. Galaksi genelinde bu tür yıldızlar Popülasyon-I türü yıldızlara oranla kütle bakımından baskındırlar. Yapılan araştırmalar, Popülasyon-II yıldızlarının 12 milyar yaşında olduklarını göstermektedir. Popülasyon-I yıldızları ise ağırlıklı olarak Andromeda Galaksisi'nin sarmal kollarında yer alan, daha genç ve parlak mavi yıldızlardır. Baade’nin ikinci buluşu 1952 yılında Andromeda Galaksisi'nde bulunan Sefe değişen yıldızlarını incelemesi ile gerçekleşmiştir. Bu çalışmasında Baade, Shapley'in Büyük Macellan Bulutsusu üzerinde yapmış olduğu Sefe’lerin özhareketlerini inceleyerek saptadığı uzaklık ve mutlak parlaklık bağıntısını, Andromeda galaksisine uygulamıştır. Andromeda Galaksisi’nın sarmal kollarında bulunan Sefeid-I türü değişen yıldızların incelenmesinden, bu galaksinin Samanyolu’na olan uzaklığının yaklaşık 765 kpc olduğu ortaya çıkarılmıştır. Elde edilebilen kaliteli fotoğraflardan Andromeda Galaksisi'nin görünür çapının 2".4 kadar olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu değer, sarmal kollarda yer alan parlak mavi ve beyaz yıldızların fotoğraf plaklarında oluşan görüntülerinden hesaplamıştır. Ancak, daha sönük olan kırmızı yıldızlar görülemediğinden, galaksinin gerçek çapının bu miktardan iki kat daha büyük olduğu düşünülmektedir. Galaksinin mikrodensitometre incelemeleri sonucu sarmal diskin fotoğraf plakları üzerinde görünen görüntüsünün iki katı kadar büyük olduğu ve gerçek çapının 4".8 olduğu hesaplanmıştır. Galaksinin konumu ve uzaklığı dikkate alındığında gerçek lineer boyutunun 120.000 ışık yılı kadar olduğu görülmektedir. Hubble, Andromeda Galaksisi'nin sarmal kollarının içinde bulunan 40 adet atarca yardımıyla, galaksinin uzaklığını hesaplamıştır. Galaksinin fotoğraflarını inceleyerek bu yıldızların belirli dönemlerle söndüğünü ve parladığını göstermiştir. Hubble bu yıldızların Samanyolu'nda bulunan "Sefe Değişen Yıldız" türleri ile aynı olduğunu tanımlamıştır. Konu ile ilgili olarak, Harlo Shapley (1930), Sefe değişen yıldızları ile cisimlerin uzaklığının bulunabileceğini belirtmiştir. Shapley, dönem ve görsel parlaklık bağıntısı olarak kullanılan Sefe’lerin özhareketlerini istatistiksel yöntemlerle incelemiş ve bu yıldızların paralaksını ve dolayısıyla uzaklıklarını bulmuştur. Ayrıca, Pogson formülü yardımıyla Sefe’lerin mutlak parlaklıklarını da elde etmiştir. Hubble, Shapley’in bulduğu dönem ve parlaklık bağıntısından yaralanarak Andromeda sarmalının Dünya'dan yaklaşık 1 milyon ışık yılı uzaklığında olması gerektiği sonucuna varmıştır. Günümüzde modern teknoloji ile yapılan çalışmalar sonucunda, Andromeda Galaksisi'nin, Hubble'ın hesaplamalarının iki katından daha fazla, 2.2 milyon ışık yılı uzaklıkta olduğunu göstermektedir. Andromeda Galaksisi'nin dönmesi, görsel ve radyo dalga boyundaki tayfının incelenmesinden elde edilebilir. Görsel analiz, M31'in çekirdeğinin her iki yanındaki yıldızların yayınladığı ışınımların tayfsal çizgilerinin Doppler kayması özelliklerinin ölçülmesi ile elde edilir. Andromeda Galaksisi'nin çekirdeğin her iki yanında 65′ ila 70′ açısal uzaklığına kadar çekirdeğin dönmesi bir katı cisim hareket etmektedir. 70′ dan 155′ ya kadar her iki yanda dönme hızı, uzaklık arttıkça azalmaktadır. Zira bu dış kısımlar, çekirdek etrafında Kepler kanunlarına göre dönmektedir. Newton çekim kanununu ve gözlenen dönme hızlarını kullanarak, Andromeda’nın Galaksi'nin kütlesinin 2×1011 M kadar olduğu hesaplanmıştır. Bununla beraber, bu kütle miktarı, radyo ışınım analizinden elde edilen kütleden biraz küçük çıkmaktadır. Andromeda Galaksisi'nde yıldızlar arası hidrojen bulutlarının ortalama radyal hızı 8 km/s kadardır. Bu hız değerine karşıt olarak 4,1×1011 M kadar bir kütle hesaplanmıştır. 21 cm çizgisinin analizinden M31'de bulunması gereken yıldızlararası hidrojenin kütlesinin, toplam kütle değerinin yaklaşık yüzde 1,3’ü kadar olacağı saptanmıştır. Andromeda Galaksisi'nin düzlemi, bakış doğrultumuza dik olmadığından, daralmış ve çevresi elips şeklinde görünmektedir. Teorik hesaplamalarla Andromeda’nın genişliğinin,
100.000 ışık yılı kadar olan uzunluğundan biraz daha küçük olduğu saptanmıştır. Mutlak parlaklığı -21,1 kadir olup, Güneş'ten yaklaşık 24 kadir kadar daha parlaktır. Bu da, içinde Güneş kadar parlak olan, en az 1010 adet yıldızın varlığını gerektirir. Bununla beraber, Güneş'ten daha sönük olan yıldızların saptanmalarının güçlüğü ve görünen ışınıma pek az katkıda bulunmaları olasılıkları nedenleri ile hesaplanan bu sayı yalnızca bir alt limittir. Dolayısıyla, Andromeda Galaksisi'ndeki yıldızların toplam sayısı, içinde 10 Güneş kütlesi bulunan Galaksimizin içindeki yıldızların sayısından en az iki kat kadar daha fazla olmalıdır. Andromeda Galaksisi'nin incelemelerinde, sarmal kolların çok az dallanma gösterdiği, daha ziyade basit bir sarmal yapıya sahip olduğu ve yapı bakımından Samanyolu'na benzediği anlaşılmaktadır. Andromeda Galaksisi'ni çok ayrıntılı olarak inceleyen Baade, merkezden uzaklıkları 21 kpc ile 0,3 kpc arasında değişen, yedi adet sarmal kolun varlığını saptamıştır. Çekirdeği hem kuzey hem de güney tarafından sarmalayan bu kollar, Samanyolu Galaksisi'nde olduğu gibi aynı tür yıldızlar, toz ve gazlar, Sefe değişenleri ve açık kümeleri barındırmaktadır. Andromeda Galaksisi'nde, en dıştaki kolda yer alan dağınık mavi üst dev yıldızlar, yıldızlararası gaz ve tozların olmaması veya yoğunluklarının çok az olması nedeniyle açık bir biçimde gözlenebilmektedir. Her ne kadar bu dış kolda gaz ve tozun bulunduğu şüphe götürmez bir gerçek ise de, bu yıldızlararası maddenin ışınımı gözlenemeyecek kadar sönüktür. Beşinci ve dördüncü kollarda, merkezden 12 ila 9 kpc uzaklıklarda, içinde yedinci koldaki gibi mavi üst dev yıldızlarının hakim olduğu, buna ek olarak yıldızlar arası maddenin belirginleştiği ve Popülasyon-I türü yıldızlarının maksimum sayılara ulaştığı görülmektedir. Merkezden uzaklıkları 5 kpc'den 2 kpc'ye kadar olan üçüncü ve ikinci sarmal kollarda, H II bölgeleri görülmeye başlar. Bu kollarda Popülasyon-I devleri sayıca çok daha azdır. En içteki sarmal kolda, Popülasyon-I üst devleri görülmez, fakat H II bölgeleri açık olarak göze çarparlar. Baade'nin belirtmiş olduğu toz ve gazlar ile Popülasyon-I yıldızlarının arasındaki bağlantı, Andromeda Galaksisi'nin sarmal kollarında açıkça görülmektedir. Bu H II bölgelerinin ve onların görünmesine mani olan çok parlak O ve B yıldızlarının sarmal kolların tozları arasında olduğu onların çok fazla kırmızılaşmış olmalarından anlaşılmaktadır. Andromeda Galaksisi'nin yıldızlararası maddesi sarmal kollarda toplanmış olduğu, küresel kümelerde kırmızılaşmanın H II bölgeleri ile kıyaslandığında, yokluğu veya yok denecek kadar azlığı ile açıkça görülmektedir. Galaksi içerisinde dağılmış, fakat özellikle çekirdek civarında yoğunlaşmış olan küresel kümeler, sarmal yapı ile hiç ilgili değildir. Galaksinin bizden uzak olan tarafında bulunan küresel kümelerde biraz kırmızılaşma vardır. Bu kırmızılaşma küresel kümelerden gelmekte olan ışığın Andromeda Galaksisi'nin düzleminden geçerek bize ulaşması sonucu ortaya çıkmaktadır. Çok fazla kırmızılaşan birkaç küresel küme ise, galaksinin hemen hemen yatay düzleminde bulunan ve bundan dolayı da tozlar tarafından büyük ölçüde karartılmış olanlardır. Andromeda Galaksisi'ndeki küresel kümelerle ilgili bu gözlemler, galaksideki Popülasyon-II novaları üzerinde yapılan araştırmalar ile uyuşmaktadır. Gözlenmiş olan 25 novadan sadece bir tanesi fark edilebilir derecede kırmızılaşma göstermektedir. İlginç olan bu novanın beşinci kolda olması ve böylece ışığı bize gelmeden önce koldaki tozlardan geçmeksidir. Bu kolu çekirdeğe doğru takip edecek olursak, dış bölgelerine bol miktarda Popülasyon-I Süper dev yıldızları bulunmasına karşılık, bunların çekirdeğe doğru sayıca azalmakta ve birdenbire yok oldukları görülmektedir. Bununla beraber, sarmal kol, çekirdeğin içine doğru bir toz kolu şeklinde devam etmektedir. Andromeda Galaksisi'nin sarmal kollarındaki bütün maddelerin incelenmesi sonucu, sarmal kolların bu büyüklükteki bir galaksinin toplam ışığına katkısının yüzde 20'den daha az olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle, sarmal kollardaki Popülasyon-I yıldızları galaksinin toplam kütlesinin yalnızca küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durumun gaz ve tozlar için de doğru olması gerektiğinden, ileride oluşması beklenen yeni yıldızlar için gerekli madde miktarının çok az kaldığı ortaya çıkmaktadır. Andromeda ve bizim galaksimizde nötr hidrojenin 21 cm'deki çizgisinin analizi ile, yeni yıldızların oluşumuna elverişli olan madde miktarının, bu iki galaksinin toplam kütlesinin yüzde 2'sinden daha fazla olmamaktadır. Buradan, Andromeda Galaksisi'nde yıldız oluşumu döneminin az çok bitmek üzere olduğu ve bu sarmal sistemlerdeki yıldızların çoğunluğunun uzun bir süre önce meydana gelmiş olduğu sonucu çıkarılabilir. Şüphesiz, eğer bu galaksilerin büyük kısmını meydana getiren Popülasyon-II yıldızları, evrimleri süresince yeterli madde dışarıya atıyorlarsa, uzaya atılan bu madde toz ve gaz mevcudunu yenileyebilir. Andromeda Galaksisi'nin çekirdeğinin içinde sadece Popülasyon-II yıldızları bulunduğu ve toz olmadığına ilk defa Baade (1944) belirtmiştir. Andromeda'nın çekirdeğindeki yıldızlar Popülasyon-II türünden sarı ve kırmızı devler olup merkezden dışarıya doğru galaksinin kollarına kadar izlenebilmektedir. Popülasyon-II yıldızları, yassı diskin her yerinde ve hatta gözlenebilen en dıştaki sarmal yapının da ötesindeki bölgelerde bulunmaktadır. Baade, Popülasyon-II yıldızlarını galaksinin küçük ekseni boyunca inceleyerek bu yıldızları dışarıya, merkezden 45 uzağa kadar izlemeyi başarmıştır. Merkezden dışarıya doğru büyük eksen boyunca gidildiğinde, Popülasyon-II yıldızlarının yoğunluğu az çok galaksinin parlaklığı ile aynı şekilde azalır (kolları göz önüne almadan). Büyük eksen boyunca Popülasyon-II yıldızları merkezden 2 uzaklığa kadar izlenebilmiştir, ancak kırmızıya duyarlı fotoğraf plaklar kullanıldığında çok daha uzak mesafelere uzanabilmektedir. Andromeda Galaksisi'nin ana diski çoğu Popülasyon-II sınıfından olan kırmızı ve sarı dev yıldızlardan oluşmaktadır. Popülasyon-II dev yıldızları ile karışmış olarak, M67 gibi açık kümelerde bulunan dev yıldızlar da vardır. Bunlar diskteki yıldızların çoğunluğunu meydana getirebilir ve diskten gelen ışığın büyük kısmını (sarmal kolları göz önüne almadan) açıklayabilir. Fakat en parlak disk yıldızları şüphesiz Popülasyon-II’nin kırmızı dev yıldızlarıdır. Bu iki tip kolayca birbirinden ayırt edilebilir çünkü Popülasyon-II yıldızları, normal dev yıldızları ile karşılaştırıldığında metal yönünden fakirdirler. Diskin bu yapısı, uzun süre poz verilmiş kırmızıya duyarlı fotoğraf plakların incelemesi sonucunda görülmüştür. Bu fotoğraf plakları üzerinde, sarmal kollar arasındaki bölgelerin, dışarıya doğru giderek sayıları azalan, yoğun Popülasyon-II dev yıldızları ile dolu olduğunu görmekteyiz. Bu analize göre galaksinin sarmal kolları, ince gaz, toz tabakaları ve diskin içerisine gömülü Popülasyon-I türünden O ve B süperdev yıldızlarından ibarettir. 21 cm çizgisi büyük eksen boyunca yani sarmal kollar incelenebilmektedir. Bu ışınım, çekirdeğin iki yanından yaklaşık 3 uzaklığa kadar izlenebilmekte ve buradan, galaksinin bu dış kısımları için dönme yasasını hesaplanabilmektedir. M31’in merkezinden 8,7 kpc kadar uzaklıkta 21 cm çizgisi keskin maksimuma sahiptir. Baade işte tam buraya Andromeda’nın içinde Popülasyon-I yıldızları, gaz ve tozun maksimum yoğunluklarında oldukları dördüncü sarmal kolunu koymuştur. M31 etrafında bir radyo halosu bulunmaktadır. Radyo dalga boyunda yapılan gözlemler sonucunda; radyo dalgalarının kaynağının, galaksinin düzleminden büyük uzaklıklara kadar dağılmıştır, ve düzleme dikey olarak 10 kpc'den daha fazla uzağa giden hemen hemen küresel bir sistem meydana getirmektedir. Radyo dalgaları ile tayin edilmiş olan Andromeda'nın gerçek boyutu görsel boyutundan çok daha büyük olup, galaksinin radyo kaynakları barındıran kısmı çapı 100 kpc kadardır. M31 merkezinden 10 kpc uzaklığında yer alan, simit şekilli, Popülasyon-I halkasında CO soğurması görülmektedir. Buna karşılık Andromeda Galaksisi'nin merkezinde herhangi bir CO soğurması saptanamamıştır. M31, galaksi düzlemi ile 20'lik açı yaptığından -300 km/s'de CO soğurması beklenmemektedir. Gaz halkalarının hızları M31'in güneybatısında –550 km/s ve kuzeydoğusuna doğru –50 km/s ile değişmektedir. Andromeda Galaksisi'nin dönmesi, görsel ve radyo dalga boyundaki tayfının incelenmesinden elde edilmektedir. Görsel analiz, M31'in çekirdeğinin her iki yanındaki yıldızların yayınladığı ışınımların tayfsal çizgilerinin Doppler etkisi özelliklerinin ölçülmesi ile elde edilir. Andromeda Galaksisi'nin çekirdeğin her iki yanında 65' ila 70' açısal uzaklığına kadar çekirdeğin dönmesi bir katı cisim hareket etmektedir. 70' dan 155' ya kadar her iki yanda dönme hızı, uzaklık arttıkça azalmaktadır. Zira bu dış kısımlar, çekirdek etrafında Kepler kanunlarına göre dönmektedir. Newton çekim kanununu ve gözlenen dönme hızlarını kullanarak, Andromeda'nın kütlesinin 2×10 M kadar olduğu hesaplanmıştır. Bununla beraber, bu kütle miktarı, radyo ışınım analizinden elde edilen kütleden biraz küçük çıkmaktadır. Andromeda Galaksisi'nde yıldızlar arası hidrojen bulutlarının ortalama radyal hızı 8 km/s kadardır. Bu hız değerine karşıt olarak 4,1×10 M kadar bir kütle hesaplanmıştır. 21 cm çizgisinin analizinden M31'de bulunması gereken yıldızlararası hidrojenin kütlesinin, toplam kütle değerinin yaklaşık yüzde 1,3'ü kadar olacağı saptanmıştır. Son yapılan araştırmalarda, Hubble Uzay [[teleskop]]u ile alınan görüntülerden Andromeda Galaksisi'nin çift çekirdekli olabileceği tartışmaları başlatılmıştır. Andromeda Galaksisi'nin çift çekirdekli olduğunu savunan astronomi uzmanlarına göre (Lauer 1995) bu oluşum iki farklı şekilde açıklanabilir. Birincisi, dinamik çarpışma olayı nedeniyle Andromeda Galaksisi'nin merkezine girmiş olan bir başka galaksinin disk veya kolları Andromeda tarafından yenmiş ve çekirdek kısmı Andromeda'nın çekirdeğinin ya
nına çekilmiştir. Böylelikle Andromeda Galaksisi'nin merkezinde gerçekte iki çekirdek bulunmaktadır. İkinci görüş ise, Andromeda Galaksisi'nin tek bir çekirdeği bulunmakta, ancak yıldızlar arası ortam nedeniyle çekirdeğin bir kısmı örtülmekte ve iki farklı çekirdekmiş gibi görülmektedir. Sağdaki fotoğrafta Andromeda Galaksisi'nin Hubble Uzay teleskopu ile çekilmiş 40 ışık yılı genişliğinde çekirdek yapısı görülmektedir. İki ışık tepesi birkaç milyon yoğun yıldız içermektedir. İki tepe arasında beş ışık yılı mesafe bulunmaktadır. Daha parlak olan tepe Dünya'dan da görülebilen çekirdektir. Fakat Hubble Uzay teleskopu, Andreomeda Galaksisi'nin gerçek merkezinin daha sönük olan tepe olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu iki çekirdeğe P1 ve P2 denilmektedir. 13 Ekim 1999'da Chandra x-ışın Uydusu ile Andromeda Galaksisi'nin x-ışın görüntüsü alınmış ve 100’den fazla tek x-ışını kaynağı olduğu görülmüştür. Bu kaynaklardan biri de Andromeda Galaksisi'nin merkezinde bulunduğu saptanan ve kütlesi 30×10 Güneş kütlesine karşılık gelen süper kütleli karadeliğin üzerinde bulunmaktadır. M31’in merkezindeki bu x-ışını salması diğer x-ışını kaynakları ile karşılaştırınca merkezdeki sıcaklığın daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla, bu kaynak sayesinde, merkezdeki karadelik üzerine düşen gazın soğuk olduğu anlaşılmıştır. X-ışınının salması yapabilen cisimlerin, Dünya'dan teleskop ile fark edilebilmesi için, bu cisimlerin sıcaklıklarının 1×10 °K'den daha fazla olması gerekmektedir. Andromeda Galaksisi'nde bulunan tipik bir x-ışın yıldızı 10×10 °K sıcaklığında olmakla beraber, kara delik üzerindeki x-ışınının kaynağı sadece birkaç milyon derece olduğu saptanmıştır. Andromeda Galaksisi, boyutları, şekli ve merkezindeki süperkütleli karadeliği ile Samanyolu Galaksisi'ne benzemektedir. Benzer galaksilerin merkezlerinde yer alan karadelikler ile karşılaştırıldığında Andromeda Galaksisi'nin karadeliği farklı özellikler göstermektedir. X-ışını yayımına bakıldığında beklenenden daha zayıf radyo salması görülmektedir. Bu gözlemlerde, merkez bölgenin çevresinde binlerce ışık yılı uzunluğunda yaygın parlaklık dikkat çekmiştir. Bu parlaklığın nedeni tam olarak bilinememekle beraber, Dr. Eliot Quataert (2000) olayın oluşumunun merkezden genişlemekte olan sıcak rüzgarlardan kaynaklanmış olabileceğini düşünmektedir. Einstein, ROSAT ve Hubble Uzay teleskop uyduları ile yapılan çalışmalarda çekirdek kaynakları gözlemlerinde 5 adet noktasal kaynak bulunmuştur. Bu kaynaklardan biri olan CXOJ004244.2+411608 Andromeda Galaksisi'nin merkezinde bulunan süperkütleli karadeliğe aittir. M31’in diğer noktasal kaynaklarıyla karşılaştırıldığında bu kaynağın farklı bir x-ışını tayfı verdiği görülmektedir. Buna dayanarak kaynağın merkezinin karadelik olduğu anlaşılmaktadır. Einstein uydusu gözlemleri ile M31 çekirdeğindeki x-ışın kaynağının ışınım gücünün 9,6×10 erg/s olduğu anlaşılmıştır. Merkezde bulunan değişen yıldızların dönemlerinin 6 ay olduğunu tespit edilmiştir. Radyo dalgaboylarındaki gözlemler merkezde zayıf (yaklaşık 30 mikro Jy) kaynağı ortaya çıkarmıştır. Bu kaynağın 3,6 cm dalga boyunda verdiği ışınım gücünün Sgr A’nın ışınım gücüne oranının yaklaşık 0,2 olduğu göz önüne alındığında, Andromeda Galaksisi'nin çekirdek kütlesinin yaklaşık 30 kat daha fazla olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. M31’de dağılmış olarak gözlenen nokta kaynakları birer x-ışın çift yıldızları ve/veya süpernova kalıntılarıdır. Ernst Hartwig, 20 Ağustos 1885'te Samanyolu Galaksisi dışında ilk defa Andromeda Galaksisi'nin merkezinin yakınında bir süpernova keşfetmiştir. Bu süpernova 17 – 20 Ağustos 1885 tarihleri arasında 6 kadire kadar ulaşmış ve 16 Şubat 1890’da 16 kadire kadar sönmüştür. Bu süpernovaya "S Andromeda" veya SN 1885A denilmektedir. Bu yıldızın parlaklığı ilk on gün içinde günde 0,165 kadir düşmüştür. S Andromeda'nın kalıntıları 100 yıl sonra gözlenebilmiştir. Çalışmalar görsel, radyo ve x-ışını bölgelerinde gerçekleştirilmiştir. 1988'de yapılan Fe I çizgisi 3860 °Α dalga boyu ve Ca II çizgilerinin gözlemleri Andromeda Galaksisi'nin merkezinde parlayan süpernova kalıntıları bulunduğunu göstermektedir. Parlamasının nedeni şöyle açıklanmaktadır; patlayan bir yıldız genişlerken yıldızlar arası ortamda bulunan gazlara çarpar ve bu gazları milyonlarca derece sıcaklıklara kadar ısındırır. Bunun sonucu olarak ışımalarda kalıntıları ve gazın parlamalarını görmekteyiz. S Andromeda tayflarının analizlerinden elde edilen bilgilere göre, süpernova kalıntılarının hâlen daha genişlediği bilinmektedir. Edwin Hubble, ilk defa 1932'de, Andromeda Galaksisi'nde bulunan 140 adet küresel küme kataloğunu yayınlamıştır. Bu küresel kümelerin mavi fotoğrafik parlaklıkları 15 ile 18 kadir ve çapları 4" – 10" arasında değişmektedir. Sonraki çalışmalarla M31'in tayfı incelenerek kataloga alınan küresel küme sayısı 509'a çıkarılmıştır (Crampton, 1985). Samanyolu Galaksisi'ne oranla, Andromeda Galaksisi 2 kat daha fazla küresel küme içermektedir. Andromeda Galaksisi içinde bulunan en parlak küresel küme Mayall II (G1) olup, parlaklığı 14.2 kadirdir. Charles Messier (1781) M32 ve M110 olan iki parlak uydusunu keşfetmiştir. Bunlar Andromeda Galaksisi'ni çevreleyen diğer küçük uydular arasındaki en parlak olanlarıdır. M32 ve M110 dışında, William Herschel tarafından keşfedilmiş olan NGC 185 ile D'Arrest tarafından keşfedilmiş olan NGC 147 ve çok sönük cüce sistemleri olan And I, And II, And III, And IV, And V, And VI ve And VII'de Andromeda Galaksisi'nin uyduları arasında sayılmaktadır. M32 eliptik bir galaksi olup parlak yüzeye ve yoğun yapıya sahiptir. Merkezi yüzey parlaklığı 13.4 kadirdir. Merkezinde parlak bir çekirdeğe sahip olup Hubble Uzay Teleskobu ile alınan görüntülerinde merkezinde kara delik olabileceği düşünülmektedir. Karadeliğin kütlesi 3×10 M olup, toplam kütlesi 7×10 M'dır. Andromeda Galaksisi ile etkilişime sahiptir. Yörüngesi M31'e çok yakındır. M32'nin spektrofotometreleri ağır elementlerinin çoğunun Güneşinkine benzediğini göstermektedir. M32'nin tayfı çoğunlukta çok yaşlı yıldızlardan oluşmaktadır. M32'de küresel kümeler bulunmamakla beraber, 11 adet gezegenimsi bulutsular görülmektedir. Bu gezegenimsi bulutsular yardımıyla M32'nin hızını saptamak mümkündür. Merkezde hız 90 km/s'dir ve dışa doğru gidildikçe 70 km/s olmaktadır. M32'nin dönmesi ise ölçülememektedir. M31'in diğer bir yoldaşı NGC 205 galaksisidir. M32'ye nazaran daha sönük, düşük yüzey parlaklıklı, daha ince ve uzundur. Andromeda Galaksisi ile etkileşim göstermekle beraber etkileşimi M32'ye oranla daha azdır. Bu nedenle, M32'nin aksine, yörüngesi M31'e yeterince yaklaşmamaktadır. Andromeda Galaksisi'ne olan uzaklığı 100 kpc'dir. NGC 185 eliptik bir galaksi olup yapı bakımından NGC 205'e benzemektedir. OB yıldızları, toz bulutları, H I bulutları ve genç mavi yıldızları içermektedir. NGC 147 ile NGC 185 gökyüzünde mesafesi sadece 1 olan bir çift meydana getirmektedir. RR Lyrae değişen yıldızları ile yapılan değerlendirmelere göre Samanyolu'na olan uzaklıkları hemen hemen aynıdır. Yunanistan'ın idari yapılanması Yunanistan'ın yörel ve yerel idari yapılanması 2010'da hazırlanan ve 2011 başında uygulamaya giren Kallikratis Planı reformları ile büyük bir değişmeye uğramıştır. Kallikratis Planı reformları ile Yunanistan yörel-yerel idarî yapısı hiyerarşik üç düzeyde yörel-yerel yönetim kurumlarına ayrılmıştır. Reformdan sonra birinci en üst düzeyde (bazan "periferi" adı verilerek) Yunanistan İdari Bölgeleri kurulmuştur. Yunanistan İdari Bölgeleri için 13 tane "bölge" ve 1 tane "özerk bölge" kurulmuştur. Bu en üst düzeydeki Yunanistan İdari Bölgesi Türkiye'de yeniden kurulmakta olan "Büyük Şehir" yörel yönetiminin karşıtıdır. Yunanistan'da 2011 Kallikratis Planı reformuyla kurulan ikinci düzeyde olan ve "İdari Bölge" altında bulunan yörel idare kurumları "Bölgesel Birim" olarak adlandırılmaktadır ve bunlar 74 tanedir. Yunanistan yörel-yerel yönetiminde yapılan 2011 Kallikratis Planı reformundan sonra "üçüncü düzeyde" yörel idare olarak ve "Yunanistan Bölgesel Birimleri" altında Yunanistan Belediyeleri bulunmaktadır ve bunlardan 325 tane bulunmaktadır. 2011 Kallikratis Planı reformuna göre "Yunanistan Belediyeleri" yerel şartlar ve tercihe göre iki değişik şekilde olabilmektedir: "yerel kominiteler" veya "belediye birimleri". Bunlardan "belediye birimleri" eski şehirsel yerleşimlerdeki "belediyeler" olup bu belediye birimleri altında yine yerel tercihe göre "belediye kominiteleri" kurulabilmektedir. 2011 Kallikratis Planı reformlarına göre Yunanistan'ın eski yörel idari kurumları ve bu kurumların içlerinde organizasyon şekilleri, özellikle "nomos" adlı "Yunanistan İlleri", lağvedilmiştir. Alper Canıgüz Alper Canıgüz (d. 1969, İstanbul), Türk yazar. Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi psikoloji bölümünü bitirdi. Jules Verne, Michel Zevaco, Dostoyevski, Italo Calvino, Vladimir Nabokov ve John Fowles`tan etkilenmiştir. Yunanistan'ın illeri Yunanistan'da 1 Ocak 2011 de uygulanmaya koyulan Kallikratis Planı reformları adı verilen yörel ve yerel yönetim reformları ile lağvedilen eski ana yörel yörel birimlerine "nomos" (Yunanca: tekil "νομοί", okunma "nomoi", çoğul "νομός" okunma "nomós") veya "Yunanistan ili" adı verilmekte idi. 2010'da hazırlanan ve 2011 başında uygulamaya giren Kallikratis reformlarindan sonra Yunanistan hiyerarşik üç düzeyde yörel-yerel yönetim kurumlarına ayrılmıştır. Reformdan sonra birinci en üst düzeyde (bazen "periferi" adı verilerek) Yunanistan İdari Bölgeleri kurulmuştur. Yunanistan İdari Bölgeleri için 13 tane "bölge" ve 1 tane "özerk bölge" kurulmuştur. Bu en üst düzeydeki Yunanistan İdari Bölgesi Türkiye'de yeniden kurulmakta olan "Büyük Şehir" yörel yönetiminin karşıtıdır. Yunanistan'da 2011 Kallikratis Planı reformuyla kurulan ikinci düzeyde olan ve "İdari Bölge" altında bulunan yörel idare kurumları "Bölgesel Birim" olarak adlandırılmaktadır ve bunlar 74 tanedir. Yunanistan yörel-yerel yönetiminde yapılan 2011 Kallikratis Planı reformundan
sonra "üçüncü düzeyde" yörel idare olarak ve "Yunanistan Bölgesel Birimleri" altında Yunanistan Belediyeleri bulunmaktadır ve bunlardan 325 tane bulunmaktadır. 2011 Kallikratis Planı reformuna göre "Yunanistan Belediyeleri" yerel şartlar ve tercihe göre iki değişik şekilde olabilmektedir: "yerel kominiteler" veya "belediye birimleri". Bunlardan "belediye birimleri" eski şehirsel yerleşimlerdeki "belediyeler" olup bu belediye birimleri altında yine yerel tercihe göre "belediye kominiteleri" kurulabilmektedir. 2011 Kallikratis Planı reformlarına göre Yunanistan'ın eski yörel idari kurumları ve bu kurumların içlerinde organizasyon şekilleri, özellikle "nomos" adlı "Yunanistan İlleri", lağvedilmiştir. Yunanistan bağımsızlık kazandıktan sonra 1833-1836 döneminde ve sonra 1845'den 2011'de Kalikarkis Planı reformlarına kadar yörel-yerel idare sistemi olarak Fransa Napolyon yerel idare sisteminden esinlenen merkezden içişleri bakanlığı tarafından tayin edilen "valiler" idaresi altındaki, ("il" veya "vilayet" veya "valilik" veya "prefektür" benzeri) "nomos" idari bölümleri uygulanmakta idi. Zaman zaman yerel idare reformları yapılmakla beraber, bu sistemin en son 2011'deki durumuna göre Yunanistan'da 54 il (nomos)'da oluşmuş bulunmaktaydı. Bu ilga edilmiş illerin listesi ve haritadaki yerleri aşağıda verilmiştir: İlk haritada 1 ile gösterilen bölgede de 4 il yonrtim;li şehir yer almakta idi: Bu iller 2011 Kallikratis Planı Reformu ile lağvedilmiştir. Kara Kule (seri) Kara Kule, Amerikalı yazar Stephen King tarafından yazılan fantastik, bilim-kurgu, korku ve western türlerindeki kitap serisidir. Seri hayatta kalmış son silahşör Roland Deschain'ın gizemli Kara Kule'yi arayışını anlatmaktadır. King hikâyeyi direkt olarak Robert Browning'in "Childe Roland to the Dark Tower Came" ("Şövalye Roland Kara Kule'ye Geldi") adlı uzun şiirinden esinlenmiştir. Başta J.R.R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" serisi ve Sergio Leone'nin yönettiği western filmi "İyi, Kötü ve Çirkin" olmak üzere birçok sanat dalı eserlerinden esinlenmiş veya göndermeler yapmıştır. Ayrıca, King'in yazmış olduğu birçok öyküyle bağlantılıdır. Seriden uyarlanan Discordia adlı çevrim içi oyun 7 Aralık 2009'da yayınlandı. Marvel Comics tarafından yayınlanan çizgi roman serisi 2007 yılında yayımlanmaya başlandı. Sony Pictures Entertainment tarafından yürütülen film projesinin 28 Temmuz 2017'de gösterime girecek. Seri, King'in yarattığı fantastik bir paralel evren olan Orta Dünya'da, hayatta kalmış son silahşor olan Roland'ın, "geçip gitmiş" dünyanın kötü gidişatını durdurmak için, varlığın merkezi olan Kara Kule'ye yaptığı tehlikeli yolculuk anlatmaktadır. İlk başta kendi başına çıktığı Kara Kule yolculuğunda yanına birkaç yoldaş daha edinen Roland çeşitli mekânlardan ve zaman tünellerinden geçerek büyülü ve sıra dışı dünyalarda birçok savaşa girer. Ayrıca Stephen King'in Karanlık Öyküler (Everything's Eventual) adlı 14 öykülük koleksiyonunda oluşan romanında "Eluria'nın Küçük Hemşireleri" ("The Little Sisters of Eluria") adlı kısa öykü de seriye dahil edilebilir. Şubat 2007'de film projesiyle ilgilendiğini açıklayan J. J. Abrams, Kasım 2009'da projeden çekildiğini duyurdu. Universal Pictures'in üstlendiği Ron Howard yönetmenliğini, Akiva Goldsman ise senaryosunu yazacağı proje 18 Temmuz 2011'de iptal edildi. Mart 2012 projeyle ilgilendiğini duyuran Warner Bros ise 20 Ağustos 2012'de projeden vazgeçti. 10 Nisan 2015'te Sony Pictures Entertainment projeyi üstlendiğini duyurdu, Akiva Goldsman ve Jeff Pinkner senaryoyu yeniledi, Ron Howard yönetmenlikten çekilirken 10 Temmuz 2015'te filmin yönetmeninin Nikolaj Arcel olacağı duyuruldu. Arcel ve Anders Thomas Jensen senaryo ekibine katıldı. Sony Pictures Entertainment tarafından sunulacak olan filmin gösterim tarihi 04 Ağustos 2017 olarak açıkladı. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Aziz Nesin'in ilk olarak radyo oyunu olarak yazdığı eser. Aziz Nesin tarafından sırasıyla sahne oyunu, sinema filmi, çizgi roman, televizyon filmi ve roman olarak uyarlanmıştır. Taştir Taştir, bir gazelde her beytin iki mısrasının arasına iki veya üç mısra ekleyerek manzume meydana getirmektir. Divan edebiyatı nazım şeklidir. Kelime, Arapça "bir şeyin yarısı, iki cüzünden bir cüzü" anlamındaki şatr kökünden gelir. Taştirde, aynı vezin ve kafiyede, araya iki mısra girerse terb-i mutarraf, üç mısra girerse tahmis-i mutarraf olur. Edebiyatımızda XVIII. yüzyıldan sonra örnekleri görülen taştir çok az kullanılan bir şekildir. En çok Halveti şeyhlerinden Aydi Baba yazmıştır. Léolo Léolo, yönetmenliğini Jean-Claude Lauzon'un yaptiği 1992 tarihli Kanada filmi. "Léolo" 1992'de Toronto Film Festivali'nde en iyi film ödülünü almistir. 2005 yılı içinde, TIME dergisi Léolo'yu, tüm zamanların en iyi 100 filmi arasında göstermiştir. Göz alıcı, muhteşem ve eleştirmenler tarafından "Kanada'da yapılmış en özgün filmlerden biri" olarak övülen Léolo, nefis, garip, erotik, cüretli ve unutulması zor bir sinema yapıtı. Gecenin ortasında tek başına, küçük Léo, hatıralar, düşler ve kâbuslar sandığını açar. Diline doladığı temel mantık, "Hayal ediyorum, demek ki yokum"dur. İlginçlikle delilik arasında bir yerde duran ailesiyle kuşatılmış Léo, kendi hayaller girdabının hem efendisi hem de kurbanı olarak bir düşler ve takıntılar dünyasına kaçar. Düş dünyasında, güneşin ya da muzır bir Sicilyalı köylünün spermini taşıyan bir domatesin oğlu olduğundan emin, kendisine Léolo adını takar. Outlandish Outlandish, Danimarkalı hip-hop grubu. 1997'de Isam Bachiri (Fas), Waqas Ali Qadri (Pakistan) ve Lenny Martinez (Honduras) tarafından kuruldu. Bank of America Plaza, Atlanta Bank of America Plazası, ABD'ye bağlı Atlanta'dadır. Yüksekliği 312 metredir ve dünyanın 23. yüksek gökdelenidir. 1992 yılında tamamlanmıştır. Yapımı 14 ay süren bu gökdelen Kevin Roche John Dinkeloo & Associates tarafından tasarlanmıştır. Çin Bankası Kulesi Çin Bankası Kulesi, (Çince: 中銀大廈, İngilizce: Bank of China Tower), Hong Kong'da yer alan gökdelendir. mimar I. M. Pei tarafından tasarlanmıştır. 72 katlı olan gökdelenin uzunluğu 367 metredir ve dünyanın en uzun gökdelenlerinden biridir. 17 Mayıs 1990'da açılmıştır. Burc el-Arab Burc el-Arab (Arapça: برج العرب "Arapların Kulesi") Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri'nde lüks bir oteldir. İsmi Yelken Otel olarak da geçmektedir. Yapımına 1994 yılında Basra Körfezi yakınlarında başlanan otel 1 Aralık 1999 yılında kapılarını müşterilerine açmıştır. Otel deniz kıyısında önceden büyük kaya bloklarının denize indirilmesiyle oluşturulan bir adacık üzerine kurulmuştur. Otel dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli olmakla ün yapmıştır. Ve otele konaklama haricinde günübirlik kültür gezileri de düzenlenmektedir. Burj Al Arab, Arap Kulesi anlamına gelse de, mimari açıdan denizde yüzen bir yelkeni andırdıgı için Yelken Otel de denilmektedir. Otelin dış yüzeyi hem mevcut ağırlığı azaltmak hem de sıcak havanın sirkülasyonunu sağlamak amacıyla büyük bez kumaşlardan yapılmıştır. Bu yönüyle de geceleri projektörlerle aydınlatılan dış yüzeyde değişik renk figürleri oluşmaktadır. Hesaplamalı Bilim ve Mühendislik Hesaplamalı Bilim ve Mühendislik, bilimsel araştırma metotları içerisinde oldukça yeni olan bir daldır. Bu dalın bilimsel araştırma yapısı ve izlediği süreçler arasında, söz konusu sistemin veya fiziksel bir olayın matematiksel modelinin geliştirilmesi ve bu denklemi sayısal olarak (bilgisayar ortamında) çözmek için bir algoritmanın geliştirilmesi sayılabilir. Ayrıca bilgisayar yazılımıyla bu algoritmanın işlerlik kazanması ve uygulanması, fiziksel olayın sayısal simülasyonu, hesaplanan sonuçların kapsamlı bir şekilde temsil edilmesi, sunulması ve hesaplanan sonuçların doğrulanması ve yorumlanması da HBM'nin izlediği süreçler arasındadır. Bu süreçler gerektiği durumlarda belirli bir çevrim içerinde yinelemeli olarak gerçekleştirilip orijinal matematiksel modeli tekrar sorgulama aşamasını da bünyelerinde barındırır. Marifetname Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın ikinci ana eseridir. Ansiklopedi türündedir; 1757'de yazılmıştır. 1836 ve 1864'te Mısır'da 1868, 1889 ve 1914'te İstanbul'da basılmıştır. Ortalama 600 büyük sayfadır. El yazmaları 2 cilt olup, halen Tillo'da torunlarından Sadettin TOPRAK ve Emirhan KIRTORUN tarafından muhafaza edilmektedir. Eser bir önsöz, üç büyük bölüm ve bir sonsöz ihtiva eder. Her bölüm daha alt bölümlere ayrılmıştır. Önsöz tamamen dinidir. Birinci bölüm Fenn-i Evvel'dir. Allah'ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde 100'den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, "Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır." demiştir. İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır. İnsan vücudunu estetik bakımdan da incelemiş, araya beyitler sıkıştırmıştır. Vücut yapısı ile huy arasındaki ilişkiye inanmış ve bunu şiirle anlatmıştır. Bu bölümün sonunda ruha, sağlığa ve ölüme ait geniş bilgi vardır. Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir. Kırk sayfa tutan son bölüm törebilimdir denilebilir. Öğretimin yol ve yöntemini, öğrencinin üstadına takınacağı tutumu, ana ve babaya karşı saygı ve sevgi, evlenme ve evlenmede aranacak nitelikler, karı-kocanın birbiriyle ilişkileri töresi, çocuklara karşı görevleri, akraba, hizmetçi, komşu, dost, halk ve bilginlerle görüşüp konuşma yolu ve töreleri yer alır. Marifetname, Arapça ve Farsça'ya da çevrilmiştir. Banu Avar Banu Avar (18 Temmuz 1955, Eskişehir) Türk yazar, gazeteci, program yapımcısı ve sunucusu. Gazetecilik hayatına Süreç dergisinde başladı. 1980'li yıllarda Günaydın, Dünya, Vatan gazetelerinde dizi yazılara imza attı, muhabir olarak çalıştı. London City University'de yüksek lisans yaptı. Londra’da BBC Türkçe bölümünde radyoda çalışırken BBC televizyonu belgese
l kurslarına katıldı. Ardından TRT Londra muhabirliğine getirildi. TRT’de yayınlanan 32. Gün programının ilk yıllarında Londra muhabirliğini yaptı. "Kıbrıs Belgeseli", Demirkırat gibi belgesellerde yapımcı ve araştırmacı olarak görev aldı. 1985 yılından beri yapımcı ve yönetmen olarak çalışıyor. 1999'da TRT 1 ve TRT 2'de yapımcılığını, yönetmenliğini ve sunuculuğunu üstlendiği "Mozaik", "Kaleydeskop" gibi programları yayınlandı. Ayrıca "I. Ceasar", "Crimean War", "The Great Game" ve "Troy" gibi BBC ve Discovery Channel belgesellerinin Türkiye prodüktörü olarak görev aldı. 1999'da tv8'in Belgesel Bölümünü kurdu, 2004'e kadar belgesel bölümünde yönetmen olarak birçok belgesele imza attı. 2004 yılında tv8 belgesel bölümü kapandıktan sonra görevinden ayrılarak, TRT 1'de Sınırlar Arasında isimli haber belgesel programın yapımcı ve yönetmenliğine başladı. Kendi deyimiyle İsrail başkonsolosunun yaptığı belgeseller hakkında görüşmek istediği fakat bunu reddettiği, daha sonra ise Avrasya TV'de program yapma kararı aldığını belirtmektedir. Programın ismi Banu Avar'la Dünya Düzeni olarak adlandırıldı. İlk bölümü 2009 yılında yayınlanan yeni programında sponsor bulana kadar "Sınırlar Arasında" programındaki gibi çekimler yapamayacağını ancak bilgilendirici belgesellere yer vereceğini açıkladı. Banu Avar, güldürü amaçlı haber yazan Zaytung.com'un yayınladığı bir haberi gerçek zannedip bir programda paylaşmasını gazetecilik hayatındaki en büyük hatalardan biri olarak değerlendirmiştir. Mehmet Baydar Mehmet Baydar, Türkiye Cumhuriyeti Los Angeles Başkonsolosu. Ermeni yasa dışı örgüt ASALA tarafından 27 Ocak 1973'te ABD’nin Santa Barbara şehrinde öldürüldü. Adı, İstanbul'un Avcılar ilçesindeki "Mehmet Baydar Anadolu Lisesi"ne ve Ankara Maltepe'de "Şehit Mehmet Baydar Sokağı"na verilmiştir. Konsolos Bahadır Demir ile birlikte Ermeni saldırılarında hayatını kaybeden ilk Türk diplomatlardandır. Bahadır Demir Bahadır Demir, Türk diplomat. ASALA terör örgütünün öldürdüğü ilk iki Türk diplomattan birisi. Bahadır Demir, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdikten sonra Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı'nda göreve başlamıştır. Yasadışı Ermeni örgütü ASALA tarafından 27 Ocak 1973'te ABD’nin Santa Barbara, Kaliforniya şehrinde öldürüldü. Türkiye Cumhuriyeti Los Angeles konsolosu olarak görev almış ve Santa Barbara'da Başkonsolos Mehmet Baydar ile birlikte ASALA terörüne kurban verilen ilk Türk diplomat şehidi olmuştur. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından öldürüldü. Elinde bulunan Abdülhamit'e ait bir tabloyu Türkiye'ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir'i Santa Barbara'daki Baltimore Oteli'ne davet eden Yanikiyan, iki diplomatı otelde silahla üzerlerine ateş açarak öldürdü. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanikiyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakıldı. Yanikiyan, serbest kaldıktan kısa bir süre sonra öldü. Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olay, daha sonra bir cinayetler zincirini başlattı. Bahadır Demir ve Mehmet Baydar Zincirlikuyu mezarlığında yan yana yatmaktadırlar. Bacillaceae Bacillaceae, besin mikrobiyolojisi açısından en fazla önem taşıyan familyalardan biridir. Endospor oluşturmaları ve sıcaklık uygulamarına dayanıklı olmalarından dolayı diğer bakterilerden belirgin bir şekilde ayrılırlar. Spor oluşturmalarının yanı sıra enzimleri nedeniyle proteinlerin parçalanmasına neden olurlar. Bu familya içerisinde aerob özellikteki "Bacillus" ve "Clostridium" soyları yer almaktadır. Clostridium Clostridium, gram pozitif, çoğu hareketli, obligat anaerob, katalaz negatif, fermentatif, endospor üreten çubuk şeklindeki bakterilerdir. Karbonhidratları parçalayarak, butirik asit, asetik asit, aseton, bütanol, izopropanol, etil alkol ve karbondioksit oluştururlar. Ayrıca, proteolitik etkiye sahip türleri de mevcuttur. Psikrotrof, mezofil ve termofil türlere sahiptirler. Endosporlar ısıya karşı çok dayanıklı olduklarından konserve besinlerin üretim teknolojisinde önem taşırlar. Bu özellikleri dolayısıyla bazı besinlerin sterilizasyonu için gerekli ısı-zaman düzenlerinin belirlenmesinde indikatör mikroorganizma olarak kullanılmaktadır. "Clostridium" soyuna ait türler tabiatta çok yaygındır. Suda, insan ve hayvanların bağırsaklarında bulunabilirler. İnsanlarda hastalığa neden olan birçok tür yer almaktadır. "Clostridium perfirinngens" özellikle et ürünlerinde, "Clostridium botulinum" ise düşük asitli konserve besinlerde gelişerek besin zehirlenmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, "Clostridium perfiringens" kirli yaralarda gelişerek gazlı gangren oluşturmaktadır. Bu bakterilerin yanı sıra "Clostridium novyi", "Clostridium histolyticum" ve "Clostridium tetani" de insanlarda hastalık oluşturan diğer patojen türlerdir. "Clostridium tyrobutyricum" peynirlerde gazlı bütirik asit fermentasyonuna, "Clostridium thermosaccharolyticum" düşük ve orta asitli konserve besinlerde asit ve gaz oluşturarak bu besinlerin bozulmasına yol açar. "Clostridium nigrificans" kükürtlü amino asitleri parçalayarak hidrojen sülfür oluşumuna ve kükürt ile demirin birleşmesi sonucu siyah bir renk meydana gelmesine neden olurlar. "Clostridium putrefaciens" proteolitik parçalanmaya, "Clostridium bifermentas" ile "Clostridium histolyticum" 15-45 sıcaklık derecesi arasında depolanan etlerde gaz ve kötü koku oluşumuyla karakterize bozulmalara yol açmaktadır. "Clostridium" soyuna ait bazı türler de endüstride aseton ve bütanol üretiminde kullanılmaktadır. Konuralp Bey Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin yakın silah arkadaşlarından olan Konuralp, Sakarya civarında fetihler yaptı. "Konuralp" onun adı ile anılır. 1328 yılında vefat etti. Adı Konuralp şeklinde bitişik yazıldığında gururlu, kibirli, yiğit kimse, Konur Alp şeklinde ayrı yazıldığında ise sarışın, yanık kırmızı, yiğit, cesur kahraman ve bahadır kimse anlamına gelen ve Akyazı'nın en eski okulu Konuralp İlköğretim Okuluna da adı verilen Konur Alp Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmasından sonra kurulan Türk Beyliklerinden Osmanlı Beyliği'nin en cengaver komutanlarından biridir. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında 1. Osmanlı Padişahı Osman Bey'in; Akçakoca, Samsa Çavuş, Aykut Alp, ve Gazi Abdurrahman gibi en çok güvendiği komutanları arasında Konuralp de yer alır. Koruralp Anadolu Selçuklu Devletinin uç beyliği olan Osmanlı Beyliğinin sınır komşusu olan Bizanslılarla yapılan Savaşlarda büyük başarılara imza atarak Osmanlı Devletine giden yolda büyük pay sahibi olmuş yiğit bir komutandı. Konuralp Osman Bey ve onun ölümünden sonra tahta geçen 2. Osmanlı padişahı Orhan Bey'den aldığı talimatlarla PAMUKOVA, Geyve , Mudurnu,Adapazarı ve sonraları kendi adı ile anılacak olan Düzce yakınlarındaki Konrapa'yı Osmanlı topraklarına kattı. Gazi Abdurrahman ile birlikte Aydosu fethetti. Savaş taktiklerini çok iyi bilen ve uygulayan Konuralp Geyve, Alp Suyu, Karacebüş hisarlarını fethettikten sonra , Akçakoca ve Abdurrahman Gazi ile birlikte Bizans devrinde Regio Tarsia adı verilen Akova'ya akınlara başladı. Konuralp, Bolu topraklarına karşı bir sefer düzenlemiş, Düzbazar'ı ele geçirdikten sonra da, şimdi yeri hala belirlenemeyen Uzunca-Bel'de de Bizanslılar'la iki gün vuruşmayarak beklemiş ve arkasından son darbeyi vurmuştur. Mengen ve Gerede'nin de Konur Alp tarafından fethedildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1326 yılında Bursa'nın fethi sırasında da büyük kahramanlıklar göstermiş ve aynı yıl vefat etmiştir. Nikolay Buharin Nikolay İvanoviç Buharin (Rusça: Николай Иванович Бухарин; 9 Ekim 1888 – 13 Mart 1938), Bolşevik devrimci ve entelektüel, Sovyet siyasetçi. Buharin Moskova'da ilkokul öğretmeni olan anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Politika hayatı, on altı yaşındayken yakın dostu İlya Ehrenburg ile birlikte, 1905 yılının Rus Devrimi'ne bağlı Moskova Üniversitesi öğrenci hareketlerine katılarak başladı. 1906 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Bolşevik kanadına katıldı. Grigori Sokolnikov ile birlikte, Komsomol'un kuruluşu olarak düşünülen 1907 Moskova Gençlik Konferansı'nı bir araya getirdi. Yirmi yaşına gelene kadar, partinin Moskova komitesinin üyesi oldu. Komite, Çar yanlısı gizli polis teşkilatı "Okhranka" tarafından ağırlıklı olarak izleniyordu. Komite liderleri arasında yer aldığı için Buharin kısa zamanda gizli polisin ilgisini çekmeye başladı. Bu arada N. Osinskii ve Vladimir Mikhailovich Smirnov ile yakın arkadaşlık kurdu ve Nikolai Lukin'in kız kardeşi olan gelecekteki eşi Nadezhda Mikhailovna Lukina ile tanıştı. Sürgünden hemen sonra evlendiler. Buharin, 1911 yılında kısa bir hapis döneminden sonra, Arhangelsk'in Onega kasabasına sürüldü ama daha sonra Hanover'de ortaya çıktı. Sürgünde eğitimine devam etti ve önemli Bolşevik kuramcılarından biri olmayı başardı. Leninist fikirlerden sapan Alexander Bogdanov gibi Marksist olmayan ekonomik kuramcıların eserlerine yönelik ilgisi çoğaldı. Buharin sürgündeyken çeşitli kitaplar yazdı, Lev Troçki ve Aleksandra Kollontay ile beraber "Novy Mir" ("Yeni Dünya") gazetesinin editörlüğünü üstlendi. I. Dünya Savaşı'nda emperyalizm üzerine kısa bir kitap yazdı. Lenin, sonraki yıllarda fikirlerinin yer aldığı "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı daha kapsamlı ve popüler eserinin bazı bölümlerini buradan esinledi. Buharin Rusya'ya geri döndüğünde, Moskova'da bulunan en önemli Bolşeviklerden biri oldu ve Merkez Komite'ye seçildi. Devrimden sonra "Pravda"'nın editörü oldu. Sol Komünistler'in Brest-Litovsk Antlaşması'na karşı hareketinin öncülüğünü üstlendi, Bolşeviklerin savaş çabalarına devam etmesini ve bunu dünya çapında proleter devrime taşımayı savundu. 1921 yılında pozisyonunu değiştirdi, Lenin'in poliçelerini kabul etti ve Yeni Ekonomi Politikası (YEP)'in geliştirilmesini destekledi. Bazı kişiler, Buharin'in pozisyon değiştirmesinin, Len
in'in vasiyetinde Buharin'in Marksizm ve diyalektiği tamamen kavrayamadığını belirtmesinde haklı olduğunun bir göstergesi olarak algılıyor. Lenin'in ölümünden sonra, Buharin 1924 yılında Politbüro'nun tam üyesi ve 1926 yılında Komünist Enternasyonal (Komintern)'in başkanı oldu. 1925'te Pionerskaya Pravda adlı çocuk gazetesinin kuruluşunda yer alarak gazetenin ilk editörü oldu. Pionerskaya Pravda, Komsomol Merkez Komitesi tarafından çocuk örgütü Pioner için çıkarılan bir yayın organıydı. Buharin bu gazetede çocuklar için pek çok makale yazdı. 1926 yılından sonra Buharin, Komünist Parti'nin sağ kanadının lideri sayıldığı dönemde, partinin Stalin tarafından idare edilen ve yönetiminde olan merkezi kanadının müttefiği oldu. 1924 yılında Stalin tarafından öne sürülen ve sosyalizmin az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede geliştirilebileceğini savunan "Tek Ülkede Sosyalizm" tezinin detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu teoriye göre devrimi kapitalist ülkelerde teşvik etmenin bir önemi kalmamıştır çünkü Rusya tek başına sosyalizmi elde edebilir ve etmelidir. Bu tez Stalinizme damgasını vuracaktır. Buharin 1928 yılında Stalin'in tarımı kamulaştırma önerisine karşı çıktı ama baskılar nedeniyle fikrinden vazgeçti. Bu sebeple, Nisan 1929'da Komintern'den, aynı yılın Kasım ayında Politbüro'dan atıldı. Buharin'in ABD Komünist Partisi'nden Jay Lovestone gibi uluslararası destekçileri de Komintern'den atıldı. Görüşlerini savunmak için Uluslararası Komünist Muhalefeti'ni kurdular. Sovyetler Birliği'nde bulunan Troçkist Sol Muhalefet, Buharin ve onu destekleyenlere Sağ Muhalefet adını verdi. Buharin, Stalin tarafından temize çıkarıldı ve 1934 yılında "İzvestiya"'nın editörlüğüne atandı ama 1937 yılında Sovyet devletini devirmeye çalışmak suçuyla tekrar tutuklandı. Mart 1938'de yargılandı ve NKVD tarafından Moskovada kurşuna dizilerek idam edildi. Buharin, 1988 yılında Sovyet devletinin Mihail Gorbaçov yönetiminde temize çıkarıldı. The Settlers The Settlers, ilki 1993 yılında BlueByte firması tarafından Amiga'ya çıkmış gerçek zamanlı bir strateji oyunudur. "Mikroekonomi" adındaki sistem oyunu daha da gerçekçi hale getirmektedir. Öyle ki, bilinen strateji oyunlarının aksine bir asker üretmek için öncelikle; jeolistler aracılığıyla dağların eteklerinde madenler aranır, daha sonra demir ve kömür madenleri bulunur, buraya madenler kurulumu için önce işçiler kereste ve taş taşırlar, ardından usta gelir ve yavaş yavaş binayı inşa eder (maden dışındaki binalar için engebeli araziyi ev yapımına uygun hale getiren düzelticiler vardır). Maden çıkarmak için, madencilerin beslenmesi gerekir, bunun için çiftlikler kurulur et, ekmek.. vs üretilir (aynı işlemlerden geçerek). Çıkarılan hammaddeler demirciye gider, kömür yakarak demir eritilir ve kalıplara konarak, silah ustasına gider, silah ustası demiri ısıtır ve uygun şekle gelene kadar döver, ardından gerekli silah üretilir. Üretilen silah kışlaya gider, en sonunda da boşta bulunan işçilerden biri kışlaya giderek asker olur. En çok beğenilen ikinci oyununun onuncu yılı anısına çıkarılan özel bir sürüm ile beraber toplam 8 versiyonu bulunmaktadır, ilk 4 versiyonda ufak değişimler gösteren bu sistem, 2005 yılında ismiyle çıkan yeni versiyonda tamamen bilinen strateji oyunları gibi çalışmaktadır. " Not: Settlers serilerinin yapımcısı Almanya olduğu için "Die Siedler" ismiyle de bilinmektedir." Settlers Serileri Graphic Arts Technical Foundation Graphic Arts Technical Foundation (GATF)("Grafik Sanatlar Teknik Vakfı"), kar amacı olmayan, grafik endüstrilerine teknik destek sağlayan eğitim amaçlı kurumdur. 1924 yılında Litografi Teknik Vakfı olarak kuruldu. Konusunda en eski ve sürekli kurumdur. 60 ülkede üyeleri bulunmaktadır. Süveyş Krizi Süveyş Krizi; Süveyş Savaşı ya da İkinci Arap-İsrail Savaşı olarak da bilinir . (Arapça: أزمة السويس /‎ العدوان الثلاثي‎ Azmat al-Suways / al-ʻUdwān al-Thulāthī , “Süveyş Krizi” Fransızca: Crise du canal de Suez;İbranice: מבצע קדש‎ Mivtza' Kadesh "Kadeş Operasyonu," ya da מלחמת סיני Milẖemet Sinai, "Sina Savaşı"). Savaş, 1956 yılında, bir tarafta Mısır, diğer tarafta İngiltere, Fransa ve İsrail ve üçüncü tarafta Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşmiş Milletler’in olduğu, diplomatik ve askeri karşılaşmalarla gerçekleşmiştir . Saldırılar, Mısır Başkanı Nasır’ın 26 Temmuz 1956 yılında, Süveyş Kanalı’nı kamulaştırma istediğinden, İngiltere ve ABD’nin Aswan Barajı’nın kurulmasını reddetmesinden ve Mısır’ın Nasır yönetiminde Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e dönmesinden dolayı gerçekleşti . Süveyş Kanalı’nın kamulaştırılması en keskin neden oldu. Saldırıların ana amacı Nasır’ı yönetimden almak ve kanal üzerindeki batı kontrolünü tekrar kazanmaktı. İsrail’in Mısırı işgal etmesinden bir gün sonra, İngiltere ve Fransa toplu bir ultimatomla İsrail ve Mısır’ı uyardılar ve ardından Kahire’yi bombalamaya başladılar. İngiliz ve Fransız güçler yıl sonundan önce ülkeden ayrıldılar ama İsrail güçleri 1957 martına kadar ülkede kaldılar. 1950'lere gelindiğinde Mısır'da egemen bir devlet kurulmuş olmasına rağmen Süveyş Kanalı'nın denetimi Batılı Devletler'in kontrol ettiği Kanal Şirketi'ndeydi. Süveyş kanalı yoluyla başta Birleşik Krallık ve Fransa olmak üzere birçok Batı Avrupa devleti, Körfez ülkelerinden petrol alıyordu. Mısır'da 1952 yılında iktidara gelen Cemal Abdülnasır, ülkesini askeri yönden güçlendirmeye ve İsrail karşısında üstün duruma geçmeye çok önem verdi. Bu amaçla, Sovyetler Birliği'ne yaklaşmaya ve Çekoslovakya üstünden silah almaya başladı. Ayrıca, Asuan Barajı'nı bitirip, ülkenin ekonomik kalkınmasını sağlamak istiyordu. Fakat bunlar için büyük miktarda mali yardıma ihtiyacı vardı. ABD ve Birleşik Krallık'tan kredi almayı denediyse de, bu iki ülke Mısır'ın Doğu Bloğu'ndan silah alması ve İsrail karşıtı militanları desteklemesi sebebiyle kredi vermediler. Bunun üzerine Nasır, ihtiyacı olan mali gücü sağlamak için Süveyş Kanalı'nı işleten Kanal Şirketi'ni millileştirdiğini açıkladı. Kanal Şirketi'nin hisselerinin değerini sahip devletlere ödeyeceğini açıkladıysa da, bu karar Birleşik Krallık ve Fransa'dan çok büyük tepki aldı. Çünkü, bu iki devlet için Süveyş Kanalı, Basra Körfezi'ndeki devletlerden aldıkları petrolün taşınması için çok önemliydi. Bu nedenle burada, Sovyetler'e yanaşmaya başlayan Mısır'ın denetim kurması tehlikeliydi. Ayrıca çok kârlı olan Kanal Şirketi hisselerini Mısır'a devretmek istemiyorlardı. Anlaşmazlığı çözmek için toplanan Londra Konferansı'ndan sonuç çıkmadı. Bunun üzerine Birleşik Krallık başbakanı Antony Eden Paris'e gitti. Paris dışındaki Sevr'de toplanan Birleşik Krallık, Fransa ve İsrail, Mısır'a askeri müdahale kararı aldı. Buna göre İsrail Mısır'a saldıracak, Birleşik Krallık ve Fransa ise savaşanları ayırmak bahanesiyle bölgeye asker çıkartıp kanalı işgal edeceklerdi. İki ülke arasındaki çatışmalar durdurulduktan sonra ise, “daha başka çatışmaları önlemek ve dünya ticaretinin bölge savaşlarından etkilenmemesini sağlamak” amacıyla bölgede kalıcı bir Britanya-Fransız birliği konuşlandırılacaktı. Anlaşmaya göre İsrail 29 Ekim 1956'da Sina yarımadasını işgale başladı. Derhal harekete geçen Birleşik Krallık ve Fransa, Mısır'a bölgeye asker yollayarak “savaşı durdurmayı” önerdi. Nasır'ın bunu reddetmesinin ardından ise iki devlet askeri harekata başladı. Birleşik Krallık'tan ve Fransa'dan birçok uçak gemisinin katıldığı harekat 5 Kasım'a kadar hava saldırısı; sonrasında ise paraşütçü birliklerin indirilmesi şeklinde gerçekleşti. Taktik açıdan harekat çok başarılı oldu. Britanyalı ve Fransız birlikleri, Mısır birliklerini yenip kolayca kanalı ele geçirdi ve bölgeye hakim oldu. Hem Sovyetler Birliği, hem de Amerika Birleşik Devletleri bu saldırıya karşı cephe aldılar. ABD ve Sovyetler'in savaşa karşı ortak tavır koymaları, Soğuk Savaş'ın ender olaylarından biridir. Sovyetler'in, Mısır'dan çekilmemeleri durumunda Paris ve Londra'ya nükleer saldırı yapma tehdidi sonrasında Birleşik Krallık ve Fransa ateşkes ilan edip geri çekilmek zorunda kaldı. Kasım'da başlayan geri çekilme Aralık ayında tamamlandı. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler'in Doğu Avrupa'da yayılmasına büyük tepki gösterdiği halde kendi müttefiklerinin benzer emperyalist amaçlar için savaşması karşısında hem kendi içinde hem de uluslararası ortamda tepki görmüştü. Bu nedenle harekata karşı çıkmış ve Sovyetler’in saldırı tehdidi karşısında Birleşik Krallık ve Fransa'yı yalnız bırakmıştır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Süveyş Krizi'nin daha büyük bir çatışmaya dönüşmesi ve Doğu/Batı Blokları arasında bir savaş şeklini almasından korkuyordu. ABD'nin bu harekata karşı olmasındaki diğer bir neden ise, bu savaşla bölgedeki Batı karşıtı akımların güçlenip Arap ülkelerinin Sovyetler'e yanaşmasıydı. Petrol sebebiyle çok önemli olan bu bölgede Sovyet etkisi, ABD için kabul edilemez olurdu. Savaş’ın sonlanmasıyla, Kanada Dışişleri Bakanı Lester Pearson, Birleşmiş Milletler Barış Gücü kurularak Gazze Şeridi’ne ve Sina Yarımadası’na yerleştirilmesini önerdi. Birçok ülkenin katılımıyla oluşturulan bu gücün “barış sağlanıncaya kadar Mısır ve İsrail'in savaşmasını engellemek” sorumluluğunu üstlenmesi gerekiyordu. 1967’ye kadar bölgede kalan Barış Gücü, bu tarihte çekilmiş ve hemen ardından Altı Gün Savaşı çıkmıştır. Süveyş Krizi'nin en önemli sonucu, Avrupa Devletleri'nin zayıflığını göstermesi oldu. Yarım yüzyıl öncesinde dünyaya mutlak egemen olan Birleşik Krallık ve Fransa'nın artık ABD'nin askeri desteği olmadan hareket edemeyeceği ortaya çıkmıştı. Bu, dünya hakimiyetinin Avrupa'dan ABD ve Sovyetler'e geçtiğinin ilanı olmuştur. Süveyş Krizi, Birleşik Krallık'ın Falkland Adaları Savaşı'na kadar ABD'nin desteği olmadan yaptığı son harekattır. Bu süre içinde Birleşik Krallık, askeri harekatlarında hep ABD'nin desteğini arayacaktır. Fransa'da ise General de Gaulle, Fransa'nın dış politika amaçları için ABD'ye güvenemeyeceğini anlamıştır. İktidara geldikten sonra de Gaulle, Fransa'nın bağımsız bir politika izleyebilmesi için n
ükleer silah geliştirilmesine başlayacak ve Fransa'yı NATO'nun askeri kanadından çekecektir. Süveyş Krizi'nden Nasır, Arap dünyasının en güçlü lideri olarak çıktı. Mısır, savaşı kaybetmiş ve büyük asker kaybı vermiş olmasına rağmen Süveyş Kanalı üzerinde denetimini kurmuştu. Mısır'da 1881 yılından beri var olan Britanya etkisi ortadan kaldırılmıştı. Süveyş Krizi sonrasında Nasır yükselirken, Birleşik Krallık'ta başbakan Anthony Eden istifa etmek zorunda kalıyordu. Birleşik Krallık ve Fransa'nın zayıflığının ortaya çıkması ve Mısır'ın ayakta kalması kolonilerin bağımsızlaşma sürecini hızlandırdı. Bu iki devletin kalan kolonileri ileriki yıllarda bağımsız oldular. Mısır'ı kurtaran, Birleşik Krallık ve Fransa'yı geri çekilmeye zorlayan, Sovyetler Birliği'ydi. Bu tarihten sonra bölgede Sovyetler'in prestiji hızla artmaya başladı. Aşk Yaşama Çok Uçuk Aşk Yaşama Çok Uçuk, Ali Teoman'ın bir öykü kitabıdır. Sel Yayıncılık tarafından 2006 yılında yayınlanan kitap aşk konusuna odaklanan öykülerden oluşur. Farklı tekniklerle yazılmış dokuz öykü, konuları bakımından benzerlik gösteren üçerli üç gruba ayrılmıştır. Sonuncu öykü "Yitik Bir Yazar İçin Pentimento" bir anlamda bütün öyküleri birleştirir. Tüm öykülerin başat özelliği, değişik dozlarda ironi içermeleridir. Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıs Cumhuriyeti (Yunanca: Κυπριακή Δημοκρατία - "Kipriaki Dimokratia"), Kıbrıs'ta bulunan, fiilî olarak adanın güneyini yöneten devlet. Doğu Akdeniz'de ada devleti olarak bulunur; kuzeyinde Türkiye, doğusunda Levant, güneyinde Mısır ve batısında Yunanistan ile deniz komşusudur. Britanya kolonisi iken; 1960'ta Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı ve 1961 yılında İngiliz Milletler Topluluğu'na katıldı. Türkiye, Birleşik Krallık ve Yunanistan'ın garantörlüğü altında Türk ve Rum ortaklığında kurulmuştur. 1974'te Yunanistan'daki askerî cunta desteği ile Kıbrıs'ta enosis amaçlı milliyetçi Rumların darbe yapması sonucunda Türkiye, Kıbrıs'a harekât düzenledi. Bunlarla birlikte adanın kuzeyinde Kıbrıs Türkleri'nin yönetiminde politik bir düzenin oluşmasına neden oldu. Bu siyâsî olaylarla Kıbrıs Sorunu ortaya çıktı. 1983 yılında Türkiye'nin, de facto yönetim olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını tanımasının ardından Türkiye'de Kıbrıs Cumhuriyeti Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti, gelişmiş bir ülke olarak 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliği üyesi oldu. 1 Ocak 2008 tarihinden itibaren de euro kullanmaya başladı. Şu anda Kıbrıs'ın kuzeyinde yaklaşık 30.000'e yakın Türk Silahlı Kuvvetleri askeri, Ağrotur ve Dikelya üslerinde 3.500 civarında Birleşik Krallık askeri ve Yeşil Hat bölgesinde 928 kişilik Birleşmiş Milletler Barış Gücü personeli bulunmakta, adanın kuzeydeki üçte birlik bölümünde Türkler, geri kalan üçte ikisinde ise genel olarak Rumlar yaşamaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti 2016 itibarıyla yıllık 3.2 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlere üye devlet olarak uluslararası alanda tanınmış bir ülkedir. Kıbrıs adası civarındaki sular hukuken kendi egemenliği altında olmak üzere, adanın %3'lük kısmı bağımsızlık anlaşmasına göre Birleşik Krallık'ın askerî üssü olarak yönetimi altındadır. Ada "de facto" olarak dört ayrı parçaya bölünmektedir: "Kipros" ismi konusunda birçok etimolojik kaynak vardır. Türkçede "Kıbrıs", Arapça'da "Kubrus (Kubruş)", Batı ülkelerinde "Cyprus, Cypre, Chypre, Gipros" ve "Cypern" olarak isimlendirilmiştir. Hitit kaynaklarında "Alaşya" diye geçmektedir. Mısırlılar "Asi", Asurlularda "Yatnana", İbrani halkları tarafından da "Kittim" diye adlandırılmıştır. "Kypros" adı ile ilk defa İyonyalı araştırmacı Homeros tarafından kullanılmıştır. En çok kabul edilen düşünce ise Kıbrıs metali veya Kıbrıs bakırı anlamına gelen Latince "aes Cyprium" ya da kısaltılmış şekli ile "Cuprum" kelimelerinden geldiğidir. Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası olarak kabul edilen Afrodit'in adanın Baf bölgesi'nde Petra tou Romiou adlı yerde doğduğuna inanıldığı için "Afrodisia" ve "Amatosia" olarak da anılmaktadır. Kıbrıs'ın doğal zenginlikleri nedeni ile Yunanca "kutsanmış" anlamına gelen "Makaria" ismi de kullanılmıştır. Kıbrıs Adası, İtalya'ya bağlı Sardinya ve Sicilya adalarından sonra Akdeniz'in en büyük üçüncü adasıdır. Akdeniz'in kuzeydoğusunda yer alır. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan, güneyinde 418 km ile Mısır; kuzey batısında ise, 274 km ile Yunanistan yer almaktadır. Kıbrıs, 30°33' ve 35°41 enlemleri ile 32°23' ve 34°55' boylamları arasında yer almaktadır. Yüzölçümü yaklaşık 9.251 km²'dir. Bunun 3.355 km²'lik bölümü de facto olarak kurulmuş Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yönetimindedir. Kıbrıs'ın genişliği en çok 225 km, en az 43 km'dir. Adanın en yüksek noktası, 1.953 metre yükseklikteki Trodos Dağlarıdır. Ada, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının geçiş noktasında ve eski büyük uygarlıkların yer aldığı Orta Doğu ve Anadolu bölgelerinin kesişimindedir. Ada, Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve az yağışlı geçer. Yağışlar alçak kesimlerde yıllık 300 mm iken Trodos dağlarında yıllık 1000 mm'yi bulmaktadır. Trodos Dağları kışın kar tutabilmektedir. Sıcaklık ender olarak 0 derecenin altına düşmektedir. Ortalama sıcaklıklar ise yazları 20-30 °C, kışları ise 5-15 °C arasında değişmektedir. Bitki örtüsü ise küçük çalılıklardan oluşan makidir. Köylerde yaşayan halk tahıl üretimi, bağcılık yapar ve turunçgillerden meyve yetiştirmekle uğraşır. Buğday ve arpanın yanı sıra portakal, mandalina ve dağların eteklerinde de üzüm yetiştiriciliği yapılır. En yaygın orman tipi ağaç türleri çam, selvi, meşe ve sonra dan adada yetiştirilen okaliptüstür. Ada, yapı ve yeryüzü şekilleri ile Anadolu yarımadasının Toros sistemi içinde kabul edilmektedir. Anadolu'ya bağlı olan adanın temeli batıda ve güneyde 2000 metreden daha derin denizaltı çukurlarıyla çevrilmektedir. Kıbrıs Adası coğrafi konumi nedeni ile Afrika ve Avrupa kıtaları arasında kuş türlerinin konaklama ve geçiş noktasıdır. Adada bulunan yaklaşık 350 tür hayvandan 7'si endemiktir. Ayrıca 26 çeşit tür sürüngen de yaşamaktadır. Kıbrıs ilk çağ dönemlerinde nerede ise temelli ormanlık alanlarla kaplı iken, bakır madenleri ve ormanı bulunmayan ülkelere odun satılması nedeni ile günümüzde ormanlık alanları tahribata uğramıştır. Kıbrıs'ın sahil kıyıları, aşağı yukarı yüz milyon senedir Chelonia ve Caretta caretta kaplumbağaları tarafından ziyeret edilmektedir. Bu canlılar yumurtlamak için Mayıs ve Ağustos ayları arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kumsallarına gelmektedirler. Adanın kuzeyinde doğal mağaralar da bulunmaktadır. Sarkıt ve dikitleri ile İncirli Mağarası, İnönü’deki Sütünlu Mağara, olmak üzere 85 adet civarında doğal mağara bulunmaktadır. Kıbrıs, Osmanlı İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmeden önce, Doğu Akdeniz'deki Osmanlı'ya ait gemilerine akın yapan Hıristiyan korsanlarının sığınağı haline gelmişti. Bu korsanlar genellikle deniz ticaret gemilerine ve hacca giden yolculara saldırarak buradaki yol güvenliğini yok etmekteydi. Bu gibi nedenlerden dolayı Kıbrıs'ın alınması gerekli görüldü. Kıbrıs, Lala Mustafa Paşa komutasındaki ordu ve Piyale Paşa komutasındaki donanma ile birlikte yaya 60.000 kişiden oluşan Osmanlı Ordusu, 2 Temmuz 1570'de Limasol’a çıkması ve 4 Ağustos 1571'de Mağusa'nın Venedikli Mağusa Kale Komutanı Bragadino’nun beş maddelik bir antlaşmayla kaleyi teslim etmesiyle sonuçlanan bir seferle Osmanlı İdaresine girdi. Kıbrıs'ın ele geçirilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu, Doğu Akdeniz'e tamamen hâkim oldu. 15 Eylül 1570 tarihinde Lala Mustafa Paşa, tören ile Lefkoşa şehrine girmiştir. Kıbrıs ele geçirildikten sonraki tarihte adada çok az sayıda Ortodoks Rum vardı. Çünkü Venedikliler Katolik idi ve Ortodoks Kilisesi'ne yaşama hakkı tanımıyordu. Osmanlı Devleti Ortadokslara serbestçe kilise kurma ve gelişme imkânı sağladı. Böylece adada Katolik Kilisesi etkinliğini kaybetti ve Ortodoks Kilisesi gelişti. 1571 yılında Kıbrıs'ta yapılmış bulunan nüfus sayımında yerli halkın nüfusu 150.000'dir. Burada bulunan Türk askeri ise 30.000 kadardır. Adanın tamamının kontrol edilmesinin ardından Karaman'dan adaya göç ettirilen Türkler ve Beyşehir, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Akşehir, Maraş gibi Anadolu'nun orta kesiminde kalan şehirlerinden aileler getirilerek yerleştirilir. Bugün adada yaşayan Kıbrıs Türklerinin (Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti'nden gelenler hariç) soyu bu Osmanlı idaresinde adaya gönderilen Türklerden gelmektedir. 1831 senesinde sadece erkeklerin sayıldığı Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk büyük ölçekli nüfus sayımında ada üzerinde 14.983 Müslüman ve 29.190 Hıristiyan yaşadığı ortaya çıktı. 1872'de yapılan sayımda adanın nüfusunun 144,000 olduğu, Müslümanların sayısının 44.000'e ve Hıristiyanların ise 100.000'e arttığı belirlendi. 93 Harbi'nde Rus İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, Birleşik Krallık'in isteği üzerine ada 92.799 sterline 4 Haziran 1878 tarihinde imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile kiralandı. Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen Birleşik Krallık'a geçti. Birleşik Krallık adayı "Komiser" diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir. 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya'nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı ilhak edip adaya vali tayin etti. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında "Kıbrıs Crown Colony" olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı. Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955'te Kıbrıs Rumlarının kurduğu EOKA örgütü Birleşik
Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren taksim isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı. 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs; Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık'ın "Kuruluş, İttifak ve Garanti" adındaki üç anlaşmayı imzalaması ile bağımsızlığını kazandı. Birleşik Krallık, Ağrotur ve Dikelya adlı adanın %3'üne tekabül gelen askerî üsleri aldı. Devlet dairelerinde ise Rumlardan sonra en büyük etnik topluluğu oluşturan Türkler veto hakkına sahip oldu ve parlamento ile yönetimde %30'luk hakka sahip oldular. Üç devlete ise garantörlük hakkı verildi. 30 Kasım 1963 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti cumhurbaşkanı III. Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nda siyâsî kurumların yapılanması ve teşkilatlanma hakkındaki on üç maddelik bir değişiklik önerisinde bulundu. Kıbrıs Türkleri bu değişikliklerin kendi haklarını kısıtladığını savunarak karşı çıktılar. Bu değişiklik süreci içerisinde Kıbrıs Türkleri bu öneriye karşı çıktı. Bunun üzerine, 21 Aralık 1963 günü, iki Kıbrıs Türkünün üzerine ateş açılarak öldürülmesi üzerine toplumlararası çatışmalar başladı ve sonunda Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki idarî ve siyâsî yapılanmadan çekildiler. Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs'taki Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNFICYP) ada üzerindeki önemli noktalara Kıbrıs Türkleri ile Kıbrıs Rumları arasındaki çatışmaları engellemek amacıyla konuşlandı. 1970'li yılların başlarında Yunanistan'ı kontrol eden askerî cunta yönetimi, II. Makarios'un tutumları ve enosis'in yolunda ilerleme olmamasından dolayı memnun değildi. Cunta, 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Ulusal Muhafız Birliği'ne bu birliğin komutanının görevinden alınmasını ve adanın kontrolünü Yunan subayların bulunduğu bu birliğin almasını istedi. Birlik aynı gün Lefkoşa'daki Başkanlık Sarayı'nı bastı ve II. Makarios görevden alındı. Nikos Sampson yeni hükûmetin cumhurbaşkanı olduğu dünyaya ilan edildi. Her ne kadar milliyetçi Rumlar tarafından darbe yapılsa da Yunanistan ile birleşmedi, Kıbrıs'ın bağımsızlığı devam etti ve bağımlı bir yönetim olmadı. Türkiye Cumhuriyeti, gerçekleştirilen darbe nedeniyle Zürih ve Londra Antlaşması'nın IV. maddesine istinaden gerçekleştirdiğini savunarak Kıbrıs Harekâtı'na girişti. Uluslararası baskılar sonucunda ateşkes ilan edildi ve adanın %37'si Türkler'in kontrolüne geçti. 170.000 civarındaki Kıbrıs Rumu kuzeyde bulunan evlerinden göç ettirildi, 50.000 Kıbrıs Türkü ve daha sonra da Türkiye'nin teşviki ile Türkiye'den gelen göçmenler ise bu evlere yerleştirildi. 1983 tarihinde Kıbrıs Türkleri tek taraflı olarak sadece Türkiye tarafından tanınan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Günümüzde, savaş sonucunda 1.534 Kıbrıs Rumu ve 502 Kıbrıs Türkü hâlâ kayıptır. 1974 yazında ada üzerindeki bu gelişmeler, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde tek hakim konu oldu. Ayrıca günümüzde Türkiye'den gelmiş yaklaşık 100,000 kişinin Cenevre Antlaşması ve çeşitli BM kararlarını ihlal ederek ada üzerinde yaşadığı düşünülmektedir. Kıbrıs hükûmeti, kuzeydeki toprakların kontrolünü kaybettikten ve Türk idaresi altına girmesinden sonra kuzeydeki tüm liman ve hava alanlarının uluslararası ticaret ile ulaşıma kapalı olduğunu ilan etti. Yönetim, adanın kuzeyindeki idareyi günümüzde de Türk işgali altındaki bölge olarak kabul eder. "De facto" olarak kuzey ve güney olarak iki ayrı parçaya bölünmesine rağmen "de jure" olarak cumhuriyet tüm adanın hakimidir. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasal bir demokrasi üzerine kurulu yapısı ekonomik bakımdan refah bir durumda ve iyi bir alt yapısı vardır. Avrupa Birliği ve diğer uluslararası örgütler tarafından Birleşmiş Milletler'in bir parçası ve adanın tek meşru yönetimi kabul edilir. Sadece Türkiye tarafından tanınan adanın kuzeyi Türkiye'nin yardımları ile varlığını sürdürmektedir. Son birleşme girişimi 2004 tarihindeki Annan Planı ile oldu. 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumda Kıbrıs Türklerinin destek oyuna rağmen Kıbrıs Rumları tarafından reddedildi. Temmuz 2006 tarihinde ada, Hizbullah ve İsrail arasındaki çatışmalardan kaçan kişiler için ilk sığınaklardan biri oldu. Mart 2007'de BM kontrolündeki Yeşil Hat üzerindeki Kıbrıs Rumları ile Kıbrıs Türklerini ayıran Lokmacı Kapısı yıkıldı. Adanın 32 yıllık tarihinde yer etmiş olan kapı, Lefkoşa kentini ikiye ayırıyordu. 3 Nisan 2008'de Türk ve Rum yetkililerin bulunduğu bir törenle açılışı gerçekleşti. 26 Haziran 2009 tarihinde Kıbrıs müzakereleri kapsamında 34. kez bir araya gelen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas Erenköy'de bulunan Yeşilırmak Sınır Kapısı'nın açılacağını duyurdular. Gerekli altyapı çalışmalarının gerçekleştirilmesinden sonra yedi aylık bir süre zarfında faaliyete geçeceği açıklandı. Kıbrıs Cumhuriyeti, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. cumhurbaşkanı ve hükûmet, bir beş yıllık dönem için evrensel oy yönetimi ile halk tarafından seçilirler. Ülkede yasama organı Temsilciler Meclisi , yürütme organı cumhurbaşkanı ile hükûmettir. Hem yürütme ve yasama organıyla yargının bağımsızlığı güvence altına alınmıştır. 1960 Anayasası, yasama, yürütme ve yargı alanında ülkedeki başlıca iki etnik nüfus bakımından kontrollü bir şekilde Kıbrıs Rumı ve Kıbrıs Türklerinin eşit haklara sahip bir siyâsî düzeni savunuyordu. Türk-Rumlar tarafından ortak yönetilecek bağımsız cumhuriyette, cumhurbaşkanı Rum olacak; cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk olması kararı alınmıştı. Aynı zamanda başkan ve başkan yardımcısı, herhangi bir anayasa değişikliğinde veto haklarına sahip oldukları gibi aynı yetkilere sahiptiler. Kıbrıs Temsilciler Meclisi; 32 Rum, 24 Türk ile 3 diğer azınlık üyelerinden ve Bakanlar Kurulu ise 7 Rum, 3 Türk'ten oluşuyordu. 1963-1964 olaylarının çıkmasından sonra Kıbrıs Türkleri idari ve siyasî yapılanmadan çekildi. Günümüzde bu neden yüzünden başkan yardımcılığı boş durmaktadır. 1974'ten itibaren ada, kuzeyindeki üçte birlik bölümünde Kıbrıs Türkleri, geri kalan üçte ikisinde ise Rumların yaşadığı iki ayrı kesime bölündü. 1983 tarihinde Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etti. 13 Mayıs 1984’te de Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi Türkiye'nin "işgali" altında olduğunu nitelendirdi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti günümüzde bağımsızlığı sadece Türkiye Cumhuriyeti dışında hiçbir ülke tarafından tanımayan "de facto" bağımsız bir cumhuriyet konumundadır. Adanın kuzeyi "de jure" olarak Kıbrıs Cumhuriyeti'ne ait kabul edilir. 17 Şubat 2008 tarihindeki seçimlerde AKEL'in genel sekreteri ve adayı Dimitris Hristofyas Kıbrıs Cumhuriyeti'nin altıncı cumhurbaşkanı oldu. Şubat 2003'ten beri ise Demokrat Parti'nin adayı Tasos Papadopulos cumhurbaşkanlığı yapıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti Lefkoşa, Mağusa, Girne, Larnaka, Limasol ve Baf olmak üzere altı bölgeye ayrılır: Bölgeler, hükûmet tarafından atanılan bir kaymakam ile yönetilir. 1974'teki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin adaya düzenlediği Kıbrıs Harekâtı sonrası Lefkoşa ve Mağusa Bölgesi'nin büyük bir kısmı, Girne Bölgesi'nin tamamı ve Larnaka Bölgesi'nin bir kısmı adanın kuzeyindeki "de facto" yönetimin kontrolündedir. Adanın kuzeyindeki yönetim tarafından Lefkoşa Bölgesi'nin bir kısmından Güzelyurt İlçesi ve Mağusa Bölgesi'nin bir kısmından ise İskele İlçesi oluşturulmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin üyesi olduğu uluslararası kuruluşlar: Avustralya Grubu, İMT, AK, ODGP, AİKB, AYB, AB, FAO, IAEA, IBRD, ICAO, UTO, UCM, USK, UKB, IFAD, UFK, UHÖ, ILO, IMF, UMÖ, Interpol, IOC, IOM, PAB, ITU, MIGA, NAM, NTG, KSYÖ, AGİT, PCA, BM, UNCTAD, UNESCO, UNHCR, UNIDO, UPU, WCL, WCO, WFTU, WHO, WIPO, WMO, WToO, WTO. Bölünmenin ardından meşruiyetini koruyan Kıbrıs Cumhuriyeti; Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Azerbaycan tarafından sadece güneyin egemenliğini kontrol ettiği için "Güney Kıbrıs Rum Yönetimi" ya da sadece "Kıbrıs Rum Kesimi" olarak adlandırılır. Bu isimleri dünya üzerinde sadece Türkiye ve "de facto" bir ülke olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kullanmaktadır. Uluslararası statüde bir geçerliği yoktur. Mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti hükûmeti, tüm adanın hâkimi olduğunu, kuzeyde kalan topraklarının Türkiye'nin işgali altında olduğunu iddia eder. Ayrıca kontrolü dışında olan ve hak iddia ettiği kuzey topraklarının siyasi tüm temsilcilerini, vatandaşlarına seçtirmekte ve kendisi atamaktadır. 1960 kurucu anayasasında birçok değişiklik yapıldığı halde adanın tek egemeni olarak kendilerini göstermek adına çift resmi dil gibi bazı önemli konularda değişiklik yapılmadı. 2004 yılında Avrupa Birliği üyesi olan ülke, sadece Lefkoşa, Limasol, Larnaka ve Baf bölgelerini yönetebilmektedir. Adanın iki tarafını birleştirmek için yapılan çalışmalardan sonuncusu Annan Planı'nın, Kıbrıs Türkleri tarafından referandumda kabul edilmesine rağmen, Kıbrıs Rum halkı referandumda reddedince adanın birleşmesi gerçekleşmedi. "Ελληνικό Τμήμα της Νοτιάς Κύπρου ya da Ρωμαίικο Τμήμα της Νοτιάς Κύπρου", Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin Yunancadaki karşılığıdır. Rum yönetimi bu ifadeyi kullanmamakla birlikte, kendilerini adanın tek hâkimi olarak "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti / Κυβέρνηση της Κυπριακής Δημοκρατίας" (Kivernisi tis Kipriakis Dhimokratias) olarak tanımlarlar. Türkiye ve KKTC dışında bütün ülkeler, bu ülkenin resmi adını Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul etmiştir. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise BM nezdinde tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin adanın tamamı üzerindeki egemenlik iddiasını reddetmektedir. Diğer dünya devletleri ise KKTC'nin yönettiği bölgenin Türkiye'nin işgali altında olduğunu kabul etmektedir. Kara kuvvetleri, hava kuvvetleri ve deniz kuvvetlerinden oluşan birleşmiş silahlı kuvvetleri olan Kıbrıs Ulusal Muhafızı, aktif görevliler, rezerveler ve milislerden oluşmaktadır. Bunun dışında Y
unanistan Silahlı Kuvvetleri adada ELDYK (Ελληνικές Δυνάμεις Κύπρου, ΕΛΔΥΚ) konuşlandırmaktadır. Fakat ELDYK, Kıbrıs Cumhuriyeti askeriyesinin bir parçası sayılmamaktadır. Bağımsızlık ilanından sonra ada üzerindeki ilk nüfus sayımı Aralık 1960 tarihinde gerçekleştirildi. Tüm adayı kapsamak üzere toplam nüfusun 573.566 olduğu ortaya çıktı. Kıbrıs Rumları %77'lik bir pay ile en büyük etnik nüfustu ve Kıbrıs Türkleri ise %18'lik bir nüfusa sahipti (diğer milletler %5'lik kısmı oluşturuyordu). Ada üzerindeki son toplu nüfus sayımına göre (Nisan 1973), Kıbrıs'ın nüfusu 631,778 olduğu ve Kıbrıs Türklerinin ise %19'luk bir paya sahip olduğu tahmin edildi (yaklaşık 120,000). Adanın fiilen bölünmesinden sonraki 1976-2001 yılları arasında Kıbrıs Cumhuriyeti hükûmeti tarafından yürütülen nüfus sayımları kapalı olarak gerçekleştirildi, adanın kuzeyindeki nüfus ise Kıbrıs Cumhuriyeti İstatistik Servisi tarafından ikamet verileri, nüfus artış oranları ve göç verilerine göre tahmin edilmeye başlandı. Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından yürütülen 2001 nüfus sayımlarında Kıbrıs hükûmeti kontrolündeki alanın nüfusunun 703.529 olduğu belirlendi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde Kıbrıs Cumhuriyeti İstatistik Servisi raporlarında adanın %11'lik kısmını oluşturan 87.600 Kıbrıs Türkünün yaşadığı tahmin edildi. Kıbrıs Cumhuriyeti İstatistik Servisi tarafından son mevcut tahminlere göre 2006 yılı sonundaki nüfus, Kıbrıs hükûmeti kontrolündeki alanda %89,8 (778.700) ve Kıbrıs Türklerinin yaşadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde %10.2 (88.900) olmak üzere toplam 867.600'dür. Avrupa Birliği Eurostat araştırmasına göre Kıbrıs adasında (genel olarak yaşayan insanların % 67 Rum,% 33 Türk ve az sayıda İngiliz vatandaşı ve maruni yaşadığı belirlenmiştir. Adada İslam, Ortodoks Hristiyanlık ve Protestan Hıristiyanlık olmak üzere üçe ayrılır. Adada bulunan Türklerin İslam'a, Britanyalı askerler ve Rum halkı ise Hristiyanlığa inanmaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti ekonomisi 21. yüzyıl başlarında başarılı ve çok yönlü olmuştur. Bununla beraber, ülke 2012 yılından itibaren Avrupa borç krizinden etkilendi, 2012-13 Kıbrıs finansal krizinde hükûmet ülkenin en büyük ikinci bankası Laiki Bankası'nı kurtarmak için dış yardıma ihtiyaç duydu, Eurogroup'la yapılan anlaşmada çeşitli önlemler alınması karşılığında 10 milyar euro'luk bir kurtarma paketi verildi. 2017 IMF tahminlerine göre, kişi başına düşen millî gelir satın alma gücü dikkate alınarak $36,442'dir, bu gelir Avrupa Birliği ortalamasının altındadır. Kıbrıs, yüksek potansiyelli bir altyapıya sahip olmasından dolayı denizaşırı işletmeler için yatırım bölgesi olarak görülmektedir. Kıbrıs hükûmetinin ekonomi politikası, daha çok Avrupa Birliği'nin kiterlerini karşılama yönlü ilerlemektedir. Avrupa Birliği'ne katılımın gereği olarak yeni üye ülkeler ile birlikte 1 Ocak 2008 tarihinde Avro ekonomik bölgesine dahil oldu. Son yıllarda, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Mısır hükûmetleri arasında petrol arama görüşmeleri başladı. Bununla doğru orantılı olarak geçen senelerde Mısır ve Lübnan'la deniz bölgesinde petrol ve doğal gaz yataklarından istifade edilecek "münhasır ekonomik bölgeleri" belirleyecek bir tür anlaşmalar imzaladı. Özellikle Kıbrıs ve Lübnan, önemli miktarda petrol ve doğal gaz yatakları olduğuna inandıklarını açıklamalarında belirtti. Ancak Türk Deniz Kuvvetleri, adanın kuzeyinde fiili bir yönetim bulunması gerekçesiyle petrol aramalarına izin vermedi. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bölge üzerinde petrol aramalarına şiddetle karşı çıkmakta ve Ağustos 2007 tarihinde adanın kuzeyinde petrol aramak için kendi hükûmetlerine bağlı Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'na yetki verdi. 1959 tarihli Zürih-Londra Antlaşması'na göre tüm adanın doğal zenginliklerine Kıbrıs Türkleri de ortaktır ve bu nedenle bu anlaşmanın garantörü (koruyucusu) olarak Türkiye petrol kaynaklarını Rum kesiminin tek başına kullanmasına izin vermemektedir. 2008 senesinde gayrisafi millî hasıla % 3.7 oranında büyüdü. ve ülkenin 2007 yılında satın alma gücü paritesine göre gayrisafi millî hasılası ise $21.382 milyardır. 2008 tarihinde IMF tarafında "dünyanın gelişmiş ekonomiye sahip 32 ülkesinden biri" olarak gösterildi. Aynı zamanda IMF verilerine göre 2009 finansal krizinde sürekli büyüme içerisinde olacak tek gelişmiş ekonomi olacağı belirtildi. Eurostat'ın Haziran 2009 tarihinde açıkladığı rapora göre Kıbrıs’taki verginin gayrisafi yurt içi hasılaya genel oranı, 2006 oranlarına göre % 5 artış göstererek % 41,6 oldu. İşsizlik oranı ise Mayıs 2009'a göre %5.3'tür. Nisan 2009 tarihinde bu oran %5.1 idi. Erkeklerde oran %5.2 iken bayanlarda ise %5.4 civarındadır. 2009’un ilk çeyreğinde Eurozone’un Gayrisafi Yurt Hâsıla Endeksi olumlu olan tek EMU ülkesi Kıbrıs Cumhuriyeti oldu. 2008’in dördüncü çeyreğiyle karşılaştırıldığında 2009’un ilk çeyreğinde oran değişmezken senelik esasta % 1,5 oranında arttı. Adanın kuzeyindeki "de facto" yönetim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kişi başına düşen millî geliri ise 2008 verilerine göre $15,984'dır. 2007'de ise $14,047 idi. Xbox 360 Petronas İkiz Kuleleri Petronas Kuleleri (Malay: Menara Petronas veya Menara Berkembar Petronas), Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'da bulunan ikiz kuleler. 1998 ve 2004 arasında dünyanın en yüksek ikiz gökdeleni olan Petronas İkiz Kuleleri , Petronas petrol holdingin de yönetim binasıdır. 452 m yükseklikliğindeki gökdelen, 2004 yılında Taipei 101 binasının inşasının bitmesiyle dünyanın en yüksek gökdeleni olma unvanını kaybetti. Ancak en yüksek katı 378 m, çatısı 403 m olan bina için bu sınıflandırma çok tartışmalıdır. Zira bu her iki noktada da Sears Kulesi (412 m ve 442 m) daha uzun olduğu gibi, anten dâhil toplam yüksekliği ise 527 m'dir. 170.m yükseklikte 41 ve 42. katlar arasındaki çelik köprü ile kuleler birbirine bağlıdır. Köprü 2000 yılında kullanıma açılmıştır. Uzunluğu 58 m olan bu köprü 750 ton ağırlığındadır. Köprünün ziyareti için ücretsiz verilen 1700 bilet o günün sabahı 8.30'da dağıtılır ve genelde 2 saat içinde hepsi tükenir. Kulelerin en uç çatısı ziyarete açık değildir. Kuleler, birçok alış veriş merkezi, doğal bilimler müzesi ""Petrosains"" , bir senfoni orkestrası, bir sanat galerisi ve birçok büro için alan sağlamaktadır. Kulelerden her biri 76 asansöre sahip olup, bunların 29 tanesi her seferinde 26 kişi taşıyan çift katlı asansörlerdir. İnşaat için 37.000 Ton çelik kullanılan yapıda 32.000 adet pencere vardır. Mimari tasarımı ""César Pelli & Associates Architects"" mimarlık bürosu yapmıştır. Büro bu işinde, daha önce yaptıkları kule projelerindeki tecrübelerini kullanmıştır. Bunlardan biri, inşası gerçekleşmeyen Chicago'da ki ""Miglin-Beitler Skyneedle"" projesidir. Her iki kule de eşit karakeristik özellikler göstermektedir. Mimar César Antonio Pelli, çelik, beton ve camdan İslam mimarisini temel alan bir yapı meydana getirmiştir. Petronas kuleleri öncelikli olarak iş binası olarak tasarlanmış olup, geleneksel ikiz konseptiyle, New York'daki Dünya Ticaret Merkezi'ne ("World Trade Center") benzetilebilir. Kuleleri en güzel gören manzara, 421 m yükseklikteki Menara Kuala Lumpur'dendir ("Manera Kuala Lumpur TV kulesi").Menara KL, bir tepenin üzerinde bulunduğundan, Petronas Kuleleri'nin de üstünden yükselir. Böylelikle buradan 2 devasa kuleye yukardan bir bakış sağlanır ki bu manzara geceleyin daha da etkileyicidir. Jesus to a Child Jesus to a Child George Michael'ın bir şarkısıdır. Sanatçı şarkıyı 1991 yılında Rio de Janeiro'da bir festivalde tanıştığı Brezilyalı sevgilisi Anselmo Feleppa anısına yazmıştır. İki yıl sonra sevgilisinin AIDS'e bağlı beyin kanamasından ölmesinden sonra bir buçuk yıl şarkı yazmamıştır. Bu süre sonunda ise bir saat kadar sürede sözlerini yazdığı bu şarkı ortaya çıkar. George Michael o dönem eşcinselliğini açık etmemişse de her şey ortaya çıktığında Anselmo'dan önce gerçek aşkı hiç tatmamış olduğunu söyleyecektir. PlayStation Portable PlayStation Portable ya da kısaca PSP Sony'nin, 12 Aralık 2004'te çıkardığı taşınabilir video oyun konsolu. Gelişmeye açık olmakla beraber Homebrew (Ev yapımı) adı verilen yazılımların çalıştırılmasına, Sony tarafından destek verilmemektedir. Oyunun yanı sıra, müzik dinlenmesine ve film izlenmesine olanak sağlayan konsol, yazılımın yükseltilmesi ile internete de bağlanmaya olanak sağlamaktadır. Müzik dinlemek için hafıza kartına şarkıları yüklemek gerekirken, UMD denilen disklere yüklü filmler de izlenebilmektedir. Kablosuz internet ile internet sitelerini gezmek mümkündür. Ardıllarından(PSP-2000 - PSP-3000) daha kalın ve ağır olan ilk PSP, PSP-1000 modelidir. "Fat PSP" (şişman PSP) olarak da bilinir. İkinci model, PSP-2000'dir. Bu modelle, PSP-1000'de 32 MB olan bellek miktarı, gene tamamı sistem yazılımı tarafından kullanılmak üzere, 64 MB'ye çıkarılmıştır. Bu da oyun yükleme süreleri ve internet tarayıcısı performansını arttırmıştır. PSP-2000'den itibaren TV tuner özelliği ve TV çıkışı eklenmiş; ancak kızılötesi özelliği kaldırılmıştır. PSP-2000'den itibaren batarya zayıflatılmış; ancak güç tüketimi de düştüğü için bataryanın çalışma zamanında bir değişim olmamıştır. PSP-2000'den sonra, PSP-3000 model serisi altında yeni bir PSP daha çıkarmıştır. Bu modelde, PSP-2000 ve öncesinden farklı olarak, daha iyi renk-kontrast oranı sağlayan ve daha hızlı tepki veren bir LCD ekran kullanılmış ve dahili mikrofon eklenmiştir(önceki modellerde harici mikrofon gereklidir). Bunun yanında, TV çıkışı geliştirilmiş ve konsol üzerinde tasarımsal bazı farklılıklara da gidilmiştir. PSP Go modeli ise, en hafif ve küçük modeldir. Kayar kapaklıdır. PSP-3000'den farklı olarak: tuşların konumları değiştirilmiş, ekran küçültülmüştür. Bunun yanında, Bluetooth özelliğine sahiptir. UMD desteği yoktur; ancak 16 GB'lik bir dahili flash belleği vardır ve oyunlar PlayStation Network üzerinden satın alınıp, oynamak üzere istendiği zaman bu belleğe kaydedilir(bellek miktarı 32 GB'ye kadar yükseltilebilir). Memory Stick PRO Duo yerine Memory Stick Micro destekler. USB bağlantısı y
erine USB'yi de içeren çok amaçlı bir bağlantı yerleştirilmiştir. Bataryası, önceki modellerin aksine, kullanıcı tarafından çıkarılabilen-değiştirilebilen türde değildir. PSP-E1000 serisi Sony'nin 17 Ağustos 2011'de gamescom fuarında açıkladığı yeni taşınabilir oyun konsoludur. E1000, PSP-3000 serisi'nden farklı olarak dahili mikrofona ve WiFi desteğine sahip değildir. Konsol,Avrupa'da kesin olarak piyasaya sürülecektir fakat Kuzey Amerika'daki durumu henüz belli değildir. Sony, E1000'in piyasaya çıkması ardından PSP-3000 serisi'ni üretimden kaldıracaktır. PlayStation Vita, Sony firmasının, PlayStation Portable konsolundan sonra ilk olarak 17 Aralık 2011 Japonya ve bazı Asya ülkelerinde çıkardığı taşınabilir, çok amaçlı oyun konsoludur. Ürün 3G, Wi-Fi, Bluetooth, Ön Dokunmatik, Arka Dokunmatik, Sixaxis, Çift Analog, Ön Kamera ve Arka Kamera özelliklerine sahip olup, dahili belleği yoktur. Harici bellek 4GB, 8GB, 16GB ve 32GB şeklinde oluşan hafıza kartları ile çoğaltılabilir. Ürün sistem özelliği bakımından ve performans bakımından bir diğer el konsolu olan PSP ve iPod Touch'dan daha ileridedir. PSP nin bu özelliği takılacak bir aparatla kullanılabilir olmaktadır. USB yuvasına takılan 1.3 Mp kamerayla menüden "camera" seçeneği seçilip aktive edilir. Müzik dosyaları USB 2.0 data kablosu ile PSP’nin içindeki memory stick’e kopyalanabilir. PSP’nin ses işlemcisi: VME :Reconfigurable DSPs 128bit Bus 166 MHz @1.2V 5 Giga Operations /sn. CODEC'dir.PSP mp3 ve ATRAC 3plus’ı desteklemekle birlikte, yeni gelen güncellemelerle yeni formatlar eklenebilmektedir. Cihazın harici hoparlörleri vasıtasıyla da müzik dinlemek mümkün olmakla birlikte, ses kulaklık kadar kaliteli değildir. PSP’ye ses sistemi satın almak suretiyle, daha kaliteli müzik dinlenebilir. PSP’de film umd disk (Universal Media Disk) üzerinden izlenmektedir. Kulaklık ile sesler muhteşem denecek kadar iyidir. Uzaktan kumanda ile PSP’ye dokunmadan filmi durdurup devam ettirebilirsiniz.Ayrıca yeni çıkan video dönüştürücüleri ile de filmleri dönüştürüp Memory Stick'e yükledikten sonra bu zevki yaşayabilirsiniz... PSP’de bir aparat yardımı ile TV ye görüntü aktarılabilmektedir. Fakat Bu sadece Slim & Lite modeller için geçerlidir. PSP Fat(PSP-1000)'te ise TV ye görüntü aktarılamaz PSP oyun konsolunun birçok oyunu bulunmaktadır. Bireysel hariç çoklu oyuncu seçeneği bulunan bu cihaz kablosuz internet sayesinde en çok 8 kişiyle oyun oynama imkânı sunmaktadır. Yeni çıkan sürümlerle internete girmek hatta MSN kullanmak mümkündür. ancak sanal klavye ile yazı yazmak zor olabilmektedir. E-maillerinizi ve forumları takip edebilir ya da eğlence için kullanabilirsiniz. Yeni güncellemelerle tüm siteler sorunsuz görüntülenebilmektedir. UMD yani Universal Media Disk sony’nin PSP için ürettiği ufak bir cd'dir. Plastik bir korumanın içinde 1.8gb data saklayabilen bu depolama ortamı, PSP’nin oyun ve filmlerini bulundurmaktadır. ATRAC3 plus ATRAC3 plus, Sony firmasının mp3'e alternatif olarak geliştirdiği bir ses sıkıştırma formatıdır.ATRAC (Uyarlamalı Dönüşüm Akustik Kodlama-Adaptive Transform Acoustic Coding), MiniDisc'lerde kullanılmak üzere Sony tarafından geliştirilmiş bir veri sıkıştırma işlemidir. Yalnızca insan kulağı tarafından algılanabilecek ses bileşenleri kaydedilir; böylece ses verisi daha verimli biçimde kaydedilir. ATRAC3plus, daha hassas bilgiler elde etmek için ses sinyallerini daha uzun süreler analiz eder ve çok çeşitli ses sinyalleri için en iyi veri ayırımını sağlayan bir algoritma kullanır. Sonuçta, orijinal ses kaynağının 1/20'si gibi yüksek sıkıştırma seviyelerinde yüksek kaliteli ses elde edilir. Burt Munro Herbert J. "Burt" Munro (d. 25 Mart 1899 – ö. 6 Ocak 1978) Yeni Zelanda, Invercargill doğumlu motosiklet yarışçısı. Ömrünü Indian marka motosikletini modifiye etmek ve onu mükemmele ulaştırmak için çalışmakla geçiren Munro, 1920’de aldığı Indian’ın kapasitesini kendi yaptığı parçaları kullanarak iki kat artırdı. Masrafları en aza indirmek için modifiyede kullandığı parçaları bile kendi yapıyordu ve akla hayale gelmedik malzemeleri kullanıyordu. 1967’de ABD’deki Bonneville Tuz Çölü’nde kırdığı dünya rekorunu bugüne kadar geçebilen olmadı. Munro 1920 model bir Indian’la yarıştı ve 1000 cc’lik motorla, saatte 331 km/h (205.67 mph).km hıza ulaşarak dünya rekoru kırdı. Bu yarışı kazandığı sırada tam 68 yaşında idi.Hala rekorunu egale eden çıkmamıştır. 1899-1978 yılları arasında yaşamış, tam adı herbert james burt munro olan, yeni zelanda invercargill doğumlu efsanevi motosiklet yarışçısı. ikiz kardeşi doğumda öldüğünde burt için doktorlar iki yaşına kadar ömür biçmişti. ama öyle olmadı. munro, 16 yaşında ilk motosikletini aldı. dört yıl sonra 1920′de, 50 sterline piyasaya yeni çıkan indian scout’lardan satın aldı, bu motorla yerel yarışlara katıldı ve çeşitli dereceler aldı. burt munro’nun bir tek arzusu vardı: indian scout marka motosikleti ile en mükemmel hıza ulaşmak. 16 yaşında aldığı ilk motosikleti sayesinde hız tutkusuyla tanışan munro, ömrünü indian marka motosikletini modifiye etmek ve onu mükemmele ulaştırmak için çalışmakla geçirdi. 30 yıl boyunca hiç ara vermeden modifiye çalışmalarını sürdürdü. hayatını küçük bir kasabada geçiren munro, motosikleti dışında hiçbir işle ilgilenmedi. masrafları en aza indirmek için modifiyede kullandığı parçaları bile kendi yapıyordu. bunun için de akla hayale gelmedik malzemeleri kullanıyordu. the world’s fastest indian adlı hayatını anlatan filmde çapkın bir adam gibi lanse edilse de hayatına pek fazla kadın girmedi. 1920’de 21 yaşındaki güneyli bir genç invercargill garajının önünde yepyeni motosiklete hayranlıkla bakıyordu. gözleri etkileyici ikiz v motoruna ve dökme metal alaşımlı kasası üzerinde gezindi. elleri ile parlayan kırmızı boyaya dokundu ve cilalanmış nikel kaplamanın ışıltısı gözündeki ile aynıydı. motorun sahibi ile konuşarak aralarında anlaşmaya vardılar. genç adam motosikletine sahip oldu ve aralık 1978’deki ölümüne kadar sürecek motoru ile yaşayacağı ortaklığı başlamış oldu. o gencin ismi burt munro’du. almak istediği motosiklet ise dünyanın en hızlı indian’ı olacak 1920 model indian scout’tu. amerika’nın ilk motosiklet üreticisi olan indian, herkesin kullanması için bisikleti motorla çalışan duruma getirdi. 1919’da mühendis charles franklin’in yaptığı 1920 model indian scout, burt munro’nun hayatının parçası oldu. indian scout için 1912 yılında tasarımına ve çalışmalarına başlayan franklin, motosiklet tasarımı araştırmalarını geliştirerek, 1919 yılında prototip üretimini yaptı. testler tatmin edici sonuçlar verdi ve aynı yıl 1920 model indian scout markası için üretime başlandı. ilk üretilenin motor numarası 50r001’di. modifiye etmek için kullandığı yöntem alışılmışın dışındaydı burt munro’nun satın aldığı indian scout motosikletinin motor numarası 50r627’di. munro’nun ilk üretilenlerden aldığı anlaşılmaktadır. içten yanmalı motoru olan, 42 derece açı ile v şeklinde konfigüre edilmiş yandan valfli 2 silindirli, 600cc gücünde motosikletin en yüksek hızı saatte 96 km’di. helezon şeklindeki dişli vites takımı, döküm metal alaşımlı kasası ile elden ayarlanabilir 3 devirli vites kutusu vardı. eski ingiliz motosikletlerinde olan zincirli transmisyon sistemi kullanılmıştı. munro, 1926’da modifiye etmeye başladı. fakat gelenekselin dışında, çok farklı şekilde yapıyordu. eski bir jant teli ile hızını ölçebilecek mikrometre yaptı. eski konserve kutularından motoru daha da hızlı yapmak için gerekli olan parçaları yaptı. standard 2 kam milli motor sistemini değiştirerek 4 kam milli kendi tasarımını yarattı. ayrıca yandan valfli olan motoru, üstten valfli yaptı. motorun değiştirmediği parçası kalmadı, her şeyi ile hayal ettiğine ulaşmak için kendi tasarımı olan indian scout motorunu yarattı. kendi devir sistemini, volanlarını, pistonlarını, kam millerini ve bunlarla ilgili olanlarıyla yağlama sistemini yaptı. daha önceki zincir sistemini üçlüye çevirdi. aerodinamik şekli üstünde denemeler yaptı ve sonunda motosiklet tam anlamıyla aerodinamik yapı içinde son haline geldi. tüm bunlar, munro’nun 50 yıla yakın bir zamanını aldı. orijinal motosikletin en yüksek hızı saatte 96 km’di. 1926’da ilk modifiye etmeye başladığı zaman penrith mile dirt track yarışında saatte 74 km hız yaptı. ona göre yetersiz olan bu hıza rağmen 1977 yılına kadar kimse bu sürati geçmeyi de başaramamıştı. yeni zelanda yollarında ve sahilde hız denemeleri yapmaya başladı. 1957 şubatı’nda yeni zelanda’nın halka açık plajında saatte 211 km hız ile rekor kırdı. bunu 1975’te oreti plajında saatte 218 km’ye çıkardı. 1957 nisanı’nda chritchurch’te saatte 231 km ile 750cc’lik yol rekorunu kırdı. büyükbaba olan burt, 1962 yılından itibaren bonneville tuz çölleri’ni ziyaret etmeye başladı. gücünü 850 cc’lik yaptığı indian motosikleti ile saatte 288 km hız ile dünya rekorunu kırdı. 1963’te yolda deneme yaparken polis çevirdi ve hızı saatte 313,8 km idi. 1966’da motosikletini 920cc’lik yaptı fakat istediği hıza ulaşamadığı için memnun olmamıştı. 1967’de motosikleti 950cc’lik olarak modifiye ettikten sonra saatte 295,45 km ile klasmanında hız rekorunu kırdı. rekorunu resmileştirmek için avustralya’dan abd’ye gitti. hayatını küçük bir kasabada geçirmiş biri olarak abd’de geçirdiği günler şaşkınlık doluydu. utah’taki bonneville tuz çölü’nde yapılacak yarışta karşısında en çok 30 yaşında rakipler buldu. çok yaşlı olduğunu söyleyen, kullandığı el yapımı parçalarla dalga geçen genç motorcularla, 1920 model bir indian’la yarıştı. 68 yaşındaki munro, 1000 cc’lik motorla, saatte 305.89 km hıza ulaşarak dünya rekoru kırdı. bu rekoru altı yıl sonra şöyle anlatacaktı: "çölde adeta bir bomba gibi ilerliyorduk. yolun yarısında motor sallanmaya başladı. bu salllanmayı hafifletmek için oturdum. rüzgardan dolayı koruyucu gözlüğüm parçalandı. patlamadan sonra gözlerim sanki kafamın içine gömülüyordu. hiçbir şey göremiyordum. çelik işaret kazığının çok yakınından geçtim, siyah çizgiyi kaçırdım. sadece birkaç çizik aldım, başka bir şe
y değil." sözünü ettiği patlamaya, gaz şirketinden aldığı dökme demir gaz borusundan yaptığı bir parçanın yol açtığı söylendi. sadece bu değil, munro pistonları, silindir varillerini, pençeleri, volanları, milleri yani modifiyede kullandığı parçaları kendisi yapıyordu. büyük şirketlerden para desteği almıyordu. "hayatta hep büyük bir şey yapmanın hayalini kurdum" demişti. en büyük hayalini gerçekleştirdikten 11 yıl sonra öldü. 57 yıl boyunca kullandığı ve tüm hayatını modifiye ederek geçirdiği indian’ı, south island’da kendisi kadar şevkli olduğuna inandığı birinin ellerine bıraktı. hala kırılamayan rekoruyla motor dünyasında bir efsane haline geldi. 1967 yılında 1000 cc altı dünya hız rekorunu 1920 model indian scout marka motosikleti ile kıran yeni zellandalı ihtiyar. rekoru kırdığında 68 yaşında idi ve motorsikletini kendi imkanlarıyla, akla hayale gelmeyen malzemeler üretip kullanarak geliştirdi.the world s fastest indian adlı film ile efsane hikayesi beyaz perdeye taşınan munro’nun saatte 205 mph olan rekoru bu güne kadar hala kırılamamıştır. Sıkıştırma biçimi Sıkıştırma biçimleri, dosyaları daha az yer kaplar hale getirme işine yarayan çeşitli algoritmik işlem türleridir. MediaWiki MediaWiki, GNU lisansıyla korunan, kullanımı açık bir viki yazılımıdır. PHP ile yazılmıştır ve MySQL veya PostgreSQL ilişkisel veritabanı yönetim sistemi kullanır. MediaWiki; 1.7 sürümünden itibaren PHP 5 desteğini zorunlu tutmaktadır. Eğer PHP'nin eski bir sürümünü kullanıyorsanız MediaWiki'nin 1.6.10 sürümünü kullanmak zorundasınız. İlk başta MediaWiki, özgür bir ansiklopedi olan Wikipedia için geliştirilmişti, ancak daha sonra, en yaygın kullanılan wiki yazılımı oldu. Bugün, Wikimedia Foundation'ın tüm projelerinde, Wikia'da barındırılan tüm sitelerde, ve pek çok diğer büyük wikide kullanılmaktadır. Ayrıca, şirketler tarafından kurumsal bilgi yönetimi veya içerik yönetimi amacıyla da kullanılmaktadır. En büyük örneği, halka açık geniş çaplı sitelerini bu sistemle (değişiklikler halka kapalı olarak) yöneten Novell'dir. Test Vikipedisi sadece test alanı olarak kullanmak üzere 13 Ocak 2006 tarihinde açılmıştır. Yayındaki diğer Wikimedia Vakfı projelerine test yapmak amacıyla herhangi bir zarar vermemek için kullanılmaktadır. Bu daha çok ileri safhada kod ve yazılım kullanabilen Vikipedistler içindir. Bu yüzden katılım çok azdır. Bunun nedeni wiki kodlamasında programcılık yapabilecek Vikipedistlerin çok az olmasıdır. Daha çok wiki kodlaması yapabilen kullanıcılar için diğer projeleri aksatmamak için testlerini yapabilecekleri bir alan sağlanmak istenmiştir. İngilizce dışında başka bir sürüm oluşturulmamıştır. Büyükada Rum Yetimhanesi Büyükada Rum Yetimhanesi (ya da Prinkipo Rum Yetimhanesi), Büyükada'nın Manastır Tepesi'nde (eski adıyla Yunanca İsa anlamına gelen Hristos Tepesi) bulunan yetimhane. Bina 1898-1899 yıllarında bir Fransız şirketi tarafından otel olarak inşa edilmiştir. Binanın mimarı, dönemin ünlü mimarlarından Alexandre Vallaury'dir. Günümüzde boş olan yapı, Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin kontrolü altındadır. Dünyanın en büyük ahşap binası olduğu iddia edilmektedir. Dünya'nın ilk çok katlı ahşap yapısıdır. Bu yapı "Prinkipo Palas" adı altında otel olarak işletilmek üzere tasarlanmış ve inşa edilmişti. Fakat devrin yönetiminden gerekli iznin alınmaması üzerine, bina el değiştirdi ve Eleni Zarifi adlı bir Rum kadın tarafından satın alındı. Daha önce Yedikule'deki Balıklı Rum Hastanesi'nde işlevini sürdüren Rum Yetimhanesi, 1902 yılında bu binaya, Büyükada'ya, taşındı. Yapının kullanım amacı zaman içinde değişmişti. Binaya I. Dünya Savaşı yıllarında Kuleli Askeri Mektebi yerleşti. Daha sonra ise işgal kuvvetleri tarafından adaya yollanan Rum göçmenlerini barındırdı. Ardından yetimhane Heybeliada'ya nakledildi ve bina da 1960'lı yıllarda kapatıldı. O tarihte boşaltılan bina hâlen kullanılmamaktadır. Büyükada Rum Yetimhanesi ahşap karkas sistemde inşa edilmiştir. Yapı, yan bölümlerinde 6, diğer bölümlerinde ise 5 katlıdır. Binanın heybetine rağmen cephe mimarisi olabildiğince sade tasarlanmıştır. Birbiri üzerine tekrarlanan çıkmalar ile cephelere hareketlilik getirilmeye çalışılan yapıda, tiyatro salonundaki iç mekân ahşap süsleme detaylarına karşılık, diğer iç mekânlarda sade bir mimari hakimdir. Büyükada'nın tepesine bakıldığında hemen göze çarpan Rum Yetimhanesi, bahçesinde önceleri idare binası olarak inşa edilen, daha sonraları ise ilkokul olarak kullanılan bir yapıyla birlikte hâlen ayaktadır. At Avrat Silah At Avrat Silah, Yılmaz Güney'in ilk sinema filmidir. Yılmaz Güney'in yönettiği ve senaryosunu yazdığı 1966 yılı yapımı filmde başrolleri Yılmaz Güney ve Nebahat Çehre oynamışlardır. Tuncel Kurtiz Tuncel Tayanç Kurtiz (1 Şubat 1936, Kocaeli - 27 Eylül 2013, İstanbul), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist. Babası Selanik doğumlu bir Türk bürokratı, annesi Boşnaktır. Üniversitede kısa bir süre hukuk fakültesinde, daha sonra ise filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerinde okudu; ancak hiçbirinden mezun olmadı. İlk kez 1959 yılında Dormen Tiyatrosu'nda oyunculuğa başlamış olan sanatçı, sinema filmlerinde rol aldı. "Sürü" filmiyle zirveye çıkan sanatçının, doğayla iç içe yaşamayı sevdiği belirtilir 1981 Antalya Altın Portakal Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünü Nurettin Sezer ile birlikte kaleme aldığı Gül Hasan filminin senaryosuyla kazanmıştır. 2006'da Hacı, 2007'de Asi adlı TV dizilerinde oynadı. 2009 yılının başında vizyona girmiş olan Güz Sancısı filminde Kamil Efendi karakterini canlandırmıştır. Aynı yıl yayına başlayan Ezel adlı dizide Ramiz Karaeski karakterini canlandırmış ve tanınırlığı daha da artmıştır. 2010 Yaz döneminde NTV yeşil ekranlarında Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Güre Beldesi'nin Çamlıbel köyünde eşi ve kayın biraderi ile birlikte işletmekte olduğu Zeytinbağı adlı butik otelde ünlü dostlarını ağırlayarak "Tuncel Kurtiz ve Dostları" adlı bir program yapmıştır. Aynı yıl BBC'nin "Hayat (Life)" belgeselini seslendirmiştir. Birçok ulusal ve uluslararası ödülünün yanı sıra, Ekim 2011'de 48. Altın Portakal Film Festivali'nde "Yaşam Boyu Onur Ödülü" aldı. 27 Eylül 2013'te İstanbul Etiler'deki evinde kalp krizi sonucu 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. 29 Eylül 2013'te Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Çamlıbel köyünde defnedilmiştir. Körelmiş yapılar Körelmiş yapılar, evrime göre, canlılarda zaman içerisinde işlevsizleşerek iz halinde kalmış yapılardır. Bazı körelmiş organlar, zamanla ev sahibi organizmalar tarafından asıl işlevlerinden farklı görevlerde kullanılacak şekilde evrimleşebilirler. Körelmiş yapılara hayvanlar aleminde yaygın olarak rastlanır. Darwin, "Vücudunun bir parçası gelişmemiş veya temel halinde kalmamış bir yüksek hayvana rastlamak neredeyse imkansızdır," demiştir. Balinalarda ve Cetacea takımının diğer üyelerinde vücudun arka kısmında gömülü bacaklar bulunur. Bunlar karada yaşayan atalarından miras kalmıştır. Yılanların artık bel kemiği, köpek baş parmağı, yengeçlerin arka ayaklarının arasındaki küçük kuyruğu ve kör hayvanlar ile uçamayan kuşların kanadı (Deve Kuşu, Emu ve Penguen gibi) da sayılabilecek diğer körelmiş organlar arasındadır. İnsanlarda birtakım genlerin de körelmiş olduğu savunulmuştur. Zeynep Sultan Camii Zeynep Sultan Camii 1769 yılında III. Ahmed'in kızı Zeynep Sultan tarafından Ayazma Camii'nin de mîmarı olan Mehmed Tahir Ağa'ya yaptırılmış barok tarzındaki câmidir. Mîmârî tarzına bulunduğu mekân göz önüne alınarak karar verilmiştir. Bu özel tarzı ve yapımında kullanılan malzemeler nedeniyle Bizans kiliselerini anımsatır. Gülhâne'nin karşısında bulunan câminin arka tarafında bugün de ilkokul olarak kullanılan mektep vardır. Eskiden sebil olarak kullanılan kısmı ise şu anda vakıflar tarafından kiraya verilmiş, büfe olarak işletilmektedir. Câminin hemen önünde I. Abdülhamit'in külliyesinden, 1920'lerde Eminönü'den 4. Vakıf Han'ın yapımı nedeniyle buraya taşınmış olan çeşme artık istimlak çalışmaları sırasında Taya Hatun Sokak'taki bugünkü yerine taşınmıştır. Hemen üst tarafında ise Osmanlı Araştırmaları Vakfı bulunmaktadır. Hazîresinde Alemdar Mustafa Paşa'nın mezarı bulunmaktadır. Yeniçeri isyânını bastırmak için İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa tahta II. Mahmut'u çıkarmış, kendisi de sadrâzamı olmuştur. Ancak bir süre sonra yeniçeriler tekrar ayaklanıp Alemdar Mustafa Paşa'nın evini kuşatmış, paşa da kendisiyle birlikte evini havaya uçurmuştur. Cesedi yeniçeriler tarafından Yedikule Zindanları'na atılmıştır. 1900 yılında İstanbul'da ilk istimlâk çalışması sırasında naaşı bir tören düzenlenerek Zeynep Sultan Camii'nin avlusuna defnedilmiştir. Câminin bahçesine bir sıbyan mektebi yapılmış ve Alemdar Mustafa Paşa'nın ismi verilmiştir. Ayrıca 1912 yılında yapılan istimlâk çalışmaları neticesinde türbesi yıkılan Zeynep Sultan'ın naaşı, câminin bodrumunda 1950 yılına kadar kalmıştır. 1950'de dönemin vakıflar idâresi tarafından Zeynep Sultan'ın naaşı bugünkü yerine defnedilmiştir. Câminin bodrumu ise 1983 yılında restore edilmiş, şu an hâlen ibâdete açık durumdadır. III. Selim'in sadrâzamlarından Zeynep Sultan ile evli olan Melek Mehmed Paşa'nın kabri de câminin hazîresinde yer almaktadır. Zeynep Sultan Camii 1958 yılında Vakıflar İdâresi tarafından, 1983 yılındaysa câmii cemaati tarafından restore edilmiştir. Zeynep Sultan Camii 2014 yılı yaz aylarından beridir İl Özel idaresi tarafından yaptırılan restorasyon çalışmaları sebebiyle kapalıdır. Açık Semalar Antlaşması Açık Semalar Antlaşması (ASA), Doğu ve Batı blokları arasında güven ve istikrarı geliştirmek amacıyla açıklık ilkesinden hareketle 1992 yılında Helsinki'de imzalanmıştır. Kasım 2000'de Rusya parlamentosu tarafından onaylanmasını müteakip 2 Ocak 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. ASA kapsamında taraf ülke toprakları üzerinde havadan silahsız gözlem uçuşları gerçekleştirilmektedir. ASA, dünya üzerinde şu ana kadar imzalanan en teknik ve en detaylı antlaşmadır. Antlaşmanın bir diğ
er özelliği ise teknolojik gelişmelere paralel olarak sürekli yenilenmesidir. Örnek olarak 2006 yılında Türkiye tarafından; Rusya (RF) ile 4 aktif ve 3 pasif, Ukrayna ile 2 aktif ve 2 pasif, Gürcistan ile 1 aktif, Bosna-Hersek Federasyonu (BIH) ile 1 aktif gözlem uçuşu Türk ASA Gözlem Uçağı ile icra edilmiştir. Bu gözlem uçuşlarından 1 aktif Rusya görevi ABD ile ortak olarak, Gürcistan görevi Fransa ve Almanya ile ortak olarak, BIH görevi ise Almanya ile ortaklaşa gerçekleştirilmiştir. Visoko Visoko, Bosna-Hersek'in merkezinde yaklaşık 17.000 sakini olan bir şehirdir. Zenica ve Saraybosna arasındaki yol üzerindedir. Visoko, Bosna nehrinin, Fojnicka nehri ile karıştığı noktada uzanmıştır. İdari olarak Zenica-Doboj Kantonu'unun bir parçasıdır. Bosna Piramitleri ile ünlüdür. Visoko bölgesi ortaçağ Bosna bölgesinin merkeziydi. Osmanlılar zamanında Ajas-beg tarafından kuruldu. Daha sonra Bosna’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na ilhakı ile yenilense de Visoko hala baştanbaşa Osmanlı kültürü ve doğu stilini yansıttı. İlk Yugoslavya zamanında Visoko fazla gelişemedi ve II. Dünya Savaşı’nda şehir fazla hasar görmedi. Tarih ve kültür açısından zengin bir şehirdir, fakat ekonomik olarak Bosna Savaşından önceki halinden çok şey kaybetmiştir. FreeBASIC FreeBASIC, tamamen ücretsiz, açık kaynak, MS-QuickBASIC sözdizimi ile uyumlu sözdizimine sahip ve birçok yeni özelliği bünyesinde barındıran, çok platformlu bir 32-bit BASIC derleyicidir. FreeBASIC bazı açılardan QuickBASIC'ten farklı olduğu hâlde, derleme sırasında -lang qb parametresini kullanarak QuickBASIC kodunu derlemeniz mümkün olabilmektedir. Ayrıca Quick BASIC'ten farklı olarak GTK kütüphaneleri ile grafik kullanıcı arayüzü oluşturmak mümkündür. Ahşap Ahşap, tarih öncesi çağlardan beri insanların yapı yapmakta kullandığı en eski ve en yaygın yapı malzemelerindendir. Geleneksel iç mimari malzemesidir. Dış kullanımda doğal koşullara daha dayanıklı olan çıralı, fırınlanmış, ya da emprenye ahşap tercih edilir. Doğal boyutları yüzünden genellikle büyük anıtsal yapılarda kullanılmaz idi. Günümüzde Lamine ahşap teknolojisi olarak adlandırılan yeni bir yöntem, kimi çevrelerde şimdiden ahşabın önümüzdeki yüzyıl için en akla yatkın yapı malzemesi olduğu düşüncesini yaratmıştır. Ahşap, taşıdığı yüke kıyasla hafif bir yapı malzemesi olup deprem yüklerine karşı sünek davranabilmektedir. Yapı malzemesi olarak değeri, -insan metabolizmasına uygunluğunun ötesinde- , küresel ısınmaya ve sera etkisine karşı mücadelede taşıdığı önem incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır. Bir yaklaşım, ağaçların ekolojik sisteme zarar vermeden, düzenli biçimde kesilerek kereste üretilmesi durumunda sera etkisinin azalacağı yönündedir. Küresel ısınma, sera etkisiyle atmosferin periyodik olarak sıcaklığının artarak ısınması olup, doğal bir süreçtir. İnsanların aktiviteleri sonucunda atmosfere, özellikle gazların girdileri arttığından etki giderek fazlalaşmaktadır. Küresel ısınma üzerinde en etkili gaz olan karbondioksit emisyonlarını % 5 oranında azaltmak için bütün ülkelerin doğayı etkilemeyen yeni endüstri politikalarını devreye sokmak zorunda olduğu belirtilmektedir. Bu çerçevede, yapı malzemeleri seçiminde ağaç malzemenin önemi bir kez daha öne çıkmaktadır. Çünkü ağaçlar aktif büyüme periyotları süresince fotosentez işleminin bir parçası olarak havadan CO emerek, karbonu odunsu dokuya bağlarlar. Örneğin; tam kuru yoğunluğu 0,50 g/cm³ olan bir m³ odun hammaddesi 250 kg karbon, 0.935 ton karbondioksit depolamaktadır. Odunsu dokuda depolanan karbonun doğaya dönmesini engellediğimiz sürece, yani ağaç malzemenin yanmasına ya da çürümesine izin vermediğimiz sürece, doğadaki sera etkisi azalacaktır. Karbon depolama, ekosistemde sürekli devam edebilir. Ancak, dikkatlerden kaçan bir konu, yaşlanan ağaçların CO2 soluyup, C depolama kabiliyetlerinin giderek azalmasıdır. Ahşap endüstrisinin geliştiği Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, İskandinav ülkelerinde çok önemli bir ekonomi koludur. Ve orman endüstrisi gelişen bu ülkelerde orman alanları artmakta, orman endüstrisinin gelişmediği ülkelerde ise tersine bir gelişme olarak orman alanları azalmaktadır. Ahşap yüzlerce materyalin ham maddesidir: Genelde insanlar zamanlarının hemen hemen %90'ını kapalı mekanlarda geçirdikleri için radona maruz kalmaları önemli bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü, akciğer kanserlerinin %15 inin radon gazından, %30 unun ise sigaradan kaynaklandığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Kapalı ortamlarda radon gazı konsantrasyonunun kontrolü amacıyla gerek ülkeler gerekse uluslararası kuruluşlar tarafından limit değerler belirlenmiştir. Söz konusu limit değerlerin aşılması halinde, radon konsantrasyonunu düşürücü tedbirlerin alınması tavsiye edilmektedir. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Temel Güvenlik Standartları (IAEA-BSS) çerçevesinde, radon için tavsiye edilen düzeyler 200-600 Bq/m³ olarak belirlenmiştir. Türkiye'de müsaade edilebilir radon konsantrasyonu ise 400 Bq/m³'tür. Ahşap yapılarda ise radon gazı konsantrasyonu maksimum değerlerin neredeyse onda biri kadardır. Atlantik Bildirisi Atlantik Bildirisi, 9 Ağustos 1941 tarihinde Müttefikler, II. Dünya Savaşı sırasında, savaşın yürütülmesini sağlamak ve zafere ulaşabilmek için alınacak önlemleri saptamak maksadıyla, çeşitli toplantılar yapmış olup, bu toplantılardan ilki, Başkan Franklin D. Roosevelt ile Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill arasında olmuştur. 9 Ağustos 1941 tarihinde yapılan toplantı sonucunda; iki devlet topraklarını genişletmek istemediklerini, bütün uluslara sınırları içinde güvenle yaşamak olanaklarını sağlayacak bir barışın yapılmasını arzuladıklarını bir bildiri ile açıkladılar. Atlantik Bildirisi olarak tanınan bu belge, liderlerce kabul edildi ve 14 Ağustos 1941'de ortak bir bildiri yayınlandı. Lehi Lehi (İbranice tam adı לח"י - לוחמי חירות ישראל "Lohamei Herut Yisrael", "İsrail Özgürlük Savaşçıları"), Filistin'de İngiliz mandasının kalkmasını, Yahudi göçünün serbest bırakılmasını ve bir Yahudi devleti kurulmasını savunan silahlı Siyonist direniş örgütü. 1940 yılında Irgun örgütünden ayrılan Avraham Stern tarafından kurulmuştur. Yüzü bulmayan üyesiyle o yıllarda Filistin'de kurulan siyonist örgütler arasında en küçüğü olmasına rağmen İngilizlere karşı yürüttüğü eylemler ve suikastlerle tanınmıştır. 28 Mayıs 1948'de İsrail Ordusu'nun kurulmasıyla eylemlerine son vermiştir. Örgüt İngilizler tarafından kurucusu Avraham Stern'e atfen Stern Grubu veya Stern Çetesi olarak da adlandırılmıştır. Atatürk Kitaplığı Atatürk Kitaplığı, İstanbul'un Taksim semtinde Mete Caddesi üzerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü'ne bağlı, halka ve araştırmacılara hizmet veren bir kitaplıktır. 1924 yılında belediye kütüphanesi olarak oluşturulan kitaplık, Cumhuriyet döneminin ilk kütüphanelerindendir. 1981yılından beri Taksim’deki binada hizmet veren kitaplık, 7 gün 24 saat açıktır. 2007 yılında ve 2011 yılında Türkiye'nin en iyi kütüphanesi seçilmiştir İstanbul’da ilk belediye kütüphanesi olarak 1924 yılında Şehremaneti Dairesi'nde oluşturuldu. Kütüphane, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın başkanlığında 1929’da Atatürk’ün Şişli’deki evinde toplanmaya başlandı. 1931 yılında ise Bayezid Medresesi’ne taşındı. Zamanla artan kitaplar medreseye sığmaz oldu. Taksim semtinde Koç Topluluğu tarafından 1973 yılında yaptırılan binaya 3 Mart 1981 tarihinde taşındı. Halen ayı binada Atatürk Kitaplığı adıyla araştırmacılara hizmet vermektedir. Yapı, Mimar Sedat Hakkı Eldem tarafından kütüphane, müze ve sergi salonlarından oluşan bir kültür kompleksi olarak tasarlanmış ancak sadece kütüphane uygulanmıştır. Kitaplık binası, arkasında bulunan Sheraton Otelindeki 60 derecelik açılara uymak üzere altıgen elemanlardan oluşturulmuştur. Eldem’in geleneksel Türk mimarisi ile modernizmi sentezleme çabasını yansıtan üç katlı betonarme bir yapıdır. En alt katta bulunan ve altıgen planlı olan kitap deposu yaklaşık 600.000 kitap kapasitelidir. Okuma ve inceleme salonları üstteki iki kattadır. Üst katta altıgen piramit kubbemsi örtüler altında büyük okuma ve katalog salonu bulunmaktadır. Bunlar pleksiglas ışıklıklarla donatılmışlardır. Sergi ve konferans salonu girişin iki tarafındaki kanatlarda yer alır. Koleksiyonunda 228 bin kitap, 20 bin dergi, 10 bin gazete cildi, 445 albüm, 12 bin 320 kartpostal, 10 bin harita, dört bin 400 yazma, 565 salname, 334 takvim ve 49 atlas bulunuyor. Arap harfli Türkçe kitaplar yönünden de Türkiye’nin en zengin kütüphanelerinden biri olan kütephanede Müteferrika matbaasında basılan ilk kitaptan harf inkılabına kadarki süreçte yayınlanan Osmanlıca kitapların büyük çoğunluğu burada bulunuyor. İlk Osmanlıca gazetelerin yanında dünyada sadece Atatürk Kitaplığı koleksiyonunda yer alan "Enîn-i Mazlûm", "Bâdiye" ve "Varlık" gibi yayınlar da mevcuttur. Kütüphanenin yabancı dil nadir eser koleksiyonununda İstanbul’u anlatan seyahatnameler, tarihi, coğrafi, demografik, folklorik bilgi veren binlerce kitap yer alır. Atatürk Kitaplığı harita arşivi, İstanbul’un en büyük eski harita arşivi kabul edilir. Koleksiyonunda İstanbul’un gravür tarzı çizilmiş ve 16’ncı yüzyıldan itibaren başlayan haritalarından, ilk üretilen bilimsel içerikli haritaya, şehir planlarından, yangın haritalarına kadar 10 bine yakın harita yer alır. Koleksiyonda Sultan Abdülaziz dönemi Beyoğlu’nun 1:200’lük ilk kadastral planları, 1913-1914 arasında üretilen 1:500’lük ‘"Alman Mavileri"’ diye şöhret bulmuş İstanbul planları, Huber’in Beyoğlu planları, İstanbul’un ilk sigorta haritalarını yapan Charles Edouard Goad ve daha sonraki yıllarda Jacques Pervititich haritaları, yangın haritalarıyla cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen haritaları bulunmaktadır. Yapı Kredi Yayınları Yapı Kredi Yayınları, Yapı Kredi Bankası'nın 1944 yılında başladığı, özellikle 1949 yılında çıkan Doğan Kardeş dergisiyle tanındığı yayıncılığı, 1992 yılında, Turhan Ilgaz'ın yönetiminde kurulan bir şi
rketle sürdüren yayıncılık kuruluşudur. Tam adı Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş., kısaltması YKY'dir. Sait Faik Hikâye Armağanı, 2003-2011 yılları arasında Darüşşafaka Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları iş birliğiyle düzenlendi. Yayınevi, Sanat Dünyamız, Cogito, Kitap-lık dergilerini yayımlamakta, aynı zamanda müzik ve sesli kitap yayıncılığı da yapmaktadır. Yapı Kredi Kültür Merkezi; Vedat Nedim Tör Müzesi, Kâzım Taşkent Sanat Galerisi, Sermet Çifter Salonu, Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi gibi bölümlere sahiptir. Yapı Kredi CEO'su Faik Açıkalın Nisan 2014'teki bir konuşmasında 4 binden fazla başlıkta kitap yayımladıklarını ifade etti. Yayınevi Ocak 2018'de ise ""Nâzım’ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937 – 1942)"" adlı eser ile 5000'inci kitabını yayımladı. Osaka Osaka ( "Ōsaka-shi"), Japonya'nın en büyük adası olan Honşu'nun Kansai Bölgesi'ndeki Osaka Körfezi'ne dökülen Yodo Nehri'nin döküldüğü yerde bulunan Japonya'nın Tokyo'dan sonraki en büyük şehri. Şehir, Osaka ilinin merkezidir. Sıklıkla Japonya'nın ikinci şehri olarak anılan Osaka, bu ülkenin tarihteki ticari merkezi idi ve şimdi, nüfusu 17,220,000 olan, Japonya'nın en büyük ikinci, Dünya'nın en büyük dokuzuncu metropol alanı olan Osaka-Kobe-Kyoto'nun kalbidir. Osaka'ya geleneksel olarak "Milletin Mutfağı" (天下の台所, tenka no daidokoro) veya Japonya'nın gurme yiyecekler başkenti gözüyle bakılmaktadır. Osaka'nın içinde bazı en eski yerleşim izleri Morinomiya Kalıntıları'nda (森の宮遺跡, Morinomiya iseki) milattan önce 5. - 6. yy'dan kalma deniz istiridyelerini ve yanmış insan iskeletlerini de içeren onların binalarının kalıntılarıyla birlikte bulunmuştur. Yayoi Dönemi'nde, ovalarda kalıcı yerleşim, pirinç tarımının daha da popüler olmasıyla büyümüştür. Kofun Dönemi'nde Osaka, bölgeyi Japonya'nın batı kısmına bağlayan bir kavşak olarak gelişmiştir. Osaka'nın ovalarında bulunan çok sayıda ve artan niceliklerdeki mezar yığınları, bir devlet oluşumuna yönlendiren güç toplanmasının kanıtı olarak görülmektedir. 645'te İmparator Kōtoku bu bölgeyi Naniwa-kyo adıyla başkent yaparak, sarayını ("難波長柄豊碕宮 Naniwa-no-nagara-no-toyosaki-no-Miya" adıyla) Osaka'ya inşa etmiştir. O zamanki Naniwa adıyla, şimdiki Osaka şehrini oluşturan alan hâlâ Naniwa (浪速) ve Namba (難波) adıyla mevcuttur. 655'te başkent Asuka'ya taşındığında (şimdiki Nara ili içinde) Naniwa; Yamato (şimdiki Nara ili), Kore ve Çin arasında kara ve denizden, halihazırda bir önemli bağlantı noktası olmuştu. 774'te Naniwa, İmparator Shōmu tarafından bir kez daha başkent yapıldı. Naniwa'nın başkentliği, 775'te imparatorluk sarayı Heijō-kyō'ya (şimdiki Nara) geri taşındığında bitti. Nara Dönemi'nin sonunda liman fonksiyonu yavaş yavaş komşu diyarlara kaptırılıp kaybedildi fakat Naniwa canlı bir ırmak, kanal ve Heian-kyō (şimdiki Kyoto) ile diğer yerler arasında bir kara taşımacılığı geçiş noktası olarak kaldı. 1496'da, Jōdo Shinshū Budist tarikatı, karargâhlarını eski Naniwa imparatorluk sarayının kalıntılarının üstüne, yoğunca sağlamlaştırılmış Ishiyama Hongan-ji'nin içine inşa ettiler. 1570'de Oda Nobunaga, 10 yıl sürecek olan 'tapınağın kuşatılması'na başladı. Keşişler sonunda 1580'de teslim oldular, tapınak yıkıldı ve Toyotomi Hideyoshi o arazinin üstüne Osaka Kalesi'ni yaptırdı. Osaka, nüfusunun büyük bir yüzdeliğinin tüccar sınıfına ait olmasıyla uzun bir süre Japonya'nın en önemli ekonomik merkezi oldu. Edo Dönemi (1603-1867) ile, Osaka Japonya'nın büyük şehirlerinden biri oldu; eskidenki işlek ve önemli bir liman işlevine geri döndü. Popüler kültürü yakın bir şekilde, Edo'da yaşamın ukiyo-e betimlemeleriyle alakalı idi. Kyoto ve Edo'daki sokak kültüründeki gelişmeye paralel olarak, Osaka'da çeşitli bunraku ve büyük kabuki üretimleri, eğlence bölgeleri ve işlek bir sanatsal toplum gelişmişti. 1837'de, düşük dereceli bir samuray olan Ōshio Heihachirō, kentin bölgedeki pek çok fakir ve çilekeş aileyi desteklemedeki isteksizliğine yanıt olarak bir köylü ayaklanmasına önderlik etti. Shogun memurları ayaklanmayı bastırana ve ardından Ōshio'nun kendini öldürmesine dek, yaklaşık olarak şehrin dörtte biri yerle bir edildi. Şimdiki şehir, yalnızca 15 km²'lik bir alanla, bu günün Chūō ve Nishi semtlerini kapsayarak, ilk olarak 1889 yılında yönetimin yasaları tarafından unvanlandırılmıştır. Daha sonra şehir, şimdiki boyutu olan 222 km²'ye ulaşana kadar üç büyük genişleme görmüştür. Osaka sade anlamıyla "Büyük Tepe" ya da "Büyük Bayır" anlamına gelir. Ōsaka isminin Naniwa'nın üstünde bir üne sahip olduğu açıktır. Ancak, bu ismin en eski kullanımına 1496'da Ishiyama Hongan-ji kuruluşu hakkında yazılmış bir yazıda rastlanır. Osaka şehrinin batı yakası Osaka Körfezi'ne açılır. Ayrıca, kuzeybatıdaki Hyōgo ilinin Amagasaki şehri hariç, hepsi Osaka iline dahil olan, sayısı 10'un üzerinde daha küçük şehir tarafından tamamen çevrelenmiştir. Şehir, Osaka ili içindeki diğer bütün şehirlerden daha fazla yer kaplar. Osaka'nın 24 semti("ku") vardır (Tokyo'dakinden bir tane daha fazla): Japonya'daki 2005 nüfus sayımına göre, 2000'deki sayımdan beridir %1.2 oranındaki 30,037 kişi artışla 2,628,811 olmuştur. Fakat bu miktar 1965 yılındaki savaş sonrası sayımının sonucu olan 3,156,222 ve 1940'daki sayımın sonucu olan 3,252,340'dan daha düşüktür. 1920 ve 1930 arasında, Büyük Kanto Depremi nedeniyle, Osaka'nın nüfusunu ikiye katlayan, yoğun bir iç göç olmuştur. 1930 nüfus sayımında, 2,453,573 ile Osaka, 2,070,913'lü Tokyo'yu geçerek, Japonya'nın en büyük şehri olmuştur. Kinki bölgesindeki pek çok şehir, bu rekorların oldukça altında nüfusa sahiptir. Osaka'nın nüfusu savaşın bitiminden geçen birkaç yıl öncesine kadar artmaktaydı. Nüfus yoğunluğu km² başına 11,836 kişidir. Yaklaşık hane başına 2.1'lik ortalama ile, hane sayısı 1,242,489'dur. 99,775 adet kayıtlı yabancı vardır. En büyük gruplar 27,466 kişi ile Koreliler ve 11,848 kişi ile Çinlilerdir. Kayıt altına alınmış en büyük parça, Koreliler kenti olarak adlandırılan Tsurashi'de bulunan Ikuno'da oturan Zainichi Korelileridir. Genel olarak kullanılan lehçe, Osaka-ben adındaki Osaka lehçesidir. Osaka'nın aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır. Bununla birlikte Osaka'nın Buenos Aires, Budapeşte ve Busan ile birlikte dostluk ve iş birliği anlaşması mevcuttur. Yüksel Aksu GNU GRUB Grand Unified Bootloader ya da GNU GRUB (kısaca GRUB), bilgisayar açılışında işletim sistemlerini yüklemeye yarayan özgür bir önyükleme yazılımdır. GNU Tasarısı'nın bir parçasıdır. GRUB, işletim sisteminin yüklenerek açılmasını sağlar. Ayrıca birden fazla sayıda işletim sisteminin yüklü olduğu bilgisayarlarda (örneğin Windows ve Ubuntu gibi) bilgisayar açılışında bir menü ekrana getirerek kullanıcının bu işletim sistemleri arasında geçiş yapabilmesini sağlar. MS Windows'un kendi önyükleme yazılımı sadece Windows işletim sistemini açmaya yönelik olarak hazırlandığı için, bilgisayar açılışında, işletim sistemlerini listeleyen bir menü (özel olarak ayarlanmadığı müddetçe) görüntülemez. Ancak bir bilgisayara Windows'un iki farklı sürümü yüklenildiğinde, Windows'un kendine özgü işletim sistemi seçme menüsü görüntülenebilir. Linux sistemlerce yaygın olarak kullanılan GRUB önyükleme yazılımı ile Windows'un önyükleme yazılımı şöyle karşılaştırılabilir: Yevgeniy Preobrajenskiy Yevgeniy Alekseyeviç Preobrajenskiy, (d. 1886 - ö. 1937) Eski Bolşevikler'den, iktisatçı, Merkezi Komite'nin Bolşevik kanadının ve ardında kurulan Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin üyesi. Nikolay Buharin ile birlikte "Komünizmin ABC'si" adlı paydaş kitabı yazdı. Sosyalizm'e geçiş sürecinde bir ekonominin dinamiğini anlatan "Yeni Ekonomi" adlı denemeyi yazdı. Stalin'in Büyük Temizleme'sinde tutuklandı ve 1937 yılında mahkûm olarak öldü. NKVD NKVD ("Narodnıy komissariyat vnutrennnih del") (Rusça: НКВД, "Народный комиссариат внутренних дел") veya "İçişleri Halk Komiserliği", Sovyetler Birliği'nin çeşitli meselelerini idare eden devlet birimi. Sovyetler Birliği'nin gizli polis teşkilatları OGPU ve Çeka'nın yerini alan Devlet Güvenlik Baş Müdürlüğü (GUGB), NKVD'nin en çok bilinen bölümüdür. Memur Memur (), devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse, görevli. Bir işle görevlendirilmiş olan, yükümlü. Arapça emir veya emr kökünden gelmekte olup emredilen anlamında mastar isimdir. Türkiye'de uygulanan kamu personel rejiminde, memurluk önemli bir istihdam tipi olarak yer almakta olup mevcut kamu çalışanlarının yaklaşık üçte ikisi memurlardan oluşmaktadır. Devlet Personel Başkanlığı'nın Temmuz 2013 verilerine göre Türkiye'de devlet 3.112.651 kamu personeli istihdam ederken, bu sayının 2.188.763'ü memurlardan oluşmaktadır. Kamu personeli sayısı TÜİK'in Haziran 2013 toplam istihdam verileriyle karşılaştırıldığında toplam istihdamın %11,8'lük kısmının kamu personeli olduğu görülmektedir. Memur hukuku esas olarak memuru inceleyen bir hukuk disiplinidir. Özel kanunlara sahip kamu personellerini incele de esas çalışma alanı 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunudur. 2006 Bakü Zirvesi 2006 Bakü Zirvesi, 2006 tarihinde Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de ECO'nun (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT)) yaptığı zirve. Zirveye ev sahibi Azerbaycan dışında diğer ECO üyeleri de katıldı. Zirvede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad ile görüşerek nükleer krizi hafifletme çağrısında bulundu. Zirve sonunda Bakü Bildirgesi de yayınlandı. ECO'nun 10 üyesi bulunuyor: Türkiye, Pakistan, İran, Azerbaycan, Afganistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan. ECO üyeleri kültürel ve ekonomik alanda iş birliğini hedefliyor. 2015 yılına kadar serbest ticaret bölgesi olmak da hedefler arasında. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ("EİT") Türkiye, İran, Pakistan tarafından kurulan ve Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla diğer Türk Devletleri'nin de dahil olduğu ekonomik örgüttür. EİT'nin on üyesi ve bir gözlemci üyesi bulunmaktadır. EİT'in üyeleri kültürel ve ekonomik alanda iş birliğini hedeflemekte
dir. Statü ve güç olarak büyümeye devam eden örgüt üyeleri arasında, 17 Temmuz 2003 tarihinde İslamabad'da ticaret anlaşması imzalandı. 1985 yılında Türkiye, İran ve Pakistan tarafından kurulan EİT, Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütünün ardılıdır. 1992 yılında Orta Asya cumhuriyetleri ve Azerbaycan'ı da kapsayacak şekilde genişlemiştir. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasında kurulan Orta Asya İşbirliği Teşkilatı (CACO)'nın da devamı niteliğindedir. Tarihi köklerinde Sadabat Paktı da vardır. Birlik aynı zamanda Türk/Fars ortaklığını, ortak Selçuklu kültürünü yansıtmaktadır. EİT'nin genel merkezi ve kültür bürosu İran'da, ekonomik bürosu Türkiye'de ve bilimsel bürosu ise Pakistan'dadır. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkeler, aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı'nın da (İİT) üyesidirler. EİT'in İİT'de 1995 yılından bu yana gözlemci statüsü bulunmaktadır. Resmî dil Resmî dil bir ülkede anayasa veya kanun ile kabûl edilen dili tanımlamak için kullanılan terimdir. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinin devlet dili olan Türkçe aynı zamanda Türkiye'nin tek resmî dilidir. Devlet ile birey ve bireyler arasındaki tüm resmî işlemlerin resmî dilde yapılması gerekmektedir. Bir ülke sınırları dâhilinde yaşayan kişiler ya da topluluklar farklı bir dil konuşsalar dahi resmî işlemlerini gerçekleştirirken resmî dil kullanmak durumundadırlar. Bir ülkede birden fazla dil resmî dil olarak kabul edilebileceği gibi resmî bir dilin olmaması da mümkündür. Örneğin Kanada'da hem İngilizce hem Fransızca resmî dildir. Filipinler'de Filipince hem resmî dil hem de devlet dilidir ve İngilizce ise resmî dildir. Bazı ülkelerdeki resmi diller: Mukoza Mukoza veya sümükdoku bazı iç organlar ve dışarıya açılan boşluklarda en dış katmanı oluşturan, ektodermik kökenli, kaplayıcı, sümük (mukus) salgılayan zar. Epitel bir yapıdır. Emilim ve salgılamada görev alırlar. Mukoz tabaka içeren vücut boşluklarına solunum yolunun büyük bir kısmı, bütün gastrointestinal kanal ve üretra dahildir. Anikonizm Anikonizm, Tanrı ve canlı varlıkların temsillerinin, kısıtlanma nedeniyle, olmayışıdır. Daha genel olarak herhangi bir tip el yapımı temsil üretiminin olmayışıdır. Sözcük kendisi Yunanca εικων "görüntü" sözcüğü, negatif ön eki "an-" ve "-izm" son ekinden oluşur. Genellikle düşünülenin aksine anikonizm sadece bir dini olgu olmayıp, sanatsal, siyasi veya kültürel bir olgudur da. Sunak Sunak ya da altar, adak adanan ve kurban kesilen dini yapı. Özellikle antik dinlerde yaygın olan "Sunak"lar, Musevilik ve Hristiyanlıkta da önemli bir yere sahiptir. Sunaklar, mimari açıdan da önemli yapılardır. Antik dinlerden kalan "sunak" yıkıntıları, dinlerin ayinsel özelliklerini ve ibadet geleneğini öğrenmek açısından çeşitli ipuçları taşır. Doğru Yol Partisi Doğru Yol Partisi (kısaca DYP), Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP)'nin siyasi mirasçısı olduğu kabul edilen eski siyasal parti. 1983 yılında, 12 Eylül Darbesi'nde kapatılan Adalet Partisi'nin devamı olarak kurulan DYP'nin, 2007 yılında adının Demokrat Parti olarak değiştirilmesiyle hukuki varlığı sona ermiştir. Süleyman Demirel ve Tansu Çiller'in genel başkan olduğu Doğru Yol Partisi 20 Kasım 1991-6 Mart 1996 tarihleri arasında kurulan koalisyon hükümeti ile kesintisiz iktidarda kaldı. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden sonra 6 Mart 1996-28 Haziran 1996 arasında Anavatan Partisi ile, 28 Haziran 1996-30 Haziran 1997 arasında Refah Partisi ile koalisyon ortağı olmuştur. 30 Haziran 1997-3 Kasım 2002 arasında ise TBMM'de muhalefet partisi olarak görevine devam etti. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden sonra TBMM dışında kaldı. Millî Güvenlik Konseyi'nin (MGK) siyasal partilerin yeniden kurulmasına izin vermesinden (Mayıs 1983) kısa bir süre sonra kurulan Büyük Türkiye Partisi (BTP), Adalet Partisi'nin kapatılmasıyla doğan siyasi boşluğu doldurmayı amaçlamıştı. BTP, eski bir siyasi partinin devamı olduğu gerekçesiyle 31 Mayıs 1983'te MGK tarafından kapatılınca, bu kez aynı amaçla DYP kuruldu (23 Haziran 1983). Genel başkanlığına Ahmet Nusret Tuna'nın getirildiği DYP, Siyasi Partiler Kanunu'nun geçici maddelerinde öngörülen örgütlenme barajını aştı. Ama kurucu üyelerinin MGK tarafından birkaç kez veto edilmesi nedeniyle 24 Ağustos 1983'ten önce 30 kurucu üyeyi tamamlayamadı ve 1983 genel seçimlerine katılamadı. Bu arada genel başkan Ahmet Nusret Tuna'nın da veto edilmesi üzerine genel başkanlığa Yıldırım Avcı getirildi. DYP 25 Mart 1984 yerel seçimlerinde, iktidar partisi Anavatan Partisi (ANAP) ve Sosyal Demokrasi Partisi'nden (SODEP) sonra, en çok oy toplayan parti oldu. Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 12 Nisan 1984'te DYP'nin AP ve BTP'nin devamı olduğu, Siyasi Partiler Kanunu'na aykırı etkinliklerde bulunduğu gerekçesiyle kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne açtığı dava 28 Eylül'de reddedildi. DYP'nin 14 Mayıs 1985'te toplanan I. Büyük Kongresi'nde partini genel başkanlığına AP'nin eski İstanbul il başkanı Hüsamettin Cindoruk seçildi. Mehmet Gölhan, Mehmet Dülger, Mustafa Derin, İsmail Heral ve Baki Tuğ genel başkan yardımcılıklarına, Gökberk Ergenekon da genel sekreterliğe getirildi. Mayıs 1986'da Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin feshinden sonra bazı milletvekillerinin partiye katılmasıyla Mayıs 1986'da TBMM'de grup oluşturdu. 28 Eylül 1986'da yapılan ara seçimlerde DYP yüzde 23.5 oranında oy alarak ikinci parti oldu ve dört milletvekili çıkardı. 6 Eylül 1987'de yapılan halkoylaması sonucunda siyaset yasağı kalkan Süleyman Demirel 24 Eylül 1987'de genel başkanlığa seçildi. DYP 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde oyların yüzde 19.14'ünü alarak 59 milletvekili çıkardı. 1989 yerel seçimlerinde aldığı 25.13'lük oy oranıyla merkez sağdaki rakibi ANAP'ı ilk kez geçerek ikinci parti konumuna geldi. ANAP'ın üçüncü parti olduğunu öne sürerek genel seçim isteyen DYP, bu ortamda aynı yılın ekim ayında yapılan ve ANAP lideri Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı seçildiği cumhurbaşkanlığı seçimini de Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yle beraber boykot etti. Kasım 1990'da yapılan 3. büyük kongrede Demirel yeniden genel başkan seçildi. 1991'de erken seçim kararı alınınca DYP, genel başkanı Demirel öncülüğünde yoğun bir propaganda kampanyası başlattı. Bu seçimlerde Bedrettin Dalan'ın liderliğindeki Demokrat Merkez Partisi'nin DYP ile birleşmesi kararı kabul edildi. 20 Ekim 1991 seçimleri'nde oyların yüzde 27'sini alan DYP 178 milletvekili çıkararak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde birinci parti konumuna geldi. Ancak tek başına iktidara gelebilecek milletvekili sayısına ulaşamadığından Erdal İnönü'nün genel başkanlığında bulunduğu Sosyaldemokrat Halkçı Parti ile Süleyman Demirel'in başkanlığında koalisyon hükümeti kuruldu. 19 Haziran 1992'de kabul edilen 3821 sayılı kanun ile; daha önce kapatılmış olan siyasi partilerin, aynı ad, rumuz, amblem, rozet ve benzeri işaretleri kullanarak yeniden açılmasına müsaade edildi. Bunun üzerine, 12 Eylül Darbesi'nde kapatılan Adalet Partisi (AP) Büyük Kongresi 19 Aralık 1992 tarihinde Ankara Atatürk Spor Salonunda toplandı ve bu kongrede; katılan delegelerin ezici çoğunluğunun kararı ile Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi'ne katılma kararı alarak tüm mal varlığı, borç ve alacakları ile DYP'ye katıldı. 17 Nisan 1993'te cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın beklenmeyen vefatı üzerine, hükümet ortağı SHP'nin de desteğini alan Süleyman Demirel cumhurbaşkanlığına seçildi (16 Mayıs 1993). Demirel'den boşalan genel başkanlık -aynı zamanda başbakanlık- görevinin belirlendiği kongre, 13 Haziran 1993'te yapıldı. Kongrede genel başkanlığa, Millî Eğitim Bakanı Köksal Toptan, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Tansu Çiller adaylıklarını koydular. İlk turda yeterli oyu alamamasına karşın Tansu Çiller'in yüksek oy alması diğer adayların adaylıktan çekilmelerine sebep oldu, böylece ikinci tura rakipsiz giren Tansu Çiller, genel başkanlığa seçildi. Kongrenin ertesi günü, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de hükümeti kurma görevini Tansu Çiller'e verdi, II. DYP-SHP Hükümeti Tansu Çiller başkanlığında kuruldu. DYP'nin, Çiller liderliğinde girdiği ilk seçim olan 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde oyların yüzde 21.53'ünü alarak 1991 genel seçimlerine göre oy kaybı yaşadı. Seçimlerden hemen sonra, makroekonomik değerlerdeki (cari açık ve kamu açığı) dengesizliği giderebilmek amacıyla 5 Nisan Kararları olarak bilinen ekonomik önlemler paketi açıklandı. Ancak önlemler reel ücretlerde düşüş, artan işsizlik, devalüasyon ve zaten çift haneli oranlardaki enflasyonun üç haneli oranlara tırmanmasına neden oldu. 1990'ların başından beri eylemlerini giderek tırmandırmakta olan PKK'ya karşı başlatılan sert önlemler ise özellikle Güneydoğu Anadolu'da yaygın insan hakları ihlallerine neden oldu. 18 Şubat 1995'te toplanan SHP-Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ortak kurultayında hükümet ortağı SHP'nin feshine ve CHP'ye katılmasına karar verildi. Haziran 1995'te, İstanbul Emniyet müdürü Necdet Menzir'in bir cenaze töreni sırasında yaptığı konuşmada üstü kapalı olarak İnsan Haklarından Sorumlu devlet bakanı CHP'li Algan Hacaloğlu'nu hedef alması hükümet ortakları arasında gerilime neden oldu. Çiller'in, CHP'nin Menzir'in görevden alınmasına yönelik taleplerini karşılıksız bırakması hükümetin sonunu getirdi. 5 Ekim 1995'te kurulan Tansu Çiller başkanlığındaki DYP azınlık hükümeti TBMM'de güvenoyu alamadı (15 Ekim). Başarısız güvenoylamasından sonra seçim kararı alınarak ülkeyi seçime götürecek DYP-CHP koalisyon hükümeti kuruldu. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde terörle mücadele ve laiklik konularını öne çıkaran bir propaganda faaliyeti yürüten DYP, Doğan Güreş, Hayri Kozakçıoğlu, Mehmet Ağar, Necdet Menzir ve Ünal Erkan gibi güvenlik bürokratlarının önplana çıktığı ve "A Takımı" olarak tanıtılan bir aday kadrosu oluşturdu. 1995 genel seçimlerinde aldığı yüzde 19.18 oy oranı ile üçüncü olan DYP 135 milletvekilliği kazandı. Seçimlerden sonra hiçbir partinin tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısı olmadığı için başlatılan hükümet kurma faaliyetleri 1996
martında DYP ve ANAP arasında ANAYOL olarak adlandırılan hükümetin kurulmasıyla sonuçlandı. ANAYOL Hükümeti, 12 Mart 1996 tarihinde TBMM'deki oylamada güvenoylaması almasına rağmen, Refah Partisi, alınan güven oyunun Anayasa’nın öngördüğü çoğunluğun altında kaldığını ileri sürerek, oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, Bakanlar Kurulu’nun güvenoyu almış sayılabilmesi için toplantıya katılan 544 üyenin yarısının bir fazlası olan 273 kabul oyu gerektiğini belirterek, söz konusu olan oylamanın iptaline karar verdi. Anayol Hükümeti bu karar üzerine görevi bırakmak zorunda kaldı, Başbakan Yılmaz, 6 Haziran 1996'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e istifasını sundu. Yılmaz'ın istifasından hemen sonra başlatılan hükümet kurma çabaları, DYP ile Refah Partisi arasında kurulan REFAHYOL Hükümeti'yle noktalandı. 28 Haziran'da güvenoyu alan Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümette Çiller de başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı oldu. Tansu Çiller'in 1995 seçimlerinden önce Refah Partisi aleyhindeki sözlerine rağmen onunla koalisyon kurması parti içinde çatlağa neden oldu. 21 Temmuz 1996'da yapılan ve Tansu Çiller'in tekrar genel başkanlığa seçildiği DYP 5. büyük kongresinde 1995 seçimleri öncesinde aday tayini ile başlanan parti içindeki Süleyman Demirel'e yakın isimler ile muhaliflerin tasfiye süreci parti yönetiminin belirlenmesinde de sürdü. Kasım 1996'da patlak veren Susurluk Skandalı özellikle hükümetin DYP kanadını etkiledi. "devlet, siyaset, mafya" üçgeninde yasadışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasına yönelik kamuoyu talepleri "Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi verilen sivil toplum eylemlerine dönüştü. Bu ortamda içişleri bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Refahyol Hükümeti döneminde yaşanan en büyük olaylardan biri de hiç şüphesiz, daha sonra 28 Şubat Süreci veya postmodern darbe olarak adlandırılacak olan 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısıydı. 28 Şubat Kararları olarak bilinen bu ve alınmasında MGK'nın askeri kanadının etkili olduğu söylenen bu kararlar Refahyol Hükümeti'nin çöküş sürecinin başlangıcı oldu. 28 Şubat Kararlarının ardından, başbakan Necmettin Erbakan koalisyon protokolü gereği başbakanlık görevinin Tansu Çiller'e verilmesi amacıyla 18 haziran 1997'de istifasını vermiş, ancak cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümet ortakları arasındaki protokolü dikkate almayarak hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a vermiştir. Yani bir diğer deyişle Postmodern Darbe olmuştur. Bu sürece postmodern darbe denmesinin sebebi ordu tamamiyle devlet işlerine el koymamış ancak bir bildirgeyle hükümeti istifaya zorlamıştır. Bu olaylar sırasında Refahyol Hükümetinin kurulmasına karşı çıkan ve daha önce tasfiye edilmiş muhaliflerin DYP'den kopmasıyla Hüsamettin Cindoruk liderliğinde Demokrat Türkiye Partisi (DTP) kuruldu. ANAP-DSP-DTP koalisyonunun (ANASOL-D) kurulması ile DYP 5.5 yıl aradan sonra tekrar muhalefete geçmiştir. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde Doğru Yol Partisi seçim barajının çok az üstünde bir oranıyla % 12 oy ile TBMM'ye giren 5. parti oldu. DYP'nin 85 milletvekilliği çıkardığı seçimlerde genel başkan Çiller, aday olduğu İstanbul'da ancak CHP'nin seçim barajını aşamamasıyla TBMM'ye seçilebildi. 20 Kasım 1999'da yapılan 6. büyük kongrede ihraçlarla gücünü budadığı muhalefetin adayı Köksal Toptan'ı rahat biçimde yenerek tekrar genel başkan seçildi. Haziran 2001'de anamuhalefet partisi Fazilet Partisi'nin (FP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve Millî Görüş hareketinde meydana gelen bölünme DYP'yi anamuhalefet partisi durumuna getirdi. TBMM 21. Dönemi içinde partiler içindeki ayrışmalar DYP'yi milletvekili sayısı olarak 5. girdiği TBMM'de ikinci sıraya kadar taşıdı. Demokrat Türkiye Partisi ve Aydınlık Türkiye Partisi (ATP) adaylarının da DYP listelerinden aday olduğu 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde DYP açısında hüsran oldu; muhalefette olmasına rağmen oy kaybeden DYP, kıl payı denebilecek bir oranla baraj altında kalarak 16 yıl aradan sonra TBMM dışında kaldı. Çiller de bütün sorumluluğu üstlendiğini açıklayarak 7. büyük kongrede aday olmayacağını açıkladı. 6 genel başkan adayının katıldığı 14 Aralık 2002'de yapılan 7. büyük kongrenin birinci turunda oy kullanan 1109 delegenin 815'inin oyunu alan Mehmet Ağar, DYP'nin 6. genel başkanı oldu. Mehmet Ağar yönetimindeki DYP, girdiği ilk seçim olan 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde 2002'deki oy oranının çok az üstüne çıkabildi. 27 Nisan 2007'de yapılan ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) talebi sonucu iptal edilen cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu CHP ile birlikte boykot etti. Merkez sağda birlik için Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin birleşmeleri yönündeki taleplerin yoğunlaşması sonucu, 5 Mayıs 2007 günü DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ve Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu iki partinin Demokrat Parti adı ile bütünleşmesi konusunda protokol imzaladılar. 27 Mayıs 2007 günkü kongrede partinin adı Demokrat Parti olarak değiştirilerek DYP kapatıldı. Bir gün sonra eski partililer tarafından Çetin Özaçıkgöz'ün Kurucu Başkanlığında Doğru Yol Partisi tekrar kuruldu. Doğru Yol Partisi her ne kadar Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP)'nin siyasi mirasçısı olmuşsa da 12 Eylül Darbesi'nden sonra merkez sağ kulvarı Anavatan Partisi'yle (ANAP) paylaşmak zorunda kalmıştır. ANAP'ın kentli ve bilim yanlısı görünümüne oranla bir "köylü partisi" imajına sahip olmuştur. Anavatan Partisi'nin daha liberal politikalarına karşı daha ulusalcı ve gelenekçi bir söylem kullanmıştır. 1990'lı yıllara kadar toplam seçmenin yaklaşık yarısını elinde bulunduran bu iki parti 1990'lardan itibaren tabanlarını hızla kaybetmeye başlamışlardır. Doğru Yol Partisi de bu erimeden payına düşeni almış, özellikle 1990'lı yıllardan itibaren ağırlıklı olarak Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve 2000'li yıllarda kısmen Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP), daha küçük oranlarda ise Millî Görüş partilerine (2000'li yıllarda Adalet ve Kalkınma Partisi) karşı tabanını koruyamamıştır. Pargalı İbrahim Paşa Pargalı İbrahim Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Frenk İbrahim Paşa ya da öldürüldükten sonraki unvanıyla Maktul İbrahim Paşa (d. Parga - ö. 15 Mart 1536, İstanbul) I. Süleyman saltanatı döneminde 27 Haziran 1523 - 15 Mart 1536 arasında sadrazamlık yapmış, önemli siyasal ve askeri olaylarda rol oynamış Osmanlı devlet adamı. Eşi, Kanuni Sultan Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan'dır. Hayatının ilk yıllarına dair kesin bir bilgi yoktur. Rivayetler arasında bugün Yunanistan'da kalan Parga yakınlarındaki bir köyde doğduğu ve II. Bayezid devrinde korsanlar tarafından kaçırılarak Kefe'deki I. Süleyman'a verildiği veya Manisa'da dul bir kadına satıldıktan bir süre sonra Şehzade Süleyman'ın hizmetine girdiği yer alır. İbrahim Paşa'nın anne ve babasını sadrazamlığı sırasında İstanbul'a getirttiği kayıtlara geçmiştir. Sultan Süleyman'ın maiyetinden idamına kadar geçirdiği yıllar boyunca onun yakın arkadaşı ve danışmanı oldu. I. Süleyman padişah olduktan sonra onunla birlikte İstanbul'a geldi ve Osmanlı Devleti'nde Sadrazamlık, Anadolu ve Rumeli Beylerbeylikleri ve Seraskerlik (1528/29-1536) dahil olmak üzere en üst düzeylerdeki görevlerde bulundu. I. Süleyman'ın padişah olması ile birlikte ilk önce Hasodabaşılık görevine atanarak bu noktadan sonra kendi yetenekleri ve padişah ile aralarındaki sıradışı güven ilişkisi sayesinde hızla yükseldi. 1521'de Belgrad'ın Fethinde görev aldı. 1522'de Rodos seferine katıldı. Bu durumdan dolayı İbrahim 1523'te, (Çeşitli kaynaklarda 1522 ve 1524 olarak da tarihlenmektedir.) sadrazamlığa getirildi. Mısır'da asayişi sağlamakla görevlendirildi ve kendisine Mısır Beylerbeyi unvanı verildi. Bu esnada Mısır'da pek çok ıslahat gerçekleştirdi. Macaristan seferine katıldı ve Mohaç Savaşı'nın kazanılmasında önemli rol oynadı. Daha sonra Anadolu'daki Alevi-Türkmen isyanlarını bastırmakla görevlendirildi. Anadolu'da aldığı tedbirlerle isyanları sona erdirdi. I. Viyana Kuşatması ile sonuçlanan 2. Macaristan seferine katıldı. Avusturya imparatorunu Osmanlı sadrazamına eşit sayan 1533 tarihli İstanbul Antlaşması'nın müzakerelerini bizzat yürüttü. Safevi Devleti'ne karşı düzenlenen Irakeyn Seferi'ne öncü birlik olarak katıldı. Tebriz'i aldıktan sonra padişahın kuvvetleri ile birleşti ve Bağdat'ın fethinde görev aldı. İbrahim Paşa'nın dönemindeki gücünü ortaya koyacak en önemli veri; Kanuni Sultan Süleyman tarafından Seraskerlik makamına getirildiğinde İmparatorluğun o güne dek dört tuğla simgelenen gücünün yedi tuğa çıkarılması ve İbrahim Paşa'nın da altı tuğ taşımaya yetkili kılınmış olmasıdır. Padişahtan tek eksiği hilafet tuğudur. Tarihi gerçekliği tartışmaya açık olsa da Kanuni Sultan Süleyman'ın kardeşi Hatice Sultan'la evlenmesi de iktidarında ilerleme kaydetmesinde büyük rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun o dönemde bilinen dünyayı şekillendiren üstün dış politikasının kontrolü tamamen İbrahim Paşa'nın elindedir. Ayrıca İbrahim Paşa, İstanbul Antlaşması'yla birlikte Osmanlı sadrazamı olarak Avusturya imparatoruna denk konuma getirilmiştir. Venedik diplomatlarının İbrahim Paşa'ya Muhteşem Süleyman'a atıfla "Muhteşem İbrahim" dedikleri kayda geçmiştir. Fransa ile yürütülen işbirliğinde önemli rolü vardır. Pargalı İbrahim Paşa'nın en çok konuşulan faaliyetlerinden biri de Mohaç Meydan Muharebesi sonrasında Budin'den İstanbul'a getirerek sarayına diktirdiği mitolojik heykellerdir. Üç güzeller olarak anılan bu heykeller her ne kadar ilgi uyandırsa da bazı çevreler tarafından put olarak görülmüş ve hoş karşılanmamıştır. Heykellerin dikilmesinden birkaç yıl sonra dönemin ünlü şairlerinden Figânî'nin yazdığı iki mısralık şiir çok konuşulmuştur. Figânî'nin şiirinde İbrahim Paşa, "Cihan tapınağına iki İbrahim geldi. Biri putları kırdı, diğeri putları dikti" sözleriyle put dikmekle suçlanmaktadır. İbrahim Paşa bu duruma oldukça öfkelenmiş ve şairin cezalandırılmasını emretmiştir. Figânî 1532 yılında idam edilmiştir. Makbul İbrahim Paşa'nın ölümüyle ilgili pek çok neden öne sürülmekte
dir. Avusturya'yla 1533 yılında yapılan barış görüşmeleri sırasında elçilere devletin kudretinden bahsettikten sonra kendi gücünü şöyle vurgulamıştır: "Bu büyük devleti idare eden benim; her ne yaparsam, yapılmış olarak kalır, zira bütün kudret benim elimdedir; memuriyetleri ben veririm, eyaletleri ben tevzi ederim; verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Büyük padişah bir şey ihsan etmek istediği yahut ihsan ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam, gayr-i vaki gibi kalır; çünkü her şey; harb, sulh, servet, kuvvet benim elimdedir." Bu sözlerle İbrahim Paşa'nın iktidar hırsının hangi boyutlara ulaştığı anlaşılmaktadır. Paşa özellikle Irakeyn Seferi sırasında padişahtan kendisini soğutmaya başlamıştır. Defterdar İskender Çelebi'yi idam ettirmesinin padişahı ondan soğutan nedenlerden birisi olduğu düşünülür. Pek çok tarihçi, yabancı elçilerin İbrahim Paşa’yla görüşmelerine ilişkin hazırladıkları raporlarından yola çıkarak onun iktidar hırsıyla pek çok kararı kendi başına buyruk verdiği savında bulunmaktadır. Bu nedenle, 1536 yılında gücünden kaygılanan Kanuni Sultan Süleyman'ın emri ile öldürüldüğü iddia edilmektedir. Ayrıca Makbul İbrahim Paşa'nın Hürrem Sultan'ın oğlu olmayan Şehzade Mustafa'yı desteklemesinden dolayı ölümünde Hürrem Sultan'ın da büyük bir rol oynadığı rivayet edilir. İbrahim Paşa, Fransızlara verilecek olan kapitülasyonlarla ilgili çalışmalarını yürütürken, 14-15 Mart gecesi iftar için saraya davet edildi. İftardan sonra dört dilsiz cellat tarafından boğuldu. Daha önce "Makbul" olarak anılırken, ölümünden sonra "Maktul" olarak anıldı. İbrahim Paşa'nın ölümüyle Fransızlara verilecek olan kapitülasyon antlaşması taslak halinde kaldı ve yürürlüğe girmedi. Birçok Osmanlı yetkilisi ve tarihçisi İbrahim Paşa'nın ölümünden sonra devletin otoritesinin zayıfladığı kanaatindeydi. İbrahim Paşa'nın ölümünden sonra 1537 senesinde Roma'nın kapısı olan, Korfu Adasını kuşatan Ayas Mehmed Paşa, kaleyi ele geçiremedi. Dönemin Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, Korfu Kuşatması'nın başarısızlıkla sonuçlanmasından Ayas Mehmed Paşayı sorumlu tuttular. Sultan Süleyman'nın seferin sonlarına doğru yaptığı Divan-ı Hârp toplantısında şunları dedikleri dikkat çekmiştir: "Merhum İbrahim Paşa hazretleri olsaydı böyle olmazdı öyle bir Serdar aramızda olsaydı kalenin fethi çoktan müyessere olmuştu" demişlerdir. Bunun üzerine Sultan Süleyman öfkelenerek Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerini azletmiştir. Sicil-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir : "Akıllı, cömert, cesur ise de kötü hareketlerinden dolayı nefsini tehlikeye attı." Farsça, Rumca, Sırpça ve İtalyanca bilen İbrahim Paşa, müzik alanında çocukluğundan itibaren yoğun bir eğitim görmüş ve kendisini bu alanda geliştirmiştir. İbrahim Paşa, Roma'ya direnen Anibal'ın ve Makedonya İmparatorluğu'nu yöneten Büyük İskender'in hikâyelerini okumaktan hoşlanıyordu. Venedik elçisi Pietro Bragadino'nun 1526 tarihli raporunda İbrahim Paşa'nın zayıf ve ufak tefek yüzlü olduğunu, sultanın en yakın danışmanı konumunda bulunduğunu belirterek şunları kaydetmektedir: Dünyadaki diğer büyük beylerin neler yaptığı, onların toprakları, ülkeleri konusunda oldukça meraklı; değerli ilginç eşyalar satın alıyor, bilgili biri, kitapları okuyor, ülkesinin kurallarını çok iyi biliyor. Bu paşadan önceleri herkes çok nefret ediyormuş ama şimdi sultanın onu çok sevdiğini gördüklerinden herkes onunla arkadaş olmaya çalışıyor, sultanın annesi, karısı, diğer iki paşa da dâhil. Hiçbiri, hiçbir konuda kendisine karşı gelmiyor. Bu yüzden istediği her şeyi yapabiliyor. Sultanına çok sadık. Halkın önünde hediye almak hoşuna gidiyor, gizli hiçbir hediyeyi kabul etmiyor. Sanata düşkün olan İbrahim Paşa aynı zamanda büyük bir edebiyat hamisiydi. Avrupa'yı çok yakından takip ediyor ve bilgisini padişaha hissettirmekten de geri kalmıyordu. Birçok araştırmacı ve tarihçi İbrahim Paşa'nın büyük bir diplomat olduğu kanaatindedirler. 13 sene sadrazamlık yapan İbrahim Paşa İstanbul, Mekke, Selanik, Hezergrad (Razgrad) İbrahim Paşa Camii ve Kavala'da Cami, Mescid, Mektep, Medrese Zaviye, Hamam ve Çeşme gibi eserler inşa ettirmiş ve bunlara vakıflar tahsis ettirmiştir. Önemli bir sanat ve özellikle edebiyat hamisidir. İbrahim Paşa'nın sarayı bugün Türk-İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktadır. Fransız yazar Louis Gardel Pargalı İbrahim Paşa'nın hayatını ele alan Fransızca "L'Aurore des bien-aimés" adlı romanı 1997'de yazmış; bu eser Fransa'da Prix France Télévisions adlı bir ödül kazanmıştır. Bu roman "Sevenlerin Şafağı" ismiyle Türkçeye çevrilip basılmıştır. Türk yazar Cahit Ülkü "Masal Olmayan Masallar" adını verip hazırladığı üçleme romanın ilk kitabı "Pargalı İbrahim Paşa: Kanuni'nin Düşü, Hürrem'in Kabusu" olup ikinci kitap "Rüstem Paşa", üçüncü kitap ise "Suların Getirdiği Padişah 2. Selim" olmaktadır. İbrahim Paşa, 2003 tarihli "Hürrem Sultan" dizisinde Serdar Deniz tarafından canlandırıldı. Tims Productions yapımı olan ve temel olarak Osmanlı İmparatorluğu padişahı I. Süleyman'ın hayatı üzerine kurgulanan "Muhteşem Yüzyıl" adlı Türk tarihî televizyon dizisinde Pargalı İbrahim Paşa, aktör Okan Yalabık tarafından canlandırılmıştır. 82 bölüm sonunda tarihte yer aldığı şekilde, idam edilerek öldürülmüştür. Fuat Sirmen Ali Fuat Sirmen, (1899, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - 18 Mayıs 1981, İstanbul, Türkiye), Türk siyasetçi. 1899 yılında dünyaya gelen Sirmen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra ve Roma Üniversitesi'nde doktora derecesi aldı. Ankara Cumhuriyet Müddeyi Umumiliği ve Adliye Müfettişliği yaptı. Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) V. Dönem Erzurum, VI., VII., VIII. ve XII. Dönem Rize ve XIII. Dönem İstanbul Milletvekilliği, İktisat (1943-46) ve Adalet Bakanlığı (1948-50) ile TBMM Başkanlığı yaptı (Kasım 1961-Ekim 1965). Bekardı. Bağırsak ve karaciğer kanserinden vefat ederek Şişli Camii'nde kılınan öğle namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Makigiller Makigiller (Lemuridae), makimsiler (Lemuriformes) grubunun en çok tanılan maymun familyası. Tüm makimsiler gibi sadece Madagaskar'da bulunurlar. Eskiden bu familya'ya koyulan kedi makisigiller ve oyuncu makigiller artık ayrı familyalara ayrılmaktalar. Böylece makigiller familyası artık 20 yaşayan ve 2 soyu tükenmiş türden oluşur. Bilimsel adları, Latince "lemures" sözcüğünden gelir ve "gecenin ruhu" ya da "hayalet" anlamına gelir. Bu isim, iri ve parlak gözleri ile tuhaf çığlıkları nedeniyle verilmiştir. Familyanın yaşayan türleri 24 – 57 cm uzunluğa (kuyruk 32 – 65 cm) ve 0,7 - 4 Kg ağırlığa ulaşırlar. Soyu tükenen "Pachylemur" cinsi daha da büyüktü. Postları yumuşak, yünlü, çoğu gri, kahverengi ve siyahımsı varyasyonlarda olur. Vücut zayıf, bacaklar incedir. Arka bacakları ön bacaklarından uzundur. Tüm nemli burunlu maymunlarda olduğu gibi ikinci ayak parmağı tırnaksız, temizlik parmağı olarak evrimselleşmiştir. Diğer parmaklarının hepsinde tırnakları olur. Tüm makimsiler gibi makigiller de Madagaskar adasında yaşar. Mongoz makisi ile kahverengi maki insanlar tarafından Komor adalarına da salınmıştır. Hem adanın batısında bulunan kuru ormanlarda hem de doğudaki tropik ormanlarda yaşarlar. Adanın ormansız, dağlık merkezinde raslanılmazlar. Bu maymun familyası ağaçta yaşamayı tercih eder. Sadece Halka kuyruklu maki ("Lemur catta") (ve büyük ihtimalle soyu tükenmiş "Pachylemur" cinsi) yerde de yaşar. Ağaçlarda dört ayak üstünde tırmanıp atlayarak ilerlerler. Çoğu diğer makimsilerden farklı olarak sırf gece aktif değil, daha çok gündüz aktif olurlar, veya belli bir gece güngüz ritimleri olmaz. Gruplar içinde yaşar ve farklı sesler ile anlaşırlar. Kata türünde 30 ayrı anlamlı ses şekilleri tespit edilmiştir. Makigiller ağırlıklı olarak otoburdur; meyve ve yaprak ile beslenirler. Bambu makileri bambu ile beslenir. Bazı türler farklı derecede bir miktar etçil de beslenir; böcek, örümcek, kırkayak veya küçük omurgalılar yerler. Familyanın çoğu türlerinde dişilerin bir çift memesi olur ve tek bir yavru doğurur, ancak üç çift memesi olan vari cinsi ("Varecia") ikiz veya üçüz doğurur. Varilerde gebelik 90 - 100 gün, diğerlerinde ise 125 - 150 gün sürer. Makiler annelerinin tüylerine tutunacak kadar büyümeden önce, anneleri onları ağızlarında taşır veya yapraklardan yaptığı bir yuvaya bırakır. Birkaç ay sonra anne sütü keser ve yavrular 2 - 4 yıl içinde ergenleşir. Makiler yaklaşık 18 sene yaşayabilirler. Makigiller familyasının neredeyse her türü soyu tükenmekte olan hayvanlar listesinde yer alır. Bunun nedenleri ormanların yok edilmesi ve avlanılmalarıdır. Makigiller 5 yaşayan makimsi (Lemuriformes) familyasından biridir. Familya 6 cinse ve 20 türe bölünür: Ferruh Bozbeyli Ferruh Bozbeyli (d. 1927, Pazarcık, Kahramanmaraş), Türk siyasetçi. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) başkanlığı (1965-70) ve Demokratik Parti genel başkanlığı yaptı (1970-78). İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre avukatlık yapan Bozbeyli, 27 Mayıs Dönemi'nde Demokrat Partililerin (DP) savunmasını yaptı. 1961'de siyasete atılarak Adalet Partisi'nden (AP) İstanbul milletvekili seçildi. Bu dönemde AP meclis grubu başkanlığı ve TBMM başkanvekilliği görevlerinde bulundu. 1965 genel seçimlerinde yeniden İstanbul milletvekili seçildi ve partisinin mecliste çoğunluğu sağlamasıyla TBMM Başkanlığına getirildi. Bu göreve 1967 ve 1969'da iki kez daha seçildi. AP içinde genel başkan Süleyman Demirel'e karşıt grupta yer alarak, Ekim 1970'te TBMM Başkanlığından, bir ay sonra da, Saadettin Bilgiç'in başını çektiği "41'ler" denilen grupla AP'den ayrıldı. Yine bu grupla birlikte Demokratik Parti'nin (DP) kurucuları arasında yer aldı ve genel başkanlığa seçildi. 1973 cumhurbaşkanlığı seçiminde aday oldu ancak seçilemedi. Partisi ilk genel seçimi olan 1973 genel seçimlerinde % 11,89 oy oranıyla parlamentoda 45 sandalye kazandı, Bozbeyli de yine İstanbul milletvekili olarak parlamentoya seçildi. DP, Mart 1975'te I. Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluş hazırlıkları sıras
ında parçalandı. Saadettin Bilgiç ve arkadaşları DP'nin çoğunluğunu da sürükleyerek AP'ye geri dönerken, Bozbeyli DP'de kaldı ve genel başkanlık görevini yürütmeye devam etti. Bu nedenle güç kaybeden DP'nin yüzde 1,85 oranında oy aldığı 1977 genel seçimlerinde milletvekili seçilemeyince önce DP genel başkanlığından (Aralık 1978), ardından da aktif siyasetten çekildi. Türkiye İş Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirildi. 1990-1992 yılları arasında da yönetim kurulu başkanlığı yaptı. "Türkiye'de Siyasal Partilerin Ekonomik ve Sosyal Görüşleri" (1969), "Demokratik Sağ" (1976), "Birinci Cemre" (1977) ve "Politika Sanatı" (1980) adlı yapıtları olan Bozbeyli, hatıralarını anlattığı "Yalnız Demokrat" isimli kitabı Haziran 2009'da yayımladı. Halen hayatta olan en eski TBMM Başkanı'dır Sabit Osman Avcı Sabit Osman Avcı, (1921, Artvin, Osmanlı İmparatorluğu - 8 Şubat 2009, İstanbul, Türkiye), Türk siyasetçi. 1939 yılında liseyi, 1944 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'ni bitirdi. Orman Yüksek mühendisi olarak Orman Genel Müdürlüğünün çeşitli dallarında hizmet verdi. 1953 yılında araştırmalar yapmak için Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderildi. Mersin Orman Başmüdürlüğü yaptı. 1.(XII.), 2.(XIII.), 3.(XIV) ve 4.(XV.) dönem Artvin, 5.(XVI.) dönem İstanbul milletvekilliği yapmıştır. Ferruh Bozbeyli'den sonra 26 Kasım 1970'de Millet Meclisi başkanlığına seçildi. Bu görevi 24 Ekim 1973'e kadar yürüttü. Köy İşleri, Orman, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlıkları yapmıştır. 1980 darbesi sonrası siyasetten çekildi. 8 Şubat 2009 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu 89 yaşında vefat etti. Kocatepe Camii'nde düzenlenen devlet töreninin ardından Devlet Mezarlığı'nda toprağa verildi. Evli ve iki çocuk babasıydı. MÖ 318 Cahit Karakaş Cahit Karakaş (1928, Bartın), 12 Eylül Darbesi sırasında TBMM başkanlığını yapmakta olan Türk siyasetçi. 1952 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. Berlin Teknik Üniversitesi'nde su inşaatı ve su ekonomisi kürsüsünden 1961 yılında doktorasını aldı. Yurda dönünce Bayındırlık Bakanlığının çeşitli alanlarında çalıştı. 1965 yılında Adalet Partisi'nden Zonguldak milletvekili seçildi. 1969 yılında tekrar Adalet Partisi'nden milletvekili seçildi. 1973 yılında Adalet Partisi'nden istifa edip Cumhuriyet Halk Partisi'ne geçti. 1. Nihat Erim kabinesinde Bayındırlık ve Ulaştırma bakanlıklarında bulundu. 17 Kasım 1977'de Millet Meclisi başkanlığına seçildi ve bu görevi 12 Eylül 1980'e kadar sürdü. Cahit Karakaş 1983 seçimleri ile Halkçı Parti'den Zonguldak milletvekili seçilerek parlamentoya yeniden girdi. Daha sonra Demokratik Sol Parti'ye geçti. 1987 seçimlerine kadar Zonguldak milletvekilliğini sürdürdü. Õzellikle uluslararası parlamento kuruluşlarında görev alan Karakaş'ın çeşitli meslekî eserleri vardır. MÖ 166 Hande Yener Makbule Hande Özyener (d. 12 Ocak 1973), bilinen sahne adıyla Hande Yener, Türk şarkıcı ve söz yazarı. Ses getiren bir çıkış yaptığı 2000'lerin başından itibaren sık sık çıkardığı albümlerle Türk pop müziğinde kendine yer edindi. Müziğinin yanı sıra kıyafetleri ve sık sık yenilediği imajıyla adından bahsettirdi. Zaman zaman müzikal tarzında da değişiklikler yaptı, pop müzikten elektronik müziğe geçtiği dönemde yaptığı "bakkal müziği" tanımlaması yüzünden çeşitli tartışmaların içinde yer aldı. Kariyerindeki değişken adımları ve kişiliği birçok kez incelenerek yorumlandı, meslektaşı Demet Akalın ile yaptığı atışmalar Türkiye'de magazin gündemi içinde bir olgu hâline geldi. Kadıköy, İstanbul'da doğan Hande Yener, ortaokul eğitimi sonrasında ailesi konservatuvara gitmesine izin vermeyince Erenköy Kız Lisesi'ne başladı ancak bu okulu ikinci sınıfta terk ederek evlendi. Küçük yaşlarından beri hayalini kurduğu şarkıcılığı yapmak için Sezen Aksu'ya ulaşmaya çalıştı ve tezgâhtarlık yaptığı mağazaya gelen Hülya Avşar aracılığıyla Aksu'yla tanıştı. Aksu'nun yanında bir dönem geri vokallik yaptıktan sonra Altan Çetin ile çalışarak hazırladığı ilk stüdyo albümü "Senden İbaret"i 2000 yılında yayımladı. Bu albümün ardından MÜ-YAP sertifikalı "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." (2002), "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor" (2004) ve "Apayrı" (2006) dahil olmak üzere çeşitli başarılar yakalayarak 2000'lerin en iyileri arasında gösterilen albümler hazırlayıp satışa sundu. "Yalanın Batsın", "Sen Yoluna... Ben Yoluma...", "Acele Etme", "Kırmızı", "Kelepçe", "Aşkın Ateşi", "Romeo", "Sopa", "Bodrum", "Ya Ya Ya Ya", "Naber", "Sebastian" ve "Mor" gibi birçok şarkısı hit oldu. Yener, hayranı olduğu ve birçok yerde övgüyle bahsettiği Madonna başta olmak üzere birçok isimden etkilendi. İmajı, klipleri ve performansları Madonna'nın da aralarında bulunduğu çeşitli kişilerle benzer bulunarak sıkça karşılaştırıldı. Uzun yıllar dinlenebilecek albümler yapmayı istediğini ve müziğini güncel tutma çabası içinde olduğunu ifade etti. Türkiye'de 2000'li yıllarda tek bir albümü bir milyondan fazla satan az sayıdaki şarkıcıdan biri olarak kayıtlara geçti. 2013'te YouTube'da en çok izlenen Türk şarkıcı oldu. Aynı yıl kısa bir dönem ses yarışması "Veliaht"ın jüri koltuğunda oturdu. LGBT topluluğu tarafından bir dönem gey ikonu olarak görülen Yener, 2008'de "Kraliçe Fabrika'da" filmine bu sıfatla konuk oldu. 2015'te iş hayatına atılarak çeşitli gece kulübü ve plajlar işletmeye başladı. Bugüne kadar beş Altın Kelebek Ödülü ve dört Kral Türkiye Müzik Ödülü dahil olmak üzere onlarca ödül kazandı. Makbule Hande Özyener, 12 Ocak 1973'te İstanbul'un Kadıköy ilçesinde Bahariyeli bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Yıldız Yazıcı ile Erol Özyener (1934 - 30 Aralık 2012) çiftinin iki kız çocuğundan küçük olanıydı ve ablasıyla arasında beş yaş fark vardı. Adlarından biri olan Makbule, aynı zamanda babaannesinin adıydı. Ekonomik açıdan orta hâlli bir ailesi vardı. Annesi Yıldız, ev hanımıydı, babası Erol ise bir dönem profesyonel olarak futbolculuk yapmış ve Ford Otosan'da çalışmıştı. Erenköy'de büyüyen Hande'nin şarkıcı olma isteği çocukken başladı, ortaokuldan sonra konservatuvara gitmeyi çok istedi; ancak ailesinin buna izin vermemesiyle Erenköy Kız Lisesi'ne başladı. Liseyi ikinci sınıfta bıraktı, lisedeki durumundan "Vatandaşlık dersi öğretmeni bana kafayı takmıştı, üstüne bir de edebiyattan çaktım, imtihanlara bile girmedim. Müzik notlarım hep 10'du." sözleriyle bahsetti. Babasının alkole olan düşkünlüğü yüzünden anne ve babasının kendisi 17 yaşındayken boşandığını belirten Yener, "büyük acılar çektiğini" ifade etti. Gümrük komisyoncusu Uğur Kulaçoğlu ile 1990'da Fatih'te evlendi. Aynı yıl Ekim'de oğlu Çağın doğdu. Erken yaşta evlenmesi yüzünden yaşı ilerledikçe eşi Uğur ile çeşitli konularda çatışmaya başladı. Bu yüzden 1994'te eşinden boşandı. Bu dönemde şan hocası Erdem Siyavuşgil'e gitti ve ondan solist olabilme yeteneğinin olduğunu duydu. Bunun üzerine hep örnek aldığı Sezen Aksu'ya ulaşma çabalarını artırarak şan dersi almaya başladı. Suadiye'deki Mudo mağazasında tezgâhtarlık yaparken buradan ayrılarak ünlü sanatçıların sık sık uğradığını bildiği Ali AltaModa mağazasında, "buraya gelen ünlülere sesini dinleterek Aksu'ya ulaşmak" amacıyla çalışmaya başladı. Aksu'nun telefon numarasını bularak her gün geri vokallik için bir not bıraktı, ancak yine de Aksu'yla iletişime geçemedi. Nilüfer, Şehrazat ve Sertab Erener dahil olmak üzere çalıştığı mağazaya gelen birçok şarkıcı, kendisinin Aksu'ya ulaşma isteğini cevapsız bıraktı. Daha sonradan mağazaya gelen Hülya Avşar, şarkıcı olma konusunda umudunu kestiği bir anda Hande'yi dinleyerek onun için Aksu'dan randevu alacağını söyledi. Nisan 1993'te Avşar aracılığıyla Aksu ile görüşmesi sağlandı ve kısa bir süre sonra Aksu'nun yanında çalışmaya başladı. Şarkıcıya iki yıl geri vokallik ve asistanlık yaptı. Barlarda çalışmak için Aksu'nun yanından ayrılarak yedi yıl boyunca Türkiye'nin çeşitli yerlerinde sahneye çıktı. Albüm hazırlamak isteyince tekrar Aksu'nun yanına dönerek albüm çalışmalarına başladı. Aksu'nun tavsiyesi üzerine DMC ile anlaşma imzaladı. Hande Yener'in ilk stüdyo albümü "Senden İbaret", Ercan Saatçi yapımcılığında 31 Mayıs 2000'de DMC tarafından yayımlandı. Böylece Yener, DMC şirketi tarafından tanıtılan ilk kadın vokal oldu. Bir yıllık çalışmalar sonucunda tamamlanan albümün neredeyse tamamında Altan Çetin tarafından yazılan şarkılar yer alırken Yener, albümdeki tarzını "ne batı ne de arabesk, Türkçe pop" olarak tanımladı. Çeşitli Türk gazeteleri, Altan Çetin ile çalıştığı için çıkış yapar yapmaz daha önceden Çetin ile yaptığı şarkılarla tanınan İzel'in "tahtına oturacağını" iddia edince bu iddialara, İzel'den farklı olduğunu söyleyerek yanıt verdi. Yener ayrıca albümün başta İzel için hazırlanmış olabileceğini ancak İzel ile DMC arasındaki sorunlar yüzünden İzel'in albüm projesinin iptal edildiğini kaydetti. "Senden İbaret"in çıkış şarkısı "Yalanın Batsın", aynı zamanda albümün ilk klibi olarak yayımlandı. Bir hit olan şarkı, 2000 yazının çok tutan şarkılarından biri oldu ve müzik listelerinde zirveye yerleşti. Hande Yener, çıkışına gösterilen ilgiye kendisinin bile şaşırdığını "Başarılı olacağıma inanıyordum. Ancak her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi beni hem çok şaşırttı, hem de çok sevindirdi." sözleriyle anlattı. "Hürriyet", Yener'in büyük bir çıkış yaptığını ve müzik piyasasında o yılın en parlayan ismi olarak görüldüğünü yazdı. "Yalanın Batsın"ın ardından albümdeki "Bunun Adı Ayrılık" ve "Yoksa Mani" şarkılarına da klip çekildi. Yener, "Bunun Adı Ayrılık" klibi çekilirken donma tehlikesi geçirdi. 2000 yılında Altın Kelebek Ödülleri'nden En İyi Çıkış Yapan Sanatçı ödülünü kazandı, "Yalanın Batsın"ın klibine ise Candan Erçetin'in "Elbette" klibiyle birlikte En İyi Klip ödülü verildi. Altın Kelebek'in yanı sıra "Akademik Bakış" dergisinin düzenlediği ödüllerden ve 2001 Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden de En İyi Çıkış Yapan Kadın Sanatçı ödülünü aldı. Magazin Gazetecileri Derneği tarafından ise Umut Veren Kadın Şarkıcı olarak seçildi. Yener, Jandarma Genel Komutanlığı Bandosu ile Türk pop müziği sanatçılar
ı tarafından hazırlanıp 2000'in sonunda yayımlanan "Türk Marşları" albümünde, "Biz Atatürk Gençleriyiz" marşını seslendirdi. 2001'de çıkardığı "Extra" adlı çalışmasında "Senden İbaret"teki bazı şarkıların yeni versiyonlarına yer verdi. Öte yandan aynı dönem, Show TV'de yayınlanan "Dadı" dizisinin bir bölümünde konuk oyuncu olarak yer aldı. Hande Yener, 2002 başlarında basketbolcu Kemal Tunçeri ile ilişki yaşadı. Ayrıca Ülker'in Petibör reklamında oynadı. Hazırlıklarının başladığından Şubat 2001'de söz ettiği ikinci stüdyo albümü "Sen Yoluna... Ben Yoluma..."yı aynı yıl Temmuz'da Erol Köse Production etiketiyle yayımladı. Albüm için radyocu Michael Kuyucu, ilk çalışmasında "mükemmel bir çıkış yapan Yener'in aynı başarıyı tekrar gösterdiği" yorumunu yaparken "Milliyet"ten Naim Dilmener ise "büyük bir gürültüyle" piyasaya sürülen albümün "Türk popundaki belli başlı kadın şarkıcıların bir araya getirildiği karışık bir albüm gibi durduğunu" yazdı. "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." hitinin yanı sıra, "Şansın Bol Olsun", "Evlilik Sandalı" ve "Küs" şarkıları albümün klip çekilen parçaları oldu. Türk müzik birliği MÜ-YAP, 1 milyondan fazla kopya satması nedeniyle albüme platin sertifika verdi. 2003 Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde Hande Yener, En İyi Pop Kadın Sanatçı kategorisinde, "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." En Çok Satan Albüm kategorisinde ödül kazandı. Magazin Gazetecileri Derneği ise "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." şarkısını Yılın Şarkısı seçti. Bunların yanı sıra Yener, Haziran 2002'de Filli Boya'nın reklamlarında oynadı ve Temmuz'da magazin programı "Pazar Keyfi"nin bir bölümünde konuk sunuculuk yaptı. 2003'ün Mart ile Haziran ayları arasında, Star TV'de yayınlanan kendi programı "Hande Yener Show"u sundu. Aynı yıl bir dönem iş adamı Moris Kohen ile çıktı. Hande Yener, kayıtlarını Hamburg ve İstanbul'da yaptığı üçüncü stüdyo albümü "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor"u Temmuz 2004'te Erol Köse Production etiketiyle piyasaya sürdü. Bu albümde daha profesyonelleştiğini söyledi ve "Ben tamamen duygularımla, ruhen, dinleyici olarak şarkıları gitar eşliğinde dinliyorum. Kendim etkilenirsem tamam diyorum. Yani, 'Bu tutar mı, kaç satar?' gibi detaylar yoktur kafamda. Hande Yener'in albümünü hazırlıyormuşuz gibi bir psikoloji içinde de olmuyorum. Ekip aynı, çok yoğun çalışıldı, herkes en değer verdiği, en önemli şarkılarını ortaya koydu. Yaptıkları bütün şarkılar çok başarılı ve her biri hit kalitesinde, klasik olabilecek şarkılardı. Sadece benimle örtüşen şarkılarını bana verdiler." sözleriyle yapım aşamasından bahsetti. Albüm başarılı bulunarak olumlu eleştirildi. Albümdeki "Acele Etme", "Kırmızı" ve "Acı Veriyor" hitlerinin kliplerinin gösterime girmesinin ardından "Armağan", "Hoşgeldiniz" ve "Bu Yüzden" şarkılarına çekilen video klipler de yayımlandı. "Acele Etme", "Kırmızı" ve "Acı Veriyor" hitleri birçok radyonun müzik listesinde bir numara oldu. "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor", 2004 yılı içinde 400 bin kopya satarak MÜ-YAP'tan altın sertifika aldı. İstanbul FM de düzenlediği ödüllerde albümü Altın Albüm ödülüne layık gördü. 20-21 Ağustos 2005'te Yener, İtalyan dansçı ve yönetmen Luca Tommassini tarafından hazırlanan bir şov eşliğinde Rumeli Hisarı'nda konser verdi. Sanat için üretilen ve Yener'in sesine uyumlu bir şekilde hazırlanan şarkıları içeren dördüncü Hande Yener stüdyo albümü "Apayrı", Erol Köse Production tarafından Ocak 2006'da yayımlandı. Yener, albümden alternatif bir pop albümü olarak bahsetti ve albümdeki değişimiyle ilgili şunları söyledi: "Bazı insanlar değişim yapmaktan rahatsız olur, hoşlanmaz ya da gerek duymaz. Ama bana göre benim mesleğim değişim gerekliliği gösteren bir iş. Teknoloji ilerledikçe sound'lar o kadar hızla değişiyor ki, kendimi bu değişimin içinde görmek vazgeçilmezim oldu. Bunu uygulamamak beni, çoğu kişinin de yaşadığı kaosa sokacak gibi hissediyorum. Bugüne kadar yaptığım her albümümün arkasındayım ama onların benzerlerini yaparak gelişmem mümkün değil. Bugüne kadar yaptığım albüm ve klipler, önce şaşırttı sonra kabul gördü." Bazı eleştirmenlerce Yener'in kariyerinin dönüm noktası olarak nitelendirilen ve önceki albümleriyle karşılaştırıldığında Avrupai bir havasının olduğu belirtilen albümdeki şarkılarda pop müziğin yanı sıra house, R&B, rock gibi farklı tarzlar da yer bulmuştu. Müzik eleştirmenlerinden bazıları Yener'in tarz değişikliğini olumsuz eleştirdi, bazıları ise başarılı buldu. "Hürriyet"ten Tolga Akyıldız, albümün tamamıyla batı dans altyapılarının üzerine kurulu olduğu söyledi. "Kelepçe", "Aşkın Ateşi" ve "Kim Bilebilir Aşkı" albümde yer alan ve klipleri yayımlanan şarkılardı. "Apayrı", 2006 yılı içinde 165 bin kopya satış yaparak MÜ-YAP'tan altın sertifika aldı. 2007 Powertürk Müzik Ödülleri'nden En İyi Albüm kategorisinde ödül aldı. NTV tarafından "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor" ile birlikte 2000'li yılların en iyi Türkçe albümlerinden biri olarak gösterildi. Eylül 2006'da "Apayrı"nın başka bir boyutu olarak tanımlanan ve elektronik altyapılara yer veren "Hande Maxi" EP'si piyasaya sürüldü. Çalışmadaki "Biraz Özgürlük" şarkısına çekilen video klip, 2007 Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde En İyi Klip kategorisinde aday gösterildi. 2007 Eurovision Şarkı Yarışması sonrasında TRT komitesinin, yapımcı Erol Köse'yi arayarak Yener'in 2008 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye adına yarışmaya sıcak bakıp bakmadığını sorduğu ve kendisinin yarışmaya katılmaya sıcak baktığı açıklandı. Bir süre sonra TRT tarafından yapılan açıklamayla yarışma için kimseye teklif götürülmediği duyuruldu. Bunun üzerine Yener'in yapımcısı Erol Köse yaptığı basın açıklamasında, TRT yapımcılarından şarkıcının Eurovision'a katılması için ön teklif aldığını fakat aceleci davranılarak katılım açıklaması erkenden yapıldığı için TRT'den yalanlama geldiğini söyledi. Köse, bu durumdan sonra Eurovision için yapılan gayriresmî teklifi reddetmiş olduklarını ekledi. Mayıs 2007'de Hande Yener'in beşinci stüdyo albümü "Nasıl Delirdim?" satışa sunuldu. Şarkıcı daha çıkmadan 72 bin ön sipariş alan bu albümle birlikte elektronik müzik tarzına geçiş yaptı. Poptan elektroniğe yaptığı geçiş bazı olumsuz eleştiriler topladı. Eleştirilere "Herkesi memnun etmek çok zor, hatta mümkün değil. Herkesi memnun edecek bir iş yapmak doğru da değil. Öncelikle kendinizi memnun etmeniz ve müzik kalitenizi konuşturmanız lazım. Anında üretilip tüketilen bir şey yapmak bana pek cazip gelmiyor." şeklinde bir cevap verdi. Müzik sitesi Gerçek Pop albüme 5 üzerinden 5 notunu verdi, müzik eleştirmenleri albüm için olumlu eleştirilerini sundular. Sezen Aksu tarafından yazılıp bestelenen "Kibir (Yanmam Lazım)" şarkısı albümün çıkış şarkısı ve ilk klibi oldu. Ardından Yener'in o sıralar sevgilisi olan Kadir Doğulu için yazıp klibinde Doğulu'nun da yer aldığı "Romeo" şarkısına da klip çekildi. Bu iki şarkı liste başarıları yakalayarak birer hit oldu. "Nasıl Delirdim?", önceki iki Hande Yener stüdyo albümü gibi NTV tarafından 2000'lerin en iyi Türkçe albümlerinden biri olarak gösterildi. İstanbul FM, düzenlediği ödüllerde En İyi Pop Kadın Albüm kategorisinde albümü ödüllendirdi. Şarkıcı, Ağustos 2007'ye gelindiğinde Kadir Doğulu ile nişanlandı. 2007 yılında Yener, yaptığı "bakkal müziği" tanımlaması yüzünden çeşitli şarkıcılarla tartışmalar içine girdi. İlk başta Demet Akalın ile bir tartışması başladı, Yener'in söylediği "Ben Batı müziği yapıyorum, bu yüzden fantezi müzikle uğraşanlarla zaten rakip olamam. Demet'in yaptığı iş tarzım değil." sözlerine Akalın'ın "Beni beğenmiyorsa neden benim yetişemediğim işlere gidiyor. Yoğunluktan dolayı yetişemediğim ya da kabul etmediğim işleri kendisi kaptı." cevabını vermesiyle tartışma ilerledi. Yener, kişilik haklarına saldırdığı gerekçesiyle Akalın'a 50 bin tutarında manevi tazminat davası açtı ancak mahkeme sonucunda sözlerin hakaret içermediği kararlaştırıldı. Aynı yıl, Serdar Ortaç'ın "Ne Hande, ne Mustafa (Sandal)! Yazın en iyisi Bengü." şeklinde bir açıklama yapması üzerine Yener, "Ne ticari, ne de anlaşılmayacak bir müzik yapıyorum. Her albüm çıkaran röportajlarında benimle ilgili laf söylüyor. Bakkal tarzı müzik yapanlarla kıyaslanmak istemiyorum." sözlerini söyledi. Yener'in bakkal müziği tanımlamasına Akalın, Bengü ve Ortaç dahil olmak üzere çeşitli kişilerden cevaplarla birlikte tepkiler geldi. Bengü, Yener'in açıklamalarını yanlış buldu ve "En popüler şarkılar kendi tabiri ile bakkalsa, en bakkal şarkıları kendisi söylemiştir. Ben Hande Yener'i takdir ederek dinliyorum." cevabını verdi. İstanbul Bakkallar Odası da Yener'e tartışma nedeniyle tepki gösterdi ancak şarkıcı, yaptığı tanımlamanın müzikle ilgili olduğunu ve bakkalları aşağılama amacı gütmediğini söyledi. Akalın, yaptıkları atışmalar sonucunda Yener'e açtığı davayı kazanması sonucunda Yener'den 10 bin tazminat aldı. Ortaç ise Yener'e "Ben 18 yaşında Marmaris'te DJ'lik yaparken o günün piyasanın hitlerine bakkal şarkılar derdik. Ben eğer bakkal yapıyorsam bununla gurur duyarım. Bakkal toplumun her köşesine hitap eden müzik türüne denir." cevabını verdi. "Hürriyet", bakkal müziği tanımlamasını 2007'nin özlü sözleri arasına koyarken "Habertürk"ten Sırma Karasu ise tartışmayı Türk pop müziğinin kırılma noktalarından biri olarak gördü ve şunları söyledi: "Yeni şeyler denemek konusundaki cesaretiyle önemli kilometre taşlarındandır Hande Yener. Yerli popta klişenin biraz dışında işler yapılabiliyorsa sebebi Yener'in 2007'de çıkardığı "Nasıl Delirdim?" albümü ve başlattığı 'bakkal müziği' polemiği sayesindedir demek abartı olmaz. Taklitçilikle bazen haklı bazen de haksız olarak itham edilse de diğer müzisyen ve şarkıcılar, yerli elektroniğin bir kitlesi olduğunu Yener’in cesareti sayesinde gördüler." İlerleyen yıllarda Erol Köse, ününün artması için Bengü'yü tartışmalara kendisinin dahil ettiğini ve tartışmanın bazı kısımlarını kendisinin planladığını itiraf etti. 2008'in başında Hande Yener, Kemal Doğulu'nun "1 Yerde" single'ının yapımcılığını üstlenip şarkıda Doğulu'ya eşlik etti ve "Nasıl Delirdim?"in son klibi "Yalan Olmasın"ı yayımladı.
Ayrıca Show TV'de yayınlanan magazin programı "Pazar Keyfi"nin bir bölümünü sundu. Mayıs 2008'de altıncı stüdyo albümü "Hipnoz"u Erol Köse Production etiketiyle yayımladı. Albüm 40 bin kopya sattı. Aynı sıralarda Kadir Doğulu ile birlikte adını Türkçe Pop Alternatifi sözcüklerinin baş harflerinden alan TPA Production adlı yapım şirketini kurdu. "Hipnoz" albümündeki şarkıların neredeyse tamamının sözlerini kendisi yazdı. Müzik eleştirmenleri, albüme olumlu ve olumsuz karışık eleştiriler sunarak albümün şarkıcının poptan uzaklaştıkça üstüne gelen piyasaya bir tepki olarak doğduğunu yazdı. Albümle aynı adı taşıyan çıkış şarkısı, "Billboard Türkiye"nin derlediği Türkçe Top 20'de 10 numaraya kadar yükseldi. Şarkının klibi yayımlandıktan sonra, Türkiye televizyonlarında gösteriminin RTÜK tarafından yasaklandığına dair haberler çıktı. Yener, haberlerin doğru olmadığını, klibinin yasaklanmadığını belirtti ve haberleri komplo olarak nitelendirdi. Ancak yine de çıkan haberlerden sonra müzik kanalları klibi göstermeyi durdurdu. İlerleyen tarihlerde, RTÜK'ten alınan bir belge ile klibe yayın yasağı uygulanmadığı ortaya çıktı. Bu süreç öncesinde ve sonrasında Yener'in yapım şirketine karşı olan enerjisi düştü ve şirketten ayrılmak istedi. Yaşanan anlaşmazlıklar sonucunda şirketle olan albüm sözleşmesini tazminat ödeyerek feshetti, böylece Erol Köse Production'dan tartışmalı bir biçimde ayrıldı. 1 Kasım 2008'de Hande Yener, Avrupa Müzik ile iki albümlük bir sözleşme imzaladı. Mart 2009'da, yedinci stüdyo albümü "Hayrola?"yı bu şirket aracılığıyla yayımladı. Yedi şarkının sözlerini tek başına yazdığı albümde yorumculuk tarzını değiştirdi ve sesinin kulağa daha insan tonunda geldiğini ifade etti. Teoman, "Arsız" şarkısında kendisine eşlik etti. Müzik eleştirmenleri albümü kaliteli bir elektronik müzik albümü olarak değerlendirdi, "Hipnoz"dan daha başarılı buldu ancak "Romeo" hiti kadar başarılı olabilecek bir şarkıya sahip olmadığınını belirtti. MÜ-YAP verilerine göre albüm Haziran 2009'a kadar 37 bin kopya sattı. Albüme adını veren çıkış şarkısı, Türkiye Resmî Listesi'nde üç numaraya kadar yükseldi ve klibi Kemal Doğulu tarafından yönetilerek gösterime girdi. Albümün ikinci klibinin çekilmesi, Yener ve Avrupa Müzik arasında sorunlar çıkmasına sebep oldu. Yener, albüme ikinci klibin çekilmediği gerekçesiyle şirkete ihtarname çekti ve sözleşmesini tek taraflı olarak feshetti. Şarkıcının sözleşmeyi feshetmesi üzerine Avrupa Müzik tarafından kendisine $10 bin maddi ve 50 bin manevi tazminat davası açıldı. Dava sonucunda mahkeme, Yener'in şirketten aldığı 20 bin tutarındaki parayı faiziyle birlikte ödemesine karar verdi. 2009 sonlarında Yener, kendisine domuz gribi teşhisi konduğunu, hatta yaşadığı ölüm korkusu yüzünden geriye bırakmak için bir şarkı hazırladığını ancak durumunun iyiye gittiğini duyurdu. 2010 yılbaşına özel NTV'de Müslüm Gürses ile birlikte sahne alarak "Sorma Ne Haldeyim"i seslendirdi. 2009 sonunda Hande Yener'in tekrar pop müzik yapacağını açıklaması Türk basınında sansasyon yarattı ve eleştirmenlerin kararı sorgulamasına yol açtı. "Hürriyet"ten Sadi Tirak, dönüşün sebebini şarkıcının kulvarında devrim yapamayacağını anlamasına bağladı. Çeşitli haberlerde ise elektronik müziğe geçtikten sonra konserlerinde düşüş yaşaması ve albümlerinin satmaması nedeniyle pop müziğe geri dönüş yaptığı iddia edildi. Ancak Yener bu iddiaların, para kazanmayı amaçlayan yapımcıları tarafından, değişik bir tarzı denediği için kendisini cezalandırmak amacıyla ortaya atıldığını söyledi. Pop müziğe geri dönmesini değişiklik yapmayı sevmesiyle, elektronik albüm yapmaya enerjisinin kalmamasıyla açıkladı. Yeni albüm hazırlıkları devam ederken Şubat 2010'da kendisinin hayran sitesi handeyenerfanclub.com, stilisti Kemal Doğulu'ya yapılan hakaretler yüzünden Doğulu'nun isteği üzerine kapatıldı. "Vatan", yeni albümün çıkış şarkısı "Sopa"ya atıfta bulunarak haberi "İlk 'Sopa' hayranlara geldi" başlığıyla duyurdu. Nisan'da Yener, 2006 sonundan beri sevgilisi olan Kadir Doğulu'dan ayrıldı. Aynı ay "hem dinlemelik hem de kulüplerde çalmalık bir çalışma" olarak tanımladığı sekizinci stüdyo albümü "Hande'ye Neler Oluyor?"u Poll Production etiketiyle yayımladı. Albümün tamamı Sinan Akçıl tarafından yazılan şarkılardan oluştu. Müzik eleştirmenleri, albümde Yener'in tam anlamıyla eski tarzına dönmediğinden bahsettiler, olumlu ve olumsuz karışık eleştiriler sundular. Albüm tanıtımları kapsamında Mayıs 2010'da Okan Bayülgen'in "Medya Kralı" programına çıkan Yener, canlı yayınlanan programı terk etti. Daha sonradan ise bunun sebebini "şarkı söyleme sırasının bir türlü kendisine gelmemesi" olarak açıkladı. Çıktığı yıl içinde 80 bin kopya satan "Hande'ye Neler Oluyor?"dan "Sopa" ve "Bodrum" hitleri çıktı. Türkiye Resmî Listesi'nde "Sopa" 4 numaraya, "Bodrum" 1 numaraya yükseldi. Albümün ilk klibi için "Sopa" ve "Yasak Aşk" şarkıları tek bir klipte birleştirildi. Bu klipten sonra "Bodrum" ve "Çöp" şarkılarının klipleri de yayımlandı. İstanbul FM, "Bodrum"a En İyi Söz, Şarkı, Beste ödülünü verdi. "Çöp" ise 2011 Kral Müzik Ödülleri'nde En İyi Beste kategorisinde aday gösterildi. Eylül 2010'da, "Hande'ye Neler Oluyor?"daki bazı şarkıların remikslerinden oluşan ve "Uzaylı" şarkısını barındıran remiks albümü "Hande'yle Yaz Bitmez" piyasaya sürüldü. "Uzaylı", Türkiye Resmî Listesi'nde üç numaraya kadar yükseldi. Aralıkta Yener, Star TV dizisi "Geniş Aile"nin 2011 yılbaşı için özel hazırlanan bölümüne konuk oldu. Nisan 2011'de Hande Yener, Sinan Akçıl'ın "Kalp Sesi" albümündeki "Atma" ve "Söndürülmez İstanbul" şarkılarında Akçıl ile düet yaptı. Haziran 2011'deki 38. Altın Kelebek Ödülleri'nde Yılın Türk Pop Müziği Kadın Solisti ödülünü aldıktan sonra "Bana Anlat" şarkısını seslendirdi. Şarkının dahil olduğu dokuzuncu stüdyo albümü "Teşekkürler"i Eylül 2011'de Poll Production etiketiyle yayımladı. "11 Yılın Özeti" olarak tanımladığı albümünün çok pop bir tarzının olduğunu söyledi. "Teşekkürler", Yener'in daha önceki projelerinde yaptığı arayış, deneme ve vazgeçişlerin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Albümdeki tüm şarkıları Sinan Akçıl yazdı ve neredeyse tamamının bestesini tek başına yaptı. Müzik eleştirmenleri "Teşekkürler"i eleştirirken ikiye bölündü, albümün zorlama olduğu ve Yener'in tek bir müzisyene takılıp kaldığı yazıldı. "Bana Anlat", "Unutulmuyor", "Teşekkürler", "Havaalanı" ve "Dön Bana" şarkıları albümün klip çekilen şarkıları oldu. Albüme adını veren "Teşekkürler" şarkısında Yener'e Akçıl eşlik etti. MÜ-YAP verilerine göre albüm, yayımlandığı yıl içinde 59 bin kopya sattı. 2012 yılının başlarında Hande Yener, daha önceden tartışmalar yaşadığı Demet Akalın ile birlikte Morhipo reklamlarında oynadı. Reklamlarda, tanıtılan kıyafetlerle ilgili fırsatlara ulaşabilmek için Akalın'la mücadeleye girişti ve birbirlerini yerde sürüklediler. Nisan 2012'de, Ünlü grubuna ait "Rüya" şarkısını Seksendört ile birlikte yeniden seslendirerek yayımladı. Haziran'da ise Seksendört ile beraber "Rüya" adlı remiks albümünü satışa sundu. "Rüya" şarkısı, 2013 Türkiye Müzik Ödülleri'nde En İyi Düet kategorisinde aday gösterildi, Pal FM tarafından düzenlenen ödüllerden En İyi Cover kategorisinde ödül aldı. Şarkıcı, Eylül'de Orhan Gencebay'ın altmışıncı sanat yılını kutlamak amacıyla hazırlanan "Orhan Gencebay ile Bir Ömür" albümünde yer alan "Kaderimin Oyunu" şarkısını seslendirdi. Onuncu stüdyo albümü "Kraliçe"yi 12 Aralık 2012'de yayımladı. Bir kez daha albümün tamamı Sinan Akçıl tarafından yazılan şarkılardan oluştu. Müzik eleştirmenleri albüm için Yener'i olumsuz bir şekilde eleştirerek şarkıcının eski iyi çalışmalarını tekrar yapabileceğine inandıklarını belirttiler. Çıkış şarkısı "Hasta", Türkiye Resmî Listesi'nde iki numaraya kadar yükseldi ve klibi, albümün ilk klibi olarak gösterime girdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Akademi Ödülleri'nde Yılın En İyi Albümü kategorisinde, "Siyaset Dergisi" Ödülleri'nde ise Yılın Albümü kategorisinde ödül kazanan "Kraliçe", 79 bin kopya sattı. Yener, albümün tanıtımlarını babası Erol Özyener'in 30 Aralık 2012'de kalp krizinden hayatını kaybetmesi nedeniyle yarıda kesti ve yaklaşık iki ay boyunca hiçbir yerde sahne almadı. Mart 2013'te Ukraynalı dans grubu Kazaky, İstanbul'da verdikleri konsere Yener'i özel bir video ile davet etti. Yener, davet üzerine konsere gitti ve Kazaky'yi kulislerinde ziyaret etti. Mayıs 2013'te, Berksan tarafından yazılan "Ya Ya Ya Ya" şarkısını dinleyicisiyle buluşturdu, şarkıyı ve remikslerini daha sonradan "Kraliçe" albümündeki şarkılarla birlikte iki disk hâlinde "Kraliçe + Ya Ya Ya Ya" adıyla satışa sundu. "Ya Ya Ya Ya" yayımlandığı hafta Türkiye Resmî Listesi'nde en hızlı yükselen eser oldu, 280. sıradayken ilk 25 sıralama içine yükseldi ve haftalarca müzik listelerinde kaldı. Türkiye'de 2013 yılında en çok indirilen şarkılar sıralamasında dokuzuncu sırada yer aldı ve YouTube verilerine göre yine 2013 yılında ülkenin sitede en çok tıkladığı çalışma oldu. 2014 Türkiye Müzik Ödülleri'nden En İyi Single ödülünü, 4. Pal FM Müzik Ödülleri'nde En İyi Şarkı ve En İyi Video Klip ödüllerini aldı. Kasım 2013'te Yener, Volga Tamöz ile iş birliğine gittiği "Biri Var" single'ını Deezer'ın Türkiye'de yayın hayatına başlamasının kutlandığı partide tanıttı. Bunların yanı sıra, 5 Ekim-17 Kasım 2013 arasında atv'de yayınlanan, 16 hafta sürmesi planlanan ancak düşük reytingler yüzünden erken final yapan "Veliaht" adlı yarışma programının jüri koltuğunda oturdu. En iyi şarkılarından oluşan en iyiler albümlerinden ilki Poll Production tarafından Kasım 2013'te, ikincisi Erol Köse Production tarafından daha önceden duyulmayan şarkılar eşliğinde Ocak 2014'te yayımlandı. Hande Yener'in on birinci stüdyo albümü "Mükemmel", Poll Production tarafından Haziran 2014'te piyasaya sürüldü ve yıl sonuna kadar Türkiye'de 50 bin kopya sattı. "Hürriyet"ten Hikmet Demirkol, albümü beğenerek şarkılarda "farklı bir yenilenme havası olduğunu" gözlemledi. Albüm için yıllar sonra Altan Çetin ile çalışan Yener, Çetin'in yazdığı çıkı
ş şarkısı "Alt Dudak" ile MusicTopTR Resmî Listesi'nde iki numaraya kadar yükseldi ve şarkıyı Juliet olarak konuk olduğu "Arkadaşım Hoşgeldin"in sezon finalinde de seslendirdi. Üç aylık bir hazırlık sürecinin ardından 25 Ağustos'ta Harbiye'deki Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda ilk kez konser verdi, sahnesinde Berksan ve Mehmet Erdem'in yanı sıra David Vendetta da yer aldı. Bu konserden elde edilen görüntüler, 2014'te Türkiye'nin Google'da en çok aradığı dördüncü şarkı olan ve MusicTopTR Resmî Listesi'nde üç numaraya kadar ilerleyen "Naber" şarkısının klibinde kullanıldı. "Naber"den sonra "Mükemmel"in üçüncü klibi "Hani Bana"ya çekildi. Eylül 2014'e gelindiğinde Yener, Berksan'ın "Haberi Var mı?" şarkısında düet sanatçısı olarak yer aldı. Mart 2015'te, daha önceden 2014'ün sonunda konuk jürilik yaptığı moda yarışması "Bu Tarz Benim"in "İşte Benim Stilim" adıyla yayınlanan ikinci sezonunda konuk jürilik yaptı. Aynı ay Volga Tamöz'ün "No. 2" albümündeki "Sebastian" ve "Eve Nasıl Geldim" şarkılarını seslendirdi; "Sebastian", MusicTopTR Resmî Listesi'nde üç hafta üst üste bir numarada kaldı. "Sebastian"ın piyasa sürülmesinden sonra şarkıcı, Türkiye'nin yanı sıra çeşitli Avrupa ülkelerinde de konserler verdiği aynı adlı turneye çıktı. Şarkı ayrıca kendisinin Haziran 2015'ten Kasım 2016'ya kadar Yalıkavak, Bodrum'da işlettiği plaj ve gece kulübüne de adını verdi. Kulübün Karaköy, Beyoğlu şubesinde ise Aralık 2015 ile Nisan 2016 arasında işletme ortağı olarak yer aldı. "Akşam" gazetesi, Yener'in zarar ettiği için mekânlardan çekildiğini iddia etti. Şarkıcı aynı yıl bir yandan iş hayatına odaklanırken öte yandan nakaratı "Sosyete Şaban" (1985) filminden alınan "Kışkışşş"ı ve Serdar Ortaç ile düet yaptığı "İki Deli"yi yayımlayarak müzikal kariyerini sürdürdü. Bunlardan ilki "Hürriyet"ten Naim Dilmener tarafından "bugüne kadarki en kötü Hande Yener şarkısı" diye tanımlandı. İkincisi ise Türkiye'de üç numaraya kadar yükseldi. Yener, Ocak 2016'da Aylin Coşkun'un "Saftirik" klibini yöneterek ilk kez yönetmenlik yapmış oldu. Sonraki ay kendisini Twitter üzerinden sözlü olarak taciz eden Recep Güngör'ün, Cihangir'deki evine geleceğini bildiren mesajlar yollaması üzerine polise giderek suç duyurusunda bulundu. Şikayetin ardından Güngör, Yener'in evinin önünde polis tarafından yakalandı ve hakkında Türkiye Anayasası'na göre "cinsel taciz ve kişilerin huzur ve sükûnetini bozmak" suçundan dava açıldı. Dava sonucunda mahkeme, atipik psikoz teşhisi konulan Güngör'ün işlediği iddia edilen suçun hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamadığı için cezai sorumluluğunun olmadığına karar verdi. Mayıs'ta Yener, Erol Evgin'in "Altın Düetler" albümünde yer alan "Sevdan Olmasa" şarkısında Evgin ile düet yaptı. Sonraki ay on ikinci stüdyo albümü "Hepsi Hit Vol. 1", Türkiye'de aralıksız üç hafta zirveye oturan ve 43. Altın Kelebek Ödülleri'nden En İyi Klip dalında ödül kazanan çıkış şarkısı "Mor" ile birlikte satışa sunuldu. Müzik eleştirmenleri albümdeki şarkıları ortalama bir seviyede bularak bazılarını şarkıcının eski şarkılarına benzetti ve albümün adına atıfta bulunarak "hepsi hit şarkılardan oluşmadığına" dikkat çekti. Hande Yener, Ocak 2017'de Ülker Sports Arena'da düzenlenen Türkiye Basketbol Ligi All-Star'ın devre arasında sahneye çıktı. Sonraki ay Arnavutköy'de VIP Room adlı gece kulübünü işletmeye başladı. Haziran'da on üçüncü stüdyo albümü "Hepsi Hit Vol. 2"yi çıkardı ve Çeşme, İzmir'deki eğlence mekânı Neo'nun açılışını yaptı. Albümün çıkış şarkısı ve ilk klibi "Bakıcaz Artık", Türkiye'de iki numaraya yükseldi. Ardından sırasıyla "Benden Sonra" ve "Vay" şarkılarının klipleri gösterime girdi. Müzik eleştirmenleri albümün selefine yönelttikleri eleştirileri tekrarlayarak çalışmanın "hepsi hit şarkılardan oluşmadığı" yorumunu yinelediler ve genel anlamda şarkıcının Mete Özgencil ile iş birliği yapmasını övdüler. Yıl sonunda Telifmetre tarafından yayımlanan rapora göre Hande Yener, 2017'de Türkiye radyolarında en çok çalınan ve müzik kanallarında en çok video klibi gösterilen şarkıcı oldu. Ancak raporun güvenilirliğinin Seren Serengil tarafından sorgulanması üzerine Yener, sosyal medya üzerinden Serengil'in üstsüz bir fotoğrafını paylaşarak iğneleyici yorumlarda bulundu. Bunun üzerine taraflar tartışarak birbirlerine karşılıklı tazminat davası açtılar ancak birkaç ay sonra barışma kararı alınca davaları geri çektiler. 2018'e gelindiğinde Hande Yener, Aylin Coşkun ile "Manzara" şarkısında düet yaptı ve ayrıca şarkının klibini yönetti. Ayrıca Yıldız Tilbe'ye saygı albümü "Yıldızlı Şarkılar" için "Kış Güneşi" şarkısını seslendirdi. Hande Yener'in değişim ve yenilik içeren müzikal tarzı birçok eleştirmen tarafından yorumlanarak çeşitli yazılara konu oldu. Her yıl hit şarkılar çıkararak adından bahsettirme amacı güden şarkıcı, aynı zamanda sık sık albüm çıkararak müziğini güncel tutma çabası içinde olduğunu belirtti ve zaman zaman çeşitli arayışlara girerek müzikal tarzını değiştirdi. Buna rağmen bazı albümlerinde tekrara düşmekle suçlandı. Dramatik soprano olan ses türü "Hürriyet"ten Naim Dilmener tarafından "2000'li yılların en heyecan verici seslerinden biri" olarak değerlendirildi. Dilmener ayrıca "90'lı yılların Yonca Evcimik, Aşkın Nur Yengi, Asya, İzel gibi kadın yıldızlarının inişe geçtiği 2000'lerin başlarında [Türkiye'deki] müzik piyasasına fiyakalı bir giriş yaptı ve ardından da 'Kırmızı' ve 'Acele Etme' gibi Altan Çetin şarkılarıyla tepeye kuruldu." sözleriyle şarkıcının kariyerindeki yükselişinden bahsederken Best FM'den Mine Ayman'a göre bu yükseliş sesinin ve şarkılarının güzelliği sayesinde kısa süre içinde meydana geldi. Yener'in şarkı sözleri genel anlamda ilişkiyi nefret ederek bitiren tarafın eski sevgilisine seslenişi şeklinde ortaya çıktı. "Hürriyet"ten Sadi Tirak, "Kaybol" ("Mükemmel", 2014) şarkısındaki yine eski sevgiliye seslenen "Kaybeden kim? E tabii ki sensin." kısmına dikkat çekerek bu sözlerin "klasik Hande Yener konseptini" yansıttığını ve Yener'in söz içeriğinin bu konuda Demet Akalın ile ortak olduğunu yazdı. Şarkıcı, birkaç albümündeki hemen hemen tüm sözleri tek başına yazmasına rağmen çoğu albümünde Altan Çetin, Alper Narman, Fettah Can ve Sinan Akçıl gibi çeşitli erkek söz yazarıyla dönemsel olarak çalıştı ve erkekler tarafından yazılan şarkıları "kendi dili gibi isyankâr ve sert" bulduğu için daha iyi taşıdığını belirtti. Basmakalıp pop anlayışını değiştirerek "popüler kültüre felsefe katıp onu derin bir hâle getirmeye çalıştığını" iddia etti ve şarkılarında güçlü kadın imajı çizdiğini söyledi. Genel anlamda bir pop şarkıcısı olan Hande Yener'in müzikal tarzı yıllara göre değişiklik gösterdi. Şarkıcı, dans şarkıları hazırladığı için albümlerini yaz mevsimine daha uygun bulduğunu ifade etti. Kariyerine "Senden İbaret" (2000), "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." (2002) ve "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor" (2004) albümlerinde yer verdiği fantezi pop ile başlayıp bu tarzla ünlendikten sonra 2006'da "Apayrı"da tarz değişikliğine giderek house müziğe odaklandı. Madonna, Kylie Minogue ve Robbie Williams gibi "kendisini besleyen şarkıcıların gölgesinde" gelişen albümde house'un yanı sıra elektronik dans müziği, rock ve R&B tarzlarına da rastlandı. "Nasıl Delirdim?" (2007) ile elektronik müziği benimseyerek bu tarzı, deney olarak nitelendirdiği "Hipnoz" (2008) ve "Hayrola?" (2009) albümlerinde de sürdürdü. "Akşam"dan Mehmet Özdoğan, bu elektronik albümlerin Madonna'nın "Confessions on a Dance Floor" (2005) albümüne açık ve net bir şekilde benzediğini yazdı. 2010 çıkışlı "Hande'ye Neler Oluyor?", kendisinin pop müziğe dönüşü olarak tanıtıldı ve elektronik ile pop tarzını harmanladı. Ayrıca Yener'in "Teşekkürler" (2011) ve "Kraliçe" (2012) albümlerinde de iş birliğine devam edeceği Sinan Akçıl dönemini başlattı. Sonraki albümler "Mükemmel" ve "Hepsi Hit Vol. 1" (2016) ise elektronik müzik etkilerinin görüldüğü pop albümleri olarak ortaya çıktı. Yener, 2010'dan bu yana sürdürdüğü kariyerinin ikinci pop evresinde birçok eleştirmen tarafından sürekli olarak kariyerinin ilk pop evresinde çıkardığı şarkılarını tekrar etmekle suçlandı. Hande Yener, kariyerini şekillendirirken çeşitli kişilerin bazı özelliklerinden etkilendiğini belirtti. Ün kazanmadan önce Sezen Aksu'yu örnek alışından "Hep Sezen Aksu'yu taklit ederdim, özellikle 'Sen Ağlama' ve 'Hadi Bakalım' şarkıları dilimden düşmezdi. Onunla tanışıp yanında çalışarak müzik dünyasına girebilmek için tamamıyla çıldırmış bir vaziyetteydim." sözleriyle bahsetti. İlk stüdyo albümündeki şarkıları anlatırken "Jennifer Lopez hayranı olduğum için albümümde onun parçaları gibi hızlı, insanın içini kıpır kıpır edecek şarkılar yer alıyor." sözlerini kullanarak Lopez'e olan hayranlığını ifade etti. "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." albümündeki yorum tarzı başta Aksu olmak üzere çeşitli şarkıcılara benzetildi, "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor"u çıkardığında kendisinden "geleceğin Ajda Pekkan'ı" olarak bahsedildi ve bu albümdeki yorum tarzı Aksu'nun yanı sıra Pekkan'la da karşılaştırıldı. Karşılaştırmalara cevap olarak bu iki şarkıcının kendisini etkilediğini belirti ve "Ben yıllarca yabancı müzik dinledim. Türkçe müzik dinlemeye Ajda Pekkan ve Sezen Aksu dinleyerek başladım. Onları o kadar çok sevmişim ki, şarkıcılık yapmak istedim. Etkileri kesin var üzerimde bunu kabul ediyorum." dedi. 2004 yılında, insanların kendisinden bıkmasını istemediğini ve insanların bir kişiyi yıllarca dinlemesi için Madonna gibi olmak gerektiğini söyledi. Madonna'ya büyük bir hayranlık beslediğini, onun sahne enerjisinden etkilendiğini ve kendisini cesaretlendirdiğini ifade etti. MTV Türkiye'ye verdiği bir demeçte kendisine sorulan "Seninle ilgili yorumlarda, bir şekilde Madonna ismi telaffuz ediliyor. Gerçekten senin için Madonna gibi olmak bir hedef mi?" sorusuna "İlk albümümde Sezen Aksu'ya benzetiyorlardı. Tabii ki idolüm Madonna. Kaldı ki Madonna gibi bir dünya starını örnek almak çok normal. Keşke onun gibi büyük bir teknolojiye ve güce sahip olabilsem ama mümkün değil. Ama inanın böyle bir şey ols
a dahi kendi tarzımda bir şeyler yapardım. Ondan etkilendiğim şey sahne enerjisi." cevabını verdi. Avrupa'da çıkan "Starstyle" dergisi, 2006 yılının en iyilerini sıraladığı listesinde Yener'den "Türk Madonna" diye bahsetti. 2007 yılında Demet Akalın, Ebru Destan ve Serdar Ortaç tarafından "Çakma Madonna" olarak nitelendirildi. Nitelendirme sonucunda bu kişilerle tartışmalara girdi. 2009'da Madonna'ya olan hayranlığıyla ilgili sorularla tekrar karşılaştı ve "O dünyanın yaşayan tek starı. Birçok sanatçının belgeselini, konserlerini izliyor; gözlemliyorum. Hepsinde gördüğüm şey, çalışmak ve kendini bu işe adamak. Ben de 'Yapamam, edemem.' dediğim şeyleri bir kenara bıraktım, 'Yapacaksın, yapmalısın. Bu işi istiyorsan donanımlı olmalısın.' demeye başladım. Madonna'nın enerjisini kullanması çok dikkatimi çekiyor. Ben de konser beklentisinin ötesinde bir şey vermeye çalışıyorum. Tabii ki kimse onun gibi olamaz. Ama en azından yükselmemi sağlayacak şifreleri görüyorum." şeklinde bir açıklama yaptı. Bunların yanı sıra Bülent Ersoy'un da idolleri arasında olduğunu söyledi. Hande Yener, sıra dışı bulunan kıyafetleriyle ve sık değiştirdiği imajıyla Türk basınında dikkat çekti ve zaman zaman sosyal medyada gündem oldu. İmajında değişiklik yapmayı seven şarkıcı, imajını yenilemek için dünyada modanın genel gidişatını takip ettiğinden ve bu şekilde edindiği yeni bir görünümle dinleyicisini şaşırtmayı hedeflendiğinden belirtti. Sahnede sık sık giydiği şort ve mayolarla basının özel olarak dikkatini çekti. Hemen hemen her albümünde farklı bir imajla dinleyicisinin karşısına çıktı. 2008 yılında müzik eleştirmeni Naim Dilmener, Yener'in elektronik müzik tarzı çevresinde gelişen ve Marilyn Manson'a benzetilen imajıyla ilgili olarak "Robotvari görüntüsü en hafif deyimle kötü. "Dünyayı Kurtaran Adam" filminde karşıma çıksa yadırgamam." sözlerini söyledi. 2009 yılındaki imajında, 1950'li ve 1960'lı yıllarda moda olan pin-up modelleri en belirgin kaynak olarak göze çarptı. Yener'in uzun yıllar moda danışmanı olan Kemal Doğulu, şarkıcıya yeni bir imaj yaratmak için dergileri karıştırıp moda şovlarını takip ettiğini ve yenilikleri müzik ile tarza göre uyguladığını söyledi. 2016'da modacı Cemil İpekçi, Yener'i Türkiye magazin dünyasının en rüküş şarkıcısı olarak gördüğünü ifade etti. Hande Yener giyimi dahil olmak üzere klipleri ve imajı konusunda çeşitli dönemlerde başta Madonna olmak üzere çeşitli kişilerle karşılaştırıldı. 2006 yılında "Apayrı" albümünü çıkardığında imajı Sibel Kekilli'ye, tek gözünü kapayan ve 1970'lerin sonlarındaki gibi hafif dalgalı olan saç tarzı Madonna'ya benzetildi. "Hayrola?" şarkısının klibinin, Madonna'nın "Hollywood" ve "Give It 2 Me" kliplerini anımsattığı iddia edildi. Benzetmelere, "İnsan insana benzermiş. [...] Benzetilmek beni rahatsız etmez. 'Benzetilmek için mi yaptınız?' dendiğinde çıldırıyorum. Saçımı kahverengiye boyattım, perçemimi uzattım; 'Sibel Kekilli'ye benzemeye çalıştı.' dediler." şeklinde yanıt verdi. Aynı sıralarda "Hürriyet" için yazan Ebru Çapa, Yener'in sürekli karşı karşıya kaldığı benzetmelerle ilgili olarak köşesinde "Hande Yener, yatsın kalksın doğuştan iddialı ve iplemez bir tabiatla doğurduğu için validesine dua etsin. Yoksa, bu son albümle gelen, adamı 'benzetilmekten' bitap düşürmeye muktedir eleştiri yağmuru yüzünden kişilik bölünmesine, şizofreniye kaptırması bile mümkün olabilir insanın." yorumunu yaptı. 2007'de "Romeo" klibinde ve bir konserinde Jennifer Lopez'in 2006 ECHO Ödülleri'nde giydiği kıyafetin aynısını kullandı. 2009 yılından itibaren imajı birçok kez Lady Gaga ile karşılaştırıldı. Bunun üzerine, her seferinde birine benzetilmekten bıktığını söyledi. Gaga ile arasında yapılan benzetmeleri reddetti ve "Elektronik müzik dönemimde çok çılgınlık yaptım. O zamanlar Lady Gaga yoktu." sözlerini söyledi. 2013 yılında Gaga'nın kıyafetlerinin tanıtıldığı bir moda haftasında şarkıcının giydiği kostümlerden biriyle podyuma çıktı, Gaga'dan "Dünyadaki bütün modacılar onunla çalışmak istiyor. Havaalanına bile gitse olay oluyor. Trend yaratan bir star." sözleriyle bahsetti. Bu sanatçıların yanı sıra Björk, Cher, Katy Perry, Kim Kardashian, Kylie Minogue ve Rihanna'ya da benzetildiği oldu. "Akşam" gazetesi, bu benzerlikler yüzünden Yener'in bir dönem "Taklitçi Hande" olarak anıldığını belirtti. 2010 yılında "Sopa" klibi, Cheryl Cole'ün "3 Words" klibiyle benzer bulundu. Aynı yıl "Beyaz Show"daki performansında, daha önceden Minogue'un sergilediği balonlu şovun bir benzerini yaptı ve "Bodrum" klibinde, Minogue'un "Slow" klibine benzeyen sahnelere rastlandı. İmajıyla "Elle" Stil Ödülleri'ne 2010 ve 2014 yıllarında aday gösterildi ancak ilkini Şebnem Ferah'a, ikincisini Atiye'ye karşı kaybetti. 2014'te "Mükemmel" albümünün kapağında Rihanna'nın "Rude Boy" şarkısının klibinde giydiği altın yaldızlı kıyafeti kullandı. Daha öncesinde ise 2007'de, "Kibir" klibinde, Rihanna'nın "SOS" klibindekine benzer görüntülere yer vermişti. Hande Yener, bir dönem Türkiye'de gey ikonu olarak anıldı. 2007'de "Nasıl Delirdim?" çıktıktan sonra Yener'e geylerin kendisini çok sevdiğiyle ilgili sorular yöneltildi. Şarkıcı, "Ben onların çok iyi birer müzik dinleyicisi olduklarını düşünüyorum. Onlar ağır eleştirseler de haklı eleştirirler, beğenileri de çok doğru yöndedir. Çünkü doğru dinliyorlar, iyi müzikten anlıyorlar. Bir müzisyen gibi hissediyorlar. Bunu inkâr etmek yanlış olur." sözleriyle geyler hakkındaki düşüncelerini açıkladı, ayrıca geylerle arasında güzel bir bağ olduğunu söyledi. Aynı yıl Kaos GL tarafından yapılan anketle belirlenen Türkiye'nin gey ikonlarında en çok oy alan isim oldu. Derginin editörü Uğur Yüksel, Yener'in gey ikonu olarak seçilmesinde eşcinselleri sevdiğini açıklamasının etkili olduğunu bildirdi. 2008 yılında Yener, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecini tamamlayıp birliğe katılabilmesi için siyasetçileri eşcinsellerin sorunlarını çözmeye davet etti. Bir röportajında en çok gey barlara gittiğini belirtti ve geylerin müziğe olan bağlılığını öven açıklamalar yaptı. Türkiye'de eşcinselliği konu alan "Kraliçe Fabrika'da" (2008) filminde gey ikonu rolünde konuk oyuncu olarak yer aldı, filmdeki bir geyin rüyasına girerek onunla konuştu. 2009 yılında, İstanbul'daki Onur Yürüyüşü'ne katıldı ve Türkiye'deki eşcinsellerin haklarıyla ilgili şöyle bir açıklama yaptı: "Türkiye'deki eşcinsellere değer verildiğini sanmıyorum. Eşcinseller yokmuş gibi davranılıyor. Bu da çok üzücü bir durum. Onların da hakları var. Herkesin onların haklarını koruması gerekir. [...] Her ne ile karşılaşırsanız karşılaşın kendinizi sevmekten asla vazgeçmeyin. Özgürlükleriniz ve yarınlarınız için yola devam!" "Gmag" dergisinden Emir Akgün, şarkıcının yürüyüşe katılımının "kimileri için akıllıca bir reklam, kimileri için ise oldukça samimi ve olması gereken" olarak değerlendirildiğini belirtti. Müzisyen Bedük, "İkon dediğiniz şey öyle bir anda veya bir albümle olmaz. Zaman içinde tabular yıkmış, taşlar oynatmış ve o komünite için ekstra bir şey yapmış olması gerekir bence. George Michael olabilir, Madonna olabilir, Zeki Müren olabilir ama Hande değil." şeklinde bir açıklama yaparak Yener'in gey ikonu olamayacağını öne sürdü. Hande Yener, sosyal sorumluluk projelerine karşı zaafının olduğunu ve özellikle çocuklara hayır yapılmasını içeren çalışmalara katılmayı önemsediğini söyledi. 2000 yılında, 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi yardımı kapsamında İzmit'te yapılan ve MTV'de yayınlanan "Late Night Show"a katıldı. Aynı yıl Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı'nı ziyaret ederek çocuklara hediyeler dağıttı. Ağustos 2007'de Kalbimiz Sokakta Atıyor projesi kapsamında sahipsiz hayvanlar için Kuruçeşme Arena'da Ajda Pekkan, Candan Erçetin, Sezen Aksu ve Yaşar gibi isimlerle beraber konser verdi. Mayıs 2009'da Lösemi ve Kanser Hastaları Sağlık Eğitim Derneği'nden bir üye, "Disko Kralı"na katılarak lösemili çocuklar yararına bir konser organize ettiklerini, ancak destek göremediklerini söyledi. Bunun üzerine Yener programı arayarak yapılacak konsere katılma sözü verdi ve konserde sahne aldı. Aynı yılın sonunda, Olay TV'deki "Gecenin Rengi" programının engellilere araba bağışı yapmak için düzenlenen bölümüne katılarak bağışların yapılmasına katkıda bulundu. 2010 yılında, Greenpeace Türkiye'nin nükleer enerji karşıtı tutumuna destek vererek hükûmetten Türkiye'deki nükleer enerji planlarından vazgeçmesini istedi. Greenpeace'in kampanyası kapsamında çekilen bir videoda yer aldı ve "Türkiye'deki nükleer planlardan çok rahatsızım. Nükleer enerji dendiğinde aklıma pozitif hiçbir şey gelmiyor: Çernobil, nükleer sızıntı, nükleer atıklar, nükleer silahlar..." şeklinde bir açıklama yaptı. Aynı yıl sonunda Radyo D tarafından düzenlenen Ormanların D'lisi, Yangınların Düşmanıyız projesi kapsamında fidan dikti ve "Bodrum" şarkısını proje için düzenleyerek "Orman" adıyla yeniden seslendirdi. Aralık 2011'de Van depremi mağdurlarına yardım için İstanbul Şişli Belediyesi tarafından düzenlenen Van İçin Pop konserinde sahne aldı. 2012'de ise Kuşadası'nda ihtiyaç sahibi öğrencilere yardım için sahneye çıktı. Temmuz 2013'te Türkiye'nin doğusundaki altı okula destek olmak için başlatılan Her Kitap Bir Dünya adlı kitap toplama kampanyası için imza dağıtarak getirilen kitapların toplanmasında rol oynadı. Mayıs 2014'te, Kanserli Çocuklara Umut Vakfı'nın düzenlediği Çocuklar Geleceğe Umutla Gülsün projesinin afişinde medikal maske takarak yer aldı ve 20 Eylül'de vakıf yararına imza günü düzenledi. Aynı yılın 1 Ağustos günü Tohum Otizm Vakfı'na yardımda bulunmak için Star TV'de yayınlanan "Eyvah Düşüyorum" programına yarışmacı olarak katıldı. Haziran 2015'te ihtiyaç sahibi köy okullarına kütüphane yapılması için Mersin ve Muğla'da kitap karşılığında imza dağıttı. Hande Yener, siyaseti sıkı bir şekilde takip ettiğini belirtmesine rağmen, çıkış yaptığı yıllardan itibaren uzun yıllar boyunca herhangi bir siyasi yaklaşım veya olay içinde yer almadı. Ancak 2013 yılında Taksim Meydanı'ndaki çevre düzenlemesi sırasında ağaçların kesilmesine tepki olarak ba
şlayıp büyüyen 61. Türkiye Hükûmeti karşıtı Gezi Parkı protestolarına katılarak göstericilerle birlikte yaşananlara tepki gösterdi. Olaylar yüzünden konserlerini de iptal etti. Ardından, "yaratılmaya çalışılan hiçbir taraf ve bunlara ait organizasyonlarda yer almadığını, almayacağını" bildiren bir açıklama yaptı. 11 Temmuz 2014'te, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın aday olduğu cumhurbaşkanlığı seçimleri kapsamında gerçekleştirdiği Vizyon Belgesi toplantısına çeşitli sanatçılarla birlikte katıldı. Yener'in ve diğer sanatçıların toplantıya katılımı, Erdoğan Hükûmeti karşıtları tarafından yapılan olumsuz eleştirilere maruz kaldı. Karikatür dergisi "Uykusuz", 17 Temmuz 2014 çıkışlı sayısına ön planda Yener olmak üzere diğer sanatçıları da kapak ederek toplantıya yapılan katılımı eleştirdi. Kapakta, "Bodrum"un sözleri değiştirilerek oluşturulan "Tayyip'e de gittik beraber! Ekmeleddin'i gogılladık... Sorun Selahattin'de değildi. Biz tam yalandık!" cümleleri yer aldı. Yener, karikatüre "özgürlüklerin yalan olduğunu" söyleyerek cevap verdi. Mart 2015'te verdiği bir röportajda, eleştirilerin kendisine hatırlatılması üzerine toplantıyla ilgili olarak "Ben kendimizi güzel ifade edip özgür olmayı ve iletişimde olmayı doğru buluyorum. Böyle bir iletişim gerçekleşti. Madem bu ülkenin pop starlarından biriyim, oraya gitmemi uygun görmemek de tutuculuk değil mi? Tutuculuğu beyinde bitirmeli." sözlerini söyledi. Temmuz 2016'da Türkiye'de meydana gelen başarısız darbe girişimi sonrasında Türk ünlülerin yayımladığı darbe karşıtı bildirinin imzacısı oldu ve sonraki ay Yenikapı Miting Alanında hükûmet partisi Ak Parti'nin çağrısı ve muhalefet partileri CHP ile MHP'nin katılımıyla düzenlenen Demokrasi ve Şehitler Mitingi'ne katıldı. Hande Yener, kariyeri boyunca çalışmaları sayesinde çok sayıda ödül ve adaylık elde etti. Haziran 2015'te, evinde 56 tane ödül bulunduğunu söyledi. Çıkış yaptığı yıl, Altın Kelebek Ödülleri'nden iki ödül elde ettikten sonra 2008 ve 2011 yıllarında da bu ödüllerden Yılın Türk Pop Müziği Kadın Solisti kategorisinde ödül kazandı. "Sen Yoluna... Ben Yoluma..." albümünün bir milyondan fazla kopya satması sayesinde 2000'li yıllarda Türkiye'de tek bir albümle bu satış rakamını geçen az sayıdaki sanatçıdan biri olarak kayıtlara geçti. "Sen Yoluna... Ben Yoluma..."nın yanı sıra "Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor" ve "Apayrı" albümleri de ticari başarı yakaladı, böylece MÜ-YAP'tan sertifika aldı. 2007 yılında İstanbul FM tarafından düzenlenen ödüllerden En İyi Pop Kadın Sanatçı ödülünü aldı. Kral Türkiye Müzik Ödülleri'nde (eski adıyla Kral TV Video Müzik Ödülleri) birçok adaylık elde etti, ancak kendisi bunlardan yalnızca dört tanesini kazanabildi. 2008 MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde En İyi Türk Sanatçı kategorisinde aday gösterildi fakat ödülü Emre Aydın'a kaptırdı. 2009'da Avrupa Birliği Kalite Ödülleri tarafından Onur Ödülü'ne layık görüldü. 2013'te 3. Pal FM Müzik Ödülleri'nde En İyi Sahne Performansı kategorisinde ödül kazandı. "Siyaset Dergisi" Ödülleri'nden 2007, 2011 ve 2012'de Yılın Türk Pop Müzik Kadın Sanatçısı ödülünü aldı. "Yalanın Batsın", "Sen Yoluna... Ben Yoluma...", "Kırmızı" ve "Romeo" şarkılarıyla "Sabah"ın 2000'lerin En Sıcak Yaz Şarkıları listesine dahil oldu. Apollo 1 Apollo 1 ABD'nin Gemini Projesi'nden sonra Ay yüzeyine iniş gerçekleştirmek ve Ay'ı incelemek amaçlı başlattığı programın ilk ayağıdır. 27 Ocak 1967'de Apollo 1 Dünya'da test aşamasındayken kapsülde çıkan yangın sonucunda oksijenin tükenmesi ile 3 astronotun ölümü ile sonuçlanmıştır. Birleşik devletler bu olaydan sonra Apollo programına ara vermiş ve kapsülü daha güvenli hale getirme çalışmalarına başlamıştır. Bronş Bronş, soluk borusunun (trachea) ikiye ayrılması ile başlayıp akciğerlere kadar giden kısımlarından birine verilen ad. Sağ ve sol akciğere gitmesine göre sağ bronş, sol bronş adını alır. Sağ bronş, sola göre daha kısadır (sağ bronş 3 cm. sol bronş 4.5 cm.) Akciğerin yarı içinde yarı dışında bulunan bölümleri, akciğer içerisinde ilerledikçe ince bronşçuklara (bronchulus) ayrılır. En son kısmı 1 mm. çapında olan bronşçukların her biri bir alveolde ile sona erer. Bronşların yapısı, soluk borusundaki gibidir. Kıkırdak iskeletle, elâstik bağ dokusundan ve düz kaslardan meydana gelmiştir. İçleri epitel hücreleri ile örtülmüştür. Mukoza içerisinde salgı veren bezler vardır. Bronş hastalıkları, genel olarak bronşit adı ile bilinir.Ancak bronşit hastalığının tedavisi bulunmaktadır. Bronşlar akciğerde binlerce boruya ayrılır. Bu borulara bronşçuk denir. Bronşcuklar çok ince borucuklarla akciğeri oluşturan hava keselerine açılır Tyrannosaurus Tyrannosaurus, Jura Devrinin sonları (150 milyon yıl önce) ile Kretase Devrinin sonları (65 milyon yıl önce) arasında yaşamış avcı bir dinozor cinsi. Tyrannosaurların çoğu, kafatasları 1 metreden daha uzun olan iri avcılardı. Grubun en iri ve en çok bilinen türü, Latince adı genellikle, ""zorba kertenkelelerin kralı"" olarak tercüme edilen "Tyrannosaurus rex" ("T. rex")dir. "T. rex", güçlü arka ayakları üzerinde yürüyen; genellikle ufkî şekilde duran ve kuyruğu ile dengesini sağlayan; uzunluğu 14 metreyi, dik durduğunda boyu 6,5 metreyi geçen; yetişkinleri 4-7 ton ağırlığında olan devasa bir canlıydı. Kuzey Amerika, Çin ve büyük bir olasılıkla Güney Amerika ile Hindistan'da yaşamıştır. 1902'de ABD'nin Montana Eyaleti'nde dev bir iskeletin parçalarına rastlandı. Daha sonra aynı ülkede, Wyoming'de benzeri kalıntılar bulundu. Bu kemiklerden yola çıkan paleontolog Henry Fairfield Osborn bu dev yaratığın ilk resmini çizdi ve adını "Tyrannosaurus rex" ("T. rex" olarak kısaltılır) koydu. Bunun nedeni, o zamana kadar yeryüzünde yaşadığı belirlenen en büyük etobur dinozor olmasıydı (Latince rex ("kral"). Arka ayakları oldukça büyük olmasına rağmen ön ayakları oldukça küçük ve vücudunun ön kısmındaydı. Arka ayaklarında üçü önde biri arkada olmak üzere dört parmak, ön ayaklarında iki ince parmak bulunuyordu. Ön ayakları küçük olsa da bir yetişkin bir Smildon taşıyabilecek kadar güçlüydü. Bu ayaklar ağzına yemek götüremeyeceği kadar kısaydı. Bazı uzmanlar ön ayaklarının tyrannosaurusun doğrulmasına yardımcı olduğunu söylemektedirler. Ağır kafasını kısa ve güçlü bir boyun tutuyordu. Ağzında 20 cm'lik dişler bulunuyordu. Avını daha iyi tutabilmesi için dişleri hafif içeri kıvrıktı. Köpekbalığı gibi tyrannosaurus da kırılan dişlerinin yerine yenisi geliyordu. Tyrannosaurlar, günümüzdeki pek çok fırsatçı etçil hayvan gibi, muhtemelen, hem avcı hem de leşçiydiler. Bazı "T. rex" fosilleri, muhtemel kurbanı olan ceratopsia gibi diğer dinozor fosilleri ile birlikte bulunmuştur. Anahtar deliğine benzer göz soketleri ile gözlerin ileriye dönük, birbirini kısmen kapsayan görüş alanı; keskin derinlik hissi olduğuna yorulur ve avcı olduğu argümanını güçlendirir. Aynı şekilde sağlam, iri ve iyi muhafaza edilen kafatası; iri ve güçlü çenesi de avcı olduğu görüşünü destekler. Kurbanlarındaki diş izleri, "T. rex"in eti dişlerini geçirip yırtarak yediğini göstermektedir. Bu işlem esnasında, güçlü boyun ve bacak kaslarını eti kemikten ayırmak için kullanıyordu. T-rex 1993 tarihli Jurrasic Park,1997 tarihli Jurassic Park 2 ve 2015 yapımı Jurrasic World e konu olmuştur."T-rex" adının kısaltılmasıyla diğer dinozorlardan daha çok bilinmesine de neden olmuştur. T-Rex Kürtçe Kürtçe (Kürtçe: "Kurdî", کوردی) veya Kürt dilleri, Hint-Avrupa dil ailesine bağlı Hint-İran dillerinin Kuzeybatı İran koluna giren ve Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Suriye'nin kuzeyi, Irak'ın kuzeyi ve kuzeydoğusu ile İran'ın batısında yaşayan Kürtler tarafından konuşulan bir dil grubudur. Orta Doğu'nun Arapça, Türkçe ve Farsçadan sonra en çok konuşulan dördüncü dilidir. Başlı başına tek bir dil değil Türk dilleri örneğinde olduğu gibi birçok farklı lehçeden oluşan bir dil grubudur. Türkiye'de Kürtçe ile kastedilen büyük oranda bu dil grubunun ülkede en çok konuşulan kolu olan Kurmancidir. Kürtçe; yukarıda belirtilenler haricinde Ermenistan, Gürcistan, Türkmenistan, Lübnan, Afganistan, Rusya gibi ülkelerde az sayıda konuşanı bulunmaktadır. Kürtçenin genel olarak kabul gören dört lehçesi vardır: Kurmanci, Sorani, nispeten az sayıda kişi tarafından konuşulan bir güney lehçesi ve Leki ve Kelhuri. Zazaca (Zazaki) ve Gorani (Hewrami) de bazı dilbilimciler tarafından Kürtçenin birer lehçesi olarak değerlendirilmektedir. Kurmanci, en yaygın Kürt lehçesidir. 15-17 milyon kişi tarafından Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Ermenistan'da konuşulmaktadır. 1930'lu yıllardan itibaren Kurmanci Kürt-Latin alfabesi ile yazılmakta ve şu anda dil genişletme sürecini yaşamaktadır. Cizre'deki Botani şivesini standard lehçe yapma yönünde çabalar vardır. Bu şive Kamuran Bedirxan tarafından 1920'lerde Kürt grameri üzerine yazılan kitap için temel olarak alınmıştır. Arapça kökenli sözcükler öbür şivelerin ve lehçelerin öz Kürtçe karşılıklarıyla değiştirilmeye de gayret ediliyor. Kurmancinin şiveleri: Sancari, Cudikani, Urfi, Botani, Beyazidi, Hakkari, Koceri, Cezire, Akra, Dohuk, Amadiye, Zaho, Surçi, Koçani, Erzurumi, Bircandi, Elburzi, Herki, Şikaki. Soraninin yazımı için çoğunlukla Arap-Fars alfabesi kulӀanılır. Son zamanlarda Kürtçe, Latin alfabesine geçme teşebbüsleri de olmuştur. Bu lehçede yazılı kaynak nispeten çoktur. Soraninin dağılımı Süleymaniye'ye kadar uzanan Kürt Baban hanedanlığınla bağlıdır. Bu şehrin ticari gücü Soraninin yaygınlaşmasını sağlamıştır, böylece Kelhuri ve Havrami konuşanların sayısı azalmıştır. Bugün Sorani, Kurmanci için saf sözcük türetme kökeni olarak görülüyor. Şiveler: Erbili, Pişdari, Kerküki, Hanakini, Kuşnavi, Mukri, Süleymani, Bingirdi, Garrusi, Ardalani, Sanandaji, Varmava, Garmiyani, Cafi . Şiveler: Diğer şiveler: Gerusi (Bıcari), Melekşahi, Kolyayi, Baryayi, Kürdali İran-Irak hattı dışında Türkiye'de Şeyhbızın aşireti tarafından konuşulur. Güney lehçesine yakınlık arzeder, fakat zamanla Farsçanın etkisi altında kalmıştır. Batı Luristan, İlam ve Hamadan eyaletlerinde: Alişta
r, Kuhdaşt, Nurabad-i Dulfan ve Hürremabad'da konuşulur. Zendler'in kullandiği lehçedir. Zazaca da Kürtçe'nin diğer lehçeleri gibi Kuzeybatı İrani diller grubundadır. Burada Gorani ile beraber Zaza-Gorani olarak adlandırılan jenetik grubunu oluşturur. Farklı görüşler olmakla birlikte, kimi dilbilimcilere göre Zazaca Kürtçe'nin bir lehçesidir. Zazaların kendi dillerini Kırdki/Kırdi veya Kırmancki olarak isimlendirmelerinin de bunda etkisi vardır. Ayrıca Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde, Bingöl Kürtlerinden söz edilirken, Zazalardan Kürt, Zazacadan da Kürtçe'nin bir lehçesi olarak bahsedilir. İran - Irak sınırındaki Hawraman Dağlarında konuşulan bu dil, oldukça zengin bir geçmişe sahiptir. Farklı görüşler olmakla birlikte, birçok dilbilimci tarafından Kürtçe'nin lehçeleri arasında sayılmaktadır. Kürtçe Latin, Kiril ve Arap alfabeleriyle yazılır: Kürtçenin günümüze kadar gelen birçok eseri Arap harfleri temelli alfabeyle yazılmıştır. Klasik Kürt Edebiyatı şiirleri, divan, mevlid ve diğer birçok eserleri bu alfabeyle yazılmştır. Bu alfabe Arap alfabesine Farsça'daki پ (p), چ (ç), ژ (j), گ (g) harfleriyle Kürtçeye has ڤ (v) harfinin eklenmesinden oluşur. Günümüzde Soranî lehçesi için kullanılan alfabede bu harflerin dışında ڕ (rr), ڵ (ll), ە (e), ێ (ê), ۆ (o) harfleri de eklenmiştir. Arapça'daki ث (se), ذ (zel), ص (sad), ض (dad), ط (tı), ظ (zı) harfleri ise Soranî alfabesinde bulunmaz. Latin harflerini temel alan Kürtçe alfabe 31 harften oluşur. Bu alfabece karşılanan 31 sesten 8'i ünlü, 23'ü de ünsüzdür. Ünlüler "a, e, ê, i, î, o, u, û"'dir. Kürtçenin seslendirmesi yazılımla çoğu zaman aynı olan 31 harfinden, sekiz tane ünlü vardır (a e ê i î o u û) ve 23 ünsüz (b c ç d f g h j k l m n p q r s ş t v w x y z). Küçük harfler: "a b c ç d e ê f g h i î j k l m n o p q r s ş t u û v w x y z" Büyük harfler: "A B C Ç D E Ê F G H I Î J K L M N O P Q R S Ş T U Û V W X Y Z"    Bunun yanında "xw" ve "rr" digrafı da vardır. Alfabedeki 31 harfle yazılan seslerin dışında ç, k, p, t seslerinin sert ve yumuşak olmak üzere iki farklı telaffuzu vardır. Latin-Kürtçe Alfabesini hazırlayan Celadet Ali Bedirhan da bu sesler arasındaki nüanslardan bahseder. Bunlar için alfabeye harf eklemek gerekmediği görüşündedir, fakat mesela x harfinin varyantı olan (Arapça'daki gayn غ harfi gibi telaffuz edilen) ses için Ẍẍ işaretini isteyenlerin kullanması için önerir (Bu tek başına bir harf olmayıp bir ses farkını göstermek için kullanılan bir işarettir). Soranî lehçesini yazmak için kullanılan Arap alfabesi temelli Kürtçe alfabede "rr" (ڕ) sesiyle birlikte "ll" (ڵ) sesi için de birer harf vardır. Hint-Avrupa Dil Ailesinin İrani grubunda Kürtçe, Farsça ve Paştu gibi diller bulunur. Bu diller tahmin olarak aynı kökten doğmuştur ve zamanla ayrı gramer kurallarına sahip birer dil olmuşlardır. Örneğin Kürtçe'de bulununan "erillik-dişillik" tüm İranî dillerde yoktur. Sadece Kurmanci, Zazaca, Lorice, Goranicede eril/dişi mevcutdur. Kürtçede, Kurmanci ve Zazaca'da 3 cins (casus) vardır: eril (masculin), dişi (feminin), cinsiz (neutre). Örnek olarak "ap (Amca)" ve "met (hala)" kelimelerini ele alalım. Bu isimler akraba ismi olduğu için ve isimleri alan kişilerin de cinsiyeti belli olduğu için, cinsiyet belirten ek, rahat ve kolay bir şekilde gelir. Dişillik (feminin) eki "a"dır, erillik (masculin) eki de "ê"dir. Akraba isimlerinin dışında, varlık ve kavram isimlerine de gelen ekler bu kurala uyar. Varlık ve kavramlar, Kürtlerin yaşayışına, edindikleri deneyimlere bağlantılı olarak varlıklara bakış açısına göre şekillenir. Buna bağlı olarak bazı varlık ve kavramlar, birtakım özelliklerine göre eril yani erkek olur, bazıları da dişil yani kadın olur. 2 örnek verelim. Poz (burun) ve mal (ev) isimlerini ele alırsak, burun Kürtçede erildir yani erkektir, buna bağlı olarak gelen ek "ê" olur. Ev kelimesi de dişildir yani kadındır, buna bağlı olarak gelen ek "a" olur. Bir kişi Kürtçede “arkadaşım” dediği zaman; dişil veya eril olduğu hemen belli olur. Arkadaş kelimesi "heval"dır. 1) "kerguh veya" kêrvuşk (tavşan) : "ker", Kürtçede "eşek" demektir. "guh" ise "kulak" anlamına gelir. Burada kelime oluşurken verilen anlam, kulağın eşeğe benzediğine göredir. Tavşanın kulakları eşeğin gibi sivrice ve uzun. Tavşanın kulağının eşeğe benzediği olma özelliğine bakılır ve isim ona göre şekillenir. Bu kelime Farsçada "xerguş" olarak geçer, "xer" Farsçada "eşek" ve "guş" "kulak" anlamındadır. 2) "xalxalok" (uğur böceği) : "xal", Kürtçede "nokta" demektir. "ok" ise "cik" gibi bir ektir. Bu ekler, geldikleri kelimelere "sevecenlik ve küçültme" anlamı yüklerler. Uğur böceğinin sırtında noktalar vardır. Yani birden fazla nokta vardır. Bu kelimede de, gördüğümüz gibi, "xal" kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. Sona gelen "ok" eki de, kelimeye sevecenlik ve küçültme katmıştır. Farsçada buna "xanwade" söylenir, Farsçada da "xal" nokta anlamındadır. İrani dillerde kişi zamirlerinin bazı zamanlarda sözcük olarak birbirine benzemelerine rağmen gramer yardımınla ne kastedildiği anlaşılır. Kişi zamirlerinde Kurmancide ve Zazacada iki hâl mevcutken (yalın hâl ve eğik hâl) Soranide, Güney Kürtçede ve Farsçada İngilizcede gibi zamirler tek hâle düşmüştür. Farsçada ve Avestadaki uzun ā harfi Kürtçede a olarak ve kısa a'nın e olarak yansımasına dikkat edilmeli (örnek: Far. "barf" "kar", "farmān" "buyruk", Av. "azəm" "ben", Kurmanci "berf", "ferman", "ez"). Avestada u ve v arasında ayrım yapılmıyor, yani tvəm zamiri tuəm (seslendirilişi tuım) olarak da değerlendirilebilir. Çoğu İrani dillerdeki gibi Kürtçede sahiplik şekli bir izafe ekleme sistemi yardımıyla kurulur. Güney Kürtçede kişi zamirleriyle birlikte izafe şekli yoktur. Örneğin Kurmancideki "mala min" "benim evim" Güney Kürtçede aynı şekilde mevcut değildir, direk "malim" (evim) denir, -im adıl görevi yapan sonek kullanılır. İzafe için örnekler: Izafe şekilleri: Casus rectusdaki izafe şekilleri: Casus obliquusdaki şekiller: Örnekler: Kürtçede 14 değişik zaman vardır. Burada aşağıda lafı geçecek olan "erjative"ye dikkat edilmesi gerekmektedir. Not: "Ez dê" kelime grubu, günlük kullanımda "Ez'ê" şeklinde kısaltılır. Şimdiki zaman kürtçede "di / de" öneğinle (Türkçedeki "iyor" gibi) ve sonunda "im / em" son ekiyle kuruluyor. Güney kürtçede ağız dilinde bu önek kaybolmuştur, bu merkez ve kuzey kürtçenin bazi şivelerinde de mevcuttur. "Gitmek" örneği, burada fiil kökü -ç- dir: Birinci tekil şahısda örnekler. Fiil kökleri çizgilidir: "Gelmek" fiilinin yapısı bir istisnadır, aslında "di-hê"dir, ama bu kelime konuşurken zorluk getirdiği için "tê"ye dönüşmüştür. Aynı durum "bê" fiilinde de vardır, bu kuraldışı fiil ise "bihêe"den gelir. Kürtçede buyrum zamanı yalnızca "bi-" örneğinde bulunur. En başta bi- öneki gelir, sonra fiil kökü ve bir "e" soneki gelir. Burada "herin" ("gitmek", başka zamanlarda kulanıliyor) ve "werin" ("gelmek") istisnalardır. Kuzey Kürtçe ergatif (eş işlevsel ) sistemine sahip olan az sayıda dilden biridir. Bu da şu anlamına gelir: Geçmiş zamanda bir fiile "bir şey" lafı koyulabiliyorsa, o fiildeki zamirler ters olur. Örnek: Ama: Erkek kuzuların isimleri Kürtçede 4 yaşına kadar 4 kez değişiyor. Birinci yıl "berx", ikinci yıl "kavir", üçüncü yıl "hogeç", dördüncü yıl "maz ve beran " olur. Koç ismi "Maz" ve "Mazman" şeklinde değişir. Hatta Kürtçede süpürgenin yirminin üzerinde adı vardır. Bazi örnekler; gêzik, gêzî, havlêk, kinoşe, melkes, sivnik, sizik. “Bir sürü kuş uçtu, bir sürü koyun otluyor, bir sürü kurt gördüm, bir sürü at geçti, bir sürü adam geçti.” Kürtçede bunların hepsi farklı ifade edilir: “Refê teyran, keriye pez, garrana dewar, exiriyê hespan, peranî yan jî zurbê guran, qeflê meriyan." 'Min kerî merî dît' veya 'Min naxire merî dît” denilmez. Örnekler: Şiv “Sopa”, Şivik “Küçük sopa” demek. Law “Oğul”, Lawik “Küçük oğlan” demek. Bu kelime Türkçeye hakaret unsuru olarak geçmiştir. Hint-Avrupa ailesindeki bütün sayılar aynı kökenden gelmektedir. Kürtçe ve Farsça'nın aynı dil grubunda yer almalarından dolayı sayıları benzerlik göstermektedir. Aynı kökten gelen Kürtçe ile Farsça arasındaki benzerlik ve farklılıklar ise Latinceden türeyen Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca arasındaki ayrılıklarla karşılaştırılabilir. Bir kısım sözcükler aynı eski İranca kökenden gelip, zamanla değişik bir evrim sonucu bugün iki dilde tamamen farklı telaffuz edilmektedir. Kürt edebiyatı, halk edebiyatı ve yazılı edebiyat olarak ikiye ayrılır. Sözlü edebiyat, yani halk edebiyatı, yaklaşık bin yıl öncesine kadar dayanan yazılı edebiyata göre çok daha eskidir. Kürtçenin edebi ürünlere sahip önemli bir lehçesi Kurmanci'dir. Kurmancî lehçesinin 15. yüzyılda yazılmış olan bazı edebi eserler günümüze kadar ulaşmıştır. Bu lehçeyle yazan Kürt şairleri arasında ilk akla gelenler Elîyê Herîrî (1009-1080), Hasan Ertuşi (1417-1491), Feqîyê Teyran (1590-1660), Melayê Cizîrî (1570-1640) ve Ehmedê Xanî (1650-1707)'dir. Ehmedê Xanî'in Mem û Zîn adlı ünlü eseri birçok kez yayımlandı. Türkçeye ilk kez 1930'da çevrilen Mem û Zîn, daha sonra M. Emin Bozarslan tarafından tekrar çevrilmiştir. Bunlara Kürtçe şiir yazdığı belirtilen Abdussamed Babek (ölüm tarihi: 1019 veya 1020) ile Diyarbakırlı kadın şair Sırrı Hanım (1814-1877) eklenebilir. Kimi yazarlar Osmanlı edebiyatının ünlü isimlerinden Nef'i (1572-1655) ve Nabi (1642-1712)'nin de Kürtçe şiirlerinin bulunduğunu belirtmektedir. Kürtçenin ilk romanı "Şivane Kurmanca" ("Kürt Çoban") ise 1935 yılında Sovyetler Birliği'nde Ereb Şamilov tarafından yazılmıştır. Prof. Qanatê Kurdo'nun belirttiğine göre 1911'de Viyana'da yayınlanan Ezidilerin kutsal kitabı Kitab el Celve, Kürtçenin Güney lehçesiyledir. Ona göre bu kitap 11-12. yüzyıllarda, O. L. Vilçevski'ye göre ise 17. yüzyılda yazılmıştır. Hedeyli, Hayrabolu Hedeyli, Tekirdağ ilinin Hayrabolu ilçesine bağlı bir mahalledir. Tekirdağ il merkezine 70 km, Hayrabolu ilçesine 18 km uzaklıktadır. İstiridye İstiridye, yumuşakçalar ("Mollusca") şubesinin yassı solungaçlılar sınıfından, ılıman ve sıcak d
enizlerde toplu halde yaşayan çift kabuklu bir hayvan. Zemine yapışan kabuk çukur ve büyük, üstte kalan kabuk ise düz ve daha küçüktür. İstiridyenin kabukları, derisinin salgısıdır. Kabuğun üst yüzeyi sert ve pürüzlüdür. İstiridyeler, midyeler gibi bulundukları yerde sabit kalırlar. Ayakları ve kafaları yoktur ve yer değiştiremezler. Kalpleri, sinir sistemleri ve kabukları arasında tek bir kabuk kapayıcı kasları vardır. Solungaç solunumu yaparlar. Kabukların aralanmasıyla sudaki oksijen solungaç tarafından soğurulur. Bu yolla sudaki bitkisel ve hayvansal planktonları da alarak beslenirler. Çoğu hermafrodit olmakla beraber ayrı eşeyli olanları da vardır. Atlas Okyanusu ve Kuzey Amerika'nın Büyük Okyanus kıyılarında bol rastlanan Virginia istiridyelerinin bazı türleri beşinci aya kadar erkek olarak yaşar ve sonraki aylarda dişiye dönüşerek yumurtlamaya başlarlar. İstiridyeler gri bir toz biçiminde milyonlarca yumurta döker. Bu yumurtalar denizde döllenir. Döllenen yumurtalar birkaç gün içinde açılır ve içinden larvalar çıkar. Bu larvalar bir iki gün serbestçe yüzdükten sonra sert zeminlere yapışırarak tutunurlar ve hayatları boyunca bu noktada sabit kalırlar. Birçok ülkede insanlar tarafından besin kaynağı olarak tüketilmesinin yanında, deniz yıldızları, balıklar, ahtapotlar tarafından da tüketilmektedir. Yiyecek olarak tüketim, çamurlu zeminler ve kirli sular sebebiyle az sayıda istiridye hayatta kalabilmektedir. Besin ortamı zengin bölgelerde 50 yıl kadar yaşayabilenleri vardır. İstiridyelerin içindeki inci bir servet kaynağıdır. Kabukları arasında kalan kum veya kurt gibi yabancı maddeleri sedef salgılarıyla örterek inci meydana getirirler. İnci 2-3 yılda meydana gelir. Basra Körfezinde Seylan Adaları, Bahreyn Adaları çevresinde ve Kaliforniya sahillerinde inci istiridyeleri avlanır. Hatta özel olarak inci tavlaları kurulur. Bir tek inci için bazen bin kadar inci istiridyesi açılır. Amerika'da istiridyelerin içlerinde inci olup olmadığı röntgen ile yoklanır. Boş olanlar tekrar denize atılır. Yüksek değerli siyah inciler Meksika Körfezinden çıkarılır. İstiridyecilik, istiridye tavlalarında yapılır. İstiridye üreticileri larvaların tutulması için temiz zeminler hazırlamak zorundadır. Çünkü çamurlu tabaka onların ölümüne sebep olur. Bu maksatla istiridye kabukları veya tuğlalar kullanılır. En iyi istiridyeler akıntılı sularda yetişir. Çünkü böyle sular temiz ve bol besin taşırlar. Lağımlı sularda bulunan istiridyeler veba ve tifo hastalıklarına sebep olabilir. Allosaurus Allosaurus büyük etobur dinozorlardandır. Geç Jura devrinde Kuzey Amerika'nın bilinen en büyük etobur dinozoruydu. Allosaurus 1877 yılında paleontolog Othniel C. Marsh tarafından adlandırılmıştır. Hemen hemen tam olan ilk fosili, 1883'te Kolorado'da (ABD), M.P. Felch tarafından bulunmuştur. "Allosaurus" iki ayağı üzerinde yürürdü. S şeklinde boynu ve diğer dinozorlardan farklı olan bir omurgası vardı. Farklı omurga yapısı ona bu ismi kazandırmıştır; "Allosaurus = farklı kertenkele". Güçlü bir kuyruğa ve iri bir gövdeye sahipti. Ön ayakları kısa ve üç parmaklıydı. Pençeleri 15 cm kadardı. Bu türün üyeleri 9–12 m uzunluğa ve 2-4,5 ton ağırlığa erişebilirlerdi. "Allosaurus" 'un çene ve kafatası yapısı bilim adamları tarafından incelendiğinde alt ve üst çenesiyle ısırdığı zaman uyguladığı basıncın bir aslanınkinden zayıf olduğu saptandı. Ancak "Allosaurus", bu dezavantajını jilet keskinliğindeki tırtıklı dişleri,güçlü boynunun da yardımıyla uyguladığı kendine has "balta vuruşu" şeklindeki üst çenesiyle yaptığı ilginç ısırığıyla kapatıyordu. Bölgesindeki en büyük etçil olan "Allosaurus"'un güçlü çenesi, keskin dişleri ve pençeleri en büyük silahlarıydı. Muhtemelen "Stegosaurus" benzeri büyük otobur dinozorlar ile beslenirdi. Orta boy sauropodları da öldürebileceği tahmin ediliyor. "Allosaurus" 'un diş izleri bir "Apatosaurus" 'un omurgasında bulunmuştur. Leş ile de beslenmesi muhtemeldir. Grup halinde avlandıkları sanılıyor. Bu şekilde büyük sauropodlara karşı da etkili olabilirlerdi. "Allosaurus"'un 154-144 milyon yıl önce geç Jura devrinde yaşadığı sanılmaktadır. Afrika yaban köpeği Afrika yaban köpeği ("Lycaon pictus"), köpekgiller (Canidae) familyasından Afrika'da yaşayan vahşi bir köpek türü. Bilimsel ismi "Lycaon pictus" "alacalı kurt" anlamına gelir ve bu adı postunun çok alacalı olmasından alır. Temel rengi siyah olmasına rağmen, bütün vücudu kahverengi, sarı, beyaz ve kırmızımsı lekelerle kaplıdır. Post rengi her bireyde farklı dağılım gösterir. Böylelikle hiçbir köpek eşit olarak görünmez. Kürkü kısa, yer yer dökülmüş olduğundan, bazı yerlerinde çıplak et görünebilir. İri ve yuvarlak kulaklı, postu siyah, sarı ve beyaz benekli alacalı, son derece yırtıcı bir hayvandır. Kafası dahil uzunluğu 90 cm'dir. Buna ek olarak 35 cm kuyruk gelir. Yerden omuz yüksekliği 70 cm'dir. Ağırlığı ise yaklaşık 25 Kg tutar. Bu ebatları ile çakal ile kurt arasında bir yer edinir. Zebra, geyik vb. hayvanlar da bu yırtıcı hayvanın avı olabilirler. Büyük Sahra'nın güney ve doğu kesimlerinde yaşar. Alejandro Jodorowsky Alejandro Jodorowsky (d. 17 Şubat 1929 Tocopilla, Şili) aktör, besteci, çizgi roman yazarı, prodüktör, psikoterapist, yönetmen. Özellikle belirli bir kesime hitap eden sürreal ve şok filmleri yönettiği, çok sayıda çizgi romanın yazarı olarak bilinir. 1962'de panik hareketini Roland Topar ve Fernando Arrabal ile beraber yarattı. Ayrıca meşhur sanatçılarla çalıştı: Marcel Marceau, Maurice Chevalier, H.R. Giger, Dan O'Bannon, Jean Giraud. John Lennon Jodorowsky'nin işlerine hayrandı... 3 Aralık 2005'te İrlanda Gurteen Kalesi'nde arkadaşı Marilyn Manson ve Dita Von Teese'nin meshepsiz evlilik töreninde görev yaptı. Moskova Devlet Üniversitesi Lomonosov Moskova Devlet Üniversitesi, Rusya'nın en eski üniversitesidir. Moskova Üniversitesi Çariçe Elizaveta Petrovna'nın emri ile 12 Ocak 1755’de büyük Rus bilim adamı Mihail Lomonosov'un öncülüğüyle kurulmuştur. Moskova Üniversitesi’nin kuruluş günü Rusya’da Öğrenci Günü olarak kutlanmaktadır. Üniversitedeki öğrencilerin toplam sayısı Yüksek lisans öğrencileri dahil şu an mevcut olan rakam 40.000'dir. Zamanla yabancı uyruklu öğrencilerin sayısı da artmaktadır. Şu an 97 ülkeden 3.000 yabancı uyruklu öğrenciye eğitim vermektedir. Profesörler,öğretim ve araştırma üyeleri sayısı 8.500'dür. Üniversitenin çalışanları ve yardımcılarının sayısı ise 15.000'dir. 1755 yılında Moskova Üniversitesinin üç fakültesi vardı: Felsefe, Hukuk ve Tıp. Şu anda ise 27 fakültesi vardır: Mekanik ve Matematik, Ölçümsel Matematik ve Sibernetik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Ziraat, Temel Tıp, Tarih, Filoloji, Felsefe, Yabancı Diller, İktisat, Gazetecilik, Hukuk, Psikoloji, Sosyoloji, Asya ve Afrika Çalışmaları Enstitüsü, Halkla İlişkiler ve Sosyal Çalışmalar, Özdeksel Bilimler, Pedagoloji, Sanat, Uluslararası İlişkiler, Biomühendislik ve Bioenfermasyon, Süren Eğitim. Uluslararası Eğitim Merkezi. Geçtiğimiz birkaç yılda nitelikli eğitim dalları Üniversite’de kurulmuş ve hızlı bir gelişim göstermiştir. Rusya’daki eğilime uygun gelişmiş uzmanlar yetiştirmiş ve çalıştırmıştır. Sonuç olarak Üniversite lisansüstü ve doktora öğrencilerine ülkedeki en kapsamlı ve geniş olanakları sunmaktadır. 5,000’den fazla lisansüstü ve doktora öğrencisi bu alanlara kayıt olmuştur. Lisanüstü öğrencilere sunulan yeni alanlar hızla artmaktadır. Ayrıca uzmanlık enstitüleri, çalışma merkezleri ve uluslararası eğitim merkezleri bulunmaktadır. Öğretmenler ve araştırmacılar arasında eğitim kursları da çok popülerdir. Eğitimin esas doğası bilimsel birlik çalışması, teorik ve uygulama üzerinde oturmaktadır. 500’ün üzerinde bu yolda uzmanlaşmış müfredat bulunmaktadır. Amok (albüm) Amok, Sentenced adlı Finlandiya`lı heavy metal grubunun 3. stüdyo albümü. Sentenced ilk iki albümü ve piyasaya sürdüğü diğer ürünlerle kendisine yer edinmeye başlamıştı. Hızla büyüyen bir grup değildi ama ilerliyorlardı. Sentenced kim olduğuna karar vermeye çalışıyordu ve bu kararı verdikten sonra gerçekten büyük bir patlama yapacaktı. Bunu ilk fark eden Spinefarm records'tu ikinci fark eden de Century-Media olmuştu. Alman firma ile birliktelik işte bu günlerde başlamıştı (1994). Fakat o yıl grubun ciddi kimlik bunalımınında ilk kez hissedildiği zamandı. "Amok" işte bu bunalımın ürünüydü; sırtını hafifçe death metale dayayan ama hüzünlü ve orta tempo şarkılardan oluşan albüm önceki çalışmalarında olduğu gibi Tica-Tico Studio'a kaydedildi. Bazı şeyler artık çok açıktı; Finlandiya'nın depresif adamları soğuk ve dokunaklı bir müzik yapmak istiyorlardı ama bunu nasıl yapacaklarından hala çok emin olamamışlardı. Her ne kadar firma için iyi bir yatırım olarak gözüken bu albüm (çıktığı yıl, 1995'te, 35.000 adet sattı) grup için kopacak tufandan önceki küçük fırtınaydı. Ezop Ezop (Yunanca: Αἴσωπος, "Aisōpos"), MÖ 6. yüzyılda yaşadığı varsayılan eski Yunan masalcısıdır. Kahramanları hayvanlar olan masallarıyla büyük ün kazanmış olan Ezop'un yaşamıyla ilgili bilgiler kesin değildir. Bir söylentiye göre Trakya'da doğmuş, bir süre köle olarak Samos adasında yaşamış, azat edilince birçok yolculuk yapmış, Delphoi'ye yaptığı yolculuk sırasında bir cinayete kurban gitmiştir. Ancak Ezop'un bugünkü Emirdağ yakınlarındaki Amorium kentinde doğup büyüdüğü de dile getirilmektedir. Aristotales, Ezop'un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi tilki ile kirpinin öyküsünü anlatarak nasıl savunduğunu şöyle anlatmıştır: Ezop mahkemede "bir tilkinin, başı pirelerle derde girmiş, bir kirpi de onu pirelerden kurtarsın mı diye sormuş, tilki, 'hayır, bu pireler doydu, artık fazla kan emiyorlar. Onları kovalarsan, yerlerine yeni, aç pireler gelir' demiş", dedikten sonra, jüriye dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş: "Dolayısıyla saygı değer jüri üyeleri, müvekkilimi cezalandırırsanız onun yerine onun kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha da beter soyar." Ezop'un masallarını gerçekten yazdığı yolunda hiçbir kanıt yoktur. Ona mal edilmiş masalların bilinen
en eski derlemesi, MÖ 4. yüzyılda Phaleros'lu Demetrios tarafından hazırlanmış, bu derleme daha sonra, MS 1. yüzyılda Latince olarak Phaedrus, Yunanca olarak Babrios tarafından yeniden kaleme alınmıştır. "Ezop Masalları" daha sonra 17. yüzyıl Fransız yazarı Jean de la Fontaine'in fabllarına esin kaynağı olmuştur. İlya Ehrenburg İlya Grigoryeviç Ehrenburg (Rusça: Илья́ Григо́рьевич Эренбу́рг) (d. 15 Ocak 1891, Kiev, Ukrayna – ö. 31 Ağustos 1967, Moskova, Sovyetler Birliği) Sovyet yazar ve gazeteci. İlya Ehrenburg 1891’de Kiev’de doğdu. Çok genç yaşta Rusya’daki devrimci harekete katıldı ve çok geçmeden tutuklandı. Serbest bırakılınca Paris’e göç etti ve ilk şiirlerini burada yayınladı. I. Dünya Savaşı sırasında savaş muhabirliği yaptı. Yurda 1917’de döndü. İç Savaş başladığında Ehrenburg Ukrayna’daydı. Daha sonra tekrar Avrupa’ya geçti ve Julio Jurenito’yu yazdı. 1924’te Sovyetler Birliği’ne döndü. Çeşitli Sovyet gazetelerinin yurtdışı yayınları sorumlusu olarak Avrupa’ya gönderildi. 1941’e kadar İzvestiya gazetesinin savaş muhabiri idi. İspanya İçsavaşı’na katıldı. Paris’te bulundu. Tekrar Sovyetler Birliği’ne döndüğünde Paris Düşerken’i yazmaya başladı. Bu eser üçlemenin ilk kitabıdır. Gazetecilik ve roman çalışmaları dışında makale, gezi yazısı, anı ve öykü de yazan Ehrenburg 1967’de öldüğünde ardında Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga’dan oluşan üçleme dışında, çok sayıda eser bıraktı.Yazarın en büyük eseri sayılan bu üçleme 1936-1952 yılları arasında dünyanın politik durumuna ışık tutmaktadır. Üçleme yalnızca Sovyetler Birliği'nde 8.5 milyon basılmış ve 2 kez Stalin ödülü almıştır. Mebrure Gönenç Mebrure Gönenç (d. 1900, İstanbul – ö. 6 Aralık 1981, Ankara). Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın milletvekillerinden. Amerikan Koleji'nden mezun oldu. 1935 yılında yapılan seçimlerde Afyonkarahisar'dan meclise girdi. Öğretmen ve 2 çocuk annesiydi. Fransızca ve İngilizce bilmekteydi. Sosyaldemokrat Halkçı Parti Sosyaldemokrat Halkçı Parti (kısaca SHP), 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden sonra Türkiye'de, kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi'nin oylarını bünyesinde toparlamak maksadıyla kurulmuş olan siyasi partidir. Aynı kulvarda kurulmuş olan Halkçı Parti ve Sosyal Demokrasi Partisi'nin 3 Kasım 1985 tarihinde birleşmesiyle kurulmuştur. Partinin amblemi zeytin dallarıyla çevrelenmiş altı ok olarak benimsenmişti. Sosyaldemokrat Halkçı Parti 18 Şubat 1995'te Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşmiş, böylece hukuki varlığı sona ermiştir. SHP kapatılan CHP'nin yerine kurulmuş bir siyasal örgütlenmeydi. Önceli olan SODEP ve HP'nin, dolayısıyla CHP'nin oylarına talip olmuştur. SHP 1960'lı yıllardan itibaren oluşmaya başlayan sosyal demokrasinin, dolayısıyla merkez solun temsilcisiydi. Ekonomide katı devletçi anlayış yerine karma ekonomiden yana oldu. Piyasa ekonomisini destekledi ancak bu, SHP'nin devletçiliği tamamen reddettiği anlamına gelmemektedir. SHP özelleştirmeye karşı her zaman mesafeli olmuştur. Siyasal hayatta bulunduğu sürece SHP Türkiye'deki sosyal demokrat kesimin sözcüsü olmuştur. Emekçi vatandaşlara sempatiyle yaklaşmış ve haklarını gözetmiştir. Ancak tek başına iktidar olamaması programını tam anlamıyla uygulamasına engel olmuştur. Kürt sorunu konusunda diğer partilere göre daha özgürlükçü ve ılımlı olan SHP bu nedenle bazı çevrelerce eleştirilmiştir. 12 Eylül müdahalesi sonrası ülkedeki tüm siyasi faaliyetler yasaklandı. Büyük gözaltılar, siyasi davalar yaşandı. Bu arada yeni anayasanın hazırlıkları da sürüyordu. Nihayet 7 Kasım 1982'de anayasa halkoyuna sunuldu ve %91,3 oyla anayasa kabul edildi. Aynı oylamayla MGK ve Devlet Başkanı Kenan Evren de cumhurbaşkanlığına seçildi. Seçimlerin 6 Kasım 1983'te yapılacağı açıklandı ve 1983 ortalarında siyasi faaliyetler serbest bırakıldı. Ancak Millî Güvenlik Konseyi'ne (MGK), siyasi partiler kurulurken kurucularını veto etme yetkisi verildi. Bu dönemde, kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi'nin tabanına hitap eden iki parti kuruldu. Bunlardan biri Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti (HP), diğeri ise Erdal İnönü liderliğinde kurulan Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) idi. Bu iki partiden esas CHP kadrolarını barındıran SODEP, MGK'nın kurucularını sürekli veto etmesi nedeniyle MGK’nın 99 sayılı kararı uyarınca onaylanmış 30 kurucu üyeyi tamamlayamadığı için 6 Kasım seçimlerine katılamadı. Öte yandan Adalet Partisi'nin ardılı olarak kurulan Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi de vetolardan nasibini aldı. Seçimlere Turgut Özal'ın başında bulunduğu ANAP, Necdet Calp'in başında bulunduğu Halkçı Parti ve Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi katıldı. 6 Kasım 1983 seçimleri sonucunda ANAP yüzde 45 oy alarak tek başına iktidara geldi ve Turgut Özal yeni hükümeti kurdu. CHP seçmenine seslenen Halkçı Parti %30 oy alarak ana muhalefet partisi oldu. ANAP'ın kazandığı 24 Mart 1984 yerel seçimlerine bu defa SODEP ve DYP de katıldı. SODEP aldığı yüzde 23,15 oy oranı ile ANAP'ın ardından ikinci sırayı aldı. TBMM'de temsil edilen Halkçı Parti'nin tabanı erirken, CHP oylarının SODEP'te toplanacağı anlaşıldı. 13 Nisan 1984'te toplanan SODEP 1. Küçük Kurultayı'nda Genel Başkan Erdal İnönü solda tek çatının şart olduğunu söyledi. Temmuz ayında SODEP lideri İnönü ve HP lideri Necdet Calp birleşme konusunda prensipte anlaştıklarını açıkladılar. 1985'in Haziran ayında Aydın Güven Gürkan Halkçı Parti genel başkanı seçildi ve birleşmeden yana olduğunu açıkladı. Hatta Gürkan birleşmeye 1985 yılında son CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti'nin de dahil olmasını istedi ancak ret cevabı aldı. 26 Eylül 1985'te Gürkan ve İnönü SODEP-HP birleşme protokolünü imzaladılar ve yeni partinin adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti olarak açıkladılar. 2 Kasım 1985'te toplanan HP Olağanüstü Kurultayı'nda partinin adı toplanarak partinin adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti olarak değiştirildi. 3 Kasım'da toplanan SODEP Olağanüstü Kurultayı'nda da parti feshedildi ve SHP'ye katıldı. HP ve SODEP'in merkez yöneticileri yeni partinin de merkez kurullarını oluşturdular. Protokol uyarınca ilk genel başkanlığa HP genel başkanı Aydın Güven Gürkan getirildi. 30 Mayıs 1986'da SHP 2. Olağanüstü Kurultayı toplandı ve tek aday olan Erdal İnönü genel başkan seçildi. İnönü daha sonra 11 ilde yapılan 26 Eylül 1986 milletvekili ara seçimleri'nde İzmir'den TBMM'ye girdi. SHP bu seçimlerde yüzde 22 oy aldı. Aralık 1986'da 20 milletvekili partiden ayrıldı, bunlardan 18'i Demokratik Sol Parti'ye (DSP) katılarak bu partinin TBMM'de grup kurmasını sağladı. 6 Eylül 1987'de ANAP iktidarı 12 Eylül idaresince getirilen siyasi yasakların kaldırılması için referanduma gitti. Kıl payı bir farkla yasakların kaldırılması kabul edildi (Evet:%50.1, Hayır:%49.8). Başbakan Turgut Özal daha bu sonuç ortaya çıkmadan önce Kasım ayında erken seçime gidileceğini açıkladı. 13 Eylül'de Bülent Ecevit DSP'nin başına geçti. Süleyman Demirel de DYP başkanlığını devraldı. 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde ANAP, oy oranı düşmesine rağmen seçim bölgesi barajı uygulamasını yasalaştırması neticesinde ikinci kez tek başına iktidara geldi. ANAP bu seçimlerde yüzde 36 oy alarak 292 milletvekili kazandı. SHP yüzde 24 ile 99, DYP ise yüzde 19 oyla 59 milletvekilliği kazandı. SHP 450 üyeli TBMM'de 99 sandalye kazanarak anamuhalefet partisi konumunu korudu. Bülent Ecevit'in başına geçtiği Demokratik Sol Parti %8.5 oy aldı ancak yüzde 10 barajını aşamayarak meclis dışında kaldı. Aynı şekilde Milliyetçi Çalışma Partisi ve Refah Partisi de TBMM dışında kaldı. Ecevit bu sonucun ardından bir süre siyasetten çekildi. 25-26 Haziran 1988'de Ankara'da yapılan SHP II. Olağan Kurultayı'nda Erdal İnönü 710 oyla SHP genel başkanlığına yeniden seçilirken, İsmail Cem 151, Azimet Köylüoğlu 10, Cemil Gerçek ise 12 oy alabildi. Ancak partiye Deniz Baykal grubu hakim oldu; 44 kişilik Parti Meclisi'ne Baykalcılardan 27, sol kanattan 16 girdi. İnönü'nün listesinde yer alıp kıl payı PM'ye girebilen tek kişi olan Fikri Sağlar'ın yerine Deniz Baykal SHP genel sekreteri seçildi. 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde SHP kazandı. SHP, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 39 ilin belediye başkanlığını kazandı ayrıca il genel meclisi seçimlerinde yüzde 28,8 oy almayı başardı. SHP ve DYP ANAP iktidarının meşruiyetini kaybettiğini halkın desteğini yitirdiğini ve bu nedenle genel seçimlerin yenilenmesi gerektiğini savunmaya başladılar. Turgut Özal 9 Kasım 1989'da Kenan Evren'den boşalan cumhurbaşkanlığına SHP ve DYP'nin muhalefetine rağmen seçildi. 12 Aralık 1990'da İnönü ile Demirel buluştu, ortak bildiri imzalayarak erken seçim istediler. Haziran 1989'da SHP Sosyalist Enternasyonal'e tam üye oldu. Kasım 1989'da, Paris'te düzenlenen "Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları" konulu bir konferansa parti yönetiminden izinsiz katıldıkları gerekçesiyle yedi SHP milletvekili partiden çıkarıldı. Bunun üzerine 10'u aşkın milletvekili ve bazı il örgütleri partiden istifa etti. Aralık 1989'da yapılan Olağanüstü Kurultay'da Erdal İnönü genel başkanlığa, Deniz Baykal genel sekreterliğe yeniden seçildi. Haziran 1990'daki belediye seçimlerinde oy oranını yükselten Anavatan Partisi (ANAP) karşısında ikinci parti konumuna düşen SHP'de bunalım baş gösterdi. Eylül 1990'da Genel Başkan Erdal İnönü ile anlaşmazlığa düşen Genel Sekreter Deniz Baykal bu görevinden istifa etti, yerine Hikmet Çetin getirildi. 29 Eylül 1990'daki SHP 6. Olağanüstü Kurultayı'nda Erdal İnönü ve Deniz Baykal karşı karşıya geldi. İnönü 504 oyla genel başkanlık seçimini kazandı, Deniz Baykal ise 405 oy aldı. SHP Genel Sekreterliği'ne Hikmet Çetin seçildi. Ancak parti içinde Baykal'ın muhalefeti bitmedi. Haziran 1991'deki olağan kurultayda İnönü-Baykal bir defa daha karşı karşıya geldi. Ancak bu kez de kazanan İnönü oldu, üçüncü tur oylamada İnönü 534, Baykal 451 oy aldı. SHP'nin 44 kişilik parti meclisine Baykal listesinden 15, İnönü listesinden ise 28 kişi seçildi. Hikmet Çetin tekrar genel sekreter seçildi. Ekim 1991'de yapılan erken seçimler
i DYP kazandı. SHP yüzde 20.75 oy oranıyla DYP ve ANAP'ın ardından üçüncü oldu. 1989 Yerel Seçimlerinde elde edilen başarı bu defa çok uzaktaydı, bu en fazla parti içi muhalefetin işine yaradı. SHP, seçimlere katılmayan Halkın Emek Partisi (HEP) adaylarına Güneydoğu Anadolu illerinin listelerinde yer verdi. Bu destek sayesinde SHP'nin oyları Güneydoğu'da yüzde 50'leri geçerken, buna karşılık Karadeniz, Trakya ve Ege bölgelerinde büyük oy kaybı yaşandı. Türkiye genelinde oy yüzdesinin 20.75'e gerilemesi parti içinde Baykal yönetimindeki Yeni Sol grubun eleştirilerini yükseltti. Seçimlerden sonra TBMM açılışında Kürt kökenli milletvekillerinin Kürtçe yemin etmeye kalkışması ortalığı karıştırdı. 21 Mart 1992 Nevruz Bayramı'nda çıkan olaylar sonucunda da SHP içindeki HEP kökenliler partiden istifa ettiler. HEP hakkında kapatma davası açılınca DEP kuruldu ancak her ikisi de daha sonra kapatıldı. 1994'te HEP ve DEP mensupları HADEP'i kurdular. Hükümeti kurma görevi DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel'e verildi. Demirel DYP-SHP koalisyon hükümetini 20 Kasım 1991'de kurdu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcılığı görevini aldı. 25-26 Ocak 1992'deki 7. Olağanüstü Kurultay öncesinde Deniz Baykal ve İsmail Cem birlikte yayımladıkları "Yeni Sol" adlı bir kitapta SHP'nin yeniden yapılandırılmasını öngördüler. Deniz Baykal'ın üçüncü kez Erdal İnönü'ye karşı genel başkanlığa adaylığını koyduğu 7. Olağanüstü Kurultay'da İnönü, beklenenin aksine salt çoğunluğu daha birinci turda sağlayarak Baykal'ı bir kez daha yendi ve genel başkanlığa seçildi. Haziran 1992'de 12 Eylül döneminde çıkartılmış olan "kapatılan siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa" kaldırıldı. SHP içindeki muhalefet hareketinin önde gelen ismi Deniz Baykal ve diğer CHP kökenliler CHP'yi tekrar açma kararı aldılar. 9 Eylül 1992'de CHP tekrar açıldı ve SHP'den ayrılan bir grup milletvekili CHP'ye geçti. Genel Başkan Erdal İnönü, CHP'nin SHP'ye katılmasını istese de CHP'liler aksi tezi savundular. 1991 seçimlerinde TBMM'ye 88 milletvekili sokan SHP'nin sandalye sayısı 1992 yılı sonunda 52'ye düştü. 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümü üzerine Başbakan Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi. Koalisyon ortağı SHP Demirel'in seçilmesi için DYP'ye destek verdi. Ardından DYP'nin başına geçen Tansu Çiller'in kurduğu hükümette SHP koalisyon ortaklığına devam etti. Haziran 1993'te Genel Başkan Erdal İnönü siyaseti bırakacağını açıkladı. 11 Eylül 1993 tarihinde Ankara'da toplanan 4. Olağan Kurultay'da 1007 delegeden 559'unun oyunu alan Murat Karayalçın genel başkanlığa seçilirken, diğer adaylardan Aydın Güven Gürkan 403, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur 26 ve Tolga Yarman 2 oy aldı. 27 Mart 1994 yerel seçimlerine üç parça halinde giren merkez sol partilerin toplam oy oranları 1989'a göre 11 puan geriledi. Bir önceki yerel seçimin galibi olan SHP de çok büyük oy yitirdi ve elinde bulundurduğu büyük şehirlerde seçimleri kaybetti. Bunun üzerine sol partilerin birleşmesi gündeme geldi. DSP buna yanaşmadı ancak CHP olumlu yanıt verdi. 18 Şubat 1995'te toplanan SHP-CHP ortak kurultayında partinin feshine ve CHP'ye katılmasına karar verildi. SHP programında partinin bireye ilişkin amaçları özgürlük ve eşitlik olarak belirlenip emeğin en yüce değer sayıldığı vurgulanıyordu. Programa göre SHP'nin topluma ilişkin amaçları demokratikleşme, bağımsızlık ve üreticilikti. Bu amaçlara ulaşmakta izlenecek altı ilke, Ekim 1981'de Millî Güvenlik Konseyi (MGK) kararıyla öteki partilerle birlikte feshedilen Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) ilkelerini belirten Altı Ok ile çakışıyordu: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik. Piyasa mekanizmasından doğan çarpıklıkların akılcı yöntemlerle düzeltilmesini öngören SHP bazı üretim alanlarına devletin doğrudan girmesi gerektiği görüşünü savunuyordu. Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı'nın (NATO) Türkiye'nin güvenliğinin artırılmasındaki rolünün sürdürülmesinden yana olan SHP, Türkiye'nin ortak güvenlik sisteminin yanı sıra kendi olanaklarından yararlanarak ulusal savunma stratejisini geliştirmesini gerekli görüyordu. Hatı Çırpan Hatı Çırpan (Satı Kadın; d. 1890 - ö. 21 Mart 1956), Türk siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın köy muhtarlarından ve ilk kadın milletvekillerindendir. Türkiye'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasından sonra 1935 Türkiye genel seçimlerinde aday olup ilk kadın milletvekilleri olarak meclise giren 17 kadın arasında yer almış ve TBMM V. dönem Ankara milletvekili olarak görev yapmıştır. 1890'da Kahramankazan Köyü'nde doğdu. Babası Kara Mehmet Efendi, annesi Emine Hanım’dır. Balkan Harbi sırasında gırtlağından yaralanmış bir askerin eşiydi. 5 çocuk annesiydi. Çiftçilik ve babasının ardından köy muhtarlığı yaptı. 26 Ekim 1933'te kadınlara muhtar olma hakkı verilmesi sonrasında Kazan köyünün muhtarlık seçimlerini kazanmış ve Türkiye'nin ilk kadın muhtarlarından biri olmuştu. 1934 yılında Kızılcahamam'a gierken Halkavun Nahiyesi'nden geçen Mustafa Kemal ile tanıştı. Rivayete göre bu ziyaret sırasında kendisine doğum tarihini soran Mustafa Kemal’e, 1890 doğumlu olmasına rağmen 19 Mayıs 1919’da doğduğunu söylemiş, o tarihten önce yaşamadığını ifade etmişti. Mustafa Kemal’in tavsiyesiyle 1935 Türkiye genel seçimlerinde milletvekili adayı oldu. 8 Şubat 1935'te Ankara milletvekili olarak TBMM'ye girdi. O dönemde Hatti ile ilgilenen Mustafa Kemal'in isteği üzerine "Satı" adını "Hatı" olarak değiştirmiştir. Kamuoyunda "Satı Kadın" olarak bilinse de TBMM kayıtlarına adı "Hatı Çırpan" olarak geçer. Satı Kadın, milletvekilliği görevin tamamladıktan sonra Kazan’a döndü. 21 Mart 1956 günü hayatını kaybetti. Kazan’da anıt mezarı bulunur ve evi restore edilerek müze haline getirilmiştir. Balaban Balaban aşağıdaki anlamlara gelebilir: Fakihe Öymen Fakihe Öymen, (d. 1900, İşkodra, Osmanlı İmparatorluğu – ö Türkiye Cumhuriyeti. 6 Nisan 1983) eğitimci, siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın milletvekillerindendir. TBMM’nin V., VI., VII., VIII. dönemlerinde milletvekilliği yapmıştır. 1900 yılında İşkodra’da dünyaya geldi. Babası İstanbullu bir zabit olan İsmail Efendi, annesi Azize Hanım’dır. İlköğrenimini İstanbul’da Koca Mustafa Paşa İlk Mektebi’nde yaptıktan sonra İstanbul Kız Muallim Mektebi’ni dördüncü olarak bitirdi. Yüksek öğrenimine bir süre İnâs Darülfünunu (Kadın Üniversitesi) Edebiyat şubesinde devam etti ancak daha sonra teyzesinin kızı Şukûfe Nihal Hanım ile birlikte Coğrafya bölümüne geçti ve bu bölümden mezun oldu. 1922’de Kandilli Kız Lisesi coğrafya öğretmenliğine, 1923’te Bursa Kız Muallim Mektebi tarih ve coğrafya öğretmenliğine atandı; bu okulda öğretmenliğin yanı sıra müdür muavinliği yaptı. 1931 yılında Bursa Kız Lisesi müdürü olarak atandı; siyasete atılana kadar bu göreve devam etti. Kadınların ilk defa oy kullanabildikleri ve seçilme hakkına sahip oldukları 1935 seçimlerinde TBMM’ye girmek için adaylığını koydu. Bursa'dan Ayşe Şekib Hanım'ın da milletvekili adayı olması nedeniyle, aynı şehirden iki kadın aday olmaması için İstanbul'dan aday olmuş ve İstanbul milletvekili olarak TBMM'ye girmiştir. V. dönem boyunca bütçe komisyonunda yer aldı. VI. ve VII. dönemlerde İstanbul, VIII. dönemde Ankara milletvekili olarak meclise girdi. 1936 yılında toplanan Üçüncü Türk Dil Kurultayı’nda Gramer-Sentaks Komisyonu’nda başkan olarak çalıştı. Mehmet Edip Bey ile evlenen ve iki çocuk sahibi olan Fakihe hanım, 6 Nisan 1983’te hayatını kaybetti. Kemal Güven Kemal Güven (1921 - 10 Temmuz 2013), Türk hukukçu ve siyasetçi, 1973 ile 1977 arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kars'ın Posof, Kağızman ve Tuzluca ilçelerinde Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) 1954, 1957 ve 1961 yıllarında Kars milletvekili seçildi. 1965-1969 arasında savcılık mesleğine döndü. 1969'da tekrar Kars Milletvekili seçildi. 1973-1977 arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı görevini yürüttü. 1977 seçimlerinde tekrar milletvekili seçilerek 12 Eylül 1980'e kadar parlamento üyeliğini yürüttü. 10 Temmuz 2013'te Ankara'da yaşamını kaybetti. Cenazesi, TBMM'de düzenlenen devlet töreninden sonra, Ahmet Hamdi Akseki Camisi'nde, Cuma namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından, Devlet Mezarlığı'nda toprağa verildi. Necmettin Karaduman Necmettin Karaduman (d. 1927; Trabzon – ö. 22 Haziran 2017; İstanbul), Türk siyasetçi ve eski Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı. İlk ve orta öğrenimini Trabzon'da yaparak 1944 yılında Trabzon Lisesinden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin İdari Şubesi'nden mezun olduktan sonra kaymakamlık mesleğine girdi. 1960 yılına kadar çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptı. Aynı yıl Mülkiye Müfettişliği'ne atandı. Bu görevi beş yıl sürdü. 1966 yılı Ocak ayında Kahramanmaraş Valiliği'ne atandı. Kahramanmaraş'tan sonra Erzurum ve İçel Valiliklerinde bulundu ve İçel Valiliği'nden 1977 yılında kendi isteği ile emekliye ayrıldı. Emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul'da bir şirketin Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Müdürlüğünü yaptı. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan genel seçimlere Anavatan Partisi adayı olarak katıldı ve Trabzon'dan Milletvekili seçildi. 29 Kasım 1987 tarihinde yapılan genel seçimlere Anavatan Partisi adayı olarak katıldı ve tekrar Trabzon'dan Milletvekili seçildi. 4 Aralık 1983 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçildi. Aynı göreve 12 Eylül 1985 tarihinde yeniden seçildi. Paul Oakenfold Paul Mark Oakenfold, (d. 30 Ağustos 1963 Kent, İngiltere) İngiliz prodüktör ve DJ. U2, Rolling Stones, Michael Jackson, Justin Timberlake, Madonna, Paris Hilton Jennifer Lopez, Salt N Pepa ve The Cure gibi sarkıcıların şarkılarını remixleyerek çok büyük bir başarı yakalamıştır. 1987'de Oakenfold ve arkadaşları Trevor Fung ve Ian St. Paul İbiza'da geçirdikleri birkaç ay süresinde dans kulübü müziğini tanıyıp sevdiler. Italo disco, soul ve house ta
rzlarının etkilerini taşıyan Happy Mondays "Pills 'n' Thrills and Bellyachesden sonra U2, Massive Attack, Arrested Development, The Cure , Snoop Dogg, Simply Red, New Order, ve The Shamen şarkılarına yapımcı Steve Osborne ile birlikte Perfecto"' grup adı altında remixler yaptılar. Bu remixlerin pek çoğu kendi firması Perfecto Records tarafından piyasaya sürüldü. Müzik yapımcılığının yanı sıra Oakenfold mixler hazırlamaktadır. Genç yaşlarında barlarda DJ'lik yapmaya başlayan sanatçı kısa sürede ün kazandı ve 90'lı yıllara geldiğinde dünyanın en iyi DJ'leri arasında adı anılmaya başlandı. Bugün dünyada trance müziğin önemli isimlerinden biridir. Liv Tyler Liv Tyler (d. Liv Tallarico; 1 Temmuz 1977, New York City, New York (eyalet)), Amerikalı oyuncu. Liv, 1 Temmuz 1977'de New York City'de, manken ve müzisyen Bebe Buell ile Aerosmith'in solisti Steven Tyler'ın kızı olarak doğdu. Liv Rundgren adıyla dünyaya geldi. Çocukluğunu Portland, Maine'de geçirdi. Annesinin o dönem birlikte olduğu Todd Rundgren'in babası olduğunu sanarak büyüdü. 11 yaşında, yakın aile dostu olan Steven Tyler'a olan benzerliği dikkatini çekince, babasının annesinin bir zamanlar ilişki kurduğu Steven Tyler olduğunu öğrendi. On iki yaşında babasının soyadını aldı. On dört yaşındayken annesiyle birlikte New York'a geri taşındı ve o yıl aile dostu, 1980'lerin ünlü top modeli Paulina Porizkova tarafından keşfedilerek modellik yapmayı başladı. "Seventeen", "Interview" gibi dergilerin kapağında yer aldı. Dünyanın Liv'i tanıması ise Aerosmith'in Crazy şarkısının klibiyle oldu. Rol için Steven Tyler'ın kızı olduğu bilinmeden seçildi. O yıl ilk iki filminde oynadı: "Heavy" ve "Silent Fall". Oyunculuğu çok sevdi ve modelliği bırakmaya karar verdi. Sinema dünyasında ilk ciddi çıkışını ise 1996 yılında Bertolucci'nin "Çalınmış Güzellik" filmiyle yaptı. Bu filmden sonra Liv, artık film yıldızı olarak anılmaya başladı ve "That Thing You Do!"da Tom Hanks, "Armageddon"da ise Bruce Willis ile çalışarak kısa sürede yıldızlarla çalışmaya başladı. Dünyanın en büyük bağımsız filmi olan; Peter Jackson'ın Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde Elf Prensesi Arwen rolüyle yer aldı. Çekimler Yeni Zelanda'da bir yılda tamamlandı. Liv de bir yıl orada yaşadı. 2001'de nişanlandığı müzisyen Royston Langdon'la 25 Mayıs 2003'te Karayipler'de evlendi. Haziran 2004'te hamile olduğu açıklandı. 14 Aralık 2005'te ise çiftin ilk çocuğu Milo William Langdon dünyaya geldi. Çift 2008 yılında boşanma kararı aldı. Oyunculuk dışında, 2003'ten beri Givenchy'nin yüzü olarak görev yapıyor (Firmanın ondan önceki modeli ise Audrey Hepburn'dü). Liv, Very Irresistible Givenchy parfümünün, "Givenchy le Makeup" makyaj serisinin, "Givenchy - Ready to Wear and Accessories" koleksiyonunun kampanyalarında yer aldı. 2005 yazında Givenchy, bir gül türüne Liv'in adını vermeye karar verdi: Liv Tyler Rose. "New York'un en sevdiğim yanı burada kendimi evimde hissetmem sanırım. 1977'de burada doğdum ve hayatımın çoğu burada geçti. Buraya çok bağlıyım. NY'ta görülecek bir sürü muhteşem şey var: harika sanat eserleri, bir sürü film, harika konserler, her türden ilginç insan. Hudson Nehri'nin üzerinde bisiklete binmeyi, köpeğimi iki blok arasında gezdirirken bile birlikte oynayabileceği yirmi köpekle karşılaşmasını, sabahın dördünde bile canım istediğinde hindili sandviç bulabilmeyi seviyorum. Bir NY gecesinde her şey mümkündür. Bu şehir sizi her zaman şaşırtabiliyor." "Yılbaşında İngiltere'de bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Eşim Roy ve ben uyuyorduk. Arkadaşımın iki küçük oğlunun sesleriyle uyandım. Koridorda dolaşıyor, odaların kapılarını açıp içeri giriyorlardı. Bizim odamızın önüne geldiklerinde, daha küçük olanı tam kapıyı açmaya davranmıştı ki diğeri "Hayır! O kapıyı açma. Orda prenses yatıyor." dedi. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Sanırım filmlerin insanlar üzerindeki etkisini ilk kez gerçekten o zaman fark ettim." "Çok lüks bir hayatım yok. Her tarafımda şoförler,hizmetçiler ve benim yerime her işimi halletmek için bekleyen insanlar yok. Normal bir insan gibi yaşıyorum.. Sorumluluklar olmadan yaşamanın iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum." "Hayat beni heyecanlandırıyor. Filmlerde oynamak ya da röportaj vermek gibi şeylerden değil, küçük, normal, günlük şeylerden bahsediyorum. Uyanmak. Giyinmek. Yemek hazırlamak. Hepsini çok heyecan verici buluyorum." Elohim Elohim (İbranice: אֱלֹהִים) tanrılar demektir. Eloh dişil bir kelimedir, arkasına eril çoğul eki "im" gelmiştir. Elohim kelimesi aynı zamanda prens, kral gibi yüksek rütbeliler için de kullanılan bir kelimedir. Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın gücünün, yöneticilik ve adalet özelliklerinin geçtiği yerlerde kullanılmıştır. İbranice'de Elohim sözcüğünün karşılığı tanrılar olarak verilebilir. Ancak bu tam doğru bir karşılık değildir. Bu sözcüğün mastarı "el" dir ve güç anlamına gelir; "el-oha" ise güçlü ya da güçlü olan (kişi) anlamındadır. Tanrı Yehova için kullanıldığında saygı ifadesi olarak Eloha'ın çoğulu olan Elohim kullanılmıştır. Burada yaratılma oluşumu Tanrının özellikleri olarak başlar, kutsal isimler olarak somutlaşır ve yaratılış dört olarak adlandırılır. Örnek: VBulletin vBulletin ya da kısaca vB, İnternet üzerinde oldukça popüler olan PHP ve mySQL arabirimlerini kullanan bir forum betiğidir. James Limm ve John Percival tarafından 1999 yılında yapılmıştır. Bunun dışında ücretli bir yazılımdır. Jelsoft Enterprises Ltd. tarafından geliştirilip pazarlanır. vBulletin'in diğer forum sistemlerinden farkı, diğer sistemlerden daha profesyonel olmasına rağmen kullanımının daha basit olmasıdır. vBulletin'in yeni eklentileri ve yeni sürümleri sürekli güncellenmektedir. vBulletin lisansının satışı iki şekilde gerçekleşir. Birincisi yıllık lisans ikincisi ise süresiz lisanstır. Yıllık lisans aktif olduğu andan itibaren bir yıl sürelidir fakat süresiz lisansın adından da anlaşılacağı gibi bitiş süresi yoktur sadece aktif olduğu günden bir yıl sonra lisansın tekrar güncelleştirilmesi gerekmektedir. Bu güncelleştirme olmazsa yeni çıkan vBulletin sürümleri kullanılamaz. vBulletin 5 ile beraber Jelsoft tarafından bulut hizmetide verilmeye başlamıştır. Bu şekilde forum kurulumu basitleşmiştir. Şebnem Paker Şebnem Paker (d. 1977, İstanbul), Türk gitarist ve şarkıcıdır. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Klasik Gitar Bölümü'nde eğitim gördü. 1996 yılında Marmara Üniversitesi Müzik Eğitimi Şan Bölümü'nü kazanan Paker, aynı yıl Eurovision Şarkı Yarışması'na "Beşinci Mevsim" adlı parça ile katıldı ve on ikinci oldu. 1997 yılında ise Grup Etnik ile birlikte, müziği Levent Çoker'e ve sözleri Mehtap Alnıtemiz'e ait "Dinle" adlı parça ile üçüncü oldu. 1998 yılında, Eurovision Şarkı Yarışması için gönderilecek "Çal" adlı parça ile katıldıysa da, jüri tarafından Tarkan Tüzmen'in seslendirdiği "Unutamazsın" adlı parça yarışmada Türkiye'yi temsil etti. 1998 yılında TRT'nin düzenlediği ulusal finalde bir kez daha yarışarak her geçen sene Eurovision'da daha başarılı bir sonuç elde etme düşüncesini dile getirdi. Ancak kullandığı etnik Türk enstrümanları ile bezeli ve hareketli ezgisi ile Avrupalı dinleyicilerin de ilgisini çekebileceği düşünülen "Çal" isimli parçayla hedeflediği başarıyı elde edemeyerek, o sene Türkiye'yi temsil etme hakkını kazanamadı. Marmara Üniversitesi Müzik Eğitimi Şan Bölümü'nden 2000 yılında mezun oldu. Hankendi (anlam ayrımı) MÖ 627 Jostedalsbreen Jostedalsbreen, Norveç'te, Avrupa anakarasının en büyük buzulu. Ülkenin kuzeyinde, "Sogn og Fjordane" eyaletindedir. Sognefjord fyordunun kuzeyinde kalır. Kuzey-güney istikametinde 100 km, doğu-batı istikametinde de 15 km'lik bir alana uzanır. 550 km²'lik bir alanı kaplar. Norveç'in "Svalbard" Adası'ndaki Austfonna buzulu ve İzlanda'nın Vatnajökull buzulundan sonra Avrupa'nın en büyük buzuludur. Buzul'un platosu, deniz seviyesinden 1600 ile 1900 m yüksekte bulunur. Jostedalsbreen ,son "Buz Çağı" 'ndan kalmayıp, M.Ö. 500 yıllarında ,iklim değişiklikleri sonucunda oluşmuştur. 1750 yıllarında , bölgenin en soğuk zamanlarında (Bu devre Küçük Buz Çağı denir) Jostedalsbreen, en büyük yayılmayı göstermiştir. 1991 yılından beri , 1.310 km² lik bir alanda , doğanın korunması için, Jostedalsbreen "Miili Park" olmuştur. Buzulun en iyi bilinen kolları, batıda Briksdalsbreen doğuda ise Nigardsbreen'dir. Oliver Evans 14 yaşında bir bisikletçinin yanında çırak olarak işe başladı. Yolcu taşıyan ilk binek arabanın mucididir. Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi, İstanbul, Beşiktaş'ta, Beşiktaş-Kadıköy seferlerinin yapıldığı iskele binası. 2004-05'te inşa edilen yeni iskeleden önceki iskele, Beşiktaş İskelesi'nin artan yolcu yükünü paylaştırmak amacıyla eskiden var olan ahşap iskelenin yerine 1982'de, yapısı ve iskelesi betonarme olarak yapılmıştı. Dikdörtgen planlı ve tek katlı yapının uzun kenarı denize paraleldi. Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi 2004-05 arasında yeniden inşa edilerek bugünkü görünümüne kavuştu. Türkiye'nin geçirdiği kimlik tereddütleri mimari anlayışa da yansımış milli mimari unsurlarının mimaride kullanılması 1. Milli Mimari Dönemi'nden sonra terkedilmişti. 70 yıl sonra ilk defa yapılan geleneksel mimari unsurları Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi'nde kullanıldı. Çatı kaplaması geleneksel kenetli kurşun. Çatıda kullanılan topuzlar son iki yüzyıldan sonra ilk defa bir sivil yapıda yapılıyor. Osmanlı sivil mimarisinde yapıların çatısında topuzlar kullanılır ve "bir topuzlu, iki topuzlu .. " şeklinde yapıların büyüklüğü adlandırılırken, batılılaşma akımı sonucunda İstanbul'da kullanımı terkedilmiştir. Günümüzde İstanbul'da çatısında topuz olan yapı kalmamışken, Yunanistan sınırları içinde özellikle Rodos'ta Osmanlı yapıları çatılarında hala topuz görmek mümkündür. Mimarları Erkan İnce ve M. Hilmi Şenalp'tır. 16 Mayıs 2010'da elektrik kontağından çıktığı sanılan yangınla büyük hasar gördü ve kullanılamaz hale geldi. Kısa süre içinde onarılarak tekrar hizmete girdi. Düğün çiç
eğigiller Düğün çiçeğigiller (Ranunculaceae), düğün çiçekleri (Ranunculales) takımından bir bitki familyasıdır. Düğün çiçeğigiller (Ranunculaceae) familya tayininde kullanılacak başlıca özellikleri şunlardır; Özel not: Sepaller zarımsı, petaller parlak sarı ve diplerinde glandlar var. Karanfilgiller Karanfilgiller (Caryophyllaceae), bir yıllık ve çok yıllık otsu, çalımsı bitkileri kapsayan bir çiçekli bitkiler familyası. 88 cinsi ve yaklaşık 2000 türü bulunan büyük bir familyadır. Kuzey ve Güney yarım kürenin ılman kesimlerinde ve tropik dağlarda yaygın olarak bulunurlar. Gen merkezinin Akdeniz bölgesi olduğu sanılmaktadır. Gövdelerinde şişkin nodyumlar bulunur. Yapraklar karşılıklı, bazen almaşık, basit ve çoğunlukla şeritsidir. kulakçıkları genellikle yoktur, olanlarda derimsi yapıdadır. Çiçekler iki eşeyli, nadiren tek eşeyli ve iki evciklidir. Aktinomorf simetriktirler. Çoğunlukla basit veya birleşik dikazyum çiçek durumu halinde, bazen de dalların ucunda tek şeklide bulunurlar. Kaliks 5 tane ve tabanda birleşmiştir. Çanak yapraklar sayısı baz türlerde 4'dür. "Diantus"'da kaliks brahte ile çevrilmiştir. Korolla kaliks lobları ile aynı sayıda, taç yapraklardan meydana gelir. Taç yapraklar ayrıdır. Alt kısmı ince dar, üst kısmı genişçedir. Bununla beraber, bazı cinslerde hayli küçülmüş taç yapraklara da rastlanır. Erkek organ sayısı taçyaprak eşit veya 2 katıdır. Dişi organ tek, üst durumlu yumurtalıklıdır. Plesentelamma merkezi eksenseldir. Meyve folikül, akendir. Helikopter Helikopter, dikey kalkış ve iniş yapabilen döner kanatlı bir hava taşıtıdır. İsmin kökü yunancada "heliko pteron" yani hareketli kanatlar anlamından gelir. 1907 yılında Fransız Paul Cornu ilk motorlu helikopteri uçurdu. Helikopterler dikey olarak kalkış ve iniş yapabilir ve havada sabit olarak tutunabilirler. Helikopter ve uçakların uçma prensipleri aslında aynıdır. Uçaklarda tutunma kuvveti elde edebilmek için uçak hava içinde hareket ettirilir. Ancak kanat, uçak gövdesine bağlı olduğu için sabit bir yapıdadır. Fakat helikopterlerde kanat sabit değil, hareketlidir. Yani helikopterlerde taşıma kuvveti elde edebilmek için döner kanat yani pervane kullanılır.Pervane iki ya da daha fazla palden meydana gelir.Pervane palinin profili uçak kanadının profili ile aynıdır. Helikopterin motoru palleri döndürür. Paller hava içinde hareket ettikleri için üst yüzeylerinde alçak basınç, alt yüzeylerinde ise, yüksek basınç oluşur. Bu basınç farkı taşıma kuvvetini meydana getirir. Pallerin devir sayısının ve hücum açısının (pallerin havayı karşılama açısı) artması ile bu taşıma kuvvetinin büyüklüğü de artar. Tersi bir durumda ise azalır. Taşıma kuvveti helikopterin ağırlığına eşit olduğunda helikopter havada sabit olarak tutunur. Büyük olduğunda dikey olarak yükselir. Daha az olduğunda ise, dikey olarak alçalır. Pervanenin dönme düzlemi eğildiğinde, yani pervanenin oluşturduğu taşıma kuvvetinin yönü değiştirildiğinde, helikopter ileri - geri ve sağa - sola doğru hareket eder. Böylece helikopterin hava içinde hareket etmesi sağlanır. Pervane sürekli döndüğü için (gövde üzerinde yarattığı moment nedeniyle) helikopterin gövdesini de döndürmeye çalışır. Bunu engellemek için helikopterin kuyruğunda daha küçük olan bir pervane daha kullanılır. Kuyruktaki pervane gövde üzerindeki dönme momentini sönümler. Ayrıca sönümleme miktarı değiştirilerek gövdenin dönüşü de sağlanabilir. Helikopterler çift ve tek rotorlu olmak üzere ikiye ayrılır. Tek rotorlu helikopter bir dikey hareketi sağlayan ana rotor ve gövdenin dönmesini engelleyen yardımcı rotor bulunur. İlk olarak bu sistem Rus asıllı göçmen Igor Sikorsky tarafından tasarlanır ve 1939 yılında başarıyla uçurulur. Çift rotorlu helikopterler daha karmaşık olmakla birlikte yük ve yolcu taşımaya daha elverişlidir. Çift rotorlu helikopterlerde aracın iki ucunda biri alçakta olmak üzere eş iki ana rotor bulunur. İlk olarak 1960 yılında uçmaya başlamış en bilindik modeli CH-47 dir. Lamiales Lamiales, çok yıllık, aromatik kokulu, hermafrodit çiçekli bitkiler takımıdır. İçtihat İçtihat, [yasa] tarafından hüküm belirtilmemiş bir konuda, daha önceki bir mahkeme kararının esas alınmasıdır. Somut olayda mevcut olan anlaşmazlık konusunda, üst mahkemelerin benzer olaylar bakımından verdiği farklı kararlarla ortaya çıkan ve anlaşmazlığı ortadan kaldırmaya yönelik; yetkili üst kurullarca alınan kararlardır. İçtihadı Birleştirme Kararları dışındakiler benzer hukukî durumlarda Yargıtay Genel Kurullarını, Dairelerini ve Adliye Mahkemelerini bağlayıcı nitelikte değildir. İçtihadı Birleştirme Kararları, tahkim prosedüründe Hakem Kurulları için de bağlayıcıdır. Parite (ekonomi) Parite, bir ülkenin parası esas alınarak diğer iki ülke parasının bu esas alınan ülke parası karşısındaki değeridir. Mariah Carey Mariah Carey (d. 27 Mart 1970, Huntington), Amerikalı şarkıcı, söz yazarı. Mariah Carey 1990'lı yılların en çok albüm satan kadın şarkıcı, 1990'lı yıllarda her yıl 1 numaraya ulaşmış single'ları bulunan tek şarkıcı ve tüm zamanların en çok satan kadın R&B/Hip-hop şarkıcısı unvanlarına sahiptir. Aynı zamanda, ABD'de en çok 1 numaraya ulaşmış single'ı olan kadın şarkıcı ve Elvis Presley ile beraber en çok 1 numaraya ulaşmış single'ı olan ikinci şarkıcıdır (ABD'de 18 tane 1 numara single'ı vardır). Soundscan döneminde en çok satan kadın müzisyendir. Carey aynı zamanda çok kuvvetli (modern müzikte yedi, klasik müzikte beş oktav) ve tiz bir sese sahip olmakla birlikte yükses frekansta şarkı söyleyen şarkıcıların başında gelir. Mariah Carey, 27 Mart 1970'te, yarı Venezuelalı, yarı Afrika kökenli bir babanın ve İrlandalı bir annenin en küçük çocukları olarak dünyaya geldi. Fakir bir çocukluk geçiren Mariah Carey, henüz üç yaşındayken annesi ve babası ayrıldı ve üç kardeşten en küçüğü olduğu için annesinin yanında yaşamını sürdürmeye başladı. Küçük bir çocukken sesini fark eden annesi sayesinde müzik eğitimi almaya başlayan sanatçı, liseyi bitirene kadar amatör olarak müzik çalışmalarını sürdürdü. Liseyi bitirdikten sonra da profesyonel olarak çalışmak için Manhattan'a yerleşti. Müzik kariyerine bugün çok iyi bir arkadaşı olan Brenda K.Starr'a geri vokal yaparak başladı. Bu sırada klavyeci arkadaşı Ben Margulies ile beraber şarkılar yazmaya başladı. 1988 yılında demo kasedini bir partide Sony Music'in müdürü Tommy Mottola'ya dinlettiren Carey, Mottola'nın sesine hayran olması ile albüm anlaşmasını imzaladı ve 1990 yılında ilk albümü "Mariah Carey"i çıkarttı. Bu albümden "Vision Of Love", "Love Takes Time", "Someday" ve "I Don't Wanna Cry" isimli şarkıları single olarak piyasaya sürdü ve hepsi de listelerde 1 numaraya ulaştı. "Mariah Carey" albümü çok geçmeden ABD çapında 10 milyon kopya satarak Carey'i üne kavuşturdu. Albümüyle ve "Vision Of Love" şarkısıyla Grammy ödüllerinde iki dalda aday gösterilen Carey, iki ödülü de kucakladı. İlk albümünün başarısının verdiği güvenle birlikte Carey 1991'de soul ağırlıklı Emotions albümünü çıkardı. Albümden Emotions, Can't Let Go ve Make It Happen single'ları çıktı ve hepsi büyük başarılara imza attı. Carey o yıl da Grammy ödüllerinde iki dalda aday gösterildi, ancak ikisinde de ödülü kazanamadı. Çoğunlukla ABD'de tanınan bir isim olan Carey, 1992'de konser albümü "MTV Unplugged EP" ile tüm dünyanın tanıdığı bir isim oldu. Albümden Trey Lorenz in eşlik ettiği The Jackson 5 cover'ı "I'll Be There" şarkısı single olarak piyasaya sürüldü. Bu single Billboard tarihinde bir numaraya ulaşan ilk ve tek canlı kayıt oldu. Mayıs 1993'te ise Carey Sony Music'in sahibi Tommy Mottola ile evlendi. Aynı yılda Carey üçüncü albümü "Music Box" ile tüm listeleri altüst etti ve bu albümle 32 milyon satış yaparak ulaşılması güç bir rekora imza attı. " Music Box " halen Carey'nin en çok satan albümüdür. Carey, "Music Box" taki başarısını 1994'te çıkardığı "Merry Christmas" isimli noel temalı albümü ile perçinledi. Albüm, tüm zamanların en çok satan noel temalı albümü oldu. Albümden "Joy To The World" adlı klasik noel parçasının Carey versiyonu ve Carey'nin bizzat yazmış olduğu "All I Want For Christmas Is You" adlı noel parçası single olarak piyasaya sürüldü. 1995'te Carey "Daydream" isimli albümünü piyasaya sürdü. Albümden önce single olarak piyasaya sürülen "Fantasy" isimli şarkısı listelere 1 numaradan giriş yaptı. "Fantasy", Carey'nin listelere 1 numaradan giriş yapan ilk single'ı dır. "Fantasy" remiksi ile pop/hip hop düetlerini anaakıma taşıdı. "Daydream" müthiş bir başarı yakalayarak birçok ülkede satışlarda liste başı oldu, "Music Box" un kine yakın bir satış rakamı elde etti ve kritiklerce içerik bakımından Carey'nin en iyi albümü olarak kabul gördü. Albümden çıkan diğer single'lardan Boyz II Men düeti "One Sweet Day" ve "Always Be My Baby" liste başı olurken, "Forever" şarkısı Billboard uzmanlarına göre kolayca 1 numara olabilecekken single formatında basılmayıp sadece promo olarak radyolara gönderildi, buna rağmen radyolarda en çok çalınan şarkılardan biri oldu. Bir Journey şarkısı olan "Open Arms Amerika dışında single olarak yayınlandı" . Bunun yanında Carey "Daydream" ile Grammy ödüllerinde 6 dalda aday gösterildi, ancak hiçbirini kazanamadı. Halka mutlu bir evlilik olarak yansımasına rağmen, Carey Mottola'nın kendini kontrol ettiğini öne sürerek 1997'de Mottola'dan ayrıldı. Akabinde yeni albümü "Butterfly" için "Honey" single'ını piyasaya süren Carey, müzik tarzındaki değişikliğine rağmen bu şarkıyla da büyük başarı elde etti ve Honey, ABD listelerine 1 numaradan giriş yaptı. Şarkı Puff Daddy tarafından düzenlenmişti, ki bu da "Butterfly" ın R&B/Pop'dan daha çok R&B/Hip-Hop tarzına yakın olacağı sonucunu doğurmuştu. Albüm yayımlanınca bu tahminlerin doğru olduğunu gösterdi. "Butterfly" albümü aynı zamanda Tommy Mottola'nın esaretinden kurtuluşun ve bağımsızlığın göstergesiydi. Albüm büyük başarı elde etti ve eleştirmenlerce tarz değişiminden dolayı "yeni bir başlangıç için harika bir albüm" olarak nitelendirildi. Albümden yayımlanan "My All" single'ı A
BD'de 1 numaraya ulaştı ve uluslararası alanda başarı sağladı. 1998'de "#1's" adlı toplama albümünü piyasaya süren Carey, düşünülenin aksine müziğe henüz ara vermeyeceğini, bununla beraber "#1's" in gerçek bir toplama albüm olmadığını, zira "o kadar yaşlanmadığını" ima etti. Albümde adından anlaşıldığı gibi Carey'nin 1 numaraya ulaşmış bütün şarkıları yer almaktaydı. Dört tane de yeni şarkı bulunuyordu: "Sweetheart", "I Still Believe", "When You Believe", ve "Do You Know Where You're Going To (Theme from Mahogany)". "When You Believe" o yıl "Mısır Prensi" animasyon filminin film müziği için kaydedilmişti ve şarkıda Carey'e Whitney Houston eşlik ediyordu. Şarkı, Akademi (Oscar) ödüllerinde "En İyi Film Şarkısı" dalında ödül kazandı. Carey 1999'da "Rainbow" albümünü piyasaya sürdü. Albüm, eleştirmenlerce Carey'nin önceki albümlerine göre zayıf bulunmasına rağmen ticari olarak iyi bir başarı sağladı. Bu albümden çıkan 1 numara single'lar ise "Heartbreaker" ve "Thank God I Found You" oldu.Bu şarkıda sanatçıya Joe ve 98 Degrees grubu eşlik etti. 2000 yılında Dünya Müzik Ödülleri'nde ise "Son 10 Yılın En İyi Sanatçısı" seçildi ve "Tüm Zamanların En Çok Satan Kadın Sanatçısı" ilan edildi. Aynı zamanda yalnızca 100 milyon ve üzeri albüm satan sanatçılara verilen "Chopard Diamond Ödülü" nü ilk alan kişi oldu. 2001 yılı ne yazık ki Carey için iyi geçmedi. Carey bu yılda başrol oynayacağı ilk film olacak olan yarı-otobiyografik film projesi "Glitter" üzerinde çalışmaya başlayacağını duyurdu. Aynı yılda çıkacak olan yeni Carey albümü ise filmin soundtrack'i olacaktı. Albüm için Virgin Records ile 80 milyon dolarlık bir anlaşma imzalayan sanatçı (bu anlaşma bugün bile en yüksek ücretli albüm anlaşmasıdır), albümün tarihi 11 Eylül olaylarına denk geldiği için bundan olumsuz etkilendi. "Glitter" filmi ve soundtrack albümü yayımlandığı zaman Carey birçok kötü eleştiriye maruz kaldı. "Glitter" filmi "bugüne kadar çekilmiş en kötü filmlerden biri" olarak nitelendirilirken, "Glitter" albümünden yayımlanan ilk single "Loverboy" ABD Billboard Hot 100 listesinde 2 numaraya kadar yükselerek altın plak sertifikası aldı ve 2001 yılının en çok satılan ve dinlenen single'ı oldu; fakat devamında yayımlanan "Never Too Far" ve "Don't Stop (Funkin 4 Jamaica)" single'ları liste başarısı elde edemedi. "Glitter" albümü yayımlandığı zaman Carey'nin en az liste başarısı gösteren albümü oldu. Birden çok platin ve elmas plak sertifikaları alan önceki albümlerinin aksine, "Glitter" ancak bir platin plak sertifikası alabildi. Kötü giden albüm satışlarının üzerine Virgin Records, Carey ile yaptığı anlaşmayı feshetti ve tazminat olarak 28 milyon dolar ödedi. Sanatçı bu albümün sadece bir soundtrack olduğunu ve her soundtrack'in Titanic gibi büyük başarı elde etmesi gerekmediğini ve haksızlığa uğradığını belirtti. Kötü giden tek şey albüm satışları değildi. O dönem Carey, resmi internet sitesine umutsuz birkaç ses mesajı bıraktı ve mesajlar yayımlandıktan 5 saniye sonra siteden silindi. Medya tarafından Carey'nin psikolojik sağlığının iyi olmadığı öne sürüldü. Bir süre sonra Carey psikolojik yardım görmeye başladı ve yeni çalışmalar yapmaya başlamadan önce, kısa bir süre için dinlenmeye çekileceğini açıkladı. Carey'nin artık kariyerinin sona erdiği üzerine yorumlar yapılmaya başlanmıştı. Virgin Records'tan ayrıldıktan sonra kendine yeni bir plak şirketi arayan Carey, Island Records ile 50 milyon dolarlık bir albüm anlaşması imzaladı ve Island Records bünyesinde kendi küçük plak şirketi MonarC Music'i kurdu. 2002'de ise Carey "köklere dönüş" sloganıyla 9. albümü "Charmbracelet"ı yayımladı. Albüm, Carey'nin o yıl vefat eden babası Alfred Roy Carey'e adanmıştı. Albümden yayımlanan ilk single "Through The Rain" hayranlar tarafından beğenilse de pek bir başarı elde edemedi. Diğer single'lar "Boy (I Need You)" ve "Bringin' On The Heartbreak" ise listelerin epey altında kaldı. Albüm çoklu-platin sertifikası almasına rağmen satışları Carey'nin önceki albümlerine kıyasla çok düşüktü; nedeni ise "Charmbracelet"ın beklenen ilgiyi görmemesiydi. "Charmbracelet"ın gösterdiği ticari başarı "Glitter"ınkinden büyüktü, ancak "Glitter"ın başarısızlığını örtbas edemedi. Eleştirmenlerce "Charmbracelet" albümü zayıf bulundu, bunun başlıca nedenlerinden biri albümün tınıları Carey'nin diğer albümlerine kıyasla R&B'den daha çok Pop'a dönük olduğuydu, ve bu yüzden albüm büyük ölçüde olumsuz eleştiri aldı. Eleştirmenlerin birleştiği bir başka nokta ise albümde Def Leppard cover'ı "Bringin' On The Heartbreak" haricinde hiç iyi şarkı bulunmadığı idi. Eleştirmenlerin dikkatini çeken bir başka nokta ise Carey'nin sesinin yıprandığı idi. "Charmbracelet"ın başarısızlığı üzerine yakınları Carey'e bir süreliğine ara vermeyi önerdi; ancak Carey reddetti ve o yıl "Charmbracelet World Tour" turnesine çıktı. 2003 yılında Carey, Busta Rhymes'a "I Know What You Want" isimli şarkısında eşlik etti. Şarkı Billboard Hot 100 listesinde 3 numaraya kadar yükseldi. Bundan kısa bir süre sonra Carey 2 CD'lik remiks albümü "The Remixes"ı yayımladı. Albümde Carey'nin hit şarkılarının remiks versiyonları ile "I Know What You Want" yer alıyordu. 2004 yılında Carey bu sefer Jadakiss'e "U Make Me Wanna" isimli şarkısında eşlik etti. "U Make Me Wanna", "I Know What You Want" kadar başarılı olamasa da yayımlandığı ilk hafta Billboard listelerinde ilk 50'de kendine yer buldu ve bir sonraki hafta 21 numaraya yükseldi. 2005 yılında çıkardığı The Emancipation of Mimi albümüyle eski parlak günlerine geri döndü. Eleştirmenlerce de başarılı bulunan albüm dünya çapında yaklaşık 10 milyonluk bir satış gerçekleştirdi. 2005 yılının en çok satan bu albümünden çıkan single'lardan "We Belong Together", ABD Billboard Hot 100 listesinde 14 hafta bir numarada kalarak büyük bir başarı sağladı. Bunun yanı sıra albümün üçüncü single'ı olarak piyasaya sürülen "Shake It Off", "We Belong Together"'ın 1 numaradaki son haftasında 2 numaraya yükselerek bir ilki gerçekleştirerek, Mariah'nın ABD listelerinde bir ve iki numarada aynı haftada yer alan ilk kadın sanatçı olmasını sağladı. Bunun yanı sıra Aralık ayının son günlerinde "Don't Forget About Us" 1 numaraya oturdu ve Mariah Carey böylece 17 tane 1 numara şarkıyla, Elvis Presley ile birlikte en çok 1 numaraya sahip 2. sanatçı oldu.Hayatında büyük değişikler yaşayan Mariah eski kocasını yeni eşi Thalía ile olan küslüğünüde VH1 partisinde ona olan övgü dolu sözleriyle gidermiştir. 2006 yılında üç yıl aradan sonra "The Adventures of Mimi" (Mimi'nin Maceraları) turnesine çıktı. 2008 yılının bahar aylarında vizyona girmesi beklenen, yönetmenliğini Aaron Woodley ve yapımcılığını Lee Daniels'ın yaptığı Tennessee (film) filminin çekimlerini Mart 2007 itibarıyla sonlandırdı. Filmin konusu ise şöyle: "İki kardeş (Adam Rothenberg, Ethan Peck) küçükken babalarının onlara kötü davranmasına dayanamayarak Tennessee'den kaçarlar. 10 yıl sonra küçük kardeş kansere yakalandığını öğrenir. Yaşamak için tek umudu babasının vereceği iliktir. Tennessee'ye dönüşleri sırasında yolda Crystal (Mariah Carey) ile tanışırlar. Crystal bir country şarkıcısı olmak istemektedir fakat kocası bunu istememekte, onun ev hanımı olarak kalmasını tercih etmektedir. Bu yüzden kendisine sürekli şiddet uygular. Crystal, Nashville'de şansını denerken iki kardeş babalarını aramaya devam ederler.". Carey uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve yılın en çok beklenen albümlerinden biri olan 11. stüdyo albümüne E=MC² adını verdi. Bir önceki albümü, 2005 yılının en çok satan, dünya çapında 10 milyonluk satarak 18 aylık liste serüveni boyunca 3 tanesi Grammy olmak üzere sayısız ödül kazanan ve iki tane de bir numara hit çıkaran "The Emancipation of Mimi"ye gönderme yapan adıyla albümün Avrupa'da 14 Nisan 2008'de, Amerika'da ise 15 Nisan 2008 tarihinde satışa çıkmıştır. Albümden çıkan ilk single "Touch My Body", Mariah Carey, Tricky Stewart ve The-Dream tarafından yazıldı. Şarkının video klibinin yönetmenliğini ise ünlü film yönetmeni Brett Ratner üstleniyor. "E=MC²" albümünde Mariah ile işbirliği yapan yapımcıların arasında Jermaine Dupri, DJ Toomp, Stargate, Will.i.am, Bryan-Michael Cox, Nate "Danja" Hills ve James Poyser bulunuyor. "E=MC²"nin uygulayıcı yapımcıları ise Mariah Carey ve Island Def Jam Music Group başkanı L.A. Reid. Eleştirmenler tarafından beğenilen "Touch My Body", Amerikan radyolarında çalındığı ilk haftasında gösterdiği başarı ile Amerikan müzik listesine ell yedi numaradan girdi. Daha sonrasında radyoda çalınma sayısına göre ilk yirmiye giren şarkı, 24 Mart 2008 tarihinde dijital olarak satışa sunulmasıyla ABD'de 286.000 kez indirilerek, Rihanna'nın Umbrella ile olan 277.000 rekorunu kırmış ve bir numara yükselmiştir. Şarkı radyolar vasıtasıyla 130 milyon dinleyiciye ulaşmıştır ve iki hafta bir numarada kalmıştır. Dünya çapında İngiltere'de beşinci sıraya kadar yüksek şarkı, dünya listelerinde iki numarayı gördü. Mariah Carey E=MC² albümünü kapadıktan sonra yeni albüm için sıkı çalışmalara başladı ve 29 Eylül 2009'da çıkan "Memoirs of an Imperfect Angel" albümünü tamamladı. Albümden ilk tekli olarak "Obsessed" çıktı. Obsessed şarkısının sözleri Carey'ye ait. Düzenlemeler ise Tricky Stewart ve The-Dream'e aittir. Mariah şarkıda Eminem'e gönderme yapmaktadır. Ayrıca şarkının klibinde şarkıcı Eminem'in kılığına girip onu canlandırmaktadır. Obsessed'den sonra Foreign grubunun şarkısı olan "I Want to Know What Love Is" şarkısını Mariah Carey yeniden söyleyerek yeni tekli olarak satışa sundu. Şarkının klibi çekildi. Şarkı Brezilya'da tam 27 HAFTA birinci numarada kaldı ve dünya rekoru kırdı. Albümün en beğenilen parçalarından biri de "Betcha Gon' Know" parçasıydı. Parçada Mariah Carey yaşadıklarını ve bu olaylardan izlenimlerini paylaşıyordu. Ayrıca Nicki Minaj ile yaptığı düet cover da video klip ile birlikte yayınlandı. Albüm için Angels Advocate turu düzenlendi ve Mariah 20 haftanın üzerinde fanlarının karşısında konsere çıktı. Mariah Carey 2 Kasım 2010'da Merry Christmas II You isimli albümünü yay
ınladı. 6 yeni şarkı ve efsanevi Noel up-tempo şarkısı "All I Want for Christmas Is You'nun remix versiyonu "Extra Festive" albümde yerini aldı. Albumun ilk single çıkış parçası "OH SANTA" birçok iyi eleştiri aldı ve şarkının video klibi çekildi. Dönem içinde ABC'de yayınlanan bir noel özel programındaki performansları uzun süre konuşuldu. Albümde ayrıca annesi ile ilk ve tek düet şarkısı "Oh come all ye faithful / Hallejulah chorus" da yer aldı. 2012 yılında New York Gotham Hall'da hamileliğinden sonraki ilk performansını sergiledi. New York's Plaza Hotel'de Amerika Başkanı Barack Obama'nın kampanyası için üç şarkılık özel bir konser verdi ve Obama'nın seçim kampanyası için yazdığı "Bring It On Home" isimli şarkıyı da seslendirdi. Ağustos 2012'de, rapçi Rick Ross ve Meek Mill ile düet yaptığı "Triumphant (Get 'Em)" isimli single'ını çıkardı. American Idol yarışmasının 12. sezonuna jüri üyesi olarak katıldı. Carey 2013 yılında Lee Daniels'ın The Butler filminde rol aldı. Film otuz yıldan fazla süredir, sekiz farklı Amerikan Başkanına hizmet eden bir kahyanın hikâyesini anlatıyordu. Şubat 2013'de Oz the Great and Powerful filmi için "Almost Home" isimli bir şarkı yazarak seslendirdi. Video klip David LaChapelle tarafından yönetildi. on dördüncü stüdyo albümünün çalışmalarının devam ettiği haberlerinden sonra 6 Mayıs 2013'de yeni albümün ilk single'ı "Beautiful" piyasaya çıktı. 2. single The Art "of Letting Go'nun aynı zamanda albüm adı olacağı duyuruldu. "You're Mine (Eternal)" şarkısının yayınlanmasında sonra ise albüm adının değiştiği söylendi. Albüm Me. I Am Mariah... The Elusive Chanteuse adıyla 27 Mayıs 2014 tarihinde yayınlandı." Mariah Ekim 2014 tarihinde All I Want For Christmas Is You, A Night of Joy & Festivity isminde her yıl tekrarlanacak olan bir Noel şovuna başlayacağını duyurdu. İlk ayak 15-22 Aralık 2014 tarihleri arasında altı konser verdi. İkinci ayakta 8–18 Aralık 2015 tarihleri arasında sekiz konser verdi. 15 Ocak 2015 tarihinde, Mariah'nın Las Vegas'da bulunan Caesars Palace Colosseum 1 numara şarkılarından oluşan bir konser dizisine başlayacağı açıklandı. 30 Ocakta Mariah'nın Universal Music Group'un Def Jam Recordings Kayıt Şirketinden ayrıldığı, yeniden L.A. Reid ile çalışacağı ve Sony Music ile Epic Records'a döndüğü açıklandı. Konser dizisi ile aynı anda "#1 to Infinity isimli bir" greatest hits derleme albümü yayınladı. Albümde "Billboard" Hot 100 listesinde 1 numara olan 18 şarkının yanı sıra yeni bir parça olan ve albüme ismini veren "Infinity" de bulunuyordu. Mariah aynı yıl Hallmark Channel'da "A Christmas Melody adlı" Noel filmi ile ilk uzun metraj yönetmenlik denemesini gerçekleştirdi ve filmde ana karakterlerden birini oynadı. 2015 Aralık ayında Mariah The Sweet Sweet Fantasy Tour isimli, Mart 2016'da başlayacak bir Avrupa turnesine başlayacağını duyurdu. Bu sanatçının 13 yıl sonra Avrupa'da çıkacağı ilk turne oldu. Turne ile Güney Afrika'da da 4 konser verdi. Mariah15 Mart 2016'da The Sweet Sweet Fantasy Tour'u ve sahne arkasını kapsayan, E! kanalında yayınlanacak olan "Mariah's World adlı bir belgesel-seri üzerinde çalıştığını açıkladı." Han Myeong-sook Han Myeong-sook, (d. 24 Mart 1944) Güney Koreli siyasetçi ve akademisyen. Güney Kore’nin ilk kadın Başbakanı. 24 Mart 1944’te bugün Kuzey Kore’nin başkenti olan Pyongyang’da doğdu. Kore Savaşı’nı takiben ailesi ile birlikte Seul’e geldi. 1967 yılında Ewha Kadınlar Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1986 yılında aynı üniversitede kadın çalışmaları alanında master derecesi aldı. 1974-79 yılları arasında Kore Hıristiyan Akademesi üyeliği yaptı. Çiftçiler ve kadın işçilere yönelik eğitim programları düzenledi. Bu eğitim programları sırasında dönemin baskıcı rejimine karşı muhalefetle suçlandı ve 1979-81 yılları arasında düşünce suçu nedeniyle hapis yattı. 1986-87 yıllarında Ewha Kadınlar Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümünde, 1988-94 yılları arasında ise Sumgs’m Kadınlar Üniversitesi’nin Kadın Çalışmaları Bölümünde dersler verdi. 1989 yılında Kore Kadın Dernekleri Birliği’nde (Korea Women’s Associations United) Aile Yasasının değiştirilmesi için çalışan komisyonun başkanlığını yürüttü. 1990-94 yılları arasında “Korea Womenlink” isimli sivil toplum örgüyünün başkanlığını yürüttü. 1992 yılında Kore Çevre ve Sosyal Politikalar Enstitüsü’nün başkanlığını yaptı. 1992-96 yılları arasında Seul ve Pyongyang’dadüzenlenen Asya Barışında Kadının Rolü isimli sempozyumun yürütme komitesinde görev aldı. Han, 1993-94 yıllarında hem bir sivil toplum örgütünde hem de G. Kore Birleşme Bakanlığı’na bağlı İşbirliği Komitesinde görev aldı. 1993-95 yılları arasında Çevre Bakanlığı Çevre Koruma Komitesi ile G. Kore Rüşvet ve Yolsuzlukları Denetleme Kurulu İşbirliği Komitesi üyeliklerinde bulundu. 1993-96 yıllarında Kore Kadın Dernekleri Birliği temsilciliği ve 1994-95 yıllarında Yayın Reformu İçin Yurttaş Derneği temsilciliği yaptı. 1996-2003 yılları arasında Ewha Kadınlar Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümünde araştırmacı olarak görev aldı. 2000 yılında yapılan genel seçimlerde 16. dönem milletvekili olarak meclise girdi. Ocak 2001-Şubat 2003 tarihleri arasında Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı görevini üstlendi. Şubat 2003-Şubat 2004 tarihlerinde Çevre Bakanlığı yaptı. 2004 yılı genel seçimleriyle 17. dönem milletvekili olarak (Uri Partisi’nden) yeniden meclise girdi. Mart 2006’ya kadar Birleşme, Dış İlişkiler ve Ticaret Parlamento Komisyonu üyeliği, Çocuk, Nüfus ve Çevre Parlamento Komisyonu Başkanlığı, Kore-Singapur Parlamentolararası Dostluk Komisyonu Başkanlığı ve Asya-Pasifik Çevre ve Kalkınma Parlamentolararası Konferansı Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini üstlendi. 2006 Nisan ayında Güney Kore Cumhurbaşkanı Roh Moo-hyun’un iktidardaki Uri Partisi milletvekilli Han Myeong-sook’u yeni başbakan adayı olarak açıkladı. Han’ın adaylığı iktidar ve muhalefet partilerinin yanı sıra ülkedeki sivil toplum örgütleri tarafından da olumlu karşılandı. Han, 20 Nisan 2006’da Güney Kore’nin 37. Başbakanı olarak göreve başladı. Shin Kung füzesi Shin Kung (Yeni Yay) füzesi, Güney Kore tarafından geliştirilmiş taşınabilir, kısa menzilli ve karadan havaya bir füzedir. 10 kilogramlık bu füze, entegre bir “dost-düşman tanımlama” sistemine sahiptir. 7 kilometrelik bir menzile sahip olan füze, gece ve/veya bozuk havalarda kulanılabilmekte ve iki renkli kızılötesi tarayıcısı alınabilecek karşı önlemlerin etkisiz hale getirilmesinde etkili olmaktadır. Bu tarz taşınabilir karadan havaya füze sistemine dünyada ABD’nin de dahil olduğu dört ülke sahiptir. Bu füzenin geliştirilmesi için 1995 yılından beri 71 milyon dolar harcanmıştır. Chong Sango füzesi Chong Sango (Mavi Köpekbalığı) füzesi, Güney Kore tarafından geliştirilmiş hafif bir torpidodur. Hem deniz araçlarından hem de hava araçlarından (örneğin Super Lynx anti-denizaltı helikopteri) fırlatılabilmektedir. Torpido, saatte 83 kilometre hıza çıkabilmekte ve düşman denizaltılarını 20 kilometre uzaktan vurabilmektedir. Düşman denizaltılarını belirlemek ve vurmak amacıyla sonar teknoloji ile donatılmış olan Mavi Köpekbalığı, 1,5 metre kalınlığındaki çeliği delme ve içeride patlama özelliğine sahiptir. Bu torpidonun geliştirilmesi için 1995 yılından beri (2000'e kadar) 43 milyon Dolar harcanmıştır. (Torpidoların birim fiyatı ise 867.000 Dolar olarak açıklanmıştır.) Hae Song füzesi Hae Song (Deniz Yıldızı) füzesi, Güney Kore tarafından geliştirilmiş uzun menzilli bir “cruise” füzesi. 2008 yılından itibaren Güney Kore’de inşa edilecek olan Aegis muhriplerinin donatılması için kullanılacaktır. Beyoncé Beyoncé Giselle Knowles-Carter (; d. 4 Eylül 1981), Amerikalı şarkıcı, şarkı yazarı ve oyuncu. Houston, Teksas'ta doğup büyüyen Beyoncé, çocukken çeşitli şarkı ve dans yarışmalarında performans sergiledi. 1990'ların sonunda, R&B kız grubu Destiny's Child'ın solisti olarak ünlendi. Babası Mathew Knowles'un menajerliğini yaptığı grup, dünyada tüm zamanların en çok satan kız gruplarından biri oldu. Grubun müziğe ara verdiği dönemde Beyoncé, ilk solo albümü "Dangerously in Love"ı (2003) yayımladı. "Billboard" Hot 100 listesinde bir numara olan "Crazy in Love" ve "Baby Boy" single'larına da yer veren albüm 11 milyon kopya sattı ve beş Grammy Ödülü kazandı. Haziran 2005'te Destiny's Child'ın dağılmasının ardından "Déjà Vu", "Irreplaceable" ve "Beautiful Liar" hitlerinin de bulunduğu ikinci solo albümü "B'Day" (2006) yayımlandı. Öte yandan Beyoncé, performansıyla Altın Küre'ye aday gösterildiği "Rüya Kızlar" (2006) ile "Pembe Panter" (2006) ve "Obsessed" (2009) filmlerindeki başrolleriyle oyunculuğa adım attı. Rapçi Jay-Z ile evliliği ve "Cadillac Records" (2008) filminde Etta James'i canlandırması üçüncü albümü "I Am... Sasha Fierce"ı (2008) etkiledi. Şarkıcının ikinci kişiliği Sasha Fierce'ın ortaya çıkmasına neden olan albüm, 2010'da "Single Ladies (Put a Ring on It)" ile Yılın Şarkısı dahil altı Grammy Ödülü elde ederek rekor kırdı. Beyoncé aynı yıl müziğe ara verdi ve kariyerinin yönetimini devraldı. Dördüncü albümü "4" (2011); 1970'lerin funk, 1980'lerin pop ve 1990'ların soul müziğine yer verdi. Sanatçının beşinci albümü "Beyoncé" (2013), deneysel yapımı ve daha karanlık temaları işlemesiyle önceki kayıtlardan ayrıldı. Kendi deyimiyle "çağdaş bir feminist" olan Beyoncé'nin şarkıları genelde aşk, ilişkiler, tek eşlilik ile kadın cinselliği ve güçlendirmesi temaları çevresinde şekillenmektedir. 18 yıla yayılan kariyerinde solo sanatçı olarak 75 milyondan fazla, Destiny's Child ile birlikte 60 milyon albüm sattı ve tüm zamanların en çok satan şarkıcılarından biri oldu. Bugüne kadar 20 Grammy Ödülü kazandı ve bu ödüle en çok aday gösterilen kadın oldu. Amerika Kayıt Endüstrisi Birliği, Beyoncé'yi Amerika'da 2000'lerin En Çok Sertifika Alan Sanatçısı kabul etti. 2009'da "Billboard" tarafından Onyılın En İyi Radyo Şarkıları Sanatçısı, 2000'lerin En İyi Kadın Sanatçısı ve 2011'de Milenyumun Sanatçısı seçildi. 2013 ve 2014'te "Time" dergisinin Dünyadaki En Etkili 100 İ
nsan listesine girdi. Beyoncé Giselle Knowles, 4 Eylül 1981'de, Xerox'ta satış müdürü olan Mathew Knowles ile kuaför ve kuaför salonu sahibi Celestine Ann "Tina" Beyincé'nin kızı olarak Houston, Teksas'ta doğdu. Beyoncé'nin adı, annesinin kızlık soyadından gelmektedir. Babası Afrika kökenliyken, Louisiana yerlisi olan annesinin Afrika, Kızılderili, Fransız ve 1/16 oranında İrlandalı kökleri vardır. Solange adlı küçük kız kardeşi de müzisyen olan Beyoncé, anne tarafından Akadya lideri Joseph Broussard ile akrabadır. Beyoncé, Fredericksburg, Teksas'taki St. Mary's İlkokulu'nda öğrenim gördü ve orada dans derslerine yazıldı. Şarkı söyleme yeteneği, dans eğitmeni Darlette Johnson bir şarkı mırıldanmaya başladığında ve Beyoncé tiz notaları da basarak şarkıyı tamamladığında keşfedildi. Beyoncé'nin müziğe ve performans sergilemeye olan ilgisi, 15-16 yaşındaki öğrencilerin bulunduğu bir okul yetenek yarışmasını yedi yaşındayken John Lennon'ın "Imagine" şarkısını söyleyerek kazanmasıyla devam etti. 1990 sonbaharında Beyoncé, Houston'daki müzik odaklı bir okul olan Parker İlkokulu'na kaydoldu ve burada okul korosuna girdi. Daha sonra Performans Sanatları ve Görsel Sanatlar Lisesi ile Alief Elsik Lisesi'ne gitti. Beyoncé ayrıca St. John's Birleşik Metodist Kilisesi'nin korosunda iki yıl boyunca solo performans sergiledi. Beyoncé ve çocukluk arkadaşı Kelly Rowland, sekiz yaşındalarken kızlardan oluşan bir eğlence grubunun seçmelerinde LaTavia Roberson ile karşılaştılar. Üç başka kızla birlikte Girl's Tyme adıyla kurulan bir gruba yerleştirildiler ve Houston'daki bir yetenek yarışması kapsamında rap söyleyip dans ettiler. Grubu gördükten sonra R&B yapımcısı Arne Frager, kızları Kuzey Kaliforniya'daki stüdyosuna getirdi ve o zamanlar televizyondaki en büyük yetenek yarışması olan "Star Search"e soktu. Girl's Tyme yarışmayı kazanamazken daha sonraları Beyoncé, söyledikleri şarkının iyi olmadığını belirtti. 1995'te Beyoncé'nin babası, grubun menajerliğinden ayrıldı. Bunun sonucunda Beyoncé'nin ailesinin geliri azaldı ve annesi ile babası ayrı dairelere taşınmak zorunda kaldı. Mathew orijinal sıralamayı dörde düşürdü ve grup, diğer tanınmış R&B kız gruplarından önce sahne almaya devam etti. Grup 1995'te Elektra Records ile anlaşma imzalasa da bu anlaşma daha sonradan şirket tarafından feshedildi. Bu olay ailede daha büyük gerginliklere yol açtı ve Beyoncé'nin ebeveynleri ayrıldı. 5 Ekim 1995'te D'wayne Wiggins'in sahibi olduğu Grass Roots Entertainment kızlarla sözleşme imzaladı. 1996'da grup, Sony Music ile yapılan bir anlaşma çerçevesinde ilk albümünü kaydetmeye başladı. Knowles ailesi birleşti ve bir süre sonra kızlar Columbia Records ile sözleşme imzaladı. 1996'da grup, Yeşaya kitabındaki bir paragraftan esinlenerek adını Destiny's Child olarak değiştirdi. Destiny's Child 1997'de ilk büyük çalışması olan "Killing Time" adlı şarkıyı "Siyah Giyen Adamlar" ("Men in Black") filminin müziklerinin yer aldığı albümde yayımladı. Bir sonraki yıl grup kendi adını taşıyan çıkış albümünü yayımladı. Albümden çıkan ilk single "No, No, No" oldu. Albüm, grubun; Yılın En İyi R&B/Soul Albümü, En İyi Yeni R&B/Soul veya Rap Sanatçısı ve "No, No, No" ile En İyi R&B/Soul Single'ı dallarında üç Soul Train Lady of Soul Ödülü almasına yol açtı. Grup, pek çok defa platin sertifika alan ikinci albümü "The Writing's on the Wall"u 1999'da yayımladı. Albümden, grubun bir numaraya yükselen ilk şarkısı "Bills, Bills, Bills" ile yine çeşitli listelerde bir numaraya yükselmeyi başaran "Jumpin', Jumpin'" ve "Say My Name" singleları çıktı. "Say My Name", 43. Grammy Ödülleri'nde En İyi İkili veya Grup Vokal R&B Performansı ile En İyi R&B Şarkısı dallarında ödül kazandı. "The Writing's on the Wall" dünya genelinde sekiz milyondan fazla kopya sattı. Bu sürede Beyoncé, Boyz II Men grubunun ilk üyelerinden Marc Nelson ile 1999 yapımı "The Best Man" filmi için "After All Is Said and Done" şarkısında düet yaptı. Mathew'un grubu yönetmesinden memnun olmayan LeToya Luckett ve Roberson, daha sonradan yerini Farrah Franklin ile Michelle Williams'a bıraktı. Luckett ve Roberson'ın ayrılığının ardından medya, eleştirmenler ve blog yazarları tarafından suçlanan Beyoncé, kendi ifadesiyle bunalıma girdi. Aynı dönemde uzun zamandır birlikte olduğu erkek arkadaşı tarafından terk edildi. Birkaç yıl süren ağır bunalım boyunca Beyoncé'nin odasından günlerce çıkmadığı ve yemek yemeyi kestiği dönemler de oldu. Beyoncé, Destiny's Child ilk Grammy Ödülü'nü kazandığı için bunalımı hakkında konuşmaya çabaladığını ve kimsenin kendisini ciddiye almayacağından korktuğunu belirtti. Daha sonra annesinin bunalımın üstesinden gelmesinde kendisine yardım eden kişi olduğunu söyledi. Franklin'in gruptan gönderilmesiyle geriye Beyoncé, Rowland ve Williams kaldı. Grubun kalan üyeleri, 2000 yapımı "Charlie'nin Melekleri" ("Charlie's Angels") filmi için "Independent Women Part I" adlı şarkıyı kaydetti. Bu şarkı ABD'deki "Billboard" Hot 100 listesinin zirvesinde art arda on bir hafta kalarak grubun en başarılı single'ı oldu. 2001'in ilk aylarında Destiny's Child üçüncü albümünü tamamlarken Beyoncé, MTV'de yayımlanan televizyon filmi ""da Amerikalı oyuncu Mekhi Phifer ile başrolde yer aldı. Philadelphia'da geçen film, Fransız besteci Georges Bizet'nin 19. yüzyılda bestelediği "Carmen" adlı operanın modern bir uyarlamasıydı. Mayıs 2001'de grubun üçüncü albümü "Survivor" yayımlandığında Luckett ve Roberson, şarkıların kendilerini hedef aldığı iddiasıyla dava açtılar. Albüm ilk haftasında 663.000 kopya satarak ABD'deki "Billboard" 200 listesine bir numaradan girdi. Bir numara olan "Bootylicious" ve gruba En İyi İkili veya Grup Vokal R&B Performansı dalında Grammy Ödülü kazandıran "Survivor" şarkıları da bu albümde yer almaktaydı. Ekim 2001'de "8 Days of Christmas" adlı noel albümünü yayımladıktan sonra grup, üyelerinin solo kariyerlerine odaklanmaları için müziğe ara verdi. Temmuz 2002'de Beyoncé, "" ("Austin Powers in Goldmember") adlı komedi filminde Foxxy Cleopatra karakterini canlandırarak oyunculuk kariyerine devam etti. Film ilk haftasında, gişe birincisi olduğu ABD'de $73 milyon hasılat elde etti. Beyoncé; Belçika, Birleşik Krallık ve Norveç listelerinde ilk ona giren "Work It Out"u filmin müziklerinin yer aldığı albümün çıkış single'ı olarak yayımladı. 2003'te Beyoncé, Cuba Gooding, Jr. ile birlikte başrolünde yer aldığı "The Fighting Temptations" adlı müzikal komedide, Gooding'in karakterinin aşık olduğu bekar bir anne olan Lilly karakterini canlandırdı. Eleştirmenlerden karışık tepkiler alan film, ABD'de $30 milyon hasılat yaptı. Missy Elliott, MC Lyte ve Free ile birlikte seslendirdiği ve filmin tanıtımı için de kullanılan "Fighting Temptation"ı ise filmin müziklerinin yer aldığı albümün çıkış single'ı olarak yayımladı. Beyoncé'nin albümde yer alan bir diğer şarkısı "Summertime", ABD listelerinde daha iyi sonuçlar elde etti. Beyoncé'nin ilk solo kaydı, Ekim 2002'de yayımlanan ve ABD'deki "Billboard" Hot 100 listesinde dört numaraya kadar yükselen "'03 Bonnie & Clyde" şarkısında Jay-Z ile yaptığı düet oldu. İlk solo albümü "Dangerously in Love", Michelle Williams ve Kelly Rowland kendi solo çalışmalarını yayımladıktan sonra, 24 Haziran 2003'te yayımlandı. 2012 itibarıyla dünya genelinde 11 milyon kopya satışla Beyoncé'nin en çok satan albümü konumunda olan "Dangerously in Love", ilk haftasında 317.000 kopya sattı ve "Billboard" 200 listesine bir numaradan girdi. Albümün Jay-Z ile düet yapılan çıkış single'ı "Crazy in Love", Beyoncé'nin solo sanatçı olarak ABD'deki ilk bir numaralı single'ı oldu. "Baby Boy" single'ı da bir numara olurken "Me, Myself and I" ve "Naughty Girl" ilk beşe girdi. 46. Grammy Ödülleri'nde albüm, En İyi Çağdaş R&B Albümü, "Dangerously in Love 2" ile En İyi Kadın R&B Vokal Performansı, "Crazy in Love" ile En İyi R&B Şarkısı ve En İyi Rap/Sung İş Birliği ve Luther Vandross ile düet yapılan "The Closer I Get to You" ile En İyi İkili veya Grup Vokal R&B Performansı dallarında beş ödül alarak Beyoncé'yi o zamanki rekora ortak etti. Kasım 2003'te Avrupa'da Dangerously in Love Tour adlı turneyi başlatan Beyoncé, daha sonra Missy Elliott ve Alicia Keys ile birlikte The Verizon Ladies First Tour kapsamında Kuzey Amerika'yı dolaştı. 1 Şubat 2004'te, Houston'daki Reliant Stadium'da oynanan Super Bowl XXXVIII karşılaşmasında ABD millî marşını seslendirdi. "Dangerously in Love" yayımlandıktan sonra Beyoncé, albümde yer vermediği pek çok şarkıdan oluşan bir albüm daha çıkarmayı planladı; fakat bu planı, Destiny's Child'ın son stüdyo albümü "Destiny Fulfilled"in kayıtlarına odaklanabilmek için askıya aldı. 15 Kasım 2004'te ABD'de yayımlanan ve "Billboard" 200 listesinde ikinci sıraya kadar yükselen "Destiny Fulfilled", "Billboard" Hot 100 listesinde ilk beşe giren "Lose My Breath" ve "Soldier" single'larına yer verdi. Destiny's Child, Destiny Fulfilled... and Lovin' It adlı bir dünya turnesine çıktı ve 11 Haziran 2005'te, turnenin Avrupa ayağının son durağı Barselona'da Rowland, turnenin Kuzey Amerika ayağından sonra grubun dağılacağını duyurdu. Grubun ilk derleme albümü "#1's"ı 25 Ekim 2005'te ABD'de yayımlandı. Mart 2006'da ise grup, Hollywood Bulvarı'nda bir yıldıza kavuştu. Beyoncé'nin ikinci solo albümü "B'Day", şarkıcının yirmi beşinci doğum gününe denk gelecek şekilde 5 Eylül 2006'da ABD'de yayımlandı. İlk haftasında 541.000 kopya satan albüm, "Billboard" 200 listesine ilk sıradan girerek Beyoncé'nin ABD'de art arda bir numara olan ikinci albümü oldu. Albümün çıkış single'ı "Déjà Vu"da Jay-Z ile düet yapıldı ve şarkı "Billboard" Hot 100 listesinde ilk beşe girdi. İkinci single "Irreplaceable", ABD, Avustralya, İrlanda, Macaristan ve Yeni Zelanda'da bir numara olarak dünya genelinde ticari bir başarı yakaladı. "B'Day"dan ayrıca "Ring the Alarm", "Get Me Bodied" ve "Green Light" (sadece Birleşik Krallık'ta) olmak üzere üç single daha yayımlandı. 2006'daki ilk oyunculuk performansını, dünya genelinde $158,8 milyon hasılat elde eden komedi filmi "Pembe Panter"de ("The Pink
Panther") Steve Martin ile başrolde yer alarak sergiledi. Aynı yıl yer aldığı ikinci film "Rüya Kızlar" ("Dreamgirls"), The Supremes'i biraz temel alan 1981 yapımı Broadway müzikalinden uyarlandı ve $154 milyon hasılat yaparak eleştirmenlerin beğenisini kazandı. Jennifer Hudson, Jamie Foxx ve Eddie Murphy ile başrolde yer alan Beyoncé, filmde Diana Ross'tan uyarlanan bir pop şarkıcısını canlandırmaktaydı. Filmin tanıtımına katkı sağlamak için "Listen"ı filmin müziklerinin yer aldığı albümün çıkış single'ı olarak yayımladı. Nisan 2007'de Beyoncé, 96 konser verdiği ilk dünya turnesi The Beyoncé Experience'ı başlattı ve $24 milyondan fazla gelir elde etti. Altı büyük konserinden önce St. John's'taki rahibi ve America's Second Harvest ile birlikte gıda bağışı yaptı. Aynı dönemde "B'Day", aralarında Shakira ile düet yaptığı "Beautiful Liar"ın da olduğu beş yeni şarkıyla yeniden yayımlandı. 4 Nisan 2008'de Beyoncé, Jay-Z ile evlendi. Evliliklerini 22 Ekim 2008'de, üçüncü stüdyo albümü "I Am... Sasha Fierce"ın Manhattan'daki Sony Club'da düzenlenen tanıtım partisinde bir video montajıyla duyurdu. "I Am... Sasha Fierce", 18 Kasım 2008'de ABD'de yayımlandı. Beyoncé'nin 2003'te çıkardığı "Crazy in Love" single'ının yazımı sırasında ortaya çıkan ikinci kişiliği Sasha Fierce'ı tanıtan albüm, ilk haftasında 482.000 kopya satarak "Billboard" 200 listesine ilk sıradan girdi ve şarkıcının ABD'de art arda bir numara olan üçüncü albümü oldu. Albümde, listelerde bir numara olan "Single Ladies (Put a Ring on It)" ile ilk beşe giren "If I Were a Boy" ve "Halo" şarkıları da yer almaktaydı. Beyoncé'nin kariyerinde Hot 100 listesinde en fazla kalan şarkı olan "Halo", ABD'deki başarısıyla şarkıcıyı 2000'lerin en çok ilk ona giren single'ı bulunan kadın sanatçısı yaptı. Albümde ayrıca, çeşitli liste başarıları yakalayan "Sweet Dreams" ile "Diva", "Ego", "Broken-Hearted Girl" ve "Video Phone" single'larına yer verildi. "Single Ladies"in klibi dünya genelinde alaya alınarak ve taklit edilerek "Toronto Star"a göre İnternet çağının "ilk büyük dans çılgınlığını" başlattı. Klip, aralarında 2009 MTV Avrupa Müzik Ödülleri, 2009 MOBO Ödülleri ve 2009 BET Ödülleri'nde En İyi Klip ödüllerinin de bulunduğu pek çok ödül aldı. 2009 MTV Video Müzik Ödülleri'nde dokuz dalda ödüle aday gösterilen klip, Yılın Klibi dahil üç dalda ödül aldı. "Single Ladies"in Amerikalı şarkıcı Taylor Swift'in "You Belong with Me" şarkısının klibine giden En İyi Kadın Klibi kategorisinde ödül alamaması, Kanye West'in töreni durdurmasına ve Beyoncé'nin kendi ödül konuşmasını Swift'e vermesine yol açtı. Mart 2009'da Beyoncé, 108 gösteriden oluşan ve $119,5 milyon hasılat yapan ikinci dünya turnesi I Am... World Tour'u başlattı. Beyoncé, 2008 yapımı müzikal biyografik film "Cadillac Records"ta blues şarkıcısı Etta James olarak başrolde yer alarak filmlerde rol almaya devam etti. Filmdeki performansı eleştirmenlerin beğenisini kazandı ve kendisine aralarında Satellite Ödülleri'nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ile NAACP Image Ödülleri'nde Olağanüstü Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında adaylıklar da bulunan pek çok adaylık kazandırdı. Beyoncé, filmden aldığı tüm parayı ABD'de eroin bağımlılarının rehabilite edildiği merkezlerin örgütü Phoenix House'a bağışladı. 20 Ocak 2009'da, James'in "At Last" şarkısını ABD Başkanı Barack Obama ile eşi Michelle Obama'nın ilk dansı sırasında seslendirdi. Aynı yıl, "Obsessed" adlı gerilim filminde Ali Larter ve Idris Elba ile başrolde yer aldı. Filmde kocasına takıntılı bir kadının varlığını öğrenen bir anne ve eş olan Sharon Charles'ı canlandırdı. Eleştirmenlerin olumsuz değerlendirdiği film, $20 milyon bütçesiyle ABD'de $68 milyon -"Cadillac Records"tan $60 milyon daha fazla- gişe hasılatı yaptı. Sharon ile Ali Larter'ın canlandırdığı karakter arasındaki dövüş sahnesi, 2010 MTV Film Ödülleri'nde En İyi Dövüş ödülünü aldı. 52. Grammy Ödülleri'nde Beyoncé, aralarında "I Am... Sasha Fierce" ile Yılın Albümü, "Halo" ile Yılın Kaydı ve "Single Ladies (Put a Ring on It)" ile Yılın Şarkısı dallarında adaylıkların da bulunduğu on adaylık elde etti. Böylece tek seferde bir kadın şarkıcı tarafından elde edilen en fazla Grammy adaylığı rekorunu Lauryn Hill ile paylaştı. 2010 yılında Lady Gaga'nın "Telephone" single'ında ve klibinde yer aldı. ABD'de Pop Songs listesinde zirveye yerleşen şarkı, hem Beyoncé'nin hem Gaga'nın bu listedeki altıncı bir numaralı şarkısı oldu ve sanatçıları, Mariah Carey'nin elinde tuttuğu 1992'de Nielsen Top 40 listesi çıktığından beri en çok bir numaralı şarkıya sahip sanatçı rekoruna ortak etti. "Telephone", En İyi Pop Vokal İş Birliği dalında Grammy Ödülü'ne aday gösterildi. Beyoncé, annesinin önerisi üzerine "hayatı yaşamak, tekrar esinlenmek" için Ocak 2010'da müzik kariyerine ara vereceğini duyurdu. Bu sırada babası ile iş ortaklığını sonlandırdı. Dokuz ay kadar süren arada çeşitli Avrupa şehirlerine, Çin Seddi'ne, Mısır Piramitleri'ne, Avustralya'ya, İngiliz müzik festivallerine ve çeşitli müze ve bale performanslarına gitti. 2011'de WikiLeaks'in yayımladığı belgeler, Beyoncé'nin Libya lideri Muammer Kaddafi ve ailesi için performans sergileyen pek çok sanatçıdan biri olduğunu ortaya koydu. "Rolling Stone", müzik endüstrisinin bu sanatçıları konserlerden kazandıkları parayı geri vermeye zorladığını bildirdi. Beyoncé'nin bir sözcüsü, şarkıcının parayı Clinton Bush Haiti Fund'a bağışladığını daha sonra "The Huffington Post"ta doğruladı. Aynı yıl Beyoncé, yirmi yıldan fazla zamandır Glastonbury Festivali'nin ana Piramit sahnesine tek başına çıkan ilk solo kadın sanatçı ve dünyada dakika başına en fazla ücret alan sanatçı oldu. Sanatçının dördüncü stüdyo albümü "4", ABD'de 28 Haziran 2011'de yayımlandı. İlk haftasında 310.000 kopya satan "4", "Billboard" 200 listesine ilk sıradan girerek Beyoncé'nin ABD'de art arda bir numara olan dördüncü albümü oldu. Albümden önce makul başarı yakalayan "Run the World (Girls)" ve "Best Thing I Never Had" single'ları çıktı. Dördüncü single "Love on Top", ABD'de ticari başarı yakaladı. "4"dan ayrıca "Party", "Countdown", "I Care" ve "End of Time" single'ları yayımlandı. Beyoncé tarafından "Essence" dergisinin Temmuz 2011 sayısı için kaleme alınan ve kendisinin 2010'da kariyerine verdiği ara ile ilgili olan "Eat, Play, Love" başlıklı yazı, şarkıcıya New York Association of Black Journalists'in yazı ödülünü kazandırdı. Beyoncé, 2011'in sonlarında New York'taki Roseland Ballroom'da dört akşamlık özel bir performans için sahneye çıktı. Ağustos ortasında sadece ayaktaki dinleyicilerle gerçekleştirilen 4 Intimate Nights with Beyoncé konserlerinde "4" albümündeki şarkılara da yer verildi. 7 Ocak 2012'de çiftin Blue Ivy Carter adını verdiği kızı, New York'taki Lenox Hill Hastanesi'nde dünyaya geldi. Mayıs ayında, Blue Ivy'yi doğurduktan sonra ilk kez Revel Atlantic City'deki Ovation Hall'da otelin açılışı nedeniyle . Ocak 2013'te Destiny's Child, önceki albümlerinde yer alan aşk temalı şarkılara ve yeni kaydedilen "Nuclear"a yer verdiği "Love Songs" adlı derleme albümünü yayımladı. Beyoncé, ABD Başkanı Obama'nın Washington, DC'deki ikinci yemin töreninde ABD millî marşını seslendirdi. Bir sonraki ay Beyoncé, New Orleans'taki Mercedes-Benz Superdome'da gerçekleştirilen Super Bowl XLVII devre arası gösterisinde performans sergiledi. Performans, dakikada 268.000 tweet ile tarihte hakkında en çok tweet atılan ikinci an konumundadır. 55. Grammy Ödülleri'nde ”Love on Top" ile En İyi Geleneksel R&B Performansı dalında ödül aldı. Şarkıcının uzun metrajlı belgesel filmi "Life Is But a Dream", ilk kez 16 Şubat 2013'te HBO'da yayımlandı. Yönetmenliğini ve yapımcılığını Beyoncé'nin üstlendiği filmde; şarkıcının çocukluk, anne ve iş kadını olarak, kayıt stüdyosundaki, canlı performanslar öncesi yaptığı provaların ve Blue Ivy'nin doğumundan sonra kariyerine geri dönüş görüntüleri yer aldı. Filmin Kasım 2013'te yayımlanan DVD sürümüne Revel Presents: Beyoncé Live konserlerinden görüntüler ile "God Made You Beautiful" adlı yeni bir şarkı eşlik etti. Şubat 2013'te Beyoncé, Warner/Chappell Music ile gelecekteki şarkılarını ve o zaman yayımlanmamış olan beşinci albümünü kapsayacak küresel bir müzik yayımcılığı anlaşması imzaladı. Beyoncé'nin 15 Nisan'da Sırbistan'ın başkenti Belgrad'da başlayan ve 132 konserden oluşan The Mrs. Carter Show World Tour adlı turnesi, Mart 2014'te sona erdi. Turne tamamlandığında şarkıcının en başarılı turnesi ve tüm zamanların en başarılı turnelerinden biri oldu. Beyoncé'nin André 3000 ile yeniden yorumladığı Amy Winehouse şarkısı "Back to Black", Mayıs'ta "Muhteşem Gatsby" ("The Great Gatsby") filminin yayımlandı. Beyoncé ayrıca 2013 Met Gala'nın onursal başkanı oldu. 20th Century Fox tarafından 24 Mayıs'ta yayımlanan 3D animasyon filmi "Doğal Kahramanlar"da ("Epic") Kraliçe Tara karakterini seslendirdi ve film için Sia ile birlikte yazdığı "Rise Up" şarkısını kaydetti. 13 Aralık 2013'te Beyoncé, kendi adını taşıyan beşinci stüdyo albümünü, öncesinde hiçbir açıklama veya tanıtım yapmadan iTunes Store'da yayımladı. "Billboard" 200 listesine ilk sıradan girdi ve Beyoncé'nin ABD'de art arda bir numara olan beşinci albümü oldu. Böylece Beyoncé, listenin tarihinde ilk beş stüdyo albümü listeye birinci sıradan giren ilk kadın şarkıcı oldu. İlk altı günde dünya genelinde bir milyon dijital kopya satan "Beyoncé", genel olarak olumlu eleştiriler aldı ve ticari bir başarı yakaladı. Müzikal açıdan bir elektro-R&B albümü olan "Beyoncé", "bulimiya, doğum sonrası depresyon ile evliliğin ve anneliğin korkuları ve güvensizliği" gibi şarkıcının çalışmalarında daha önce işlenmemiş karanlık temalara yer verdi. Jay-Z ile düet yapılan "Drunk in Love" single'ı, "Billboard" Hot 100 listesinde ikinci sıraya kadar yükseldi. Beyoncé ve Jay-Z, önceki haftalarda yapılan spekülasyonların ardından On the Run Tour'u Nisan 2014'te resmen duyurdular. Bu, çiftin birlikte çıktıkları ilk ortak stadyum turnesi oldu. Beyoncé, 24 Ağustos 2014'te düzenlenen 2014 MTV Video Müzik Ödülleri'nde Video Vanguard Ödülü'nü kaza
ndı. Ayrıca "Pretty Hurts" ile Sosyal Mesajı Olan En İyi Klip ve En İyi Sinematografi ve "Drunk in Love" ile En İyi İş Birliği dallarında üç ödül aldı. Kasım 2014'te "Forbes", Beyoncé'nin son bir yılda $115 milyon kazanarak ve 2013'teki kazancının iki katından fazlasına çıkarak üst üste ikinci kez müzik endüstrisindeki en çok kazanan kadın olduğunu bildirdi. "Beyoncé" daha sonra yeni şarkılarla birlikte EP, box set ve tam platin sürüm olmak üzere üç farklı şekilde yeniden yayımlandı. Şubat 2015'te düzenlenen 57. Grammy Ödülleri'nde altı adaylık elde eden Beyoncé, "Drunk in Love" ile En İyi R&B Performansı ve En İyi R&B Şarkısı dallarında ve "Beyoncé" ile En İyi Üç Boyutlu Ses Albümü dalında olmak üzere üç ödül kazandı. Yılın Albümü için de aday gösterilmesine rağmen ödülün sahibi "Morning Phase" ile Beck oldu. Beyoncé, 6 Şubat 2016'da çevrim içi müzik dinleme platformu Tidal üzerinden Formation adlı yeni single'ını yayımladı. Şarkı ücretsiz indirilmeye açık halde sunuldu. Şarkıyı ilk olarak 50. Super Bowl arasında canlı olarak söyledi. Anons edildikten sonra yeni turnesi Formation World Tour duyuruldu. 16 Nisan'da HBO kanalında "Lemonade" adlı kısa bir film yayınlayacağını duyurdu. Tam bir hafta sonra 23 Nisan'da ise albümünü Tidal üzerinden yayınladı. Kısa filmde kendisine Ibeyi, Laolu Senbanjo eşlik etti. Ayrıca Warsan Shire'dan bir şiir de vardı. "Lemonade" yayımlandıktan sonra "Billboard 200" listesine bir numaradan giriş yaparak Beyoncé'nin ilk bir numaradan giriş albümü oldu. Albüm ayrıca Rolling Stone dergisinin müzik tarihinde beş yıldız verdiği yirmi üç albümden biri oldu. Beyoncé'nin Jay-Z ile ilişkisi, ikilinin Jay-Z'nin yedinci albümü ""te (2002) yer alan "'03 Bonnie & Clyde" şarkısında iş birliği yapmalarının ardından başladı. Beyoncé şarkının klibinde Jay-Z'nin kız arkadaşı olarak yer alınca ikilinin ilişkileri ile ilgili spekülasyonlar arttı. 4 Nisan 2008'de Beyoncé ve Jay-Z habersizce evlendiler. Nisan 2014 itibarıyla çift, birlikte 300 milyon kayıt sattı. İlişkileri söz konusu olunca gizliliğe önem veren çift, son yıllarda daha rahat hareket etmeye başladı. Beyoncé 2010 veya 2011'de bebeğini düşürdü ve bu olayı şimdiye kadar yaşadığı "en üzücü şey" olarak niteledi. Yaşadığı kayıpla başa çıkmak için stüdyoya döndü ve şarkı yazdı. Beyoncé, Jay-Z ile birlikte Nisan 2011'de "4" albümünün kapak fotoğrafının çekimleri için gittiği Paris'te hamile kaldı. Ağustos'ta çift, 2011 MTV Video Müzik Ödülleri'ne katıldı ve Beyoncé, "Bu akşam ayağa kalkmanızı istiyorum, içimde büyüyen aşkı hissetmenizi istiyorum." diyerek "Love on Top"ı seslendirdi. Şarkının sonunda, o akşam daha önce değindiği hamileliğini doğrulamak için mikrofonunu yere attı, ceketinin düğmelerini açtı ve karnını ovuşturdu. Törende sahne alması, o yılın MTV Video Müzik Ödülleri'nin 12,4 milyon kişi tarafından izlenmesine ve MTV tarihinde en çok izlenen yayın olmasına katkı sağladı. Hamilelik açıklaması, Twitter'da saniyede 8.868 tweet ile "saniyede hakkında en çok tweet atılan olay" olarak "Guinness Dünya Rekorları" arasına girdi ve "Beyoncé hamile", 29 Ağustos 2011 haftasında Google'da en çok aranan terim oldu. 7 Ocak 2012'de Beyoncé, New York'taki Lenox Hill Hastanesi'nde yoğun güvenlik önlemleri altında Blue Ivy Carter adını verdiği bir kız dünyaya getirdi. İki gün sonra Jay-Z, kendi İnternet sitesi Lifeandtimes.com üzerinden çocuklarına adadığı "Glory" şarkısını yayımladı. Şarkıda, Beyoncé'nin hamile kalmadan önce yaşadığı düşük dahil çiftin hamilelik çabaları ayrıntılı olarak ele alınmaktaydı. Şarkının sonunda ağlamaları bulunan Blue Ivy'nin adı şarkıda B.I.C. olarak geçti. Blue Ivy henüz iki günlükken "Glory"nin Hot R&B/Hip-Hop Songs listesine girmesiyle bir "Billboard" listesinde yer alan en genç kişi oldu. Beyoncé ve eşi Jay-Z, ABD Başkanı Barack Obama ve First Lady Michelle Obama ile dostturlar; buna rağmen Beyoncé, Cumhuriyetçi Parti üyesidir. Beyoncé, Obama'nın 2009'daki yemin töreninde "America the Beautiful"u, iki gün sonra Neighborhood Ball'daki göreve başlama dansında ise "At Last"ı seslendirdi. Beyoncé, Jay-Z ile birlikte eşine ait Manhattan'daki 40/40 Club'da Obama'nın 2012 başkanlık seçimi kampanyası için $4 milyon topladıkları bir bağış organize etti. Beyoncé, Demokratik Parti'ye oy verdiğini doğrulamak ve başkalarını da aynısını yapmaya çağırmak için oy pusulasının resimlerini Tumblr'a yükledi. Ayrıca Obama'nın ikinci yemin töreninde önceden kaydedilmiş bir parçanın yanında ABD millî marşını seslendirdi. 26 Mart 2013'te Beyoncé, Yüksek Mahkeme'nin Kaliforniya'daki Proposition 8 hakkında yaptığı tartışmanın ardından eşcinsel evlilikleri açıkça destekledi. Temmuz 2013'te Beyoncé ve Jay-Z, Trayvon Martin'in vurulmasından sorumlu olan George Zimmerman'ın beraat etmesine tepki olarak düzenlenen mitinge katıldılar. Nisan 2013'te "Vogue"da yayımlanan bir röportajda kendisini bir feminist olarak görüp görmediği sorulduğunda Beyoncé, "O sözcük çok aşırı olabilir... Ama sanırım ben çağdaş bir feministim. Eşitliğe inanıyorum." yanıtını verdi. Daha sonra Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie'nin Nisan 2013'te bir TEDxEuston konferansında yaptığı "We should all be feminists" adlı konuşmanın bazı bölümlerini aynı yıl içinde çıkardığı "Flawless" şarkısında kullanarak feminist harekete daha açık destek verdi. Ayrıca Mart 2014'te zorbalıkla mücadele etmeyi amaçlayan televizyon ve sosyal medya kampanyası Ban Bossy'nin kısa videolarında yer aldı. 2015'te Beyoncé, ONE Campaign'in imza topladığı ve G7 Başkanı Angela Merkel ile Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Nkosazana Dlamini-Zuma'ya hitaben yazılan ve onları kadınlarla ilgili konulara odaklanmaya çağıran bir açık mektubu imzaladı. Freddie Gray'in ölümünün ardından Beyoncé ve Jay-Z, diğer tanınmış kişilerle birlikte Gray'in ailesini ziyaret ettiler. Ayrıca binlerce dolar ödeyerek tutuklanan protestocuların kefaletle serbest kalmalarını sağladılar. 2008'de Beyoncé'nin gelirlerini haber yapmaya başlayan "Forbes" dergisi, sanatçının Haziran 2007 ile Haziran 2008 arasında müzik, turne, film ve moda markalarından elde ettiği $80 milyon kazançla Madonna ve Celine Dion'un üstünde yer alarak o zaman için dünyanın en çok para alan şarkıcısı olduğunu duyurdu. Dergi ayrıca şarkıcıyı 2009'da Celebrity 100 listesinde dördüncü, 2010'da "Dünyadaki En Güçlü Kadınlar" listesinde dokuzuncu sıraya koydu. "Forbes" 2011'de ise bir önceki yıl moda markası ve destek anlaşmalarından kazandığı $35 milyon nedeniyle şarkıcıyı "30 Yaş Altı En Çok Kazanan Ünlüler" listesinde sekizinci sıraya yerleştirdi. 2012'de "Forbes", önceki yıl "4" albümü, moda markası ve destek anlaşmalarından $40 milyon kazanan Beyoncé'yi Celebrity 100 listesinde üç yıl öncesine göre on iki basamak gerileterek on altıncı sıraya koydu. Aynı yıl Beyoncé ve Jay-Z, toplamda $78 milyon kazandıkları için "Dünyanın En Çok Kazanan Ünlü Çiftleri" listesinde birinci sırada yer aldılar. Şarkıcılar 2009 yılında $122 milyon kazanarak bir önceki yılın "Guinness Dünya Rekorları"na "en çok kazanan güçlü çift" olarak girdi. 2009 ile 2011 arasında Beyoncé, yıllık ortalama $70 milyon kazandı ve 2012'de $40 milyon gelir elde etti. 2013'te Beyoncé'nin Pepsi ve H&M ile arasındaki destek anlaşmaları, kendisini ve Jay-Z'yi dünyanın müzik endüstrisindeki ilk dolar milyarderi çifti yaptı. Aynı yıl Beyoncé, "Forbes" sıralamalarında dördüncü en güçlü ünlü olarak yer aldı. MTV'nin tahminlerine göre Beyoncé, 2014'ün sonunda tarihteki en çok kazanan siyahi müzisyen olacaktı, fakat bu Nisan 2014'te gerçekleşti. Haziran 2014'te Beyoncé, son bir yılda yaklaşık $115 milyon kazanarak "Forbes"un Celebrity 100 listesinin ilk sırasında yer aldı. Böylece Celebrity 100 listesinde ilk kez zirveye çıkan şarkıcı, aynı zamanda en yüksek yıllık kazancını elde etti. Mayıs 2015 itibarıyla tahminî serveti $250 milyon düzeyindedir. Beyoncé'nin ses aralığı 3,6 oktavdır. Jody Rosen, şarkıcının tonunu ve tınısını farklı bularak öne çıkarmaktadır ve sesini "popüler müzikteki en etkileyici çalgılardan biri" şeklinde tanımlamaktadır. Beyoncé ses yeteneklerinden ötürü Destiny's Child'ın odak noktası olarak nitelendirilmektedir. "The New York Times"tan Jon Pareles, Beyoncé'nin sesi için "Kadifemsi ama mayhoş." yorumunu yaptı. Rosen, hip hop döneminin Beyoncé'nin ilginç ritmik ses tarzını fazlasıyla etkilediğini belirtti fakat balad, gospel ve falsetto ile ilişkisi nedeniyle şarkıcıyı oldukça gelenekçi bulduğunu ifade etti. Diğer eleştirmenler sesinin aralığını ve gücünü överlerken "The Washington Post"tan Chris Richards, sanatçı için "Fısıldamalar veya kükremelerle her ritmi vurgulama kapasitesine sahip." dedi. Beyoncé'nin müziği genelde R&B tarzında olsa da şarkıcı pop, soul ve funk tarzlarını da şarkılarına dahil etmektedir. "4", önceki albümlerine kıyasla Beyoncé'nin 1990'lar tarzındaki R&B'yi keşfinin yanında soul ve hip hop tarzlarını daha fazla kullanışını ortaya koydu. Neredeyse yalnızca İngilizce şarkılar yayımlayan Beyoncé, "Irreemplazable" ("B'Day"deki şarkıların İspanyolca konuşan dinleyiciler için yeniden kaydı) ve "B'Day"in yeniden yayımı için pek çok İspanyolca şarkı kaydetti. Bunları kaydetmek için Amerikalı müzik yapımcısı Rudy Perez'den ses bilgisi konusunda eğitim aldı. Destiny's Child üyesiyken ve solo sanatçı olarak kaydettiği pek çok şarkının yazımına ortak oldu. "Independent Women" ve "Survivor" gibi ilk şarkılarında kişi odaklı ve kadın güçlendirmesi temalı sözler yer alırken, Jay-Z ile ilişkisi başladıktan sonra "Cater 2 U"daki gibi erkeklerle ilgili sözlere geçiş yaptı. Beyoncé ayrıca özellikle solo kariyeri sırasında dahil olduğu pek çok kaydın yapımcılığına ortak oldu. Ancak ritimleri kendisi hazırlamamakta, sadece yapım sırasında aklındaki melodi ve fikirleri yapımcılarla paylaşmaktadır. 2001'de American Society of Composers, Authors and Publishers Pop Müzik Ödülleri'nde Yılın Pop Şarkı Yazarı ödülünü kazanan ilk Afrikalı-Amerikalı kadın ve ikinci kadın şarkı yazarı oldu. 1971'de Carole King ve 1991'de Mariah Carey'nin ardırdan Beyoncé, aynı yıl bir numara
olan üç şarkının ("Irreplaceable", "Grillz" and "Check on It") yazımında katkısı olan üçüncü kadın oldu. Bir numara olan dokuz şarkının yazımındaki katkısı nedeniyle, aynı zamanda kendisinin "4"da yer alan 11 Eylül saldırıları temalı "I Was Here" şarkısının da yazarı olan Amerikalı şarkı yazarı Diane Warren ile birlikte üçüncülüğü paylaşmaktadır. Mayıs 2011'de "Billboard" dergisi, "Billboard" Hot 100 listesinde bir numara olan sekiz single'ın yazımına ortak olan Beyoncé'yi "En İyi 20 Hot 100 Şarkı Yazarı" listesinde on yedinci sıraya koydu ve şarkıcı bu listeye giren üç kadından biri oldu. Beyoncé, Michael Jackson'ın kendisi üzerindeki en büyük müzikal etkiye sahip olduğunu belirtmektedir. Hayatında ilk kez beş yaşındayken konsere giden ve Jackson'ı izleyen Beyoncé, amacının farkına vardığını öne sürmektedir. 2006 Dünya Müzik Ödülleri'nde Jackson'a kazandığı ödülü veren Beyoncé'nin "Michael Jackson olmasaydı asla şarkı söylemezdim." şeklinde bir demeci de bulunmaktadır. "Her yönüyle sanatçı" olduğu için Diana Ross'a ve "yaptıklarını yapmak konusunda kendisini etkilediği" için Whitney Houston'a hayran olduğunu belirtmektedir. Mariah Carey'nin şarkı söyleme tarzının ve "Vision of Love" şarkısının, çocukken ses uzatmayı denemeye başlamasında kendisini etkilediğini kabul etmektedir. Müzikal açıdan etkilendiği diğer kişiler arasında Aaliyah, Prince, Lauryn Hill, Sade, Donna Summer, Mary J. Blige, Janet Jackson, Anita Baker ve Rachelle Ferrell bulunmaktadır. Beyoncé'nin ikinci solo albümü "B'Day"deki feminizm ve kadın güçlendirmesi temaları, "Rüya Kızlar"daki rolünden ve şarkıcı Josephine Baker'dan esinlendi. Beyoncé, 2006 Fashion Rocks konserinde "Déjà Vu"yu seslendirirken Baker ile özdeşleşen ve yapay muzlarla süslenmiş mini hula eteğini giyerek sanatçıyı andı. Beyoncé'nin üçüncü solo albümü "I Am... Sasha Fierce", Jay-Z'den ve özellikle "cesaretiyle" Beyoncé'nin diğer müzikal tür ve tarzları keşfetmesini sağlayan Etta James'ten ilham aldı. Dördüncü solo albümü "4", Fela Kuti, 1990'ların R&B müziği, Earth, Wind & Fire, DeBarge, Lionel Richie ve Teena Marie'nin yanında The Jackson 5, New Edition, Adele, Florence and the Machine ve Prince'ten esinlendi. Beyoncé, "Her şeyi yapabileceğinizi kanıtlıyor." dediği ABD First Lady'si Michelle Obama'dan ve "esinin ve güçlü kadının tanımı" olarak nitelediği Oprah Winfrey'den kişisel olarak esinlendiğini belirtti. Ayrıca Jay-Z'nin bir şarkı sözü dahisi oluşu ve hayatındaki engellerin üstesinden gelişi ile kendisi için devam eden bir esin kaynağı olduğunu ifade etti. Beyoncé, bir mektubunda "Jean-Michel Basquiat'nın çalışmalarında bulduğumu her gün müzikte arıyorum... O lirik ve saf." yazarak sanatçıya olan hayranlığını dile getirdi. Şubat 2013'te Beyoncé, kariyerinin kontrolünü ele almakta Madonna'nın kendisine esin verdiğini söyledi ve "Madonna'yı ve başardığı harika şeyleri nasıl elde ettiğini, müzik şirketini nasıl kurduğunu ve diğer sanatçıları nasıl geliştirdiğini düşünüyorum. Fakat bu kadınlardan yeterince yok." dedi. 2006'da Beyoncé, sadece kadın basçılar, bateristler, gitaristler, korno sanatçıları, klavyeciler ve perküsyon sanatçılarından oluşan Suga Mama (ayrıca "B'Day"deki bir şarkının adı) adlı turne grubunu tanıttı. Şarkıcının The Mamas adlı arka vokal ekibini Montina Cooper-Donnell, Crystal Collins ve Tiffany Moniqué Riddick oluşturmaktaydı. İlk kez 2006 BET Ödülleri'nde sahneye çıkan ekip, "Irreplaceable" ve "Green Light" şarkılarının kliplerinde de yer aldı. Müzik grubu, 2007'deki The Beyoncé Experience, 2009-2010 arasındaki I Am... World Tour ve 2013-2014 arasındaki The Mrs. Carter Show World Tour dahil pek çok canlı performansta Beyoncé'ye destek oldu. Beyoncé, canlı performansları sırasındaki sahne duruşu ve sesinden ötürü çeşitli kişilerden olumlu eleştiriler toplamaktadır. "New York Post"tan Jarett Wieselman, sanatçıyı kendi hazırladığı En İyi Beş Şarkıcı/Dansçı listesinde bir numaraya koydu. "The Guardian"dan Barbara Ellen, sahnede gördüğü en etkili kadın sanatçının Beyoncé olduğunu belirtti. "The Independent"tan Alice Jones ise Beyoncé için "Sanatçı olarak rolünü o kadar ciddiye alıyor ki neredeyse aşırı iyi." diye yazdı. Def Jam Recordings'in eski başkanı L.A. Reid, Beyoncé'yi yaşayan en büyük sanatçı diye tanımladı. "Daily News"dan Jim Farber, şarkıcının güçlü sesini ve sahne duruşunu övdü. Sahnedeyken "seksi, baştan çıkarıcı ve kışkırtıcı" olarak tanımlanan Beyoncé, ikinci kişiliği "Sasha Fierce"ı sahne kişiliğini gerçekte olduğu kişiden ayrı tutmak için yarattığını söyledi. Sasha'yı "aşırı saldırgan, aşırı güçlü, aşırı şımarık ve aşırı seksi" diye niteledi ve "Gerçek hayatta hiç onun gibi değilim." dedi. Sasha, "Crazy in Love"ın çekimleri sırasında tasarlandı ve Beyoncé onu 2008'de yayımlanan "I Am... Sasha Fierce" albümü ile tanıttı. Şubat 2010'da "Allure" dergisine verdiği bir röportajda, Sasha Fierce'a daha fazla ihtiyacı olmadığını ve bu şekilde yeterince rahat olduğunu duyurdu. Fakat Mayıs 2012'de Beyoncé, o ayın sonunda gerçekleştireceği "Revel Presents: Beyoncé Live" gösterileri için Sasha'yı geri getireceğini açıkladı. Müzik muhabiri Touré, geniş çapta çekiciliğe sahip olarak tanımlanan Beyoncé için ""Dangerously in Love" yayımlandıktan sonra bir seks sembolü oldu." diye yazdı. Sahnede seksi giyinmeyi sevdiğini söyleyen Beyoncé, sahne kıyafetlerinin "sadece sahne için" olduğunu belirtti. Destiny's Child'ın aynı adlı şarkısı ile popüler olan "Bootylicious" (İngilizcede popo anlamına gelen booty ve lezzetli anlamına gelen delicious sözcüklerinin birleşimi) terimi, şarkıcının kıvrımları ve terimin cazibesi nedeniyle 2000'lerde medya tarafından Beyoncé'yi tanımlamak için sıklıkla kullanıldı. 2006'da terim, Oxford English Dictionary'ye eklendi. Eylül 2010'da Beyoncé, Tom Ford'un İlkbahar-Yaz 2011 defilesinde ilk kez manken olarak podyuma çıktı. 2012'de "People" tarafından "Dünyanın En Güzel Kadını" ve "Complex" tarafından "Tüm Zamanların En Ateşli Kadın Şarkıcısı" seçildi. Ocak 2013'te "GQ"nun kapağında boy gösterdi ve derginin "21. Yüzyılın En Seksi 100 Kadını" listesinde ilk sırada yer aldı. VH1 Beyoncé'yi "En Seksi 100 Sanatçı" listesinde bir numaraya koydu. Beyoncé'nin balmumu heykelleri Madame Tussauds'un New York, Washington, DC, Amsterdam, Bangkok ve Hollywood gibi şehirlerdeki müzelerinde bulunmaktadır. İtalyan moda tasarımcısı Roberto Cavalli’ye göre Beyoncé, şarkı söylerken farklı moda tarzlarını kullanmaktadır. Şarkıcının annesi, 2002'de yayımlanan ve yazımına ortak olduğu "Destiny's Style" adlı kitapta üçlünün başarısında modanın nasıl bir etkisi olduğundan bahsetti. "B'Day Anthology Video Album", klasikten çağdaş giyim tarzlarına kadar pek çok moda odaklı görüntüye yer verdi. 2007'de Beyoncé, Tyra Banks'in ardından "Sports Illustrated Swimsuit Issue"nun kapağında yer alan ikinci Afrikalı-Amerikalı kadın oldu ve "People" dergisi tarafından en iyi giyinen ünlü seçildi. Beyoncé'nin hayranları "Bey Hive" olarak adlandırılmaktadır. Hayranlarına daha önce "The Beyontourage" (Beyoncé ve İngilizcede arkadaş çevresi anlamına gelen entourage sözcüklerinin birleşimi) denmekteydi. Bey Hive adı İngilizcede arı kovanı anlamına gelen beehive sözcüğünün şarkıcının ilk adına benzemesi için bilinçli olarak yanlış yazılması sonucu türemiş ve yarışmalar sırasında sosyal ağ Twitter ve çevrim içi haber bültenlerindeki istekler sonrasında hayranlar tarafından bulunmuştur. 2006'da hayvan hakları örgütü People for the Ethical Treatment of Animals (PETA), Beyoncé'yi kürk giydiği ve kendi moda markası House of Deréon'da kullandığı için eleştirdi. Beyoncé'nin 2011'de Fransız moda dergisi "L'Officiel"in kapağında siyah yüzlü ve kabile makyajlı bir şekilde yer alması medyanın eleştirilerine neden oldu. Derginin bir sözcüsü yayımladığı açıklamada Beyoncé'nin görünümü için "göz alıcı Sasha Fierce'tan çok uzak" dedi ve bunu şarkıcının "Afrikalı köklerine bir dönüş" olarak değerlendirdi. Beyoncé'nin daha açık renk olan teni ve kostümleri, Afrikalı-Amerikalı toplumun bazı üyelerinin eleştirilerine yol açtı. Northeastern Üniversitesi'nde müzik profesörü olan Emmett Price, 2007'de yazdığı bir yazıda bu eleştirilerin pek çoğunda ırkın bir rolü olduğunu düşündüğünü belirtti ve benzer kıyafetler giyen beyaz ünlülerin bu kadar yorumlanmadıklarını ifade etti. 2008'deki saç boyası reklamlarında şarkıcının ten rengini beyazlatmakla suçlanan L'Oréal, bunun "kesinlikle doğru olmadığını" öne sürdü. 2013'te ise Beyoncé, kendi tanıtım resimlerinde "rötuşlama" yapmayı düşündüğü için H&M'i eleştirdi ve "Vogue"a göre sadece "doğal resimlerin kullanılmasını" istedi. "The New Yorker" müzik eleştirmeni Jody Rosen, Beyoncé'yi "yirmi birinci yüzyılın en önemli ve etkileyici popüler müzisyeni" olarak tanımladı. "The Guardian" şarkıcıyı Onyılın Sanatçısı seçtiğinde Llewyn-Smith şöyle yazdı: "Neden Beyoncé? [...] Çünkü 'Crazy in Love' ve 'Single Ladies (Put a Ring on It)' ile, bu onyılın en iyi single'larından ikisine imza attı. Destiny's Child dönemindeki hitlerinden bahsetmiyorum bile. Ayrıca bu onyılda single'lar -özellikle R&B single'ları- popun tekrar favori aracı oldu. [...] Beyoncé, yaşı geçmiş rock yıldızlarının aksine, belki de geçtiğimiz onyılda en iyi canlı söyleyen şarkıcıydı." Beyoncé'nin 2013'te "Time" dergisinin Dünyadaki En Etkili 100 İnsan listesine girmesi üzerine Baz Luhrmann şunları yazdı: "Kimsede bu ses yok, kimse onun gibi hareket etmiyor, kimse onun yaptığı gibi dinleyiciye sahip çıkamaz... Beyoncé bir albüm yaptığında, Beyoncé bir şarkı söylediğinde, Beyoncé herhangi bir şey yaptığında olay oluyor ve bu büyük ölçüde etkili. Şu anda kendisi ABD'nin veliaht divası ve hüküm süren ulusal sesi." 2014'te Beyoncé, "Time"ın listesine tekrar girdi ve o sayının kapağında yer aldı. Beyoncé'nin çalışmaları aralarında Adele, Ariana Grande, Britney Spears, Lady Gaga, Rihanna, Kelly Rowland, Chris Martin, Fergie, Nicole Scherzinger, Rita Ora, Jessie J ve Azealia Banks'in de bulunduğu sayısız sanatçıyı etkiledi. Amerikalı bağımsız rock grubu White Rabbits, üçüncü stüdy
o albümü "Milk Famous"ta (2012) Beyoncé'den etkilendiğini belirtti. Beyoncé'nin arkadaşı Gwyneth Paltrow, 2010 yapımı "Country Strong" filminde bir şarkıcıyı canlandırmak için Beyoncé'yi konserlerinde gözlemledi. Nicki Minaj, Beyoncé'nin Pepsi reklamını görmesinin şirketin 2012 kampanyasında yer alması konusundaki kararını etkilediğini belirtti. Şarkıcının çıkış single'ı "Crazy in Love", VH1 tarafından "2000'lerin En İyi Şarkısı", "NME" tarafından "2000'lerin En İyi Parçası" ve "Yüzyılın Pop Şarkısı" seçilirken "Rolling Stone" tarafından Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı arasında gösterildi, iki Grammy Ödülü kazandı ve 8 milyon kopya satışla tüm zamanların en çok satan single'larından biri oldu. Karmaşık koreografisi ve yer verdiği el hareketleriyle ünlenen "Single Ladies (Put a Ring on It)"in video klibi, "Toronto Star"a göre "yeni milenyumun ve İnternet'in ilk büyük dans çılgınlığını" başlattı, çok sayıda parodinin yapılmasına ve YouTube'da amatör taklitçilerin ortaya çıkmasına yol açtı. 2013'te Drake, kadınlarla olan ilişkisini ele alan ve Destiny's Child'ın "Say My Name" şarkısının sözlerine yer veren "Girls Love Beyoncé" adlı single'ı yayımladı. Ocak 2012'de bilimsel araştırmalar yapan Bryan Lessard, Northern Queensland, Avustralya'da bulunan bir sığır sineği türüne, karnındaki altın rengi kıllar nedeniyle "Scaptia beyonceae" adını verdi. Temmuz 2014'te Rock and Roll Hall of Fame'in "Legends of Rock" bölümünde bir Beyoncé sergisi açıldı. "Single Ladies" klibindeki siyah streç giysi ve Super Bowl devre arası gösterisindeki kostüm, müzede bulunan pek çok parçadan ikisidir. Beyoncé sayısız ödül ve onur elde etti. Solo sanatçı olarak ABD'de 15 milyondan fazla albüm ve dünya genelinde 75 milyondan fazla kayıt (ayrıca Destiny's Child ile birlikte 60 milyon) satarak tüm zamanların en çok satan müzik sanatçılarından biri oldu. Amerika Kayıt Endüstrisi Birliği (RIAA) Beyoncé'yi kazandığı 64 sertifikayla 2000'lerin en çok sertifika alan sanatçısı olarak listeledi. "Crazy in Love", "Single Ladies (Put a Ring on It)", "Halo" ve "Irreplaceable" şarkıları dünya genelinde en çok satan single'lardan bazılarıdır. 2009'da "The Observer" şarkıcıyı Onyılın Sanatçısı seçerken "Billboard" ise En İyi Kadın Sanatçı ve Onyılın En İyi Radyo Şarkıları Sanatçısı seçti. 2010'da Beyoncé, "Billboard"un "Son 25 Yılın En İyi 50 R&B/Hip-Hop Sanatçısı" listesinde on beşinci sırada yer aldı. 2012'de VH1, şarkıcıyı "Müzikteki En Büyük 100 Kadın" listesinde üçüncü sıraya koydu. Beyoncé, Amerikan Müzik Ödülleri'nde Uluslararası Sanatçı Ödülü alan ilk kadın sanatçı oldu. Ayrıca 2008 Dünya Müzik Ödülleri'nde Sanata Olağanüstü Katkılarından Dolayı Efsane Ödülü ve 2011 Billboard Müzik Ödülleri'nde Billboard Milenyum Ödülü kazandı. Beyoncé, solo sanatçı ve Destiny's Child üyesi olarak 20 Grammy Ödülü kazanarak Alison Krauss ve Aretha Franklin'in ardından bu ödülü en çok kazanan üçüncü kadın sanatçı ve 52 adaylıkla Grammy Ödülleri tarihinde ödüle en çok aday gösterilen kadın oldu. "Single Ladies (Put a Ring on It)" 2010'da Yılın Şarkısı seçilirken "Say My Name" ve "Crazy in Love" daha önceden En İyi R&B Şarkısı dalında ödül kazandı. "Dangerously in Love", "B'Day" ve "I Am... Sasha Fierce", En İyi Çağdaş R&B Albümü ödülünü kazandı. Beyoncé 2010'da altı Grammy Ödülü kazanarak daha önce Alicia Keys, Norah Jones, Alison Krauss ve Amy Winehouse ile birlikte elinde bulundurduğu bir kadın sanatçı tarafından bir akşamda en çok Grammy Ödülü kazanma rekorunu geliştirdi, ancak Adele 2012'de yeni rekora ortak oldu. "Rüya Kızlar"da rol almasının ardından Beyoncé, Altın Küre Ödülleri'nde "Listen" ile En İyi Şarkı ve En İyi Kadın Oyuncu, NAACP Image Ödülleri'nde ise Olağanüstü Kadın Oyuncu dallarında ödüle aday gösterildi. 2006 Eleştirmenlerin Seçimi Film Ödülleri'nde "Listen" ile En İyi Şarkı ve "Dreamgirls: Music from the Motion Picture" ile En İyi Film Müziği Albümü dallarında ödül kazandı. Beyoncé ilk kez 2002'de birlikte çalıştığı Pepsi'nin 2004'teki gladyatör temalı reklamında Britney Spears, Pink ve Enrique Iglesias ile birlikte rol aldı. 2012'de Beyoncé, Pepsi'ye destek olmak için $50 milyonluk bir anlaşma imzaladı. Center for Science in the Public Interest (CSPINET), Beyoncé'ye yazdığı açık mektupta ürünün sağlıksız oluşundan ötürü şarkıcıdan anlaşmayı yeniden gözden geçirmesini ve kazancını bir sağlık kuruluşuna bağışlamasını istedi. Buna rağmen NetBase, reklam ve görsellerinin elde ettiği %70 olumlu izleyici tepkisi ile Beyoncé'nin yer aldığı kampanyanın Nisan 2013'te hakkında en çok konuşulan destek olduğunu tespit etti. Beyoncé, True Star ("Wishing on a Star"ın bir düzenlemesini söyledi) ve True Star Gold parfümleri için Tommy Hilfiger ile çalıştı. Ayrıca 2007'de Emporio Armani’nin Diamonds parfümünü tanıttı. Beyoncé, kendisinin ilk resmî parfümü Heat'i 2010'da çıkardı. 1956'da yayımlanan "Fever" şarkısının kullanıldığı reklam, başında Beyoncé'yi bir odada çıplak yatarken gösterdiği için Birleşik Krallık'ta çocukların izleyemeyecekleri saatlerde gösterildi. Şubat 2011'de Beyoncé, ikinci parfümü Heat Rush'ı piyasaya sürdü. Beyoncé'nin üçüncü parfümü Beyoncé Pulse, Eylül 2011'de çıktı. 2013'te Heat'in The Mrs. Carter Show Limited Edition versiyonu çıktı. Heat, altı farklı sürümüyle birlikte $400 milyondan fazla satışla dünyada en çok satan ünlü parfümü oldu. "Starpower: Beyoncé" adlı bir video oyununun yayımı, Beyoncé projeden çekilince iptal edildi; yapımcı şirket GateFive, iptalin 70 çalışanın işinden olmasına ve geliştirmede milyonlarca pound kayba yol açtığını öne sürerek şarkıcıya $100 milyonluk bir dava açtı. GateFive'ın finansal destekçilerini kaybettiği için projeyi iptal ettiklerini belirten şarkıcının avukatları, Haziran 2013'te şirketle uzlaştı. Ayrıca American Express ve Nintendo DS ile anlaşma yapan Beyoncé, L'Oréal ile 18 yaşından beri çalışmaktadır. Beyoncé ve annesi 2005'te House of Deréon adlı kadın moda markasını oluşturdu. Konsept olarak ailenin üç kuşak kadınlarından esinlenen markanın adı, Beyoncé'nin tanınan bir terzi olan anneannesi Agnèz Deréon'dan gelmektedir. Tina'ya göre markanın genel tarzı, kendisinin ve Beyoncé'nin zevkini yansıtmaktadır. Beyoncé ve annesi, House of Deréon ile alt markası Deréon'un lisanslama ve marka yönetimi işleriyle ilgilenen aile şirketleri Beyond Productions'ı kurdu. House of Deréon tasarımları, "Destiny Fulfilled" döneminde Destiny's Child'ın gösterilerinde ve turnelerinde sergilendi. ABD ve Kanada genelindeki büyük ve özel mağazalarda satılan koleksiyonda spor giyim, kürk seçenekli kotlar, dış giyim ile çanta ve ayakkabı gibi aksesuarlar bulunmaktadır. 2005'te Beyoncé, House of Deréon için çeşitli ayakkabılar üretmek üzere bir ayakkabı firması olan House of Brands ile iş birliğine gitti. Ocak 2008'de Starwave Mobile, House of Deréon koleksiyonuna yer veren sosyal ağ özellikli Beyoncé Fashion Diva mobil oyununu çıkarttı. Temmuz 2009'da Beyoncé ve annesi, okula dönüş döneminde satmak için Sasha Fierce for Deréon adlı çocuk giyim markasını oluşturdu. Spor giyim, dış giyim, el çantası, gözlük, iç çamaşırı ve mücevherlere yer veren koleksiyon, Macy's ve Dillard's gibi büyük mağazalar ile Jimmy Jazz ve Against All Odds gibi özel mağazalarda satışa çıktı. 27 Mayıs 2010'da Beyoncé, Deréon by Beyoncé'yi giyim mağazası C&A'in Brezilya'daki mağazalarında satmak için firma ile iş birliği yaptı. Koleksiyonda omuzları vatkalı özel dikim ceketler, küçük siyah elbiseler, işlemeli üstler ve gömlekler ile bandaj elbiseler yer aldı. 2005'teki Katrina Kasırgası'ndan sonra Beyoncé ve Rowland, Houston bölgesindeki mağdurlara geçici konut sağlamak amacıyla Beyoncé'nin başlangıçta $250.000 bağışladığı Survivor Foundation adlı vakfı kurdular. Bu vakıf şehirdeki diğer hayır kurumlarıyla çalışmak için zamanla büyüdü ve üç yıl sonra yaşanan Ike Kasırgası'nın ardından da yardım sağladı. George Clooney ve Wyclef Jean'ın adlı yardım kampanyası yayınına katılan Beyoncé, CFDA'in sınırlı sayıda üretilen ve toplamda $1 milyon yardım toplayan "Fashion For Haiti" tişörtünün resmî yüzü seçildi. 5 Mart 2010'da Beyoncé ve annesi Tina, Brooklyn'deki Phoenix House'ta kadın ve erkekler için yedi aylık bir kozmetoloji eğitimi sunan Beyoncé Cosmetology Center'ı açtılar. Nisan 2011'de Beyoncé, çocuklarda obeziteye karşı başlatılan kampanyaya destek olmak için "Get Me Bodied" single'ını değiştirerek ABD First Lady'si Michelle Obama ve National Association of Broadcasters Education Foundation ile güç birliği yaptı. Usame bin Ladin'in ölümünün ardından, New York Police and Fire Widows' and Children's Benefit Fund'a para toplamak için Lee Greenwood'un "God Bless the USA" şarkısının yeni bir düzenlemesini yardım single'ı olarak yayımladı. Aralık 2012'de Sandy Hook İlkokulu saldırısından sonra federal hükûmeti silah denetim yasalarını yeniden gözden geçirmesi konusunda etkilemek amacıyla 950 ABD belediye başkanı ve başka kişilerin oluşturduğu "Demand A Plan" kampanyası için başka ünlülerle birlik olup bir video hazırladı. Beyoncé, "I Was Here" şarkısını ve şarkının Birleşmiş Milletler'de çekilen klibini 2012 Dünya İnsani Yardım Günü kampanyasına bağışlayarak kampanyanın bir elçisi oldu. 2013'te Beyoncé'nin Gucci'nin kadın güçlendirmesini yaymayı amaçlayan "Chime for Change" kampanyasında Salma Hayek ve Frida Giannini ile çalışacağı duyuruldu. 28 Şubat'ta yayımlanan kampanyada şarkıcının yeni bir şarkısı kullanıldı. 1 Haziran 2013'te kampanya yararına Londra'da düzenlenen konserde Ellie Goulding, Florence and the Machine ve Rita Ora gibi sanatçılar da sahne aldı. Konserden önce Beyoncé, Cameron Diaz, John Legend ve Kylie Minogue, 15 Mayıs 2013'te yayımlanan bir kampanya videosunda annelerinden nasıl esinlendiklerini anlattılar. Beyoncé, kendi annesinin yeteneğinin "insanların içindeki en iyi özellikleri bulmak" olduğunu söyledi. Beyoncé ayrıca "Miss a Meal" adlı bir yiyecek bağışı kampanyasında yer almakta ve Charitybuzz'daki çevrim içi yardım müzayedeleri yoluyla Avrupa ve ABD'de iş yaratılmasını destekleyen Goodwill Industries adlı hayır
kurumunu desteklemektedir. Musluk Musluk (Ar. masl°k), herhangi bir sıvı ya da gaz akışkanın akışını kontrol eden bir vanadır. Tesisat borularının bitiş noktasında ya da akışkanı muhafaza eden tankın/deponun çıkış noktasında ya da tesisat üzerinde herhangi bir bağlantı elemanı üzerinde bulunabilir. Üretiminde paslanma yapmadığı için özellikle üzeri krom kaplı prinç (sarı) malzeme tercih edilmektedir.Aynı zamanda zamak antimuan demir ve benzeri çeşitli madenlerdende üretilmektedir.Ancak kırılgan yapılarından dolayı çok tercih edilmemektedir Evde genelde Banyo, tuvalet, mutfak gibi ıslak hacimlerde bulunurlar ve banyo bataryası, eviye bataryası, lavabo bataryası gibi adlarla anılırlar. Musluk kelimesi halk arasında tek musluk başına sahip türleri için kullanılır fakat bu yanlış bir kullanım biçimidir. Tek musluk başlı musluklar uzunmusluk, kısa musluk ve çamaşır musluğu olarak üçe ayrılır. Bahçe musluğu gibi türleri de vardır. Bunun yanında "taharat musluğu" denen ara musluklarlar vardır. Genellikle tuvalette kullanıldığından dolayı halk arasında yanlış bir kelime ile beraber kullanılır. Taharat kelimesi de zaten Arapça "tahir" yani "temiz" anlamına gelmektedir. Sadece "temizlenmek" için değil, armatürlerin temiz su sistemine bağlamadan önce ara bir katman olarak kullanılır. Birden fazla musluk başı içeren musluk çeşitlerine batarya ya da armatür denir. Anadolu Selçukluları'nın Anadolu’da yaptırdıkları çeşme, hamam, şadırvan gibi su kullanım tesislerinde, özellikle çeşmelerde, su doğrudan yalağa dökülmeden önce bazen bir taş oluktan veya ağaçtan oyulmuş bir çörtenden, bazen de madeni bir borudan yalağa akardı. Musluğun öncüsü olarak kabul edilen ve çeşmelerde suyun aktığı yerlere takılan bu madeni borulara daha sonraları “lüle” adı verilmiştir. Osmanlı çeşme mimarisinde çok kullanılan ve aynı zamanda bir “su ölçme birimi” olan lüle, Selçuklular zamanında da kullanılmıştır. Anadolu Selçukluları’ndan günümüze kadar gelebilen çeşme yok denecek kadar azdır ve bu çeşmelerden lülesi orijinal olanların sayısı enderdir. Topkapı Sarayı’nda günümüze kadar gelebilen tarihi lüle ve musluklar arasında en eski olanı “Hırka-i Saadet Dairesi”nin Revan ve Bağdat Köşklerine bakan ve “Arzhane” denilen cephesindeki bronz lülesidir. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında Osmanlı sanatının son devrine ait olan yeni klasik üslupta geliştirilmiş motifli muslukların ve çift musluk şeklinde olan bataryaların üretimine devam edilmiştir. 1950’li yıllardan itibaren atölyelere elektriğin girmeye başlaması ile yeni teknikler geliştirilmiştir. Bu yıllarda musluk gövdesinde sızdırmazlık için cam suyu kullanılıyor, dökümden kaynaklanan hatalar lehim ile dolduruluyordu. Ürünün temizliği açısından musluklara tesviye ve polisaj işlemleri uygulanmaya ve krom kaplanmaya başlanmıştır. Musluk üretimi sanayinin başlaması ile ithal ürünlere ihtiyaç duyulmayacak kalite ve miktarda üretim gerçekleştirilmiştir. 1980’li yılların başında iki el ile sıcak-soğuk suyun karışımını sağlayan bataryaların yanı sıra tek el hareketi ile sıcak-soğuk suyun karışımının ve musluğun açılıp kapatılmasını sağlayan küresel ve seramik diskli salmastra gruplu miks seriler devreye girmiştir. 2006 FIFA Dünya Kupası 2006 FIFA Dünya Kupası, dört yılda bir tekrarlanan uluslararası futbol şampiyonası turnuvası olan FIFA Dünya Kupası'nın 18. ayağıdır. 9 Haziran ila 9 Temmuz 2006 tarihleri arasında; ev sahipliği hakkını Temmuz 2000'de kazanan Almanya'da yapılmıştır ve İtalya kazanmıştır. Takımlar 6 kıtadan 198 millî futbol federasyonunu temsilen, Kasım 2003'te elemelere başlamasıyla katılım göstermiştir. 32 takım bu elemeler sonrasında turnuva finaline hak kazanmıştır. Şampiyonayı İtalya; 4. kez şampiyon olarak kazanmıştır. Finalde Fransa karşısında normal süresi 1-1 biten maç sonunda penaltı atışlarında 5-3 yenmiştir. Ev sahibi Almanya ise Portekiz'i 3-1 yenerek 3. olmuştur. 2006 Dünya Kupası televizyon tarihinde en fazla izlenilen gösteri olmuş, turnuva süresince 30 milyar tekil olmayan izleyici tarafından izlenilmiştir. Bu dünya kupasında ilk kez uygulanan "Green Goal" projesi ile organizasyon sonucu ortaya çıkacak 100 bin ton karbon emisyonunun telefisi için Almanya gelişmekte olan ülkelerde uygulanacak çevre projelerinde kullanılmak üzere bir milyon euro hibe etmiştir. 2000 yılında, Almanya FIFA oylamasında az bir farkla Güney Afrika'yı yenerek 2006'da ev sahibi olmuştur. Diğer teklifler İngiltere ve Fas tarafından yapılmış; Brezilya da adaylıktan çekilmiştir. Oylama 7 Temmuz 2000 tarihinde, Zürih'de altıncı kez gerçekleşmiştir. Brezilya oylamadan 3 gün önce çekilmiş ve yarışma 4 katılımcı arasında olmuştur. İlk oylama sonucunda Fas elenmiş, ikinci oylama sonucunda İngiltere elenmiş; son oylama sonucunda da Almanya Güney Afrika'yı 12'ye 11 oyla yenmiştir. 198 takım 2006 Dünya Kupası'na katılmak için yarışmıştır. Ev sahibi Almanya otomatik olarak bu elemeleri geçmiş, geriye kalan 31 finalist ise kıtalararası yarışmalara tabi tutulmuştur. 13 takım UEFA'dan (Avrupa), 5 takım CAF'dan (Afrika), 4 takım CONMEBOL'den (Güney Amerika), 4 takım AFC'den (Asya), ve 3 takım da CONCACAF'dan (Kuzey ve Orta Amerika ve Karayipler) seçilmiştir. Diğer iki takım da AFC ve CONCACAF takımları ile CONBEMOL ve OFC (Okyanusya) arasındaki playoff karşılaşmaları sonucunda seçilmiştir. 8 takım ilk defa finallere kalmıştır: Angola, Fildişi Sahili, Çek Cumhuriyeti, Gana, Togo, Trinidad ve Tobago, Ukrayna ve Sırbistan. Çek Cumhuriyeti ve Ukrayna bağımsız bir devlet olarak ilk kez katılmaktadır, ancak daha önceden Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği olarak temsil edilmişlerdir. 1982'den bu yana ilk kez 6 konfederasyon temsil edilmiştir. Dünya Kupası finallerini sunmak için toplam 12 Alman şehri seçilmiştir. Belirtilen stadyum kapasiteleri oturma kapasitelerini gösteriyor. Almanya 2006'dan başlayarak, geçmiş Dünya Kupasını kazanan ülke finallere katılma hakkını kazanmak zorunda kalmıştır. Sadece ev sahipliği yapan ülke 2006 itibarıyla finallerde otomatik olarak yer alabilir. Aşağıda bölgelere ayrılmış ülkeler finallerde yer almışlardır. Parantez içindeki numaralar ülkelerin turnuvadaki derecelerini belirtir. Bu dereceler son iki Dünya Kupası (2002, 1998) sonuçları ve son üç yılın (2003-2005) FIFA Dünya Dereceleri'nden hesaplanmıştır. Avrupa playoff maçlarında sürpriz elenenler (İsviçre'ye olaylı şekilde yenilen) 2002 FIFA Dünya Kupası üçüncüsü Türkiye, (Ukrayna'ya yenilen) 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan, (yine Ukrayna'ya yenilen) Danimarka, (Portekiz'e yenilen) Rusya, (Sırbistan-Karadağ ve İspanya'ya yenilen) Belçika. Afrika'da (Togo'ya yenilen) 2002 çeyrek finalisti Senegal, (Gana'ya yenilen) Güney Afrika, (Fildişi Sahili'ne yenilen) Kamerun ve (Angola'ya yenilen) Nijerya. Avustralya Okyanusya'yı temsil etmesine rağmen 1 Ocak 2006 itibarıyla Asya Konfederasyonu'nun parçası olacaktır ve ileriki Dünya Kupaları'nda Asya'yı temsil edecektir. Millî takımlar 15 Mayıs 2006'ya kadar takımlarında oynayacak yirmi üç futbolcuyu belirlemek zorundalar. Bu yirmi üç kişiden üçünün kaleci olması şarttır. Sakatlık esnasında, takımın ilk maçından yirmi dört saat önce yeni oyuncu bulunabilir . Grup çekilişi 9 Aralık 2005 tarihinde gerçekleşti. Yerel zaman (UTC+2) Yerel zaman (UTC+2) Yerel zaman (UTC+2) Yerel zaman (UTC+2) Yerel zaman (UTC+2) Yerel zaman (UTC+2) Karye Karye Osmanlı literatüründe resmî kayıtlarda köy yerine kullanılan kelime. Bu aynı zamanda bir idari birimi de anlatır. Karyelerin büyüklüğü 20000 nüfusa kadar ulaşırken, sonraları 150 nüfusa kadar büyüklükleri düşmüştür. Tevsii mezuniyet esasına göre çalışan sistem başındaki muhtarlara vergiden metazori çalıştırmaya kadar pek çok cezalar getirirdi .Başındaki muhtar otonom bir yönetime sahipti. Zaten muhtar da otonom demek olan muhtariyet kavramıyla aynı kelimeden müştaktır. Yüksek çözünürlüklü televizyon Yüksek çözünürlüklü televizyon ya da yüksek tanımlamalı televizyon (İngilizce:"High-definition television", kısaca HDTV) geleneksel TV yayın standartlarından (PAL, SECAM, NTSC) daha yüksek çözünürlük sağlayan bir yayın standardıdır. 1983 yılında, ITU (International Telecommunication Union) altındaki radyokomünikasyon sektörü (ITU-R) bünyesinde tek bir uluslararası yayın standardı geliştirmek üzere bir çalışma grubu (IWP11/6) kuruldu. Standart hiçbir zaman sonuçlandırılamamış olmakla beraber ITU-R BT.709-2 ("Rec. 709") numaralı ITU-R tavsiyesi 16:9 resim oranı ile beraber 1080i (1,080 satır-interlaced) ve 1080p (1,080 satır-progressive) formatlarını tanımlamıştır. Ancak standardın tanımlanması hemen uygulanmasını getirmedi. İlk ticari HDTV denemeleri standart-çözünürlüklü yayınların 4 katı band-genişliği gerektiriyordu. Band-genişliğini SDTV (Standard Definition TV)'nin 2 katına düşüren gayretler bile onun uydu dışında bir ortamda kullanılmasını sağlayamadı. Ek olarak HDTV yayınların üretilmesi ve kayıt edilmesi de ilk zamanlar teknik açıdan bir meydan okumaydı. 2000'li yıllarda sıkıştırma algoritmaları için ihtiyaç duyulan işlemci güçlerinin ve depolama kabiliyetlerinin artmasıyla HDTV ticari olarak uygulanabilir ve kar getiren bir hal almıştır. Mevcut HDTV yayınları DVB (Europe) ve ATSC (US) standartlarını kullanırken Dolby Digital(AC-3) formatında 5.1 kanal ses sistemi desteğini içermektedir. Büyük ekranlı TV'lerin ve yüksek çözünürlüklü projektörlerin çoğalmasıyla geleneksel SDTV(Standard Definition TV) yetersiz kalmaya başlamıştır. "HD Ready" bir televizyon SDTV kanalları daha iyi göstermez. Mükemmel görüntü elde etmek için HD sinyal veren kaynaklar gerekir. Bu kaynakların bir kısmı şu şekildedir: HDTV yayınları 3 parametre ile tanımlanır: 720p60 formatı 1280 × 720 pikseldir ve saniyede 60 kare (60 Hz) kaydeder. 1080i50 formatı 1920 × 1080 piksels (ie 2 MP) saniyede 50 alan kaydeder. Bazen akan alanlar (kareler) yarım-kare olarak adlandırılır, çünkü bir çerçevenin iki alanı belirli sürelerle kaydırılır. Akış (alan) pulldown ve bölünmüş alan özel tekniklerdir ve tüm kareleri iletmeye müsaade ederler.
Ürünün ticari anlamı her bir akış oranı veya alan oranı düşürülür. örn, Bir "1080i televizyon seti" etiketi sadece resim çözünürlüğünü gösterir. Sık sık, bu oran 1080p24, 1080p25, ve 1080p30 ve de ileride çıkacak olan 1080p50 ve 1080p60 gibi 1080p sınıfına girenlerin haricindekiler için 50 veya 60 dır. Akış oranı çözünürlükten başka anlama da gelebilir. Örneğin; 24p, saniyede 24 tarama işlemi ve 50i, saniyede 50 belirlenmiş alan içeren yani saniyede 25 belirlenmiş akış yapan anlamına gelir. Çoğu HDTV sistemler standart çüzünürlük ve akış veya alan oranını desdekler. En yaygın olanlar şöyledir. Alanlar taraklı sistemlerde kullanılmaktadır. Bir kare iki alandan meydana gelir. Tek satırlar bir alanı, çift satırlar bir başka alanı meydana getirir. Türkiye'de de halen kullanılan eski PAL sistemlerde saniyede 25 kare geçer. Yani saniyede 50 alan taraması yapılır. Standardı genellikle 480 veya daha fazla düşey çizgi çözünürlüğüne sahiptir. HDTV’lerde doğrusal çözünürlük standart çözünürlüğün en az iki katı kadardır, bu sayede ekran detayı analog televizyonlardan ve normal DVD’lerden daha fazladır. HDTV yayını için teknik standartlar da 16:9 oranında aspect ratio images without using letterboxing or anamorphic stretching, thus increasing the effective image resolution. Bir yayın için en uygun format video grafik kaydının türüne ve resmin karakteristiklerine bağlıdır. alan ve akış oranı kaynak ve çözünürlükle eşdeğerdir. Çok yüksek çözünürlüklü kaynak kullanılabilen düzenlemeyi iletebilmesi için çözünürlüğün kaybolmaması şartıyla daha fazla bant genişliğine ihtiyaç duyar . Bütün HDTV bellek ve iletim sistemlerinden alınan resim sıkıştırılmamış kaynakla karşılaştırıldığında Sıkıştırma kaybı bozulacaktır. Sinema sunumu için yüksek çözünürlüklü olan fotoğraf filmleri saniyede 24 akışla çekilir. Kullanılabilen bant genişliği, detay miktarı ve resimdeki harekete bağlı olarak, video transferi için ideal format ya 720p24 veya 1080p24'dür. PAL sistemini kullanan ülkelerdeki televizyonlar saniyede 25 akışı gerçekleştirebilmek için film % 4,alanına (saniyede 30) sahiptir. Betacam SP gibi video şeritindeki eski (önceki-HDTV) kayıtlar sık sık 480i60 veya 576i50 formunu kullandı. Bunlar daha yüksek çözünürlük formatı olan (720i)'ye dönüştürülebilirler. Sinematik olmayan HDTV video kayıtları ya 720p veya 1080i formatında kaydedildi. Bu format televizyon yayını içindir. Genellikle, 720p hareketli yayınlarda daha kullanışlıdır. progressively scans frames, instead of the 1080i, which uses interlaced fields and thus might degrade the resolution of fast images. HDTV sinyalleri ve renkölçümler Rec. 709 tarafından tanımlandılar. MPEG-2 dijital HDTV yayını için en kullanışlı sıkıştırma kodekidir. HD-Ready (HD'ye hazır) TV sistemlerinde, bir televizyondan başka, HD yayınları işleyebilen harici bir cihaza ihtiyaç duyulur. Bu cihaz, HD yayınları alabilen bir kablolu TV makinası ya da HD oyunları oynatabilen bir oyun konsolu (XBOX 360 vs.) olabilir. HD Ready televizyonun kapasitesi, bağlanan makinanın kapasitesi ile sınırlıdır. HDTV ve Kablo-hazır TV setleri ise, harici bir kutuya ihtiyaç duymadan HD yayınları gösterebilir. Kablo-Hazır TV setlerinde, CableCARD'i (Kablo kartı) sokmak için bir kart yuvası vardır.. Yüksek çözünürlüklü resim (ve video) kaynakları karasal yayın, doğrudan uydu yayını, dijital kablo, yüksek çözünürlüklü diskler (BD ve HD DVD), internet indirmeleri ve en son video oyun konsollarını içerir. Tipik HDTV uydu sisteminin parçaları 1. HDTV Monitör 2. HD uydu alıcısı 3. Standart uydu çanağı 4. HDMI kablo, DVI-D ve audio (ses) kabloları veya audio ve video kabloları Craig Tucker Craig Tucker, South Park isimli animasyon komedi dizisinde kendini külhanbeyi sanan bir karakterdir. Her önüne gelene hareket çeker ve daima hareket çektiğini inkar eder. Pragmatisttir ve monoton bir ses tonuna sahiptir. Ailesi de onun gibidir. South Park'ta önemli bir rolü yoktur. Genelde olaylara etki etmez. Sadece figürandır. Ancak Tweek Craig'e Karşı , Salgın ve gibi bölümlerde baş rollerden biridir. Uykuluk Uykuluk bir sakatat olup özellikle İstanbul'un Sütlüce semti ile anılır. Uykuluk kuzu ve danalardan çıksa da, en çok süt kuzusu tercih edilir. Uykuluk denen kısım hayvanın göğüs kafesinin üst kısmında bulunan timus ve pankreas bölgelerindeki bazı salgı bezlerinden oluşur. Transistör Geçirgeç veya transistör girişine uygulanan sinyali yükselterek gerilim ve akım kazancı sağlayan, gerektiğinde anahtarlama elemanı olarak kullanılan yarı iletken bir elektronik devre elemanıdır. BJT (Bipolar Junction Transistor) çift birleşim yüzeyli transistördür. İki N maddesi, bir P maddesi (NPN) ya da iki P maddesi, bir N maddesi (PNP) birleşiminden oluşur. Transistör üç kutuplu bir devre elemanıdır. Devre sembolü üzerinde orta kutup Base (B), okun olduğu kutup Emitter (E), diğer kutup Collector (C) olarak adlandırılır. Base akımının şiddetine göre kollektör ve emiter akımları ayarlanır. Bu ayar oranı kazanç faktörüne göre değişir. Transistörler elektronik cihazların temel yapı taşlarındandır. Günlük hayatta kullanılan elektronik cihazlarda birkaç taneden birkaç milyara varan sayıda transistör bulunabilir. 20. Yüzyılın en önemli buluşlarından biri olarak kabul edilen ve elektronik devrelerin can damarı olan transistörler, 1947 yılında yapıldı. Dünyanın en büyük telefon şirketi olan Bell kuruluşlarının araştırma laboratuvarlarında, William Shockley başkanlığında John Bardeen ve Walter Brattain´den oluşan ekip, teknolojide yepyeni bir çığır açan bu buluşlarından dolayı, 1956 yılında Nobel Ödülü´nü paylaştı. Bardeen ve Brattain, radyo ve telefon sinyallerinin alınmasında, güçlendirilmesinde ve yansıtılmasında kullanılan termiyonik kapaklara karşı bir seçenek bulmak için uğraşıyorlardı. Çabuk kırılabilen ve pahalıya mal olan bu lambaların ısınması için belirli bir sürenin geçmesi gerekiyordu. Ayrıca bir hayli de elektrik tüketiyordu. Ekip ilk transistörü, ince bir germanyum tabakasından yaptı. 1947 Noel´inden iki gün önce, bu transistör bir radyo devresine takıldı ve Brattain, defterine şu satırları yazdı: "Bu devre gerçekten işe yarıyor. Çünkü ses düzeyinde hissedilir bir yükselme sağlandı." Transistör, tıpkı lamba gibi, ses sinyalini güçlendiriyordu. Ama hem boyut olarak çok daha küçüktü hem de daha az enerjiye ihtiyaç duyuyordu. Önceleri küçücük bir aygıtın o koca lambaların yerini alabileceğine pek az kimse inandı. Ama Shockley ve ekibi, dört yıl içinde büyük gelişmeler sağladılar. 1952 yılında transistör orijinal boyutunun onda birine indirildi ve çok daha güçlendi. 1957´de yılda 30 milyon transistör üretilebilecek aşamaya gelindi. Bu alanda gelişmeler yine de sürdürüldü. Bilim adamları, germanyum tabakası yerine, çok daha büyük sıcaklıklara dayanabilen silisyum kullanmaya başladılar. Akımı saniyenin 100 milyonda biri kadar kısa bir zamanda iletebilen transistörler imal edildi. Bunların sayesinde cep tipi hesap makineleri, dijital saatler yapıldı. Radyo ve televizyon alıcılarındaki lambaların yerini de transistörler aldı. Eğer bu küçük harika aygıtlar olmasaydı, uydu haberleşmeleri, uzay araçları ve aya insan göndermek de mümkün olmayacaktı. Elektron lambaları ilk defa 1906'da Londra Üniversite Kolejinde uygulama sahasına konulmuştur. 1925'te Lilien Field ve 1938'de Hilsch ve Pohl tarafından, lambaların yerine geçecek bir katı amplifikatör elemanı bulma konusunda başarısızlıkla sonuçlanan bazı denemeler yapılmıştır. Çalışmaların amacı, lambalarda olduğu gibi katılarda da elektrostatik alan etkisi ile elektron akışını sağlamaktı. Daha sonraları bu çalışmalar bugünkü transistörlerin temelini teşkil etmiştir. 1931-1940 yılları katı maddeler elektroniği hakkında daha ziyade teorik çalışmalar devri olmuştur. Bu sahada isimleri en çok duyulanlar; L. Brillouin, A. H. Wilson, J. C. Slater, F. Seitz ve W. Schottky'dir. 1948 yılında, Walter H. Brattain ve John Bardeen kristal redresör yapmak için Bell laboratuvarlarında çalışıyorlar. Esas olarak yapılan; çeşitli kristallere temas eden bir ‘catwhisker’ in tek yönde iletken, diğer yönde büyük bir direnç göstermesi ile ilgili bir çalışmadır. Deneyler sırasında Germanyum kristalinin ters akıma daha çok direnç gösterdiği ve daha iyi bir doğrultma işlemi yaptığı gözlemlendi ve böylece germanyum redresörler ortaya çıktı. Brattain ve Bardeen germanyum redresör ile yaptıkları deneylerde, germanyum kristali üzerindeki serbest elektron yoğunluğunun, redresörün her iki yöndeki karakteristiğine olan tesirini incelediler ve bu sırada, catwhisker'e yakın bir başka kontak daha yaparak deneylerini sürdürdüler. Bu sırada ikinci whisker de akım şiddetlenmesinin farkına vardılar ve elektronik tarihinin bir dönüm noktasına tekabül eden transistör böylece keşfedilmiş oldu. Adını 'Transfer – Resistor' yani taşıyıcı direnç kelimesinden alan transistör'ün geliştirilmesine daha sonra William Shockley de katıldı ve bu üçlü 1956 yılı nobel fizik ödülüne layık görüldüler. İlk yapılan transistörler 'Nokta Kontaklı' transistörlerdi. Nokta kontaklı transistörler, iki whisker'li bir kristal diyottan ibarettir. Kristale 'Base', whiskerlerden birine 'Emitter' diğerine de 'Collector' adı verilir. Bu transistörlerde N tipi Germanyum kristali base olarak kullanılmıştır. Whiskerler fosforlu bronzdan yapılır, daha doğrusu yapılırdı, bu transistörler artık müzelerde veya eski amatörlerin nostaljik malzeme kutularında bulunurlar. Her iki whisker birbirine çok yakındır ve uçları kıvrık bir yay gibidir, bu kıvrık yay gibi olması nedeni ile kristale birkaç gramlık bir basınç uygular ve bu sayede sabit dururlar. Yani, yalnız temas vardır. Bu transistörlerin Ge kristalleri 0.5 mm kalınlığında ve 1 - 1.5 mm eninde parçalardır. Whisker arası mesafe ise milimetrenin yüzde 3'ü yüzde 5'i kadardır. Bu ilk transistörler PNP tipinde idi, yani kristal N tipi Whiskerler P tipi idi. Daha sonraları 'Yüzey Temaslı' transistörler yapıldı. Bu transistörler PNP veya NPN olacak şekilde üç kristal parçası birbirine yapıştırılarak imal edildiler.
Yüzey temaslı transistörlerin yapılması ile silisyum transistörler piyasaya çıktı, daha sonraları transistörler kocaman bir aile oluşturdular ve sayıları oldukça arttı. Transistör iki eklemli üç bölgeli bir devre elemanı olup iki ana çeşittir. emitter; base, collector arasında akım sağlar ve devrede yükselteç görevi üstlenir. 132 Transistör yapısal bakımdan, yükselteç olarak çalışma özelliğine sahip bir devre elemanıdır. Daha yaygın kullanım amacı ise devrede anahtarlama yapmaktır. Elektroniğin her alanında kullanılmaktadır. Dolayısı ile teknolojinin en değerli elektronik devre elemanlarından biridir. Transistörler esas olarak bipolar transistörler ve unipolar transistörler olarak iki kısma ayrılırlar. Bipolar transistörler de PNP ve NPN olarak iki tiptir. PNP tipinde base negatif emitter ve collector pozitif kristal yapısındadır. Bu transistörler emitter montajında; emitter pozitif, collector negatif olarak polarize edilirler. Base emittere göre daha negatif olduğunda transistör iletimdedir. NPN tipinde ise base pozitif, emitter ve collector negatif kristal yapısındadır. Emitter topraklı olarak kullanıldığında, emitter negatif, collector pozitif olarak polarize edilirler. İletimde olması için base, emittere göre daha pozitif olmalıdır. Buradaki gerilim farkı 0.7 (si) - 0.3 (ge) volt veya daha fazla olmalıdır. Piyasada pek çok tip bipolar transistör mevcuttur. Bunların kullanılmaları sırasında mutlaka bacak bağlantılarını içeren bir katalog kullanılmalıdır; çünkü aynı kılıf yapısı içeren iki transistörün bacak bağlantıları ayrı olabilir. Bipolar transistörler genelde 2 ile başlayan 2N… 2SA…. 2SB….. 2SC… veya AC… BD… BUX…. BUW… MJ…. ile başlayan isimler alırlar. Son zamanlarda transistörlerin çeşidi ve sayısı arttığı için bir katalog("datasheet") kullanmak zorunlu hale gelmiştir. 2N3055 2SA1122 2SB791 2SC1395 AC128 BD135 BUX80 BUW44 MJ3001 gibi…. A ile başlayan transistörler Germanyum, B ile başlayan transistörler Silisyumdur. Keza, diyotlar için de bu geçerlidir, ikinci harfin anlamları şöyledir: AC128, BC108, AF139, BF439, AD165, BD135, AA139, BY101 gibi. Bazı transistörler kılıf içinde bir de diyot ihtiva ederler. Bir P tipi transistör push-pull olarak kullanıldığında, karakteristikleri benzer olan bir N tipi transistörle beraber kullanılır, buna 'Complementary' tamamlayıcı transistör adı verilir. MJ 2955 ile 2N3055 gibi. Piyasada bulunan transistörler plastik veya metal kılıf içindedirler. En çok kullanılan kılıf şekilleri To-3 To-5 To- 12 To- 72 To- 92 To- 220'dir. Transistörün yükseltme işlemi doğrudan doğruya çıkış akımı değişmelerinin giriş akımı değişmelerine oranı olan; akım kazancına bağlıdır. Bu işlemde çıkış devresi gerilimi sabittir. Akım kazancı, transistörün bağlantı şekline göre farklı isimler alır. Bağlantı şekillerine göre akım kazancı; ismini alır. Transistörün NPN veya PNP oluşu ile değişmez. Akım kazancı=Çıkış devresi akımı değişmeleri/Giriş devresi akımı değişmeleri ! Bağlantı Şekli ! Çıkış Devresi Gerilimi ! Giriş Akımı ! Çıkış Akımı ! Akım Kazancı Tablo: Transistör bağlantı Şekillerine göre akım kazançları Hou Hanru Hou Hanru (Çince: 侯瀚如 pinyin: Hóu Hànrú, 1963, Guangzhou, Çin doğumlu) Paris'te yaşayıp çalışan bağımsız eleştirmen ve küratördür. Amsterdam'daki Rijksakademie van Beeldende Kunsten'de danışmanlık yapmakta ve ders vermektedir. İlgilendiği konular arasında küreselleşme ve kimlik, çağdaş sanatın bölgesel ve coğrafi sınırların ötesinde varoluşu sayılabilir. 2007 yılında düzenlenen olan 10. Uluslararası İstanbul Bienali'nin küratörlüğüne getirilmiştir. Vatnajökull Vatnajökull, İzlanda'nın en büyük buzuludur. Aynı zamanda Avrupa'nın "hacimsel" anlamda en büyük buzuludur. Vatnajökull, 8.100 km² ile, ki bu İzlanda'nın yaklaşık % 8'ine tekabül eder, Norveç'teki Austfonna buzulundan sonra Avrupa'nın "alansal" olarak ikinci büyük buzuludur. Aslında topografik olarak her ikisi de bir kara parçası üzerinde "buz takkesi" olarak kendilerini gösterseler de, buzul olarak kabul edilirler. Buz tabakasının kalınlığı yer yer 1000 m'yi bulur. Ada'nın birkaç aktif volkanı buzulun altında kalır. Bu dağların arasında 500 ile 800 m'lik vadiler vardır. 12 Eylül 2004 yılında Skaftafell Milli Parkı'nın genişletilmesiyle Vatnajökull'ün % 50'den fazlası millî park sınırlarına dahil olmuştur. Bodrum Hâkimi Bodrum Hakimi, Türkân Şoray'la Kadir İnanır'ın başrollerini oynadığı, yönetmenliğini Türkân Şoray'ın yaptığı 1976 yapımı film. Romantik içerikli bu film, Türkân Şoray'ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu dört filmden biridir. Döneminde çok büyük bir sükse kazanmıştır. Filmin müziklerini Cahit Berkay yapmıştır. Filmin konusu, gerçek hayatta yaşanmış bir olay çıkışlı yerel bir türküden alınmıştır. Türkü ve dolayısıyla film, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın hakimlerinden olan ve 1951'de atandığı Bodrum'da 1954 yılında nedenleri kesin olarak günümüzde de açıklığa kavuşturulamamış ve çeşitli yorumlara konu olmuş bir şekilde intihar eden Mefaret Tüzün'ün öyküsünü zemin almaktadır. Bu yorumlardan bir tanesi de Mefaret Tüzün'ün aşık olduğu mahkum hakkında idam kararı vermesi sonrasında intihar ettiğidir. 1906 Kütahya Tavşanlı doğumlu olan Mefaret Tüzün'ün tam bir biyografisi, filmden uzun bir süre sonra 2002 yılında Belkıs Öztin Koparanoğlu tarafından kaleme alınarak yayınlanmıştır. Austfonna Austfonna, Alansal olarak Avrupa'nın en büyük buzulu. Kapladığı alan 8.105 km² ("Vegafonnna" ile beraber 8.492 km²) olup, "hacimsel" olarak Vatnajökull'den sonra Avrupa'nın en büyük ikinci buzuludur. Buz katmanının kalınlığı 400 m'yi bulur. Austfonna Antarktika ve Grönland'dan sonra en geniş buz alanıdır. Buzul Norveç'in Svalbard adalar topluluğunun ikinci en büyük adası Nordostland üzerindedir. Koordinatları 79°45′N 24°30′E' dir. Mithat Özyılmazel Mithat Özyılmazel ("d. 1952, İstanbul") Türk müzisyen. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul'da tamamladı. 1970 yılında Hürriyet Haftasonu Altınses Yarışması'nda birincilik kazanarak Hafif Batı Müziği alanında çalışmalar yaptı. Türkiye'de ilk kez sergilenen Hair Müzikali'nde, Engin Cezzar, Gülriz Süruri, Neco ve Füsun Önal'la başrol oynadı. Sanat hayatına kabare oyuncusu ve şovman olarak devam ettiği bu yıllarda bir de 45'lik plak yaptı. 1972-1974 yılları arasında vatani görevini tamamladıktan sonra, 1976'da ilk defa açılan Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na öğrenci olarak girdi. Feyz aldığı hocalarından bazıları Laika Karabey, Tülin Yakarçelik, Tülun Korman, Prof. Dr. Nevzad Atlığ, Muazzam Sepetçioğlu, Faruk Timurbaş ve Sabahat Emir'dir. 1980 yılında Konservatuvar'dan mezun olup Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Klasik Türk müziği Korosu'na ses sanatçısı olarak girdi. Konservatuvar'da iken Klasik Türk müziği, Halk Müziği ve Batı Müziği'ni kapsayan üç dalda konseri, İzmit Musiki Derneği hocalığı ve şefliği, Üsküdar Mithatpaşa Kız Meslek Lisesi koro şefliği, İTÜ Türk Musikisi Kulübü şef yardımcılığı gibi etkinlikleri oldu. Profesyonel olarak sunuculuk, şiir yorumculuğu, kanun ve kudüm çalmak hobileri arasındadır. Halen, İstanbul Devlet Klasik Türk müziği Korosu ses san'atçısı olarak görev yapmaktadır. 1980-2000 yılları arasında İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'nda üslup ve repertuar öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1995 yılında Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Türk Müziği Korosu Şefliği'ne getirildi. İstanbul Radyosu'nda belli aralıklarla ses kayıtları yapılmakta ve yayınlanmaktadır. 1997'de Türk Musikisi Vakfı Mütevelli Heyeti'ne seçildi. Bu vakfın çalışmalarına özel bir radyoda haftalık programlar yaparak katkıda bulundu. TRT Kurumu televizyonları dahil bazı özel televizyonlarda Türk Müziği ile ilgili pek çok programda sunucu olarak yer aldı.Aralıklı olarak 7 yıl İzmit Mûsiki dermeği şef ve hocalığını yaptı. 1998 yılında Türk Müziği'ni seven dostları ile kurduğu Ahenk Musiki Topluluğu ile de haftanın iki günü repertuar çalışmaları yapmakta ve senede iki konser vermektedir. 2002 Ocak ayından itibaren, Yeditepe Üniversitesi Türk Müziği Korosu'nun şef ve hocalığını sürdürmektedir. 2006 yılında İstanbul şiirlerinin yer aldığı "CANIM İSTANBUL" adlı bir CD'si bulunmaktadır. Sanatçı, Göşenay Batu ile evlidir. Nazlı Eray Nazlı Eray, 1945 Ankara doğumlu yazar. Arnavutköy Kız Koleji mezunu olup İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıftan ayrılmıştır. Yazın hayatına 16 yaşında yazdığı Mösyö Hristo isimli öyküyle başlamıştır, Gerçeküstücülük akımının niteliklerini taşıyan bu öykü çeşitli dünya antolojilerinde yer almaktadır.Kariyerinin ilerki dönemlerinde roman türüne ağırlık vermiştir. Büyülü Gerçekçilik akımının Türk Edebiyatı'ndaki temsilcilerindendir. Varlık dergisi, Cumhuriyet, Güneş, Radikal ve Akşam gazetelerinde çalışmıştır. Ayrıca aktif olarak siyaset ile de ilgilenmektedir. Ryōan-ji Ryōan-ji (Japonca: 竜安寺 veya 龍安寺), "Huzurlu Ejderha'nın Tapınağı" Kyoto, Japonya'nın kuzeybatısında yer alan bir Zen tapınağıdır. UNESCO'nun Dünya Miras Yeri olarak Antik Kyoto Tarihi Eserleri'nin bir parçasıdır. Tapınak Zen Budizm'inin Rinzai kolunun Myōshinji okuluna aittir. Tapınağın bulunduğu bölge asıl olarak Fujiwara ailesinin mülküydü. Birçoğuna göre, tapınağın ismi 1400'lerin sonlarında yapılmış olan tapınağın ünlü "karesansui" kaya bahçesi için bir sinonimdir. Bahçe toplanmış çakıllardan ve on beş yosun kaplanmış iri kaya parçasından oluşur. Öyle yerleştirilmişlerdir ki bahçeye hangi açıdan bakılırsa bakılsın (tepeden hariç) sadece on dört iri kaya parçası aynı anda görülebilmektedir. Sadece aydınlanmaya ulaşabilenlerin onbeşini aynı anda görebileceğine inanılmaktadır. Bilim dergisi Nature'de Gert J. Van Tonder ve Michael J. Lyons tarafından bir makale yayımlanmıştır. Makalenin amacı kayalık bahçenin bir şekil analizi (medial axis transformation) modelini oluşturarak analiz yapılması içindir. Bu model kullanılarak bahçenin boş kalan kısmının tamamıyla biçim verilmiş olduğunu göstermişlerdir, ve tapınağın mimarisi ile bağlantılıdır. Araştırmacılara göre, ana salonun merkezinin yakınından bi
r simetri ekseni geçmektedir, bu simetri ekseni geleneksel olarak bakış yeri olarak tercih edilirdi. Öz olarak taşların dizilişine bakıldığı zaman doğadan dinlendirici bir şekil ortaya çıktığı görülmektedir. Araştırmacıların önerisi bahçenin tam biçimsel yapısının, izleyicinin bilinçdışı olarak görsel duyarlılığını uyarıcı şekilde olmasıdır. Kilüs Kilüs, sütümsü, yağ emülsiyonu içeren lenf, yani ak kandır. Besin yoluyla alınan yağların sindirimiyle ince bağırsakta oluşur, oradan lakteal kanalları yoluyla lenf sistemine alınır. Buna karşın diğer sindirilmiş besinler toplar damarlar yoluyla dolaşım sistemine alınır. Kilüs, kaynağı sindirim sistemi olduğu için, temelde sindirilmiş besin içerigi zengin ak kandan (lenf) ibarettir. Doha Doha (, "ed-Devha"), Katar'ın başkenti ve en büyük şehridir. Şehir, ülkenin doğusunda Basra Körfezi kıyısında yer almaktadır. Doha'nın nüfusu 2015 yılı itibarı ile 956,460 olup ülke nüfusunun %40'ı şehir ve banliyölerinde yaşamaktadır ve aynı zamanda ülkenin ekonomik merkezidir. Doha, Katar'ın yedi belediyesinden biridir. Haziran ayı ile başlayan ve 38-48 dereceye varan sıcaklık ekim ayı ile birlikte 25-30 derece olan en düşük ısıya ulaşmaktadır. Ziyaret için en uygun zaman ideal sıcaklıkta bulunan ocak ve şubat aylarıdır. Monarşiyle yönetilen ülkede 2000'li yıllardan itibaren başlayan ve halen devam eden yoğun bir inşaat çalışması vardır. Nüfusun büyük çoğunluğunu halen devam etmekte olan inşaat sektöründe çalışan yabancı uyruklu işçiler oluşturur. Şehrin büyük bir ticaret ve alışveriş merkezine dönüştürülüp Orta Doğu'da Dubai ile yarışır bir şehir olması planlanmaktadır. Yapımı halen devam eden yeni Doha Uluslararası Havaalanı Projesi (NDIA) de buna en iyi örnektir. Proje, tamamlandığında bölgenin en büyük havaalanı olarak Orta Doğu'nun yeni aktarma ve bakım merkezi olması beklenmektedir. 2006 yılında 15. Asya Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Aga Khan ödülüne layık görülen Katar Ulusal Müzesi bu kenttedir. Belediye ve Şehir Planlama Bakanlığı'na göre, 1963 yılında Katar'ın ilk belediyesi "Katar Belediyesi", 11 nolu yasa ile kuruldu. Aynı yıl içerisimde ismi değişti, 15 nolu yasa ile "Doha Belediyesi" oldu. 2004 yılından beri Katar yedi belediyeye ayrılmakta olup Doha 2008 verilerine göre 998,651 kişilik nüfusu ile Katar'ın en büyük belediyesidir. 20. yüzyılın başında Doha dokuz ana semte ayrılmaktaydı. 2010 yılı itibarı ile Doha 60'tan fazla semte sahiptir. Doha, Katar'ın ekonomik merkezidir. Şehir, ülkenin en büyük petrol ve doğal gaz şirketleri olan Qatar Petroleum, Qatargas ve RasGas'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda yerli ve yabancı kuruluşun merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Doha ekonomisi, öncelikli olarak ülkenin petrol ve doğal gaz endüstrilerinin oluşturduğu gelir üzerine kurulmuştur. Doha'da 2004 yılından bu yana yeni karayollarının açılması, 2014 yılında da Hamad Uluslararası Havalimanı'nın açılması ve halihazırda 85 km'lik bir metro sisteminin inşaatı da dahil olmak üzere ulaşım ağında büyük bir yatırım gerçekleştirilmektedir. Metro sisteminin ilk aşamasının 2019 yılına kadar faaliyete geçmesi bekleniyor. İngiliz-Zanzibar Savaşı İngiliz-Zanzibar Savaşı (Anglo-Zanzibar Savaşı) Birleşik Krallık ve Zanzibar arasında 27 Ağustos 1896 tarihinde olmuştur. 40 dakikalık bir süre ile kayıtlı dünya tarihinin en kısa süren savaşı rekoruna sahiptir. Savaş İngiliz sömürge yönetimi ile istekli olarak beraber çalışmış olan Hamad bin Thuwaini'nin 25 Ağustos 1896'ta ölümünden sonra yeğeni Khalid bin Bargash'in askeri darbe ile gücü ele geçirmesiyle patlak vermiştir. İngilizlerin desteklediği başka bir aday Hamud bin Muhammed, daha kolay çalışabileceklerini düşündükleri bir adaydı. İngilizler Bargash'a tahttan çekilmesi için bir ultimatom verdiler. Bargash reddetti ve 2.800 kişilik bir ordu topladı ve Sultan'ın eski silahlı yatı HHS Glasgow limanda demir atmış olarak bekliyordu. Bargash'ın askerleri sarayı korumak için hazırlanırlarken, Kraliyet Donanması sarayın önüne limana beş savaş gemisi topladı (üç modern kruvazör, Edgar sınıfı korunmuş kruvazör HMS "St George", Pearl sınıfı protected kruvazör HMS "Philomel", Archer sınıfı kruvazör HMS "Racoon", ve iki gambot HMS "Thrush"; HMS "Sparrow"). İngilizler ayrıca krala sadık olan düzenli Zanzibar ordusuna destek vermek için Kraliyet Deniz askerlerinide bölgeye getirmişti. Eski Kraliyet Donanması teğmeni General Lloyd Mathews komutasındaki iki müfrezede yaklaşık 900 asker bulunmaktadır. Sultan'ın adada bulunan ABD elçisinin yardımıyla son dakikadaki barış isteme çabalarına rağmen, Kraliyet Donanması verilen ultimatomun ardından saraya 27 Ağustos 1896'da sabah 9'da ateş açmıştır. "Glasgow" kısa sürede batırılmıştır ve düşmekte olan saray ve artan ölü sayısı nedeniye Bargash hızlı bir şekilde Alman İmparatorluğu konsolosluğuna sığınak olması niyetiyle sığınmış ve geri çekilmiştir. Açılan ateş 40 dakika sonra sona ermiştir. İngilizler Almanların eski sultanı ellerine vermelerini talep etmiştir, fakat 2 Ekim 1896'da deniz yoluyla kaçmıştır. 1916 yılında İngilizler tarafından yakalanana kadar Dar es Salaam'da sürgün hayatı yaşamıştır. Daha sonra Mombasa'da yaşamasına izin verilmiştir ve 1925 tarihinde burada ölmüştür. Mâtürîdî Mâtürîdî () ya da tam adıyla Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî, Hanefi mezhebinden olanların itikad (inanç) imamı, İslam alimi. Kurucusu olduğu kabul edilen i'tikadî mezhep ""Matûridilik"" olarak anılır. Bugünkü Özbekistan'ın Semerkand şehri yakınındaki Matürid köyünde doğmuştur. Matüridî'nin tam adı Ebû Mansur Muhammed bin Mahmud el-Hanefî Alemü'l Hüda el-Mütekellim el-Matürîdî es-Semerkandî’dir. Hayatı hakkında fazla bilgiye rastlanmayan Matürîdî’nin kesin olarak bilinmemekle birlikte doğum tarihi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşlerden birine göre 862 yılı civarında vefat eden Muhammed bin Mukatil er-Razî’ye talebelik yapması dolayısıyla, ona talebelik edebileceği asgari yaş sınırının on civarında düşünülerek 852 civarında doğmuş olabileceğidir. Vefat tarihi olan 944’ten hareketle, yüz yıl civarında yaşadığı düşünülerek 844’te doğmuş olabileceği de ileri sürülmektedir. Vehbi Ecer de ise 863 yılında doğduğunun tahmin edildiğini iddia etmektedir . İmam Matüridî’nin Te’vilat’ını inceleyen İbrahim ve Seyyid Avazayn kardeşler, araştırmaya yazdıkları önsözde, İmam Matüridî’nin, Abbasi halifesi Câfer el-Mûtevekkil zamanında, yani hicri 232 – 247 tarihleri arasında doğduğunu iddia etmişlerdir. İmam Matürîdî, Abbasî hilafetinin iktidarının zayıflayarak müstakil beylikler dönemi denilebilecek bir çağda, Samanoğulları’nın Maveraünnehir’de hakim oldukları devirde yaşamıştır. Kaynaklar İmam Matürîdî’nin nasıl bir eğitim aldığı konusunda yeterli bilgi sunmasa da tespit edebildiğimiz kadarıyla Ebu Bekr Ahmed b. İshak b. Salih el-Cüzcânî (III. Asrın ortaları), Ebû Nasr Ahmed b. El-Abbas el-İyâzî (ö. IV. Asrın başları), Muhammed b. Mukatil er-Râzî (v. 862), Nusayr b. Yahya el-Belhî (ö. 881), Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed b. Recâ el-Cüzcânî hocaları arasındadır . Yine kaynaklardan elde edilen bilgiye göre öğrencileri olarak Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Hakim es-Semerkandî (ö. 951), Ebu’l-Hasan Ali Saîd er-Rüstüğfenî (ö. 956), Ebu Ahmed b. Ebi Nasr Ahmed b. Abbas el-İyâzî (ö. ?), Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (ö. 1000) görülmektedir. Matüridî, Ebu Hanife'nin yolunu izlemiş, ölümüne kadar Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmamıştır. Cenazesi Semerkand'ın Cakerdize mahallesindeki bilginlerin gömüldükleri mezarlığa defnedilmiştir. 2005 yılında kabri üzerine türbe yaptırılmıştır. İki yaygın İtikadi mezheb'in diğeri Eş'arilik'dir. Arapların, Arap asıllı olmayan Müslümanları küçük görme anlayışlarından kaynaklanan tutumlarının etkisiyle Hasan el-Eş'arî'yi (ö. H 324/M 935) öne çıkarıp Matüridî'yi gölgelemeye çalıştıkları görülmüştür. İskenderiye Üniversitesi profesörlerinden Fethullah Huleyf, Kitâbü't Tevhid'de yazdığı önsözünde, Mâtürîdî'nin asırdaşı Hasan el-Eş'arî'nin Matüridî'den daha büyük bir bilgin olup olmadığına dair şu cümleleri sarf etmiştir: ""... Bununla beraber Mâtüridî, Ehl-i Sünnet ve'l Cemaate yardımcı olma hususunda Eş'arî'ye karşı bir üstünlüğe sahiptir."" Mâtürîdî 'nin inanç ilkeleri (akaid) ile ilgili en kapsamlı eseri "Kitab üt-Tevhid"'dir. Bu esere göre dinin öğrenilmesinde başvurulacak "vasıtalar iki olup, biri nakil, diğeri akıl" dır. Nakil'den maksat Kur'an ve Sünnet yani (Hadis)'lerdir. En başta 'Kur'an' gelir ve Kur'an'ın anlaşılması konusunda Matüridî'nin Selefiyye, Mutezile mezheplerinden ve filozoflardan ayrılan metodu vardır. Selefiyye, nakli akıldan önce tutar ve Kur'an'ın ancak hadis ışığında açıklanmasına izin verir, felsefi ve te'vile dayalı yoruma izin vermez. Mutezile, Kur'an ve akıl birbiriyle çelişirse nakli yani Kur'an'ı bırakır, aklı esas alır. Filozoflara göre gerçek yalnız akıl ile bilinir ve bulunur, Kur'an genellikle aklî verilere göre yorumlanır. Daha önce de belirtildiği gibi Matüridî'ye göre dinin kaynağı olarak nakil (Kur'an) ve akıla aynı oranda itimat etmek gerekir. Matüridî, İslâmın evrenselliğine zarar vermeyecek biçimde, itici olmaktan çok kucaklayıcı bir yaklaşımla dini anlatır. Bu sebeple Matüridî, dinin "özünü" ilgilendirmeyen görüş farklılıklarını hoş görür, onların sahiplerini dinden çıkmış saymaz. Kendisiyle aynı görüşte olmayanları zorlamaz. "Akıl" ile "nakli" dengeli bir şekilde kullanır. "Akıl, bilgi kaynaklarından biri, insana verilmiş ilâhi bir emanettir. İnsanlar akılları sayesinde güzellik ve çirkinlikleri tanır, kendi üstünlüklerini onun sayesinde anlarlar. Kulun kusur işlemesi aklını kullanmayışı yüzündendir". "Allah'ın emirleri akıllı olana hitabendir". "Allah'ın emirlerini anlayacak akıl seviyesine sahip olmayanlar, ilâhi emirlerin dışında kalır, sorumlu olmazlar." Mâtürîdî 'ye göre insan "Fizyolojik yapıyla beraber aynı zamanda akla da sahip kılınarak yaratılmış; yaratılmışları (mahlûkat) yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, her türlü zorluğa k
atlanarak, onların üstesinden gelmek için aklı devreye sokmakla mümtaz kılınmıştır. Zira "akıl, temyiz kabiliyetinin en güçlü silâhıdır"" Netice olarak Mâtürîdî dine; akıl, ilim, hoşgörü ve taassuptan uzak bir tavırla yaklaşır. İnancın ana ilkelerini ilgilendirmeyen (esasa müteallik olmayan) eylem ve ibadet farklılıklarını hoşgörü ile karşılar, "kelime-i şehadet getiren, Kıble'ye yönelen herkesi mü'min olarak değerlendirir". Ancak Allah-u Teâla Kur'an'da, sadece Allah'a ulaşmak isteyenlerin 'Hak Mümin' olduğunu, sadece bu insanların tevhid'i oluşturan takva sahipleri olduğunu ve sadece Allah'a ulaşmak isteyenlerin cennete gireceğini açık bir dille anlatmıştır. Açık bir yalanlamada (inkâr) bulunmadıkları sürece insanların ibadet ve işlerine karışılmaması gerekliliğini savunur. Bu, eylemin amele dahil edilmemesi anlamını taşır. Yani, Matüridî insanları, Mutezile ve Hariciler gibi kendi prensip ve görüşlerine uymaya zorlamaz. "Dinde zorlama yoktur" yaklaşımını esas alır. Matüridî, "Irak fıkıh mezhebinin pîri" kabul edilen Ebu Hanife (Öl.767) nin yolu ve metodunu benimsemiştir. Ebu Hanife'ye göre fıkıh "Ma'rifet ün-Nefsi ma lehâ ve ma aleyhâ" dır. Anlamı, fıkıh ilmi içine insanın lehinde ve aleyhinde olan her şey girer, demektir. İnsanın inanç meseleleri de, eylemleri de fıkhın konusunu oluşturur. Bu sebeple ebu Hanife kelâm (ilâhiyat) kitabına "el-Fıkıh ül-Ekber" adını vermiştir. Ebu Hanife'nin öğrencisi sayılan Matüridî de hem inanç (iman) ve Tanrı bilimi, hem de insan eylemleri (ameli) yönlerini fıkhın içinde mütalaa eder. Bu sebeple "Matüridî"; fıkıhta akıla, kıyas'a önem veren ve fıkıh tarihinde "Ehl-i Re'y" diye anılan guruba dahildir. Daha sonraları dinin füruuna (ikinci derecede önemli olan) ameli hayata (dünyada yapılan eylemlere) ait bilgi ve kararları kapsayan bilim dalının adı olmuştur. Matüridî, fıkıh alanında bağımsız hareket eden bir müctehid değil, Hanefi mezhebinin âlimidir ve görüşlerini hep bu çerçeveye sokmuştur. Ebu Hanife'de olduğu gibi, o'na göre de bilgi edinme yolları; nakil, duyular ve akıl'dir. Fıkhın kaynakları da; Kitap (yani "Kur'an"), "Sünnet",Hadis "İcmâ", "kıyas", "istihsân" (güzel bulma, beğenme), "geçmiş şeriat", "sahabe sözleri"dir. Matüridî'nin tefsirle ilgili mufassal bir eseri vardır. Bu eserin adını Kâtip Çelebi, "Te'vîlât ül-Matüridiyyeti fî Beyâni Usûli Ehli's-Sünneti ve Usûl it-Tevhîd" adıyla verir. Eserini, "Te'vilâtü Ehl is-Sünneh" adıyla ananlar da vardır. Biz kısaca "Te'vilat" adını kullanacak, belli başlı özellikleri üzerinde duracağız. Matüridî'ye göre dinin öğrenilmesinde "başvurulacak vasıtalar iki olup, biri nakil, diğeri de akıl'dır." 'Nakil'in başında Kur'an gelmektedir. Kur'an'dan dinin bilinmesi konusunda Matüridî'nin Selefiyye'den, Mutezile'den ve filozoflardandan ayrılan bir metodu vardır, demiştik. Filozoflar için gerçek akıl ile bilinir ve bulunur. Matüridî, Kur'an'ın tefsiri ile ilgili olarak bizlere bıraktığı Te'vilat ül-Kur'an adlı tefsir kitabında ilk defa dirayet metodu nu kullanmıştır. Ancak Matüridî bu Kur'an tefsirinde "tefsir" kelimesini değil, "te'vil" kelimesini kullanmıştır. O'na göre "tefsir" Allah'ın kelâmından murad edilen şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat "te'vil", kelimenin (lafzın) ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah'ı şahit gösterme ve kendi görüşlerini Allah'ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, izafilik (görecelik) söz konusudur. Matüridî'nin tefsirinde izlediği yolu M.Ragıp İmamoğlu ve Yrd. Doç. Dr. Muhammed Eroğlu'nun çalışmalarından özetle sunarsak: Doğu Bloku Doğu Bloku, Sovyet Bloku ya da Demir Perde, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun Doğu ve Merkez Avrupa'daki müttefiklerini tanımlamak üzere kullanılmış olan bir terimdir. 1947'de, başta Polonya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Doğu Almanya olmak üzere komünist rejim altına giren birçok ülke Moskova'dan yönetilen bir blok hâline gelmiş bulunuyordu. "Demir Perde" tanımı 5 Mart 1946 tarihinde Fulton'da bir konferansta Churchill tarafından yapılmıştır. Doğu Bloku terimi Varşova Paktı ve Comecon yerine de kullanılır. II. Dünya Savaşının ardından başlayan Soğuk Savaş ile birlikte ABD önderliğinde başlatılarak özellikle Avrupa'da sosyalizmin önünü kesmek amacını taşıyan Marshall Planına cevap olarak ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği'ne yapılan tehditlere karşı koyarak uluslararası komünizm faaliyetlerini yeniden örgütlemek üzere, Avrupa'nın önde gelen komünist partileri Sovyetler Birliği Komünist Partisi öncülüğünde Silezya'da bir konferansta toplandılar. Bu toplantının sonunda, 5 Ekim 1947'de Kominform'un kurulduğu ilan edildi. İşçilerin yegâne vatanı olarak kabul edilen Sovyetler Birliği'nin savunulması ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından temsil edilen emperyalizme karşı mücadele edilmesi birliğin temel amaçları arasındadır. Kominform'un merkezi Belgrad şehri idi. Yugoslavya SFC hiçbir zaman Doğu Bloku veya Varşova Paktı'nın bir parçası olmamıştır. Yugoslavya komünist bir ülke olmasına rağmen, dönemin lideri Mareşal Tito II. Dünya Savaşı esnasında direnç gösteren bir partizan olarak yönetime geldi ve bu yüzden Sovyetler Birliği ülkeyi birliğe katamadı. Soğuk Savaş esnasında Yugoslavya hükûmeti kendisini iki cephe arasında tarafsız bir noktaya yerleştirdi ve Tarafsız Müttefikler Hareketi'nin kurucularından birisi oldu. Buna benzer olarak, Arnavutluk Emek Partisi önderliğindeki Arnavutluk, II. Dünya Savaşı'nın sonucunda Sovyet Kızıl Ordu'dan bağımsız bir şekilde yönetime geldi. Arnavutluk, Sovyetler Birliği ile bağlarını 1960'ların başlarında Çin-Sovyet Ayrılığı sonucunda kopararak, Çin ile müttefik oldu. Doğu Bloku'ndaki ülkeler kimi zaman Sovyetler Birliği'nin etki küresinin içinde Kızıl Ordu sayesinde tutuluyordu. Macaristan, Sovyet kaynaklı hükûmetini devirip bunun yerine Moskova'dan bağımsız bir yol izleyen başka bir partiyi iktidara getirmesinin hemen ardından 1956 yılında Kızıl Ordu tarafından işgal edildi. Çekoslovakya da benzer şekilde Prag Baharı olarak da bilinen liberalizasyon sürecinin ardından 1968 yılında işgal edildi. Sonraları, bu müdahaleler Sovyet resmî yaşantısında Brejnev Doktrini olarak anıldı. 1980'lerde Sovyetler Birliği Doğu Bloku'ndaki ülkeler üzerindeki baskısını azaltarak, bu ülkelerin iç işlerindeki kararlarını belirlemesine izin verdi. Brejnev Doktrini'nin yürürlükten Sinatra Doktrini lehine kalkması Avrupa üzerinde dramatik bir etki yarattı. Doğu Bloku 1989 yılında Sovyet rejiminin Doğu Avrupa'da çökmesi ile birlikte sona ermiş oldu. Hüsamettin Yalhı Hüsamettin Yalhı (1909, Koyulhisar - 17 Mart 1993, İstanbul), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk özel girişimcilerinden biri olan Türk sanayici. Babası Mehmet beyin Çanakkale Savaşları'nda şehit düşmesi nedeniyle yetim kalmış, dönemin zor şartları altında tahsilini ve yedek subaylık görevini tamamlayarak, 4 yıl Amasya ve İstanbul Feyziye Mektepleri'nde "(bugünkü Işık Lisesi)" fizik öğretmenliği görevlerinde bulunmuştur. Şimdiki Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Ölçüler ve Standartlar Genel Müdürlüğü'nde fen memurluğu görevindeyken 1935-1937 yılları arasında Ölçü ve Tartı Aletleri Nizamnamesi "(Yönetmeliği)"'ni hazırlamıştır. 1946 yılında bir iş yeri açmış, Türkiye'de ilk defa su sayacı ayar ve test istasyonu ve su sayacı parçaları üretmeye başlayarak sanayiciliğe adım atmıştır. Sayaç çeşitlerinin ve mekanizma parçalarının isim babalığını yapmış olup kalıcılığını koruyan Türkçe karşılıklar bulmuştur. Sayaç çeşitleri ve parçaları günümüzde halen bu isimlerle anılmaktadır: ("Multi jet = Çok huzmeli; Single jet = Tek huzmeli; yıldız dişli; tambur; huzme çanağı; intikal dişlisi vb...") 1923 yılında ilk defa Atatürk tarafından tertiplenen İzmir İktisat Kongresi'nden sonra, ikinci defa İstanbul'da gerçekleştirilen 1948 Türkiye İktisat Kongresi'ne iştirak etmiş, Cumhuriyetin ilk sanayicilerindendir. 1955 yılında Teksan Su Sayaçları fabrikasını kurmuştur. Piyasaya çıkardığı ürünün markası 1970 yılına kadar kendi adını taşıdığından tüm ülke halkı tarafından anılır olmuştur. Tahsiline yardımcı olduğu bir işçisinin de günümüzün büyük sanayicisi haline gelmesine vesile olarak sanayiye katkılarda bulunmuştur. 1956 yılından bu yana Türkiye'ye su sayacı ithalatının durdurulmasını sağlayarak Türkiye ekonomisine de büyük hizmetleri olmuştur. 17 Mart 1993'te vefat eden Hüsamettin Yalhı, Edirnekapı Şehitliği'nde yatmaktadır. Gripin Gripin, Eczacı Necip Akar tarafından kurulmuş olan ve o zamanki adıyla "Gripin İlaç A.Ş." firmasının ürettiği ve Türk yapımı ilk ağrı kesici - ateş düşürücü ilaç ticari adıdır. Üretimine 1931 yılında başlanmıştır ve günümüzde halen üretilmektedir. Gripin, ilk üretilen Türk yapımı ilaçlardan biri olması ve tanıtımının iyi yapılması sebebiyle halk tarafından oldukça benimsenmiş, özellikle sıtmanın kol gezdiği yıllarda, "Kininli Gripin" tek ilaç olarak kullanılmış ve Türkiye'nin en ücra köşelerinde halk tarafından aranır olmuştur. Etkin maddesi parasetamoldür. Kinin Amazon'da yetişen "Cinchona" ağacının kabuğundan elde edilen kinin maddesi, hem sıtma ile savaşta, hem de sıtmaya karşı kullanılan sentetik ilaçların geliştirilmesinde moleküler model görevini yapmıştır. "Cinchona" ağacı kabuğundan kininden başka 20 farklı alkaloid madde çıkarılır. Bu maddeler, sıtmadan dolaşım bozukluklarına kadar çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılabilmektedir. Kitaro Kitaro (喜多郎 "Kitarō"), asıl adıyla Masanori Takahaşi, müzisyen. New Age müziğin tanınmış isimlerindendir. "Kitaro" takma adı arkadaşları tarafından Japon anime karakteri olan "Kitaro"dan esinlenerek verilmiştir. Vangelis ve Yanni gibi bu müziğin en çok tanınan temsilcilerinin başındadır. Ancak, diğerlerinden farklı olarak, müziklerinde Batı formatlı ezgilerden ziyade, parçası olduğu Uzak Doğu kültürünün izleri görülür. 4 Şubat 1953’te Japonya’da dünyaya gelen Kitaro, müzikal ilgi ve becerisini kendi imkânlarıyla geliştirmiş, lise döneminde kurduğu “Albatross” adını taşıyan müzik grubuyla bu alandaki üretiminin ilk eserlerini ortaya
koymuştur. Kitaro’nun hayatınını değiştiren iki önemli olay, dönemin ünlü müzisyenleri Fumio Miyashita’yla ve onunla dünya turuna çıktığında Almanya’da karşılaştığı Klaus Schulze’yle tanışması olmuştur; zira ruhsal tedavi ve meditasyon müzikleri yapan Fumio Miyashita sayesinde müziğe bakışı değişmiş, Klaus Schulze vasıtasıyla da ileride müziğinin ana enstrümanı olarak kullanacağı “synthesizer”la tanışmıştır. Kitaro’nun dünyayı dolaşma macerası, Tayland, Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkelerine yaptığı gezilerle devam eder. Felsefi anlamda olgunlaştığı bu dönemlerde, gezip gördüğü yerlerden aldığı etkileri müziğine yansıtmayı da iyi başarmıştır. Hayata bakışını kendi ağzından şöyle özetler, "“İç huzuruma kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta ve de ona kesinlikle benzemeyen bir başka ülkede, mesela Kalküta’nın herhangi bir sokağındaki bir dilenciyle eşit olduğumu farketmemdir”". Müzikal anlamdaki bilinen ilk çalışmaları 1980’lerin başından itibaren ortaya çıkmaya başlar. Bu dönemden sonra müziğinde de olgunluk dönemine geçer. Yaptığı müziğe kesin bir etiket koymak yanlısı değildir; genel olarak “müziğinin ruhsallığı çağrıştırdığını ve önemli olan şeyin dinleyiciyi düşünme ve hissetmeye sevketmesi” olduğunu söyler. Yanni’yle benzer yönleri, her ikisinin de müzikal yazma ve okuma eğitiminden yoksun olmasıdır; nota bilgisi olmadığı için kendi tarzını kendisi yaratmıştır, notalar yerine resimler çizer. Enstrüman çalma becerisi ise Vangelis gibi çeşitlidir, birçok tuşlu, vurmalı ve üflemeli sazı çalabilme yeteneğine sahiptir. Felsefi inanışı ise Budizm ve Şinto geleneklerini temel alır. Kitaro’nun Türkler tarafından tanınması ve sevilmesi 1980’lerin başında TRT 1’de yayınlanan İpek Yolu Belgeseli’nden hatırlayacağı The Silk Road adlı parçasıyla olmuştur. Japon NHK televizyonunun çektiği belgesel, Kitaro’nun dünya çapında ün kazanmasını sağlamıştı. Kitaro belli bir dönemde de Yes grubunun solisti Jon Anderson'la çalışmıştır. Anlatıldığına göre Kitaro'nun bir konserine Vangelis'le birlikte giden Anderson; Vangelis'in Kitaro'nun son derece güzel çalışmaları olduğunu, tanışırlarsa iyi bir ortaklık çıkarabileceklerini belirtmesi üzerine kulise gitmiş ve Kitaro'yla tanışmıştır. Bu tanışmadan da 1992 tarihli Dream albümü ortaya çıkmıştır. 1978 - Ten Kai/Astral Voyage/Astral Voyager/Astral Trip 1979 - Full Moon Story/Daichi 1979 - Oasis 1980 - Silk Road (a.k.a. The Soghdian Merchants on VHS) 1980 - Silk Road II 1980 - In Person Digital 1980 - Silk Road Suite 1981 - Silk Road III: Tunhuang (Japanese original title: Tonko) 1981 - Best of Kitaro vol 1 1981 - World of Kitaro 1981 - Ki 1982 - Millennia (Queen Millennia movie soundtrack) 1983 - Silk Road IV: Tenjiku/India 1984 - Silver Cloud/Cloud 1984 - Live in Asia/Asia Super Tour Live/Asia 1986 - Toward the West 1986 - Tenku 1987 - Light of the Spirit 1988 - Ten Years/Best of Ten Years 1990 - Kojiki 1991 - Live in America 1992 - Dream/Lady of Dreams 1993 - Heaven and Earth 1994 - Mandala 1995 - An Enchanted Evening - Live 1996 - Peace On Earth 1997 - Cirque Ingenieux 1998 - Gaia-Onbashira 1999 - Best of Kitaro vol 2 1999 - Thinking of You 2000 - The Soong Sisters 2001 - Ancient 2002 - An Ancient Journey 2002 - Daylight, Moonlight in Yakushiji - Live 2003 - Best of Silk Road 2003 - Sacred Journey of Ku-Kai 2004 - Shikoku 88 Places 2005 - Sacred Journey of Ku-Kai Volume 2 2006 - Spiritual Garden 2007 - Sacred Journey of Ku-Kai Volume 3 Asian Cafe/Ashu Chakan (Best Of) All Roads Lead To Rome Across The Karakum Desert Across The Pamir Dansu Deep Forest Endless Journey Healing Forest (Best Of) Ninja Scroll (Soundtrack) In Silent In Search Of Wisdom Journey To The Heart I Journey To The Heart II Journey To The Heart III Journey To The Heart IV Kaiso (Kitaro's World Of Music) Karuna (Kitaro's World Of Music) Mu Land Mizu Ni Inorte Morning Light Music For The Spirit Vol. 1 Music For The Spirit Vol. 2 Music For The Spirit Vol. 3 Music For The Spirit Vol. 4 Nile (Single, 2001) Six Musical Portraits Tamayura (DVD) Tento Chi Tokusen 1 Tokusen 2 Vertigo Yakushi-Ji Far East Family Band - Far Out (1973) Far East Family Band - The Cave Down To Earth (1974) Far East Family Band - Nipponjin (1975) Far East Family Band - Parallel World (1976) Far East Family Band - Tenkujin (1977) Gyoto Monks - Gyoto Monks Gyoto Monks - Freedom Chants From The Roof Of The World Yanni Yannis Hrisomallis (Yunan: Γιάννης Χρυσομάλλης, d. 14 Kasım 1954, Kalamata), Yunan piyanist ve besteci. New Age müziğin önde gelen isimlerinden olarak kabul edilir. 1992'de "Dare to Dream" albümü ile Grammy ödülü kazanmıştır ve bunu 1993'teki In "My Time" albümü izlemiştir. Asıl başarıyı 1994 yılında çıkardığı "Yanni Live at the Acropolis" ile yakalayan sanatçının bu eseri tüm zamanların en çok satan ikinci video-klibi olmuştur. 2011'e kadar 20 ülkede, 2 milyondan fazla insana konser vermiş; 20 milyonun üzerinde albüm satmıştır. Cusco (müzik grubu) Cusco, Alman New Age müzik grubu. Adı, Peru'nun bir şehri olan Cusco'dan gelmektedir. Grubun üyeleri Michael Holm ve Kristian Schultz'un tanışmalarıyla 1978'de kurulmuştur. Daha çok enstrumantal müzikle uğraşmışlardır. Bir Peru şehri olan Cusco'ya hayran kalmışlar ve grubun adını burdan esinlenerek koymuşlardır. Pastırma Pastırma, çiğ etin çeşitli baharatlar ve tuzla kurutulması ile yapılan bir yiyecektir. Günümüzde Kayseri pastırma üretim kenti olarak bilinir. Pastırma eski bir Türk yiyeceğidir. Pastırmayı ilk yapanların Orta Asya'da Hunlar olduğu bilinmektedir. Nitekim, Weber–Baldamus dünya tarihi kitabında, Antalyalı Amianus'un 273-275 yıllarında yazmış olduğu eserinde, Hunların bu husustaki adetlerinden şu şekilde bahsettiği bilinmektedir: “Hunlar yemek tanımazlar, yaban etleri ile atın sırtında, baldırları arasında ezdikleri yan pişmiş eti yerler.” Hâlbuki Macar müzelerinde bulunan Hunlara ait iki cepli at eyerleri, kurumuş etlerin bu çantalara sokulduğunu ve atın baldırına, vücuduna değmediğini göstermektedir. Orta Asya'dan batıya akın eden Türk Hun süvarilerinin eyerlerinin çantalara dolduran kuru et konservesi, Anadolu'ya gelerek yerleşen Oğuz Türklerinde pastırmacılığın bulunması ve yüzyıllardır zamanımıza kadar yaşayıp gelmesi, bir gün Orta Asya bozkırlarda yaşayan Türkleri sonbaharda kışa hazırlık olarak tuzlu, kuru ve dumanlı et konserveleri yapmaları, bu yiyeceğin Orta Asya'dan geldiğini göstermektedir. Hayvanları en iyi şekilde ıslah etmiş ve pek çok yeni ırk meydana getirmiş Türkler, hiç şüphesiz ki bunların etlerinden de en iyi şekilde yararlanmasını bilmiş insanlardır (Özdemir, 1994). Kayseri'de pastırmacılık bir şekilde Orta Asya'dan gelen Türklerle başlamış ve zamanla gelişmiştir. Ünlü Gezgin Evliya Çelebi 17. yüzyılda Kayseri'den şu şekilde sözetmektedir: “Makulat ve imalata has beyaz ekmeği, lavaşa yufkası, katmerli böreği, lahm-ı kadit namı ile şöhret bulan kimyonlu sığır pastırması ve nilskli et sucuğu bir tarafta yoktur” (Evliya Çelebi, 1970). Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi‘ndeki bu bilgilerden de anlaşıldığı kadarıyla, Kayseri'de 17. yüzyılda pastırma imalatı vardı. Pastırma, Türkler vasıtasıyla Rumeli'ye, Balkanlar'a ve çevresine götürülmüştür. Bu tarihsel yolculuk boyunca Oğuzlarla birlikte göç eden pastırma, Anadolu'nun ortasındaki Kayseri'yi kendine yurt edinmiş; sonra da ünü dört bir yana yayılmıştır. İmad İmad (Direklibel), İskilip'e bağlı bir eski yerleşim birimidir. Zaman zaman İskilip ismi yerine de kullanılmış kökende antik bir yerleşmedir. İmad, Itlus ismi verilen tarihi yerleşmenin 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl başında yaşanan büyük bir deprem ile yıkılıp yokolana kadar kullanılmış isimlerinden birisidir. İskilip, kent merkezinden 3 km kadar güneyde Kızılırmak yolu üzerinde yer alır. İmad ismi ile ilgili olarak İsmail Hakkı Uzunçarşılı anne tarafından akrabası olduğu Ebussuud konusunu Osmanlı Tarihi'nde işlerken gerekli bir açıklama yaparak o dönemki (16. yüzyıl) toplumdaki Arapça egemenliği ve düşkünlüğüne bağlamıştır. İmad yerleşmesi 1908 yılında yaşanan depremden sonra terkedilmiş olup bugün o bölge İskilip'te Bağözü olarak isimlendirilir. Roma ve Doğu Roma döneminde ise Itlus olarak isimlendirilmiştir. Ebussuud isminden dolayı bazı taraflı kaynaklar burasını Amed (Diyarbakır) ismi ile karıştırmışlardır. Meram Anadolu Lisesi 5 Kasım 1955'te İstasyon binasının hemen yanında bulunan Bağdat Oteli’nin küçük tadilatlar yapılarak okula dönüştürülmesiyle Konya Koleji adıyla resmen açıldı. 11 Kasım 1955 yılında ise dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Celal Yardımcı, Konya Milletvekili Hikmet Ökmen, Vali vekili, Ordu müfettişi ve İl Milli Eğitim mensupları ile kalabalık halk topluluğunun katılımıyla düzenlenen tören sonrası 40 öğrencisiyle öğretime başladı. Açıldığı ilk yıllarda öğretmen açığını kapatmak için Konya Merkez'deki liselerdeki öğretmenlerin bir kısmı geçici olarak görevlendirilmiş, daha sonraki yıllarda ise bu okullara öğretmen alımlarında verimin artırılması ve eğitim kalitesinin yüksek tutulması amacıyla öğrenci alımında yapılan seçicilik öğretmenler için de uygulanmıştır. İngilizce-Türkçe ağırlıklı verilen eğitimin gereği olarak Türk öğretmenlerinin yanı sıra çok sayıda yabancı uyruklu (İngiliz, Amerikalı, Pakistan, İskoç vs.) öğretmenler de görev almışlardır. 1957 yılında ABD ile yapılan ikili kültür anlaşması gereği yabancı uzman ve barış gönüllüleri öğretmen olarak görev almış bu durum 1969 yılına kadar sürmüştür. Buradaki temel felsefe Maarif Bakanlığı Kolejili öğrencilerin Türkçenin yanı sıra İngilizceyi de mükemmelen öğrenmesi milli ve dini değerlerden taviz vermeden gelişen dış dünyanın teknoloji, kültürel birikim ve tecrübelerinin ülkemize aktarılmasında itici güç ve köprü olma vazifelerini üstlenmeleridir. Konya Kolejinin ilk binası Bağdat Oteli zaman içerisinde ihtiyaca cevap veremez hale gelince süratle yeni, daha büyük ve modern bir binanın yapılması kararlaştırılmıştır. 1965 yılında okulun inşasına başlanmış, 1968–1969 öğretim yılında ise okula spor salonu, lisa
n laboratuvarı ve müdür lojmanı ilave edilmiştir½. 24.02.1973 tarih ve 14575 sayılı Resmi gazetede yayınlanan Milli Eğitim Temel Kanununun 26. maddesi hükmü gereği yabancı dille öğretim yapan okulların adlarının liseye çevrilmesi yasal bir zorunluluk haline gelince okulun adı Konya Anadolu Lisesi'ne dönüştürüldü. Bir müddet Konya Anadolu Lisesi adıyla eğitim ve öğretimine devam eden okulun adı 27.06.1987 tarihinde Konya, büyükşehir kapsamına alınınca merkez Meram ilçesinin sınırları içinde olduğu gerekçesiyle Meram Anadolu Lisesi olarak tekrar değiştirildi. Son yıllarda ÖSS'de gösterdiği başarı ile dikkat çeken okul birçok akademisyen, sanatçı, yazar, gazeteci, bürokrat yetiştirmiş; kimi liseler arası spor turnuvalarında Türkiye ve dünya çapında başarılara imza atmıştır. Ömer Demirayak'ın 2005 yılında emeklilik kararı almasının ardından, okuldaki müdürlük görevini eski müdür yardımcısı Gazi Özdemir yürütmektedir. Meram Anadolu Lisesinin öğrencilerinin üniversiteyi kazanma oranı 2007-2008 öğretim yılında %97.5'tir. Sadece beş kişi ÖSS'yi kazanamamıştır. Tarihi boyunca 7 tane ÖSS birincisi çıkarmıştır. Yaklaşık taban puanı 470,tavan puanı ise 488'dir. Konya'nın 2. en büyük lisesidir. Özellikle sayısal ve eşit ağırlık öğrencileri vardır. Yapılan değişiklikle okula artık senelik 204 öğrenci alınmaktadır. Otobüs Otobüs, karayolu taşıma yönetmeliğine göre sürücü dahil 17 kişiden fazla yolcu kapasitesi olan motorlu kara taşıtıdır. Türkiye Cumhuriyeti hukuk kurallarına göre bu aracı kullanacak sürücülerin E sınıfı ehliyete, SRC belgesine sahip olması ve en az 26 yaşından gün alması gereklidir. İlk otobüsler 1662 yılında Paris'te ortaya çıkmıştır. Atla çekilen bu araçlara sıradan insanların binmesi yasaklanmış bu hak sadece zenginlere verilmişti. Bu araçların yaygınlaşması 1820’li yıllarda yine Paris’te olmuştur. Latince "herkes için" anlamına gelen omnibüs adıyla işletmeye konulan atlı otobüslerin bir müddet sonra ismindeki omni kısmı çıkarılıp ismi kısaltılmıştır. 1829 yılında atlı otobüsler Londra’da işlemeye başlamıştır. Üç atla çekilen bu otobüslerin 22 kişilik oturacak yerleri vardı. Ancak at pislikleriyle şehri kirleten atlı otobüsler tramvayların ve benzin motorlarının geliştirilmesiyle önemini yitirdi. 1895 yılında Almanya’da sekiz yolcu taşıyabilen benzin motorlu otobüsler ortaya çıktı. 1904 yılında Londra’da benzinle çalışan ilk çift katlı otobüs kullanıldı ve 8 yıl içinde tümüyle atlı otobüslerin yerini aldı, Londra çevresinde bir süre buharlı otobüsler işletildiyse de 1918 yılına kadar benzin motorlu otobüslere yerlerini bırakarak tamamen yok oldular. Elektrikli otobüs şehir içinde fosil yakıtlı otobüsten hem daha sağlıklı hem daha ucuz. Şehirler fosil yakıtlı otobüsler almaya bırakacak. Alan Greenspan Alan Greenspan, (d. 6 Mart 1926), Amerikalı ekonomist. Aslen Macar Yahudisi olan Greenspan, 1926 yılında New York City'de doğdu. Amerika Birleşik Devletleri'nin Merkez Bankası eski Başkanı olan Amerikalı bir ekonomisttir. Görevinin bitiminde İngiltere Merkez Bankası'nın fahri üyeliğini kabul etmiştir. Merkez Bankası Başkanlığına ilk olarak Ağustos 1987'de, o dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından atanmıştır. Emekli olduğu 31 Ocak 2006 tarihine kadar da, aralıksız bir şekilde dört yıllık dönemlerle yaptığı Yönetim Kurulu Başkanlığını, Ben Bernanke'ye bırakarak bu göreve devam etmiştir. Tufan Tufan, birçok yerel efsaneye ve kutsal kitaplara göre Tanrı tarafından bir kavmi, milleti ya da tüm insanları cezalandırmak amacıyla gönderildiğine inanılan büyük felaket. Tufanın detayları farklı kültürlerde farklılıklar arz etmekle beraber en çok bilinen şekli Nuh Tufanı'dır. Eski Ahit'in Genesis bölümünde verilen sayılara göre yaratılıştan Nuh'un doğumuna kadar geçen süre 1056 yıldır. Tufan Nuh 600 yaşında iken olur. Anno Lucis'e göre yaratılış MÖ 4004, tufan 2348 yılında olur. Çoğunluğa göre tufan MÖ 4100 yılında olur. Tufan yalnızca kutsal metinlere özgü bir kavram değildir; kutsal metinlerden önce de mevcut bulunan, pek çok mitoloji, masal ve inanışta yer etmiş bir kavramdır. Birçok kültürde büyük felaketlerden bahsedilir. Bunu Heraklitus, Empedokles, Platon ve Aristoteles, "geçmişte insanlığın uğradığı su ve ateş felaketleri" olarak ifade etmişlerdir. Pisagor’a göre insanlık, böyle 7 “doğal afet dönemi” geçirmiştir. Aynı şekilde Maya kültüründe de insanlığın geçirdiği çağları birbirinden ayıran, birçok büyük felaket dönemi yaşanmış olduğu belirtilir. Emin Bilgiç'e göre; "En eski insanlığın ve evrenin yaratılışı ile ilgili kozmogonik inanışın bir parçası olan tufan efsanesinin gerçekle ilgisi yoktur. Bu inanışın tabiat kanunlarına aykırılığı genellikle bilinmektedir. Tarih ve bilim açısından sabit değildir. Eski âlemin büyük bir kısmına yayılmış olan kavimlerin kaynaklarında ve folklorunda tufanın önemli bir yerinin olduğu ve çeşitli jeolojik tabaklarda fosilleri bulunan hayvan türlerinin tufan sonrasında görülmediği gibi iddialarla gerçekleştiği ispat edilmeye çalışılan tufanın, en eski yazılı tufan efsanelerinin kaynağı olan Mezopotamya’da ve başka ülkelerde arkeolojik yönden ve tabiat tarihi ile ilgili bir delili ortaya çıkmamıştır savı çarpıtma olmakla birlikte 1800'lü yılların sonunda İngiliz arkeolog Sir Leonard Woolley ve Alman arkeolog Erich Schmidit yaptıkları çalışmalarda yerin altını kazdıkları zaman o kazılan yerin balçık olduğunu fark ettiler. Ayrıca bu kazı sonucu bölgede Sümer krallarına ait mezarlar bulunmuştur. Bunun anlamı o bölgede büyük bir su baskını olduğu yönündedir. Ayrıca jeolog Prof.Dr.Mümin Köksoy'un Yer Bilimlerinin Katkılarıyla Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni kitabında Köksoy bu bölgede büyük bir felaketin yaşandığını ve bunu jeoloji bilimi ışığında o coğrafyayla ilgili olarak örnekler vererek kitabında sunmuştur. Ayrıca kitabında çeşitli jeoloji uzmanlarının Mezepotamya bölgesindeki araştırmalarını da okuyucularına sunmuştur. Nuh Tufanı Türklerde "Taşkın" olarak anılır. Hristiyanlık, Musevilik ve İslam ile birlikte tüm dünyanın ortak bir inancı hâline dönüşmüş ve zaten pek çok toplumda var olan tufan inançlarıyla da birleşmiştir. Türk kültüründeki önemi yeryüzünün yeniden ilk başlangıçtaki sularla kaplı hâline dönmesidir. Yenilenmenin sembolüdür fakat yenilenme bir çeşit devrim ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü tufan ile eskimiş olan her şeyin sonu gelir ancak dönülen yer ise başlangıç yani "öz"dür. Bu bağlamda yaşamın bir çember olduğu inancını benimseyen ilkel toplumların düşünce sisteminin en güzel örneğidir. Kötülük yüzünden kaos ortaya çıkar ancak sonradan yeniden dinginleşir. Nuh Peygamber bir gemi yapar ve bütün canlılardan bir çift alarak taşkından korunur. Tufan olacağını "demir boynuzlu kök teke" önceden haber vermiştir. Bu teke yedi gün dünya çevresinde dolaşmış, acı acı melemiş, yedi gün deprem olmuş, yedi gün dağlardan ateş fışkırmıştır. Tufan, Altay söylencelerinde şöyle anlatılır: Altay Türklerinin yaratılış efsanesinde Dünya’nın ekseninin sabitliği Tanrı Ülgen’ce başı zincirle bir kazığa bağlanan balık sembolizmiyle belirtilir ve balığın başının yönünün, yani eksenin yönünün değişmesi hâlinde tufanın tekrar meydana geleceği söylenir. Tufandan söz eden kültürlerden bazıları ve değindikleri tufanlar şunlardır: Geçmişte birçok doğal afet döneminin yaşanmış olduğunu bildiren Hint efsanelerine göre, içinde bulunduğumuz devre (manvantara) Manu Vaivasvata devresidir; ve bizler bu devrenin son çağı olan Kali-Yuga çağını yaşamaktayız. Diferansiyel Diferansiyel, bir akstaki iki teker arasındaki devir dengesini sağlar. Özellikle virajlara sol ve sağ tekerler farklılık gösterdiği için gereklidir. Arka köprüde bulunan bir düzendir, arka tekerleklerin farklı dönmesini ve tork artışını sağlar. Şafttan aldığı hareketi 90 derece döndürerek akslara iletir. Virajda iken örneğin sağa dönülecekse sağda bulunan arka tekerleğin az soldakinin ise daha fazla dönmesi gerekir(Arkadan itişli bir araca göre). Eğer ikisi de eşit dönerse aracın dönüşü zorlanacak ve hatta şasi ya da aks kırılacaktır. Diferansiyel bu gerekliliği algılayan ve tekerlere duruma göre güç ileten mekanik dişli sistemidir. Diferansiyel bir tür mekanik planet dişli sistemdir. Özel Karagözyan Ermeni İlköğretim Okulu Özel Karagözyan Ermeni İlköğretim Okulu, 1896 yılında vefat Ermeni asıllı Dikran Karagözyan Efendi'nin vasiyeti üzerine, yeğeni Yetvart Karagözyan tarafından 1912 yılında İstanbul'un Şişli semtinde kurulan bir Ermeni İlköğretim okuludur. Yapımına 1912 yılında Rus doktor Pleskof'un inisiyatifiyle başlanan okul binası aslında sanatoryum olarak düşünülmüştü, ancak hiç bu amaçla kullanılmayarak Osmanlı Devleti'nin Maarif Vekaleti'nin izniyle burada 1913 yılında azınlık okulu olarak eğitim faaliyetlerine başlandı. İlk 7 mezununu 1914-1915 öğretim yılında vermiş olan okul, Birinci Dünya Savaşı süresince Savaş Bakanlığı'nın kullanımına verildi, daha sonra, 1919 yılında tekrar esas amacına uygun olarak kullanılmaya başladı. 8 Mayıs 1922'de öğrencilere meslek kazandırmak ve yetimhane bütçesine katkı sağlamak amacıyla açılan örgü atölyesiyle devam etti. Karagözyan eğitim kurumu da, diğer azınlık okulları gibi 1923-1924 öğretim yılında Milli Eğitim müdürlüğüne bağlandı ve 5 yıllık bir ilkokul haline geldi. 1992-1993 yılında yılında Karagözyan okuluna anasınıfı açılarak, 5 yaşındaki çocuklara da hizmet verilmeye başlandı. Okulun eğitim hayatı 1994-1995 yıllarında karma, gündüzlü-yatılı ilkokula dönüşmesiyle iyice hareketlendi. En sonunda, 1997-1998 öğretim yılında 8 yıllık zorunlu eğitim yasası gereği, tüm okullar gibi ilköğretim okuluna dönüştü. Diferansiyel (anlam ayrımı) Otobiyografi Otobiyografi ya da öz yaşam öyküsü, yazarın kendi yaşam öyküsünü anlattığı edebiyat türüdür. Kaynak olarak kişi kendini ve aile büyüklerinden aldığı bilgileri kullanır. Yazarın kendinden söz ederken nesnel olması zor olduğundan otobiyografi yazmak güçtür. Otobiyografilerde yazar kendine ait sanat eserleri, düşünceleri ve yapmış olduğu ya da katkısının olduğu önemli işleri aktarır. B
u yazılı anlatım türü aynı zamanda iyi bir belgeseldir. Bu alanda çalışacaklara ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerine kaynaklık eder. Mahnovşçina Mahnovşçina, 1918-1921 yılları arasında Ukrayna bölgesinde gerçekleşmiş anarko-komünist isyancı ordunun hareketi. Mahnovşçina kelimesi "Mahno'ya ait olan" anlamına gelir. Hareket üç kolda incelenir: Bolşevik hükümet ile Almanlar arasında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'nın ardından Avusturya-Alman birlikleri Ukrayna'yı işgal ederek kukla bir hükümet kurdular. Mahnovistlerin bu hükümeti devirmeleri üzerine, Aralık 1918'de Ukrayna'nın yolu Bolşeviklere yeniden açıldı. Mahnovistlerin özgür bölgelerine girerek onları, parti, devlet ve Kızıl Ordu'nun otoritesi altına almak istediler. Bunun üzerine, Kızıl Ordu ile Mahnovistler arasında üç yıl süren bir iç savaş başladı. Ukrayna anarşist hareketi (Mahnovşçina), anarşist devrim düşüncesinin ilk toplumsal karşılığıdır. Hareketin Mahno’nun kişiliğinde cisimleşen devrimci karakteri, gücünü yoksul Ukrayna köylülerinden almıştır. Yaklaşık 3 yıl boyunca tüm Ukrayna’da Wrangel ve Petlura’nın beyaz karşı devrimci ordularına karşı mücadele veren hareket, özgürlük savaşında Bolşeviklerle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Etkisi sadece savaş stratejisiyle sınırlı olmayan hareketin, Ukrayna’nın tüm kırsal bölgelerinde anarşist komün ve toplumsal dönüşüm projelerini de hayata geçirdiğini söylemek yanıltıcı olmaz. Hareket etkinliğini artırdığı her bölgede hızla üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini geliştirmiş, yerel halk milisleri kurarak toplumsal işleyişi üretimin devamlılığı ve devrimin güvenliği mantığıyla örgütlemiştir. Temel teorik arka planını anarşist komünizmden alan hareket, yaklaşık otuzbin kişilik milis kuvvetiyle benzeri görülmemiş bir örgütlenme yaratmayı başarmıştır. Hareketin örgütlenmesi yenilgiden 5-6 sene sonra kaleme alınan “"Liberter Komünistlerin Örgütlenme Platformu"” broşüründe ana hatlarıyla çizilmeye çalışılmıştır. 15 Ekim 1920'de Bolşeviklerle Mahnovistler arasında yapılan son anlaşmanın ardından Mahnovistler, Wrangel Ordusu'na karşı büyük bir saldırı başlattılar. Üç hafta gibi kısa bir sürede 4 bin esir alarak Wrangel kuvvetlerini Kırım'da kesin bir yenilgiye uğrattılar. Bolşevik iktidara yönelen son karşıdevrimci tehlike bertaraf edilmişti! Artık Mahnovistlere ihtiyaç yoktu. Anlaşmanın üzerinde henüz bir ay geçmemişken, Kızıl Ordu ile Mahnovistler arasında, bütün Ukrayna'ya yayılan ve 1921 Ağustosu'nda Romanya sınırında noktalanan amansız bir savaş ve ölüm kasırgası başladı. Eşrefoğlu Abdullah Rûmî Eşrefoğlu Abdullah Rûmî (ö. 1469), Türk şair, mutasavvıf. Eşref-i Rûmî veya Eşrefoğlu Rûmî olarak anılır. Asıl adı Abdullah'tır. Yine de babasının ismi dolayısıyla genellikle "Eşrefoğlu", "Eşrefzâde" veya "İbnül Eşref" olarak anılmıştır. İznik doğumlu olduğu için de sık sık İznikî olarak anılmış, yine de en sık kullanılan hitabı "Eşref-i Rûmî" olmuştur. İznik doğumlu Abdullah'ın babasının zamanında Mısır'dan Anadolu'ya göçmüştür. Babasının ismi genelde "Seyyid Ahmed ül Mısrî" olarak geçer. Bu künyedeki "Seyyid", şahsın İslam dininin son peygamberi Muhammed'in sülalesine dayandığını gösteren bir ibaredir. Eşrefoğlu ilk eğitimini İznik'te yapmıştır. Babası ve dedesi mutasavvıf olsa ve tasavvufa da meyli olsa da daha çok ilmi eğitim görmüştür. Orta yaşlarında, bazı söylentilere göre 40 yaşlarındayken, ilim eğitimini sonlandırır ve dönemin ünlü fakihlerinden birinin yanında çalışmaya başlar. Buna rağmen tüm bu zaman boyunca tasavvufa olan ilgisi artmıştır ve sonunda ilmi bir kenara bırakıp tasavvufi hayat tarz ve görüşüne girer. Tasavvufa girişi genellikle o dönemde Bursa'da yaşayan Abdal Mehmet isimli meczup bir veli ile arasında yaşanan bir olaya bağlanır. Fakat bunun gerçekliği tartışmalıdır. Eşrefoğlu tasavvufi yola giriş yapmak istediğinde Bursa'nın ünlü velilerinden Emîr Sultan'a bağlanmak ister. Fakat Emir Sultan onu Ankara'ya, Hacı Bayram Veli'ye gönderir. Bir süre Hacı Bayram Veli'nin dergâhında kaldıktan sonra, öneri üzerine Hama'daki kâdirî şeyhi Şeyh Hüseyn-i Hamevî'ye gider. Buraya ailesi ile birlikte gider ve bir zaman burada kalır. Sonunda Hama'dan İznik'e geri döndüğünde Eşrefoğlu büyük bir mutasavvıftır. İznik'te başlarda münzevi bir yaşam sürse de daha sonraları halkla iletişime geçmiş kendi tasavvufi görüşünü yaymıştır. Burada Eşrefoğlu Rumi kurucusu olduğu ve Kâdirîliğin bir kolu olan Eşrefîliği yayar. 1469 yılında yine İznik'te vefat eder. Eşrefoğlu eserlerinde genelde yalın bir Türkçeyi tercih etse de az da olsa Arapça ve Farsça sözcükler de kullanır. Eserlerinde tasavvufi etki rahatlıkla görülebilir. En çok işlediği konu tasavvuf olduğu gibi genellikle kullandığı motifler ve kurgusal unsurlar da tasavvufi imgelerdir. Bunun dışında eserleri genel dini öğütler de içerir. Her ne kadar teknik bakımdan çok büyük başarı göstermese de, Türk tasavvufi halk edebiyatının en önemli isimlerindendir. Eşrefoğlu'nun en önemli eseri Divan'ı olsa da, Müzekinnüfûs isimli meşhur bir eseri de bulunur. Müzekinnüfûs dini ve tasavvufi nasihatler içeren bir eserdir. Bunlar dışında matbu olmayan fakat yazma nüshalar halinde olan çeşitli eserleri vardır: Tarîkatnâme, Fütüvvetnâme, Delâil ün nübüvve, İbretnâme, Mâziretnâme, Hayretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Esrarüttâlibîn, Münâcaatnâme ve Tâcnâme. Eşrefoğlu Rumi'nin sevilen bir eseri: Ey Allah'ım beni senden ayırma Beni senin didarından ayırma Seni sevmek benim dinim imanım İlahi din ü imandan ayırma Sararıban soldum döndüm hazâna İlâhi hazânım daldan ayırma Şeyhim güldür ben anın yaprağıyım İlahi yaprağı gülden ayırma Ben ol dost bahçesinin bülbülüyüm İlahi bülbülü gülden ayırma Balığın canını suda dediler İlahi balığı gölden ayırma Eşrefoğlu senin kemter kulundur İlahi kulu sultandan ayırma Müzekinnüfûs Müzekinnüfûs (Müzekki'n-Nüfûs) Eşrefoğlu Abdullah Rûmî tarafından kaleme alınmış mensûr bir eserdir. Eserin temel olarak dini ve tasavvufi nasihatler içerir. Eser bir anlamda halka tasavvufu anlatmak için yazılmıştır ve bu sebeple zaman zaman Eşrefoğlu'nun Divan'ından daha çok ilgi çekmiştir. Mensûr bir eser olsa da, eserde beyit, kıta ve ilahiler de bulunur. Ayrıca eserde zaman zaman konuyu anlatmak için çeşitli hikâyelere de yer verilmiştir. 1448 yılında yazılmış olan eserde iki bâb bulunur. Birinci babta nefis incelenir ve dörde ayrılır: Emmâre, Levvâme, Mülhime ve Mutmainne. Bu babın konusu nefistir. İkinci babın konusu ise nefsi terbiye etmenin yollarıdır. Eserin bu kısmında Eşrefoğlu az yemek, az söylemek ve az uyumağı nefsin temizlenmesinin üç temel şartı olarak gösterir. Bilgisayar donanımı Bilgisayar donanımı, bir bilgisayarı oluşturan fiziksel parçaların genel adıdır. Bu parçalar, kişisel bilgisayarlar, otomobiller, çamaşır makinesi ve benzeri elektrikli ev eşyaları veya çeşitli sanayi uygulamaları gibi birçok alanda kullanılır. Donanım, iç ve dış olarak ikiye ayrılır: Bir bilgisayar donanımı dış ortamdan bilgisayara veri aktarmak için kullanılıyorsa giriş donanımı veya giriş birimi, bilgisayardan dış ortama veri aktarmak için kullanılıyorsa çıkış birimi veya çıkış donanımı olarak adlandırılır. Ortalama bir kişisel bilgisayarda genel olarak aşağıdaki donanımlar bulunur. Kemik iliği Kemik iliği ("Medulla ossea"), büyük kemiklerin içinde, merkezde yer alan dokudur. Toplam vücut ağırlığının %4'ünü oluşturmaktadır bu da yetişkinlerde yaklaşık 2.6 kg'a denk gelmektedir.Yeni kan hücrelerinin periyodik olarak yaşam boyu üretildiği yerdir. İki tip ilik vardır: kırmızı ilik ve sarı ilik: Her iki tipteki ilik de sayısız kılcal kan damarı içermektedir. Doğumda tüm kemik ilikleri kırmızıdır, zamanla sarı ilik oranı artar. Yetişkinlerde ortalama 2,6 kg kemik iliği olur, bunun yarısı kırmızıdır. Kırmızı ilik başlıca yassı kemiklerde (göğüs kemiği, kafatası, kaburgalar, omurgalar ve kürek kemikleri gibi) ve uzun kemiklerden olan femur ve humerusun proksimal ucundaki süngerimsi kısımda bulunur. Sarı ilik uzun kemiklerin orta kısmındaki boşlukta bulunur. Ciddi kan kaybı durumunda vücut sarı iliği kırmızıya dönüştürerek kan üretimini hızlandırır. Kemik iliğinde üç tip kök hücre bulunur: Kanserli bir büyüme veya verem gibi bir enfeksiyon sonucu normal kemik iliği yerini kaybedebilir ve bunun sonucunda alyuvar,akyuvar ve kan pulcuklarının üretiminde bir azalma olabilir. Ayrıca, kemik iliğinde kan hücrelerini oluşturucularının ("progenitor") kanserlerine de rastlanır, bunlar lösemilerdir. Kemik iliğini ilgilendiren bir hastalığın tanısı koymak için bazen bir kemik iliği muayenesi yapılır. Bu işlemde genel anestezi ya da lokal anestezi ile ilium kemiğinin kristasından bir iğne yardımıyla örnek alınır. Bir bacak kemiğinde ortalama 440 milyar hücre vardır. Radyasyon veya kemoterapi kemik iliğinde hızla bölünmekte olan hücreleri öldürür ama bağışıklık sisteminin de zayıflamasına neden olur. Radyasyon hastalığının belirtilerinin çoğu kemik iliğinin zarar görmüş olmasından kaynaklanır. Bir kişiden hematopoetik kök hücreler alıp bunları başka birisine (Allojenik), veya ileride aynı kişiye (Otolog)aktarmak mümkündür. Eğer verici ve alıcılar uyumlu iseler aktarılan hücreler kemik iliğine göç edip kan hücreleri üretmeye başlarlar. Kök hücreler genelde ya ilium tepesinden genel anestezi ile alınır (bu işlem pek çok iğne batırması gerektirir) veya kök hücrelerin kemikten kan dolaşımına salınmalarını sağlayan bazı ilaçlar kullanılır, ardından bu hücreler kandan izole edilirerek donörden alınan kan tekrar kendisine verilir. Bir kişiden diğerine nakil, kemik iliğinde ciddi hastalıklar olması durumunda yapılır. Hastanın iliğindeki hücreler önce radyasyon veya ilaçlarla öldürülür sonra yeni kök hücreler aktarılır. Kanser durumunda, radyasyon terapisi veya kemoterapiden önce hastanın hematopoetik kök hücrelerinin bir kısmı bazen toplanır, terapi bitince bağışıklık sistemini yeniden oluşturmak için hastaya geri verilir. Bademcik Bademcikler, boğazın iki yanında bulunan, badem biçimindeki lenfoid doku bölgeleridi
r. Bademcik enfeksiyonuna "tonsilit" denir. Lenfatik sistemdeki diğer organlar gibi, bademcikler de bağışıklık sisteminin bir bölümünü oluştururlar ve enfeksiyona karşı vücudu koruma görevinde rol alırlar. 2,5 cm boyunda, 1,5 cm eninde olan bademcikler, görev yaparken enfeksiyon kapabilmekle birlikte, penisilin tedavisine iyi yanıt verirler. Sık sık enfeksiyon kapmaları, üst solunum yollarına ve böbreklerde tehlikeli etkilerin doğmasına neden olabilir, bu yüzden alınmaları önerilebilir. Bademcikler, bebeklerde ve çocuklarda büyüklere göre daha büyüktür. Lenf damarı Lenf damarları, lenf adı verilen sıvı, kılcal damarlarla hücreler arasında bağlantı kurar. Sürekli hareket halinde olan lenften hücreler gerekli maddeleri alırlar ve artık maddeleri lenfe bırakırlar. Sonra lenf, giderek birleşip kalınlaşan özel kanallarla (lenf kanalları) toplanır. Lenfi alan ince lenf damarları birleşerek göğüs ve karın boşluğunda yer alan göğüs lenf kanalını oluşturur. Göğüs lenf kanalı, omurga boyunca gider ve içindeki lenfi sol köprücük kemiği altı toplar damarına döker. Baş ve boynun sağ tarafı ile sağ kol ve göğsün yukarı bölümlerinden lenfi toplayan ikinci bir kısa lenf damarı olan büyük lenf kanalı daha vardır. Bu damar da lenfi sağ köprücük altı toplardamarına döker. Lenf için ikinci bir kaynak da, bağırsaklarda sindirimden oluşan sıvıdır. Bağırsak tümürlerindeki lenf damarları sindirilmiş yağları alarak göğüs lenf kanalına verirler. Bu nedenden ötürü, özellikle fazla yağlı yemekler yenildiğinde, lenfte yağ damlacıkları çok olduğundan, göğüs kanalındaki lenf, süt gibi beyaz olur. Kasların çalışması, solunum hareketleri vb. lenf damarlarına değişik ölçülerde basınç yapar ve bu basınçlar aracılığıyla lenf damarları içindeki lenf ileri doğru süzülür. Lenf damarlarında bulunan kapakçıklar toplardamarlarda olduğu gibi, lenfin geri akmasını engeller. Lenf damarları, yolları üzerinde bulunan lenf düğümlerine uğrarlar. Bu lenf düğümlerine, lenf bezleri adı da verilebilir. Lenfi getiren küçük birçok lenf damarı lenf düğümünün içine girdiği halde, lenf sıvısı ancak büyük tek bir damarla düğümden çıkar. Lenf düğümlerine gelen lenf, düğümdeki sayısız hücrelerin arasından geçerken içinde bulunan tüm zehirli maddeleri bu hücrelere bırakır. Zehirli maddeleri alan hücreler bunları zararsız bir hale sokar. Böylece lenf düğümleri vücudun filtreleri görevini yapar. Lenf düğümleri zehirli maddeler ve bakterilerin etkisiyle iltihaplanır ve şişer. Koltuk altında, kasıkta ve boyundaki lenf düğümleri elle dokunulduğu zaman hissedilebilir. Lenf düğümlerinde bulunan lenf hücrelerini üretmek görevi dalağındır. Lenf hücreleri, akyuvarların özel bir şekli sayılabilir. Bazı durumlarda lenf düğümleri şişip patlayarak dışarıya iltihap akıtır. Lenfadenit, lenf bezlerinin iltihabıdır. Mikroplara karşı bir süzgeç görevi yaptığı için kendi bölgelerindeki iltihaplar sonucu şişerler ve iltihabın şiddetine uyarak patlayıp iltihap akıtabilirler. Lenfanjit, lenf damarlarının iltihabıdır. İltihaplanmış yaralardan ya da el ve ayak parmaklarındaki iltihap kaynaklarından başlayarak kol boyunca yukarı uzanan kırmızı çizgiler halinde belirlenirler. Torasik kanal Toraksik kanal, insan anatomisinde, lenfatik sistemin önemli bölümlerinden birini oluşturur. Toraksik kanal, vücuttaki en büyük lenf damarıdır. Vücuttaki lenf sıvısının çoğunluğunu toplar ve sistemik (kan) dolaşımına akıtılır. "Ductus thoracicus" olarak da anılır. Üretra Anatomide üretra (Antik Yunanca "ουρήθρα" - "uretra" 'dan), (veya sidik borusu, idrar yolu, siyek) mesaneyi vücut dışına bağlayan bir borudur. Her iki cinsiyette de üretranın bir boşaltım işlevi vardır, erkeklerde ayrıca meninin geçmesini sağlayarak üremeyle ilgili de bir işlevi de bulunur. Dış üretral sfinkter, işemenin isteğe bağlı olarak kontrolünü sağlayan bir düz kastır. İnsanlarda dişi üretrası 3–5 cm uzunluğundadır ve klitoris ile vajina girişi arasında bulunan vulvaya açılır; iki ucundaki iç ile dış üretra deliği arasında uzanır. Vajinanın ön duvarı "simfizis pubis" ("symphysis pubis") içine gömülü durumdadır, yönü aşağı ve öne doğrudur; hafif eğridir, konkav tarafı öne doğrudur. Yüzeyi çok katlı yassı epitelden oluşur, mesane yakınında Çok katlı değişici epitele dönüşür. Urogenital diyaframın yukarı ve aşağı yüzleri arasında dişi üretrası, uretra Sfinkteri ile çevrilidir. Dış üretral sfinkterin somatik inervasyonu pudendal sinir tarafından sağlanır. Uro-genital sinüs üç kısımdan oluşur. Bunlardan birincisi, allantoisin devamı sayılan kranial kısımdır ve mesaneyi oluşturur. Sinüsün pelvik kısmı erkeklerde prostatik üretra ve epiteli, ayrıca membranlı üretra ve bulbo üretral (Cowper) bezleri, dişilerde ise membranlı üretra ve vajinanın bir kısmını oluşturur. İnsanlarda erkek üretrası yaklaşık 16 cm uzunluğundadır ve penisin ucuna açılır. Üretranın içinde spiral oyuklar bulunur (ateşli silahlarda namlunun içindeki yivler gibi), bu sayede idrar akımı geniş çaplı olur. Erkeklerde üretra, konumuna göre dört bölüme ayrılır: Erkek üretrasının uzunluğu ve içinde birkaç köşenin bulunması sonda (kateter) uygulamasını zor kılar. üretranın epiteli, mesaneden çıkarken, geçiş hücreleri olarak başlar. üretra boyunca daha ileride çok katlı silindirik epitel hücreler sonra da, dış meatusta (çıkış deliğinde) çok katlı yassı epitel hücreler olur. Müküs salgılayan küçük üretral bezler epiteli idrarın yakıcı etkisinden korur. üretra aracılığıyla yapılan mesane endoskopisi sitoskopi olarak adlandırılır. Erkeklere üretra, hem idrar akımı için, hem de cinsel ilişkide meninin geçmesi için bir yoldur. Buddy Rich Bernard "Buddy" Rich (d. 30 Eylül 1917 - ö. 2 Nisan 1987), ABD'li jazz davulcusu ve Bing Band'ın lideridir. Doğaçlama tekniği, gücü, hızı ve yeteneği ile tanınmış olup birçok kişi tarafından tüm zamanların en iyi davulcusu olarak sayılmaktadır. Beşikdüzü Şenliği Beşikdüzü Kültür, Sanat ve Deniz Festivali, Trabzon'un Beşikdüzü ilçesinde 2001 yılından itibaren her yıl düzenlenen bir festivaldir. Trabzon’un batı sahillerinden Giresun’a kadar uzanan sahil şeridinde, kökeni Orta Asya’ya dayanan ve Anadolu’nun fethi sırasında yöreye yerleşen Çepni Türkleri'nin günümüze taşıdığı "mayıs yedisi şenlikleri" yaklaşık 4000 yıldır geleneksel olarak kutlanmaktadır. Mayıs Yedisi Şenlikleri, ilkbahar sonunda yaylalara çıkma zamanının geldiğini bildiren bir gelenektir. Yaylalara çıkacak olanlar bu günde sahile iner, büyükbaş hayvanlarını denizde yıkar, bahara veda eğlenceleri yapar ve temizlenen hayvanlarıyla birlikte yaylalara çıkarlardı. Yaylalara çıkmayanlar için de bir eğlence kültürü yaşatılırdı. 20 Mayıs 2000 tarihinde, mayıs yedisi şenlikleri kapsamında, kapasitelerin çok üzerinde yolcu alan iki balıkçı teknesinin alabora olması sonucunda 38 kişinin hayatını kaybettiği deniz kazasının ardından, Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı bu gibi şenliklerde ne gibi tedbirler alınması gerektiği yönünde bir genelge yayınladı ve dönemin ilçe kaymakamı Yaşar Karadeniz'in genelgenin hayata geçirilmesine yönelik olarak yürüttüğü çalışmalarda, bu tür bir olayın yeniden yaşanmaması için şenliklerin organize bir biçimde yapılması gerektiği düşüncesi öne çıktı. Bu düşünceden hareketle 20 Mayıs tarihini de içine alacak şekilde 18-19-20 Mayıs tarihlerinde ilçede "Beşikdüzü Kültür Sanat ve Deniz Festivali" düzenlenmesi ve mayıs yedisi geleneğinin festival etkinlikleri kapsamında yaşatılması kararlaştırıldı. Ajan Smith Ajan Smith (ya da sadece "Smith"), Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp-yönettiği Matrix (ve üçlemenin devam) film(ler)inde yeralan, Hugo Weaving'in canlandırdığı karakter. Anormallikleri düzeltmek üzere çalışan bir bilgisayar programı iken ilk filmde bozulup üçlü serinin diğer filmlerinde de (The Matrix Reloaded, The Matrix Revolutions) boy gösteren virüs halini almıştır. "Bu alt başlığın ana maddesi: Ajanlar (Matrix)" Smith, Matrixde yapay zekâlı programlardan biridir. Gerçek dünyadan gelenleri teşhis edip yok etmek, son insan şehri Zion'a ulaşmak için gerekli erişim kodlarını elde etmek, anormallikleri gidermek için programlanmıştır. Smith'in daha sonra tek amacı, Neo'yu öldürerek matrix sisteminin yeniden başlamasını sağlamak ve bunu yaparken sistemi klonlarıyla temelli çökerterek matrix'i yok etmek ve matrix'ten kurtulmaktır. yani insanlaşan bir makinedir. Matrixte bulunan ajanlar; araçları, görünüş ve tavırları Amerikan kökenli komplo teorilerinden birini, Siyah giyen adamları (İngilizce: "Men in black") andırmaktadırlar.Matrixdeki ajanlar, istedikleri (Matrixe bağlı olan her) insanın yerine geçebilir, birbirleriyle ve ana bilgisayar ile (kulaklıkları vasıtası ile) iletişim kurabilirler. Oldukça hızlı hareket edebilen ajanlar uzağa sıçrayıp iyi dövüşürler. Zarar görmezler, Matrix serisi boyunca sadece Neo'nun ve Smith'in ajanlara zarar verebildiği görülür. Ajan smith, Neo'nun zıttıdır. Neo, yine matrix tarafından programlanmış görevi gereği insanları matrixden kurtarıp Zion'u korumaya çalışırken, Smith insanlardan ve matrixden nefret eder. Neo özgür iradesi ile kendi kaderini belirlerken; Smith, virüs olmadan programlandığı doğrultuda, virüs olduktan sonra öfkeyle çoğalarak kaçınılmaz sona doğru sürüklenir. Ajan Smith ve Neo, sistemde görevleri tamamlanmadan ölmeleri söz konusu değildir. Bu yüzden ilk filmde Neo yeniden doğmuştur. Aynı şekilde onu bir anlamda öldüren Ajan Smith'de. Ajan Smith'de bu andan itibaren matrix'in yok olup sitemden kurtulmasının yolunun "the one" programı yüklenmiş Neo'yu öldürmekten geçtiğini anlar. Ayrıca her ikisi de bulundukları dünyanın bir yazılım olduğunun farkında olduklarından fizik kurallarını hiçe sayabilir; uçabilirler, elleri ile beton duvarları yıkabilirler. Neo parçalayarak, Smith kopyasına döndürerek ajanları yok edebilir. Her ikisi de beyin gücüyle uçup, arabaları havaya kaldırır, yolları yıkabilirler. Aslında Smith'in yeni nesil ajanlardan daha başarılı olduğu kabul edilmektedir. İlk filmde (Matrix) Neo tarafından parçalara ayrılması ile öldüğü düşünülen S
mith, devam filminde gözükmesiyle kaynağa, kendini üreten ana programa dönmediği ortaya çıkmıştır (Kahin bununla ilgili açıklamayı ikinci filmde -The Matrix Reloaded- Neo'ya yapar). Bu aşamada Smith sistemin bir anormalliği olarak programlandığından farklı, kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye, serbest ajanlığa başlamıştır. Karşılaştığı insan, program herkesi kendi kopyalarına dönüştürmüş, serinin sonunda Neo ile son savaşı serinin finalini oluşturmuştur. Aslında amacı, Mr.Anderson, yani "the one" programının yüklendiği 6. Neo'yu yok ederek matrix sisteminin reboot olmasını sağlamak ve bu olurken matrix sistemini yok etmek ve özgürlüğüne kavuşabilmek. İlk bölümde Morpheus’u sorgularken "Gerçekten buradan çıkmam lazım. Özgür olmalıyım ve benim anahtarım senin kafanda. Zion yok edildiğinde benim de burada kalmam için bir sebep olmayacak" demesi bunun göstergesidir. Ajan Smith, aslında sistem tarafından yazılan bir program olduğu halde, orada bulunmayı istemiyor. Yani bir bilgisayar virüsü. Çoğalıyor, bulaşıyor ve bozuyor. Aslında aynen insanları tanımladığı gibi hareket ediyor. İlk bölümde insanları "Bir yere gidersiniz, doğal kaynakları tükenene kadar çoğalırsınız, çoğalırsınız ve yaşamak için tek şansınız başka alanlara yayılmaktır. Bu şekilde davranan başka bir tek organizma vardır o da virüs." şeklinde tanımlıyordu. Neo, "The One" programının yüklendiği 6. kişi. Bu programa göre bu kişinin görevi her güncellemede (her zion yok edildiğinde ve atıklar temizlendiğinde) matrix'e karşı gelen %1'lik insanları zion'da toplamak. Daha önce 5 kere olmuş bir olay. Bu artıklar zamanla (500 yıl gibi bir sürede) toplandıktan sonra zion bir sonraki atıklar oluştuğunda yeniden "the one" programı yüklenmiş kişi tarafından 23 kişi ile kurulmak üzere yok ediliyor. Bu sistemde matrix'in devamlılığını sağlıyor. Ajan Smith ise matrix'de bulunmak istemiyor, matrix'den, makinelerden ve sanallıktan nefret ediyor ve bu döngüyü kırıp bu sistemi yok etmenin, özgür olabilmenin tek yolu "the one" programının yüklenmiş olduğu kişiyi öldürmek ve sistemin reboot olmasını sağlamak. Sonra da oluşturduğu klonlar yüzünden sistemin çökmesini sağlamak ve bu sistemden kurtulmak. Ancak Neo'yu iki kez öldürmesine rağmen amacına ulaşamıyor çünkü Neo'nun programlanmasında görevini, yani yok olan zion'u tekrar %1'lik isyankâr insanların toplanacakları yer olarak kurmayı tamamlamadan ölmesi yok. Bu teorideki ironi, ajan smith insanlığı, Neo ise makineleri temsil ediyor. neticede smith sürekli olarak Neo'yu durdurmaya çalışıyor. Neo da kendisine yükelenen "one" programını takip ediyor. Neo, makineleşen bir insanı, Smith ise insanlaşan bir makineyi temsil ediyor. Neo, smith’in varlık amacı haline geliyor. Ajlan-Mine Ajlan-Mine, Ajlan Büyükburç ve Mine Çağlıyan'dan oluşan ve 1990'lı yılların başında pop müzik eserleri veren ikilidir. 1993'te yaptıkları tek albüm olan "Aşkolsun" sonrasında grup dağıldı. 1995'te Ajlan, "Tutunup Kendime"; "Mine", "Oyun Bitti" adındaki albümlerini çıkardılar. Ajlan 1999 yılında bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Cassiopeia (takımyıldız) Cassiopeia (Kraliçe takımyıldızı, Koltuk takımyıldızı ya da basitçe W), modern 88 takımyıldızdan biridir. Ayrıca, Batlamyus'un listelediği 48 takımyıldızdan biriydi. Kraliçe, tüm gözlemcilerin tanıdığı bir takımyıldızdır. Bunda, Büyük Ayı, Avcı gibi gökyüzünün en belirgin takımyıldızlarından biri olmasının rolü büyüktür. Kraliçe ayrıca gökyüzünün hiç batmayan takımyıldızlarındandır. Yani, bu takımyıldızı her gece, her mevsim görebilirsiniz. Kraliçe'nin hiç batmamasının nedeni, kuzey gökkutbuna yakın konumda yer almasıdır. Bu nedenle bizim bulunduğumuz enlemde hiçbir zaman ufkun altına inmez. Birçok başka takımyıldızın olduğu gibi, Kraliçe'nin de Yunan mitolojisinde bir öyküsü vardır. Buna göre Kraliçe, Kral Sefe'nin eşi ve Prenses Andromeda'nın annesidir. Ne var ki Kraliçe, biraz kendini beğenmiş bir kadınmış. Hatta iyice ileri giderek, kendinin superileri Nereus'lardan daha güzel olduğunu öne sürmüş. Buna çok sinirlenen deniz tanrısı Poseidon, Kraliçe'nin kızı Andromeda'yı bir kayaya bağlayarak deniz canavarına sunmuş. Bu öykü, Perseus'un Andromeda'yı kurtarmasıyla sona eriyor. Daha sonra Kraliçe, alçakgönüllü olmayı öğrenmesi için gökyüzüne yerleştiriliyor. Burada, Kutupyıldızı'nın çevresinde dolanıp dururken bir ters dönüyor, bir düz. Kraliçe \/\/ veya bir taç gibi görünür. Kraliçe, çıplak gözle görülebilen iki yıldız içerir: ρ Cas ve V509 Cas. η Cas, takımyıldızın parlak yıldızlarından biridir. 3,4 kadir parlaklıktaki bu yıldızın özelliği ikili yıldız olmasıdır. 19 ışık yılı uzaklıkta yer alan ikili, 30x büyütmeli küçük teleskoplarla ayırdedilebilir. İkili, 3,5 kadir parlaklıkta, sarı-beyaz renkli Güneş benzeri bir yıldız ve ondan belirgin biçimde sönük olan 7,5 kadir parlaklıkta turuncu bir yıldızdan oluşur. Bu yıldızlar, her 480 yılda bir birbirlerinin çevresinde dolanırlar. Kraliçe'de birçok açık yıldız kümesi bulunmasına karşın, bunların sadece ikisi Messier Kataloğu'nda yer alıyor. Bu kümeler, Messier 52 (NGC 7654) ve Messier 103 (NGC 581). Bilinen bir süpernova SN 1572, 1572 yılında Kraliçe'de yaygın olarak gözlemlenmiştir. Nensi Acram Nensi Nebil Acram (, d. 16 Mayıs 1983, Beyrut), Lübnanlı Hristiyan şarkıcı. Beyrut'un El-Eşrefiye mahallesinde doğdu. 16 yaşında iken katıldığı bir yarışma programını kazandıktan sonra Lübnan 'ın en genç şarkıcısı oldu. Yarışmanın ardından ilk albümü olan Mihtagalak da çıktı 1998 . İkinci albümü Sheel Oyoonak Anni 2000'nin ardından üçüncü albümü olan ve 2003 yılında piyasaya sürülen Ya Salam onu zirveye taşıyan albüm oldu. 2003 yılında Sharam El Sheikh'te “Oscar video clips” festivalinde 2003 yılının en iyi Arap şarkıcısı unvanını aldı. 2006 yılında Ya Tabtab Wa Dalla ve 2007 yılında çocuklara yönelik çıkardığı Shakhbet Shakhabeet albümü onu Arap dünyasının önemli sanatçıları arasına getirdi. Daha sonra 2009 yılında Betfakar Fi Eih çıkartmıştır. Bu albümde Betfakar Fi Eih, Mien Delli Nesiyk, Mashi Haddi, Ebn El Geran, Lamset Eid isimli şarkılarına klip çekmiştir. 2010 yılında da N7 adlı albümünü çıkarmıştır. Bu albümünde ise Fe Hagat, Shiekh El Shabab ve Ya Kather isimli şarkılarına klip çekmiştir. Şu anda evli çocukları Mila ve Ella ile Chicago'da yaşamaktadır. EViews EViews, Windows işletim sistemi için bir istatistik paket programı olup özellikle Ekonometrik analiz için sıkça kullanılmaktadır. Quantitative Micro Software (QMS) firması tarafından geliştirilmiştir. İlk sürüm (1.0), 1994 yılında piyasaya sürülmüş ve MicroTSP programının yerini almıştır. 2014 yılındaki son versiyonu 8.0'dir. Bir kısmı istatistiksel testlerde olup ekonometride kullanılmaktadır. Eviews'ın Econometric Views'ın kısaltması olduğu söylenir, ancak sitesinde açılımı yazmaz. Ayrıca Panel Veri Analizi, 5.1 versiyonunda eklenmiştir. Bundan önceki versiyonlarda Panel uygulamaları yapılamaz. Eviews çalışma tablosu ve ilişkisel veritabanı altyapısı ile geleneksel istatistiksel yazılımların özelliklerini birleştiren, kendine özgü programlama dili bulunan bir yazılımdır. Program, diğer yazılımlarla da uyum sağlayabilmektedir. Çıktılar kolay bir şekilde kopyalanarak diğer ofis programlarına entegre edilebilmektedir (Word, Excel) Eviews, genel istatistiksel çözümleme amacıyla da kullanılabilmesine rağmen, özellikle regresyon analizi ve ekonometrik analizlerde yoğunlaşmıştır. Eviews ile Panel veri, zaman serisi ve yatay kesit analizi yapılabilmektedir. Excel, SPSS, SAS, Stata, Rats ve TSP dosya türlerini desteklemektedir. Ayrıca düz metin dosyalarından ve csv dosya türünden de veri aktarabilmektedir. Granger Nedensellik testleri vb. SPSS SPSS bilgisayar programı ("İngilizce açılmıyla: Statistical Package for the Social Sciences"), ilk sürümü 1968 yılında piyasaya verilmiş istatistiksel analize yönelik bir bilgisayar programıdır. Uzun bir dönem (1968 ile Mart 2009 arasinda) bu program SPSS Inc. adını taşıyan bir ABD asıllı şirket tarafından hazırlanıp sürüme sokulup satılmıştır. 2009'da bu şirket ve bu programın sahipliliği IBM şirketine satılmıştır. Bu tarihten sonra bir geçiş döneminde (Eylül 2009 ile Eylül 2010 döneminde) "PASW Statistics" adıyla (versiyon 17.0.3, 18.0, 19=8.0.1, 18.0.2 ve 18.0.3 için) anılıp Ağustos 2010 (versiyon 19.0)'dan itibaren resmen IBM SPSS Statistics olarak isimlendirilmeye başlanmıştır. Șu anda (Eylül 2016) en son versiyon "IBM SPSS Statistics 24.0" olup bu versiyon Mart 2016'dan itibaren pazarlanmaya başlanmıştır. SPSS özellikle "Sosyal Bilimler" dalında istatistiksel analiz için çok geniş olarak kullanılmaktadır. Pazar araştırmacıları, sağlık araştırmacıları, anket şirketleri, devlet kurumları, eğitim araştırmacıları, pazarlama kurumları, "veri madencileri" vb. tarafından da pratik olarak kullanılan bir istatistik yazılımıdır. Orijinal SPSS kullanma elkitabı, Nie, Bent ve Hull tarafından hazırlanmış olup 1970'de yayımlanmasından beridir, alelade sosyal bilimler araştırmacılarının ileri istatistik analizlerini nispeten kolayca kullanmalarını sağladığından dolayı "sosyoloji bilim dalinda en etkili kitap" olarak nitelendirilmiştir. SPSS programı baz kısmında "istatistiksel analiz" yanında "veri yönetimi (hal seçimi, yeniden dosya şekillendirme, türetilmiş veri yaratılması)" ve "veri dokümantasyonu (bir veri dosyasi içinde bir "meta-veri" sözlüğünün depolanmasiı)" işlemlerinin yapılması da bu yazılımın önemli niteliklerindendir. SPSS baz kisminda veri operasyonlari ve istatsitiksel analizler için su isimleri tasiyan kisimlar bulunmaktadir: Kullanımı grafiksel bir kullanıcı arayüzüne bağlı olup, açılır menüler yardımıyla kolaylaştırılmıştır. Ayrıca makro dilleri yardımıyla kullanıcı kendi amaçları doğrultusunda programı yönlendirebilmektedir. SPSS programının Windows, Mac OS X ve Linux işletim sistemleri için farklı sürümleri mevcuttur. Windows sürümü daha sık güncellenmekte ve diğer versiyonlara göre daha fazla özellik içermektedir. Benzer kategoride bkz: Eviews, R Vilayet Vilâyet, (
Arapça: ولاية wilayah), 1864 yılında Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi ile tanımlanan birinci dereceden bir yönetim birimidir. 19 ve 20. yüzyıllarda önce Osmanlı Devleti, ardından 1960'a kadar Türkiye Cumhuriyeti'nde, bir valinin yönetimi altındaki birimdir. Bugün Türkiye'de vilayet, il anlamında kullanılır. Vilayeti vali; Liva ve sancakları, mutasarrıf yönetirdi. Toplam 33 Osmanlı Devleti vilayeti vardı. Vilayetlerde de sancak, köy ve kaza alt yönetim birimleri olarak kullanılmıştır. 1900 yılında 29 vilayet ve 5 özerk devlet bulunmaktadır. Vilayet kelimesi arapça kökenli olup; valilik, velilik, bir işin başında durma, bir sorumluluk üstlenme anlamlarına denk gelmektedir. Bundan hareketle "vilayet" tabiri, coğrafik bir terim olmaktan çok yönetsel bir terimdir. Yani değişik büyüklükteki veya genişlikteki yönetim birimleri vilayet şeklinde ifade edilebilir. Vilayet kelimesinin yönetim birimi anlamında kullanımı Osmanlılara dayanmaktadır. Vilayet, 19. ve 20. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti'ndeki en büyük taşra yönetim birimiydi. Günümüzde, çeşitli ülkelerde farklı adlarla ifade edilen yönetim birimleri, Türkçede vilayet veya il tabiri ile ifade edilir. Bir valinin (İng. "governor") yönetimindeki vilayet ("governorate"); batıda genellikle "province" bazen de "governorate" tabiri ile ifade edilir. Osmanlı Vilayetleri listesi, Osmanlı Devleti'nde vilayet olarak tertiplenen idari birimleri listelemektedir. 1878'ten itibaren Batum, Artvin (Yusufeli hariç), Oltu'nun büyük bölümü, Iğdır, Ardahan, ve Kars Rusya'nın eline geçmiştir. Berlin Antlaşması ile Osmanlı-Rus sınırı Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit hattı olmuştur. 1881 yıllarında Osmanlı Devleti vilayetlerine tıklanabilir harita: Umut Umut veya ümit bir kimsenin kişisel yaşamındaki olay ve durumlarla ilgili olumlu sonuçlar çıkabileceği ihtimaline dair duygusal inancı olarak tanımlanabilir. Türk Dil Kurumu ise "umut" sözcüğünü ""Ummaktan doğan güven duygusu, ümit"" veya ""Bu duyguyu veren kimse veya şey"" olarak tanımlamakta. "Ummak" ise aynı TDK sözlüğünce ""Bir şeyin olmasını istemek, beklemek"" veya ""Sanmak, tahmin etmek"" olarak tanımlanmıştır. Buna göre "umut" genellikle iyi bir sanıdan doğan güven veya iyi bir sanıya olan inanç duygusu olarak tanımlanabilir. Umut genellikle belirli bir oranda sebat içerir yani tersi yönde belli kanıtlar dahi olsa bir şeyin muhtemel olduğuna inanmayı içerebilir. Umut farklı yönlerden farklı kullanımlara sahip olabilir. Örneğin bazı dinlerde "umut" bir erdemdir ve tersi yani "umutsuzluk" Tanrı'ya (veya tanrılara) karşı bir isyan olarak tanımlanabilir. Bu dinlere Hristiyanlık örnek olarak verilebilir. Bu dinlerde inanç ile umut birliktedir ve her zaman ahirete dair umut edilmesi gerekir. Kişi hiçbir zaman Tanrı'dan umudunu kesmemelidir. Mitolojilerde "umut" kavramı farklı hikâyelerle açıklanmıştır. Çoğu mitolojide umut belirli bir tanrı veya tanrıça ile özdeşleştirilmiştir. Örneğin, Yunan mitolojisinde "umut" kavramı Elpis olarak vücut bulmuştur yani Elpis umudun tecessümüdür. Pandora, Pandora'nın Kutusunu açtığında tüm kötülükler uçup gitmiştir - bir şey dışında: Umut. Mitte insanlığın umutsuzluk içinde sonsuza kadar kalmaması Pandora'nın kutudaki umudu bir süre sonra çıkarması ile başarılmıştır. Roma mitolojisinde ise umut "son tanrıça" olan Spes'tir; "ultima dea". derler. Tuncay Özkan Tuncay Özkan (d. 14 Ağustos 1966, Ankara), Türk gazeteci, yazar, televizyoncu, siyasetçi. Aslen Erzincan-Kemaliyeli bir aileden gelmektedir. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde tamamladı. Gazeteciliğe 1981 yılında Ankara'da Rüzgarlı Sokak’ta başladı. 1984 yılında "Hürriyet" grubunun çıkardığı "Hürgün" gazetesinde çalıştı. 1988 yılında "Cumhuriyet" gazetesinde görev aldı. 1993 yılında Cumhuriyet'ten Show TV'ye geçti ve Uğur Dündar'ın yapımcısı olduğu Arena programında Ankara temsilcisi olarak çalıştı. 1995 yılında Uğur Dündar'la beraber Kanal D'ye geçti. Ekim 2000'den 2002'nin Haziran ayına kadar Kanal D Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. Haziran 2002'den Aralık 2003'e kadar Show TV'ye dönüp Genel Yayın Yönetmeni oldu. Haziran 1998 - Şubat 2001 ayları arasında "Radikal" gazetesinde, Şubat 2001 ayından Haziran 2002 ayına kadar da "Milliyet" gazetesinde, 2003 Ocak'ından 2003 Aralık ayına kadar "Akşam" gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. 2002 Haziranında, Çukurova Medya Grup Başkanı olarak göreve başladı. ve bu görevine Aralık 2003'e kadar devam etti Daha sonra Çukurova Medya grup başkanlığı görevinden ayrılan Özkan, "Kanaltürk" adlı televizyon kanalını kurdu. Haziran 2004'te Kerimcan Kamal, Adnan Bulut ve Tuncay Mollaveisoğlu'nun yönetiminde olan kanalda danışman olarak kuruculuk yapmıştır. "Söz Meclisi", "Strateji" ve "Politika Durağı" gibi programlar ile Abdi İpekçi belgeselinin de yapımcısıdır. 13 Mayıs 2008 günü sahibi ve kurucusu olduğu "Kanaltürk" ve bütün yan kuruluşlarını, "Bugün" gazetesinin de sahibi olan Koza Madencilik A.Ş.'nin sahibi Akın İpek'e 25 milyon dolar muammel bedel karşılığında hisselerin %99.09'unu sattığını anlattı. Koza Madencilik A.Ş. ise İMKB'ye gönderdiği borsa bilgilendirme yazısında satış bedelinin 30 milyon dolar olduğunu belirtti. Ayrıca 13 Mayıs 2008'de kanalda yaptığı açıklamada çalışanların 8 aydır maaş almadığını söyleyip, satmaması hâlinde mallara haciz geleceğini kaydederek satışın mecburî olduğunu iddia etti. Gazetelerde kendisine yönelik eleştirilere de Atatürkçü mücadelesine devam edeceğini söyleyerek yanıt veren Özkan, yeni bir televizyon ve gazete çıkartarak yoluna devam edeceğini belirtti. "20 milyon doların üzerinde borcumuz var. Bunun 10 milyon dolarından fazlası vergi ve SSK borçları" dedi. Ardından 1 Eylül 2008'de test yayınına son verip normal yayınına başlamış Kanal Biz'i kurmuştur. Fakat bu kanal Eylül 2009'da maddi sorunlar nedeniyle kapandı. Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyicilerinden olan Özkan, 12 Eylül 2007 tarihinde Biz Kaç Kişiyiz hareketini başlattı. Platform, 7 ay içerisinde 1 milyon 300 bin kişilik bir topluluk haline gelmiştir. Ayrıca, 23 Haziran 2008 tarihinde kurulan Yeni Parti'nin genel başkanlığına seçilmiştir. 2011 genel seçimlerinde İstanbul 1. bölgeden milletvekili adayı oldu ancak seçilemedi. Özkan, Haziran 2014 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nden katıldı. 7 Haziran 2015'te yapılan genel seçimde İzmir 1. Bölge milletvekili ve 1 Kasım 2015'te yapılan genel seçimde İzmir 1. Bölge milletvekili seçildi. Tuncay Özkan, 23 Eylül 2008 günü sabahı süregitmekte olan Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alındı ve daha sonra tutuklandı. 5 seneye yakin sure boyunca Silivri Cezaevinde bulunan Özkan, Ergenekon üyeliği nedeniyle 5 Agustos 2013 günü Silivri'de yapılan yargılamada ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır. 10 Mart 2014 tarihinde mahkeme kararıyla tahliye edildi. Ergenekon Davası'nın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin verdiği kararı 21 Nisan 2016 tarihinde bozdu. Galatya Galatya şu anlamlara gelebilir, Sığla ağacı Sığla ağacı, Altingiaceae familyasından günümüzde sadece Anadolu, Amerika ve Çin'de doğal olarak yayılış gösteren "Liquidambar" cinsine ait türlerin ortak adı. 25–40 m'ye kadar boylanan yaprak döken kalın dallı ve geniş tepeli bir ağaçtır. İlk bakışta çınara benzer. Yaşlandıkça, kabuğu koyulaşır ve derin çatlaklı bir görünüm alır. Elsi loplu yapraklar sürgünlere sarmal dizilmiştir. Çiçekler küçüktür. Çiçek kurulu 1–2 cm çapında olup küre şeklinde çok sayıda çiçek kümesini bulundurur. Meyve 2–6 cm çapında çok sayıda kapsülden oluşur ve içerisinde çok miktarda tohum bulunur. Gövdesinden çıkarılan balzam kozmetik ve eczacılıkta kullanılır. Gövdesinden çıkarılan bu balzam kapsül halinde bitkisel besin takviyesi olarak da kullanılmaktadır. ADSL2 Asymmetric Digital Subscriber Line 2 (ADSL2) ve Extended bandwidth Asymmetric Digital Subscriber Line 2 (ADSL2+) ADSL-Norm (G.992.1/G.992.2) nin geliştirilmiş halidir, en büyük farkı veri hızı ve uygun santrale daha uzak mesafedeki istemcilerin bağlanmasına izin vermesidir. Bu sayede hem daha fazla potansiyel müşteriye hizmet verilmesi sağlanırken, bir taraftan da yüksek çözünürlüklü televizyon (HDTV) seyretmeyi bir internet bağlantısı ile mümkün kılmasıdır. ADSL2'nin maksimum veri akış hızı ADSL'in iki katıdır. (16 Mbit/s karsilan bağlantı 8 Mbit/s POTS üzerinden ADSL bağlantısı için); iyileştirilmiş sinyal çalışmaları ve kodlama sayesinde, bu yüksek hız daha uzak mesafelere kadar taşınabilmektedir. ADSL2+ Geniş bant ADSL- sinyalini 2,2 MHz e kadar arttırarak en yüksek veri akış hızını alıcı tarafına doğru 25 Mbit/s kadar arttırmayi mümkün kılmıştır. Bu hızda HD/SD-TV kanalları izlenebilir. Firmalar, veri gönderim hızını düşük tutup, alış hızını arttırmak suretiyle bağlantıları daha da hızlandırabilmektedirler. Bu şekilde ADSL2/2+ çeşitlerinin en yüksek veri gönderim hızı 3,5 Mbit/s değerine kadar yükseltilebilmiştir. Japonya'da, henüz kesin değerleri belirlenmemiş olmakla beraber, alıcı tarafında 3,7 MHz veri gönderim hızını mümkün kılan, bir ADSL2+ çeşidi oluşturulmuştur. Bu hızdaki bir bağlantı VDSL ile rekabet edebilecek düzeydedir, var olan üstünlüğü de santralden VDSL'ye göre daha uzun mesafelerdeki istemcilerin bağlanabilmesini mümkün kılmasıdır. Bu geniş bant tekolojisinin standartları, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği tarafından ADSL2 ve ADSL2+ G.992.3 ve G.992.5 olarak belirlenmiştir. Aşağıdaki grafikten de ADSL2'nin çalışması daha kolay kavranabilir. ADSL2+ ADSL2+ ITU'nun "(International Telecommunication Union=Uluslararası Telekominikasyon Birliği)" geliştirdiği bir standarttır. ITU G.992.5 olarak da bilinir. 24 Mbit/s hızında veri almaya olanak sağlar. Türkiye'de ilk olarak ticari satışı Koç.Net'in ADSL operatörü olarak faaliyet gösteren şirketi BİRİ tarafından Şubat 2009'da başlamıştır. SDSL SDSL, simetrik digital subscriber line (Simetrik Sayısal Abone Hattı) Adsl in tersine veri alma ve veri gönderme hızı eşit o
lan DSL çeşidi. 2 Mb/s hızındaki verilerin tek bir bakır devre üzerinden 2B1Q hat kodunda çift yönlü olarak taşınmasını sağlayan sistemlerdir. Anakronizm Anakronizm, herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Özellikle edebiyat ve sanatta genellikle eserin geçtiği tarihi döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılır. Yunancadaki "karşısında" anlamına gelen "ανά" ile "zaman" anlamına gelen "χρόνος" kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulan kavram, Türkçeye Fransızca "anachronisme" sözcüğünden geçmiştir. Köşe yazarı Emre Aköz, herhangi bir şeyin, kasıtlı veya kasıtsız olarak, başka bir tarihe taşınması demek olan ve bilgi hatalarından çok, dönemler arasındaki zıplamalar anlamına gelen Yunanca kökenli "Anakronizm" sözcüğüne Türkçe bir karşılık bulabilmek için okuyucuları arasında bir soruşturma başlattı, bu arada kendisi de "zaman-bozum "sözcüğünü önerdi. Amr Musa Amr Musa (d. 1936), Arap Birliği eski genel sekreteri, eski Mısır dışişleri bakanı ve diplomat. Amr Musa, eski milletvekili Muhammed Musa'nın oğludur. Babasının 1920'lerde Fransa'da yaptığı çalışmalar sırasında Pierre adında bir oğlu vardı Ancak, Musa'nın üvey kardeşi Pierre Fransız vatandaşıdır ve Mısır ile hiçbir bağı yoktur. 1958 ve 1972 yılları arasında Mısır'ın İsviçre'de Büyükelçiliği ve Birleşmiş Milletler Mısır misyonu da dahil olmak üzere, çeşitli görevlerde çalıştı. 1974 ile 1977 arasında Dışişleri Bakanı danışmanı oldu. 1977'den 1981 ve yine 1983 yılından 1990 yılına kadar, Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Kuruluşlar Dairesi Başkanı oldu. 1981 ile 1983 arası, New York'ta Birleşmiş Milletler Daimi Temsilci Yardımcılığı yaptı. 1983 den 1986 yılına kadar Hindistan Büyükelçisi oldu. 1990'de Mısır'ın Birleşmiş Milletlerdeki büyükelçisi oldu. 1991'den 2001'e kadar Mısır dışişleri bakanı olarak görev yaptı. Amr Musa 2001 tarihinden 2011 tarihine kadar Arap Birliği genel sekreterliği görevini sürdürdü. 1 Temmuz 2011 tarihinde görevini yeni seçilen Nebil El Arabiye devretti. Amr Musa 2012 Mısır cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını koydu. % 11,13 oranında oy aldığı seçimlerde 5. sırada yer aldı. 2009 tarihinde, Vatikan ile bir mutabakat imzalanmış ve ortak projeler güçlendirmek ve kültürel ve politik düzeyde barış ve diyaloğu teşvik etmek için Papa Benedikt ile bir araya geldi. 2009'da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos çıkışında salonu terk ederken tokalaşıp tepkisinden dolayı tebrik etmiş fakat Birleşmiş milletler genel sekreteri Ban Ki-mun'un "otur" işaretiyle salonu terk etmemiştir. 13 Haziran 2010 tarihinde, Hamas yönetimindeki Gazze üzerindeki ekonomik ablukanın kaldırılması için İsrail'e baskı amaçlı bir hareket ile Gazze'yi ziyaret etti. Musa tarafından yapılan bu ziyaret 2007 yılında Hamas'ın seçimlerde galip gelmesinden bu yana Arap Birliğibdeb bir yetkili tarafından yapılan ilk ziyaret oldu. Tataristan Cumhuriyeti Ulusal Marşı Tataristan Cumhuriyeti Milli Marşı, Tataristan Cumhuriyeti'nin ulusal marşıdır. 14 Temmuz 1993 tarihinde sözsüz, yalnızca müzikten ibaret olarak belirlenmiştir. Fakat ünlü Tatar şair Gabdullah Tugay'ın (Apdullah Tukay) "Tugan Tel (Anadil)" isimli şiiri tatar milli marşı olarak görülmektedir. Tataristan Cumhuriyeti'nin önde gelen bestekarı Rüstem Yahin ise Tataristan Cumhuriyeti milli marşını bestelenmiştir. Bu marşa yazılan en güçlü güfte ise Tuğan Yağım, Ramazan Baytimerov tarafından yazılmıştır. Tataristan'ın resmî internet sitesi olan adresinde hâlâ milli marşın yalnızca müzikten ibaret olduğu belirtilmektedir. Askeriye Silahlı kuvvetler, bir ülkenin kara, hava ve deniz kuvvetlerinin tamamından oluşan askerî örgütüdür. Silahlı kuvvetler kendi yönetim organını iç ve dış politikalarında ilerletmek ve bir ülkenin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü iç ve dış tehditlere karşı savunulmasını temsil etmektedir. Nightwish Nightwish, Finlandiya'nın Kitee şehrinde kurulmuş senfonik metal grubu. 1996 yılında söz yazarı ve klavyeci Tuomas Holopainen, gitarist Emppu Vuorinen ve eski vokalist Tarja Turunen tarafından kuruldu. 1997-2001 yılları arasındaki çalışmalarında power metal türünün örneklerini verirken, 2002 ve sonrası albümlerde müziğine senfoniyi de katarak sonradan senfonik power metal olarak anılacak türe öncülük etmiştir. Günümüze kadar 4 milyondan fazla albüm satan Nightwish, kurulduğu günden beri 40’ı aşkın sayıda ülkeyi ziyaret etmiştir. İlk albümü “"Angels Fall First"” ve ilk teklisi “The Carpenter”ı 1997 yılında yayınladığından beri ülkesinde dikkat çekmekte olan grup; sırasıyla 1998, 2000 ve 2002 yıllarında yayınlanan “"Oceanborn"”, “"Wishmaster"” ve “"Century Child"” albümleri ile dünya çapında bir ün sahibi oldu. 2004 yılında yayınlanan ve 1 milyonluk satışa ulaşan “"Once"”dan çıkan, “Nemo” ile “Wish I Had An Angel” gibi teklilerin klipleri ise MTV ve Amerikan filmlerinin müziklerinde yer alarak, gruba Amerika’da ticari başarının kapılarını araladı ve böylece grup tarihinin en büyük turu olan “"Once"” Dünya Turu’na başladı. Turun sonlarına doğru, Eylül 2005’te, “"Highest Hopes"” adlı “en iyiler” toplama albümü yayınlandı. “"Once"” Dünya Turu'nun 21 Ekim 2005’te gerçekleşen son ayağından sonra grubun diğer dört elemanı vokalist Tarja Turunen’e bir açık mektup aracılığıyla grubu bırakma çağrısında bulundu. Onun ardından “"End of an Era"” DVD'si piyasaya sürüldü. 24 Mayıs 2007'de, eski Alyson Avenue vokalisti olan Anette Olzon’un Turunen’in yerine geldiği açıklandı. Ardından yeni albüm için vokal kayıtlarına başlandı. 26 Eylül 2007'de grubun bu albümü “"Dark Passion Play"” adıyla satışa sunuldu. “"Dark Passion Play"” albümünün 1 milyona yakın kopyası satılan grup, albüm için 2009 baharının sonuna kadar sürmesi planlanan bir turneye çıktı. Grup, 2009'un Mart'ında ""Made In Hong Kong (And In Various Other Places)"" adını taşıyan bir canlı konser albümü yayımladı. Yedinci stüdyo albümü "Imaginaerum" ise ülkeye göre değişen tarihlerde, 2011 sonunda ve 2012 başında yayımlandı. 1 Ekim 2012'de Nightwish, Olzon ile yollarını ayırdığını ve turneye ReVamp ve After Forever gruplarında vokalistlik yapmış Floor Jansen ile devam edeceğini açıkladı. Ekim 2013'te hem Jansen hem de Troy Donockley grubun kalıcı üyeleri oldu. 27 Mart 2015'te Jansen ve Donockley'nin kalıcı üye olarak yer aldığı ilk albüm olan "Endless Forms Most Beautiful" yayımlandı. Nightwish, Finlandiya'da 900.000 kopya ile en çok satan üçüncü grup, ayrıca dünya çapında 9 milyon kayıt satışı ve 60'tan fazla altın ve platinyum ödülle en başarılı olmuş Fin grubudur. Nightwish grubu, 1996 yılında Finlandiya'nın Kitee şehrinde kuruldu. Daha önce Nattvindens Gråt ve Darkwoods My Betrothed adlı heavy metal gruplarında da klavyecelik yapmış olan kurucu Tuomas Holopainen’ın, grubun tarzı konusundaki düşünceleri şekillenmişti: Kendisi tarafından yazılan deneysel akustik kamp müziği ve buna ek olarak klavyelerle yaratılan değişik bir atmosferden oluşan bir müzik yapacaktı. Grubun kadrosuna ilk olarak kendisinin de müzik hocası olan Plamen Dimov’un öğrencilerinden gitarist Erno “Emppu” Vuorinen ve vokalist Tarja Turunen dahil edildi. Planladıkları tarzdaki müziği ortaya koydukları bir demo hazırlayan ve buna “Nightwish” adını veren grup üyeleri, bir süre sonra Turunen’in vokalinin akustik müzik için fazla güçlü olduğu gerekçesiyle müziğe heavy metal elementleri eklemeye karar verdiler. Tuomas Holopainen, “gece dileği” anlamına gelen “Nightwish” sözcüğünü, “Geceyi ve sihrini seviyorum. Gece vakti takılmayı ve düşünceler kurmayı çok severim. Düşler görürüm ve yıldızlara dilekte bulunurum.” şeklinde açıklamaktadır. 1997 başlarında, “Nightwish” adını taşıyan demonun yayınlanmasından sonra, davulcu Jukka “Julius” Nevalainen grubun kadrosuna dahil oldu ve akustik gitarın yerini elektro gitar aldı. 1997’nin Nisan ayında 7 şarkıdan oluşan bir demo kaydetmek için stüdyoya giren grup, “Angels Fall First” adını verdikleri bu demoyu Spinefarm Records’un yetkililerine dinletmeyi başardı. Plak şirketiyle iki albümlük bir anlaşma için masaya oturuldu ve ardından demoda yer alan parçaları tekrar kaydetmek için stüdyoya girildi. 1997'nin Kasım ayında grubun ilk stüdyo albümü “"Angels Fall First"” satışa sunuldu. Albüm, Finlandiya listelerinde 31 numaraya kadar tırmanırken albümden çıkan ilk tekli olan “The Carpenter”da tekli listesinde 3 numaraya kadar yükselmeyi başardı. Bu tekli, aynı plak şirketine mensup olan Children Of Bodom ve Thy Serpent gruplarının da yer aldığı bir "split" şeklinde piyasaya sürüldü. “"Angels Fall First"” albümününü fazla başarılı bulmayan Allmusic, albüme 5 üzerinden 2 puan verirken "The Metal Observer", albümünün “grubun sonraki albümlerine göre çok zayıf olduğunu” belirtti. 1997’nin Aralık ayında grup, ilk konserini memleketleri Kitee, Finlandiya’da verdi. Sonraki yıl içerisinde ise sadece 7 konser verebildi; çünkü Nevalainen ile Vuorinen’in askere gitmesi ve Turunen’in de okulu ile ilgileniyor olması grubun çalışmalarını kısa bir süre için yavaşlatmıştı. Bu arada Spinefarm Records grubun potansiyelinin farkına vararak anlaşmadaki albüm sayısını ikiden üçe çıkardı. 1998'in Nisan ayında “The Carpenter” teklisine bir klip çekildi. Yaz ayına gelindiğinde grupta eksik kalan son bir halka vardı ki o da grupta tam zamanlı bir basgitaristin olmamasıydı. Holopainen’ın eski bir arkadaşı olan basçı Sami Vänskä’nin ekibe dahil olmasıyla grubun bütün elemanları tamamlanmış oldu. 6 Mayıs 1998 tarihinde ikinci albüm “"Oceanborn"” satışa sunuldu. “"Angels Fall First"”teki geleneksel müzik etkileşimleri bu albümde bir kenara bırakılıp daha teknik ve progresif bir tarz yaratıldı. “"Oceanborn"”, Finlandiya’da oldukça büyük ilgi gördü ve 5. sıraya kadar yükseldi. Kasım 1998’de yayınlanan “Sacrament Of Wilderness” adlı tekli haftalarca 1 numarada kaldı. Albüm, Finlandiya dışında piyasaya sürüldüğünde de büyük ilgi gördü. Allmusic; “bütünüyle şahane bir çalışma” olan bu albümü, ilk albümleri “"Angels Fall First"”e göre daha başarılı
buldu. Bu albüm ile elde ettikleri başarı sayesinde grup turlara çıkmaya ve büyük organizasyonlara katılmaya başladı. 1999'un Ağustos ayında Almanya’da satışa çıkarılan “Sleeping Sun”, “Walking In The Air” teklileri ve “"Angels Fall First"” albümü ilk ayında 15 bin adet satıldı. “"Oceanborn"” ile “Sacrament Of Wilderness”, Finlandiya'da altın plak kazandı ve grup Rage’le birlikte 26 konserlik bir Avrupa turuna çıktı. 2000 yılı geldiğinde Nightwish yeni albüm için kolları sıvadı. Albümün çalışmaları devam ederken “Sleepwalker” ile Eurovision Şarkı Yarışması elemelerine katılan grup, halk oylaması sonucu birinci oldu; fakat jürinin müdahelesiyle elemeleri ikinci olarak tamamladı. 2000’in Mayıs ayında “"Wishmaster"” adını taşıyan üçüncü albüm çıkarıldı. Albüme yöneltilen eleştiriler genellikle şarkılarının birbirini tekrar edip durduğu yönündeydi; ancak gayet olumlu yorumlar da bulunuyordu. Albüm, Finlandiya resmi müzik listelerinde 1. sıradan giriş yaparak 3 hafta boyu liste başı olarak kaldı. Bu, Finlandiya'da bir ilkti çünkü daha önce hiçbir rock müzik grubu albüm satış listelerinde birinci sıraya ulaşamamıştı. Onun dışında bu albüm, Almanya listelerine 21. ve Fransa listelerine 66. sıradan giriş yaptı. Alman müzik dergisi "Rock Hard", “"Wishmaster"”ı “ayın albümü” seçti. Albümün ardından grup; Sinergy ve Eternal Tears Of Sorrow ile birlikte aralarında Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinin de bulunduğu geniş kapsamlı bir tura çıktı. Yazın Avrupa’ya dönen grup; Wacken Open Air ve Biebop Metal Fest adlı büyük heavy metal festivallerinde de baş gösterdi. 29 Aralık 2000’de Finlandiya’da gerçekleştirilen bitiriş konseri, “"From Wishes To Eternity"” adı altında sadece Finlandiya’da DVD olarak piyasaya sürüldü. 2001 yılında Spinefarm’la bir albümlük anlaşma daha imzalayan Nightwish, “"Over The Hills And Far Away"” adını taşıyan EP’yi piyasaya sürdü. Bu EP; Gary Moore’un “Over The Hills And Far Away” şarkısının "cover"’ı, “"Angels Fall First"”teki “Astral Romance” parçasının yeni yorumu ve iki yeni şarkıdan (“10th Man Down” ve “Away”) oluşuyordu. Ayrıca EP’de Tony Kakko ve Tapio Wilska konuk sanatçı olarak yer aldılar. Nightwish’in yorumuyla grubun fanları tarafından büyük ilgi gören “Over the Hills and Far Away”; “"End of an Era"” da dahil olmak üzere birçok konser ve toplama albümünde kendine yer buldu. Ancak, diğer şarkılar bu kadar ilgi görmediği gibi başka bir albümde de yayınlanmadı. EP’nin satışından sonra topluluk, basçı Sami Vänskä ile sorunlar yaşamaya başladı. Grupta gittikçe artan gerilim nedeniyle, Sami Vänskä ile grup yollarını ayırdı. Onun yerine daha önce birlikte tura çıktıkları Sinergy grubundan gelen Marco Hietala, hem basgitarı hem de sesiyle grupta görev alacaktı. 2002 yılında “"Century Child"” albümü çıktı. İlk üç albümden farklı olarak bu albümde “Ever Dream” (ilk tekli), “Bless The Child” (ikinci tekli), ve “Beauty Of The Beast” şarkılarında bir orkestra ile çalışıldı. Albümde ünlü müzisyen Andrew Lloyd Webber’in “The Phantom Of The Opera” adını taşıyan eserini yorumlayan grup, bu parçayı Tarja Turunen gruptan ayrılana kadar canlı performanslarında seslendirmeye devam etti. Finlandiya’da iki saatte satış rekorları kıran albüm, Finlandiya’da hem tekli hem albüm listelerine birinci sıradan girerken Almanya’da 5., Avusturya’da ise 15. sıradan listeye girdi. İki klibi çekilen albümün bu kliplerinden ilki “Bless The Child”, ikincisi ise “"Kohtalon Kirja"” (Fince: “"Kader Kitabı"”) filminden sahneler içeren “End Of All Hope” idi. Grup, Temmuz ayında neredeyse tüm konserlerin biletlerinin tükendiği bir Güney Amerika turuna çıktı. Brezilya’da ilk sürümü kısa zamanda tükenen “"Century Child"”, 2002’de Finlandiya’nın en çok satan ikinci albümü oldu. Bu albümden sonra müziğe bir ara veren grup elemanları başka gruplarda çalmaya devam etti. 2003’ün başında grup elemanları yeni albüm kayıtları için tekrar stüdyoya girdi. Tek başına Finlandiya’da 60.000 kopyası satılan “"Century Child"”ın başarısıyla yılın çoğu çalışmalarla geçti. “"End Of Innocence"” adlı DVD için materyal toplandı ancak çıkış tarihi sürekli ertelendi. 2003 Ekim’inde DVD piyasaya sürüldü. 2003 yazında Tarja Turunen, Marcelo Cabuli adlı Arjantinli iş adamı ile evlendi. Evliliğin ardından grubun dağılacağı yönünde haberler çıktı; fakat grup sürekli olarak bu söylentileri yalanladı ve yeni albüm için çalışmalarını hızla devam ettirdi. Nitekim, Turunen’in birkaç sene sonra gruptan çıkarılmasında evliliğinin büyük payı olacaktı. Beşinci stüdyo albümü “"Once"”, 7 Haziran 2004’te yayınlandı. Bu albümle firma değiştiren grup, yeni albümünü Nuclear Blast şirketi altında çıkardı; ancak albümün Finlandiya dağıtımı için tekrar Spinefarm Records’la anlaşıldı. Ardından klibi için de büyük bütçe ayrılan “Nemo” (Latince: “"Hiç Kimse"”) piyasaya çıktı. “"Once"” albümünün 11 şarkısından 9’unda, “"Century Child"”da olduğu gibi orkestra kullanıldı. Fakat bu seferki orkestra Finlandiya’dan değil, İngiltere'den Londra Filarmoni Orkestrası’ydı. Albümün yayınlanmasıyla birlikte şarkılarının orkestral versiyonlarını da yapmaya başladılar. Bunların yanı sıra Nightwish’in Kuolema Tekee Taiteilijan adlı ilk Fince şarkısı da bu albümde yer alıyordu. “"Once"” grubun evi Finlandiya’da üç, Almanya’da bir platin plak almaya hak kazanırken İsveç’te altın plak aldı; Yunanistan, Macaristan ve Norveç listelerinde de 1 numaraya ulaştı. “Nemo”nun ardından yayınlanan tekliler; “"Alone In The Dark"” filminin müziği “Wish I Had An Angel”, sadece Finlandiya ve Japonya’da satışa sunulan “Kuolema Tekee Taiteilijan” ve albümden çıkan son tekli olan “The Siren” oldu. Bu albüm ile o zamana kadarki en büyük başarısını yaşayan Nightwish, tarihinin en büyük konser turu olan “"Once"” Dünya Turu’na başladı. Bu turda daha önce hiç uğramadığı ülkelere giden grup, Helsinki’de yapılan 2005 Dünya Atletizm Şampiyonası’nın açılışında çaldı. Eylül 2005’inde, Nightwish tarihinin o güne kadarki bütün diskografisini kapsayan bir “en iyiler” toplama albümü olarak “"Highest Hopes"” satışa sunuldu. Toplama için “Sleeping Sun” adlı şarkının yeni bir yorumu ve klibi kaydedildi. “"Highest Hopes"”un DVD sürümünde bulunabilen bu klip bir ortaçağ savaşını konu ediyordu. Grubun yoluna Tarja Turunen olmadan devam etmesi gerektiğini düşünen grup elemanları, kararı “"Once"” Dünya Turu'nun bitiriş konserinin ardından hayata geçirdiler. Önce Tuomas Holopainen, konserden sonra grup üyelerinin hepsinin imzasını taşıyan veda mektubunu Turunen’e verdi. Ardından da mektup, grubun ağ sayfasına koyularak bütün dünyayla paylaşıldı. Grubun gösterdiği gerekçe, Turunen’in evlendikten sonra parasal konulara ve gruba bakışını değiştirmesiydi. Olaydan sonra iki basın toplantısı düzenleyen Turunen, bu haberin onda şok etkisi yarattığını belirtti; çünkü mektup ona verilmeden önce ortada olacaklara dair bir tek ipucu bile yoktu. Yanıtını ise aynı şekilde, yani halka açık bir şekilde sunan sanatçı; yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu düşündüğünü ve olayın halka açık bir şekilde lanse edilmesinin “zalimce bir tutum” olduğunu belirterek üzüntüsünün “ne denli derin olduğunu” açıkladı. Onun ardınan 2006 Haziran’ında “"End Of An Era"” (İngilizce: “"Bir Devrin Kapanışı"”) DVD'si yayınlandı. Grubun altıncı stüdyo albümü, 2006 ve 2007 yıllarında; davul kayıtları, sonrasında gitar, bas ve demo klavyeler ve Abbey Road Studios’da kaydedilen orkestra-koro kayıtlarıyla yapıldı. Son olarak sintisayzırlar ve vokaller eklendi. Nightwish, 17 Mart 2006’dan itibaren vokalist pozisyonuyla ilgilenenlerin demo vokal kayıtlarını kendilerine yollamalarını istedi. Bununla birlikte basında birtakım söylentiler ortaya çıktı. Terrorizer dergisi Nisan 2007 sayısında 1 Nisan şakası olarak, Sarah Brightman'ın yeni vokalist olduğunu açıkladı. Başka bir söylenti ise gotik metal grubu Tristania'nın eski vokali Vibeke Stene'in gruba dahil olduğuydu. Grup da insanlara bu söylentilere inamamalarını, kendi resmi sitelerinde yazdıkları dışındaki hiçbir bilginin güvenilir olmadığını belirtti. 24 Mayıs 2007 tarihinde internet sitelerinde, eski Alyson Avenue vokalisti İsveçli Anette Olzon’un yeni vokalistleri olduğunu açıklandı. Anette Olzon gruba birkaç ay önce dahil olmuştu ancak grubun üyeleri hayranlarının karşısına hiç yeni şarkı olmadan sadece bir fotoğraf ile çıkmak istemediklerinden açıklama tarihini ertelemişlerdi. Yeni vokali açıkladıktan bir gün sonra da “Eva”, dijital tekli olarak yayınlandı. 13 Haziran’da yeni albümün adının “"Dark Passion Play"”, yeni teklinin adı da “Amaranth” olarak belirlendiği albüm kapaklarıyla beraber açıklandı. “Amaranth” teklisi aynı zamanda “"Lieksa!"” adlı filmin müziği olan “While Your Lips Are Still Red” adlı parçayı da içeriyordu. “While Your Lips Are Still Red” resmi bir Nightwish şarkısı değildi; baş vokalleri basgitarist Marco Hietala üstleniyordu, sırasıyla davul ve klavyede Jukka Nevalainen ve Tuomas Holopainen vardı. 17 Haziran'dan itibaren gösterilmeye başlanan klibinde ise “"Lieksa!"” filminden sahneler vardı. Ardından 22 Haziran’da yayınlanan “Amaranth”, raflara dizileli iki gün geçmeden Finlandiya'da altın plak aldı. Eylül ayında Avrupa’da, 1 Ekim'de İngiltere'de, 2 Ekim'de ise ABD'de piyasaya sürülen albüm; 3 farklı sürümüyle satışa sunuldu. İlki standart baskı, ikincisi bonus şarkı ve albümdeki şarkıların orkestra düzenlemelerini de içeren 2 CD’lik özel baskı, üçüncüsü de 2 CD’lik özel baskıya ek olarak bonus ve demolar içeren 3 CD’lik sürümdü. Orkestra ve koro da dahil edilirse tam 175 konuk müzisyen katkıda bulunduğu albüme "Kerrang!" tarafından 5/5 (başyapıt) puan verildi. Albüm, basçı Hietala'nın vokalist olarak diğer albümlere nazaran daha ön planda olduğu bir albümleriydi çünkü Hietala “Amaranth” ve “Eva” hariç bütün şarkılarda geri vokal yapmakla birlikte; “The Islander”, “Master Passion Greed”, “While Your Lips Are Still Red”, “Reach” (“Amaranth”ın demo hâli), “Bye Bye Beautiful” ve “7 Days To The Wolves” şarkılarında Olzon ile düet ya da tek başına vokal yapma suretiyle ön vokali devraldı. Bu a
lbüm aynı zamanda Nightwish’in bugüne kadar kaydettiği en uzun şarkı olan “The Poet And The Pendulum”u içeriyordu. İki albümdür yapıldığı gibi “"Dark Passion Play"”de de orkestra kullanıldı. Uzman müzik eleştirmenlerinin albümle ilgili yorumları genelde, grubun Turunen’den sonra “zincirlerini kırıp özgür kaldığı” yönündeydi. “Eva” ve “Amaranth” ın ardından yayınlanacak tekli başta “Bye Bye Beautiful” olarak açıklanmışken ondan önce “Erämaan Viimeinen”in Finlandiya’da 5 Aralık’ta yayınlanmasıyla doğal olarak dördüncü tekli oldu. "Last Of The Wilds"ın Fince vokal eklenmiş hâli olan “Erämaan Viimeinen”de ön vokaller bir Finlandiyalı bayanlardan kurulu rock müzik grubu olan Indica’dan Jonsu tarafından yapıldı. “Bye Bye Beautiful” ise 15 Şubat 2008’de yayınlandı. Beşinci tekli, “The Islander” adıyla 21 Mayıs’ta yayınlandı. Parçanın klibi Finlandiya’nın Rovaniemi şehrinde çekildi. 3 Mart 2008’de Metal Storm Ödülleri’nde Nightwish bir oy farkla, “"Dark Passion Play"” albümüyle aday olduğu “En İyi Power Metal Albümü” kategorisinde ödülü kaçırdı ve bu ödülü kazanan grup, “"Ghost Opera"” albümü ile Kamelot oldu. Aynı zamanda “Amaranth” ile aday oldukları “En İyi Müzik Videosu” kategorisinde de ödül Kamelot’a gitti. Ancak; “En Büyük Sürpriz” kategorisinde ödülü kazanan Nightwish’ti. 22 Eylül 2007’de Olzon ile verilen ilk konser, gizli olarak Estonya’da “Nightwish "cover" grubu Nachtwasser” adı ile gerçekleştirildi. İlk resmi konser ise 6 Ekim 2007 tarihinde İsrail’de hayata geçti. ""Dark Passion Play"" turnesinin ilk ayağında ABD, Kanada ve Avrupa’nın tamamına yakınını ziyaret eden grup; 18 Aralık 2007’den itibaren başlayan ikinci bölümde ise Asya ile Avustralya’ya uğradıktan sonra Kuzey Amerika ve Avrupa’ya başka konserler için geri döndü. Üç yıl süren turne ""End Of An Era""nın da çekildiği Hartwall Arena'da ünlü çello rock grubu Apocalyptica ile birlikte 19 Eylül 2009 tarihli bir konserle sonlandırıldı. Grup, 2009'un Mart ayında ""Made In Hong Kong (And In Various Other Places)"" adını taşıyan bir mini konser albümü yayınladı. Bu mini albüm; Dark Passion Play 2007-2008 Dünya Turnesi esnasında kaydedilmiş sekiz canlı performans, "Bye Bye Beautiful" teklisinin b-tarafları, "Cadence Of Her Last Breath" adlı parçanın daha önce yayınlanmamış demo kaydı ve "Back In The Day... Is Now" adını taşıyan 37 dakikalık bir belgeselden oluşmaktaydı. Grubun beyni Holopainen'ın, yeni albüm hakkındaki demeçleri: Holopainen aynı zamanda basgitarist/vokalist Marco Hietala'nın tek başına kaleme aldığı ve baş vokalini üstlendiği en az bir şarkının da albümde bulunacağını açıkladı. Hietala'nın en az ""Dark Passion Play""deki kadar ön planda olacağını belirten Holopainen, erkek vokallerin bir önceki albümden daha melodik biçimde olacağını da belirtti. Hietala ise söyle demiştir: Çıkış tarihi Aralık 2011 olarak belirlenen, 13 şarkılık bir albüm ile beraber filmi de çekilecek olan bu iki yapıtın da adı başta Imaginarum olarak belirlense da diğer materyallerle karıştırılmaması amacıyla Imaginaerum olarak 1 Eylül 2011 tarihinde değiştirildiği grup tarafından duyurulmuştur. Ayrıca 11 Kasım Cumartesi günü çıkacağı açıklanan teklinin adı "Storytime" olacaktır. Anette Olzon'un Gruptan Ayrılışı Grubun 2012 Eylül ayında devam eden Kuzey Amerika turnesi sırasında, 29 Eylül gecesi yapılacak konser öncesinde grup solisti Anette Olzon ağır ateş teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Grup konseri iptal etmek yerine geçici olarak bulduğu vokalistlerle geceyi tamamladı. Anette, resmi blogunda konserin iptalini beklediğini, yerine çıkan solistlerle ilgili ona herhangi bir bildirim yapılmadığını ve bu olaydan haberi olmadığını açıkladı. 30 Eylül gecesinde Anette Salt Lake City'de yapılan konserde son kez Nighwish solisti olarak sahneye çıktı. Ertesi gün Nightwish'in resmi sitesinde ve Anette'nin blogundan ortak olarak Anette Olzon'un gruptan ayrıldığı açıklandı. Grup Imaginaerum Dünya Turnesi'nin kalan kısmını eski After Forever solisti Floor Jansen ile tamamlamıştır. İlk konserini 31 Aralık 1997 tarihinde Kitee’de veren grup; yıllar geçtikçe, "her yıl daha iyi ve daha fazla konser" düşüncesiyle canlı performans olarak kendilerinin geliştirdi. Kariyerlerinin ilk yıllarında, Nightwish yeterince "metal" olmayan bir konser grubu olarak nam salmıştı. Davulcu Jukka Nevalainen, eski günlerini "Herkesin eski resimlerden görebileceği gibi, imajımız Rock’n’Roll’dan fazla uzaktı." cümleleriyle açıklıyor ve ekliyor; "Yapmacık görünüşlü inek öğrenciler gibiydik". ""Oceanborn"" ve ""Wishmaster""ın yayınlanmasıyla bütçesini genişleten grup, daha büyük arenalarda daha fazla kitlelere gösteri sergileme şansı elde etti. Bu zaman diliminde daha profesyonel ışık sistemleri ve fişekler kullanmaya başlayan grubun günümüzdeki konserlerinde bunlar artık olağan hale gelmiştir. Standart "setlist"’leri sürekli değişti; ama her zaman eski şarkıların yanı sıra yeni albümden rastgele birkaç şarkıya da yer verildi. ""Dark Passion Play"" ve ""Once"" turnelerinde kapanış "Wish I Had An Angel" ile yapılırken (sadece ""Dark Plassion Play"" turnesinde) bu şarkıdan önce "Wishmaster" ile "7 Days To The Wolves" çalındı. ""Dark Passion Play"" turnesi sırasında, standart "setlist"’leri her zaman "Amaranth", "Bye Bye Beautiful" ve "Nemo" gibi hitleri barındırdı. Bunun yanında, Anette Olzon’un ara vermek için sahne arkasına geçebildiği yumuşak balad "The Islander"ın yanı sıra "Eva" ya da "Sleeping Sun" gibi baladlar da konserlerde icra edilmektedir. Bazı şarkılar da sadece özel durumlarda çalınmaktadır. Örneğin "Creek Mary's Blood" sadece John Two-Hawks, "Last Of The Wilds" da sadece Troy Donockley ziyaret edebildiği zaman çalınırken; "Higher Than Hope", adandığı şahsiyet Marc Brueland’ın ailesi konsere geldiği zaman icra edilir. 2001’den 2005’e kadarki konserlerde, Turunen’in biraz ara verebilmesi için Hietala'nın baş vokalistliği üstlendiği bir "cover" çalınıyordu. Olzon gruba geldikten sonraki gösterilerde, bunun yerine daha çok Olzon'un sonlarında katıldığı "The Islander" çalınmaktadır. Holopainen; kendisini etkileyen en önemli müziğin film müzikleri olduğunu, ""Van Helsing"" ve ""Crimson Tide""ın müzikleri başta olmak üzere birçok film müziğini çok beğendiğini söylemektedir. “Beauty Of The Beast” (“"Century Child"”), “Ghost Love Score” (“"Once"”) ve “The Poet and the Pendulum” (“"Dark Passion Play"”) bu etkileşimin en çok açığa çıktığı parçalardandır. Bir konser DVD'si olan “"From Wishes To Eternity"”de çalınan enstrümantal bir parçada “Crimson Tide” ve “Deep Blue Sea”ye ait temaların işlendiği görülür. “Bless The Child” adlı şarkıda da “Crimson Tide” teması işlenmiştir. Holopainen bir başka söyleşide de besteci Hans Zimmer, James Warner ve Danny Elfman'ın “bomba gibi bestelerinin” kendisini çok etkilediğini söylemiştir. Fantastik romanlar da grubun etkileşimlerinden biridir. ""Dragonlance"" serisi ve J.R.R. Tolkien'ın ""Yüzüklerin Efendisi"" adını taşıyan eseri başta olmak üzere, şarkı sözlerinde bu tür romanlardan alıntılar dikkat çekmektedir. 'The Kharolis Mountains', 'Shalafi', 'Krynn', 'Elbereth' ve 'Gray Havens' gibi öykülerden izlere, “Wishmaster” ve “Wanderlust” gibi şarkılarda rastlanabilir. "“7 Days To The Wolves”un müziği de Stephen King’in ""Kara Kule"" serisinden esinlenilerek yazılmıştır. Nightwish, başka müzisyenlerin de etkilendiği bir gruptur. Epica'nın solisti Simone Simons, Nightwish grubunundan etkilenerek şan dersi almaya başlamıştır. Visions Of Atlantis'in eski solisti Nicole Bogner, ilk albümlerinde Nightwish'in kendileri için büyük ilham kaynağı olduğunu açıklamıştır. After Forever'dan Sander Gommans; Nightwish'in, yeni şarkılar yazarken kendilerini etkileyeceğini açıklamıştır. Sonata Arctica grubundan Tony Kakko, Nightwish grubunun müzisyen olarak kendisini “ne kadar çok etkilediğini” belirtmiştir. Başlangıçta genel olarak mitolojik ve fantastik temalar üzerine söz yazan Holopainen, "metafizik ile doğa" konularını da ele alıyordu. Yıllar geçtikçe sanatçının yazdığı şarkı sözleri daha kişisel bir hal aldı. ""Wishmaster""da, albüme adını veren parça "Tolkien ve diğer fantastik roman yazarlarına övgü" amaçlı yazılmıştı; bunun yanı sıra albümün duygusal bir tarafı da vardı. Bu duygusallığın en iyi ortaya çıktığı şarkılardan "Dead Boy's Poem" için Holopainen söyle demiştir: Bu gelişme, ""Wishmaster""ı takip eden albüm ""Century Child""da daha belirgin bir hal almıştı. Eski bayan vokalist Turunen albümün "alıştığımızın aksine, hayali dünya yerine hayatın acımasızlığı" ile ilişkili olduğunu düşünmektedir. 2004'te piyasaya sürülen ""Once"" ise, bu albüm kadar melankolik ve dramatik bir çalışma değildi." ""Once"" albümünden "Kuolema Tekee Taiteilijan" (Fince: ""Ölüm Sanatçı Yaratır"") kaybetme deneyimi ve onun sanat üzerindeki etkisini anlatırken, "Nemo" kayıp olmanın duygusuyla alakalı bir eserdir. Diğer taraftan, Dee Brown'ın bir eseriyle aynı adı taşıyan "Creek Mary's Blood" şarkısı, Kızılderililerin 19. yüzyıl sonlarındaki hallerini konu eden bir çalışmaydı. Tekliler dışında ""Dark Passion Play"" albümü; Holopainen'ın çocukluğu, Turunen ile eşi Marcelo Cabuli, Edgar Allan Poe ve Stephen King gibi yazarlardan alıntılara dayanıyordu. ""Angels Fall First"" adını taşıyan ilk albümlerinde birkaç Fince şarkıya yer veren grup, daha sonraki albümlerinde neredeyse tamamen İngilizce şarkılar yazmıştır. Bunun tek istisnaları "Kuolema Tekee Taiteilijan" (""Once"") ve enstrümantal parça "Last of the Wilds"ın (""Dark Passion Play"") vokalli versiyonu "Erämaan Viimeinen" adlı şarkılardır. Holopainen "Erämaan Viimeinen"ın sözleri konusunda çok kararsız kaldığını belirtimşir; çünkü ona göre Fince şarkı sözü yazmak İngilizceye göre daha zor olmakla beraber Fince, "şarkı sözlerinde bazen çok çirkin durabilen" bir dildi. Nightwish parçalarının çoğu klavyeci Holopainen tarafından yazılmıştır. “"Dark Passion Play"” için bir parçayı tek başına yazan Emppu Vuorinen daha önce de bazı katkılarda bulunmuştu. Marco Hietala da giderek daha fazla söz yazmaya başlamıştı. Örneğin, “"Century
Child"” albümündeki “Beauty of the Beast” parçasının ‘Long Lost Love’ bölümünü o yazmıştı. “"Dark Passion Play"” albümündeki, aslında Tarot grubu için yazdığı, daha çok akustik müzik tarzında olan şarkı “The Islander” da onun kaleminden çıkmadır. Nightwish farklı albümlerde farklı tarzların örneklerini verse de genel olarak senfonik metal, gotik metal, epik metal ve folk metal türlerini power metal çatısı altında topladıkları söylenebilir. Gotik metal tanımı özellikle “"Once"” ve sonrası albümlerde kendini gösteren gotik etkiler nedeniyle kullanılsa da; Holopainen, Nightwish’i gotik bir grup olarak görmediğini belirtmiştir. Yaptıkları müzik, “klavye ve yaylı çalgıların yarattığı gotik atmosfer ile abartmalı, senfonik, sinematik metal” şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında Nightwish; “"Century Child"” ve “"Once"” albümlerinde hali hazırdaki “ticari operatik power metal” tarzını, daha “piyasa” bir gotik metal çeşitlemesi ile karıştırarak icra etmişti. Holopainen, müzikal tarzlarını “kadın vokalli melodik metal” olarak tanımlamayı tercih ederken, Hietala “melodik, senfonik gotik metal” ve “film müziği metal” tanımlarını kullanır. Nightwish'in müziği epik, dramatik, operatik ve yakalayıcı tınılara sahiptir. Eski albümlerindeki tarzları, o zamanki vokalistleri soprano Turunen'in klasik tarzı ile klavyeli çalgıların ağırlıkta olduğu power metal karışımı olarak ortaya çıkıyordu. Power metal şarkıları melodik ve klasik armoniye sahiptirler. “"Wishmaster"” da olduğu gibi tipik bir power metal müziğinde elektrogitar, basgitar ve davul; klavyeli çalgıların sesleriyle örtülür ve bir şarkı içerisinde (“Moondance” şarkısında olduğu gibi) akustik bölümlerle metal türüne yakın bölümler çok sık yer değiştirir. Klasik biçimin uygulandığı bir örnek olarak; barok müziğini hatırlatan, tekrarların çok olduğu, gitar ve klavyeli çalgılarla çalınan “Stargazers” (“"Oceanborn"”) gösterilebilir. Turunen'in daha şan eğitimi almamış olması ve parçaların akustik tabanlı olması nedeni ile, ilk albüm bu tarzdan biraz uzak bir çalışmadır. 2002 yılında yayınlanan “"Century Child"” albümü ile birlikte belirleyici ses giderek orkestraya uygun bir biçime dönüşüyordu. Bu albümde grup ilk defa bir orkestra ile birlikte çalıştı. “"Once"” ve “"Dark Passion Play"” de, Londra Filarmoni Orkestrası ile birlikte kayıt edildi. Holopainen bu gelişmeyi “"Once"” ile ilgili olarak yaptığı bir söyleşide de anlatmıştı: “Once'ın bir metal albümü olmasını istemiyordum. Aksine o heavy metal maskesi arkasına gizlenmiş bir film müziği albümüydü.” Holopainen'ın klavyede yaptıkları, genelde klavyenin sadece eşlik eden çalgı konumunda olduğu metal müzik türünde sıradışı bir şekilde belirleyicidir. Yaylı sazlar ve üflemeli çalgılar denemeleriyle; kendisine örnek olarak aldığı bestecilerin hızlı akor tekrarlarını ve yoğun orkestrasyonlarını kullanıyordu. Akorlarda VII. Basamak fonksiyon teorisini kullanıyordu. Bu tarzın kullanımı günümüzde epik film müziklerinde de yaygınlaşıyor. Nightwish, “"Once"” albümüyle birlikte, Pip Williams gibi dışarıdan müzisyenlerin orkestra düzenlemelerine yer vermeye başladı. Bu tarz, geç romantikler olarak anılan Richard Wagner ve Antonín Dvořák'ın tarzına uygundu. Nightwish'in tarzı klasik ve romantik öğelerin yanı sıra zaman zaman folklör ögelerini de içerir. İlk albümleri “"Angels Fall First"”teki “Lappi” adlı enstrümantal şarkı, grubun kuruluşundaki tarzına uygun olarak, geleneksel Fin müziği tarzındaydı. “"Once"” albümündeki “Creek Mary's Blood” adlı şarkı, müzikal ve metin olarak Cherokee kızılderililerinin geleneksel müziğinin, “The Siren” ise Arap müziğinin etkilerini taşır. “"Dark Passion Play"” albümündeki “The Islander” ve enstrümantal parça “Last of the Wilds” Kelt müziği etkisi altındadır. Bunun dışında “Wish I Had an Angel”, “Romanticide” (“"Once"”) ve “Bye Bye Beautiful” (“"Dark Passion Play"”) şarkıları endüstriyel metal tarzından etkillenmiş parçalardır. Şarkılarda genellikle bayan vokaliste erkek sesleri eşlik eder. “"Angels Fall First"” albümündeki bazı parçalarda Holopainen'in sesi duyulur. “"Oceanborn"”da Finntroll isimli folk metal grubunun solisti Tapio Wilska iki parçanın vokalistiydi. “"Wishmaster"” albümündeki “The Kinslayer” adlı parçada Babylon Whores elemanı Ike Vil görev almıştı. “"Century Child"” ile birlikte Marco Hietala erkek vokalist görevini üstlenerek görev alanını genişletti. Turunen'in “"Century Child"” ve “"Once"” albümlerinde şarkı söyleme stilini değiştirmesi hakkında Holopainen “kulağa daha hoş geliyor,[…] bu durum fan kulüplerinin bölünmesine yol açtı. Buna rağmen, yüksek ve gürültülü sesli iki CD yeter, grup yeni alanlar keşfetmek istiyordu.” demiştir. 2007'de satışa sunulan kayıtları “"Dark Passion Play"”de ise Turunen'in yerine geçen Anette Olzon bayan vokalistliği üstlendiği için operatik vokaller tamamen yok oldu. Nightwish'te bugüne kadar üç eleman değişikliği yaşanmıştır. Bu değişikliklerden biri, 2001'de basgitarist/vokalist Hietala'nın Vänskä yerine gruba katılması; diğeri, 2005'te gruptan çıkarılan vokalist Turunen'in yerine 2007'de Olzon'un gelmesi, sonuncusu ise 2012'de Olzon'un gruptan ayrılıp yerine Floor Jansen'in gelmesidir. Holopainen ve Vuorinen, grubun ilk kurulduğu günden beri kadroda yer alan isimlerdir; 1997'de kadroya dahil olan Nevalainen de grubun günümüze kadarki ilk ve tek davulcusudur. Taktik Saha Muhabere Sistemi Taktik Saha Muhabere Sistemi, kısaca TASMUS şeklinde isimlendirilen Aselsan tarafından geliştirilen ve muharebe sahasında çeşitli araçların ve silahların, komuta merkezlerinin birbiri ile iletişimini sağlayan sistem. Autodesk Autodesk, endüstriyel kullanıma dönük profesyonel yazılımlar geliştiren bir ABD firmasıdır. Dünyada en çok kullanılan endüstriyel amaçlı yazılımları portföyünde bulundurmakla birlikte en çok yazılım kodu üreten firmaların başında olmasıyla da tanınır. En çok kullanılan yazılımı Autocad'dir. 2005 yılında SGI firmasının yazılım grubu olan Alias firmasını da satın almasıyla gündeme gelmiştir. Ürün yelpazesinde; inşaat, makine, endüstri, mimari ve sinema alanına yönelik ürünleri vardır. Alanında ilk ürünleri son kullanıcı için üretmesi nedeniyle özellikle ABD dışındaki bazı ülke üniversitelerinde yazılımları öğretim anlamında ders olarak okutulur. Güçlü 2B ve 3B işlevleri, tasarım paylaşımı ve işbirliği araçları ile Dünyada ve Türkiye'de en çok kullanılan tasarım ve çizim platformu. 3B serbest form tasarım araçları, parametrik çizim ve PDF’den aktarma sayesinde AutoCAD®, yazılımı dokümantasyon ve tasarım süreçlerini daha da ileri götürmek için gereken gücü ve esnekliği sağlar. Eksiksiz 3B dijital prototipler üretmek, doğrulamak ve belgelemek için ihtiyacınız olan her şey. Autodesk Inventor Profesyonel 2014 yazılımının tüm ana özellikleriyle birlikte, güzergahlı sistemler için geliştirilmiş tasarım, araç oluşturma ve simülasyon özellikleri içerir. Teknik çizim amaçları için geliştirilen AutoCAD® LT yazılımı, ihtiyaç duyduğunuz 2B araçlarını ve komutlarını fazlasıyla sunar. İnşaat mühendislerinin tasarım, analiz ve simülasyonu için yapı bilgi modelleme (BIM) çözümü. AutoCAD®, AutoCAD® Architecture ve Autodesk® Revit® Architecture yazılımlarını birleştirerek, BIM aşamasına kendi hızınızda geçmenize olanak sağlar. AutoCAD® yazılımının gücü, Autodesk® Revit® Structure ve AutoCAD® Structural Detailing yazılımlarının yararları burada bir araya geliyor. AutoCAD® Revit® MEP ve AutoCAD® MEP, mekanik, elektrik ve borulama projelerinde uzmanlaşan mühendisler için aşina oldukları bir AutoCAD ortamında yapı bilgi modelleme (BIM) olanağı sunar. Ödüllü oyun, film ve video içerikleri üretmek için kullanılan endüstri standardı bir 3B modelleme, animasyon, gerçekleme ve görsel efektler çözümü. Tasarımcılara ve görselleştirme uzmanlarına AutoCAD ve Revit yazılım aileleriyle tümleşik iş akışları sunan bir 3B modelleme ve gerçekleme çözümü. Otomotive tasarımı ve modellemesi için kendi alanında öncü uygulama ve dünya çapında lider otomotiv modelleme stüdyoların tercihi. Dinamik 3D modelleme kapasiteli komple bu set sayesinde tasarımcılar yavaş yavaş konsept modeller geliştirip verilerini yüksek kaliteli birinci sınıf yüzeylere taşıyor. Modelleme araçları, genişletilmiş kaplama? özellikleri, ve 64 bit ve çok çekirdekli teknolojiden yararlanan iş akışları sayesinde üretim ihtiyaçlarını karşılayıp nefes kesen 3D yaratın Ürününüzün çok gerçekçi 3B görsellerini yaratın. Müşterilerinize ve hissedarlarınıza birden çok tasarım seçeneği sağlayın ve tasarım değerlendirme sürecini modernleştirin. Mekanik Tasarımcılar için üretilmiş AutoCAD’dir. Mekanik Tasarım sürecinde varolan genel işleri otomatikleştirerek ve standart parça kütüphaneleri sunarak, tasarım sürecini hızlandırır. Wentworth Miller Wentworth Earl Miller III (d. 2 Haziran 1972; Oxfordshire, İngiltere), Amerikalı oyuncu. Annesi öğretmen, babası ve iki kız kardeşi de avukattır. Miller Princeton Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümü mezunudur. Los Angeles'ta yaşamaktadır. Babası Afrikalı-Amerikalıdır. Annesi ve babası boşanmıştır. Ayrıca Mariah Carey'nin 2005 yılındaki 'It's Like That' ve 'We Belong Together' kliplerinde kısa rolleri vardır. "We Belong Together" 'daki rolü "Entertainment Weekly" tarafından en seksi ikinci kısa rol seçilmiştir. Prison Break'teki Micheal Scofield karakteri ile zirveye çıkmıştır. Zirveye çıktığı Prison Break dizisi Final Break adlı filmle devam etti ve 7 yıl sonra 5. ve final sezonu ile 2017 tarihinde sona erecektir. Prison Break'ten bir sonraki TV görüntüsünde aktör Law & Order SVU 11. sezon prömiyerinde Nate Kendal isimli bir polis memurunu oynamıştır. Ayrıca "" adlı sinema filminde "Chris Redfield" adlı popüler oyun karakterini canlandırmıştır. Aktör "Ted Foulke" takma adıyla, Stoker ve Uncle Charlie adında iki senaryo yazarak, kariyerine senaryo yazarlığını da eklemiştir. Rusya'daki bir film festivali davetini ülkede eşcinsellere karşı uygulanan yasalar dolayısıyla reddederek eşcinsel olduğunu açıklamıştır. Zırhlı muharebe aracı
ZMA (zırhlı muharebe aracı) zırhlı personel taşıyıcı ve tank lara destek olmak için kullanılan araçlardır. Bu silâh sisteminin özgünlüğü değiştirilebilir silâh seçenekleri ile (makineli tüfek, tanksavar, havan , top) maliyetin azaltılarak birçok özelliğin aynı platformda kullanılabilmesindedir. Böylece aynı kasa araçtan 25 mm kuleli ZMA, ZHA (zırhlı havan aracı), güdümlü tanksavar kullanabilen ZMA'lar, zırhlı cankurtaran gibi birçok savaş aracı yapılabilir. Bu tür sistemlerin genellikle taret kısımları değiştirilerek (25 mm'lik makineli top yerine güdümlü tanksavar konulmak istenmesi gibi) maliyet en düşük seviyede tutulur ve çok çeşit araç muharebe alanında bulunabilir. Ayrıca aynı yedek parçalar kullanıldığı için muharebe alanında bakım ve tamirleri daha kolay olur. ZMA'ların tanklarla en büyük farkı ana silâhın, tank ana silâhı kadar güçlü olmayışıdır. NATO standardı tanklar 120 mm top kullanırken ZMA araçları en fazla 105 mm'lik top kullanabilmektedirler. Bununla beraber 20 mm ve üstü top kullanabilen ZMA'lar Hafif Tank sınıfına dâhil edilmektedir. Diğer önemli farklar ise ZMA'ların tanklara oranla değiştirilebilir silâh seçenekleri ve düşük zırh korumalarıdır. Tanklarda değiştirilebilir silâh seçenekleri genellikle ana taret üzerinde olurken ZMA'larda taretin kendisinde olur. ZMA'lar ZPT'lerin top veya havan monte edilmiş olan biçimleridir. Türk Silahlı Kuvvetleri envanterinde; 20–25 mm top , 90–125 mm top namlusu ve 81–120 mm havan barındırabilen ACV 300 modelleri mevcuttur. ZMA'lar DAF ve DRAGAR kuleli olmak uzere 2 ceşit vardır. Dragar kulelilerde stabilizasyon sistemi mevcuttur. Hedefe kilitlenebilir. Kulede 25 mm'lik top, MG-3 makineli tüfek ve 6 adet sis havanı mevcuttur. MAkineli tüfek ve top eş eksenlidir. tek bir dezavantajı MG-3 ve topun aynı anda kullanılamamasıdır. ZMA'lar amfibik özelliğe sahiptir. Yani suda yuzebilir. ancak bunun belli şartları vardır; dalga boyunun 30 cm'i geçmemesi ve akıntının saatte 6.4 milden daha fazla olmaması gerekmektedir. Dip Not : Uluslararası askeri litaretürde ACV (Armored Combat Vehicle) olarak geçmektedir. Sıcak Saatler Sıcak Saatler, 15 Eylül 1997'de atv'de yayınlanmaya başlayan, senaryosunu Ahmet Yurdakul'un yazdığı televizyon dizisi. Yapımcılığını Sinegraf'ın üstlendiği dizinin yönetmen koltuğunda Osman Sınav, Mustafa Şevki Doğan, Veli Çelik, Sadullah Celen ve Mehmet Aslantuğ oturdu. Dizi müziklerini ise Bora Ebeoğlu, Cengiz Onural ve Oya Ebeoğlu'ndan oluşan Aria yaptı. Dizi Osman Sınav yönetmenliğinde başladı. 13 bölüm sonra Osman Sınav diziden ayrıldı ve yerine yardımcısı Mustafa Şevki Doğan geçti. 15-16 bölüm yönettikten sonra 10-11 bölümün 1-2'sini Sadullah Celen, geri kalan bölümleri ise Veli Çelik yönetti. İkinci sezonun tamamını (40-67) Veli Çelik yönetti. Dizi üç sezon sürdü. 67. bölümde dizinin sonu seyirciye bırakılarak dizi bitirildi. Fakat dizinin bitmesinden bir sene sonra, Sedat ve Buket'i evlendirmek için bir 13 bölüm daha çekildi. Çekilen bu ek bölümleri Mehmet Aslantuğ yönetti. Sedat Yalçın, gözü pek bir televizyon gazetecisidir. Zorlu ve esrarengiz maceraların içine girmekten geri durmayacaktır. Buket Hazal ise Sedat Yalçın'ın ekibine yeni katılanlardan biridir. Önce sürtüşmelerle başlayan arkadaşlıkları, bu ilişkinin farklı boyutlara kaymasını engellemeyecektir. Remzi Baba, Cehennem Cevdet, Rıfat Hazal, Komiser Doğan, gazeteci Coşkun ve Ayşe ve diğer karakterler ise bu maceranın içinde kendilerine bir köşe kapmaktan geri durmayacaklardır. CentOS CentOS Red Hat firmasının dağıtımı olan Red Hat Enterprise Linux ("RHEL") kaynak kodları üzerine kurulu ve bu dağıtım ile uyumlu bir linux dağıtımıdır. Bağımsız bir grup tarafından geliştirilen işletim sisteminin isminin açılımı "The Community ENTerprise Operating System" biçimindedir. Ocak 7, 2014 tarihli bir bildiri ile CentOS geliştirici lideri Karanbir Singh, CentOS'un RedHat ekibine dahil olduğunu bildirmiştir. CentOS'un sistem gereksinimleri Red Hat Enterprise Linux ile hemen hemen aynıdır: 5.x ve 6.x sürümleri için aynı zamanda güncellemeler yayınlanmaktadır. M113 M113, bugüne kadar 80.000 adet üretilen, hizmete girdiği 1960'lardan bu yana ABD'nin mekanize piyade birliklerinin belkemiğini oluşturan ve NATO üyesi ülkelerin aralarında bulunduğu 60 ülke tarafından kullanılan hafif zırhlı, tam paletli bir zırhlı personel taşıyıcıdır. Amerikan ordusunun kullandığı M113A2 ve M113A3 ADATS ve KMS geliştirme paketleri takviyelenmiştir. M113A1, M113A2 ve M113A3 türevleri mevcuttur. Bu araç Vietnam Savaşı'nda sıkça kullanılmış ve ayrıca savaşta yaralı askerleri taşırken koruma sağlamaktadır. M133'ler ABD Ordusu'nda uzun süredir cephe birliklerinde M2/3 Bradley'ler ile değiştirilmektedir. Komuta ambulans ve zırhlı mühendislik gibi varyantları cephe destek rollerinde kullanılmaktadır. M113, alüminyum zırh kullanan ilk zırhlı savaş aracıdır. Bu alüminyum zırh, eski nesil zırhlı personel taşıyıcılara oranla aracı çok daha hafif yapmaktadır. İkilik 1. Mantık devrelerinde (örn. bilgisayar) kullanılan Mantık_0 ve Mantık_1 ifadelerinin temsil edildiği, tek ya da çok bitten oluşmuş, dosya içerisindeki her bitin belli ya da değişik uzunluklardaki kümelerinin bir anlam ifade ettiği ve çoğunlukla kendi başına çalıştırılabilir dosyalar için kullanılan ifade. 2. Matematikte "iki tabanında" anlamını veren ifade. Örneğin formula_1 sayısının ikilik karşılığı formula_2 şeklindedir. Tahir Akyürek Tahir Akyürek (d. 1959 Derebucak, Konya Türkiye), Türk siyasetçi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bağ-Kur Konya İl Müdürlüğü'nde Avukat, Konya Ticaret Odası'nda Genel Sekreter olarak görev yaptı. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında yöneticiliklerde bulundu. Daha sonra Serbest Avukat olarak çalıştı. 2004 yılından itibaren Konya Büyükşehir Belediye Başkanlık görevini yapmakta olan Akyürek, evli ve 3 çocuk babasıdır. Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı Ministerium für Staatssicherheit (MfS /Devlet Güvenlik Bakanlığı) özellikle Stasi (Staatssicherheit birleşik kelimesinden dolayı) olarak bilinir, Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin güvenlik ve istihbarat organizasyonudur. Stasi Doğu Berlin'den yönetilmekteydi. Lichtenberg şehrinde geniş kapsamlı bir komplekse sahipti, bunun dışında şehrin muhtelif yerlerinde değişik komplekslerede sahipti. Stasi dünya çapında etkin istihbarat örgütlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Organizasyonun şiarı ""Schild und Schwert der Partei"" (Parti'nin Kalkanı ve Kılıcı). Daha önceki dönemlerde Stasi için kullanılan bir başka ifade ise "Staatssicherheitsdienst", yani Devlet Güvenlik Servisi idi. Stasi 8 Şubat 1950 tarihinde kurulmuştur. Kuruluşunda Sovyet KGB model alınmıştır. KGB tarafından Varşova Paktı içerisinde en etkin ve sadık ortak olarak kabul ediliyordu. Wilhelm Zaisser Stasi'nin ilk başkanıdır, Wilhelm Zaisser'ın yardımcısı ise Erich Mielke. Wilhelm Zaisser Demokratik Almanya Cumhuriyeti lideri Walter Ulbricht tarafından 1957 yılında görevinden alındı. Göreve Ernst Wollweber getirildi. Ernst Wollweber, devlet lideri Walter Ulbricht ve Erich Mielke ile yaşadığı uyuşmazlıklardan dolayı görevinden istifa etti. Göreve yardımcısı Erich Mielke devam etti. Ayrıca 1957 yılında, Markus Wolf HVA'nın (İstihbarat Merkez İdaresi -Hauptverwaltung Aufklärung) yabancı istihbarat bölümünün başına getirildi. Wolf Almanya Federal Cumhuriyeti'nin devlet mekanizmasına, politikasına ve iş dünyasına sızmada büyük başarılar elde etti. Stasi 1970'li özellikle Latin Amerika'da birçok aktivist ve politikacının hayatını kurtararak farklı bir rol daha üstlenmiştir. Örneğin eylül 1973'te Şili'de Pinochet darbesi sırasında, Stasi ajanları tarafından gerçekleştirilen operasyonda, "İnsanların Birliği" örgütüne üye yüzlerce insan kurtarılarak Alman Demokratik Cumhuriyeti'ne nakledilmiştir. 1986 yılında Wolf emekliye ayrıldığında görevini Werner Grossmann'a devretmiştir. 1989 yılında, Doğu Almanya'nın çözülmesinden önce, Stasi adı "Ulusal Güvenlik Ofisi" olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklikten sonra yönetime Rudi Mittig getirilmiştir. Rejimin son yılları olan 1989-90'larda, panikleyen Stasi yetkilileri kâğıt öğütücü cihazlarla Stasi dokümanlarını yok etmeye çalıştılar. Kağıt öğütücü cihazlar ağır iş yükünden dolayı çalışamaz hale geldiğinde dokümanları elle parçadılar. Çalakalem saklanan kâğıt parça çantaları başa geçen yeni yönetim tarafından kısa sürede ele geçirildi. Büyük Kaçış Büyük Kaçış (Orijinal adı: "Prison Break"), ABD yapımı bir aksiyon dizisi. Hikâyesi Paul Scheuring tarafından ortaya atılmış ve FOX şirketi tarafından 2005 yılında dizi olarak hayatına adım atmıştır. Dizi genel olarak işlemediği bir suçtan dolayı idam cezası almış Lincoln Burrows (Dominic Purcell) 'u ve Lincoln'ün kardeşi Michael Scofield (Wentworth Miller)'ın kardeşini kurtarmak için tüm yasal yolların tükendiğini fark edip onu hapishaneden çıkarmak için bir kaçış planı yapması ve sonrasında gelişen olayları konu alır. Dizinin yapımcılığını Adelstein-Parouse Productions, Original Television ve 20th Century Fox Television işbirliğiyle üstlenmiştir. Dizinin başrollerinde Wentworth Miller, Dominic Purcell, Sarah Wayne Callies, Amaury Nolasco yer alır. Yaklaşık 42 ülkede yayınlanmış olan 22 bölümlük ilk sezon, ABD'de 29 Ağustos 2005 tarihinde Fox kanalında gösterilmeye başlanmıştır, Türkiye'de CNBC-e kanalı tarafından yayınlanmıştır. Sezon finali Türkiye'de 15 Mayıs 2006 tarihinde yayınlanan dizinin ikinci sezonu, 1 Mart 2007 tarihinde CNBC-e ekranlarına geri dönmüştür. Aynı sezon, 26 Temmuz 2007 tarihinde Sona bölümü ile sona ermiştir. 3. sezon 17 Eylül 2007'de başlamış ve 22 bölüm çekileceği planlanmasına rağmen Amerikan Senaryo Yazarları Birliği'nin grevinden dolayı sadece 13 bölüm çekilebilmiştir. Bugüne kadar 3 sezon boyunca toplam 57 bölüm yayınlanmıştır. 4. sezon ise Amerika'da 1 Eylül 2008'de başlamış ve 1 Aralık itibarıyla 12. bölümü yayınlanmıştır. 4. sezonun finali aynı zamanda dizinin finali olacağı açıklanmıştır. 15 Mayıs 2009 itibarıyla dizi final
bölümü ile ekranlara veda etmiştir. 4. sezonun final bölümündeki şaşırtıcı sonu açıklamak için yapımcılar tarafından 2 özel bölümlük DVD çıkarılmış, "Büyük Kaçış: Son Kaçış" ismiyle satışa sunulmuştur. Dizi, 9 Haziran 2009 tarihinde ilk bölümünden itibaren Star TV kanalında "Büyük Kaçış" adıyla Türkçe dublaj ile gösterime girmiştir. Michael Scofield'i Murat Şen, Lincoln Burrows'u Erol Eren seslendirmiştir.Türkiye'de büyük bir ilgi görmüştür. 6 Ağustos 2015 tarihinde yapımcı kuruluş tarafından 5. sezonun çıkacağı onaylanmıştır. Yeni sezon 10 bölüm olacağı açıklanmıştır. Bu sezon suçsuz yere idama mahkûm edilen Lincoln Burrows'un, kardeşi Michael Scofield tarafından hapishaneden kaçırılmasyla sona erer.Michael abisini hapisten kurtarmak için sahte bir suç işleyip kendisini abisiyle aynı hapishaneye attırır.Hapishane Chicago,IL de bulunan Fox River eyalet hapishanesidir. Micheal bazı arkadaşlar edinir. Toplam 7 kişidirler. Michael aynı zamanda inşaat mühendisidir.Dizide zekiliğiyle dikkat çeken Michael hapishanenin planını sırtına ve kollarına gizli bir şifreyle dövmeletir.Ve bu dövmeler sayesinde bazen aksamalar yaşasa da planlarını gerçekleştirip abisini hapishaneden kaçırır. Bu sezon kaçıştan 8 saat sonrasıyla başlar.Brad Bellick isimli gardiyan onları yakalamak ve ödülü almak için mahkûmların peşine düşer.Federal Ajan Alex Mahone da kaçakların peşindedir; ancak The Company(Şirket) için çalışmakta olup kaçakları öldürmek istemektedir.Kaçaklar hapishanede D.B Cooper tarafından yerini öğrendikleri 5 milyon doları bulmak için adeta yarışırlar.Para bulunur ve T-Bag tarafından kaçırılır.Ancak T-Bag parayı fazla koruyamaz ve yine kaptırır ve koşuşturmaca bu şekilde devam eder.Mahkumlarımız aynı zamanda kaçmakla da uğraştıklarından Panama ya kaçarlar ve orada yakalanıp Sona Hapishanesine tıkılırlar. Bu bölüm Micheal ve T-Bag, kaçtıkları Panama'da Sona Hapishanesi'nde başlar. Bu hapishanede kurallar çok farklıdır.Bu hapishanede gardiyan bulunmaz; askerler çevrededir.Mahkumlar gardiyanları rehine olarak aldıkları için askerler hapishanenin çevresinde tel örgüler çekip etrafını çevirmişlerdir. Sona tam anlamıyla cehennemdir; Lechero'nun adalet sistemi geçerlidir. Aralarında anlaşmazlığı olan varsa düelloya çıkıp biri ölene kadar dövüşür. Micheal Scofield kaçma planları yaparken askerlerin eski bir hapishane olan Sona'dan dışarı çıkmaya değil tellerin içindeki bir fareyi bile anında fark edip vurduğunu görür. Scofield'ın bir görevi vardır, ağabeyinin oğlu Şirket'in elindedir ve ondan Sona'dan birini kaçırmasını isterler. Sona'dan kaçarlar ve sonrasında 4. sezon başlar. Michael'ın, Sara'nın ölmediğini öğrenmesiyle başlar ve 22 bölüm sürer. Bu sezonda Ajan Don Self'in oluşturduğu ekip örgüt'ün kara kitabı olarak bilinen Scylla adlı diski ele geçirmeye çalışacaklardır. Bu diskte çok özel bilgiler bulunmaktadır. Eğer mahkumlar bu görevi kabul etmezlerse Fox River'a geri döneceklerdir. O yüzden görevi kabul edip Michael'ın önderliği altında Scylla'yı ele geçirmeye çalışmaya başlarlar. Tabi Şirket ise bu diski koruyamaya başlayacaktır. Özellikle bu işe James Whistler'ı öldürmekle başlarlar. Bu yüzden pek çok kişi ölecektir özellikle de mahkumların tanıdıkları. Bu uğurda birçok kişinin yolu kesişecektir. Scofield'ın annesi aslında ölmemiştir ve 4. sezonda rol alır. Büyük Kaçış: Son Kaçış filmiyle biter. T-Bag, Michael'ın Yemen'de bir hapishanede olduğunu öğrenir ve eline bir fotoğraf alarak Lincoln'e gösterir. Lincoln durumu Sara ile görüşüp yola çıkar ancak yalnız değildir. Yemen'de eski gruptan C-Note vardır. Yemen'deki bu hapishaneden kaçış için plan yapmaya başlarlar. Ancak 5. sezon henüz yayınlanmadığından dizinin bu sezonki konusunun nasıl ilerleyeceği bilinmemektedir. 5. sezon; 2017 yılında gösterime girecek. LightScribe LightScribe üzerinde özel kaplama olan CD ve DVD gibi optik ortamların üzerine lazerle şekiller çizebilen teknolojiye verilen addır. LightScribe Hewlett-Packard'da Daryl Anderson tarafından icat edilmiş ve çeşitli donanım üreticilerine, CD/DVD üreten firmalara ve yazılım geliştiricilerine lisanslanmıştır. Şu anda sadece bilgisayarlarda bulunan CD/DVD yazıcılarında bulunan bir özellik olmasına rağmen, Hewlett-Packard teknolojiyi CD yazabilen müzik setleri ve DVD yazabilen video kaydedicilere tümleşik hale getireceğini belirtmiştir. LightScribe disklerinin üzerinde 780 nm kızılötesi ışığa tepki veren özel bir katman bulunmaktadır. LightScribe destekli sürücüler, kendilerine verilen resim veya metni diskin merkezinden dışa doğru büyüyen daireler halinde yazarlar. İçten dışa doğru olan bu hareket dolayısıyla diskin dışına doğru büyüyen resimler daha uzun zamanda yazılırlar. Şu anki haliyle LightScribe tek tonlu (mat sarı renk üzerine gri) resimler çizebilmektedir. Çizilen resimler iç ortam ışığında 9 ay kadar silinmeden kalabilmektedir. Optik ortamın karanlık bir yerde saklanması durumunda ise daha uzun süre kalmaktadır. LightScribe ortamı'nın 1.2 sürümü Avrupa ve Asya'da piyasaya sürülmüştür. Bu sürüm kırmızı, turuncu, sarı, mavi ve yeşil olmak üzere beş farklı renkte diski mümkün kılar ve daha keskin bir çıktı sağlar. Disklerin İChat iChat Mac OS X ile birlikten gelen, AIM, ICQ ve Jabber protokollerini destekleyen bir sohbet programıdır. Son sürümü olan iChat AV, dört kişiye kadar çoklu video görüşmesi, on kişiye kadar çoklu sesli görüşme özelliği sunmaktadır. 2002 Şubat ayıında Mac OS X 10.2 ile geldi. Apple, OS X Mountain Lion önizlemesinin bir parçası olarak 16 Şubat 2012'de OS X mesajlaşma istemcisinin o zamandan itibaren Apple Mesajlar ve iMessage tarafından değiştirildiyini duyurdu. Buharlaşma ısısı Buharlaşma ısısı, birim miktardaki bir sıvının gaz haline dönüşmesi için gereken enerjidir. Sıvının kaynama sıcaklığında ölçülür ve genellikle joule/gram veya kJ/mol birimleri cinsinden ifade edilir. Daha genel kullanımı "molar buharlaşma entalpisi" olup anlamı bir mol sıvıyı buharlaştırmak için gereken enerji toplamıdır. Sıcaklıkla DH'ın değişimi, bir sıvı, bir katının buharı ile dengede olması durumuna da uygulanabilir. Bu durum için DH buharlaşma ısısı olarak adlandırılır. Buharlaşma ısısı artan sıcaklık ile azalır. Kritik noktada sıfır değerine ulaşır. Bu sıcaklıkta sıvı ve buhar birbirine benzer. Buharlaşma ısısı biçiminde ifade edilebilir. Suyun buharlaşma ısısı 2257 joule/gramdır (yaklaşık 540 cal/g). Isı sığası Isı sığası veya "ısı kapasitesi", bir maddenin sıcaklığını 1 °C değiştirmek için gerekli olan ısı miktarıdır.Başka bir ifade ile bir cismin ısısının sıcaklığına göre türevidir. Cismin kütlesi ile öz ısısının çarpımına eşitttir (m.c). ifadesi ile genelleştirilir. Bu ifadede formula_2 ısı değişmesini, formula_3 sıcaklık değişmesidir. SI sisteminde birimi joule/Kelvin'dir Bir cismin birim kütlesinin sıcaklığını birim derece değiştirmek için gerekli olan ısı ise özgül ısı sığası ya da özgül ısı olarak adlandırılır. SI sisteminde birimi joule/gram kelvin'dır. Isı sığası maddeler için ayırt edici bir özellik değildir. Filogenetik Biyolojide filogenetik çeşitli organizma grupları (örneğin türler veya topluluklar) arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmasıdır. Bu ilişkiler filogeni olarak adlandırılır. "Filogenetik" terimi Yunanca kökenlidir, "kabile, ırk" anlamına gelen "file" veya "filon" (φυλή/φῦλον) ve doğumla ilişkili anlamındaki "genetikos" (γενετικός) ("doğum" anlamında olan "genesis" (γένεσις) kökünden gelir) terimlerinden türetilmiştir. Organzimaların sınıflandırması ve adlandırması olan taksonomi, filogenetikten büyük miktarda etkilenmiştir ama yöntemsel ve mantıksal olarak farklıdır. Bu iki saha, "kladizm" veya "kladistik" olarak bilinen filogenetik sistematik bilim dalında örtüşürler. Filogenetik sistematikte taksonları birbirinden ayırt etmek için sadece filogenetik ağaçlar kullanılır. Evrimsel hayat ağacının araştırılması için filogenetik analiz yöntemleri vazgeçilmez hâle gelmiştir. İlgili bir kavram olan filogenez, bir biyolojik türün (veya bir organizmalar grubunun) bir dizi şekillerden geçerek meydana gelen evrimsel gelişimidir. Bu terim bir organizmanın belli bir özelliğinin (örneğin anatomik bir yapısının) gelişimi için de kullanılabilir. Bu ismin sıfat hali filogeniktir. Evrim bir dallanma süreci olarak düşünülebilir. Topluluklar zaman içinde değişime uğrar ve bunun sonucu farklı dallar halinde türleşir, birbiriyle melezlenir veya tükenerek son bulur. Bu süreçler bir filogenetik ağaç olarak gösterilebilir. Filogenetiğin çözmeye çalıştığı sorun, genetik verilerin sadece bugüne ait olması, fosil kayıtlarının (osteometrik verilerin) ise tesadüfi ve güvenilmez olmasıdır. Tüm ağacın çizilebilmesi içine evrimin nasıl çalıştığı hakkındaki bilgiler kullanılır. Dolayısıyla filogenetik ağaç, evrimsel olayların meydana gelme sırasıyla ilgili bir hipoteze bağlıdır. Kladistik, canlı gruplarının birbiriyle paylaştığı özelliklere göre sınıflandırma yapması nedeniyle filogenetik ağaçlar hakkında çıkarım yapmak için hâlen tercih edilen yöntemdir. Filogenik çıkarımları yapmak için kullanılan en yaygın yöntemler arasında parsimoni, maksimum olasılık ve Markov zinciri Monte Karlo-temelli Bayes çıkarımı sayılabilir. Yirminci yüzyıl ortalarında popüler olan ama günümüzde geçerliliğini yitirmiş olan fenetik, uzaklık matrisine dayalı yöntemler kullanarak toplam benzerliğe dayalı ağaçlar inşa etmekte kullanılır, bunların filogenetik ilişkilere karşılık geldiği varsayılır. Tüm bu yöntemler söz konusu biyolojik türlerde gözlemlenen özelliklerin evrimleşmesini betimleyen matematik modellere dayalıdır ve genelde moleküler filogenetikte uygulanırlar. Moleküler filogenetik durumunda kullanılan biyolojik özellikler, nükleotit veya amino asit dizileridir. Filogenetik ağaçlardaki gruplamaları tarif etmek için belli terimler vardır. Örneğin, tüm kuşlar ve sürüngenlerin tek bir ortak atadan geldiğine inanılmaktadır, dolayısıyla bu taksonomik gruplamaya (sağdaki şekilde sarı gösterilen) monofiletik denir. "Modern sürüngenler" (şekilde siyan renkli) ortak bir ata
ya sahip olan bir gruptur ama bu atanın tüm ahvadını içermez (kuşlar hariçtir). Bu, parafiletik bir grubun örneğidir. Sıcak kanlı hayvanlar gibi bir grup, hem memelileri hem de kuşları (şekilde kırmızı/turuncu) ve polifiletik olarak adlandırılır çünkü bu grubun üyeleri en yakın ortak atayı içermez. Organizmalar arasındaki evrimsel bağlantıların grafik gösterimi filogenetik ağaçlarla yapılır. Evrim doğrudan gözlemlenemeyen uzun süreler içinde meydana geldiği için, biyologlar filogenileri inşa edebilmek için günümüz organizmaları arasındaki evrimsel ilişkiler hakkında çıkarımlar yapmak zorundadır. Fosiller filogenilerin inşasında yardımcı olabilir; ama fosil kalıntılar çoğu zaman faydalı olamayacak derecede seyrektir. Eskiden fenotiplere, genellikle anatomik karakteristiklere bakılarak filogenetik ilişkiler belirlenmekteyken, günümüzde filogenetik ağaçları inşa etmek için moleküler veriler (örneğin protein ve DNA dizileri) kullanılmaktadır. 19. yüzyılda Ernest Haeckel'in yineleme ("recapitulation") kuramı ve biyogenetik kanunu genel kabul görmüştü. Bu teori genelde "ontogeni filogeniyi yineler" olarak ifade edilir, yani bir organizmanın gelişimi o türün evrimsel gelişimini aynen yansıtır. Haeckel'in hipotezinin ilk versiyonu, embriyonun "yetişkin" evrimsel atalar şeklinde olduğu, artık yanlış kabul edilmektedir. Hipotezin yeni ifadesi, embriyonun gelişiminin evrimsel ataların "embriyolarınkini" yansıttığıdır. Haeckel, beş profesör tarafından kanıt olarak gösterdiği embriyoların fotoğraflarını tahrif etmekle suçlanmıştır (bkz. Ernest Haeckel). Çoğu modern biyolog, ontogeni ve filogeni arasında çok sayıda bağlantı olduğunu kabul eder, bunları evrim teorisi ile açıklar veya bu teori için bu ilişkileri destekleyici kanıt olarak görür. Donald Williamson larva ve embriyoların, başka taksonlardan melezleme yoluyla aktarılmış yetişkinlere karşılık geldiğini öne sürmüştür (larval transfer teorisi). Genelde organizmalar genleri iki yoldan kalıt alabilirler: dikey gen transferi ve yatay gen transferi/ Dikey gen transferi genlerin ebeveynden yavruya aktarımıdır; yatay gen transferi ise birbiriyle ilişkisiz organizmalar arasında genlerin geçmesi ile meydana gelir. Yatay gen transferi prokaryotlarda sık rastlanan bir olgudur. Yatay gen transferi organizmaların filogenisinin belirlenmesini karmaşıklaştırmıştır. Belli organizma gruplarında filogenetik ağacı çizmek için hangi gene bakıldığına bağlı olarak farklı filogenilerin elde edildiği rapor edilmiştir. Carl Woese, ribozomal RNA'yı kodlayan genlerin evrimsel anlamda çok eski oldukları ve yatay gen transferi göstermeden (veya çok az göstererek) tüm canlı soylarında bulunduklarını keşfetmiştir. Bu bulgusuna dayanarak Woese canlılarda üç saha (üst-alem) teorisini ortaya atmıştır. Filogenileri oluşturmak için ribozomal RNA dizilerin moleküler saat olarak kullanılması yaygın bir yöntemdir. Bu yöntem özellikle mikroorganizmaların filogenisi için özellikle faydalı olmuştur çünkü mikroorganzimalar fenotipik özelliklerine dayanarak sınıflandırılamayacak kadar birbirlerine benzerler. Ayrıca biyolojik türlere hakkındaki geleneksel kavramlar mikroorganizmalara uygulanamaktadır. Moleküler biyolojideki ileri dizileme teknolojilerinin gelişimi sayesinde, filogenileri belirlemek için büyük miktarlarda veri (DNA veya protein dizileri) elde etmek mümkün hale gelmiştir. Örneğin, mitokondriyal genomlara dayanan karakter matrisleri kullanan bilimsel çalışmalar yaygındır. Ancak, kimi araştırmacı, bu matrislerdeki karakter sayısının yüksek olmasındansa takson sayısının yüksek olmasının daha önemli olduğunu iddia etmiştir, çünkü takson sayısı ne kadar çok olursa elde edilecek filogeni o derece daha güvenilir olur. Bunun bir nedeni uzun dalların ayrışmasıdır. Mümkün olduğu durumlarda fosil verilerinin filogenilere dahil edilmesinin bu yüzden önemli bir neden olduğu öne sürülmüştür. Ağaç inşasının doğruluğuna etki eden bir diğer önemli unsur, kullanılan veride faydalı bir filogenetik sinyal olup olmadığıdır. "Filogenetik sinyal" terimi, birbiriyle ilişkili organizmaların genetik malzeme veya fenotipik özellikleri bakımından birbirlerine benzeyip benzemedikleri ile ilgilidir. Mikael Stanne Mikael Bengt Stanne (d. 20 Mayıs 1974; Göteborg, İsveç), İsveçli melodik death metal grubu Dark Tranquillity'nin vokalisti. Mikael Stanne, Dark Tranquillity'nin ilk stüdyo albümü olan "Skydancer"'da ve bu albüm öncesinde çıkan demo albümlerde ritim gitarist ve geri vokal konumundayken vokalist Anders Fridén'in gruptan ayrılmasıyla gruptaki gitaristliğini bırakarak vokallere geçmiştir. Grubun ikinci stüdyo albümü olan "The Gallery"'den itibaren tüm vokaller ona aittir. Çoğunlukla brutal vokal yapan Stanne, grubun 1999 yılında çıkardığı deneysel sayılabilecek albümü "Projector"'da clean vokal performansını da dinleyiciye sunmuştur. Ayrıca 2007 yılında çıkarılan "Fiction" albümündeki "Misery's Crown"' ve "The Mundane and the Magic" adlı parçalarda da clean vokal yapmıştır. Mikael Stanne, bir diğer İsveçli melodik death metal grubu olan In Flames'in 1994 yılında yayımlanan "Lunar Strain" adlı albümünde vokalleri üstlenmiştir; fakat In Flames'in eski bir üyesi değildir. Ayrıca 1993'ten 1996'ya kadar İsveçli heavy metal grubu HammerFall'da vokalistlik yapmıştır, ama grupla hiçbir albüm kaydetmemiştir. 2005'te Nightrage'in "Descent into Chaos" albümündeki "Frozen" adlı parçada At the Gates'in eski vokalisti Tomas Lindberg'e clean vokali ile eşlik etmiştir. Lunar Strain Lunar Strain, İsveçli death metal grubu In Flames'in 1994 yılında çıkardığı ilk albümüdür. 1999'da Subterranean albümündeki tüm şarkıları da içerecek şekilde Lunar Strain & Subterranean ismi ile Japonya'da tekrar çıkarıldı. Bu sürümde In Flames'in eski vokalistlerinden Dark Tranquillity vokalisti Mikael Stanne şarkıları seslendirdi. Albüm bonus şarkılarla beraber yeniden yapılıp 2005 yılında Regain Records ve Candlelight USA etiketiyle tekrar çıkarıldı. 1999 yılındaki "Lunar Strain and Subterranean" sürümünde albüme aşağıdaki parçalar eklenmişti: Toplam süre ("Lunar Strain & Subterranean"): 76:43. Nefsişarlı Mahallesi Nefsişarlı mahallesinin ismi; Trabzon'un fethinden sonra yöreye gelen Türk boylarından çepnilerin, marabada otağ kurmaları nedeniyle Nefsi merkez, Şarlı şehir, Nefsişarlı şehir merkezinden gelmektedir. Mahallemize ilk gelen ailelerden biri Külünk oğullarıdır. Rusya ile 1789 yılında başlayan harp dolayısıyla Kafkasya’daki Soğucak ve Arapa şehirlerine gitmesi için Külünk oğulları 150 asker göndermiştir. Nefsişarlı mezarlığında, caminin ön tarafında külünk zade Mustafa Ağanın mezarı ve antik mezar başlığı bulunmaktadır. Bu bağlığa göre Mustafa ağa Miladi 1795 senesinde vefat etmiştir. Mustafa ağanın mezarının yanında antik mezar başlığı ile kızı Rukiyye Hatun yatmaktadır. Rukiyye Hatunun vefat tarihi Miladi 1830 senesidir. Külünk oğullarından şu an mahallemizde yaşayan kalmamıştır. Büyük bir ihtimale göre köyümüzden Rize,Ordu ve İstanbul’a göç etmişlerdir.Ordu'ya göç eden aile oradanda Duzce sınırlarına yerleşmıştir. İstanbul Külünkoğulları Vakfı bulunmaktadır. Mahallemizin ilk ailelerinden biri de KETHUDA oğullarıdır. Günümüzde bu aile Kahyaoğulları olarak devam etmektedir.(Tirebolu tarihi Faruk SÜMER sayfa 107) Nefsişarlı camisinin yukarısında bulunan çeşmenin kitabesi şöyledir: “Büyüklimanlı Kethuda oğlu Ömer Ağanın kerimesi Fatma hatunun hayratıdır.” Çeşmenin yapılış tarihi Miladi 1846 senesidir. Beşikdüzü ilçesinin eski ismide Şarlı’dır. 1834 yılından 1934 yılına kadar beldemiz Şarlı ismiyle anılmıştır 1934 ten sonra Beşikdüzü olarak değiştirilmiştir. Bu tarihler arasında beldemiz kısa bir süre Akhisar ismini de almıştır. 1934 yılına kadar nüfus müdürlüğü de Şarlı nüfus memuriyeti olarak hizmet vermiştir. Yaşlı insanlarımızın nüfus cüzdanlarındaki doğum yeri halen Şarlı olarak geçmektedir. Nüfus müdürlüğünün mührü de Şarlı olarak geçmektedir. (soyadı kanunundan sonra külünkoğulları ailesi çeşitli sebeplerden dolayı farklı soyadlara ayrılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir;Külük, Külünk, Külünkoğlu, Kökkülünk, Balcı, Balkan, Bilgin, Çelik, Ergin, Eroğlu, Gönültaş, Güler, Hut, İlhan, Işık, Kanat, Kandiş, Kaya, Kaynak, Kazıcı, Keskin, Kılıç, Önder, Özer, Özkülünk, Şalambar, Sever, Uzun, Yıldız, Kazma) Bilgi için : http://www.kulunkoglu.com/default.asp 10.Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleymanın 14.kuşak torunları olan kofoğulları bugün itibarı ile Trabzon ili Beşikdüzü ilçesi Nefsişarlı mahallesinde ikamet etmektedirler.Soyadı kanundan sonra Zeytin soyadını alan bu tarihi aile içinde bulundurduğu ulvi şahsiyetlerle de bilinmektedir.Aile eşrafının büyük bir bölümü ulema olan zeytinler Beşikdüzü ve çevresi yerleşim yerlerinde bölgenin manevi güç kaynağı ailelerden sayılmaktadır. Mahallenin iç kesimlerinde bulunan halkca Cin Taşı olarak bilinen tarihi kaya altında Osmanlının 16.Yüzyıldan kalma değerli mal varlıkları olduğu bilinmekle beraber bu değerlere ulaşmak zorlu ve masraflı olmaktadır.Bunların yanı sıra zaman zaman vatandaşlar tarafından kazılmaya çalışıldığı zamanlarda bu kişilerin basına gelen bir takım esrarengiz olaylar nedeniyle kayanın adı Cin Taşı olarak kalmıştır. Dişsiz balinalar Dişsiz balina (Mysticeti), memeli canlıların Cetacea (balinalar, yunuslar ve musurlar) takımına dahil bir alt takımdır ve 4 familya içine dağılmış 14 türü içerir. "Mysticeti" bilimsel adının Yunanca'da "bıyık" anlamına gelen ""mystax"" sözcüğünden türediği bu alt takımda yer alan türlerin ağzında, Cetacea takımının içindeki diğer bir alt takım olan Odontoceti (dişli balinalar) içinde yer alan canlıların aksine, diş bulunmaz. Bu canlıların, yalnızca üst çenelerinde, "balina çubuğu" adı verilen yapılar bulunur ve özellikle kril gibi zooplanktonları deniz suyundan süzerek beslenmelerini sağlar. Beşevler, Nilüfer Beşevler, Bursa ilinin Nilüfer ilçesine, bağlı bir mahalledir.Bursa iline 12 km Nilüfer ilçesine 3 km uzaklıktadır. 2004 yerel seçimlerinden önce Konak, Kültür, Çamlıca Mahalleleri Beşevler'e bağlıydı.
Mahalledeki pazar yerinde zaman zaman belediyenin düzenlediği halk konserleri sunulur. Karafatma Anıtı burada bulunmaktadır. Beşevler küçük sanayi sitesi beşevler de bulunmaktadır. Nilüferin en gelişmiş mahallelerinden bir tanesidir. Beşevler Caddesi, Yıldırım Caddesi semtin büyük caddeleridir. Harput Kalesi Harput Kalesi ("Süt Kalesi"), Urartular tarafından dikdörtgen bir plan üzerine kurularak yapılmış olan mimari yapıdır. Şu anki Elazığ il sınırları içerisindeki tarihi Harput mahallesinde bulunmaktadır. Kale, iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Rivayete göre yapımında kullanılan harca su yerine süt eklenmiştir bu nedenle "Süt Kalesi" olarak da adlandırılır. Yine bir rivayete göre, Süt Kalesi harcında su yerine süt kullanılma sebebi dönemde yaşanan su kıtlığı olduğu söylenir. Kale, MÖ 8. yüzyılda Urartu Krallığı tarafından inşa edilmiştir. MÖ 6. yüzyıldan itibaren Pers hakimiyeti altına girmiştir. MÖ 1. yüzyıl ile MS 11. yüzyıl arasında Part, Roma, Sasani, Bizans ve Abbasiler ve 11. yüzyılın sonuna kadar Bizans hakimiyeti altında devam etmiştir. 1085 yılında Çubukoğulları, 1112 yılında Artukoğulları, 1234 yılında Selçukluların egemenliği altında kalmıştır. Kale, Artuklu Beyi Belek Gazi'nin ve Selçuklu Beyi Alaeddin Keykubad'ın hükumet merkezi olmuş, 1366 yılında Dulkadiroğulları ve Akkoyunlu Devletleri arasında mücadelelerden dolayı sık sık hakimiyet değişikliği yaşanmıştır. Kale 1465 yılında Akkoyunlu hükümdarı Hasan Bahadır Han tarafından ele geçirilerek Akkoyunlu idaresine alınmıştır. Harput Bölgesi ve Kalesi 1515 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresine alınmıştır. İç kale ve dış surlar olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Dörtgen planlı kalenin girişi, doğuda Harput yönündedir. Konumu itibarıyla Elazığ Ovasına hakim bir bölgede inşa edilmiştir. Günümüzde yapılan kazı çalışmalarında içinde çeşitli zindanlar, yaşam ve tedavi alanları bulunmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün izni ile Prof Dr. Veli Sevin'in bilimsel danışmanlığında 2005 yılında başlanılmış ve 2009 yılına kadar devam edilmiştir. Aynı zamanda Harput Kalesi içinde 17. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar yaşayan Osmanlı Mahallesini kurtarmaya yönelik çalışmalar da Osmanlı Arkeolojisi kapsamında yürütülmüştür. Maltepe Camii Maltepe Camii veya Maltepe Camisi, Ankara Maltepe semtinde bulunan bir camidir. Kocatepe Camii ile birlikte Ankara'nın en tanınmış camilerindendir. Mimar Recai Akçay tarafından tasarlanan cami, 1954-1959 yılları arasında inşa edildi. Caminin yapımını 1950 yılında kurulan “"Ankara Maltepe'de Bir Cami Yaptırma Derneği"” üstlendi (Dernek daha sonra “"Ankara Maltepe Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği"” adını almışıtr). Mimari açısından klasik Osmanlı camilerine benzeyen ve kesme taştan yapılan cami, tek kubbeli, iki minarelidir. Kare planlı ibadet mekânı çok sayıda vitraylı pencere ile aydınlatılır. Kubbenin tepe kısmında Fatiha Suresi yazar. Cami duvarları 5metre yüksekliğe kadar Kütahya çinileri ile kaplıdır. Kuzey yönündeki dış cemaat mekanı beş küçük kubbe ile örtülüdür. Huffman kodu Huffman Kodu, Bilgisayar biliminde, veri sıkıştırması için kullanılan, bir entropi kodlama algoritmasıdır. David A. Huffman tarafından 1952 yılında geliştirilmiştir. Huffman'ın algoritması, her sembol (veya karakter) için özel bir kod üretir. Bu kodlar (ikilik sistemdeki 1 ve 0'lardan oluşan) bit haritası şeklindedir. Veri içerisinde en az kullanılan karakter için en uzun, en çok kullanılan karakter için ise en kısa kodu üretir. Huffman tekniği günümüzde tek başına kullanılmaz. LZW, RLE gibi yöntemlerle birlikte kullanılır. Huffman'ın algoritması, veri içerisindeki karakterlerin kullanım sıklığına (frekans) göre bir ağaç oluşturur. Ağacın en tepesinden aşağıya doğru ilerlerken sola ayrılan dal için 0, sağa ayrılan dal için 1 kodu verilir. Yukarıda koyu rakamlar karakter sayısını (kullanım sıklığı-frekans) gösterir, eğik rakamlar ise bit kodlarını gösterir. Bu ağaç ""ABC"" karakterlerinden oluşan bir veri kümesi için üretilmiştir. Ağaca göre karakterler için bit haritaları şu şekildedir: Oluşturulan bit haritaları karakterlerin veri içerisindeki konumlarına göre yerleştirilir. Ortaya çıkan bit haritası sıkıştırılmış veridir. Örneğin; ""BAACC"" verisi elde edilen bit haritalarına göre yeniden düzenlenirse: Yani %80 oranında bir sıkıştırma elde edilmiş olur. İlk önce karakterlerin frekansları (kullanım sıklıkları) hesaplanmalıdır. En küçük iki frekans toplanır ve frekans tablosu yeniden düzenlenir, Tek bir ağaç oluşturulana kadar sürekli en küçük frekanslar toplanır, Huffman algoritması az sayıda karakter çeşidine sahip ve büyük boyutlardaki verilerde çok kullanışlı olabilir. Fakat oluşturulan ağacın sıkıştırılmış veriye eklenmesi zorunludur. Bu da sıkıştırma verimini düşürür. Adaptive Huffman gibi teknikler bu sorunu halletmek için geliştirilmişlerdir. Lockheed F-104 Starfighter F-104 Starfighter ("Yıldız Savaşçısı"), Amerikan Lockheed firması tarafından tasarlanan bir bombardıman uçağıdır. Rus muadili Mikoyan-Gurevich MiG-21 süpersonik savaş uçağıdır. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Almanya, İtalya, Japonya, Pakistan ve Türkiye tarafından kullanılmıştır. Türk Hava Kuvvetleri'ne 1964 yılında kullanılmaya başlanmış olup 1993 yılında emekli olmuşlardır. Kısa kanatları yüzünden herhangi bir motor arızası ya da güç kaybı sonucunda hava tutunması çok az olduğundan planör uçuşu yapamayan ve sık sık bu sebepten düşen uçaklardır. Alman Hava Kuvvetleri'ndeki yüksek kaza oranından ötürü "uçan tabut" olarak anılmıştır. Alman Hava Kuvvetlerine ait 100'ün üzerinde F-104 G uçağının, kullanıldığı süre içinde kırıma uğradığı söylenmektedir. Türk Hava kuvvetlerinde F-104G, TF-104G, F-104S, CF-104A ve CF-104D modelleri hizmet vermiştir. Kıbrıs Barış Harekatı sonrası hava kuvvetlerini takviye etmek amacıyla, Amerikan silah ambargosundan dolayı İtalya'dan elde bulunan F-104G modellerinden oldukça farklı olan F-104 S tipi 40 adet uçak alımı yapılmıştır. Kanada yapımı CF-104A ve CF-104D modelleri Kanada tarafından 1983 yılında hibe edilmiştir. Harbiye Askeri müze bahçesinde ve bazı il ve ilçelerde motorsuz olarak sergilenmektedir. F-104, General Electric J79 turbojet moturu temelinde dizayn edilmiştir. 2 Mach'ın üzerindeki hızlara olanak veren motoru alüminyum yapısı ve motorun sıcaklık limitleri kısıtlamaktadır. Daha sonraki J79 modellerinde yapılan güncellemelerle itme kuvveti %30 kadar artırılmıştır. Kaideye Monteli Stinger Kaideye Monteli Stinger, omuzdan atılan ya da uçak, helikopterde kullanılan ısıya güdümlü stinger füzesinin, karada hareketli bir kaideye ile birleştirerek alçak irtifa hava savunmasında kullanıldıgı sistem. Sistem Aselsan tarafından geliştirilmiştir. Bu sistemin üç şekli vardır: Atılgan, Zıpkın ve Bora. Michel Zevaco Michel Zevaco, 1860-1918 yılları arasında yaşamış Fransız gazeteci, yazar, film yönetmeni. Michel Zevaco 1860 yılında Korsika adasının Ajaccio kentinde dünyaya gelmiştir. Edebiyat Fakültesi’nde okurken yıldız bir öğrenci olan Zevaco, daha sonra Viyana’daki Isere Koleji’nde retorik (güzel söz söyleme sanatı) profesörü olmuştur. Fakat, dönemin hükümeti kendisini ilerici düşüncelerinden dolayı görevden uzaklaştırınca Zevaco’nun profesörlük yaşamı çok kısa sürmüştür. Bunun üzerine Paris’e giden Zevaco, Jules Ragues tarafından yönetilen, o günlerin anarşist yazarı "L’Egalite" 'nin yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başlar. 1890 yılından başlayarak daha çok "Polemik Adamı" niteliğiyle ün yapan Zevaco, zamanın devlet yöneticileriyle giriştiği mücadeleler sonucunda "Saint-Pelagie" siyasi mahkûmlar hapishanesinde bir süre yatar. Dönemin politakacılarıyla yaptığı polemiklerde kullandığı biçem, ilerde "Pardaillan" romanlarında şövalyede Pardaillan’ın ağzından yeniden dile gelir. Bir düzine mahkeme kararından sonra L’Egalite kapanınca, Zevaco "Coirrier Français" 'in sanat ve edebiyat eleştirmeni olur. Fakat kırk yaşına ulaşan Zevaco, yaşamında yeni bir dönüm noktasına gelmiştir. Evli ve beş çocuk babası olan Zevaco’nun artık tek amacı çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmektir. Bunun üzerine Zevaco, tarihi yazılar yazmaya başlar ve ilk yapıtı olan "Borgia", gazetelerde çok büyük bir başarı kazanır ve yazarın popülaritesi artar. Bu yazılar bir dönem sonra "Le Matin" adlı gazetenin en fazla ilgi çeken bölümleri arasında yer alır. Bir süre sonra bu gazetede genç Jean-Paul Sartre, yazılar arasında Şövalye de Pardaillan’ı bulur ve dönemin editörlerinden biri Pardaillan hikâyelerini ciltler halinde toplayarak o günden bu yana ilgi çekmeye başlayan 10 ciltlik Pardaillan serisini yayımlar. Michel Zevaco’nun olgunluk çağının en verimli yıllarında yazdığı yapıtları on sekiz yıllık bir döneme yayılmaktadır ve tam otuz adettir. Pardaillan’ın maceraları son derece heyecanlı bir tarih dönemi anlatırken, aynı zamanda eksilmeyen bir heyecan fırtınası ve sürükleyicilik ile yazarın kurgusundaki özen birleşince bu kitabın neden bu kadar ünlü olduğu anlaşılmaktadır. Michele Zevaco, en verimli çağında, 8 Ağustos 1918 yılında 58 yaşındayken ölmüştür. Gan Ying Gan Ying (Çince:甘英; Wade-Giles:Kan Ying) Çinli askeri büyükelçidir. M.S. 97 yılında Çinli general Ban Chao tarafından Roma'ya bir göreve gönderilmiştir. Ban Chao'nun Parthia'nın batı sınırına kadar yolculuk eden 70.000 kişilik sefer kuvvetinin bir parçasıydı. Her ne kadar Gan Ying muhtemelen Roma'ya hiç ulaşmamış olsa da, en azından tarihi kayıtlarda eski zamanların en batıya giden Çinlisi olarak geçmektedir. Geç Han hanedanlığı dönemi (M.S. 25-220) Çin tarihi kayıtları, Hou Hanshu adlı kaynağa göre, Hou Hanshu'nun diğer bir bölümünde ise: Gan Ying Roma (Çince Daqin) hakkında bir tarif bırakmıştır, bu bilgi ikinci el kaynaklardan gelmektedir. Denizin batısında olduğundan bahsetmektedir: Ayrıca Nerva'nın evlatlık krallığını tanımlamıştır, ve Romalıların fiziksel görünüşlerini ve ürünlerinden bahsetmiştir: Sonunda Gan Y
ing Roma'yı doğru olarak tanımlar, İpek Yolu'nun batı ucundaki ana kutuptadır: Subdomain Alt Domain (Sub Domain) firmaadi.com şeklinde alabileceğiniz, ana domaine bağlı fakat farklı bir hesap yaratabileceğiniz domainler anlamına gelmektedir. Tek başına bir anlam ifade etmeyen ama alt domain ile anlamlı olan domain alınabilir. Önce sub domain ne demektir onu araştıralım: Subdomain domaininizin başına eklediğiniz ve arada . (nokta) bulunan domaindir. Örneğin belediyesi.com diye bir domain aldınız. Bu domaine çeşitli sub domaniler ile yeni domainler elde edebilirsiniz. Mesela bakirköy.belediyesi.com, avcilar.belediyesi.com gibi sonsuz sayıda (hosting-barındırma hizmeti aldığınız firmaya göre değişmektedir, sınırsız da olabilir sınırlı sayıda da ücretle sayısı arttırılabilir de) belediyesi.com domaininin alt domainlerini oluşturabilirsiniz. İnternette bazı sitelerde domainlerin başında bulunan www kısaltması aslında bir sub domaindir. Bir internet jargonu olduğu için www. şeklinde alt domain oluşturulmuş ve asıl domainin kendisi bu alt domaine yönlendirilmiştir. Sonuç itibarı ile sub domainler ile hedeflenen bir domain, kendisi bir anlam ifade etmese bile alınabilir. Geçerli bir alan adı (domain) altında, farklı name server'larda veya aynı name server'da barındırılabilecek bir alan adıdır. Örnek olarak: example.com (geçerli alan adı) http://subdomainismi.example.com (geçerli alan adı altında açılmış bir alt alan adı (subdomain)) Bununla birlikte subdomain aslında bir klasördür. http://example.com/file ile http://file.example.com aynıdır. Bunu htaccess aracılığıylada oluşturabilirsiniz. İlk önce tabii ki cPanel adresinize giriş yapın.Ardından Domains bölümünden Subdomains‘e tıklayın.Karşınıza gelen sayfadan Create a Subdomain bölümünde bulunan Subdomain boşluğuna subdomainzin ismini yazın.Yazdıktan sonra alttaki kutu olan Document Root‘a tıklayın. Otomatik olacak dizin belirlenmiş olacaktır.Siz isterseniz dizin yolunu değiştirebilirsiniz.Dizin yolunu belirledikten sonra Create‘e tıklayın.Karşınıza eğer bir sorun yoksa İngilizce subdomainizin oluşturulduğuna dair bir mesaj çıkacaktır. Subdomain’e dosya atmak için FTP adresinize giriş yapmalısınız.Ardından (eğer subdomain yolunu değiştirmemişseniz) public_html, htdocs gibi normalde dosyalarınızı nereye atıyorsanız oraya giriniz. Karşınıza subdomainin ismini taşıyan bir klasör gelecektir.O klasörün içine atarak subdomaine içerik atabilirsiniz. Kripteks Kripteks, romancı Dan Brown'un "Da Vinci Şifresi" ("The Da Vinci Code") isimli ünlü romanında geçen bir neolojizmdir. Buna göre "kripteks" gizli iletileri saklamakta kullanılan, taşınabilir bir kasa/kutudur. Sözcük "kriptoloji" ve "kodeks" sözcüklerinden türetilmiştir. Kripteks ilk kez Dan Brown un DaVinci Şifresi adlı kitabında tanımlanmıştır, Kriptoloji ve Kodeks terimlerinin bir araya gelmesinden oluşmuş bir kelimedir.İngilizcesi ise cryptex dir.Romanda anlatıldığı üzere Kripteks değerli ve çok gizli mesajları saklamak üzere tasarlanmış güvenlikli bir kasa gibidir.Romana göre Kripteks DaVinci tarafından DaVinci nin gizli mesajlarını saklaması için tasarlanmıştır.Ama gerçekte böyle bir kasa nın olduğu hiç kanıtlanamamıştır,. Kripteks, bir bisiklet kilidine benzetilebilir. Bir silindirin üstüne sabitlenmiş 5 adet halka ve her halkanın üstünde bulunan tüm alfabenin dizili olduğu bir halka var. Anahtar tam halkalara denk gelen yerlerde boşluklara sahip, diğer yerlerde çıkıntıları var. Harfler doğru sıraya getirildiğinde en alttaki halkalar anahtarın çıkabileceği bir boşluk oluşturuyorlar ve bu sayede anahtar çıkıyor. Dan Brown'un anlattığına göre, güvenlik nedeniyle, papirüs üzerine yazılmış gizli belge bir şişe sirkeye sarılıp öyle kripteksin içine konuyor. Bunda amaç şifreyi bilmeyen ve zorla açmaya çalışan birinin şişeyi kırıp papirüsü eritmesini sağlayabilmek. ayrıca her parça kendi ekseni etrafında diğer parçalardan bağımsız olarak dönebilmektedir. Bazı özel amaçlı yapılmış kriptekslerde şifreyi girmek için bir tek hakkınız vardır.Bu kripteksler Kurtlar Vadisi dizisindede kullanılmıştır. Çeşitli sıvıların antik belgelere zarar verdikleri bir gerçektir. Ama bugün, sirkenin papirüsü eritmediği bilinmektedir. Papirüs, güçlü bir maddedir. Bir ay boyunca sirkenin içinde kalsa bile papirüse bir zarar gelmez. Hatta hidroklorik asitin içinde bile birkaç saat dayanabilmektedir. Ayrıca, kullanılan sirkeye göre değişmekle birlikte, sirkenin donma noktası -2 den düşük olamaz. Bu sıcaklıkta katılaşan sirke, papirüsü eritmez ve kripteks zor kullanılarak açılabilir. Kışın dünyanın çoğu yerinde sıcaklık bundan düşüktür. Fakat buradaki asıl amaç papirüsü eritmek değil yazıları okunmaz hale getirmektir. Kripteks, günümüz dünyasında çok az güvenlik sağlardı. Uygar tarama yöntemleriyle, örn: X ışınları veya sesötesi, kripteksin içi görülebilir ve açabilmek için halkaların nasıl ayarlanması gerektiği öğrenilebilirdi. Atılgan Kaideye Monteli Stinger Sistemi Atılgan Kaideye Monteli Stinger Sistemi, Kaideye Monteli Stinger (KMS) projesi için üretilen M113 zırhlı personel taşıyıcısını alt platform olarak kullanan, kızılötesi (ısı) güdümlü FIM-92G Stinger füzesini ana silah olarak kullanan ve öz savunması için bir adet 12,7 mm çaplı makinalı tüfek kullanan alçak irtifa hava savunma sistemidir. Platform 4 veya 8 stinger füzesi taşıyabilmektedir. Tüm özellikleri bilgisayar veya operatör tarafından kontrol edilebilir. Yüksek İsabet Kabiliyeti Zıpkın (uçaksavar) Zıpkın Kaideye Monteli Stinger [KMS], ASELSAN tarafından milli imkânlarla üretilen, temel silah olarak atışa hazır 4 adet FIM-92 Stinger füzesini kullanan, çeşitli algılayıcılar ile donatılmış ve tüm fonksiyonları bilgisayar tarafından denetlenen bir Alçak İrtifa Hava Savunma Sistemidir. Ana görevi radar üssü, hava alanı, liman gibi hayati öneme sahip stratejik tesislerin hava tehditlerine karşı alçak irtifa savunmasını sağlamaktır. Taşıyıcı platform olarak Land Rover Defender 130 dört teker çekişli arazi aracının kullanıldığı sistem araç kabininde yer alan nişancı ve sürücü [nişancı yardımcısı] olmak üzere iki personelle kullanılmaktadır. Zıpkın KMS sistemi tüm fonksiyonların otomasyonunu sağlayan ve yazılım ve donanım olarak tümüyle ASELSAN tarafından geliştirilen Atış Kontrol Bilgisayarı, termal ve gün ışığı TV kameralarından oluşan pasif hedef arama algılayıcıları, hedefin otomatik olarak takibini sağlayan Video Hedef İzleyici Birimi, hedef menzil ölçümü için çok darbeli Lazer Mesafe Bulucu, Dost/Bilinmeyen Hedef ayrımı sağlayan IFF ve sistemin öz savunmasını sağlamak amacıyla eklenen 12.7 mm M3 [250 mermi] makineli tüfekten oluşmaktadır. Sistemde gece/gündüz hedef tespitinden, hedefin izlemesine ve makineli tüfeğe mermi sürüp çekmeye kadar bütün işlemler otomatik olarak yapılmaktadır. Sistem Kumanda Birimi sayesinde tüm sistem fonksiyonları araç içinden veya hava tehdidinin yoğun olduğu çatışma ortamında 50 metre uzaktan kontrol edilmektedir. Füze atış menziline giren hedef için "Hedef menzilde" uyarısı otomatik olarak verilir ve yine otomatik olarak füzeler Komuta Kontrol Sistemi'nden gelen hedef koordinatlarına yönlendirilmektedir. Sistem sabit tesis savunması için tasarlandığından dolayı hareket halinde atış yapamamaktadır fakat istenildiği takdirde stabilizasyon sistemi ilave edilerek hareket halinde atış yeteneği kazandırılabilmektedir. Zıpkın KMS sistem mimarisi, otonom kullanımın yanı sıra C3I sistemi veya diğer hava savunma sistemleri koordinasyonunda da kullanım imkânı sağlamaktadır. Sistemin Atış Kontrol Bilgisayarı, gerek donanım gerekse yazılım olarak ortaya çıkabilecek yeni görev ihtiyaçlarını da karşılayabilecek esnek bir mimariye sahiptir. Stinger füzelerinin yanı sıra, benzer birçok füzenin de [Igla vs.] entegre edilebileceği Zıpkın KMS, farklı platformlara da adapte edilebilmektedir. C-130 Hercules ve C-160 Transall uçaklarına kolaylıkla yüklenen ve havadan taşınabilen Zıpkın KMS, hızlı bir şekilde ihtiyaç duyulan taktik bölgeye intikal edebilmektedir. 1989 yılından beri üzerinde çalışılan KMS Projesi'nde, 1992-1993 yılları arasında sistemin ön fizibilite çalışması, 1993-1995 yılları arasında konfigürasyon belirleme çalışmaları ve ön prototip imalatı gerçekleştirilmiştir. 28 Aralık 1995'ten 1998 yılına kadar devam eden geliştirme/test çalışmalarının başarıyla sonuçlandırılmasının ardından, 9 Kasım 2001 tarihinde imzalanan sözleşme ile seri üretim kararı alınmıştır. Prototip geliştirme dönemi ve seri üretim hattı kalifikasyon onayı kapsamında zorlu test ve sahra denemelerine tabi tutulan KMS, bugüne kadar yapılan atışların tümünde tam isabet kaydederek büyük bir başarıya imza atmıştır. İstanbul Şile'de yapılan atış testlerin ardından 20 Ekim 2004'te kontrol ve kabul testleri yüzde yüz başarı ile tamamlanmış ve 26 Kasım 2004’de ilk 4 adetlik paketin teslimi ile Zıpkın KMS, Türk Silahlı Kuvvetleri envanterindeki yerini almıştır. Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Kara Kuvvetleri için bugüne dek 158 KMS sistemi üretilmiş ve tamamı birliklerine teslim edilmiştir. Bora Bora, Kaideye Monteli Stinger projesi kapsamında deniz taşıtları için alçak irtifa hava savunma sistemi olarak geliştirilen, ısıya güdümlü stinger füzesini ana silah olarak kullanan öz savunması için ise, 12,7 mm Makinalı tüfek kullanan, 4 adet stinger füzesi taşıyan sistem. Atılgan ve Zıpkın Kaideye Monteli Stinger (KMS) sistemleri ile kara konuşlu hava savunmasındaki kabiliyetlerini tüm dünyaya kabul ettiren Türkiye'nin en büyük savunma sanayi firmalarından ASELSAN, bu alandaki tecrübesini bir adım daha ileri götürerek KMS sistemini bu sefer Bora adıyla deniz platformları uyarladı. Yüksek hassasiyette nişan ve atış hattı stabilizasyonuna sahip olan Bora, konuşlandırıldığı geminin manevralarından kaynaklanan titreşim ya da bozuntuları aldırmadan hedef takibi ve ateşleme işlevlerini gerçekleştirebiliyor. Hedef bilgilerini üzerine monte edildiği gemi dışında herangi bir gemiden ya da harekât merkezinden de alabilen sistem, ayrıca termal ve gün ışığı televizyon
kameralardan oluşan pasif hedef arama ve izleme algılayıcıları ile bilgisayarına sahip Bora, 4 veya 8 adet atışa hazır IR güdümlü Stinger füzesine mevcuttur. Fırkateyn, Hücumbot gibi su üstü platformlarının alçak irtifa hava savunmalarını sağlamaktır. Ali Külebi "Ali Külebi"' (1945, Antalya), Türk gazeteci, yazar. 13.03.1945 tarihinde anne ve babası Cahit Külebi'nin öğretmen olarak görev yaptığı Antalya'da doğdu. Ankara-İltekin İlkokulu ve Cebeci Orta Okulu'nu bitirdikten sonra babasının Kültür Ataşesi olarak İsviçre'de görevli bulunduğu yıllarda bir süre liseye bu ülkede devam eden ve Ali Külebi, daha sonra İstanbul Kabataş ve Ankara Atatürk Ankara Liselerinde lise öğreniminini tamamlamıştır. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletmecilik Bölümünü bitirdikten sonra da uzun yıllar Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı Antip, İzmir Belediyesi kurulusu İzelman A.S. gibi özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarında Genel Müdür olarak çalışmıştır. 2007-2008 yıllarında Ankara Atılım Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümünde bir sure İngilizce part-time Turizm İşletmeciliği dersleri vermiştir. Aynı surelerde, 2002-2009 yılları arasında Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek'in danışmanlığını yaparken, sendikaya bağlı bir kuruluş olan TUSAM-Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Başkanlığı görevini yapmış ve aynı zamanda TUSAM ve Cumhuriyet gazetesinin 2004-2009 yılları arasında çıkarmış olduğu "Cumhuriyet Strateji" ekinin de eş-koordinatörlüğünü yürütmüştür. Yine aynı sürelerde, 2004-2010 yılları arasında ART-Avrasya Televizyonu Dış Politika Direktörlüğü ve dış politika programları sunuculuğunu da sürdürmüştür. Halen Kanada'nın Toronto şehrinde yazarlık yaşamına devam etmektedir. Ali Külebi 14 yaşından başlayarak askerî konularla, özellikle de havacılıkla ilgilenmiş ve özel pilot lisansı ve paraşütçü brövesi almıştır. Siyah kuşak Taekwondocudur ve bir süre Türkiye Taekwondo Federasyonu asbaşkanlığı yapmış ve Milli Takımlar menajerliği görevini de sürdürmüştür. Türkçe ve İngilizce 300e yakin güncel yorum, analiz ve makalesi "Cumhuriyet Strateji Eki", "Türk Yurdu", "Turkish Daily News", "Yenicağ", "Ekonometri" gibi çeşitli dergi ve gazetede yayınlanmıştır. Ali Külebi 2004 - 2014 yılları arasında TRT-Ankara radyosunda sabah yayınlanan Gündem programına da konuk yorumcu olarak defalarca katılmış ve dış politika ile ilgili güncel değerlendirmeler yapmıştır. İyi derecede İngilizce ve Almanca, orta derecede Fransızca bilir. Dominika Dominika, resmî adıyla Dominika Milletler Topluluğu, Küçük Antiller'de devlet. Kuzeyinde Guadeloupe, güneyinde Martinique Adası bulunur. Ada, volkanik kökenlidir. Verimli topraklara ve dünyanın ikinci büyük kaynar gölüne sahiptir. Adanın omurgasını oluşturan yüksek sırttan, kıyı şeridine doğru birkaç ırmak iner. Zengin volkanik toprakta yetişen sık tropikal bitki örtüsü, adanın beşte ikisini kaplar. İklimi sıcak ve nemlidir. Topraklarının ancak onda biri ekilebilir durumdadır. Yaban hayatın korunduğu Morne Trios Pitos Ulusal Parkı, turistlerin gözde uğrak yeridir. Plantasyonlar (muz, kakao, yeşil limon, kopra, vanilya), ponza ve balıkçılıkla birlikte temel geçim kaynaklarını oluşturur. Gıda maddeleri ithal etmek durumundadır. Ekonomik büyümenin temelini turizm oluşturur. Kristof Kolomb, 1493’te keşfettiği bu adaya Dominika adını verdi. İspanyol ve Fransızların egemenliğinde kaldı. 1763’te İngilizlerin eline geçti (Paris Antlaşması). 1967’de İngiliz Milletler Topluluğu’na katıldı, 1978’de bağımsızlığını elde etti. Ülkede süregelen şiddet ve siyasî istikrarsızlık ortamı, kronik az gelişmişliğe bağlıdır. Bunda, sık sık yaşanan ve büyük yıkımlara yol açan kasırgaların da (Ağustos 1979) önemli payı vardır. 1980’deki genel seçimler muhafazakârların zaferiyle sonuçlanmış, iki darbe girişimi sonrası siyasî yaşam karışmıştır. Dominika, İngiliz Milletler Topluluğu, Birleşmiş Milletler ve Karayip Topluluğu’na üyedir. Küba, Venezuela, Bolivya ve Nikaragua'nın içinde yer aldığı ALBA'nın üyesidir. Bambury Bambury, özellikle plastik ve kauçuk sanayisinin temel makinelerinden biridir. Hammadde tanklarından veya bölümlerinden, hortumu yardımıyla aldığı hammaddeyi, üretilecek mamulün tipine göre değişik sıcaklık ve basınçlarda, mikserlerde karıştırılabilecek duruma getirir. Kauçuk formülünü oluşturan dolgu malzemeleri, çeşitli kimyasal maddeler, kauçuk ve kauçuk yağları, hammadde tedarik hortumlarıyla, bambury silindirine çekilir. Burada üretilecek kauçuklu ürünün tipine basınç ve sıcaklıklarda, işlenebilecek yarı mamul hamur oluşturulur. İmpasto denilen bu hamur, tüm kimyasal maddelerin hamur yüzeyine eşit dağılması için, daha sonraki aşamalarda blenderlerde homojen hala getirilecektir. FIM-92 Stinger FIM-92 Stinger alçak irtifadaki düşman uçak ve helikopterlerine karşı kullanılan, bir kişi tarafından taşınabilen, omuzdan ateşlenen, hedeften yayılan kızılötesi ve morötesi ışınlarla yönelen, pasif güdümlü ateşle-unut tipi hava savunma füze sistemidir. Tek personel tarafından MANPADS (Omuzdan atılarak) kullanılması, yüksek isabet ve tahrip özelliği gibi sebeplerle kara birliklerinin hava savunmasında önemli bir yere sahiptir. Kaideye monte batarya sistemleri oluşturulabilir. Ayrıca helikopter ve her çeşit kara aracına monte edilebilir. Şu an itibarıyla ABD dışında 29 ülkenin hizmetindedir. 1981 yılında üretimine başlanmıştır. Üreticileri, General Dynamics/Raytheon Corporation. ve lisanslı olarak da Alman EADS'tır. Füze 1,52 metre boyunda 70 mm çapında 10,1 kg ağırlığındadır, (kanister başlık dahil) 15,2 kg ağırlığındadır. Menzili 1-4,8 kilometredir. BCG Bacillus Calmette-Guérin (ya da Bacille Calmette-Guérin, BCG) veya verem aşısı. Albert Calmette ve Camille Guérin isimli iki Fransız araştırmacı 1920’li yıllarda BCG aşısını, bovin (sığır) tipi tüberküloz basillerini, (Mycobacterium bovis) 13 senelik bir süre içerisinde safralı ve gliserinli patates üzerinde 230 defa kültürden kültüre aktararak ürettiler. Yapılan çalışmalarda, bu şekilde üretilen basillerin insanlarda tüberküloz hastalığı yapmadığı fakat tüberküloz basiline karşı insanlarda bir bağışıklık oluşturduğu bulundu. Bu şekilde virulansı azaltılmış, canlı fakat hastalık yapmadan bağışıklık kazandıran basile, basilin ve bulan araştırmacıların soy isimlerinin baş harfleri alınarak kısaca BCG ismi verilmiştir. BCG aşısı, ısı ve ışığa çok dayanıksızdır. Deri içine (intradermal) uygulanır. Doğumdan itibaren uygulanabilir. Aşı, kanla ve lenfatik sistemle patojen basilin yayılmasını engeller. Bu sayede hayatı tehdit eden miliyer tüberküloz, tüberküloz menenjit gibi durumların ortaya çıkışını azaltır. Akciğer tüberkülozunu önlemede meta analizlerde %50 etkili bulunmuştur. BCG’nin koruyuculuğu, Türkiye'de erişkinlerde %72,7 iken 0-6 yaş grubunda %85 bulunmuştur. BCG aşısı, yan etkileri az olan bir aşıdır. Aşıdan sonra görülen komplikasyonlar daha çok aşının dozu, aşılama yeri ve derinliği, aşılanan kişinin yaşı ve bağışıklık sisteminin durumuyla ilgilidir. En sık görülen komplikasyonlar koltuk altı ve boyun lenfadenopatilerle, lokal apselerdir. Adenopatiler genellikle aşıdan 1-2 ay sonra meydana gelmektedir. Bir tedavi uygulamak gerekmez. Büyük lenfadenopatiler cerrahi ile blok olarak çıkarılabilir. Bağışıklığı baskılanmış hastalarda lenfadenopati olarak başlayıp, BCG’ye bağlı yaygın hastalık görülebileceğinden BCG’ye bağlı lenfadenopatisi olan hastaların izlenmesi önerilir. Fluktuasyon vermeyen (süpüre olmayan) adenopatiler için bir şey yapmak gerekmez. Genellikle kalsifiye olarak iyileşirler. Süpüre olanlar ise iğne ile aspire edilebilir veya drenaj sağlanabilir. Büyük olanlar total eksize edilebilir. İzoniyazid verilmesi tedavi süresini kısaltmaz ve verilmesi önerilmez. Aşı yerinde meydana gelen geniş ve deriden yüksek anormal skarların (keloid) genetik nedenlerle olduğu düşünülmektedir. Aşıdan sonraki bir hafta içinde aşı yerinde akıntı,yara ve şişlik oluşur. Bu, çocuğun daha önce TB basili ile enfekte olduğunu gösterir . Bu nedenle üç aylıktan büyük çocuklara BCG aşısı yapmadan önce TCT (tüberküloz cilt testi) yapmak gereklidir. Asuman Kafaoğlu-Büke Asuman Kafaoğlu-Büke (1959, İstanbul), Eleştirmen Felsefe eğitimi alan Kafaoğlu, çevirmenlik, radyo programcılığı ve eğitmenlik dışında düzenli olarak Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinde "Yazın Sanatı" adlı köşede kitap eleştirileri yazmaktadır. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, 10 Haziran 1946'da Sedat Simavi, Sadun Galip Savcı, Cihat Baban, Hayri Alpar ve Sait Kesler tarafından kurulmuş olan bir cemiyettir. Sedat Simavi, cemiyetin ilk seçilmiş başkanıdır. Onu Cevat Fehmi Başkut, Burhan Felek, Nezih Demirkent, Necmi Tanyolaç ve Nail Güreli izlemiştir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin amacı gazete, dergi, radyo ve televizyon gibi yazılı, işitsel, görsel ve elektronik iletişim alanlarını kapsayan gazetecilik mesleğini; mesleğin geleneklerini, ahlak ilkelerini korumak; herkesin bilgi edinme, gerçekleri öğrenme hakkının bir aracı olan iletişim ve düşünce özgürlüğünü sağlamak, gazetecileri meslekleri içinde maddi ve manevi yönleriyle ilerletmek ve yüceltmek şeklinde özetlenebilir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin iki tür üyesi vardır: sayısı 6’yı bulan "Onursal Üyeler" ve sayısı 3.800’ü geçen "Asıl Üyeler". Yazılı veya görsel basında 212 sayılı yasayla değişen 5953 sayılı yasa hükümlerine göre sözleşmeli çalışmak ve en az iki yıl meslek kıdemi bulunmak veya Sarı Basın Kartı taşımak asıl üye olabilmenin ön koşuludur. Yönetimler iki yılda bir yapılan genel kurulda gizli oylama sonucu en çok oy alan üyelerden oluşur. Yönetim kurulu 11 kişidir. İstanbul, Cağaloğlu'ndaki ana bina Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin kendi mülküdür. İstanbul, Divanyolu'ndaki tarihi bina müze yapılmak üzere İstanbul Belediyesi'nden kiralanmıştır. 1988 yılında bu binada hizmete giren Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi, dünyadaki sayılı basın müzesinden biridir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin e
tkinlikleri arasında kitap yayınları önemli bir yer tutmaktadır. Bugüne dek 57 adet kitap basımı yapılmıştır. Ayrıca cemiyet yürüttüğü bir kampanya ile İstanbul, Sefaköy’de 18 derslikli ve 308 öğrencili bir okul açtırtmıştır. 1998 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. Kuruluşundan itibaren görev yapmış TGC Başkanları; Ekzotermik Termodinamikte ısıveren (ekzotermik) kelimesi ısı formunda enerji salan bir işlem veya reaksiyonu tanımlar. Kelimenin kökü Yunanca “dışında” anlamındaki önek “ex-“ ve “ısıtmak” anlamına gelen yunanca kelime “thermein” kelimesinden gelir. Ekzotermik bir işlemin zıddı, ısı formunda enerji alan endotermik bir işlemdir. “Ekzotermik” terimi ilk kez Marcellin Berthelot tarafından kullanılmıştır. Kavram bilimde ; kimyasal bağ enerjisinin ısı enerjisine dönüştüğü kimyasal reaksiyonlarda uygulanır. Oksijenli solunum buna örnektir. Isıveren sistemin çevreye ısı verdiği bir dönüşümden bahseder: Dönüşüm sabit basınçta gerçekleşirse: ve sabit hacimde gerçekleşirse: Adyabatik bir sistemde(sistemin çevreye ısı vermediği bir durum), ısıveren bir işlem sıcaklıktaki bir yükselişe sebep olur. Isıveren işlemlerin bazı örnekleri şunlardır: Kimyasal ısıveren işlemler genellikle ısıalan kimyasal reaksiyonlardan daha kendliğinden olan reaksiyonlardır.Isıveren termokimyasal bir reaksiyonda ısı reaksiyonun bir ürünüdür. Endotermik Termodinamikte, ısıalan (endotermik) kelimesi, ısı formunda enerji yutan reaksiyon veya işlem olarak tanımlanır. Endotermik kelimesinin köküne baktığımızda ‘’endo-‘’ “içine” anlamında önek, ‘’-termik’’ ise “ısıtmak” anlamına gelmektedir. Isıalan bir olayın zıddı, ısıveren yani ısı formunda enerji veren bir işlemdir. ”Endotermik” terimi ilk kez Marcellin Berthelot tarafından ortaya atılmıştır. Kavram bilimde, örneğin; kimyasal bağ enerjisinin ısı enerjisine dönüştüğü kimyasal reaksiyonlarda sık sık kullanılır. Isıalan, enderjonik de denir, sistemin çevreden ısı aldığı bir dönüşümden bahseder: Dönüşüm sabit basınçta gerçekleşirse: ve sabit hacimde gerçekleşirse: Eğer çevre ısı sağlamıyorsa (örneğin, sistem adyabatik ise), ısıalan dönüşüm sistemin sıcaklığında düşüşe sebep olur. Isıalan işlemlerde çevre soğurken sistemin kendisi ısınır. Isıalan işlemlerin bazı örnekleri şunlardır: Kimyasal ısıalan reaksiyonlar oluşmak için ısıya ihtiyaç duyarlar. Isıalan termokimyasal bir reaksiyonda, ısı bir reaksiyonun oluşması için gereklidir ve reaksiyon esnasında absorbe edilir. Isıalan malzemeler, hem alçıtaşı gibi doğal, hem de sentetik olanlar, ısı kalkanlarında, ablasyonda, uzay fiziğinde, ısıya dayanıklı kıyafetler ve bina korumada kullanılan popüler malzemelerdir. Tipik olarak, teknolojik temelleri, hidratların veya buharın içindeki suyun kimyasal bağlarındaki dönüşümüne dayanır. Paul Berman Paul Berman, birçok dile çevrilmiş olan "Terror and Liberalism" (Terör ve Liberalizm) adlı kitabın yazarıdır. Türkçede, İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanan Bir İdealist Sevda ve Serencamı (2006; "Power and the Idealists", 2005) dışındaki diğer kitapları arasında "A Tale of Two Utopias: The Political Journey of the 1968 Generation" (İki Ütopyanın Hikâyesi: 1968 Kuşağının Siyasal Yolculuğu) ve "Debating P.C." (Siyasal Doğruculuğu Tartışmak) sayılabilir. Berman, "New Republic", "New York Times Book Review", "Dissent" ve başka dergilere siyaset ve edebiyat konulu makaleler yazmaktadır. New York Üniversitesi’nin kadrolu seçkin yazarlarındandır. Zeki Ökten Zeki Ökten (d. 4 Ağustos 1941, İstanbul - ö. 19 Aralık 2009 İstanbul), Türk yönetmen. Haydarpaşa Lisesi mezunudur. Öğrencilik yıllarında tiyatro çalışmalarına başlar. Ama gönlü sinemadadır ve 1961 yılında bu düşünü gerçekleştirip, Nişan Hançer'in yönettiği ""Acı Zeytin"" filminde yönetmen yardımcılığı yaparak Yeşilçam'a ilk adımlarını atar. Lütfi Akad, Halit Refiğ, Memduh Ün ve ağırlıklı olarak Atıf Yılmaz, yönetmen yardımcılığı yaptığı ustalarıdır. Ökten, 1963'de ilk filmi "Ölüm Pazarı"'nı çeker. 19 Aralık 2009 günü saat 18:15 sularında,önceki gün kalp ve damar hastalığı şikayetiyle acil olarak yattığı hastanede geçirdiği operasyonun ardından hayatını kaybetti. Kaylie Jones Kaylie Jones (d. 5 Ağustos 1960), çağdaş Amerikalı yazardır. Paris’te dünyaya gelen Kaylie Jones, roman yazarı James Jones'in kızıdır. Kaylie Jones'un İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanan Şimdi Konuş (2006; "Speak Now") dışında, 1998 yılında sinemaya uyarlanan "A Soldier’s Daughter Never Cries" (1990; Asker Kızı Asla Ağlamaz), "Celeste Ascending" (2000; Celeste’nin Yükselişi), "Quite The Other Way" (1989; Başka Yollar da Var), "As Soon As it Rains" (1986; Yağmur Yağar Yağmaz) adlı romanları yazdı. Jones’un romanları Türkçe dışında, Almanca, Fransızca, Japonca ve İtalyanca dahil pek çok dile çevrilmiştir. "Asker Kızı Asla Ağlamaz" adlı romanı sinemaya da uyarlanmıştır. Kubbe Kubbe, binaların üstünü örtmek için kullanılan yarım küre şeklindeki mimarî unsur. Kubbe kelimesi batı dillerine Müslümanların Endülüsteki hakimiyetleri sırasında İspanyolca aracılığı ile girdi. Kubbe, mimarî alanda eski dönemlerden beri uygulanan bir unsurdur. Tarihî gelişim süreci içinde boyutları büyüdü. Kubbe, zamanla cami mimarisinin vazgeçilmez bir unsuru haline geldi. 1300 sonrası, neredeyse iki yüzyıl boyunca, erken dönem Osmanlı binaları Osmanlı kültürünün ve yerli mimarisinin harmanı olarak inşa olmuş ve pandantifli kubbe imparatorluk boyunca kullanılmıştır. Başlangıçta küçük boyutlu kubbeler inşa eden Türk mimarlar, özellikle İstanbul'un fethinden sonra büyük kubbeli eserler yapmaya başladılar. Mimar Sinan'ın Edirne'de Padişah II. Selim adına inşa ettiği Selimiye Camii'nin kubbe çapı 31, 25 metredir. Günümüzde Türkiye'de inşa edilen camilerin kubbe tarzı büyük ölçüde Osmanlı tarzının devamı niteliğindedir. Tanksavar Tanksavar terimi her ne kadar tank türünü işaret etse de aslında tüm askeri amaçlı ZSA sınıf araçları kapsamaktadır. Bu terim bu türden araçların imhasını veya etkisiz hale getirilmesi için kullanılan tüm silah türlerini kapsar. Bunlar başlıca yüksek namlu çıkış hızına sahip topçu sistemleri, füzeler (örneğin kablo güdümlü füze veya HEAT), değişik otomatik top ve tanksavar mayınlarını kapsar. Tanksavar silahların üç değişik amacı vardır: "hareket ölümü" ,"ateş gücü ölümü", ve "feci ölüm". Hareket ölümü terimi adından da anlaşılabileceği gibi aracın yürüyen aksamlarının etkisiz hale getirilmesidir. Örneğin tanklar palet sisteminlerinde meydana gelecek bir hasarla oldukları yerde kalırlar ve açık hedef haline gelirler ancak aracın silahları belli bir menzil içerisinde hala etkilidir. Ateş gücü ölümü terimi ise aracın hareket kabiliyeti olmasına rağmen silah ateşleme sistemlerinin bozulmasıdır. Hareket veya ateş gücü ölümünde az da olsa araç hala ateş edebilir veya çatışma bölgesinden kaçabilir. Ancak feci ölüm terimin adından da anlaşılacağı gibi tankın tümüyle çatışma ve hareket kabiliyetini yitirmesi demektir. Bu da ancak tank mürettebatının ölümü gibi bir sebepten olabilir. İlk tanksavar silahları I. Dünya Savaşı sırasında cepheye sürülen İngiliz yapımı Mark I tankına karşı kullanılan top veya geniş kalibreli tüfeklerden oluşuyordu. Bu tür silahlar aslında ne kadar kullanışsız ve etkisiz olduklarını kanıtladı. Bazı silahlar örneğin zırhdelici 7.92 "K" Mermisi atan geniş kalibre tanksavar tüfeği de zamanla tankların gelişmesi ile etkisiz kaldı. Bunun yanında bu iş örneğin "Geballte Ladung" ("Salkım El bombası") adındaki birkaç normal bombanın birleştirilmesinden oluşan el bombaları kullanıldı. Tanklar bunun yanında topçu ve hava silahlarına karşı savunmasızdı. Özellikle kötü hava koşullarında arazide ilerleyemeyen veya dikenli tel kümelerine takılan tanklar kolayca hedef oluyordu. Savaşın sonunda birkaç tane örneğin İngiliz yapımı kısa kundaklı 37 mm lik top (İngilizler bu topa "2-pounder" adını veriyordu) bu iş için çok başarılı olduğunu ispat etti. Bu iş için birçok ordu geniş kalibreli ve yüksek namlu çıkış hızına sahip tipik .50 kalibre (12.7 mm) tüfekler kullanıyordu. O günün ince zırhlı tanklarına karşı etkili bir savunma silahıydı. Tanksavar topları zırhlı araçları yok etmek üzere tasarlanmıştır. Tankların ve zırhlı araçların zırhlarını delmek için bu toplar yüksek namlu çıkış hızına sahip mermiler kullanır. II. Dünya Savaşının ilk yıllarında tanksavar topları çok ufaktı ve tanksavar tüfekleri tank imha etmek için en çok kullanılan silahtı. 50 mm kalibreden daha büyük çok az sayıda top bulunuyordu. Tank zırhlarındaki hızlı gelişmeler sonucunda daha da büyüyen top kalibreleri sayesinde geniş ve namlu çıkış hızı yüksek mermiler atabilme özellikleri kazandı. Bunlardan en geniş ve başarılı olanı Nazi Alman Ordusu tarafından kullanılan meşhur 88 mm toptu. Aslında uçaksavar silahı olarak tasarlanan ve üretilen top daha sonra tanksavar amaçlı olarak tüm cephelerde kullanılmıştır. Aynı şekilde çapı 90 mm ve üzeri olan tüm toplarda tanksavar amaçlı kullanıldı. II. Dünya Savaşı sırasında tanksavar topları araç şaseleri üzerinde, bazen zırhlı olarak çok ucuz hafif araçlar üretildi. Bazı araçlar taret üstleri açık, bazıları taretleri dönmeyen,bazıları ise taretsiz olarak üretildi. Amerikalılar bu araçlara kısaca tank imha ediciler dedi. II. Dünya Savaşı başladığı zaman hala I. Dünya Savaşında kalma silahlar veya bunların kopyası hafif toplar kullanılmaktaydı. Ancak bu silahlar cepheye yeni ve gelişmiş kalın zırhlara sahip tankların gelmesiyle etkisiz kaldı. Örneğin Alman yapımı hafif sınıf yeni 37-mmlik topa kısaca "tank kapısını çalan" "(Panzeranklopfgerät)" takma adı verilmişti. Çünkü vurduğu hedefin zırhını geçemeyecek sadece ses çıkartabilecek kadar zayıf bir toptu. 1942 yılında itibaren tüm tanksavar tüfekleri cephelerden çekildi. Bunları yerine yeni ve gelişmiş tanksavar silahları cephelere gönderildi. 1943 yılında ortalama bir tanksavar topu 50 mm veya daha genişi oluyordu. Örneğin Alman yapımı mükemmel bir top olan 50-mm yüksek namlu çıkışlı ve Amerikan yapımı 57 mm toptan dönüştürülen İngiliz yapımı "6-p
ounder"dır. Bir yıl sonra Doğu Cephesi (İkinci Dünya Savaşı)ndeki yaşanan sıkışıklık Almanları 75 mm ve meşhur 88 mmlik topları geliştirmesine neden oldu. Kızıl Ordu ise bu iş için genel amaçlı üretilen 100-mm ve 122-mmlik toplardan faydalandı. İngilizlerin 17 pounder top 77 mmden daha düşük bir kalibreli olmasına rağmen kullandığı yüksek namlu çıkış hızına sahip mermilerle başarılı bir zırh delme özelliğine ulaştı. Tanksavar toplarının gelişen yapısı bu silahların hareket özellikleri düştü. Bu sebepten bu toplara cephelerde saldırı görevlerinde çok savunma görevlerinde kullanılma zorunluluğu getirdi. Bu sebepten tank imha edicilerin üretilmesi çalışmalarına hız verildi. Alman tarafında tank özellikleri bir kenara bırakılarak zırhlı araç şaseleri üzerine bu toplar monte edilerek saldırı amaçlı kullanıldı. Savaşın sonunda tanksavar top düşüncesi tamamı ile gözden düştü. Bunun en önemli nedenlerinden biri de büyüyen yapısından ötürü bu silahlar hareket özelliklerini tümüyle yitirmişti. Tanksavar amaçlı çok çeşitli el bombaları üretildi. Bunlar genellikle içerisinde boşluklu imha hakkı bulunan el bombalarıydı. Örnek olarak İngiliz yapımı No. 68 tanksavar el bombası) ve içerisinde çok fazla patlayıcı bulunan yine İngiliz yapımı No. 73 El bombası). Bu bombaların etkilerini daha da artırmak için tanklara karşı yapışkan bomba veya manyetik bombalar üretildi. Almanların ürettiği manyetik ("Hafthohlladung 3") ise zırha 90 derece yapıştıktan sonra patlayan boşluklu imha hakkı türünde bir el bombasıydı. Bunlardan başka Almanlar özel tipte el bombaları da üretti. "Nebelhandgranaten" veya "Blendkörper" (Türkçe "duman el bombası") adındaki bu bombalar tankın hava giriş fanlarının önüne yapıştırılıyordu. İçeriye giren dumandan ötürü tank mürettebatını savaşamaz durumda bırakıyordu. Molotof kokteyli ise özellikle Kış Savaşının ilk zamanlarında çokça kullanıldı. Bu süre zarfında zayıf zırhlı tanklara karşı oldukça başarılı oldu. Tank zırhlarının kalınlaşması ile etkisini yitirmesine rağmen motor kısmına isabet etmesi halinde tankı hareketsiz bırakabiliyordu. II. Dünya Savaşı süresince hafif tanksavar silahlarının üretimi tamamıyla arttı. Birçoğu temelde Munroe etkisi ile çalışan (Boşluklu imha hakkı) ve HEAT adındaki mermilerdi. Bu etki hızı ne olursa olsun mermiye aynı gücü sağlıyordu. Bu yoğunlaştırılmış etki sayesinde mermiler kendisinde çok daha büyük tanksavar mermilerinden daha başarılı oldu. İlk HEAT mermileri tüfek bombalarıydı. Bunlardan İngiliz PIAT Amerikan Bazooka ve Alman yapımı Panzerschreck itici mekanizma olarak roketlerden faydalanıyordu. Alman Panzerfaust ise küçük bir geri tepmesiz top ile ateşleniyordu. Diğer bir tür olan HESH mermileri de İngilizler tarafından üretildi. Bu mermiler geri tepmesiz tüfeklerle atılıyordu. HESH mermileri ince bir kalıp içerisindeki bol miktarda plastik patlayıcıdan oluşuyordu. Bu merminin zırhı delmek gibi bir amacı bulunmuyordu. Mermi zırha çarptığı zaman çok büyük bir basınç yaratıyor bu da tankın içerisindeki mürettebat ve cihazlara hasar veriyordu. Tanklar özellikle dağlık arazi ve yerleşim alanlarında yakın piyade saldırılarına karşı savunmasızdır. Tanklar yapıları itibarıyla hem çok büyük hem de çok ses çıkartır. Bu özellikler düşman güçlerine tankı izlemek, nişan almak,vurmak ve kaçmak için yeterli vakit kazandırmaktadır. II. Dünya Savaşı sırasında ağır sınıf tankların yoğun biçimde kaybedilmesi üzerine tanklar dost piyade birliklerinin desteği ile kullanılmaya başlandı. Çünkü tank mürettebatının görüş açısı kısıtlıydı. Özellikle yerleşim alanlarında tank komutanı içeride oturmak zorunda kalıyor çevreyi çok ufak nişangah ve gözetleme deliklerinde seyrediyordu. Üst kapak açık durumlarda ya komutan hemen vuruluyor ya da düşman tank içerisine patlayıcı atıp bütün mürettebatı öldürüyordu. Yakın piyade saldırılarında tank topu ve eşeksenli makineli tüfek düşmana karşı tamamıyla etkisiz kalıyordu. Tank grupları halinde yapılan saldırılarda gerideki tank öndeki tankı hafif makineli tüfekleri ile koruyordu. Dünya savaşı sırasında üretilen tanksavar roket, füze ve el bombaları tankın cephe zırhına karşı etkisizdi. Bu silahlar genellikle daha zayıf olan üst ve arka zırhlarına veya yürüyen aksama karşı fırlatılıyordu. Yürüyen aksamı vurulan tankların hareket ölümü gerçekleşiyordu. Tanklar ayrıca elle yerleştirilen tanksavar mayınlarına karşıda savunmasızdı. Düşman piyadeleri genellikle bu mayınları yapraklar veya toprakla örtüyordu. Mayının isabet etmesiyle hareket özelliğini yitiren tanklar ardından piyadelerin saldırısına uğruyordu. Bu taktik özellikle uzun menzilli tanksavar silahları olmayan İngiliz Ulusal Muhafız birlikleri tarafından uygulandı. II. Dünya Savaşı sırasında bazı çatışmalarda Kızıl Ordu birlikleri düşman Alman tanklarının ana top ve makineli tüfeklerine yakalanmadan tank üzerine çıkıyor.Ardından benzin döktükleri Alman tanklarını ateşe vererek mürettebatı ile beraber yakıyordu. Klasik patlayıcı taşıyan top mermileri çok fazla patlayıcı taşıyanlar hariç, tanklara karşı pek bir etki gösteremiyordu. Bazı mermiler zırhı delemese bile tank zırhına yaptıkları dinamik etkiler ile iç zırha ve aletlere ağır hasar vererek hem mürettebatı hem de araçları iş göremez hale getirebilmektedir. Son otuz yıl içerisinde taarruz tanklarına karşı çok değişik ve özellikte tanksavar mühimmatı üretildi. Bunların içerisinde lazer güdümlü mermiler, iptal edilmiş Amerikan Copperhead CLGP (Toptan atılan güdümlü mermi) doğrudan hedefi vurabiliyordu. Bazı CLGP lerin içerisinde yüksek patlayıcı yerine HEAT başlıkları bulunuyordu. Güdümlü ve güdümsüz parçalı mühimmat ve yarı mühimmatlarda üretildi.Bünyesinde birçok ufak mühimmatı barındıran tanksavar mermileri de üretildi. Diğer bir formda tankın üzerinden geçen başlık tam tankın üzerinde parçalanıyor ve başlık bünyesindeki (HEAT) veya HEDP (Yüksek patlayıcılı ikili düzenek) bombaları infilak ediyordu. Bu sayede tankın en zayıf olduğu taretin üst tarafından tanka büyük hasar veriyordu. Diğer bir serpme başlık ise bünyesindeki küçük tanksavar mayınları ile tankın palet kısmına hasar vererek hareketsiz kalmasına sebep oluyordu. Hareketsiz kalan tank daha kolay imha ediliyordu. En karmaşık yarı mühimmat ise hedefini bulan mermilerdi. Bu mühimmatın tankın üzerine geldiğinde başlığı patlayarak daha küçük başlıklara bölünüyor. Bu başlıklar kızılötesi veya milimetrik radarları sayesinde tankın yerini bulduğunda iticileri ateşlenerek tankı vuruyordu. Küçük başlıklar ilk uçuşları sırasında paraşütle iniş yapıyor bu sayede hedefini sesinden izliyordu. Bunun yanında geniş kalibreli (81-mm ve yüksek) güdümlü havan mühimmatı üretildi. Bunlar hedefi dahili (kızılötesi veya radar) veya harici (lazer güdümlü) seyrüefer sistemleri kullanmaktadır. Dünya savaşının ardından HEAT mermileri dünya çapında top ve tank birliklerinde yoğun olarak kullanıldı. İngilizler savaş sırasında düşman sığınak ve binalarını yıkmak için HESH ve yüksek patlayıcı sıkıştırılmış başlık mermilerini üretti. Bu mermilerin daha sonra sürpriz bir şekilde düşman tanklarına karşıda etkili olduğu anlaşıldı. HEAT mermileri uzak menzillerden büyük tanklara karşı daha başarılı oluyordu. HEAT'nib bu başarısına rağmen HESH mermileri kısa menzillerde itici sistemlerdeki sorunlar yüzünden yeterli etkiyi gösteremiyordu.Bunun yanında piyade birliklerini yeni taktiklerle tanksavar birliklerine karşı ani baskınlar uygulamaya başladı.Sonuçtan tanksavar birliklerine saldırıya uğramadan sadece bir veya azami iki atış şansı veriyordu. Uzun menzilli silah araştırmaları dünya savaşının ardından başlandı. Amerikalılar tarafından geliştirilen geri tepmesiz tüfek modelinden en çok kullanılanı 75-mmlik tasarımıydı. Az sayıda 90-;mm ve 106-mm tasarımıda üretildi. (En son üretilen tasarım jeep üzerinde kaideye monteli ve bir piyade eri tarafından kullanılıyordu.) Amerikalılar üzerinde altı adet 106 mmlik geri tepmesiz tüfek bulunan Ontos tankını üretti. SSCBde 73 mm, 82 mm, ve 110 mmlik (günümüzde geriye 73 mmlik tüfekler kaldı) silahlar üretti. İngilizler ise 1950 li yıllarda geliştirdiği büyük 120-mmlik (4.7-inch) tasarımı BAT serisini MILAN füzelerine geçene kadar uzun bir süre kullandı. Ancak bu geri tepmesiz tüfek bir piyadenin taşıyabileceğinden çok büyüktü. Bu sebepten genellikle bir kaide veya araç üzerine monteli kullanıldı. Geri tepmesiz tüfeklerin devri kablo güdümlü füzelerin ve tanksavar güdümlü füzelerin geliştirilmesi ile sona erdi. 1950'li yılların sonu ve 1960'lı yılların başlarında geliştirilen bu füzeler sayesinde piyade birlikleri tanklara yakalanmadan uzun menzillerden bu silahları ateşleme şansı oluyordu. İngiltere, Fansa ve diğer NATO ülkeleri ilk olarak 1958 yılında geliştirilen Malkara füzesini (İngiltere/Avustralya ortak yapımı) kullanmaya başladı. 1970 yılında Amerikalılar tarafından geliştirilen BGM-71 TOW füzesi Batı ülkeleri tarafından en yaygın olarak kullanılan kablo güdümlü füze oldu. Kendinden önce geliştirilen füzelere oranla çok güçlü bir füzeydi. Dünyanın en önemli ve güçlü ordularından Sovyet Kızıl Ordusu ve doğu bloku ülkeleri genellikle 100-mm, 115-mm, ve 125-mm lik tanksavar topları kullandı. Bunlardan125-mmlik tanksavar topu o kadar aşırı hantal ve büyüktü ki bir yere çekmek için devasa paletli araçlar istiyordu. Bununla beraber maliyetleri çok ucuzdu. Üzerlerine takılacak lazer nişangahlar ve mühimmat olarak kullandığı tüketilmiş uranyum mermileri ile kesinlikle ölümcül bir hal aldı. Ancak taktiksel bakımdan ne kadar başarılı oldukları tartışılmaktadır. Zaman şunu göstermektedir ki yanlarında birkaç tanksavar füzesi taşıyan ufak bir piyade birliği eğer yeterince gizlenip rahat nişan alabilecekleri bir yerden atış yaptıklarında büyük ve gelişmiş tankları imha edebilirler.1973 yılında Yom Kippur Savaşı sırasında iyi eğitilmiş Mısır birlikleri tarafından kullanılan ilk nesil Sovyet kablo güdümlü füzeler İsrail ordusuna ait zırhlı birliklere çok büyük zayiat verdirdi. Sonuçta İsrailli tank tasarımcıları tank yapıları üzerinde radikal değişikliklere git
ti. Tanksavar silahlarına karşı kullanılan yenilikler arasında (örneğin M-84, Yugoslav modeli T-72) tank üzerine yerleştirilen aygılayıcılar düşman tarafından fırlatılan füzenin yaydığı yüksek ısıyı tespit ediyor ardından sisteme bağlı makineli tüfekler bu ısıya doğru ateş ediyordu. Yugoslavya İç savaşı sırasında bu tanklara karşı yapılan saldırılarda düşman önce ya farklı bir füze ile sistemi yanıltıyor ya da aynı anda çok sayıda füze atarak sistemi aşırı yüklenerek çalışamaz hale getiriyordu. II. Dünya Savaşında itibaren Hawker Hurricane MK. IID, Hawker Typhoon, Henschel Hs 129, Ilyushin Il-2, Junkers 87 Stuka G-1 ve G-2; günümüzde A-10 Thunderbolt II ve SU-25 Frogfoot uçakları özellikle piyade birliklerine yakın hava desteği sağlamak için üretilmiş olsa da zamanla tanksavar amacıyla da kullanıldı. Aynı türden geniş kalibreli tanksavar topları, havadan karaya füzeler (örneğin AGM-65 Maverick), değişik türden bombalar – güdümsüz veya lazer güdümlü—veya yarı mühimmatlar helikopterler tarafından da kullanılmaktadır. Tanksavar helikopterleri özellikle tankların zırhlarının zayıf olduğu üst kesimlerine karşı saldırılarda oldukça başarılı olmaktadır. Aslında tank ve helikopterler uzun bir süre çatışmalarda karşılıklı olarak kullanılmadı. Günümüz gelişmiş tanklarına karşı kullanılan en önemli tehdit ATGWler (İngilizce Anti-Tank Guided Weapons yani Türkçesi Güdümlü Tanksavar Silahları) veya tanksavar toplarıydı. İlk zamanlar helikopterler açısından pek de kolay olmadı. Tanklara karşı hedef almak için yakına gelmesi gereken helikopterler tanklar tarafından kolaylıkla tespit edilip düşürülüyordu. Birçok helikoptere yüklenen ATGWler doğru hava koşullarında çok uzaklardan fırlatabilmektedir. Ancak bu durumda tanklar sahip olduğu silahlar ile savunmaya geçmektedir. Savunma konusunda en iyi çözümü İsrail bulmuştur.İsrail’in ürettiği Lahat füzesi Merkava ana muharebe tankının namlusundan fırlatılabilmektedir. Bu füze hem tanksavar hem de helikopter savar amaçlı kullanılmaktadır. Şans eseri Hindistan ordusuna ait Arjun tankları da bu füzelerden kullanılmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti sahip olduğu tankların 100mmlik toplarında fırlatılabilecek Rus tasarımlı füzeler kullanmaktadır. Bunlara örnek GP2 füzesi Rus yapımı Bastion veya AT-10 Stabber. Yazılan raporlarda bu füzenin hem hava hem de tank hedeflerine karşı oldukça başarılı olduğu belirtilmektedir. Aynı füzeler Çin e ait tankların 105 mmlik tank toplarından fırlatılabilmektedir. Ruslar bu füzelerin yanında hava ve kara hedeflerine karşı otomatik olarak hedef bulabilen Reflex sistemini geliştirmiştir. Bir helikopter ilk silah 1955 yılında ve Bell 47 modelinde uygulanmıştır. Özellikle tanksavar ve saldırı helikopteri olarak üretilen ilk helikopter Bell tarafından 1966 yılında geliştirilen AH-1 Cobradır. Eğer doğru askeri taktikler uygulanırsa elinizde tank gücü olmadan düşman tank birliklerini etkisiz hale getirebilirsiniz. Tanklar genellikle piyade birliklerini tarafından (eğer destek verecek uçak veya tank birlikleri yoksa) üst kısmına yapılan saldırılarla kolaylıkla etkisiz kılınabilir. İngiliz Komutan Bernard Montgomery El Alameyn Muharebeleri sırasında aslında tankların lojistik desteğe ne kadar ihtiyaç duyduklarını gözler önüne sermiştir. Savaşın en önemli kırılma noktası Kuzey Afrika kuvvetleri komutanı Erwin Rommele bağlı orduların Mısır içerisinde İngilizleri durmadan takip etmeleriydi. Bu koşturma esnasında Alman birlikleri lojistik destek aldıkları limanlardan giderek uzaklaştı.Bu arada boş durmayan Montgomery'e bağlı birlikler de Tobruk limanını ele geçirdi. Montgomery El Alameyni kuzeyde Akdeniz olan uzaklığından ötürü Almanlar için bir boğma yok etme noktası olarak görüyordu. Daha güneyde başlayan çölden ötürü tanklar tamamıyla işe yaramaz bir hale gelecekti. Bu coğrafi şartlardan ötürü Rommel sıkça kullandığı ve çok başarılı olduğu kanat hücumu saldırısından mahrum kalacaktı. Sonuçta cepheyi doğrudan yaramayan Rommel birliklerini lojistik bölgelerine çekmeye çalıştı. Ancak onu hem Mısır hem de Tobruk'ta lojistik olarak desteklenmiş bir İngiliz ordusu bekliyordu. Sonuçta Montgomery Rommel'in birlikleri alt edecek konuma gelmişti. 1941 yılına kadar Doğu Cephesinde özellikle Polonya ve Fransa’ya yapılan saldırılarda Almanlar büyük başarılar elde etti. Ancak uçsuz bucaksız arazilerde lojistik olarak sıkışan Almanlara karşı Ruslar nasıl savaşılacağını ve bu tankları nasıl havaya uçuracaklarını öğrendi. Alman tankları yol dışında, balçık ve ıslak zeminde ilerleyemiyordu. Dar yolarda tek sıra halinde ilerleyen Alman zırhlı araçlarından önce ilk ve son aracı vuran Ruslar ardından hareket imkânı kalmayan aradakileri teker teker avlıyordu. Yeterli zaman olduğunda düşman tanklarının hareket imkânını zorlaştıracak tank engelleri yapılmaktaydı. Batı Avrupa cephesinde Almanlar büyük metal çubuklardan tank tuzakları kurmaktaydı. Bunları plajlara yerleştiren Almanlar düşman tanklarının sahile çıkmasını ve ilerlemesini zorlaştırdı. Bunun yanında kazılan derin çukurlara düşen tanklar ise levazım birliklerinin yardımı olmadan buralardan çıkamıyordu. Kore Savaşı sırasında geciken lojistik destek ve kötü arazi şartlarının tanklar için oldukça kötü sonuçlar doğurduğu anlaşıldı. Savaşın ilk zamanlarında hava ve piyade birlikleri tarafından çok iyi şekilde desteklenen Amerikan tank birlikleri Kuzey Koreye ait iyi ekipmanlı tank birliklerini Çin sınırında bulunan Yalu Nehrine kadar püskürttü. Ancak Çinin de Kuzey Kore yanında taraf olmasının ardında işler Amerikan birlikleri için kötüye gitmeye başladı. Çünkü Amerikan tanklarına destek sağlayan lojistik birliklerin kullandığı sadece iki tane ana yol bulunuyordu. Bu yolları elinde bulunduran Çin birlikleri Amerikan birliklerine giden lojistik desteğin sıkça kesilmesine neden oluyordu. 1960’lı yıllarda tankların lehine olan bu durum 1970’lı yıllarda İngilizlerin Chobham zırhı ve Rusların reaktif zırhı bulmaları ile tankların lehine geçti. Zırhlar o kadar gelişmişti ki bunları delebilecek HEAT mermilerinin boyutu insanlar tarafından taşınamaz hale geldi. Günümüzde tanksavar silah çeşitleri taşınabilir "üst saldırı" füzeleri, jeep veya helikopterden fırlatılabilen büyük HEAT füzeleri, yüksek namlu çıkış hızına sahip otomatik toplar ve daha da genişletilmiş tank toplarıdır. Avrupa Günü Avrupa Günü, Mayıs ayının ilk 10 günü içerisinde Avrupa Birliği ülkeleri ve aday ülkelerde kutlanan gün. Avrupa Günü olarak Avrupa'da kutlanan gün aslında 5 Mayıs'tır. 5 Mayıs 1949'da Avrupa Konseyi kurulmuş ve bu tarih II. Dünya Savaşı'ndan çıkış için en önemli ümitlerden biri sayılmıştır. 5 Mayıs tarihi 1964 yılından bu yana Avrupa Günü olarak kutlanmaktadır. AB ise henüz AET iken planın açıklandığı 9 Mayıs'ı Avrupa Günü ilan etmiştir. Ancak Avrupa’da bazı kesimler hala Avrupa Günü olarak 5 Mayıs kutlamaktadırlar. Çünkü Avrupa Konseyi o tarihlerde özellikle insan hakları, hukukun üstünlüğü ve parlamenter demokrasi gibi ilkeleri savunduğu ve yerleştirmeyi amaçladığı halde, Schuman Bildirgesi sadece kömür ve çelik sektörlerinde ekonomik işbirliğini amaçlamaktadır. MÖ 625 Cehri Cehri, cehrigiller (Rhamnaceae) familyasından "Rhamnus" ve "Frangula" cinsini oluşturan küçük çalılara verilen ad. Herdem yeşil veya yaprak döken küçük çalılardır. Dallar diken uçludur. Yapraklar karşılıklı dizili, basit, tam veya dişlidir. Çiçekler küçük olup 4-5 parçalıdır. Meyve etli küçük ve suludur. Anavatanı ılıman ve yarı tropik bölgeler ile Afrika ve Güney Amerika'dır. Cins: "Rhamnus": Çiçekler 4 taç yapraklı, tomurcuklar pullu, yapraklar almaşık veya karşılıklı dizilmiş, dallar dikenli. Cins: "Frangula" : Çiçekler 5 taç yapraklı, tomurcuklar pulsuz, yapraklar her zaman almaşık dizilişli, dallar dikenli değil. Heykeltıraşlar listesi Aşağıda adlarına göre alfabetik olarak heykeltıraşların listesi yer almaktadır. Listeye ek yaparak Vikipedi`ye katkıda bulunabilirsiniz. He Ca Japonya Uzay Araştırma Ajansı Japonya Uzay Araştırma Ajansı (Japonca: 独立行政法人宇宙航空研究開発機構 "Dokuritsu-gyōsei-hōjin Uchū Kōkū Kenkyū Kaihatsu Kikō", İngilizce: Japan Aerospace Exploration Agency), İngilizce kısaltması JAXA, 1 Ekim 2003'te ISAS ("Institute of Space and Astronautical Science"), NAL ("National Aerospace Laboratory of Japan") ve NASDA ("National Space Development Agency of Japan") kurumlarının birleşmesinden oluşan kurumdur. Tüfek Altı Bomba Atar Tüfek Altı Bomba Atar, Piyade tüfeğine takılarak kullanılan 40 mm çapında 300-400 metre menzilli yivli elle kurularak kullanılan silah. Resimde görülen model (T-40 )hafif metal alaşımdan imal edilmiştir, piyade tüfeğinin gez kısmına takılan merdiven tipi gez ile hedef mesafesi ayarlanır. 40 mm çapındaki; tahrip, sis, yangın, eğitim ve kimyasal özellikleri olan çok çeşitli mühimmatı kullanabilir. Silahın ateşleme ve doldur-boşalt işlemleri sağ ve sol yanındaki mandallar sayesinde yapılır. Otomatik Bomba Atar Makineli tüfek mantığı ile çalışan 40 mm çapında yivli 2500 metre menzilli 240-325 atım/dakika hızına sahip silah. En bilinen örneği Mk 19'dur. Askerî uçak Askerî uçak ve helikopterler, savaşlarda kara ve su üstündeki hedefleri bombalamak, diğer uçakları tahrip etmek, keşif yapmak, personel ve mühimmat taşımak gibi amaçlarla silahlı kuvvetler tarafından kullanılan hava taşıtları. Özellikle av ve bombardıman görevlerinde kullanılanlar savaş uçağı ve saldırı helikopteri olarak adlandırılırlar. Askerî uçaklar av, bombardıman, av-bombardıman ve nakliye gibi kategorilere ayrılırlar. Görevlerine göre havadan yere füze (AGM), havadan havaya füze (AAM) ve top taşıyabilirler. Ayrıca hedeflerin tespiti ve gözlenmesi için çeşitli radar ve pod taşıyabilirler. Avcı uçakları kendi aralarında sınıflara ayrılırlar: hava üstünlük uçakları genelde tek kişilik, hızlı, yüksek irtifalı uçaklardır (Mig 25, Su 27, F-14A, F-15C); hücum uçakları, 15-25 ton arası tek motorlu ateş gücü yüksek uçaklardır (F-16C, Mırage 2000, Mig 29, F-18C, Mig 23, F-15C); hücum destek uçağı (çok ağ
ır silah donanımlı, genelde düşman kara gücünü baskı altında tutan uçaklardır (Mig 27, Su-25, Jaguar, AV 8B Harrier, A-10). Ayrıca hayalet olarak bilinen radar da görünmeyen uçaklar da (Northrop Grumman B-2 Spirit bombardıman uçağı ve F-117 Nighthawk avcı uçakları) vardır. Hipotez testi Hipotez testi diğer bir deyişle tahmin sınamaları olarak adlandırabiliriz. Hipotez testinin ne olduğunu tam olarak anlayabilmemiz için gerekli olan birkaç tanımı bilmemizdir. Bunlardan ilki hipotez kelimesinin ne anlama geldiği bizim için ne ifade ettiğidir. Hipotez kısaca doğruluğu bir araştırma ya da deney ile test edilmeye çalışılan öngörülere, denencelere denir. Hipotez testleri bir örneklem ortalaması ile bu örneklemin çekilmiş olduğunu düşündüğümüz ortalaması etrafındaki farkın anlamlı olup olmadığını (yani önemli bir fark olup olmadığını) araştırmamızı sağlayan testlerdir. Eğer iki anakütlenin ortalamaları arasındaki fark ile ilgileniyorsak; bunlardan çekilen örneklemlerin ortalamalar arasındaki farka ait hipotez testleri yaparak, farkın doğru olup olmadığını anlayabiliriz. Null, Yokluk Hipotezi, İstatistiksel Hipotez => :Örneklemden elde edilen ortalama ile anakütleye ait ortalamanın farkı "sıfır","0" sayılabilir. Yani anakütle üzerinde yapılan deformasyonların anakütle aritmetik ortalamasını değiştirmeyeceği görüşünü savunur. Bu görüş savunulurken istatistiksel anlamlılık denilen (%99 %97 veya %95) yanılgı payı göz önüne alınır. Zaten yapılan işlemlerden sonra farkın çok küçük de olsa sıfırdan farklı olduğu görülür Alternatif, Araştırma Hipotezi.:Yani yapılan deformasyonun anakütle aritmetik ortalamasını değiştireceği öngürüsüdür. "Güç", bir hipotez testinin isabetliliği için önemli bir kriterdir ve her zaman maksimize edilmek istenir. Güç'ün 1 çıkması o testin ideal olduğunu gösterir ama pratikte "Güç = 1" olan testlere çok nadir rastlanır. I. Tür - α ve II. Tür - β tipi hatalar bilinçli olarak yapılan hatalardır. Burada bu hataların bilinçli yapılmasının sebebi olaylara bir de tersinden bakma gereksiniminden dolayıdır. Özetle: "α : Hatalı karar", H doğru, biz onu yanlış diye reddediyoruz. ("I. Tip Hata") "β : Hatalı karar", H yanlış, biz onu doğru diye kabul ediyoruz. "(1-α)" : Doğru bir H hipotezini kabul etmemiz olasılığı olup buna "testin güvenilirlik düzeyi" denir. "(1-β)" : Yanlış bir H hipotezini reddetmemiz olasılığı olup buna "testin gücü" denir. Hipotez testi yaparken, α ve β hatalarını en aza indirmek için örneklemdeki birim sayısını olabildiğince fazlalaştırmak gerekir. α hatası yapma olasılığı azalırsa β hatası yapma olasılığı artar. İki hatanın olasılığından biri azalırken diğeri artar. Aynı testte hem α hem de β hatası beraber yapılamaz. Hatasız bir test yapmak mümkün değildir. %100 doğru karar verilemez. Normal dağılım asimtotik olup x-ekseni ile kesişmediği için çok küçük de olsa bir risk söz konusudur. Burada araştırma sorunu tek bir anakütle paramatresi (anakütle ortalaması) hakkındadır. Bu anakütle ortalama değeri tam olarak bilinmemekte ve belirlenen bir hipotez değerde formula_1 ("Mü sıfır" diye okunur) olduğu varsayılmaktadır. Hipotez testi anakütle ortalamasına verilen değer hakkındadır. "Sıfır hipotez" değeri bu parametre için belirtilen değerde olduğudur ve yani alternatif hipotez ise Bir anakütleden "basit olasılık örnekleme yöntemi" kullanarak "n" örneklem büyüklüğü olan bir örneklem ele geçirilir; istenilen değerler ölçülür ve formula_2 ("x bar" diye okunur) değerindeki örneklem ortalaması bulunur. Hipotez testi yönteminde araştırma hedefi bu örneklemin söz konusu anakütleden çekilmiş olup olamayacağını ya da kaynagi olan anakütleden çekilmiş olabilmesinin olasılığının ne olabileceğini ortaya koymaktir. Bir alçı dolum makinesi μ=20 kg ortalama ağırlıklı alçı dolumu yaparken arıza yapar. Tamirci getirip tamir ettirilir. Acaba yine μ=20kglık dolum yapabilecek midir? Deneme yapıp görmek gerekir. 40 torba basit örneklem yöntemine göre seçilip bu 40 alçı torbası ağırlıkları şöyle ölçülmüştür: formula_3 = 19,8 kg, formula_4 = 20,5 kg, formula_5 = 21,2 kg, formula_6 = 18,9 kg, ... , formula_7 = 20,8 kg Örneklem ististikleri şöyle hesaplanmıştır: n = 40 torba Örneklem ortalaması : formula_2 = 21,4 kg Örneklem standard sapması: σ = 3,2 kg formula_9 = formula_10 formula_11 -> 21,4±0,506 kg Buradan sonra hipotez tesleri sürecine geçilir. H: Elimizdeki örneklem anakütle ortalaması "M = 20 kg" olan bir anakütleden çekilmiş bir rassal örneklem olup, örneklem ortalaması X- değeri anakütle ortalamasına eşit olarak kabul edilebilir. Aradaki 1,4 kg lık fark ise tesadüfe bağlanabilecek, önemli olmayan, anlam taşımayan çok küçük bir farktır. Dolayısıyla X- = Mo yazabiliriz. Yani elimizdeki örneklemin ait olduğu anakütle ortalamasını M ile gösteririz. H: Bu örneklem "M = 20 kg" olan bir anakütleden çekilmiş bir rassal örneklem olamaz. Aradaki 1,4 kg lık fark tesadüfe bağlı değil, ayarlamanın yapılmamış olması nedeni ile gerçekleşmiştir. Bu kadarlık farkın tesadüfen ortaya çıkmış olması olasılığı çok küçüktür. Dolayısıyla dolum ayarı iyi olmadığı için istenenden daha hafif ya da daha ağır dolumlarla karşılaşmamız olasıdır. Bu örneklemin çekilmiş olduğu anakütle 20 kg olamaz. Örneklemimiz kendine ait başka bir anakütleden çekilmiş olmalıdır. Hatasız bir test yapamayacağımız için her testte bir miktar yanılma riskimiz vardır. Bunu 0,05 ; 0,01 ; 0,005 ; 0,0001;... gibi bir düzey olarak benimseyebiliriz. Yanılma payımız küçüldükçe, teste olan güven düzeyimiz yükselir. O nedenle istatistikçiler olabildiğince az yanılma ile test yapmak isterler. Yine de α =0,05 ve α=0,01 düzeyleri en çok kullanılanlardır. Elimizdeki veriler tartma yoluyla elde edilmiş sürekli, nitelik, nicel bir değişkene aittir. Bu tip veriler genelde normal dağılım gösterirler. Yani örneklemimiz "normal dağılım" lı bir anakütleden çekilmiştir. Anakütle sonsuz büyüklüktedir. Seçim iadesiz seçimdir ve tamamen rassal bir süreçle yapılmıştır. Yani torbaların ağırlıkları birbirini etkilememiştir. n>30 olduğu için büyük bir örneklem ile çalışıyoruz. Aynı anakütleden n=40 birimli pek çok sayıda örneklem çekmiş olsak, bunların X- ortalama dağılımı bir normal dağılım olur. Bu ortalamaların ortalaması anakütle ortalamasını verir. "kg" biriminden kurtulmak için X- ortalama değerlerini standardize edersek, verilerimiz z değerlerine dönüşür ve dağılımımız bir standart normal dağılım olan "z dağılımı" na dönüşür. "Kritik değerin saptanması" Ret alanı demek; normal dağılım eğrisi altında seçtiğimiz güven alanı (H'ın kabul alanı) dışında kalan H'ın reddedilmesini sağlayan küçük alanlardır. Ret alanı çift yönlü olabilir. (eksi taraf, artı taraf) veya tek taraflı olabilir. (Yani ya sol tarafta ya da sağ tarafta) Bunun anlaşılması için H hipotezine bakarız. Elimizdeki örnekleme ait zh değeri örneklemin bir istatistiğidir. Bu istatistik yardımıyla hipotez testini sonuçlandıracağız. O nedenle, z değerine Test İstatistiği adını veriyoruz. formula_12 Bir hipotez testinde; z < z ise; H kabul edilir. Bu elimizdeki X-in, M ye yakın kabul edilebilecek bir konumda (H'ın kabul alanında) bulunduğunu gösterir. Eğer z > z ise; H reddedilir. Elimizdeki örneklemin, M ortalamalı bir anakütleden çekilmiş rassal bir örneklem olmayacağı çünkü böyle bir şeyin gerçekleşmesi olasılığının "çok küçük" (p<0,05 veya p<0,01) olduğu sonucuna ulaşılır. z = 2,74 > z = 1,96 --> "Ho RET" Bu duruma göre: elimizdeki örneklemin ortalaması, ilgilendiğim anakütlenin ortalamasından çok uzağa düşen bir büyüklüktedir. O nedenle iki ortalama arasındaki farkı z değerine dönüştürdüğümde, bulduğum z = 2,74 değeri de z = 1,96 nın ötesine düşmüştür. Yani %5'lik ret alanına düşmüştür. Bu durumda X- = M biçiminde ifade ettiğim ve oradan M=M düzeyine yükselttiğim H hipotezini kabul edemem. Demek ki, bu makine hatalı dolum yapmakta, ortalaması 20 kg olan dolumlar gerçekleştirememektedir. Aynı deneyi n=40 olan 100 örneklem ile tekrarlarsam, bunun 95inde gene aynı sonuçla karşılaşmayı beklerim. Belki yalnızca 5inde makinenin ayarı iyiymiş gibi hatalı bir sonuca ulaşabilirim. Dolayısıyla; verdiğim kararın doğru olması olasılığı %95 iken hatalı olması olasılığı en fazla %5 tir. 1) z<z olduğunda, H hipotezini "kabul ediyoruz" ve; 2) z">"z olduğunda, H hipotezini "reddediyoruz" ve; Işık, İ. (2014). Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi ve Etki Büyüklüğü Tartışmalarının Psikoloji Araştırmalarına Yansımaları. Eleştirel Psikoloji Bülteni, Nisan 2014, sayı: 5, sayfa:55-80. http://elestirelpsikoloji.org/wp-content/uploads/2014/11/55-80-Isik.pdf Danimarka Karikatür Krizi Danimarka Karikatür Krizi (Danca: "Muhammedkrisen"), 30 Eylül 2005 tarihinde Danimarka'da yayın yapan Jyllands-Posten isimli gazetenin Muhammed'i tasvir eden 12 farklı karikatür yayınlamasından sonra başladı. Gazete bu girişimin sebebinin İslam eleştirileri ve otosansür tartışmalarına katkı sağlamak olduğunu açıkladı. Danimarka'da yaşayan Müslümanlar şikayetçi oldular ve bu mesele dünya çapında protestolara, gösterilere ve bazı Müslüman ülkelerde ayaklanmalara önderlik etti. İslam'da güçlü şekilde anikonizm geleneği bulunmaktadır ve Muhammed'in karikatürünü yapmak dine karşı küfür olarak kabul edilir. Karikatürlerin Muhammed'e ve İslam'a karşı yapılmış olduğu düşüncesiyle birlikte, birçok Müslüman rencide olmuş hissetti. Danimarka'da bulunan Müslüman organizasyonları, İslami ülkelere ve Danimarka hükumetine dilekçe göndererek tasvirlere itiraz etti ve gazeteye karşı 2006 yılı Ocak ayında düşecek olan davayı açtılar. Danimarka hükümetinin, Müslüman ülkelerin temsilcileriyle görüşmeyi reddetmesi ve açılmış olan davaya müdahil olmamasından sonra, birkaç Danimarkalı imam 2005'in sonlarına doğru, durum hakkında farkındalık yaratmak için Orta Doğu'yu ziyaret etti. "Jyllands-Posten"'de yer alan on iki farklı karikatürü içeren dosyayı gösterdiler, yanlış bilgilendirme ve manipüle edilmiş görüntüler nefreti körükledi. Sonuç olarak, bu konu Müslüman ülkelerde öne çıkan medya kuruluşlarının dikkatini çekti ve 2005 Oc
ak ayından, 2006 Şubat ayına kadar sürecek olan dünya çapındaki protestolara önderlik etti. Şiddetin artmasıyla birlikte, Danimarkalılara ve diğer Avrupalı diplomatik görevlilere, Hristiyanlara, kiliselere saldırılar oldu. Diğer büyük uluslararası boykotlarla birlikte 200 den fazla kişinin öldüğü bildirildi. Bazı gruplar, protestoların Danimarka ilkelerini ihlal etmesine cevap olarak kampanyalar düzenledi. "Danimarka Ürünü Satın Al" kampanyası düzenlendi ve kampanyaya ait görsel ürünler de desteği belirtti. Karikatürler gazetecilerin dayanışmasını göstermek amacıyla dünya genelinde farklı gazetelerde yeniden basıldı. Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen zıtlaşmayı, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Danimarka'nın en kötü uluslararası ilişki kazası olarak tarif etti. Bu olay Müslüman yoğunluğu yüksek ülkeler ve Batı ülkeleri arasındaki politik ve sosyal tansiyonu yükseltti. Batı'ya karşı yapılan İslami terörist saldırılar arttı-11 Eylül saldırıları dahil-, batılı ülkelerin orduları Irak ve Afganistan'a müdahele etti. Danimarka'da yaşayan Müslümanlar ve geri kalan toplum arasındaki ilişkiler dibe vurdu. Bu zıtlaşma İslami topluluk ve toplum arasındaki anlaşamamazlığın sembolü haline geldi. Destekçilere göre karikatürlerin yayımlanması, anlatımın geçerliliğine aldırmadan ifade özgürlüğünün meşru bir tatbiği olmakla birlikte, İslam'ı korkusuzca tartışmak için önemlidir. Karikatürler tartışmalı konularda, önemli noktalara değinmiştir. Danimarka'nın yerel kültürü bazı dikkate değer konulara odaklanabilmek için ifade özgürlüğüne yüksek tolerans tanır. Bu zıtlaşlaşma, tüm toplumlarda ifade özgürlüğünün sınırları tartışmasını ateşlemiştir; dini tolerans, batıda yaşayan Müslüman azınlıkların toplum ile olan ilişkileri ve İslam Dünya'sının Batı ile arasında olan ilişkiler bu tartışmalardan bazılarıdır. Karikatür eleştirileri İslamofobik, ırkçı, Müslümanları kızdıran ve dinlerine hakaret eden, Danimarkalı azınlıkları kasıtlı olarak aşağılamaya çalışması muhtemel olarak sıralanmıştır. 16 Eylül 2005 günü, Danmarkalı haber yayınlama servisi Ritzau, "The Qur'an and the life of the Prophet Muhammad (Danca:Koranen og profeten Muhammeds liv", Türkçe:"Kur'an ve Peygamber Muhammed'in hayatı") isimli kitabın yazarı olan Kåre Bluitgen'in, kitabı için çizer bulmakta zorlandığı hakkında bir makale yayımladı. Üç farklı çizer, Bluitgen'in teklifini misilleme korkusuyla reddetti. Bir çizer isminin gizli kalması koşuluyla yardımcı olabileceğini söyleyerek anlaştı, kendisinin ve ailesinin güvenliği konusunda endişeli olduğunu söyledi. Bluitgen'e göre, başka bir çizer, film yönetmeni Theo van Gogh'un Amsterdam'da önceki sene öldürülmesi ve Ekim 2004'te bir eğitmenin Kopenhag Üniversitesi'nde saldırıya uğramasından dolayı reddetti. Eğitmen, ders verdiği sırada Müslüman olmayanların Kur'an'ı yorumlamasına karşı olan beş kişi tarafından saldırıya uğramıştı. Bu hikâye ilgi çekti ve önde gelen Danimarka gazeteleri ertesi gün bu hikâyeyi haber yaptı. Üç farklı çizerin reddi, otosansürün ve İslamcıların şiddetinden korkmanın kanıtı oldu ve Danimarka'da başlayan tartışmalara öncülük etti. 19 Eylül günü "Jyllands-Posten" ("Jutland Postası") editör toplantısında muhabir Stig Olesen, gazete çizerleri birliğinin Muhammed'i çizmeye gönüllü olup olmayacakları görüşünü tartışmaya açtı. Profesyonel çizerlerin ne kadar tehdit altında olduklarını gösteren bir deney olacaktı. Gazetenin kültürel yazılarıyla ilgilenen Flemming Rose bu fikri ilgi çekici buldu ve birliğin 42 üyesine Muhammed'i çizme konusundaki fikirlerini sordu. 15 çizer mektubu cevapladı, üç çizer dahil olmayı reddetti, bir çizer bunun belirsiz bir proje olduğunu belirterek nasıl katkı yapabileceğini bilmediğini söyledi, bir çizer bu projeyi saçma ve düşük ücretli bulduğunu belirtti, bir çizer ise korktuğunu söyledi. 12 farklı çizim teslim edildi-üç tanesi gazetenin çalışanları tarafından ve iki tanesi tam olarak Muhammed'i göstermiyordu. Cevap vermeyen çizerlerin ise başka gazeteler tarafından işe alındığını, böylece sözleşmelerine bağlı olarak "Jyllands-Posten" için çalışmayacakları düşünüldü. Nihayet, yazı işleri müdürü Carsten Juste kesin olarak karar verdi. Hikâye, görüş olarak değil haber olarak sunulacaktı. Gazetenin kültür sayfasında, editör Flemming Rose'un yönlendirdiği şekilde yayımlanacaktı. Göçmenlik Çalışmaları profesörü Peter Hervik, bu deneyin sonuçlarının Danimarka'da ciddi bir otosansür olduğunu ispatlamadığını belirten yazı yazdı. Hervik'e göre birçok karikatürist olumlu cevap vermişti, reddedenler ise sözleşmeye bağlı veya felsefik sebeplerle reddetmişti. Carsten Juste araştırmaya ilişkin "geçerlilikten yoksun ve gazetecilik ile ilgisi olmayan" tanımlamaları yaptı. Hervik, en çok zıtlaşmaya yol açan karikatürleri gazetede çalışan karikatüristler tarafından çizildiğini söyledi, gazeteyi "provokasyonu arzulayan, Danimarkalı karikatüristleri test ederken Danimarkalı Müslümanları aşağılayarak sınırı aşan" olarak açıkladı. Rose, devam etmek olduğuna inandığı otosansüre ve İslami konularla yüzleşmeye karşı ifade özgürlüğünün ağırlığını ölçen bir başmakale yazdı, bunun mantıklı bir haber hikâyesi olacağını düşündü. Alıntı yaptığı olaylar arasında: İslami eleştiri yapan kitabın çevirisini yapan çevirmenler isimlerinin belirtilmesini istemiyordu, Kur'an, İncil ve Talmud'u parçalanmış şekilde tasvir eden sanatçı John Latham'ın eserleri Londra'da bulunan Tate galerisinden geri çekildi, komedyen Frank Hvam "Jyllands-Posten"'e verdiği bir ropörtajda varsayımsal olarak televizyonda İncil'in üstüne idrarını yapabileceğini ancak Kur'an'a yapamayacağını söyledi. Rose, Başbakan Anders Fogh Rasmussen ile buluşmuş olan Danimarkalı imam'dan da bahsetti "İslam'ı daha olumlu bir kapsamda değerlendirmek için başbakanı basına müdahaleye çağırdı". 30 Eylül 2005 günü, "Jyllands-Posten" karikatürleri de kapsayan ""Muhammeds ansigt"" ("Muhammed'in gerçek yüzü") isimli bir makale yayınladı. Makale 12 karikatür ve Rose'un yazdığı açıklayıcı yazıdan oluşmaktaydı: Rose daha sonra maksadını Washington Post'a açıkladı. "Karikatüristler, İslam'a davrandığı gibi Hristiyanlığa, Budizm'e, Hinduizm'e ve diğer inançlara da aynı şekilde davrandı. Danimarka'da yaşayan Müslümanlara böyle davranılmasının sebebi var. Sizi Danimarka'nın hiciv kültürüne kültürüne entegre ediyoruz çünkü siz de bu toplumun bir parçasısınız, yabancı değil. Müslümanları dışlamayacak şekilde karikatürler de buna dahildir. " Karikatürler, İslamcı ruhani liderler kınanarak Truslen fra mørket ("'Karanlıktan Gelen Tehlike") isimli editöryel bir başlıkla isimlendirildi. Ekimde 2005'te başka bir Danimarka gazetesi olan "Politiken", Danimarka karikatür topluluğundaki kırk iki üyenin otuz bir tanesinin katılımıyla gerçekleştirilen anketini yayınladı. Yirmi üç karikatürist Muhammed karikatürü çizebileceğini söyledi. Bir tanesinin şüphesi vardı, bir tanesi olası misilleme korkusundan dolayı gönüllü değildi, altı karikatürist İslam'da bulunan Muhammed'i çizme yasağı sebebiyle Müslümanlara saygı göstermek istedikleri için gönüllü değildi. 12 karikatür, Danimarka'da yaşayan 12 farklı profesyonel karikatürist tarafından çizildi. Dört tanesi Danca yazılar içeriyor, bir tanesi kasti bir şekilde durumdan kaçınmak için doğrudan İslam peygamberi yerine Danimarka'da yaşayan bir çocuğun ismini Muhammed yapıyor. Bir karikatür Danimarka'nın kültürel anlatımını katıyor, bir karikatür ise Danimarkalı politikacı içeriyor. Gazetenin yayımlanmasına gelen ilk tepki, bazı satıcıların o gün yayımlanan nüshanın dağıtımını reddetmesi oldu. Takip eden günlerde karikatürler, Danimarka'da yayım yapan basının önemli şekilde dikkatini çekti. "Berlingske-Tidende", İslam'ın eleştiriye açık olması gerektiğini belirtti. "Politiken", Rose'un artmaya başlayan otosansür beyanlarına çattı, otosansürün Danimarkalı karikatüristler tarafından algılanan genel bir problem olmadığını belirtti. 4 Ekim günü bir genç gazetenin ofisini arayarak karikatüristleri öldürmekle tehdit etti fakat göz altına alındıktan sonra annesine iade edildi. Karikatürler yayımlandıktan bir süre sonra, bir grup İslami lider protesto grubu kurdu. Raed Hlayhel buluşmanın amacını stratejilerini tartışmak olduğunu söyledi. İslami İman Topluluğu ve ülke çapındaki dört farklı cami buluşmayı temsil etti. Buluşmada on dokuz farklı eylem noktası belirlendi ve karikatüristler hakkında toplumun görüşlerini etkileme çalışmaları yapıldı. Aarhus cami'den Ahmed Akkari grubun sözcüsü olarak belirlendi. Grup çeşitli politik etkinlikler planladı, resmi bir şekilde gazeteyi şikayet etmek, Danimarka içinde ve dışında bulunan medya kuruluşlarına mektup yazmak, politikacılarla ve diplomatik temsilcilerle iletişime geçmek, Kopenhag'da protesto organize etmek, Danimarkalı Müslümanları camilerde ve yazılı mesajlarla hareketlendirmek bu kararlara dahildi. Bir günlük grev ve iş yapmama eylemi de planlandı ama hayata geçirilmedi. 14 Ekim 2005'te Kopenhag'da yapılan barışçıl protestoya 3,500 civarında gösterici katıldı. Müslümanların çoğunlukta olduğu on bir büyükelçi, Danimarkalı imamlar tarafından gönderilmiş dilekçeler aldı. —Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Endonezya, Cezayir, Bosna Hersek, Libya,Fas— ve Filistin Temsilciler Kurulu'na Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen ile 12 Ekim 2005'te görüşme konusunda fikirleri soruldu. Durumu algıladıkları şekilde konuyu tartışmaya açmak istiyorlardı. Mektupta büyükelçilere Muhammed karikatürleri, Radio Holger'in mahkemeye verilmesi, Danimarkalı politikacı Louise Frevert değerlendirmeleri ve Kültür Bakanı Brian Mikkelsen hakkında bilgilendirme yapıldı. Gönderdikleri mektupların sonucu şu şekilde oldu: Danimarka hükûmet, buluşma isteğini içine katmadan mektuplara cevap verdi: " İfade özgürlüğünün geniş bir faaliyet alanı vardır ve Danimarka hükûmetinin basını etkilemeye çalışmasının hiçbir anlamı olmayacaktır. Bununla birlikte Danimarka yasaları, küfür ve ayrımcı nitelikteki eylemleri ve ifadeleri yasaklar. İncitilmiş olduğunu düşünenler mahkemeye başvurabilir ve mahkemeler
bu gibi özel durumlarda karar veren adli merciidir." Büyükelçilerin buluşmayı reddetmesinden sonra bu durum, belirgin bir şekilde Danimarkalı politik muhalifler tarafından, yirmi iki tane Danimarkalı eski büyükelçiler, Başbakan'ın ortak parti üyeleri ve önceki Dışişleri Bakanı Uffe Ellemann-Jensen tarafından eleştirildi. Hervik bu konuda yazı yazdı: " Başbakan'ın yasal bir şekilde gazetenin editörlerine karışma hakkı yoktur ve bu doğrudur ama kendisini yayımlardan, karikatürlerin içeriğinden, Rose'un açıklayıcı mesajından, "Jyllands-Postenin yayınlanan başyazısından ve İslam'ın terörizm ile bağdaştırılmasından ayrıştırabilirdi. Fakat Rasmussen bunların hiçbirini yapmadı, bunun yerine "Jyllands-Postenin pozisyonunu ve karikatürlerini yayımlamayı destekleyecek 30 Ekim 2005 günü yapılan görüşmeyi kullandı. İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC) ve Arap Birliği de Başbakan'a yazdığı mektup ile karikatürler hakkında ve Danimarkalı politikacılar tarafından işlenen, ilgili durumlar ve hakaretler konusunda uyarıda bulundular. Müslüman ülkeler, Danimarka hükûmeti tarafından cevaplanan konuya yönelik diplomatik olarak durumla ilgili çalışmalarına—ve daha önce gönderilen mektuptaki durumu da içeren— devam ettiler. Türkiye ve Mısır özellikle aktifti. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk medyası tarafından kriz olarak tarif edilen bu durumla ilgili Kasım ayında Kopengah'ı ziyaret etti. Erdoğan ve Rasmussen, PKK'nın yayın organı olarak bilinen Roj TV'de karikatürler dahil olmakla birlikte uyuşmazlık yaşadı. Danimarka hükûmeti ile diplomatik ilişkiye girdikten sonra, Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebul Geyt, OIC genel sekreteri ve Arap Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, OECD, Avrupa dış ilişkiler koordinatörlüğüne Danimarka'nın eylemsizliği hakkında şikayette bulundu. 27 Ekim 2005 günü, Müslüman organizasyonlarının Ekim ayının başında, Danimarka polisi'ne yaptıkları "Jyllands-Posten" şikayeti ile Danimarka Ceza Yasası'nın 140 ve 256b numaralı bölümlerine aykırı olduğu gerekçesiyle savcı soruşturma başlattı. 6 Ocak 2006 günü Viborg'da bulunan Bölgesel Savcı, karikatürlerin hakaret temelinde olduğuna dair bir sonuca varmadığından ve Danimarka içtihadının kamu yararı kapsamında bulunan konularla ilgili gazetecilerin editöryel özgürlüklerini güvence altına aldığından dolayı soruşturmayı sonlandırmıştır. Hakaret olarak kabul edilenin ne olduğunu değerlendirdiğini, ifade özgürlüğünü de bu değerlendirme kapsamına aldığını ve ifade özgürlüğüne karşın, ayrım yapmadan insanları hakaret ve aşağılamalara karşı koruyarak ve insan haklarına saygı göstererek bu özgürlüğün kullanılması gerektiğini belirtti. Danimarka hükumeti ve gazete ile herhangi bir gelişme yaşanmayacağını düşündükten sonra Aralık ayında, Danimarka dışından destek almak ve hükumete baskı yapabilmek için Orta Doğu'da politik liderlerle temasa geçmeye karar verdiler. 43 sayfalık Akkari-Laban dosyası isimli karikatürler ve çeşitli materyaller içeren bir dosya hazırlayarak iki imam önderliğinde hazırlığa başladılar. Sevinç Eratalay Sevinç Eratalay, (d. 1959, Burdur), özgün (protest) müzik sanatçısıdır. 1959 yılında Tefenni, Burdur’da doğdu. 1980 yılında İzmir Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü Piyano ve Şan Bölümü'nden mezun oldu. 1987 yılında ilk albümünü yaptı. Sesi ve besteleriyle o dönemde çok büyük ilgi topladı. Sayısız yurt dışı ve yurt içi konserler vermeye başladı. Arif Sağ, Ahmet Koç, Mehmet Gümüş, Onur Akın, Tuncay Akdoğan, Yavuz Bingöl, Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Selda Bağcan gibi birçok sanatçıyla çalıştı. Pek çok usta isimlere beste verdi. Nâzım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif gibi değerli şairlerin, şiirlerini besteledi. Sahnede ozan geleneği olarak kabul edilen bağlaması ile çalıp söyledi. O dönemlerden günümüze, Türkiye'de ozan geleneğini sürdüren sayılı sanatçılardandır. İlk bestesini, 1982 yılında yattığını Burdur cezaevi’nde yaptı. “Zor günler yaşanıyor, zor ve çetin...” sözleri ile başlayan bestesi dalga dalga tüm cezaevlerine yayılarak marş haline geldi. Halen çalışmalarını sürdüren sanatçının en bilinen eserleri arasında, eylem güzeli, akşam erken iner mapushaneye, mahir’in türküsü, utangaç vatanim, pankartlar... bulunmaktadır. “Sanat, özgürlüğe, uygarlığa ve insanca bir yaşama yönelik çabalardır, üretimdir. sanat insanın kendisini yeniden yaratacak gücü bulmasına yardım eder. çalışmalarım, sınıflar arasındaki gelir düzeyinin eşit olması için verilen mücadelenin sesidir… savaşa karşı, sevgisizliğe karşı, kadınlara yapılan saldırılara karşı ve doğanın yok edilişine karşı bir duruştur... sestir!.. kavgadır! benim şarkılarım...” der Sevinç Eratalay... Protest müziğin en önemli besteci ve sesleri arasında yerini alan Sevinç Eratalay'ın on albümü şunlardır: Türk dünyası Türk dünyası, 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılda tüm Türk halkları için kullanılan coğrafi ve kültürel bir kavramdır. Oldukça geniş bir coğrafya alanını kapsayan Türk dünyası içinde en batıda Kosova, Karadağ, en doğuda Moğolistan yer alır. Bu coğrafyayı Avrasya coğrafyası olarak belirtmek mümkündür. Türk dünyası, tüm Türk halkları kapsayan bir kavramdır. Bazı araştırmacılar sadece Orta Asya için bu kavramı kullanır. Türkistan kavramı ile eş anlamlı kullanıldığı da olur. Ancak Orta Asya ve Türkistan kavramlarından daha geniş bir kavramı ifade eder. Türk dünyası, Orta Asya'ya ek olarak Türkiye, Avrupa, Kafkasya, Çin ve Rusya içindeki Türk bölgeleri ile Türk diasporasını kapsar. Çünkü kavramın ifade ettiği alan, tüm bağımsız Türk cumhuriyetleri, özerk Türk cumhuriyetleri ve Türk topluluklarıdır. Türk dünyası ile eş anlamlı olan “Türkeli” kavramı ise, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında tüm Türk halkları için kullanılmış "coğrafi ve kültürel" bir kavram olarak eskilerde kalmıştır. Çoğunlukla, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgeler için kullanılmaktadır. Türk dünyası kavramı Türk halklarının Orta Asya, Anadolu, Kafkasya, Rusya-Sibirya, Orta Doğu, İran ve Balkanlar coğrafyasında genel bir yayılım gösteren Türk halklarını ve Türk devletlerini ifade etmektedir. 2013 itibarıyla, Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı'nın altı bağımsız üyesi ve sekiz bağımsız olmayan gözlemcisi bulunmaktadır. Türk dünyası ülkelerinin en sanayileşmiş olanı Türkiye'dir.Türkiye'den sonra Azerbaycan-Kazakistan-Türkmenistan-Özbekistan-Kırgızistan olarak gider. 19. yüzyılın sonlarında ise günümüzde kullanılan "Türk dünyası" teriminden daha çok "Türkeli" terimi kullanılmıştır. Türkeli ile Türk dünyası sözcükleri eşanlamlı terimlerdir. Türkeli sözcüğü Türk ili anlamına gelmektedir ve Türk halklarının çoğunlukta oldukları coğrafyaya verilen Türkçe isimdir. Türkeli kelimesi özellikle 19'ncu yüzyılın ortalarında meşrutiyet kazanan Türkçülük ile Türkiye'de ve Rusya Türklerince kullanılmaya başlanmıştır. 1930'larda Mustafa Kemal Atatürk Türkeli kavramını şöyle açıklamaktadır: "Türk Milleti Asya'nın garbında ve Avrupa'nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türkeli derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk'e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur." [[Kategori:Türk dünyası| ]] Akad İmparatorluğu Akkad İmparatorluğu veya Akad İmparatorluğu, MÖ 2334 ile MÖ 2150 yılları arasında hüküm sürmüş, başkenti Agede (Akkad) olan, Sargon tarafından kurulmuş devlet. Akkadlar, köken olarak Sami'ydi. Sümerler'in Mezopotamya'ya geldikleri sırada bölgede bir takım Sami kökenli kavimler vardır. Ancak, Akkad Devletini kuran Samiler, MÖ 2500 civarında, bölgenin orta kesimlerine geldiler. Akkad Devleti adını Sargon'un başkent olarak kurduğu Agede (Akkad) şehrinden almaktadır. Akkadlar ile ilgili bilgiler, Susa, Gasur, Mari ve Tell Brak kazılarında bulunmuştur. Akkad Devletini kuran ve imparatorluk haline getiren kişi Sargon'dur. Sargon hakkında Akkad dönemi belgelerinde ve bu belgelerin daha sonraki dönemlerdeki kopyalarında bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Sargon ve torunu Naram Sin'e ait zafer abideleri, Manishistu Obeliski ve Şartamhari gibi Akkad dönemine ait belgeler bulunmaktadır. Şartamhani metinlerinde, Sargon ve torunu Naram-Sin'in seferlerine yer verilmektedir Sargon (MÖ 2334 - MÖ 2279) , Mezopotamya'da siyasi birliği sağlayarak kendisine "Şar Kişşati (Kiş Kralı)" unvanı verilmişti. Sargon, hükümdarlığı döneminde Elamlılarla vassalık antlaşması yaparak, doğudan gelecek saldırıları güvence altına almıştı. Doğudaki bu güvenliği sağladıktan sonra, batıya bir sefer yapıp, Amanos ve Toroslar'a kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Fırat kenarındaki Tuttul kenti ile birlikte, Mari, Ebla ve Dür-Katlimmu kentlerini hakimiyeti altına aldı. -83- Şartamhari metinlerinde Sargon'un Puruşhanda'ya bir sefer yaptığı görülür. Sargon'un kurmuş olduğu; Dünyanın bilinen ilk imparatorluğunun sınırları, doğuda Karun Irmağından, batıda Akdeniz'e, güneyde Basra Körfezi'nden, kuzeyde Anadolu'ya kadar uzanmaktaydı. Sargon'un Rimus ve Manishistu adlı iki oğlu vardı. Sargon'un yerine önce Rimus (MÖ 2278 - 2270) sonra da Manishistu (MÖ 2269 - 2255) geçmiştir. Naram Sin (MÖ 2254 - 2218) dedesi Sargon'un bıraktığı imparatorluğun sınırlarını koruyup genişletti. Güneyde Sümerler'e, doğuda Elamlılar'a ve kuzeyde Anadolu'ya seferler yapmıştır. Bunlardan kendisine ait Şartamhari metinlerinde, Anadolu'da 17 krallıktan oluşan bir orduya karşı savaştığını, bunlar arasında Puruşhanda, Karşaura, Kaniş gibi krallıklar olduğunu, bu ordunun başında Hatti Kralı Pampa'nın yer aldığından söz etmektedir. Naram Sin'den sonra yerine oğlu Şar-Kali-Şarri (MÖ 2217 - 2193) geçmiştir. Şar-Kali-Şarri döneminde, ona karşı Anadolu, Elam ve Güney Mezopotamya'da ayaklanmalar olmuş ve dağ kavimleri bölgeye saldırılar yapmıştır Şar-Kali-Şarri'nin ölümünden sonra dört kişi birden kendilerini kral ilan ettiler. Onlardan kimin tahtın varisi olduğu bilinmemektedir. Babil bölgesine yaklaşık yüz yıl hakim olan Gutiler'in kral l
istesi, Akkad kralları listesine karışmıştır. Bu iç çekişme döneminde, Dudu (MÖ 2189 - 2168) ve Şu-Turul'un (MÖ 2168 - 2154) krallıkları görülmektedir . Dudu bir süre Gutilerle mücadele etmiş ancak yenilmekten kurtulamamıştır. Önce Orta Babil'de küçük bir toprak parçası olarak devam eden Akkadlar, MÖ 2154 yılında Gutiler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Akkadlar egemen güç haline gelene kadar Sümer kent kültürünü özümsemişler ve kendi katkılarıyla birlikte bu kültürün sonraki toplumlara aktarılmasında önemli rol oynamışlardır. Kültürel süreklilik bağlamında, çivi yazısını benimseyerek kendi dillerine adapte ettiler. Ayrıca Sümer dinini de benimsemişlerdir. Akkadlar resmi devlet işlemleri ve din ayinlerinde Sümerceyi kullanmayı sürdürerek, geleneksel kültür oluşturmuş kurumlarla birlikte varlığını korumuştur. Okuma - yazmanın öğretildiği dini okullar bunların başında gelir. Yaklaşık olarak 1500 yıl sonra bile Yeni Asur kralı Asurbanipal kütüphanesinde Sümer dini ve edebi metinlerini kopyalama çalışmalarını sürdürebilmiştir. Nikon D50 D50, Nikon firmasinin giriş seviyesi Dijital SLR fotoğraf makinası modelidir. Bu model D70 modelinin daha kompakt ve daha ekonomik halefidir. Kutup Yıldızı (müzik ve tiyatro grubu) Kutup Yıldızı, Türkiye'de kurulumuş olan bir Türk müzik grubudur. 1991 yılının Mayıs ayında, işçi sınıfı ve emekçilerin sanatını yapma iddiasını taşıyan üniversite öğrencileri ve değişik iş alanlarından bir araya gelen bir bileşim tarafından kuruldu. Grup başlangıçta tiyatro ve müzik grubu olarak kurulmuştu. İlk olarak İTÜ Taşkışla yerleşkesinde, 1984'teki Ölüm Orucu eyleminin yıldönümü için yapılan forumda sahne aldı. ""En Güzel Mavi Akdeniz Mavisidir"" isimli tiyatro oyunu ve müzik grubunun dinletisiyle "Kutup Yıldızı" ismi ilk olarak bu etkinlikte kullanıldı. Hemen sonrasında 16 Haziran 1991 günü Kartal Kültür ve Sanat Derneği'nin düzenlediği 15-16 Haziran "Büyük İşçi Direnişi ve 84 Ölüm Orucu Şehitlerini anma" içerikli dayanışma gecesinde sahne aldı. Başlangıçta çalışmalarını Örnektepe'de bir düğün salonunda gerçekleştiren grup sonrasında Boğaziçi Üniversitesi'nde istenmeyen misafirler olarak bir süre çalışmalarını sürdürdü. O kesittte İnsan Hakları Haftası etkinlikleri çerçevesinde, Ankara, Bursa İHD gecelerinde sahne aldı. 1992 yılının ilk aylarında "İzmir Belediye işçilerinin Ankara Ölüm Yürüyüşü"'nde işçilerle beraber yürüdü. 1992 yılının Mart ayında Zonguldak Kozlu Maden Ocağı'nda göçük sonrası 463 işçi ölür. 148'inin cesedi çıkartılır, 315 işçi diri gömülür. Bu olay sonrası yapılan ""Katledilen Madencinin Haykıran Soluğu: Boğaziçi İşgali""nde Kutup Yıldızı elemanları da yerlerini alırlar. Dışarıda kalanlarla grup toparlanır. 1992 yılının Haziran ayında tutsak Kutup Yıldızı elemanlarının tahliyesiyle çalışmalara hız verilir. 1992'nin sonlarında başlayan uzun soluklu "Kağıthane Belediye İşçilerinin Direnişi"'nde başından itibaren yer alır. Kâğıthane Belediye İşçilerinin Ankara yürüyüşünün çeşitli kesitlerinde onlarla beraber yürür. Onlarca direniş, grev ve gösteride türküleri, şarkıları, marşları, halaylarıyla işçi ve emekçilerle buluşur. 1993 yılının başında albüm hedefi koyar önüne. Kısa bir süre sonra demo çıkartır. Çıkan demo kasedin üzerinden gelen eleştiri ve öneriler doğrultusunda albüm çalışmasına girişilir. 1993'ün Temmuz ayında ""Onurumuz"" dinleyicilerle buluşur. Sanat alanındaki çalışmaların daha derli toplu yürümesi düşüncesiyle bir kültür-sanat kurumu kurulması hedefi konulur. O kesitte başta hizmet sektöründe olmak birçok sektörde başlayan grev, direnişte sahne alır. Yeni üretimlerini ilk buralarda işçi ve emekçilere dinletir. Sonrasında ikinci albümde yer alan ""Hava Döndü İşçiden"" Gebze Belediye işçilerinin uzun soluklu direnişinde ilk defa çalınır ve direnişçilerin görüş ve önerileriyle son hali verilir. 1994 yılının Nisan ayından itibaren çalışmalarını "Yapı Sanatevi" bünyesinde sürdürmektedir. 1994 yılının ortasında ikinci albüm hedefini koydu grup önüne. Albümün çıkışı 1995'in Haziran ayını buldu. ""Biz Kazanacağız"" isimli albümün ana hatlarını o kesitte yaşanan işçi direnişleri, yükselen faşist saldırılar, halkların kardeşliği ve sosyalizm oluşturdu. 1995 "Gazi Anti-Faşist Halk Direnişi" öncesinde Özgür Gündem'in bombalanması albümün anti-faşist karakterini oluşturdu. 1995'in Eylül ayında İzmir Buca Cezaevi'ne yönelik yapılan operasyon sonrası gerçekleştirilen kitlesel direnişe sanat alanından destek olmak amacıyla "Özgürlük Türküsü, Grup Munzur, Genç Ekin Müzik Topluluğu"'yla birlikte ""Yeni Buca'lar İstemiyoruz!, Devrimci Tutsakların Talepleri Kabul Edilsin!"" talepleriyle CHP Beyoğlu İlçe Binası'nı işgal ettiler. İşgal sonrası üç buçuk ay boyunca Bayrampaşa Cezaevi'nde tutsak kaldılar. O kesitte dışarıda yapılan ""Devrimci Sanatçılar Serbest Bırakılsın"" kampanyasıyla sayısız sanatçı ve aydının desteği alınarak konser, basın açıklaması, radyo programları vb. etkinlikler düzenlendi. Kutup Yıldızı'nın üçüncü albümü, devrimci hareketin yükselişiyle birlikte 1996 Cezaevleri Genel Direnişi, işçi sınıfı hareketinin kitlesel militan eylemleri ve "anti-faşist" hareket üzerinden şekillendi. Teknik anlamda daha profesyonel bir anlayış ve ekiple çalışılan ""Durmak Yok"" albümü 1998 yılının Ocak ayında dinleyicileriyle buluştu. http://grupkutupyildizi.blogspot.com/ Pelinç Pelinç, Bulgaristan'da Pomaklarin yaşadığı bir köydür. Sâkinleri, 1911 yılında Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldıktan sonraki durumu bilinmiyor. Suyla Suyla - Türk ve Altay mitolojisinde Yazgı Tanrısı. Su ile Güneş ve Ay’ın ışığından yaratılmıştır. At gözlü, kartal gagalı, eşek kulaklı ve yılan saçlıdır. Toğurtka (ağaçkakan) kuşu ongunudur. Tomurta (toğurtka) kuşu Tanrı’nın elçisi olarak kabul edilir. İnsanları korumakla görevlidir. İnsanların yaşamlarını denetler, bir değişiklik olduğunda Ülgen’e bildirir. Ülgen'in en önemli yardımcı ruhlarından biridir. Ülgen’e kurbanların ruhunu ulaştırır. İki dili vardır. Genelde Karlık Han ile birlikte görülür. Şamanın Ülgen’e kurban götürme yolculuğunda yardımcı olur ve onu kötü ruhların saldırısından korur. Atınkine benzer gözleriyle otuz günlük uzaklığı görebilir. Kam, göklere veya yeraltına yolculuk yaparken onu kötü ruhların saldırısından korur. Kam, ayin sırasında Suyla için arak (rakı) saçar. At Gözlü Kartal ya da İki Dilli Kekeme Han adlarıyla da bilinir. (Su/Suv/Suy) kökünden türemiştir. Soy, soyluluk, soyutluk anlamlarını taşır. Aygucı Ayguçi, Eski Türklerde, hükümdardan sonra en yetkili kişidir. Başvezir, baş danışman, devlet müşaviri gibi. Mecliste etkili, Kağana muhalefet edebilir. Kağan olmadığında meclise başkanlık eder. Ulu Ayguçi de denebilir. Obüs Obüs, üst açı grubu atışlarda barut haklarının vuruş bölgeleri üst üste binen, görerek veya görmeyerek (gözetleyici ile) ateş edebilen ateşli silah. Obüsler ile toplar arasındaki ayrım çok belirgin değildir. 1980'li yıllara dek namlu uzunluğu/namlu çapı oranı 20'den küçük silahlar havan, 20 ile 30 arası olanlar obüs, 30'dan büyük olanlar top olarak adlandırılmaktaydı. Havanlar tek barut hakkı kullanırken obüs ve toplar farklı barut hakları kullanmakta, obüslerde 45 dereceden büyük açılarda farklı barut miktarlarıyla yapılan atışlar aynı noktaya düşürülebilmekteyken toplarda bu mümkün olmamaktaydı. Modern topçu silahlarının geliştirilmesiyle namlu uzunluğu 30 çaptan daha büyük olan silahların da üst açı grubunda farklı barut haklarıyla aynı noktayı vurması mümkün olmuştur. Günümüzde üst açı grubu atışlarda iki veya daha çok farklı barut hakkıyla aynı noktayı vurabilen topçu silahları obüs olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde karada kullanılan obüsler 105 ile 203mm arasında çaplara sahiptirler. Obüsler hareket kabiliyetlerine göre başka bir araçla çekilen çekili ve kendi motoru ile yol alan, genellikle paletli olan kundağı motorlu obüsler olarak ikiye ayrılırlar. Bu ikisi arasında kısa mesafeleri kendi motoruyla katedebilen Panter gibi kendi yardımcı motoruna sahip çekili obüsler de bulunmaktadır. Doğu Flandre Doğu Flandre İli (Felemenkçe: provincie Oost-Vlaanderen, Fransızca: province de Flandre-Orientale), Belçika'nın kuzeybatısında Flaman Bölgesinde bulunan bir ildir. Merkez şehri Gent'dir. Aşikaga Yoşiteru Aşikaga Yoşiteru (Jp. 足利 義輝; 31 Mart 1536 – 17 Haziran 1565) ) Japonya’nın Muromaçi döneminin sonlarında 1546’dan 1565’ e kadar hükümdarlık eden 13. Aşikaga hükümdarıydı. 12. hükümdar Askikaga Yoşiharu’nun en büyük oğluydu. Annesi, daha sonraları Keyijuyin olarak adlandırılacak olan Konoye Taiyi’nin kızıydı. Erkek kardeşi Aşikaga Yoşiyaki 15. hükümdar olmuştur. Babasının Hosokava Harumoto ile politik sürtüşmesi sebebiyle 1546’da emekliliğe zorlanmasından sonra, her ne kadar babası gibi kukla bir hükümdar olsa da Yoşiteru, Seyi Tayişogun olmuştur. Yoşiteru o sırada sadece 11 yaşındaydı ve taç giyme töreni Kiyoto’nun dışında olan Orni şehrindeki Sakamoto’da yapılmıştır. Yoşiteru’nun taç giyme töreninden çok zaman geçmemişti ki, babası Yoşiharu Kiyoto’ya dönmek için Harumoto ile anlaşma yaptı. Fakat, Harumoto’nun hizmetkarı Miyoşi Nagayoşi, Hosokava Ujisuna’nın tarafını tutmak için Harumoto’dan ayrıldı ve iki Hosokava, Yoşiteru’nun, aynı zamanda babası Yoşiharu ve Harumoto’nun da sürülmesine sebep olan savaşa başladı. 1550’de, Yoşiharu, Kiyoto’ya dönemeden Omi’de öldü. 1552’de, Yoşiteru, Kiyoto’ya dönmek için Nagaharu ile barış anlaşması yaptı. Fakat bir sonraki sene, Yoşiteru ve Harumoto, Nagayoşi’nin gücünü azaltmak için ona karşı savaş başlattı. Rokkaku Yoşikata’nın yardımıyla, Yoşiteru için savaş başlangıçta iyi gittiyse de, 1558 yılında Nagayoşi’nin karşı atağı sonrasında tekrar Kiyoto dışına sürüldü. Nagayoşi bir hükümdarı öldürmekle suçlanmamak için Yoşiteru’nun ölüm emrini vermedi, bunun yerine Yoşiteru’yla, kendi yetkisi altında Kiyoto topraklarında kalması koşuluyla bir anlaşma yaptı. Nagayoşi, Yoşiteru’nun danışmanı oldu, bu da Yoşiteru’yu lastik bir mühürden farksız kıldı. Hükümdarın himayesine sadece kendi iyilikleri için girmeyi seçen
dayimyolarca çevrelenen Yoşiteru, hükümdarlık otoritesini kullanarak Japonya’nın her yerini etkileyecek kararlar almaya başlayarak aktif diplomaside yeniden rol almayı başardı. Çok iyi bilinen dayimyolardan, Takeda Şingen ve Yusugi Kenşin, Şimazu Takahisa ve Otomo Yoşişige, ile Mori Motonari ve Amago Haruhisa arasında barış pazarlıkları yapmaya çalışması, otoritesinin çeşitli dayimyolar tarafından fark edilmesine sebep oldu. Kaynak yokluğunda, Yoşiteru, kendi kanjisini Mori Terumoto gibi çeşitli samuraylara vererek onlara bir çeşit manevi baba olma gibi bir fırsat yakaladı. Yoşiteru, yaptıkları ile büyük takdir toplamıştı ve çoğu araştırmacı onu mevkisini elinde tutmayı başaran etkili son hükümdar olarak tanımlar. Oda Nobunaga ve Yusugi Kenşin, hükümdara saygılarını sunmak amacıyla Kiyoto’ya giden birçok dayimyo arasındaydı. 1564’de, uzun süreli danışman ve devlet görevlisi Nagayoşi hastalıktan dolayı öldü ve Yoşiteru hükümdarlık otoritesini ilan etmek için bir fırsat yakaladı. Fakat, Matsunaga Hisahide ve Miyoşi konseyinin üç üyesi, tıpkı Nagayoşi’nin yaptığı gibi Yoşiteru’nun yetkilerini yok ederek onu yönetmek istiyorlardı ve Aşikaga Yoşihide’yi kukla hükümdar olarak başta görmek istiyorlardı. 1565’de, Hisahide, üç Miyoşi ve Miyoşi Yoşitsugu, Yoşiteru’nun yaşadığı yer olan ve daha sonraları Nijo Kalesi olarak adlandırılacak olan birkaç bina topluluğuna karşı isyan başlattılar. Yoşiteru, kenjutsu’ya kendini adamıştı ve Kamiyizumi Nobutsuna ve Sukahara Bokuden’den katana kullanma sanatı ve taktiklerini öğrenmişti. Yoşiteru’nun kendi başına, kendisine farklı farklı dayimyolarca verilen bir düzineden fazla katanayı kullanarak, büyük miktarda düşman süvarisini öldürdüğü söylenir, bu sırada kırılan kılıçların paha biçilemez olmalarını önemsememiştir bile. Fakat, zamanında kendisini destekleyen hiçbir dayimyodan yardım gelmemesi sebebiyle, Yoşiteru’nun emri altındaki birkaç süvari ve Yoşiteru’nun kendisi, Miyoşi tarafından ezilerek öldürülmüştür. Kayıtlara göre annesi de aynı gün ölmüştür. Kuzeni Aşikaga Yoşihide’nin 14.hükümdar olması için aradan üç yıl geçecekti. Dayanıklılığı ve düzenli olarak antrenman yaptığı bilinen katana yeteneklerinden dolayı, Yoşiteru, Kengo Şogun olarak adlandırılırdı ve Aşikaga Takayuji’den beri samuraylara ve yerel diktatörlere en yakın olan hükümdardı. Hükümdarlığı yüksek bir itibara sahipti, fakat tüm bunlara rağmen öldürülmesi, Yoşiteru’nun otoritesinin ve itibarının ne kadar zayıf olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yoşiteru’nun ölümünde bıraktığı waka (Japon şiiri), onun hayallerinin ne kadar büyük olduğunu ve bunların ne kadar azını başardığını gösterir. Kundağı motorlu topçu sistemi Kundak Motorlu Topçu Sistemi (KMT) tekerlekli veya paletli bir şase üzerinde başka bir aracın çekme gücüne gereksinim duymadan manevra kabiliyeti olan topa denir. Bu terim hem kundağı motorlu obüsler hem de roket sınıflarını kapsar. Bu araçları yüksek hareket kabiliyetine sahip genellikle paletli , üzerilerinde obüs , havan , roket veya güdümlü füze taşıyan araçlardır. Bu silahlar çatışma bölgesine uzun menzilli dolaylı ateş gücü sağlarlar. Geçmişte kundak motorlu obüsler kategorisi içerisine taarruz topları ve tank imha ediciler de girmekteydi. Bu ağır zırhla kaplanmış bu araçlar aslında piyade birliklerine yakın destek vermek amacıyla üretilmiş daha sonra tanksavar silahına dönüşmüştür. Günümüzde Kundak Motorlu Topçu Sistemleri görünüşte tanka benzese de ince bir zırha sahip olduklarından yakın çatışmalara destek veremezler. Sahip oldukları zırh ancak mürettebatı hafif ateşli silahlardan veya şarapnel parçalarından koruyabilir. Birçoğunda piyade ateşine karşılık vermek amacıyla makineli tüfek bulunmaktadır. Bu silahların en büyük avantajı onları çeken başka bir araca gereksinim duymadan çok hızlı bir şekilde görev yerine gidebilmesidir. Ancak topun ateşlenmesi için aracın durması ve ateşe hazır hale getirilmesi gerekmektedir. Yeni bir pozisyon almak için araç tekrar toparlanmalıdır. Buna rağmen kendinden hareket özelliği bu araçlara çatışmalarda düşmana karşı yoğun bir baskı yaratmasını sağlamaktadır. Buna karşın, normal çekili obüs imalatı ve korunması daha kolaydır. Hafif olması dolayısıyla kundağı motorlu obüs sınıfının gidemeyeceği yerlere çekilerek götürülebilir. Kundak motorlu obüslerin avantajlarına rağmen normal çekili obüs hala ordu envanterinde bulunmaktadır. İlk örneği 1917 yılında I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ler tarafından kullanılan Gun Carrier Mark I dir. Bu obüs ilk tank olan İngiliz Mark I tankına yerleştirilen bir sahra topundan ibaretti. Top istenirse aracın içerisinden veya araç dışına çıkartılarak normal bir top gibi ateşlenebilirdi. Bu sayede top istenirse atlar tarafından veya paletli top traktörü ile çekilerek kullanılabilirdi. I. Dünya Savaşı sırasında bu araçların faydalarının görülmesi üzerine İngilizler tarafından 1925 yılında Birch üretildi. Bu araç Vinkers sınıfı tank şasesi üzerine yerleştirilen 83.8 mm veya 75 mm sahra topundan oluşuyordu. Bu obüs hem top hem de uçaksavar olarak kullanılabildi. Ancak politik baskılara yenilerek 1928 yılında üretimi durduruldu. II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde bütün topçu birlikleri at arabası gücünden faydalanıyordu. Ancak Alman Blitzkrieg doktrinine göre zırhlı birliklere acil destek gerektiğinde, örneğin Polonya Seferi ve Fransa Seferi sırasında, bu destek Luftwaffeye bağlı Stuka savaş uçakları tarafından sağlanıyordu. Daha sonraları bütün ülkeler kendilerine ait kundağı motorlu obüslerin yapımına başladı. İlk başlarda üretilen modellere genellikle obüs ya da tanksavar silahı araçlara tam monte edilmiyordu. Bu araçlar hareketli idi ancak obüs mürettebatını korumuyordu. Sonraki adımda hem obüs araca monte edildi hem de mürettebatı korumak için şasenin üst kısmına zırh eklendi. İlk yıllarda yapılan birçok araç ileriki yıllarda öğrenilen tecrübelerle geliştirilerek üretilmeye devam edildi. Mesela İngiliz yapımı "Bishop" etkili 25 pdr obüs taşımasına rağmen yeterince etkili olamayınca aracın dizaynı değiştirildi ve savaşın sonuna kadar aynen üretildi. Almanlar ise dizayn konusunda daha verimli çalışıyordu. Almanlar başka ülkelerden ganimet aldıkları araçlara örneğin Fransız yapımı Marder II ve Marder III tank şaselerine tanksavar topları yerleştirerek kullanmıştır. Bunlarda daha kalın zırhlı şase olarak da orta ve ağır tanklar kullanılan Alman Jagdpanzer IV, Jagdpanther, Sovyet SU-85 ve SU-100 modellerini sayabiliriz. Bunlar tanklar kadar etkili ancak taretsiz araçlardı. Yalnız bu araçlara tanklara oranla çok daha ucuz olmaları karşısında tanklar kadar hareket kabiliyetleri yoktu. Ağır zırhlı taarruz topu ise düşman savunmasını aşmaya çalışan piyade birliklerine doğrudan ateş desteği sağlamak ile görevliydi. Her ne kadar tank imha edicilere benzer görünse de , bu araçlar daha büyük kalibreli top ve daha hafif bir zırh taşıyordu. Mermi olarak ise yüksek patlayıcılı mermiler atıyordu. Alman StuH 42 ve Sovyet SU-122 bunlar arasında sayabileceğimiz örneklerdir. Ayrıca bazı ülkeler hareket halindeyken bile piyade birliklerine destek ateşi açabilen araçlar ürettiler. Bu araçlar hafif zırhlı ve üst kısımları açıktı. Örneğin Amerikan yapımı M7 Priest, İngiliz yapımı Sexton ve Alman yapımı Wespe. Ama Sovyet üreticiler başka bir yol izleyerek, piyadeye doğrudan ateş desteği veren bir araç yerine hem taarus topu hem de obüs olarak kullanılabilecek ISU-152 modelini ürettiler. Ancak bu üretilenler içerinde en önemli yeri Sovyet Katyusha adıyla bilinen kundağı motorlu çoknamlulu roketatardır. Bu zırhsız aracın arka kısmında basit bir roket rampa sistemi bulunuyordu. Ucuz olmasına karşın düşman üzerindeki etkisi inanılmazdı. II. Dünya Savaşı ardından taarruz topları yerlerini ana muharebe tanklarına bıraktı. Motorlu Topçu Sistemleri ise hala ordular için önemli bir genel amaçlı sahra topu niteliğindedir. Birçok araç savunma amacıyla havan topu kullanmaktadır.Ana silahı havan olan araçlara verebileceğimiz örnek Amerikan ordusu tarafından kullanılan M21 yarı paletli araçtır. Ayrıca İsrail yapımı Makmat M4 Sherman tank şasesi üzerine bir havan yerleştirilmiş bir araçtır. Rus Ordusu nun günümüzde kullandığı "2S4 Tyulpan" (Tulipin) ise 240 mm ağır havan taşımaktadır. Obüsler hala günümüzde birçok modern ordu tarafından kullanılmaktadır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde ve Körfez Savaşı sıralarında ne kadar etikili oldukları anlaşılmıştır. Modern obüsler günümüzde Küresel Yer Belirleme Sistemi (‘’İngilizce’’ Global Positioning System) sayesinde otomatik olarak bulundukları noktanın koordinatlarına ulaşabilirler. Bu sayede dijital ateş kontrol bilgisayarlar ve dijital haberleşme sistemleri çok geniş bir alan içerisinden aynı hedefe aynı anda atış yapabilir. Bu sayede ateş edildikten sonra araç başka bir noktaya daha çabuk hareket edip tekrar aynı noktaya kısa bir sürede tekrar atışı yapabilir. Böylece düşman ateşine maruz kalmadan aynı hedefi farklı noktalardan baskı altına alabilir. Ayrıca araçlarda bulunan iletişim sistemleri sayesinde araçta ne kadar mühimmatın kaldığı merkeze otomatik olarak iletilir. Günümüzdeki en yüksek güce sahip kundağı motorlu obüse örnek Güney Afrika yapımı "G6-52" ya da bilinen adıyla 155 mm G6 obüs tür. Bu top çok kısa bir süre içerisinde ateşlediği 6 adet mermiyi bir hedefin çok yakın aynı anda düşürebilir. Bunu ilk mermiyi daha uzun uçuş ve son atılan mermiyi de daha kısa uçuş süresi ile atarak başarmaktadır. Böylece hedef üzerinde çok daha büyük bir ateş gücü oluşturur. Burada otomatik mermi yükleme sisteminin de önemi büyüktür Rocket silahları mermi ölçülerinin sınırlamalarına rağmen daha uzun mesafeli ve çok daha karmaşık mermi atmayabilirler. Örneğin MLRS daha az mühimmat ile çok daha geniş bir alanda etkili olabilir. Obüsler listesi Hasan Koçdemir Hasan Koçdemir (d. 1924, Afyonkarahisar), CKMP kurucularından, Türk siyaset ve fikir adamı. 1971 yılında aktif siyasetten çekilmiştir. Türk-İslâm sentezinin başlıca savunucularından ve öncülerindendir. Ayrıca MHP'nin kuruluşunda da önemli pay
ı olduğu bilinmektedir. Osman Bölükbaşı, Alparslan Türkeş ve Rıfat Baykal'ın aktif politika arkadaşı olan Koçdemir'in ne zaman nerede öldüğü bilinmemektedir. "Herhangi bir seçime kazanmak veya bir şey elde etmek için gidilmez. Seçimlere fikirlerini savunmak için gidilir. Halk seçer ya da seçmez. Bu onların görüşüdür." 1968 Hasan KOÇDEMİR 1780 Büyük Kasırgası 1780 Büyük Kasırgası Atlantik'in gelmiş geçmiş en ölümcül tropikal kasırgası olarak kabul edilir. Fırtınanın Küçük Antiller'den Barbados, Martinique ve Sint Eustatius'u 10-16 Ekim tarihleri arasında vurması sonucu yaklaşık 22.000 kişi ölmüştür. Binlerce ölü kıyıdan uzakta ortaya çıkmıştır. Mitch Kasırgası ise 1998 Atlantik kasırgası sezonunda Honduras ve çevresinde 11.000-18.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. 1780 fırtınasındaki ölü sayısı yalnız başına, diğer tüm Atlantik kasırgalarının 10 yıllık zaman aralıklarındaki toplamlarından daha fazladır. Kasırga Karayipleri Amerikan Devrimi'nin tam ortasında vurmuştur, ve bölgeyi kontrol eden Britanyalı ve Fransız donanmalarının büyük kayıplar vermesine neden olmuştur. Büyük Kasırga Barbados yakınlarında 10-12 Ekim 1780 tarihleri arasında iki gün kadar kalarak, 4.326 kişinin ölümüne neden olmuştur. Fırtına birçok ağacı yıkmış, adanın yapısını değiştirmiş, düzinelerce balıkçı botunun geri dönmesini engelleyerek birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Neredeyse adada yaşayan her aile bir üyesini fırtınaya vermiştir. Britanyalı Amiral George Rodney fırtınadan sonra New York'a gelmiş, Barbados'da bıraktığı on iki savaş gemisinden 8 tanesinin tamamen kaybolduğunu ve birçok mürettebatının boğulduğunu görmüştür. Fırtına ayrıca onun komutası altındaki donanmanında dağılmasına ve hasar görmesine neden olmuştur. Fırtına Martinique'de dokuz bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. Aynı zamanda Lesser Antilles'de, birkaç bin İspanyol, Hollandalı, Britanyalı ve Fransız donanmasında bulunan denizcinin ölümüne sebep olmuştur. Saint Lucia dahil birçok adada da birçok kişinin de hayatını almıştır. Sint Eustatius'da dört-beş bin kişinin ölümüne neden olmuştur, daha sonra fırtına Porto Riko'nun güneybatı köşesinden kuzeybatıya doğru harekete geçmiştir. Kasırga yaklaşık 16 Ekim tarihinde Haiti ve Dominik Cumhuriyeti'nin bulunduğu adaların doğusuna ve kuzeyine geçmiş ve yaklaşık olarak 17 Ekim tarihinde Florida'ya ulaşmıştır. Charleston, Güney Carolina'da kuvvetli rüzgarlar oluşturmaya devam etmiştir. Bazı kaynaklar Haiti'nin kuzeyinde 16-18 Ekim'de Yengeç Dönencesi'nde merkezinin geriye ve aşağıya doğru kaydığını söylemektedirler; diğerleri ise fırtınanın Florida'ya daha fazla yakınlaştığını söylemektedirler. Londra'da bulunan Lloyd's List dergisi fırtına hakkında ilk bilgiyi 19 Aralık sayısında yayımlamıştır ve ek bilgileri Nisan 1781 tarihine kadar yayımlamaya devam etmiştir. Diğer çok sayıda ölüme yol açan Atlantik fırtınaları; Mitch Kasırgası ve 1900 Galveston Kasırgası. Karşılaştırmak gerekirse, Katrina Kasırgası 2.000'den daha az kişinin ölümüne sebep olmuştur. Tanrı'nın varlığı Tanrı'nın varlığıyla ilgili argümanlar filozoflar, teologlar ve diğer düşünürler tarafından öne sürülmüştür. Felsefi terminolojide, Tanrı'nın varlığı problemi, tanrı ontolojisinin bilgi kuramı ile ilgilidir. Bilgi kuramı, epistemoloji, bilgiye olan yaklaşımı, doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını inceler. Ontolojiyse, varlık/yokluk konuları üzerindeki argümanlardan oluşur. Yani, tanrı ontolojisinin bilgi kuramı, Tanrı'nın var olup olmadığı konusunda nasıl akıl yürüteceğimiz üzerinedir. Tanrı'nın varlığı konusunu tartışmak, birçok felsefi problemi beraberinde getirir. Temel bir problem, evrensel olarak kabul gören bir Tanrı tanımının yapılamamasıdır. Bazı Tanrı tanımlamaları o şekildedir ki, tanıma uyan bir şeylerin varlığı kesindir, öte yandan, bazı tanımlar özçelişkilidir. Tanrı'nın varlığını destekleyen argümanlar genellikle metafiziksel, ampirik, tümevarımsal ve öznel şekildedir. Tanrı'nın varlığının karşısında olan argümanlarsa genel olarak ampirik, tümdengelimsel ve tümevarımsal yöntemleri kullanır. Tanrı'nın varlığı problemine bakış açıları temel olarak üç grupta toplanabilir: "Tanrı vardır." önermesini destekleyici, "Tanrı yoktur." önermesini destekleyici ve "Bu problem bilinemez." önermesini destekleyici nitelikteki argümanlar. Tanrı'nın varlığıyla ilgili herhangi bir argümanı değerlendirmek için izlenecek en temel yollardan biri, Tanrı'nın karakteristik özelliklerine bakmaktır; yani öncelikle sormalıyız: Tanrı nedir? Bu probleme, Ludwig Wittgenstein'ın çalışmalarını takip ederek, "Tanrı" sözcüğünün nerelerde kullanıldığından yola çıkarak yaklaşabiliriz, fakat Tanrı hakkında evrensel bir nosyon edinmek için bu yaklaşımın önemli bir problemi vardır ki değişik dillerde ya da aynı dilin değişik dönemlerinde ve dahi aynı anda, aynı dilde, "Tanrı" sözcüğünün birçok farklı ve konuyla alakası olmayan kullanımları mevcuttur. Bugün Batı'da "Tanrı" kelimesi genellikle monoteistik konsepte uygun olan, her şeyden üstün ve hiçbir şeye benzemeyen bir varlığı karşılamak için kullanılıyor. Klasik teizme göre Tanrı, âlim-i mutlak, kâdir-i mutlak gibi her türlü mükemmellik ve üstünlükle birlikte anılmalıdır. Tabî ki bu tanım, yapılabilecek tek mümkün tanım değildir. Diğer felsefî yaklaşımlar, "ilk neden", "her şeyin nedeni" ve "her şeyin yaratıcısı" gibi tek bir özelliği ön plana çıkarmışlar ve tanımlamayı bu şekilde yapmışlardır. Hinduizmde, Adveita Vedanta ekolünde, bütün şeyler ve gerçeklik, nihâyetinde, hiçbir niteliği olmayan ve mutlak, sâbit olan, nirguna Brahman adında tek bir şey olarak görülür ve bu oluş, "sıradan" insan idrakinin ötesindedir. Adveita ekolü, insan idrakinin ötesinde olan bu kavramı bir nevî, insanın tahayyül mertebesine indirmek için, saguna Brahman ya da Ishvara ismiyle anılan ve sonuçta âlim-i mutlak, kâdir-i mutlak, hüsn-ü mutlak kavramlarının Tanrı'ya atfedilmesine yorulabilecek olan görüşleri içeren bir anlayış öne sürer. Politeistik dinler, "Tanrı" kelimesini, değişik güç ve yeteneklerde olan, birden fazla oluşumu belirtmek için kullanır. Söz gelimi, Homeros ve Ovidius efsanelerinde çizilen Tanrıların portresi, birbirleriyle tartışan, hile ve muziplik yapan, kavga eden ve dahi savaşan Tanrıları olanaklı kılar. Bu efsânelerden yola çıkarak, hiçbir Tanrı'nın kâdir-i mutlak ve hüsn-ü mutlak olmadığı söylenebilir. Felsefenin alt dallarından biri olan epistemolojinin ilgi alanı, bilginin kavranılabilirliği, doğası ve kaynağıdır. Bilgi, doğruluğunun sınanması ve anlaşılması açısından, a posteriori bilgi (deneyime ve tümdengelime dayanan) ve a priori bilgi (içgözleme, aksiyomlara dayanan ya da doğruluğu kendinden menkul olan) olmak üzere ikiye ayrılabilir. Mutlak a posteriori bilginin mümkün olmamasından (relativizm) yola çıkarak, bilgiyi, psikolojik bir durum olarak tanımlamak da mümkündür. Tanrı'nın varlığını destekleyici argümanlara karşı çıkışlar sadece Tanrı tanımındaki konsept farklılıklarından dolayı değildir, "kanıt", "gerçeklik", "bilgi" kavramlarındaki anlaşmazlıklar da bu konuda önemli rol oynar. "Tanrı var mıdır?" sorusuna verilen değişik cevaplar genellikle, bir şeyin doğruluğu/yanlışlığı konusunda 'neye göre', 'hangi kriterlerle' hüküm verileceği problemini temel alır. Bu doğruluk/yanlışlık belirleme konseptleri arasında, "Bir şeyin doğruluğunu mantık belirler.", "Doğruluğun belirleyicisi deneyimdir." ve "Deneyimler ve mantık, her ikisi de doğruluğu belirlemede gereklidir." şeklinde özetlenebilecek fikirler vardır.. "Tanrı var mıdır?" sorusuyla birlikte beliren bir "sorun", Tanrı'ya karşı geleneksel tutumun Tanrı'ya yüklediği doğaüstü güçlerden kaynaklanır. Doğaüstü varlıklar, kendi amaçları doğrultusunda, isterlerse, Baucis ve Philemon hikâyesinde olduğu gibi, kendilerini gizleyebilirler. Din apolojistleri, Tanrı'nın doğaüstü özelliklere sâhip olmasını, ampirik olarak varlığının kanıtlanamamasını açıklamak için kullanırlar. Karl Popper'in bilim felsefesine göre, Tanrı'nın var olduğu iddiası yanlışlanamaz olduğundan dolayı, bilimsel araştırmanın konusu dâhilinde olamaz ve bilimsel açıdan ele alınamaz. Görüşleri, bilim topluluklarınca îtibar görmese de, akıllı tasarım (Intelligent Design yandaşları, Tanrı'nın kanıtlanmasında ampirik dayanakların da olduğunu savunurlar. Bu görüşün karşı argümanlarından bir tanesi, ID'nin, sürekli küçülen bilinmezlik havuzuna güvenerek "boşlukların tanrısı"nı (God of the gaps) dayanak kabul ediyor olmasıdır. Rudolph Carnap ve A. J. Ayer gibi mantıksal pozitivistler, Tanrı'yla ilgili herhangi bir önermeyi anlamsız, saçma bulurlar. Mantıksal pozitivistlere göre, dinsel ya da diğer aşkın deneyimler, mantıksal bir değere sâhip olamazlar ve söz konusu önermeler hakkında yapılan, aslında, anlamsızca bir kıyastan başka bir şey değildir. Üstad Eckhart'ın adlandırmasıyla Tanrı her şeyin üstünden süzülen bir hiçliktir. Bütün varlıkların yaratıcısı olan bir tanrının var olduğuna inanmaktır. Bu yaklaşıma göre tanrı dünya ve insanlar ile sürekli ilişki içerisindedir. Teizm dar anlamda tek bir tanrıya inanmak anlamına gelen monoteizme eşitlenir. Monoteizm tek bir Tanrı'ya inanmak, Politeizm ise birden fazla Tanrı'ya inanma anlayışıdır. Tanrı'nın varlığını kabul eden diğer inanışlar Deizm, Panteizm ve Pan-enteizm'dir. Teizm'i bu inançlardan ayıran nokta, tanrının insanlara din gönderdiğine inanılmasıdır. Bu sebeple Teizm'de Tanrı dışında, peygamber, kutsal kitap, vahiy, melek, cin, şeytan, ibâdet, sevap, günâh, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem ve kader gibi kavramların hepsi yer alır. Bu kanıtın temelinde tanrı “kendisinden daha mükemmeli tasarlanamayan” varlıktır, düşüncesi vardır. Bu kanıt tanrının var oluşunun en yüksek varlık olarak tanrı tanımından zorunlu olarak çıktığını kabul eder. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından tanrının varlığına gitmeye çalışan kanıttır. Bu kanıtın temelinde nedensellik ilkesi yatar. Kendisinin nedeni olmayan varlık tanrıdır. Nedenler zincirini başlatan varlıktır. Bu kanıt doğal dünyaya baktığımızda her şeyin kendi işlevini yerine getirecek şekil
de en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş ve ayarlanmış olduğunu göreceğimizi belirtir. Bu da düzenleyen tanrının varlığının kanıtıdır. Deizm iki temel ilkeye dayanır. Tanrı vardır, ama bu evrene hiçbir müdahalesi olmayan bir varlıktır. İnsan akla ve bilime güvenmelidir. Evreni akıl ve bilimin ilkelerine göre açıklayabilir. Aristoteles, J. Locke, Newton, J. J. Rousseau, Voltaire temsilcileridir. Tanrı evren ikiliğini ret eder, tanırının her şeyi içerdiğini dolayısıyla doğanın ve insanın bağımsız varlıklar olmadığını öne süren bir yaklaşımdır. Tanrı ve evren bir bütündür. Spinoza, G. Bruno temsilcileridir. Panteizm'de olduğu gibi evrenin kendisinin Tanrı olduğunu, panteizmden farklı olarak ilk devindirici olan tanrının evren ve tüm varlıkları özünden yarattığı ve evrene aşkın, evrenin bilincinde mutlak ve değişmez bir varlık olarak egemen olduğu inancıdır. Panteizmde her şey Tanrı'dır. Panenteizmde ise, her şey Tanrı'dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı'ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül'den geçmektir. Tanrının varlığını bilimsel ve felsefi veriler ile sorguladıktan sonra ya da direkt olarak ret edenlerin görüşleri ateizm kavramı ile açıklanır. Ateistler tanrının varlığını red ederken şu kanıtları kullanırlar. Tanrı olsaydı kötülük olmaz, ya da kendisi buna müdahale ederdi. Evrende bir kötülük mevcutsa tanrının varlığından söz edilemez. Madde olduğuna göre maddi olmayan bir tanrının varlığından söz edilemez. "Hayata düzen veren tanrı değil toplumun kendisidir" savını kabul ederek tanrıyı ret eden anlayıştır. Bizim tanrıya ilişkin bir bilgiye sahip olamayacağımızı, dolayısıyla var olduğunun da var olmadığının da kanıtlanamayacağını savunan öğretinin adıdır. World Championship Wrestling WCW bir Amerikan güreşi federasyonudur. Tam adı "World Championship Wrestling"dir. 1989 yılında başka bir adla Ted Turner satın almış ve adını WCW yapmıştır.Eric Bischoff 'u WCW başkanı yapmıştır.Ted Turner`a ait TNT kanalında 1996`tan 1999`a kadar yayınlanmıştır. 2001 yılında finansal sorunlar nedeniyle batmıştır. WCW özellikle başka federasyondan ünlü güreşcileri yüksek maliyetle transfer etmesiyele tanınır. Germinal (roman) Germinal, genellikle Émile Zola'nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının en iyi romanlarından biri olarak gösterilir. Roman, 1860'larda kuzey Fransa'da, uzlaşmaya yanaşmayan maden işçilerinin şiddetli ve gerçek grev öyküsünü konu alır. Germinal'in, yüzün üzerinde ülkede orijinali ve çevirileri yayınlanmıştır. Ayrıca eser beş sinema uyarlaması ve iki televizyon yapımına ilham kaynağı olmuştur. Germinal, Latince'de tohum, tomurcuk, filiz anlamına gelen "germen" sözcüğünden türemiş Fransızca bir sözcüktür, Fransız Cumhuriyetçi takviminin 7. ayı anlamına gelir. Romanın birincil karakteri, Zola'nın 1877'de yazdığı Meyhane (L'Assommoir) romanında da adı geçen, genç göçebe bir işçi olan Etienne Lantier, hayatını kazanmak için korkutucu bir maden şehri olan kuzey Fransa'daki Montsou'ya gelir. Önceki işi makinist şefliğinden kovulmuş olan Etienne orada kıdemli madenci Maheu ile arkadaş olur, sonrasında bu arkadaşlık ona kalacak bir yer ve madende kömür arabası iterek para kazanabileceği bir iş bulmasında yardımcı olur. Etienne çalışkan, idealist ancak narin bir genç portresi çizer. Ayrıca atalarından ona dikbaşlı, etkileyici ve içki etkisindeyken nefretten patlayabilme veya tutkulu hareket edebilme kabiliyetinin miras kaldığı inancına sahiptir. Zola kendi kuramlaştırmalarını arka planda yapmaya devam eder ve bunun bir sonucu olarak Etienne’in davranışları tamamen doğallık kazanır. Öyle ki Etienne, çokça aşırı sol görüşlü kitaplar okuyarak ve anarşist Rus göçmen işçi Souvarine –ki o da madenin dibinde hayatını kazanabilmek için Montsou’ya gelmiştir– ile sıkı dostluk kurarak sosyalist prensiplere kucak açar. Etienne’in sosyalist fikirleri basitçe algılaması ve bunun ondaki heyecan verici etkisi serinin ilk kitabı La Fortune des Rougon’daki Silveré direnişini andırır. Bütün bunların yanında Etienne, Maheu’nün kendisi gibi madende çalışan kızı Catherine’e aşık olur ve bu durum onu Catherine’in kaba sevgilisi Chaval ile ilişkisinin içine çeker. Chaval, Zola’nın daha sonraki romanı La Terre’deki Buteau’nün prototipidir. Maden işçilerinin hayatlarındaki karmaşıklık, çektikleri ciddi sefalet ve zulüm, onların roman boyunca yaşam şartlarının daha da kötüleşmesi bunun sonucunda patlak veren romanın kırılma noktası Etienne'in liderlik ettiği grevle gözler önüne koyulur. Souvarine’in zarar vermeye yönelik, yıkıcı girişim taleplerine rağmen madencilerin ve ailelerinin kendilerini geri çeken tutumu, yoksulluklarının daha da artmasına ve dehşet verici boyutlara ulaşmasına sebep olmuş; ani bir kıvılcımla ortaya çıkan, Zola’nın bütün çıplaklığıyla ortaya döktüğü ve belleklere kazınacak şekilde tasvir ettiği kalabalık sahneleri içeren acımasız başkaldırıları, romanın grev başlangıcından itibaren o ana kadarki bütün ağır ilerleyişini bir anda tepetaklak etmiş ve akışı romanın sonuna kadar aynı hızda tutabilmiştir. İsyancılar polis ve askerler tarafından şiddetli ve acımasızca bastırılır, bu özellikle Maheu ailesi için çok dramatik boyutlara varır. Bütün hayalleri ve umutları yok olmuş bir durumda işçiler grevden vazgeçerler ve çalışmaya geri dönerler ancak anarşist duygularına gem vuramayan Souvarine madene sabotajda bulunur, sonucunda ise içlerinde Catherine, Chaval ve Etinenne’in bulunduğu bir grup işçi madenin dibinde mahsur kalır. Bunu izleyen drama ve uzun süren kurtarma sahnesi Zola’nın en başarılı anlatımlarından biridir ve roman çok dramatik bir sonla biter. Zola romanın sonunda sosyalist ve yenilikçi görüşlere yönelik bir umut verir. “Şimdi, nisan güneşi, toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu. Zola'nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde toplanan işçiler “Germinal! Germinal!” diye haykırdılar. O zamandan itibaren kitap, işçi sınıfını temsil eder konuma gelmiş ve Fransız madencileri kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur. Zola her zaman Germinal eserinden çokça gurur duymuştur ve çok ciddi bir şekilde muhafazakar kesimden gelen abartı eleştirileri ile sosyalist kesimden gelen işçi sınıfını kötülediği eleştirilerine karşı göğüs germiştir. Türkçe çevirileri: "Germinal – Tohum Yeşerince." Çeviren: Bertan Onaran. İstanbul: Yazko, 1980. "Germinal". Çeviren: Adnan Cemgil. İstanbul Uluslararası Af Örgütü Uluslararası Af Örgütü veya Af Örgütü (İngilizce: "Amnesty International" veya "Amnesty" (AI)), dünya çapında 7 milyondan fazla üyesi ve destekçisi olan insan hakları üzerine çalışmalar yürüten bir sivil toplum örgütüdür. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve diğer uluslararası standartlarca belirlenmiş her türlü İnsan haklarını savunma ve teşvik etmeyi amaç edinmiştir. Uluslararası Af Örgütü, 28 Mayıs 1961'de avukat, Peter Benenson tarafından "The Forgotten Prisoners (Unutulmuş mahkumlar)" adlı makalesinin The Observer'da yayınlanmasının ardından Londra'da kuruldu. Örgüt, insan hakları ve uluslararası sözleşmelerin ihlallerine karşı kampanyalar düzenlemektedir. Bu kampanyalar sayesinde hükümetlere baskı yaparak kamuoyunu harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Kuruluş, işkenceye karşı yürüttüğü kampanyalar sayesinde 1976 yılında Erasmus Ödülü, 1977 yılında Nobel Barış Ödülü, ve 1978 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ödülü'nün sahibi oldu. Uluslararası Af Örgütü (AI) 1961 yılında, Londra'da İngiliz avukat Peter Benenson ve Eric Baker adlı, Quaker dinine mensup bir barışsever tarafından kurulmuştur. Benenson'un bu kurumu kurma fikri, gazetelerde defalarca, hükümetlerin kendi halklarına karşı haksız davranışlarını okuduğunda oluştu. Okuduğu makale, ""Özgürlük"" kelimesinin o zamanlar yasak olduğu Portekiz'de iki üniversite öğrencisinin bir lokantada ""özgürlük"" şerefine kadehlerini kaldırdıkları için yedi yıl hapse mahkûm edilmeleri hakkındaydı. 28 Mayıs 1961 tarihinde Benenson, İngiliz gazetesi The Observer'da bu vaka hakkında "Unutulmuş Mahpuslar" ("The Forgotten Prisoners") başlıklı makaleyi yayınladı. Bu makalede okuyucularını, bu gençlerin salıverilmesi için hükümete mektup yazmaya çağırıyordu. Benenson şöyle yazıyordu ""Gazetenizi haftanın herhangi bir günü açtığınızda, dünyanın bir yerinde, birisinin, görüşleri veya inançları hükümetince beğenilmediğinden, tutuklandığını, işkence gördüğünü ya da idam edildiğini okuyabilirsiniz"". Yazısı o kadar etkili oldu ki bunu izleyen yıl zarfında bir düzine ülkede haksızlık kurbanlarının haklarını savunmak için mektup yazma grupları oluştu. Bu eylem, ""Appeal for amnesty"" (Türkçe yaklaşık anlamı: 'politik tutukluların bırakılma çağrısı') olarak "Amnesty International"'ın başlangıcı kabul edilir. Uluslararası Af Örgütü'nün 150'den fazla ülkede 1,79 milyon üyesi vardır. 55 ülkede devamlı bir insan hakları garantisi sağlanması amacıyla şubesi vardır. Büyük şubelerde, bir sekreter ve çalışanlar bulunur. Şube, üyelerinin çalışmalarını koordine eder ve Londra'daki Merkez Sekreterlik ile gruplar arasında köprü görevi görür. Şubeler, organizasyonun iki yılda bir toplanan ve kuruluşun uluslararası platformdaki en üst mercii olan Uluslararası Konsey Toplantısı'na temsilciler gönderir. Konsey, uygulanacak politikaları ve çalışma sistemini belirler. Ayrıca organizasyonun devam eden işlerini yürütmekle görevli Uluslararası Yürütme Kurulu'nu (UYK) seçer. UYK, Londra merkezli Uluslararası Müdürlüğü oluşturur ve bir Genel Sekreter atar. Halen genel sekreterlik görevini Salil Shetty yapmaktadır. AI, Dünya çapında insan haklarının mevcut durumunu araştırır ve spesifik insan hakları ihlallerine karşı eylemler yürütür. Bu eylem
ler özellikle, şiddette bulaşmamış politik tutukluların tutulu kalması, politik tutukluların adil olmayan bir yargı sürecine tâbi olması, işkence, ölüm cezasının uygulanması, yargısız infazlar, politik kişiliklerin kaybolması ve diğer insanlık dışı ve aşağılayıcı uygulamalara karşı olarak yürütülür. Örgütün tipik eylem tarzı şöyle sayılabilir. UAÖ Türkiye’nin kuruluşu, 1995 yılında İstanbul'daki UAÖ gönüllülerinin başlattığı inisiyatife dayanır. UAÖ Girişim Grubu olarak, İstanbul'daki gönüllü UAÖ üyeleri ilk çalışmalarını, 1996 yılında Çin'deki insan hakları ihlallerine dikkatleri çekerek başlattılar. UAÖ İstanbul gönüllülerinin başlattığı çalışmaya, 1997 yılında önce Ankara ardından da İzmir’deki UAÖ gönüllülerin başlattığı inisiyatifler eşlik etti. UAÖ’nün 1997 yılındaki temel kampanyası dünya çapında Mültecilerin İnsan Haklarıyla ilgiliydi. 2001 yılı içinde UAÖ Türkiye Gönüllüleri, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesinin resmen kurulması için Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’na başvuruda bulundu. UAÖ Türkiye Şubesinin resmen kuruluşu Türkiye’deki bürokrasi ve mevzuat nedeniyle bir süre engellendi. Ancak, UAÖ Türkiye gönüllüleri uluslararası hareketin de desteğini alarak etkin bir hukuk mücadelesi ve lobi çalışması yürüttüler. UAÖ Türkiye gönüllülerinin, UAÖ Türkiye Şubesinin resmen kurulması için yürüttükleri kampanya sonucunda, UAÖ Türkiye Şubesi 2002 yılında resmen kuruldu. UAÖ Türkiye’de UAÖ çalışmalarını başlatan ilk kişilerden biri olan Özlem Dalkıran, aynı zamanda UAÖ Türkiye Şubesinin ilk resmi başkanı oldu. UAÖ’nün resmen kurulmasına paralel olarak, UAÖ Türkiye’de ilk resmi şubesini İstanbul’da açtı. 2004 yılında yapılan genel kurulda ise UAÖ Türkiye Şubesi’nin başkanlığına Ankara grubundan Levent Korkut seçildi. Örgütün 2012 yılındaki genel kurulunda avukat Müzeyyen Nergiz başkan seçilmiştir, 24 Nisan 2016 Genel kurul seçimlerinde görevini Taner Kılıç devralmıştır. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi'nin direktörü 02.05.2016 tarihi itibarıyla göreve başlayan İdil Eser'dir. Aynı zamanda şubenin genel sekreteri görevini de üstlenen İdil Eser basın, kamuoyu ve kamu kurumları nezdinde örgütün temsilcisidir. Uluslararası Af Örgütüne yapılan eleştiriler iki ana grupta toplanabilir: seçilim ön yargısı, yani seçilime bağlı tarafgirlik veya yan tutma, ve ideolojik ön yargı. Ek olarak birçok hükümet ve devlet, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Çin, Taliban, Vietnam, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere, onu tarafgirlik, tek taraflı bilgilendirme ve güvenliğe karşı tehditlerini hafifletici neden olarak değerlendirmemekten dolayı suçlamıştır. Seçilim ön yargısı, bir konu için örnek veya aday seçerken tarafgirliğe neden olan ön yargı olarak tanımlanabilir. Uluslararası Af Örgütü'nün göreceli olarak daha demokratik ve açık ülkeler hakkında daha fazla rapor sunduğu genelce kabul edilmiştir. Seçilim ön yargısı kanısı veya suçlamasının da kaynağı budur. Örneğin örgütün İsrail'deki insan hakları ihlallerine olan ilgisiyle Kuzey Kore veya Kamboçya'dakilerin karşılaştırılamayacağı, bu ülkelere daha az odaklanıldığı iddia edilir. Destekçileri, örgütün amacının dünyada gerçekleşen insan hakları ihlallerinin bir istatistiksel dökümünü yapmak olmadığını savunurlar. AI'nin amacı (a) şartları iyileştirebilecek baskı yaratmak için (b) mümkün olduğu kadar olay (insan hakkı ihlali) kaydetmektir. Bu iki faktör, örgütün hazırladığı raporların daha demokratik ve açık ülkelere ağırlık vermesine neden olabilir, çünkü buralarda bilgi daha kolay toplanabilir, bu ülkeler genelde insan haklarını korumaktan yana tavır belirtmişlerdir ve de hükümetleri kamu oyunun tepkisine daha duyarlıdır. Jerusalem Center for Public Affairs tarafından yayımlanan "NGO Monitor" Uluslararası Af Örgütü'nün Darfur'daki krizde etkin olduğu Eylül 2000'den 2003'ün başlarına kadarki dönemde örgütün güney Sudan'daki Hristiyan ve animistlere karşı yapılan insan hakları ihlallerine dair 52 rapor sunduğunu, oysa aynı süre zarfında İsrail-Filistin çatışması üzerine toplam 192 rapor sunduğunu belirtmiştir. (Bu sayılar aslında basın açıklamaları da dahil sunulan toplam belgelere aittir, sadece raporların sayısı değildir.) Yine "NGO Monitor"'un belirttiği gibi örgüt Sudan'da Darfur krizi başladıktan sonra çok daha fazla etkin olmuştur. 1996 başından Mart 2005'e kadar Sudan için sunulan belge sayısı 315, İsrail içinse 398'tir. Bu iddialara karşılık olarak örgütün savunucuları, tüm ulusların insan haklarına mutlak saygı duyması gerektiğini ve 'kapalı' ülkeleri gözlemlemede karşılaşılan sorun ve zorlukların, 'açık' ülkelerin daha az incelenmesini gerektirmeyeceğini ileri sürerler. Muhafazakar Amerikalı eleştirmenler örgütün raporlarının ve uygulamalarının siyasi anlamda sol kanadın perspektifini yansıttığını dile getirmişlerdir. Bu iddiayı savunmak için örgütün ABD liderliğinde yapılmış Irak savaşındaki insan hakları ihlallerine ve olumsuz durumlara yaklaşımını örnek gösterirler. Savaş ile ortaya çıkmış bazı insan hakları meseleleri konusundaki endişelerini dile getirirken ABD'nin askerî harekatına haksız bir eleştiri getirdiğini, oysa Saddam Hüseyin dönemindeki insan hakları ihlalleri konusunda örgütün pek sesini duyurmadığını öne sürerler. Bu konudaki yoğun eleştirilere örgütün destekçilerinin verdiği cevap, Donald Rumsfeld'in Irak lideri ile tokalaşırken, örgütün Saddam rejimindeki insan hakları ihlallerini eleştirdiği, daha sonra Beyaz Saray Saddam yönetiminin yaptığı insan hakları ihlallerine dair raporlar sunmaya başladığında ise sunulan bu raporların tamamen AI raporlarını temel aldığı, oysa ABD'nin 1980'lerde müttefiği olan Irak'a karşı çıkan bu raporları, sunuldukları zaman, dikkate almadığıdır. Uluslararası Af Örgütünün International Report 2005'in (2005 Uluslararası Raporu) bir önsözünde örgütün Genel Sekteri Irene Khan, Guantánamo Körfezi için "zamanımızın gulagı" ("the gulag of our times") benzetmesini kullanarak örgütün "farklı insan hakkı ihlallerinin karşılaştırılmaması" politikasını ihlal etmiştir. Yorum ABD'nin Guantanamo askeri üssündeki askeri hapishanede tutuklulara uygulanan muameleyi, eskiden Josef Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği'nde 'siyasi muhalifler'in 'yeniden eğitilmesi' hedefiyle tutulduğu hapishane sistemine benzetilmiştir. Gerek örgüt, gerekse onun çoğu destekçisi bu yorumu resmen desteklemez. Yorum ABD'de yoğun bir eleştiriye maruz kalmış ve 31 Mayıs 2005 tarihli bir basın açıklamasında ABD başkanı Bush raporu "absürt" olarak nitelendirmiştir. Bununla beraber birçok farklı kişi ve kurum yorumu desteklemiştir. Bunların arasında en dikkat çeken emekli bir ABD Dışişleri görevlisi olan Edmund McWilliams'tır. Moskova ve Bangkok Amerikan Elçiliklerinde görev yaparken Sovyet ve Vietnam hapishanelerinde mahkûmlara yapılan kötü muameleyi izlemiş olan McWilliams, Uluslararası Af Örgütü'nün yaptığı benzetmeyi savunmuş, "o insanlık dışı sistemlerde yapıldığını rapor etmiş olduğum tacizler, Guantanamo'da, Afganistan'daki Bagram Hava Üssünde ve Abu Garip hapishanesindeki uygulamalara paraleldir: suya batırarak yapılan sorgulamalar, Uluslararası Kızılhaç Örgütü tarafından görülmemeleri için 'yok olan' mahpuslar ve bütün bunlarda üst düzey hiçbir yetkilinin sorumlu bulunmaması." Aktivizm Genel anlamda eylemcilik veya aktivizm, toplumsal değişme ya da politik değişiklik meydana getirmek için kasıtlı bir biçimde yapılan eylem olarak tanımlanabilir. Bu eylem çelişmeli tartışmalarda taraflardan birini desteklemek ya da muhalefet etmektir. Aktivizm kelimesi sıklıkla protesto veya muhaliflik ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır, ancak aktivizm sayısız politik yönlendirmede yer bulabilir ve geniş bir biçim yelpazesi içinde oluşabilir. Örnekleri, bir gazeteye ya da politikacıya bir mektup yazmaktan, politik kampanyadan, ekonomik aktivizmden (tercih edilen şirketleri desteklemek veya boykot etmek gibi), toplantılardan, blog yazmaktan ve sokak yürüyüşlerinden, grevlere ve hatta gerilla taktiklerine kadar çeşitli şekillerde olabilir. Daha keskin çelişkili durumlarda, yorumlayanın aktivistin yaptıklarını destekleyip desteklememesine bağlı olarak bir kesim tarafından özgürlük savaşçısı diye adlandırılanlar, karşı kesim tarafından terörist olarak tanımlanabilmektedir. Bazı durumlarda aktivizmin protesto ya da karşı koymayla hiçbir ilişkisi yoktur: Örneğin,kimi dinî, feminist ya da etyemez aktivistler hükümetin yasaları değiştirmesini sağlamak yerine doğrudan insanları davranışlarını değiştirmeye ikna etmeye çalışırlar. Kooperatif hareketi, kooperatif ilkelerine uygun yeni kurumlar oluşturmaya çalışır ve genellikle ne lobi ne de siyasi protesto yapar. Online Etymology Dictionary, İngilizce "activism" ve "activist" kelimelerinin siyasal anlamdaki ilk kullanımlarının tarihinden 1915 ve 1920 olarak bahseder. Dönüşümcü aktivizm düşüncesi dünyada anlamlı bir değişiklik yaratmak için dışlarında olduğu kadar kendi içlerinde de dönüşmeleri gerektiğini söylemektedir. Dönüşümcü aktivizmin bir örneği Birleşmiş Milletler tarafından şu şekilde tanımlanan; "sürdürülebilir barış için, çelişkiler nedeniyle harap olmuş bir ülkede gerekli şartları oluşturmak adına bir yardım yolu" barışgücüdür. Barışgücü çatışma sonrası bölgelerde barış süreçlerini izler ve gözlemler ve tarafların imzalamış olabilecekleri barış antlaşmalarının uygulanmasında taraflara yardımcı olur. Bu yardım birçok biçimde olabilir; güven oluşturucu durumlardan, güç paylaşım düzenlemelrine, seçim desteğinden, hukukun üstünlüğünün desteklenmesine ve ekonomik ve toplumsal gelişime kadar. Bu açıdan BM Barışgücü (kafalarına taktıkları mavi berelerden dolayı sıklıkla Mavi Bereliler olarak anılırlar) askerlerden, polis yetkililerinden ve diğer sivil personelden oluşabilir. Diğer bir örnek ise farklı ırklardan oluşan toplumlarda yaşama seçneklerini artırmanın cesaretlendirilmesidir. Bu tür toplumlar üyelerinin zihinlerinin yeni fikir, kültür, tarihsel perspektifler açılmasıyla tam anlamıyla dönüşebilir ve dar görüşlü hayata bakış toplumsal ilişkilerden eninde sonunda ya
rar görebilir. Dönüşümcü aktivizmin bir diğer örneği dönüşümcü ekonomidir. Bu düşünce insanın kendi farkındalığını artırarak bir toplumda kaynak akışını değiştirebileceğini dile getirmektedir. İnsanlar kendi ihtiyaçlarının gerçekte ne olduğuna dair kendilerini gözlemler. Bu onların gerçekten nelere ihtiyaçları olup olmadığını fark etmelerini sağlar. Gelişen farkındalık ile toplumdaki kaynak akışı değişir. Dönüşümcü siyaset insanların gerçek gücün ne olduğunu hissetmeleri için kendi içlerine bakmaları konusunda rehberlik edilmesidir. Kişiler gerçek gücün herkesin birbiri ile derin bir bağı olduğunu görebilmek ve bulunduğu yere iz bırakmak olduğunu keşfedebilir. Bu durumda güç bir kişi üzerindeki güç değil artık yeni bir toplum yaratmada toplu yaratıcılığın serbestleştirilmesindedir. Devridaim makinesi Devridaim makinesi, kelimesi kelimesine alındığında kendi kendine sonsuza dek çalışan makineleri tanımlar. Ancak daha geniş tanımı, enerji girişinden daha fazla enerji çıkışı sağlayan sistemleri kapsar. Bu çeşit makineler, fiziğin temel yasalarından biri olan, enerjinin yoktan var edilemeyeceğini ve yok edilemeyeceğini belirten enerjinin korunumunu ihlal ederler. En sık rastlanan devridaim makineleri, sürtünme ve hava direncine rağmen hareketini sürdürebildiği iddia edilen makinelerdir. Enerjinin korunumu kanununa göre bu tarz makineler çalışamaz. Bilinen en eski devridaim makinesi 1150 yılında Hint matematikçi ve gökbilimci Bhāskara'nın geliştirdiği dişli çark sistemidir. O zamandan günümüze binlerce devridaim makinesi geliştirilmiş ve hepsinin ortak özelliği olarak uygulamada başarılı olamamışlardır. Devridaim makineleri termodinamiğin birinci ve ikinci yasalarına aykırıdır. Birinci kanun: Enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez, sadece bir biçimden diğerine dönüşür yani başlangıçta 100 birim enerji varsa en sonda da değişik biçimlerdeki enerjinin toplamı 100 birimdir. İkinci kanun: Bir enerji kaynağından enerji çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkânsızdır. Entropiyi anlatan bu kanun bütün doğal olaylarda düzensizlik artar demektedir. Başlangıçta 100 birim yararlı enerji varsa son durumda kesinlikle 100 birimden az olacaktır. Aslında sonsuz ve yoktan gelen enerji kaynağı yoktur. Elde edilen döngüsel enerji makinelerinin kaynakları fizikle açıklanabilmektedir. Bu döngüler genelde kütle çekim yasası içinde ifade edilir. Kütle çekim yasası genel ifadesinin dışında maddenin yapısı, ısıl yükü, elektrostatik dengesiyle değişim gösteren karmaşık bir yapıya sahiptir. Yalın hali ağrlık çarpımının mesafe karesine oranı olarak ifade edilir. Karmaşık yapıda ise ısıl yük, elektron dengesi ile oluşan elektrostatik çekimler ve manyetik etkiler formüle dahil edilir. Esasen alt parçacıkların etkileşimi ile açıklanmaya başlayan kuantum mekaniği ve sicim teorisi fizik yasalarının bazı temel kurallarını derinden sarsmıştır. Devridaim makinelerinin en basitlerinden biri olan kapiler yükseltme makinesi, sıvıların kapiler yükselmesi ile oluşturulan, ince bir boru içinde sıvı ile boru yüzeyi arasındaki çekim kuvvetiyle sıvı yükselmesi sağlanarak yapılır. Bu yükselme enerjisi tamamen kütle çekim yasasından kaynaklanır. Kapilarite iç içe geçirilmiş borularla ya da lifli dokularla yüzey alanı artırılarak artırılabilir. Kapiler yükselme hızı ile elde edilecek enerji düşük olduğu için tercih edilmemektedir. Bu konuda oluşan paradoks ise yer çekimi ile oluşan kinetik ve potansiyel enerji hesabında yaşanan eksik hesap adımlarıdır. Kütle çekim yasası sadece Yer ile maddeler arasında değil, bütün maddelerin kendi aralarında ayrı ayrı hesaplanmalıdır. Sıvının yükselme kabı ile arasında olan çekim hesaba dahil edilmelidir. Yandaki temsili kapiler devridaim yapısında aşılamayan damlama noktasında suyun tutunması ve alt kaba aktarılmada sorun oluşturması nano teknoloji gelişimleri ile aşılmıştır. Lotus çiçeği yaprakları gibi yapılar üzerindeki çalışmalar sonucunda aşılmıştır. Suyun nano sivri uçlardan oluşan yüzeylerden itilmesi özelliği gözlenmiştir. Çukur bölgeler tarafından çekilen fakat sivri bölgeler tarafından itilen sıvılar birçok yapıda kendilerini bulurken bu devridaim yapısının daha hızlı olmasını sağlayabilecek önemli bir keşiftir. Bu keşifler sadece dikeyde değil her yönde çalışabilecek su pompaları ya da motorları için planlanabilecek önü açık konulardır. Girişi çukur nano yüzeylerden oluşan girişe nispeten daha az yüzeye sahip nano sivri tepelerle oluşturulan bir çıkış konisi büyük bir güç oluşumunu ortaya koyar. Süreklilik arz eden her kuvvet aslında birer enerji kaynağıdır. Bu kaynak aslen atomun yapısındaki ısıl değişim enerjisinin sürekliliğinden kaynaklanır. Her ısı kademesinde farklı bir enerji yapısı sürekliliği sağlar. Madde asla durağanlaşamaz ve sürekli bir akışın parçası olmak zorundadır. Madde yapısı serbest bırakıldığında üzerindeki enerjiyi dışarı vermeye eğilimlidir. Evrende enerji kaynakları kapatıldığı anda madde mutlak sıfıra ulaşma isteğini gerçekler. Enerji sürekli madde üzerinden akar. Enerji akışı ışımaları farklı yapı ve boyutlarda oluşur. Maddenin titreşmesindeki bu süreklilik mutlak sıfır olarak ifade ettiğimiz kesin donma noktası dışında hep enerji yayılımına sebep olur. Akkorlaşan elektron akışı ışık olarak görünürken, süreklilik arz eden elektrik akışı manyetik ışımayı sağlar. Bu ışımalardan sadece birkaç tanesi isimlendirilmiş ve incelemeye alınmıştır. Çoğu ışıma türü ise isimlendirilmemiş, isimlendirilenler ise ayrıntılı incelenmekten henüz uzaktır. Görülebilir ışık yapısındaki odaklanma ve kırılma yapıları gereğince incelenebilmesine karşın manyetik ışıma yapısındaki kırılmalar ayrıntıya kavuşmamıştır. Manyetik mercek yapısındaki gelişimler bir diğer devridaim yapısına açılan kapıyı aralayacaktır. Manyetik çekme ve itme güçleri vektörel olarak yönlendirilebilir kütle çekim kuvvetlerini oluşturur. Manyetik alandaki değişimi kontrol edebileceğimiz toplayıcı ya da dağıtıcı elementler mevcuttur. Bu konuda özellikle diyamanyetik konusu dikkate değerdir. Muhammed Ziyâ ül Hak Muhammed Ziyâ ül Hak (Urduca: محمد ضیاءالحق; zaman zaman Ziyâ-ül-Hak ya da Ziyâülhak şeklinde de yazılır; d. 12 Ağustos 1924, Cullundur - ö. 17 Ağustos 1988, Bahavalpur), Pakistanlı asker ve devlet adamı. Genelkurmay başkanlığı ve sıkıyönetim komutanlığı görevlerinin ardından 1978'de cumhurbaşkanı olarak 1988'e değin ülkeyi askeri rejimle yönetti. 1945'te Dehra Dun'daki Kraliyet Hindistan Askeri Akademisi'ni bitirerek orduya katıldı. II. Dünya Savaşı'nın sonlarında Britanya zırhlı birliklerinde görev aldı. On dokuz yıl kurmay ve komuta görevlerinde bulunduktan sonra öğretmen olarak Kuetta'daki Komuta Karargâh Okulu'na atandı. 1965'te yeniden kıta görevine çıktı. 1966-69 arasında çeşitli kara kuvvetleri birliklerine komuta etti. 1969'dan 1971'e değin Ürdün Kara Kuvvetleri'nde danışmanlık yaptı. Tuğgeneralliğe yükseldiği 1972'de, Zülfikar Ali Butto hükümetini devirme girişiminde bulunmakla suçlanan subayların yargılandığı askerî mahkemelerin başkanlığını yaptı. Ardından Butto tarafından generalliğe yükseltildi ve 1976'da genelkurmay başkanlığına atandı. 1977 Seçimleri sonunda Pakistan iç savaşın eşiğine gelince kansız bir darbeyle 5 Temmuz 1977'de, seçimle yönetime gelen Zülfikar Ali Butto'yu devirdi. Ekim 1977'de tüm muhaliflerin politik aktivitelerini yasakladı. Genelkurmay başkanlığının yanı sıra sıkıyönetim komutanlığını da üstlendi. Ertesi yıl Fazal Elahi Çaudhri'nin cumhurbaşkanlığından istifa etmesi üzerine cumhurbaşkanı oldu. Halk arasında hâlâ geniş bir desteğe sahip olan Butto'yu tartışmalı bir yargılama sonunda, muhalif bir milletvekilini öldürme emrini vermek suçundan Nisan 1979'da idam ettirdi. Butto'nun idamının ardından seçimlerin süresiz olarak ertelendiğini açıklayarak siyasi partileri kapattı, grevleri yasakladı, basına da sıkı bir sansür koydu ve bütün ülkede sıkıyönetim uygulamaya başladı. 1979 yılında yürürlüğe soktuğu "Hudud Yasası" ile kadınlar tecavüze uğrasa dahi zina yapmakla suçlanıp ağır cezalara çarptırıldı. 1980 yılında Ziya ül Hak'ın kararıyla pasaportlara din hanesi konuldu. Öte yandan Sovyetler Birliği'nin komşu Afganistan'ı işgali üzerine Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) ve İslam ülkelerinin sağladığı geniş çaplı askeri ve ekonomik yardımla yönetimini güçlendirme yoluna gitti. Yurtdışından gelen yardımlarla Afganistan'daki mücahit direnişine destek verdi. Pakistan, Afganistan'dan gelen mültecilerin doğurduğu sorunlarla da uğraşmak zorunda kaldı. Mart 1981'de sıkıyönetim altında yönetimin sürmesini sağlayan ve kendisine anayasa değişiklikleri yapma yetkisini tanıyan Geçici Anayasa Düzeni'ni ilan etti. Yönetimini pekiştirecek yeni bir devlet yapısı kurmaya çalışırken, siyasal ve kültürel alanda geniş çaplı bir İslamlaşma programına girişti. Aralık 1984'te halkoylamasına sunduğu İslamlaşma programı muhalefetin boykot ettiği tartışmalı bir referandumda büyük çoğunlukla kabul edildi. Bu referandumla iktidarına yasallık kazandırdı ve cumhurbaşkanlığını beş yıl daha uzattırdı. 1985'te sıkıyönetimi kaldırarak güdümlü bir sivil rejime geçiş yolunda adımlar attı; Şubat ayında partilerin aday göstermediği genel ve yerel seçimler yapıldı. Mart 1985'te cumhurbaşkanlığı görevine başladı. Ama şiddet olaylarının ve huzursuzlukların tırmanmasını önleyemedi. Muhalefetin artan gösterilerine karşı tutucuların desteğini sağlamak için medeni hukuk yerine şeriat yasalarını uyguladı. Muhalefet hareketini siyasal manevralarla etkisiz kılmaya çalışan Ziya ül Hak, yumuşama politikasından geri dönerek, İslamlaşma siyasetini etkili biçimde uygulamadığı, yetersiz kaldığı, yolsuzluklara göz yumduğu gerekçesiyle, Mart 1985'te başbakan olarak atadığı Muhammed Han Cuneco'yu Haziran 1988'de bu görevden alarak başbakanlık görevini de üstlendi. Ziya ül Hak, 1974 yılında ilk nükleer testini başarıyla tamamlayıp dünyadaki 6. nükleer güç olarak ortaya çıkan Hindistan'ın elde ettiği nükleer üstünlüğü eşitlemek adına nükleer çalışmalar başlattı. 1987 yılında,
Ziya ül Hak askeri amaçlı uranyum zenginleştirme yeteneğine sahip olduklarını ancak bunu kullanmayıp enerji açıklarını kapatmaya yönelik nükleer faaliyetler yürüteceklerini dünya kamuoyuna ilan ederek, üstü kapalı da olsa nükleer silah yeteneğine sahip olduklarını tüm dünyaya ilan etti. Pakistan'a askeri yardımlarda bulunan ABD, nükleer silah yapılmasından kuşkulanarak yardımları bir süre kesti; bu yolda kullanılacak malzemenin Pakistan'a girmesini engellemeye çalıştı. 17 Ağustos 1988'de içinde ABD büyükelçisi Arnold Raphel, Pakistan Genelkurmay Başkanı ile 27 kişinin daha bulunduğu uçağına yapılan sabotaj sonucu düşürülmesiyle hayatını kaybetti. Uçağının düşürülmesi ile ilgili olarak doğrudan olmamakla beraber ABD, İsrail, Hindistan ve Sovyetler Birliği şüpheli görüldü. Ölümünün ardından seçimleri açık farkla kazanan Zülfikar Ali Butto'nun kızı Benazir Butto başbakan oldu. Bilişsel alan Bilişsel alan veya Bloom Taksonomisi, bir çocuğun düşünce seviyesini ortaya koyan davranışı içerir. 6 düzeyi vardır; Grumman F-14 Tomcat F-14 Tomcat ("Erkek Kedi"), Grumman Aerospace tarafından üretilen süpersonik, çift motorlu ve değişken geometrik kanatlı bir av önleme uçağıdır. Ana görevi Amerikan Donanmasını düşman süpersonik uçak ve cruise füzelerinden korumaktır. Bu maksatla F-14'e çok güçlü bir atış kontrol radarı (AN/AWG-9) ve uzun menzilli füzeler (AIM-54 Phoenix) entegre edilmiştir. Uçak, AN/AWG-9 radarı sayesinde 100 millik bir alanı tarayabilir, bu mesafe içindeki 24 uçağı aynı anda izleyebilir ve müşterek olarak 6 tanesine AIM-54 Phoenix ile saldırabilir. Radarının izleme gücü sayesinde Tomcat'ler birer mini AWACS olarak da kullanılabilir. Yüksek optik büyütme özellikli TV kameraları 30 milden daha uzak mesafelerden hedeflerini tanır ve görsel olarak takip edip, hedef tanımlamasına imkân tanır. Uçuş ekibi bir pilot ve bir radar subayından oluşur. Uçak değişken geometrili kanatlara sahiptir. Uçuş sırasında otomatik olarak 20 ile 68 derece arasında değişebilen bu kanatlar kalkış sırasında öne doğru açılarak havanın kaldırma kuvvetini arttırmakta, hız gerektiren uçuşlarda geriye doğru kapanıp kanat alanını küçülterek sürtünmeyi azaltmakta ve hızı arttırmaktadır. Bu da uçağa sabit kanatlı uçaklarda sağlanamayacak bir avantaj vermektedir. F-14 Tomcat, kanatlarını hareket ettirerek kanat yüzeyine genişletebilir ve motor itkisini düşürerek mevcut yakıtı ile daha uzun süre havada kalabilir. Geriye kayan kanatları kısa pistli uçak gemilerine iniş ve kalkışta da büyük avantaj sağlar. Motorların büyük bir bölümü afterburner için egzoz kısmından oluşur. Afterburnde iken motor yüzde 180 kN güç üretmesine rağmen yakıt tüketimi 4 kat artmaktadır. Bu yüzden motorları çabuk yıpranmakta ve bakıma ihtiyaç duymaktadır. Egzoz kısmının genişliği daha fazla sıcağa dayanıklı metaryel gereksinimini artırmaktadır. Bakım ve idamesi oldukça pahalı bir uçaktır. F-14 Tomcat, Amerikan Donanmasınının uçak gemisi gücünü Sovyet süpersonik uçaklarından ve cruise füzelerinden korumak ihtiyacı sonucu doğmuştur. Sovyetlerin ürettiği ses katının 3 katına çıkabilen uçaklar ve süpersonik füzeler karşısında Amerikan uçak yapımcıları Sovyet uçaklarının Donanmaya fazla yaklaşamadan imhasını sağlayacak bir uçak tasarımı üzerinde çalıştılar. 15 Ocak 1960'da Northrop Grumman firmasının VFX adlı projesi ile bu yarışmayı kazandığı açıklandı. Ortaya konulan prototip ilk uçuşunu 21 Aralık 1970'te gerçekleştirdi. Bu ilk uçak bir uçuş kazasında kaybedildi. Daha sonra proje 24 Mayıs 1971'de ikinci prototip ile yeniden başladı. Ekim 1972'den itibaren F-14A uçakları Amerikan Donanmasına katılmaya başladı. İlk operasyonel uçuş ise Eylül 1974'te gerçekleşti. 01 Ocak 1977'ye gelindiğinde toplam 259 adet F-14 üretilmiş ve 92.000 saatten fazla uçuş yapılmıştı. Tomcat'ler ABD Donanmasındaki F-4 Phantom II uçaklarının yerini aldı. F-14A modelininde Pratt&Whitney TF30-PW-414A motoru kullanılıyordu. 1987 yılında F-14A üzerinde yapılan değişiklikle PW-414 motoru yerine daha güçlü olan General Electric F110-GE-400 turbofan motoru monte edildi ve böylece F-14A+ Plus ortaya çıktı. Bu modelin seri üretime geçmesiyle de üretilen uçaklar F-14B olarak adlandırıldı. B modeli A modelinden çok daha teknolojik aviyonikler içermekteydi. AN/APG-71 radarı ile donatılan F-14D Super Tomcat, 9 Şubat 1980'de ilk uçuşunu yaptı. Bu varyantta uçağın radar ve kokpit teknolojileri yükseltildi, dual IRST/TV podları eklendi ve havadan havaya mücadele yetenekleri arttırıldı. F-14 Tomcat'ler üstün muharebe yeteneklerine ilaveten A/B versiyonu iyileştirme programları sayesinde güçlü bir orta menzil saldırı uçağı durumuna da getirilmiştir. Uçaklar 1990'ların ikinci yarısında ciddi bir modernizasyona tabi tutuldu. LANTIRN podları takılarak gece havadan karaya hassas saldırı yeteneğine erişildi. Orijinal F-14, 6.000 uçuş saat ömrüne sahipken yapılan modernizasyonla uçuş ömürleri 7.200 saate çıkartıldı. INS/GPS ile JDAM lazer güdümlü bomba atabilme kabiliyeti ve elektronik karşı önlem sistemleri entegre edildi. F-14 Tomcat'in en korkutucu mühimmatı AIM-54 Phoenix havadan havaya saldırı füzesidir. Sadece F-14 Tomcat'de kullanılan ve dünyanın en uzun menzilli hava-hava füzesi olma özelliği taşıyan AIM-54, ilk olarak 1973 yılında hizmete girdi. 90 mil mesafeden hedefi bulabilmektedir. F-14'ün AN/AWG-9 atış kontrol radarı ile birlikte çalışır. A, B ve C olmak üzere üç modeli üretildi. AIM-54 Phoenix, 30 Eylül 2004'te ABD Donanma Kuvvetleri envanterinden çıkarılmıştır. Uçağın diğer mühimmatları AIM-7 Sparrow, AIM-9 Sidewinder, GBU serisi lazer güdümlü hassas bombalar, Mk serisi güdümsüz bombalar ve yakın muharebe için kullanılan 20 mm M61A1 Vulcan makinalı topudur. F-14 Tomcat'ler günümüzde sadece İran Hava Kuvvetlerinde görev yapmaktadır. İran'ın Şah döneminde aldığı 79 uçaklık F-14 kuvvetinden günümüzde 15-20 civarı uçak kalmıştır ve bu uçaklar etkin radarları sayesinde birer mini AWACS olarak kullanılmaktadır. Gerek Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle artık filolarına uzun menzillerden Rus hava gücü tehdidinin azalması, gerekse uçağın sahip olduğu teknolojinin modern muharebe sahasının ihtiyaçlarına artık cevap verememesi üzerine ABD Donanması ve Savunma Bakanlığı uçakların tamamını incelemis ve omurgalarında yoğun çatlaklara rastlamıştır. Uçağın yüksek bakım ve işletim maliyetlerini de göz önünde bulundurarak, üretici firmanın "Super Tomcat 21" ve "Attack Super Tomcat 21" seviyesinde iyileştirme önerisini geri çevirmiş ve F-14 Tomcat'leri yeni nesil F/A-18E/F Super Hornet uçaklarıyla değiştirme kararı almıştır. Top Gun filmiyle ölümsüzleşen F-14 Tomcat av-önleme uçakları son uçuşlarını 21 Eylül 2006'da Oceana Deniz Hava İstasyonu'nda gerçekleştirmiş ve ABD Donanmasından 22 Eylül 2006'da resmen emekli edilmiştir. İnsansız hava aracı İnsansız hava aracı (İHA), genel olarak bilinen adıyla drone (Türkçesi yerden kumandalı hava aracı–dron diye okunur) uzaktan kumanda edilen bir tür uçaktır. İHA'lar iki sınıfa ayrılır: İlki uzaktan kumanda edilerek uçan, diğeri ise kendiliğinden belli bir uçuş planı üzerinden otomatik olarak hareket edebilen uçaklardır. Keşif amaçlı üretilen İHA'lar günümüzde birçok saldırı görevinde de kullanılmaktadır. Militanlara karşı birçok başarılı saldırı gerçekleştiren bu hava araçları çoğu zaman sivil hedefleri de vurarak insan ölümlerine neden olmaktadır. İHA'lar bunun yanında son zamanlarda yangın söndürmek amaçlı olarak da kullanılmaktadır. Bu araçlar genellikle normal savaş uçakları için zor, kirli ve tehlikeli görevlerde kullanılır. Günümüzde çok farklı şekil, ebat, konfigürasyon ve karakterde araçlar üretilmektedir. Tarihsel olarak bakıldığında basitçe İHA'lar birer "drone"dur. Ancak bağımsız kumanda sistemleri çok geliştirilmiştir. Bu maddenin amacı İHA'lar ile güdümlü füzelerin farklarını ortaya çıkartmaktır. Öncelikle İHA'lar tekrar kullanılabilir. Mürettebatsız olarak kontrol edilerek durmadan belli bir irtifada uçabilir. Ayrıca bu araçlar jet motoru veya iki zamanlı motor yardımıyla uçar. Bunun yanında seyir füzeleri her ne kadar insansız ve uzaktan kumanda ile yönetiliyor olsalar bile İHA olarak sınıflandırılmazlar. İHA kısaltması bazı durumlarda İHAS (insansız hava araçları sistemleri) olarak genişletilmiştir. Amerikan Federal Havacılık Dairesi ise insansız uçuş sistemleri (İUS) adıyla genel bir sınıf belirlemiştir. Aslında bu sınıf ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri tarafından sadece uçakları değil onunla beraber yer sistemleri ve diğer elementleri de yansıtması amacıyla kullanmıştır. İlk İHA'lar A. M. Low tarafından 1916 yılında geliştirilmiştir. Takip eden yıllarda ise sınırlı sayıda üretilen Hewitt-Sperry otomatik uçak I. Dünya Savaşı sırasında kullanılmıştır. 1935 yılında ise film yıldızı ve model uçak tasarımcısı Reginald Denny ilk ölçekli RPV (İngilizce Remote Piloted Vehicle Türkçesi Uzaktan Komutalı Araç) modelini geliştirmiştir. II. Dünya Savaşı süresince çok fazla miktarda uçak üretilmiş, bunlar trenleri korumak amacıyla uçaksavar ve saldırı görevlerinde kullanılmıştır. Jet motoru bulunan ilk model 1951 yılında Teledyne Ryan firması tarafından geliştirilen Firebee I'dir. 1955 yılında ise başka bir firma Beechcraft ABD Deniz Kuvvetleri için Model 1001 modelini üretmiştir. Bununla beraber bu araçlar Vietnam Savaşı süresince birer uzaktan kumandalı uçak olmaktan daha ileriye gidemediler. 1980'li ve 1990'lı yıllarda olgunlaşan ve küçültülen bu araçlar özellikle Amerikan askerî çevrelerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Bunun en önemli nedeni İHA'ların uçaklara nazaran çok daha ucuz olması ayrıca riskli görevler sırasında yetişmiş mürettebat kaybını sıfıra indirmesidir. Genel olarak keşif ve gözetleme amacıyla kullanılan bu araçlar günümüzde silahlandırılmaktadır. Örneğin MQ-1 Predator modeli araçlar üzerine AGM-114 Hellfire havadan-karaya füze takılmaktadır. Zırhlı ve silahlı bu araçlara insansız hava muharebe aracı (İHMA) denilmektedir. İnsansız teknolojilerin kullanımının yaygınlaşmasının altında gelişen teknolojinin s
ağladığı imkânla birlikte bazı maliyetli ya da sorunlu kalemleri aşabilmenin getirisi bulunmaktadır. İnsansız uçakların otonom ya da bir yer istasyonu aracılığıyla kontrol edilebiliyor olması insanlı uçakların idamesi için gerekli yaşamsal sistemler ve kokpit için gerekli yer ve mürettebatın getirdiği ağırlık yükü gibi maliyet kalemleri, insanlı uçakların manevra ve operasyon kabiliyetinin insan kabiliyetleriyle sınırlanması (yorgunluk / çalışma saati, G kuvveti vb.) gibi operasyonel kabiliyetle ilgili kalemler, düşman tarafından fark edilme ya da vurulabilme olasılığının düşük olması üstünlük kalemleri (ilk olarak İsraillilerin geliştirdiği Scout ile birlikte İHA’ların bu yönüyle operasyonel vazgeçilmezliği ispatlanmıştır.) İHA'ları daha tercih edilir kılmaktadır. Daha da önemlisi, insansız hava araçlarının zayiat maliyetidir. Tüm dünya ordularında yetiştirilmesi en maliyetli personel gruplarından birisi pilotlardır. Bir pilotun yetişmesi çok büyük maliyetlere karşılık gelir. Bu sebeple hava aracıyla zayiatıyla birlikte yetişmiş personelin de zayi olması ordular için hem maddi hem de kabiliyet olarak büyük kayıptır. İnsansız Hava Araçları, zayiat maliyetinin düşük olması açısından da orduları cezbetmektedir. İHA’lar tarihte birçok kez düşman hava savunma unsurlarının oyalanmasında, asıl taarruz unsurlarının ateş hattını geçebilmesi için yem olarak kullanılmasında çok büyük rol oynamışlardır. Gelecekte İHA'lar scramjet teknolojisinin sahip olduğu tüm avantajlara da sahip olacaktır. Günümüzde scramjet modelleri, bunlara insansız modellerde dâhil sadece test amaçlıdır. (örneğin NASA X-43A, NASA's Hyper-X scramjet program) İHA’ları altı farklı başlık altında sınıflandırabiliriz: (bunun yanında bazı araçlar birkaç farklı özelliği bünyesinde barındırabilir): Bunun yanında İHA’lar ParcAberporth İnsansız Sistemler forumunda uçuş menzil ve irtifalarına göre de sınıflandırılırlar: Additional category can be applied in pattern of function: fixed routes vs. dynamically variable routes: ABD askerî birimleri bünyesinde kullanılan İHA’lar rütbe sistemi ile sınıflandırılırlar. Günümüzde ABD Ordusu kara birliklerini desteklemek amacıyla farklı uçak sistemlerinden faydalanmaktadır. Ordu planlamacıları bu sistemleri rütbelendirerek sınıflandırmıştır. Rütbeler doğrudan bir tek modele verilmemiştir. Rütbeler İHA'ların yaptığı görevlere göre sınıflandırılmıştır. ABD Hava Kuvvetleri ve ABD Deniz Kolordusu aynı rütbe sistemlerini kullanmaktadır. Ancak kullanılan araçlar birbirinden farklıdır. İUS veya insansız uçuş sistemleri tanımı ABD Savunma Bakanlığı tarafından insansız hava araçlarına verilen genel addır. Bu ad başlangıçta Deniz Kuvvetleri tarafından sadece uçaklar için değil onunla beraber kullanılan yer sistemleri ve diğer elementleri de kapsayacak şekilde kullanılmıştır. Daha sonra ilk kez resmî olarak 2005-2030 yıllarını kapsayan DoD İnsansız Hava Sistemleri Yolharitasında kullanılmıştır. İnsansız uçak sistemlerinin askerî rolü görülmemiş oranlarda büyümektedir. Sonsuz Özgürlük Operasyonu ve Irak Savaşı çerçevesinde Afganistan'da görevli Task Force Liberty ve Irak'ta görevli Task Force ODIN birliklerine destek vermek amacıyla 2005 yılı içerisinde İHA'lar taktiksel ve genel amaçlı olarak toplamda 100.000 uçuş saati süresince havada kalmışlardır. Teknolojinin çok hızlı ilerlemesi ile geliştirilen taşınması ve kullanımı çok kolay olan Küçük İnsansız Uçuş Sistemleri (KİUS) çatışma bölgelerinde çok daha fazla kullanılmaktadır. Günden güne kapasiteleri artan İHS'lerin geliştirilmesi için ülkeler önde gelen araştırma ve geliştirmeleri sübvanse etmeye devam etmektedir. Her ne kadar İHS'ler şu an keşif, arama ve istihbarat çalışmaları dışında kullanılıyor olsa da hâlâ en önemli görevlerini bunlar teşkil etmektedir. Rollerin içerisine elektronik saldırı, baskın görevleri, düşman hava savunmasını yanıltma/imha etme, haberleşmeyi bozma ve karıştırma, arama ve kurtarma da eklenmiştir. Bu İHS'ler birkaç bin dolardan on milyonlarca dolar değere ve birkaç kilodan 9000 kilo ağırlığa kadar ulaşabilmektedir. İHA'lar çok geniş bir yelpazede kullanılır. Bunlardan bazıları uzaktan algılama, keşif ve nakliyedir. Uzaktan algılma amacıyla üretilen İHA'ların bünyesinde elektromanyetik tayf algılayıcıları, biyolojik ve kimyasal sensörler bulunmaktadır. İHA'lar bünyesindeki elektromanyetik sensörler içerisinde tipik görsel spektrum, infrared ve near infrared kameraları ile radar sistemleri mevcuttur. Diğer elektromanyetik dalga dedektörleri ise microwave ve ultraviyole spektrum algılayıcıları olmakla birlikte, çok fazla kullanılmazlar. Biyolojik algılayıcılar havada bulunan çeşitli mikroorganizma ve biyolojik etkileri araştırmaya yarar. Kimyasal algılayıcılar ise havada bulunan elementleri inceler. İHA'lar sahip oldukları özelliklere göre yük taşıma kapasitesine sahiptirler. Yükler en fazla ana gövde içerisinde bırakılan boşlukta taşınır. Helikopter şeklindeki bazı İHA'larda ise gövde altına takılarak taşınır. Uçak gövdeli İHA'lar da gövde dışında yük taşıyabilir ancak bu sırada uçağın aerodinamik yapısının bozulmamasına özen gösterilmelidir. Bu gibi durumlarda genellikle gövde dışına takılan aerodinamik tüpler içerisinde yük taşınır. İnsansız hava araçları pilotlu araçların uçamayacağı çok tehlikeli görevlerde rahatlıkla kullanılabilir. Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA) bir kasırga avcısı olarak 2006 yılından bu yana Aerosonde insansız uçak sistemini kullanmaktadır. AAI Corporation'ın iştiraki olan Aerosonde Pty Ltd Victoria (Avustralya) tarafından tasarlanan ve 35 poundluk sistem bir kasırga içine girerek Florida'da bulunan Ulusal Tayfun Merkezine gerçek zamanlı veri ve doğrudan iletişim üretmektedir. Önceleri insanlı hava taşıtları ile tayfunların uzağından alınan veriler günümüzde Aerosonde sistemi sayesinde tayfunun içerisinde kolaylıkla alınabilmektedir. Araştırmacılar ayrıca diğer gezegenleri keşfetmek için insansız hava araçları geliştiriyorlar. Örneğin, insansız hava aracı adında bir "Entomopter", kanatlarını çırparak kullanır. NASA tarafından finanse edilen araştırma, Mars keşfi için bir gün bir Entomopter'dan sonuçlanabilir. MQ-1 Predator model ve AGM-114 Hellfire ile yüklü İHA'lar günümüzde hassas bölgeleri bombalamakta kullanılmaktadır. Silahlı ilk Predator 2001 yılı sonundan itibaren Pakistan ve Özbekistan'da üslenmeye başlamıştır. Çoğu zaman suikast amaçlı olarak Afganistan topraklarında kullanılmaktadır. 2001'den günümüze Afganistan'da üslenmiş bulunan bazı İHA'ların Pakistan içerisinde suikastlarda kullanıldığı da rapor edilmiştir. İnsanlı uçak yerine bu gibi durumlarda insansız hava araçlarının kullanılmasının en önemli artısı, uçağın vurularak düşürülmesi ve pilotun yakalanması durumunda meydana gelen diplomatik utançtan kaçınılmasıdır. Ancak günümüzde İHA'ların dost kuvvetleri vurması veya izinsiz saldırılar sonucunda sivil insanların ölmesi bu utancın yerini almıştır. Arap ülkelerinde üslenmiş bulunan bir Predator 3 Kasım 2002 tarihinde Yemen'de yaşamakta olan bir El-Kaide teröristine suikast düzenleyip öldürmüştür. Bu saldırı, Afganistan dışında bir ülkede yapılan ilk saldırı olarak kayıtlara geçmiştir. İHA'lar ABD topraklarında en çok arama ve kurtarma görevlerinde kullanılmaktadır. Örneğin 2008 yılındaki Louisiana ve Texas'ta meydana gelen tayfunlar sırasında çok başarılı olmuşlardır. Örneğin deniz seviyesinden 18.000 ila 29.000 feet üzerindeki bir irtifada uçan Predator; arama, kurtarma ve hasar tespitinde kullanılmaktadır. Üzerinde görsel algılayıcılar (bunlar gündüz ve kızıl ötesi kameralar) ve sentetik diyafram radarı (SAR) bulunur. Predator'a ait SAR her türlü havada (bulutlu, yağmurlu veya sisli) gece veya gündüz süresinde gerçek zamanlı çok başarılı çekimler yapabilmektedir. SAR görüntüleri içindeki tutarlı değişim algılaması istisnai arama ve kurtarma yeteneği sağlar; tayfundan önce ve sonra çekilen resimler bilgisayar tarafından işaretlenerek hasar tespiti yapılır. İHA'lar dünya üzerinde birçok ülke tarafından tasarlanmakta ve üretilmektedir. Ancak ABD ve İsrail bu teknolojinin geliştirilmesinde öncü olmuştur. 2006 yılında dünyada üretilen İHA'ların %60'ı ABD'de yapılmıştır. 2016 yılında bu oranın %5 ila %10 arasında artacağı düşünülmektedir. Northrop Grumman ve General Atomics firmaları bu endüstri dalında ürettikleri Global Hawk ve Predator/Mariner sistemleri ile öncü durumdadırlar. İsrailli ve Avrupalı firmaların bu alanda ikinci sırada kalmasındaki en önemli neden hükûmetlerinin bu teknolojiye yeterli fon ayırmaması ve ABD yapımı sistemlerin yüksek kapasitelerden ötürü çoğunlukla ihaleleri kazanmasıdır. Avrupalı üreticiler pazarın sadece %4'ünde boy göstermektedir. İlk İHA'lar Vietnam Savaşı sırasında gövdelerine yerleştirilen kameralar ile film ve resim çeken uçaklardı. Bu uçaklar ya düz bir hat üzerinde veya dairesel hareketlerle uçar, görüntüyü toplar, yakıtı bitene kadar uçar sonra yere inerdi. İnişten sonra resimler analistler tarafından çıkartılıp incelenirdi. Drone adı da verilen bu basit yapıdaki araçlar sadece uzaktan kumanda ile uçabilen basit bir uçaktı. Yeni nesil radyo frekanslarının kullanılmaya başlanması ile İHA'lar uzaktan kumanda ile çok daha fazla kullanılmaya başlandı ve "uzaktan kumandalı araç" terimi gelişti. Günümüzde birçok İHA hem uzaktan kumanda hem de bilgisayarlı otomasyon yardımı ile uçmaktadır. Daha gelişmiş sürümleri hız ve uçuş yolunu sabitleyen, yerleşik kontrol ve / veya rehberlik sistemlerinin yardımıyla düşük seviyeli insan pilot görevlerinde uçabilir. Günümüzde hâlâ birçok haber ve tartışmada bu çok gelişmiş uçaklar için drone kelimesi kullanılarak hata yapılmaktadır. İHA’lar pilotlu uçaklara nazaran çok daha uzun süre havada kalabilirler. Buradaki en büyük avantajları pilotların fiziksel dayanıklılıkları ile sınırlı olmamalarıdır. İnsansız bu uçuşlar araç türlerine göre değişir. İçten yanmalı motora sahip İHA'ların uçuş süresi ağırlık başına yaktığı yakıt oranına (Breguet dayanıklılık denklemi) göre değişir. Güneş enerjisi ile çalışa
n İHA'lar potansiyel olarak sınırsız uçabilirler. Ancak bu dalda en uzun uçuş rekoru hâlen 2003 yılında düşerek parçalanmasına rağmen Aerovironment Helios Prototype modelinin elindedir. Yakıt ile uçan İHA'lar için en önemli sorun havada yakıt ikmalinin şu an için yapılamamasıdır. ABD Hava Kuvvetleri tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 2010 yılından itibaren buna olanak sağlanacaktır. Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı (Defense Advanced Research Projects Agency (DARPA)) 5 yıl boyunca yere inmeden havada kalabilecek bir İHA yapmak için sözleşme imzalamıştır. Bu projenin adı "Vulture"dir. Üretici yerden herhangi bir yakıt desteği sağlamadan havada kalabilecek bir İHA yapmayı taahhüt etmiştir. 450 kilo olması düşünülen araç 60.000 ila 90.000 feet arasında bir irtifada uçacaktır. İHA'ların yaptığı atışlarda hedefini bulma yüzdesi sorgulanır bir hâl almıştır. Bunda en önemli neden ise artan sivil kayıplarıdır. Mart 2009'da "The Guardian" gazetesinde çıkan yazıda İsrail'e ait İHA'lardan fırlatılan füzelerin vurduğu boş sokaktaki 48 Filistinli sivil hayatını kaybetmiştir. Ki bu insanların ikisi ufak çocuk olmak üzere kadın ve genç kızlardan oluşmaktaydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) İsrail Ordusuna ait İHA'lar ile Hamas örgütüne karşı, havadan karaya yapılan saldırılar sırasında sivil kayıpların olduğunu rapor etmiştir. Bununla beraber raporun içerisinde akılda kalan soru HRW sadece 6 saldırı ve 29 sivil ölümünden bahsetmektedir ki bu sayı Hamas’a karşı yapılan saldırılar karşısında çok az görünmektedir. Bu harekât sırasında toplam sivil ölü sayısını 1400 olarak açıklayan Filistinli kaynaklar, 900'e yakın ölümün operasyonlar sırasında olduğunu açıkladı. HRW örgütüne göre bu ölümlerde üçüncü sırayı İHA'lardan fırlatılan füzeler almaktadır. ABD’ye ait İHA'ların Pakistan'ın Kuzey Veziristan bölgesinde yaptığı saldırılar iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Agence France-Presse'in açıkladığı rapora göre 45 İHA saldırısı sonucunda 450 insan ölmüştür. Pakistan tarafından yapılan açıklamalarda bu saldırılarda öldürülen her 2 militana karşılık 50 sivilin hayatını kaybettiği belirtilmiş ve ABD suçlanmıştır. Ancak Amerikalı yetkililer bunu kabul etmemektedir. Büyük bir ihtimalle bu saldırıları Amerikan ve Pakistanlı yetkililer ortaklaşa planlamış ancak sivil kayıpların ortaya çıkması üzerine Pakistanlı yetkililer inkâr yoluna gitmiştir. Günümüzde dünya çapında birçok ülke İHA kullanmaktadır. Bu araçları ülkelerine göre görmek için lütfen "İnsansız hava araçları listesi"ne bakınız. Helmuth Karl Bernhard von Moltke Helmuth Karl Bernhard von Moltke (26 Ekim 1800, Parchim, Mecklenburg-Schwerin – 24 Nisan 1891), Alman Mareşal. Yeğeni Helmuth Johann Ludwig von Moltke, Generaloberst rütbesiyle 1908-14 yılları arası Alman Ordusu Genelkurmay Başkanı olarak I. Dünya Savaşı'nda da görev aldı. Babası, Danimarkalı Korgeneral Friedrich Philipp Victor von Moltke'ydi (1768-1845). Dokuz yaşındayken Holstein Hohenfeld'e yatılı olarak bir okula gönderildi. On bir yaşında Danimarka Kopenhag Harp Okulu'na girdi. 1818 yılında Teğmen rütbesiyle Danimarka Ordusuna göreve başladı. 1822 yılında Frankfurt'ta (Oder) konuşlu 8. Piyade Alayı'na atandı. 1823 yılında Prusya Harp Akademisi'ne başladı. 1826 yılında Prusya Ordusu'na katıldı. Carl von Clausewitz'in etkisi altında kalarak askeri tarihe merak sardı. 1838 yılında Genelkurmay'da görev almaya başladı. 1835-1839 arasında Osmanlı Ordusu'nda öğretmenlik ve müşavirlik yaptı. Osmanlı başkumandanı Hafız Osman Paşa maiyetinde müşavir olarak Nizip Muharebesi'ne katıldı. Berlin'e dönünce önce Magdeburg'daki 4. kolordu kurmay başkanlığına, sonra veliaht Friedrich Wilhelm'in yaverliğine atandı. 1857 yılında Friedrich Wilhelm imparator olunca, Genelkurmay Başkanlığı'na getirildi. 1866 ve 1870 savaşlarında Avusturya ve Fransa'ya karşı harekâtı yönetti ve büyük saygınlık kazandı. Alman İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra, 1871'de kont, 1872'de Yüksek Meclis üyesi oldu. 1870'in konfederasyon ordusunu gerçek bir "Alman ordusu" haline getirdi. Komutası altında bu orduya Prusya askeri geleneğini aşıladı. 1888'e kadar 31 yıl Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüttü. 4 Nisan 1891 tarihinde Berlin'de öldü. Cenazesi, askeri törenle çevrili halde ve Kaiser II. Wilhelm'de dahil binlerce kişinin yer aldığı bir devlet töreni düzenlendi. Otto von Bismarck cenazesine katılmadı. Binlerce asker, Kaiser'in önderliğinde, Berlin'in Lehrter Demiryolu İstasyonu'na Tabutuna eşlik etti. Moltke'nin naaşı, Kreisau sitedeki aile mezarlığına defnedildi. Ancak Kreisau (şimdiki Krzyzowa, Świdnica ili) II. Dünya Savaşı'ndan sonra talan edildi. Günümüzde mezarına ait hiçbir iz mevcut değildir. Almanca, Danca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Türkçe olmak üzere 7 dil bilmekteydi. "Briefe aus der Türkei" ("Türkiye'den Mektuplar") adlı kitabı Türkiye'de "Moltke'nin Türkiye Mektupları" ismi ile basıldı. Christadelphianlar Christadelphianlar (Türkçe okunuşu: Hıristadelfiyanlar), 19. yüzyılın ortalarından itibaren Britanya (1848) ve Kuzey Amerika'nın birçok bölgesinde pek çok isim altında ancak tek bir inançla toplanan gruplar. Amerikan Sivil Savaşı (1863) zamanında vicdani ve dinî inançlarına aykırı olduğunu ileri sürerek askerlik hizmetini ifa etmeyi reddeden kimse statüsünü alabilmek için bir gruba bağlılığın beyan edilmesi gerekmiştir. O dönem itibarıyla "Christadelphian" kullanılmıştır. Christadelphian kelimesi "İsa inancında kardeşlik" ya da "Mesihte Kardeşlik" anlamına gelen Yunanca ibareden türetilmiştir. Christadelphianların inançları tamamen İncil’e dayalıdır ve Tanrı kaynaklı başka metinleri kabul etmezler. İncil, Tanrı’nın her şeyi yaratan olduğunu iletir. Oğlu İsa’dan ayrı bir varlıktır. İncil, Kutsal Ruh’un bir kişi olduğunu değil, Tanrı’nın yaratma ve kurtarmada kullandığı güç olduğunu öğretir. İncil, İsa’nın; özellikle Eski Ahit’te İbrahim ve Davut’a atfedilen kehanetlerde vadedilen Mesih olduğunu bildirir. İsa, Meryem’in oğlu ve Tanrı’nın gücüyle mucizevi doğumu itibarıyla Tanrı’nın Oğlu’dur. Cezbedilmişse de günah işlememiştir. Tanrı ona ölümsüzlük vermiştir ve o, Tanrı’nın oturduğu göğe yükselmiştir. İsa, dünyada Tanrı’nın krallığını kurmak için bizzat dönecektir. Tahtı Kudüs’te (Yeruşalim) olacaktır ve İsrail’de yeniden kurulan Tanrı krallığında kral olacaktır. İsa aynı zamanda dünyaya hükmedecektir. İnsanlar, ancak öğretilerine inanarak, tövbe ederek ve suya tamamen dalarak vaftiz edilme yoluyla İsa’nın müridi olabilmektedir. Tanrı’nın merhametine inanarak kurtarılmasına rağmen gerçek inanç kendini, sevap kazanılacak işler yolunda uğraşılması şeklinde gösterecektir; dolayısıyla mürit, İncil öğretileriyle uyumlu bir yaşam sürdürmelidir. İncil; ölümü, hayatın tamamen sona ermesi olarak tanımlar. Ölümden sonra inançlılar adem-i vücut (var olmama) hâlinde, İsa’nın dönüşüyle yaşanacak dirilişe kadar bilinçsizdir. Yargı gününü müteakiben, kabul görenler İsa ile yeniden yaratılmış bir dünyada, ona Tanrı’nın Krallığı’nı kurmada yardım ederek, ölümlü nüfusa bin yıl (Milenyum) hükmederek yaşayacaktır. Tanrı’nın Krallığı, İsa ve havarileri tarafından öğretilen İncil’in odak noktasıdır. Tanrı’nın vaatlerinin gerçekleşeceğini ve Kutsal Kitaplar’ın güvenilirliğini görmek için İncil’in kehanetlerinden gerçekleşen örneklere, özellikle de halklarla ilgili olanlara (Danyal 11) bakmak yeterlidir. Ana görüş Hristiyan mezhepler tarafından geleneksel olarak kabul edilen bazı doktrinler vardır ki İncil’e dayandırılamamaktadır, özellikle ruhun ölümsüzlüğü, Teslis ve İsa’nın önceden var oluşu gibi. İncil’de şeytan veya iblisin geçtiği yerlerde anlaşılması gereken, insanoğlunun tabiatında var olan günah ve Yaratan’ın isteklerine karşı gelmeye eğilimidir. Cehennemden, ebedi eziyet yeri değil, sadece bütün insanların girdiği mezar anlaşılmalıdır. Christadelphianlar vicdani ve dinî inançlarına aykırı olduğunu ileri sürerek askerlik hizmetini ifa etmeyi reddeden kimselerdir ("conscientious objector") ama pasifist değillerdir ve orduya girmekten sakınırlar. Genelde pazar günleri gerçekleşen cemaat ibadeti, vaftiz edilen tüm üyelerle birlikte İsa’yı anmaya odaklanır. Günümüzde aşağı yukarı 130 ülkede, çoğu kurulmuş ekklesialara üye, kendi dillerinde vaaz ve ibadet eden yaklaşık 60.000 Christadelphian vardır. Mary Wortley Montagu Leydi Mary Wortley Montagu (d. 26 Mayıs 1689, Londra - ö. 21 Ağustos 1762, Londra), İngiliz yazar. Osmanlı döneminde İngiltere tarafından İstanbul'a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu'nun eşiydi. Leydi Mary 1689 yılında Londra'da soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında şiir yazmaya başladı ve Latince öğrendi. Kendisinde 11 yaş büyük bir politikacı olan Edward Wortley Montagu'ya aşık oldu. Babasının onayını almadan 1712 yılında Edward Wortley Montagu'yla evlendi. 1716 yılında eşi İngiltere'nin Osmanlı elçisi olarak atandı. Leydi Montagu eşi ve oğluyla birlikte İstanbul'a geldi. Lale Devrinin başlangıcına rast gelen bu dönemde 2 yılını İstanbulda geçirdi. İngiltere'deki arkadaşlarına İstanbul'daki izlenimlerini en ince ayrıntılarıyla anlatan birçok mektuplar yazdı. 1718 yılında eşiyle birlikte Londra'ya geri döndü ve sosyetenin aranan bir üyesi oldu. Hikâyeler ve çeşitli konularda makaleler yazdı. Diğer soylularla çeşitli konularda topluma açık tartışmalara girdi. Bazı görüşlerinlerden dolayı feminizmin ilk savunucularından biri olarak kabul edilmektedir. 1738 yılında Venedikli Kont Francesco Algarotti'ye aşık oldu. Eşi ve çocuklarını terkederek İtalya'ya gitti. Kont Algarotti'yle aralarının bozulmasına rağmen yaşamının geri kalan bölümünün çoğunu İtalya'da geçirdi. 1762 yılında Londra'da öldü. Leydi Montagu'nun İstanbul'da yazdığı mektuplar ("Şark Mektupları") ölümünden sonra 1763 yılında kitap halinde yayınlandı ve Avrupa'da ilgiyle okundu. Bu mektuplar "Turkish Embassy Letters" adı altında halen basılmaya devam etmektedir ve Türkçeye de tercüme edilmiştir [1]. Bu mektuplar genelde Osmanlı toplumunu olumlu b
ir şekilde yansıtmaktadır. Avrupa'lıların Osmanlılar hakkındaki önyargılarını düzeltmek için çaba göstermiştir. Leydi Montagu Çiçek hastalığı geçirmişti ve yüzünde hastalığın izleri kalmıştı. İngiltere'de henüz bulunmayan Çiçek aşısının İstanbul'da yaygın bir şekilde kullanıldığını hayretle gördü ve hemen 2 çocuğunu İstanbul'da aşılattı. İstanbul'dan yazdığı mektuplarla ve Londra'ya döndükten sonra bizzat kendisi Çiçek aşısını İngilizlere tanıttı. Osmanlı uygarlığını övdü. Osmanlıların kadınlara verdiği değeri anlattı. Osmanlı kadını hakkında şunları dile getirmiştir; "Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır." Füsun Koroğlu Füsun Koroğlu (d. 12 Ocak 1953, Ankara), Türk bürokrat. 1975'te Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden, 1979'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Jeoloji mühendisliği alanında yaptığı yüksek lisansını 1982'de, doktorasını 1986'da bitirdi. Uzmanlık alanı, Türkiye'deki kömür üretim alanlarıdır. Bir dönem Rahşan Ecevit'in sekreterliğini yürüttü. Bunun ardından Devlet Planlama Teşkilatına alındı ve burada araştırma grubu üyeliği yaptı. Güneydoğu Anadolu Projesi başkanvekilliği ve Devlet Bakanlığı danışmanlığı da yaptı. 1991 ve 1995 Türkiye genel seçimlerinde Demokratik Sol Partiden (DSP) milletvekili adayı oldu; ancak ikisinde de seçilemedi. DSP genel başkanı Bülent Ecevit'in meclisteki danışmanları arasında yer aldı, "Ecevit'in en büyük yardımcısı" olarak nitelendirildi. 1997'de Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığına getirildi. Bu göreve teknik olarak asaleten atanmadı; Devlet Planlama Teşkilatı kadrosunda devam ederken bu göreve görevlendirmesi yapıldı. Başbakanlıkta müsteşar yardımcılığına getirilen ilk kadın oldu. Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı iken Devlet Arşivleri yetki alanı dahilindeydi. Burada "otomasyon" adlı bir proje başlattı; proje kapsamında 50 milyon kadar belgenin elektronik ortama aktarılması çalışması yapıldı. Uzmanların karşı çıktığı ve ilk senesinde bir trilyon TL harcanmasına neden olan proje basında konu edilince askıya alındı. Tüm personel ve arşiv materyalinin İstanbul'da olmasına rağmen arşiv müdürlüğünü Ankara'ya taşıması ve arşivde çalışan memurları yeterlilik sınavına tabi tutmak istemesi üzerine arşivlerde gerginlik yaşandı. 7 Ağustos 2002 tarihinde Başbakanlık Müsteşarlığına asaleten atandı. Bu atamayla Türkiye'nin ilk kadın Başbakanlık Müsteşarı oldu. 57. Türkiye Hükûmeti'nde bu görevde bulunan Koroğlu, 2002 seçimleri sonrası Adalet ve Kalkınma Partisinin kurduğu 58. Türkiye Hükûmeti'nin göreve başlamasıyla görevden alındı. Koroğlu'na Başbakanlık Başmüşavirliği kadrosu verildi. Yerine gelen müsteşar Fikret Üçcan'la gerginlik yaşayan Koroğlu, Danıştay'a başvurarak Üçcan'ın "personel seçiminde kullanılması gereken objektif kriterler"e uymadığı gerekçesiyle görevden alınması işleminin iptali için devlete dava açtı. Müsteşar Yardımcılığına getirilmeden önce, 1990'larda kömür alanlarının tahsisindeki usulsüzlüklerden dolayı hakkında soruşturma yürütüldü. 2003'te de personel alımlarında usulsüzlük yaptığı iddia edilerek hakkında soruşturma başlatıldı. 2007 ve 2011 Türkiye genel seçimlerinde MHP'den milletvekili adayı olarak seçimlere katılmış ancak bu seçimlerde de seçilememiştir. Germinal El-Fıkhu'l-Ekber el-Fıkhu'l-Ekber, Ebu Hanife'nin akaid konusundaki bir eseridir. Birçok defa Türkçeye çevrilmiştir. Eser Ebu Hanife'nin oğlu Hammad tarafından (babasından) nakledilmiştir. Farklı farklı silsileler ile bugüne kadar ulaşmıştır, küçük oranda farklılıklar içeren üç nüshası bulunur. Başta Ebu Mansur el-Matûridi olmak üzere birçok alim eseri şerh etmiştir. Akaid meseleleriyle ilgilenen birçok alim bu eserden faydalanmıştır. Codex Leicester Codex Leicester; Leonardo da Vinci'nin hidrolik, suyun hareketi, ayrıca jeoloji ve astronomi üzerine bazı çalışmalarının yer aldığı defter. Bill Gates tarafından 1994 yılında 30,8 milyon dolara satın alınmıştır ve onun özel koleksiyonunda yer almaktadır. Galata Köprüsü ile ilgili taslakları bu defterde yer almaktadır. Anunnaki Anunnaki veya Anunnaku bir grup Sümer ve Akad mitolojik tanrılarıdır. Bazı durumlarda "Büyük 50 Tanrı" Annuna ve Igigi ile çakışır. İsim bazen "a-nuna", "a-nuna-ke-ne", veya "a-nun-na" olarak yazılır ki bu bir tür 'kraliyet kanından olanlar' gibi bir anlama gelir. Yuvarlak solucanlar Yuvarlak solucanlar (İpliksisolucanlar) ya da Nematodlar, yuvarlak yapıda, sayıca Dünya üzerinde en fazla bulunan omurgasız hayvan şubesidir. Hayvan ve bitkilerde önemli zararlara neden olan birçok türü vardır. Yalancısölomları bulunur. Vücutları uzamış, silindirik, bilateral simetrilidir. Dünya üzerinde çok değişik yaşam yerlerine uyum sağlamışlardır. Bazıları serbest, bazıları parazitik yaşar. Marin nematodları, hayvan parazitleri, insan parazitleri, karasal nematodlar olarak gruplandırılırlar. Yuvarlak solucanlar, anatomik ve morfolojik olarak basit yapılı canlılardır. Boyları 0,25 mm – 3 mm, çapları 1-20 µ arasında değişir. Yüksek yapılı hayvansal organizmaların sahip olduğu bazı sistemlere sahip değildirler. Ör. solunum, dolaşım ve iskelet sistemi yoktur. Sinir ve boşaltım sistemleri ise çok basit yapılı hücre gruplarından oluşmuştur. En gelişkin sistemleri sindirim ve üreme sistemidir. Üreme (eşeysiz) olmakla beraber birçok türde besin konukçu varlığı ve çevre şartlarının uygun olduğu zamanlarda üreme partenogenetik (döllemsiz) olarak dişinin dişi birey içeren yumurta bırakması şeklinde olur. Böylece kısa sürede popülasyonları artar. Erkekler popülasyon içinde çok düşük oranda bulunurlar ve çevre şartlarının iyileşmesiyle dayanıklı yumurtaların oluşmasını sağlarlar. Bitki parazitleri, bitkilerin kılcal köklerinde ve kök-büyüme konisi (uç kısmı)nde styletlerini doku içerisine batırarak buradan bitki öz suyunu emerler. Nematod türüne ve yoğunluğuna bağlı olarak bitkilerde gelişme geriliği, solgunluk ve verimde azalmaya neden olurlar. Endoparazit, yarı-endo parazit ve ektoparazit olarak beslenirler. En zararlı grup, kök sistemine en çok zarar veren endoparazitlerdir Örn. kök-ur nemat p pspatates yer. Avluobası, Hayrabolu Avluobası, Tekirdağ ilinin Hayrabolu ilçesine bağlı bir mahalledir. Tekirdağ il merkezine 70 km, Hayrabolu ilçesine 26 km uzaklıktadır.Lüleburgaz ilçesine 17 km uzaklıktadır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.İnternet hattıda bulunmaktadır. Adsız Alkolikler Anonim Alkolikler ya da Türkiye'de bilinen adıyla Adsız Alkolikler (AA) Amerika'da 1936'da kurulmuş bir örgüttür. Bugün 2 milyonun üzerinde üyesi olan kuruluş, tam bir sivil toplum zihniyetiyle çalışmakta olup herhangi bir kar amacı taşımamaktadır. Bu kuruluşa katılmak için "sadece içki içmeyi istememek" yeterlidir. AA, Alkolik tanımını şöyle yapmaktadır: Kendini alkole karşı güçsüz hissetmek ve hayatını artık yönetememek. Bu tanım doğrultusunda başının içkiyle derde girmek üzere olduğunu hisseden kişiler de AA üyesi olabilmektedir. Adsız Alkoliklerin en temel ilkesi adsızlıktır. Hiçbir üye kendi kimliğiyle ya da yaşantısıyla ilgili bir bilgi vermek zorunda değildir. Verdiği takdirde bu bilgi, o kişiler arasında kalır. AA'nın ikinci bir temel ilkesi ise dışarıdan bağış almamak, kendi yağıyla kavrulmaktır. Üyeler bulunulan mekân veya gereken harcamalar için verebildikleri miktarda bir bağış yaparlar, veremeyenlerden hiçbir şey talep edilmez. Bir tür dayanışma grubu olarak adlandırılabilecek AA gruplarında iyileşme oranları, tıbbi müdahale ve desteklere oranla, her dayanışma grubunda olduğu gibi çok daha yüksektir. Bu oranın %60'lara vardığı söylenmektedir. 12 Basamak adı verilen bir iyileşme programı uygulayan AA, kendi örgütlenmesinin ilkeli ve sürekli olmasını sağlayan bir de 12 Geleneğe sahip. İyileşme programının temel özelliği ise bir tür kişilik programı olarak özetlenebilir. 2002 FIFA Dünya Kupası 2002 FIFA Dünya Kupası veya 2002 Dünya Kupası (17. Dünya Kupası), finalleri 31 Mayıs ve 30 Haziran 2002 tarihleri arasında Güney Kore ve Japonya'da gerçekleşmiştir. Kupayı düzenleyen ülkeler FIFA tarafından Mayıs 1996'da seçilmiştir. İki ülkenin beraber düzenlediği ilk dünya kupasıdır. Ayrıca ilk kez Asya kıtasında düzenlenen bu Dünya Kupası'nı ilk kez finalde karşılaştığı Almanya'yı 2-0 yenen Brezilya kaldırmıştır. Turnuvaya 48 yıl aradan sonra tekrar katılan Şenol Güneş yönetimindeki Türkiye ise hâlen tarihinin en yüksek başarısı olan dünya üçüncülüğü derecesini bu kupada ev sahibi Güney Kore'yi 3-2 ile geçerek elde etmiştir. 1998 Dünya Kupası şampiyonu olarak turnuvaya direkt olarak katılan Fransa ise tek bir galibiyet bile alamadan grup maçlarında yine kendisi gibi favoriler arasındaki Arjantin ve Portekiz'le birlikte elendi. Futbolun önemli ülkeleri olarak gösterilen İtalya ve İspanya, seyircisinin desteğini arkasına alan Hollandalı teknik direktör Guus Hiddink'in yönetimindeki Güney Kore'ye elendiler. Kupada oynanan 64 karşılaşmanın yalnızca 16'sı berabere bitti. Bunlardan 3 maç uzatmaya giderken, 2 maçın sonucunu penaltılar belirledi. Kupa uzatmalarda altın gol sisteminin uygulandığı son turnuvadır. 2002 Dünya Kupası'na ev sahibi Güney Kore, Japonya ve son şampiyon Fransa eleme oynamadan katılmıştır. Parantez içindeki numaralar ülkelerin Dünya Kupası öncesi FIFA sıralamasındaki yerini belirtir. A, B, C, D Gruplarının maçları Güney Kore'de, E, F, G, H gruplarının maçları Japonya'da oynandı. A, B, C, D grupları Güney Kore'de, E, F, G, H grupları Japonya'da maç yapmıştır. Tüm başlama saatleri yerel saatledir. (UTC+9) Eleme
aşaması turnuvanın grup aşamasını geçen on altı takımın katıldığı bir tekli-eleme turnuvasıydı. Her tur, o tura dahil olan takımların yarısının elendiği dört turdan oluşmaktaydı. Bu turlar sırasıyla Son 16, Çeyrek finaller, Yarı finaller ve Final'di. Ayrıca üçüncülüğün ve dördüncülüğün belirlendiği bir play-off maçı vardı. Eleme aşamasındaki her maç için, beraberliklere otuzar dakikalık (on beşer dakikadan oluşan iki yarı şeklinde) uzatma verildi; eğer uzatmalarda sonuç değişmediyse, sonraki tura kimin geçeceğine karar vermek için iki tarafa da en az beş tane, gerekirse daha fazla, verilecek şekilde penaltı atışlarına geçildi. Uzatmadan sonraki sonuçlar (US), penaltı atışları (PA) ile belirtilmiştir. Dünya kupası tarihinde resmi olarak ilk defa turnuvanın en değerli oyuncuları seçimi Japonya ve Güney Kore'nin ortaklaşa düzenlediği bu kupada gerçekleştirilmiştir. Uzak Doğu'da yapıldığı için özellikle Avrupa ve Amerika'da son derece ters saatlere denk düşen maçların buna rağmen tahminlerin üzerinde bir seyirci kitlesi tarafından izlenmesi, kupaya olan yoğun ilginin bir göstergesi oldu. 2002 FIFA Dünya Kupası final maçlarını 2.705.197 biletli seyirci izledi. Böylece 64 maçın yapıldığı turnuvayı maç başına ortalama 42.269 seyirci izledi. Bu kupada açık havada maç izlemeleri de artmıştır. Maçlara gösterilen ilginin aktığı yerlerden biri de FIFA'nın resmi internet sitesi oldu. Kupanın başladığı günden itibaren sitenin 2002 FIFA Dünya Kupası bağlantısına 1 milyar 452 milyon sayfa görüntülemesi yapıldı. TV'deki maç izlenme oranlarında rekoru İtalya-Güney Kore maçını %89'luk bir izlenme payı ve 42.6 izlenme oranı ile 23.6 milyon seyirciye ulaşmış İtalya elde etti. İspanya-İrlanda maçı ise 26.6 izlenme oranı ve %81 izlenme payı alarak 10.5 milyon İspanyol tarafından izlendi. Almanya-Paraguay maçını yayınlayan ARD kanalı 25.4 izlenme oranı, %88 izlenme payına ulaştı. İngiltere'de turnuva maçlarını yayınlayan BBC'nin ulaştığı en yüksek izlenme oranı İngiltere-Danimarka maçında 28.2 ile sağlandı ve toplamda 15.6 milyon BBC seyircisi bu maçı izledi. Ev sahibi Japonya'nın kupadan elendiği Türkiye maçı 27 izlenme oranı, %82.2 izlenme payı aldı ve 33 milyon Japon tarafından izlendi. Araştırmalar, Güney Kore'de bayan seyircilerin oranının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Portekiz-Güney Kore ile Güney Kore-İtalya maçlarını izleyen yetişkin seyircilerin %55'i bayandı. Brezilya yalnızca "En çok gol atan takımlar" sıralamasında değil, ama "Maç başına gol ortalaması ", "Kaleyi bulan şut", "Asist" ve hatta "En fazla ofsayt" gibi hemen tüm pozitif klasmanlarda takım hâlinde başı çekerek aldığı sonuçların hiç de tesadüf olmadığını kanıtladı. Şampiyonada kendisine en çok faul yapılan futbolcu, 31 faulle Türk Yıldıray Baştürk oldu. Onu 24 faulle Güney Koreli Park Ji Sung ve 22'şer faulle Senegalli El Hajdi Diouf ile İrlandalı Damien Duff izledi. Turnuvanın en çok faul yapan oyuncuları ise 19'ar faulle Brezilyalı Cafu ile Alman Dietmar Hamann olurken takım bazında en çok faulü de yapan (133) Almanya, aynı zamanda en çok faule de (138) maruz kalan takım oldu. Turnuva boyunca en çok top çalan futbolcu 57 kezle Güney Koreli Song Chong-Gug olurken onu, 55 kezle Alman Torsten Frings ve 52 kezle de Alman Dietmar Hamann takip etti. Ancak, top çalmada takım olarak en başarılı ülke 355 kez çalmayla Türkiye olurken onu, 338 kez top çalan Almanya ile 319 kez top çalan Güney Kore izledi. Turnuvanın oynadığı maç sayısı ve yediği gole göre en başarılı kalecisi, 7 maçta 3 gol yiyen Alman Oliver Kahn olmuştur. Kahn, 3 golde birini grup maçlarında İrlandalı Robbie Keane'den, kalan ikisini de final maçında turnuvanın gol kralı olan Ronaldo'dan yemiştir. Onu, 7 maçta yediği 4 golle Brezilyalı Marcos ile 5 maçta yediği 3 golle İngiliz David Seaman izlemektedir. Turnuva boyunca en çok şut kurtaran kaleci ise 7 maçta 34 kurtarışla Türk Rüştü Reçber olurken onu, 7 maçta 25 kurtarışla Güney Koreli Lee Woon-Jae ile 22 kurtarışla Oliver Kahn takip etmiştir. Şampiyona boyunca atılan 158 golden, ilk yarılarda atılan gol sayısı 69 olurken kalan 89 gol ise ikinci yarılarda atıldı. 3 maç uzatmaya kalırken, 2 maçın da sonucunu penaltılar belirledi. Kupada Dünya Kupası tarihinde atılan en hızlı gol rekoru da Hakan Şükür tarafından Türkiye-Güney Kore üçüncülük maçının 11. saniyesinde kaydedildi. Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti ve Suudi Arabistan kupanın gol atamayan takımları oldular. Turnuvanın en değerli futbolcusu seçilen Ronaldo, uzun süren ağır bir sakatlık döneminin ardından katıldığı bu kupada gol kralı oldu. Amerigo Vespucci Amerigo Vespucci (9 Mart 1454 – 22 Şubat 1512), İtalyan kaşif, kartografyacı. Amerigo Vespucci 9 Mart 1454'te dünyaya gelmiştir. İtalyan kaşif Amerika kıtasını bulduğuna inanıp İtalya'ya yazdığı mektuplarda bildirmektedir. Amerika kıtasına bugünkü adını vermiştir. Özellikle iki mektubunun: "Mundus Novus" (Yeni Dünya) ve "Lettera" (ya da "Dört Deniz Yolculuğu") güvenilirliğine gölge düşmüş olması nedeniyle Vespucci'nin rolü çok tartışılmıştır. Bazıları Vespucci'nin kendi rolünü abarttığı ve kasıtlı olarak sahte kanıtlar ürettiğini, diğerleri iki mektubun da sahte olduğu ve aynı dönemde başkaları tarafından yazıldığı düşüncesini savunurlar. Amerigo, Güney Amerika kıyısı açıklarına vardıktan sonra İtalya'ya yazdığı mektupta, keşif yaptığı kara parçalarının beklenenden çok daha geniş olduğunu, daha önce Avrupalıların anlattıkları Asya gibi bir yer olduğunu ve bu yüzden de bir Yeni Dünya, yani Avrupa'da önceden bilinmeyen dördüncü bir kıta (Asya ve Afrika'dan sonra) olması gerektiğini yazdı. Amerigo'nun mektuplarının yayımlanarak yaygın bir şekilde benimsenmesi Martin Waldseemüller'ın 1507 yılındaki "Universalis Cosmographia" (ya da Waldseemüller Haritası) isimli dünya haritasında bu yeni kıtaya Amerika adını koymasına yol açtı. Vespucci, Latince yazdığı yazılarını kendi adının Latincesi olarak düşündüğü "Americus Vespucius" adıyla imzalamıştı. Waldseemüller o yüzden bu yeni kıtaya, Vespucci'nin ilk adının Latince formundan yola çıkarak, feminin şekli olan America ismini koydu. "Amerigo" isminin kendisi Ortaçağ Latincesindeki "Emericus" isminin İtalyanca hali olup, Almanca'daki "Heinrich" yoluyla (İngilizcedeki Henry), Cermence bir ad olan "Haimrich" 'den türemiştir. Bu tartışmalı iki mektup Vespucci'nin Amerika'ya toplam dört deniz yolculuğu yaptığını iddia ederken, bunlardan ancak ikisi diğer kaynaklarca doğrulanabilmektedir. Tarihçiler genel olarak 1497'de hiçbir keşif yolculuğu yapılmadığı konusunda birleşmektedirler (İspanya'nın Cádiz limanından aynı yılın 10 Mayıs'ında başladığı iddia edilen yolculuk). Amerigo'nun bundan sonraki yolculuğu 1499 yılında Hojeda'nın komutasındaki bir İspanyol filosuyla gerçekleşti. Venezuela sahili boyunca seyretti. Kesin bilinen en son yolculuğu Portekiz hizmetinde 1501-1502 yılları arasında gerçekleşti ve sonradan Rio de Janeiro kentinin kurulduğu körfeze kadar ulaştı. Bu seferki yolculuğun lideri Gonçalo Coelho'ydu. Bu yolculuk sırasında Güney Amerika sahilleri boyunca güneye kadar indi. Yazılarına inanılacak olursa, geriye dönüş yapmadan önce Patagonya enlemine kadar ulaştı. Ancak bu şüpheyle karşılanmalıdır, çünkü o kadar güneye inseydi, Río de la Plata halicini görmüş olması gerekirdi. Ancak yazılarında bundan hiç söz edilmemiştir. Coelho ve Vespucci'nin bu yolculuğundan sonra Portekiz'de yapılan Güney Amerika haritalarında 25º güney enleminde bulunan bugünkü Cananéia'dan daha güneyde hiçbir kara parçası gösterilmemektedir ve bu noktanın gittikleri en güney nokta olduğu düşünülebilir. 1501'deki seferlerinin ilk yarısında, Vespucci gökteki iki yıldızı haritasında belirledi, Alfa Centauri ve Beta Centauri ve ayrıca Crux takımyıldızına ait yıldızları işaretledi. Bu yıldızlar eski Yunanlar tarafından bilinmesine rağmen, aşamalı takaddüm dolayısıyla bu yıldızlar Avrupa ufuklarının altına kaydı ve bu yüzden de unutulmuşlardı. 1503-1504 yılları arasındaki deniz seyahati hakkında çok az bilgi mevcuttur. Hatta bu yolculuğun gerçekten yapıldığı dahi şüphelidir. Amerigo Vespucci 1512 yılında İspanya'nın Sevilla kentinde 58 yaşında öldü. Vespucci'nin tarihteki önemi, yaptığı keşiflerden ziyade, kendi yazmış olsun veya olmasın, mektuplarında yatmaktadır. Bu mektuplardan dolayı Avrupalı halk Amerika hakkında ilk kez bilgi sahibi oldu. Amerika'nın varlığı bu mektupların yayımlanmasından sonraki birkaç yıl içinde Avrupa'da yaygın olarak bilinir hale geldi. Semitizm Semitizm (veya Yahudicilik), tüm dünya dillerinde Yahudisever, Yahudi sempatizanı, Yahudi taraftarlığı, Yahudi nasyonalizmi anlamında kullanılan bir terimdir. Museviliği ön plana çıkaran söylemleri de vardır. Bu akıma karşı en büyük darbe Alman milliyetçi lideri Adolf Hitler tarafından vurulmuştur. Hitler, Yahudilerin Almanya'da yaşamasının Almanya'nın geleceği için büyük bir kayıp olacağını düşünmüş ve Yahudilere büyük bir soykırım yapmıştır. Bu olaydan sonra semitizm daha çok gelişmiştir. Günümüzde İsrail merkezli etkisini göstermektedir. Rockabilly Rockabilly. Rock'n roll müziğinin erken dönemlerdeki formuna verilen ad. Temelinde Country, Blues, Hillbilly, Blue Grass yer alır. Birleşik Devletler'in güney eyaletlerinde ortaya çıkmıştır. Özellikle 1950'li yıllarda popüler olan bu müzik türü, 1980'li yıllarda Rockabilly Revival adı altında tekrar gündeme gelmiştir. Elvis Presley, Buddy Holly, Gene Vincent, Eddie Cochran başlıca temsilcileridir. Rockabilly terimi Rock'n Roll daki rock ve Hillbillyk(hillbiliy muziği , 1940 ve 1950lilerde)elimesinin birleşiminden oluşur ve bu iki müzik türünün birleşimini yansıtır. Bu müzik türüne diğer katkı yapan türler de Boogie Woogie, Jump blues ve elektrik blues gibi türlerdir. Bursa Sağlık Müzesi Bursa Sağlık Müzesi, Bursa'da Ali Osman Sönmez Onkoloji Hastanesi bünyesinde 2006 yılında ziyarete açılan bir müzedir. Edirne'deki İkinci Beyazıt Külliyesi Sağlık Müzesi'nden sonra Türkiye'nin ikinci sağlık müzesi, Bursa Sağlık Müzesi'dir. Müze, Muradiye Medresesi'nde bulunan Döne Ocak K
anser Erken Tanı ve Araştırma Merkezi'nin içinde yer aldığı tarihi binadadır. 2005 yılında Dr.Ceyhun İrgil tarafından projendirilmiş ve kentteki sağlık ile ilgili objelerin toplanması ile oluşturulmuştur. Müzede, şehirdeki hekimler, İl Sağlık Müdürlüğü ve Bursa Kent Müzesi'nden elde edilen tıbbi cihaz ve malzemeler sergilenir. Deșteaptă-te, române! Deșteaptă-te, române! ("Uyan, Rumen!"), Romanya'nın devrim şarkısı ve bugünkü ulusal marşı. sözü Andrei Mureşanu tarafından yazıldı ve müziği Anton Pann tarafından bestelendi. Osmanlı Devleti'nden bağımsızlığını kazanmak için okunan devrim şarkısı olarak 1848'de "Un răsunet" adıyla yapıldı ve 29 Temmuz'da Râmnicu Vâlcea'da ilk defa yorumlandı. 1989'da Romanya Halk Cumhuriyeti'nin "Trei culori" 'nin yerine ulusal marşı olarak kabul edildi. 1991 - 1994 yılları arasında Moldova'nın da ulusal marşı idi. Ancak 1994'te "Limba Noastră" ("Dilimiz") ile değiştirildi. Kara Yorgi Kara Yorgi Petroviç (Sırpça: Црни Ђорђе/Карађорђе - Crni Đorđe/Karađorđe; 3 Kasım 1768 – 13 Temmuz 1817), Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Birinci Sırp Ayaklanması'nın lideri ve sonradan bağımsızlığını kazanan Sırbistan'ı uzun süreler yöneten Karađorđević Hanedanı'nın atasıdır. 19. yüzyılın başlarında Sırbistan; Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve Rusya'nın bölgedeki güç çekişmelerine sahne oldu. Bölge devamlı savaş alanı halinde kaldı ve sınırlar sürekli el değiştirmeye başladı. Fransız Devrimi'nin Avrupa'ya getirdiği özgürlük ve milliyetçilik rüzgarları Balkan halklarını da etkiledi. Avusturya ve Rusya buradaki halkı, Osmanlı egemenliğine karşı kışkırtıyorlardı. Bu ortamda Sırplar ayaklandılar. Sıradan bir domuz çobanı olan Kara Yorgi, ayaklanmanın önderi oldu. Emrindeki isyancılar birçok kasabayı ellerine geçirdi ve Belgrad'ı kuşattı. Osmanlı padişahı III. Selim isyancılarla pazarlığı denediyse de sonuç alamadı. Kara Yorgi komutasındaki isyancılar Rusya'dan aldığı destekle 13 Aralık 1806 tarihinde Belgrad'ı ele geçirdi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Belgrad isyancıların elinde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu'nda Kabakçı Mustafa İsyanı sonucunda Padişah III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa tahta geçirildi. IV. Mustafa da kısa bir süre sonra Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa komutasındaki birliklerin İstanbul'a gelmesiyle tahttan indirildi. Sonunda IV. Mustafa'nın kardeşi II. Mahmud tahta çıktı. 28 Eylül 1812 tarihinde Osmanlı ile Rusya arasında Bükreş Antlaşması imzalandı ve savaş sona erdi. Rusya'nın Fransa ile savaşa devam etmesinden yararlanan Osmanlı kuvvetleri, Sırbistan'daki isyancıların üzerine yürüdü. Osmanlı kuvvetleri, Sırp isyancıları kısa sürede dağıtarak Belgrad'ı geri aldı. İsyancıların lideri olan Kara Yorgi ise 21 Eylül 1813 tarihinde diğer isyancılarla birlikte canını kurtarmak için Avusturya'ya kaçtı. Avusturya'dan Besarabya'ya geçti. Osmanlı'ya karşı isyan eden Yunanların kurduğu Filiki Eterya üyeleri ile tanıştı. Filiki Eterya üyelerinin yardımıyla 28 Haziran 1817 tarihinde tekrar Sırbistan'a geldi. Fakat bu arada Sırp isyancıları arasında Sırbistan'da kalarak ikinci bir Sırp isyanına önderlik yapmış olan Miloş Obrenoviç Osmanlı ile bir anlaşmaya varmış ve kendini Sırp Prensi olarak kabul ettirmişti. Kara Yorgi'yi kendine rakip olarak görmek istemeyen Miloş Obrenoviç, Sırbistan'a geri gelmesinden kısa bir süre sonra 1817 yılında öldürttü. Miloş Obrenoviç o tarihten sonra Sırbistan'da iktidarı eline geçirdi ama Kara Yorgi ailesinin Sırbistan'daki etkinliği sona bulmadı. Kara Yorgi'nin çocukları ve torunları Karayorgeviç Hanedanı'nı oluşturdular. Miloş Obrenoviç'in çocuk ve torunları da Obrenoviç Hanedanı'nı oluşturdular. 1945 yılında Sırbistan'da monarşinin sona ermesine kadar krallık defalarca Karayorgeviç ve Obrenoviç hanedanları arasında el değiştirdi. Günümüzde bile Kara Yorgi'nin torunlarından Aleksandar Karayorgeviç Yugoslavya'nın sürgündeki kralı olarak kabul edilmektedir. AKUT Arama Kurtarma Derneği Arama Kurtarma Derneği (Kısa adı: AKUT); mağara, dağ gibi ulaşılması zor olabilecek yerlerde veya doğal afetlerde kaybolanların aranması ve bu koşullarda kaza geçirenlerin kurtarılması için etkinlik gösteren, Türkiye'nin arama kurtarma konusunda ilk sivil toplum örgütü olan dernek. Derneğin Onursal Başkanı, "Kar Leoparı" unvanı sahibi ve Everest Dağı'na tırmanan ilk Türk olan Ali Nasuh Mahruki'dir. 29 Kasım 2016'da gerçekleştirilen Olağanüstü Genel Kurul'da Saydun Gökşin derneğin yönetim kurulu başkanı seçilmiştir. Türkiye'de, özellikle dağcılık sporunda, kaza geçiren veya kaybolanların aranma ve kurtarılmaları konusunda uzmanlaşmış bir kurumun bulunmamasından kaynaklanan boşluğun doldurulması, derneğin kuruluş amacıdır. 1994 yılında yaşanan bir dağ kazasının ardından, bir grup dağcının oluşturduğu bu topluluk, ilk kez 1995 yılı Aralık ayında Uludağ'daki Keşiştepe'de yapılan bir arama kurtarma operasyonunda "AKUT" adını kullanmıştır. 1996 yılında resmen kurulan dernek, 1997 yılından itibaren deprem ve sel gibi diğer doğal afetlerde de arama kurtarma çalışmalarına katılmaya başlamıştır. Çeşitli operasyonlarla birlikte ekip içi eğitimler, organizasyon ve tanıtım çalışmaları, kurum ve kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilmesi ve sponsor araştırmalarının yürütüldüğü süreçte, 1998 yılında meydana gelen Adana-Ceyhan Depremi'nde gerçekleştirdiği enkaz arama-kurtarma çalışmalarının ardından AKUT'a, Bakanlar Kurulu tarafından 15 Ocak 1999 tarih ve 12304 sayılı karar ile "kamu yararına çalışan dernek" statüsü verilmiştir. Adana-Ceyhan Depremi'nde 90 gönüllüsüyle görev alan dernek; 1999 Gölcük Depremi'nde 150 gönüllüsü ile çalışmış, 1000'in üzerinde insanın çalışmasını organize etmiş, yurtiçi ve yurtdışından gelen yardım malzemelerinin lojistik koordinasyonunda görev almıştır. Türkiye'nin AKUT ile tam anlamıyla tanışması da, Gölcük depremi sonrasında olmuştur. Türkiye'de 1500'ün üzerinde gönüllü ile şu ana kadar 2000'in üzerinde can kurtaran AKUT, 31 bölgede faaliyetlerini sürdürmektedir. AKUT 1999 senesinde; Birleşmiş Milletler'in arama kurtarma organizasyonu olan INSARAG'a üye olmuş, 2011 yılında INSARAG gözetmenlerinin denetiminde İstanbul'da yapılan sınavı geçerek "Orta Ölçekli Arama Kurtarma Ekibi" ünvanını almış ve Türkiye'de operasyonel sınıflandırmaya giren ilk üye olmuştur. Ayrıca Uluslararası Kurtarma Köpekleri Organizasyonu (IRO) üyesidir. Dernek; yurtdışında Yunanistan, Tayvan, Hindistan, İran, Pakistan, Mozambik, Haiti, Japonya ve Nepal'deki afetlerde görev almıştır. McDonnell Douglas F-15 Eagle F-15 Eagle ("Kartal"), her türlü hava şartlarında görev yapabilen, yüksek manevra yetenekli ve hava muharebelerinde üstünlük sağlamak üzere tasarlanmış bir avcı uçağıdır. F-15 manevra yeteneği, ivmelenme, menzil, silah donanımı ve gelişmiş avionikleri (radar,yön bulma sistemi vs. vs.) ile çok üstün bir uçaktır. F-15'in elektronik sistemi birden fazla düşman uçağını tespit etme, bilgi toplama, izleme ve taarruza uygundur. Silah donanımı bir kişinin güvenli ve verimli bir şekilde hava muharebesi yapmasına imkan verecek bir tarzdadır. F-15 Eagle 1960’ın ortalarında “FX” (Fighter Experimental- Deneysel Avcı) kavramı ile hayata geçirildi. FX çalışmalarının gayesi eşsiz manevra yeteneği olan, çok iyi avioniklerle ve silah teçhizatıyla donatılmış bir avcı uçağıydı. Bütün sanayiye açık olan rekabet 23 Aralık 1969’da sonuçlandı ve daha sonraları Boeing ile birleşecek olan McDonnell Douglas’a F-15 ihalesi verildi. USAF tarihindeki en başarılı uçak geliştirme ve siparişini içeren F-15A nın ilk uçuşu 27 Temmuz 1972’de gerçekleşti. Kazasız geçen bir deney ve değerlendirme sürecinden sonra uçak 14 Kasım 1974’de USAF’a teslim edildi. 1976 Ocak’ında da ilk “Eagle” 1. Taktik Avcı Filosu’na teslim edildi. 1978’de F-15C’lerin imalatına geçilene kadar 365 F-15A üretildi. F-15C tek kişilik hava üstünlük savaşçısı F-15A’nın geliştirilmiş bir modelidir. İlaveler geliştirilmiş avionikleri, arttırılmış dahili yakıt miktarını ve daha fazla brüt kalkış ağırlığını içermektedir. Tek kişilik F-15C ile iki kişilik F-15D USAF’a 1979’dan itibaren girmeye başladı. F-15’in sıfır kayba karşılık 100 zafer gibi harika bir hava muharebe rekoru vardır. Balkan olaylarında dört MiG-29 düşürmüş, Çöl Fırtınası Operasyonu’nda düşürülen 35 sabit kanatlı Irak uçağından 33’ünü düşürmüştür. Şu anda USAF’a ilaveten Suudi ve İsrail hava kuvvetlerinde 1,300’den fazla F-15 görev yapmaktadır. Va Mişkunan Va Mişkunan, Zuğaşi Berepe'nin 1995 yılında çıkarttığı ilk albümdür. Ayrıca: 1. Avlaskani Cuneli 6'05 2. Golas Empula Yulun Yeşili Kamiyoni 5'15 3. Bozo 5'53 4. Bererttaşa 5'10 5. Va Mişkunan 6'40 6. Ernesto 3'52 7. Ben 4'20 8. Oxoşkva Do Oropa Şeni 6'05 Tiyatro Tiyatro, bir sahnede, seyirciler önünde oyuncuların sergilenmesi amacıyla hazırlanmış gösterilerdir. Farklı bir şekilde duyguların ve olayların hareket (jest)ve konuşmalarla anlatılmasıdır. Genel olarak temsil edilen eser anlamında da kullanılır. Tiyatro, bir sahne sanatıdır. Tiyatro eseri, olayları oluş yoluyla gösterir. Bu yönüyle konuşma ve eyleme dayanan bir gösteri sanatı olarak da tanımlanabilir. Yaygın bir deyişle tiyatro; "insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı" olarak Shakespeare'in sözüyle de ifade edilir. Tiyatro eserinin diğer türlerden en önemli farkı; diğer edebi eserler okumak ve dinlemek için yazılmışken, tiyatro oyununun sahnede seyirci önünde oynanmasıdır. Değer ölçülerini, izleyenin kanaat ve anlayışlarından alır. Göze görünür bir karaktere sahip olması, canlı olarak meydana geliş niteliğiyle toplum psikolojisine hitap eder. Temsil yeri ve eser, tiyatronun edebiyat öğesidir. Bu edebiyat öğesi yanında tiyatro kavramı içinde oyunculuk, sahne düzeni, ışıklandırma, dekor, kostüm, müzik gibi unsurların bütünlüğü söz konusudur. Tiyatro metinlerine "oyun" metinleri yazan kişiye oyun yazarı (müellif) ve oyunu sahnede canlandıran kişilere ”oyuncu” (ya da daha genel olarak tiyatrocu) denir. Ayrıca eserin sahnelenmesinde görev alan sahne amiri, dekor ve kostüm sorum
lusu, ışıkçı, suflör gibi diğer yardımcı elemanlar da vardır. Tiyatro, Yunanca "theatron" yani "görme yeri" sözcüğünden gelmektedir. Çünkü günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi bağ bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlere dayanmaktadır. İlk tiyatro şenliği MÖ 534 yılında Atina'da yapılmıştır. Antik çağ'da tiyatro, üst sınıfa özgü bir etkinlikti. Her yıl Dionysos'u kentin hangi ileri geleninin onurlandıracağına karar verilir ve bu kişi etkinlikleri düzenlerdi. Bu nedenle sosyal itibarla doğrudan ilgiliydi. Tanrı adına bir yarışma yapılır ve en iyi oyun, hazırlayan kişinin itibarını arttırırdı. Festival niteliğinden dolayı popüler olarak nitelendirilebilecek olan antik tiyatro, günümüze de örnekleri kalmış olan, genellikle amfitiyatro olarak adlandırılan sahnelerde sergilenirdi. Türkiye'de oldukça iyi durumda örnekleri olan bu amfitiyatroların boyutları, dönemin tiyatrosunun halk için önemini göstermektedir. Ayrıca, ilk tiyatro eserleri ile Yunan mitolojisinin el ele olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle bu iki alan birlikte değerlendirilmelidir. Bu dönemde oyunlarda dekor ya da kostüm bulunmazdı. Sahne tamamıyla boş olur, baş roller de önemli kişiler tarafından oynanırdı. Bir de anlatıcı görevi gören "koro" bulunurdu. Günümüzde geçerli olan oyunculuk anlayışı yoktu ve ifade edilen duygular oyuncuların ellerinde tuttukları ve yeri geldikçe yüzlerine koydukları maskelerle belirtilirdi. Bugün tiyatronun simgesi haline gelen gülen ve ağlayan maskeler bu uygulamanın bir uzantısıdır. Nitekim, Yunan tiyatrosunda sadece iki tür oyun vardı: trajedi ve komedi. Trajedilerde içerik daha çok Tanrılarla insanların çatışmaları üzerineydi. Dönemin dini inanışlarının sembolik bir ifadesi olarak, oyunlarda Tanrılar ile insanlar arasında doğrudan etkileşim normaldi. Bu mitik düzen tarih boyunca edebiyat eserlerini etkileyen bir nitelik olmuştur. Komedilerin ise çoğunlukla siyasi alay içerikli oldukları söylenebilir. Kullanılan dil ise yoğunlukla argodur. Ayrıca bu dönem tiyatrosu Aristoteles'in "üçlü birlik" ilkesine dayanır: olay, yer ve zamanda birlik. Aristoteles'e göre oyunda baştan sona takip edilen tek bir hikâye olmalıdır. Ara hikâyeler ya bulunmamalıdır ya da çok az olmalıdır. Bir oyun tek bir yerde geçmeli, farklı yer ve coğrafyalara yayılmamalıdır. Sahne tek bir yeri temsil etmelidir. Olay örgüsü bir günden fazla bir zamanı kapsamamalıdır. Özellikle William Shakespeare'in ön plana çıktığı bu dönemde artık tiyatro dinsel niteliğini yitirmiştir ve popüler bir eğlence türü olarak dikkat çekmektedir. Antik Yunan'dan izler taşısa da, halkla olan doğrudan ilişkisi nedeniyle tiyatro yaklaşımları değişime uğramıştır. Komedi ve trajedi türlerine "tarihsel" oyunlar kategorisi eklenmiştir. Aristoteles'in "üç birlik" kuralından vazgeçilmiştir. Ayrıca tiyatro artık "profesyonel" bir etkinlik olmuştur. Shakespeare'in kraliçeden maddi destek aldığı ve kar üzerinden dönen bir tiyatro grubu olduğu bilinmektedir. Bu dönemde oyunculuk kavramı değişmiş olsa da, henüz kadın oyuncular bulunmamaktadır. Kadın rolleri genç erkek oyuncular tarafından oynanmaktadır. Shakespeare bunu özellikle kıyafetle cinsiyet değiştiren roller yazarak oldukça komik ve ironik hale getirmiştir. Modern tiyatroya damgasını vuran önemli isimlerden biri belki de Konstantin Stanislavski'dir. 19. yüzyıl'ın sonralarına doğru "sihirli eğer" diye bilinen oyunculuk kuramını geliştiren Stanislavski özellikle gerçekçi akıma yön vermiştir. Söz konusu kuramda, oyunculardan kendilerini, canlandırdıkları karakterlerin yerlerine koymalarını ve bu şekilde seyirciye söz konusu duyguları vermeleri beklenmektedir. Tiyatro eserleri müziksiz trajedi, komedi, drama ve müzikli (opera, operet, müzikal, pandomim bale, revü, skeç,tuluat) olmak üzere iki grupta toplanır. Edebi türler içinde en canlı ve yaşama en yakın olanı tiyatrodur. Trajedi, kişilere korku, heyecan ve acındırma telkinleriyle ders vermek amacı veren en eski tiyatro çeşididir. Şiirsel olarak yazılması ve değişmez kurallara bağlı olması sebebiyle öbür tiyatro çeşitlerinden kolayca ayrılır. Yunan tanrısı Dionysos'un şenliklerinde yapılan yarışmalarda sahnelenen oyunlarla varolagelmiştir. Klasik trajediler genellikle beş perdelik oyunlardır. Eski Yunan’da başlayan bu eserler 3 veya 6 perdelik olurdu. O zamanki tiyatrolarda dekor bulunmaz, ancak sahnenin bir köşesinde olayların sebep ve sonuçlarını anlatan bir koro yer alırdı. Yine klasik trajedilerde, kahramanlar, kral, kraliçe, prenses, Eski Yunan’ın tanrı ve yarı tanrıları gibi en üst tabaka kişilerden seçilirdi. Orta tabaka ve basit halk adamlarına rastlanmazdı. Kahramanları arasında geçen olaylar insanların ruhsal zayıflıklarını, tutkularını, iradeye bağlı yüce davranışlarla çakıştırırdı. Özellikle karakterlerin bir "katharsis", yani arınma sürecinden geçmeleri gerekirdi. Bu da ancak farkında olarak ya da olmadan kahramanın büyük bir hata yapması, bu nedenle acı çekmesi ve bu süreç sonunda arınmış olarak doğru bir özü bulmasıyla olabilirdi. Klasik trajedi Aristoteles tarafından kuramsallaştırılmıştır. Bu kurama göre olay, zaman ve çevrede birlik demek olan ”üç birlik kuralı” benimsenmiştir. İç içe girmiş karışık olaylar bulunmaz. Ayrıntıya girmeden tek bir olay gösterilir. Olayın ön ve son tarafları, sebepleri ve sonuçları gerektikçe konunun ağzından halka duyurulur. Buna “olay birliği” denir. Trajedi olayının bir günde (24 saat) olup bitmiş gibi gösterilmesine “zaman birliği”, tek bir şehrin belli bir köşesinde başlayan olayın yine orada bitmesine de “çevre(mekân) birliği” denir. Trajedilerde parlak söylevleri andıran yüksek ve asil bir üslup kullanılır. Kaba, çirkin ve niteliği düşük sözler bulunmaz. Trajedi şairleri mısralarının derin manalı ve bilgelik dolu olmasına önem vermişlerdir Trajedilerde kadere, ahlak, töre ve geleneklere üstün bir değer verilmiştir. Trajedinin amacının, “insanın acılarının ifade edilerek seyircilerin ruhunda korku ve merhamet uyandırılması” olduğu kabul edilmektedir. Bazı klasik trajedi örnekleri, Aiskhylos'un Titan Prometheus'un hikâyesini anlattığı Zincire Vurulmuş Prometheus'u, Sophokles'in Kral Oidipus'u ve Euripides'in Andromakhe'ı sayılabilir. Yunan ve Roma dönemi trajedilerinin kuramsallaştırdığı bu kurallar daha sonra modern tiyatroda değiştirilmiştir. Bazı oyun yazarları özellikle bu kurallarla oynayarak farklı türler yaratmıştır. Bunlara örnek olarak Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro verilebilir. Trajediyle komediyi bir araya getiren tiyatro çeşididir. Modern tiyatronun sürekli olarak aristokrat zümrenin yaşayışını veya sadece hayatın gülünç taraflarının sahneye konmasını yeterli bulmayarak hayatı birçok tarafıyla temsil etme arzusundan doğmuştur. Dram, düzyazı ve şiirsel halde yazılabildiği gibi üç perdeden beş perdeye kadar olabilir. Üç birlik kuralını tamamen reddeder. İnsani temalardan çok toplumcu ve millî konuları işler. Konular da çok çeşitli olabilir. En kanlı ve çirkin ya da gerçekçi olayları seyirciye göstermekten çekinmez. Konuları tarihten ve hayatın acıklı veya gülünç, çirkin veya güzel hemen her olayından alınabilen dramda kader, umut, neşe, kuşku, tasa, facia ve komik davranışlar bir arada bulunabilir. Kahramanları her sınıftan (halk - soylu ayrımı gözetmeksizin) seçilebilir. Her türlü karaktere yer verilir. Dram eserleri gerçekleri göstermeyi amaçlamışlardır. Dramın ciddi ve ağırbaşlı yazılmış şekline “piyes”, duygulandırıcı ve fazla heyecan verici olanına “melodram” denir. Melodram müzikli oyun demektir, yalnız günümüzde müzik kısmı atılmıştır. Bununla birlikte yine dram türlerinden olan "feeri" ise bir masalın sahneye konulmuş şeklidir. Kahramanları cin, peri, dev gibi düşsel varlıklardır. Olayın geçtiği yer ve zaman belli değildir. Eski Yunan’ da komedya türünde ön plana çıkan şairler, Aristophanes ve Mennadros’ tur. Latin edabiyatında Plautus, komedi türünde eserler yazmıştır. Moliere ise bu türde çok başarılı ürünler vermiştir. Fransız oyuncudur. Komedi içeriklerine göre üç gruba ayrılır: Moliere’ nin “Cimri”, Shakespeare’nin “Venedik Taciri” oyunları karakter komedisine örnektir. Opera, insanların konuşmak yerine tiyatro oyununu şarkı söyleyerek sahneye koymasıdır. Operanın tiyatrodan ayrılan başlıca özelliği, bir müzik bölümünün de bulunmasıdır. Düşünce ve duyguları müzik veya türlü eşyalar eşliğinde bazen dansla, bazen de gövde ve yüz hareketleriyle yansıtmayı hedefleyen sözsüz oyun türüdür. Yüz mimikleri, el, kol ve beden hareketleri kullanılarak tema anlatılmaya çalışılır. Pandomim, evrensel bir tiyatro dili sayılır. Tiyatro çeşitlerinden biridir. Sanatçılar, oynadıkları eserin konusuna bağlıdırlar; ama oyundaki sözleri içlerinden geldiği gibi söyleyerek, doğaçlama yaparlar. Yazılı esere uymak mecburiyetleri yoktur. Perdeli orta oyunu da denir. Sözlerinin müziksiz kısımları müziklerden çok olan tiyatro eserleridir. Halka hitap etmek için yazılır. Operetlerde renk, ışık, kıyafetler ve dans en göze çarpıcı şekilde kullanılır. Kendine özgü, yalın bir olay örgüsü olan, müzik, dans ve diyalogların olaylarla bütünleştiği duygusal ve eğlendirici sahne gösterisi ya da oyundur. Müzikli, dansın daha çok öne çıktığı, daha çok lirik ve dram arası bir temada oynanan oyunlardır. Diğerlerine nazaran estetiğe daha çok önem verilir. Olaylı eleştirili yapılan tiyatro türüdür. Konu açısından bir bütünlüğü olmayan, birbirlerine gevşekçe bağlanmış, kendi başlarına anlamlı olan, tablolardan kurulu, ezgi, monolog, skeç, dans ve karşılıklı nükteli konuşmalardan oluşan bir gösteri biçimidir. Miloš Obrenović Miloš Obrenović (d. Miloš Teodorović; 18 Mart 1780 - 26 Eylül 1860), Osmanlı Devletine karşı Sırpların başlattığı ikinci isyanın lideri ve 1815-1839 ile 1858-1860 yılları arasında Sırp Prensidir. Sırbistan ve Yugoslavya'yı çeşitli dönemlerde yöneten Obrenović hanedanının atasıdır. 19. yüzyılın başlarında Sırbistan, Osmanlı Devleti, Avusturya ve Rusya'nın bölgedeki güç çekişmelerine sahne oldu. Bölge devamlı savaş halinde kaldı ve sınırlar sürekli el değiştirmeğe başladı. Fr
ansız Devriminin Avrupa'ya getirdiği özgürlük rüzgarları Balkan halklarını da etkilemişti. Avusturya ve Rusya buradaki halkı Osmanlı egemenliğine karşı kışkırtıyorlardı. Bunun yanı sıra kaldırılmalarından önceki son yıllarını yaşayan yeniçeriler Müslüman ve Hıristiyan halka karşı çok kötü davranarak halkı iyice bezdiriyorlardı. Bu ortamda Sırplar 1804 yılında Kara Yorgi'nin önderliğinde ayaklandılar. Miloš Obrenović de bu ayaklanmanın önderlerinden biriydi. Ayaklanma bastırılınca Kara Yorgi 21 Eylül 1813'de diğer isyancılarla birlikte canını kurtarmak için Avusturya'ya kaçtı. Fakat Miloš Obrenović Sırbistan'da kaldı. 1815 yılında Miloš Obrenović ikinci bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma da başarısız oldu ama 1817 yılında Miloš Obrenović Osmanlı valisi Maraşlı Ali Paşa'yla anlaşmaya vararak Sırbistan'ın içişlerinde bağımsız olmasını sağladı ve Sırbistan'ın yönetimini ele geçirdi. O sırada Sırbistan'a geri dönen Kara Yorgi'yi kendisine rakip olmasını önlemek için öldürttü. 1830 ve 1833 yıllarında Osmanlı padişahı II. Mahmut'un imzaladığı Hatt-ı Şeriflerle Miloš Obrenović'in elindeki topraklar arttırıldı ve Osmanlılar tarafından Sırp prensi olarak resmen tanındı. Miloš Obrenović Sırbistan'ı 1839 yılına kadar yönetti. Sonra yerini oğulları Milan Obrenović ve Mihailo Obrenović'e bıraktı. 1842 yılında Mihailo Obrenović bir isyan sonucu tahtan indirildi ve Kara Yorgi'nin küçük oğlu Aleksandar Karađorđević tahta çıktı. 1858 yılında Aleksandar Karađorđević de tahttan indirilince 78 yaşındaki Miloš Obrenović ilk prensliğinden 19 yıl sonra ikinci bir defa tahta çıktı. 1860 yılında ölene kadar Sırbistan'ın prensi olarak kaldı. Miloš Obrenović'in ölümünden sonra torunları önce Sırp Prensi olarak, 1882 yılından sonra da Sırp kralı olarak Sırbistan'ı yönetmeğe devam ettiler. 1903 yılında Obrenović hanedanından Sırp kralı Aleksandar Obrenović bir darbeyle tahttan indirilince krallık tekrar Karađorđević hanedanına geri döndü. 1945 yılında Sırbistan'da monarşinin sona ermesine kadar krallık Karađorđević hanedanının elindeydi. Günümüzde bile Kara Yorgi'nin torunlarından Aleksandar Karađorđević Yugoslavya'nın sürgündeki kralı olarak kabul edilmektedir. Londra Konferansı McDonnell Douglas F/A-18 Hornet F/A-18 Hornet, (Türkçe: "Eşek arısı"), McDonnell Douglas ve Northrop şirketleri tarafından müşterek olarak tasarlanan ve 1982 yılında üretilmeye başlanmış olan bir muharebe uçağıdır. 1997'den beri Boeing tarafından üretilmektedir. Rus muadili SU-33 model savaş uçağıdır. C, D, E ve F olmak üzere 4 türevi bulunmaktadır. Uçak iki motorludur. Uçakta C ve E modelinde tek, D ve F modelinde iki mürettebat vardır. "F/A-18 Hornet" tek ve iki kişilik , iki motorlu, çok görevli bir av/saldırı uçağı olup kara üslerinden veya uçak gemilerinden hareket edebilir. "F/A-18" değişik görevleri yerine getirebilir; bunların içinde hava üstünlük, refakat, düşman savunmalarını susturma, keşif, ileri hat hava kontrolü, yakın ve derin hava desteği, gündüz ve gece saldırı söylenebilir. "Hornet"ler F-4 Phantom II av, A-7 Corsair hafif taarruz ve A-6 Intruderların yerini almıştır (bu uçaklar 1990’da emekliye ayrılmıştır). "YF-17"’nin konfigurasyonu muhafaza edilmesine rağmen "F-18" yepyeni bir uçak olmuştur. Tek kişilik av ve saldırı görev yeteneklerini yerine getirebilmek için dijital bilgisayarlardaki son teknolojik gelişmelerden yararlanılmıştır. Katod tüplü göstergeleri içeren kokpit ekranları, simulatörlerde pilotların tamamen gelişmesini sağlayan uygun kumanda teknikleri ile belirtilen görevleri yerine getirebilecek tek kişilik uygulama gerçekleştirilmiştir. Tek kişilik "F/A-18A" ile iki kişilik "F/A-18B" 1983’de hizmete girmiştir. A ve B modellerinin başarılı 400 uçaklık uygulamasından sonra Donanma gelişmiş modeller olan "F/A-18C" (tek kişilik) ve "F/A-18D" (iki kişilik) modelleri 1987’den itibaren teslim almaya başlamıştır. Bu “Hornet”ler AMRAAM orta menzilli havadan havaya gelişmiş füze sistemleri ve havadan karaya Maverick füzelerini taşıyabiliyordu. İki yıl sonra da bu uçakların gece görev yetenekleri geliştirildi. Çok görevli "F/A-18E/F Super Hornet" savaş yetenekleri ispatlanmış olan "F/A-18C/D"’nin geliştirilmiş bir modelidir. Emekliye ayrılmış "A-6" ile kıyaslanabilecek tarzda filo komutanına menzil, dayanıklılık ve silah çeşitliliği sunabilmektedir. Yeni modeller öncekilerden 1,28 metre daha uzundur, %25 daha geniş kanat alanına sahiptir ve %33 daha fazla dahili yakıt taşıyabilmektedir. Bu da ona menzilde %41, havada kalmada %50 artma sağlamaktadır. İki adet ilave silah istasyonuna sahiptir. Bu da havadan havaya ve havadan karaya silah yükünde esneklik sağlamaktadır. Ayrıca JDAM ve JSOW gibi akıllı mühimmat da taşıyabilmektedir. "Super Hornet" yaklaşık 8.050 kg yükü onbir harici istasyonda taşıyabilmektedir. Her türlü hava şartlarında görev yapabilen “havadan havaya” radara, güdümlü ve klasik silahların hassas sevki için kontrol sistemlerine sahiptir. Uçakta iki kanat ucu istasyonu, yakıt tankları veya havadan karaya füzeler için her kanat altında dört istasyon, Sparrow’lar veya algılayıcılar için gövde altında kenarlarda iki istasyon ve bir de gövde altında ortada yakıt tankı veya havadan karaya silahlar için bir istasyon bulunmaktadır. Gövde içinde, burun kısmında da bir adet 20mm M61A1 Vulcan top vardır. İki adet general Electric "F414 turbofan" kullanılarak motor itiş gücü 159,59 kN’dan 195,30 kN’a çıkartılmıştır. "F/A-18C/D"’lerde düşük görüntülenme teknolojisi uygulanmakla birlikte "F/A-18E/F"’lerde hayatta kalabilme olanaklarının optimizasyonu ön plana alınarak dizayn edilmiştir. F-18 hizmete girdiğinden bu yana 15 dünya rekoru kırmıştır. Hughes firmasının “Gelişmiş Hedefleme İleri Bakan Infrared” (ATFLIR) radarı "F/A-18E/F"’ye ait olmakla beraber daha önceki modellere de uygulanacaktır. ABD Donanması asgari 548, azami 1000 "Super Hornet "satın almayı planlamaktadır. Bu miktar JSF ’nin başarı oranına bağlı olarak değişebilir. Şu an ABD Donanması hariç kullanıcısı yoktur. Kesinleşmiş sipariş ise yalnızca Avustralya'dan gelmşitir. Boeing'in potansiyel alıcılarla görüşmeleri sürmektedir ve 10 Mart tarihinden itibaren Yunanistan da potansiyel alıcılar arasına girmiştir. Boyut Doneleri Ağırlık Doneleri Güç Kaynağı Performans Personel Top: Havadan Havaya Muharebe Füzeleri AAM Havadan Karaya Taarruz Füzeler AGM Gemi Taarruz Füzeleri Bombalar Nükleer Bomba Sedat Bucak Sedat Bucak, 19., 20. ve 21. dönem Şanlıurfa DYP milletvekili. Annesi Müzeyyen, babası İsmail Hakkı'dır. Endüstri Meslek Lisesi mezunudur. Bucak aşireti mensubudur. Evli ve 3 çocuk babasıdır. 3 Kasım 1996 yılında Balıkesir, Susurluk'ta geçirdiği kaza ile, Susurluk skandalı olarak bilinen olayın baş kahramanlarından birisi olmuştur. TBMM Genel Kurulu'nda 11 Aralık 1997'de dokunulmazlığı kaldırılan Sedat Edip Bucak hakkında Başsavcılık, "gıyabi tutuklama kararıyla aranan Abdullah Çatlı'nın yerini bildiği halde yetkili mercilere haber vermeyerek saklamak", "cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak" ve "vahim nitelikte silah bulundurmak" suçlarından, 11 yıldan 20 yıla kadar ağır hapis istemiyle dava açılmıştır. Susurluk Davası kapsamında "cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak" suçundan hakkında verilen beraat kararı Yargıtay tarafından bozulan DYP eski Milletvekili Sedat Edip Bucak, daha sonra "devlet sırrı" gerekçesiyle açıklamadığı bazı bilgi ve resimleri mahkemeye sunmuştur. Yargıtay 8. Ceza Dairesi hakkındaki 1 yıl 15 günlük hapis cezasını onamıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Demokrat Parti’nin (DP) Şanlıurfa’dan 1. sıra milletvekili adayı olan Sedat Edip Bucak'ın adı, en son Ankara-Çankaya’daki lüks restoran, bar ve işyeri sahibi ve çalışanlarını silahla tehdit ederek çıkar sağladıkları iddia edilen kişilere yönelik düzenlenen Kaldırım Operasyonu'na karışmış olup, adliyelik ifadesi ile basında yer almış, daha sonra bunu "komplo" olarak açıklamıştır. Hüseyin Kocadağ Hüseyin Kocadağ (1944, Erzincan - 3 Kasım 1996; Susurluk, Balıkesir), Türk polis, eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı. 1984 tarihinde Babalar Operasyonu sırasında Ankara’da Behçet Cantürk ile ilişkili olarak sorgulanmıştı. Alevi olması, Alevi cemaatinin ve basının ilgisini çekmiştir. Yeraltı dünyasının önde gelen isimleri ile ilişkisi olduğu iddiasıyla 1985 yılında polislikten uzaklaştırıldı; daha sonra mahkeme kararı ile mesleğine geri döndü. 12 Eylül öncesinde solcu polis örgütlenmesi POL-DER'in kuruculuğunu da yapan Kocadağ, 11 kez disiplin soruşturmasına uğramış; 1986 yılında kesin olarak meslekten ihraç edilmiş; ancak Danıştay kararı ile geri dönmüştü. Bununla birlikte 9 takdirname ve 322 maaş mükafatlandırmasının da sahibiydi. 1984 yılında Babalar Operasyonu sırasında Ankara'da Behçet Cantürk ile ilişkili olarak sorgulanmıştı. Ülkücü mafya babası Alaattin Çakıcı, eski karısı Uğur Kılıç‘ı Mehmet Çağlar ile ilişkisi olduğu gerekçesi ile suçlarken Kocadağ‘ın da adını anarak tehdit etmişti. Bucak Aşireti ile ilişkisi Siverek İlçe Emniyet Müdürü olduğu döneme dayanıyordu. 1988 yılında Güneydoğu’da görev yaparken bir kaçakçıdan satın aldığı B 17890Z seri numaralı 9 milimetrelik Baretta tabanca için Diyarbakır Valiliğinden ruhsat alan Kocadağ, silah ruhsatında sadece Olağanüstü Hal Bölgesi sınırlarında kullanılabileceği belirtildiği halde İstanbul'a atandığında tabancasını da yanında getirdi ve kullanmaya devam etti.. 19 Aralık 1994 tarihinde Ömer Lütfü Topal’ın adamlarınca öldürülen Bülent Fırat ile ilgili dosyanın kapatılması için 40 bin Alman Markı rüşvet aldığı ileri sürüldü. 9 Ocak 1996'da Özdemir Sabancı'yı iki DHKP/C'li arkadaşının yardımıyla katledecek olan Fehriye Erdal'ın Sabancı Merkezi binasında işe alınmasını sağladı. Kocadağ, 12 Mart 1995 gecesi İstanbul Gazi Mahallesi'ne yönelik saldırı ile başlayan olaylarda halk temsilcileri ile görüşerek polis ile sürdürülen çatışmayı engelleyen Kocadağ, ülkeyi bir iç çatışmaya sürükleyebilecek bir oyunu tek başına bozduğu iddia edilir. Sedat Bucak'ın arkadaşı müteahhit Ali Oto'nun iddiasına göre aynı zamanda
akrabası olan Kocadağ, İnterpol tarafından da aranan katliam sanığı Abdullah Çatlı‘yı gerçek ismi ile tanıyor ve ona Reis diye hitap ediyordu. 3 Kasım 1996’da Balıkesir ili Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen ve hayatını kaybettiği kaza sırasında Sedat Bucak’ın arabasını Kocadağ kullanıyordu. Lockheed Martin F-22 Raptor F-22 Raptor ("Yırtıcı Kuş"), Lockheed Martin firması tarafından, hava üstünlüğü odaklı,düşük radar izi ile yüksek görünmezlik sağlamaya yönelik üretilen avcı uçağıdır. Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri ("USAF")'ne göre, F-22 uçakları Birleşik Devletler Küresel Saldırı Görev Gücü ("US-GSTF")'nün önemli bileşenlerindendir . F-22 tek kişilik, çift motorlu bir uçaktır. Tasarımı ve gövdesinde kullanılan kompozit malzemeler sayesinde radar izi radar tesisleri için çok düşük olmasına rağmen, Kolchuga pasif algılayicı diye bilinen ESM sistemi tarafından tespit edilebilir. Radar izinin düşük olmasını sağlamak için taşınan bombaları ve füzeleri kanatları altında değil, uçağın içinde bulunan özel depolarda bulunması gerekiyor. Aksi takdirde radar izinin mühim bir oranda yükselip uçağı radar tesisleri için yine tespit edilebilir hale gelmesine neden olur. 7 Ekim 1997'de ilk uçuşunu yapmış, ilk üretilen F-22 17 Ocak 2003'te görev yeri olan Nellis Hava Üssü'ne teslim edilmiştir. F-22 radar görüntüsü çok küçük olan bir uçak olduğu için düşman hava sahasına sızabilir ve öncü darbeyi gerçekleştirebilir. F-22'nin çok yüksek manevra kabiliyeti vardır. Uçakta bulunan itki yönlendirme sistemi sayesinde uçak burnu yukarıya bakacak şekilde sabit irtifada gidebilir. İtki yönlendirmesi uçağın jet çıkışlarının yani nozzle'ların yönlendirilmesi ile yapılmaktadır. Bu özellik F-22'yi it dalaşında üstün kılar. F-22'nin tasarlanmasının bir diğer amacı da havadan havaya füze taşıyamayan dolayısıyla kendini hava saldırılarına karşı koruyamayan F-117'nin bu eksikliğini gidermektir. F-22 GPS kumandalı JDAM'larla F-117 lerin görevlerini yapabilmektedir. F-22 silah yükünü gövde içinde taşır, gövde dışında kanat altındaki iki paylonda da harici yakıt tankı ya da bomba taşınabilir. Uçağın maliyetinin pahalı olması en önemli dezavantajıdır, bu nedenle üretim sayısı sınırlıdır. F-22 gelecekte F-15E Strike Eagle ve F-117 Nighthawk'ın yerini alacaktır. F-22 programı, gelişmekte olan global tehlikeler karşı USAF’ın gelecek jenerasyon hava üstünlük savaş uçağını yaratmaktır. Bu uçak düşman hava sahasına sızmak, ilk görünme, birden fazla hedeflere karşı ilk “öldürme” görevlerini ifa etmek üzere tasarlanmıştır. F-22 düşük saptanabilme yeteneği, yüksek manevra kabiliyeti, gelişmiş entegre avionikleri ve “afterburner”sız süpersonik seyir sağlayan aerodinamik performansı ile öne çıkmaktadır. F-22’nin motoru uzun süreli olarak süpersonik hızlarda uçarken “afterburner” kullanmayıp yüksek verim sağlayan, ve bunu düşük hızlarda da gerçekleştiren bir uçaktır. Havadan havaya görevlerde F-22 6 adet AIM-120C ve 2 adet AIM-9 güdümlü AA füze taşıyacaktır. Havadan karaya görevlerede ise 2 adet AIM-120C ve 2 adet AIM-9’a ilaveten gövde içinde 2 adet 100lb JDAM mühimmat bulunduracaktır. GPS kumandalı JDAM’larla F-117’lerin kapasitesine sahip olacaktır. F-22’nin kombat yapımı “temiz”dir, yani bütün silahlar gövde içinde taşınmakta ve gövde dışında hiçbir yük bulunmamaktadır. Bu F-22’nin görünmezlik özelliği için önemli bir husustur çünkü bu tip yüklerin olmaması hava direncini azaltacağı gibi menzilini de arttırır. F-22’nin kanat altına dört yükleme noktası vardır, her biri 5000lb yük taşıyabilir. Lockheed Martin, Boeing, Pratt & Whitney ve Amerikan Hava Kuvvetleri (U.S. Air Force) tarafından yapılmaktadır. Yüksek maliyeti, Rus ve Çin beşinci jenerasyon uçak projelerindeki ertelemeler, ABD'nin yurtdışına satış yasağı, daha ucuz ve yetenekli F-35'lerin geliştirilmesinde yeterince ilerlenmiş olması sebepleriyle, Nisan 2009 da ABD Savunma Bakanlığı 187 adet olan siparişlerine yenisini eklemeyeceklerini açıklamış ve Eylül 2009'da imzalanan 2010 yılı ABD Ulusal Savunma bütçesinde F-22 için kaynak ayrılmamıştır. Japonya ve Avustralya nın ilgisine rağmen ABD tarafından ihracatına izin verilmeyen F-22'nin tek kullanıcısı olan Amerikan Hava Kuvvetlerinde Mayıs 2010 itibarıyla 168 adet bulunmaktadır. Temmuz 2009'da Amerikan Hava Kuvvetleri F-22'lerin her uçuş saati için yaklaşık 30 saat bakım gerektirdiği ve havadaki her saatin maliyetinin 44,000$ seviyesinde olduğunu açıklamış. İlhan İrem İlhan İrem (d. 1 Nisan 1955, Bursa), Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı, şair ve yazar. İlhan İrem 1955 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Oldukça özgür ve mutlu bir çocukluk geçirdi. Ortaokulda solfej ve şan dersleri almaya başladı ancak müzik hayatına girmesi, 1969 yılında (14 yaşındayken) üst dönemler tarafından okul orkestrasına solist olarak seçilmesi ile oldu. 1970 yılında mensubu olduğu Meltemler Orkestrası, Milliyet Gazetesi'nin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması'nda Marmara bölgesi birinciliği kazandı. Bu dönemde İstanbul'daki pek çok profesyonel müzik grubundan teklif aldı ancak 1972 yılına kadar Bursa'da kalmayı tercih etti. Aynı kadro ile 1972'ye kadar Bursa Çelik Palas Oteli'nde ve Uludağ diskolarında dans müziği şarkıcılığını sürdürdü. İlhan İrem sanat hayatında 70'li yılları "romantik dönem" olarak adlandırır. Bu dönemde single plaklar ve romantik hit parçalar üretmiş, 1973 yılında kendi imkânları ile Diskotür firmasına yaptığı ilk 45'liği "Birleşsin Bütün Eller - Bazen Neşe Bazen Keder" ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Plak firmasının bestelerini başka sanatçılara söyletme isteğini geri çevirdikten sonra yapmış olduğu ikinci 45'liği "Yazık Oldu Yarınlara - Haydi Sil Gözlerini" genç sanatçıyı bir anda Türkiye'deki en popüler sarkıcılardan biri yaptı. 1975 yılında yayınlanan üçüncü 45'liği "Anlasana" ile başarısını devam ettirdi. 1976 yılında yayınladığı dördüncü 45'liği, tanrıyı sorguladığı "Kuklacı Amca" şarkısı nedeniyle gelen baskılar sonucunda plak şirketi tarafından piyasadan toplatıldı. 1976 yılında ilk uzunçalar çalışması olan "İlhan İrem 1973-1976" yayınlandı. "Havalar Nasıl", "İşte Hayat", "Son Selam", "Ayrılık Akşamı", "Sen Bilirsin", "Bal Ağızlım" gibi her yaptığı 45'lik liste başı oldu. 1973-1981 yılları arasında toplam 10 adet 45'liği yayınladı ve 1979 yılında yayınladığı senfonik yapıdaki "Sevgiliye" uzunçaları ile Esin Engin'in aranjörlüğünde ilk defa akademik bir çalışmayla müzik yaşamında yeni bir yola saptı. "Sevgiliye" albümünde ilk defa kendi yazdığı sözler dışında bir Nazım Hikmet şiiri olan "Hoşgeldin Kadınım"ı besteledi ve "Hoşgeldin" adı ile seslendirdi. 80'li yıllar pencere albümüyle başlayan popüler kültürden uzaklaşma sürecine denk gelir. Bu dönemdeki eserlerinde toplumsal sorunlara karşı duyarlılığının arttığı gözlemlenir. Yine İlhan İrem bu dönemde -kendi ifadesiyle- 12 Eylül 1980 Darbesi ve ardından gelen "Amerikan-Arap karışımı liberalizm" ile sanatsal ve insani değerlerin yokolma sürecinin başladığını iddia ederek ve buna tepki göstererek sahnelerden geri çekilmeye başladı. Öncelikle yine kendi ifadesiyle "içtenliksiz, soluk, günü yaşayan ve anlamsız kalabalıklar olduğuna karar verdiği insanlardan" ve "ürettiklerinden çok şekillerle ilgilenen popüler kültürden" uzaklaştı." 87'ye kadar sürecek bir inziva için Tarabya'daki evine kapandı. Bu dönemde kendi tabiriyle "kendi içine, iç uzaylarına derin yolculuklar yapmayı" öğrendi. Müziğe verdiği ara 70'li yıllardaki şarkılarındaki hüzün temasından huzur ve metafizik temalı şarkılara uzanan bir süreci başlattı. Bu süreçte bir rock senfoni yazdı. 1981 yılında askerliğinde yaptığı bestelerden oluşan "Bezgin"i yayınladıktan sonra, 1983 yılında yedi yıllık bir çalışmanın ürünü olan 150 dakikalık senfonik rock üçleme, "Pencere" (1983), "Köprü" (1985), "Ve Ötesi" (1987) üç ayrı albüm halinde sırayla yayınlandı. Kesintisiz bir müzikal yapıdan oluşan rock senfoninin ilk albümü olan "Pencere" yayınlandığı 1983 yılında Altın Plak ödülü aldı. "Pencere", İlhan İrem’in “Koridor” ve “Seni Seviyorum” albümleri ile birlikte pek çok kez “Bütün Zamanların En İyi Albümü” seçildi. 1984 yılında Türkiye'yi Bulgaristan'da düzenlenen Altın Orfe Yarışması'nda temsil etti. Gazeteciler Özel Ödülü'nü kazandı. 1985 yılında üçlemenin ikinci albümü “Köprü” ve İlhan İrem'in ilk kitabı “Pencere... Köprü... Ve Ötesi...” yayınlandı. Kitapta İlhan İrem’in Rock Senfonideki müzikal anlatımı kaleme aldığı öykü ve bu öykünün Nuri Kurtcebe tarafından görüntülenmiş çizgileri ile Burak Eldem, İzzet Eti ve Adnan Özer’in İlhan İrem Müziği üzerine kapsamlı bir araştırması yer aldı. Yine 1986 yılında sözlerini yazdığı "Halley" Melih Kibar tarafından bestelendi ve Türkiye'ye Eurovizyon Şarkı Yarışması'nda o yıla kadar alınan en iyi dereceyi getirdi. 1987 yılında üçlemenin son bölümü olarak “Ve Ötesi” albümü ile "Uzaklarda Biri Var" (Denemeler) adlı ikinci kitabı yayınlandı. Sonraki "Dünden Yarına", 1989 yılında ise "Uçun Kuşlar Uçun" albümleri yayınlandı. Kültür Bakanlığı "Blues For Molla" isimli şarkının albümden çıkartılması koşuluyla "Uçun Kuşlar Uçun" albümüne yayın izni verdi. Humeyni'nin yazar Salman Rüşdi'ye verdiği ölüm fetvasını hicveden şarkı 29 Ekim 2008 tarihinde Cumhuriyetin 85. Yılında sanatçı tarafından günışığına çıkartılarak radyolara dağıtıldı, 1990 yılında üçüncü kitap olan "Katastrof" (Şiirler) ve "Pencere.. Köprü... Ve Ötesi..." üçlemesi kapsamlı bir konsept olarak tek albüm halinde yayınlandı. İlhan-ı Aşk albümüyle başlayan ve ardından gelen “Koridor” ve “Seni Seviyorum” albümleri ile devam eden süreçtir. Bu dönemde siyahlar giyinmeye başlayan toplum ve sanat ortamında hissettiğini söylediği duyarsızlığa bir sessiz direniş olarak popüler kültürden tamamen çekildi ve 1992-2006 yılları arasında konserlerine ara verdi. İlhan İrem'in “Işığa ve yeni boyutlara açılan koridor” betimlemesi ile başlattığı fizikî kayboluş süreci, albüm çalışmalarını aralıksız sürdürdüğü, kitap ve yazın çalışmalarını yoğunlaştırdığı dönemdir. Bu dönem sanatçının müziğinin felsefi boyutlara dönü
şerek kalabalıklarla buluşma yıllarıdır. Ayrıca bu dönemde İlhan İrem, 4 albümden oluşan çok kapsamlı bir "Best Of" serisi yayınlayarak tüm repertuarını ulaşılabilir hale getirmiştir.) 1992 yılında "İlhan-ı Aşk" albümünü yayınladı. 1994 yılında yayınlanan "Koridor" ve "Romans" albümleri ile birlikte aynı yıl dördüncü kitap "Delirium" (denemeler) piyasaya çıktı, 1995 yılında "Sevgililer Günü / The Best Of İlhan İrem 1", 1997 yılında "Aşk İksiri & Cadı Ağacı / The Best Of İlhan İrem 2", 1998 yılında "Hayat Öpücüğü / The Best Of İlhan İrem 3" albümü ve "Millenium / Sanalizasyon Fareleri, Yarasalar ve Diğerleri" (Denemeler) adlı beşinci kitap okuyucuya ulaştı. Yine 2000 yılında eski çalışmaları olan "Bezgin", "Pencere... Köprü... Ve Ötesi..." albümleri, bazı bölümleri yeniden mix edilmiş ve yenilenmiş kayıtlarıyla "Bezginin Gizli Mektupları", "Uçuk Mavi Pencere", "Bulutlara Köprü", "Düşler ve Ötesi" isimleriyle tekrar piyasaya çıktı. Yeni şarkılardan oluşan "Seni Seviyorum" 2001 yılında yayınlandı. Sanatçı 2003 senesinde "Bir Meleğe Aşık Oldum / The Best Of İlhan İrem 4", 2004'te "Işık ve Sevgiyle 30 Yıl" albümlerini yayınladı. Sanat hayatında “Cennet İlahileri” albümü ile başlayan süreçtir. İrem bu dönemi bir konserinin de adı olan "yürek büyüsü" kavramıyla tanımlar. Yeniden sahnelere döner ve nadir solo konserler verir. Bu dönemde hakkında çeşitli kitaplar (bkz.) yayımlanır, müziği hakkında çeşitli araştırmalar ve paneller yapıllır. Ayrıca İlhan İrem’in siyasî yazıları bu dönemde yoğunlaşmıştır. İlhan İrem'in yeni şarkılardan oluşan "Cennet İlahileri" adlı albümü 2006 yılında yayınlandı. 2007 senesinde "Siyah Kuğunun Şarkısı" isimli altıncı kitabı "Senfonik Şiir" alt başlığıyla yayınlandı. 2008 yılında çocuklar için hazırladığı "Tozpembe / Progressive Çocuk Şarkıları" isimli bir albüm yayınladı. İlhan İrem, Türkiye'de son dönemde yaşananları kendi penceresinden kaleme aldığı "Güneş Ülkesinin Karanlık İnsanları" isimli yedinci kitabını 2014 yılında yayınladı. İlhan İrem, 17 Eylül 2013 tarihinde Akşam Gazetesi'nden Olcay Ünal Sert'e verdiği röportajda "Eserlerimi hiçbir zaman belli kalıplar içinde üretmem. Her biri canlıdır. Her birinin kendi içinde bir dinamiği vardır. Senfoni gibi gelirler. Ürettiğim anda tamamen trans halinde oluyorum." demiştir. Sanatçı günümüzde yeni albüm çalışmalarını sürdürmekte olup 2006 yılından beri İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde her yıl konser vermekte olup, 30 yıl aradan sonra doğum yeri Bursa'da 4 Haziran 2016 tarihinde konser vermiştir. İlhan İrem, 3 kez Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finallerine katıldı. "Bir Yıldız" adlı bestesi 1979 Eurovision Türkiye finaline kaldı. Ama yarışamadan askere alındı. Finallerde yarışabilmesi için TSK'dan İlhan İrem'e özel izin verildiği halde, sanatçının bağlı bulunduğu plak şirketi bu süreçte "Bir Yıldız" adlı şarkının yer aldığı "Sevgiliye" albümünü yayınladığından, kurallar gereği diskalifiye oldu. İlhan İrem, 1988'de "Yurtta Barış Dünyada Barış" ve 1990'da "Komedi" adlı besteleriyle iki kez daha Eurovision yarışmasına katıldı. İlhan İrem, Türkiye'yi 1986 yılında Norveç'te temsil eden "Klips ve Onlar" grubunun seslendirdiği Melih Kibar'ın bestesi "Halley" isimli şarkının söz yazarıdır. İlhan İrem sanat yaşamı boyunca 6 kez Altın Plak olmak üzere pek çok ödül aldı. Aralarında "Hey" ve "Ses" de olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından pek çok kez "yılın erkek sanatçısı" ve "yılın sanatçısı" ödüllerine layık görüldü. Birçok şarkısı ve albümü çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından "yılın şarkısı/yılın albümü" seçildi. 1985'te İlhan İrem’in “Işık ve sevgiyle” felsefesini hayatlarına geçiren dinleyicileri tarafından “İrem Bağı” adlı birliktelik kuruldu. Soyut resim çalışmaları yapan İlhan İrem zaman zaman kişisel resim sergileri açmaktadır. Cumhuriyet Gazetesi, Aydınlık Gazetesi ve Oda TV'de köşe yazıları yazmaktadır. Çağdaş bir ozan olarak kabul edilen İlhan İrem; eserlerine yansıttığı mistik, metafizik, doğaüstü ve tasavvufî çağrışımların bir sonucu olarak, kendine has bir izleyici kitlesine sahiptir. İlhan İrem dünya görüşünü laik, demokratik, Kemalist ve antiemperyalist olarak tanımlar, Yeşiller Partisi kurucu üyesidir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi psikoloji mezunu olan eşi Hansu İrem ile 1 Ekim 1991 tarihinde evlenen İrem'in son dönem eserlerinin pek çoğunun şiirlerini eşi yazmakta, aynı zamanda albümlerinin kapak fotoğraflarını çekmektedir. Hansu İrem aynı zamanda İlhan İrem'in sanat yönetmenliğini yapmaktadır. Çiftin çocuğu yoktur. İlhan İrem, 8 Ağustos 1992 tarihinde Gülhane Parkında verdiği konserden sonra popüler kültür ortamlarından çekilmiş ve sahnelere veda etmiştir. Sanatçı, kırkbin kişinin izlediği bu konserden 14 yıl sonra, 29 Eylül 2006’da İstanbul Açıkhava Tiyatrosundaki o yılın almanaklarına giren büyük bir konserle sahnelere dönüş yapmıştır. Aradaki 14 yıllık dönemde sahnelerden ve tüm popüler tanıtım mecralarından geri çekilen İlhan İrem bu süreçte albüm çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürmüştür. Yahoo! Yahoo! Inc., Stanford Üniversitesi öğrencileri Jerry Yang ve David Filo tarafından kurulmuş bir portaldır. İlk başlarda arama motoru olarak hizmet vermesine rağmen zamanla e-posta, anında iletileşme, e-posta grubu ve benzeri hizmetler de sunarak pazarda hâkim olmaya çalışmıştır. Yahoo! hizmetlerinin ulaşılabildiği Yahoo.com, günde 7 milyar sayfa gösterimiyle dünyanın en çok ziyaret edilen 5. sitesidir. (http://www.alexa.com/topsites!) Sunduğu hizmetlerden Yahoo Messenger özellikle ABD'de çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Sunduğu ücretsiz e-posta hizmetinin sığası "unlimited storage" savsözüyle bir ilk olarak sınırsızdır. Bunların dışında Yahoo! Hotjobs bölümünden iş arama olanağıda sunmakta. Yahoo! Finans bölümünden pek çok borsa endeksi ve hisse senedi hakkında ayrıntılı bilgiler alınabilmektedir. Yahoo! News bölümünden dünyadaki gelişmeler takip edilebilmekte ve Yahoo! Games bölümünde ise oyunlar oynanabilmektedir. Yahoo! Music dahilinde sunulan Yahoo! LAUNCHcast Radio ise ilk içerikli çevrimiçi radyo olma özelliğine sahiptir. Kullanıcılar parçalara oy vererek kendi zevklerine göre kanal oluşturabilmekte ve bunu kaliteli bir sesle çevrim içi olarak dinleyebilmektedirler. 2008 son aylarında Türkçe olarak hizmete sunulmuştur. 4 Şubat 2008 tarihinde Microsoft, Yahoo! Inc. için 44.6 milyar dolarlık bir teklif yapmış, Yahoo! ise bu teklifi reddetmiştir. 25 Temmuz 2016 tarihinde, Amerikan telekomünikasyon şirketi Verizon, Yahoo!'nun çekirdek faaliyetlerini 4.83 milyar dolara satın alacağını açıkladı. Latin Amerika Ülkeleri Ekonomik Komisyonu The Economic Commission for Latin America - Latin Amerika Ülkeleri Ekonomik Komisyonu. Latin Amerika örgütlenmelerinden birinin kısa adı. ECLA Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde 25 Şubat 1948 yılında kurulmuştur. İspanyolca kısaltılmış ismi CEPAL’dir. Çalışma sahasına daha sonraki yıllarda Karayip ülkeleri de dahil edilmiş, bu nedenle ismi 1984 yılında ECLAC (The Economic Commission for Latin America and Caribbean) olarak değiştirilmiştir. BM’in 5 bölgesel komisyonundan biri olan ECLAC’ın idari merkezi Şili’nin Santiago şehrindedir. ECLAC’ın temel amacı resmi belgelerde Latin Amerika ülkelerinin ekonomik gelişmelerine katkıda bulunmak, ekonomik politikaları arasında uyum sağlamak olarak belirtilmiştir. Komisyon 1951’de Meksiko'da Orta Amerika ülkeleri için 1966’da da Port-of-Spain’de (Trinidad ve Tobago) Karayip ülkeleri için alt bölgesel merkezlerini oluşturmuştur. Ayrıca Buenes Aires’de, Brasil’de, Montevideo’da ve Bogoto’da ofisleri bulunmaktadır. ECLAC her ne kadar önemli hedefler ortaya koymuş ve ülkeler arasında iş birliğini arttırmaya çalışmışsa da etkisi sınırlı kalmıştır. Bu noktada ECLA’nın daha çok ülkeler arası iş birliği için platform oluşturduğunu söylemek mümkündür. Daha sonraları ortaya çıkacak olan entegrasyon kuruluşlarının ECLA toplantılarında şekillenmiş olması da bu savı doğrular niteliktedir. 1984 yılında adı Karayiplerin de eklenmesiyle ECLAC olarak değiştirilmiştir. Gürcü sineması Gürcistan sineması veya Gürcü sineması, Gürcistan'daki sinema endüstrisini kapsamaktadır. Clayman Clayman In Flames tarafından yapılmış bir melodik death metal albümüdür. Şarkı sözlerinin çoğunluğu depresyon ve kişinin iç çatışmaları ile ilgilidir. Clayman grubun oluşturduğu söz yazma tekniğinden bir adım öteye giden ilk In Flames albümüdür. "Only for the Weak" şarkısı pek çok hayranı tarafından grubun en iyi şarkısı olarak kabul edilmektedir. Albümün kapak resmi Leonardo Da Vinci' nin Vitruvian Man isimli çalışmasına dayanmaktadır. Cannes Film Festivali Cannes Film Festivali (Fransızca: "le Festival international du film de Cannes" veya kısaca "le Festival de Cannes"), Fransa'nın güneyinde bulunan Cannes kentinde her yıl genellikle Mayıs ayında düzenlenen uluslararası film festivalidir. Büyük ödül, Altın Palmiye'dir. Cannes Film Festivali Avrupa'daki en önemli 3 Film festivalinden biridir. Cannes Film Festivalinde her yıl ortalama 20 film yarışmaktadır. Bu filmleri juri başkanı ve juri üyeleri tarafından ödüllendirilir. Cannes Film Festivalinde verilen ödüller Altın palmiye, Büyük jüri, En iyi yönetmen, En iyi Kadın oyuncu, En iyi Erkek oyuncu, En iyi Senaryo, En iyi Kısa film, Altın Kamera, juri ödülü'dür. Festivalin çıkışı 1930'ların sonunda Philippe Erlanger'in o zaman Fransa Eğitim ve Güzel Sanatlar Bakanı olan Jean Zay'den isteği ve Zay'in Venedik Film Festival'ine rakip olabilecek uluslararası kültürel bir organizasyon kurmaya olan arzusuna dayanmaktadır. İlk festivalin 1939'da Cannes'da Louis Lumière'in başkanlığında düzenlenmesi planlanmıştı ancak savaştan dolayı ilk festival ancak 20 Eylül 1946'da başlayabildi. İlk yıllarda eşitlik ilkesine bağlı olarak jüride her ülkeden sadece bir temsilci yer alabiliyordu. Bu etkinlik için 1949'da inşa edilmiş olan Festival Sarayı (Fransızca: "Palais des Festivals") çatısı tamamlanmadan açıldığı için fırtına sırasında çatısı uçmuştur. Festiva
l 1952'ye kadar 1948 ve 1950 hariç olmak üzere Eylül ayında düzenlendi ancak 1952'den itibaren festival Venedik Film Festivali'nin de sonbaharda düzenlenmesinden dolayı Mayıs ayında düzenlenmeye başlandı. 1955'te o zamana kadar verilmekte olan Büyük Ödül (Fransızca: "Grand Prix du Festival") Altın Palmiye (Fransızca: "Palme d'Or") olarak değiştirildi. 1957'de Dolores del Rio festival jürisinin ilk kadın üyesi olarak tarihe geçti. 1959'da ise festivale ticari bir kimlik kazandıran, sinema endüstrisinin üreticilerini ve alıcılarını bir arada toplayan Film Pazarı (Fransızca: Marché du Film) kuruldu. Günümüzde Film Pazarı sinema endüstrisinin bir numaralı ticari platformu durumundadır. 1962'de Cannes Film Festival'inin ilk paralel bölümü olan Eleştirmenler Haftası Fransız Eleştirmenler Birliği tarafından başlatıldı. Amaçları ticari kaygı gütmeden yönetmenlerin ilk veya ikinci filmlerine de bu vitrinde yer sağlamaktı. Jean Cocteau ölümünün ardından Onursal Başkan ilan edilmiştir. Bir yıl sonra ise Olivia de Havillan festivalin ilk kadın başkanı olmuştur. 1968'de festival 19 Mayıs günü durduruldu. Carlos Saura ve Miloš Forman gibi bazı yönetmenler filmlerini yarışmadan çektiler. 18 Mayıs'ta ise film yapımcısı Louis Malle bir grup yönetmen ile birlikte Festival Sarayı'nın büyük salonunu ele geçirdi, gösterimleri Fransa'daki öğrenciler ve grev yapan işçilerle birlik ve Fransız Sinematekin başkanının tahliyesi için durdurdu. Sinemacılar başkanın haklarının iade edilmesini sağladılar ve aynı yıl Film Yönetmenleri Derneği'ni kurdular. 1969'da dernek, Pierre-Henri Deleau öncülüğünde festivalin yarışma dışı bölümü olan ve dünyanın dört bir yanından bir film seçkisi sunan Yönetmenlerin 15 Günü'nü başlattı. 1970'lerde festivalde birçok önemli değişiklik yapıldı. 1972'de başkan olan Robert Favre Le Bret filmlerin seçilme prosedüründe önemli değişikliklere imza attı. O zamana kadar ülkeler onları temsil edecek filmleri seçiyor ve festivale yolluyorlardı. Ancak bu tarihten sonra festivale katılacak Fransız filmleri ve yabancı filmler oluşturulan iki ayrı komite tarafından seçilmeye başlandı. 1978'de ise Altın Kamera (Fransızca: "Caméra d'Or") ödülü ve "Un Certain Regard "bölümü festival programına eklendi. Diğer değişiklikler ise festivalin süresini otuz güne düşürebilmek için seçilen film sayısını azaltılması ve jüriye sinema endüstrisinden ünlülerin de alınmasıydı. 1983'te yeni bir Festival Sarayı inşa edildi, yeni bina bazı olumsuz tepkiler aldı hatta "Sığınak" ismiyle anılır oldu. Gilles Jacob 1995 yılında festivalin son resmi bölümü olan "Cinéfondation"'u başlattı. Bu bölümün amacı dünyadaki film yaratım sürecinin desteklenmesi ve yeni senaryo yazarlarının ünlülerin de yer aldığı bu sosyal ortamda yer almasını sağlamaktı. 2002 yılında ise festivalin resmi ismi "Festival de Cannes" olarak değiştirildi. Festival zamanla Avrupa Sineması'nın en önemli vitrinlerinden biri haline geldi. Avrupa Sineması: Giriş (İngilizce: European Cinema: An Introduction) isimli kitaplarında Jill Forbes ve Sarah Street festivalin "Avrupa'nın sanatsal kaliteyi baz alan filmleri satma girişimleri, eleştirel ve ticari kaygıları açısından son derece önemli hale geldiğini" belirtmektedirler. Forbes ve Street ayrıca Cannes Film Festivali'nin Venedik ve Berlin Film Festivali gibi bir ülkenin sinemasının imajını belirlemesi ve Avrupa Sinemasının sanatsal sinema nosyonunu beslemesi açısından çok önemli imkanlar yarattığını vurgulamışlardır. Diğer yandan çok ciddi boyutlara ulaşan medya ilgisi film yıldızlarını festivale çekmektedir. Film yapımcıları içinse yeni filmlerini tanıtmak ve dünyanın dört bir yanından dağıtımcılara çalışmalarını satmak için çok uygun bir ortam oluşmaktadır. Cannes Film Festivali çeşitli bölümler içermektedir. MERCOSUR Mercosur ya da Mercosul (İspanyolca: "Mercado Común del Sur", Portekizce: "Mercado Comum do Sul", Guaranice: " Ñemby Ñemuha", İngilizce: "Southern Common Market") Güney Amerika Ortak Pazarı'na verilen kısaltma isimdir. Latin Amerikan entegrasyon çabalarının en başarılılarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Şu an geldiği nokta itibarıyla MERCOSUR ortak pazarı 1 trilyon doları aşan pazar derinliği ve 200 milyonluk nüfusuyla entegrasyon girişimleri içinde tüm dünyada üçüncü sırada yer almaktadır (İlk ikide NAFTA ve AB bulunmaktadır). Ayrıca Güney Amerika’da en etkili ortak pazar girişimi olarak anılmaktadır. Fort Minor Fort Minor, Linkin Park ın solistlerinden bir tanesi olan Mike Shinoda tarafından tasarlanmış bir rap grubu projesidir. Projede tasarlanan grup: Mike Shinoda başta olmak üzere, Tak, Ryu, DJ Cheapshot, Vin Skully den oluşmakta. M.Shinoda vocal, Tak, Ryu back vocal Turntable da DJ Cheapshot, Davulda ise Vin Skully bulunmakta. Fort Minor, en iyi 2006 yılında çıkan, Holly Brook la söylenen 'Where'd You Go' single ı ve Remember The Name adlı parçalarıyla tanınmaktadır. Grubun ilk albümü 'The Rising Tied' Machine Shop Recordings/Warner Bros tarafından 22 Kasım 2005'te raflarda yerini aldı. Ünlu bir grup haline gelen Fort Minor büyük dinleyici kitlesi topladı. Rom (isim) Rom, Çingenece (Romani) dilinde koca erkek demek olan ve Çingeneler arasında isim olarak kullanılan bir kelimedir. Bunun yanı sıra bu kelimenin roman şeklinde kullanıldığı da görülmüştür. Hint Avrupa dil gurubunda (-an) eki kelimeyi çoğul yapar, dost-an, bost-an, ekmekçiyan, ir-an gibi rom-an, romlar anlamına denir . Java 2D Java 2D, Java altında iki boyutta grafik işlemleri yapmaya yarayan sınıflara verilen addır. Grafik işlemleri için kullanılabilecek başka sınıflardan farklı olarak Sun JDK ile beraber gelmektedir. İnci Aral İnci Aral, Türk öykü ve roman yazarı. 1944 yılında Denizli'de doğdu. Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nü bitirdi. Altı öykü kitabı, altı romanı yayımlanmıştır. Yazar, 1992 yılında "Ölü Erkek Kuşlar" adlı romanı ile Yunus Nadi Ödülü'nü kazandı, 2002 yılında yayınlanan romanı "Mor" ile de Orhan Kemal Roman Armağanı'nı aldı. 1994'te yayımladığı "Yeni Yalan Zamanlar", 2002'de yayımlanan "Mor" ve 2007'de yayımlanan "Safran Sarı" romanını "Yeni Yalan Zamanlar" başlıklı bir üçleme haline getirdi. Yeşil Şiran Şiran, Gümüşhane ilinin bir ilçesidir. Gümüşhane’nin en eski ilçelerinden biridir. İlçe merkezi Uluşiran (şimdiki adı Erenkaya) köyünde iken 1800’lü yıllarda bugünkü ilçe merkezine taşınmıştır. Şiran adı esasen ilçenin kapladığı bölgenin adıdır. Bizans kaynaklarında 9. yüzyıldan itibaren bu bölge "Khêriana" ve (çoğul genitiv) "Khêrianôn" adıyla anılmıştır. Yerel lehçede /şîryana/ şeklinde telaffuz edilen bu isim, Şiran olarak Türkçeye uyarlanmıştır. Yavuz Sultan Selim'in kasabaya Farsça Şîran ("aslanlar") adını verdiğine ilişkin yaygın inanışın tarihi temeli yoktur. Yerel şivede Şiran, Şeyran olarak telaffuz edilir. Yaşlı kuşağın çoğunluğu Şiran'a Şeyran derler. Şiran ilçesi, 1473 'teki Otlukbeli Savaşı'nda Fatih Sultan Mehmet tarafından Uzun Hasan'ın yenilmesi ile Osmanlıların eline geçmiştir. Osmanlının fethinden sonra Şebinkarahisar Sancağı'nin bir nahiyesi olarak idare edilen ilçe 16. yy. sonuna kadar buraya bağlı kaldı. 17.yy. dan sonra Erzurum vilayetinin Erzincan Sancağı ile Trabzon vilayetinin Gümüşhane Sancağı arasında değişik zamanlarda idare edilen Şiran bazen de Kelkit nahiyesi ile birlikte ilçe yapılmıştır. Tanzimat'in ilânından sonra Erzurum'a bağlanan Şiran İlçesi 1839 da yeniden Erzincan'a bağlanmıştır. 93 Harbi'nden sonra 1879 yılında Gümüşhane Sancağı'ndan ayrılan Kelkit ve Şiran, Bayburt Sancağına bağlandı. Bu sırada halkın merkeze gönderdiği dilekçelerle Gümüşhane Sancağına yeniden bağlandı. İlçemizde sebzecilik ve meyvecilik gelişme yolundadır. Meyvelerden elma üretimi önemlidir. Hayvancılık ilçenin diğer önemli bir gelir kaynağıdır. Koyun, kır keçisi ve sığır ciddi manada beslenen hayvanlardır. İlçemizde 30 ton günlük kapasiteli süt fabrikası, birde boya fabrikası ve Taş Mermer Fabrikası mevcuttur. Ayrıca belli bir kota uygulanmak suretiyle seker pancarı üretimi yapılmakta olup, seker fasulyesi üretimi de önemli bir yer tutmaktadır. İlçemizde konaklama tesisi olarak 60 yataklı Belediyemize ait bir otel mevcuttur. Anneler Günü Anneler Günü, anneleri anmak ve onurlandırmak amacıyla bütün Dünya'da farklı zamanlarda kutlanan özel gün. Anneler günü, anneleri onurlandıran özel bir gündür. Değişik günlerde ve değişik ülkelerde kutlanır. Bu günde anneler çeşitli hediyeler alır. Bu günü farklı ülkelerdeki insanlar yılın farklı günlerinde kutlarlar. Anneler günü geleneği, Antik Yunanların Yunan mitolojisindeki pek çok tanrı ve tanrıçanın annesi olan "Rhea" onuruna verdikleri yıllık ilkbahar festivali kutlamalarıyla başlar. Antik Romalılar da ilkbahar festivallerini İsa'nın doğumundan 250 yıl öncesinden ana tanrıça Kibele onuruna kutluyorlardı. ABD'de Anna Jarvis'in kaybettiği kendi annesi için 1908 yılında başlattığı anma günü, 1914 yılında Kongre'nin onayıyla Amerika Birleşik Devletleri çapında genişledi. Anneler Günü Dünya'da farklı günlerde kutlanır. En yaygın şekliyle Mayıs ayının ikinci haftasında kutlanır. Güneşli, Seydikemer Güneşli, Muğla ilinin Seydikemer ilçesine bağlı bir mahalledir. 2012 yılına kadar Fethiye ilçesine bağlı bir köyken, 2012 yılında Muğla'nın büyükşehir olmasıyla Seydikemer ilçesine bağlı bir mahalle statüsünü almıştır. Mahallenin adı 1980'li yılların ortalarına kadar Zeyve mahallesiydi, sonra Güneşli mahallesi olarak değiştirildi. Muğla iline 175 km, Fethiye ilçesine 35 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallede seracılık yapılır. Serada domates, salatalık, biber, patlıcan gibi sebzeler yetiştirilir. Tarlalarda pamuk, susam, anason, mısır, buğday ekilir. Zeytincilik, narenciye, nar, incir, kayısı yetiştirilip satılmaktadır. Ayrıca hayvancılık da yapılmaktadır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ul
aşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Düzgün Baba Düzgün Baba, (Kırmançça: Bava Duzgı, Kurmanci: Dızgun Bava) Dersimli Alevilerin mitolojik karakterlerinden biridir. Ayrıca Nazımiye'de Kıl köyü yakınında aynı isimle anılan bir dağı simgelemektedir. İnanışa göre o yöre halkınca "Kemerê Duzgıni" (Duzgı kayası), "Bımbarek" (Mübarek) ya da "Kemerê Bımbareki" (Mübarek kaya) olarak adlandırılan bu dağın zirvesinde kaybolmuştur. O Kureşan topluluğunun mitolojik atası olan seyyid Kureş/Kures'in oğlu varsayılır. Söylencede ise Duzgı/Dızgun değil de, "Haydar" ya da "Şah Haydar" olarak geçer. Bununla birlikte ona neden 'Düzgün' denildiğine ilişkin bir rivayet de vardır. Bazı araştırmacılar yöre söylenceleri üzerinde fazlasıyla oynanmış olduğundan hareketle, Şah Haydar'ın onun asıl adı olduğu şeklindeki unsuru kuşkulu bulmuşlardır. Bu görüşe göre, Haydar Duzgı/Dızgun'un sadece lakaplarından biridir. Kategorik bir tasnif yapılacak olursa, Duzgı/Dızgun 'hayali veliler'den sayılabilir. Çünkü bu tür velilerin, çoğunlukla ya anlamı bilinmeyen ya da garip bir anlamı olan adları vardır ve onlar pek çok kez bir dağı simgelerler. "Buğday Dede" (Tire), "Kum Baba" (Şile), "Çitlenbik Dede" (Kemalpaşa) ve "Çınar Dede" gibi. Düzgün (Duzgı/Dızgun), inanışa göre keramet sahibi bir velidir. Öyle ki hakkındaki söylence, onun çok soğuk geçen bir kış ayında hayvanlarını sürekli tok ve besili tutabildiğini öyküleştirmiștir. Bu yüzden otlatmaya götürdüğü keçiler başkalarınınkine göre hep sağlıklı görünmüşlerdir. Oğlunun bunu nasıl başardığını merak eden seyit Kureş birgün onu izlemeye karar verir. Sonunda görür ki, Haydar kuru dalların üzerine asasıyla dokunduğu zaman dallar hemen yeşeriyor ve böylece o keçileri besliyor. Keçilerden biri Kureş'in çalılıkların arkasındaki hışırtısından ürkünce, Haydar dönüp keçiye seslenir: "Ne oldu sana böyle? Yoksa Kuresi Khur'u mu gördün"? Bunu der demez çalılıkların ardından çıkıp kendisine doğru gelen babasını gören Düzgün Baba, babasının adını andığı için utanıp dağa doğru kaçar ve gözden kaybolup dağda sır olur. Dersim Alevi inançlarında önemli bir yere sahip olan Düzgün Baba, Kırmancki'de Duzgı, Kurmancide ise Dızgun olarak bilinir. "Düzgün" bu orijinal ismin Türkçeye uyumlaştırılmış bir biçimidir ki, kimileri onun doğruluk ve dürüstlüğünden ötürü bu isimle anıldığını düşünmüşlerdir. Yani bu süre içinde yerel mitleri Türkçe terimlerle açıklayabilme yolunda, onlara bazı yeni unsurlar eklenmiş var sayılır. Dersimli Alevilerin dinsel hiyerarşisinde teorik olarak en üstte görünen "Ağuçan" topluluğunun adı bilinen bir örnek olarak göze çarpar. Zira bölge insanının bir kısmı hâlâ popüler etimolojiye meylederek, Ağuçan adını Türkçe "ağu içen" ifadesine dayandırmayi tercih etmektedir. Fakat bunun aksine, zamanla Ağuçanla özdeşleştirilmiş olan Karadonlu Can Baba'nın Bektaşiler arasında böyle bir lakabı ("ağu içen") yoktur. Duzgı/Duzgın adının da bu dönemden itibaren "düzgün" sözcüğüne bağlanarak, Türkçe var sayıldığı olası görülmektedir. Böylece ismin kaynağı onun orijinal biçimi olan Duzgı/Dızgun'da gizlidir. Duzgı/Dızgun'un ise, bölgede başka bir veli olan Tuzik/Tujik Baba'nın adından dönüşmüş olduğu öne sürülmektedir. "Tujik"/"Tuzik" Kürtçe'de keskin, sivri anlamlarına gelir. "Tujik" de Duzgı gibi Dersim'de aynı zamanda bir dağı simgeliyor olup, yakın bir zamanda onun da antik bir tanrının (Zerdüşti Ermenilerinde "Vahagn") devamı olduğu tespit edilmiștir. Öyle ki bu görüșün bir parçası olarak, Tujik adının Zerdüşti Ermeniler arasında 'cehennem' anlamına gelen "duzakh"tan geldiği, onun "duzakh"'ın yeni yerel dillerin telaffuzuna uyumlaştırılmış formu olduğu savunulmuștur. Tujik aslında eski bir yanardağdır ve muhtemeldir ki ona bu ismin verilişi bu özelliğinden kaynaklanmıştır. Benzer bir örneğe Tendürek adında rastlanır. Zira Türkler bu dağı aynı zamanda "Cehennem dağı" olarak adlandırmışlardır. Burada da aynı motivasyon rol oynamışa benzemektedir. O da eski bir volkanik dağdır ve yöre halkının bazen dağdan gelen garip sesler duyduklarını söylemesi buna yorulmaktadır. Ayrıca Tendürek adının etimolojik kökeni dolaylı olarak cehennem metaforuna gönderme yapar. Şöyle ki, o tandır sözcüğünün başka bir forumuna dayanır ki, "tandır" halk nazarında bir tür küçük cehennem olarak görülen fırın anlamına gelmektedir. Yakın bir zamanda Ermeni Mithrası ("Mehr" veya "Mihr") ile Bava Duzgı/Dızgun Bava arasında bir devamlılık ilişkisi olduğu tespit edilmiş, bunu destekleyen pek çok bulgu ortaya koyulmuştur. Bu görüşe göre, Dersim dağları eski zamanlarda Hristiyanlaştırılma sürecine karşı direniş gösteren Zerdüşti Ermeniler için bir sığınak olmuştur. Her şeyden önce antik 'Dersim'i çevreleyen kuşakta bazı Zerdüşti tanrılarına ait kült yerlerinin var oluşu bunun açık işaretlerinden biri sayılır. Örneğin "Bagayarič" (şimdiki "Pekeriç", Erzincan) Ermeni Mithrası'nın bir kült merkeziydi. Kemah (Türkiye) Ahuramazda'ya ait bir başka kült yeriydi (Ermeni "Ohrmazd"). Kaldı ki onlardan kalan izler bugün bazı Dersim yer adlarında tespit edilebilmiştir. En açık örnek, Mercan dağlarının adının etimolojik olarak Mithra adıyla ilişkili olmasıdır. Toponomi dışındaki bazı mitolojik unsurlar bu sürekliliği daha da kristalleştirmektedir. Her şeyden önce Mithra bir tür sözleşme tanrısı olup, yalana karşı doğruluğu savunurdu. Düzgün Baba ise, Dersimli Aleviler arasında doğruluğun ve dürüstlüğün koruyucusudur. O söze güvenirliğin timsalidir. Bireyler arasında çözümlenememiş bazı müşkül sorunların, çözüm amacıyla ona havale edildiği ve bunu yapan kimsenin "'davamı Düzgün Baba'ya bıraktım",' dediği görülür. Bu nedenle bazı yazarlar onun adını ("Düzgün") bu özelliğine yorarlar. İnanışa göre, Dersimde evli biri eğer hâlâ bir oğul sahibi değilse, Düzgün Baba ziyaretine gidip kurban kesip adak adar ve bir oğul versin diye ona yalvarıp dua eder. Eğer muradı olursa da, oğluna "Düzgün" adını verir. Dersimde Düzgün adının yaygın oluşu bundandır. Bu özelliğe de Mithra'da rastlanır. Nitekim o Avesta'da 'oğullar veren' ("putro-da") olarak da bilinir. Dersimli alevilerin -Mithra takipçilerinin yaptığı gibi- sabah güneşinin ilk ışıklarında Duzgı'ya dua etmeleri ise, bir başka açık ortak unsur olarak kaydedilmiştir. Nitekim Mithra başlangıçta güneş ışığının tanrısı olmakla birlikte zamanla bir güneş tanrısına dönüştürülmüştür. Mithra ve Duzgı çobandırlar. Mithra bir kartal tarafından sembolize edilir. Duzgı'nın da aynı zamanda böyle bir sembolü vardır ki, Heliyo Chal olarak bilinir. İkisi de süvaridirler ve kırmızılar içindedirler. Bu nedenle Duzgı'ya Surela (<"sur"; kırmızı) lakabı yakıştırılmıştır. Üstelik Mithra'nın olduğu gibi (Anahita), onun da bir kız kardeşi ("Xaskar") vardır. Anahita su tanrıçası olup saflığı simgelerken, Xaskar'ın ise Duzgı dağı üzerinde kutsal bir su kaynağı vardır. Bu ziyaret onun adıyla "Xaskarê" olarak anılır. Ziyaretçisi iyi kalpliyse, su kaynağından içtiğinde kaynağın kurumayacağına inanılır. Bu inanç saf ve lekesiz sayılan Anahita kültüne gönderme yapar. Çünkü o Avesta'da lekesiz ("an-ahita") demektir. Ayrıca Xaskar adı da muhtemelen 'altından yapılmış' anlamına gelen Ermenice oskrhat sözcüğünden geliyor olup, aynı köklere işaret eder. Öyle ki, Anahita çoğunlukla altından giysileriyle tarif edilir. Sonuç olarak Xaskar ve Duzgı/Dızgun, haklarındaki baskın görüşe göre antik dönemde bu dağlık bölgede yaşamış olan Zerdüşti Ermenilerin Anahita ve Mithra kültlerinin bir devamı olarak ortaya çıkmışlardır. Düzgün'ün Türkçe bir isim, Düzgün Baba'nın ise Maymud Hayrani'nin oğlu olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Fakat Türkçe bir kelime olmasına rağmen, Düzgün'ün neden Türkiye'de değil de, sadece bu dağlık Kürt bölgesinde, Dersim'de bu kadar popüler bir isim olduğu açıklanamadığı gibi, bu gibi ideolojik kurgular hakkında şimdiye dek herhangi bir tarihsel delil de sunulamamıştır. Bu ismi taşıyan ne bölge tarihinde biri, ne Hacı Bektaş'ın herhangi bir tarihsel halifesi ya da yoldaşı ve ne de Mahmudi Hayrani'nin böyle bir oğlu vardır. Mevcut veriler aslında onun Zerdüşti Ermeni tanrılarından Mehr'in ("Mithra") yöreye intikal eden Kürt aşiretlerince bir veliye dönüştürüldüğü iddiasını güçlendirmektedir. MiG-17 MiG-17 Fresco, 1949 yılında Mikoyan Gurevich bürosu tarafından geliştirilen tek motorlu, subsonik ve tek kişilik bir uçaktır. MiG-15'in geliştirilmiş versiyonudur. İlk kez bu uçakta AAM (Hava Hava) füzeleri kullanılmıştır.Ayrıca 70lerin başında ilk süpersonik savaş uçaklarının geliştirilmesine kadar ABD savaş uçakları için ciddi bir tehditti, ancak süpersonik uçakların servise girmesiyle birlikte teknolojik geçerliliklerini kaybetmişlerdir. Extreme Championship Wrestling Extreme Championship Wrestling eski bir profesyonel güreş federasyonu'dur. Paul Heyman tarafından 1992 yılında kurulmuş ve 2001 yılında WWE`ye satılmıştır. 2006 yılında WWE tarafından tekrar kurulmuştur. Paul Heyman 2006 yılında yönetici olarak yeniden ECW`nin başına geçmişti. Şubat 2010'da kapatılmıştır. Robert A. Heinlein Robert Anson Heinlein (7 Temmuz 1907 – 8 Mayıs 1988), Amerikalı roman ve bilim kurgu yazarı. Sıklıkla "bilim kurgu yazarlarının duayeni" olarak tanımlanan Heinlein, sert bilim kurgu türünün en popüler, etkili ve tartışılan yazarlarındandı. Bilim kurgu eserlerinde bilim ve mühendislik bakımından akla yatkınlık ölçütlerinin yükselmesini ve türün edebi kalitesinin artmasını sağladı. 1940'larda, "The Saturday Evening Post" gibi genelde ana akım eserler yayımlayan dergilere yalın bilim kurgu eserleriyle sızmayı başaran ilk yazar oldu. Çağdaş kitle pazarlama döneminde, roman boyutunda çoksatar bilim kurgu eserleri veren ilk yazarlardan biriydi. Heinlein, Isaac Asimov ve Arthur C. Clarke uzun yıllar boyunca ""bilim kurgunun büyük üçlüsü"" olarak anıldı. Heinlein'ın ürettiği bilim kurgu eserlerinde sıklıkla kullanılan bazı sosyal temalar mevcuttu: bireysel özgürlüğün ve özgüvenin önemi, bireylerin topluma karşı görevleri, örgütlenmiş dinin kültür ve hükümet üzerindeki etkisi, toplumu
n genel görüşlerine uymayan düşüncelerin toplum tarafından bastırılması vb. Ayrıca fiziksel ve duygusal aşk arasındaki ilişki, sıradışı ailevi ilişkiler ve uzay yolculuğunun kültürel uygulamalar üzerindeki etkisi gibi konuları ele aldı. Bu konuları yerleşmiş fikirlere aykırı biçimde ele alması, eserlerinin çok farklı şekillerde algılanmasına ve hatta kimi zaman birbiriyle çelişkili olduklarının öne sürülmesine sebep oldu. Örneğin 1959 tarihli Yıldız Gemisi Askerleri romanı militarizmin, hatta bir yere kadar faşizmin savunusu olarak değerlendirildi. Oysa romanda safi militarist düşüncenin değişmezliği ve aptallığına ilişkin pek çok bölüm vardı. Öte yandan 1961 tarihli "Stranger in a Strange Land" romanı Heinlein'ın beklenmedik şekilde cinsel devrimin ve karşı-kültür hareketinin öncüsü olarak değerlendirilmesine, poliamori ya da sorumlu poligami kavramlarını popülerleştiren kişi sayılmasına yol açtı. Heinlein romanlarıyla dört defa Hugo Ödülü kazandı. Yayınlanmalarından elli yıl sonra üç romanı daha, geçmişte ödül verilmemiş yıllar için geriye dönük verilen "Retro Hugo" ödülüne değer görüldü. Ayrıca Heinlein, Science Fiction Writers of America'nın hayat boyu başarı alanında verdiği Büyük Usta Ödülü'nün de ilk sahibi oldu. Ölümünden sonra eşi Virginia Heinlein yazarın mektuplarını ve notlarını bir araya getirerek bir tür otobiyografik kariyer değerlendirmesi hazırladı. Bu çalışma 1989'da "Grumbles from the Grave" adıyla yayınlandı. Heinlein'ın eserlerinde kullandığı ""grok"", ""TANSTAAFL"" ve ""waldo"" gibi bazı terim ve kelimeler daha sonra İngilizce dilinin birer parçası haline geldi. İlk hikâyesi "Hayat-Çizgisi" 1939 yılında yayınlanmıştır. Empire State Binası Empire State Building, New York'da bir gökdelen. Bina, Manhattan, Fifth Avenue'de 33. ve 34. caddelerin arasında yer alır. Tam olarak adresi 350 Fifth Avenue, New York, N.Y. 10118 şeklindedir. 1 Mayıs 1931 tarihinde, o güne kadar Dünya'nın en yüksek binası olan Chrysler Building'in bu unvanını elinden almıştır. Yapımı 1932 yılında bitmiştir. 1931 yılında inşa edilen binanın büroları büyük Bunalım yılları boyunca boş kalmıştır; bina vergi giderlerini manzara seyretmeye gelenlerden karşılayabilmiştir. Bina 102 katlı olup, 1576 merdiven basamağına sahiptir. Yüksekliği 381 m, anten ile beraber 443,2 m'dir. World Trade Center ("Dünya Ticaret Merkezi") binasının 1972 tarihindeki açılışına kadar Dünya'nın en yüksek binası olarak kalmıştır. 11 Eylül 2001 tarihindeki terör saldırıları sonucu "World Trade Center" binaları yıkılınca (artık dünyada ya da ABD’nde olmasa da) New York'taki en yüksek bina olma unvanını geri kazanmıştır. 30 Nisan 2012’de One World Trade Center, Empire State Binası’ndan daha fazla bir yüksekliğe ulaşmış ve bina o günden beridir ABD’nin tamamlanmış (One World Trade Center, Chicago’daki Willis Kulesi ve Trump International Hotel and Tower’dan sonra) en yüksek 4. gökdeleni konumuna gerilemiştir. Kışın, bazı günler, alt katlarının hizasında yağmur yağarken en üst katına kar yağdığı görülmüştür. Açık bir havada binadan, 80 mil mesafedeki beş ABD eyaletine bakılabilir. Bunlar, New York, New Jersey, Pensilvanya, Connecticut ve Massachusetts'dir. 1960'ta tepeye yerleştirilen güçlü bir fener binanın 160 kilometre uzaktan görülmesini sağlamıştır. Bugüne kadar binayı 117 milyon kişi ziyaret etmiştir. 1947 yılında manzara platformuna 3 metre yükseklikte korkuluk yapılmıştır. Buna rağmen buradan, bugüne kadar 35 kişi atlayarak intihar etmiştir. Toplam 74 asansör vardır, bunların bir kısmı ara katlarda durmadan en üst kata çıkan ekspres asansörlerdir. Bu yüksek binaya 1945'de bir B-25 Mitchell bombardıman uçağı çarpmış ve 14 kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bunun yanında "Empire State" kelimesi, New York eyaleti'nin lakabıdır. Keops piramidi 100 bin kişi çalıştırılarak 20 yılda, Ayasofya 1000 kişi çalıştırılarak 5 yılda bitirilmiştir. Empire State Building'in inşaatı ise sadece 18 ayda bitirilmiştir. Eski çağlarda çalışanların tamamına yakını köle olduğu için işten çıkmak gibi bir durum söz konusu değildi. Çalışan sayısı değiştiği için Empire State inşaatında toplam çalışan sayısı net verilemez. Ayrıca Empire State Binası New York'ta çekilen bazı filmlere ilham kaynağı olmuştur M teorisi İngilizcedeki açılımı membrane theory yani zar kuramıdır. Güncel paradigmanın tanımlamalarına göre, bir kuram olmadığından, baş harfi ile anılır. Beş farklı sicim kuramını birleştirme çabasıdır ve her şeyin kuramı olmaya en muhtemel adaydır. M-Kuramı Edward Witten (Princeton Üniversitesi) tarafından 1995 yılında, Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde yaptığı konuşmayla öne sürülmüştür. M-Kuramı, Süpersicim Kuramının yeni adı olarak kabul edilmiştir. "İkinci Süpersicim Devrimi" olarak da bilinir. "Her şeyin kuramı" ("The Theory of Everything"-TOE) na en yakın aday olarak görülmektedir. Bu kuram 5 farklı Sicim Kuramı'nı birleştirmiştir ve 10 yerine 11 boyutlu bir evren resmi ortaya koymuştur. Şu an bilinen 3 boyutlu evrenimizi, çok daha büyük ölçülerde daha fazla boyuttan oluşan bir uzay-zaman içinde dolaşan üç boyutlu bir zar olarak tanımlar. İçinde yaşadığımız evrenin 11 ya da daha küçük boyutta bir uzay-zamanda bir ada (bir D-zar) olabileceği ve bu uzay-zamanda benzeri birçok evren olabileceği bu teoremle ortaya konuluyor. Bilim adamlarının, fiziğin birleşik kuramınını bulma umudu, 1970'li yıllarda Süpersimetrik kuramların tanımlanmasından beri daha da arttı. Ancak Süper Simetri, zayıf çekirdek etkileşimlerinde eşitliğin korunmaması gibi bazı deneysel sonuçlarla başa çıkamadı. Süper Sicim Kuramı ise, 1984 yılından sonra bazı anomalilerden temizlendikten sonra ve Süpersimetriden farklı olarak, kütleçekim kuvvetini taşıyan parçacığı (graviton) da içerdiği için bu anlamda en iyi adaydı. Fakat en büyük problem, 5 tane Süpersicim kuramı olması ve hala kuramda bazı problemlerin (örn:pertürbasyon analizinden gelen sorunlar) olması. Tıpkı diğer tüm parçacık teorileri gibi sicim teorisi de bir pertürbasyon teorisidir. Sicimlerin hareketlerinden doğan etkileşimler pertürbasyon olarak ele alınmalıdır aksi halde sicimler düzgün doğrusal yörüngelerini izlerler. Gerçek hareketleri bulmak için sonsuz bir seri oluşturan hesapların yapılması gerekmektedir. Fakat Sicim Kuramında bu seriler giderek zorlaşmakla kalmıyor, aynı zamanda tek bir cevaba doğru yakınsamıyorlarda. Bu da kuramda büyük bir soruna yol açmaktadır. Çünkü her zaman fazladan bir pertürbatif düzeltme hesabının öncekilerden daha kotü sonuçlar verdiği bir aşama olacaktır. Witten, "pertürbasyon yönteminin" ötesine nasıl geçilebileceğine ilişkin bir strateji buldu. Bu problemi dualite stratejisiyle aşmaya çalışarak, farklı süpersicim kuramları üstünde çalışan fizikçileri, aslında değişik dillerde yazılan kuramları çalışan insanlar olduğunu düşünmüştür. Geliştirdiği M-Kuramı ile, bu çok dilli sözlükteki kelimelerin karşılıkları araştırıldı ve beş süpersicim kuramıyla 11 boyutlu süperçekim kuramının, daha temel bir kuramın özel durumları olduğunu gösterdi. Başka bir dualite de süpersicim kuramlarının zayıf ve şiddetli çiftlenim rejimleri arasındadır. Bu tip dualite ye S-dualitesi denir. Witten, S-dualitesi'ni kullanarak, süpersicim kuramlarındaki pertürbasyon analizinden gelen sorunların nasıl çözülebileceğini gösterdi. Kuramdaki M harfinin anlamı, Edward Witten tarafından açıklanmamış ve "Kuramı daha iyi anladıkça "M" nin ne olduğunu anlayacağız" demiştir. Fakat birçoklarına göre "M" nin anlamı "membrane" (yani zar) demek. Çünkü M-kuramının anlamlı olduğu 11 boyuttaki temel cisim, Süpersicim kuramının aksine sicim değil, zardır. Bazıları ise "M" harfini gizemli Mu Kıtası'yla ilişkilendirilen bazı düşünce ve öğretilerle özdeşleştirmektedir. Bu kuramdaki ilk gelişme. Kaliforniya Üniversitesi'nden Joseph Polchinski tarafından gerçekleştirildi. Polchinski, beş süpersicim kuramının üçünde de (tip I,IIA,IIB) sicimlerden başka yüksek boyutlu cisimler olduğunu gösterdi. D-zar olarak adlandırılan bu cisimler, her zaman açık sicimin bittiği yerde bulunur. Böylece M-kuramının, çeşitli boyutlarda (0-zar=parçacık,1-zar=sicim,2-zar=zar,3-zar...,9-zar) cisimleri içeren bir kuram olduğu anlaşılmıştır. Bu yeni kuramın en büyük başarısı, kara deliklerin D-zar kullanarak modellenmesiyle elde edildi. Çünkü genel görelilik kuramındaki karadeliklerle ilgili problemlerin ("bilginin kaybolması" paradoksu dahil) M-kuramıyla çözülmesi ümidi doğdu. Sonraki yıllarda D-zarlar, kuramsal yüksek enerji fiziğinden ve diğer birçok alanda da başarıyla kullanıldı. Bilimadamlarının 11 boyutlu M-kuramından 4 boyutlu bilinen fiziği elde etme uğraşları sürerken, bu konuda yeni bir fikir son yıllara damgasını vurdu. Harvard Üniversitesi'nden Juan Maldacen , D-zar teknolojisini kullanarak yaşadığımız evrenin, Hiperbolik uzay-zamanın (Antide Sitter (AdS) uzay zamanı) yüzeyi olabileceğini ileri sürdü. Bu bakış açısına göre, M-kuramının 4 boyutta tanımlanabiliyor olması önemli ve gerekli değildir. M-kuramı 11 boyutta olabilir ve onun 4 boyutlu AdS yüzeyi üzerindeki izdüşümü (hologram) bize 4 boyutlu birleşik fiziği verebilir. Benzeri bir başka düşünce Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden Lisa Randall ve Boston Üniversitesi'nden Raman Sundrum'dan geldi. Bu fizikçiler evrenimizin 5 boyutlu düz ya da hiperbolik bir uzay-zamandaki 4 boyutlu bir D-zar olabileceği düşüncesini ortaya attılar. 5 boyutlu uzayın sahip olduğu temel nitelikler, 4 boyutlu fizikte halen cevabını bulamadığımız bazı temel sorulara çözüm getirebilir. Ancak M-kuramının öngörüleri deneyler tarafından doğrulanması ve bir fizik yasası konumuna gelmesi için daha çok zaman var gibi görünüyor. Bunun için adım adım bazı öngörüler denenmeye başlanıyor. Örneğin şu an için M-kuramının olmazsa olmaz niteliği olan Süpersimetrinin olup olmadığı, planlara göre 2010 yılına kadar İsviçre'deki CERN laboratuvarında test edilecek. Halen süren başka bir deneyse, 4 uzay-zaman boyutundan başka milimetrik büyüklükte yüksek boyutların olup olmadığıyla ilgili.. PSP (anlam ayrımı) PSP şu anlamlar
a gelebilir: WWE Raw Havadan havaya füze Havadan Havaya Füze (Air-to-Air Missile; AAM), uçak ve helikopterlerin diğer uçan araçları bertaraf etmekte kullandığı silahlardır. Bu silahlar ısıya veya hedefe gönderilip yansıyan radar ve lazer sinyallerine yahut hedeften çıkan radar sinyallerine güdümlüdürler. II. Dünya Savaşı sırasında Alman mühendisler tarafından başlatılmıştır. Büyük müttefik bombardıman uçağı formasyonlarını yok etmek için geliştirilen Ruhrstal X-4 füzesi, savaşın sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. Ruhrstal X-4, tel güdümlü bir füzeydi ve atan uçağın pilotu tarafından yönlendiriliyordu. Almanların bu ilk çalışmaları, savaşın sonunda birçok projeyle beraber ABD ve Rusya tarafından ele geçirilmiştir. Havadan-havaya füze çalışmalarına ilk olarak mevcut teorilerle baslayan mühendisler o zamanların gözdesi olan radarı kullanarak bir füze geliştirmek için uğraşıyorlardı. Fakat radarların hacim olarak büyüklükleri bazı zorluklar çıkarıyordu. İşte tam bu sırada sahneye Dr.William B.Mclean adlı ABD'nden bir bilim insanı çıktı. Evinin garajında kendi halinde deneyler yapan Mclean, bir gün güdümlü füzelerin mevcut problemlerini çözecek bir buluş yaptı. Uçakların motorlarında oluşan ısıyı fark eden ve izleyen basit bir düzenek icat eden Mclean bunu Donanma Mühimmat Test Istasyonu (NOTS/Naval Ordnance Test Station)'nda beraber çalıştığı mühendis arkadaşlarıyla Local Project 612 adıyla geliştirmeye başladı. Bu sistemin anahtar parçası, Fotovoltaic hücre, ("Photovoltaic cell") olarak adladırılan küçük bir elektronik detektörden ibaretti. Bu dedektör, bir elektromanyetik spektrumda oluşan kısa dalga bölgesinin kızıl ötesi radrasyon ışınlarının emisyonlarını ("yani kısaca o bölgenin ısısını") tespit edebiliyordu. Bu arayıcı uzun zamandır yanlış olarak bilinen, bir jet motorunun çıkardığı sıcak egzoz gazlarını değıl, tam tersine sıcak bir metal, yani bir jet veya piston motor egzozundaki ısınan metal parçalarının yaydığı kızıl ötesi ışınları arıyordu. Local Project 612 ile AIM-9 Sidewinder füzesinin ilk temelleri atıldı.Günümüzde güdümlü modern AAM füzelerinin bir tanesinin fiyatı 200 bin dolardan 600 bin dolara kadar değişmektedir. Atatürk Devrimleri Atatürk Devrimleri ya da Atatürk İnkılâpları ("Kemalist Devrim", "Türk Devrimi", "Atatürk Reformları", "Türkiye Cumhuriyeti Devrimi" vb. adlarla da anılır), I. Dünya Savaşı'ndan sonra teokratik ve çok uluslu Osmanlı Devleti'nin laik, demokratik ulus devlet Türkiye'ye dönüşmesiyle sonuçlanan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kişiliği, önerileri, girişimleri ile gerçekleştirilmiş toplumsal, kültürel, yasal ve iktisadi bir dizi düzenlemenin genel adıdır. Kimi kaynaklara göre devrimler, 1919'da ülkenin Müttefikler'e teslim olmasından sonra Anadolu'daki direniş hareketinin Mustafa Kemal tarafından örgütlenmesiyle başlamıştır. Kimileri ise millî bir meclisin toplanıp vergi ve vatana ihanete ilişkin kanunlar yayımlaması, sonrasında ise anayasal nitelikte Teşkilât-ı Esasîye'yi yayımlamasını devrimlerin başlangıcı kabul eder. I. Dünya Savaşı'nın ertesinde ülkenin işgaline karşı direnmekle sınırlı bir kitle hareketi dışında eski rejimin yıkımını tetikleyen herhangi bir başkaldırı ya da kitle hareketi mevcut değildi. 1923'e kadar eski rejimin içerisindeki bir grup, ikinci bir iktidar merkezi yaratıp toplumsal dokuyu yavaş yavaş değiştirerek iktidara yerleşmiştir ve bundan ötürü 1919-1923 arası dönem ""pasif devrim"" olarak adlandırılır. İktidarın ele geçirilip geleneksel aristokrasinin ortadan kaldırılmasıyla merkezi millî devlet güçlendirilmiş; daha sonra sanayi başlatılmıştır. Atatürk devrimlerinin tarihsel bir süreç olarak, Osmanlı Devleti'nde 1839 yılında başlayıp 1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile son bulan Tanzimat Dönemi'ndeki yenilik ve modernleşme hareketlerinin devamı olduğu görüşü yaygındır. Ancak Mustafa Kemal Atatürk, meşrutiyet aydınlarının hedefleriyle yetinmemiş; modernistlerin önerdiği Latin harflerine geçiş, Batıdan yurttaşlık yasası alınması, medreselerin ve tekkelerin kapatılması önerilerinin ötesine geçerek cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması, laiklik ve kadınlara siyasal haklar tanınması devrimlerini de hayata geçirmiştir. Atatürk 30 Ağustos 1925 tarihli Kastamonu konuşmasında devrimlerin amacını; ""Türk Milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye'yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmaktır."" şeklinde ifade etmiştir. Atatürk'ün yaptığı devrimlerle bugünkü çağdaş Türk toplum düzeni oluşmuş oldu. Çağdaş devlet düzeninde temel alınan esaslar çağın ilerleyen devletlerindeki ilerlemeyi sağlayan sistemleri bir devrimle uygulayarak çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmaktır. Merovenj Hanedanı Merovenj hanedanı 5. ve 8. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı. Ren nehrinin kuzeyinde yaşayan Sal Franklarının soyundan gelen Merovenj kralları 454 yılından sonra parça parça Galya'yı ele geçirerek bir Frank krallığı kurarlar. Hanedanın ilk kralının ismi Merovech (Fransızcası Mérovée)'tir ve bu nedenle onun soyundan gelenler kendilerini Merovingianlar olarak adlandırmışlardır. Merivech yarı.efsanevi bir kişiliktir ve hakkında pek bilgi yoktur. Merovech'in oğlu I. Childerik (458-481) krallığın merkezi Belçika'nın Tournai kentidir. Childerik Roma İmparatorluğunun müttefiki olarak önce Vizigotlara, kuzeybatı Fransa'ya saldıran Anglo-Saksonlara ve sonra Allemanlara karşı savaşır. Childerik'in oğlu olan I. Clovis (481-511) ise Güney Fransa'yı ele geçirir ve tüm Frank kabilelerini tek yönetim altında bir araraya getirmeyi başardığı için hanedanın asıl kurucusu kabul edilir. Clovis, karısı Clotilde'nin etkisiyle hıristiyanlığı kabul eder ve Avrupa'nın ilk Katolik kralı olur. Böylece Merovenj kralları, hıristiyanlığı kabul etmemiş olan Vizigot, Ostrogot ve Vandal kavimlerin krallarına göre önemli bir ayrıcalık elde etmiş olurlar. Clovis döneminde Allemanlar Merovenjlerin hakimiyeti altına alınır ve Vizigotlar İspanya'ya çekilmek zorunda kalırlar ve böylece Güneybatı Fransa da Frankların egemenliğine girmiş olur. Clovis'in 511 yılında ölümünden sonra krallık oğulları arasında bölüşülür. Ancak Burgundy ve Provens de Frank krallığına dahil edilir. II. Chlotar (613-629) döneminde krallıklar birleştirilir ve yönetim tekrar tek ele geçer. II. Chlotar'ın oğlu Dagobert (629-639) döneminde krallık son güçlü zamanlarını yaşar. Ardından gelen dönem boyunca krallık sürekli bölünüp yeniden birleşir. 751/752 yılında Merovenj hanedanının son bulmasına kadar geçen sürede krallar aslında saray nazırlarının kuklası haline gelirler. Saray nazırları ise daha sonra başlayacak olan Karolenj hanedanının kurucuları olacaktır. Son Merovenj kralı III. Childerik'in 752'de Papa Zachary tarafından azledilip Kısa Peppin'in tahta geçirilmesiyle Merovenj hanedanı sona ermiş ve Karolenj hanedanı başlamış olur. Hanedanlığın Magdalalı Meryem'in soyundan geldiğine inanılır. İnanışa göre Magdalalı Meryem'in İsa'nın çocuğuyla Kudüs'ten kaçıp Fransa'ya gittiği ve Fransa'da Merovingian Hanedanı'nı kurdukları sanılmaktadır. 5. yüzyılda bu soy Frank kraliyet soyuyla birleşerek yeniden ortaya çıkmıştır. MS 496 yılında kilisenin bu hanedanlıkla bir anlaşma yaptğı ve sonsuza kadar Merovenj soyuna sadık kalacağını belirttiği bilinmektedir; bu muhtemelen soyun gerçek kimliği bilindiği için olmuştur. Katoviçe Katoviçe veya Katowice (Almanca: "Kattowitz"), Polonya'nın güneyinde Yukarı Silezya adlı tarihsel bölgenin en büyük kentidir. Katowice Polonya'nın güney-doğusunda bulunan ve 1999'da kurulan Silezya Voyvodalığı idare merkezidir. Katoviçe 1999'da kurulmasından beri Silezya Voyvodalığı'nın merkezidir. Yukarı Silezla Endüstri Alanı'nın da ana kentidir. Katowice daha önce Almanya sınırları içindeyken Yukarı Silezya İli merkezi; 1920-1939 arasında "Silezya Voyvodalığı" merkezi; 1939-1945 arasınd Nazi Almanya işgali altında; Polonya komünist idaresindeyken ve 1999'a kadar "Katowice Voyvodalığı" merkezi olmuştur. Katoviçe "Silezya yaylası"'nın bir parçası olan "Katowice yaylası"'nda kuruludur. "Yukarı Silezya" bölgesinin doğu köşesindedir. "Yukarı Silezya Bölgesi Kömür Havzası"'nın merkezindedir. Yukarı Silezya Endüstri Alanı'nın da ana kentidir. Katowice coğrafik olarak Vistula Nehri ile Oder Nehri arasındaki bölgededir ve şehrin içinden geçen Kłödnica ve Rawa ırmaklarının kıyısındadır. Altı tane Avrupa ülkesinin başkenti Katowice merkezli 600 km yarıçapılı daireyi içinde bulurlar; bunlar Berlin, Viyana, Prag, Bratislava, Budapeşte ve Varşova'dır.. Katoviçe şehri bitişik kentlerle birlikte oluşan nüfusu yaklaşık 2,75 milyon olan büyük bir metropoliten bölgenin merkezindedir. Bu bölgeye dahil olan diğer şehirler şunlardır: Chorzow, Siemianowice Slaskie, Sosnowiec, Myslowice, Ledziny, Tychy, Mikolow, Ruda Slaska ve Czeladz. Katowcie nüfusu (2009 itibarıyla) kent belediye sınırları içinde 308.724 kişi; şehir ve şehre bağlı varoşları ile nüfus 2,746,000 kişi ve bitişik kentlerle birlikte oluşturduğu metropoliten alanda 3.487.000 kişidir. Katowcie belediye sınırları içindeki nüfusunun 18. yy. sonundan itibaren gellişmesi şu gösterimde incelenebilir: Yüksek Sadakat Yüksek Sadakat, Türk rock grubu. İlk olarak 1997 yılında "Filinta" adıyla kurulan grup, 2004 yılında ise "Yüksek Sadakat" olarak ismini değiştirdi. Grubun temelleri şarkı yazarı ve basgitarist Kutlu Özmakinacı tarafından atıldı. Grubun ilk vokalisti Cemil Demirbakan oldu. Fakat ilk albümün ardından Cemil Demirbakan'ın gruptan ayrılmasıyla vokalist olarak yerine Kenan Vural geçti. Grubun 2. ve 3. albümünün ardından grup, Eylül 2012'de Kenan Vural'la da yollarını ayırdı. Daha sonra Selçuk Sami Cingi ile anlaşan grup onunla da Amerika'ya yerleşmesi sebebiyle Eylül 2016'da yollarını ayırmış, yerine de grubun eski solistlerinden Kenan Vural gruba dahi
l olmuştur. 2017 yılında 10.yıl sebebiyle akustik bir albüm çıkacaktır. Grubun açıklamasına göre bu albüme eski solistler Selçuk Sami Cingi ve Cemil Demirbakan'ın yanı sıra Alpay Şalt da davuluyla eşlik edecektir. Son kadro olarak, vokalde Kenan Vural, gitarda Serkan Özgen, basgitarda Kutlu Özmakinacı, tuşlu çalgılarda Uğur Onatkut ve davulda Sefa Deniz Alemdar bulunmaktadır. 31 Aralık 2010'da, grup 2011 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil etmeye hak kazandı. Yarışmaya "Live It Up" (Türkçe: Hayatı yaşa!) adlı şarkıyla katılan grup, 10 Mayıs 2011'de gerçekleşen yarışmanın 1. yarı finalinde elenerek büyük finale çıkamadı. Bununla beraber Türkiye 1994'ten beri ilk kez Eurovision finallerinde yarışamadı. Eurovision ile adı özleşen ünlü sunucu Bülend Özveren bu durum ile ilgili şu sözleri sarfetti: "Grubun yüzüne "endişelerim var" dedim. Çünkü yarıştığımız grupta Türkiye'ye hiç oy vermeyen 8 ülke vardı. Oy vermediler, finale çıkamadık." Bazı müzik otorileri ise Türkiye'nin erken vedasını şu şekilde yorumlamıştır: "Yüksek Sadakat'in elenmesinin nedeni şarkısının da şovunun da kötü olması." Aacayipsin Aacayipsin, Tarkan'ın 1994 çıkışlı ikinci stüdyo albümüdür. Albüm Avrupa ve Asya'da bazı ülkelerde yayımlanmıştı. Tarkan daha ilk albümünde farklı tarzıyla, ilginç dans hareketleri, özgür, sıradışı, çılgın giyimiyle tüm ilgiyi üzerine çekmişti. İlk albümündeki çılgın tarzı büyük bir reklam olmuştu, herkes Tarkan'dan bahsediyordu, bu popülerlikle Tarkan, Aacayipsin albümünü çıkardı ve milyonluk satışlarıyla Türk pop müziğinin önemli isimlerinden biri haline geldi. Türkiye çapında birçok ilke imza atarak, bu albüm ile Türkiye ve Avrupa'da 30'u aşkın konser verdi. Bu konserlerin 25'i, o zamanki adıyla Doritos Panço sponsorluğundaki turne kapsamında, Türkiye'nin farklı illerinde Tarkan'ı yaklaşık on binlerce seyirci ile buluşturan stadyum konserleriydi. Sanatçının kariyerindeki en büyük dönüm noktalarından olan albüm, ilerleyen dönemde dünyada 3 milyona yakın satış adedine ulaştı. Tarkan bu albümle Avrupa ve Asya ülkelerinde tanınmaya başlamıştı. Albümdeki beğenilen şarkılardan "Hepsi Senin Mi?", 1999'da Tarkan nın single albümü olarak, "Şıkıdım" adıyla piyasaya sürülmüş ve hit şarkılardan biri olmuştur. "Şeytan Azapta" adlı parçanın remix versiyonuna, klip çekilmiştir. Hansi Kürsch Hansi Kürsch, Blind Guardian grubunun vokalistidir ve okul arkadaşı olan André Olbrich ile birlikte grubun kurucu üyesidir. 10 Ağustos 1966'da Lank-Latum kasabasında doğdu.Tam adı Hans Jurgen Kürsch'tür.'Hansi sözcüğü Hans Ve Jurgen kelimelerinin art arda söylenmesinden çıkan ses birlikteliğinden oluşmuştur. Evli ve Jonas isminde bir oğlu var. Hansi Blind Guardian grubunun ruhani lideri konumundadır.Grubun tüm sözlerini Hansi yazmaktadır.Tüm Blind Guardian şarkılarında Hansi'nin ismini görmemize rağmen grubun esas bestecisi solo gitarist Andre Olbrich'tir..Hansi bu konuda 'benim beste olarak gruba katkım azdır..bestelerin % 90'ı Andre'nindir' demektedir.1996 yılına kadar vokalistliğin yanında bass gitarıda çalan Hansi 1996 yılında özellikle Imaginations From The Other Side albümündeki şarkılardaki komplex bass riffleri nedeniyle hem vokal hem de bas gitarı birlikte götürmenin çok zorlayıcı olduğunu düşünerek sadece vokale yoğunlaşmaya karar verdi.Alman bass gitarist Oliver Holzwarth bu noktadan sonra grubun hem stüdyo hem de turnelerde bass gitarlarını çalmaya başladı.Hansi Oliver ile ilgili olarak ' Harika bir bass gitarist.tekniği Steve Harris 'e benziyor.Grubun resmi üyesi değil.Çünkü ilerleyen zamanlarda tekrar bass gitar çalabilirim ancak yapmak isteyeceğim en son şey Oliver'ı kovmaktır' demektedir.1999 yılında beyin sapında oluşan minik bir tümör sebebiyle sol kulağında % 70 işitme kaybı ve ses tellerinde kısmi paralizi meydana geldi...ancak bu tümör önemsizdi ve cerrahi müdahaleye gerek duyulmadan ilaç tedavisiyle halledildi...hansi kullandığı ilaçlardaki yüksek kortizon sebebiyle bugünkü bildiğimiz göbekli vücut yapısını kazandı.. Hansi bugüne kadar birçok yan projede de çalıştı..Bunlardan en bilineni Amerikalı grup Iced Earth'in lideri Jon Schaffer ile yaptığı ve 2 albüm yayınladığı Demons and Wizards projesidir.Hansi sahip olduğu kendine has sesiyle bugün dünyanın en iyi heavy metal solistlerinden biri olarak tanımlanmaktadır.Hansi'nin sesi koro içinden bile ayırt edilebilir.Demons and Wizards grubundaki arkadaşı Jon Schaffer 2002 yılında 'Hansi heavy metal dünyasının Freddie Mercury'sidir' diyerek Hansi'nin sesine olan beğenisini dile getirmiştir.Sahip olduğu yüksek genişlikteki operatik sesini Demons & Wizards ile yaptıkları aynı adlı ilk albümün 12. parçası olan Chant'ta daha net duymaktayız.Tek başına kilise korosu söylüyormuş gibi söylemektedir bu şarkıda. Hansi'nin Çalıştığı Yan Projeler: Demons and Wizards - Demons & Wizards (2000) Demons and Wizards - Touched by the Crimson King(2005) Gamma Ray - Land of the Free - "Farewell" (1994) Grave Digger - Tunes of War (1996, Arka vokaller) Nepal - Manifiesto - Besando La Tierra, Estadio Chico (1997) Iron Savior - Iron Savior (album) - "For The World" (1997) Edguy - Vain Glory Opera - Out of Control, Vain Glory Opera (1998) Grave Digger - Excalibur (1999, Arka vokaller) Therion - Deggial - Flesh of the Gods (2000) Rage - Unity (2002, Arka vokaller) Angra - Temple of Shadows - Winds of Destination (2004) The Arrow - Lady Nite - Never Say Never Ljósálfar - Ljósálfar - Forevermoor Aneurysm - TBA Ayreon - 01011001 Nefes (Mercan Dede albümü) Nefes, Mercan Dede'nin dört albümden oluşmasını planladığı serisinin üçüncü albümüdür. Bu serinin ilk albümü Nar ("ateş"), ikincisi ise Su'dur. Nefes albümü diğer iki albümden daha farklı bir tarza sahiptir. Albüm 15 şarkıdan oluşmuştur. Her şarkının ismi bir dilde "nefes" anlamına gelmektedir. 2006 yılında sesleri kaydedip,albümün bitirme gecikmesinden dolayı 10 Nisan 2007 günü ise piyasaya çıkarılarak satışa sunuldu. Lockheed Martin F-35 Lightning II F-35 Lightning II (Türkçe: "Şimşek II") (Joint Strike Fighter / Müşterek Saldırı Uçağı), savaştaki her amaç için farklı uçak geliştirmenin masraflı olmasından dolayı tek bir uçağın tüm görevleri yerine getirmesi amacıyla tasarlanan bir savaş uçağıdır. ABD deniz ve hava kuvvetlerindeki F-16, A-10, F/A-18 (yeni olan E/F "Super Hornet" varyantları hariç), AV-8B'leri İngiltere ise Harrier'ları bu uçak ile değiştirecektir. Uçağın geliştirme projesinde 9 ülke yer almıştır bu ülkeler içinde Türkiye de bulunmaktadır. Türkiye elindeki F-16'ları bu uçak ile takviye edip değiştirecektir. Uçak F-22'de kullanılan teknolojilerden faydalanılarak üretilmiştir. Radardaki izi F-22 kadar küçük olamasa bile günümüz uçaklarından düşüktür. Bunu sağlamak için silah istasyonları gövdenin içine saklanmıştır. Dikine inip kalkabilmesi için bir modeli de vardır, bu sayede uçak gemilerine ve elverişsiz yerlere rahatlıkla inebilecektir. Uçak gemisine inip kalkarken mancınık ile fırlatılabilmesi ve kanca ile yakalanabilmesi için gövde altı sağlamlaştırılmıştır. Tek kişilik ve tek motorludur. F-35 2040'lı yıllarda dünyanın en önde gelen avcı uçağı olması için tasarlanmıştır. Ayrıca havadan-havaya yeteneği olarak F-22'den sonra gelen tek uçak olarak da planlanmıştır. F-35 tasarlanırken istenilen özellikler ise şunlar olmuştur: Geçmişteki avcılardan dört kat daha fazla etkili havadan havaya mücadele, sekiz kat daha etkili karaya saldırı, üç kat daha etkili stratejik keşif ve hava savunması. Manalı olarak bu yetenekleri geçmişte kalan uçaklardan daha küçük ayak izi (radar izi) ve daha uzun menzille yerine getirmelidir. Uçak ABD Donanması'nın V/STOL ihtiyacı nedeni ile tasarlanmıştır.AV-8 Harrier II uçağının başarısızlığı, yerine başka bir uçak aranmasına neden olmuştur.Ayrıca NATO ülkelerindeki F-16'ların yerini doldurabilecek yeni bir ticari savaş uçağına ihtiyaç vardı.Böylece Birleşik Devletler hem para kazanacak hem de sattığı klasik kalkış yapabilen uçaklardan kendi için ürettiği V/STOL uçakların maliyetini çıkarabilecekti.Diğer ülkelere F-22 satışı olmadığından doğal olarak talep bu uçağa yönlenecektir. JSF (Joint Strike Fighter / Müşterek Saldırı Uçağı) projesi birçok ihtiyacın dışında var olan genel avcı tiplerini değiştirmek için geliştirildi. Güncel JSF projesi kontratı 16 Kasım 1996'da imzalandı. Lockheed Martin X-35 prototipi diğer aday uçak olan Boeing X-32'ye karşı üstünlük sağladığı için 26 Ekim 2001'de "Sistem Geliştirme ve Gösterim(SDD)" tarafından ödüllendirilmiş ve kontrat bu uçak için imzalanmıştır. Seçilen uçağın ismi Lockheed'in kendi içinde "F-24" düşünülmesine rağmen atanan isim "F-35" olunca Lockheed'e bir sürpriz olmuştur. Lockheed'in II. Dünya Savaşındaki P-38 Lightning ve Soğuk Savaş döneminde İngiliz Uçak Kurumu'nun(BAC) ürettiği "Electric Lightning" uçaklarının onur ve şerefine, Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri (USAF) tarafından 7 Temmuz 2006'da resmi olarak uçağın ismi F-35: Lightning-II olarak açıklanmıştır. Seçim listesinde bulunmuş diğer isimler Kestrel, Phoenix, Piasa, Black Mamba ve Spitfire II'dir. F-35, çift motorlu kardeşi Lockheed Martin F-22 Raptor'dan benzer ana unsurları almakla beraber, daha küçük görünmekle, biraz daha geleneksel ve daha şıktır. Egzoz kanalı tasarımı, ABD'de Deniz Kontrol Gemisi projesi için ihtiyaç duyulan süpersonik VTOL avcı uçağı için teklif edilmiş General Dynamics Model 200(1972) tasarımından ilham alınmıştır. Daha ileri seviyede gelişmiş bir STOVL (F-35B) için Loockhed, Yakovlev'e danışmış ve Yak-141'in tasarım verilerini satın almıştır. ABD Deniz Kuvvetleri'nin başarısız Rockwell XFV-12 dahil olmak üzere 1960'lardan beri denediği çeşitli deneysel tasarımlar üretilmiş ve test edilmiş olmasına rağmen, F-35B ABD için ilk operasyonel bir süpersonik STOVL ve görünmez avcı uçağıdır. F-35, 31.000 kg maksimum kalkış ağırlığı ve 1.6 Mach üzerinde bir azami hıza sahiptir. Lightning II, yerini alacağı hafif avcılara göre oldukça ağırdır. Boş ve maksimum brüt ağırlıkları, Vietnam savaşı dönemindeki tek motorlu en büyük a
vcı uçağı olan tek kişilik F-105'e oldukça yakın ve benzerdir. Ancak F-35 sahip olduğu modern motor sayesinde %60 daha fazla itici güç sağlar, böylece güç/ağırlık oranı ve kanata yükleme, göreceli olarak donanımlı bir F-16'ya çok daha yakındır. Uçağın parçalarının %80'ini paylaşan üç farklı yapılanması üretilmektedir: İhracat edilecek ülkelere yönelik degiştirilmiş iki farklı versiyonu bulunmaktadır: ABD programın birincil müşterisi ve destekçisidir. Türkiye, İtalya, Hollanda, Kanada, Norveç, Danimarka, Avustralya ve Birleşik Krallık programa toplam 4.375 milyar $(Amerikan doları) katkıda bulunmuştur. Programın toplam maliyeti yaklaşık olarak 40 milyar $(ABD Doları) olarak tahmin edilmektedir(ABD tarafından genellikle saklı tutulur). Uluslararası katılımlarda 3 seviye vardır ve katlımcılar bulundukları finansal katkıya göre seviyelendirilir. Birleşik Krallık "1. seviye" partnerdir ve 2.5 milyar $ (ABD Doları)'lık katkıda bulunmuştur. "2. seviye" partnerler ise 1 milyar $ (ABD Doları) katkı yapan İtalya ve 800 milyon $ (ABD Doları) ile Hollanda'dır. "3.seviye" partnerler ise Kanada - 440 milyon $ (ABD doları); Türkiye - 175 milyon $ (ABD Doları); Avustralya - 144 milyon $ (ABD Doları); Norveç - 122 milyon $ (ABD Doları) ve Danimarka - 110 milyon $ (ABD Doları). İsrail ve Singapur ise güvenlik yardımına katılmışlardır. Hollanda JSF'nin ilk ortaklarından olmasına rağmen 2009 Nisan ayında F-35 alımı konusunda ciddi tartışmalar sahne olmuş bir ülkedir. Ülkedeki işçi partililer F-35'in maliyetinin artması ve henüz birim fiyatının belli olmaması sebebiyle alımın iptal edilmesi fikrini öne atmış, ancak koalisyonun diğer ortağı olan Hristiyan Demokratlar projenin devamından yana olmuşlardır. Mecliste süren uzun tartışmalar sonucunda Hollanda meclisten kendi lehine önemli bir karar çıkarttırmış ve Lockheed Martin'e kabul ettirmiştir: İlk F-35 test uçağı temin edilecek ve Hollanda eğer bu uçağı kendi ihtiyaçlarına uygun bulmayıp anlaşmadan vazgeçerse 113 milyon avronun sadece 20 milyon avrosunu ödeyecek. Kalan maliyet ise Lockheed Martin‘in sorumluluğunda karşılanacak. Türkiye JSF(Joint Strike Fighter) Projesine 12 Temmuz 2002'de yedinci uluslararası partner olarak katılmıştır. Ayrıca Türkiye yapacağı F-35 üretimi ile ilgili olarak karşılıklı anlayış muhtırası imzalamıştır. Türkiye 116+18 adet F-35A "CTOL/Hava Kuvvetleri(Geleneksel kalkma ve inme)versiyonu" siparişinde bulunmuş ve bu uçaklar için 11 milyar $ (Amerikan Doları) ödeyeceği bildirilmişitir. Türkiye'deki uluslararası üretime katkıyı Tusaş Havacılık ve Uzay Sanayi tarafından lisanslı olarak yapılması planlanmaktadır. Ayrıca üretilen bütün uçakların motor bölümü ve diğer kısımlardan bazılarının parçaları Türkiye'de üretilecektir.İlk motor teslimatı yakın zaman önce gerçekleşmiştir.Ayrıca uçağın elektronik kablo tesisatını üreten Hollandalı firma dördüncü fabrikasını Türkiye'de açmıştır. Pentagon uçaklara ait yazılım ve şifreleri vermemektedir. Milli savunma bakanı İsmet Yılmaz, 100 adet F-35 alınacağını, bunların ikisinin 2017'de teslim edileceğini ve uçaklar için 25 milyar dolar ödeme yapılacağını açıkladı Hollanda'dan sonra Avustralya'da da projenin maliyetleri konusunda soru işaretleri oluşmuş ve bazı iddialar basına yansımıştır ancak Avustralya Savunma Bakanlığı bürokratlarının 2009 Mayıs ayında kaleme aldığı Beyaz Kitap’ın yazarlarının yorumunda, Avustralya için 2030 yılına kadar beşinci nesil savaş uçağı alternatifinin sadece F-35 olduğu, zira 20 yıl boyunca F-35’ten daha üstün bir uçak olmayacağı iddia edilmiştir. Yapılan yorumda, F-35’in stealth özelliği ve modern aviyoniği ile her türlü tehdite cevap verebilecek bir uçak olacağı dile getirildi. Avustralya, 100 adet F-35A (CTOL) tipi taarruz uçağı tedarik etmeyi planlıyor. Bu uçaklar, F/A-18A/B Hornet’lerin yerine geçerek F/A-18F Super Hornet uçaklarını tamamlayacaklardır. F-35`in faaliyet gösterdiği ve uçak teslim almış ülkeler: Benzer tasarım ve gelişimdeki uçaklar Benzer rolde, dönemde ve yetenekte olan uçaklar Su (Mercan Dede albümü) Su, Mercan Dede'nin Nar ("ateş") albümünün devamı olarak çıkarttığı müzik albümüdür. Mercan Dede'nin 5. albümü olan "Su", Ağustos 2004'de piyasaya çıkmıştır. Albümde birçok önemli isimle çalışmış, özellikle Ceza ve Özcan Deniz gibi Türkiye'nin popüler çağdaş sanatçılarıyla çalışması ilgi çekmiştir. "Su" albümünün devamı olarak tanımlanabilecek bir şekilde, fakat daha farklı bir ses ve tarz ile 22 Şubat, 2007'de "Nefes" albümü çıkmıştır. Hata terimi İstatistikte hata terimi bir gözlemin kendi beklenen değerinden meydana gelen sapmasına verilen isimdir. Bütün anakütlenin bir ortalaması olan beklenen değer, genelde gözlemlenmeye müsait değildir. Eğer 30 yaşındaki kişilerin boy ortalaması 1 metre 70 cm ise, popülasyon (anakütle) içinden tesadüfi olarak seçilen bir kişinin boyu 1.72 cm olarak ölçüldüğünde hata +2 cm'dir. Eğer kişinin boyu 1.68 cm ise hata -2'dir. Artık terim ise gözlemlenemeyen hata teriminin gözlemlenebilen tahmin edicisidir. Almanya'daki Türkler Almanya'daki Türkler, Türkiye'den Almanya'ya göçmüş ve yerleşmiş Türklerdir. Geniş tanımı ile Almanya'da doğan Türkleri de kapsar.(Türkiye'den göçmüş yerleşmiş olan Kürtler de dahildir.) İlk başlarda Almancılar diye tanımlanan grup, günümüzde olumsuz bir anlam kazanan bu sıfatı benimsememektedir. Gurbetçiler tanımı ise yaşadıkları ülkede kalıcı konuma geçmiş, değişik meslekleri ifa eden ve bazıları yaşadıkları ülkenin yurttaşlığına geçen özellikle yeni nesil Türkleri tam olarak ifade etmemektedir. Geçtiğimiz 40 yıl içerisinde Türkiye'den Almanya'ya üç milyon civarında insan göç etmiştir. Almanya'daki yabancılar Almanca olarak öncelikle yabancı misafir işçi (Gastarbeiter) olarak adlandırılmışlardır. Alman toplumu, Almanya'ya işçi alımı ile gelen insanları sadece iş için gelen misafirler olarak görmüşlerdir. Bugün küreselleşmenin etkisiyle ve de buna bağlı olarak sosyal anlayışın gelişmesiyle "yabancı vatandaşlar" (Ausländische Mitbürger) olarak adlandırılmaktadırlar. İlkler Osmanlı devletinin meslek eğitimi için yolladığı ve Alman sanayisinde eğitim gören ve özellikle savunma sanayisinde çalışmış olan Türklerdir. 1960'larda iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya, daha önce İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere kapılarını açmış ve sonunda Türkiye'deki insanlara da göç imkânı tanımıştır. Esas olarak bu göçmenlerin Almanya'daki maddi durumları Türkiye'dekilere göre daha iyi bir konumdaydı. Amaçları çalışıp, para biriktirerek Türkiye'ye kısa bir süre içinde geri dönmek olan bu grubun çok az bir kısmı Türkiye'ye geri dönmüştür. Büyük çoğunluğu ailelerini Türkiye'den getirterek Almanya'da yaşamaya devam etmişlerdir. Ancak Almanya 1973'te göçmenlere kapılarını kapatmıştır. Buna rağmen Türkler, yasa dışı yollardan sığınma amacıyla ülkeye giriş yapmaya devam etmişlerdir. 1980'de Türkiye'ye geri dönmeleri amacıyla yapılan mali yardımlar da bir sonuç getirmemiş, göç sürmüştür. Almanya'daki göç sorununun en büyük sebebi olarak, Almanya'nın ABD ve Avustralya'nın aksine kendisini bir "göç ülkesi" olarak görmemesi ve de uyum için gerekli önlemleri başından almaması gösterilmektedir. Türkiye'den göç eden göçmenler Almanya'da kendilerini birçok alanda göstermiş, özellikle kültür ve ekonomi alanlarında etkin olmuşlardır. Anayurtlarına olan bağlarını Türkiye'ye yaptıkları yıllık tatillerle koparmamışlardır. Türk basınını ise gerek televizyondan gerekse gazetelerden izlemekte olup, birçoğu, Hristiyan yaşam biçiminin hakim olduğu Almanya'da, İslamî değerlere göre yaşamayı sürdürmektedir. Almanya Türkleri 1960 ve sonrasında iş bulmak amacıyla gittikleri Almanya'da günümüze dek sayıları katlanarak artmışlardır ve şu anda 3. nesle ulaşmışlardır. Almanya Türkleri heterojen bir gruptur. Türk Devleti bütün vatandaşlarını Türk olarak tanımladığı için, bu tanım içinde bazı farklı etnik kimlikleri de barındırır. Ancak bu grubun hemen hemen hepsi Türkçeyi ana dil olarak konuşur. Almanya'da, Kıbrıs, Suriye ve Balkanlar'dan giden, bu ülkelerin vatandaşlığında olan Türk kökenliler de bulunur. 1974 senesinde Almanya'nın petrol krizinden sonra getirilen göçme yasağından sonra, Türk vatandaşları evlenme, aile birleşimi, kaçak veya ilticai sebeplerle yine de bir yollarını bulup gelmişlerdir. Alman devleti bunu takip eden senelerde, yeniden düzenlenen iltica, göçmen ve vatandaşlık yasaları ile bu akımı engellemek için yasal baraj koymaya çalışmıştır. İltica etmek isteyenlerin baş listesini bugüne kadar Türk vatandaşları çekmektedir. Federal Almanya İstatistik Dairesinin 2002 sayılarına göre, Almanya'da yaşamakta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 1.912.200 olarak verilmektedir. Bu sayılara 2002 sonuna kadar Alman vatandaşlığına geçmiş olan toplam 565.766 kişiyi de eklemek gereklidir. Bu durumda Almanya'daki Türk nüfusunun 2.477.966, buna istatiki bilgilerin güncel olmadığından yola çıkarak tahmini 100.000 daha eklersek, 2,5 milyondan fazla olduğu söylenebilir. Almanya'ya ilk gittiklerinde 'misafir işçi' olarak adlandırılmışlarsa da, bu ülkede geçici olmadıklarını söylemek mümkündür. Bugüne kadar 620 bin Türk vatandaşı (Alman İstatistikler Dairesi) Alman vatandaşı statüsündedir. Alman vatandaşlığına geçiş ile Baden-Württemberg eyaleti "vicdani test" yasasını 1 Ocak 2006'da yürürlüğe koydu. Müslümanların namus cinayetinden eşcinselliğe, tartışmalı konulara yaklaşımını ölçen test, ayrımcı ve aşağılayıcı bulunuyor. Türkler Almanya'da hemen hemen her önemli şehirde yoğun bir şekilde yaşamakla birlikte, sanayi merkezlerinde sayıları daha yoğundur. Frankfurt, Berlin, Köln, Hamburg, Düsseldorf Stuttgart ve Münih Türk azınlığın yaşadığı Almanya şehirlerinin başlıcalarıdır. Heterojen bir grup olduklarι için mezhep farklılıkları da bulunmaktadır, Gayrimüslim (Süryani, Yezidi vs.) eski Türk vatandaşların çoğunluğu Almanya'ya ilticacı statüsü ile geldiklerinden ve bulundukları sosyal ve dini konumları sebebi ile en kısa zaman içinde Alman vatandaşlıklarına kavuşuyor. Bu yüzden Almanya'daki Türk toplum
unun içinde herhangi bir faal faaliyet içinde değildirler. Din ve camii Almanya'da yaşayan Türk toplumu için önemli bir rol oynamaktadır. Almanya'nın İslamiyeti resmi din olarak kabul etmediği ve özerk statüsü bulunmadığı için dernek kanunlarının verdiği imkânlarla dernek çatısı ve sıfatı altında düzenlenmekte. Satın alınan, bina, depo veya atıl fabrika binalarına yapılan düzenlemelerle dini ihtiyaçlar giderilmeye çalışılmaktadır. Diyanet işlerinin desteklediği Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) organizasyonuna üye binlerce Türk vatandaşı vardır. Bu organizasyon Türkiye'nin anayasal düzenine bağlıdır. Bunun yanında diğer uçlara yönelik organizasyonlar olup, en başında Millî Görüş ile binlerce üyesi vardır. Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı, Millî Görüşü devamlı izlemekte ve Alman Anayasayısını tehdit edici olarak sınıflandırmaktadır. Almanya'da daha aktif olan bir Alevi toplumu bulunup, çeşitli şehirlerde bulunan Cemevleri ile sıkı bir organizasyona girişmişlerdir. Bu zamana kadar birçok milletin dağılmış İslamî dernekleri 4 büyük İslam federasyonları altında toplanmışlar. Alman hükümetinin kendi karşılarında bir muhatap olacak İslam Kurulunun kurulabilmesi için 2007 senesinde toplanan 4 büyük İslami federasyon ortak çalışma ve adım atma kararı aldı. Bu kurul daha sonra Alman hükümeti ile ilk toplantısını Eylül 2006'da Federal İçişleri Bakanı Dr. W. Schäuble'nin büyük özverisi ile yapmıştır. Bu konferans 15 İslamî federasyon temsilcisi, 15 eyalet ve hükümet temsilcilerinden oluştu. Konferansta Alman müslümanlarla Ahmediye cemaati bulunmadılar. Alevi organizasyonunda bir İslamî toplum temsilcisi olarak davet edilmesi ve katılması da kayda değer bir bilgidir. Millî Görüş, "Siyasi İslam" tarzı sebebi ile konferansa çağrılmamıştır. Konferansa katılan organizasyonların temsilcileri: İkinci Almanya İslam konferansı Mayıs ayının başında Alman hükümetinin başkanlığında toplanmış olup somut sonuçlar vermeden bitmiştir. Türklerin Türkçedeki yetersizliklerinin tek sebebi ebeveynler değildir. Bavyera eyaleti Türkçe derslerini bir ya da iki yıl içerisinde tamamen kaldırmayı planlamaktadır. Berlin'de okullarda Türkçe konuşulması yasaklanmış, Hessen'de ana dil eğitimi yürürlükten çıkarılmıştır. Almanya'nın uyum adı altında yürüttüğü bu politika, asimile edilmeye çalışıldıkları gerekçesiyle Türkler tarafından eleştirilmektedir. Ancak Türk televizyon ve gazeteleri sayesinde dildeki bu biçimlenmeden etkilenmeyen ya da daha az etkilenen insanlar da vardır. Özellikle eğitim düzeyi daha yüksek olanlar, gerek Türkçeyi gerekse Almancayı daha düzgün konuşabilmektedirler. Ayrıca "23 Nisan Çocuk Şenlikleri" kapsamında okunan Türkçe şiirler, söylenen Türkçe şarkılar da çocukların Türkçesini pekiştirmektedir. Bu sebeple Alman okullarının Türkçeye daha kapsamlı yer vermesi ve hatta İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca gibi seçmeli ders statüsüne yükseltilmesi talep edilmektedir. Göç hem ekonomik ve hem de sosyal öneme sahip olmaya devam etmektedir. Almanya uzun yıllar boyunca ve halen önemli oranda göç alan bir toplum olmuştur. Yeni bir dizi göçmenlik yasalarının yürürlüğe girmesi ile birlikte, göçmenlerin entegrasyonu resmi Federal Almanya politikasının ana odağı haline geldi. Büyük ölçüde devlet kaynaklı olan kültür, siyaset ve toplum, dil kursları, yeni göçmenlerin entegrasyonunu amaçlayarak ülke çapında düzenlemeler getirilmiş; belirli bazı durumlarda, bu tür kurslara katılım zorunlu tutulmaktadır. Ayrıca, yeni yasa orada çalışmak için ülkeye girmek için çok yetenekli üçüncü ülke vatandaşları için çok sayıda formalite ve daha fazla seçenek sağlanırken; Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşları, genellikle bu nedenle Almanya'da oturma iznine ve çalışma hakkının keyfini çıkarırlar, kalışları düzenlenmiş değildir. 11 eylül olayları ve islamın tüm dünyada "öcü" olarak sahneye çıkışı. Avrupa'nın en büyük kentlerinde terör saldırıları, doğuya ve doğulu olan her şeye kuşkulu bir bakış duyulmasına neden oldu. İşte tüm bu küresel gelişmeler çerçevesinde Almanya içinde de sayıları giderek artan, örgütlenen, güçlenen göçmenler de demokratik haklar iddia etmeye başladılar. Eğitimde anadil hakkından, cami inşasına kadar varan geniş bir yelpazede Türk göçmenler seslerini duyurmaya başladılar. Alman devletinin karşısında muhatap alınmayı talep eden bir kitle oluştu. Ancak devlete göre bünyesinde bazı tehlikeleri barındıran bu kitle sorunsuz değildi. Türk göçmenlere yönelik suçlamaların başında dil öğrenmemiş olmaları geliyor. Bunun yanı sıra göçmen çocukları arasında suç oranının daha yüksek olması, eğitim seviyesinin daha düşük olması, gelecek perspektiflerinin nispeten dar bir çerçeveye sıkışması, islamın aşırı uçlarına kayma ihtimalinin daha yüksek olması gibi sorunlar da öne sürülüyor. Sarrazin gibi bazı politikacılar da tüm bunların Arap ve Türk göçmenlerin genetik özelliklerine dayandığı gibi bazı açıklamalar da yapmıştır. Gelişmiş güvenlik önlemleri sonucunda, göçmenler (özellikle Müslüman ve Afrika ülkelerinden gelenler) polis soruşturma (kimlik talepleri gibi) karşı karşıya kalabilirler. Yeni göçmenler, yerli nüfusa entegre olma konusunda ön yargılara ve sorunlara tabi tutulmakta, genellikle segmentlere ayrılmış topluluklarda yaşamaya mecbur bırakılmaktadırlar. Yoğun suç işleme oranı ve genel entegrasyon sorunları bazı göçmen gruplarda görülmektedir. Bu konuda odaklanan polis operasyonlarına rağmen, göçmenler hâlâ ağırlıklı olarak eski Doğu Almanya'da kırsal kesimde veya küçük kasabalarda ırkçı saldırılara maruz kalmaktadırlar. Bu sorunlar yalnızca Almanya'ya özgü olmamakla birlikte, diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında Almanya'da sıklıkla karşılan sorunlardandır. Bazı Alman eyaletlerinde (eğitim işlerinden sorumlu olanlar), genellikle öğretmenler tarafından tüm dini sembollerin kullanımını yasaklayarak, derslerde türban takan Müslüman öğretmenler yasaklandılar, Bu konu kamuoyunda yoğun olarak tartışılmaktadır. OECD tarafından yayımlanan bir çalışmada, Almanya'daki göçmenler başka ülkelerdeki muadillerine göre okulda daha kötü performans ortaya koydu göçmen farklı gruplar arasında akademik performansında büyük farklılıklar vardı.. Almanya Türklerinin eğitim durumuna gelmeden önce, Alman eğitim sistemine göz atmakta fayda var. Alman eğitim sistemi dört katmandan oluşmaktadır ve eyaletten eyalete farklılıklar göstermektedir. Kabaca Alman eğitim sistemini şu katmanlara ayırabiliriz: 6 yaşını dolduran her çocuk 4 yıllık ilkokula ("Grundschule") gönderilir, öğrenme güçlüğü çeken çocuklar ise ebeveynin onayını almak suretiyle 9 yıllık Sonderschule'ye gönderilir. İlkokul son sınıfta erişilen not derecesine göre çocuklar 5 yıl sürecek olan ortaokula ("Hauptschule"), 6 yıl sürecek olan orta dereceli liseye ("Realschule") veya 8 yıl sürecek olan yüksek dereceli liseye ("Gymnasium") yerleştirirler. Sonderschule'yi bitiren bir çocuk, ek olarak 1 yıl daha okuyarak ortaokul diplomasına sahip olabilir. Aynı şekilde ortaokulu bitiren bir çocuk, yine dereceye göre 1 yıl 10. sınıfı okuyarak veya doğrudan 2 yıllık meslek okulunda okuyarak orta dereceli lise diplomasını alabilir. Buna ek olarak orta dereceli liseyi bitirmek suretiyle 2 veya 3 yıl meslek / teknik yüksek okullarında okuyarak yüksek dereceli lise diplomasına sahip olunabilir. Yüksek dereceli lise diplomasına sahip herkes, belirli derecelere göre üniversitede veya yüksekokulda okuyabilirler. Almanya Türklerinin nüfuslarına rağmen eğitim alanında oldukça zayıf oldukları söylenebilir. Buna gerekçe olarak ise 4. sınıftan sonra öğrencileri ilkokuldan ortaokula, orta liseye veya yüksek liseye yerleştirme sürecinde, Türk çocuklarının Almancaya yeterince hakim olmamaları sebebiyle genelde ortaokula yerleştirilmeleri gösteriliyor. Ancak yeni kuşakta eğitime ilgi geçmişe oranla daha iyi bir durumdadır. Çocukların eğitim ve kültür seviyesi ebeveynlerin kültür ve varlık seviyesi ile de ilgilidir. Yüksek eğitime veya meslek eğitimine başlayan ve başarı ile bitirenlerin sayısı gün geçtikçe çoğalsa da yaşadıkları ülkenin ortalamasına göre zayıftır. Türk çocuklarının ve gençlerinin Alman eğitim sisteminde bocalamasında ve başarısızlığında en büyük sorumluluk, ebeveynlerin yetersiz veya hiç olmayan eğitim seviyesi ile onların maddi imkânsızlıkları veya diğer maddi değerlere daha öncelik vermeleridir. Burada özellikle kız çocukları toplumsal baskı ve bırakılmak istenmeyen gelenek ve görenek bahaneleri ile yoksun bırakılmaktadırlar. 2002'de yapılan bir araştırmaya göre Berlin'de yaşayan Almanyalı Türklerin eğitim düzeyi: Alman eğitim sisteminin fakir, göçmen, mülteci ve engelli çocuklara ayrımcılık uygulanmasına yol açtığı BM'nin insan hakları raporuna da yansımıştır. Türk asıllı göçmenlerin sorunları şu sıralarda birçok filme konu olmaktadır. Buna önayak olan ilk kişilerden biri de "Angst essen Seele auf" (Korku ruhu yer) filmiyle Rainer Werner Fassbinder'dir. 1998 yılında Kutluğ Ataman'ın "Lola und Bilitikid" adındaki özellikle eşcinsel Türklerin sorunlarını işleyen film yayına girdi. 2000 yılında ise Lars Becker'in bir mafya filmi olan "Kanak Attack"ı gösterime girdi. Türk yönetmen Fatih Akın ise 1998'de "Kurz und schmerzlos" (Kısa ve acısız) ve 2004'te Berlin Altın Ayı ödülünü kazanan "Gegen die Wand" (Duvara Karşı) adlı filminde Türk göçmenlerin yaşadıkları sorunları işledi. Bunun dışında son zamanlarda Alman televizyonlarının Türk nüfusuna olan ilgisi şaşırtıcı derecede artmıştır. Özellikle "Alle lieben Jimmy" ve sonrasında "Türkisch für Anfänger" dizileri ARD ve RTL'de yayımlanmaya başlamış, bazı basın yayın organlarınca yılın en iyi "televizyon olayı" olarak görülmüştür. Şüphesiz bu ilginin arkasındaki asıl sebep, Türkleri Alman kanallarını izlemeye teşvik ederek yüksek izlenme oranları sayesinde gelir sağlamaktır. Alman görsel medyasında çeşitli kabere ve tiyatro faaliyetlerinde bulunan Türk ve Türk asıllı sanatçılar bulunmaktadır. Komedi dalında başarılı çalışmalar dışında çeşitli önemli televizyon ve film oyuncuları bulunmaktadır. Fatih Akın gibi ödül almış film yapımc
ıları Alman film dünyasındaki yapıtları ile isim yapmıştır. Ödüllü filmi 'Gegen die Wand' ile Almanya'daki Türk toplumunun sosyal sorunlarını ele almıştır. Türklere atfen vizyonda olan ARD dizisi 'Türkisch für Anfänger' (Yeni Başlayanlar İçin Türkçe) ve RTL'de oynayan 'Alle Lieben Jimmy' (Herkes Jimmy'yi Seviyor) dizileri sayılabilir (2007). Almanyalı Türkler içerisinde roman ve öykü yazan Fakir Baykurt, Renan Demirkan, Akif Pirinçci sayılabilir. Alttaki "Tanınmış Almanya Türkleri" başlığı altında daha geniş bir isim listesini bulmak mümkündür. Ve şu an Türkiye'de de çok popüler olan ve Almanya'da da Türklerin gurur kaynağı olarak gösterilen Albümleriyle hep çok satan İsmail YK da Alman asıllı Türk sanatçılardandır. Almanya'da da en çok tanınan sanatçılardan biridir. Almanya'daki Türkler seçme ve seçilme haklarını kullanabilmek için Alman vatandaşlığına geçmek zorundadırlar. Alman vatandaşlığına geçiş SPD'nin iktidar döneminde artmayıp düşmeye başladı. Yine de her seçim döneminde etkileri artmakta. Genel desteği düşen SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) son iki seçimde Türklerden aldığı oylardaki katkısı çok çarpıcı olmuştur. Almanya Türkleri, Almanya siyaseti, medyası, ticareti vs. üzerinde fazlaca etkiye sahip değilken, yeni dönemde etkilerinde ciddi bir artış gözlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Almanya Türkleri üzerinde ciddi bir stratejisinin bulunduğu söylenemez. Düne kadar Almanya Türkleri sadece işçi olarak görülmüş ve getirdikleri döviz üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda işçiler kendi sorunlarını çözmek zorunda kalmışlar, daha doğrusu sorunları ile başbaşa bırakılmışlardır. İşçi dövizleri uzun yıllar Türkiye'nin döviz ihtiyacını karşılamıştır. Ancak son dönemde Almanya'daki Türkler kazançlarını Almanya'da değerlendirmeyi tercih etmektedirler. Her geçen yıl Türkiye'yi ziyaret eden Almanya Türkünün sayısı azalmaktadır. Geçmişte tatillerini düzenli olarak 'memleketlerinde' geçiren Türkler günümüzde daha çok Almanya'yı ya da Türkiye'deki tatil yerlerini tercih etmektedirler. Türklerin yoğun yaşadıkları yerleşim bölgelerinde Türk-Alman Kültür Dernekleri bulunur. Bunlar çeşitli kültür, eğitim ve uyum çalışmalarında bulunmaktadırlar. Almanya Türklerinin en büyük sivil toplum kuruluşu 870'i aşkın bağlı derneğe ulaşan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'dir (DİTİB). Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Almanya'daki müslümanların % 70'ini temsil etmektedir. Bu kuruluş Almanya genelinde kendisine bağlı dernekleri koordine ederek, dini, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler gerçekleştirmektedir. Almanya'nın hoşgörülü dernek yasalarından yararlanan ve çeşitli amaçlı siyasi veya kültürel Türk dernekleri mevcuttur. Türk Alman Sağlık Vakfı ise yurttaşların sağlık sorunları yanında çeşitli hayır işlerini yapmakta olan bir sivil toplum örgütüdür. Almanya'daki Türkler, ilk göçlerden bu yana zaman zaman ırkçı saldırılara maruz kalmaktadırlar. Bu saldırıların nedeni bazen yabancı düşmanlığı olurken, bazen de Türklerin İslami kimliği olmaktadır. Hükümet makamları ve sivil toplum örgütleri ırkçılığı engellemek için çeşitli çalışmalar yapmaktadırlar. 29 Mayıs 1993 günü, Solingen şehrinde ırkçı Almanlar bir Türk ailenin evini kundakladılar. Genç ailesinin 5 ferdi yanarak ölürken ailenin diğer ferdleri ağır yaralı olarak canlarını kurtardılar. Kamuoyunu ve özellikle de Almanya'daki Türkleri galeyana getiren olaydan sonra tutuklanan ırkçı gençlerin aldıkları cezalar, hafif bulunarak çeşitli kişi ve kuruluşlarca eleştirildi. 24 yaşındaki Markus G. 5 kez cinayetten, 14 kez ölüme teşebbüsten ve yangın çıkarmaktan 15 yıl hapse, 18 yaşındaki Felix K., Christian R. (19) ve Christian B. (22) gençlik kanunun verdiği en ağır cezalarla 10 sene hapse mahkûm oldular. Cezaları daha sonra 1997 de Federal Üst Mahkemede tescil edildi. Sanıklar Genç ailesine tazminat ödemeye mahkûm edilmiş olsalar da, bu tazminat sanıkların halen cezaevinde olmaları veya gelirsizlik ve ikametgâhının belirsizliği sebebi ile tahsil edilememiştir. Cezalarını çeken 3 sanık tahliye oldu. Genç ailesinin acılarına rağmen her iki toplumun barışçıl yaşama çağrıları sonucu Mevlüde Genç'e liyakat madalyası verildi. – Cumhurbaşkanı Johannes Rau : 10. anma yılında. Lagün Lagün veya deniz kulağı dalgalar tarafından oluşturulan kıyı birikim şekillerindendir. Ancak oluşumunda, kıyı akıntılarının da etkisi vardır. Bunlar, alçak kıyılardaki koy ve deltalardan oluşurlar. Koyun bir ucundan diğer ucuna doğru bir ok gibi uzanan şekillerdir. Bir kıyı okunun koyun ağzının kapatılacak şekilde gelişmesi ve karşı buruna bağlanmasıyla kıyı kordonu meydana gelir. Kıyı kordonunun oluşumuyla eskiden koy olan kısım denizden ayrılarak önce lagün daha sonra göl haline gelir. İstanbul yakınlarındaki Büyükçekmece Gölü ve Küçükçekmece Gölü, bu şekilde oluşmuş birer kıyı gölüdür. Eğer kıyı kordonları koyun önünü tamamen kapatmazsa geride kalan kısma deniz kulağı ya da lagün denir. Bunlar, dalga lar ve rüzgârların etkileriyle, iç kesimden akarsuların bunlara taşıdığı sedimentlerin yığılması gibi süreçlerle, uzun bir zaman süresi içersinde ortadan kalkabilir. Lagün İtalyanca "laguna"'dan gelmektedir ve Venedik etrafındaki sulara atıfta bulunmaktadır. Venedik lagünü örnek gösterilmiştir. Resiflerin kuşattığı ada lar yükselirken, yalnızca resifler deniz yüzeyinin üzerinde kalıncaya denk Mercan resifleri şeklinde büyürler. Saçak resiflerinin kenarları oluşturan lagünlerin aksine mercan lagünleri 20 metre gibi derin kısımları da içerir. Kıyı lagünleri dik ve kayalık boyunca oluşmaz. Ya da gelgit lerin 4 metreden yüksek olduğu yerlerde görülmez. Kıyı lagünleri jeolojik olarak genç, dinamik ve kısa ömürlüdür. Kıyı lagünleri hafif eğimli kıyılarda, engel teşkil eden ada ya da resiflerin, kıyıdan uzakta ortaya çıkabildiği yerlerde meydana gelebilir ve su seviyesi kıyı boyunca karaya nazaran yükselir. Lagünlerin açık okyanuslara karışmaması ya da yüksek buharlaşma oranları Güney Afrika'daki Lake St. Lucia Gölünde olduğu gibi çok tuzlu, suyu okyanusa karışan Worth Lagününde olduğu gibi tamamen tatlı olabilir.. Kıyı lagünleri, açık okyanuslarda bariyer adaları arasındaki körfezler tarafından birbirine bağlanırlar. Bu körfezlerin sayıları ve büyüklükleri tatlı suyun akışı yağış miktarı ve buharlaşması gibi nedenler lagünün doğasını etkiler. MiG-21 MiG-21 (Rusça: Микоян и Гуревич МиГ-21) (NATO rapor ismi: "Fishbed"), Sovyetler Birliği'nde Mikoyan Gurevich Tasarım Bürosu tarafından tasarlanan ve üretilen süpersonik (sesten hızlı) jet avcı/önleyici uçağıdır.Uçağın görünüşünün bu ünlü Rus telli müzik aletine benzerliği sebebiyle "balalayka" takma ismini almıştır. Polonyalı (Leh) pilotlar tarafından da gövde şeklinden dolayı ołówek (kalem) olarak isimlendirilmiştir. İlk versiyonları ikinci nesil jet avcı uçağı olarak nitelense de sonraki versiyonları üçüncü nesil jet avcı uçağı olarak kabul edilir. MiG-21, dört kıtada ellinin üzerinde ülke tarafından uçurulmuştur ve ilk uçuşunun üzerinden yarım yüzyıldan fazla süre geçmesine rağmen hala bazı ülkelerde hizmet vermektedir. Bu savaş uçağı, havacılık tarihinin en çok üretilen süpersonik jet uçağı, Kore Savaşı'ndan bu yana en çok üretilen savaş uçağı ve bütün versiyonlarda 1959'dan 1985'e kadar en uzun üretim süresine sahip savaş uçağı olmak üzere bir dizi modern havacılık rekorunu elinde bulundurmaktadır. Her tipten 11,496 adet MiG-21 üretilmiştir. MiG 21 jet avcı uçağı, ses altı (subsonic) MiG-15, MiG-17, ve ses üstü (supersonic) MiG-19 ile başlayan Sovyet jet avcı uçaklarının bir devamıdır. Sukhoi Su-7 gibi arkaya eğimli ya da delta kanatlı önden hava alıklı deneysel bir dizi Mach 2 Sovyet tasarımlarının en başarılı olanı MiG-21'dir. MiG-21'in 1950'lerin başında Mikoyan OKB tarafından başlatılan tasarım çalışmaları, 1954 yılında Ye-1 olarak adlandırılan bir prototipin hayata geçirilmesiyle sonuçlandı. Bu proje çok kısa bir süre içinde planlanan motorun yetersiz olduğunun tespit edilmesi ile ikinci bir prototipin (Ye-2) yapımına yol açtı. Gerek bu iki ve benzeri erken prototiplerin kanatları arkaya doğru eğimliydi (swept-wing). Üretim modeli olacak delta kanatlı ilk prototip Ye-4 oldu. Ye-4, ilk uçuşunu 16 Haziran 1955 tarihinde yaptı ve Temmuz 1956'da Moskova'nın Tushino Havaalanı'nda Sovyet Havacılık Günü'nde kamuoyuna tanıtıldı. MiG-21, tek bir uçakta avcı ve önleme uçağı özelliklerini birleştiren ilk başarılı Sovyet uçağı oldu. Bu hafif avcı uçağı, nispeten düşük güçteki turbo jet artyakıcıları ile Mach 2 hızına ulaşma kabiliyetindeydi ve böylece Amerikan F-104 Starfighter, Northrop F-5 Freedom Fighter ve Fransız Dassault Mirage III ile karşılaştırılabilir olduğunu göstermişti. Sovyetler Birliği'nde (SSCB) üç fabrikada toplam 10,645 adet MiG-21 üretilmiştir. Bu fabrikalar Moskova'daki GAZ 30 (ayrıca Znamya Truda olarak bilinir), Gorky'deki GAZ 21 ve Tiflis'teki GAZ 31 tesisleridir. Bu fabrikalardaki "MiG" üretimi farklılıklar gösterir. Gorky, Sovyet kuvvetleri için tek kişilik; Moskova tek kişilik ihraç modelleri ve Tiflis hem SSCB hem de ihracat için çift kişilik modellerin üretimini yapmıştır. Ancak, bazı istisnalar da vardır. MiG-21R ve MiG-21bis uçaklarının SSCB ve ihraç modelleri Gorky'de üretilmiştir. 17 adet tek kişilik (muhtemelen MiG-21F) Tiflis'te, MiG-21MF ilk olarak Moskova'da daha sonra Gorky'de ve MiG -21U Moskova'nın yanı sıra Tiflis'te de üretilmiştir. Fabrikaların üretim sayıları ise aşağıdaki gibidir: Çekoslovakya'da lisans altında toplam 194 adet MiG-21F-13 ve Hindustan Aeronautics Ltd. (HAL) tarafından Hindistan'da 657 adet MiG-21FL, MiG-21M ve MiG-21bis (225 kadar bis) üretilmiştir. MiG-21; süpersonik uçuş yeteneğine sahip, tek motorlu jet avcı uçağıdır. MiG-21 delta kanatlı bir uçaktır. MiG-21 maksimum 1.24 m genişliğinde eliptik profilli yarı-monokok (soba borusu gibi tek parçalı) bir gövdeye sahiptir. Motoru besleyen hava akımı, hava alığındaki bir koni ile düzenlenir. MiG-21PF modeline kadar üç aşamalı olan bu koni, M=1.5 hızına kadar tamamen geriye çekili, M=1.5 ve M=1.9 arası hızlarda orta ko
numda ve M=1.9'dan daha yüksek hızlarda en ileri konumda bulunuyordu. MiG-21'in kuyruk bölümü, dikey sabitleyici (dikey stabilize), bir çift kanat (yatay stabilize) ve yalpa kontrolünü/rotadan çıkmamayı (yaw) sağlayan kuyruğun altındaki küçük bir kanatçıktan oluşur. Bir dümeni olan dikey sabitleyici arkaya doğru 60° açılı ve 5.32 m (önceki versiyonlarda 3.8 m) alanındadır. Yatay stabilize geriye doğru (tarama açısı) 57° açılı, 3.94 m alanında ve 2.6 m genişliğindedir. Bir burun iniş takımı ile birlikte üç tekerlekli iniş takımına sahiptir. Ana iniş takımının lastikleri 800 mm jant çapında ve 600 mm genişliğindedir (MiG-21P ile birlikte 660x200). Ana iniş takımının tekerlekleri 87° döndükten sonra gövde içine alınır, süspansiyon donanımı kanat içine çekilir. Burun tekerleği radarın altındaki gövde içindeki yuvasına ileriye doğru katlanır. Tekerlekleri arasındaki uzunluk 4.71 m, açıklık ise 2.69 m'dir. MiG-21 motoru çeşitli türlerde üretilmiştir. "* = sınırlı (3-dakika) "ekstra-güç" art yakıcı 4000 m'nin (13,120 ft) altında veya daha az irtifada kullanılır." Aşağıdaki tabloda MiG-21'in çeşitli modellerinin olası mühimmat yükleri gösterilmektedir. Pilon sütunundaki numaralar pilon başına yükü gösterir. MiG-21 ilk ününü çok sık harekata katıldığı Vietnam Savaşı'nda elde etmiştir. Zamanının en gelişmiş uçağı olmasına rağmen birçok Kuzey Vietnam as pilotu, MiG-21'in yüksek kanat yükü dolayısıyla MiG-17'den daha az daha manevra kabiliyetine sahip olmasından MiG-17 ile uçmayı tercih etmiştir. Her ne kadar MiG-21, karşısındaki çağdaş çok maksatlı Birleşik Devletler avcı uçaklarının uzun menzilli radar, füze ve ağır mühimmat yükünden yoksun olsa da deneyimli pilotların elinde özellikle yerden idare edilen (GCI:Ground-controlled interception) yüksek hızlı vur-kaç saldırılarında kullanıldığında zor bir düşman olduğunu kanıtladı. MiG-21 önlediği F-105 darbe gruplarını yere inmeye zorlamış veya bomba yüklerini atmak zorunda bırakmıştır. MiG-21 kapsamlı olarak İsrail'e karşı Mısır, Suriye ve Irak hava kuvvetleri tarafından 1960, 1970 ve 1980'lerde Orta Doğu'daki çatışmalarda kullanılmıştır. MiG-21 ilk kez İsrail Mirage IIIC uçakları ile 7 Nisan 1967 tarihinde altı Suriye MiG-21'nin İsrail Mirage'ları tarafından düşürüldüğünde karşı karşıya kaldı. MiG-21, F-4 Phantom II ve A-4 Skyhawk ile daha sonra 1970'li yıllarda karşı karşıya kalacak ve sonrasında İsrail tarafından 1980'lerde hizmete sokulan daha modern F-15 Eagle ve F-16 Fighting Falcon tarafından yenilecekti. MiG-21 Afganistan'ın Sovyet işgalinin ilk aşamalarında 1979 yılının Aralık ayında da kullanılmıştır Hindistan Hava Kuvvetleri, 1971 yılındaki Hint-Pakistan Savaşı'ndan bu yana savaşın asıl yükünü taşıyan MiG-21'in en büyük kullanıcısı olmuştur. Bu savaş kıta üzerinde ilk süpersonik hava muharebesine tanık olmuştur. Bir Hint MiG-21 uçağı Pakistan Hava Kuvvetleri'ne ait bir F-104 Starfighter uçağını düşürmüş, sonrasında üç adet daha F-104 Starfigher ve bir MiG-19 savaş sona ermeden Hint uçaklarınca vurulmuştur. Ayrıca MiG-21 1999'da Kargil Savaşı'nda da kullanılmıştır. Bu kısa savaşta bir MiG-21 Pakistan tarafından fırlatılan yerden havaya füze ile vurulmuştur. MiG-21'in bilinen son kurbanı, 1999 yılında Atlantik Hadisesi (Atlantique Incident) olarak isimlendirilen olay sırasında Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait iki MiG-21 uçağının Hindistan Hava Sahası'na doğru uçan Pakistan Deniz Kuvvetleri'ne ait bir Breguet Atlantique keşif uçağını düşürmesidir. 60'lı yıllar sırasında Sovyetler Birliği ile ilişkilerini büyük ölçüde geliştiren Yugoslavya, Eylül 1962'de ilk MiG-21F-13 avcı uçaklarını Yugoslav Hava Kuvvetleri bünyesine kattı (Yugoslav askeri tanımlaması L-12). Yugoslavya, 1962'den 80'lerin başına kadar olan dönemde dokuz değişik versiyonda yaklaşık 216 adet MiG-21 uçağı almıştır. Bunlar MiG-21F-13 Fishbed C (L-12), MiG-21U-400 ve U-600 Mongol-A (L-12 ve NL-12M), MiG-21PFM Fishbed-K (L-14), MiG21US Mongol-B (NL-14), MiG-21R Fishbed-H (L-14i), MiG-21M Fishbed-J (L -15), MiG-21MF Fishbed-J (L-15M), MiG-21UM Mongol-B (NL-16), MIG-21bis Fishbed-N ve Fishbed-L (L-17 ve L-17K) modelleridir. 1964'ten 1992'ye kadar yaklaşık 80 uçak kazalarda kaybedilmiştir. MiG-21 kullanan Yugoslav Hava Kuvvetleri birimleri şunlardır: Sovyetler tarafından Soğuk Savaş esnasında MiG-21'ler birçok Afrika Sahra ülkesine verildi. Bu uçakların en önemli kullanımı Angola İç Savaşı sırasında olmuştur. Küba Hava Kuvvetleri pilotları da bu savaş sırasında Angola üzerinde MiG-21'ler ile uçmuştur. Hem Angola hem de Küba MiG-21'leri sıklıkla Güney Afrika Hava Kuvvetleri (SAAF) Mirage'ları ile karşılaşmıştır. 6 Kasım 1981 günü, Binbaşı Johann Rankin bir Mirage F.1CZ ile Teğmen Danacio Valdez kumandasındaki MiG-21MF uçağını düşürerek Kore Savaşı'ndan sonraki ilk SAAF hava zaferini kaydetmiştir. 5 Ekim 1982 tarihinde de bir SAAF Mirage 5CZ uçağı bir MiG-21MF uçağını top ateşi ile yaralamış, fakat MiG üssüne güvenle dönüş yapmayı başarmıştır. 1993 yılından itibaren Rusya, Romanya Hava Kuvvetleri'ne (RoAF) MiG-23 ve MiG-29 için yedek parça vermeyi durdurdu. Bu olay, Romen MiG-21'lerinin Elbit sistemleri ile modernizasyonu bağlamında bir başlangıç oldu, çünkü bu savaş uçağını idame ettirmek Romenler için daha kolaydı. 110 adet MiG-21 LanceR adı altında modernize edilmiştir. Bugün, sadece 48 adet LanceR RoAF envanterinde aktif durumdadır. Bu uçaklar, R-60M, R-73, Magic 2 veya Python III füzeleri gibi hem Batı ve hem de Doğu silahlarının her ikisini de kullanabilir. MiG-21'ler 2012 yılında F-16, F/A-18, Eurofighter Typhoon veya Gripen gibi yeni bir savaş uçağı ile değiştirilecektir. [Bu bölümdeki tüm bilgiler "Yefim Gordon&Keith Dexter" tarafından yazılmış "MiG-21" ISBN 978-1-85780-257-3 kitabından uyarlanmıştır (çevirenin notu).] Tablo açıklaması: MiG-21'in Çin yapımı türevleri Chengdu J-7 ve F-7 (ihraç modeli) olarak tanımlanır. J-7'nin yalnızca ilk sürümü MiG-21F-13 versiyonu MiG-21'in bir kopyasıdır. Çin ve SSCB arasında MiG-21'in Çin'de lisans altında üretiminin yapılmasına dair bir anlaşmaya varılmasına rağmen, iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin bozulması Sovyet desteğinin durmasına neden oldu. Bu durum Çinlileri, siyasi sürtüşme zamanında SSCB'den henüz sevk edilmemiş çizim ve belgeleri yapmak yerine, SSCB'den verilen bir avuç MiG-21F-13 parçası üzerinde tersine mühendislik yapmaya mecbur etti. J-7'nin sonraki tüm gelişimi Çin'e aittir ve Sovyet yapımı modellerden farklıdır. 1962 ve 1972 yılları arasında ve MiG-21F-13 versiyonu lisans altında Aero Vodochody tarafından Çekoslovakya'da üretildi. Aero Vodochody (sonradan Středočeské strojírny, n.p. adını aldı), bu dönemde, Z-159 tanımlaması kapsamında toplam 194 adet uçak üretti. Vodochody fabrikasında ellilerden altmışlı yıllara kadar MiG-15 ve MiG-19 uçakları da üretilmişti. MiG-21F-13'ün tek yerel üretim versiyonu Sovyet üretimi örneklerinden kokpit gerisindeki sert dural levha kaplamasıyla orijinal Sovyet MiG'lerindeki şeffaf tasarıma karşın dış yapımı itibarıyla farklıydı. Bu uçaklar Çekoslovak Hava Kuvvetleri ve ihraç için yapılmışlardır. R13-300 motorları, Sovyetler Birliği'nden ithal edildi. MiG-21'in Hindistan'da lisans altında üretimi Nasik'teki Hindustan Aeronautics tarafından 1966 yılında MiG-21FL modelinin, dört aşamalı bir program çerçevesinde CKD (Complete knock down = tamamen sökülmüş) kitlerinin montajı ile başlayarak, birleştirme, parça üretimi ve son olarak da ilerleyerek sıfırdan üretimi şeklinde başladı. Type 77 olarak tanımlanan ve takma ismi "Trishul" (zıpkın) olan 205 adet MiG-21FL 1966 ve 1972 yılları arasında Hindistan'da inşa edilmiş; tamamen Hint yapımı bileşenler ile üretilen ilk uçak 19 Ekim 1970 tarihinde Hindistan Hava Kuvvetleri'ne teslim edilmiştir. Öncesinde ilk Hint üretimi R11F2S-300 motoru 2 Ocak 1969'da üretim bandını terk etmişti. 1971 yılında HAL, Type 88 olarak adlandırılan MiG-21M (izdeliye 96) modelinin geliştirilmiş sürümünü üretti. Tamamı Hindistan'da üretilen bu modele "izdeliye" (изделие = ürün) tanımlaması uygulanmadı. İlki 14 Şubat 1973'te ve en sonuncusu da 12 Kasım 1981 tarihinde olmak üzere toplam 158 adet Type 88 MiG-21M Hindistan Hava Kuvvetleri'ne teslim edildi. HAL tarafından üretilen son versiyon MiG-21bis oldu. Bu modelden 1977 yılında CKD kitlerinden 75 adet ve daha sonrasında da 1984'e kadar sıfırdan 220 adet daha üretildi. 1990'larda meydana gelen bir dizi kaza sebebiyle uçağa "uçan tabut" adı takıldı. Hindistan Hava Kuvvetleri envanterde bulunan yaklaşık 125 adet MiG-21bis modelini MiG-21 "Bison" standardına yükselmeye karar vermiştir. Bu uçaklar 2025 yılına kadar Hindistan Hava Kuvvetleri'nde hizmet verecektir. Bu listeye, Chengdu J-7 olarak bilinen Çin kopyalar / lisanslı imal versiyonlarını kullanan ülkeler dahil değildir. Bazı uçaklar günümüzde özel koleksiyoncular tarafından alınarak savaş kuşu (warbird) olarak uçurulmaktadır. Hatta ABD'de bazı ithalatçılar Rusya ve diğer devletlerden MiG-21, MiG-15 ve MiG-17 satın alarak bunları sivillere yaklaşık 45,000 dolara satmaktadır. Genel özellikler Performans Silah donanımı Genel özellikler Performans Silah donanımı Genel özellikler Performans Silah donanımı Genel özellikler Performans Silah donanımı MiG-23 MiG-23 (Rusça: Микоян и Гуревич МиГ-23; NATO rapor ismi: "Flogger") , Mikoyan Gurevich tarafından üretilen değişken kanat yapısına sahip Rus yapımı savaş uçağı. Üçüncü nesil bir savaş uçağıdır. İlk prototip uçuşu 1967'de gerçekleştirilmiştir. Ertesi yıl Domodedovo Havacılık Sergisi'nde Batılı'ların büyük ilgisini çekmiştir. MiG-23S olarak 1968'de seri imalatına başlanmıştır. Kısa ve ham pistlerden kalkabilme özelliğine sahiptir. Ayrıca MiG-23PD kodlu bir VTOL dikine kalkıp inebilen bir modeli de mevcuttur. Rus Hava Kuvvetleri'nde 1998'den itibaren görev dışı bırakılmaya başlanmıştır ancak birçok hava kuvvetinde görevine devam etmektedir. Yirmi bir ülkede on beş ayrı modeli kullanılmıştır. Tek motorlu ve tek kişilik bir uçaktır. Ayrıca MİG-23C ve MİG-23U modelleri iki kişilik