article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
tir.
Angola Ulusal Silahlı Kuvvetleri – 22 MiG-23ml/UB ve 4 MLD
Demokratik Kongo Cumhuriyeti Hava Kuvvetleri- 2 MİG-23
Etiyopya Hava Kuvvetleri -12 MiG-23BN/UB
Fildişi Kıyısı Hava Kuvvetleri -2 MİG-23MLD
Libya Hava Kuvvetleri- 5 MiG-23MS / ML / BN / UBS
Kuzey Kore Hava Kuvvetleri -56 MiG-23ML/UB
Küba Devrimci Hava Kuvvetleri -24 MiG-23ml/MF/BN/UB
Sri Lanka Hava Kuvvetleri -1 MiG-23UB
Suriye Hava Kuvvetleri -95 MiG-23MS/MF/ML/MLD/BN/UB
Sudan Hava Kuvvetleri -12 MiG-23BN/UB
Yemen Hava Kuvvetleri -44 MiG-23BN/UB
Uganda Hava Kuvvetleri-5
Zimbabve Hava Kuvvetleri -3 MiG-23M/UB
Afgan Hava Kuvvetleri
Belarus Hava Kuvvetleri
Bulgar Hava Kuvvetleri
Cezayir Hava Kuvvetleri –29 MİG-23MN/BS/UB
Çekoslovak Hava Kuvvetleri - Çekoslovakyaya devredilmiştir.
Çek Hava Kuvvetleri
Doğu Alman Hava Kuvvetleri
Ermenistan Hava Kuvvetleri
Gürcistan Hava Kuvvetleri
İran İslam Cumhuriyeti Hava Kuvvetleri
Kazakistan Hava Kuvvetleri-100 MiG-23M/UB
Mısır Hava Kuvvetleri
Hindistan Hava Kuvvetleri
Macar Hava Kuvvetleri
Polonya Hava Kuvvetleri
Romanya Hava Kuvvetleri
Türkmenistan Hava Kuvvetleri
Sovyet Hava Kuvvetleri- Ardılı Devletlere devredilmiştir.
Rus Hava Kuvvetleri
Ukrayna Hava Kuvvetleri
Somali Hava Kuvvetleri
Uçakta;
AAM(Hava Hava) görevleri için:
Leia Organa
Prenses Leia Organa, Yıldız Savaşları (Star Wars) serisinde geçen karakterlerden biridir. Serinin ilk üç (hikâyenin kronolojik sıralamasına göre son üç) filminde yer almıştır. Alderaan Prensesi Leia Organa ( Leia Skywalker olarak doğdu. ) Jedi Şövalyesi Anakin Skywalker ve Naboo senatörü Padme Amidala 'nın kız çocuğu, Alderaan' lı Bail Organa ve Kraliçe Breha' nın evlatlık kızları, genç Luke Skywalker' in ikiz kardeşidir. Yeni Cumhuriyet ve Galaktik Sivil Savaş' ta çok önemli bir karakterdir. Politikacı, Savaşçı ve Casus olarak üstüne düşeni yapıp kaderini takip etmiştir. Daha sonra Han Solo ile evlenip bir oğlan çocuk sahip olmuştur. Oğlunun adı Kylo Ren (doğum adı Ben Solo) 'dir.
Annesi Padme Amidala onu ve ikiz kardeşi Luke Skywalker'ı doğururken can vermiştir. Annesi öldükten sonra ikiz kardeşini Owen Lars, Leia'yı ise Bail Organa evlat edinir.
"Bail Organa" onu Alderaan sistemine götürür ve büyüyüp orada prenseslik görevini üstlenir. Aynı zamanda Asi Birliği'nde general olan Leia İmparatorluk'un gizli silahı olan Ölüm Yıldız'nın planlarını ele geçirerek asilere götürmek üzere yolculuktayken Darth Vader'ın komutasındaki İmparatorluk ordusu tarafından engellenir. Fakat planları R2-D2 isimli droidin içine yükleyerek asilere ulaşmasını sağlar. Planların nerede olduğunu söylemesi için Darth Vader tarafından zihni okunmaya çalışılır fakat Güç'te yoğun olan Leia zihin okuyucuya çok uzun süre dayanır ve Vader'a istediği bilgiyi vermez. Büyüdüğü gezegen olan Alderaan gözleri önünde yok edilir. Daha sonra Han Solo, Luke Skywalker ve Obi-Wan Kenobi tarafından kurtarılır. Leia'nın droid ile ulaştırdığı planlar sayesinde Ölüm Yıldızı'nın zayıf noktası bulunur ve Yavin Savaşı ile Ölüm Yıldızı yok edilirken saldırıda General olarak görev almıştır.
Galaktik İmparatorluk Asi Birliği'nin gizli üssünün yerini öğrenerek Hoth Savaşı adı altında bir saldırı düzenlerler. Leia her ne kadar üssü terk etmek istemese de sonunda İmparatorluk askerleri üsse girdiğinde Han Solo, Chewbacca, R2-D2 ve C-3PO ile birlikte Millenium Falcon ile kaçarlar ama İmparatorluk Filosu tarafından takip edilirler. İmparatorluk'dan kaçmak için bir asteroit kümesinin içine girerler. Uzunca bir süre asteroit kümesinin içinde İmparatorluk Filosu'nun uzaklaşmasını beklerler. Han ve Leia'nın ilk yakınlaşması bu sırada gerçekleşir. Mağara sandıkları bir yerde saklandıklarını düşünen Leia ve Han, çok zaman geçmeden burasının bir mağara olmadığını bir canlının içinde olduklarını fark ederler ve son anda kaçmayı başarırlar. Fakat İmparatorluk Filosu hala oradadır ve dışarı çıktıkları an onları fark ederler. İmparatorluk'un onları bulamayacaklarını düşündükleri -Han Solo'nun da eski bir arkadaşı olan- Lando Calrissian'ın yönetiminde olan Bespin Gezegeni'ne giderler. Burada Millennium Falcon'ın Işık Hızı probleminin düzeltilmesini beklerken Lando tarafından ihanete uğrarlar ve Darth Vader, Luke'un yerini öğrenmek için Leia ve Han'a işkence yapar ve onları Luke'un Bespin Gezegeni'ne gelmesi için yem olarak kullanır. Han Solo aslında Luke için hazırlanan karbon ile dondurulmak üzereyken Leia ona karşı olan hislerini açıklamıştır. Ve o unutulmaz replikler ortaya çıkmıştır.
- Seni Seviyorum.
-Biliyorum.
Han karbon ile dondurulduktan sonra Leia, Lando'nun da yardımıyla onu kurtarmaya çalışmıştır fakat Han çoktan Boba Fett tarafından Jabba the Hutt'a götürülmüştür. Leia, Chewbacca ve Lando, Millenium Falcon ile İmparatorluk tarafından işgal altında olan Bespin'de ayrılırlar. Tam uzaklaşırlarken Leia Güç sayesinde ikiz kardeşi Luke'un ona seslenişini duyar ve Luke'u hisseder.
Leia Boba Fett tarafından Jabba the Hutt'a götürülen Han'ı kurtarmaya kılık değiştirerek gider. Kimsenin olmadığını düşündüğü bir ara Han'ı dondurdukları karbonu eritir ve Han'ı kurtarır. Fakat Han'ı kurtardığını Jabba görür ve Leia'yı kendi köleliğine zorla alır. Luke, Leia ve Han'ı kurtarmaya gelir. Luke'u da yakalarlar fakat Luke her şeyi ayarlamış olduğu için Han ve Luke'u idam etmeye götürdüklerinde planını uygulamaya koyar ve Jabba'nın adamlarını teker teker öldürür. Bu sırada Leia da Jabba'yı zincirle boğarak öldürür. Leia, Han ve Luke İmparatorluk'un en sonucusunu Asi Birliği'nin yok etmesi üzerine yeniden yaptığı Ölüm Yıldızı'nın koruma kalkanlarının kaldırmak üzere "Endor Gezegeni"'nin "Orman Ayı"'na giderler. Koruma kalkanları kalktığında Asi Birliği Yeni Ölüm Yıldızı'na saldırarak bunu da yok etmeyi planlamaktadır. Leia ve Luke, "hız yapıcı 74-Z Speeder Bike"'a bindiklerinde "Speeder Bike"'dan düşer ve bir "Ewok" olan "Wicket W. Warrick" ile tanışır. "Ewockl"ara çok iyi davranarak onlarla çok iyi anlaşır. Bu arada Luke, Han, R2-D2 ve C-3PO onu aramaya çıkarlar. Bir "Ewok" tuzağına yakalanırlar. C-3PO'yu tanrıları sanan "Ewok"lar diğerlerini esir alır. Leia onların "Ewok"lar tarafından esir alındığını görür ve dostu olduğunu söyleyerek kurtarmaya çalışır. C-3PO sayesinde kurtulurlar. C-3PO "Ewok"lara olanları anlattığı sırada Luke ayrılır. Leia ne olduğunu merak ederek Luke'un peşinden gider. Luke, Leia'ya onun da Güç'te yoğun olduğunu ve aslında ikisinin kardeş olduğunu söyler. Leia bir şekilde aslında bunu her zaman bildiğini söyler. Luke ona Vader ile yüzleşmesi gerektiğini söyler. Leia Luke'a kaçması için ne kadar ısrar etse de Luke kaçmaz ve Vader ile yüzleşmeye gider. Daha sonra, Leia ve Han, "Ewokl"arın da yardımıyla kalkanları indirmeye gider. İmparatorluk askerleri tarafından yakalanırlar ve Endor Savaşı başlar. Leia bu savaşta yaralanır. Aynı zamanda Han ilk defa Leia'ya "Seni Seviyorum" demiştir. En sonunda Endor Savaşı kazanılır. Yeni Ölüm Yıldızı da yok edilir. "Ewokl"arla birlikte bu kutlanır.
Araba Sevdası
Araba Sevdası, Recaizade Mahmud Ekrem'in 1898 yılında yayımlanan romanıdır. 1898 yılında yazılan eser, Türk edebiyatında ilk realist roman örneği olarak kabul edilmektedir.
Bihruz Bey tam da dönemin burjuva gençliğinin olması gerektiği gibi Fransız kültürüne hayran züppe bir gençtir. Ona göre Türkçe kaba ve yetersiz bir dildir. Türkler kaba ve medeniyetten yoksun insanlardır. Türkçe gerekmediği sürece konuşulmamalıdır. Ama o dönem yüksek memur ve tüccar çocuklarının genelinde olduğu gibi Fransızcaya da hakim değildir ve Türkçe Fransızca karışımı bir dil ile konuşur. Öyle ki doğru dürüst Fransızca şiir çevirisi bile yapamaz. Ayrıca Bihruz Bey mirasyedi bir gençtir ve hayatı lüks alafranga kıyafetler ısmarlamak, kır kahvelerinde ve mesire yerlerinde lüks arabasıyla gezmekten ibarettir. Yine Bihruz Bey'in diğer bir karakteristik özelliği ise istediği her şeye sahip olması ve bunun verdiği şımarıklığın pençesinde olmasıdır ki hikâyenin ana kısmı da biraz da bu konu üzerinden gelişir.
Bihruz Bey yine bir açıkhava eğlence yerine (park diyebiliriz fakat giriş ücretli bahçeli havuzlu bir mekân) eğlenmek lüks kıyafetleri, lüks asaları ve gayet pahalı olan at arabası ile caka satmak için gitmişken yine kendisi gibi gayet lüks bir araçtan inen lüks kıyafetlerle inen iki kadın görür ve birden bu kadınların birine aşık olur. Bihruz Bey aslında kadına aşık olmaktan ziyade kendi kafasındaki kadın modeline aşık olmuştur.
Olaylar gelişirken kadınların aslında arabayı şans eseri bulmuş gayet sıradan insanlar olduğu hatta eşinden ayrıldıktan sonra o zaman için kötü addedilen bir kadınla gezen taze bir dul olduğu ortaya çıkar, bunu öğrendikten sonra Bihruz Bey olay yerinden koşarak uzaklaşır ve roman biter. Hikâyede dönemin entelektüel çevresi sayılabilecek jöntürklerin "zengin çocuklarına" ve yüksek memur çocuklarına ağır eleştirilerde bulunulmaktadır. Kitap sıradan bir aşk hikâyesini anlatmakla beraber, dönemin gerceklerine ayna tutar Recaizade Mahmut Ekrem Bey kendisi ile ilgili bir özeleştiri de yapar satır aralarında. Çünkü kendisi de o dönemin aydınlarındandır.
Sonuç olarak bu hikâye aslen Bihruz Bey‘in Periveş Hanım'a olan aşkının anlatılıyormuş gibi göründüğü bir eser olsa da gerçekte o dönemin toplumu ile ve sosyal yapısı ile ilgili önemli eleştiriler yapmaktadır. Araba Sevdası göstermelik bir aşk hikâyesi ekseninde dönemin üst tabakasının yaşantısını eleştiren önemli bir eserdir.
Bir paşa oğlu olan Bihruz Bey yarım yamalak bir öğrenim görmüş, 23-24 yaşlarında bir gençtir. Babası ölünce, annesiyle kendisine 28.000 liralık bir servet kalır. Yazları Çamlıca'da, kışları Süleymaniye'de oturur. Bütün merakı pek zarif arabasıyla gezinti yerlerinde dolaşıp kendini göstermek, herkesten daha şık giyinmek, Türkçe cümleler arasında Fransızca sözcükler kullanmaktır. Berber, garson, terzi ve kunduracılara, Fransızca konuşur. Çalışmakta olduğu işyerine ara sıra uğrar.
Bir gün yine arabasıyla Çamlıca'da dolaşırken, yepyeni bir landonda çok güzel bir sarışın kıza rastlar, hemen aşık olur. Bu, Periveş adlı bir kadındır. Bihruz Bey, kıza çiçe |
k sunar, ertesi hafta arabasına bir mektup atar. O günden sonra da kızı bir daha görmez. Onu çok yüksek bir aileden zanneder, türlü türlü hülyalara kapılır.
Bihruz Bey'in Keşfi Bey adında bir daire arkadaşı vardır. Keşfi Bey yalancılığıyla ünlü bir adamdır. Bir gün kızdan haber alamadığı için üzülen Bihruz'a Periveş'in öldüğünü söyler. Delikanlı kendini büyük bir acıya kaptırır, ne yazık ki sevgilisinin mezarının nerede olduğunu bile bilmemektedir. Bu arada serveti de tükenmektedir.
Bir ramazan akşamı köleler başında dolaşırken birdenbire kıza rastlar, onu sevgilisinin kız kardeşi zannederek yanına gider, Periveş'in mezarını sorar. Sonunda, gördüğü kızın Periveş olduğunu, fakat öyle sandığı gibi yüksek bir aileden olmayıp tersine düşkün bir kadın olduğunu anlar ve Periveş'le yanındaki Çengi Hanım'ın hakareti ve gülüşmeleri arasında oradan uzaklaşır.
Roman, dönemi İstanbul'unda görülen kimi cahilce davranış kalıplarını, eğlence ve zevk yaşamını anlatmaktadır. Osmanlı yenileşme hareketleri çerçevesinde Tanzimat'la birlikte Batı'ya açılan Osmanlı Devleti'nde yaşanan batılılaşma sürecinin yanlış özelliklerinin vurgulandığı yapıtta, Bihruz Bey ve onun romantik aşkı konu edilmiştir. Romanda Bihruz Bey karakterinden hareketle batılılaşmayı anlamayan tip eleştirilir. Bihruz Bey, az buçuk Fransızcasıyla berberler, kunduracılar, terziler ve garsonlarla konuşmayı, araba kullanmayı ve şık giyinip kendine bakmayı marifet bilmekte ve komik durumlara düşmektedir. Roman kahramanı Bihruz Bey, birçok yönden Ahmet Mithat Efendi'nin "Felatun Bey'le Rakım Efendi" adlı romanındaki Felatun Bey karakteriyle benzerlikler gösterir.
Roman, tiyatro yazarı Betül Odabaşı Törk tarafından 2015 yılında ilk kez tiyatroya uyarlanmıştır.
MiG-25
MiG-25 (Rusça: Микоян и Гуревич МиГ-25) (NATO rapor ismi: " Foxbat") Rus Mikoyan Gurevich Tasarım Bürosu (OKB) tarafından geliştirilip üretilmiş üçüncü nesil bir avcı/ önleyici ve yüksek hızlı keşif uçağıdır. Prototip olarak ilk uçuşunu 1964 yılında gerçekleştiren "Foxbat", sesten üç kat hızlı seyredebilme yeteneği, güçlü radar sistemi ve uzun menzilli havadan havaya füze donanımıyla zamanının Batılı gözlemcilerini oldukça endişelendirmiş, bu endişeler orta vadede ABD tarafından F-14 tomcat savaş uçağının geliştirilmesine giden zemini oluşturmuştur.
1970 yılında Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri'nde (PVO "Strany") hizmete giren MiG-25'in yetenekleri, programın gizliliği sebebiyle gerçek anlamda 1976 senesine dek anlaşılamamıştır. O yıl Viktor Belenko isimli bir Rus MiG-25 pilotunun uçağıyla birlikte Japonya'ya iltica etmesi sonrasında bu yeni ve gizemli Sovyet uçağını yakından inceleme şansına sahip olan Batılı gözlemciler, iki adet büyük turbojet motoru, vakumlu tüplerden (lambalı devre) oluşan elektronik altyapısı ve hafif ve ucuz materyallerin kullanıldığı üstyapısıyla uçağın yıllarca abartıldığının aksine aslında son derece basit ancak işlevsel bir tasarıma sahip olduğu görüşüne varmışlardır.
Bugüne dek 1.190 adet üretilen MiG-25, Rusya, Cezayir, Suriye ve Ermenistan hava kuvvetleri envanterinde sınırlı sayıda hizmet vermektedir.
1950'lerde ABD'nin sesten üç kat hızlı seyreden bombardıman (örn. XB-70 Valkyrie) ve avcı (örn. XF-103 Thunderwarrior, XF-108 Rapier) uçağı geliştirme çalışmalarına karşılık olarak tasarlanan MiG-25, başta cruise füzesi platformu, yüksek hızlı keşif uçağı, hatta 5-7 yolcu kapasiteli ufak bir yolcu uçağı gibi çeşitli türevlere sahip, çok amaçlı bir platform olarak düşünülmüş olsa da, zamanla sadece avcı ve yüksek hızlı keşif görevlerine odaklanılmıştır.
Yeni uçağın geliştirilmesi görevini 10 Mart 1961 tarihinde üstlenen Mikoyan Gurevich Tasarım Bürosu, ilk prototipi Ye-155 ismiyle tasarlamıştır. Aynı dönemde ABD'nin sesten hızlı bombardıman ve avcı uçağı programları birer birer iptal olmasına karşın, Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri (PVO), uçağın SR-71 Blackbird gibi hızlı stratejik keşif uçaklarına karşı etkili bir güç oluşturacağı kanısıyla tasarım sürecinin devamına karar vermiştir.
Ses hızının iki katını (Mach 2) aşan hızlarda yaşanan ısınma problemleri sebebiyle MiG-25 gibi yüksek hızlı tasarımlarda, uçak imalatında yaygın olarak kullanılan alüminyum alaşımlarından yararlanılamamaktadır. Amerikan firmaları bu sorunu titanyum veya gözenekli çelik gibi üretimi oldukça zahmetli ve pahalı materyallerle çözme yolunu tercih ederken, Mikoyan Gurevich, MiG-25'in üstyapısını çoğunlukla Inconel adı verilen bir nikel-çelik alaşımından imal etmiştir. Yine ucuzluk ve kolaylık gayesiyle punta ve el kaynağı gibi uçak imalatı için uygunluğu ve sağlamlığı tartışılan yöntemlerle üretilen MiG-25, öngörülenin aksine hizmette olduğu süre zarfında hiçbir sağlamlık sorunu yaşamamıştır. Yine de uçağın kritik noktalarında titanyum ve alüminyum alaşımları gibi daha geleneksel materyallere de yer verilmiştir.
Ye-155-R1 adı verilen ve keşif uçağı olarak tasarlanan ilk prototip, ilk uçuşunu 6 Mart 1964 tarihinde gerçekleştirmiştir. Ye-155-P1 adı verilen ilk avcı uçağı prototipi de bundan yaklaşık altı ay sonra, 9 Eylül 1964 tarihinde ilk kez havalanmıştır. İlgili her alanda Sovyet havacılığı için bir ilki oluşturan MiG-25'in tasarım ve geliştirme çalışmaları 6 yıl sürmüş, bu süre zarfında Ye-266 adıyla anılan bir dizi prototip 1965, 1966 ve 1967 yıllarında çeşitli uçuş hız ve irtifa rekorlarına imza atmıştır. Nihayet 1969 yılında MiG-25P "Foxbat-A (avcı uçağı) ve MiG-25R "Foxbat-B (keşif uçağı) olarak iki türev halinde seri üretimine geçilen uçak, ertesi yıl Sovyet Hava Kuvvetleri'nde (MiG-25R), ve 1972 yılında da Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri'nde (PVO) (MiG-25P) hizmete girmiştir. Her iki türev için de iki kişilik birer eğitim uçağı da ayrıca geliştirilmiş, bunlar MiG-25PU "Foxbat-C (avcı uçağı) ve MiG-25RU "Foxbat-D (keşif uçağı) olarak tanımlanmıştır.
Üretilen diğer türevler şu şekildedir:
Viktor Belenko'nun ilticasıyla belki de en sıkı korunan endüstriyel sırrının ifşa olmasının şokunu yaşayan Mikoyan Gurevich Tasarım Bürosu, MiG-25'in caydırıcılığını korumak amacıyla temel tasarım üzerine daha güçlü (ve verimli) motorlar ile gelişmiş radar ve elektronik sistemlerin entegre edildiği MiG-25PD Foxbat-E türevini geliştirmiştir. Daha önceden hizmete giren 370 MiG-25P de kademeli olarak bu standarda yükseltilmiştir.
Üretimi 1984 yılına dek devam eden MiG-25, tüm türevleriyle toplam 1.186 adet üretilmiş, bunlardan bir kısmı Cezayir, Bulgaristan, Hindistan, Suriye, Irak ve Libya'ya ihraç edilmiştir. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını takiben Rusya ve Azerbaycan tarafından kullanılmaya devam eden MiG-25, hâlen bu iki ülkenin envanterinde sınırlı sayıda da olsa hizmet vermektedir.
İlginçtir ki MiG-25, ilk görev tecrübesini henüz Sovyetler Birliği envanterinde hizmete girmemişken, 1971 yılında Mısır Hava Kuvvetleri bünyesinde elde etmiştir. Sovyetler Birliği tarafından geçici olarak Mısır Hava Kuvvetleri'nde hizmete sokulan 4 "Foxbat", Mısır bayrak ve amblemleriyle ancak Sovyet pilotları tarafından iki yıl bu ülkede görev yapmıştır. Bu süre zarfında ikili gruplar halinde toplam 20 kez İsrail hava sahasını taciz eden uçaklar, uçuşların zamanı ve süresi İsrail istihbarati tarafından bilinmesine karşın herhangi bir engellemeye uğramamıştır. 1973 yılında bu uçaklardan biri Mach 3.2 hızına ulaşarak bu türünün hız rekorunu kırmış, ancak uçağın motorları bu zorlamayı kaldıramayarak yanmıştır. Uçaklar aynı yıl Yom Kippur Savaşı öncesinde Sovyetler Birliği'ne geri dönmüş, ancak savaşı takiben tekrar Mısır'da görev yapmaya başlamıştır.
İran-Irak Savaşı sırasında Irak tarafından kullanılan MiG-25'lerin savaştaki etkinliği konusunda bir bilgi bulunmamaktadır.
I. Körfez Savaşı'nın ilk gününün gecesinde Teğmen Scott Spiecher tarafından uçurulan ABD Deniz Kuvvetleri'ne bağlı bir F/A-18 Hornet savaş uçağı, Irak Hava Kuvvetleri'ne bağlı bir MiG-25PD tarafından vurulup düşürülmüştür. Bu, savaş boyunca Irak Hava Kuvvetleri'nin doğrulanan 4 hava zaferinden biridir.
Savaş sırasında iki MiG-25 Amerikan güçlerince düşürülmüş, savaştan bir yıl sonra da Irak 'daki uçuşa yasak bölgeyi ihlal eden bir MiG-25, İncirlik Hava Üssü'nden kalkan Amerikan F-16 uçaklarınca düşürülmüştür.
Yine I. Körfez Savaşı sırasında Irak Hava Kuvvetleri'ne bağlı bir MiG-25, tam sekiz Amerikan F-15 Eagle uçağının arasından sıyrılarak korumakta oldukları EF-111 Raven elektronik harp ve radar karıştırıcı uçağına saldırı gerçekleştirmiştir. Saldırı sonucu EF-111 hasar görmemiş, ancak bölgeden uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Radar karıştırıcı desteğinden yoksun kalan F-15'lerden biri de Irak uçaksavar füzeleri tarafından düşürülmüştür. Yine aynı savaş sırasında iki MiG-25, dört F-15 Eagle uçağını taciz etmiş, karşılığında Amerikan uçaklarının ateşlediği toplam 10 adet füzenin tamamından da yüksek hızları sayesinde kaçmayı başarmıştır.
1997 yılında Hindistan Hava Kuvvetleri'ne bağlı bir MiG-25, Pakistan üzerinde 65.000 ft irtifada sesten yaklaşık üç kat hızlı seyrederken Pakistan radarlarınca tespit edilmiştir. Pakistan Hava Kuvvetleri'nin bu uçaklara karşı o dönemde kullanabileceği silahları olmadığı için bu uçuşun taciz/gösteri amaçlı olduğu kanısına varılmıştır.
23 Aralık 2002 tarihinde Irak Hava Kuvvetleri'ne bağlı bir MiG-25, bu ülkenin hava sahasında keşif görevi yürüten bir Amerikan MQ-1 Predator insansız hava aracını vurup düşürmüştür. Tarihte insanlı ve insansız hava araçları arasında gerçekleşen bu ilk it dalaşı sırasında Predator tarafından ateşlenen Stinger füzeleri MiG-25'e isabet etmemiştir.
2003'te başlayan Irak Savaşı boyunca hiçbir varlık gösteremeyen Irak Hava Kuvvetleri'ne bağlı diğer tüm uçaklar gibi MiG-25'lerin de çoğu yerde veya yeraltı sığınaklarında yok edilmiştir. Aynı yıl Amerikan güçleri tarafından bir hava üssünün yakınlarında çöle gömülü vaziyette iki MiG-25 ele geçirilmiş, bu uçaklar inceleme için ABD'ye gönderilmiştir. İncelemesi tamamlanan uçaklardan biri şu an Ohio eyaletinin Dayton kentindeki ABD Hava Kuvvetleri Müzesi'nde sergilenmektedir.
Benzer tasarım ve gelişimdeki uçaklar
Benzer rolde, dönemde |
ve yetenekte olan uçaklar
MiG-25 "Foxbat" hakkında bilgi (İngilizce)
MiG-25 "Foxbat", Greg Goebel (İngilizce)
MiG-27
MiG-27, 1974 yılında Mikoyan Gurevich üretilen uçak MİG-23 ün geliştirilmiş ve daha çok yer saldırıları için optimize edilmiş versiyonudur. Önceden MİG-23 bir versiyonu şeklinde lanse edilen uçak yapılan değişikliklerle bu ismi kazanmıştır. Tek motorlu tek kişilik uçağın iki kişilik bir modeli vardır MİG-27K isimli bir modeldir.
Türkiye Spor Yazarları Derneği Kupası
Türkiye Spor Yazarları Derneği Kupası veya kısaca TSYD Kupası, Türkiye Spor Yazarları Derneği tarafından sezon başlarında düzenlenen bir hazırlık turnuvasıdır. Türkiye'nin çeşitli illerinde zaman zaman yapılmıştır. 1968-1969 sezonunda oynanmayan bu kupa, en son Galatasaray'ın kazandığı 1999-2000 sezonundan sonra kaldırılmıştır. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş bu kupayı 12'şer defa kazanmışlardır. Şu an sadece Anadolu'da düzenlenmektedir. Turnuvaya 4 Takım katılır.
Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) tarafından 1963 yılında düzenlenmeye başlanan ve geleneksel bir hal almış bulunan İstanbul Şubesi'nin düzenlediği "Türkiye Spor Yazarları Derneği Kupası" İstanbul'un üç büyük kulübü Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray arasında oynandı. Bu kupaya bir kez Trabzonspor, bir kez de Beyoğluspor'un katıldıkları görüldü.
Ayrıca 5 yılda 3 kere kazanan takımlara Çalenç Kupası verilirdi. Bu kupayı 2 kez Fenerbahçe, 1 kez de Beşiktaş kazandı.
TSYD Kupası, 5 Temmuz 1963'te Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray takımlarının imzaladığı bir protokol ile "Spor Yazarları Birliği Kupası" adı altında hayata geçirildi. Ancak, ay sonunda Fenerbahçe bazı anlaşmazlıklardan dolayı turnuvadan çekildi. Fenerbahçe'nin boşluğu ise Beyoğluspor ve Beykoz SK takımları ile dolduruldu. İlk kupayı, Beşiktaş'ı averaj ile geçen Galatasaray kazandı. Fenerbahçe, 1964'te düzenlenen ikinci turnuvaya katıldı ve turnuva ilk olarak planladığı gibi üç büyük İstanbul takımı arasında düzenlendi. Bu turnuvayı ise Beşiktaş kazandı. 1968 yılında düzenlenmeyen turnuvayı Fenerbahçe ilk olarak 1969'da kazandı.
Ağustos 1975'te turnuva ikinci kez dört takım arasında düzenlendi ve turnuvaya ilk kez İstanbul dışında bir takım katıldı. 1974-75 sezonunda 1. Lig'e ilk kez çıkıp, iyi bir performans gösteren Trabzonspor, turnuvaya davet edildi. Trabzonspor, oynadığı üç maçta Galatasaray'ı yenmeyi başardı. O sezonun sonunda Trabzonspor, Anadolu'dan çıkan ilk şampiyon oldu. 1976'da da aynı dörtlü formatın devam edilmesine karar verilse de İngiltere turnesine çıkan Galatasaray turnuvaya katılmadı. Galatasaray yerine, 1975-76 sezonu dördüncüsü Adanaspor turnuvaya dahil edildi. Bir sonraki sezon turnuva klasik üçlü formatına döndü ve 1999'a kadar bu şekilde devam etti.
Mayıs 2000 yılında Fenerbahçe, TSYD Kupası'nda mücadele etmeyeceğini açıkladı ve turnuva bu tarihten sonra bir daha İstanbul'da düzenlenmedi. TSYD Kupası'nı son kez müzesine götüren takım Galatasaray olurken, üç büyük takım da turnuvayı 12'şer kez kazandı.
TSYD Kupası, İstanbul dışında da farklı illerde zaman zaman sezon önceleri düzenlendi. Günümüzde Ankara şubesinin düzenlediği turnuva devam etmektedir.
1965 - 2013 yılları arasında TSYD İzmir Kupası toplam 44 kez düzenlenmiştir. Organizasyon, 1966, 1974, 2005, 2007 ve 2010 yıllarında çeşitli nedenlerle gerçekleştirilmemiştir.
Gurullar
Gurullar (Gürcüce: გურულები / Gurulebi), Gürcülerin etnik boylarından biridir. Asıl olarak Guria bölgesinde, Ozurgeti, Lançhuti ve Çohatavuri ilçelerinde yaşarlar. Gurullar, Gürcüce'nin diyalektlerinden Guria diyalektiyle konuşurlar. Guria diyalekti, Acara diyalektine önemli ölçüde benzer. Hıristiyan olan ve Gürcistan’ın başka bölgelerinde de yaşayan Gurullar, karakterleri ve kültürleriyle farklılık gösterirler.
Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce "Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi" başlığıyla bir ön çalışma yapılmış. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre, Gürcüler (Грузины) ve Acarlar (Аджарцы) etnik gruplarından ayrı olarak tanımlanıp sayılan Gurulların (Гурийцы) 1885 yılındaki nüfusu 76.000 kişidir.
Psikolojik eşik
Psikolojik eşik, psikolojik aşama, psikolojik sınır veya psikolojik bariyer, bir konuda psikolojik nedenlerle aşılması güç olan nokta. Aslında o noktanın aşılması veya aşılmaması için herhangi bir maddi neden yoktur. Ancak insan veya insanlar o noktayı zihinlerinde büyütmektedirler. Borsada tam rakamlar (40.000, 45.000 vb.) psikolojik sınır olarak görülür. Psikolojik bariyer veya sınır aşıldığında yeni psikolojik sınırlar oluşabilir.
Günlük yaşamda da kişiler kendi zihinlerinde kurdukları bariyerler nedeniyle bir işi yapar ya da yapmazlar.
Stetoskop
Stetoskop (stethoscope), vücut içinde oluşan sesleri dinlemek için kullanılan tıbbi bir cihazdır. Stetoskop genelde üç ana kısımdan meydana gelir;
Bazı stetoskoplarda ayrıca çan denilen ve alçak perdeden sesleri yükseltmeye yarayan bir kısım da bulunur. Diyafram, stetoskobun tüp kısmının ucunda bulunan ve dinlenmek istenen bölgeye değdirilen yassı koni şeklinde bir parçadır. Bu parçanın içinde ortamdan yalıtılmış bir zar vardır. Yüzeydeki sesle titreyen zar konik parça içindeki havaya basınç uygular ve bu basınç tüp içinden kulaklığa kadar ulaşır ve uygun yapıdaki kulaklık parçaları, sesi kulak içine yayar. Basit bir mantıkla çalışan stetoskop, bir nevi mekanik yükselticidir.
Stetoskopla en çok dinlenen sesler şunlardır;
Ayrıca kan basıncını ölçmek için de kullanılır.
Stetoskop ile vücuttaki sesleri dinleme işine oskültasyon (auscultation) denir. Oskültasyon, tecrübe gerektiren bir teşhis yöntemidir. Stetoskop ile kulağa ulaşan sesin normal olup olmadığını anlamak, eğitim ve deneyim gerektirir. Mesela kalpten yayılan birçok ses vardır ve bu seslerin bazısı insandan insana farklılık gösterebilir.
MÖ 400 yılında Hipokrat, kalpten gelen sesleri, göğüs kafesinin içinde kaynayan sirkeye benzetmişti. 2000 yıl sonra, 17. yüzyılda William Harvey, bu sesi akan suyun çıkardığı şırıltı olarak açıkladı.
1816 yılında Rene Theophile Hyancinthe Laennec, kağıdı rulo yaparak bir ucunu hastanın kalbine diğer ucunu kulağına dayayıp kalp sesini dinledi. Kısa süre sonra rulo kağıdın yerini bir tüp aldı ve bu da stetoskobun başlangıcı oldu. Yunanca bir kelime olan stetoskop; stetos (göğüs) ve skopein (bakmak) kelimelerinin birleşmesinden oluşur. Günümüzdeki haline gelmesi için çeşitli malzemelerle deneyler yapıldı. En iyi ses iletimi, 30 cm.lik tahta silindirden elde edildi. Bu alet ile kalp sesleri daha net ayrıştırılmaya başlandı.
1829'da, Dr. Charles Williams, Laennec stetoskobunu iki parçaya bölerek geliştirdi ve değişik açılara bükülüp katlanabilen bir cihaz haline getirdi. 1830 ve 1840 yıllarında tek kulaktan dinlemeli ve dayanıklı kauçuktan, doktorların kalp ve akciğer dinlemelerine açısal hareketlerle kullanım kolaylığı sağlayan stetoskoplar geliştirildi. 1852'de ilk çift kulaklıklı stetoskoplar kullanıldı. Amerika'dan P. Camman ve İngiltere'den Alfred Leared, aynı zamanlarda bu aleti değişik formlarda ortaya çıkardı. Camman tarafından üretilen cihaz; 1 inç'lik ahşap çan bağlı tüplere doğru incelen spiral telli, yayla metal dinleme tüplerine bağlı, kullanımı kolay ve konforlu idi. Sonraki 40 yılda stetoskop tasarımı çok az değişime uğradı.
1894'te İtalyan Bianchi ile Amerikalı mühendis R.C.M. Bowles'ın çalışmaları, göğüs kafesi için kullanıldı. Bunları diyafram ve çanın yararları üzerine tartışmalar izledi. Çan ve diyaframa olan ihtiyaç artışı ile 1926'da Lad Howard Sprague ilk çan ve diyafram birleşimini bugünkü şekline getirdi.
1940'ta Sprague, Maurice Rappaport ile birlikte çalışarak stetoskobun bilimsel fizik prensiplerini belirledi.
1958'de İngiliz kardiyolog Dr. Aulrey Leatham'ın stetoskobu, sadece çan ve diyafram birleşimi olmayıp, ilkinin içinde ikinci en küçük çanı içeriyordu. Bir manivela sayesinde çocuklar için kullanıma imkân sağlıyordu.
1961'de Amplivex tarafından elektronik stetoskop geliştirildi. Bu cihaz vakumlu tüp teknolojisi ile avantaj sağlıyordu. Uygun ağırlığı ve uygun boyu ile kullanıma elverişli bir cihaz oldu.
Mekanik stetoskoplar hafif ve taşınabilir oldukları için kullanımları kolaydır ancak sadece uzman kişiler tarafından yorumlanabilecek veri sunar. Elektronik stetoskoplar ise elde edilen veriyi kullanıcıya yorumlanmış bir şekilde sunabilmektedir.
Elektronik stetoskoplar fazla yaygınlaşmamıştır, gelişmekte olan bir teknolojidir ve pahalıdır. Doktorlar mekanik stetoskopları tercih etmektedir.
Elektronik stetoskopların çalışma prensipleri
Elektronik stetoskop, sesi öncelikle bir dönüştürücü yardımıyla elektriksel bir niceliğe dönüştürür. Havanın titreşimini elektrik işaretlere dönüştüren basınç algılayıcıları kullanılarak vücuttaki sesler elektronik ortama aktarılır. Bu iş için mikrofonlar kullanılır. Kullanılan mikrofonların yalıtılmış olmaları gerekir, çünkü ortamdaki sesler vücuttan gelen sese eklenerek çıktıyı bozar.
Mikrofonla gerilime dönüştürülen ses çok zayıf ve gürültülüdür. Çeşitli filtre ve yükselteç devreleriyle iyileştirilen işaret (sinyal) daha sonra çıktı (ses, görüntü, teşhis sonuçları vs.) olarak sunulmak için örneksel (analog) veya sayısal (dijital) bir sisteme aktarılır. Sayısal verinin işlenmesi daha kolay olduğu için elektronik stetoskoplar genelde sayısal olarak tasarlanır. İyileştirilmiş işaret önce örneksel-sayısal çeviriciyle sayısal değerlere dönüştürülür ve daha sonra da bir işlemci tarafından işlenerek çıktı halini alır.
İşaret çözümlemesinde sayısal işaret işleyicilerden (İng. Digital Signal Processor) yararlanılması çıktının kalitesini artırır. Sayısal işaret işleyici yardımı ile veriler üzerinde filtreleme-yorumlama vs. her türlü işlem kolayca yapılabilmektedir.
The Kovenant
The Kovenant, Norveçli müzik grubu.
Grup Covenant ismiyle Nagas |
h Blackheart ve Thanatos Blackheart tarafından 1992 yılında Hamar'da kurulur. "From The Storm Of Shadows" demosu 1994'te yayınlanır. Bu sırada hem Dimmu Borgir hem de tek kişilik grubu Troll ile meşgul olan Nagash'ın yoğun çalışma temposu 1995'te çoktan hazır olan albümü geciktirir ve "In Times Before The Light" 1997'de Mordgrimm etiketiyle yayınlanır. 1998'de Nuclear Blast'la anlaşan grup, dört tane yeni elemanı kadrosuna dahil eder. Bunlar Astennu (Carpe Tenebrum, Dimmu Borgir), Sverd (Arcturus), Sarah Jezebel Deva (Cradle of Filth) ve efsanevi davulcu Hellhammer (Mayhem). Grup elit kadrosuyla 1998'te en başarılı albümleri olarak kabul edilen Nexus Polaris'i yayınlar. Bu başarı onlara Norveç'in en prestijli müzik ödülü olarak bilinen Spellemannsprisen'i kazandırır ve Nagash bas çalmakta olduğu Dimmu Borgir'den tamamen Covenant'a yoğunlaşmak için ayrılır.
"Nexus Polaris"in çıkışının ardından Sverd, Astennu ve Sarah bir takım sebeplerden dolayı şutlanır. Grup aynı isimle kendilerinden önce kurulan İsveçli elektronik müzik grubu tarafından mahkemeye verilir ve isimlerini The Covenant olarak değiştirmek zorunda kalırlar. Ancak The eklemek yeterli olmayacaktır çünkü bu isimlede 1988'de kurulmuş Hollandalı bir heavy metal grubu vardır ve en sonunda The Kovenant ismini alırlar.
1999'da "Animatronic" yayınlanır. Grup kendi deyimleriyle artık space metal yapmaktadır. Bu tarz değişikliğiyle isimlerini de değiştirirler. Nagash artık Lex Icon, Blackheart artık Psy Coma ve Hellhammer'da Von Blomberg olmuştur. Ciddi bir tarz değişikliğine rağmen albümün başarısı onlara aynı sene Dimmu Borgir'in de aday gösterildiği ikinci Spellemannsprisen'i kazandırır. Amerika turuna çıkmadan kadroya Angel'ı dahil ederler. Yeni tarzları geleneksel black metal fanları tarafından beğenilmesede, endüstriyel metal fanlarından büyük beğeni toplamıştır.
Animatronic turnesinden sonra grup inzivaya çekilir ve "In Times Before The Light"ı tekrar kayıt eder. Nuclear Blast'ın ilgilenmemesi üzerine, plak şirketlerini değiştirirler ve albümü Hammerheart Records'dan çıkartırlar. 2002'de "Nexus Polaris" de yeni isim ve logoyla tekrar basılır.
2002 yılında dördüncü albümleri "SETI" için stüdyoya girer. Önce promosyon amaçlı EP SETI Club ve daha sonra da albüm 2003'te yayınlanır. Aynı yıl metal aleminde beraber çalmadığı grup kalmayan Von Blomberg, diğer gruplarla turneye çıkmak için ve başka projeleriyle ilgilenmek istediği için gruptan ayrılır. Bateriye Küth ve klavye için Apoptygma Berzerk'ten Brat kadroya dahil edilir. Grup Avrupa ve Amerika turnesine çıkar.
Animatronic'in başarısının ve kalitesinin gölgesinde kalan albüm ve turne sonrası grup yeni albüm isminin "Dreaming Spires" olacağını açıklar. Daha sonra ismi "Aria Galactica" olarak değişen ve 2007'de çıkması beklenen albümün çıkış tarihi sürekli ertelenmektedir ve şu an belirsizdir. 14 yeni şarkı ve bir de DVD'den oluşacak albümün ses örneklerini The Kovenant resmi MySpace sayfasından dinlenebilir.
Jaye Davidson
Jaye Davidson (d. 21 Mart 1968, Kaliforniya), Amerikalı sinema sanatçısı. Gerçek adı Alfred Amey'dir.
Ganalı bir baba ile İngiliz bir annenin oğlu olarak doğdu. İki buçuk yaşına geldiğinde ailesi ile birlikte ABD'den ayrılarak İngiltere'nin Hertfordshire kentine yerleşti. 16 yaşındayken okul hayatını bırakıp ufak tefek pek çok işte çalıştı. 1992 yılında yönetmenliğini Neil Jordan'ın üstlendiği ve üretildiği yıl 6 dalda Oscar ödülüne aday gösterilen Ağlatan Oyun filmiyle ilk kez izleyici önüne çıktı. Bu filmde "Dil" adlı bir transgender karakteri başarıyla canlandırması üzerine 1992 yılında "En iyi yardımcı erkek oyuncu oscar ödülü"'ne aday gösterildi; ama bu ödülü kazanamadı.
1994 yılında Jiggery Pokery adlı bir tv fiminde ve yine aynı yıl yönetmenliğini Roland Emmerich'in üstlendiği Stargate isimli kült bilim kurgu filminde oynadı. Ayrıca 1996 yılında, Robert Leacock'ın çektiği Catwalk adlı bir belgeselde de yer aldı ve aynı yıl aktif aktörlük hayatına son verdiğini açıkladı.
Amerikan yayın organı New Yorker’ın, 15 mart 1993 tarihli sayısında Warren Miller’ın, “Jaye Edgar Hoover Binasında" adlı karikatürü bir ofisi gösterir. Karikatürü anlamak; hem Jaye Davidson’ın, "The Crying Game" filminde, "Dil" adında bir gay-travesti karakteri canlandıran aktör olduğunu hem de John Edgar Hoover’ın son zamanlarda Amerikan ulusal medyası tarafından gay olarak gizli bir hayat yaşadığı şeklinde lanse edildiğini bilmeyi gerektiriyordu.
Öte yandan The Crying Game filmi ve Jaye Davidson'ın bu filmde canlandırdığı karakter, genel itibarıyla sıradışı ve tartışmalıydı. Bu sıradışılık, Jaye Davidson'ın 1992 yılında "En iyi yardımcı erkek oyuncu" dalında Oscar'a aday olmasında bile kendini gösterdi ve ünlü bir eleştirmen Davidson’ın Sanat ve Film akademisi (Academy of Motion Picture Arts and Science) tarafından “dışlandığı”nı belirtti. Bir eşcinsel olan Davidson, memleketi Londra’da heteroseksüel olarak biliniyordu ve hatta ödül törenine erkek kılığında mı yoksa kadın kılığında mı katılacağı yönünde dedikodu ve spekülasyonlar bile yapıldı.
Turkuvaz Dergi Grubu bünyesinde çıkan Sinema dergisi, 2009 yılı Haziran sayısında "Sinema Tarihinin En İyi 75 Erkek Oyuncu Performansı" listesinde, The Crying Game fiminde canlandırdığı "Dil" karakteriyle Jaye Davidson'ı, 60. sıradan vererek, kendisine yönelik aşağıdaki açıklamayı yayımladı:
"“Ağlatan Oyun”u ilk izlediğimizde o meşhur sürprizi karşısında ağzımızın açık kalmasının tek sebebi kusursuz senaryosu ve Neil Jordan’ın sinemasal anlatımın her türlü inceliğini kullanan müthiş yönetmenliği değildi. Dil karakteri bize bir kadın olarak tanıtıldıktan sonra, Jaye Davidson’ı perdede gördüğümüz ilk anda akılda hiçbir soru işareti oluşmuyordu. Biz seyirciler filmin ilk yarısı boyunca bu karakteri kadın, ikinci yarısı boyuncaysa erkek olarak kabul ederken, Davidson da bir an bile “kadın kıyafetinde erkek” klişelerine yanaşmıyor, değme oyuncuların bile düşecekleri beklendik tuzakları zarifçe aşıyordu." (Sinema Dergisi, Haziran Sayısı, 2009)
1996 yılında aktif aktörlük hayatına son verdiğini duyuran sanatçı, sinema sektörüne girmeden önceki mesleği olan modacılığa geri döndü. Günümüzde, Londra'da Wald Disney şirketi için çalışmalarına devam eden Elizabeth Emanuel ve David Emanuel çiftinin yanında moda asistanlığı yaparak yaşamını sürdürmektedir.
Savaş suçu
Savaş suçu, askerî veya sivil, kişi veya kişilerin, savaş kanunları ihlâli için uluslararası ceza hukuku çerçevesinde cezalandırılabileceği suçtur. Devletler arası çatışmalarda savaş kanunlarının her ihlâli bir savaş suçu sayılmaktadır, ama devlet içi çatışmalarda yer alan ihlâller savaş suçu sayılmayabilir.
"Savaş kanunları" sınırları içinde, yerleşmiş güvenliğinin ihlâli, çatışma esnasında kabul edilmiş prosedürlerin ve kuralların çiğnenmesi, örneğin ateşkes bayrağını kaldıranlara saldırmak veya ateşkes bayrağını yanıltıcı şekilde kullanıp saldırmak, savaş suçu sayılır.
Savaş esirlerine ve sivillere karşı kötü davranmak da savaş suçu oluşturan davranışlar arasında yer alır. Savaş suçları toplu katliam ve soykırım olaylarının bir parçası olmasına rağmen, bu tip suçlar genel olarak uluslararası insani hukuk çerçevesinde insanlığa karşı suçlar kapsamına girer.
Savaş suçlarının uluslararası insani hukuk alanında önemli bir yeri vardır ve bu alanda Nurnberg Mahkemeleri gibi uluslararası mahkelemer düzenlenmiştir. BM Güvenlik Konseyi tarafından oluşturulan Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemesi yakın tarihten örneklerdir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, 1 Temmuz 2002 tarihinden sonra işlenmiş savaş suçları davalarının görüşülmesi için Lahey'de kuruldu. Bazı ülkeler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve İsrail, mahkemeye karşı eleştirilerde bulunup, katılmayı reddetmişlerdir ve mahkemenin vatandaşları üzerinde yargılama yetkisine sahip olmasına izin vermemişlerdir.
Savaş suçları, Orta Çağdan beri ulusal mahkemeler tarafından cezalandırılabilmiştir. Savaş suçlarının ilk kez kapsamlı bir kanun halinde toplanması, Amerikan İç Savaşı sırasında Başkan Lincoln tarafından 1863'te çıkarılan Lieber Kuralları´nda gerçekleştirildi. O tarihten bu yana 1907 tarihli IV nolu La Haye Sözleşmesi ve onun yönetmelikleri, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve onların 1977 tarihli protokolleri de dahil olmak üzere pek çok uluslararası insancıl hukuk sözleşmesi hazırlanmıştır. Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü´nün (Statü) 8. Maddesi bu anlaşmalarda ve uluslararası örf ve adet hukukunda tanımlanmış uluslararası silahlı çatışma esnasında işlenen savaş suçlarının büyük bir bölümü üzerinde Uluslararası Ceza Mahkemesi´ne (UCM) yetki verir. Bu iç savaşlar gibi günümüzün en yaygın çatışmaları olan uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda işlenmiş savaş suçlarını yargılama yetkisinin de,
Uluslararası Ceza Mahkemesi´ne verilmesi yoluyla uluslararası hukuktaki en son gelişmeleri de teyit etmektedir. İnsanlığa karşı suçlardan farklı olarak bir savaş suçu tek, ayrı, dağınık ya da rastgele bir eylem olabilir. Bu eylemlerin yaygın ve sistematik olmasına yönelik herhangi bir koşul yoktur.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin görev alanına giren, Lahey yönetmeliklerinde ve Cenevre Sözleşmeleri'nin I. Protokol'ünde ve uluslararası örf ve adet hukukunda tanımlanmış ihlallerin bazıları şunlardır:
Bu zamana kadar savaş suçları nedeniyle yargılanan eski devlet ve hükümet başkanlarından bazıları:
Savaşın yasallığı kazananlara verdiği öncelik nedeniyle eleştiri noktası haline gelmiştir çünkü bazı olaylar savaş suçları olarak algılanmamaktadır. Bu olaylar arasında ABD'nin I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sürecinde sivil hedefleri yok etmesi ve atom bombalarının Hiroşima ve Nagasaki'de kullanımı yer almaktadır. Endonezya'nın 1976 ve 1999 tarihleri arası Doğu Timor'u işgali de bazı kesimler tarafından savaş suçu olarak algılanmaktadır.
Ohio Wesleyan Üniversitesi
Ohio Wesleyan Üniversitesi, (ya da Wesleyan veya OWU) ABD'nin Ohio eyaletinin Delaware kentinde bulunan özel bi |
r üniversitedir. 1842 yılında kurulmuştur.
Georgia Teknoloji Enstitüsü
Georgia Teknoloji Enstitüsü (Georgia Institute of Technology) Atlanta, Georgia ABD'de bulunan, daha çok mühendislik ve bilişim bilimleri konusunda adını duyurmuş bir üniversitedir. Günlük konuşmada Gatech, Georgia Tech veya Tech olarak anılmaktadır, kısaltma olarak ise genelde GT kullanılır. U.S News tarafından yapılan sıralamalarda devlet üniversiteleri arasında ilk onlarda yer alır. Okul aynı zamanda Georgia Üniversite Sisteminin bir parçasıdır.
Georgia Tech Endüstri mühendisliği dalında dünya birincisidir. Mühendislik ve bilişim bilimleri dallarında çok bilinen bir üniversite olmasına rağmen sadece teknik bir üniversite değildir, mimari, fen bilimleri, tasarım, işletme gibi dalları da bünyesinde barındırmaktadır.
Georgia Tech altı fakülteden oluşur. Bunlar mimarlık, bilişim, mühendislik, işletme, insani bilimler ve fen fakülteleridir.
Bu fakülte doktora programını diğer programlardan ayrı tutmaktadır. Doktora yapmak isteyen öğrenciler yapı teknolojileri, inşaat, şehir planlaması, kültür ve davranış, tasarım ve bilgi sistemleri, tasarımın bilişsel süreçleri, tasarım tarihi, teorisi ve eleştirisi, morfoloji ve tasarım alanlarında özelleşirler.
Bu fakülte günümüz itibarıyla üç bölümden oluşan tek bir okulu içerir. Üç okul bilişimin değişik üç alanıyla ilgilenir.
Gelecek sene bu üç bölümün üç ayrı okula dönüşmesi beklenmektedir. Bilişim fakültesi günümüzde aşağıdaki alanlarda dereceler vermektedir.
Mühendislik fakültesi Georgia Tech'in bel kemiği olan fakültelerin başında gelir. Fakülte aşağıdaki dallarda dereceler vermektedir.
İşletme fakültesi tek program altında işletme lisans, master ve yüksek lisans dereceleri vermektedir.
Neo-
Neo-, Yunanca "neos" yani "yeni" sözcüğünden türemiş ve eklendiği kelimeye en basit tabirle "yeni" anlamı katan veya "yeni" vurgusu yapan bir ön ektir.
En bariz "yeni" anlamıyla şu tür sözcüklerde kullnılmıştır:
Bir devamlılığın bölümlerindeki formlar arasındaki farklılığı belirtmek için kullanıldığında neo-, "paleo-"'nun zıddıdır:
Düşünce tarihinde ise eski bir düşüncenin yenilikçilik arayışını
ve yenilikçilik akımını ifade eder. Böylece "yeni" çıkan fikri temel aldığı orijinal fikirden ayrıştırır. Örnekler:
Çağdaş kültürde neo-, basit bir şekilde yeniliğe veya çağdaşlığa bir atıf olarak da kullanılır:
Vardavela
Vardavela, gemilerde üst güverteler veya diğer üst yapıların üzerinde, kenarlara diklemesine yerleştirilmiş elemanlar (çelik çubuk veya profiller; punteller, dikmeler) ve bunlar arasında gerilmek suretiyle yerleştirilmiş halatlar ile veya yine bu dikmelere kaynak veya perçin ile yatay olarak tutturulmak suretiyle yerleştirilmiş ince, şerit levhalar ( : lama ) veya çelik profiller, çubuklar ile oluşturulmuş korkuluk.
Gemilerde korkuluk işlevi gören bir eleman da küpeştedir. Küpeşte borda (gemi yanı) kaplamasının güverteden yukarıya doğru uzatılarak oluşturduğu korkuluktur.
Yönetim merkezi
Yönetim merkezi, bir devletin ve ülkenin yönetsel birimlerinin yönetildiği kentlere denir. Devletlerin veya ülkelerin yönetildiği merkez, daha çok başkent olarak adlandırılır. Ankara, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti, Ankara ilinin ise yönetim merkezidir.
Pelekanon Muharebesi
Pelekanon Muharebesi (veya yanlış olarak Maltepe Meydan Muharebesi), Osmanlıların Kocaeli Yarımadasındaki fetihleri ve İznik'i kuşatmaları sebebiyle 10-11 Haziran 1329 tarihinde Bizans imparatoru III. Andronikos ile Osmanlı hükümdarı Orhan Bey arasında yapılan muharebe. Muharebe, Osmanlıların zaferiyle sonuçlandı ve o güne kadar dikkat çekmeyen Osmanlılar ön plana çıktı.
Türklerin Kocaeli yarımadasındaki kaleleri alarak Boğaz'a inmeleri Bizans İmparatorluğu'nu telaşa düşürmüştü. Osmanlı Beyliği tarafından alınan kaleleri geri almak ve kuşatma altındaki İznik' i kurtarmak için Bizans imparatoru III. Andronikos gizlice hazırlıkta bulunarak Rumeli' den getirttiği iki bin kişilik kuvvete İstanbul ve etrafından katılan kuvvetlerle birlikte Anadolu yakasına Üsküdar' a geçti. İmparator 1329 Mayıs'ında Orhan Bey' nin üzerine yürüyüp kendisine sahilde Flokren (Darıca ile Tuzla arasında bulunuyor.)kasabasını karargâh yaptı. Bunu haber alan Orhan Gazi İznik kuşatmasına bir miktar asker bırakarak sekiz bin mevcutlu kuvvetlerinin başında olarak Pelekanon (Darıca ile Eskihisar arasında) mevkiinde bizzat İmparator'un kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle çarpıştı.
Akşama kadar süren muharebenin devam etmesini tehlikeli gören İmparator'un ordugahına döndüğü sırada Orhan Gazi'nin taarruza geçmesi üzerine Bizans ordusunda panik oluştu. Bu esnada yaralanan İmparator deniz yolu ile İstanbul'a döndü, ordusunun çoğu kaçamadı ve imha edildi.
Orhan Gazi bu zaferden sonra aynı sene içinde tekrar İznik üzerine döndü. Artık kendisine yardım imkanı görmeyen İznik kumandanı bazı şartlarla teslim oldu.
İşitilmedik Hikâyeler
İşitilmedik Hikâyeler, Edgar Allan Poe'nun "Şişede Bulunan Not, Morg Sokağı Cinayetleri, Usher Evi'nin Çöküşü" gibi öykülerini içeren kitap.
Kitabın önsözünde Edgar Poe şu sözü söylemiştir;
"Bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum."
Menisküs
Menisküs, insan dizinde yer alan kıkırdak dokudan oluşmuş bir yapıdır. Doku, dizde, üstte ve altta yer alan iki ana bacak kemiğinin birleştiği yerde bulunmaktadır ve bu iki kemiğin sürtünmesini engellemekte önemli rol oynamaktadır. "Meni" sözcüğü Yunanca'da "ay" anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, bu dokunun şekli de yukarı dönük hilal ayı biçimindedir. Terim, halk arasında bu kıkırdağın yırtılmasıyla oluşan hastalığı tanımlamak için kullanılır.
Menisküs dokusu, kıkırdaklardan oluşan bir tür eklem yapısıdır. Dizdeki hareketleri kontrol eden menisküsler, bacağın üstündeki ve altındaki iki kemiğin hareket esnasında birbiriyle sürtünerek aşınmasını önler. Menisküs dokusu, içinde kan dolaşımının yer aldığı dokulardandır. Doku oldukça incedir ve yaklaşık 3.5 cm uzunluğundadır. Menisküsün yer aldığı dokuda, yüzeyde ince uzun kıkırdak hücreleri, derinde ise oval kıkırdak hücreleri yer almaktadır. Yine bu doku hücrelerinde az sayıda mitokondri bulunması nedeniyle, bu hücreler oksijensiz de yaşayabilmektedirler. Aynı doğrultuda, menisküs hücrelerinin %74'ü sudur. Menisküs dokusunun bir başka önemli özelliği de, kıkırdak doku özelliğinin yanı sıra kas dokusu benzeri bir kıvama sahiptir. Menisküs dokusu oldukça konforlu bir eklem dokusudur. Öyle ki menüsküsün %15-34 ünün çıkarılması temas basıncını %350 oranında artırmaktadır. Yine menisektomili bir dizin şok emici etkisi %20 oranında azalır.
Menisküs dokusu, ani dönme hareketleri başta olmak üzere, dizdeki travmalar sonucu yırtılabilmektedir. Bu tahribat daha çok sporcularda görüldüğü için "menisküs yırtığı" bir sporcu hastalığı olarak görülmektedir. Ancak menisküs rahatsızlıkları sadece sporcularda değil, dizini herhangi bir şekilde zorlamış hemen hemen herkeste görülebilir. Menisküs yırtığı dizde ağrı, kilitlenme, hareket kısıtlılığı ve sıvı toplanması gibi çeşitli şikayetlere neden olur.
Menisküs aşağıdaki gibi durumlarda yırtılabilir:
Hastalık, kendini yürümede zorluklar, dizde genel bir ağrı olarak göstermektedir. Bunlara ek olarak aşağıdaki belirtiler de hastalığın habercisi olabilmektedir:
Menisküsle savaşta oldukça önemli 4 uygulama mevcuttur. Bunlar:
Yine de ağrı ve şişliği gidermeye yönelik ağrı kesici ilaçlar önerilebilmektedir. Fizik tedavi ve kas güçlendirici egzersizlerden faydalanılabilir. Menisküsün 1/3'lük bir bölümünden kan dolaşımı geçmektedir. Bu bölge iyi bir dinlenmeyle düzelmektedir. Ancak 2/3'ünde kan dolaşımı bulunmamaktadır. Bu nedenle bu bölge onarılamamaktadır. Ağrının ısrarla devam ettiği durumlarda, cerrahi müdahele önerilmektedir. Yırtığın bulunduğu menisküsün alınması en bilinen yöntem ise de, bu tür müdaheleler hastanın kireçlenme ve kıkırdak aşınması sorunlarıyla karşı karşıya kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Başka yöntem ise, menisküsteki yırtığın dikilmesidir. Bu yöntem ilkine göre daha zahmetli olsa da çok büyük oranda iyileşme gözlenmektedir. Bu yöntem usta cerrahlarca uygulanmalıdır.Büyük oranda rahatlama görülür. Tipik bir cerrahi müdahele sonrası, hastalar koltuk değnekleriyle 1-2 gün içinde yürüyebilmektedir ve menisküsün alınmasına kıyasla daha uzun bir sürede spora başlayabilmektedir.Ayrıca Türkiye'de henüz kullanılmayan menisküs nakli dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
J. G. Ballard
James Graham Ballard (15 Kasım 1930 - 19 Nisan 2009) Şanghay'da doğan İngiliz asıllı bilimkurgu yazarıdır. Bilimkurgu edebiyatta teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan Yeni Dalga'nın seçkin temsilcilerindendir.
Ballard ve ailesi Pearl Harbour baskınından sonra diğer yabancılarla birlikte bir sivil tutsak kampına gönderildi. 1942 yazından savaşın bitimine kadar burada kaldılar. Ballard, tutsak kampında yaşadıklarını temel alarak 1984'te Güneş İmparatorluğu (Empire of the Sun) adlı kurmaca kitabını yazdı. Bu kitap daha sonra Steven Spielberg tarafından beyazperdeye uyarlandı. Bilim ve teknolojiye karşıt tutumunun şekillenmesinde, bu dönemdeki tutsaklar kampı, savaşın meydana getirdiği yıkım ve felâket gibi dramatik tecrübelerin büyük etkisi olduğu düşünülür. Özellikle atom bombasının meydana getirdiği fâcia, Ballard'ın eserlerinde kıyamete özgü felâketlerle imgesini bulur.
1946'da İngiltere'ye yerleşen Ballard, 1949'da psikiyatri okumak amacıyla Cambridge'de üniversiteye gitti. Üniversitede ruhtahlili (psikanaliz) ve gerçeküstücülükten etkilenerek yazdığı öncü kurmaca hikâyelerle yazarlığı da bir meslek olarak düşünmeye başladı. İki yıllık üniversite yaşantısından sonra Kanada'ya giderek "Kraliyet Hava Kuvvetleri"'ne (RAF) katıldı. 1954'te Hava Kuvvetleri'ni bırakarak İngiltere'ye döndü ve bir yıl sonra evlendi. 1956'da üç çocuğundan ilki doğdu ve aynı yıl "Prima Belladonna" adlı ilk öyküsü "Science Fantasy" dergisinde yayımlandı. 1962'deki ilk romanına ("The Drowned World") kadar öykülerle bu dergide adından söz ettirdi. Bu romanın diğer kıyamet sonrası kurmacalardan f |
arkı başkarakterin, buzulların erimesiyle oluşan felâketi ve kargaşayı hoş karşılayan biri olmasıdır. Ardından yazdığı kitaplarla bu alanda kendini kanıtlayıp tam-zamanlı bir yazar olarak hayatına devam etmiştir.
En çok konuşulan romanlarından biri olan Çarpışma'da ("Crash") cinsel arzular ve teknoloji harikası arabalar arasında ilişki kurarak olay yarattı. Bu kitap aynı adla 1996'da David Cronenberg tarafından sinemaya uyarlandı ve müstehcenlik uyarısıyla sansür tartışmalarına sebep oldu. Bu tartışmaların ardından film sansüre uğramadan gösterime girdi ve Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü kazandı.
Ballard bilimkurgunun teknoloji merkezli konulara bağlılığını teknoloji tapınmacılığı ve basmakalıpçılık diye eleştirip, uzay ve zaman yolculuklarını "iç uzaylardaki yolculuklar"la yer değiştirdi ve "asıl yabancı gezegen dünyamızdır" dedi. Ayrıca bilimkurgunun 20. yüzyılın esas edebî geleneği olduğunu ve bilimkurgunun görevinin reklamlar, imajlar gibi içinde yaşadığımız çeşitli kurgular arasından gerçekliği yakalamak olduğunu ve geleceğin bugünü anlamak için geçmişten daha iyi bir anahtar olduğunu söyledi.
Eserleri Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmaktadır.
Uzun süre prostat kanseri ile mücadele eden James Graham Ballard, 19 Nisan 2009'da 78 yaşında, Londra'da öldü.
Roman
Hikâye
Kasaba (anlam ayrımı)
Kasaba aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Dritëro Agolli
Dritëro Agolli (d. 1931-ö. 3 Şubat 2017), Arnavut şair ve romancı.
Agolli Arnavutluk'un Görice kenti yakınındaki Menkulas köyünde doğdu. Orta öğrenimini 1952'de Ergiri'de tamamladıktan sonra 1957'de Leningrad Üniversitesi'nden mezun oldu. O dönemde sosyalist rejimle yönetilen Arnavutluk'a dönerek Zëri i Popullit ("Halkın Sesi") gazetesinde yazmaya başladı. Aynı zamanda Tiran Üniversitesi'nde ders de veriyordu. 1973-1992 arasında Arnavutluk Yazarlar ve Sanatçılar Birliği'nin başkanlık görevini de yürüttü.
Agolli, toplumcu gerçekçilik akımının öncülerinden olarak bilinir. Türkçeye de çevrilen Komiser Memo adlı romanıyla Türkiye'deki sosyalist grupları etkilemiştir.
Agolli şiirlerinde kendine özgü bir uyak anlayışı geliştirmiştir ve imgelere bol yer verir. Şiirlerinin temasını insan yaşantıları, sorunları ve doğa oluşturur.
Şair ve romancı Dritëro Agolli 3 Şubat 2017'de 85 yaşında ölmüştür.
Komiser Memo
Komiser Memo, Arnavut şair ve romancı Dritëro Agolli'nın 1970'te yazdığı roman. Komiser Memo Türkçeye de çevrilerek Oda Yayınları arasında çıkmıştır. Romanda, Hitler Almanyası dönemindeki Arnavutluk işgaline karşı halkın direnişi ve sosyalist mücadele gerçekçi bir dille anlatılır.
Çarpışma
Çarpışma, kütlesi ve en az birinin belirli bir hızı olan iki cismin temas etmesi. Çarpışma sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Film yönetmeni
Film yönetmeni veya yönetmen, herhangi bir kuruluş veya oluşumu, sinema ya da dizi yöneten kimse anlamına gelir. Bir tiyatro veya film yönetmeni, Türk Dil Kurumu tanımına göre, oyunlarda ""oyuncuların rollerini dağıtıp oyunu düzenleyen ve ilgili rollerin tümünün hazırlanan objeye uyumu ve düzeninden sorumlu kimsedir"". Yönetmene "rejisör" de denir. Film yönetmeni bir senaryo temelinde, filmin artistik ve dramatik yapısını düzenler.
Milliyet
Milliyet, bir millete veya devlete dahil olma durumudur. Bir devletin sınırları dahilinde doğmakla, ana-baba dolayımıyla veya vatandaşlık işlemleri sonucunda milliyet belirlenir. Milliyetten farklı olarak vatandaşlık, kişinin oy verme ve seçimlerde aday olma hakkına sahip olmasına işaret eder.
İbn Fadlan
İbn Fadlan (877 - 960), 10. yüzyılda yaşamış bir Arap din bilgini ve gezginidir.
Abbasi halifesi Muktedir’in 921’de İdil Bulgarları hükümdarı Almış Han'a gönderdiği heyette yer aldı. Görevi, oradaki Müslüman bilginleri denetlemek, halifenin mektup ve armağanlarını sunmaktı. Önemli bir diplomat ve dikkatli bir gezgin olarak kabul edilen İbn Fadlan, bu yolculuğunu 'Rihla' (Seyahatname) ve (كتاب إلى ملك الصقالبة; "Kitāb ilā Malik al-Saqāliba") adlı ünlü yapıtında anlatmıştır.
İbn Fadlan, daha sonra Bulgar ("Bolğar") şehrine gelince, Wisu (veya Isu şimdiki Perm Kray) bölgesine kısa bir gezi yapar, orada İdil Bulgarları ("Volga Bulgarları") ile Komilerin ("yerel bir Fin kabile") aralarında ticaret yaptıklarını izlemiştir. İbn Fadlan'ın Bağdat'a dönüş güzergahı belli değildir.
Bu kitabında, Volga Bulgarlar'nın ülkesi ve halkına ilişkin gözlemleri yanı sıra, yolculuğu sırasında gördüğü yerler ve halklarla ilgili önemli bilgiler de aktarmıştır. Bunlar arasında, Oğuzlar, Başkırtlar, Bulgarlar ve Peçenekler ve Tatarlar da vardır. Maveraünnehir’de henüz devlet öncesi bir düzende yaşamakta olan Türklere (Oğuzlara) ilişkin gözlemler yapmıştır.
Bu gezi yazısı, Başkir Türkolog Ahmed Zeki Velidi Togan tarafından 1923 yılında İran'nın kuzeydoğusundaki Meşhed (Farsça: مشهد Mashhad) şehrinde bir kütüphanede eksik bir çeviri yazı olarak bulunmuştur.
İbn Fadlan'ın eseri 1975 yılında "İbn Fazlan Seyahatnamesi" adı ile Bedir Yayınevi taranfından basılmıştır
Bir Arap Televizyon yayımcısı İbn Fadlan Seyahatnamesi'ni dizi halinde "The Roof of the World" veya "Saqf al-Alam" (Arapça: سقف العالم) ismiyle 2007 yılında yayınlamıştır.
Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler
Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler, İbn Fadlan'ın Risale adlı seyahatnamesinin İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanan adıdır.
Abbasi halifesi Muktedir'in elçisi olarak İdil Bulgarları ülkesine giden İbn Fadlan, bu gezinin sonunda tarihe en ilginç ve özgün seyahatnamelerden birini bırakmıştır. İbn Fadlan’ın, canlı tanıklığını inkâr edilemeyecek bir yazı yeteneğiyle kâğıda döküşü sayesinde, seyahatname türünün şaheserlerinden biri ortaya çıkmıştır. Türklerde zinaya verilen cezanın infazı, bir Viking soylusunun cenaze töreni gibi sahneler, bu canlı tanıklığın önemli örnekleridir.
Günümüzden bin yıl öncesini gözlerimizin önüne seren "Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler", Türkler, Slavlar, Vikingler ve Hazarlar gibi halkların hiç bilmediğimiz yanlarını aktarmakla kalmıyor, ilginç öykülere de yer veriyor.
Şimdi Konuş (roman)
Şimdi Konuş, çağdaş ABD'li yazar Kaylie Jones'un bir romanıdır. Özgün adı "Speak Now" olan roman, Banu Irmak tarafından Türkçeye kazandırılmış olup İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.
Clara Sverdlow, lise yıllarından sevgilisi olan Niko Kamenski tarafından, yaklaşık yirmi yıl, sessiz adımlarla takip edilir. Sürekli çakırkeyif gezen bir alkolik olan Clara, otuzlu yaşlarının ortasında, Mark ile yaptığı, temelleri pek sağlam olmayan evlilikle mutluluğu bulur. Fakat koca bir gölge gibi üzerlerine çöken geçmiş, Clara ve Mark’ın mutluluğunu sürekli taciz eder.
Clara’nın babası Viktor bir Rus’tur ve siyasi bir mahkûm olarak Auschwitz’de bulunmuştur. Viktor, Toplama Kampı’nda mahkûmlara yardım eder, gaz odalarına giden binlerce masum kurbana yol gösterir. Kamptan sağ kurtulup ABD’ye giden Viktor’un beraberinde taşıdığı suç ve korku, kızı Clara’nın doğasını ve bütün yaşamını etkiler. Clara bu durumu hiçbir zaman anlayamaz, doğuştan var olan bir hastalık olarak kabul eder. Her davranışını biçimleyen bu durum, kök salmış bütün korkularının da asıl kaynağıdır. Mark’ın ise kendi sorunları vardır; belalı adamlarla bağlantıları olan bir erkek kardeşi aşırı dozdan ölmüştür.
Birlikte kırılgan bir mutluluğu yakalamış olan Clara ve Mark, mucizevi biçimde sahip oldukları bebek sayesinde geçmişi unutmaya ve normal insanlar gibi yaşamaya çalışırlar. Ne var ki Clara’yı gölge gibi takip eden Niko Kamenski, onların hayatlarına gizlice girer ve bir felaketi de beraberinde getirir. Clara ile Mark’ın tek umudu, geçmişle hesaplaşmak ve çok geç olmadan yaşadıkları anla yüzleşmektir.
Abdülkadir Budak
Abdülkadir Budak (d. 23 Nisan 1952), Türk şair.
Sivas’a bağlı Hafik ilçesinde doğdu. Ankara’da liseyi bitirdi. Ardında devlet memuru olarak Kayseri'de görev aldı. Emekliye ayrıldıktan sonra hayatını Ankara’da sürdürüyor.
Şiirleri 1970’li yıllarda ilk olarak edebiyat dergilerinde görülmeye başlandı.
İlk kitabı "Geçti İlkyaz Denemesi" ve ardından yayımladığı "Şimdi Yaz" kitapları Behçet Necatigil izleri taşıyordu. Hâlâ Yazılı Kağıt Yayınları'nın genel yayın yönetmenliğini sürdürmektedir ve 2007 yılından beri Ankara merkezli Sincan İstasyonu adlı dergiyi yayımlamaktadır.
Türkiye Otomobil ve Motorsporları Federasyonu
Türkiye Otomobil ve Motorsporları Federasyonu veya TOMSFED, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı olarak 1991 yılında kurulmuştur. 8 Ağustos 2003 tarihinde Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu ve Türkiye Motosiklet Federasyonu adları altında ikiye ayrılmıştır.
Mustafa İnan
Mustafa İnan (1911, Adana - 5 Ağustos 1967, Freiburg), Türk inşaat mühendisi, akademisyen, bilim insanı.
Uygulamalı ve teorik mekanik dalında zamanının önde gelen bilim insanlarındandır. Yaşamını Türkiye'de bilimin gelişmesine adamıştır. 1957-1959 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi'nde rektörlük yapmıştır. TÜBİTAK'ın kurucularından birisidir.
1911'de Adana'da doğdu. Babası seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey, annesi Rabia Hanım'dır. I. Dünya Savaşı’nda sonra ailesi Fransız işgali nedeniyle Adana’dan ayrılıp, Konya'ya göç etti.
Kurtuluş Savaşı'nın bitince dönebildikleri Adana'da ilkokul ve ortaokulu bitirdi. Ortaokulun son sınıfını parasız yatılı olarak okudu. Yatılı okuldaki lakabı, matematiğe olan ilgisinden dolayı "Riyaziyeci Mustafa" idi. Ney üflemeye, Yunus Emre, Mevlana gibi filozofları incelemeye başladı.
1931'de yatılı okulu birincilikle bitirdi ve Yüksek Mühendis Mektebi'ne birincilikle girdi. Yükseköğrenim yıllarında tiyatroya özellikle de edebiyata ilgisi arttı.
İTÜ'yü pekiyi derece ile birinci bitirdi. Doktora için devlet bursuyla gönderildiği Zürih’te, Eidgenössische Technische (ETH)’de Vrendel kirişleri konusunda çalıştı ve Vrendel tipi köprülerin fotoelastisitesini] araştırdı. Fotoelastisite alanında araştırma yapan ilk Türk bilim insanı oldu. 1941 yılında doktora derecesini aldı. “"Kayma Merkezi"” başlıklı ilk makalesi 1943’te yayımlandı. Bu, bir T |
ürk bilim insanının yurt dışındaki ilk doktora çalışması kabul edilir.
1942-1944 arasında Türkiye’de askerlik görevini yaptı. 1944'te Türkiye'nin ilk kadın arkeoloğu Jale İnan'la evlendi. Bu evlilikten Hüseyin adında bir çocukları oldu (1945).
İnan, 1944’te ismi İstanbul Teknik Üniversitesi olarak değiştirilen Yüksek Mühendis Mektebi'nde Teknik Mekanik ve Mukavemet Muallim Muavinliği'ne tayin edildi. 1945’te profesör unvanını aldı. 1950’li yıllarda üniversitede fotoelastisite laboratuvarını kurdu. Aynı kurumda Teknik Mekanik ve Genel Mukavemet Kürsüsü Başkanı (1946-1954), İnşaat Fakültesi Dekanı (1954-1956) ve Rektör (1957-1959) olarak hizmet verdi. En genç dekan, ve en genç Rektör oldu. Yöneticilikteki başarısı, 1957’de İtalyan hükumetinin iyi yöneticilere verdiği “"Grand Ufficale"” unvanı ile ödüllendirildi.
1959-1964 yılları arasında, ilk yapay uyduların fırlatıldığı sıralarda “"Suni Peyklerin Yörünge Hesaplarına Dair Bazı Sonuçlar"” isimli makalesiyle başlayarak, toplam 11 adet makale yayımlayan Mustafa İnan, 1961 yılında “Taşıma Matrisi” (Carryover Matrix) kavramını “"Elastomekanikte İntikal Matrisi"” isimli makalesiyle tanımlayarak dünyada taşıma matrisi probleminde çalışma yapan ilk bilim insanlarından oldu.
1962’de düzenlediği konferanslarla üniversite çevresini bilgisayarla teorik düzeyde tanıştırdı. Bilgisayar, ertesi yıl tüm üniversitelere girdi.
Rektörlüğü döneminden sonra Milli Eğitim Bakanlığı ve Bayındırlık Bakanlığı için aldığı teklifleri reddetti.
Fikir babalarından ve kurucularından birisi olduğu Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nda 1963-1967’de Bilim Kurulu üyesi olarak görev yapan İnan, Mart 1967’de başkanlığa seçildi.
Bilimsel makalelerinin ve seminerlerinin yanı sıra Kızılderililer'den Arya-Daharma'ya, Düşünme Sanatına kadar birçok konuyla ilgilenip, bu konularda yazılar yazan konferanslar veren İnan, başta Türkçe olmak üzere Farsça, Musevice, Yunanca, Arapça kelimeler ve anlamları üzerine de çalışmalar kapsamında “"Dil ve Matematik"” isimli bir makale yayımladı.
1 Eylül 1967 tarihinde ABD, İsviçre ve Almanya'da, bilimsel ve mesleki çalışmalar gerçekleştirmek üzere 6 ay süreyle görevlendirilmişken, Türkiye'de nükseden ve anlaşılamayan hastalığı için Almanya'nın Freiburg şehrine tedavi olmak üzere gitti. Tedavisi devam ederken 5 Ağustos 1967'de yattığı hastanede sabaha karşı 04.30'da vefat etti.
Mustafa İnan'ın cenazesi, 10 Ağustos 1967 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Taşkışla Binasında yapılan törenin ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Vefatından 4 sene sonra TÜBİTAK Bilim Kurulu, 9 Ağustos gün ve 134 sayılı toplantısında Mustafa İnan'a 1971 TÜBİTAK Hizmet Ödülü vermeyi kararlaştırmıştır. Ayrıca İTÜ Merkez Kütüphanesine ve İstanbul-Ankara arasındaki bir köprüyola (viyadük) adı verilmiştir.
TÜBİTAK'ın Bilim Adamı Yetiştirme Grubu'na ait bir proje kapsamında, ısmarlaması sonucu yaşamı, öğrencisi Oğuz Atay’ın kaleme aldığı Bir Bilim Adamının Romanı (1975) adlı biyografik romana konu olmuştur.
Carlos Fuentes
Carlos Fuentes Macías, (d. 11 Kasım 1928 - ö. 15 Mayıs 2012), Meksika’nın önde gelen yazarlarındandır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Columbia, Harvard, Princeton ve başka üniversitelerde dersler verdi. Çok sayıda deneme ve senaryo yazdı. Bir süre Meksika’nın Paris Büyükelçiliğini yaptı.
Romanları arasında en önemlilerinden olan "Terra Nostra" Venezuela’da Romulo Gallegos Ödülü’nü kazandı. 1987 yılında, İspanyolca yazan yazarlara verilen en büyük ödül olan Cervantes Ödülü’ne değer bulundu. Octavio Paz ile birlikte Obregon Literature Collection’u yönetti.
Asker
Asker; orduda görevli, erden mareşale kadar rütbeye sahip kişi. Askerlik yükümlülüğü altına giren şahıslar (erbaş ve er) ile özel yasalarla silahlı kuvvetlere katılan ve resmi bir kıyafet taşıyan kişilerdir. Askerlerin aslî görevi ülkelerinin topraklarını iç ve dış tehditlere karşı savunmaktır.
Askerler aslî vazifelerinin yanı sıra -ihtiyaca bağlı olarak- arama-kurtarma, tıbbî yardım, yangın söndürme, asayişi sağlama, meslekî eğitim gibi çok geniş bir yelpazedeki görevleri de yerine getirirler.
Türkçeye Arapçadan geçmiş olan "asker" sözcüğünün kökeninin Latince "exercitus" (ordu) sözcüğü olduğu yönünde görüşler vardır ancak bu iddia ses bakımından problemlidir. Sözcüğün Türkçede asker şahıslar için tekil olarak kullanımı, "askere gitmek", "askere yazılmak" vb. deyimlerden muhtemelen 19. yüzyılda türemiştir.
Eski Türkçedeki karşılığı "sü"'dur. "Subaşı" ise erbaşlar için kullanılırdı.
Askerlik, insanlık tarihindeki en eski mesleklerden biridir. Sosyal hayata geçişle birlikte insanoğlunun toplu güvenlik ihtiyacı ortaya çıktı. Bu ihtiyaç öncelikle grup üyesi erkeklerin -avcı ve toplayıcılığa ilaveten- aynı zamanda kolluk gücü olarak görev yapması ile sağlanıyordu. Zamanla kaynakların idaresi ve paylaşımındaki gelişmeler ve değişim araçlarının kullanılmaya başlaması ile yegane görevi topluluğun savunma ve saldırı ihtiyaçlarını karşılamak olan askerler ortaya çıktı.
Kurtuluş
Kurtuluş kelimesi aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Florence Nightingale
Florence Nightingale (; 12 Mayıs 1820 – 13 Ağustos 1910), İngiliz sosyal reformcu, istatistikçi ve hemşire. Modern hemşireliğin kurucusudur. Kırım Savaşı sırasında eğitim alan hemşirelerin yöneticisi olarak öne çıkmış, savaşta yaralanan askerlerin tedavi ve bakımlarını yapmıştır. Hemşireliğe son derece olumlu bir itibar kazandırmış ve Viktorya kültüründe bir ikon olmuştur. Özellikle gece gündüz demeden yaralı askerlere baktığı için kendisine "Lambalı Kadın" denmiştir.
Son günlerde bazı yorumcular Nightingale'in Kırım Savaşı'ndaki başarılarının medya tarafından abartıldığını, halkın bir kahramana olan ihtiyacının karşılandığını iddia etmiştir. Bununla birlikte, eleştirmenler Nightingale'in başarılarının profesyonelleştirici hemşirelik rollerini belirleyici nitelikte olduğunu kabul etmiştir. 1860 yılında Nightingale, Londra'da St Thomas' Hospital'da kendi hemşirelik okulunun kurulmasıyla profesyonel hemşirelik vakfının temellerini atmıştır. Dünyada ilk modern sivil hemşire okulu olmuştur ve şu anda King's College London'ın parçasıdır. Yeni hemşireler tarafından alınan Nightingale Andı ile adı onurlandırılmıştır. Doğum günü her yıl "Uluslararası Hemşireleri Günü" olarak kutlanmaktadır. Sosyal reformları İngiliz toplumunun tüm kesimlerine yönelik sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, Hindistan'daki açlık yardımını savunmak, kadınlara aşırı sert olarak gördüğü fuhuş yasalarını ortadan kaldırma ve kadınların iş gücüne katılımını kabul ettirme şekillerini genişletme çalışmaları olmuştur.
Nightingale çok yönlü bir yazardır. Yaşamı boyunca yayınlanan eserlerinin çoğu yayılan tıbbi bilgilerle ilgili olmuştur. Yazınsal becerileri kötü olanlar tarafından kolayca anlaşılabilecek basit İngilizce ile yazılmıştır. Ayrıca istatistiksel verilerin grafiksel sunumunu halka sevdirmeye yardımcı olmuştur. Din ve mistisizm üzerine yoğunlaşmış çalışmaları sadece ölümünden sonra yayımlanmıştır.
1907'de Londra'daki Kızılhaç Toplulukları Sekizinci Uluslararası Konferansı'nda, toplanan delegeler, hemşirelik alanındaki seçkinlere verilecek bir Uluslararası Uluslararası "Florence Nightingale Madalyası" hazırlamaya karar verdiler. Daha sonra, Florence Nightingale Madalyası 1912'de Uluslararası Kızılhaç Komitesi tarafından kuruldu. Bir hemşirelere verilen en yüksek uluslararası ödüldür, hemşirelere veya hemşire yardımcılara "yaralılara, hasta veya özürlülere olağanüstü cesaret veya bir çatışma ve felaketin sivil kurbanlarına olan yardımlar"a göre verilir.
Mizan
Mizan aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Bülent Usta (yazar)
Bülent Usta (d. 1973, İstanbul), yazar.
Bülent Usta, 1973 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'nü bitirerek, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü'nde yüksek lisansını tamamladı. Klinik psikoloji alanında doktora yapmaktadır. Daha önce çeşitli dergilerde ve Radikal 2 gibi gazete eklerinde antropoloji, siyaset ve felsefe ağırlıklı yazılarıyla gözüken yazar, Milliyet Kitap, Varlık, Kitap-lık, Radikal Kitap, Cumhuriyet Kitap gibi dergi ve gazete eklerinde de deneme, eleştiri, söyleşi ve edebi ürünleriyle yer alarak edebiyata ağırlık verdi. Siyahî dergisinin kurucuları ve editörleri arasında yer aldığı gibi, Eşik Cini öykü dergisinin editörlüğünü de yürütmüştü. Daha çok şiir ve öykü alanında olmak üzere, çok sayıda kitabın editörlüğünü yaptı. 2005-2012 yılları arasında Yasakmeyve şiir dergisinin editörlüğünü yapan yazar, on iki sayı çıkan “Sıcak Nal” edebiyat dergisinin yayın kurulunda yer aldı. 2012-2014 arasında Oğlak Yayınları'nda editörlük yaptı. Özcan Alper'in "Rüzgârın Hatıraları" adlı filminin iç seslerini yazdı ve halen çeşitli film projelerinin senaryo çalışmalarında yer almaktadır. Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak ders veren yazar, “Birgün” gazetesi kültür sanat sayfalarında yer alan “Karşılaşmalar” adlı köşesinde, güncel olayları sanat ve siyaset üzerinden değerlendiren yazılar yazmayı sürdürüyor. Çeşitli antoloji ve ortak çalışmalarda öykü ve yazıları yayımlanan yazarın, Ocak 2008'de Versus Kitap tarafından yayımlanmış Karınca Hastanesi adlı bir de romanı bulunmaktadır.
MiG-29
Mikoyan MiG-29 (Rusça: Микоян МиГ-29; NATO rapor ismi '"Fulcrum"'), Mikoyan Gurevich tarafından 1977 yılında üretilmiştir .Dördüncü jenerasyona ait, üstün manevra yetenekli bir kısa menzil hava muharebe ve savunma uçağıdır. Birçok ilklere imza atan MiG-29, ilk iki alternatifli hava alıklarına sahip uçaktır. Ham zeminli pistlerden kalkış yaparken yerden fırlayan yabancı cisimlerin motora zarar vermemesi için ön hava emişlerini kapatıp gövde üstünde, kokpitin iki yanındaki klapeleri açarak emiş yapar.MiG-29 aynı zamanda ilk turbofan motorlu hava muharebe uçağıdır. Tek kişilik ve çift motorlu bu uçağın NATO ve batıdaki karşılıkları F-15,F-16,F-18 dir. 28 ülkede kullanılmaktadır. Su-27’lerle birlikte Rus Hava Kuvvetleri’nin ana avcı gücünü oluşturmaktadır. En son modell |
eri olan MİG-29SMT ve iki kişilik MiG-29UBT’ler HUD, MFD, HOTAS gibi modern elektronik cihazlarla donatılmış, menzili 3500 km’ye çıkarılmış; kara saldırı görevlerini üstlenebilecek tarzda modernize edilmiştir. Havada bir sefer yakıt ikmali ile menzili 5500km’ye çıkmaktadır. Üstün manevra yeteneğine sahiptir. Dünyanın ilk kaska monteli nişanlama sistemine sahip uçağıdır. Motoru nükleer bir saldırıdan sonra da uçabilecek şekilde dizayn edilmiştir. 11G Manevra kabiliyetine sahiptir ki bu manevradan fazlasına MiG-29 izin vermediği için değil hiçbir pilot 11G'nin üzerine dayanamadığı için çıkılamamıştır, gerçekte MİG-29'un tam manevra sınırı bilinmemektedir. Ayrıca MİG-29'un "Cobra" veya burun kaldırma denen bir manevrası vardır ki özellikle itdalaşında ona ezici bir üstünlük verir. Pilot fırlatma koltuğu yere 200 metre mesafede dahi çalışmaktadır. Bu da pilot güvenliğini arttırıcı bir etkendir. Her biri kilotonluk olmak üzere 6 tane nükleer bomba taşıma kapasitesine sahiptir.
Uçakta;1 Adet 30 mm top
AAM (Hava Hava) görevleri için:AA-8, AA-10, AA-11 füzelerini kullanmaktadır.
AGM (Hava Yer) görevleri için:AS-12, AS-14 füzeleri vardır.
Benzer gelişimdeki uçaklar
Benzer rolde, dönemde ve yetenekte olan uçaklar
Gazneliler
Gazneliler (Farsça: غزنویان Ghaznaviyān), 963 - 1186 yılları arasında Maveraünnehir, Afganistan, Hindistan'ın kuzeyi ve Horasan'da hüküm sürmüş olan Türk devleti. Gazneliler adlarını başkent edindikleri, hâlen Afganistan sınırları içinde bulunan, Gazne şehrinden almıştı. Gazne Devleti'nden önce bu topraklarda hüküm sürmüş olan Fars asıllı Samanîlerin siyasi ve kültürel etkisinden dolayı Gazneli Türkler, zaman içerisinde Farslaşmışlardır..
Gaznelilerin kurucusu sayılan Alp Tegin, Samanîlerin ordu komutanlarındandı. Ancak, hanedanlığın tam anlamıyla kuruluşu, onun damadı Sebük Tigin döneminde mümkün olmuştur. Sebük Tigin, Gazne şehrini başkent yaparak, Samanî sultanlarının egemenliğinden kurtulmuştur. Sebük Tegin'in oğlu Sultan Mahmut döneminde imparatorluğun sınırları Ceyhun'dan İndus Nehri'ne, oradan da Hint Okyanusu'na kadar uzandı ve Rey ve Hamedan'ı da kapsadı. I. Mesut döneminde Gaznelilere ait, köklü ve büyük toprakların bir kısmı kaybedilmiştir. Batı bölgelerinin neredeyse tamamı, Dandanakan Savaşı sonrasında Selçuklu Devleti'nin kontrolüne geçmiş ve elde Afganistan, Belucistan ve Pencap bölgeleri kalmıştı. Selçukluların 1157'de dağılması, Gaznelilere pek yarar sağlamadı. Bu karışık ortamdan güçlenerek çıkan Gurlular, 1151'de Behramşah'ı yenilgiye uğratarak Gazne'yi ele geçirdiler. Bundan sonra hükümdarlıklarını Lahor'a çekilerek devam ettiren ve İslam dinini Hindistan'ın içlerine kadar yaymış olan Gaznelilerin son hükümdarı Hüsrev Melik'in Gurlular tarafından 1186'da esir alınmasından sonra, Gazne Devleti kesin olarak sona erdi. Gaznelilerin en parlak dönemi Sultan Mahmut dönemidir.
Gazneliler Devleti'nden önce de Afganistan'da Türk toplulukları bulunmaktaydı ve Gazneliler Devleti, büyük ölçüde bu topluluklara dayanarak kuruldu. Gazneli Devleti'nin kurucusu Sebük Tigin, köle (Gulam) olarak Samanîlerin yurduna gelince Müslüman olmuştur. O dönemde bir devletin kimliği, yöneticilerine göre isim almaktaydı. Sebük Tigin'in Pend-Nâme'sine (öğüt kitabına) göre kendisi Türkistan'da "Barsahlılar" kabilesindendir. Sebük Tigin, "Türk Köle" olarak Samanî Emiri Alp Tegin tarafından satın alınmıştır. Ebu'l Gazi Bahadır Han ise, Sultan Gazneli Mahmud'un babası Sebük Tigin'in kayı boyundan olduğunu belirtir.
Afganistan'da MÖ 2. yüzyıldan itibaren çeşitli devletler kurulmuştur. Burada kurulan devletlerden biri olan Gazne Devleti, tarihi kaynaklarda, "Yemînîler" ve "Sebükteginîler" olarak da geçmektedir. Samanî Devleti'nin en parlak devrinde çok sayıda Türk, gruplar hâlinde Maveraünnehir yoluyla İslam dünyasına getirilmekteydi. Samanî Devleti'nin zayıflamaya başladığı sırada; Simcurîler, Kara Tegin İsficâbî ve Baytuz gibi Türk aile ve komutanlar Afganistan'ın çeşitli bölgelerinde hâkimiyet kurmuşlardı.
İşte bu Türk komutanlarından biri de Gazne Devleti'ni kuracak olan Alp Tegin'dir. Tahminen 890-891 yıllarında doğan Alp Tegin, Samanî emirine köle olarak satılmış ve onun hassa askerleri arasına dahil edilmiştir. Samanîlerin takdir ettikleri vasıflara sahip olmasından ötürü azat edildi ve kendisine bazı Samanî birliklerinin komutası verildi. Bundan sonra "hâcibü'l-hüccâb"lığa (bütün saray idaresinin başı) yükselmiştir.
Sarayda nüfuzunu arttıran Alp Tegin, 10 Şubat 961 tarihinde Samanî emiri tarafından en yüksek askeri makam olan "Horasan sipehsâlârlığı"na getirildi. Ayrıca, onun yerine hâcib olarak yine onun bir gulâmı getirilmesiyle saraydaki nüfuzunu devam ettirdi. Samanî Devleti'nin başına kimin geçeceği konusunda Alp Tegin'in etkili olması sonucu, Samanî sarayında Alp Tegin'in hâkimiyetinden ve her işe müdahale edişinden kurtulmak isteyen yeni bir grup ortaya çıktı. Samanî hanedan üyeleriyle ordu, Mansur bin Nuh'a sadakat yemini ederek onu tahta geçirdiler. Alp Tegin ise kendi adayını zorla tahta çıkarmak için çaba göstermeye çalışsa da, askerlerine güvenmediğinden Buhara üzerine yürümekten vazgeçerek kendi has gulâmlarıyla beraber Belh'e çekildi ve bu şehri aldı. Alp Tegin'e karşı olanlar I. Mansur'u onu yakalamak için ordu göndermeye ikna ettiler. Alp Tegin, kendisine doğru gelen 16.000 kişilik orduya karşı harekete geçerek Belh ile Hulm arasındaki, "Hulm Geçidi"nde yer tuttu ve 3.000 kişilik ordusuyla muharebeyi Nisan-Mayıs 962'de kazandı ve Gazne'ye doğru yürüyerek 4 aylık bir çaba sonucunda 12 Ocak 963'te Gazne'yi ele geçirip, Gazne Devleti'nin temelini attı.
Alp Tegin, Hindistan'a seferler düzenlemeye başladığı sırada (13 Eylül 963) hayatını kaybetti. Ölümünden sonra Gazne'de hâkimiyet kısa bir süre elden çıksa da yerine geçen oğlu Ebu İshak İbrahim, Samanî emirinin de yardımıyla şehri yeniden ele geçirdi. Ebu İshak İbrahim'in oğlu olmadığından, 12 Kasım 966'daki ölümünden sonra onun yerine Türk komutanlarından Bilge Tegin seçilip, Samanî Devleti'ne bağlılığını bildirdi. Buhara'daki Samanî komutanlarından Fâik, bağımsız bırakılmış bu Türk topluluğunu egemenliği altına almak için bir ordu gönderse de, ordusu mağlup edildi ve bir daha Buhara'dan Gazne'ye saldırı olmadı.
Bilge Tegin'in 975'te ölmesi üzerine tahta Alp Tegin'in diğer bir kölesi olan Böri Tegin geçti. Böri Tegin, halkla ters düşmesi üzerine 20 Nisan 977'de tahttan indirildi ve yerine Türk komutanları tarafından seçilen Sebük Tegin geldi. Sebük Tegin, görünüşte Samanîlerin bir valisi olarak hareket etmesine rağmen, bağımsız bir Gazne Devleti'nin temeli onun zamanında atılmıştı. Çok geçmeden Türklerin nüfuzu, Gazne'den Doğu Afganistan'daki Zabulistan bölgesine kadar yayıldı. Topraklarını; Toharistan, Zemindaver ve Belucistan'daki Kusdar bölgesine kadar genişletti. Müslümanlığın yayılmasını engelleyen Hinduşahî Racası'nı mağlup etti ve Kabil Nehri boyunca Peşaver'e kadar ilerledi. Türk komutanlarından Ebu Ali Simcûrî ve Fâik ittifakına karşı Samanî Emiri I. Mansur, 994'te Sebük Tegin'i yardıma çağırdı. Sebük Tegin ve oğlu Mahmut'un Horasan'a gelip isyancıları yenmesi üzerine Samanî emiri, Mahmut'a "Seyfü'd-devle" unvanı ve Horasan ordu komutanlığı verdi. Gazneli hâkimiyetini; Toharistan, Zabulistan, Gur ve Belucistan'a kadar taşıyan Sebük Tegin, Ağustos 997'de öldü.
Sebük Tegin ölmeden önce küçük oğlu İsmail'in tahta geçmesini vasiyet etmesinden dolayı İsmail, babasının ölüm haberini aldıktan sonra Belh'e gelerek hükümdarlığını ilan etti. Nişabur'da bulunan Mahmut ise kudret ve tecrübe bakımından İsmail'den üstündü. Mahmut, İsmail'e kendisinin yaşça büyük olduğunu ve tahta geçmesi gerektiğini, İsmail'e de Belh ve Horasan eyaletlerinin yönetimini bırakmayı teklif ettiyse de, İsmail bunu kabul etmedi. İki kardeş arasında Mart 998 tarihinde yapılan muharebeyi Mahmud'un ordusu kazandı.
Gazneli Mahmut, Karahanlılar ile bir antlaşma yapıp kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken ettiği yemin ve verdiği söz doğrultusunda Hint seferlerine başladı. 1001-1027 yılları arasında Hindistan üzerine toplamda 17 sefer düzenlenmiştir. Bu seferlerin başlıca amaçları bu ülkede İslam dinini yaymak, kalabalık Gazne ordusunu hareket hâlinde tutmak ve bir takım ganimetler elde etmekti. Sultan Mahmut, yaklaşık Eylül 1000 tarihinde I. Hint Seferi'ne çıktı. Kabil'in doğusunda, Hintlerin elinde bulunan birkaç kalesini zapt etti. Eylül 1001'deki II. Hint Seferi'nde Vayhand Racası Caypal'ın üzerine 15.000 atlıyla beraber giden Mahmut, 27 Kasım 1001 tarihinde yapılan savaşı kazandı ve filler de dahil olmak üzere pek çok ganimet ele geçirdi. Mahmut III. Hint Seferi'ni, II. seferinde kendine destek olmayan Bhâtiya Racası Becî Rây'a karşı yapmıştır. Becî Rây mağlup edilince, Bhâtiya bölgesi de Gaznelilerin eline geçti. Mart-Nisan 1006'da IV. Hint Seferini; Ebu'l-Feth Dâvud'un Bâtıni hareketleri üzerine yapan Mahmut, Multan ve Pencap'ı ele geçirdi.
Sultan Mahmut'un kuzeyde Karahanlılar ile olan mücadelesinden yararlanan Multan Valisi Suphal, Mahmud'a itaati reddederek Hindu dinine geri döndü. Bunu Ocak 1008'de öğrenip V. Hint Seferi'ne çıkan Sultan Mahmut, Multan'ı tekrar idaresi altına aldı. Pencap çevresindeki Racaların İslam dinine karşı tavır sergilemesi üzerine 31 Aralık 1008'de VI. Hint Seferi'ne çıkan Mahmut, Ağustos-Eylül 1009'da seferini galibiyetle tamamladığında Kuzey Hindistan'daki Racaların egemenlik gücünü azaltmıştı. VII. Hint Seferi'ni ticari bir antlaşmayla sonlandıran Gazneli Mahmut, Ekim 1010 tarihinde VIII. Hint Seferi'ne çıktı. Bu seferinde hiçbir zorlukla karşılaşmayarak Multan'ı kesin olarak egemenliği altına aldı. Sultan Mahmut, IX. Hint Seferi'ni bugünkü "Salt Range" bölgesindeki Nandana'ya yaptı. Kendisine tâbi olmak istemeyen Nandana Racasını mağlup etti ve bu galibiyetinin yankıları sonucunda Kuzey Hindistan'da İslam dini yayılmaya başladı.
Gazneli Mahmut, Hindistan'daki en önemli seferlerinden birini Delhi'nin 150 km. kadar kuzeyinde bulunan Thanesar şehrine yapmıştır. Hintlerce kutsal sayılan bu şehrin bulundur |
duğu birçok putun en büyüğü, "Çakrasvamî" adlı puttu. Sultan Mahmut, bu putu kırmak ve ganimet elde etmek için Ekim-Kasım 1014'te X. Hint Seferi'ni bu şehre yaptı ve galip geldikten sonra, putu Gazne'ye götürerek halka gösterdi. 1015 yılı sonlarına doğru XI. Hint Seferi'ne ve Eylül 1018'de de XII. Hint Seferi'ne çıkan Gazneli Mahmut, Türkistan'dan gelen 20.000 kişilik bir gönüllü grubun kendine katılmasıyla ordusunu biraz daha büyüttü ve bundan sonraki seferlerinde ordusuna karşı önemli direnişler olmadığı için Agra yakınlarına kadar topraklarını genişletti. Ekim 1021'de Mahmut, XIV. Hint Seferi'ni daha önce ele geçiremediği Keşmir bölgesine yaptı ancak, kışın şiddeti sebebiyle Lokhot Kalesi'ni zapt edemedi.
Daha önce Kalincar Racası Ganda mağlup edilmişse de, kesin olarak itaat altına alınmamıştı. Bunun üzerine XV. Hint Seferi'ne 1022 yılında çıkan Sultan Mahmut, Gvalior'u ve Kalincar'ı zapt etmek yerine haraca bağlayarak Mart-Nisan 1023'te Gazne'ye döndü. Gazneli Mahmut, Hindistan'a yaptığı en meşhur seferlerden biri olan XVI. Hint Seferi'ni Somnat'a yaptı. 8 Ocak 1026'da kuşattığı Somnat şehrini aldıktan sonra, Şiva'ya ait kutsal bir putu kırdırarak, tapınakta ezan okuttu. Gazneli Mahmut, son ve XVII. Hint Seferi'ni, Somnat dönüşünde ordusuna saldıran Catlara karşı yaptı ve Catları mağlup etti. Mahmut, bu seferlerle Ganj Nehri'ne kadar genişlemiş ve Hint ülkesinde yıllarca sürecek olan Türk hâkimiyetinin temellerini atmıştı.
Seferî hanedanının yaşadığı taht kavgalarının uzun sürmesi üzerine emirler ve komutanlar, Mahmut'u kendi hükümdarları olması için Sistan'a davet ettiler. Kasım 1002'de yola çıkan Mahmut, 21 Aralık 1002'de Emir Halef'i yenilgiye uğrattı ve Sistan'ı itaati altına aldı. Halef'in torununun oluşturduğu bir grup âsi, Mahmut'a karşı ayaklandı. Bunun üzerine 1004'te harekete geçen Mahmut, isyanı bastırdı ve bölgeyi kardeşi Nasr'ın idaresine bıraktı.
Her fırsatta Harezm'i itaat altına almak isteyen Mahmut, 1017'de Harezmşah'la bir barış yaparak onun kendisine tâbi olmasını sağladı. Harezm'de hutbenin Mahmut adına okutulması, Harezm ordusu kumandanları arasında anlaşmazlığa yol açtı ve 17 Mart 1017 tarihinde taht değişikliği yaşandı. Bu sırada Karahanlı tahtında da mücadele çıkması üzerine Mahmut, 3 Temmuz 1017 tarihinde Harezm'li isyancıları yendi ve Gürgenç'e girerek Harezm bölgesine hâkim oldu. Karahanlılar ise bu durumu kabul etmek zorunda kaldılar.
Bazen "Mendiş" adı da verilen ve Sebük Tegin tarafından alınan Gur bölgesinin hâkimi Gurlu Muhammet, Sebük Tegin'in ölümünden sonra Gaznelilerin itaati altından çıktı. Bunun üzerine Gazneli Mahmut, 1011 yılında harekete geçti. Bunu öğrenen Gurlular, dağlara çekilerek savunma yaptıysalar da, savaşı kaybettiler. Sonraki yıllarda Gur bölgesine birkaç sefer daha yapan Mahmut, 1020'de oğlu Mesut'u da Gur bölgesinde kalan kaleleri zapt etmek için yolladı ve Gur bölgesinde kesin hâkimiyeti sağladı.
Gazneli Mahmut, 999 yılında Garcistan hâkimine elçi göndererek kendine itaat etmesini istedi. Bunu kabul eden ve Mahmut adına hutbe okutan Garcistan hâkiminin değişmesi üzerine, yeni hâkim tarafından Gazneli Mahmut'un üstünlüğü tanınmadı. Bu durumu haber alan ve yola çıkan Mahmut, komutanlarını ve valilerini Garcistan üzerine gönderdi. Başarılı bir harekât neticesinde 1012 yılında Garcistan'da Gazne egemenliği tam anlamıyla sağlandı ve hapsedilen emir de, 1015-1016 yıllarında öldü.
998 yılında hükümdar olan Gazneli Mahmut'un kardeşiyle taht mücadelesi yaptığı sırada, Samanîler Horasan'ı işgal etmişti. Bu sırada tahta geçen II. Mansur, Mahmut'a işgal ettiği Horasan bölgesinin iade edilemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine, Sultan Mahmut, Nişabur'a yürüdü. Bu arada Mahmut, Horasan valisi Beytüzün için yardıma gelen II. Mansur ve Fâik kuvvetlerine, Maveraünnehir'e yaklaşan Karahanlılara fırsat vermek istemediğinden dolayı saldırmadı ve beklemekle yetindi. II. Mansur'a güvenmeyen Beytüzün ve Fâik, 2 Şubat 999'da II. Mansur'un yerine küçük yaşta bulunan Abdülmelik bin Nûh'u çıkardılar.
Samanî tahtında Beytüzün ve Fâik'in egemen olması üzerine harekete geçen Mahmut, Beytüzün-Fâik-Ebu'l-Kâsım Simcûrî birleşik kuvvetleriyle 16 Mayıs 999'da yaptığı savaşı kazandı ve Horasan'a hâkim olup kardeşi Nasr'ı buraya vali olarak atadı. Bu sırada Samanîlerin zayıf durumundan yararlanan Karahanlı hükümdarı Samanî Devleti'ni yıktı ve bunun üzerine Sultan Mahmud, tam anlamıyla bağımsız bir hükümdar niteliğine kavuştu.
Karahanlı hükümdarı Nasr bin Ali zamanındaki dostane ilişkiler, Ceyhun Nehri'nin sınır kabul edilmesi ve Gazneli Mahmut'un 1001'de Nasr b. Ali'nin kızıyla evlenmesiyle devam etmiştir. Ancak bu dostluk, Nasr bin Ali'nin Samanîlerin kalan tüm topraklarını ele geçirmek istemesi üzerine kısa sürede bozuldu. Nasr bin Ali, sultanın Hindistan'da bulunduğu bir zamanda Horasan'a kuvvet gönderdi. Bunu öğrenen ve ordusunu Halaç-Afgan kuvvetleriyle takviye eden Mahmut, Eylül-Ekim 1006'da Karahanlı kuvvetlerini Horasan'dan uzaklaştırdı. Ancak, vazgeçmeyen Nasr bin Ali, 5 Ocak 1008'de Belh'in 20 km. kadar uzağında yapılan savaşı Gazne ordusunun önünde bulunan fillerin de etkisiyle çarpışmayı kaybetti. Bu, Karahanlıların Horasan'ı ele geçirmek için yaptıkları son büyük teşebbüs oldu.
Karahanlı tahtında bir süre yaşanan mücadele sonucunda tahta geçen Ebu Mansur Arslan Han, bu yenilgiden sonra Sultan Mahmut'la iyi geçinmeyi tercih etti. Ancak yeni bir taht kavgası başlatan Yusuf Kadir Han, Gazneli Mahmut'tan yardım istedi. Kendisi Hindistan'dayken Karahanlı Devleti'nde meydana gelen taht mücadelelerini uygun gören Mahmut'un bu tutumu karşısında ittifak yapan Yusuf Kadir Han'la Ebu Mansur, Horasan'a yürüdüler. Mahmut, "Birleşik Karahanlı Ordusu"nu 1019-1020 yıllarında yendi ve tekrar Hindistan'a döndü.
Kağan Ebu Mansur'un tahttan çekilip yerini Yusuf Kadir Han'a bırakmasına Yusuf Kadir Han'ın kardeşlerinin karşı çıkması üzerine Mahmut'tan tekrar yardım isteyen Yusuf Kadir Han'ın bu seferki isteği kabul edildi ve Mart-Nisan 1025'te Semerkant'ta buluşarak rakiplerine karşı ittifak yaptılar. Bunu öğrenip kaçan Yusuf Kadir Han'ın kardeşinin işini bitirmeyen Mahmut, Karahanlı ülkesinde yaşanacak sürekli taht kavgasının önüne geçmemiştir.
Arslan Yabgu'ya bağlı 4.000 çadırlık bir Oğuz (Türkmen) grubunun ileri gelenleri, Sultan Mahmut'a, Maveraünnehir'de geçim darlığı çektiklerini belirttiler ve bu yüzden Horasan'a geçmeleri için ondan izin istediler. Sultan Mahmut, onlardan askeri kuvvet olarak faydalanabileceğini düşünerek, Tus valisi Arslan Câzib'in muhalefetine rağmen, Oğuzların Ceyhun Nehri'ni geçmelerine izin verdi. Ancak Oğuzlar, gittikleri şehirleri ekonomik yönden zor duruma düşürünce, Mahmut'a 1028'de oranın yerli halkından şikayet geldi. Bunun üzerine Mahmut tarafından Oğuzların üzerine gönderilen Arslan Câzib sorunu çözemedi. Arslan Câzib, başarısızlıkla suçlanınca, Türkmenlerin kuvvetlendiğini, güçlerinin bir eyalet ordusunu aştığını bildirdi ve Mahmut'u bizzat onlarla mücadeleye çağırdı.
Gazneli Mahmut, hastalığına rağmen 1028'de Tus'a yürüdü ve Arslan Câzib'in orduyla birleşerek Türkmenleri yenilgiye uğrattı. Bu savaşta Türkmenlerin büyük bir kısmı öldürüldü, geri kalanların bir kısmı civar dağlara ve kalan kısmı da Kirman'a kaçtı. Sultan Mahmut, ölünceye kadar içte ve dışta Türkmenleri takip ettirerek ülkesini onlardan temizledi.
Gaznelilerin Taberistan'a ve Cürcan'a hâkim olan Ziyarîler'le yakın ilişkileri vardı. 1012'de ordusunun isyanıyla karşılaşan ve tahttan uzaklaştırılan Kabûs bin Vuşmgîr'in yerine geçirilmiştir. "Felekü'l-Meâlî" unvanına sahip olan Kabûs bin Menuçehr'e karşı çıkan kardeşi Dârâ'yı Gazneli Mahmut desteklemiş ve yanına sığınmasına izin vermişti. Dârâ'yı geçirmek için Cürcan'a yürüyen Mahmut'un geldiğini haber alan Kabûs bin Menuçehr, Sultan Mahmut'a tâbi olmak ve yıllık 50.000 dinar haraç ödemeyi vadetmek suretiyle tahtında kalabildi ve zaman zaman Mahmut'un ordusuna asker gönderdi. Mahmut'un Rey şehrini ele geçirmesinden sonra, kendi bölgesinin tehlikede olduğunu düşünen Kabûs, topraklarını korumak için Gazne'ye giden yolları kesmiştir. Bu davranış üzerine harekete geçen Mahmut'u engelleyebilmek için Kâbus bin Menuçehr, 1029 yılında 500.000 dinar haraç ödemiştir. 1030'da Kabûs bin Menuçehr'in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Anûşirvan Menuçehr de Gaznelilere egemenliğini tanıtabilmek için 500.000 dinar ödemiştir.
1012'ye kadar Gazneli Mahmut-Büveyhî ilişkileri dostane yürümesine karşın, bu tarihten itibaren Büveyhî tahtında mücadele başlamış ve Mahmut'un eline bu mücadeleye karışma fırsatı geçmişti. Ebu'l-Fevâris, Mahmut'tan Büveyhî tahtını ele geçirebilmek için yardım istedi ve bu isteğe cevap veren Mahmut da onun yeniden Kirman'a hâkim olmasını sağladı. Bir süre sonra Şiraz'ı da ele geçiren Ebu'l-Fevâris'le Gazneli kumandan Ebu Sait'in arası açıldı ve Gazneli Mahmut, Ebu'l-Fevâris'e olan desteğini geri çekti. Yenilen Ebu'l-Fevâris, Kirman'ı Gazne ordusuna bırakarak kaçtı.
Öte yandan Büveyhîlerin 1028'de tahta çıkan Rey hâkimi, ordusunun kendinden memnun olmadığını görerek Mahmut'tan yardım istedi. İsteği kabul eden Mahmut, 1029 yılında Rey hâkimini mevkisine geri getirdi.
İndus Nehri ile Gazne arasındaki dağlık bölgede yaşayan Afganlar, Gazneli Mahmut'un ülkesine zaman zaman akınlar yapmakta ve Horasan ile Hindistan arasındaki kervanları vurmaktaydılar. 1019'da Kabil'in doğusundaki putperest Afganlara harekât düzenleyen Mahmut, onları itaat altına alarak müslüman yaptı.
Gazneli Mahmut, Samanîler tarafından halife olarak tanınmamış Kadir Bihhah'ı tanıdı ve o da Mahmut'a birtakım hediyeler görderdi. Halife, Mahmut'un İslam dinini yaymak için putperest Hintlere karşı yaptığı gazâları izlemiş ve ona çeşitli unvanlar vermiştir.
Sultan Mahmut'la arası, Karahanlılara ait Semerkant şehrinin fermanının kendisine verilmesini istediği zaman açıldı. Kısa süre sonra düzelen araları, 1023-1024 yıllarında olası bir Gazneli-Fatımî yakınlaşmasından şüphelenmesiyle tekrar bozuldu. Bütün bu olaylara rağmen Sünniliğin tam bir koruyucusu olan Mahmut, Şii B |
üveyhoğullarına karşı halifeliği korumuş, daima halifenin ismini paralarının üzerine bastırmış, seferlerinden sonra elde ettiği ganimetlerden Bağdat'a hediyeler de göndermiştir.
Sultan Mahmut, ölmeden önce hâkim olduğu ülkeleri beş erkek çocuğundan büyük olan ikisi arasında bölüştürmüştü. Buna göre; Gazne, Horasan, Belh ve Hindistan'nın kuzeyi Muhammet'e, yeni zapt edilmiş ve geleceği meçhul olan Rey, İsfahan ve Cibal ise büyük oğlu Mesut'a verilmişti. Gazneli Mahmut 30 Nisan 1030 tarihinde öldükten sonra, hanedan üyeleri tarafından 33 yaşındaki Gazneli Muhammet tahta geçirildi. Muhammet tahta geçer geçmez sarayda bazı anlaşmazlıklar çıkmış ve bazı komutanlar ve köleler Mesut'un yanına kaçmıştı. Bu sırada İsfahan'da bulunan Mesut'a babasının ölüm haberi, 26 Mayıs 1030'da ulaşmıştı. Kardeşiyle yapacağı taht mücadelesi için ülkenin batı kısmını vekiline bırakarak Rey'e geldi. Kardeşine bir mektup yollayan Mesut, kardeşinin vekili olmak ve hutbelerle paralarda kendi adının da zikredilmesini istedi. Ancak, Muhammet bu istekleri kabul etmedi.
Abbasi halifesi El-Kadir ve Horasan orduları kumandanı gibi makam sahibi olan kişilerin de kendini hükümdar olarak tanıdığını haber alan Mesut, Karahanlı hükümdarının da desteğini almış ve babası Gazneli Mahmut devrinde ülkeden kovulan Türkmenlerin geri gelmesine izin vermiştir. Gazneli Muhammet, sultan oluşundan 4 ay sonra, kardeşinin üzerine yürüdü. Ordu komutanları Rey'e ulaşmadan, Muhammet'e artık Sultan Mesut'a tâbi olduklarını bildirdiler ve Muhammet'i yol üzerindeki bir kaleye hapsettiler.
Gazneli Muhammet'i hapseden komutanlar, Ekim 1030'da Gazneli I. Mesut'un adına hutbe okuttular ve bunun üzerine Mesut, hükümdar oldu. Gazneli Sultan Mesut, ilk iş olarak hapiste bulunan kardeşi Muhammet'in gözlerine mil çektirdi. Sonra, amcası Yusuf'u Kusdar valisi olarak görevlendirdi. Mesut'un Belh'te bulunduğu sırada Kirman'dan gelen casuslar, bu bölgenin karışıklık içerisinde olduğunu belirttiler. Sistan'a komşu olması yönüyle stratejik bir konuma sahip olan Kirman, 1031 yılında kesin olarak Gazneli hâkimiyetine alındı.
Casusları sayesinde amcası Yusuf'un Karahanlılar'la yazıştığını öğrenen Mesut, amcasını tutuklattırarak bir kalede hapsettirdi; amcası 1032'de hapiste öldü. Sultan Mesut, 2 Haziran 1031'de Gazne'ye geldiğinde halk tarafından iyi karşılanarak, çeşitli tayinler yaptı. Ardından, 17 Ağustos 1031'de Hindistan'a doğru sefere çıktı.
Buhara'daki Gazneli casuslar Karahanlıların askeri hazırlıklar yaptığını haber vermişlerdi. Belh'teyken bu durumu haber alan Sultan Mesut, devletin ileri gelenleriyle görüştü ve Karahanlılar ile savaşma görevini Harezmşah Altuntaş'a vermeyi kararlaştırıp, 15.000 kişilik bir orduyu da Altuntaş'a yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Buhara-Semerkant yolunun yaklaşık yarı noktasında bulunan, Debusiye kasabasında meydana gelen muharebede, iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı ve bir anlaşma yapıldı. Altuntaş, bu anlaşmadan hemen sonra ölünce, Sultan Mesut, onun yerine, onun oğlu Harun'u Harezm'e tayin etti.
1033'te Sultan Mesut'un ordusundaki Türkmenler'le arası yavaş yavaş bozulmaktaydı. 1034 yılı ilkbaharında Harezm hâkimi Gazne devletine isyan etti. Görünürdeki sebep, Sultan Mesut'un sarayında rehine olarak bulunan kardeşinin ölümüydü. Gerçek sebep ise, Horasan'da Türkmenlerin çıkardığı karışıklıklardan istifade ederek, bağımsız olma isteğiydi. Karahanlılar ve Selçuklular ile ittifak yapan ve Gazne yollarını kapatarak, hükümdarlığını ilan eden Harezm hâkimi'nin bu durumundan Sultan Mesut 29 Temmuz 1034'te haberdar oldu. Harezm hâkimi, Tuğrul ve Çağrı beyler, birçok asker, çadırlar ve sürüleriyle ona yardım için Harezm sınırına geldiler. Ancak Harezm hâkimi, Gazneli bir vezirin satın aldığı adamlar tarafından yaralandı ve 18 Nisan 1035'te öldü. Bu ölüm üzerine müttefikleri, saldırıdan vazgeçtiler. Bu olay üzerine Harezm'in merkezinde çıkan karışıklıklar, Harezmşah Altuntaş tarafından engellendi.
1032-1033 yıllarında Hindistan başkomutanı Ahmet Yınaltegin, Hindistan topraklarının yerel yöneticisi olan Kadı Ebu'l-Hasan Şirazî ile bir sürtüşme yaşadı. Bunun üzerine Ahmet Yınaltegin, Gazneli Mahmut'un oğlu olduğunu iddia etti. Bunu öğrenen Mesut, Eylül-Ekim 1034'te bir ordu göndererek Ahmet'i öldürttü. Dihistan'a bir sefer düzenleyen Mesut, 25 Ocak 1035'te Cürcan'a ulaştı. Selçukluların Horasan'dan birkaç vilayet istemesi üzerine harekete geçen Mesut, 29 Haziran 1035'teki savaşı -ordusunda fil avantajı olmasına rağmen- kaybetti. Daha sonra iki taraf arasındaki görüşmelerde Selçuklular, Dihistan'ı ve Horasan'dan birkaç vilayeti aldılar. Selçukluların başarısından cesaret alan Irak'taki Türkmenler de harekete geçtiler, Rey şehrine yürüdüler ve burayı ele geçirdiler. Şubat-Mart 1038'deyse Rey şehri ve civarı tamamen elden çıktı. Türkmenlerin 1037 yılının başlarında tekrar saldırıya geçmesi üzerine birtakım tedbirler alan Mesut, Türkmenlere karşı Karahanlılar'la iyi ilişkiler kurdu.
Gazneli Sultan Mesut'un Hindistan'a sefer yapmak istediğini açıklaması üzerine vezirler ve devletin diğer ileri gelenleri Horasan'da karışıklıkların bulunmasından ötürü bu sefere karşı çıktılar. Onları dinlemeyen Mahmut, 6 Ekim 1037'de Gazne'den ayrıldı ve 1038 yılının kışına kadar Hindistan'da birçok kaleyi ele geçirdi. Mesut seferdeyken Türkmenler, Horasan'daki 2 Gazneli şehrini yağmaladı. Bunun üzerine gönderilen Gazne ordusu, Mayıs 1038'de ağır bir yenilgiye uğradı ve Nişabur'u kaybetti. Karahanlılar'la arası tekrar bozulan Mesut, otuz filin de yer aldığı ordusuyla harekete geçerek 6 Nisan 1039'da yapılan savaşı kazandı ve Belh şehrine döndü. Haziran 1039'da Selçuklular ile Gazneliler arasında bir savaş daha çıksa da iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı ve iki taraf arasında anlaşmaya varıldı. Türkmenlere güvenmeyen Mesut, hazırlık yaparak Nişabur üzerine yürüdü ve 16 Ocak 1040'ta şehre girdi. Ancak, aşırı tahribata uğramış Nişabur'da yiyecek sıkıntısı vardı, çevre vilayetlerden erzak getirtmek için Mesut, Selçuklu topraklarında ilerlemeye başladı. Yine de erzak bulamayan Mesut, Merv şehrine yürümeye karar verdi. 22 Mayıs 1040'ta Gazne ordusundan Selçukluların tarafına geçen Türkmen atlılarıyla bir çatışma sonucu ikmal hatları kesilse de, Gazneli Mesut'un ordusu savaş düzenini aldı.
24 Mayıs 1040'ta başlayan savaşta, Gazne ordusu Dandanakan Kalesi'ne yürürken Selçuklu ordusu hücuma geçti. Gazneli ordusu bu hücuma rağmen öğleye doğru kaleye ulaşabildi. Gazneli Mesut'un verdiği bir karardan hemen sonra, 375 saray gulamının Gazne ordusundan ayrılarak Selçukluların tarafına geçmesi ve daha önce kaçmış olanlarla birleşmesi savaşın kaderini değiştirdi. Selçukluların hücumu sonrası, yorgun ve moralsiz olan Gazne ordusu dağıldı.
Bu muharebe Selçuklular'ın bölgede hâkimiyetinin başlangıcı ve Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu olarak kabul edilir.
Dandanakan'daki yenilginin ardından, Selçuklulardan çekindiği için Hindistan'a gitmeye karar veren Mesut, oğlunu ve devlet hazinesini de yanına alarak 15 Kasım 1040 tarihinde Hindistan yoluna çıktı. Ancak, Türk ve Hint gulâmlarının yoldayken ayaklanması sonucu Mesut'un kardeşi Gazneli Muhammet, 21 Aralık 1040 tarihinde ikinci kez Gazne sultanı ilan edildi. Mesut, Kurri kalesinde hapse atıldı, 17 Ocak 1041'de bu kalede öldürüldü.
Gazneli Muhammet, ikinci kez tahta geçtikten sonra hemen başkent Gazne'ye dönmemiş ve kışı Peşaver'de geçirmişti. Babasının ölüm ve amcasının tahta çıkış haberlerini alan Gazneli Mevdud, Gazne'ye geldi ve hükümdarlığını ilan etti. Bahar geldiği zaman da, amcası Gazneli Muhammet'in üzerine yürüdü. 8 Nisan 1041'de Celalabat'ta yapılan çarpışmayı Mevdud kazandı ve Gazneli Muhammet'le taraftarları öldürüldü.
Gazneli Mevdud, Gazne Devleti'nde tam olarak hâkimiyet kuramamıştı, çünkü kardeşi Mecdud, Hindistan ordusuyla tahtı ele geçirmek için Gazne'ye yürümekteydi. Ancak Mecdud, 11 Ağustos 1041'de Lahor'daki çadırında ölü bulundu. Bu sayede hâkimiyetini tamamen ilan eden Mevdud, Sistan'da hâkimiyeti ele geçirmeye çalıştı. Ne var ki, tam anlamıyla başarılı olamadı. 1043-1044 yıllarında Hint racalar bir araya gelip isyan etse de bu isyan bastırıldı ve racalarla devletin arasının düzeltilmesi yönünde somut adımlar atıldı.
Gaznelilerin Selçuklular karşısında kaybettikleri toprakları geri almak isteyen Mevdud, Çağrı Bey'in kızıyla evli olmasına rağmen, Çağrı Bey'in hastalanmasını fırsat bilerek Horasan'a bir ordu yolladı. Bunun üzerine Çağrı Bey'in görevlendirdiği Alp Arslan, Ağustos-Eylül 1043'te Gazne ordusuna saldırdı ve birçok ganimetle babası Çağrı Bey'in yanına döndü. Selçukluları tek başına yenemeyeceğini anlayan Gazneli Mevdud, bir takım ittifak arayışlarına girdiyse de, hastalığı buna izin vermedi ve 18 Aralık 1049'da hayatını kaybetti.
Gazneli Mevdud'un ölümünden sonra yerine geçen Gazneli II. Mesut, Mevdud'un Çağrı Bey'in kızıyla olan evliliğinden doğmuştu. Onun küçük yaşından dolayı, kısa saltanatındaki devlet işleriyle annesi ilgilenmişti. Devletin ileri gelenleri II. Mesut'u 29 Aralık 1049'da tahttan indirerek yerine Sultan Ali'yi geçirdiler. Ali, tahta geçtikten sonra, amcası Abdürreşit'i hapsettirmiş ve vezirinin komuta ettiği bir orduyu orduyu Sistan'a göndermişti. Vezir ise hanedanın en yaşlı üyesi olan Abdürreşit bin Mahmut'u hapisten çıkarıp onu sultan ilan etti. Ordunun amcasının elinde olduğunu gören Sultan Ali kaçmaya çalıştı ama yakalanarak hapsedildi. 24 Ocak 1050'de Gazne tahtına oturan Abdürreşit, Gaznelilerin Hindistan'daki durumunu sağlamlaştırmaya çalıştı. Abdürreşit, başkomutan tayin ettiği Tuğrul Bozan'a Selçukluları durdurma görevi vermişti. Tuğrul Bozan, 1051'de Selçukluları mağlup etti ve Sistan'ı ele geçirdi. Sonra Gazne'ye yürüyen Tuğrul Bozan, Sultan Abdürreşit ve on bir şehzadeyi öldürerek tahtı ele geçirdi. Bu katliamdan Ferruhzad, İbrahim ve Şücâ adlı şehzadeler kurtulabildi. Gazneli Sultanı Mesut'un gulâmlarından Nuştegin yanında bulunan iki gulamı ile Tuğrul Bozan'ı hançerleyince, sağ kalan üç şehzade de kurtulmuş oldu. Bundan sonra Gazneli komutanlar bir a |
raya geldiler ve sultanlık için Şehzade Ferruhzad'ı seçtiler. Bir soruşturma açılarak, Sultan Abdürreşit'in öldürülmesinde rol oynayan kişiler bulundu ve öldürüldü.
Sultan Ferruhzad, saltanat değişikliğini öğrenen ve Gazne'ye yürüyen Selçukluları bozguna uğrattı; Çağrı Bey, Horasan'a çekildi. Büyük bir Gazneli ordusunun Selçuklu ordusunu Toharistan'da mağlup etmesi üzerine Gaznelilere saldırmak için babasından izin alan Alp Arslan, 1053'te Gaznelileri yenilgiye uğrattı. Sultan Ferruhzad'ın 4 Nisan 1059'da ölünce yerine kardeşi İbrahim bin Mesut geçti.
İbrahim'in sultan olmasıyla uzun bir süre devam eden Gazneli-Selçuklu mücadelesine, 1059'da yapılan bir barış antlaşmasıyla son verildi. İki taraf arasındaki sınır, Afganistan'ın kuzeyindeki Hindukuş Dağları olarak belirlendi. İbrahim, bu sakin devreden yararlanıp ülkeyi düzene sokmaya çalıştı. Ancak, 24 Kasım 1072'de Alp Arslan'ın ölümünden sonra, yerine Melikşah geçince ilişkiler yeniden bozuldu. Sultan İbrahim de ataları gibi Hindistan'a seferler düzenledi. 1079-1080 yılları arasında bazı kaleleri alan İbrahim bin Mesut, Gurlular ile de mücadele ederek, onlar karşısında üstünlük sağladı. İbrahim, Eylül-Ekim 1099'da öldü ve yerine oğullarından Gazneli III. Mesut geçti. III. Mesut, Sultan Melikşah'ın kızıyla evliydi. Hindistan'da birtakım başarılar elde eden III. Mesut, Şubat-Mart 1115'te 54 yaşında öldü ve yerine oğlu Şirzad geçti. Kısa bir süre tahtta kalan Şirzad, kardeşi Arslanşah tarafından tahttan uzaklaştırıldı ve öldürüldü. Bu taht mücadelesinde Arslanşah'ın Şirzad dışındaki kardeşlerinden de bazıları öldürüldü, bazıları da tutuklandı. Bunlardan sadece Behramşah kurtulabilmişti.
Behramşah, Selçuk Sultanı Melik Sencer'le iyi ilişkiler kurarak onu, Arslanşah'a karşı savaşmaya ikna etti. Melik Sencer, 25 Şubat 1117'de Gazne'ye girdi ve Behramşah'ı tahta geçirdi. Daha sonra Melik Sencer'le Behramşah bir antlaşmaya vardılar. Buna göre, Behramşah hutbeyi sırasıyla önce Abbasi halifesi, Selçuklu sultanı Muhammet Tapar ve Melik Sencer adına, sonra da kendi ismine okutmayı, ayrıca Sencer'e yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Arslanşah, Melik Sencer'in Gazne'den ayrılmasını fırsat bilerek saldırsa da, Melik Sencer'den yardım alan Behramşah'ı yenemedi ve Eylül-Ekim 1118'de öldürüldü. Hindistan valisinin 1119'da isyan etmesi üzerine harekete geçen Behramşah, onu ve 17 oğlunu öldürerek Hindistan'da egemenliğini sağlamlaştırdı. Behramşah, Sultan Sencer'in itaatinden çıkınca, 1135'te Sultan Ahmet Sencer Gazne'ye geldi. Behramşah Hindistan'a kaçtı, Ahmet Sencer de, devlet hazinesine el koydu. Behramşah ancak ona tekrar itaatini bildirerek tekrar tahta oturabildi.
Gurlularda yaşanan bir taht mücadelesi sonrası, Gazne'ye sığınan Gurlu bir hükümdarın şaibeli bir şekilde ölmesi üzerine Gurlular, Gazneliler ile ilişkilerini bozdular ve Eylül-Ekim 1148'de Gazne'yi ele geçirdiler. Gazne halkının şehirden uzaklaşan Behramşah'a gizli mektuplar gönderip Gazne'yi alması yönünde isteklerde bulununca harekete geçen Behramşah, tekrar yenilgiye uğradı ve Hindistan'a kaçtı. 1151'de ise Gurlular, Gazne'de büyük bir tahribat yaptılar. 24 Haziran 1152'de Sultan Sencer tarafından yenilgiye uğratılan Gurluların Gazne'den çekilince Behramşah şehre geri geldi. Behramşah 1157 yılı başlarında Gazne'de öldü. Yerine oğlu Hüsrevşah geçti. Sultan Sencer, Oğuzlar tarafından esir edilince, Gurlular harekete geçtiler ve 1157'de bazı Gazne şehirlerini ele geçirdiler. Bundan sonra başkentlerini Lahor'da yaşatabilen Gaznelilerin son hükümdarı olan Hüsrevşah'ın oğlu Hüsrev Melik, Pencap çevresinde hüküm sürdü. Gurlular, 1186'da Hüsrev Melik'i ve oğullarını esir alarak, Gazne Devleti'ne son verdiler.
Gazneli devlet anlayışı, İslam halifesini veya onun adına hüküm süren hükümdarları "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak telakki eden İslami anlayışla bağdaşan, İrani, İslami ve Türki hâkimiyet anlayışlarının bir sentezi şeklinde gerçekleşmiştir. Samanîler gibi köklü ve esaslı devlet teşkilatına sahip bir İslam devletine bir süre hizmet eden ve bir süre de ona tâbi olarak varlığını sürdüren Gazneli Devleti, Orta Çağ İslam devletlerinin özelliklerini, devlet, hükümet ve hâkimiyet anlayışlarını aynen yansıtmaktadır. Teşkilat olarak da, Abbasî, Samanî ve eski Türk (Eftalit, Göktürk ve Uygur) gelenekleri görülmüştür.
Daha önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi Gaznelilerde de hükümdar adına hutbe okutmak ve para bastırmak, hükümdarlık belirtilerindendir. Ülkede emir veya sultan, devletin tam hâkimidir. Gazneli Mahmut'tan önceki hükümdarlar, emir unvanını kullanırken, Gazneli Mahmut ve sonrasındaki hükümdarlar "sultan" unvanını kullanmışlardır. Devlet dairelerine dîvân denilmektedir. Bu dîvânların en önemlileri, "Dîvân-ı Vezâret", "Dîvân-ı Arz", "Dîvân-ı Risâlet" ve "Dîvân-ı İşrâf" idi. "Dîvân-ı Vezâret", maliye ve genel yönetim işlerine bakardı ve başkanı vezirdi. "Dîvân-ı Arz", bugünkü Savunma Bakanlığının karşılığı olup başındakine "Arız" veya "Sâhib-i Dîvân-ı Arz" denilirdi. Yüksek askeri rütbeliler genellikle "hâcîb" diye anılırken, sivil görevli olan vezirler ve divan sahipleri "hâce-i bozorg" ve "hâce" olarak adlandırılmıştır. Gazneli idaresindeki sivil bir görevlinin alabileceği en yüksek unvanlardan biri de "amîd" olup vezirler, divan sahipleri ve bürokrasideki birkaç kişi için kullanılmıştır. Vilayetlere, özellikle de Irak yakınlarına tayin edilen görevliler ("kethüdalar/eyalet vezirleri") "amîd-i Irak" olarak vasıflandırılmışken, özel statü arzeden Harezm bölgesi valilerine "harezmşah" unvanı verilmiştir. Ayrıca bir eyalette, sivil idarenin başındaki görevliye "sâhîb-i dîvân" denirdi; sâhîb-i dîvân, vergilerin toplanması ve yönetim işlerinden sorumluydu.
Gazneli Devleti, başlangıçta genişleme siyaseti takip ettiğinden ordu hazır durumda bulunurdu. Gaznelilerde askerî teşkilatı: gulâmlar, vassal devlet askerleri, Türkmenler ve bölge kuvvetleri ve fillerden oluşurdu. Ancak, ordunun temel gücünü gulâmlar oluştururdu. Orduda en küçük rütbe "hayltaş" (ya da "ser-i visak") olup 10 süvarinin kumandanıdır. 100 kişilik süvari kumandanı "kâid", 500 süvarinin kumandanı "serhenk", en az 1000 kişinin kumandanı "sâlâr" ya da "sipehsâlâr" ve ordu kumandanı da "hâcib" olarak verilirdi.
Gulâmların çoğunluğu Türk olup sayıları yaklaşık 4.000-6.000 kişiydi. Sonraları bu gulâmlara Hintler ve Tacikler de katılmıştı. Bunların kumandanına "sâlâr-ı gulâmân" denirdi. Sultanın muhafız kuvveti olan gulâmlar ise, "gulâmân-ı hâs" olarak adlandırılırdı. Orduda kuzeyden gelen ücretli Türkmen (Yağmalar, Karluklar ve Halaçlar gibi) askerler de yardımcı kuvvet olarak bulunurdu. Eyalet valileri de mahallî savunmada kullanmak amacıyla kabilelerden asker kaydederlerdi. Orduda önemli bir unsuru da Hindistan'dan haraç olarak alınan fillerdi. Ordudaki fil sayısı 1700 civarındaydı. Ayrıca, devletin kuruluşundan itibaren savaşlarda gönüllü gazilerden de faydalanılmıştır.
Gaznelilerde adalet mekanizması, şer'i ve örfi olmak üzere iki temal esasa oturtulmuştur. Şer'i kanunları (evlenme, boşanma, miras, v.s) kadılar yürütür, onlara neredeyse sultan dahi müdahale edemezdi. Her vilayet veya eyaletin merkezinde "kâdiyyü'l-kudât" diye adlandırılan bir baş kadı bulunurdu. Kâdiyyü'l-kudât'ın zaman zaman yetkilerini taşıyan şahıslara da "nâib" denilirdi. Adlî teşkilatta önemli bir konuma sahip olan kadıların dürüst görev yapmalarını sağlamak amacıyla onlara yüksek ücret ödenirdi. Ancak, Gaznelilerde "Dîvân-ı Mezâlim"e bizzat hükümdar başkanlık ederdi ve burada halkın şikâyetlerini dinleyip karar verirdi.
Abbasî Devleti içinde veya dışında ortaya çıkan tüm müslüman devletlerin hükümdarları halifeye dinî yönden bağlılıklarını bildirirlerdi. Gazneli Mahmut, cülusundan itibaren Abbasî Hilafeti'ne karşı büyük bir bağlılık göstererek Kadir Billâh'tan hükümdarlık onayı aldığı gibi, ayrıca, bütün memleketinde de Sünni akaidini yaymaya ve Şiilik'i her türlü şiddetli tedbirlerle imhaya çalışmıştır. Ayrıca, Gazneliler Abbasîlerle yapılan diplomatik görüşmelerde Samanîlerin göreneklerini uygulayarak diğer devlet temsilcilerinden daha gösterişli karşılamalar yapmış ve daha hürmetkârâne olmuşlardır. Hutbeyi sultanın ve halifenin adına okutmanın yanında, Gazneliler bastırdıkları sikkelerde de sultanın isminin yanında halifenin ismini kullanmışlardır.
Gazneliler sayesinde bölgede kurulan siyasî birlik, kültürel açıdan bir İran devleti değil fakat, İranlaşmış bir Türk devleti olduğu görülür. Gazneliler dönemi, kültür ve sanat bakımından da daha sonraki İslam devletlerini etkilemiştir. Mimarlık alanındaki başarıların, yeniliklerin izleri Anadolu beyliklerinde bile görülmüştür.
Gazneliler döneminde Nişabur yakınlarında inşa edilmiş pek çok medrese mevcuttu. Gazneliler zamanında pek çok kütüphane tesis edilmiştir. Sultan Mahmud, Gazne Camii'nin civarına içinde kütüphanesi olan geniş bir medrese yaptırdı. Ayrıca, "Dâru'l-'Ulûm" adlı bir medrese ile birlikte, kapının yanında, içinde antika eşyalar, nadir ve eşi bulunmayan eserlerin toplandığı adeta bir müze de tesis etmiştir.
İslam ve Hint sanatının karşılaşma yeri olan Gazne, mimarisi, resmi ve süslemesi bir yandan Büyük Selçuklu, öte yandan da Babürlü sanatını etkilemiştir. Gazneli Mahmut, kendi devrinde bir kültür merkezi hâline gelen Gazne'de; medreseler, kütüphaneler, hastaneler, bahçeler, saraylar, köpüler ve camiler yaptırmıştı. Gaznelilerden günümüze kalan en önemli sanat eseri, Afganistan'ın Büst kentindeki Leşgeri Bazar Sarayı'dır. Son yıllarda, gene aynı çevrede cami kalıntıları da bulunmuştur. Mimarlık yanında süsleme sanatları da Gaznelilerde önem kazanmıştı. Buna yazı sanatına duyulan ilgiyi de eklemek gerekir: kûfi yazı en olgun biçimini Gazneli Sultan İbrahim (1059-1099) döneminde almıştır. Gazneli sanatı Selçuklu ve Hint sanatlarını etkilemiştir.
Gaznelilerde resmî dil Farsça olmasına rağmen orduda Türkçe kullanılmaktaydı. Buna örnek olarak, Gaznelilere ait Farsça metinlerde bir takım memuriyet isimlerinin başına geçen Farsça "buzurg" kelimesi, Türk unvanlarda geçen "ulug" tabirinin karşılığ |
ı olması verilebilir. Gazneliler, Samanîler gibi Farsçaya ve İran kültürüne adapte olmuşlar ve Farsça edebiyatı desteklemişlerdi. Gaznelilerin sarayında ünlü Farsça yazarları büyük edebiyat eserleri yazmışlar. Bunların arasında "Şâhnâme"nin yazarı Firdevsî ve İslam tarihi bilginlerinden Biruni de vardır. Gazneliler dönemi, Fars edebiyatının en parlak olduğu devirlerden biridir. Gazneli hükümdarları, Farsça şiir yazan şairleri korumakta ve fikrî alanda Samanîlerin bıraktıkları mirasa sahip çıkıyordu. İran destanını ihya ettiren Gazneli Mahmut, aynı zamanda Türk geleneklerine de önem vermiş ve ilk İslamî Türk şiiri onun zamanında görülmüştür. Fars kültürünü ve Farsça'yı yeniden canlandıran ünlü şair Firdevsî, Fars edebiyatı tarihinde bütün devirlerin şaheser yapıtı olarak kabul edilen Şâhnâme'yi bu dönemde kaleme almıştır. Bu dönemde başkent Gazne, bir edebî merkez özelliği kazanmış ve çeşitli bölgelerden çok sayıda şair ve yazarın Gazneli sarayına yönelmesi sağlanmıştır.
Bu dönemde şairler, kendilerinden önceki şairlerin eserlerine yansıtmış oldukları millî duygulardan, geleneklere olan bağlılıklardan uzaklaşmaya başladılar. Dönem şairlerinin çok azının eserlerinde millî duygulardan, geleneklerden ve İran halkının âdetlerinden bahseden şiirlere rastlanır. Sultan Mahmut'un İslam'ı Hindistan'da yayma çabaları da Gazneli edebiyatını etkilemiştir. Yazılan mensur eserlerin çoğunluğunun Arapça olmasına karşın, bunlar içerisinde Farsça eserler de mevcuttur.
Gazneliler, siyasî alanda oldukça güçlü bir saltanat sürmekle birlikte ilim ve edebiyat alanında da çok değerli ürünlerin ortaya konmasına vesile olmuşlardır. Gazneliler tarafından esir edilen Biruni, astronomi ve matematik çalışmalarının doruğuna Gazne'de geçirdiği on yıl zarfında ulaşmıştır.
Gaznelilerin tarihte oynadıkları en önemli rol, İslam dinini Hindistan'ın içlerine kadar yayabilmeleridir. Bu yüzden bazı tarihçiler, bugünkü Hindistan-Pakistan ayrılığının temelinin Gazneliler tarafından atıldığını savunur.
Mehmet Fuat Köprülü'ye göre, tamamiyle askerî bir teşkilattan ibaret olup millî bir esasa dayanmayan bu Türk saltanatının Türk ve İslam tarihindeki başlıca rolü, Kuzey Hint fetihlerine yol açarak İslamiyet'e Pencap'ta kuvvetli bir dayanak noktası oluşturması ve sonraki Türk ya da müslüman devletleri için sağlam bir zemin hazırlamış olmasıdır.
Samanî Devleti'nin dağılma ve saray isyanları devresinde durumdan yararlanarak ortaya çıkan bir hanedanlıktır.
MiG-31
MiG-31, Mikoyan Gurevich tarafından 1975'te geliştirilen iki kişilik, iki motorlu yüksek irtifa önleme uçağı olan Mig-25'in geliştirilmiş türevidir. Asıl görevi nükleer füzeler, casus uçaklar ve bombardıman uçaklarını önlemek ya da imha etmektir. Dünyanın mekanik olarak en yüksek performanslı hava üstünlük uçağıdır. Çok yüksek hıza ve çok iyi manevra kabiliyetine sahiptir ancak üretimden kaynaklanan hatalar nedeniyle görevini sukhoi su-27'ye kaptırmıştır. Batıda onun benzeri yoktur. Uçakta 200 km menzile sahip Zaslon radarı kullanılmaktadır. Son yıllarda modernize edilerek yer saldırı özelliği de kazanan MiG-31, modern aviyonikler ve renkli ekranlı kokpite sahiptir. MiG-31, MiG-25 dizaynı esas alınarak geliştirilmiş bir uçaktır. Ana görevi yüksek irtifada keşif ve saldırı önlemedir. İlk prototipi 1975’de uçmuş, seri imalatına ise 1978’de başlanmıştır. 1983’den itibaren Sovyetler Birliği Hava Kuvvetleri’nde göreve girmeye ve MiG-25’lerin yerini almaya başlamışlardır. 200 km menzilli “Zaslon” radarı ile 4 MiG-31’in 800 ila 900 km’lik bir cepheyi kontrol altında tutabilmesi özelliklerinden biridir. Hava komuta merkezi olarak avcı uçaklarını da yönlendirebilme yeteneğine sahiptir. NATO kod adı “Foxhound”dur.
İsa Yusuf Alptekin
İsa Yusuf Alptekin (Uygurca: "Eysa Yusup Alptekin"; Çince: 艾沙 尤舒夫 阿布泰金; "Àishā Yóushūfū Ābùtàijīn"), (d. 1901 - ö. 17 Aralık 1995), Çin Cumhuriyetinin ilk döneminde Uygur siyasetçisi ve Doğu Türkistan Cumhuriyetinin genel sekreteri.
1901 yılında Doğu Türkistan'ın Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kasabasında doğdu. Öğrenimini Doğu Türkistan'da tamamladıktan sonra çeşitli memuriyet görevlerinde bulundu.
Sincan Eyaletinine memur olarak görev yapmış ve 1926 yılında Sovyetler Birliği'ne Andican konsolosluğuna yazıcı olarak gönderilmiştir. Orada milli mücadele taraftarlarıyla bağlantı kurar.
1931'de Hoca Niyaz tarafından başlatılan ayaklanma (Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti) sırasında Kuomintang'a yanaşmış ve Sincan Eyaleti valisinin "zulmü" hakkında Çin hükümetine anlatardı. Bu durumun önlenmesini, aksi takdirde ayaklanmanın yayılacağını, Sovyetler'in işgalinin söz konusu olacağını anlattı. Nankin'de dergilerini çıkararak Doğu Türkistan'ın özerklik haklarını genişleştirmeye çalıştı. 1936 yılında Çin Cumhuriyeti meclisi üyeliğine seçildi.
1944'te İli'de başlayan ayaklanma (Doğu Türkistan Cumhuriyeti) neticesi kurulan hükümete girmesini ilgililer istemedi. Ancak 3 yıl sonra Kuomintang'ın temsilcisi olarak Doğu Türkistan hükümetine girdi ve genel sekreterliğine getirildi.
1949'da Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun Doğu Türkistan'da konuşlandırılması ile birlikte o günkü Hindistan'ın Keşmir eyaletine sığınır.
1954 yılında Türkiye 'ye geçti. Türkiye'ye gelir gelmez İstanbul'da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyetini kurarak, "Shärqiy Türkistan awaz" (Doğu Türkistan Sesi) dergisini çıkararak Doğu Türkistan sorununun dünya kamuoyuna anlatılmasında yoğunlaştırdı.
Yabancı ülke yöneticileri nezdinde olduğu kadar Türkiye hükümetleri nezdinde de Doğu Türkistan davasının anlatılması için mücadele verdi. Parti liderleri, Başbakan ve Cumhurbaşkanlarıyla görüştü.
Bir konuşmasında, ""Gönül arzu eder ki, Türkistan meselesinin halledilmesi davasında öncülük şerefi, Türkiye'nin hakkı olsun..."" diyen İsa Yusuf Alptekin, 17 Aralık 1995 gecesi öldü.
Oğlu Erkin Alptekin de Doğu Türkistan bağımsızlık hareketinin eylemcisi olarak tanınmaktadır.
Semih Saygıner
Semih Saygıner, (d. 12 Kasım 1964, Adapazarı), profesyonel 3 bant bilardo oyuncusu.
1994’te ilk Dünya Bilardo Şampiyonluğunu kazanan Saygıner, dünyada ""Mr. Magic" (Bay Sihir)" ya da ""The Turkish Prince (Türk Prensi)"" lakaplarıyla tanınır. Türkiye’de bilardonun federasyon haline gelmesini sağlayan kişidir. Hollanda liginde 9 yıl, Portekiz liginde 3 yıl profesyonel oyunculuk yapan Saygıner, bilardo literatürüne ""Semih Saygıner Magic Shots" (Semih Saygıner'in Sihirli Vuruşları)" olarak geçmiş 42 özel vuruş tekniğine sahiptir ve bu oyunun dünyadaki en önemli isimlerinden biridir.
12 Kasım 1964'te Adapazarı'nda dünyaya geldi. Babası terzi Faruk Bey, annesi Süreyya Hanım idi. 1978'de gerçekleşen bir trafik kazasında anne ve babasını kaybetti.Anne ve babasının ölümünün ardından lise öğrenimini yarıda bıraktı. 16 yaşında bilardo oynamaya başladı.
17 yaşındayken arkadaşı Tezcan Şen'in ikna etmesiyle İstanbul Şampiyonası'na katıldı ve birinci oldu. Bir süre ulusal sampiyonalarda Bora Karatay'ın arkasından Türkiye ikincisi oldu; ilk defa 1987'de Türkiye şampiyonluğunu elde etti. İstanbul'da bir bilardo salonu açarak yüzlerce kişiye bilardo dersi verdi. 1991 "German Open" ve 1991 "İstanbul Efes Pilsen Grand Prix" dokuzuncusu ve 1992 yılında Berlin’de, dünya şampiyonu Raymond Ceulemans'ı 3-0 mağlup ettiği turnuvada dünya sekizincisi oldu.
1994 yılında Saygıner, bilardonun en önemli ligi olarak bilinen Hollanda Takımlar Ligi’ne transfer oldu. 1998’de Antalya, Kemer’de yapılan Dünya Bilardo Şampiyonası’nda (3 bant) finalde Hollanda’lı Cerwin Walentijn’i yenerek 1. oldu. 2003’de Mönchengladbach, Almanya’daki Dünya Bilardo Takım Şampiyonası’nda Tayfun Taşdemir’le birlikte finalde Yunan takımını yenerek şampiyon oldu Toplamda 25 defa Türkiye Grand prix şampiyonu olan Saygıner, 3 bantta 14 kez Türkiye şampiyonu oldu. Karambolde 10 kez Türkiye şampiyonu olurken, Cadre 47/2’de ve tekbantta da birer kez Türkiye Şampiyonluğu başarısını yakaladı.
Çeşitli yerlerden yılın sporcusu ödülüne layık görülen Saygıner , 7 Şubat 2004’te de Antwerp, Belçika’da 2003 Yılının En İyi Bilardo Oyuncusu seçildi. 2006’da UMB’nin (Union Mondiale de Billard) dünya oyuncular listesinde 8. sırada bulunan oyuncu, 3 yıl boyunca Portekiz Ligi’nde FC Porto Bilardo Takımı’nın kaptanlığını yaptı. 2005’de FCPorto takımı ile Avrupa Kulüpler Şampiyonası’nda bronz madalya kazandı. 2006 Avrupa Şampiyonası'nda gümüş madalya kazanırken, aynı yıl Avrupa Kulüpler Şampiyonası'nda 2.liğe sahip oldu.
Semih Saygıner, 1995’te bilardo oyuncusu Aygen Berk ile evlenmiştir. Bayanlar Türkiye Şampiyonluğu bulunan ve aynı zamanda Türkiye Bilardo Federasyonu kurucu üyesi olan Berk ile Saygıner'in evliliği bir süre sonra sona erdi. Türkiye’de bilardonun sevilmesinde ve hızla yaygınlaşmasında büyük payı bulunan Saygıner de 1996-1997 yılları arasında bilardo federasyonunun başkanlığını yürüttü. Semih Saygıner 2009 yılında Arçelik'in ürettiği yeni televizyonun reklamı için kamera karşısına geçti. Saygıner, 2009 yılında ünlü İtalyan ıstaka üreticisi Longoni ile anlaşma imzalayarak maçlara Longoni ıstakaları ile çıkmayı kabul etti; anlaşmaya göre Longoni firması üzerinde Semih Saygıner imzası bulunan ıstakalar üretecek.
MiG-35
Mikoyan MiG-35 (, NATO rapor adı: Fulcrum-F), 2010 itibarıyla bilinen sadece 3 prototipi yapılmış bir uçaktır. Bunun sebebi Rusya'daki ekonomik zorluklardır. Fulcrum F olarak bilinir MiG-29'ların gelişmiş ve daha ağır bir modelidir. Bu uçağın Batı dünyasındaki karşılığı Rafale ve EF-2000'dir fakat radara yakalanmama özelliği yoktur. Aeo India 2007 fuarında ilk gösterimine çıkmıştır.Yeni haberleşme, nişan alma, radar ve aviyonikleriyle modern bir savaş uçağıdır.
Tao-Klarceti
Tao-Klarceti (), çağdaş tarih yazıcıları tarafından tarihsel güneybatı Gürcistan'daki prenslikleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Tao-Klarceti, bugün Türkiye’nin kuzeydoğu kesiminde yer alan Erzurum'un kuzey doğu kesimi, Artvin İli, Ardahan İli ve Kars İli'nin kuzeyini kapsar. Tao ve Klarceti, Gürcüstan’ın en önemli tarihsel bölgeleriydi ve Gürcü Boğazı’ndan başlayıp Küçük Kafkaslar’a |
değin uzanıyordu.
Tarihsel bölgeler olarak, Arsiani (Türkçe: Yalnısçam) Dağlarının batısında Tao, Klarceti ve Şavşeti yer alıyordu. Doğuda Samtshe, Eruşeti, Cavaheti, Artaani ve Kola bulunuyordu. Bu bölgeler, Corohi (Çoruh) ve Mtkvari (Kura) sistemlerindeki vadileri ve dağları kapsıyordu. Tao-Klarceti, Doğu ve Batı’daki büyük imparatorlukların her zaman ilgisini çekmişti, çünkü tarihsel İpek Yolu’nun bir bölümü bu topraklardan geçiyordu. 9-11. yüzyıllarda Tao-Klarceti bölgesi, Gürcü Bagratlılarca yönetildi. Bölge, 1008 yılında feodal devletlerin tek çatı altında birleşmesinde önemli rol oynadı. Tao-Klarceti mimarlık kalıntıları (kiliseler, manastırlar, köprüler ve kaleler), bugün de turistleri bölgeye çekmektedir. Ancak, Opiza ve Tbeti gibi tarihsel yapılar günümüze değin korunabilmiş değildi.
İngiloylar
İngiloylar (Gürcüce:ინგილოები - ingiloyebi), Gürcülerin kavimsel boylarından biridir. Bugün Azerbaycan'ın Balaken bölgesinde yaşarlar. I.Şah Abbas'ın döneminde Müslümanlığı kabul etmişlerdir. 1999 yılı nüfus sonuçlarına göre Azerbaycan'daki Gürcülerin sayısı 14.900 kişidir. Büyük bölümünü 12 bin kişi ile İngiloylar oluşturmaktadır. Etnik, psikolojik, kültürel vb.adetleri ile Azerilerle akrabalık ilişkilerine sahiptirler. Yaşadıkları topluma yoğun bir şekilde entegre olmaları İngiloyların bir özelliğidir.
İngiloyların anadili, Gürcücenin doğu diyalektleri arasında yer alır.
Bombardıman uçağı
Bombardıman uçağı, görevi bombalama olan uçaklardır.
Bu uçaklarda güçlü motorlar bulunmaktadır. Yapıları gereği diğer uçaklara nazaran daha yüksek kapasite ile bomba taşırlar.II. Dünya Savaşından sonra en çok bilinenleri;benzersiz dizaynıyla Sovyet yapımı Tupolev Tu-95,Amerikan yapımı B-52'dir ve bombardıman uçaklarının son jenarasyonundan Rus yapımı Tu-160 muadili Amerikan yapımı B-1 ve dünyada bir eşi daha olmayan gene Amerikan yapımı B-2 (yaklaşık 2 milyar dolarlık maliyeti ile aynı zamanda dünyanın en pahalı uçağıdır).Bu beş uçaktan en fazla bomba yükünü Tu-160(22,5 ton)taşır menzil olarak hepsi için on bin kilometrelerden bahsedilir(mesela Tu-160'ın 14,000 km menzili vardır ayrıca Tu-160 kendi dalında 44 dünya rekoruna sahiptir).Günümüzde bombardıman uçaklarının öncelikli görevi nükleer füzelerin sevkiyatıdır. Yapımı maliyetli olduğu için sayıları göreli olarak "az"dır ve bombalama işini daha çok av-bombardıman tarzı savaş uçakları yapmaktadır.Görevleri sırasında bu uçakları korumak için refakatçi uçaklar yanlarında görev yaparlar. Günümüzde bombardıman uçaklarının radar izi çok düşük olan tipleri kullanılmaktadır. Ayrıca yüksek menzile sahiptir.
Boeing B-52 Stratofortress
B-52 Stratofortress, ABD'li Boeing şirketi tarafından üretilmiş uzun menzilli stratejik bombardıman uçağıdır.
B-52'ler Soğuk savaş yıllarında SSCB topraklarına nükleer bomba taşınabilmesi amacı ile geliştirilmiştir. İlk uçuşunu 15 Nisan 1952'de gerçekleştirmiştir. 1954 yılından itibaren B-36 Peacemaker ve B-50 Superfortress uçaklarının yerini alarak ABD Hava Kuvvetleri'nde kullanıma girmiştir. ABD Hava Kuvvetleri'nde "Buff" diye bilinirler. Halı bombardımanı diye adlandırılan, güdümlü olmayan basit konvansiyonel bombalar kullanarak geniş alanların isabet oranı yüksek olmadan bombalanmasında etkili olarak kullanılırlar. Körfez savaşı'ndaki bombaların çoğu B-52'ler tarafından atılmıştır. Taşıma kapasitesi B-1B Lancer'dan daha az olmasına karşın (yaklaşık yarısı kadar) menzili biraz daha uzundur.
18 Ocak 1957'de 3 B-52B dünya etrafında hiç durmadan uçarak rekor kırmıştır. Bu uçuş 49 saat 19 dakika sürmüştür ve havada 3 kez yakıt ikmali yapılmıştır.
21 Mayıs 1956'da Bikini Atolu'na havadan ilk hidrojen bombasını atan uçak bir B-52'dir.
Fiyatlar yaklaşık olarak 1955 yılındakine göre verilmiştir (Amerikan doları olarak) ve enflasyona göre ayarlanmamıştır."
Volkstheater
Volkstheater binası, Neubau’da 1889 yılında Alman Tiyatrolar Birliği tarafından mimar Ferdinand Fellner’e yaptırılmıştır. Devlet Tiyatrosu sanılsa da aslında özel bir firma tarafından yönetilmektedir.
14 Eylül 1889'da Ludwig Anzengrubers’in oyunu "Der Fleck auf der Ehr" ile açılışı yapılmıştır. 1901, 1907 ve 1911 yıllarında yapılan çalışmalarla bina genişletilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında Viyana’daki çoğu bina gibi bombalara hedef olmuş, sonrasında tamir edilmiştir. İlk yapıldığında 1.900 kişilik olan salonu çeşidi sebeplerden günümüzde 1.148 kişiliktir.
1980-1981 yılları arasında eski planlara sadık kalınarak mimar Rudolf Jarosch tarfından genel bir tamir ve restorasyondan geçmiştir.
Çoğunlukla eski Alman literatürüne sadık oyunlar sahnelenir. Günümüzde Başbakanlık Kültür Dairesi ve Viyana Belediyesi'nden parasal destek almaktadır.
Stiftskirche (Viyana)
Neubau Mariahilfer Caddesi 24 numarada bulunan Stiftskirche bitişik bulunduğu Stifs Kışlası’na ait bir binadır ve 1921 yılından beridirde Ganizon Kilise görevi görmektedir.
Kilise 1739 yılında mimar Joseph Emanuel Fischer von Erlach tarafından yapıldığı sanılmaktadır, 1772 yılında İmaparatoriçe Maria Theresia’nın isteği doğrultusunda mimar Johann Henrici tarafından bugünkü kule eklenmişdir.
1785 ve 1799 yılları arasında askeri depo olarak da kullanılan bina daha sonra tekrar kiliseye çevrilmişdir.
Ganizon Kilisesi olması nedeni ile girişinde özellikle Birleşmiş Milletler - Barış Gücü’nde ki görevi sırasında şehit olmuş birçok asker isimlerinin bulunduğu şilt asılıdır.
Albümin
Kısaca albümin diye de bilinen serum albümini, insan ve diğer memeli hayvanların kan plazmasında bulunan en yaygın proteindir. Kanda bulunan proteinlerin %60'ını oluşturur. Ayrıca, doku sıvılarında, özellikle kas ve deride, az miktarda gözyaşı, ter, mide suları ve safrada da bulunur. Vücuttaki toplam albüminin %30-40'ı kandadır. Yağ asitleri ve çeşitli başka maddeleri kanda taşımasının yanı sıra en önemli işlevi, kan ile doku sıvıları arasında suyun dengelenmesini sağlamaktır.
Albümin, Latince "albus" (beyaz) sözcüğünden gelen, gene Latince, "albumen" (yumurta beyazı) sözcüğünden türemiştir. Proteinlerin ilk tanımlandığı dönemlerde, suda çözünür ve sıcakta pıhtılaşan proteinler sınıfına bu ad verilmiştir. Serumda bulunan en yaygın protein de bu özellikleri taşıdığından ona "serum albümini" adı verilmiştir. Gene bu özellikte olan yumurtadaki ovalbümin, sütteki laktalbümin gibi proteinler de benzer şekilde adlandırılmışlardır, ancak bunların serum albümini ile başka bir ortaklıkları yoktur.
Albüminin ilk tanımlayıcı özelliği, ısıtıldığı zaman pıhtılaşması olmuştur. Fransız doktoru Antoine Fourcroy, 1800'de kimyasal testler yaparak hayvan dokularının üç ana bileşiğinin albümin, fibrin ve jelatin olduğunu yayımladı. 19. yüzyılın başlarında vücut sıvıları ve albümin üzerine araştırma yapan çeşitli araştırmacılar arasında İngiliz doktoru John Bostock, Fransız Louis-Jacques Thenard, İngiliz Alexander Marcet ve İsveçli J.J. Berzelius bulunur. Berzelius geliştirdiği hassas yöntemlerle serumdaki albümin miktarını ölçmüş (1812), "Protein" sözcüğünü ilk tanımlayan Gerit Jan Mülder ise 1839'da serum albüminin element birleşimini yayımlamıştır.
1765'te Domenico Cotugno idrarın normalde ısıtıldığında berrak kalmasına karşın, ödemli bir hastanın idrarını ısıttığında pıhtılaştığına dair gözlemini yayımlamıştır. Bunu izleyen yıllarda başka araştırmacılar da bu olguyu inclemiş, nihayet Richard Bright 1827'de idrar pıhtılaşması, ödem ve böbrek bozukluğunun (glomerülonefrit) birbirleriyle ilişkili olduğunu ilan etmiştir. Blight, idrar testini şöyle anlatır: ""albüminin varlığını anlamanın en kolay yolu, bir kaşığa ufak bir miktar idrar doldurup bunu bir mum ateşinde ısıtmaktır. Eğer albümin varsa, sıvı kaynama noktasına varmadan şeffaflığını kaybeder, bazen kaşığın ucunda sütümsü bir görünüm belirir, bu sonra kaşığın ortasına doğru genişleyip orada beyaz bir çökelek olarak kesilir.""
Albümin'in amino asit dizini 1976'da çözülmüş, 1992'de üç boyutlu yapısının kalp şeklinde olduğu bulunmuştur.
Büyük proteinler kılcal damarlardan geçemedikleri için kandaki sıvıların sızma eğilimini dengelerler. Bu yüzden albümin, kılcal damarlardan dokulara su ve suda çözünür maddelerin geçmesine neden olan kolloid osmotik basınç, veya onkotik basıncı düzenleyen başlıca proteindir. Onkotik basıncın %70'i albümin tarafından karşılanır, bu yüzden albümin damarların içiyle dışındaki dokular arasındaki sıvının dengelenmesinde gereklidir. Kan protein seviyelerinin düşmesi halinde, örneğin idrara protein geçme (proteinüri) veya kötü beslenmeden dolayı, dokularda su birikmesi, yani ödem oluşur.
Albüminin en ilginç özelliği taşıyabildiği maddelerin çeşitliliğidir (aşağıdaki şekillere bakınız). Albümin, suda çözünürlükleri düşük olan yağ asitlerinin kandaki başlıca taşıyıcısıdır. Bunun yanı sıra, oksijen serbest radikallerine bağlanarak bunları kontrol altına alır, ayrıca bilirubin (hem molekülünün yıkımı sırasında ortaya çıkar) gibi suda çözünmeyen bazı toksik metabolizma ürünlerine bağlanarak onları zararsız kılar. Albümin, bir kısmı yüksek konsantrasyonda zehirli olabilecek olan çeşitli metal iyonlarına da bağlanabilir. Pek çok fizyolojik süreçte yer alan nitrik oksitin (NO) kandaki başlıca taşıyısı da gene albümindir. Bu maddelere bağlanması sayesinde albümin hem bu maddelerin kandaki konsantrasyonlarını düşük ve zararsız düzeylerde tutar, hem de onların ihtiyaç duyuldukları yerlere ulaşmalarını sağlar.
Albüminde uzun yağ asidi moleküllerinin (oleik, linoleik, linolenik, arasidonik, palmitik ve miristik asit gibi) bağlanabildiği, ikisi sıkı, dördü gevşek olmak üzere altı bağlanma yeri vardır (yukarıdaki şekle bakınız). Bu yağ asitleri albümin tarafından hücrelere taşınıp oralarda kullanılırlar.
Yağ asitlerinin bağlandıkları yerlerden farklı olarak ayrıca küçük organik iyonların bağlanabildiği de iki yer vardır. Bunlardan biri küçük aromatik karboksilik asitleri tercih eder, öbürü negatif yük içeren çok halkalı bilesikleri tercih eder. Bu yerlerde tiroid hormonu ve diğer steroid hormonlar ve bilirubin taşınabilir. Tedavi amaçla vücuda alınan ç |
oğu ilaç da bir ölçüde buralarda albümine bağlanırlar. Piridoksal (vitamin B6) da albümin tarafından taşınır.
Albümin, yukarida belirtilen bileşikler dışında çeşitli ağır metal iyonlarına da bağlanarak onların kandaki konsantrasyonunu kontrol eder. Albümin proteininde iki metal iyonu bağlanma yeri vardır ve bunlara çinko, bakır, kadmiyum, cıva, altın, gümüş ve nikel dahil olmak üzere çeşitli iyonlar bağlanabilir. Kalsiyum ve magnezyum da albümine bağlandığından albümin bu iki iyonun kandaki konsantrasyonlarına etki edebilir.
Albüminin bir diğer özelliği de kan pH'sini kısmen tamponlayabilmesidir.
Kan plazması hayat kurtarıcı bir tedavi aracı olmasına rağmen elde edilmesi zor ve çabuk bozulan bir üründür. Plazmanın yararlı özelliklerine sahip olan, ve ondan daha kullanışlı plazma bölümleri bulmak için yapılan araştırmaların sonucunda, 1940'lı yıllarda Edwin J. Cohn albüminin kan plazmasından saflaştırılma yöntemini icat etmiştir. Albümin belli durumlarda kan plazmasının yerini alabilen mükemmel bir madde olduğu görülmüştür. Başlıca kullanımı travma, ameliyat, kan kaybı ve yanık tedavisinde kan hacminin arttırılması veya sabit tutulması içindir. Hastada kötü beslenme, susuzluk, kronik enfeksiyon, karaciğer veya böbrek bozuklukları durumunda da kullanılır. Ayrıca aşıların bozulmasını engellemek için de albümin kullanılır. Cohn'un saflaştırma yönteminin keşfi ikinci Dünya Savaşına rastlamasından dolayı Amerikan devleti ilaç şirketlerinden bu yöntemi hızla ticarîleştirmelerini istemiştir. Günümüzde dünya çapında yılda 500 ton albümin üretilir.
Albüminin, suda çözünürlüğü düşük olan organik iyonlara bağlanma özelliğinden yararlanılarak geliştirilmiş bir laboratuvar testinde, onun Bromkresol mor ("Bromcresol purple", BCP) gibi bir boyaya bağlanmasına bakılır. Albümin, düşük pH'de bu boyaya bağlandığı zaman boyanın rengi çok daha belirginleşir. Kanda albümin eksikliği veya fazlalığı bulunduğunda bu durum serum protein elektroforez yöntemi ile ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmelidir.
İdrarda albüminin varlığı için çeşitli testler vardır. Bunlarda ya albümine özgül monoklonal antikorlar veya Yüksek Basınçlı Sıvı Kromatografisi kullanılır.
Çok düşük yoğunluklu lipoprotein
Çok Düşük Yoğunluklu Lipoproteinler (İngilizce Very Low Density Lipoproteins'den VLDL olarak kısaltılırlar) plazma lipoproteinlerinin yoğunluğu 0,95-1,006 g/mL arasında olan bir alt grubudur. VLDL, karaciğerde oluştuktan sonra taşıdıkları trigliseritleri vücuttaki çeşitli dokulara aktarırlar, bu sürecin sonunda LDL'ye dönüşürler.
Karaciğer, kolesterol ve trigliseritlerin sentezlendiği başlıca organdır, bu organın ihtiyacını aşan kolesterol ve trigliseritler VLDL tanecikleri olarak kana salınırlar. Sindirim sırasında ince bağırsak bol miktarda trigliserit yüklü şilomikron tanecikleri salgılanır, diğer zamanlarda ise trigliserit içeren lipoproteinler karaciğerin salgıladığı VLDL tanecikleridir. VLDL karaciğerde sentezlenmiş kolesterolu, trigliseritleri, fosfolipitleri ve kolesteril esterleri taşır. Suda çözünemeyen bu lipitler VLDL'in bünyesi içinde paketlenince kanda taşınabilir hale gelirler. Bu taneciklerde bulunan apoB ve apoE apolipoproteinleri hem onları sağlamlaştırır, hem de metabolik yaşamlarının sonunda hücreler tarafından tanınıp endositoz yoluyla dolaşımdan çıkartılmalarını sağlar.
Yeni oluşan (genç) VLDL'de apolipoprotein B-100 proteini bulunur. Kana ilk karıştığı an %54 trigliserit, %18 fosfolipid, %12 kolesterol ester, %7 kolesterol, % 1 serbest yağ asidi ve %8 proteinden oluşur. Protein oranının göreceli azlığından dolayı diğer plazma lipoproteinlerine göre yoğunluğu çok düşüktür (<1,006 g/cm) bu yüzden "çok düşük yoğunluklu lipoprotein" olarak adlandırılmıştır. Büyüklük olarak 30-80 nm çapındadır.
Genç VLDL kanda dolaşırken yüksek yoğunluklu lipoproteinlerden (HDL) apolipoprotein C-II (apoC-II) ve apolipoprotein E (apoE) edinir. Bu noktada VLDL olgunlaşmış sayılır. VLDL dolaşım sırasında vücuttaki kılcal damarlı bölgelerden (yağ, kalp ve kas) geçerken lipoprotein lipaz (LPL) ile etkileşir. ApoC-II, LPL'nın aktivasiyonu için gereklidir. LPL, VLDL'in taşıdığı trigliseritleri yağ asitlerine dönüştürür, bunlar da hücrelerin içine alınıp ya depolanır ya da enerji üretimi için kullanılırlar.
Dolaşım sırasında VLDL tekrar HDL ile karşılaştığında apoC-II HDL'ye geri döner (ama apoE kalir). Ayrıca, kolesteril ester transfer proteini ("Cholesteryl Ester Transfer Protein", CETP) HDL'den aldığı kolesteril esterleri, VLDL'deki trigliserit ile takas eder.
VLDL'deki trigliseritler azaldıkça bu lipoproteinin yoğunluğu yükselir, bu yüzden orta yoğunluklu lipoproteinler (intermediate density lipoprotein, IDL) olarak adlandırılır. IDL'nın yoğunluğu 1,006 ile 1,019 g/cm arasındadır.
IDL'nın yaklaşık yarısı karaciğer hücrelerinde bulunan reseptörler tarafından tanınıp endositoz yoluyla bu hücrelerin içine alınır. IDL'nin öbür yarısı ise trigliseritlerin yerini kolesteril esterlerin alması ve apoB dışındaki diğer proteinlerin kaybolması sonucu düşük yoğunluklu lipoproteinlere ("low density lipoprotein", LDL) dönüşür. LDL'nin başlıca apolipoprotein apoB-100'dür. LDL, LDL reseptörü aracılığıyla karaciğer ve diğer doku hücrelerin içine endositoz yoluyla alınır. Hücre içine alınan LDL'nın taşıdığı lipitler ya depolanır, ya hücre zarında kullanılır ya da başka ürünlere (örneğin, steroid hormonlarına, safra asitlerine) dönüştürülürler.
Yüksek düzeyde VLDL, aterosklerozun hızlanmasına yol açabilir. Yüksek insülin ve düşük glukagon seviyelerinde LPL baskılandığından dolayı hiperinsülinemi durumunda (insülin rezistansı) VLDL yüksek olur.
Ara yoğunluklu lipoprotein
Ara yoğunluklu lipoproteinler (İngilizce "intermediate density lipoprotein" IDL olarak kısaltılırlar), çok düşük yoğunluklu lipoproteinlerin (VLDL) yıkımından oluşan bir sınıf plazma lipoproteinidirler. Başlıca trigliserit ve kolesteril esterlerden oluşurlar. Karaciğerde reseptör aracılıklı endositoz yoluyla kandan alınırlar veya düşük yoğunluklu lipoproteinlere (LDL) dönüşürler.
VLDL'deki trigliseritler lipoprotein lipaz (LPL)'nın etkisiyle azaldıkça bu lipoproteinin bileşimi değişir, yoğunluğunun yükselmesinden dolayı artık "ara yoğunluklu" lipoprotein olarak adlandırılır. IDL'nın yoğunlukları 1,006 ile 1,019 g/cm³ arasındadır. Çapları 25-35 nm arasında olur. Başlıca apoB-100 ve apoE proteinleri içerirler.
IDL'nin iki akıbeti olabilir. IDL'nın yaklaşık yarısı karaciğer hücrelerinde bulunan reseptörler tarafından tanınıp endositoz yoluyla bu hücrelerin içine alınır. Öbür yarısı ise trigliseritlerini kaybetmeye devam ederler, sonra taşıdıkları kolesteril ester miktarı trigliserit oranını aşınca apoE'yi kaybederler ve en sonunda düşük yoğunluklu lipoproteinlere (low density lipoprotein, LDL) dönüşürler.
Nokia 770
Nokia 770 Nokia'nın ürettiği bir kablosuz Internet gezinti cihazıdır. Ürün e-posta okuyucusu, Internet tarayıcısı, Internet radyosu ve RSS okuyucusu gibi çevrimiçi hizmetlere yönelik programlar yüklü olarak gelir. Cihaz aynı zamanda Nokia 770 Internet Tablet olarak da bilinir.
Nokia 770 ilk olarak 25 Mayıs 2005'te New York'ta düzenlenen LinuxWorld Summit'te tanıtılmıştır.
Ürün ilk olarak 3 Kasım 2005'te Avrupa'da €349–369 fiyat aralığında satışa sunulmuştur. 14 Kasım 2005 tarihinden itibaren Amerika Birleşik Devletlerinde Nokia'nın Internet sitesinden $359.99 fiyatla satılmaya başlanmıştır.
Nokia 770'ın işlemcisi 250 MHzlik Texas Instruments OMAP 1710'dır. Bu işlemci bir ARM mimarisisidir, bünyesinde bir ARM926TEJ ana bileşeni ve TMS320C55x sinyal işleyicisi barındırır. Cihaz üzerinde standart olarak 64 MB bellek bulunur.
Ekran çözünürlüğü 800 x 480'dir. Cihazın ufak boyutlarından dolayı bu çözünürlük 225 PPI'a tekabül eder. Ekranın tümü dokunmatiktir.
Kablosuz bağlantı seçeneği olarak 802.11b/g kullanır, ayrıca Bluetooth üzerinde bir telefonla eşleşerek de Internet erişimi sağlayabilir. Cihaz üzerinde bir adet mini-USB ve bir adet RS-MMC ve DV-RS-MMC standartlarını destekleyen RS-MMC yuvası bulunmaktadır.
Cihazın üstünde küçük bir hoparlör, kulaklık çıkışı ve mikrofon bulunmaktadır.
Aletin boyutları 141 × 79 × 19 milimetredir ve ağırlığı weighs 230 gramdır. Üretildiği yer Almanya ve Estonya'dır.
Nokia 770 işletim sistemi olarak 2.6.12 çekirdeği üzerine kurulu bir Debian GNU/Linux dağıtımı olan "Internet Tablet 2005 Software Edition" kullanır. Grafik kullanıcı arabirimi GTK+ ve Hildon bileşenlerinden oluşan bir X pencere yöneticisidir. Sistem aynı zamanda bir BusyBox içerir.
Maemo Nokia 770 için yazılım geliştirme platformuna verilen addır. Yazılım bileşenlerinin çoğu açık kaynaklı olan Nokia 770 için oluşturulan bu platforma http://www.maemo.org adresinden ulaşılabilir.
Sistem halihazırda şu dosya biçimlerini destekler:
Sistemle beraber gelen Internet tarayıcı Opera'dır. Nokia gelecek sürümlerinde cihaza VoIP ve mesajlaşma desteği ekleme planları olduğunu açıklamıştır.
Nokia 770 bazı teknoloji yazarlarından sert eleştiriler almıştır. Genel olarak bu eleştiriler yavaş işlemci, az bellek, kullanımı zor veri girişi yöntemleri ve Internet açıkken çok gitmeyen pil üzerine odaklanır. Dokunmatik ekranındaki klavyenin yavaş olduğu ve el yazısı tanımanın kabul edilemez derece kötü olduğu da şikayetler arasındadır. Başka bir eleştiri de aletin kullandığı hafıza kartlarının piyasada zor bulunması ve en çok 2 GB'a kadar destek vermesidir.
Daha ileri giden eleştiriler arasında Ethernet girişi veya klavye içermemesinden dolayı Nokia 770'in bir PDA olmaktan çok uzak olduğu bulunmaktadır. Nokia'nın aleti neden cep telefonu olarak üretmediği de sorgulanmıştır.
Nokia 770 severler ise eleştirilere Nokia 770'in bir Internet tablet olduğunu, anlık ve kolay Internet erişimi için tasarlandığını, ve ne cep telefonu olma ne de dizüstü bilgisayarların yerine geçme amacı olduğunu belirterek cevap vermişlerdir.
Debre, Yunanistan
Debre, Yunanistan'da bir köy.
Bir dönem Selanik bir dönem Serfice bir dönem de Manastır'a bağlı olan "Kaza-i Cuma". Diğer adları "Kayılar", " |
Kayalar", "Kaylar" veya "Kailar" olarak belirtilir. Ansiklopedia Brittanica'da hayranlıkla anılan bu kazaya bağlı köyün adıdır. Drama Köprüsü isimli türküde bahsedilen Hasan'ın da Debreli olduğu sanılmaktadır. Bazı kaynaklarda türkü Debreli Hasan olarak geçer.
İnkışla, Gemerek
İnkışla’nın kuruluş tarihinin ve yerleşme zamanının 320 yılı aşkın olduğu sanılmakla birlikte kesin bir bilgi yoktur. Kuruluş yeri ilk defa şimdiki yerinden 1 km uzaklıkta bulunan inlerde olduğu ve yerleşmenin ilk defa burada başladığı; önceleri adının “İnköy” olduğu söylenmektedir.
İnkışla Kasabası Gemerek İlçesine 17 km ve ili olan Sivas’a 149 km olup Kayseri’ye 98 km uzaklıkta ve 1350 m rakıma sahiptir.
İnkışla´da İç Anadolu’nun Karasal iklimi hüküm sürer. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı geçer.
ATP World Tour Masters 1000
ATP World Tour Masters 1000, ATP turnuvasının bir parçası olan 9 adet tenis turnuvasıdır.
Turnuvalara sıralamaya giren tüm erkek profesyonel tenis oyuncuların katılımı zorunludur. Seriler, 1990'da erkek turnuvalarının ATP yönetimine geçmesi ile başlamıştır. Daha once sıra ile Süper 9 ve Tennis Masters Series isimleri ile anılmıştır. Serideki tüm turnuvalar Süper 9 oluşturulmadan önce de uzun bir süredir yapılmaktaydı ve en prestijli turnuvalardan sayılmaktaydılar. Tennis Masters Series turnuvaları normal bir turnuvadan daha fazla sıralama puanı kazandırmaktadır; ancak Grand Slamler ya da yıl sonu yapılan Tennis Masters Cup'dan azdır.
Bu serileri yıl sonunda o yılin sıralamadaki en iyi 8 oyuncunun katıldığı ATP World Tour Finalleri takip eder. 2005'ten 2008'e kadar Şanghay, Çin'de oynanmıştır. Son yıllarda bazı değişiklikler olmakla birlikte, bu dokuz turnuvanın yerleri sabittir. Takvim sırasına göre bu dokuz turnuva:
Tekler Şampiyonlukları
Çiftler şampiyonlukları
Tekler finalleri
Çiftler finalleri
" Aktif oyuncular kalın yazılmıştır.
Aforoz
Aforoz, dini bir topluluğa mensubiyetten mahrum etme ya da çıkarılma anlamında kullanılan dini bir kınama şekli.
Kelime tam olarak “herhangi bir kimseyi iletişimin, toplumun dışına çıkarma” anlamına gelir. Bazı dinlerde, aforoz grup ya da bir üyenin manevi kınamasını da içerir. Ayrıca bazı durumlarda aforozdan sonra dini toplumun norm ve kurallarına ya da suça uygun olarak sürgün, soyutlama ve utandırmadan oluşan kınama ve yaptırımlar ortaya çıkar.
Aforoz’un İncil’e ilişkin ilk kullanımı “anathema” iledir. Bununla ilgili atıflar Galatians 1:8’de yer alır. “Ama eğer biz ya da cennetten bir melek dahi olsa, bizim sana telkin ettiğimize karşılık bir hakikat ile size geldiğini iddia etse, o lanetlidir(anathema). Ve tabi 1 Gorinthians 16:22’de: “Rabbi sevmeyen her kimse o melundur,lanetlidir(anathema).” Kelime çeşitli şekillerde tercüme edilebilir, Kral James’in çevirisine göre anathema, melun olarak tercüme edilmiştir.
Yeni Ahit sınırlı sayıda aforoz örneği sunar. Matta 18:17’de, İsa, durmadan kalp kıran kimselere Yahudi olmayan kimseler (gentiles) ya da vergi tahsildarı muamelesi yapılması gerektiğini öğretir. Romalılara Mektup 16:7’de, Paul ‘öğrendikleri ve kaçındıkları doktrinlere karşı bölünmelere sebep olanlara’ dikkat çeker.
Anathema erken Kilise döneminde, aforozdan öte korkunç dini yaptırımların bir şekli olarak kullanılmıştır. Bilinen ilk örnek M.S. 306 yılında gerçekleşmiştir. Roma Katolik Kilisesi nadiren bireylere karşı kullansa da, bu yaptırımlardan halen faydalanmaktadır. Bazı modern kiliseler, herhangi tüm soyutlama, dışlamaları anathema olarak nitelerler.
Katolik Kilisesi’ne göre; Aforoz, resmi bir muamele, yargılama usulü olarak hiçbir surette ceza değildir, sadece Katolik Kilisesi’nin az ya da çok tanınır bir üyesinin daha önce var olan durumunun beyannamesi, bir bildirisidir. Bir kimse kendisini mümin toplumdan ayıran bir harekete, özellikle sözlü ya da eylemli başvurduğunda ya da örneğin inananlar arasında karmaşa yaratıp tefrikaya sebep olduğunda, yasal bir bildiri aracılığıyla durumun aydınlatılması Kilise için bir zorunluluktur. Böylelikle Kilise, rahipler sınıfı dışındaki herkesi, halkı o kişinin takip edilmemesi gereken bir kimse olduğu hakkında bilgilendirmiş ve ruhban sınıfını, kişinin kasıtlı olarak yapmış olduğu hareketler ile kendini Kilise’den ayırmış olduğu, hatalarından vazgeçmediği sürece ayinlere kabul edilmeyeceği ile ilgili haberdar etmiştir.
Hüküm aynı zamanda; tekrar uzlaşma yani mutakabat(reconciliation)’ın Papa’nın öncülüğü ya da lokal bir piskoposun yol göstereceği bir süreç ile kiliseye yeniden tabi olarak sağlanacağını belirtir. Aforoz hiçbir zaman yalnızca intikam almak için verilen bir ceza değildir, bilakis hep iyileştirici, kişiyi açıklama yapmaya ya da tavırlarını değiştirmeye, pişman olup topluluğa geri dönmeye zorlayan, ıslah edici bir ceza olarak uygulamaya konur.
Aforoz edilmiş kimseler papazlığa ait makamlarda; okuyucu, rahip ya da papaz yardımcısı olarak ayinlere katılmaktan, Kutsal Komünyon’a iştirak etmekten ve diğer ayinlerden menedilirler. Lakin elbette bu, aforoz edilmiş kimselerin bu toplantılara pasif olarak da katılamayacağı anlamına gelmemektedir. Diğer hak ve imtiyazları iptal edilir, dini bir ofis ya da makama malik olamamak gibi.
Aforoz dini bir mahkemenin hükmü olarak deklare edilebildiği gibi, daha yaygın olarak, suç sayılan tavrın gerçekleştiği yer ve zamanda otomatik olarak uygulamaya koyulabilir.
Aforoz edilmiş kimse, halen, vaftize karşılık görülen bir karaktere sahip bir Hıristiyan ya da Katolik olarak görülür.
Roma Katolik Kilisesi’nde resmi aforoz, aforoz edilmiş bireyin pişmanlık beyanı, akide -amentü- sözü(eğer suç dinsel sapkınlığı içeriyorsa) , itaatin yenilenmesi ile uygulamadan kaldırılabilinir. Bunu yapmaya yetkin bir Başpiskopos ya da papaz tarafından imanının yeniden kabul edilişin deklaresi ve sonunda Yeniden Dönüş ayini, kabul töreni yapılması suretiyle aforoz kalkmış olur. Aforozu gerektiren suç, muhakkak cezayı kaldırmaya yetkin bir piskopos ya da papaz tarafından affedilmeli.
Roma Katolik Kilisesi, özellikle Orta Çağ süresice, kişisel olarak kendilerini Katolik Kilisesi’nden soyutlamış resmi görevli ve krallar göz önünde bulundurulursa, aforozun resmi bir bildirisini yayınlamaya mecbur bırakıldı. Reformasyon’dan sonra, birçok prensin kendilerinin Kilise’den ayrıldıklarını beyan etmeleri ile beraber bu uygulama devam etmedi. Benzer bir ceza, yasak; kasaba yahut bir bölgede ayin ve kutlamaların engellenmesi şeklinde kendini gösteren tüm bölgenin aforozu şekliyle ortaya çıktı. 1983 Kilise Hukuku Kanunu’ndan önce, aforozun iki kademesi vardı:
Bu farklılık artık uygulamada değildir, ve aforoz edilmiş Katolikler hala ayinlere katılmaları ile ilgili baskı altındadırlar, Kutsal Komünyon’a iştirakleri ve ayinlerde aktif rol almaları yasaklanmış bile olsa..
Aslında bu yolla aforoz edilmiş kimse kilise ile ilişkide kalması için teşvik edilmiş olur, çünkü asıl amaç onların pişman olup kilise yapısı içerisinde aktif rol almaya yönlendirmektir.
Orta Çağ’da, umumi aforozun resmi uygulamaları, ‘çan, kitap ve mumla ayıplamak’ deyimi hasebiyle, içinde çan çalınması, İncil’in kapatıldığı, mum söndürüldüğü bir merasim tarafından eşlik edilerek pratiğe geçiriliyordu. Bu tip merasimler şu an uygulamadan kaldırılmıştır, ama aynı prensiplere başvurulur. Yalnızca; şayet, bireyin aforozu gerekli kılan suçu çok umumi ve insanları kargaşaya sokacak cinsten ise kişinin aforoz edildiği bildirilir ve bu genelde bir kilise çalışanı tarafından yapılan sade bir açıklama ile halka duyurulur.
Ortodoks Kilisesi’nde, aforoz Kutsal Şölen’e mensubiyetten alıkonulma, uzaklaştırılma şeklinde kendini gösterir. Kiliseden soyutlanma olarak değil. Bu ise birkaç sebepten ötürü gerekli olabilir; o yıl içinde günah çıkarmamak gibi.
Aynı zamanda aforoz pişmanlık sürecinin bir parçası olarak da kabul edilebilir. Aforoz genellikle topluluğa ait üyeyi ıslah etmek amacı ile yapılır.
Ortodoks Kilisesi bir soyutlama metoduna sahiptir ama bu sade, ciddi ve anathema diye nitelenen, pişman olamayan dini sapkınlar için geçerli olan bir yaptırımdır. Bu koşulda bile, birey kilise tarafından aşağılanmış, lanetlenmiş değildir, bilakis kendi haline bırakılmıştır.
Lutheranlık teknik olarak bizzat bir aforoz süreci geçirmiş olsa da, bazı mezhep ve cemaatler bunu kullanmazlar. Lutheran açıklaması, ilk ve teknik şekliyle, Martin Luther’in Small Catechism’inde yer alır.
Luther’e göre aforoz şunları gerektirir:
1-Günah işleyen kimseye karşın fail ve bireyin yüzleştirilmesi.
2-Bu başarılı olmazsa, fail, zarar görmüş birey ve iki ya da üç şahit arasında yüzleşme.
3-Konunun mezhep papazının bilgilendirilmesi.
4-Papaz ve failin yüzleştirilmesi.
Bunun ötesinde çok az onaylama vardır. Birçok Lutheran mezhep bir tek papazın aksine tüm mezhebin aforoz için uygun adımlar atması öncülüğünde yaptırımlarını uygularlar ve her zaman kesin kurallara sahip değildirler. Örneğin; kiliseler bazen Pazar ayinlerinde yapılan oylamalara ihtiyaç duyarken, bazı mezhepler bu hükmün oybirliğine varılarak sonuçlandırılması gerektiğini söyler.
Lutheran uygulaması, nadiren kullanılsa da, bir bakıma demokratik uygulamasından dolayı son yıllarda alışılmamış durumların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bir örneği Evanjelik Lutheran Kilisesi’nden aforoz edilmiş seri katil Dennis Rader’ı yakalatmak amacı ile kilise mensubu arkadaşlarından aforoz edilmesi için, bazı kimselerin oy toplama çabası idi.
Aforoz edilmiş kimselere kilise tarafından nasıl muamele edileceği ile ilgili kanunlar olmasına rağmen, İngiltere Kilisesi’nin bir üyenin nasıl ya da hangi sebeple aforoz edilebileceğine ilişkin özellikli kanunları yoktur. Aforoz son çare olarak başvurulan bir önlemdir ve pek nadir kullanılır. Örnek olarak; 1909’da bir ruhbanın dört kilise cemiyet üyesini katlettiği için aforoz edilişini gösterebiliriz.
The ECUSA (Amerika Episkopal(Piskoposluk) Kilisesi) Anglikan Komünyonu’ndandır ve İngiltere Kilisesi ile aynı birçok kanuna sahiptir.Aforoz uygulaması ile ilgili belli başlı kayıtlar yoktur, çünkü çok çok nadir olarak görülür. Mayıs 2000’de kilise ve |
müntesipleri hakkında haddinden fazla eleştirel beyanatları yayımlayan biri kilise tarafından aforoz edilmiştir.
Budizm’de aforoza direkt olarak denk düşecek bir kavram bulunmamaktadır. Buna rağmen, manastır cemiyetinde keşişlerin sapkınlık ya da diğer tutumlarından dolayı manastırlardan atılmaları söz konusudur, tıpkı Kelsang Gyatso gibi. Buna ek olarak, keşişlerin dört yenilgi olarak isimlendirilen dört yeminleri vardır; cinsel ilişki, hırsızlık, adam öldürme, manevi güçlerini kötüye kullanma. Eğer bu yasaklardan biri delinirse, keşiş otomatik olarak ruhbanlıktan atılır ve hayatının sonuna kadar bir daha asla keşiş olamaz.
Hristiyan literatüründeki aforoz İslam’da yer almamıştır. En yakın kavram olan tekfir, bir kimsenin ya da bir grubun kâfir ya da inançsız olduğunu deklare eden bir bildiridir. Bu kişiyi herhangi bir İslami tören ya da ibadeti yapmaktan alıkoyamaz. Çünkü bir kimsenin kâfir olup olmadığı ancak ve en doğru Allah bilebilir. Eğer hedef iddiayı çürütmüşse ya da İslam’ı toplum bunu kabul etmeyi reddetmişse, tekfir ilanı genellikle batıl ve anlamsız olarak görülmüştür. Tekfir genelde mahkemeler aracılığı ile uygulamaya konmuştur. Son dönemlerde yaşanmış misaller, bireylerin kâfir olarak görülmesi şeklinde gerçekleşir. Bu hükümle, genel anlamda, anti-İslami görülen bazı yazılarına mukabil, bu bireylere karşı mahkemelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. En bilinen örnekler; Selman-ı Rüştü, Nasr Ebu Zeyd, Nevval el-Saaadevi’dir. Bu kimselerin tekfiri beraberinden eşlerinden de boşanmalarını gerekli kılmıştır, çünkü Klasik İslam Hukuku uygulamasına göre, Müslüman kadınların Müslüman olamayan erkeklerle evlenmeleri yasaklanmıştır.
Ancak, tekfir İslam’da ihtilaflı bir sorun olarak kalmaya devam etmiştir, esasen bunun en temel sebebi; evrensel olarak İslam Hukuku’nda böyle bir merasim yapma hakkına sahip otorite kabul görmemiştir.
‘Herem’, Musevilikte en büyük dini kınamadır. Bir Kimsenin Yahudi toplumundan tamamen bir soyutlanmasıdır. Haredi cemaatinin bazı uygulamaları dışında, Herem, Aydınlanma sonrasında lokal Yahudi toplulukları siyasi özerkliklerini kaybedince ve yaşadıkları yerdeki Yahudi olmayan insanlara entegre olunca uygulamadan kalkmıştır.
Kral Yolu
Kral Yolu veya tam ismi ile Pers Kral Yolu Pers İmparatorluğu kralı I. Darius zamanında MÖ 5. yüzyılda onarılmış ve yeniden düzenlenmiş bir antik anayoldur. Bu yol büyük imparatorluk boyunca Efes'den Persepolis'e kadar hızlı ulaşımı kolaylaştırmak için yapmıştır. Bu kuryeler yedi günde 2.699 kilometre seyahat edebiliyorlardı. Yunan tarihçi Herodot, "Dünya'da Pers kuryelerinden daha hızlı seyahat eden başka bir şey yoktur." cümleleri ile onları övmektedir. Benzer bir şekilde, "Ne kar ne yağmur ne sıcaklık ne de gecenin karanlığı onların görevlerini yapmalarına engeldi." cümlesi ise bu kuryelerin gayriresmî sloganlarıydı.
Yolun seyri Herodotus'un yazılarından, arkeolojik araştırmalardan ve tarihi kayıtlardan yararlanılarak yeniden yapılmıştır. Batıda Sardis ve Efes'ten başlayarak (Türkiye'de İzmir'in 95 km kadar doğusunda), doğuya doğru şu anki Türkiye'nin orta kuzey kısmından Asur'un başkenti Ninova'ya (şu anki Musul, Irak) varmaktadır, daha sonra Babil'in (şu anki Bağdat, Irak) güneyine geçmektedir. Babil'in yakınından, yolun iki ayrı yola ayrıldığı düşünülmektedir, bir tanesi kuzeybatıya daha sonra batıdan Ecbatana ve oradan da İpek Yolu ile beraber gitmektedir, diğer yol ise doğuya devam ederek Pers başkenti Susa'ya (şu anki İran) ulaşmaktadır ve daha sonra güneydoğudan Persepolis geçmektedir.
Yolun Pers İmparatorluğu'ndaki şehirler arasında en kolay veya en kısa yolu takip etmemesinden dolayı, arkeologlar yolun en batı kısmının Asur kralları tarafından yapıldığını düşünmektedirler çünkü yol eski imparatorluğun kalbine doğru gitmektedir. İlk çağ'da Batı Anadolu'da, Gediz ve Menderes nehirleri arasındaki bölgede kurulan Lidyalılar, Efes'ten Mezopotamya'ya kadar uzanan Kral Yolu denilen ünlü ticaret yolunu yapmışlardır. Bu yol sayesinde doğubatı arasında ticaret ve kültürel etkileşim hızlanmıştır. Lidya Uygarlığı, Kral Yolu sayesinde ekonomi,bilim,sanat,kültür ve ticaret alanlarında çok önemli ilerlemeler kaydetmişti.Daha doğu taraftaki parçaları ise (şu anki İran) büyük ticaret yolu İpek Yolu ile kesişmektedir.
Ancak, I. Darius şu an bildiğimiz Kral Yolu'nu yapmış olan kişidir. Yol tabanını iyileştirerek ve parçaları birleştirerek bir bütün haline getirmiştir. öncelikle krallığın elçileri için hızlı bir ulaşımda ortamı sağlamıştır.
Darius'un geliştirmiş olduğu yol o kadar önemli bir antik eserdir ki Roma zamanında da kullanılmaya devam edilmiştir. Türkiye'de Diyarbakır'da bir köprü o zamanlardan beri hâlâ ayaktadır..
1812 Uvertürü
1812 Uvertürü, Pyotr İlyiç Çaykovski tarafından bestelenmiş orkestral bir çalışma.
Rusya'ya karşı düzenlenen, ancak başarısızlıkla sonuçlanan Fransız saldırısından ve takibindeki Napolyon'un Grande Armée'nin yıkıcı geri çekilişinden ve Napolyon Savaşları'nın 1812 yılındaki büyük dönüm noktasından bahseder. Bu çalışma daha çok bazen gerçekleştirilen top atışları ile tanınır, özellikle açık hava festivallerinde yapılır ve gerçek toplar kullanılır. Bestenin Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık arasında olan 1812 Savaşı ile herhangi bir bağlantısı olmasa da, ABD'de diğer vatanseverlik müzikleri ile beraber çalınmaktadır.
Uvertürün ilk sahne gösterisi 20 Ağustos 1882 tarihinde, Moskova'daki Kurtarıcı İsa Katedrali'nde olmuştur.
Eser, V for Vendetta filminin kapanış sahnesinde ve Risk adlı bilgisayar oyununun ana menüsünde kullanılmıştır.
Terry Pratchett
Terry Pratchett, (d. 28 Nisan 1948; Beaconsfield, Buckinghamshire, İngiltere - ö. 12 Mart 2015), İngiliz fantastik komedi yazarı. Diskdünya serisi en ünlü kitaplarıdır.
Wild World
Wild World, Cat Stevens'ın yazdığı ve yorumladığı bir parça. İlk defa 1970`te Tea for the Tillerman albümünde yer almıştır. Kısa sürede albümün ve Cat Stevens`ın en popüler parçalarından biri haline gelmiştir.
Şarkıcı kendisini terk eden sevgilisine son sözlerini söylemektedir. Adam hala sevgilisine aşıktır fakat sevgilisinin ayrılma kararını anlayışla karşılar. Yine de onu sahiplenerek dünyanın o kadar da güzel bir yer olmadığını gitar eşliğinde anlatır. Oh, baby, baby, it's a wild world. (Oh bebeğim, bu vahşi bir dünya!) en sık tekrarlanan dizedir. Parça "I'll always remember you like a child girl" (seni hep bir kız çocuğu gibi hatırlayacağım) diyerek son bulur.
Bu parça birçok kişi tarafından yorumlanmıştır. En popüler yorumu Mr. Big'e ait sayılabilir. Diğer önemli yorumlar:
Ayazma
Ayazma, Türkçe soğuk anlamındaki "ayaz" kelimesinden türetilen bir sözcüktür. "Ayazma" şeklindeki kullanımı hem soğuk su kaynağı, pınar anlamına geldiği gibi çardak ve serinlenilen yer anlamına da gelir. Anadolunun birçok şehrinde bulunan Ayazma isimli bölgeler serin, soğuk bölge anlamında kullanılmıştır. Ayrıca, Ortodoks Hıristiyanlarca kutsal sayılan kaynak veya pınarlara da verilen isimdir.
Kelime kökeni "Hagia" (Türkçe okunuşu ile "aya", yani "kutsal") ve "ma" (yani su) kelimelerinin bileşiminden gelir: Hagia(z)ma; ayazma...
Zaman içerisinde Türkçede "z" kaynaştırma harfinden başka bir değişime uğramamıştır. "Kutsal su" anlamında olan bu yerler, şifalı olduğuna inanılan tatlı su kaynaklarına verilen bir tanım ismidir. Anadolu'nun ve özellikle İstanbul'un birçok yerinde bulunur. İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan Fatih Camii'nin içindeki çeşmenin ayazma çeşmesi olduğu düşünülüyor.
Rivayete göre Fatih İstanbul'u fethederken papaz, tavada sazan balığı yapıyormuş. "Bu sazanlar nasıl suya geri dönemezse, Fatih de bu kiliseye giremez" demiş. Bunun üzerine tavadaki sazanlar suya atlamış, buna istinaden Hagia-ma, kutsal su denmiştir.
Charles Aznavour
Shahnour Vaghenag Aznavourian bilinen sahne adıyla Charles Aznavour (22 Mayıs 1924; Paris), Ermeni asıllı Fransız şarkıcı, söz yazarı, oyuncu ve diplomat. Fransa'nın popüler ve kalıcı sanatçılarından biri.
Ermeni kökenli bir ailenin oğlu olarak 22 Mayıs 1924'te Paris'te dünyaya geldi. Fransa’ya Gürcistan’dan göç eden babası Michael Aznavourian şarkıcı, İzmir'den göç eden annesi Knar Baghdasarian ise oyuncuydu. "Caucase" isimde bir lokantaları vardı. Sanatçı bir aileden geldiğinden küçük yaşta tiyatroyla tanışan Aznavour henüz dokuz yaşındayken oyunlarda rol alıp şarkı söylemeye başladı. Küçük kumpanyalarda şarkı söyleyerek başlayan kariyerinin dönüm noktası ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf'la tanışması oldu. Piaf’la birlikte Amerika’ya ve Avrupa’nın çeşitli kentlerine düzenledikleri turneler sonucu dünyaca ünlü bir şarkıcı haline geldi.
Altı dilde (Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve Rusça) dilde şarkı söyleyebilen çok yönlü bir sanatçı olan Aznavour’un dünyanın dört bir yanında pek çok hayranı vardır. Ana dili Fransızca dışında, İngilizce ve Almanca da konuşur, ama Ermenice bilmemektedir. Bugüne dek, altmışa yakın filmde rol alan Aznavour yüzlerce beste yapmış ve şarkı sözleri yazmıştır. Fransa`nın Frank Sinatra`sı olarak da lanse edilen Aznavour`un hemen hemen bütün parçaları aşkla ilgilidir. 1970'lerde "Dance in the Old Fashioned Way" ve "She" parçalarıyla İngiltere'de büyük başarı elde etti.
1988'de yaşadığı depremle ağır yaralar alan Ermenistan'a "Ermenistan için Aznavour" adlı bir vakıf kurarak maddi manevi yardımlarda bulunuyor. Bu çabaları nedeniyle Ermenistan Hükümeti 2004 yılında ülkenin en yüksek mertebesi olan "Ermenistan Ulusal Kahramanı" ödülüne layik görmüştür. 2008 yılındada Serj Sarkisyanın imzaladığı kararname ile Aznavour'a Ermenistan vatandaşlığı verilmiş ayrıca 2009 yılında Ermenistan'ın İsviçre Büyükelçisi olarak atanmıştır. Ayrıca 2009 yılından itibaren Birleşmiş Milletler'de Ermenistan'ın daimi delegesi olmuştur. 2011 yılında yayınladığı kitabında "Soykırım kelimesi beni rahatsız etmeye başladı demiş ve Türkiye'ye karşı kin beslemediğini söylemiştir.
1960'dan fazla filmde oynayan Aznavour, François Truffaut'nun "Piyanisti Vurun" (Tirez sur le pianiste) filminde Édouard Saroyan |
karakterini canlandırmıştır. 2002 yılında Ermeni Kırımı iddialarını konu alan Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan'ın Ararat filminde rol aldı. 2006 tarihli, hikâyesini Costa-Gavras'ın yazdığı, yönetmenliğini Laurent Herbiet'nin yaptığı Albayım adlı filmde "Peder Rossi" karakterini canlandırdı.
Genç Werther'in Acıları
Genç Werther’in Acıları "(Almanca: Die Leiden des jungen Werthers)", Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış mektup romandır.
Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındaydı. Romanın piyasaya çıkmasının ardından hem pek çok intihar vakası ile karşılaşılmış, hem de Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila etmiştir.
Genç Werther’in Acıları "(Almanca: Die Leiden des jungen Werthers)", Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin, diğer taraftan nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ızdırap dolu münasebetini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Roman Goethe’nin ikinci büyük başarısı olan Götz von Berlichingen (1774) isimli dramasının ardından, Fırtına ve Coşku dönemi sonrasında ortaya çıkmış, aynı zamanda da Fırtına ve Coşku dönemine tekabül etmektedir. Goethe, 1772 yılında Mayıs ayından Eylül’e kadar Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesinde asistan olarak görev yaptığı sırada âşık olduğu Charlotte Buff adındaki nişanlı kadına duymuş olduğu karşılıksız ilgisini, edebi-bağımsız bir forma dönüştürerek, bu romanla tasvir etmektedir. Wetzlar’de bir elçilik sekreteri olan arkadaşı Karl Wilhelm Jerusalem’in intiharı, bu trajik aşkın doğuşu ve Werther’in elleriyle hayatına son vermesi için Goethe’ye esin kaynağı olmuştur. Jerusalem, kendisi için erişilmez olan evli bir kadına gönlünü kaptırmıştır. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşımaktadır.
Romanın ilk basımları, 1774 ilkbaharında Leipzig kitap fuarlarında yerini almış ve aynı zamanda en iyi satan kitap haline gelmiştir. 1787 yılında bunu, yeni bir sürümü de takip etmiştir. Roman Goethe’yi, 1774 yılında Almanya’da birdenbire şöhretinin doruğuna ulaştırmıştır.
Hikaye, Werther’in mektuplaştığı hayali arkadaşı Willhelm’in eliyle, mektuplar biçiminde anlatılır, zaman zaman, Willhelm sonradan öğrendiklerini de ekler (bu kısımlar bir sahne canlandırması tarzındadır); Büyük kentin yarattığı ruhsal çöküntüden doğaya kaçarak Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir Werther. Orada tanıştığı soylu bir ailenin güzel kızı Lotte’ye aşık olur. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır. Lotte’ye bir mektup yazar; “Bak Lotte! bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Tıpkı şiirleri gibi, Werther’de de kendi yaşamından bir parça vardır Goethe’nin.9 Haziran 1772 yılında Wetzlar'da hukuk stajını yaparken, bir arkadaşının nişanlısına (Charlotte Buff) aşık olduğu için yaşadığı duygu ve ahlak çatışmasından esinlenmiştir bu romanını yazarken. Sondaki intihar vakası ise, o sıralarda Goethe'nin arkadaşı Jerusalem'in evli bir kadına olan aşkı sonucunda kendini öldürmesi de ilham olmuştur. Onun başardığı, tekil yaşanmışlıkları, genel toplumsal bir bunalımın eşliğinde anlatabilmesindedir. Ve elbette, Goethe’nin şiirsel, tasvirlerle dolu zengin dili/üslubu, hikâyenin büyüsünü benzersiz biçimde derinleştirir.
Werther, “"Sturm und Drang"” (Coşumculuk) akımının bütün izlerini taşıyan bir metin. Güçlü duygularla hareket etme, doğaya, çocuklara,pastoral bir hayata duyulan özlem, toplumsal kurumlara yönelik eleştiri hemen fark ediliyor. Ancak bütün bunlar yalnızca estetik bir tercihten kaynaklanmıyor; o yıllar Almanya’sının -Avrupa olarak genelleyebiliriz de- bireyi köşeye sıkıştıran koşullarını yansıtıyor! Dikkat edilirse, “doğa tercihi” romantizmin ve İngiliz gotiğinin de çok önemli bir motifi olmuştur. İnsanda derin izler bırakan şey, bir edebi metinde yazarın hayal ürünü olarak anlattıkları değil, o metinde -somut gerçekliği- yansıtan duygu ve düşüncelerdir. Werther’in yarattığı coşkunluk da, özellikle Almanya’da, anlatılanların Alman ulusal kimliği ile çakışmasından kaynaklanmıştır. Onu yaratan değil, varolanı tasvir edendir Goethe! Goethe, kişisel olanla toplumsal olan arasındaki kopmanın kaçınılmazlığını ve bunun toplumsal nedenlerini, insanın manevi yaşamı ile coşku dünyasını benzersiz bir lirizm ve çözümsel bir sezgiyle ortaya koymuştur bu romanında. Goethe’nin Werther’i, bireysel tutku, toplumsal zorunluluk ve bu tür bireysel tutkuların genel temsili anlamı arasındaki doğrudan ilişkiyi çok açık biçimde gösterir.
Goethe titizlikle, şüphesiz ikinci kısmının sonlarında bir sahne üslubuna dönüşen, belgelere dayalı mektup tarzındaki bir roman yapısını tercih etmiştir. Jean-Jacques Rousseau’nun "Julia ya da yeni Heloise" "(Fransızca: "Julie ou la Nouvella Héloise")" adlı eseri, on üç yıl önce, gerçeğe dayanan aşk mektuplarının yayımlanmasının, nasıl muazzam bir etki yarattığının kanıtı olmuştur. Goethe’nin, sadece bu kitabı tanımakla kalmayıp, aynı zamanda kendisini kitabın kahramanı Saint-Preux ile özdeşleştirmesi, Wetzlar dönemine uzanarak şunları yazmasıyla kendini göstermiştir: Böylelikle ortak bir gün, diğer günleri kapsamıştır ve hepsi bayram günü gibi görünmüştür; bütün takvim kırmızıya dönüşmüş olmalı. Yeni Heloise’nin mutlu-mutsuz dostlarının daha önceden bahsetmiş olduğu şeyi hatırlayan kişi beni anlayacaktır: Ve sevgilisinin dizinin dibinde oturarak ip eğirecek ve ip eğirmeye arzu duyacaktır, bugün, yarın ve öbür gün, tabii ki tüm hayatı boyunca. “Bugün, yarın ve ertesi gün, yani bütün bir hayat” sembolleri, sayesinde başkahramanı intihar etmekten vazgeçirdiği Yeni Heloise’deki kât-i mektuba yansımıştır. Romanın ilk baskısı, Goethe’nin adını taşımayıp, yani anonim olup, bir editörün kısa önsözü ile başlamıştır. Bu baskıda, yazarın kurgusunun diğer mektuplarda olduğu gibi olması, okurun baskıyı tanıyamamasına neden olmuştur. Mektuplar (3 istisna dışında), Werther’in en yakın arkadaşına hitap etmektedir. Bu durum ise, otomatik olarak okuru ele geçirmektedir: Okur, bir yazar tarafından yaratılan romanın alışılmış rolü içerisinde kalmamakta, aksine mektubu yazan kişinin en yakınında bulunan kişi olan okura hissettirdiği samimi duygularının sırdaşı olmaktadır. Sürekli olarak, birisinin konuşmakta olduğu hissi uyandığından dolayı, gerçeğe dayanan mektupların ele alındığı düşüncesi birçok kez kuvvetlenmektedir. Bunun gerçekliği, estetik olarak da sağlam temellere dayandırılmaktadır: Werther’in duyguları harekete geçiren sözlerinin aksine, editör’ün üslubu teşvik edici, fakat tamamen nesneldir. Gerçek (sözde) kişileri belirtmek için, editörün yer ve kişi isimlerini şifrelediği dipnotlar ise, bir romandaki alışılagelmemiş, son sırada yer alan önemli özelliktir. Goethe, bir mektup romanında bu uygulamayı ilk defa kullanmıştır.
Werther, Goethe'nin "Sturm und Drang" hareketi içinde verdiği az işlerden biriydi. Ondan önce, Friedrich von Schiller ile birlikte Weimer Klasisism akımını başlatmıştı. Goethe, sonraki yıllarında kendini "Genç Werther'in Acıları"ndan uzaklaştırdı. Şöhretinden ve Charlotte Buff'a duyduğu gençlik aşkını halka duyurmasından pişmanlık duydu. Werther'i 27 yaşında yazmış olmasına rağmen, yaşlılığında da çoğu misafiri onun sadece bu kitabını okuyup, onu birçok eserinin arasından bu kitaptan tanıyordu. Bu yüzden ilişkilendirildiği Romantik hareketten ayrılıp, onu "hastalıklı her şey" olarak tanımlıyordu.
Goethe kitaba duyduğu nefretini, Werther, Goethe'nin kardeşi olmuş olsaydı da Goethe, Werther'i öldürseydi, onun kinci hayaletinin bu kadar rahatsız etmeyeceğini yazarak belirtti. Yine de, Goethe Genç Werther'in Acıları'nın, onu okuyan ümitsiz genç aşıklar üzerindeki kişisel ve duygusal etkisini kabul ediyordu. 1821'de, sekreterine ""Herkesin hayatında, Werther'in kendisine özel yazılmış olduğunu düşünüğü bir zaman olmaması kötü olurdu."" demişti.
Roman özellikle, Goethe’nin 1771’den 1774’e kadar olan yaşanmışlıklarının arka planını oluşturmaktadır: Aynı zamanda öncelikli olarak, 1772 yazında Johann Christian Kestner’in eşi olan Charlotte von Stein'e (Önceki soyadıyla Charlotte Buff) duyduğu hastalıklı, ümitsiz aşkı ve bir elçilik sekreteri olan Karl Wilhelm Jerusalem’in, Palatinalı meslek arkadaşının eşine karşı olan hüsran dolu aşkından dolayı, 30 Ekim 1772’de Kestner’in ödünç verdiği bir silahla intihar etmesi, romanın ana hatlarını belirlemektedir. Tüm bunları, Goethe’nin 1774 yılında başlayıp, Werther’in taslağının oluşmasından kısa bir süre sonra, İtalyan fakat Frankfurt am Main’de yaşamakta olan tüccar Peter Anton Brento ile evlenen Maximiliane von La Roche’a karşı sonradan kendisini hayal kırıklığına uğratan aşkı takip etmektedir. Fakat bu, Werther için etkili bir ilham kaynağı olarak görülmez, romanın başlarında, sadece Maximiliane’nin “geceyi andıran gözleri” dile getirilmiştir. Charlotte Buff ise mavi gözlüdür.
Roman, tıpkı savunanlarda olduğu gibi, eleştirmenlerde de oldukça güçlü duygusal tepkilere neden olmuştur. Goethe Werther ile orta sınıf normlarına tamamen aykırı düşen bir kişiyi merkeze koymuştur. Burjuvazi toplumu Werther’i, -düşüncelerine tamamen aykırı bir şekilde- yuva bozan, asi ve hür fikirli biri olarak nitelendirmiştir. Edebiyatta birçok kez, yarar sağlayan ve eğlendiren bir şe |
yler beklemişlerdir. Fakat Goethe’nin bu romanı, beklentilerine karşılık verememiştir. “Yararlı” olanı direkt olarak olayların içerisinde aramışlar, kendileriyle özdeşleştirdikleri ve davranışlarından çıkarımlar yapabilecekleri birisi ile olmak istemişlerdir. Fakat roman, burjuvazi normlarına göre akla hayale sığmayacak şekilde, bir intiharla sona ermiştir. Birçok vatandaş, başkahramanın, kendi değer yargılarına aykırı düşmesi ve prensiplerine yönelik bir tehlike arz etmesi nedeniyle, Goethe’nin eserini sert bir şekilde eleştirmişlerdir. “Genç Werther’in Acıları” onlar için, geleneksel edebiyatla birlikte hoş olmayan bir hayal kırıklığını temsil etmiştir. Kitabı, kendi ilgilerinin dışında kalan değerlerin ve intiharın yüceltilmesi olarak görmüşlerdir. Werther intiharının gerçekleşip gerçekleşmediği konusu, araştırmalar çerçevesinde uzun süre tartışılmıştır. Son araştırmalar ise, bir düzineye kadar gerçekleşen Werther intiharını belgelemiştir.
İntiharın yüceltilmesi konusundaki eleştiriler, büyük ölçüde kilise ve bazı çağdaş yazarlar tarafından yapılmıştır. Werther’i “Hıristiyan olmamak” ve "edepsizlik" olarak değerlendiren muhafazakâr Teolog Lavater, buna bir örnektir. Bu eleştirilerin temeli olarak diğer sebeplerin arasında, birçok gencin tipik sarı-mavi karışımı Werther kıyafeti içerisinde intihara kalkışarak, bu girişimi tekrarlamış olması yatmıştır. Hatta kilisenin beyan ettiği tahmin edilen intihar sayısı o kadar yüksek olmuştur ki bu tür intihar girişimlerinin olup olmadığının bugün hala bilinmediği bir sürece girilmiştir. Bununla birlikte bazı bölgelerde (Leipzig, Kopenhag, Milano gibi) kitap yasaklanmıştır. Goethe ise, insanın, ruhundaki ızdırapları yazıya dökmesi gerektiğini dile getirerek, kendi yaşanmışlığını, en iyi örnekle karşıladığını ispat etmiştir. Özellikle kendisinin oldukça soğukkanlı ve makul olduğunu göstermiştir.
Her şeyden önce, Goethe’nin Werther karakterine okutturduğu romanı yazan Lessing, şunları dile getirerek tepki göstermiştir:
Goethe, intihar konusunda fettanlık derecesinde kendisini kınayan Piskopos Lord Bristol’a alaycı bir şekilde şöyle karşılık vermiştir:
Genç Werther'in Acıları, Goethe'nin ilk önemli başarısı olup, onu bir gecede ünlü bir yazar haline getirdi. Napoleon Bonaparte romanı Avrupa edebiyatının en başarılı işlerinden olarak görmekteydi. Gençliğinde Goethe'nin tarzında bir monolog yazmış ve Mısır seferinde romanı yanında götürmüştür. Roman, "Werther salgını" "(Almanca: "Werther-Fieber")" diye bilinen bir fenomeni başlatmış, Avrupa'da birçok gencin Werther'in romanda betimlenen kıyafetlerini giymesine neden olmuştur.
Roman ayrıca birbirini taklit eden intiharlara neden olmuştur. "Werther salgını" otoriteler ve diğer yazarlar tarafından endişe ile takip edildi. Friedrich Nicolia Die Freuden des jungen Werthers (Genç Werther'in Neşeleri) adlı mutlu sonla biten bir hiciv yazdı. Bu hicivde, Werther'in planlarını fark eden Albert, silaha tavuk kanı dolduruyor, böylece Werther'in intiharına engel olup, Lotte'yi ona teslim ediyordu. Werther de tutkulu genç yönünü ortaya çıkarıp kendisini saygı duyulan bir vatandaş olarak topluma tekrar kazandırıyordu.
Ancak Goethe bu versiyondan memnun kalmamıştı ve Nicolai ile "Werther'in Mezarında Nicolai" "(Almanca: "Nicolai auf Werthers Grabe")" adlı bir şiir yazarak edebi bir savaş başlattı. Bu şiirde Nicolai, Werher'in mezarına büyük tuvaletini yapıyor böylece Goethe'nin "Sturm und Drang" akımından uzaklaşırken uzaklaştığı Werther'in anısına hakaret ediyordu. bu savaş Goethe'nin kısa ve eleştirel şiirlerinde, Xenies'te ve Faust'ta devam etti.
18.yy.ın en büyük medya skandalı olarak Werther, tarihi medya etkisi araştırmalarının kilit romanı konumundadır. Goethe bir yandan dindar ve sivil kesim tarafından yapılan skandalize ve ağır eleştirilere katlanmak zorundan kalırken, diğer yandan da mektup romanının fanatik taraftarları ortaya çıkmıştır. Özellikle gençler arasında Werther’i bir idol haline getiren bağımlılık derecesinde bir Werther hayranlığı baş göstermiştir. Hiçbir evde eksik olmayan meşhur Werther fincanı ve hatta Werther parfümünü de kapsayan bir Werther modası (sarı pantolon, sarı yelek, mavi ceket) başlamıştır. Kahve ve çay ibrikleri, bisküvi ambalajları ve çay kutuları, “Werther’in Acıları”ndan (örn. Daniel Chodowiecki’den) sahnelerle süslenmiştir. Günlük yapılan kahve ve çay saatleri ise, bu on yılın orta sınıf tabakasına, çağdaş edebiyatla etkili bir tanışma fırsatı sunmuştur.
Destekleyen gruplar, romanı, özellikle Werther’e benzeyen pozisyonda bulunan ve doğrudan söz edilmeyi isteyen insanlar arasından bulmuşlardır. Goethe’yi doğru anlayan kişiler kendi durumlarını bir şeyler ile bağdaştırabilmiş ve Werther’in çekmiş olduğu ızdıraplarda ruhlarını yüceltmişlerdir. Bu durum, günümüz okur kitlesi için de geçerlidir.
Bunun üzerine kitapta ilk mektubun öncesinde yer alan “hayali” editörün önsözü de şunları amaç edinmektedir:
Avrupa’nın gelecek kuşaklarının zihninde, Napolyon’un Erfurt hanedanlık kongresinde kendisini şaşırtıcı bir şekilde Werther’in erbabı olarak gösterdiği ve hatta Goethe’nin dikkatini bir metin hatası üzerine çektiği, 1808 yılındaki Goethe ile olan efsanevi karşılaşması da etki bırakmıştır.
“Genç Werther’in Acıları”, Fırtına ve Coşku döneminin kilit romanı olarak görülmektedir. Roman, eski zamanlar için çok yüksek baskı sayısı görmüş ve sözde okuma bağımlılığının öncüsü olmuştur (Edebiyatın sosyal tarihindeki yorum önerilerinin karşılaştırılması (örn.1).
Kitabın böylesine bir dünya başarısını elde edeceğini Goethe de tahmin edememiştir. Aynı zamanda Werther hayranlığının, bilinen olayları belgelemesi için, eskiden Charlotte Buff’un Wetzlar’deki evi olan bugünkü Lotte evinde, Werther’in kayda değer ilk baskılarının yanı sıra parodileri, benzetmeleri, polemik yazıları ve birçok dilde çevirileri de sergilenmiştir. Fakat romanın başarısı, salt bir moda oluşumundan daha fazlasını oluşturmuştur. Goethe ise sözlerine şunları eklemiştir:
Roman, hem yapısından hem de içeriğinden sonra ardından gelen birçok romanı etkilemiştir; fakat bazı eserler doğrudan Goethe’nin Werther’ini temel almışlardır. Christoph Friedrich Nicolai "Genç Werther'in Mutlulukları" "(Almanca: “Freuden des jungen Werthers”)" adlı eserle, intiharın müdafaasını yapan okura karşı atağa kalkmıştır. İçeriğinde ise Werther, Charlotte’yi kazanmakta ve mutluluktan hayırlı bir arazi sahipliğine kadar yükselmektedir.
Jules Massonet, 16 Kasım 1892’de Viyana Saray Tiyatrosunda sahneye koyulan Werther konulu bir opera düzenlemiştir.
Thomas Mann’ın Goethe romanı Lotte Weimar'da'da "(Almanca: “Lotte in Weimar”)" (1939) başkahraman Charlotte Buff, çekingen Werther'i nişanlısı ile olan mutluluğunda parazit olarak nitelendirmiş ve daha sonra Kestner ile evlenmiştir.
Ulrich Plenzdorf Werther’i, 1972 yılında büyük tiyatro salonunda sahnelenen ve Almanya’nın geçmişine dayanan "Genç Werther'in Yeni Acıları" "(Almanca: Die neuen Leiden des jungen Werthers)" isimli bir tiyatro oyunu ile ortaya koymuştur.
“Genç Werther’in Acıları”, 1976’da oyunculuğunu Hans-Jürgen Wolf'un Werther karakteri ve Katherina Thalbach'ın Lotte karakteri olarak paylaştıkları, Egon Günther’in ise yönetmenliğini üstlendiği bir film haline getirilmiş ve on iki filmin arasında yer almıştır. En yeni film ise Stefan Konarske ve Hannah Herzsprung’un başrollerini oynadıkları, Uwe Janson’un yönetmenliği ve senaryosu ile 2008 yılına aittir.
Bernd Kessens 1999 yılında, “Getanzte Liebe Flamenco” isimli romanı, Jürgen Eich ise 2007 yılında "Genç Werther'in En Yeni Acıları" "(Almanca: “Die neuesten Leiden des jungen Werthers”)" isimli dramı yazmıştır.
Yapıtın, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi'nde yayımlanan baskısının çevrimiçi okunabileceği bağlantı.
Eşbütünleşme
Kointegrasyon veya Eşbütünleşme, durağan olmayan ("ing:non-stationary") iki zaman serisi arasındaki korelasyonu incelemek için geliştirilmiş bir tekniktir. Türkçede koentegrasyon veya eşbütünleşim olarak da bilinir. Eğer iki veya daha fazla zaman serisi, kendileri durağan olmadıkları halde, bunların doğrusal bir kombinasyonu durağan ise bu serilerin eşbütünleşik (veya koentegre) oldukları söylenebilir. Eşbütünleşme tekniği Clive Granger tarafından geliştirilmiştir.
80'lerden önce pek çok ekonomist durağan olmayan zaman serileri üzerinde analizler yapmıştır. Fakat bu türden analizlerin yanıltıcı regresyon ile sonuçlandığı Granger ve Robert Engle tarafından ispatlanmaştır. Bu bulgunun sonucunda daha önce yapılan niceliksel çalışmaların çoğunun tekrar gözden geçirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Yanıltıcı regresyonun sebebi ise durağan olmayan serilerin stokastik eğilim etkisi içermeleridir. Stokastik eğilim dikkate alınmadan regresyon analizi yapıldığında iki değişken arasında varmış gibi görünen ilişkinin aslında rastlantısal olarak gelişen bir eğilime dayalı olduğu gösterilebilir.
Durağan olmayan zaman serileri ile analiz yapmak için genelde serilerin birinci veya daha fazla dereceden farkları alınır. Örneğin bir hisse senedinin fiyatı 5,6,7,8,9 şeklinde gidiyorsa bu serinin birinci farkı alındığında 1,1,1,1 şeklinde gidecektir. Eğer bir zaman serisi birinci farkı alındığında durağan hale geliyorsa bu serinin birinci dereceden bütünleşik olduğu söylenir ve bu seri I(1) şeklinde gösterilir. Benzer şekilde bir zaman serisi n kere farkı alınarak durağanlaştırılabiliyorsa bu zaman serisi n. dereceden bütünleşik anlamında I(n) ile gösterilir. Uygulamada genelde en fazla 2 veya 3. dereceye kadar fark alınması serilerin durağanlaştırılması için yeterlidir.
Gülten Dayıoğlu
Gülten Dayıoğlu (d. 15 Mayıs 1935; Emet, Kütahya), Türk roman ve öykü yazarı.
Babası Lütfi Uyan "Yüncü Aliler" lakabıyla anılır. Lütfi Efendi, babasının mesleği keçe işiyle değil şapka ustalığıyla uğraştı. Annesi Emine Hanım, "Hacı Memişler" sülalesindendir. Gülten Dayıoğlu ailenin tek çocuğudur. Babası evi terk edince Gülten Hanım'ı annesi büyütür.
1935 yılında Kütahya`nın Emet ilçesinde doğdu. Çocukluğunun büyük bir kısmını Emet ilçesin |
de geçirdi. İlkokulun ilk üç sınıfını Emet'in Örencik Köyü'nde, daha sonra Kütahya 30 Ağustos İlkokulu'nda okuyarak İstanbul'a yerleştikten sonra Nişantaşı İlkokulu'nda bitirdi. Dayıoğlu, 1956'da İstanbul'da eski adıyla Atatürk Lisesi olan Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ni bitirdi. Lisede edindiği Fransızca'nın yanında orta derecede İngilizce bilmektedir. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördü. Daha sonra okulu bıraktı. 1958 yılında Cevdet Bey ile evlendi. Dışarıdan sınavlara girerek ilkokul öğretmeni oldu. On beş yıllık hizmetten sonra geçirdiği ciddi mide rahatsızlığı sebebiyle 1976'da istifa etti. Bu tarihten sonra yazarlık çalışmalarını daha yoğun biçimde sürdürdü.
Çocuk ve Gençlik Edebiyatı alanında "Üç Kuşağın Yazarı" unvanıyla anılan Dayıoğlu'nın iki oğlu vardır.
Dilimize uyarladığı yabancı kitaplar: Ayşegül Dizisi.
Yurt dışında yayınlanan eserleri: Geride Kalanlar, Sık Dişini, Ebem Kuşağı Yılan Nine, Dünya Çocukların Olsa, Yurdumu Özledim, Geriye Dönenler, Küskün Ayıcık, Mo'nun Gizemi 2, Otran, Fadiş.
Segregasyon
Genetikte segregasyon ya da açılma F generasyonunda allel genlerin ayrılarak 1:2:1 oranında bir dağılım göstermesi.
Örneğin akşamsefası bitkisinde F generasyonunda ortaya çıkan pembe renkli bireyler birbirleriyle çaprazlandığında F generasyonunda 2/4 pembe, 1/4 kırmızı ve 1/4 oranında beyaz çiçekli çiçekli bireyler oluşur. Bu genotipik bir açılmadır.
Dominantlık durumunda örneğin kırmızı ve beyaz çiçekli bezelye F generasyonu tamamen kırmızı, F generasyonu ise 3/4 kırmız ve 1/4 beyaz olmaktadır. Bu fenotipik bir açılmadır.
Psikodrama
Psikodrama. Tiyatroyu psikolojik tedavide kullanan bir tekniktir..
Jacob Levy Moreno tarafından, 20. yüzyılın başlarında geliştirilmiştir. Öncelikle bireyin grup içinde iyileştirilmesini hedefleyen bir grup psikoterapi yönteminden oluşur. Spontanlık, yaratıcılık ve eylem dinamiklerini temel alır. Kişilerin ilişkilerini, bu ilişkilerde yaşadıkları sorunları, çatışmaları ve kendi iç dünyalarını spontan bir biçimde, bir oyunun içinde rol alarak incelemelerini ve farkındalığa ulaşmalarını sağlamaya çalışır.
Kendiliğindenlik, yaratıcılık ve eylem dinamiklerini temel alan psikodrama tekniğine göre kişilerin deneyimlerini spontane bir biçimde, bir oyunun içinde rol alarak incelenmeleri ve farkındalığa ulaşmaları sağlanır. Psikodrama, J.L. Moreno'nun tanımıyla, gerçeğin yeniden canlandırılmasıdır. Psikodramanın beş temel unsuru vardır. Sahne, ana oyuncu, yönetici, yardımcı egolar ve grup. Konunun geçtiği yer, sahnedir. Ana oyuncu sahneyi tasarlar ve yardımcı oyuncular olarak tanımlanan yan egoları seçer. Canlandırma, bir lider (psikodrama uzmanı) eşliğinde yürütülür.
Psikodrama, J.L. Moreno'nun tanımıyla, gerçeğin yeniden canlandırılmasıdır. Moreno, psikolojik bozuklukları "rol kuramı" içinde ele almıştır. Psikodramanın beş temel unsuru vardır. Sahne, protagonist, yönetici, yardımcı egolar ve grup. Protagonist, oyunu oynanan, üzerinde çalışılan kişidir. Ele alınan konunun sahnelendiği yer, sahnedir. Konu sahnelenmeden önce protagonist diğer grup üyeleri arasından kendi konusunu oynayacak kişileri seçer, bu kişilere yardımcı ego denir. Her psikodrama oturumu bir lider (psikodrama konusunda uzman olan bir psikodramatist) tarafından yönetilir.
Pikodramada kullanılan üç temel teknik vardır.
1. Eşleme: Lider veya grup üyeleri tarafından protogonistin duygu ve düşüncelerini onun ağzından söyleme.
2. Rol değiştirme: Protogonist, ele alınan konuyla ilgili rollere teker teker girerek o rolün yerini alır.
3. Ayna: Protogonist sahnede ele alınan konuyu dışarıdan gözlemler.
Bir psikodrama oturumu 3 safhadan oluşur. Isınma, oyun, paylaşım.
Isınma: Grubun ve protogonistin yapılacak çalışmaya hazır ve istekli olması.
Oyun: Çalışmanın yapılması.
Paylaşım: Çalışma sonucunda tüm üyelerin bir araya gelerek yapılan çalışmayla ilgili geribildirimde bulunması.
Psikodrama teknikleri ; aksiyon metotları, encounter (karşılaşma) teknikleri, geliştirme oyunları, tiyatro oyunları, yapılandırılmış yaşantılar, sözsüz alıştırmalar olarak kullanılır . Bunları Moreno geliştirmiştir. Moreno ' dan sonra da yönlendirilmiş fantezi, psikosentez, duyumsal uyanıklık, Gestalt terapi, yaratıcı drama gibi alanlardan uyarlanmış fikirlerle geliştirilmeye devam etmektedir.
Antagonist : Protagonistten sonraki en önemli kişi genellikle eşi veya çatışma halindeki kişidir.
Koterapist : Yardımcı yönetici, lidere yardım eder.
Psikodrama duygusal problem çözümünü içeren "protagonist merkezli " bir oyun biçimidir. Genellikle derin duygusal yaşantılara doğru gidiş söz konusudur.
Acarlar
Acarlar ya da Acaralılar, Gürcistan’ın güneybatısında bulunan Acara bölgesinin yerel halkına verilen addır. Acarların asıl toprakları Acara bölgesidir ve bu topluluk adlarını buradan almaktadır. 16 Temmuz 1921'de, tarihsel Acaristan topraklarını da kapsayan bölgede bölgenin müslüman karakterinden dolayı Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Günümüzde Acarlar Acara Özerk Cumhuriyeti dışında, Gürcistan’ın değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Ayrıca Türkiye'nin değişik bölgelerinde yerleşik olarak ve muhacir olarak gelip yaşayan Acarlar bulunmaktadır.
Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce "Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi" başlığıyla bir ön çalışma yapılmış. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre, Gürcüler (Грузины) ve Guriler (Гурийцы) etnik gruplarından ayrı olarak, Megreller, Pşavlar, Svanlar ve Tuşlar için "Kartvel grubu" (картвельской группы) tanımlaması yapılırken, onlardan faklı biçimde Guri kabilesi (гурийское племя) olarak tanımlanan Acarların (Аджарцы) 1886 yılındaki nüfusu 59.516 kişidir.
Acarlar, Gürcüce'nin lehçelerinden biri olan Acarca lehçesini konuşur. Acara lehçesi, komşu bölge Guria lehçesiyle büyük benzerlik gösterir. Acara lehçesine, Osmanlı döneminde Türkçeden, Güney Kafkas dilleri olan Megrelce ve Lazcadan çok sayıda sözcük girmiştir.
Acarların büyük bölümü, Gürcistan’ın güneybatı kesiminin Osmanlı egemenliğine girmesinden sonra, 16 ve 17. yüzyıllarda Sünni İslam’ın Hanefi mezhebini benimsedi. 1921’de Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de halkın bu dinsel farklılığından dolayı kuruldu. 1926 yılına değin Acaralı Müslüman Gürcüler Sovyet nüfus sayımında Gürcülerden ayrı bir halk gibi gösterilerek Acaralı ismi ile yazıldılar. Bu tarihteki Acaralı nüfus 71.498 kişiden oluşuyordu. Daha sonraki Sovyet sayımlarında (1939-1989) Acaralılar Gürcü olarak kayıtlara geçirildiler. 1920’lerde Acaralılar, dinsel baskılara ve kolektifleştirmeye karşı çıkarak Sovyet yönetimine başkaldırdılar. Bundan dolayı çok sayıda Acaralı Orta Asya’ya sürgün edildi.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız olan Gürcistan’da Hıristiyanlığın yeniden tesis edilmesi sırasında Acara’da özellikle genç nüfus arasında Hıristiyanlık popüler hale geldi. Eşzamanlı olarak bölgede, Acara'ya özelikle Türkiye'den giden kişilerce Sünni Müslümanlığın yeniden canlandırılması çalışmaları yürütüldü. 1990’ların başında, değişik dinden kişilerin yaşadığı Acara Özerk Cumhuriyeti’nde nüfusun % 70’i Müslüman Gürcülerden oluşuyordu. Günümüzde Acara İstatistik İdaresi’nin tahmini rakamlarında bölge nüfusunun % 63’ü Ortodoks Hıristiyan, % 30’u Hanefi mezhebinden Sünni Müslüman olarak verilmektedir.
Los Angeles Clippers
Los Angeles Clippers Amerika Birleşik Devletleri'nin Los Angeles, Kaliforniya şehrinde kurulmuş olan profesyonel basketbol takımıdır. Ülkenin en önemli basketbol organizasyonu NBA'de Los Angeles Lakers ile birlikte Los Angeles'da bulunan iki takımdan biridir. Batı Konferansı'nın Pasifik Grubu'ndadır. Maçlarını Staples Center'da oynamaktadır. Takım sahibi , aynı zamanda Microsoft şirketinin CEO'su olan Steve Ballmer'dır.
Osmanlı-Rus Savaşları
Osmanlı-Rus Savaşları, 16. yüzyıl - 20. yüzyıl arasında Osmanlı Devleti ile Rusya Çarlığı ve daha sonra bu devletin büyümesi ile bu devletin yerine geçen Rus İmparatorluğu arasında yapılmış savaşlardır. 16 tanedir. 11 tanesi Rus üstünlüğüyle sonuçlanmıştır. Bu savaşlar şunlardır:
Şükrü Naili Gökberk
Şükrü Naili Gökberk (1876, Selanik - 26 Kasım 1936, Edirne), Türk asker, Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve siyaset adamı. Bursa, Eskişehir ve İstanbul'un düşman işgalinden kurtuluşu sırasında Türk ordusunun başında şehre giren Kurtuluş Savaşı kahramanıdır.
1876'da Selanik'te Mustafa Bey ile Hasibe Hanım'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Edirne Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1899'da Harp Okulu'nu 1902'de Harp Akademisi'ni Kurmay Yüzbaşı olarak bitirerek kurmay stajı için Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun emrindeki Görice ve Avlonya 2. Sınıf Redif Taburu'na atandı.
1904'de Priştine Redif Fırkası'nda kurmay, 1905'te Rumeli'de eşkıyaları tenkili için Kuvve-i Takibiye Tugayı'nın Selanik Alayı 2. Avcı Tabur Komutanlığına, 1908'de 3. Ordu Nizamiyet 22. Alay Komutanlığına atandı. 1910'da 3. Ordu 10. Köprülü Redif Fırkası Kurmay başkanı, 1911'de 5. Kolordu Nizamiye 14. Fırka Kurmay Başkanı oldu. Bu görevdeyken Balkan Savaşı’na katıldı. 1913'te 8. Fırka Kurmay Başkanlığına, ardından Redif Fatih Fırkası Kurmay Başkanlığına getirildi. 1914'te 7. Fırka Kurmay Başkanıyken I. Dünya Savaşı'na katıldı ve 1915'de 50. Fırka Komutanı oldu. 1918'de 49. Fırka Komutanı oldu ve Temmuz 1920'de aynı fırkayla Kırklareli'de Yunan Ordusu'na karşı savaştıysa da birliğiyle Bulgaristan'a sığınmak zorunda kaldı.
Aralık 1920'de Bulgaristan'dan memleketine dönerek 25 Nisan 1921'de Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. 15. Fırka Komutanı olarak Kütahya ve Sakarya Meydan Muharebesi'ne katıldı. Eylül 1921'de Ankara Komutanlığına, Kasım 1921'de Adana Bölgesi İşgal ve Tesellüm Heyeti Başkanlığına, Ocak 1922'de Mersin Bölgesi Komutanlığına getirildi. Temmuz 1922'de 3. Kolordu Komutanlığına ata |
ndı. Ağustos 1922 tarihinde komutası altındaki kolorduyla Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra Eskişehir, Bursa, Bandırma'yı beraber geri aldı. 31 Ağustos 1922 tarihinde üstün başarılarından dolayı Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra 6 Ekim 1923 tarihinde kolordusuyla birlikte İstanbul'a girdi. Savaştan sonra Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi.
1923 yılında TBMM 2. Dönem Kırklareli mebusu seçildi. Kasım 1924 tarihinde askerliği tercih ederek milletvekilliğinden istifa etti. 1926 yılında Ferik rütbesine terfi etti. 1934 yılında 3. Kolordu Komutanı görevini yürütürken emekliye ayrıldı. 1935 yılında İstanbul milletvekili seçilerek tekrar TBMM'ye girdi. 23 Kasım 1936 tarihinde Edirne'nin kurtuluş bayramına katıldığı sırada hayatını kaybetti. Kabri İstanbul'a getirilerek Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi.
Nazire Hanım ile evliliğinden Turgut, Macit (d. 1908]]), Saadet (d. 1909]]) adlı üç çocuğu oldu.
Kurtuluş Savaşı'na katılan üst kademelerdeki komutanlar
Osmanlı-Avusturya savaşları
Osmanlı-Avusturya Savaşları, 16. yüzyıl - 18. yüzyıl arasında Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg Hanedanı tarafından yönetilen Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı Avusturya Arşidüklüğü arasında yapılmış olan savaşlardır.
Osmanlı-Venedik savaşları
Osmanlı-Venedik Savaşları 15. yüzyıl - 18. yüzyıl arasında Osmanlı Devleti ile Venedik Cumhuriyeti arasında savaşılmış savaşlardır.
Hilâfet
Hilafet veya halifelik (), Muhammed'in ölümünün ardından "sonra gelen", "yerine geçen", "ardından gelen" anlamında oluşturulan yönetim makamıdır. Bu siyasi ve hukuki yönetim makamının başındaki kişilere "halife-i resullullah" (Allah elçisinin halifesi) denilmiştir. Halifenin nasıl seçileceği İslam'da kesin kurallara bağlı olmamakla birlikte ilk dört halifenin sahabenin önde gelenlerinin seçimi ve biat alma, sonraki halifelerin ise babadan oğla veraset yoluyla intikal ettiği görülmektedir.
Makam başlangıçta siyasi bir yönetim erkini tanımlar iken sonradan siyasi-manevi bir otoriteye dönüşmüş, Sünnilerin temsilciliğini üstlenmiştir.
Etimolojik olarak "halife" kelimesi, "half" (arka) kelimesinden türetilen ve ardından gelen, makamını işgal eden, yerine geçen, veya temsil eden anlamlarında kullanılan bir kelimedir. Kur'an'da ise birkaç yerde temsilci veya hükümran anlamında kullanılmıştır.
Kur'an'da kullanımı:
Müslümanlar arasında hilafet yerine imamet, halife yerine de emir, emirül müminin veya imam kelimeleri de kullanılır. Şii Müslümanlar imam ve imamet deyimini tercih etmektedirler.
Sünni Müslümanlar halifeliğin şura adı verilen seçimle yapılmasını öngördükleri halde, Şii Müslümanlar ise imamet ismini verdikleri makama sade seçilimin sadece Allah tarafından ve Ehli Beyt adı verilen seçkinler arasından yapılabileceğine inanırlar. İmam Şiilikte ayrıca en büyük dini-manevi otoriteyi de temsil eder.
Halifelik daha çok Müslümanların Sünni kanadının temsilcisi olarak kabul görmüştür. Şii kanadı büyük ölçüde Sünni hilafet yönetimi altında yaşasa da Halife'yi kabul etmemişlerdir. Şiilerin kabul ettiği imamet teokratik (dinsel) bir özellik taşımasına rağmen, Halifelik büyük oranda dini bir özellik taşımamıştır. Sünnilikte Halife eleştirilebilir makamda bulunmasına rağmen Şiilikte imam eleştirilemez ve yanlışlanamaz bir makamda bulunur.
Halife, ilk zamanlarda İslam toplumunda ileri gelenlerin seçimiyle başa gelmiş, Emevi ve Abbasilerden itibaren ailevi bir saltanat şeklini almıştır. Ayrıca 10. yüzyılda zayıflayarak siyasi gücünü kaybetmiş ve sadece ruhani önder veya İslami toplulukların onursal lideri haline gelmiştir.
Abbasiler döneminde Bağdat'ta yaşayan halife, Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı yağmalamaları sonucunda Mısır'a Memluk himayesine kaçmış, 16. yüzyılın başında Yavuz Sultan Selim'in Memluklar'a son vermesiyle birlikte İstanbul'a taşınmıştır. Daha sonra Osmanlı Hanedanı'na geçen halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmıştır.
Sünni Müslümanlar ilk 4 halifeyi "Raşidun Halifeler" (doğruya ulaştıran anlamında) olarak adlandırır ve onlara bir tür kutsallık atfederler. Şii Müslümanlar ise ilk üç halifeyi ehli beytin hakkı olan makamın gaspçıları olarak görürler ve Ali'yi kutsallaştırırlar.
İslam öncesi Arap toplumundaki sosyal ve siyasal örgütleniş kabileler düzeyindeydi. Bu düzensiz yapı, İslam öncesi Arap toplumundaki kaos ve güvensizlik ortamının sebebiydi. Birbiri ile sürekli savaşan kabilelerden kurulu toplum her türlü gelişmeden ve ilerlemeden uzaktı.
İslam, başlangıcından beri bu kabile düzenine ve kabile değerlerine karşı mücadele etmiştir. Arap toplumu, onun ölümünden sonra, dağılıp kabile düzenine geri dönme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Bu çözülmeyi önlemenin tek yolu, Muhammed'in ardılını seçerek iç çatışmaların önüne geçilmesi ve bütünlüğün sağlanmasıydı.
İlk halife seçilen Ebu Bekir, İslam'a göre "sahte peygamber" addedilen kimselerle mücadele ederek içeride birliği sağlamış ve Arapların eski düzene geri dönmesinin önüne geçmiştir. Ayrıca, daha önce kabileler arası savaşlarda harcanan ve Arap toplumuna zarar veren enerjiyi, dışarıya yani Bizans ve Sasani üzerine çevirerek İslam toplumunun fetih ve cihat amacında birleşmesini sağlamıştır.
Ebu Bekir'den sonra gelen halife Ömer ise, bir yandan dış fetihlere (Mısır, Kudüs, İran, Horasan) devam ederek Arap dünyasının bölünmesini engellemiş, bir yandan da örgütlenmesini geliştirmiştir. Müslüman Arap toplumu, Ömer döneminde devlet halini almıştır. Daha sonra İslamî siyâsî yapılanmanın ilk düzenli örnekleri Ömer döneminde görülür.
Üçüncü halife Osman döneminde fetihler aynı hızda devam etmiş ve ilk kez İslam dünyası denizlerde kendini göstermeye başlamıştır. Fakat, Ebu Bekir ve Ömer döneminde bastırılan kabile çekişmeleri, Osman döneminde tekrar yüzeye çıkmaya başlamıştır. Emevi ailesinden gelen Osman'ın kendi kabilesinden olanlara devlet görevlerinde ayrıcalıklar tanıması, yüzeye çıkan bu çatışmaların sonucudur. Osman'ın bu davranışı, İslam dünyasını bölecek olan olayların ilk tohumunu atmıştır. Nitekim bu ayrılık İslam'daki siyasi mezheplerin ortaya çıkışına neden olmuştur.
Kısa zamanda meyvesini veren bu ayrılık tohumları, Osman'ın hilafetinin kanlı bitmesine yol açmıştır. Kendi iktidarına karşı Kufe'de başlayan isyan dalgası, zamanla Mısır ve Basra'ya da sıçramıştır. Osman 656 yılında evine yapılan saldırıyla öldürülmüştür. Saldırıyı yapanın kim olduğu üzerinde kesinlik olmadığı halde, bu cinayetin İslam dünyasındaki karışıklıkların ve mezhep ayrılıklarının kapısını araladığı kesindir.
Sonraki halife olan Ali döneminde, temeli İslam öncesi kabile çatışmalarına (başta Emevi-Haşimi rekabeti olmak üzere) kadar uzanan iç karışıklıklar daha da büyüdü ve Muaviye taraftarları (Emeviler) ile Ali taraftarları arasında savaşa dönüştü. Savaş meydanında Ali'nin askerlerinin galip gelmesine rağmen yapılan görüşmelerde Ali bu üstünlüğü kaybetti. Kısa bir süre sonra Ali'nin Harici Abdurrahman bin Mülcem tarafından öldürülmesiyle birlikte Emeviler hilafeti ele geçirmiş oldu.
Ali'nin öldürülmesi, Emevilerin hilafeti elde etmesi için bir engel kalmadığını gösteriyordu. Ali'nin oğlu Hasan'ın çekilmesi ve küçük oğlu Hüseyin'in Kerbela'da öldürülmesi ile iktidar tamamen Muaviye ve Emevi ailesine geçmişti. Fakat, muhalefeti yok edememişlerdi, başta Irak ve Horasan olmak üzere birçok yerde Muaviye'nin hilafetini meşru bulmayanlar vardı.
Muaviye ile birlikte hilafet, Roma geleneğine dayalı bir veraset anlayışına dayandırıldı. Böylece Hilafet, bir saltanat halini aldı.
Emeviler döneminde Arap-İslam toplumu, Arap İmparatorluğu biçimini aldı. Devlet örgütlenmesi, Bizans ve İran modellerinden etkilenerek yapıldı ve başarılı, etkili bir bürokrasi kuruldu. Bu dönemde hilafet, tamamıyla siyasi önderlik biçimini aldı ve Abbasiler iktidara gelinceye kadar ruhani önderlik niteliğine sahip olmadı.
Emeviler iktidara kanlı çıkmıştı, inişleri de benzer şekilde oldu. Emevi karşıtı Şii ve Harici muhalefet, Emeviler'in sonunu getirdi. 750 yılında Abbasilere yenilen Emeviler, İslam dünyasının önderliğini Abbasilere kaptırsalar da, Emevi hanedanı İspanya'ya kaçarak orada devam edecekti.
Abbasiler döneminde hilafet, hem siyâsî, hem de ruhani önderlik biçimini aldı. Ama siyâsî otorite hızla kaybedilecek ve halife ruhani önder olarak kalacaktı.
Abbasiler döneminde orduyu oluşturan Türkler devlet yönetiminde etkili oldular ve uzun vadede halifenin siyasi otoritesinin çöküşünü hazırladılar. 10. yüzyıla gelindiğinde Abbasi halifesi, Irak dışındaki topraklarda yönetimi, çoğu Türk kökenli yerel komutanlara ve valilere kaptırmıştı. 945'te Şii Büveyhioğulları'nın Bağdat'ı ele geçirmesi, halifelik makamının siyâsî otoritesinin sonunu getirdi. Bu tarihten sonra halife sadece ruhani önder olarak devam etti. Halife'nin tek siyâsî gücü, "menşur" vererek Müslüman liderlerin hükümdarlığını onaylamaktı.
Moğollar'ın 1258 yılında Bağdat'ı alması, halifenin Mısır'a, Memluk himayesine kaçmasına yol açtı. Aslında, Moğol Hanı Hulagu'nun tek yaptığı, çoktan işlevini yitirmiş bir kurumu ortadan kaldırmak oldu.
Hilafet; Bağdat'ın düşmesinden (13. yüzyıl) Osmanlıların Mısır'ı ele geçirmesine (16. yüzyıl) kadar Mısır'da Memluk Himayesinde yaşadı. Bu dönemde halife, hiçbir siyasi yetkiye sahip değildir. Dini törenlerde protokolde bulunmasının yanında hiçbir etkisi olmamıştır.
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'in 16. yüzyıl başında Mısırı alıp Memluklara son vermesiyle son Abbasi Halifesi 3. Mütevekkil Osmanlı'nın başkenti İstanbul şehrine gelmiştir. O dönemde Safevilerle yapılan mezhep mücadelesinde Osmanlı'ya güç kazandırmak için halifeliği de Osmanlı'ya kazandırmak isteyen Yavuz Sultan Selim, son Abbasi Halifesini himayesi altına almıştır. Osmanlı İmparatorluğu son Abbasi halifesinin ölümünden sonra Abbasi hanedanından yeni bir halife çıkmasını engellemiş ve halifeliğin kendisine geçmesini sağlamıştır. Batılı kaynaklar özellikle 19. yüzyılda II. Abdülhamid dönemindeki Osmanlı dış politikasın |
ın meşruluğunu zedelemek için Osmanlı'nın hilafet makamına sahip olmadığından bahsetmişlerse de bu durum tamamen dönemin koşullarından dolayı ortaya atılmış bir yanıltmadır. Ayrıca Osmanlı padişahlarının sahip oldukları halifelik makamından 19. yüzyıla kadar yararlanmamalarının sebebi, halifeliğin kendilerinde olmaması değil, padişahlık makamını daha önemli görmeleridir.
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile, Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece, dinî başkanlık yetkileri tanınmıştı. Hükümet, TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den, sadece "Müslümanların Halifesi" (Halife-i Müslimin) unvanını kullanmasını, gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecid, halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak, Müslümanların Halifesi unvanından başka sıfat ve unvanlar taşıyarak, Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise "Hilafet aynı hükümettir, hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir" diyerek, Halife'yi, Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Mustafa Kemal Paşa'yı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep, halife mevcut oldukça Türkiye'de gerçekleşmesi zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.
3 Mart 1924 tarihli, "Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Hariciyesine Çıkarılmasına Dair Kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Böylece, yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu-siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu da o gün kabul edilmişti.
Sting
Gordon Matthew Thomas Sumner, tanındığı sahne adıyla Sting (d. 2 Ekim 1951), İngiliz müzisyendir.
Ufak yaşlarda klasik piyano eğitimi alan Sting'in müzikal kariyerinde önemli isimlerden biri olan annesi aynı zamanda onun ilk öğretmeniydi. Müziğe ilgisini fark eden annesinden aldığı klasik piyano eğitimi sayesinde kazandığı müzik bursuyla aynı alanda eğitimine okullu olarak devam etti. Piyano eğitiminin üretkenliğinde ve yarattığı müzikal çeşitlilikteki etkisi önemli ölçülere ulaştı. Eğitimini tamamladıktan sonra Londra yollarına düşen Sting burada tanıştığı baterist Stewart Copeland ve gitarist Andy Summers ile birlikte ünlü The Police grubunu kurdu. 1977 yılında kurdukları Police'i 1983 yılına kadar sürdüren grup yaptıkları birçok parçayla müzik listelerini altüst etti. Keskin duruşları ve şarkılarının içerdiği sözler nedeniyle dönem dönem BBC tarafından çalınması yasaklanan parçalara imza attılar. Tüm bu sürece ve Police grubunun gördüğü ilgiye rağmen Sting'in solo kariyerinde aldığı başarılar oldukça arttı. Grup müziğinden solo albümlere geçen birçok müzisyenin eski başarısını yakalayamadığı müzik piyasasında Sting adeta yeniden doğdu.
The Police ile yollarını ayırdıktan sonra yükselişe geçen sanatçı daha sonra yaptığı albümlerle müzik listelerinde her zaman istikrarlı bir duruş sergiledi ve ciddi bir hayran kitlesi edindi. Müzik dünyasının starlarından olan Sting bu dönemde yaptığı 'Englishman In New York, Shape of My Heart, Mad About You' 'Desert Rose' gibi klasikleşmiş birçok parça ile müzik dünyasında hatırı sayılır bir yer edindi. Çok yönlü kişiliği Rock'çı çevreci, politik eylemci, yogacı gibi birçok sıfatın üzerine yapışmasına neden olsa da Sting'in özellikle son yıllarda meditasyon ile olan içli dışlı ilişki içindedir.
1998 yılında Guy Ritchie'nin filmi Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana filminde ufak rol oynadı.
Sting ismi Phoenix Jazzmen ile beraberken takılmıştır. Bir performansta siyah ve sarı çizgili bir süveter ile çıktığı için grubun lideri Gordon Solomon kendisine bal arısı gibi göründüğünü söylemiştir. Bundan sonra da lakabı Sting (arı iğnesi) olarak kalmıştır.
Osmanlı-Lehistan savaşları
Osmanlı-Lehistan Savaşları, 17. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile Lehistan-Litvanya Birliği arasında geçen savaşlardır.
Coomassie
Proteinlerin kantitatif tayininde yaygın olarak kullanılan bir maddedir. Bradford yöntemi olarak bilinin metot oldukça duyarlı bir yöntemdir (5–100 mg/ml); organik boyaların, proteinlerin asidik ve bazik grupları ile etkileşerek, renk oluşturmasını esas alır.
Mavi rengin oluşmasında proteinin aminoasit bileşimi (özellikle arjinin gibi bazik aminoasitler ve aromatik aminoasitler) önemlidir. Yöntemde, protein 595 nm dalga boyunda maksimum absorbans verir.
Ayrıca protein tayini yapılırken, koşullar uygun olduğu takdirde, Smith yöntemi, Kjeldahl analizi, bulanıklık ölçümleri (turbidimetri), özgül aktivitenini ölçülmesi, kırılma indeksinin ölçülmesi (refraktometri) ve saflaştırılıp kurutulmuş örneklerin doğrudan tartılması yöntemlerinden de yararlanılabilir. Bu yöntemde, proteinin primer yapısının önemi vardır. Asidik boya, proteine bağlanır ve 495–595 nm de maksimum absorbans verir.
Proteinlerin tayin edilmesi işlemlerinde ayrıca Orange G, Amido siyahı ve Bromkrezol yeşili gibi boyalar da kullanılmaktadır.
Pink Moon
Pink Moon, Britanyalı müzisyen Nick Drake`nin üçüncü ve son albümüdür. Ekim 1971 tarihinde sadece Nick Drake`nin vokali ve gitarı eşliğinde iki günde ikişer saatlik seansla kaydedilmiştir. Daha sonra Pink Moon parçasına gene Nick Drake`in çaldığı piyano bölümü eklenmiştir.
Çıktığı dönemde ilgi görmemiştir. Ancak Drake`in ölümünden sonra insanların dikkatini çekmiş ve geç de olsa takdirle karşılanmıştır. Kimilerine göre Nick Drake`in en iyi albümüdür.
Rolling Stone dergisinin 2003 yılında belirlediği "Tüm zamanların en iyi 500 albümü" listesinde 320. sırada yer alır.
Bütün parçaları Nick Drake yazmış ve icra etmiştir.
İbrahim Yavuz Yükselsin
İbrahim Yavuz Yükselsin (d. 12 Temmuz 1966, İstanbul), 1985 yılında girdiği İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü'nden 1990' yılında mezun oldu ve aynı kurumda önce sözleşmeli olarak (1990) daha sonra (1992) araştırma görevlisi kadrosunda göreve başladı. 1994'te "İsmail Fenni Ertuğrul'un Sözel Taksimleri" başlıklı tezi ile D.E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü'ndeki Yüksek Lisans öğrenimini tamamladı ve aynı yıl başladığı doktora öğrenimini 2001'de "Batı Türkiye Romanlarında Kültürel Kimlik, Profesyonel Müzisyenlik ve Müziksel Yaratıcılık” başlıklı doktora tezi ile tamamladı. 2011 Haziran'ında Yardımcı Doçent, 2011 Şubat'ında Doçent Unvanlarını aldı.
Öğrenim süreci boyunca Turgut Aldemir ile kulak eğitimi ve solfej, piyano, armoni, koro; Serhat Durmaz ile Geleneksel Türk Sanat Müziği kuramı, Dağar, Akustik; Fırat Kutluk ile Uluslararası Sanat Müziği Tarihi, Yetkin Özer ile Müzikoloji ve Etnomüzikoloji kuramları ile Araştırma yöntem ve teknikleri üzerine çalıştı. Müzikoloji ve Etnomüzikoloji kuramı, Dünya Müzikleri, Çalgı Bilgisi, Müzik Analizi ve Müzik Etnografisi üzerine incelemeler yapan İbrahim Yavuz Yükselsin halen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde öğretim üyesi olup 2013-2015 yılları arasında Müzik Bilimleri Anabilim Dalı başkanlığı ve Bölüm başkanlığı görevlerini yürüttü.
Üniversitedeki görevinin yanı sıra TRT Radyo 3'te farklı kültürlerin müzik geleneklerini tanıtan Sınırların Ötesinde Müzik [(1999-2000), (2006-2007)]; Uluslararası Sanat Müziğinin başı çeken bestecilerin yaşamından kesitler sunulan Evrensel Müziğin Ustaları [(1999-2000),(2007-2008)]; ve çalgıların tanıtıldığı Çalgılar ve Müzik (2006-2007) programlarını hazırladı. D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından yayınlanan Yedi: Sanat, Tasarım ve Bilim Dergisi'nde Baş Editörlük (2012-2014) ve Yayın Kurul Üyeliği (2011-2012) görevlerini yürüttü.
Lisans programı: "Müzik, Kültür ve Toplum", "Etnomüzikolojiye Giriş", "Müzik Araştırmacılığı Uygulamaları", Araştırma Tasarımı ve Projelendirme", "Dünya Müzikleri", "Müzik Laboratuvarı", "Müzik Etnografisi", "Müzik Analizi".
Yüksek Lisans programı: "Çaprazkültürel Müzik Analizi", "Kültürlerarası Dialog, Aracılık ve Müzik"
Doktora programı: "Etnomüzikolojide Yöntem ve Teknik" ve "Tınısal Müzik Analizi".
2016 Uğur ASLAN & Yükselsin, İ. Yavuz, “Sosyal Nüfuz Kuramı Bağlamında Türkiye'de Çağdaş Hristiyan Müziği ve Protestan Kültürel Kimliği”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Cilt 9/ Sayı 42/s: 1954-1962.
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt9/sayi42_pdf/8diger_sosyalbilimler/aslan_ugur_iyavuzyukselsin.pdf
2016 Hasan Devrim KINLI & Yükselsin, İ. Yavuz, “Eşikler, Müzikler ve Liminalite: Profesyonel Roman müzisyenler ve Bergama Yöresi Evlilik Ritüellerindeki Liminal Rolleri”, "International Journal of Human Sciences", Vol 13, No.1, s:375-399.
https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/3481
2016 Bilgihan AKBABA BOZOK & Yükselsin, İ. Yavuz, “Pesna Pratiğinde Dönüşüm ve Süreklilik: Breznitsa Pomak Topluluğu Örnek Olayı”, "International Journal of Human Sciences", Vol. 13 / No.1 / s: 421-435/
https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/3484
2015 Orçun BERRAKÇAY & Yükselsin, İ. Yavuz, “Deve Güreşi Ritüellerinde Müzik ve Müzisyenlik”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Cilt 8, Sayı 41, s: 1414-1429.
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt8/sayi41_pdf/8diger_sosyalbilimler/berrakcay_orcun_ibrahimyavuzyukselsin.pdf
2015 Aslan, Uğur & Yükselsin, İ. Yavuz, "Protestan Ritüellerinde Popüler Müzik Pratiği: İzmir Çağdaş Tapınma Scene", "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 8/40, Ekim, s:876-888.
2015 Yükse |
lsin, İ. Yavuz, "Bir 'Kültürel Aracı' Olarak Muzafer Sarısözen ve Erken Cumhuriyet Döneminde 'Türk Halk Müziği'nin Yeniden İnşasındaki Rolü”, "Yedi: Sanat, Tasarım ve Bilim Dergisi", Sayı:14, s:77-90.
2015 Kınlı, H. Devrim & Yükselsin, İ. Yavuz, "Kültürel Aracılığın Ritüelleri: Bergamalı Profesyonel Roman Müzisyenlerin Geçiş Ritüellerindeki Aracılık Rolleri", "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 8/39, Ağustos, s:1119-1130.
2014 Yükselsin, İ. Yavuz, "Kültürel Aracılık, Roman ve Müzik: Bir Rumeli Halk Ezgisinin Güreş Havasına Dönüştürülmesi Örnekolayı”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 7/34, Ekim, s:713-730.
2011 Yükselsin, İ. Yavuz, “Etnomüzikoloji Açısından Ahmed Adnan Saygun”, "Bilig", Sayı 57, Bahar, s:247-277.
2010 Yükselsin, İ. Yavuz, “İlle de Roman Olsun: Popüler Müzik ve Kültürel Kimliğin Tınısal Sunumu”, "Porte Akademik: 4 Aylık Müzik ve Dans Araştırmaları Dergisi", sayı 1/1, Ekim, s.107-119.
2010 Yükselsin, İ. Yavuz & O. Berrakçay, “Bir Müziksel Terapi Modeli Olarak ‘Etkileşimli Ritim Tekrarı Alıştırması’nın Otistik Spektrum Bozuklukları Olan Çocuklardaki Problem Davranışların Azaltılmasındaki Etkileri”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 3/10, Kış, s:661-673.
2010 Yükselsin, İ. Yavuz & M. Küçükebe, “Batı ve Türk Sanat Müziği Keman Çalıcıları Arasındaki Tınısal Algı Farklılığının Kültürel ve Bilişsel Yönleri Üzerine Spektral Bir Analiz”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 3/10, Kış, s:674-687.
2009 Yükselsin, İ. Yavuz, “Satılık Havalar!: Batı Türkiye Roman Topluluklarında Bir Müziksel Zanaatkârlık Biçimi Olarak ‘Çalgıcılık’”, "The Journal of International Social Research / Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi", Volume 2/8, Yaz, s: 452-463.
2001 Yükselsin, İ. Yavuz, “Güreş Müziğinde İcra ve Yaratıcılık: Edirneli Roman Müzisyenlerin Kırkpınar Güreşlerindeki Rolü”, "Muzikoloji Derneği Simpozyum Bildirileri", İstanbul: Müzikoloji yayını, s:141-147.
2001 Yükselsin, İ. Yavuz, “Bir Grup Kimliği Olarak “Çalgıcılık": Edirne Romanlarında Profesyonel Müzisyenliğin Grup Kimliğindeki Rolü”, "Muzikoloji Derneği Simpozyum Bildirileri", İstanbul: Müzikoloji yayını, s: 134-140.
1994 Yükselsin, İ. Yavuz, "Pop–Besk", "Musiki Bülteni", DEÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü yayını, Ocak, sayı 7, s.4–6.
1993 Yükselsin, İ. Yavuz, "Xenakis’in Kulakları" [Jacques Drillon’un Le Nouvel Observateur’ün 30 Kasım 1984 sayısında yayınlanan “Les Oreilles de Xenakis” başlıklı söyleşisinin çevirisi], "Musiki Bülteni", DEÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü yayını, sayı 6, Ekim, s.4–5.
1993 Yükselsin, İ. Yavuz, "Carlo Domeniconi İzmir’de", "Musiki Bülteni", DEÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü yayını, sayı 4, Nisan, s.3–5.
1993 Yükselsin, İ. Yavuz, "Kaynak Gösterilmeden Yayınevi ve Hazırlayanın Adı Belirtilmeden Kulanılamaz", "Musiki Bülteni", DEÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü yayını, sayı 3, Ocak, s.7–9.
1992 Yükselsin, İ. Yavuz, "Küğ Dünyası Bir Ustasını Yitirdi", "Orkestra", sayı 227, Temmuz, s.17–21.
1996 "Batı Küğü Üzerine Seçme Yazılarıyla" Gültekin Oransay, DEÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, İzmir, [Yrd. Doç. Dr. Serhat Durmaz’la birlikte hazırlanan derleme kitap].
2011 Yükselsin, İ. Yavuz, "İlle de Roman Olsun: Popüler Müzik ve Kültürel Kimliğin Tınısal Sunumu", "İlle de Sanat Olsun", Proje Raporu, İstanbul: s:96-102.
2011 Yükselsin, İ. Yavuz, "Müzik ve Kültürel Çeşitlilik - Göç, Kimlik, Müzik: Pomaklarda Göçmen Kimliğin İfade Aracı Olarak 'Pesna' "Türkiye'de Müzik Kültürü", Ankara: AKDTYK Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, s:457-462.
2016 Bilgihan AKBABA BOZOK & Yükselsin, İ. Yavuz, , “Göç, Mekan, Müzik: Karaağaçlı Pomak Göçmen Topluluğunda Mekanın Balkanlaştırılması”, II. Uluslararası Sanat ve Tasarım Kongresi, Narlıdere, Ekim 2016,
2010 Yükselsin, İ. Yavuz & C. Yılmaz, “Cinsiyet ve Sınırlar: Evlilik Ritüeli Bağlamında Bergamalı Roman Kadın Müzisyenler”, 21. Yüzyılın Eşiğinde Kadınlar: Değişim ve Güçlenme, Uluslararası Multidisipliner Kadın Kongresi Bildiri Kitabı, 13-16 Ekim 2009, Cilt 4, 146-156, İzmir.
2008 Berrakçay, O. & Yükselsin, İ. Yavuz, , “Müzik ve Otizm: Ritim Tekrarına Dayalı Uygulama Çalışmalarının Problem Davranış Kontrolüne Etkisi”, Proceedings Of International Conference on Educational Sciences (ICES’08), June 23-25, 291-298, East Mediterrian University, Famagusta: North Cyprus, 2008.
2006 Yükselsin, İ. Yavuz, "Göç, Kimlik, Müzik: Pomaklarda Göçmen Kimliğin İfade Aracı Olarak 'Pesna'", Tarihsel Süreç İçinde Türkiye’de Müzik Kültürü ve Müzik Müzesi Uluslararası Kongresi, 29-31 Mayıs 2006 İstanbul: Askeri Müze ve Kültür Sitesi.
2005 Yükselsin, İ. Yavuz, “İlle de Roman Olsun: Popüler Müzik ve Kültürel Kimliğin Tınısal Sunumu”, İstanbul Teknik Üniversitesi, Türk Müziği Devlet Konservatuvarı, Müzikoloji Bölümü, Müzikte Temsil ve Müziksel Temsil Uluslararası Kongresi, 6-8 Ekim, İstanbul
2003 Yükselsin, İ. Yavuz, “Popüler Müzik ve İnternet Teknolojileri”, Popüler Müzik Araştırmaları Derneği (PMAD), Popüler Müzikte Kod, Anlam ve İfade Ulusal Kongresi, 6-8 Ekim, Eskişehir.
2016 Orçun BERRAKÇAY & Yükselsin, İ. Yavuz, “Müziksel Etkinliklerin ve Müzisyenliğin Deve Güreşi Ritüellerindeki Önemi”, I. Uluslararası Selçuk-Efes Devecilik Kültürü ve Deve Güreşleri Sempozyumu, Selçuk, Kasım 2016,
2016 Bilgihan AKBABA BOZOK & Yükselsin, İ. Yavuz, “Karaağaçlı Pomak Göçmen Topluluğu'nda Balkanlı Kimliğinin İnşa Aracı Olarak Müziksel İcra”, Uluslararası Müzik Sempozyumu, Nilüfer, Ekim 2016,
2016 Uğur ASLAN & Yükselsin, İ. Yavuz, “Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Aracı Olarak Dinsel Müzik: İzmir Işık Kilisesi'nde İyileştirme Ritüeli”, VII. ULUSLARARASI HİSARLI AHMET SEMPOZYUMU, Kütahya, Mayıs 2016,
2014 Bozok, Bilgihan A. & Yükselsin, İ. Yavuz, "Pesna Pratiğinde Dönüşüm ve Süreklilik: Breznitsa Pomak Topluluğu Örnekolayı", İzmir II. Ulusal Müzik Sempozyumu, 17-18 Kasım, İzmir.
2014 Yükselsin, İ. Yavuz, "Bir Ulus-Devletin Kültürel İnşası: Erken Cumhuriyet Dönemi Bergama'sında Müzik ve Sosyokültürel Dönüşüm", İzmir II. Ulusal Müzik Sempozyumu, 17-18 Kasım, İzmir.
2014 Yükselsin, İ. Yavuz, "Kültürel Aracılar Olarak Romanlar: Kırkpınar Yağlı Güreşleri Örnekolayı", Dünya Ses Günü Sempozyumu, 16 Nisan 2014, İzmir.
2013 Yükselsin, İ. Yavuz, "Muzaffer Sarısözen ve 'Türk Halk Müziği'nin Yeniden İnşası Sürecindeki 'Kültürel Aracılık' Rolü", Ölümünün 50. Yılında Muzaffer Sarısözen Sempozyumu, 18-20 Kasım, Sivas.
2012 Kınlı, H. Devrim & Yükselsin, İ. Yavuz, "Kültürel Aracılığın Ritüelleri: Bergamalı Profesyonel Roman Müzisyenlerin Geçiş Ritüellerindeki Aracılık Rolleri", III. Uluslararası Hisarlı Ahmet Sempozyumu, 24-26 Mayıs,Kütahya.
2012 Akkaş, Seher & Yükselsin, İ. Yavuz, "Senkretizm Bağlamında 'Karadeniz Rock' Olgusu: Grup Marsis Örneği", III. Uluslararası Hisarlı Ahmet Sempozyumu, 24-26 Mayıs, Kütahya.
2011 Kınlı, H. Devrim & Yükselsin, İ. Yavuz, "Eşikler, Müzikler ve Liminalite: Bergama Evlilik Ritüelleri Bağlamında Roman Müzisyenlerin Liminal Rolleri", II. Ulusal Hisarlı Ahmet Sempozyumu, 26-28 Mayıs,Kütahya.
2011 Yükselsin, İ. Yavuz, "Kültürel Aracılık, Romanlar ve Müzik: Bir Rumeli Ezgisinin Güreş Havasına Dönüştürülmesi Örnek Olayı, II. Ulusal Hisarlı Ahmet Sempozyumu, 26-28 Mayıs,Kütahya.
2007 Yükselsin, İ. Yavuz, “Etnomüzikoloji Penceresinden Saygun”, 4. Müzikoloji Sempozyumu, 9-10 Mart, Bursa.
2000 Yükselsin, İ. Yavuz, “Güreş Müziğinde İcra ve Yaratıcılık: Edirneli Roman Müzisyenlerin Kırkpınar Güreşlerindeki Rolü”, Müzikoloji Derneği 2. Müzikoloji Sempozyumu, 20-21 Ekim, İzmir.
1999 Yükselsin, İ. Yavuz, “Bir Grup Kimliği Olarak “Çalgıcılık”: Edirne Romanlarında Profesyonel Müzisyenliğin Grup Kimliğindeki Rolü”, Müzikoloji Derneği 1. Müzikoloji Sempozyumu, İstanbul.
1997 Yükselsin, İ. Yavuz, "Etnik-Kültürel Kimlik ve Göçmen Müziği”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Müzik Eğitimi Sempozyumu, 28-31 Mayıs.
1992 Yükselsin, İ. Yavuz, "Gülümlü Opera Geleneği ve Rossini", Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bilimleri Bölümü, Rossini Semineri, İzmir Devlet Opera ve Balesi, 13-17 Nisan,
2007 Yükselsin, İ. Yavuz, Etnisite, Meslek, Müzik: Batı Türkiye Romanlarında Müzik Yapma Üzerine Kurulu Bir Meslek Olarak Çalgıcılık, 40 Gün 40 Gece Sulukule Platformu, Umuda Giden Yol: Türkiye Roman Müziklerinden Örnekler Paneli, 20 Nisan 2007 İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi, Doktor Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi Seminer Salonu, Maçka Yerleşkesi.
1998 "Pomak Göçmenlerde Müzik ve Pesna", Kalan Müzik, İstanbul.
The Animals
The Animals, 1962 yılında Newcastle'da kurulmuş İngiliz müzik topluluğu. Grup 1959 yılında kurulmuş olan "Alan Price Combo" grubuna dayanıyordu. Müzikleri Amerika'da ses getirmiş olan Chuck Berry ve Bo Diddley gibi müzisyenlerin örneğini verdikleri Rhythm & Blues'a dayanıyordu. İlk şarkıları Bob Dylan'ın ""Baby Don't You Tear My Close"" parçasından esinlenilerek bestelenmiş olan ""Baby Let Me Take You Home"" adlı parçaydı. İkinci 45likleri olan ""House of the Rising Sun"" grubun adını duyurmasına yol açtı. Eski bir halk şarkısı olan parça New Orleans'ta bulunan bir hapishaneyi anlatmaktaydı. Parça 5 dakikayı aştığı için yapımcılar parçayı kaydetmekte tereddüt ettilerse de plak hem ABD'de hem de Avrupa'da büyük bir başarı kazandı. Bundan sonraki iki yıl içinde grup 7 liste parçasına daha imza attı. Grubun 1965 yılında kaydettiği ""Don't let me be misunderstood"", 1960'ların efsanevi gruplarından olan grubun günümüzde de en bilinen parçalarından biridir.
1965 yılında klavyeci Alan Price uçak korkusu nedeniyle turnelere katılamadığı için gruptan ayrıldı. Yerine Dave Rowberry geçti. 1966 yılında grup dağıldı. Bryan "Chas" Chandler Jimi Hendrix ve Ambrose Slade gibi birçok önemli müzisyenin menejerliğini yapmaya başladı. San Francisco'ya giden Eri |
c Burdon orada grubu "Eric Burdon & The Animals" adıyla yeniden kurdu. Bu grubun yaptığı ""San Franciscan Nights"" ve ""Monterey"" parçaları listelere girdi. Ancak grup 1969 yılında tümüyle dağıldı. 1970 yılında Burdon Lee Oskar ile birlikte "War" grubunu kurdu.
1999 yılında gitarist Hilton Valentine grubu "Animals II" adıyla yeniden bir araya getirdi.
The Libertine (film, 2005)
The Libertine, Birleşik Krallık'ta 25 Kasım 2005'te ABD'de de ise 10 Mart 2006'da gösterime girmiştir. Filmde Johnny Depp, John Malkovich, Samantha Morton ve Rosamund Pike rol alırken filmin yönetmeni Laurence Dunmore'dir. Film aynı isimli bir oyundan uyarlanmıştır. Johnny Depp başrolde, Rochester Kontu ("the Earl of Rochester") hovarda ve çapkın şairi canlandırır.
Johnny Depp'in olağanüstü oyunculuğu ve müzikleriyle,Libertine sanatsal bir şaheser halinde tezahür etmiştir beyaz perdede.
İnguşlar
İnguşlar (İnguşça: галгай), Kuzey Kafkas halklarından biridir. Büyük çoğunluğu Rusya'yla komşu olan İnguşetya’da yaşar. Günümüzde İnguşlar'ın büyük çoğunluğu, Müslüman’dır ve Çeçence ile yakın akraba bir dil olan İnguşça konuşurlar. İnguşlar, Sovyet döneminde Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde Çeçenlerle bir arada yaşıyorlardı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Çeçenlerden ayrılarak İnguş Cumhuriyeti adı ile ayrı bir cumhuriyet oldular.
Bir inanışa göre İnguşların atalarının MÖ 10.000-8.000 yıllarından, Ortadoğu'daki Bereketli Hilal'den Kafkasya’ya göç ettiler. Ali-Yurt ve Magas yakınlarında bulunan ve MÖ 6000-4000 yıllarına tarihlenen çanak ve çömlekler, ayrıca taş baltalar, cilalı taş aletler, kap ve kacaklar, bu yörede çok eskilerden beri yerleşmelerin olduğunu gösterir.
İnguşların tarihi Çeçenlerin tarihi ile yakından ilişkilidir. Her iki halkın atalarının "Nakh"lar olduğu kabul edilir. 7. yüzyıl Bizans kaynaklarında Nakhların Kafkas Dağlarının yerli halkları olduğundan söz edilir. Nakhlar, 15. ve 16. yüzyıllarda dağlardan kuzeydeki ovalık alanlara inmişlerdir. 16. yüzyılda kuzey ovalık bölgelerdeki nüfusun çoğunluğu İslam dinini benimsemiştir. Bu kabileler, 18. yüzyılda Çeçen ve İnguş halkları olarak ayrılmışlardır.
İnguşlar, 1810 yılından itibaren Rusların yönetimi altına girmeye başladılar. II. Dünya Savaşı’n sonlarında 23.Şubat.1944 tarihinde topyekûn, Nazilerle işbirliği yaptıkları ya da yapmaları olasılığı olduğu gerekçesiyle Kazakistan ve Sibirya’ya sürüldüler. Bu sırada İnguşların üçte ikisinin kırıldığı tahmin edilmektedir. 1950’lerde, Stalin’in ölümünden sonra, hakları iade edilen İnguşların 1957’de topraklarına dönmesine izin verildi.
Ne var ki bu sırada topraklarına Osetler yerleştirilmiş ve topraklarının bir bölümü de Kuzey Osetya’ya katılmıştı. Ülkelerine dönen İnguşlar, Osetlerin kötü muamelerine maruz kaldılar. Sovyetler Birliğinin Dağılmasından sonra ve Ekim 1992’deki etnik çatışmalar sonrasında Kuzey Osetya’da Prigorodny bölgesinde kendi topraklarında yaşayan İnguşlar zorla yerlerinden edildiler.
İnguşlar, daha çok geleneksel kültürüyle zengin bir halktır. Efsaneler, destanlar, masallar, şarkılar ve fıkralar, bu geleneksel kültürün önemli yanını oluşturur. İnguş halkının geleneksel müziği, şarkıları ve halk dansları dikkat çekicidir. "Deçkh-paundar" İnguşların en ünlü çalgısıdır ve Gürcülerin panduri adlı çalgısını andırır. Halk arasında genellikle kadınların çaldığı ve akordiyona benzeyen "kêğıt paondar", diğer önemli çalgılarıdır.
Yuri Andropov
Yuri Vladimiroviç Andropov (; 15 Haziran 1914 - 9 Şubat 1984), Rus devlet adamı. 1967 ila 1982 yılları arasında Sovyetler Birliği'nin istihbarat servisi olan Devlet Güvenlik Komitesi (KGB)'nin başkanı olarak görev yaptı. Brejnev'in ölümünden sonra ise 12 Kasım 1982'den ölümüne değin 15 ay süreyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Merkez Komitesi genel sekreterliği görevinde bulunarak SSCB'yi yönetti.
Soylu bir Slav Kazağı ailesine mensup demiryolu işçisinin oğlu olan Andropov, telgraf operatörlüğü ve film makinistliğinden sonra Volga Nehrinde kayıkçılık yaptı. Daha sonra bir teknik okula, ardından da Petrozavodsk Üniversitesi'ne girdi. Yaroslavl bölgesinde Genç Komünistler Birliği'nin (Komsomol) örgütleyicileri arasında yer aldı. Yetenekleri üstlerinin dikkatini çekince, yeni kurulan Karelo-Fin Özerk Cumhuriyeti'nin (1939-40) Komsomol örgütünün başına getirildi. 1939'da Komünist Parti'ye üye oldu.
II. Dünya Savaşı sırasında, Almanların bölgeyi işgal etmesinin ardından, Alman hatlarının gerisindeki bölgede gerilla birliklerini örgütledi. Savaş sırasında gösterdiği başarılar nedeniyle Petrozavodsk parti örgütünün sorumlusu oldu.
Andropov, 1951'de Moskova'ya alınarak, geleceği güven veren genç parti görevlilerinin yetişmesi için elverişli bir ortam olarak değerlendiren Parti Sekreteryası'nın idari kadrosunda görevlendirildi. Temmuz 1954-Mart 1957 arasında ülkenin Macaristan büyükelçiliğini yürüten Andropov, 1956 yılındaki Macar Ayaklanması sırasında SSCB'nin Macaristan'a müdahalesinde önemli rol oynadı. Ardından Moskova'ya dönerek parti örgütü içinde hızla yükseldi; 1957'de parti merkezinde, sosyalist ülkelerdeki partilerle ilişkileri yürüten bölümün başına getirildi. 1961'de ise Parti Merkez Komitesi'ne girdi ve Merkez Komitesi Sekreterliği yaptı.
Mayıs 1967'de, parti önderi Leonid Brejnev tarafından 10 üyeli Parti Sekreteryası'ndan alınarak Devlet Güvenlik Komitesi'nin (KGB) başına getirildi. Bu atamadaki amaç, gereğinden çok bağımsız davranan güvenlik sistemi üzerindeki siyasal denetimin artırılmasıydı. KGB başkanlığı görevindeyken 1967'de Politbüro yedek üyeliğine seçilen Andropov, 1973'te Politbüro'nun asil üyesi oldu. 1976'da orgeneral rütbesine yükseltidi. KGB başkanlığı sırasında otoriter bir politika izleyerek rejim karşıtlarının etkinliklerini bastırdı. 1968'de Çekoslovakya'ya Varşova Paktı birlikleri tarafından müdahaleyi planlayanlar, 1981'de ise Polonya yönetimini sıkıyönetim ilan etmeye zorlayanlar arasında yer aldı.
KGB Başkanlığı döneminde, Batı'da, Adolf Hitler’in aslında ölmediği, gizlice Güney Amerika’ya kaçtığı söylentileri yayılınca KGB Başkanı Andropov, gizli Hitler dosyasını Politbüro izniyle tekrar açtı. Nisan 1970'te açılan mezardan çıkartılan Hitler ile Eva Braun’un cesetleri, ertesi gün KGB elemanlarınca yüksek dereceli ateş kullanılarak yakıldı ve Elbe Nehri’ne bırakıldı.
1980'lerde Brejnev'in sağlık durumu giderek bozulurken, Andropov da onun yerine geçmeye hazırlanıyordu. 24 Mayıs 1982'de KGB başkanlığından istifa ederek, siyasal ağırlığı daha çok olan bir sorumluluk üstlenmek amacıyla Sekreterya'daki eski görevine döndü. Brejnev'in ölümünden iki gün sonra, 12 Kasım'da SBKP Merkez Komitesi tarafından genel sekreterliğe seçildi.
Kısa görev süresi boyunca, ülkesinin ağır işleyen ekonomik sisteminde reformlar yapmaya, yolsuzluklara ve haksız kazanç elde edilmesine karşı sıkı önlemler aldı. Yönetimde etkinliğin artırılmasına önem verdi. Sovyet sisteminin özellikle ekonomik açıdan büyük bir sorun yaşadığını görerek verimin yükselmesi için bir iktisadi reform programı çerçevesinde bir ölçüde yerinden yönetim uygulamaları başlattı; yönetici kadroları gençleştirdi.
Dış ilişkilerde katı bir çizgi izlemeye çalıştı; Çin'e karşı uzlaşmaya yatkın bir tutum aldı. Ticari ve askeri konularda Amerika Birleşik Devletleri ile Batı Avrupa'nın arasındaki ayrılıklardan yararlanmaya çaba gösterdi. NATO üyesi Batı Avrupa ülkelerini, topraklarında füze üslerine yer vermemeleri konusunda uyardı. Orta menzilli nükleer başlıklı ABD füzelerinin Batı Avrupa'ya yerleştirilmeye başlanmasından sonra, Cenevre'de nükleer füzelerin sınırlandırılması konusunda sürdürülen ikili görüşmeleri kesmesiyle ABD ile ilişkiler daha da gerginleşti.
1983 yılının şubat ayında başlayan böbrek yetmezliği nedeniyle Sovyetler Birliği'nin devlet başkanlığı koltuğu tam bir yıl pratikte boş kaldı. Ağustos 1983'ten sonra bir daha halk arasında görülmedi. 9 Şubat 1984'te ölümünün ardından yerine, statükoya sıkıca bağlı eski kuşak yüksek devlet görevlilerinin dostu ve Andropov'un eski rakibi olan Konstantin Çernenko geçti.
Panamerikan Karayolu
Panamerikan karayolu (İngilizce: Pan-American Highway, İspanyolca: Carretera Panamericana, Portekizce: Estrada Panamericana, Fransızca: Autoroute Panaméricaine), Alaska'dan Ateş Toprakları'na kadar uzanan ve çok az boşluğu olan bir karayolu sistemidir. Kuzey-güney uzantısında tüm Amerika kıtasını kateder. Ağ hattı olarak 48.000 kilometreyi kapsarken en uzun Kuzey-Güney hattı 25.750 kilometredir. 1923 yılındaki ""5. Uluslararası Amerika Ülkeleri Konferansı"" sırasında kıtayı boydan boya geçen tek bir karayolu fikri oluştu. Nihayetinde 23 Aralık 1936 tarihinde Buenos Aires'deki ""İnteramerican barışın pekişmesi Konferansı"" esnasında ""Carretera Panamericana"" konvensiyonu imzalandı.
Yolun hemen hemen tamamı tamamlanmış ve kullanılabilir durumdadır. Sadece 90 kilometrelik Panama Kanalı ile kuzeybatı Kolombiya arasında kalan Darién eyaletinden geçmesi gereken kısmı tamamlanmamıştır. Darien ormanlık, dağlık ve biyolojik çeşitlilikler gösteren, ekolojik önemi olan bir bölgedir. Bu kısmın inşa projelerine, çeşitli sebeblerden birçok muhalefet gelmektedir. Bu muhalefetin sebebi, yağmur ormanlarının ve yerli halkların yaşam şekillerinin korunması ve bununla beraber bölgenin hayvan hastalıklarının yayılmasına ve uyuşturucu tacirlerine engel teşkil etmesidir.
Panamerikan karayolu çok değişik iklim zonlarından geçer. Hem çok sık ormanlarda hem yüksek dağ geçitlerinde yol bulur. Bunun dışında 14 ile 19 arasında farklı ülkeyi kat eder. Bu yüzden birbirinden çok uzak bir tabela dili ve yol kullanılabilirliği mevcuttur. Yolun belli kısımları sadece kuru zamanlarda kullanılabilir, yılın tüm zamanında kullanılması tehlikeli olabilir.
Mansure
Mansure (Arapça: المنصورة, "Al-Manṣūrah"), Mısır'da başkent Kahire'nin kuzeyinde yer alan bir şehirdir. Nüfusu yaklaşık olarak 460,000 kadardır. Aynı zamanda Mısır'ın Dakahlia ilinin idari merkezidir.
Nikolaus Otto
Nikolaus August Otto (14 Haziran 1832 – 28 |
Ocak 1891), içten yanmalı motoru bulan Alman makine mühendisi.
1832 yılında Holzhausen’de doğdu. İlk öğreniminin ardından 1848'de 16 yaşında iken okulu bıraktı. Hayatını bakkaliyecilik yaparak kazanmaya başladı ve daha sonra Köln’e taşındı. 1859'da Etienne Lenoir (şeker toptancısı)in gaz- kömürlü dizaynını ilk kez görmesinden etkilenerek içten yanmalı motorlarla ilgili deney öncelikli çalışmalara başladı. 1861'de ilk motorunu Lenoir’in dizayn temeli üzerine imal etti. 1864'te Köln'de ilk motor üretim şirketini kurdu. Daha sonra Eugen Langen ile “N.A. Otto & Cie.”i kurdu.
Bu icat yapılana dek, tüm motorlar dıştan yanmalı motorlar yani yakıtın ayrı bir bölmede yandığı motorlardı. Otto 1864’te iki arkadaşı ile kurduğu kendi şirketinde, benzin motorlar ile ilgili denemelere başlamıştı. Şirket ilk içten yanmalı motoru üreten N. A. Otto & Cie. şirketiydi. Şirket bugünde Deutz AG. ismi ile varlığını sürdürmektedir.
Otto’nun ilk atmosferik motoru, 1867 yılının mayıs ayında tamamlandı. 5 yıl sonra Gottlieb Daimler ve Wilhelm Maybach ile "Otto çevrimi" veya 4 zamanlı çevrim fikrini ürettiler.
1876’da ilk kez tanımlandığında, strok bir silindir içinde pistonun aşağı veya yukarı hareketiydi. Otomobil motoruna adapte edildiğinde, 4 yukarı–aşağı strok gerekti.
Otto’nun patenti 1886’da geçersiz kılındı, çünkü Alphonse Beau de Rochas adlı başka bir mucit tarafından 4 zamanlı çevrim prensibi pek bilinmeyen bir kitapçık olarak yayınlanmıştı.
En son tarihi araştırmalara göre, İtalyan mucitler Eugenio Barsanti ve Felice Matteucci 1854 yılında Londra’da içten yanmalı bir motorun düzgün olarak çalışan ilk versiyonunun patentini aldılar. (Patent no: 1072) Otto motoru bazı parçalarında bu emsalden az miktarda esinlenmiştir. 1879’da Almanya’nın başka bir yerinde bu çalışmalardan bağımsız olarak, Karl Benz kendi içten yanmalı motoru için patent almış ve 1885’te 3 tekerlekli bir otomobili hareket ettirmek üzere kullanmış ve patentini onaylatmıştır.
Otto motorunu henüz harekete geçirmeden sattı. 1926’da Karl Benz ve Gottlieb Daimler şirketlerini birleştirdi.
Isı eşanjörü
Isı eşanjörü, bir akışkandan diğerine ısı transfer etmek için yapılmış bir alettir. Eşanjörde akışkanların birbirine değmemesi gereken durumda akışkanlar katı bir duvarla ayrılırlar ve bu şekilde akışkanlar asla karışmaz. Akışkanların direkt olarak temas ettiği tipler de vardır.
Isı eşanjörleri yaygın olarak, soğutma, iklimlendirme (klimatize etme), ısıtma, güç üretimi ve kimyasal proseslerde kullanılır. Yaygın bir ısı eşanjörü örneği de otomobil radyatörüdür. Burada sıcak radyatörün bir yüzeyine temas eden motor soğutma suyu, diğer yüzeyine temas ederek geçen hava ile soğutulur.
Yunan İç Savaşı
Yunanistan İç Savaşı, 1946-1949 yılları arasında Yunanistan'ı siyasi istikrarsızlık içine iten, etkileri 1955 yılına kadar hissedilen ve temelde sağ-sol mücadelesi olan savaştır.
Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra Yunanistan’da anayasal monarşi kuruldu ve bu ülke, II. Dünya Savaşı’na kadar sürekli bir devrim ve karşı devrim süreci içine girdi.
1924-1935 yılları arasında Yunanistan cumhuriyet rejimi ile yönetildi. Karışıklıkların giderilememesi üzerine 1935 yılında bir plebisit yapıldı ve Yunanistan’da yeniden Anayasal Monarşi kuruldu.
1936 yılında Yunan Kralı, İoannis Metaksas’ı Başbakanlığa getirdi. Metaksas, Başbakanlığa gelir gelmez parlamentoyu feshetti ve 1938’de ömür boyu Başbakan ilan edildi. Metaksas, 1941’deki ölümüne kadar ülkeyi faşist özellikler gösteren bir diktatörlükle yönetti. Metaksas kendi yönetimine (Klasik Yunan ve Bizans’tan sonra) “Üçüncü Uygarlık” adını vermiş; koyu bir "kralcı" olarak basını susturmuş, muhalifleri sürgüne göndermiş ve tam bir baskı yönetimi kurmuşsa da, belli bazı reform hareketleri de gerçekleştirmiş ve ülkenin savunmasını güçlendirmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında önce İtalya, ardından da Almanya’nın işgaline uğrayan Yunanistan’da Kral Londra’ya, Hükûmet ise Kahire’ye sığındı. Yunan yurtseverler II. Dünya Savaşı içinde Alman işgaline karşı çeşitli direniş örgütleri kurdular. Bunlar arasında öne çıkan “Ulusal Kurtuluş Ordusu” (ELAS) sol, “Hür Demokratik Yunan Ordusu” (EDES) ise sağ eğilimliydi. Bu iki örgüt Alman işgal ordusuna karşı etkili bir mücadele içine girdi.
Josef Stalin ile Winston Churchill, Alman yenilgisinden sonra Doğu Avrupa’nın durumunu Moskova’da görüşürlerken; Churchill, Yunanistan’ın Britanya etki bölgesi olarak kabul edilmesini önermiş ve Stalin de bunu kabul etmişti. Yüzdeler Anlaşması olarak bilinen bu uzlaşıdan hemen sonra, savaşın son yılında, Birleşik Krallık Yunanistan’a asker gönderdi. Britanya ordusu, ELAS ve EDES Almanları Yunanistan’dan temizlediler. Ancak bu temizlik Yunanistan’a beklenen barış ve huzuru getirmedi ve ülke beş yıl sürecek olan son derece kanlı ve yıkıcı bir iç savaşın içine girdi.
Yunan iç savaşının birinci aşaması 4 Aralık 1944 günü başlamıştır. O gün, Britanya işgal makamlarınca telkin edilen ve Yunan Başbakanı tarafından verilen bir ultimatomla, ELAS’tan silahlarını teslim edip Atina’yı terketmesi istendi. Winston Churchill’in iddialarına göre ELAS, Atina’da terör havası estirmekte ve Moskova tarafından yönetilmekteydi. Yine Churchill’e göre savaş sırasında Almanlardan çok EDES’e karşı savaşmıştı.
Bu iddialara karşın ELAS, aslında savaştan önce Metaksas’ı devirmek için kurulan ve giderek Nazilere karşı direnişte etkin rol oynayan solcu unsurları içinde barındırmaya başlayan bir örgüttü. 1944 yılının sonunda üye sayısı iki milyona ulaşmıştı. ELAS, Metaksas’ın baş destekçisi Kral George’a da karşıydı. Kısaca, ELAS’ı harekete geçiren etken, (Churchill’in iddialarının aksine) Moskova değil iç politika kaygılarıydı. Ayrıca, savaş sırasında Birleşik Krallık Savunma Bakanlığı ELAS’ı desteklemiş; hatta Churchill, 1944 İlkbaharındaki Lübnan Toplantısı’nda ELAS ile EDES’i Nazilere karşı Georges Papandreu’nun komutası altında işbirliği yapmaya ikna etmişti. (Dolayısıyla, savaş sırasında ELAS’ın EDES’e karşı savaştığı görüşü doğru kanıtlara dayanmamaktadır.)
ELAS, verilen ultimatoma uymadı. Uymama gerekçesi olarak Birleşik Krallık’nin Yunanistan’da Kralı ve Kralla birlikte sağcı bir diktatörü işbaşına getireceğinden endişe etmesini gösterdi.
Bunun üzerine Atina ve çevresinde başlayan silahlı çatışma üç hafta kadar sürdü. Zaten çok güçlü olmayan ve Sovyetler Birliği tarafından da desteklenmeyen ELAS’ın siyasi organı Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM) ateşkesi kabul etti. 12 Şubat 1945’te EAM ile EDES anlaştılar. Bu anlaşmaya göre tüm direniş örgütleri tek bir ordu içinde birleştirilecek, demokratik seçimler yapılacak (31 Mart 1946’da yapıldı ve solcuların seçim boykotu nedeniyle katılım oranı % 50’lerde kaldı) ve II. Dünya Savaşı sırasında Londra’ya kaçan Yunan Kralının Yunanistan’a dönüp dönmemesi konusunda referanduma başvurulacaktı. (% 90 oy ile Yunanistan’da Krallığın yeniden kurulması kararlaştırıldı. Ancak bu yönde oy verenler arasında komünistlerin güçlenmesinden korkup cumhuriyetçi oldukları halde Kral lehine oy verenler de vardır). Böylece, 12 Şubat 1945’te Yunan İç Savaşı’nın birinci aşaması bitmiş oldu.
Yunan İç Savaşı’nın ikinci aşaması, Hükümetin kurulması ve Kral’ın Yunanistan’a geri dönmesiyle başlamıştır. Bu aşama, birincisinden nitelik olarak farklıdır çünkü sorunun Birleşmiş Milletler (BM) gündemine taşınması ve Yunanistan’ın üç kuzey komşusunun (Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk) solculara verdiği destekle iç savaş uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
1946 yılında Yunanistan’ın kuzeyinde çete savaşları başladı. Önceleri çetecilere karşı bir sempati vardı. Zayıf merkezi Hükümet, ekonomik durumun zayıflığı ve sosyal adaletsizlikler, köylülerin çetecilere yardımını kolaylaştırmıştı. Merkezi Hükümet, dağlık bölgelerde savaşan ve üç komünist devletten yardım alan çetecilerle mücadelede yetersiz kalıyordu. Bu arada BM, kendisine bağlı bir Araştırma Komisyonu tarafından bölgede yapılan inceleme sonucunda, çetecilere kuzeyden yardım geldiğini açıkladı. Çeteciler ise sadece eğitim ve yaralıların tedavisi gibi nedenlerle Arnavutluk ve Bulgaristan topraklarını kullandıklarını iddia etmekte ve kullandıkları silahların Alman ve İtalyanlardan geriye kaldığını dile getirmekteydiler.
Çetecilerin önderi konumundaki General Markos, 24 Aralık 1947’de “Geçici Demokratik Yunan Hükûmeti” adı altında bir Hükümet kurdu ve 10 maddelik bir program ilan etti. Bu programda Sovyetler Birliği ve üç Balkan ülkesi (Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk) ile yakın ilişkiler geniş yer tutmaktaydı. Böylece, Yunanistan’da Merkezi Hükûmetin kolay kolay baş edemeyeceği bir iç savaş başlamış oldu. Yunan Hükûmeti, sorunu BM gündemine getirmiş ancak çatışmalar 1950 yılına kadar devam etmiştir.
İç savaş 1948 yılının başlarında sona ermişse de ufak çaplı çatışmalar 1950'ye kadar devam etmiştir. BM'nin ve Merkezi Hükûmet'in, Yunan İç Savaşı'nın sona ermesinde pek etkinliği olduğu söylenemez. İç savaşın bitiş nedenlerinden birincisi, Kominform'dan atılan Yugoslavya'nın çetecilere yaptığı yardımı kesmesi, ikinci nedeni ise ABD tarafından yürürlüğe konan Truman Doktrini'dir.
Yunanistan iç savaştan sonra iki yıl tam bir siyasi istikrarsızlık içine girdi. Dört yıl içinde (1948-1952) Liberal ve Sosyal Demokratlar’ın üstünlüğünde 13 ayrı Hükümet kuruldu ve düştü.
1952 yılında yapılan yeni Anayasa, nispi temsil yerine çoğunluk sistemini getirince Yunanistan’ı siyasal iflastan kurtarıp güçlü bir Hükümet kurma iddiasındaki Mareşal Papagos’un sağ eğilimli Yunan Birliği Partisi Hükümeti, tek başına ele geçirdi ve bu dönem Papagos’un 1955 yılındaki ölümüne dek sürdü. Yavaş yavaş siyasi istikrara kavuşmaya başlayan Yunanistan, 1955-1963 yılları arasında Constantin Karamanlis’in Ulusal Radikal Birliği (ERE) Hükümeti tarafından yönetilmiştir.
Kozlu
Kozlu, Türkiye'nin Zonguldak ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun sonucu ilçe olmuştur. Kömür yatakları bulunan ilçenin toplam nüfusu 44.376 kişidir. Merkezi deniz seviyesinde kurulmuş olan ilçenin tüm |
mahalleleri dağlık alanlarda bulunmaktadır. Bülent Ecevit Üniversitesi'ne ait hazırlık sınıfları İncirharmanı Kampüsü olarak bu ilçede bulunmaktadır. Bir zamanlar 60.000 dolayında nüfusa sahip madenci beldesi olan Kozlu, Türkiye Taşkömürü Kurumu'nun küçülmesinden sonra hızla göç vermektedir. Kozlu ilçesi Zonguldak şehir merkezine 5 km mesafede bulunmaktadır.
(*) = vefat
(**)= vekalet
Kozlu'da turizm hızla gelişmektedir. Kozlu sahili, Değirmenağzı ve Ilıksu koyları görülmeye değerdir.
İlçede Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı Kozlu Müessese Müdürlüğü bulunmaktadır. Ayrıca Küçük Sanayi Sitesi de mevcuttur. Diğer başlıca geçim kaynakları ise tarım ve hayvancılık, orman ürünleri üretimi ve turizmdir.
İskambil kâğıdı
Oyun kâğıdı, iskambil kâğıdı ya da sadece iskambil, 52 kartlık bir desteden oluşur. Bu elli iki kâğıtta 4 tane temel simge vardır. Bu simgeler maça, kupa, karo ve sinektir.
4 simgeden her bir simgeye ait 13 kart bulunur. Bunlar 1'den 10'a kadar sayılar ve ardından bacak (vale), kız (dam) ve papaz (rua) olarak sıralanır.
Simgeler Tarot kartlarından türemiştir. Kupalar tarottaki kupalardan, maçalar tarottaki kılıçlardan, karolar tarottaki tılsımlardan, sinekler ise tarottaki asalardan gelmektedir. Başka bir söylenti de papazlar üzerindedir. Söylentiye göre papazlar tarihî kişileri simgeler.
Evrensel Kod, Miscellaneous Symbols bloğunda U+2660 dan U+2667 ya 8 standart karakter tanımlar:
Ayrıca Michael Everson 18 Mayıs 2004 tarihli Anglo-Amerikan-Fransız 52 kâğıtlık bir deste oyun kağıdında "Paying card Back" ve diğer bir Joker için ortak karakter önerisi vardır.
Macit Gökberk
Macit Gökberk (1908; Selanik - 15 Ağustos 1993; İstanbul), felsefe dilinin yalınlaşması, terim karmaşasının giderilmesi ve kavramların sınırlanması alanlarında önemli çalışmalarda bulunan tanınmış Türk felsefecisidir.
Kurtuluş Savaşı komutanlarından Şükrü Naili Gökberk ile eşi Nazire Hanım’ın oğlu Macit Gökberk, 1908'de Selanik’te doğdu.
İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1932’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü Platon’un "Theaitetos Diyaloğu" üzerindeki bir çalışmasıyla bitirdi. Aynı yıl bu bölüme asistan oldu ve Hans Reichenbach’ın "Logik" adı altında verdiği dersleri Türkçe’ye aktardı.
1935 yılında doktora çalışmaları için Berlin Üniversitesi’ne gitti. 1940 yılında Prof. Eduard Spranger’in yanında "Hegel ve Auguste Comte’da Toplum Kavramı" adı teziyle doktorasını verdikten sonra Türkiye’ye döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki görevine devam etti. Aynı bölümde önce doçent(1941), daha sonra da profesör(1949) oldu. 1978 yılında emekliye ayrıldı.
Gökberk’in çalışmaları "felsefe tarihi" ile "dil ve bilgi" sorunu olmak üzere iki konuda yoğunlaşmıştır. Felsefe tarihi ile ilgili çalışmalarını topladığı "Felsefe Tarihi" adlı yapıtı bir Türk felsefecisi tarafından kaleme alınmış ilk kapsamlı felsefe tarihidir.
Anadolu-Yunan felsefesinden yola çıkarak 18. yüzyıl Aydınlanmasına, özellikle de Kant ve Hegel’e uzanan çalışmalarında Hegel’in devlet felsefesi, Kant ve Herder’in tarih anlayışları başlıca odağı oluşturur. Herder’le Kant’ın tarih sorununa getirdikleri çözümü "Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları" adlı yapıtında, Hegel’le ilgili çalışmalarını da Felsefe Arşivi dergisinde yer alan "Hegel’in Devlet Felsefesi" ve "Hegel Felsefesi-Yaşayan Yönleriyle" adlı yazılarında sergilenmiştir.
Dil konusunun Gökberk’in felsefe anlayışı içinde özel bir yeri vardır. Düşüncenin üretilmesinde başlıca kaynak olan dil, onu kullananlardan bağımsız değildir; uygarlığın gelişimi ile değişir, kendi kendini yeniler. Gökberk dil ile ilgili bu düşüncelerini "Değişen Dünya, Değişen Dil" adlı bu yapıtında toplamıştır.
Bu arada felsefe dilinin sadeleşmesi, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması, kavramların sınıflandırılması yolunda uğraş vermiştir. 1942 yılında henüz bir öğrenci iken ilk Türk Dil Kurultayı’nı izleyen Macit Gökberk, 1954-1960 ve 1969-1976 yılları arasında Türk Dil Kurumu Başkanlığı yapmıştır.
Macit Gökberk 15 Ağustos 1993 günü İstanbul’da öldü.
Her yıl felsefe ve deneme yazıları alanında Gökberk ailesi ve Türkiye Felsefe Kurumu tarafından anısına Macit Gökberk Felsefe Ödülü verilir.
Kolmogorov karmaşıklığı
Kolmogorov karmaşıklığı (tanımsal karmaşıklık, Kolmogorov-Chaitin karmaşıklığı, stokastik karmaşıklık, algoritmik entropi veya program boyu karmaşıklığı olarak da bilinir), bilgisayar biliminde, bir metin parçası gibi bir nesneyi tanımlamak için kullanılması gereken bilgi işlemsel kaynakların ölçüsü.
Örneğin aşağıdaki 100 karakter uzunluğundaki iki karakter katarı ele alınırsa:
Birinci karakter katarı Türkçe "'01'in 50 tekrarı" ifadesi ile kısaca ve tam olarak tanımlanabilir. İkinci karakter katarının bu şekilde tanımlanması mümkün değildir. Bu karakter katarını tanımlananın en kısa yolu kendisini yazmaktır.
Daha şekilsel olarak söylemek gerekirse, bir karakter katarının karmaşıklığı sabit bir tanımlama dilinde o karakter katarının en kısa ifade edilişidir. Aşağıda tanımlama dilinin seçimi ile karmaşıklık arasındaki hassas ilişki ele alınmıştır. Bir karakter katarının Kolmogorov karmaşıklığının karakter katarının uzunluğundan daha büyük olamayacağı gösterilebilir. Kolmogorov karmaşıklıkları, kendi uzunluklarına kıyasla daha kısa olan karakter katarları karmaşık kabul edilmez.
Kolmogorov karmaşıklığı kavramı şaşırtıcı ölçüde derin bir kavramdır. Bu kavram kullanılarak Gödel'in eksiklik teoremi ve Turing'in durma problemi ile ilgili imkânsızlık sonuçlarını ifade ve ispat için kullanılabilir.
Algoritmik bilgi teorisi, bilgisayar bilimlerinin bir alt alanı olup karakter katarlarının (ve diğer veri yapılarının) Kolmogorov karmaşıklığı ve diğer türden karmaşıklarını incelenmesi ile ilgilidir. Bu çalışma alanı Andrey Kolmogorov, Ray Solomonoff ve Gregory Chaitin tarafından 1960larda kurulmuştur. Algoritmik bilgi veya Kolmogorov karmaşıklığının pek çok çeşitlemesi vardır. Bunlardan en yaygın olanı kendi kendini ayıran programlara dayanmaktadır ve Leonid Levin (1974) tarafından ortaya konmuştur.
Kolmogorov karmaşıklığını tanımlamak için önce karakter katarları için bir tanımlama dili belirlemeliyiz. Böyle bir tanımlama dili Lisp, Pascal veya Java bytecode gibi programlama dillerinden birine dayanabilir. Eğer P, "x" çıktısını üreten bir program ise P "x"in tanımıdır. Tanımlamanın uzunluğu P programının kaynak kodunun bir karakter katarı olarak uzunluğudur. Pnin uzunluğu belirlenirken, P içinde kullanılan altrutinler de hesaba katılmalıdır. P programındaki herhangi bir "n" sabitinin uzunluğu, "n"yi temsil etmek için gerekli bit sayısıdır ki bu da (kabaca) log"n" kadardır.
Bir başka yöntem de Turing makineleri (TM) için bir kodlama seçmektir. Burada "kodlama", her M Turing makinesini bit dizisi olan ile ilişkilendiren bir fonksiyondur. Eğer M, "w" girdisine karşılık "x" çıktısını üreten bir TM ise bu durumda birleştirilmiş "w" "x"in bir tanımıdır. Kuramsal analiz için bu yaklaşım şekilsel kanıtlar kurmaya daha yatkındır ve araştırmacılar tarafından tercih edilmektedir. Bu makalede ise biz bu kadar şekilsel olmayan bir yaklaşım kullanacağız.
Bir tanımlama dili sabitle. Herhangi bir "s" karakter katarının en az bir tanımı vardır ve o da şu programdır:
"s"nin tüm tanımları arasında en kısa olanı "d"("s") şeklinde gösterilir. Eğer aynı en kısa uzunlukta birden fazla program varsa herhangi birini seç. Bunun için söz gelimi sözlük sırasına göre ilk geleni seç. "d"("s"), "s"nin "en kısa tanımı"dır. "s"nin Kolmogorov karmaşıklığı, "K"("s") olarak yazılır ve şu şekilde tanımlanır:
Diğer bir deyişle "K"("s") "s"nin en kısa tanımının uzunluğudur.
Şimdi de tanımlama dilinin "K"yı nasıl etkilediğine bakalım kullanılan dili değiştirmenin etkisinin sınırlı olduğunu gösterelim.
Teorem. Eğer "K" ve "K", "L" ve "L" tanımla dilleri kullanılarak elde edilmiş karmaşıklık fonksiyonları ise, o zaman (sadece "L" ve "L"ye bağlı) öyle bir "c" sabiti vardır ki
eşitsizliğini sağlar.
Bakışımdan ötürü, tüm "s" bitdizileri için öyle bir "c" sabiti vardır ki,
eşitsizliği sağlanır önermesini ispat etmek yeterlidir.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için "L" dili için yorumlayıcı olarak çalışan ve "L" dilinde yazılmış bir fonksiyon olsun:
burada "p" "L" dilinde yazılmış bir programdır. Yorumlayıcı şu özelliğe sahiptir:
Dolayısı ile eğer p, "L" dilinde bir program ve "s"nin en kısa tanımı ise DilYorumla(P) "s" karakter katarını döndürür. "s"nin bu tanımının uzunluğu aşağıdakilerin toplamıdır:
Böylece yukarıda sözü geçen üst sınırın varlığı ispatlanmış olur.
Ayrıca bkz. invaryans teoremi.
Aşağıda tek bir tanımlama olduğunu kabul edip, "s"nin karmaşıklığını "K"("s") olarak göstereceğiz.
Bir karakter katarının en kısa tanımının katarın kendisinden çok daha uzun olamayacağını görmek zor değildir: "s"yi çıktı olarak veren yukarıdaki SabitKatarUret programı "s"nin kendisinden sabit miktarda daha uzundur.
Teorem. Öyle bir "c" sabiti vardır ki
eşitsizliği sağlanır.
İlk şaşırtıcı sonuç "K"nın etkin olarak hesaplanamayacağı gerçeğidir.
Teorem. "K" hesaplanabilir bir fonksiyon değildir.
Bir başka deyişle, "s" karakter katarını girdi olarak alıp çıktı olarak "K"("s") üretebilecek bir program yazılamaz. Bunu olmayana ergi yöntemi ile gösterelim. Aşağıdaki gibi bir program bulunduğunu var sayalım
öyle ki bu program girdi olarak "s" karakter katarını alıp çıktı olarak da "K"("s") karmaşıklığını versin. Şimdi de şu programı düşünelim:
Bu program KolmogorovKarmasikligi programını bir altrutin olarak çağırır ve en kısa olanından başlayarak en az "n" karmaşıklığına sahip bir karakter katarı bulana dek tüm karakter katarlarını dener, sonra da bulduğu karakter katarını döndürür. Dolayısı ile herhangi bir "n" pozitif tam sayısı verildiğinde Kolmogorov karmaşıklığı en az "n" kadar büyük olan bir karakter katarı üretir. Bu programın kendisinin uzunluğu sabit bir "U" değeridir. KarmasikKarakterKatariUret programınının girdisi "n" tam sayısıdır ve burada "n" sayısının boyu bunu temsil |
etmek için gerekli bit sayısı ile ölçülür ki bu da log("n")dir. Şimdi de aşağıdaki programı ele alalım:
Bu program KarmasikKarakterKatariUret programini altrutin olarak çağırmaktadır ve "n" isimli bir serbest parametresi vardır. Program, karmaşıklığı en az "n" olan bir "s" karakter katarı üretir. "n" için uygun bir değer verilirse bir çelişki elde ederiz. Bu değeri seçmek için "s"nin, uzunluğu en fazla
olan ParadoksalKarakterKatariUret programı tarafından üretildiğine dikkat edelim; burada "C", ParadoksalKarakterKatariUret tarafından eklenmiş sabit bir fazlalıktır. "n", log("n") değerinden daha hızlı büyüdüğü için aşağıdaki eşitsizliği sağlayan bir "n" değeri vardır
Ancak bu durum en az "n" kadar bir karmaşıklık değeri olduğu tanımı ile çelişir. Dolayısı ile "KolmogorovKarmasikligi" olarak isimlendirilmiş program istenen Kolmogorov karmaşıklığında karakter katarları üretiyor olamaz.
Olmayan ergi ile yapılan bu ispat Berry paradoksuna benzer: ""n" yirmi İngilizce sözcükten daha az sözcük ile tanımlanamayan en küçük tamsayı olsun. Az önce bu sayıyı yirmiden az İngilizce sözcük ile tanımladım."
Ancak "K"("s") değeri için üst sınırları hesaplamak basit bir iştir: uygun bir yöntemle "s" karakter katarını sıkıştır, seçilen dilde sıkıştırma yönteminin tersi olan açma yöntemini yaz, bu açıcı programın kaynak kodunu sıkıştırılmış karakter katarına ekle ve sonuçta elde ettiğin karakter katarının uzunluğunu ölç.
Bir "s" karakter katarı eğer uzunluğu |"s"| - "c" değerini geçmeyecek şekilde tanımlanabiliyorsa o zaman "c" kadar sıkıştırılabilir demektir. Bu da "K"("s") ≤ |"s"| - "c" demektir. Aksi takdirde "s" karakter katarı "c" kadar sıkıştırılabilir değildir. En az bir bit kadar bile sıkıştırılamayan karakter katarına kısaca "sıkıştırılamaz" denir. Güvercin deliği ilkesine göre sıkıştırılamaz karakter katarları mevcut olmak zorundadır çünkü "n" uzunluğunda 2 adet bit katarı varken sadece 2 tane daha kısa katar vardır ki bunların da boyu "n" - 1 kadardır.
Aynı sebepten ötürü "çoğu" karakter katarı karmaşıktır yani çok fazla sıkıştırılamazlar. Yani "K"("s"), "s" katarının bit cinsinden uzunluğu olan |"s"| değerinden çok daha küçük olamaz. Bunu daha detaylı olarak söylemek için belli bir "n" değeri alalım. Uzunluğu "n" olan farklı bit katarı vardır. Üniform olasılık dağılımına göre bu bit katarı uzayında "n" uzunluğundaki her bit katarının ağırlığı 2 kadardır.
Teorem. "n" uzunluğundaki bit katarları uzayındaki üniform olasılık dağılımına göre herhangi bir bit katarının "c" kadar sıkıştırılamama olasılığı en az 1 - 2 + 2 kadardır.
Bu önermeyi ispatlamak için şuna dikkat edelim: "n" - "c" uzunluğunu geçmeyen katar tanımlamalarının sayısı şu geometrik dizi ile belirlenir:
Böylece "n" uzunluğunda olup da "c" kadar sıkıştırılamayan en az
kadar bit katarı kalır. Olasılığı belirlemek için bunu 2 ile bölmek yeterlidir.
Bu teorem comp.compression FAQ belgesindeki pek çok meydan okuma için temel teşkil eder. Bu teoremin varlığına rağmen zaman zaman bazı kişiler (bunlara çatlak denir) herhangi bir veriyi kayıpsız olarak büyük ölçüde sıkıştırabilen algoritmalar geliştirdiklerini iddia ederler. Bkz. kayıpsız sıkıştırma
Biliyoruz ki çoğu karakter katarı karmaşıktır yani önemli ölçüde "sıkıştırılamaz". Bununla birlikte eğer uzunluğu belli bir eşik değerini geçerse o karakter katarının karmaşık olduğu şekilsel olarak ispatlanamaz. Detaylı olarak söylemek gerekirse doğal sayılar için belli bir "S" aksiyomatik sistemi alın. Bu aksiyomatik sistem yeterince güçlü olmalıdır yani karakter katarlarının karmaşıklığı ile ilgili A önermelerine F formülleri karşılık getirilebilmelidir ve bunlar da S içinde olmalıdır. Bu karşılık getirme, ilişkilendirme, şu özelliğe sahip olmalıdır: eğer F ifadesi S içindeki aksiyomlardan yola çıkılmak sureti ile ispatlanabiliyorsa o zaman buna karşılık gelen A önermesi doğrudur. Bu şekilleştirme (formalizasyon) Gödel numaralandırması gibi yapay bir kodlama ile yapılabileceği gibi S sisteminin kast edilen yorumuna daha uygun olan bir şekilleştirme ile de yapılabilir.
Teorem. Öyle bir "L" sabiti vardır ki (sadece belli bir aksiyomatik sisteme ve seçilmiş belli bir tanımlama diline bağlı olan) aşağıdaki
ifadesinin S aksiyomatik sisteminde ispatlanabileceği bir "s" karakter katarı olmasın.
Hemen hemen sıkıştırılamaz olan karakter katarlarının bolluğundan ötürü bu ifadelerin çoğunun doğru olmak zorunda olduğuna dikkat edin.
Bu sonucun ispatı için Berry paradoksundaki kendine gönderme (self-referantial) yapısı kullanılır. Olmayana ergi yöntemi ile teoremdeki iddianın yanlış olduğunu var sayalım, bu durumda:
S sistemindeki tüm şekilsel ispatları numaralandırmak için girdi olarak "n" tam sayısını alan ve bir ispatı çıktı olarak üreten aşağıdaki gibi bir prosedür bulabiliriz
Bu fonksiyon tüm ispatları numaralandırır. Bu ispatların bir kısmı bizim ilgilenmediğimiz formüllerin ispatlarıdır (örneğin Fermat'nın küçük teoremi, Fermat'nın son teoremi gibi ispatlar NinciIspat fonksiyonu tarafından üretilebilir ispatlardır). İspatların küçük bir kısmı ise "K"("s") ≥ "n" şeklindeki karmaşıklık formüllerinin ispatlarıdır (burada "s" ve "n" S dilindeki sabitlerdir). Öyle bir
programı vardır ki "n" ispatın "K"("s") ≥ "L" karmaşıklık formülünün ispatı olup olmadığını belirler. "s" karakter katarı ve "L" tam sayısı şu programlar tarafından hesaplanabilir:
Aşağıdaki programı ele alalım
Bir "n" tam sayısı verildiğinde bu program S siteminde "K"("s") ≥ "n" formülünün ispatını ve buna karşılık gelen katarı bulana dek tüm ispatları dener. Program bizim Varsayım (X) koşulumuz sağlanınca durur. Şimdi bu programın uzunluğuna "U" diyelim. Öyle bir "n" tam sayısı vardır ki "U" + log("n") + "C" < "n", burada "C" aşağıdaki programın getirdiği ek uzunluktur:
IspatlanabilirParadoksalKarakterKatariUret programı "K"("s") ≥ "n" formülünün S sisteminde şekilsel olarak ispatlanabildiği "s" karakter katarını üretir. "K"("s") ≥ "n" ifadesi tek başına doğrudur. Ancak "s" aynı zamanda uzunluğu
"U"+log("n")+"C" olan program tarafından da tanımlanabilir dolayısı ile karmaşıklığı "n"dan azdır. Bu da çelişkiye yol açar ve Varsayım (X) olarak söylediklerimizin doğru olmadığını gösterir.
Chaitin sabitinin özelliklerini ispatlamak için de benzer fikirler kullanılır.
İstatistiksel/tümevarımsal çıkarım ve makina öğrenme alanlarındaki en kısa ileti uzunluğu prensibi C.S. Wallace ve D.M. Boulton tarafından 1968 yılında geliştirilmiştir. EKİU Bayesçi (önsel inançları işin içine katar) ve bilgi kuramsaldır. İstatistiksel invaryansın istenen özelliklerine sahiptir (çıkarım yeniden parametikleştirme ile dönüştürülebilir, söz gelimi kutupsal koordinatlardan Kartezyen koordinatlara), istatistiksel tutarlılığı vardır (en zor problemler için bile EKİU herhangi bir modele yakınsar) ve etkindir (EKİU herhangi bir modele en kısa sürede yakınsar). C.S. Wallace ve D.L. Dowe, EKİU ile algoritmik bilgi teorisi (veya Kolmogorov karmaşıklığı) arasındaki şekilsel ilişkiyi 1999 yılında göstermişlerdir.
Sera
Sera, bitkilerin yetişmesine uygun şartların sağlanması amacı ile çevre şartları kontrol edilebilen veya düzenlenebilen cam, plastik, fiberglas gibi ışığı geçiren materyallerle örtülü yapı.
1545 yılında, Padova'da ilk botanik bahçesinin açılmasından hemen sonra Daniel Barbaro, bu bahçede ilk serayı yaptı. Yapıda taş ve tuğla kullanıldı, pencere ise yoktu. Mangalla ısıtılıyordu. Bazı hassas bitkiler, kışın bu seraya alınıyor, baharla birlikte yeniden yerlerine dikiliyorlardı. Tarihte bilinen ilk seranın bu olduğu bilinmektedir.
Ilıman iklimin hüküm sürdüğü yerlerde sebze ve meyve yetiştiriciliği, genellikle sebzelerde cam örtü, meyvelerde ise plastik örtü altında yapılmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de örtü altı sebze ve meyve yetiştiriciliği, daha çok Akdeniz İklimi'nin hüküm sürdüğü Akdeniz ve Ege Bölgesi'nde görülmektedir. Çünkü bu bölgelerde iklim, diğer bölgelere oranla ılımandır.
Kurulduğu bölgede, dışarda doğal koşullarda yetişen her türlü sebze ve boyca küçük sayılabilen meyve bitkileri, cam ya da plastik örtü altına alınmak suretiyle, turfanda olarak yetiştirmektedir. Örtü altı sebze ve meyve yetiştiriciliğinde, eskiden sadece doğal koşullarda ve yılın belirli zamanlarında yetişen çoğu sebze ve meyveler, artık gelişen teknolojiyle örtü altlarında, diğer bir ifade ile seralarda, daha erken zamanlarda yetiştirilir olmuştur. Bu durum, doğal olarak sebze ve meyvecilikte, verim ve kaliteyi artırmıştır.
1. Isıtma
2. Havalandırma
3. Sulama ve Gübreleme
4. İlaçlama
olup bütün bunlar teknoloji kullanımı ile gerçekleştirilir.
Isıtma: Bitkilerin istediği ısıyı sağlama, bitkileri her ne kadar örtü altına almakla gerçekleşse de bu yeterli olmayabilir. Bu gibi durumlarda, sera içine ıstma sistemleri konur. Bu sistemler sera içindeki ısıyı istenilen aralıkta sabit tutmaktadır.
Havalandırma: Sera içindeki nem oranı, havalandırma sistemleriyle sağlanır. Havalandırma ile ayrıca bitkilerin döllenmeleri sağlanır.
Sulama ve Gübreleme: Sera içine alınan bitkilerin sulama zamanlarını ve uygun sulama biçimlerini belirleme, gerekli hallerde, bitkilerin sağlıklı glişmeleri için ihtiyaç duydukları gübreler, sulama sistemleriyle gerçekleştirilir
İlaçlama: Sera içinde bitkilere zarar veren mikroplara karşı etkin bir savaş sera içine kurulan ilaçlama sistemleriyle gerçekleştirilir. Toprak içine yapılacak ilaçlama uygun hallerde sulama sistemleriyle yapılır. Eğer ilaçlama bitkilerin toprak üstündeki kısımlarına yapılacaksa, bu ayrı bir ilaçlama sistemiyle gerçekleştirilir.
Fiziki görünümlerine göre;
1. Çatısız,
2. Tek Çatılı,
3. Çok çatılı
olmak üzere 3 grup altında toplanır.
Çatısız seralar: Aşırı meyilli arazilerde, sekileri oluşturan iki duvar arasına kurulur.
Tek çatılı seralar: Düz ancak küçük arazilerde kurulur.
Çok çatılı seralar: Geniş ve düz arazilere kurulur.
Yüksekliklerine göre;
1. Alçak çatılı,
2. Yüksek çatılı
olmak üzere 2 grup altında toplanır.
Alçak çatılı seralar: Bölge, soğuk ve rüzgarlı veya serada yetiştirilecek bitkiler kısa boylu is |
eler, buralara alçak çatılı seralar kurulur .
Yüksek çatılı seralar: Bölge, nispeten sıcak ise veya serada yetiştirilecek bitkiler uzun boylu iseler, buralara yüksek çatılı seralar kurulur.
Sensible Soccer
Sensible Soccer, 1992 yılında Sensible Software adlı yazılım firması tarafından yayınlanan klasikleşmiş bir futbol oyunudur. Tüm dünyada yıllarca oynanmış ve uluslararası turnuvalar düzenlenmiştir.
Kick off'a benzeyen 2 boyutlu basit grafikleri, kuş bakışı görüntüsü ve tek düğmeyle oynanmasının yanında, hala hiçbir futbol oyununda bulunmayan kadro genişliği ve ileri menejerlik, transfer özellikleri ile bugünkü birçok futbol oyununun atası sayılabilir.
Oyunun en büyük özelliği topun oyuncunun ayağına yapışık olmamasıdır. Top hakimiyeti futbolcudan futbolcuya değişiklik gösterirken, oyuna eklenen ufak ayrıntılarla oyunu oynayan kişinin yeteneğiyle de birebir bağlantılır. Fifa serisi, Pro Evolution Soccer (PES) gibi oyunlarda ani dönüşler hiçbir sıkıntı yaşanmadan yapılabilirken, Sensible Soccer'da bu tip bir dönüşü yapmak büyük ustalık ister. Bu yönleriyle Kick Off serisine oldukça benzeyen Sensible Soccer'ı Kick Off serisinden ayıran en büyük özellik, menajerlik (Kick Off'ta zaten yoktu) yapma imkânı vermesidir.
Otomatik orta, ceza sahasının içinde adamların topun geldiği yere otomatik olarak koşması gibi özellikler oyunda bulunmadığından; binbir zorlukla ceza sahasının içine yaptığınız bir ortaya kafa atmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor olabilir.
Başarılı bir takım oyunu için kendi oyun tarzınızı belirleyip, kendi taktiğinizi kurmanız gerekir. Taktik ekranı "Top neredeyken, hangi oyuncu nerede olsun?" sorusu üzerine kurulmuştur. Bu yüzden orta yapacağınız bölgeyi belirleyip, oyuncuları o sırada ceza sahasının içine yerleştirirseniz ortalara isabetli bir kafa vuruşu yapma şansınız daha fazla olur.
Oyunun göze çarpan en büyük özelliklerinden biri de transfer sistemidir. Neredeyse Dünya'daki bütün takımların, oyuncularının (İsimler gerçektir) ve en öne çıkan 3 özelliklerinin bulunduğu gelmiş geçmiş en büyük veri tabanı bu oyuna yüklenmiştir. Transfer yapmak için (oyunun büyüklüğü zaten buradan da anlaşılabilir) önce kıta, sonra ülke, sonra varsa lig ve en son olarak da takım seçerek oyunculara göz atabilirsiniz. İstediğiniz oyuncu için ister nakit para teklif edebilir, isterseniz kendi kadronuzdan bir oyuncu verebilir, isterseniz de oyuncu + para teklif edebilirsiniz. Aynı oyuncuya üst üste çok kez düşük fiyat veya mantıksız değiş tokuş önerilerinde bulunursanız, takım o hafta için, o oyuncuyu size satmaktan vazgeçer. Eğer "Ben kapı kapı gezip, oyuncu aramam" diyenlerdenseniz, satılığa çıkarılmış oyuncuların arasından birini seçmek için yerli veya yabancı markete uğrayıp, aradığınız oyuncunun mevkisini ve aradığınız özelliği belirterek de transfer yapabilirsiniz. Burada da esas olan, marketteki oyuncuları alırken oyuncunun normal fiyatından daha düşük bir fiyat, direkt takımdan oyuncu alırken de oyuncunun fiyatından daha yüksek bir fiyat vermektir.
Aldığınız oyuncuyu doğru yerde oynatmazsanız bir süre sonra fiyatı düşmeye başlar. Ama doğru yerde oynatırsanız da fiyatı artar. Ancak fiyatın artması veya azalması, oyuncunun yeteneklerinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz.
Oyunun bugüne kadar hiçbir futbol oyununda değinilmeyen özelliklerinden biri de; alt yapıdan yetişen futbolculardır. Esas kadronun yanında, alt yapıdan yetişen ve size "trial" ibaresiyle gelen yeni oyuncular, 1-2 maç oynatılarak denenebilir. Bu oyuncular milyon dolarlık starlar da olabilir, 5000 dolarlık standart oyuncular da olabilir.
Oyun içinde; yerel ligler, özel kupalar, şampiyonlar ligi vs vs'nin yanında, Dünya Kupası da vardır. Sezon sonunda size bir milli takımdan antrenörlük teklifi gelebilir. O ülkenin ligini inceleyerek kabul edip etmemek elinizdedir. Ama milli takıma gittikten sonra el emeğiyle geliştirdiğiniz yıldızlar karmanıza geri dönmeniz mümkün olmayabilir. Herhangi bir takıma dönüp, daha önceden hazırladığınız "yıldızlar karması"yla karşılaşmak da pek keyifli olmayabilir.
Kısa ateş: Pas (otomatik olarak en yakın takım arkadaşının ayağına, oyun kolunu aksi yöne çekerseniz sert, diğer yönlere çekerseniz de falsolu gider.)
Uzun ateş: Şut (Oyuncunun baktığı yöne doğru hafif havadan giden standart bir şuttur. Oyun kolunu aksi yöne çekerseniz havadan, diğer yönlere çekerseniz de yine falsolu şut çekebilirsiniz.)
Topla düz koşu yaparken aniden durduğunuzda (biraz önce de belirttiğim gibi, top oyuncunun ayağına yapışık olmadığı için) top durmaz, ilerlemeye devam eder. Bu yolla topu ayağınızdan biraz açıp tekrar yetişerek şut çekerseniz normalden çok daha sert şutlar çekilebilir.
Ateş: Yerden müdahale (tek tip kayarak müdahale vardır. Arkadan müdahaleler %95 faul sayılır. Bunun aksine karşıdan size doğru koşan oyuncuya kayarak müdahale edebilirsiniz, bu da %95 faul olarak görülmez!)
Tamamen bilgisayarın kontrolündedir. Sadece penaltılarda kaleciye "fikir" verebilirsiniz!
Top havadan gelirken oyuncunuz topa dogru koşarken ya da topu beklerken uzun bir süre ateş tuşuna basıp top tam çıkarken klavyede ters yön (ok) tuşuna basarak uzun mesafeli havadan kafa vuruşları yapabilirsiniz.
MacBook
MacBook, Apple’ın ürettiği giriş seviyesi dizüstü bilgisayarların yeni serisine verilen addır. 16 Mayıs 2006’da piyasaya sürülmüştür. Bir önceki seri olan iBook’un yerini almıştır. Fiyat/Verim açısından tüketiciyi gayet memnun edecek şekilde tasarlanmıştır.
MB Intel Core 2 Duo işlemcili üç model ile satılmaktadır. Böylece Apple dizüstü modellerinin Intel'e geçişini tamamlamış olmaktadır. 1.83 ve 2.0 GHz işlemcili parlak beyaz modeli ve 2.0 GHz işlemcili mat siyah modeli vardır. Tüm MB’ler dahili iSight kamera, MagSafe (manyetik kilitli) güç girişi, uzaktan kumanda ve yeni tasarım ergonomik klavyeye sahiptir. MacBook'un üst seviye dizüstü modeli MacBook Pro'dur.
2.0-2.16 GHz Core 2 Duo işlemci, 2-4 MB paylaşımlı L2 önbellek.
1 GB (2 GB’a kadar yükseltilebilir) DDR2 667 RAM
60-80 GB 5400 Rpm SATA sabit disk (250GB’a veya 500GB'a kadar yükseltilebilir)
Slot-Loading Combo ya da DVD yazıcı
Intel GMA 950 64 MB (paylaşımlı) ekran kartı
13.3” geniş glossy ekran 1280x800
Dahili Gigabit ethernet, Bluetooth 2.0, 802.11g AirPort Extreme kablosuz ağ
Dahili iSight kamera, uzaktan kumanda, 1 FireWire 400, 2 USB 2.0,1 Mini-DVI, optik ses giriş/çıkışı, mikrofon, hoparlör.
MacBook Apple'ın çok beğenilen sade ve şık tasarım anlayışını yansıtmaktadır. Dışarıdan bakıldığında gereksiz renk geçişleri bulunmayan ince ve zarif kasasıyla dikkat çekmektedir. Tıpkı iBook gibi, iMac ve iPod ile yan yana koyulduğunda Apple'ın ev kullanıcıları için yarattığı konsepti gözler önüne sermektedir.
MB, Apple’ın sık kullandığı polikarbonat tabanlı bir termoplastik malzemeden yapılmış bir kasaya sahiptir. Beyaz MB tıpkı iBook ve iPod’da olduğu gibi parlak bir görüntü sunar. Siyah model ise mattır ve ışığı yansıtmayacak şekilde tasarlanmıştır. İki model de geniş ekran nedeniyle ince uzun bir yapıya sahiptir. 13.3” ekranı MB’u mükemmel bir taşınabilir bilgisayar yapar. Ayrıca ekran glossy screen denilen günümüzde birçok PC laptop üreticisinin kullandığı parlak bir kaplamaya sahiptir.
MB’u diğer laptoplardan ayıran önemli bir özellik klavye tasarımındadır. Klavye tuşları arasında 5 mm'lik açıklıklar vardır ve tuşların her biri kasaya bağlıdır. Eski modellerde tuş takımı tümüyle çıkarılabilirken yeni modelde tüm tuşların tek tek yerinden sökülmesi gerekir.
MB diğer Apple laptoplarından farklı olarak paylaşımlı dahili bir GPU kullanır. iBook’da kullanılan ATI GPU yerine MB’de Intel GMA 950 kullanılmıştır. Apple MB’u giriş seviyesi kullanıcıları için ucuz bir Mac olarak tasarlamıştır. GMA 950 2B uygulamalarda gayet yeterli bir performans sağlarken, 3B uygulamala oyunlarda harici ekran kartının eksikliğini hissettirmektedir. Apple harici ekran kartını giriş seviye ile pro modeller arasındaki verim sınırı olarak belirlemektedir.
MacBook, kullanıcıya diğer taşınabilir Mac modellerinde daha fazla yükseltme olanağı sunmaktadır. Özellikle sabit diskin değiştirilebilmesi birçok kullanıcıyı memnun etmiştir. RAM’in değiştirilmesi de yeni model de oldukça kolaylaştırılmıştır. Tek yapılması gereken pili çıkarıp üç vidayla yerine sabitlenmiş olan koruma şeridini sökmek. Böylece RAM ve sabit diski kolayca yerinden çıkarıp yenileri yerleştirilebilir.
MacBook kullanıcılarının bugüne kadar karşılaştıkları sorunlardan bazıları şöyle;
Bazı kullanıcılar MB’den gelen uğultu sesinden oldukça rahatsız olduklarını dile getirmişlerdi. Ancak bu sorun 2. parti üretilen MB’lerda pek görülmedi.
Yüksek sıcaklık değerleri MB kullanıcılarını oldukça korkutmaktadır. MB işlemci ihtiyacı yüksek uygulamalarda kullanıcıları oldukça rahatsız eden sıcaklıklara ulaşmaktadır.
Bileklerin temas ettiği kısımlarda sararmalar meydana gelmektedir. Ancak özellikle Türkiye'ye gelen partide bu durum gözlenmemiştir.
Ayrıca Siyah MB kullanıcıları.codice_1
Bunların dışında bir tasarım sorunu olmasa da kullanıcılar yeni glossy ekranlar konusunda ikiye bölündüler. Ekranların yansıtma oranının çok fazla olması nedeniyle yüksek ışıklı ortamlarda kullanıcılar yansımalardan oldukça rahatsız olduklarını dile getirdiler. Diğer taraftan bu ekranlarda renkler çok daha canlı gözükmekte ve yanal görüş açısı mat ekranlardan daha fazladır.
Apple, 9 Mart 2015 tarihinde bir etkinlik düzenlemiş, bu etkinlikte Apple Watch'u tanıtmanın yanında, yeni MacBook modelini de tanıtmıştır. Bu modelde isim "Pro" veya "Air" gibi bir ek almamış, sadece "MacBook" olarak kalmıştır. Genelde "Yeni MacBook" olarak anılır. Bu MacBook'ta 3 renk seçeneği bulunmaktadır. Bunlar "Uzay Grisi", "Gümüş" ve "Altın"dır. Bu MacBook diğer MacBook modellerine göre çok daha ince ve hafiftir. Yeni TrackPad'de Apple Watch'ta yer alan Force Touch özelliği de bulunmaktadır. Ekranı 12 inç ve Retina teknolojisine sahiptir. Pil ömrü 9 saattir. Ayrıca fan da bulunmamaktadır. Bu MacBook'ta sadece 1 adet USB-C portu ve 1 adet kulaklık portu bulunmaktadır. Bunun içi |
n çoğaltıcı HUB'lar yapılmış ve piyasaya sürülmüştür. 256 GB ve 512 GB olmak üzere 2 seçeneği vardır. Bunların her ikisinde de 8 GB RAM bulunmaktadır.
Birim kök
Zaman serisi modellerinde, otoregresif bir ekonometrik modelde formula_1 denklemi için formula_2 ise birim kökün varlığından söz edilir. Bu denklemde formula_3, ilgili değişkenin t zamanındaki değerini ifade etmektedir.formula_4, ise değişkenin bir önceki dönemde aldığı değeri ifade etmektedir. Denklemde a terimini ihmal ederek formula_4 içeren ifadeyi sol tarafa atarsak, formula_6 ifadesini elde ederiz. b'nin bir olduğu durumda değişkenin iki dönem arasındaki değeri sağ tarafta kalan rassal bir terime eşit demektir. Bu ise birim kökün varlığı sebebiyle serinin rassal bir sürecin etkisinde olduğunu ifade eder. Serinin dönemler arası değişimi tesadüfi olduğu için uzun dönemde varyansı kovaryansı ve ortalaması sabit olmayacaktır. Dolayısıyla birim kök içeren bir serinin durağan olmadığı söylenir.
Eğer formula_7 ise ve hata terimi "beyaz gürültü(white noise)" ise seri durağandır.
formula_1 burada b=1 seride birim kök vardır ki, birim kök kavramı da bu eşitlikten ileri gelir. formula_1 denkleminde gecikmeli terimin sola atılması durumunda oluşacak terim delta Yt dir ki buna da Y nin birinci dereceden farkı denir. Bu denklemde yapılması gereken Yt yerine Y1 Yt-1 yerine de Y0 ın konulmasıdır. Bir sonraki aşamada Y2=Y1+e2=Y0+e1+e2 olacaktır ve Yt dööneminde elimizde
Yt=Y0+e1+e2+..+et denklemi olacaktır. Bu da sürekli artan durağan olmayan bir seridir.
Dickey Fuller testi
Dickey Fuller testi istatistikte bir zaman serisinin birim kök içerip içermediğini test etmeye yarayan bir işlemdir. D. A. Dickey ve W. A. Fuller tarafından 1970'li yıllarda geliştirilmiştir.
Basit bir birinci dereceden otoregresif modelde: formula_1 (formula_1 gözlenen değer, t zaman endeksi olmak üzere) formula_3 iken, formula_4 olduğu gösterilibiliyorsa birim kökün varlığından söz edilir.
Regresyon modeli formula_5 olarak yazılır. Burada formula_6, 1. fark operatörünü temsil eder. Bu model tahmin edildikten sonra formula_70 hipotezi test edilebilir. formula_70 olduğunda dönemler arasındaki değişim rassal bir değişkene bağlı olacağından, boş hipotez birim kök vardır şeklinde de algılanabilir. Yalnız, bu test, ham veri üzerinde değil de artık terimler üzerinde uygulandığından standart t dağılımı ve t istatistiği değil, kritik değerlerini Dickey Fuller tablosu denilen özel bir tablodan alan formula_9 istatistiği kullanılır.
İngilizce Wikipedia
Dickey, D.A. and W.A. Fuller (1979), “Distribution of the Estimators for Autoregressive Time Series with a Unit Root,” "Journal of the American Statistical Association", 74, p. 427–431.
Charles Francis Richter
Charles Francis Richter (26 Nisan 1900 - 30 Eylül 1985), ABD'li sismolog ve fizikçi.
Richter, 1979 yılında moment büyüklüğü ölçek geliştirilmesine kadar, depremlerin büyüklüğünün ölçülebilirliğini savunmuştur ve Richter ölçeği yaratıcısı olarak ünlüdür. Sığ ve derin depremleri ölçmek için Japon bilim adamı Kiyoo Wadati'nin 1928 yılındaki depremleri ölçmek için geliştirdiği çalışmalardan esinlenerek geliştirmiştir. Richter ilk olarak Beno Gutenberg ile iş birliği yaparak 1935 yılında geliştirdiği ölçeği kullanır. Aynı zamanda Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde çalıştı.
Richter, Ohio-Overpeck'da doğdu. O çok küçükken anne ve babası (Fred W. Kinsinger ve Lillian Anna Richter) boşandı. 1909 yılında Kaliforniya'ya taşınan annesi ve dedesi ile büyümüştür. Stanford Üniversitesi'ne girdi ve 1920 yılında lisans derecesini aldı. 1928 yılında, Washington Carnegie Enstitüsü'nde bir pozisyon teklif edildi fakat o Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde kuramsal fizik alanında doktorasının üzerinde çalışmaya başladı. Bu noktada, o sismoloji’ye (deprem ve onlar yeryüzünde üretmek dalgaların çalışma) hayran oldu. Bundan sonra, Beno Gutenberg başkanlığında, Pasadena şehrinde sismoloji alanında yeni bir Laboratuvarı açarak çalışmalarına orada devam etti. 1932 yılında, Richter ve Gutenberg, deprem kaynakları göreli boyutlarını ölçmek için standart bir ölçek geliştirdi. Richter ölçeğine adını verdi (1937). 1952 yılında Profosör olarak Kaliforniya Üniversitesinde hayatının geri kalanına devam etti.
Hollywood kara listesi
Hollywood kara listesi 1940-1950 arası yıllarda aralarında yaşamlarının bazı
noktalarında komünist partiye üye olanların da olduğu, Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından komünist aktivite sebebiyle soruştululan senarist, oyuncu ve yönetmen topluluğudur.
10 yazar ve yönetmenin, Amerikan Federal yasalarına aykırı olarak ifade vermeyi reddetmelerini ileri sürülerek Wardolf Raporu olarak tanınan bir Hollywood kara listesi politikası Amerikan Filmciler Cemiyeti (MPAA) tarafından uygulandı.
Valör
Valör, faiz hesaplamasına başlangıç oluşturan tarihtir. Kredi hesaplarına alacak geçen hareketler için işlemin yapıldığı günü takip eden ilk iş günüdür. Borç geçen işlemler için valör, işlemin yapıldığı gündür.
Şehremaneti
Şehremaneti, Osmanlı İmparatorluğu'nda, bugünkü belediye zabıtası görevini yapan, şehrin temizlik ve güzelliğiyle ilgilenen yerel yönetim. Bugünkü belediyenin Türkiye'de kurulan ilk biçimidir.
Mezopotamya mitolojisi
Mezopotamya mitolojisi (İngilizce Ancient Mesopotamian religion), Sümerlerin dini evrendeki güç, nesne ve varlıkları temsil eden Antropomorfik tanrı ve tanrıçalar içerirdi. Sümerlerin inanışına göre insanlar başta tanrılar tarafından hizmetçi, köle olarak yaratılmış fakat daha sonra özgürleştirilmiştirler.
Mezopotamya dini yaklaşık olarak MÖ 400'lerde yok olmasına rağmen modern dünyada birçok Yahudilik, Hıristiyanlık İslam ve Mandaizm de de tekrarlanan birçok Tevrat hikâyelerinin ana kaynağının Mezopotamya mitolojisi olması dolayısıyla güncel etkilere sahiptir. Özellikle yaratılış mitolojisi, Aden bahçesi, tufan, Babil kulesi, Nemrut ve Lilith figürleri bu konuda en net örnekleri oluşturur. (bkz. Gılgamış destanı)
Sümer kökenli tanrı ve tanrıçalar daha sonra gelen Mezopotamya dinlerince benimsenmiştir. Kuşkusuz bu sadece dini ve mitolojik anlamda gerçekleşmemiştir; Sümer kültür ve yaşayış tarzı da aynı din ve mitoloji gibi daha sonra iktidara gelen Akad, Asur ve Babillilerce benimsenmiştir. Ayrıca farklı kültürlerin din ve mitolojilerinde de bazı benzerliklere rastlanır: Yunan mitolojisi ve Anadolu mitolojisi gibi. Mezopotamya mitolojisi Sümer temelli olmakla beraber Mezopotamya'nın aldığı sürekli ve yoğun göç ile birçok farklı kavmin inanç ve kültüründen etkilenmiştir.
Mezopotamya'da ilk yerleşim birimlerinden beri "kent-kültürü" büyük bir öneme sahip olmuştur. Çoğunlukla bir önemli tanrının tapınağı bir kentte olurdu ve o kent o tanrıya tapımın ana merkezi olurdu. Bu kentlerin içinde en çok öne çıkanı Nippur olmuştur, zira Nippur'da ana tapınağı bulunan tanrı Enlil'dir ki Enlil erken dönem hariç, farklı hanedanlar boyunca Mezopotamya'nın baş tanrısı olarak tapınılmış bir tanrıdır. Kentler ve sahip oldukları tapınaklar olarak şunlar belirtilebilir:
Meclis Araştırması
Meclis Araştırması, belli bir konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bilgi edinmek için yapılan incelemedir. TBMM, bu faaliyetini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 98'inci ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün 104 ve 105'inci maddelerine göre yürütür.
Meclis araştırmasının konusunu, TBMM'nin yasa ile düzenleme yapabileceği alanlar ile Hükümetin faaliyetleri oluşturur.(Erdal Onar, "Meclis araştırması", Ankara, 1977). Meclis araştırmasının sınırları genel olarak şu başlıklarda toplanmıştır:
a. Devlet sırları
b. Ticari sırlar
c. Bir davadaki yargı yetkisinin kullanılması
d. Özel hayat
Barak Türkmenleri
Barak Türkmenleri ya da Baraklar, Oğuzların sağ kolu Bozoklardan Yıldızhanoğullarına bağlı Beğdilli boyu içerisinde yer alan oymaklardan biridir.
1100'lü yıllarda Firuz Beğ'in önderliğinde Anadolu'ya gelen Baraklar önce Yozgat yöresinde yurt tuttular, fakat devletle araları açılınca Antep'e sürüldüler. Antep'in bulunduğu platonun güneyindeki Tilbaşar yaylasına yerleştiler. Bu coğrafi bölge doğuda Fırat'a (Culap suyuna), batıda Nur Dağları'na, güney ve güneybatıda Halep ve Amik Ovası'na kadar uzanır.
Antep'te kalan Barakların yaklaşık dörtte üçlük bölümü Padişah II. Süleyman döneminde bölgedeki devşirme unsurlarla sürekli kavga edip bunların tarlalarını ve evlerini yaktıkları gerekçesiyle Rakka'ya sürüldü. Bu sürgün olayının 1690'lı yılların sonunda gerçekleştiği ifade edilebilir.
Baraklar günümüzde İran topraklarındaki Horasan şehrinde yaşamaktadırlar. Horasan'dan 84.000 hane göç etmiştir. Gaziantep ilinin İslahiye, Karkamış, Nizip, Oğuzeli (Yüzlerce köyleri vardır), Kilis ilinin elbeyli ilçesi ve yavuzlu beldesi gibi Şanlıurfa ilinin Birecik ilçesinin Hobap köyü ile Halfeti ilçesi merkezi, Arğıl kasabası ile ilçeye bağlı Keferbek, Bilasur, Ayni, Aram, Areh ve Cibin köyleri halkını da kapsar. Ayrıca Kırıkkale'de (Baraklı Köyü/Delice) ve (Barak Köyü/Keskin), Yozgat'ta,Niğde'de (Barak Köyü ve Yakacık Köyü/Altunhisar), Çorum'da (Barak Köyü/Bayat), Nevşehir'de (Aşağıbarak Köyü/Hacıbektaş), Trabzon'da(Bozdoğan/Akçaabat) Afyon (Sandıklı) Çankırı(boyalca(eski ad) Esentepe mah.gibi Anadolu'nun değişik yerlerinde ve Suriye'nin 81 köyünde yaşamaktadırlar. Zengin bir sözlü kültüre sahiptirler.
Kültürlerinde kendi adlarıyla anılan Barak uzun havaları önemli yer tutar. Bu uzunhavalarda kendilerine ait bütün bilgileri sözlü olarak sonraki kuşaklara ulaştırmışlardır. Ünlü ozanları Dedemoğlu, Kılınçoğlu ve Garip'tir. Arap ve Kürtlerle iç içe yaşamışlardır, Dedemoğlu'nun bir deyişinde "Ömrümde sevmezdim Arapı, Kürdü, geldi çadırını dibime kurdu" şeklindeki sözleri bu durumu açıklamaktadır.
Ekibastuz-Kokshetau iletim hattı
Ekibastuz-Kokshetau iletim hattı, dünyanın en yüksek DC (doğru akım) gerilim değerine(1150 KV) sahip enerji iletim hattıdır. 1101 numaralı bu hat 432 km boyunca ilerleyerek Kazakistan`ın Ekibastusz (Pavlodar bölgesi) şehrini Kokshetau şehrine bağlar. İletkenlerinin ortalama ağirlı |
ğı 50 ton, hattın ortalama yüksekliği ise 60 metredir.
Ekran görüntüsü
Ekran yakalama görüntüsü (İngilizce ""), çeşitli programlar vasıtası ile ekranda o andaki görüntünün anlık fotoğrafının çekilmesidir. Görüntü yakalama film ve benzeri hareketli görüntülerden gerçekleştirilebilir. Ancak aynı zamanda ekranın video çıkışını kesen bir kamera veya bir cihaz tarafından yapılan bir yakalama olabilir. Çeşitli programlar vasıtası ile yapılabilir (örn. Camtasia vb.) Görüntü o andaki bilgisayar ekranındaki resminin kaydedilmesi için print screen klavye tuşu ile de yapılabilir. Herhangi bir anda bu tuşa basılıp daha sonra Windows işletim sisteminde bulunan paint veya word gibi bir programda resim dosyası olarak düzen yapıştır menüsünden eklenerek kullanılabilir.
1980'lerde, bilgisayar işletim sistemleri genel olarak ekran görüntülerini yakalamak için yerleşik bir işlevsellik sağlamadı. Bazen salt metin ekranlar bir metin dosyasına atılabilir, ancak sonuç görüntünü değil, yalnızca ekranın içeriğini yakalar, grafik ekranları bu yolla korunabilir olmazdı. Bazı sistemlerde, ekran verisinin depolandığı bellek alanını yakalamak için kullanılabilecek bir BSAVE komutu vardı, ancak bu, bir BASIC komut istemine erişmek zorundaydı. Kompozit video çıkışı olan sistemler bir VCR'ye bağlanabilir ve tüm ekran klavyeleri bu şekilde korunmuş olabilir. Kompozit video çıkışı olan sistemler bir VCR'ye bağlanabilir ve screencastlar bu şekilde korunmuş olabilir. Ekran ve takım lensi arasında uzun yansıtma önleyici bir kaputun yanı sıra kamera için bir yakın plan objektifi bulunan standart (film) kameralar için ekran görüntüleri kitleri mevcuttu. Instant film, anlık sonuçlar ve Polaroid fotoğraf makinelerinin yakın odaklama yeteneğinden dolayı ekran görüntülerini çekmek için popülerdi. 1988'de Polaroid, CRT (Katot ışın tüpü) ekranların 4x3 en-boy oranına daha uygun olan 9.2 x 7.3 görüntü boyutuyla Spectra filmi tanıttı.
Ekran görüntüleri, bir programı, bir kullanıcının yaşadığı belirli bir sorunu veya genelde ekran çıktısını başkalarına gösterilmesi veya arşivlenmesi gerektiğinde göstermek için kullanılabilir. Örneğin, bir ekran görüntüsüne e-postayla gönderildikten sonra, bir Web sayfası yazarı sayfalarının farklı bir Web tarayıcısında nasıl göründüğünü görmekten şaşabilir ve düzeltici önlem alabilir.
Ekran görüntüsü desteği, Android sürüm 4.0'da (Android Ice Cream Sandwich) eklendi. Farklı model akıllı telefon ve tablet bilgisayarlarda ekran görüntüsü işlevselliğini aşağıdaki kombinasyonlardan biriyle destekledi:
Ekran Görüntüleri, + düğmesine basarak (örn. Sony Xperia) alınabilir ve kısa bir ses ve görsel efektle galerideki "Ekran görüntüsü" klasörüne kaydedilir. Modifiye Android kullanan bazı cihazlarda; Düğme kombinasyonu ve saklama konumu değişebilir.
Sistemli olmayan uygulamalarda ekran görüntülerini programlı olarak almanın doğrudan bir yolu yoktur. Ancak, çoğu cihazda uygulamalar, özel izinler olmaksızın sistem ekran görüntüsü işlevselliğini kullanabilir.
Amazon Kindle cihazlarında bir ekran görüntüsü alabilir:
Chromebook'ta ve Chrome OS klavye düzenine sahip ilgili cihazlarda, standart bir klavyede + 'e eşdeğer basıldığında ekranın tamamı çekilir ve + + 'in eşdeğeri, farenin ekranın özel bir bölümünü yakalamak için bir dikdörtgen seçme aracı haline getirir.
open webOS'un ekran görüntüleri alınabilir. WebOS telefonları için, aynı anda + + tuşlarına basın. HP Touchpad için Home Key + Power tuşlarına basın. Her iki durumda da, ekran görüntüleri "Fotoğraflar" uygulamasındaki "Ekran görüntüleri" klasörüne kaydedilecek.
Ana Ekran düğmesine ve Kilit düğmesine aynı anda basarak iOS'ta bir ekran görüntüsü çekilebilir; Ekran yanıp sönecek ve resim kamerada bir kamera varsa "Kamera Döndürme" veya cihazda yoksa "Kayıtlı Fotoğraflar" içerisinde JPG formatında saklanacaktır. Ekran görüntüsü özelliği iOS 2.0 ve sonrası ile kullanılabilir.
KDE veya GNOME'da, PrtScr anahtar davranışı Windows'a oldukça benzer. Buna ek olarak, aşağıdaki ekran görüntüleme yardımcı programları Linux dağıtımı ile birlikte verilir:
OS X'te, bir kullanıcı + + tuşlarına veya ekranın seçilen bir bölümüne + + tuşlarına basarak tüm ekranın ekran görüntüsünü alabilir. Bu ekran görüntüsü, bir PNG dosyası ile kullanıcının masaüstüne kaydedilir. Kullanıcı Ctrl tuşunu basılı tutarak ya Ctrl tuşunu basılı tutarsa ekran görüntüsü yerine panoya kopyalanır. Mac OS X Panther ile başlayarak, etkin bir uygulama penceresinin bir ekran görüntüsü oluşturmak mümkündür. Boşluk tuşuna basarak + + 'ü izleyerek, çapraz saç imleci küçük bir kamera simgesine dönüşür. İmlecin altındaki geçerli pencere vurgulanır ve fare veya izleme dörtgenine tıklama, vurgulanan tüm öğenin ekran görüntüsünü alır (ekran dışı parçalar veya diğer pencereler tarafından kapsanır). Grab adı verilen bir uygulama, 10 saniye sonra seçilen bir alanı, bir bütün pencereyi, tüm ekranı veya tüm ekranı yakalar ve ekran görüntüsünü panoya kopyalamaya veya bir TIFF olarak kaydetmeye hazır bir pencerede açar. Ayrıca öngörülen Önizleme uygulaması, Kepçe ile aynı yakalama seçeneklerine sahiptir, ancak yakalanan görüntüyü hemen yeni bir pencerede açar. Ekran uygulamasını yakalamak ve dosyalara kaydetmek için Terminal uygulamasından veya kabuk komut dosyalarında "screencapture" (/ usr / sbin / screencapture'da bulunur) adlı bir kabuk yardımcı programı kullanılabilir. Ekran görüntüsünün dosya biçimini seçmek, ekran görüntüsünün nasıl yakalanacağını, sesler çalınma vb. Çeşitli seçenekler mevcuttur. Bu yardımcı program yalnızca Mac OS X geliştirici araçları yüklendiğinde kullanılabilir. Bir kullanıcı Apple DVD Oynatıcısı çalışırken ekranı yakalayamaz.
Maemo 5'te bir ekran görüntüsü aynı anda + + tuşlarına basarak alınabilir. Ekran görüntüleri, dahili bellekteki "Images / Screenshots" bölümünde "Screenshot-YYYYMMDD-HHMMSS.png" olarak kaydedilecektir.
Windows'ta, + yalnızca etkin pencereyi yakalarken, 'ye basmak tüm masaüstünün bir ekran görüntüsünü yakalar. Yakalanan ekran görüntüleri fare imlecini içermez. Windows, yakalanan bu ekran görüntülerini panoya yerleştirir, bu da ek bir programın bunları panodan alması gerektiğini gösterir. Bununla birlikte, Windows 8'den başlayarak, + veya + hemen ekran resmini "Pictures" kitaplığındaki "Screenshots" klasörüne kaydeder. Tüm ekran görüntüleri Portable Network Graphics dosyaları olarak kaydedilir. Windows Vista ve sonraki sürümleri, önce Windows XP Tablet PC Edition'da tanıtılan Ekran Alıntısı Aracı adlı bir yardımcı programı içerir. Bir pencerenin, dikdörtgen alanın veya serbest biçimli alanın ekran görüntüsünü ("kenarlar") çekmeyi sağlayan bir ekran yakalama aracıdır. Windows 10'dan başlayarak, Ekran Alıntısı Aracı, bağlam menülerini yakalamak için yararlı olan zaman geciktirme işlevselliğini kazandı. Keskin nişanlar daha sonra açıklama eklenebilir, bir resim dosyası veya bir HTML sayfası olarak kaydedilebilir veya e-postayla gönderilebilir. Bununla birlikte, tablet olmayan XP sürümleriyle çalışmaz, ancak XP uyumlu bir eşdeğerini temsil eder. Windows 7 ve sonrası, sorun giderme platformlarının bir parçası olan Problem Step Recorder'i da içeriyor; sorun giderme platformları, başlatıldıktan sonra fare tıklamalarıyla ekran görüntüsünü otomatik olarak yakalar. Bu yöntemle neyin alınabileceğine dair istisnalar vardır. Örneğin, donanım yer paylaşımı içeriği yakalanmaz. Bu, Windows Media Audio 10 veya önceki sürümünün oynadığı video görüntülerini içerir. Bu nedenle, video oyunlarının ekranlarını yakalamak için özel bir yazılım gerekebilir.
Windows Phone 8'de, telefonun Güç düğmesini ve Başlat düğmesini basılı tutarak ekran görüntüleri alınabilir. Ekran görüntüleri telefonun ana ekran çözünürlüğünde Fotoğraflar merkezindeki "ekran görüntüleri" altında saklanır. Ekran görüntüsü işlevselliği yalnızca Windows Phone 8 veya daha üst sürümü için kullanılabilir. Windows Phone 8.1 ve sonraki sürümleri için ekran görüntüsü bileşimi, telefonun Güç düğmesi ve Sesi Açma düğmesidir.
Mart 2015 itibarıyla bir Xbox One, Xbox düğmesine çift basarak bir ekran görüntüsü alabilir. Ardından Y düğmesine basarak kaydedir. Bu eylem için eşdeğer ses komutu "Xbox, bir ekran görüntüsü al"dır.
Windows sistemlerinde, oyunların ve medya oynatıcıların ekran görüntüleri bazen başarısız olur ve boş bir dikdörtgen olur. Bunun nedeni, grafiklerin normal ekranı atlaması ve donanım kaplaması olarak adlandırılan bir yöntem kullanarak ekran kartı üzerindeki yüksek hızlı bir grafik işlemcisine geçmesidir. Genel durumlarda, hesaplanan görüntüyü grafik kartından çıkarmanın hiçbir yolu yoktur, ancak yazılım özel durumlarda veya belirli ekran kartları için mevcut olabilir. Genelleştirilmiş, hesaplanmış, görüntülenecek grafik kartından çıkarmak hiçbir yolu yoktur, ancak özel özel veya firma ekran kartları için mevcut olabilir. Pek çok bilgisayarın donanım kaplaması yok olduğundan, çoğu program bunun olmadan çalışacak şekilde inşa edilir, biraz daha yavaştır. Windows XP'de, Görüntü Özellikleri menüsünü açıp "Ayarlar" sekmesini tıklatıp "Gelişmiş", "Sorun Giderme" ve Donanım Hızlandırma Kaydırıcısını "Yok" a tıklatarak devre dışı bırakılır. Ücretsiz yazılım medya oynatıcıları da bindirmeyi kullanabilir, ama çoğu zaman bunu önlemek için ya da ekran fonksiyonları adamış bir ayar olabilir.
Bazı ekran yakalama programlarının ekran kayıt özelliği, talimatlar ve sunular oluşturmak için zamandan tasarruf sağlayan bir yöntemdir, ancak ortaya çıkan dosyalar genellikle büyüktür. Video kayıtlarında sık görülen bir problem, düşük kare hızından (Saniyelik görüntü sayısı) dolayı sorunsuz akmak yerine atlar. Her zamankinden daha hızlı olmasına rağmen, sıradan bilgisayarlar videoları oynatacak ve aynı anda 30 kare / sn'lik profesyonel çerçeve hızlarında yakalayacak kadar hızlı değil. Çoğu durumda, yüksek kare hızlarına gerek yoktur. Masaüstü videoyu basitçe yakalamak, video oynatma işleminden çok daha az işlem gücü gerektiriyorsa, bu genellikle bir sorun oluşturmaz ve 30 çerçeve / s'de yakalanması çok mümkündür. Tabii ki bu, masaüstü çözünürl |
üğüne, yakalanan uygulamaya yönelik işleme gereksinimlerine ve diğer birçok faktöre bağlı olarak değişir.
Bazı şirketler ekran görüntülerinin, programında telif hakkı ihlali olduğuna inanmaktadır; çünkü yazılım için oluşturulan widget'ların ve diğer sanatın türev bir çalışmasıdır. Telif hakkı ne olursa olsun, ekran görüntüleri yine de ABD'de adil kullanım ilkesi kapsamında yasal olarak veya diğer ülkelerdeki adil ticaret ve benzeri yasalar kapsamında kullanılabilir.
Süleymanlı, Onikişubat
Süleymanlı, Kahramanmaraş ilinin Onikişubat ilçesine bağlı bir mahalledir.
Maraş'ın batısında, Ceyhan nehri ile Göksun çayı arasında ve yüksek dağlar arasında dar bir vadi içindeki Zeytun çayı üzerinde kurulmuş eski bir yerleşim merkezidir. Bölgenin yüzeyi suyu bol ve şiddetli akışa malik birçok dereler ile kesildiği için çok girintili ve çıkıntılı bir yapısı vardır. Bu nedenle evler dik yamaçlara yaslanmış düzensiz bir görünüm arz etmiştir.
Süleymanlı'nın eski adı "Zeytun" idi. (Arapça "Zeytin" diye geçmektedir.) Bu ad, Cumhuriyet döneminde, Zeytun Ermeni Fedai Alayıyla savaşırken ölen Maraş Jandarma Bölük Komutanı Binbaşı Süleyman Bey'in ismine izafeten değiştirilmiştir.
Uzun süre Ermenilerin yaşadığı bu belde 1923-1924 yıllarında Yunanistan'ın Selanik ilinin Ayvalık ve Karaferya kasabalarından mübadele ile gelen Türkleri barındırmaktadır. 700 yillik tarihi olan köy sayili tarihi eserleriyle göz doldurmaktadır. Selçuklular döneminden kaldığı tahmin edilen çeşme (soğuk çeşme) ve kanlı köprü ile tarihi hamam bulunmaktadır.
Mahallenin gelenek görenek ve yemekleri hakkında: Yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen hala batı Trakya gelenekleri gösteren köy halkı yemeklerde de hamur işlerini tercih etmektedir.
Kahramanmaraş merkezinin kuzeyinde 69 km uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Bozulmuş Akdeniz iklimi görülmektedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. İş alanı olmayan köy, hızla dışarıya göç vermektedir. Üzüm bağları meşhur ve çoktur.
Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi var kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur Sağlık ocağı ve sağlık evi vardir. Mahalleye ayrıca ulaşımı sağlayan 69 km. yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Ayrıca AVEA ile mahallenin her yerinde görüşme yapılabilmektedir.
Süleyman Efendi (Maraş)
Süleyman Efendi, (d. ? Osmanlı İmparatorluğu - ö. 25 Mart 1914, Süleymanlı, Kahramanmaraş) Türk nâib ve asker.
Maraş Jandarma Bölük Komutanlığı görevi esnasında, Zeytun İsyanı nedeniyle bölgeye sevk edilen Maraş Jandarma Bölük Komutanı Süleyman Efendi komutasındaki askeri birlik ile Zeytun Fedai Alayı adlı Ermeni çetecilerin kurduğu örgüt arasında, 25 Mart 1915 günü sabahtan akşama kadar süren çarpışma sonucunda 8 kişiyle beraber öldü. Daha sonra hatırasına saygı amacıyla Süleyman Efendi'nin anısına Zeytun'a Süleymanlı adı verilmiştir.
1895 yılının Temmuz ayında, iki asker Nâib Süleyman Efendi tarafından istenen bir suçluyu Zeytun Hükümet Konağı'na getirirken Zeytun'daki isyancı Ermeniler bu askerlere saldırdılar. Saldırı sonucunda 2 asker hayatını kaybetti.
Erich von Falkenhayn
Erich von Falkenhayn (11 Eylül 1861, Burg Belchau, Batı Prusya - 8 Nisan 1922, Schloss Lindstedt, Brandenburg), Alman general ve Osmanlı mareşali.
Prusya Eyaleti'nde Graudenz yakınındaki Burg Belchau'da doğdu. 1896 ve 1903 yılları arasında Çin'deki Qing hanedanı'nda hizmet etti ve Boxer Ayaklanması sırasında aktif görevde bulundu. Daha sonra, askeri kariyerinde giderek artan rütbesiyle, sırasıyla Brunswick, Metz ve Magdeburg'a gönderildi. 1913 yılında, Prusya Savaş Bakanı oldu.
14 Eylül 1914 tarihinde I. Marne Muharebesi sonrasında Alman Ordusu Genelkurmay Başkanı olarak Helmuth Johann Ludwig von Moltke'nin yerine getirildi.
I. Dünya Savaşı'nın başında Prusya Devleti Harbiye Nazırlığı ve daha sonra Almanya Genelkurmay başkanlığı yapmış, Genelkurmay Başkanlığı sırasında Verdun Savaşını kaybetmiştir. Falkenhayn ardından Transilvanya Dokuzuncu Ordu komutasını devraldı ve Ağustos ayında August von Mackensen ile Romanya'ya karşı ortak bir saldırı başlattı. Falkenhayn'ın güçleri dört ay'dan az bir süre içinde Romanya'nın başkenti Bükreş'i ele geçirdi.
Bu başarının ardından sonra da Türk-Filistin askeri komutasını almak için 7 Mayıs 1917 tarihinde İstanbul'a geldi. Suriye ve Irak'ta bir inceleme yaptıktan sonra görevi kabul ettiğini hükümetine bildirdi. Almanya İmparatoru II. Wilhelm, 5 Haziran 1917'de General Erich von Falkenhayn'ın Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına tayinine ait kararı imzaladı. Osmanlı Ordusu'nda göreve başlayınca Müşir rütbesine terfi ettirildi.
Mayıs 1917'den itibaren Falkenhayn'a ayda 200.000 Türk altını tahsis eden Almanya, Yıldırım Harekatı için 5 milyon altın lira harcamaya hazırdı. Tabii bütün bu paralar Türkiye'nin hesabına borç olarak yazılıyordu. Almanya'nın gelecekteki emperyalist çıkarlarına hizmet etmek üzere gönderilen bu altınlardan bir kısmını Mustafa Kemal Paşa'yı yanında tutmak amacıyla ona gönderdi. Fakat Mustafa Kemal Paşa bu altınları bağlı bulunduğu ordunun kayıtları altına aldırdı ve bunları iaşe giderlerinde kullanmak üzere teslim etti. General Falkenhayn'ın emrinden çıktığında ise karşılıklı imzaladıkları tutanağı geri istedi ve ona bu yolla verdiği rüşveti belgeletmiş oldu.
Aralık 1917'de Kudüs'ün alınmasında başarısız oldu ve görevinden alındı. Şubat 1918'de, Belarus'taki Onuncu Ordu komutanı oldu.
1919 yılında ordudan emekli oldu ve malikanesine çekildi. Burada çok sayıda savaş, strateji kitapları ve otobiyografisini yazdı. Savaş anıları "Genel Merkezde Kritik Kararlar" olarak İngilizceye tercüme edildi.
1922 yılında Potsdam yakınlarındaki Schloss Lindstedt'de öldü.
Yunanistan Türkleri
Yunanistan'da yaşayan Türk azınlıkları şunlardır:
Günümüzde Yunan vatandaşlık hakkını kaybetmiş ve Lozan Mübadelesi ile tüm bireylerinin Türkiye'ye göçe zorlandığı bazı önemli Türk topluluklar şunlardır;
Ege Adaları'nın silahlandırılması
Ege Adaları'nın silahlandırılması, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması ve 1947 yılında imzalanan Paris Antlaşması gereğince Yunanistan tarafından Limni, Semadirek ve Doğu Ege Adaları (Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya) ile On İki Ada'da (Stompalya, Rodos, Kalki, Skarpanto, Kasas, Piskopis, Misiros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Sömbeki, İstanköy ve bağlantısı olan adalar ile Meis Adası) Kolluk Kuvvetleri dışında silahlı kuvvet bulundurulmaması ve tahkimat yapılmaması hükme bağlandı.
1960 sonrasında Ege Denizi üzerindeki adalarda taraflar arasında egemenlik, denetim ve güvenliği sağlamaya yönelik anlaşmazlık başladı. Yunanistan, askeri amaçlarla da kullanılabilecek havalimanı ve diğer tesislerin ilkini 1952'de Leros adasında kurdu. Türkiye de buna karşı tepki olarak Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra karargâhı İzmir olmak üzere Ege Ordusu'nu kurdu. Karşılıklı hamlelerden sonra silahlandırma hız kazandı.
Uluslararası antlaşmalar, bu adaları üç kategoriye ayırmaktadır:
Yunanistan'a göre, antlaşmalar yapıldığı sıradaki koşullar köklü biçimde değişmiştir (rebus sic stantibus), dolayısıyla adalar üzerindeki sınırlama ortadan kalkmıştır. (Ayrıca Boğazları silahtan arındıran Boğazlar rejimini düzenleyen Lozan Sözleşmesi'nin yerine 1936 Montreux Antlaşması geçmiş ve Boğazlar tekrar silahlandırılmıştır. 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi tamamen sona ermiştir. Boğazlar tekrar silahlandırıldığı için, bu sistemin bir parçası olan adalar da silahlandırılabilir. Türkiye'ye göre ise Montreux'den Boğaz-önü adalarının silahlandırılabileceği şeklinde bir anlam çıkarılamayacağı, çıkarılsa bile, Lozan Antlaşması'nın 12. maddesi vardır. Bu madde, anılan adaların 1914'te silahsızlandırıldığını doğrulamaktadır. Yunanistan, ayrıca, Türkiye'nin 1947 Paris Antlaşması'na taraf olmadığını, bu nedenle de hak ve yükümlülükler doğurmadığını iddia etmektedir. Türkiye ise, her ne kadar taraf olmasa da, Paris Antlaşması'nın bir "objektif statü" yarattığını, bu nedenle de kendisini ilgilendirdiğini belirtmektedir.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti
İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği) Damat Ferit Paşa ve Sait Molla gibi üyeleri bünyesinde bulundurmuş ve hararetli bir şekilde İngiliz Mandasını savunan Türk millî varlığına düşman cemiyet. 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngilizlerden para yardımı alan bu cemiyet, Anadolu'da karışıklıklar çıkarmayı ve Kurtuluş Savaşı'nı engellemeyi amaçladı. Kurtuluş Savaşı'na karşı yapılan tüm yıkıcı eylemlerin ve örgütlenmelerin destekleyicisi oldu. İngiliz casusluğu görevini de yürüten Muhipler Cemiyeti üyeleri, İngiliz ajanı Frew’in talimatıyla, İstanbul’un en yoksul semtlerindeki Türk ailelerine her gün çok miktarda et dağıtarak işe başladı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile işbirliği yapmıştır.
İstanbul'un işgalinden sonra özellikle kentin zenginleri ve ileri gelenleri, mevcut durumlarını muhafaza etmek ve işgalden menfaat sağlamak maksadıyla bu derneğe üye olmuşlardır.
İngiliz ekonomik sermayesiyle güçlenen teşkilat, desteklediği diğer yan kuruluşlarla Anadolu’da oluşan Kuvâ-yı Milliye’yi yok etmeye yönelik hareketini hızlandırdı.
Marmara ve Ege bölgelerinde çıkan isyanlar dahil, Konya-Bozkır ayaklanmaları ile Konya Delibaş Mehmet İsyanı hareketinde de büyük rolleri olan cemiyetin yayın organı “İstanbul” gazetesiydi.
Türk Millî kuvvetlerin Anadolu’ya hakim olmalarıyla siyaset sahnesinden silindiler.
Atatürk, Nutkunda bu dernek ile ilgili şunları söylemiştir:
"İstanbul'da çeşitli maksatlarla gizli ve açık olmak üzere kurulmuş, parti veya dernek adı altında birtakım kuruluşlar da vardı."
"İstanbul'da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti (12) idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti'nin Osmanlı Devleti'ni bir bütün ol |
arak korumak ve himaye etmek isteğinde olup olamayacağını bir defa olsun dikkate alıp almadıkları, üzerinde düşünülmeye değer."
"Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halîfe-i Rûy-i Zemîn unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı olan Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu. Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi: "
"Bu derneğin iki yönü ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himâyesini sağlama amacına yönelmiş olan niteliği idi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait Molla 'nın derneğin açıktan yaptığı çalışmalarında olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı görülecektir. Bu dernek hakkında söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gereğinde göstereceğim belgelerle daha kolay anlaşılacaktır."
İngiliz Muhibler Cemiyeti Hakkında Bazı Notlar ve Belgeler (Doç. Dr. Mehmet Demiryürek)
Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti
Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti, 12 Şubat 1919'da Merkezi Trabzon olarak kurulan cemiyet, Karadeniz Bölgesi'nin çeşitli il ve ilçelerinde şubeler açtı. Amacı, Trabzon ve çevresinin Rumlara verilmesini ve bir Pontus Devletinin kurulmasını önlemekti. Bu yörede faaliyet gösteren Etniki Eterya Cemiyeti ile mücadele eden bu teşkilat, Erzurum Kongresi’nden sonra Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin şubesi haline gelmiştir .Milletler Cemiyetinde 4. sıradadır.
Şarkî Anadolu Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti
Ağustos 1919 tarihinde, Erzurum merkezli kurulmuştur. Elazığ'da da şubesi vardır. Bu cemiyet, önce İstanbul’da kurulmuş olan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetine bağlı olarak açılmış, daha sonra Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile İstanbul’dan ayrılmış, doğuda müdafaa-i hukuk akımını temsil ederek Mustafa Kemal’in sevk ve idaresinde güçlenmiş, bütün memlekete yayılacak bir program hazırlamıştır. Ayrıca bu dernek Erzurum kongresini toplayarak tüm yurdun savunulmasını kararlaştırmıştır.
İstihlası Vatan Cemiyeti
İstihlası Vatan Cemiyeti Manisa’da kurulmuş olup Ege’de öncü müdafaa-i hukuk cemiyetlerinden biridir. Daha sonra 19 Mart Kongresi ile İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti ile birleşmiştir.
İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti
İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti, Moralızade Halit ve Nail Beyler ile arkadaşlarınca kuruldu. Ama İttihat ve Terakki'nin güçlü olduğu merkezlerden biri olan İzmir'de Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından örgütlenmeye gidilmesi sakıncalı bulunabileceği için, kuruluş bildirgesi ancak 1 Aralık'ta vilayete verilebildi. Örgütün etkin bir yapıya kavuşması, Nurettin Paşa'nın İzmir'e vali olarak atanmasından sonra gerçekleşti. Ocak 1919'da bu dönemde kurulmuş bir başka örgüt olan Heyet-i İlmiye ile birleşti.
İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, daha çok diplomatik etkinliklere ağırlık verdi. İlk iş olarak İstanbul'a bir kurul gönderildi ve Sadrazam Tevfik Paşa ve İtilaf Devletleri yüksek komiserleri ile ilişki kurulmaya çalışıldı. Amaç, Paris Barış Konferansı'na (1919) katılma olanağını elde ederek büyük devletleri ikna etmek ve İzmir'in Yunanlarca işgalini önlemeye çalışmaktı. İzmir'den İstanbul'a gönderilen kurula yalnızca öteki devletlerin saf dışı bırakmaya çalıştıkları İtalya'nın yüksek komiseri Kont Sforza yakınlık gösterdi; kurul, İzmir'in yakında Yunanlarca işgal edileceğini de ondan öğrendi. Bu arada sağlanan bir İtalyan gemisiyle Avrupa'ya bir yolculuk hazırlıklarına girişildiyse de, örgüt içinde patlak veren bir anlaşmazlık nedeniyle bu yolculuktan vazgeçildi.
Yunan işgalinin yaklaşması ve bu konudaki söylentilerin artık gizlenemez duruma gelmesi üzerine, İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti Mart 1919'da bir kongre düzenledi. Çevre kent ve kasabalardan delegelerin de katıldığı bu kongrede İzmir'in nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu hatırlatan ve işgal söylentilerini kınayan bir uyarı bildirisi hazırlandı ve bu bildiri Barış Konferansı'nın toplandığı Paris'e iletildi. Örgüt çalışmalarını Haziran 1919'a değin İzmir'de sürdürdü.
Mavri Mira
Mustafa Kemal'in Nutuk adlı eserindeki 1 numaları belgeye göre İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulmuş heyetin adıdır. Başkanı, İstanbul Rum Patrik Vekili Droteos'tur. Yunan hükümetinden nakdi yardım almakta olup temel görevi Osmanlı vilayetleri içerisinde çeteler oluşturmak, bu çeteleri idare etmek, miting ve propaganda faaliyeti yürütmektir. Ayrıca insani (tıbbi ilaç vb.) yardım adı altında Osmanlı ülkesine silah ve cephane taşımakla görevlidir. Yunan Kızılhaçı ile Rum okullarındaki izci teşkilatları da bu heyete bağlıdır.
Erzurum – 22.08.35 (1919) Gayet mahrem tutulacaktır
Tamim
Pek mevsuk elde edilen malumata göre İstanbul Rum Patrikhanesinde “Mavri Mira” isminde bir heyet teşekkül etmiştir. Bunun Reisi Patrik Vekili Droteos. Azaları: Atinegora, İnoz Metropolidi, Yunan Kaymakamı Giritli Katehakis, Katelopolos, Dipasimas, Ayinpa, Polimitis, Siyari ismindeki zevattır.
Heyet doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların ve Yunan Hükümetinin muavenet-i nakdiyesiyle pek azim bir sermayesi vardır.
Vazifesi; Osmanlı vilayetleri dâhilinde çeteler teşkil ve idare eylemek, mitingler ve propaganda yapmaktır. Yunan salib-i ahmeri de bu “Mavri Mira” heyetine merbuttur. Vazifesi suretâ muhacirlere bakmak gibi insani bir perde altında çete teşkilatı yapmak, tertibat-ı ihtilâliyeyi ihzar eylemektir. Bu suretle eczâ-i tıbbîye ve levâzım-ı sıhhiye nâmı altında silah, cephane ve teçhizatı Memâlik-i Osmanîyeye ithaldir. Hatta resmi muhacirin komisyonu da “Mavri Mira” heyetine tabidir.
İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsoloshanesi esliha ve cephâne deposu halini almıştır ve hatta kiliseler ibadet yerinden ziyade askeri ambarlar gibi kullanılmaktadır.
Ermeni Patriği “Zaven” Efendi de “Mavri Mira” heyeti tarafından satın alınmıştır.
Rum mekteplerinin evvelce bizim yapıp da tam şimdi sırası iken maalesef terk ettiğimiz izci teşkilatları tamamen “Mavri Mira” heyeti tarafından idare olunmaktadır. İstanbul, Bursa, Bandırma, Kırkkilise, Tekirdağ ve mülhakatında izci teşkilatı itmam olunmuştur. İzciler yalnız çocuklar değildir. Yirmi yaşını mütecaviz gençler de dahildir. Anadolu’da Samsun ve Trabzon cephane tevzi mahallidir. Müsait bir halde bir yelkenli Yunan sefinesi istasyon halinde cephane ve eslihayı hâmilen bu mahallerde bulundurulacaktır. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibidir.
Mustafa Kemal
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Ankara, 1927 (Osmanlıca), Vesika 1.
Pontus Rum Cemiyeti
Merkezi Samsun olan Pontus Rum Cemiyeti Trabzon, Samsun ve diğer Kuzey Anadolu illerinde Pontus Cumhuriyeti kurmak için faaliyet göstermiş bir cemiyet.
Cemiyet bu dönemde faaliyet gösteren Hınçak ve Taşnaksütyun gibi gayrimüslim cemiyetlerdendir. Cemiyet, adını eski çağlarda bölgenin eski adı Pontus'tan almıştır.
Mondros Mütarekesi'nin getirdiği şartlar altında Rumlar bir devlet kurmak üzere propaganda faaliyetlerine başlamış, "Pontus" adında bir gazete kurmuştur. Bu cemiyet, 25.000 kişiyi örgütleyip faaliyetlere başlamış, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çalışmalarıyla kurulan Merkezî Ordu tarafından dağıtılmıştır.
1 Aralık 1922'de Lozan Konferansı'nın birinci kısım toplantılarında 13 ayrı oturum sonunda Türkiye-Yunanistan Nüfus MübadelesiAntlaşması kabul edildi. Bu karar gereği Trabzon vilayetinde (o zaman Samsun'dan Rize'ye kadardı) yaşayan 193.000 Rum, 1923 yılı başında vapurlarla Yunanistan'a göç ettiler. bu mübadele sonucu, Karadeniz bölgesinde Rum ahalisi kalmadı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İkinci Meşrutiyet döneminde iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne karşı kurulmuş olan en önemli muhalefet partisidir. 1911-1913 arasındaki ilk etkinlik dönemi, 23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakki'nin Bâb-ı Âli Baskını ile hükümeti ele geçirmesiyle sona erdi. Mondros Mütarekesi'nden sonra Ocak 1919'da yeniden kurulan parti, ertesi yıl başlarında etkinliğini kaybetti.
Partinin belli başlı liderleri Damat Ferit Paşa, Gümülcineli İsmail Bey, "Filozof" Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Refik Halit Karay, Ali Kemal, Lütfi Fikri (Düşünsel), Rıza Nur'dur. Birinci dönemde Kâmil Paşa hükümeti (29 Ekim 1912 - 23 Ocak 1913), ikinci dönemde ilk Damat Ferit Paşa hükümetleri (4 Mart - 30 Eylül 1919), parti hükümeti olmamakla birlikte, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın desteğine sahip olmuşlardır.
Birinci Meclis-i Mebusan (1908-1912) içinde İttihat ve Terakki'ye (İ-T) muhalif olan çeşitli grupların birleşerek güçlü bir parti kurması fikri 1911 başlarından itibaren gündeme geldi. Bu gruplar arasında en çok adı duyulan, "Prens" Sabahaddin Bey'in liberal-ademimerkeziyetçi çizgideki Ahrar Fırkası (Özgürlükler Partisi) idi. Mutedil Hürriyetperveran Fırkası (Ilımlı Liberal Parti) daha çok Arnavut ve Arap liberallerin desteğine sahipti. Osmanlı Demokrat Fırkası, İttihat ve Terakki'den ayrılan iki ünlü Jöntürk, Abdullah Cevdet ve İbrahim Temo tarafından kurulmuştu. İsmail Kemal'in Ahali Fırkası (Halk Partisi), İ-T'nin aşırı Türk milliyetçiliği nedeniyle Balkanlarda Arnavut isyanına yol açtığı kanısındaydı.
Yeni parti 21 Kasım 1911'de kuruldu. 24 Kasım'da yapılan kongrede Damat Ferit Paşa parti reisliğine seçildi. Ancak partinin aktif önderi daha çok Miralay Sadık Bey idi. Parti programını Ahmet Reşit (Rey) kaleme aldı.
Partinin amacı "en felsefi manasıyla hürriyete vasıl olmak" olarak tanımlanmıştı. İttihat ve Terakki'nin, Osmanlı toplumunu oluşturan çeşitli kavimleri Türkleştirmek çabası bir "hayal-i ham" olarak tanımlanıyor ve "muhtelif anasır [unsurlar] arasında hakiki bir imtizaç [uyum] ile daimi bir vifak ve tesanüt [birlik ve denge]" hedef gösteriliyordu. |
Balkan Harbi arefesindeki şartlarda, İ-T'nin güttüğü İslamcılık ve Türkçülük siyaseti, devletin dini ve etnik yapısından ötürü dağılmasına yol açacak tehlikeli bir tavır olarak görülüyordu. Seçilmesi gereken siyaset, "ittihad-ı anasır" [unsurların birliği] olmalıydı.
"Memleket şimdiye kadar ne çekmişse hep cebirden, tazyikten" çekmişti. Bu yüzden örfi idare (sıkıyönetim) kaldırılmalıydı. İdari yapılanmada merkeziyetçi yapıdan uzaklaşılmalıydı.
Dış politikada parti İngiliz dostluğundan yana idi. "Bu mülkün atisi ve hali [yarını ve bugünü] İngiliz dostluğu ile temin" olunabilecekti [güvenceye alınabilecekti]. "Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtulursunuz; fakat Almanya'ya sarılmayın, boğulursunuz," deniyordu.
Parti, Meclis-i Mebusanda 70 dolayında mebusun desteğine sahipti. 11 Aralık 1911'de İstanbul'da yapılan ara seçimi de H-İ adayı kazandı. Bunun üzerine Sait Paşa kabinesinin devrilerek, H-İ'nin desteklediği Kâmil Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesi umudu doğdu.
15 Ocak 1912'de Sait Paşa bir manevrayla meclisin feshini sağladı. 20 Şubatta sonuçlanan yeni meclis seçimi, İttihat ve Terakki örgütünün ağır baskısı altında gerçekleşti; siyasi literatürde "sopalı seçim" adıyla anıldı. Seçim sonunda, altı muhalif mebus dışında Meclise sadece İ-T yandaşları girebildi. Etnik ve dini azınlıklar çok az temsilci çıkarabildiler. Seçim sonuçları tüm ülkede büyük tepkiyle karşılandı. Balkan ve Arap vilayetlerinde ayaklanma çalışmaları başladı. Nihayet ordu içinde kurulan Halâskâr Zâbitân [Kurtarıcı Subaylar] adlı bir grup, 16 Temmuz'da verdikleri bir muhtıra ile Sait Paşa hükümetinin istifasını sağladı. 22 Temmuz'da Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında kurulan partilerüstü "Büyük Kabine", başta H-İ olmak üzere, tüm İ-T muhaliflerinin coşkun desteğiyle karşılandı.
22 Temmuz 1912 - 23 Ocak 1913 arasındaki muhalif hükümetler dönemi, muhalefet için tam bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı. 8 Ekim'de çıkan Balkan Savaşı, kısa sürede bozguna dönüştü. 29 Ekim'de Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kargaşalık içinde istifa etti; ancak yerine gelen Kâmil Paşa hükümeti de H-İ ile direkt bir bağlantıdan kaçındı. 8 Kasım'da imparatorluğun ikinci kenti Selanik düştü. Kasım ortasında Edirne kuşatıldı ve Bulgar ordusu Çatalca'ya vardı.
23 Ocak 1913'te Enver Bey öncülüğündeki bir İ-T fedai grubu Bâb-ı Âli'de bakanlar kurulu toplantısını basarak Harbiye Nazırı'nı öldürdü; sadrazam Kâmil Paşa'yı da başına tabanca dayayarak istifaya zorladı. Bâb-ı Âli Baskını olarak anılan bu olaydan sonra muhalefet şiddetli polis baskısıyla etkisiz hale getirildi. H-İ liderlerinin birçoğu 1918'e dek geri gelmemek üzere yurt dışına kaçtı. Kâmil Paşa hükümetinin maliye ve dahiliye nazırları tutuklandı. Muhalefet gazeteleri kapatıldı.
Mart sonunda H-İ içinde Prens Sabahaddin Bey'e yakın bazı kişilerin içinde yer aldığı bir hükümet darbesi teşebbüsü ortaya çıkarıldı. Bu olay üzerine Sabahaddin Bey ve Dr. Nihat Reşat (Belger) de yurt dışına kaçtılar.
11 Haziran 1913'te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın bir suikast sonucunda hayatını kaybetmesi, muhalefetin tamamen ezilmesine vesile oldu. Yurt dışında bulunan H-İ liderlerinin çoğu gıyaben idama mahkûm edildi. Basın ve siyaset dünyasında İttihat ve Terakki karşıtı olarak tanınan 322 kişi (Burhan Felek'e göre 601 kişi) Sinop'a sürüldüler.
I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı yenilgisi ile sonuçlanması üzerine Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki hükümeti düştü. Hemen ardından genel af ilan edildi ve Sinop'ta ve yurt dışında bulunan sürgünler İstanbul'a dönmeye başladı. 17 Kasım 1918'de eski Tokat mebusu Mustafa Sabri Efendi'nin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın yeniden örgütlenmesine dair yazısı yayımlandı. 2 Aralık'ta Ali Kemal, Sabah'taki başyazısında hükümetin H-İ tarafından kurulmasını savundu. Bunu izleyen günlerde ülkenin çeşitli yerlerinde H-İ şubelerinin açıldığına dair haberler çıktı.
10 Ocak 1919'da yapılan bir toplantıda H-İ Fırkası yeniden kuruldu ve Merkez-i Umumi oluşturuldu. Yeni yönetim kurulunun çoğunlukla saraya yakın yaşlı ve emekli devlet görevlilerinden oluştuğu dikkati çekiyordu. Eski genel başkan Damat Ferit Paşa partiye katılmamıştı. Eski ve aktif H-İ üyelerinden Mustafa Sabri, Ali Kemal, Rıza Tevfik ve Refik Halit (Karay) parti yönetiminde görev aldılar. Basında partinin en önemli sözcüleri Ali Kemal ve Ref'i Cevat (Ulunay) idi.
3 Mart 1919'da kurulan birinci Damat Ferit Paşa hükümeti kamuoyunda genellikle "Hürriyet ve İtilaf hükümeti" olarak değerlendirildi. Oysa gerçekte partinin, hükümete bir veya iki üye vermek dışında, iktidarda gerçek bir payı yoktu. Refik Halit'e göre, Ferit Paşa "fırkayı kışlık bir hırka gibi kullanmıştı." 23 Haziran'da başbakanın Fransa lehine verdiği bir demeç, İngiliz politikasını savunan parti sözcüleri tarafından basında şiddetle eleştirildi. 25 Haziran'da H-İ merkez-i umumisi, yayınladığı bir bildiri ile, hükümetle fırka arasında hiçbir münasebet kalmadığını ilan etti. Bu tarihten sonra parti birkaç hizbe bölündü. 21 Temmuz'da merkez-i umumi yeni Damat Ferit hükümetini gayrımeşru ilan ederek derhal istifasını talep etti. Aynı günlerde partiden ayrılan bir kanat Muhafazakârlar Fırkası adıyla yeni bir parti kurdu.
Kasım 1919'da yapılan son Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimlerine, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ondan ayrılan grupların hiçbiri katılmadı. Seçim, Sivas ve Ankara'dan yönetilen Müdafaa-yı Hukuk hareketinin kesin galibiyetiyle sonuçlandı.
Fırkanın yayın organı olarak bilinen en dikkate değer gazete, fırkanın veznedarı Bâlâlı Şehsüvarzâde Hacı Osman Bey tarafından ancak on dokuz sayı çıkarılabilen "Mes’ûliyet"’tir (27 Ağustos-15 Eylül 1919).
Wilson Prensipleri Cemiyeti
Wilson Prensipleri Cemiyeti (veya Wilson İlkeleri Cemiyeti), 4 Aralık 1918’de İstanbul’da kurulmuş ve iki ay faaliyet göstermiş bir dernektir.
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra yabancı işgaline uğrayan Anadolu’daki egemenlik sorununa Wilson İlkeleri doğrultusunda bir çözüm bulmayı amaçlar. Dernek üyelerinin bir kısmı barıştan sonra ülkenin Amerikan mandası altına girmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Cemiyet çok kısa ömürlü olmuş ancak ortaya attığı Amerikan mandası fikri özellikle İzmir'in işgalinden sonra yaygınlaşmış; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tartışılmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Thomas Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918’de yaptığı bir konuşmada savaş sonrası için ABD’nin istediği dünya düzenini on dört madde ile ifade etmişti. Wilson ilkelerinin 12. maddesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelere ilişkindi ve bu bölgelerin bağımsızlığının sağlanmasını öngörüyordu. 12. maddenin uyandırdığı ümitle Halide Edip, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurulması önerdi.
Dernek, çoğunluğu gazetecilerden oluşan bir aydın grubu tarafından 4 Aralık 1918’de kuruldu. Kuruluş yeri ve merkezi İstanbul'da Vakit Gazetesi idarehanesi idi. Yönetim kurulunda Halide Edip, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin yer aldı. Cemiyet yöneticileri 5 Aralık 1918 tarihinde Amerika Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik bir muhtıra ile resmen Amerikan mandasını talep ettiler.
Cemiyetin amacı, önce Amerika’nın dostluğunu kazanarak, Wilson Prensiplerine uygun bir barışın gerçekleştirilmesini sağlamak için çalışmaktı. Ayrıca cemiyet üyelerinin bir kısmı, barıştan sonra ülkenin Amerikan mandası altına girmesi için çalışıyor, Osmanlı Devleti’nin ancak Amerikan mandası altına girerse Milletler Cemiyeti içinde diğer devletler ile eşit hukuka sahip olabileceğini savunuyordu. Amerikan mandasını isteyenlerin başlıca dayanak noktası, Osmanlı Devleti’nin çoğunluğu Türk olan bölgelerinin bile bağımsız kalamayacağı, paylaşılacağı yahut bir başka devletin himayesi altına gireceği endişesi idi. Onlara göre, eğer Amerikan mandası altına girilirse, Amerika’nın rehberliği ve liderliği ile kalkınmak mümkün olacaktı. Ayrıca eğer Amerikalılar çekip gitse bile, arkalarında kuvvetli, müreffeh, kültürlü, bütün etnik unsurları müşterek değerlere sahip bir Türkiye bırakacaklardı.
Cemiyet, Amerikan mandası lehinde kamuoyu oluşturmak için özellikle basın yoluyla çaba sarf etti. Dönemin önemli gazetelerinin başyazar ve sahipleri cemiyetin üyeleri arasındaydı. Ati ve İkdam gazeteleri başyazarı Celâl Nuri, Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadık, Zaman gazetesi başyazarı Cevat, Yeni Gazete başyazarı Mahmud Sadık, Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin, Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi aktif üyeler arasındaydı.
Cemiyet, kuruluşundan iki ay sonra kapandı. Kapanışın ardından cemiyet üyelerinin bir kısmı Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen Milli Mücadele’ye katılmış; bir kısmı ise Osmanlı hükümetlerinde görev almıştır.
Aydın Büke
Aydın Büke (d. 1958, İstanbul), Türk müzisyen, yazar ve akademisyen.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nda flüt sanatçısıdır. Müzik tarihi üzerine yayımlanmış altı kitabı olan sanatçı, genellikle tüm dünyada doğum ve ölüm yıldönümleriyle gündeme gelen büyük besteciler üzerinde araştırma yapıp, sonra da kitaplaştırmaktadır. 2000 yılında Bach’ın 250. ölüm yıldönümü, 2006’da Mozart’ın 250. doğum yıldönümü, 2010’da Chopin’in 200. doğum yılı nedeniyle eserler vermiştir.
1958 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Kabataş Erkek Lisesi’nden sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı'nı bitirdi. Müzik öğrenimine üç yıl Avusturya'da devam ettikten sonra yurda döndü. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın sınavını kazandı. Flüt sanatçısı olarak bu kurumda çalışmaya başladı ve Şubat 2015 tarihinde emekli olana dek görevini bu kurumda sürdürdü.
1995-2004 yılları arasında TRT Radyo 3'te klasik müzik programları hazırladı. 2003-2010 yılları arasında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi'nde Müzik Tarihi dersleri verdi. Müzik tarihi üzerine kitaplar yayımladı. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde müzik tarihi dersleri vermektedir.
Nadejda Krupskaya
Nadejda Konstantinovna Krupskaya (Rusça: Надежда Константиновна Крупская; d. 26 Şubat 1869, St. Petersburg, Rusya - ö. 27 Şubat 1939, Moskova, SSCB), Rus kadın devrimci. Ekim Devrimi'n |
in lideri ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin'in eşi. Sovyetler Birliği Eğitim Halk Komiseri yardımcısı (1929-1939) olarak görev yaptı ve SSCB Bilimler Akademisi onursal üyesi oldu. (1931).
Eski aristokrat kökenli bir ailede dünyaya geldi. Rus ordusunda teğmen olan babası Konstantin İgnatevich Krupski (1837-1897) Polonya isyanı sırasında Rus subaylar komitesinde görevliyken mürebbiye Elizabeth Vasilyevna Tistrova ( 1843-1915 ) ile evlendi (1863). Konstantin İgnatevich altı yıllık hizmetten sonra devrimci hareketlere katıldığı suçlamasıyla ordudan ihraç edildi. Bundan sonra fabrikalarda ve çeşitli yerlerde çalıştı.
Annesi Elizaveta Vasilyevna Tistrova (1843-1915) ise şehirde yaşayan bir Rus soylusunun kızıydı. Elizeveta Vasilyevna St.Petersburg Bestujev Yüksek Okulu’ndan mezun oldu ve öğretmen oldu.
Nadya, aristokrat kökenli, eğitimli bir ailede dünyaya gelmişti, fakat artık pek de iyi geliri olmayan bir ailede alt sınıf koşullarında yetişti. Yoksulların yaşam koşullarına aşina olması onun devrimci hareketlerinde etkili oldu.
Nadya 1887’de Sankt-Peterburg’ta Kız Lisesi (Gymnasium)'nden altın madalya ile mezun oldu.. Okuldan arkadaşı olan Ariadne Tyrkova Nadya’yı uzun boylu, sakin ve sadece dersleriyle ilgilenen bir kız olarak tarif etmişti. Nadejda, Lenin ile tanışana kadar hiç kimseye yakınlık göstermemişti.
1889 yılında Sankt-Peterburg Bestujev Yüksek Okulu’na kaydoldu. Babasının ölümünden sonra Krupskaya ve annesi geçimlerini sağlayabilmek için özel dersler verdi . Krupskaya genç yaştan itibaren eğitimle ilgilendiğini ifade etmişti . Eğitim konusunda özellikle Tolstoy’un teorilerine önem veriyordu. Bir pedagog olarak öğrencilerin kişisel gelişimlerine önem veren Nadejda özellikle öğretmen-öğrenci ilişkisinin eğitimdeki önemine dikkat çekti. Krupskaya’nın Tolstoy’un eserlerinden faydalanarak geliştirdiği teorilerin Sovyet eğitim sisteminin gelişiminde büyük katkısı oldu.
Okuldan mezun olduktan sonra politika ve eğitim konularında pek çok tartışma ortamına katıldı. Bu ortamlarda Marksist ideolojiyle tanıştı ve sefalete karşı daha iyi, adil bir yaşam için Marksizm’in gerekliliğini savunmaya başladı. Marksist eserleri inceledi. Fakat Çar hükümeti bu tür eserleri yasakladığı için bunlara ulaşmak pek de kolay olmuyordu. Nadya da herkes gibi bu kitaplara devrimciler sayesinde ve yeraltı kütüphanelerinde ulaşma imkanı buluyordu.
1894 yılında Sankt-Peterburg'da Marksist bir öğrenci çevresinde işçileri eğitirken Lenin'le tanıştı. Lenin o dönemde avukat olarak M. F. Wolkenstein avukatlık bürosunda çalışıyordu. Birlikte politik toplantıları ziyaret etmeye başladılar. 1896 yılında Krupskaya "yasadışı ajitasyon" nedeniyle iki yıl hapse mahkûm edildi. Mahkûmiyeti 6 ay hapis ve 3 yıl sürgün cezasına dönüştürüldü. Oldukça kötü iklim koşullarının olduğu Ufa'ya gönderildi. Ulyanov'un eşi olarak sürgününü Şusenskoye'de tamamlamaya yönelik başvuruda bulundu. Oysa Ulyanov Sibirya'ya sürgüne gitmeden önce Krupskaya'nın evlenme teklifini kabul etmemişti. Krupskaya'nın başvurusu Ulyanov'la hemen evlenmesi ve Ulyanov'un sürgün süresi bittikten sonra Ufa'ya dönmesi koşuluyla kabul edildi. Bunun üzerine annesi Elizaveta Krupskaya ile birlikte Sibirya'ya giden Krupskaya, orada 1898'de kilise töreniyle Ulyanov'la evlendi. Hükümetin verdiği günlük 17 kapek parayla geçimlerini sağladılar ve 16 yaşındaki Pasha Jashenko'yu ev işlerini görmek üzere yanlarına aldılar. Serbest kaldıktan sonra 1901 yılında Lenin ile birlikte Münih’e gitti. Burada İskra gazetesinde sekreter olarak görev yaptı. Bir süre sonra Londra’ya gittiler.
Krupskaya lüksten nefret eden, gereksiz harcamalardan kaçınan mütevazi bir kişiliğe sahipti. Basedow hastalığına ( toksik guatr) yakalanmıştı. Çocuğunun olmamasının sebebinin bu hastalık olduğu belirtilmektedir. Krupskaya Lenin’i anlattığı kitabında O'nun çok iyi bir eş olduğunu, hastalandığı dönemlerde kendisine her açıdan destek olduğunu, ev işlerinde kendisine yardımcı olmaktan hiç çekinmediğini söylemiştir.
Krupskaya siyasi hayatta aktif olarak yer aldı. Londra'da RSDİP Kongresi'nin hazırlanması ve yürütülmesinde görev aldı. 1905 yılında RSDİP Merkez Komitesi sekreteri oldu. 1903 yılında Lenin ile birlikte Rusya’ya dönseler de 1905 yılındaki başarısız devrim girişiminden sonra Fransa’ya gittiler. Krupskaya Paris’te Longjumeau Parti Okulu'nda öğretmen olarak çalıştı. Lenin’in sekreteri olarak Rusya’daki parti örgütleriyle bağlantı kurulmasında ona yardımcı oldu. Bolşevik basında aktif rol aldı.
1917 Ekim Devrimi'nden sonra , Eğitim Halk Komiserliği’nde çalışmaya başladı. 1920’de Eğitim Komitesi başkanı oldu. 1929 yılından ölümüne kadar ise Eğitim Halk Komiserliği ( bakanlık) yardımcısı olarak görev yaptı.
Krupskaya özellikle proleter gençlik hareketinin örgütlenmesiyle ilgilendi. Genç neslin hem temel ve teorik, hem de pratik eğitim almalarında ve sağlıklı gelişimlerinde etkili olacak Komsomol ve Pioner örgütlerinin kurulmasına öncülük etti. Pionerskaya Pravda adlı Sovyet çocuk gazetesinin de kurucuları arasında yer aldı ve bu gazetede çocuklara yönelik pek çok makale yazdı. Sovyet eğitim sisteminin gelişimi ve kütüphaneciliğin yaygınlaşmasında da birincil öneme sahip kişi oldu.
1920 yılında Eğitim Halk Komiserliği Merkez Siyasi Eğitim Komitesi Başkanı seçildi. Bu görevi sırasında “Çocukların dostu olan bir toplum” oluşturulması kampanyası başlattı. Öncü çocuk birliği olan Pioner’i kurarak izciliğin görev ve sorumluluklarını, çocukların gelişimindeki önemini belirledi. Çocukların komünist felsefenin ilkeleriyle gelişimi konusunda çalışmalar yaptı.
Lenin'in ölümünden sonra XIV. Parti Kongresi'nde Stalin'e karşı muhalefeti destekledi. Ancak daha sonra Merkez Komitesi plenumunda konuşarak muhalif cepheden ayrıldığını belirtti.
1924 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi , 1927 yılında Merkez Komite Denetim Komisyonu üyesi , 1931 yılında da Yüksek Sovyet meclisi üyesi olarak siyasi faaliyetlerde bulundu.
Krupskaya çarlık döneminde 5 yıl eğitimci olarak çalışmıştı. İşçiler için akşam dersleri veren bir fabrikanın sınıfında çalıştı. Yasal olarak okuma-yazma ve aritmetik dersleri veriyordu, fakat işçiler arasında devrimci fikirlerin yayılmasında da etkili oldu. Bulunduğu bölgede 30 bin fabrika işçisi daha iyi ücret için greve gidince Krupskaya ve diğer eğitimciler görevden alındı.
Krupskaya, Sovyet kamu eğitim sisteminin en önemli kurucusu oldu ve yeni eğitim sisteminin temel görevlerinin belirlenmesine katkıda bulundu. Gençlik örgütü ve eğitim sorunları ile ilgili pek çok kitap ve makale yazdı.
Çarlık dönemindeki imkansızlıkları bilen Krupskaya Sovyet eğitimcilerin çok büyük ve zor sorumluluklarının olduğunun farkındaydı. Çarlık döneminde Rus arşivine ve kısıtlı sayıdaki kütüphanelere sadece belirli üyeler girebiliyordu. Bunlar soylular ya da yüksek dereceli memurlardı. Ayrıca kütüphanelerde bulunan eserler genelde Ortodoks edebiyata yönelikti. Dolayısıyla okur-yazar oranı da oldukça düşüktü. Krupskaya Sovyetler Birliği’nde kütüphaneciliğin de yaygınlaştırılması çalışmalarını başlattı, eğitim ve kültür seviyesini hızla yükseltebilmek için halkın kitaplara ücretsiz ve kolay ulaşabilmesi gerektiğini belirtti. Bu amaçla kitap ve kütüphane için daha fazla fon ayrılması için çaba gösterdi.
Krupskaya Lenin hakkında çok sayıda eser yazdı. Komünist eğitim, pedagoji ve tarih konusunda çalışmalar yaptı. Penza’da Lermontov ve Belinski müzelerini açtı. SSCB’nin daha pek çok yerinde müze açılmasını sağladı.
1930 yılında Merkez Komitede yaptığı konuşmada sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi gerektiğini belirtti. İdari-komuta sisteminin kurulmasına karşı direniş gösterdi. Parti ve işletmelerde daha demokratik bir idari sistemin uygulanması gerektiğini savundu. Çarlık döneminden kalma çocuk işçiliği ve çocukların sömürülmesine karşı şiddetle mücadele etti..
Ölene kadar SBKP Merkez Yürütme Kurulu ve Merkez Komitesi üyesi olarak görev aldı. Basın çalışmalarını sürdürdü. 1937'de SSCB Yüksek Sovyeti başkan yardımcısı seçildi. Pedagojik Bilimler doktora unvanını aldı . Yosif Stalin’in sert politikasına destek vermemekle birlikte Sovyetler Birliği’nin kalkınmasındaki rolünü kabul etti.
Nadejda Konstantinovna 27 Şubat 1939'da Moskova'da öldü.
Sovyet yönetimi Krupskaya'nın onuruna bir astroide adını verdi. (2071 Nadezhda).
Parti içinde kod adı balık olan ve yeraltı mücadelesinde görünmeyen mürekkeple şifreli mektuplar yazmak konusunda uzmanlaşmış olan Krupskaya'ya Lenin benim küçük ringa balığım diye seslenirdi.
Otobiyografisi'nde kendi yaşamını şöyle özetler:
Nadejda Krupskaya tarafından yazılan eser. Kitapta Vladimir Lenin'den alıntılar yapan Krupskaya, sosyalizm döneminde halk eğitiminin nasıl olacağı yönünde bilgiler vermekte, bununla birlikte kapitalist toplumlarda eğitimin zorunlu olarak herkese ulaşamadığından bahsetmektedir.
Eser iki bölümden oluşmaktadır. "Lenin ve Halk Eğitiminin Sorunları" adını taşıyan birinci bölüm; "Lenin ve Halk eğitim Sorunları" adıyla 1924 yılında Viyana'da kitapçık olarak basılıp dağıtılan Almanca metinden, ikinci bölüm ise 1959 yılında Leipzig'te basılan "Genel Eğitim Veren Politeknik Okul Üzerine" adlı kitapçıkta yer alan makalelerden oluşur. İkinci bölümü oluşturan 6 makalenin isimleri şöyledir;
Sovyetler Birliği'nde halk eğitimi konularından sorumlu olan ve eğitim konularını kapsayan konularda 150'den fazla makalesi bulunan Nadezhda Krupskaya, bu esere konu olan makalelerinde halk eğitimi ve politeknik eğitime dair konulardaki farklı yönleri ve bu eğitimlerdeki detaylarını konu almakta, bununla birlikte sosyalist toplumun inşasında pedagojik eğitim, aydınlanma, yeni nesillerin eğitilmesi ve yetiştirilmesi çalışmalarını anlatmıştır. Kitap, halk eğitiminin önemini vurgularken, Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir Lenin'in halk eğitimine dair düşüncelerini de aktarmıştır.
Batur Yurtsever
Batur Yurtsever, Mavi Sakal'ın basgitaristidir. Bir süre Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü'nde caz müzik dersleri vermiştir. n.u.g. müzik grubu ile Candan Erçetin'in |
"Melek" albümünde yer alan "Bu Sabah" ve "Sonsuz" şarkılarının çok farklı versiyonlarını üretmiştir. 1999-2001 yılları arasında Okan Bayülgen'in sunduğu "Zaga" programında basgitar çalmıştır. FOMA grubu ile de çalışmaktadır.
Adam Weishaupt
Johann Adam Weishaupt (6 Şubat 1748, Ingolstadt - 18 Kasım 1830, Gotha), Alman hukuk profesörü, filozof ve gizli İlluminati topluluğunun kurucusu.
6 Şubat 1748 tarihinde günümüz Almanya'sında Bavyera Eyaleti sınırları içinde yer alan Ingolstadt şehrinde doğdu. Beş yaşındayken babasını kaybetti. Babasının vasiyeti üzerine vaftiz babasının yanında kaldı. Vaftiz babası olan Johann Adam von Ickstatt, Hristiyan inancının yayılmasını amaçlayan Ingolstadt Üniversitesi'nde hukuk profesörüydü. Weishaupt yedi yaşında eğitimine başladı. Cizvitler ile eğitim görmeye başlayan Johann Adam Weishaupt, Ingolstadt Üniversitesi'ne kaydoldu. Yirmi yaşında mezun olduktan 4 yıl sonra hukuk doktorasını verdi. Doktora döneminden sonra bir süre Köln'de Omnendest isimli hukuk bürosu çatısı altında staj sayılabilecek çalışmalar yaptı. Nihayetinde hukuk profesörü olan ve ardından Katolik hukuku konusunda eğitimci olan Weishaupt, aynı yıllarda Afra Sausenhofer ile evlendi. Empirist ve aynı zamanda Göttingen Üniversitesi'nde felsefe profesörü olan Johann Georg Heinrich Feder ile tanıştı. Hem empirist Feder hem de rasyonalist olan Weishaupt, Kantçı idealizme karşı tavır aldılar.
1 Mayıs 1776 tarihinde İlluminati gizli topluluğunu kurdu. 1784 yılında yerel otorite tarafından etkinlikleri yasaklanarak Bavyera eyaletinden kovuldu. 1777 yılında Münih'de "Rath guten Theodor zum" inisiye edilen ve aynı zamanda Illimunati'nin kurucusu olan Weishaupt'un misyonu tüm monarşik yönetimler ve dinin ortadan kaldırılması yönündeydi.
18 Kasım 1830 tarihinde Thüringen eyaletinin Gotha şehrinde öldü.
Bangkok
Bangkok (Tayca กรุงเทพมหานคร) , Tayland'ın en büyük şehri ve başkentidir. Tayca Krung Thep (กรุงเทพฯ, ) olarak anılır. 2010 sayımına göre nüfusu 8,280,925'dur.
Şehrin Taycadaki tam resmi ismi 166 harften oluşan "Krung Thep Mahanakhon Amon Rattanakosin Mahinthara Yuthaya Mahadilok Phop Noppharat Ratchathani Burirom Udomratchaniwet Mahasathan Amon Piman Awatan Sathit Sakkathattiya Witsanukam Prasit"tir. Bu ad aynı zamanda Dünya'nın en uzun yer adıdır. Uluslararası alanda şehrin ismi olarak Bangkok kullanılırken, halk arasında şehrin ismi "Krung Thep" (Melekler şehri) olarak kullanılır. Resmi alanlarda ise, meselâ otomobil plakalarında "Krungthep Mahanakhon" olarak kullanılmaktadır.
Bangkok, 1782'de Kral I. Rama tarafından kurulmuştur. Güneydoğu Asya'nın en hızlı gelişen ve ekonomik açıdan en dinamik şehirlerdendir. Asya'nın en kozmopolit şehirlerinden biri olan Bangkok, Dünya Meteoroloji Örgütü (World Meteorological Organization, WMO) tarafından dünyanın en sıcak büyük şehri olarak tanımlanmıştır.
Her yıl milyonlarca ziyaretçi ağırlayan Bangkok, Asya'nın en önemli turistik şehirlerinden birisidir. En çok ziyaret edilen yerlerin başında Budist tapınakları Wat Arun, Wat Phra Kaew, Wat Pho ile kraliyet sarayı Grand Palace gelmektedir. Şehirde çok sayıda tarihi eser ve müze bulunmaktadır.
Turistler için çok sayıda konaklama seçeneği vardır. Lüks otellerin büyük bölümü Suhkumvit ve Silom gibi bölgelerde yer alırken, ünlü Khao San Road bölgesi sırt çantalı gezginler için ucuz konaklama seçeneklerine sahiptir. Khao San Road ve Patpong gece hayatının yoğun olduğu bölgelerdir.
Bangkok'ta iki adet uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Suvarnabhumi Uluslararası Havaalanı ülkenin en büyük havaalanıdır. Eski havaalanı olan Don Mueang Havaalanı ise günümüzde iç hat seferleri için hizmet vermektedir.
Siyam krallığının eski başkenti olan Ayutthaya şehrinin Myanmarlılar tarafından işgal edilmesinden sonra, kral Taksin başkenti günümüzde Bangkok sınırları içerisinde yer alan Thonburi'ye taşımıştır. Chao Phraya nehrinin batı kıyısında bulunan Thonburi Burma'dan gelebilecek saldırılara karşı korunmasız olduğu için, bir sonraki kral olan I. Rama başkenti nehrin doğu kıyısına taşımıştır. Rattanakosin isimli bu bölge doğuya kazılan bir kanal sayesinde bir ada halini almıştır ve Bangkok'un temelleri burada atılmıştır. Günümüzdeki Tayland kralı IX. Rama, Bangkok'u kuran I. Rama'nın da dahil olduğu Chakri Hanedanına mensuptur.
2010 yılı istatistik raporlarına göre kayıtlı nüfus 8,280,925 dir. Mamafih, bu rakam pek çok kayıtsız ikamet edenleri ve metropolitan bölgesinden günü birlik ziyaret edenleri kapsamaz. Yaklaşık olarak 400,000–600,000 yasal olmayan Kamboçya, Myanmar, Rusya, Ukrayna, Pakistan, Nijerya, Hindistan, Bangladeş, Çin, ve diğer ülkelerden kaçak göçmenler vardır.
Nüfusun büyük çoğunluğunu 92% ile Budistler,geri kalanı (% 6) ile Müslümanlar , Hıristiyanlar (1%), Yahudi (300 ikamet eden), Hinduizm/Sikh (0.6%), ve diğerleri teşkil eder. Bangkok'da 400 Budist tapınağı, 55 cami, 10 kilise, 2 Hindu tapınağı, 2 Sinagog ve 1 Sikh gurudwara vardır.
Bangkok'un 50 bölgesi, Bangkok Metropolitan İdaresi yetkisi altında idari alt bölümleri olarak hizmet vermektedir. 35 bölge Chao Phraya nehri'nin doğusunda yer almaktadır. 15 bölge ise şehrin Thonburi olarak adlandırılan bölümünde yer almaktadır.
2004 yılında kabul edilen, idari ve genel planlama amacıyla gruplar halinde düzenlenmiş bölgeler, karakteristik yapılarına göre aşağıdaki gibi sıralanmaktadır.
Bangkok'ta oldukça gelişmiş bir ulaşım ağı vardır. Viyadükler üzerinden giden Gök Treni (BTS SkyTrain) Sukumvit ve Silom bölgeleri üzerinden giden iki hatta sahiptir. Tek hatlık MRT Metro ise tren istasyonundan başlamaktadır. İnşası yeni bitmiş olan Havalanı Raylı Bağlantısı (Airport Rail Link) ise Suvarnabhumi Havaalanından şehir merkezine bağlantı sağlamaktadır.
Bangkok'ta nehir ulaşımı da aktif bir şekilde kullanılmaktadır. Chao Phraya nehri üzerinde değişik hatlardaki tekneler servis vermektedir. Ayrıca çeşitli kanallarda da tekne servisleri vardır.
Toplu taşımanın dışında ise taksi, tuk-tuk, motosiklet taksi gibi seçenekler bulunmaktadır.
Bangkok Asya'nın en turistik şehirlerinden birisidir. Zengin bir geçmişe sahip olan şehirde görülebilecek çok sayıda tarihi yapı ve müze bulunmaktadır. Şehrin en önemli tarihi eserleri genel olarak Ko Rattanakosin adı verilen bölgede toplanmıştır. Bangkok'un ilk yerleşim birimi olan Thonburi bölgesi Burma'dan gelen istilacılara karşı korunaksız olduğu için şehir nehrin karşı kıyısındaki Rattanakosin'e taşınmıştır. Buranın etrafında yine güvenlik sebebiyle bir de kanal kazılmış ve bölge bir ada halini almıştır. Burada Wat Phra Kaew ve Kraliyet Sarayı, Uzanan Buda tapınağı Wat Pho, Şehir Sütunu ve Milli Müze gibi çeşitli tarihi yerler bulunmaktadır.
Rattanakosin'in genişlediği bölge olan Banglamphu'da ise görece daha yeni tarihi eserler bulunmaktadır. Bunların en önemlileri Altın Dağ olarak da bilinen Wat Saket, Wat Ratchanadda ve Demokrasi anıtıdır. Banglamphu'dan sonra şehrin genişlemeye devam ettiği bölge olan Dusit ise büyük ölçüde batı tarzında bir mimariye sahiptir. Ülkesini batı standartlarına taşımayı hedeflemiş olan Kral Rama V burada Mermer Tapınak olarak da bilinen Wat Benchamabophit, Dusit Sarayı, Vianmek Tik Konağı gibi batı tarzında yapılar inşa ettirmiştir.
Bangkok'un diğer bir önemli tarihi bölgesi ise Çin Mahallesidir. Rattanakosin bölgesinin inşasında çalışmış olan Çinli göçmenler kanalın karşı kıyısındaki Yaowarat olarak bilinen bölgeye yerleştirilmişlerdir. Günümüzde oldukça hareketli bir bölge olan Çin mahallesinde renkli pazarların yanı sıra 5.5 ton ağırlığındaki saf altından bir Buda heykeline ev sahipliği yapan Wat Traimit gibi tarihi yapılar da bulunmaktadır.
Bangkok'un birkaç kardeş şehri vardır:
Üçüncü Ur Hanedanı
Üçüncü Ur Hanedanı, Üçüncü Ur Sülalesi, Üçüncü Ur İmparatorluğu ve benzeri isimlerle anılan, Mezopotamya'da bir dönem egemen olmuş, Ur kenti temelli Sümer hanedanıdır. Kısa bir dönem boyunca (yaklaşık 100 yıl, MÖ 2100-MÖ 2000) bölgesel bir siyasi güç olmuştur. Hanedan kısaca Ur III veya III. Ur olarak da anılmıştır.
Akkad yönetiminden ve peşi sıra gelen kısa dönemli Guti egemenliği ardından, Mezopotamya'nın lider siyasi gücü konumuna gelmiştir. İsin, Larsa ve Eşnunna kentlerini yönetimi altına almıştır.
Akkadların yönetiminin zayıflamasıyla, III. Ur Hanedanı yükselişe geçmiştir. Son Akkad kralı, Şar-kali-şarri, ile ilk III. Ur kralı, Ur-Nammu, arasındaki döneme dair pek bir kayıta rastlanmamıştır ve bu nedenle de çok az şey bilinmektedir. III. Ur Hanedanının yükselişini çevreleyen etkenler de tam olarak bilinmemektedir. Bu konularda tarihçilerin farklı teorileri olmuştur.
Bunlardan bir tanesi Ur-Nammu'nun hanedanı kurduğu yönündedir. Bu düşünceye göre Uru-Nammu Uruk kralı Utu-khegal'in yerini almıştır ki Utu-khegal de kendinden önceki Guti kralı Tirigan'ı makamından etmiş, yerine geçmiştir. Sümer kral listesi, her ne kadar tarihi bir kaynak olarak temel alınmasa da, Utu-khegal'in yedi yıl boyunca iktidarda olduğunu gösterir. III. Ur'un yükselişine dair genel kabul görmüş ve gelenekselleşmiş kuram budur. Fakat diğer arkeolojik ve belgesel bulgular bu duruma yeni açılar getirmiştir.
Önem kazanmaya başlamış bir başka teoriye göre ise Utu-khegal Uruk'u yönetirken Ur-Nammu onun valisiydi. Ur'da Uru-Nammu'nın hayatını konu alan ve bu detayı barındıran iki dikilitaş (stela) bulunmuştur. Diğer teori ile kaynaştırarak bazı akademisyenler Ur-Nammu'nun bir ayaklanma ile Utu-khegal'i tahttan indirdiği ve yönetimi ele geçirdiği teorisini sunmuşlardır. Bunların dışında da çeşitli teoriler mevcuttur.
Assurologlar bu dönemin bir kronolojisini çıkartmak için birçok komplike metod kullanmaktadırlar, yine de tartışmalı noktalar bulunmaktadır. Genel olarak akademisyenler geleneksel ve düşük kronoloji. Bunlar şöyledir:
"Geleneksel"
"Düşük"
"Bu tarihlerin hepsi MÖ'dir".
Dönemlerinin sonu yoğun göçler ve çevre toplulukların saldırıları ile gelmiş ve yönetimleri zayıflamıştır. III. Ur Hanedanı MÖ 2004 yılında Elam işgali sonucu düşerken, Babil de Amurruların etkisi altında kalmıştır. Ur Hanedanının yöneti |
minin sonu aynı zamanda Sümerlerin Mezopotamya'daki yönetimlerinin sonu demektir. Daha sonra Sümer kökenli olmayan kavim ve sülaleler egemen olmuşlardır. Yine de bu dönem kültürel, dini ve mimari açıdan medeni gelişimi büyük oranda etkilemiştir.
III. Ur Hanedanının kurucusu olarak bilinen kral Ur-Nammu aynı zamanda dünyanın bilinen ilk kanun koyucularından bir tanesidir. Akadların "tüm Mezopotamyayı" yönetme düşüncesinin takipçilerinden olan Ur-Nammu kendisine unvan olarak 'Sümer ve Akad ülkelerinin kralı'nı uygun görmüştü. Ayrıca Ur'daki büyük zigguratı da o yaptırmıştır.
Hanedanın bir diğer önemli kralı da, Ur-Nammu'dan sonraki kral Şulgi'dir. Dünyanın bilinen ilk kanunnamelerinin ona ait olabileceği kanısı mevcuttur. Döneminin en büyük kralı olan Şulgi imparatorluğun yönetimsel işlemlerinde standartlaşma ve merkezileşme için çeşitli adımlar atmasının yanı sıra, vergi sistemi, ulusal takvim ve arşivsel belgeleme ona atfedilir.
Akad kralı Naram-Sin gibi Şulgi da tanrılaştırılmıştır. Daha ölmeden tanrılaştırılan ve takdis edilen Şulgi'nin adına tapınaklar yapılmıştır. Ayrıca adına Sümerce ilahiler de yazılmıştır.
Döneme "Sümer Rönesansı" denilse de III. Ur Hanedanı kendilerinden önceki Akad kültürünü yadsımamışlardır. Her ne kadar bu dönemde Sümer dili ve edebiyatı gelişse ve tekrar dirilse de, Akad kültürü ve geleneği unutulmamış hatta Ur kralları Akad Hanedanı ile olan ilişkilerini vurgulamıştırlar. Her ne kadar kültürel atmosfer Sümer egemenliğine geçmiş olsa da her yerde Akad kültürünün unsurlarını görmek mümkündü. Önemli bir nokta da Akadların egemen olduğu dönemde Sümer kültürünün tamamen ortadan kalkmamış aksine Akad kültürü ile karışmış olduğu idi. Bu nedenle III. Ur Hanedanı ile birlikte tekrar dirilse bile Sümer kültürü, Akad kültürünü özümsemişti.
Görünüşe göre kraliyet ailesinin tüm üyelerinin isimleri Akadcadır. Ayrıca bu dönemde kurulan yeni kasabalara da Akadca isimler verildiği görülmektedir. Kültürel olarak hiç kuşkusuz dönemin en çarpıcı unsuru zigguratlardır, özellikle de Ur'daki büyük ziggurat. Bu dönemin mimari ve kültürel açıdan getirdiği yenilikler, her ne kadar daha sonraları Sümerler egemen olmasa da, gelecek kültürleri büyük oranda etkilemiştir. Ayrıca bu dönemin kültürünün Sümer temelli ve Akad etkisinde olmasının yanı sıra, günlük yaşama dair kültürel unsurlarda bölgenin aldığı yoğun göçün izleri, kültürel çeşitliliğin varlığı ile rahatlıkla gözlenebilir.
III. Ur döneminde büyük oranlarda Sümerce metinler üretilmiş olsa da, 'diriliş' sözcüğü bu dönemi tanımlamak için doğru sözcük olamaz; zira daha önce olmuş herhangi bir düşüş dönemine dair arkeolojik bulgular yoktur. Bu nedenle bu dönemde Sümer edebiyatının "büyük oranda geliştiğini" söylemek daha doğru olur. Semitik Akad dili yaygınca konuşulan dil olmuşsa da, edebiyat ve idari evrak hâlâ Sümer dilinin egemenliğindeydi. Devlet görevlilileri sadece Sümer edebiyatı kullanan özel okullarda yazmayı öğrenirlerdi.
Bazı akademisyenler Uruk Gılgamış Destanı'nın, klasik Sümer(ce) biçiminin bu dönemde yazıldığına inanır. III. Ur Hanedanı zaten ailesel ilişkileri olduğunu iddia ederek erken dönem Uruk krallarıyla aralarında bağ kurmuşlardır. Örneğin, III. Ur kralları, Gılgamış'ın ilahi ebeveynleri Ninsun ve Lugalbanda'nın kendilerinin de ebeveynleri olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu dönemden bir başka metin, "Ur-Nammu'nun Ölümü" olarak anılır ve ahirette (yer altı dünyasında) geçen, Ur-Nammu'nun 'erkek kardeşi Gılgamış'ı' hediyeler yağmuruna tuttuğu bir sahneyi içerir.
III. Ur krallarının egemenliği altındaki topraklar illere ayrılırdı ve her il bir vali tarafından yönetilirdi. Bu valilerin her birine "ensi" denirdi. Bazı karışık bölgelerde askeri kumandanlar yönetimde daha fazla güç sahibiydi.
Her ilin, il vergilerini toplayıp başkente gönderen bir merkezi bulunurdu. Vergiler çeşitli yollarla ödenebilirdi: ekinler, çiftlik hayvanları veya arazi gibi.
Zeyd bin Ali
Zeyd bin Ali (d. 699, Medine - ö. 740), Zeydiyye mezhebinin kurucusu, Tabiin'den fıkıh alimidir. İmam Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn’in oğludur. Tam adı, "Zeyd bin Zeynelâbidîn Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib"’dir. Künyesi, "Ebu’l-Hüseyin" olup, kendisine "Hâşimî" ve "Kureyşî" nisbetleri de verilmiştir.
Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik zamanında, kendisine taraftar gözüken kimselerin kışkırtması neticesinde, halifenin askerleriyle yaptığı savaşta öldü. Naaşı Kûfe’ye, başı Mısır’a defnedilmiştir.
Babası Şîa’nın dördüncü imamı Ali Zeynelâbidîn, annesi ise Ceyda isimli bir cariyedir.
İlk olarak babası Zeynelâbidîn'den fıkıh ve hadis dersleri aldı. Onun ölümünden sonra abisi Muhammed el-Bakır'ın derslerine devam etti.
İlk önce babası Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn bin Hüseyin bin Ali’den ders almaya başlayan Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, ağabeyi Muhammed Bâkır, Ebân bin Osman, Urve bin Zübeyr, Abdullah bin Hasan, Abdullah bin Ebî Râfi ve daha birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Medine’den başka diğer İslâm memleketlerini de dolaşarak oralarda ilim tahsil etti. Resûlullah'ın ashâbından bazılarını gördü. Fıkıhta ve kırâat ilminde zamanının bir tanesi idi. Güzel konuşmaları ile etrafındakilerin dikkatini çekerdi.
Zeyd’in değişik memleketlere ilim için yaptığı seyahatleri bahane ederek Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik'i aleyhine kışkırttılar. Onun ilim için dolaşmayıp, hilâfete geçmek için çevresine adam topladığını söylediler. Halife de onun Medine dışına çıkışını yasakladı. Fakat Zeyd bir fırsatını bularak Kûfe’ye gitti. Orada Ehl-i beyt taraftan gözüken bölücülerin kışkırtması ve Hişam bin Abdülmelik’in kendisini yakalattıracağı korkusuyla savaş için hazırlanmaya başladı. Orada bulunduğu sırada kendisine binlerce kişi bîat etti. Başka şehirlerden de yardım vaad edenler oldu.
Aynı İmâm-ı Â’zam, H. 121 / M. 739 yılında “Hânedan-ı Alevîyye” mensuplarından "“İmâm Zeyd bin Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn”" tarafından Emevî Hâlifesi Hişâm bin Abd’ûl-Melik’in zâlimâne idaresine karşı çıkarılan isyânı da Muhammed’in komuta ettiği Bedir Savaşı’na benzetmiş, ve destek vermekten hiç de çekinmemişti.
ayrılmaktalardı. Akabinde verdiği fetvâlar ile sürekli olarak Ehl-i Beyt’e arka çıkan, ve Alevîler’i destekleyen İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit te Halife Mansûr tarafından katledildi.
II. Ömer'in ölümü ile Medineli âlimler epeyce bir şaşkınlık içerisine düşmüşlerdi. II. Ömer'in yaklaşık iki yıl gibi kısa süren Emevîler Hâlifeliği sırasında gerçekleştirdiği köklü inkılâplar halkın zihnine kalıcı bir şekilde kazınmıştı. II. Ömer'in yakın arkadaşı olan ""Zeyd"" de onun ani ölümünün ardından büyük bir şaşkınlık ve keder içerisindeydi. II. Ömer'in ardından iş başına gelen yeni Emevî Hükümeti, onun gerçekleştirdiği adilâne inkılâpları devam ettirmeğe pek istekli görünmüyordu. İşte böyle bulanık bir ortamda ""Zeyd ibn Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn"," Kûfelilerden kendisinin halifeliğe talip olmasını destekleyen mektuplar ve davetler almağa başlamıştı. Milâdi 740 yılında İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit'in de desteğini arkasına alan ""Zeyd ibn Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn"," her ne kadar İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe ile İmam Malik tarafından Kûfe'de bir hıyanete uğraması olasılığının mevcudiyeti yönünde ikâz edildiyse de, bu uyarılara pek aldırış etmeden Emevîler Hâlifeliği'ne karşı yeni bir huruç hareketi başlatmak üzere Kûfe'ye doğru yola çıktı.
Zeydîler'in inancına göre İmâm Zeyd Kûfe'ye vardığında tam muharebenin başlamasından bir saat evvel Kûfeliler kendisine Ebu Bekir ile Ömer bin Hattab hakkındaki görüşlerinin hangi istikamette olduğu sualini yönelttiler. Zeyd ibn Ali de onlara cevaben: şeklinde karşılık vermesi üzerine derhal ondan desteklerini çekerek, kendisine “Ebû Bekir ve Ömer’e düşman ol” dediler. O da, onlara şeklinde karşılık verdi. Bunun üzerine Dört Yüz kişi hariç, diğerleri onu savaş alanında terk ettiler. Zeyd, bunlara “"Beni terk ettiler,"” manâsına gelen “"Ve kad rafadûnî"” dedi. Bu kelimeden dolayı, kendi ordusundan ayrılmak surtiyle ona hıyânet edenlere Râfızîler adı verildi. Zeyd’in yanında kalarak onunla birlikte savaşarak şehid düşenlerin takipçileri olduklarını söyleyenlere de Zeydîler adı verildi. Burada yapılan savaşta Zeyd öldürüldü.
Fıkıh ilminde ilk kitap yazan kişi olarak bilinen Zeyd bin Zeynelâbidîn, birçok âlime ilim öğretti. Bunlardan, oğulları Hüseyin ve Îsâ, kardeşinin oğlu Cafer-i Sâdık, Zührî el-Ameş, eş-Şube, İsmâil es-Süddî gibi âlimler en meşhurlarıdır. Yazmış olduğu kitap “"Mecmu-ul-kebîr fi’l-fıkh"” adlı eserdir.
Danıştay (Türkiye)
Danıştay; Türkiye Cumhuriyeti'nin yürütme organlarına yardımcı bir inceleme, danışma ve karar organı olup yönetimin yargı yoluyla denetlenmesi görevini yapan bir yargı kuruluşudur. Danıştay 9 dava dairesi 1 idari daire olmak üzere toplam 10 daireden oluşur.(1.07.2016 tarihli 6723 sayılı Kanunun 3.maddesiyle değiştirilmiştir)
Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı tebaasının din ve mezhep farkı gözetilmeksizin can, mal, ırz ve namus gibi tabi haklarının kanun teminatı altına alınacağı devletçe vadedilmiş, böylece yeni bir hukuk devletinin temel prensipleri ortaya konmuş, idarenin (devletin) de hukuk kurallarına uyması gerekliliği Osmanlı’da kabul edilir bir fikir haline gelmiştir.
Bu dönemde, II. Mahmut tarafından 1837 yılında Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye adında ve günümüz Danıştay’ı ile Yargıtay’ının temelleri olan bir yüksek mahkeme kurulmuş; daha sonra 1868 yılında Sultan Abdülaziz döneminde bu yüksek mahkeme (Meclisi Vâlây-ı Ahkâmı Adliye) ikiye ayrılarak Şura-yı Devlet adıyla Danıştay ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adıyla Yargıtay kurulmuş; böylelikle, yargı ve yürütme birbirinden ayrılmıştır. Bu iki yargı organından Şura'yı Devlet'e hem kanun tasarılarını hazırlama hem de idarî uyuşmazlıklara çözüm getirme şeklinde hem "kanun tasarı hazırlama" hem "yargı" görevi olarak iki görev verilmişken, Divanı Ahkâmı Adliye'ye ise yalnızca "yargı" görevi verilmiştir.
Padişah Abdülaziz'in 10 Mayıs 1868 günlü nutkuyla fiilen çalışmaya başlayan Şurayı Devlet'in "Kavanin ve nizamat layihalarını tet |
kik ve tanzim, mesalihi mülkiyeyi tetkik, hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis deaviyi rü'yet ve memurini devletin tahkik ahvaliyle, muhakemelerini icra" görevlerini yerine getirmek üzere kurulmuştur. "Hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis davaları" görmek ve çözümlemek görevi, 1876 Kanuni Esasisi ile genel mahkemelere bırakıldığından, İmparatorluk Danıştayının yargısal görevi çok sınırlı kalmıştır.
İmparatorluk döneminde 54 yıl görev yapan Danıştay, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul’daki bütün merkez kuruluşlarının TBMM Hükümetinin idaresine geçmesiyle 669 sayılı kanunla yeniden düzenlenip, 6 Temmuz 1927 tarihinde çalışmaya başlamıştır. 669 sayılı Kanuna göre Danıştay, üç idari bir dava dairesi olmak üzere, dört daireden oluşmaktaydı.
1961 Anayasası, mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlığını hem yasama ve hem de yürütme organlarına karşı koruyabilmek için gerekli hükümleri öngörmekte idi. Bu Anayasanın 114. maddesinde, "İdarenin hiçbir eylem ve işlemi yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamaz" denilmiş ve 1982 Anayasası ile bazı kısıtlamalar getirilmişse de, temel ilke korunmuştur.
1982 yılında ayrıca, ilk derece idari yargı mercileri olan idare ve vergi mahkemelerinin kurulmasıyla, idari yargı örgütünün kuruluşu tamamlanmıştır. Bu gün Danıştay, bu mahkemelerin üzerinde bir temyiz mercii olarak yargı görevine devam etmektedir.
10 Şubat 2011 tarihinde Danıştay'ın daire sayısı 13'ten 15'e, üye sayısı ise 95'ten 156'ya çıkarıldı. 2014 yılında ise daire sayısı 15'ten 17'ye, üye sayısı ise 156'dan 195'e çıkarıldı. 2016 yılında üye sayısı 116'ya daire sayısı ise 15'e düşürüldü.
Danıştay, Türkiye'nin 6 yüksek yargı organından birisidir. 14'ü dava, biri idari daire olmak üzere toplam 15 daireden oluşmaktadır.
Anayasa'da öngörülen Yüksek Mahkemelerden biri olan Danıştay, Anayasa'nın 155. maddesine göre, yönetimin yargı yoluyla denetlenmesinde etkin ve önemli görev yapan bir yargı kuruluşu olmanın yanı sıra, yürütme organına yardımcı bir inceleme, danışma ve karar organıdır.
Bugün Danıştayın idari görevleri ile yargı görevi birbirlerinden kesin olarak ayrılmış ve her iki görevi yürütecek daireler birbirinden tamamen ayrı olarak kurulmuşlardır. Yönetimin yargı yoluyla denetlenmesi görevini, idare ve vergi mahkemeleriyle birlikte, Danıştayın dava daireleri yürütmektedir.
Günümüzde Danıştay, 1982 yılında yürürlüğe giren 2575 sayılı Danıştay Kanununa göre örgütlenmiştir. Bu Kanuna göre Danıştay, on beşi dava, ikisi idari olmak üzere on yedi daireden oluşmaktadır. Bugün Danıştayda, Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyeler olarak, 168 yüksek mahkeme hakimi görev yapmaktadır.
Danıştayda, Daire başkan ve üyeleri haricinde, dava dosyalarını inceleyerek daire veya görevli kurullara gerekli açıklamaları yapmak, tutanakları hazırlamak, dava hakkındaki görüşlerini daire veya kurula bildirmek ve karar taslaklarını yazmakla görevli tetkik hâkimleri ile davalar hakkında hukukî mütalaalarını bildirmekle görevli savcılar da görev yapmaktadır.
Pippi Uzunçorap
Pippi Uzunçorap, Astrid Lindgren'in yazdığı İsveç çocuk kitabı serisinin ve bu seri ile bağlantılı diğer çalışmaların ana karakteri. Pippi Uzunçorap, ayrıca sinemada Inger Nilsson tarafından başarıyla canlandırılmıştır. Roman ve film birçok dilde tercüme edilmiştir.
Astrid Lindgren, roman kahramanı Pippi'yi akciğer iltahabından hasta yatmakta olan ve Pippi Uzunçorap'dan (isim o an aklına gelmiş) bir hikâye dinlemek isteyen kızı "Karin" 'e bakarken keşfetti. Başlangıçta yazar olmaya niyeti olmayan Astrid Lindgren yıllar sonra, bacağının kırık olduğu bir dönemde hasta yatağında yatarken, bu hikâyeleri kaleme almıştır.
Yazarın Pippi'yi esinlendiği şahıs, büyük ihtimalle kızı Karin'in 40'lı yıllardaki sınıf arkadaşı "Sonja Melin" 'dir. Bir başka esinlenme ihtimali de 1930'lu yıllarda Danimarkalı roman yazarı Karin Michaelis'nin kullandığı ""Bibi"" karakteridir. Dikkat çeken sadece isim benzerliği olmayıp, "Pippi" 'nin de "Bibi" gibi korkusuz bir küçük kız olmasıdır. O da bir istasyon memurunun kızı olarak Danimarka'nın trenlerinde serbest seyahat eder, çekincesiz ve birçok yetişkinin gözünde yaramaz, ama aynı zamanda sevecen, sorumluluğun bilincinde ve sosyaldir.
Bir başka esin kaynağı da Lucy Maud Montgomery'nin kırmızı saçları ve yaşam tarzıyla Pippi'yle benzerlikleri olan roman kahramanı ""Anne"" dir.
George Dawson
George Dawson (18 Ocak 1898; Marshall, Teksas - 5 Temmuz 2001, Teksas), 98 yaşında okuma yazma öğrenen, 101 yaşında da Richard Glaubman ile birlikte "Life Is So Good" adlı bir kitap yazan Amerikalı yazar. Afrikalı köle bir ailenin torunu olan Dawson, insanlara hayatta hayallere ulaşmak için hiçbir zaman geç olmayacağı iletisini sunmuştur.
Nesnel
Nesnel; öznel, kişiye özgü olmayan, tamamen kanıtlanabilir yargılardır. Hiçbir zaman nesnel yargılara kişi kendi düşüncesini katmaz. Eğer katarsa nesnel değil, öznel bir yargı besler.
Anthony Porter
Anthony Porter, 27 yaşındayken iki kişiyi öldürme suçuyla tutuklanıp 16 yıl geçirdiği hapis hayatından sonra idam cezasına çarptırılmış zenci ABD vatandaşıdır.
İnfazın çok kısa bir süre öncesinde gerçek katilin suçunu itiraf etmesiyle serbest kalmışır. Prof. David Protess önderliğindeki basın yayın öğrencilerinin çabaları gerçek suçlunun itirafına önemli katkıda bulunmuştır.
Porter'in onca yıl suçu inkar edememesinin en büyük nedeni ise zeka seviyesinin çok düşük (51 IQ) olmasıdır.
Emrah Ablak
Emrah Ablak (d. 27 Ekim 1972, Zonguldak) Türk karikatürist.
Sivas’ın Divriği ilçesinin Cürek kazasında ilkokula başladı, Karabük’te bitirdi. Ortaokul ve liseye Ankara’da devam etti. Yıldız Teknik Üniversitesi, Makina Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Çizerliğe Avni dergisinde başladı. Daha sonra Dıgıl, Fos, Parazit, Biber, HBR Maymun, L-Manyak, Lombak, Kemik, Penguen adlı dergilerde çalıştı. İlk çizdiği karikatür köşelerinden itibaren ana akım anlayışın dışında, absürt komik espirileriyle dikkat çekti. L-Manyak'ta çizdiği Psiko ve daha sonra Psiko ile benzer konseptte Lombak'ta çizdiği Tübitak isimli çizgi roman serisi ile popüler oldu. Tübitak'ta Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu içerisinde kurguladığı bir profesör ve bir temizlikçinin tezatlığını kullanarak mizah ve maceraya dayalı öyküler yaptı.
Halen Uykusuz dergisinde karikatür köşesi ve Jamal isimli bir bant karakter çizmektedir.
Mustafa Yücel Özbilgin
Mustafa Yücel Özbilgin (20 Haziran 1942; Akçaabat, Trabzon – 17 Mayıs 2006, Ankara), Danıştay Saldırısı'nda görev başında hayatını kaybeden Türk hukukçu ve mülki idare amiri.
1960 yılında Yozgat Lisesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1965 yılında mezun oldu.
Taşova Kaymakam Vekilliği, Havsa, Ardahan, Kâhta ve Bozova Kaymakamlıkları, Mülkiye Müfettişliği, Ocak 1992-Nisan 1996 tarihleri arasında Adıyaman Valiliği, 1996-1999 yılları arasında ise Merkez Valiliği görevlerini ifa etmiştir. 6 ay süreyle İngiltere’de bulunmuş, “Yerel Yönetimlerin Denetimi” konusunda, İçişleri Bakanlığı yayınları arasında yayımlanan ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır.
Cumhurbaşkanı tarafından 30 Eylül 1999 tarihinde Danıştay Üyeliğine seçilen ve 22 Şubat 2000-26 Mart 2002 tarihleri arasında da Danıştay Genel Sekreteri olarak görev yapmıştır.
17 Mayıs 2006 tarihinde Mustafa Yücel Özbilgin, çalıştığı Danıştay 2. Dairesinde saldırgan Alparslan Arslan tarafından öldürüldü. 19 Mayıs 2006 tarihinde Ankara Kocatepe Camii'nde düzenlenen görkemli bir cenaze töreninin ardından toprağa verilen Özbilgin'in cenaze törenine eski başbakan Bülent Ecevit de doktorlarının karşı çıkmasına karşın katılmış ve törenden sonra rahatsızlanarak beyin kanaması geçirdi. Uzun süre yoğun bakımda tutulan Ecevit, 5 Kasım 2006'da vefat etmişti.
Alparslan Arslan bu saldırıyı, Danıştay II. dairesinin baş örtüsü hakkında aldığı kararlara tepki olarak gerçekleştirdiğini ifade etmiştir. Ancak Ergenekon İddianamesi'nde Danıştay Saldırısı'nın Ergenekon örgütü'nün talimatıyla gerçekleştirildiği savunulmuştur.25 Temmuz 2008'de kabul edilen Ergenekon davası iddianamesinde Danıştay Saldırısından sorumlu olarak Ergenekon örgütü gösterilmiş ve azmettiricisi olarak emekli Tuğgeneral Veli Küçük gösterilmiştir
Pierre Auguste Renoir
Pierre Auguste Renoir (25 Şubat 1841; Limoges, Haute-Vienne - 3 Aralık 1919, Cagnes-sur-Mer), İzlenimcilik akımının başta gelenlerinden Fransız ressam.
Renoir, orta halli bir ailenin çocuğuydu. Babası Leonard Renoir terziydi. Annesi Marguerite Merlet ise bir terzihanede çalışıyordu. Leonard Renoir, Pierre Auguste Renoir’in doğumundan üç yıl sonra tüm ailesiyle birlikte Limoges’den ayrılarak, Paris’te Bibliotheque’de bir eve yerleşti. Renoir yedi yaşına girdiği zaman 'Freres des Ecoles Chretiennes' adında rahiplerin yönettiği okula girdi. Burada okuma yazma ve aritmetik öğrendi. Oğullarının tutku ve yeteneğini fark eden ailesi, 1854 yılında Pierre Auguste’u okuldan alarak, Fosses du Temple caddesinde bulunan atölyelerinde porselen süslemeciliği ile uğraşan Levy Kardeşler’in yanına çırak olarak yerleştirdi.
Auguste Renoir, bu usta sanatçıların atölyesinde porselen tabaklar boyayarak işe başladı. Kısa zamanda oldukça başarılı işler yapmaya başlayan Renoir, akşamları resim derslerini izlemek üzere Dekoratif Sanatlar ve Resim Okulu’na gidiyordu. Bu okulda yine kendisi gibi öğrenci olan Emile Laporte ile tanışarak yakın dostluk kurdu.
1858 ilkbaharında Levy Kardeşler’in atölyesi oldukça zor anlar yaşamaya başladı. O sıralarda gelişmekte olan mekanik basım, el işçiliğiyle rekabet halindeydi. Makine artık el işciliğinin yerini almaktaydı. Bu durumda Renoir da işsiz kaldı. Çok geçmeden, yelpazeleri resimleyen bir atölyede iş buldu. Büyük bir ustalıkla 18. yüzyıla ait taklidi resimler yaptı. Renoir olanca hızıyla çalışıyordu ve oldukça iyi kazanıyordu. Auguste Renoir, düşünü gerçekleştirmeye yetecek kadar para biriktirmişti. Onun büyük düşü, resim sanatı ile uğraşmaktı.
Yaşadığı yer tipik bir 18. yüzyıl felsefesinin oluşturduğu kültürel bir ortamı yansıtıyordu. Orta sın |
ıfın yaşamın tadını çıkardığı bir dönem ahlaki yapısı Renoir’in tablolarında da göze çarpıyordu. Özellikle sanatçı gençlik yıllarında, bu ruh durumunun sevincini, mutluluğunu ve gevşekliğini yansıttı tablolarına.
Renoir, sanat hayatının daha ilk yıllarında Manet'nin üslubunu beğenmiş; bunu, Courbet'nin plastik ifade tarzı ve Delacroix’nın renk dünyası ile birleştirmiştir. Ne var ki hiçbir sanatçıya ve üsluba körü körüne bağlanmamıştır. Yakın dostu Laporte'un önerisi üzerine Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye karar veren Renoir, giriş sınavlarını büyük bir başarı ile kazanarak, 1862’de Emile Signol ve Akşam adlı tablosuyla tanınan İsviçreli ressam Charles Gleyre’in atölyesine girmeye hak kazanmıştır. Atölyede sanatsal gelişimi açısından önemli rol oynayacak olan Frédéric Bazille, Alfred Sisley, ve Cladue Monet ile tanışmıştır.
Renoir 1863 yılında Salon’a Peri ile Kır Tanrısı adlı eserini sunmuş ancak resim reddedilmiştir. Ertesi yıl ise Victor Hugo’nun Notre Dame de Paris adlı eserinden esinlendiği La Esmeralda adlı yapıtı sergiye kabul edilir. Renoir, Gleyre’in atölyesinde geçerli olan sanat düşüncelerinin kendisinin ve arkadaşları Monet, Bazille, Sisley’e ne denli ters düştüğünü anlar. Bu nedenle bir süre sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nden ayrılmak zorunda kalır.
1863 ilkbaharında atölyeden ayrılarak Fontainebleau Orman'nda "en plain air", açık hava resimleri yapmak üzere geleceğin Empresyonistleri olan arkadaşlarının ardına takıldı. Renoir, burada açık renkler kullanmasını ve resmini daha aydınlık kılmasını öneren Virgile Narcisse Diaz ile tanışır. Renoir’in başka bir gün ise Gustave Courbet ile burada karşılaştığı bilinmektedir. Renoir’in bu dönem başlarında verdiği Atölye ve Cenaze Töreni gibi yapıtlarında Courbet etkisi sezilir.
1870 Savaşı sonuna kadar birçok kez Fontainebleau Ormanı’na gitmiştir. Bu arada arkadaşı Jules de Coueur’ün Marlotte’daki malikanesinde konuk olmuştur. Sanatçı burada birçok eserinde kendisine modellik yapan Lise Trehot ile tanışmıştır. Sanatçı Lise’in parkta, ayakta, çimenler üzerine oturmuş halde ya da dikiş dikerken birçok resmini yapmıştır.
Renoir, Lise'in bazı portrelerinde özellikle resmi sergiye yolladıklarında geleneksel bir etkinin altında kalarak, koyu bir renk düzeniyle cilalı bir görünüş yaratıyordu. Renklerini (siyah, koyu yeşil, soluk mavi), hazırlama zeminin şeffaf bir şekilde bırakan verniklerle geniş alanlara yayıyordu. 1867 yılına kadar aydınlık resimden ayrılmadı. Konusunu doğrudan beyaz tuval üzerine uygulamak için ziftli hazırlamalara karşı çıkıp hematitten yararlandı. İlk portrelerinde zemini, ışığı şekillerin yardımıyla birleştiren mavi renklerle boyuyordu. Pre-Empresyonizm ile klasik akım arasında kendine özgü bir bağıntı kurmuştu.
18 Temmuz 1870’te Almanya’nın Fransa’ya savaş açması, Renoir’in yaşamında birtakım değişikliklere neden oldu. Orduya katılan Renoir, önce Tarbes’de daha sonra Libourne’da savaştı. Libourne’dayken ciddi bir şekilde hastalanması üzerine Bordeaux’ya döndü. Hiç zaman kaybetmeden çalışmaya başladı ve birbirini anımsatan iki büyük portre yaptı; arkadaşı Rapha’nın sevgilinin portresi ve Lise Trehot’un Papağanlı Kadın adlı resmi.
Renoir, 1872 yılının ilk ayında sanatsal ve kültürel yaşamın artık söz konusu olmadığı Paris kentinde Paul Durand-Ruel ile tanıştı. Empresyonistlerin büyük koruyucusu Paul Durand-Ruel sanatçının yapıtlarını satın aldı. Durand-Ruel’le ilişki kurduğu sıralarda Cezayir Giysileri İçinde Parisli Kadınlar ya da Harem adındaki önemli bir kompozisyonunu bitirmek üzereydi. Bu yapıt 1872 Resmi Sergisi’nde sergilendi ama başarı elde edemedi.
1873'lere gelindiğinde Salon, renkleri kullanma yöntemi yüzünden sanatçının resimlerini yine reddetti. Ertesi yıl, 15 Nisan-15 Mayıs tarihleri arasında Renoir, Monet ve başka sanatçılar bu sergiye almaşık yeni bir sergi düzenlemeye giriştiler. Bir yıl sonra, ilkbaharda Salon'un dışında yeni bir sergi açıldı. İzlenimcilerin ilk sergileri olan bu sergi, onları çok tatmin etmese de karamsarlığa da itmedi. Ancak ertesi yıl sergide izleyiciler bir açık arttırma sırasında o denli saldırganlaştılar ki sonunda araya polisin girmesi gerekti. Bu sergi, Paris’te fotoğrafçı Nadar’ın galerisinde düzenlenmişti. Renoir’ın altı tablo ve bir pastel gönderdiği bu sergi büyük bir başarı elde edemedi. Sanatçı bu sergide üç tablo satabildi.
Empresyonist dönemi boyunca (1872 – 1882) Renoir; Monet, Berthe Morisot, Sisley gibi bir bahçe içerisine yerleştirdiği gerek nü’ler gerekse portreler ve gruplarda ışık etkilerinin şiirsellikle canlandırılması üzerinde çalıştı. Tuval üzerinde renkleri karıştırmaya ve vernikle çalışmaya ( özellikle Loca ya da Balerin gibi başyapıtlarında ) devam etmekle birlikte; 1876’dan itibaren görsel karışıklığı da kullanmaktaydı. Renoir bu görsel karışıklığı;tuval üzerinde titreşim gücünü ayrı tutmakla beraber, izleyicinin birbirinden ayırt edemediği renkli virgülleri anımsatan aydınlık küçük fırça vuruşlarıyla yaratıyordu. Bu yöntemi sayesinde, büyük boyutlu tablolarında da ağaç yaprakları arasından sızarak modellerin giysilerinde ve yüzlerinde yaldızlı ya da beyaz lekeler oluşturan güneş ışığının etkilerini canlandırmayı başardı.
1875 yılında Renoir Oltası ile Balıkçı adlı tablosunu satın alan editör Georges Charpentier ile tanıştı. Editörün evine davet edilen Renoir, çok geçmeden Madam Charpentier’nin salonunun sık rastlanan kişisi haline geldi. Bir süre sonra Bay ve Bayan Charpentier sanatçıya birkaç portre ısmarladılar. Japon salonunda çocukları ve köpeğiyle Madam Charpentier’nin portresini yaptı. Bu oldukça önemli ve büyük bir tabloydu. Charpentier’nin nüfuzu ve birçok sosyal ilişki sayesinde Renoir’ın bu tablosu, 1879 Resmi Sergisi’nde en iyi durumda, yerden 120 cm yüksekliğe asılı olarak sergilendi. Halkın tüm beğeni ve hayranlığını bu yapıt çekmişti. Yorumcular Renoir’dan övgüyle bahsediyorlardı. Sanatçı hareket ve incelik dolu büyük bir fırça, güncel olayı tamamlayan tüm nesneleri yakalamıştır. Odadaki tüm eşya, fırçanın hızlı darbeleri altında canlı bir halde sıralanmıştır. 1878'de yeniden Salon'a başvurduktan sonra kendini İzlenimciler'den uzaklaştırmaya başladı.
Paris’te yorgun düşen ve görüşünü yenilemek isteyen Renoir, 1881 Şubatında arkadaşı ressam Cordey ile birlikte Cezayir’e gitmeye kara verdi. Sanatçı bir ay süren bu yolculuğunda ( ve ertesi yıl yaptığı yolculuğunda ) pek çok yerli kadın portresi ve birçok peyzaj yaptı. Bu dönemde verdiği en başarılı peyzajlar arasında Muz Bahçesi, Yerli Kadınlar ve özellikle Casbah’daki Arap türü çalışmaları gösterilebilir. Paris’e dönen Renoir, 1881 Ekimi’nin sonunda İtalya’ya gitti. Venedik’te San Marco Bazilikası’nı ve Büyük Kanal’da gondolcuları çizdi. Renoir esinlendirici bulduğu İtalya seyahatinden sonra yeni arayışlar içine girdi. Özellikle Sienalı Cennino Cennini’nin 1437 yılında yazdığı ve 1858 yılında Fransıca’ya çevrilen, ilk İtalyan resim tekniği kitabı olan Ustanın Elkitabı, onun için şiirsel ve stilistik anlamda belirleyici bir esin kaynağı oldu.
1881'de bir tecimcinin resimlerini düzenli olarak satın almaya başlamasıyla parasal kaygılardan büyük ölçüde kurtuldu. Ertesi yıl açık olarak onu korkuttuğunu söylediği devrimci görünüşten uzaklaşmak istediğini söyledi. Bu yıllara geldiğinde Renoir artık kendini 'İzlenimciliğin götürebileceği denli uzağa gelmiş' görüyor ve artık bu akımın yalnızca 'görsel' olan yanının doyurucu bulmuyordu ve onun "bir çıkmaz-sokak" olduğunu düşünüyordu. Onun İzlenimcilerden uzaklaşmasının en büyük sebebi İtalya yolculuğuydu. Bu yolculuk sırasında büyük İtalyan yağlı boya ustalarını keşfetti. Bu da İzlenimcilik konusundaki eleştirilerini güçlendirdi. Döndüğünde resimlerinde daha büyük bir birliğe ulaşmak için çaba göstermeye karar verdi.
O sıralar beğendiği ressamlar arasında Courbert, Watteau ve Fragonard vardı, ve onu izlenimcilerden ayıran en büyük tavır da “hala müzedeki büyük ustaların resimlerini incelemenin çok yararlı olacağı düşüncesi”ydi. Zira İzlenimciler geçmişi ve klasik olanı reddetme eğilimindeydiler. İzlenimciler klasik 18. yüzyıl ahlakını yansıtıyorlar iyiye doğru bir gidiş olduğunu savunuyorlardı. Ama Renoir kötülüğün de resme girebileceğini ve yaşananın darlık içinde gerçekleştiğine inanıyordu. Yani karamsar bir tutum içine girmişti. Zamanla "Klasiğin dışında hiçbir şey yoktur" vargısına ulaşan sanatçı ne denli usta olursa olsun bir sanatçının her zaman öğrenebileceği yeni pek çok şey olduğuna inanıyordu.
Bu değişikliği gösteren eser de Şemsiyeler adlı tablosudur. Sanatçının değişimi gösterir Şemsiyeler. Yolculuk esnasında başlamıştı esere ve bitirdiğinde eskiden çok farklı bir tarza ulaştığını fark etti. İzlenimciliğe şu sözle karşı çıktı: Bu dönemde zamanının temalarından daha kalıcı temalara yöneldi ve çıplak resimlerine ağırlık verdi. 1880'lerde Renoir'in İzlenimciliğin hafif renklerinden git gide uzaklaştığı görülür. Aynı zamanda bu döneminde yoğun olarak belli belirsiz ortamlarda genç kızların tablolarını yapmaya girişti. Biçemi ustalaşıp yalınlaştıkça mitolojik temalara yöneldi ve yeğlediği kadın tipi daha olgunlaşıp büyüdü.
1882 yılından itibaren Renoir, bazıları deniz kıyısına oturmuş, diğerleri suyun içinde ayakta oturan yıkanan kadınların oyunlarını temsil eden büyük boyutlu bir kompozisyon yaratmayı düşledi. İtalya’dan döndükten sonra bu büyük eserine başladı. Uzun çalışmalardan sonra 1887 ilkbaharında tamamladığı bu tablo, aynı yıl Resmi Sergi’de yer aldı.
Bu yapıtında Renoir’in Versailles Parkı’ndaki Marmousets Bulvarı’nda bulunan havuzu süsleyen Su Perilerinin Yıkanması adlı Giraradon’a ait kurşun kabartmadan esinlendiği bilinmektedir.
Renoir, Yıkanalar Kadınlar’ın aslına başlamadan önce yağlıboya iki eskiz yapmakla yetinmeyip toplu halde ve detay resimler de çizdi. Sanatçı bu büyük tuvaline başlamadan önce birçok eskiz yaptı. Konunun ruhu bu eskizlerde canlanıyordu. Gerek tek bir figürün canlandırıldığı, gerekse toplu bir görünüşün sağlandığı tüm tablolarda büyük yapıtına yaklaşmaya çalışıyordu. Araştırmaları süresince Renoir; bir sayfan |
ın ufak boyutlarına uyan bir şeklin, uyan bir tuval ya da bir kartonun daha büyük ölçülerine uygun olmadığını fark etmişti. Bu nedenle gerçekten alınmış küçük eskizlerin büyütülmesi yöntemini terk ederek, bunun yerine daha sonra tuval üzerine uygulayabileceği büyük resimler yapmayı yeğledi.
Bu yapıtlarında bir göğsün hacmini, bir vücut kıvrımının hafif akışını, bir kolun kıvrılışını, bir vücudun canlılığını hissettirmek için çoğu kez tek bir çizgi sanatçıya yetiyordu. Renoir üstün sanatı sayesinde, saflık ve beğeniyi birleştirmeyi başarıyordu.
1885 ve 1886 tarihlerini taşıyan Annelik adlı yapıtının çeşitli şekillerde anlatımları, Renoir’in sanatındaki yeni yönelişi oldukça belirgin bir şekilde gösterir.
Bu yapıtlarda sanatçı; Esseyes’de bir bankın üzerinde oğlu Pierre’i emziren genç karısını, taklit edilmesi olanaksız bir albeni ve doğallıkla canlandırmıştı. Karısının üzerinde mavi renkte bol bir etek ve başında hasırdan bir şapka bulunuyordu. Her şey yumuşatılmıştı: Anne ve çocuk, yaz güneşi altında olgunlaşmış meyveleri ya da dolu tohumları anımsatıyordu. Renoir; bu tür boyama, pastel ve resimlerde tebeşir kullanmayı alışkanlık haline getirmişti. Aline’in ilk anneliği, bu dönemde sanatçının esinlendiği önemli konuydu.
Renoir, mesleğinin doruk noktasına ve sanatının en olgun dönemine ulaştığı sıralarda, 1900 yıllarına doğru amansız bir hastalığa yakalandı. Bu sanatçının hareket etmesine engelleyen ağır bir romatizmaydı. Ne var ki bu ağır hastalık, onun sanat çalışmalarını engelleyemedi. Tedavi olmak amacıyla Fransa’nın güneyine gitmeye kara verdi. Bir süre Fransa’da yaşadıktan sonra 1903 yılında Cagnes’ye kesin olarak yerleşti. 1915 yılında eşinin ölümü Renoir’de büyük üzüntü yaratmıştı. 1919 yılında Paris’e gitti. Burada Louvre Müzesi’nde bulunan La Caza Salonu’nda sergilenen Georges Charpetier’nin Portresi’ni görme sevincini tattı.
Cagnes’ye dönen Renoir, yeniden çalışmaya başladı. Fakat bir gün Les Collettes Parkı’nda tablosunu boyarken soğuk aldı. Sağlık durumu iyice kötüleşen Renoir 3 Aralık 1919’da hayata gözlerini kapadı.
Danıştay saldırısı
Danıştay Saldırısı, 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay 2. dairesine Alparslan Arslan adlı saldırganın gerçekleştirdiği silahlı eylemdir. Saldırı sonrasında, Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin ölmüş, aralarında daire başkanı Mustafa Birden'in de yer aldığı dört üye ise yaralanmıştır. Arslan, saldırı sonrasında kaçmaya çalışırken Danıştay'da görevli polis memurları tarafından yakalanmıştır.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde 1. Ergenekon davası kapsamında yargılanması devam eden davanın iddianamesinde saldırının "Ergenekon Terör Örgütü'nün istediği gibi kaos ve kargaşa ortamı yaratmak" amaçlı yapıldığı iddia edilmiştir.
Saldırı, 17 Mayıs 2006 sabahı saat 9.45 civarında gerçekleşti. Arabasını Necatibey Caddesi'nde park ettikten sonra Danıştay'a gelen Alparslan Arslan adlı avukat, sahip olduğu avukat kimliği sayesinde güvenlikten silahıyla birlikte geçmeyi başardı. Danıştay 2. Dairesi'nin bulunduğu kata geldikten sonra daire başkanı Mustafa Birden'in odasına yöneldi. Kapıda sekreter Aynur Taslı tarafından durdurulan, fakat çay servisi yapılmakta olduğu için açık olan kapıdan içeri giren Arslan, içeride toplantı yapan daire üyelerine elindeki Glock marka silahla 11 el ateş etti. Saldırı sırasında odada bulunmayan dönemin Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan'ın saldırganın 'Allah'ın askeriyim, Allahü ekber' diyerek ateş ettiğini ileri sürmesine rağmen, bu iddia bizzat saldırıya uğrayan ve odada bulunan üyeler tarafından yalanlanmıştır.
Arslan'ın silahından çıkan kurşunlar, daire üyelerinden Mustafa Birden, Yücel Özbilgin, Ayla Gönenç, Ayfer Özdemir ve Ahmet Çobanoğlu'na isabet etti. Üye Kamuran Erbuğa, saldırı sırasında masanın altına girerek yara almadan kurtuldu. Odadaki çaycı da yaralanmadı. Odadan çıkarken bağıran Taslı'ya susması için silahını doğrultan Arslan, koridorda havaya bir el ateş ettikten sonra merdivenlere yöneldi. Kaçmaya çalışırken yolu polisler tarafından kesilen Arslan etkisiz hale getirilip yakalandı.
Saldırı'nın ardından Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'ne kaldırılan yaralı üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin aynı gün içinde hayatını kaybetmiş, diğer üyeler ise ilerleyen haftalarda iyileşip taburcu olmuşlardır.
Türkiye'de, saldırıya tepki çok büyük oldu. Saldırının ertesi günü, saldırıyı protesto etmek için Ankara'da toplanan kalabalık bir grup Anıtkabir'i ziyaret etti ve sonrasında Yücel Özbilgin'in cenazesine katıldı. Bu kalabalık içinde Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyeleri ile Türkiye Barolar Birliği temsilcileri, 30 kadar ilin baro başkanları, savcılar, rektörler, öğretim üyeleri vardı. Anıtkabir'de yapılan Yargıtay ve Danıştay imzalı açıklamada saldırının gerçekleşmesinde Tayyip Erdoğan hükümetinin ve Vakit Gazetesi'nin sorumlu olduğu iddia edildi. Anıtkabir'e yürüyüş ve Yücel Özbilgin'in cenazesi sırasında ""Türkiye laiktir, laik kalacak"" şeklinde sloganlar atıldı . Bunun yanı sıra bazı protestocularca, Ak Parti hükümeti aleyhine de sloganlar atılmış, Hükümeti temsilen cenazeye katılan bakanlar ""katiller dışarı"" ve ""mollalar İran'a"" şeklinde protestoyla karşılanmıştır. Cenazeye gelen yargı ve YÖK üyeleriyle Cumhurbaşkanı ve askerler ise, göstericiler tarafından alkışlandı . Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 19 Mayıs 2006'da yaptığı açıklamada saldırının sadece Danıştay'a değil, laik devlete de yöneltilmiş olduğunu söyledi .
"Vakit" gazetesi 13 Şubat 2006 tarihli haberinde Danıştay 2. Dairesi'nin bir öğretmenin dışarıda başörtüsü taktığı için müdür olmasını uygun bulmaması kararından sonra "İşte o üyeler" şeklinde bir başlık atıp daire üyelerinin resimlerini basmıştı. Bu gazete nüshasının saldırganın aracından çıkması üzerine, saldırganın bu haberle motive olduğu iddiaları ortaya atıldı . Bunun üzerine Gazete hakkında "hedef göstermek" suçundan dava açıldı. Yargılama sonucu "Danıştay üyelerini terör örgütlerine hedef gösterdiği gerekçesiyle" gazetenin sahibi Nuri Aykon 100 bin YTL, sorumlu yazı işleri müdürü Harun Aksoy ise 11 bin 572 YTL para cezasına çarptırıldı.
Saldırı, hükumetin tüm üyeleri tarafından kınanmıştır. Ancak hükumet saldırının irticai bir saldırı olduğunu reddetmiş ve hükumeti devirmek amaçlı bir komplonun parçası olduğunu savunmuştur. Protesto gösterilerinin ardından hükumet adına açıklama yapan devlet bakanı Mehmet Ali Şahin, "saldırganların saldırıyla değil, hükumete yönelik protestolarla amaçlarına ulaştıklarını" söylemiş ve saldırının "başörtüsü kararı ile ilgili olmayıp Türkiye'deki istikrar ortamını yok etme amacında olduğunu" savunmuştur. Takip eden günler içinde hükümetin diğer üyelerinden de bu saldırının Türkiye'deki istikrarı yok etmeye yönelik bir komplo olduğu fikrini destekleyen açıklamalar gelmiştir. Hatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, muhalefet lideri Deniz Baykal'ı bu komplonun bir parçası olmakla suçlamıştır.
Saldırıdan iki gün sonra dönemin Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül Alparslan Aslan'ı yönlendiren çetenin elebaşısının emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin olduğunu açıkladı ve Tekin'in, olay öncesinde Arslan ile sık sık telefonla görüşmesi yaptığını belirtti. İkamet ettiği apartmanın yöneticisi ve komşularının, "milli duyguları sağlam, ama dini bütün değildir" diye nitelendirdikleri Muzaffer Tekin, saldırının gerçekleştiği gün saat 12.00 sıralarında eşi Müge'yle birlikte binadan çıkmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Muzaffer Tekin Danıştay Saldırısından üç gün sonra bıçakla intihara teşebbüs etmiş şekilde yakalandı. Tekin, yaralı halde götürüldüğü Acıbadem Hastanesi'nde polis tarafından gözaltına alındı. Tekin'in Danıştay Saldırısı'nı hemen ardından teknik takibe alındığı ve evini terkettikten sonra emekli albay Mehmet Zekeriya Öztürk'e telefon ederek "Birkaç gün ortadan kaybolmam lazım bana yardımcı ol" dediği öğrenildi.
Hürriyet gazetesi 24 Mayıs 2006 günü Muzaffer Tekin tutuklu olduğu sırada emekli yüzbaşının içinde olduğu ilişkiler ağının polise göre, 'Ergenekon örgütü yapılanmasında yer alan kişileri işaret ettiğini duyurdu. Ancak; Arslan ve Tekin'in Veli Küçük, Sedat Peker, Kemal Karinçsiz, Sevgi Erenerol gibi kişiler uzanan önemli bir ilişki yumağının mevcut olduğu tespit eden polis ciddi bir delile ulaşamadığı için Muzaffer Tekin'i serbest bıraktı. Saldırı ile ilgili hazırlanan iddianamede Muzaffer Tekin, Mehmet Zekeriya Öztürk gibi sanıklar yer almadı. Sanıkların laik düzeni değiştirmeye teşebbüs ve saldırının Danıştay 2. dairesinin başörtüsü hakkında aldığı kararlara tepki olarak gerçekleştirildiği savunuldu.
11 Ağustos 2006'da saldırgan Alparslan Arslan ve saldırıya karışmış diğer kişilerin davasının ilk duruşması, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. Alparslan Arslan'ın da aralarında bulunduğu yedi sanık tutuklu ve diğer sanıklar "anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs" ve "silahlı örgüt kurma" suçlarından yargılanmıştır.İlk duruşmada kendine yöneltilen suçlamaları kabul eden Alparslan Arslan; başörtüsü konulu kararı nedeniyle Danıştay'a, başörtüsü takanları domuza benzeten karikatüre yer verdikleri için ise Cumhuriyet Gazetesi'ne saldırdığını söylemiştir.
13 Şubat 2008'de, mahkeme sanıkları cezalandırmış ve gerekçeli kararda, cinayetin başörtüsü düzenlemesi sebebiyle gerçekleştirildiği söylenmiştir. Ayrıca, kararda, "Ergenekon terör örgütüyle, Danıştay saldırısı arasında bir bağlantının bulunmadığı" savunuldu.
12 Haziran 2007'de Ümraniye'de bulunan, emekli astsubay Oktay Yıldırım'a ait olduğu ileri sürülen el bombaları ve 26 Haziran 2007'de Eskişehir'de emekli binbaşı Fikret Emek'e ait el bombalarının, 2006 Mayıs'ın Cumhuriyet gazetesine yönelik eylemde kullanılan üç el bombası ile olan benzerliği sonucu Cumhuriyet ve Danıştay Saldırıları dosyası İstanbul savcısı Zekeriya Öz tarafından tekrar incelemeye alınmıştır. Daha sonra Ergenekon örgütü soruşturmasına dönüşen bu soruşturma da 21 Ocak 2008'de emekli tuğgeneral Veli Küçük de tutuklandı.
Davanın iddianamesi 2 |
5 Temmuz 2008'de kabul edildi. İddianamede; 5, 10 ve 11 Mayıs 2006 tarihlerindeki Şişli'de bulunan Cumhuriyet gazetesi merkezine el bombası atılması, 17 Mayıs 2006 günü Danıştay 2. Dairesine yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırı sonucu Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin'in öldürülmesi ve 4 üyenin yaralanması eylemlerini Ergenekon örgütünce azmettirildiği ifade edilmektedir. İddianamede tetikçi Alparslan Arslan’a bu iki saldırının emrinin, Zafer kod adlı emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ve emekli Tuğgenenal Veli Küçük tarafından verildiği öne sürüldü. Cumhuriyet gazetesi’ne atılan 3 el bombasının da Eskişehir’de Binbaşı Fikret Emek’ten ele geçirilen bombalardan olduğu, ancak Ümraniye’de yakalanan bombaların nerelerde kullanılacağının belirlenemediği belirtildi. Danıştay cinayeti nedeniyle mahkûm olan Osman Yıldırım alınan ifadesinde 3 adet el bombasının Muzaffer Tekin'in verdiğini iddia etti.
Danıştay saldırganı Alparslan Arslan'ın saldırı öncesi Ergenekon sanıklarıyla telefon trafiği de iddianamede yer aldı. Arslan'ın Muzaffer Tekin ve Ertuğrul Yılmaz ile irtibatlı olduğu bilinen Ayhan Parlak’la 108 kez, Sedat Peker’in liderliğini yaptığı suç örgütü üyesi olduğu iddia edilen ‘Kelebek İbrahim’ lakaplı İbrahim Cingi’yle 94 kez, Muzaffer Tekin ile 35 kez görüştüğü belirlenmiştir.
Danıştay saldırısı hakkındaki dava Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmüş ve saldırının Ergenekon ile bağlantısı olmadığına karar vermişti. 7 Ekim 2008'de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, mahkemenin kararına itiraz etmiş ve Ergenekon davasına ait tüm belge ve beyanların getirtilerek yeniden bir karar verilmesini istemiştir.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Aralık 2008'de Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını bozarak davanın Ergenekon davası ile birleştirilmesi gerektiğine karar vermiştir. Yargıtay kararında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan Ergenekon davası ile bu dava arasında hukuki ve fiili irtibat bulunduğunun iddia edilmiş olması karşısında öncelikle davaların birleştirilmesinde zorunluluk bulunduğunu ifade etmiştir.
20 Nisan 2009'da, yeniden görülmeye başlanan Danıştay davasının ikinci duruşmasında, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, ilk kararında ısrar etmeyerek, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin verdiği bozma kararına uydu. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi de 8 Mayıs 2009 tarihinde Danıştay davası ile bu davanın birleştirilmesi yönünde görüşünü açıkladı.
3 Ağustos 2009'da, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada mahkeme heyeti, 1 .Ergenekon davası ile Danıştay üyeleri ve Cumhuriyet Gazetesine yönelik saldırı davalarının birleştiğini açıkladı.
21 Nisan 2010'da mahkemenin TÜBİTAK'tan istediği, "03 Mayıs 2006 ile 17 Mayıs 2006 tarihleri arasında Danıştay binasının güvenliği ile ilgili kameraların arıza nedenlerinin, hangi tarihlerde OYAK Savunma ve Güvenlik şirketine bildirildiğinin ayrıca bu tarihler dışında kameraların arıza yapıp yapmadığına" ilişkin talebine gelen cevabı okundu. Bu raporda, "kamera kayıtlarının yapıldığı sabit disklerde arıza olmadığı, kayıtlardaki akşam saatlerini içeren görüntülerin bir kısmının sonradan ismi değiştirilerek silindiği" ifade edilmiştir.
TÜBİTAK'tan gelen rapor doğrultusunda Danıştay'ın güvenliğini sağlamakla görevli eski OYAK Savunma ve Güvenlik şirketi Genel Müdürü Orhan Çoban'ın da bulunduğu 6'sı tutuklu 10 sanık hakkında cinayete yardım etmekten dava açıldı. Davanın iddianamesinde; sanıkların OYAK Güvenlik şirketi tarafından Danıştay binasına kurulan ve olay tarihinde sökülen kayıt cihazına müdahale ederek, görüntüleri geri getirilemeyecek şekilde sildikleri, saldırı öncesi sökülen cihaz yerine yeni bir cihaz taktırmayarak saldırı günü görüntülerin kaydedilmesini engelledikleri belirtildi. Sanıklar, saldırıdan sonra, delilleri karartmaya yönelik toplantılara da iştirak etmişlerdi.
İddianamede yer alan 17136 No'lu iletişim tespit tutanağında, iki sanık arasındaki bir konuşmanın kaydında; sanıklardan birinin Danıştaya saldırı gününe ait kamera kayıtlarını kastederek "Siz ne yaptınız?" sorusuna diğer sanığın: "Uğraşıyoruz, biz de şimdi imajları alıyoruz, ondan sonra işte uçurup, biçirip, kaçırıp, göçüreceğiz, test edeceğiz." şeklinde cevap verdiği tespit edilmiştir.
Danıştaya saldırı davası halen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından "birinci Ergenekon davası ve Cumhuriyet Gazetesine yönelik saldırı" davaları ile birlikte görülmektedir. 5 Ağustos 2013'te sonuçlanan Ergenekon davası ile Arslan'a iki kez ağırlaştırılmış müebbetin yanı sıra 90 yıl 3 ay hapis cezası verilmiştir. Yargıtay'ın kararları onaması sonucunda cezalar kesinleşecektir.
Paloma Picasso
"Paloma" İspanyolca "güvercin" demektir ve doğduğu yıl babasının Paris'te Uluslararası Barış Konferansı için çizdiği güvercin sembolünün anısına verilmiştir. Babasının eserlerine konu olarak da geçmiştir. Halen Lozan, İsviçre'de oturmaktadır.
Boğazlar Sorunu
Boğazlar Sorunu, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının stratejik askeri önemi nedeniyle hem Osmanlı Devleti'ni hedef alan, hem de Avrupa ülkelerinin kendi aralarında çekişmelere yol açan sorundur.
Rusya’da Büyük Petro ile başlayan Karadeniz’e ve Türk Boğazları’na hakim olma ihtirası, Çariçe II. Katerina zamanında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile gerçekleşme fırsatını yakaladı. Hatta daha önce 1770 yılında Rus savaş gemileri Çanakkale Boğazı’na girmişlerdi.
1798 yılında Avrupa’yı ele geçirme aşamasında iken Napolyon da gözünü İstanbul’a dikmişti. O dönemde Rusya dahil olmak üzere bütün Avrupa’yı Napolyon korkusu sardı. 1798-1805 yılları arasında Napolyon tehditi yüzünden Rusya ile Osmanlı Devleti aralarında karşılıklı yardımlaşma sözleşmeleri imzaladılar. Buna göre Karadeniz tüm yabancı savaş gemilerine kapatılacaktır. Bu kuralın ihlali savaş sebebi sayılacak ve bu ülkelere karşı ortak olarak savaş gemileri yollanacaktı. Fransa’nın baskısıyla Osmanlı Devleti 1806 yılında Rusya ile yaptığı 1805 Karşılıklı Savunma Sözleşmesini iptal etti. 1809 yılında Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında ikili bir sözleşmeyle Çanakkale Sözleşmesi “Osmanlı İmparatorluğu’nun eski kuralı” olarak bilinen, yani Padişahın fermanı olmadıkça tüm yabancı savaş gemilerinin geçişini yasaklayan kural resmen tanıtıldı.
Rusya, Boğazlar üzerindeki en önemli haklarını Mısır'da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1832 yılındaki isyanı sırasında Osmanlı’lara yardım etmenin ödülü olarak imzaladığı 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması ile kazandı. Bu anlaşmaya göre Rusya, yabancı bandıralı savaş gemilerine Çanakkale Boğazı’nın kapatılmasını talep edebilecektir. Bu da Rusya’nın Boğazların kontrolü üzerinde söz sahibi olması demektir. Aslında, Hünkar İskelesi Antlaşması 19. yüzyılın ikinci yarısını meşgul edecek olan “Şark Meselesinin” başlangıcıdır.
Birleşik Krallık için Hünkar İskelesi Antlaşmasının yerini alacak başka bir anlaşmanın yapılması şart oldu ve bu fırsat tekrar Mısır’da Mehmet Ali Paşa ’nın isyanı ile ortaya çıktı. Fakat bu kez ayaklanmanın bastırılmasında Osmanlılara yardım eden Avrupa güçleri oldu ve 1840 Londra Anlaşması imzalandı. Türk Boğazları açısından, bu anlaşmadan daha önemlisi 13 Temmuz 1841’de Fransa’nın da katılımıyla imzalanan “Boğazlar Sözleşmesi”dir. Bu sözleşme ile ilk kez Türk Boğazları çok taraflı bir anlaşma ile düzenlenmiş ve artık ikili sözleşmeler devri kapanmıştır.
Bu sözleşmeye göre;
Rusya, Eflak Boğdan’ı Ortodoks halkın haklarını korumak bahanesiyle 1853 yılında istila etti. Avrupa Devletleri bunu kendisi için bir tehdit sayarak Türk Boğazlarından Karadeniz’e, savaş gemilerini yollarlar. Rusya da bu gemilerin Boğazlardan geçmesini, 1841 Boğazlar Sözleşmesinin ihlali sayarak Kırım Savaşı için bahane yaptılar. Kırım Savaşı birçok açıdan Avrupa ülkeleri arasındaki güvensizliğin sonucudur ve ilerideki yıllarda milyonlarca Avrupalı'nın ölümüne sebep olacak I. Dünya Savaşının tohumlarını da atmıştır.
Rusya’nın bu çıkışı Avrupa Devletlerini, bilhassa Birleşik Krallık'ı rahatsız etmiştir. 1854 yılından itibaren, Birleşik Krallık, Fransa ve Avusturya-Macaristan arasında yoğun diplomatik görüşmeler yapılır. Bunların neticesinde Avusturya’nın hazırladığı “Dört Nokta” Rusya’ya ültimatom şeklinde verilir, ki bu daha sonra 1856 Paris Sözleşmesinin temelini oluşturacaktır
Kırım Savaşı, Mart 1856‘da Sivastopol’un Fransa tarafından işgali ve Rusya’nın büyük bir yenilgisiyle sonuçlanır. Türk Boğazları açısından Kırım Savaşının önemi Avrupa Güçlerinin son kez topluca Osmanlı Devletini koruduğu savaş olmasıdır. Şubat ayında tüm taraflar Paris’te bir araya gelirler ve 1856 Paris Sözleşmesi imzalanır.1856 Paris Sözleşmesinin birçok önemli maddesi arasında güç dengelerini en çok etkileyen, Karadeniz’i tamamen askerden arındıran madde olmuştur.
Osmanlı’nın eski kuralı olan ve 1841 Boğazlar sözleşmesiyle pozitif hukuk kuralı haline gelen, yabancı savaş gemilerinin Boğazlara girişinin yasaklanması da imzalayıcılar tarafından tekrar teyid edilir. Bunun yanı sıra Fransa, Birleşik Krallık ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu’nu herhangi bir Rus saldırısına karşı koruyacaklarına dair ek bir anlaşma (“üçlü anlaşma”) daha imzalamıştır.
1856 ile 1870 yılları arasında Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başlamıştır ve belki de en önemlisi Britanya'nın Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili politikasının değişmesidir. Artık Osmanlı’ya pek sempati ile bakmayan bir Britanya ile Kırım harbinden beri Balkan ve Slav milliyetçilerinin desteğini alıp güçlenmiş olan Çarlık Rusyası ve kendi çıkarlarını kollayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adeta Osmanlı Devleti’ni abluka altına almışlardır. Aslında, Rusya hem Karadeniz’in tekrar askerden arındırılmasını hem de artık Türk Boğazları’nın yabancı savaş gemilerine açılmasını istiyordu. Oysa Birleşik Krallık ile Avusturya buna karşıydı.
Osmanlı Devleti ne Karadeniz’in tekrar askersizleştirilmesini, ne de 1856‘da kazandıkları bazı hakları kaybetmek istememiştir.
1841 ve 1856 sözleşmelerinde olduğu gibi 1871 Londra Sözleşmesi’nde de Osmanlı İmpartorluğunun eski kuralı teyit edilmiştir. Osmanlı Devleti kendi güv |
enliği açısından gerektiğinde istediği gibi “dost veya müttefik” güçlerin savaş gemilerine Boğazları açabilecektir. 1923 Lozan Sözleşmesine kadar Türk Boğazlarından geçiş rejimi 1871 Londra Sözleşmesiyle düzenlenmiştir.
1900’lü yılların başında Prusya, Avusturya- Macaristan ve İtalya askeri birlik oluşturmuşlar; adına da “Üçlü İttifak” denilmiştir. Bu ittifaka karşı Rusya, Birleşik Krallık ve Fransa, “Üçlü İtilaf’’ dedikleri birliği kurdular. İtalya daha sonra saf değiştirir ve 1915 yılında Üçlü İtilaf yanında savaşa girer. O dönemin siyasi konjonktürü içerisinde kozların paylaşılması kaçınılmazdır; Avusturya Veliahdının Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesi, fitili ateşler ve savaş patlar.
Osmanlı Devleti savaşın başlarında tarafsızdır. Ama Almanya’nın savaşı kazanacağına mutlak gözü ile bakılmaktadır. Bu fırsatı değerlendirip, Almanların yanında savaşa girerek son dönemlerde kaybedilmiş toprakları geri almak istenir. Önce İtilaf Devletleri donanmasından kaçarak tarafsız ülke Osmanlı limanlarına sığınan Goben ve Breslau adlı iki Alman zırhlısı içindeki Almanlara Osmanlı kıyafeti giydirilip Karadeniz’e gönderilir; Karadeniz’deki Rus limanları topa tutulur. Böylece Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’na girmiş olur.
Çanakkale savaşları, tarih boyunca jeostratejik açıdan hep önemli olan Türk Boğazları’nın en kanlı savaşlarıdır. Toplam yarım milyona yakın insanın kaybedildiği, Osmanlı’nın en değerli evlatlarını ve neredeyse bir kuşağını kaybettiği bu savaşın iki ana nedeni vardır
Osmanlıların Boğazları bütün gemilere kapatmış olması, Rusya’yı Karadeniz’e hapsetmiş ve zor durumda bırakmıştır. Bir yandan Almanlarla savaşan Rusya'nın Osmanlılarla savaşacak gücü kalmamıştır. Rusya ile bağlantıyı sağlamak üzere kilit konumda bulunan Türk Boğazları yolu, mutlaka açılmalıdır.
İngilizler her ne kadar Rusya ile müttefik iseler de, Macaristan ovasına inerek Almanlar karşısında başarı kazanmış bulunan Rusların Türk Boğazları’nı ele geçirip buradan bir daha çıkmamaları ihtimalinden kuşkulanmışlardır. Bu bölge stratejik olarak uzun vadeli çıkarlar açısından o denli önemlidir ki, bu savaşta müttefik dahi olsa, Rusya bu bölgeyi ele geçirmemelidir. Hatta İngilizler, Rusya’nın Türk Boğazları’nı aldıktan ve İstanbul’u ele geçirdikten sonra Almanlar ile anlaşıp savaştan çekilmesinden dahi endişe etmişlerdir.
Osmanlı Devleti; I. Dünya Savaşı'nda yenik düşmesi ile Sevr Barış Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Sevr Anlaşması’nın Boğazlar ile ilgili hükümleri 37-61. Maddelerde yer alır. Bu maddelerde özetle şunlar vardır:
İngilizler, işgal altındaki İstanbul’da çaresiz kalan son Osmanlı padişahı Mehmet Vahdettin’e Anlaşmayı imzalatmışlarsa da, Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırlarını çizmiş ve Sevr’i tanımadığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Daha sonra Kurtuluş Savaşından başarıyla çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti, hiç uygulanmayan Sevr’in yerine Lozan anlaşmasını, Sevr’den sadece 3 yıl sonra, imzalamayı başarmıştır.
Lozan Anlaşması’nın 23. Maddesi gereği; bu Sözleşmenin; Lozan Anlaşması içerisindeymiş gibi kabul edileceği hükme bağlanmıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni Lozan Anlaşması’na taraf olmamış olan Rusya ve Bulgaristan da imzalamışlardır. Lozan’ın eki olan Boğazlar Sözleşmesi şu maddelerle özetlenebilir:
Lozan Türk Boğazları ve yakın çevresinde Türkiye’nin egemenlik hakkını önemli ölçüde sınırlamaktaydı. Boğazlar Bölgesi askerden arındırılmakla bu bölgenin nasıl savunulacağı sorusu cevapsız kalmıştı. Dolayısıyla ortada hem Karadeniz’in güvenliği açısından; hem de Türkiye’nin güvenliği açısından önemli bir sorun vardı. Bu sorun, ancak Montrö Sözleşmesi ile çözülebilmiştir.
Sevr’e göre Türkiye’nin bölgedeki güvenliğini Milletler Cemiyeti, özellikle de Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya garanti edecemel ilkeleri benimsediği söylenebilir:
Sözleşme Türkiye’ye eski düzenlemeler ile kıyaslanamayacak düzeyde kazanımlar sağlamıştır. her şeyden önce Türkiye kendi güvenliği için bölgeyi silahlandırma hakkına sahip olmuştur. Bu sayede uluslararası güç dengelerinde Türkiye, Britanya ve SSCB başta olmak üzere diğer güçler tarafından da daha fazla önemsenir bir hale gelmiştir. Türkiye bu önemini daha sonraki diplomatik manevralarında kazanıma döndürmeyi bilmiştir.
Ticaret gemilerinde mutlak geçiş serbestisi varsa da, bölgenin egemen gücü olarak Türkiye deniz yollarından geçişin güvenli olması konusunda elbette bazı haklara sahiptir ve bu haklar aslında pratikte Türkiye’ye geçişleri çok daha güçlü bir şekilde düzenleme imkânını da vermektedir.
Bugün de Hazar Denizi bölgesi ya da bir diğer adıyla 2. Basra Körfezi denilen bölgedeki zengin petrol kaynakları yüzünden, Montrö Sözleşmesi yeniden masaya yatırılmak istenmektedir. Bunun için kullanılan yöntem; “bugün artık geçiş serbestisi Türkiye’nin işine gelmiyor, şu Montrö’yü yeniden konuşsak” şeklinde son derece masum bir amaç olarak çoklukla dile getirilmektedir. Ancak asıl amacın Karadeniz’e dev uçak gemileri geçirerek burayı Basra Körfezi örneğinde olduğu gibi kontrol altına almak olmadığından emin olmak o kadar kolay değildir.
Boğazlardan uçak gemisi geçmesini yasaklamaktadır. Dolayısıyla Karadeniz ülkelerinin ve Türkiye’nin yararına olan Montrö Sözleşmesinin olduğu gibi devam etmesi Türkiye’nin çıkarına olacaktır. Yine de stratejik önemi Soğuk Savaş sonrasında azalmamış tam tersine daha da artmış olan Karadeniz ve onun kapısı durumundaki Türk Boğazları üzerine kurulan stratejiler ve oynanan oyunlar tarih boyunca bitmediği gibi, bugünden sonra da devam edecektir.
Alparslan Arslan
Alparslan Arslan (1977; Kiğı, Bingöl), Kürt kökenli Türk avukat. 2006 yılında bir kişinin yaşamını yitirdiği, üç kişinin ise yaralandığı Danıştay Saldırısı'nın faili ve Ergenekon davası zanlısı.
17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay İkinci Dairesi'ne düzenlediği silahlı saldırı sonrası dört Danıştay üyesi yaralanmış ve yargıç Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybetmiştir. Saldırının Ergenekon tarafından azmettirildiği iddiaları üzerine daha sonra Danıştay ve Ergenekon davaları birleştirilmiş ve Arslan'ın İstanbul'daki davada tekrar yargılanmaya başlanmıştır. 5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve ayrıca 90 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Türkiye Barolar Birliği dosyasında kayıtlı bilgilere göre Alparslan Arslan, 1977 yılında Bingöl'ün Kiğı ilçesinde doğdu. 1982 yılında başladığı ilk, orta ve lise eğitimini 1993 yılında tamamlayan Arslan, 1994 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 1998 yılında Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra stajını tamamlayan Arslan, 2001 yılında İstanbul Barosu'nda kayıtlı avukat olarak meslek hayatına başladı. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu'ndaki dosyalarında üniversite öğrenimi öncesindeki bilgilerine yer verilmeyen Arslan'ın, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki kayıtlarında da Elâzığ Kovancılar Lisesi'nden mezun olduğu bilgisi verilmiştir.
Şimdiye kadarki bulgular ışığında, İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukat olan Alparslan Arslan'ın, Ülkücü kökenli olduğu ve Türk-İslam sentezini benimsediği iddia edilmektedir . Diğer taraftan, saldırganın dokümanları arasından Ulusal Haber adına düzenlenmiş bir kimlik kartı çıkmıştır. Saldırıdan sonra babası, oğlunun psikolojik sorunları olabileceğinden sözetmiş ve dış bağlantılardan şüphelendiğini açıklamıştır. Uğur Mumcu'nun ağabeyi hukukçu Ceyhan Mumcu'nun açıklamaları da bu bağlamda değerlendirilmektedir .
Arslan, saldırıyı gerçekleştirmesinin nedeninin Danıştay'ın kamusal alanda başörtüsü takılması aleyhindeki hukuksal kararları olduğunu belirtmiştir. Emin Çölaşan'ın eşi Danıştay başkan vekili Tansel Çölaşan iddiası olan, saldırganın "Allah'ın askeriyiz, elçiyiz, başörtüsü davası yüzünden cezalandırılacaksınız." dedikten sonra, toplantı halinde bulunan Danıştay İkinci Dairesi üyelerine ateş açması, odada bulunan Danıştay üyelerince yalanlanmıştır. Yapılan ilk sorgusunda, olayı başörtüsü kararı nedeniyle gerçekleştirdiğini belirterek, "Aldıkları karar Allah’ın adaletine sığmıyor. Cezalandırmak istedim." demiştir.
Yaralanan üyeler arasında söz konusu hukuksal kararda olumsuz oy kullanmış bir kadın üyenin de bulunması, TBMM Başkanı Bülent Arınç tarafından başörtüsü nedeninin şüphe ile karşılanmasına neden olmuştur. Diğer yandan, "İslami" denilen kesime yakın olduğu savlanan Vakit gazetesinin 14 Şubat 2006 tarihinde "İşte O Üyeler" başlığı ile baş örtülü bir kadın öğretmen konusundaki hukuksal kararı alan Danıştay üyeleri haber yapmıştır. Gazetenin söz konusu sayısının katilin üzerinden çıkmış olması Vakit gazetesinde yayımlanan haberin bir hedef gösterme olabileceği şüphesini yaratmıştır.
Ankara Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince yürütülen soruşturmada, Alparslan Arslan'ın, Danıştay'a Saldırı olayından başka, Cumhuriyet Gazetesi'nin bombalanması olaylarına da karıştığı belirlenmiştir. Emniyet tarafından yapılan açıklamada, Alparslan Arslan'ın Danıştay Saldırısı'ndan sonra YÖK'e de benzer bir saldırı yapmayı planladığı, ancak yakalandığı için bunu gerçekleştiremediği açıklanmıştır.
Emniyet tarafından saldırganın evinde yapılan aramada çok sayıda porno CD, aşk mektupları ve dini kitap bulunmuştur. Saldırganın arkadaşları ve yakın çevresi ise, Arslan'ın dindar bir kişi olmadığını, sıkça içki içtiğini belirtmişlerdir.
Alparslan Arslan'ın ilişki içerisinde olduğu Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Derneği (VKGB) isimli bir dernek tespit edildi. İçişleri Bakanlığı'nın VKGB'nin faaliyetlerini soruşturmak üzere görevlendirdiği Mülkiye Başmüfettişleri, hazırladıkları raporlar doğrultusunda, dernek hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundular Diğer taraftan saldırganın ilişki içerisinde olduğu kilit isim Muzaffer Tekin’in, Danıştay saldırısında emirleri emekli bir komutandan aldığı üzerinde duruluyor. MİT ve Emniyet'in hazırladığı örgüt şemasında en tepeye yerleştirilen yüksek rütbeli paşanın ismi (Veli Küçük), tetikçi Arslan’ın babasının ifadesind |
e de yer alıyor. Diğer taraftan Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner, Danıştaydaki silahlı saldırı ve Cumhuriyet Gazetesine yönelik bombalı eylemlerle ilgili örgütsel bir oluşumun var olduğunun saptandığını ve mensuplarının yakalandığını açıkladı. Bu yapılanmanın Ergenekon yapılanması olduğu üzerinde duruluyor.
Ergenekon Davası iddianamesinde Danıştay Saldırısına 60 sayfa yer ayrılmıştır. Bu iddianamede eylemin Veli Küçük, Muzaffer Tekin tarafından azmettirildiği savunulmuştur.
İkarus
Atinalı mimar ve mucit Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos'un emriyle bir kuleye kapatılır. Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus'un Labyrinthos'da (labirent) yolunu nasıl bulabileceğini Ariadne'ye anlatarak Minotaurus'un öldürülmesine yardım ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus kendisi ve oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; Ikarus'a uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi gerektiğini söyler. İkarus uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe fazla yaklaşınca balmumu erir ve Ege Denizi'ne düşerek hayatını kaybeder.
Athlon
Athlon, ABD'li AMD şirketi tarafından üretilmiş olan farklı x86 tabanlı mikroişlemci yongalarına verilen ticari marka.
Farklı mimarisi sayesinde aynı saat frekanslarında rakibi Intel işlemcilerinden daha fazla işlem yapabilen Athlon işlemciler, makul fiyatları ile piyasada kendilerine yer edinmişlerdir.
İlk örneklerinde soğutma sorunları yaşanan Athlon serisi işlemcilerde, sonraları gerçekleştirilen yapısal değişiklikler ve eklenen ısı dağıtıcı kılıf ile sorun büyük ölçüde çözülmüştür. Başlangıçta işlemci piyasasında lider ve neredeyse tekel olan Intel ürünlerine, ucuz seçenek olarak görülen Athlon işlemciler 64 bitlik Athlon 64 modellerinin de çıkması ile pazarda önemli bir yere sahip olmuşlardır.
Asosyal
Sosyal olmayan insan davranışları sergileyen bireye verilen ad.
Kalabalık ortamlarda bulunmayı sevmeyen kişidir. Kimsenin olmadığı sakin yerler bu tip insanlar için her zaman ilgi çekicidir. Kalabalık ortamlarda genelde saklanma isteği içindedirler. Bu yüzden toplumdan zamanla uzaklaşırlar.
Bunun yanında en önemli etkenlerden sayılabilecek bir diğer unsur da kişilerin insanlarla ilişkilerinde yanılgılarından kaynaklanan bir asosyalliktir. Buna kısmen toplumdan kendini izole etmek de denilebilir.
Psikolojik olgular ve hayatımızdaki süreçlerin etkilediği sadece genetik olarak algılanamayacak bir durumdur. Ama sonuçta psikolojinin her açıdan üzerinde durması gereken bir konu olduğu düşünülmelidir.
Günümüzün yaygın 3 unsuru hem birbiri ile çok yakın tutumlar sergilemekte hem de birbirini tetikleyen etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Temel olarak yoğun iş ve şehir hayatı içerisinde karşımıza çıkan ilk problem çağımızın veremi olan strestir. İlerleyen ve terapi görmeyen tedbir alınmayan süreçte depresyona dönüşmesi kaçınılmazdır. Ağır tedavi görmemiş depresyon vakalarında sıklıkla karşımıza çıkan durum ise kısmen asosyalliktir. Sonuçta nedenleri olan bir durum ve birdenbire ya da kalıtımsal olarak ortaya çıkmış bir tutum değildir.
KOBİ
KOBİ (Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler), yıllık 250 kişiden az işçi istihdam eden ve yıllık mali bilançosu 250.000.000 (iki yüz elli milyon) TL'yi aşmayan ve bu yönetmelikte mikro işletme, küçük işletme ve orta büyüklükteki işletme olarak sınıflandırılan ekonomik birim.
AB müktesebatıyla uyum çalışmaları kapsamında KOBİ'nin yeni tanımı; "250 kişiye kadar işçi çalıştıran ve 50 milyon euroya kadar ciroya sahip işletmeler"dir. Günümüzde KOBİ Tanımı sadece üretim sektörünü değil, aynı zamanda tüm hizmet sektörünü de kapsamaktadır.
Bu aynen Kalite Güvence Sistemlerinin öncelikle üretim sektöründe başlayıp, sonradan hizmet sektörüne de yayılması gibidir.
Kobi işletmeler KOSGEB adı verilen devlet kuruluşuna bağlı ve bu kuruluş aracılığıyla devletin sunduğu birçok hibe ve destekten faydalanmaktadır. Bu teşviklerin genel amacı iş hacmini genişletmek ve ekonominin geniş bir parçası olan KOBİ lerle doğru orantıda büyüyen bir ekonomi elde etmektedir. Kobilerin uzun seneler nesillerden nesillere devam edebilecek bir yapıya ulaşması için kurumsallaşmaları gerekmektedir.
Baki Mercimek
Baki Mercimek, (d. 18 Eylül 1982, Amsterdam) Hollanda doğumlu Türk eski futbolcudur.
Futbola sekiz yaşında Ajax altyapısında başladı. 1999 yılında HFC Haarlem takımına, 2000 yılında ise Premier League takımlarından Sunderland'e transfer oldu. Sonralar Beşiktaş'a transfer edildi. Sunderland'in ardından 2002 yılında Hollanda liginde mücadele eden Telstar takımında kiralık olarak oynadı. 2003'te Gençlerbirliği'ne transfer olarak Süper Lig kariyerine başladı. Bu takımda 3 sezon görev aldıktan sonra Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'ta sözleşmesi bittikten sonra Ankaraspor'a transfer olmuştur fakat Ankaraspor'un TFF kararıyla küme düşürülmesinden sonra MKE Ankaragücü'ne kiralandı. Devre arasında ise Diyarbakırspor'a kiralandı. 2010-2011 sezonunda ise Karşıyaka SK ile anlaştı.
2010-11 sezonunun sonunda Karşıyaka'yla sözleşmesini fesh ederek Bugsaşspor'a transfer oldu.
2013-2014 sezonunda Gaziosmanpaşaspor ile anlaşan ve bu takımın formasını terletecek bir futbolcudur.
2010-11 sezonunun sonunda Gaziosmanpaşaspor ile sözleşmesini fesh ederek Tekrar Bugsaşspor'a transfer oldu.
8 kez millî takımlara çağrılan Baki Mercimek, 2 kez Türkiye U-21, 5 kez Türkiye A2, 1 kez de Türkiye A Millî forması olmak üzere toplam 9 kez millî formayı giymiştir.
Brave Murder Day
Brave Murder Day, İsveç kökenli Doom Metal grubu Katatonia'nın ikinci albümüdür. Albüm, grubun uluslararası olarak yayınlanan ilk albümleridir.
Vokalleri Jonas Renkse'nin sesinde sorun olması nedeniyle, Opeth'den Mikael Akerfeldt üslenmiştir. Jonas Renkse'nin ilk defa temiz vokal ile söylediği şarkı olan Day bu albümdedir. Albüm, beste bazında grubun dönüm noktalarından olmuştur. Tekrarlara dayanan müzikal yapı, Renkse'nin ustaca yazılmış sözleri ve Akerfeldt'in soğuk vokalleriyle birleştirilmiştir. Brave Murder Day, doom metal açısından çok önemli bir albüm olarak görülmektedir. Ayrıca Katatonia'nın (Sounds Of Decay EP'si dışında) doom metal türüne verdiği en son çalışmadır.
Brave murder day albümünün dünyada aşağıdaki şekilde dağıtımı gerçekleştirilmiştir:
Avantgarde Music 1996 CD (Avrupa)
Century Media 1997 CD (USA)
Mystic Production 1997 MC (Polonya)
Atlantis 1998 MC (Türkiye)
Irond 2004 CD (Rusya)
Shock 2004 CD (Avustralya)
Northern Silence 2004 LP (Avrupa)
Tüm besteler Katatonia. Tüm şarkı sözleri J. Renkse
Fahri Tatan
Fahri Tatan (d. 30 Mayıs 1983, Rize), Türk millî futbolcudur.
1999-2000 sezonunda o dönem 3. Lig'de mücadele eden Rize temsilcisi Pazarspor'dan Fenerbahçe PAF takımına transfer edildi. Orta saha mevkiinde görev yapan Fahri, 20 Temmuz 1999'da profesyonelliğe geçti. 2002-03 sezonu sonunda Çaykur Rizespor'a transfer oldu.
Bu takımda dört sezon görev aldıktan sonra Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'ta istediği şansı bulamadı ve 2007-08 sezonunun başında Çaykur Rizespor'a kiralandı.
Beşiktaş, 16 Temmuz 2008'de oyuncunun transferi için Konyaspor'la anlaştı. Fahri, Konyaspor ile iki yıllık sözleşme imzalamıştır. Konyaspor'da kadro dışı bırakıldığı için mutlu olmayan oyuncu Konyaspor'un küme düşmesinin ardından serbest kaldı. 2009-10 sezonu Denizlispor ile üç yıllık sözleşme imzaladı. Sezonun ilk yarısı sonunda Denizlispor'la yollarını ayırdı. Tatan 2009-10 sezonun ikinci yarısında Eskişehirsporla bir buçuk yıllığına anlaştı.
2010-11 sezonunda, iki yıllık sözleşme imzaladığı Adanaspor'a transfer oldu. 2011-12 sezonunun devre arasında teknik direktör Levent Eriş'in verdiği rapor doğrultusunda gidecek futbolcular listesine kondu ve bunun üzerine Adanaspor yönetimiyle sözleşmesini karşılıklı fesh ederek takımdan ayrıldı.
Bunun üzerine sezonun ikinci devresi için daha önce de formasını giydiği Çaykur Rizespor'la anlaştı.
Türkiye millî futbol takımında 8 özel maçta forma şansı bulmuştur. Bunların ilki 12 Nisan 2006'da 1-1 biten Azerbaycan maçıdır.
Mouse on Mars
Mouse on Mars, Jan St. Werner ve Andi Toma'dan oluşan Alman elektronik müzik ikilisi.
1993'ten beri, ambiant analog synthlerin ağır ve parçalı sesleri ile tekno, trans ve disko müziğinin garip karışımından oluşan bir müzik icra ediyor. Mouse on Mars soundunu oluşturan bütün bu unsurlar kimi zaman basgitar, davul, elektronik gitar gibi rock enstrümanlarının canlı kayıtlarıyla aynı potada eriyor.
1994 yılında İngiliz plak şirketi Too Pure'dan çıkardıkları, tekno ve ambiant mixlerinden oluşan ilk albümleri Vulvaland'dan sonra Iora Tahiti adlı albümü piyasaya sürdüler.
İkili, 1997'de Almanya'da kendi plak şirketleri Sonig Records'u kurdu ve kendi albümlerinin yanı sıra, Alman yeraltı elektronik sanatçılarının albümlerini de yayınlamaya başladı.
Nightmares on Wax
Nightmares on Wax : İngiltere Leeds'den George Evelyn ve Kevin Harper'ın ikili projesi olan Nightmares On Wax, 90'lı yılların başlarında, post-rave Brit tekno arenasının en parlak grubuydu. Daha sonra parçalanan grup şu anda George Evelyn ve bir kısım destekçilerden oluşuyor. Nightmares On Wax'ın müzikal tarzı, elektornika sound'unun hip-hop ritimleri ve break beat'lerle kombine edilmesinden oluşur ve genellikle chill-out türüne dahil edilir.
1991 senesinde kaydettikleri “A Word Of Science: The First And Final Chapter” isimli tekno hatlarına sahip ilk albümleri ve 1995 senesine tarihli “Smoker's Delight” isimli albümleriyle parlak günler yaşayan Nightmares On Wax, Kevin Harper'ın ikinci albümden sonra gruptan ayrılması ve George Evelyn’in muhtelif elektonika müzisyenlerinin katılımlarıyla solo kayıtlar gerçekleştirmeye başlamasıyla, daha da ünlü şarkılara imza atmaya başladı. Nigtmares On Wax’ın albümleri İngiliz plak şirketi Warp Records’tan yayınlanmaktadır.
The Notwist
The Notwist, 1989 yılında Wei |
lheim Almanya’da Markus Acher (gitar, vokal), Michael Acher (kontrbas) ve Mecki Messerschmidt (bateri) tarafından kurulan müzik grubudur. Günümüz Alman Indie Band’ların sembolu olarak kabul edilir.
The Notwist birçok müzikal stil değişikliği yaşadı. Kuruldukları günden bugüne kadar punk, garage, hardcore, noise‘dan jazz-rock, post-rock ve synth-pop’un çarpık versiyonlarına, oradan Organik ve dijital seslerin birlikteliğinden oluşan, electronika, indie-rock, dub gibi tınıları komplike ve yoğun bir ses örgüsünde bir araya getiren günümüz soundlarına uzanan müziklerinde bir şey hep aynı kaldı: o da melankoli. Yıllar içerisinde çevrelerinde büyük bir hayran grubu oluştu ve “The Wire” 1998 yılında “Weilheim yeni Seattle mı?” diye sormaktaydı.
Pest
Pest, Adrian Josey (DJ-vokal), Benjamin Mallott (DJ-keys), Thomas Marriott (trombon), Wayne Urquhart (çello), Matt Chandler (gitarlar)'dan oluşan İngiliz grup. 2002'de Londra'da kuruldu. Müzikleri, caz, hip hop, funk, rock, tekno ve UK garage türlerinin Pest'e özgü birlikteliğinden oluşur.
İlk albümlerini 2003'te "white label" olarak yayınlamalarının ardından İngiliz plak şirketi Ninja Tunes ile anlaşma imzaladılar ve yakın tarihli iki adet albüm, beş adet EP yayınladılar. "Necessary Measures" (2003) albümü ile dikkat çeken grup, ikinci albümleri "All Out Fall Out" (2005) ile kendine has müziğini icra etmeye devam ediyor.
Plaid
Plaid, İngiliz müzik grubu.
1980'lerin başında okulda tanışan Ed Handley ve Andy Turner 1984 yılında Londra'da "Def Squad" adını taşıyan breakdance toplulugunu kurdular. Aynı yıllarda patlayan acid house ve detroit tekno müziğinin İngiltere’ye ulaşmasıyla ikili, eşofmanlarını atmaya ve kendilerinin de dans edebileceği müzikler yazmaya karar verdi ve ilk albümlerini 1988 yılında, oldukça kısa bir ömrü olmuş olan İngiliz plak şirketi APT Recordings'den yayınladı.
İkili bundan sonra "Plaid" ismini alarak hip-hop ve break beatleri, turntable numaraları eşliğinde elektronik dans müziği sounduyla harmanlayarak kendine özgü melankolik bir dans müziği yarattı. Plaid bugüne kadar “Clear”, “Warner”, “Black Dog Productions” ve “Warp Records” gibi çeşitli plak şirketlerinden yedi albüm ve EP yayınladı.
Zeytun İsyanı (1780)
Zeytun İsyanı, Maraş'ın Zeytun kazasında gerçekleşmiştir. Zeytun Ermenileri, IV. Murat tarafından verildiğini iddia ettikleri bir fermana dayanarak 1774'ten beri vergi vermeyi reddetmekteydiler. Bu sorunu çözmek için gelen Maraş valisi Ömer Paşa, Zeytun Ermenileri tarafından öldürülünce kasaba 7 ay sürecek bir sıkıyönetime tâbi tutuldu. Bu, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu yönetimine karşı ilk silahlı isyanıdır. Daha sonra Osmanlı hâkimiyeti altında 30'a yakın isyan çıkartmışlardır.
Homer Simpson
Homer Jay Simpson, animasyon televizyon dizisi "Simpsonlar"ın kurgusal ana karakteri ve diziye adını veren ailenin üyesi. Dan Castellaneta tarafından seslendirilen Homer, televizyonda ilk defa 19 Nisan 1987'de "The Tracey Ullman Show"da yayınlanan "Simpsonlar" kısalarından "Good Night"ta göründü. Homer, çizgi film çizeri Matt Groening tarafından, James L. Brooks'un ofisinin bekleme salonunda beklerken tasarlandı ve yaratıldı. Karaktere babası Homer Groening'in adını verdi. "The Tracey Ullman Show"da üç yıl yer aldıktan sonra Simpson ailesi, 17 Aralık 1989'da Fox kanalında kendi dizisine kavuştu.
Homer ile eşi Marge'ın Bart, Lisa ve Maggie adında üç çocuğu vardır. Ailenin babası olarak Springfield Nükleer Santrali'nde çalışmaktadır. Homer, Amerikan işçi sınıfı stereotipidir: kaba, kilolu, beceriksiz, sakar, tembel, ağır içici ve cahil biridir; fakat kendisini ailesine adamış iyi biridir. Banliyöde yaşayan bir fabrika işçisinin rutin yaşamına sahip olmasına rağmen bir dizi olağanüstü deneyim yaşamaktadır.
Kısalarda ve ilk bölümlerde Castellaneta, Homer'ı Walter Matthau etkisiyle seslendirdi fakat dizinin ikinci ve üçüncü sezonunun yarım saatlik bölümlerinde Homer'ın sesi daha güçlü hale geldi. Homer, video oyunları, "Simpsonlar Sinema Filmi", The Simpsons Ride, reklamlar ve çizgi romanların da aralarında bulunduğu "Simpsonlar"la ilgili diğer ürünlerde de yer aldı. Ayrıca kızgınlık homurtusu "D'oh!", 1985 yılından beridir "Oxford Dictionary of English" ile 2001'den beridir "Oxford English Dictionary" sözlüklerinde yer almaktadır.
Homer, Marge'ın beceriksiz kocası ve Bart, Lisa ile Maggie Simpson'ın babasıdır. Mona ile Abraham "Büyükbaba" Simpson'ın oğludur. Homer, "Simpsonlar"ın ilk dört yüz bölümünde yüz seksen sekiz farklı işte çalıştı. Çoğu bölümde Springfield Nükleer Enerji Santrali'nde Nükleer Güvenlik Müfettişi olarak çalışmaktadır ve bu pozisyonda dizinin üçüncü bölümü olan "Homer's Odyssey"de çalışma başladı. Santralde sürekli uyuyan ve görevlerini ihmâl eden Homer genellikle patronu Mr. Burns tarafından tamamen göz ardı edilmekte ve unutulmaktadır. Matt Groening, Homer'ın nükleer santralde çalışmasının sebebini tahribat riskinden ötürü olduğunu söylemiştir. Çalıştığı diğer işler tek bölümlük olup bölüm sonunda sona ermektedir. Dizinin ilk yarısında senaristler Homer'ın santralden nasıl atıldığına ve her bölümde tekrar işe alındığına dair bir açıklama geliştirdiler. Sonraki bölümlerde düzenli işinden bahsedilmeden gayri ihtiyari olarak sık sık yeni bir işe başladı.
"Simpsonlar", karakterlerinin bir yaşı olmadığı ve her daim şimdiki yılda olduğunu farz eden yerleşik bir zaman çizgisi kullanmaktadır. Birçok bölümde olaylar, ardışık bölümlerde çelişmesine rağmen spesifik zaman periyotlarına bağlanmaktadır. "Mother Simpson" (yedinci sezon, 1995) bölümünde Homer'ın annesi Mona, 1969'da saklanmaya çalışan bir radikal olarak gösterilmiş, "The Way We Was" (ikinci sezon, 1991) bölümünde 1974'te Springfield Lisesi'nde Marge Bouvier'a aşık olarak gösterişmiş ve "I Married Marge" (üçüncü sezon, 1991) bölümünde Marge'ın 1980'de Bart'a hamile kaldığı ima edilmiştir.. Ancak "That 90's Show" (on dokuzuncu sezon, 2008) bölümü, yayınlanmış birçok geçmiş öyküyü yalanlamaktadır; örneğin, eski bölümler Lisa'nın 1980'lerde doğduğunu ileri sürerken bu bölümde Marge ile Homer'ın 1990'ların başında çocuksuz olduğu gösterilmektedir.
Dizinin gelişmesiyle birlikte Homer'ın yaşı değişmiştir; İlk bölümlerde 36 yaşındayken, sekizinci sezonda 38 ve 39, on sekizinci sezonda 40 olarak açıklanmıştır ve bu sezonlarda yaşı tutarsızdır.. Bill Oakley ile Josh Weinstein'in idari sorumlu olduğu dönemde Homer'ın da kendileri gibi yaşlandığını fark ettiler ve karakterin yaşını 38'e yükselttiler. Boyu ise 1.75 m (5'9")'dir.
Groening, karakterlere kendi aile üyelerinin adını verirken adını antik Yunan şairi Homeros'tan alan babası Homer Groening'in adı da Homer'a verildi. Homer'ın adının arkasında anlamlı bir şeyin olmadığı ve karakterin kişiliğinin çok azı babasına dayandırıldığı belirtili, ayrıca Groening daha sonra oğluna da Homer adını verdi. Groening konu hakkında "Homer esasen gerçek babamı eğlendirmek ve az biraz da kızdırmak için oluşturuldu. Babam; atletik, yaratıcı, akıllı bir film yapımcısı ve yazarıydı ve Homer ile ortak noktası olan tek şey donut'lara olan aşkıydı." ifadelerini kullandın. Groening, birkaç röportajında Homer'ın babasının adını aldığını belirtmesine rağmen 1990'da yapılan birçok röportajda 1939 Nathanael West romanın "The Day of the Locust"taki bir karakterin Homer'ın adlandırılmasına ilham kaynağı olduğunu iddia etti. Homer'ın ikinci adı "Jay"i belirten "J", "The Rocky and Bullwinkle Show"daki Bullwinkle J. Moose ile Rocket J. Squirrel gibi ikinci isimlerini Jay Ward'dan alan karakterlere saygı amacıyla kullanılmıştır.
Homer, 19 Nisan 1987 tarihinde tüm Simpson ailesiyle birlikte ilk defa "The Tracey Ullman Show" kısası "Good Night" bölümünde göründü. 1989 yılında kısalar, Fox kanalında yayınlanacak yarım saatlik bir dizi olarak "Simpsonlar"'a uyarlandı. Homer ve geri kalan Simpson ailesi bu yeni şovda görünmeye devam etti.
Tüm Simpson ailesi siluetlerinden tanınacak şekilde tasarlandı. Aile, kabaca çizildi çünkü Groening, eskizleri animatörlere gönderirken eskizlerin animatör tarafından düzenleneceğini sanıyordu fakat animatörler bunun yerine sadece çizimleri kopyaladılar. Homer'ın fiziksel özellikleri genellikle diğer karakterlerde kullanılmadı; örneğin, sonraki sezonlarda Homer, Büyükbaba Simpson, Lenny ve Palyaço Krusty dışında hiçbir karakterde benzer sakal çizgisi yoktu. Groening, Homer'ı tasarlarken esasen kendi baş harfini karakterine kafasındaki saç telleri ile kulak tarafına koydu: kafadaki kıllar "M" harfine, sağ kulak tarafı ise "G" harfine benziyordu. Groening bunun çok dikkat dağıtacağını düşündü ve normal gözükmesi için kulağı yeniden tasarlamaya karar verdi. Ancak hayranları için Homer'ı çizerken kulağı "G" şeklinde çizmeye devam etmektedir. Homer'ın kafasının temel şekli yönetmen Mark Kirkland tarafından üstünde bir salata kâsesi ile boru şeklinde bir kahve kutusu olarak tanımlandı. Marge, Lisa ve Maggie'nin kafası küre şeklindeyken Bart'ın kafası da kahve kutusu şeklindedir. Kısalar boyunca animatörler konuştuğu zaman Homer'ın ağzını hareket ettirme şekli üzerinde deneme yaptılar. Bu noktada karakterin ağzı "sakal çizgisinin arkasına" kadar uzanıyordu fakat "kontrolden çıkınca" bu yöntem kullanılmaz hâle geldi. İlk bölümlerden bazılarında Yönetmen Wes Archer darmadağınık görüneceğini düşündüğünden ötürü Homer'ın saçı sivri uç yerine yuvarlak olarak kullanıldı. Homer'ın saçı sürekli sivri uçlu olarak değişime uğradı. İlk üç sezon boyunca Homer'ın yakın çekimleri için tasarımına kaş niyetine iki küçük çizgi eklendi. Matt Groening, bunlardan pek memnun kalmadı ve zamanla kullanılmamaya başlandı.
Yedinci sezondaki (1995) "Treehouse of Horror VI" bölümünde yer alan "Homer" parçası için karakter ilk kez bilgisayar animasyonuyla üç boyutlu olarak çizildi. Pacific Data Images'teki bilgisayar animasyon yönetmenleri "karaktere yeniden şekil vermemek" için çok çalıştılar. Parçanın final dakikasında 3D Homer, gerçek bir dünyada Los Angeles'ta canlı çekimle sona ermektedir. Sahne David Mirkin tarafından yönetildi ve bu s |
ahneyle dizide ilk kez bir "Simpsonlar" karakteri gerçek dünyada yer almış oldu. "Lisa's Wedding" (altıncı sezon, 1995) bölümünde on beş yıl geleceğe gidilirken Homer'ın tasarımı karakteri yaşlandırmak için değiştirildi. Homer bu bölümde daha şişman, kafasındaki iki kıldan biri düşmüş, göz altında fazladan bir tane çizgi daha gelmiş şeklinde çizildi. Bir sonraki flashforward'da benzer bir tasarım kullanıldı.
Homer, Dan Castellaneta tarafından seslendirilmektedir. "The Tracey Ullman Show"'un ana kadrosunda da yer alan Castellaneta Homer'ın dışında Büyükbaba Simpson, Palyaço Krusty, Barney Gumble, Groundskeeper Willie, Mayor Quimby ile Hans Moleman gibi birçok karaktere ses vermektedir. "Simpsonlar" kısaları için seslendirmeye ihtiyaç duyulduğunda yapımcılar daha çok oyuncu işe almak yerine Castellaneta ile Julie Kavner'dan Homer ile Marge'ı seslendirmelerini istemeye karar verdiler. Kısalar ile yarım saatlik şovun ilk birkaç sezonunda Homer'ın sesi şu anki sesinden daha farklıydı. İlk zamanlar sesi Walter Matthau'nun hafif etkisi altındaydı ama Castellaneta "bu sesin arkadasında duracak yeterli gücü" bulamadı ya da Matthau etkisini dokuz ila on saatlik seslendirme kaydını sürdüremedi ve daha kolay birşeyler bulmak zorunda kaldı. Yarım saatlik şovun ikinci ve üçüncü sezonlarında Castellaneta "sesi düşürdü" ve karakterin sesini daha çok yönlü ve esprili olarak geliştirdi; bu da Homer'a daha dolgun bir duygu yelpazesi sundu.
Isıtma
Isıtma sistemleri, kullanım mekanlarının istenen sıcaklıkta tutulabilmesi için iç ortamdan
dış ortama (çevreye) olan ısı kaybının karşılanması prensibi ile çalışan sistemlerdir. Merkezi ve lokal (bölgesel) olarak iki ana başlıkta toplanabilir.
"Merkezi ısıtma", genel olarak, soğuk iklimlerdeki özel apartman veya kamu binalarında kullanılır. Sistem, kullanılacak akışkanı (su, hava veya buharı) ısıtmak için merkezi kazan veya ısıtıcı, ısıtılmış akışkanın dağıtımı için boru tesisatı ve ısıyı ortam havasına transfer etmek için radyatörleri içerir. Radyatör burada, ısıyı ortama konveksiyon (taşınım) yolu ile ileten bir ısı eşanjörüdür. Radyatör isminin, radyasyon (ışıma) yolu ile yapılan ısı transferi ile bir ilgisi yoktur. Genelde binalarda radyatörler duvarlara monte edilir, fakat radyatör kullanılmadan özel boruların zemin altına gömme yapılması ile zeminden ısıtma yapılan merkezi ısıtma tesisatları da mevcuttur.
Tüm sistemler, bütün radyatörlere ısının ulaşmasını sağlamak için sistemde suyu sirküle ettiren bir pompaya sahiptir. Sıcak su, genellikle bir su deposu içinde saklanan sıcak kullanım suyu sağlamak için başka bir ısı eşanjörünü beslemek içinde kullanılır.
Hava kullanılan ısıtma sistemlerinde, hava kanal sistemleri boyunca dolaştırılır. Kanal sistemleri, soğutma ve klima(kombi) için de kullanılabilir ve havayı filtrelerden geçirerek temizleyebilir.
Isıtma elemanları (radyatör veya kanallar) , odanın en soğuk bölgesine (daha doğru bir ifade ile ısı kaybının en fazla olduğu bölüme) yerleştirilmelidir. Bu bölümlerde genel olarak pencere altlarıdır. Buradanda anlaşılacağı gibi, ısıtma sistemlerinin asıl amacı ortamı/binayı istenen sıcaklıkta tutmak, yani dış ortama olan ısı kaybını karşılamaktır. Yani ısıtma sistemlerinin verimli olabilmesi için kayıpları önlemek yani iyi bir yalıtım yapmakda şarttır.
Merkezi ısıtma sisteminin bulunması, antik Roma dönemine kadar uzanır. Antik Roma'da villalarda ve hamamlarda zemin ve duvarlarda döşenmiş hava kanalları mevcuttur. Kanallar, yakılan bir ateş vasıtası ile ısıtılan havayı taşımaktadırlar.
"Lokal ısıtma" sistemleri de genel olarak merkezi ısıtma ile aynı prensipleri taşır. Fakat burada kullanıcılar binalarını ortak (merkezi) bir sistemden değil lokal olarak ısıtırlar. Burada merkezi ısıtmada olduğu gibi, sıcak sulu ısıtma sistemleri kullanılabilir. Bu durumda kullanıcılar kendi dairelerindeki radyatörleri ısıtmak için "kombi" veya kalorifer adı verilen ısıtma cihazlarını kullanırlar. Bu cihazlar kazanlardan daha küçük kapasiteli ve kompakt cihazlardır. Genellikle sirkülasyon pompaları cihazın üzerinde olur. Bundan başka, klima "(sıcak hava konveksiyonu)", sobalar "(katı yakıtlı, elektrikli veya gazyağı gibi sıvı yakıtlı)" ve Şömine gibi bireysel ısınma gereçleri de günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır.
Namık Kemal Yolga
Namık Kemal Yolga (1914 Elâzığ – 21 Aralık 2001), Türk diplomat.
II. Dünya Savaşı sırasında Paris Büyükelçiliği'nde görevli bulunduğu sırada, çok sayıda Yahudi'ye Türkiye pasaportu vererek Nazi kampına alınmalarını önlemiştir. Bu şekilde çok sayıda Yahudi'nin hayatını kurtaran Yolga, bu davranışı ile Türk Schindler'i olarak bilinir.
Namık Kemal Yolga, 1940 yılında Dışişleri Bakanlığı tarafından ilk yurt dışı görevi olarak Paris'e gönderildi. İki ay sonra Alman ordusu Fransa'yı işgal etti ve bu ülkedeki Yahudileri Paris yakınlarındaki toplama kamplarına göndermeye başladı. Bu sırada Yolga, pek çok Yahudiye Türk vatandaşlığı verilmesini sağladı. Bu şekilde bu kişilerin evlerinden atılmalarını, sonrasında ise toplama kamplarına götürülmelerini önledi. Ayrıca pasaport verilen bu Yahudilerden tutuklananları, Alman ordusundan kurtararak kendi arabası ile güvenli bir eve götürdü.
Namık Kemal Yolga, Dışişleri Bakanlığı'na bağlı büyükelçi olarak; Roma, Paris, Karakas, Tahran ve Moskova'da görev yapmıştır. Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştur.(1960-1963)
Danışma Meclisi Millî Güvenlik Konseyince Seçilen Üyeliği (5 Ocak 1982 - 6 Aralık 1983) yapmıştır.
Namık Kemal Yolga, 1998 yılında "500. Yıl Vakfı" tarafından onurlandırılmıştır. Ayrıca Selahattin Ülkümen ve Necdet Kent ile birlikte Dışişleri Bakanlığı tarafından üstün hizmet plaketine layık görülmüştür. İsrail tarafından da Yolga'ya özel bir madalya verilmiştir.
Buhar
Buhar, fizik, kimya ve mühendislikte, buharlaşmış suyu ifade eder. 100 santigrat derece civarındaki sıcaklıkta ve standart atmosferik basınçtaki buhar, saftır, saydam gaz haldedir ve sıvı haldeki sudan 1600 kat daha hacimlidir. Buhar doğal olarak suyun kaynama noktasından daha sıcaktır. Daha yüksek sıcaklıklardaki buhara genelde "kızdırılmış buhar" denir.
Sıvı haldeki su, çok sıcak sıvı bir madde ile temas ettiğinde (örneğin lav veya erimiş metal), çok çabuk olarak buhar haline gelebilir. Buna "buhar patlaması" adı verilir. Bu patlama, özellikle kapalı alanlarda ani basınç değişikliği nedeniyle, son derece büyük hasarlara sebep olabilir.
Bir buhar makinesi, mekanik iş üretmek için türbin veya pistonun hareketini buharın genişlemesi ile sağlar. Diğer endüstriyel uygulamalarda, buhar genellikle borular boyunca dolaşarak depoladığı enerjiyi ısı transferi ile aktarır. Buhardaki bu depolanmış ısının nedeni suyun yüksek buharlaşma ısısıdır. Mühendisler buhar makinelerini modellemek için ideal termodinamik çevrim olan Rankine çevrimini kullanır.
Buhar, endüstri dışında sauna ve hamam gibi yerlerde de sıcaklık ve insanlar üzerindeki terapi etkileri sağlamak için kullanılır.
ABD'de elektrik enerjisi üretiminin % 90'ından fazlası akışkan olarak buhar kullanan buhar türbinleri ile sağlanmaktadır. Buhar türbininde enerji verimini maksimize etmek için düşük basınçta, buharın yoğuşarak su haline gelmesi sık sık meydana gelir. Fakat bu durumun (yaş-buhar), korozyona sebep olmaması için süreç çok dikkatli bir şekilde kontrol edilmelidir.
Filiz Ali
Filiz Ali, (30 Eylül 1937, İstanbul) Türk piyanist ve müzikbilimci. Sabahattin Ali'nin kızıdır.
Ankara Devlet Müzik Konservatuarı'nda piyano çalıştı. Ferhunde Erkin'in sınıfından 1958 yılında mezun olan Ali, ABD'de müzik eğitimine devam etmek için Fulbright bursu kazandı. Boston, Massachusetts'de David Barnett'le öğrenim gördüğü New England Conservatory of Music'te (Yeni İngiltere Müzik Konservatuarı) ve New York'taki Mannes College of Music'te (Mannes Müzik Koleji) Frank Sheridan'la çalıştı.
1962-1965 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuarı'nda piyano ve eşlik öğretmeni, 1965'ten 1972'ye kadar İstanbul Şehir Operası ve İstanbul Devlet Operası'nda korrepititör, 1972 ile 1985 seneleri arasında ise Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda piyano ve eşlik öğretmenliği yaptı. 1985-86 yıllarında Londra Üniversitesi'nin bünyesindeki Kings College'ın müzikoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı.
1987'de Mimar Sinan Üniversitesi'nin müzikoloji bölümüne geçti. 1990-2005 yılları arasındaki Müzikoloji bölümünün başkanıydı. Ali, 1989-1992 yılları arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nun genel yayın yönetmeni olarak da çalıştı.
TRT için 1962-1995 yılları arasında müzik programları yaptı ve Cumhuriyet, Hürriyet, Yeni Yüzyıl ve Radikal gazeteleri için müzik eleştirmenliği yaptı. Milliyet gazetesine müzik yazıları yazmaktadır. Filiz Ali ayrıca, Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi'nin kurucusu ve 1998'den beri direktörüdür.
Balkan Müzik Forumu'nun bir üyesi, Uluslararası Müzik Konseyi ve Avrupa Müzik Konseyi'nin temsilcisi olan Ali müzik ve müzisyenler hakkında yedi kitabın yazarıdır.
Sabancı Üniversitesi'nde "Klasik müziğin büyük eserleri" ve "20. yüzyıl müziğinin büyük eserleri" derslerini vermektedir.
Tüketim toplumu
Tüketim toplumu ya da tüketimcilik, hizmetler ve üretim sektörü ekseninde olmaktan ziyade boş zamanın ve üretilen malların tüketimi ekseninde örgütlü hale gelen ya da örgütlenen toplumları ve bu eylemi açıklayan sosyoloji terimi. Bu kavram sosyoloji içerisinde net bir açıklığa sahip olmasa da tüketimcilik çoğunlukla zenginliğin, bireyciliğin ve popüler kültür özelliklerinin arttığı, toplumsal sınıfların sınırlarının azaldığı toplumlarda görülür.
Kablosuz erişim noktası
Kablosuz Erişim Noktası (KEN), dizüstü bilgisayar ve akıllı telefon gibi telsiz cihazları wi-fi ve benzeri telsiz erişim standartları kullanarak kablolu ağa bağlayan aygıtlardır.
KENler kablolu bilgisayar ağına tümleşik (dahili) ya da harici bir yönlendirici vasıtasıyla bağlanırlar. Erişim noktaları, almış olduğu veri sinyallerini (internet gibi) kablosuz olarak RF sinyalleri ile ortama taşır. Kablosuz özelliğe sahip olmayan |
cihazları (yazıcı gibi) kablosuz ağa dahil eder. Böylece ortak kullanıma yardımcı olur. Ayrıca kablosuz vericilerden aldığı RF sinyallerini güçlendirerek menzil arttırımına gitmek için kullanılır.
CorelDRAW
Corel Corporation tarafından üretilen CorelDRAW 1989 yılında kullanıcılarla tanışan vektörel tabanlı bir grafik tasarım programıdır, tasarımcıların, grafikerlerin ve profesyonel sanatçıların çalışmaları için tasarlanmıştır. CorelDRAW, CorelDRAW Graphic Suite adını taşıyan grafik yazılımı paketinin bir parçasıdır.
CorelDRAW matematiksel olarak tanımlanmış noktalar kullanır. Örnek vermek gerekirse bir çizgi çizebilmek için CorelDRAW' da A noktasından B noktasına düz çizgi çek demek yeterlidir bunu o şekilde kaydeder. Fotoğraf işlem programlarında ise A1-B1; A2B2;...A20-B20 koordinatlarına nokta koy demek gerekir. Fotoğraf işlem programlarında noktalar pixel olarak tanımlanıp görülürken CorelDRAW' da vektörel kullanıldığı için düz ve kesintisiz olmaktadır. Yapılan bir çizim çok büyük ebatlara kalite kaybı yaşanmaksızın değiştirilebilir, dosyanın kaydedilmesinde boyut sorunu yaşanmaz.
CorelDRAW' ın kullanım alanları oldukça geniştir ama ağırlıklı olarak masaüstü yayıncılığı, dijital baskı yapanlar, matbaalar, tekstil firmaları, tabelacılar, açık hava reklamcıları ve reklam tanıtım firmaları kullanır.
Corel Corporation 1987 yılında Michel Bouillon ve Pat Beirne adındaki iki yazılım geliştiricisini masaüstü yayıncılık yazılımları için vektör tabanlı illustrasyon yazılımı geliştirmek üzere işe aldı. 1989 yılında CorelDRAW'ın ilk sürümü yayınlandı. CorelDRAW 1.x ve 2.x sürümleri Microsoft Windows 2.x ve 3.0 altında çalışıyordu. CorelDRAW, Windows tarafında Postscript çıkış alabilen ve font yönetimini sorunsuzca sağlayabilen ilk yazılımlardan biridir.
Microsoft, Windows 3.1 sürümünü yayınladığında CorelDRAW'ın da 3.0 sürümü yayınlandı. CorelDRAW 3.0 Vektörel ve raster (Zsoft'tan lisanslanan Photopaint) grafik yazılımları ve font yöneticisi ile aynı zamanda ilk masa üstü yayıncılık program paketidir.
CorelDRAW'ın ilk sürümleri ile birlikte sektörde boy gösteren Micrografx Designer yazılımının üreticisi olan Micrografx firmasını 2001 yılında satın alan Corel firması CorelDRAW'ın gelişimi için büyük bir adım atmış, Corel Designer yazılımının da sektörde söz sahibi olmasını sağlamıştır.
CorelDRAW geçmişte Unix, Linux, OS/2, CtOS, MacOS için de üretilmiş olsa da güncel sürümü sadece Windows platformlarında çalışmak üzere geliştiriliyor. MacOS işletim sistemi için yayınlanan son sürüm 11. sürüm (Graphic Suite) oldu ve bu sürümden sonra MacOS için geliştirilmesi bırakıldı. CorelDRAW X7 ile de Windows XP ve Vista desteği bırakıldı.
CorelDRAW X6, Windows XP, Vista, Windows 7 ve Windows 8 'in 32 bit ve 64 bit sürümleriyle tam uyumludur.
CorelDRAW X7, Windows 7, Windows 8 ve Windows 8,1'in 32 bit ve 64 bit sürümleriyle tam uyumludur.CorelDRAW Graphics Suite X6 paketin ilk 64 bit sürümüdür.CorelDRAW GS X6 Windows 8 sertifikalı ilk Corel paketidir.
CDR, CorelDRAW vektörel çizim yazılımının öntanımlı dosya biçimidir. Sahipli ve çeşitli patentlerle korunan CDR biçimi, günümüzde yerini bir endüstri standardı haline gelen özgür SVG biçimine bırakmaktadır.
CorelDRAW X7'nin açabildiği belge türleri:
AI,BMP, CAL, CLK, CDR, CDX, CGM, CMX, CPT, CPX, CSR, CUR, DES, DOC, DOCX, DSF, DRW, DST, MGX, DWG, DXF, EMF, EXE (Bitmap Resource), FH, FMV, FPX, GEM, GIF, HTM, ICO, IMG, JP2, JPG, MAC, NET, NAP, PCD, PSD, PCX, PDF, PIC, PCL, PNG, PLT, PP4, PP5, PPF, PPT, PS, EPS, PRN, PSP, PUB, RAW, RIFF, RTF, SCF, SHW, SVG, SVGZ, TGA, TIFF, TXT, WSD, WB, WQ, WK, WMF, WP4, WP5, WPD, WPG, WSD, WI, XCF, XPM, XLS.
CorelDRAW X7'in oluşturabildiği belge türleri::
Corel Draw Graphics Suite X8 32/64 bit (18.1.0.661) (30.06.2016)
Corel Draw Graphics Suite X7 32/64 bit (17.4.0.887) (11.03.2015)
Corel Draw Graphics Suite X6 32/64 bit (16.0.0.707) (20.03.2012)
Update 1 (16.1.0.843) (15.08.2012) Update 2 (16.2.0.998) (29.11.2012)
Update 3 (16.3.0.114) (26.03.2013)
Update 4 (16.4.0.1280) (20.08.2013)
Corel Draw Graphics Suite X5 (15.0.0.486) (23.02.2010)
Servis Paket 1 (15.1.0.588) (27.07.2010)
Servis Paket 2 (15.2.0.661) (05.11.2010)
Servis Paket 3 (15.2.0.686) (26.05.2011)
Hotfix 4 (15.2.0.695) (04.10.2011)
Corel Draw Graphics Suite X4 (14.0.0.567)(22.01.2008)
Servis Paket 1 (14.0.0.653)
Servis Paket 2 (14.0.0.701)
Hot Fix 2 (14.0.0.704)
Corel Draw Graphics Suite X3 (13.0.0.576)
Servis Paket 1 (13.0.0.667)
Servis Paket 2 (13.0.0.739)
Corel Draw Graphics Suite 12 (12.458)
Servis Paket 1 (12.536)
Corel Draw Graphics Suite 11 (11.633)
Servis Paket 1 (11.693)
Servis Paket 2 (11.755)
Bilgisayarlı tasarım/Bilgisayarlı üretim
CAD (Computer-Aided Design; "Bilgisayar Destekli Tasarım"),
CAM (Computer-Aided Manufacturing; "Bilgisayar Destekli Üretim"), çizimin bilgisayar destekli CNC makineleri ile bir projeyi uygulamanın ilk aşamasına geçirme, şekil verme işlemidir.
Bilgisayar Destekli Uygulamalar genel olarak Bilgisayar Destekli Mühendislik ("CAE"), Bilgisayar Destekli Tasarım ("CAD") ve Bilgisayar Destekli Üretim ("CAM") başlıkları altında ele alınır. Bu uygulamalar bilgisayar ile mühendislik uygulamalarının bütünleşmesine imkân sağlar. Bilgisayar Destekli Tasarıma kısaca, imalatı düşünülenen parçanın ilk olarak bilgisayar ortamında oluşturulmasıdır.
CAM
CAM kısaltması ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Filmgimp
Filmgimp, gimp adlı ücresiz grafik işleme yazılımının hareketli görüntü işleme versiyonudur. Şu an için beta versiyonları Linux tabanlı olarak çalışmaktadır.
Beta
Beta şu anlamlara gelebilir:
Carmen (anlam ayrımı)
Carmen şu anlamlara gelebilir:
Argentino Gölü
Argentino Gölü ("Lago Argentino") Arjantin'in Patagonya bölgesinde 1.415 km² alana sahip bir göl.
Göl'ün kollara ayrılan batı ucu ,Andlar'a kadar uzanır. Dağlardan gelen buzulların uç noktaları birçok yerden göle açılır.
Yüksekliği yer yer 50–60 m'yi bulan, dünyaca ünlü Perito Moreno Buzulu, Argentino gölünde kırılır ve burada buzdağları oluşturur.Dağlardan gelen buzul uzantıları bazı yıllar gölü bölümlere ayırır.
Göl, Los Glaciares Milli Parkı 'nın ("Buzullar milli parkı") bir parçasıdır.
Argentino güney 50 ve 51. paralelleri ile batı 72 ve 73. boylamları arasında kalır
Gölün doğu kısmı, Pampa ovalarının derinliklerinde kaybolur.
Göl kıyısındaki en önemli şehir El Calafate'dir. Buradaki halkın ana geliri, buzulları ziyarete gelen turistler oluşturur.
Göl, 1873 yılında buraya gelen denizci Valentin Filberg tarafından keşfedildi. Filberg burasını, 100 yıl önce keşfedilmiş Lago Viedma olarak kabul etti. 15 Şubat 1877 tarihinde buraya araştırmacı ve aynı isimli buzulun isim babası Francisco P. Moreno ve Carlos Moyano geldi. Moreno, bu göle "Lago Argentino" ismini vermiştir.
Max Weber (anlam ayrımı)
Banaz (anlam ayrımı)
Viedma Gölü
Viedma Gölü ("Lago Viedma"), Arjantin'in Santa Cruz eyâletinde, Şili sınırı yakınında, Los Glaciares Milli Parkı içinde bir buzul gölü. Gölün alanı 1.088 ile 1.600 km² arasında değişir.
Viedma, Şili sınırında, And Dağlarında bulunur. Çevresinde Cerro Fitz Roy (3.406 m), Cerro Torre (3.128 m) ve Poincenot (3.076 m) gibi çok sayıda 3000'lik dağlar vardır. Fitz Roy eteklerinde bir yerleşim yeri olan "El Chalten" bulunur.
Viedma Gölü'ne açılan en önemli buzullar, batıda bulunan 575 km²'lik
Viedma Buzuludur. Buzul suyu, gölü turkuaz mavisi bir renge boyar. Viedma gölü, güneyindeki Argentino Gölü ile bağlantılıdır. Kuzeyinde ise "Lago San Martin" ("San Martin Gölü") vardır.
Viedma Gölü, 1782 yılında ispanyol Antonio de Viedma tarafından, bilimsel gezisi sırasında keşfedilmiştir. Göl ismini bu kişiden alır. Daha sonraki geziler 19.yüzyılın ortalarında yapılmıştır. 1945 yılından beri ise "Los Glaciares" Milli Park'ı mevcuttur. 1981 yılında bu park UNESCO tarafından dünya kültür mirası olarak ilan edilmiştir. 1977 yılında İngiliz yazar Bruce Chatwin Patagonya seyâhati sırasında bu gölü ziyaret etmiştir.
Refik Algan
Refik Algan, (d. 1952, Ankara), Türk yazar.
1970-1980 yıllarında kısa metin adını verdiği çok kısa öykü çalışmalarıyla tanındı. Edebiyata yirmi yıl ara verdikten sonra 2006 yılında yayımladığı ilk kitabı "Saat Kulesi, Kısa Metinler ve Hikâyeler" ile Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı.
1952 yılında Ankara’da dünyaya geldi. İlköğrenimini İstanbul ve Ankara'da tamamladı. Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi'ni bitirdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra tıbbi danışman olarak çalıştı.
Yazıları 1978’den itibaren çeşitli dergilerde yayımlanan Refik Algan, İngilizce’den yaptığı çevirilerle tanındı. 1978-1980 arasında kısa metin ve yazılarını Yazı ve Oluşum dergilerinde yayımladı.
Edebiyata ara vererek kendini tasavvufa verdi. Pek çok tasavvuf metni çevirdi. Şiir, öykü yazanların resmi ve müziği bilmesi gerektiğini düşüncesiyle resim ve ud ile ilgilendi. 20 yıl aradan sonra Geceyazısı ve Kitaplık dergilerinde 2003’te yayımlanmaya başlayan öyküleriyle edebiyata döndü. 2005 yılında yayımlanan "Saat Kulesi, Kısa Metinler ve Hikâyeler" adlı kitabı ile 2006 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. Aynı yıl Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği tarafından Kristal Martı ödülüne layık bulundu.
İkinci kitabı "Umursamaz Uykucu" 2007’de yayımlandı. Her iki kitabı da İspanyolca'ya çevrildi; Şili’de Cuarto Propio Yayınevi tarafından yayımlandı.
Leni Riefenstahl
Berta Helene Amalie "Leni" Riefenstahl (d. 22 Ağustos, 1902 – ö. 8 Eylül, 2003) ünlü Alman aktris, sinema yönetmeni ve yapımcısı. En çok beğenilen filmi Triumph des Willens Nazi Partisi tarafından propaganda filmi olarak seçilmiştir. İradenin Zaferi, ona bitmez uluslararası ünü verecekti. Sadece sekiz film yapmasına rağmen, Riefenstahl geniş ölçüde yaşamının kalanı boyunca tanındı. 1930'larda yaptığı filmlerinin propaganda değeri, en modern sinemacıları kıskandırır
Helene Berta Amalie Riefenstahl, 22 Ağustos 1902'de Berlin'de doğmuştur. Babası Alfred Riefenstahl ve tek erkek kard |
eşi Heinz II. Dünya Savaşı'nda öldü. Çocukluğunda eğlencesi yazmak, boyamak ve dans etmekti. Babası ekonomistti. Mary Wigman'dan dans eiğitimi aldı. 1923'den itibaren solo gösteriler yaptı. 1926'da oyunculuk kariyerine başladı, serüven filmlerinde roller aldı. 1929'da "Weisse Hölle am Piz Palü" adlı filminde oynadı. 1932'de ilk yönetmenlik denemesi olan "Das blaue Licht" filmini yönetti. Daha sonra Nazi Partisi'nin resmi makamların siparişleriyle sanatsal sorumluluğu kendisine ait belgesel filmler çekti.
Leni Riefenstahl en büyük başarısını 1936 Berlin Olimpiyatları hakkında iki bölümlük filmiyle kazandı (Fest der Völker, Fest der Schönheit). Daha sonra sinema fimleri çekti. Riefenstahl'ın bu filmlerde görev verdiği Çingene ve Romanlar film çekildikten sonra Nazi toplama kamplarına gönderiliyordu. Leni Riefenstahl 1945'te tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra ve Nazilikten aklandıktan sonra fotoğrafçılık yaptı. Özellikle Nuba kabilesinde ve Hint Okyanusu'nun yeraltı dünyasında sansasyonel görüntüler çekti.
Reifenstal 1974'de, 72 yaşında, tüplü dalış yapabilmesi ve bunun için sertifika alabilmesi için yaşı hakkında yanlış beyanat vererek sualtı fotoğrafçılığı yapmaya başladı.
Leni Reifenstal, Almanya'da Pöcking'deki evinde 8 Eylül 2003 tarihinde akşam uykusunda öldü. Kanser hastasıydı. Münih Waldfriedhof mezarlığına gömüldü.
Sayıştay (Türkiye)
Sayıştay, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda düzenlenen mali yargı organı.
Sayıştay, merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. Sayıştayın kesin hükümleri hakkında ilgililer yazılı bildirim tarihinden itibaren on beş gün içinde bir kereye mahsus olmak üzere karar düzeltilmesi isteminde bulunabilirler. Bu kararlar dolayısıyla idari yargı yoluna başvurulamaz.
Francisco Pascasio Moreno
Perito Moreno ya da tam ismiyle Francisco Pascasio Moreno (d. 31 Mayıs 1852 Buenos Aires, ö. 22 Şubat 1919 Buenos Aires), Arjantinli jeolog, antropolog ve kaşif. Çok sayıda bilisel gezi ile özellikle Patagonya'da araştırmalar yapmış. Bu bölgenin bitki örtüsü ve faunasını incelemiştir.
1872 yılında kurulan "Sociedad Científica Argentina" kuruluşunun kurucu üyelerinden biriydi. Özellikle Şili ve Arjantin arasındaki sınır ölçüm, daha doğrusu tespit çalışmalarında bulundu. Patagonya'ya son seyahati, ABD eski başkanı Theodore Roosevelt'e eşlik ederken gerçekleştirdi.
İsmini verdiği yerler şunlardır, (hepsi Patagonya'da)
Flotasyon
Flotasyon veya yüzdürme yöntemi, üretilecek cevherin su sevme (hidrofilik) ve su sevmeme (hidrofobik) özelliklerini kullanarak sıvı içerisinde kabarcık oluşturarak suda yüzmesi veya batması ile diğer malzemelerden ayrılmasını sağlayan bir zenginleştirme yöntemidir.
Genelde sülfürlü cevherlerin ayrıştırılmasında kullanılır. Dünyada flotasyon özellikle bakır, kurşun ve çinko cevherlerinin zenginleştirme yöntemlerinden biridir. Örnek: porfirik bakır cevherlerinde (hem oksitli hem sülfürlü) flotasyon ile sülfürlü ve oksitli olarak ayırmak mümkündür.
Yüzdürme işlemi sadece suyla yapılamadığından flotasyon için malzeme içine reaktifler eklenir. Bunlar sırası ile pH ayarlayıcı, bastırıcı, canlandırıcı, toplayıcı (kollektör), köpürtücüdür. Bu zenginleştirme yöntemi gravite ile yapılamayan zenginleştirme için uygulanır. Madencilik sektöründe önemli bir zenginleştirme yöntemidir.
Flotasyon ile zenginleştirmede verimli bir proses için, tane iriliğinin en fazla 45 mesh olması gerekmektedir. Flotasyonun uygulanabilmesi için aşağıdaki şartların aynı anda oluşması gerekmektedir:
Hidrofob ve hidrofil tanımları, flotasyon için en önemli özelliklerdir. Flotasyonda kolay yüzen taneciklere "hidrofob" (su sevmeyen) denir. Eğer mineral taneciği hidrofob değilse ve yine de yüzdürülmek isteniyorsa, yüzey kimyasının reaktiflerle değiştirilmesi gerekir. Bu taneciklerinin yüzmesinin sebebi; yüzey kimyasının doğal özelliği sayesinde, hava kabarcıklarına kolayca tutunması ve yüzeye çıkmasıdır. Bu da, tanecik ile kabarcık arasındaki adhezyon kuvvetinden kaynaklanır. "Hidrofil" özellikteki minerallerde ise, hava ile tanecik arasında adhezyon kuvveti çok düşük olduğundan veya hiç olmadığından, tanecik kabarcığa tutunamamakta ve sonuç olarak batmaktadır.
Kollektörlerin esas görevi, minerali hidrofob yapmaktır. İki grupta toplanabilirler:
Temel olarak; anyon aktif grubu sülfür flotasyonunda, katyon aktif grubu ise oksit flotasyonunda kullanılır.
Ksantatlar genelde sülfürlü minerallerin flotasyonunda kullanılır. Ksantatlar asidik ortamda hidrolize olurlar ve bu nedenle alkali ortamda etkili olurlar. Ticari isimlerinden bazıları: KEX, NaEX, NaIPX, KAX.
Ksantatların kullanıldığı cevher tiplerinde tercih edilir. Bu toplayıcı ksantatlarla beraber kullanılırsa, flotasyon veriminde artış sağlanabilir. Ksantatların aksine, asidik ortamda kullanılabilirler. Sıvı halde satılırlar.
Endüstriyel hammaddelerin (metalik olmayan) flotasyonunda tercih edilir.
Flotasyonun ortamının pH'ını değiştirmek amacıyla kullanılırlar. Minerallerin yüzdürülüp batırılmasında pH önemli bir değişken olduğundan, flotasyon işlemi boyunca kontrol edilmeli ve düzenlenmelidir. pH'ı düşürmek için genelde sülfürik asit(H2SO4), yükseltmede ise sodyum hidroksit tercih edilir.
Bazı durumlarda, kollektörler mineral taneciklerinin yüzeyini değiştirmek için yeterli olmaz. Bu gibi durumlarda, mineral kazanım verimini arttırmak için aktifleştiriciler kullanılır.
Bu tür reaktifler, belli minerallerin yüzey kimyasını değiştirmek için kullanılır. En önemli pasifleştiricilerden biri siyanürdür.
Belirli bir süre için pasifleştirilmiş mineralleri yeniden kazanmada kullanılır. Aktifleştiricilere göre daha zayıftır.
Flotasyonda temel olan köpük, sadece su ile elde edilememektedir. Köpük için köpürtücülerin kullanılması şarttır. Esas görevleri yüzey gerilimini azaltmaktır. Bu şekilde, oluşan kabarcıklar bozulmadan, istenilen tanecikleri yukarı taşıyacak ve birikecektir. En önemli köpürtücülerden birisi çam yağıdır.
Flotasyon teknolojisindeki en önemli gelişme, şüphesiz ki kolon flotasyonudur. Bu kolonların verimliliği, klasik flotasyondan hücresine göre çok daha yüksektir ve bu sebeple, endüstride kullanım alanı bulmuştur. Kolonlar temel olarak iki bölümden oluşmaktadırlar. Kabarcıklar üretilip kolonun altından beslenir. Malzeme ise, genelde kolonun yüksekliğinin 2/3'nden kolona beslenir. Malzeme ile taneciklerin karşılaştığı bölge, toplama bölgesidir. Kolonun altından gelen kabarcıklar orta bir bölgede bu taneciklerle buluşurlar. Bu noktada yüzey kimyası uygun olan tanecikler, kabarcıklarla yüzeye taşınırken, kabarcıklara tutunamayan tanecikler, kolonun altına çöker. İkinci bölge ise; kolonun üstünde, köpüğün biriktiği köpük bölgesidir. Köpük bölgesi sürekli olarak, ters akımlı olarak yıkanır. Bu şekilde, köpüklerle ile beraber yükselmiş gang mineralleri yıkanarak uzaklaştırılır.
Flotasyon kolonlarını, klasik flotasyon hücrelerinden ayıran en önemli özellikler:
Avantajları ise şu şekildedir:
Dezavantajları:
Zaman Çarkı
Zaman Çarkı, Robert Jordan'ın 14 ciltlik ve yaklaşık 10.000 sayfalık külliyatıdır.
Zaman Çarkı bir başka dünyanın döngüsel tarihindeki bir çağı anlatır. İyi ve kötü arasındaki sonu gelmeyen savaş tekrar başlamak üzeredir. Dünyayı ele geçirmeye çalışan Shai'tan (karanlık varlık), asırlar süren topyekün bir savaş sonunda Lews Therin Telamon liderliğindeki erkek Aes Sedai 'ler tarafından bir "zindana" hapsedilir ve zindanı mühürlenir. Shai'tan, hapsedilmeden önce, erkek Aes Sedai'lerin gücünün kaynağı olan saidin'i "lekeler" ve ilerleyen günlerde hepsinin delirmesine ve muhteşem güçleriyle yeryüzünün şeklini değiştirecek ölçüde yıkımlar yapmalarına sebep olur. Asırlar sonra küçük bir köyde, sıradan bir delikanlı olan Rand'ın ve arkadaşlarının hayatı korkunç yaratıkların (Gölgedölleri) saldırısı ve onları kurtaran Moraine tarafından sonsuza kadar değişir. Rand, Lews Therin Telamon'un yeniden bedenlenmesidir (Yenidendoğan Ejder) ve Karanlık Varlık serbest kaldığında onunla savaşmaya yazgılıdır. Arkadaşları Matrim Cauthon ve Perrin Aybara'da kırılıştan önceki kişilerin yeniden bedenlenmesinden etkilenmiştir.
Seri boyunca Rand'ın çobanlıktan dünyanın kurtarıcısı ve yıkıcısı olan Yenidendoğan Ejder'e dönüşümü ve dünyayı da beraberinde de dönüştürmesi anlatılır. Karakterler sayıca kalabalık, detaylı ve kendi içinde bir bütündür. Her birinin zihinlerinden geçenler ve dönüşümleri didik didik edilir. Toplum yaşamı, tarihinden giyim-kuşamına, davranış tarzından mimarisine kadar detaylarıyla tasvir edilir.
Serinin 14'üncü ve son kitabı "A Memory of Light" (Işığın Anısı) İngilizce olarak 8 Ocak 2013'te yayımlanmıştır. Kitabın Türkçe yayım tarihi 22 Ağustos 2013'tür.
Dipnot: Zaman Çarkı Serisi birçok çevre tarafından fantastik edebiyatın gelmiş geçmiş en büyük eserlerinden olarak görülüyor. Ancak fantastik edebiyata yeni adım atacak okuyuculara bu seri ile başlamaları önerilmez. Zira hem kitabın ağır olması okuyucuyu soğutabilir, hem de bu kadar büyük bir eserin değeri türe aşina olduktan sonra daha iyi anlaşılabilir.
1948 Arap-İsrail Savaşı
Birinci Arap-İsrail Savaşı, Filistin'de İngiliz manda rejiminin sona ermesinin hemen ardından 14 Mayıs 1948'de, Tel-Aviv'de toplanan Yahudi Milli Konseyi, yayınladığı bir bildiri ile İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Yeni kurulan devletin sınırlarıyla ilgili, “Eretz İsrail” dışında hiçbir bildiri yoktu. Bunun hemen ardından ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği İsrail'i tanıdığını açıkladı. Bu gelişmelerin öncesinde ise İngiliz birlikleri bölgeyi terk etmeye başlamışlardı bile.
15 mayıs 1948 tarihinde, Arap Birliği sekreterinin, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine gönderdiği bir telgrafta; Arap ülkelerinin, Filistin’de barışın, güvenliğin, hukuk ve düzenin tekrar kazanılması iç |
in, kendilerini müdahale için zorunlu hissettiklerini belirtti. Aynı mesajda, Arap hükümetlerinin, Londra Konferansında ve Birleşmiş Milletler’de de belirttikleri gibi,çözümü, demokratik prensiplere dayanarak kurulmuş Filistin Birleşik Devletleri olarak gördüklerini belirtti. İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail'e savaş açtı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydettiler.
Ancak İsrail'in planlı savunması üzerine savaş Araplar aleyhine dönüştü.
İsrail savaş sonunda 1947'de taksim planı ile elde ettiği %56’lık Filistin toprağını % 78’e çıkardı. Manda yönetiminden kalan alanlar Ürdün’ü, günümüzdeki Batı Şeria’yı (Ürdün kontrolünde) ve Gazze Şeridi’ni (Mısır kontrolünde) içerdi. Filistin Araplar, kendi topraklarını, sonra dönebileceklerine dair aldıkları sözlere dayanarak, İsrail güçleri ve Yahudi silahlı kuvvetlerinin saldırılarından dolayı terk edip “Filistinli mülteciler” oldu . 700,000 Filistinli , evlerini terk etmek zorunda kalarak komşu ülkelere veya Arapların yoğun olduğu bölgelere sığındılar. Yurtlarını terk eden Filistinliler'den 250,000’i Gazze’ye yerleştirildi. Savaş, 1949 yılında, İsrail’in Arap komşularıyla ateşkes anlaşmaları imzalamasıyla sona erdi. Filistinlilerin başka ülkelere göçü ve Yahudilerin Filistin’de gün geçtikçe artan nüfusu, demografik yapının bölgenin yerleşik halkı olan Araplar aleyhine dönüşmesine neden oldu ve bugüne kadar süregelen Filistinli mülteciler sorunu başladı.
Benzer şekilde, birçok Arap ülkesi kendi yerel Yahudi nüfuslarına yönelik ayrımcı politikalar yürütmeye başladı. 1948 yılındaki Arap-İsrail savaşı esnasında, Arap ülkelerindeki Yahudilerin durumları oldukça kötüye gitti. Aralık 1947’de Arap dünyasında büyük anti-Yahudi ayaklanmalar patlak verdi ve Yahudi toplumları birçok ölü ve yararlının bulunduğu Suriye ve Aden gibi Arap şehirlerinde ciddi şekilde kötü etkilendi. 1948 yılının ortalarında, Arap ülkelerindeki Yahudi toplumlara saldırılar gerçekleştirildi ve statüleri kötüleştirildi. Uzun senelerdir yaşadıkları İslam ülkelerinden sökülüp, Arap-İsrail Savaşı’nın politik mültecileri oldular. Sonuç olarak birçok Arap ve İslam ülkelerinden zorunlu göçe zorlandılar. Libya’da Yahudilerin vatandaşlıkları ellerinden alındı ve Irak’ta mal varlıklarına el konuldu. 1956 yılında Mısır, Yahudi nüfusunun büyük bir kısmını ülkeden kovdu ve Cezayir ise egenmenliğini 1962 yılında ilan etmesiyle birlikte, Yahudilerin vatandaşlıklarını ellerinden aldı. Yahudilerin büyük bir kısmı göçe zorlandı ama bir kısmı da ideolojik sebeplerle göç etti.
İsrail savaş sonunda savaştığı her Arap ülkesi ile ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları imzaladı. Savaşa girmiş olan Ürdün Batı Şeria'ya, Mısır da Gazze Şeridi'ne asker yığdı. Kudüs'ün kontrolü ise batıda İsrail, doğuda Ürdün arasında bölündü. Gazze ise Mısır'ın oldu.
1948 savaşı sonrasında savaşa katılan Arap ülkelerinde siyasi rejim değişikliğine varan karışıklıklar yaşandı. En önemli değişiklik Mısır'da gerçekleşti. Mısır'da Kral Faruk bir darbe ile tahttan indirilerek yerine General Necib getirildi.
Savaştan en karlı çıkan taraf İsrail oldu. 1914’te 85.000, 1943'te 539.000, 1946’da 608.000, 1947’de 650.000 olan Filistin'deki Yahudi nüfusu, savaş sonrası anlaşmaların imzalandığı 1949 yılında 758.000’e ulaştı. Ürdün de İsrail'den sonra en çok toprak kazanan ülke oldu.
Ataşe
Ataşe, bir ülkenin başka bir ülkedeki diplomatik görevlerinde belirli bir uzmanlık alanı ile ilgili olarak temsil ve bilgi toplama vazifelerini icra eden elçilik görevlisidir.
Siyasal bir memur olan bu görevli, bulunduğu yabancı devletin durumu ve davranışlarını yetki alanı dahilinde izler ve hükümetine bildirir. Bu bilgi toplama hareketi kanuni casusluk olarak kabul edilir.
Askeri ataşeler, bağlı oldukları ulusal ordunun temsilcisi olarak elçiliğin askeri danışmanlığını yaparlar ve bilgi toplarlar.
Bilim ataşeleri, Bilim ve teknoloji konusunda uzmanlaşmış elçilik görevlisi ve danışmanıdır.
Yazılı, görsel ve işitsel medya alanlarında uzmanlaşmış elçilik görevlisi ve danışmanıdır.
Ticaret ataşesi veya ticarî ataşe, bulunduğu yabancı ülke ile kendi ülkesi arasındaki ticaret ilişkilerini izler, ticaret anlaşmalarının hazırlanmasında rol alır ve kendi ülkelerinin ekonomik çıkarlarının korunması doğrultusunda danışma görevi yapar.
Kültürel tanıtım ve iş birliği konularında uzmanlaşmış elçilik görevlisi ve danışmanıdır.
Güvenlik Ataşeleri Misyon Şefinin (Büyükelçiliklerde Büyükelçi , Başkonsolosluklarda Başkonsolos)yakın koruması ve Büyükelçilik ve Başkonsolosluklara yapılabilecek terör saldırılarını önleyecek özel koruma memurlarıdır.
Eğitim ve öğretim konularında uzmanlaşmış elçilik görevlisi ve danışmanıdır.
Vatandaşlarına dini konuda hizmet vermek üzere gelmiş olan ilgili din alanında, genelde başkonsolosa bağlı çalışan diplomat.
Ataşeler, diplomatik dokunulmazlığa sahiptirler.
Kan glukozu
Kan glukozu karaciğerin, ekstrahepatik dokuların ve birkaç hormonun rol oynadığı, çok duyarlı homeostatik bir mekanizma ile kontrol edilir. Karaciğer dışındaki dokularda glukozun hücre içine girişinde benzer bir kontrol mekanizması bulunur.
İnsülin glikoz konsantrasyonun ayarlanmasında önemli rol oynar. İnsülin hiperglisemiye yanıt olarak pankreastan direkt kan içine salgılanır. aminoasit, serbest yağ asitleri, glukagon hormonu insülin salgılanmasını olumlu yönde etkiler epinefrin(adrenalin) ve norepinefrininsülin salgılanmasını olumsuz etkiler. Ön hipofizden salgılanan STH ve ACTH homonları kan glikozunu yükseltme eğilimindedirler.
Atlético Mineiro
Clube Atlético Mineiro, 25 Mart 1908 tarihinde Brezilya'nın Belo Horizonte kentinde kurulmuş bir futbol kulübüdür. Série A'da mücadele etmektedir. Maçlarını 75,000 kişilik Mineirão'da oynamaktadır.
Karbonhidrat metabolizması bozuklukları
Karbonhidrat metabolizması bozuklukları genetik faktörlerin de tetiklemesiyle enzim yetersizliğinden, hormonal bozukluklardan ya da veya diyetik nedenlerden ileri gelebilir. Karbonhidrat metabolizmasında görev alan enzimlerden birinin yeterli olmaması sonucu bozukluklar görülebilir(galaktüzori, früktozüri vb.). İdrarda şeker bulunması glukozürinin olabileceğine işarettir.
Aşağıda, bu hastalığa sebep olan nedenlerden birkaçı verilmiştir.
Keltler
Keltler (Latin "Celtae", "Galli" ve Antik Yunanca "Keltoi", "Galatai")
Tarihöncesi ve ilkçağ döneminde Avrupa'da yaşayan ve günümüzde altı ulustan oluşan bir halktır. Dört bin yıl kadar önce Keltler, anavatanları olan Orta Avrupa'dan göç ederek özellikle Britanya Adaları'na, İspanya'ya ve Galya'ya yerleştiler. Demir Çağında Britanya ve İrlanda'nın sakinlerini Keltler oluşturuyordu. Savaşçı ve avcı oldukları kadar mükemmel çiftçiydiler. Tekerlekli pulluğu ve fıçıyı icat ettiler. Yayılmaları batıda, Bronz Çağı'nın sonuna ve Demir Çağı'nın başına denk gelir. Sayısız göçleri sırasında Yunanların, Etrüsklerin, İtalyotların tekniklerini benimsediler; kazancılığı ve çömlekçiliği geliştirdiler. Onların yaptığı yollara sonradan Romalılar taş döşeyecekti.
Çoğu zaman birbirine rakip kabileler ve klanlar halinde toplanmış olan Keltler, gerek yaşama biçimi, gerek kültür yönünden özgün bir halktı. Ürünlerin koruyucusu sayılan kır tanrılarına taparlar, geleneklerin koruyucusu olan hem kâhin, hem yargıç niteliğindeki din adamlarının (druidler) yönetiminde yaşarlardı.
MS 1. yüzyılda Romalılar tarafından kısmen yıkılan Kelt uygarlığı, gene de, Orta Çağ'a kadar yaşayageldi. Bugün bile, bazı Breton ve İrlanda törelerinde bu uygarlığın varlığını sürdürdüğü görülür.
Keltlerin ilk kez keltoi tabiriyle anıldığı ilk yazılı kaynak Yunan tarihçi Hecataeus'a (MÖ517) aittir. Hecataeus, Kelt kabilelerini Rhenaina (Batı/Güneybatı Almanya) bölgesinde gösterir. Yunan mitolojisine göre Keltus Herakles ve Keltin'in oğlu, Bretannus'un kızkardeşidir. Keltus, Keltlerin ilk atası haline gelmiştir. Latince'de Celta Herodot'un Gauller için kullandığı bir terim haline gelir. Romalılar'ın kullandığı Celtae Goidheller ve Britonlar olarak ayrılan adalı Keltleri değil kıta Gaullere atıfla kullanılır.
Modern İngilizce'de terim (Edward Lhuyd'un yazılarında, 1707) kullanılır ve 17. yüzyılın diğer bilginleri bu terimi Büyük Britanya'nın ilk sakinlerinin tarihi ve dillerine atıfla kullanırlar.
Günümüzde "Kelt" ve "Keltik" terimi (Kelt ve Keltik olarak telaffuz edilir) belirli bir etnik grup ve bu grubun dillerine atıfla kullanılır. "Seltik" (Celtic şeklinde yazılış değişmez) diye telaffuz edilen kullanım ise belirli spor takımlarının (Boston Celtics, Celtic FC gibi) isimleriyle sınırlı olarak kullanılmaktadır.
Bu altı ulus Kelt Kongresi (Celtic Congress) Kelt Birliği ve Pan-Kelt grupları tarafından Kelt ulusları olarak kabul edilirler. Her ulus bir Kelt dili konuşmaktadır ve bu onların Keltliğinin de göstergelerinden biridir.
MUNDP
Model United Nations Development Programme, MUNDP, her yıl Koç Özel Lisesi'nde gerçekleştirilen Model Birleşmiş Milletler konferansıdır. Diğer Model Birleşmiş Milletler konferanslarından farkı ise "kalkınma programı" olmasıdır ve dünyada bu anlamda başka benzeri yoktur. Bu sayede katılan delegeler belirlenen konular hakkında çözümler yaratır, tartışır ve bir belge haline getirip bir üst meclise sunar. Genel olarak hazırlanan belgeler Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'na iletilir ve bunları Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı dikkate alarak gerekirse gerçek hayatta uygulamaya koyar.
Konferansa delegeler dışında, her komiteye bir tane olmak üzere, konularında çok geniş bilgilere sahip olan konuk konuşmacılar da katılır ve bu kişiler genelde konu hakkında bilgi vererek tartışmayı yönlendirir.
Toplam dört günlük bir konferanstır. İlk gün, İstanbul'un en seçkin yerlerinden birinde düzenlenen akşam yemeği ile başlar. Diğer günler ise komite toplantıları olur ve son gün ise genel mecliste bütün komitelerden çıkan belgeler herkes ile paylaşılır.
2012 yılında tarihinin en başarılı oturumunu gerçekleştiren MUNDP, The Hauge Internation |
al Model United Nations (THIMUN) tarafından afiliye olmaya hak kazanmıştır. Bu akreditasyon, konferansın en üst standartlarda beklentileri sorunsuz karşıladığının MUN camiasında resmi bir simgesidir.
MUNDP 2014 için son başvuru tarihi 17 Kasım 2013'tür.
Resmi web sitesi: modelundp.org
Stevie Wonder
Stevie Wonder (Stevland Hardaway Judkins), (d. 13 Mayıs 1950, Saginaw, Michigan), ABD'li şarkıcı, söz yazarı, müzisyen ve aktivist.
ABD'nin Michigan eyaletinin Saginaw kentinde dünyaya geldi. 22 Grammy ödülü sahibidir (bu yaşayan bir sanatçı için rekordur), aynı zamanda bir hayat boyu başarı ödülü ve En İyi Film Müziği Oscar'ını kazanmıştır.
Bob Marley’den etkilenen sanatçı, tüm müzik yaşamı boyunca ağırlık kazanan dans ve aşk şarkılarından sonra bu sayede nükleer silah karşıtı kampanyalara kadar uzanan bir yelpazeye müziğini genişletmeyi başardı. Wonder’in ilk protest şarkısı Bob Dylan’ın “Blowin In The Wind” şarkısının bir versiyonuydu. Tanıştığı ve birlikte şarkı söylediği Marley’e Wonder’in sunduğu ödül, “Master Blaster” şarkısı oldu. Bu şarkının da içinde yer aldığı “Hotter Than July” uzun çalarındaki “Happy Birthday” adlı şarkı Amerikan halkını etkileyen bir şarkı olacaktı. Hatta bu şarkı, Martin Luther King' in yaş gününün ulusal tatil ilan edilmesini isteyen bir kampanyayı canlandıracaktı. Wonder, 1981'de King'in yaş gününün tatil olmasını sağlayabilmek için gerçekleştirilen gösteriye ve bir sene sonraki elli bin kişinin toplandığı gösteriye de katılarak destek sundu. Wonder, elli bin kişiye şöyle seslendi: ""Bitmemiş bir senfoniyle ilgili çalışmalarımızı kutlayacağımız, dayanışma için prova yapacağımız bir güne ihtiyacımız var.""
Çocukluğundan beri görme engelli olan Stevie Wonder, 13 yaşından bu yana dünya çapında yüz milyonlarca albüm satmıştır. Gitar, bateri, piyano ve mızıka gibi birçok müzik aletini çalabilmektedir. Birçok eleştirmen tarafından müzik dehası olarak kabul edilmektedir. Popun Kralı Michael Jackson ile Motown günlerine dayanan özel dostlukları vardır. Jackson ile beraber We Are The World (USA For Africa) ve Just Good Friends şarkılarında düet yapmışlardır. Wonder, hala konserlerinde yakın dostu Michael Jackson anısına "The Way You Make Me Feel"i coverlamaktadır. Ayrıca Skeletons adlı şarkısı Grand Theft Auto V adlı oyunun tanıtım videosunda yer almıştır.
Ulamış, Seferihisar
Ulamış, İzmir'in Seferihisar ilçesine bağlı bir mahalle.
Model Birleşmiş Milletler
Model Birleşmiş Milletler (İngilizce: "Model United Nations, MUN"), eğitim kurumlarının öğrenci delegeler çıkararak belli ülkeleri ve Birleşmiş Milletler kurumlarını temsil ettikleri eğitsel bir simulasyondur. Genelde konferans, panel, çalıştay veya forum usulüyle yürütülen toplantıları içerir.
Birleşmiş Milletler'in kendisi tarafından tanınan en büyük Model Birleşmiş Milletler organizasyonu Lahey Uluslararası Model Birleşmiş Milletler'dir.
Lahey Uluslararası Model Birleşmiş Milletler
Lahey Uluslararası Model Birleşmiş Milletler (İngilizce: "The Hague International Model United Nations"), her yıl Hollanda'nın Lahey kentinde düzenlenen, Birleşmiş Milletler tarafından bir sivil toplum örgütü olarak tanınmış bir Model Birleşmiş Milletler konferansıdır. Beş gün süren Birleşmiş Milletler simülasyonuna yaklaşık 4,000 kişi katılır.
II. Ioannes Paulus'a yönelik suikast girişimi
II. Ioannes Paulus'e yönelik suikast girişimi, 13 Mayıs 1981'de, 17.00'ı az geçe Mehmet Ali Ağca tarafından Browning marka 9 mm. yarı otomatik tabanca ile ateşlenen 3 mermi ile gerçekleştirilmiştir. Girişim sonucu Papa II. Ioannes Paulus, elinden ve karnından vurulmuştur.
Saldırı sırasında II. Ioannes Paulus, Vatikan'ın Aziz Petrus Meydanı'nda 10 bini aşkın izleyicisini üstü açık arabası ile selamlamaktaydı. Tetikçi Ağca hemen olay yerinde yakalandı. II. Ioannes Paulus 3 km ötedeki Gemelli Hastanesi'nde 5.5 saat süren bir ameliyata alındı. Yoğun kan kaybına rağmen II. Ioannes Paulus ameliyattan başarı ile çıktı.
1 Şubat 1979'da gazeteci Abdi İpekçi'nin öldürülmesi olayının firari sanığı Mehmet Ali Ağca olayın sanığı olarak yakalanmıştır. Suikast girişimi İtalya'da diplomat olarak görev yapan iki Bulgar'ın tutuklaması üzerine Soğuk Savaş'ın iki süper gücünü karşı karşıya getirmiştir.
Vurulmasından 4 gün sonra Ağca'yı affettiğini bildiren II. Ioannes Paulus, Ağca'yı 27 Aralık 1983'te bizzat İtalyan cezaevinde ziyaret etti.
Suikast soruşturması boyunca 128 kez ifadesi alınan Ağca her seferinde farklı bir ifade verdi. 22 Mart 1986'da İtalya yasalarına göre ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Soruşturmada eylemin arkasında kimin olduğu belirlenemedi.
Berlin Duvarı'nın yıkılması ile İtalyan istihbaratının 1999'da 600 sayfalık eski Çekoslovakya gizli polis dosyalarını ele geçirmesi üzerine eylemi planlayanlar üzerine tartışmalar yeniden hareketlendi. Dosyalarda 13 Kasım 1979 tarihinde Sovyet otoritelerinin anti-komünist aktivitelerinden ötürü II. Ioannes Paulus'un yerinden indirilmesi ön görülmekteydi.
Devam eden İtalya soruşturmalarında Rus Askerî Gizli Servisi'nin bu işin arkasında olduğu öne sürülmüşse de talimatı kimin verdiği hâlâ meçhuldur.
Suikast girişimiyle yaralanan II. Ioannes Paulus o dönemden itibaren eski sağlıklı konumunu yitirdi. Kendisini ölümden kurtaranın Meryem olduğuna inanan II. Ioannes Paulus, Katolik inancında Meryem kültünün hararetli savunuculuğunu yapmıştır.
Aslen Polonyalı olan Papa, Amerikan tezine göre Sovyet Gizli Servisi KGB ve Bulgaristan tarafından öldürülmek istenmişti. Bulgarlar bu amaçla sağcı bir Türk eylemci olan Ağca ile anlaşmış ve suikasti düzenlemişlerdi. Bu iddia ABD ve Batı dünyası tarafından uzun süre kullanıldı ve Bulgar Bağlantısı olarak anıldı.
Sovyet tezine göre ise suikast Bulgar diplomatlara ve Doğu Blokuna yönelik bir komploydu. Amerikan Gizli Servisi CIA, Polonya'da örgütlenen ve Sovyet karşıtı bir muhalefetin önderliğini yürüten Dayanışma Sendikası'na destek veren Polonya asıllı Papa'ya suikast düzenletmiş, bu amaçla da Türkiye'de ülkücü militan olarak tanınan Ağca'yı kullanmıştır.
Her iki tez de bazı yanlışlar içeriyordu. Ağca ABD'nin iddia ettiği gibi solcu değildi, Sovyet gazetecilerin ileri sürdüğü gibi ülkücü bir militandı ve Bulgar gizli servisi ile ilişkisi vardı. İpekçi cinayeti sonrası hapisten kaçmış ve sahte pasaport ile Bulgaristan'a geçmişti. Orada Bulgar Gizli Servisi ile ilişkili Türk Mafyası tarafından saklanmış, bir süre sonra Avrupa'ya gönderilmişti. Ağca'nın suikastte kullandığı silah 76C23953 seri numaralı Belçika yapımı Browning Hi-Power tabanca, Zürih'teki bir silah dükkanından alınmıştı. Sovyetler Birliği, Polonya asıllı Karol Josef Wojtyla'nın II. Ioannes Paulus adıyla papa seçilmesinden sonraki komünizm karşıtı söyleminden oldukça rahatsızdı.
Ağca, Papa suikastı sonrasında yargı sürecinde sürekli olarak değişik ifadeler verdi ve akıl sağlığından yoksun bir karakter görüntüsü çizdi. Mahkeme ve soruşturmalarda 128 farklı ifade veren Ağca, kendisinin beklenen İsa Mesih olduğunu ilân etti. Mahkeme heyeti 22 Mart 1986'da Ağca'yı ömür boyu hapse mahkûm etti. Ancona cezaevinde yatmakta iken 13 Mayıs 2000'de İtalyan hükümeti tarafından Türkiye'ye gönderildi.
Adi şimşir
Adi şimşir ("Buxus sempervirens"), Buxaceae (şimşirgiller) familyasından genellikle 1 m'ye kadar boylanan bir şimşir türü.
Kabuk pürüzlü, sarımsı kahverenginde sürgünler önce tüylü sonra tüysüz, 4 köşe, zeytin yeşili rengindedir. Yapraklar elips biçiminde, tam kenarlı, 1–3 cm uzunluğunda, derimsi üst yüzü parlak yeşil renkli, alt yüzü sarımsı açık yeşil renklidir. Yaprak sapı kısadır. Yapraklar karşılıklı dizilmiştir. Çiçekler zor görünür. Erkek çiçekler sarımsı yeşil, dişi çiçekler beyazımsı renklidir. Meyvesi küremsi veya ters yumurta biçiminde, kapsül meyve durumdadır. Olgunlaştığında siyahımsı-kahverengidir. Tohum üç köşeli parlak ve siyahtır.
Besince zengin, nemli serin, gevşek, humuslu kireçli yerlerde iyi gelişir. Donlara karşı hassastır. İklimi ılımlı ve nemli olan yerlerde, gölgeye dayanıklı olduğundan ağaç altlarında yetiştirilir.
Dünya'da İspanya, Portekiz, Fransa, Sardunya Adaları, Almanya ve Bulgaristan'da yayılış gösteriri. Türkiye'de Kuzey Anadolu'da nemli ve ılıman iklim yapısına sahip dağların kuzeye bakan yamaçlarında görülür.
Ester Handali
Ester Handali ya da Ester Kira (ö. 1590) önce Hürrem Sultan'ın sonra da Nurbanu Sultan'nın kirası olan Yahudi bir kadındı. Bu sultanların saray dışı meselelerini ve sultanlara mücevher sağlama işini üstlenmiştir. Ebelik konusundaki uzmanlığı sayesinde Kanuni Sultan Süleyman döneminde hareme kabul edilmeye başlandı.
Ester Handali ve kocası Eliya Handali Osmanlı haremindeki kadınlara mücevher, kozmetik ve pahalı giyecekler sağlama görevini üstlenmişlerdi. Kocasının ölümünden sonra Ester bu görevi tek başına yürüttü. Önce Hürrem Sultan'ın sonra da Nurbanu Sultan'ın sırdaşı ve sekreteri görevini yaptı. Osmanlı haremindeki kadınlar haremden dışarı çıkamadıkları için dış dünyayla ilişkilerini çoğu Yahudi olan bu kadınların yürütmesi gelenek haline geldi. Bu kadınlara "kira" adı verilirdi.
Kanuni, II. Selim ve III. Murat zamanında yaşayan Ester, özellikle III. Murat döneminde İtalya Krallıkları ve Venedik ile ilişkilerde önemli rol oynadı.
Araştırmacı Moshe Sevilla-Sharon'un anlattığına göre:
Enflasyon yükselince Yeniçeri maaşlarının satın alma gücü azaldı ve bu gidişatın sorumlusu olarak Ester Kira ve onun oğulları olarak gören sipahiler, bu kişilerin kendilerine teslim edilmesini istedi. Olaylardan haber alan Ester, çocuklarıyla birlikte Kaymakam Halil Paşa'nın konağına sığındıysa da sipahiler tarafından yakalanan Ester ve bir oğlu katledildiler ve bedenleri At Meydanı (Sultanahmet Meydanı)'na kadar sürüklendi. Ester'in diğer oğlu ise Aksak Mustafa Çavuş adını alarak Müslümanlığa geçince sağ kurtuldu.
Yardımseverliğiyle ün yapan Handali'nin yetimlere ve dullara para yardımı yaptığı, Yahudi din adamlarına, İbranice kitap yazan yazarları desteklediği bilinmektedir. 1569'daki büyük İstanbul yangını sonrasında evlerini kaybedenlere yard |
ımcı olmuştur.
Yeşiller - Yeşil Alternatif
Yeşiller – Yeşil Alternatif (Almanca: "Die Grünen - Die grüne Alternative"), kısaca Yeşiller, Avusturya'daki siyasî partilerden biri.
1986 yılında Tuna havzasına yapılmak istenen baraja karşı yapılan sert bir protestoya önayak olmuş "Vereinte Grüne Österreichs (VGÖ)" - Avusturya Birleşmiş Yeşiller ve "Alternative Liste Österreich (ALÖ)" - Avusturya Alternatif Listesi üyelerinin ve partilerinin birleşmesi ile kurulmuştur. 15 Ekim 2017'de yapılan seçimlerin parti; Avusturya Millî Meclis’inde temsil edilme hakkını elde edememiştir. Parti, "Planet" yayınını yayınlamaktadır.
Yeşiller
Adem-i merkeziyetçilik
Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi görüş.
Adem-i merkeziyet, "merkezin yokluğu" manasına gelir. Liberal ideolojinin savunduğu görüşlerden biridir.
Osmanlı Devleti'nde başlıca savunuculuğunu Prens Sabahattin ve onun liderliğini yaptığı Ahrar Fırkası yapmıştır. Prens Sabahattin'in görüşleri yerinden yönetim ve bireysel girişim ilkelerine dayanıyordu. Buna göre, merkezi hükümetin yetkileri azaltılacak, buna karşılık imparatorluktaki çeşitli unsurların yönetime katılma yetkileri arttırılacak, liberal ekonomi uygulanacaktır.
Alfred North Whitehead
Alfred North Whitehead, (15 Şubat 1861 – 30 Aralık 1947) İngiliz bir matematikçi ve filozoftur. Mantıksal pozitivizm olarak bilinen felsefi akımın ve Viyana Çevresi olarak adlandırılan filozoflar grubunun içinde yer alan önemli isimlerden birdir. Ramsgate, Kent, Birleşik Krallık'ta doğdu, Cambridge, Massachusetts, ABD'de öldü. 1880–1910 arasında matematik üzerinde çalıştı. 1910–24 arasında fizik, bilim felsefesi, eğitim pratik ve teoriği üzerine çalışmalarda bulundu. 1924–47 arasında daha önce hiç düşünmediği bir dalda Harvard Üniversitesi'nde felsefe profesörü oldu, metafizik hakkında yazdı. Bertrand Russell'la beraber "Principia Mathematica" kitabını yazdı. Tanrı'yı İbrahimi dinlerden daha farklı bir şekilde anladığı iddia edilse de, eserlerinde semavi dinlerden esintiler mevcuttur.
William Ewart Gladstone
William Ewart Gladstone (d. 29 Aralık 1809 – ö. 19 Mayıs 1898), Britanyalı li bir politikacı ve Birleşik Krallık Başbakanı (1868–1874, 1880–1885, 1886 ve 1892–1894). Önemli bir politik reformcudur, popülist konuşmalarıyla tanınır, yıllarca Benjamin Disraeli ile bir politik yarış içinde olmuştur.
Liberaller seçimi kaybedince Benjamin Disraeli'yi yıpratmak için Osmanlı yönetimindeki Bulgarlar hakkında 5 Eylül 1876 tarihinde basılan, "Bulgarian Horrors and the Question of the East", başlıklı 64 sayfalık bir broşür kaleme alan ve Osmanlıların bağımsızlık isteyen Bulgarlara yaptıklarını alçakça ve eşi görülmemiş bir zulüm olarak sayan Gladstone, Türklerin dünyadan tasfiye edilmesi gerekliliğini anlattı. Gladstone'a göre Türkler, ""insanlığın dev bir insanlık dışı örneği""dir. ""Türk hükümeti"" olarak adlandırdığı Osmanlı hükümeti için ise ""hiçbir hükümetin işlemediği kadar günah işlemiş, hiçbir hükümet onun kadar günahkârlığa saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır"" der.
William Ewart Gladstone hakkında en kapsamlı çalışma: Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone'un Osmanlı'yı Yıkma Planı: Büyük Oyun, Timaş Yayınevi, İstanbul 2011.
http://www.timas.com.tr/Icerik/Kitaplar/Tarih/Osmanli-Tarihi/Buyuk-Oyun.aspx
Moskova Konferansı (1944)
Moskova Konferansı (1944): 9-20 Ekim 1944. Normandiya çıkarmasının başarılı olması üzerine Ruslar'da 23 Haziran 1944'de Doğu cephesinde genel bir karşı taarruza başladılar. Bu taarruz, Rus ordularının Balkanlar ve Orta Avrupa'yı işgali ile sonuçlandı. Bu durum Birleşik Krallık Başbakanı Churcill'i endişelendirdi. Churcill, Sovyet yayılmasını önlemek için Stalin'le anlaşmak üzere Moskova'ya gitmesine sebep oldu. 9-20 Ekim 1944'de Moskova'da Stalin ile yapılan görüşmeler sonucunda:
Veraset Savaşları
İspanya Veraset Savaşı
İspanya Veraset Savaşı, İspanya kralı II. Carlos'un veliaht bırakmadan ölümünden sonra Avrupa ülkeleri arasında İspanya topraklarının paylaşımı konusundaki anlaşmazlıktan dolayı ortaya çıkan ve 1702-1714 yılları arasında yaşanan savaştır.
Büyük bir miras bırakacak olan İspanya Kralı II. Carlos'un 1700 yılında ölümü Avrupa'yı yeni bir savaş tehdidi ile karşı karşıya bıraktı. Çünkü Hollanda Cumhuriyeti ve İtalya'nın bir bölümü ile Brezilya dışında Güney Amerika, Büyük Antiller, Kanarya Adaları ve Filipinler'e kadar uzanan İspanya Sömürgeler İmparatorluğunun paylaşılması söz konusuydu.
1700-1715 yılları arasında birçok savaş ve mücadelelere sebep olan İspanya Veraset Savaşı'nın Avrupa ve dünya tarihi açısından önemli özellikleri ve sonuçları vardır:
Avrupa'ya yeni bir statü kazandıracak ve ülkelerin geleceğini yakından etkileyecek olan İspanya Kralı II. Carlos'un ölümünden önce yazdığı Vasiyetname şöyle idi: İspanya topraklarının bütünlüğü bozulmadan XIV. Louis'nin torununa kalacak, ancak Fransa ve İspanya tahtları birleştirilmeyecektir. XIV. Louis bu teklifi kabul etmezse, taht, aynı koşullarla Habsburg İmparatoru'nun oğluna verilecektir.
XIV. Louis teklifi kabul ettiğini açıkladı, ancak varis olarak tayin edilen torunu V. Felipe'yi Fransa tahtının varisleri arasından çıkarmayarak tahtların birleşmemesi sözünü tutmadı. Bu ileride tüm İspanyol topraklarının Fransız hanedanı altında birleşmesi ve Avrupa'daki güç dengelerini bozacak çok büyük bir gücün ortaya çıkması anlamına geliyordu. İmparatorluğun diğer varisi durumunda olan İngiltere, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Hollanda Cumhuriyeti, Portekiz, Brandenburg ve Savoy Dükalıkları aralarında anlaşarak Fransa'ya karşı "Büyük İttifak"ı kurdular. 1702 yılında başlayan savaşlar, 1715 yılına kadar devam etti.
Fransa'nın yenilgisiyle sonuçlanan İspanya Veraset Savaşı, Utrecht Barışı ve İspanya'nın paylaşılmasıyla sona erdi. Sonuç olarak, XIV. Louis'in torunu V. Felipe İspanya tahtında kaldı. Avusturya, İtalya ve Hollanda'daki birçok İspanyol bölgesini elde etti. Kıta Avrupası üzerindeki Fransız hegamonyası ortadan kalktı ve güç dengesi düşüncesi, uluslararası düzenin bir parçası oldu.
19. yüzyılın büyük çaplı siyasi olayları açısından çok önem taşıyan Utrecht Barışı, Westphalia Barışı ile birlikte "Modern Dünya"nın temellerini atan iki önemli tarihsel olaydır. Günümüz Avrupa'sının temelleri özellikle Utrecht Barışı ile atılmıştır.
Mesut Bakkal
Mesut Bakkal (d. 19 Mart 1964, Kırıkkale), Türk eski futbolcu ve teknik direktör.
1978'de Kırıkkale΄de Kırıkkalespor altyapısında futbola başladı. Kırıkkalespor oynarken 18 yaşında ümit millî takıma çağrıldı. 1982-1994 yılları arasında profesyonel olarak Denizlispor΄da oynadı.
5 kez millî takımlara çağrılan Mesut Bakkal, 3 kez Türkiye U-18 ve 2 kez de Türkiye U-21 forması olmak üzere toplam 5 kez millî formayı giymiştir.
1995-1997 arasında antrenör, Denizlispor altyapı 1997 yılından bu yana Denizlispor, MKE Ankaragücü, Gençlerbirliği ve millî takımda antrenörlük yaptı.
Ziya Doğan'ın ayrılmasından sonra 30 Ağustos 2005'te Gençlerbirliği ile anlaşmıştır. Mesut Bakkal direktörlüğünde Gençlerbirliği, Süper Lig'inde oynadığı 30 maçtan 14 galibiyet, 7 beraberlik ve 9 mağlubiyet alarak 2005-2006 sezonunda ligi 6. sırada bitirmiştir. 2007-2008 sezonunda Gaziantepspor'a gelen Mesut Bakkal 15. haftada teknik direktörlükten istifa etmiştir. 19. Haftada ise 2006-2007 sezonunun sonunda ayrıldığı Gençlerbirliği ile tekrar anlaşmıştır. Daha sonra tekrar Gençlerbirliği teknik direktörlüğünden istifa edip Denizlispor'u çalıştırmaya başlamıştır. Denizlispor tarafından sözleşmesi feshedildikten sonra 2009-2010 sezonunda Manisaspor ile anlaşmış, fakat takımın kötü gidişi nedeniyle 2009-2010 sezonunun 17. haftasında Manisaspor ile yollarını ayırmıştır.
24 Mart 2010 tarihinde Sivasspor'la anlaşmıştır ve 22 Ekim 2010 Cuma Sivasspor ile yolları ayrıldı.
Teknik direktör Ümit Özat'in teknik direktörlükten istifasından sonra MKE Ankaragücü teknik direktörlüğünü üstlenmiştir.
Görevine gelmesiyle beraber takımla başarılı sonuçlar almaya başlamıştır.
2011-12 sezonunun başlamasına 10 gün kala yeni yönetiminle çalışamayacağını açıklayıp istifa etmiştir. Sezonun ikinci yarısının 5. haftasında ise Samsunspor'da göreve başlamıştır.
Daha sonra Kardemir Karabükspor anlaştığı duyurulmuştur.
6 Mayıs 2013'te yönetimin aldığı kararla sözleşmesi feshedilmiştir ve ayrılmıştır. Aralık 2013'te ise Konyaspor'da Uğur Tütüneker'den boşalan teknik direktörlük görevine getirilmiştir. İlk maçına Kayserispor karşısında çıkmış ve 0-0 berabere kalmıştır. 2014-15 sezonu başında Konyaspor kulübü ile 1 yıllık sözleşme uzatmıştır.
25 Ekim 2014 tarihinde Konyaspor yönetimiyle masaya oturan Bakkal'ın sözleşmesi karşılıklı olarak feshedilmiştir.
1 Temmuz 2015 tarihinde Mersin İdman Yurdu ile 1+1 yıllık sözleşme imzalamıştır. 18 Eylül 2015 tarihinde Mersin İdman Yurdu'ndaki teknik direktörlük görevinden istifa etti.
24 Nisan 2017 tarihinde Kayserispor ile sözleşme imzalamıştır. Ligin son 6 haftasında Kayserispor'u çalıştıran Bakkal, takımı ligde tutmayı başardıktan sonra yeni sezon öncesi kırmızı sarılarla yollarını ayırdı. 2017-2018 sezonunun 3. haftası sonrasında, 31 Ağustos'ta kariyerinde 4. kez Gençlerbirliği'ni çalıştırmaya başladı. Başakşehir ve Beşiktaş galibiyetlerine rağmen bir beraberlik ve 6 mağlubiyet alan Bakkal, ligin 12. haftasının sonunda Gençlerbirliği ile yollarını ayırdı.
Paris Barış Konferansı
Paris Barış Konferansı, I. Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmaların hazırlandığı uluslararası bir konferanstır.
Müttefik, kısmen müttefik ve ortak devlet gibi farklı gruplara ayrılmış 32 devletin temsilcileri katılmıştır. Bu devletler, İttifak Devletleri ile savaşmış veya onlara savaş ilan etmiş devletlerdi. Konferans 18 Ocak 1919'da, yani Alman İmparatorluğu'nun kuruluşunun yıldönümü günü açıldı. Fransızlara Urfa, Antep ve Maraş verildi. Batı Anadolu başta İzmir'in işgali olmak üzere Yunan işgaline maruz kalmıştır. Konferansın kararlarına hakim olan devletler |
; İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya ise Macaristan ile 4 Haziran 1920 tarihinde Trianon Antlaşması imzalanmıştır.
Konferansta savaş sırasında imzalanmış olan gizli antlaşmaların uygulanması karara bağlanmış, İngiltere ve Fransa Wilson İlkeleri'ne tamamen ters düşmemek için “savaş tazminatı” yerine “savaş onarımı”, “sömürgeciliğin” yerine ise “manda-himaye sistemini “ gündeme getirerek uygulanmasını sağlamışlardır.
I.Dünya savaşının askeri safhası ateşkes antlaşmalarıyla sona erdikten sonra galip devletler imzalanacak olan antlaşmaların maddeleri üzerinde karşılıklı olarak anlaşmak ve kendi aralarındaki siyasi, ekonomik problemleri çözümlemek amacıyla 18 Ocak 1919’da Paris’te bir araya gelmiş, konferansa ittifak devletlerine karşı savaş açmış olan başta itilaf devletleri olmak üzere toplamda 32 devlet katılmıştır. Konferansa katılan devletlerin tamamının üye olacağı Milletler Cemiyeti kurulmuş, cemiyetin amacının; dünya devletlerinin haklarını eşit olarak korumayı amaçlayacağı savunulmuş ancak bu cemiyetin sadece itilaf devletleri tarafından kurulmuş olması cemiyetin fiilen taraflı davranmasına neden olmuştur.
İtilaf devletlerinin konferansta savaştan galip ayrılmalarının verdikleri rahatlıkla Wilson İlkelerini göz ardı ederek yenilen devletlere imzalatmak amacıyla çok ağır şartlar taşıyan antlaşma taslakları hazırlamaları sonucunda itilaf devletlerinin tarafından olan ABD bu konferanstan sonra Avrupa ile olan ilişkilerini en alt düzeye indirmiştir.
Konferansta Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Bulgaristan ile imzalanacak olan barış antlaşmalarının taslakları hazırlanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile imzalanacak olan antlaşmanın esaslarının daha sonra belirlenmesi kararlaştırılmış bunda daha önce Rusya’ya verilmesi planlanan bölgelerin Rusya’nın savaştan çekilmesi nedeniyle yeniden paylaşımının gerektiği fikri etkili olmuştur.
Konferansa katılan Ermeni temsilcileri Doğu Anadolu’da bağımsız Ermenistan kurulması fikrini ilk kez bir uluslararası konferansta dile getirmişler, bu istekleri de İtilaf Devletleri tarafından destek görmüştür.
İngiltere ve Fransa daha önce İtalya’ya vermeyi tasarladıkları İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edilmesini kabul etmişler, bu kararın alınmasında “Yunanistan’ın İzmir çevresindeki Rumların Müslüman-Türkler tarafından öldürüldüğü” şeklinde propagandasının etkili olması yanında, asıl neden Boğazlara çok yakın olan bu bölgede İtalya’nın İngiliz çıkarlarını tehdit edebilecek bir güç olmasından çekinilmesi olmuştur. Bu nedenle İtalya ile itilaf devletleri arasında Paris konferansı sırasında ilk görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
Milletler Cemiyetinin temel ilkelerini karara bağlayan, Almanya ile Versay Barış Antlaşması, Avusturya ile Saint-Germain Antlaşması Bulgaristan ile Neuilly Antlaşmasını imzalayan itilaf devletleri, 22 Nisan 1920'de Osmanlı Devleti'ni, Paris Barış Konferansına çağırmışlardır.
Versay Barış Antlaşması
Versay Barış Antlaşması, I. Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan barış antlaşmasıdır. 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Barış Konferansı'nda müzakere edilmiş, 7 Mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 Haziran'da Alman Parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 Haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır.
İçerdiği ağır koşullardan ötürü Versay Antlaşması Almanya'da büyük tepkiye yol açmış ve "ihanet" olarak kabul edilmiştir. Birçok tarihçi Almanya'da 1920'lerde yaşanan ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa, Nazi Partisi'nin iktidara gelişine ve II. Dünya Savaşı'na nihai olarak Versay Antlaşması'nın neden olduğu düşüncesindedir.
Alman hükümeti 1918 yılının Ekim ayında, dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson'un adil bir barış için önermiş olduğu on dört maddeyi kabul ettiğini bildirmiş, Başkan'dan bu çerçevede bir antlaşmaya gidilmek üzere ateşkes sağlanması yönünde girişimlerde bulunmasını talep etmişti. Bu on dört maddenin dokuz maddesi yeni toprak düzenlemeleriyle ilgilidir. Ancak savaşın son yılında gerek İngiltere, Fransa ve İtalya arasında, gerekse de bu ülkelerle Romanya ve Yunanistan arasında imzalanmış olan gizli antlaşmalar daha farklı bir toprak düzenlemesini gerektirmekteydi.
Paris Barış Konferansı'nda "Üç Büyükler" olarak bilinen İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve İtalya Başbakanı Vittorio Emanuele Orlando etkin olmuş ve Versay Antlaşması'nın maddeleri taslak haline getirilmiştir. Bu taslakla ateşkes görüşmeleri sırasında verilen güvenceler arasındaki uyumsuzluk Alman heyetince protesto edilse de Alman Meclisi antlaşma şartlarını 9 Temmuz 1919'da, Almanya üzerinde abluka kalkmadığı ve başka yapılacak bir şey olmadığı için onayladı.
Genel hatlarıyla, 10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Versay Antlaşması, Bismarck (Bismark)'ın kurduğu Almanya'yı yıkıyor ve yeni bir Avrupa düzeni kuruyordu. Almanya, Alsas-Loren'i Fransa'ya, Eupen (Öpen), Malmedy (Malmedi) ve Monschau (Monşo)'nun bir bölümünü Belçika'ya, Memel'i (bugün Klaipeda) yeni kurulan Litvanya'ya, Yukarı Silezya'nın güney ucunu ve Batı Prusya'nın büyük bölümünü Polonya'ya, Yukarı Silezya'nın bir parçasını Çekoslovakya'ya bırakıyordu. Danzig (bugün Gdansk) serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyeti'nin himayesine terkediliyordu. Saar (Sar) bölgesi Fransa'ya bırakılacak, bölgenin esas kaderi ise on beş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. Almanya, Ren kıyılarındaki ve Helgoland'da mevcut tahkimatları yıkacaktı. Ayrıca 1920'de Schleswig Holstein bölgesinin Schleswig kısmında plebisit yapılacaktı. Bu plebisit sonucu Orta Schleswig Almanya'da kalırken; Apenrade (Aabenraa), Sonderburg (Sonderborg), Hadersleben (Haderslev) ilçelerinin tamamıyla Tondern (Tønder) ve Flensburg ilçelerinin kuzey kısımlarından oluşan Kuzey Schleswig (Güney Jutland) Danimarka'ya geçiyordu. 15 Haziran 1920'de Almanya, Danimarka'ya Kuzey Schleswig'i resmen devretti.
Almanya'nın, Çin'deki hakları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanımaktaydı. Tarafsızlığı savaş içinde çiğnenen Belçika'nın hukuki bakımdan da tarafsızlığı kaldırılmakta, Almanya da bunu kabul etmekte idi.
Almanya, mecburi askerliği kaldırıyor, en çok 100 bin kişilik bir ordu bulundurmak yetkisine sahip oluyordu. Ayrıca, Almanya denizaltı ve uçak da üretemeyecekti. Bütün gemilerini de İtilaf Devletleri'ne teslim edecekti. Almanya, ödeme kabiliyetinin çok üstünde bir savaş tazminatıyla da yükümlü tutuluyordu. Almanya, ekonomik ve siyasi bakımdan ağır yükümlülükler altında idi. Birçok Alman da yeni kurulan devletlerin sınırları içinde kalmıştı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak azınlık meselesi, Barış Antlaşmasının uygulanması ile ortaya çıkmıştır.
Gottfried Feder
Gottfried Feder (d. 27 Ocak 1883, Würzburg - ö. 24 Eylül 1941, Murnau), Adolf Hitler'in de katıldığı NSDAP'nin 6 kurucusundan biridir. Gottfried Feder bir ekonomist ve sonradan NSDAP adını alan Alman İşçi Partisi'nin (DAP) ilk üyelerinden biri ve ekonomik teorisyeni idi. Feder aynı zamanda inşaat mühendisidir ve NSDAP Programını yazmıştır.
Ansbach ve Münih hümanist okullara devam ettikten sonra, Berlin ve Zürih'te (İsviçre) mühendislik okudu; mezun olduktan sonra, resmi binaların inşa edildiği Bulgaristan'da özellikle aktif olduğu 1908 yılında bir inşaat şirketi kurdu.
1917 tarihinde, Feder kendi başına mali politika ve ekonomi okudu. I. Dünya Savaşı sırasında zengin bankacılara karşı düşmanlığı geliştirilen ve 1919 yılında bir manifesto olan "Brechung der Zinsknechtschaft"ı yazdı; yakında tüm bankaların devletleştirilmesi ve faizlerin kaldırılmasını talep etti.
Adolf Hitler ile 1919 yılının yaz ayında tanıştı ve Feder, finans ve ekonomi alanında Hitler'in akıl hocası oldu. Hitler'in "Yahudi finans kapitalizmi" konusunda muhalefetinin ilham kaynağı oldu.
Feder 1923 yılında partinin Birahane Darbesi'ne katıldı. Hitler tutuklandıktan sonra partinin liderlerinden biri olarak kaldı ve 1924 yılında Reichstag'a seçildi. 1936 yılına kadar görevde kaldı.
Haziran 1934 yılında Uzun Bıçaklar Gecesi'nde Ernst Röhm ve Gregor Strasser gibi sol eğilimli parti yetkilisi olan SA liderleri öldürüldü. Feder, nihayetinde Aralık 1936'da Berlin Technische Hochschule'ye profesör olarak atandı ve hükümetten çekildi. 24 Eylül 1941'de Murnau'da ölümüne kadar bu görevde kaldı.
Stratovarius
Stratovarius, 1984 yılında Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de kurulmuş bir power metal grubudur. Kurulduklarından bu yana 16 stüdyo albümü, 4 DVD ve 1 canlı albüm yayımladılar. Alman grupları Helloween, Blind Guardian ve Gamma Ray ile birlikte power metal türünün hem öncülerinden hem de en etkili gruplarından birisi sayılır. Grup, kimisi tartışmalı olmak üzere birçok kadro değişikliği yaşadı ve 1995'ten itibaren kurucu üyelerin tamamı gruptan ayrılmış oldu. Şu anda grubun en uzun soluklu üyesi, 1994'te gruba katılan vokalist Timo Kotipelto'dur.
Stratovarius 1984 yılında ilk olarak Black Water ismiyle kuruldu. Yaşanan birçok eleman, tarz ve isim değişikliğinden sonra grup kendi sesini bulabildi. Grubun ilk dönem üyeleri davul ve vokallerde Tuomo Lassila, gitarda Staffan Stråhlman ve basgitarda John Vihervä olmak üzere 3 kişiden oluşuyordu. 1984 yılının sonlarına doğru basgitarist Vihervä grubu bıraktığını açıkladı, yerine Jyrki Lentonen geldi. 1985 yılında isimlerini Stratovarius (bir gitar markası olan Stratocaster ile (keman markası) Stradivarius sözcüğünün kombinasyonu olan bu ismi bulanın Lassila mı yoksa Stråhlman mı olduğu konusu şaibelidir) olarak değiştiren grup, Lassila'nın Stråhlman'ı gruptan atması üzerine Timo Tolkki'yi Danimarka’nın Aalborg şehrinde verecekleri konserden birkaç gün önce gruba dahil ederek vokal ve gitarı ona devretmiştir. Tolkki’nin gruba girmesiyle Stratovarius şu anki şeklini almıştır.
Tolkki kadroya dahil olduktan sonra 1987’de 3 parçalık (Parçalar Future Shock, Fright Night ve Night Screamer idi) bir demo kaydeden grup, Helsinki’de |
ki Tavastia Club’da verdiği bir konser esnasında CBS Finland adlı plak şirketinin dikkatini çekmiş, plak şirketi grubun performansını beğenerek anlaşma imzalamak istemiştir. Grup CBS Finland ile anlaştıktan sonra kadrosuna klavyeci Antti Ikonen’i dahil etmiştir. 1988’de “Future Shock” ve “Black Night” teklilerini piyasaya süren grup, 1989’da ilk albümü olan Fright Night’ı çıkararak Avrupa’da küçük bir turne ile ilk albümlerini tanıtmıştır. Giants of Rock adlı festivalde Anthrax gibi gruplarla aynı sahneyi paylaşmaları ise bu turnenin en dikkat çekici noktalarından birisidir.
1989 yılı turnesinden sonra basgitarist Lentonen gruptan ayrıldığını duyurmuştur.
1991 yılında grup, Stratovarius II adını verdiği ikinci albümünü kendi çabalarıyla yayınlamak zorunda kaldı; çünkü CBS Finland gruba olan ilgi ve alakasını kaybetmişti ve anlaşma bozulmuştu. Albümdeki “The Hands of Time” adlı şarkıyı duyan Shark Records grup ile anlaşmış ve 1992 yılında albüm, Twilight Time adıyla ve bu sefer farklı bir kapak dizaynıyla tekrar piyasaya sürülmüştür. Bas gitarist Lentonen’in grubu bırakması üzerine albümdeki vokal ve elektro gitarların yanı sıra basgitar da Tolkki tarafından çalınmıştır. Ne var ki albüm yayınlanmadan kısa sıra önce gruba dahil olan Jari Behm, bu albümde çalmamış olsa dahi albüm bilgilerindeki basgitarist kısmında adı geçmektedir. Twilight Time yayınlandıktan sonra gruptan kovulan Behm’in yerine Jari Kainulainen gelmiştir.
1993 yılında yeni şarkı yazımına başlayan grup, 1994 yılında Dreamspace adlı üçüncü albümünü çıkardı. Albüm kaydının %70’i tamamlanmışken davulcu Lassila’nın her iki elinde de strese bağlı bir sakatlık olunca grup, 2 ay boyunca davuldan uzak kalan Lassila’nın yerine, kalan 4 parça için Kingston Wall davulcusu Sami Kuoppamaki ile anlaştı. Diğer iki albüme nazaran daha fazla popülarite kazanan ve birçok olumlu eleştiri alan bu albüm, vokallerde Tolkki’nin yer aldığı sonuncu albümdür. Ayrıca Tolkki aynı yıl içerisinde, uzun zamandır yapmak istediği solo albümünü “Classic Variations and Themes” adıyla yayınlamıştır.
Grup, Dreamspace’ten sonra yeni bir vokal arayışına girmiş, kadrosuna 1994 yılının ortalarında Timo Kotipelto’yu dahil ederek 1995 yılında Fourth Dimension adlı dördüncü albümünü çıkarmıştır. Grup, yeni vokalistiyle power metalden ziyade daha çok neo-classical bir havaya bürünmeye başlamıştır. Albümdeki “Twilight Symphony” adlı şarkı bu değişmenin ilk sinyallerini veriyordu. Yeni tarzıyla popülaritesini iyice artıran grup, bu albümden “Against the Wind” adlı şarkıya bir de klip çekmiştir.
11 yıldır grupta yer alan ve kurucu üye olan Tuomo Lassila, grubun gidişatı ve tarz değişikliğinden duyduğu rahatsızlık ve üzüntüden dolayı Antti Ikonen’i de yanına alarak gruptan ayrılmıştır. Yeni bir davulcu ve klavyeci arayışına giren grup, Yngwie Malmsteen ile çalışmışlığı olan İsveçli klavyeci Jens Johansson’ı ve Rage adlı gruptan Alman davulcu Jörg Michael’ı kadrosuna dahil etmiştir.
Yeni kadrosuyla 1996 yılında Episode adlı beşinci albümünü çıkaran grup, “Season of Change” ve “Forever” adlı şarkılarda açıkça fark edilebilen orkestral ve senfonik öğelerle, yeni tarzını pekiştirme fırsatı bulmuştur. Grup bu kadrosuyla 2009 yılında çıkacak olan Polaris albümüne kadar devam etmiştir.
1997 yılında Visions adlı altıncı albümünü çıkaran grup, bu albümden “The Kiss of Judas”, “Black Diamond” ve 10 dakikalık “Visions (Southern Cross)” gibi şarkılarla dikkat çekmeyi başarmıştır. En sevilen şarkıları Black Diamond, Visions albümünün çıkışından günümüze kadar grubun konser repertuarında sürekli yer edinmiştir. Aynı yıl içerisinde Destiny adlı yedinci albümünü kaydedip 1998'de albümü piyasaya süren grup, bu albümle Finlandiya müzik listelerinde 1. sıraya ulaşmıştır.
2000 yılında Infinite adlı sekizinci albümünü çıkaran grup, bir önceki albüm Destiny gibi Finlandiya müzik listelerinde 1. sıraya ulaşmıştır. 2011 yılında çıkacak olan Elysium adlı albüme kadar bir daha 1. sıraya ulaşamayan grup, bu albümde yer alan 9 dakikalık “Infinity” adlı şarkısıyla senfonik öğelerin sayısını artırmıştır. Infinity ile aynı kulvarda yer alan diğer iki şarkı da “Hunting High and Low” ve “A Million Years Light Away” olmuştur. Grup bir sonraki yıl bonus ve cover parçalar ile canlı performansların yer aldığı “Intermission” adlı toplama albümünü çıkarırken, Tolkki de “Hymn to Life” adlı ikinci solo albümünü çıkarmaya fırsat bulmuştur. Aynı dönem içerisinde Avantasia’nın The Metal Opera albümünde konuk gitarist olarak yer alan Tolkki, bir sonraki Avantasia albümü olan The Metal Opera II’da da yine konuk gitarist olmuştur. Vokalist Kotipelto ise soyadını verdiği solo projesinin “Waiting for the Dawn” adlı ilk albümünü 2002 yılında çıkarma şansı bulmuştur.
2003 yılında grup, yeni albümü Elements üzerinde çalışmaya başladı. Double olarak çıkması belirlenen albüm, sonradan iki parçaya bölünerek “Elements Pt. 1” ve “Elements Pt. 2” adlarıyla aynı yıl içerisinde piyasaya sürülmüştür. Albümle aynı ismi taşıyan 12 dakikalık “Elements” adlı parça grubun 2011 yılında çıkan “Elysium” albümüyle aynı adı taşıyan 18 dakikalık şarkının çıkışına kadar en uzun süreli şarkı olarak kalmıştır.
Elements Pt. 1 ve 2’nin çıkışından sonra grup üyeleri arasında yükselen tansiyon, grubun 2004 yılında Tolkki’nin geçirdiği sinirsel yıkımdan dolayı dağılmasına sebebiyet vermiştir. Birkaç ay sonra Tolkki’ye depresyon teşhisi konulmuş ve bir müddet rehabilitasyona girmiştir. 2004 yılı içerisinde de vokalist Kotipelto, solo projesini devam ettirerek Coldness adlı albümünü çıkarmıştır. Aynı dönem içerisinde Stratovarius üyeleri Kotipelto’yu gruptan kovarak yerine “Katrina K” adlı bayan bir vokalisti almak gibi bir takım kurnazca sayılabilecek davranışlar içine girmiştir (Ancak Katrina K, grupla hiçbir kayıt yapamadan Kotipelto gruba tekrar alınmıştır). Bu dönem içerisinde yaşanan diğer talihsizliklerden birisi de Tolkki’nin 2004 yılında İspanya konseri sonrası bir hayran tarafından bıçaklanmasıdır.
Grubu tekrar toplayan Tolkki, 2005 yılında, grupla aynı adı taşıyan “Stratovarius” adlı 11. albümü piyasaya sürmüştür. Hayranlardan birçok olumsuz tepki alan bu albüm, grubun diğer çalışmalarına nazaran neredeyse hiç neo-classical ya da senfonik öğe taşımamakla beraber ne Tolkki ne de Johansson soloları da barındırmıyordu. Şarkı sözleri de bir o kadar eskiye nazaran değişik olan bu albümde, ayrıntılı ve anlamlı şarkı sözleri bulunmuyordu. Albüm, adeta grup elemanlarının nasıl birbirinden kopuk hareket ettiğinin ve artık bir bütün içinde çalışmadıklarının göstergesiydi. Tolkki birçok eleştiriye maruz kalmasının yanı sıra albümün çıkışından sonra Jari Kainulainen’i gruptan atarak bunun açıklamasını “O kadar garip sebepler var ki açıklamaya çalışmayacağım bile” diyerek yapmıştır. Kainulainen’in yerine gelen Lauri Porra ile çalışmalarına başlanan yeni albüm geçici olarak “R… R…” olarak adlandırılsa da grup içi meseleler projenin askıya alınmasına sebep olmuştur. Grup içi ayrılıkların had safhaya geldiği bir noktada Kotipelto ve Michael tarafsız dururken, Johansson ve Porra Tolkki’yi desteklemiştir. En sonunda, 4 Mart 2008’de bu bölünmeye daha fazla dayanamayan Tolkki, grubu dağıttığını şu sözcüklerle duyurmuştur:
Stratovarius’un bütün isim haklarını elinde bulundurmasına rağmen Tolkki, Mayıs ayında Stratovarius adını ve bütün haklarını Kotipelto, Michael, Porra ve Johansson’a vermeye ve grubu onsuz sürdürmelerine razı olmuştur. R… R… için yazdığı şarkıları alarak “Revolution Renaissance” adlı yeni grubunda kullanan Tolkki, Stratovarius’un yeni albümü için düşündüğü bu ismi yeni grubuna vermiştir. Bu esnada Tolkki’nin yerine Matias Kupiainen’i alan Stratovarius üyeleri, yeni albümleri için stüdyoya girmiştir.
Polaris adlı 12. albümünü 2009 yılında çıkaran grup, Finlandiya müzik listelerinde 2. sıraya yerleşme şansı bulmuştur. Albüm, 2010 yılında canlı performanslarla beraber tekrar piyasaya sürülmüştür.
2010’un Eylül ayında 13. albümünü çıkaracağını duyuran grup, albümün çıkışından önce Darkest Hours adlı bir EP çıkarıp iki eski şarkının da canlı performansını da buna eklemiştir. Helloween ile turlayan grup, turne esnasında Jörg Michael’a kanser teşhisi konulması üzerine gruba geçici olarak Alex Landenburg’u dahil etmiştir.
2011 yılında Elysium adlı albümünü çıkaran grup, Finlandiya müzik listelerinde 1. sıraya yükselmiştir. 1996 yılında çıkan Destiny albümünden bu yana bu başarıyı elde edemeyen grubun, albüm ile aynı adı taşıyan 18 dakikalık Elysium adlı şarkısı, bu zamana kadar kaydettiği en uzun şarkısıdır.
2011 yılının Eylül ayında kişisel sebeplerden dolayı gruptan ayrılma planlarını duyuran Michael, 31 Ocak 2012’ye kadar grupla beraber çalmaya devam etmiştir. Sadece Finlandiya’da düzenlenen “Farewell Jörg” adlı mini turnede de 18 Kasım’dan 26 Kasım’a kadar yer almıştır.
2012 yılının Mart ayında yeni bir davulcu arayışına girdiğini Facebook sayfasından ve resmi sitesinden duyuran grup, 20 Haziran 2012 tarihinde kadrosuna 24 yaşındaki davulcu Rolf Pilve'yi kattığını ilan etmiştir. Yeni albüm Nemesis'i 22 Şubat 2013'te çıkaran grup, ilk olarak Unbreakable adlı tekliyi piyasaya sürmüştür.
Şu anki üyeler
Eski üyeler
Eski dönem üyeleri
Orduspor
Orduspor Kulübü, 1967 yılında Ordu'da Ali Ataoğlu tarafından kurulan bir spor kulübüdür. Renkleri Mor Beyaz'dır. Kulüp daha çok profesyonel futbol takımı ile tanınmaktadır. Ayrıca Orduspor İtalyan kulüp Fiorentina ile kardeş takımdır. 2011-12 Sezonunda Süper Lig'e çıktığında ACF Fiorentina kulübünden tebrik mesajı gelmiştir. Şimdilerde futbol haricinde Basketbol, Tekvando, Judo gibi spor dallarında boy göstermektedir.
Orduspor 1978-79 sezonununda Türkiye 1. Futbol Ligi'ni 4. sırada bitirerek UEFA Kupası'na katılmaya hak kazanmıştır. Birinci turda o dönemin Avrupa'da en çok ses getiren takımlarından Baník Ostrava ile eşleşen Orduspor, ilk maçı Ordu'da 2-0 kazanma başarısı göstermiştir. Ancak deplasmanda 6-0 gibi farklı bir skorla mağlup olarak UEFA Kupası'na veda etmiştir.
2010-11 1. Lig'de Play-off şampiyonu o |
larak Süper Lig'e yükselmiştir. Kulüp 2011-12 Süper Lig'i 42 puanla 14. sırada noktalamıştır. Kulüp 2012-13 Süper Lig'de de yer almıştır. Ancak istikrarsız bir performans sergileyip lig bitimine 2 hafta kala sahasında Bursaspor'a 4-2 mağlup olmuş ve Mersin İdman Yurdu'nun ardından Süper Lig'den düşen ikinci takım olmuştur. 2013-14 sezonununda son haftalara dek yükselme mücadelesini sürdüren ekip, 1.Ligi 3. sırada tamamlamış ancak Play-Off'ta Mersin'e yenilerek yeni bir Süper Lig macerasına atılamamıştır. Takip eden sezonlarda maddi sıkıntıları aşamayarak önce 2. Lig'e, 2015-16 sezonu sonunda da 3. Lig'e düştü. 2016-17 sezonuna ise geçmiş borçlarından dolayı -9 puan ile başladı. 2016-17 sezonu sonunda küme düşen Orduspor, 2017-18 sezonuna Bölgesel Amatör Lig'de -12 puan ile başladı.
Orduspor 1979-80 sezonunda, o zamanki adı UEFA Kupası olan, Avrupa'nın ikinci büyük kupasında mücadele etmiştir.
"*Tabloda ikinci maç" koyu "yazılmıştır".
1975-1981, 1983-1986, 2011-2013
1967-1975, 1981-1983, 1986-1996, 1997-2000, 2005-2011, 2013-2015
2002-2005, 2015-2016
1996-1997, 2000-2002, 2016-2017
2017-2018
2018-
*2015-2016 ve 2016-2017 sezonunda 9 ar puan ceza verildi.
*Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yazılmıştır.
*Play Off maç sonuçlarıda dahildir sezona
*2001 den önce şu anki 1. Lig, 2. Lig ismiyle oynanıyordu.
Fidangör, 2005 yılında Orduspor taraftarları tarafından kurulan, adını Ordu'nun en işlek caddesi olan Fidangör'den alan taraftar grubudur.
Fidangör ismi, Ordu'nun Beyoğlu'su diye, diğer illerden gelenler tarafından yakıştırılmış, resmiyette Sırrı Paşa ve İsmet Paşa caddeleri olarak geçen caddelere verilen isimdir.
Fidangör Grubu'nun; Üniversiteli Ordusporlular, Liseli Ordusporlular, Fatsa Fidangör, soL serbest, Sinyal Tayfa, Bahçelievler ve Yenimahalle adında alt grupları bulunmaktadır.
Land Down Under
Land Down Under, adını Avustralya'nın bir söyleniş biçimi olmak dışında PHP çekirdeğiyle (ve veritabanı sistemi olarak iş gören MySQL) çalışan bir portal. NEOCROME firmasının lisanslı malıdır.
Portalın 2002 tarihinden beri süregelen yükseltmeleriyle final versiyonu olarak "802" çıkarılmıştır. LDU 525 ile başlayan bu dizi 802 versiyonuyla beraber kabuk değiştirmiş, adı ve bazı değişikliklerle beraber "Seditio" olmuştur.Şu an Seditio V122 Kullanılmaktadır.
Portalın yapım ekibinin başında NEURO/Olivier C.bulunmaktadır.
Portalın başlıca özelliklerine gelinirse düzenlenebilir dil paketleri, düzenlenebilir tasarım dosyaları, site üzerinden PHP/HTML kodu çalıştırmaya olanak sağlayan eklenti sistemi, kod bütünlüğü.
-Tasarım dosyaları skins adı altında bulunur.
"core" yani "ana" bölümünde bölümlere ayrılmış kod paketleri var. Örneğin auth yani "giriş/üyelik" bölümü "üye kaydı", "üye girişi", "giriş anında şifre/üye adı kontrolü" gibi bölümlere ayrılıyor. Sistem şifreleme ve bilgi saklama işini cookie yani çerezler ve md5 algoritma sistemine devrediyor. Avatar ve bazı uploadlara açık olduğundan aslında tehlike arz etse de YAPIM EKİBİ bu hataları ve açıkları kısa süre içinde ortadan kaldırıyor.
Basit ve kaliteli kod sistemiyle, kod yazarını yormadan kodlarını sunuyor ve standard bir sunucuda hızlı çalışıyor, ayrıca PHP'nin sağladığı tüm olanaklardan eklenti sistemiyle faydalanmasıyla da geniş bir özellik yelpazesi var. Kurulumu ve kullanımı kolay. Lisansını yayınlamak şartıyla ve ticari amaç haricinde kullanımı ücretsiz.
Güvenlik açıklarının çıkması an içinde tecrübesiz kullanıcıyı yoruyor.
1841 Boğazlar Sözleşmesi
1841 Boğazlar Sözleşmesi, Avusturya İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Birleşik Krallık, Prusya, Rus İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 13 Temmuz 1841'de Londra'da imzaladığı uluslararası sözleşme.
Mısır isyanı sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nin tam bir çöküntü içine düştüğü ortaya çıkınca Boğazlar meselesi önemli bir konu olarak ön plana çıktı. Çünkü, Akdeniz'in doğu kapısı durumunda olan İstanbul ve Çanakkale Boğazları, devletlerarası ilişkiler ve dengeler açısından hayati önemi haizdi. Aslında, bu safhada boğazlar, Birleşik Krallık veya Rusya'nın kontrolüne girebilirdi. Fakat, bu güçler karşı karşıya gelmemek için ve dengelerin muhafazası maksadıyla bu türden uygulamaya teşebbüs etmediler.
(a) 1535 kapitülasyonlarıyla Fransız bayrağı taşıyan ticaret gemilerine tüm Türk limanlarına girip çıkmak müsaadesi verildi. Bu müsaadeler zaman zaman diğer devletlere de tanındı.
(b) 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması Rus ticaret gemilerine Boğazlardan serbestçe geçebilmek hakkını tanıdı.
(c) 1798 ve 1805'de Rusya ile yapılan ittifak antlaşmalarında Rus savaş gemilerinin Boğazlardan geçeceğine dair hükümler konuldu. 1806'da iki devlet arasında çıkan savaş bu antlaşma hükümlerini geçersiz kıldı.
(d) 1809'da Birleşik Krallık ile imzalanan Kale-i Sultaniye Antlaşması'nda Boğazların tüm devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulması prensibi kabul edildi.
(f) 1833 tarihli Hünkar İskelesi Antlaşmasının gizli maddesinde, Osmanlı Devleti'nin Çanakkale Boğazını Rusya lehine kapatacağına, yani hiçbir yabancı savaş gemisinin hiçbir sebep ve bahane ile Çanakkale'den giriş yapmasına müsaade etmeyeceği hususuna yer verildi.
Bundan da anlaşılıyor ki, Osmanlı Devleti bu dönemlerde Boğazlar Statüsünün sorumluluğunu Avrupa büyük devletleri ile paylaşma durumuna girmiştir.
Mısır meselesinden sonra ise Boğazlar, Rusya'nın kontrolünden alınmış ve tekrar Avrupa büyük devletlerin taahhüdü altına verilmiştir.
Bu antlaşma ile Boğazların barış zamanında savaş gemilerine kapalılığı uluslararası yükümlülük altına alınmıştır. Boğazların kapalılığı kavramı yalnız barış zamanı ile sınırlıdır. Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde Boğazlan istediği gibi tasarruf edebilecektir. Yani, dilediği devletin savaş gemilerine açabilecektir. Nitekim, bu prensip Kırım Savaşı'nda uygulanacak, İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Karadeniz'e geçmelerine izin verilecektir.
Sonuç olarak; 1841 yılında Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Rus nüfuzu ve baskısı gerilemiş; Fransa'nın Mısır üzerindeki etkinliği ortadan kalkmış; Hünkar İskelesi Antlaşması hükümleri sona ermiş; İngiltere ise en kazançlı ülke durumuna gelmiştir.
Taşınım
Taşınım (ya da konveksiyon), katı yüzey ile akışkan arasında gerçekleşen ısı transferinin bir çeşididir. Akışkan içindeki akımlar vasıtası ile ısı transfer edilir. Akışkan, içindeki veya akışkanla sınır yüzey arasındaki sıcaklık farklarından ve bu farkın yoğunluk üzerinde oluşturduğu etkiden doğabilmektedir. Yoğunluk değişimlerinin diğer kaynakları, değişken tuzluluk oranı veya dış kaynaklı zorlayıcı kuvvet uygulaması gibi sebepler de olabilir.
Taşınımla ısı transferi, ısı transferinin 3 mekanizmasından biridir. Diğerleri ise iletim (kondüksiyon) ve yayınımdır. Taşınımın oluştuğu yerler, atmosfer, okyanuslar ve gezegenle ilgili örtüdür.
"Doğal taşınım", akışkan içinde varolan sıcaklık farkları sebebi ile akışkanın hareket etmesi ile ortaya çıkan taşınımdır. Örneğin ısınan sıcak havanın radyatör yüzeyinden yukarı doğru yükselmesi.
Doğal taşınımın temel dayanak noktası, ısınan akışkanın daha yukarı (yüzeye) çıkmaya yatkın hâle gelmesi, yani yükselmesi ve daha soğuk akışkanın aşağı (dibe) hareket etmesidir. Kütle çekimi veya santrifüj gibi ivme alanları içinde çeşitli sıcaklıklarda sıcaklık değişimleri yüzünden gaz veya sıvı genişleme veya kısılmaya uğradığında doğal taşınım oluşur. Kütle çekimi olmadığında yükselme faktörü olmayacağından doğal taşınım olmaz.
"Zorlanmış taşınım" ise akışkan hareketi dıştan gelen bir etki ile (bir pompa veya fan gibi) olduğunda oluşur. Örneğin fanlı ısıtıcılar, fan soğuk havayı ısıtma elemanına üfler ve hava ısınırsa yine benzer şekilde bir insan yemeğini soğutmak için üflediğinde, zorlanmış taşınım kullanmış olur.
Zorlanmış ya da doğal taşınım olsun, her ikisinde de mühendislik yaklaşımı genelde sıcak "ısı kaynağı" olan yüzeyden akışkan ortama olan ısı transfer oranı ile ilgilenmektir.
Bir yüzey üzerinden geçen akışkanın "bölgesel taşınımsal ısı akısı" şu şekilde ifade edilir:
formula_1
Burada:
Toplam ısı transferi, formula_6 yüzey alan üzerinden formula_2'nun integralinin alınması ile hesaplanır.
formula_8
Bu ifade, daha sonra "ortalama taşınım katsayısının", formula_9, tanımlanmasında kullanılır.
formula_10
CINHAN
CINHAN, NATO Savunma Planlama Komitesi'nin 12 Mayıs 1992 tarihli kararıyla kurulan Manş Müttefik Komutanlığı'dır. Teşkilatı ve sorumluluk sahası tadil edilerek 1 Temmuz 1994 tarihinden itibaren "Afnortwest" adıyla Avrupa Yüksek Komutanlığı'na bağlanmıştır.
Louis Ignarro
Louis J. Ignarro (d. 31 Mayıs 1941) ABD'li farmakolog. Nitrik oksitin etkileşimlerini gösteren çalışmasıyla Robert F. Furchgott ve Ferid Murad ile birlikte 1998 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü almıştır. 1985 yılından beri UCLA Tıp Fakültesi'nde farmakoloji profesörü olarak çalışmaktadır. Araştırmaları konusunda birçok makale yayınlamış olan Ignarro, kardiyovasküler bilimin ilerlemesine yaptığı katkılar nedeniyle 1998'de Amerikan Kalp Derneği'nin Temel Araştırma Ödülü'nü de almıştır. Aynı yıl ABD Ulusal Bilimler Akademisi'ne, bir sonraki yıl ise Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi'ne kabul edilmiştir.
Anti-Komintern Paktı
Anti-Komintern Paktı, Almanya ve Japonya arasında 1936 yılında imzalanmış bir antlaşmadır.
Japon ordusu, Sibirya ve Moğolistan sınırlarında Sovyetler Birliği ile sürtüşmektedir. Bu gerilim Almanya'ya Japonya'yla yakınlaşma şansı tanır. 25 Kasım 1936 tarihinde Anti-Komintern Paktı'nı imzalarlar. Buna göre, her iki ülke, içlerinden birisi SSCB tarafından saldırıya uğrarsa diğerine destek sözü verir.
Berlin, İtalya'nın da bu antlaşmaya katılımı için baskı yapar. Mussolini bir sene sonra, 6 Kasım 1937'de antlaşmayı imzalar. 1939 Şubat ayında Macaristan da Anti-Komitern Paktı'na katılır. Franco'nun İspanya'sı da bu ittifaka 27 Mart 1939'da katılır.
Türkiye hükûmeti 1941 yılında Anti-Komintern Paktı'na gözlemci olarak katılmış ve Türk-Alman Dostluk Paktı kapsamında Almanya ile dostluk ilişkilerini geliştirmiştir.
Perdesiz git |
ar
Perdesiz gitar, tarihi M.Ö. 5000'lere uzanan perdesiz lavta türü çalgı. Klasik gitar versiyonu, yaptığı müzikte Türk, Arap ve Acem makamlarını caz modlarıyla ve blues dizileriyle harmanlayan Erkan Oğur tarafından 1976'da icat edilmiştir. Perdesiz gitarın elektrik versiyonu, batı tampere sistemiyle ifade edilemeyen özel dizi ve makamları çalmak için değil, daha çok bu sisteme göre oluşturulan ve perde düzeninde elde edilemeyen ses renklerini yakalamak için oluşturulmuştur.
Kâtibi destar
Osmanlı Devleti'nde katip sınıfından yazı işleriyle meşgul olanların sardıkları sarığın adıdır. Beyaz tülbentten düz olarak sarılırdı. Aynı grubun mezar taşlarında da kullanılırdı.
Kavisname
Okçuluk ve okçular hakkında yazılan eserler hakkında kullanılan bir tabirdir. Arapça kavs, yay demektir. Bosnalı Kemankeş Mustafa Efendi'nin aynı adlı eseri de vardır.
Serdengeçti
Serdengeçti, Osmanlı askeri sisteminde; Akıncılar içinde düşman ordusu içine girmek ve muhasara altındaki kalelere dalmak için gönüllü yazılanlar hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar ellerinde kılıçları tehlikeli işlere daldıkları için "yalınkılıç” ya da "dalkılıç" olarak da anılır. Düşman ordusunda kilit noktalara hücum ederek savaştıkları için dönmelerinden ziyade şehadetleri muhakkak olduğu için Serdengeçti ismi almışlardır.
Anadolu parsı kürkünden kıyafetleriyle akıncılar içerisinde kolaylıkla tanınabilirler. Ayrıca düşman askerlerini korkutmak için taktıkları kuş tüyleriyle süslenmiş miğferleriyle bilinirler.
Efirli, Perşembe
Efirli, Ordu ilinin Perşembe ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mahallenin bilinen yakın tarihi hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Eski adı Perşembe olan Efirli mahallesi, Vona’nın adının değiştirilerek Perşembe yapılması nedeniyle adı "Efirli" olarak değiştirilmiştir. Efirli Köyü sahil kesiminde 150 yıllık tarihi bulunan Efirli Camii bulunmaktadır.
Ordu iline 6 km, Perşembe ilçesine 9 km uzaklıktadır. Efirli , Ordu iline bağlı Perşembe ilçesinin bir sahil mahallesi olmakla birlikte Ordu ilinin önemli bir mesire yeridir. Karadeniz Bölgesi'nin en uzun kumsallarından birine sahip olan yerleşim yeri, yazın yerli turistleri kendisine çekmektedir. Akçaova Deresi ile Ordu İl Merkezinden; Çerli Deresi ile de Beyli ve Çerli Mahalleninden sınır olarak ayrılır. Mahallede yerleşim tarzı tipik Karadeniz yerleşimi gibi dağınık ve geniştir.
Mahallenin başlıca geçim kaynağı tarım, arıcılık ve çok az balıkçılık oluşturmaktadır. Tarımsal faaliyetlerde fındık en önemli yeri tutmaktadır. Ayrıca son yıllarda kivi de yetiştirilmektedir.
Mahallede ilköğretim okulu bulunmamakta ancak Ordu İMKB Sosyal Bilimler Lisesi bulunmaktadır. Yerleşimde Perşembe Efirli Aile Sağlığı Merkezi hizmet vermektedir. Sahildeki Bolaman yolunda PTT acentesi bulunmaktadır. Ayrıca mahallede Ordu E Tipi Kapalı ve Açık Cezaevi bulunmaktadır.
Melek Girmez Sokağı
Melek Girmez Sokağı, Osmanlı İmparatorluğu'nda Yeniçeri Ocağı'nın bozulup önüne geçilemez hale geldiği dönemde İstanbul Bahçekapı'da bulunan fuhuş ve cinayet yuvası olan bir sokaktır. İki tarafında ahşap dükkânlar, kahvehaneler ve kayıkhaneler bulunur, bunların üst katları da bekâr odaları olarak kullanılırdı.
Bölge II. Mahmud döneminde Yeniçerilerin otuzbirinci bölüğünün sorumluluğunda idi ve Yeniçeri ağası Süleyman Ağa'nın arpalığıydı. 1813 kayıtlarında "Melek Girmez" fuhuş yatağı olarak yer alır.
1812 yılındaki büyük veba salgınında, tarihçi Şânizâde Atâullah Efendi'ye göre, ""Hastalığın zinâ ve ahlâksızlığın çoğalmasının eseri olduğunu düşünen bazı dindar insanlar, bunların ortadan kaldırılması yönünde görüş bildirdiler."" Bu nedenle II. Mahmud'un emriyle Galata, Üsküdar ve Tophane'deki bütün bekâr odaları yıktırıldı. Melek Girmez Sokağı'ndaki yıkımda sadrazam vekili Rüşdü Paşa, mimar ağa ve yeniçerilerden bir grup kolluk kuvveti ve pek çok amele hazır bulundu. Bu yıkım sırasında sokaktaki ve kayıkhanenin üzerindeki bütün odalar birkaç saatte yıkılarak ortadan kaldırıldı. Yıkım sırasında bazı odalarda vebaya yakalanmış ya da yeni ölmüş birkaç kadına da rastlandı. Ahmet Rasim, Fuhş- i Atik kitabındaki makalelerinden birinde şöyle der:
""Yeniçeriliğin son yıllarında, bu asker ocağı bir haşarat haline gelmiş ve kayıkçı, mavnacı, hammal gibi berâk uşakları yeniçeri yazılıp, Bahçekapı iskelesi ve civarını türlü fuhuş ve rezaletin sokaklara taşdığı bir semt haline getirmişlerdi. Kayıkhaneler ve kahvehanelerin üzerinde bekar odaları bulunurdu. Buraya 'Melek Girmez Sokağı' denmişti. Veba salgını çıkınca buralara baskın yapıldı ve kapatıldı.""
Aynı yere yaptırılan camiye, bu dönemin anısına Hidayet Camii adı verildi.
Orhan Pamuk, neden tarihî romanlar yazdığı yönündeki bir soruya cevap verirken, Reşad Ekrem Koçu'nun kitabındaki resimlerden söz eder:
""Böylece her gün saatlerce tozu alınan karanlık apartman katında tozlar gölgeler gibi gene birikirken, ben, fuhşa alet oldukları düşünüldüğü için Azapkapı'daki maymuncu dükkânlarından alınarak ağaçlara asılan biçare maymunların hikâyesini okurdum. Öfkeli çamaşır makinasıyla birlikte herkesin bir kaynar su ve arap sabunu öfkesine kapıldığı çamaşır günlerinde bir deliğe sıkışır, vebaya yakalanarak cezalanan Melek Girmez Sokağı'nın fahişelerinin karakalem resimlerine bakardım.""
İnegölspor
İnegöl Spor Kulübü; İnegöl'de, 1954'te kurulmuştur. 1923'te İdmanyurdu Spor Kulübü, 1947'de Demir Spor Kulübü ve 1954'te İnegöl Spor Kulübü'nün kurulması sonrası 1984 yılında birleşmesi ile profesyonelliğe geçmiştir. Kulübün amblemindeki 3 yıldız, kurucu takımları ve onların renklerini temsil etmektedir. İnegölspor'un renkleri Bordo-Beyazdır. Toplam 30 senedir aralıksız profesyonel liglerde bulunmaktadır. 1968'den bu yana iç saha maçlarını, İnegöl İlçe Stadyumu'nda oynamaktadır. Teknik direktörlüğünü Ergün Penbe yapmaktadır.
İlk Kulüp Başkanı Hasan Bilge olmuştur. Aynı yıl 3. Profesyonel Lige dahil edilen İnegölspor büyük başarıya imza atarak profesyonel olduğu ilk yılda şampiyon olmuş ve 2. Profesyonel Futbol Ligi'ne yükselmiştir. İki kez Birinci Lig'e yükselme maçlarında final oynayıp kaybetmiştir. Ön önemli dönemi ise 1987-88 sezonunda Süper Lig'i son maçta 1 puanla kaybetmesidir. Bu sezondan sonra 3 yıl üst üste Play-Off oynamıştır. Bir sezonda Türkiye millî futbol takımına 3 Futbolcu veren İlk ve Tek İlçe Takımı olma unvanını almıştır.
2004-05 sezonunda 2. ve yükselme grubunda ise son maçta 1. Lig'i kaybetmiştir. 2006-2007 sezonunda tekrar yükselme grubuna kalma fırsatını son maçta kaybetmiştir.
2005-06 ve 2006-07 sezonlarında Eskişehirspor, Kasımpaşa, Bucaspor, Türkiye Kupası'nda Sivasspor, Bursaspor, Kocaelispor, Hacettepe, Elazığspor, Beşiktaş, gibi üst liglerde mücadele eden birçok takımı yenme başarısını göstermiştir. 2011-12 sezonunda tekrar 2. Lig'e, Türkiye 3. Lig'in de en iyi dönem geçiren ve en az gol yiyen takım unvanı ile yükselmiştir. 2013-14 sezonunda İnegölspor 2. Lig Beyaz Grupta yer aldı.
Kuruluşundan bugüne kadar İnegöl kulübünde başkanlık yapmış kişiler aşağıda gösterilmiştir.
İnegölspor Altyapısı Türkiye'nin en iyi 25 Altyapı takımı arasında gösterilmektedir. Uzun yıllardır katıldıkları turnuvalar, şampiyonalarda yapmış oldukları başarılarla önemli bir yer edinmiştir. Türkiye futboluna futbolcu ticareti yapan bir kulüp olarak gösterilen İnegölspor Altyapısı'nın şu an da birçok sporcusu Süper Lig, 1.Lig'de top oynamış ve hala oynayanlar bulunmaktadır. 1954'ten bu döneme yaklaşık 300'ün üzerinde profesyonel sporcu yetiştirmiştir. Menajerler ve kulüpler için genç yetenek bulma yeri olarak adlandırılan İnegölspor Altyapısında Kültür,medeniyet ve kişilik eğitimi de verilmektedir.
Ayrıca 1987-88 sezonunda 1. Lig'de oynayan İnegölspor, Türkiye millî futbol takımına bir sezonda 3 futbolcu yollayan ilk ve tek ilçe takımı unvanına sahiptir.
1968 yılında İlçe Spor Tesisi olarak kurulmuştur. İlçe Gençlik Hizmetleri Müdürlüğü bünyesinde bulunan stadyumun kullanımı 2008 yılında 1 TL’lik sembolik bir bedelle İnegöl Belediyesi'ne devredilmiştir.
1985 yılında kapalı tribünü, 1993’te çatısı, 2007’de diğer bir kapalı numaralı tribünü yapılmıştır. 1995 yılında ise stadyumun sulanması ve fazla suyun dışarı atılmasıyla alakalı drenaj sistemi kurulmuştur. 1995 yılında yapılmış drenaj sistemi bugüne kadar kullanılmıştır.
300 Bin TL para ile 2012-2013 sezonu için yenilenen İnegöl Şehir Stadyumu'nun saha zemini, İnegöl Belediyesi tarafından, Galatasaray Türk Telekom Stadyumu'nun çim zemini ile aynı özelliklerle yapılmıştır. Avrupa standardına uygun şekilde yenilenen Stadyum sahası Türkiye Futbol Kulüplerinin çoğunda olmayan özelliği ve yeniliği taşımaktadır. Ayrıca 41 noktaya yerleştirilen, hidrolik ve sensörle çalışan rotor başlıklı spring sulama sistemi ile farklı bir drenaj modeli uygulanmıştır.
Stadyumun son haline göre 4.500 kişilik koltuklu numaralı tribünü vardır. Bu numaralı tribüne sadece Kombine sistemi ile girilmektedir. Stadyum kapasite ise 8.000 kişi civarındadır.
1985-1990
1984-1985, 1990-1993, 1996-1997, 2001-2008, 2012-
1993-1996, 1997-2001, 2008-2012
Güncel kadroda yoktur
250.000 nüfusu aşkın şehir olan İnegöl'de takıma destek ve sahip çıkma üst seviyededir. Şehrin birçok bölgesi Bordo-Beyaz renklere bürünmüş haldedir. Takımın yıllarca Bursa'dan soyutlanması ve başka bir şehir görülmesi İnegöl halkının desteğini arttırmasına sebep olmuştur. "İnegöl'de İnegölspor Tutulur, Biz İnegöllüyüz İnegölsporluyuz" sloganı ile her geçen gün daha büyük destek bulan İnegölspor'un karşılaşmalarında büyük bir potansiyel sağlayan halk gittiği deplasmanlarla da nam salmıştır. Bilinen birkaç önemli deplasman ise (100 Otobüslük Kütahya, 90 Otobüslük Yalova, 60 Otobüslük Çanakkale, 50 Otobüslük Ankara, 50 Otobüslük İstanbul, 40 Otobüslük Sapanca, 30 Otobüslük Antalya) deplasmanlarıdır.
Kulübün Resmi Olarak, Efsane Maraton, Bordo Bereliler isimleri altında 2 ana Taraftar Grubu bulunmaktadır.
1986 yılında 46'lılar ismi ile Maraton tribünde kurulan tek bir grup oluşumu bulunmaktadır. İnegölspor Taraftarlar Derneği bünyesinde toplanıp İçerdeki |
ve dışardaki maçlarda yoğun bir atmosfer yaşatmasıyla bilinen bu grup yüksek sayılarda gittikleri deplasmanlarıyla göze çarpıştır. Milenyum'lu yıllara gelindikçe grup sorumlularının tribünlerden etkisini çekmesi ve şehrin birkaç yıl içinde binlerce göçalması yeni insanların oluşuma katılmasını sağlamış ve bu durum grubu parçalamaya, fikir ayrılıklarına götürmüştür. 2003-2004 sezonunda İnegölspor - Eskişehirspor karşılaşmasında çıkan büyük çaplı olaylar, göz altıları ve grup içi sorunları sonrasında grup bölünme ve feshetme dernek ise kapanma kararı almıştır. (16.5) ve Biz İnegöllüyüz davasını savunma altında İrriducibili ve Hooligans Crew grupları kurulmuştur. Diğer tarafta ise başka bir düşünceyle Efsane grubu kurulmuştur.
Efsane Maraton Grubu, 2005 yılında Efsane ismiyle kurulmuştur. Maraton tribünlerin efsanesi olarak bilinen 46'lılar'ın hatırasını canlandırmak adına 2007 yılında isimlerini Efsane Maraton değiştirmişlerdir. Kurulduğu günden bu yana İnegölsporluların vazgeçilmezi maraton tribünde aktif tribün hayatlarını devam ettirmektedirler. İçinde Hooligans Crew, Üninegöl, Ultras İnegöl ve Bordo Bereliler gruplarını barındırmaktadır. 81 ile deplasman yapması ve Türk futbolunun önemli tribün gruplarıyla dostlukları ve bağlantılarıyla nam salmışlardır. Şehrini ve vatanını savunan bir kimliğiyle birlikte, İnegöl'de senenin 12 ayı sosyal, çevre, millî bütünlük, yardımlaşma, kutlama gibi etkinlik ve organizasyonlar hazırlamaktadırlar. Liderliğini 1995 yılından bu yana İnegölspor Amigoluğu yapan Tevfik Taşkın yapmaktadır.
Bordo Bereliler, 2007 yılında kurulmuştur. İrriducibili grubu ile aynı davayı yürütmeleri ve dostluları uzun bir dönem aynı tribün bölümünde yer almalarını sağlamıştır. 2016 yılında İrriducibili Tribün Lideriyle aralarında geçen pankart krizi sonrası beraber yürüttükleri tribün hayatını ve çalışmaları feshetmiş, Efsane Maraton grubuyla hareket etme kararı almışlardır. Bu kararın yarattığı etki sonrası İrriducibili tribün hayatını sonlandırmış, İnegölsporlular tek tribünde birleşmiş ve tekrar Maraton bütünlüğüyle büyümeye başlamışlardır. Bu grup İnegölspor taraftarlarından ve Sadece İnegöllülüğü kabul eden bir kesimden oluşmaktadır. Ağırlıklı olarak liseli ve üniversite öğrencilerinin de içinde yer aldığı, bununla birlikte grup sol politik yönleri ve beklenmedik tavırlar takınan, İnegölspor ve taraftarları adına çoğu sosyal ağı yöneten, İnegölspor ürünleri, pankartları hazırlayan ve organizasyonlarını üstlenen bir kimliktedir. Etkin yeri ve aktif yönetimi Süleymaniye'dir. Bu taraftar grubunun liderliğini ise kurulduğu günden bu yana Serkan Çelikkol yapmaktadır.
İrriducibili Grubu, 2005 yılında Danger Gençlik ismiyle kurulmuştur. 2005'te ise (inatçı, bezmez, boyun eğmez) anlamına gelen İrriducibili ismini felsefe edinerek yeni bir isme geçiş yapmışlardır. 1986'da kurulan 46'lılar'ın ve İnegölspor Taraftarlar Derneği yönetici ve eski birçok liderinden oluşturulmuştur. 2008'de Bordo-Beyaz İnegölspor Taraftarlar Derneği'ni kurup organizasyonlarını bu dernek bünyesinde ayarlayıp toplanan, deplasmanlara sıklıkça giden bir kimlikteydi. 2008 yılının ağustos ayında Hem İnegölspor hem de İrriducibili Tribün Lideri olan Rossi lakaplı Fatih Kaçar adındaki liderlerini kaybetmişlerdir. Bu yaşanan talihsiz vefatın ardından grupta liderlik problemleri başlamış, bunun akabinde de gruptan Süleymaniyeliler, Bordo Bereliler, Zincir Koparan grupları fesih kararlarıyla ayrılmışlardır. 2016 yılına kadar tribün hayatını Bordo Bereliler grubuyla sürdürdükten sonra iki grubun arasında geçen anlaşmazlık ile Bordo Bereliler ayrılmış, İrriducibili ise tribün hayatını sonlandırmıştır.
İnegölspor'un kulübünün Karagümrük, Sakaryaspor, Gebzespor, Hatayspor, kulüpleri ve taraftarlarıyla ebedi kardeşliği bulunmaktadır. Ayrıca Tokatspor, Alanyaspor, Karşıyaka, Gaziosmanpaşa, Sultanbeyli Bld.spor, Sarıyer, Altayspor, Bandırmaspor gibi kulüplerle de güzel dostluk ilişkileri bulunmaktadır.
İnegölspor, Eyüpspor ve Eskişehirspor kulüpleriyle büyük ve ezeli bir rekabet içindedir. Aralarında oynanan karşılaşmalara ayrı bir ilgi gösterilmektedir. Saha içi ve saha dışı sporcular veya taraftarlar fark etmeksizin çıkan büyük çaplı olay ve gerginlikler bu rekabetin en iyi özetidir. Ayrıca Göztepe, Ankaragücü ve Pendikspor maçları da ciddi olaylara sebep olarak geçmektedir.
Bursaspor kulübü ile yıllardır bitmeyen ezeli derbi rekabeti bulunmaktadır. İnegölspor Bursa'nın ikinci büyük kulübüdür. Bursa ve ülke halkının Bursa şehrindeki çok sayıda profesyonel ve amatör kulüplerine rağmen sadece İnegölspor-Bursaspor karşılaşmalarını derbi olarak adlandırılmaktadır.
Bordo Dinozorlar diye kendilerine hitap etmektedirler. Bursaspor ile aralarındaki ezeli rekabet sonucu böyle bir ismi kendilerine yakıştırmışlardır. İnegölspor'un Bursaspor kulübünden daha önce kurulmuş olması, daha önce profesyonel liglere katılması ve (1985-95)'li yıllar arasında takım taraftarları olarak daha büyük bir potansiyele sahip olması aralarındaki rekabet ve sorunları büyütmüştür.
Bursasporluların Yeşil Timsahlar maskotu üzerine İnegölsporlular da Bordo Dinozorlar ismiyle kendilerini belirtmişlerdir. Timsah soyunun Dinozor soyundan gelmesinden esinlenerek bu isme baş vurmuşlardır.
Memduhiye
Memduhiye, II. Mahmud ölmeden kısa bir süre önce bastırılan yirmi kuruş değerinde altın para. Ziynet makamında kullanıldığı için methedilmiş, övülmüş anlamına gelen memduhiye ismi verilmiştir.
1839 yılında tahta çıkan Sultan Abdülmecit adına yeni Memduhiyeler bastırıldı. 22 ayar, 0,5 dirhem (1,6 gr) ağırlığında ve 20 mm çapında olan bu para 20 kuruş değerindeydi. Ön kısmında Abdülmecit’in tuğrası, arka kısmında ise “"duribe fi Konstantiniyye"” (İstanbul’da basılmıştır) kelimesi yer almaktaydı. Birçok kişi tarafından ziynet altını olarak kullanılmaya başlanılmasından dolayı piyasada sayısı azaldı. 1844′te Mecidiyelerin çıkarılmasının ardından para birimi özelliğini kaybetti.
Kondüksiyon
Kondüksiyon ya da iletim , madde veya cismin bir tarafından diğer tarafına ısının iletilmesi ile oluşan ısı transferinin bir çeşididir.
Isı transferi daima yüksek sıcaklıktan, düşük sıcaklığa doğrudur. Yoğun maddeler genelde iyi iletkendirler; örneğin metaller çok iyi iletkenlerdir.
"Isı iletim kanunu", "Fourier kanunu" olarak da bilinir, birim zamanda bir tabaka boyunca olan ısı akısı miktarının, sıcaklık farkının gradyanına olan oranıdır. Bu kanunla kapalı bir şekilde ortaya çıkan orantı sabiti ise ısı iletim katsayısı(k) adını alır.
Fourier Kanunu
Buna göre birim zamanda kondüksiyonla ısı transfer miktarı
Fourier Denkleminde görülen (-) işareti ise Termodinamiğin 0.Kanunu'ndan faydalanılarak kullanılmıştır. Burada (-) işareti ısının, sıcaklığı yüksek olan yerden alçak olan yere doğru aktığını ifade etmektedir.
"A" yüzey kesit alanı, formula_3 maddenin ısı geçiş bölgesi kalınlığı, "k" malzeme cinsi ve sıcaklığına bağlı olan ısı iletim katsayısı, ve formula_4 sıcaklık farkıdır. Bu kanun, ısı denkleminin temelini oluşturur. "R" değeri, iki taraf arasındaki ısı direncini belirtir. Ohm kanunu, "Fourier kanunu'nun" elektrikteki karşılığıdır.
Fourier kanunu denkleminde yerine koyulursa;
Burada "U" , ısıl iletkenliktir. Bir taraftan diğer tarafa olan iletkenlik, direnci verir.
Buradan her katmanda "A" ve "Q" değerleri aynı olacağından, çoklu katmanlar için şu denklem yazılır:
Buna bağlı olarak çoklu katmanlar için genelde şu denklem kullanılır.
Isı bir akışkandan bir diğerine, bir duvar boyunca iletildiğinde, çoğu zaman akışkanın ince film tabakasının iletkenliğinin belirlenmesi önemlidir. Bu ince film tabakası, ölçülmesi zor olan karakteristikleri viskozite ve türbülansın karışık şartlarına bağlı bir tabakadır.
"Newton'un soğuma kanunu", maddenin ısı kaybı miktarının, çevre ve madde sıcaklıkları arasındaki farka oranıdır. Bununla beraber, ısı kaybı prensibinin bu ifadesi, tam doğru bir ifade değildir. Daha doğru bir formülasyon için homojen olmayan ortamlarda, ısı akışının analizine ihtiyaç vardır. Bu ifadenin genel uygulanması, Biot sayısı ile karakterize edilir.
Bununla birlikte, bir maddenin sıcaklığının "e" üzeri ifadesi, bu prensipten türetilebilir.
Eğer, "T" , maddenin sıcaklığı ise;
Burada "r" pozitif bir sabittir.
Örneğin; basit soğutma modellerinde, Newtonyen soğuma kullanılabilir.
Prof. Dr. Ahmet AYDIN - Yrd. Doç. Dr. Metin HASDEMİR,(2006)-Isı Transferi/Esasları, Aktif Yayıncılık. ISBN 9944-448-00-1
Aleksan Ağa
Tamburi Aleksan Ağa (d. 1815 - ö. 1864), Osmanlı müzisyen.
Bir işhanında odabaşı olan Ermeni asıllı Vanlı Kaspar'ın oğlu olarak İstanbul Gedikpaşa'da doğmuştur. Küçük yaşta müziğe başlayan sanatçı, Hamparsum Limonciyan'dan tambur dersleri almış ve kısa sürede büyük başarı sağlamıştır.
Üsküdar'daki Surp Garabet Kilisesi'nde "Ermeni Notası" dersleri vermiş, sonra Süleymanpaşa Hanı'nın gazinosunda çalışmıştır.
Tamburdaki yeteneği ile ünlenen Aleksan Ağa, 1856 yılında Mısır Valisi Said Paşa'nin davetiyle Kahire Sarayı'na sazende olarak gitmiştir. Dönemine göre oldukça iyi olan 40 altın maaşına rağmen 1859'da İstanbul'a geri dönmüştür.
Elindeki parayı çabucak harcayan sanatçı yoksul düşmüştür. 1864'te İstanbul'da ölen Aleksan Ağa'nın; nihavend, nühüft, acembûselik ve suzidil makamlarında bestelediği 10 kadar eseri ve bir hüseyni saz semaisi vardır.
Radyatör
Radyatör, ısı eşanjörlerinin bazı tipleri için kullanılan genel bir terimdir. Radyatörler otomobil, binalar ve elektronikte kullanılırlar.
İçten yanmalı bir motorla çalışan otomobillerde, radyatör soğutma sıvısının pompalandığı silindir ve motor bloğu boyunca dolaşan soğutma kanalları ile bağlantılıdır. Bu sıvı genelde etilen glikol (antifriz) ile karıştırılmış sudur.
Akışkan, radyatörden motora kapalı bir sistem içinde hareket eder, bu hareketi esnasında motor parçaları üzerindeki ısıyı radyatöre taşır. Radyatör, genelde aracın ön tarafındaki ızgaralı bölüme monte edilmiştir. Soğuk hava bu ızgaralardan geçerek radyatörü soğutur.
Binalarda, ısıtma aleti olarak kullanılan radyatörlere kalorife |
r denir. Bir kazanda ısıtılarak pompalanan sıcak sudan aldığı ısıyı ortama iletir. Radyatörler, ısı transferini konveksiyon yolu ile yaparlar.
Elektronikte, radyatör bir yayınım elemanı olarak bilinir. Yayınım elemanı, bir antenin basit bir parçasıdır. Yayınım elemanları, elektromanyetik enerjiyi alma veya yayma yeteneğine sahiptir.
Kemal Karpat
Kemal Haşim Karpat (d. 15 Şubat 1925, Babadağ, Dobruca, Romanya), Türk tarihçi, Osmanlı tarihi uzmanı, akademisyen.
Kemal Karpat, Türk anne ve babanın oğlu olarak Romanya'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde hukuk alanında lisans eğitiminin ardından Washington Üniversitesi'nde siyâsî bilimler alanında yüksek lisans eğitimini tamamladı. New York Üniversitesi'nden doktor ünvânını aldı.
Daha sonra bir müddet Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi için çalıştı. Aralarında New York Universitesi, Montana State University – Bozeman, Princeton University, Bilkent Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Harvard University, Johns Hopkins University, Columbia University, École des Hautes Études en Sciences Sociales (EHESS) ve University of Washington olmak üzere birçok önemli okulda ders verdi. Karpat yanı sıra Ottoman and Turkish Studies Association/ Osmanlı ve Türkçe Araştırmaları Birliği'nin ve Türkiye Araştırmaları Enstitüsü'nün de üyesidir.
1970 yılında University of Wisconsin–Madison'da profesör oldu. Aynı üniversite bünyesinde ""International Journal of Turkish Studies"" başlıklı 6 ayda bir yayımlanan akademik derginin yayın yönetmenliğini yaptı. Burada Middle Eastern Studies/ Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nin yöneticiliğini yapan Kemal Karpat, Central Asian Studies Society/ Ortaasya Araştırmaları Cemiyeti'nin de kuruculuğunu yapmıştır.
20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Amerika'daki Türk Araştırmaları Cemiyeti'nin kurucusu ve başkanı, Orta Asya Cemiyeti'nin (ACAS) kurucusu.
Kemal Karpat, hâlen İstanbul Şehir Üniversitesi tarih bölümünde profesör ünvânıyla ders vermektedir.
Kemal Karpat, TBMM Onur Ödülü sahibi ve Türk Tarih Kurumu şeref üyesidir.
Karlı Dağ
Karlı Dağ, "(Yunanca:Άσκιο)" Selanik Kayılar (Yunanistan) kazasının en yüksek dağıdır.
Bernard Lewis
Bernard Lewis (31 Mayıs 1916; Londra, İngiltere - 19 Mayıs 2018), İngiliz asıllı Amerikalı tarihçidir. Princeton Üniversitesi'nde profesördür. İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzmanlaşmıştır. Ortadoğu hakkında uzmanlaşmış batılı uzmanlar arasında en çok okunan yazarlardandır. Yahudi kökenlidir ve George W. Bush'un danışmanlığını yapmıştır.
Lewis, 1993 yılında Fransız "Le Monde" gazetesine verdiği bir demeçte 1915 yılında Ermenilerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir "soykırım" olmadığını, "savaşın bir yan ürünü" olduğunu söylemişti. Paris’te bir mahkeme bunu Ermeni soykırımının inkarı olarak kabul etmiş ve tarihçiyi sembolik olarak 1 Frank para cezasına çarptırmıştı.
Londra Üniversitesi'nde eğitim gördü; yüksek lisansını Ortadoğu Tarihi yoğunluklu olmak üzere Tarih konusunda, doktorasınıysa İslam Tarihi konusunda yaptı. Paris Üniversitesi'ndeki araştırmaları sırasında Türkçe öğrendi. 1938 yılında ders vermeye başladı. 1974'e kadar Londra Üniversitesi'nde, 1974-1986 arasındaysa Princeton Üniversitesi'nde hocalık yaptı. 1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü aldı. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğusu ve Osmanlı Devleti'dir.
Başlıca Yapıtları: The Arabs in History ("Tarihte Araplar", 1950), The Emergence of Modern Turkey ("Modern Türkiye'nin Doğuşu", 1961), The Assassins ("Haşhaşiler", 1967), The Muslim Discovery of Europe ("Müslümanların Avrupa'yı Keşfi", 1982), The Political Language of Islam ("İslam'ın Siyasal Söylemi", 1988), Race and Slavery in the Middle East: an Historical Enquiry ("Orta Doğu'da Irk ve Kölelik: Tarihsel Bir İnceleme", 1990), Islam and the West ("İslam ve Batı", 1993), Islam in History ("Tarihte İslam", 1993), The Shaping of the Modern Middle East ("Modern Orta Doğu'nun Oluşumu", 1994), Cultures in Conflict ("Çatışan Kültürler", 1994), The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years ("Orta Doğu: Son 2000 Yılın Kısa Bir Tarihçesi", 1995), The Future of the Middle East ("Orta Doğu'nun Geleceği", 1997), The Multiple Identities of the Middle East ("Orta Doğu'nun Çoklu Kimliği", 1998), A Middle East Mosaic: Fragments of life, letters and history ("Bir Orta Doğu Mozaiği: Hayat, Mektup ve Tarih Vesikaları", 2000).
Türkçede yayımlanmış yapıtları: Modern Türkiye'nin Doğuşu (1988), İslam'ın Siyasal Söylemi (1993), Ortadoğu: Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi (1996), İslam Dünyasında Yahudiler (1996), Müslümanların Avrupa'yı Keşfi (1997), Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler (1999), Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği (2000), Tarihte Araplar (2000), Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah (2012).
1998 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'ne layık görüldü.
Lewis, Ermenilerin bağımsızlık hareketlerinin diğer azınlıkların bağımsızlık hareketleriyle karşılaştırıldığında Osmanlı Devleti için en ciddi tehdit olduğunu bildiriyor. Lewis'e göre, Türkler, fethettikleri Sırp, Bulgar, Arnavut ve Rum ülkelerinden isteksiz de olsa vazgeçebiliyorlardı çünkü sonuçta uzak olan illerden vazgeçiyorlardı ve devletin sınırlarını "kendi evlerine" yaklaştırıyorlardı. Ermeniler ise, Türklerin anavatanlarının üzerinde yaşıyorlardı. Bu topraklardan vazgeçmek, devleti küçültmek ile değil, devletin parçalanması ile eşanlamlıydı.
Lewis, bu satırları 1966 tarihli "The Emergence of Modern Turkey" ("Modern Türkiye'nin doğuşu") adlı kitabının eski basımında yazıyordu.
Lewis, daha sonra fikir değiştirdi. Aynı kitabın 2002 seneli basımında son cümleyi değiştirdi: kitapta "holokost" yerine "slaughter" (kırım, katliam) ve "1,5 milyon Ermeni ölümü" yerine "1 milyondan fazla Ermeni ve bilinmeyen sayıda Türk öldü" yazıyor.
1993 senesinde "Le Monde" gazetesine verdiği röportajda, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu söylemişti. Lewis, Ermenileri yok etmek için bir plan olmadığını, Osmanlı belgelerinin Ermenileri "kovmak" / "zorunlu yer değiştirmek" ("expulsion") niyetini ispatladığını ancak "kökten yok etmek" ("extermination") niyetini ispatlamadığını söyledi. 1 Ocak 1994'te, Osmanlı hükümetinin Ermenileri yok etme niyeti olduğuna dair güvenilir kaynaktan hiçbir delil yok, dedi. Daha sonra, 2002 senesinde "The Emergence of Modern Turkey" kitabının, yukarıda sözü edilen cümle değişimini gerçekleştirdi.
Robert Graves
Robert von Ranke Graves (d. 24 Haziran 1895 – ö. 7 Aralık 1985), İngiliz akademist, şair ve romancı.
Hayatı boyunca 140'dan daha fazla eser üretti. Anglo-İrlandalı yazar Alfred Perceval Graves'nin oğludur. Tarihçi Leopold von Ranke annesinin amcasıdır.
Kemalettin Kamu
Kemalettin Kâmi Kamu (d. 15 Eylül 1901, Bayburt - ö. 6 Mart 1948, Ankara), ""Gurbet Şairi"" olarak tanınan Türk şair ve siyasetçi.
Şiirleri okul kitaplarına giren, yurt genelinde tanınan bir şairdir. VI., VII. ve VIII. dönem TBMM'de milletvekili olarak görev yapmıştır.
1901 yılında Bayburt'ta doğdu. Babası, Kılıçoğlu Osman Nuri Efendi'dir. Çocukluğu babasının memur olarak bulunduğu Erzurum dolaylarında geçti.
1910'da dışarıdan sınava girerek orta birinci sınıfta öğrenim görme hakkı elde etti. Erzurum'da başladığı ortaokulu, babasının mal müdürü olarak bulunduğu Refahiye'de bitirdi. Refahiye'de iken Erzurum'un işgal edildiği haberini alan babasının kalp sektesinden ölmesi üzerine aile, Refahiye'den ayrılmak zorunda kaldı. Annesiyle önce Sivas'a sonra Kayseri'ye göç etti. Bir süre Bursa'da matematik öğretmeni olan ağabeyi Hüsnü Bey'in yanında bulundu, ardından İstanbul'a giderek öğrenimine devam etti. İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'nda okuyan Kemalettin Kamu'nun, bu yıllarda yazdığı şiirleri Süleyman Nazif'in gazetesinde yayımlandı. İstanbul'un işgali üzerine ünlü ""Gurbet"" şiirini kaleme aldı ve işgal altındaki şehri terkedip Ankara'ya gitti. İzmir'in işgali üzerineyse ""Türk'ün İlahisi"" adlı şiirini yazan şairin Kurtuluş Savaşı yıllarında yazdığı şiirler okul kitaplarına girdi, yurt genelinde tanınan ve sevilen bir şair oldu. Kimi şiirleri bestelenip şarkı veya marş oldu. İstiklâl Marşı seçimine de katıldı.
Çankaya isimli şiiri ile Cumhuriyete olan bağlılığını bir dini inanca dönüştürmüştür. Büyük tepki toplayan Çankaya şiirinin Yozgat milletvekili olan Ahmet Cevdet Taflıoğlu'na ait olduğunu söylense de bu şiirin Kemalettin Kamu tarafından 1934 tarihinde Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlandığı ifade edilmektedir.
Kemalettin Kamu, Ankara'da Matbuat Genel Müdürlüğü'nde çalıştı. Kısa süre sonra başyazar oldu ve ajansın 11 kişilik kurucular heyeti içinde yer aldı.
25 yaşında aşık olduğu genç kız ile evlenme hazırlığında iken bir anlaşmazlık sonucu evlilikten vazgeçti ve ömrü boyunca yalnız yaşadı . ""İntizar"” adlı ünlü şiirini hayalkırıklığı ile sonuçlanan bu ilişkisi üzerine yazdı.
1933 yılında Anadolu Ajansı temsilcisi olarak gittiği Paris'te Siyasal Bilimler alanında eğitim gördü. Soyadı Kanunu çıkınca "bir ülkede yaşayanların tamamı" anlamına gelen Kamu'yu seçti. 1938 yılında öğrenimini tamamlayıp Paris'ten dönünce önce İstanbul'a, sonra Ankara'ya gitti. Şiirlerinin yanı sıra ekonomi ile ilgili çalışmalar da yaptı.
1939'da Rize milletvekili olarak meclise girdi. 6. 7. dönemlerde Rize, 8. dönemde Erzurum milletvekili olarak TBMM'de yer aldı. SBir yandan da Türk Dil Kurumu'nda "terim kolu başkanlığı" yaptı.
Bir süre sonra annesini kaybedince tüm sevgisini yeğenlerine verdi. Ankara'da ani bir kalp krizi ile hayatını kaybetti. Ankara Cebeci Mezarlığı'na defnedildi.
Kemalettin Kamu'nun ilk şiiri “"Şam"”, Bursa Mecmuası’nda çıkmıştı. Ününü kazandıran ikinci şiiri “"Türk’ün İlahisi"” Büyük Mecmua’da yayımlandı Kurtuluş Savaşı yıllarında ""Dergâh"" dergisinde yazdığı şiirlerle ün kazandı. ""Varlık ""ve ""Oluş"" dergilerinde de şiirlerini yayımladı.
Başlangıçta aruz ölçüsü ile yazan Kamu daha sonra hece ölçüsüyle ve sade |
bir dille Millî Edebiyat akımına bağlı yurt sevgisi, gurbet, aşk konularını işleyen şiirler yazmıştı. Şiirleri ölümünden sonra Rifat Necdet Evrimer tarafından ""Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri"" (1949) adlı kitapta toplandı.
İstiklâl Marşı adayı şiiri
Gözyaşına veda et ey güzel Anadolu
Hakkını korur elbet Türk'ün bükülmez kolu
Cenk ederiz genç koca bugün değil yarın da
Yadımız ağladıkça İzmir ezanlarında
Hakk yolunda kan olur dünyalara taşarız
Ya şerefle vurulur ya efendi yaşarız
Her gün yeni bir hile arkasından satıldık
Her gün yeni bir dille yurdumuzdan atıldık
Yeter ey Kâbe'mizi elimizden alanlar
Alıkoyamaz bizi yolumuzdan yalanlar
Hangi alçak el alır el zinciri boynuna
Kim Yunan'ı bırakır Türk kızının koynuna.
Biz ki Türk'üz muhakkak, her milletten uluyuz.
Yeryüzünde biz ancak yurdumuzun kuluyuz.
Yurt yolunda kan olur, dünyalara taşarız.
Ya şerefle vurulur, ya efendi yaşarız.
Gurbet şairi olarak tanınmasına neden olan şiiri
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde!
Eriyorum git gide,
Elveda her ümide,
Gurbet benliğimi de
Bitirmiş bir içimde!
Ne arzum, ne emelim,
Yaralanmış bir elim,
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde!
Çankaya şiiri
Ebedi bir güneşle
Burada doğdu Gazi,
Yaprak yığını gibi
Burada yandı mazi.
Burada erdi Musa,
Burada uçtu İsa;
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun;
Kabe Arap’ın olsun
Çankaya bize yeter...
Düyûn-ı Umûmiye
Düyun-u Umumiye (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi), 1881-1939 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun dış borçlarını denetleyen kurumdur.
II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, "Genel Borçlar" anlamına gelir. Düyun-u Umumiye kurulduğu yıldan itibaren, Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik ve mali yaşamı üzerinde etkili bir rol oynamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanıldığı halde, hükümetin eline yalnızca 127 milyon lira geçmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, ilk dış borçlanmasını, Kırım Savaşı sırasında, savaş maliyetlerini karşılamak için gerçekleştirdi. Ancak mali durumu düzelmeyen devlet, savaştan sonra da borç almayı sürdürdü. Bundan sonra da borçlanmayı neredeyse alışkanlık haline getiren Osmanlı İmparatorluğu, yaşadığı her ekonomik sıkıntıda dış borç almaya başladı. Bu borçların verimli kullanılamaması sonucu, kısa sürede, değil borçlar, faizleri bile ödenemez hale gelindi. 1874'te devlet mali iflasın eşiğine geldi ve bir kararname çıkardı. Bu kararnamede, Osmanlı İmparatorluğu vadesi gelen borç taksitinin ancak yarısını ödeyeceğini açıklıyordu. Ancak açıklanan bu söz de yerine getirilemedi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Osmanlı yönetimi yeni bir mali bunalıma sürüklendi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri'nden almış olduğu iç borçlarını da ödeyemeyeceğini açıkladı.
Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı İmparatorluğu, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan imparatorluk, 1879'da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881'de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kaldı.
Lozan Antlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu'nu yarı sömürge seviyesine indiren bu kurumun vergi gelirlerini denetlemesi sona erdirildi. Sadece borçların alacaklılara paylaştırılması görevini sürdürmeye devam etti.
Bu borçlar, İmparatorluk çöktükten sonra, İmparatorluk topraklarında kurulan devletler ve Türkiye arasında paylaştırıldıysa da en büyük borç yükü Türkiye'ye verilmiştir.
Türkiye Düyun-u Umumiye'ye olan borcunun son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam bir yüzyıl sonra, 1954'te ödedi. Borçlanma döneminde Fransa 1881'de Tunus'u işgal etti, Birleşik Krallık 1869'da Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla daha da değerlenen Mısır'ı Uzak Doğu'daki sömürgelerine giden yolun güvenliği için 1882'de işgal etti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1908'de Bosna-Hersek'i topraklarına kattı, Girit halkı 1908'de Yunanistan'a katıldığını açıkladı, Bulgaristan 1908'de bağımsızlığını ilan etti.
Düyun-u Umumiye Binası, 1897 yılında Fransız kökenli levanten mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiştir. Bina 1933 yılında Atatürk'ün emri ile İstanbul Lisesi'nin kullanımına verilmiştir. İstanbul Lisesi günümüzde bu binada eğitim vermeyi sürdürmektedir.
Türk İntikam Tugayı
Türk İntikam Tugayı (TİT), 1970'li yıllarda Kıbrıs'ta sol görüşlü Kıbrıs Türklerine ve 12 Eylül Darbesi'ne kadar geçen süreçte Türkiye'de solcu olarak bilinen kişi ve gruplara karşı suikast ve çoğunluğu ölümle sonuçlanan saldırıları düzenlediği iddia edilen yasa dışı antikomünist aşırı milliyetçi örgüt. TİT olarak üstlendikleri eylemler haricinde, bünyesindeki isimler ve lider kadrosu hiçbir zaman açığa çıkmamıştır.
12 Eylül Darbesi'nin ardından bir anda ortadan kaybolan ve uzunca bir süre duyulmayan örgütün adı, 1990'lı yılların ortalarından itibaren kimi eylemlerin sonucunda kullanılmış, fakat sonradan bu ismi kullanan grupların birbirleriyle bir alakalarının olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle, günümüzde varlıklarını sürdürmedikleri, fakat kimi küçük aşırı milliyetçi grupların TİT'in mirasçılığına soyundukları söylenebilir. Ergenekon davası sırasında mahkeme tarafından örgüt hakkında bilgi talebi üzerine MİT "TİT adının 1978 yılından beri solcu kesimin korkutulması amacıyla aşırı milliyetçi unsurlarca kullanıldığı, TİT adının hedef alınan şahıs veya kuruluşları psikolojik yönden etkilemek ve korkutmak amacıyla zaman zaman kullanıldığı, örgütün merkez komitesi ve organik yapısının oluşmadığı, paravan bir isim olarak kullanıldığı" belirtilmiştir.
Kıbrıs Türkü gazeteci yazar Fatih Çevik'in 7 Temmuz 1996'da evinin önünde öldürülmesinin ardından basında cinayeti Türk İntikam Tugayı'nın üstlendiğine dair haberler yer aldı.
12 Mayıs 1998'de, dönemin İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'a suikast girişiminde bulunan Demir Demirok ve Selçuk Gürz'ün azmettiricisi olan Semih Tufan Gülaltay hakkındaki mahkeme kayıtlarında Türk İntikam Tugayı üyesi olduğu iddiası yer aldı. 17 Mayıs 2006'da, Danıştay İkinci Dairesi'ne silahlı saldırı düzenleyen Alparslan Arslan ile birlikte adı geçen Saim Özmen'in, Semih Tufan Gülaltay ile bağlantı içinde olduğu iddia ediliyor.
2005 yılında İnsan Hakları Derneği İstanbul şubesi başkanı avukat Eren Keskin, Marmara bölge temsilcisi Doğan Genç, İstanbul şubesi yönetim kurulu üyesi Şaban Dayanan ve derneğin genel başkan yardımcısı Kiraz Biçiçi'nin ev ve iş yeri adreslerine gönderilen Türk İntikam Tugayı imzalı mektupta şu sözler yer aldı:
Kıbrıs'ta kayıp Türk ve Rumları aramak üzere 1981 yılından bu yana faaliyet gösteren Kayıp Şahıslar Komitesi'nin Türk üyesi Gülden Pülümer Küçük, altında örgütün imzası bulunan bir tehdit mektubu aldığını açıkladı.
Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından "Agos" gazetesine Türk İntikam Tugayı tarafından gönderildiği öne sürülen 20 Ocak 2007 tarihli e-postada, ""Ayağınızı denk almazsanız bir dahaki sefere Agos binasını havaya uçuracak kadar patlayıcı madde elimizde var"" şeklinde tehditte bulunulduğu açıklandı. Bir sonraki tehdit mektubunun İstanbul Emniyet Müdürlüğü mail adresine atıldığı ve ölüm listesinde bulunan kişilerin sanatçı Ferhat Tunç ile dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Hakkari Belediye Başkanı Metin Tekçe olduğu açıklandı.
30 Mayıs 2008'de, örgüt imzası taşıyan bir elektronik postada, "Agos" ve "Radikal İki" yazarı Baskın Oran'ın Hrant Dink'ten sonra yeni hedef olduğu açıklandı.
25 Haziran ve 17 Temmuz 2011' de Evrensel gazetesine gönderilen Türk İntikam Tugayı imzalı tehdit mektuplarında "15 Ağustos 2011' e kadar taleplerinin yerine getirilmemesi durumunda Diyarbakır ve İstanbul'da kanlı eylemler yapılacağı" ifade edilmiştir.
Kendilerini Türk İntikam Tugayı üyeleri olarak tanıtıp, "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım imzalı mektuplarla fidye isteyen Ahmet Mert Kuştekin, Metin Kuştekin, Murat Galata ve Alp Babacan adlı dört kişi, 2005 yılında 8'er yıl 4'er ay ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Sanıklar olayda Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım'dan 1 milyon dolar, öldürülen tefeci Nesim Malki'nin eşi Meri Malki'den de 600 bin dolar istemişlerdi.
Mart 2012' de “Türk İntikam Tugayı (TİT) Tuğra Grubu” imzasıyla İmmap Ltd. sahibi İlhan Mustafa Yeniada tehdit mektubu yollanmış ve kendisinden 100 bin Sterlin talep edilmiştir.
12 Eylül 2006 tarihinde, Diyarbakır Koşuyolu Parkı'nın ihata duvarı dibine 12 litrelik su termosu içine yerleştirilen A-4 tipi bombanın telsiz düzeneğiyle patlatılması sonucu 7'si çocuk 10 kişi öldü, 16 kişi de yaralandı. Patlamanın ardından Türk İntikam Tugayı'na ait bir İnternet sitesinde bombanın fotoğrafları ortaya çıktığı iddia edildi.
Emniyet Genel Müdürlüğü yapılan araştırmalar neticesinde, kullanılan bomba düzeneğinin PKK tarafından daha önce Diyarbakır'da dört ayrı eylemde kullanıldığını tespit etti. Ancak internetteki bir site aracılığı ile eylemi üslenen grubun Türk İntikam Tugayı olması kafaları karıştırdı ve araştırmalar bu yönde derinleştirildi. Yapılan araştırmaların sonucunda eylemin failleri yakalanarak adalet karşısına çıkarıldı. Ancak yine de aksi açıklanmadı.
mynet, 21 Nisan 2009 URL erişim tarihi 21 Nisan 2009
Kendisini TİT üyesi olarak tanıtan ve "Veli Küçük paşanın emriyle hareket ediyorum" dediği polis tarafından saptanan Vatan Bölükbaşı adlı bir kişi, Ergenekon örgütüne yönelik operasyonlarda tutuklandı.
Nil-Sahra dilleri
Nil-Sahra dilleri, Nubiya da dahil olmak üzere, Chari ve Nil nehirlerinin üst kısımlarında konuşulan |
bir Afrika dilleri grubudur. Merritt Ruhlen'in 1987 yılındaki hesaplarına göre, Nil-Sahra dilleri kabaca 11 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Bu dil ailesi kendi içinde aşırı derecede farklılıklar gösterir ve Hint-Avrupa ve hatta Nijer-Kongo dillerine göre bile çok daha fazla olan bu farklılıklar nedeniyle de tartışmalı durumdadır. Az sayıda tarihsel dil bilimci bu aileyi bir bütün olarak çalışmaya çaba göstermiş ve bunların bazıları da geçerliliğini reddetmiştir. Özellikle tartışmaya yol açan konu, Songhay dillerinin eklenmesidir.
Nil-Sahra dilleri, Joseph Greenberg'in Lionel Bender tarafından üzerinde değişiklik yapılmış ve Ethnologue tarafından benimsenmiş görüşlerine göre (Afrika Dilleri, "The Languages of Africa"), aşağıdaki dallara sınıflandırılmıştır:
Anbessa Tefera ve Peter Unseth'in fikirlerini izleyen Ethnologue, henüz kesin bir sınıflandırılması olmayan Şabo dilini Nil-Sahra ailesi içine dahil etmektedir. Bazen bu dil, Christopher Ehret'in fikrini takiben, izole bir dil olarak tanımlanır.
Roger Blench'in de aralarında bulunduğu bazı dil bilimcilerin Nil-Sahra ailesinde saydıkları Kadu dillerini ("Kadugli dilleri" veya "Tumtum" olarak da bilinir), Greenberg'i izleyenler Kordofan dilleri içine dahil ederken, Ehret'i izleyenler ise küçük bir izole aile olarak kabul ederler. Songhay dilleri ile dikkate değer benzerlikleri olduğu için, genellikle Nijer-Kongo dilleri içinde sınıflandırılan Mande dillerinin de Nil-Sahra ailesine eklenmesi önerileri kimi zaman yapılmıştır.
Antik Kuş'un nesli tükenmiş Meroitik dili bazen Nil-Sahra ailesinin muhtemel bir üyesi olarak sayılır. Ancak, bu dili kuşkuya yer bırakmadan sınıflandırabilmek için hakkında çok az bilgi vardır. Aynısı, görece daha yakın bir zamanda nesli tükenmiş ve Kuliak ve Nil dilleri ile ilişkisi olduğu öne sürülmüş olan Uganda'nın Oropom dili (şayet varolmuşsa) için de söylenebilir.
Nil-Sahra ailesinin dış akrabalıkları üzerine yapılan önermeler genellikle Nijer-Kongo dilleri merkezlidir:
Ancak, çoğu tarihsel dil bilimci böyle teorilere çekince ile yaklaşmaktadır.
Lionel Bender, kendisine ait 1989 sınıflandırmasında ufak değişiklikler yaparak, aşağıdaki şekilde sınıflandırmıştır:
Christopher Ehret, Nil-Sahra dillerinin sınıflandırılmasını tekrar düzenleyerek, aşağıdaki şekilde detaylı olarak açıklamıştır:
Hasekura Tsunenaga
Taiko Hideyoshi'nin emrinde 1592 ve 1597 yılları arasında, Japonya'nın Kore'ye saldırısına katılmış kıdemli bir samuray olduğunu gerçeği dışında, Hasekura Tsunenaga'nın yaşamının erken dönemleri hakkında çok az bilgi vardır.
İspanyollar Meksika ("Yeni İspanya") ve Çin arasında Pasifik ötesi seferlere başlamıştı. Bölgesel üsleri Filipinler üzerinden gidiyorlardı. Bu seferlere Andrés de Urdaneta'nun 16. yüzyılda yapmış olduğu seyahatlerin ardından başlamışlardır. 1571 yılında Manila Asya bölgesindeki kusursuz üsleri olmuştu.
Kötü hava koşulları nedeniyle İspanyol gemileri Japon sahillerinde belirli aralıklarla kazaya uğruyorlardı. İspanyollar hristiyanlık inancını Japonya'da yaymak istiyorlardı. Etkilerini Japonya'da genişletme çabaları cizvitler (Jesuits), ülkede 1549 yılında İncil'in mesajını bildirmeye çalışan kişiler, tarafından sert bir dirençle karşılandı. Aynı şekilde Portekizliler ve Hollandalılar da İspanyolların Japonyada ticarete katılmalarını istemedikleri için karşıydılar.
1609 yılında İspanyol kalyonu "San Francisco" Manila'dan Acapulco'ya giderken kötü hava koşulları ile karşılaşmıştır ve Japon sahilininde Tokyo yakınında bulunan Chiba'da kaza geçirmiştir. Denizciler kurtarılmış ve hoş karşılanmışlardır, geminin kaptanı Rodrigo de Vivero Tokugawa Ieyasu ile tanışmıştır.
29 Kasım 1609 tarihinde bir antlaşma imzalanmıştır, buna göre; İspanyollar doğu Japonya'da bir fabrika kurabileceklerdi, Nueva España'dan madencilik uzmanları getirilebilecekti, İspanyol gemileri Japonya'yı gerektiği zamanlarda ziyeret edebilecek ve Japon elçiliği İspanyol sarayına gönderilecekti.
Tokyo bölgesindeki halkı kendi dinine çevirmeye çalışan Luis Sotelo isimli Fransiskan bir rahip, Shogun'u kendisini elçi olarak Nueva España'ya göndermesi için ikna etmeye çalışıyordu. 1610 yılında Meksika'ya İspanyol denizciler ve "San Buena Ventura", Shogun için İngiliz maceracı William Adams tarafından yapılmıştır, içinde bulunan 22 Japon ile deniz yolculuğu yapmıştır. Nueva España'ya vardıklarında, Luis Sotelo Genel Vali Luis de Velasco ile görüşmüştür ve Velasco ünlü kaşif Sebastian Vizcaino'yu elçi olarak göndermeye karar vermiştir. Vizcaino'ya ek görev olarak Japonya'nın doğusunda olduğu düşünülen "Altın ve gümüş adalarını" keşfetme görevi verilmiştir.
Vizcaino Japonya'ya 1611 yılında varmıştır, Shogun ve feodal lordlarla birçok görüşmede bulunmuştur. Bu karşılaşmalar Vizcaino'nın Japon geleneklerine karşı olan saygısızlığından, Japonların Katolik dinine döndürülme çalışmalarına karşı direnç göstermelerinden ve Hollandalıların İspanyolların tutkularına karşı yaptıkları entrikalardan dolayı lekelenmiştir. Vizcaino sonunda "Gümüş adasını" bulmak için bölgeyi terketmiştir, arayışlarında kötü hava koşulları ile karşılaşmış ve Japonya'ya büyük hasarla geri dönmek zorunda kalmıştır.
Shogun Vizcaino'yu Nueva España'ya Japon elçisi Luis Sotelo ile birlikte geri getirmek için Japonya'da bir kalyon yapmaya karar vermiştir. Sendai Daimyo'su Date Masamune projenin başına koyulmuştur ve Masamune yardımcılarından Hasekura Tsunenaga'yı görevin liderliğine getirmiştir. Japonlar tarafından "Date Maru" daha sonra İspanyollar tarafından "San Juan Bautista" olarak isimlendirilen kalyonun yapımı Bakufu'dan gelen teknik uzmanların katılımıyla 45 gün sürmüştür ve yapımında 800 tersane işçisi, 700 demirci ve 3.000 marangoz çalışmıştır.
Japon elçiliğinin amacı Madrid'de İspanyol hükümdarı ile ticaret anlaşmaları konuşmak ve Roma'da Papa ile görüşmekti. Sotelo, kendi kendisine görevin amacının dini olduğunu vurgalamaktaydı ve ana amacın kuzey Japonyada Hristiyanlık inancını yaymak olduğunu iddia ediyordu:
Tamamlanmasının ardından gemi 28 Ekim 1613 tarihinde Meksika'da bulunan Acapulco'ya 180 kişiye yola çıkmıştır. Gemide bulunanların içinde; Shogun'un 10 samurayı (Donanma Bakanı Mukai Shogen Tadakatsu tarafından tedarik edilmiştir), Sendai'den 12 samuray, 120 Japon tüccar, denizciler, hizmetçiler ve yaklaşık 40 İspanyol ve Portekizli bulunmaktaydı.
Gemi Acapulco'ya üç aylık deniz yolculuğunun ardından 25 Ocak 1614 tarihinde ulaşmıştır, ve elçilik büyük bir merasimle karşılanmıştır. Elçiliğin esas görevi Avrupa'ya gitmekti. Elçilik Meksika'da biraz zaman geçirdikten sonra Don Antonio Oquendo'nun donanmasıyla Veracruz'a gitmiştir. Donanma 10 Temmuz'da Avrupa'ya yola çıkmıştır. Hasekura Japon gruplarının bir çoğunu döneceği tarihe kadar arkasında Acapulca'da bırakmak zorunda kalmıştır.
Donanma Sanlucar de Barrameda'ya 5 Ekim 1614'te varmıştır.
Japon elçiliği İspanya Kralı Philip III ile Madrid'de 30 Ocak 1615 tarihinde görüşmüştür. Hasekura Krala Date Masamune'den olan mektubu iade etmiştir, aynı şekilde bir antlaşma önermiştir. Kral bu istekleri sağlamak için elinden geleni yapacağını söylemiştir.
Hasekura 17 Şubat'da kralın kendi şapel papazı tarafından vaftiz edilmiş ve "Felipe Francisco Hasekura" ismini almıştır.
İspanya içinde seyahat ettikten sonra, elçilik üç İspanyol fırkateyni ile İtalya'ya doğru Akdenize yelken açmıştır. Kötü hava koşullarından dolayı, birkaç gün Fransa'da kalmak zorunda kalmışlar ve Saint Tropez limanına yaklaşmışlardır. Orada yerel soylular tarafından karşılanmışlar ve halk onları oldukça duyarlı karşılanmıştır.
Şehrin tarihinde Japon elçiliğinin ziyareti "Japonya'nın Woxu Kralı Date Masamunni'den Papa'nın elçisi Philip Francis Faxicura" olarak kayıtlıdır.
Birçok hareketlerinin pitoresk (resim konusu olmaya değer) detayları kayıtlıdır:
Hasekura Tsunenaga'nın 1615'teki St Tropez ziyareti Fransız-Japon ilişkilerinin ilk kayda geçenidir.
Japon Elçiliği Papa Paul V ile Roma'da Kasım 1615'te görüşecekleri İtalya'ya gitmişlerdir. Hasekura Papa'ya süslü mektubu iade etmiştir, mektubun içinde Japonya ve Meksika arasında ticaret antlaşması ve Hristiyan misyonerlerin Japonya'ya gönderilmesi istekleri vardı.
Papa misyonerleri gönderme konusunda onay vermiştir fakat ticaret konusunu İspanya Kralı'na bırakmıştır. Papa Date Masamune'ye bir mektup yazmıştır, mektubun bir kopyası hâlâ Vatikan'da görülebilmektedir.
Ayrıca Roma Senato'su Hasekura'ya onursal Roma Vatandaşlığı vermiştir. Bu belgeyi Japonya'ya geri getirmiştir ve şu anda Sendai'de korunmaktadır.
Elçiliğe 1615-1616 yıllarında eşlik eden İtalyan yazar Scipione Amati, Roma'da "Voxu Krallığı'nın Tarihi" isimli bir kitap yayımlamıştır.
1616'da, Fransız yayımcı Abraham Savgrain Hasekura'nın Roma ziyareti ile ilgili bir tarif yayımlamıştır: "Récit de l'entrée solemnelle et remarquable faite à Rome, par Dom Philippe Francois Faxicura" ("Dom Philippe Francois Faxicura'nun Roma'ya ağırbaşlı ve dikkat çekici girişi").
Sotelo ayrıca Papa ziyaretini 1634 tarihli "De ecclesiae Iaponicae statu relatio" kitabında tarif etmiştir.:
Hasekura İspanya'da ikinci kez Kral ile görüşmüştür. Japon elçisinin Japon yönetici Tokugawa Ieyasu'nun resmi elçiliği olarak görünmemesi nedeniyle Kral ticaret antlaşmasını reddetmiştir. Aksine Tokugawa Ieyasu Ocak 1614'te Japonya'daki misyonerlerin kovulmasını resmi ferman ile ilan etmiştir ve Japonya'da Hristiyan inancına mensup kişilere zulmetmeye başlamıştır.
Elçilik Avrupa'da iki sene kadar zaman geçirdikten sonra Seville'yi 1617 yılında terkederek Meksika'ya yola çıkmıştır, fakat bazı Japonlar İspanya'da Seville yakınlarındaki bir kasabada (Coria del Río) kalmışlardır, bugün hâlâ onların soyundan gelenler "Japón" soyismini kullanmaktadırlar.
1618 Nisan'ında San Juan Bautista Meksika'dan Filipinlere varmıştır, gemide Hasekura ve Luis Sotelo bulunmaktaydı. Gemi İspanyol hükümeti tarafından Hollandalılara karşı bir savunma kurulması amacıyla tedarik edilmişti. Hasekura Japonya'ya 1620 Ağustos'unda dönmüştür.
Hasekura'nın döndüğü zamanda, Japony |
a oldukça büyük ölçüde değişmişti: 1614 yılından beri devam eden Hristiyanlığı kökünden yok etme çalışmaları ve Japonya "Sakoku" izole devrine doğru ilerlemekteydi. Bu eziyetlerden dolayı, Meksika ile kurmaya çalıştığı ticaret anlaşmaları geri çevrilmiştir.
Her ne kadar Hasekura'nın Bakufu hükümetine gezisi hakkında bir rapor yazdığı kayıtlarda olsa da, sonunda elçiliği çok az sonuç almış gibi görünmüştür. Shogun'un İspanya ile 1623 yılında ticaret ilişkilerini ve 1624 yılında diplomatik ilişkileri kesmesine neden olarak, bir ihtimal de Hasekura'nın İspanyol gücüne ve sömürgeci yöntemlerine Nueva España'da (Meksika) şahit olması ve bunları Shogun'a anlatması olduğu düşünülmektedir.
Hasekura'ya ne olduğu bilinmemektedir ve son yılları hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır. Bazıları kendi isteğiyle Hristiyanlığı terk ettiğini, diğerleri inancından dolayı şehit edildiği ve diğerleri ise gizlice Hristiyanlık inancını devam ettirdiğini söylemektedir.
Sotelo'nun 1634 yılından son yılları hakkında yazdığı yazıda, Hasekura'nın Japonya'ya bir kahraman olarak döndüğü ve Hristiyan inancını yaydığına dair rivayetler vardır:
Ayrıca Hasekura Japonya'ya çeşitli Katolik eserleri getirmiştir, fakat sonuçta el koyulmuş ve Bakufu tarafından saklanmışlardır. Sotelo'nun zafersel tariflerinin aksine ve daha fazlası Bakufu'nun Japonya'da Hristiyanlığı bastırmasına rağmen. Hristiyan merasim cüppesi gibi eserler şu anda Sendai Şehir Müzesi'nde (仙台市博物館) korunmaktadırlar.
Hasekura Tsunenaga 1622 yılında ölmüştür ve mezarı Enfukuji (Japonca: 円長山円福寺) Miyagi'de bir Budist tapınağındadır.
Hasekura'nın gezileri Bakufu tarafından o kadar iyi saklanmıştı ki varlığı Japonya'da bile unutulmuştu. Ülkenin tekrar sakoku izolasyon devrinden çıkmasından sonra, 1873 yılında Avrupa'ya giden başında Iwakura Tomomi olan Japon elçilik (Iwakura görevi) tarafından İtalya Venedik'de gösterilen belgeler ile Hasekura'nın seyahatlerinden haberdar olmuşlardır..
Uncial
Uncial (İngilizce), eski elyazmalarında kullanılan bir majüskül yazı stilidir. 3. ile 8. yüzyıllar arasında Latin ve Yunan dilindeki yazmalarda yaygın olarak kullanılmıştır. 8. yüzyıldan 13. yüzyıl'a daha çok başlıklarda ve kitap isimlerinde kullanılmıştır.
Meroe
Meroe (Meroë olarak da yazılır). (Meroitik: "Medewi" ya da "Bedewi"; Arapça: ve "Meruvi", Grekçe: "Μερόη", "Meróē") Sudan’da Hartum’un yaklaşık 200 km kuzey doğusundaki Shendi yakınında, Kabushiya tren istasyonunun yaklaşık 6 km kuzey doğusunda ve Nil nehrinin doğu kıyısında bulunan antik kentin ismidir. Kentin yakınında Bagrawiyah ismi verilen bir grup köy bulunur. Bu şehir birkaç yüzyıl boyunca Kuş Krallığının başkenti olmuştur. Kent ismini günümüzde Butana bölgesindeki Meroe Adasına vermiştir. Butana, üç tarafı Nil (Atbarah Nehri'nden Hartum'a kadarki bölümü), Atbarah ve Mavi Nil nehirleri ile çevrilmiş bir bölgedir. Butana bölgesinde Meroe'nin yanı sıra isimleri Musawwarat es-Sufra ve Naqa olan iki Meroitik kenti daha vardır.
Kush Krallığı'na ev sahipliği yapan Meroe kenti orta Nil bölgesinde kurulan erken devletlerden birini temsil etmektedir. Sahra'nın güneyinde bulunan en eski ve en etkileyici devletlerden biridir.
Meroe şehrinin yeri, birçoğu yıkıntı durumda, üç grup halinde iki yüzden fazla piramitle bellidir. Bunlar farklı boyut ve oranları nedeniyle Nubiya piramitleri olarak tanımlanır.
Meroe MÖ 800 - MS 350 yılları arasında Kush Krallığı ya da Napata / Meroitik Krallığı'nın güney başkentiydi. Kısmen çözülen Meroitik metinlere göre, şehrin adı Medewi ya da Bedewi olarak da bilinmektedir.
Kazılar önemini gösteren kanıtları ortaya çıkartmıştır, bunlar Napata Devri yerleşimi (batı mezarlığı) dolaylarında (yaklaşık MÖ 800 - MÖ 280) keşfedilen üst sınıf Kushîlere ait definleridir.
Meroe kültürü Antik Mısırın Kush kökenli 25. Hanedan döneminde gelişmiştir. Kentin önemi Meroitik devrin başlangıcı ile yavaş yavaş artmıştır, Arrakkamani hükümdarlığı döneminde (yaklaşık MÖ 280) kraliyet gömü alanı Napata'dan (Jebel Barkal) Meroe'ye taşınmıştır.
Roma'nın Antik Mısır'ı ele geçirmesi, Meroe ve Roma arasında sınır çatışmalarına yol açmıştır. MÖ 23 yıında Roma'nın Mısır valisi Publius Petronius, Meroe akınlarını sona erdirmek için Mısır'ın güneyinde Nubiya'yı işgal etmiş ve kuzeye dönmeden önce Napata'yı yağmalamıştır (MÖ 22). Meroe misilleme olarak güney Mısır'daki kentlere saldırarak pek çok değerli mal ve heykelin yanı sıra imparator Augustus'un heykelinin kafasını da yağmalayıp ve kendi tapınaklarından birinin merdivenlerinin altına gömmüştür. MÖ 22 yılında Roma ve Meroe arasında imzalanan barış anlaşmasıyla Roma, Augustus'un büstü de dahil olmak üzere yağmalanan heykellerin çoğunu sağlam olarak geri almıştır. Bu büst günümüzde British Museum'da sergilenmektedir.
Roma ve Meroe arasındaki bir sonraki savaş MS 61 yılında olmuştur. İmparator Neron tarafından gönderilen Roma ordusunu Beyaz Nildeki Sudd bataklıklarına kadar ilerlemiş ve burası Roma'nın Afrika'daki nüfuzunun güney sınırı olmuştur. Arkeolojik buluntular, Mısırdaki Roma valisi Petronius'un "cezalandırma seferini" izleyen dönemde Meroe'nin Roma ve Akdeniz ile sağlıklı ticaret ilişkileri kurduğunu ortaya koymuştur. Ancak, Meroe krallığının gücü savaşın yıktığı geleneksel sanayisindeki düşüş nedeniyle 1. veya 2. yüzyılda solmaya başlar.
Eritre Denizi Periplus'ında Meroe kentinden kısaca söz edilmektedir.
Meroe şehrinin son devri Aksumkrallarından birinin isimsiz olarak Meroe'ye diktiği zafer stelesi ile temsil olmaktadır. Yunanca yapılmış bir tarife göre, bu kral "Aksumilerin ve Himyarîlerin Kralıdır", yaklaşık 330 yılında hüküm sürdüğü tahmin edilmektedir. Yakındaki piramitlerde iki arkaik Ge'ez yazısı ile yazılmış kitabe bulunmuştur; krala ait stele ile aynı çağdan mı, daha geç bir tarihe ait mi oldukları kesin değildir.
Meroe, Fransız mineralog Frédéric Cailliaud (1787-1869) tarafından 1821 yılında yayınlanan resimli bir broşürle Avrupalıların bilgisine sunuldu. Çalışma güneydeki bilinen Latince yazıtı da içeriyordu.
1834'te Giuseppe Ferlini tarafından küçük çaplı bazı hazine avları düzenlenmiştir. Giuseppe Ferlini kazılarda bulduğunu ve şu anda Berlin ve Münih müzelerinde bulunan, çoğu mücevherat olmak üzere çeşitli antik eserleri keşfetmiştir (veya keşfettiğini iddia etmiştir).
1844 yılında harabeler Karl Richard Lepsius tarafından daha dikkatle incelenmişlerdir; Lepsius gerçek antika eserlerin yanında birçok plan, kroki ve kopyayı Berlin'e getirmiştir.
Sonraki kazılar 1902 ile 1905 yılları arasında E. A. Wallis Budge tarafından yürütülmüş, bu araştırmaların sonuçları "Mısır Sudan'ı: Tarihi ve Anıtları (The Egyptian Sudan: its History and Monuments)" (Londra, 1907) çalışmasında anlatılmıştır. Piramitler arasındaki yolları yapan askerler Sudan valisi Sir Reginald Wingate tarafından sağlanmıştır.
Piramitlerin düzenli aralıklarla lahitlerin üzerine inşa edildiği bulunmuştur, bu lahitlerin içinde yanmış veya mumyalanmadan gömülmüş cesetler bulunmaktadır. Bulunan en ilginç nesneler ise mabet duvarlarında bulunan kabartmalar, Meroitik dilde yazıtları olan bazı anıtsal dikili taşlar (stele) ve bir miktar metal kap ve çanak çömlektir. Lepsius tarafından zaten tanımlanmış olan kabartmalarda kraliçelerin ve bazı kralların isimleri ile beraber resimleri ve Ölüler Kitabı'nın bazı bölümleri bulunmaktadır. Kabartmaların en iyileri 1905 yılından parçalara ayrılarak, bir kısmı British Museum'a bir kısmı da Hartum'da bulunan müzeye gönderilmiştir. 1910'da Archibald Sayce'nin raporu sonucunda, Liverpool Üniversitesi'nden J. Garstang tarafından kasaba ve mezarlıkta kazılar başlatılmıştır ve Meroe kralları tarafından yapılmış bir sarayın harabeleri ile birkaç tapınak keşfedilmiştir.
Meroe ve civarı 2011 yılı Haziran ayında "Meroe Adası Arkeolojik Alanları" adıyla UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilmiştir.
Meroitik dil
Meroitik dil, Meroë ve Sudan'da Meroitik devirde (yaklaşık MÖ 300 - MS 400 yılları arasında) konuşulmuş ve şu anda kullanılmayan bir dildir. Meroitik alfabe ile yazılmıştır. İki dilli metinlerin eksikliği nedeniyle tam olarak anlaşılamamıştır; anlamları doğrulanmış az sayıdaki kelime diğer dillerle olan genetik ilişkisinin belirlenmesinde yetersiz kalmıştır, fakat bazı dil bilimciler geçici olarak Nil-Sahra dilleri ile ilişkili olduğunu öne sürmüştür, diğerleri ise izole diller arasında saymaktadırlar.
Eski Nubiya dili
Eski Nubiya dili, Orta Çağ Nubiya'sında, 8.-10. yüzyıl arasında kullanılan yazılı dile verilen isimdir. Şu anda bölgede konuşulan Nubiya dillerinin antik bir çeşitidir, özellikle modern Nobiin dilinin muhtemel atasıdır. En azından yüz kadar belge sayfasında korunmuştur, çoğunlukla Hristiyanlık ile ilgili metinlerdir ve Koptik (Yunan) yazısının değiştirilmiş bir şekli ile yazılmıştır; en çok bilineni "Aziz Menas'ın Şehitliği" metnidir. Meroitik, Geez ve Sabaean sayılmazsa en eski Sahra altı Afrika dili ile yazılmış metindir.
Eski Nubiya Yunan alfabesinin bir uncial çeşidi ile yazılmaktaydı. Yunan alfabesine ek olarak üç Koptik harfi — "sh", "h", ve "j" — ve üç Nubiya'ya özgü harf: görünüşte Meroitik yazıdan türemişe benzeyen "ny" ve "w" ve iki Yunan gammasının bağlanmış hali olduğu düşünülen "ng". Aşağıdaki durumlar olduğunda her harfin üzerine bir çizgi çizilirdi:
/i/ sesi ε olarak da yazılabilmektedir, ει, η;, ι, veya υ; /u/ normalde ου olarak yazılmaktadır. Bazen ikili ünlülerde, ι harfinin üzerinde iki nokta konarak yarı-ünlü y harfi olduğu belirtilirdi.
Uzatılarak okunan ünsüz harfler çift olarak yazılırdı; uzun ünlüler genellikle kısalardan ayırdedilmezdi. Tonlar işaretlenmezdi.
Noktalama işaretleri arasında, şunlar vardır: kabaca nokta veya iki nokta üst üste gibi kullanılan, yüksek nokta • (bazen onun yerine çift ters eğik çizgi \\ de kullanılırdı), soru işareti olarak kullanılan eğik çizgi /, metinlerde mısraları ayırmak için kullanılan çift eğik çizgi //.
Eski Nubiya'da ismin cinsi ("gender") veya tanımlık ("article") yoktur. İsim gövdeden ve ona eklenen hal sonekleri ve takılardan oluşur; temel olanlar:
|
En sık kullanılan çoğul eki "-gu-" ekidir; örneğin "uru-gu-na" "kralların", veya "gindette-gu-ka" "dikenler" (nesne), "-agui-" yüklem olarak kullanılmaktadır. Daha ender kullanılan çoğul ekleri, "-rigu-" (örneğin "mug-rigu-ka" "köpekler (nesne)" (yüklem olarak "-regui-") ve "-pigu-" ekleridir.
Temel zamirler:
İşaret zamirleri olarak "in-" "bu", "man-" "şu"; soru zamirleri olarak "ngai-" "kim?", "min-" "ne?", "islo" "nerde?", "iskal" "nasıl?", sayılabilir.
Fiilin beş hali vardır: şimdiki zaman, iki farklı geçmiş zaman, gelecek zaman ve emir kipleri. Her biri için, dilek kipi ve bildirme kipi şekilleri bulunmaktadır. Çekimler özneye (kişiye) göre olur, örneğin, şimdiki zamanda "doll-" "istemek" fiili için:
"Kitka gelgelosuannon Iisusi manyan trika• dolle polgara pessna• papo iskoelimme ikka."
Kelime çevirisi: "Kaya ve-de-onlar-yuvarlandı-uzağa İsa göz çift yüksek kaldırmak o-dedi baba ben-teşekkür sana."
Çeviri: "Ve onlar kayayı yuvarlayarak uzaklaştırdıklarında, İsa, gözlerini yükseğe kaldırarak, dedi: Baba, sana teşekkür ediyorum."
Meroitik yazı
Meroitik yazı, Meroë Krallığı'nın Meroitik dili yazmak için en azından MÖ 200 yılında kullandığı Mısır hiyeroglif ve Demotik kökenli bir alfabedir, ayrıca bir olasılıkla onu izleyen Nubiya krallıklarının dilini yazmak için de kullanılmıştır. Eski Nubiya dili daha sonraları Yunan uncial alfabesi ile yazıldığında bu alfabeye üç tane Meroitik glif (karakter) de dahil edilmiştir.
Meroitik yazı öncelikle alfabetik olduğundan Mısır hiyerogliflerinden tamamen farklı kuralları vardır. Bazı uzmanlar (Haarmann gibi) Yunan alfabesinin Meroitik yazının gelişiminde etkisinin olduğunu düşünmektedirler, buna neden olarak Meroitik yazıda sesli harflerin bulunmasını gösterirler fakat diğer bakımlardan bu harfler Yunanca gibi işlev göstermezler.
Meroitik yazı esasen alfabetiktir, fakat herhangi bir sesli harf yazılmadığı zaman /a/ seslisi varmış gibi varsayılır. Bir sessiz, o sembolün ardına /e/ (fonetik olarak schwa) eklenerek gösteriliyordu. Yani, iki harflik me /me/ hecesi ve yalnız /m/ sessizi ile gösterilebilmekteydi, ma hecesi ise tek harfle ve mi ise iki harfle gösterilmekteydi. Diğer bazı hecelerin özel glifleri vardı. Bu bağlamda tam anlamıyla 'yarı-hecesel' bir yazı olduğu ve sadece yaklaşık aynı zamanlarda ortaya çıkan Hint hecesel (abugida) alfabelerini uzaktan anımsattığı söylenebilir. /n/ ve /s/ gibi çeşitli hece sonu sessiz harfleri çoğu kez koyulmuyordu.
Toplam 23 sembol vardı. Bunlara dört sesli de dahildir:
on dört kadar sessiz, herhangi bir sessiz belirtilmedikçe /a/ seslisi varsayılırdı:
ve çeşitli heceler:
Bazı hecesel seslerin gösterimi ile ilgili tartışmalar sürmektedir: se bir hece miydi yoksa /š/ gibi okunan s 'den farklı bir sessiz miydi; benzer şekilde ne bir hece miydi yoksa /ñ/ sessizi miydi; ve yine t hecesel ti olabilir miydi. Bazı sesler için hecelerin alfabedeki harflerin yerine kullanılmış olmasının, Mereoitik lehçesel değişimlerinin tek bir yazıda birleştirilmesi amacıyla olabileceği öne sürülmüştür.
Meroitik alfabenin iki grafik formu vardır: Mısır hiyerogliflerinden alınmış anıtsal oyma formu ve yine eski Mısır'da kullanılan Demotikten türemiş el yazısı formu. Metinlerin çoğunluğu el yazısı şeklindedir. Mısır yazılarının farklı olarak, Meroitik'in iki formu arasında basit birebir uyuşma vardır, yalnız el yazısı formunda sessiz harfi izleyen i harfi bir bağ ile birleştiriliyordu.
Yazma yönü ya sağdan sola ve yukarıdan aşağıyaydı (el yazısı); veya sütunlarda yukarıdan aşağıya, sağdan sola şeklindedir (hiyeroglifsel form). Anıtsal işaretler Mısır hiyeroglifsel kaynaklarında olduğu gibi metnin başına doğru dönük oluyorlardı.
Ayrıca kelimeleri veya cümle parçaları ayırmak için kullanılan üç yatay veya dikey nokta işareti vardı; bu kullanılan tek noktalama işaretiydi.
Meroitik yazı eğer gerçekten Nubiya krallıkları tarafından kullanılmışsa, altıncı yüzyılda Nubiya'ya Hristiyanlığın gelmesinin ardından yerini Koptik alfabesi almış olmalıdır.
Yazı 1909 yılında Britanyalı Mısır bilimci Francis Llewellyn Griffith tarafından çözülerek okunmuştur. Ancak, dilin kendisi hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır.
Tepecik
HDPE
HDPE, petrolden elde edilen, yüksek yoğunluklu polietilen malzemedir. İsmi İngilizce karşılığı olan "High Density Polyetylene" kelimelerinin kısaltmasından gelmektedir. Sanayi ve imalat sektöründe genelde bu isim kullanılmaktadır. Yaklaşık olarak, 1.75 kg. petrolden , 1 kg. HDPE hammadde elde edilir.
HDPE günümüzde birkaç yöntemle elde edilebilmektedir.
Katalizör olarak heptanda çözünmüş, titan tetraklorid ve alüminyum alkil kullanılır. Polimerizasyon ısısı soğutularak giderilir. Ele geçen polimer formu toz veya granüldür. Sıvı ortamdan süzülerek alındıktan sonra kurutularak ambalajlanır.
HDPE sentezinde diğer yol olan, "metal oksit katalizörlü polimerizasyon"da etilen gazı parafinde çözülür, 60-200 °C sıcaklıkta, 35 atm. basınç altında, belirli bir sürede işlem tamamlanır. Soğutma ve çözücü buharlaştırılmasından sonra ürün elde edilir.
"Doğrusal (lineer] polietilen" de denilen HDPE %90 oranında kristal haldedir. Ana zincir en az 200 karbon atomludur. ASTM standartlarında Tip III ve Tip IV olarak tanımlanan HDPE'in bağıl yoğunluğu 0.940 ve daha yukarı olarak verilmiştir. (HDPE, PETKİM kapasitesi 96.000 ton/yıldır).
HDPE, görünüm olarak LDPE'e benzese de ondan çok daha sert, molekül kütlesi 150000-400000 dolaylarında bir polimerdir. Suya, kimyasal maddelere direnci iyidir. Işık ve açık hava koşullarına LDPE'de olduğu gibi dayanıklı değildir. Özel dolgularla bu direnç artırılabilir. Mekanik özellikler çok iyi olup, özellikle darbe ve çekme dayanımları yüksektir. Bazı dolgu maddeleriyle de özellikler daha da iyileştirilir. Normalde çekme dayanımı 225-350 kgf/cm2 civarındadır. Sıcaklık dayanımı 100 °C'nin üzerindedir. Ayrıca kendi kendini yağlama özelliği vardır.
Enjeksiyon, ekstrüzyon, toz kaplama, film çekme, döner kalıplama, gibi birçok biçimlendirme yöntemine uygun bir malzemedir. Enjeksiyon kalıp sıcaklığının 50-70 °C'de tutulması cihazdan çıkan ürün kalitesini yükseltir. HDPE elektriksel uygulamalara da çok elverişlidir.
Geniş bir kullanım alanına sahip olan HDPE, basınçlı borular, gaz dağıtım boruları, şişe, bidon, varil, beyaz eşya ve makina parçaları, yalıtkan, oyuncak, elektrik ve elektronik eşya imalatında kullanılmaktadır. Suya dayanıklı olduğundan tekne ve depo yapımında da HDPE'den yararlanılır.
Lacivert
Lacivert renk, elektromanyetik tayf'ın insan gözüyle görülebilen renklerinden biridir. Mavinin koyu tonlarındandır.
Günün, geceye dönüştüğü zamanlarda gökyüzünün rengidir.
Lacivert renginin hex değeri "#000080", RGB değeri "0, 0, 128", ve CMYK değeri "100, 100, 0, 50" dır.
Kozmik renk olarak kabul edilir, sonsuzluğu, otoriteyi, verimliliği simgeler. O yüzden dünyadaki firmaların yarıdan fazlası logolarında maviyi kullanır. Hilton logosunu laciverte çevirirken insanların kafasında büyük kuruluş imajı yaratmak istedi.
Farsça koyu mavi renkli bir taşın adı olan "laciverd" sözcüğü "(laciverdtaşı)" anlamına gelir. Türkçeye "lacivert" olarak geçmiştir.
Şevki Yılmaz
Şevki Yılmaz (d. 1955, İzmit), TBMM 20. dönem Rize milletvekili.
1922 yılında Rize'den İzmit'e göç eden eski Karamürsel Müftüsü Ali Efendi'nin oğludur.
İlkokulu 1967`de İzmit`te bitirdi. 1973 yılında İzmit İmam-Hatip Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Derince Lisesi'ni de dışarıdan bitirdi. 1974 yılında MSP-CHP koalisyonunda, Adalet Bakanlığı Özel kalemi olarak görev yaptı. Şevki Yılmaz, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nden 1980 yılında mezun oldu. Fakülte yıllarında Kartal Müftülüğünde Murakıp olarak memuriyet hayatına devam etti. 1982 yılında Avrupa Milli Görüş Teşkilatları Avusturya Bölge Başkanlığı görevine getirildi. Daha sonra 1984 yılında, Avrupa Milli Görüş Teşkilatları'nda 10 yıl sürecek olan tanıtmadan sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü.İlk defa, siyasete resmi olarak 1987 yılında Rize milletvekili parti 2.sıra adayı olarak adım attı ancak kazanamadı. 1989 yılında belediye seçimlerinde tekrar aday gösterildi. Refah Partisi bu seçimde ikinci parti oldu.
1991 yılında yapılan milletvekilliği seçimlerinde, Rize'den tekrar aday gösterildi ve % 19.8 oranında oy aldı. 1994 yılında mahalli idareler seçimlerde Rize Belediye Başkanı seçildi.
1995 Milletvekili seçimlerinde, tekrar Rize'den milletvekili adayı oldu. Rize milletvekili olarak mecliste yerini aldı.
1996 yılında kurulan Refahyol Hükümeti sırasında meydana gelen "28 Şubat" 1997 sürecinde Refah Partisi'nden istifa etti.
RP, 17 Ocak 1998 tarihinde kapatıldı. İddianamede adı geçen Şevki Yılmaz da verilen karar neticesinde, Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, İbrahim Halil Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Şükrü Karatepe, Bekir Yıldız, Zeki Başaran, Selahaddin Aydar, Hasan Celal Güzel ve Recep Tayyip Erdoğan'la birlikte siyasi yasaklılar arasına sokuldu ve bu süreçte Avrupa'ya giderek çalışmalarını orada sürdürdü.
Şevki Yılmaz, 7 yıl sonra 19 Eylül 2004 tarihinde yurda döndü. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Biyolüminesans
Biyolüminesans, bazı canlı organizmanın gerçekleştirdiği kimyasal reaksiyonlar esnasında kimyasal enerjinin ışık enerjisine dönüştürülmesi ile ışık üretilmesi ve yayılması olgusuna verilen genel isimdir.
Biyolüminesans terimi, etimolojik olarak Yunanca "bios" (yaşam) ve Latince "lumen" (ışık) kelimelerinin birleşiminden gelmektedir.
Bu kimyasal reaksiyon, büyük organizmalar üzerinde yaşayan ortak yaşar organizmalar tarafından da gerçekleştirilebilir. Reaksiyonun temelindeki kimyasal bileşiğie verilen isim ise Lüsiferin'dir. Lüsiferin, Lüsiferaz isimli enzim tarafından oksitlendiğinde ışık üretilir ve yayılır. Bu kimyasal reaksiyon hücre dahilinde veya haricinde meydana gelebilir. Bakterilerde ise, biyolüminesansın meydana gelmesini sağlayan genler Lux Operon isimli operon tarafından kontrol edilir.
Biyolüminesans, soğuk ışık yayılımı olarak da adlnadırılan bir çeşit lüminesanstır. Işığın %20 den azı termal radya |
syona neden olur. Bu olgu floresans, fosforesans veya ışıgın geri yansıtılması ile karıştırılmamalıdır.
Büyük oranda derin deniz canlıları biyolüminesans özellğine sahiptir. Bu deniz canlıları genellikle, suda en kolay yayılan dalga boyları olan mavi ve yeşil renk tonlarında ışık yayar. Daha nadir rastlanmakla beraber, kırmızı ve kızılötesi dalga boylarında ışık yayabilen deniz canlıları da gözlemlenmiştir.
Deniz canlıları dışında biyolüminesans olgusu nadir bulunmakla beraber daha çeşitli bir renk yelpazesinde gerçekleşir. Kara biyolüminesansının en bilinen örnekleri ateşböceği ve Yeni Zelanda parlak kurtlarıdır. Çeşitli diğer böcekler, larvalar, kurtlar, eklem bacaklılar ve mantarlarda da biyolüminesans olgusu gözlemlenmiştir.
Biyolüminesans olgusunun dört ana evrimleşme teorisi olduğu kabul edilir :
Bazı balık türleri ve Euprymna scolopes cinsi kalamar, biyolüminesansı kamuflaj amacıyla kullanır. Orta derinlikteki sularda predatörler, avlarının gölgelerini suyun derinliklerinden doğru bakarak tespit ederler. Bazı balıklar ise, karın bölgelerinde biyolüminesans yaratarak gölgelerini kamufle ederler.
Kimi derin deniz balıkları, avlarının dikkatini çekmek için biyolüminesans kullanırlar. Örneğin Fener balığı, başından sarkan uzantı ile küçük balıkları saldırabileceği yakınlığa çeker.
Bazı canlılar ise, üreme süreci için biyolüminesans kullanılır. Örneğin Saint-Malo, Korsikaveya Porquerolles bölgelerinde bulunan bir çeşit plankton, balıklar tarafından daha kolay görünür hale gelmek için ışık yayarlar. Bu ışığı tespit eden avcı balıklar tarafından yutulan planktonlar daha kolay üreyebilecekleri bir ortam olan abdomen bölgesine ulaşmış olurlar.
Çifleşme döneminde ateş böcekleri, karınlarından periyodik olarak yaydıkları ışık sayesinde eş bulurlar.
Mürekkep püskürtmek suretiyle kendilerini avcılardan koruyan kalamar çeşitlerine benzer bir şekilde, bazı mürekkep balıkları ve kabuklular biyolüminesansı bir savunma mekanizması olarak kullanır. Bu canlılar, tehdit altında oldukları zaman yaydıkları biyolüminesan bir kimyasal karışım sayesinde avcıları uzaklaştırarak güvenli bir şekilde kaçmayı başarırlar.
Biyolüminesans bakteriler arası iletişimde (quorum algılama) önemli role sahiptir. Bakteriler ve simbiyoz gerçekleştirdikleri diğer canlılar arasında iletişim sağlamak için kullanılmakla beraber, bakteri kolonilerinde de kullanıldığı düşünülmektedir.
Özellikler abisal bölgelerde yaşayan deniz canlıları tarafından kullanılır. Güneş ışığının neredeyse hiç erişemediği derinliklerde görüş alanının genişletilmesi çok önemlidir. Bu canlılar biyolüminesans olgusunu hem alıcı hem de verici niteliğinde kullanırlar.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı veya Büyük Buhran, 1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır.
Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Buhran farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir.
1929 Bunalımı temelde ABD'de borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hakettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.
Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir.
I. Dünya Savaşı dolaylı ya da doğrudan tüm dünyayı etkilemekle beraber, savaş sonrasında oluşan dünya tablosundaki en önemli figürler gerek yaşadıkları değişimler gerek dünya ekonomisine etkilerinden dolayı ABD, Birleşik Krallık ve Almanya oldu.
Savaşa kadar dünyada hegemonik güç sayılan İngiltere, kanayan bir ülke durumuna geldi. Savaş sonrası Amerika’dan alınan borçla yeniden kurulan altın standardıyla değer kazanan pound, İngiliz ihracatının azalmasına sebep oldu. Daha az ihracat daha fazla altının dışa akımına bu da yeniden borçlanmaya neden oldu.
O yıllarda Almanya ise Amerika’nın savaş sonrasında geri istediği tazminat sorunuyla karşı karşıyaydı. Ekonomisi durma noktasına gelen Almanya, tazminat sorununa çözüm olarak para basmayı denedi. Bu para Amerika tarafından kabul edilmediği gibi Almanya’da hiperenflasyona neden oldu. Daha sonra tazminat sorunu 1924 yılında Amerika’nın önerdiği Dawes Planı ile çözülmeye çalışıldı. Bu planda Amerika Almanya’ya yeniden yapılanması için kredi verecek; yapılanmasını tamamlayan Almanya daha sonra tazminatını ödeyecekti.
ABD ise 1924-29 yılları arasında bir stabilizasyon devresi geçirdi. Edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna geldi. Bu esnada ülkede "otomobil", "yapı", "elektrikle çalışan makinalar" gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması borsanın spekülatif olmasına sebep oluyordu. Öyle ki 1928 yılında, Amerika verdiği kredileri New York Borsası için geri çekmek durumunda kaldı.
1920'lerde borsa dışındaki ekonomik göstergeler oldukça iyi durumdaydı. Üretim ve istihdam oranı yüksekti. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Birçok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. Ancak o yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida'da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu.
Olay şöyle gelişmişti: Floridalılar bölgede kış şartlarının kuzeydeki eyaletlere göre daha iyi olmasına, taşımacılık problemlerinin çözülmüş olmasına dayanarak Florida’daki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşündüler. Eyalette Florida’nın bir tatil cennetine dönüşeceği inancı hakimdi. Bu durumda o gün aldıkları toprakların gelecekte birkaç kat değerleneceğini düşünenler hiç de az değildi. Halkın büyük çoğunluğu bu inançla gayrimenkule yatırım yaptı. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde hiç hesapta olmayan bir tropik kasırga 400 insanın ölümüne, binlerce evin hasar görmesine ve tonlarca deniz suyunun yatları parçalayıp sokaklara taşmasına neden oldu. Satın alınmış olan gayrimenkuller satılmaya çalışıldı ancak değerinin çok altına bile satılamadı. Bu durum bir spekülatif balonun patlayışıydı.
Büyük kriz öncesindeki atmosfere bir göz attıktan sonra krizin sebepleri ve gelişimi üzerinde durmak gerekir. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870'li yıllarda ABD'de irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu.
İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Yine ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi.
Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi, 1920'lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 1929 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Örneğin devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamalarını kısması ve vergileri arttırmasının işsizliğe sebep olduğunu ve bunun da insanların satın alma gücünün azalmasına ve fiyatların düşmesine neden olduğu savunuldu. Hükümetin tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi de altın standardına bağlı kalmakta ısrar edişiydi. Hükümet altına bağlı olmayan para basmayı reddederek sıkı bir para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör küçüldü. Bu da daha fazla işsizlik, daha az gelir demekti.
Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi ABD'nin dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu sebeple de bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da ABD'nin kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti küçülttü. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı.
New York Borsası |
1928 yılının başından 1929 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kâğıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur.
Bu insanlar açlığa sürüklendi ve sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna giderek bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri döndüler. İnsanlar maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybettiler. Bunalımın etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 10 yıllık bir periyodda devam etti.
Krizin sanayileşmiş ülkeler üzerindeki etkileri hemen hemen aynıydı. Toptan fiyat endekslerindeki düşüş (%40-60 arası), hammadde fiyatlarının dibe vurması (%50 civarı), menkul kıymet fiyatlarının ve borsanın gerilemesi (%30-40 civarında), dünya sanayi üretiminin düşmesi (%35-45 arası), işsiz sayısındaki artış (50 milyon kişi işsiz kaldı), ticaretin dibe vuruşu (%55-80) ve iflasların çoğalması oldu.
Amerikan halkı bu büyük çöküşün faturasını Hoover yönetimine çıkardı. Bir sonraki seçimde Hoover’ın başkan seçilmeyeceği aşikardı. Onun yerine adını verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklikler vadeden Franklin D. Roosevelt seçildi. Roosevelt “New Deal”ı 1930-37 yılları arasında uygulama fırsatı buldu. Başa geldiği 1933 yılı bunalımın etkilerinin en fazla hissedildiği yıllardan biriydi. Ekonomide karlılık çökmüştü. Büyük bir talep eksikliği yaşanıyordu çünkü insanların satın alma gücü çok düşmüştü. Roosevelt böyle bir dönemde hem sosyal hem ekonomik anlamda bir reform niteliği taşıyan programıyla ve büyük yetkilerle başa geçiyordu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu.
Roosevelt işe bankacılık sektörüyle başladı. O sıralarda sektörde likidite düşük olduğundan altın ve döviz kuru bizzat başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez Merkez Bankası kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alındı. Bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı. Reel sektörde de karlılığın arttırılmasına karar verildi. Devlet kendi kontrolü altında olmak kaydıyla sanayicilerin yüksek fiyat uygulamalarına izin verdi ve yine bu amaca uygun olarak üretim sınırlandı. Talep sorunun çözmek için de, devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretleri belirledi. Çalışma saatleri azaltılarak işsizlik sorunu çözülmeye çalışıldı. Tarımda da bir takım yeni programlamalar yapıldı. Ancak bu programlar bazı yönlerden birbirleriyle çelişir durumdaydı. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koyarken diğer taraftan da ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyata bunları almayı vadediyordu. Bu da çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemelerine neden oluyordu. Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devlet müdahalesine karşı olan sanayicileri küstürmemek için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırımlar gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla da işsizliğin azaltılmasına ve talebin arttırılarak düşük talep sorununun çözülmesine çalışılıyordu.
Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi, Almanya'dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştır. Ancak dünya pazarları Almanya'nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta güçlük çekiyorlardı. Almanya, doğrudan serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkânını sağlayan bir karşılıklı ticaret (counter-trading) modelini benimseyerek, serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan memleketlerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya'da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, II. Dünya Savaşı'nın başlıca nedeni olacaktı.
Türkiye 1929 bunalımı karşısında, kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı, Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi.
Türkiye 1933'te dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Kliring sistemi malını alanın, malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim, Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden, ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek, ihracat bu yönden de teşvik edildi 10/06/1930 tarih ve 1705 sayılı Kanun ile Hükümete tedbir alma yetkisi verilerek, ihraç edilen fındık ve yumurtadan başlayarak, ihraç mallarında kalite kontrolüne gidildi. Önceleri çeşitli merciler tarafından yürütülen bu iş 1934'te kurulan Türkofis'e devredildi. Ofise, kontrol ve teftiş görevi yanında piyasa araştırmaları yapma ve uluslararası ticaret ve ödeme anlaşmalarını hazırlama görevi de verildi.
Halen dünyada yaşanmış olan en büyük ekonomik kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır.
Aşnan
Aşnan, Antik Mezopotamyanın tahıl tanrıçasıydı. O ve erkek kardeşi Lahar, Enlil'in çocuklarıdırlar ve tanrılara gıda sağlamak için yaratılmıştırlar. Fakat bunu yapmadıklarında, tanrılar onların yerine insanları yaratmıştır.
Lahar (Sümer)
Lahar, Mezopotamya'daki, Sümer mitolojisi kökenli çiftlik hayvanları tanrıçası. Kardeşi Aşnan ile birlikte tanrılara gıda sağlaması için yaratılmıştır.
Korelasyon
Korelasyon, olasılık kuramı ve istatistikte iki rassal değişken arasındaki doğrusal ilişkinin yönünü ve gücünü belirtir. Genel istatistiksel kullanımda korelasyon, bağımsızlık durumundan ne kadar uzaklaşıldığını gösterir.
Farklı durumlar için farklı korelasyon katsayıları geliştirilmiştir. Bunlardan en iyi bilineni Pearson çarpım-moment korelasyon katsayısıdır. İki değişkenin kovaryansının, yine bu değişkenlerin standart sapmalarının çarpımına bölünmesiyle elde edilir. Pearson ismiyle bilinmesine rağmen ilk olarak Francis Galton tarafından bulunmuştur.
Pearson çarpım-moment korelasyon katsayısı isminde, kovaryans hesaplanırken yapılan işlemin fiziksel moment hesabına benzerliği etkili olmuştur. Çift taraflı bir kaldıraçın iki yük kolundaki ağırlıkların momenti hesaplanırken kullanılan, ağırlık ile ağırlığın destek noktasına olan uzaklığın çarpımı ile her bir değişkenin ortalamaya olan uzaklıklarının bulunması arasındaki benzerlik bu isimlendirmeye neden olmuştur.
Korelasyon katsayısı, bağımsız değişkenler arasındaki ilişkinin yönü ve büyüklüğünü belirten katsayıdır. Bu katsayı, (-1) ile (+1) arasında bir değer alır. Pozitif değerler direk yönlü doğrusal ilişkiyi; negatif değerler ise ters yönlü bir doğrusal ilişkiyi belirtir. Korelasyon katsayısı 0 ise söz konusu değişkenler arasında doğrusal bir ilişki yoktur.
Matematik beklenti değerleri μ ve μ, standart sapmaları σ ve σ olan iki bağımsız değişken "X" ve "Y" arasındaki "Pearson'un çarpım-moment korelasyon katsayısı" (ρ), şu şekilde tanımlanır:
"E" değişkenin matematiksel beklenti değerini, cov ise kovaryansı ifade eder,
μ = E("X") olduğundan,
σ = E("X") - E("X") ve
"Y", için de aynısı geçerli olduğundan, şu ifadeyi yazabiliriz:
Korelasyon, yalnızca standart hataların ikisi de sonlu ve sıfırdan farklı ise, tanımlıdır. Korelasyon katsayısının 1'i (mutlak değer olarak) geçemeyeceği ise Cauchy-Schwarz eşitsizliğinin doğal bir sonucudur.
Tam bir artan doğrusal ilişkinin varlığı halinde korelasyon katsayısı 1 değerini alır, tam bir azalan ilişkinin varlığı halinde ise korelasyon katsayısı -1 değerini alır. Katsayının alabileceği diğer tüm değerler ise ilişkinin doğrusallığına bağlı olarak bu iki değer arasında olacaktır. Katsayı +1'e veya -1'e ne kadar yakınsa ilişkinin doğrusallığı o kadar güçlüdür.
Değişkenler istatistiksel olarak bağımsız ise korelasyon 0'dır fakat bunun tersi doğru değildir, çünkü korelasyon katsayısı yalnızca doğrusal olan ilişkiyi belirler.
Bir örnek: Rastgele "X" değişkeninin -1 ve +1 aralığında tekdüze dağılımına göre dağıldığını varsayalım ve "Y" = "X" ilişkisi geçerli olsun. Bu durumda "Y" tamamen "X" tarafından belirlenmiştir, öyle ki "X" ve "Y" birbirlerine bağımlıdır, fakat Pearson anlamdaki korelasyon 0 olacaktır. Ne var ki, "X" ve "Y"'nin birlikte normal dağıldığı durumda, istatistiksel bağımsızlık aynı zamanda korelasyonun da olmaması anlamına gelir..
Bir rastgele örneklem olarak "n" büyüklükte "X" ve "Y" değişkenleri için aralıksal ölçekli veya oransal ölçekli sayısal veri serileri bulunmaktadır ve bu seriler "n" satırlı ve 2 sütunlu bir "veri matrisi" olarak ifade edilir. Bu veriler "i" = 1, 2, ..., "n" için "x" ve "y" olarak yazılır. Anakütle Pearson'un çarpım-moment korelasyon katsayısı |
olan ρ; için, kestirim korelasyon katsayısı olan r şu formül ile hesaplanır:
Burada formula_4 ve formula_5 "x" ve "y" için örneklem aritmetik ortalamaları; "s" and "s" "x" ve "y" için örneklem standart sapmaları ve toplama Σ i=1 ile "n" arasındadır. Bu formül biraz değişme ile şöyle de verilebilir:
Eğer "X" ve "Y" verileri normal dağılım gösteren bir anakütleden gelmişlerse, Pearson'un örneklem korelasyon katsayısı bu iki anakütle değişkeni arasında bulunan korelasyon için en iyi "korelasyon kestirimi" olduğu ispat edilmiştir. Yine, anakütle korelasyonu için doğru olduğu gibi, örneklem korelasyon katsayısı da -1 ile +1 arasında değişme gösterir.
Verilen formül kullanılarak, komputer kullanarak tek geçişli algoritm olarak örneklem korelasyon katsayısı hesaplanması kolay görülmesine rağmen, pratikte özellikle bu formülün kullanışı sayısal kararsız olarak pek şöhret kazanmıştır. Aşağıda daha kararlı ve kesin sonuç veren örneklem korelasyon katsayı hesaplaması verilecektir.
Örneklem korelasyon katsayısının karesi (belirtme katsayısı), "x"'in "y"'ye doğrusal uygunluğunun sağlanması halinde, açıklanan "y" varyansı olarak da tanımlanabilir. Bu matematiksel biçimde şöyle yazılır:
Burada "σ" terimi "x"'in "y"'ye arasındaki ilişkinin bir "y = a + bx" doğrusu ile ifade edilmesinin kestirimi sırasında ortaya çıkan hata karelerinin toplamıdır.
ile "σ" "y" için varyansdır; yani
Örneklem korelasyon katsayısı hem "x"'e hem "y"'ya göre simetrik olduğu için, eğer bağımlı değişken olarak "x" seçilip "y"'in buna doğrusal uygunluğunun kestirimi elde edilirse, aynı değer
elde edilir.
Bu denklem daha yüksek boyutlarda korelasyon katsayısı bulunması için bazı ipuçları vermektedir. Yukarıda Euclid uzayı içinde bir 2-boyutlu vektör grubu için tek-boyutlu bir ölçü uygulaması halinde ortaya çıkartılan "açıklanan varyans" kısmı orneklem korelasyon olarak tanımlanmıştır. Aynı şekilde "m" boyutlu bir doğrusal alt-manifoldta "n" boyutlu vektörlerin uygulanması olan çoklu korelasyon katsayısı tanımlanabilir. Örneğin "z" için "x" ile "y"'ye göre bir düzey olan "z = a + bx + cy" uygulananırsa, 'z"'nin "x" ile "y"'ye göre korelasyonu şöyle verilir:
Örneklem korelasyon katsayısı iki rassal değişken olan "X" ve "Y"'yi temsil eden vektörlerin kosinus değeri olarak açıklanabilir.
Örneklem korelasyon katsayısı mümkün uçsal değerler olan -1 veya +1 olursa, çok iyi iki değişken arasında çok iyi bir doğrusal bağlantı bulunduğu kabul edilir. Eğer örneklem korelasyon katsayısı 0'a eşitse, iki değişken arasında hiç doğrusal bağlantı bulunmaz. Dikkat edilirse hep örneklem korelasyon katsayısı ile "dogrusal bağlantı" açıklanmakta ve genel olarak bağlantıdan bahis edilmemektedir. Örneğin iki değişken arasında çok yakın bir daire şeklinde bağlantı bulunsa, örneklem korelasyon katsayısı 0'a yakın olacaktır.
Değişik istatistikçiler örneklem korelasyon katsayısının değerlerini daha ayrıntılı olarak açıklamaktadırlar. Burada Cohen(1988) , tarafından, özellikle psikoloji ilim dalında uygulamalı olarak, verilen ayrıntılı açıklama şu tabloda gösterilmektedir:
Bu ayrıntılı açıklama çok subjektifdir ve belli bir bilim dalı için (psikoloji) uygundur ama genelleştirilmesi uygun değildir. Değişik bilim dalları korelasyon katsayısı değerlerinin değişik olarak açıklamasını kabul etmektedirler. Örneğin çok dakik ölçüm aletleri ile ortaya çıkarılan ölçüler arasında bulunan 0,9 korelasyon değerinin çok düşük olduğu kabul edilebilir; halbuki ayni katsayı değeri bir sosyal bilimci veya iktisatçı tarafından çok yüksek (hatta gerçekliğine şüphe yaratırcasına büyük) olarak kabul edilmektedir.
İstatistikte korelasyon hakkında çok kullanılan ve her istatistik kullananın bilmesi gerek bir cümle şudur:
Genellikle çok kişi iki değişken arasında bir ilişki kurulunca birinin sebep diğerinin sonuç olduğuna ve birinin diğerine neden olduğuna inanmış görünürler. Gerçekten nedensellik ve korelasyon birbirine bağlı kavramlardır: nedensellik ispat edilmesi için korelasyonun bulunması gereklidir ama bu nedensellik göstermek için yeterli değildir. Nedensellik ve korelasyon birbirlerine eşit değillerdir ama daha uygun cümleler ile
İstatistikte birbiri ile çok yakından doğrusal ilişkili gibi görülen ama biri diğerine sebep-sonuç olmayan birçok pratik örnek bilinmektedir. Genellikle bu türlü nedensellikden doğmayan yakın ilişkiye sahte korelasyon adı verilmektedir. Genellikle bu "sahte korelasyon" iki değişkenin de bir başka saklı olan değişken tarafından etkilenmesi dolayısı ile ortaya çıkar. Biraz abstre olarak A ve B arasında bulunan yakın korelasyon daha objektif olarak dikkatle incelenince üç tür mümkün ilişki olabilceği görülür:
yahut
İşte "sahte korelasyon" üçüncü halde ortaya çıkar. A ve B arasında görülen yakın ilişki biribirin sebep-sonuç olmasından doğmaz. Yakın korelasyon her hâlde sebep-sonuç ilişkisi ifade etmez: "korelasyon nedensellik degildir".
"Sahte korelasyon" hakkında birçok örnek verilmiştir ve bunlar bazen alaycı, bazen şaşırtıcı ve bazen gülünçtür. Bunlardan bazılarını verip niçin "sahte korelasyon" bulunduğunu açıklayalım:
Pearson'un korelasyon katsayısı iki değişken arasındaki doğrusal ilişkinin gücünü göstermekle beraber, kestirim olarak bulunan katsayı değeri bu ilişkiyi tam olarak açıklamak için yeterli değildir. Bu sonuç eğer veriler normal dağılım göstermiyorlarsa daha da önem kazanmaktadır.
Dört değişik veri çiftini ve dört "serpme diyagram"ını kapsayan ve istatistikçiler arasında çok iyi bilinen yandaki gösterimler İngiliz asıllı Amerikan istatistikçi Francis Anscombe tarafından hazırlanan bir yazıda gösterilmiştir. Gösterilen 4 değişik "y" değişkeninin hepsi için de aynı olan ortalama (7,5), standart sapma (4,12), korelasyon katsayısı (0,81) ve regresyon doğrusu (formula_12) bulunmaktadır. Fakat gösterimden açıkca görülmektedir ki dört Y değişkenin dağılımları çok farklıdır. Sol yukarıdaki göstergede iki değişken birbirine korelasyon ile ilişkili olup her iki değişkenin de normal dağılıma uyduğu varsayımlarının gerçeğe uygun olduğu kabul edilebilir. Üst sağdaki gösterim de değişkenlerin normal dağılım gösterdikleri kabul edilemez; iki değişken arasında iliski olmakla beraber bunun doğrusal olduğu da kabul edilemez ve bu nedenle yüksek korelasyon katsayısı bu ilişkiyi açıklayamaz. Alt soldaki göstergeden görülmektedir ki iki değişken arasında tam bir doğrusal ilişki vardır, ancak tek bir aykırı değer bulunmakta ve bu da korelasyon katsayı değerini 1'den 0.81'e düşürmektedir. Alt sağdaki son gösterimden iki değişken arasındaki ilişkinin doğrusal olmadığı ve bulunan tek bir aykırı noktanın hesaplanan yüksek korelasyon katsayısına neden olduğu görülmektedir.
Bu örnek açıkca göstermektedir ki bir özetleme istatistiğine (burada korelasyon katsayı değerine) dayanarak, verilerin daha ayrıntılı incelenmesi yapılmadan, ortaya sonuç çıkartma iyi inceleme için gayet yetersizdir.
Sayısal olarak kararlılığı ve kesinliği iyi olan "Pearson'un çarpan-moment korelasyon katsayısı" hesaplama algoritması için şu sözdekod verilmiştir:
Tophane-i Hümâyun
Tophane-i Hümâyun. 1921 yılında "Askeri Fabrikaları Umum Müdürlüğü" haline dönüştürülmüştür. Bu kuruluş daha sonra "Makine Kimya Endüstrisi Kurumu" adını almıştır.
Mehmet Esat Işık
Mehmet Esat Işık veya bilinen adıyla Mehmet Esat Paşa (16 Nisan 1865, İstanbul - 1 Kasım 1936, İstanbul), Türk göz hekimi, siyasetçi.
Türk göz hekimliği tarihinde önemli bir yeri olan ve Milli Mücadele sırasında siyasal faaliyetleri ile öne çıkan bir isimdir.
Dr. Esat Paşa, Paris'teki eğitimi sırasında tıp literatürüne “"Dr. Esat oftalmoskopu"” olarak geçen çift aynalı oftalmoskopu geliştirmiş; 1899’da İstanbul’daki Askeri Tıbbiye Mektebi bünyesinde Türkiye’nin ilk modern göz kliniğini kurmuştur.
Milli Mücadele döneminde İstanbul'da partiler-üstü bir cemiyet olan ""Milli Kongre"" 'nin oluşmasına önderlik eden Mehmet Esat Bey, 1919'daki Meclis-i Mebusan seçimlerinde etkin rol almıştr ve I. Dünya Savaşı'ından sonra işgalci İngiliz güçleri tarafından tutuklanan Malta sürgünlerinden birisi olmuştur.
Osmanlı sadrazamlarından Gürcü Ağa Yusuf Paşa'nın torunu, Türkiye Cumhuriyeti'nde Milli Savunma ve Dışişleri bakanlıklarında bulunmuş Hasan Esat Işık'ın babasıdır.
1864te İstanbul’da dünyaya geldi. Babası devlet şurası azası Neşet Bey, annesi Gürcü Ağa Yusuf Paşa'nın kızı Fatma Hanım idi. İki yaşında iken anne ve babası ayrıldı. Annesi Fatma Hanım onu dedesi Yusuf Paşa ve bir Jön Türk olan dayısı Menâpirzâde Nuri Bey'in yanında yetiştirildi. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. İdadi okulunu Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de tamamladı.
1889’da tabip yüzbaşı olarak Askeri Tıbbiye'yi bitirdi ve göz hastalıkları alanında uzmanlaşmak üzere devlet tarafından Paris’e gönderildi. Temel tıp bilgilerinde yetersizliğini fark ederek önce Paris Tıp Fakültesi’ne normal bir öğrenci olarak kaydoldu; Paris Tıp Fakültesi’nden 1893’te mezun olduktan sonra göz alanındaki eğitimini tamamladı.. Tezini, Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin ilk oftalmotoloji profesörü olan Dr. Fotinos Panas’ın yanında yazd.
Paris Tıp Fakültesi'nde öğrenci iken; Alman fizik bilginlerinden Helmholtz tarafından 1851’de geliştirilmiş olan basit oftalmoskop üzerinde çalıştı, 1893’te çift aynalı yeni bir oftalmoskop geliştirdi ve üretti. Bu araç, Esat Modeli oftalmoskop olarak anılır.
İhtisas diplomasını aldıktan sonra bir göz kliniğinde 6 ay kadar şef olarak çalıştı; çeşitli yayınlar yaptı ve Fransız Oftalmoloji Cemiyeti’ne üye seçildi. 1894’te Paris’ten ayrılarak 6 ay boyunca Berlin ve Viyana'a çeşitli göz kliniklerinde incelemelerde bulundu. 1894 sonunda Türkiye'ye döndü.
Avrupa’da tıp eğitimini tamamlayan Esat Bey, Türkiye'ye döndükten sonra bir süre İstanbul dışında bir hastanede uzmanlığı ile ilgisiz bir görev yapmak zorunda kaldı. Askeri Mektepler Nazırı Zeki Paşa'ya başvurusunun üzerine Askeri Tıbbiye Mektebi göz hastalıkları (emraz-ı ayniye) asistanı (müderris muavini) olarak atandı. Bu okulun bünyesinde ülkenin ilk modern göz kliniğini kurdu. Paris’ten getirdiği |
kendi aletlerini bu klinikte kullandı Bir yandan da Hamidiye Etfal Hastanesi ve Darülaceze’de gönüllü olarak çalıştı; kör çocukların eğitimi ile ilgilendi. Ayrıca 1897'de yaklaşık bir ay süren 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı nedeniyle yaralıların nakledildiği Yıldız Hastanesi’nde de bir süre görev yaptı.
1899’da müderris (profesör) kadrosuna getirilen Esat Paşa, 1903 yılında miralay rütbesine yükseldi, 1907’de mirliva (tuğgeneral) oldu. 1910 yılında Askeri Tıbbiye’den emekli oldu ve askerlik yaşamı böylece sona erdi.
Askeri Tıbbiye ve Mülkiye Tıbbiyesi’nin birleştirilmesi ile Darülfünun’a bağlı bir fakülte olarak kurulan Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ne göz hastalıkları alanında hoca olarak atandı.
Meşturiyet'in ilanından sonra, Dahiliye Nezareti’nin Sıhhiye Müdüiriyet-i Umumisi (Sağlık İşleri Genel Müdürü) gibi siyasal görevlere getirildi.
I. Balkan Savaşı yıllarında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nde görev aldı.
1916’da, sağlık müdürlüğü görevine devam etmekte iken kurulan Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı ve başkanlığını üstlendi. Bu cemiyet, öğrencilerin eğitimine yönelik faaliyet göstermek üzere kurulduysa da I. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkenin işgali üzerine çalışmalarını; ülkenin kurtarılması için çalışan aydınların bir araya getirilmesi üzerine yoğunlaştırmıştır
Esat Bey, adı kurucu listesinde bulunmasa da 9 Kasım 1918’de kurulan “"Teceddüt Fırkası"” adlı siyasi partinin kuruluşuna destek vermiştir. İttihat ve Terakki’nin devamı niteliğindeki bu fırka siyasette fazlaca bir varlık gösterememiştir. Bunu gören Dr. Esat Bey partiler-üstü bir uzlaşmayı sağlamak üzere çalışmaya yöneldi.
İstanbul'un 13 Kasım 1918'de Birleşik Krallık işgaline uğramasından sonra 29 Kasım 1918’de 50’den fazla kuruluş ile bazı bağımsız aydınların birleşmesinden oluşan Milli Kongre adlı oluşumun kurucuları arasında yer aldı. Amaç, İstanbul halkının işgale bilinçlendirilmesi ve aydınların işgale karşı bir duruş göstermesinin sağlanması idi. Milli Kongre Cemiyeti ile ilgili tüm gelişmeler onun eylemciliği ve kişiliğine bağlı olarak gerçekleşti. Milli Kongre faaliyetleri Haziran 1919’da İstanbul hükümeti tarafından Kütahya’ya sürgün edilmesine yol açtı. İki aylık sürgünden sonra İstanbul’a dönmesine izin verildi.
Esat Bey, 1919’da kurulan Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti Fırkası’nın başkanlığını üstlendi. Fırka, Son Osmanlı Mebusan Meclisi için yapılan 1919 seçimlerine katıldı.
1919 seçimleri sürecinde Esad Bey’in 2 Kasım 1919’da Heyet-i Temsiliye’ye “seçimlerin tarafsızlığına müdahele edilmemesi”ni isteyen bir telgraf göndermesi Mustafa Kemal ve arkadaşlarında rahatsızlık oluşturdu
16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal eden İngilizler, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisi nedeniyle onu Malta'ya sürdü. Esat Paşa, sürgün öncesinde Casus Mustafa Sagir olayında istemeden rol almıştı. Malta’ya sürülmesinde Casus Mustafa Sagir'in rolü olduğu düşünülür .
Malta sürgünlüğü sırasında diğer sürgünlerin göz hastalıkları ile ilgilendi ve bir Göz Hastalıkları kitabı yazdı.
1921 yılının Ekim ayında İngilizlerle Ankara hükümetinin yaptığı bir tür tutsak değişimi sonucu serbest bırakıldı. Diğer Malta sürgünleri ile birlikte bir gemiye bindirilerek İnebolu limanına kadar getirildi; 4 Kasım'’da sürgünden kurtulanlarla birlikte Ankara'ya gitti.
Esat Paşa, Ankara’ya varışından kısa süre sonra Hilal-i Ahmer Cemiyeti Ankara şubesine murahhas üye seçildi ve TBMM hükümeti tarafından cemiyetin müdür yardımcılığına getirildi . Kendisine Ankara’da başka bir görev teklif edilmeyince 1923’te İstanbul’a gitti. 1923-1925 arasında Ankara'ya tekrar dönerek Gureba (Numune) Hastanesi'nin göz polikliniğini kurdu.. Bu son görevden sonra siyasetten çekildi, İstanbul'a dönüp bir süre toprakla uğraştı ve İstanbul’un en ünlü göz hekimi olarak asıl mesleğini de sürdürdü . 1931'de Darülfünun'’da göz hastalıkları müderrisi olarak göreve başladı .
1933'teki Üniversite Reformu sonucu kadro dışı bırakıdı ve Darülfünun'dan emekliye oldu. Emekli olduktan sonra Moda'daki evinde hasta baktı. Soyadı Kanunu’ndan sonra “"Işık"” soyadını aldı.
1 Kasım 1936’da kalp krizi sonucu İstanbul'’daki evinde hayatını kaybetti. Mezarı Çamlıca'dadır.
Mehmet Esat Bey, ilk evliliğini Fransa’dan döndükten sonra Paris sefiri Sadullah Paşa’nın kızı "Nazlı Hanım" ile yapmış ve bu evlilikten "Fatma Muide", "Yusuf Süreyya", "Sadullah Arif", "Belkıs Belga" adlarında dört çocuk sahibi olmuştur. İlk eşinin hastalığı nedeniyle bu ilişkiyi devam ettiremyince ayrıldı. On iki yıl sonra ikinci evliliğini Vezir Hasan Hilmi Paşa’nın kızı Makbule Hanım ile yapan Esat Paşa; bu evlilikten "Tomris Arif" ve "Hasan Fikret" (bilinen adıyla Hasan Esat Işık) adlarında iki çocuk sahibi olmuştur.
Habarovsk
Habarovsk (Rusça: Хаба́ровск) Uzak Doğu Rusya'da Rusya Federasyonu'nun Çin sınırına yaklaşık 30 km uzaklıkta bir şehirdir.
Şehir Vladivostok'tan sonra Uzak Doğu Federal Bölgesi'nin ikinci büyük kentidir. 2002 yılı sayımlarına göre nüfusu 583,072'dir.
Habarovsk, ismini kaşif Yerofey Habarov'dan alır. 1858 yılında bir askeri uç karakol olarak kurulan şehir daha sonra önemli bir sanayi merkezi haline gelmiştir. Şehir Amur ve Ussuri ırmaklarının birleştiği noktada, Vladivostok kentine yaklaşık 800 km.uzaklıkta ve Trans Sibirya Demiryolu üzerinde Moskova'ya 8,523 km. uzaklıkta yer almaktadır. Matematiksel Konumu 48°28′K 135°06′D'dur.
Ahmet Durmuş Evrendilek
Ahmet Durmuş Evrendilek (1884 - 1964), Mülkiye Mektebi'ni bitirdi. 1884 İbradı doğumludur. 1932–1940 tarihleri arasında Afyonkarahisar Valiliği görevini yürüttü. Milli Mücadele döneminde Tire’de Kuvay-ı Milliye Teşkilatını kurdu. Kırklareli, Isparta, Bolu ve Afyonkarahisar’a vali olarak atandı.
Ali Saip Ursavaş
Ali Saip Ursavaş (1885, Revandiz, Kerkük - 25 Eylül 1939, Ankara), Türk asker ve siyasetçi.
1908 yılında Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. Trablusgarp Savaşı ve I. Dünya Savaşı'na katıldı. Mondros Mütarekesi'nin ardından Anadolu'nun işgali başlayınca Güneydoğu Anadolu'da "Namık" takma adıyla Kuva-yi Milliye'ye katıldı. Urfa'daki Fransız işgali sırasında Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle Urfa Savunması'nı örgütledi. 23 Nisan 1920'de açılan TBMM'ye Urfa milletvekili olarak girdi. Aralık 1920'de Urfa Kuva-yi Milliye Komutanı olarak bölgedeki aşiret reislerini Fransız işgaline karşı topladı. Urfa'nın kurtarılmasında gösterdiği üstün hizmetlerden ötürü Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi.
Konya İstiklâl Mahkemesi ve İsyan Bölgesi İstiklâl Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptı. 28 Şubat 1926 tarihinde Binbaşı rütbesiyle ordudan emekli oldu. Daha sonra II. Dönem Kozan, III., IV., V. ve VI. Dönem Urfa Milletvekilliği yaptı.
Atatürk'e karşı suikast girişimine adı karıştıysa da suçsuz bulundu. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıktığında, Mustafa Kemal Atatürk tarafından "Ursavaş" soyadı verildi. 25 Eylül 1939 tarihinde Ankara'da vefat etti. Evli ve dört çocuk babasıydı.
Hannibal
Hannibal Barca (Hanibal, Anibal), MÖ 247 ile MÖ 183 yılları arasında yaşamış Sami ırkından gelen Kartacalı politikacı ve general.
Hannibal; tüm zamanların en büyük askeri dehalarından biridir. Hannibal, Scipio ve Philopoemen ile birlikte çağının üç büyük generalinden biriydi. Scipio onu şimdiye kadar yaşamış en büyük generallerden biri olarak kabul eder, Epirli Pyrrhus'u ikinci sıraya yerleştirir, kendisini de üçüncü olarak kabul eder. Aynı sıralama Hannibal'a sorulduğunda o, Büyük İskender'in en büyük general olduğunu söyler. İkinci olarak Pyrrhus'u gösterir, kendisini de üçüncü sıraya koyar. Askeri tarihçi Theodore Ayrault Dodge Hannibal'ı ""Stratejinin Babası"" olarak nitelendirir ve en büyük düşmanı olan Roma'nın bile onu yine kendi taktikleriyle alt ettiğini belirtir.
Roma'nın en büyük düşmanı olarak II. Pön Savaşı'ndaki başarılarıyla tanınmıştır. Filleri içeren ordusuyla İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'den kuzey İtalya'ya girmiş ve Romalıları birkaç önemli savaşta yenmiştir.
MÖ 247'de Kartaca'da dünyaya geldi. Birinci Pön Savaşı'nın ünlü kahramanı Kartacalı komutan Hamilcar Barca'ın oğludur. Küçük yaşlarda babası ile savaşlara katılmaya başladı. Babasının isteğiyle, Roma'ya karşı her zaman kin duyacağına dair ant içti. Kısa bir süre sonra babasının ölümünü müteakiben, eniştesi ve kardeşinin yardımıyla asker oldu.
MÖ 221 yılında Kartaca’nın İspanya ordusunun komutanı oldu. MÖ 221'den MÖ 219'a kadar Ebro'nun batısındaki topluluklar üzerine hâkimiyet kurdu..
Hannibal, I. Pön Savaşı’ndan sonra Roma ile ikinci bir savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyor, ilk darbeyi kendisi vurmak istiyordu. İspanya'daki konumunu sağlamlaştırdığı iki yılın ardından MÖ 219’da Roma'nın müttefiki olan Saguntum şehrini (bugünkü Sagunto) kuşattı ve sekiz ay sonra da ele geçirdi.Saguntum Kuşatması olarak anılan bu olay, tarihin en çok tanınan muharebelerinden birisidir. Saguntum Kuşatması'nı Kartaca parlamentosu da onayladı ve Roma'nın savaş ilan etmesi ile İkinci Pön Savaşı başladı. Hannibal kardeşi Komutan Hasdrubal'ı İspanya'da bırakarak İtalya üzerine yürüdü.
Hannibal'in ordusunda yüzbin asker ve 37 fil vardı. Ordusuyla kuzeye doğru yürüyen Hannibal, Pirene Dağları'nı Keltiber kabileleri ile dövüşe dövüşe geçti ve onları karşılamak üzere gelen Roma ordusundan önce Rhône Vadisi'ne vardı. Bölgedeki Romalılar ve müttefiklerini atlatmak için “"Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız"” diyen Hannibal, vadinin yukarısından bir yay çizip Alp Dağları'nı geçti. Bu geçişte "Montegnevre Geçidi" ya da "Küçük St. Bernard" geçitlerin kullandığı tahmin edilmektedir. Büyük bir ordu ve filler ile antik çağ koşularında yapılan bu yolculuk, çok büyük bir başarı olarak kabul edilir.
Pireneler ve Alp Dağları'nı geçerken hava koşulları nedeniyle ordusunun bir kısmını kaybeden Hannibal, kalan güçleriyle Po Ovası'nda hızla ilerledi. Ordusuna Keltler'in 14 bin savaşçısı da katıldı. Hannibal'in güçleri, onları durdurmaya gelen bir Roma ordusunu Trebbia’da yoketti (MÖ 218) ve yürüyüşüne devam etti. MÖ 217’de Apenin Dağları’nı geçerek Roma kentine doğru ilerleyen Kartaca Or |
dusu, Trasimene Gölü Muharebesi'nde ana Roma ordusunu bozguna uğrattı.
Hannibal’in ilerleyişi, Romalılar’ın vur-kaç savaşına girmesi ile yavaşladı. Hannibal, bu gelişme karşısında Roma’yı kuşatmak yerine güneye inmeyi ve Latin şehirlerini isyana kışkırtmayı planladı. Onu durdurmak üzere gönderilen son düzenli Roma Ordusunu Cannae Muharebesi’nde yendi. Bu savaşta Kartaca ordusu, “"Hilâl düzeni"” denilen taktikle Roma ordusunu tuzağa çekmiş ve tamamen yenmişti.
Cannae zaferinden sonra Güney İtalya Hannibal’in tarafına geçmişti. Ancak Hannibal'in artan prestiji Kartaca senatosunu korkuttu ve ona yeterli desteği göndermediler. Cannae Savaşı ile Roma'dan kopan Capua kenti, yeni bir ordu kuran ve güçlerini toplamaya başlayan Roma tarafından MÖ 211’de tekrar ele geçirildi. Hannibal'in MÖ 207’de Roma'ya yaptığı baskın geri püskürtüldü. Kardeşi Hasdrubal, İspanya üzerinden bir yardım ordusu ile gelmeye çalışırken Kuzey İtalya'da öldürüldü.
İtalya’nın güneyindeki dağlara çekilen Hannibal, Scipio Africanus komutasındaki Roma ordusunun Afrika'ya çıkması üzerine başkenti korumak üzere MÖ 203'te Kartaca'ya çağrıldı. Roma ordusu ile yaptığı Zama Muharebesi’nde yenilgiye uğradı.
Kartaca, Roma ile şartları çok ağır bir barış anlaşması yapmak zorunda kalmıştı. Savaşın ardından “"suffes"” (Roma’daki “konsül”ün karşılığı) seçtiren Hannibal maliyeti ve ekonomiyi düzeltemeyi başardı. Ancak Romalıların baskısı ile Kartaca senatosu onu görevden aldı.
Kendine karşı yükselen muhalefet yüzünden gönüllü sürgüne giden Hannibal, önce Selevkos İmparatorluğu olmak üzere Ermenistan'a ve Bitinya'ya giderek buradaki saraylarda askeri danışmanlık yaptı.
Birçok kaynakta Bursa şehrinin kuruluşu Hannibal ile ilişkilendirilir. Bitinya Kralı Prusias'ın yanında iken Prusias'a bugünkü Bursa'nın olduğu yerde bir şehir kurmasını öğütlediği ve şehirdeki ilk içme suyu şebekesini kurduğu düşünülür.
MÖ 183 veya 182'de Bitinyalı yetkililer tarafından Romalılara teslim edileceğini anlayınca yüzüğünde taşıdığı bilinen zehiri içmek suretiyle intihar ederek yaşamına son verdi. Mezarı bilinmemekle beraber, ölüm yeri olan Gebze'de bulunan Tübitak yerleşkesinde kendi anısına yapılan bir anıt bulunmaktadır. Hannibal Anıtı, Atatürk'ün dile getirmiş olduğu Hannibal'ın mezarının bulunması ve bir anıt yapılması isteği vasiyet kabul ederek 1981'de yapılmıştır. Daha sonra Gebze yerleşkesine su getirme çalışmaları sırasında bulunan bir mezarın Hannibal'a ait olduğu zannedilmektedir.
Hannibal dünyaca ünlü bir komutan ve askeri strateji konusunda çok bilgili biridir. Hatta Hannibal Barca'nın savaş stratejilerinden bazıları Kurtuluş Savaşı'nda da Yunan kuvvetlerine karşı başarıyla kullanılmıştır. Savaş tarihçisi Theodore Ayrault Dodge, ona "askeri stratejinin babası" unvanını vermiştir; çünkü en büyük düşmanı olan Roma bile onun savaş taktiklerini kullanmıştır. Hannibal'ın yaşamı ve savaşları birçok belgesel ve filme konu olmuştur. Öldüğü yerde günümüzde faaliyet gösteren bir okula adı verilmiştir.
Faik Kaltakkıran
Mehmet Faik Kaltakkıran (d. 1870, Edirne - ö. 2 Ocak 1948), Türk siyasetçi.
Kastamonu ve Trabzon Rüştiyeleri mezunudur. Ziraatçılık, Bağcılık, Bahçıvanlık, Edirne İli Nüfus İdaresi Pasaport Kâtipliği, Konya İli Mektupçuluk Kalemi 2. Mümeyyizliği, İstanbul Reji İdaresi’nde Çevirmenlik, Müdâfaayı Milliye Cemiyeti Üyeliği, Şeref Aykut, Şevket Dağdeviren ve Kasım Yolageldili ile beraber Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kurucu Üyeliği ve Merkez Heyeti Temsilciliği, Osmanlı Meclisi Mebusan I., II., III. ve IV. (18 Mart 1920'de İngilizler tarafından tutuklanarak Malta adasına sürgüne gönderildi) Dönem Edirne Mebusluğu, TBMM I., II., III., IV., V. ve VI. Dönem Edirne Milletvekilliği, I. Dönem TBMM Başkanvekilliği, Nizamnâme-i Dâhilî Komisyonu Başkanlığı, 2. ve 5. Dönem Ziraat Encümeni Başkanlığı yapmıştır. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. Evli ve bir çocuk babasıdır.
Faik Kaltakkıran'ın anıları oğlu Ferit'i genç yaşta kaybetmesi ile yarım kalmıştır. Bu notlar daha sonradan Kırklareli Milletvekili Şevket Ödül tarafından eşi Neyyire Kaltakkıran'dan alınarak Tevfik Bıyıklıoğlu'na verilmiştir.
Fenn-i Tekvin (Yaratılış bilimi) adlı bir çeviri / derleme kitabı vardır.
Atatürk'ün emriyle oluşturulan İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi'nin 10 kurucusundan biridir.
Sayı tabanı
Basamaklı sistem kullanılarak oluşturulan sayıların yazılı gösterim tekniğinde, her bir basamaktaki değerin o basamağın sağ baştan kaçıncı olduğu değeri üssü olarak kullanılarak çarpımında kullanılan değer.
Örneğin 10 sayı tabanında yazılmış "31" sayısının matematiksel açılımı: (3*10¹) + (1*10°)'dır.
Aynı "31" sayısı 4 tabanında yazılsaydı: (3*4¹) + (1*4°) ifadesinin karşılığı olup, 10luk tabandaki "13" sayısının karşılığı olacaktır.
10luk tabandaki "31" sayısının değerine ulaşmak içinse 4lük tabanda (1*4²) + (3*4¹) + (3*4°)'ın değeri olan "133" yazılması gerekir.
En küçük sayı tabanı 2'dir. Teoride en büyük sayı tabanı sonsuz olsa da genelde kullanımda olan en büyük sayı tabanı 16'dır. Bilindik rakamların 10 tane olmasından dolayı 10'dan büyük sayı tabanları gösteriminde alfabenin büyük harflerini rakam olarak alınır. Örneğin 16 sayı tabanının rakamları sırayla (0,1,2,3,4,5,6,7,8,9,A,B,C,D,E,F)'tir.
Tüm insanlık tarihi boyunca 10luk sayı tabanının kullanılmasını bilim insanları, insanın ilk basit hesaplamaları iki elinin parmaklarıyla yapmış olmaya başlamasından dolayı olduğu şeklinde açıklamaktadırlar.
Kölemez
Kölemez, koyun sütünden yapılan bir süt mamülü olup koyun sütü koyulaştığı zaman kaymak kıvamında yapılan ve Yörük kültüründe olan bir yiyecektir.
Kaymak
Kaymak, sütün yağını yoğunlaştırarak elde edilen bir süt ürünüdür. Sütü hafif ateşte çalkalayarak veya belli bir soğuklukta bırakarak elde edilen koyu ve yağlı özdür. Ayrıca bol protein ve kalsiyum içerir.
Süt önce bir tencerede karıştırılıp, savrularak pişirilir. Sonra ince kenarlı bir tepsiyle çok hafif ateş üzerine bırakılır. Bir süre sonra üstü örtülerek 5-6 saat bekletilir. Kaymak bağlayınca ateşten alınır. Özellikle ekmek kadayıfıyla birlikte tüketildiğinde tadına doyum olmayan bir besindir. Manda sütünden olanı daha makbuldür. Ancak bu hayvanların soyunun azalması bu lezzeti tehdit etmektedir. Türkiye'de bu hayvanlar en çok Afyonkarahisar ve çevresinde yetiştirilir.
Pangea
Pangaea ya da Pangea, Paleozoik Zaman sonları ile Mezozoik Zaman başlarında var olmuş dördüncü ve son süperkıtadır. Yaklaşık 300 milyon yıl önce daha önceki erken kıta parçalarından toplanarak bir araya geldi ve yaklaşık 175 milyon yıl önce ayrılmaya başladı. Günümüzdeki yeryüzünün aksine, bu süperkıtanın daha fazla bir kısmı güney yarımkürede bulunuyordu ve etrafı süper okyanus Panthalassa ile çevriliydi. Pangea magma tabakasındaki konveksiyonel hareketler sonucunda güneyde Gondvana ve kuzeyde Laurasia olarak ikiye bölünmüştür. İlerleyen evrelerde bu 2 kıta daha fazla parçaya ayrılarak günümüzdeki kıtalara dönüşmüştür. Pangea, günümüze kadar var olan süperkıtaların sonuncusu ve jeologlarca biçimi ortaya çıkarılanların ilkidir.
Gondvana'nın parçalanmasıyla Antarktika, Güney Amerika, Avustralya ve Afrika Kıtaları; Laurasia'nın parçalanmasıyla Kuzey Amerika ve Avrasya (Asya ve Avrupa) Kıtaları ortaya çıkmıştır.
Bu parçalanma süreci içinde Kuzey Amerika ile Güney Amerika ve Avrasya ile Afrika kıtaları birbirine oldukça yaklaşırken, Hindistan levhası ile Avrasya çarpışmış ve sonucunda Himalaya Dağları oluşmuştur. Ayrıca bu süreç içinde Okyanusya kıtası da Antarktika'dan ayrılmıştır.
Pangea günümüzdeki kıtalar ortaya çıkana kadar çeşitli evrelerden geçmiştir.
Sözcük Grekçe'de "Tüm, bütün, yekün" anlamlarına gelen "pan" ve yeryüzünü simgeleyen "Ana Tanrıça" "Gaia" sözcüklerinin birleşiminden oluşturulmuştur. Kavram, ilk kez kıtasal sürüklenme kuramını oluşturan Alfred Wegener tarafından 1912’de yayımlanan "Kıtaların Doğuşu" adlı kitabında öne sürülmüştür. Wegener'in hipotezinin temelini 1915'de basılan "Kıtaların ve Okyanusların Doğuşu" adlı kitabında geliştirerek öne sürdüğü var olan bütün kıtaların sürüklenmeden önce "Urkontinet" adını verdiği tek bir süperkıta biçiminde oldukları düşüncesi oluşturmaktaydı.
Süperkıtaların biçimlenmesi ve ardından ayrışmaları Yeryüzü tarihinde döngüsel olarak tekrar etmektedir. Kolombiya veya Nuna adı verilen bilinen ilk süperkıta yaklaşık 2,0–1.8 milyar yıl önce oluşmuş ve ardılı olan Rodinya onun parçalarından yaklaşık 1,1 milyar yıl öncesinden 750 milyon yıl öncesine değin bir araya gelmiş olup tam biçimlenmesi ve jeodinamik süreci ardılları olan Panotya ve Pangea kadar net değildir.
Rodinya ayrıştığında; Proto-Lavrasya, Proto-Gondvana ve daha küçük bir parça olan Kongo Craton olmak üzere 3 parçaya bölündü. Proto-Lavrasya ve Proto-Gondvana, Proto-Tetis Okyanusu ile ayrılmaktaydı. Ardından Proto-Lavrasya; Lavrentiya, Sibirya ve Baltık parçalarına bölündü. Baltık; Lavrentiya'nın doğusuna, Sibirya ise Lavrentiya'nın kuzeydoğusuna hareket etti. Bölünme İapetus ve Paleoasian adı verilen iki okyanus oluşturdu. Bu parçaların büyük bir kısmı Panotya adı verilen bir süperkıtada yeniden birleştiler. Panotya süperkıtasının topraklarının büyük bir kısmı Güney Kutbu ile Ekvator yakınlarında bulunmaktaydı. Kutup parçalarını çok küçük bir şerit birbirine bağlamaktaydı. Panotya'nın varlığı yaklaşık 540 milyon yıl öncesine kadar sürdü. Kambriyenin başlamasına yakın bir zamanda ayrışarak yerini Laurentia, Baltica ve güney süperkıtası Gondvana'ya bıraktı.
Daha sonradan Kuzey Amerika kıtası olacak olan Lavrentiya Kıtası Ekvator üzerinde bulunuyordu ve kuzey ve batı yönünde Panthalassic Okyanusu, güneyinde İapetus Okyanusu ve doğusunda Khanty Okyanusu ile çevriliydi. Ordovisyenin ilk başlarında, yaklaşık olarak 480 myö. Newfoundland, Güney Britanya Adaları ve Belçika parçaları, Kuzey Fransa, Yeni İskoçya, İberya ve Kuzeybatı Afrika haline gelecek olan Avalonia mikrokıtası Gondvana'dan ayrışarak Lavrentiya'ya doğru yolculuğa başladı. Baltık, Lavrentiya ve Avalonya; Ord |
ovisyen'in sonunda buluşarak Euramerika ya da Laurasia adı verilen İapetus Okyanusuna yakın bir kıta biçimine dönüştüler. Çarpışmanın sonuçlarından birisi Kuzey Apalaş'ların Euramerika yakınlarında oluşmasıydı. İki kıta arasında Khanty Okyanusu yer almaktaydı. Gondvana yavaşça Güney Kutbuna doğru sürüklendi ki bu Pangea'nın biçimlenmesinin ilk adımıydı.
Pangea'nın oluşmasında ikinci adım Gondvana ve Euramerika'nın çarpışması oldu. Baltica, 440 myö Silüryen döneminde Laurantia ile çarpıştı ama Avalonya'nın yavaş ve kararlı bir biçimde Laurentia'ya doğru ilerlemesiyle iki kıta arasında İapetus Okyanusu'nda bir denizkanalı oluştu. Bu arada Güney Avrupa Gondvana'dan ayrıldı ve Euramerika'ya doğru yeni biçimlenen Rheic Okyanusu boyunca ilerledi ve Devoniyen döneminde Güney Baltica ile çarpıştı. İapetus Okyanusunun kardeş okyanusu olan ve Baltica ile Siberia kıtaları arasında yer alan Khanty Okyanusu Siberia'nın doğu Baltica ile çarpışmasından bir Ada yayıyla küçüldü. Bu Ada Yayı'nın arkasında yeni bir okyanus olarak Ural Okyanusu yer aldı.
Geç Silüryen döneminde Kuzey ve Güney Çin kuzeye doğru ilerleyerek ve yolundaki Tethis Okyanusu'nu açarak ve kuzeye doğru ilerledi ve güneylerinde yeni Paeo-Tetis Okyanusunu açtı. Gondvana devoniyen döneminde Rheic Okyansunun küçülmesine yol açarak Euramerika'ya doğru ilerledi. Kuzeybatı Afrika Erken Karbonifer'de Apalaş Dağları, Meseta Dağları ve Mauritanide Dağlarının güney kısmını oluşturarak Euramerika'nın güneydoğu kıyısına erişti. Güney Amerika, Euramerika'nın güneyine doğru yöneldi. Bu arada Gondvana'nın doğu bölümü (Hindistan, Antarktika ve Avustralya) ekvatordan Güney Kutbuna doğru yönelirken Kuzey ve Güney Çin bağımsız birer kıtaydılar. Kazakistania mikrokıtası Sibirya ile çarpışmıştı. (Sibirya kıtası, orta karboniferde Panotya süperkıtası bozulduğundan beri milyonlarca yıldır ayrı bir kıtaydı.)
Geç Karbonifer'de Batı Kazakistan aralarındaki Ural Okyanusu ve Batı Proto-Tetis'i kapatarak Baltık ile çarpıştı. Bu çarpışma Ural Dağları ve Lavrasya süperkıtasını oluşturdu. Bu da Pangea'nın oluşumundaki son adım oldu. Bu arada Güney Amerika, Rheic Okyanusunu kapatarak ve Apalaşya Dağları ile Ouachita Dağlarının en güney kısımlarını oluşturarak Laurentia'yla çarpıştı. Bu esnada, Gondvana; Antarktika, Hindistan Avustralya, Güney Afrika ve Güney Amerika buzullar oluşarak Güney Kutbunda yer aldı. Geç Karbonifer'de Kuzey Çin bloğu Proto-Tetis Okyanusu'nu kapatarak Sibirya ile çarpıştı.
Erken Permiyen'de Kimmerya plakası Gondvana'dan bölündü ve bu da Güney Kutbunda yeni Tetis Okyanusu'nu oluşturdu. Kara parçalarının çoğunluğu böylece bütünlendi. Trias döneminde Pangea kendi çevresinde bir miktar döndü ve Cimmerian plakası Orta Jura dönemine değin küçülen Paleo-Tetis'e doğru yol aldı. Paleo-Tetis batısından doğusuna doğru kapandı ve Kimmerya dağoluşumunu meydana getirdi. C biçimine benzeyen ve bu C'nin içinde yer alan yeni Tetis Okyanusu ile birlikte Orta Jura döneminde sürüklendi ve deformasyona uğrayarak yarıldı.
Fosillerin farklı kıtalarda bir hat biçiminde dağılımı Pangea'nın varlığına işaret eden bir kanıt olarak değerlendirilmektedir. Şu anda birbirlerinden çok uzak aralıklarda bulunan fosil kanıtları benzer ve saptayıcı türleri içermektedir. Örneğin, Terapsid Lystrosaurus fosilleri Güney Afrika, Hindistan ve Antarktika'da Glassopteris faunası boyunca bulunmuştur ki bu alan kutup dairesinden ekvatora kadar bir genişliğe sahiptir. Benzer biçimde tatlısu sürüngeni Mesosaurus Brezilya ve güneybatı Afrika kıyılarında bulunmuştur.
Pangeanın varlığına bir diğer kanıt Güney Amerika'nın doğu kıyısı ve Afrika'nın batı kıyısının jeolojik sınır uyumu olarak değerlendirilmektedir. Karbonifer dönemi boyunca sınırını kutup buzul örtüsü kaplamaktadır. Pangea'da bir bütün oldukları döneme ait aynı yaşta ve aynı yapıda buzul artıkları farklı kıtalarda bulunmuştur.
Pangea'nın parçalanması üç temel evre ile açıklanmaktadır: İlk evre olarak, Erken Orta Jura döneminde Pangea doğuda Tetis Okyanusundan batıda Pasifik Okyanusu'na doğru sürüklenmeye başladı. Kuzey Amerika ve Afrika arasında meydana gelen çatlamalar neticesinde Kuzey Atlantik Okyanusu meydana geldi. Atlantik Okyanusu tek bir biçimlenme içinde oluşmadı. Çatlak Kuzey Orta Atlantik alanında başladı. Güney Atlantik alanı; Lavrasya'nın saat yönünde ve Kuzey Amerika'yla birlikte kuzey yönüne ve Eurasya'nın güney yönüne doğru dönmeye başladığı Cretaceous'a değin açılmadı. Lavrasya'nın saat yönünde dönmesi sonradan Tetis Okyanusu'nun kapanmasına neden oldu. Bu arada, Afrika'nın diğer tarafı ve Afrika'nın doğu uçları Antarktika ve Madagaskar'da meydana gelen yarılmalar Kretase döneminde güneybatı Hint Okyanusu'nun biçimlenmesine yol açtı.
Pangea'nın parçalanmasının ikinci evresi küçük süperkıta Gondvana'nın (Afrika, Güney Amerika, Hindistan, Antarktika ve Avustralya) sonrasında pek çok parçaya ayrıştığı Erken Kretase (150-140 myö) döneminde başlar.
Tetis Sukanalının yitimi Afrika, Hindistan ve Avustralya'nın kuzeye hareket etmesine ve Güney Hint Okyanusu'nun açılmasına neden olmuş olabilir. Sonunda, Erken Kretase döneminde bugünkü Güney Amerika ve Afrika Gondvana'dan ayrıldı. Ardından orta Kretase'de Güney Amerika'nın Afrika'dan batı yönüne doğru ayrılmaya başlamasıyla Atlantik Okyanusu açılmaya başlayarak Gondvana parçalandı. Güney Atlantik yeknesak biçimde genişlemese de güneyden kuzeye ayrıldı.
Aynı zamanda Madagaskar ve Hindistan Antarktika'dan kuzey yönüne doğru uzaklaşarak ayrıldı ve Hint Okyanusu açıldı. Madagaskar ve Hindistan Geç Kretase döneminde 100-90 myö birbirinden ayrıldı. Hindistan yılda 15 cm.'lik bir hızla (bir tektonik plaka verisine göre) kuzeyindeki Avrasya'ya doğru yöneldiğinde doğu Tetis Okyanusu kapanmaya başladı. Madagaskar ise sabit kalarak Afrika plakasına kilitlendi.
Yeni Zelanda, Yeni Kaledonya ve geriye kalan Zelanda Pasifiğin doğusuna doğru ilerleyip Mercan Denizi ve Tasman Denizini açarak Avustralya'dan ayrıldı.
Pangea'nın parçalanmasında üçüncü ve son evre Erken Paleosen'den Oligosen'e kadar Senozoik döneminde gerçekleşti. Kuzey Amerika/Grönland (Lavrentiya da denir) Avrasya'dan 60-55 myö Norveç Denizini açarak ayrıldığında Lavrasya bölündü. Tetis Okyanusu kapanarak Atlantik ve Hint Okyanusları genişlemeyi sürdürdü.
Bu arada 40 myö Avustralya Antarktika'dan ayrılarak Hindistan gibi hızla kuzeye yöneldi. Avustralya halen doğu Asya ile çarpışma rotasında ilerlemeyi sürdürmektedir. Hem Avustralya hem de Hindistan halen kuzeydoğu yönünde yılda 5–6 cm. bir hızla ilerlemektedir. Antarktika yaklaşık ya da tam olarak Pangea'nın biçimlendiği 280 my'dan bu yana Güney Kutbu'nda bulunmaktadır. Hindistan yaklaşık 35 myö Asya ile çarpışmaya başladı. Bu çarpışma ile başlayan Hindistan kıtasının Asya kıtası üzerindeki baskısı halen sürmektedir. Afrika plakası yönünü batıdan kuzeybatı yönündeki Avrupa'ya doğru değiştirdi ve Güney Amerika kuzeye hareket ederek Antarktika'dan ayrılıp ilk kez Antarktika dolayında bütün bir okyanus akımına izin verdi. Bu hareket, bütün bir atmosfer karbondioksit konsantrasyonunu azaltarak Antarktika'nın hızla soğuması ve buzullaşmasına neden oldu. Bu buzullaşma nihayet kilometrelerce kalınlığa erişerek bugünkü durumunu ortaya çıkardı. Diğer bir temel olay Senozoik'te, Kaliforniya Körfezinin açılması, Alplerin yükselmesi ve Japon Denizi'nin açılması oldu. Günümüzde Pangea'nın ayrışması Kızıldeniz Çatlağı ve Doğu Afrika Çatlağı'nda devam etmektedir.
Pangea'nın biçimlenmesi günümüzde genel olarak plaka tektoniği (levha hareketleri) terimi ile açıklanmaktadır. Pangea'nın ayrışmasının levha hareketleri ile ilgili oluşu bize bu ayrışmanın kısa bir süre içinde ve tek bir seferde değil değişik zamanlarda gerçekleştiğini göstermede yardımcı olur. Buna ek olarak, bu ayrılmanın sonrasında ayrılan parçaların kendi içinde de ayrılmaya devam ettiği ortaya çıkarılmıştır.
Pangea'nın var olduğu 100 milyon yıllarda diğerleri daha çetin şartlarda yaşam mücadelesi verirken verimler zamanlar yaşayan pek çok tür var oldu. Bunlardan birisi olan Traversdontidae sadece bitkilerle beslenmekteydi. Bitkilerin yaşamı ekosistemlerce oluşturulan sporlara dayalıdır ve yerini açık tohumlular almıştır. Bu bitkiler aynı zamanda kendilerini yiyen hayvanlar açısından bakıldığında dahili birer su taşıyıcıları olmaktadır. Permiyen döneminde (250-300 myö) böcekler (yusufçuklar, sivrisinekler vb.) serpildiler. Permiyen yok oluşunda yüksek derecede etkilenip kitlesel yok oluşa maruz kalmış olsalar da böcekleri kitlesel olarak etkileyen tek yok oluş bu oldu. Triyas dönemi geldiğinde günümüzdeki timsahgiller ve kuşların atası Archosaur gibi pek çok çeşit sürüngen ortaya çıkıp çoğaldı.
Pangea'nın deniz yaşamı hakkında pek az bilgi bulunmaktadır. Bilimciler bu konudaki sorular için belirleyici yanıtlar verebilecek temel kanıtlar ya da fosiller elde edememektedir. Bununla birlikte, bu döneme ait Ammonite ve Brachiopad gibi deniz canlısı fosilleri bulunabilmiştir. Ek olarak, ekosistemlere işaret eden yekpere yapıda sünger ve mercan türleri içeren resif kitleleri ortaya çıkarılmıştır.
Pangea günümüz dünyasının oluşmasında muazzam bir etki yaptı. Pangea döneminde kıtaların ve okyanusların yeniden biçimlenmesi birçok alanda iklimi değiştirdi. İklimin yoğun bir biçimde değiştiğine yönelik bilimsel kanıtlar bulunmaktadır. Kıtalar ayrılıp yeniden biçimlendiklerinde okyanus akıntıları ve rüzgârları da değişime uğradı. Bütün bu değişimleri açıklamakta kullanılan bilimsel akıl yürütmeye kıtasal sürüklenme adı verilmektedir. Alfred Wegener tarafından ortaya konulan kıtasal sürüklenme kuramı ile kıtaların yeryüzü yüzeyini nasıl değiştirdiğini ve iklimi, farklı kıtalarda bulunan kaya biçimlenmelerini, bitki ve hayvan fosilleri gibi pek çok şeyi değişik yönden nasıl etkilediğini açıklamaktadır. Wegener, soğuk Svalbard Norveç'ten elde ettiği bitki fosilleri üzerinde incelemeler yaptı. İncelemelerinde bu gibi bitkilerin buzul iklimine uyum sağlayamadıklarını tespit etti. Buldukları tropikal bölge bitki foslleriydi ve bu bitkiler daha ılıman ve |
tropikal iklimde uyum sağlayıp gelişebiliyordu. Bitkiler kendiliğinden farklı bir çevreye yolculuk yapamayacaklarından Svalbard, Norveç'in bir zamanlar daha ılıman ya da daha az soğuk bir iklime sahip olduğunu gösteriyor olabilirdi.
Pangea ayrıldığında kıtaların yeniden biçimlenmesiyle okyanus ve denizyollarının etkileri de değişti. Kıtaların yeniden biçimlenmesi okyanusların sıcaklık ve soğukluk dağılımını değiştirdi. Kuzey Amerika ve Güney Amerika birbirine bağlandığında Atlantik'ten Pasifiğe ekvatoral su geçişi durdu. Yüksek enlemlerdeki ılık su daha fazla buharlaşmaya neden oluyor ve nihayet havadaki nemi arttırıyordu. Artan buharlaşma ve artan atmosfer nemi yağış artışı ile sonuçlanıyordu. Artan kar yağışı bir buzul örtüsünün birikmesine yol açan karlanma ve buzlanmayı oluşturuyordu. Grönlandın artan buzlanması ise küresel soğumayı arttırıyordu. Bilimciler Avustralya ve Antarktika'nın ayrılması ve Antarktik Okyanusu'nun biçimlenmesi boyunca küresel soğumanın kanıtlarını buldular. Yeni biçimlenen Antarktika ya da Güney Okyanusundaki okyanus akıntıları kutup dolaylı bir akıntı oluşturdu. Yeni okyanusun oluşturduğu kutup dolaylı akıntı nihayetinde hava akımlarının batıdan doğuya dönmesine yol açtı. Hava ve okyanus akımlarının yeni biçimi ılık tropikal hava ve suyun yüksek enlemlere transferini engelledi. Ilıman hava ve akıntıların kuzeye doğru hareketinin sonucu olarak Antarktika çok daha fazla soğuyarak dondurucu bir iklime ulaştı.
Alfred Wegener'in kuramı ve çıkardığı sonuçlar geçerliliğini korumakla birlikte bilimciler yeni düşünceler ya da bazı şeylerin neden olduğuna dair yeni akıl yürütmeler geliştirmeye devam ediyorlar. Wegener'in "kıtasal sürüklenme" kuramı daha sonraları yerini levha hareketleri (plaka tektoniği) kuramına bıraktı.
Kuzey Pangea'nın bozulmasının yeryüzünün geçirdiği, deniz yaşamının %90'ından ve karasal yaşamın %70'inden fazlasının yitirildiği beş başlıca yok oluştan birisi olan Permiyen yok oluşuna katkıda bulunduğuna yönelik kanıtlar bulunmaktadır. Yok oluşa etki eden üç temel çevresel kaynak bulunmaktadır.
Bu kaynaklardan ilki derin su bölgelerinde kalsit çözünme oranının aşağıya indikçe hızla arttığı oksijen konsantrasyonlu derinliğin (lysocline) sığlaşmasıdır. Lisoklin alanlarının küçülmesi kalsitin okyanus içinde çözümü için daha az alan bırakmaktadır. Bu daralma brachipodlar ve mercanlar gibi yaşamını sürdürmek için çözünmüş kalsite gereksinim duyan karbonat üreticilerinin yok olmasına yol açtı. İkinci kaynak Pangea levha hareketlerinin bir sonucu olduğu tartışılmakta olan Sibirya volkanik kayalıklarının lav püskürmesidir. Volkanik püskürmelerden çevreye toksik metal dağılımı çevrede genel bir daralma hali yarattı. Atmosferdeki aşırı CO'in lisoklin alanlarının küçülmesinin temel nedeni olduğu düşünülmektedir. Bu yok oluşun üçüncü nedeni kuzey Pangea'nın başlangıçlarda anoksik bir çevreye ya da daha düşük oksijen konsantrasyonuna atfedilmektedir. Metal yüklenmesi yüzünden anoksik okyanusların okyanus asitleriyle karışması dip sulara gereksinim duyan türlerin yok oluşuna neden olacak asitli okyanusların artışına yol açmıştı.
Yorgun Anılar Zamanı
Ayşe Sarısayın öykülerinde genellikle birinci tekil şahıskipi kullanıyor, böylelikle okuyucuda öykünün kahramanı olarak kitaba girebiliyor ya da öykü okucunun hayatına giriyor. Yazar, öykülerinde genellikle kadın duyarlılığını yansıtıyor. "Yorgun Anılar Zamanı", evi merkez alıyor. Evdeki kadın ve erkeğin rollerini irdeliyor. Bunları kadının bakış açısıyla anlatıyor. Masallarla büyüyen küçük kız çocuğunu, çevresindeki mutlu evliliklerin bittiğini (bitebileceğini) gören genç kızı, hüzünlü geçmişinden torununu sakınan bir anneanneyi ve evlilikleri biten kadınları anlatıyor bu kitaptaki öykülerinde.
Totalitarizm
Totalitarizm; tüm yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen, diktatörlükvari yönetim. Sözcük sıfat hâlinde totaliter olarak kullanılır. Totalitarizmde bireysel özgürlüklere izin verilmez ve bireyin yaşamının tüm alanları devlet kontrolüne bırakılır.
Türkçeye Fransızcadan geçen sözcüğün kökeni Latince "totus" (tüm, bütün) sözcüğüdür. Sözcük İtalyan diktatör Benito Mussolini tarafından, 1920'lerde, faşist İtalyan yönetimini tanımlamak için "totalitario" olarak oluşturulmuştur. Kendisi kavramı, "devlet içindeki herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse" şeklinde açıklamıştır.
İlk olarak Mussolini tarafından kullanılmıştır. Mussolini, I. Dünya Savaşı'ndan sonra etkili olan merkezi otoriteye karşı yıkıcı güçler yüzünden savunmasız kalmış bir ulusun birliğini ve ulus aracılığıyla da devlette cisimleşen tarihi bir topluluk kimliğini hedefliyordu. Faşizm, devletin birey üzerindeki üstünlüğünü ve bu devletin gücünün sınırsız biçimde yayılmasını öngörür.
Mussolini "faşizme göre, her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur, dahası onun dışında hiçbir şeyin değeri yoktur. Bu anlamda faşizm, totaliterdir ve bütün değerlerin sentezi ve birliği olan faşist devlet, bir halkın yaşamının tüm yönlerini ifade eder, geliştirir ve güçlendirir" diye yazıyordu. Totaliter sistemlerin diğer rejimlerle farkı tanımlanmaya çalışılmıştır. Bütün totaliter sistemlerin egemen tarihi ve ideolojik unsuru olabilecek özellikler üzerinde bir anlaşma yoktur. Ama "totalitarizm" terimini, devletin hedef olarak seçtiği şeye ulaşmak için "bütün yollar"ın kullanılması anlamına geldiği de açıktır. Bundan dolayı, istekleri ne olursa olsun bütün totaliter rejimler güncel tekniklerle siyasi despotizmi güvence altına almak, devlet tarafından belirlenen bir ekonominin dışındaki çıkarları kısıtlamak, demokratik bile olsa tek tip ideolojik kuralları dayatmak gibi başka özellikler de taşır. Totalitarizm, toplumsal yaşamın bütün yönlerini içerir.
Carl Friedrich ile Zbigniew Brzezinski totaliter rejimlerin 7 ortak özelliğini şöyle vurgular:
1. Ütopyacı gelecek vaadi ve binyılcı egemenlik iddiasıyla gelişmiş bir ideoloji.
2. Tek kişi, tek lider, tek parti.
3. Terör sistemi, fiziksel veya psişik.
4. Medya tekeli.
5. Silah tekeli.
6. Bürokratik koordinasyonla, ekonominin merkezi yönetimi.
7. Totaliter rejime destek veren propagandalar.
Totaliterizm faşist, teokrasist ve bunun gibi katı sistemlerin belirgin tanımıdır. Totaliter rejim, halkın geleceği için yapılan bir şeydir. Bu nedenle totaliter rejimin korunması için her şey yapılabilir. Birey, yönetimin manipülasyonlarına açıktır. Düşünce ve ifade özgürlüğü bulunmaz. Yönetim aleyhine fikir öne sürülemez. Sadece totaliter görüşlü kişiler yönetime katılabilir.
Lider tek güçtür, tanrısaldır, her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan lütfuna mazhar olur, eleştiren hiçlikte kaybolur. Her şeye o karar verir, hukuk odur.
Total rejimle otoriter rejim arasındaki fark, total rejimin otoriterliği içine almasından başka, yönetici elitin zorla kurgusal bir toplum inşa etmek istemesidir. Bu arzu kaba görünebilir, bilimsel de olabilir. Bu rejimde tehdit, kuşku, korku, ceza, ihbar, taciz, işkence, öldürme, toplama kampları bulunmaktadır.
Aile ve gruplar düzen için örgütlenir. Rejim, bir rüyaya bir ütopyaya dayanır veya amaçlar. Özgürlük yoktur, insanların kendi geleceklerini düşünmeleri imkânsızdır, her şey toplumun mutluluğu içindir.
Totalitarizm, toplumun ve toplumsal gerçekliğin bütününü kavradığını iddia eder. Kendi rejiminin değişmezliğini ayırdedebilmek için bir öteki terimi icat eder ve insanları, benden olanlar ve benden olmayanlar diye ikiye ayırır.
Faşist, teokrasist rejimlerde mutlak düşünce hakimdir. İnsanoğlunun doğuşundan beri kültür macerası sonsuza dek yeniden düşünülmeye, yeniden yorumlanmaya açık özelliktedir, ama totalitarizm bu kapıları kapatır, nihai açıklamaları bulduğunu söyler, tartışma hürriyetini baştan kesip atar. Böylece, geçici olmayan hiçbir mutlak olmadığını çelişik bir biçimde açıklar ve çöker. Durmadan değişen bir dünya, değişmez bir hakikatte nasıl dondurulabilir?
Jacques Derrida, bu sistemlerin metafizik olduğunu, temellerinin mantıksal olmadığını, şiddet kullanarak ayakta kalabildiğini ideolojilerinin dilinden ortaya çıkarmıştır. Bunların üstünlükleri akıldan değil, kendinden menkul zorbalıktan gelir. Ötekinin insan bile sayılmaması, dışlama ve hoşgörüsüzlük, herkesin çarkın bir parçası olması, özgürlüksüz özgürlük, eşitliksiz eşitlik, dinsiz din, ahlaksız ahlak ve sansür. Her şey önceden belirlenmiştir: Siyaset, hukuk, cinsellik, kültür, ekonomi, bilim. Dünya cennetini amaçlamak. Ancak bunu dünyayı cehenneme çevirerek yapmak.
Toplum sistemlerini açık toplum ve kapalı toplum olarak ikiye ayırırsak, kapalı toplumlar açık toplumun düşmanıdır ve er geç açık toplumu yok etmek isterler. Kapalı toplum vahşet ve teröre dayanır, baskı ve zulme dayanır, patolojik ve akıldışıdır. İnsanların zulme başkaldıracak yolları tıkanmıştır.
Devlet her şeydir. İnsanlara nasıl yaşayacağını dikte eder. Bireysellik bir puttur. Putları, düşünce polisi izler. Rejim, insanların doğal yapısını öyle bozar ki, insan insanlıktan çıkar, bu insanlar şu an varolmazlar veya gelecekte varolması gereken bir sistemin araçlarıdırlar veya gelecekteki sistemin varolması gerekmeyenleridir.
Rejimler totaliterdir ama isimleri cafcaflı olabilir: Halk cumhuriyeti, halk demokrasisi.. Rejimin rüyası uyanıkken gördürülür, bekası devrimci coşkuyla ayakta kalır. Karl Popper bunu şöyle tasvir eder: "Tavizsiz radikallik. Tüm toplumsalın yapısını kökten dönüştürecek kıyametimsi bir devrim rüyası. Taş üstünde taş bırakmadan toplumu bir bütün olarak ele alma."
Üstün bir güç, bir parti, bir lider, bir grup, bir komite, bir aygıt bütün insanları yutan bir karadeliktir. Çoğulculuk ve özel alan suçtur. Militarizm rejimin sembolü olmuştur. Bütün bu sıkılığa rağmen bazıları daha eşittir.
Totalitarizmin en parlak örnekleri son yüzyılda ortaya çıktı. Hitler, Mussolini, Pol Pot isimleriyle toplama kampları, soykırım, ölüm tarlaları birlikte anıldı.
Georgi Plehanov
Georgi Valentinovich Plekhanov (Геoргий Валентинович Плеханов) |
(d. 11 Aralık 1856 - ö. 30 Mayıs 1918), Rus devrimci ve Marksist teorisyen. Rus sosyal-demokratik siyasetinin başlatıcısı ve kendini "Marksist" olarak adlandıran ilk Ruslardandır.
Rusya'nın Çarlık rejiminin sonlandırmak için çalışırken siyasi faaliyetlerine devam eden Plehanov, politik zulüm gördü. 1880 yılında İsviçre'ye göç etti. I. Dünya Savaşı'nda Plehanov, Almanya'ya karşı İtilaf güçlerini topladı ve 1917 Şubat Devrimi'nden sonra Rusya'ya döndü.
Plehanov, Lenin'in yönettiği Bolşevik partisine karşı düşmanca bir tavır aldı. Bununla birlikte Lenin, 1917 yılının sonbahar döneminde güç kazandı. Plekhanov Sovyet rejiminin muhalifi idi. Plekhanov ertesi yıl tüberkülozdan öldü.
1917 sırasında, Lenin'in siyasi partisine karşı güçlü ve sözünü sakınmayan bir muhalif olmasına rağmen, Plehanov, Rus Marksizminin bir başlatıcısı ve bir filozof olarak, onun ölümünden sonra Rus Komünist Partisi tarafından güven ile kabul edildi.
Felsefe alanında ve toplum içinde sanatın ve dinin rolü hakkında Marksizme katkıda bulundu. Ancak bunu siyasi mücadeleden ayrı olarak düşünmedi. Emeğin Kurtuluşu Grubu'nu kurarak işçilerin bağımsız bir siyasi parti olarak örgütlenmesi için çalıştı. Siyasi mücadelenin önemi konusunu işlediği "Sosyalizm ve Siyasi Mücadele" (1883) adlı kitabında marksizmi, anarşizm ve narodnizmin etkisinden korudu. Ayrıca ilk defa Bakunin tarafından yapılmış olan Komünist Parti Manifestosu'nun Rusça çevirisde bulunan anlam ve çeviri hatalarını, kendi çevirisiyle gidermiştir. Plekhanov bu çalışmaları nedeniyle Rusya'ya marksizmi taşıyan isim olarak anılır.
Akyamaç, Güzelyurt
Akyamaç, Aksaray ilinin Güzelyurt ilçesine bağlı bir mahalledir.
Köy en eski yerleşim yerlerinden biri olup eski adı Rumca "Kenetola"'dır. Bu isim zamanla "Genedala" şekline dönüşmüş ve Cumhuriyet'le birlikte ismi Akyamaç olarak değiştirilmiştir.
Köyün yemekleri hakkında bilgi yoktur. Köyde iki cami bulunmaktadır. Köyün düğünleri ve cenaze kaldırılması bütün köy halkının katılımıyla gerçekleştirilir. Bu köydeki birlik ve beraberliğin en önemli göstergesidir.
Köyün en yaşlı adamı Hamit Gülönü 97 yaşında olup köyün en kalabalık aileleri olan Gülönü ve Gür ailelerinin dedesidir.
Köyün en yaşlı kadını ise havana öztürk 92 yaşında olup köyün ensevilen nenesidir
Aksaray il merkezine 49, Güzelyurt ilçe merkezine 4 km uzaklıktadır. Köy, sivrihisarla beraber Aksaray’ın en yüksek noktasıdır.
Köy yaklaşık 140 haneden oluşmaktadır. 130 hanesi de Aksaray il merkezine göç etmiştir. Köy, yapılan referandumla ilçesi olan Güzelyurt'a mahalle olarak bağlanmayı kabul etmiştir.
Akyamaç köyünün en önemli geçim kaynağı inşaat sektörüdür. Bunun yanında köy halkı tarım ve hayvancılıkla da yapar. Genellikle Aksaray ve civar illere göçen halk, geçimini inşaat sektöründe çalışarak elde etmektedir.
Köyde, ilköğretim okulu vardır. Köyün içme suyu şebekesi vardır.PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Köyde faal sağlık ocağı veya sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır.ayrıca gezilip görülmesi bakımından tarihi mağaraları bulunmaktadır.
Dokuz Umde
Dokuz Umde veya Dokuz İlke, Mustafa Kemal Atatürk'ün TBMM'nin birinci döneminin çalışma süresi sona ermeden bir süre önce, 8 Nisan 1923'te yayımlamış olduğu bildiridir. Dokuz ilkenin yer aldığı ve genel program niteliğindeki bu bildiriye göre egemenlik kayıtsız şartsız milletindi ve halkın kendi kendini yönetmesi esastı.
Dokuz Umde, 9 Eylül 1923'te kurulan Halk Fırkası'nın çekirdeğini oluşturan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından bir program olarak benimsendi.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Fazıl Hüsnü Dağlarca (26 Ağustos 1914, İstanbul - 15 Ekim 2008), Türk şair.
26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey'in oğludur. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan'da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulundan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi'nde 1933 yılında tamamladı. "Aile", "Ataç", "Çağrı", "Devrim", "İnkılapçı Gençlik", "Kültür Haftası", "Türkçe", "Türk Dili", "Türk Yurdu", "Varlık", "Vatan", "Yeditepe", "Yücel", "Yenilik" ve "Yön" gibi dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımladı. 1935'te piyade subayı göreviyle Doğu ve Orta Anadolu'nun, Trakya'nın pek çok yerini dolaştı. Ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle askerlikten 1950'de ayrıldı. 1952-1960 yılları arasında Çalışma Bakanlığı'nda iş müfettişi olarak İstanbul'da çalıştı. "Âsû" adlı eseriyle Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazandı (1955-56). Buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray'da "Kitap" kitabevini açtı ve yayıncılığa başladı. Ocak 1960-Temmuz 1964 yılları arasında dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi çıkardı. İlk yazısı 1927'de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâyedir, İstanbul dergisinde 1933'te çıkan "Yavaşlayan Ömür" adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri çıktı. Bugüne kadar kendisine birçok ödül verilen şair 1967'de ABD'deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından "En iyi Türk Şairi" seçilmişti. Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyesiydi. Dil Devrimine ilişkin düşüncelerini Türk Dil Kurumu Koçaklaması'nda şöyle dile getirmiştir:
""Türk Dil Kurumunu kurarken Mustafa Kemal’in tek mutsuzluğu vardıTürkçeyi sevdiğini daha Türkçe söyleyememekKimilerinin şimdi tek mutluluğu varTürkçeyi sevdiklerini daha Osmanlıca söylemek..."
Toplumculuğunun temelinde insana ve insan hayatına saygı yatan Dağlarca, bu yüzden hiçbir edebî akım ve kişiden etkilenmeden kendi kozasını örer. Çok yazan ve üreten bir şair kimliğiyle, bağımsız kalarak hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir akımın etkisinde kalmayarak şiirlerini yazmıştır. Onun sanat anlayışını şu cümlesi özetler:
Türkçeye bakışını ise ""Türkçem, benim ses bayrağım"" diyerek Türkçe Katında Yaşamak adlı şiirinde sergilemiştir.
"Türk şiirinin büyük şairi" olarak tanımlanan Dağlarca, 94 yaşında zatürre tedavisi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, bu yılın ilk aylarında yaptığı bir röportajda ölümünden sonra Kadıköy'de yaşadığı evin müze haline getirilmesini vasiyet etmişti. Evini Kadıköy Belediyesi'ne bağışlayan Dağlarca, Mühürdar Caddesi'ndeki evinde kendisini ziyaret eden Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'e, evinin müzeye dönüştürülmesi için vasiyette bulunmuştu.
20 Ekim 2008'de Karacaahmet Mezarlığına defnedilmiştir.
Bir zamanlar Sözcü dergisinde (1960) ve Vatan dergisinde (1961-1962) yazdığı, özdeyiş niteliğinde kısa düz yazıları bir yana bırakılırsa, yalnız şiirle uğraşan ve şiirlerini Türkiye’nin hemen hemen bütün edebiyat dergilerine yaymış olan Dağlarca’nın kitapları.
Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası
Halk İştirakiyun Fırkası, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da komünist çalışma yürüten partidir.
Türkiye Komünist Partisi, 7 Aralık 1920'de Ankara'da Halk Zümresi ve Yeşil Ordu ile beraber çalışacağını bildirerek Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası programını ve kuruluş bildirgesini yayınladı. Türkiye Komünist Partisi'nin yasal kolu olan THİF böylece Türkiye'nin yasal bir komünist partisi oldu. Yayın organı "Emek" olan parti, işçilere ve yoksul köylü sınıfına yönelik bir politik çalışma yapıyordu. Ocak 1921'de kapatıldı. Sakarya Meydan Muharebe'sinden sonra partinin çalışmalarına tekrar izin verildi. 15 Ağustos 1922'de Ankara'da ilk kongresini yaptı. İzinsiz kongre yapması ve Komintern'in kongresine katılması nedeniyle parti 12 Eylül 1922 yeniden kapatıldı. Ağustos 1923'te yöneticileri de hapis cezasına çarptırıldı.
Toroslar, Mersin
Toroslar, Mersin ilinin bir ilçesidir. Mersin Büyükşehir Belediyesine bağlıdır. Şehir merkezinin kuzey doğu bölümünü oluşturur. Yüzölçümü en büyük olan merkez ilçedir. Güneyinde Akdeniz ilçesi, doğusunda Tarsus, Kuzey Doğusunda Çamlıyayla, batısında ise Yenişehir ve Mezitli ilçeleri bulunmaktadır.Mersin ilinin Şehirler Arası Otobüs Terminali,Toroslar ilçesinde bulunan Korukent ve Çiftçiler mahallelerinde bulunmaktadır.
Kentin en büyük iki mezarlığı da Toroslar ilçesi sınırlarındadır. Yumuktepe tarihi eserleri, Mersin ve Türkiye'nin en büyük bayrağı Toroslar ilçesi sınırlarındadır. Kentin en büyük yaylalarından olan Gözne Yaylasına giriş Toroslardan geçen üç büyük caddeden sağlanır.
İlçede bulunan Çağdaşkent Mahallesinde, Mersin'in en büyük cumhuriyet meydanı vardır.
Adını kuzeyinde bulunan Toros Dağları'ndan almıştır. Belediye Başkanı MHP'li Hamit Tuna'dır. Torosland Projesi'nin hayata geçirilmesi Avrupa'nın son 10 yıldaki en önemli projesi Toroslarda uygulamaya konulmuş olacaktır.
Toroslar ilçesi doğu ve çevre illerden yoğun göç almıştır. Buna rağmen ilçede yoğun olarak Gülnarlılar, Mutlular, Tarsuslular ve köylü nüfusu çok yoğundur. Çoğunluğu köylü halk ve Gülnarlılar oluşturmaktadır. Köylü nüfus haricinde bu ilçede Mersin şehrinin yerlisi yok denecek kadar azdır.
Cedit Rumî
Cedit Rumî, II. Mahmut namına dokuzuncu cülus senesinden on beşinci cülûs yılına kadar bastırılan altın para.
Cedit İslâmbol
1715'de basılan altın paralar hakkında kullanılan tabir. Sikke-i cedit-i zer-i İslambol'da denirdi. 1696'da bastırılan sikkeler para sorununu çözememiş ve payitahtta basılan altınlara diğer sikkeler dahi mağşuşiyetten kurtulamamış olduğu için bir yüzüne tuğra diğer yüzüne "duribe fi İslambol" olmak üzere yeni sikkeler bastırılmıştı. Bu arada basılan üçer kuruşluk altını 1696'da basılan altınlardan ayırmak için bu isim verilmişti.
Rebus
Rebus, kelimelerin alışılmış şekilleri dışında yazılarla, sembollerle ya da resimlerle belirtilmesi ya da bu şekildeki bulmacalardır. İngilizce gibi belli bir sesin çeşitli harf kombinasyonlarıyla ifade edilebileceği dillerde (Örneğin; "ay" sesi "eye" veya "i" ile ya da sözcük içinde "my, try" (-y) ya da "high" (-igh) ya da "lie"(-ie) gibi...) kolaylıkla bir gösterim yerine bir başka gösterim uygulanabilir; "high" (yüksek) yerine "h-eye" yazılabilir ki buna 'Rebus İlkesi' denmektedir.
Bu ilke, birkaç heceden oluşan bir sözcüğü hecelerine ayrıştırıp |
her birine aynı sesi veren başka sözcükler atayarak da kullanılabilir. Mesela "belief" (inanç) sözcüğünü "bee-leaf" (arı-yaprak) şeklinde yazılabilir.
Bu ilkeyi uygulamak için yazmak tek yol değildir. Yukarıdaki örnekte bir arı ile bir yaprak resmini yan yana koyup "Bu nedir?" diye sorulabilir. Dillerin yazıya geçirilmesi sürecinde Rebus İlkesi'nin kullanıldığı, piktogramların yan yana getirilip önce sözcüğün anlamsal karşılıklarını kullanarak başka bir sözcük yazmayı (Örnek: Ağaç + Ağaç = Orman; Bu örnek günümüz Çincesinde hala kullanılmaktadır), devamında sözcüğün ses değerini kullanarak başka bir sözcük yazımı (Arı ve Yaprak örneğinde olduğu gibi; Arı ve Yaprak sözcüklerinin sessel değerleri birleştirilerek her ikisinden de farklı bir kavram olarak İnanç sözcüğü elde edilmiştirmiştir.) geliştirilebilir. Rebus İlkesi gerçek bir sistematik yazı üretme konusunda yeterli değildir, zira bir dildeki her sözcüğün parçaları çoğunlukla anlamsızdır (örneğin "religion" (din) sözcüğü belli anlamlı parçalara ayrıştırılamaz).
Türkçede, yapısı itibarıyla Rebus İlkesini uygulamak zordur zira Türkçe fonetik bir dil'dir, her ses tek bir gösterim biçimiyle belirtilir. Türkçede bu ilke kapsamında yapılan oyunlar, genelde çocuk sayfalarında karşımıza çıkan
"(er resmi)+[2-(i)]=erik" tipi gösterimler olmaktadır.
Türkçe örnekleri resfebe (resim+alfabe) adıyla da özellikle "akıl oyunları" dergisinde kendisine yer bulmaktadır. En meşhur örnekleri arasında NNNNNN=altın, 12M=birikim, c1=cebir gibi yazılı çeşitleri vardır.
Canlı
Canlı ya da organizma, biyoloji ve ekolojide fonksiyonlarını yaşama mümkün olduğunca uyum sağlayarak sürdüren basit yapı moleküllerinin veya karmaşık organ sistemlerinin bir araya gelmesiyle oluşan varlıklar için kullanılan bir kavramdır.
Canlılar çevreye uyum sağlama, üreme ve kalıtım gibi ortak özelliklere sahip doğal varlıklar grubunun ve "yaşam"ın temel ögeleridir.
Canlı sözcüğü Farsçadan Türkçeye geçmiş olan "can" sözcüğünden türemiştir. "Can" yaşama, yaşam anlamındadır. Buna sahip olanlar ise canlıdır, yani "yaşayan"dır. Organizma ise araç/alet anlamındaki Yunanca "ὄργανον (organon)" sözcüğünden gelir.
Evren'de birçok canlı vardır ve bilim insanlarının bunların her birini tek tek incelemesi mümkün değildir. Bu yüzden canlılar sınıflara ayrılır. Canlıların belirli özellikleri göz önüne alınarak yapılan gruplandırmaya taksonomi (sınıflandırma) veya biyosistematik denir. Sınıflandırmayı inceleyen bilim dalına sistematik (taksonomi) denir.
Canlılar, temel olarak altı grupta sınıflandırılır:
Bütün canlılarda bu özelliklerin hepsi görülmektedir.
Surre Altını
Surre Altını, II. Mahmut'un 15. ve 16. cülus senelerinde (1822-1823) basılan altın paraların halk arasıdaki ismi. Bunlardan birinde "Dar-ül hilâfe-tül aliyye" ötekisinde "Dar-ül hilâfe tüs-seniye yazılı olması münasebetiyle Dar-ül hilâfe altını da denirdi.
Sikke-i hasene
Para yerinde kullanılan bir tabir.
Sikke Osmanlılar'da biri damga, diğeri nakit yerinde olmak üzere iki şekilde kullanılırdı. Nakit yerine doğrudan doğruya para kastedildiği zaman bu tabir kullanılırdı.
Fikret Bila
Fikret Bila (d. 1958, Zonguldak), Türk gazeteci.
1958 yılında Zonguldak'ta dünyaya geldi. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-1985 yılları arasında Sayıştay Denetçisi olarak görev yapan Bila, Gazi Üniversitesi’nden 1986 yılında doktora derecesi aldı. Gazeteciliğe 1977'de "Yankı" dergisinde başladı. Bir süre ara verdikten sonra 1986'da "Nokta" dergisiyle yeniden gazeteciliğe döndü. 1987'de girdiği "Milliyet" gazetesinin Ankara temsilciliğini yaptı. Ayrıca CNN TÜRK’te Ankara Kulisi programını sundu.
Haziran 2016'da Milliyet gazetesinden istifa etmiştir. 2016 Temmuz'undan beri Hürriyet gazetesinde köşe yazarıdır.
7 Temmuz 1998'de Başbakan Mesut Yılmaz'ın Makedonya'ya düzenlediği ziyaret sırasında, Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen ve milletvekili Şinasi Altıner'le birlikte geçirdiği trafik kazasında ağır biçimde yaralandı. Yaklaşık 1 ay süren tedavi sürecinin ardından bir süre sonra mesleğine döndü.
Hikmet Bila'nın kardeşidir.
Anders Jivarp
Anders Jivarp (d. 18 Temmuz 1973), İsveçli melodik death metal grubu Dark Tranquillity'nin kurulduğu günden beri davulcusudur. Ayrıca In Flames'in 1994 yılında çıkarılan "Subterranean" adlı EP'sindeki "Subterranean" ve "Biosphere" parçalarında bateri çalmıştır.
Ecnebi kuruşu
Ecnebi Kuruşu; Riyal yerine kullanılan bir tabirdir. 1650-1656 tarihlerinde iki ecnebi kuruşu yani riyal bir altına tekabül ediyordu.
Yaoundé
Yaoundé, 1.430.000'lik nüfusuyla Kamerun'un başkenti ve Douala'dan sonra en büyük 2. kentidir. Ülkenin merkezinde, deniz seviyesinden 750 m yükseklikte bulunur.
Yaoundé, 1888 yılında Alman tüccarları tarafından fildişi ticareti için bir merkez ve tarım için bir araştırma merkezi olarak kurulmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Belçika askerleri tarafından işgal edilmiş, savaştan sonra da Fransız Kamerunu'nun başkenti olmuştur. Kamerun Cumhuriyeti kurulduktan sonra da başkent olmaya devam etmiştir. Böylece tarih boyu ülke başkentinin kaynağı büyümüştür.
Sigara, süt ve süt ürünleri, bal, tuğla, cam ve tahta endüstrileri gelişmiştir. Yaoundé; kahve, kakao, şeker kamışı ve silgi açısından bölgede merkez konumundadır.
Şehir devrimi
Şehir devrimi. 20. yüzyılın en büyük kazıbilim uzmanlarından olan Gordon Childe'ın Man Makes Himself adlı yapıtında bahsettiği, uygarlık tarihinin üçüncü aşamasının başlangıcıdır. Childe bu yapıtında, geleneksel üç aşamalı sistem (taş devri, bronz devri ve demir devri) yerine dört aşamalı bir sistem önermiştir. Bu aşamalar sırasıyla Paleolitik çağ, Neolitik Çağ, Şehir Çağı ve de Endüstriyel Çağdır. Şehir devrimi Childe'ın, Neolitik Çağdan Şehir Çağına geçişi tetikleyen olaylar dizisine verdiği isimdir.
Atlas
Atlas aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Netvibes
Netvibes, yeni bir web stili. Sunucu ve istemci arasında olan dosya alışverişini en aza indirgeyerek her şeyin çevrimiçi yönetilmesini sağlıyor.
Ahmed-i Hani
Ahmed-i Hani (; 1650/1651, Han köyü, Çukurca, Hakkari - 1707, Doğubayazıt, Ağrı), 17. yüzyıl'da yaşamış Kürt edebiyatçı, astronom, şair, tarihçi ve İslam alimi.
Ahmed-i Hani 1650-51 yılında Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Han Köyünde doğmuştur. Babasının adı Şeyh İlyas annesinin adı Gulnigar'dır. Hânî Aşiretinden olmasından ve Han köyünde doğmasından ötürü Ahmed-i Hani (Ehmedê Xanî, Hani'li Ahmed) olarak tanınmaktadır.
Ahmed-i Hani 1707'de Doğubayazıt'ta vefat etmiştir. Türbesi Ağrı Doğubayazıt'tadır.
Hani ilk eğitimini aile içinde babası Şeyh İlyas'tan fıkıh derslerini aldı. Ardından Beyazıt'taki Muradiye medresesine gider. Daha sonra Ahlat ve Bitlis medreselerinde öğrenim görür. Botan ve Mezopotamya'da devam eder öğrenimine. Bağdat, Şam, Halep ve İran medreselerinde de uzunca yıllar öğrencilik hayatı yaşadı. Hani özellikle Suriye medreselerinde Antik Yunan felsefesi'ni, Mezopotamya ve İran medreselerinde ise İslam felsefesi, astronomi, şiir ve sanat tekniğini öğrenmiştir.
Hani'nin Kabe'yi tavaf ettiği, Mısır'a gittiğini yazdığı eserinin içeriğinde açıkça görülmektedir. Her yerde isim yapmış alimleri araştırır ilmi ve bilimi daha da ilerletmek için onların yanında diplomasını aldıktan sonra Beyazıt'taki Muradiye medresesinde eğitim vermeye çalışır.
Hani, İshakpaşa Sarayı'nın temeli atılırken (1674) dua okumuştur. Beyazıt Beyi Mir Muhammed'dir. Daha sonra Beyazıt'ta Muradiye Camii'nde imamlık yapmıştır. Mir Muhammed'e divan kâtipliğinde bulunmuştur. Onunla yakınlığını, ona sevgisini bir şiirinde ifade etmiştir, ölümüne dair üzüntüsünü belgelemiştir. Mir adına İran sınır Serdar'ı ile alınan karara imza atmıştır.
Ahmed-i Hani, Şihabeddin Sühreverdî, Farabi, Feqiyê Teyran, Molla Ahmed-i Cezirî, Platon, Aristoteles, Muhyiddin İbn Arabi, Ali Hariri, Firdevsi ve Ömer Hayyam gibi daha birçok büyük şahsiyetten etkilenme düşünceler ortaya koyar. Hani bu birikimini 4 ayrı dilde dile getirir.
Hani iyi bir eğitmen ve dil uzmanıdır. Dönemin felsefi, teolojik ve edebiyat bilgilerini iyi özümsediği ve bu yönüyle yetkinleştiği anlaşılıyor. Felsefe tarihi, dinler tarihi, Kürt edebiyatı, folklor ve tarihi konusunda da derin birikimi vardır.
Ayrıca Kürtçe'nin yanı sıra Arapça, Farsça ve Osmanlıca'ya oldukça hâkim olduğu biliniyor. Şiirlerindeki derin kültürel birikim ve bilgi hayranlık uyandıracak düzeydedir. Mem û Zîn adlı temel yapıtında her olayı ele alışı derin bir çözümleme biçimindedir.
Hani halka çok kolay bir şekilde dini eğitim vermek için hem Arapça hem de Kürtçe dilinde çok pratik ve halkın kavrayabileceği metotlar geliştirir. Hani'nin özellikle çocuklar için Nûbihara Biçukan adlı eseri yazar. Nitekim eserinde ‘’Ne ji boy sahip rewacan, belki ji boy piçûkên Kurmancan’ eder. Yani eseri küçük çocuklar için yazdım der.
Ahmed-i Hani'nin siyasi özlemi, düşünceleri açıktır ki o dönemin genel atmosferinden doğmuştur. Bu dönemde, Kürt düşün hayatının geri olduğu açık. Ancak bu, Kürt düşünce ve edebiyat mirasının hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Önemli bir düşünce ve edebiyat mirasına sahipti. Fakat bu Kürtlerin sosyo-ekonomik koşullarından dolayı yaygınlık kazanamamıştı. Çok dar sınırlar içinde düşüne haps olmuştu. Bu bir idari yaptırımdan çok sosyal ve kültürel nedenlerden kaynaklanıyordu. Hani daha çok birlik ve ittifak parolalarını kullanarak sesini yükseltiyor, Kürtlerin kendi aralarındaki çelişkilerine de dikkat çekiyordu. Butür şartlar altında Beyler Hani'yi anlayamadılar böylece bu modern düşünceler pratikleşmeyip sonrasız kaldı.
Ahmed-i Hani'nin en önemli yönlerinden bir tanesi de, yurtsever ve halkçı oluşudur. Birçok aşirete bölünmüşlük kendisi için en temel sorundur. Denilebilinir ki, tüm düşüncelerinde ana tema budur. Bu nedenle Kürtlerin birliği, Kürtlerin diğer halklar gibi özgür yaşaması, Kürt kültürü ve dili'nin özgürce gelişmesi için feryat eder. Tüm bunları sağlamanın yolunun çağdaş bir millet olmaktan geçtiğine inanır. Kürtlerin aslında hiçbir yönü ile komşu halklardan geri olmadı |
ğını yalnızca birlik ve iyi yöneticilerden yoksun olduğunu savunur. Bu nedenle şiirlerinde komşu halkların sanatıyla dilleriyle yarışır ve bununla Kürtlerin sahip olduğu yeri dile getirir. Ancak Hani'de başka halkları karşısına alan bir milliyetçiliğe rastlanmaz. Tam tersine Hani hep eşitliği gösterir. Komşu halkların kültürel, tarihsel, dinsel yakınlıklarını kardeşlik olarak görür. Kimi şiirlerinde her bir mısrasını ayrı bir dilde (Kürtçe, Farsça, Türkçe, Arapça) ifadelendirdiği dörtlüklerde sembolize eder.
Ahmed-i Hani Kürtler, Kürt edebiyatı ve Kürtçe'ye ile ilgili pek çok çalışması oldu.
2015 yılında Ağrı Havalimanına Ahmed-i Hani ismi verildi
Şota Arveladze
Şota Arveladze (Gürcüce: შოთა არველაძე;, d. 22 Şubat 1973, Tiflis, Sovyetler Birliği), Gürcü teknik direktör ve forvet mevkiinde görev almış eski futbolcudur.
Futbola 1990 yılında Martve Tiflis takımında başlamıştır. Martve Tiflis'te gösterdiği performansla 1992 yılında Dinamo Tbilisi'e transfer olmuştur.
1993-94 sezonu devre arasında dönemin başkanı Sadri Şener tarafından ikiz kardeşi Arçil Arveladze ile birlikte Trabzonspor'a alındı. Trabzonspor'a geldiğinde çok genç olmasına rağmen mükemmel bir performans gösterip penaltı bile atmadan 1995-96 sezonunda 25 gol atarak Tarık Hodziç'ten sonra gol kralı olan ikinci yabancı futbolcu unvanını kazandı. Trabzonspor taraftarlarınca takıma gelmiş "en iyi yabancı futbolcu" olarak gösterilen Şota 1997 yılında Ajax'a transfer oldu.
Trabzonspor 'dan sonra Ajax'a geçip, burada da kalitesini kanıtlamıştır. Şota Ajax'ta 4 sezon oynayıp 96 maçta 55 gol attı.
Ardından 2001 yılında İskoç devi Rangers'a transfer oldu. Burada da Ajax'ta olduğu gibi 4 sezon forma giyip bu sefer de 95 maçta 44 gole imza attı.
2005 yılında da kariyerinin son parlak dönemini geçirdiği AZ'ye geçti. AZ Alkmaar'ın şampiyonluğu kaçırdığı ve UEFA Kupası'nda yarı finale çıktığı 2005-06 sezonunda takımı adına 22 gol, ertesi sezon da 14 gol atarak Levante UD'e transfer oldu.
Levante UD'de fazla forma şansı bulamayan Şota, sadece 4 maça çıktı. Şota, 3 Haziran 2008'de Tiflis'te Boris Paichadze Stadı'nda Gürcistan millî futbol takımı ve bugüne kadar birlikte top koşturduğu futbolcu arkadaşlarından oluşan uluslararası karma ile yaptığı jübile maçı ile yeşil sahalara veda etti.
Jübile yaptıktan sonra AZ'da yardımcı teknik direktör olarak göreve başlamıştır.
Şota, teknik direktörlük kariyerine ilk kez Kayserispor'da başladı. İlk sezonunda 34 maçta 14 galibiyet, 9 beraberlik ve 11 mağlubiyetle 51 puan toplayarak ligi 6. sırada tamamladı. İkinci sezonunda ise 34 maçta 13 galibiyet, 5 beraberlik ve 16 mağlubiyetle 44 puan toplayarak, ligi 11. sırada bitirdi.
2012-2013 sezonunda ilk altı hafta takımın başında sahaya çıkan Arveladze, ilk 6 maçta 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 4 mağlubiyet aldı. Toplamda 2,5 yıl çalıştığı ve 84 maçta 32 galibiyet, 16 beraberlik ve 36 mağlubiyet aldığı Kayserispor'dan 4-0'lık Gençlerbirliği mağlubiyeti sonrası, 1 Ekim 2012'de istifa etti.
Şota, 8 Ekim 2012'de Kasımpaşa'nın başına geçti.
2014/2015 sezonunun 24. haftasında 24 maçta 7 galibiyet, 8 beraberlik, 9 mağlubiyet alan Şota, 13 Mart 2015'te istifa etti.
2015/16 sezonu için Trabzonspor ile 2 yıllık sözleşme imzalayan Şota, takımın başında çıktığı 15 resmi maçta 6 galibiyet, 6 mağlubiyet, 3 beraberlik alınması üzerine 11 Kasım 2015'te sözleşmesini karşılıklı olarak feshetti.
Ogün Temizkanoğlu
Ogün Temizkanoğlu (d. 6 Ekim 1969, Hamm) Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. Trabzonspor, Fenerbahçe, Konyaspor ve Türkiye millî futbol takımının savunma oyunculuğu yapmıştır.
Almanya'da futbol oynamaya başlayan futbolcu, oradan Trabzonspor`a transfer oldu; 1989-1999 yılları arasında Trabzonspor, 1999-2003 yılları arasında Fenerbahçe, 2003-2004 sezonunda Konyaspor, 2004-2005 sezonunda Akçaabat Sebatspor formalarını giydi. Ayrıca Ogün Fenerbahçe'de 2000-2003 yılları arasında kaptanlık yaptı. Ogün futbolu 2005 sezonu sonunda Akçaabat Sebatspor'da bıraktı.
29 Eylül 2005 tarihinde Türkiye Futbol Federasyonu Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK), 2004-2005 sezonundaki "Akçaabat Sebatspor-Kayserispor" maçında yaşanan yasa dışı bahis skandalına adı karışan futbolcuya 12 ay spordan men cezası verdi. Futbolcunun itirazı üzerine yapılan duruşmalı toplantı sonucu Tahkim Kurulu, 2 Aralık 2005 tarihinde cezayı "suça iştiraki sabit olmadığından" kaldırdı.
1990 yılında İzmir'de İrlanda ile golsüz berabere kalınan A millî maçıyla ilk kez millî forma ile tanıştı. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda ve 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda forma giyen Ogün; 76 defa A millî formayı, 5 defa da ümit millî formayı giydi. Millî formayla 5 gol attı.
Ogün Temizkanoğlu 2012 yılında Bayanlar A millî takımı teknik direktörlüğü Görevine Getirildi. Millî Futbolcu aynı zamanda 2008-2011 yılları arasında U-18 Erkek millî takımı teknik direktörlüğünü de yaptı.
2016 Elazığspor ile anlaşma sağladı.
Gelir vergisi
Gelir vergisi, gelir üzerinden verilen bir vergidir. Gerçek kişilerin gelirleri gelir vergisine tâbidir. Gelir bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların safi tutarıdır. Gelir vergisi dolaysız bir vergi olup kişilerin özel durumunu dikkate almakta ve genellikle artan oranlı vergi tarifesini içermektedir. Bu nedenle vergi yükünün dengeli dağılımı açısından uygun bir vergi türüdür.
Kurumlar vergisi
Kurumlar vergisi (KV), kurum kazançları üzerinden alınan vergidir.
Türkiye'de kurumlar vergisi, "5520" sayılı KV Kanunu "21/06/2006" tarihli, "22205" sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak 03/06/2005 tarihli ve 5422 sayılı KV Kanunu yürürlükten kaldırarak yürürlüğe girmiştir. KV oranı %20'dir. Kanunun 1. maddesinde verginin konusu belirtilmiştir:
MADDE 1:
Veraset
Veraset, Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunan şahıslara ait mallar ile Türkiye'de bulunan malların veraset tarikiyle veya herhangi bir suretle olursa olsun ivazsız bir tarzda bir şahıstan diğer şahsa intikali Veraset ve İntikal Vergisine tabidir.
Bu vergi, Türk tabiiyetinde bulunan şahısların ecnebi memleketlerde aynı yollardan iktisabedecekleri mallara da şamildir.
Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetindeki bir şahsın Türkiye hudutları dışında bulunan malını veraset tarikiyle veya sair suretle ivazsız bir tarzda iktisabeden ve Türkiye'de ikâmetgâhı olmayan ecnebi şahıs bu vergi ile mükellef tutulmaz.
Dolaylı tümleç
Dolaylı tümleç veya yer tamlayıcısı, bir cümlede ismin "-e, -de ve -den" hâllerinde bulunan, yüklemin bildirdiği işi yer bakımından belirten öğedir.
Cümlede dolaylı tümleci bulmak için özneyle birlikte yükleme "nereye, nerede, nereden, kime, kimde, kimden" soruları sorulur:
"-den" eki cümlede "sebep" veya "zaman" anlamı katıyorsa ya da eylemin "nasıl" gerçekleştiğini tarif ediyorsa, dolaylı tümleç değildir. Bu şekilde olursa "-den" eki alan sözcük veya sözcük grubu zarf tümleci olur:
UYARI:-e / -den hal eki için edatı görevinde kullanılıyorsa ya da sebep bildiriyorsa zarf tümleci kurar.
_e-/-de/ -den hal ekleri zaman bildiren sözcüklerin üzerine gelirse zarf(belirteç) tümleci olur.
Sovyet Rusya
Acetobacter
Acetobacter, Acetobacteraceae ailesinden genç hücreleri gram negatif, yaşlı hücreleri gram değişken, spor oluşturmayan, oksijenli solunum yapan, katalaz pozitif, çubuk şeklindeki bakterileri içeren cinstir.
Hareketli ve hareketsiz türleri vardır. Alkolü asetik aside okside etmeleri nedeniyle sirke işlemede yararlı, alkollü içki üretiminde ise zararlıdırlar. Organizma doğal olarak meyve ve sebzelerde bulunur. Bazı türleri asetik asit ve laktik asidi oksidasyon yoluyla karbondioksit ve suya dönüştürürler. "Acetobacter xylinum" gibi aşırı derecede mukoz oluşturan bazı türleri sirke üretiminde üremeye başlayarak sirke jeneratörlerinin tıkanmasına yol açarlar.
Pazarköy, Mengen
Pazarköy Bolu'nun bir ilçesi olan Mengen'e bağlı bir köydür.
Milli parklar statüsünde olan Şirinyazı adında göleti bulunmaktadır. Pazarköy , Batı Karadeniz bölgesinde yer almaktadır. Doğuda Eskipazar ilçesi, Batida Mengen ilçesi, Kuzeyde Zonguldak ile Güneyde Gerede ilçesi ile çevrilidir. Deniz seviyesinden 742 metre yüksekliktedir. Karadeniz Bölgesi'nin batı bölümünde, Karadeniz' e 67 km.mesafededir. Belde, merkezden geçen derenin (Kocaçay) aktığı bir ovada yer alır. Belde; batısında bağlı bulunduğu Mengen ilçesi, kuzeyi batısındaki Zonguldak ilinin Devrek İlçesi, daha batıda Bolu ili, güneyde Yeniçağa, güneydoğuda Gerede, doğuda Karabük ilinin Eskipazar ilçesi ve kuzeydoğuda Karabük ilinin Yenice ilçesi ile komşudur. Belde sınırları içerisinde irili ufaklı çok sayıda göl ve göletler bulunmakta olup, Şirinyazı (Bürnük) Göleti'nde aynalı sazan ve gökkuşağı alabalık türü yaşamaktadır.
Genellikle orman içi açıklıkları olan yaylalar, buralara yakın olan köylerin halkı tarafından yaylacılık faaliyetlerinde kullanılmaktadır.
Beldenin içinden Mengen çayı geçmektedir. Pazarköy bucağında 1990 genel nüfus sayımında 2400 nüfus olduğu tespit edilerek 7 Şubat 1992 tarihli resmi gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile Belediye kurulmasına karar verilmiştir. Bölgede sanayi genellikle orman ürünlerine dayanmaktadır. Bu orman emvalleri, ilçe merkezinde ve köylerde bulunan hızar ve mobilya atölyelerinde en iyi şekilde değerlendirilmektedir. Ayrıca, süt entegre tesisleri de bulunmaktadır.
Alcaligenes
Alcaligenes; aerobik, gram negatif olmakla birlikte bazen gram pozitif boyanırlar. Pigment oluşturmazlar. Çubuk, kokobasil veya kok şeklinde hücreleri vardır. Toprak, su, toz, çiğ süt, kanatlı etleri ve dışkıda yaygın olarak bulunur. Yumurta ve süt gibi ürünlerin bozulmalarında rol oynarlar ve şekerleri fermente ederler, ancak alkali reaksiyon oluştururlar. Gelişme sıcaklıkları 20-31 derece arasındadır.
Pseudomonas
Pseudomonas, Pseudomonadaceae familyasından tamamı katalaz pozitif, gram negatif, aerobik, polar flagellası ile hareket edebilen çubuk şekilli bakterileri içeren cins.
Son derece önemli olan bu cinsin türlerinin bazıları oksidaz pozitif, bazıları oksidaz negat |
iftir. Bazı türleri insan, hayvan ve bitki patojenidir. "Pseudomanas"'ları gıdalar için önemli kılan pek çok özelliğe sahiptirler. Bazı türleri proteolitik ve lipolitik aktivite göstermektedir. Aerobik olmaları nedeniyle gıdaların yüzeyinde hızla gelişebilmeleri için gerekli gelişme faktörleri ve vitaminleri sentezleme yeteneğindedirler. Psikrofil, mezofil veya psikrotrof türleri vardır. Özellikle soğukta saklanan et, tavuk eti, yumurta ve deniz ürünlerinin birinci derecede bozulma etmenidirler. Bazı gıda maddeleri üzerinde "Pseudomonas fluoresans" yeşilimtrak, "P. nigrificans" siyah, diğer türleri ise kahverengi pigment oluştururlar. Isı ve radyoasyonla kolayca öldürülürler, oksijen olmadığı zaman ve 42° üzerinde üreyemezler ve kurumaya dirençlilikleri zayıftır. "Pseudomonas aeruginosa" saprofit bir tür olmakla birlikte gastroenterik hastalıklara neden olabilir.
Eş yükselti eğrisi
Eşyükselti eğrisi ya da izohips, bir haritada aynı yükseklikteki noktaları birleştiren hayalî eğrilere denir.
Eşyükselti eğrilerinin amacı, üç boyutlu yeryüzü şekillerini, iki boyutlu harita üzerinde temsil edebilmektir. Haritayı okuyan, bu eğrilere bakarak yeryüzündeki tepeleri, vadileri, ovaları, sırtları vs. gözünde canlandırabilir. Eşyükselti eğrilerinin okunması haritadaki diğer işaretlere kıyasla zordur ve eğitim gerektirir. Eşyükselti eğrilerinin bulunduğu harita türüne "topografik harita" denir.
Balıkesir T.C. Ziraat Bankası Fen Lisesi
TC Ziraat Bankası Balıkesir Fen Lisesi (ZBFL) veya kısaca Balıkesir Fen Lisesi, Balıkesir-Bursa Karayolunun 6. kilometresinde olup, Yeni Garaj'a 1 km. uzaklıktadır. Türkiye'nin en iyi liselerinden birisi olarak gösterilmektedir.
1991 yılında kurulmasına karar verilen okulun inşaatı 1994 yılına kadar devam etmiştir. Ancak ödenek yetersizliğinden dolayı yapımı yarıda kalmıştır. Sponsor arayışlarına girilmiş Ziraat Bankası'nın isim hakkı karşılığında yaptığı 25.000.00 TL. yardımıyla yapımı tamamlanmıştır.
Okul, 1996-1997 eğitim-öğretim yılında, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açılmıştır.
Balıkesir Fen Lisesi'nde 17 sınıf halinde eğitim-öğretim devam etmektedir.
Okulda birer adet basketbol, voleybol, futbol sahası ,tenis kortu bulunmaktadır .2005 yılında yapılan çalışmalarla Fizik, Kimya ve Biyoloji laboratuvarları modern bir konuma ulaşmaya çalışılmıştır. Bunun yanında okulda 125kişilik 'şirin' bir konferans salonu bulunmaktadır. Bir adet açık satranç sahası, 2 adet masa tenisi masası ve Okulun dışarısında bulunan üstü kapalı oturma alanı bulunmaktadır. Okulda turnuvalar düzenlenmektedir. Ayrıca okul müdürlüğüne bağlı olarak bahçenin içerisinde bir yurt binası bulunmaktadır. Yatılı öğrencilerin 19.00-22.00 arası zorunlu etüdü vardır. Pansiyondan sorumlu müdür yardımcısı Hasan BULUT'tur.
Musa (anlam ayrımı)
Musa ile kastedilen şunlardan biri olabilir:
Mirza
Mirza, Arapça "emir" kelimesiyle Farsça "zade" ekinin birleşmesiyle oluşmuş soyluluk içeren bir unvan.
İsimden sonra kullanılması durumunda (Elkas Mirza gibi) şehzade anlamına gelir. Unvanın tanımı ve tarihçesi için bakınız: Mirza (unvan)
Mirza şu anlamlara da gelebilir:
Şah Cihan
Şah Cihan veya Ebü’l Muzaffer Şehâbeddin Muhammed Sâhib-kıran (Farsça: شاه جهان, 5 Ocak 1592 - 22 Ocak 1666), eşi uğruna Tac Mahal'i yaptıran Hindistan'da kurulmuş olan Babür İmparatorluğu'nu 1627 - 1658 yılları arasında yönetmiş beşinci hükümdardır.
Doğum adı Hürrem olan Şah Cihan atası ve hanedanın kurucusu Babür Şah tarafından Timur'un, anne tarafından ise Cuci Han kanalı ile Cengiz Han'ın torunudur. Yıllarca mirasçılarından olduğu Timur İmparatorluğu'nu yeniden kurmaya çalışmış, Maveraünnehir'e defalarca seferler düzenlemiştir. Büyük atası Timur'un hayallerinin kenti Semerkant'ı üç kez geri almış, ancak kaybetmiştir. Hindistan'a sefer düzenlemiş, selefleri tarafından ise Hindistan'ın çoğu ele geçirilmiştir.
Şah Cihan daha ziyade efsanevi aşkı ile tanınır. Eşi Ercüment Banu'nun babası, hem krallığın en soylularından biri hem de Şah Cihan'ın üvey annesi Nur Cihan'ın kardeşi idi. Mümtaz Mahal aslında Şah Cihan'ın üçüncü ama en sevdiği eşidir. Mümtaz Mahal on dördüncü kızları Gauhara Begüm'ü doğururken 1631 yılında ölmüştür. Bunun üzerine Şah Cihan, Agra kentinde Tac Mahal adlı efsanevi anıt mezarı yaptırmıştır. Mimari eserlerde atalarının tercih ettiği sarı kum taşı yerine Şah Cihan, tutkulu bir şekilde beyaz mermer kullanmıştır. 1632'de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652'de tamamlanmıştır. Bu eşsiz yapıyı meydana getirenler; Mimar Sinan'ın öğrencilerinden, İsa Mehmet Çelebi ve ona yardım etmek üzere Agra'ya davet edilmiş Semerkantlı Mehmet Şerif'tir. Kubbenin yapımından sorumlu kişi yine Mimar Sinan'ın talebelerinden İsmail Çelebi'dir. Duvarlardaki mermere oyularak yazılanlar İstanbul'dan hattat Settar Efendi'nin hüneridir.
Şah Cihan atalarından kalan birçok sıkıntı ile yüz yüze kalmış, iç isyanlar ve hanedanlıktaki çekişmelerle mücadele etmiştir. Ancak Babür ve Timurlu kültürü açısından tartışmasız bir altın çağın yaşanmasını sağlamıştır. Döneminde birçok şair ve minyatür sanatçısına destek vermiş, Hint minyatür sanatınında Babür ekolünün inşaasını sağlamıştır. Ancak hiç kuşkusuz en büyük desteği, tutkunu olduğu mimari çalışmalara vermiştir. Ülkenin bir başından bir başına kaleler, türbeler, saraylar, camiler ve medreseler yaptırmıştır. Şahcihanabad yani bugünkü Delhi kenti de bu hükümdar tarafından kurulmuştur.
Ancak hanedan içindeki iktidar mücadelesi, onun henüz yaşarken tahtan indirilmesine neden olmuştur. Tac Mahal'in tamamlanmasından çok kısa bir zaman sonra, akli dengesini kaybettiği gerekçesi ile oğlu Alemgir (Avrangazab) tarafından tahtan indirilerek Agra Kalesi'nde oda hapsine mahkûm edilmiştir. Efsaneye göre kalan günlerini burada, küçük bir camdan Tac Mahal'i izleyerek geçirmiştir.
Ölümünün ardından oğlu Evrengzib tarafından Tac Mahal'e, hayatının aşkı Mümtaz Mahal'in yanına defnedilmiştir.
Erol Manisalı
Erol Manisalı (1940, İstanbul) Türk iktisatçı, akademisyen.Kabataş Erkek Lisesi mezunu olup, ulusalcı düşünceleriyle tanınır; küreselleşme ve Avrupa Birliği politikalarına karşıdır.
Prof. Dr. Erol Manisalı, halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Öğretim Üyeliği yapmaktadır ve aynı kurumun Avrupa ve Orta Doğu Araştırmaları Merkezi'nin başkanıdır. İngiltere, ABD, Japonya, Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Avusturya, Norveç ve Mısır'da çok sayıda konferans vermiş ve uluslararası konferanslarda aktif katılımcı olarak bulunmuştur. Türk ekonomisi ve AB ilişkileri içeren raporları bulunmaktadır.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve Okan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesidir.2005 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür.
13 Nisan 2009 Pazartesi itibarıyla, Ergenekon soruşturması kapsamında göz altına alındı. Daha sonra mahkemeye sevk edilen Erol Manisalı tutuklandı. 04 Haziran 2009 Perşembe Cezaevinde rahatsızlanan; hastanede yapılan kontrollerde Prof. Dr. Erol Manisalı'nın beyin damarlarında tıkanıklık saptandı. Bunun üzerine inme riskine karşı kan sulandırıcı tedavi uygulanmaya başlandı.Muayene sırasında memesinde de bir kitle saptanan Erol Manisalı'ya kanser teşhisi konuldu. Prof. Manisalı'ya yapılan başarılı bir operasyonla memesindeki kanserli doku alındı.Daha sonrasında avukatlarının sağlık sorunları nedeniyle tahliye talebini değerlendiren 11. Ağır Ceza Mahkemesi, soruşturma savcısının da olumlu görüşü üzerine Prof. Dr. Erol Manisalı'nın tahliyesine karar verdi.
5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Battal evrak
Battal evrak, Osmanlı yazışma sisteminde, hükmü kalmayan kayıtlardır. Evrakta bir köşeden diğer köşeye kadar irice "battal" yazılıp "şerh" düşülmek suretiyle yapılır. Bu işlemede battal çekmek denirdi.
Sakarya Meydan Muharebesi
Sakarya Meydan Muharebesi, Atatürk tarafından "çok büyük ve kanlı savaş" anlamına gelen Melhame-i Kübra ifadesi ile anılan, Türk Kurtuluş Savaşı'nın mühim bir muharebesi.
Sakarya Meydan Muharebesi Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası sayılır. İsmail Habip Sevük Sakarya Meydan Muharebesi'nin önemini, ""13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya'da durdurulmuştur."" sözüyle tasvir etmiştir.
Sakarya Meydan Muharebesi, Anadolu Türk tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Yunan General Papulas tarafından Yunan ordularına Ankara'ya harekat emri verilmişti. Savaşı Yunan tarafı kazanırsa TBMM, Sevr Antlaşması'nı kabul etmek durumunda kalacaktı.
General Anastasios Papulas başlangıçta bu harekata şiddetle karşı çıktı. Papulas'a göre Yunan ordusunu ıssız ve yolsuz Anadolu topraklarının derinine sürüklemek sonuçları ağır olabilecek bir maceraydı. Öte yandan savaş karşıtı örgütlerin ordu içine sızdırdığı broşürler Yunan askerinin savaşa olan inancını önemli ölçüde kırmıştı. Ancak Papulas kamuoyundan gelen yoğun baskılara ve "Ankara Fatihi" olmanın cazibesine karşı koyamayarak ordusuna taarruz emri vermiştir.
TBMM Ordusu, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki yenilgisinden sonra cephe kritik bir duruma düşmüştü. Cepheye gelerek durumu yerinde gören ve komutayı eline alan TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi birliklerinin Yunan ordusuyla arada büyük bir mesafe bırakılarak Sakarya Nehri'nin doğusu'na çekilmesine ve savunmayı bu hatta devam ettirmesine karar verdiler.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, "Hatt-ı müdafaa yoktur; sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüzütamı (birlik), bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüzütam ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur." emrini vererek muharebeyi geniş bir alan |
a yaydı. Böylece Yunan kuvvetleri de karargâhlarından uzaklaşıp bölünmüş olacaktı.
TBMM, 3 Ağustos 1921'de Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa'yı azlederek, aynı zamanda Başvekil ve Millî Müdafaa Vekili de olan Fevzi Paşa'yı bu makama da atadı.
22 Temmuz 1921'de Sakarya Nehri Doğusu'na çekilmeye başlayan Türk ordusu, güneyden kuzeye 5. Süvari Kolordusu (Çal Dağı güneyinde), 12., 1., 2., 3., 4. Gruplar ve Mürettep Kolordu birinci hatta olacak şekilde tertiplendi. Çekilişin hızlı bir şekilde tamamlanmasından sonra Yunan birlikleri taarruz pozisyonu için tam 9 gün Türk birlikleri ile karşılaşmadan yürüdü. Bu yürüyüşün hangi yöne doğru olduğu Türk keşif birlikleri tarafından tespit edilerek cephe komutanlığına bildirildi. Bu savaşın kaderini belirleyecek stratejik hatalardan biri oldu. Yunan taarruzu baskın olma özelliğini kaybetti. Ancak 14 Ağustos'ta ileri harekata geçen Yunan ordusu, 23 Ağustos'tan itibaren 3. Kolordusu ile Sakarya Nehri doğusundaki Türk kuvvetlerini tespit, 1. Kolordusu ile Haymana istikametinde, 2. Kolordusu ile Mangal Dağı güneydoğusunda kuşatıcı taarruza başladı. Fakat bu taarruzlarında başarısız oldular.
Kuşatma taarruzunda başarı sağlayamayan Yunan kuvvetleri, siklet merkezini ortaya kaydırarak savunma mevzilerini Haymana istikametinde yarmak istedi. 2 Eylül'de Yunan birlikleri, Ankara'ya kadar en stratejik dağ olan Çal Dağı'nın tamamını ele geçirdi. Fakat Türk birlikleri Ankara'ya kadar geri çekilmeyerek alan savunması yapmaya başladı. Yunan birlikleri Ankara'ya 50 km kalacak derecede bazı ilerlemeler sağlasa da Türk birliklerinin yıpratıcı savunmasından kurtulamadı. Ayrıca 5. Türk Süvari Kolordusu tarafından cephe ikmal hatlarına yapılan taarruzlar Yunan taarruzunun hızının kırılmasında önemli etkenlerden biri oldu. Yunan ordusu 9 Eylül'e kadar süren yarma teşebbüsünde de başarılı olamayınca, bulunduğu hatlarda kalarak savunmaya karar verdi.
Türk Ordusu'nun 10 Eylül'de başlattığı, bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın komuta ettiği, genel karşı taarruzla Yunan kuvvetlerinin savunma için tertiplenmesine mani olundu. Aynı gün Türk birlikleri stratejik bir nokta olan Çal Dağı'nı geri aldı. 13 Eylül'e kadar süren Türk taarruzu sonucunda Yunan ordusu, Eskişehir-Afyon'un hattının doğusuna kadar çekilerek bu bölgede savunma için tertiplenmeye başladı. Bu çekilme sonucu 20 Eylül'de Sivrihisar, 22 Eylül'de Aziziye ve 24 Eylül'de Bolvadin ve Çay düşman işgalinden kurtulmuştur.
Çekilen Yunan Ordusunu takip amacıyla harekata 13 Eylül 1921 itibarıyla süvari tümenleri ve bazı piyade tümenleri ile devam edildi. Fakat teçhizat ve istihkâm yetersizliği gibi sebeplerle taarruzlar durduruldu. Aynı gün Batı Cephesi'ne bağlı birliklerin komuta yapısı değiştirildi. 1. ve 2. Ordu kuruldu. Grup Komutanlıkları lağvedilerek yerine 1., 2., 3., 4., 5. Kolordular ve Kolordu seviyesinde Kocaeli Grup Komutanlığı kuruldu.
Savaş, 22 gün ve gece sürerek 100 km uzunluğunda bir alanda cereyan etti. Yunan Ordusu Ankara'nın 50 km kadar yakınından geri çekildi.
Yunan ordusu geri çekilirken Türklerin kullanabileceği hiçbir şey bırakmamak için özen gösterdi. Demiryollarını ve köprüleri havaya uçurdu ve birçok köyü yaktı.
Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Türk ordusunun zayiatı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 39.289'dur. Yunan ordusunun zayiatı ise; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007'dir. Sakarya Meydan Muharebesi'nde çok fazla subay kaybı olduğu için bu Muharebeye "Subay Muharebesi" adı da verilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bu muharebe için "Sakarya Melhame-i Kübrası" yani kan gölü, kan deryası demiştir.
Yunanlar için geri çekilmek haricinde başka bir seçenek kalmadı. Geri çekilirken Türk sivil halkına karşı yaptığı tecavüzler, kundaklamalar ve yağmacılık sonucunda 1 milyonun üzerinde sivil Türk evsiz kaldı.
Mayıs 1922'de Yunan Ordusu Başkomutanı General Anastasios Papoulas ve kurmay heyeti istifa etti. Yerine General Georgios Hatzianestis atandı.
Mustafa Kemal Atatürk ünlü "Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz." sözünü bu savaşa atfen TBMM'de söylemiştir. Muharebenin ardından Miralay Fahrettin Bey, Miralay Kâzım Bey, Miralay Selahattin Adil Bey ve Miralay Rüştü Bey, Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. Mustafa Kemal Paşa TBMM tarafından Müşir rütbesine terfi ettirildi ve Gazi unvanı verildi.
Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi'ne kadar bir askeri rütbesi olmadığını, Osmanlı Devleti tarafından verilmiş olan rütbelerin yine Osmanlı Devleti tarafından alınmış olduğunu belirtir. Nutuk'ta şu ifadeleri kullanır: "Sakarya muharebesi neticesine kadar, bir rütbe-i askeriyeye haiz değildim. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisince Müşir (Mareşal) rütbesi ile Gazi unvanı tevcih edildi. Osmanlı Devleti'nin rütbesinin, yine o devlet tarafından alınmış olduğu malûmdur."
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, 10 Temmuz 1921 ile 24 Temmuz 1921 tarihleri arasında Yunanistan ile Ankara Hükûmeti ordusu arasında gerçekleşen muharebelerdir. Muharebeleri kaybeden Ankara Hükûmeti kuvvetleri Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmek zorunda kaldı.
Yunanlar, Aslıhanlar ve Dumlupınar Muharebeleri ile Kütahya-Eskişehir Muharebeleri arasındaki üç aylık zaman içinde, Anadolu'daki kuvvetlerini 11 tümen ve 1 süvari tugayına çıkartarak daha da güçlenmiş bir durumda 10 Temmuz 1921'de Bursa-Eskişehir; Bursa-Tavşanlı-Kütahya; Uşak-Dumlupınar-Seyitgazi istikametlerinde üç ayrı koldan taarruza geçtiler.
1, 3, 4 ve 12. Gruplar ile bir Mürettep Kolordu olmak üzere; 15 piyade tümeni, 4 süvari tümeni ve 1 süvari tugayından oluşan Türk Kuvvetleri ise İnönü-Kütahya-Döğer mevzilerinde savunma için tertiplenmişlerdi.
Türk Ordusu'nun imha edilmesini ve Afyon, Eskişehir, Kütahya gibi stratejik noktaların işgalini amaçlayan Yunanlar; İnönü ve Kütahya tahkim edilmiş mevzilerine çatmak yerine, zayıf kuvvetlerle tutulmuş olan Türk Kuvvetlerini güney kanattan kuşatmak üzere harekata başladılar.
I. ve II. İnönü Muharebelerinin aksine, Bursa bölgesi'nde hareketsiz görünen Yunan Ordusu, Afyon cephesinde başlangıçta 12., müteakiben de 2. Türk Kolorduları bölgesine taarruza geçti. Afyon'u işgal eden ve 12. Kolorduya büyük zayiat verdirerek Afyon doğusuna çekilmeye zorlayan Yunanlar, müteakiben taarruzlarını Altıntaş-Seyitgazi istikametinde yoğunlaştırdılar. 15 Temmuz 1921'de 4. Tümen komutanı Yarbay Mehmet Nâzım Bey Yumruçal'da hayatını kaybetti.
Yunan birlikleri 17 Temmuz'da İsmet Paşa komutasındaki Garp Cephesi kuvvetlerini, Mehmet Nazım Bey'in öldüğü Yumruçal-Nasuhçal civarında cepheyi yarıp Kütahya'yı ele geçirdi. Aynı gün Fevzi Paşa ile birlikte cepheye gelerek Garp Cephesindeki TBMM kuvvetlerinin kuşatma tehdidi altına girdiğini gören Mustafa Kemal Paşa Türk ordusunun çekilmesini emretmek zorunda kaldı: Batı Cephesi birlikleri önce süratle Eskişehir-Seyitgazi hattına, daha sonra da Sakarya Nehri doğusuna ricat edecekti. Bu ricat, Türk Ordusu'nun elde kalmasını sağlayarak kuşatılarak yok edilmesini engelledi.
Komutayı ise, o zamana kadar Garp Cephesinin başında olan İsmet Paşa yerine bizzat Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa ele aldı. Askerliğin gereği bunu gerektiriyordu ve sür'atle yerine getirilmeliydi. 19 Temmuz günü Eskişehir de düşünce, Fahrettin Bey komutasındaki 5. Süvari Grubu ve 1. Gruba bağlı Türk birlikleri Sakarya Nehrinin doğusuna çekildi. TBMM, 3 Ağustos 1921'de İsmet Paşa'yı Genelkurmay Başkanlığı görevinden azlederek, aynı zamanda Başbakan ve Millî Savunma Bakanı da olan Fevzi Paşa'yı bu vazifeyle de görevlendirdi. Aynı zamanda Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'yı Türk Ordusu Başkomutanlığı'na atadı.
Atatürk, Nutuk’ta orduların Sakarya’nın doğusuna çekilmesini zorunlu kılan nedenleri iki başlık altında ifade eder. İlk neden, iki ordu arasındaki “kuvvet, vesait ve şerait nispetsizliği" olarak görülür. Buna göre insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı itibarıyla Yunan ordusu Türk ordusuna göre daha üstündü. Sakarya’nın doğusuna çekilmek suretiyle Yunan ordusu “hareket üslerinden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları tesisine mecbur olacak”tır. Böylece Türk ordusu toplu halde daha elverişli koşullar altında savaşmak imkanı bulacaktı. Bu geri çekilmenin en büyük maddi etkisi Eskişehir gibi önemli bir mevkiyi düşmana terk etmek, en büyük manevi etkisi ise bundan dolayı oluşan moral bozukluğudur.
Geri çekilme üzerine "ordu nereye gidiyor" söylemleri belirdi ve Mustafa Kemal'in ordunun başına geçmesi gerektiği düşüncesi Meclis'e hakim oldu. Bir grubun düşüncesi ordunun zaten yenilmiş olduğu ve Mustafa Kemal'in olası yenilgilerle yıldızının söneceğine dair inançtı. Diğer bir grup ise durumun vahameti karşısından gerçekten zaferin tek çıkış noktasının Mustafa Kemal'in başkumandanlığı olduğunu öne sürüyordu. Bu tartışmalar içinde 4 Ağustos 1921 tarihli gizli oturumda Mustafa Kemal bir takrir (önerge) sunmuş ve görevi bir şartla kabul etmiştir: Bu şart "Türkiye Büyük Millet Meclisinin haiz olduğu salâhiyeti, filen istimal etmek"tir. Tartışma yaratan iki husus vardı: 1. Başkumandanlık payesi yerine başkumandan vekili payesi verilmesi, 2. Meclisin yetkilerinin devredilmemesi. 5 Ağustos tarihine sarkan tartışmalar sonucunda Meclis 13 red oyuna karşı 169 kabul oyu ile başkumandanlık görevini Mustafa Kemal Paşa'ya tevcih etmiştir: "Başkumandan; ordunun maddî ve manevî kuvvetini azamî surette tezyid ve sevku idaresini bir kat daha tarsin hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna müteallik salâhiyetini Meclis namına filen istimale mezundur." Böylece Mustafa Kemal'in her emri kanun niteliğine bürünmüştür. Başkumandan olarak ilk görev değişikliği, Fevzi Paşa'nın yalnız Genel Kurmal işleriyle ilgilenmesini sağlamak için Millî Savunma Bakanlığı görevine Dahiliye Vekili Refet Paşa'yı getirmek ve Fevzi Paşa'yı da Genel Kurmay Başkanı yapmak olmuştur. Fevzi Paşa daha önceden hem Millî Savunma Bakanı hem de Genel Kurmay Başkanlığı görevini üstlenmekteydi.
TBMM tarafından Ba |
şkomutanlığa getirilen Mustafa Kemal Paşa, ordu ile ilgili tüm yetkileri meclis oylaması sonucu kendi üzerine aldı ve "Tekalif-i Milliye" emirlerini çıkarttı. Arkasından da tarihte o ana kadar benzeri görülmemiş bir savaş biçimi olan, Türk milletinin "Topyekün Savaş"ını başlattı.
Kütahya-Eskişehir muharebelerinde iki önemli durum dikkati çekmektedir. Birincisi; Yunan Bursa grubunun geç harekata başlaması sebebiyle Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın birliklerin kullanılmasında tereddüte düşmesi neticesi ortaya çıkan ağır yenilgidir. İkincisi ise; birliklerin yaya olmaları sebebiyle iç hat manevrasının sağladığı avantajlardan istifade edilememesidir.
Birinci İnönü Muharebesi
I. İnönü Muharebesi, 6 Ocak 1921 tarihinde iki koldan taarruza geçen Yunan kuvvetleriyle İnönü mevzilerinde savunmada olan Ankara Hükümeti kuvvetleri arasında yapılan muharebedir. 6 Ocak 1921 tarihine kadar Uşak ve Bursa bölgesinde hazırlıklarını sürdüren Yunanlar, Türk-Batı Cephesi birliklerinin Çerkez Ethem Kuvvetlerinin Tenkili harekatı ile meşgul olmasından da faydalanarak, İnönü-Eskişehir istikametinde taarruza başladılar.
6-9 Ocak 1921 tarihleri arasındaki muharebeler, örtme ve emniyet kuvvetleri harekatı şeklinde cereyan etti. İnönü mevzilerindeki muharebeler 10 Ocak 1921 tarihinde başlamış, Yunan kuvvetlerinin taarruz çıkış hatlarına çekildiği 11 Ocak 1921 tarihine kadar sürmüştür.
15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal eden Yunanlar, ileri harekata devamla Milne Hattı olarak ifade edilen Ayvalık- Soma-Akhisar-Aydın hattına ulaştılar. 22 Haziran 1920'de iki koldan tekrar ileri harekata geçen Yunan kuvvetleri, Kuzey Grubu ile 30 Haziran 1920'de Balıkesir'i, 8 Temmuz 1920'de Bursa'yı işgal ettiler. Salihli- Afyon istikametinde ilerleyen Güney Grubu ise, 29 Ağustos 1920'da Uşak bölgesini ele geçirdi.
Bu gelişmelerin sonrasında, Yunanistan’daki seçimlerin ardından kurulan hükümet, İtilaf Devletleri’nin güvenini kazanmak açısından Anadolu’da askeri bir başarı elde etmenin gerekli olduğunu düşünmektedir. Öte yandan Kral Konstantin, Meclisin açılışında yaptığı konuşmada, savaşa devam edileceğini açıkça belirtmişti. Bu siyasi ortam, yeni Yunan Hükümetinin Anadolu’da bir ileri harekata girişmesini siyasi anlamda zorlamaktaydı. Batı Anadolu’daki Türk kuvvetlerinin 1920 yılı sonlarında Çerkez Ethem Ayaklanması ile uğraşıyor olması, bu siyasi zorlama için uygun bir askeri ortam sağlamaktaydı. Gerçekten de Türk kuvvetlerinin esas unsurları Çerkez Ethem kuvvetleri ile mücadele ederken cephe hattında büyük ölçüde örtme kuvvetleri bulunmaktaydı. Çerkez Ethem kuvvetleri 4.650 isyancı kadardı.
İngiliz birliklerinin işgali altındaki İstanbul’daki Yunan Askeri Heyeti, Batı Anadolu’da askeri anlamda belirgin bir hareketlilik olduğunu, Yunan Genel Kurmayı’na rapor etmekteydi. Bu nedenle Yunan kuvvetlerinin bir an önce harekete geçmesi gerekli görülmekteydi.
Uşak-Bursa hattındaki Yunan Küçük Asya Ordusu kuvvetleri, iki kolorduda, yedi piyade tümeni ve bir süvari tugayından oluşmaktadır. Yunan 3. Kolordusu, İzmir Tümeni, Manisa Tümeni ve Adalar Tümeninden oluşmaktadır ve Bursa yöresinde konuşlanmıştır. Yunan 1. Kolordusu ise Uşak bölgesinde dört tümenden oluşmaktadır.
Türk Batı Cephesi kuvvetleri ise,
Ayrıca Kütahya ve Afyon dolaylarında Güney Cephesi Komutanlığı’na bağlı birlikler bulunmaktadır.
Türk tarafının Batı Cephesi’nde bir harekat planı bulunmamaktadır. Türk Genel Kurmayı, Çerkez Ethem sorununu çözmeden, düzenli ordu oluşturulması sürecini tamamlamadan askeri bir harekata girişmeyi zamansız bulmaktadır. Yunan kuvvetlerinin taarruzu karşısında bir Türk harekat planı, ancak Yunan kuvvetlerinin ileri harekatı başladığında, zorunlu olarak gündeme gelmiştir. Çerkez Ethem kuvvetlerine karşı bir harekatın uygulamaya konulmasından önce de bir Yunan taarruzu olasılığı değerlendirilmekte idi ve ön-planlamalar yapılmaktaydı.
Yunan kuvvetlerinin taarruzu başladığında hızla oluşturulan harekat planına göre,
Batı Cephesi Komutanı Albay Mustafa İsmet (İnönü) Bey'in savunma tertibi şöyledir. Mevzilerin kuzey kesimi 24. Tümen, güney kesimi ise 11. Tümen'le işgal ve savunulacaktır. Polatlı'dan getirilen depo alayı ile 4. Tümen, cephe ihtiyatını oluşturacaktır.
Türk üst komutanlığı bu ön planlamalarda, Yunan kuvvetlerinin esas olarak iki hattan taarruz edebileceklerini hesaplamaktadır.
Kuzey-batıdan gelecek bir taarruz, savunulabilecek doğal mevziler vardır. Bununla birlikte Söğüt - İnönü hattı, en gerideki mevzidir, Eskişehir’e kadar savunmaya uygun mevzi yoktur. Daha güneyde Afyon’a kadar olan arazi dikkatle incelenmiş, savunmaya uygun bölgeler tek tek belirlenmiştir.
İnönü Savunma Mevzii, yaklaşık 30 km'lik bir savunma hattıdır. Kazancı Deresi, mevzii ikiye ayırmaktadır. Kuzeyde kalan savunma hatları, Bursa – Yenişehir – Bilecik – Söğüt yaklaşımını karşılayacak durumdadır. Güneyde kalan savunma hatları ise Bursa – İnegöl – Pazaryeri – Karaköy yaklaşımını örtmektedir. Mevzii, 5 Temmuz 1920 tarihinde 20. Kolordu Komutanlığı tarafından planlanmış, izleyen aylarda tahkimat çalışmaları sürdürülmüştü. Siperlerin çok büyük bir kısmı, “boy siperi” haline getirilmişti. Asıl savunma hatlarının ilerilerinde ön savunma hatları da oluşturulmuştu.
Mevzilerin kuzey kesimi, ileri gözetleme mevzileri oluşturmaya olanak sağlayan arazi yapısı nedeniyle oldukça sağlam konumdadır. Ancak güney kanat, Yunan kuvvetleri Mezit Vadisi’ni aşmayı başaracak olursa, kuşatılma tehdidi altında kalırlardı. Bu riski önleyebilmek için Türk tarafı, Kurşunlu güneyine düşen Kınık Boğazı’nda, yeterince fazla topçu unsurlarınca desteklenen, hareketli birlikler konuşlandırmıştır.
Yunan harekat planı, sınırlı hedefli bir plandır. Siyasi amaç, Batı Anadolu’da askeri bir başarı elde ederek Batılı devletler karşısında saygınlık korumaktır. Askeri amaç ise Bilecik - Bozüyük - Eskişehir bölgesinde toplanmakta olan Türk kuvvetlerini dağıtmak, bu kuvvetlere ait askeri malzemeyi ve demiryolu hattı ile demiryolu köprülerini imha etmektir. Söz konusu demiryolu hattı, Ankara – Eskişehir hattının kuzeye yönelen ayrımıdır ve Bilecik üzerinden Adapazarı ve İzmit’e devam etmektedir. Plana göre harekata katılan birlikler, ele geçirilen malzemenin geriye taşınması tamamlanıncaya kadar bölgede kalacak, sonrasında geri çekilecektir.
General Papoulas komutasındaki Yunan Küçük Asya Ordusu, harekat için üç taarruz grubu olarak düzenlenmiştir. Ana Taarruz Grubu, 3. İzmir Kolordusu’dur. Kuvvetin ağırlıklı bölümü sağ kanatta olmak üzere Bursa – Eskişehir hattında taarruz edecektir. Sağ kanat, Türk kuvvetlerinin Eskişehir üzerinden geri çekilmesini önleyecektir. Yan Taarruz Grubu, ana grubun kuzey hattından Yenişehir - Bilecik - Söğüt hattından taarruz edecek olan İzmir Tümeni’dir. Güney Taarruz Grubu ise 1. Kolordu’dur. Uşak’dan Banaz yönünde taarruz edecek olan kolordunun görevi, Türk Güney Cephesi’nin kuzeye kuvvet kaydırmasını önlemektir.
"1. İnönü Muharebesi Trikupis'in anılarında Avgin Savaşı olarak geçiyor ve bu savaş hakkında Yunan Generali aşağıdaki satırları yazıyor:"
"Bütün gün devam eden Avgin Savaşı, en kanlı savaşlardan biri olmuştur. Bizimle kıyas kabul etmeyecek kadar fazla sayıda Türkle çarpışıyorduk. (General Trikupis'in kaynak belirtmeden verdiği Tarafların sayıları ve kayıplar ile ilgili bilgiler, diğer kaynaklarla çelişmekte.) Türk ordusundan Yarbay Hakkı bu hususla ilgili olarak şunları yazmıştır: 'Batı Cephesi (Türk), İnönü'deki düşmandan (Yunan) sayıca çok üstün idi.'
Subaylarla askerlerin hareketi sırf yiğitlik ve fedakarlıktan ibaretti. Fakat Türkler de işitilmemiş bir cesaret ve taassupla dövüşerek birbirini takip eden mukabil hücumlar yaptılar."
Trikupis'in hatıralarından ilgili satırlar, 1. İnönü Muharebesi'nin aşağıdaki ilgili günlerine eklenmiştir.
Bursa doğusunda örtme kuvveti olarak bulunan 24. Tümen komutanlığı, 3 Ocak 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanlığı’na gönderdiği raporda, İznik Gölü güneyinde ve Bursa dolaylarında Yunan kuvvetlerinin toplanmakta olduğu ve Bursa’ya yeni kuvvetler getirildiği bilgisini iletmiştir. Tümen Komutanlığı, elde edilen bu bilgiler ışığında Yunan kuvvetlerinin Pazaryeri genel hattından taarruz etmelerinin beklenmesi gerektiğini bildirmektedir. Bu istihbarat üzerine Geyve’den Bursa güneyine kadar hilal şeklinde konuşlanmış olan 24. Tümen kuvvetleri Pazaryeri yönüne yoğunlaştırılmıştır. Tümenin süvari unsurları ise İnönü Mevzii’ne kaydırılmış, Gökbayrak Taburu ise, Yunan kuvvetlerinin Köprühisar yönünde taarruz etmesi durumunda geri hatlarına hücum etmek üzere Bozüyük’e getirilmiştir.
Yunan kuvvetlerinin Bursa civarında toplanmış olan 3. İzmir Kolordusu, 6 Ocak 1921 sabahı saat 07:00’de Eskişehir genel yönünde iki ana kol halinde taarruza başlamışlardır. Kolordu’nun İzmir Tümeni, kuzey taarruz grubu olarak Yenişehir yönünde iki hat üzerinden taarruz etmektedir. Kolordu’nun güney taarruz grubu olan takviyeli Adalar Tümeni ise İnegöl yönünde iki hat halinde harekata başlamıştır. Kolordu’nun büyük bölümünü oluşturan bu taarruz grubudur.
Adalar Tümeni birliklerinin taarruz hatları,
İzmir Tümeni birliklerinin taarruz hatları ise,
Yenişehir bölgesinde İzmir Tümeni’nin bir piyade taburu ve bir süvari alayından (üç bölük) oluşan ileri müfrezesi, Menteşe’deki Türk süvari bölüğüne taarruz etmiştir. Süvari bölüğü kısa bir çatışmadan sonra geri çekilmiştir. Yunan birlikleri saat 09:30’da Menteşe’yi işgal ettiler. Yunan süvari alayı ileri harekata devam ederek saat 12:30 dolaylarında Yenişehir’i işgal etmiştir. İzmir Tümeni’nin ileri harekatı, saat 18:00 dolaylarında Ebeköy’de durmuştur. Bölgedeki Yunan ilerleyişini karşılamakla görevli 143. Alay, Köprühisar – Günece hattında kalmıştır.
Yunan taarruzunun en kuzey kesimindeki bir taburluk bir kuvvet, Gökbayrak Taburu’nun Mustafalı’daki bir buçuk mangalık gözcü postasına taarruz edip geri atmışlardır. Mustafalı’nın hemen doğusundaki müfreze, bu ileri hareketi durdurmuştur.
İnegöl bölgesinde Yunan Adalar Tümeni’nin sağ kolundaki üç piyade ve bir süvari alayı, İnegöl önlerindeki bir piyade ve bir süvari bölüğ |
ünden oluşan Türk kuvvetlerine taarruz etmiştir. Türk kuvvetlerinin geri çekilmesi üzerine öğleye doğru İnegöl’ü işgal etmişlerdir. Bu kuvvetler ileri harekata devam ederek gün sonunda Hasanpaşa köprüsüne ulaşmış ve ileri harekata son vermişlerdir. Adalar Tümeni’nin sol kolu ise Boğazköy üzerinden Süpürtü’ye ulaşmış ve orada konuşa geçmiştir.
Gün sonuna doğru Yunan kuvvetlerinin ileri harekatı sonlanmıştır. Türk 24. Tümeni’nin gün içindeki etkinliği, Yunan kuvvetlerinin miktar ve harekat planları hakkında bilgi edinmek, geniş bir alana yayılmış olan unsurlarını gerekli şekilde kaydırmak yönünde olmuştur. Bazı köy ve kasabaların girişinde Türk müfrezeleri ile Yunan kuvvetleri arasında çatışmalar olmuştur. Yunan topçusunun ateşe başlamasıyla bu müfrezeler geri çekilmişlerdir. Esasen 24. Tümen’in görevi, Yunan ileri harekatının hızını olabildiğince yavaşlatmak, araziyi kademe kademe savunarak, asıl savunma hattı olan İnönü Mevzii’ni kıt’a kaydırmalarıyla güçlendirilmesi için zaman kazanmaktı. Bu arada harekat alanının kuzey kesiminde, Dırazali’nin doğusundaki Gökbayrak Taburu, sürekli olarak süvari keşif kolları çıkararak Yunan birliklerinin durumunu izlemiş, bu birliklerin geri hatlarına bir baskın verme olanaklarını araştırmıştır.
Akşam saatlerinde Tümen’in 143. Alay’ı ile bir tabur eksiğiyle 32. Alay’ı, Köprühisar - Camönü - Günece hattında, Yenişehir yönünden ilerleyen Yunan kuvvetlerine karşı savunma düzeni alması emredilmiştir. 143 Alay komutanı Binbaşı Refet Bey, biraz daha doğudaki İncirli sırtlarında mevzi almıştır. İnegöl kesiminde ise 126. Alay ve 32. Alay’ın 1. Taburu Sülüklügöl - Nazifpaşa hattında savunmaya geçmiştir.
Uşak bölgesinde ise Yunan kuvvetleri üç köyün işgali ardından ileri harekatlarını durdurmuşlardır.
Trikupis:
"Taarruzumuzun ilk günü, öğleden sonra saat beş sıralarında Türkler, Samantaş'ın 2/39 Evzon Alayına hücum ederek kırıldılar ve tard edildiler. Çekilirken alayın cephesi önünde 300'den fazla Türk ölüsü vardı. Türkler çok defa cephaneleri olmadığı için el bombası ve süngüye başvuruyordu."
Eskişehir bölgesinde 7 Ocak 1921 sabahı 07:00’da Yunan İzmir Tümeni ileri harekata geçmiştir. Tümene bağlı bir Yunan taburu ile süvari müfrezesi Terzliler yönünde ilerlemiştir. Bir süvari bölüğü bu ileri hareketi durdurmuştur. Bir piyade alayı ile bir süvari alayı da, saat 07:30 dolaylarında Köprühisar köprüsünü geçerek İncirli savunmasının bir kesimine taarruz etmiştir. Bu taarruz 143. Alay’ın 3. ve 32. Alay’ın 2. taburları tarafından saat 09:00 dolaylarında geri atılmıştır. Alay topçusu, köprüyü havaya uçurmuştur. Bu bölgedeki Yunan birlikleri gün boyu herhangi bir ileri harekata girişmemişlerdir.
İzmir Tümeni’nin sol kolunu oluşturan birlikler İznik Gölü’nün güneyi boyunca ilerleyerek Dırazali - Derbent sırtlarını işgal ederek bu hatta durmuşlardır. Gökbayrak Taburu ise bölgeye ulaşan unsurlarıyla Kızılhisar – Camönü hattı ile Yunan birliklerine cephe tutulmuştur. Taburun diğer unsurları Aydoğdu - Eyerce sırtlarına yerleşmiştir. Bu sırtlar, İncirli bölgesindeki Yunan birliklerini sol kanadını tehdit eder durumdadır.
İnegöl hattından ilerleyen Adalar Tümeni’nin sağ taarruz kolu Hasanpaşa - Eskikaracakaya yönünden ilerlemiştir. Tümen’in asıl kuvvetleri ise Nazifpaşa mevzilerine karşı üç koldan taarruza geçmiştir. Sülüklügöl’deki iki bölük, bu taarruz karşısında geri çekilmiştir. Nazifpaşa mevziindeki 126. Alay komutanı, Sülüklügöl - Büyükelmalı yönünde gelişen Yunan taarruzu ile kuşatılma tehlikesine karşı, Pazaryeri yönünde çekilmek için 24. Tümen Komutanlığı’ndan onay istemiş, bu onay verilmiştir. Gerçekte Alay Komutanı muharebeyi, Gümüşdere gibi uzak bir yerden yönetmekteydi, muharebenin gidişatı yönünden sağlıklı bilgi edinememekteydi. Tümen Komutanlığı’na yetersiz bilgi iletilmiş, Tümen Komutanlığı da bu bilgilere dayanarak kararı onaylamıştı. Bununla birlikte Tümen Komutanlığı’nın emrinde "“…Düşmanın … cepheden esaslı bir taarruzu yoksa, ihtiyat kuvvetinin … kuşatan düşmana karşı gönderilmesi uygun olur. Bununla beraber duruma göre karar vermekte serbestsiniz.”" denilmektedir. Tümen Komutanlığı durumu Batı Cephesi Komutanlığı’na bildirmiştir. Batı Cephesi Komutanlığı ise, 24. Tümen’in, düşmanı elden geldiğince oyalamakla görevli olduğunu, sağ kanadın uzatılarak mevzinin korunmasını emretmiştir. Ancak Tümen Komutanlığı, Cephe Komutanlığı'nın bu emrini iletmek için Alay Karargâhına ulaşamamıştır. Çekilmenin net emirlerle düzenlenmemiş olması sonucu taburlar karışık bir şekilde geri çekilmeye başlamışlardır. Alay Komutanı’nın elinde sadece bir tabur kalmış, diğer unsurlarla bağlantısı ortadan kalkmıştır.
Nazifpaşa mevziindeki birliklerin çekilmesi ardından ilerleyen Yunan kuvvetleri, Büyükelmalı – Gümüşdere – Eskikaracakaya hattına kadar ilerlemişlerdir.
Yunan ileri harekatının ikinci günü olan 7 Ocak 1921 günü, Uşak ve Kütahya bölgelerinde Yunan birliklerinin herhangi bir faaliyeti olmamıştır. Çerkez Ethem kuvvetlerinden 300 kişilik bir süvari birliği, 61. Tümen’e taarruz etmiş, topçusuyla da Gediz’e ateş açmıştır.
Gün sonunda Batı Cephesi Komutanlığı, 24. Tümen Komutanı’nın önerisini yerinde bularak İncirli hattındaki birliklerin geri alınması emrini vermiştir. 24. Tümen Komutanı, Yunan kuvvetlerinin bulundukları hattan kuzey-doğu yönünde taarruz ederek bu birlikleri kuşatabileceklerini düşünmüş ve geri alınmalarını önermişti. Emre göre, bu birlikler geride bir tabur ve dağ topunu örtme müfrezesi olarak bırakıp Gökpınar - Kepirler hattına çekileceklerdir. Ancak 143. Alay Komutanı, bölgeye ulaştığında savunmaya uygun bulmamış, birliklerini daha güneye çekerek Çakırpınar’ın kuzeyindeki sırtlarda konuşlandırmıştır.
İncirli Mevzii’ndeki 143. Alay, 3. Bölük’ü mevzide bırakılarak 7 – 8 Ocak gecesi Gülpınar – Kepirler Hattına çekilmiştir. Alay Komutanın bölgeye geldiğinde savunmaya uygun bulmayarak Çakırpınar’ın kuzeyinde mevzi almıştır. 32. Alay’ın iki taburu da Bilecik yönünde hareket etmiştir. Bu taburlar Yenişehir müfrezesinin güney kanadını örtmekle görevlendirildiler.
Pazaryeri Mevzii'nde bir gün önce hatalı sevk ve idare edilen 126. Alay halen toparlanabilmiş değildir. Alay komutanlığına atanan, 24. Tümen piyade komutanı Yarbay Şevki Bey, 126. Alay’dan toplanabilen 90 tüfek ve iki taburdan oluşan bir kuvvet ile Pazaryeri önlerinde savunma yapmakla görevlidir. “Pazaryeri Müfrezesi” olarak adlandırılan bu birlik, Pazaryeri doğusunda toplanabilmiş değildir. Sadece Hücum Taburu, şosenin iki yanında mevziye girebilmiştir. 32. Alay’dan bir tabur ile 126 Alay’dan 90 tüfek, Pazaryeri’nde, Eskişehir’den gelen Depo Taburu ise Pazaryeri’nin doğusundaki sırtlardadır.
Yunan Adalar Tümeni 8 Ocak sabahı saat 10:00 dolaylarında üç koldan yürüyüşe geçmiştir. Kolların hedefi Pazaryeri’dir. Ön hattaki Hücum Taburu, saat 10:30’dan sonra Adalar Tümeni’nin taarruzuna dayanamayarak geriye doğru dağılmıştır. Yarbay Şevki Bey, saat 11:30’da tüm müfrezenin Pazaryeri’nde toplanarak mevzi alması için gerekli emirleri vermiştir.
Pazaryeri Müfrezesi'nin tehlikeli durumu üzerine 24. Tümen Komutanı saat 13:00’de 143. Alay’a, Bilecik’e çekilme emri vermiştir. Batı Cephesi Komutanlığı ise aynı saatte Bilecik’teki üç tabur ve dağ topunun Ahmetler’e kaydırılarak bu hattın örtülmesini Yarbay Şevki Bey’in müfrezesinin ise Fıranlar’da mevzi almasını emretmiştir.
Adalar Tümeni kuvvetleri saat 14:15’de Pazaryeri’nin doğusuna ilerlemeye başlamışlardır. Ahmetler – Fıranlar hattındaki Yarbay Şevki Bey müfrezesi kısa sürede geri çekilmiştir. Bir gün önceki komuta boşluğunun neden olduğu düzensiz çekilme, bir tümenlik kuvvet karşısında bozguna dönüşmüştür. Bir geri çekilme planı yapılmadığı için çeşitli yönlerde çekilmiş olan birliklerin komutanları arasında iletişim kopmuştur. 24. Tümen'in güney kanadını oluşturan bu birliklerin ileri hatta bir savunma düzenine geçmeleri bu yüzden olanaklı görülmemektedir. Öte yandan Ankara'dan gönderilen 4. Tümen'in ilk bölüğü İnönü Mevzileri'ne ulaşmış bulunmakta idi. 11. Tümen de mevziye ulaşmak üzere idi. Bu tümenin bölgeye alınması, Yunan taarruzu başlamadan önceki Türk savunma planında öngörülmüştü. Taarruz başladığında Tümen, harekete geçmişti. Bu durumda İnönü Mevzii ilerisinde savunma yapmanın gereği kalmamıştır. Yunan taarruzu öncesindeki Türk savunma planına göre, kesin savunma İnönü Mevzii’nde yapılacaktı. Gerekli kıt’a kaydırmaları sağlanmış bulunmaktadır. 9 Ocak sabahı İnönü Mevzii’nde dört piyade alayının savunmada yerini alması, saat 16:00 itibarıyla kesinlik kazanmıştır.
Bu gelişmeler üzerine Batı Cephesi Komutanlığı saat 15:00’de 24. Tümen’e, tüm kuvvetleriyle 8 Ocak akşamına kadar Bozüyük doğusuna çekilme emri vermiştir. Tümen, Yeniçepni ve Yürükçepni hattına çekilerek İnönü Mevzii’nin, demiryolu kuzeyindeki bölümünü savunacaktır. Genelkurmay Başkanlığı’nın Batı Cephesi Komutanlığı emrine girmek üzere Ankara’dan gönderdiği 4. Tümen ise Mevzii’in güney bölgesinde savunmaya geçecektir.
Kuzeyde Gökbayrak Taburu saat 12:00’de Derbent’in doğu sırtlarındaki Yunan mevzilerine taarruz etmiştir. Başlangıçta bu sırtları işgal eden tabur, takviyeli Yunan taarruzlarına saat 16:00 sonrasına kadar karşı durmuştur. 24. Tümen’in geri çekilme emri kendisine ulaşan Tabur Komutanı Cemal Bey, Çerkeşli’ye çekilmiştir.
Cephenin güney kesiminde ise öğleden sonra Adalar Tümeni’ne bağlı bazı birlikler ileri harekata devam etmiş, zayıf Kuva-i Milliye müfrezelerini atarak Muratdere’yi işgal edip burada durmuşlardır.
8-9 Ocak gecesi 24. Tümen birliklerinden bir piyade taburu ile bir süvari bölüğü Yeniköy batısında örtü kuvveti olarak bırakılmış, Tümen’in diğer unsurları Söğüt yönünde çekilmektedir. İnegöl Müfrezesi birlikleri ise İnönü Mevzii’ne çekilmiştir.
Batı Cephesi Komutanlığı’nca Gökbayrak Taburu’na verilen emirde ise, Osmaneli’nin batı kesiminde, güneye cephe alarak mevzilenilmesi ve Yunan birlikleriyle temasın kesilmemesi istenmiştir.
24. Tümen’in çekilen birlikleri saat 06:30 ile 09:30 arasında Söğüt’e ulaşmış, birliklerin yorgun ve bazı erlerin yalınayak olması dolayısıyla mola |
vermişlerdir.
Yunan İzmir Tümeni’nin öncü unsurları saat 07:30’da ileri harekete geçmiştir. Yeniköy’de artçı kuvvet olarak bırakılmış olan piyade taburu ve süvari bölüğü, saat 12:55’de, ilerleyen Yunan süvarisiyle çatışmaya başlamıştır. Kısa süre sonra Yunan piyadesi de çatışmaya katılmıştır. Çatışmalar, saat 16:00 dolaylarına kadar sürmüş, müfreze, artan baskı sonucu Söğüt yönünde çekilmiştir.
Saat 11:10’da Adalar Tümeni’nin sağ kolu Muratdere - Kovalıca yönünde, Tümen’in asıl kuvvetleri ise Karaköy üzerinden Bozüyük yönünde ilerlemeye başlamıştır. saat 14:00’de İnönü Mevzii ileri kesiminde, İntikam Tepesi ve Zevare Tepesi yönünde Yunan kuvvetleriyle 4. Tümen’in 58. Alayı arasında piyade ateşi başlamıştır. Alay’ın 3. Tabur’u, Karaağaç’ın batısındaki tepeden çekilmiştir. Bu arada cephe hattındaki yeni düzenlemeyle, 4. Tümen’in 58. Alay’ı Akpınar - Kovalıca hattını, 11. Tümen ise Kovalıca - Kandilli hattını savunacaktır.
11. Tümen’in 70. Alay’ından 3. Tabur, Kovalıca’nın batı yanındaki sırtlarda, 1. Tabur ise kuzey batısındaki Taşlıtepe’de mevziye girerek, Karaağaç kuzeyindeki Yunan müfrezesiyle muharebeye başlamıştır.
Karaağaç’ın batısındaki tepeye üç taburluk Türk taarruzu her ne kadar tepeye 500 metre kadar yaklaşmışsa da daha fazla ilerleyememiştir. Saat 16:00 dolaylarında Yunan ileri hareketi durmuş, Yunan birlikleri Alibeydüzü - Bozüyük - Saraycık hattına çekilmiştir. Yunan birliklerinin çekildiği İntikam Tepesi, Türk kuvvetlerince yeniden işgal edilmiştir.
Batı Cephesi Komutanlığı, saat 16:30’da, İnönü Mevzii’nde 4. ve 11. Tümen’lerin, 11. Tümen Komutanı tarafından sevk ve idare edilmesini emretmiştir. Aynı saatte 4. Tümen Komutanı, birliklerinde cephane kalmadığını 11. Tümen Komutanlığı’na rapor etmiştir.
9 Ocak günü çatışmaları, Türk savunma hatlarının güney yarısında gerçekleşmiştir. İzleyen günlerde bu bölgeden geniş kapsamlı bir Yunan taarruzu, Cephe Komutanlığı’nca öngörülmektedir.
Ankara Hükümeti’nin düzenli ordu birliklerinde halen ciddi donatım sorunları bulunmaktadır. Özellikle giysi konusunda pek çok eksiklik vardır. Örneğin, erattan bir bölümüne postal ya da hiç olmazsa çarık sağlanamamıştır, yalınayak savaşmakta ve yürümektedirler. Piyade silahlarında tektiplilik yoktur, bu yüzden değişik çap ve nitelikte cephane gerekmektedir. Erat, gelen cephane yığını içinden kendi silahına uygun olanı seçip bulmak zorundadır, bu durum da zaman kaybına ve savunmada yetersizliğe yol açmaktadır.
Kütahya kesiminde ise Çerkez Ethem kuvvetlerinden 300 kişilik bir müfreze, 14. Süvari Alayı’na taarruz etmiş ve alayı geri atmıştır. Çerkez Ethem kuvvetlerinin bölgedeki diğer taarruzu ise yöneldiği piyade bölüğü tarafından geri atılmıştır.
Yunan taarruzunun başlamasından, 10 Ocak tarihine kadar olan çatışmalar, Birinci İnönü Muharebesi'nin ön çatışmalarıdır, ilerleyen Yunan kuvvetleriyle Türk örtü kuvveti olan 24. Tümen arasındaki çatışmalardır. 10 Ocak ve izleyen günkü çatışmalar ise, asıl İnönü Mevzii'ndeki Türk kuvvetleriyle gerçekleşmiştir. Birinci İnönü Muharebesi, esas olarak bu iki günkü muharebelerdir.
10 Ocak 1921 sabahı İnönü Mevzii’ndeki Türk kuvvetleri,
Tüm bu birlikler, 6.000 asker, 300 süvari, 50 makineli tüfek ve 28 toptur.
4. ve 11. tümenler, 11. Tümen komutasında cephenin güney kesimini, Akpınar - Karaağaç - Kandilli bölümünü, 24. Tümen ise kuzey kesimini savunacaktır.
Bölgeye gelmekte olan birlikleri ise, 174. Piyade Alayı, bir piyade taburu ve Kütahya’dan sabah saat 05:30’da yola çıkmış olan 2. Süvari Grubu’dur. Toplam olarak 4.000 kişi, 850 tüfek, 8 makineli tüfek ve 700 kılıçtır. Bu kuvvetlerden 2. Süvari Grubu, iki süvari alayından oluşmaktadır. Her Alay, üçer süvari ve birer makineli tüfek bölüğüdür. Toplamda 1.800 savaşçıdır. Yine bu kuvvetlerden 174. Piyade Alayı’nın 1. Taburu, 10 Ocak muharebelerine katılabilmiştir.
Yunan Kuvvetleri
, iki piyade tümeni, bir suvari tugayı ve kolordu bağlı birlikleri olmak üzere 18.000-20.000 asker, 200 süvari, 150 ağır makineli tüfek ve 50 toptur.
Yunan taarruz Planı
Taarruzun kuzey kanadını oluşturan İzmir Tümeni, saat 05:30’da ileri harekata başlayarak Bilecik – Söğüt üzerinden ilerleyecek ve Adalar Tümeni emrine girerek İnönü Mevzii’nin kuzey kanadına taarruz edecektir.
Yunan taarruzu
Yunan kuvvetlerinin 9 Ocak’taki taarruzları, yoklama taarruzları niteliğindeydi. Türk kuvvetleri hakkında gerekli bilgiyi edinen Yunan Üst Komutanlığı, 10 Ocak sabahı saat 06:30’da, her günkünden daha erken bir saatte taarruza geçmiştir. Takviyeli Adalar Tümeni’nin İnönü Mevzii’nin güney kanadında 11 Tümen cephesine taarruzuyla şiddetli bir çatışma başlamıştır. Bölgedeki yoğun sabah sisi, taarruz eden taraf açısından olumlu bir koşul yaratmaktaydı. Bu sis, öğleye kadar, zaman zaman kalkmış, zaman zaman yeniden arazi üzerine çökmüştür. Sis yüzünden Türk topçu bataryaları piyadeyi yeterince destekleyememişlerdir.
Sis, Yunan taarruzunu İntikamtepe’deki Türk müfrezesi için baskın haline getirmiştir. Böylece ilk taarruzda Yunan kuvvetleri bu tepeyi işgal etmişlerdir. İki taburluk Türk karşı taarruzu bir sonuç getirmemiştir. Kovalıca’nın batı sırtlarındaki tabur mevzilerine yönelen Yunan taarruzu ise, karşı taarruzla geri atılmıştır. Saat 10:00 dolaylarında sisin kalkması üzerine Yunan topçusu, İntikam Tepesi’nin her iki yanıda uzanan Türk mevzilerini top ateşi altına almış ve bir tabur kadar Yunan kuvveti Bardanyol Tepesi üzerine taarruza geçmiştir.
Bardanyol Tepesi’ndeki 70. Alay, 1. Tabur’u ile 58. Alay 2. Taburu, buradaki mevziler Türk tarafınca tutulabilmiştir.
Öğleye kadar İnönü Mevzii’nin güney kesiminde çatışmalar yoğun bir şekilde sürmüştür. Batı Cephesi Komutanı Yarbay İnönü, cephenin güney kesiminin sabit hale geldiğine, Yunan taarruzun artık cephenin kuzey yarısına yöneleceğine karar vermiştir. Ona göre asıl tehlike cephenin kuzey yarısındadır. 24. Tümen, bu uzun cepheyi tümüyle örtememiş ve demiryolunun hemen kuzeyinde 2 kilometre genişlikte bir bölge açık kalmıştı. Batı Cephesi Komutanı, Yunan kuvvetlerinin sağ kanadı kuşatmak yönünde hareket halinde olduğunu saptayarak saat 11:45’de tümenlere gereken emirleri vermiştir. Ancak elde yeterince ihtiyat birliği bulunmamaktadır. 174. Alay’ın 1. Taburu, 24. Tümen’in 100 kadar mevcudu kalan Hücum Taburu ve Karargâh Muhafız Süvari Bölüğü, ağızdan verilen emirlerle bölgeye gönderilmiştir. Ayrıca 11. Tümen’e bir emir gönderilerek Yunan kuvvetlerinin Poyra yönünde ilerlediği, Tümen ihtiyatlarının derhal İnönü İstasyonu kuzeyine gönderilmesini emretmiştir.
11. Tümen Komutanı, Tümen Hücum Taburunu, yolda rastladığı Depo Taburunu ve sahra bataryasından bir takım alarak İnönü İstasyonu’nun kuzey batı kesimine hareket etmiştir. Ayrıca Kandilli’de bulunan iki tabura, burada bir bölük bırakarak İnönü yönünde ilerleme emri gönderilmiştir. Komutayı, 4. Tümen komutanı yarbay Nazım Bey üstlenmiştir.
Öğleden hemen sonra Yunan kuvvetleri İnönü Mevzii’nin kuzey kesiminde iki koldan ilerlemeye devam etmişlerdir. Bir kol, daha kuzeyde Teke Tepe sırtlarını işgal ederken diğer kol, Poyra üzerinden İnönü İstasyonu yönünde ilerlemektedir. Saat 13:00 dolaylarında bu kuvvetlerin bir kısmı, Oluklu’nun 1,5 – 2 kilometre batısında 143. Alay’ın 3. Taburu hatlarına taarruz etmiştir. Tabur, Poyra ve Rızapaşa tepelerindeki bataryalardan topçu desteği görmektedir. İsabetli topçu ateşi, Yunan taarruzunu durdurmuştur. İnönü İstasyonu yönünde ilerleyen Yunan kuvvetleri karşısında bölgeye gönderilen kuvvetler zayıf kalmıştır. 11. Tümen Komutanı’nın bizzat komuta ettiği birlikler de henüz mevzilere ulaşamamışlardır.
Bu durumda saat 13:10’da Cephe Komutanlığı’ndan 11. Tümen Komutanlığı’na gelen emirde, Yunan kuvvetlerinin İnönü İstasyonu’nu işgal etmek üzere olduğu, 24. Tümen’le temas kurularak Eskişehir yönünün örtülmesini emretmiştir. 11. Tümen ayrıca 4. Tümen’le de temas kurarak İnönü – Oklubalı hattını tutacaktır. Üç tümene de gönderilen bu genel çekilme emri, 24. Tümen’in diğer unsurlarının mevzilerinde tutunmamaları ve 10 kilometre kadar doğuya ve güneye çekilmişleri üzerine zorunlu olarak alınmıştır. Bunun üzerine Batı Cephesi Komutanı, saat 13:10’da 4. ve 11. tümenlerin de geri çekilmesi emrini vermiştir. Ayrıca Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey, 24. Tümen tarafından boşaltılan bölgeye konuşlanan Yunan topçusunun, 4. ve 11. Tümen mevzilerini ateş altına almak üzere olduğunu görmüştür.
Her iki tümen cephesinde Yunan taarruzu devam ettiği için, çekilme emri uygulanamamıştır. Geri çekilme emrinin uygulanmasına saat 16:00’da başlanmıştır. Yunan kuvvetleri çekilen Türk birliklerini izlememişlerdir. Saat 18:00’de tümenler, İnönü doğusundaki sırtlar gerisinde toplanmıştır. 174. Alay’ın 1. Taburu ise İnönü kuzeyindeki sırtta saat 22:00’ye kadar savunmaya devam etmiştir. Saat 13:10’da gönderilen çekilme emri, 24. Tümen’e ancak saat 17:35’de ulaşmıştır. Bu saate kadar tümen birlikleri Rızapaşa sırtları – Oluklu’nun 1 kilometre doğusu – Poyra doğu sırtları hattında savunmada bulunmaktaydı.
Trikupis:
"Savaşın beşinci günü III. Tümen'in sağında savaşa giren X. Tümen, kuvvetli bir baskı karşısında Düzağaç'a çekildi. Türkler daha evvel X. Tümen'in işgal ettiği tepeyi alarak bizi yandan top ateşine tuttu ve o andan itibaren X. Tümen ile irtibat kesildi."
Batı Cephesi Komutanlığı 10 Ocak akşamı saat 22:30'da verdiği emirde, ordunun Beşkardeş dağı - Zemzemiye - Oklubalı sırtları batısında savunma düzeni alacağını bildirmiştir. Buna göre 24. Tümen cephenin kuzey kesimin, 11. Tümen ise güney kesimini savunacaktır. 4. Tümen, ihtiyatta tutulacaktır. Gece, birliklerin bu yeni emirlere göre mevzi alması ve düzenlenmesiyle geçmiş, herhangi bir çatışma olmamıştır.
11 Ocak sabahı tüm bölgede hava açık ve güneşli olmuştur. Ancak ilerleyen saatlere karşın Yunan kuvvetlerinin bir ileri harekatı olmamıştı. 174. Alay Komutanı, Yunan birliklerinin Oluklu sırtlarına doğru çekildiği yönünde köylülerden bilgi almış, bunu saat 04:30'da 24. Tümen Komutanlığı'na rapor etmişti. Ancak rapor saat 08:35'te komutanlığa ulaşmıştır. Zaten bu alay, emirleri yanlış anlamış ve g |
eri mevzilere çekilmemişti. Dolayısıyla Yunan keşif unsurları en azından bu bölgede Türk kuvvetlerini eski mevzilerinde görmüşlerdi.
Farklı birliklerden gönderilen raporlar da Yunan kuvvetlerinin çekilmekte olduğu yönündedir. Öğle saatlerinde 174. Alay mevzilerinden batarya dürbünüyle 24. Tümen Komutanı'nın gözlemleri de bu durumu açıkça göstermektedir. Alay'ın süvari keşif kolu Akpınar'a kadar ilerlemiş ve Yunan kuvvetine rastlamamıştır.
Öğleden sonraki saatlerde, Batı Cephesi Komutanlığı, Yunan birliklerinin çekilmekte olduğundan artık emindir.
Trikupis:
"Altıncı günü, Tümen'in vaziyeti kritik olduğu için, mutlaka lüzumlu olduğuna kanaat getirerek alayların birbirlerini destekleyerek geri çekilmelerini emrettim. Evvela topçu kumandanına, piyadenin çekilişini desteklemesi için birbirini takip edecek topçu mevzilerini tespit etmesini bildirdim.
Saat 17'de Türkler, yalnız cepheden değil, fakat sağ kanadımızdan ve bilhassa kuzeyden - daha evvel X. Tümenin çekildiğini söylediğimiz yerden- hücum ederek III. Tümenin arkasını çevirmek istedi. Türklerin geniş bir sahada yaptığı taarruzu durduracak ihtiyat kuvvetimiz olmadığı ve bizim topçu, cephane yokluğundan piyadenin çekilişini destekleyemediği için, daha evvel verdiğim emri tamamlamak üzere bütün tümenin çekilmesi emrini verdim. Geceleyin saat 23 sıralarında Tümen, bizim ile Tükler arasındaki mesafeyi açacak şekilde gerilemeye başladı."
Türk tarafı
Toplam: 489
Yunan tarafı (Yunan ordusu tarih araştırma bölümüne göre)
Toplam: 181
Trikupis'e göre Yunan kayıpları
Yunan Askeri Ansiklopedisine göre Yunan kayıpları: (TIH,2/3,s.246)
Türk tarafı, her ne kadar sürekli geri çekilmiş olsa da, Yunan kuvvetlerinin Eskişehir yönünde ilerlemesini durdurmuş olduklarını ileri sürerek savaşı, kesin bir zafer olarak tanımlamaktadırlar. Yunan tarafı ise, harekatın zaten sınırlı hedefli olduğu ve planlanan hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle bunu reddetmektedirler. Bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir.
Savaşı, Türk tarafının zaferi olarak değerlendiren çevrelerde ileri sürülenlerin görüşler temelde, Türk tarafının belirli bir miktar malzeme kaybetmesine, bölgedeki demiryollarının imha edilmiş olmasına karşın, toprak kaybetmediği olgusuna dayanmaktadır. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesinin ise, plan ne olursa olsun, gerek Türk, gerek dünya ve gerekse de Yunan kamuoyunda, Yunan kuvvetlerinin zaferi olarak algılanmadığı ileri sürülmektedir. Çünkü, savaş sonrasında, kazanan tarafın, karşı tarafa iradesini kabul ettirdiği bir antlaşma yoktu.
Savaştan hemen sonra Türk tarafında durum bu şekilde değerlendirilmiş, Ankara'da geniş çaplı kutlamalar yapılmıştır. Gerek Türk kamuoyu, gerekse de Türk Silahlı Kuvvetleri, muharebeleri kesin bir zafer olarak değerlendirmiştir.
Birinci İnönü Muharebesi'nin önemini Mustafa Kemal Atatürk bu sözlerle ifade etmiştir:
Yalçın Küçük, "Türkiye Üzerine Tezler 2" adlı kitabının ön sözünde Birinci İnönü Muharebesi ile ilgili olarak aşağıdaki satırları yazmıştır:
"Genelkurmay yayınlarına ve diğer kaynaklara dayanarak, İnönü'de zafer değil, bir çarpışma (bile) olmadığını gösterdim. Çerkez Ethem ve Mustafa Suphi'yi temizlemeye kararlı Anadolu ihtilalcileri, temizlik hareketini maskeleyecek bir zafer arıyorlardı."
Ancak yukarıda aktarıldığı gibi savaşta karşı tarafta yer almış olan Trikupis bile bu savı yalanlıyor. Ayrıca yukarıda verilen Turgut Özakman'ın kitabında Y. Küçük'ün Ethem'le ilgili iddiaları Türk ve Yunan belgeleriyle çürütülüyor. (Sayfa 488)
I. İnönü Muharebesi'ne ilişkin bilgi veren bazı Yunan kaynakları: Yunan Askeri Tarihi, s.175-189; General Papulas'ın Hatıratı, s.40-41; Tümg. Y. L. Spydironos, Harp ve Hürriyetler, s.110-116; Yarbay T. İ. Hrisohoos, Küçük Asya Savaşında Yunan Süvarisi, s.55-56; Yarbay K. D. Kanellopulos, Küçük Asya Mağlubiyeti, C.1, s.3-4 (T. Özakman'ın kitabından, s.495).
İkinci İnönü Muharebesi
İkinci İnönü Muharebesi, 23 Mart-1 Nisan 1921 tarihleri arasında İnönü yakınlarında gerçekleşen muharebe.
Birinci İnönü Muharebesi'nden kazanç sağlayamayan ve Türk kuvvetlerinin güçlenmesine imkân vermeden imhasını sağlamak; Eskişehir ve Afyon stratejik bölgesini ele geçirmek, Sevr Antlaşması hükümlerini zorla Millî Hükümete kabul ettirmek maksadıyla 23 Mart 1921 günü ileri harekata geçen Bursa bölgesine çekilen 3. Yunan Kolordusu ve Uşak bölgesinde bulunan 1. Yunan Kolordusu Londra Konferansı'na gitmek için hazırlanan Türk temsilcileri daha yoldayken, tüm barış kapılarını kapayıp, biri Afyonkarahisar diğeri Eskişehir istikametinde iki koldan saldırıyı başlattılar.
Mirliva (Tuğgeneral) İsmet Paşa komutasındaki birlikler, karargahı Eskişehir'de olmak üzere, güneyden kuzeye 11, 24 ve 61. Piyade Tümenleri birinci hatta; 3. Piyade Tümeni ve 1. Süvari Tugayı örtme görevini müteakip ihtiyatta olacak şekilde, İnönü mevzilerinde savunma için tertiplendi.
Yunan birlikleri muharebenin ilk dört gününde çok başarılı olarak 24 Mart'ta Dumlupınar'ı, 27 Mart'ta da Afyon'u ele geçirdiler. Eskişehir yönünde gelişen Yunan saldırısı ise Birinci İnönü Muharebesi'nde takip edilen yoldan ilerlemekteydi. İnönü mevkiindeki çatışmalar 27 Mart sabahı başladı. Yunan ordusunun ilk günlerde etkili taarruzlar yapması üzerine bu sıkışık anda takviye olmak üzere TBMM'nde alınan karar doğrultusunda Meclis Muhafız Taburu ile birlikte Millî Savunma Bakanı Fevzi Paşa cepheye gitti. Mevzilerin savunulmasında hiç zaaf göstermeyen ve emirlerinde son derece kesin davranan Cephe Komutanı İsmet Paşa'nın başarılı karşı taarruz emriyle düşman güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar. Yunan ordusu bu çekilişi sırasında Türk süvarilerinin ısrarlı takipleri sonucunda ağır kayıplar vermiştir. Buna karşılık Yunan ordusunun güney cephesinde yaptığı taarruz gelişme göstermiş, Afyonu işgal eden Yunan kuvvetleri Çay-Bolvadin hattına kadar ilerlemişlerdi. Ancak Yunan birlikleri 30 Mart'ta yaptıkları ikinci saldırıda da geri püskürtülünce güneyde Afyon şehrinden çekilmek durumunda kaldılar. Geri çekilen Yunan ordusuna Türk süvarileri tarafından Yenişehir ovasında kuvvetli bir darbe indirilmiştir. Yunanların mağlubiyeti Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa tarafından 1 Nisan 1921'de TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'ya telgrafla duyurulur. "Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza bırakmıştır" diye çekilen telgrafa Mustafa Kemal Paşa cevaben "Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makus talihini de yendiniz. İstila altındaki topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor" diye yazmıştır.
İskender Sayek
İskender Sayek, (d. 1944 İskenderun) Profesör doktor.
Orta öğrenimini Talas Amerikan Okulu, lise öğrenimini Tarsus Amerikan Koleji'nde tamamladıktan sonra 1964-1970 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yüksek öğrenimini tamamlayarak aynı yıl H.Ü. Genel Cerrahi A.D.’nda asistanlığa başladı. 1971-1976 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri State University of New York at Buffalo’da Genel Cerrahi eğitimini tamamladı. 1976 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi A.D.’nda öğretim görevlisi olarak göreve başladı. 1981’de Genel Cerrahi Doçenti, 1988’de de Profesör oldu. 1991 yılından beri Anabilim Dalı Başkanlığı yapmaktadır. Yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış 130’un üzerinde bilimsel yayını vardır. American College of Surgeons, Surgical Infection Society-Europe ve International Gastro-Surgical Club üyeliği dışında Ulusal Cerrahi Derneği ve Ankara Cerrahi Derneği üyeliği dışında birçok ulusal derneğe üyedir. 1990-1996 yılları arasında Surgical Infection Society-Europe yönetim kurulu üyeliği yapmış olup 1997-1998 dönem başkanıdır. Birçok derginin yayın kurulundadır. 1982-1984 tarihleri arasında Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu üyeliği, 1991-1994 tarihlerinde Hacettepe Tıp Fakültesi Dekan Yardımcılığı yapmıştır. Ayrıca Tıp Fakültesi eğitim kurullarında değişik zamanlarda görev almıştır. 1984 yılında TÜBİTAK Teşvik Ödülü ve değişik kongrelerde çalışmaları ödüller kazanmıştır. 1994 yılından beri TTB-Eğitim kolu başkanlığını yürütmektedir. Özel ilgi alanları mezuniyet öncesi ve sonrası tıp eğitimi, cerrahi infeksiyonlar, nütrisyonel destek, kritik hasta bakımı, kist hidatiği, onkolojik cerrahi, travma ve cerrahi araştırmadır İngilizce ve Arapça bilmektedir.İki çocuk babasıdır.
Prof. Dr. İskender Sayek aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri genel cerrahi anabilim dalı başkanlığı ve tıp fakültesi dekanlığı yapmıştır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin ilk mezunlarındandır. Türk Tabipler Birliği eski başkanı Dr. Füsun Sayek ile evli idi. ( Dr. Füsun Sayek 16.10.2006 tarihinde meme kanseri nedeniyle vefat etmiştir.) Hacettepe Üniversitesi'nin rektörlük seçiminde en çok ikinci oyu almıştır.
Adler RH, Sayek İ: Treatment of Malignant pleural effusion: A method using tube thoracostomy and talc . Annals of Thoracic Surgery 1976, 22: 8-15
Sayek İ, Yalın R, Sanaç Y: Surgical treatment of hydatid disease of the liver. Archives of Surgery 1980, 115: 847-851
Sayek İ, Çakmakçı M. The effect of prophylactic mebendazole in experimental peritoneal hydatidosis. Surgery, Gynecology and Obstetrics 1986;163:351-353
Sayek I, Aran Ö, Uzunalimoğlu, Hersek E : Intestinal Behçet’s Disease: Surgical experience in seven cases. Hepatogastroenterology 1991;38:81-83
İnan M, Sayek İ, Tel BC, Şahin-Erdemli İ: Role of endotoxin and nitric oxide in the pathogenesis of renal failure in obstructive jaundice. British Journal of Surgery 1997, 84:943-9
Brest Litovsk Barış Antlaşması
Brest Litovsk Barış Antlaşması, 3 Mart 1918 tarihinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı arasında imzalanmış, İttifak Devletleri'nin yenilmesi üzerine geçersiz kalmış bir barış antlaşmasıdır. Osmanlı Devleti'nin toprak kazandığı en son antlaşmadır.
Çanakkale Savaşları'ndan sonra yardım bulamayan Rus İmparatorluğu, ekonomik alanda son büyük darbeyi yemiş oldu ve iç savaşlar yaşadı. Şub |
at 1917 ve Ekim 1917'de gerçekleşen bu iki devrim sonucunda başa gelen komünist hükümet (Lenin'in hükümeti, Sovyet Rusya), savaşa karşıydı. O yüzden hükümet Avrupalı devletlerle (Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile) hemen barış antlaşması imzalamaya girişti. Bu devletler büyük miktarda toprak istedi. Ama toprak kaybına Rusya komünistleri karşıydı. Yeni Sovyet Hükûmeti, barış antlaşmalarını kendi içinde görüştükten sonra, toprak kaybını savaşa tercih etti. Antlaşma sonucunda:
Ayşe Arman
Ayşe Arman (d. 9 Aralık 1969, Adana), Türk gazeteci ve köşe yazarı. "Hürriyet" gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Tiyatro sanatçısı Haldun Dormen'in oğlu Ömer Dormen'le evlidir. Oyuncu olarak ilk kez 2011 yapımı Aşk Tesadüfleri Sever filminde konuk oyuncu olarak yer almıştır.
1969 doğumlu olan Ayşe Arman'ın annesi Veronica Arman Almandır ve balerindir. Babası Mehmet Arman'dır. Haldun Dormen'in oğlu Ömer Dormen'le evlidir. Alya adında bir kızları vardır. Betül Mardin'in gelinidir. 4 şubat 2011'de gösterime giren Aşk Tesadüfleri Sever filminde konuk oyuncu olarak yer almıştır. Röportaj ve yazılarında feminist üslup ve hareketleri, LGBT haklarına yönelik aktivist söylemleri dikkat çekmektedir.
Halis Uluç Gürkan
Halis Uluç Gürkan, (d. 1945, Şanlıurfa) eski milletvekili ve ODTÜ'de öğretim görevlisidir. TBMM başkanvekilliği yapmıştır. Çeşitli medya organlarında gazetecilik deneyimi vardır. Halen Atılım Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
5 Kasım 1945 Şanlıurfa doğumludur. Evli ve iki çocuk babasıdır. Mustafa Kemal Gençlik Vakfı kurucu üyesi, Atatürkçü Düşünce Derneği, Mülkiyeliler Birliği, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Beşiktaş üyesidir.
Eserileri: "Ermeni Sorunu'nu Anlamak, Ön Yargıları Aşmak ve Nefretten Arınmak", Destek Yay., 2011. (belge-söyleşi kitabı)
Yüksek (1964-1968) Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi - Uluslararası İlişkiler
Öğrenci Derneği Başkanı – Ortanın Solu Grubu / 1967-1968) Lise (1961-1964) Tarsus Amerikan Lisesi Ortaokul (1957-1961) Talas (Kayseri) Amerikan Ortaokulu İlkokul (1952-1957) Rami (İstanbul), Yıldız Yenimahalle (İstanbul), Koruköy (Gelibolu), Kavak (Gelibolu), Uzunköprü Edirne).
Mustafa İstemihan Talay
İstemihan Talay, (1945, Tarsus, Mersin, Türkiye), Türk bürokrat ve siyasetçi.
1964 yılında Tarsus Amerikan Kolejini bitirdikten sonra, 1968 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Aynı okulda Siyaset ve Yönetim Bilimi konusunda yüksek lisans yapmıştır. Kaymakamlık, Belediyeler Fon ve Krediler Genel Müdürlüğü, 18.,19.,20. ve 21.Dönem Mersin (İçel) Milletvekilliği ile 55., 56. ve 57. hükümetlerde Kültür Bakanı olarak görev yaptı. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir. Ayrıca CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun başdanışmanıdır. Evli ve 2 çocuk babasıdır.
Paris Antlaşması (1783)
Paris Antlaşması, 3 Eylül 1783 tarihinde imzalanmış, Konfederasyon Kongresi tarafından 14 Ocak 1784'te, Büyük Britanya Kralı tarafından 9 Nisan 1784'te onanmış ve Büyük Britanya Krallığı ile Kuzey Amerika'daki On Üç Koloni arasındaki Amerikan Devrimi Savaşı'nı sona erdirmiş olan barış antlaşmasıdır. Savaşa katılan diğer ülkeler olan Fransa, İspanya ve Hollanda Cumhuriyeti ile Paris Barışı adı altında ayrı anlaşmalar yapılmıştır.
Antlaşma metni bugünkü 56 Rue Jacob'un yerinde bulunan Hôtel de York'ta imzalanmıştır. İmza törenine Birleşik Devletler adına John Adams, Benjamin Franklin ve John Jay; Britanya Krallığı adına David Hartley ve Kral III. George katılmışlardır. Hartley, Britanya Elçiliği'ne yakın bu otelde bir süredir kalmaktaydı.
Britanya 3 Eylül'de Fransa, İspanya ve Hollanda (geçici anlaşma) ile de ayrı antlaşmalar imzalamıştır. İspanya ile yapılan anlaşmaya göre Doğu ve Batı Florida sömürgeleri ve Minorca Adası İspanya'ya bırakılıyordu (Ne var ki, anlaşmanın kesin hükümlere dayanmaması sınır anlaşmazlığına neden olmuş ve sorun, Madrid Antlaşması'yla çözüme kavuşturulabilmiştir). Buna karşılık, Fransız ve İspanyollar tarafından ele geçirilen Bahama Adaları, Grenada ve Montserrat Britanya'ya geri verilecekti. Fransa ile imzalanan antlaşma karşılıklı ele geçirilmiş toprakların bırakılmasından ibaretti (Fransa'nın tek kazancı Tobago ve Senegal olmuştur) ancak Fransızlar, Newfoundland açıklarında balık avlama hakkını da elde etmişlerdir. Hollandalıların Doğu Antiller'de kazandığı topraklar ise Hollanda Doğu Antilleri'nde Britanyalı tüccarlara tanınan ticari haklar karşılığında Hollanda'ya bırakılmıştır.
Amerikan Konfederasyon Kongresi antlaşmayı 14 Ocak 1784'te onamış ve imzalı kopyaları antlaşmanın diğer taraflarına göndermiştir. Antlaşma 9 Nisan 1784'te Britanya ve 12 Mayıs 1784'te Fransa tarafından onanmış ancak okyanusun karşı tarafındaki Amerikanların bu haberi alması birkaç ay gecikmeyle olmuştur.
Amerikanların sömürgelikleri döneminde Britanya'dan aldıkları haklar (Akdeniz korsanlarına karşı koruma güvencesi gibi) ortadan kalkmış bulunmaktaydı. Bazı eyaletler federal uygulamayı yok saymış ve 5. ve 6. maddelerde düzenlenen karşılıklı borçlar konusunda antlaşma hükümlerinden sapmıştır. 4. maddeyi yürürlüğe koymayan Virginia'ya karşılık bazı Britanyalı askerler kölelerin salıverilmesini düzenleyen 7. maddeyi işletmemişlerdir. Antlaşma Birleşik Devletler'in güney sınırını belirlemekteydi ancak Britanyalıların İspanyollarla yaptıkları anlaşma Florida'nın kuzey sınırını kesinleştirmediğinden İspanyol yönetimi 1763 anlaşması hükümlerinin bu sınır için hala geçerli olduğunu düşünmüştür. Bu anlaşmazlık sürerken Florida'yı denetimi altında tutan İspanya, Amerikanların Mississippi'ye ulaşmasını engellemişlerdir. Bu arada Britanyalılar, Büyük Göller bölgesinde çok gevşek davranmış ve boşaltması gereken bölgeleri Amerikan yerlileriyle yaşadığı güçlükler yüzünden bir süre daha elinde tutmak zorunda kalmıştır. Bu sorun 1794'te imzalanan Jay Antlaşması'yla çözüme kavuşturulmuş ve Amerika'nın bölgedeki nüfuzu yeni Anayasa'nın kabul edilmesinin ardından gittikçe artmıştır.
Antlaşmanın 2009 yılı itibarıyla geçerli olan bölümü yalnızca 1. maddedir.
Faruk Loğoğlu
Osman Faruk Loğoğlu (15 Ekim 1941, Ankara, Türkiye), Türk bürokrat ve siyasetçi.
Tarsus Amerikan Koleji'nden sonra ABD’de Brandeis Üniversitesi'nden mezun oldu ve Princeton Üniversitesi'nden de siyasi ilimler alanında doktorasını aldı. Dışişleri Bakanlığı'na katılmadan önce Vermont eyaletindeki Middlebury College’da siyasi ilimler alanında bir yıl öğretim üyeliği yapmıştır.
1971 yılında Dışişleri Bakanlığına girerek merkez dairelerinde daha çok siyasi konularda çalıştı ve Ortadoğu, Avrupa, Kıbrıs, Türk-Yunan ilişkileri üzerinde yoğunlaştı. Dışişleri Bakanlığı'nda bünyesinde Dakka (Bangladeş) (1976-1978) Geçici Maslahatgüzarı, Hamburg Başkonsolosu (1986-1989), Kopenhag (Danimarka) (1993-1996), Bakü (Azerbaycan) (1996-1998) ve Vaşington (ABD) (2001-2006) nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Diğer dış görevleri ise, sırasıyla, Belçika, Bangladeş, Birleşmiş Milletler (New York) ve Almanya'da oldu. 1998’de Azerbaycan’dan merkeze dönüşünde, önce çok taraflı siyasi işlerden sorumlu Müsteşar Yardımcılığı (1998-2000), sonra Bakanlık Müsteşarlığı (2000-2001) yaptı. Dışişleri Bakanlığı’nda Dış Politika Danışma Kurulu üyeliği, UNESCO Türk Millî Komisyonu’nda Başkan Vekilliği görevini yürütmüştür.
18 Aralık 2010 tarihinde CHP Parti Meclisi üyeliği görevine seçildi. 2011 yılındaki seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Adana milletvekili seçildi. 2011 yılının Ağustos ayında CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcılığı görevine atandı. Ayrıca Türkiye-ABD Dostluk Parlamentolararası Dostluk Grubu üyesidir.
İngilizce olarak yayınlanmış "İsmet İnönü ve Modern Türkiye’nin Oluşumu" adlı bir çalışması ve çeşitli makaleleri bulunmaktadır. Mevhibe Loğoğlu’yla evlidir.
3 Kasım 2015'ten itibaren Zaman gazetesinde yazmaya başlamıştır.
Mete Akyol
Mete Akyol (d. 1935, Ordu, ö. 3 Kasım 2016; Ataşehir, İstanbul), Türk gazeteci-yazar.
İlk öğrenimini Ordu Gazi İlkokulu'nda tamamladı. Orta öğrenimini, Talas Amerikan Okulu ve Tarsus Amerikan Koleji'nde yaptı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin İngiliz dili ve edebiyati bölümünden mezun oldu.
Mesleğe öğrencilik yıllarında basladı. 1951 yılında Ulus gazetesinin çocuk sayfasında çeviriler yaptı. 1953 yılında Hürriyet gazetesinin Tarsus muhabiri olarak göreve basladı. 1959'dan 1994'e kadar Milliyet, Öncü, Hürriyet, Dünya, Günaydın, Sabah gazetelerinde muhabir, roportaj yazarı, köşe yazarı, genel yönetmen ve yayın genel yönetmeni olarak değişik görevlerde bulundu. TRT 1, TRT 2, NTV ve tv8 televizyon kanallarında çeşitli programlar yapti. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Başkent Üniversitesi'nde gazetecilik dersleri verdi. Beşi gazetecilik deneyimlerini aktardigi altı kitabı vardır. Mütevelli heyet üyesi olduğu Başkent Üniversitesi'nce yayımlanan Bütün Dünya'nin genel yayın yönetmenliğini yapmaktayken 03.11.2016 tarihinde vefat etmiştir.. Aynı zamanda Başkent Üniversitesi radyosu, radyo başkent ve Kanal B adlı televizyonunun üst kurul üyeliği yapmıştır. Mete Akyol Kanal-B'de her pazartesi "Bilmek Gerek" adlı bir şöyleşi programı yapmaktaydı.
3 Kasım 2016'da Ankara'ya gitmek üzere İstanbul, Ataşehir'deki evinin önünden aracına bindiği esnada rahatsızlanıp Ataşehir Memorial Hastanesi'ne kaldırılan duayen gazeteci burada yapılan tüm müdahelelere rağmen 81 yaşında yaşamını yitirmiştir.
Mustafa Aysan
Prof. Dr. Mustafa Aydın Aysan (1933, Tarsus, Mersin, Türkiye), Türk ekonomist.
Tarsus Amerikan Koleji’nden 1952’de, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'den 1957'de Lisans derecesi ile mezun olmuştur. 1957-59 yılları arasında öğrenimini ABD'de sürdüren Aysan, Harvard Üniversitesi İşletme Okulu'ndan yüksek lisans (M.B.A.) derecesi aldı ve 1959 sonunda İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü'nde öğretim görevlisi olarak Muhasebe ve Denetim Dersleri vermeye başladı. İstanbul Ünive |
rsitesi İktisat Fakültesi'nde 1962'de İşletme Doktoru, 1968'de Doçent ve 1974'de Profesör oldu. 1968'de İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'nin kuruluşunda görev aldı.
Güney Afrika’nın iki üniversitesinde ve Almanya’nın Hamburg Üniversitesi’nde de Muhasebe, Denetim ve Finansal Yönetim konularında dersler verdi.
1970’den başlayarak, üniversitedeki akademik çalışmaları yanında İktisadi Devlet Teşekkülleri, bankalar ve özel kuruluşlarda danışmanlıklar ve yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu.
1981’de T.C.Danışma Meclisi, Bütçe-Plan Komisyonu Başkanlığı ve 1982-83 döneminde T.C. Ulaştırma Bakanlığı görevlerinde bulundu.
1984’de İstanbul Üniversitesi’ndeki görevlerine geri dönen Aysan 2000 yılında emekli oldu.
2008-2016 yılları arasında Finansbank Yönetim Kurulu Üyesi ve Denetim Komitesi Başkanı olarak görev yapmış olup halen Finansbank Yönetim Kurulu Başkan Danışmanı olarak çalışmalarına devam etmektedir.
3 Vakıf’ta üyelik ve özel üniversitelerde öğretim çalışmalarını sürdürmektedir.
Yayınlanmış 13 kitabı vardır.
İki kız evlat ve iki torun sahibidir.
Oral Çalışlar
Oral Çalışlar (d. 14 Aralık 1946, Tarsus) Türk gazeteci ve yazar. Eski Cumhuriyet yazarıdır. Taraf gazetesinin eski Genel Yayın Yönetmeni. Halen Posta gazetesinde yazmaktadır.
14 Aralık 1946'da, Tarsuslu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Liseyi Tarsus Amerikan Koleji ve Tarsus Lisesi'nde tamamladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü'nde bir yıl okuduktan sonra (1966) İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi'ne geçti. 1968 Haziran işgallerinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte İstanbul Üniversitesi'nin işgaline katıldı. İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nin işgal komitesi başkanı oldu. 29 Ekim ve 10 Kasım 1968 tarihleri arasında Deniz Gezmiş, Kazım Kolcuoğlu, Doğu Perinçek ve Cengiz Çandar gibi isimlerle Samsun'dan Ankara'ya ""Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü""ne katıldı.
1968 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. Bu okulun Sosyalist Fikir Kulübü başkanlığını, Ankara Üniversitesi Öğrenci Birliği genel sekreterliğini ve Devrimci Gençlik Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini yaptı. 1967'de yayına başlayan "Türk Solu", 1968'de yayına başlayan "Aydınlık" dergilerinde yazılar yazdı. "Aydınlık" yazı kurulu üyeliği yaptı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra tutuklandı. 1974 yılında çıkarılan af kanununa kadar üç yıl hapiste yattı.
1978'de yayınlanan günlük "Aydınlık" gazetesinin genel yayın yönetmeniydi. Türkiye İşçi Köylü Partisi'nin başkanlık kurulu üyesi oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle yeniden tutuklandı. Kaçaklık yıllarından sonra dört yıl hapis yattı ve Ağustos 1988'de serbest bırakıldı. 1990 ve 1992 yılları arasında Hamburg Senatosu'nun davetiyle Hamburg'da kaldı. 1992-2008 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Çeşitli televizyon programları hazırladı. 15 Haziran 2008 tarihinde Radikal gazetesinde yazmaya başladı. Taraf gazetesinin "Genel Yayın Yönetmeni" olmasıyla, Radikal gazetesinden ayrıldı. Kısa bir dönem Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptıktan sonra görevinden istifa etti. 2013 Ağustos'unda Radikal gazetesine döndü. Radikal gazetesinin kapatılmasının ardından 18 Nisan 2016'dan bu yana Posta gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.
Aralarında "İslam'da Kadın ve Cinsellik", "Hz. Ali - Muaviye Çatışması İslamın Doğuşu ve İlk Ayrılıklar" ve "12 Mart'tan 12 Eylül'e Mamak" olmak üzere yayınlanmış 18 kitabı bulunuyor. Çok sayıda gazetecilik ve araştırma ödülü sahibidir.
Gazeteci İpek Çalışlar'la evli, yazar Reşat Çalışlar'ın babasıdır.
Demokratik açılım ve çözüm süreci kapsamında 4 Nisan 2013 Tarihinde oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti Karadeniz Bölgesi üyesi seçilmiştir.
Haşhaşîler
Haşhaşiler "( Haşhaşiyye ya da Haşhaşiyyun)", Sabbahîler ya da Suikastçılar "(İngilizce: Assassins)", Şîʿa kolunun İsmâ‘îl’îyye mezhebine mensup din adamı Hasan bin Sabbah tarafından 1090 yılının Eylül ayında Elemût Kalesi'ni zaptettiğinde kurulmuş olan dinî tarikat ve siyasî örgüt.
"Haşhaşi" kelimesinin kökeni ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs 1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini" gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.
"Haşhaş" kelimesi Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıkları yüzünden verildiği kanısını benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüştür. Bunu da özellikle Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye kısaca şöyledir:
Alamut'tan günümüze ulaşan metinlere göre Hasan müritlerine dinin esaslarına bağlı kalanlar manasında, "esasiyim" demekten hoşlanırdı ve yabancı seyyahların yanlış anladıkları bu terim "haşhaş", afyon kuşkularının ortaya çıkmasına neden oldu.
Araştırmacı yazar Faik Bulut'a göre ise Marco Polo'nun hatıralarında anlattığı bu ifadeler "iki" nedenden ötürü gerçekleri yansıtmamaktadır:
Faik Bulut, Marco Polo'nun yazdıklarının İtalya'da hapishanedeyken gemicilerden işittiği efsanelerden ibaret olduğunu vurgulamaktadır.
Bu görüşü destekler şekilde Orta Çağ İslam Tarihi konusunda Dünya'nın önemli üniversitelerinde görev yapan uzman tarihçiler erken dönemlerde ortaya çıkan, geniş bir alana yayılmış olan ve bazı tarihi roman yazarlarının eserlerini süsleyen bu sıra dışı cennet bahçeleri hikâyesinin neredeyse tamamen gerçek dışı olduğunu belirtmektedir. Çünkü tarikatın faaliyet gösterdiği dönemde yaşamış olan hem İsmaili hem de Sünni tarihçilerin (Alâeddin Atâ Melik Cüveynî, Reşidüddin gibi) eserlerinde böyle bir söyleme rastlanmamaktadır. Ayrıca Haşhaşi ismi tarihi belgelerde sadece Suriye İsmailileri'ni nitelemek amacıyla kullanılan yerel bir addır. İran İsmailileri için hiçbir belgede bu isim kullanılmamaktadır. Tarihçilere göre bu isim tarikat üyelerinin eylemlerine bir açıklama getirme çabası yerine alaycı bir yaklaşımla onların garip inanışlarını ve abartılı tavırlarını küçümsemeye yönelik bir ifadedir. Bunun yanında "dağın şeyhi" tabiri de Suriye'ye özgüdür. İran İsmailileri'nin lideri için tarihi belgelerde böyle bir isimlendirmeye rastlanmamaktadır.
İslam'daki ilk kırılma peygamber Muhammed'in vefatından sonra gerçekleşmiştir. Muhammed'den sonra dinî ve siyasî liderin kim olacağı hakkındaki tartışmalar ve gerilimler Şiilik ve Sünni mezheplerini ortaya çıkarmıştır. Başlarda Sünnilik, Arap aristokrasisi temelli iktidarın, Şiilik ise Arap olmayan muhalif Müslüman kesimin temsilcisi olmuştur. Şiilik, Arap olmayan milletlerin eski dinlerinden daha çok etkilenmiştir. Şii mezhebi 765 yılında altıncı imam Cafer es-Sadık'ın ölümü sonrası yeni imamın belirlenmesinde iki kola ayrılmıştır. Ana akım Şii gruplar Cafer'in küçük oğlu Musa Kazım'ı yedinci imam olarak tanımışlardır. Bu grup günümüzün On İki İmamcılık koludur. Uç gruplar ise Câʿfer-i Sâdık'in büyük oğlu İsmâil bin Câ'fer el-Mûbarek'i yedinci imam olarak tanımış ve İsmâililer olarak adlandırılmışlardır. İsmaililik, Yeni Platonculuk felsefeden etkilenen, ezoterik bir mezheptir. Öğreti açısından İslam'daki en zengin, sistematik ve felsefî mezhep olarak görülür.
Tarikat, İsmaililik mezhebini temel alan Fatımi Devleti'nde dinsel bir hizipleşme sonucu ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan iki koldan biri olan Nizariliğin temsilcisi olan Haşhaşiler önce İran sonra da Suriye'ye yayılmıştır. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşiler önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askerî strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Haşhaşiler ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasî ve dinî çevrelerini, özellikle de Abbasi Devleti ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti'ni düşman kabul etmiştir. Bununla birlikte Haşhaşiler'in Haçlı devletlerini ve Moğol İmparatorluğu'nu hedef alan bazı saldırıları da olmuştur.
İsmaililer ilk büyük başarılarını Fatımiler adlı Kuzey Afrika, Sicilya, Hicaz, Mısır'ı kontrol altında tutan bir devlet kurarak kazanmışlardır. Burada Kahire adlı yeni bir şehir kuran İsmaililer El-Ezher Medresesi'ni kurup burayı dinî öğretilerinin ve misyonerlik faaliyetlerinin merkezi haline getirmişlerdir. Fatımiler'in Sekizinci halifesi Mûstensir'in ölümünden sonra Fâtımîler Hâlifeliği'nin veziri ve Mûstensir'in küçük oğlu Ahmed el-Mustâ‘lî'nin eniştesi olan El-Efdâl Şehinşâh, doğal olarak halife olması gereken Mûstensir'in büyük oğlu Nizâr el-Mustafâ'nın yerine küçük oğul Mustâ‘lî'yi ""Dokuzuncu Fâtımî Hâlifesi"" olarak ilân edince İsmâililer iki ayrı kola ayrılmış oldular. Fatımileri yöneten askeri diktatörlük halifenin küçük oğlu Mustali'yi, Doğu İsmailileri ve Fatımiler'deki dinî hiyerarşi ise halifenin büyük oğlu Nizar'ı halife olarak tanımışlardır.
Onuncu Fâtımî Hâlifesi El-Âmir bi'Ahkâmi’l-Lâh'ın "Haşhaşiler" tarafından katledilmesinden sonra Mustalilik kolu İkinci bir bölünme hadisesi daha yaşamıştır. El-Âmir'in yerine hâlife olan kuzeni Onbirinci Fâtımî Hâlifesi El-Hâfız li-Dîn-Allâh'ın hâlifeliğini tanımayarak El-Âmir bi'Ahkâmi’l-Lâh'ın yeni doğmuş oğlu Et-Tâyyîb Ebû’l-Kâsım'ın hâlife olması gerektiğini savunanlar ise Tâyyîb’îyye kolunu oluşturarak Davudî İsmailîlik'ten türeyen ve "Bohralar" adı verilen tasavvufî-yollar halinde günümüze kadar gelebilmişlerdir. Fâtımîler Hâlifeliği'nin resmî mezhebi ise önce Hâfızîliğe dönüşmüş, daha sonra da Fâtımî Devleti'nin Selahaddin Eyyubi |
tarafından yıkılması neticesinde ortadan kalkmıştır.
Nizarilik kolu ise Haşhaşiler'in koruması altında bugün IV. Ağa Han tarafından temsil edilmekte olan hanedanlarını günümüze kadar devam ettirmeyi başarmışlardır.
Haşhaşiler'in tarihi Elemût Kalesi'nin alınmasıyla başlar. Hasan Sabbah uzun süren misyonerlik ve insan kazanma faaliyetleri sırasında Selçuklularla mücadele etmek için rahat edebileceği ulaşılmaz bir yer aramış, Deylem'de yaptığı faaliyetler sırasında Alamut Kalesi'nde karar kılmıştır. Büyük ve yüksek bir kayalık tepe üzerine inşa edilmiş olan bu kaleye sadece dar bir patikadan ulaşılmaktaydı.
Hasan Sabbah buraya vardığında kale onu Selçuklu sultanından almış olan Zeydî-Alevîler Hanedanlığı soyundan gelen Alevi Mehdi adındaki bir hükümdarın elindeydi. Önce bölgeye dâîlerini yollayan Hasan, bölge halkını ve Alamut'ta yaşayanları kendi tarafına çekmiştir. Hasan Sabbah bu olayları şöyle anlatmaktadır:
Bundan sonra 4 Eylül 1090 günü gizlice kaleye alınmış, kalenin önceki sahibi elinden bir şey gelmediği için kaleyi terk etmiştir. İranlı tarihçilere göre Hasan Sabbah, Mehdi'ye üç bin altın dinar değerinde bir senet vermiştir. Böylece Hasan Sabbah ve Haşhaşiler örgütlerini resmen kurmuş ve faaliyetlerine başlamışlardır.
Haşhaşiler, Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli rol oynamışlardır. Büyük Selçuklu Devleti'nin en parlak döneminde düşüşe geçmesine ve Sencer, Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki taht kavgalarına önemli etkide bulunmuşlardır. Bu süreçte bazı Selçuklu sultanlarıyla müttefik olan Haşhaşiler çoğuyla da mücadele içinde olmuşlardır. Selçukluların dağılmasından sonra da etkisini sürdüren İran Haşhaşileri Moğolların İran'ı ve Bağdat'ı ele geçirmesine kadar ayakta kalmış, sonrasında ise son liderleri Rükneddin Hür Şah'ın Hülagü'nün isteklerine uymasıyla 1256 yılında Alamut Kalesi, 1258 yılında Lemeser Kalesi ve 1270 yılında Girduh Kalesi boşaltılmış, Moğollar başta Alamut Kalesi olmak üzere tüm kaleleri yakıp yıkmışlardır. Suriye Haşhaşileri Haçlı Seferleri sırasında siyasal olaylarda önemli bir rol oynamışlardır. Raşidüddin Sinan el-İsmaili döneminde siyasal ve öğretisel olarak en parlak dönemlerini yaşamışlardır. 1273 yılında ise kalelerini Baybars'a teslim etmişlerdir.
Hasan Sabbah'ın kurduğu tarikat sıkı bir hiyerarşi ve katı kurallara dayanmaktadır. Tarikat kendi örgütlenmesini "davet" olarak adlandırmıştır. Tarikatın temsilcileri "davetçiler" anlamındaki dâîlerdir. Dâîlerin en alt kademesinde "davete cevap veren" anlamına gelen "müstecip"ler, en üst kademede ise "delil" manasına gelen "hücce" yani baş dâî yer almaktadır. "Cezire", dâînin faaliyet gösterdiği bölgedir. İsmaililer de diğer mezhepler gibi dinî liderlerine şeyh, pir, ata gibi unvanlarla hitap eder. Tarikat mensuplarının birbirleri için kullandıkları terim ise "yoldaş" anlamına gelen "refik"tir. Sıklıkla fedai olarak bilinen suikastçılar ise tarikat tarafından esasiyun olarak adlandırılmıştır.
Haşhaşiler tarihte kendilerinden önce pek görülmemiş olan bir askerî taktik geliştirdiler. Özel olarak tek bir önemli kişiyi öldürmeyi temel askerî taktik olarak kullanan Haşhaşiler, suikastı da kendilerince dinî ve psikolojik bir şekilde uygulamışlardır. Haşhaşilerce yapılan suikastların hiçbirinde ok, zehir gibi silahlar kullanılmamıştır. Neredeyse tüm suikastlarda hançer kullanılmıştır. Diğer önemli husus ise suikastı gerçekleştiren Haşhaşi'nin kaçmaya çalışmaması ve öldürülen kişinin korumaları veya halk tarafından linç edilmesidir. Uzmanlar bunu Haşhaşiler'in eylemlerine ayinsel bir hava katmak ve insanları korkutma, etkileme amacıyla bu şekilde yaptığını düşünmektedir. Haşhaşiler'in bu eylem biçimi Batılılar tarafından günümüzün Müslüman intihar eylemcileri ile ilişkilendirilmiştir. Ancak Orta Çağ İslam tarihi uzmanı Bernard Lewis'e göre Haşhaşiler'in kendilerini öldürmeyip korumalar tarafından öldürülmeyi beklemesinin günümüzün intihar bombacılarının kendilerini öldürmesinden kesin biçimde ayrıldığını, İslam dinine göre ikincisinin günah sayıldığını belirtmektedir. Hurûfilik, Batınilik ve Ezoterizm üzerinde uzmanlaşmış Aytunç Altındal'a göre ise Tapınak Şövalyeleri ile Haşhaşiler arasında kendilerine has ezoterik ve batıni itikatların paylaşımında pek çok ortak husus mevcuttu.
Haşhaşiler, Ubisoft'un Assassin's Creed video oyunu serisine konu olmuştur. Oyun Üçüncü Haçlı Seferi yıllarında Altaïr Ibn-La'Ahad isimli suikastçının ustası Raşidüddin Sinan el-İsmaili'den aldığı görevlerle gerçekleştirdiği suikastları konu alır. Oyun, Haçlı Seferleri yıllarındaki Kutsal Topraklar'ı betimlemesi yönünden de büyük ilgi çekmiştir. Aynı zamanda Mike Newell'ın yönetmenliğindeki filminde de Haşhaşiler'den yararlanılmıştır.
İdeoloji
İdeoloji, siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir siyasi partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, ahlâki, estetik düşünceler bütünü. En basit tabirle ideoloji teorisi içinde Marksist düşünürler önemli bir ağırlığı oluşturur. Marx, Lenin, Gramsci, Lukacs, Frankfurt Okulu, Althusser gibi düşünürlerin bu alanda çalışmaları olmuştur. Bunun dışında, ideoloji teorisiyle ilgilenen öteki düşünürlerin de marksizmle etkileşimli (karşıt ya da yana) olarak çalışmalarını yürütmeleri söz konusudur.
İdeoloji kelimesi, Fransızca "idéologie" (telaffuz: ) kelimesinden türetmiştir ("idée" [bu bağlamda: fikir; düşünce] ve "-ologie" [ -oloji, yani bilim]).
"Idéologie" kelimesi, Fransız Devrimi süresinde Antoine Destutt de Tracy tarafından ilk kez kullanıldı, ve ilk kamu kullanışı 1796 yılında idi. De Tracy'e göre, "idéologie" kelimesi yeni bir "fikir bilimi", yani bir "fikir"-oloji'yi kastetti. Aydınlanma Çağı'nda tipik olan akılcı bir şevk ile, de Tracy objektif olarak fikirlerin kaynaklarının bulunması imkânsız olmadığını ve bu yeni bilim dalı gelecekte biyoloji ve zooloji gibi istikrarlı bilim dallarıyla aynı statüyü paylaşacağını inandı. Ek olarak, her inceleme türünün temeli fikir(ler) olduğuna rağmen, de Tracy'e göre ideoloji bilim dalların en önemlisi olarak kabul edileceğini ileri sürdü. Fakat de Tracy'nin büyük ümitlerinden ziyade, bu terimin özgün anlamı gelecekteki kullanımına çok az etkisi olmuştur.
İdeoloji, bilincin ortaklaşılan bu biçiminin edinilmesinde ortak olan ögenin ne olduğunu açıklaması gereken bir kavramdır. Bunu sağlayan ilişki biçimi, yani ortaklaşılan yaşamın biçimi üzerinden girişilen hemen her teorize etme çabası, belirli bir topluluğun ya da grubun ideolojisini tanımlayan dinamiklerin, genel olarak idelojinin dinamiklerine yayılması yanlışı ile malül olmuştur. Bunun birinci ve en genel nedeni, üzerinde ortaklaşılan bir ideoloji tarifinden yoksun oluşumuzdur. Sosyoloji bilimi, gerçekte topluluk ve birey arasındaki bağları araştırdığı ve çözümlediği her noktada genel ideolojinin özel bir tezahürünü açığa çıkarmaktadır.
İlk olarak dikkat edilmesi gereken nokta "ideoloji" ile "ideolojilerin" birbirine karıştırılmaması gereğidir. "İdeoloji" bu ayrımda belli bir düşünce formunu ya da bilinç biçimini gösterir; buna karşılık "ideolojiler" ise, belirli bir anlamda bir araya toplanmış ve çeşitli toplumsal grupların kendilerini ifade etmek için oluşturdukları fikirler/değerler kümesini dile getirir.Ayrımı netleştirmek için ilkini "ideoloji", ikincisini ise politik ideolojiler olarak anlamakta fayda vardır.
Kuramsal alanda, ideoloji teorisi olarak bilinen bir bölge mevcuttur. İdeolojinin tanımlanmasından işleyiş mekanizmasının belirlenip ortaya konulmasına ve bu yönde diğer düşünce biçimlerinden ayrımlanmasina kadar, çeşitli konu başlıkları bu teorik alanın içeriklerini oluşturur. Kapsamı dolayısıyla "ideoloji teorisi" oldukça zorlu bir alandır ve bu konuda ortaya konulan çalışmalar her zaman çok katmanlı olmak durumdadır. İdeoloji teorisinde, bir yanda epistemolojik sorunsallara öte yandan da değer-yargıları alanına bağlı olarak tartışmalar yürütülmektedir. Çeşitli ideoloji teorileri mevcut olmakla birlikte, en genel anlamda ideolojiye iki yönlü bir yaklaşımın şekillenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar "pozitif" ve "negatif" ideoloji anlayışlarıdır. Pozitif anlayış ideolojiyi olumlu olarak anlayıp onu yadsımazken, negatif anlayış onu bir yanlışlık meselesi olarak değerlendirip yadsır ve ona karşı dogruluk'u çıkarır.
Marksist ideoloji, "negatif ideoloji" anlayışının belirgin bir örneğini verir. Buna göre ideoloji, en genel anlamda "yanlış bilinç"tir. Bu anlayışı, kuramsal bir çabayla ilk olarak Marx'ın yapıtlarında iki ayrı şekilde görmek mümkündür. Daha sonra Marksizmin gelişimi içinde bu iki eğilim kendine gelişim yolları bulur. Lenin, Antonio Gramsci, Georg Lukács, Louis Althusser gibi isimler farklı "okumalarla" özgül ideoloji tanımlarını verirler. Dolayısıyla, ideoloji teorisinin epistemolojik ve felsefi gelişiminin ana kaynaklarından birisinin Marksizm olduğu kabul edilir. İdeolojinin pozitif ve negatif anlaşılışından çeşitli teoriler bu alan içinde yetkin olarak geliştirilmiştir.
Marx'ta yanlış bilinç olarak ideoloji tanımlamasının ilk şekli Alman İdeolojisi'nde görülür. İdeoloji, bireylerin bilincindeki gerçekliğe dair "yanlış bir bilinç" ya da "bilgi" durumudur burada. Nitekim başlangıç yapıtlarında Marx; hem Din'i hem de felsefe'yi ideolojinin çeşitli biçimleri olarak eleştiri konusu yapmaktadır. Buna göre din ve felsefe, gerçekligi başaşağı ederek, çarpıtarak, yanılsatarak bireylerin bilinçlerini belirlemektedirler. Ancak, Marx, dünyanın kısıtlı ve çarpık algılanışı olarak dinin ve felsefenin kaynağında, insanların kısıtlı yaşamlarının olduğu vurgusunu da yapar. Dolayısıyla Marx'ın "yanlış bilinç" şeklindeki ideoloji anlayışı yorumları, Marxist teori içinde çatlaklar oluşturmaktadır.
Marx'ta görülen belirgin ikinci bir ideoloji anlayışı ise, Kapital'in ünlü meta fetişizmi bölümünde görülür. Meta fetişizmi gerçekten de, ideoloji teorisinin gelişiminde özgün bir yer tutar ve bir anlamda "maddeci bir ideoloji anlayışının" ilk örneğini verir. Marx, gerçi burada da "yanlış bilinç" nosyonuna bağlıdır, |
yani epistemolojik olarak yine aynı doğruluk-yanlışlık ya da yanılsama-gerçeklik fikrinin içinde durur. Ancak burada Marx, Alman İdeolojisi'deki düşünceden daha farklı olarak, ideolojiyi bireysel bir bilinç ya da yanılgı sorunu olmaktan çıkarır ve yeniden tanımlar.
Buna göre "yanlış bilinç" bireylerin bir yanlış görmesi meselesi değil, genel toplumsal yapının maddi temeli tarafından belirlenmesi meselesidir. Metaların üretiminden dolaşımına kadar tüm maddi süreçler ideolojinin temelini oluşturur; yani metaların fetişist niteliği, belirli bir bilinç'in oluşmasına ve yayılmasına neden olur. İdeoloji, bireylerden bağımsız olarak, metaların fetişist niteliğiyle yanlış bilinç (kapitalist sistemin kendi kendisini meşrulaştırımı) olarak dolaşıma girmektedir. Bu ideoloji anlayışında da Marx'ın aynı epistemolojik ayrımları ve sistemi kullandığı açıktır. Değişen, ideolojinin tanımlanmasında daha maddi bir yöne doğru geçiştir. Böylece Marx, "maddeyi belirleyen düşünce değil düşünceyi belirleyen maddedir" felsefi ilkesine uygun bir ideoloji anlayışı ortaya koymuş olmaktadır.
Meta fetişizmi bahsinde hep gözden kaçan bir nokta vardır, lafı hiç uzatmadan söylemek gerekirse, ürünü meta yapan şey bizzat bu fetişizmdir. Yani, ürün üzerinden toplumsal ilişkiler kurulup düzenlenmedikçe ürün, ürün olarak kalacaktır. İhtiyaç ve ihtiyaç fazlası olan basit bir değişim ilişkisinin nesnesi olan ürün, toplumsal ilişkilerin "iktisadi iz" leri halini aldıkça, üründen metaya varan yolu ilerler. Toplumsal ilişkinin bu kapitalist biçimi, ürüne bizzat bu sahip olmadığı insan ilişkilerinin taşıyıcısı olma sıfatını yükler, bu haliyle meta artık fetişizmin öznelerinden birine dönüşürken, idelojinin de bir türevidir. Dikkat edilmesi gereken ve çoğunlukla gözden kaçan nokta burada açıklık kazanır; ideoloji, ne din, ne felsefe ne de yanlış bilinçtir, bizzat bunların da kaynağında olan şey, o, tüm bunların varlık kazanmasına yol açan toplumsal ilişkilerin bizzat bu biçimidir. Daha yalın bir ifade ile "ilişkilerin biçimi" dir.
Son dönem, ideoloji üzerine yapılan araştırma çalışmaları, doğru-yanlış, negatif-pozitif, felsefi-iktisadi, madde-bilinç kutuplaşmaları etrafında sürdürülen tartışmalara son verebilecek bir birikimin ve ortamın oluşumuna hizmet etmiştir. Bizzat Alman İdeolojisi'nde olmadığı gibi, Marx'ın hiçbir eserinde de "yanlış bilinç" teriminin yer almadığı artık bilinen bir gerçekliktir.
Marx'ın özellikle "para ve meta fetişizmi" çözümlemeleri dikkatli okunduğunda görülmektedir ki, paranın karşılık geldiği "toplumsal ilişkilerin cebimizde taşıdığımız gücü", onun aslında sahip olmadığı bir gücü barındırması, yani fetiş karakteri, toplumun dışına çıkılıp, ancak ıssız bir adaya düşüldüğünde son bulmaktadır. Ya da kapitalizm içerisinde hiçbir iktisadi üretim sürecini koruyamamış olan feodalizm yine de ideolojisini sürdürmeye devam etmektedir. Bu nasıl olmaktadır? Bu sorunun tek bir yanıtı vardır; o da ideolojinin tanımının "insan ilişkilerinin biçimi" olarak sivriltilmesinden geçmektedir, ancak böylece mümkündür...
Dünya Müslümanları'nın tek bir çatı altında birleşip etkili bir siyasi ve ekonomik güç olarak uluslararası sistemde aktif rol oynamasını savunan, kapitalist ve komünist ideolojilere karşı İslami düzeni öneren ve Müslüman devletler arasında çok boyutlu işbirliğini öneren bir akımdır.
İdeoloji fikrinin temelinde, kuramsal olarak epistemolojinin temel meseleleri başlangıcından itibaren bulunmaktadır. Bu meseleler elbette "bilginin niteliğine" ilişkin ayrımlara dayanmaktadır öncelikle; doğru/yanlış, yanılsama/gerçeklik, nesnel/öznel, öz/görünüş gibi. Marx bu epistemolojik konular bağlamında kendi ideoloji teorisini kurarken, yanlış bilinç olarak ideolojinin karşısına doğru bilginin kaynağı olarak bilimi koymaktadır.Bilim-ideoloji karşıtlığının kuramsal bir statü kazanması böylece temellenir.
Buna göre, "ideoloji" yanlış biliştir ve buna karşılık "bilim" hakikâti temsil eder. Epistemolojik düzlemdeki doğru-yanlış ayrımı ya da karşıtlığı, burada bilinç düzeyindeki bir ayrım olarak kullanılır ve ideoloji-bilim ayrımıyla ortaya konulur.
Daha sonra, Marksizm içinden ve dışından ideoloji teorisi önemli gelişmeler kaydedecek ve hem pozitif hem de negatif anlaşılış biçimleri geliştirilecektir. 20.yüzyıldaki gelişiminde daha çok negatif anlamda anlaşılan ve epistemelojik ayrımları kullanan ideoloji teorisinin eleştirildiği görülmektedir. İdeoloji sorununu bir doğruluk-yanlışlık meselesinden çıkarmaya yönelik bir tutum sözkonusudur burada. Postmodern yaklaşımlarda ise genel olarak ideoloji sorunsalı, yani "yanlış bilinç" ya da biliş meselesi tamamen dışta bırakılmaya çalışılmaktadır.
Her siyaset uzmanı siyasî fikrin ve ideolojinin önemli olduklarını kabul etmemiş. Siyaset bazen iktidar için bir mücadeleden başka bir şey olmadığını düşünülmektedir. Bu doğru ise, siyasî fikirler sadece propagandadır; sırf oy veya destek kazanmak amacıyla tasarlanmış birkaç özel söz veya slogan. Fikirler ve ideolojiler, sadece siyaset dünyasının kara gerçeklerini gizlemek için kullanılan "pencere süsleri". Bu görüş davranışçılıkçılar tarafından savunulmaktadır (davranışçılıkta, insanların sadece dış unsurlarını tepkilemek için tasarlanmış biyolojik makinalar olduklarını inanılmaktadır; bir insanın fikirleri, değerleri, duyguları ve niyetleri önemsizdir). Benzer bir görüş "Diyalektik Materyalizm"i etkiledi.
Buna zıt olan bir görüş de var. Örneğin John Maynard Keynes adlı Britanyalı ekonomist, dünyanın ekonomik teoristler ve siyasî filozofların fikirlerinden başka bir şey tarafından idare edilmemekte olduğunu tartıştı. "İstihdam, Faiz ve Para Hakkında Genel Teorisi" kitabında söylediğine göre:
Davranışçılık ve Diyalektik Materyalizm'e karşın, bu görüşe göre fikirler ve teoriler insan hareketinin kaynağıdır. Dünya "akademik yazarlar" tarafından idare edilmektedir. Böyle bir görüş, örnek olarak çağdaş kapitalizmin Adam Smith ve David Ricardo'nun klasik ekonomik araştırmalarından kaynaklandığını, komünizmin çoğunlukla Karl Marx ve Vladimir İlyiç Lenin'in yazdıklarından etkilendiğini ve Nazi Almanyası'nın tarihi sadece Adolf Hitler'in "Mein Kampf" kitabına referans yaparak anlayabildiğini ima eder.
Lordi
Lordi, 1992'de kurulan Finlandiya kökenli hard rock ve heavy metal grubu. Melodik metal müzik yapan Lordi, sahnede ve müzik videolarında daima canavar maskeleri ve kostümleri giymeleri, konserlerinde korku öğeleri ve piroteknik kullanmaları ile öne çıkmaktadır.
Lordi; grubun vokalisti, söz yazarı ve kostüm yapımcısı Mr. Lordi tarafından kurulmuştur. 2002'de "Would You Love a Monsterman?" adlı teklisiyle başarı yakaladıktan sonra 2006'da Eurovision Şarkı Yarışması'nda "Hard Rock Hallelujah" şarkılarıyla birinciliği kazandı. Lordi, bugüne dek yarışmayı kazanan tek hard rock grubu ve tek Finlandiya temsilcisidir.
Lordi, 2006 yılında Danimarka'nın başkenti Kopenhag'ta düzenlenen MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde, Eurovision birinciliğini elde etmesini sağlayan Hard Rock Hallelujah parçasını, kapanış töreninde seslendirdi. Ayrıca Britanya'da düzenlenen Making Your Mind Up adlı yarışmaya da katıldı. Lordi, 2007 yılında ABD'de düzenlenen Ozzfest'te de Cadılar Bayramı'na kadar tura çıktı.
Grup üyeleri takma adlarıyla tanınmakta maskesiz halleriyle seyirci önüne çıkmamaktadır. Grubun şu anki üyeleri: Mr. Lordi (vokal), Amen-Ra (elektro gitar), Ox (basgitar) ve Hella (klavye, geri vokal).
2011'de ayrılan baterist Kita yerine Otus geldi. 14 Şubat 2012'de Otus'un ölümüyle tekrar değişen grubun kadrosunda baterist olarak Mana yer almıştır.
Lordi, Atina'da düzenlenen 2006 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Finlandiya'yı "Hard Rock Hallelujah" isimli şarkı ile temsil etti ve 292 puanla birinci seçildi. İkinci seçilen Rusya'yı temsil eden Dima Bilan ile aralarında 44 puan vardı.Lordi, Arnavutluk, Ermenistan ve Monako dışında bütün ülkelerden puan almıştır.
Lordi'nin Finlandiya'yı temsilen yarışmaya katılması bazı tepkiler doğurdu. Bazı eleştirmenler Başkan'ın bu seçimi veto etmesini isterken, Yunan Lokanta ve Bar İşletmecileri Birliği Başkanı Niki Kostantinidu grubun Satanist olduğunu ifade ederek Lordi'nin gösterisine izin verilmemesi çağrısında bulundu. Lordi bu tip iddialara cevap olarak Satanist bir grubun "Hard Rock Hallelujah" veya "Devil is a Loser" gibi şarkılar yazmayacağını, fakat kendilerinin bir İncilci grup da olmadıklarını belirtti. Mr. Lordi bu tartışma hakkında ""Biz satanist değiliz. Biz şeytana tapanlar değiliz. Bu bir gösteri"." demiştir.
Müzik tarzı
Lordi tarz olarak Heavy Metal elementleri ile sertleştirilmiş Hard Rock yapmaktadırlar. yani klasik Hard Rock müziğine göre daha sert ve melodiktir. Kostüm ve maskelerden dolayı Shock Rock, konu olarak canavarları işledikleri için Power Metal olarak da isimlendirilebilir.
Kostüm ve maskeleri
Her üyenin kendisine has bir kostümü vardır. Kostümleri Mr. Lordi eşi ile birlikte hazırlamaktadır.
Aktif Üyeler
Eski Üyeler
Demo Albümleri
Toplama Albümleri
The kin Lordi tarafından yapılmış ve Lordi'nin oynadığı bir kısa korku filmi. 2004 yılında The monsterican Dream albümü ile yayınlandı.
2. Lordi hayran kitlesi orijinal sitesi
Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti veya Acara ÖSSC, Gürcistan SSC sınırları içinde 16 Temmuz 1921'de kurulan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti.
Acara, 1918–1920 yıllarında geçici İngiliz işgallerinden sonra 1920 yılında Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti ile birleşmiştir. Mart 1921'deki Sovyet-Gürcü Savaşı'da Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'nin Kızıl Ordu tarafından yıkılmasından sonra Ankara Hükümeti bölgeyi Kars Antlaşması ile Gürcistan'a vermiştir. Sovyetler Birliği, 16 Temmuz 1921'de Kars Antlaşması'nın 6. Maddesi gereği bölgede Müslüman halk için "Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti" 'ni kurmuştur. Yine de Josef Stalin ülkede Hıristiyanlık gibi İslam dinini baskı altında tutmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası Josef Stalin, Acara halkını düşmanla iş birliği yaptığı yerekçesi ile Kazakistan topraklarına sürmüştür. Stali |
n'in ölümünden sonra Acara halkı kendilerini Gürcü olarak belirterek kendi topraklarına geri dönmüştür. 1991 yılında Gürcistan'ın bağımsızlık elde etmesinin ardından yerini Acara Özerk Cumhuriyeti'ne bırakmıştır.
Saygı
Saygı, ilişki içinde olan birey veya kurumların(örneğin dinlerin veya ulusların), birbirlerinin ilgi ve tutumlarının farkında oldukları, yapıcı bir davranış tarzını benimsedikleri olumlu bir duygudur. Saygı, ilişkide olunan, iletişim kurulan varlık veya oluşumun hak, değer, inanç ve her türlü özelliğini göz önünde tutmak ve bunlara önyargısız yaklaşmayı içerir. Her ne kadar tersi gibi gözükse de saygı kavramı haklar kavramının varlığından önce gelir ve haklar kavramına dayanmaz.
"Saygı", terim olarak genellikle kişiler arası ilişkilerde kullanılır. Buna göre Türk Dil Kurumu'nun "saygı" sözcüğüne verdiği tanımlar şöyledir:
Aslında saygı terimi kişiler arası ilişkilerle sınırlı değildir; hayvanlar, gruplar, müesseseler ve örneğin ülkeler arasında kullanabilen bir terimdir.
Her ne kadar saygı zaman zaman kibarlık veya görgü ile eş anlamlı kullanılsa da, bunlar birer davranışken saygı bir tutumdur. Davranışlarda görülen kültürler arası farklılıklar ve aynı davranışın farklı kültürlerde farklı anlamlar taşıması sonucu zaman zaman kişiler tamamen kendilerine dair unsurlardan veya dışa dönük çeşitli davranışlarından dolayı, saygısızlık kastı olmasa da saygısız olarak tanımlanabilirler.
Gülgiller
Gülgiller (Rosaceae), 100-120 cins içinde sınıflandırılmış 3,000-4,000 türü içeren, büyük bir bitki familyasıdır.
Gülgiller, geleneksel olarak 4 alt familyaya ayrılır: Amygdaloideae, Maloideae, Rosoideae ve Spiraeoideae. Bu alt familyaların ayrımında birincil önemi olan değerlendirme unsuru, familyaya dahil bitkilerin meyvelerinin yapısıdır ancak bu yaklaşım evrensel olarak kabul görmemektedir: yakın tarihli çalışmalar, bu 4 alt familyadan bazılarının tek ırklı olmadığını göstermiştir ve gülgiller familyasının sınıflandırılma yapısı da çözülmeyi beklemektedir.
Erdoğan Tokatlı
Erdoğan Tokatlı (d. 3 Haziran 1939, Denizli - ö. 5 Haziran 2010, İstanbul), Türk dizi ve sinema yönetmeni, yazar, çevirmen.
Erdoğan Tokatlı 1939'da Denizli'de doğdu. Sinemaya ilgisi Fransa'da sinema eğitimi gören yazar-yönetmen ağabeyi Atilla Tokatlı'nın etkisiyle başladı ve bir grup arkadaşıyla Türkiye'nin ilk sinema kulüplerinden birini kurdu. 1960 yılında Memduh Ün'ün yönettiği Mahallenin Sevgilisi filmiyle yönetmen yardımcısı olarak sinemaya girdi. Yönettiği ilk film ise daha sonra başyapıtı olarak gösterilecek Son Kuşlar olacaktır.(1965). Senaryosu ve başrolü Yılmaz Güney'e ait "Eşrefpaşalı" 'dan (1966) sonra ara verdiği sinemaya 70'lerin başında yeniden döndü. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde Onur Ödülü aldı.
Erdoğan Tokatlı alzheimer nedeniyle tedavi gördüğü hastanede 5 Haziran 2010 tarihinde yaşamını yitirdi. Karacahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Neo
Neo ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir:
NEO, şunlardan birinin kısaltması olabilir:
N.E.O. şu anlamlara gelebilir:
Seyyid (film)
Seyyid 1985 tarihli, Erdoğan Tokatlı tarafından yönetilmiş bir sinema filmidir. Başrollerde Kadir İnanır ve Sevtap Parman yer alır.
Seyyid (anlam ayrımı)
Seyyid ile şunlardan biri kastediliyor olabilir:
Mikve
Mikve, Yahudi dininde kadınlar tarafından muayyen dönemlerden sonra arınmada kullanılan ya da Yahudi dinini kabul eden kişi birçok zorlu sınavdan sonra erkekse en az bir kere, değilse her muayyen döneminin bitiminden sonra girmek zorunda olduğu havuzdur. Aynı zamanda evlenecek kızlar düğünden önceki gün mikve'ye girerler.
Ayaktayken göğüs hizasına çöküldüğünde ise boyu geçecek derinlikte yapılır ve genelde birkaç basamak merdivenle girilir.
Mikve hacim olarak minimum 40 sea (yaklaşık 332 - 715 Lt.) su almalıdır 40 sea, 3 ama küp miktarıdır. Bir ama (arşın) kolun işaret parmağı ile dirsek arasındaki mesafesine denir, doğal olarak bir ama 48 ila 62 cm arası bir ölçüdür hal böyle olunca 40 sea:
4.8 x 4.8 x 4.8 x 3 = 331.776 litre su ya da
6.2 x 6.2 x 6.2 x 3 = 714.984 litre su içermelidir pratikte bir hataya neden olmamak için bu ölçü minimum 900 litre olarak kabul edilir. Zira fazla miktarın zararı yoktur
Mikve bir temizlenme havuzu değil arınma havuzudur dolaysıyla mikveye iyice yıkanılıp, tırnaklar güzelce kesildikten sonra girilir.
Bir söylenti de mikve'nin yahudi dinine sonradan girme olduğudur.
Memduh Ün
Memduh Ün (d. Arif Memduh Ün) (d. 14 Mart 1920, İstanbul - ö. 16 Ekim 2015, Bodrum) Türk futbolcu, sinema yönetmeni, oyuncu, senarist, yapımcı.
1947-2005 yılları arasında yapımcı olarak 124, yönetmen olarak 72, oyuncu olarak ise 48 filme imza atmıştır.
1920’de İstanbul’un Kasımpaşa semtinde dünyaya geldi. Babası polis Mustafa Ün, annesi bir deniz yüzbaşısının kızı olan Makbule Ün’dür.
1936-1937’de Vefa Lisesi’nden mezun oldu. 1938 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini üçüncü sınıfta bıraktı.
Ortaokul’da futbolla tanışan ve Langa Genç Takımı’nda futbol oynayan Ün, 1940-1942’de BJK Beşiktaş'ta yer aldı. 1941 yazında Ankara Demirspor’ da oynadı. Takımı 1942-43 sezonunda Ankara ligi şampiyonu oldu. Askerliğini 1946’da Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbulspor takımının antrenmanlarına katıldı, ardından İETT Futbol Takımı’ na geçti. Futbol hayatı devam ederken bir yandan da Eskişehir Şeker Fabrikası'nda, Devlet Demir Yolları İşletmesi' nde ve Elektrik İdaresinde memurluk yaptı.
1947'de amatör oyuncularla çalışmak isteyen yapımcı Hürrem Erman’ ın "Damga" filminde oynaması teklifi üzerine Turhan Ün takma adıyla bu filmde oyuncu olarak yer aldı. 1949’da Cahide Şen ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu, bir kızı dünyaya geldi
İETT’de memurluk yapmayı sürdüren Ün, 1949’da "Karadeniz Postası" filmi ile ikinci kez oyunculuk yapma fırsatı yakaladı. Ardından arkadaşı Arşavir Alyanak ile birlikte senaryosunu yazdıkları Hayat Acıları (1951) adlı filmi çekerek ile yapımcılık deneyimini gerçekleştirdi. Arşavir ve Ün, ticari başarı sağlayan bu filmin bütün haklarını Ceylan Film’e satarak kendi yapım şirketleri olan Yakut Film’i (1951) kurdular. 1954’e kadar Yakut Film’in ve başka şirketlerin filmlerinde oyunculuk yapmaya devam eden Ün, 1954'te yönetmenliğe geçti. İlk filmi Düşman Aşıklar’ ın uğradığı ticari başarısızlık ile hayal kırıklığı yaşadı. Ertesi yıl melodram kalıbına uygun temalar kullanarak yaptığı Yetim Yavrular ile başarıyı yakaladı ve 1959’a kadar koyu melodram filmleri yapmayı sürdürdü. Bu dönemdeki filmlerinin çoğunda Muhterem Nur başrol oyuncusu olarak rol aldı.
Ün, 1959'da Üç Arkadaş filmiyle melodram kalıbının dışına çıkarak sinema dilini değiştirdi. Film, "Türkiye sinemasının en iyi filmlerinden biri" olarak kabul edildi. Bu filmdeki başarısı sayesinde Film Dostları Derneği’ne davet edilen sanatçı, Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına katıldı. Bu dönemde Fatma Girik’ le yaşamaya başladı ve çiftin birlikteliği hayat-boyu devam etti.
1960 yılında çektiği Ayşecik filmi ile Türkiye sinema tarihinin çocuk yıldızlar dönemini başlattı. Ayşecik’le kazandığı başarının ardından Arşavir Alyanak ile Yakut Film’de olan ortaklığı son buldu ve Uğur Filmi kurdu. Gişe garantisi olan filmler üretmeye yönelen Memduh Ün, yıldız oyunculara uygun filmler üretti. Ayhan Işık ile polisiye ve komedi filmleri, Fatma Girik ile güçlü erkeksi kadın tipleri üzerinden filmlere çevirdi.
1960'ta Be-ya Film adına çektiği ve Edmond Morris'in "Tahta Çanaklar" adlı oyunundan uyarladığı Kırık Çanaklar, 2. Türk Film Festivali'nde "En İyi Yönetmen" ve "En İyi Film" ödüllerini aldı. Daha sonra yerli ve yabancı uyarlamalara yönelerek Orhan Kemal, Kerime Nadir, Graham Green, William Irish, Peride Celal gibi edebiyatçıların eserlerini sinemaya uyarladı. Kemal Tahir'in senaryosunu yazdığı Namusum İçin'i yönetti. Film, 3. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ödülünü aldı.
1970’li yıllarda yönetmenlikten çok yapıcı kimliği ile filmler üretti. Ağrı Dağı Efsanesi (1975) filmi ile 13. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yapımcı ödülü aldı. 1980’li yıllarda Kemal Sunal filmlerinin yapımcılığını üstlendi.
1990 yılında kendisi finanse ederek çektiği ilk film olan Bütün Kapılar Kapalıydı filmini çekerek daha önceki filmlerinde görülmeyen bir konu ve sinematografiye yöneldi. Bunu Gün Ortasında Karanlık ve pek çok ödül alan Zıkkımın Kökü filmleri izledi. Yönetmenliğini üstlendiği son film Sinema Bir Mucizedir (2005) oldu ancak rahatsızlığı nedeniyle filmi tamamlayamayıp Tunç Başaran’a devretti.
Sinema sanatçısı Memduh Ün 16 Ekim 2015 tarihinde tedavi gördüğü Bodrum da 95 yaşında hayatını kaybetti.
Parazit (anlam ayrımı)
Fransızca kökenli bu sözcük aşağıdaki anlamlara gelir.
Yeşil kurt
Yeşil kurt ("Helicoverpa armigera"), Noctuidae familyasından domates, biber ve patlıcan gibi sebzelere zarar veren bir böcek türü.
14–16 mm boyda, 30–35 mm kanat açıklığındadır. Ön kanatları soluk sarı veya yeşilimsi sarı renkte olup üzerinde, dış kenara paralel uzanan koyu renkli birer bant vardır. Larvası 35–40 mm boyda, yeşil renkte, üzeri boyuna çizgilidir. Kışı toprakta pupa halinde geçirir, yılda 3-4 döl verir.
Özellikle domateslerde zararı fazladır. Meyvelerde çürüklüğe neden olur.
Namus
Namus (Arapça: el-Namus el-ekber الناموس الأكبر, „en büyük sırlara hakim olan“) birçok oryantal toplumlarda saygı ve sevginin yanında, özellikle aile içindeki otorite ilişkileri için merkez değerlerden birisi. Özellikle Türkçedeki anlamı, İslam ile bağlantısı olan cinsellik kurallarına da değinir. Türk Dil Kurumu'na göre; "Bir toplum içinde ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık" ve "Dürüstlük, doğruluk" olarak tanımlanmıştır.
Namus sözcüğünü sadece eski Arap kaynaklarında değil eski Yunan kaynaklarında da bulmak mümkündür. Ayrıca Tevrat'ın yunanca adı Tora Namus, "Düzen" anlamına geldiği için namus kelimesinin kökü Araplarda değil Yunanlarda olduğu düşünülür. Türkçenin haricinde Farsça, Kürt dillerinde ve Urdu dilinde de kullanılır.
"Namus anlayışı"na s |
ahip kültürlerde, erkeğin namusu ailesine dair kızların cinsel çekimserliği ile korunur; Bir kızdan, ailesinin namusunu tehlikeye sokmaması için daima belli kurallara uyması beklenir. Bir kızın ve ailesinin namusu, ancak o kız bakire olarak evliliğe girmesi ile korunur. Bir erkeğin namusu, harama el uzatırsa bozulur.
"Namus" geleneksel oryantal topluluklarda en önemli değer anlayışıdır. Günümüzde hızla ilerleyen şehirleşme, şehirlerde yaşayan insanlara daha çok anonim olma, ailenin kontrolünden uzak kalma ve eski sert kuralları gevşetme imkânı vermiştir. Ama kırsal bölgelerin kasabalarında ve köylerde eski kurallar hala çok canlı ve etkilidir.
Tarihte oryantal toplumların üzerinde hüküm sürmüş olan kültürlerin ve bunların koruyucu güçlerinin bütün topraklarının her köşesine kadar her zaman varmadığı ve çok kez anarşi içinde kalındığı dikkate alınırsa, toplumun kültürüne işlenmiş olan bir namus anlayışının, sosyal düzeni dengede tutmakta büyük faydası olmuş olması gerektiği sonucuna varılır.
Namus anlayışı, aynı anda kadınların erkeklerden daha korumasız ve kendilerine hakim olamayacak kadar zayıf olduklarının kabul edilmesi olarak da değerlendirilebilir. Bu anlayış bir kadının ailesinden fazla uzaklaşmasını veya mesleki kariyer yapmasını neredeyse imkânsız kılar. Bütün dünyada ve her toplulukta kadın oranı 3'te 2 olduğu dikkate alınırsa, kadınların kariyer yapması imkânsız olan topluluklarda sadece üçte birini oluşturan erkeklerin gayri safhi millî hasılada katkıda bulunduğu anlamına gelir. Böylece bu toplulukların, kadınların çalışabildiği toplulukların gelişme hızına yetişmesi imkânsız olduğu sonucuna varılır.
Namus anlayışının en sıkı şeklini yaşayan toplumlarda ataerkil bir bakış açısı olduğundan, bir tecavüzün kurbanı olmuş bir kadın kurban olarak görülmez. Böylece namusunun kirlenmiş olduğuna inanan aile, tecavüze uğrayan kızlarını öldürerek namuslarının tekrar temizlediklerine inanırlar. Bazı ailelerde ise tecavüze uğramış olan kıza, intihar edene kadar sosyal baskı uygulanır.
Bu şekilde namus yüzünden ölen kızların sayısı, Terre des Femmes adlı kadınları koruma kuruluşu tarafından yılda 5000 olarak tahmin edilir.
Genelde namus açısından bakire olarak evliliğe girmek çok önemlidir. Evliliğin (genelde) ilk gecesinde bakirelik sona erdirildiğinde, çarşafın üzerinde meydana gelmesi beklenen kan lekesi bu kültürlerde namuslu bir geçmişin kanıtı olarak görülür. Özellikle Türkiye'nin doğusunda bu leke "Namus gülü" olarak adlandırılırdı ve gururla yeni evlenmiş çiftin kapısı önüne asılırdı.
Türkiye'nin büyük kentlerinde bu gelenek genelde ilkel ve saçma olarak görülür. Çünkü kızlık zarının zedelenmesinde gerçekleşen kanama çok farklı olabilir, ve bazen hiç kanama olmaması da mümkündür. Ama buna rağmen bu gelenek hala uygulansa da, ancak kayınvalidenin herhangi bir şüphesi olduğundan dolayı gerçekleşir, ve bu kanıt sadece ailenin kadınları arasında incelenip değerlendirilir.
Bekar kadınlar bazen ortaya çıkmış söylentilerin yaşamlarına olumsuz etkilerinden dolayı, gönüllü olarak kadın doktorundan bakirelik belgesi alıp dedikoduyu ortadan kaldırırlar.
Efir, Simav
Efir, Kütahya'nın Simav ilçesinin bir köyüdür.
Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.
Kütahya'ya 172, Simav'a 25 km uzaklıktadır. Akdağ'ın eteklerinde kurulmuş olan köy; meşe ormanlarıyla çevrilidir.
Köyün iklimi Akdeniz iklimi etkisi altındadır.
Köyün gelenek ve görenekleri hakkında bilgi yoktur.
Hayvancılık, tarım, halıcılık başlıca geçim kaynaklarıdır.
Köyde ilköğretim okulu vardır fakat faal olmadığından taşımalı eğitim yapılmaktadır. Sağlık ocağı ya da sağlık evi yoktur. İçme suyu şebekesi ve kanalizasyonu vardır. PTT şubesi yoktur fakat PTT acentesi vardır.
Ali Rıza Binboğa
Ali Rıza Binboğa, (d. 26 Şubat 1950, Kayseri), Türk pop şarkıcısı.
İlkokul eğitimini Ördekli, Sarız köyünde tamamladıktan sonra, orta eğitimine parasız yatılı olarak Mimar Sinan İlk öğretmen Okulu'nda devam etti. Üçüncü sınıftan sonra Ankara İlköğretmen Okulu Müzik Semineri’ne devam etti. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık sınıfını okudu. Yüksek öğrenimini, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi'nde 1973'te Elektronik Yüksek Mühendisi olarak tamamladı.
1975'te Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye ön elemelerine katılarak profesyonel müzik yaşamına başlamış, aynı yarışmada "Yarınlar Bizim" şarkısı ile halk oylamasının birincisi olmuş ancak elenmiştir. 1987 yılında MESAM'a üye oldu. Bugüne kadar on albüm, altı 45'lik plak çıkardı. 1999 yılından beri MESAM Yönetim Kurulu Üyesi olan sanatçı, evli ve 3 çocuk babasıdır.
Sütçüler, Kemalpaşa
Sütçüler, İzmir'in Kemalpaşa ilçesine bağlı bir mahalle. NATO'ya ait Türkiye göndermeç merkezi (transmitter site) bu mahallede 650 dönüm arazi üzerinde yer alır.
İsmail Kılıçarslan
İsmail Kılıçarslan (d. 1976, Ankara), Türk şair, senaryo yazarı, televizyon programı sunucusu, köşe yazarı.
İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamladı. 1993 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a taşındı. İlahiyat eğitimini yarıda bırakarak bu kez aynı üniversitenin İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema bölümüne kaydoldu.
İlk şiiri "Kaknüs" dergisiinde yayınlanan şairin; "Hece", "Yedi İklim", "Dergah", "Kırklar", "Fayrap", "Atlılar" ve "İtibar" gibi dergilerde de şiirleri yayınlandı. "Ablam Uzak Ülkede" ile 2004 yılında Cahit Zarifoğlu Şiir Ödülü'nü aldı. Belgesel senaryoları kaleme aldı. Senaryosunu yazdığı belgeseller arasında "Aliya", "Cahit Zarifoğlu – Yaşamak" ve "Roger Garaudy" var. Bu belgesellerden "Aliya", "TYB Yılın Belgeseli" ödülünü aldı. "Cahit Zarifoğlu – Yaşamak" ise Antalya Film Festivali'nde finalde yarıştı. Son yıllarda Yeni Şafak Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. Cins Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni'dir ve "İtibar" dergisi yayın kurulu üyesidir. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından her yıl farklı alanlarda verilen ödüllendirmede 2016 Yılı Basın-Fıkra dalında ödül kazandı.
Güneş tutulması
Güneş tutulması, Ay'ın yörünge hareketi sırasında Dünya ile Güneş arasına girmesi ve dolayısıyla Ay'ın Güneş'i kısmen ya da tümüyle örtmesi sonucunda gözlemlenen doğa olayıdır. Tutulmanın olması için Ay'ın yeni ay evresinde olması ve Dünya'ya göre Güneş ile kavuşum halinde olması, yani yörünge düzleminin Dünya'nın Güneş çevresindeki yörünge düzlemi ile çakışması gerekir. Bir yıl içinde Ay, Dünya çevresinde yaklaşık on iki kez dönmesine karşın, Ay'ın yörünge düzlemi ile Dünya'nın yörünge düzlemi arasında beş derece kadar bir açı olması sonucu, Ay her defasında Güneş'in tam önünden geçmez ve dolayısıyla bu çakışma seyrek olarak oluşur. Bu yüzden, yılda iki ile beş arasında güneş tutulması gözlemlenir. Bunlardan en çok ikisi tam tutulma olabilir. Güneş tutulması Dünya üzerinde dar bir koridor izler. Bu yüzden herhangi bir bölge için güneş tutulması çok ender bir olaydır.
Güneş tutulması, tam tutulma zamanı dışında asla çıplak göz ile izlenmemesi önerilir.
Çok kısa bir süre bile olsa Güneş'e doğrudan bakmak, göz retinasında kalıcı hasara ve dolayısıyla körlüğe varan görüş kalıcı görüş bozukluklarına neden olabilir. Retina acıya duyarlı olmadığından, bu hasarın oluşma hissi algılanmaz.
Olağan koşullar altında Güneş, doğrudan bakılamayacak kadar parlaktır. Ancak tutulma sırasında Güneş kısmen örtüldüğünde, parlaklığı azalıp doğrudan bakılabilir olduğu yanılsaması kolaylıkla oluşabilir. Özellikle çocuklar ve deneyimsiz gözlemciler bu yanılgıya kolaylıkla düşebilirler. Göz bebeği en parlak nesneye değil, ortamdaki toplam ışığa göre tepki verir. Dolayısıyla göz bebeği Güneş diski kısmen örtüldüğünde, Güneş'in normal haline bakıldığı durumdan daha geniş olur, böylelikle retina Güneş'in örtülmeyen kısmından gelen ışınıma daha çok maruz kalır. Bu yüzden, tam tutulma süresi dışında tutulma halindeki Güneş'e doğrudan bakmak, normal koşullardaki Güneş'e bakmaktan daha tehlikelidir. Güneş'e özel önlem alınmaksızın dürbün, teleskop, fotoğraf makinesi vizörü gibi optik araçlarla bakmak ise, çıplak gözle bakmaktan çok daha tehlikelidir.
Parçalı ve halkalı Güneş tutulmalarının izlenmesi, özel göz koruması gerektirir. Güneş diski, ancak Güneş ışınımının zararlı bölümünün uygun şekilde filtrelenmesi ile güvenli olarak izlenebilir. Güneş gözlükleri, yeterli olmadığından uygun değildir. Ancak uygun olarak tasarlanıp üretilmiş sertifikalı Güneş filtreleri Güneş tutulmasının doğrudan izlenmesi için güvenli olabilir.
Güneş diskinin en güvenli izlenme yöntemi, projeksiyondur. Bu yöntem, Güneş görüntüsünün, dürbün, teleskop ya da dip kısmında yaklaşık 1 mm çapında bir delik açılmış bir karton kutu kullanılarak beyaz bir kağıda düşürülmesi ile gerçekleştirilebilir. Güneş'in bu şekilde yansıtılmış görüntüsü güvenle izlenebilir.
Parçalı tutulma sırasında, Güneş'in ne kadarının örtüldüğüne bağlı olarak havada kararma fark edilebilir. Ancak Güneş koronası (taç tabaka) görünmez. Güneş'in yaklaşık üçte ikisi veya daha çoğu örtüldüğünde gün ışığının solduğu anlaşılabilir.
Tam Güneş tutulmasını, Güneş'in ışıkküresi Ay'ın diski tarafından tam olarak örtüldüğünde, çıplak gözle, dürbünle veya teleskopla doğrudan izlemek güvenlidir. Güneş tacı (korona) bu sırada gözlemlenebilir, renkyuvarı ve hatta Güneş püskürtüsü görülebilir.
Ay'ın diski Güneş'in ışıkyuvarını tam olarak kapatmadan önce Baily boncukları görülür. Bunlar, Ay vadilerinden kaçıp Dünya'ya ulaşan Güneş ışınlarıdır. Tam tutulma, son gün ışığının Ay diskinin kenarından kurtulduğu anda görülen elmas yüzük etkisi ile başlar. Elmas yüzük yok olur, hava belirgin olarak kararır, parlak yıldızlar ve gezegenler görünür. Tam tutulma, baştakinin tam karşı tarafından ilk gün ışığının gözükmesi ile tekrar oluşan elmas yüzük etkisi ve hemen ardından tekrar görünen Baily boncukları ile sona erer.
Güneş tutulmaları ve depremler arasında bir bağlantı olduğu yolunda kimi çevrelerde inanışlar bulunmaktadır. Özellikle 11 Ağustos 1999 tam Güneş tutulması'ndan kısa bir süre sonra gerçekleşen 1999 Gölcük Depremi ardından bu inanışın ya |
ygınlaştığı görülmektedir. Ancak gerek astronomi, gerekse deprem bilimi uzmanları, bu iki doğa olayı arasında herhangi bir nedensel ilişki bulunmadığını açıklamışlardır.
Ülke TV
Ülke TV, Yeni Dünya Medya Grubu’nun haber ağırlıklı yayın yapan televizyon kanalı.
Kanal, Nisan 2006'da yayına başladı. Kuruluşunda adı Haber 7 iken bir süre sonra adını Ülke TV olarak değiştirdi. Yayınlarına bu isim ile haber ve kültür ağırlıklı temalar ile devam etmektedir. D-Smart, Digiturk, Kablo TV, Tivibu ve Türksat 4A uydusundan izlenebilmektedir. Ülke Ana Haber'i Banu Yüm sunmaktadır.
18 Eylül 2014'te Türksat 4A uydusuna taşınmasıyla birlikte HD yayına da geçmiştir.
Ülke TV'nin 10, 11 ve 12 Kasım 2008'de yayımlanan "Sıradışı" programlarında, Almanya'daki "Deniz Feneri" davasını izlemek üzere Frankfurt'a giden Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili "gerçek dışı ve iftira" niteliğinde beyanlara yer verildiği kaydedilerek, Ülke TV'den 30 bin lira manevi tazminat talep edilmişti. Mahkeme kararı sonucu Ülke TV 30 bin lira manevi tazminata çarptırıldı.
Trans Sibirya Demiryolu
Trans Sibirya Demiryolu (Rusça: "Транссибирская магистраль, Транссиб", Transsibirskaya magistral', Transsib). Batı Rusya'yı Sibirya'ya Uzakdoğu Rusya'ya, Moğolistan'a, Çin ve Japon Denizi'ne bağlayan demiryolu. Moskova'dan Vladivostok'a 9288 km'lik uzunluğuyla Dünya'nın en uzun demiryoludur.
1891'le 1916 yılları arasında inşa edilmiştir. 1891 ile 1913 arasında demiryolu inşası için harcanan miktar 1.455.413.000 rubledir.
Trans Sibirya demiryolunun ana hat güzergahı ve hat boyu uğradığı büyük şehirler.
Rusya'nın uzun geçmişli Pasifik kıyısında liman özlemi, Vladivostok (Rusça: "Владивосто́к") şehrinin kurulması ile 1880'de gerçekleşmişti. Bu limanın başkent ile bağlantısının oluşturulması, sibiryanın yeraltı - yerüstü kaynaklarının dağıtımının yapılması ise bu özlemin eksik halkalarını oluşturmaktadır. 1891'de Çar III. Aleksandr'ın onayı vermesi ile Ulaştırma Bakanı Sergei Witte Trans sibirya demiryolu planları oluşturmuş ve yapımına başlanmıştır. Ayrıca devletin tüm imkânlarını ve yatırımlarını bölgenin endüstriyel gelişim için bölgeye yönlendirmiştir. Çarın 3 yıl sonra ölmesi ile yerine geçen oğlu çar II. Nikolay, yatırımlara ve demiryolunu desteklemeye devam etmiştir. Projenin inanılmaz büyüklüğüne rağmen tüm rota tamamen 1905 yılında tamamlanmıştır. 29 Ekim 1905'te ilk defa yolcu trenleri raylar üzerinde, feribotlarla taşınmaksızın Atlantik okyanusundan (Batı Avrupa'dan), Pasifik okyanusuna (Vladivostok limanı) erişmiştir. Böylece Rus - Japon Savaşından hemen bir yıl öncesine demiryolu yetiştirilmiştir.
Demiryolunun, Baykal Gölü çevresinden geçen zorlu güzergahının ve kuzeyde yeni rotası ile değiştirilen tehlikeli konumuyla Mançurya hattı da dahil olmak üzere, günümüzdeki rotası ile 1916'da açılmıştır.
Trans-Sibirya Demiryolu, Sibirya ile Rusya'nın geri kalan geniş bölgesi arasında önemli bir ticaret ve ulaştırma hattı oluşturmuştur. Sibirya'nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, özellikle tahılın aktarılması, Rusya ekonomisi açısından önemli kaynak sağlamıştır.
Ancak Trans-Sibirya Demiryolu'nun, çok daha geniş çapta ve uzun soluklu etkileri de olmuştur. Kuşkusuz ki bu demiryolu hattının Rusya'nın ekonomisine katkısının yanı sıra Rusya'nın askeri gücünü de etkileyecektir. Ayrıca, 1894 yılında Rusya ile Fransa arasında bir dayanışma antlaşması imzalanmıştır. Her iki ülke de Almanya ya da müttefiklerin bir saldırısında birbirlerini destekleyecekleri vaadinde bulunmuşlardır. Bu antlaşmanın iki ülke arasında getireceği yakınlaşma, özellikle de Rusya'daki Fransız yatırımlarının hızlanması kaçınılmazdır.
Gerek Trans-Sibirya Demiryolu, gerekse de Rusya-Fransa antlaşması, İngiltere'yi Uzakdoğudaki çıkarları açısından endişeye sevk etmiştir. Daha güçlü bir kara ordusu geliştirecek olan Rusya'nın, Çin'i hedef alan yayılma politikası, kaçınılmaz görünmektedir. Benzer endişeleri Japonya da yaşamaktadır. Rusya'nın Çin yönünde yayılması, Japonya'nın bir dış saldırıya en açık yönü olan Mançurya'yı da içine alan bir tehdit alanı oluşturacaktır. Ayrıca, Viladivostok limanı da Rusya için önemli bir deniz üssü haline gelmiştir.
Her iki tarafın bu endişeleri, Japonya ile İngiltere arasında 1902 yılında bir antlaşma yapılmasıyla sonuçlanmıştır. Antlaşma esas olarak Uzakdoğuda mevcut statükonun korunmasını amaçlamaktadır. Antlaşmaya göre, devletlerden birinin pozisyonunu tehdit eden bir dış saldırı olduğunda diğer devlet tarafsız kalacaktır. Ancak saldırgan tarafa bir başka uluslararası güç, destek verdiğinde diğer devlet de duruma müdahale edecektir.
20. yüzyılın tam da başında gerçekleşen bu antlaşma, İngiliz İmparatorluğu'nun dünya genelindeki statükosunu korumakta, artık ittifaklara gereksinme duyduğunun, duymaya başladığının açık bir göstergesidir. İngiliz İmparatorluğu'nun çöküş sürecinin ilk belirtilerinden biri olarak da görülebilir.
İklim
İklim, bir yerde uzun bir süre boyunca gözlemlenen sıcaklık, nem, hava basıncı, rüzgar, yağış, yağış şekli gibi meteorolojik olayların ortalamasına verilen addır. Hava durumundan farklı olarak iklim, bir yerin meteorolojik olaylarını uzun süreler içinde gözlemler. Bir yerin iklimi o yerin enlemine, yükseltisine, yer şekillerine, kalıcı kar durumuna ve denizlere olan uzaklığına bağlıdır. İklimi inceleyen bilim dalına klimatoloji adı verilir. İklim türleri, sıcaklık ve yağış rejimi gibi durumlara bakılarak sınıflandırılabilir. Ancak günümüzde en çok kullanılan sınıflandırma sistemi, aslen Wladimir Köppen tarafından geliştirilmiş olan Köppen iklim sınıflandırmasıdır.
Paleoklimatoloji ise, göl yataklarında ve buzullarda bulunan tortular gibi biyolojik olmayan; yine ağaç halkaları, mercanlar gibi biyolojik kaynaklarla antik iklimleri inceleyen bilim dalıdır. Bu yöntem eski dönemlerde bir yerdeki sıcaklık ve yağış rejimlerini göstermek ve inceleme yapmak için kullanılır. Bu tür çalışmaların sonunda ortaya matematiksel iklim modelleri çıkarılır ve gelecekte iklimin ne derece değişebileceği konusunda tahminler yürütülür.
İklim sözcüğünün kökeni Arapçadan gelmiş olup yeryüzünün herhangi bir yerinde hava olaylarına bağlı olarak gerçekleşen etkilerin uzun yılların ortalamasına dayanan durumu olarak tanımlanır. Bu ortalama süre yaklaşık olarak 30-35 yıldır. Ancak yine de bu süreler duruma göre değişebilmektedir. Bunun yanında iklimin ortalama değerleri hesaplama işlevinin yanında değerlerin günlük, yıllık değişken istatistikleri de hesaba katılıp incelenmektedir.
İklim ile hava durumu arasındaki fark ise ""İklim beklenen, hava durumu ise elde edilendir."" şeklinde açıklanmaktadır. Tarihsel süreçte iklime etki eden etmenler enleme, yükseltiye, yer şekillerine, kalıcı kar durumuna ve denizlere olan uzaklığa bağlıdır. Ancak bazı dinamik etmenler de iklime etki etmektedir. Bu etmenlerden olan okyanus akıntıları nedeniyle Atlantik Okyanusu'nun iki kuzey yakasından batıda olan Kanada kıyılarında hava olması gerekenden daha soğukken, doğu yakasındaki Avrupa kıyıları olması gerekenden yaklaşık 5 °C (9 °F) daha sıcaktır. Yine bir yerdeki bitki örtüsünün sıklığı, o bölgedeki yer katmanının daha serin olmasına neden olur. Bitki örtüsünün yoğun olması bölgesel olarak yağışı arttırır. Bunun dışında sera gazlarında görülen değişiklikler dünyadaki sıcaklığı değiştirerek Küresel Isınma veya Küresel Soğuma gibi iklimsel değişiklikleri ortaya çıkarır. Bu bağlamda iklime etki eden tüm durumlar tam olarak açıklanamayan karmaşık bir sistemin parçalarıdır.
İklimi aynı rejimlerin olduğu alanlarda sınıflandırmanın birçok yolu vardır. Aslında iklimlerin sınıflandırılışı ilk kez Antik Yunanistan'da bir yerin enlemine göre kabaca yapılmıştı. Ancak çağdaş iklim sınıflandırma yöntemleri kabaca iki şekilde ayrılabilir. Bunlar "kalıtımsal" ve "yapay" yöntemler olmak üzere iki kısma ayrılır. Genetik sınıflandırmalar, farklı hava kütlelerinin arasındaki ilişkilerin sıklığı ve durumu aynı yönden ele alan bozukluklar temeli üzerine kurulu yöntemleri içerir. Yapay sınıflandırmalar ise iklim kuşaklarını, bitki örtüsü sıklığıyla ele alır. Yapay sınıflandırmanın içerikleri ile Köppen iklim sınıflandırması arasında bir ilişki bulunur. Bu sınıflandırmada gözlemlenen en önemli kusur, aşamalı olarak gösterilmesi uygun olan iklim kuşaklarında açtığı farklı sınırlardır.
En genel sınıflandırma şekli, hava kütleleri etmeninin hesaba katılarak yapılanıdır. Bergeron sınıflandırması bu şekilde yapılan en kullanışlı sınıflandırmadır. Hava kütlesine dayalı sınıflandırma üç ana kolu içerir. Bunlarda ilki nem değerleri olup "c" (kıtasal hava kütlesi) ve "m" (denizsel hava kütlesi) harfleri ile gösterimi yapılmaktadır. İkinci kol ısıl içerikli olup "T" (tropikal), "P" (kutupsal), "A" (arktik), "M" (muson), "E" (ekvatoral) ve "S" (yüksek) harfleri kullanılarak gösterimi yapılır. Üçüncü ve son kol ise atmosfer durağanlığını konu almaktadır. Bu son kola göre, eğer bir hava kütlesi altındaki kara kütlesinden soğuksa "k" harfiyle gösterilir. Yine eğer bir hava kütlesi, altındaki kara kütlesinden daha sıcaksa "w" harfiyle gösterilir. 1950'lerde hava durumu tahmininde kullanılan hava kütlesi sınıflandırması, 1973 yılından sonra iklim bilimciler tarafından aynı nitelikteki klimatoloji kanıtlarında kullanılmaya başlandı.
Bergeron sınıflandırması şemasına (SSC) göre, altı kategori bulunmaktadır. Bunlar Kuru Kutup, Kuru Orta, Kuru Tropik, Nemli Kutup, Nemli Orta ve Nemli Tropik şeklindedir.
Köppen iklim sınıflandırması aylık ve yıllık sıcaklıklar, yıllık yağış miktarı, yağışın yıl içindeki dağılışı ve yağış ile sıcaklığın doğal bitki örtüsü ile olan ilişkilerine dayanan bir sistemdir. Bu nedenden dolayı Köppen'in sınıflandırması, bitki örtüsüne dayalı iklim sınıflandırmasına kabataslak biçimde uymaktadır. Köppen sınıflandırmasına
göre iklimler beş ana kuşakta, yirmi dört farklı tipte toplanmıştır. Ana kuşaklar A, B, C, D ve E harfleri ile belirtilirken, iklim tipleri de bu harflere eklenen ikinci, üçüncü ve kimi zaman da bir dördüncü harfle belirtilmiştir. İkinci harfler bölgedeki |
yağış rejimini, üçüncü harfler sıcaklık karakterini, dördüncü harfler de özel durumları gösterir.
A grubundaki iklimlerde en soğuk aydaki ortalama sıcaklık 18 °C üzerindedir. Öyle ki bütün mevsimler sıcaktır ve kış mevsimi yoktur. Bu gruptaki iklimlerde, yıllık yağış 750 mm üzerindedir. Bu gruptaki iklimler aşağıdaki gibidir:
B grubundaki iklimler kurak iklimlerdir. Özellikle step ve çöl sahalarında görülür. Buralarda buharlaşma yağıştan fazladır. Step alanlarda yıllık yağış miktarı 100 ilâ 700 mm arasında, çöllerde ise 50 ilâ 350 mm arasındadır. Bu gruptaki iklimler aşağıdaki gibidir:
C grubundaki iklimler ılıman iklimlerdir. Bu iklimlerde en soğuk ayın ortalama sıcaklığı -3 °C ile 18 °C arasındadır. Aynı şekilde en sıcak ayın ortalama sıcaklığı 10 °C'nin üzerindedir. Kışlar genelde kısadır ancak yine de birkaç ay boyunca toprak karla örtülü olabilir veya donabilir. Bu grupta yer alan iklimler aşağıdaki gibidir:
D grubundaki iklimler, soğuk orman iklimleridir. Kışların şiddetli olduğu bu iklim grubundaki en soğuk ayın ortalama sıcaklığı -3 °C'nin altında, en sıcak ayın ortalaması 10 °C'nin üzerindedir. Bu kuşaktaki iklimlerde aylar boyunca toprağın karla örtülü kalır. Aşağıdaki iklimler bu gruptadır:
E grubundaki iklimler ise kutup iklimleridir. Bu kuşaktaki iklimlerde en sıcak aydaki ortalama sıcaklık 10 °C'nin altındadır. Aşağıda bu gruptaki iklimler yer almaktadır:
Bu iklim sınıflandırma yönteminde, terleme ve buharlaşma değerleri kullanılarak toprak ve su yığınlarını görüntülenir. Bu yöntemde, belli bir alan üzerindeki bitki örtüsünü besleyen toplam yağış payı aktarılır. Burada nem veya kuraklık gibi endeksler kullanılarak bir bölgenin ortalama sıcaklık, yağış ve bitki örtüsü türüne bağlı olan nem rejimi gösterilir.
Nem sınıflandırması; çok nemli, nemli, az nemli, az kurak, yarı-kurak (-20'den -40 değerlerine kadar) ve kurak (-40 değerinin altı) gibi açıklayıcıları kullanan iklimsel sınıfları içerir. Nemli bölgeler, her yıl terleme-buharlaşma miktarından daha çok yağış alır. Bunun yanında kurak bölgeler, yıllık bazda büyük oranda terleme ve buharlaşma oranına sahne olur. Dünyadaki karaların yüzde otuz üçü kadarı, kurak veya yarı-kurak olarak kabul edilir. Bu kurak veya yarı-kurak bölgelerin arasında Kuzey Amerika'nın güneybatısı, Güney Amerika'nın güneybatısı, Afrika'nın kuzey bölümü ile güney bölümünün bir kısmı, Asya'nın güneybatısı, Avustralya'nın önemli bir kısmı yer alır. Yapılan çalışmalara göre, yağış etkinliği (PE) ile Thornthwaite nem endeksi, yazları olduğundan fazla gösterilmekte ve kışları olduğundan az gösterilmektedir. Bu endeks, etkin bir şekilde bir bölgedeki otçul ve memeli türlerinin sayısını belirlemede kullanılabilmektedir. Bu endeks ayrıca iklim değişikliği çalışmalarında da kullanılmaktadır.
Thornthwaite şemasında sıcaklığa bağlı sınıflandırmalar arasında mikrotermal, mezotermal ve megatermal rejimler yer almaktadır. Mikrotermal iklimde yıllık olarak düşük sıcaklıklar görülür. Öyle ki bu tür iklim bölgelerinde ortalama yıllık sıcaklık 0 ilâ 14 °C arasında değişir. Kısa yazların görüldüğü bu bölgelerde potansiyel buharlaşma da 14 ilâ 43 cm arasında değişir. Mezotermal iklimde uzun süren sıcaklar veya uzun süren soğuklar yoktur. Bu iklim bölgelerinde potansiyel buharlaşma oranı 57 ve 114 cm arasındadır. Megatermal iklimde ise yüksek ve kalıcı sıcaklık ve bol yağış hakimdir. Bu bölgelerdeki potansiyel buharlaşma 114 cm üzerindedir.
Çağdaş iklim kayıtları, termometreler, barometreler ve anemometreler tarafından yapılan uzun süreli ölçümlerle belirlenir. Elde edilen veriler, çağdaş zaman çizelgesi üzerindeki farklı hava şartlarını göstermek, hataları belirlemek ve çevre koşullarındaki değişiklikleri açıklamak üzere kullanılır.
Paleoklimatoloji, Dünya tarihinin en eski dönemlerindeki iklim koşullarının araştırılmasını sağlayan bir bilim dalıdır. Bu bilimdalında, buz katmanlarından, ağaç halkalarından, kayaç tortullarından, mercanlardan ve kayaçlardan örnekler alınarak eski dönemlerdeki iklim koşulları araştırılır. Bu sayede hangi dönemlerde iklimin sabit, hangi dönemlerde değişken olduğu ortaya konularak, arada yaşanmış olabilecek çeşitli olaylar hakkında veriler toplanabilir.
İklim değişikliği, tüm dünyanın veya belli bir bölgenin ikliminin tarih boyunca değişikliğe uğraması demektir. Bir yerin birkaç yıl ilâ milyon yıl arasında belli sebeplerden dolayı atmosfer ile ilgili niceliklerinin değişmesi iklim değişikliği ile ilgilidir. Bu değişikliklerin nedeni, Dünya'nın kendisine ait olabileceği gibi, Güneş ışığı veya son zamanlarda insan gibi dış etkenlerden dolayı da olabilir.
Son yıllarda özellikle çevre politiklarındaki kullanıma göre, iklim değişikliği kavramı sadece çağdaş dönemdeki değişiklikleri konu almaktadır. Özellikle küresel ısınma ile iklim değişikliği kavramları birbiriyle ilintilidir. Bazı durumlara göre kavram, sadece beşeri etmenlerle için de kullanılabilmektedir. Bunun en önemli örneği Amerika Birleşik Devletleri'nde iklim üzerine bir kuruluş olan UNFCCC'dir. Bu kuruluş, insanlardan dolayı kaynaklanmayan iklim değişiklikleri için "iklim değişkenliği" terimini kullanmaktadır.
Dünya, geçmişte birçok iklimsel dalgalanmaya sahne olmuştur. Bu dalgalanmalar içinde en iyi bilinen örnek buz devirleridir. Bu buzul dönemleri, buzul arası dönemlerle birbirinden ayrılmış durumdadır. Buzul dönemlerinde kar ve buz yığınlarının artmasıyla, ışınların yansıtılabilirlik değerini yükselterek Güneş ışınlarının daha fazla bir kısmı geri yansıtılmakta, bu da atmosfer sıcaklığında düşmeye neden olmaktaydı. Volkanik etkinlikler CO2 ve metan gibi sera gazları'nın atmosfere salınmasını beraberinde getirdiği takdirde buzul dönemleri yeniden ısınma perioduna girer küresel ısınma nedeniyle buzul arası bir dönemi de beraberinde getirebilir. Ancak birçok volkanik aktivite atmosfere salınan ve güneş işiğını geri yansıtan partiküller nedeniyle kısa dönemli küresel soğumayı berberinde getirmektedir. Bu durum volkanın atmosfere saldığı gaz ve tozların yapısı ve miktarı ile ilgili bir konudur.
Buz devirlerinin yaşanmasındaki tahmin edilen nedenler arasında kıtaların o zamanki durumları, Dünya'nın yörüngesindeki farklılıklar, Güneş ışınlarının yayılımındaki değişiklikler ve volkanizma yer almaktadır.
İklim modelleri, atmosfer, okyanus, kara kütleleri ve buzulların etkileşimlerini gösteren modellerdir. Bu modeller gelecekteki iklim durumlarını belirlemek için ve iklim konusunda ortaya konan çalışmaları açıklamak üzere hazırlanır. Tüm iklim modellerinde, dünyaya giren kısa dalga elektromanyetik ışınımı ile, dünyadan çıkan uzun dalga (kızılötesi) ışınları dengede veya hemen hemen dengede gösterilir. Herhangi bir dengesizlik, dünyadaki ortalama sıcaklığın belirlenmesinde farklı sonuçlar ortaya çıkarır.
Son yıllarda en çok üzerinde durulan modeller, atmosferdeki başta karbon dioksit olmak üzere belli başlı sera gazlarındaki artış hesaba katılarak hazırlananlardır. Bu modeller, dünyanın gelecekteki ortalama sıcaklık konusunda gösterdiği eğilimi tahmin etmekte kullanılır. Modeller çok basit olarak hazırlanabileceği gibi, çok karmaşık da olabilir.
İçerik yönetim sistemi
İçerik Yönetim Sistemi (İYS, İng.: "" ya da "CMS") katılımcı teknikler ile belge ya da benzeri içeriklerin yaratılmasına ve düzenlenmesine yardımcı olan yazılım dizgeleridir...
Çoğu zaman bir Web sitesi hazırlamak, Web sayfalarında bulunan bilgilerin arzu edilen şekilde görüntülenmesini sağlayan yazılımlar olarak dar anlamlı bir tanımla değinilen içerik yönetim sistemleri, uluslararası platformda birçok organizasyon için zorunluluk hâline gelen modern bir varlık ("") yönetimi tekniği olmuştur. Günümüzde içerik yönetim sistemleri kendi içerisinde bölünmüş bir yazılım endüstrisi hâline gelmiş, sayısız yazılım firmasının ürünleri ile birlikte birçok açık kaynak kod projesini barındırmaktadırr.
İYS, ortak çalışma gerektiren ortamlardaki iş akışını yönetmeyi sağlayan işlemler bütünüdür. Bu işlemler manuel veya bilgisayar tabanlı olabilir. Bu işlemler aşağıdakileri sağlamak için tasarlanmıştır.
Bir İYS'inde veri herhangi bir şey olabilir. Dökümanlar, filmler, resimler, telefon numaraları, bilimsel veri vb. İYS genelde veriyi kaydetmek, kontrol etmek ve gözden geçirmek (zenginleştirmek) ve yayınlamak için kullanılır. Merkez bir veri ambarında çalışır ve yeni eklenen dosyalara sürüm bilgisi ekler. Sürüm bilgisi ekleme işlemi İYS'nin en büyük avantajlarından birisidir.
İYS tanımı ilk olarak Web sitesi hazırlama ve yönetme fonksiyonu için kullanılmıştır. Önceleri birçok organizasyon kendi içerisinde amaçları doğrultusunda yazılımlar geliştirmiştir. Web sitelerini düzenleyen bu ufak sistemlerin bir pazar oluşturabileceği fikri ilk kez 1995 yılında belki de hâlâ en kalabalık içerik grubuna sahip olan CNET firmasının kendi içerik yönetim sisteminin geliştirilmesi için Vignette firması ile anlaşması noktasında ortaya çıkmıştır. Böylelikle Vignette firması içerik yönetim sistemleri kavramını bir sektör hâline getirmiştir. Zamanla kendi içerisinde portal sistemleri, wiki sistemleri, Web tabanlı groupware vb. alt dallara ayrılan endüstri günümüzde hâlen gelişimini sürdürmektedir.
İYS'nin hepsinde bulunması gereken bazı temel özellikler vardır;
Kullanıcılar ve Yöneticilerin ad, soyad, iletişim bilgileri gibi detaylı bilgilerini kayıt etmeye ve güncellemeye yarar.
Sistem içerisindeki hangi öğelere ve özelliklere erişimin olabileceğinin tanımlandığı alandır.
Hangi kullanıcının sistemin ne kadarına erişebileceğini, neleri düzenleyebileceğini veya silebileceğini tanımlamaya yarar.
Genellikle üç seviye altında toplanmaktadır; Görme Yetkisi, Düzenleme Yetkisi ve Silme Yetkisi
Her kullanıcı için ayrı ayrı izin düzenlemesi yapmak yerine, roller tanımlanarak izinler rollerle ilişkilendirilir ve kullanıcılar da rollere atanır.
Daha ayrıntılı bilgi için İçerik yönetimi başlığına bakınız.
İçerik, Türk Dil Kurumu sözlüğünde "bir anlatımda verilmek istenen öz; düşünce, duygu ve imgelerin bütünü" olarak tanımlanmaktadır.
Bilgisayar bilimleri açısınd |
an içerik yönetimi içeriğin yaşam devri (İng.: content life cycle) ile ilgili eylem, işlem ve araçların tümüdür. Bu bağlamda içerik sayısal ortama geçirilmiş ya da geçirilmesi mümkün, yapısal olan (ör.: Düz metin, veritabanı girdileri) veya yapısal olmayan (ör.: Metin işleme belgeleri, resim, film, ses kaydı, faks vb.) ortamlarda varolan yorumlanabilir verilerdir.
İçeriğin yaşam devri oluşturma, yayınlama, düzenleme, paylaşma, depolama ve raporlama gibi farklı süreçler içerebilir.
Beyazıtlar, Ödemiş
Beyazıtlar, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle.
Dağ maratonu
Dağ maratonu (dağ aşma yarışması da denir) sarp arazide uzun süre yürüyerek veya koşarak yapılan, dayanıklılık ve doğada yön bulma unsurları içeren bir spor. Dağ koşusu ve oryantiring sporlarıyla benzerlik taşımaktadır.
Genellikle ikişer kişilik takımlar halinde yarışılır. Takımların çadır, uyku tulumu, yiyecek gibi belirli malzemeleri yanlarında bulundurmaları gereklidir. Takımlar birkaç dakikalık aralarla yarışmaya başlarlar. Yarışlar çoğu kez bir günden uzun sürer. Yarışmacılar kendi taşıdıkları malzemelerle kamp yaparlar.
Yarışmacıların haritada işaretli olan hedeflere kendi seçtikleri yoldan en kısa sürede gitmeleri beklenmektedir. Bu hedeflerin aralarındaki mesafe oryantiringe oranla daha uzundur. Haritalar da genellikle daha büyük (örneğin 1:25.000) ölçeklidir.
Dünyada bu sporun yapıldığı muhtelif organizasyonlar mevcuttur (Örneğin İskoçya'daki OMM). Türkiye'de Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği (DASK) ülkenin tek dağ maratonu olan ADAM'ı (Anadolu Dağ Maratonu) her yıl düzenlenmektedir.
Carroll Shelby International
Shelby ; Carroll Shelby'in 1962 yılında efsanevi 289 Cobra modelini piyasaya vermesiyle ortaya çıkmış markadır. Carroll Shelby'nin 1964 yılında standart bir Ford Mustang'i yüksek performansa sahip bir araca dönüştürme isteği sayesinde de günümüz amerikan kült "Hot Road" araçlarından biri olan Shelby Mustang GT 350'yi yaratmasına sebep olmuştur. GT 350 Amerika SCAA yarışlarında 1965 , 1966 , 1967 yıllarında birincilikler almıştır. Günümüzde Ford ile Shelby firmaları birlikte çalışmaktadırlar. En gözde ürünleri olan Mustang GT , Amerika'da en popüler spor arabalardan biridir.Ford ve Shelby ortaklığı Ford'un efsanevi modeli "GT" nin dirilmesinde büyük rol oynamıştır.Shelby tarafından en son üretilen araba Ford Shelby Cobra olmuştur.
Necati Cumalı
Necati Cumalı (d. 13 Ocak 1921, Florina – ö. 10 Ocak 2001, İstanbul), Türk yazar, şair.
Şiir, roman, hikâye, deneme, tiyatro, günce gibi pek çok edebi türde eser vermiş çok yönlü bir yazardır. Cumhuriyet devri Türk edebiyatının tanınmış kişilerinden olan Cumalı, Yaşar Kemal'in ifadesiyle ""Yaşlanmaz Şair Çocuk"" olarak anılır.
13 Ocak 1921 tarihinde Yunanistan sınırları içinde bulunan o dönemin Rumeli Vilayet-i Celilesine (Manastır'a) bağlı ve Cuma beyleriyle meşhur olan Cuma kazasında doğdu. Altı çocuklu ailenin en büyük evladı idi. Ailesi 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında Türkiye'ye göç ederek İzmir'in Urla ilçesine yerleşti.
Ortaöğrenimini 1938’de İzmir Atatürk Lisesi'nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. İlk şiiri, 1939'da Urla Halkevi Dergisi olan ""Ocak""'ta ""A. N. Acar"" ismiyle yayımlandı. Sanatsal değere sahip ilk şiiri ise 1940'ta Varlık dergisinde ""Netice"" ismiyle yayımlandı. Orhan Veli, Oktay Rıfat, Cahit Sıtkı, Nurullah Ataç gibi önemli edebiyatçılarla tanıştı ve onların etkisiyle şiirine yön verdi. Çocukluğundan başlayarak hayatında yer alan olayları şiirlerinde konu edindi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde (1941) tamamladı.
Ankara'da Toprak Mahsulleri Ofisi'nde (1941-1942) çalıştıktan sonra askerlik görevi nedeniyle Ezine'ye gitti. İlk kitabı ""Kızılçullu Yolu"" 1943'te yayımlandı. Askerlikten döndüğü 1945 yılında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı. Askerliği sırasında yazdığı şiirleri aynı yıl “"Harbe Gidenin Şarkıları"” adıyla yayımladı. 1945'ten itibaren Ulus gazetesi sanat sayfası, Varlık, Ülkü, Ankara gibi dergilerde sürekli olarak şiirleri yayınlandı. Yayınlanan ilk hikâyesi, 1945 yılında Yücel dergisinin yayımladığı ""Aysız Geceler"" oldu. Ulus gazetesinde şiirlerin yanı sıra hikâye alanındaki ilk denemelerini yayımlamayı sürdürdü. Bir süre Ankara'da Cahit Sıtkı Tarancı ile aynı evi paylaştı. 1949 yılında sahnelenen ""Boş Beşik"" adlı oyunu ile dikkat çekti.
1949 yılında Ankara’daki görevinden ayrılarak İzmir’e gitti. 1957'ye kadar Urla ve İzmir'de avukatlık ve memurluk yaptı. “"Güzel Aydınlık"” (1951), “"İmbatla Gelen"” (1955), “"Güneş Çizgisi"” (1955) adlı şiir kitapları ve ""Yalnız Kadın"" adlı hikâye kitabı İzmir'de iken yayımlandı. 1955'ten sonra şiir, hikâye, roman çalışmalarını birlikte sürdürdü. Urla ve çevresine ait gözlemleri, avukatlık yıllarında karşılaştığı olaylar ve baktığı davalardan edindiği izlenimlere eserlerine şekil verdi. Özellikle Ege yöresindeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarının işledi. İlk hikâye kitabı “"Yalnız Kadın"”, 1955'te yayımlandı. 1956'da İzmir'de ""Ara Tiyatro""'yu kurdu ve yöneticiliğini üstlendi. 1957'de “"Değişik Gözle"” kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. O yıl avukatlığı bırakarak kendi imkanları ile Paris'e gitti.
1957-1959 yıllarında Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın Ataşeliği'nde çalıştı. Paris yılları ""Aşk Duvarı"" ve ""Zorla İspanyol"" gibi bazı oyunlarına ve kimi hikâyelerine kaynaklık etti. 1959'da "hayatını edebiyat adamı olarak kazanma" kararıyla yurda döndü; İstanbul'a yerleşti. 1959 - 1963 yıllarında İstanbul Radyosu'nda redaktörlük yaptı. İlk romanı ""Tütün Zamanı"", 1959'da tefrika edildi. Avukatlık yıllarında edindiği gözlemlerine dayanan "Susuz Yaz" öyküsünü 1960 yılında yazdı. Üç perdelik bir oyun olarak tiyatroya da uyarladığı öykü,
Metin Erksan tarafından filme çekilmiş (1963) ve 14.Uluslararası Berlin Film Festivali‘nde Altın Ayı’yı kazanarak (1964) Türk sinemasında çığır açmıştır.
1960 yılında hariciyeci Berin Teksoy ile evlenen sanatçı, 1963'ten sonra yaşamını roman ve oyun yazarlığı ile sürdürdü. Eşinin işi nedeniyle 1963-1965'te Tel Aviv ve Paris'te bulundu. Necati Cumalı'nın yazdığı bazı yazılar nedeniyle 1966'da eşi Berin Hanım görevinden alınınca İstanbul'a yerleştiler. 1967'den itibaren Makedonya, ABD, Sovyetler Birliği, Bulgaristan, İran, Yunanistan, Almanya, Çekoslovakya, Finlandiya'ya yurtdışı geziler yaptı. Bu geziler eserlerinin oluşmasında etkili oldu.
“"Makedonya 1900"” ile 1970 yılında ikinci kez Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, “"Yağmurlu Deniz"” adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu 1969 Şiir Ödülü'nü, “"Dün Neredeydiniz"” adlı oyunuyla Kültür Bakanlığı 1981 Tiyatro Ödülü'nü, “"Tufandan Önce"” kitabıyla 1984 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, “"Viran Dağlar"” romanı ile 1995 Orhan Kemal Roman Armağanı, Yunus Nadi Roman Ödülü ve Ömer Asım Aksoy Ödülü'nü kazandı. Türk tiyatrosuna katkılarından dolayı kendisine 2000 yılında Tiyatro Yazarlar Derneği tarafından “"Onur Ödülü"” verildi.
10 Ocak 2001 tarihinde yakalandığı karaciğer kanserinden kurtulamayarak İstanbul'da hayata veda etti. Cenazesi, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Ölümünden sonra 2001 yılı “"Şiir Büyük Ödülü"”’ne değer bulundu ve ödülü eşi Berin Cumalı'ya sunuldu. Urla'da çocukluğunu geçirdiği ve ""Anı ve Kültür Evi"" olarak ziyarete açılmış;
İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde Vişnezade Şairler Parkı'na heykeli dikilmiştir. Urla'da her yıl 10 Ocak'ta anılmaktadır.
Fonogram
Fonogram, bir sesi ya da ses dizimini belirten yazılı biçimdir.
Örneğin alfabetik dillerde kullanılan harfler birer fonogramdır, çoğu zaman kendi başlarına ifade ettikleri bir kavram yoktur, kavramları ifade etmek için çıkarılan ses birimlerini belirlerler ve genelde başka fonogramlarla beraber anlamlı bir bütün oluştururlar. İdeogram terimi bunun zıddıdır.
Arap Doğalgaz Boru Hattı
Arap Boru Hattı, Mısır doğalgazını Avrupa'ya taşımak amacıyla kurulması planlanan boru hattıdır. Lübnan, Ürdün, Suriye ve Türkiye'yi de kapsayacak hattın 2007 veya en geç 2008'de Türkiye'ye Mısır doğalgazını getirmesi beklenmektedir.
Hat sayesinde Mısır'ın doğalgaz ihracatı iki katına çıkaracaktır. Türkiye için Mısır gazı Rus ve İran gazına bir alternatif oluşturabilecektir. Hatta bazı uzmanlara göre Mısır doğalgazı bir alternatiften çok bir dengeleyicidir ve bu hatta diğer Arap ülkeleri de eklenmelidir.
Taksim (müzik)
Taksim (Arapça: تَقْسِيم ; Yunanca: ταξίμι "taksimi"), Türk müziğinde ve birçok Orta Doğu kültürünün müziğinde ritimsiz ve tek kişi tarafından yapılan bir doğaçlamaya denir. Genelde tek bir makamda yapılır, ancak bazen bir makamda başlayıp başka bir makamda bitebilir, ya da ortada başka bir makama geçiş yapıp tekrar başladığı makam'a dönebilir.
Klasik Türk müziğinde genelde bir şarkıdan önce yapılır. Amacı, gruptaki çalgıcıların kişisel kabiliyetlerini göstermek ve dinleyicilerde bir makama aşinalık yaratmaktır.
Giriş taksimi, ara taksimi, son taksim, geçiş taksimi, fihrist taksim gibi çeşitleri bulunmaktadır.
19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı
Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı, her yıl 19 Mayıs tarihinde kutlanan, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin resmî bayramıdır.. 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Atatürk Bandırma Vapuru ile Samsun'a çıkmıştır ve bugün İtilaf Devletleri'nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı'nın başladığı gün kabul edilir. Atatürk bu bayramı Türk gençliğine armağan etmiştir.
Gençlik ve Spor Bayramı, ilk defa 24 Mayıs 1935’te "Atatürk Günü" adı altında kutlanmıştır. Beşiktaş'ın girişimleriyle Fenerbahçe Stadı'nda kutlanan bu ilk 19 Mayıs, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun da katılımıyla bir spor günü haline gelmiştir. Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi'nde söz alan Beşiktaş Kurucu Üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan Atatürk Günü'nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için "19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı" adı altında her yıl yapılmasını teklif etmiştir. Kongrede oylanan bu öneri ka |
bul edilmiş ve Atatürk'ün de onayıyla yasalaşmıştır. 20 Haziran 1938 tarihli kanunla "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanan bu ulusal bayramın adı 12 Eylül Darbesinden sonra "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı" adını almıştır.
Her yıl 19 Mayıs günü Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Türkiye'nin dört bir yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır. Üzerinde "Gençlikten Atatürk Sevgisiyle Cumhurbaşkanına" yazan ve "Sevgi Bayrağı" olarak adlandırılan dev bir bayrak Kurtuluş Yolu'ndaki Tütün İskelesi'nden karaya çıkarılarak Samsun valisine verilir. Daha sonra bayrak, Cumhurbaşkanı'na sunulmak üzere genç atletlere teslim edilir. Samsun'dan yola çıkarılarak Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Kırıkkale'den sonra 19 Mayıs törenlerinde Ankara'da Cumhurbaşkanına sunulur.
Cumhuriyet'le yaşıt olan bu kutlamalar sadece Cumhurbaşkanı'nın katılımıyla Ankara'da gerçekleşmekle sınırlı kalmaz, ülke genelinde stadyumlarda kutlanırdı. Ama 2012'de, Mayıs ayında havanın soğuk olacağı ve bu açıdan öğrencilere ve vatandaşlara yük olmaması gerekçesiyle başkent Ankara dışındaki illerde, stadyumlarda kutlanması Millî Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü'nce okullara gönderilen bir yazıyla engellenmiştir. Bu karar cumhuriyetçi kesimin büyük tepkisiyle karşılaşmıştır.
Bu konuda Alper Ayhan tarafından bir dava açılmış ve kazanılmıştır.
Karaören
Türk Kurtuluş Savaşı Güney Cephesi
Güney Cephesi (Cenup Cephesi), Fransız Cephesi veya Kilikya Cephesi (Fransızca: "La campagne de Cilicie"), I. Dünya Savaşı'nın ardından Fransız kuvvetleri ve beraberindeki Ermeni Lejyonu ile TBMM idaresindeki Kuva-yi Milliye arasında gerçekleşen muharebelerden meydana gelen cephedir. Fransa, Sykes-Picot Anlaşması ve ardından Ermeniler ile imzalanan antlaşma ile kendisine düşen topraklara yönelmiştir. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması ile cephe kapanmıştır.
Mondros'tan sonra İngiliz orduları Maraş, Antep, Urfa, Adana ve civarını işgal etti. 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Maraş, Antep, Urfa ve Musul Fransızlara bırakılıyordu. Ancak Büyük Britanya Musul'daki petrol kaynakları için Fransa ile 15 Eylül 1919'da Suriye İtilafnamesini kabul etti. Buna göre:
İngiliz döneminde pek de önemli bir olay yaşanmadı. Asıl olaylar Fransızlar döneminde yaşandı.
Maraş'taki ilk direniş, Sütçü İmam'ın, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık eden Ermeni askerlere saldırması ile başlamıştır.
Maraş, halkının Kurtuluş Savaşı sırasında kazandığı bu zafer nedeniyle 7 Şubat 1973'te TBMM tarafından "Kahraman" unvanıyla ödüllendirildi.
Fransızlar 1 Nisan 1919'da Antep'i işgal ettiler. 1920 yılının nisan ayı başında Türk milli kuvvetleri kentte bir ayaklanma başlatarak Fransızlara karşı direnişe geçmiştir. On ay kadar süren direniş esnasında Fransızların kente 70.000 mermi attığı ve Türk tarafında 6317 kişinin öldüğü anlatılır. Fransızlar, kenti yoğun olarak top ateşine tutmuş, Suriye'de bulunan birliklerinden destek almışlar fakat Antep'e girme konusunda askeri bir başarı gösterememişlerdir.
30 Mayıs 1920'de Fransızlarla bir ateşkes imzalanmış ise de 17 Haziran'da çatışmalar tekrar başlamış ve aralıklarla 1920 sonuna dek sürmüştür.
1914 yılında, I. Dünya Savaşı başladığı zaman Gaziantep 83 bin nüfuslu bir liva merkezi idi. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile İtilaf Devletleri paylaştıkları topraklara sahip olmak amacıyla harekete geçerken, 17 Aralık 1918'de İngilizler Antep'e girmiştir. Bir yıl süren bu işgale Fransızlar tepki göstermiş, 1918 eylülünde İngilizlerin Musul üzerindeki “nezaret hakkı”ndan vazgeçmeleri ile önce Suriye daha sonra Antep, Urfa ve Maraş boşaltılmıştır. Bunun ardından Fransızlar 29 Ekim 1919'da Kilis'i, 5 Kasım 1919'da Antep'i işgal ettiler.
1920 yılının başında ise ünlü Antep Savunması başlamış oldu. 1 Nisan 1920'de başlayan Antep savunması 11 ay sürdükten sonra açlık yüzünden sona ermiştir. Savunma süresince Fransızlar şehre 70.000 mermi atmış, 6.000 Antepli ölmüştür. Bu olağanüstü savunma sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi 6 Şubat 1921 tarihli toplantısında Antep'e "Gazi" unvanını vermiştir. Türk ve Fransız tarafları bunun üzerine mutabakata varmak üzere pazarlık yapmaya koyulmuş ve 9 Mart 1921'de Bekir Sami-Briand Anlaşması hazırlanmıştır. Ancak bu anlaşmanın TBMM tarafından imzalanmaması üzerine 15 Mart 1921 tarihinde Londra'da Türk Dışişleri Bakanı ve Fransız delegasyonu Antep, Adana ve çevrelerinin Türklere geri verilmesi hususunda yeni bir mutabakat sağlamıştır. Nitekim bu antlaşma 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile son şeklini almış ve 25 Aralık 1921'de son Fransız askeri Antep'ten ayrılmıştır.
Ali Saip Bey'in Jandarma komutanı olarak Urfa'ya atanmasından sonra halkın örgütlenmesi daha da süratlendi. Üç bin kişilik bir askeri güç oluşturuldu. 12'ler olarak adlandırılan ve Urfa'nın önde gelen 12 vatanseverinden oluşan Kuva-yi Milliye hareketi, önderleri Hacı Mustafa Hacıkamiloğlu vasıtasıyla 7 Şubat 1920'de Fransız komutanlığına şehrin boşaltılmasını isteyen bir ültimatom verdiler. 9 Şubat'ta şehrin yarısı geri alındı ve 10 Nisan'da Fransızlar çekildiler.
Maraş Muharebesi
Maraş Muharebesi, I. Dünya Savaşı'nda yenilmesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu ile 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi çerçevesinde Anadolu'nun birçok yeri gibi Maraş'ın da işgal altına girmesi ile işgal güçlerine karşı 21 Ocak 1920'de başlayan direniş, 12 Şubat 1920 tarihinde işgalin ortadan kalkması ile sonuçlanmıştır.
Savaş çıkacağının ilk kıvılcımı 31 Ekim 1919'da Sütçü İmam Olayı ile yaşandı. Ermeni-Fransız Lejyon askerlerin Uzunoluk Hamamı'ndan çıkan peçeli Türk kadınlarına el uzatmaları sonucunda ayaklanan Türkler Ermeni-Fransızlara saldırmaya çalışsa da Ermeni-Fransız askerler, olaya müdahale etmek isteyen Çakmakçı Sait'i yaraladı. Sütçü İmam'ın da karşılık vererek Ermeni-Fransız lejyonerlere kurşun atmasından sonra kısa süreli bir arbede yaşandı.
27 Kasım 1919'da Agop Hırlakyan'ın evinde Fransız komutanı için bir dans tertiplenir. Komutanın dansa davet ettiği Ermeni kızı "Sizinle dans etmekten mazurum. Çünkü kendimi esarette hissediyorum. Kalede Türk Bayrağı dalgalandığı sürece, sizinle dans edemem" diyerek teklifini kabul etmez. Bunun üzerine kaledeki Türk Bayrağı indirilir. Fransızların şehrin kalesindeki Türk Bayrağı'nı indirmeleri, suçsuz kişileri öldürmeleri, Maraş ileri gelenlerini tutuklamaları tepkileri artırdı. Ulu Cami İmamı Rıdvan Hoca'nın "Kalesinde bayrağı dalgalanmayan ülkede cuma namazı kılınmaz!" sözü, halkı Fransızlara karşı harekete geçirdi. Kaleye saldıran Maraş halkı, içerideki Fransız askerlerini etkisiz hâle getirip yeniden Türk bayrağını dikti. Bunun üzerine 72 gün boyunca şehrin her yanında çatışma çıktı. Muharebe sırasında yaşanan en büyük çarpışma Türkoğlu Savunması idi. Ayrıca Pazarcık'ta da bir savunma yapılmıştır. Afşin ve Elbistan çevresinden de önemli derecede yardım gönderilmiştir. Daha sonra Fransızlar şehri 11 Şubat 1920'de boşalttı.
Darbzen topu
Osmanlı zamanında kullanılan uzunluğu 7 karış, her biri 56.5 kg ağırlığında ikisi bir ata yüklenebilir top. Bunlar büyüklük sırasına göre Şahi Darbzen, Miyane Darbzen, Darbzen olmak üzere 3 ayrılır.
Becoluşka
Osmanlı döneminde kullanılan 16. yüzyılda kale bendlerini döğmeye yarayan büyük bir top. Bacelaşka, Bedoluşka diye de adlandırılır.
Chaîne des Rôtisseurs
Chaîne des Rôtisseurs mutfak sanatları, şarap ve yüksek kaliteli yemekle ilgilenen amatör ve profesyonelleri bir araya getirmeyi amaçlayan uluslararası bir gastronomik topluluktur. Fransızca'dan çevirisi "rötisörler zinciri"dir, "şen dö rötisör" okunur.
Sille
Sille, Konya ilinin Selçuklu ilçesine bağlı bir mahalledir.
Arkeolojik verilere göre bölgede yerleşimin tarihi Neolitik Çağ'a kadar uzanmaktadır. Yerleşimin isminin kökeni konusunda çeşitli açıklamalar vardır. İlki Yunan mitolojisindeki Silen (Silene)' den geldiğidir. Yine 'Silenos', kaynayıp, coşarak köpürüp akan su, kelimesinden türediği de kabul gören bir açıklamadır.
Roma ve Bizans döneminde, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkez olmuştur. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarindan biri olan Ak Manastır ("Hagios Khariton Manastırı", "Deyr-i Eflâtun") burada olup yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir. Ak Manastır Konya'da yaşayan Mevlevi dervişlerince de ziyaret edilmiş ve bahçesinde küçük bir de mescit yaptırılmıştır. Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı yerleşimdir.
Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Osmanlı kaynaklarında Sudirhemi nahiyesine bağlı Sille karyesi ve sonrasında nahiye merkezi oldu. 1907 tarihli kyıtlarae göre Silleʹnin 13 mahallesinde Müslüman ve Gayrimüslümler birlikte yaşarken, Karataş ve Ak mahallede yalnız Müslüman, Kilise‐i Kebir mahallesinde ise yalnızca Hıristiyan topluluk yaşamaktaydı. Cumhuriyet öncesinde nüfusu 18.000'e ulaşmıştır. Yerleşimde 1924 nüfus mübadelesine kadar Hristiyan çoğunluk oturmaktaydı. Macar gezgin Bela Horvarth 1913 yılında Anadolu'ya yaptığı gezisinde tuttuğu notlarda o yıllarda Sille'de 60 adet kilisenin ayakta olduğunu yazmıştır.
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise, Osmanlı mezar taşları ve günümüze kadar gelebilmiş Archangelos Michael kilisesi ziyaret edilebilir. Kilise, ilk Hıristiyan Bizans imparatoru Konstantin'in annesi Helena (Ayia Eleni) tarafından Michael Archangelos adına M.S 372'de inşa ettirilmiştir.
1923 yılında yaşanan mübadele esnasında buradaki Hristiyan inancına sahip nüfus Yunanistan'a gönderilirken, Sille'ye de Kozana ve Florina bölgelerinden Müslüman nüfus getirilmiştir.
Özgün yapısı son yıllarda zarar görse de günümüzde köy ve çevresi SİT alanı olarak kabul edilip koruma altındadır.
Sille, Karabuğa Dağları ile Küçük Gevele (Takkeli Dağ) arasında Sille Çayı'nın açtığı vadide yer alır. Güneydoğusundan Yazır Fayı geçen yerleşimin denizden yüksekliği 1115 metredir. Akarsulara yarılmış plato |
yüzeyinde bulunan Sille'nin çevresinde Küçük Gevele (1643 m), Büyük Gevele (1709 m), Kaynaka Tepe yer alır. Sille Çayı'nın Konya Ovasına ulaştığı noktada birikinti konisi bulunur.
Sille Çayı; K-G doğrultusunda Sille'yi ikiye böler.Çay düzensiz rejime sahiptir. Üzerine sulama ve taşkın koruma amaçlı Sille Barajı inşa edilmiştir. Çevrede kaynak suları bulunur: Şükran Pınarı, Güllü Pınarı, Manastır Pınarı, Tünel Pınarı, Çandıra Pınarı.
Bitki örtüsü; dalık alanda çam ve meşe ormanları, vadide kavak, söğüt ağaçları ve antropojen bozkır hakimdir.
İklimi, yazlar kurak ve sıcak, kışlar kar yağışlı ve ser geçen karasal iklimdir.
Genel olarak İç Anadoluda Kapadokya, Kayseri ve Karaman köylerinde yaygın şekilde konuşulan bir Türk Ağızıdır.
Sille yöresinde çıkan Volkanit ve Andezit özellikleri taşıyan bir taş çeşidi. 2000 derece ısıya dayanıklı olması nedeniyle tuğla ve kiremit fabrikalarında, kireç ocaklarının fırın yapımında kullanılır. Ayrıca yapı taşı olarak da tercih edilir. Yöredeki pek çok eski bina ve Konya camilerinde yaygın olarak kullanılmıştır. Aktif olarak çalışan 27 taş ocağından, yeni inşaat eğilimleri nedeniyle, şu anda sadece 3 adedi üretim yapmaktadır.
Sille yöresinde dokunan özel desenleri, kompozisyonları ve kullanılan kök boyaları ile dikkat çeken halı çeşidi. Boyamada kullanılan Cehrî (Rhamnus petiolaris) bitkisinden elde edilen doğal renk en belirgin özelliğidir. Sille Beş göbek halıları en değerli halılardan kabul edilir. Ayrıca halı at eğeri örtüsü sadece Sille'ye mahsustur.
1900'lerde yüzlerle ifade edilen halı tezgâhlarından günümüze sadece birkaç adedi kalmıştır. Yaygın olarak yetiştirilen Cehrî ağaçlarından da çok az sayıda kalmıştır.
Sille ayrıca, Tatköy'ün yanında Tek Türkiye Dizisine ek alan olarak Misafirlik yapmıştır şu anda ise aynı görevi Şefkat Tepe dizisinde devam ettirmektedir.
Tabanca
Tabanca; kısa namlulu ateşli silah.
Tabancalar, çalışma prensiplerine ve mermi muhafaza bölümlerinin şekline göre, "şarjörlü (pistol)" veya "toplu (revolver)" olarak adlandırılırlar ve kullanılan mermilerin çaplarına göre sınıflandırılırlar.
"Şarjörlü tabancalar"ın kendine göre; "toplu tabancalar"ın da kendilerine göre avantaj ve dezavantajları vardır.
Şarjör; içi mermiyle doldurulan bir nevi mermi kutusudur. Bu kutuya mermiler üst üste sırayla dizilir ve şarjör, tabancanın "kabza" denilen, elle tutulan kısmının içindeki yuvaya yerleştirilir. Silah her ateşlendiğinde mermi çekirdeği barutun genleşmesiyle kovandan ayrılarak namludan çıkarken, kovan da tepkimeyle silahın sürgüsünü geri iter ve sürgü geri geldiğinde boş kovanı dışarı atar ve yeni gelecek mermiye yer açar. Sürgü tepme kuvveti ile boş kovanı dışarı attıktan sonra irca yayının ileri itmesi esansında şarjörün yay ile beslediği yeni ateşe hazır bir fişek alıp namlu yatağına yerleştirir.
Şarjörlü tabancanın sürgüsü her atışta geri gelip, ileri gitme hareketi yapar. Bu hareket hem patlamış fişeğin kovanını dışarı atıp, yeni ateşe hazır bir fişeği namlunun fişek yatağına beslerken, aynı zamanda silahın ateşleme iğnesi ve horozunun yeniden kurulmasını sağlar.
Şarjörlü tabancalar, yapısı gereği hızlı ve etkin atış olanağı sağlar, ayrıca kolay doldurulma avantajı vardır. Şarjörlerin fişek kapasitesi yüksektir. Şarjörlü tabancaların fişek kapasiteleri 6+1’den 16+1’e kadar değişir.
Şarjörlü tabancaların fişek kapasitesi ifade edilirken (Örneğin: 12+1, 14+1, 15+1, 16+1, 8+1, ...) Artı bir (+1) tabiri kullanılır. Bu şunu ifade etmektedir. Şarjörlü bir tabancadaki toplam fişek adedi şarjördeki fişek adedi artı namlu yatağında atışa hazır bekleyen fişek adedinin toplamı olarak ifade edilir. Örneğin belli bir atış yaptıktan sonra şarjöründe 6 adet fişek kalmış olan bir şarjörlü tabancanın içinde toplam 6 adet şarjörde olmak üzere artı bir tanede namlu yatağında atışa hazır bekleyen toplam 7 adet fişek bulunur. Yani şarjörlü tabancanın sadece şarjörünü çıkarmakla tabanca boşalmaz. Yatakta hazır bekleyen fişeği sürgüyü çekmek suretiyle dışarı almak gerekir.
Sonuç olarak şarjörlü tabancanın fişek kapasitesi şarjörün alabileceği maksimum fişek adedi artı namlu yatağında atışa hazır bekleyen fişekten oluşur. Bu sebeple şarjörü 12 adet mermi alan bir şarjörlü tabancanın fişek kapasitesi 12+1 şeklinde ifade edilir.
Ancak boş içinde hiç fişek olmayan bir silah doldurulurken, sadece şarjörün içindeki fişek kadar silahın içine fişek yüklenmiş olur. Örneğin 12+1 kapasiteli boş bir tabancaya şarjörde 12 adet fişek ile yükleme yapıldığında silaha 12 adet fişek yüklenmiş olur. Artı bir kapasitesinden yararlanmak için silahın sürgüsünü çekip, kurmak ve şarjördeki bir adet fişeği namlu yatağına sürdükten sonra şarjörü yeniden çıkartıp bir fişek daha eklemek gerekir. Bu işlem yapıldığında silahın içinde 13 adet fişek yüklenmiş olur.
Tabancanın bünyesinde fişeklerin dizildiği silindirik tambur şeklindeki, yapıya toplu denir. Toplu üzerinde fişeklerin dizildiği toplu merkezine göre eşit açı ile delinmek suretiyle oluşturulmuş fişek yatakları mevcuttur. Genellikle toplular altı adet fişek aldığı için halk arasında bu silaha Altıpatlar denilir. Ancak toplusu 5 ile 8 arasında değişen fişek kapasitesi olan silahlar da mevcuttur. Özellikle .22 kalibre gibi küçük çaplı fişekler için toplu kapasitesi 12 adet fişeğe kadar çıkabilir. Silahın toplusu bir mandal vasıtasıyla genellikle yana devrilmek suretiyle açılır. Bazı eski model silahlarda "(Ör: Smith Wesson Model 3 Schofield gibi.)" silah kırılmak suretiyle toplu açılır. Toplu açılmak suretiyle topluya fişek yükleme ve boş fişek kovanlarını boşaltma işlemi yapılır. Bu işlemden sonra toplu kapatılarak silah kullanıma hazır hale getirilir. Toplu tabancayı doldurmak zaman aldığı için zaman kazanmak amacıyla fişekler tabla adı verilen metal klipse dizlebilir. Tabla üzerine dizili fişekler bir seferde silaha yüklenebilir. Ancak toplu bir tabancayı doldurmak her zaman şarjörlü bir tabancaya göre zaman alır. Bu durum toplu tabancaların dezavantajı olarak karşımıza çıkar.
Toplu tabanca iki şekilde kullanım olanağı sunan bir mekanizma özelliğine sahiptir. Birinci kullanım şekline çift hareketli(Double Action) denilir. Bu kullanım şeklinde silahın tetiği çekilmek suretiyle direkt ateş edilir. Tetik çekilirken önce horoz kalkar sonra tetik bir sınır noktasına dayanır. Bu noktadan sonra tetik çekilmeye devam edilir ise horoz düşer ve silah ateş eder. Bu Kullanım şeklinde horoz kalkarken toplu döner ve ateşe hazır bir fişek yatağı namlu ağzına gelir. Her tetik çekildiğinde, mermi ister ateş alsın, ister almasın, yuva dönerek diğer mermi namlunun ağız hizasına gelir ve horozun iğnesi bu merminin kapsülüne vurarak mermiyi ateşler. Bu kullanım şekli acil olarak ateş etmek gerektiğinde kullanılır. Ancak bu kullanım şeklinde keskin nişan almak zordur. Tetik iki işlemi birden tek hareket ile gerçekleştirdiği için aşırı tetik kuvveti sarf edilir. Bu durum keskin nişan almayı güçleştirir.
İkinci kullanım şekline tek hareketli(Single Action) denilir. Bu kullanım şeklinde önce baş parmak ile horoz kurulur. Daha sonra işaret parmağı ile tetik çekilerek ateş edilir. Bu kullanım şeklinde düşük tetik kuvveti sarf edildiği için hassas nişan alma olanağı mecuttur.
Toplu tabancaların genellikle emniyet kilidi yoktur ve tetik çekildiği anda ateş alır. Bu bakımdan toplu tabancalar acil olarak silah çekip ateş etmek gerektiğinde, şarjörlü tabancalara göre daha avantajlı hale gelir. Ancak emniyet açısından silahı kullanan kişinin dikkatli olması gereklidir. "(Not: Yeni model toplu tabancalarda bazı üreticiler emniyet mandalı koymaya başlamıştır.)"
Tüm ateşili silahlarda silah çaplarına "kalibre (Cal.)" denir. Silah çapları Metrik Kalibrasyon, Anglo-Amerikan Kalibrasyon ve Nato Kalibrasyon sistemleri denilen üç ayrı sistemde ifade edilir.
Metrik Kalibrasyon sisteminde silahın ateşlediği mermi çapı ve kovan boyu milimetre cinsinden ifade edilir. Bu sistemde Tabanca ve Tüfek fişeklerinin ifadesi hep aynı sistemle yapılır. (Örnek: 9x19 mm, 9x21 mm, 7x57 mm, 7x57R mm, 8x57 mm, 8x57JRS mm, 9.3x74R mm, vb.)
Bu kalibrasyon sisteminin notasyonu şu şekilde ifade edilir.
Önce mermi çekirdeğinin çapı milimetre cinsinden yazılır, sonra 'x' harfi konulur, Kovan boyu milimetre cinsinden yazılarak fişek ifade edilmiş olur.
Bazı fişekler standart fişeklerden farklılık gösterir. Bu durumda Söz konusu farklılığı ifade etmek için kalibrasyon sonuna bazı harfler ilave edilir. Örneğin: 7x57 fişeği 7mm çekirdek çapı, 57mm kovan boyu anlamına gelir. Ayrıca 7x57R fişeği mevcuttur. Bu fişek standart 7x57 fişeğinden biraz farklıdır. Sonundaki 'R' harfi fişeğin tabanında bulunan tırnak yuvasının içe doğru çevresel kanal şeklinde değil, Dışa doğru çevresel tırnak şeklinde olduğunu ifade eder. Bu kalibrasyon sisteminde kullanılan bazı harfler ve anlamlarını kısaca aşağıdaki gibi özetliyebiliriz:
Kalibre cinsinden ifade edilenler 22 Cal, 30 Cal, 38 Cal, 45 Cal, .338 Cal, .50 Cal.
Kalibreyle "(Cal.)" ifade edilenlerin kaç milimetreye eşdeğer olduklarını hesaplamak için belirli bir kalibreyi 0,254 ile çarpmak yeterlidir.
Örnek: 38 kalibrenin kaç mm’ye eşdeğer olduğunu anlamak istersek;
Kalibre cinsinden ifade edilen silahlar genellikle Toplu (Revolver) tabancalardır. Şarjörlü tabancalar ise genellikle mm cinsinden ifade edilirler.
.357 Magnum olarak tabir edilen silahların mermi çapları yaklaşık .38 kalibre olup, .38 kalibre mermiye göre barut hakkı daha fazla ve mermileri .38 kalibreye göre daha uzundur. .357 Magnum bir silahta .38 kalibrelik mermi kullanımı mümkün olup bunun tersi mümkün değildir. Yani .38 kalibrelik bir silahta .357 Magnum mermi kullanılamaz.
Debreli Hasan
Debreli Hasan, Drama'da doğup büyümüş halk kahramanı bir eşkıyadır. Yoğun olarak Drama, Kavala, Sarışaban, İskeçe bölgelerinde yaşamış ve eşkıyalık yapmıştır. Dönem dönem Serez ve Gümülcine’de de görüldüğü olmuştur. Yaşadığı dönemine göre iyi sayılabilecek bir eğitim almış olmakla birlikte eğitim hayatını tamamlayamadan dağa çıkmak zorunda kalmıştır.
Debreli Hasan, amcası olduğu |
tahmin edilen kişiye, vergi memurlarının haksızlık yapmasına isyan etmesi ve yakın arkadaşı Karakedi’yle birlikte vergi memurlarına pusu kurup haksızlıkla aldıkları vergileri geri almasıyla başlayan eşkıyalık hayatı, kimilerine göre 20, kimilerine göre ise 30 yıla kadar süren bir zaman dilimini kaplar.
Debreli’nin etkin olduğu yılların 1900’lü yılların başlarından mübadeleye kadar geçen zamanda olduğu tahmin edilmektedir. Çakırcalı Mehmet Efe ile aynı dönemde etkin olduklarına dair rivayetler vardır. Bunları en meşhuru da Yahudi bir tüccarın Selanik’ten İzmir’e değerli ürünler götürmek için yola çıktığında tüccara, “Balkanların eşkıyası Debreli’den geçsen bile Ege dağlarının eşkıyası Çakırcalı’sından geçemezsin” derler ve nitekim de öyle olur.
Debreli hakkında yeterli yazılı kaynaklar olmamasına rağmen günümüze kadar gündemde kalmasının sebebi ise kendisi için söylenmiş olan Drama Köprüsü türküsüdür.
Drama Köprüsü ile ilgili iki rivayet bulunmaktadır. İlki ve yaygın olanı, Debreli Hasan’ın o dönemde yaşayan ve halkı ezen, haksızlıklar yapan zengin beylerden ve tüccarlardan çaldığı (gasp ettiği) parayla yaptırdığıyla ilgili söylenen rivayettir. İkincisi ve daha mantıklı olanı ise eski yıkılmış köprüyü tamir ettirdiği yönünde olanıdır.Bir diğer hikâye ise Debreli Hasan'ın sevdiği kızın başkasına verilmesidir ve bu hikâye Debreli Hasan'ın vurulması sonucu ile biter.
Debreli Hasan Drama/Debrencik köyü doğumlu olduğundan dolayı Debreli lakabını almıştır.
Debreli Hasan’ın çetesi ise kendisinin sağ kolu olarak bilinen Karakedi lakaplı yakın bir dostudur. Yaptığı baskınlarda ise civar köylerden elleri düzgün silah tutan gençleri yanına kızan olarak aldığı bilinmektedir.
"Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez"
"Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez"
"At martinini de bre Hasan dağlar inlesin"
"Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin"
"Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
"Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
"At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
"Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin
"Drama köprüsü Hasan dardır daracık
"Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık
"At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
"Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin
"Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
"Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
"At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
"Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.
Drama Köprüsü
"Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez"
"Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez"
"At martinini de bre Hasan dağlar inlesin"
"Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin"
Yukarıdaki dizeler, Batı Trakya ve Doğu Makedonya bölgelerinin en tanınmış şarkısı olan Drama Köprüsü’nün giriş dizeleridir. Drama Köprüsü olarak bilinen şarkı, halk kahramanı eşkıya Debreli Hasan (de bre Hasan) için yazılmıştır. Aşağıdaki hikâye de Drama Köprüsü’nün hikâyesidir.
Drama Köprüsü'nün Bulunması
Yakın zamana kadar Drama Köprüsü ile ilgili birbirinden farklı hikâyeler anlatılmaktaydı. Bu hikâyelerin çoğunluğunda ise köprünün günümüze kadar ulaşamadığı ve yıkıldığından bahsediliyordu. Bir kısmında ise günümüzde İskeçe ili sınırlarında bulunan ve İskeçe Çayı üzerinde yer alan eski dar köprülerden birinin olabileceğinden söz ediliyordu. Hatta internette paylaşılan Drama Köprüsü şarkılarının çoğunda bu köprülerin fotoğrafları paylaşılıyordu.
Köprünün bulunduğunun ilk açıklaması 2010 yılının başlarında oluyor. Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç köprünün bulunduğunu duyuruyor. Güvenç, yaptığı açıklamada köprüyle ilgili ilk ipucunun Bursalı bir mübadilin Yunanistan’ın Drama iline yaptığı bir ziyaret esnasında ortaya çıktığından bahsediyor. Bursalı mübadil, Drama Küçük Asyalı Mübadiller Derneği Başkanı Nikos Latsistalis’e elindeki bir fotoğrafla gidiyor ve Drama köprüsü bu ve ben onu aramaya geldim demesiyle başlıyor.
Bursalı mübadilin arama çabaları bir sonuç getirmese de yerel bir tarihçi olan Nikos Latsistalis elindeki fotoğrafla aramalarına devam eder ve uzun bir uğraşın sonunda Drama İskeçe yolu üzerindeki Nikiforos (Nusratlı) köyü çıkışında fotoğraftaki köprünün birebir aynısı olan su bendi ile karşılaşır ve aradığı köprüyü bulduğunu anlar.
Herkes köprü beklerken bir su bendiyle karşılaşmak ilk başta yanlış keşiftir diye düşünülür. Şarkı sözlerinin tekrar dikkatli bir şekilde yorumlanmasıyla keşfin doğru olduğu anlaşılır. Şarkıda, Drama Köprüsü Hasan dardır geçilmez der. Hatta İskeçe bölgesinde söylenen türkünün bir mısrasında dardır daracık der ve su bendi de dardır ve üzerinden geçilmesi de zordur. Şarkıda yine, soğuktur suları Hasan bir tas içilmez derken kastettiği su kemerinden akan suların soğuk olduğudur. Suların soğuk olması da bende gelen suyun muhtemelen bendin biraz üzerinden başlayan sıra dağlardan geldiğinden ve dağların serin ve kış dönemi çok kar tuttuğundan akan suyunun da soğuk olacağındandır.
Osmanlı döneminde köprü civarında bulunan köylerinin Türk köyleri olması da bu keşfin doğrulunu ispatlar niteliktedir.
Drama Köprüsü Nerede
Drama İskeçe yolu üzerinde bulunan Drama Köprüsü Drama’dan 17, İskeçe’den ise 67 km mesafededir. Nikiforos (Nusratlı) köyünün 500 metre doğusundadır. Haritada 41°10'20.59"K Eylemi ve 24°19'23.91"E Boylamı üzerinde yer alır.
Drama Köprüsü Ne Zaman Yapıldı
Drama Köprüsü ile ilgili iki rivayet bulunmaktadır. İlki ve yaygın olanı, Debreli Hasan’ın o dönemde yaşayan zengin beylerden ve tüccarlardan çaldığı (gasp ettiği) parayla yaptırdığıyla ilgili söylenen rivayettir. İkincisi ve daha mantıklı olanı ise eski yıkılmış köprüyü tamir ettirdiği yönünde olanıdır. Köprünün yapım yılı bilinmediğinden hangi rivayetin doğru olduğunu bilemiyoruz. Eğer bir gün karbon testi yapılma imkanı olursa hangi rivayetin doğru olduğunu da anlaşılmış olacağız.
Drama Köprüsünün Önemi
Cumhuriyet öncesi dönemde okuma ve yazma oranının düşük olmasından dolayı Türk halkında günlük tutma, tarih ve hikâye yazma geleneği de bulunmamaktaydı. Halk arasında söylenen şarkıların o günlerden günümüze kalan tek kültürel miras olmasından dolayı Drama Köprüsü şarkısı o bölgeye ait bir tarihi oluşturması yönünden oldukça önemlidir.
Türkiye Yunanistan mübadelesi öncesi Drama ili ve çevresi Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgeydi. Osmanlı nüfus sayım belgeleri mübadeleden önceki Drama nüfus sayımında bölge nüfusun yüzde seksenin Türk olduğundan bahsetmektedir.
Drama Türk halkının büyük bir bölümü tütüncülük yaptıklarından dolayı mübadelede yoğun olarak Türkiye'de de tütün yetiştirebilecekleri bölgelere yerleştirilmişlerdir. En büyük göçlerin Edirne, Bafra, Samsun, Alaçam, Manisa ve Gebze’ye olduğu bilinmektedir. Bir kısmı da göçe dâhil olmayıp komşu il olan İskeçe’ye akrabalarının veya tanıdıklarının yanına gitmişlerdir.
Drama Köprüsü ve Debreli Hasan Türküsü
Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin
Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin
Drama köprüsü Hasan dardır daracık
Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık
At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin
Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
At martinini de bre Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.
Köpekgiller
Köpekgiller (Canidae), etçiller (Carnivora) takımına ait bir familya.
Köpek, kurt, tilki ve çakal türleri köpekgiller ailesini oluştururlar. Köpekgiller dünyanın her kıtasında yaygındır. Eskiden Avustralya, Yeni Zelanda, Yeni Gine, Madagaskar ve Güney Kutbu'nda bulunmazlardı ama son binyıllar içerisinde insanların yardımıyla buralara da yerleşebilmişlerdir.
Ailenin büyük bir farkla en yaygın ve en tanınmış mensubu olan köpeğin ("Canis lupus familaris") insanların elinde geliştirilmiş 400 civarında birbirlerinden çok farklı görünümlere sahip ırkı bulunur. Bu yüzden ailenin en büyük ve en küçük mensupları köpek ırkları arasındadır. Ancak doğal köpekgil türlerinin arasında en küçükleri (40 cm + 25 cm kuyruk. 1,5 kg) uzun kulaklı çöl tilkisi ve en büyükleri (160 cm + 52 cm kuyruk. 80 kg) kurdun Alaska ve Kuzey Avrupa'da bulunan bir alt türüdür.
Köpekgillerin daima uzun ve yassı bir kafatası, genelde 42 dişleri vardır; sadece çalı köpeği, Asya yaban köpeği ve iri kulaklı tilkinin diğerlerinden farklı olarak 44 dişi olur. Diş ve çene yapıları koparmak ve çiğnemek için tasarlanmış gibidir. Her şey yiyici hayvanlardır, ama en çok et ile beslenmeyi severler.
Parmaklarının üzerinde yürürler. Ön ayaklarında 5 ve arka ayaklarında 4 parmakları bulunur. En önemli duyu organları burunlarıdır. Koku alma kabiliyetleri çok iyi gelişmiştir.
Köpekgillerin ilk atalarının 60 milyon yıl evvel Kuzey Amerika'da ortaya çıktığı düşünülür. Ancak bu ""Miacis"" cinsini oluşturan ilk ataları, uzun vücutlu, kısa bacaklı, kedilerde olduğu gibi tırnaklarını içeriye çekme yeteneğine sahip ve ayılar gibi ayak tabanlarına basarak yürüyen küçük hayvanlardı. Bu yüzden "Miacis" cinsinden aynı zamanda kedigiller, sırtlangiller, sansargiller, rakungiller, misk kedisigiller ve ayıgiller familyalarının da türemiş olduğu kabul edilir.
15 milyon yıl evvel bugünkü köpekgillere daha çok benzeyen bir cins ortaya çıkmıştır; "Tomarctus". Bu cinsin bacakları daha uzun, ayakları daha toplu, ağzı daha uzun ve beyni "Miacis" cinsinden çok daha büyük olduğu ve hatta yaşam şeklinin de bugünkü köpekgillere benzemiş olduğu tespit edilmiştir. Bütün köpekgillerin bu cinsten türediği kabul edilir.
"Canis" cinsinin en eski fosilleri 2 milyon yaşındadır ve Avrasya'da bulunmuştur.
Bazı kaynaklara göre Asya yaban köpeği de Türkiye'nin kuzeydoğusunda görülmüştür, ama bu haberler henüz emin olabilecek nitelikte değildir.
Ayrıca korsak tilkisi, rakun köpeği ve kum tilkisinin Türkiye'de bulunma ihtimalleri vardır ama bu fikirlerin herhangi bir kanıtı yoktur.
Köpeğe benzeyen türleri ve tilkiye benzeyen türleri köpekgiller ailesi içerisinde iki |
ayrı kol altında toplamak amacı ile Vulpini ve Canini adında iki oymağa ayrılırlar. Ancak buna rağmen Canini oymağında (asıl köpekler) tilkiye benzeyenler ve Vulpini oymağında da (asıl tilkiler) köpeklere benzeyenler bulunur.
McKenna ve Bell'e göre sınıflandırma ("Classification of mammals: Above the species level", 1997):
Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, bugünkü Kırgızistan'ın 1991'deki SSCB'nin dağılmasından önceki ismi. Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Çarlık rejiminin 1917 Bolşevik Devrimi ile yıkılmasından sonra kurulan Sovyetler Birliği'ne bağlı 15 cumhuriyetten biridir.
Bolşeviklerin Orta Asya'da güçlenmesiyle 1919'da Sovyet gücü bölgede kabul gördü ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti içinde Kara-Kırgız Özerk Bölgesi oluştu. Kara-Kırgız terimi 1920'lerin ortasında Ruslar onları aynı zamanda Kırgız olarak bakılan Kazaklardan ayırıncaya kadar kullanılmıştır. 5 Aralık 1936'da Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, tam bir Sovyetler Birliği cumhuriyeti olarak kabul görmüştür.
1920'ler boyunca Kırgızistan, kültür, eğitim ve sosyal yaşam açısından epeyce geliştirildi. Okur yazarlık büyük ölçüde gelişti ve standart bir edebi dil ortaya çıkarıldı. Ekonomik ve sosyal gelişme de dikkate değerdi.
Sovyet açıklık ve dürüstlük politikasının ilk yılları, Kırgızistan'da politik iklim üzerinde küçük bir etki yapmıştır. Bununla birlikte Cumhuriyet'in basın mensuplarına daha fazla liberal bakış edinmeleri ve Yazarlar Birliği'nce yeni bir yayın olan Literaturniy Kirghizstan'ı kurmaları için izin verilmişti. Gayriresmi politik gruplar yasaklanmıştı fakat 1989'da derin iskân krizi ile uğraşmak için ortaya çıkan birkaç grubun faaliyetlerine izin verilmişti.
1990 yılının Haziran ayında Özbekler ve Kırgızlar arasındaki etnik gerginlikler Özbeklerin olduğu Oş İli'ni kaplamıştı. Şiddetli karşılaşmalar birbirini izledi ve bir emniyet ve sokağa çıkma yasağı durumu hasıl oldu. 1990 yılının Ağustos ayına kadar düzen eski haline getirilemedi.
1990'ların başları Kırgızistan'a yeni değişimler getirdi. Kırgızistan Demokratik Hareketi, Parlamento'nun desteğiyle önemli bir politik güç haline geldi. Kırgız Bilim Akademisi'nin liberal başkanı Askar Akayev 1990 yılının Ekim ayında başkan seçildi. Takip eden Ocak ayında Akayev, yeni hükümet yapılarını öne sürdü ve çoğunlukla daha genç ve reforma yönelik politikacılardan oluşan yeni bir hükümet tayin etti.
1990 yılının Aralık ayında Yüksek Sovyet, cumhuriyetin adını Kırgızistan Cumhuriyeti olarak değiştirmek üzere oy verdi. 1991 yılının Şubat ayında başkent Frunze'nin adı devrim öncesi adı olan Bişkek olarak değiştirildi. Bağımsızlığa giden bu estetik hareketlere rağmen, ekonomik gerçeklikler Eski Sovyetler Birliği'nden ayrılmaya karşı durur gibi gözükmekteydi. 1991 yılının Mart ayındaki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yaptığı bir referandumda seçmenlerin % 95,98'si Sovyetler Birliği'nin yenilenmiş federasyon olarak tutulması teklifini uygun buldular (bkz. 1991 Sovyetler Birliği referandumu).
19 Ağustos 1991'de Olağanüstü Hal Komitesi, Moskova'da Gorbaçov'u devirme girişiminde bulundu. Ancak darbe girişiminin başarısızlığı ve Moskova'nın otoritesini yitirmesinin ardından Akayev ve İkinci Başkan German Kuznetsov Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden istifalarını açıkladılar ve tüm daire ve sekreterya istifa etti. Bunu 31 Ağustos 1991'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nden bağımsızlığı sağlayan Yüksek Sovyet oylaması takip etti.
Dijital
Da Vinci Şifresi
Da Vinci Şifresi ya da özgün adıyla "The Da Vinci Code", Dan Brown'un kaleme aldığı bir romandır.
Kitapta İsa ile ilgili tarihi sırlar ve Da Vinci'nin eserlerinde bu sırlarla ilgili ipuçları bıraktığına değinilir. Ayrıca Da Vinci'nin gizli bir tarikata üye olduğundan bahsetmektedir. Tüm bunlar kitapta bulmacalar ve kovalamacalarla ele alınmıştır. Dan Brown'un, sinemalarda da ilgi gören Da Vinci Şifresi bir cinayetle başlar. Cinayetin çözüm sürecinde ise İsa'nın evlenmiş ve soyunun yürümüş olduğu düşüncesi savunularak Hristiyan dünyasını karıştıran tez ortaya atılır. Kitabın sürprizlerinden biri de, Leonardo da Vinci'nin, S. Maria delle Grazie Manastırı için yaptığı Son Akşam Yemeği adlı freskte, İsa'nın yanında oturan kişinin Havari Yuhanna değil; Magdalalı Meryem (Maria Magdalena) olabileceği ve Mecdeli Meryem'in İsa'nın eşi olduğu iddiasıdır. İddiaya göre, Bizans İmparatoru Konstantin, İznik'te toplanan Birinci Konsül sırasında, pagan toplumları Hristiyanlıka çekebilmek ve çatışmayı önleyebilmek için İsa'yı Roma stili tanrılaştıran anlayışın desteklenmesini ve bazı gerçeklerin perdelenmesini sağlamıştır. İşte bu gerçeği ortaya koyacak belgeler, Sion Tarikatı tarafından korunmaktadır. Ayrıca, Hristiyanlık tarihinin en önemli simgelerinden biri olan 'Kutsal Kase', aslında bir dişiyi, Magdalalı Meryem'i simgelemektedir. Kitabın Hristiyan dünyasını karıştıran en tartışmalı özelliği ise, hikâyenin kurgusu içinde cinayetlerin, Papa 2. Jean Paul döneminde gücünü arttırdığı bilinen Opus Dei tarikatının üyelerine işletilmesidir.
Dindar Hristiyanlar Dan Brown'un kitabının İncil'in büyük bir örtbas operasyonundan ibaret olduğunu ileri sürmekte ve İncilin güvenilirliğinin sorgulandığını iddia etmektedir. Özellikle Dan Brown'ın İsa'nın ölmediğini, hatta dirilmediğini; aksine Galile Denizi'nin batısında, Tiberias ile Kefernaum yolunun üstünde küçük bir balıkçı kasabası olan Magdala'dan Magdalalı Meryem ile evlenip Sara adında bir çocukları olduğunu yazması Hristiyan dünyasının çok fazla tepkisini çekmiştir. Ayrıca kurgusal roman olduğu yazarı tarafından belirtildiği halde Da Vinci Şifresi'nin bazı Arap ülkelerindeki ilahiyat fakültelerinde okutulmaya başlanması da dikkat çekicidir.
Dan Brown ise eleştirilere ""Hristiyan tarihini değiştirip değiştirmediğimi bilmiyorum, ama sanıyorum ki Hristiyanları İncil, kutsal yazıların doğruluğu ve tarihi konusunda tartışmaya teşvik ettim."" şeklinde cevap vermiştir.
Da Vinci Şifresi İsa'nın kilisenin iddia ettiği gibi tanrısal bir kişi olmadığını anlatır. Ayrıca İsa'nın Mecdelli Meryem adlı bir kadınla evli olduğunu ve kendisi öldüğünde, soyunun o sıralarda hamile olan bu kadınla devam ettiğini iddia eder. Da Vinci Şifresi ile ilgili olarak kitap ve filmde geçen simgeler arasında, başta Kırmızı Gül olmak üzere, İştar yıldızı olan Beşgenyıldız (Pentagram), Haç, Hilal ve Piramit ve Ters Piramit şeklindeki simgeler bulunur. Özellikle bu simgeler arasından piramit Kutsal Kase adıyla kullanılır. Da Vinci Şifresi Kutsal Kase'den sözederek bunun Mecdelli Meryem'in rahmi olduğunu ve bunun bir kase şekliyle simgelendiğini iddia eder. Aynı şekilde bunun eril karşılığı olarak İsa'nın erkek olma özelliğinin de bıçak şekliyle simgelenmiş olduğunu iddia etmektedir. Bundan başka Da Vinci'nin Kayalıklar Bakiresi adlı tablosunun, bu şifreyle ilgili başka ipuçlarını verdiği de iddia edilir. Bu tablodaki kişilerden birinin Mecdelli Meryem olduğu söylenir.
Da Vinci Şifresi kitabı ve filminin gerçek anlamını bilmek için her şeyden önce kitap ve filmde hangi simgelerin kullanıldığına bakmak gereklidir. Bunlarda kullanılan bütün simgeler istisnasız bir şekilde putperest kökenlidirler. Bu simgeler gerçekte film ve kitapta iddia edilmiş olduğu gibi anlamlar taşımazlar. Bu simgelerin en başında gelen ve Kutsal Kase olarak adlandırılan şeyin hiçbir şekilde bir kadın rahmiyle ilgisi yoktur. Ayrıca İncil'de ne "Kutsal Kase" diye bir terim bulunur, ne de Mecdelli Meryem ile ilgili olarak film ve kitapta anlatılan iddiaları destekleyecek pasajlar vardır. Gerçi film ve kitap bunun nedeninin Konstantin'in yaptırdığı değiştirme olduğunu iddia etse de, bunların gerçek tarihsel kayıtlarla örtüşen kanıtsal bir yönü yoktur. Çünkü Roma İmparatoru Konstantin'in bunları yaptığının iddia edildiği MS 325 İznik Konseyi toplantısı ve sonrasına kadar, zaten birçok elyazması İnciller yazılarak o zamanki coğrafyalara dağılmış bulunuyordu. Da Vinci Şifresi, Konstantin'in sıradan bir insan olan İsa'nın Konstantin ile tanrılaştırıldığını iddia etmektedir. Bu iddia bu şekliyle kısmen doğrudur. Çünkü İznik Konseyi'nde (Ms 325) bir tartışma platformu oluşturarak, din adamlarına İsa'nın üçlük inancıyla ilgili olarak tanrılığını tartıştırmış ve en sonunda kendi kararıyla, tartışan taraflar arasından İsa'nın üçlemedeki birbirine eşit üç tanrıdan biri olduğu tezini savunanların lehinde karar vererek, üçlük inancının günümüze kadar yaygın bir inanç olmasında rol oynamıştır. Üçlük inancı ise gerçekte Hristiyanlık öncesi yüzlerce yıldır, Babil'den beri var olan bir inanç olmuştur. Aslında Konstantin, kendi zamanına kadar zulme uğrayan Hristiyanların, zamanla Hristiyanlığın bu türden putperest inançlarla karışarak, bu şekilde Hristiyanların artık zulüm görmelerine gerek kalmadığı bir din olmasında önemli bir rol oynamıştır. Çünkü Konstantin zamanında devlet dini haline gelen Hristiyanlık, bu tarihe kadar birçok Babil kökenli inançları, kutlamaları ve simgeleri Hristiyanlık adı altında kendisinde toplamış ve putperestliği Hristiyanlıkla harmanlamıştır. Bunun ilk baştaki nedeni, kendilerini Hristiyan olarak adlandıran putperestlerin eski inançlarını terketmemiş ve bunları Hristiyanlık adı altında sürdürmüş olmalarıdır. Da Vinci Şifresi film ve kitabı baştan sona bu putperest simgelerle doludurlar. Film ve kitapta geçen simgelerle ilgili gerçek anlamlar ise şu şekildedir:
Stoa
Stoa, Antik Yunanistan mimarisinde bir sokak ya da agoranın yanında yer alan, üstü kapalı, sütunlu galerilere verilen ad. Yönetim ve ticaret merkezleri olarak kullanılmakta olup halka açık yerlerdi.
Stoa aynı zamanda Kıbrıslı Zenon'un kurduğu Stoacılık adlı felsefeye de adını vermiştir. "Kemeraltı" anlamına gelen stoa felsefesi, kemer altında toplanan filozoflarca kurulmuştur. Temsilcilerinden biri de Cicero'dur.
Maliye
Maliye ya da Kamu Maliyesi (dünyadaki ismiyle Kamu Ekonomisi), devletin mali faaliyetlerini inceleyen ve bu faaliyetlerin neden ve sonuçlarını araştıran bilim dalıdır. K |
amu maliyesi, devletin gelirlerinin ve harcamalarının ekonomik faaliyetler üzerindeki etkilerini incelemektedir.
Maliye, kavramsal olarak finansla aynı anlamda olmasına rağmen, amaç ve uygulama yönünden kazandığı anlam itibarıyla farklı kullanılmaktadır. Maliye; İngilizcede "public finance", Fransızcada ise "finance publique" olarak kullanılmaktadır.
Maliye kelimesi ise dilimize Tanzimattan önceki yıllarda girmiştir. Kelimenin kökü ise "mal" teriminden kaynaklanmaktadır. 1837 yılında kurulan Umur-ı Maliye Nezareti(Maliye Bakanlığı) ile "maliye" kelimesi Türkçeye yerleşmiş ve yaygınlaşmıştır.
Maliye'nin bir bilim olarak ortaya çıkışı, insanlık tarihi açısından yeni sayılır. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa'daki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan "maliye", özellikle 1929 ekonomik buhranı ile önemi artarak ekonomi ve hukuku da içinde barındıran bir disiplin halini aldı. Klasik liberal politikalardaki piyasalara devlet müdahalesinin olmaması anlayışı -özellikle 1929 yılında yaşanan ekonomik buhranla birlikte- ekonomik sorunların maliye politikaları ile çözülmesi gerekliliği fikri nedeniyle etkinliğini yitirdi. Bu gelişmeler maliye biliminin önemini arttırdı.
Maliye'ye yönelik en ayrıntılı tanımlama Henry Carter Adams'a aittir. Bu tanıma göre, kamu maliyesinin mali mevzuat ve mali yönetim ilkeleri ile kamu gelir kaynaklarını ilgilendirdiğini, kamu harcamalarını, bütçeyi, mali kuruluşları, devlet mallarını, vergilemeyi ve devlet borçlanmasını kapsadığını ortaya koymaktadır.
Maliye, gelişim süreci içerisinde pek çok bilim adamı tarafından bağımsız bir disiplin olarak ele alınmış olmasına rağmen, Louis Trotabas gibi bazı bilim adamlarınca maliye kamu hukuku içerisinde ele alınmıştır.
Türklerin İslamiyet'e ilk geçişleri döneminde Müslüman ülkelerde devletin malî işlerini göre "Beyt-ül mal" bulunmaktaydı. Devletin görevlerini icra edbilmesi için gerekli olan gelirleri toplayan ve giderlerin yapılmasını sağlayan Beytülmal'ın gelir ve giderleri devlet yönetiminin başı tarafından kontrol edilmekteydi. Osmanlı Devleti döneminde devletin tüm malî işlemlerinin görüldüğü bir kuruma dönüşen malîye teşkilatı 1442 yılında ilk defa kuruluşundan bu yana kurumsal yapısı ile devlet kurumları arasında önemli bir yere oturmuştur. 1837 yılında ise Umur-ı Maliye Nezareti olarak ilk Maliye Bakanlığı kurulmuştur.
Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker
Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker (Arapça: الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر), "İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek" anlamına gelen bir Kur'an kökenli bir Arapça ifade. Kur'an'da çeşitli ayetlerde geçen bu ifade bugün bir deyiş gibi günlük yaşamda da kullanılmaktadır.
İslami bir anlamı olan ve İslam dininin kutsal kitabı Kur'an temeli bir ifade olan "emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i anil münker", insanlara iyiliği emretmek ve insanları kötülükten sakındırmak, men etmek anlamındadır. Buradaki "iyilik" ve "kötülük" kavramları birebir İslam ile bağlantılıdır yani ifadede kastedilen iyilik İslam'a göre iyi olan, kötülük ise İslam'a göre kötü olandır. İfadenin, anlamsal açıdan aynı veya benzer olarak geçtiği ayetlere örnek vermek gerekirse: Âl-i İmrân suresi/104. ayet (3/104), Tevbe Suresi/71. ve 112. ayet (9/71, 112), Hûd suresi/116. ayet (11/116)...
Aynı zamanda bu lâfız ve anlamı bir İslami itikad mezhebi olan Mu'tezile'nin ilkelerinden biridir.
Kamûs-ı Türkî
Kamûs-ı Türkî, Şemseddin Sami tarafından yazılıp, ilk baskısı 1901 tarihinde İkdam gazetesi tarafından yapılan Türkçe sözlük.
Kamûs-ı Türkî, adında "Türk" kelimesi geçen ilk Türkçeden Türkçeye sözlüktür. Şemseddin Sami, bu sözlükte Osmanlıca'da kullanılan, ancak konuşulan Türkçeye girmeyen Arapça ve Farsça sözcükleri ayıkladı, Türkçe kökenli sözcüklere ağırlık verdi. Ayrıca, Türkçeyi zenginleştirmek için dile tekrar kazandırılması gerektiğine inandığı doğu Türkçesi'ne ve Anadolu Türkçesi'ne özgü kelimelere yer verdi.
Sözlük, Şemseddin Sami tarafından iki yıl gibi kısa sayılabilecek bir sürede hazırlandı. Bazı kelimeler atlanmıştı ve hatalı tanımlar içeriyordu. Bu nedenle, yayımlanmasından sonra eleştiri topladı. "Mecmua-yı Edebîye" dergisinde sözlüğün elif harfinde atladığı kelime ve anlamları listeleyen "Kamûs-ı Türkî Hakkındahar Mütâleât" adlı imzasız bir makale çıktı. Veled Çelebi, Kamûs-ı Türkî'nin, Ahmed Vefik Paşa'nın hazırladığı Lehçe-i Osmanî sözlüğünden alındığını, hatta Şemseddin Sami'nin Ahmed Vefik Paşa'ya çok güvendiği için Lehçe-i Osmanî'deki hataları aynen kendi sözlüğüne aktardığını iddia etmiştir.
1985 yılında Tercüman gazetesi tarafından güncelleştirilerek "Temel Türkçe Sözlük" adıyla yeniden yayımlandı.2011 yılında da Osmanlı Türkçesini yeni öğrenenlere kolaylık sağlamak düşüncesiyle orijinal Osmanlı Türkçesi yazılışının yanına okunuşu ve açıklamaları Latin harflerine çevrilerek ve sonuna kelime fihristi eklenerek İdeal Kültür Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Muhakemetü'l-Lugateyn
Muhakemetü’l-Lugateyn (محاكمة اللغتين "Muḥākemetü’l-Luġateyn"; anlamı: "İki dilin yargılanması"), 15. yüzyıl edebî şahsiyetlerinden ünlü Ali Şir Nevaî tarafından Çağatay Türkçesi ile yazılmış bir eserdir.
Nevaî, edebî dil olarak Türk dilinin Farsçaya nazaran üstün olduğuna inanmış ve Aralık 1499'da tamamlanmış Muhakemetü’l-Lugateyn'de de iddiasını savunmuştur. Ünlü eserinde iki dilin karşılaştırmasını söz varlığından örneklerle yaparken Farsçaya üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştığı kendi dilini "Türkî", "Türkçe" şeklinde beyan etmiştir. Özellikle Türk dilinin hayvan isimleri ve fiil zenginliği yönünden Farsça'dan daha üstün olduğunu gösterir.
On beşinci yüzyılda Çağataycanın (Çağatay Türkçesinin) klasik bir yazı dili olarak kimlik kazanmasında Ali Şir Nevâyî'nin önemi bilinmektedir. Nevâyî öncesinde ve Nevâyî’nin çağında, Timurlular devletinde Türkçe yazan sanatçılar azdır. Nevâyî, Türkçeyi edebi dil olarak kullanmayan, Farsça yazan çağdaşlarına çatar. Çağdaşlarının Farsçanın karşısında edebî dil olarak Türkçeyi yetersiz görmelerini eleştirir; eğer emek verilirse Türkçenin de Farsça kadar, hatta daha fazla anlatım inceliklerine sahip olduğunun görüleceğini belirtir. Bu görüşlerini Muhakemetül-lugateyn'de görürüz.
Ali Şir Nevaî bu eserde yeryüzündeki başlıca dilleri Arapça, Hintçe, Türkçe (bugünkü algıyla Çağatayca) ve Farsça olarak sayar. Arapçanın en üstün ve Hintçenin en değersiz dil olduğunun bilinen bir gerçek olduğunu ifade ettikten sonra, geri kalan iki dil arasında hangisinin daha üstün olduğunu çeşitli delillere dayanarak münakaşa eder. Sonuç olarak Çağataycanın Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu ispat eder.
Nevaî, eserinde birçok defa Türkçe kelime haznesinin Farsçaya nazaran daha zengin,güzel ve esnek olduğunu düşündüğünü dile getirmektedir. Örnek olarak:
Eserin yazılmasının önemli bir sebebi, o dönemde Türk aydınları arasında Farsça kullanımı yönünde yaygın bir özenti olmasıdır. Şiir yazmaya müsait bir dil olması sebebiyle Farsça rağbette idi. Muhakemet'ül Lugateyn bu bakımdan gerçekten etkili olmuş ve Ali Şir Nevaî'den sonra Türk diline rağbet artmış, özellikle şiir büyük gelişme göstermiştir,
1. Alisher Navoiy, 'Muhokamatul-lugʻatayn', "Asarlar" (15 ciltlik), C.14, 1967.
2. Muhakemet'ül-Lugateyn ( )
Ferit Devellioğlu
Ferit Devellioğlu, (1906 - 1985) Türk dil bilgini, sözlük yazarı.
1906 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Kumkapı Fransız Okulu ve Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Bir dönem Fransız bankalarında tercüman olarak görev yaptı.
Devellioğlu, 1933 - 1974 yılları arasında ise Türk Dil Kurumu'nda Sözlük Kolu uzmanı olarak görev yaptı.
Ferit Devellioğlu, ünlü Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat adlı sözlüğün yazarıdır. İlk baskısı 1962`de yapılan sözlük Aydın Sami Güneyçal tarafından 1993`de yeniden düzenlenmiş ve genişletilmiştir. 60.000`den fazla sözcüğü kapsayan sözlük eski ve yeni harflerle Osmanlıca`da yeralan Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin anlamlarından oluşuyor. Sözlük 2010 yılında yine Aydın Sami Güneycal tarafından (Prof.Dr. Mustafa Çiçekler gözetiminde) ikinci kez yeniden gözden geçirilerek düzeltilmiş ve genişletilmiştir. Yeni madde başları, terkip ve deyimler eklenerek izahları yapılmıştır. Kitabın sonuna Arapça alfabetik dizin ilave edilmiştir. Tüm bu çalışmalar sonunda sözlük 535 sayfa daha genişleyerek 1730 sayfaya ulaşmıştır. İki renkli (Osmanlıcalar kırmızı, Türkçeler siyah) ve fihristli olarak basılmıştır.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat
Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat Ferit Devellioğlu tarafından yazılan ünlü ve kapsamlı sözlük. İlk baskısı 1962`de yapılan sözlük Aydın Sami Güneyçal tarafından 1993`de yeniden düzenlenmiş ve genişletilmiş. 60.000`den fazla sözcüğü kapsayan sözlük eski ve yeni harflerle Osmanlıca`da yeralan Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin anlamlarından oluşuyor.
Türk Mitolojisi (kitap)
Türk Mitolojisi: Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar, Bahaeddin Ögel tarafından kaleme alınmış Türk mitolojilerini ele alan iki citlik kapsamlı bir eserdir.
Bahaeddin Ögel
Mehmet Bahaeddin Ögel (d. 21 Nisan 1923, Elâzığ - ö. 7 Mart 1989), Ankara Üniversitesi Türk Tarih Profesörü.
21 Nisan 1923 yılında, Elazığ’ın Çarşı mahallesinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Elazığ ve Malatya'da tamamlamış, 1940-41 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü'ne kaydolmuştur.
Şemsettin Günaltay ve Afet İnan’ın okuttukları Orta Asya Türk Tarihini esas alarak bölümüne devam etmiş; Arkeoloji, Sinoloji ve Rusça derslerini de yardımcı branş alarak, 1944-45 yılında fakülteden mezun olmuştur. Mezuniyetinden sonra MEB’e başvurmuş, 30.06.1945’te Erzurum Lisesi Tarih-Coğrafya öğretmenliğine tayin edilmiş ve 31.10.1947 yılına kadar bu görevi sürdürmüştür. 1947 yılında çıkan bir kanundan faydalanarak
Wolfram Eberhard’ın yanında doktora çalışmasına başlamış; “Uygur Devletinin Kuruluşu” isimli tezini hazırlayarak 1948 yılında doktor unvanı almış, 1949 yılında G.T.T. kürsüsüne asistan olarak atanmıştır.
Bahaeddin Ögel, çıkan bir yasa sonucu bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere dört aylığına İran’a gönderilmiş, |
aynı yıl Alman Hükümeti’nin bursundan faydalanarak Almanya’ya gönderilmiştir. Almanya ve Türkiye’deki çalışmaları sonucu “Liao Devrinden Önceki Kitanlar” isimli doçentlik tezini hazırlamış ve 1957 yılında Eylemli Doçentliğe atanmıştır. “Alexandre Von Humbold Vakfı” bursundan faydalanarak 1959 yılında tekrar Almanya’ya gitmiştir. 1961 yılında Tayvan Hükümeti'nden Taipei’de ki “National Cheng-chi Üniversitesi”nde misafir öğretim üyeliği daveti almış, 1962-64 yılları arasında Tayvan'da görev yapmıştır. Sino-Turcica adlı eserini tez olarak sunmuş ve 1964 yılında Profesör unvanı almıştır.
42 yıllık akademik hayatını Ankara Üniversitesi'nde geçirmiş, bölüm başkanlığı yapmış; Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı, MGK, TRT, DPT, TİB, TTK gibi pek çok kuruluşta danışman, raportör, üye veya idareci olarak görev almış; pek çok araştırma enstitüsünde çeşitli unvanlarla faaliyet göstermiştir. Bahaeddin Ögel, Orta Asya Türk Tarihi ile ilgili Çin arşivlerine inerek araştırmalar yapan sayılı tarihçilerdendir. Özellikle Türk Kültür Tarihi alanında önemli çalışmalar hazırlamıştır. Alman ekol ve metotlarını Türk araştırmacılara tanıtmış ve Türk metotları ile kaynaştırarak özgün bir metot geliştirmiştir. Türk tarihinin bütünlüğü, Türklerin göçebeliği, Türk-Moğol meselesi gibi pek çok tarihsel mesele hakkında tezler ortaya atmıştır. Alanıyla ilgili 20 cilt kitap ve 120'den fazla makale yazmıştır. Almanya, İngiltere, İtalya, Danimarka, Macaristan, Avusturya, İran, Milliyetçi Çin(Tayvan), Moğolistan, SSCB(Türkmenistan,Tacikistan ve Azerbaycan) gibi ülkelerde ilmi çalışmalar yürütmüştür. Almanca, İngilizce, Çince, Farsça, Rusça ve Moğolcanın yanı sıra Çağdaş Türk Lehçeleri'ni de bilen Ögel, 7 Mart 1989 günü akciğer kanseri sebebiyle hayatını kaybetmiştir.
Yağ soğutucusu
Yağ soğutucusu ; çok düşük veya çok yüksek devirlerde uzun süre çalışan motorların yağlarını soğutmak için kullanılan yağ soğutucu radyatörlerdir. Motor yağları ısındıkça sürtünme katsayıları düşmekte buna paralel olarak da yağlama özelliklerini yitirmektedirler. Yağ soğutucuları bu olumsuzluğun önüne geçmek için kullanılmaktadır.
Technorati
Technorati, İnternetteki blogları tarayan bir arama motorudur. Nisan 2006 itibarıyla 34.5 milyon ağ güncesini taramaktadır.
Dave Sifry tarafından kurulan şirketin merkezi San Francisco'dadır. Tantek Çelik şirketin teknoloji müdürüdür.
Technorati SXSW 2006'da "Teknik Dalda En İyi Proje" ve "Şovun En İyisi" ödüllerine layık görülmüş, 2006 Webby Ödülleri için "En İyi Yaklaşım" ödülüne aday gösterilmiştir.
Plakalı ısı değiştiricisi
Plakalı ısı değiştiricisi veya eşanjörü, iki akışkan arasındaki ısıyı transfer etmek için, metal üzerinde değişik şekilde kıvrımlar bulunan plakalar kullanan bir ısı eşanjörü tipidir. Isı transferi için kıvrımlı plaka kullanımı, ısı transfer katsayısını arttırmakta ve "konvansiyonel boru gövde tipi eşanjörler"le kıyaslandığında 1/3 ile 1/4 oranları arasında ısı transfer yüzeyi ile aynı miktarda ısıyı transfer edebilmektedir.
Bir ısı eşanjörünün tasarımındaki genel düşünce, soğuk veya sıcak bir sıvıdan bir diğerine ısı transferi için borular veya diğer benzer kaplar kullanılmasıdır. Genelde, eşanjör bir sıvının diğeri içinde dolaşmasını sağlayan bobin şeklinde borular ve diğer sıvıyı içeren boruların içinde dolaştığı kapalı bölmeden oluşur. Boru duvarları genelde metalden yapılır, veya düşük özgül ısı kapasitesi olan başka bir maddeden (düşük özgül ısı kapasitesine sahip maddenin az enerji ile sıcaklığı çabuk bir şekilde artar), dış taraftaki kapalı bölme ise ısıyı eşanjörden dışarı vermeyecek plastik veya yüksek ısı kapasiteli başka bir malzemeden yapılır.
Plakalı ısı eşanjörü, bu basit dizaynın, ısı transfer hızını arttırmak için geliştirilmiş halidir. Kapalı bölme boyunca dolaşan boruların yerine iki bölme vardır. Genelde derinlikleri azdır. Her bir bölme, sıvının hacminin plaka ile temasına yardımcı olacak şekilde inceltilmiştir. Geniş yüzeye sahip metal bir plaka ile ayrılmıştır. Plaka, en hızlı transferin mümkün olmasına izin verecek şekilde büyük bir yüzey alanına sahip bir şekilde yapılmıştır.
Tantek Çelik
Türk-Amerikan asıllı bilgisayar uzmanı olan Tantek Çelik, San Fransico'da ikamet etmekte ve Technorati adlı şirkette teknoloji müdürü (Chief Technologist) olarak çalışmaktadır.
Daha çok Microsoft'ta geçirdiği 1997-2004 dönemindeki çalışmaları ile tanınır. 1998 ile 2003 yılları arasında Internet Explorer'ın 5. versiyonunu Macintosh üzerinde çalıştırmak için adı verilen bir uygulama arayüz motorunu geliştiren yazılım ekibini yönetmiştir.
Microsoft'ta çalıştığı yıllarda World Wide Web Consortium (W3C) temsilciliği de yapmıştır. Bu nedenle XHTML ve CSS2 & CSS3 gibi teknolojilerle birlikte adından çokça söz edilir. Yine bu dönemde web tasarımcıları için büyük sorun teşkil eden Internet Explorer box model bug meselesine çözüm olarak "box model hack" altyapısını geliştirmiştir.
Kariyerinde, Sun Microsystems, Oracle ve Apple da vardır.
Tantek Çelik Technorati'de görevi süresince şirketin kendi web sitesi dahil birçok alanda web standartlarının kullanımını özendirmektedir.
Drina Köprüsü
Orhan Aldıkaçtı
Orhan Aldıkaçtı, (d. 1924, Samsun - ö. 22 Mayıs 2006, İstanbul) Türk anayasa hukukçusu.
1924 yılında Samsun'da dünyaya gelen Orhan Aldıkaçtı, 1943'te Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesinde doktorasını yaptı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevinde bulundu. Ayni Universitede basta Anayasa Hukuku alani olmak uzere dersler vermistir.
Lahey Adalet Divanı Daimi Hakem Mahkemesi üyeliğine seçilen Aldıkaçtı, 12 Eylül Darbesi'nden sonra oluşturulan ve 1982 Anayasası'nı hazırlayan Danışma Meclisine İstanbul üyesi olarak seçilmiş ve Anayasa Komisyonu Başkanlığı yapmıştır.
22 Mayıs 2006 günü vefat etti.
Ne Me Quitte Pas
Ne Me Quitte Pas, Jacques Brel`in 1972 yılında yayımladığı bir pop müzik albüm. Albüme adını veren parça daha sonra Brel`in en popüler şarkısı olmuştur.
Mühendislik Yönetimi
Mühendislik Yönetimi, mühendislik ilkelerinin iş dünyasına ve örgütsel pratiklere uygulanmasıyla ilgili çok disiplinli bir alandır.
Mühendislik Yönetimi, mühendisliğin teknolojik problem çözme becerisini ve kompleks işletmeleri fikirden sonuca götürmek için yönetimin organizasyonel, yönetimsel ve planlama becerilerini bir araya getiren bir meslektir. Mühendislik yönetimi yüksek lisansı bazen mühendislik yönetimi alanında kariyer yapmak isteyen ve nitelik kazanmak isteyen profesyoneller tarafından İşletme Yönetimi Yüksek Lisansı (MBA) ile karşılaştırılır.
Mühendislik yönetimi Endüstri Mühendisliği / Sistem Mühendisliği teknik ve araçlarından faydalanır. Başarılı mühendislik yöneticileri olmak için genel olarak iş, yönetim ve mühendislikte eğitim ve tecrübe gerekir. Teknik olarak beceriksiz yöneticiler teknik ekiplerinin desteğinden mahrum olma, ticari olmayan yöneticiler ise piyasa ekonomisinde ticari sezgiden yoksun olma eğilimindedirler. Mühendislik yöneticileri büyük ölçüde girişimcilik ruhu olmayan mühendisleri yönetirler, bu nedenle mühendislik yöneticilerinin koçluk, rehberlik ve teknik uzmanları motive eden beceriye ihtiyaçları vardır. İmalat firmalarına katılan mühendislik uzmanları bir süre sonra kendiliğinden mühendislik yöneticileri haline gelirler. Yönetim becerilerini geliştirmede genellikle etkili olmayan bir yol olsa da, mühenslik yöneticileri göreve geldiklerinde nasıl yöneteceklerini öğrenirler.
1908 yılında işletme mühendisliği okulu olarak kurulan Stevens Intitute of Technology’nin mühendislik yönetimi bölümüne sahip olan en eski okul olduğuna inanılmaktadır. Bu bölüm daha sonra Bachelor of Engineering in Engineering Management (BEEM) olarak anıldı ve School of Systems and Enterprises’ın içine taşındı. İlk defa 1959 yılında teklif edilen mühendislik yönetimi lisans derecesini ABD’de Drexel University kurdu. 1967’de “Mühendislik Yönetimi” başlıklı ilk üniversite bölümü Missouri University of Science and Technology tarafından kuruldu.
ABD dışında, Almanya’da Mühendislik Yönetimi üzerine yoğunlaşan ilk bölüm 1927’de Berlin’de kuruldu. Türkiye’de İstanbul Teknik Üniversitesi 1982 yılında kurulan İşletme Mühendisliği bölümüne sahiptir ve İşletme Mühendisliği alanında lisans ve yüksek lisans programları sunmaktadır. University of Warwick’te (İngiltere) Mühendislik İş Yönetimi yüksek lisans programı sunan ve özel bir departman olan WMG (Warwick Manufacturing Group) 1980 yılında kurulmuştur.
Michigan Technological University, 2012 Sonbaharında İşletme ve Ekonomi Fakültesi'nde Mühendislik Yönetimi programına başladı.
Kanada’da, Memorial University of Newfoundland Mühendislik Yönetimi Yüksek Lisans programına başlamıştır.
Danimarka’da, Technical University of Denmak Mühendislik Yönetimi Yüksek Lisans Programını İngilizce olarak başlatmıştır
Pakistan’da, University of Engineering and Technology (UET), Taxilla, University of Engineering and Technology (UET), Lahore ve National University of Science and Technology (NUST) Mühendislik Yönetimi alanında hem yüksek lisans hem de doktora programları sunmaktadır. NED University of Engineering and Technology, Karachi ve Ghulam Ishaq Khan Institute of Engineering Sciences and Technology ise Mühendislik Yönetimi alanında yüksek lisans programları sunmaktadır. Bu programın bir benzeri de Kalite Yönetimi içindedir. COMSATS (CIIT), örgün / uzaktan eğitim öğrencisi olarak Yerel ve Yurtdışı Pakistanlılarına Proje Yönetimi Yüksek Lisans programı sunmaktadır.
İtalya’da, Politecnico di Milano Mühendislik Yönetimi programları sunmaktadır..
Operasyon Yönetimi, üretim sürecinin tasarlanması ve kontrol edilmesi ve malların veya hizmetlerin üretiminde işletme operasyonlarının yeniden tasarlanması ile ilgilidir. Yöneylem araştırması, karmaşık operasyonların kantitatif modellerini ele alır ve bu modelleri, herhangi bir endüstri sektöründe veya kamu hizmetlerinde karar vermeyi desteklemek için kullanır. Tedarik zinciri yönetimi, başlangıç noktasından tüketim noktasına kadar mall |
arın, hizmetlerin ve ilgili bilgilerin akışını planlama, uygulama ve yönetme sürecidir.
Bilişim teknolojileri konusu, teknolojinin etkin karar vermeyi desteklemek için nasıl tasarlandığı ve yönetildiği üzerine odaklanır. Yazılım tasarım ve geliştirme, veri madenciliği ve telekomünikasyon teknik uygulamaları yanı sıra, bilgi teknolojilerinin kullanımı ile ilgili örgütsel ve sosyal konularda irdelenir. Mühendislik yönetimi sistemlerini destekleyen temel Bilişim Teknolojileri Bilgisayar Destekli Mühendislik (Computer Aided Engineering - CAE), Bilgisayar Destekli Tasarım (Computer Aided Design -CAD), Bbilgisayar Destekli Üüretim (Computer Aided Manufacturing - CAM) ve Bilgi Tabanlı Mühendislik (Knowledge Based Engineering - KBE) konularını içerir.
Karar mühendisliği, kendi başına mühendislik eseri olarak gördüğü bir kararın oluşturulmasında mühendislik ilkelerini kullanmayı amaçlamaktadır. Bu bakış açısına göre, bir kararın oluşturulması, hedefleri kabul etmek, ayrıntılı bir tanımlama geliştirmek ve daha sonra, karar ortamının önemli neden sonuç unsurlarını yakalayan, tüm sistem yerine belirli bir karara odaklanan (aksi halde çok zor olabilir) karar modeli geliştirmeyi (sistem düşüncesi yaklaşımı ile) içerir. Diğer mühendislik eserlerinde olduğu gibi, bir karar modeli Kalite Güvencesi incelemesine tabi olabilir ve belgelendiği sürece zamanla süreç gelişime bağlı olarak iyileştirilebilir. Karar mühendislik modelleri, kararı destekleyen veriler için yukarıda açıklanan bilişim teknolojilerinden yola çıkmaktadır; ancak, sadece destekleyen bilgilerin yanında kararı da modellediğinden Bilişim Teknolojilerinden ayrılmaktadır.
Teknoloji Yönetimi (Management of Technology) konusu, muhasebe, finans, ekonomi, örgütsel davranış ve örgüt tasarımı konularında yönetim konularının temelini oluşturur. Bu konudaki dersler inovasyon ve teknolojik değişimi yönetmekle ilgili operasyonel ve organizasyonel meseleler ile ilgilenir.
Yeni ürün geliştirme (New Product Development - NPD), piyasaya yeni bir ürün getirme sürecinin tümüdür. Ürün mühendisliği, üretim imalat prosesi yoluyla satış için üretilecek bir cihaz, montaj veya sistemi tasarlama ve geliştirme süreci anlamına gelir. Ürün mühendisliği genellikle maliyet, üretilebilirlik, kalite, performans, güvenilirlik, kullanılabilirlik, kullanım ömrü ve kullanıcı özellikleri konularında faaliyet gösterir. İmalat için tasarım üretimi kolay bir şekilde tasarlayan genel mühendislik sanatıdır.
Sistem mühendisliği, karmaşık sistemlerin yaşam döngüsü boyunca nasıl tasarlanacağı ve yönetileceği üzerine yoğunlaşan, disiplinlerarası bir mühendislik ve mühendislik yönetimi alanıdır.
Mühendislik Yönetimi programları genelde muhasebe, ekonomi, finans, proje yönetimi, sistem mühendisliği, matematiksel modelleme ve optimizasyon, yönetim bilgi sistemleri, kalite kontrol ve altı sigma, yöneylem araştırmaları, insan kaynakları yönetimi, endüstriyel psikoloji, emniyet ve sağlık konularındaki talimatlarını içerir.
Temel gereksinimi bir mühendislik derecesi (veya diğer bilgisayar bilimleri, matematik veya fen derecesi) ve işletme derecesi olsa da Mühendislik yönetimine girmek için birçok seçenek vardır.
Lisans Dereceleri
American Society for Engineering Education (ASEE) PRISM Magazine (Mart 2008)’e göre en büyük Mühendislik Yönetimi yüksek lisans programları (2005-2006 yıllarında yapılan puanlamaya göre) aşağıdaki tabloda sunulmuştur.
Çoğu mühendislik yönetimi programı lisansüstü çalışmalar için hazırlanmış olmasına rağmen, lisans düzeyinde mühendislik yönetimi eğitimi veren birkaç seçkin kurum bulunmaktadır. ASEM (American Society for Engineering Management) tarafından akredite edilen veya tanınanlardan bazıları şunlardır: West Point (United States Military Academy), Norwich University, New York Institute of Technology, Stevens Institute of Technology, Illinois Institute of Technology, Rensselaer Polytechnic Institute, George Washington University, Arizona State University, Missouri University of Science and Technology. Bu programların okullarından mezun olanlar ilk yıllarında yaklaşık olarak 65.000 dolar talep ediyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri dışında İstanbul teknik Üniversitesi İşletme Mühendisliği Fakültesi en iyi öğrencilere hitap eden elit bir işletme mühendisliği lisans programı sunuyor.The University of Waterloo işletme mühendisliği bünyesinde Kanada’da ilk olan 4 yıllık bir lisans programı sunmaktadır. Peru’da Pacifico University 5 yıllık bir lisans programı sunmaktadır.
Lisansüstü Dereceleri
Birçok üniversite Mühendislik Yönetimi yüksek lisans programları sunmaktadır. Missouri S&T 1984’te Mühendislik Yönetimin dalında ilk doktora programını sunmaya hak kazanmıştır. Mumbai’de bulunan The National Institute of Industrial Engineering 1973’ten bu yana Endüstri Mühendisliği yüksek lisans dereceleri ve 2008’den bu yana da Doktora derecelerinde eğitim vermeye layık görülmüştür. Massachusetts Institute of Technology Sistem Tasarımı ve Yönetimi alanında yüksek lisans programı sunmaktadır.
University of Kansas’ın mühendislik yönetimi programı öğrencileri 100’ün üzerinde işletme, üretim, devlet ya da danışmanlık firmaları tarafından istihdam edilmektedirler. Programda aktif olarak kayıtlı 200'den fazla öğrenci ve yaklaşık olarak 500 mezun öğrencisi vardır.
İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Mühendisliği Fakültesi Mühendislik Yönetimi dalında yüksek lisans ve doktora programları sunmaktadır.
1908 yılında işletme mühendisliği okulu olarak kurulan Stevens Intitute of Technology’nin mühendislik yönetimi bölümüne sahip olan en eski okul olduğuna inanılmaktadır. Bu bölüm daha sonra Bachelor of Engineering in Engineering Management (BEEM) olarak anıldı ve School of Systems and Enterprises’ın içine taşındı. İlk defa 1959 yılında teklif edilen mühendislik yönetimi lisans derecesini ABD’de Drexel University kurdu. 1967’de “Mühendislik Yönetimi” başlıklı ilk üniversite bölümü Missouri University of Science and Technology tarafından kuruldu.
Mühendislik firmaları genellikle küçük ortaklıklar olduğundan, kurum içi yönetimi başaramazlar, bu nedenle mühendislik yönetimi danışmanlığına ihtiyaç duyarlar. Bu danışmanlık mühendislik konularınına ait yönetim danışmanlığı önerilerini içermektedir. A T Kearney, Boston Consulting Group ve McKinsey'in geleneksel odak noktasından faklı olarak, bilim ve mühendislik, sanat ve bilim içeren bütüncül bir yaklaşım gerektirir. Hukuk, muhasebe, insan kaynakları, pazarlama, siyaset, ekonomi, finans, kamu işleri ve iletişim gibi birçok mühendislik yönetimi danışmanlığı dalı bulunmaktadır. Genel olarak mühendislik yönetimi danışmanları, firmaların özel teknik bilgiye gereksinim duymaları ve kendilerine ait bilgilerin gizli tutulması gerektiğinde firmaların örgütsel bilgilerini artırmak amacıyla kullanılırlar. Birçok firma geleneksel yönetim danışmanlığı firmalarını kullanmayı tercih etse de, bu firmalar çoğu profesyonel mühendisleri ve diğer teknik çalışanları barındırmak için geleneksel teorileri uyarlayan bilgi birikiminden yoksundur.
Mühendislik firmaları genellikle küçük ortaklıklar olduğundan, kurum içi yönetimi başaramazlar, bu nedenle mühendislik yönetimi danışmanlığına ihtiyaç duyarlar. Bu danışmanlık mühendislik konularınına ait yönetim danışmanlığı önerilerini içermektedir. A T Kearney, Boston Consulting Group ve McKinsey'in geleneksel odak noktasından faklı olarak, bilim ve mühendislik, sanat ve bilim içeren bütüncül bir yaklaşım gerektirir. Hukuk, muhasebe, insan kaynakları, pazarlama, siyaset, ekonomi, finans, kamu işleri ve iletişim gibi birçok mühendislik yönetimi danışmanlığı dalı bulunmaktadır. Genel olarak mühendislik yönetimi danışmanları, firmaların özel teknik bilgiye gereksinim duymaları ve kendilerine ait bilgilerin gizli tutulması gerektiğinde firmaların örgütsel bilgilerini artırmak amacıyla kullanılırlar. Birçok firma geleneksel yönetim danışmanlığı firmalarını kullanmayı tercih etse de, bu firmalar çoğu profesyonel mühendisleri ve diğer teknik çalışanları barındırmak için geleneksel teorileri uyarlayan bilgi birikiminden yoksundur.
Mühendislik yönetimi alanına ayrılmış çok sayıda dernek ve kuruluş vardır. Bu dersneklerden en büyüklerinden bir tanesi IEEE bünyesinde bulunan ve düzenli olarak dergi yayımlayan Technology and Engineering Management Society (TEMS)’dir. Sahadaki bir diğer önde gelen meslek kuruluşu, 1979 yılında 20 kişilik bir mühendislik yöneticisi grubu tarafından kurulan American Society for Engineering Management (ASEM)'dir. ASEM şu anda mühendislik yöneticilerini sertifikasyon sınavları vasıtasıyla Associate Engineering Manager (AEM) veya Professional Engineering Manager (PEM) olarak iki seviyeye ayırıyor. The Master of Engineering Management Programs Consortium mühendislik yönetimi yüksek lisansının değerini ve görünürlüğünü artırmak için kurulmuş önde gelen üniversitelerden oluşan yeni bir konsorsiyumdur. Ayrıca, mühendislik yönetimi üniversite programları, ABET(Accreditation Board for Engineering and Technology), ATMAE (The Association of Technology, Management, and Applied Engineering) veya ASEM (American Society for Engineering Management) tarafından akredite olma imkânına sahiptir. Engineering Institute of Canada (EIC)’nın kurucu topluluğu olan Canadian Society for Engineering Management (CSEM), Kanada'nın bilinen en eski mühendislik topluluğudur.
Mühendislik yönetimi danışmanlığının kullanılabileceği örnekler arasında şunlar sayılabilir; yeni ürün geliştirme süreci ya da bir montaj iş istasyonu tasarımı, çeşitli operasyonel lojistik için strateji oluşturma, bir verimlilik uzmanı olarak danışmanlık yapma, bir banka için yeni bir finansal algoritma ya da kredi sistemi geliştirme, operasyon ve acil durum alanının düzene sokulması, ürün ve malzemeler için karmaşık dağıtım şemalarını planlamak (Tedarik Zinciri Yönetimi) ve bir banka, hastane veya bir tema parkında hatları (veya kuyrukları) kısaltma. Yönetim mühendisliği danışmanları, genellikle, sistem analizi, değerlendirilmesi ve optimizasyonu için kapsamlı ma |
tematiksel araçlar, modelleme ve hesaplama yöntemleri ile birlikte system simülasyonunu (özellikle ayrık olay simülasyonu) kullanmaktadır.
Mühendislik yönetimi alanında birçok topluluk ve organizasyon vardır. En büyük topluluklardan birisi IEEE'nin bir bölümü olan ve düzenli olarak ticaret dergisi yayınlayan Mühendislik Yönetimi Topluluğu'dur. Sahadaki bir diğer önde gelen meslek kuruluşu, 1979 yılında endüstriden gelen 20 mühendislik yöneticisi tarafından kurulan Amerikan Mühendislik Yönetimi Topluluğu (ASEM) 'dir. ASEM şu anda İkinci Derece Mühendislik Yöneticisi (AEM) ve Profesyonel Mühendislik Yöneticisi (PEM) sertifikasyon sınavı vasıtasıyla mühendislik yöneticilerini (iki seviye) sertifikalandırıyor. Mühendislik Yönetimi Yüksek Lisans Programı Konsorsiyumu, Mühendislik Yönetimi Yüksek Lisansı'nın değerini ve görünürlüğünü artırmak için kurulmuş önde gelen üniversitelerden oluşan yeni bir konsorsiyumdur. Ayrıca, mühendislik yönetimi üniversite programları, ABET, ATMAE veya ASEM tarafından akredite olma imkanına sahiptir. Kanada'da, Kanada Mühendislik Yönetimi Topluluğu (CSEM), Kanada'nın bilinen en eski mühendislik topluluğu olan Kanada Mühendislik Enstitüsü'nün (EIC) kurucu bir topluluğudur.
İşletme Mühendisliğiİşletme Yönetimi Yüksek Lisansı
Paradigma değişimi
Paradigma, kısaca herhangi bir alanda yerleşik yazılı ve yazılı olmayan tüm kurallar ve uygulamaların bütününe verilen bir isimdir. Paradigma bir başka deyişle bir modelin, bir bakış açısının, kavrayış ve anlayışın adıdır. Bir paradigma, uzun süren deneyimler ve başarısı kanıtlanmış süreçleri içerisinde barındırabilir. Bu, söz konusu paradigmanın her zaman başarılı olacağı anlamına gelmez. Yeni bir paradigma eskisini geçersiz kılacak şekilde tüm kalıpları yıkarak kendi kurallarını koyduğunda artık eskisi için başarılı olabilecek bir zemin kalmamıştır.
Paradigma değişimi ve felcine ait pek çok yerde verilen klasik örnek "Swiss" firmasıdır. Bilindiği gibi dünya saat pazarının en büyüğünü tek başına elinde tutan bu firma dijital saati kendisi dünyaya tanıtmasına rağmen çalışırken tıklama sesi duyulmayan bu saatleri barındıran yeni paradigmayı kavrayamadığından veya klasik deyimle paradigma felcine (paradigm paralysis) yakalandığından 1-2 sene içerisinde eski pazar payının tümüne yakınını Japon elektronik saat firmalarına kaptırmıştır.
Paradigma felcine ait diğer örnek olarak IBM firması verilmektedir. Raflarından indirdiği ucuz ve standart (Off-shelf) ürünlerle son kullanıcılar için ilk PC’yi oluşturan IBM, donanım ve yazılım alanında eski paradigmasında takıldığı için yeni paradigmalarla ortaya çıkan bazı firmalar, örneğin PC donanım satışında "Dell" ve yazılımda (işletim sistemi ekseninde) "Microsoft" kendi ürettikleri paradigmalarla PC geliştirici bu firmayı geride bırakmışlardır.
Burada T. Kuhn'dan bahsetmeden geçmek doğru olmaz, o 'Bilimsel Devrimlerin Yapısı' isimli eserinde Paradigma kavramına ve Paradigma değişine de yer vermekte ve paradigma değişiminin bilimsel krizlerden -ki buna bunalım adını verir- doğduğunu söylemektedir. "Paradigma, egemen olduğu “olağan bilim” dönemi boyunca araştırmayı yönetir ve bilim insanları topluluğunun yöntemlerini, araştırma alanlarını ve çözüm ölçütlerini biçimlendirir. Ancak sorun çözme aracılığıyla verili paradigmanın saflaştırılması, keskinleştirilmesi ve geliştirilmesi sırasında karşılaşılan “aykırılık”ların (“anomali” lerin) gitgide birikmesi bilim insanları topluluğunu ister istemez “olağandışı bilim” evresine, “bunalım” durumuna sürükler. Olağandışı bilim döneminde egemen paradigmanın ve rakiplerinin temel ilkeleri tartışmaya açılarak, sorun çözme işlemi yeni bir paradigma egemenliğini kurana dek askıya alınır. Eğer olağandışı bilim evresinde yürütülen bu tartışma bilimsel topluluk tarafından kabul edilen yeni bir paradigma ortaya koyarsa, bu yeni paradigma yeni bir olağan bilim dönemine yol açacağından ötürü bilimsel bir devrim gerçekleşmiş olur." [Bilimsel Devrimlerin Yapısı, sayfa 79.] İşte bu bilimsel devrimlerde paradigma değişimini gerekli hale getirir.
Ragnarok Online
Ragnarok online, ismi İskandinav Mitolojisinde "Son gün" anlamına gelen Ragnarok'tan gelen bir FRP oyunudur. Oyunu dışında Japonya'da 26 bölümden oluşan Anime serisi çıkmıştır.
Oyunun 15 farklı sunucusu vardır.
Karakterin özelliklerini belirtecek statlar vardır. Bunlar:
HP(Hit Point) ve SP(Spell Point) olarak karakterinizin 2 sağlığı vardır. HP dayanıklılığı, SP ise büyü yapabilmeyi ifade eder. HP ve SP miktarınızı sol üstte bulunan Temel Bilgi penceresinden ya da karakterinizin altında gözüken 2 çubuktan görebilirsiniz (HP için yeşil, SP için mavi çubuk).
Oyuna başladığınızda Novice (Çaylak) olarak başlarsınız. 10 meslek seviyesi boyunca, oyun içinde temel yapacağınız pasif yetenekleri alırsınız. 10 seviyenin sonunda, mesleğinize karar verirsiniz. Oyunda 6 temel meslek vardır. Bunlar: Archer, Acolyte, Merchant, Mage, Swordman ve Thief. Herhangi birini seçip meslek seviyesi 40 ya da üzeri olduğunuzda 2. mesleklere geçiş yapabilirsiniz. Seçtiğiniz mesleğe göre dallara ayrılırsınız:
Seviye 99 olunca, gelişmiş mesleklere geçebilirsiniz. Gelişmiş meslekler normal mesleklerin kendi yetenekleri dışında daha güçlü yeteneklere sahiptirler ve HP/SP'leri %30 daha fazladır.
Moodle
Moodle, özgür ve açık kaynak kodlu bir uzaktan eğitim sistemidir. Açılımı, Modular-Object-Oriented-Dynamic-Learning-Environment yani Esnek Nesne Yönelimli Dinamik Öğrenme Ortamı olarak çevrilebilir.
Yazılım, MySQL ve PostgreSQL veritabanı sistemleri altında ve PHP dilini destekleyen herhangi bir ortamda (Linux, Windows, Mac OS X vs.) çalışmaktadır.
Moodle, bir uzaktan eğitim sitesinde ihtiyaç duyulabilecek etkinliklerin çoğunu fazlasıyla yerine getirebilecek özelliklere sahip bir çevrimiçi kurs yönetim sistemidir. Moodle, herkes tarafından (öğretmen, öğrenci) kolay şekilde kullanılabilmektedir.
Sanal sınıf
Sanal sınıflar, uzaktan eğitim sisteminde oluşturulan sınıf ya da gruplar. Sanal sınıfları oluşturmak için gerekli teknolojik altyapı bir uzaktan eğitim sisteminden diğerine değişiklik arzetse de benzer pek çok yönlere sahiptir. Sanal sınıflara ilişkin pek çok uygulama mevcuttur.
Pek çok uygulamada, aynı kurs içinde farklı gruplar oluşturulmakta ve her farklı gruba fiziksel olarak sınıfta veya internet üzerinden farklı parolalar verilmektedir. Kendisine verilen parolayı kullanan öğrenci otomatik olarak önceden oluşturulan belli sanal gruba atanmaktadır.
Konuya ilişkin bir örnek uygulamada Moodle açık kaynak kodlu uzaktan eğitim sistemi kullanılmaktadır. Bu uygulama mühendislik yönetimi dersinde gerçekleştirilmiştir. Kurs herkes tarafından erişilebilmektedir. İlgili kursa kendinizi "observers" anahtarıyla kaydettiğinizde sizi ayrı bir gruba atamaktadır. Senkron fiziksel sınıflardaki gruplar ise ayrı gruplarda yer almaktadır.
Uygulamada tüm sanal sınıflar birbirlerini forumlarda görebilir ve tartışabilirler. Sistem, bu sanal sınıfların biribirinden tamamen izole edilmesine de izin vermektedir.
Bilgi yarışmaları şeklinde düzenlenen ikinci uygulamada ise sanal gruplar şehirlerden oluşmaktadır. Kayıt anahtarı olarak il adı verilmektedir. Kayıt anahtarına göre kullanıcı şehrine ait sanal gruba otomatik dahil edilmektedir. Bu uygulamada bazı forumlarda kullanıcılar sadece kendi şehrindekileri görmekte bazılarında ise tüm sanal gruplar etkinliklerde birbirlerini görmektedirler.
Farklı bir uygulamada Anadolu Üniversitesinde 2004 yılından itibaren Breeze ve sonra da Adobe Connect yazılımları üzerinden WebCT ve Blackboard öğrenme yönetim sistemleriyle bütünleşik sanal sınıf uygulamaları kullanılmaktadır. Sakarya Üniversitesi de 2008 yılından bu yana Türkiye'de geliştirilen Perculus Sanal Sınıf yazılımını ve açık kaynak kodlu AkademikLMS uzaktan eğitim platformunu kullanarak uzaktan eğitim ve sanal sınıf uygulamaktadır.
Egsis Uzaktan Eğitim Sistemleri - Sanal Sınıf Uygulamaları
İstanbul Kültür Sanat Vakfı
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (kısaca İKSV), Nejat Eczacıbaşı önderliğinde kurulmuş kâr amacı gütmeyen ve kamu yararına çalışan bir kültür kurumudur. Vakfın temel amaçları İstanbul'u dünya kültür-sanat başkentleri arasında ön sıralara taşımak, kültür ve sanat yoluyla ulusal ve evrensel, geleneksel ve çağdaş değerler arasında sürekli ve kalıcı bir etkileşim sağlamak ve kültür politikalarının oluşturulmasında etkin rol oynamaktır.
Bu amaçlar doğrultusunda her biri uluslararası nitelikteki İstanbul Müzik, Film, Tiyatro ve Caz Festivalleri, İstanbul Bienali, İstanbul Tasarım Bienali, Leyla Gencer Şan Yarışması ve Filmekimi’nin yanı sıra yıl boyunca özel etkinlikler düzenleyen vakıf, Nejat Eczacıbaşı Binası’nda yer alan Salon ile etkinliklere ev sahipliği de yapar.
Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nun organizasyonunu ve Fransa’daki Cité International des Arts sanatçı atölyesindeki bir misafir sanatçı programının koordinasyonunu da üstlenen İKSV ayrıca kültür politikalarının geliştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla araştırmalar yürütüyor ve raporlar hazırlıyor.
Vakıf ayrıca festivallerinde sunduğu ödüller, verdiği eser siparişleri ve yer aldığı yerel ve uluslararası ortak yapımların yanı sıra her yıl klasik müzik alanında çalışan bir gence sunduğu Aydın Gün Teşvik Ödülü ve yine her yıl üstün başarılı bir edebiyat çevirisinin çevirmenine sunduğu Talât Sait Halman Çeviri Ödülü ile güncel kültür-sanat üretimini desteklemek yolundaki çalışmalarını da sürdürüyor.
* Her yıl düzenlenmektedir** İki yılda bir düzenlenmektedir
Seyir
Seyir, yolbul, seyrüsefer ya da navigasyon, bir noktadan başka bir noktaya gitmek için en elverişli yolu tayin etme ve planlanan rota üzerinde yolculuğu gerçekleştirme. Genellikle bir denizcilik terimi olarak kullanılsa da, iki nokta arasındaki yolun önceden belirlenmiş olmadığı kara ve hava yolculuklarında da seyir yapılır. Denizcilikte "seyir", havacılıkta ise "seyrüsefer" terimi daha yaygın kullanılır. "Yön bulma" terimi, seyir işinin önemli bir kısmını oluşturan, yakından bağlantılı bir te |
rimdir.
Yeşil anarşizm
Yeşil Anarşizm, özellikle doğa ile insan arasındaki ilişki üzerine odaklanan anarşist ekol. Bu hareketin temel sorunu, endüstri öncesi toplumu, hatta bazen tarım öncesi toplumu yeniden canlandırmaktır. İnsanları doğal yaşama yabancılaştıran teknoloji ve ilerleme düşüncesiyle ifade edilen endüstri toplumu, bu ekolün eleştirilerinde önemli yer tutar. Felsefesinde Ludditelerin politik eylemlerinin ve Jean-Jacques Rousseau’nun yazılarının etkileri görülür. Fakat bunlardan daha fazla, primitivizm ortaya çıktığında, Frankfurt Okulu’nun Marksistleri Theodor W. Adorno ve Herbert Marcuse’ün düşünceleri ile Marshall Sahlins, Richard Lee, Lewis Mumford Jean Baudrillard ve Gary Snyder gibi antropologların düşünceleri ekolün şekillenmesinde önemli yer tutmuştur.
Kendilerini primitivist olarak adlandıran bazı yeşil anarşistler, doğal yaşama tam bir dönüş ve göçebe avcı-toplayıcı hayat tarzını savunurken, birçok yeşil anarşist ise gündemine sadece endüstri toplumunun ortadan kaldırılmasını alır, evcilleştirmeye veya tarım etkinliğine karşı kesin bir karşı duruş sergilemezler. İlk kategoride teorisyenlere, Derrick Jense ve John Zerzan örnek gösterilebilir. Birçok yeşil anarşist devrim sonrası gelecek ile bağlantılı bu sorunları bir kenara bırakıp, bugünün dünyasının karşı karşıya olduğu sorunlara ve toplumsal devrim konusuna odaklanmıştır.
Günümüzde birçok anarşist yeşil anarşizmin en yetkin şekli olarak, Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesini izlemektedir. Bu akım (aydınlatma endüstrisi, tarım ve sürdürülebilir şehircilikle birlikte) gelişmiş ekolojik toplum düşüncesine ve sınıf çatışmasına dayalı anarşizm olarak ifade edilebilir.
Yeşil anarşinin odak noktası ilk başlarda insanın doğa üstüne kurduğu egemenliğin sorgulanması (yani özetle ilkelcilik ve çevre hareketleri) iken zamanla (özellikle ikinci dünya savaşı sonrası fabrika çiftçiliği ve endüstriyel hayvan deneylerinin sayısındaki büyük artışla) hayvan sömürüsüne yönelik farkındalık da artmıştır. Hayvan eziyetini insan sağlığı, giysisi veya gıdası gerekçeleriyle haklılaştırmak isteyen çoğunluğa karşı yeşil anarşistler, çözümü insanmerkezcilik ideolojisinin ve kapitalizmle birlikte sürdürülen bilimsel/teknolojik ilerlemenin durdurulmasını talep eder. Bugün yeşil anarşinin içerisinde hayvan özgürlüğü hareketi veya diğer adıyla türcülük karşıtı hareket önemli bir yer tutar; tüm yeşil anarşistler tarafından fiilen uygulanmamakla beraber (her biri vejetaryen veya vegan olmamakla beraber, her biri aktif hayvan hakları mücadelesi vermemekle beraber), hayvanların insan tahakkümünden kurtarılması ve vahşi -özgür- yaşamlarına geri döndürülmesi yeşil anarşistler arasında mutabakat noktalarından birisidir. Anarşist hareketlerin günümüzde en diri olduğu ülkelerden biri olan Almanya'da yeşil anarşinin bayrağı (kara-yeşil) ile türcülük karşıtı hareketin bayrağı eştir. Ayrıca dünyadaki birçok yeşil anarşistin, faaliyet gösterdikleri kafe, işgal evi veya sosyal merkezlerde bedava dağıttığı yemeklerin (Almanca adı: Vokü) vejetaryen veya vegan pişirilmesi oldukça yaygın bir uygulamadır.
Benelüks
Benelüks, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'un coğrafî olarak birlikteliğini anlatan, politik ve resmi bir iş birliği temeline oturan birliktir. "Benelüks" adı da, bu üç ülkenin kendi dillerindeki adlarının ilk hecelerinin birleştirilmesiyle (BELGIË, NEDERLAND, LUXEMBURG) oluşur. Bu coğrafi bölge (nüfusu 25,5 milyon 1992) gerçek bir bütünü oluşturur. Ortak bir tarih, bu ülkelerin Escaut, Meuse ve Ren'in birbirine karışan deltaları çevresindeki konumları, topraklarının darlığı, yüksek nüfus yoğunluğu (Hollanda'da km²'ye 450 kişi, Belçika'da 328 kişi 1992) ve karşılıklı alışverişe dayanan bir ekonomi, bu bütünün temel özellikleridir.
İşbirliği 1944 yılında malların ve hizmetlerin, halklarının serbest dolaşımını sağlamak maksadıyla adı geçen üç ülkenin aralarındaki sınırları kaldırmaları sonucu başlamıştır. 3 Şubat 1958’de bu iş birliği Lahey kentinde imzalanan “Ekonomik Birlik” anlaşması ile daha da güçlenerek; Benelüks ülkeleri Avrupa’da güçlü bir oyuncu haline gelmiştir. 50 Yıllık bir süre için yapılan anlaşma 2008'de süresiz olarak yenilenmiş ve adı da 'Benelüks Ekonomik Birliği'nden 'Benelüks Birliği'ne çevrilmiştir.
Benelüks, sadece Avrupa Birliği’nin kurulmasında temel bir işlev olmakla kalmayıp; Avrupa’nın gelişmesine katkıda bulunan önemli girişimlere de ev sahipliği yapar. Avrupa‘nın gelişmesi, Benelüks iş birliğinin kapsamı ve şekli ile ifade olunur.
Sumru Ağıryürüyen
Sumru Ağıryürüyen " (1959, Ankara), müzisyen.
Müziğe üniversite yıllarında Mozaik grubu ile başladı. Bu grubun Ölümden Önce Bir Hayat Vardır (1983), Ardından (1985), Çook Alametler Belirdi (1988) albümlerinde yer aldı. Yeni Türkü'nün Günebakan (1986) ve Dünyanın Kapıları (1987) albümlerine katkıda bulundu.
Ezginin Günlüğü'nün Bahçedeki Sandal (1988) ve Ölüdeniz (1990) albümlerinde vokal olarak yer aldı. Sezen Aksu'nun Işık Doğudan Yükselir (1995) albümünde mandolin çaldı. Aynı yıl (1995'te) Yeni Türkü'nün albümü Süper Baba Film Müzikleri'nde "Dostlarım" ve "Ninni" adlı şarkıları seslendirdi. Bunun dışında birçok grubun ve müzisyenin albümlerine vokaliyle ve mandoliniyle katkıda bulunmuştur.
2001 yılında Muammer Ketencoğlu, Brenna MacCrimmon ve Cevdet Erek'le birlikte Balkan müziğinden örnekler sundukları Ayde Mori isimli albümleri Kalan Müzik tarafından yayınlandı.
İlk solo albümü Issız'ı 2009 yılında Kalan Müzik'ten yayınladı.
2012 yılında çellist Anıl Eraslan'la kurdukları Sert Sessizler isimli doğaçlama müzik grubunun albümleri Baykuş Müzik tarafından yayınlandı.
Etanol
Etanol, etil alkol veya bitkisel alkol; renksiz ve yanıcı bir kimyasal bileşik. Alkollü içeceklerde kullanılan tek alkol türüdür. Ayrıca bir kısım vitamin şuruplarında çözücü olarak kullanılmaktadır. Kimyasal formülü CHO olup EtOH ya da CHOH olarak da ifade edilmektedir.
Hasandağı
Hasandağı (Hasan Dağı), deniz seviyesinden 3268 m yüksek olan tepesiyle bir volkanik dağdır. Büyük Hasan ve Küçük Hasan Dağı olmak üzere iki büyük krateri vardır. Melendiz dağının büyük kısmı, bu iki kraterden çıkan lavlardan meydana gelmiştir. Büyük Hasan dağında iyi muhafaza edilmiş bir ana krater ile onun etrafında parazit koniler bulunur. Küçük Hasan dağının zirvesi bir Somma durumundadır. Yani eski kalderanın sınırlarını teşkil eden dikliklerin artıkları vardır. Bunlar sayesinde ilk kraterin şeklini çıkarmak mümkündür. Adı geçen kraterden çıkan andezit ve bazalt lavları kuzeye doğru akarak geniş bir alana yayılmış, tüfler ise Kızılırmak’a kadar ulaşmıştır. Bu dağ Aksaray ve Niğde il sınırları içerisinde yer almaktadır. 1750 metresine kadar meşe ormanlarıyla kaplıdır. Dağın eteklerinde ve çevresinde çeşitli Türk boyları ve özellikle de Yörükler yaşarlar. Özellikle ana volkan konisini oluşturan Büyük Hasan Dağı (3268 m); kuzeybatısındaki Aksaray Ovası batısındaki Obruk Platosu ve güneyindeki Bor Ovası düzlüklerinden aniden yükselerek kasvetli bir doğal Abide görüntüsü sunmaktadır. Bu ana volkan konisinin doruğu tipik bir kraterden oluşmakta ve kraterin tabanında bir krater gölü bulunmaktadır. Ana koninin hemen güneydoğusundaki daha küçük boyutlu ve yükseltisi daha az olan ikiz koni ise Küçük Hasan Dağı (2844 m) olarak anılmaktadır. Bu volkan konisinin de doruğu tipik bir krater halindedir. Oldukça taze ve karakteristik volkan şekilleriyle ülkemizin en genç volkan dağları arasında bulunan Hasan Dağı volkanik ünitesi tarihi çağlardan bu yana daldığı uykusuna devam etmektedir. Dağın eteklerinde Antik Roma şehri Nora bulunmaktadır. Erciyes Dağı'ndan sonra İç Anadolu Bölgesi'nin en yüksek dağıdır.
Dağ, çeşitli safhalarda püskürmüş olan materyallerden oluşmuş tipik bir volkan konisi görünümündedir. Temelde, koninin iskeletini oluşturan andezitler, onun üzerinde ise bazalt akıntıları bulunmaktadır. Son dönemde ise, eski lav akıntılarındaki yarıklardan çıkan genç bazalt akıntıları ve bazalt koniler (kül konileri) meydana gelmiştir. Dağın doruğunda ana baca üzerinde bir krater, doğu yamaçlarda ise parazit koniler bulunmaktadır. Dağın yamaçlarında, dördüncü zamanda meydana gelen aşınmalarla vadi biçimindeki yarıntılar meydana gelmiş durumdadır. Hasan dağlarının hemen yakınında Melendiz Dağı bulunur. Bu dağ da, oluşum zamanı, yapı ve şekil bakımından Hasan dağına benzer özellikler gösterir. Tuz Gölü'nün güneyinde bulunan Karacadağ, Meke Dağı ve Karadağ da Erciyes Dağı ve Hasandağı ile aynı hat üzerinde bulunan diğer volkan konileridir
Antik yerleşim olan Çatalhöyük’teki insanlar Hasan Dağı’nın etrafından obsidyen toplarlardı ve muhtemelen diğer yerleşim yerlerindeki insanlarla lüks eşyalar için takas yaparlardı. Obsidyen aynalar ve pullar da bulunmuştur. Bazen sanat tarihçileri tarafından ilk manzara olarak tanımlanan ve kimi insanlara göre tasviri yerleşim yerindeki evlerin üzerinden yükselen Hasan Dağı’nın Çatalhöyük halkı için önemi bir duvar resmi olarak da görülebilir.
Arap-Bizans savaşları sırasında Bizans’ın başkenti İstanbul’u akınlara karşı uyarmak için Bizans İşaret Sisteminde güneyden kullanılan ikinci dağdır.
Ankara'dan Aksaray'a 3 saatte gidilebilir. Aksaray'ı geçtikten sonra Hasan Dağı'na iki yoldan ulaşabilirsiniz. Hasan Dağı'na Batı yönünden yaklaşmak için Yukarı Dikmen Köyü'nü, Kuzey yönünden yaklaşmak için ise Helvadere'yi tercih edebilirsiniz.
Aksaray'ı geçince sağda Taşpınar kasabası sapağını geçtikten 3–5 km sonra Taşpınar köprüsünden sola dönülüyor. İlk olarak karşınıza Aşağı Dikmen Köyü çıkıyor. Köyü geçince yol ikiye ayrılıyor. Sağ yol Yukarı Dikmen Köyü'ne (tabela mevcut) sol yol ise Gözlükuyu Köyü'ne gidiyor. Etkinliğe Yukarı Dikmen'den başlayıp önce patikayı sonra dere yatağını takip ederek, uygun kamp yerlerine ulaşılabilir.
Eski ismi Harlıdere, târihte ise Nora olarak isimlendirilmiş olan Helvadere'den dağ evine giden yol, veya inşaat hâlindeki astım hastanesine ve yaylaya gidilen toprak yoldan dağa doğru sapılarak taşlıklı geniş bir patika ile vâdi içindeki kamp alanına varılabilir. |
Vâdinin her iki yanı da kuraktır ve gri rengiyle çok uzak mesâfelerden bile seçilebilir. Kamp alanının bulunduğu vâdinin devamında, bacalar olarak isimlendirilen mevkiinin 150 m kadar ilerisinde vâdi tabanı seviyesinde en kurak mevsimlerde dâhi su bulmak mümkündür.
Zirvesine ulaşmak için pek çok yol vardır. Herhangi bir teknik tırmanış zorluğuyla karşılaşılmaksızın iyi bir tempo ile rahat bir rotadan günübirlik olarak dâhi zirveye ulaşmak mümkündür. En kolay yol, dağın doğu yamacındaki çarşak saha tarafından gerçekleştirilir. Karsız mevsimlerde iniş, zaman zaman tehlikeli olabilir. Dağ sâdece Yılankar rotası ile, bugüne kadar bilinen 4 kişinin hayâtını kaybetmesine sebep olmuştur. Dik kayalık kısımlardan günün belirli saatlerinde taş düşmeleri de görülebilir. Kış mevsiminde zeminin karla örtülmesi ile birlikte dik ve uzun yamaçların rüzgâra açık olan kısımları kimi zaman buz hâlini alabilir. Bu ihtimâller göz önünde bulundurarak krampon ve buz kazması alınmalıdır. Karşılaşılabilecek bir diğer sorun ise yükseklikten meydana gelebilecek muhtemel dağ hastalıkları olabilir. Ancak bunlar baş ağrısı ve mîde bulantısından farklı şeyler olmayacaktır. Zirve çanağı (veya krater ağzı olarak da isimlendirilir) çok eski tarihlerde bir göle sahip olsa da günümüzde kurak bir çukurdur. Zirve, krater çukurunun güney yönünde yükselir ve birkaç adım kenarında 5 çadır sığabilecek büyüklükte kamp alanları vardır. Açık havalarda; zirveden Melendiz, Erciyes, Aladağlar, Bolkarlar ve Karacadağ rahat bir şekilde görülebilir.
Büyük Hasan Dağı dağcılık ve doğa sporları açısından da önemli bir potansiyele sahiptir. Gerek yerli ve gerekse yabancı doğa sporcuları yılın her mevsimi tırmanışlar gerçekleştirmektedir. Daha ziyade kış mevsiminde kış tırmanışlarına sahne olan Büyük Hasan Dağı'na yaz mevsiminde su kaynaklarının yetersizliği nedeniyle daha seyrek tırmanış yapılmaktadır. Günümüzde herhangi bir planlı koruma uygulamasının olmadığı Hasan Dağı'nda koruma-kullanma dengelerinin oluşturulup doğal potansiyelinin geliştirileceği projelere gereksinim vardır.
Hasan Dağı eteklerinde alt ve üst kısım hâlinde meşe, orta kısım ise bir kuşak dağ kavağı ağaçları görülür. Çevrenin tabiî bitki örtüsü bozkır bitkileridir. İklim; kışları soğuk ve sert, yazları ise yağış azlığı sebebiyle kuraktır.
Bu formasyon Melendiz ve Hasan dağları silsilesinin kuzey, batı ve güneyinde geniş sahalar kaplamaktadır. Başlıca indifa noktaları Hasan dağı volkanları ile oradaki birçok lâv menfezi (ve üzerlerindeki koniler) dir. Ayrıca, Gollü dağ indifa noktaları ile Çınarlı mıntakasındaki koniler büyük miktarda kül ve lapilli tahassulüne yol açmış, bunlar da etüd sahası sınırlarının çok dışarılarına kadar gitmişlerdir. Üç nevi depozit mevcuttur:
Hasan dağının (Leskeri tepe - Tarık tepe mıntakası) güney ve güneybatısında homojen kül ve lapilli çökeltileri bulunmaktadır. Mukavemetsiz (yekdiğerine iyi kaynamamış) beyaz vitrik kül matriksinin içinde muntazam bir şekilde dağılmış ufak ve orta boy beyaz ponza taşı çakılları yer. almıştır. Daha seyrek olarak siyah obsidien parçaları ile bir miktar lâv çakılı da vardır. Altunhisar'ın batısında birçok aflörman görülmüştür.
Göllü Dağ bölgesinde tabakalanmış ve boy sırası ayrıtlanmış ponza taşı aflörmanları bu kesimin karakteristik bir özelliğini teşkil eder. Buralarda siyah obsidienler ponza taşı yataklarında önemli bir yekûn tutmaktadırlar. İnce ve kalın taneli lapilli tabakaları burada katkı halinde bulunurlar. Çiftlik'in kuzeyinde yol malzemesi çıkartılan bir taş ocağı halen işletilmektedir. Altunhisar civarında ufak bir aflörmanda tabakalanmış lapilli volkanik kül ve lapilli içinde sayısız andezitik lâv çakılı görülmüştür. Bu formasyon Yakacık vitrik tüfleriyle uygunsuzluk göstermektedir. Yine burada yumuşak malzeme tipik bir dendritik drenaj şekli gelişmiş bulunmaktadır.
Ovada yer almış bulunan bir sürü kül ve cüruf konisi (tümseği) nin örtüsü üstünde sık sık tabakalanmış ve Periklinal yatımlı kül ve ponza taşı lâpillisine raslanmaktadır.Üçüncü tip depozitler Hasan dağının kuzeyi ile kuzeydoğusunda bulunurlar. Çeltek'in güneyinde ve İlhara mıntakasındaki tabakalanmamış küller irili ufaklı lâv ve tüf blokları ihtiva etmekte olup, bunlar tabiî olayların etkisiyle mukavemetsiz matrikslerden kolayca sıyrılmakta ve açığa çıkmaktadırlar. Çeltek'in güneyinde Göstük tüfitleri doğrudan doğruya bu karmakarışık kül çökeltisiyle örtülüdür. Küllerin vücuda getirdiği dik duvarlar içinde andezit-bazalt ve tüf blokları kolayca görülmektedir. Bazan bunlar dimdik kül sütunlarının üzerinde koruyucu bir kapak gibi bulunurlar.Küller ve lapilliler gerek Melendiz ve Keçiboydoran dağlarının andezit-bazaitlarım ve gerekse Kızılkaya ignimbritlerini örtmektedir. Bunların üzerinde de dağ silsilesinin bazaltları ve ovanın konileri bulunur.
Bu mahallî sayılabilen depozit, Büyük Hasan dağının batı yamacındadır ve açık renkli küller, cüruf, lapilli ve tüfler ile andezit bloklarından meydana gelmiş muazzam bir yığıntı teşkil eder. Burada volkanik kül, kum ve çakıl matriks vazifesini görmektedir.Bu topluluk Hasan dağının kuzeybatı yamaçlarındaki dik inişli dere yataklarında aflörman vermektedir.Stratigrafik açıdan bu çökelti iki bazalt akıntısı arasında bulunur. Bir taraftan sahanın batı sınırının çok ötelerine kadar giden bazalt akıntısını örterken, diğer taraftan kuzeye akan bazaltların altında kalmıştır. Bunun çok yaygın kül indifaları çökeltileriyle ilgili bulunduğu zannedilmektedir; zira bu da Hasan dağının kuzeyinde ve kuzeydoğusunda karmakarışık durumda görülen küllere birçok yönden benzemektedir. Bu çökelti volkanın yamaçlarından ışık vererek inen bir çığdan, yani gaz içinde süspansiyon halinde (asılı olarak) akan bir kül, cüruf, lapilli ve parçalar selinden hâsıl olmuştur.
Bu tüfler Küçük Hasan dağının güneybatı sathı mailinde bulunurlar. Hasan dağı kül formasyonunun üzerinde ve Küçük Hasan dağı bazalt akıntılarıyla örtülüdürler.Bu formasyonun pek de fazla sayılmıyan cesameti ile yapılışı bu tüflerin kül ve lapilli indıfaım takiben, Küçük Hasan dağında vâkı bir kül akımı indıfaının neticesi olması muhtemel görünüyor. Tüflerin sınırı alçak yarlarla belirlidir ve bu yarlar batıda volkandan gelen ve çok uzaklara kadar uzanan bazalt akıntılarının altına dalıp kaybolmaktadır. Bandlı, kaba ve birbirine kaynak olmamış tüflerin plâstik akım yapısı bu alçak yarlarda çok açık gözükmektedir. Plâjioklaz (andezin), kuars, biotit halinde mineral tanecikleri başka başka renkler gösteren bandlarla ve değişik konsantrasyonlarda zuhur eder. Bu farkı konsantrasyonlarda bulunan selektif erozyona (yani, bir tarafın diğerine nazaran daha fazla aşınmasına) yol açmıştır. Tüflerin bazan kırmızı veya beyaz kumtaşlarına çok benzedikleri vâkıdır. Bu tüflerle altlarında bulunan küller arasında ve bir breş tabakası halinde kaba bir şekilde harman olmuş cama benzer ponza taşı yumruları vardır.
Etanol yakıtı
Etanol yakıtı, otomobiller ve diğer motorlu araçlarda, tek başına bir yakıt olarak ya da benzine karıştırılan bir katkı maddesidir.
Etanol, hava kirliliğini azaltmak ya da petrol ürünlerinin tüketimini azaltmak amacıyla, benzinle değişik oranlarda karıştırılarak kullanılabilir. En yaygın uygulamalar E10 ya da E85 diye bilinen sırasıyla %10 ve %85 etanol içeren karışımlardır.
Etanolün yakıt hücrelerinde kullanımı da yaygınlaşmaktadır.
Bitkilerden elde edilen etanol (biyo-etanol), sürdürülebilir bir enerji kaynağı olarak, sağladığı çevresel ve ekonomik yararlar nedeniyle, fosil yakıtlara göre avantajlar sağlamaktadır.
Etanol, yaygın olarak şeker kamışı ve mısırdan elde edilmektedir. Ancak etanol elde etmek için, bugün kullanılan teknolojiler, etanolden elde edilen enerjinin yaklaşık %70 fazlasını harcamayı gerektirdiğinden, hala fosil yakıtlar karşısında yeterince rekabet edici değildir.
Endüstriyel amaçlı etanol, petrol ürünlerinden, çoğunlukla etilenin, sülfürik asitle katalitik hidratasyonundan elde edilmektedir. Bu süreç, alkollü içeceklerle alakalı, geleneksel fermantasyon yönteminden daha ekonomiktir. Aynı zamanda, eten ya da asetilen aracılığıyla, kalsiyum karbit, kömür, doğal gaz ve diğer kaynaklardan da elde edilebilir.
Bu güne kadar, kayda değer bir etanol yakıt programı dört ülke tarafından oluşturulmuştur: Brezilya, Kolombiya, ABD ve Çin. Brezilya örneğinde, etanol üreten kurumların bağımsız olarak karlı olabilmeleri için, hükümet tarafından, etanol endüstrisine ciddi yatırım yapılması gerekmektedir. Etanol, şeker kamışı, şeker pancarı, gine mısırı, dallı darı, arpa, kenevir, Hibiscus cannabinus, (tatlı) patates, manyok, ayçiçeği, meyveler, melas, kesik süt, mısır, mısır koçanı, hububat, buğday, tahta, kâğıt, saman, pamuk ve diğer biyokütleler ile çeşitli selüloz atıkları gibi pek çok farklı besin kaynağından elde edilebilir. Şeker kamışından etanol üretmek, mısıra göre daha verimlidir.
Artan etanol tüketiminin sonucu olarak, şeker kamışı ve mısır gibi besin kaynaklarına olan talep de artmıştır. Büyük ölçekte yakıt amaçlı zirai alkol üretimi, aynı zamanda geniş ve verimli ekilebilir alanlar ile suya olan talebi de artırmaktadır.
Etanol bir birinden çok farklı besin kaynaklarından, pek çok farklı yöntemle üretilebilir. Brezilya etanol üretiminde temel besin kaynağı olarak şeker kamışını kullanırken, kaynaklar kısmında belirtildiği gibi pek çok farklı besin kaynağının kullanılması mümkündür. Brezilya'nın hangi yöntemle etanol ürettiğine dair Brezilya'da etanol yakıtı üretimi (ingilizce) sayfasını inceleyebilirsiniz. Dallı darı etanol üretiminde mısıra göre iki kat daha verimlidir. Etanol üretiminin temel adımları: rafine ederek nişasta haline getirmek, sıvılaştırmak ve sakarifikasyon (hidroliz yöntemi ile nişasta glikoza dönüşür), fermentasyon, damıtma, dehidrasyon ve opsiyonel olarak denaturasyon. Fermentasyon sırasında karbondioksit gazı açığa çıkar.
Fermentasyon yöntemi ile üretilen etanol sonucunda suda çözünmüş etanol elde edilir. Etanolün bir yakıt olarak kullanılabilmesi için suyun uzaklaştırılması gerekmektedir. En eski yöntem, basitçe |
damıtmaktır, fakat bu yöntemle, su etanol karışımı azeotrop oluştuğu için %95-96 saflıktan öteye gitmek mümkün değildir. Çözelti karışımı damıtmayı sürdürerek, %96'dan daha saf etanol elde edilmesi mümkün değildir.
Benzinle karıştırabilmek için, en az %95.5 ile %99.9 arasında bir saflığa ihtiyaç duyulmaktadır. En yaygın saflaştırma yöntemi, moleküler elek kullanarak fiziksel absorblama prosesidir.
Geçmişte, çiftçiler kendi etanollerini damıtırken, damıtım sürecinin bir parçası olarak ısı plakalarından yararlanırlarmış. ısı plakaları, çoğunlukla, etanolün içine karışabilen kurşun içerirlermiş. Bu şekilde kontamine olmuş yakıtın yakılması sonucu sinir sitemine zarar verebilen kurşun havaya karışırmış. Bugün etanol yakıtı, özel olarak yetiştirilen bitkilerden, kurşun içermeyen yöntemlerle elde edilmektedir.
Detaylı bilgi için
Genel olarak, bir benzin karışımındaki etanol miktarı yükseldikçe, standard araba motorları için uygunluğu azalmaktadır. Saf etanol kauçuk ve plastiklerle reaksiyona girdiği ya da onları çözdüğü için tadilat görmemiş motorlarda direkt olarak kullanılamaz. Ek olarak saf etanol (116 AKI, 129 RON), normal benzine (86/87 AKI, 91/92 RON)göre çok daha yüksek oktan oranına sahiptir.Bu nedenle, en fazla yarar için, ateşleme zamanı ve sıkıştırma oranının değiştirilmesini gerektirir.
1999 yılndan başlayarak, dünyada artan sayıda pek çok araç, tadilat gerektirmeksizin, %0 etanolden %85 etanole kadar çalışabilecek şekilde üretilmişlerdir. Pek çok hafif kamyon, kamyonet ve SUV, dual yakıt ya da esnek yakıtlı araç olarak üretilmektedir. Bu motorlar, yakıt cinsini otomatik olarak belirleyerek motor davranışlarını, temel olarak, silindirin içerisindeki hava yakıt karışımıyla ayarlarlar.
Bugün, Brezilya dünyadaki en büyük etanol yakıtı üreticisi ve tüketicisidir. Brezilya, 1980lerden bu yana, şeker kamışına dayalı çok yaygın bir etanol yakıtı endüstrisi geliştirmiştir. Yılda yaklaşık 4 milyar gallon etanol üretir.Brezilya'daki etanol üretim tesisleri, şeker kamışından kalan şekersiz atıkları yakarak %34 pozitif enerji dengesi elde ederler. Brezilya'da etanol üretiminin geliştirilmesi hükümetin desteği ile gerçekleşmektedir. Brezilya'da tüketilen tüm benzinin en azından %25'i alkol içermek zorundadır. Brezilya etanolü galonu yaklaşık 1.00$'dan üretebilmektedir. Brezilya'daki tüm yeni araçlar ya esnek yakıtlı ya da benzin yerine saf etanolü yakabilecek özellikte araçlardır. Brezilya'da etanol yakıtı ve elektrik üretiminde yararlanılan yan ürünleri, ülkenin petrole olan bağımlılığını ve hava kirliliğini azaltmada önemli katkıda bulunur.
Kolombiya'nın etanol yakıtı programı, 2002 yılında, hükümet benzindeki oksijen miktarının zenginleştirilmesine dair bir yasayı hayata geçirmesiyle başlamıştır. Bu karar başlangıçta benzinin oksijenle zenginleştirilerek, karbonmonoksit emisyonların azaltmak için alınmıştır. Daha sonraki kanunlarla, biyokütleden elde edilen etanolün, vergi avantajları ile benzinden daha ucuz olması sağlanmıştır. 2004 yılıyla başlayan petrol fiyatlarındaki artış ve yenilenebilir yakıtlara duyulan ilginin artması ile bu eğilim daha da kuvvetlenmiştir. Kolombiya'da gerek benzin fiyatları gerekse etanol fiyatları hükümet tarafından kontrol edilmektedir. Etanol programını bütünleyici olarak, bitkisel yağlardan yenilenebilir bir yakıt olarak biyodizel programı da geliştirilmiştir.
Şeker üretim prosesinin ucuna etanolü de ekleme ve aynı enerji kaynaklarını kullanma kolaylığı nedeniyle, etanol üretimine ilgi, büyük ölçüde mevcut şeker endüstrisinden gelmiştir. Hükümet ülke genelinde %10 etanol ve %90 benzin karışımının yaygınlaştırılmasına dair hedefini kademeli olarak hayata geçirmektedir. Etanol tesisleri vergi avantajları ile özendirilmektedir. Yuka (manyok) ve yeni, şeker kamışı tarımından elde edilen etanole ilgili olmakla birlikte, daha ucuz olan karbonhidratların üretimi henüz gerçekleştirilememiştir.
Kolombiya'daki ilk etanol yakıtı tesisi, 2005 Ekim ayında, Kauka bölgesinde, günde 300,000 litre kapasiteyle üretimine başlamıştır. 2006'nın Mart ayında, hepsi Kauka Vadisi'nde olmak üzere, birleşik olarak toplam günde 1,050,000 litre ya da yılda 357 milyon litre kapasite ile faal hale gelmişlerdir. Kauka Vadisi'nde, şeker tüm yıl boyunca üretilebilmektedir. Son eklenen yüksek kapasiteli damıtma tesisleri ile birlikte, toplam yatırımlar 100 milyon USD'ın üzerine çıkmıştır. Kolombiya, %10 etanol karışımlı benzin kullanabilme hedefine ulaşabilmek için, 2007 yılıyla birlikte, günlük 2,500,000 litre kapasiteye ulaşabilmeyi hedeflemektedir. Şu an için üretilen etanol yakıtı Kauka Vadisine yakın, Bogota, Kali ve Pareira gibi büyük şehirlerde kullanılmaktadır. Henüz ülkenin tamamına yetecek kadar etanol üretimi yapılamamaktadır.
Etanol, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaygın olarak bulunabilir değildir. Etanol üretiminin, ilk yatırımının büyüklüğü nedeniyle, üretimin ilk anından itibaren karlı olamaması, bir sorun olarak kabul edilmektedir. Benzin fiyatlarındaki yükselme devam ettiği sürece, etanolün de benzine oranla karlılığında bir artış olacaktır. Toplam 165,000 pompadan sadece, kabaca 685 istasyon E85 pompası sunmaktadır. Etanol yakıtı, yaygın olarak, sadece, etanolün işlendiği orta batıda ve Kaliforniyada bulunmaktadır. Mayıs 2006 itibarıyla, Birleşik Devletler'de yıllık 1.8 milyon m³ etanol üretim kapasitesi bulunmaktadır ve üzerine yıllık, yaklaşık 760,000 m³ kapasite eklenmeye devam etmektedir. Ek olarak bir Amerikan şirketi Pacific Ethanol ise etanol üretimi yatırımlarını daha fazla Batı Amerika'da sürdürmektedir.
Brezilya, Kolombiya ve Birleşik Devletlerde, şeker kamışı ya da tahıllardan elde edilen etanolün kullanımı, hükümet programlarıyla teşvik edilmektedir. Teşvikler bazı eyaletlerde 1973 Arap petrol ambargosundan sonra başlamıştır. Birleşik Devletler'de 1978 yılında yürülülüğe giren Enerji Vergisi Akdi ile biyoyakıtlara vergi istisnası getirilmiştir. Bu istisnanın yıllık karşılığının 1.4 milyar US$ olduğu tahmin edilmektedir. Bir başka federe program ise etanol tesislerinin inşaası için ihtiyaç duyulan kredilere garantör olmaktadır. 1986 yılında Amerikan hükümeti etanol üreticilerine bedava mısır dahi dağıtmıştır.
Kolombiya'nın etanol programı ise biyokütlelerden elde edilen etanolün, vergiden muaf tutulması amacıyla çıkarılan bir kanunla başlamıştır.
2005 yılının Ağustos ayında, Birleşik Devletler Başkanı Bush, etanol ve biyodizel üretiminin, gelecek on yıl içerisinde, 15 milyon m³ ten 28 milyon m³'e çıkarılmasını öngören kapsamlı bir enerji yönetmeliğine imza atmıştır. Kısa vadede bu artışın hemen tamamının mısırdan elde edilen etanol ile karşılanması beklenmektedir.
Avrupa Parlamentosu'nun 2003/30/EC nolu direktifi, fosil yakıtların biyoyakıtlarla değiştirilmesini teşvik eder. İngiltere'de, biyodizel gibi alternatif yakıtların vergilendirilmesi en az fosil yakıtlarınki kadar sıkıntılı iken, İngiliz hükümeti, etanol dahil olmak üzere biyoyakıtların kullanımını özendiren bir ulusal mevzuatı adapte etmiştir..
Alternatif bir yakıt olarak analiz edilmeye devam eden hidrojen, diğer yandan da, bir hidrojen ekonomisini yaratmaktadır. Diğer yakıtlarla karşılaştırıldığında, gaz halindeyken çok fazla hacim kaplayan hidrojen için lojistik en önemli sorun olarak görünmektedir. Hidrojenin taşınabilmesi için mümkün görünen bir çözüm, etanolün kullanılmasıdır. Daha sonra hidrojen, yeniden şekillendirici içerisinde, bağ kurduğu karbondan ayrıştırılarak, yakıt hücrelerini doldurmak için kullanılabilir. Alternatif olarak, bazı yakıt hücreleri (Direk etanol yakıt hücreleri), etanol ya da metanolün direk dökülmesi suretiyle de doldurulabilir. 2005 yılında, yakıt hücrelerinin metanolü etanolden çok daha verimli tüketebildiği gözlemlenmiştir.
2004 yılının başlarında, Minnesota Üniversitesi araştırmacıları, etanolün bir katalist yığınından beslendiği ve çıktısı hidrojenin yakıt hücreleri için uygun olduğu, basit bir etanol reaktörü bulduklarını açıkladılar. Cihaz, yaklaşık 700 °C'de gerçekleşen ilk tepkime için, rodyum-seryum katalisti kullanır. İlk tepkime esnasında etanol, su buharı ve oksijen karışarak, tepkime sonucunda oldukça yüksek miktarda hidrojen üretirler. Ne yazık ki, tepkimeyle birlikte karbonmonoksit gazı da açığa çıkar. Zehirli bir gaz olan karbonmonoksitin bir başka katalistten geçirilerek karbondioksite dönüşmesi gerekir. Cihazın son çıktısı, yaklaşık olarak %50 hidrojen, %30 azot gazı ve kalan %20 de karbondioksit gazıdır. Gerek azot gerekse karbondioksit yakıt hücrelerine pompalandıkları zaman etkisiz gaz davranışı sergilerler.
EEI, biyokütlelerden bütanol elde etmek üzere yeni bir metod geliştirmiştir. Bu proses, etanolün yan ürün çıktılarını azaltmak üzere, iki farklı mikro organizmanın sırası ile kullanılması şeklinde gerçekleşir. İlginç bir şekilde, bu işlem sonucunda, bütanolün yanı sıra oldukça yüksek miktarda hidrojen açığa çıkar.
12 hayvanlı takvim
12 Hayvanlı Takvimi (Çince: 地支 Dìzhī veya 十二支 Shíèrzhī; Japonca: 十二支 Jūnishi veya 干支 Eto), Türk kökenli olup Asya'da ve Çin'de yaygın olarak kullanılmış.
Bu takvimde her hayvan bir yılı gösterir. Örneğin; “Pars Yılı” gibi. Her yılın o hayvanın özelliklerine göre şekillendiğine inanılır. Örneğin Maymun yılında eğlence ve hilenin artacağı inanışı vardır. Çağ adı verilen (ÇAĞ: 12x5=60 yıl) şeklindeki dönemler halinde ilerler ve bu rakam ortalama insan ömrüdür. Birileri "12 Hayvanlı Türk Takvimi Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209’da başlar" der ama, bu yanlıştır. Milattan önce 2367 yılında başlar. Çünkü Orkun anıtlarında Kültigin'in, Bilge Kağan'ın ne zaman vefat ettikleri yazılıdır. Kül Tigin 27 Şubat 731'de vefat etmiştir, bu Koyun yılının 17. günüdür. Söz konusu durum Türk takvimi "M.Ö. 209’da başlar"a uymaz ama, "Milattan önce 2367 yılında başlar"a uyar. Keza Türk Bilge Kağan da. Bilge Kağan, 25 Kasım 734'te vefat eder, 22 Haziran 735 (Domuz yılının 5. ayında) yuğu yapılıp toprağa verilir.
Oşlak Ay (veya Aşlak Ay) - Özellikle Avrasya göçebe halklarının ve Türklerin şaman takviminde birinci aydır. Uluğ |
Kün (Ulu Gün) yani Nevruz kutlamalarıyla birlikte yani 21 Martta başlar. Bu bahar şenliği kurban ayinleri, kutlamalar ve geleneksel eğlenceler ile gerçekleştirilir ve günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Son Ay ("Azerice" "") - Türk halk kültüründe yılın ilk yarısıdır. Özellikle Azerbaycan folklorunda güz mevsiminin son aylı gecelerine denir. Azerbaycan "ayın düşüncesi"nde (mitolojik anlayışında) Ay ve Güneş sevgilidirler. Onların sevgisi sonsuzdur. Ama onlar hiçbir zaman birbirine kavuşamazlar. Ancak gece ve gündüzün eşitlendiği bu günde bu sonsuz sevdalılar birbirlerinin yüzlerini görebilirler. Ama sonra kavuşamadan yine kaybederler. Azerbaycan köylerinde bu gecede çeşitli oyunlar oynarlar.
Erich Fried
Erich Fried (6 Mayıs 1921 Viyana, Avusturya - 1988 Baden-Baden, Almanya) politik fikirli şiirleriyle tanınmış bir şair. Sunuculuk, çevirmenlik ve deneme yazarlığı da yapmıştır.
Metafizik şiir
Metafizik şiir 17. yüzyıl İngilizce edebiyat'nın bir dönemi. Bu dönem şiirleri daha ciddidir ve derin bir yoğunluk taşır.
Türk edebiyatında metafizik gerilim Turgut Uyar ve Sezai Karakoç'ta hissedilirken, Edip Cansever'de metafiziklik bir dayatma şeklini almıştır.
Muzaffer Tekin
Muzaffer Tekin (d. 28 Ekim 1950 - ö. 1 Nisan 2015) Türk asker.
1972 Harp Okulu'ndan mezun oldu. Muzaffer Tekin 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı'na Komando Tugayı ile Teğmen rütbesinde katıldı ve "üstün cesaret ve feragat" Altın madalya ile taltif edildi. Meslek hayatı boyunca, Türkiye'nin çeşitli birliklerinde görev yaptı ve başarılarından dolayı birçok ödül aldı. 1985 yılında ordudan emekli olarak ayrılmıştır. 1 Nisan 2015 tarihinde pankreas kanseri nedeniyle tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Tekin'in naaşı Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
1985 yılında Tuzla'da Piyade Okulu'nda görevliyken 4 teğmenin dövülmesi hadisesinde, bilahare olayın geçtiği yerde meydana gelen tahribatla ilintilendirildi ve askeri mahkemeye sevk edildi. Bunun ardından mahkeme süreci devam ettiği halde görevine iade edildi. Ardından Askeri Şura kararı ile, mahkemenin neticesi beklenilmeden mümtazen terfi durumunda olmasına karşın re'sen emekliye sevk edildi. Konu, bunun üzerine sivil mahkemeye intikal etti ve kendisi bu olaydan beraat etti.
2006 yılında Danıştay'a ve Cumhuriyet gazetesine yapılan saldırıların azmettiricisi olduğu iddia edilmiştir.
Alparslan Arslan tarafından gerçekleştirilen Danıştay Saldırısı'ndan sonra aranan Tekin, bu saldırının azmettiricisi ve saldırıyı düzenleyen çetenin lideri olmakla suçlandı. Bu olaydan birkaç gün sonra esrarengiz bir şekilde göğsünden bıçakla yaralanmış halde kimliği belirsiz kişilerce hastaneye bırakıldı.
Tekin polisten kaçtığı dönemde emekli başçavuş Mahmut Öztürk'ün evinde saklandı. Komşuları ise Öztürk'ü, "cumhuriyetçi biri" olarak tanımlamakta, geniş bir bahçesi de bulunan tripleks villanın çevredeki emlakçılar tarafından yaklaşık bir milyon TL bedelinde olduğu ifade edilmekteydi. İsminin açıklanmasını istemeyen bir komşusunun 22 Mayıs 2006 tarihli Radikal gazetesi'ne ifade ettiği bilgiler şu şekildeydi:
Ergenekon davasında Silahlı terör örgütü yöneticisi olmak, zorla hükumeti ıskata teşebbüs, TC hükumetine karşı silahlı isyana tahrik, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri bulundurma suçlarından yargılandı. Bu sırada İşçi Partisine üye oldu..
5 Ağustos 2013 tarihinde İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve ayrıca 117 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve Anayasa Mahkemesi'nin hak ihlali kararının ardından 10 Mart 2014 tarihinde tahliye oldu.
Phocas Sütunu
Phocas Sütunu Roma Forumu'na yapılan son eklentiydi. Sütun Roma Forumu'nda bulunan Rostra'dan daha önce dikilmiştir ve 1 Ağustos 608 tarihinde Bizans imparatoru Phocas onuruna ithaf edilmiş veya yeniden ithaf edilmiştir. Asıl olarak 2. yüzyılda yapılmış gibi duran oluklu Korint sütunu, kübik beyaz mermer desteği üzerinde 13.6 metre yüksekliğindedir. Forum'un şu anki seviyesi 19. yüzyılda Augustus döneminden kalma kaldırımlara kadar kazılarak elde edilmiştir, kazılmadan önce kare temel tuğlaları görülmemekteydi.
Phocas'ın Panteon'u Papa IV. Boniface'e resmi olarak verdiğinin bilinmesine rağmen bu onurlandırma olayının kesin tarihi bilinmemektedir. Daha sonra Papa Boniface IV Panteon'u Orta Çağ'da Meryem'in de dahil edildiği tüm Şehit Azizler'e ("Santa Maria ad Martyres") adamıştır. Sütunun başının üstünde Ravenna Eksarhı Smaragdus tarafından dikilmiş, göz alıcı şekilde altınla kaplanmış Phocas heykeli bulunmaktaydı, muhtemelen orada sadece icmalen durmaktaydı. 610 Ekim'inde soysuz (alt tabakadan doğmuş olan) ve gaspçı Phocas, haince yakalanmış, işkence edilmiş, alçakça öldürülmüş ve kaba bir şekilde vücudu parçalanmıştır: her yerde bulunan tüm heykelleri yıkılmıştır. Bazen gayri resmi olarak kabul edilen, Papalığa karşı olan minnettarlığı kanıtlama hareketinden daha ziyade, sütunda bulunan yaldızlı heykel daha çok imparatorluğun egemenliğinin Roma üzerindeki egemenliğini gösteriyordu. Bu egemenlik gücü Lombardların baskısı altında ve Smaragdus tarafından kişisel minnettarlık gösterisi nedeniyle hızla gölgelenmekteydi. Smaragdus'un minnettarlığının nedeni, Phocas tarafından uzun bir sürgünden geri çağırılmış olması ve Ravenna'daki gücünü tekrar eline geçirmesiydi, bu nedenlerden imparatora teşekkür borcu bulunmaktaydı.
Sütun Diocletian'a atfedilmiş bir heykel kullanılarak eski asıl haline getirilmiştir, önceki yazıt yeni anlatıma izin vermek için oyularak çıkartılmıştır.
Sütun asıl yerinde durmaktadır ("in situ"). İzole edilmiştir, yıkıntılar arasındaki serbest duruşu her zaman Forum içinde bir işaret olarak görülmüştür ve çoğu kez "vedute" içinde ve gravürlerde görünür. Erozyon nedeniyle toprak seviyesinin yükselmesi nedeniyle destek kısmının tamamen toprağa gömüldüğü, 18. yüzyıl ortalarında Giuseppe Vasi ve Giambattista Piranesi tarafından yapılan gravürler ve etchingler sayesinde anlaşılmaktadır.
Pamela Spence
Pamela Spence, ya da bilinen adıyla Pamela (d. 25 Şubat 1973; Heidelberg, Almanya ), Türk rock ve elektronik müzik şarkıcısı.
Heidelberg doğumlu İngiliz bir baba ve Türk bir annesi olan şarkıcı Pamela, babası NATO'da görevli olduğu için sürekli Almanya'da ikamet etmiş, annesiyle babasının ayrılması sonucu 15 yaşından itibaren Türkçe öğrendikten sonra, başlangıçta çeşitli televizyon dizilerinde roller üstlenmiş ve vokalistlik yapmış, daha sonra da çıkardığı üç albüm ile ün kazanmış bir Türkçe rock şarkıcısı ve Türk dizi, sinema oyuncudur. Pamela, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi mezunudur.
Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nden mezundur. "Atları da vururlar" müzikalinde Okan Bayülgen ve Fikret Kuşkan ile birlikte rol almış, "Lahmacun ve Pizza" dizisinde oynamış, Teoman'a vokalistlik yapmıştır. Ünlü sanatçı Burak Sergen'le kısa bir evlilik yapmıştır. 2004 yılının Haziran ayında Mucizeler Komedisi adlı müzikalde 'dişi melek' rolünü üstlenmiştir. İlk albümü, "Eğer Dinlersen"i uzun bir hazırlık döneminden sonra 1 Haziran 2002'de çıkarmıştır. Rock tarzına daha yakınlaştığı ikinci albümü "Şehir Rehberi"ni ise 23 Kasım 2004'te piyasaya çıkarmış, özellikle söz ve ezgileri bir anda kitlelerin diline yerleşiveren "İstanbul" isimli şarkı ile büyük başarı elde etmiştir. 25 Mayıs 2006'da üçüncü albümü "Cehennet"i çıkarmıştır.
2010 yılında elektronik müziğe geçerek dördüncü albümü "Stil Zengini"ni 9 Mart 2010'da yayınlamıştır. Albümün ilk klibi ise Duygu Güzelmeriç tarafından "Say What You Want" adlı şarkıya çekilmiştir.
Pamela
Münib Engin Noyan
Münib Engin Noyan (d. 1953, İstanbul), Arnavut kökenli Türk tiyatrocu.
İstanbul Alman Lisesi ve Viyana Üniversitesi Felsefe Fakültesi Tiyatrobilimi Enstitüsünde eğitim gördü. Türkiye'ye döndükten sonra bir müddet İstanbul Şehir Tiyatroları'nda yönetmen ve dramaturg olarak çalıştı. Bir dönem Avrupa'nın çeşitli yörelerinde, örneğin Fransa'nın güneydoğu şehir ve kasabalarında eşi ile birlikte çok başarılı yahudi tiplemeleri yapmaktaydı.Halk deyimi ile bir vakit önce "hidayete erdi" ve şimdilerde yurtiçinde ve yurtdışında konferanslar veriyor, dini sohbetlere katılıyor.
Hilal TV'de uzun süre "Kapılar ve Köprüler" isimli programı hazırlayıp sunmuş, ayrıca yine aynı kanalda Mustafa İslamoğlu ile birlikte "Vahyin Penceresinden" isimli programı yapmıştır
Kişisel web sitesi
Dijital Kale
Dijital Kale, Dan Brown'ın 1998 yılında yazdığı ilk kitabıdır. Eşi Blythe Brown'dan yardım almadan yazdığı tek kitap olarak bilinir. Özgün adı "Digital Fortress" olan bu roman St.Martin Press matbaasında basılmıştır. Kısaca; teknolojik bir macera romanı olarak adlandırılabilir.
Kitabın konusu; sonsuz anahtar deneme yöntemi ile bile kırılamayacak bir şifreleme algoritmasının ortaya çıkması ve o ortaya çıkana kadar bildiğimiz en güçlü süper bilgisayardan bile binlerce kat hızlı bir şifre çözücüye sahip NSA'in bu durum karşısında yaptıklarını içeren bir romandır.
Başkahramanları "Susan Fletcher, David Becker, Ensei Tankado ve Trevor Strathmore"dır. Ara Karakterleri "Tokugen Numataka, Greg Hale, Hulohot"tur.
Toptaşı Tımarhanesi
III. Murad'ın annesi Nurbanu Sultan tarafından yaptırılmıştır. "Bimarhane-i Valide-i Atik" olarak da bilinen bu hastane daha sonraları Sultan III. Selim döneminde süvari kışlası olarak kullanılmıştır.
İsakçı Kalesi
İsakçı Kalesi, Osmanlı Devleti tarafından Tuna Nehri'nin sağ kıyısında bulunmakla birlikte bölgenin stratejik üstünlüğü sebebiyle yaptırılmıştır. Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları arasında birçok kez el değiştirmiş, III. Selim zamanında Ruslar'ın eline geçmiştir. Yaş Antlaşması ile tekrar Osmanlılara verildi. Edirne Antlaşması ile yeniden elden çıktı.
Pierre Poujade
Pierre Poujade (d. 1 Aralık 1920 - ö. 27 Ağustos 2003) Fransız politikacı.
1953 yılında yaptığı vergi grevi kısa zamanda geniş kitlelerde yankı buldu. Sıradan bir vatandaşken, yaptığı bu grevle ekonomi literatürüne geçti.
|
Batı Cephesi
Batı Cephesi şu anlamlara gelebilir:
Doğu Cephesi
Traktör
Traktör, tarla, bahçe, bağlarda ve şehirlerin parklarında kullanılan tarım aletlerine (pulluk, orak makinesi, mibzer, pülverizatör, ekin biçme makinesi vb.) çekicilik yapan kendinden itimli motoru olan kara taşıtıdır. Lokomobiller traktörlerin ilk öncüleri sayılsa da,
İçten yanmalı motoru olan ilk traktörü 1892 yılında ABD’de Iowa’lı John Froehlich yapmıştır.
Çalışma ilkesi otomobillerden pek farklı olmamasına karşın yine de karakteristik özellikleri vardır. Yerden oldukça yüksek dingillere oturtulmuş dar kesitli karoser, ön tekerlere oranla çok büyük derin yivleri olan arka tekerlekler en belirgin özellikleridir. Arka tekerleklerin bu şekli aracın her türlü arazi koşulunda ve yumuşak zeminde patinaj yapmadan ve devrilmeden çalışmasını sağlar. Bazı özel şartlara göre paletli traktörler de vardır. Paletler traktörün ağırlığını daha geniş bir alana yaydıklarından üzerinden geçtiği toprağın sıkışıp kalmasını önler ve traktörün toprağı daha iyi kavramasına yardımcı olur.
Hakkâri'de Bir Mevsim (film)
Hakkâri'de Bir Mevsim, yönetmen Erden Kıral tarafından 1982'de çekilmiş bir filmdir.
Filmin senaryosu, Ferit Edgü'nün aynı adlı romanına dayanılarak, Ferit Edgü ve Onat Kutlar tarafından yazılmıştır. Filmde, sürgün olarak Hakkâri'ye giden bir öğretmenin (Genco Erkal), orada güçlükler içinde geçirdiği bir kış mevsimi anlatılmaktadır. Filmin başlıca oyuncuları arasında Genco Erkal, Rana Cabbar, Erol Demiröz, Berrin Koper, Şerif Sezer, Macit Koper ve Erkan Yücel sayılabilir. Bununla beraber, 5 yıl Türkiye'de yasaklı kalmıştır.
IEEE 1394
FireWire, Apple tarafından geliştirilen, bilgisayara çevre ürünleri bağlanmasında kullanılan yüksek hızlı arayüz bağlantısıdır. IEEE 1394 standardına dayalıdır. 400 ve 800 Mbps (IEEE 1394b-2002 de 3200 Mbps) hızında veri transferini destekler.
FireWire USB'ye benzemekle beraber kullanım alanı açısından farklılık gösterir. Bilgisayarlara klavye, fare gibi düşük hızlarda çalışan cihazlar genelde USB veri yolu üzerinden bağlanır. FireWire ise, yüksek veri aktarım hızından dolayı, gerçek zamanlı veri transferi yapabilen video cihazları, kameralar, synthesizer, harici disk gibi cihazlar için kullanılır.
IEEE 1394 portu olarak da geçer. 1394a ve 1394b olarak ayrılır. Eğer video kamerasından görüntü aktarma işlemleri yapılacaksa kayıpsız olarak kısa sürede işlemi yapar. Bazı anakartlarda tümleşik olarak bulunur. Eğer yoksa, Firewire içeren bir PCI kartla bilgisayara firewire girişi eklenebilir.
Erden Kıral
Erden Kıral,(d. 10 Nisan 1942, Gölcük), Türk yönetmen ve sinemacı.
Güzel Sanatlar Akademisi Seramik bölümü mezunudur. "Gerçek Sinema," "Çağdaş Sinema"ve "Güney" dergilerinde sinema yazıları yazdı ve editörlük yaptı. "Vatan" gazetesinde ve "7. Sanat"ta "3. Dünya Sineması" ile ilgili araştırmaları yer aldı. 1984 yılından beri Berlin Akademie der Künste üyesidir. Bu kuruluşun Sinema bölümü'nün kurucuları arasında yer aldı. Yolda filmi 2005 yılında Harvard Üniversitesi Sinemateki'ne kabul edildi. İzmit Rotary Klup, Aviva, Adana Film Festivali, Uluslararası İstanbul Film Festivali ve Beykent Üniversitesi tarafından 'Yaşam Boyu Başarı' ve 'Onur Ödülleri' aldı. 2009 yılında 4. Köyceğiz Film Festivali tarafından 'Onur Ödülü' verildi.
Patates güvesi
Patates güvesi ("Phthorimaea operculella"), Gelechiidae familyasından larvası pembesi beyaz veya yeşilimsi renklerde olan zararlı bir böcek türü.
Kanat açıklığı 10–15 mm kadardır. Kanatları çok dar olup ön kanatları grimsi kahverengi, üzeri küçük koyu kahverengi lekelidir. Alt kanatları ise açık gri renktedir. Her iki kanadın da arka ve yan kenarları saçaklıdır. Boyu 10–12 mm kadardır.
Kışı tarlada kalmış bitki artıkları arasında yumurta veya larva döneminde geçirir. Mart sonu veya Nisan başlarında erginler görülmeye başlar. Çiftleşen dişiler yumurtalarını geceleri patlıcan ve patates bitkilerinin yapraklarının alt yüzüne, çiçek tomurcuklarına, hatta sürgünlerine bırakır. Çıkan larvalar gelişmesini tamamladıktan sonra tepe sürgünlerinde, taze yapraklar arasında ördüğü kokon içinde pupa olur. Yılda 3-4 döl verir.
Konukçuları, başta patates ve patlıcan olmak üzere domates, biber ve tütün gibi Solanaceae familyasına bağlı bitki türleridir.
Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist
Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP/M-L), 24 Nisan 1972'de İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları tarafından kurulan yasa dışı komünist parti. Partinin siyasi düşünceleri doğrultusunda askeri kolu Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) ve gençlik örgütü Türkiye Marksist-Leninist Gençlik Birliği'dir (TMLGB).
TKP/ML örgütünün askeri kanadı olan TİKKO ve gençlik örgütü TMLGB örgütün sivil kanadı olan TKP/ML'ye bağlı olarak hareket etmektedir. Parti, düşüncelerinde daima kırları ve illegal mücadeleyi birinci planda ele alınması gerektiğini belirten İbrahim Kaypakkaya'nın görüşlerinin günümüzdeki savunucusudur. Parti (örgüt), Marksizm, Leninizm ve Maoizm'in birleşimiyle oluşan Marksizm Leninizm Maoizm (MLM) ideolojisini benimsemiştir. Parti içinde sürekli ikililik ortaya çıkmış ve bazı zamanlarda çeşitli fraksiyonlar ortaya çıkmıştır. TKP/ML DABK, TKP/ML KONFERANS, TKP/ ML Maoist Parti Merkezi en öne çıkanlarıdır. Ayrıca Partizan isimli siyasi oluşum örgüte yakın bir grup olarak bilinmektedir.
Parti, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün yayınladığı Türkiye'de halen faaliyetlerine devam eden başlıca terör örgütler listesinde yer almaktadır.
TKP/ML, 12 Mart 2016 tarihinde Halkların Birleşik Devrim Hareketi bileşenleri ile birleşerek Türkiye'de faaliyet yürüten bazı komünist ve Marksist-Leninist silahlı örgütlerle ortak bir cephe oluşturmuştur.. TKP/ML, 1 Ekim 2016'da yaptığı açıklama ile bu hareketten ayrıldığını duyurmuştur.
Ocak 2018'de başlayan Zeytin Dalı Harekâtı'nda Enternasyonalist Özgürlük Taburu içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu ile çatışmalara girdi.
Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist'in gençlik kanadıdır.
Leke (albüm)
Renan Bilek
Renan Bilek (d. 1968, İstanbul), Türk müzisyen, tiyatro oyuncusu
Galatasaray Lisesi mezunudur. Ortaoyuncular'da ve çeşitli filmlerde rol aldı. Bir dönem İzmir'de yaşadı; 2005'te İstanbul'a döndü. Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisinde Soner'in yardımcısı Süleyman rolünde oynadı.
Lise yıllarında Leke adlı bir müzik grubuna üyeydi. Grubun dağılmasından sonra, 1999 yılında yine Leke adında bir albüm yaptı.
Yurtsever Cephe'nin mitinglerinde ve Küba Dostluk Derneği'nin düzenlediği dostluk konserinde yaptığı gösterilerde müziğin ötesinde bir meddahlık örneği vermiştir.
Renan Bilek dizi çalışmasının yanı sıra "Aramızda Kalsın" adlı tek kişilik gösterisini sergilemektedir.
Bir dönem yayınlanan günlük soL Gazetesi'nde "Leke" isimli başlık altında haftalık olarak köşe yazıları yazdı.
Çeşitli içerikteki (müzik, sanat, dil, felsefe vs..) dergilerde yazıları yayınlandı.
Patates böceği
Patates böceği ("Leptinotarsa decemlineata"), yaprak böceğigiller (Chrysomelidae) familyasından 10–12 mm boyunda, sarı veya kırmızı sarı renkli zararlı bir böcek türü.
Prothorax'ın üzerinde V şeklinde siyah bir leke ile elytra'sı üzerinde 10 adet boyuna siyah çizgi bulunmaktadır. Larvası kiremit kırmızısı renkte olup yan tarafları siyah lekelidir. Boyu 11–13 mm kadardır.
Kışı toprakta ergin halde geçirir. Gerek larva, gerekse ergin döneminde patates, patlıcan, domates gibi bitkilerin yaprak ve sürgünlerini yiyerek beslenir.
Besin zinciri içerisindeAltın zemin böceği tarafından avlanır ve tüketilirler.
Montesquieu
Charles-Louis de Secondat, baron de La Brède et de Montesquieu ( – ), daha çok bilinen adıyla Montesquieu, bir Fransız politik düşünürdür.
Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı "De l'esprit des lois" adlı kitabında yasama, yürütme ve yargı'yı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır.
Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır. Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozof, olguları kaydetmek yerine anlamayı, görüngüleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmayı itmiştir. Siyaset konusuna, şu halde bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin, halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vs., göreli olduğunu söylemiştir. O, işte bütün bu temel koşullara, "yasaların ruhu" adını vermiştir. Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir. Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır. Britanya örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir;demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm insanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya atmıştır. Geometri alanında çok olmasa da çalışmalar yapmıştır. Üçgende Alan ve benzerlik konularında birçok defa önerilerde bulunmuştur.
Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi
Vatansever Kuvvetler Güçler Birliği Hareketi, bir dernek. Türkiye genelinde 2 ile 3 bin dernek üyesi olduğu sanılmaktadır.
Danıştay Saldırısı'nda adı geçen Alparslan Arslan'ın arabasından dernek başkanının kartviziti çıkması nedeniyle ülke gündeminde yer buldu.
23 Mayıs 2006 günü İçişleri Bakanlığı Müfettişleri dernek genel başkanı Taner Ünal hakkında suç duyurusunda bulundu.
8 Temmuz 20 |
07 günü Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi'ne yönelik “Girdap Operasyonu” kapsamında adliyeye sevk edilen 3 kişi daha tutuklandı. Aynı operasyonda Taner Ünal dahil 11 kişi daha önceden tutuklanmıştı. Çete üyeleri halen; gasp, yağma, ihaleye fesat, zimmet, dolandırıcılık, tarihi eser kaçakçılığı suçlarından yargılanıyor.Tutuksuz yargılanan Taner Ünal, Ergenekon davası kararlarına göre 8 yıl 9 ay hapis cezası almıştır.
Bill Goldberg
William Scott "Bill" Goldberg (d. 27 Aralık 1966; Tulsa, Oklahoma) daha çok ring ismi Bill Goldberg (veya sadece Goldberg) olarak tanınır. Amerikalı bir profesyonel güreşçi olarak, Eylül 1997'den Ocak 2001'e kadar World Championship Wrestling'teki yenilmezlik serisi ile tanındı. Ayrıca Mart 2003'ten Mart 2004'e kadar World Wrestling Entertainment'ta güreşti. Hem WCW hem de WWE'de "Büyük Altın Kemer" olarak bilinen Dünya Ağırsıklet Şampiyonluğu'nu kazanan ilk güreşçi oldu (onu Chris Benoit ve Booker T takip etti).
Profesyonel güreşçi olmadan önce, Goldberg kolejde ve profesyonel anlamda bir futbolcuydu. Aynı zamanda, şu an kapalı olan, karma savaş sanatları promosyonu EliteXC'da spikerlik yaptı. Spear ve Jackhammer en önemli hareketleridir. Brock Lesnar'la Wrestlemania'da yaptığı maç en kötü maçı olarak gösterilir. 12 yıl sonra 2016'da Brock Lesnar'ın menajeri Paul Heyman'a cevap vermek için Raw'da bulunmuştur. Survivor Series 2016'da Brock Lesnar ile güreşmiştir ve maç 1 dakika 25 saniye sürmüştür. Maçı Bill Goldberg kazanmıştır. Fastlane 2017 şovunda Kevin Owens ile karşılaşan Goldberg, maçı 22 saniyede kazanarak yeni Evrensel Şampiyonluğu kemerini kazanan ilk eski WCW güreşçisi olmuştur.
Joseph Roth
Moses Joseph Roth, (doğ. 2 Eylül 1894'de Lemberg/Brody, öl. 27 Mayıs 1939'da Paris) Avusturyalı yazar ve gazeteci.
Joseph Roth, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Monarşisine bağlı ve nüfusunun ağırlığı Yahudi olan Galiçya'da Lemberg yakınlarındaki Brody kasabasında doğdu.
Viyana ve Lemberg'de edebiyat ve felsefe öğrenimi gördü.
I. Dünya Savaşı'na katıldı. Avusturya-Macaristan'ın çöküşü Roth'un hayatında belirleyici bir rol oynadı.
1918 yılından itibaren Viyana'da, sonra Berlin'de muhabirlik yaptı. Neue Berliner Zeitung, Berliner Börsen-Courier Frankfurter Zeitung gibi gazetelerde çalıştı. 1928'de karısı şizofreniye yakalandı ve hem maddi hem psikolojik bir kriz yaşadı.
Joseph Roth, önce Viyana'ya gitti, sonra bütün Avrupa'yı dolaştı. 1933 yılında Fransa'ya yerleşti. 1936-1938 arasında yine yazar olan Irmgard Keun ile birlikte yaşadı. 1939'da Paris'te yoksulluk ve borç içinde öldü.
Mezarı Güney Fransa'da Delirium Tremens'dedir.
Trey Parker
Randolph Severn "Trey" Parker III (d. 19 Ekim 1969, Conifer, Kolorado, ABD), animatör, senarist, film yönetmeni, seslendirme sanatçısı, aktör ve müzisyendir. Animasyon komedi dizisi olan "South Park"'ın iki yapımcısından birisidir. Seslendirdiği karakterler arasında "Eric Cartman, Timmy, Randy Marsh, Stan Marsh" vardır. Babasının adı Randy'dir.
Borulu ısı değiştiricisi
Borulu ısı değiştiricisi veya eşanjörü, ısı değiştiricilerinin bir tipidir. Daha doğru bir ifade ile ısı eşanjörü tasarlarken kullanılan sınıflamalardan biridir. Bu tip eşanjörler, petrol rafinerileri ve diğer büyük kimyasal prosesler içeren tesislerde en yaygın kullanılan eşanjörlerdir. İsmini dizaynında kullanılan borulardan almıştır. Bu eşanjör tipi, dış tarafta büyük bir boru (kovan olarak da anılır) ve onun içinde dolaşan daha küçük çapta borular içerir.
Farklı sıcaklıklardaki iki akışkan eşanjör boyunca akar, birisi içteki borular boyunca, diğeri dış taraftaki büyük boru (kovan) boyunca akar. Isı, bir akışkandan diğerine transfer olur. Akışkanlar arasında ısı transferinde kullanılan bu yöntem, birçok uygulamada, atık ısının tekrar kullanıma alınmasını sağlar. Bu, enerjinin geri kazanımı için çok iyi bir yoldur. Örneğin buhar kullanan bir tesisin kullanımından çıkan buharı, ısı eşanjörleri vasıtası ile tesis ısıtılması, kullanım suyunun ısıtılması gibi yerlerde kullanılır.
Boru ve kovan dizaynlarında çeşitli varyasyonlar vardır. Daha çok 1, 2 veya 4 geçişli dizaynlar kullanılır. Bu sayılar, borular içindeki akışkanın, kovan içindeki akışkan boyunca kaç kez geçiş yapacağını belirtir. Tek geçişli ısı eşanjörlerinde, akışkan bir taraftan girer, diğerinden çıkar. İki veya dört geçişli dizaynlar daha çok kullanılır, çünkü akışkan aynı taraftan giriş ve çıkış yapabilir. Bu konstrüksiyonu daha basit hale getirir.
"Karşı akımlı ısı eşanjörleri" ise daha verimlidir, çünkü bu eşanjörler sıcak ve soğuk akımlar arasında daha yüksek logaritmik sıcaklık farkına izin verirler. Fakat imal edilmesinin pahalı olması bir dezavantaj oluşturur.
Gemilerin yağ, yakıt, su buhar devrelerinde ısıtma, soğutma/yoğuşturma amaçlı olarak sıklıkla kullanılırlar. Isıtıcı olarak su buharı, soğutucu olarak tatlı su veya deniz suyu kullanılır. Deniz suyu kullanılan sistemlerde katodik koruma uygulanır.
Moleskine
Moleskine, geçtiğimiz iki yüzyıldan beri Van Gogh, Picasso, Ernest Hemingway, Bruce Chatwin gibi birçok Avrupalı sanatçı ve düşünür tarafından kullanılan bir defterdir. Kelime anlamı 'köstebek derisi'dir.
Moleskine defterlerinin neredeyse iki yüz yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. İnsanların akıllarında tutmak istedikleri ayrıntıları yazmaları gerektiğinde kullandıkları ufak tefek, siyah vinil kapaklı, sarı yapraklı, basit ve sade görünümlü defterlerdir.
1986 yılında üretimi durdurulmuş -fakat bir süre sonra yeniden üretilmeye başlanmış- olan bu defterlerin bu kadar sevilmesinin bir diğer nedeni de Picasso, Van Gogh gibi isimlerin bunları ellerinden düşürmemiş olmalarıdır.
Fransızların "Moleskin", İtalyanlarınsa "Moleschino" dedikleri bu akıl defterlerinin ilk olarak nerede doğduğu bilinmiyor. İlk olarak esin perisini kaçırmak istemeyen Fransız şairler için çıkarıldığı sanılıyor.
Bugün İtalya'da, Modo & Modo firması tarafından üretilen bu defterler, geçtiğimiz yüzyılda suya dayanıklı mürekkebin doğuşuna da neden olmuş. Moleskine sahipleri, yazılarını yağmura karşı bu mürekkeplerle korurken, kaybetme ihtimaline karşı defterlerinin ilk sayfasına geri getirene verecekleri ödülü yazarlar.
İreneyus
İreneyus ya da İreneos (d. "yaklaşık." 130'lar Smyrna ö. 202) Galya'nın Lugdunum şehrinin (şu anda Fransa'da Lyon) piskoposuydu. Hristiyan teolojisinin gelişmesine önemli katkıları olmuş, hem Ortodoks kilisesi hem de Katolik kilisesi tarafından bir aziz olarak tanınmıştır, Ortodoks Kilisesi onu ayrıca bir Kilise Babası olarak görür.
İreneyus, Smyrna'lı Polikarp'ın öğrencisidir. Polikarp da Yuhanna'nın öğrencisiydi.
İreneyus en önemli eseri olan "Adversus Haereses"'te "("Aykırı Düşüncelere Karşı")" varolan herşeyi yaratmış olan tek bir Tanrı'nın var olduğu ve gökyüzü ile yeryüzünün tek bir Yaratıcısının bulunduğu iddia etmiştir. O Tanrı'nın varoluşunu teolojik kanıtla, yani maddî dünyadaki düzenin tinsel bir düzen vericiyi gerektirdiğini ortaya koyan kanıtla ve ortak onay deliliyle kanıtlamaya çalışmıştır. Burada gnostiklerin görüşlerinin ne mantıkla, ne İncil'le ne de havarilerin öğretilerine uyduğunu göstermiştir. Ayrıca:
Kilise Babaları arasında yaratma konusunu ele alan ilk azizlerden biridir. Buna göre, Tanrı dünyayı, gnostiklerin Anaksagoras, Empedokles, Platon ve Aristoteles gibi Yunan düşünürlerinden hareketle iddia ettikleri gibi, ezeli olan maddeye şekil vermek suretiyle değil de, hiçten yaratmıştır. Başka bir deyişle, kadiri mutlak olan Tanrı, her şeyi kendi kelamı ile yoktan var etmiştir. İnsandır ki, bir şeyi meydana getirirken, önceden var olan maddeyi kullanır. Tanrı ise, önceden var olmayan maddeyi de yaratır.
İreneos’a göre, insan da, tüm diğer varlıklar gibi, Tanrı tarafından, kendi suretinden ve bir bütün olarak yaratılmıştır. İnsan, Tanrı tarafından yaratılmış olduğu için, iyidir; yetkin olmaması ise, sadece onun yaratılmış bir varlık oluşunun bir delilidir. Bununla birlikte, bir ruh ve bir bedenden mürekkep olan insan gelişip belli bir yetkinlik derecesine erişebilir. Bunu mümkün kılan şey ise, insan ruhunu meydana getiren akıl ve irade güçleri ya da melekeleridir. Aklı insana, sırasıyla duyum, inceleme, akıl yürütme, anlama ve yorumlama aşamalarından geçerek hakikate ulaşma imkânı verir. Özgür olan irâdesi ise, insanın ilâhi emirleri temele alarak eylemesini ve son çözümlemede de, yaratıcısına olabildiğince benzer bir varlık haline gelmesini mümkün kılar.
Osmoz
Osmoz, çözücü maddelerin az yoğun ortamdan çok yoğun ortama, seçici geçirgen bir zardan enerji harcanmadan geçişidir.
Canlı sistemlerde çözücü madde su olduğu için, biyoloji biliminde osmoz terimi ile kastedilen, suyun az yoğun ortamdan çok yoğun ortama seçici geçirgen bir zardan enerji harcanmadan geçişidir. Bu tanımda, seçici geçirgen zardan kasıt, çözünenleri geçirmeyen fakat çözücüleri geçiren bir zardır.
Süzgeç gibi davranan zar, küçük moleküllerin kolayca geçmelerine olanak verirken büyük moleküllerin geçişini engeller. Yoğunluğu daha az olan taraftaki sıvı moleküllerinin, yoğunluğu yüksek tarafa geçmeleri, zarın iki tarafındaki yoğunlukların dengelenmesine yardımcı olur. (bkz: Geçişme dengesi)
Canlı bir hücre, konsantrasyonu hücre sitoplazmik konsantrasyonundan daha düşük hipotonik bir ortama konulduğunda, ortamdan hücre içine, hücre zarı vasıtası ile su geçişi, bir başka deyişle osmoz gerçekleşir. Bu geçiş, hücrenin sitoplazmik konsantrasyonu, hipotonik çözeltinin konsantrasyonuna seyrelinceye kadar devam eder. Hipotonik çözeltilerde hayvan hücreleri şişer, bitki hücreleri ve hücre duvarı bulunan diğer hücreler ise şişmez. Eğer, bir hayvan hücresi, hipotonik çözeltinin konsantrasyonunun çok düşük olması sebebiyle çok fazla su alırsa, hücre zarının esnekliği yeterli olmaz ve hücre patlayabilir. Hayvan hücresinin patlamasına hemoliz denir.
Canlı bir hücre, konsantrasyonu hücre sitoplazmik konsantrasyonundan daha yüksek hipertonik bir ortama konulduğunda, hücre içinden ortama, hücre zarı vasıtası ile su geçişi, başka deyişle osmoz gerçekleşir. Bu geçiş, hücrenin si |
toplazmik konsantrasyonu, hipertonik çözeltinin konsantrasyonuna yükselinceye kadar devam eder. Bu durumda, su kaybından dolayı hücrelerin hacimleri küçülür ve büzülürler.
Canlı bir hücre, konsantrasyonu hücre sitoplazmik konsantrasyonu ile aynı olan izotonik bir ortamda iken, hücre içi ile ortam arasında konsantrasyon dengesi sağlanmış demektir. Bu durumda, hücre zarından su geçişi, başka deyişle osmoz gerçekleşmez. Yani hücre içindeki su miktarı aynı kalır.
Pasif taşıma sırasında ATP harcanmaz. Canlı ve cansız ortamda gerçekleşebilir. Küçük moleküllerin geçişidir.
Menekşegiller
Menekşegiller (Violaceae), 21 cins içinde toplanmış yaklaşık 800 çiçekli bitki türünü içeren bir familyadır ve ismini de bu familyadaki "Viola" adlı cinsden alır.
Bu familya için kullanılagelmiş diğer bilimsel adlar şunlardır:
Cronquist sistemi gibi eski sınıflandırma sistemlerinde, Violacea familyası kendisi üzerinden adlandırılmış olan Violales takımı içine yerleştirilirken, Angiosperm Phylogeny Group (Kapalı Tohumlular Soy Oluş Grubu)'nunki gibi daha yeni sınıflandırmalarda ise Malpighiales takımına dahil edilir.
Alt familya: Fusispermoideae
Alt familya: Leonioideae
Alt familya: Violoideae
Senfoni Türk
Büyük Türkiye Senfonisi, diğer adıyla Senfoni Türk, Tuluyhan Uğurlu’nun ilk senfonisidir. İlk eskizlerini "Harika Çocuklar Yasası" ile kazandığı devlet bursu ile Viyana’da yüksek müzik eğitimi yaptığı yıllarda (1984-1993) yazdı. Eser Başbakanlık Tanıtım Fonu Kurulu katkısı ile 2002'nin Temmuz ayında DMC şirketinden CD olarak çıkmıştır. Orkestrasyonu Orhan Şallıel ve Tuluyhan Uğurlu yapmıştır. Genel Sanat Yönetmeni Arda Aydoğan'dır. Kayıtları Duyal Karagözoğlu yapmıştır.
Uğurlu yazdığı senfoniyi, Wolfgang Amadeus Mozart’a ithaf etmiştir. 50 dakika süren eser sekiz bölümden oluşur. Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası ve Kültür Bakanlığı İstanbul tarihi Türk Müziği Topluluğu saz üstatları ile birlikte seslendirilen eserde piyano, ud, bendir, tambur ve rebab gibi enstrümanlar kullanılmıştır.
Yamamoto Tsunetomo
Yamamoto Tsunetomo (山本常朝; d. 11 Haziran 1659 Saga- ö. 30 Kasım 1719 Saga),
Yamamoto Tsunetomo, 18. yüzyılda, efendisi Mitsushige Nabeshima'nın buyruğu altında Japonya'da yaşamış bir samuraydır. Efendisinin ölümünden sonra her samuray gibi tsuifuku yapmak istemiş fakat efendisi bunu ölmeden önce yasakladığı ve kendisi de efendisiyle aynı kaderi paylaşmaktansa onun vasiyetini yerine getirmenin daha doğru olacağını düşündüğü için bundan vazgeçmiştir. Zaten bir yıl sonra da samurayların tsuifuku yapması shogunluk tarafından da yasaklanmıştır. Efendisinin ölümünden sonra samuraylığı bırakan Yamamoto eşiyle beraber yarı-inzivaya çekilmiş ve saçlarını kazıtarak Budist rahibi olmak üzere bir klübede yaşamaya başlamıştır.
Bu dönemde kendisini ziyaret eden genç bir samurayla, samuraylık ve felsefesi üzerine yaptığı sohbetler genç samuray tarafından not edilerek ölümünden yaklaşık üç yıl önce derlenerek Hagakure adıyla kitaplaştırılmıştır.
Yamamoto Tsunetomo yaklaşık 20 yıl samuraylık yapmasına rağmen hiçbir savaşa katılmamıştır. Hagakure'de anlattığı düşünceleriyse neredeyse yüzyıl öncesine ait düşüncelerdi ve Japon düşünce tarihine belirgin bir etki yaptıkları söylenemez.
Andican olayları
Andican Olayları 13 Mayıs 2005 tarihinde Özbekistan'ın Andican kentinde yaşanan kanlı olaylardır.
Andican Özbekistan'da, Fergana Vadisi bölgesinde yer alan bir şehrin adıdır. 23 yerel işadamının Ekremiler adında bir grubun üyeleri olduğu gerekçesiyle terör suçu ile yargılanmasını protesto gösterileriyle başlayan olaylar güvenlik güçlerinin sivil halka ateş açması sonucu yüzlerce kişinin ölümü ile sonuçlanmıştır. Özbekistan hükümeti ölü sayısını 187 olarak açıklamış, Özbekistan Ulusal Güvenlik Kuvvetleri'nden firar eden bir görevli ise ölü sayısının 1500 olduğunu iddia etmiştir.
Olaylar Özbekistan hükûmetinin iç politikada baskıyı daha da artırmasıyla sonuçlanırken dış politikada da farklı bir kulvara yönelmesine neden olmuştur.Olayları kanlı bir şekilde bastırabilen Kerimov Yönetimi içeride daha sert önlemelere yönelirken, dışarıda ABD ve Batı'ya yaklaşma politikasını askıya aldı. Amerikan üssünü kapatırken Çin ve Rusya ile stratejik ilişki arayışına girdi.
Olayları başta İngiltere olmak üzere çok sayıda batılı ülke kınamıştır. Türkiye de bu tür olaylarda demokratik ve hukuk devleti sınırları içinde davranılması gerektiğini savunmuştur. Andican olayları toplumsal rahatsızlığın ne derece yaygınlaştığını ve uygulanan baskıcı siyasetin görünürde rahatsızlıkları bastırmış gibi gözükse de yalnızca yeraltına ittiğini gösterdi.
Infomatrix
Infomatrix, her yıl Romanya'da düzenlenen uluslararası bir bilgisayar proje yarışmasıdır. Yarışma tüm dünyadan 12-18 yaşları arasındaki gençleri hedeflemektedir. İlki 2002 yılında ulusal düzeyde gerçekleştirilmiştir. İkinci yarışmadan itibaren ise uluslararası düzenlenmektedir. Bu yıl ise 4.sü düzenlenmiştir (2006).
Infomatrix, finaller esnasında Bükreş, Romanya'da temsil edilebilecek tüm okullara açıktır. Tüm katılımcı projelerin başında okullarını temsil edecek bir "team leader" (takım lideri) bulunmalıdır. Infomatrix her tip okula açıktır. Fakat henüz üniversitelere açık değildir. (2007'de açılması planlanmaktadır. Konu ile ilgili Infomatrix Forums)
Yarışmanın resmi sitesi http://www.infomatrix.ro'dur. Kategorilerle uyumlu her proje bu adresten kayıt yaptırabilir. Infomatrix'in resmi dili İNGİLİZCEdir. Projeler İngilizce hazırlanmalı ve sunulmalıdır.
Projeler 3 aşamada değerlendirilecektir:
Kayıt ve diğer gerekli formlar web sitesinde bulunmaktadır. Yarışma gerekliliklerini sağlayan tüm okullar yarışmaya katılabilir. Yarışmacılar yarışma gerekliliklerini sağlayan bir okulda veya 12-18 yaş sınırı olan bir kurumda eğitim görüyor olmalıdır. Her proje bir "takım lideri" tarafından temsil edilmelidir. Bir projenin birden fazla "takım lideri" olamaz fakat aynı okuldan farklı projeler için farklı takım liderleri seçilebilir (Bu değişiklik 2006 yılında yapılmıştır).
Bir proje için en fazla 2 öğrenci kaydedilebilir. Ve her yarışmacı sadece bir projede yer alabilir. Başvuru formunu doldurduktan sonra proje, 7 gün içerisinde değerlendirilerek sonuç takım liderine e-posta ile bildirilir.
Ön elemeyi geçen tüm projeler, proje dosyalarını FTP ile belirtilen yere yüklerler. ISC (Infomatrix Steering Commitee) yarışmacılara projelerini posta ile göndermeyi tavsiye etmez. Jüri projeleri değerlendirmeye alır. Ve belirtilen tarihte sonuçlar web sitesinde açıklanır ve sonuçlar "takım liderleri"ne e-posta yoluyla gönderilir.
Infomatrix finalleri her yıl belirtilen tarihler arasında Bükreş, Romanya'da yapılır. Finallerden önce, her proje için finalistlere tahsis edilecek standlar için belirtilen ölçülerde dokümanlar hazırlanmalıdır. Her proje nasıl yapıldığını anlatan ve teknik detaylar içeren bir rapor ile birlikte sunulmalıdır. Raporlarda tekrarlardan ve uzatmalardan kaçınılmalıdır. Rapor öz ve projeye odaklanmış olmalıdır ve atlanmış herhangi bir şey olmamalıdır. Her takım fuar alanında kendi standını hazırlamakla yükümlüdür. (Stand panelleri hazır olarak ISC tarafından sağlanacaktır.) Ve her katılımcı takım kendi donanımsal ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Karşılayamayacak durumda olanlar için ISC elinden gelenin en iyisini yapacaktır.
Tüm katılımcılar fuar alanında ülkesinin milli kıyafetini veya resmi Infomatrix t-shirtlerini giymelidir.
Gurme
Gurme (), Fransız kökenli bir sıfat olan 'gurman'dan gelir. Gourmet, "lezzeti keşfetmiş, damak tadına sahip kişi" demek. Ayrıca, "yemesini bilen" anlamına da geliyor.
16.Louis zamanına kadar çok ağır yemekler yapılıyordu. 16.Louis zehirlenme davalarından çok korkduğu için o dönemde mutfağa girdi. Kral'ın mutfağa girmesi önemli bir olaydı. Mutfakta artan motivasyon ve rekabet sayesinde mutfak kültürü şekil değiştirmeye başladı. Sülünün, etin, bıldırcının en kalitelisi bulunmaya çalışılıyordu. Böylece, etlerin ve yiyeceklerin pişmesinde bir incelik baş göstermeye başladı. Marine edilmiş etler, baharatlı soslar gibi, ağır soslar yerini daha hafif soslara; kremalı soslar yerini süt ve unun karıştırılarak elde edilen soslar gibi soslara bıraktı; dolayısıyla damak tadı da bununla beraber gelişmeye başladı.
Bu dönemde şaraplardan da bu konuda kullanmaya başlıyorlar. Hangi yemekle hangi şarabın içilmesi gerektiği ile ilgili damak yelpazesi genişlemeye başlıyor. Kıbrıs'tan bile şaraplar getiriliyor. Versay'da özel bir yemekte Kıbrıs'tan gelen hafif tabir edilen "cherry" tarzı şarabın içildiği biliniyor. O dönemde Kıbrıs adası Osmanlı hakimiyetinde idi ve şarabı burada yaşayan Yunanlar yapıyordu.
Gurme menüsü bir anlamda "damak tadı menüsü" olarak geçer, tabi burada şarapların da önemi vardır.
Savarin'e göre gurme ""yiyeceklerini zekice, ince bir zevkle seçer."" Gurmelik; zeki, duyarlı, olgun, dengeli zevkli insanlara mahsus bir özelliktir, genelde yemek kültürü yüksek, yeme içme adabına hakim, sadece yemeyi değil bir nebze mutfak işlerini de bilen kişilere yakıştırılır.
Gurmeliğin gelir seviyesi ile ilgisi yoktur. İyi yemek çok ucuza yenilebildiği gibi tatlara hakim olabilmek için sadece eğitim, kültür ve ilgi gerekiyor.
Beagle Kanalı
Beagle Kanalı, Güney Amerika'da Ateş Toprakları'nın güneyinde doğal bir boğazdır.
Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus'u birbirine bağlar. 1881 yılından beri Arjantin ile Şili sınırının bir bölümünü oluşturur. Kanal ismini, 1835 yılında burayı keşfeden Robert FitzRoy'un kaptanlığını yaptığı araştırma gemisi HMS Beagle'dan alır. Kanalın kuzey kıyısında kimilerince Dünyanın en güneydeki şehri Ushuaia bulunur. Güney sahil hattında ise Şili askeri üssü Puerto Williams vardır.
Beagle Kanalı 1978 yılında Şili ve Arjantin arasında gerginlik sebebi olmuş, nihai çözüm 1985 yılında Vatikan'ın araya girmesiyle bulunmuştur.
Beagle
Robert FitzRoy
Robert FitzRoy (5 Temmuz 1805 - 30 Nisan 1865, Londra), Britanyalı Kraliyet Donanması koramirali ve bilim adamı.
Charles Darwin ünlü yolcuğu sırasında "HMS Beagle" gemisinin kaptanlı |
ğını yaparken ünlenmiştir. FitzRoy's ikinci seferini Tierra del Fuego'ya yapmıştır.
FitzRoy günlük hava tahminlerini kesin olarak yaparak meteorolojide çığır açmış ve kendinin verdiği isimle "forecast" icat etmiştir. 1854'te Met Office'i kurmuş, gemici ve balıkçıların güvenliği için hava bilgi sistemini oluşturmuştur. O yetenekli bir araştırmacı ve hidrograftır. 1834-1845 yılları arasında Yeni Zelanda'da valiliği döneminde Maorileri, İngilizlerin yasa dışı arazi satışlarından korumaya çalışmıştır.
Robert FitzRoy,yüksek elit İngiliz aristoksisinin yaşadığı Ampton Hall, Ampton, Suffolk, İngiltere'de doğdu. Babası, General Lord Charles FitzRoy, büyükbabası Augustus Henry FitzRoy (Grafton 3.Dükü)dur. Robert II. Charles (İngiltere Kralı)'ın 4. kuşak torunudur. Annesi, Marquess of Londonderry'ın kızı ve Dışişleri Bakanı Viscount Castlereagh'in üvey kardeşidir. Robert Fitzroy 4 yaşından itibaren ailesiyle beraber Wakefield Lodge'daki Paladiyan köşklerinde yaşamıştır.
Robert'in üvey kardeşi Sir Charles FitzRoy sonradan Yeni Güney Galler, Prens Edward Adası ve Antigua'da valilik görevlerinde bulunmuştur.
Şubat 1818'de FitzRoy 12 yaşındayken Kraliyet Deniz Harp Akademisi, Portsmouth'e ertesi yıl ise Kraliyet Donanması'na girdi. 14 yaşında HMS "Owen Glendower" fırkateynine gönüllü öğrenci olarak bindi.Bu gemiyle 1820'lerin ortasında Güney Amerika'ya sefere çıktı ve Ocak 1822'de geri döndü.
Bu gemideyken asteğmen rütbesine terfi etmiş ve HMS "Hind" gemisinde asteğmen olarak hizmet etmiştir.
Derslerini üstün başarıyla tamamlamış ve 7 Eylül 1824'te Teğmen rütbesine terfi etmiştir. HMS "Thetis"'deki hizmeti sonrasında, 1828'de HMS "Ganges" gemisine Güney Amerika üssü başkomutanı Tuğamiral Sir Robert Waller Otway'ın amiral emir subayı olarak tayin edilmiştir.
HMS "Beagle" zamanlarında Kaptan Pringle Stokes komutasındayken Tierra del Fuego'da hidrografik araştırma yapmayı öğrendi. Prigle Stokes ağır bir depresyona girdi ve kendini vurarak intihar etti. Teğmen Skyring emrindeyken gemi Rio de Janeiro'ya yelken açtı, 15 Aralık 1828 tarihinde Otway'de FitzRoy geçici olarak "Beagle" kaptanı oldu. Gemi 14 Ekim 1830'da İngiltere'ye döndüğünde, FitzRoy, sürveyör ve komodor olarak ünü yayılmıştı.
Araştırma sırasında, tayfanın bazıları kıyıda kamp yaparken bir grup Fuegian yerlisi onları botlarıyla kaçırdı.Gemiyle kovalamaca yaşandı ve mücadeleden sonra suçluların aile ve rehineler gemiye getirtildi. Sonunda FitzRoy 2 erkek çocuk, 1 kız ve 2 erkek (1'i kaçtı) elde etti.Onları karaya alıştırmak mümkün değildi. FitzRoy da 'vahşileri' 'uygarlaştırma'ya karar verdi. Onlara misyonerlik faaliyetlerinden önce İngilizce öğrettiler.
Denizciler onlara isimler verdiler: kıza Fuegia Basket (ismi coracle isimli sepeti andıran bir tekneden geliyor), erkek çocuğa Jemmy Button (FitzRoy onu düğmeleriyle satın almıştı), ve erkeğe Yort Minster adını verdiler. 2. çocuğun ismi Boar Memory'dir. FitzRoy 4'ünüde gemiyle İngiltere'ye geri getirmiştir. Boat Memory çiçek hastalığı aşısından sonra ölmüştür.Diğerleri misyoner Richard Matthews tarafından eğitildi ve bakıldı ve 1831 yazında mahkemeye sunulacak kadar 'uygar' kabul edildiler.
1831 Mayıs ayının başlarında FitzRoy, Ipswich'te genel seçimde Muhafazakar Parti'yi destekliyordu fakat kaybetti.Böylelikle Tierra del Fuego'yu misyonerlik projesiyle alma umudunun başarız olduğu ortaya çıktı. Arkadaşı Francis Beaufort, İngiliz Deniz Kuvvetlerinde Hidrograf, ve amcası Grafton Dükü ile beraber Matthews ile Fuegianlara geri dönmek için gemi masraflarını kendinin karşılayacağı bir sözleşme yaptı. 25 Haziran 1831'De FitzRoy tekrar Beagle'a komutan olarak atandı.Gemiyi donatmak için hiçbir masraftan kaçınmadı.
O komutanın stresli yanlızlığının bilinciydeydi. Hem Kaptan Stokes hem de 1822'de hükümet konağında kendi boğazını keserek intihar eden amcası Viscount Castlereagh'ı biliyordu. FitzRoy, Ağustos 1831'de Beaufort ile konuşurken ona sefer için uygun bir beyefendi yol arkadaşı sordu. Bu yol arkadaşıyla bilimsel tatları paylaşmalı, seferin fırsatlarını doğa araştırmasında iyi şekilde kullanmalı, onunla beraber yemek yemeli ve normal insan arkadaşlığı içinde olmalıydı.
Robert FitzRoy iki kez evlenmiştir. 1836'da ilk evliliğini Mary Henrietta O'Brien ile yapmıştır. Bu evlilikten Emily-Unah, Fanny, Katherine and Robert O'Brien isimlerinde 4 çocukları olmuştur. İlk eşi öldükten sonra, 1854'te Londra'da Maria Isabella Smyth ile evlendi. Bu evlilikten de Laura Elizabeth isimli bir kızı olmuştur.
İbn Firnas (krater)
İbn Firnas (Arapça: ابن فرناس فوهة قمرية), Berberi astronom ve şair, İslâm bilgini Abbas Kasım İbn Firnas anısına ismi verilen, Ay üzerinde güneybatıda King ve Ostwald kraterlerine yakın bir yerde 89 km çapındaki bir krater.
Pamukkale
Pamukkale, güneybatı Türkiye'deki Denizli ilinde doğal bir mevkidir. Kent Kaplıcaları ve akan sulardan kalan karbonat mineralleri teraslarını, travertenleri kapsamaktadır. Türkiye'nin Ege bölgesinde, ılıman bir iklimi olan Menderes Nehri vadisinde bulunur. Turistlerin tercih yerlerdendir.
Eski Hierapolis kenti, toplam 2700 metre uzunluğunda, 600 metre genişliğinde ve 160 metre yüksekliğindeki beyaz "kalenin" üzerine inşa edilmişti. Pamukkale, Denizli'nin 20 km uzaktaki merkezindeki vadinin karşı tarafındaki tepelerden görülebilir. 5–10 km yakınında Laodikya antik kenti bulunur. 5 km ilerisinde ise uluslararası bir termal merkez olan Karahayıt köyü vardır. Pamukkale UNESCO tarafından belirlenen Dünya Miras Listesi'nde yer almaktadır. Travertenler görsel zenginliğin yanı sıra kalp rahatsızlıkları, romatizma, sindirim, solunum, dolaşım ve deri rahatsızlıklarına iyi gelmektedir
Pamukkale terasları, kaplıca suyu tarafından çökeltilmiş bir tortullu kayaç olan travertenden oluşur.
Bu bölgede, 35 °C den 100 °C ye kadar olan sıcaklık aralıklarında 17 adet sıcak su kaynakları vardır.
Pamukkale köyünün dört kardeş kenti vardır:
Peşrev
Peşrev, Türk Müziğinde bir çeşit sözsüz form. İsmi Farsça "ön" manasındaki "pîş (پیش)" ve "gitmek" manasındaki "rev (رو)"'den oluşur. Fasılların en başında çalınır. Genellikle dört hane ve bir teslimden oluşur. Çoğunlukla büyük usullerle bestelenmiş saz eserleridir. Daha küçük usullerle bestelenen saz semaisinden bu özelliği ile ayrılır.
Peşrevler, hâne denilen kısımlardan meydana gelirler. Hanelerin sonunda melodisi hiç değişmeyen, ezgiyi karara götüren teslim ismi verilen kısımlar olur. Bazı peşrevlerde ilk hane aynı peşrevin teslimi de olur, bu durumda ilk haneden sonra tekrar edilmez. Peşrevlere isimlerini veren makam ilk hanenin makamı olur. Genelde büyük usullerle bestelenseler de küçük usulle bestelenmiş peşrevlerle karşılaşmak da mümkündür, ancak usul hiçbir zaman aksak olmaz. Bir sazın diğer sazlarla çağrı-cevabı şeklinde icra edilen peşrevlere Karabatak veya Batak peşrevi denir.
Can Bartu
Can Bartu (d. 31 Ocak 1936), Fenerbahçeli, efsanevi futbolcudur. 1 Ocak 1961’de, Fiorentina - Glasgow Rangers arasında oynanan final maçında forma giyen, Avrupa Kupaları’nda final maçı oynayan, ilk Türk futbolcusu oldu. İtalyan taraftarlar tarafından, ""Sinyor Bartu"" şeklinde adlandırılan Bartu, Türk futbolunun unutulmazları arasındaki yerini aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü tarihine, basketbol ve futbolla beraber yazılan Bartu, millî Türk takımı formasını hem basketbol hem de futbol sporunda giyen ilk ve tek sporcudur. Bartu, aynı gün içinde, Galatasaray'la oynanan basketbol maçında 28 sayı kaydederken, Dolmabahçe'de de futbol maçına çıkmış ve bir gol atmış bir oyuncudur
31 Ocak 1936’da, İstanbul’da dünyaya gelen Can Bartu, spora, Fenerbahçe’de basketbol oynayarak başladı. Altı kez, basketbol millî takım formasını giyen Bartu, daha sonra Fikret Arıcan’ın aracılığıyla Fenerbahçe’de futbol oynamaya başladı.
Millî takımdaki başarılı futbolu ile dikkat çeken Bartu, 1961’de, İtalya’nın Fiorentina takımına transfer oldu. 1962’de Venezia takımında oynayan Bartu, 1964’de de Lazio’da oynadı.
İtalya’da başarılı bir dönem geçiren Bartu, 1967’de, Türkiye’ye dönerek, eski takımı Fenerbahçe ile tekrar yollarını birleştirdi. Teknik ve zarif oyunu ile göz dolduran Bartu, Sarı-Lacivertli forma altında 326 maç oynadı, 162 gol attı.
Üç yıl boyunca Fenerbahçe’de forma giyen futbolcu, 1969’da, Metin Oktay'ın, İstanbul'da, Galatasaray - Fenerbahçe arasında oynanan jübilesinde, Metin Oktay kısa bir süre Fenerbahçe forması giyerken, maça Galatasaray formasıyla çıkarak, bu jubileyi ölümsüzleştirmiştir.
1955 – 1961 seneleri arasında Fenerbahçe’de futbol oynayan Bartu, 28 kez millî oldu. 1958’de Türkiye - Romanya maçında, kaleci Turgay Şeren'in sakatlanması üzerine, maçın son yedi dakikasında kaleye geçti ve bu maçta, Türk millî takımı oyuncusunun, kendi kalesine attığı gol sonucu, 1 gol yemiş oldu.
1970 yılında futbolu bırakan ve spor gazeteciliği yapmaya başlayan Can Bartu, halen, çeşitli basın ve yayın organlarında futbol yorumculuğu yapmaktadır.
Ziya Şengül
Ziya Şengül (d. 1944, İstanbul), Türk eski millî futbolcu ve teknik direktör, futbol yorumcusu. Fenerbahçe ve Türkiye millî futbol takımının eski kaptanlarındandır.
Ziya Şengül 1.78 m boyundadır.
Futbola Ankara PTT'de başladı. 20 yaşında Fenerbahçe'ye transfer oldu (1964). Transfer olduğu Fenerbahçe'de döneminin en başarılı oyuncularından biri oldu (1965). Sarı-lacivertli forma ile 5 lig (1964-65,1967-68,1969-70,1973-74, 1974-75), 2 kupa şampiyonluğu yaşadı (1967-68,1973-74). Fenerbahçe ve millî takıma kaptanlık yaptı. Birer kez U-18 Millî ve U-21 Millî oldu. A Millî formayı 21 kez giydi, 17'sinde kaptanlık yaptı, Cezayir ve Bulgaristan maçlarında birer gol attı.
1974 yılında Nesrin Sipahi, Fecri Ebcioğlu, Osman, Şükrü, Cemil, Emin Cankurtaran, Didi ve Yılmaz ile birlikte kulübün bilinen ilk marşı olan sözleri Fecri Ebcioğlu'na ait Yaşa Fenerbahçe'nin kayıdında yer aldı.
1975 yılında Fenerbahçe-Trabzonspor jübile maçıyla futbolculuğu bıraktı. Fenerbahçe'nin başında teknik direktör olarak 1979-80 yılında TSYD Kupası, 1980'de Başbakanlık Kupası kazandı. 1979-80 sezonunda ligde 9 galibiyet |
, 10 Beraberlik, 2 Mağlubiyet aldı (takımın attığı gol sayısı 22, yediği gol sayısı 16).
2001 ile 2013 yılları arasında "Telegol" adlı spor programında futbol yorumculuğu yaptı. 2015 yılı Eylül ayından itibaren tvem kanalında yayınlanan "Serbest Vuruş" adlı spor programında yorumculuk yapmaktadır.
Selçuk Yula
Selçuk Yula (8 Kasım 1959, Ankara - 6 Ağustos 2013, İstanbul), Türk eski millî futbolcudur.
Futbolculuk kariyerine Şekerspor'da başladı. 1979'da transfer olduğu Fenerbahçe'de golcülüğü ve penaltı atışları ile tanındı. Fenerbahçe'de iki sezon üst üste gol krallığı (1981-82, 16 gol), (1982-83, 19 gol) yaşadı. Fenerbahçe formasıyla 134 gol attı.
Daha sonra F. Almanya Bundesliga takımlarından Blau Weiss Berlin takımına geçti, bir sezon oynadı (1986-1987).Daha sonra Sarıyer (1987-1991) sezonunda transfer oldu. Galatasaray'da 1 sezon oynadıktan sonra futbola veda etti.14 kez oynadığı millî takımda 3 kez kaptanlık yaptı.
Jübilesini, aktif sporculuk yaşamına ara verdikten bir süre sonra Erzurumspor ile yapılan özel bir maçta Fenerbahçe forması ile yaptı.
Evli ve 1 kız çocuğu babası olan Yula, ölmeden önce Fotomaç gazetesi ile Fenerbahçe TV'de spor yorumculuğu yapıyordu.
Selçuk Yula 6 Ağustos 2013 tarihinde geçirdiği kalp krizinden hayatını kaybetmiştir. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedildi.
Hierapolis
Hierapolis (Yunanca: Ἱεράπολις 'kutsal şehir'), Pamukkale (Denizli) yakınlarında bulunan bir antik kenttir.
Antik coğrafyacı Strabon ile Ptolemaios verdikleri bilgilerde, Karia bölgesine sınır olan Laodikeia ve Tripolis kentlerine yakınlığı ile Hierapolisin bir Frigya kenti olduğunu ileri sürülmektedir. Kentin kuruluşu hakkında bilgilerin kısıtlı olmasına karşın; Pergamon Krallığı zamanında II. Eumenes tarafından MÖ 2. yüzyıl başlarında kurulduğu ve Bergama'nın efsanevi kurucusu Telephos'un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera'dan dolayı, Hierapolis adını aldığı bilinmektedir. Hierapolis, Roma İmparatoru Neron dönemindeki MS 60 yılındaki büyük depreme kadar, Hellenistik kentleşme ilkelerine bağlı kalarak özgün dokusunu sürdürmüştür. Deprem kuşağı üzerinde bulunan kent, Neron dönemi depreminden büyük zarar görmüş ve tamamen yenilenmiştir. Üst üste yaşadığı bu depremlerden sonra kent, tüm Hellenistik niteliğini kaybetmiş, tipik bir Roma kenti görünümünü almıştır. Hierapolis Roma döneminden sonra Bizans döneminde de çok önemli bir merkez olmuştur. Bu önem, MS 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık merkezi olması (metropolis), MS 80 yıllarında, İsa’nın havarilerinden Filipus'un burada öldürülmesinden kaynaklanmaktadır. MS 395 yılında Bizans yönetimine geçen Hierapolis, Piskoposluk merkezi oldu. Hierapolis, 12. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu Selçukluları'nın sınırları dahilinde kalmıştır. Hierapolis antik kentinde; Nekropol, Domitiyan yolu ve kapısı, kare alan içine oturtulmuş Oktokonus tapınağı, tiyatro, Frontinus caddesi ve kapısı, Agora, Kuzey Bizans Kapısı, Güney Bizans Kapısı, Gymnasium, Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Kutsal Alanı, Su Kanalları ve Nympheumları, Surlan, Filipus Martynonu ve köprüsü, Direkli Kilisesi, Nekropol Alanı, Katedral ve Roma Hamamı kalıntıları bulunmaktadır.
Tedavi amacıyla da kullanılan Pamukkale yeraltı suları ("travertenler") sayesinde tarih boyunca turist çekmiştir.
Hamam, yolcuların yıkanarak şehre girmeleri için şehrin dışına inşa edilmiştir.
Tiyatro kapasitesinin 9.500 kişi olmasından dolayı şehir nüfusunun 95.000-100.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Tiyatrosunun tasarımından burada gladyatör dövüşleri yapıldığı anlaşılır. Sahne altındaki çukurluk bölümle oturma sıraları arasında seyircileri vahşi hayvanlardan korunmak için yaklaşık bir metrelik yükseklik farkı vardır. Gladyatör dövüşlerinin olmadığı tiyatrolarda bu fark bulunmamakta, sıralar sahne düzeyinden başlamaktadır.
Şehrin giriş kapısında işlenmiş olan Medusa figürü, tanrıça Medusa'dan korunmak için yapılmıştır. Bu inancın Türk kültürüne nazar boncuğu olarak geçtiği sanılmaktadır. Şehir, 09.12.1988 tarihinde hem doğa hem de kültürel miras olarak UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınmıştır.
Grek Tiyatrosu tipinde yamaca yaslanmış 300 ayak (91 m) tüm cephesiyle birlikte korunabilen büyük bir yapıdır. İnşasına; 60 yılında olan büyük bir depremin ardından Flavius’lar döneminde 62 yılında başlanmıştır. Hadrian döneminde (117-137) inşa halindedir. Yapı Severuslar döneminde 206 yılında tamamlanmıştır.
Cavea’da 50 oturma sırası bulunur. Bu oturma sıraları 8 merdivenle 7 bölüme ayrılmıştır. Cavea’nın tam ortasından geçen Diozoma’ya her iki yandan tonozlu birer geçit ile (vomitoryum) girilir. Cavea’nın ortasında yer alan krallık locası ve orkestrayı çevreleyen 6 ayak (3.66 m) yüksekliğindeki sahne ön duvarında 5 kapı ve altı niş bulunmakta, bunların önünde 10 adet sütun yer almaktadır. Mermer sütunların üzerleri istiridye kabuğu şeklinde motiflerle dekore edilmiştir. Sahnenin gerisinde arka duvarı süsleyen üst üste sıralanmış 3 sütun dizisinden, alttakiler sekizgen kaideler üzerinde yükselir ve yivsizdir.
Kabartmalar, stillerinden de anlaşılacağı üzere değişik dönemlerde farklı ustalar tarafından yapılmıştır. Özellikle mitolojik konuların işlendiği sahnelerde Helenistik dönem heykel sanatlarının etkilerini, kalabalık, hareketli ve canlı figürlerde görmek mümkündür. Bu figürlerde Bergama sanat ekolünün (Zeus Atları Kabartmaları) biraz etkileri görülmektedir. Sahne binasının kabartmalı frizlerle süslenmesi açısından tiyatro, Perge, Side ve Nyssa tiyatrolarıyla büyük bir benzerlik gösterir.
Mezarlık alanlarını ifade eden Nekropoller, Hierapolis’in ‘Kutsal Şehir’ olarak adlandırılmasının ardından ayrı bir öneme bürünmüştür. Bu nekropollerde yapılan araştırmalar dönemin bütün dini inançları gün yüzüne çıkarmaktadır. Mezar yapılarının görkemine göre varlıklı ya da halk mezarı olarak kolaylıkla ayrılabilen bu nekropoller kentin ana caddesinin kuzey ve güney doğrultusunda uzanmaktadır. Sayıları ise 2 binden fazladır.
Kent surlarının dışında ve ova dışındaki tüm yönlerde nekropol alanları bulunmaktadır. Bunlar yoğunlukla Tripolis-Sardes’e giden kuzey yolunun ve Laodikya-Clossae’ye giden güney yolunun iki tarafında yer alır. Mezarlarda kireçtaşı ve mermer kullanılmıştır. Mermer kullanımı daha çok lahit tiplerinde görülür.
Kuzey Nekropolis: Nekropolisteki anıtların iyi durumda koruna gelmiş olması ve yayıldığı geniş alanda, çok sayıda traverten lahit ile birlikte bulunması, etkileyici bir görüntü oluşturur. (Sayıları iki binden fazladır ve çoğunda yer alan yazıtta Yunanca Soros Süfiksi ile karşılaşılır.)
Hierapolis mezar anıtlarının mimarisi çok çeşitlidir ve değişik uygulamalar gösterir. En eski mezarlar Helenistik Dönem’e tarihlenen (MÖ II – I. yüzyıllar) Tümülüs mezarlardır. Bu mezarlar düzgün kesilmiş taşlarla örülü silindir kasnak ile sınırlanan mezar odasının üstü koni biçimi verilmiş toprakla örtülüdür. Mezar odasına dramos adı verilen koridor ile ulaşılır. Tümülüsler, yol boyunca ve doğuya doğru çıkan bayırda yer almaktadır.
Bu mezarlar daha çok seçkin ailelerle aittir, fakir ailelere ise kayaya oyulmuş basit mezarlardır. Kentin kuzey kısmında yer alan, I., çoğunluğu II. ve III. yüzyıla tarihlenen diğer mezar anıtları, genellikle duvarlarla çevrili, ağaç (çoğunlukla selvi) ve çiçeklerle süslü bahçelere sahiptirler. Tamamen travertenden yapılmış olan mezar anıtları farklı tipler gösterirler: Basit bir lahitten kimi zaman ölü yataklarını içeren, üçgen alınlıklı veya kaide üzerinde yer alan, bir ya da birkaç lahit taşıyan, bazen de ev modellerini yansıtan daha gelişken formlara sahiptirler. Lahitleri taşıyan kaide üzerinde bulunan yazıtta Yunanca bomos (ayaklık, sunak) kelimesi yer alır: Ölünün yüksekte duran vücudu ile bağlantılı olarak anısını yücelten simgesel bir anlam taşır. Bu anıtlar heroon ile aynı işleve sahiptirler. (Kahramanların veya tarihte önemli kişilerin öldükten sonra tanrılaşmalarını kutlamak için yapılmış mezar anıtları.)
Güney Nekropolis: Sağ tarafta depremin etkileyici izleri görülmektedir. Geniş traverten düzlük tamamen altüst olmuştur. Basit ve belki de daha eski nekropolise ait dörtgen çukur mezarlar ve taş ocağına ait izler dikkat çekmektedir. Kazılar sırasında, Denizli Müzesi uzmanları, uzun yazıtlı bomoslu bir mezar yapısı bulmuşlardır. Yakınında Genç Helenistik Dönem’e tarihlenen bir Tümülüs mezar yer almakta, bunun yanında ise yazıtlı mermer steller bulunmuştur. Alanın kuzeyinde kazı çalışmaları devam etmektedir, yamaçta Bizans surlarının olduğu yerdeki mezar yapılarında figürlü mermer lahitler bulunmuştur. Bu lahitler taş bir kaide üzerinde durmaktadır. Kerpiç tuğlalar ile yükseltilmiş olan çatı kiremit ile örtülüdür. Bu tip, bir yenilik oluşturmaktadır. Mezar yapısının içi ise çok renkli fresklerle süslenmiştir. Güneye Frontinus’a ait olabilecek olan Kapı’ya doğru ilerledikçe, Laodikeia ve Colossea’ya giden yol üzerinde, nekropolise ait başka mezar yapıları ile de karşılaşılır.
Uzun yazıtta adı geçen Tiberius Cladius Talamos’a ait mezar dikkat çeker. Cephesi ev mimarisini yansıtmaktadır, yarım sütunlu dor düzenindeki pilasterler, taş kafesli pencereler ile Blaundos’ta olduğu gibi, arşitrav, yazıtlı friz ve diş kesimli ion düzenindeki saçaklık yer alır. Yalnızca mimari düzenleme bakımından Frontinus Caddesi’ni hatırlatmaktadır. Frontinus Caddesi üzerindeki yapılarda ise dor düzeni, doğal olarak triglif-metop frizli saçaklıkta olduğu gibi başlıklarda da kendini göstermektedir.
Antik Havuz, Pamukkale’nin en önemli simgelerinden biridir. Özellikle sağlığa faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri olarak kabul edilir. Yılda binlerce kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi gelmektedir. Özellikle Roma İmparatorluğu Dönemi’nde Hierapolis ve çevresi tam bir sağlık merkezi durumundaydı. O yıllarda kent ve etrafına kurulan 15’ten fazla hamama binlerce insan gelir ve sağlıklarına kavuşurlarmış. Bugün antik havuzu meydana getiren MS VII. Yüzyılda oluşan depremdir. Sütunlu caddenin yanında yer alan sivil agoraya ait ion düzeninde yapılmış olan (MS I. yüzyıl) |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.