article
stringlengths
7.34k
10k
vetlerinin kontrolü altına girdiği gün geceyi Karşıyaka'daki bir köşkte geçirmiştir. O yıllarda İzmir’de Göztepe, Altınordu,İzmirspor ve Bucaspor gibi kulüpler henüz kurulmamıştı. Karşıyaka ile birlikte tek Türk takımı Altay idi. 13 Ekim 1925 tarihinde kulübü ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk kulübün şeref defterine şu satırları yazmıştır: "Karşıyaka Spor Kulübü'nde karşı karşıya bulunduğum gençlik iftihara çok şayandır. Bu gençlik muvacehesinde istikbalin kuvveti, saadeti ne bariz görülmektedir." Karşıyaka 1926 yılında İzmir şampiyonu olmuştur. Bu şampiyonluktan sonra 24 Haziran 1926 tarihinde Atatürk’ün kulübe ikinci ziyareti gerçekleşmiştir. İsmet İnönü ve Fahrettin Altay ile kulübü ziyaret eden Atatürk, Karşıyaka Spor Kulübü’nün cepheden döndükten sonra yeniden kurmuş olduğu takımı ile İzmir Ligi’nde yabancı rakipleri ile yaptığı mücadele sonucunda hiç gol yemeden şampiyon olduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine kulübün ambleminde ay-yıldız kullanılmasını istemiştir. Bu ziyaretinde de şeref defterine şunları yazmıştır: "Bu defa ki ziyaretimde geçen aylarda masarrıf ve mesai hizmetin kıymetli asarını gördüm. Teşekkür ve tebrik ederim." 1937'de arasında dönemin İzmir Valisi Fazlı Güleç'in zorlaması sonucu Yamanlarspor adıyla Bornovaspor'la birleşti. Bu birleşme 1944'e kadar devam etti. 1951-1959 yılları arasında 8 amatör branşta İzmir şampiyonluğu elde eden Karşıyaka 17 branşta faaliyette bulunan tek spor kulübüdür. "Kaf Sin Kaf" ise Osmanlıca'daki "ﻕ ﺱ ﻕ"(K S K)'den gelmektedir. Karşıyaka Spor Kulübü günümüzde 9 branşta faaliyetlerini sürdürmektedir. 1959-1964**, 1966-1967, 1970-1972, 1987-1991, 1992-1994, 1995-1996 1964-1966, 1967-1970, 1972-1973, 1980-1987, 1991-1992, 1994-1995, 1996-2001, 2003-2016 2001-2003, 2016-2018 1973-1980, 2018- 1912-1959 Not*: 1979-1980 sezonunda grubunda aldığı sonuçlar üzerinde amatör kümeye düşmüştür. Ancak 3. Ligin kaldırılmasıyla 2 lig birden atlatılarak 2. lige yükselmiştir. Not**: 1963-1964 sezonunda son maçta Kasımpaşa'yı şikeyle yenerek ligde kaldığı tespit edildiği için amatöre düşmüştür. Sonrasında değiştirilen bazı ifadeler ve delil yetersizliği gibi sebepler gösterilerek 2. lige alındı. Şampiyon (4) : 1969-1970, 1986-1987, 1991-1992, 1994-1995 Şampiyon (1) : 2002-2003 Şampiyon (3) : 1925-1926, 1951-1952, 1958-1959 Karşıyaka 2013-2014 yılında Türkiye Bayanlar Voleybol İkinci Ligi'nde yer alacaktır. Görkem Yurtseven, 14-16 18 yaş kategorilerinde millî takıma girmiştir. Ülkesini ve Kulübünü başarıyla temsil eden Yurtseven, ABD'nin UPenn adlı üniversitesine kabul olmuştur. Karşıyaka sahili, Karşıyaka Spor Kulübü’nün çalışmalarıyla 1920’li yıllarda bembeyaz yelkenlerle süslenmeye başladı. 1932 yılında şarpi, 1945’te kabayole, 1953’te dragon, 1954’te de pirat ve snipe sınıfında hizmet vermeye başlayan kulübün sporcularından Refik Çullu ve Kenan Salahor, 1934 yılında İstanbul’da yapılan mücadelede Şarpi Sınıfı Türkiye Şampiyonu oldu. 10 Kasım 1964’te resmen faaliyete geçen Yelken Şubesinin ilk kurucuları arasında merhum Haldun Akbulut ve Cezmi Zallak da bulunurdu. Zaman içinde yenilenen ve geliştirilen Karşıyaka Yelken Tesisi, bugün tekne parkı sahası, yarış ofisi ,2.5 ton’luk vinç, iki adet beton kızak ve 420 metrekare sundurma ile toplam 3.300 metrekarelik bir alana sahip. Tesiste ayrıca kayıkhane, 20X25 metre ebatlarında soyunma odaları, 70 kişilik eğitim salonu,antrenör odası, bakım onarım atölyesi ve depo bulunuyor. Sosyal lokali de kapsayan kulüp binasının alt katında toplantı ve yönetim odaları,üst katında ise kantin mevcut. Onur Derebaşı ve Güray Zünbül, kulübün bünyesinde yetişen ve Türkiye'ye Dünya Şampiyonluğu Kupası getiren sporculardır. Su sporlarında büyük varlık gösteren kırmızı-yeşilliler 28-30 Ağustos 1981 tarihlerinde İstanbul'da düzenlenen Türkiye Kulüplerarası Yüzme Şampiyonası'nda 17.427 puanla bu branşta tarihindeki tek Türkiye şampiyonluğunu kazandı. Sadri Özün 100 metre serbestte kırdığı rekor ve kazandırdığı birincilikle şampiyonlukta büyük rol oynadı . 2001 yılına kadar yaklaşık 10 yıl gayri faal olan şube, 2001 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesince kulübe kazandırılan yüzme havuzu ile beraber yeniden faaliyetlerine başlamıştır. 2001-2006 yılları arasında sadece alt yapıya yönelip küçük yaşta yüzmeye başlattığı sporculardan şu an 40 kadar sporcu adayı ve 12 kişilik elit takım mevcuttur. 2005 yılı Süpermoto A kategorisi Türkiye 3.sü İlter Savtak başkanlığında faaliyetlerini sürdürmektedir. Gülhan Aksular, Levent Güre, Ayhan İskenderoğlu, Kadir Kaya, Berk Parlak, Mithat Şiveliol'dan oluşan takım dağılmış ve sporcuları başka kulüplerin oyuncuları olarak spora devam etmektedirler. Takım, temsil edildiği dönemde antrenmanlarını Karşıyaka Planet Bowling'de yapmıştır. Atletizm Karşıyaka Spor Kulübü'nün girişimiyle 1982 yılını Cumhurbaşkanı Kenan Evren Türkiye'de Atletizm Yılı olarak ilan etmiştir. O yılın Türkiye Kulüplerarası Atletizm Şampiyonası 21-22 Ağustos tarihlerinde İzmir'de düzenlenmiş ve Semra Aksu gibi dönemin en öndegelen kadın atletini de kadrosunda barındıran Karşıyaka 633 puanla kadınlarda Türkiye kulüpler şampiyonu olmuştur. Kırmızı-yeşilli takım üç yıl sonra final müsabakaları 28-29 Eylül 1985 tarihlerinde İzmir'de yapılan Şampiyona'da 26.061 puan toplayarak tarihinde ikinci kez Türkiye şampiyonluğuna ulaştı . Hentbol 1940'lı yıllarda hentbolün futbol sahalarında oynanmaya başladığı dönemlerde takım kuran Karşıyaka, 15-16 Aralık 1956 tarihlerinde İzmir'de düzenlenen Türkiye Hentbol Şampiyonası'na İzmir şampiyonu olarak katıldı ve Alsancak Stadyumu'nda dönemin en güçlü takımı Harbokulu'nu 11-8 yenerek bu branştaki tek şampiyonluğuna ulaştı. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Ankara'da bulunan Türkiye'nin önemli iletişim fakültelerinden biridir.Birçok ünlü gazeteci ve televizyoncu yetiştirmiştir.1967-1968 eğitim öğretim yılında Ekonomik ve Sosyal Faaliyetler Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketine bağlı olarak kurulan Başkent Gazetecilik Yüksek Okulu 24 Ağustos 1971 tarihinde devletleştirilerek Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu adıyla Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne bağlanmıştır. Üç yıllık eğitim veren bu okuldaki eğitim süresi 10 Kasım 1973 tarihinde dört yıla çıkarılmıştır. Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu 1981-1982 öğretim yılında Basın Yayın Yüksek Okulu adıyla Gazi Üniversitesi altında eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam etmiştir. 1992 yılından itibaren de bütün basın-yayın yüksekokullarının fakülteye dönüştürülmesiyle de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi adını almıştır. Kuruluşundan bu yana Doç. Cevdet Perin, Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı, Prof. Dr. Ahmet Beyarslan, Prof.Dr. Aydın Güven Gürkan, Prof. Dr. İsmail Bulmuş, Prof. Dr. Süleyman Arslan, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. Nejat Tenker'in yönetici olarak görev yaptığı Fakültede, Prof. Dr. Ertan Oktay 1992'de kurucu Dekan olarak atandığı görevini 1998 yılına kadar sürdürmüştür. 1998 yılında ise Prof. Dr. Alemdar Yalçın Dekan olarak atanmıştır. Eylül 2001 tarihinde dekanlığa getirilen Prof. Dr. Nurettin Güz'ün görev süresinin 13 Eylül 2004 tarihinde dolması üzerine, Fakülte Dekanlık görevine, Prof. Dr. Korkmaz Alemdar atanmıştır. 15 Kasım 2007 Dekanlığa tekrar Korkmaz Alemdar getirilmiştir. Korkmaz Alemdar 4 Mart 2009 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığından istifa etmiştir. Prof. Alemdar'ın yerine 11 Mart 2009 Prof. Dr. Naci Bostancı dekan olarak atanmıştır. 15 Temmuz 2011 tarihinde, iletişim fakültesi dekanlığına ikinci kez Prof. Dr. Nurretin Güz getirilmiştir. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi kendisine misyon olarak aşağıdaki noktaları belirlemiştir: İnce bağırsak İnce bağırsak sindirim kanalının mide ile kalın bağırsak arasındaki kısmıdır. 5 yaşından büyük insanlarda boyu 5–6 m arasındadır. Üç kısma ayrılır: duodenum, jejunum ve ileum. Mideden gıdalar duodenuma pilor veya pilorik sfinkter diye adlandırılan bir kas ile girerler. Daha sonra ince bağırsak boyunca peristaltizm olarak adlandırılan kas kasılmaları ile hareket eder. İnce bağırsakta besinlerin emilimleri gerçekleşir. Yağların ilk kimyasal sindirimi yapılır. İnce bağırsağa gelen safra ve pankreas öz suyu ile yağların, karbonhidratların ve proteinlerin sindirimi tamamlanır. Besinler ince bağırsakta en küçük moleküllerine kadar parçalanır. Bu moleküllerin ince bağırsaktan kan damarlarına geçmesine emilim adı verilir. İnce bağırsak, sindirim sistemimizde besinlerin en çok sindirildiği yerdir. Burada hem fiziksel hem de kimyasal sindirim vardır. Bütün besinlerin kimyasal sindirimi burada biter. Oniki parmak bağırsağı Duodenum veya "oniki parmak bağırsağı", sindirim sistemi anatomisinde mide ile jejunumu birleştiren bir tüptür. İnce bağırsağın ilk ve en kısa kısmıdır. Duodenum neredeyse tamamen retroperitonealdir. Duodenumun pH seviyesi yaklaşık 6'dır. "Duodenum" ismi Latince "duodenum digitorum" yani "oniki parmak"tan gelmektedir. Türkçe ismi olan "onikiparmak bağırsağı" da buradan gelir. Kmerce Kmerce, Kamboçya'da konuşulan resmî dil. Kamboçya'da Kmerce dışında Mon ve Vietnamca dilleri de konuşulmaktadır. Austroasyatik diller grubunda bulunan Kmerce, lehçe bakımından Merkezî Kmer, Kuzey Kmer, Batı Kmer ve Güney Kmer olmak üzere dört ana lehçeye ayrılmıştır. Kuzey Kmer lehçesi daha çok Tayland'da konuşulmaktadır. Kamboçya'da konuşulan, bu dilin Merkezî Kmer lehçesidir. Jejunum Jejunum, daha çok memeliler,sürüngenler ve kuşlar gibi omurgalı hayvanlarda bulunan ince bağırsağın orta kısmıdır. Balıklarda ince barsağın bölümleri belirgin değildir ve orta barsak, jejunum terimi yerine kullanılır. Jejunum Duodenum ve ileum arasındadır. Yetişkinlerdeki ince bağırsak ortalama 5.5-6m uzunluğundadır. Bunun 2.5m si jejunumdur. pH seviyesi 7 ile 8 arasındadır. Jejunum ve ileum, karın içerisinde hareketlilik sağlayan mesenter zarıyla asılır. Ayrıca peristaltizm olarak da bilinen, yiyeceklerin bağırsak boyunca ilerlemesine yardım eden
düz kaslar tarafından da sarılır. Jejunumun iç yüzeyi, kullanılabilir bağırsak iç yüzeyini artırarak barsak içeriği absorbsiyonunu artıran, bir katmana sahiptir. Bu görevi yapan barsak villuslarıdır.Jejunum ve ileum ile epitel hücreleri arasında besin taşınması, fruktoz şekerlerinin pasif transportunu ve amino asitlerin, küçük peptitlerin,vitaminlerin ve büyük yapılı glikozların aktif transportunu kapsar. "Jejunum" aç olan anlamına gelen "jejune" sıfatından gelmiştir. İleum İleum, memeliler, sürüngenler, kuşlar gibi omurgalı hayvanlarda bulunan ince bağırsağın son kısmıdır. Balıklarda ince bağırsağın bölümleri belli değildir fakat posterior intestine veya distal intestine ileum için kullanılabilir. Duodenum ve jejunumu ileum takip eder ve çekumdan iloçekal valf ile ayrılır. İnsanlarda ileum uzunluğu 2–4 m ve pH genellikle 7 ile 8 arasındadır. Genel olarak ileumun fonksiyonu B12 vitamini, safra tuzları, jejunumda sindirilip absorbe olmamış besinlerin emilimidir. İleum duvarı her biri küçük parmaklar gibi görev yapan, yüzeyinde mikrovillus adı verilen kıvrımlardan oluşmuştur. Kolon (anatomi) Kolon, sindirim sistemi anatomisinde kalın bağırsak anlamında kullanılan bir terimdir. Çekumdan, rektuma kadarki bağırsak kısmıdır. Ana görevi dışkılardan suyu çıkarmaktır. Memelilerde çekum, çıkan kolon, transvers kolon, inen kolon, sigmoid kolon ve rektum. Çekumdan transvers kolonun ortasına kadarki kolon kısmına "sağ kolon", kalan kısma ise "sol kolon" denir. Çekum Çekum ince barsağın (bkz: ileum) sonlanıp kalın barsağın (bkz: kolon) başladığı yer olan barsak bölümü. Kör bağırsak tabiri daha çok appendiks için kullanılsa da yanlış terminoloji olarak çekum için de kullanımı mevcuttur. Bir kapakçık vazifesi görerek gıda içeriklerinin tek taraflı olarak kolona doğru akmasına yardımcı olur. Kör barsak olarak adlandırılan appendiks'in kökü çekumdadır. Rektum Rektum memelilerde kalın bağırsağın son bölümüdür. Anüse açılır. Dışkının atılımdan önce tutulduğu yerdir. Rektumun son birkaç santimetresi deriye benzer bir doku ile kaplıdır. İnsanda rektum yaklaşık 12 cm uzunluğundadır. Anüs Anüs veya makat (Latince: "anus"; anlamı: "halka", "çember"), sindirim sisteminin sonunda yer alan ve dışkılamanın yapıldığı dış açıklıktır. Birincil görevi dışkılama olan anüsün açıklık ve kapalılığını iç ve dış büzgen kaslar (sfinkter) denetler. İç anal sfinkter istemsiz, dış anal sfinkter ise istemli şekilde hareket eder. Anüs, kadınlarda vajinanın, erkeklerde ise testis torbasının arkasında yer alır. Cemiyet-i Müderrisin Cemiyet-i Müderrisîn, 15 Şubat 1919'da dönemin önde gelen din ve öğretim üyeleri tarafından kurulmuş olan ilmî bir dernektir. Medreselerin hocaları, dînî ilimlerle ilgilenenler ve İslâmiyet’in yücelmesinin gereklerine inanmış gönüllülerden oluşan bu cemiyet, eğitim yöntemlerini uygulayarak Müslümanlara ilim ve İslâmiyet’i sevdirmeyi, öğrenmeye teşvik etmeyi, İslâmiyet konusunda yeterli bilgisi olan ve çağın ihtiyaçlarını bilip anlayabilecek derecede fen bilimleriyle uğraşan öğrenciler yetiştirmeyi ve onların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamıştır. Cemiyetin kuruluş amacında siyaset yapmak bulunmamakla beraber siyasi partilere üye olabilecekleri belirtilmişti. Ülke içerisinde gelişen olaylar sonucu cemiyetin kuruluş beyannâmesinde yer alan siyasetle uğraşmama kararına uyulmadı. İkdam Gazetesi'nin 26 Eylül 1919 beyannâmeli nüshasında Kuva-yi Milliyeciler aleyhinde ağır ifadeler ve hakaretler içeren bir bildiri yayınlanmıştı. Cemiyet-i Müderrisîn'in siyaset yapmama kararı bu bildiri ile delinmişti. Siyaset sahnesinde adını duyurduğu ve bağlılık bildirgesi olarak nitelendirilen bu beyannâmeden sonra Said Nursî ve M. Tâhir Efendi gibi üyelerin de aralarında bulunduğu bazı üyeler istifa etmiştir. Daha sonra Kasım 1919'da genel kurula giden cemiyet, adını Teâlî-i İslâm Cemiyeti olarak değiştirerek faaliyetlerini ağırlıklı olarak siyasal alanda sürdürmüştür. Din ve devlet ayrılığına taraftar olmadan bilimsel, ahlaki ve sosyal yollarla siyasi hayata etkide bulunmaya çalışmış, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı desteklemiş ve Anadolu hareketine cephe almıştır. Merkezi İstanbul’da bulunan bu cemiyet Konya ve civarında yoğun faaliyet göstermiştir. 19 Şubat 1919'da kurulan Müderrisîn Cemiyeti'nin 24 Kasım 1919'da genel kurul toplantısındaki karar gereğince Teâlî-i İslâm Cemiyeti ismini aldı ve Mustafa Sabri Efendi'nin şeyhülislam olması üzerine başkanlığa İskilipli Mehmed Âtıf Hoca getirildi. Cemiyet, ilk olarak İzmir'in Yunanlar tarafından işgalini protesto eden ve yeni bir tehlike olarak ortaya çıkan Bolşevizm'e ve işgal kuvvetlerine karşı beyannameler yayımladı. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde şubeleri açıldı. Teâlî-i İslâm Cemiyeti'nin Konya şubesi 1920 tarihli TBMM seçimlerine katılmak istemişlerdir. Mustafa Kemal ise bunda bir mahzur görmemiştir. İstanbul hükümetinin baskıları sonucu meşihat makamınca hazırlanıp Teâlî-i İslâm Cemiyeti adına Millî Mücadele aleyhinde dağıtılan bir beyannâme cemiyeti töhmet altında bıraktı. Böyle bir beyannamenin hazırlandığını öğrenen Tâhir'ül Mevlevî, İskilipli Mehmed Âtıf Hoca ve diğer bazı üyeler buna tepki gösterdiler. Yapılan müzakerede Mustafa Sabri Efendi’nin damadı Bergamalı Zeki Efendi cemiyetin beyannâmeyi kabul etmesini, aksi durumda vatana hıyanet sayılacağını söyledi, ancak beyannamenin aleyhinde olanların daha güçlü olduğunu görünce kabul edilse de edilmese de hükümetin bu beyannâmeyi Anadolu’ya göndereceğini söyledi. Bu yoğun baskı altında yapılan oylamada kabul ve red oylarının eşit gelmesi üzerine o sırada başkan olan İskilipli Mehmed Âtıf Hoca’nın olumsuz oy vermesiyle beyannâme usulen reddedildi; buna rağmen mühürsüz ve imzasız olarak Yunan uçaklarından Anadolu üzerine atıldı. Mustafa Sabri Efendi'nin Dâmat Ferid kabinesinde şeyhülislâm olarak görev alması üzerine boşalan başkanlığa İskilipli Mehmed Âtıf seçilmiştir. Ğ Ğ ya da ğ harfi Türkçe, Azerice, Kırım Tatarcası, Kazan Tatarcası ve Lazca, Gürcüce, Megrelcede kullanılır. Türk alfabesinin 9. harfidir. Bu harfin Unikodu büyük harf için U+011E, küçük harf için U+0011F'dir. Okunuşu yumuşak ge'dir. Kafkas dillerinde ise boğazıl bir h gibidir. Türkçede bir sözcüğün başına gelmeyen ğ harfi, Kırım Tatarca'da ve Tatarca'da gelebilir. Örneğin Arapçada ve Türkçede Abdullah olarak yazılan bu isim Tatarca'da Ğabdulla olarak yazılır. Yani başına ğ gelir. Ayrıca; Kırım Tatarcasında "ğ" harfi "kalın g" olarak kullanılır. Örneğin, "garp" kelimesi "ğarp" olarak yazılır. Bu Türk dillerindeki "ğ" sesi oldukça kalın ve gırtlağa yakın telaffuz edilir. Yani Türkçede o kadar yumuşamıştır ki görevi kendinden önceki ünlüyü uzatmak olmuştur. Ancak bu dillerde kalın olarak çıkarılır. Türk Kirillerinde Ğ'ye karşılık olarak "ғ" ya da "гъ" harfleri kullanılmaktadır. Günümüzde kullanılmayan Tatar jaŋalif ortografisinde ve ayrıca Uniform Türk Alfabesinde "Ƣ" harfi ile yazılırdı. Ancak bu harf gerçekte bazı dillerde, Anadolu Türkçesinin İstanbul ağzındaki Ğ (Yumuşak G) sesinden biraz farklıdır. “Yumuşak-G” (Ğ) harfine benzer ama sert ve hırıltılıdır (Kiril Ӷ, "Ghe"). Almanların gırtlaktan çıkan R harfinin taşıdığı ses değerine benzer (Ř). Arapçadaki Gayın (غ) harfidir. Batı Anadolu Türkçesinde Ğ sesine dönüşmüştür, ancak Türkiye’nin doğu bölgelerinde yaygındır. Arapçanın latinizasyonunda Ģ ile gösterilir. Örneğin: "Doģan (Doğan)". Buradaki Ğ hırıltılı olarak söylenir. Bazı dillerde, örneğin Gagavuzca ve Kırgızca’da Ğ harfi sesli harflerin art arda iki kere yazılmasıyla -gizli olarak- elde edilir. Örneğin: "Uur (Uğur)" Uniform Türk Alfabesinin yerine yeni alfabelerin benimsenmesiyle "Ƣ" harfi aşağıdakilerle değiştirilmiştir. David Beckham David Robert Joseph Beckham (d. 2 Mayıs 1975), İngiliz eski futbolcudur. Futbol kariyerinde en son Paris Saint-Germain'de forma giymiştir. FIFA Yılın Futbolcusu Ödülü'ne iki defa aday oldu ve 2004'te dünyanın yüksek ücretli futbolcusu seçildi, ayrıca Top-100 Şampiyonlar Ligi'ne giren ilk İngiliz oldu. Beckham 2003 ve 2004 yıllarında Google'da en çok ismi aranan kişi oldu. Bu tür küresel tanınma ile de seçkin bir reklam marka ve moda ikonu haline geldi. Beckham İngiltere kaptanlığını 15 Kasım 2000'den 2006 FIFA Dünya Kupası'na kadar, tam 58 maç boyunca yapmıştır. Halen 109 katılım ile İngiltere'nin en-kepli orta saha oyuncusudur. Beckham, kariyerine Manchester United'te başladı, 1992'de 17 yaşında profesyonel futbolcu oldu. Onun zamanında 6 defa Premier League, 2 defa FA Cup ve 1999 yılında UEFA Şampiyonlar Ligi kazanıldı. Daha sonra Manchester United'ten Real Madrid CF'ye geçti, orada 4 sezon oynadı. Bu kulüpte ilk La Liga şampiyonluğunu yaşadı. Ocak 2007'de Real Madrid'den ayrıldı ve MLS takımlarından Los Angeles Galaxy'nin yolunu tuttu. Los Angeles Galaxy ile Beckham's sözleşmenin 1 Temmuz 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve ona MLS tarihinin en yüksek oyuncu maaş verilmiştir. İlk maçını Chelsea FC karşısında oynadı, ancak ilk golünü Kuzey Amerika SuperLiga 2007 yarı-finalinde attı. Ilk lig başladığının ardından 18 Ağustos'ta Giants Stadyumu'nda rekor bir kalabalık önünde geldi. Beckham eski Spice Girls üyesi Victoria Beckham ile evlendi. Ailesiyle beraber Beverly Hills, Kaliforniya'da yaşamaktadır. David Beckham Paris Saint-Germain ile yaşadığı son şampiyonluktan sonra futbolu bıraktığını açıklamıştır. David Robert Joseph Beckham 2 Mayıs 1975 tarihinde, Leytonstone Doğu Londra, İngiltere'de doğdu. Babası Ted Beckham (d. Londra|Edmonton, Londra]], Temmuz-Eylül 1948), mutfak tesisatçısı ve eşi (e. London Borough of Hackney, 1969) Sandra (b. 1949), bir kuafördür. O düzenli bir çocuk olarak, Ridgeway Park, Chingford futbol oynadı ve Chase Lane İlkokulu ve Chingford Vakfı Okulu katıldı. 2007'de bir röportajda Beckham şöyle diyor: "Okulda öğretmenler ne zaman 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sorsalar ben 'Futbolcu olmak istiyorum' derdim. Ve onlar, 'Hayır, gerçek iş olarak hangi mesleği yapmak istiyorsun? derlerdi. Ama yapmak istediğim yegane şey buydu." Dinin ken
di üzerindeki etkisinden bahsetmesine ve kendisini "Yarı Yahudi" olarak nitelemesine rağmen Beckham'ın yalnızca anne tarafından olan büyükbabası Yahudidir. Beckham'ın ailesi Manchester United takımının fanatiğiydiler, bazen Old Trafford'a Manchester United maçlarını seyretmeye giderlerdi. Beckham, Mayıs 1992'de Crystal Palace'a karşı FA Youth Cup'ı Manchester United takımıyla kazanmıştır. Maçı rövanşta çevirebilmişlerdir. O yıl Brighton & Hove Albion FC karşısında ilk Manchester United maçına çıktı ve sözleşme imzaladı. Aynı yıl FA Youth Cup finalinde Leeds United karşısında yenilmiş, fakat ikinci olarak bir başka madalya kazanmayı başarmıştır. 7 Aralık 1994'te ilk UEFA Şampiyonlar Ligi golünü 4-0 kazandıkları Galatasaray maçında kaydetmiştir. United, o grubu Barcelona'nın ardında 3. sırada bitirdi ve Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali'ne çıkamadı. "Daha şimdiden çok güzel iki yakışıklı çocuğum vardı, şimdi bir tane daha güzel bir çocuğum var" — O 1994-1995 sezonunda Preston North End takımına kiralık olarak gitti. Başta korner vuruşu olmak üzere attığı beş farklı açılı vuruşuyla elde ettiği goller izleyenleri etkiledi. Oradan döndükten sonra 2 Nisan 1995'te tekrar Manchester United'a döndü. İlk gölünü Leeds United'a attı. United yöneticisi Alex Ferguson genç oyuncularla mükemmel bir anlaşma imzaladı. Beckham genç yetenekler grubunun parçası olarak, Ferguson Manchester United için 1990'larda Nicky Butt, Gary ve Phil Neville'i getirdi. Ne zaman deneyimli oyuncular Paul Ince, Mark Hughes ve Andrei Kanchelskis ve 1994-95 sezonunun sonunda, kulübün genç takım oyuncuları yerine başka kulüpleri gelen yıldız oyuncu satın almak için, eleştirilerin büyük büyük bir bölümünü çekti. Bu eleştiriler Aston Villa'ya 3-1 yenilgi ile başladı ve arttı, Beckham ile birlikte genç oyuncuların mükemmel performansı ile 5 maç üst üste kazandılar. Düzenli olarak Manchester United'de oynamasına rağmen Euro 96'da da takıma zarar verecek hiçbir davranışta bulunmadı. Beckham, 1996-97 sezonunda Mark Hughes'den aldığı 10 numaralı formayı giymeye başladı. 17 Ağustos 1996'da (bu tarih onun Premier League'e başladığı tarihtir.) Wimbledon'a karşı muhteşem bir gol attı. United 2-0 öndeyken, Beckham, Wimbledon'ın kalecisi Neil Sullivan'ın kaleden uzakta durduğunu fark etti ve orta sahadan attığı topu kalecinin üzerinden süzdürerek kaleye sokmayı başardı. Charlie Miller için yapılmış ayakkabı yanlışlıkla Beckham'a verilmiş, o da bu ayakkabıyla meşhur golünü attı. 1996-97 sezonunda Premier League şampiyonluğu için takıma yardım etti ve takım arkadaşları ve meslektaşlarıyla İngiltere Yılın Genç Futbolcusu Ödülü'nün sahibi oldu. United 1997-98 sezonuna iyi başladı, fakat düzensiz performanslarıyla ligin ikinci yarısında Arsenal'in arkasında kaldılar ve ligi ikinci tamamladılar. 1998-1999 sezonunda, hem Premier League'i, hem FA Cup'u, hem de Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak ingiliz futbolunda bir ilke imza attılar. 1998 yılındaki Dünya Kupası'nda kötü oynadı ve İngiltere'den ayrılma durumu söz konusu oldu, fakat o Manchester United'de kaldı. 2003 yılında 36 milyon € karşılığında Real madrid'e transfer olmuştur. David Beckham 1 Temmuz 2007 itibaren Major League Soccer'a katılım göstermekte olan Los Angeles Galaxy'e 27 milyon euro ya transfer olmuştur. Los Angeles Galaxy transfer bütçesi bakımından Real Madrid'den sonra dünyada 2. sıradadır. Dünyanin en zengin 10 kulübünden biridir. Los Angeles Galaxy'de 23 numaralı formayi giyen David Beckham PSG ile anlaşmıştır ve orada futbolu bıraktığını açıklamıştır. Beckham'ın en sevdiği numaralar olan 7 (Manchester United) ve 23'ün (Real Madrid, LA Galaxy) Milan'da Alexandre Pato ve kaptan Massimo Ambrosini tarafından kullanılıyor olması sebebiyle önceleri 75 numara ile forma giyeceği yolunda söylentiler çıkmışsa da daha sonra 32 numara ile forma giymiştir. 29 Ocak 2013 tarihinde, Beckham, Arsenal ile antremanlara başladı ancak herhangi bir anlaşma yapılmayacağı açıklandı. 31 Ocak'ta Beckham, Fransız Ligue 1 takımı Paris Saint-Germain ile bir anlaşma olacağını açıkladı. Beckham daha sonra öğleden sonra kulüp ile beş aylık bir anlaşma imzaladı ve Paris'te oynadığı süre içinde tüm maaşını yerel bir çocuk hayır kurumuna bağışlanacağını doğruladı. 2012-2013 sezonun sonuna kadar Paris Saint-Germain ile anlaşmıştır. PSG'de 32 numaralı formayı giymiştir. 16 Mayıs 2013'te resmi olarak sezon sonunda profesyonel futbolu bırakmıştır. 9 kez İngiltere U-21, 107 kez de A Milli olmak üzere toplam 116 kez millî formayı giymiş bu maçlarda 17 gol atmıştır. "Not: 31 Aralık 2008 tarihinde güncellenmiştir." Eşi Victoria Beckham, Spice Girls grubunun eski üyelerindendir. Brooklyn Joseph Beckham (d. 4 Mart 1999, Londra), Romeo James Beckham (d. 1 Eylül 2002, Londra) ve Cruz David Beckham (d. 20 Şubat 2005, Madrid, İspanya) isimlerinde 3 oğlu; Harper Seven (d. 10 Temmuz 2011 Los Angeles, Kaliforniya, ABD) isminde 1 kızı vardır. Yıldızlar Kuşandık Yıldızlar Kuşandık, Grup Yorum'un 20. albümüdür. Nisan 2006'da yayımlanmıştır. 1- Ateşin Çocukları (4.43) Söz: Kahraman Altun Müzik: Grup Yorum 2- Kayıpların Ardından (3.49) Söz: İbrahim Karaca Müzik: Grup Yorum 3- Vasiyet (5.00) Söz-Müzik: Grup Yorum 4- Sıra Neferi (3.42) Söz-Müzik: Grup Yorum 5- Hasretim Dağ Oldu (4.48) 6- Gel Yine (2.59) Söz: İbrahim Karaca Müzik: Grup Yorum 7- Yıldızlar Kuşandık (3.39) Söz: Eyüp Beyaz Müzik: Grup Yorum 8- Kavuşma (3.27) Söz-Müzik: Grup Yorum 9- Biz Olmasak (4.23) Söz: Enver Gökçe Müzik: Grup Yorum 10- Adiloş Bebe (4.47) Söz: Ahmed Arif Müzik: Grup Yorum 11- Yaşamak (4.23) Söz: Nazım Hikmet / Grup Yorum Müzik: Grup Yorum 12- Were Berxe Min (Gel Yavrum) (4.44) Söz-Müzik: Grup Yorum 13- Siz Öğrettiniz (4.38) Söz: Nazım Hikmet / Grup Yorum Müzik: Grup Yorum 14- Felluce (5.25) Şiir: T. Asi Balkar Söz: Ümit İlter Müzik: Grup Yorum 15- Davet (4.15) Söz: Ümit İlter Müzik: Grup Yorum Mastering: Michael Schwabe Mixler: Ömer Avcı, Hakan Akay, Eliot Bates Kapak Fotoğrafı: Baran Özdemir Solo Vokal: Ufuk Lüker Solo Vokal: Eren Olcay Solo Vokal: Öznur Turan Solo Vokal: Selma Kıl Yapımcı: Hasan Saltık Koro Vokal: İnan Altın Koro Vokal: Ali Aracı Koro Vokal: Cihan Keşkek Koro Vokal: Eren Olcay Koro Vokal: Öznur Turan Koro Vokal: Selma Kıl Düzenleme: Grup Yorum Yapım: Kalan Müzik Grafik Tasarım: Arternatif Kapak Tasarımı: Tavır Dergisi Bas Gitar: Ufuk Lüker Bas Gitar: İbrahim Gökçek Akustik Gitar: Ufuk Lüker Klasik Gitar: Muharrem Cengiz Bağlama: Ufuk Lüker Bağlama: İhsan Cibelik Bağlama: Cihan Keşkek Cura: Cihan Keşkek Vurmalı Çalgılar: İnan Altın Tuşlu Çalgılar: Ufuk Lüker Tuşlu Çalgılar: İnan Altın Kaval: Ali Aracı Türkülerle (albüm) Türkülerle, Grup Yorum'un 1988 yılında çıkardığı üçüncü albümüdür. Arap-İsrail savaşları Arap-İsrail savaşları, Arap Birliği ülkeleri (başlıca Mısır, Suriye, Ürdün ve Filistin) ve İsrail Devleti arasındaki politik gerilim ve askeri savaşlar dizisidir. Modern Arap-İsrail savaşlarının kökenleri, 19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkan Siyonizm ve Arap milliyetçiliğine dayanır. Yahudiler tarafından tarihi anavatan olarak adlandırılan toprakları, Pan-Arap hareketi, Filistinli Araplara ait olarak görür ve Pan-İslamist bağlamda ise, bu toprakların, Müslümanlara ait olduğuna inanılır. Filistinli Yahudiler ve Araplar arasındaki savaş; 20. yüzyılın başlarındaki Nebi Musa ayaklanması (1920), Jaffa ayaklanması, 1929 yılında Filistin ayaklanması ve 1947 yılında büyük bir sivil savaşa dönüşen ve 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bütün Arap Ligi ülkelerine sıçrayan Arap başkaldırışıyla ortaya çıktı. Savaş, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra ortaya sınırlarla ilgili hırslardan doğan politik ve milliyetçi çatışmalarla başladı ve yıllar içinde, geniş çaplı bölgesel Arap-İsrail savaşına döndü. 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı sonrasındaki ateşkesle, geniş çaplı çatışmalar sona erdi ve savaş, lokal İsrail-Filistin Savaşına döndü. 1979 yılında, İsrail ve Mısır arasında, 1994 yılında, Ürdün ve İsrail arasında ateşkes anlaşmaları imzalandı. Oslo Anlaşmaları, 1993 yılında, Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasına öncülük etti ama bütün sorunları çözecek barış anlaşmasına ulaşılamadı. Suriye ve İsrail arasında bir ateşkes imzalandı ve 2006 yılında İsrail ve Lübnan arasında bir ateşkes imzalandı. İsrail, ve Hamas tarafından yönetilen Gazze arasındaki savaş, 2009 yılında ateşkesle sonuçlanmasına rağmen ve direkt olarak Arap Ligi’yle bağlantılı olmamasına rağmen, İsrail – Filistin savaşının bir parçası olarak görülür. Mısır ve Ürdün’le gerçekleşen ateşkeslere ve genel ateşkeslere rağmen, Arap dünyası ve İsrail’in arası sınırlarla ilgili genelde açıktır. Yahudi, Müslüman ve Hristiyanlar, uzlaşmaya kapalı duruşları için dini argümanlara başvururlar . Günümüzdeki Arap-İsrail savaşlarının tarihi; Hristiyan, Yahudi ve Müslümanların inançlarından, “söz verilmiş topraklar”, “seçilmiş insanlar” ve seçilmiş şehir Kudüs ile ilgili anlayışlarından etkilenmiştir. Her dinin mensubu insanlar, seçilmiş insanların kendileri olduklarına ve seçilmiş topraklarla seçilmiş şehir Kudüs’ün kendilerine ait olduğuna inanmaktadır . Tevrat’a göre, Kenan bölgesi ya da Eretz İsrail (İsrail toprakları) tanrı tarafından İsrail oğullarına söz verilmiştir. 1896 yılındaki “Yahudi Devleti” adlı manifestosunda, Theodor Herzl, tekrar tekrar kutsal kitaptaki söz verilmiş topraklar kavramından bahseder . Likud, İsrail topraklarıyla ilgili kutsal kitaptaki iddiaları parti politikasına ekleyen en seçkin partilerden biridir . Müslümanlar da, Kur’an’a göre, İsrail’in bulunduğu toprakların kendilerine ait olduğuna inanır . Toprakların tanrı tarafından İbrahim’in en küçük oğlu İshak’a söz verilmiş olduğuna inanan Yahudilerin aksine, Müslümanlar; Kenan topraklarının, İbrahim’in büyük oğlu İsmail (Arapların soyunun kökeni olduğuna inanılır)de dâhil olmak üzere, bütün torunlarına söz verildiğine inanır . Müslümanlar, İbrahim Tapınağı ve Tapınak Tepesi gibi birçok kutsal Yahudi alanlarına saygı gösterir. Geçen 1400 yılda, Müslümanlar, bu antik İ
srail oğulları toprakları üzerinde birçok İslami abide inşa etti. Bunların arasında, Kubbet-ü Sahra ve Ağlama Duvarı’na oldukça yakın olan Mescid-i Aksa vardır. Bu yakınlık, Müslümanlar ve Yahudileri Kudüs’le ilgili savaşa getirdi. Müslümanlara göre, Muhammed, cennete ilk çıktığında Kudüs’ten geçti. Hamas’a göre, İsrail’in bulunduğu topraklar, Müslüman Araplara aittir ve Müslümanlar tarafından yönetilmelidir . Hristiyan Siyonistler, Yahudilerin bu topraklar üzerindeki haklarını desteklemekteler çünkü Hristiyan Siyonistlere göre, Yahudilerin İsrail topraklarına dönmesi, İsa’nın ikinci gelişi için bir ön koşuldur . Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, 400 yıl boyunca, Güney Suriye’de dâhil olmak üzere Orta Doğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altındaydı. İmparatorluğun sonlarına doğru, Osmanlılar Türk etnik kimliklerini benimseyip, İmparatorluk içerisinde Türklerin önceliklerini öne sürdüler ve Araplara karşı ayrımcılığa yöneldiler . Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulma arzusu, birçok Yahudi ve Arabın, Birinci Dünya Savaşı esnasında İtilaf Devletleri’nin yanında olmasına neden oldu. Bu aynı zamanda geniş çaplı bir Arap milliyetçiliğinin önünü açtı. Hem Arap milliyetçiliği hem de Siyonizm ilk olarak Avrupa’da başladı. Siyonist Kongresi, 1897 yılında Basel’de ve Arap Kulübü 1906 yılında Paris’te kuruldu. 19. Yüzyılın sonlarında Avrupa ve Orta Doğu’daki Yahudi toplulukları artarak Güney Suriye’ye göç etmeye ve yerel Osmanlı toprak sahiplerinden toprak almaya başladılar. 19. Yüzyılın sonlarına doğru Güney Suriye’nin nüfusu 600.000’e ulaştı. Bunların çoğu Sünni Müslüman Araplardı ama kayda değer sayılarda Yahudi, Hristiyan, Dürzi, Samiri ve Bahailer de vardı. Bu dönemde Kudüs, duvarlarla çevrili alanı geçmiyordu ve nüfusu 30.000 civarındaydı. Kibbutz adı verilen kolektif çiftlikler kuruldu ve aynı zamanda ilk defa, tamamıyla Yahudiler tarafından yerleşim alanı olarak kullanılan, Tel Aviv şehri kuruldu. 1915-16 yıllarında, Birinci Dünya Savaşı başlama aşamasındayken, Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri, Henry McMahon, Mekke ve Medine’nin yönetiminden sorumlu, Haşimi Ailesi’nin patriği Hüseyin İbn Ali’yle gizlice yazıştı ve Hüseyin’i Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir Arap ayaklanmasına liderlik etmesi için ikna etti. McMahon Araplara, eğer savaşta İngilizlerin yanında olurlarsa, Haşimi’lerin yönettiği bağımsız bir Arap Devleti kurmalarına destek verecekleri sözünü verdi. Bu devlet Filistin’i de kapsayacak ve Osmanlı’nın Arap vilayetlerini içine alacaktı. Arap Ayaklanması T.E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence) ve Hüseyin’in oğlu Faysal tarafından yönetildi ve Osmanlılara karşı zaferle sonuçlandı. İngilizler Osmanlı’ya ait birçok alanın kontrolünü ele geçirdi. 1917 yılında, Güney Suriye, İngiliz güçleri tarafından işgal edildi. İngiliz hükümeti Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı. Bu deklarasyon, hükümetin, Filistin’de Yahudiler için millî bir vatan kurulmasına sıcak baktığını belirtiyordu ve aynı zamanda bu kuruluş esnasında Filistin’de bulunan gayri-Yahudilerin bütün haklarına (dini ve sivil hakları) sahip çıkılacağını da belirtiyordu. Deklarasyon, başta başbakan David Llyod George olmak üzere birçok İngiliz hükümetindeki kilit ismin, savaşı kazanmak için Yahudi desteğine ihtiyaç duydukları düşüncesinden ortaya çıktı. Arap dünyasında ise, deklarasyon büyük bir endişeyle karşılandı . Savaştan sonra, bölge, 1923 yılında, Filistin İngiliz Mandası olarak İngilizlerin yönetimine geçti ve günümüzdeki İsrail Devleti sınırlarını, Filistin bölgesini ve Gazze şeridini içerdi. 1920 yılında Suriye Arap Krallığı’nın kurulmaya çalışılması başarısızlıkla sonuçlanınca Arap milliyetçileri arasında büyük bir kriz oluştu. Fransız-Suriye savaşının kötü sonuçlarıyla, başkenti Şam olan Haşimi Krallığı yenildi ve Haşimi hükümdar, manda yönetimindeki Irak’a kaçtı. Krizin ilk çarpışması, 1920’de Tel Hai mücadelesiyle Arap ve Yahudiler arasında oldu. Krizin önemli sonuçlarından biri de Hajj Amin el-Hüseyni’nin Şam’dan Kudüs’e dönmesiyle ve Pan-Arabist Haşimi Krallığı’nın çökmesiyle, Arap milliyetçiliğinin, Filistin’de yerel versiyonu oluştu. Bu dönemde, manda yönetimindeki Filistin’e Yahudi göçü devam etti. Filistinli Araplar, bu Yahudi göç akımını anavatanlarına ve kimliklerine tehdit olarak gördüler. Ayrıca Yahudilerin toprak alım politikaları ve Yahudilere ait işlerde ve çiftliklerde Araplara iş vermemeleri Arapları öfkelendirdi . 1920 yılının başlarında İngiliz yönetiminin Yahudi göçmenlere yaklaşımlarının Araplar için adil olmayan sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle gösteriler yapıldı. Aynı yıl bu kızgınlık, El-Hüseyni’nin Kudüs’te ayaklanmaları kışkırtmasıyla, şiddetin meydana çıkmasına neden oldu.1922 tarihli Beyaz Kâğıtta Winston Churchill, Araplara, Belfour Deklarasyonu’nun amacının bir Yahudi Devleti kurmak olmadığını belirtti. Vladimir Jabotinsky’nin Betar adlı politik grubunun 1929 yılında Ağlama Duvarı’nda gerçekleştirdiği gösterilerden sonra, Kudüs’te bir ayaklanma başladı ve Filistin’in her yanına yayıldı. Araplar 67 Yahudi’yi Hebron şehrinde öldürdü. Daha sonra bu Hebron Katliamı olarak adlandırıldı. 1929 yılındaki ayaklanmaların haftasında 116 Arap ve 133 Yahudi öldü ve 339 kişi yaralandı . 1931 yılına gelindiğinde Filistin’deki nüfusun 17% si Yahudi’ydi ve bu sayı 1922 yılından itibaren 6% artmıştı . Yahudi göçü Nazi’ler Almanya’da yönetime geldiğinde uç noktaya ulaştı ve İngiliz yönetimindeki Filistin’de bulunan Yahudi sayısını ikiye katladı . 1930’ların ortasında İzzettin El Kasım Suriye’den Filistin’e giderek, Kara El adlı anti-Siyonist ve anti-İngiliz milis güçlerini kurdu. Çiftçileri toplayarak askeri eğitim verdi ve 1935 yılına gelindiğinde 800 kadar adamı vardı. Hapishanelerde bombalar ve silahlar vardı ve buralarda Yahudi yerleşimcileri öldürürlerdi. 1936’ya doğru tansiyonun yüksekliği 1936-1939 Filistin Arap Ayaklanmasına götürdü . Arap tarafından gelen baskılarla birlikte , İngiliz Manda otoritesi Filistin’e göçen Yahudi sayısını oldukça azalttı. Getirilen kısıtlamalar, mandanın sona ermesiyle sona erdi. Bu Nazi Holokost’u ve Avrupa’daki Yahudi göçmenlerin Filistin’e akmasıyla aynı döneme denk geldi. Birçok Filistin’e giriş yasadışı olarak kabul edildi ve bölgede daha fazla probleme sebep oldu. Problemi diplomatik şekilde çözmeye çalışma girişimleri sonuç vermedi ve İngiltere, yeni kurulan Birleşmiş Milletler’ den yardım istedi. 15 Mayıs 1947 tarihinde, BM Genel Kurulu UNSCOP adlı komiteyi görevlendirdi. Komitede 11 devletten temsilciler vardı . Filistin’de gerçekleştirilen beş haftalık çalışmadan sonra, 3 Eylül 1947 tarihinde Genel Kurul’a rapor sunuldu . Raporda çoğunluk ve bir azınlık raporu vardı. Çoğunluk raporu "Ekonomik olarak bağlı bir Ayrılma Planı " sundu. Azınlık raporu ise bağımsız Filistin Devleti’ni önerdi. Birkaç değişiklikle, Ekonomik Birlikle Ayrım Planı, 29 Kasım 1947 tarihinde 181 numaralı çözüm önergesiyle sunuldu. Çözüm önergesi 33 evet 13 hayır ve 10 çekimser oyla kabul edildi. Arap Ligi önergeye karşı oy kullandı. Filistin’de ise Araplar ve Yahudi Filistinliler stratejik noktaları kontrol etmek için açıkça savaşıyorlardı. Her iki tarafta büyük zulümlerle karşı karşıya kaldılar . Mandanın sona ermesine birkaç hafta kala, Haganah, BM tarafından Yahudi Devleti’ne verilen bütün sınırlarda kontrolü sağlamak için saldırılarda bulundu. Çok sayıda mülteci yarattı bu saldırılar ve Tabariye, Hayfa, Safad, Beisan ve Jaffa şehirlerini ele geçirmelerini sağladı. 1948 başlarında, İngiltere, 14 Mayısta manda yönetimi sona erdirmek istediğini çok açık bir şekilde belirtti . Buna cevap olarak, ABD başkanı Harry S. Truman, 25 Martta bölünme yerine BM vekilliğini önerdi. Önerisi esnasında, bölünmenin barışçıl yollarla olmayacağını, acil adımlar atılmazsa, Filistin’de kanun ve düzeni koruyacak hiçbir otoritenin kalmayacağını belirtti. Şiddet ve kan, kutsal topraklara dökülecekti. Ülkedeki insanların geniş çapta bir savaşa gitmesi engellenemeyecekti . Bu savaşlardan başlıcaları şunlardır: Efüzyon Efüzyon, plevra, periton, perikard gibi vücut kaviteleri içinde sıvı birikimi şeklindeki bir ödemdir. Normalde vücut kaviteleri içerisinde bulunan sıvı miktarı 50 mililitrenin altındadır. Bunun üzerindeki miktarlarda sıvı birikimi efüzyon olarak adlandırılır. Borç Borç, geniş anlamda, bir borç ilişkisini, dar anlamda ise borçlu tarafın ödemekle yükümlü olduğu parasal değeri ya da yerine getirme taahhüdünde olduğu edimi ifade eder. Hukuki alanda kullanılışı, geniş anlamıdır. Borç ilişkisi, borçlu ve alacaklı olmak üzere iki taraf arasında bir edimin yerine getirilmesine dayanan hukuki bağdır. Edim, borçlu açısından bakıldığında borç, alacaklı açısından bakıldığında ise alacaktır. İki farklı kelime aynı davranışın iki farklı açıdan bakılması ile oluşturulmuş adlandırmalardır. Edim fiili, yapma, yapmama veyâ verme olarak üç şekilde tezâhür edebilir. Kıta Avrupası Hukuk Sistemi'nin kökeni olan Roma Hukuku'nda "borç" ve "alacak" kavramları yoktur. Dava kavramı vardır. Bir hakkın temin edilebilmesi için o hakka ilişkin bir dava hakkı olması gerekir. Her borç ilişkisinde üç unsur vardır. Edimlerin bâzı ayrımları: Sorumluluk, borçlunun malvarlığının alacaklının alacağının güvencesini oluşturmasıdır. Borçlu borcunu ifâ etmediği takdirde alacaklı mahkemeye ya da icrâya başvurabilir. Borcun ödenmemesi durumunda alacaklı borcun ifâsını borçlunun vücudu veya özgürlüğü üzerinde gerçekleştiremez. Borçlu borcunu ifâ etmediği takdirde alacaklı devlet organları aracılığıyla borçlunun mal varlığına başvurur. Mal ile sorumluluk da sınırsız sorumluluk ve sınırlı sorumluluk biçiminde ikiye ayrılır. Kural olarak, borçlu borcundan mal varlığı ile sınırsız olarak sorumludur. Alacaklı, borcun ifâ edilmesi için sınırsız olarak borçlunun malvarlığına başvurabilir. Bu kural olmakla birlikte, bunun istisnaları vardır. Sınırlı sorumluluk, belli mallarla veya belli miktarlarla sınırlandırılmış olabilir. Örneğin, borçlunun mirasçısı yoksa, mirasçı devlettir. Devlet sadece kendisine intikal eden malvarlığı kadar sorumludur. Alacaklı,
ölmüş olan borçludan devlete intikal edenden daha fazla alacak hakkına sahip ise de fazlayı temin edemez. Sınırlı sorumluluğa başka bir örnek de kefâlet sözleşmesinde görülür. Kefâlet sözleşmesinde kefil, asıl borçlunun borcundan sadece sözleşmede belirtilen miktar ile sınırlıdır (Kefâlet sözleşmesinin geçerli olması için yazılı olması ve ne kadar miktarla kefilin sorumlu olduğunun sözleşmede yazıyor olması gerekir). Borç ilişkisinden doğan haklar nispî nitelik taşır. Bunun anlamı, sadece hukuki ilişkinin tarafları arasında ileri sürülebilmesidir. Nispîliğin esâsı, herkesi değil sadece hukuki ilişkinin taraflarını ilgilendirmesidir (Mefhum-u muhalifinden yola çıkarak izah edilmesi gerekirse, mülkiyet hakkı, mutlak bir haktır, herkese karşı ileri sürülebilir). Örneğin, satıcı ile alıcı arasındaki bir satış sözleşmesinde satıcının yükümlülüğü sözleşme konusu malı alıcıya teslim etmektir, alıcının yükümlülüğü ise satım bedelini satıcıya ödemektir. Alacaklının burada malın teslimine ilişkin bir alacak hakkı vardır ve bu nispî niteliktedir. Nispîlik ilkesinin istisnâları vardır. İstisnâların bir örneği bazı hakların tapuya şerh edilerek güçlendirilmesidir (Tapuya şerh edilerek güçlendirilmesi, bir hakkı aynî hakka dönüştürmez). Bu şekilde güçlendirilmiş haklar üçüncü kişilere karşı da ileri sürülebilir nitelik kazanmaktadır ve bu yüzden artık nispî değildir. Bu haklar taşınmazlara ilişkin haklardır. Sınırlı sayı ilkesi geçerlidir. Dolayısıyla her nispî hak güçlendirilemez. Hangi hakların güçlendirilebileceğine dair "numerus clausus" ilkesinin geçerliliğine dair bir örnek, Türkiye'de Türk Medeni Kanunu'nun 1009. maddesinde görülmektedir: TMK 1009: Arsa payı karşılığı inşaat, taşınmaz satış vaadi, kira, alım, önalım, gerialım sözleşmelerinden doğan haklar ile şerhedilebileceği kanunlarda açıkça öngörülen diğer haklar tapu kütüğüne şerhedilebilir.Bunlar şerh verilmekle o taşınmaz üzerinde sonradan kazanılan hakların sahiplerine karşı ileri sürülebilir. Nispîliğin istisnâlarının başka bir örneği, borç ilişkisinin dışında olan üçüncü bir kişinin, o borç ilişkisinden kaynaklanan bir edimi talep etme hakkının söz konusu olduğu durumlarda görülür. Örneğin, A şahsı C şahsı adına B şahsından bir çiçek sipariş ettiğinde, sözleşme A şahsı ile B şahsı arasındadır. Fakat, çiçeğin C şahsına ulaştırılmaması durumunda C şahsı B şahsından çiçeği talep edebilir. Burada C şahsı, sözleşmede üçüncü kişi durumundadır. Bununla birlikte B'den sözleşmenin gereğini yerine getirmesini talep edebilme hakkı, nispiliğin bir istisnasıdır. Nispîliğin aynı türden istisnalarına başka bir örnek, A şahsının B kargo firması vasıtasıyla C şahsına bir kargo yollamasında görülür. C şahsı, bu sözleşmede üçüncü kişi durumunda olmasına rağmen, B kargo firmasından -şâyet kargo kendisine ulaşmamışsa- kargoyu talep edebilir. Nispiliğin bir başka istisnâsı, borç ilişkisinin tarafı olmayan bir üçüncü kişinin, tarafı olmadığı borç ilişkisine dayanarak tazminat talebinde bulunabilme hakkıdır. Bunlar üçüncü şahsı koruyucu etkili sözleşmelerle güvence altına alınmaktadır. Örneğin, A şahsı arkadaşı B'yi bir C firmasına ait bir kafeye götürmüş ve orada arkadaşı için bir kahve almıştır. Kahvede meydana gelebilecek bir tehlikeden B'nin zarar görmesi durumunda, B, C firmasını dava edip tazminat talebinde bulunabilir. Burada borç ilişkisinin tarafları A şahsı ve C firmasıdır, B ise üçüncü kişidir. Bununla birlikte, nispiliğin bir istisnası olarak, C firması üçüncü şahsı koruyucu etkili önlemleri almakla yükümlüdür. Borç ilişkileri, Türkiye'de 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ile düzenlenir. Bu kanundan önce yürürlükte olan ve 6098 sayılı kanunla yürürlükten kaldırılan 818 sayılı Borçlar Kanunu, İsviçre'den iktibas edilmişti ve 22 Nisan 1926 târihinde yürürlüğe girmişti. Bu inkılapla birlikte, kanunun kökeni olan ülkenin kanunu yazmada kullandığı dil olan Almanca, Türk Borçlar Hukuku'nda uzmanlaşmak için gerekli bir dil hâline geldi. Almanca'da edim "leistung" olarak ifade edilir. Üç türü olan vermek "übergeben", yapmak "tun", yapmamak "unterlassen" olarak kullanılmaktadır. 1926'dan önce Türkiye'de borç ilişkilerini düzenleyen başlıca kanunî düzenleme, Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından 1868-1876 yılları arasında hazırlanan Mecelle idi. Borcun kaynakları, taraflar arasında bir borç ilişkisi doğmasına yol açan olaylar, olgulardır. Borçlar Kanunu, borcun kaynaklarını üç grupta düzenlemiştir. Bir hukuki işlemden doğan borçlardır. Hukuki işlem, hukuki bir sonuç doğurmak amacıyla, irade beyanında bulunmaktır. Hukuki işlemler, irade beyanında bulunan tarafların sayısı açısından, tek taraflı hukuki işlemler ve çok taraflı hukuki işlemler olmak üzere iki grup içinde düzenlenmişlerdir. Tek taraflı hukuki işlemler, sadece bir tek tarafın -doğal olarak borçlu tarafın- irade beyanıyla hüküm ifade eden borç ilişkileridir. Bir borç ilişkisi, tek bir kişinin irade beyanıyla gerçekleşmiştir. Çok taraflı hukuki işlemler, birden çok tarafın karşılıklı ve birbiriyle örtüşen irade beyanlarıyla ortaya çıkan hukuki işlemlerdir. Günlük hayatta en sık rastlanan türü, iki taraflı hukuki işlemlerdir. Hukuk literatüründe bu tarz hukuki işlemlere sözleşmeler denilmektedir. Eski dilde akit ya da mukavele denirdi. Haksız fiiller, Türk Borçlar Kanunu’nun 49.-76. maddelerinde tanımlanmıştır, çağdaş hukuk düzeni açısından kabul edilemez tutum ve davranışlar sonucunda karşı tarafın uğrayacağı kaybı ifade etmektedir. Çoğu kez, haksız iktisâb olarak da geçen bu hukuk terimi, herhangi bir kimsenin mal varlığının, hukuk düzeni açısından kabul edilir bir nedene dayanmaksızın, başka bir kimsenin mal varlığı zararına olacak şekilde artmasıdır. Uzay 1999 Uzay 1999, Britanya yapımı bilim kurgu televizyon dizisi. Özgün İngilizce adı "Space: 1999" olan dizi, iki sezonda toplam 48 bölüm olarak yayımlanmıştır. İlk bölümü 4 Eylül 1975 tarihinde Birleşik Krallık'ta gösterilen dizi Türkiye'de 11 Ekim 1975 ile 12 Mart 1976 arası, 8 Ekim 1977 - 4 Mart 1978 arası ve 24-25-27-30 Haziran 1980'de dört gün TRT tarafından yayımlanmıştır. Uzay Yolu'nun gölgesinde kalmasına rağmen yine de yayımlandığı dönemde büyük ilgi toplamıştır. Ay Üssü Alfa, 1970'lerin sonu 1980'de TRT'de oynayan Uzay 1999 dizisindeki Ay üssü. Dizi uzun süre TRT'de gösterilmiştir. Dizideki uzay araçları Kartal olarak adlandırılmıştır. Dizi Ay Üssü Alfa'da yerleşmiş insanların, Ay'ın Dünya'dan ayrılmasıyla yaşadıkları maceraları anlatmaktadır. Ay'da depolanmış olan bol miktardaki dünya kaynaklı nükleer atığın yol açtığı zincirleme nükleer patlamalar, bu uydunun dünya yörüngesinden kopmasına ve uzayda başıboş dolanmasına neden olur. Burada kurulu olan Ay Üssü Alfa'nın sakinleri için ay, çok yüksek hızlı dev bir uzay aracına dönüşür. Ay Üssü Alfa sakinleri yolculukları sırasında dost-düşman çeşitli dünya dışı yaşam biçimleri ile karşılaşırlar, muhtelif tehlikeler atlatırlar. Diziye 2. sezonda katılan Psychon gezegeninden Maya "Bilim Subayı" olarak katılır. Gerektiğinde -boyut ayırdetmeksizin- istediği yaratığın biçimine girebilme özelliğiyle ilgi çekmiştir. Olaylar, dizinin çekildiği zaman diliminden 20-25 yıl gibi ileri bir zamanda, 1999 yılı civarında geçer. Yukarıbey, Bergama Yukarıbey, İzmir'in Bergama ilçesine bağlı bir mahalle. Koçgiri İsyanı Koçgiri İsyanı, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Mart 1918-Haziran 1921 tarihleri arasında Sivas'ın Zara, İmralı, Suşehri, Hafik, Kangal, Gürün ve Erzincan'ın Kuruçay, Kemah, Refahiye ilçesi, Tunceli'nin bazı ilçe ve köylerinde Alevi inançlı Kürt asıllı topluluğun bağımsızlık için başlattığı bir ayaklanmadır. İstanbul'da bulunan Kürt Teali Cemiyeti'nin aldığı karar doğrultusunda, bağımsız bir Kürdistan kurulması için çalışmaya başlanmıştı. Alınan karara uyan ve uygulayan Koçgiri bölgesine rağmen diğer Kürt illeri bu kararı uygulamamıştı. Koçgiri aşireti reisi Alişan Bey ile kardeşi Haydar Bey ve Gülağaoğullarından Mehmed İzzet, Naki, Hasan Askeri, Kazım ve Alişir Efendi yönetmiştir. Koçgiri aşireti; kendi arasında 16 kabileden oluşan Kızılbaş Kürt denilen Alevi inançlı Kürtlerden oluşur, ana dilleri Kürtçenin Kurmanci lehçesidir. Suşehri, Hafik (Koçhisar), Kemah, Kuruçay Ovacık, Zara, İmranlı, Divriği, Refahiye, Kangal ve çevresinde 135 köy ile en az 40.000 nüfustan oluştuğu tahmin ediliyordu. İsyanı bastırmak için 3.161 erden oluşan birlikler gönderildi. İsyancıların toplam mevcudu ise en az 3000 kadardı. Kürt Teali Cemiyeti Alişan Bey'i Dersim'e göndererek örgütün kurulmasını istemiş ve Alişan Bey, Baytar Nuri ile birlikte örgütü kurmuştur. Baytar Nuri, ayrıca Zara, Divriği, Kangal, Hafik, İmranlı, Beypazar, Celalli, Sincan, Hamo, Zınara ve Domura'da cemiyetinin şubesini kurmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi kararlarının Kürtleri de kapsadığını anlatarak Alişan Bey'i ikna etmeye çalışmış ve Sivas milletvekili olmasını önermiştir. Alişan Bey Sivas milletvekili olmayı başta kabul ettiyse de Kürt Devleti kurma amacında olan Baytar Nuri ile konuştuktan sonra bu öneriyi reddetmiştir. Bununla birlikte Baytar Nuri de milletvekilliği önerisini kabul etmemiştir. Ayrıca Baytar Nuri, Kürt özerkliğiyle yetinen Seyit Abdülkadir'i Türk ajan rolünü oynamakla suçlamıştır. 1920 başlarında Baytar Nuri, Yellice nahiyesinde Hüseyin Abdal tekkesinde Canbegan ve Kurmeşan gibi aşiretlerin reisleriyle birlikte toplantı düzenleyerek Sevr Antlaşması'nın uygulanmasını ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elâzığ, Dersim ve Koçgiri'den oluşan bağımsız Kürt devleti kurmasını kararlaştırmıştır. İsyancılar Temmuz ayında Zara'nın Çulfa Ali karakoluna ve Şadan aşiret reisi Paşo da Refahiye'ye saldırmışlardır. Türkiye Büyük Meclis Hükûmeti Koçgiri aşireti reisi Alişan Bey'i Refahiye kaymakam vekilliğine, kardeşi Haydar Bey'i de İmranlı bucak müdürlüğüne atayarak çatışmayı önlemeye çalışmıştır. İsyanı bastırmak için İmranlı'ya gelen 6. Süvari Alayının komutanı Binbaşı Halis, yakalanarak isyancıların harp divanı kararıyla idam edilmiştir. İsyan eden aşiretler, Koçgiri kazasının mümtaz bi
r vilayet yapılmasını istemiştir. 25 Kasım 1920'de "Batı Dersim Aşiret Reisleri", Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Sevr Antlaşması'nın uygulanması gerektiğini ve aksi halde silah zoruyla hakkı almaya mecbur kalacağını açıklamıştır. Ayaklanma, bölgedeki 6. Süvari Alayı'nın bir grup asker kaçağını yakalamak isterken baskına uğramasıyla 6 Mart 1921'de başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Sakallı Nurettin Paşa'nın Merkez Ordusu'nun emrinde Topal Osman Ağa'nın bizzat komuta ettiği 42. ve 47. Giresun Alayları'nı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Nisanda harekatın birinci evresi sona erdiğinde asiler küçük gruplar halinde dağılarak Kuzey ve Kuzeydoğu yönünde kaçmışlardır. Bundan sonraki ikinci etapta geniş çaplı takip harekatı ile asilerin etkinliği iyice kırılmış, 17 Haziran'da asilerin elebaşılarından Haydar Bey'in kardeşi Alişan ve 32 asi ileri geleni ile 500'den fazla asi teslim olmuş, bunlar muhakeme edilmek üzere Sivas'a gönderilmişlerdir. İsyan Haziran 1921'de tamamen bastırılmıştır. Norton Teoremi Norton teoremi, elektrik devrelerinin çözümlenmesinin kolaylaştırılması için kullanılan teorem ve yöntemdir. Bu yöntem sayesinde karmaşık elektrik devreler oluşturulan basit eşdeğer devre üzerinden kolayca çözülebilir. Norton Teoremi, benzer bir yöntem olan Thevenin teoreminin uzantısıdır. Teorem 1926 yılında birbirinden bağımsız olarak; Siemens firmasından Hans Ferdinand Mayer (1895-1980) ve Bell Laboratuvarları'dan Edward Lawry Norton (1898-1983) tarafından geliştirilmiştir. Mayer konu ile ilgili çalışmasını yayımlamış, Norton'un çalışması ise firma içi teknik rapor olarak kalmıştır. Dogrusal bir devre, herhangi iki noktasina göre,bir akım kaynağı ve buna paralel bir direnç haline getirilebilir". Bunun için; Kısaca Thevenin teoreminin kaynak dönüşümü yapılmış hali olarak tanımlanabilir. Sazlıca, Merzifon Sazlıca, Amasya ilinin Merzifon ilçesine bağlı bir köydür. Sazlıca, Amasya ilinin Merzifon ilçesine bağlı bir köydür. Eski adı İlemi köyüdür. 1960 Darbesi'nden sonra adı değiştirilmiştir. Pehlivan ailesi çevresinde bir aile köyü olarak gelişmiştir. Şehir merkezinin güney batısında 3 km mesafededir. Bağları ile meşhurdur. Elektrik, su hizmetleri tamamlanmıştır. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Ağırlıklı olarak buğday ve pancar ekimi yapılmaktadır. Bir adet camisi bulunmaktadır.köyde 3 adet çeşme bulunmaktadır. Mevcut ilkokulu 8 yıllık temel eğitime geçiş sebebiyle kapatılmıştır. Tamamen Merzifon Ovası üzerindedir. Köyün adının kaynağı: Köyün şu aki adı: Sazlıca'dır. Yakın bir zamanda Merzifon'un bir mahallesi olmuştur. Köy, Sazlıca olmadan önce yörede İlemi- Elemi" olarak bilinmekte ve böyle söylenmektedir. İlemi adı: Eski kayıtlarda: İL-EMİN olarak geçer. İl-emin zaman içinde değişerek İlemi- Elemi olmuştur. 1530 tarihli Osmanlı kayıtlarında: İL-EMİN'dir. Köyün adının kaynağı ile ilgili olarak ayrıca Merzifonlu Atufi Hayrettin Hızır'ın oğullarından birinin de İl-emin olduğu rivayet edilmektedir. Bu köy bu zat tarafından kurulmuştur. Yakup ve Hayrettin'in de kardeşi olduğu ileri sürülür. Hayrettin çiftliği 1400-1500'lü yıllarda bölünerek bu üç köy kurulmuştur. Yani İleminin(Sazlıca'nın) 500 yıllık bir tarihi vardır. Araştıran Seyfettin CEYLAN 24.092007 Bu araştırmanın daha detayı köyle ilgili yürüttüğüm TOPRAĞI SÜRDÜKÇE-YAKUP KÖYÜ adlı çalışmamda mevcuttur. Bu çalışmayı ileride kitaplaştırmayı düşünüyorum. Köyün gelenek, görenekleri hakkında bilgi yoktur. Amasya iline 49 km, Merzifon ilçesine 3 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyde, ilköğretim okulu yoktur fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır (mahalle olduktan sonra yapılmıştır). PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. 2009 da köyün içkısımları parke taşı ile güzelleştirilmişitir. Serdar Bilgili Serdar Bilgili (d. 1963, İstanbul), Türk iş adamı, spor yöneticisi ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün 31. başkanıdır. 1963 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Serdar Bilgili, ilk öğretimini Ataköy İlkokulunda, orta ve lise öğretimlerini ise Robert Kolej'inde tamamladı. Yüksek ögretimi için Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Serdar Bilgili, Redlands Üniversitesi'nde işletme ve fotoğrafçılık bölümlerinden mezun oldu. ABD'deki eğitimini tamamladıktan sonra, 1983 yılında Viyana'daBirleşmiş Milletler'de bir sene staj yaptı. 1984 yılında Türkiye'ye dönüp iş hayatına atılan Serdar Bilgili, Bilgili Holding Yönetim Kurulu Başkanı olarak inşaat ve turizm alanlarında faaliyet gösteren şirketlerini yönetmektedir. Aktif olarak fotoğrafçılıkla ilgilenen Serdar Bilgili, bugüne kadar ABD'de iki, Türkiye'de iki tane olmak üzere toplam dört fotoğraf sergisi açtı. Serdar Bilgili'nin Beşiktaş'taki yöneticilik kariyeri ise 1992 yılında Beşiktaş Yönetim Kurulu'na seçilmesiyle başladı. 1992-1998 yılları arasında aralıksız olarak Süleyman Seba başkanlığındaki Beşiktaş Yönetim Kurullarında görev alan Serdar Bilgili, bu süre zarfında Genel Sekreterlik ve Basın Sözcülüğü görevlerinde bulundu. 26 Mart 2000’de yapılan seçimlerde Beşiktaş Başkanı seçildi ve Nevio Scala'yı getirmiştir. 31 Mart 2002 günü rekor sayıda üyenin oy kullandığı seçimde Serdar Bilgili Beşiktaş Jimnastik Kulübü başkanlığına seçildi. Serdar Bilgili 7.363 geçerli oyun 4.078'ini aldı. Süper Lig 2003-04 sezonunu ikinci yarısında 15 puan kaybeden Beşiktaş, şampiyonluğu’da kaybedince, yaşanan olumsuz olaylar ve taraftar baskısı nedeniyle Serdar Bilgili, 2004'te görevinden istifa etti. Alan Shearer Alan Shearer (d. 13 Ağustos 1970, Gosforth, Newcastle), İngiliz eski millî futbolcu, futbol tarihinin en iyi santraforlarından biri olarak kabul edilir. Southampton, Blackburn Rovers, Newcastle United takımlarının yanında İngiltere millî futbol takımının da formasını giydi. Taraftarı olduğu ve en iyi dönemlerini geçirdiği Newcastle United takımına 1996 yılında gelmiştir. Gelmeden önce yaptığı bir açıklamada sonunda rüyalarım gerçek oldu diyip minnettarlığını göstermiştir. 260 golle Premier League tarihinin, 206 golle de Newcastle United tarihinin en golcü oyuncusudur.Ayrıca Futbol tarihinin en iyi penaltı kullanıcı ödülünü kazanmıştır. 17 Nisan 2006 tarihinde oynanan Sunderland - Newcastle United maçından sonra futbolu bıraktığını açıkladı. 11 Mayıs 2006 tarihinde St. James' Park`da Celtic ile yapılan jübile maçında sakatlığından dolayı oynayamadı. Gene de başlama vuruşuna geldi ve maçın sonunda amuda kalkarak kariyerini noktaladı. FA Premier Ligi 2008-09 sezonunda Newcastle United'ın düşme hattına gerilemesinden sonra sezon sonuna kadar takımın başına geldi. Gosforth'ta doğmuştur, Newcastle da işçi Alan ve Anne Shearer'ın çocuğudur. Babası metal işçisi, Shearer'ı genç yaşta futbola başlaması için cesaretlendirdi ve genç oyuncu okul boyuncada futbola devam etti. Sokaklarda oyununu geliştirirken, aslında orta saha oynadı, çünkü bu onun oyunun içinde daha çok bulunmasını gerektiriyordu. Wallsend Boys Club'a katılmadan önce, St. James' Park'taki turnuvada kaptanlığını yaptığı Newcastle okulunun 7 galibiyet almasına yardım etti. Vika Vika (İng. Wicca), kendi içinde çeşitli kollara ayrılan, doğa tabanlı, dogmatik olmayan çağdaş bir pagan dinidir. Vika inanışına sahip olanlar, kendilerini "Vikan" olarak adlandırır. Hıristiyanlık öncesi Batı ve Kuzey Avrupa geleneklerine dayanan Vika, 1950'lerde İngiltere'de yayılmaya başlamış ve zamanla özellikle Avrupa ve ABD'de taraftar bulmuştur. Vika, organize bir din değildir ve merkezinde bir lider yoktur. Mezhepler Vika'da "gelenekler" olarak adlandırılır. Vika, duoteistik Tanrı ve Tanrıça inancı olarak tanımlanır. Bu Tanrı ve Tanrıça genellikle daha büyük bir panteist İlahın farklı tezahürleri olarak görülür. Vika'da duoteizm geleneksel inanç olmasıyla birlikte inançlar politeizmden panteizme veya monizme dek değişebilir. Vikanlar sabbatlar olarak bilinen sekiz mevsimsel tabanlı festivali kutlar. Vikan nasihatı Vikan ahlakının temelini oluşturur. Vika sözcüğünün İngilizcesi "Wicca", Eski İngilizcede "erkek cadı, büyücü, şifacı, astrolog" gibi anlamlarda kullanılıyordu. Sözcük kadınlar için ise "wicce" şeklinde kullanılıyordu. Bu sözcük, modern İngilizcede "cadı" anlamına gelen "witch" sözcüğünün atasıdır. Wicca sözcüğü 1954 yılında bir devlet memuru olan İngiliz Gerald Gardner tarafından yeniden popüler hale getirildi. "Wicca" sözcüğü ilk olarak Altın Şafak Hermetik Cemiyeti üyesi olan Gerald Gardner'ın 1954 çıkışlı Günümüzde Cadılık (Witchcraft Today) adlı kitabında geçmiştir. Gardner bu sözcüğü akımın kendisi için değil, takipçileri için kullanmıştı. Vika'yı etkileyen daha eski akımlar bulunmakla birlikte, bu hareketin kökeni, Gerald Brousseau Gardner (1884–1964) isimli İngiliz bir devlet memuruna dayanır. Meslek hayatının önemli bir kısmını Asya'da geçiren Gardner, burada çeşitli okült inançlarla ve büyücülükle tanıştı. Bu esnada Batı ezoterizmi konusunda -aralarında İngiliz okültist Aleister Crowley'nin kitaplarının da bulunduğu- pek çok eser okudu. II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce İngiltere'ye döndü ve buradaki okült toplumu ile haşırneşir oldu. Bu dönemde, doğaya saygı ve büyücülük ekseninde, çok tanrılı bir inanç hareketi başlattı. Hareketi Batı medeniyetindeki cadı kültüründen pek çok elementler barındırıyordu. Cadılığı yasaklayan antik İngiliz kanunları 1951'de yürürlükten kaldırılınca, 1954 yılında "Witchcraft Today" (Günümüzde Cadılık) kitabını yayımladı. Aralarında yazar Doreen Valiente'nin de bulunduğu ilk takipçilerinin yardımıyla günümüzde Vika olarak bilinen modern cadılık hareketini başlattı. Bu hareket; sıradışı yaşam biçimlerinin, doğaya düşkünlüğün ve geleneksel dinlerden bağımsız ruhanî arayışların revaçta olduğu 1960'ların ABD'sinde yayıldı. Vikan ilahiyat görüşleri Tanrıça ve Tanrı etrafında döner ve genel olarak duoteistik bir dindir. Bun
a karşın teolojik yaklaşımlar çeşitlilik içerir. Panteist veya panenteist yaklaşımlar dahil olmak üzere Vikan teolojisinde Tanrı ve Tanrıça tek bir ilahın iki farklı tezahürü ya da sadece iki zıt kutup olarak görülebilir; diğer pagan tanrılarını da kapsayan daha çok veya daha az tanrıça ve tanrıdan oluşan panteonik görüşler içerebilir. Farklı kültürlerde geçen tanrı ve tanrçalar tek Tanrı ve Tanrıçanın farklı tezahürleri olarak görülebilir. Vika Tanrıça ve Tanrı merkezli bir dindir, bunlar geleneksel olarak Ay Tanrıçası ve Boynuzlu Tanrıdır. Tanrıça ve Tanrı ilahi dişil ve ilahi eril olarak görülebilir. Taoizmdeki Yin ile Yang kavramına benzer birbirini tamamlayıcı karşıtlıkları ya da ikilikleri vardır. Tanrı ve Tanrıça Çoğu vikan Tanrı ve Tanrıçanın evrenin tamamlayıcı kutupları olduğuna inanır. İki ilah eşittir ve evrenin tamamlayıcı kutupları olarak görülmesinden dolayı sıkça Taoizmdeki Yin ile Yang ile kıyaslanmıştır. Böylece onlar çoğu kez bir yaşam gücünün doğadaki tezahürleri olarak görülür. Tanrı ve Tanrıça için kullanılan eril ve dişil ifadeleri dünyevi anlamda değil, enerjisel olarak yorumlanmaktadır. Bu iki enerji yaratılışın her evresinde mevcuttur. Haliyle cinsiyet gözetmeksizin her insanın eril ve dişil enerjisi vardır. İki enerjinin birbirinden farklılıkları da vardır. En kısa anlatımla eril enerji, yaratıcı ve aktif enerjiyken dişil enerji sürdürücü, değiştirip dönüştürücü ve pasif enerjidir. Bazı Vikanlar farklı kültürlerde geçen Tanrıçalar ve Tanrıların tek Tanrıça ve Tanrının farklı tezahürleri olduğuna inanır. Dion Fortune şöyle özetler bu durumu: ""Bütün tanrılar tek Tanrıdır, bütün tanrıçalar tek Tanrıçadır ve tek Başlatıcı vardır!"" Ayrıca Vikayı popülerleştiren Gerald Gardner, eski çağlarda tanrı ve tanrıça inancının anlaşılması için kişileştirmeye başvurulmuş olunabileceğini belirtmiştir. "Bir" / "Tüm" Birçok Vikan Tanrıça ve Tanrının evrendeki her şeyi kapsayan, genellikle panteist olarak görülen bir İlahın iki farklı tezahürü olduğuna inanmaktadır. Tanrıça ve Tanrı için ""Bir"" denilerek tek bir İlaha atıf görülebilir. Dryghten, eski İngilizce'de "Efendi" anlamına gelen bir terimdir ve Patricia Crowther tarafından Vika'da evrensel panteistik ilahı tanımlamada kullanılmıştır. Çeşitli şekillerde tanımlanan bu ilahi güç genellikle "bilinmeyen" olarak kabul edilir ve ona tapılmaz. Kişileştirilmeyen nihai ilahi güç, Tao ve Rta gibi dini fikirlere benzer olarak düzeni sağlayan temel ilke olarak görülür. Bu monistik fikir, monoteist dinlerdeki kişileştirilmiş tek bir yüce ilah fikriyle karıştırılmamalıdır. Vikan ahlakı büyük ölçüde Vikan nasihatı ile ifade edilir. Çeşitli şekillerde yorumlanarak hayvan veya bitki benzeri şeyleri de kapsayacak şekilde genişleyebilen Vikan nasihatı, ""hiç kimseye zarar vermediğin sürece ne istersen yap"" şeklinde özetlenir ve bir vikanın kendisi de dahil olmak üzere kimseye/hiçbir şeye zarar vermediği sürece yaptıklarının veya düşündüklerinin kabul edilebilir olduğunu belirtir, kişiye bireysel ve ahlaki sorumluluk yükler. Vikan ahlakının bir parçası olarak sayılan üçkat yasası Vika öğretisine özgüdür, iyi veya kötü herhangi bir eylemde bulunan kişiye bu eylemin sonuçlarının eylemi yaptığı hayatında üç katı olarak döneceğini belirten ahlaki bir kavramdır. Ayrıca birçok Vikan Doreen Valiente tarafından "Charge of the Goddess"'da belirtilen : neşe, saygı, onur, tevazu, cesaret, güzellik, güç ve merhamet olarak sıralanan sekiz erdeme ulaşmak için çabalar. Vika'da Tekrarbedenlenme inancı benimsenmiştir. Summerland, Vikanlar için ölümden sonraki yaşam ile çoğunlukla eş anlamlı bir terimdir. Yaygın olarak Summerland reenkarnasyonlar arasında ruhun dinlediği yer olarak geçer. Birçok Vikana göre Summerland’in özü, yaşarken sürdürmüş oldukları hayatı yansıtan ruhların, öğrenmeye niyet ettikleri dersi (ders kelimesi yaşarken öğrenilenleri kapsamaktadır) öğrenip öğrenmediklerini görmek ve zamanı geldiğinde tekrar denemek için dinlendikleri alandır. Summerland bir yargılanma yeri olarak görülmesinden ziyade bir ruhun ömrünü gözden geçirerek ve dünyada yapmış olduğu eylemlerin toplam etkisi hakkında bir anlayış kazandığı, maneviyatını geliştirebildiği yerdir. Bazıları, özellikle her dersin Summerland’deyken ruh tarafından seçilmiş ve planlandığına inanabiliyorken diğerleri bu derslerin dışarıdan biri (rehber ruhlar gibi) tarafından planlandığına inanabilir. Vikanların arasında çok yaygın olmasa da bazı Vikanlar ruhun fiziksel yaşamında olan her şeyi, her duyguyu anlayabilecek ve bilecek yeterli olgunluğa ulaşmasıyla sonuçlanacak süreçten geçtikten sonra sonsuz bir ölüm sonrası yaşamı için Summerland’de kalmasına izin verileceğine inanır. Bu inançlara rağmen, Vikanların çoğu ölümden sonraki yaşama önem vermez, şimdiki hayata odaklanır. Tarihçi Ronald Hutton da dediği gibi, "Vikanların çoğu içgüdülerine önem verir. Bunun sebebi, bu hayatta ne yaparsa yapsınlar karşılığını burada aldığına inanmalarıdır." Vikanlar maji/büyü inancına sahiptir, fakat bu inanç uygulamayı kapsamaz. Diğer bir deyişle her Vikan maji ile ilgilenmez, böyle bir zorunluluk da yoktur. Majinin genelde kullanılan tanımı şöyledir: Maji gerçekleri irade ile gereğine göre değiştirebilme ilmidir. Aleister Crowley’in tanımıyla “irade doğrultusunda değişiklik yaratma sanatı ve bilimi”dir. Büyünün nasıl yapıldığı da çoğunlukla merak konusudur. Büyü, enerji sistemleri üzerinde uzmanlaşmış kişilerin enerjiyi doğru şekilde yönlendirmesiyle gerçekleşir. Üçkat yasası inancı nedeniyle de Vikanlarca oldukça önem verilen ve özen gösterilmesi gereken bir şeydir. Birçok gelenekte beş elementin maddenin durumlarının sembolik anlatımı olduğuna inanılır ve beş element kavramı Vikanlarca benimsemiştir. Beş element içerisinde ateş, hava, su, toprak ve bunları birleştiren ana güç ether/aether (ya da ruh) vardır. 5 köşeli Pentagram ile sembolize edilir. Pentegramın en uç kısmı ruhu sembolize eder ve ruhun ilahiyat ile olan bağını anlatır. Geri kalanları doğanın devinimini sağlayan dört temel enerjidir. Kavramı açıklamak için çeşitli benzetmeler de geliştirilmiştir. Vikanlar arasında uygulamalar çeşitlilik göstermektedir. Bir Vikan, kovan olabileceği gibi, yalnız da olabilir. Yalnız bir Vikan, her şeyi kendi öğrenir. Ritülleri kendi başına gerçekleştirir. Bunlardan birinin diğerinden daha iyi olması gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü önemli olan kişinin kendini nasıl ve hangi durumda daha iyi hissettiğidir. Ayrıca Vikanların çoğu yoga gibi meditasyon tekniklerini de uygulamaktadır. Vikanlar doğaya değer verir ve yılın döngüsünde diğer günlerden ayrı özellikler gösteren sekiz Sabbat günü kutlanır. Sabbatların dördü ana diğer dördü ise aradır. Yani hepsi aynı özellikleri taşımaz. Amaç mevsim geçişlerini kısacası doğanın hareketliliğini kutlamaktır. Esbat, sekiz büyük döngüsel şenliğin dışında Vika'da her dolunay veya yeni ayda tekrarlanan ritüel içeren kutlamanın adıdır. Gölgeler Kitabı, geleneksel olarak bir kovana ya da geleneğe ait majikal ve ritüel günlüğüne verilen isimdir. Yüce/baş Rahibe veya rahip tarafından himaye edilir ve initiate/dedicant tarafından el yazısıyla kopya edilmesine izin verilir. Belirli bir geleneğe ait olarak; o geleneğe ait kuralları, pratikleri, ahlakı, çeşitli konulardaki öğretici materyali, ritüel formları vs. yazılıdır. Günümüzde yalnız uygulayıcılar da tuttukları günlüğe bu adı verir ve aynı şekilde kişisel deneyimlerini ve notlarını, pratiklerini, ritüellerini yazdıkları deftere gölgeler kitabı adını verirler. Vika'da ana gölgeler kitabı ancak el yazısıyla birebir kopya edildikten sonra inisiyenin kişisel materyalini eklemesine izin verilir. Bazen bu kişisel majikal günlüğe "grimoire" adı verilir ve gölgeler kitabından ayrı tutulur. Vika'da çeşitli gelenekler bulunmaktadır. Bu gelenekler: Alexanderyan Vika, Algard Vika, Arcadian Vika, Blue Star Vika, Keltik Vika, Central Valley Vika, Çember (Şamanik) Vika, Dianik Vika, Eklektik Vika, Faery Vika, Gardneryan Vika, Georgian Vika, Islan Vika, Lycian Vika, Protean Vika, Seax-Vika, Sylvan Vika ve Tanik Vika'dır. Kovan, Vika’da kişilerin bir araya gelerek pratikleri uyguladığı grubun adıdır. Kovan, üyelerinin saygı ve sadakatle bir arada olduğu bir topluluktur. Genelde tüm üyelerin ortak onayıyla hareket edilir. Kişi sayısı arttığında geleneğe göre inisiyatik üst derecelerde bulunan kişilerce yeni kovan oluşumları başlatılabilir, bu durumda ana kovana bağlı kalabilir veya ondan bağımsız bir yol çizebilirler. Kovan hakkında bazı bilgiler şunlardır: yüksek Rahibe ve Yüksek Rahip, kovan adı verilen genellikle 13 kişilik olan Vikan topluluğunun başıdır. Kovan hiyerarşisi birbirinden en az 1 yıl ve 1 günlük süreyle ayrılan 3 terfi seviyesinden oluşur. Ancak bazı gelenekler inisiyasyon öncesi sınıflarda oluşturmuştur. Bu sınıflar inisiyasyondan önce kişiyi daha hazır hale getirmek içindir. Tabii ki her gelenekte farklıdır. Ancak 3. dereceden inisiye olan bir Vikan Yüksek Rahibe veya Yüksek Rahip olabilir. Erkek üye, Yüksek Rahibe; kadın üye ise Yüksek Rahip tarafından kovana kabul görür ve kabul gören üye, kovana “mükemmel sevgi ve mükemmel güven” ile katılır. “Mükemmel sevgi ve mükemmel güven” ise yine Vikan Nasihati'nde yer alır. Ayinler daire içinde, ayinsel kıyafetlerle gerçekleşir. Türkiye'de bilinen üç kovan mevcuttur; Gizemli Ay Kovanı (Gardnerian), Evrensel Birlik Kovanı ve Kadim Çember Kovanı. Çok sayıda Vikan sadece tek bir geleneği takip etmez. Eklektik Vika, genellikle yalnız Vikanlar tarafından tercih edilmektedir. Eklektik Vikanlar, Vikanın temel inançlarına bağlı kalarak çeşitli Vikan geleneklerini veya daha geniş paganist inanç ve ritüellerini araştırır ve bunların bazılarını benimseyerek (Kelt, Yunan, Nors, Mısır, Slav vb.) veya yeniden icat ederek kendi senkretik manevi yollarını oluştururlar. Vikanlar bazı semboller kullanmaktadır. En yaygını pentagramdır. Beş köşesi vardır ve her noktası beş klasik ögeyi temsil etmektedir. Diğer ortak semboller Triskele, Triad ve üç ay'dır. Bu konuda uluslararası alanda ayrıntılı
bilgi toplamak isteyenler için bazı terimlerin İngilizce çevirileri: Belirtmek gerekir ki, initiate ve initiation, yeni üye ve kovana kabul anlamında sadece kovana dahil olacak olan Vikan için kullanılır, münferit cadı için, initiate kelimesi başlayan; initiation ise başlama töreni veya başlama anlamına gelmektedir. Şapka Devrimi Şapka Devrimi ya da Şapka İnkılâbı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından, halkın kılık ve kıyafetinin düzenlenerek batı ülkelerindeki normlara uygun hâle getirilmesi için 1925 yılında yapılan kanuni düzenlemedir. Atatürk Devrimleri'nin bir parçası olan bu kanunla, erkeklerin baş örtme uygulamaları ve şapka kullanımı düzenlenmiştir. Şapka Kanunu’nun çıktığı 25 Kasım 1925 tarihinden önce, ülkede bazı mesleki kıyafetlerde değişiklikler görülmüştü. 1925 yılından itibaren önce Ankara’daki Cumhuriyet Birlikleri, ardından jandarma ve deniz birlikleri “"güneşlikli başlık"”lar giydiler. Ardından çeşitli devlet daireleri ve okullarda yeni başlık ve kasketler giyilmeye başlandı. İstanbul Galata Bekçileri, yeni başlık ve kasketleri ilk giyen bekçiler oldu. 21 Şubat 1925’te İstanbul’da açılan Kızılay Özel Hemşire Okulu’nda hemşire Esma Deniz’in çabalarıyla hemşire öğrencileri başlarına peçe örtmek yerine şapka takmaya başladılar. 2 Ağustos’tan itibaren Adliye ve mahkemelerde hakimler, mübaşirler, zabıt katipleri yeni kıyafet ve şapkalar giymeye başladılar. Ancak halk, dini bir değer yüklediği fese bağlılığını sürdürüyordu ve bu konuda reform hareketi, Şapka Kanunu’nun meclisten geçmesi ile başladı. 25 Kasım 1925 tarihinde mecliste kabul edilen 671 No'lu ""Şapka İktisası Hakkında Kanun"" ile TBMM üyeleri ve memurlarına başlık olarak şapka giyilmesi zorunluluğu getirildi ve Türk halkı da buna aykırı bir alışkanlığın devamından men edildi. Kanun, 28 Kasım 1925 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Şapka Kanunu, 1982 anayasasının 174. maddesine göre "inkılap kanunları" (anayasaya aykırılığı iddia edilip iptal edilemeyecek kanun) arasındadır. Yasadan önce, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi farklı dinlerden yurttaşlar farklı başlık ve kıyafetler giymeye devam ediyordu. Dinî kaynaklı giyim farklılıklarını ve geçmişin simgelerini ortadan kaldırmak isteyen Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yazında İnebolu ve Kastamonu yöresine yaptığı gezide şapka giyilmesi konusunu gündeme getirmişti. Kendisi, 24 Ağustos günü Kastamonu'da geniş kenarlı beyaz bir şapka giydi. Şapkayı ilk defa Kastamonu'da giymesinin sebebini; diğer illerde üniformalı ya da fesli tanındığı, Kastamonu'da kendisini ilk defa görecekleri için şapkayı tercih ettiği şeklinde açıkladı. Ertesi gün İnebolu'ya geçen Mustafa Kemal, tarihi “"Şapka Nutku"”nu bu ilçede yaptı. 25 Ağustos 1925 günü Türk Ocağı'nda halka hitaben “"Bu serpuşun adına şapka derler"” diyerek o güne kadar kullanılan “"medeni serpuş"”, “"şemsisiperli serpuş"” gibi ifadelerin bırakılmasını sağladı. Nutkunda, “"Redingot gibi, bonjur, smokin gibi, işte şapkanız! Buna câiz değil, diyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok câhilsiniz ve onlara sormak isterim: "Yunan serpuşu olan fesi giymek câiz olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının kisve-i mahsûsası olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?"" sözleriyle şapka giyilmesini savundu. Mustafa Kemal 1 Eylül'de Ankara'ya döndüğünde kendisini karşılamaya gelenlerin şapkalı olduğu görüldü. 2 Eylül günü, devlet memurlarına şapka giyme zorunluluğu getiren 2431 numaralı bakanlar kurulu kararnamesi çıkarıldı. Aynı gün bakanlar kurulu kararnamesi ile din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri de yasaklandı. 16 Ekim 1925'te Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları, şapka giyilmesi ile ilgili kanun önerisini meclise sundu. Teklif, 25 Ekim'de mecliste görüşülmeye başlandı. Kanun gerekçesinde sarık ve fesin geri kalmışlığı sembolize ettiği, bu yüzden değiştirilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Bursa milletvekili Nureddin Paşa'nın, bu yasanın anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek önerinin geri alınmasını istemesi, mecliste sert tartışmalar yaşanmasına sebep oldu. Toplumun kılık ve kıyafetinin kanunlarla belirlenemeyeceğini ileri sürenlerin yanı sıra, bu kanunun din-devlet işlerinin ayrılmasını kolaylaştıracağını ileri sürenler vardı. Sadece Nureddin Paşa ve Ergani milletvekili İhsan Bey'in aleyhte oy kullandığı oylama sonucunda kanun, meclisten geçti. Yasa, çeşitli Anadolu illerinde protestolara neden oldu. Yasanın kabul edildiği gün Erzurum'da protesto gösterileri oldu ve bu ilde bir ay sıkıyönetim ilan edildi. Tutuklananlardan 13 kişi idama mahkûm oldu. 24-25 Kasım tarihlerinde Kayseri'de Şeyh Ahmet Efendi ve dört arkadaşının yönlendirmesi ile büyük bir yürüyüş yapıldı, 300 kişi tutuklandı. Şeyh Ahmet Efendi ve dört arkadaşı İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak idama mahkûm edildi. 25 Kasım günü Sivas'ta duvarlara şapka aleyhine afiş ve bildiri asılması nedeniyle şehrin bütün muhtarları tutuklandı; suçsuzluğu anlaşılanlar beraat etti; ulemadan İmamzade Mehmet Necati Efendi ile Abdurrahman Efendi idama mahkûm edildi. Rize'de on gün kadar süren olaylar sonucu 143 kişi tutuklandı; içlerinden 8 kişi idama mahkûm edildi. Maraş'ta ise Camii-i Kebir etrafında toplanıp "Şapka istemeyiz" diye bağıranlar tutuklandı, 5 kişi idama mahkûm oldu. İstanbul'da özellikle Fatih semtinde yaptıkları konuşmalarla halkı isyana teşvikle suçlanan çok sayıda kişi tutuklandı ve sanıklar Ankara'da yargılandı. Kara cüce Belirli kütledeki yıldızlar Beyaz cüce olduktan sonra, soğuyarak Kara cüce'ye dönüşür. Kara cüceler, beyaz cücelerin soğuyup ısı ve ışık saçamayacak duruma gelen yıldız kalıntılarıdır. Beyaz cücenin bu duruma geçebilmesi için evrenin hesaplanan yaşından (13,5 milyar yıl) daha fazla bir zaman (10-10 yıl) gerekmektedir. Dolayısıyla bir kara cücenin oluşum süreci evrenin yaşından fazla olduğu için, evrende henüz hiç kara cüce olmadığı düşünülmektedir. Nötron yıldızı Nötron yıldızı, yıldızların yaşamlarının son bulabileceği biçimlerden biridir. Bir nötron yıldızı dev bir yıldız Tip II, Tip Ib veya Tip Ic bir süpernova olarak patladıktan sonra geri kalan kısmın kendi içine çökmesiyle oluşur. Bu yıldızlar neredeyse tamamen nötronlardan oluşsa da az miktarda proton ve elektron da içerir. Bu proton ve elektronlar olmadan nötron yıldızları uzun süre var olmaya devam edemezdi. Çünkü nötronlar serbest haldeyken kararsızdır ve beta ışıması yaparak kısa süre içinde proton ve elektronlara ayrışır. Ancak yıldızın içindeki yüksek basınç sebebiyle proton ve elektronların birleşerek nötronlara dönüşmesi, nötron yıldızlarının daha kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlar. Nötron yıldızlarının kütleleri Güneş’inkinin 1,44 ila 3 katı olabilir. Bugüne kadar gözlemlenmiş en büyük nötron yıldızının kütlesi ise Güneş’inkinin yaklaşık iki katıdır. Samanyolu içinde yaklaşık 2000 nötron yıldızı olduğu biliniyor. Güneş Sistemi’ne en yakın nötron yıldızları, yaklaşık 400 ışık yılı uzaklıktaki RX J1856.5-3754 ve yaklaşık 424 ışık yılı uzaklıktaki PSR J0108-1431’dir. Nötron yıldızlarının kütleleri çok büyük olmasına rağmen hacimleri çok küçüktür. Örneğin kütlesi Güneş’inkinin yaklaşık 1,5 katı olan bir nötron yıldızının çapı sadece 10 kilometre civarındadır. Bu durum nötron yıldızlarının yoğunluklarının çok yüksek olmasına neden olur. Öyle ki nötron yıldızlarının yoğunlukları Güneş’inkinin 2,6 x 1014 ila 4,1 x 1014 katıdır. Nötron yıldızlarının kütleçekimi etkisiyle daha fazla küçülmemelerinin nedeni, Pauli dışarlama ilkesidir. Bu ilke, fermiyon grubu iki parçacığın -örneğin protonlar, elektronlar ve nötronlar- aynı konuma ve aynı kuantum durumuna sahip olamayacağını söyler. Bu yüzden kütlesi Güneş’inkinin üç katından az olan nötron yıldızlarının yoğunluğu atom çekirdeğindeki yoğunluklar düzeyine ulaştığı zaman çökme durur. Ancak kütlesi Güneş’inkinin beş katından fazla olan nötron yıldızları kararsızdır ve çökmeye devam ederler. Bu yıldızlar karadeliğe dönüşür. Bazı nötron yıldızlarının kendi etrafındaki dönme hızı çok büyüktür. Bu durumun nedeni -açısal momentumun korunumu yasası gereği- yıldızın hacmi azaldıkça kendi etrafındaki dönme hızının artmasıdır. Bilinen nötron yıldızları içinde kendi etrafında dönme hızı en yüksek olan PSR J1748-2446ad’dir. Bu yıldız her saniye kendi etrafında yaklaşık 716 defa döner. Bazı nötron yıldızlarının radyo dalgaları ve X-ışınları yaydığı gözlemlenmiştir. Pulsar ya da atarca adı verilen bu yıldızlardan yayılan dalgalar periyodiktir. Bilinen nötron yıldızlarının yaklaşık %5’i ikili yıldız sistemlerinin üyeleridir. Bu sistemlerdeki nötron yıldızlarının eşleri normal yıldızlar, beyaz cüceler ya da başka nötron yıldızları olabilir. Genel görelilik kuramı, ikili yıldız sistemlerinin kütleçekimsel dalgalar yayacağını ve zaman içinde yıldızlar arasındaki mesafenin azalacağını söyler. Kütleçekimsel dalgaların varlığı ile ilgili ilk kanıt, nötron yıldızı içeren bir ikili yıldız sisteminin gözlemlenmesi ve yıldızlar arasındaki mesafenin genel görelilik kuramının tahminleriyle uyumlu bir biçimde değiştiğinin bulunmasıyla elde edildi. Nötron yıldızları, kütlesi Chandrasekhar limitine yakın (Güneş' in 1,35 ile 2,1 katı arasındaki) yıldızlardan meydana gelmektedir. Bir yıldız, yaşamını yapısında bulunan hidrojenleri birleştirip helyuma dönüştürerek devam ettirir. Normal şartlar altında bu füzyon olayı yıldızın boyutunu sabit tutmaya yeter. Yani içeri doğru olan kütleçekimine karşılık dışarı doğru füzyon tepkimesinin neden olduğu enerji vardır, bu yıldızın boyunu sabit tutar. Fakat yıldız hidrojen kaynağını bitirmeye yakın merkez çekim kuvvetiyle küçülmeye başlar; bu durumda merkezinde kalan son hidrojenlerin tepkimesinin etkisiyle hafif ışık yaymaya devam eder. Daha sonra tamamen yakıtı bitince bu sefer başka bir reaksiyon başlar ki; o da helyum atomlarının birleşip karbon atomlarına dönüşmesidir. Hidrojenin füsyon olayıyla karşılaştırıldığında helyumun füsyonu inanılmaz enerji açığa çıkar
tır, dolayısıyla bu enerjinin büyüklüğünü merkez çekim kuvveti karşılayamaz ve yıldız inanılmaz bir hızla büyümeye başlar. Öyle ki güneş bu evreye girdiğinde çapı Mars' ı yutabilecek kadar genişleyecektir. Bu kızıl dev bir süre bu şekilde genişlemeye devam eder; ta ki yapısındaki helyumu da tüketene kadar. Helyum bitince artık yıldızın enerji elde edebileceği yolları bitmiştir ve dengelenemeyen kendi kütleçekiminin etkisiyle tekrar küçülmeye başlar. Sıkışma evresinde yıldızın kaderini kütlesi belirler. Yıldızın kütlesi ne kadar fazlaysa merkez çekim kuvveti de o kadar fazla, kütlesi ne kadar küçük olursa merkez çekim kuvveti o kadar az olur. Örneğin güneşten daha küçük yıldızlar sıkışarak kahverengi veya kara cüceleri meydana getirir. İlk nötron yıldızı 1967 yılında Cambridge Üniversitesi’nden Jocelyn Bell ve Antony Hewish tarafından bulunmuştur. Cadı Kazanı (oyun) Cadı Kazanı, Arthur Miller'ın 1952'de yazdığı bir oyundur. 17. yüzyılda ABD'nin Massachusetts eyaletindeki Salem kasabasında cadılıkla suçlanan bir grup insanın cadı mahkemelerinde yargılanıp idam edilmesi olayını ele alır. Eserde tüm baskı yönetimlerine ve baskı dönemlerine gönderme yapılmakta; özellikle de yazıldığı dönemde ABD'de hüküm süren, pek çok kişinin komünist ya da “"komünist duygudaşı"” olmakla suçlanıp saldırgan soruşturmalara uğramasına neden olan McCarthycilik hicvedilmektedir. Yazar oyunda cadılıkla suçlananların insanlık onurunu koruyabilmek için ölümü göze almış olduklarına vurgulamış ve gerçeğin her zaman kazanacağı mesajını vermiştir. Miller’in kendisi de bu eserden ötürü komünizmi desteklemekle suçlanarak 1957’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından yargılandı. Oyun, ilk defa Broadway'de 22 Ocak 1953'te sahnelendi. İlk eleştiriler olumlu olmasa da bir sonraki yıl başka bir yapımla oyun klasikleşti. Günümüzde Amerika'daki lise ve üniversitelerde, diğer ülkelerde de olduğu gibi okutulmaktadır. Oyun, iki kere beyazperdeye aktarıldı. İlki, Jean-Paul Sartre'ın senaryosunu yazdığı 1957 tarihli "Les Sorcières de Salem" filmiyle, diğeri de Miller'ın kendisi tarafından yaklaşık kırk yıl sonra oldu. Miller'ın versiyonu, ona senaryo kategorisinde bir Akademi Ödülleri adaylığı kazandırdı. Oyun Robert Ward tarafından 1961'de operaya da uyarlanmış ve Pulitzer Ödüllerini kazanmıştır. Türkçeye Sabahattin Eyüboğlu- Vedat Günyol tarafından tercüme edildi. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda 1958-1959 sezonunda Cüneyt Gökçer tarafından sahneye konulan eser, 27 Kasım 1970’te yapımı yeni biten İstanbul Kültür Sarayı’nda İstanul Devlet Tiyatrosu tarafından yeniden sahnelendi. İlk gösterimde bir dekorun projektörlerden tutuşması sonucu çıkan yangında bina büyük hasara uğramıştır ve 1978’e kadar kapalı kalmıştır. Oyunun özgün adı, “"The Crucible"” ‘dır. Bu sözcük içinde madenlerin eritildiği büyük kapları anlatmak için kullanılır. Oyunda karakterler, çevre şartlarının oluşturduğu ısıda eriyen bir metali simgelemektedir. Ölümle tehdit edilseler bile prensiplerinden fedakârlık etmeyen ve zorlandıkları sahte itirafları reddedenler, ısıya en fazla direnenlerdir. John Proctor, eşi Elizabeth ile birlikte Salem’de Hristiyanlığa bağlı ve kapalı bir toplumda yaşayan özgür düşünceli bir çiftçidir. Papaz Parris’in bağnazca vaazlarını dinlememek için kiliseye gitmediğinden toplumda yabancı gözüyle görülür. Papaz Parris’in yeğeni olan ve evlerinde çalışan Abigail Williams, John’u karısı Elizabeth’in uzun hastalığı sırasında baştan çıkarmış; Elisabeth ise iyileştiğinde durumu anlayarak Abigail’i evden uzaklaştırmıştır. Abigal’le ilişkisine son veren Proctor, karısına karşı vicdanında rahatsızlık duymaktadır. 1692 yılının Ocak ayında Abigail, Proctor’ların yeni çalışanı Marry Warren, Papaz Parris’in 9 yaşındaki kızı Betty Parris ve onlara bakıcılık yapan zenci köle Tituba ile birlikte ormanda çocuksu oyunları arasında ruh çağırmakta, büyülü iksirden içip çıplak dans etmektedir. Genç kızlar, kendi aralarında gizli “cadıcılık oyunu” nu oynarken Papaz Parris’in baskınına uğrarlar ve Betty düşüp kalır. Cadılık söylentileri üzerine halkın Parris’in evinin önünde toplanması karşısında Papaz Parris kızını iyileştirmesi için şeytan kovma uzmanı Papaz Hale’i haber çağırır. Böylece Hale “cadı avı”na başlar. Gnç kızlar suçlamalardan kurtulabilmek için cadılık suçlamalarını başkalarının üzerine atmaya çalışırlar. Kızların suçlamaları yüzünden çok sayıda kişi tutuklanır. Çiftçi Protoctor’a saplantılı bir ilgi duyan Abigail, Protoctor’un karısı Elisabeth’in adını verir. Proctor, cadı mahkemesi karşısında Abigail ile olan evlilik dışı ilişkisini açığa dökerek karısını kurtarmak ister. Ancak, başka bir yerde sorguya çekilen Elisabeth, kocasını kurtamak için, kocasının böyle bir ilişkisini bilmediğini söyleyince, Proctor’un savı kanıtsız kalır. Elisabeth serbest bırakılırken, Proctor cadılık suçuyla hapse girer. Bu arada Abigail, kilisenin paralarıyla uzaklara kaçmıştır. Gittikçe huzursuzlaşan halkı yatıştırmak amacıyla mahkeme, bir kişiyi ölüme mahkum etmeye ve suçunu itiraf etmesi koşuluyla salıvermeye karar verir. Bu kişi Proctor’dur; başka cadı adlarını da vermesi koşuluyla serbest bırakılacak, itirafnamesi de kilisenin kapısına asılacaktır. Ancak kendi adını ve saygınlığını sonuna kadar korumaya çalışan Proctor, yalancı tanıklıkta bulunmayı reddeder ve diğer masum insanlarla birlikte idama gider. Azerbaycan arması Azerbaycan arması, Azerbaycan'ın resmî devlet armasıdır. 1993 yılından beri kullanılmaktadır. Kalkanın içerisindeki dairesel mavi, kırmızı ve yeşil renkler Azerbaycan bayrağında belirtilen Türklüğü, Çağdaşlığı ve İslamı simgeler. Kalkanın ortasında bulunan sekiz kollu yıldız güneşin simgesidir. Güneş'in merkezindeki alev tasviri "Odlar Yurdu" Azerbaycan'ı temsil eder.Atesde ustalikla islenmiş Allah yazisi bulunur.. Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Birlik Dayanışma Hareketi Birlik Dayanışma, 1970'li yıllarda daha da yükselen sınıf savaşında beliren bir birlikteliktir. Öğretmen hareketi içinde doğan Birlik Dayanışma hareketi daha da büyüyerek değişik sendikal hareketlerin birlik içinde hareket edebilmelerine olanak sağlamıştır. O yıllarda Birlik dayanışma hareketi tek bir siyasi yapının elinde olmamakla birlikte TKP'ye olan yakınlığı bilinmektedir. 2006 yılında tekrar diriltilen Birlik Dayanışma Hareketi (BDH),kendi sözcükleriyle kapitalizme, emperyalizme, faşizme direnen, dişe diş kavga veren, işçi sınıfı bilimini kılavuz edinenlerin oluşturduğu bir anlayıştır. Joomla! Joomla!, PHP ve MySQL ile MVC olarak geliştrilimiş açık kaynaklı bir içerik yönetim sistemidir. Kaliteli arayüzü ve gelişmiş içerik yönetim mantığı ile dünyada çokça tercih edilir. Türkçe desteği sağlıklı olmakla beraber tamamıyla yapılandırılabilir ve çok esnek bir sistem olduğundan birçok ağ sayfası tasarımcısı bu sistemi kullanmaktadır. Joomla! ismi Swahili dilindeki "hep beraber" veya "bir bütün olarak" anlamlarındaki "jumla" kelimesinden gelmektedir. Kelime Swahili diline Arapça dan geçmiş (swahili dili için etimolojik sözlük). İlk sürümü (Joomla! 1.0.0) 17 Ekim 2005 tarihinde yayımlanmıştır. Bu sürüm Mambo 4.5.2.3 sürümünün çeşitli iyileştirmelerle tekrar yayımlanmış olan sürümüdür. Joomla! bugüne kadar 1 terabayt ziyaretçi trafiğine dayanabilen ilk bağımsız özgür içerik yönetim sistemidir. Joomla! için bileşen hazırlayan birçok öbek ve firma bulunmaktadır. Google'ın desteği ile Joomla! birçok dilde kullanılabilir hale gelmiştir. Kurulum ve kullanım kolaylığı sayesinde birçok ağ yöneticisi (webmaster) bu içerik yönetim sistemini tercih etmektedir. Günümüzde birçok okul, Joomla! içerik yönetim sistemiyle ağ sayfalarını hazırlar duruma gelmiş, alışılmış FrontPage ve HTML sayfalı sitelerin yerini Joomla! içerik yönetim sistemli ağ sayfaları almıştır. Bu iki yıllık uzun dönemde özellikle İnternet günlükleri sayısında patlama yaşanmıştır. Bir İnternet günlüğü yazılımından beklenen en önemli özelliklerden kullanıcı yorumları desteği, geri izleme ve kolay etiket oluşturabilme gibi özellikler Joomla!'nın standart dağıtımında bulunmamaktadır. Bu sebeple günlüğünü yayımlamak isteyen kullanıcılar alternatif sistemlere yönelmişlerdir. Joomla! 1.0.0 sürümünün yayımlandığı 17 Ekim 2005 tarihinden bugüne kadar (Temmuz 2007) yazılıma hiçbir yeni özellik eklenmemiştir. Sebebi ise Joomla! çekirdek yapısının artık adım adım kendi özgün yapısına kavuşması adına yapılan çalışmalardı Bu iki yıl boyunca içerik yönetim sistemleri alanında pek çok yenilikler oldu ve buna bağlı olarak Joomla! geliştiricileri bütün gayretlerini yeni çekirdek yapısı olan Joomla! 1.5 sürümüne sarfetmeyi tercih etmişlerdir. Günümüzde joomla 1.5.x sürümleri ile kişisel sitelerden bloglara e-ticaret sitelerinden kurumsal sitelere kadar binlerce web sitesi yapılmaktadır. Binlerce sitenin joomla tabanlı olması joomla'nın ne kadar güçlü bir açık kaynak kod (İYS) olduğunun göstergesidir. Joomla 1.5.x sürümlerinin yanında eklentilerinin de çeşitliliği ve zenginliği bu betiği daha da cazip hale getirmiştiri. Türkiye'de Joomla!'ya teknik destek veren web siteleri ve forumların çokluğu Joomla!'yı en üst düzeye taşımaya yetmiştir. Joomla adına önemli bir gelişme de 2011 in başlarında yaşandı. Joomla çekirdek ekibi 1.6.xx kararlı sürümünü çıkartarak geri bildirimde bulunan joomla kullanıcılarının taleplerini dinlemiş oldu. Bu sürümün en önemli özelliği içerikleri üye seviyelerine göre gösterebilmektir. Diğer özellikleri Joomla 1.5.x sürümleri aynısı veya biraz geliştirilmişi gibi olsa bile tema konusundaki gelişimi oldukça kayda değerdir. İstenilen modül veya içerikleri arzu edilen temada gösterme başarısı Joomla'ya ilgiyi daha da artıracak gibi görünmektedir. Joomla 1.6.x nın 1.5.x ayrıldığı en önemli değişiklik bölüm yapısının kaldırılarak alt alta kategori biçimine dönüştürülmesidir. Kurtuluş, Şişli Kurtuluş ya da eski adıyla Tatavla (Yunanca: Ταταύλα), İstanbul ilinin Şişli ilçesinde yer alan tarihi bir semttir. Kurtuluş, Şişli ilçesinde iskana açılan ilk bölge olma özelliğine sahiptir. Ya
klaşık 470 yıllık tarihe sahip bu semtin bugün büyük bir kısmı Şişli ilçesine bağlıdır. Aya Dimitri Kilisesi'nin de bulunduğu Son Durak'tan aşağısı ise Beyoğlu ilçesine bağlıdır. Semt; Pangaltı’nın üzerinde bulunduğu tepeden güneye doğru hafif bir eğimle inen eski bir dere yatağı ve bu dere yatağını çevreleyen tepeciklerin üzerinde kuruludur. Bu tepeciklerin adı 1782'de yapılan Rum ortodoks Aya Dimitri Kilisesinin adıyla özdeşleşmiştir. Semt, Kurtuluş ismini 1929 yılında, büyük yangından sonra aldı, 1929 yılı öncesinde ise Tatavla olarak anılan semtin ilk sakinleri Rumlardı. Tatavla adı da Rumca; “beygir ahırı” anlamına gelen “tavla” kelimesinden türemiştir. Kurtuluş'un kuruluşu da Türkiye'deki pek çok ilçe ve semtin kuruluşu gibi ihtiyaca binaen, belli bir meslek erbabı zümrenin bölgeye devlet eliyle yerleştirilmesiyle olur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) yaşayan ve Osmanlı tarihinin müstesna simalarından olan, alim komutan olarak bilinen Barbaros Hayreddin Paşa’nın Ege ve Akdeniz’den özellikle Sakız Adası'ndan gemi yapımında çalıştırılmak üzere getirdiği 10 bini aşkın Rum esir Kurtuluş’da iskana tabi tutulur. Kurtuluş'un kuruluş öyküsü böylece başlamış olur. Tersaneliler olarak da anılan, önceleri Kasımpaşa tersanelerinde çalışan ve gemi yapımında mahir Rum esirler, daha sonraları tulumbacılıkta ve ayakkabı imalatında da hayli başarılı olurlar, öyle ki bu Rum tulumbacıların yangın söndürmekteki başarıları defalarca takdir görür, yine imal ettikleri ayakkabılar ilerleyen yıllarda Beyoğlu'nun en gözde dükkânlarında alıcılarıyla buluşur. Kurtuluş'un meyhaneleri ile Bakla Hurani adlı panayırı da, ilerleyen yıllarda İstanbul sınırları içinde adından sıkça bahsettirir olmuştur. Paskalya yortusundan önceki perhiz döneminin ilk Pazartesi günü Bakla Hurani yapılırdı. Bu panayır hayli renkli geçer, İstanbul’un hemen her yerinden katılım olurdu. Panayırın adında anlaşılacağı gibi “bakla” en çok tüketilen besin olurdu. Bakladan yapılan çeşitli yemeklerle İstanbul halkının tanışması da burada olmuştur. 18. yüzyılın sonlarına doğru ise Kurtuluş'da yaşayan Rumların sayısı 20 bini bulur ve bölgeye yabancıların girmemesini talep ederler, 1884'e gelindiğinde Kurtuluş özel bir yönetmelik ile yönetilir hale gelir. 1.030 evin 53 temsilcisi seçilerek semt 12 kişilik "ihtiyar heyeti" tarafından yönetilmeye başlanır. Kurtuluş ilerleyen yıllarda Rum nüfusun yanında, Ermeni ve Yahudileri de bünyesinde barındır oldu. 1802 yılına gelindiğinde ise İngiliz hükûmetinin, Osmanlı Devleti ile geliştirmeye başlamış olduğu ticari ilişkileri doğrultusunda kimi İngiliz aileleri ticaret yapmak üzere İngiliz hükûmetinin önerisiyle Kurtuluş'a yerleştirilir. Kurtuluş böylece farklı kültürlerin birleştiği, ticari ve sınai olarak da İstanbul'a hizmet eden bir semt görünümü alır. Dönem itibarıyla Osmanlı şehirlerinin muzdarip olduğu dertlerin başında şüphesiz büyük yangınlar gelmekteydi. Binalarda kullanılan ahşap malzeme, binaların birbirine yakınlığı ve yangın söndürme tekniklerinin yetersizliği gibi nedenlere bir de rüzgarın azizliği eklenince yangınları söndürmek iyice zorlaşıyordu. Kurtuluş’un binaları da defalarca alevlerle baş etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar İstanbul’un en mahir tulumbacıları Kurtuluş’dan çıksa da, semtte çıkan 1832 yangınında 600 ev 30 dükkân kül olur. Yangın sorunu sadece bu yıllarla da sınırlı kalmadı, yukarıda değinilen sebeplere bir de “yer açma” gibi etkenler eklenince, altyapı sorunları da olan bölgede dertler bitmek bilmedi. 1832 yangınından tam 97 yıl sonra, 1929 yangınında 207 bina kül oldu. 13 Nisan 1929’da "İkdam" gazetesinin, Karinin (okuyucunun) Derdi adlı köşesinde bile 1929 Kurtuluş yangını ile ilgili şikayetlere rastlanır. Bu şikayete göre; Kurtuluş yangınından sonra Durusu Müdürü Mösyö Castelno’nun itfaiye araçlarına bilerek su vermediği iddia edilir ve hakkında soruşturma açılır. Davayla ilgili haberler gazetelerde yer alır ama bir sonuca ulaşılamaz. 1955’e gelindiğinde ise Kurtuluş’u farklı bir afet bekler. 6-7 Eylül 1955’te Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin kundaklandığı haberleri ile başlayan provokasyon, İstanbul’da gayrimüslimlerin yaşadığı pek çok semtte olduğu gibi Kurtuluş’ ta da infial yaratır ve semtteki gayrımüslimlerin ev ve dükkânlarına yönelik saldırılar başlar (Bakınız: 6-7 Eylül Olayları). Bu olaylar sonrasında yaygınlaşan korku sunucunda ise gayrimüslimlerin semtteki yoğunluğunu yıllar içinde çok azalır ve artık çok küçük bir kısmı gayrimüslimdir. Daniel Defoe Daniel Defoe, (1660 [?] –24 Nisan 1731), İngiliz yazar ve gazeteci. 1660 yılında Londra’da doğdu. Çeşitli güçlükler ve tehlikelerle dolu bir yaşam geçirdi. 1685’te İngiltere kralı II. James’e karşı başlatılan ayaklanmaya katıldı. Yaşamının çeşitli dönemlerinde tüccarlık, fabrikatörlük, devlet memurluğu ve hatta casusluk yaptı. 40 yaşında gazetecilikte karar kıldı, bundan birkaç yıl sonra da roman yazmaya başladı. En çok ilgi gören romanı 'Robinson Crusoe' 1719 yılında yayımlanmış, 1 yılda 4 baskı çıkarılmıştır. Yayımladığı siyasal dergi kitapçıklarındaki sert tutumu yüzünden birçok kez hapse girdi. 1731 yılında doğduğu yerde, Londra’da öldü. Hayatı boyunca siyaset hayatına büyük ilgi duymuştur. Daniel Defoe'nin aile kökenleri Romanya'ya dayanmaktadır, Romanya'dan göçen ailesinin Osmanlı geleneklerini ona da öğrettiği bazı kaynaklarda geçmektedir. Yine İngiltere'de İngiliz kültürünü yeren mektuplarını Osmanlı Devlet adamlarına bilgi ve öneri amacıyla gönderdiği bilinmektedir. Bunun dışında Aytunç Altındal gibi yazarlar Osmanlı için casusluk yaptığının açık olduğunu söylerler. Trinomial nomenklatür Trinomial nomenklatür ya da üçlü adlandırma, biyolojide sınıflandırma için kullanılan bir derecedir. Bitkiler ve hayvanlar için farklıdır. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu Şükrü Saracoğlu Stadyumu ya da resmi adıyla Ülker Stadyumu Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Spor Kompleksi İstanbul, Kadıköy'de bulunan, Fenerbahçe'nin maçlarını oynadığı 50.509 seyirci kapasiteli stadyumdur. Türkiye'nin en büyük 4. stadyumudur. Kurbağalı Dere'nin Kalamış Koyu'na döküldüğü yerin hemen doğu yakasındaki alanda yer alır. İsmi üzerinde yükseldiği araziyi Fenerbahçe'ye kazandırmış ve 1934-1950 arasında Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı yapmış olan Şükrü Saracoğlu'ndan ve 2015 yılında Yıldız Holding ile yapılan anlaşmadan dolayı Ülker Stadyumu Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Spor Kompleksi olarak belirlenmiştir. Birçok kez yenilenen stadyum son olarak 1999 ile 2006 yılları arasında parça parça yıkılıp yeniden yapılarak bugünkü görünümünü kazanmıştır. Ülker Arena, 20 Mayıs 2009 tarihinde FK Şahtar Donetsk ile SV Werder Bremen takımları arasında oynanan 2009 UEFA Kupası Finali'ne ev sahipliği yapmıştır. Eskiden Silahtar Ağa, 1900'lerin başında ise Papazın Çayırı denen bu alanda, özellikle Moda civarında oturan İngiliz ve Rum gençleri maç yaparlardı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra, İstanbul Şehremini Cemil Paşa'nin önerisi üzerine burada kurulan Union Club, Papazın Çayırı'nı, yıllığı 30 altına kiralayınca burası Union Club Sahası olarak anılmaya başladı. Yaklaşık 3.000 altın harcanarak saha düzeltildi ve İngiltere'den getirilen özel çimlerle kaplandı. Futbola uygun biçimde düzenlendiği için, kalelerden hiçbiri rüzgar almaz, o sırada çok az olan izleyiciler maçı saha kenarından ya da ancak 100 kişi alabilen beyaz boyalı küçük tribünlerden izlerlerdi. Düzenlenen maçlar beklenen geliri sağlamayınca, kulüp kirasını ödeyemez duruma düştü, hissedarları dağıldı. 1915'te Union Club adı, İttihat Spor Kulübü'ne dönüştürüldü ve saha bu adla anılmaya başladı. 1924'te Taksim Stadyumu'nun açılışına kadar, tüm önemli maçlar burada yapıldı. Giderek önemini yitiren saha, 1929'da Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu'nun gayretiyle önce Millî Emlak'a devredildi, sonra da Fenerbahçe Spor Kulübü'ne kiralandı. Önce üstü ahşap, altı beton, 100 m²'lik ve 2.000 seyirci kapasiteli yeni tribünler inşa edildi, sonra karşısına 1.500 kişilik ikinci tribün yapıldı. Fakat bu onarımlar sırasında kalelerin yerleri değiştirilerek rüzgara açık hale geldiğinden futbola elverişsiz bir durum yaratılmıştı. Fenerbahçe Stadyumu bu yeni haliyle Mayıs 1932'de dönemin İstanbul valisi ve belediye başkanı Muhittin Üstündağ'ın katıldığı bir törenle yeniden açıldı. 5 Haziran 1932'de çıkan yangında Kuşdili'nde kulüp binası yandı. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dönemin devlet yöneticileri bu zor döneminde Fenerbahçe'ye yardım edilmesine karar verdi. Kulüp binası yokolan Fenerbahçe'nin hiç olmazsa kendi stadyumuna sahip olması için yine Saracoğlu'nun çabalarıyla Fenerbahçe Stadyumu, 6 Temmuz 1932 tarih ve 1213 sayılı karar uyarınca, 10 taksitte ödenmek koşuluyla 9.000 liraya (1.000 Reşat Altını) Fenerbahçe Spor Kulübü'ne satıldı. Bununla birlikte Fenerbahçe, Türkiye'de stat mülkiyetine sahip ilk kulüp olma özelliğini kazandı. 36.000 m²'lik sahanın ve tesislerinin alınması için gereken paranın 500 lirasını bizzat Atatürk vermiş, geri kalan miktar ise 50 kuruştan satılan biletler ile Fenerbahçe Spor Kulübü'nün ilk eşya piyangosundan sağlanmıştır. Bu tarihten itibaren İstanbul'daki tüm önemli maçlar ile 19 Mayıs gösterileri burada yapıldı. 1940 Balkan Oyunları'na da ev sahipliği yapan stadyum, 1947'de Mithatpaşa Stadyumu'nun (daha sonra İnönü Stadyumu) inşası üzerine önemini yitirmeye başladı. Mithatpaşa Stadyumu'nun mimarı Paolo Vietti-Violi'nin Fenerbahçe Stadı için hazırladığı projeler gerçekleşmediyse de, 1949'da tribün kapasitesi 25.000 kişiye çıkarıldı. Fakat 1955'e gelindiğinde, burada yalnızca önemsiz semt maçları yapılıyordu. 1962'de stad, yarısı 2,5 milyona, diğer yarısı ise, Fenerbahçe Spor Kulübü'ne tanınanacak 70 yıllık kullanma hakkı karşılığında Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü'ne devredildi. Artık ihtiyaca cevap vermeyen saha 1964'te karşılaşmalara kapatıldı ve 1965'te de yıkıldı. 18 yıl süren bir inşaat döneminden sonra, 19 Eylül 1982'de oynanan Fenerbahçe-Altay maçıyla hizmete açıldı. Ayakta yaklaşık 32.000 seyirci kapasitesine ula
şan Fenerbahçe Stadyumu'nda, rüzgarı kesmek ve seyirci kapasitesini artırmak amacıyla tribünler yüksek tutuldu ve kaleler 1900'lerin başındaki yerlerine alınmıştı. 1993'ün sonunda stad ışıklandırılarak, gece maçlarının da yapılabilmesine elverişli hale getirilmişti. Temmuz 1998'de Fenerbahçe Spor Kulübü ile Gençlik ve Spor Genel Müdürülüğü arasında Ankara'da imzalanan sözleşmeyle ile stad 49 yıllığına Fenerbahçe Spor Kulübü'ne kiralık verildi.. Uzun seneler Fenerbahçe Stadı olarak anılan stadın adı, 22 Temmuz 1998'de Aziz Yıldırım başkanlığındaki yönetim tarafından, eski başkan Şükrü Saracoğlu'nun ismi verildi ve günümüzdeki halini aldı. 3 Ağustos 2015 tarihinde kulüpten yapılan açıklamada Yıldız Holding ile; yapılan anlaşma çerçevesinde 2015-2016 sezonundan başlayarak 2024-25 sezon sonuna kadar Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun ismi, diğer muhtelif reklam ve tanıtım haklarını kapsayan 90 milyon ABD Doları tutarında bir sözleşme imzalandığı bildirildi. Stadın kapasitesini artıracak proje, Aziz Yıldırım'ın başkanlığı süresinde yaptırıldı. Bu projeye göre numaralı, maraton ve kale arkası tribünler yıkılarak yeniden yapıldı. Böylece eskiden 25.000 kişiye maç seyretme imkânı veren stadın kapasitesi de 50.000'den biraz fazla seyirci alacak şekilde artırıldı. 1999 eylülünde başlanan açık tribün inşaatları ile stat kapasitesi artırılmaya başladı. Her iki açık tribün, 10.000 seyirci kapasitesine çıkartıldı. Eylül 1999'da inşaatına başlanan ve 20 Ağustos 2000 tarihinde, 2000-2001 sezonunun açılış maçı olan İstanbulspor maçıyla hizmete giren "Migros Tribünü"'yle kapasite 30.000 civarına çıkarıldı. Aynı sezon içinde diğer açık tribünün inşaatına da başlandı. 6 Mayıs 2001'de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla "Telsim Tribünü"nün (2009'dan itibaren "Türk Telekom Tribünü") de hizmete girmesiyle, seyirci kapasitesi 42.000'e çıkarıldı. Maraton Tribün'ün yıkılmasıyla uzun süre alışılagelmiş tribün atmosferinden yoksun maçlar oynayan Fenerbahçe, bundan etkilendi. İnşaatı hızla bitirilen trübünün alt kısmı 2 Aralık 2001'deki Fenerbahçe-Beşiktaş maçında, tamamı ise 16 Şubat 2002 tarihinde oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla açıldı. Mermer zemini, cam duvarları ile dikkat çeken tribünün içinde de iki kata açılan, 5.000 taraftar alacak kapasitede cafe, pub ve lokantalar yer almaktadır. Soyunma, basın ve hakem odaları, yönetim ve toplantı salonları, 60 lüks loca, yeni açılan Fenerium mağazası ve yine bu tribünün altında yer alan Fenerbahçe Müzesi de, taraftara hizmet verir. 2002-2003 sezonunun ilk yarısında kale arkalarındaki tribünlerin üstü kapatıldı. 2005 yılının mart ayında numaralı tribün yıkılarak yerine 9 ayda yeni tribün yapıldı. 26 Şubat 2006 tarihinde oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçıyla, yeni adı "Fenerium Tribünü" olan Numaralı Tribün'ün üst kısmı, nisan ayında da alt kısmı hizmete girdi. Böylece yaklaşık 6,5 yıl süren yenileme çalışmasıyla stadın kapasitesi 53.500'e ulaştı. Fenerium Tribünü ile birlikte hizmete giren Basın Tribünü'ne spor yazarı İslam Çupi'nin anısına "İslam Çupi Basın Tribünü" adı verildi. İnşaat sonrası, tüm tribünlerin üzerindeki çatılar özel çelik konstrüksiyonlarla tutturularak geçmiş senelerde sıkıntı yaratan ve seyircinin görüş açısını azaltan sütunlar tamamen kaldırılmıştır. 2006-2007 sezonunda ise misafir takımın maçları izlediği tribünün yeri değiştirildi. Türkiye'de ilk kez olarak, 2006 yılı ekim ayında stadyum tribünlerine ısıtıcılar eklendi 2009 UEFA Kupası Finali 20 Mayıs 2009 tarihinde, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda oynandı. Ukrayna'dan FK Şahtar Donetsk ile Almanya'dan SV Werder Bremen takımlarının karşı karşıya geldiği maçı, 1-1 eşitlik ile biten normal süreden sonra oynanan uzatma süresinde bir gol atan Şahtar Donetsk kupanın sahibi oldu. 2009-2010 sezonu sonrasında yapılan çalışmalarla çim sahaya alttan ısıtma sistemi getirildi ve su giderleri düzenlendi. Ardından stadın bazı bölümlerine yürüyen merdivenler eklendi. 25 Aralık 2013 tarihinde Fenerbahçe resmi sitesinden yapılan açıklamada stadın isim hakkının satışa çıkarılacağı duyuruldu. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu, Bleacherreport.com sitesinin 18 Aralık 2014 tarihinde yayınladığı Dünyadaki en iyi 100 stadyum listesinde 19. sırada yer almıştır. 2015 yılında Yıldız Holding ile 90.000.000 $ karşılığında 2024-2025 sezonu sonuna kadar stat ismi, reklam ve tanıtım haklarını içeren anlaşma imzalanmıştır. Bu süre içinde Ülker Stadyumu Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Spor Kompleksi ismi ile anılanacaktır. Mimarisi dikdörtgen şeklinde olan bu stadın kapasitesi Fenerbahçe resmi sitesine göre 50.530, Türkiye Futbol Federasyonu'nun sitesine göre ise 50.509'dur. Çim saha boyutu 105x68 metredir ve doğal çimdir. Stadyumda toplamda 36.000 metrekare olan 5.440 kapalı oturma alanı, 100 tane VIP locası bulunmaktadır. Migros Tribünü 10.813, Türk Telekom Tribünü 10.934, Maraton Tribünü 15.566 ve Fenerium Tribünü 15.187 kapasitelidir. 50'si erkekler, 29'u kadınlar için olmak üzere toplam 79 tane tuvalet vardır. 2006 yılı ekim ayında stadyum tribünlerine ısıtıcılar eklenmiştir. Stadın aydınlatma gücü 1400'luxtur. Ev sahibi takıma ait 427 m², rakip takıma ait 286 m², 1. hakeme ait 100 m², 2.,3. ve 4. hakemlere ait 40 m² soyunma odası ayrıca sağlık odası, delege odası, doping test odası, konuklar için resepsiyon odası, 4 tane ilk yardım odası mevcuttur. 10 otobüs ve 1000 tane araba kapasiteli park alanı, 68 tane turnike vardır. Staddan dakikada 9.552 seyirci çıkabilir. Stada akredite olabilecek 240 tane basın (sadece B), görev alabilecek 15 tane TV ve 5 radyo organı, 155 masa kapasiteli yazılı basın odası mevcuttur. Maraton tribününün altında Fenerbahçe Müzesi ile büyük bir Fenerium mağazası bulunmaktadır. 6 Mart 2018 tarihi itibari ile Fenerbahçe Efsanesi Stadyum ve Müze Turu adıyla stadyumda turlar düzenlenmeye başlandı. Ülker Arena konumu nedeniyle kolay ulaşılabilir bir durumdadır. Bağdat Caddesi, Taşköprü Caddesi ile O-1 Otoyolu'nun kesiştiği Fenerbahçe Kavşağı stadın kuzey kesimindedir. Ayrıca Kuşdili ve Söğütlü Çeşme caddeleri üzerinden Kadıköy Rıhtım Meydanı'na ulaşılabilir. Söğütlüçeşme Metrobüs İstasyonu'na da yakın mesafededir. Selis Selis, aruzun "fe'ilatün fe'ilatün fe'ilün" kalıbıyla yazılan gazellere denir. Murabba, muhammes, müseddes biçimiyle yazılmış selisler de vardır. Uyak düzeni, divan, semai ve kalenderi de olduğu gibidir. Kelime anlamı: Aydınlık, yol gösteren, düzen, ahenk, akıcı konuşma, akıcı. Maybach Maybach-Motorenbau GmbH veya bilinen adıyla Maybach, Wilhelm Maybach ve oğlu Karl'ın kurduğu bir Alman motor şirketidir. Zeplinler için motor üreterek başlamışlar; ardından büyük ve lüks otomobiller de üretmişlerdir. II. Dünya Savaşı'nda Alman panzerleri için de motor üretmişlerdir. Bugün şirket merkezi Friedrichshafen ve Daimler'in bir parçasıdır. İlk üretime geçtiğinde iki modeli (Maybach 57, Maybach 62) varken seriye eklenen 57s, 62s, Exelero, Landaulet ve Zeppelin modelleriyle ürün gamı yediye çıkartılmıştır. Abdurrahman Paşa Camii Abdurrahman Paşa Camii, Osmanlı klasik dönem mimari eserlerinden biridir. Kastamonu iline bağlı Tosya ilçesinde 1582 yılında inşa edilmiştir. Mimarlığını Mimar Sinan İstanbul'dan üstlenmiş, inşaatı talebeleri yerinde yürütmüştür. Caminin yapımında adı geçen Abdurrahman Paşa'nın kimliği tam olarak net değildir. Maraşlıdır ve bir devlet görevlisi olduğu sanılmaktadır. Cami, ilçenin merkezinde Hanönü meydanının yukarı kısmında yer alır. 1943 Tosya depreminde ciddi zararlar görmesine karşın gerekli onarımları tamamlanarak orijinalliği korunmuştur. Caminin vakfına ait çok sayıda dükkân, bir hamam ve günümüze ulaşamamış bir kapalı çarşısı bulunmaktadır. Günümüzde, ilçenin en büyük camisi olarak hizmet vermeye devam etmektedir. GMC GMC (General Motor Company), sonradan adı GMC Truck olarak değiştirilen, ABD merkezli bir cip, kamyon ve kamyonet markasıdır. General Motors'un bir birimidir. Araçları Kuzey Amerika ve Orta Doğu'da pazarlanmaktadır. Non nobis solum Non nobis solum (Türkçe: "Sadece kendimiz için değil") Brunei, Tazmanya, Avustralya'nın sloganı olan Latince deyiş. Ayrıca Quebec, Kanada'daki, Lower Canada College isimli özel okulun ve Virjinya, ABD'deki Massanutten Military Academy'nin sloganıdır. Hummer Hummer, General Motors tarafından satılan, yüksek performanslı, çok amaçlı arazi aracı markasıdır. Çinli bir firmaya satılmıştır; ancak satış Çin hükümeti tarafından desteklenmeyince satış gerçekleşmedi ve GM, Hummer'ı kapattı. =Modeller = Dalga fonksiyonu Dalga fonksiyonu, Schrödinger Denklemi'ni sağlayan ve parçacığın enerjisi, momentumu gibi bilgileri içinde bulunduran bir fonksiyondur. İstenen bilgi gerekli operatörün fonksiyona uygulanmasıyla elde edilir. Dalga fonksiyonu uzay ve spin dalga fonksiyonlarının çarpımı olarak da ifade edilebilir. formula_1 şeklinde gösterilen dalga fonksiyonu uzay, formula_2 şeklinde gösterilen dalga fonksiyonu ise toplam dalga fonksiyonunu temsil eder. Ayrıca indislerle de istenen dalga fonksiyonu betimlenebilir. Örneğin: formula_3 formula_4 Enerjiyi bulmak için Hamiltonyen operatörü: formula_5 kullanılarak formula_6 E, enerji değeri olmak üzere elde edilir. Dalga fonksiyonu ve operatörlerin bir de matris temsilleri vardır. Bu temsille şekil bulan kuantum mekaniğine matris mekaniği de denir. Heisenberg tarafından geliştirilen ve Dirac tarafından da oldukça destek bulan ancak fiziği soyutlaştırdığı diğer fizikçiler tarafından öne sürülen bu mekanik tartışma konusu olmuştur. Bu temsilde dalga fonksiyonu mevcut bütün durumların süperpozisyonundan oluşan bir vektördür. Diğer bir temsil de brakett temsilidir. Bağlı bir parçacığın dalga fonksiyonunun sağlaması gereken koşullar, formula_7 sınır noktaları ve formula_8 de i bölgesiyle ilişkili dalga fonksiyonu olmak üzere: şeklinde verilir. Dalga fonksiyonunun mutlak değer karesi parçacığın olasılık yoğunluğunu verir. Parçacığın belirli bir aralıkta bulunma olasılığı ise mutlak değer karesinin bu aralıktaki integraline eşittir. formula_
13 formula_14 Holden (otomobil üreticisi) Holden, Avustralyalı bir otomobil üreticisidir. Avustralya'da kurulan ilk ulusal otomobil markasıdır. Şirket, 1856 yılında eyer atölyesi olarak kurulmuş ve 1931 yılında General Motors tarafından satın alınarak otomobil fabrikasına dönüştürülmüştür. 1948 yılında Chevrolet Styleline modelinden esinlenilerek "48-215" (diğer adıyla FH kasa) adında ilk otomobil bantlardan indirildi. Günümüzde kendi otomobillerinin yanı sıra (Commodore, Caprice, Sportwagon, Statesman) çeşitli Opel, Chevrolet, GM Daewoo marka otomobilleri kendi markası adı altında satmaktadır. Land Rover Land Rover, İngiliz bir arazi aracı üreticisidir. Merkezi Solihull, İngiltere'dedir. Aslında Rover markası altında bir modelin adıydı. Bugün, Tata Motor Şirketi bünyesindedir. 26 Mart 2008'de Ford Motor Şirketi tarafından Hindistan araba üreticisi Tata'ya satılmıştır. Quidditch Quidditch, J. K. Rowling tarafından yazılan Harry Potter kitaplarındaki kurgusal bir spordur. Quidditch, büyücüler tarafından oynanan bir takım oyunudur. Süpürge üstünde, uçarak oynanır. Amacı Quaffle denen topu üç çemberin birinden geçirmek ve ceviz büyüklüğünde olan Altın Snitch denen kanatlı topu yakalayarak maçı bitirmek olan bu sporda her takımda yedi oyuncu bulunur. Takım Üyeleri Kullanılan Araçlar 3 çeşit top vardır. Bunlar: Hogwarts'ta 4 takım vardır. Bu takımlar Hogwarts Okulu'nda bulunan dört binanın isimlerini almıştır. Quidditch büyücüler dünyasınca sevilen bir spordur ve dört yılda bir dünya kupası düzenlenir. Profesyonel Quidditch takımlarından bazıları şunlardır: Holyhead Harpileri,Wington Wanderers,Chudley Cannons, Appleberry Arrows, Turshill Turnadows, Chudley Cannons. Chudley Cannons bir zamanlar ligin en iyi takımı olmasına rağmen uzun süre şampiyon olmayınca marşlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Modern Quidditch, Quidditch tarihinde ilk olarak bir kuş olan altın snitchle oynanmıştır. Ancak daha sonraları kuşun nesli tükenmeye yaklaştığı için kanatlı altın snitch bulunmuştur. Snitch, arayıcı onu yakalayana kadar sahanın etrafında durmadan hareket eder ve çok hızlıdır.Bir ceviz büyüklüğündedir. Snitchi yakalamak takıma 150 puan kazandırır ve oyun snitch yakalandığında biter. Ayrıca Albus Dumbledore Ölüm Yadigârları'nda Harry Potter'a Felsefe Taşı romanında yakaladığı Snitch'in içine Dirilme Taşı'nı koymuştur. Çağlar Boyu Quidditch'te belirtildiği gibi, Altın Snitch'in 150 puan değerinde olmasının 1269'daki bir maça dayanır. O tarihte Büyüceşura Başbüyücüsü olan Barberus Bragge, o zamanlar popüler olan Sinicit avlama sporuna ithafen, maça kafeste bir Sinicit kuşu getirir ve onu saldıktan sonra, kuşu yakalayan oyuncuya 150 Galleon ödül vereceğini söyler. Harry Potter Hogwarts'daki ilk uçuş dersinde Profesör Minerva McGonagall tarafından keşfedilen çok başarılı bir Quidditch oyuncusudur. Quidditch süpürgeler üzerinde oynanan bir spordur. Her bir takımda 7 oyuncu bulunur ve bunların birisi tutucu, ikisi vurucu, üçü kovalayıcı ve biri de arayıcıdır. Kovalayıcılar Quaffle denen futbol topu büyüklüğündeki kırmızı topu birbirlerine paslar atarak karşı takımın kalesi sayılan 17 metre yükseklikteki üç çemberden geçirmeye çalışırlar. Eğer top çemberden geçerse Quaffle'ı yollayan kovalayıcının takımı 10 puan kazanır. Tutucu çemberleri korur. Bludger, kendi kendine hareket eden ve oyuncuları süpürgelerinden düşürmeye çalışan azgın, yaramaz, oyun bozucu toplardır. İki tanedirler. Vurucular'ın görevi Bludger'ları takımdan uzak tutmak ve karşı takımın oyuncalarına yönlendirmektir. Son olarak Snitch denen ceviz büyüklüğündeki altından yapılan uçucu-kaçıcı muhteşem top vardır. Snitch oyunu bitiren ve takıma ekstra 150 puan kazandıran toptur. Snitch yakalanmadığı takdirde oyun uzar gider. Bir Quidditch maçının 90 günden daha fazla sürdüğü bilinmektedir. Lakin bu topun yakalanma süresine bağlı olarak maçın süresi de anormal derecede kısalabilir. Mesela bir Quidditch maçında Snitch üç buçuk saniyede yakalanmış ve maç 150-0 bitmiştir. Harry Gryffindor Quidditch takımının Arayıcısıdır. 1. 2.ve 3. sınıfın başlarında Nimbus 2000 adlı kaliteli bir süpürgeyle oynamış ve hiç maç kaybetmemişken, üçüncü sınıfın açılış maçında maça Ruh Emicilerin gelmesiyle süpürgesinden düşmüş ve Nimbus 2000'i de okuldaki vahşi ağaç Şamarcı Söğüt'e uçmuştur. Bunun sonucunda Nimbus 2000 parçalara ayrılmıştır. Harry başka bir süpürge siparişi verecekken vaftiz babası Sirius'dan dünyanın en iyi süpürgesi Ateşoku gelir.Hogwarts'daki 6.yılında Gryffindor Quidditch takım kaptanlığına seçilir.Okuldaki 3.-5. ve 6. yıllarında Quidditch Kupası'nı Gryffindor almıştır.Ayrıca Harry'nin babasıda Gryffindor takımında oynamıştır. Hogwarts okulunda her binanın bir takımı vardır. Bu takımlar şöyledir. Kovalayıcılar: Tutucu: Vurucular: Arayıcı: Bilinen Son Takım Kovalıyıcılar: Vurucular: Takımdaki diğer oyuncular Eski Oyucular: Not:Harry Potter ve Sırlar Odası kitabında Draco Malfoy'un babasının takıma aldığı Nimbus 2001'lerle takıma girmiştir. Eski Oyuncusu: Zeki Velidi Togan Zeki Velidi Togan (Başkurtça: Әхмәтзәки Вәлиди, bazen Validi; 10 Aralık 1890 – 26 Temmuz 1970), Türk tarihçi, Türkolog, Başkurt devrimi ve bağımsızlık hareketi önderi. Asıl adı Ahmet Zeki'dir. Rusya'da iken Validov soyadını kullanmış, Türkiye'ye geldikten sonra Togan soyadını almıştır. "Togan" sözcüğü "doğan" sözcüğünün Kıpçak Türkçesi alanındaki karşılığı, Başkurt Türkçesindeki şeklidir. 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurdistan'ın İsterlitamak'a bağlı Küzen Köyü'nde doğdu. Daha ilk medrese tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmedi. 1902 yılında orta tahsil için Ütek'e bulunan dayısı Habib Neccar'ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersleri alarak dil bilgisini geliştirdi. 1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada "Katanov" ve "Aşmarin" gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye Medresesi'ne "“Türk tarihi ve Arap edebiyatı tarihi muallimi”" oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı "Türk ve Tatar Tarihi" adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti'ne üye seçildi. 1913 yılında Fergana'ya, 1914 yılında Buhara'ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Fergana'da Yusuf Has Hacip'in 11. yüzyıla ait Kutatgu Bilig adlı eserinin bir el yazması nüshasını buldu. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov'un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsünün esas nüvesini teşkil edecek kitaplarının Türkiye'ye gönderilmesine vesile oldu. Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma'da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg'a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik İhtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti. Bolşevik İhtilâli'nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917 tarihinde Başkurdistan ilinin muhtariyeti ilan edildi. Orenburg'u 18 Şubat 1918 tarihinde işgal eden Bolşevikler onu tutukladılarsa da 7 Haziran 1918 tarihinde hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, harbiye nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüştü fakat olumlu sonuç alamayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye devam etme kararını verdi. Türkistan Millî Özerk Hükûmetinin bastırılmasından sonraki Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. 1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye giriştiyse de başarılı olamadı. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır. Paris, Londra ve Berlin'deki birçok Orta Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuad Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura'nın istekleri sayesinde Türkiye'den davet aldı. 20 Mayıs 1925 tarihinde geldiği Türkiye'de, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümenine tayin edilmiştir. O zamanki Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünunu Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi. Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı fakat 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932 tarihinde istifa ederek Viyana'ya gitti. 1935 senesinde Viyana Üniversitesi'nden felsefe doktoru unvanı aldı. 1935-1937 yılları arasında Bonn Üniversitesi'nde, 1938-1939 yılları arasında Göttingen Üniversitesi'nde profesör olarak ders verdi. 1939 yılında millî eğitim bakanının daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi, İstanbul Üniversitesi'nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsünü kurdu. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru 1944 yılında, Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. Bu Irkçılık-Turancılık Davası sonucunda 10 yıl hapse mahkûm edildiyse de askerî mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti. 1948 yılında yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951 yılında İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı. 1953 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İslam Tetkikleri Enstitüsü'nü organize etti. 1967 yılında kendisine Manchester Üniversitesi tarafından bir onur doktorası verildi. Zeki Velidi Togan 26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti. Oğlu Subidey Togan, Bilkent Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanlığı yapmış iktisat profesörü, kızı İsenbike Togan Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde tarih profesörü, torunu Emre Togan Harvard Üniversitesi'nde akademisyendir. Örtü sis
temi Örtü sistemi, hayvan anatomisinde sıklıkla bir hayvanın en büyük organ sistemidir. Deri, saç, tüyler, pullar, tırnaklar ve deri bezleri ile onların ürünlerini (ter gibi) kapsar. Dış çevre ile vücudu ayırır ve vücudu dış çevreye karşı korur. Botanikte ise örtü sistemi bir ovülün örtüsüne verilen isimdir. Sözcük Latince "integumentum" yani "kaplamak/örtmek"ten gelir. Çiçek Çiçek bitkilerde üremeyi sağlayan organları taşıyan yapı. Bir çiçek, 4 kısımdan oluşur. Üreme organlarını dıştan sararak onları dış etkilerden korur. Doğrudan üremeye katılmadığı için 'verimsiz kısım' olarak da adlandırılır. Dikotil bitkilerde çiçek örtüsü 2 kısımdan oluşur: Çanak yapraklar (sepal) ve taç yapraklar (petal). Tohumlu bitkilerin en önemli özelliği, çiçek denen üreme organıyla tohum meydana getirmeleridir. Eşeyli üremeye yarayan ve buna uygun şekilde değişikliğe uğramış yapraklar taşıyan sürgün veya sürgün kısımları çiçek adını alır. Bu kısım sınırlı büyüme gösterir ve çoğunlukla diğer sürgünlerden kesin olarak ayrılır. Döllenme ve ekseriya yavru bitkinin ilk gelişmesi burada olur. Çiçeğin yeşil veya kahverengi tonlarında olan minik yapraklardır. Bu yapraklar, çiçek tomurcuk halindeyken onu dış etkenlerden korur. Ancak çiçeğin eşi uyumsuz ise çanak yaprak diye bir şey yoktur. Çiçeğin en gösterişli kısmıdır. Üreme organlarının dışında bulunur. Gösterişli yapısı ve renkleriyle birçok canlıyı cezbederek tozlaşmada önemli bir role sahiptir. İçindeki kromoplast organeli ise yeşil hariç diğer renkleri salgılar. Bu da tozlaşmada önemli rol oynar. Monokotil bitkilerde çiçek örtüsü 'tepal' adı verilen bir kısımdan oluşur. Taç yapraklar gösterişli, güzel kokan ve renkli olduklarından böcekleri kendilerine çeker ve bu olay sonucunda arılar veya böcekler polen depo etmiş olurlar. Üreme işlevini yerine getirerek neslin devamlılığını sağlar. Bu nedenle 'verimli kısım' olarak da adlandırılır. Filament (sapçık) ve anter (başçık) olmak üzere 2 kısımdan oluşur. Filament, anterin çiçeğe tutmasını; anter ise, polen oluşumunu sağlar. Ovaryum (yumurtalık), stilus (boyuncuk) ve stigma (tepecik) olmak üzere üç kısımdan oluşur. Ovaryum, dişi üreme organının en alt kısmında bulunur ve tohum taslaklarını taşır. Stilus,dişi üreme organının ortasında bulunur ve stigmada çimlenen polenlerin ovaryuma ulaşmasını sağlar. Stigma ise, tozlaşma ile gelen polenlerin dişi organa tutunmasını ve çimlenmesini sağlar. "Pedisel" olarak da adlandırılan bu kısım, çiçeği taşır, ve çiçek tablası bulunur. Saplı çiçeklere 'pedisellat çiçek', sapsız çiçeklere de 'sessil çiçek' adı verilir. Bitkide çiçeğin görevi tozlaşma yoluyla bitkinin çoğalmasını sağlamaktır. Bir çiçeğin erkek organından serbest kalan polenlerin diğer çiçeğin dişi organının tepeciğine ulaşması ve burada yeni bitki tohumlarının oluşması olayıdır. Tozlaşma olayında etkili faktörler şunlardır: -Polenlerin taşınması rüzgarla sağlanır. Kullanışlı ve sık görülen bir tozlaşma çeşidi değildir. -Polenlerin arılar, sinekler ve benzer böcekler tarafından taşınması. Yaygın olan tozlaşma şeklidir. Çiçeğin güzel kokusu, güzel ve parlak görünümü ve salgıladığı şekerli maddeler böceklerin dikkatini çeker. Çiçeğin üzerine gelen böceklerin ayaklarına yapışan polenler böceğin diğer çiçeklere konmasıyla oralara taşınmış olurlar. -Kendi kendine tozlaşma: Aynı çiçeğin erkek organındaki polenlerin dişi organına ulaşması sonucu meydana gelen tozlaşma şeklidir. Nektar Çiçekçilik Çiçekler listesi Deri Deri veya cilt, bazı hayvanların vücutlarını kaplayan en üst katman olup, altında barındırdığı kas ve organları koruyan doku tabakalarından oluşan bir örtü sistemi organıdır. Bu tabakanın altında yağ tabakası vardır. Yağ tabakası canlının vücudunu sıcak tutar ve darbelere karşı korur. Burada bulunan ter bezleri boşaltıma yardımcı olur. Deri solunumu nemli vücut yüzeyinde gerçekleşir. Hücrelerde oluşan (O2) oksijen difüzyonla atılır. CO2'de difüzyonla atılır. Bu canlıların gelişmiş organları yoktur. Dış ortamla gaz alışverişi nemli deriden difüzyonla geçer. Derinin nemli kalması mukus tabakası ile gerçekleşir. Cilt hayvanları dışarıya karşı koruyan bir bariyerdir. Aynı zamanda vücut ısısını ve su dengesini korur, çeşitli zararlı maddelerin ter yoluyla vücuttan atılımını gerçekleştirir. Üç tabakadan oluşur. En altta, destek dokusu olan kollajen, kan damarları ve salgı bezleri bakımından zengin "dermis" tabakası yer alır. Ortada "stratum bazale" denilen sürekli yeni hücrelerin yapıldığı tabaka vardır ki bu hücreler yavaş yavaş cildin üst tabakalarına doğru yolculuk yaparlar ve yaklaşık 14. günde artık canlılıklarını kaybetmeye başlayarak en üstte birikirler ve "stratum korneumu" (boynuzsu tabaka) oluştururlar. "Stratum bazale"nin üstünde yer alan tabaka "Stratum spinozum"dur. Bu iki tabakaya histologlar "Stratum germinativum" da demektedirler. Normal bir cildin sağlığını sürdürebilmesi için en üstteki ölü hücrelerin sürekli dökülüp yenilenmeleri gerekir. Çünkü dökülüp yenilendikçe yeni deri 'daha temiz' olur. İnsanın cildi kendini yaklaşık her 28 günde bir yeniler. Erkek cildi kadın cildine nazaran daha kalındır ve bu yüzden kendini yenileme süreci daha uzundur. Ahit Sandığı Ahit Sandığı (İbranice'de ארון הברית, "aron haberit") Tevrat'ta detaylı olarak tarif edilen, On Emir Tabletlerinin saklanması için yapılmış sandık. Zamanında Kudüs'teki Süleyman Mabedi içerisinde saklandığına ve içinde On Emir Tabletleri ile çeşitli dini objelerin bulunduğuna inanılır. Tanrı Yehova'nın tarifi ile, Musa peygamber tarafından akasya ağacından yapıldığına inanılmaktadır. Eski Ahit, Tanrı'nın kendisine yapılan portatif tapınağa yerleştirilen sandık üzerinde tecelli ettiğine sıkça değinmektedir. Ehil olmayan biri tarafından sandığa dokunulduğunda helak olduğu rivayet edilmekle birlikte Davut, Kudüs'ü İsrail Krallığı'nın başkenti yaptığında, sandığı Kudüs'e getirtmiştir. Sandığın şu anda nerede olduğu bilinmese de varlığına inananlar çoktur ve sandığın kayboluşuna dair birçok fikir ortaya atılmıştır. Bugün sandığın nerede olduğuna dair de pek çok iddia vardır ve çeşitli kimseler hâlâ sandığı aramaktadırlar. Son olarak yapılan iddia sandığın Musa peygamberin denizden geçerken orda bırakıldığıdır. Bir başka düşünceye göre de İsa çarmıha gerildiğinde akan kanı havarilerinden biri bir tasa koyar ve daha sonra o tası da Ahit Sandığı'na koyarak gizli bir yere gömer. Kur'an-ı Kerim'de Bakara 248 inci ayeti kerime de bu sandiktan "tabut" diye bahseder ve tabutun icinde ise "sekine" ve Musa ile Harun hanedanlığından kalıntılar olduğuna işaret eder. Common rail Common Rail, “tutuculu püskürtme” veya “ortak boru” anlamına gelen, dizel motorlarda kullanılan bir yakıt enjeksiyon sistemidir. Bugüne kadar kullanılan aynı türdeki sistemlere göre yakıt sarfiyatı, egzoz gazı emisyonu, çalışma sistemi ve gürültü oluşumunda daha üstün bir sistemdir. Direkt tahrik edilen blok veya tek pompalı sistemlerden farklı olarak Common-Rail’de basınç oluşumu ve püskürtme ayrılmaktadır. Geleneksel dizel direkt püskürtücüleri yaklaşık 900 bar’lık basınç ile çalışırken, Common-Rail Sistemi, yakıtı 1500 bar’a kadar yükselen bir basınç ile ortak bir boru üzerinden enjektörlere dağıtır. Elektronik motor kumandası, bu yüksek basıncı, motorun devir sayısına ve yüküne bağlı olarak ayarlar. Püskürtmeyi, enjektörler üzerinde bulunan ve süratle anahtarlanabilen manyetik supaplar sağlamaktadır. Bu da püskürtmenin şekillendirilmesi, püskürtme miktarının ölçülmesi ve yakıt püskürtmesi bakımından yeni imkânlar sağlamaktadır. Ayrıca yine bu imkânlar sayesinde yeni sistemin mükemmel bir avantajı olan Pilot (ön) Püskürtme ortaya çıkmaktadır. Pilot püskürtme, esas ana püskürtmeden önce oluşarak yakıtın yanmasına ilişkin çıkış oranlarını yüksek derecede iyileştirmektedir. Ön veya çoklu püskürtme, süratli manyetik supaplarına çok kere kumanda edilmesi ile oluşturulur. Böylece hem zararlı madde ve gürültü emisyonu hem de dizel motorlarının sarfiyat değerleri daha da azaltılmaktadır. Common-Rail sistemi, motorda önemli değişiklikler yapılmadan, kullanılan püskürtme sisteminin yerini alabilmektedir. Basınç oluşumunun ve püskürtmenin ayrılmasına ilişkin tek şart, bir dağıtıcı boru (rail) ve enjektörlere giden borulardan oluşan, Yüksek Basınç Tutucusu’dur. Sistemin çekirdek parçası, manyetik supap kumandalı enjektördür. Püskürtme olayı, beyinden manyetik supaba giden bir sinyal ile başlatılır. Bu arada püskürtülen miktar, hem manyetik supabın açılma süresine hem de sistem basıncına bağlıdır. Sistem basıncını, yüksek basınçlı, pistonlu pompa oluşturmaktadır. Adı geçen pompa, düşük tahrik dönme momentleri ile çalışır, bu da pompa tahrikinin yükünü azaltmış olur. Basınç oluşumu için, binek otomobillerde distribütör tipi pompalar; ticari araçlarda ise sıra tipi pompalar öngörülmüştür. Common-Rail sistemlerinde, beyin, sensörler ve çoğu sistem fonksiyonları, başkalarında bulunan pompa-meme-birimi ve pompa-boru-meme gibi zamana bağlı tek pompa sistemleri ile eşittir. Common-Rail tekniği ile varılan gelişmeler duyulabilmekte ve ölçülebilmektedir. Ön püskürtme sayesinde bu direkt püskürtücü, ön yanma odalı motorun düşük gürültü seviyesi ile çalışırken aynı zamanda en katı egzoz gazı kurallarına da uymaktadır Cihan Sedat Cihan Sedat, (Arapça جيهان السادات) (d. 29 Ağustos 1933; Kahire) yazar, akademisyen, edebiyat eleştirmeni. Mısır Eski Devlet Başkanı Enver Sedat'ın eşi. Babası Safvet Rauf, İngiltere'de eğitim almış bir Mısırlı, annesi Gladys Cotterill ise Rauf'le evlendikten sonra Kahire'ye yerleşmiş Katolik Hıristiyan bir İngiliz'di. Çocukluğu Kahire'de geçen Cihan Safvet, Hıristiyan çocukların eğitim aldığı bir okula gönderildi. Henüz lise öğrencisiyken, 1948 yılının Ramazan ayında, Süveyş'te Enver Sedat'la tanıştı. Çok geçmeden 29 Mayıs 1949'da evlendiler. Enver Sedat, Mısır Kralı Faruk'un Maliye Bakanı Emin Osman'ı öldüren askerleri çölde eğitmekle suçlanmış, bir süre hapis yatmıştı. Enver Sedat, Cihan'la evlendikten 3 yıl sonra, Kral Faruk'a karşı darbe yapıp s
iyasi hayata atılınca, Cihan Sedat da bütün Mısır tarafından tanınmaya başladı. Mısır'ın İsrail'le 1967 ve 1973'te yaptığı savaşlara hastabakıcı ve hemşire olarak katılan Cihan Sedat, eşi Enver Sedat'ın 1970 yılında Mısır Cumhurbaşkanlığı görevine gelince, 37 yaşında "first lady" oldu. Enver Sedat'ın görevde kaldığı 11 yıl boyunca, sosyal ve eğitim amaçlı birçok faaliyette bulunan Cihan Sedat, kurduğu Talla Eğitim ve Kalkınma Kooperatifleri ile Vefa ve'l-Amal adlı kadın kuruluşlarıyla, Mısırlı kadınların kendilerini geliştirmelerine yardımcı oldu. Ayrıca, İsrail'le yapılan savaşların ardından bir sosyal vakıa olarak ortaya çıkan sahipsiz çocukları barındırmak için, S.O.S Çocuk Köyleri'nin Mısır'da da kurulmasına öncülük etti. Mısır Kan Bankası'nın tesisinde etkin rol oynadı. Cihan Sedat, akademik kariyerini de, eşinin devlet başkanlığı döneminde devam ettirdi. 1977 yılında Kahire Üniversitesi'nde doktorasını tamamladı. 1986'da yine Kahire Üniversitesi'nde profesörlük payesini elde etti. Cihan Sedat, eşinin öldürülmesinden dört yıl sonra, 1985 yılında hatıralarını kaleme aldı. (A Woman of Egypt). Türkiye'de "Piramit Yolunda Aşkın ve Devrimin Hikâyesi" adıyla yayınlanan kitap, ABD'de best-seller oldu. Cihan Sedat, halen ABD ve Mısır'da yaşamakta, çeşitli üniversitelerde dersler vermektedir. Charmed Charmed, yayın hayatına 1998'de ABD'de WB kanalında başlamıştır ve ilk bölümü WB kanalının "Smallville" dizisinden önce en çok rating aldığı program olmuştur. Dizi 8 yıl boyunca sürmüş ve geçtiğimiz 2006 Mayıs'ında 178. bölümüyle yayın hayatına veda etmiştir. Dizi, ABD'nin dizi imparatoru Aaron Spelling'in prodüksüyonluğunda başlamıştır. Türkiye'de Dizimax kanalında 8. sezonu yayınlanmaktadır. Başrollerini kadınların paylaştığı en uzun süren dizidir. Prue, Piper ve Phoebe kardeşlerin tavan arasında buldukları "Gölgeler Kitabı" adlı kitap kaderlerini değiştirir. Phoebe, kitaptaki büyülü sözleri okuyunca üç kız kardeşin atalarından miras kalan cadılık güçleri açığa çıkar. Her birinin farklı doğaüstü yetenekleri vardır: Prue, telekinezi gücüyle objeleri hareket ettirebilmektedir, daha sonra ise astral projeksiyon gerçekleştirebilme (geçici olarak kendini bedeninin dışına ışınlayabilme) yeteneğini kazanacaktır. Piper objelerin moleküllerini yavaşlatabilmektedir. Daha sonra bu gücü gelişince objelerin moleküllerini hızlandırabilmeye başlayacaktır. Objelerin molekülleri yavaşladığında zaman yavaşlayıp durmuş gibi olmaktadır. Hızlandığında ise obje patlamaktadır. Phoebe ise gelecekten veya geçmişten imgeler görme gücüne sahip olur, sonra ise havalanma gücünü kazanır. 6.sezondan 7.sezonun ortasına kadar duygudaşlık diye adlandırılan,karşısındakinin duygularını hissedibilme yeteneği kazanmıştır. Duygudaşlık dışındaki bütün güçler iyi cadılara ve yüksek dereceli bazı iblislere işlememektedir.Halliwell kardeşler şeytani varlıklara karşı savaşabilmek için kullandıkları bu yeteneklerini birleştirdiklerinde ise yenilmez sihirli bir güç yaratırlar.Bu eşi olmayan üçlünün gücüdür. Yüksek dereceli bazı iblisleri yok etmek için üçlünün gücü gerekmektedir. Kardeşler üçlünün gücünü oluşturmadıklarında, yani tek başlarına sıradan birer cadıdır ve bu yüksek dereceli iblisleri tek başlarına yok edemezler. 3. sezon finalinde Prue'nun ölümünün ardından anneleri Patty'nin Beyaz Işıklı'sından (Samuel) olan bir kardeşleri olduğunu öğrenen Piper ve Phoebe, Paige'i yani kayıp kız kardeşlerini bir cadı olduğu konusunda ikna ettikten sonra Üçlü'nün Gücü yeniden oluşmuş olur. Paige baba tarafından yarı beyaz ışıklı olduğu için objeleri hareket ettirebilme gücü, beyaz ışıklar içinde ışınlama olarak işlemektedir. Yine aynı nedenden ötürü Paige kendini ve başkalarını da istediği yere belirtebilmektedir. Yarı beyaz ışıklı olması dolayısıyla, normal beyaz ışıklılar gibi ona da korumak, yardım etmek ve yol göstermekle görevli olduğu insanlar verilir. Aynı zamanda Paige bilinen ilk yarı beyaz ışıklı olan cadıdır.Beyaz ışıklı olduğundan iyi insanları ve cadıları herhangi bir nedenden çıkan yaraları iyileştirebilmektedir. 'Charmed' Constance M. Burge' tarafından yaratılmış bir dizi olup; her bölümde senaristi değişmektedir. Kardeşlerin en büyüğü olan Prue'nun telekinezi gücü vardı yani eşyaları zihniyle hareket ettirebiliyordu. Daha sonra ise astral seyahat gücü kazandı, kardeşlerden en güçlüsüydü. Buckland's adlı bir müzayede evinde çalışıyordu ama daha sonra ayrılıp fotoğrafçılık yapmaya başladı. 3.Sezon finalinde Kaynak'ın(Bütün kötülüklerin kaynağı) adamı iblis Shax tarafından öldürüldü. Kardeşlerin ortancası. Ama Prue öldükten sonra en büyük kardeş oldu. Nesneleri ve bulunduğu mekanda zamanı dondurma yeteneği olan Piper, bir süre sonra nesneleri patlatabilme yeteneği de kazandı, Leo'nun açıklamalarına göre, Piper'ın zamanı durdurma gücü molekülleri yavaşlatarak gerçekleşiyor, ve Piper'ın gücü belli bir noktadan sonra o kadar gelişti ki molekülleri yavaşlatmak yerine hızlandırabilmeye de başladı, bu da hedef aldığı objenin ya da kişinin patlamasına neden oluyor. Beyaz ışıklıları yani koruyucu melekleri olan Leo ile büyük aşk yaşayan Piper, üçüncü sezonda Leo ile evlendi. İki çocukları var. Adları Wyatt Matthew Halliwell ve Christopher Perry Halliwell. Wyatt'ın ismi babasının soyadı (Wyatt), teyzesi Paige'in soyadı(Matthews'dan Matthew türetilerek) ve annesinin soyadından (Halliwell) oluşmakta. Chris'in adı ise Leo'nun babasının ismi. Çocukların babalarının değil de annelerinin soyadlarını almalarındaki neden, büyü dünyasında kötülerin Halliwell soyadından korkması ve iyilerin de bu soyada saygı duymasıdır. Ayrıca dizinin final bölümünde adının Melinda olduğu düşünülen bir kızları olduğu da gösterilir. Kardeşlerin en küçüğüdür. Ancak Prue ölüp, Paige geldikten sonra ortanca kardeş olmuştur. İmge görme yeteneği olan Pheobe'nin zamanla bu yeteneği gelişmeye, böylelikle de geleceği olduğu kadar geçmişi de görmeye başlıyor. Cadı olduğunu ögrendikten sonra, iblislere karşı kullanabileceği aktif bir gücü olmadığı için dövüş eğitimi alan ve bu konuda oldukça ilerleyen Pheobe, büyülü sözler yazma ve iksir konusunda da uzmanlaştı. Bir süre sonra havalanma yeteneği de kazanan Phoebe'nin bu yeteneği zamanla diziden çok pahalıya mal olduğu ve Alyssa Milano'yu da çok tedirgin ettiği için çıkarıldı. Bunların yanında Phoebe bir süre sonra empati(duygudaşlık) adı verilen birgüç kazandı bu güçle insan, cadı ya da iblislerin duygularını anlayabiliyor. Bu güçle onların güçlerine sızıp kendi güçlerini onların üzerinde kullanabiliyor fakat 7. sezonun ortalarında Phoebe'nin güçlerini kötüye kullandığı düşünülerek elinden alındı ama güçlerini geri kazandığında tekrar duygudaş olmadı. Bunların dışında bir gazetede çalışıyor ve insanlara tavsiyelerde bulunuyor ve bu işi çok iyi yapıyor. Dizinin final bölümünde Phoebe'nin Küpid olarak anlandırılan bir aşk meleği olan Coop ile evlendiğini ve üç kızlarının olduğunu öğreniyoruz. Prue öldükten sonra Piper ve Phoebe'nin tanıştığı yarı beyaz ışıklı yarı cadı olan Paige'in güçleri arasında beyaz ışıklılar gibi belirme ve nesneleri hareket ettirebilmek var. Paige'in biyolojik babası, kız kardeşlerin annelerinin beyaz ışıklısıydı. Prue ölünce Üçlünün gücü yok olur fakat Paige Prue'nun yerini alınca Üçlünün gücü yeniden kurulur. İlk başlarda sosyal yardım uzmanıydı fakat daha sonra işini bıraktı. Bir süre sonra da beyaz ışıklı oldu. Daha sonra kendini tamamen büyüye adadı. Kendini o kadar geliştirdi ki Piper ve Paige bilgi ve hakimiyet açısından eşit hale geldiler. Dizinin son sezonunda Henry adında bir polisle evlendi ve son bölümde Henry Jr. adında bir oğlu ve ikiz kızları olduğu gösterildi. Üçlü'nün beyaz ışıklısı, yani onlardan sorumlu olan melek. Aynı zamanda Piper'ın kocası. Beyaz ışıklı olduğu için insanları iyileştirme özelliğine sahip ancak insanların kendilerine verdikleri zararları iyileştiremiyor. Bir süre sonra başardığı işler yüzünden bir Eski (en yüksek yetkili beyaz ışıklı) olduğu için ailesinin yanında olamıyor. Çünkü güvenlik açısından Eski'lerden birinin acil durumlar hariç cennetten dünyaya inmeleri yasak. Fakat Leo bir süre sonra ailesini insanlara yardım etmeye tercih ediyor ve bütün güçlerinden feragat edip normal bir insan oluyor ama Büyü Okulu'nda ders vererek büyüyle alakasını kesmiyor. Yarı iblis yarı insan. İblis adı Belthazor. Phoebe ile evlenir fakat daha sonra boşanırlar. Cole bir süre sonra tüm kötülüklerin kaynağı olur. Kaynak olduğu için Cole yok edilir fakat tekrar ve yenilmez olarak dünyaya geri döner, bunun nedeni Piper Wyatt'a hamileyken Wyatt bir büyülü ve beyaz ışıklının oğlu olduğu için annesinin karnındayken bile koruma kalkanı yaratabilecek kadar güçlü olup annesini koruması. İyi ve Kötü'nün yüksek yetkilileri Cole'a yenilmezlik vererek iki tarafı dengeliyorlar. En son olarak Avatar olur. Phobe'ye hala çok aşıktır ve onu elde etmek için Avatar güçlerini kullanarak büyü yapar ve Phoebe ile kendisinin ayrılmasına neden olan olayların olmadığı bir dünyaya geçiş yapar. Bu yeryüzündeki Paige aslında ölmüştür ama normal yeryüzündeki Paige o sırada hapşırdığı için büyüden etkilenmez. Cole zamanı değiştirerek kendisini yenilmez yapan olaylarıda değiştirir ve bu sayede Cole'un yenilmezlik özelliği kalmaz. Paige de büyüden etkilenmediği için Üçlünün gücünü toparlar ve Cole tamamen yokedilir. Billie genç bir cadı ve aynı zamanda Paige'in yeni koruma görevi.İlk başta çeşitli iblislerle tek başına savaşsa da artık Büyülüler'e yardım ediyor ve Büyülüler'de onu daha çok geliştiriyor.Billie'nin en çok istediği şey küçükken iblisler tarafından kaçırılan ablasını bulmak. Fakat ablasını bulduktan sonra beyni yıkanmış olan ablası Christy'nin etkisiyle kız kardeşlerin kontrolden çıktığını ve durdurulmaları gerektiğini düşünür ve iki kız kardeş Büyülüler'i öldürmeye çalışırlar.Ablasindan dolayi hata yaptigini anlayan Billie kizkardeslerin yanina döndü ve onlarla beraber yasadi. Prue, Piper ve Phoebe'nin çocukluk arkadaşları olan Andy bir dedektifti ve cadılarla ilgili birçok şey biliyordu, Pr
ue'nun ilk aşkıydı ama 1. sezon finalinde bir iblis tarafından öldürüldü. Andy'nin ortağı. Andy öldükten sonra, kızların cadı olduğunu öğrenir ve onlara yasal konulardaki sorunlarında yardımcı olur.6 sezonda daki bir bölümde ölcektir ama k1izkardesler tarafından kurtarilir ama onlarla bir daha konusmaz.7 sezonda kizkardeslerle pek fazla konusamaz sonra da 7.sezon finalinde kizkardeslere yardim eder ve diziden ayrilir. Gelecekten gelen, Wyatt'ın gelecekte kötü tarafa geçerek, dünyanın kontrolünü eline almasını engellemeye çalışan, Piper ve Leo'nun ikinci çocuğu.Gücü belirme(istedigin anda istedigin yerde olabilme) telekinezi ve beyaz isikli gücleri Büyü okulunun müdürü ve aynı zamanda Leo gibi bir eski ve Leo'nunda öğretmeniydi.Wyatt doğduğunda onu bir tehdit olarak görmeye başladı ve öldürmeye çalıştı.Chris'in geldiği gelecekte Wyatt'ın kötü olmasını sağlayanda oydu.Ama Chris gelince planı suya düştü.6.sezonun sonunda Leo tarafından öldürülüyor. Kız kardeşlerin büyükanneleri.Kızların anneleri öldüğünde onlara Grams bakmıştı.Kızların bazı zor durumlarında kızlara yardımcı olmak için öbür taraftan dünyaya geliyor. Mehmet Ali Kıraç Mehmet Ali Kıraç, Türk basketbolunun ve iş dünyasının önemli isimlerinden biridir. 8 Aralık 1953 yılında Osmaniye'de doğan Kıraç, babası Özkul Kıraç kansere yenik düşene kadar çeşitli ve önemli basketbol takımlarında görev almış özellikle zamanının en iyi takımlarından olan Güney Sanayi ve Altın Ordu takımlarında uzun süre forma giymiştir. Ayrıca Adana Demirspor Basketbol ve Muhafızgücü takımlarını lige çıkaran yıldız oyuncular arasında yer alır. 1976 yılında Brüksel, Belçika'da düzenlenen ordular arası Dünya şampiyonasında forma giymiş daha sonra 1987 yılında elim bir kaza neticesinde Güney Sanayi takımının dört oyuncusunun vefatı sonrası basketbolu bırakmıştır. Ailesine destek olabilmek için Mehmet Ali Kıraç, babasından devraldığı sigortacılık mesleğinde de çok önemli başarılara imza atmıştır. Sıfırdan yola çıkarak acenteliğini yaptığı firmayla Bölgenin en büyük acentelerinden biri olmayı başaran sigortacı, Adana Ticaret Odası, Meclis üyeliği, ATOSEV Yönetim Kurulu Başkanlığı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Konsey Üyeliği, Adana Sigorta acenteleri Derneği (ADASAD) Onursal Başkanlığı, Adana Genç İş Adamları Derneği Kurucu Üyeliği, ATO Üniversitesi Eğitim ve Kültür vakfı mütevelli heyeti üyesi, Türkiye Sigorta acenteleri Federasyonu Başkan Vekilliği ve Sigorta acenteleri İcra Kurulu Üyeliği, Tüm Engellilerin sıkıntı ve sorunlarının çözümünde Fahri Başkanlıklarınıda yapmak gibi önemli yönetim kademelerinde görev almıştır. Ayrıca Kıraç, Sigorta acenteleri ve Eksperleri'nin, 2008 yılında yürürlüğe giren 'Sigortacılık Yasası'nda yer alıp özerkliklerinin sağlanması konusundaki yaklaşık 20 yıllık mücadelesini kazanmasını sağlayan bir avuç insandan biridir. Evli ve üç çocuk babası Mehmet Ali Kıraç, 2004 yılında "mesane kanseri"ne yakalanmış, uzun süre bu hastalıkla savaştıktan sonra kanseri yenmeyi başarmıştır. Ancak 2006 yılında yine mesenasinden İsviçre'de geçirdiği bir ameliyat sonrası, doktor hatası yüzünden belden aşağası kısmi felç olmuştur. Bu durumuna rağmen hala sigorta acentelerinin daha iyi yerlere gelmesi için mücadelesini devam ettirmektedir. Ayrıca, Adana'nın ve Türkiye'nin önemli iş adamlarından biri olan Mehmet Ali Kıraç, Toros Mahallesi'e yaptırdığı Mehmet Ali Kıraç Sağlık Ocağı ile Adana'ya ve sağlık alanına desteğini kantılamıştır. Phillips eğrisi Phillips eğrisi, bir ekonomide enflasyonla işsizlik oranı arasındaki tarihsel ters yönlü ilişkiyi aktaran tek-denklemli emprik eğridir. 1958 yılında İngiliz istatistikçi ve ekonomist William Phillips tarafından bulunmuştur. Denklem ücretlerin tam rekabet koşullarından bağımsız saptandığını varsayar. Philips eğrisine göre işsizlik oranının düşük olduğu ekonomilerde enflasyon artar. İstihdam artışı ya da yüksek ücretler piyasada likidite bolluğuna neden olacağı için kısa dönemde enflasyonist etkiler oluşur. İktisatçılar kısa dönem için işsizlik ve enflasyon arasında bir seçim yapmak zorundadır. Orta ve uzun dönemde konjonktür seyrine ve uygulanacak para ve maliye politikalarına göre enflasyon olağan sayılabilecek düzeylere çekilebileceği gibi kontrolden de çıkabilir. Philips eğrisi uzun dönemde güvenilir analiz yapma imkânı sağlamaz. Uzun dönemde işsizlik ancak enflasyon hızlandırılarak düşürülebilir. İroni İroni (Eski Yunanca: "eironeía"), söylenenin tam tersinin kastedildiği ifadedir. Söylenen ya da yapılan eylem, ciddi görüntüsü altında, karşıt söylenceyi ya da eylemi, çelişki noktasına çekmeyi hedefler. Mizahtan farklı olarak, ironi daha eleştirel yaklaşır. İroni mimik, jest ve tonlama ile söylemek istenenin altını, dolaylı çizer. Sokrates'in diyalog yöntemi iki aşamadan oluşur. Birincisi ironidir. Sokrates, muhatabının kesin doğru olduğunu düşündüğü bilgileriyle ilgili çeşitli sorular sorarak bu bilgilerin gerçekte tartışmaya açık olduğunu kanıtlar. İkinci aşama ise maiotiktir. Sokrates bu aşamada yine ustaca sorduğu sorularla muhatabının zihninde doğuştan var olduğunu düşündüğü gizli bilgileri ortaya çıkarır. Türk Dil Kurumu ise 2005 basımı sözlükte madde başı olarak yer verdiği “İroni” kelimesine; Gülmece, söylenen sözün tersini kastederek kişiyle veya olayla alay etme anlamlarını vermiştir. Lenfatik sistem Lenfatik sistem veya lenf sistemi, lenf taşıma sistemi ve lenfodik doku ile oluşan bir organ sistemidir. İkinci bir dolaşım sistemi olarak tanımlanabilecek olan lenf sistemi yine de yapısı itibarıyla dolaşım sisteminden çok farklıdır. Dolaşım sisteminden bağımsız olarak çalışan lenfatik sistem bağışıklık sistemi içeriğini yine dolaşım sistemine boşaltır ve genel olarak "bağışıklıkta" rol alır. Lenfosit dediğimiz vücut savunmasında çok önemli rolleri olan hücreler lenf sisteminde üretilir ve olgunlaştırılır. Lenfatik sistem kabaca iki temel başlığa ayrılabılır. Lenf düğümleri ve lenfatikler (lenf damarları). Lenf kapillerleri veya lenfatikler normal dolaşımın aksine merkezden perifere değil, periferden merkeze doğru yöndedir. Örneğin bağırsaklarda villuslar içerisinde başlar. Buradaki alt ünitelere lakteal adı verilir. Lenf kapillerleri bir ucu kapalı formasyondadır. Laktealler birleşerek daha büyük lenfatikleri oluşturur. Göğüs-karın hizasında ise "Cysterna chili" denilen (Peke sarnıcı) yapıya ulaşarak sistemik dolaşıma geçerler. Bu arada yollar üzerinde lenf düğümlerini oluştururlar. Lenf düğümlerinin yangısına "lenfadenitis", lenf damarlarının yangısına ise "lenfanjitis" denir. Reinhard Stumpf Reinhard Stumpf (d. 26 Kasım 1961; Lieblos), eski futbolcu, teknik direktör. 1990'ların başlarında Galatasaray'da defans oynayan ve fizik gücü nedeniyle "ayıboğan" lakabının takıldığı Reinhard Stumpf, VfL Wolfsburg takımında Eric Gerets'in yardımcı antrenörlüğünü yapmıştır. Galatasaray'da oynadığı yıllarda vatandaşı Falco Götz'le yaptığı müthiş uyumla, defansın unutulmaz ikilisi oldular. Galatasaray'daki antrenörlük görevinin ardından 2007 Eylül ayında Gençlerbirliği takımının başına teknik direktör olarak getirilmiştir. 29 Ekim 2007 tarihinde tarafların anlaşması ile Gençlerbirliği'ndeki görevine son verilmiştir yerine futbolcuların isteğiyle Bülent Korkmaz getirilmiştir. Futbolcu olarak: Yardımcı antrenör olarak: Beden eğitimi Beden eğitimi, eğitimin, insanın beden sağlığını ve becerilerini geliştirmeye yönelik dalına denir. Beden eğitimi, insanın zihinsel eğitim kadar bedensel eğitime gereksinmesi olduğu düşüncesine dayanır. Beden eğitiminin geçmişi, uygarlıklar tarihi kadar eskidir. Günümüzden yaklaşık 2.400 yıl önce yaşamış olan Yunan filozof Platon’un "Gerçek müzisyen ve sanatçı, müzikle cimnastiği en doğru oranlarda birleştirebilen kişidir" sözleri, Eski Yunan’da beden eğitimine verilen önemi gösterir. Eski çağlarda beden eğitime verilen bu önem, sonraki yüzyıllarda unutuldu. Zihinsel eğitimin beden eğitimiyle ilişkisi göz ardı edildi. Beden eğitimine yeniden dikkat çeken kişi, 18. yüzyılda Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau oldu. Rousseau, Emil (Émile ou, de l'éducation; 1762) adlı yapıtında beden eğitiminin okul dersleri arasına girmesi gerektiği görüşünü savundu. Okullarda beden eğitimi derslerini koyan ilk ülke ise 1814'te Danimarka oldu. Daha sonra Danimarka’yı başka ülkeler izledi. Bugün, ilköğretimin zorunlu olduğu hemen bütün ülkelerde beden eğitimi ders programında yer alır. Beden eğitimi dersleri yaş gruplarına göre uygulanır. Çok küçük çocukların beden eğitiminde öncelikle koşmak, tırmanmak, zıplamak ve oynamak gibi doğal hareketlerini geliştirmesi amaçlanır. Daha büyük çocuklara ise, özel eğitim görmüş öğretmenlerce temel beden eğitimi dersleri ve yarışmaya yönelik spor etkinlikleri öğretilir. Yüzme, cimnastik, atletizm ve tüm takım sporları bu tür etkinlikler arasında sayılır. Beden eğitimi derslerinde öğrencilere bedenlerini geliştirme ve formda tutmanın yanı sıra, başkalarıyla iş birliği yapma, kendi güçlü ve zayıf yönlerini tanıma da öğretilir. Öğrencilik yıllarını geride bırakan yetişkinler de, bu tür etkinliklere katılabilirler. Türkiye'de modern beden eğitiminin öncüsü Selim Sırrı Tarcan'dır. 1919 yılında beden eğitimini geliştirmek amacıyla İzmir'de bir salon açmıştır. Birinci Meşrutiyet Birinci Meşrutiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1876 yılında II. Abdülhamid tarafından ilan edilen anayasal yönetimdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik sorunları, 17. yüzyıldan itibaren toprak kaybetmesi ve sürekli bütçe açığı vermesiyle başladı. Avrupa devletleri'yle imzalanan serbest ticaret antlaşmalarıyla ülkeye giren mallardan düşük gümrük vergileri alınıyordu. Bu hem devletin gelirlerini azaltmış hem de yerli sanayinin gerilemesine yol açmıştı. Ekonomik sıkıntıların yanı sıra, özellikle 1789 Fransız Devrimi'nin etkisiyle yayılan özgürlükçü düşünceler ve milliyetçilik akımı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarstı. Balkanlar'da 19. yüzyılda bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar çıktı. Balkanlar'da ve Orta Doğu’da çıkar çatışmaları içindeki Avrupa devlet
leri ile Çarlık Rusya'sı da zaman zaman bu hareketleri desteklediler. Osmanlı sınırları içindeki Müslüman olmayan halkların durumlarının düzeltilmesi gerekçesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu reformlar yapmaya zorladılar. 1839’daki Tanzimat Fermanı ile 1856’daki Islahat Fermanı’nın ilanları bu tür koşullarda gerçekleşti. Öte yandan 1860'larda bir aydın hareketi olarak Genç Osmanlılar ortaya çıktı. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlar, Avrupa ülkeleri'ndeki anayasal monarşilerden etkilenerek Osmanlı İmparatorluğu’nun meşrutiyet ile yönetilmesi gerektiğini savundular. Osmanlı İmparatorluğu, 1850'lerden itibaren dış borç almaya başlamıştı ve 1870'lere gelindiğinde devlet hem ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklenmişti. Bu bunalım sırasında Mithat Paşa ve arkadaşları 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murat'ı geçirdiler. Ne var ki, V. Murat aydınların ve ilerici devlet adamlarının istediği reformları yapabilecek biri olmasına rağmen ruh sağlığı bozulduğu için tahttan indirildi. Yerine II. Abdülhamid, meşrutiyeti ilan edeceği sözünü vererek tahta oturtuldu. II. Abdülhamid tahta çıktığında Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış, Rus İmparatorluğu, Osmanlı'ya bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletleri'nin İstanbul’da toplanılan bir konferansta Balkan sorununu tartıştıkları ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan reformlar yapmasını istedikleri sırada, II. Abdülhamid siyasal bir manevrayla 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi’yi (anayasa) ilan etti. Böylece meşruti yönetime geçilmiş oluyordu. 1876 Anayasası olarak da bilinen Kanun-i Esasi, aslında padişahın egemenlik haklarına bir kısıtlama getirmiyordu. Yürütme yetkisini tümüyle elinde tutan padişah, sadrazam ve vekilleri (bakanları) istediği gibi atayıp görevden alabiliyordu. Meclisin vekiller üzerinde denetim yetkisi yoktu. Padişah, savaş ve barış yapma, istediğinde meclisi kapatma ve yeniden seçimlere götürme yetkisine de sahipti. Ayrıca padişahın, "kamu yararı için" polis soruşturması sonucunda kişiyi sürgün etme yetkisi vardı. Hükümdara tanınan haklara rağmen anayasa, Avrupa etkilerinin Osmanlı bürokrasisinin bir bölümü içerisinde ne derecelere ulaştığının göstergesiydi. Kanun-i Esasi uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebusan, üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de Âyan Meclisi deniyordu. İki meclisin oluşturduğu parlamento Meclis-i Umumi (Genel Meclis) olarak adlandırılmıştı. Âyan Meclisi'nin başkan ve üyeleri doğrudan padişah tarafından atanıyordu. Anayasaya göre Genel Meclis padişahın buyruğuyla kasımda açılıyor, mart başında çalışmalarını tamamlıyordu. Birinci Meşrutiyet, II. Abdülhamid'in 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki yenilgiyi gerekçe göstererek Meclis-i Mebusan'ı kapatmasıyla 1878'de son bulmuştur. İkinci Meşrutiyet İkinci Meşrutiyet ("Osmanlı Türkçesi" ايکنجى مشروطيت), Osmanlı Anayasası'nın, 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 23 Temmuz 1908'de yeniden ilân edilmesiyle başlayan ve Mebuslar Meclisi'nin Sultan Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920'de tasfiyesi ile sona eren dönemdir. Bu dönemde, parlamenter demokrasi, seçim, siyasi parti, askeri darbe ve diktatörlük olgularıyla tanışılmış, iki büyük savaş (Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı) yaşanmış ve imparatorluğun dağılmasına tanık olunmuştur. Birinci Meşrutiyet "resmen" sona ermemiş ve anayasa değişmemiş olduğu için bazı tarihçiler tarafından, bir tek Meşrutiyet döneminin ikinci faslı olarak da değerlendirilir. İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra derhal seçimlere gidildi. Seçimlerin başlıca 2 partisi İttihat ve Terakki Fırkası ile liberal görüşlü Ahrar Fırkası'ydı. Seçimleri ittihatçılar kazandı. Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-î Mebûsân 17 Aralık 1908'de çalışmalarına başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine damgasını vuran başlıca unsurlardan olan İkinci Meşrutiyet, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarına da büyük etkiler yapmıştır. Bunu izleyen dönemde, ülkeyi perde arkasından yöneten İttihat ve Terakki yönetimine karşı bazı çevrelerde gitgide artan bir hoşnutsuzluk görüldü. 6 Nisan 1909 günü muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey'in bir İttihat ve Terakki fedâisi tarafından öldürülmesi, İstanbul'da büyük bir protesto gösterisine yol açtı. Ve sonunda 13 Nisan 1909'da bazı askerî birliklerin ve medrese öğrencilerinin katıldığı bir ayaklanma başladı; bazı subaylar ve bazı milletvekilleri linç edildi ve İttihatçı olarak bilinen gazeteler yağmalandı. Eski takvimle yeni takvim arasındaki 13 günlük farktan dolayı 31 Mart Vakası olarak anılan bu ayaklanma, Selanik'ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24 Nisan'da bastırıldı. 27 Nisan'da yeniden toplanan meclis, II. Abdülhamid'i bu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirilmesine ve yaşlı şehzade Mehmed Reşâd Efendi'nin V. Mehmed adıyla yerine geçirilmesine karar verdi. 8 Ağustos 1909'da Kanûn-î Esasî üzerinde yapılan bir dizi radikal değişiklikle padişahın yetkileri "sembolik" bir düzeye indirildi. Artık vekiller heyeti (bakanlar kurulu) meclise karşı sorumluydu. Meclisten güvenoyu alamayan vekillerin ve hükümetin görevi sona eriyordu. Meclis başkanını padişah değil, meclis kendisi seçiyordu. Padişaha meclisi kapatma yetkisi tanınmakla birlikte, bu yetki koşullara bağlamış ve üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması zorunlu hale getirilmişti. Bu değişikliklerle ilk defa parlamenter sistem uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca toplantı özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerden bazıları anayasaya eklendi. Ancak gerek Meşrutiyeti sahiplenen halk kitleleri ve gerekse ordu içindeki subaylar tarafından Abdülhamid tahttan indirilmiştir. Bundan sonraki süreçte Osmanlı Devletinde padişahlık sadece sembolik düzeyde kalmıştır. Hüseyin Hilmi Paşa (Mayıs 1909 - Ocak 1910), İbrahim Hakkı Paşa (Ocak - Eylül 1910) ve Mehmed Said Paşa (Eylül 1910 - Temmuz 1912) kabineleri döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti, resmen görev almamakla birlikte, fiilen ülke siyasetinin yönlendirici gücü oldu. 1912 seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı altında gerçekleşti. Temmuz ayında Arnavut isyanının başlaması ve Balkanlardaki siyasi durumun kötüleşmesi üzerine ortaya çıkan Halâskâr Zâbitân, 16 Temmuz'da bir muhtıra ile İttihat ve Terakki yanlısı Mehmed Said Paşa hükümetini istifaya zorladı. Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında partilerüstü hükümet kuruldu. Milletvekili seçimleri geçersiz sayılarak seçim yenilendi. Bir süre sonra Ahmet Muhtar Paşa'nın istifasıyla, açıkça İttihat-karşıtı olan Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. 8 Ekim 1912'de başlayan Balkan Savaşı kısa sürede bir felakete dönüştü. Birbiri ardından Arnavutluk, Makedonya, Selanik ve Batı Trakya kaybedildi. 23 Ocak 1913'te Enver Bey önderliğinde bir grup İttihat ve Terakki fedaisi, Bâb-ı Âli'de bulunan Bakanlar Kurulu'nu toplantı halindeyken bastı. Tarihte Bâb-ı Âli Baskını adıyla anılan bu askeri darbede Harbiye Nazırı Nazım Paşa çıkan arbedede öldürüldü, başbakan Kâmil Paşa silah tehdidi altında istifa ettirildi. Erkân-ı Harbiye Reisi (genelkurmay başkanı) Mahmut Şevket Paşa sadrazam ilân edildi. Bâb-ı Âli Baskınının kamuoyuna sunulan gerekçesi, Bulgar kuşatması altında bulunan Edirne'nin kurtarılması idi. Buna rağmen 30 Mayıs'ta imzalanan Londra Antlaşması ile Edirne Bulgaristan'a bırakıldı. Ancak Balkan devletleri kendi içinde anlaşamadılar ve bunu fırsat bilen yönetim Edirne'yi geri aldı ve yeni sınır Meriç nehri olarak belirlendi. 11 Haziran'da Sadrazam Mahmut Şevket Paşa makam arabasının içinde uğradığı bir suikast sonunda hayatını kaybetti. Bu olay üzerine alınan baskı tedbirleriyle ülke yönetimi oldukça baskıcı bir sürece girdi. Mahmut Şevket Paşa cinayetiyle ilgili 15 kişi idam edildi, çok sayıda yazar ve aydın Sinop Kalesine sürgün edildi. Sait Halim Paşa'nın sadrazamlığı altında, ülke Mehmed Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa'lardan oluşan üçlü tarafından yönetildi. Osmanlı Devleti Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na katıldı. İttihat ve Terakki yönetimi bu dönemde birçok cephede kaybedilen toprakların geri alınması için çalışmış ancak yaptıkları ile daha çok toprak kaybına sebebiyet vermişlerdir. I. Dünya Savaşı'ndaki yenilgiden sonra, İkinci Meşrutiyet'in altı yıl sürmüş olan üçüncü Meclis-i Mebusan'ı 21 Aralık 1918'de feshedildi. Ancak ülkenin içinde bulunduğu işgal koşullarından ötürü Anayasa'nın emrettiği yeni seçim yaklaşık bir yıl süreyle yapılamadı. Arap vilayetlerinin katılmadığı bir seçim, toprak kaybının resmen kabulü anlamına gelecekti. Ayrıca yeni meclise İttihat ve Terakki yanlıların girmesinden korkuldu. Ancak zaten parti kendini feshetmiş ve İngiliz baskısıyla üst yönetim kadrosu ülkeyi terk etmişlerdi. Sivas Kongresi'nin seçim yapılmasında ısrarı üzerine istifa eden Damat Ferit Paşa kabinesi yerine 2 Ekim 1919'da kurulan Sadrazam Düztaban Ali Rıza Paşa hükümeti aynı gün seçim kararı aldı. Bu seçimler Anadolu'da başlayan bağımsızlık hareketi, İstanbul yönetimi ve işgal devletleri tarafından isteniyordu. İşgal devletleri istediği kararları aldırabilmek, İstanbul yönetimi yaptıklarına meşrûluk kazandırmak, Anadolu hareketi ise millî mücadele için daha fazla güç bulabilmek için seçimleri istiyordu. Aralık ayında yapılan seçimlere İstanbul dışında her yerden sadece Müdafaa-i Hukuk yanlısı mebuslar seçildi. Mustafa Kemal Paşa iki ayrı ilden seçildiği halde, İstanbul'da toplanan meclise güvenlik gerekçesiyle katılmadı. 12 Ocak 1920'de toplanan Meclis, Anadolu hareketinden yana tavır aldı. 16 Şubat'ta Misak-ı Milli beyannamesi'ni oybirliği ile kabul etti. 16 Mart'ta müttefik devletler İstanbul'u geçici askerî işgal altına alarak Meclis başkanı Rauf Bey'i ve bazı mebusları tutukladı. 18 Mart'ta toplanan Meclis kendini süresiz olarak tatil etti. Mebusların birçoğu Ankara'ya geçerek, 23 Nisan'da toplanan Büyük Millet Meclisi'ne katıldılar. 11 Nisan'da padişah Mehmet Vahdettin meclisi resmen feshetti. Bu tarihten Osmanlı Devleti'nin fiilen tarihe karıştığı 1 Kasım 1922'ye kadar Osmanlı hükümeti kâğıt üstünde varolmaya devam etti. Gerek iç gerek dış politikada gerçek bir varlık göstere
medi. Coşkun Ertepınar Coşkun Ertepınar (d. 1914, Erkilet, Kocasinan, Kayseri - ö. 9 Ağustos 2005, Ankara), Türk şair ve eğitimci. Türk edebiyatında Egzotik Şair olarak da bilinir. Günümüz şairlerinden olan Coşkun Ertepınar, 1932'de Sivas Erkek Öğretmen Okulu'nu, 1937'de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. Malatya Lisesi ve Şebinkarahisar Ortaokulu'nda Türkçe öğretmeni olarak çalıştı. 1958-1966 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Şube Müdürlüğü, 1968-1970 yılları arasında Halk Eğitim Genel Müdürlüğü, 1970-1972 yılları arasında Bakanlık Müfettişliği, 1972-1974 yılları arasında Bakanlık Müşavirliği görevlerinde bulundu. 1974'te emekli olan Ertepınar, 9 Ağustos 2005 tarihinde Ankara'da vefat etti. İlk şiiri olan "Bir Gece", 1930 yılında, "Muhit" dergisinde "D. Münir" imzası ile çıktı. 1978'de Türkiye Millî Kültür Vakfı Jüri Özel Ödülü'nü kazandı. 1991'de İLESAM tarafından kendisine Hizmet Şeref Ödülü verildi. Şiirlerinin bir bölümü İngilizce, Macarca ve Lehçe'ye çevrildi. Geleneğin çizgisinde şiir yazan Ertepınar'ın bir kızı, bir oğlu (YÖK eski başkanvekili Aybar Ertepınar) ve üç torunu vardır. Çağatay Hanlığı Çağatay Hanlığı, Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın oğullarından Çağatay Han’ın adını taşıyan Türkleşmiş Moğol devletidir. Cengiz Han ölmeden önce topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştı. Yıktıkları Kara Hıtay'ın toprakları olan Kaşgar civarı ile Maveraünnehir'in büyük bölümünü Çağatay’a vermişti. Çağatay'ın bu topraklarda 1227’de kurduğu devlet 1370’e değin varlığın sürdürdü. Çağatay Han, önce ağabeyi Cuci Han ve ardından babası ölünce hanedanın en yaşlı üyesi oldu. Buna karşın kardeşi Ögeday’in kağan (büyük han) olmasına karşı çıkmadı ve topraklarını ona bağlı kalarak yönetti. Çağatay Han'ın 1241'de ölümünden sonra Çağatay Hanlığı merkezi Moğol devletine karşı mücadeleye girişti. Çağatay'ın torunu Algu, Kubilay Han ile Arik Böge arasındaki taht mücadelesinin yol açtığı iktidar boşluğundan yararlanarak Harezmşahlar, Batı Türkistan ve Afganistan'ı da sınırlarına kattı. 1266’da tahta çıkan Mübarekşah, İslam dinini kabul eden ilk Çağatay hanı oldu. Ondan önceki Çağatay hükümdarları Şamanizm inancını benimsiyorlardı. Çağatay Hanlığı en parlak dönemini Kebek Han’ın yönetiminde (1318-26) yaşadı. Kebek Han göçebe hayatını bırakıp Karesi'de sarayı yaptırarak yerleşmiş, Çağatay ekonomisi gelişmiş ve ilk Çağatay parası Kebek i basıldı. Bu yerleşme ve şehirlileşme ile birlikte din açısından İslamlaşma ve dil açısından Türkleşme yaşanmıştır. Ancak bu durum boylar arasındaki siyasi çatışmanın sebebi yaratılmıştır. Aslında Çağatay Han döneminde İslam'ın dinî alışkanlıkları yasaklanmıştır. Fakat Kara Hülâgu'den sonraki Hanlar Orta Asya'nın çoğunluğunu oluşturan müslümanlara barışık davranmaya başlamıştır. Mübarek Şah müslüman olduysa da kendisinden sonraki Hanlar Kebek Han'a kadar Budist idi. Moğol Hanların ciddi İslamlaşması ise Tarmaşirin'nin İslam'ı kabul etmesinden sonra yaşanmıştır. Bu dönemde Maveraünnehir'de oturan ve kent kültürüne alışarak Türkleşmiş Batı Çağatay Hanlığı bünyesindekiler kendineline "Çağataylı" olarak hitap etmeye başlamıştır. Bu dince İslamlaşmış dilce Türkçeleşmiş "Çağataylı"lar bazı tarihçiler tarafından Çağatay Türkleri ve kullandıkları dili de Çağatayca olarak adlandırılmaktadır. Bu "Çağataylı"lara karşın doğuda İli vadisi ve Tanrıdağı kuzeyinde göçebe hayvancılığını sürdürmüş boylar kendilerine "Moghul (Moğol)" olarak hitap ederek Moğol kültürününden gururu duymaya devam etmişler ve Moğolluğunu yitirmiş "Çağataylı"lara "Karaunas (Melez)" diyerek aşağılamıştır. "Çağataylı"lar ise "Moghul"lara "Çete" diyerek aşağılamıştır. Bu durumda Tarmaşirin'den sonraki Çağatay Hanlığı, Duva Han'ın oğullarının güç mücadelesinin sahnesi olmuş ve 1340'tan sonra Pamir Dağlarının doğusunu yöneten Doğu Çağatay Hanlığı ile batısını yöneten Batı Çağatay Hanlığı olmak üzere ikiye bölünmüştür. Doğuda tahta çıkan Tuğluk Timur (1359-70) batı bölgesini ele geçirerek Çağatay topraklarını yeniden birleştirdi. Çağatay Hanlığı Altıshahr (Yarkand Hanlığı), Moghulistan ve Uyguristan gibi üç bölgeden oluşmuştur. Bu sırada Doğu Çağatay kökenli Barlas boyundan Timur, hanlık için bir tehlike olarak belirmeye başlamıştı. Çağatay Hanlığı’na bağlı Semerkant emirinin hizmetinde bulunan Timur, önce Semerkant’ı, sonra Çağatay topraklarını ele geçirdi. Çağatay Hanlığı böylece yıkılmasına karşın, Çağataylılar 17. yüzyıl sonlarına kadar varlıklarını sürdürdüler. Vilcabamba, Peru Vilcabamba, İnkaların, İspanyollar ülkelerini işgal ederken Peru'da sığındıkları şehirdir. Vilcabamba, Machu Picchu'nun 35 km güneybatısındaki çok dik dağlarda, Urubamba ve Río Apurímac nehirlerinin arasında bulunur. Yerliler bu şehri "Corihuayracamba" olarak adlandırır. Manco Capac II, bu dağ şehrine kaçarak İspanyol işgalcilere karşı direniş göstermiştir. Öldürülmesinden sonra oğulları Sayri Túpac ve Titu Cusi Yupanqui savaşı devam ettirmişlerdir. Onların ölümünden sonra 1570'te Túpac Amaru tahta geçmiş, 24 Temmuz 1572'de İspanyolların Vilcabamba'yı bulmasıyla yakalanıp tutuklanmıştır. İngiliz fotoğrafçı ve araştırmacı Peter Frost 1999'da yaptığı bir gezi sırasında sığınak şehrin izlerini buldu. 2001 yılının Haziran ayında, bir arkeoloji grubunu 3900 m. yükseklikte bulunan bu şehre götürdü. Burada 6.000 km² bir alanda tarım terasları, tahıl depoları, mezarlıklar, yüzden fazla dairesel bina, 8 km'lik sulama amaçlı bir kanal keşfettiler. Burada ayrıca altında mezarlık olan, dini amaçlı açık bir alan da mevcuttur. Araştırmacılar Vilcabamba'ya ulaştıklarında şehir çoktan yağmalanmıştı. Mezarlarda iskeletler olmasına rağmen, yanlarında gömülen eşyalar bulunamadı. Bulunan seramikler ve taş iş aletleri iki ayrı zaman dilimine aittir. Büyük ihtimalle şehir 1200 yılında kurulmuş, daha sonra yeniden yerleşilmiştir. Karlarla kaplı dağlara bakan görkemli manzarası vardır. Zorlar, Seydikemer Zorlar, Muğla ilinin Seydikemer ilçesine bağlı bir mahalledir. 2012 yılına kadar Fethiye ilçesine bağlı bir köyken, 2012 yılında Muğla'nın büyükşehir olmasıyla Seydikemer ilçesine bağlı bir mahalle statüsünü almıştır. Köy daha önce dağın eteklerine kurulu bir yerdeymiş. Sonradan burada yaşayan halk zorla başka bir yere göç ettirilmiş. Bu olay yüzünden mahallenin adı zorlar olmuş. Muğla iline 160 km, Fethiye ilçesine 20 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi emekli maaşı,tarım, hayvancılık ve seracılığa dayalıdır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Türkiye İmar Bankası Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketi (veya İmarbank), Uzan ailesi üyelerinin Türkiye'de 1928-2003 yılları arasında etkinlikte bulunmuş bankası. Banka, 22 Nisan 1928 tarihinde 1.000.000 Türk Lirası sermaye ile kuruldu. 90'lı yıllarda yıllık %13 gibi yüksek faiz oranları nedeniyle tartışmalara yol açsa da birçok Türk vatandaşı bankayla çalışmıştır. 1975'te Doğuş Holding ve Ekim 1984'te Uzan Holding tarafından satın alınmıştır. 90'lı yıllarda etkili olan ancak 1999 ve 2001 Türkiye ekonomik krizlerinden sonra sorun oluşturan "off-shore" sistemiyle yüksek kazanç sağlaycakken oluşan iç açık nedeniyle, bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırılmasına gerekçe oluşturan Bankacılık Kanunu'nun 14. maddesinin 3. fıkrası gereğince, istenen tedbirlerin kısmen ya da tamamen alınmadığı ve yükümlülüklerin vadesinde yerine getirilmediği nedeniyle 3 Temmuz 2003 tarihinde Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) devredilerek etkinliğine son verildi. Kapatılan İmar Bankası'nın muhabir bankası İmar Bank Off Shore, off-shore hesabı bulunan mudilerinin başvurması için onlara yönelik bir duyuru yayımladı ve belirli bir adres verdi. Duyuruda, İmar Bank Off Shore'un Türkiye'deki muhabir bankası konumundaki İmar Bankası T.A.Ş'nin bankacılık faaliyetlerine son verildiği, buna karşılık İmar Bank Off Shore'un "faaliyetlerine ve hizmetlerine aynen devam ettiği" vurgulandı. Muhabir banka konumundaki İmar Bankası T.A.Ş.'nin faaliyetlerinin sona ermesi nedeniyle İmar Bank Off Shore mudilerinin 21 Temmuz 2003 tarihinden itibaren banka ile ilgili olarak Tavşanoğlu Hukuk Bürosu'na başvurmaları istendi. 2003 yılında BDDK tarafından İmar Bankası’ndaki kayıt dışı mevduat soygununun bankada sadece birkaç kişinin kullanım yetkisi bulunan GMO4 programı kullanılarak ters kayıtlar verilmesi yoluyla gerçekleştirildiği açıklanmıştır. BDDK’nın uyarısına rağmen bankanın, sadece 12 Haziran 2003’ten sonra 616 trilyon lira, 17.5 milyon dolar ve 9.4 milyon euroluk mevduatı off-shore’dan tasarruf mevduatına dönüştürdüğü, açığa devlet tahvili ve hazine bonosu satışıyla topladığı paranın ise 728.4 trilyon lira olduğu bildirilmiştir. Gizlenen mevduat nedeniyle sadece 2003'ün ilk beş ayında kaçırılan verginin 125 trilyon lira olduğu belirlenmiştir. Bankaya el konulmasının ardından BDDK tarafından bankanın yönetim kurulu başkanlığına 16 Şubat 2003 tarihinden 3 Temmuz 2003'e kadar yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmış Zeki Cumhur Doğan atanmıştır. Bankanın batışı, 2003 yılında dönemin parasıyla ülke ekonomisine 9 katrilyon Türk Lirası (1 Ocak 2009'da tedavüle giren para birimine göre 9 Milyar TL) iç zarar oluşturmuştur. Halk arasında "İmarzede" olarak anılan banka mudilerine bir yıl sonra devlet tarfından ödeme yapılmaya başlandı. TMSF’den yapılan açıklamada, İmar Bankası’ndan karşılıksız hazine bonosu alıp, TMSF’ye başvuruda bulanan toplam 22 bin 145 adet hak sahibine bugüne kadar 25 etap halinde toplam 914.174.801,20 TL’lik ödeme yapıldığı bildirildi. Açıklamaya göre 22 Şubat 2010 Pazartesi günü 32 adet hak sahibine Ziraat Bankası tarafından 26. etap ödemesi olarak 2.127.334,94 TL tutarında ödeme yapılacak. Bankayı
zarara uğrattıkları gerekçesiyle 3'ü gıyabi (Kemal, Yavuz ve Hakan Uzan), 12'si normal tutuklu olmak üzere 25 sanıklı, İmar Bankası Davası açıldı. İmar Bankası`nın kaynaklarını zimmetine geçirdiği iddiasıyla yargılanan Cem Uzan, 1994`ten itibaren bankadan ayrıldığını belirterek, "O tarihten sonra benim durumum bankada hesabı bulunan herhangi bir kişi konumundadır. Yani kredi kartı borcum ve vergi borcum da kişisel hesaplarımdan ödenmiştir" biçiminde bir savunma yapmıştır. Dava sonucunda mahkeme, "Bankanın belge ve kayıtlarını denetime ibraz etmemek ve denetime engel olmak" suçlarından sanıklar Bahattin Uzan, Tacettin Pak, Hilmi Başaran ve Mustafa Akar'ın banka tüzel kişiliği içerisindeki konumları, meydana gelen neticenin ağırlığı ve sanıklardaki suç kastının yoğunluğu göz önüne alınarak 1 yıl 8 ay hapis ve 1666 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına; Gürol Demirkol, Birol Çilingir, Yaşar Avni Gürol, Erol Hürbaş, Çiğdem Karakoç ve Nuray Özel'in ise 1 yıl 3 ay hapis ve 1250 YTL adli para cezası ile cezalandırılmalarına karar vermiştir. 26 Şubat 2013 tarihinde zaman aşımı nedeniyle düştü. Bankalar Birliği'nin o dönemki "mevduata verilen faizin reklamını yapmama" kararından dolayı diğer bankalar, Uzan Holding'in kanalları Star TV ve Kral TV'ye reklam vermezken, diğer basın organları da İmar Bankası reklamı almıyorlardı. Bu nedenle bankanın reklamları 90'lı yıllarda sadece bu iki kanalda yayınlanmıştır. Bankanın 1996-1998 yılları arasında yayınlanmış ve en çok hatırlanan reklamında beyaz ceket ve siyah mini etekli bir bayan bazı veriler açıklarken, arka planda beyaz bir at koşmuştur. Halkın o dönemki bakış açısından görüldüğü üzere banka, sabit çizgili reklam tipleriyle, insanların kafasında konseptini konumlandırmakta başarılı olmuştur. İnsanlara film gibi reklamlar sunan diğer bankaların insanların kafasında yarattığı imaj geçici ve değişken iken; İmar Bankası, elinde dövizi olan ve ne yapacağını bilmeyen vatandaşın aklına gelen ilk banka olmuştur. Daha sonraları benzer bir reklam da Metin Serezli'nin seslendirmesiyle hazırlanmıştı. Bankanın 90'lardaki bir diğer reklamında ise bilardo oynayan iki adamın konuşmasından bir cümle olan "İkimiz de kazanabiliriz", bir dönemin önemli cümlelerinden olmuştur. Adam bu cümleyi her ne kadar "Paramızı İmar Bankası'na yatıralım, yüksek faiz alalım" anlamında sarf ettiyse de o dönem Star TV'de yayınlanan Olacak O Kadar programında Levent Kırca tarafından "Masa parasını ödemeden sıvışalım" olarak algılanıp güzel bir şekilde hicvedilmiştir. Özel televizyonculuğun ilk döneminde TRT rehavetinden kurtulmanın verdiği heyecanla Star TV tarafından cinsellik her fırsatta sunulmaya başlanmıştı. 1992 yazında yayınlanan ve Türk televizyonlarına erotizmden ziyade ciddi ciddi renkli ve Türkçe bir önsevişme getiren bu reklam, dönemin en akılda kalıcı sahnelerinden birini ve ağızlara dolanan ""Macit beni otomobillendir"" sloganını içermişti. Macit seslendirmesi Erhan Yazıcıoğlu'na aitti; ayrıca at araba tarafından, avrat banyodan yeni çıkmış Ceren tarafından, silah da ticaret konusu olan Amerikan doları ve bugün aramızda olmayan Alman markı tarafından canlandırılmıştı. Reklamdaki şaşırtıcı iki olay "Macit beni otomobillendir" diyen bacakların sahibinin bir erkek olması ve BMW'nin direksiyonundaki gözlüğün sırrının çözülememiş olmasıdır. Reklamın yayında olduğu dönemde bir grup feminist İmar Bankası Alsancak Şubesi'nin önünde eylem yapmıştı ve üzerlerinde bornoz vardı. Bu reklam da Olacak O Kadar'ın bir skecinde ""Macit beni eşeklendiiiir"" diye tiye alınmıştı. Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Halil İnalcık'n 1973 yılında İngilizce olarak Londra'da "Weidenfeld and Nicholson" yayınevi tarafından ""The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600"" adıyla yayımlanan eseri. Osmanlı İmparatorluğu'nun klasik dönem kurumlarını konu alır. Türkçeye Yapı Kredi Yayınlarından kazandırılan eserin tercümesi Ruşen Sezer'e aittir. Sırpça, Yunanca, Romence, Arnavutça, Arapça ve Ukrayna diline çevrilmiştir. İstanbul Esnaf Bankası İstanbul Esnaf Bankası T.A.Ş, 14 Haziran 1925 tarihinde çeşitli esnaf cemiyetleri tarafından kurulmuştur. 28 Şubat 1938 yılında sermayenin kaybolduğu gerekçesiyle (100,000 Türk Lirası), bankanın tasfiyesine karar verilmiştir. Tasfiyesinden sonraki neticede de banka kapatılmıştır. İâşe Teşkilatı İâşe Teşkilatı, Osmanlı Devleti'nin, I. Dünya Savaşı yıllarında halkın yiyecek ve giyeceğini sağlamak için kurulan özel bir örgüttü. Tayyareci Fethi Bey Fethi Bey (1887, Ayazpaşa - 27 Şubat 1914, Taberiyye Gölü yakınları) Türk asker. İlk Türk pilotlarındandır. 1907 yılında Bahriye Mektebi'ni bitirdi. 1911 yılında gittiği İngiltere Bristol Uçak Fabrikası'nda aldığı havacılık eğitiminden dönünce yüzbaşı yükseldi. Bir süre İstanbul'da çeşitli gösteri uçuşları gerçekleştirdi. 8 Şubat 1914 tarihinde Sadık Bey ile birlikte Muavenet-i Milliye isimli Blériot XI/B XI/B uçağıyla İstanbul-Kahire uçuşuna başladı. Konya, Ulukışla, Adana, Humus ve Şam üzerinden Kahire'ye uzanacak bu hava yolculuğunun son etaplarında 27 Şubat 1914 tarihinde Şam'ın Taberiye ilçesi Şimiriye bucağı yakınlarında düşerek Türk havacılık tarihinin ilk kayıpları arasında yer aldılar. Mezarı Şam'daki Selahaddin Eyyubi Türbesi haziresindedir. Fethi Bey'in hedefine varamadan kazadan ölmesi, o günlerde ülke çapında büyük üzüntüye yol açmıştı. Muğla'nın "Meğri" kasabasına Fethiye adının verilişi Tayyareci Fethi Bey'in ölümünün yarattığı üzüntüden dolayıdır. Günümüzde Fethiye'de antik tiyatronun hemen karşısında bulunan parkın içinde Tayyareci Fethi Bey'in 10 m. boyutunda, Dr.Yük.Müh.Alb.Emk.Öğretim Üyesi Ali İlhan Özdilek ve Resim-İş Öğretmeni Onur Uslu tarafından yapılmış bir anıtı bulunmaktadır. Behçet Kemal Çağlar, Tayyareci Fethi Bey için şu dizeleri yazdı: "Aslan uçtu" diye söylenir methi; Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi.. Kahrolur darbanla elbet her zaman Olursa bakış yan ve maksat eğri; Bak; Fethiye oldu sayende Meğri, Kartalım! gölgende hürdür bu vatan. Tekâlif-i Milliye Emirleri Tekâlif-i Milliye Emirleri, Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktalarından olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı'na hazırlanmak için Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın kanunla kendisine verilen yasama yetkisini kullanarak yayınladığı "Ulusal Yükümlülük" emirleridir. 7 Ağustos 1921'de yayınlanmış olup toplamı on maddedir. Tekâlif-i Milliye Emirleri, 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri yayımlanmıştır ve on emirden oluşmaktadır. "Tekâlif-i Milliye Emirleri" çok kapsamlı olup bir taraftan aynı vergi mahiyetindeki uygulamayı içermekte, diğer taraftan da hizmet vergisi mahiyetindeki uygulamayı öngörmektedir. Tekâlif-i Milliye Komisyonları derhal toplantılara başlayacak ve hiçbir komisyon üyesine hizmetleri karşılığı ücret ödenmeyecektir. Ayrıca her komisyon iki ay süre ile askeri hizmetleri ertelenmek üzere altı memur çalıştıracaktır. Tekâlif-i Milliye Komisyonları, savaş ekonomisine giren ve Tekâlif-i Milliye Emirlerinde belirtilen malları toplayarak kendisine bildirilen cepheye gönderecek, ayrıca bu emirlerin hizmet yükümlülüğüne ilişkin hükümlerini uygulayacaktır. Komisyon üyelerinden görevinde ihmal gösterenler, vatana ihanet suçu işlemiş sayılacak ve ona göre cezalandırılacaktır. Castle Gayzeri Castle kaynacı (Şato Gayzeri): ABD'nin Yellowstone Ulusal Parkı'nda bir kaynaç. Castle kaynacı, en büyük kaynaç çukuruna sahip kaynaçlardan biri olup, aynı zamanda en eskilerindendir. Yaşı 5000 ile 15000 arasında tahmin edilmektedir. Patlama biçimi, tarihsel süreç içinde belirgin bir biçimde değişmiştir. Bugün her 10 ila 12 saate bir fışkırmalar görülür. Patlama yaklaşık bir saat kadar sürer. 20 dakikalık bir su patlamasında sular 27 metreye kadar yükselir. Akabinde 30 ila 40 dakika süren gürültülü bir buhar salımı evresi gelir. Kas sistemi Kas sistemi canlıya hareket yeteneği sağlayan sistemdir. Kas sistemi omurgalılarda sinir sisteminin kontrolü altında omasına rağmen bazı kaslar (örneğin kalp kası) tamamen otonom çalışabilir. Vücudumuzda üç çeşit kas bulunmaktadır. Bunlar; Çizgili kas (ya da iskelet kası), düz kas, Kalp kasıdır. İskelet kası, liflerden oluşmuş, hücre çekirdekleri hücre zarının hemen altında konumlanmış çok çekirdekli hücrelere sahiptir. Hücrelerinin içinde miyofibril adlı telcikler bulunur. Bu telcikler hücrenin içinde boydan boya uzanır. Her bir kas hücresinin içinde bulunan en küçük kasılma birimine sarkomer denir. Her bir sarkomer birbiri ardı sıra dizilmiş kalın miyozin ve ince aktin protein telciklerini içerir. Bu proteinler birbiri üzerinde kayarak kasılmayı gerçekleştirirler. Bir iskelet kası aksiyon potansiyel üzerinde bir uyaran ile uyarıldığında her bir sarkomer koordineli olarak kasılmaya başlar. Kas hücreleri de enerjilerini tıpkı diğer hücreler gibi ATP'den elde ederler. Kas Hücreleri çok az ATP depolayabilir. Bu yüzden ADP dönüştürülerek harcanan her molekül, çabucak ATP'ye geri dönüştürülür. Kaslar aynı zamanda ek enerji desteği sağlayan kreatin fosfat adlı bir molekül depolarlar. Kreatin fosfat molekülünün yapısında bulunan fosfat, ADP'nin ATP'ye dönüştürülmesinde kullanılır. Kas kasılmasında aynı zamanda Kalsiyum iyonları da gereklidir. Kalsiyum iyonları, kas hücresi kasılma uyarısı aldığında sarkoplazmik retikulumdan sarkomere salınır. Kalsiyum iyonları aktin proteininin miyozine bağlanarak kayması için gereklidir. Kasılma uyarısı bittiğinde kalsiyum iyonları sarkomerden sarkoplazmik retikuluma geri pompalanır. İnsan vücudunda yaklaşık 639 iskelet kası bulunmaktadır. Kalp kası yapı bakımından çizigili kaslara benzese de kas liflerinin konumu itibarı ile bazı farklılıklar gösterir. Ayrıca tıpkı düz kaslar gibi bizim kontrolümüz altında değildir. Düz kaslar Otonom sinir sistemi tarafından kontrol edilir. İstemsiz yapılan hareketlerin gerçekleşmesini sağlar. Bağırsak, mide, atardamar, toplardamar gibi organların yapısında bulunur. Mültezim Mültezim, Osmanlı toprak sistem
inde açık artırma usulüyle, belirli eyaletleri (Özellikle merkezden uzak olanları) kiraya vermeye iltizam, iltizam sahibi olan kişiye de mültezim denirdi. Bu yolla elde edilen para doğrudan devlet kasasına giderdi. Belli bir ücreti yılın başında devlete verirlerdi ve yıl sonuna kadar topladıkları paralar mültezimlere kalırdı. Eğer zarar ederlerse zararlarını devlet karşılardı. İltizam usulü kiraya verilen eyaletlerde çalışan devlet görevlilerin maaşını devlet karşılardı. Köylülerden alınan vergiyi toplamakla birlikte, politik olarak yerel yönetimle, devlet yönetimi arasında bir aracı kuruluş oluştururdu. Gerek duyulduğunda politik ve ekonomik güç olarak devlete yardımda bulunurdu. 18. yüzyılda birçok mültezim Osmanlı devletinde ayan olarak tanımlanmıştır. Osorno (volkan) Osorno, Şili'nin güneyinde 2652 m yükseklikte bir volkan Los Lagos Bölgesi'nde olup (X. Bölge) "Llanquihue" gölünün birkaç kilometre doğusundadır. 18 sönmüş krateri olan Osorno, Şili'nin Fuji'si olarak anılır. Osorno ülkenin en sevilen turizm alanlarından biridir. Dağın eteklerinde "Saltos de Petrohué" çağlayanları bulunur. 1300 m yüksekliğe kadar toprak yoldan araçla tırmanmak mümkündür. Volkan'ın zirvesinde "Calbuco" ve "Casablanca" volkanları da görülebilir. Yine buradan görülen diğer dağlar "Cerro Puntiagudo" ve "Monte Tronador" etkileyici manzaralar oluştururlar. Osorno volkanının doğusunda Lago Todos los Santos gölü ve üzerindeki İsla Margarita adası yine turistler için çekici yerlerdir. Bölge, kayak, rafting, dağcılık için fırsatlar sunar. Osorno Günah Şehri Günah Şehri (Özgün adı: Sin City), Robert Rodriguez ve Frank Miller'in yönetmenliğini yaptığı bir Hollywood filmi. Film Frank Miller'ın yazıp çizdiği Sin City adlı çizgiromandan uyarlanmıştır. Quentin Tarantino ise konuk yönetmendir. Film noir atmosferinde, ABD'deki hayalî bir şehirde yaşanan olayları anlatan epik filmdir. Sin City, yozlaşmış polisler ve çekici kadınlar, bazıları intikam ister diğerleri kefaret ya da her ikisi aynı anda. Marv (Mickey Rourke) onun tek aşkının ölümünün intikamını almak niyetindedir. Dwight (Clive Owen) çözmek için sorunları olan bir özel dedektifdir. Hartigan (Bruce Willis), şehirdeki tek dürüst polis, bir senatörün sadist oğlunun elindeki bir kızın izini takip eder. Frank Miller rahip rolünde, Robert Rodriguez SWAT takımının bir üyesi olarak kısa bir süre görünürler. AMD Turion Turion 64, AMD tarafından dizüstü bilgisayarlar için tasarlanmış düşük güç tüketimi ve yüksek performansı ile ön plana çıkan bir işlemcidir. Pentium M ile rekabet etmek için tasarlanmıştır. İncir İncir ("Ficus carica"), anavatanı doğu Akdeniz ve güneybatı Asya (Türkiye'den Afganistan'a kadar) olan, ağaç ya da ağaççık nitelikli bir bitki türü ve bu türün meyvesidir. İncir, dutgiller (Moraceae) familyasına dahil olan incir "(Ficus)" cinsinin içerdiği yaklaşık 800 kadar tür içinde ticari öneme sahip meyve veren tek bitkidir. Dişi ve erkek olarak ağaçları ikiye ayrılır, aynı ağaç üstünde hem dişi hem de erkek nitelikli organlar bulunmaz. Dişi ağaçların meyvesi büyük ve fazladır, erkek ağaçların ise ufak ve az meyvesi bulunmakla meyvesi dişilerininki gibi yenilebilir lezzette de değildir ancak tozlaşma için gereklidir. Genelde tozlaşma için pek çok dişi ağacın yakınına sadece bir tane erkek ağaç dikilir. İncir bitkisinin çiçeklerinde tozlaşma olayı mazı böcekleriyle gerçekleşir. Bu olaya ""Kaprifikasyon"" denir. Meyvelerinin besin değeri yüksektir. Meyvelerin bileşimini %30-40 şeker, A,B,C vitaminleri oluşturmaktadır. 2005 yılı FAO verilerine göre Dünya'da 1.057.000-Ton incir üreilmiş olup, incirin Dünya'daki en büyük üreticisi 280.000 ton ile Türkiye'dir. Bunu 170.000-Ton ile Mısır ve diğer Akdeniz ülkeleri takip etmektedir. Başlıca dış satım ürünümüzdür. Ege bölgesinde tarımda ön planda yer alır. Türkiye'de en fazla Aydın yöresinde yetiştirilir. Amerika'yı Keşfim Amerika'yı Keşfim; (Rusça: Мое открытие Америки, İngilizce:My Discovery of America) Vladimir Vladimiroviç Mayakovski'nin anılarını topladığı 1925 tarihli kitaptır. ABD'deki ırk ayrımcılığından nefretle söz eder. Kitaptan bir bölüm":"Puşkin'i şimdi de New York'un hiçbir dürüst oteline ve konuk salonuna sokmazlardı. Çünkü Puşkin'in kıvırcık saçları ve tırnaklarının altında zencilere özgü morluklar vardı. Tarihin terazisi denilen şey sallanmaya başladığında, birçok şey 12 milyon zencinin 24 milyon ağır elini hangi kefeye koyacağına bağlı olacak"" Dedektif Dedektif, suçları soruşturmak ve suçluları yakalamakla görevli polislere denir. Bazı ülkelerde devlet görevlisi olmayan özel dedektifler de vardır. Öykülerde ve romanlardaki dedektifler genellikle bu türden özel görevlilerdir. Dedektif, bulundukları ülkenin, yasaları el verdiği ölçüde, kendilerinden talep edilen konular hakkında araştırmalar yapan ve buldukları verileri, raporlar halinde ilgili kişilere sunan, profesyonel araştırmacılardır. Bu kişiler resmi olmadıkları için özel dedektif diye anılırlar. Dedektif becerikli ve sabırlı olmalıdır, çünkü soruşturduğu konuda yalnızca bir ipucu bulmak için bile aylarca çalışmak zorunda kalabilir. Günümüzde kanıtlar bulmada bilimsel yöntemler büyük kolaylık sağlar, ama dedektif gene de büyük ölçüde soru sorma yöntemiyle çalışır. Güvenilebilir bir ortak olarak nitelendirilen dedektifler, resmî kurumlara bağlı olmadan kişinin gayri-resmî işlerinden haberdar olup suç teşkil edilmedikçe olayları üçüncü kişilerle paylaşmaz, bu nedenle özel dedektiflik halk tarafından talep gören bir meslek haline gelmiştir, öyle ki; araştırmaların çoğunda taleplerin kanunî olması ve özel mülk haklarına saygı gösterilmesi ile temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmemesi özel dedektiflerin ilkesi olduğu söylenmektedir. Bu nedenle kolluk kuvvetlerinin ihtimalleri araştırmadığının göz önünde bulundurulması söz konusuyken, olayları aydınlatmada tüm veriyi inceleyen özel dedektifler sonuca daha kolay ulaşabilirler. Batı ülkelerinde polis örgütünün güçlenmesi, 19. yüzyılda dedektif öyküleri biçiminde edebiyata da yansıdı. Bir edebiyat yapıtında yaratılan ilk dedektif, Edgar Allan Poe'nun Morg Sokağı Cinayeti (Murders in the Rue Morg; 1841) romanındaki Auguste Dupin'dir. İngiliz yazar Wilkie Collins'in Aytaşı'ndaki (Moonstone; 1868) dedektifi Çavuş Cuff, sessiz ama cana yakın biri olarak dikkati çeker. Aynı yüzyılın sonlarında Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes’u, edebiyat tarihinde benzeri görülmeyen bir ilgi uyandırmıştır. Conan Doyle’un dedektifi, alışılmışın dışında alışkanlıkları olan, özel bir soruşturmacıdır. Cinayetleri çözümlemede kendine özgü yöntemler kullanır. Sherlock Holmes göre, olanaksız olanın dışındaki her şey gerçektir. Çağdaş polisiye romanlarının ünlü dedektifleri arasında Agatha Christie'nin kel, yumurta kafalı, pos bıyıklı, ufak tefek Belçikalı Hercule Poirot’su ile bir İngiliz köyünde yaşayan evde kalmış Bayan Marple'ı, Dorothy L. Sayers'in Lord Peter Wimsey'i sayılabilir. İngiliz yazar G. K. Chesterton'un yarattığı ufak tefek Peder Brown’u, Sherlock Holmes ile kıyaslanabilecek kadar parlak düşünceleri olan bir dedektiftir. ABD'de, Sherlock Holmes kadar başarılı dedektif, hemen her konuda uzmanlaşmış Philo Vance’dir. Belçikalı yazar Georges Simenon'un yarattığı Müfettiş Maigret da profesyonel dedektifler arasında sayılır. Dedektiflik Bürosu özel dedektiflik hizmeti veren, profesyonel dedektiflerin, güvenilir olduklarını gösteren, insanlara hizmet etmeleri için kurulan bürolardır. Dövme Dövme, insan derisi üzerine yapılan işaret ve desenlerin genel adıdır. Hindistanlılar, Japonlar, Amerika Yerlileri ve Afrika'daki bazı kabileler dövmeyi bir süs olarak yapmış olsalar da birçok toplumda dövmenin hastalıklara ve kötü ruhlara karşı koruyucu bir tılsım (nazarlık) olarak uygulandığı, bireyin toplumdaki konumunu (köle, efendi, ergen, işçi, asker) vurgulamak için kullanıldığı bilinmektedir. Dövme yapma geleneği hayli eskidir. MÖ 2000'lerde Antik Mısır toplumunda dövmenin yapıldığı mumyalardan anlaşılmıştır. Mısırlıların dışında Britonların, Galyalıların ve Trakların da dövmeleri vardı. Antik Yunanlar ve Romalılar, "barbarlara özgü bir uğraş" saydıkları dövmeyi suçlular ile kölelere yaparlardı. Hıristiyanlık inancında dövme yasaklanmıştı. Buna karşın ilk Hıristiyanlar, bedenlerine İsa'nın adını ya da haç desenleri taşıyan dövmeler yaptırmışlardır. Aradan yüzyıllar geçince Avrupalılar dövmeyi unuttular. 18. yüzyıl sonlarında denizaşırı gezilerde Amerika Yerlilerinde ve Polinezyalılarda dövmeyle yeniden karşılaştılar. Avrupa dilleri, dövme karşılığı olan tattoo sözcüğünü Tahiti dilindeki tautau kelimesinden almıştır. Dövme 20. yüzyılın başlarından sonra, özellikle denizciler arasında yaygınlık kazandı. Romantik duyguları, yurtseverliği ya da dindarlığı belirtmek amacıyla dövme yaygın olarak kullanıldı ve günümüzde de kullanılmaktadır. Ama hijyene önem verilmediği ve AIDS gibi bazı hastalıkları bulaştırdığı gerekçesiyle lisanssız dövme yapmaya yasal sınırlamalar getirilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Dövme yapımında değişik yöntemler kullanılır. Bir tür dövmede sivri uçlu kemik, boynuz ya da çelik iğne deriye hafifçe batırılır ve açılan delikler boyayla doldurulur. Açılan deliklerden boyaya batırılmış iplik geçirilerek de dövme yapılabilir. Günümüzde modern yöntemler ile yapılan dövme ise, yukarıda bahsedilen yöntemlere nazaran daha az acır ve sağlık açısından daha az zararlı olan boyar maddeler ile yapılır. Dövme yapımında kullanılan makineler sayesinde yüksek devirle girip çıkan iğne düzeneği deri üzerinde bir kalemle çizim yapılıyormuş gibi rahat ve daha az hatalıdır. Teoman Önaldı Teoman Önaldı (d. 1936), bestekâr, udi ve aynı zamanda tıp doktorudur. T.C Kültür Bakanlığı İzmir Devlet Klasik Türk müziği Korosu'nun kurucu şefidir. Isparta Musiki Derneği'nin kurucusudur. Şenel Önaldı'nın ağabeyidir. TRT repertuarına girmiş olan birçok eseri vardır. Bunlardan bazıları, "Böyle Gelmezdi Her Yıl Bahar", sözleri Onur Akay'a ait "Gözyaşıyla Sulanan Goncalar Hep Hâr Olur", "Ela
Gözlü Bebeğim", "İçten Gelen En Derin Sevgilerim Hep Senin" ve " Sen Öğrettin" isimli eserlerdir. Vejetaryenlik Vejetaryenlik ya da etyemezlik, çeşitli nedenlerle et, balık, kümes hayvanları tüketmemeye denir. Et tüketmemenin yanında ayrıca hayvanların ürettiği yumurta, süt, bal vb. ürünleri de yemeyenlere ise veganlar denir. Vejetaryenlik ve veganlığın farkı; vejetaryenlikte bal ve kimine göre süt ile yumurta tüketilirken; veganlar, hiçbir hayvansal ürünü kullanmamaktadırlar. Bunlara istisnâ olarak süt ürünlerini kullanan lakto-vejetaryenlerle ilâveten yumurta da yiyen ovo-vejetaryenler vardır. Vejetaryenlik dinsel, ahlaki ve beslenmeye ilişkin nedenlere dayanır. Etyemezlerin çoğu, hayvansal maddelerden yapılan ya da hayvanlarda denendiğini bildikleri temizlik ve güzellik ürünlerini de kullanmazlar. İlk kez 1842'de kullanılmaya başlanan vejetaryen sözcüğü, Latincede "sağlam, canlı, yaşam dolu" anlamına gelen vegetus sözcüğünden gelir. Bazı insanlar hayvanları yemek için beslemenin ve öldürmenin yanlış olduğunu düşünürler ve bundan dolayı et yemezler. Öte yandan, etsiz beslenmenin daha sağlıklı olduğu gerekçesiyle etyemez olanlar da vardır. Beslenme uzmanları da yağ, tuz ve şeker içeren yiyecekler yerine, bol selüloz içeren bitkisel liflere, kepekli tahıllara, çiğ sebze ve meyvelere daha çok yer verilmesinin sağlıklı ve dengeli beslenme için gerekli olduğunu ileri sürerler. Çoğu Budizm, Hinduizm, Caynacılık ve Hristiyanlığın bazı mezheplerine bağlı olan kimseler ise, canlılara zarar vererek elde edilen besinin yenmemesi gerektiğine inanırlar. Bazıları da vejetaryenliği doğal çevrenin korunmasına dayandırırlar. Çiftlik hayvanları için ayrılan alandan daha az alanda yeterli sebze yetiştirmenin mümkün olduğunu, insanların yiyecek gereksinimini sebzeyle karşılamanın daha kolay bir yol olduğunu savunurlar. Bazı insanlarınsa mideleri et ve türevlerini kaldırmayabilir. Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı Sağlıklı Beslenme ve Hareket Hayat Dairesi, Amerikan Diyet Derneği (American Dietetic Association) ve Kanada Diyetisyenler (Dietitians of Canada) Birliğinin açıklamasına göre, doğru bir şekilde planlanmış bir vejetaryen diyet, sağlıklı, besleyici olduğu gibi, kimi hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde de faydalı olur. Yapılan araştırmalar, iskemik kalp rahatsızlıklarına vejetaryen erkeklerde vejetaryen olmayanlara göre %30, vejetaryen kadınlarda ise %20 daha az rastlanıldığını ortaya koymuştur. Bedenin ihtiyaç duyduğu besinler, proteinler ve amino asitler sebzelerden, tahıllardan, yemişler, soya sütü, yumurta ve süt ürünlerinden alınabilir. vejetaryen diyetler doymuş yağ, kolesterol, ve hayvani protein açısından düşük, karbonhidratlar, lif, magnezyum, potasyum, folik asit, vitamin C ve E benzeri antioksidanlar, phyto-kimyasallar açısından zengindir. Vejetaryenlerde vücut kitle indeksi, kolestrol seviyesi ve kan basıncı düşük görülürken, kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker (tip 2), böbrek, osteoporoz ve Alzheimer gibi bunama hastalık ve rahatsızlıklarına daha az rastlanmaktadır. Özellikle yağlı kırmızı et tüketiminin çeşitli kanser türlerine (yutak, karaciğer, kolon, akciğer) yakalanma riskini arttırdığı görülmüştür. Yapılan araştırmalarda serebrovasküler hastalıklar, mide kanseri, kolorektal kanser, göğüs kanseri ve prostat kanserinden ölümlerde vejetaryen ve vejetaryen olmayanlar arasında dikkate değer bir fark kaydedilmemiştir. 2010 yılında vejetaryenler ile bir grup vejetaryen olmayan Adventist kilisesi üyesi arasında yapılan bir araştırmaya göre, depresyon testinde vejetaryenler daha düşük dereceler aldığı, ve daha olumlu bir ruh hali profili ortaya koydukları kaydedilmiştir. Tipik vejetaryen diyetler karotenoid açısından zengin, fakat Omega-3 yağ asitleri ve B12 vitamini açısından fakir olabilmektedir. Veganlar kara lahana, ıspanak, soya, tofu benzeri besinleri yeteri kadar tüketmediklerinde, B vitamini ve kalsiyum eksikliği çekebilmektedirler. Yüksek oranda lifli besin, folik asit, magnezyum, C ve E vitamini tüketimine karşılık, düşük doymuş yağ seviyesi vejetaryen beslenmenin faydalı bir yönü olarak kabul edilmektedir. Vejetaryen diyetlerde protein alımı, etli diyetlere göre küçük bir miktar düşüktür; buna rağmen sporcular ve vücut geliştiriciler dahil her tür insanın günlük gereksinimini karşılıyacak düzeydedir. Yapılan pek çok araştırma, bol çeşitli bitkisel besinler alındığı sürece, vejetaryen beslenmenin yeterli protein sağladığını kanıtlamıştır. Protein gereksiniminin temel olarak etle karşılanabileceği düşüncesi doğru değildir. Çünkü ceviz, fındık gibi kabuklu yemişlerde, bazı bitkilerin tohumlarında, baklagiller, tahıllar, yumurta, süt ve süt ürünlerinde, soya ürünlerinde de bol miktarda protein vardır. Eskiden bitkisel proteinlerin hayvansal proteinlerde bulunan bazı aminoasitleri içerdiği bilinmiyordu ve bu yüzden de besin değerinin düşük olduğu sanılıyordu. Oysa bitkisel protein içeren bazı yiyecek maddeleri karıştırılarak yendiğinde bu tür aminoasitler alınabilir. Örneğin baklagillerdeki aminoasit eksikliği, tahıllarda çok miktarda bulunan aminoasitle dengelenebilir. Fasulye, pirinç, mercimek, bezelye, arpa, yulaf ve kabuklu yemiş gibi bitkisel besinler bitkisel protein açısından zengindir. Vejetaryen beslenme genel olarak, vejetaryen olmayan beslemeyle aynı oranda demir içerir; ancak bitkilerden demir emilimi kimi zaman ete göre daha düşük olabilir. Demir açısından zengin vejetaryen besinler, barbunya, börülce, kaju, keten tohumu, mercimek, yulaf ezmesi, kuru üzüm, soya, mısır gevreği, ay çekideği, nohut, domates suyu, tempeh, pekmez, kekik, ve kepek ekmeği olarak sayılabilir. Vegan beslenme çeşitleri genellikle vejetaryene göre daha yüksek demir içerir, bunun nedeni süt ürünlerinin az demir içermesidir. Vejetaryenlerde, vejetaryen olmayanlara oranla daha sık demir eksikliğine rastlandığına dair raporlar mevcuttur. Ancak Amerikan Diyet Derneğinin açıklamasına göre, demir eksikliği sorunu son yıllarda vejetaryenlerde çok nadir görülmeye başlanmıştır. Bitkilerde kayda değer oranda B vitaminine raslanmaz. Ancak, lacto-ovo vejetaryenler süt ürünleri ve yumurtadan B elde edebilir, veganlar ise bu vitamini zenginleştirilmiş besinlerden veya tabletlerden alabilir. İnsan bedeni B depolayıp bozmadan tekrar kullandığından, klinik olarak B eksikliğinin kanıtlanması zordur. Beden bu vitamini 30 yıla kadar saklayabilir. Bitkisel bazlı Omega 3 yağ asit kaynakları arasında soya, ceviz, kabak çakirdeği, kanola yağı, kivi meyvesi ve kenevir tohumu, keten tohumu ve semizotu sayılabilir. Semizotu sebzeler arasında bilinen en yüksek Omega 3 ihtivasına sahiptir. Bitkiler alfa-linolenik asit kaynağıdır; ancak süt ürünleri ve yumurtada az miktarda bulunan EPA (Eicosapentaenoic acid) veiyenlere göre düşük EPA ve DHA seviyeleri görülür. Düşük EPA ve DHA seviyelerinin sağlığa etkileri bilinmemekle birlikte, alfa-linolenik asit takviyelerinin seviyeyi kayda değer şekilde arttırdığı söylenemez. Son zamanlarda bazı şirketler yosun ekstresi içeren DHA takviyelerini piyasaya sürmüştür. Vejetaryenlerde Kalsiyum alımı vejetaryen olmayanlarla aynıdır. Yeterli miktarda yapraklı yeşil sebze tüketmeyen veganlarda kalsiyum eksikliğine raslanmaktadır. Ancak bu sorun lacto-ovo vejetaryenlerde görülmez. Bazı zengin kalsiyum kaynakları arasında kara lahana, kıvırcık lahana ve turp otu sayılabilir. Ispanak, pazı ve pancar otu da bol kalsiyum içerir; ancak kalsiyum oksalat tuzuna bağlı olduğu için emilimi zayıftır. Bunlara ek olarak soya sütü, badem sütü, fındık sütü gibi hayvansal kaynaklı olmayan sütlerde veganlar tarafından tüketilmektedir. Hindistan'da 399 milyonu bulan vejetaryen nüfus, dünyanın geriye kalan ülkelerinde yaşayan vejetaryenlerin toplam sayısından fazladır. Halkın çoğunluğu lakto vejetaryendir, süt ürünleri yaygın olarak tüketilir. 1992'de yapılan bir araştırmaya göre ABD'de 12,4 milyon kişi kendini vejetaryen olarak adlandırmaktaydı; bunların %68'inin kadın olduğu iddia edilmiştir. Vejetaryen kadınların daha çok kız bebek doğurduğuna ilişkin bir araştırma vardır. 1998'de Britanya'da yapılan bir araştırmaya göre, ülke genelinde her 100 kıza karşılık 106 oğlan doğarken, vejetaryenlerde bu oran 100 kıza 85 oğlan olarak tespit edilmiştir. Şarbat Gula Şarbat Gula (d. 20 Mart 1972), fotoğrafı "National Geographic" dergisine 1985 yılında kapak olduktan sonra geniş kitlelerce tanınan Peştun kökenli Afgan. Şarbat Gula, Sovyetler Birliği ve Afganistan arasındaki savaş sırasında öksüz kaldı. 1984 yılında Pakistan'da bulunduğu mülteci kampında Steve McCurry tarafından fotoğrafı çekildi. Gula, kamptaki okulda öğrenciydi. Afgan kadınların fotoğraflarını çekmek konusunda zorluklar yaşayan Steve McCurry, eline geçen fırsatı iyi değerlendirdi. "Gula" fotoğrafı çekildiğinde yaklaşık on üç yaşındaydı. Bu fotoğraf, "National Geographic" 1985 haziran sayısında "Afghan Girl" (Afgan Kızı) başlığıyla yayımlandı. "Şarbat Gula" keskin bakışları ve yeşil gözleriyle, seksenli yıllardaki Afgan savaşının ve mültecilerin tüm dünyaya yayılan simgesi oldu. Fotoğraf ayrıca yayın dünyasında en fazla bilinen fotoğraf unvanına sahiptir. Afganistan batı medyası için uzun bir süre ulaşılmaz olduğundan, on beş yıldan uzun bir süre Gula'nın kimliği bilinmezliğini korudu. Bu süreç Taliban rejiminin 2001'de yıkılmasına kadar sürdü. Bu zaman zarfında Steve McCurry Gula'ya ulaşmak için girişimlerde bulunduysa da başarılı olamadı. 2002 yılının Ocak ayında, bir "National Geographic" ekibi Gula'ya ulaşabilmek için Afganistan'a gitti. Steve McCurry Gula'nın geçmişte kaldığı Pakistan'da bulunan mülteci kampını ziyaretinde, Gula'nın erkek kardeşini tanıyan birine rastladı. Böylece ekip, 1992'de mülteci kampından ayrılıp ülkesine dönen Gula'ya, Afganistan'ın ücra bir bölgesinde ulaşmayı başardı. Fotoğrafın göz irisinin biyometri teknolojisi ile incelenmesi sonucu Şarbat Gula'nın bulunan kişi olduğu kesinleşti. Daha önce ya da sonra hiç fotoğrafı çekilmeyen Gula, 1984'te mülteci kampında fotoğrafının çekilişini tüm canlılığıyla anı
msıyordu. Seksenli yılların sonunda evlenen Gula üç çocuk annesidir. Gula'nın hikâyesi "National Geographic"'nin 2002 Nisan sayısında yayımlandı, kendisini konu alan bir belgesel de 2002'nin Mart ayında yayınlandı. Kasım 2016'da Pakistan'a yasadışı yolla geçiş yaptığı için yakalandı ve sınır dışı edilmesi kararlaştırıldı. Uygurlar Uygurlar veya Uygur Türkleri (Uygurca: ئۇيغۇر Uyghur), çoğunluğu Çin'e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde yaşayan Türk halkıdır. Dilleri Türk dillerinden Uygurca'dır. Uygurca, Arap kökenli bir alfabe ile yazılır. Uygurlar, geçmişte Çin ile dostça ilişkiler kurmamış, baskı ve işkence ile birlikte yaşamaya zorlanmıştır. Böylece, köyler ve kasabalar gelişerek kalabalık şehirler haline gelmiştir ve bu nedenle ilk yerleşik hayata geçen Türk devleti, Uygur Devleti olmuştur. Bunun sonucunda tarım ve mimari gelişmiştir. Tahta harflerle matbaacılık yapan Uygurlar, kağıdı da kullanmışlardır. Bu sayede yeni bir alfabe oluşturmuşlardır. Bu alfabe 14 ila 18 harften oluşur. Uygurlar, kendi dinleri dışında diğer dinlere hoşgörülü olmuştur. Uygur halkı iki defa, 1933 ve 1944 yıllında, kendi otonom cumhuriyetini kurmuştur. Çin 1949'da Doğu Türkistanı işgal ederek, Uygurların 1944'ten beri var olan 2. Doğu Türkistan Cumhuriyetini yok etmiştir. Uygur halkı, Çin içerisinde kendi geleneklerini ve kültürlerini sürdüremediklerinden yakınmaktadır. Uygurlar, her ne kadar sözde özerk bir cumhuriyete sahip olsalar da, Çin egemenliğine girdiklerinden beri bağımsızlıkları için mücadele etmektedirler. Uygurlar, Mani dininin terimlerini Türkçeye çevirerek Çin asimilasyonunu önlemek istemişlerdir. Irving Stone Irving Stone (14 Temmuz 1903, 26 Ağustos 1989) ABD'li yazar. Yazdığı biyografik kitaplar ve romanlarıyla tanınmıştır. Stone'un kitaplarından bazıları: Ünlü ressam Van Gogh’un hayatını anlattığı Lust for life adlı eserinden uyarlanan ve 1950 yılında çevrilen filmde "Kirk Douglas" başrolü oynadı. Stone, 1960 yılında Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden fahrî doktor unvanı aldı. Irving Stone, mutlu bir evlilik yaptığı editörü Jean Stone’un desteğini bütün ömrü boyunca yanında hissetti. Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde yaşayan Stone sıkıntılı bir hayat geçirmesine rağmen, ömrünün son yıllarında bir vakıf da kurdu. Yılmaz Büyükerşen Yılmaz Büyükerşen, (d. 8 Kasım 1937, Eskişehir), Türk akademisyen ve siyasetçi. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı, Anadolu Üniversitesi eski rektörü. Liseyi Eskişehir Atatürk Lisesi'nde okudu.1962'de Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin ilk mezunları arasında yer aldı. 1966 yılında doktorasını tamamladı. 1968 yılında doçent, 1973 yılında profesör oldu. 1976'da mezun olduğu akademinin başkanlığına seçildi. 1982'de Anadolu Üniversitesi rektörlüğüne getirildi. 1987'de aynı göreve tekrar atandı. Ayrıca, 2 dönem Radyo Televizyon Yüksek Kurulu başkanlığını yürüttü. 1994 yılında 3984 Sayılı Kanununun çıkarılmasıyla bu görevinden ayrıldı. Türkiye'nin ilk Sinema ve Televizyon Okulu'nun kuruluşunu Eskişehir'de gerçekleştirdi. Anıtkabir müzesinde Mustafa Kemal Atatürk'ün birebir boyutlardaki balmumu heykeli, yine Prof. Büyükerşen tarafından yapılmıştır. Ayrıca Eskişehir'de ikinci üniversitesinin kurulmasına ve dünyada tek olan açıköğretim fakültesinin kurulmasına da öncülük etmiştir 18 Nisan 1999 Seçimleri'nde Demokratik Sol Parti'den aday olan Prof. Büyükerşen, oyların %44'ünü alarak Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde, oylarını %45'e çıkararak aynı göreve tekrar seçildi. 2009 yerel seçimlerinde %50 üzeri oy ile yeniden büyükşehir belediye başkanı seçildi. 27 Ocak 2011'de, istifa etmesini isteyen Demokratik Sol Parti yönetiminin talebine uyarak bu partiden istifa etti. 27 Şubat 2011'de Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) geçti.2014 Türkiye yerel seçimleri'nde Cumhuriyet Halk Partisi'den 4.kez Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi.DİSK önderliğinde gerçekleşen "Solda Birlik" toplantılarında ve diğer sol senaryolarında adı sık sık geçen Prof. Büyükerşen, 2004 yılında DSP eski Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından yapılan genel başkanlık teklifini geri çevirdi. 2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde de Cumhurbaşkanı adaylığı için ismi geçmiştir. Fakat bu teklifi de geri çevirmiştir. Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen; evli, iki çocuk ve iki torun sahibidir. Ayhan Şahenk Vakfı'nda yönetim kurulu üyesi olan Prof. Büyükerşen, aynı zamanda Kanal D'nin kurucularındandır. Büyükerşen, resim ve heykel gibi güzel sanatlara yatkınlığını rektörlüğü döneminde üniversitelere açtığı bölümler ile, özel yaşamında da özellikle yarattığı balmumu heykellerde göstermiştir. Belediye başkanlığı döneminde ise Eskişehir'e koyduğu heykeller ile sanata ilgisini belli etmiş, bu heykeller ile halka mesaj verme amacı gütmüş., zaman zaman tepki toplamış, eleştirilmiştir. Kendi adını taşıyan Türkiye'nin ilk balmumu heykel müzesini 19 Mayıs 2013 tarihinde açmıştır. Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü, Fransa'nın en önemli edebiyat ödüllerinden olup, 2006'da 100. kez sahibini bulmuştur. Bir yazara birden fazla kez verilmemektedir. Bunun tek istisnası, ödülü 1956'da kendi adıyla, 1975'te ise Emile Ajar adıyla yazdığı romanıyla alan Romain Gary'dir. Fourier dönüşümü Fourier dönüşümü, sürekli ve ayrık olarak ikiye ayrılabilir. İki dönüşüm de bir nesneyi ortogonal iki uzay arasında eşler. Sürekli nesneler için dönüşüm: şeklinde verilir. Yukarıdaki dönüşümde görüleceği üzere x uzayındaki bir nesne k uzayında tanımlanmıştır. Bu dönüşüm diferansiyel denklemlerin çözümünde çok büyük rahatlık sağlar zira bu dönüşüm sayesinde x uzayındaki diferansiyel denklemler k uzayında lineer denklemler olarak ifade edilirler. K uzayında bu denklemin çözümü bulunduktan sonra ters dönüşümle x uzayındaki karşılığı elde edilir, ki bu diferansiyel denklemin çözümüdür. Birinci dönüşümdeki ifade ikinci dönüşümde yerine oturtularak, ifadesine ulaşılır. Parantez içindeki ifadenin formula_1 olduğu görülebilir. Anlaşıldığı üzere formula_2 eşlemesine Fourier Dönüşümü, formula_3 eşlemesine de Ters Fourier Dönüşümü denir ve bu eşlemeler ("mapping") yapılırken baş harfleri büyük yazılarak gösterilir (FD ve TFD). Parantez içindeki ifadenin Delta fonksiyonunun temsili olması ise açıkça bir düz ve bir ters Fourier dönüşümü yapılan bir ifadenin kendine eşit olmasından kaynaklanır. Dönüşüm uzayları keyfi seçilebilir ancak fizikte, konum uzayından momentum uzayına ve zaman uzayından enerji uzayına De Broglie-Einstein denklemleriyle geçişler tanımlanmıştır. Aşağıdaki görüntülerde Fourier dönüşümünün veren bir görsel ilüstrasyon sağlama ölçümü olan bir frekans bir özel fonksiyon içinde mevcuttur.Fonksiyon "f"("t") = cos(6π"t") e 3 hertz'te salınım göstermektedir(eğer "t" ölçüsü saniyeler ise) ve 0 a doğru hızla gitme eğilimdedir. ( bu denklem içinde saniye faktörü bir zarf fonksiyonu ve bir kısa vuruş içinde sürekli sinüzoidal şekillerdir. Bunun genel formu bir Gaussian fonksiyondur). Bu fonksiyon özel seçilmiş idi varolan bir gerçek Fourier dönüşümü için kolayca çizilebilir.İlk görüntü bu grafı içerir.formula_4 hesaplamak için sırayla e"f"("t") integrali olmalıdır.İkinci görüntü bu fonksiyonun gerçel ve sanal kısımlarını gösterir.İntegrand'ın gerçel kısmı hemen hemen her zaman pozitif, çünkü eğer "f"("t") negatif ise, e nin gerçek kısmı da negatiftir. Çünkü bu aynı kesirde salınıyorsa eğer "f"("t") pozitif ise, böylece e nin gerçel kısmıdır.Sonuç olarak eğer integrandın gerçek kısım integrali ise bir göreceli büyük sayı alıyorsunuz(0.5 durumu içinde). Diğer taraftan,eğer bir frekans ölçüsü için deniyorsanız bu mevcut değildir,formula_5 da gördüğümüz durumu içindeki gibi yeterince salınan integrand gibi integral çok küçüktür.Genel durum bundan bir parça daha karışık olabilir ,ama bu ruh içinde bir tek frekansın o kadar çok ölçüsü Fourier dönüşümü ve bir fonksiyon "f"("t") içinde mevcuttur Fourier dönüşümünün temel özellikleri aşağıdadır: . İşte böyle, başlangıç noktası içinde Fourier dönüşümünün evrimi (formula_20) tüm domenin üzerinde tüm "f" in integralinin eşitidir . Aşağıdaki tablolar, bir kapalı bir şekilde Fourier dönüşümleri kaydedebilir."f"("x"), "g"("x") ve "h"("x") fonksiyonlar için burada formula_16 ile Fourier dönüşümü, sırasıyla formula_22, ve formula_23 ile ifade edilir. Sadece en yaygın üç kural dahildir. Bu, bu giriş 105 Fourier Fourier dönüşümü ile ve ters olarak düşünülebilir bir fonksiyonun ve orijinal fonksiyonunun dönüşümü arasında bir ilişki veren fark için yararlı olabilir. Bu tabloda Fourier dönüşümleri bulunabilir veya . bu tablo içinde Fourier dönüşümleri içinde bulunabilir, , veya in eki.   formula_33   formula_35   formula_37 Fourier dönüşümleri bu tablo () içinde bulunabilir veya in eki. e^{\frac{-\left(\omega_x^2/a^2 + \omega_y^2/b^2\right)}{4\pi}} "400 için:" Değişkenler "ξ", "ξ", "ω", "ω", "ν" ve "ν" gerçek sayılardır. Integraller tüm düzlem üzerinde alınır. "401 için:" Her iki fonksiyon birim hacmine sahip olmayabilen Gauss vardır. "402 için:" Fonksiyon circ("r")=1 0≤"r"≤1 ile tanımlanır, ve 0 diğerleridir. Bu Airy dağılımıdır, ve J bağıntısı kullanılır (ilk tür'ün derece 1 Bessel fonksiyon). "501 için": Fonksiyon aralığının gösterge işlevi .Fonksiyonu Γ("x") gama fonksiyonudur. fonksiyonu için ile, birinci tür bir Bessel işlevidir. alınması ve 402 üretir. "502 için": Riesz potansiyeline bakınız. Formül Analitik devamlılığı ile tüm için tutar, ama sonra fonksiyonu ve onun Fourier dönüşümlerinin uygun düzenlilestirmeye katkılı dağılımları olarak anlaşılması gerekir - formül aynı zamanda tüm α ≠-n,-n için de geçerlidir. Homojen dağılıma bakın. "503 için": Bu, 0 ortalama ile 1 normalize bir çok değişkenli normal dağılım için formül Bold değişkenler vektörler ve matrislerdir.Anılan sayfa ifadenin ardından,formula_45 and formula_46 "504 için": Burada formula_47.Bakınız Marihuana Müzesi Marihuana Müzesi, Amsterdam'da marihuana ve haşhaşların sergilendiği bir müzedir. İgor Destan
ı İgor Destanı veya Prens İgor Destanı (Rusça: Слово о полку Игорeве / Slovo o Polku Igoreve) (Eski Doğu Slav dili: Слово о плъку Игоревѣ / Slovo o plŭku Igorevě), Novgorod-Seversk prensi İgor Svyatoslaviç (d. 1151 – ö. 1202)'in 1185 yılında Kumanlara karşı giriştiği başarısız seferini konu alan destandır. Ritimli bir şiir diliyle anlatılır. 1795 yılında ele geçen el yazması, İgor Destanı'nın özgün metni olarak kabul edilir. Kuman Türkleri ile Rus Knezliklerinin 1103-1185 yılları arasındaki savaşlarını anlatır. Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan Kuman-Kıpçaklar ile bu coğrafyada hâkimiyet mücadelesine girişen ve kuvvetli bir devlet olma yolunda ilerleyen Ruslar yaklaşık iki buçuk asır süren bir komşuluk münasebeti içerisinde bulunmuşlardır. Ruslar kendileri için en amansız düşman olarak gördükleri Kumanları bir yandan küstürmemek için dostluklarını kazanmaya çalışmışlar, diğer yandan da bu kavme karşı ellerindeki bütün imkânları seferber etmişlerdir. Küstürmeme sebepleri ise aralarındaki iç çekişmelerde daima onların yardımına müracaat etmiş olmalarıdır. İşte İgor Destanı bu süreçte ortaya çıkar ve millî Rus edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilir. Destanın orijinalliği konusunda Rusya'da oldukça ilmî tartışmalar yaşanmıştır. Ancak, destanın Kumanlar için de önemi vardır. Edirne Edirne, Türkiye'nin Edirne ilinde yer alan şehir ve aynı ilin merkez ilçesi. Marmara Bölgesi'nin Trakya kesiminde, Yunanistan ve Bulgaristan sınırında yer almaktadır. 2014 sayımına göre toplam nüfusu 165.979'dur. Türkiye'yi Avrupa'ya bağlayan karayolu üzerinde yer alan sınır şehridir. Edirne, Tunca, Arda ve Meriç ırmaklarının buluştuğu düzlükte kurulmuştur. Karasal iklim hakimdir. Yunanistan ve Bulgaristan'ın yanında kuruludur. Şehir merkezi Yunanistan'a 7 km, Bulgaristan'a 17 km uzaklığındadır. Edirne civarına bilinen ilk yerleşimciler, Trak kabilelerinden Odrisler ve Bettegerilerdir. Yaygın görüşe göre günümüzde Edirne'nin bulunduğu Meriç ile Tunca nehirlerinin birleştiği yere Odrisler tarafından, Odris veya Odrisia adı verilen açık bir şehir veya pazar yeri kurulmuştu. MÖ 1400-1200 yılları arasında bölge Akaların eline geçti ve bu dönemden sonra "polis" hâline getirildi. Ahameniş İmparatoru I. Darius'un MÖ 510'larda yıllarında İskitler üzerine düzenlediği sefer sırasında bölge Pers hakimiyetine girdi. MÖ 460 yılında I. Teres hükümdarlığında bağımsızlığını ilan eden Odrisler, tekrar bölgenin hakimi oldu. MÖ 340 yılında II. Filip hükümdarlığındaki Makedonların eline geçen yerleşim yeri, bu dönemde Orestia adıyla anılmaya başlandı. Bölge, daha sonraları Kelt istilalarına da uğradı. Makedonların kontrolündeki Orestia, MÖ 168'de Romalıların eline geçti. Roma İmparatoru Hadrianus'un MÖ 123-124 yılları arasında gerçekleştirdiği doğu seyahati sırasında adı Hadrianapolis olarak değiştirilen Orestia'ya şehir statüsü verildi. Roma İmparatorluğu'nun 395 yılında ikiye ayrılmasının ardından Bizans İmparatorluğu'nun kontrolünde kalan Hadrianapolis, bu dönemde Got, Hun, Peçenek, Avar ve Bulgar saldırılarına maruz kaldı. 813 yılında Bulgaristan Hanı Krum tarafından ele geçirilen şehir, Krum'un ölümü sonrasında tahta geçen Omurtag'ın Bizans İmparatoru V. Leon arasında 815 yılında yapılan antlaşmayla birlikte iki devlet arasında otuz yıllık barış sağlanırken şehrin kontrolü Bizans İmparatorluğu'na bırakıldı. 1000'li yıllarda şehir, birkaç defa Peçenek ve Kuman saldırısına uğrasa da Bizans İmparatorluğu kontrolünde kaldı. Haçlı Seferleri sırasında çeşitli saldırılara uğrarken, Latin İmparatorluğu kontrolüne giren şehirde Bulgarlarla 1205'te yapılan muharebede Latinler mağlup oldu. Latin İmparatorluğu'nın 1261 yılında yıkılması sonrasında Hadrianapolis Bulgarların yönetimine girdi. Farklı kaynaklara göre 1361-1371 yılları arasında değişiklik gösteren süreçte şehir Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. Türklerin eline geçince adı Edirne olarak değişen ve daha sonradan Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapan şehir, 1453'te İstanbul'un başkent olmasından sonra da önemini kısmen yitirse de, padişahların gözde yerlerinden biri ve canlı bir ticari ve idari merkez olarak kalmıştır. 18. yüzyılda yangınlar ve depremle sarsılan kentin gelişimine en büyük darbeyi, bir zamanlar avantaj teşkil eden Balkanlara açılan kapı olma niteliğinin Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye başlamasıyla dezavantaja dönüşmesi vurmuştur. Yabancı işgalini ilk olarak 1828-29 yılındaki Osmanlı-Rus harbinde yaşayan şehir, 93 Harbi'nde (1877-1878) tekrar Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Edirne şehri, Edirne sancağı ile beraber 6 sancak, 21 kaza, 97 nahiye, 1620 köy ve 800.000 nüfusu olan Edirne Vilayeti’nin merkezidir. Edirne Kazası, üç nahiye ile Edirne ve Karaağaç belediyelerinden oluşmaktadır. Kazada 306 mahalle, 154 köy ve 17132 evde 85733 kadın ve erkek nüfus vardır. Edirne şehrinde 10780 evde 53348 nüfus vardır. Şehirde 157 cami ve mescit, 69 tekke ve zaviye, 35 medrese ve kütüphane, 52 okul, hapishane, jandarma dairesi, adliye telgraf dairesi, şeriat mahkemesi, hükumet konağı, askerlik dairesi, 4 askeri lise, 1 sivil lise, 1 erkek, 1 kız ortaokulu, numune çiftliği ile ziraat ve sanayi okulu vardır. 3870 dükkan, 280 fırın, 37 han, 15 çalışır, 9 harap hamam, 134 değirmen, 7 un fabrikası, 5 matbaa, 568 oda, 148 samanlık ve ambar, 19476 parça bağ, 2315 bahçe, 5228 tarla, 278 çayır, 1657 arsa vardır. Bunların dışında 26 kilise ve manastır, 13 sinagog, 5 kışla, 11 karakol, 239 çeşme ve sebil, 5 imaret, 1 ıslahevi, 5 hastane, yangın kulesi, 6 buzhane, 2 reji ambarı, 1 gazhane, 15 kiremit ve tuğla ocağı, 87806 dönüm ekilir ve ekilmez arazi vardır. Şehir dışındaki kazada, 228 dükkan, 2 fırın, 16 han, 1 hamam, 78 değirmen, 6 un fabrikası, 104 ambar ve samanlık, 54 çiftlik, 6889 bağ, 43962 tarlai 131 bahçe, 1230 çayır, 58 mera, 16 orman, 448 arsa, 24 cami, 2 tekke, 32 kilise ve manastır, 20 tuğla ve kiremit ocağı, 29çeşme, 997074 dönüm ekilir ve ekilmez arazi bulunmaktadır. Edirne’de Meriç, Tunca ve Arda nehirleri etrafında 2315 parça bakımlı sebze, meyve ve dut bahçeleri vardır. Kayısı, erik, ayva, dut, muşmula ve diğer meyveleri boldur. İstanbul Yolu, Kıyık, Tekke Kapı, Yeni İmaret ve Yıldırım semtlerinde 37 yerde 19476 parça bağ bulunmaktadır. Yılda üzümden 300 milyon kilo şarap ve 4.600.000 kilo kadar rakı üretilir. Şarabın büyük bölümü Avrupa’ya ihraç edilir. Balkan Harbi'nde (1912-1913) ise Bulgarlar tarafından işgal edilmiştir. Birinci Balkan Savaşından sonra kabul edilen barış anlaşmasıyla Bulgaristan'a geçen kent, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan patlak veren İkinci Balkan Savaşından sonra tekrar Türk topraklarına katılmıştır. I. Dünya Savaşı'ndan Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgiyle çıkmasının ardından Edirne, Temmuz 1920'de Yunan işgaline uğramış, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanmasıyla 25 Kasım 1922'de (Edirne'nin Kurtuluşu) nihai olarak Türk egemenliğine girmiş ve Lozan Antlaşması'yla Yunanistan'dan savaş tazminatı olarak geri alınan Karaağaç'ın 15 Eylül 1923'te Türkiye'ye katılmasıyla ilin sınırı bugünkü halini almıştır. Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmasından dolayı şehir han, cami, çarşı gibi tarihi eserlerle süslüdür. Edirne'de Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii, Üç Şerefeli Cami ve Eski Cami, Dar-ül Hadis Camii Edirne'nin en önemli eserlerini oluşturur. Ayrıca Hıristiyan kültürüne ait Kaleiçinde bulunan İtalyan Katolik Kilisesi, Kıyıkta bulunan Sveti Georgi Bulgar kilisesi ve Kirişhanede bulunan Sveti Konstantin-Elena Bulgar Kilisesi vardır.Ayrıca Yahudi kültürüne ait Kaleiçinde Edirne Büyük Sinagogu bulunur. Bu, Türkiye sınırları içerisindeki en büyük, Avrupa'daki 3. büyük sinagogdur. Selimiye Arastası, Bedesten ve Alipaşa adlı üç kapalıçarşısı bulunmaktadır. Osmanlı döneminde kullanılan saraydan o zamanlardan günümüzde adaletin timsali olan Adalet Kasrı haricinde bir bina kalmamıştır, önünde seng-i arz ve seng-i ibret. Kum Kasrı Hamamında restorasyon çalışmaları devam etmekte olup, restorasyon çalışmalarına başlanılan Matbah-ı Amire'de (Saray Mutfağı), 2013 yılı itibarıyla çalışmalar tamamlanmış bulunmaktadır. Saray mutfağı müzeye dönüştürülecektir. Edirne, Osmanlı döneminde çini ve seramik sanatının önemli merkezlerindendi. Edirne'deki saray ve önemli binaların çinileri, şehrin sanatsal geleneğinin ürünleridir. Edirne'deki el sanatları üslubuna "Edirnekâri" (Edirne işi) adı verilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olduğu dönemden beri Edirne'deki el işleri yüksek nitelikleriyle beğeni toplamıştır. Günümüzde de bu gelenek ağaç ve oyma işlemeciliğinde devam etmekte; sandık ve dolap gibi ahşap malzemeler üzerine boya ile yapılan desenlerle kendini göstermektedir. Lake kap ve kutu yapımcılığı, çiçek ressamlığı, ciltçilik, hattatlık (özellikle talik yazı), ahşap oyuculuğu ve mezar taşçılığı, Edirne'deki diğer el sanatlarıdır. Günümüzde süpürgecilik de bir el sanatı olarak varlığını sürdürmektedir. Turistik bir faaliyet haline dönüşen mis sabunculuğu da bir diğer geleneksel el sanatıdır. Kırkpınar Yağlı Güreşleri şehirde düzenlenmektedir. Edirne'nin köklü kulübü Edirnespor bu şehirde oynamaktadır. Olin Edirne Basketbol şehrin basketbol kulübüdür. Edirnespor Gençlik Kulübü, Bölgesel Amatör Lig'de oynamaktadır. Yerel TV Kanalları Yerel Radyo Kanalları Yerel Gazeteler Yamoussoukro Yamoussoukro, Fildişi Sahili'nin resmi başkentidir. Abidjan'ın 240 kilometre kuzeyinde bulunan şehrin nüfusu 100.000 civarındadır. Dünya'nın en büyük bazilikası bu şehirde yer almaktadır.Vatikan'daki bazilikadan bile yedi kat daha yüksektir. 2010-2015 arası şehrin nüfusu %43,8'e büyümesi öngörülmekte, böylece Yamoussoukro dünyanın en hızlı büyüyen şehridir. Cengiz Dağcı Cengiz Dağcı, (d. 9 Mart 1919 Gurzuf - ö. 22 Eylül 2011 Londra), Kırım Tatarı roman yazarı. Gurzuf'ta doğdu. Çocukluğu Kızıltaş (şimdiki adıyla Krasnokamenka) köyünde geçti. İlk ve orta öğrenimini köyünde ve Akmescit`te yaptı
. 1938'de ortaokulu bitirdi. Kırım Pedagoji Enstitüsü ikinci sınıfında iken II. Dünya Savaşı çıktı. 1941`de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düştü. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığındı. 1946 Ekiminde eşi ve kızıyla birlikte önce Edinburgh'a geldi. 1947 yılı başında Londra'ya geçti. 1953'te Fulham Road'da bir lokanta açtı. 1974 yılında Londra'da Wimbledon yakınlarındaki Southfields'e yerleşti ve vatanından ayrıldığından bu yana hiç Kırım'a gitmedi. Cengiz Dağcı, Türkiye'ye hiç gelmediği halde kitaplarını Türkiye Türkçesi ile yazmış, kitaplarının ilk redaksiyonunu da şair Ziya Osman Saba yapmıştır. Türkiye'de yayınlanan eserleri sayesinde Türkiye'de birçok insan Kırım’ı ve Kırım Tatarları'nın yaşantılarını öğrenmiş oldu. Pek bilinmemesine rağmen Kırım Tatarca şiirleri de vardır. Eserlerinde Kırım Türklerinin Rusların zulmü altındaki hayatını anlatır. Hüzünlü bir üslûbu vardır. Öğrencilerin okullarda sadece ders almak dışında, oyun oynamasından yanadır. Hakkında İbrahim Şahin tarafından bir doktora çalışması yapılmıştır. Cengiz Dağcı, 22 Eylül 2011 Perşembe günü saat 12.30 sularında Sauthfields'teki evinde vefat etti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun girişimleri ile Türkiye'den katılan kalabalık bir topluluk tarafından, 2 Ekim 2011 Pazar günü 69 yıldır görmediği Yalta'ya bağlı Kızıltaş köyünde toprağa verildi. Yazar böylece ebedi uykusunu doğduğu topraklarda uyumak imkanına kavuştu. İspanya İç Savaşı İspanya İç Savaşı (), 17 Temmuz 1936’dan 1 Nisan 1939 tarihleri arasında, demokratik seçimle İkinci İspanyol Cumhuriyeti’ne sadık "Cumhuriyetçiler" ile General Francisco Franco liderliğinde isyancı bir grup olan "Milliyetçiler" arasında yaşanmıştır. İç savaşı Milliyetçiler kazandı ve Franco, 1939’dan ölümüne kadar olan 1975 yılına kadar İspanya’yı yönetti. Savaş, İkinci İspanya Cumhuriyeti’nin –Başkan Minuel Azaña liderliğindeki– seçili hükümetine José Sanjurjo komutası altındaki İspanyol Cumhuriyetçi Ordusu’nun bir grup generalinin "pronunciamento"’sundan (muhalefeti ilan etmesinden) sonra başladı. İsyankar darbe, İspanya Özerk Haklar Konfederasyonu, dindar-muhafazakar "Carlist"ler ve faşist "Falanjist"lerin dahil de olduğu bazı gruplar tarafından desteklendi. Darbe Fas, Pamplona, Valladolid, Cádiz, Cordova ve Sevilla’daki askerî birlikler tarafından desteklendi. Ancak, önemli şehirlerde isyan eden birlikler (Madrid, Barselona, Valensiya, Bilbao ve Malaga gibi) amaçlarına ulaşamadılar ve hükümet kontrolü altında kaldılar. Böylece İspanya, askerî ve politik anlamda ikiye ayrıldı. Milliyetçiler (o vakit General Fransisco Franco tarafından liderlik ediliyordu) ve Cumhuriyetçi hükümet, ülkenin kontrolü için savaşıyorlardı. Sovyetler Birliği ve Meksika, Cumhuriyetçilere yardım için araya girerken, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya Milliyetçilere asker ve cephane yardımında bulunuyordu. Diğer ülkeler (İngiltere ve Fransa gibi) resmî politika olarak araya girmemeye karar kıldılar (ancak Fransa biraz cephane gönderdi). 1937’de Milliyetçiler güney ve batıdaki kalelerinden İspanya’nın kuzey kıyı şeridinin çoğunu ele geçirdiler. Savaşın çoğunda Madrid’i ve Madrid’in güney ve batıdaki alanlarını kuşattılar. 1938 ve 1939’da Katalonya’nın çoğunu ele geçirince savaş Milliyetçilerin zaferiyle ve binlerce solcu İspanyol'un sürgüne gönderilmesiyle sona erdi. Sürgüne gönderilenlerin çoğu Fransa’daki mülteci kamplarına gitti. Kaybeden Cumhuriyetçilerin ortak özelliği, hepsinin kazanan Milliyetçiler tarafından zulme uğramasıdır. Savaştan sonraki süreçte General Fransisco Franco önderliğinde faşist bir diktatörlük kuruldu ve bütün sol partiler Franco rejimi yapısı içinde eridi. Savaş, tutku ve politik bölünmenin verdiği ilham ve her iki taraf için de yapılan zulümler bakımından dikkate değerdir. Gelecekteki rejimi pekiştirmek için ele geçirilen bölgelerde Franco’nun kuvvetlerince planlı bir arındırma çalışması gerçekleşti. Cumhuriyetçilerin kontrolü altında olan yerlerde daha küçük ama önemli miktarda, normalde yasaya ve kurala aykırı olan öldürmeler gerçekleşti. Bu kapsamda Cumhuriyetçi bölgelerde gerçekleşen çeşitli ölümlere Cumhuriyetçi yetkililer göz yumdu. 19. yüzyıl İspanya için çalkantılı zamanlar olmuştur. Bazı liberaller, geleneksel olarak 1812'deki İspanya Anayasası'nda, İspanya monarşisinin gücünü kısıtlamasının ve liberal bir devletin kurulmasına dair hükümlerin olmasını savunmuşlardır. 1812'de reformlar, Kral VII. Ferdinand'ın anayasayı askıya almasıyla son buldu ve Saint Louis'nin Yüzbinlerce Çocuğu adlı Fransız mobilize askeri birliğin yardımıyla Triento Liberal hükümeti düşürüldü. 1814 ile 1874 arasında yirmi başarılı darbe yaşandı. Politik sistem ile toplum gerçeklerini eşleştirmek için bazı yeniden düzenlemeler yapıldı. Burjuvazinin endüstrisinde veya ticari sınıfta bazı gelişmeler yaşandı. Toprak bazlı oligarşi olduğu gibi güçlü kaldı; "latifundia" denen bir azınlık grup emlakların çoğuna sahipken aynı zamanda hükümette de önemli görevleri bulunuyordu. Toprak sahiplerinin gücü zaman zaman endüstri ve tüccar sınıfı tarafından meydan okundu, çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlandı. 1868'teki halk ayaklanmaları Bourbon Hanedanı'ndan Kraliçe İkinci Isabella'nın tahttan düşürülmesiyle sonuçlandı. İki net faktör ayaklanmalara liderlik etti: kentsel bölgelerdeki seri ayaklanmalar, liberal hareketle beraber orta sınıf ve (General Joan Prim liderliğindeki) ordu, ki liderleri monarşinin ultra-muhafazakarlıkla ilgili kişidir. 1873'te Isabella'nın yeniden tahta geçirilmesiyle, Savoy Hanedanı'ndan Kral Birinci Amadeo politik baskılardan dolayı tahttan çekildi ve kısa ömürlü Birinci İspanya Cumhuriyeti ilan edildi. Aralık 1874'teki Bourbon'ların restorasyonundan sonra Carlist'ler ve Anarşistler monarşiye karşı tutum aldı. İspanyol politikacı ve Radikal Cumhuriyetçi Parti lideri Alejandro Lerroux, yoksulluğun üst seviyelerde olduğu Katalonya'ya cumhuriyetçiliği götürdü. Askerliğe duyulan kinin artması 1909'daki Barselona'da yaşanan Trajik Hafta'nın yaşanmasına sebep oldu. İspanya, Birinci Dünya Savaşı'nda tarafsızdı. Çalışan sınıfının, endüstri sınıfının ve askerin yolsuzlaşan hükümeti için birlik oluşturması başarısızlıkla sonuçlandı. Komünizm korkusu yükselmeye başlamıştı. 1923'te gerçekleşen askeri darbe Miguel Promo de Rivera'nın başa geçmesine neden oldu ve İspanya'yı askeri diktatörlükle yönetti. Rejim süreç içerisinde desteğini kaybetti ve Ocak 1930'da general istifa etti. Onun yerine göreve Damaso Berenguer ve daha sonra Amiral Juan Bausta Anstar getirildi ve bu iki kişi görevi bir kararname ile yaptılar. Büyük şehirlerde monarşiye küçük çapta destek veriliyordu ve Kral XIII. Alfonso'ya cumhuriyetin ilan edilmesi baskı yapılmaya başlandı ve kendisi 12 Nisan 1931 tarihinde yerel seçim yapılmasını kararlaştırdı. Seçim sonucunda sosyalist ve liberal cumhuriyetçilerin bütün bölgelerdeki başkentleri alması, Anzar'ın istifasıyla ve Kral XIII. Alfonso'nun ülkeden kaçmasıyla sonuçlandı. İkinci İspanya Cumhuriyeti bu dönemde ilan edildi ve İspanya İç Savaşı doruk noktasına ulaşıncaya kadar varlığını sürdürdü. Nicolo Alcala-Zamora başkanlığındaki devrimci komite, geçici hükümet oldu ve Nicolo Alcala-Zamora başkan ve devlet başkanı oldu. Cumhuriyet, halkın tüm kesimleri tarafından destek gördü. Mayısta bir taksicinin monarşi destekçileri tarafından saldırıya uğraması, Madrid ve İspanya'nın güneybatısında yaşanan kamuya karşı şiddet gösterileri; hükümetin bu olaylara yavaş tepki vermesi sağ kesimi hayal kırıklığına uğrattı ve Cumhuriyet'in kiliseye acı çektirdiği görüşlerinin desteklenmesine yol açtı. Haziran ve Temmuz'da Ulusal Emek Konfederasyonu işçileri greve çağırması, UEK ile güvenlik güçleri arasında olayların yaşanmasına sebep oldu. Sevilla'da güvenlik güçlerinin ve ordunun acımasız müdahalesi işçilerin İkinci İspanya Cumhuriyeti'nin monarşi kadar baskıcı olduğuna dair düşüncelerin oluşmasına öncülük etti ve UEK bu olgunun devrimle yıkılabileceğini açıkladı. Haziran 1931'de yapılan seçimler sosyalistlerin ve cumhuriyetçilerin büyük çoğunlukla gelmesini sağladı. Büyük Buhran'ın başlangıcıyla, hükümet kırsal alandaki insanlara sekiz saat çalışma zorunluluğu getirdi ve çiftçilere toprak görevi verdi. Askerin tartışmalı reformlara destek vermesi faşizmin etkin bir tehdit olarak varlığını sürdürmesine sebep oldu. Aralıkta, yenilikçi, liberal ve demokratik bir anayasa ilan edildi. Katolik bir ülkede tamamen laik bir ortam oluşturulma çabalarında birçok orta halli Katolik insanın itiraz etti. Ekim 1931'de, Cumhuriyetçi Minuel Azana azınlık hükümetin başbakanı oldu. 1933'te yapılan genel seçimler, anarşistlerin seçime katılmamasıyla, aristokrasinin bir kararnameyle yasadışı sayılması, Casas Vjecas olayı, İspanyol Sosyalist İşçi Partisi'nin cumhuriyetçilerle arasındaki hoşnutsuzluktan dolayı ve Minuel Azana'nın acımasızca sağ cephede bir müttefiklik (İspanyol Otonom Sağ Görüşlü Grupların Konfederasyonu- CEDA) kurması, kadınların sağ kesime oy vermesi, sağ kesimin seçimi kazanmasıyla sonuçlandı. 1933'ten sonraki iki senelik dönem "iki kara sene" olarak adlandırılmıştı, daha çok bir iç savaş çıkarılmasına yönelik diye görülüyordu. Radikal Cumhuriyetçi Parti'den Alejandro Lerroux bir hükümet oluşturdu ve bir önceki hükümet tarafından yapılan değişiklikleri geri aldı ve Ağustos 1932'de General Jose Sanjurjo tarafından gerçekleştirilen başarısız darbe girişiminde bulunanlar ve onlara yardım edenleri affetti. Bazı monarşistler amaçlarını gerçekleştirmek için faşist-milliyetçi Falange Espanola y de las JONS (Flanj) hareketine katıldılar. İspanya sokaklarında şiddet açıkça tırmanıyordu, barışın sağlanması için gerekli çaba gösterilmesi gerekirken radikal düşüncelere, hareketlere eğilim giderek artıyordu. 1934'ün son aylarında iki hükümet çöktü ve yerine CEDA üyelerinin bulunduğu bir hükümet oluştu. Tarım işçilerinin ücretleri yarıya indirildi ve askeriyeye Cumhuriyetçi kesimden insanlar girmeye başladı. Halk cephesi birliği oluşturuldu. Bu birlik 1936'da seçimleri çok az
bir farkla kazanacaktı. Azana azınlık hükümetini yönetti ama daha sonra Nisan'da Zamora başkanlığa yerleştirildi. Başbakan Santiago Casares Quigora, generallerce İspanya'nın dağılmaması için önerilen hükümet önerisini yok saydı. Bazı şüphelenilen generalleri yerinden almak için, Cumhuriyetçi hükümet Franco'yu genelkurmay başkanlığından Kanarya Adaları'nın komutanlığına getirildi. Manuel Goded Llopis, müfettiş generallikten Balear Adaları'nın komutanlığına atandı. Emilio Mola, Afrika Orduları'nın başından Navarre'deki Pamplona askeri komutanlığına atandı. Fakat bu olay Mola'nın anakarada ayaklanma yapmasına yönlendirdi. General Jose Sanjurjo operasyonun başındaki isimlerden biri oldu ve Carlist'lerle anlaşma yapılmasına yardımcı oldu. Mola ana planlamaları yapan kişiydi ve komuta kademesindeki ikinci kişiydi. Josê Antonio Primo de Rivera Mayıs'ın ortalarında Falanjizm'e karşı gelmekten hapse konuldu. İç Savaşın Patlaması , Cumhuriyet rejiminin ilk başbakanı olan Alcala Zamora ilk iş olarak Meclis'teki solcu çoğunluğa dayanarak çıkardığı bir dizi kanunla, Kiliseye karşı saldırması oldu. Kilise okullarını kapattı ve mallarını elinden aldı. Din adamlarına devlet tarafından yapılan yardımlar kesildi ve ayrıca köylünün durumunu düzeltmek için toprak reformuna girişti. Fakat bu reform çok yavaş ilerleyince köylüler zenginleri gasp etmeye başladı ve köylüler ile zenginler arasında silahlı çatışmalara kadar ilerledi. Hükumet köylülerin bu hareketini normal karşıladı. Solun bu davranışlarına karşı sağcı tepkinin kendisini hissettirmesi kaçınılmazdı. 1933 Kasım ayında yapılan seçimin galibi sağcılar oldu. Sağcı tepki, bu sefer sol'un hareketlerini şiddetlendirdi ve 1934 Ekim ayında Asturias'daki maden işçileri ayaklandı. Bu ayaklanma 3000 insanın ölümüyle sonuçlandı. Memlekette adeta bir yağmacılık başladı. Bu olaylar yaşanırken 1936 yılında yapılan seçimler sonucu solcular tekrar kazandı. İlk faaliyetleri solcuları hapisten çıkarıp tekrar sağcıları hapishaneye yerleştirmek oldu. İç savaşın patlak vermesine sebep olan asıl olay 1936 Temmuz ayında solculardan Castillo adlı birisinin öldürülmesi üzerine, solcuların da maliye bakanlarından Calvo Sotelo'yu öldürmesi oldu. Ayrıca İspanya iç savaşında sağcılar milliyetçi, solcular ise cumhuriyetçi olarak adlandırılmıştır. İspanya iç savaşı yaklaşık 3 yıl sürmüş ve 1939 Mart ayında milliyetçilerin yani sağcıların, Madrid'e girmeleri yani zaferleri ile sonuçlanmıştır. Adolf Hitler ve Benito Mussolini isyanın başlamasından hemen sonra Franco'nun emrine birer uçak filosu göndererek 13.500 kişiyi Fas'tan İspanya'ya taşıdılar. Müteakip günlerde de 200,000'i geçen Alman, İtalyan ve Arap askeri bölgeye sevk edildi. Bunun karşısında Cumhuriyetçiler, SSCB'nin desteği ve muhtelif ülkelerden gelen gönüllülerin desteğini aldılar. Bu savaşta Alman Kondor Lejyonu hava taktiklerini ve teorilerini deneme fırsatı buldu. Bunlar içinde en önemlisi 27 Nisan 1937 yılında Guernica'nın yoğun hava bombardımanı ile yok edilmesiydi. İspanya'ya oldukça fazla miktarda tank ve zırhlı araç gönderilmişti. Ne var ki, bunlar, zırhlı birlik teorisine uygun olarak kullanılmadı. Tanklar, piyade destek elemanı olarak kaldı. Bu durum, batılı gözlemcilerin zihinlerinde yanlış imaj bıraktı ve onlar tankın stratejik bir unsur olmadığı yanılgısına düştüler. Mart 1939'da Falanjistler, yarım milyon ölü-yaralı, bir milyondan fazla sürgün ve sınırsız tahribata sebep olarak ülkeye hakim oldular. Almanlar deneyim açısından en kazançlı çıkan ülke oldu. İspanya İç Savaşı Hitler'in durumunu güçlendirdi. Fransa üçüncü bir faşist komşuya sahip oldu. Ayrıca Akdeniz'deki bu gerginlik Hitler'in Orta Avrupa'da rahat hareket etmesini; Avusturya ile Çekoslovakya'yı ilhakını kolaylaştırdı. Ayrıca Madrid'i Berlin-Roma Anti Kominterin paktına yakınlaştırdı. 1940'ta Çelik Pakt adını alacak olan üçlü dayanışmanın temelleri de atılmış oldu. Guan Yin Guan Yin (觀音; Pinyin: guān yīn) Uzakdoğuda Budistler tarafından kutsal kabul edilen Merhamet Bodhisattvası. Kaynağı Hindistan'daki Sanskrit Avalokiteśvara inancından almaktadır. Batıda ise Merhamet Tanrıçası olarak bilinir. Guan Yin, "Dünyanın seslerini dinleyen" anlamında Çince "Guan Shih Yin" kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Guan Yin Japonca'da Kannon ya da Kanzeon şeklinde adlandırılır. Korece "Gwan-eum" veya "Gwanse-eum"; Vietnamca ise "Quan Âm" ya da "Quan Thế Âm Bồ Tát" Kuan Yin'in bu ülkelerdeki ismidir. Guan Yin Bodhisattva Avalokitesvara'nın Çince ismidir. Bu inanışa benzer formlarda Tibet'te de Chenrezig adıyla rastlanır. Guan Yin inancı ilk olarak MÖ 1 yüzyılda Budizm ile birlikte Çin'de yayılmaya başlamıştır. Ancak zamanla Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerindeki halk inanışları Guan Yin'e çok farklı özellikler atfetmiştir. Hindistan ve Tibet'te Avalokitesvara bir erkek olarak resmedilirken, onun Çinli versiyonu Guan Yin Song Hanedanlığı'ndan (960-1279) itibaren bir kadına benzetilmiştir. Çin'deki Guan Yin heykelleri ve resimleri genelde Guan Yin'i beyaz uzun bir elbise giymiş, boynunda kraliyet ailesinin simgesi bir gerdanlıkla gösterir. Sağ elinde içinde su olan bir çömlek, sol elinde ise bir söğüt dalı bulunmaktadır. Başındaki taçta ise, Kuan Yin'in Bodhisattva olmadan önceki ruhani hocası Amitabha Buddha'nın resmi bulunur. Guan Yin'e birçok doğaüstü güç atfedilmiştir. Bunlardan hastalıkları iyileştirme ve acılara çare olmak dışında, Çin'de Guan Yin'in çocuğu olmayanların da yardımına koştuğuna inanılır. Kimi yerde ise Kuan Yin'in on bir başlı ve bin kollu olarak resmedildiğini görürüz. İnanışa göre Kuan Yin yeryüzündeki acılardan yani samsara döngüsünden kendisi kurtulmuş olmasına rağmen, dünya üzerindeki tüm duyarlı canlılar kurtulana dek bu dünyada canlıların yardımına koşmaya kendini adamıştır. Adından da anlaşılabileceği gibi yeryüzündeki her sesi duyabilmek gibi bir yetenek geliştirmiştir. Bu yeteneği sayesinde her tür yardım dileyen sesi duyabilir ve yardıma koşar. Onun bu kararlılığını gören Amitabha Buda ona on bir tane baş ve bin tane kol verir. Tüm bu özellikleri Guan Yin'in uzakdoğu ülkelerinde, özellikle de Çin'de Buda kadar önemli ve yaygın bir simge yapmıştır. Hatta Çin'de Guan Yin Taocular tarafından da kutsal sayılır. Ayrıca Çin çaylarından Wulong'un bir türü de Kuan Yin'in adıyla anılır: Tie Guan Yin, "Demir Guan Yin". Şihabeddin Sühreverdî Şahabeddin Sühreverdî Maktûl veya tüm isim ve künyesiyle Ebu'l-Fütûh Şahabeddin Yahya bin Habeş bin Emîrek Sühreverdî Maktûl (1155 , Sühreverd, - 1191 Halep), Fars veya Kürt İslam filozofu ve işrakilik isimli fikrî akımın kurucusu. Asıl adı "Yahya bin Habeş bin Emîrek" . Birçok konudaki bilgisi nedeniyle Şihâb yıldızından esinlenerek "Şahabeddin" veya "Şihâbeddin" olarak anılmış, Sühreverd'de doğduğu için de "Sühreverdî" olarak anılmıştır. İdam ettirilerek öldürüldüğü için daha sonra künyesine Sühreverdî'nin ardından "Maktûl" de eklenmiştir. "Ebu'l-Fütûh" diye anılması ruhani hayatının derinliği ve bu konudaki çalışmaları nedeniyle olmuştur. Çağdaşı ve akrabası olan bir diğer önemli isim Şihabeddin Ömer Sühreverdî'dir, bu iki şahsın ayrıştırılabilmesi "Maktûl" künyesi ile anılmasına özen gösterilir. Eğitiminin ilk yıllarında Sühreverdî Meşşâi ekole yakınlık duymuş, bu konuda kendisini geliştirmiş ve bazı eserler kaleme almıştır. İlk zamanlardaki bu eğilimini daha sonra kendi felsefesi olan işrâkîliğe dair yazdığı eserlerde de belirtmiştir. (1) Eğitimini tamamladıktan sonra birçok bölgeyi ziyarete gitti ve dönemin bazı önemli isimleriyle fikir alış verişinde bulundu. Bu sıralarda felsefesinin temelini oluşturacak çeşitli deneyimler yaşadığını açıklamıştır. Yine bu sıralarda adı duyulmuştu, saray çevrelerine yakınlaşmıştı ve birçok önemli devlet adamına ders verdi. Anadolu'da yıldızı parlamaya başlayan Sühreverdî'nin başarısı çeşitli kimselerin ona karşı çıkmasına yol açmış ve sonuç olarak öldürülmesi gerektiğini savunan birçok kişi ortaya çıkmıştı. Sonunda bir Halep fakihlerinin kararıyla Sühreverdî 1191'de idam edildi. İşrâkîliğe etki eden kaynaklar hakkında farklı görüşler mevcut olsa da, esasları itibarıyla Yeni Eflantunculuğa dayanır. Metod bakımından işrâkîliğin Meşşâilikten ve Aristo geleneğine dayanan diğer felsefi akımlardan farklı en büyük özelliği akıl yolu ile hakikate ulaşılamayacağı, hakikate ulaşmanın tek yolunun bir tür manevi sezgicilik olduğu düşüncesidir. İşrâkîliğe göre hakikate ancak kalb ve işrak ile erişilebilir. İşrâkîliğin, düşünsel planda meşşâi gelenek ile sufi gelenek arasında bir yerde olduğu söylenebilir. Sufi gelenekten farklı olarak işrâkîlik cezb ve sekri kabul etmez. İşrâk, hem bu felsefenin temel taşını oluşturur hem de felsefeye adını verir. Arapça bir sözcük olan işrâk "Doğu, aydınlıkla ilgili, ışıkla ilgili" anlamlarına sahiptir. Sühreverdî âlemi dikey bir düzlemde açıklar, onun bu yön sisteminde Doğu maddiyetten tamamen sıyrılmış saf ışık ve meleklerin mekânı; Batı ise maddiyetin dünyasıdır. Bu iki yönün tam ortasında ışık ile karanlığın birleştiği noktadır. Bu kutsi yön - kutsi düzen düşüncesi büyük oranda Antik Pers kaynaklarından etkilenmiştir. Sühreverdî ışığı, nûr, hakikatin cevheri olarak tanımlamıştır. Ona göre kavrama ışığın bir şuur aydınlığı oluşturmasıyla oluşur ve eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Fakat doğrudan ışık ile hâsıl olan bilgi, Tanrı katından geldiği için, insanüstüdür. Böylece eğer birisi o bilgiye erişebilirse, keramet gösterip, varlık ve olaylara müdahale edebilir; o kişi için gizlilik perdesi kalkmıştır. Bu açılardan işrâkîlik sufi geleneğe yaklaşır. İşrâkîlikte akıl dışı sezgi - manevi sezgi farklı yerlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Sühreverdî'nin bu düşünceleri Sünni çevrelerce ve belli başlı itikad mezheplerince, İslam akidesine ters düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiş ve din dışı sayılmıştır. Sühreverdi, rasyonel düşünme ile sezgisel düşünmeyi kendi felsefesinde bir araya getirmiştir. Rasyonel bilgi önemlidir hatta onunla sezgisel bilgiye yaklaşma imkânı da bulunmaktadır ama tek başına rasyonel bilgi yeterli değild
ir, çünkü varlık bizim rasyonel kalıplarımızın çok ötesindedir. Felsefe tarihi kavramı Sühreverdi ve ekolünün büyük ilgisini çekmiştir. Sühreverdi felsefeyi rasyonel sistemleştirmeden ziyade Hikmet ile bir tutar. Felsefe Platon ve Aristo ile başlamaz, aksine onlarla biter. Aristo hikmeti rasyonel bir kalıp içerisine sokarak perspektifini sınırlamış ve onu ilk dönem bilgelerinin birleştirici hikmetinden ayırmış oldu. İşraki görüşüne göre, Hermes veya İdris peygamber, felsefenin babasıdır ve onu vahiy olarak almıştır. İdris'i, Yunanistan ve İran'daki bilgeler ve daha önceki uygarlıkların hikmetini kendisinde birleştiren İslam bilgeleri izler. Sühreverdi ayrıca, Zerdüşt öğretinin (özellikle de melekler bilimi (angeology) ve nur ile karanlığın sembolize edilmesi konusunda) etkisinde kalmıştır. Kadim Zerdüşt bilgelerinin hikmetini, Hermes'inki ile, dolayısıyla da başta Pisagor ve Platon olmak üzere Aristo öncesi filozofların hikmetiyle aynı görmüştür. Sonuçta da kadim Mısır, Keldani ve Sâbiî doktrinlerinden geriye kalanlarla Helenist matris içerisinde birleşen Hermetizm'in engin geleneğinden etkilenmiştir. Sühreverdi'yi etkileyen diğer bir kaynak da Sufi hikmetidir. Özellikle de, sık sık bahsettiği Hallac'dan ve Gazali'den çok şey almıştır. Sühreverdi beden ve ruh arasındaki geleneksel ayırıma inanmaktadır. Beden onun için karanlığı ruh ise ışığı temsil eder ve ruh manevi faziletlerle kuvvetlenir ve beden de oruç, uykuya muhalefet yoluyla zayıflatılırsa ruh özgürlüğüne kavuşur ve manevi dünya ile temas kurar. (3) Kısa ve çalkantılı hayatının aksine Sühreverdi'nin eserleri çok fazladır. Bunlardan bazıları kaybolmuş, birkaçı basılmış, geri kalanı da elyazmaları halinde İran, Hindistan ve Türkiye'deki kütüphanelerde bulunmaktadır. Kendisinden önce gelen İbn Sina ve Gazali'nin aksine eserlerinin hiçbiri Latince'ye çevrilmediğinden Batı dünyasında tanınmamıştır. Sühreverdi'nin eserlerinden yaklaşık elli tanesi, çeşitli tarih ve biyografi kitablarında bize ulaşmıştır. Bunlar, şu şekilde beş sınıfa ayrılabilirler: 1- Dört büyük doktrinel inceleme: ilk üçü belirli değişikliklerle Aristo felsefesiyel (meşşai) ilgili, sonuncu ise işraki hikmet hakkındadır. hepsi Arapça olan bu eserler, Telvihat, Mukavvemat, Mutarahat ve Hikmet el-İşrak 'dir. 2- Heyakil el-Nur, el-Alvah el-İmadiye, Pertev-Name, İtikad el-Hukema el-Lemahat, Yezdan Şinaht ve Bustan el-Kulub gibi daha kısa doktrinel risaleler. Kısmen Arapça, kısmen de Farsça olan bu eserler, daha geniş risalelerin özel konularını açıklarlar. 3- Sembolik dilde yazılmış ve saliklerin ma'rifet ve işrake yolculuklarını tasvir eden seyr ü süluk hikâyeleri. Tamamı Farsça yazılmış olan bu kısa eserler, Akl-i Surh, Avâz-i Per-i Cebrail, el-Gurbet el-Garbiyye (Arapçası da vardır), Lugat-i Mûrân, risale fi'l-Mirac, Risale fil Halat el-Tufuliyye, Rûzi ba Cemaat-i Sûfiyan ve Safir-i Simurg'dan ibarettir. 4- İbn Sina'nın Risale el-Ta'ir'inin Farsçaya tercümesi, İbn Sina'nın İşarat ve Tenbihat'ının Farsça şerhi gibi filozofların eserlerinin inisiyatik metinleriyle kutsal metinlerin şerhleri ve transkripsiyonları. Ayrıca İbn Sina'nin Risalet el-Işk isimli eserine ve Kur'an ve hadis üzerine yorumlarına dayanan Risale fi Hakikat el-Işk adlı eser de bu gruba dahildir. 5- Şehrezuri'nin el-Varidat ve'l-Takdisat diye adlandırdığı dua ve zikirler. Sufi hikmetiyle, Hermetizm, Pisagor, Platon, Aristo ve Zerdüşt felsefelerini diğer bazı unsurlarla birleştiren bu eserler ve ve çok sayıdaki şerhleri, son yedi yüzyıl boyunca, İşrak geleneğinin özünü teşkil etmiştir..(4) Kabbala Kabbala (İbranice: קַבָּלָה , kelime manası: "alma" olan), değişmeyen, ebedi ve gizemli Ein Sof (Ebedî, her şeyden önce olan-Tanrı ) ile ölümlü ve sonlu evren (ve onun yaratılışı) arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaçlayan ezoterik Yahudi öğretileridir. Kabala (קַבָּלָה), "alma, kabul etme" anlamına gelen "qibbel" kökünden gelir. Kelime Türkçeye muhtelif şekillerde transkrip edilebilir: Kabala, Kabalah, Kabbala, Kaballah, Kabbalah, gibi. İnanışa göre, dört bin yıl önce Sefer Yetira'yı (Yaratılış Kitabı) yazan İbrahim ile başlayarak, Kabala hakkında birçok kitap yazılmıştır. Bir sonraki önemli kitap, MS 2. yüzyılda yazılmış olan Zohar kitabı'dır. Zohar’ı, ünlü 16. yüzyıl kabalisti Isaac Luria (Ha'ARI)’nin çalışmaları takip eder. Ve yirminci yüzyılda Kabalist ’ın çalışmaları ortaya çıkmıştır. Aşlag'ın yazıları diğer Kabalistik kaynaklar gibi, üst dünyaların yapısını ve nasıl alçaldıklarını, evrenimizin ve onun içindeki her şeyin nasıl var olduğunu betimlerler. Yehuda Aşlag’ın "Talmud Eser Sefirot" (On Sefirot Çalışması) adlı ders kitabı, sorular, cevaplar, tekrar materyalleri ve açıklamalar içeren bir çalışma yardımcısı olarak tasarlanmıştır. Bu kitabın manevi âlemdeki evreni yöneten kanunları ve güçleri betimleyen, üst dünyaların fiziği olduğuna ve öğrencileri aşamalı olarak dönüştürdüğüne inanılır. Çünkü kişi manevi dünyayı nasıl deneyimleyeceğini ararken, kendisini ders kitabında yazan manevi kanunlara aşamalı olarak adapte eder. Kabala öğretisi, herhangi soyut bir şey ile uğraşmaz, sadece insanın nasıl yaratıldığı ve daha yüksek varoluş seviyelerinde nasıl faaliyette bulunduğu ile uğraşır. Kabala bilgeliğin manevi dünyaya çalışmak için bir araç olduğuna inanılır. Dünyamızı keşfetmek için, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimleri kullanırız. Bu bilimler beş duyumuzla algıladığımız fiziksel dünyaya çalışır. İçinde yaşadığımız dünyayı bütünüyle anlamak için, duyularımızın algılayamadığı gizli alemi keşfedebilecek bir araştırma aracına ihtiyacımız vardır. Kabala bilgeliğine göre realite iki güç veya nitelikten oluşur: alma arzusu ve ihsan etme (vermek) arzusu. İhsan etme arzusu vermek istediği için bir alma arzusu yaratır, bu nedenle daha yaygın biçimde kullanılan adı ‘Yaratan’dır. Bu yüzden inanca göre tüm yaratılış bu alma arzusunun tezahür(görünüm)leridir. Kabala sadece yaratılışın tasarımını öğretmez, aynı zamanda realitenin her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen başlangıçtaki tasarlayanı gibi, nasıl tasarlayanlar olunabileceğini öğretir. Eyfel Kulesi Eyfel Kulesi (Fransızca: La tour Eiffel ), Paris'teki demir kule. Kule, aynı zamanda tüm dünyada Fransa'nın sembolü halini almıştır. İsmini, inşa ettiren firma olan Gustave Eiffel'den alır. En büyük turizm cazibelerinden biri olan Eyfel Kulesi, yılda 6 milyon turist çeker. 2002 yılında toplam ziyaretçi sayısı 200 milyona ulaşmıştır. Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel'in firması tarafından, Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiştir. Aslında kulenin mimarı Gustave Eiffel değil, İsviçreli "Maurice Koechlin" 'in siparişi üzerine tasarlayan "Stephen Sauvestre"'dir. Meslektaşı "Emile Nouguier" ile beraber ilk tasarımları yapmıştır. Kulenin, 7.739.401 Frank 31 Sent tutan inşaat masrafları, Gustave Eiffel'in tahminlerinin 1 milyon frank üstündedir. 1889 yılındaki açılış tarihinden önceki 5 ayda 1,9 milyon kişi ziyaret edince, yıl sonuna kadar toplam masrafın 3/4'ü çıkartılmıştır. 3.000 işçi 26 ay boyunca 18.038 adet demir parçayı 2,5 milyon perçinle bir araya getirdi. Hiç ölüm vakası yaşanmamış olması, o günün şartlarında şaşırtıcı bir durumdur. Ancak kule, onu bir utanç lekesi olarak gören Paris halkının tepkisini de çekmiştir. Bazı sanatçılar devasa bir sokak lambasına benzetirken, bir fabrika bacası gibi Paris'in görsel itibarını zedeleyeceğini ileri sürmüşlerdir. Böylelikle devrin sanatçı ve edebiyatçı çevresinde bir kampanya başlatılmış, bu kampanya süresince ünlü sanatçıların imzaladığı bildiriler dağıtılmıştır. Bugün ise Eyfel Kulesi, Dünya'nın en güzel mimari yapılarından biri olarak kabul edilir. Parisliler onu Demir Bayan olarak adlandırırlar. İlk başlarda "Eiffel", Kule'ye sadece 20 yıl için müsaade almıştı. Dolayısıyla, 1909 yılında kulenin sökülmesi gerekiyordu. Ancak kule, iletişim için çok uygun yüksekliğe ulaştığından ve yeni yüzyılda Atlantik ötesi haberleşmeye imkân tanıdığından, kalmasına izin verildi. Eyfel Kulesi 300 m yüksekliktedir. Zirvesindeki televizyon vericileri 27 m daha yükseklik kazandırır. Günümüzde yaygın olarak kullanılan çelik yerine demirden inşa edilmiş, özel teknikler sayesinde günümüze kadar sağlam olarak gelmiştir. 200.000 metrekare alanda bulunan Eyfel Kulesi her 7 yılda bir, 60 ton boya ile boyanır. Bu çalışmada 25 boyacı görev yaparken, çalışma 15 ay sürer. Bu işlem sırasında 1.500 fırça, 5.000 zımpara kağıdı ve 1.500 iş tulumu tüketilir. Ayrıca güvenlik maksadıyla toplam 50 km güvenlik halatı, 20.000 metrekare koruyucu ağ kullanılır. Boyama maliyeti yaklaşık 3 milyon Euro tutar. Zaman içinde kulenin rengi kırmızımsı kahveden, sarımsı kahveye, daha sonra kestane kahvesinden bugünkü bronz tonuna dönüşmüştür. Kule 3 renk tonunda boyanır. En açık renk zirvede kullanılırken, en koyusu zeminde kullanılır. Kulede intihar olayları da yaşanmaktadır. Şu ana kadar 400 kişi bunu gerçekleştirmiştir. Zamanla, intiharların önüne geçmek maksadıyla platformların çıkış noktalarına demir parmaklıklar yerleştirilmiştir. 22 Temmuz 2003 tarihinde, kısa devre sonucu, kulenin zirvesinde, hemen en üst ziyaretçi platformunun üstünde yangın çıkmıştır. Yangın bir saat gibi bir sürede kimse yaralanmadan söndürülmüştür. Manzara platformları Kamuya açık platformlar 57 m, 115 m ve 276 m yükseklikte bulunur. Ziyaretçiler, üç asansörle kuzey, batı ve doğu kanatlarından ilk iki platforma ulaşır. İlk ve ikinci katlarda lokantalar mevcuttur. Ayrıca ilk katta, Eyfel Kulesinin tarihinin anlatıldığı bir sergi bulunur. En üst platforma ulaşmak isteyen bir ziyaretçi, ikinci katta aktarma yapar ve başka bir asansöre geçer. En üst platform hem çatılı hem de üstü açık bir alana sahiptir. Kulenin açılışından sonra, ilk platforma kadar 50 yolcu taşıyan iki hidrolik asansör kullanıma girmişti. Bunlar için gerekli hidrolik presler 16 sütuna monte edilmişti. Kuzey kanadından başka bir asansörle ikinci kata ulaşılıyordu. 2. Dünya savaşı sırasında, işlet
im sistemindeki hasarlar sebebiyle bunlar devre dışı kalınca, Adolf Hitler kuleye yaya olarak çıkmak zorunda kalmıştı. Eyfel kulesinin kurulmasından sonra, Londra'da da benzer bir yapı kurmak için bir proje başlatıldı. Watkins Tower adı verilen bu yapının inşasına 1891 yılında başlanmış olmasına rağmen çalışma başarılı olamamış ve 1907 yılında yıkılmıştır. Japonlar tarafından benzer bir kulede 1958 yılında Tokyo'da inşa edilmiştir. Tokyo Kulesi Japonya'nın Tokyo şehrinde, Minato-ku'daki Shiba Parkındadır. 333 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek kendinden destekli çelik kulesi ve Japonya'nın en uzun insan ürünü yapısıdır. 4000 ton ağırlığındadır. Kulenin tasarımı Paris'deki Eiffel Kulesi baz alınarak yapılmıştır Valon Bölgesi Valon Bölgesi (Fransızca: "Région Wallonne"), Belçika'nın üç federal bölgesinden biri. Belçika'nın güney kısmındadır. Valon Bölgesi'nin resmi dili Fransızca'dır, Alman kökenli nüfusun olduğu bölgede resmi dil Almanca'dır. Valonya'nın başkenti Namur, önemli kentleri Liège, Charleroi, Mons ve Tournai'dir. Amblemi sarı zemin üzerine kırmızı bir horozdur. Valonya'nın 2002 nüfusu 3.350.000'dir (10 milyon nüfuslu Belçika'nın %30'unu barındırmaktadır). Valon Bölgesi'nin yüzölçümü 16,845 km²'dir (30,510 km² Belçika'nın %55'ini kapsar). Valonya sakinlerine Valon denir. Valonların pek çoğu 20. yüzyıl başlarına kadar canlılığını sürdürmüş olan, günümüzde ise çok kısıtlı sayıda kişinin anladığı, sadece güncel konuşma diline birtakım yansımaları süren Valoncayı yaşatmışlardır. Valonca'nın da içinde Gallo-Romans dilleri içinde ilk sırada gelen Fransızca zamanla üst sınıflardan itibaren toplum geneline nüfuz etmiştir. Yine de, Valonca 1990 yılından bu yana, aynı dil grubundaki Champenois, Gaumais ve Picard dilleri ile birlikte bölgesel dil olarak tanınarak resmi statü kazanmıştır. Halen Valonya'nın bir parçası kabul edilmekle birlikte, bazı alanlarda özerk bir hükümete sahip 71.000 kişilik bir nüfusun (Almanya sınırına bitişik Eupen ve Sankt Vit şehirleri çevresi) anadili ve resmi dili Almanca'dır. Luís Figo Luís Figo (d. 4 Kasım 1972, Lizbon), Portekizli futbolcudur. 2000'de UEFA tarafından Avrupa'da Yılın Futbolcusu, 2001'de ise FIFA tarafından Dünyada Yılın Futbolcusu ödüllerine layık görülmüştür. Figo, 2001 yılında Real Madrid'e 56.000.000$ bedel karşılığında transfer olarak dünyanın en değerli dördüncü futbolcusu unvanını kazanmıştır. FIFA tarafından 2001'de Dünyada Yılın Futbolcusu seçilen Figo, 127 kere Portekiz millî takımının formasını terleterek Cristiano Ronaldo'dan sonra en fazla bu onura ulaşan oyuncu olmuştur. 1996, 2000 ve 2004 Avrupa Şampiyonası'nda oynayan futbolcu, 2002 ve 2006 FIFA Dünya Kupası'nda da mücadele etmiştir. Inter'de dört yıl üst üste şampiyonluk yaşayan Figo aynı takımda iki de Coppa Italia kazanmıştır. 31 Mayıs 2009 tarihinde oynanan Inter-Atalanta maçının 43. dakikasına yerini Santon'a bırakarak aktif futbolculuk kariyerine son noktayı koymuştur.Şimdilerde ise İnter klubunde sportif direktörlük yapmaktadır. 28.01.2015 tarihinde yaptığı açıklamayla FIFA başkanlık seçimlerinde aday olduğunu açıklamıştır. Soma küpü Soma küpleri, düzensiz şekillerden düzenli şekiller elde etmek için kullanılır. Soma küplerinde üç küpten bir tane düzensiz şekil ve dört küpten altı düzensiz şekil oluşur. Bu toplam yedi düzensiz şekil oluşturur ve bu yedi düzensiz şekillerin bir araya gelmesiyle bir küp oluşabilir. Küpten başka bu düzensiz şekillerle köprü, kule, piramit, yılan, yatak vb. 27 değişik şekil elde edilebilir. Soma küpleri şair, filozof, matematikçi ve bilgin Danimarkalı Piet Hein tarafından icat edildi. Başka bir kaynağa göre de ;soma küpleri Martin Gardner tarafından düşünülmüş ve tasarlanmış fakat Danimarkalı yazar Piet Hein tarafından 1936’da icat edilmiştir. Werner Heisenberg’ in Kuantum fiziği dersi sırasında icat edildi. Heisenberg küplerin içindeki bir uzay diliminden bahse derken, Piet Hein meraklıca bu geometrik teoremi takip etmeyi düşündü. Soma Küp'ünden başka, yeni bir geometrik şekil meydana getirdi "süper-elips" ve sonra onun 3 boyutlu versiyonunu geliştirdi "süper-elipsoid". Ayrıca Peit Hein 2 oyuncuyla oynanan çok popüler bir oyun geliştirdi; "Hex". Peit Hein’ nin icatlarından birisi de "Grooks" 'dur. Küplerin bütün şekillerine baktı ve 3 küpten sadece bir tanesini yapabildi. Sonradan 2 tane 3 boyutlu nesne yaptı. Sonradan bu 2 küpü 4 tane küpe çevirdi. Biz bunların 6 farklı yolla yapıldığını bilinmektedir. Bu önemli teorem şu an 7 parçaya ayrılmış şekildedir. Slav Savunması 1.d4 d5 2.c4 c6 hamleleriyle başlar. Vezir Gambiti'ne karşı en iyi savunma yollarından biridir. Türk Mukavemet Teşkilatı Türk Mukavemet Teşkilatı (kısaca TMT), Kıbrıs'ta 1 Ağustos 1958'de EOKA örgütüne karşı mücadele etmek için kurulan silahlı örgüt. Daha sonraları EOKA'nın yerine EOKA-B'ye bırakmasıyla bu örgütle mücadele etmiştir. 1 Ağustos 1976 tarihinde Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'na dönüştürülmüştür. Üyelerine "mücahit" denmekteydi. Kıbrıs Harekâtı'nın başladığı 20 Temmuz 1974 tarihinde TMT üyesi 17.151 mücahit bulunuyordu. Rum EOKA örgütü, aslen İngilizlere karşı mücadele etmek için 1955 yılında kurulmuştu. Örgütün ideolojisi olan Enosis, adadaki Kıbrslı Türk varlığını tamamen yok saymaktaydı. EOKA İngilizlere karşı mücadeleye başlayınca İngiliz yönetimi polis gücüne çok sayıda Kıbrıslı Türk aldı ve böylece EOKA'nın saldırılarında Türk polislerle Rum EOKA'lılar karşı karşıya geldi. EOKA'nın Enosis ideolojisine dayalı saldırılarından huzursuz olan Kıbrıslı Türkler ve Türkiye, buna karşılık olarak Taksim ideolojisini geliştirdi. EOKA'nın Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılarına karşılık vermek amacıyla 1956 yılında Volkan örgütü kuruldu. Bu dönemde Fazıl Küçük tarafından kurulmuş olan Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği ve Kara Çete gibi diğer örgütler başarısızlığa uğrayarak Volkan'a katıldı. Türk Mukavemet Teşkilatı, 23 Kasım 1957 akşamı, Lefkoşa varoşlarındaki Eğlence'de, Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği görevlisi Mustafa Kemal Tanrısevdi'nin evinde, Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından kuruldu. Lefkoşa Türk Lisesi tarafından basılıp 26 Kasım 1957 günü örgüt, tüm Kıbrıslı Türk direnişçilerini TMT çatısı altında toplanmaya çağıran ilk bildirisini yayınladı. Ancak Türkiye tarafından desteklenmeyen bir mücadelenin başarıya ulaşmayacağı düşünülmesi nedeniyle, bu dönemde herhangi bir yapılanmaya gidilmediği gibi herhangi bir lider de belirlenmedi. Denktaş, 2 Ocak 1958 günü Fazıl Küçük'le gittiği Ankara'da Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yla görüştü ve konudan bahsetti. Zorlu Denktaş'a gönderirlerse silah alıp alamayacaklarını sorunca Denktaş alabileceklerini söyledi. Rüştü konuyu Genelkurmay Başkanlığı'na bildirdi. Konuyla ilgili olarak birkaç ay süren değerlendirmeler sonrasında örgütün kurulması için izin çıktı ve bu iş için Daniş Karabelen görevlendirildi. İzinde hükümetin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin adının bu olaya karıştırılmaması da kesin bir dille emrediliyordu. Bu gelişmeler üzerine örgütün kuruluşu için çalışmalara başlandı. Konuyla ilgili olarak "Kıbrıs'ı İstirdat Projesi" (KİP) adlı bir proje hazırlandı. Daha sonra TMT'nin Kuruluş ve Çalışma Planı hazırlandı ve üst düzey yetkililerin onayı alındı. Bu plana göre TMT lideri doğrudan Özel Harp Dairesi'ne bağlı ve sorumlu olacak; ama arada herhangi bir resmi bağlantı olmayacak, tüm bağlantılar sözlü olarak yürütülecekti. Örgütün liderliği Türkiye'den gönderilecek ve "süresiz izinli" sayılacak subaylarla yapılacak, TMT'nin varlığının açığa çıkarılacağı gün EOKA saldırılarına göre belirlenecekti. Bu güne kadar örgüt toplantı veya gösteri yapmayacak, bildiri dağıtmayacaktı. Örgüt 18 yaşını geçmiş erkek veya kız gençlerle oluşturulacak, örgüte alınanların Türkiye'de veya Kıbrıs'ta eğitimden geçirilmesi zorunlu olacaktı. Planda örgüt mevcudu kısa vadede 5000, uzun vadede 10,000 olarak planlanmıştı. Kıbrıs'a TMT lideri başkanlığında ilk etapta beş subay gönderilecek, örgütün gelişmesine paralel olarak bu sayı ilk önce ona, daha sonra yirmiye çıkarılacaktı. Bunların yanı sıra en az on beş yedek subay da adaya gönderilecekti. Nisan 1958'de Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş TMT'nin yapılanmasını konuşmak üzere Ankara'ya çağrıldı. Yapılan toplantıda 1958-60 döneminde TMT'de görev alacak Türk askerlerine ilişkin 23 kişiden oluşan bir liste hazırlandı. Toplantıda ilk TMT lideri olarak Rıza Vuruşkan'ın (kod adıyla "Ali Conan") atanması kararlaştırıldı. 5000 gençten oluşan silahlı gücün eğitiminin ise 1959 yılı sonu itibarıyla tamamlanmış olması hedeflendi. Vuruşkan ve dört diğer subay 31 Temmuz/1 Ağustos 1958 gecesi Kıbrıs'a vardı. TMT'nin fiili olarak kuruluşu bu tarihte gerçekleşmiştir ve bu nedenle bu tarih kuruluş yıldönümü olarak kutlanır. Bundan kısa bir süre sonra adaya altı subay daha gönderildi. Örgütün kurulmasının ardından kişiliği, yaşı ve sağlığı itibarıyla uygun görülenler örgüte üye oldular. Böylece ağustos ayı başlarında TMT'nin ilk hücresi oluşmuş olur ve Türkiye'de faaliyete geçen eğitim kamplarına gençler gönderilmeye başlanır. TMT'nin dört farklı seviyede birlikleri bulunmaktaydı. Aşağıda bunlar küçükten büyüğe doğru sıralanmıştır: 1961'deki sistem değişiklikleri Türkiye'deki 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin bir etkisi olarak yapıldı. 1 Ağustos 1976 tarihinde Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'na dönüştürüldüğünde TMT'de 11 sancak bulunmaktaydı. Bu sancaklar şunlardı: 1958 yılında kurulanlar: Kanlı Noel'den sonra kurulanlar: Bunların yanı sıra, 1963'ten sonra mücahit olarak adlandırılan teşkilat üyesi erlere de kuruluşta "kurt", 1961-63 yılları arasındaysa "arı" denilmiştir. TMT "bayraktar" adı verilen Türk subayları tarafından yönetilmiştir. Bu subayların listesi aşağıdaki gibidir: Biat Bi'at, (Arapça: بَيْعَة, Bey'ah); Kur’an’da anlatılan bey’at, Peygamber’e bağlılık sözü verme, bağlılık yemini yapmak gibi anlamlara gelmektedir. Bey’at kelimesi Arap dilinde satmak ve satın almak manalarında kullanılan bey’ kelimesiyl
e aynı kökten gelmektedir. Sözlük anlamı itibarıyla ‘satış sözleşmesi’ manasına geldiği zikredilir. Bunun yanında bey’at, alışverişte antlaşmanın gerçekleştiğini göstermek için tarafların el ele vurmalarına ifade etmektedir. Bununla birlikte, Cahiliyye döneminde kabileler el sıkışarak bir yöneticiye uyduklarını gösterirler ve yöneticiye uyduklarına dair antlaşmanın içeriğini yazıya dökerlerdi. Bu mezkur gelenekten yola çıkarak İslâm, bey’at kelimesini devlet başkanına itaatı bildirmek için kullanılmasını ilga etmemiştir. Halife seçiminde, seçmen sağ elini halifenin sağ elinin üzerine koymakla, bey’at gerçekleşmiş olmaktadır. Sosyopolitik anlamda ise bey’at, bir devlet başkanının seçilmesi, belirlenmesi ve ona İslâm hukuku kuralları içinde itaat edilmesi gibi mevzuları içinde barındırır. Baç Baç, gümrük ve alış-veriş vergisidir. Osmanlı Devleti'nde gümrükten geçirilen ticari mallar ile satılmak üzere pazara getirilen mallardan alınan vergidir. Balyos Balyos, elçi, aracı, arabulucu anlamı taşıdığı gibi, aynı zamanda İstanbul'da görev yapan Venedik elçilerine verilen addır. Doğu Roma İmparatoru Aleksios Komnenos 1082'de bir ferman ile Venediklilere İstanbul'da bir mahalle vermiş ve imparatorluğun her tarafında ticaret yapma ayrıcalığı tanımıştı. Bizans İmparatorluğu ve Venedik arasında yapılan anlaşma gereği kimi kaynaklara göre 1288, kimi kaynaklara göre 1268’den itibaren İstanbul'da Venedik kolonisinin işlerini yürütmek ve ticari işlerle ilgilenmek üzere "balyos" ünvanlı temsilciler görev yapmaya başladı. Balyosa, Venedik hükümetinin atadığı, ""Consiliarii"" denen iki memur ve “""Consilium Majus"" denen, soylular arasından seçilmiş on iki kişinin oluşturduğu bir konsey eşlik etmiştir. İstanbul'da Venediklere tahsis edilen bölgede balyos ve maiyeti için birer ev tahsis edilmiş; balyos bu bölgede kendi yurttaşları arasında ikamet etmiştir. 1453 yılında İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet komutasındaki Türk ordusu tarafından fethinin ardından Venediklililer ticaret kolonilerinin varlığını sürdürebilmek için Osmanlılarla müzakere olanağı aradılar. Nihayet Venedik elçisi Bartolommeo Marcello'nun çabalarıyla 18 Nisan 1454 tarihinde bir ticaret anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile satılan mallarda %2 vergi ödenmesi koşuluyla Venedik ve Osmanlı tüccarlarının karşılıklı trafiğinde serbestlik sağlanmış ve Venedik Cumhuriyeti'ne İstanbul'da daimi elçi (balyos) bulundurma hakkı verilmiştir. İlk balyos "Bartolomeo Marcello" da bu tarihte seçilmişti. Başlangıçta, bir yıl süreyle İstanbul'da daimi elçi olarak kalmalarına izin verilen balyosların kalış süreleri, 1479’da iki yıl olarak belirlenmiş, 1503’te ise bu süre üç yıla çıkartılmıştır. 1479 yılında Venedik ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan ve Venedikli tüccarlara ticari ayrıcalıklar tanıyan antlaşmaya göre konumları daha da pekişmiş ve Osmanlı topraklarındaki Venedikliler arasındaki davalara da hakimlik yapmaya başlamışlardır. Bir Venedikli'nin Osmanlı ülkesinde gezisi için balyos'tan izin alma zorunluluğu vardı. Balyoslar hükümetlerine düzenli raporlar sunarlar, bu raporlar Osmanlı ülkesindeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yaşama dair diğer Avrupa ülkeleri için de başlıca kaynağı teşkil ederdi. Elçilik devresi biten ve Venedik'e dönen balyosun Venedik senatosu huzurunda sefaretnamesini okuması da en önemli geleneklerden biriydi. 16. yüzyıldan itibaren balyos ve maiyeti, başkentte görülen veba endişesinden ötürü, Venedik elçilerinin Galata surları dışında, Pera tepesi üzerinde bağ-bahçe olarak tanımlanan bölgede ikamet etmiştir. Beyoğlu'nda "Venedik Sarayı" olarak bilinen ve günümüzde İtalyan konsoloslluğu olarak kulalnılan yapı, yüzyıllar boyu balyosların ikametgâhı olarak kullanılmıştır. 1797 yılında Venedik Cumhuriyeti'nin Napolyon Bonapart komutasındaki Fransız ordularınca zaptedilip yıkılmasıyla bu müessese ve terim de tarihe karışmıştır. Bennak Resmi Bennak Resmi, Osmanlı Devleti'nde toprak sahibi olan babalarının yanında yaşayan erkeklerin evlendikleri zaman ödedikleri vergidir. Örfi bir vergidir. Beyt-ül mal Beyt-ül mal, İslam devletlerinde devlet hazinesidir. Arap-İslam Devleti'nin kuruluşundan Osmanlı Devleti'nin yıkılışına dek bu ad kullanılmıştır. İslami özellikteki devletlerde Beyt-ül Mal'ın en önemli gelir kaynakları: Erkek Erkek, eril insan. "Erkek" terimi genellikle yetişkin bir eril bireyi kastetmekte kullanılırken, oğlan terimi ise eril bir çocuk veya ergeni tanımlamak için kullanılır. Ancak "erkek" terimi aynı zamanda bazen yaş gözetmeksizin bir eril insanı tanımlamak için de kullanılır; tıpkı "erkek basketbolu" ifadesinde olduğu gibi. Diğer eril memelilerde olduğu gibi, bir erkeğin genomu genellikle kalıtsal yolla annesinden bir X kromozomu ve babasından ise bir Y kromozomu alır. Eril fetüs bir dişi fetüse oranla daha az östrojen üretirken daha fazla androjen üretir. Bu cins (eşey) hormonlarındaki bu miktar farkı, erkekleri kadınlardan ayıran psikolojik farkların büyük ölçüde sorumlusudur. Ergenlik sırasında, androjen üretimini uyaran hormonlar ikincil cinsel özelliklerin gelişmesi ile sonuçlanır; böylece cinsler arasındaki farklılıklar ortaya çıkar. Ancak bazı interseks ve trans erkekler için üzerinde istisnalar vardır. Erkeklik terimi, eril bir insanın yaşamındaki dönemi anlatmak için kullanılır. Bu dönemde birey çocukluktan çıkıp ergenlikten geçerek genellikle eril ikincil cinsel özelliklere ulaşır. "Erkeklik" terimi eril nitelikler ve eril cinsiyet rollerini ifade eden erillik ile ilişkilidir. "Ayrıca bakınız: Trans erkek ve interseks" İnsanlar birçok özellikte cinsel ikilik gösterir; bunlardan birçoğu üreme yeteneği ile doğrudan bağlantılı olmasa da bu özelliklerin çoğu cinsel etkileşimde rol oynar. İnsanlardaki cinsel ikiliğine dair ifadelerin çoğu boy, ağırlık ve vücut yapılarına yöneliktir; bununla beraber her zaman genel kalıba uymayan örnekler bulunur. Örneğin, erkekler kadınlara göre daha uzun olmaya yakındır, fakat her iki cinste de orta boy aralığında çok sayıda insan vardır. İnsanlardaki eril bireye ait ikincil cinsel özelliklerden bazıları: İnsanoğlunda, bir bireyin cinsi genellikle döllenme sırasında sperm hücresinde taşınan genetik madde tarafından belirlenir. Yumurtayı, X kromozomu taşıyan bir sperm hücresi döllerse yavru dişi (XX) olacak; yumurtayı Y kromozomu taşıyan bir sperm hücresi döllerse yavru eril (XY) olacaktır. Kişilerin anatomik veya kromozomal görüntüleri ifade edilen bu kalıptan interseks olarak farklılık gösterebilir. Memelilerde, cinsel farklılaşmayı ve gelişimi etkileyen hormon androjendir (ağırlıklı olarak testosteron); yumurtalığın daha sonraki gelişimini uyarır. Cinsel açıdan farklılaşmamış olan embriyoda, testosteron Wolf kanallarının ve penisin gelişimini, skrotuma uzanan labioskrotal kıvrımların ise kapanmasını uyarır. Cinsel farklılaşmadaki bir diğer önemli hormon ise Anti-müllerian hormondur; bu hormon Müller kanallarının gelişimini engeller. Genelde, erkekler kadınlarla çok sayıda ortak hastalığa yakalanırlar. Eril yaşam beklentisi dişi yaşam beklentisinden biraz daha düşük olmasına karşın, son yıllarda aradaki bu fark düşmektedir. Ergenlikteki eriller için, hipofizden salgılanan gonadotropinlerle birlikte testosteron erkekleri kadınlardan ayıran cinsel ayrımları ile spermatogenezleri uyarırken, kadınlarda ise östrojen ile progesteron kendilerini erkeklerden ayıran cinsel ayrımları üretir. Sağık: Dinamikler: Politik: Bitikçi Bitikçi, İslamiyet'ten önceki dönemlerde Türkler'de Hakan'ın baş yazmanıdır. Bu kişiye başka devletler ve topluluklarla ilişkilerin düzenlenmesi görevi de verilmiştir. Bitikçi, İslâmiyet sonrası da vardır. Hatta Osmanlı Devleti'nde Cumhuriyet'e kadar Bitikçi, vali yardımcısı anlamına geliyordu. Bitikçi, mektupçu, kitapçı anlamlarına da sahiptir ama yaygın olanı vali yardımcısı, kaymakamdır. Bostancı Bostancı, Osmanlı Devleti'nde sarayda görev yapan Yeniçeri Ocağına mensup Çavuşlar "Yakın Korumalar"dır. Doğrudan padişaha bağlı olup, Başçavuşları (komutanları) Bostancıbaşı'dır. Yakın koruma olan bu Çavuşlar Solaklar Ortasından yetişen seçkin Yeniçerilerden (Sanadid-i Bektaşiyan) oluşur ve hem Sol hem de Sağ eliyle silah kullanırlardı. Orta flamalarında Çatalağazlı Kılıç "Zülfikar" ve Penç bulunur.. Büğdüz boyu Bügdüz boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden sekizincisi; "Bügdüz"lerdir. Belgeleri şudur : diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Oğuz Türkleri'nin Üç Oklar kolundan bir oymaktır. Oğuzlar'ın müslümanlaşmaya başladıkları 10. yüzyılda batıya göç olayında önemli rol oynadılar. Daha çok Batı Anadolu'ya ve Orta Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdir. İspenç İspenç, tarımla uğraşan Hıristiyan reayadan Osmanlı Devleti'nin topladığı vergidir. Bu vergi 25 Akçe değerinde olup her erişkin zımniden alınan kişisel bir vergidir. Mieczysław Karłowicz Mieczysław Karłowicz (11 Aralık 1876, Wiszniewo - 8 Şubat 1909, Tatra), Polonyalı besteci ve orkestra şefi. Mieczysław Karłowicz çocukluk yıllarını Litvanya’nın Wiszniewo arazilerinde ailesin yanında geçirdi. 1882’de 6 yaşında iken, arazilerini satıp ilk olarak Heidelberg’e yerleştiler, sonra 1885’de, Prague’a, ve bir yıl sonra Dresden’e, son olarak 1887’de Warsaw’da yerleştiler. Heidelberg and Dresden’de iken, Karłowicz ilkokul'a gitti. Varşova’dayken "Wojciech Gorski's Real School"’a gitti. Çocukluğunda ailesi ile birlikte geçirdiği müzikal ortam, onun G.Bizet, C.M.von Weber, J.Brahms, B.Smetana ve diğer önemli bestecilerin operatik ve senfonik eserlerini tanımasına neden oldu. Yedi yaşında keman dersleri almaya başladı, önce Dresden’de ve Prague’da, sonra Varşova’da ve öğretmeni Jan Jakowski her nerede ise orada. 1889 - 95 yılları arasında Stanisław Barcewicz’in öğrencisiydi. Aynı zamanda Zygmunt Noskowski ve Piotr Maszynski’den armoni ve sonra Gustaw Roguski’den Kontrapuan ve müzik formları dersleri aldı. Bu zamanlarda eser yazmaya da başladı. İlk önemli çalışması, piano için "
Chant de Mai" adlı eserdi. 1893-4’de Karłowicz, Varşova Üniversitesinin Doğa Bilimleri bölümüne de gitti.1895’de Joseph Joachim ile keman çalışmak için Berlin’e gitti. Joachim'in sınıfında başarılı olamadı, sonra Florian Zajic’tan özel dersler aldı fakat sonunda bir besteci olmaya ve Heinrich Urban’ın öğrencisi olmaya karar verdi, aynı zamanda Berlin Üniversitesinde müzik tarihi, filozofi tarihi, psikoloji ve fizik ile de ilgilendi. Karłowicz 1895 - 1896 yılları arasında 22 solo şarkı besteledi. Berlinde iken, EMTA için müzik yazarıydı. Boş yıllarında Henryk Urban ile Jozefat Nowinski’nin draması olan "The White Dove" için küçük parçalar besteledi.1890’ların sonunda Karłowicz Rebith Symphony projesine girişti, bu eseri ile öğrencilik yıllarını tamamladı ve 1901’de Warsaw’a döndü. 1903’de Warsaw Müzik Derneğine girdi, bir yaylı çalgılar orkestrası oluşturdu. Mieczysław Karłowicz o sıralarda kendini tek bir şeye adadı, Senfonik şiirlerine. 1904’ten 1909’a kadar altı senfonik şiir yazdı. Op.9-14. 1906’da Zakopane’ye yerleşti, Tatra dağlarında bir dinlenme yerinde huzurlu anlar geçirdi. Tatra Derneğine üye oldu, uzun yürüyüş turları ve çok büyük isteği olan dağcılık, kayak ve fotoğrafçılık yaptı. Gerçekten, O Dağlarında bir tırmanış öncüsüydü. Bununla birlikte Mieczysław Karłowicz sadece bir senfoni yazdı ve bunu okul zamanlarında yazdı, onun altı senfonik şiiri kuşkusuz bi şekilde göstermektedir ki O Polonyanın en büyük bestecisidir. Bunlardan başka birkaç eseri daha vardır, yaylı çalgılar için Serenade Op.2, Keman için oldukça zor bir konçerto Op.8 La Majör (Richard Strauß'un müziğine olan yakınlığı bu eserinde oldukça bellidir) ve gençlik şarkıları. O en verimli zamanları olan 30’lu yaşlarında Tatra'da kayak yaparken bir çığın altında kalarak öldü, belli ki varlıklı bir insandı, fakat ne olursa olsun onun senfonik eserleri başarılıydı. Besteci bu eserini tamamlayamadan ölmüştür ve Grzegorz Fitelberg tarafından tamamlanmıştır. İhsan Özsoy İhsan Özsoy (1867-1944). Sanayi-i Nefise'nin heykel bölümünün ilk öğrencisidir. Okula 1883'te girmiş, 1891 yılında birincilikle mezun olarak Paris'e gönderilmiştir. Orada önce Jean Baptise Gustav Deloye'nin atölyesine girmiş, daha sonra oradan ayrılarak Ecole Deus Beux-Art'a devam etmiştir. 1895'te eğitimini bitirerek dönmüş, 1897'de Asarı Atika (Arkeoloji) Müzesine antik eserler restaratörü olarak atanmıştır. 1908'de akademinin heykel bölümünün başına geçmiş, 1933'te emekli olmuştur. Günümüze kalan eserleri: Kadıköy Süreyya Sineması'nın sahnesi önündeki Dans Eden Çocuklar isimli friz ve iki uca yerleştirdiği iki figür, Resim Heykel Müzesi'ndeki Nimet hanım ve Osman Hamdi'nin kızı Salahur hanım portresidir. çalışmalarında natüralist bir anlayış hakimdir. İsa Behzat İsa Behzat (d. 1875-ö. 1916). 1893'te Sanayi-i Nefise'ye girmiş, 1898 yılında heykel bölümünü bitirmiştir. 1913'te Yıldız Çini Fabrikası'nın başına getirilmiştir. Heykelin yanı sıra tiyatroyla da ilgilenmiştir. Saz Şairi (alçı), Yahudi (alçı, kabartma), Sultan Abdülaziz'in büstü (alçı) önemli çalışmalarıdır. Osgan Efendi'den etkilendiği açıkça belli olsa da, natüralist ve ifadesi güçlü bir tarzı vardır. 1 Mayıs İşçi Bayramı 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. Dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanmıştır. 2008 Nisan'ında, ""Emek ve Dayanışma Günü"" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir. İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlediler. 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Şikago'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil'deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, 'Böylece ön yargı duvarı yıkılmış oldu' şeklinde yorumlanmıştı. Bu gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti ve 4 Mayıs'ta kanlı Haymarket Olayı'na yol açtı. Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi. Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazandı. Günümüzde sosyalist ülkelerde (Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Laos, Küba, Venezuela, Nepal, Bolivya) ve daha birçok ülkede tatil günü olan 1 Mayıs'ı işçiler büyük kitle gösterileriyle kutlar; bazı ülkelerde 1 Mayıs siyasal bir eylem biçimini de alır. Hüseyin Cöntürk Hüseyin Cöntürk (d. 1918, İzmir - ö. 22 Haziran 2003, Ankara) Türk eleştirmen. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. 1941’de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ni bitirdi. İnşaat mühendisi ve yönetici olarak çeşitli devlet kurumlarında çalıştı. Cöntürk, özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda, Yenilik, Pazar Postası, Türk Dili, Yeni Ufuklar, Varlık ve Ataç gibi edebiyat dergilerinde, ayrıca yayıncıları arasında yer aldığı Dönem ve Yordam dergilerinde çıkan yazılarıyla "öznel eleştiri"ye ya da eleştiride denemeci tavıra karşı çıkarak Türkiye’de “nesnel eleştiri” anlayışının öncülerinden oldu. Genç şair, yazar ve eleştirmenlere verdiği destekle tanındı; özellikle 1960 Kuşağı’nın bir eleştiri kuşağı olarak yetişmesine büyük emeği geçti. Yıllarca her çarşamba evinde gerçekleştirdiği "Çarşamba Toplantıları" ile, ilgi alanları birbirinden çok farklı gençleri bir araya getirdi, pek çok konunun gençler arasında derinlemesine irdelenip tartışılmasını sağladı. 1958’de çıkan ilk kitabı "Eleştirmeden Önce"de, New Criticism (Yeni Eleştiri) hareketinden etkilenerek (kendi deyişiyle) “eleştirme” kuramı üzerinde durdu. İkinci kitabı "Çağının Şairi"nde (1960) ise şiir kuramını ele aldı. Sonraki kitaplarında kuramdan uygulamaya geçti: "Günlerin Götürdüğü"nde (1962) eleştirmen Suut Kemal Yetkin’i, "Turgut Uyar" (1961) ile "Behçet Necatigil ve Edip Cansever Üstüne" (1964) kitaplarında ise bu şairleri inceledi. 1960’lardan sonra edebiyattan uzaklaştı ama özellikle genç yazar ve şairlere ilgisini ve desteğini sürdürdü. Ölümünden sonra, kitaplarıyla birlikte, makaleleri, tartışma yazıları, deneme yazıları, daha önce kitaplaşmayan "Eleştirme Sözlüğü" ve "Şairler Sözlüğü" çalışmaları, Haluk Aker ve Nuran Tezcan'ın da katkılarıyla, Ege Berensel tarafından kitaplaştırıldı ve Yapı Kredi Yayınları tarafından iki cilt olarak basıldı. Airbus A330 Airbus A330, Airbus ailesinin yüksek kapasiteli, orta ve uzun menzilli bir uçağıdır. Teknik olarak aynı A340 gibi geniş gövdeli, iki koridorlu yapıda olup A340'dan farklı olarak iki adet turbofan motora sahiptir. Bu özellikteri ile Airbus ailesinin A350 modelinden sonraki çift motorlu en büyük ikinci üyesidir. A330 ilk uçuşunu 1992'de yaptı. Airbus'ın ve havacılık otoritelerinin testlerinden sonra ilk hizmetine 1993'te başladı. İlk imal edilen A330'un 300 serisiydi. Üç sınıfta toplam 295 yolcu taşıyabilen uçağın menzili 10 bin 400 kilometreydi. Havayollarının biraz daha küçük, iki motorlu bir uçak istediklerini saptayan Airbus Endüstri, 1990'ların başından itibaren A330-300'ün alt modeli olan A330-200 üzerinde çalışmaya başladı. İlk siparişler uçak kiralama şirketi ILFC'nin yanı sıra Swissair, Sabena, Avusturya, Emirates ve Gulf Air gibi şirketlerden geldi. Serinin bir alt üyesi olan A330-200 ilk uçuşunu 13 Ağustos 1997'de gerçekleştirdi. Testler ve sertifikasyon çalışmalarından sonra uçak ilk olarak Nisan 1998'de Canada 3000 Havayolları'nda hizmete girdi. A330-200 modelinin gövdesi 300 serisine oranla yaklaşık 4.7 metre daha kısa. Ancak menzili A330-300'den 2 bin kilometre daha uzun. Menzil farkı A330-200'ün gövde altına konulan ve A340'larda da kullanılan özel bir yakıt tankı sayesinde sağlandı. Artan ağırlığı karşılamak için özel iniş takımları da eklendi. Ekonomik uçuşuyla birçok havayolu tarafından seçilen A330-200, 150'ye yakın sipariş aldı. Bunlardan 102 tanesi teslim edildi. Havayolları A330-200'leri filolarındaki A300, A310, DC10-10, eski nesil B767-200'leri değiştirmek amacıyla seçiyor. Swissair, Avusturya, Sabena, Air France, Kore, TAM, Qatar, Air Transat, Canada 3000, LTU, Aer Lingus, Air Tours, British Midland, JMC Air, Monarch, Srilankan Havayollarının yanı sıra Türk Hava Yolları da A330-200 kullanan operatörler arasındaki yerini aldı. İlk nesil çift motorlu Airbus uçakları olan A330-300 serisinde farklı motor seçenekleri mevcuttur. Bu uçaklar için (67,500 lb) 300.3 kN'luk itiş gücüne sahip iki adet General Electric firmasının CF6-80E1/A2 motorlarını ya da 284.7 kN'luk (64,000 lb) Pratt & Whitney firmasının PW-4164 motorları tercih edilebilir. Ayrıca bir başka seçenek olarak (68,000 lb) 304.6 kN'luk itiş gücü ile RollsRoyce Trent 768 ile Trent 772 turbofan motorları da seçenekler arasındadır. Uzun menzilli A330-200 uçaklarında ise Pratt & Whitney firmasına ait PW-4164 motorları ya da PW-4168 serisi turbofan motorları ile üçüncü bir seçenek olarak da yeni nesil 324 kN (73,000 lb) itiş gücüne sahip RR Trent 768 serisi veya 772 opsiyonu kullanılabilir. A330'un KC-45 adı altında havadan yakıt ikmali sağlayan tanker uçağıdır. EADS ve Northrop Grumman ortaklığı 29 Şubat 2008'de ABD'de 35 Milyar $ değerinde 179 adet KC-45 tedariğini içeren sözleşme imzalamış ve Boeing'i safdışı bır
akmıştır. 2008 sonbaharında ABD başkanlık seçimlerinden önce bu anlaşma askıya alınmıştır. Her ne kadar uçağın ana montajı Amerika'da yapılacak olsa da Boeing gibi bir Amerikan şirketi yerine Avrupalı Airbus'un tercih edilmesi tepkilere yol açmıştır. Motorlar : Yarda Yarda; İngiliz birimleri, Emperyal birimler ve Birleşik Devletler geleneksel birimleri sistemleri içinde yer alan bir uzunluk ölçüsü birimidir. Uzunluk değeri sistemdem sisteme değişebilir. 1 yarda 3 fit ya da 36 inçtir. Genelde mesafeleri ifade etmek için kullanılır. Alan hesaplarında yarda kare, hacim hesaplamalarında ise yarda küp adını alır. Bugün en büyük sıklıkta kullanılan yarda, uzunluk değeri 0,9144 m'ye eşit olan "uluslararası yarda"dır. ABD, Birleşik Krallık ve İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinde kullanılır. 1 uluslararası yarda; Eskiden yarda ikici bir yöntemle ikiye, dörde, sekize ve on altı parçaya bölünürdü. Bu parçalar da sırasıyla yarım-yarda, karış, parmak ve tırnak adlarıyla anılırdı. İngiltere Kralı I. Henry'nin (1068-1135) burnundan el başparmağına kadar olan bölümü yarda olarak tanımlandığı rivayet edilir. Harp Akademileri Harp Akademileri Komutanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı lisansüstü (yüksek lisans ve doktora) düzeyde eğitim ve öğretim veren, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kurmay subay yetiştiren bir askeri akademi. 1848 yılında kurulmuş olan Harp Akademileri ilk mezunlarını 1849 yılında verdi. Eğitim ve öğretim faaliyetlerine 1975-2016 yılları arasında Yeni Levent'teki yerleşkesinde aralıksız olarak devam etti. 2006 yılında ise dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın teşrifiyle İstanbul'da Harp Akademisi açıldı. Ancak 2016 Türkiye askerî darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki Kanun Hükmündeki Kararname ile 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri okullarla birlikte geçici süre kapatılmış, Hava Harp Okulu, Deniz Harp Okulu ve Kara Harp Okulu'nu da bünyesinden barındıran "Harp Akademileri Komutanlığı" yapılan düzenlemeyle Milli Savunma Üniversitesi'ne bağlı olarak Şubat 2017'de yeniden açılmıştır. Enver Behnan Şapolyo Enver Behnan Şapolyo (d. 1900 - ö. 1972), Türk tarihçi. Enver Behnan Şapolyo 1900 tarihinde İstanbul'un Kocamustafapaşa semtinde, Beyçayırı Sokağı'nda doğmuştur. Büyükbabası Afyonkarahisar mutasarrıfı Salih Bey, babası eski Maarif Nezareti Meclis-i Kebir ve Muayene azasından Fevzi Bey'dir. Fevzi Bey 1908 tarihinde İstanbul'da Protesto adında bir gazete yayınlamıştır. Aynı zamanda El Adil adlı Arapça bir gazetede de başmuhabirlik yapmıştır. Birçok da eserleri vardır. Bunlardan Teşkilat-ı Avalim, Sarf-ı Arabi adlı eserleri basılmıştır. Tarih-i Hürriyet, Hikmet-i Hukukun Tarihi, Miyar-ı Hukuk ve Cebr-i Ala adlı eserleri vardır. Birçok da dergilere yazılar yazmıştır. Fevzi Bey, Hoca Tahsin Efendi'nin İlm-i Ruh, Esrar-ı Abu Hava, Tarihi Tekvin, Esas-ı İlmi Heyet, adlı eserlerini önsözler ekleyerek yayınlamıştı. Şapolyo, ilk ve orta öğrenimini İstanbul Lisesi'nde yaptıktan sonra okul tarafından 1917 tarihinde Almanya'ya tahsile gönderilmiştir. Mütareke dolayısı ile Almanya'dan döndükten sonra öğretmen okuluna gitmiştir. Milli Mücadele'nin başlamasıyla Anadolu'ya geçerek Kağnı Kolları Komutanı olarak cepheye cephane taşıma görevini yapmıştır. Kanlı Bayrak Kuva-yi Milliye Müfrezesinde çalışmıştır. Öğretmen okulundan mezun olduktan sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine 2 yıl devamdan sonra İstanbul Üniversitesi Tarih Fakültesi'nde okumuş ve tarih öğretmeni olmuştur. İki yıl da felsefe derslerine devam etmiş, Ziya Gökalp'in Amel-i İçtimayiat derslerine devam ederek Sosyolojiye çalışmıştır. Sırası ile Ankara Sultanisi, Konya Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Vefa Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi, Maltepe Askeri Lisesi, Maarif Koleji, Türk Kuşu, Gazi Lisesi, Harp Okulu, Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulu'nda İnkılap Tarihi ve Ahlak Tarihi öğretmenliğinden sonra, Türkiye'nin Turistik Özelliği ve Anıtlar Tarihi derslerini okutmuştur. Aynı zamanda Radyo Eğitim Müşaviridir. Enver Behnan Şapolyo bir yandan hocalığa devam ederken diğer yandan da gazeticilik mesleğine girmiştir. 1922 yılında Ankara'da yayınlanan "Öğüt" ile "Yenigün" gazetelerinde muhabirlik, sonra da muharrirlik etmeye başlamıştır. "Hakimiyet-i Milliye", "Ulus Konya Babalık" gazetelerinde çalıştıktan sonra Hüseyin Cahit Bey'in çıkarmakta olduğu Tanin gazetesinin Ankara muhabirliğini yapmıştır. 1924 tarihinde İstanbul'a gelerek "Son Telgraf, Cumhuriyet, Yeni Türkiye, Vakit, Akşam, Gece Postası, İkdam - Son Telgraf, Yeni Sabah" gazetelerinde muharirlik ve musahhihlik yapmıştır. 1955 yılında "Zafer" gazetesinde çalışarak bu gazetede Tarihi makaleleriyle, Atatürk'ün Hayatı, Milli Mücadelenin iç alemi adlı tefrikaları neşredilmiştir. Aynı zamanda Ankara'da neşrolunan "İnkılap", "Ulus", "Haber", "Son Baskı" gazetelerinde de makale ve tefrikaları çıkmıştır. İstanbul'da neşrolunan "Yeni Gazete, Yedigün, Büyük Gazete, Resimli Perşembe, Resimliay, Resimli Mecmua, Türk Yurdu, Kadın Yolu Mecmuası, Türk Yurdu, Köy Postası, Çocuk Ve Yuva, Gençay, Hafta, Çocuk Haftası, İller ve Belediyeler Dergisi, Önasya, Ülkemiz, Türk Kültürü, Halk Evleri Mecmuası", Ankara Belediyesi'nin neşretmekte olduğu Ankara adlı mecmualarda tarihî makaleleri ve tarihî romanları neşredilmiştir. Gazetecilikte uzun seneler hizmetinden dolayı Basın Şeref Kartı verilmiştir. İnkılap tarihi ile ilgili yazmış olduğu eserleri ile Türkiye ve dış memleketlerde tanınmıştır. Amerikalı birçok tarihçiler Şapolyo'nun tarihi eserlerinden faydalanmışlar ve eserlerini bibliyograflarına almışlardır. Bunlardan Uriel Heyd'in yazmış olduğu Foundations of Turkish Nationalism London - co - Luzac - 1950( Türk Milliyetçiliğinin esasları) adlı eserden başka yine ABD'de Kemal Karpat'ın yayınlandığı Turkey's Politic 1959 Princeton University Press (Türkiye'nin Dahili Siyasetine Dair) kitabında Şapolyo'nun eserlerinden faydalanılmıştır. Aynı zamanda Amerikalı yazar Elaine D. Smith'in yazmış olduğu Turkey: Origins of the Kemalist Movement and the Govenrment of the National Assembly Washington - 1959 (Kemalist hareketin kökenleri ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti) adlı eserde, Şapolyo'dan faydalanmıştır. 10 Ağustos 1960 tarihinde Moskova'da toplanan 25.ci Enternasyonal Müsteşrikler Kongresine Moskova İlim Akademisi tarafından delege seçilerek davet edilmiştir. Enver Behnan Şapolyo'nun Gülbahar Sultan adlı edebi bir eseri de Sırpça ve Hırvatçaya tercüme edilmiştir. Yazar 1972 yılında hayata veda etmiştir. Şapolyo'nun bu eserlerle beraber edebi romanları ve çocuk edebiyatı neşriyatından olmak üzere 45 eseri daha vardır. Basılmamış olanlarla eserlerinin tutarı 110 cilttir. Romanlarından: Ayşim, Alp Arslan, Yayla Gülü, Yıldırım, Dede Korkut Masalları, Kılıç Arslan, Şair Nedimin Aşkı, Barbaros, Turgut Reis, Fatih İstanbul Kapılarında, Türk Masalları, Atilla, Türk Akıncıları, Ali Baba, Estergon Kalesi vardır. British Leyland British Leyland Motor Corporation (BLMC) , Leyland Motor Corporation ve British Motor Holdings firmalarının birleşmesiyle 1968 yılında kurulmuş Britanyalı otomotiv şirketidir. BMC II. Dünya Savaşı sonrası dönemde oluşan satıcı pazarında edindiği yüksek karları rasyonel yatırımlara dönüştürmeyi başaramamış finansal güçlükler içine girmişti. Leyland ise, rakibi olan Daimler Benz firmasının kamyonlarından daha kaliteli kamyon üretme iddiasında olan başarılı bir kamyon üreticisi durumundaydı. Bu dönemde Birleşik Krallık'ın iki prestijli oto firması olan Standart Triumph ve Rover firmalarını bünyesine katmış durumdaydı. Triumph yüksek kaliteli sedanlar ve yüksek performanslı spor arabalar üretmekte idi. Rover, savaştaki Amerikan yeniliği olan Jeep tipi arabaları çift diferansiyelli, dört çeker 4WD arabalara dönüştürerek sivil kullanıma sunmuştu. Rover ayrıca konfor ve hız bakımından gelişmiş kaliteli sedan arabalar da üretmekte idi. 1966 başlarında otomotiv sektöründe sadece üç büyük firma bulunmakta idi. Bunlar Rootes (kısa sürede Chrysler’in kontrolüne geçti), BMC (1968 de Jaguar ile birleşerek British Motor Holdings - BMH oldu) ve 1960 larda otobüs ve kamyon ihracatındaki performansı göz kamaştıran Leyland’tı . 5 Mart 1966 da Birleşik Krallık hükümeti Industrial Reorganisation Corporation (IRC) kuruluşunu oluşturdu ve otomotiv sektöründeki rasyonalizasyon bu kuruluşun sorumluluğuna verildi. IRC sektörün güçlenmesi için bir "Şampiyon Kuruluş" un varlığını gerekli görüyordu ve bunu sağlamak için BMH ile Leyland’ın birleşmesini teşvik ettiler ve bir anlamda zorladılar. IRC tarafından BMH uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek bir ölçekte ve güçte görülmedi. Buna karşılık Leyland güçlü, dengeli ve karlı bir performans vermekte idi. Başkanları Donald Stokes Birleşik Krallık sanayi kesiminde en yeteneklilerden biri olarak biliniyordu. IRC yöneticileri bu aktiflerin bir araya gelmesi ile güçlü ve karalı bir "Şampiyon Şirket" in doğacağını ve sorunların aşılacağını düşünüyorlardı. Ayrıca 1967’lerde karamsar ve kötümser olmak için ufukta ciddi bir neden de görülmüyordu. BMH’ın direnişlerine ve görüşmelerde yaşanan olumsuzluklara karşılık hükümetin ağırlığını koyması ile iki firma % 50’şerlik hisselere sahip olarak British Leyland Motor Corporation (BLMC) olarak birleştiler. Dev birer işveren olan Leyland ve BMC’nin birleşmesi, İngiliz İşçi Hükümetine ve özellikle Teknoloji Bakanı Tony Benn' e cesaret verdi. Benn ve İşçi hükümeti, gelecekti parlak başarıları öngörerek finansal destek sözü verdiler. Bu birleşmenin anlamı, 48 fabrikanın 200.000 çalışanı ve Austin, Morris, Rover, Jaguar, Triumph, MG, Austin Healey gibi kendi alanlarında prestij taşıyan markaların sahipliği idi. Bu aktiflerle BLMC İngiliz pazarının %40 payına hükmediyor ve dünyanın önde gelen bir otomotiv kuruluşu oluyordu. Bundan sonraki gelişmeler ise bir şampiyonun doğuşunu değil, aşırı sayıdaki fabrika, model, çalışan ve bayiden oluşan, hantal ve koordinasyonu güç bir imparatorluğun doğuşunu sergilemekte idi. Yeni BLMC firmasının genel müdürü enerjik bir mühendis, dinamik bir satıcı o
lan ve daha önce Leyland'ı yöneten Donald Stokes oldu. Kendisine yakın bir şekilde destek veren iki yönetici John Barber ve George Turnbull olarak seçilmişti. Barber, Ford firmasından gelmekte idi ve orada başarılı Cortina modelini geliştiren ekiple çalışmıştı. BLMC nin daha üst pazarlara geçmesini arzu eden bir finans müdürü idi. Turnbull , kendisini ve yeteneklerini Triumph ‘da kanıtlamış yaratıcı ve lider kişilikli bir yönetici idi. BLMC nin Austin-Morris bölümünün başına geçti. Austin-Morris, BLMC nin en büyük ve en zayıf bölümü idi. Bir yatırım eksikliği ve kar yetersizliği spiralinin baskısı ile bunalmakta idi. Bu spiral yabancı arabaları rekabeti ile daha da hızlanmakta idi. Turnbull deneyimli bir finansçı olarak Austin-Morris bölümün sorunlarını derhal kavradı. Ayrıca, Austin-Morris bölümünün efsanevi teknik direktörü Alec Issigonis’in sıradışı karakteri ile uyum sağlamanın güçlüklerini de yaşadı. Issigonis ve müdürleri, yeni bir araba tasarımlanırken bunun maliyetlerinin nasıl hesaplanacağı konusunda hiçbir fikir sahibi değillerdi. Bunun en belirgin örneği Mini Morris arabaların yaratılması idi. Yeryüzündeki en mükemmel performansı veren ufak arabası ve otomotiv tarihinin en devrimci tasarımlarından biri, üretilen her araba başına $45 dolar para kaybediyordu. Longbridge gibi BLMC fabrikaları teorik olarak yönetim tarafından pratikte ise sendika temsilcileri tarafından kontrol edilmekte idi. Triumph’ta sendika temsilcisi işçileri işe almakta, işten çıkartmakta ve üretim düzeylerini belirlemekte idi. İşçiler parça başına çalışmakta ve kotalarını doldurdukları zaman işi bırakıp evlerine veya publarına gitmekte idiler. Yapılan işin kalitesi hızla yozlaştı ve birçok fabrika öğleden sonra 2:00 civarlarında yarı terkedilmiş bir görünüm kazandı. Araba motorları fabrika kapısından araba bagajlarına konarak kaçırılıyordu. Sendikanın kabul ettirdiği şartlardan biri olan "Arama yasağı" bu süreci kolaylaştırmakta idi. Turnbull sorunlarla boğuşabilmek için öncelikle kendine yakın genç ve enerjik bir yönetici kadrosu oluşturdu. Bu kadro ile endüstri ilişkilerini düzeltmeye ve üretim ve tasarımdaki kalite düşüklüklerini geliştirmeye çalıştı. Yönetim ve çalışanlar arasındaki haberleşmenin etkinliğini arttırmada başarılı oldu. Fakat önünde gidilmesi gereken oldukça uzun ve yokuş yukarı bir yol bulunmakta idi. Bu arada Güney Kore Ulsan da Chung Ju Yung , Hyundai Motors firmasını kurarak Birleşik Krallık'tan kit halinde gelen Ford Cortina modeli arabaları monte etmeye başladı. 1971 yılında Turnbull ve BLMC’deki ekibi, yeni firmanın ilk yeni arabası Morris Marina’yı pazara sürdüler. Bu araba Ford’un Cortina modeli ile rekabet etmek için üretilmişti. Fabrikalardaki seri üretime hakim olan koşullar düşünüldüğünde bu arabanın üretim hattından çıkmasına bile mucize gözü ile bakmak gerekiyordu. 1970 yılında Austin-Morris bir endüstriyel eylem yaşamadan sadece iki hafta geçirebilmişti. Sendikaların esas aldığı parça başına üretim sistemi, parçalarda veya üretim hattı tekniğinde en ufak bir değişimin haftalar süren bir toplu sözleşme pazarlığına neden olmasıydı. Sigara yakacağının soldan sağa geçirilmesi bile, sendikaların bütün arabanın montaj hadlerini yeniden pazarlığa sürmesine neden olmaktaydı. Japon rakiplerinin "Yalın Üretim" ve "Tam zamanında Tedarik (JIT)" tekniklerine geçmelerinden yirmi yıl sonra bile, BLMC yönetimi sürekli grev tehdidi altında yaşamak ve radyatör, egzoz gibi parçalarda bile en az iki tedarikçiden sağlanan stoklarla çalışmak durumunda kalıyorlardı. Turnbull giderek moral yitirmeye başladı. Karısı Marion, basında BLMC nin kar ettiğine dair haberleri görmekten bile korkar hale gelmişti. Bu haberlerin sonrasında sendikalar hemen pazarlık masasına oturma eğilimine giriyorlar ve talepleri hemen karşılanmadığında grevle sistemi felç ediyorlardı. 1973'de, Turnbull ve BLMC deki teknik direktörü Austin Allegro’yu ürettiler. Bu Issigonis tasarımlı 1100 ve 1300 modellerinden vazgeçmek amacını taşıyordu. Model beklentileri karşılayamadı ve BLMC’nin yıldızı saha da zorlaşan ekonomik ve politik ortamda giderek solmaya başladı. Donald Strokes emekli olma aşamasına gelmişti. Yerini kimin alacağı konusunda bir iktidar kavgası başladı. Strokes’in hemen altında yer alan iki yönetici bu kavganın liderliğini oluşturarak firmanın sorunlarının daha da derinleşmesine neden oldular. Turnbull firmanın üretim hacimlerini optimum belirleyebilme sorununu çözmesi gerektiğine ve bunun mümkün olduğuna inanmaktaydı. Bunun en iyi yöntemi firmayı desantralize etmek ve otonom bölümlere yetki devretmek olacaktı. John Barber ise firmanın daha üst pazarlara geçmesi gerektiğine inanıyordu ve bunun yolu da firmanın Ford veya GM modelinde yeniden merkezileşmesi idi. Kazanan Barber ve merkezciler oldu veya onlar kazandıklarını sandılar. 1973 mayısında Barber, Strokes’in yardımcısı ve görevi devralacak yönetici olarak atandı. Altı ay sonra Turnbull , Austin-Morris’in yönetici müdürlüğünden istifa etti. Turnbull’un istifası, sektörde ileri gelen birçok kişiyi şok etti. Her zaman ideallerinin arkasında durmuştu ve onları terk etmek gibi bir niyeti yoktu. Bu eyleminin etkisini yumuşatacak herhangi bir başka işe de talip olmadı. Turnbull 1974’te bir ,Güney Kore Chaebol ( Holding) firmasında bir otomobil üretim sistemini geliştirirken, İngiliz hükümeti BLMC firmasını kamulaştırma zorunda kaldı. Bunun sonucu ise bir ticari ve politik facia oldu ve bu facia şok bir şekilde yükselen petrol fiyatlarının da tüketici harcama eğilimlerini bozması ile katlanarak büyüdü. Kuzey Denizi petrol gelirleri İngiliz Paund’unun diğer para birimleri karşısında değerini yükselterek BLMC arabalarının rekabetçi avantajlarını kaybetmelerine yol açtı. Yeryüzündeki beşinci en büyük araba firması BLMC, İngiliz hükümetinin sırtında ciddi bir yük oluşturmaya başladı. İngiliz başbakanı Harold Wilson. bu sorunun çözümünü, danışmanı olan Sir Don Ryder'e devretti. Ryder oluşturduğu bir ekiple sektörün sorunlarını yakından inceleyerek hükümete öneriler götürdü. Ryder ve ekibinin planı, devlet mülkiyetindeki İngiliz oto endüstrisinin genişletilmesi için hazır bir reçete gibi ortaya çıktı. Arabaların özelliğine, pazar segmentine, rekabetçi üstünlüklerine hiç dikkat edilmeden, bir markayı diğerinde ayırmadan basmakalıp bir yaklaşımı sergiliyordu. Kendine özgü gelenekleri ve sorunları olan bir sektöre, işletmecilik kitaplarının en sıradan kuralları ve pazarlamacılığın moda formülleri ile yaklaşılmakta idi. Ryder, BLMC müdürlerine danışma gereğini duymadı. Buna karşılık en militan üyelerinin kontrolünü kaybetmek durumunda kalan sendikaların gönlünü alacak yaklaşımlarda bulundu. Böylece bu militan elemanların geçmişte tadını çıkarttığı işletmecilik ortamının, yeni dönemde de sürmesine olanak sağladı. Sektörün sorunlarından sorumlu tuttukları tepe yönetim ile görüşmekten özellikle kaçınmaları, olaylara ara yöneticilerin vizyonu ile bakmalarına ve kararları etkileyen stratejik öncelikleri gözden kaçırmalarına neden oldu. Bu olayda politikanın ekonomi ve işletmecilik sorunlarına autistik bakışının belirgin bir örneği görülmektedir. Ekonomi ve işletmecilik sorunlarının çözümü politik olarak güçlükler taşısa bile bunların nasıl çözülebileceği bilimsel olarak bellidir. Birleşik Krallık'ın herhangi sıradan işletme fakültesi, otomotiv sektörünün sorunları ve bunların nasıl çözümlenebileceği konusunda çok değerli önerilerde bulunabilirdi. Fakat sorunlara objektif ve rasyonel yaklaşmak yerine politik önceliklere göre davranmanın autistik çıkmazı, sektörde sorunların derinleşerek felakete dönüşmesine yol açtı. Devlet mülkiyeti ve Ryder planı altında çalışan BLMC giderek milli bir mizah konusu olmaya başladı. BLMC logosu artık kötü kalite, sonu gelmeyen grevler, azalan verimlilik, tırmanarak artan ücret talepleri anlamına gelmeye başladı. Hükümet, Kuzey Denizi petrollerinin gelirini ve vergi ödeyenlerin parasını şirkete akıttığı halde durum kötüleşmeye devam etti. Austin , Morris, Jaguar ve MG gibi gurulu markalar yerlere serildiler. Bağımsız bölümler, Amerika, Japonya ve Avrupa karşısında rekabet güçlerini sağlayacak olan mükemmelcilik imajlarını yitirdiler. 1977’de BLMC nin yeni patronu Michael Edwardes oldu. Edwardes kuruluşu, yılda adam başına dört araba üretimi gibi düşük bir verimlilik düzeyinde devraldı. İşçi hükümeti başbakanı James Callaghan tarafından politik önceliklere göre atanmış bir yönetici idi. Yeni başkan yardımcısı İskoç-Amerikan kökenli gözüpek bir yönetici olan Ian Mcgregor oldu. Edwardes ve Mcgregor sonraki iki yılda sendikalarla sürdürülen çatışmalarda sıkı pazarlıkçılar olduklarını kanıtladılar. Bu arada BLMC devletin büyük ölçekteki paralarını yutmaya devam ediyordu. 1979’da BLMC yönetim kurulu muhalefet lideri Margaret Thatcher’i bir öğle yemekli toplantıya davet etti. Bayan Thatcher iktidara hazırlık dönemindeydi. Sandalyesine yerleştiği anda bakışının ne olduğunu gösteren sert bir yaklaşım yaptı. "" Evet Mr. Edwardes. Söyleyin bakalım, neden bizler British Leylanda daha fazla para dökmek zorundayız."" Margaret Thatcher ve Muhafazakar Parti o yıl seçimleri kazandı. Tatcher hükümetinin temel ilkelerinden biri, Birleşik Krallık'ın ekonomik sorunlarını Monetarist kuramlara uygun yöntemlerel çözmek idi. Gündemlerinde yoğun bir özelleştirme programı vardı ve bundan taviz vermeyi düşünmüyorlardı. BLMC, bu programın en çok sözü edilen uygulamalarından biridir. 1980 yılında İngiliz Sanayi Bakanı Keith Joseph firmayı $700 milyon dolara alıcılara devretti. Hükümet bunun alternatifi olan tasfiyenin, kendilerine işsizlik sorunları çıkartacağını ve daha pahalıya mal olacağını hesaplamıştı. Hükümet buna rağmen BLMC’a ilave $1.5 Milyar dolar destek sağlamak durumunda kaldı. Hükümet buraya harcanan her peniye esef ettiğini belli etti. 1982 de Edwardes BLMC işletmelerinden 19’unu satarak elden çıkardı. İşgücü 196.000 den 104.000 e indirgendi. Triumph ve GM işletmeleri kapatıldı. Rover işletmesinin Honda ile işbirliği yapabilmesi için olanaklar sağladı. Bu arada Metro,
Maestro ve Montego gibi yeni modellerin yaratılmasına öncülük etti. 1986’da Sir Graham Day, BLMC’de başkanlık görevini Edwardes’ten devraldı. Day firmanı ismini Rover'e çevirdi ve hisselerini pazara sürdü. İngiliz hükümeti Rover'i GM’ye satma niyeti olduğunu deklare etti. Avam kamarasındaki şiddetli tartışma ve muhalefet, muhafazakarla arasında da özelleştirmenin bu ölçüsünden hoşnutsuz olanlar olduğunu sergiledi. Otuz muhafazakar milletvekili, işçi partililer ile birlikte satışın aleyhine oy kullandılar. Rover , British Aerospace kuruluşunun bir parçası olarak özelleştirildi. Selime, Güzelyurt Selime, Güzelyurt, Aksaray'da Kapadokya'nın başlangıcı olarak bilinir. Peri Bacaları boldur. Bu peri bacalarında Romalılardan kaçan Hıristiyanlar yaşıyordu. Hıristiyanlık Roma'da kabul edilince oralara kiliseler katedraller yaptılar. Oradaki bir tepede savaş kalesi vardır. Bu kalede Selçuklular'dan Ali Paşa ile Bizanslar savaşmıştır. Ali Paşa şehit olmuş. Onun için Selime Türbesi yaptırılmış. Ayrıca burası uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kaldığı için burada Osmanlılar Sinan Bey Camii'ni (1524) yapmışlardır. Selime; Üst miyosen döneminde yaklaşık 10 milyon yıl önce aktif hale gelen Hasan Dağı 3258 m, Melendiz Dağı 3000 m, Göllü Dağı 2650 m yükseklikler sahip volkanların bacalarından çıkarak geniş bir alanı kaplayan öncü malzeme soğuk tüfler, akabinde volkanik ısı ile temas etmiş tüfler daha sonra da kraterlerden akarak düz ovaya yayılarak belli bir kalınlıkta katman oluşturan malzemelerin oluşturduğu bir bölgedir, burası. Çok milyon yıllar boyunca meydana gelen doğa olayları "erozyon; depremler, yıllık ısı farkı, kar, yağmur, rüzgar ve yakınından geçen Melendiz Çayı bu bölgenin muhteşem bir doğal görünüm almasını sağlamıştır. Tarihi evrelerde yerleşik hayata geçen insan oğlu öncelikle güvenilir su kıyılarına yerleşmişlerdir. Güvenlik ön planda olduğundan yerleşmelerini bir dağın yamacına yaparak gelebilcek tehlikeleri önceden haber almaya ve buna karşıda kendilerini korumayı amaçlamışlardır. Selime bu tür yerleşimlerden biridir. Tarih içerisinde değişik kavimlerin elinde yeniden şekillenmiştir. Bugün gördüğümüz Kale, Manastır, kiliseler ve eski evler son 2000 yılın maceralarının sonucudur. Selime kalesi veya Katedrali olarak bilinen doğal ve tarihi yapıt Kapadokya turlarının önemli uğrak yerlerinden birisidir. Her yıl yüzbinlerce Kapadokya ziyaretçisi Bu görkemli oluşumu ziyaret eder. Selime Katedrali Turu Gayzer Gayzer, kesintili bir biçimde sıcak su ya da sıcak buhar fışkırtan, kükürt yayan kaynarca. "Geysir", İzlanda dilinde, fışkırmak demektir. Volkanoloji literatürüne İngilizceden "gayser" olarak geçmiştir. Gayzer kesintili bir biçimde sıcak su ya da sıcak buhar fışkırtan, kükürt yayan kaynarcadır. Yeraltı sularının magmaya dokunması ya da magmanın çok yakınından geçmesi sonucunda ısınmasıyla oluşurlar. Sıcak su kaynakları, volkanik ve kırıklı (fay) bölgelerde görülür. Bu nedenle kutuplara yakın bir bölge olmasına rağmen İzlanda'da birçok gayzer ve sıcak su kaynağı bulunmaktadır. Kaynak su belirli bir yerde ısınınca (kaynayınca), bir patlama yapar ve bu kaynar suyu yeryüzüne fışkırarak çıkar. Gayzerlerde yeraltı suyunun içinde toplandığı doğal kuyu, düşey doğrultuda sıralanmış ve birbirine dar kanallarla bağlanmış bölümlerden oluşur. Böyle bir kuyunun çeşitli derinliklerdeki bölümlerinde yer alan suların kaynama noktaları, basınç farklılıklarından dolayı,birbirinden farklıdır. Örneğin; su, 300 metrede su ile dolu hazne altında kaynamak için yaklaşık 230 °C'ye ulaşmalıdır. Basınç arttıkça suyun kaynaması için daha yüksek bir sıcaklığa ihtiyaç vardır.Bu nedenle,derinlerde yer alan bölümlerin içindeki sular, daha büyük bir basınç altında olduklarından, daha geç, yüzeye yakın olanların içindeki sular ise daha çabuk kaynarlar. Sonuçta en üst bölümdeki su önce kaynar ve oluşan buhar basıncı nedeniyle kuyunun ağzına yükselir ve hatta dışarı çıkar. Bu durum altta yer alan bölmeler içindeki suların üzerindeki basıncı birden azaltır. Böylece zaten normal kaynama noktasının üzerinde bir sıcaklığa sahip olan fakat basınç altında oldukları için kaynayamayan bu sular aniden ve hızla kaynamaya başlar ve kısa sürede oluşan büyük bir buhar basıncı ile su ve buhar sütunu halinde kuyunun ağzından dışarı fışkırır. Patlama sonrası soğuk yeraltı suyu tekrar rezervuara sızar ve döngü yeniden başlar. Sıcak kaynaklar ve gayzerlerdeki yeraltı suları yüzeye aktığı zaman,bu akışkandaki malzemeler genellikle çözünür ve kimyasal tortullu kaya birikimi oluşur. Su çözünmüş silika içerdiği zaman bu malzemeye silisli sinter adı verilir ve bu malzeme gayzerit kaynağının etrafında toplanır. Su, çözünmüş kalsiyum karbonat içerdiği zaman traverten ya da kalkerli tüfler çökelir. Gayzerlerin püskürttüğü suyun içinde farklı kimyasal maddeler vardır. Suyun içinde, ilerlediği yoldaki yapıya göre silisyum dioksit (SiO), kalsiyum karbonat (CaCO), arsenik (As), cıva (Hg), karbondioksit (CO), hidrojen sülfür(HS) ve başka kimyasal maddeler bulunabilir. Gayzerler, ekseriya yeni bir volkanik aktiviteye sahip bölgelerde ortaya çıkmaktadır. Gayzerlerde peşpeşe iki fışkırma arasındaki zaman periyodu genelde düzensizdir. Amerika’da Yellowstone Ulusal Parkındaki gayzerin suyu aralıklarla, saatte bir, 50 m yüksekliğe fışkırmaktadır. Bazı yerlerde gayzer faaliyeti gösteren soğuk su kaynakları da vardır. Yeni Zelanda’da ve İzlanda’da gayzerler bulunmaktadır. Yeni Zelanda’da 1886’daki Taravera volkanik püskürmesinden sonra su, buhar, çamur ve taşları 4 saat müddetle 240 m kadar yükseğe püskürten yedi adet gayzer oluşmuş ve 1904’te bitişik Taravera Gölünün sularının akıtılmasıyla bu gayzerlerden 450 metreye kadar su püskürten birinin faaliyeti durmuştur. Dünya genelindeki 1000 kadar gayzerin yaklaşık yarısı Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yellow Stone Millî Parkı’nda bulunuyor. Tüm gayzerler arasında en bilineni ise bu parkın içindeki Old Faithful’dur. Yine aynı park içinde yer alan Steamboat isimli gayzer ise yaklaşık 100 m ile halen en yükseğe su püskürten gayzerdir. Gayzerlere Rusya, Şili, Yeni Zelanda ve İzlanda’da sıkça rastlanır. Türkiye'de ise gayzer bulunmuyor. Gayzer faaliyetlerinin anlaşılması için püsküren suyun kimyasal ve hacimsel incelemeleri ile sıcak su kaynaklarının bulunduğu yerde açılan kuyuların etüdünden istifade edilmektedir. Bununla beraber gayzerlerin periyodik olarak püskürme mekanizması halen tam anlaşılamamıştır. İzlanda’daki bir gayzerin incelenmesi ile bulunan sonuçların diğer gayzerlere de uygulanmasına çalışılmışsa da bir başarı sağlanamamıştır. Gayzer elektrik üretimi , ısıtma ve turizm gibi çeşitli faaliyetler için kullanılmaktadır. Jeotermal rezervleri tüm dünyada bulunur. İzlanda daki bazı gayzer alanları dünyanın ticari açıdan en değerli alanlarıdır. 1920'lerden bu yana gayzerlerden yönlendirilen sıcak su seraların ısınmasında kullanılmaktadır. Bu sayede İzlanda'nın soğuk ikliminde bitkisel üretim yapılabilmektedir. Gayzerlerden gelen buhar ve sıcak su 1943 yılından bu yana evleri ısıtmak için kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra gayzerlerden çıkan buhar denetim altına alınır ve türbinler kurularak elektrik üretilir. ABD, İtalya, İzlanda, Rusya, Yeni Zelanda,Japonya bu yolla elektrik üretip endüstriyi geliştirmekte, kırsal alanları kalkındırmaktadır. Akkuş, Karakoçan Akkuş, Elâzığ ilinin Karakoçan ilçesine bağlı bir köydür. Elazığ iline 128 km, Karakoçan ilçesine 34 km uzaklıktadır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Türkiye'deki nehirler listesi Türkiye'deki bütün nehir, dere, çay ve suların, döküldükleri yere göre listesi; Yekta Kopan Ethem Yekta Kopan (d. 28 Mart 1968, Ankara), Türk yazar, seslendirme sanatçısı ve televizyon sunucusudur. Sesi Jim Carrey, Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve Buz Devri (film) animasyon karakteri Sid ile özdeşleşmiş bir seslendirmecidir. "Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" adlı öykü kitabı 2002 Sait Faik Hikaye Armağanı'na, Bir de Baktım Yoksun adlı öykü kitabi ise 2010'da hem Haldun Taner Öykü Ödülü’ne, hem de Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne değer görülmüş bir öykücüdür. 2013 sonlarına kadar NTV televizyon kanalında her gün yayınlanan “"Gece Gündüz"” adlı kültür-sanat programının sunuculuğunu yapmıştır. 1968 yılında Ankara’da dünyaya geldi. Babası tiyatrocu Lütfü Kopan, annesi Engin Kopan’dır. Babası aracılığıyla henüz çocukken, TRT Ankara Televizyonu’nda seslendirme yapmaya başladı. ilk seslendirmesini yaptığında henüz 5 yaşındaydı. Seslendirme sanatçısı olan ablası Yeşim Kopan gibi Radyo Çocuk Saati kadrosu içinde seslendirme eğitimi aldı ve bu alanda çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Öğrenim hayatı Ankara'da geçti. Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun oldu. Yazın hayatına şiir yazarak başladı. İlk şiiri “"Yarın"” adlı edebiyat dergisinde yayınlandı. Yaşamına İstanbul'da devam eden Yekta Kopan'ın, öyküleri Hayalet Gemi dergisinde yayınlandı. 1998'de elektronik ortamda yayın yapan AltZine dergisinin ve ardından Türkiye’nin ilk çevrimiçi yayınevi olan Altkitap'ın kurulmasına öncülük etti. "Altyazı" sinema dergisinde film eleştirileri yazdı. Eşik Cini dergisinde öykü üstüne metinler yazdı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. İlk kitabı Fildişi Karası 2000 yılında yayımlandı. Bunu "Fildişi Karası", "Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" , "Yedi Derste Vicdan Muhasebesi", "Kara Kedinin Gölgesi" ve "Karbon Kopya" adlı öykü kitapları ile "İçimde Kim Var" adlı romanı takip etti. 'Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri' 2002 yılında Sait Faik Hikâye Armağanına değer görüldü. 2006'da Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali bünyesinde Tiyatro DOT tarafından sahnelenen ve bir "İki Kişilik Bir Oyun" adlı tiyatro projesinin metnini yazdı. Proje Almanya, İtalya ve Hollanda’da sahnelendi. 2007'de yayınlanan "Karbon Kopya" adlı öykü kitabı, aynı yıl Dünya Kitap Ödülleri'nde "Yılın Telif Kitabı" ödülünü aldı. Kitapta yer alan "Çevirenin Notu" adlı öyküsü, 2010 yılında "El Toreador" adıyla İngiltere'de, "The Lounge Companion Vo
l.2 - A Collection of Creative Writing" seçkisinde yayınlandı. Dtv (Deutscher Taschenbuch Verlag) tarafından yayınlanan Alles Blaue, alles Grüne dieser Welt seçkisinde bir öyküsüyle yer aldı. "Daha Önce Tanışmış mıydık?" adındaki e-kitabı altKitap tarafından okura ulaştırıldı. Altı yaş öncesi için yazdığı ve Şilili ressam Alex Pelayo tarafından resimlenen çocuk kitabı “"Burun"”, 2009 yılında yayımlandı. Kasım 2009'da yayımlan "Bir de Baktım Yoksun" adlı öykü kitabı hem Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne hem de Haldun Taner Öykü Ödülü'ne değer görülerek önemli bir başarı kazandı. Seslendirme sanatçısı olarak hayatı boyunca yaptığı çalışmalar sonucu sanatçının sesi özellikle Jim Carrey, Geleceğe Dönüş filmi serilerindeki Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve Buz Devri (film) animasyon karakteri miskin Sid ile özdeşleşti. Ayrıca Star Wars Sezon 1,2 ve 3'te Obi-Wan Kenobi'yi ve X Men 2'de Cyclops'u seslendirdi. Boeing KC-135 Stratotanker Boeing KC-135 Stratotanker, Boeing firması tarafından üretilen, Türk Hava Kuvvetleri'nin de kullandığı havada yakıt ikmali yapan uçaktır. Bir F-16'nın deposunu havada en fazla üç dakika içinde doldurabilir. Bu uçakları Türkiye dışında Amerika ve İsrail de kullanmaktadır, üretimi durmuştur. İncirlik, Adana'da bulunan 10. Tanker Üs Komutanlığı/101. HYİ Filo Komutanlığı bünyesinde yer alırlar. Filo isimleri Asena`dır. Türkiye'deki dağlar listesi Bu maddede Türkiye'deki en yüksek dağlar, deniz seviyesinden yüksekliklerine göre sıralanmışlardır. Bovin spongiform ensefalopati Bovin spongiform ensefalopati (İngilizce: Bovine spongiform encephalopathy; sığırların süngerimsi beyin hastalığı) (BSE) veya daha yaygın ismiyle Deli dana hastalığı, ölümcül, 20. yüzyıldaki keşfiyle birlikte bulaşma mekanizması biyologları şaşırtan nörodejeneratif bir sığır hastalığıdır. Sığır ölümleri diğer korkulan sığır hastalıklarındaki oranlara göre kıyaslanamayacak kadar küçük olsa da, insanlarda da görülmesi nedeniyle BSE ilgi çekmiştir. İnsanlarda Creutzfeldt-Jakob hastalığının bir çeşidine (vCJD) neden olduğu düşünülmektedir. Bu hastalığa "yeni tip Creutzfeldt-Jakob hastalığı" (new variant Creutzfeldt-Jakob disease, nvCJD) da denmiştir. Çok tehlikeli bir hastalıktır inekler arası salgına neden olabilir. Hastalığın etkeni prion denilen enfeksiyöz karakterde bir proteindir. Hastalığın ilerleyişini durduran bir tedavi bulunmamaktadır. Prion denilen proteinin yok edilmesi için bir organizmanın içindeki neredeyse tüm proteinlerin yok edilmesi gerekmektedir. Kerem Kuraner Kerem Kuraner, 1964 Ankara doğumlu bale sanatçısıdır.İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde görev yapmaktadır. 1975-1983 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuvarı'nda bale eğitimi gördü. 1983 yılında Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde göreve başladı. 1995'te İstanbul Devlet Balesi'ne katılarak sanat hayatına devam etmektedir. İstanbul - Ankara Devlet balelerinde çeşitli eserlerde başrol ve solist dansçı olarak görev yaptı. Bale sanatçılığının yanı sıra 1981 yılında başlayan şov hayatında birçok defile, güzellik yarışması, ürün tanıtımları gibi organizasyonlarda dansçı ve koreograf olarak çalıştı. 1995 yılından itibaren şov tasarımcısı olarak birçok konsept ve sanatsal geceleri tasarlayıp hayata geçirdi... 2015 Yılında Ustaların Sahnesi ni İstanbul Acıbadem' de açtı. Tiyatro yapım ve yöentimiyle, sahne sanatları hayatına yeni bir adım ekledi. Çakra Çakra, (Sanskritçe kaynaklı bir kelime olup, "Pali: "chakka", Çince: 轮, Tibetçe: "khorlo") tekerlek ya da dönüş anlamına gelir. Hindu geleneklerine ve bazı inanç sistemlerine göre insanda bulunan enerji merkezlerinin girdap şeklinde dönen enerji alanlarından oluştuğuna inanıldığı için onlara bu isim verilmiştir." Çakra, Hint Felsefesi ve bazı ilgili Asya kültürlerinde, insan vücudunda bulunan metafiziksel ve/veya biyofiziksel enerjinin bağlantı noktası olarak düşünülmüştür. Yoganın üstadları, insanın, görünen fiziksel varlığı ötesinde, daha duyarlı ve daha etkin bir bünyeye sahip olduğunu ileri sürerler. Bizler, bunu ancak bazı özel durumlarda, duygularımız aracılığıyla sezebiliriz. Aslında bedenimizde birçok önemli çakra olduğu düşünülmektedir: örneğin, avuçlar içinde,tabanlarda, diz kapaklarında, dirseklerde bulunan çakralar diğerlerine göre daha önemlidirler. Ama ana çakra merkezleri vücudumuzda omurga boyunca sıralanmaktadır. Hint felsefesine göre, insanın kafasının tepesinde pozitif bir akım varken omurga kemiğinin alt boğumunda, kuyruksokumunda, negatif bir akım bulunur. Bu iki "kutup"arasında dolaşan elektrik gücü "YAŞAM"dır. Her yoginin amacı, kuyruk sokumunda, "Muladhara Çakra" yakınında, yılan gibi kendi üzerine üç kez çöreklenen uyuyan "Kundalini"yi, yani negatif enerjiyi uyandırıp, onu "Sushumna Nadi" (omurilik boyunca) "Sahasrara Çakra"da (başın tepesinde) bulunan pozitif akımla birleştirmektir. Bu olay, sabır ve azimle uygulanan Pranayama (nefes egzersizleri), asanalar (yoga duruşları), ve meditasyon sayesinde gerçekleşebilir. Buna erişebilen yogilerin sayısı çok fazla değildir. "Kundalini" yukarıya yönelirken, omurga boyunca sıralanan enerji merkezleri (çakraları), teker teker delerek kafatasının tepesinde bulunan pozitif akımla birleşince yoginin bedeni elektrik akımına tutulmuş gibi sarsılır ve mutluluğun en üst hazzını duyar; böylece ermişliğe yükseldiği kabul edilir: yogilere göre, bunu erenler, karşısındakinin düşüncesini "okuyabilir", geleceği görme yeteneği elde eder vb. Ancak kötü koşullar altında uyandırılan "Kundalini" tehlikeli olabilir, en azından uygulayanın ruhsal dengesini bozabilir. Tarihsel bilgilerde 7 ana enerji merkezi olduğu yazılıdır. Ancak günümüzde Pranik Şifa gibi daha modern sistemlerde 11 ana çakra ve pek çok minör ve mini çakra olduğu tespit edilmiştir. Yine de tarihsel bilgilerin popülerliği devam etmektedir. Modern Sanskritçe’de çakra olarak adlandırılan bu enerji merkezleri, güçlü elektrik alanlarıdır, gözle görülemezler. Bu yedi güç istasyonunun her biri bedenimizde hormon salgılayan bezlere karşılık gelir. Bu bezlerin hormon üretimini uyarırlar. Başka bir deyişle, fizik bedenimizdeki ismi ile hormon salgılayan iç salgı bezleri enerji bedenimizdeki çakralara karşılık gelirler. Dr. Alexis Carel'in sözleri şöyledir: "İnsanın kişiliğinin, fiziksel varlığının ötesine gittiğine inanmak için birçok neden vardır. Bedenin sınırlarının cildin yüzeyinde bitmediğine, anatomik çizgilerin bitiminin bir varsayım olduğuna ve her birimizin kendi bedenimizden daha engin ve daha yaygın olduğumuz konusunda belirtiler vardır. İnsanın, kendi bedeninin sınırlarını her alanda aştığı açıktır." 1. Muladhara Çakra (Kök Çakrası): Kuyruksokumunda, üreme organları ve makat arasında bulunur (mul: "kök"; adhara:"yer, mekân"). "Etkilenen organlar": Cinsel Organlar, kan, kemik, hücreler vb. "Etkilenen salgı bezi:" Böbreküstü bezleri (adrenalin) "Renk:" Kırmızı, dört taç yapraklı çakra 2. Swadhistana Çakra: Göbeğin alt kısmındadır (swa: kendi; adhisthana: mekân) "Etkilenen organlar:" Karaciğer, dalak, bağırsaklar, böbrekler, mesane, kan vb. "Etkilenen salgı bezi:" Cinsel salgı bezleri "Renk:" Turuncu, altı taç yapraklı çakra. 3. Manipura Çakra (Göbek Çakrası): Göbeğin iki parmak üstündedir (mani: mücevher; pura: şehir). "Etkilenen organlar:"Dalak, karaciğer, safra kesesi, sinir sistemi, Pankreas "Etkilenen salgı bezi:" Pankreas "Renk:" Sarı, on taç yapraklı çakra 4. Anahata Çakra (Kalp Çakrası): Gövdenin ortasında, kalp dolaylarındadır (an: hayır; ahat: vuruş). "Etkilenen organlar:" Kalp, ciğerler, kan dolaşımı. "Etkilenen salgı bezi:" Timüs bezi "Renk:" Yeşil, on iki yapraklı çakra 5. Vishouddha Çakra (Boğaz Çakrası): boğazın ortasındadır (vi: ötede; shouddha: arındırılmış). "Etkilenen organlar:" Ense, boğaz vb. "Etkilenen salgı bezi:" Troid ve paratroid bezleri "Renk:" Mavi, on altı taç yapraklı çakra 6. Ajna Çakra (Alın Çakrası): Alnın gerisinde, iki kaşın ortasında, burun kökündedir (ajna: kumanda eden). "Etkilenen organlar:" Gözler, beyin "Etkilenen salgı bezi:" Hipofiz bezi "Renk:" İndigo (civit rengi); iki taç yapraklı çakra. 7. Sahasrara Çakra (Taç Çakrası): Kafatasının en üst noktasındadır (sahasra: bin; ra: taçyaprak). "Etkilenen organlar:" Beyin, sinir sistemi "Etkilenen salgı bezi:" Epifiz bezi "Renk:" Mor; bin taç yapraklı çakra. Bahamut Bahamut (Arapça: بهموت Bahamūt veya Bahamot) Arap mitolojisinde orijinalde su ile ilgili bir figür. Fakat modernizasyon işlemi sırasında bu figür büyük oranda değiştirilmiştir. Bahamut engin bir denizde yaşayan dev bir balıktır. Kujata isimli dört bin göz, kulak, burun, ağız, dil ve ayağa sahip dev bir boğayı destekler. Dünya bu boğanın üzerinde durmaktadır. Doğan Yarıcı Doğan Yarıcı, Türk yazar. 1 Haziran 1967'de Beykoz'da doğdu. Selime Vardar ve Hasan Yarıcı'nın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini 1984'de İstanbul'da tamamladı. İlk öyküsü (Bir uzun yol sürücüsünün bilinç akışını anlattığı: Ama) 1986 yılında Ankara merkezli Özgürlük (dergi) dergisinde yayımlandı. İlk öykü kitabı "Evlâ", Oğlak Yayınları İlk yapıtları Serisi'nden 1993 yılında çıktı. İkinci öykü kitabı "Kemik", Oğlak Yayınları Edebiyat Dizisi'nden 1994 yılında çıktı. 1994 "Yaşar Nabi Nayır Ödülü" birinciliğini aldığı "Kemik Dosyası" bu kitabın üç öyküsünü oluşturur. Daha sonra "Aşk ve Sair" adlı bir şiir kitabı, Mehmet Koyunoğlu tarafından resimlenmiş özel bir baskıyla "Şiir Atı Yayıncılık" tarafından 1995 yılında basıldı. Kitap, eleştirmen Memet Fuat tarafından Cumhuriyet (gazete) gazetesindeki köşesinde olumlu eleştiriler aldı. Kitaptaki Nankör Coğrafya şiiri İngilizce'ye çevrildi. Doğan Yarıcı, Mehmet Koyunoğlu'nun zamansız vefatından sonra uzun bir süre herhangi bir kitap yayımlamadı. Bu arada öykü, şiir ve denemeleri "Gösteri", "Nar", "Varlık", "Çalıntı", "Adam Öykü", "Sanat Dünyamız", "Sanat Olayı", "Kitap-lık" dergileri ve "Cumhuriyet" gazetesinde yer aldı. 10 yıldan fazla emek verdiği "Aykırı Sözler Derleme Sözlüğü" internette (az bir bölümüyle) yayımlandı; ancak bu çalışmayı da kitaplaştırmadı
. "NanKör Coğrafya" adlı uzun şiiri "Nar Selection '96'da" İngilizce olarak basıldı. "Gece Kelebekleri" öykü kitabı, Yapı Kredi Yayınları'nın "Yeni Yazı" dizisinden 2004 yılında çıkmasıyla uzun süren sessizliğini bozan yazar, bu kitapta yer alan kısa öyküleriyle ilgi çekti. Mart 2007'de Kıyıda adlı romanı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Edebiyat çevrelerinde beğeni topladı. Kıyıda, Türk Edebiyatının okunması gereken 140 romanı içinde yer alır. Her Aşk Gibi Yarım romanı, 2014 Ankara Üniversitesi Roman Ödülü'nü kazanmıştır. "Dile, akan bilince, bireyin içsel bilinmezliğine" uzanan öykülerinde imgelemin öne çıktığı görüldü. Kısa, kesik kesik, sayıklar gibi ya da kekeler gibi kurduğu cümlelerle ayrıntıya inen, sağlam bir dille geliştirdiği yoğun ve özenli öykü dünyasında "yalnızlık, ölüm, ayrıksılık, cinsellik, sapkınlık, ille de ayrıntılar ve eşya" önemli yer tutar. Yazar, tiyatroya da yakın ilgi duymuştur. 1985-1988 yılları arasında "Hodri Meydan Levent Kırca Tiyatrosu'nda" ve "Masal Gerçek Tiyatrosu'nda" (1988-1990) oyuncu ve yönetmen yardımcısı olarak çalışmıştır. 1990 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın "Balina ile Mandalina" adlı şiirini oyunlaştırmış ve yönetmiştir. Gogol'un meşhur "Burun" adlı öyküsünü senaryolaştırmıştır. Yazarın senaryolaştırdığı Burun, yönetmen Metin Günay tarafından 28 dakikalık bir film olarak çekilmiş ve aynı yıl Marmara Üniversitesi "Kısa Metrajlı Film Yarışması'nda" en iyi film seçilmiştir. Burun öyküsünün dünyada ilk ve tek çekilen filmidir. "Doğan Yarıcı", 1985-1990 yılları arasında TRT'de gösterilen kültür ve eğlence programlarında yazar ve oyuncu olarak görev almıştır. 1987 yılından beri reklam sektöründe yazarlık ve yaratıcı yönetmenlik yapmaktadır. Reklamcılık konusunda yazılar yazmakta, eğitmenlik yapmaktadır. 1992-2007 yılları arasında kurucu ortağı olduğu 3.Kuşak reklam ajansında yaratıcı yönetmen olarak çalışmıştır. "Kendi Yayını" adıyla kurduğu yayınevinden kendi kitapları hariç, Türk yazarlarının kitaplarını basmıştır. 1 Haziran 2007 tarihinde Kendi Ajansı adı altında reklam ajansı kurmuştur. Tröst (tekel) Tröst, bir sanayi dalının, bir ortaklar grubunun eline geçmesiyle gerçekleşen tekelciliğin gelişmiş bir biçimi. Serbest rekabete dayanan anamalcılık bu rekabetin sonucunda tekelciliğe dönüşmüştür. Tekeller de birbirleriyle rekabet etmek yüzünden kardan zarar eden dev işletmeler birleşerek fiyatları diledikleri çizgide tutmak ve daha çok kâr etmek yolunu seçmişlerdir. Tröst tekelciliğin en gelişmiş biçimlerinden biridir. Tröstün daha etkili ve güçlü biçimi konsorsiyumdur. Ulak Ulak, Osmanlı Devleti'nde devlet hizmetinde bir yerden başka bir yere gönderilen hızlı hareket edebilen haberciler. Ulakların geçeceği yollar belirlidir. Bu yollar üzerinde atlar için menziller bulunurdu. Yol üzerinde yaşayanlar da ulaklara hizmet etmek, ulakların gereksinmelerini karşılamak zorundaydılar. Taurus (takımyıldız) Taurus ya da Boğa takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. ""Taurus"" adı Latincede ""boğa"" anlamına gelir. Boğa, kuzey yarımkürede çıplak gözle dahi seçilebilecek kadar göze çarpan bir takımyıldızdır. Batısında "Koç", doğusunda "İkizler", kuzeyinde "Kahraman" ve "Arabacı", güneydoğusunda "Avcı", güneyinde "Irmak" ve güneybatısında "Balina" takımyıldızlarıyla çevrilidir. Bu takımyıldızın en parlak yıldızı, turuncu renkli K5 III sınıfından bir dev yıldız olan Aldebaran'dır. Bu isim, Arapça'da "takip eden, müteâkip" anlamına gelen sözcükten yerleşmiştir. Boğa'nın yüzünü "V" ya da "A" şeklinde görülebilecek bir yıldız deseni şekillendirir. Yüzün ana hatlarını, "Büyük Ayı" hareketli gurubundan sonra belirgin en yakın yıldız kümesi olan Hyades'in parlak üyeleri belirler. Bu tasvirde Aldebaran, boğanın "Avcıya (Orion, güneydoğusunda uzanan takımyıldız) tehditkâr biçimde ters ters bakan" kan çanağına dönmüş gözünü oluşturur. Boğa takımyıldızı bölgesinin kuzeydoğusunda kalan çeyreğinde, en bilinen açık kümelerden olan ve çıplak gözle kolayca seçilebilen Pleiades açık kümesi bulunur. Bu kümenin en belirgin yedi yıldızı, en az altıncı kadirdendir, bu yüzden "yedi kızkardeşler" ve yalnızca Türkçede "Yedi kandilli süreyyâ" olarak da bilinir. Ne var ki, küçük bir teleskopla dahi bu kümenin yediden çok daha fazla yıldızı görülebilir. Aldebaran, gökkürenin hareketi esnasında gökyüzünde Pleiades'i izliyor olmasından ötürü "takip eden" anlamındaki adını almıştır. Batısında Boğa'nın boynuzları, birbirinden 8° ayrık iki yıldız sistemi Beta (β) Tauri ve Zeta (ζ) Tauri tarafından oluşturulur. Beta Tauri beyaz, B7 III sınıfından dev bir yıldızdır. "El Nath" olarak da bilinir. Bu sözcük Arapça'da "toslamak" anlamına gelir. Takımyıldızdaki en parlak ikinci yıldızdır ve Arabacı takımyıldızıyla Boğa takımyıldızının sınırındadır. Zeta Tauri 133 günde bir yörüngesini tamamlayan bir tutulan çift yıldızdır. ζ Tau yıldızının bir derece kadar kuzeybatısında bir süpernova kalıntısı olan Yengeç bulutsusu (M1) bulunur. Bu genişleyen bulutsu, 4 Temmuz 1054 tarihinde Dünya'dan gözlenmiş bir Tip II süpernova patlaması sonucu oluşmuştur. Bu patlama, Çinlilere ait tarihi yazıtlarda da belirtildiği gibi, gündüz boyunca da görülebilecek kadar parlaktı. Süpernova en parlak zamanında -4 kadire ulaşmıştır fakat günümüzde bulutsunun parlaklığı 8.4 kadirdir ve gözlemek için bir teleskop gerekmektedir. Taurus en iyi kasım - mart arası gökyüzünde görülebilir. Bu takımyıldızın boğayla ilişkilendirilmesi çok eskilere dayanmaktadır. Bakır çağında bu şekilde ilişkilendirildiği kesin olarak bilinmesine rağmen, bazı âlimler, bu ilişkilendirmenin yontma taş devri'nin sonlarına dayandırılabileceğini de söylüyorlar. Münih Üniversitesi'nden Michael Rappenglück, Lascaux'deki (yaklaşık olarak M.Ö. 15.000 yılından kalma) mağaralardaki Boğalar Salonu'ndaki bir mağara resminde, Boğa'nın bir Pleiades tasviriyle birlikte yer aldığını düşünmektedir. Ne var ki bu iddialar geniş çaplı olarak kabul edilmiş değildir. Boğa, bakır çağı ve erken tunç çağı'nda, ilkbahar ılım noktasını işaret etmiştir. M.Ö. 23'üncü yüzyıl yakınlarında Pleiades, gökyüzünde güneşe en çok ilkbahar ılımında yaklaşıyordu. Babil astronomisinde, bu takımyıldız MUL.APIN'de , "Cennetin (Göklerin) Boğası" olarak adlandırılmıştır. Akatça'da adı "Shũr" olarak geçer. Yunan mitolojisinde Boğa, efsanevî Fenikeli prenses Europa'yı kaçırmak için büyüleyici bir boğa şeklini almış Zeus ile ilişkilendirilir. Umum hilatı Osmanlı Devleti'nde bir padişah öldüğünde devlet memurlarının tümünün de görevi sonaererdi. Bu nedenle yeni hükümdar tahta çıkar çıkmaz, devlet memurlarının yeniden görevlendirilmesini isterdi. Hiyerarşik olarak, yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen uygulamadır. Kaime-i mutebere Kaime-i mutebere, Osmanlı Devleti'nde el yazması ilk kâğıt paralara verilen ad. İlki 1840 yılında Abdülmecid zamanında çıkarılmıştır. %12,5 faizli olan bu paralar bir tür hazine bonosu idi. Bir süre sonra taklit edilmeye başlanınca tedavülden kaldırıldı. Sonradan daha düşük faizli yenileri çıkarıldı. Karavel Karavel, 15. yüzyılda ortaya çıkan iki ya da üç Latin yelkenine sahip olan yelkenli bir gemi türüdür. Sonraki dönemlerde Latin ve kare yelkenlerin birleşimi ile hareket edenleri de üretilmiştir. Sığ sularda seyredebilme yetenekleri ve görece üstün manevra yetenekleri ile Orta Çağ denizciliğinde en önemli gemi türlerinden biridir. Araştırma amaçları için uygun niteliklere sahip olan bu gemiler, küçük olduklarından az sayıda asker veya ticari mal taşıyabilmekteydiler. Orta Çağ sonlarında artan ihtiyaçlar ile bu gemiler yerine daha fazla yük taşıyabilen kalyon tipi gemiler kullanılmaya başlamıştır. Karum Alışveriş Merkezi Karum Alışveriş Merkezi Ankara'nın en eski alışveriş merkezi olup İran Caddesi, Kavaklıdere adresinde bulunmaktadır. Ankara Sheraton Oteli'nin hemen yanında bulunur. İran Caddesi No:21 Kavaklıdere adresinde olup, Tunalı Hilmi Caddesi, Arjantin Caddesi ve Tahran Caddesinin kesişme noktasındadır, Kavaklıdere semtinin Esat, Gazi Osman Paşa, Çankaya, Ayrancı gibi semtlerin ortasinda bulunması ve yürüme mesafesinde olması yer seçiminde önemli bir etkendir, bu sayede bölgenin en önemli alışveriş merkezi konumundadır. Ayrıca tam önünde Kuğulu Park bulunur. Karum İş ve Alışveriş Merkezi, 1986 yılında Sheraton Hotels & Towers Projesi ile birlikte Koray - Kavala yatırımcı grubu tarafından projelendirilip, beş yıllık bir inşaat safhasından sonra 1991 yılının Ekim ayında "Ankara'da yeni bir merkez" sloganıyla hizmete açılmıştır. Tasarım: Von Gerkan, Marg and Partners; Mimari grup: Seyaş; Yapımcı firma: Koray Holding 1991 yılından itibaren de Nurol Şirketler Grubu'na bağlı Karum Yönetim ve Ticaret A.Ş. tarafından yönetilmektedir. İş merkezinin inşaat alanı 62.000m²'dir. Bunun 12.000m²'si otopark, 23.000m²'si ortak alan ve 27.000 m²si de kullanılabilir alandır. Üçü çarşı katları (zemin kat, 1. kat, 2. kat), dördü büro katları, diğer ikisi de tesisat ve otopark katları olmak üzere 9 kattan oluşan binanın dört ana kapısı ayrıca otopark bağlantıları mevcuttur. Ortada eliptik bir atrium bulunur. Aerojel Aerojel, bir jelin içerisindeki sıvı bileşenin hava ile değiştirilmiş olan katı maddelerdir. Duman gibi görüntü verdikleri için Donmuş duman veya "mavi duman" diye de adlandırılırlar. İlk olarak Steven Kistler tarafından 1931 yılında silika jel kullanılarak oluşturuldular. Büyük oranda havadan oluşurlar. En önemli özellikleri arasında çok hafif ve çok yalıtkan olmaları gelir. Bu ve diğer özellikleri sebebiyle birçok alanda kullanıma girmişlerdir. 2011 yılında silika aerojeller 15 tane Guinness rekoru sahibiydiler. İzolasyon sektöründe aerojel ürünleri piyasası 2004'te 25 milyon dolarlık bir büyüklüğe sahipken, bu rakam 2013 yılında 20 katına çıkmış ve 500 milyon dolar seviyesine ulaşmıştır. Çeşitli bilimsel araştırmalarda, tıpta, boyacılık, havacılık, kozmetik ve başka birçok sektörde, ayrıca NASA çalışmalarında da aerojeller kullanılmaktadır. Steven Kistler, silika jel'den başka çeşitli m
etal oksitleri (aluminyum, krom, kalay oksitleri) ile de aerojel üretmiştir. Karbon tabanlı aerojeller, ilk kez 1980'li yılların sonlarında üretilmeye başlandı. Aerojellerin milyonlarca ufak delikten oluşan yüzeyi, süngeri andırır. %99,8'i havadan oluşmaktadır ve çok iyi yalıtkandır. Aerojel, bilinen köpüklerden ve diğer yalıtım maddelerinden çok daha üstün özelliklere sahiptir. Öyle ki, oksijen kaynağıyla doğrudan verilen ateşi bile yalıtabilmektedir. En gelişmiş fiberglas yalıtım malzemesinden 39 kat daha fazla yalıtım kabiliyetine sahiptir. Knudsen efekti yüzünden aerojeller, içinde bulunan havadan bile daha yalıtkan hale gelebilmektedir. Aerojeller, bir başka silika (kum) esaslı madde olan camla kıyaslandığında 1000 kat daha az yoğunluğa ve delikli bir yapıya sahiptir. Büyüklüğü milimetrenin milyarda biri kadar olan delikler, bir ağ gibi malzemenin içini kuşatır. Deliklerin etrafı başka bir malzeme ile kaplıdır. Yarı saydamdırlar (translusent) ve Rayleigh saçılımı nedeniyle çeşitli renklerde (silika jel tabanlılar için mavi renkte) gözükürler. Rijit ve büyük ağırlık taşıyabilen katı objelerdir ama kırılgandırlar. Kütlesinin binlerce katını taşıyabilir, ama ufak darbelerle de kırılabilirler. Su sevme açısından hidrofil ve hatta higroskopturlar, dokunma durumunda kuru bir his bırakırlar. Çeşitli işlemlerle, kırılganlıkları giderilebilmekte ve su sevmez haline getirilebilmektedirler. Aries (takımyıldız) Koç ya da Aries (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Koç'un ikinci ve üçüncü kadirden iki parlak yıldızları Hamal ve Şeratan'ı tanımak oldukça kolaydır. Bu yıldızların solunda ve sağında takımyıldızın diğer yıldızları yay biçiminde sıralanmışlardır. Koç'un iki ana yıldızı, Andromeda'nın tam güneyi ile Kanatlı At'ın Büyük Karesi'nin tam doğusunda, kolay bir yerdedir. Koç takımyıldızı, Yunan mitolojisinde geçen "Jason ve Altın Post Peşinde" adlı ünlü bir hikâye ile bağlantılıdır. Hikâye parçalanmış bir ailenin mutsuz çocukları ile başlar. Phrixus ve kız kardeşi Helle, Boeotia kralı Athamas ve eşi Nephele'nin çocuklarıdır. Bulutu simgeleyen varlık olarak Nephele'nin adı, İksion masalında geçer. İksion, Zeus'un karısı Hera'ya aşıktır. Muradına ermemesi için Zeus, Hera biçiminde bir bulut yaratır. Ve İksion'un onunla birleşmesini sağlar. Bu bulut kadın (Nephele) Kentaur'ların (bkz. Yay) anası olur. Aristophanes'in "Nephelai" (Bulutlar) adlı komedyasında bulutlar birer kadın olarak simgelenmiştir. Oyunda Sokrates ve diğer filozoflarla alay eder. Aristophanes belki de halk masallarından ve onlardan alınmış motiflerden etkilenmiştir. Ne var ki bu aile kraliçenin ölümüyle sarsılır. Daha sonra kral Athamas, Thebe kralı Cadmus'un kızı Ino ile ikinci evliliğini yapar.. Ancak Ino çocuklara tahammül edemez ve onlara bir tuzak kurar. Önce Boeotia tarlalarına zararlı bir madde dökerek ürünlerin zarar görmesini sağlar. Kral ürünlerin zarar görmesinin nedenini ve ürünlerin nasıl kurtulacağını tanrılara sordurmak üzere baş danışmanlarını Delphi'ye yollar. Bu arada kraliçe Ino danışmanlara rüşvet vererek "çocukların kurban edilmesi" yanıtını krala götürmesini sağlar. Kral çocukları kurban etme konusunda tereddüde düşer. Ama Ino burada tekrar devreye girer ve yerel rahiplere de rüşvet verir. Tüm rahipler çocukların kurban edilmesi konusunda ısrar etmeye başlar. Kral çocuklarını kurban etmek için yakınlarda bulunan bir dağa götürür. Bu arada olan biten her şeyi öz anneleri Nephele cennetten seyretmektedir. Tanrılardan çocuklarını koruması için altın bir post yollamalarını diler. Kral tam çocuklarını kurban etmeye hazırlanırken "Altın Postlu Koç" (Aries) çocukları almaya gelir. Çocuklar koçun sırtına binerler. Koç onları uçarak Asya'ya doğru götürür. Ne yazık ki bugünkü Çanakkale boğazı üzerinde küçük Helle dengesini kaybedip, koçun üzerinden aşağı düşer. Bu yüzden, Yunan mitolojisinde Çanakkale boğazına "Hellespont" denir. Bazı hikâyelerde Helle boğaza düştükten sonra, deniz tanrısı Poseidon tarafından kurtarıldığı, Poseidon'un Helle'yi sevdiği ve onunla birleşerek üç çocuk annesi yaptığı anlatılır. Phrixus, her şeye rağmen yoluna devam eder. Koç onu Caucausus dağlarında Colchis denen yere bırakır. Phrixus minnettarlığını göstermek için koçu Zeus'a kurban eder. Koçun altın postunu kutsal meşe ağacına asar. Altın Post, ağacı saran ve hiç uyumayan dev bir yılan tarafından (Serpent) korunur. Bu nedenle Zeus, Koç'u gökyüzüne çıkarmıştır. Zeus'a kurban edilen koçun postunun, Phriuxus tarafından Colchis kralı Aietes'e verildiği de rivayet edilir. Kral Aietes bu eşsiz postu savaş tanrısı Ares'e adanan bir korulukta saklar. Hikâyenin bu kısmında kendilerine "Argonaunt'lar" diyen ve altın postu arayan bir grup cesur, güçlü denizci ile liderleri Jason (İason) devreye girer. Çağının en büyük destansal masallarından biri olan Argonaunt'lar masalını bize tüm olarak Rodos'lu Apollonios anlatır. MÖ 3. yüzyılda yaşayan Apollonios ünlü bir mitos yazarıdır. Adı "hızlı" anlamına gelen Argo gemisi Karadeniz'in Colchis (Gürcistan) ülkesinde Altın Postu aramaya giden kahramanlar için yapılmış ellibeş kürekli bir gemiymiş. Gemi, Argos denilen bir usta tarafından yapılmış. Mitos yazarlarının sefere katılanlar üzerine verdikleri listeler birbirini tutmamaktadır. Ama katıldığı konusunda görüş birliği sağlanabilen en ünlü kahramanlar; Jason, gemici ustası Argos, ozan Orpheus, Dioskur'lar (bkz. İkizler) Kastor ve Polluks, Herakles, Boreas'ın oğulları Kalais'le Zetes'tir. Seferin nedeni ilginçtir. İolkos kralı Aison tahtını üvey kardeşi Pelias'a kaptırır. Aison'un oğlu Jason delikanlılık çağına gelince Pelias'ın karşısına çıkıp tahtı geri ister. Pelias ondan kurtulmak için önce Colchis'e gidip, Phrixus'un orada bıraktığı altın postu getirmesini buyurur. Jason bu sefere çıkmak zorunda kalır. Yunanistan'da ne kadar gözü pek, atılgan, yiğit varsa hepsini toplar. Zeus'un kızı bilge tanrıça Athena'nın yardımıyla büyük usta Argos'a bir gemi yaptırdıktan sonra, yola çıkarlar. Yolculuk sırasında meydana gelen birçok olaydan sonra Argonaunt'lar, altın postu geri istemek için kral Aietes'in karşısına çıkarlar. O sırada kralın kızı Medeia, Jason'u görür. Delicesine bir aşkla ona tutulur. Güçlü bir büyücü olan Medeia bundan böyle Argonaunt'ların ve Jason'un bütün işlerini eline alır. Kral Aietes görünüşte altın postu vermeye razıdır. Ama önce Jason'un bir ejderi öldürmesini, ateş püsküren tunç ayaklı iki boğayı boyunduruğa koşmasını ister. İstekleri bu kadarla kalmaz. Boyunduruğa koştuğu iki boğa ile ejderin dişlerini toprağa dikmesini de şart koşar. Jason ister istemez bu koşulları kabul eder. Büyücü prenses Medeia, Jason'a kendisini eş olarak alması halinde yardımcı olacağını söyler. Sonra yiğit Jason'a büyülü bir merhem hazırlar. Ve şeklinde tavsiyede bulunur. Her şey Medeia'nın dediği gibi olur. Jason boğaları boyunduruğa sokmayı, ejderin dişlerini tarlaya ekip, topraktan çıkan silahlı adamları birbirlerine öldürtmeyi başarır. Ne var ki Aietes, yine de altın postu vermeye razı olmaz. Argo gemisini yakmaya ve Argonaunt'ları öldürmeye kalkışır. Ama Jason'a aşık olan Medeia hızlı davranıp, Jason'la elele vererek altın postu Serpenten çalmayı başarır. Ve Argo gemisiyle yola çıkarlar. Medeia babasının kendilerine yetişememesi için korkunç bir plan yapmıştır; yanına aldığı küçük kardeşi Apsyrtos'u keser ve parçalarını yol boyunca serperek uzaklaşırlar. Arkalarından gelen Aietes'le adamları Apsyrtos'un parçalarını toplamakla vakit kaybettiler, bu yüzden Argonaunt'lara yetişemediler. Jason ve Argonaunt'lar, altın postu amcası Pelias'a vermek üzere İolkos'a dönerler. Babası Asion'un öldüğü haberini alan Jason, amcası Pelias'ın da tahtı geri vermeye hiç yanaşmadığını görür. Burada Medeia'nın tüyler ürpertici bir oyunu yer almaktadır. Pelias'ın kızlarıyla arkadaşlık kuran büyücü Medeia, ihtiyarlamakta olan babalarını gençleştirmenin çaresini kendilerine öğreteceğini söyler. Ve örnek olması bakımından yaşlı bir koçu alıp keser. Kestiği koçu büyülü otlarla kaynayan bir kazana atıp, körpe bir kuzu çıktığını gösterir. Pelias'ın kızları büyücü Medeia'ya inanarak babalarını öldürüp kazana atarlar. Pelias'ın dirilmediğini görünce çılgına dönerler ve yurtlarından sürülürler. Jason ve Medeia bu suçu işledikten sonra Pelias'ın oğlu tarafından İolkos’tan kovulurlar. Cancer (takımyıldız) Cancer ya da Yengeç takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Gemini (takımyıldız) Gemini ya da İkizler takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Leo (takımyıldız) Leo ya da Aslan takımyıldızı (IPA: [ˈliːoʊ], sembolü ), modern 88 takımyıldızdan ve zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Leo adı Latince'de "aslan" anlamına gelir. Batısında Yengeç ve doğusunda Başak takımyıldızları bulunur. Aslan takımyıldızı Regulus (α Leonis), aslanın kuyruğundaki Denebola (β Leonis) ve γ Leonis (Algieba) gibi birçok parlak yıldız barındırır. Aslan takımyıldızı bölgesindeki Wolf 359 yıldızı 7.78 ışık yılı uzaklığıyla dünyaya en yakın yıldızlar arasındadır. Yine Aslan takımyıldızı bölgesindeki sönük bir yıldız olan Gliese 436 Güneş'ten 33 ışık yılı uzaklıktadır ve etrafında dolanan Neptün büyüklüğünde bir gezegene sahiptir. Karbon yıldızı CW Leo (IRC +10216) kızılötesi N-bandında (10 μm dalgaboyu) gece gözlenebilen en parlak yıldızdır. Aslan takımyıldızı bölgesinde birçok parlak gökada bulunmaktadır. Bunlardan Messier 65, Messier 66, Messier 95, Messier 96, Messier 105 ve NGC 3628 bunların en tanınanlarıdır. Aslan takımıyıldızı birçok farklı kültürde yer bulmuştur. Persler "Ser" ya da "Şir", Türkler "Artan", Suriyeliler "Aryo", Yahudiler "Arye", Hintler "Simha" olarak adlandırmışlardır ve tüm bunlar "aslan" anlamına gelmektedir. Babil astronomisinde takımyıldız UR.GU.LA yani "Büyük Aslan" olarak adlandırılmıştır ve aslanın göğsünde bulunan parlak yıldızı Regulus kraliyetle ilişkilendirilmiş ve "Kralın Yıldızı" olarak adlandırılmıştır. Virgo (takımyıldız) Virgo ya da Başak takımyıldızı (sembolü: ),
modern 88 takımyıldızdan biridir. Tutulum üzerinde yer alır. "Virgo" adı Latince'de "bakire" anlamına gelir. Batısında Aslan, doğusunda Terazi takımyıldızları vardır. En parlak yıldızı Spica sayesinde gökyüzünde kolaylıkla bulunabilir. Parlak Spica Başak takımyıldızının bulunmasını oldukça kolaylaştırır. Büyük kepçenin sapındaki yıldızlardan hayali bir yay geçtiği düşünülerek uzatılırsa, bu yay önce Çoban takımyıldızının en parlak yıldızı Arcturus'tan geçer, yay takip edilmeye devam edilirse Spica'ya ulaşılır ("Yayı izle Ark'ı bul, oradan Spica'ya ulaş"). Presesyon'un etkileri dolayısıyla Terazi'nin ilk noktası ("sonbahar ılımı noktası" olarak da bilinir) β Virginis yıldızına çok yakın bir konumda bu takımyıldız sınırları içinde bulunur. Bu nokta, gök ekvatorunun ekliptiği kestiği iki noktadan (diğeri Koç'un ilk noktası, günümüzde Balık takımyıldızı bölgesinde) biridir. Bu nokta yaklaşık 2440 yılında, Başak'ın komşusu Aslan takımyıldızı bölgesine geçecektir. Spica'nın yanı sıra Başak takımyıldızındaki diğer parlak yıldızlar β Virginis (Zavijava), γ Vir (Porrima), δ Virginis (Auva) ve ε Virginis (Vindemiatrix) olarak sayılabilir. Daha belirsiz fakat isimlendirilmiş yıldızlar ise şunlardır: ζ Virginis (Heze), η Virginis (Zaniah), ι Virginis (Syrma) ve μ Virginis (Rijl al Awwa). 70 Virginis yıldızı, Jüpiter kütlesinin 7.5 katı kütleye sahip olduğu belirlenmiş bir gezegene sahiptir. Bu yıldız güneş dışı gezegen sistemine sahip olduğu bulunan ilk yıldızlardandır. Bu takımyıldız, sınırları içinde ε Vir (Vindemiatrix) yıldızının 5° ilâ 10° batısında bir gökada kümesi (takımyıldızın isminden ötürü Başak kümesi olarak adlandırılır) bulunması sebebiyle özellikle gökada açısından oldukça zengindir. Bazı örnekler şunlardır: Messier 49 (eliptik), Messier 58 (sarmal), Messier 59 (eliptik), Messier 60 (eliptik), Messier 61 (sarmal), Messier 84 (merceksi), Messier 86 (merceksi), Messier 87 (eliptik ve tanınmış bir radyo kaynağı), Messier 89 (eliptik) ve Messier 90 (sarmal). Bunların yanı sıra Başak kümesinin bir parçası olmayan Meksikalı Şapkası Gökadası da (M104) bu takımyıldız bölgesindedir. Bu gökada alışılmadık biçimli bir sarmal gökadadır. Spica'nın 10° kadar batısında yer alır. Başak takımyıldızının kimi temsil ettiği belirsizdir; tarihte İsa'nın annesi Meryem'le ("Bakire Meryem") olduğu kadar İştar, Isis, Kibele ve Athena gibi pek çok meşhur tanrıçayla da ilişkilendirilir. Bunun yanı sıra, Büyük Ayı ve Küçük Ayı takımyıldızlarıyla birlikte Başak Callisto efsanesinin kökenlerinin bir parçası (Callisto'nun kendisi ya da Hera'yı temsilen) olabilir. Başak esas olarak bahar aylarında yükselmeye başladığı için, ölüler diyarından çıkarak baharı getirdiğine inanılan Persephone'yi (ki bazı mitolojilerde, özellikle Eleusinian efsanelerinde, Demeter'in bir başka biçimi sayılır) temsil ettiğinden de sıklıkla bahsedilir. Bir yoruma göre, bu takımyıldız tanrı Zeus ve tanrıça Themis'in bakire kızları Astraea'yı temsil eder. Astraea adalet tanrıçası olarak bilinir ve Başak takımyıldızı, adaletin terazisi Libra'nın yakınında bulunması sebebiyle bu tanrıçayla bağdaştırılır. İddiaya göre Astraea, insanoğlunun böylesine katı yürekli bir hale gelmesinin ardından bizar halde göklere geri dönmesine dek bir dönem dünyaya egemen olmuştur. Başak sıklıkla, bir tanesi parlak yıldızı Spica'yla işaretlenmiş iki demet buğday taşırken resmedilir. H.A. Rey Başak'ın tasviri için, bakirenin sırt üstü uzandığı alternatif bir yol önermiştir. γ Vir, η Vir, β Vir, ν Vir ve ο Vir bakirenin başını, γ Vir, δ Vir, ζ Vir, α Vir (Spica) ve θ Vir bluzunu, α Vir, ζ Vir, τ Vir, ι Vir ve κ Vir eteğini, 109 Vir ve μ Vir ayaklarını ve ε Vir elini temsil eder. Libra (takımyıldız) Libra ya da Terazi takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Takımyıldız ile ilgili tarihsel kayıtlarda, ilk kez MÖ 43'te Terazi Burcu'nda görülen kuyruklu yıldız, Roma'da Sezar'ın öldürülüşünün habercisi olarak kabul edilmiştir. 575 yıl periyotlu bu kuyruklu yıldızın, MS 531, 1106 ve 1680 yılı ziyaretlerine ait de güvenilir kayıtlar vardır. Bu ziyaretlerde aynı kuyruklu yıldızın verdiği "haberlerin" olumsuz niteliği konusunda gökbilimcilerden önemli "iddialar" nedense gelmemiştir. Bu takımyıldız, Batı ve İslam kaynakları yanında Hint ve Çin kaynaklarında da "Terazi" anlamında isimlendirilmiştir. Mesela, Hintçe kutsal metinlerde "Tuala", Çin'de ise, "Tieu Ching" (göksel terazi) adları bu burç için kullanılmıştır. Yahudiler de burca "Moznayim" (kollu-terazi) adını vermişlerdir. Akrep'in hemen batısında, sağda, yer alır. Grup çok dağınık ve bulanıktır; çevreniz aydınlıksa takımyıldızı görmekte çok zorlanabilirsiniz. Burçtaki en parlak yıldız, Terazi'nin kuzey kolundaki "Zuben El-Şimali" (Kuzey Kolu) olup 2. kadirdendir. Terazi'nin güney kolunda ise bir çift yıldız olan 3. kadirden "Zuben El-Cenubi" yer alır. Güneş bu burca 23 Eylül civarında, yani gündüz ve gecenin birbirine eşit olduğu tarihte girer. Libra, denge anlamına gelmektedir. Zodyak (Burçlar) kuşağı 4000 yıl önce başlangıç aşamasındayken, Güneş sonbahar dönencesindeyken (21 Eylül) bu takımyıldızındaydı. Bu dönencede gün ve gece süresi birbirine eşittir. Eşitliğin bir sembolü olan bu takımyıldız, pek çok ortadoğu kültüründe adaletin sembolü olmuştur. Baş tanrı Zeus ile adalet tanrıçası Themis'in kızı olan Astrea (Dike) hak ve adaleti simgeler. Astrea, insanların sözlerinde, hareketlerinde doğruluktan ayrılmamalarını sağlamaya çalışır. Bu tanrıçanın sadece öğüt vermekle yetindiği ve harekete geçirmekten aciz olduğu söylenir. Fazilet ve adalet ilham eden Astrea, insanların mutlu yaşadığı dönemlerde onların arasında yaşardı. Ahlaksızlık ve kötülükler artınca gökyüzüne çıktı ve yıldızlar arasına yerleşti. İnsanlar öldükten sonra onları yıldızlar arasında yargılayan tanrıçadır. Astrea'nın heykellerinde sadece bir baş vardır. Bununla insanların yalnız başla idare edilebilecekleri anlatılmak istenmektedir. Düşünce, öğüt ve sözler baştan çıkmaktadır. Scorpius (takımyıldız) Scorpius ya da Akrep takımyıldızı (sembolü: ), modern 88 takımyıldızdan biridir. Zodyak kuşağında yer alır ve batısında Terazi, doğusunda Yay takımyıldızları yer alır. Güney gökkürede, Samanyolu merkezine yakın, geniş bir takımyıldızdır. Akrep takımyıldızı bölgesinde Antares (α Sco), β Sco (Graffias), δ Sco (Dschubba), θ Sco (Sargas), λ Sco (Shaula), ν Sco (Jabbah), ξ Sco (Girtab), π Sco (Iclil), σ Sco [(niyat)Al_niyat], τ Sco (bu yıldız da niyat olarak bilinir) ve υ Sco (Lesath) gibi pek çok parlak yıldız bulunur. Bu parlak yıldızların pek çoğu, en yakın OB topluluğu olan Scorpius-Centaurus'un büyük üyeleridir.. δ Sco yıldızı, 2.3 kadir sabit görünür parlaklığa sahipken Temmuz 2000'de birkaç hafta içinde 1.9 kadire çıkmıştır. O tarihten bu yana, parlaklığı 2.0 ve 1.6 kadir aralığında değişen bir değişen yıldız olmuştur. Bu durum, yıldızın en parlak halinde takımyıldızın ikinci en parlak yıldızı olduğu anlamına gelir. ω¹ Scorpii ve ω² Scorpii çıplak gözle seçilebilen bir görsel çift yıldızdır. Biri mavi diğeri sarı renklidir. Terazi takımyıldızı bölgesinde bulunmasına rağmen γ Sco olarak tanımlanmış olan yıldız, günümüzde σ Lib olarak bilinmektedir. Dahası, tüm Terazi takımyıldızı Antik Yunan zamanında Akrep'in kıskaçları ("Chelae Scorpionis") olarak; daha sonraki zamanlarda ise Terazi'nin en batıdaki yıldızları, bitişikteki Başak tarafından temsil edilen Astraea tarafından yukarı doğru tutulan bir terazi olarak kabul edilmiştir. Terazi'nin tamamen ayrılması Roma zamanında gerçekleşmiştir. Akrebin kuyruğunun ucundaki birbirine çok yakın görünen λ Sco ve υ Sco, bazen "Kedi Gözü" olarak da anılır. Samanyolundaki konumundan ötürü bu takımyıldız bölgesinde M6 (Kelebek kümesi) ve M7 (Batlamyus Kümesi) açık kümeleri ve M4 ve M80 küresel kümeleri gibi pek çok derin uzay nesnesi bulunmaktadır. Ayrıca ζ² Sco yıldızının çok yakınında NGC 6231 açık yıldız kümesi vardır. Yunan mitolojisinde Akrep ile ilgili anlatılar, neredeyse hiç değişmeksizin Orion'a bir atıf içerir. Orion avcı bir Yunan devdir ve dünyanın en yakışıklı erkeğidir. Kadınların cazibelerinden hiç etkilenmeyen Orion'un, başı hiç ıslanmadan denizin dibine basarak yürüyebilecek devasa bir yapıya sahip olduğu söylenir. Bir efsane Eos'un onu geceyi birlikte geçirmek için davet ettiğinden ve onun bunu memnuniyetle kabul ettiğinden bahseder. Fakat sonra Orion, zaferleriyle övünür ve dünyadaki tüm vahşi canavarların kökünü kurutabilecek muhteşem bir avcı olduğuyla böbürlenir. Apollo (Güneş Tanrısı, sürüleri korumakla görevlidir.) Gaia'yı (ya da belki Hera'yı), iğnesiyle sokup Orion'u öldürmesi için delinmez bir zırhı olan devasa bir akrep göndermeye ikna eder. Bazı anlatılar akrebin başarılı olduğunu söylese de diğerleri Orion'un, Artemis tarafından vurulmak için denizde yüzerek kaçmaya çalıştığını söyler. Bir Yunan efsanesinde Orion'un Artemis'e ve Artemis'in annesi Leto'ya dünyadaki tüm hayvanları öldürebileceğiyle övündüğü yazılmıştır. Ne var ki kendisi de bir avcı olarak bilinen Artemis, buna rağmen tüm yaratıklara koruma sunmuştur. Artemis ve Leto zehirli bir akrebi Orion'un hakkından gelmesi için gönderir. Orion ve akrep savaşırlar ve bu savaş Zeus'un dikkatini çekecek kadar hareketli geçer. Daha sonra Zeus akrebi gökyüzüne yerleştirir ve aynısını Artemis'in ricasıyla, onların paha biçilmez değerinin bir mührünü ölümlülere hatırlatmaya hizmet vermesi için Orion'a da yapar. Bu takımyıldız ile ilgili bir başka mit, Orion'un Yedi Kızkardeşler'in birinin ya da hepsinin birden peşine düştüğünü ve Artemis'in, onun bu kadınlara tecavüz girişimleri için onu öldürmek üzere bir akrep gönderdiğini söyler. Ne var ki, Yedi Kızkardeşler fiziksel özellikleri açısından iffetleri ve masumiyetleri ile tanınmış değillerdir, bu yüzden niçin tanrıçanın onların uzun zamandır olmayan iffetini korumak istediği bir sır olarak kalır. Bir başka Yunan efsanesi akrebi gönderenin Apollo olduğunu söyler. Artemis'in avcıya olan ilgisini kıskanan tanrı bu yola başvurmuştur. Daha sonra, Ori
on'u öldürmenin pişmanlığıyla, Artemis'e onun görüntüsünü gece gökyüzüne asmasına yardım etmiştir. Ne var ki akrep de gökyüzündedir ve akrep ne zaman ufukta görünse, Orion gökyüzünün diğer kısmına ilerler, hâlâ saldırganından kaçmaktadır. Bir başka Yunan öyküsü akrepten Orion'u anmaksızın bahseder. Phaëton (Helios'un ölümlü oğlu) arkadaşlarına annesi ve babasıyla övünür. Arkadaşları ona inanmayınca Phaeton, daha önce Phaeton ne isterse ona vereceğine dair Styx Irmağı kıyısında yemin etmiş olan babasına gider. Phaeton bir günlüğüne babasının Güneş Arabası'nı sürmek istediğini söyler. Helios oğlunu kararından vazgeçirmeye çalışırsa da Phaeton son derece kararlıdır. Ne var ki zaman geldiğinde, Phaeton panikler ve Arabayı çeken beyaz atların kontrolünü yitirir. Önce çok yüksekten uçtuğu için dünya buz gibi olur. Öyle yüksekten uçar ki, karşısına ölümcül iğnesi saplanmak için dikilmiş olan göklerdeki akrep çıkar. Telaşlanır ve bu kez tüm bitki örtüsünün yanması sebep olacak kadar yakına gelir. Phaeton kazara Afrika'nın büyük kısmını çöle döndürmüştür ve Etiyopya halkının derilerini siyah olana dek karartmıştır. En sonunda Zeus, kontrolden çıkmış Arabanın tantanasına bir son vermek için onu bir yıldırımla çarparak müdahale etmek zorunda kalmış ve Phaeton Eridanos nehrine düşmüştür. Aquarius (takımyıldız) Aquarius ya da Kova takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Pisces (takımyıldız) Pisces ya da Balıklar takımyıldızı (sembolü: ), modern 88 takımyıldızdan biridir. Tutulum üzerinde yer alır. "Pisces" adı Latincede "balıklar" anlamına gelir. Batısında Kova, doğusunda Koç takımyıldızları vardır. İlkbahar ılımı noktası günümüzde Balık takımyıldızı bölgesinde, ω Psc yıldızının güneyine doğru yer alır. Bu nokta presesyon dolayısıyla yavaşça batıya, Balık'ın aşağısına, Kova takımyıldızı bölgesine doğru sürüklenmektedir. Balık takımyıldızı Charles Messier'in katalogunda listelenmiş bir galaksi (sarmal gökada M74) içerir. Bu takımyıldız çoğunlukla, uzun bir ip ile kuyruklarından bir noktaya asılmış iki balık olarak temsil edilir. Bir Yunan mitine göre Balık takımyıldızı, Afrodit ve oğlu Eros'un, canavar Typhon'dan kaçabilmek için dönüştükleri balığı temsil eder. Birbirlerini kaybetmemek için kuyruklarından birbirlerine bağlıdırlar. Capricornus (takımyıldız) Capricornus ya da Oğlak takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Ophiuchus (takımyıldız) Ophiuchus ya da Yılancı takımyıldızı, modern 88 takımyıldızdan biridir. Ayrıca, Batlamyus'un listelediği 48 takımyıldızdan biriydi. 13 zodyak takımyıldızından biri olmasına rağmen, zodyak takımyıldızları aralarında bir simgeye sahip olmayan tek takım yıldızdır. Sagittarius (takımyıldız) Sagittarius ya da Yay takımyıldızı (sembolü: ), zodyak kuşağı takımyıldızlarından biridir. Irmak Hamamı Irmak Hamamı, 1594 yılında Ramazanoğulları Beyliği tarafından Adana'da yaptırılan en eski hamamlardan biridir. Bu hamam eski bir Roma kalıntısı üzerine inşa edilmiştir. Andromeda (takımyıldız) Andromeda, modern 88 takımyıldızdan biridir. Ayrıca, Batlamyus'un 48 takımyıldızdan oluşan listesinde de geçer. Adını Yunan mitolojisindeki bir karakter olan prenses Andromeda'dan alır. Kanatlı At takımyıldızının yanında bir kuzey yarımküre takımyıldızıdır. Andromeda Gökadası'nı barındırıyor olması en dikkat çekici özelliğidir. Kimi zaman Zincirli Prenses olarak da anılır. Takımyıldızdaki en parlak yıldız, "Sirrah" adıyla da bilinen gösterilen Alpheratz'tır. Alpheratz prensesin başını temsil eder ve Bayer isimlendirme sistemine göre "Alpha Andromedae" olarak adlandırılır. Eskiden Andromeda ve Pegasus'un ortak yıldızı olduğu varsayılmıştır ve δ Pegasi olarak da adlandırılmaktadır. α, β, ve γ Pegasi ile Perseus'un büyük karesi'ni oluşturur. β Andromedae "Miraç (Mirach)" adıyla bilinir ve prensesin kuşağını temsil eder. 88 ışık yılı uzaklıkta ve 2.1 kadirden bir yıldızdır. γ Andromedae ya da "Almaç (Almach)", büyük "A"nın güney kolunun ucunda bulunur. Kontrastlı renkleriyle güzel bir çift yıldızdır. ĸ Andromedae Güneş'ten 52 pc uzakta, B9IVn tipi bir yıldızdır. Bu yıldıza, kendisinden 55 AU uzaklıkta, "ĸ And B" adlı, erken-L tipi bir yıldız eşlik etmektedir. υ Andromedae, Jüpiter kütlesinin 0.71 katı, 2.11 katı ve 4.61 katı kütlelere sahip belirlenmiş üç gezegenden oluşan bir gezegen sistemine sahiptir. Andromeda takımyıldızındaki en dikkat çekici derin uzay nesnesi M31, yani çıplak gözle görülebilecek en uzak gök cismi olan Andromeda Gökadası'dır. M31, bizim gökadamıza benzeyen devasa bir sprial gökadadır. Gökadayı bulmak için, β ve μ Andromedae arasında hayali bir çizgi çizin ve çizgiyi μ Andromedae'den sonra aynı doğrultuda ve aynı mesafede uzatın. Eğer çıplak gözle görülen daha sönük yıldızlar da hesaba katılırsa, takımyıldız, belirgin bir bel kuşağı olan (Avcı takımyıldızındakine benzer şekilde) çizgilerden bir kadın figürü ortaya koyar. Bir koluna uzun bir şey iliştirilmiş gibi durmaktadır, bu yüzden bir elinde kılıç tutan bir kadın savaşçı gibi hayal edilebilir. Bazı başka yıldızlar ile birlikte Andromeda'nın bu tasviri, Herakles'in 12 Suç efsanesinin bir parçası olan Hippolyte'in kemeri efsanesinin kökenini oluşturuyor olabilir. Herkül'ün, Ares'in kızı olan Amazonların kraliçesi Hippolyte'den kemerini almak zorunda kalması, 12 Suç efsanesinde geçer. Ancak efsaneye göre, kemeri almak için kraliçe ile anlaşmışsa da, Hera'nın Amazonları kışkırtması sonucu, Amazonlar Herakles'e saldırmış, Herakles de kraliçeyi öldürmüştür. Ne var ki, yine sönük yıldızları göz önünde bulundurarak, yıldızların daha farklı şekilde bağlandığı düşünülürse zincire vurulmuş bir genç kızın görüntüsü oluştuğu hayal edilebilir . Çevresindeki Cassiopeia, Cepheus, Cetus, Pegasus ve Perseus takımyıldızlarıyla birlikte, daha yaygın olarak bağdaştırılan Boast of Cassiopeia efsanesine kaynaklık ediyor olması muhtemeldir. Andromeda takımyıldızındaki yıldızlar, alternatif olarak zincire vurulmuş bir kadını gösterecek şekilde de bağlanabilir. Alpha Andromedae prensesin başını temsil eder. Prensesin vücudu delta Andromedae, pi Andromedae ve beta Andromedae yıldızlarınca şekillendirilirler. delta Andromedae ve pi Andromedae prensesin omuzlarını oluştururken, beta Andromedae prensesin kalçasını oluşturmaktadır. Prensesin bacaklarından biri beta Andromedae, upsilon Andromedae ve gamma Andromedae tarafından şekillendirilir. Gamma Andromedae, 2. kadirden bir yıldızdır ve prensesin ayağını temsil eder. Prensesin diğer bacağı beta Andromedae, mu Andromedae, nu Andromedae, phi Andromedae ve 51 Andromedae ile şekillenir. 51 Andromedae yıldızı, Andromeda'yı özgürlüğüne kavuşturmaya çalışan Perseus'un elinin uzandığı prensesin diğer ayağını temsil eder. Prensesin kollarından biri – eta Andromedae elini temsil etmek üzere – delta Andromedae, epsilon Andromedae, zeta Andromedae ve eta Andromedae ile şekillenir. Diğer kolu – iota Andromedae diğer elini temsil etmek üzere – pi Andromedae, rho Andromedae, theta Andromedae ve iota Andromedae yıldızlarıyla temsil edilir. rho Andromedae, theta Andromedae ve sigma Andromedae yıldızları prensesin dirseğini oluşturur. Prensesin iota Andromedae ile temsil edilen eli lambda Andromedae, kappa Andromedae, iota Andromedae ve omicron Andromedae tarafından oluşturulan bir zincirle bağlıdır. Andromeda Adana Bedesteni Adana Bedesteni, Adana Büyüksaat semtinde ve Büyük saat kulesinin karşısında bulunmaktadır. Çevresi yeni yapılmış dükkânlarla kapanmış olan bedesten mimarisinden çok arastalara uygundur. Mimari tarzına göre eser 16. yüzyılda yapılmış, mevcut kitabesine göre hicri 1267'de (1850) tarihinde Kel Hasan Paşa tarafından onartılmıştır. Andromeda (mitoloji) Andromeda, Aithopia kralı Kepheus ile Kassiopeia'nın kızı, Perseus'un eşi. Bir akşam üzeri, Medusa'nın başını kesmiş olan Perseus, şark ülkelerine yaklaştığı sırada yeni bir macera ile karşılaşır. Yolculuğu sırasında Andromeda ile yolları kesişir. Andromeda'nın annesi Kassiopeia kendi güzelliğini deniz tanrıçalarından daha üstün gördüğü için Poseidon'u kızdırmıştır. Poseidon Kraliçenin küstahlığını cezalandırmak için Aithopia'yı yok etmesi amacıyla bir deniz canavarı gönderir. Kassiopia'nın kızı Andromeda bu deniz canavarına kurban edilirse Aithopia ve diğer herkes kurtulacaktır. Andromeda bir kayaya zincirle bağlanır ve canavarın gelişini bekler. Perseus kızı kurtarır ve onunla evlenir. Ancak düğünde Andromeda'nın amcası ve eski nişanlısı Phineus adamlarıyla gelir ve Andromeda'yı alıkoymaya kalkar. Bazı kaynaklara göre Perseus grubu tek başına alt eder. Ancak çeşitli yazılarda bunu Medusa'nın başını kullanarak yaptığı söylenir. Sonunda Perseus ile evlenmiş ve Alkaios, Elektryon ve Sthenelos adında üç oğlu olmuştur. Sosyalist gerçekçilik Sosyalist gerçekçilik sosyalizm ideolojisinin sanat ve edebiyata yansıması olarak 1930'lu yıllarda ortaya çıktı. Özellikle SSCB'de ve Çin'de ön plana çıktı ve komünistlerden de destek gördü. Sosyalist ideolojinin idealizmini ortaya çıkarmayı hedefleyen bu akımın etkisinde edebiyat eserlerinde devrimci kahramanlarla, halka örnek olacak kişiler yaratılması hedeflendi. Maksim Gorki'nin Ana romanı bu akımın ilk örneklerinden sayılır. Resim sanatında ise devrimci ruhun ön plana kuvvetli bir imajla çıktığı eserler desteklendi. Sosyalist Gerçekçi akımın ana konuları arasında devrim, işçi sınıfı ve sanayi bulunmaktadır. İşçi ve Çiftçi Kadın Heykeli, Büyük Sovyet Ansiklopedisi tarafından sosyalist gerçekçilik akımının standardı olarak seçilmiştir. Sosyalist gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik ile karıştırılmamalıdır. Boötes (takımyıldız) Boötes ya da Çoban takımyıldızı (IPA: [boʊˈoʊtiz], Yunanca: "çoban"), modern 88 takımyıldızdan birisidir. Batlamyus'un bahsettiği 44 takımyıldızdan da birisidir. Boötes genelde "Ayı Terbiyecisi" olarak tasvir edilir, çünkü Ursa Major ("Büyük Ayı") ve Ursa Minor ("Küçük Ayı") takımyıldızlarına yukarıdan bakar gibidir. Dünyadan görünen en parlak üçüncü yıldız olan A
rcturus'u barındırır. Arcturus, bizden 35ışık yılı uzaklıktadır. Çoban takımyıldızı'ndaki en parlak yıldızdır. Bu nedenle diğer bir adı Alfa-Çoban (α Boö)'dur. Takımyıldızın diğer sönük yıldızları, Büyük Kepçe'nin gerilerine doğru saçılmışlardır. NGC 5466 zayıf küresel yıldız kümesidir ve pek çok teleskopla gözlenebilir. William Herschel tarafından 17 Mayıs 1784 tarihinde keşfedilmiştir. Çoban boşluğu, keşfedilen iki büyük boşluktan biri. 1981 yılında keşfedilmiştir. Büyük Kepçe'nin biraz eğri duran sapını bulalım. Eğer bu sap eğrisini, onun uzunluğunun yaklaşık iki katı kadar takip ederseniz, Arcturus olarak bilinen, hafif turuncu renkli, birinci kadirden parlak bir yıldıza gelirsiniz. Şimdi yüzünüzü kabaca güneydoğuya, Arcturus'a doğru çevirin. Bu durumda onu daha kolay görebilirsiniz. Gökyüzü eğer yeterince karanlık ise, Çoban'ın diğer yıldızlarını da bulabilirsiniz. Yaklaşık bir yumruk genişliği yukarıda ve Arcturus'un solunda, birbirinden yarım yumruk genişliği kadar ayrık bir çift yıldız ve Arcturus'dan daha uzakta diğer bir çift yıldız görülür. Grubun tamamı, altta Arcturus olmak üzere, bir dondurma külahını andırır. Arcturus'un tam karşısında üstteki bir yıldız da dondurma kepçesinin oluşturduğu, külahın tepesindeki yuvarlak dondurma topağı gibi durur. Çoban mitolojik efsanesi, ana karakter Başak ve Küçük Köpek ile birlikte anlatılacaktır. Efsaneye göre Persephone bir gün oyun arkadaşlarıyla (Okeanos'un kızları) birlikte çayırda çiçek toplarken birdenbire yer yarılmış, yer altı tanrısı Hades şarıyla dışarı çıkmış. Persephone'yi kaptığı gibi ortalıktan kaybolmuş. Ümitsizlikten ne yapacağını bilemeyen Demeter, kızını bulabilmek için tüm yeryüzünü dolaşır. Her şeyi gören tanrı Helios Kore'nin yerini söylemiş. Bunun üzerine Demeter Olympos'tan kaçmış, yüreği sızlayarak ıssız bir yere çekilmiş. Demeter'in küsmesiyle toprağın bereketi kalmamış, ekinler bitmez, buğday başakları büyümez olmuş. İnsanlar kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar. Zeus, Demeter ve Hades'in arasını düzeltmeye çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Bu arada Hades, Kore'ye büyülü nar yedirmiş. Büyülü narı yiyen Persephone yeraltı tanrısına bağlanmış, Zeus'un tüm çağrılarına rağmen yeraltı ülkesinde kalmaya devam etmiş. Tüm çabalarının boşa gittiğini gören Zeus bu işi bir kurala bağlamayı kafasına koymuş. Zeus Persephone'nin yılın üçte ikisini yani buğday başaklarının çiçek açma ve ürün verme zamanını yer üstünde annesi Demeter'in yanında, kalan üçte birini yani kışı Hades'in yanında yeraltında geçireceğini söyler. Böylelikle toprağa yeniden bereket gelir. Ozan Hoseidos Thegonia adlı eserinde, Persephone hakkında şunları söyler: Hoseidos, Persephone'nin Zeus'un kızı olduğunu söylemektedir. Başka bir efsaneye göre Virgo, İcarios ve Demeter'in kızı Erigone adıyla anılır. Bir seyahat sırasında şarap tanrısı Dionysos, İcarios'un evine gelip misafir olur. Onu çok iyi ağırlarlar. Dionysos gitmeden önce kendisine gösterilen misafirperverliğe karşılık ev sahibi İcarios'a üzüm yetiştirmenin usulünü, bağcılığı ve şarap yapmayı öğretir. Bağ bozumu gelince İcarios, bu esrarlı içkiden diğer insanların da yararlanmasını ister. Şarap dolu tulumlarla köyleri, kırları dolaşır. Rastladığı bütün köylülere şarap içirmeye başlar. Fakat akıllı ve uslu olan köylüler, fazla içince sarhoş olurlar. Bazıları akıllarının başlarından gittiğini, yere yıkılıp derin bir uykuya daldıklarını görünce, İcarios'un şarapla kendilerini zehirlediğini düşünmeye başlarlar. İcarios'un üzerine çullanıp onu linç ederler. Sarhoşlar sonraki gün ayılınca, İcarios'u boşuna öldürdüklerini anlarlar. Ama iş işten geçmiştir. İcarios'un cesedini ormanın içine götürüp saklarlar. İcarios'un kızı Erigone babasının gelmediğini görünce telaşlanır. Gece rüyasında babası İcarios yaralarını gösterek der ki: Zavallı Erigone uzun süre babasını arar bulamaz. İcarios'un naaşını Erigone ile bereber arayan Maira adlı köpeği bulur. Erigone acıdan ne yapacağını şaşırır. Gözyaşları içinde babasının naaşının yanında kendini ağaca asar ve ölür. Maira Erigone'nin naaşı başından ayrılmaz ve günler boyunca ulur. Sonra o da açlıktan ölür. Tanrılar İcarios ve ailesine acırlar. Onları gökyüzüne takımyıldızlar olarak alırlar. İcarios gökyüzünde "BOÖTES" (Çoban), kızı Erigone "VİRGO" (Başak) olarak, sadık köpekleri Maira ise "CANİS MİNÖR" (Küçük Köpek) olarak yerlerini alırlar. Tanrı Zeus Atinalılara bir ceza verir. Şehirde bir delilik salgını baş gösterir. Genç kızlar çıldırıp kendilerini asmaya başlarlar. Bunun üzerine Atinalılar kendilerini affettirmek için, Erigone adına bir sunak yapıp özel bayram düzenlemişlerdir. Efsanenin başka bir yorumunda İcarios'un evine misafir olan Dionysos, İcarios'un kızı Erigone ile beraber olur ve Staphylos (üzüm) adında bir oğulları olur. Küçük köpeğin (Canis Minör = Maira) genellikle Çoban'ın (Boötes) köpeği olduğu kabul görse de, Orion'un (Avcı) köpeklerinden küçük olanı olduğunu ileri süren efsaneler de vardır. Çoban'ın (Boötes) gerçek adı kesin olarak bilinmemekle birlikte bazı kaynaklarda "Çiftçi" olarak da geçer. Bunun nedeni görüntüsü bir tarım aracı olan sabana benzetilen Ursa Major (Büyük Ayı) takımyıldızının çok yakınında yer almasıdır. En çok kabul gören tasviri İcarios"tur. Hoşkadem Camii Hoşkadem Camii, Adana ili Kozan ilçesi merkezinde yer alan, Çukurova’nın Türklerin eline geçtiği ilk yılların eseri olması bakımından önemli bir yapıdır. Cümle kapısı üzerinde bir kitabe görülür. Selçuklu tarzındaki bu grift sülüs yazıdan caminin Mısır Kölemen Memluk sultanı Malik Zahir Seyfettin Çakmak ümerasından olan "Emir Abdullah Hoşkadem" tarafından 10 muharrem 852 tarihinde inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Bu tarih miladi takvimde 1448 yılına denk gelir. Ebola Ebola virüsü, insanlarda ve insandışı primatlarda viral hemorajik ateş şeklinde ciddi hastalık formlarına yol açan virüstür. Dünya Sağlık Örgütü tarafından 4. Risk Grubu Patojen olarak kabul edilmektedir. Tanımlanabilen İki Ebola virüsü vardır. Çok tehlikeli bir virüstür. İshal, kanama, deri döküntüleri ve yüksek ateşe neden olur. Adını, Afrika'daki bir nehirden alır. Bulaşıcıdır. Kontrol altına alınmazsa salgınlar görülür. Ebola virüsü, ipliksi yapıda, yaklaşık 80 nm boyundadır. Genetik materyali RNA'dan oluşur. Hastaların (hayvanlar başlıca maymun ve meyve yarasaları) kan ve vücut sıvıları ile bulaşır. Hava yoluyla bulaşma tespit edilmemiştir. Fabergé yumurtaları Fabergé yumurtaları, 1842 yılında Sankt-Peterburg'da Gustav Fabergé tarafından yapılan ve oğlu Peter Carl Fabergé tarafından geliştirilen sanat eserleri. Carl Faberge bu yumurtaları babasının ölümüne kadar her yıl Son Romanov ailesine hediye olarak gönderirdi. Bu firma 1917'deki ihtilalden sonra Bolşevikler tarafından kapatıldı. Carl Faberge'nin en önemli eserleridir. Bu yumurtalar Çar III. Aleksandr'ın siparişleridir. Eşi Marie Feodorovna'ya Paskalya hediyesi olarak sunmak için istemiştir. 53 tane olduğu bilinmektedir. 8 tanesinin varlığı tespit edilememiş, 45 adet yumurtanın şimdi nerede oldukları ve şekilleri ise bellidir. Faberge Yumurtalarının genelinin çoğu Amerika koleksiyonlarında, çok küçük bir kısmı ise Kremlin Sarayı'ndadır. Mübaşir Mübaşir, Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinde görev yapan kişilerdir. Mübaşirler Adalet Bakanlığına bağlı Adli Yargı Komisyonları tarafından atanırlar, mübaşirlerin en az lise mezunu ve tutanak bilme yeteneğine sahip olması gerekmektedir. Mübaşirler KPSS toplamında en az 70 puan alanlar arasından Adalet Bakanlığınca Sözlü Mulakatla Sınavla açıktan atanırlar. Kassam Kassam. Mirasçılar arasında terekeyi paylaştıran ve yetimlerin mirasını koruyan ve idare eden şer’i memur, mahkeme-i şer’iyye memurudur. İslam hukukunda ve genel anlamıyla kassam; miras davalarında bizzat dava yerine giderek gerekli tahkikatı yapıp ihtilaf hakkında bir neticeye vardıktan sonra davayı hükme bağlayan ve ev, tarla, arsa gibi gayr-ı menkulleri varisler arasında taksim eden memura denir. Aynen kadıda aranan şartlar kassamda da aranmaktadır. Tanzimat'tan sonra kassamlık görevi kaldırılmıştır. Kumpas Kumpas, hassas ölçüm aletidir. Ölçüm hassasiyetine, ölçüm şekline göre çeşitleri bulunur. "Derinlik kumpası", "delik kumpası" gibi çeşitleri vardır ama tümünün ölçüm sistemleri aynıdır. İki çenesi arasında kalan kısmı ölçen, sürgülü bir alettir. Şekli kabaca boru anahtarını andırır. Bir sabit cetvel üzerinde gezen hareketli bir parçadan oluşur. Gezen kısmına verniyer adı verilir. Birçok sektörde kullanılır. Hassasiyeti, yapılan işe göre değişir. Lacuna Coil Lacuna Coil, 1994 yılında Milano, İtalya'da kurulmuştur. Önceki adları "Sleep of Right" ve "Ethereal" olan grubun üyelerine göre, onların etkilendikleri gruplar Paradise Lost, Tiamat, Anathema, Septic Flesh, Type O Negative, My Dying Bride, Imago Mortis, Depeche Mode ve In Flames'dir. Kariyerine gotik rock etkilemişli gotik metal yaparak başlayan grup, ""Karmacode"" albümü ve sonrasında alternatif metal tarzına ağırlık vermiştir. Grup, "Ethereal" adıyla müzik yaşantılarına 1994 yılında başladı ve ilk iş olarak aynı ada sahip iki parçalık bir demo çıkardı. Başarılı bir başlangıç yapan grup, kısa bir süre sonra Century Media Records ile anlaştı ve kendine yeni bir ad koydu: "Lacuna Coil". Grupları için buldukları bu yeni ad, “boş spiral” (empty spiral) anlamına gelmekteydi. 1997 yılında yeni adlarıyla bir EP’yi hazırladılar. EP sonrasında Moonspell ile birlikte turneye çıkan grup, bu konserlerde kadrosuna gitarist Cristiano Migliore ve davulcu Cristiano Mozzati’yi dahil etti. 1999 yılında kadrolarına ikinci gitarist olarak Marco Biazzi’yi ekleyen grup, aynı yıl “"In a Reverie"” adlı ilk albümlerini yayınladı. Albüm sonrası Skyclad ile birlikte Avrupa’da albümün tanıtım turnesine çıkan altılı, 2000 yılında “"Halflife"” adlı EP’yi piyasaya sürdü. Aynı yıl “"Unleashed Memories"” adını verdiği ikinci albümünü de çıkaran grup, daha çok turneye çıkmaya ve daha kalabalık konserler vermeye başladı. 2002 senesinde “"Comalies"” adlı 3. stüdy
o albümüyle Amerika listelerinde 178 numara olan Lacuna Coil, bu albümden “Heaven’s A Lie” ve “Swamped” adlı iki tekli yayınladı. Albüm satışlarıyla Century Media’nın şu ana dek en çok satan albümü özelliğini taşırken, grup ‘The Ozzfest’e katılarak hayran kitlesini genişletti. 2006 yılına kadar Avrupa’da ve Amerika’da konserler gerçekleştiren Lacuna Coil, aynı yılın Nisan ayında “"Karmacode"” adlı dördüncü albümünü piyasaya sürdü. Amerika listelerinde 28 numaraya kadar çıkan albüm, İngiltere listelerinde ise 47 numaraya yerleşti. Tarz olarak daha çok nu metal özelliklerini taşıyan “Karmacode”, Lacuna Coil’ın en sert albümü olarak nitelendirildi. Albüm içerisinde Depeche Mode parçası “Enjoy the Silence”ın yorumunu da bulunduran grup, “Closer” ve “Our Truth” adlı iki tekli daha yayınladı. Teklilere çekilen video kliplerle MTV’de ekrana gelmeye başlayan Lacuna Coil, “Our Truth” parçasını 2006 filmi “Underworld: Evolution”ın müziğinde kullandı. Albüm sonrasında Rob Zombie ile beraber Amerika turnesine katılan Lacuna Coil, aynı zamanda bir kez daha ‘The Ozzfest’de sahne aldı. İngiltere’deki ‘Download Festivali’nde Metallica, Tool ve Guns N’ Roses gibi gruplarla aynı sahneyi paylaşan grup; In Flames ile birlikte Amerika’yı turladıktan sonra Within Temptation, The Gathering, In This Moment, Stolen Babies ve Kylesa ile beraber “The Hottest Chicks in Metal” turnesini gerçekleştirdi. Lacuna Coil’ın ilk canlı performans DVD’si “"Visual Karma"”, 31 Ekim 2008'de piyasaya çıktı. ""Karmacode"" albümünün tanıtımı kapsamında gerçekleştirilen konserlerden görüntüler içeren DVD'ye promo videoları ve özel görüntüler de dahil edildi. Grubun yeni albümü ""Shallow Life"", 2009'da piyasaya çıktı. Lacuna Coil, 12 şarkıdan oluşan Dark Adrenaline albümünü 2012 yılında müzikseverlerin beğenisine sundu. Karmaşık komut setli bilgisayar Karmaşık komut setli bilgisayar (İngilizce: "Complex instruction set computer" veya "CISC"), bilgisayarın işlemcisinin komutlarının tipini ifade eder. Komutları karmaşık olan bir işlemci de her komutun işlemci tarafından decode edilmesi uzun sürer, ve devrenin bu biçimi silikon üzerinde de fazladan yer kaplar. RISC işlemciler komut sayısını azaltarak, performans kazanmayı hedeflemişlerdir. CISC bir işlemcinin tek bir komut ile yaptığı işlem, RISC bir işlemci ile 2 ya da daha fazla komutla yerine getirilebilmektedir. Ama yine de RISC mimarisinin avantajları ile bu işlemciler aynı saat frekansları ile daha yüksek işlem gücüne sahip olabilmektedirler. Ancak CISC bir işlemcinin doğrudan assembler ile programlanması insanlar için çok daha kolaydır. Bu da yüksek seviyeli programlama dillerinin pek kullanılmadığı yıllarda avantajken, günümüzde assembler ile programlamanın yapıldığı alanlar çok azaldığından, avantajını yitirmiştir. Günümüzdeki Intel ve AMD işlemciler de aslında CISC işlemcilerdir, fakat derinlerinde aslında karışık komutlar daha basit RISC komutları sayılabilecek parçalara dönüştürülerek işlenirler. RISC İndirgenmiş komut takımıyla hesaplama, (İngilizce: "Reduced instruction set computing" veya "RISC"), işlemcinin tasarım mimarisini ifade eder. Bilgisayar tasarımında önemli noktalardan birisi işlemcinin komut kümesinin belirlenmesidir. Belirli bir bilgisayar için seçilen komut kümesi bu bilgisayarın makine diliyle yazılımlanmasını belirler. Eski bilgisayarlarda küçük ve basit komut kümeleri mevcuttur. Bunun nedeni komutları yürütecek donanımın küçük tutulmasıydı. Sayısal donanım ucuzlamaya başlayıp, tüm devreler daha ileri bir seviyeye ulaşınca bilgisayar komutları da hem sayı hem de karmaşıklık olarak arttı. Bazı bilgisayarlar 100 hatta 200’ün üzerinde komut kümesine sahip oldular. Bu bilgisayarlar çok farklı veri tiplerini kullanabiliyorlar ve çok sayıda adresleme kipi bulunuyordu. Bilgisayar donanımlarının karışık olma eğilimi birçok etkenin sebep olduğu bir olaydır. Örneğin mevcut kiplerin güncellenmesi, yüksek seviyeli dilden makine diline geçişin sağlanması ve yazılım temelli işlevlerin donanım temelli olmasının sağlanması bu nedenlerden bazılarıdır. Çok sayıda komutları bulunan bir bilgisayar CISC olarak adlandırılır. Yüksek düzeyli dillerde yazılmış olan yazılımların CISC makinelerde derlenmesi ile elde edilen kodlar incelendiğinde: belirlenmiştir. Yüksek düzeyli yazılımlama dillerinin oluşturduğu bu veriler dikkate alınarak merkezi işlem birimlerinin verimlerini artırmak amacıyla daha az bellek erişimi yapan ve: özelliklerine sahip olan RISC işlemciler tasarlanmıştır. Bazıları tüm RISC makinelerde bulunmayan bazıları ise CISC makinelerde de rastlanılabilen RISC işlemciler için özellikle önemli özellikler ise: olarak sayılabilir. Bkz. EPIC Monopson Monopsoni, tek alıcının birden fazla satıcının olduğu bir piyasaya hakim olduğu iktisadi bir durumdur. Monopole benzer fakat monopsonide satıcı yerine alıcı tektir. Güven Turan Güven Turan (d. 1944), şair, yazar ve çevirmen. 1944’te Sinop, Gerze’de doğdu, ortaöğrenimini Samsun’da Maarif Koleji’nde tamamladı. 1968 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1973'te aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı ve İngilizce okutmanlığı yaptı. 1976-1995 yıllarında İstanbul’da reklamcılık alanında çalıştı. Güven Turan, "Dalyan" ile 1979 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, "Düş Günler" ile 1990 Yunus Nadi Yayımlanmış Öykü Kitabı Ödülü’nü, "Bir Albümde Dört Mevsim" ile 1991 Yunus Nadi Yayımlanmamış Şiir Kitabı Ödülü’nü, "Cendere" ile 2004 Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazandı. Yurtdışında, Iowa International Writing Program (ABD, 1980), British Council Cambridge Seminars (İngiltere, 1998), Voix de la Méditerranée (Fransa, 2002) gibi uluslararası etkinliklere katıldı. Kazancı Camii Kazancı Camii, Taksim'de Kazancı Yokuşu'nda 17. yüzyılda Osmanlı üslubuna göre yapılmış olan bir camiidir. Tuğladan bir minaresi olup kare planlı, kargir ve çatılıdır. Fevkani olan caminin bodrumu namaz sahnı olarak kullanılmaktadır. Surp Ohan Voskiperan Kilisesi Surp Ohan Voskiperan Kilisesi, Türkiye'de İstanbul iline bağlı Beyoğlu ilçesinde bulunan bir Ermeni Katolik kilisesi. 1837 yılında ahşap olarak inşa edilen kilsienin yerine mimar Andon ve Garabet Tülbentçiyan tarafından 1860-63 yılları arasında kargir olarak inşa edildi. Kilise 1979 yılında Papa II. Jean Paul tarafından ziyaret edilmiştir. Fransız edebiyatı Fransız edebiyatı, Fransızca kullanılarak ortaya çıkan edebiyat ürünlerini kapsar. Dünyanın en zengin ve en etkileyici edebiyatlarından biridir. Fransız yazarlar başta epik şiir, lirik şiir, drama ve kurgu olmak üzere edebi yazınların tümüne katkıda bulunmuşlardır. Fransız edebiyatı birçok ülkedeki yazarların çalışmalarını derinden etkilemiştir. 1600'lerde, Klasizm denen Fransız kültürel hareketi tüm Avrupa edebiyatında önemli etki bırakmıştır. 1700'lerin Fransız yazarları Avrupa edebiyatını kontrol altına almışlardı. 1800'ler boyunca, Gerçekçilik (Realizm) ve Sembolizm, birçok dilde yazan yazarların çalışmalarını şekillendirmesine yardımcı olmuştu. 1900'lerde ise, Gerçeküstücülük (Sürrealizm) ve Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) Fransa sınırlarının dışına çıkarak diğer yazarlar, sanatçılar ve düşünürlerin çalışmalarını geniş ölçüde etkilemiştir. Birçok Fransız yazar, biçim, dil, tarz ve geleneğe önem vermişlerdi. Diğer dillerde yazan yazarlardan daha fazla kurallar ve modellere bağlı kalmışlardı. Genelde, Akılcılık (rasyonalizm) Fransız yazınını elinde tutmuştur. Akılcılık, insan eylemlerinde nedenselliği temel alır. Akılcılık; temiz, kendi kendini kontrol edebilen ve sanatsal ustalığa ulaşmış bir yazı yaratmıştır. Her ne kadar akılcılık Fransız edebiyatında hayatî bir rol oynadıysa da, güçlü bir deneysel nitelik de zamanla Fransız yazınında öne çıkmıştır. Örneğin 1800'lerin başındaki Romantizm hareketi gibi dönemlerde, bu deneysellik duygu dolu ve bazen de tutkulu bir sanat yaratabilmiştir. Bu aynı zamanda teorik ve biçimsel konuları işlemede de kullanılmıştı; örneğin 1900'lerin "Yeni Roman"´ında olduğu gibi. En erken yazınlara MÖ. 800´de rastlanır. Şiir, antik Fransız edebiyatında baskındır. Birçok şiir, eğitimsiz insanlara gezgin "jongleur"lerce (jonklör) söylenmek ya da oynanmak içindi. Zaman içinde, iki ana şiir tarzı ortaya çıkmıştı: lirik ve öyküsel. Lirik şiir 1100´lerden 1400´lere kadar yaygınlaştı. "Trobador" denen şair-müzisyenler, Provens lehçesiyle aşk şarkıları yazmaya güney Fransa´da başladı. Bu şiirlerin bazıları kuzey Fransa´ya da "trovör" denen şairlerce taşınmıştı. Hem trobadorlar hem de trovörler kadınları ve aşk ideallerini anlatan lirik şiirler bestelediler. Bu şiirler kasıtlı olarak tekralamalardan ibaretti. Eğlenceden çaresizliğe geçişleri büyük bir ustalıkla, duygusal koşullara yoğunlaşarak resmetmişlerdi. Orta Çağ´ın en tanınan Fransız lirik şairi François Villon´dür. Üç eşit stanzin ardından daha kısa bir bitiriş stanzini içeren bir yazın biçimi olan çeşitli balatlar besteledi. Aynı zamanda aşk, başarısızlık ve ölüm temalarıyla ilgilenen uzun şiirler de yazdı. Villon´un yazını geniş bir ton aralığında, kinayeli aşağılama ve grotesk görsellikten tutku gibi konulardaki daha narın pasajlara uzanmıştı. Başyapıtı 2000 dizelik otobiyografik şiiri "Grand Testament"´tir (1461). Öyküsel şiirin dört biçimi vardır: (1) epik şiir, (2) romans, (3) ilahiler ve öyküler, ve (4) "fabliaux". Orta sınıf için yazılan "fabliaux" dışında hepsi aristokrat izleyiciler için yazılmıştı. Epik şiirler genelde savaş ve savaş kahramanlıkları üzerinedir; "çhansons de geste" (büyük eylemlerin şarkıları) diye adlandırılırlar. Jonklörler chansonları müzikle birleştirmişlerdi. En ünlüleri "Roland´in Şarkısı"´dır (1100). Ünlü komutan "Charlemagne" tarafından yönetilen bir askeri talim sırasındaki bir olayı anlatır. Romanslarsa sıklıkla fantastik maceralarla dolu uzun kurgusal çalışmalardı. Yedi tipi vardı. R"omans antiques" (klasik romanslar) Troya Savaşı gibi tarihi olaylar üzerine temellenmişti. "Romans bretons" (Breton romansları) ise eski Britan
ya´daki Yuvarlak Masa Şövalyeleri ve Kral hakkında hikâyeler anlatırdı. Belki de en çok okunan ve en etkileyici Fransız romansı "Gül Romansı"dir. Guillaüme de Lorris ilk kısmını yazmıştı (1230) ve şair Jean de Meung 1275´te daha karamsar ve kinayeli bir ruh haliyle bitirmiştir. Şiir, aşkın gelişimini anlatmak için karmaşık allegoriler (sembolik hikâyeler, insanlar ve görüntüler) kullanmıştı. İlahiler ve öyküler aşk, şövalyelik ve metafizikle ilgili kısa manzumelerdi. İlahiler daha çok Celtic kaynaklarına dayanıyordu. Öyküler ise genelde Latin kaynakliydi. 100´lerde şair Marie de France birçok önemli öykü yazmıştır. "Fabliaux" kısa, genellikle taşlamalarla dolu mizahı öykülerdi. En önemlisi, hayvan karakterlerin insane toplumunu eleştirdiği "Renard Romansı" (1175-1205) denen koleksiyonda bulunur. Erken Yazın manzume romanslardan sonra ortaya çıkan romanslardan oluşur ve genelde aynı hikâyeleri anlatır. Tarihi belgeler bu tip yazının ana unsurudur. En bilinen tarihi yazarlar Philippe de Commines, Jean Froissant, Jean de Joinville ve Geoffroy de Villehardouin´dir. Erken Drama öncelikle manzume şeklinde yazılmıştı ve dini temalarla ilgileniyordu. Dini dramlar üce ayrılıyordu: "Gizem Oyunları Skripturlarından" (incil ayetleri) bölümler sahneledi. Mucize oyunları Meryem Ana ve incilden prtreler sunuyordu. Ahlaki oyunlar eğitim amaçlı sembolik dramlardı. Şeküler (dinsel olmayan) komediler - "farslar" – dini dramların sahnelenmesi sırasındaki girişlerdi. 1200´lerde dramatist Adam de la Halle realizmin çarpıcı etkilerini ve yüksek psikolojik derinlik seviyesini yakalayan seküler oyunlar yazdı. Fransız edebiyatında rönesans 1500´lerin başından 1600´lara kadar uzanmıştı. Fransız rönesansı İtalyan sanat ve edebiyatındaki gelişmeler ve eski Yunan ve Latin modellerinden etkilenen edebiyatın ve öğrenimin çiçek açması olarak nitelenebilir. Yazarlar ve bilgeler – hümanistler – Rönesans´ta önemli rol oynamışlardı. Hümanistler öğrenmenin temelini dini temalardan çok dünyevi konulara çekmişlerdi. 1494´ten 1525´e kadar Fransız ordusu İtalya´yi işgal altında tuttu. Bu istilalar İtalyan edebiyatı ve sanatıyla teması da beraberinde getirmişti. Bu ilişki sayesinde Fransız rönesansı hız kazandı. 1500´lerin başında Kral I. Francis ve kız kardeşi Marguerita de Navarre hümanistlerin ve tebalarındaki diğer yazarların taslaklarıydı. Marguerite kendisi de bir yazardı. Kendi hikâye koleksiyonu Heptameronu (1558) İtalyan Rönesans yazarı Giovanni Boccaccio´nun 1300´lerde yazdığı "Decam François Rabelais Fransız Rönesansının en ünlü kurgu yazarı ve döneminin önde gelen tip otoritelerinde biriydi. Ana eseri "Gargantua" ve "Pantagruel"´dir. Bu neşeli, çoğu zaman da patavatsız beş parçalık anlatı 1532 ile 1564 arasında yayımlandı. Rabelais, çarpıcı öğretilerin ham sahnelerinin ve genelde vahşi fiziksel komedilerin anlık değişimlerle birleştirildiği bir biçimde yazmıştı. Bu çalışma, dönemin yasal, politik, dini ve toplumsal kurumlarını eleştirmekteydi. "Pleiade", geleneksel tarzı kırıp Yunan ve Roma modelli yeni bir Fransız edebiyatı yaratmaya çalışan yedi şairden oluşan bir gruptu. Pierre de Ronsard grubun önderiydi. Şiirleri aşk ve gençliğin geçmesi gibi temaları betimleyen pastoral tarzda eski yazı biçimlerini kullanır. Ronsard´in şiirlerinin kolay çekiciliği, dünyevi tecrübenin önemine derin adamışlığı saklar. Yazını, yaşlılık ve ölüm gibi bu tecrübelerin acı yanlarının korkusuzca üzerine gitme becerisini gösterir. Joachim dü Bellay, Pleiade´nin başka bir üyesiydi. Fransız edebiyatında İtalyan Rönesansı´ndan ödünç aldığı söne biçimini ilk kullanan şairdir. dü Bellay, "Fransız Edebiyatı´nın Savunması ve Yüceltilmesi" adlı önemli bir makale yazdı (1549). Makalede, Orta Çağ boyunca çoğu şair tarafından kullanılan Latinçe´yi savunan şairlere karşı Fransızca´yi savundu. Du Bellay, Fransızca´nın Latince ya da Yunanca´nin rakibi olamadığını kabul etmekle beraberbu iki dilin olanaklarının çokça kullanılması nedeniyle solmaya yüz tuttuğunu, ancak Fransızca´nin bu sorunun çözümüne yeni bir soluk getirebileceğini düşünmekteydi. Fransız yazarlarını, Fransızca´yi Yunanca ve Latinçe´den alıntılarla, lehçe ve teknik deyimler açısından güçlendirme çağrısı yaptı. Pleiade´nin başka bir üyesi Etienne Jodelle bir dramatistti. İlk Fransız komedisi "Eugene" (1552) ve ilk trajedi "Kleopatra Mahkûmu" (1552) onun eserleridir. Lyon, güneydeki Lyon kentinde ortaya çıkan ve bünyesinde Maurice Sceve ve Parnette dü Guilliot´yu barındıran başka bir şairler grubuydu. Sceve´nin şiiri, gramer ve imgelerin karmaşıklığıyla ünlüdür. En önemli eseri, "Delie" (1544) adındaki dikkatle hazırlanmış 459 dizain (10 dizelik stanzlar) serisidir. Delie, şairin, Pernette de Guillot olduğu düşünülen bir kadına olan aşkını, aşıkların birbirlerine karşı kullandığı genelde erotik bir dille anlatmaktadır. Michel de Montaigne denemeleri bir edebi biçim olarak kurgulamıştı. Bir deneme, resmi olmayan konuşma dilinde yazılıyordu. Montaigne´nin denemeleri geniş bir klasik eğitimle şekillenmişti. Tamamen kişisellerdi ve yazarın kendisi, bilgi, alışkanlıklar, ölüm, geziler ve öğrenim gibi konular üzerindeki gevşek meditasyonlardan oluşuyorlardı. Kral 13. Louis ve özellikle Kral 14. Louis´in iktidar dönemleri klasik dönem olarak bilinir. 1600'lerin başından 1700'lere kadar geçen süre Fransız edebiyatının yüksek dönemi olarak düşünülür. Klasik yazarlar Rönesans fikrini reddetmediler; bu dönem daha geniş bir düzen ve gelişim ruhu geliştirmişti. Fransız yazarları özellikle insani davranışları ve idealleri inceleyen nedenler ve düsünüşleri vurgulamıştı. Francois de Malherbe ilk önemli Klasik sair ve en etkileyici olandi. 1600'lerin başında Malherbe, Klasik yazının temelini atan temiz, akilci ve ayik siirler yazdı. Jean de La Fontaine ve Nicolas Boileau-Despreaux da Klasik dönemin önde gelen sairlerindendiler. La Fontaine, Fabl (1668-1694) denen hayvan karakterleri üzerinde yazdığı kinayeli, ögretici, derinllikli ünlü hikâyeler koleksiyonunu yazdı. Boileau da bu dönemde, zamaninin Klasik siirinin etkilenimlerini belirleyen yönetim ve asillik prensiplerini anlatan "Sairlik Sanati" (1674) eserini kaleme aldi. Klasik drama uzun zaman Fransiz Klasizminin en büyük ifadesi olarak kabul gördü. Bu dönem boyunca, 12-hecelik dizeler – "alexandrine" - Fransiz dramasinin baskin siirsel ölcütü olarak kurulmustu. Bu dönemin en ünlü yazarları Pierre Corneille, Jean Racine ve Moliere´dir. Corneille ilk önemli trajedi yazari Klasiktir. Oyunları, görev, sadakat ve askin cözünmez çatışmalarının içinde yuzen asil karakterleri barindirir. Corneille, istek, otokontrol, onur ve özgürlügün önemine vurgu yapmıştır. Trajedileri arasında "Le Cid" (1637), "Horace" (1640) ve "Polyeucte" (1642) sayılabilir. Racine, caginin Klasik trajedi yazarlarının en büyügü olarak taninir. Karakterleri kontrol altina alamadıkları tutkularının sarmalında betimlenir. Melankolik bir dini pesimizm, eserlerinin çoğunun yapısındadır. Racine, antik Yunan ve Roma eserlerini "Andromaque" (1667), "Phedre" (1677) ve "Athalie" (1691) gibi başyapıtlarında yeniden islemiştir. Moliere, Fransiz dramasinin en önde giden komedi yazaridir. En etkili oyunları, toplumsal değerlerle catisan güclü karakterleri konu alan taslamalarıdır. Moliere, en güzel komedilerini 1660´ların ortasında yazmisti. Bunların arasında "Tartuffe", "Don Juan" ve "Yabani" sayılabilir. İki filozofun Fransiz Klasik nazımının en üstün örneklerini verdikleri düsünülür. Rene Descartes, dahan sonraki Fransiz felsefesi ve stetigini bicimlendirmede temel teskil eden "Metod Üzerine Nutuk" (1637)´u yazdı. Öncelikle bir matematilci olarak bilinen Blaise Pascal, derin Hristiyan inancini temsil eden etkili yazılar yazmıştı. Pascal´in en bilinen eseri yansımaları topladığı "Pensees"´dir (1670). Kendilerine Moralist (ahlakçılar) diyen bir grup yazar insan eylemlerini ve tavirlarını, "maxim" dedikleri harfler, soyleyisler ve diğer yazın bicimleriyle tanimlamislardi. François de La Rochefoucauld´un "Yansimalar"´i (1664) psikolojik olarak derin, acimasizca sorgulayici ve mükemmle bir özlülük içinde olabilen bu tarza bir örnektir. "Theophrastus´un Karakterleri" (Jean de La Bruyere, 1668) günlük insanları ve toplumsal kimliklerin edebi portrelerini maximlerle birleştirir. Madame de La Fayette, Fransiz edebiyatındaki en önemli romanlardan birini yazmiştir: "Cleves Prensesi" (1678). Roman, psiolojik cözümlemeleri ve usta yapısi nedeniyle yüceltilmisti. Sürekli kontrol altında tutulan tutkulu ask temasi, iclerinde Jean-Jacques Rousseau´nun da bulunduğu daha sonraki yazarları da oldukca etkilemiştir. Tarihçi ve Roman katolik papaz Jacques Bossuet, etkileyici ve hareketli vaazleriyle taninir. Francois de Fenelon da Roman katolik baspiskoposuydu. Edebi ünü özellikle, yazarin eğitim, ahlak, siyaset ve din üzerine görüsleriyle dolu "Telemachus" (1699) romansina dayanir. Genel anlamda filozof sözüyle, nereden gelindiği, doğa, dünyanın ya da yaşayan insanların kaderi gibi büyük metafizik meseleler üzerine düşünen ve bunları evrensel bir sistem şeklinde çözümlemeye çalışan kimse kastedilir. Bununla beraber Montesquieu, Diderot, Voltaire zamanında ifade, özel bir değer kazandı. Bu filozofların çoğu metafiziği beğenmeyip bilinmeyen üzerine kafa yormanın gereksiz olduğunu düşünürler. Buna karşı hepsi, insanın yeryüzünde mutluluğunun bağlı olduğu politik, sosyal, ahlâki ya da dinsel düzen konularıyla ilgilenirler. Onlar bu konuları bütün ön yargıları bir tarafa bırakıp bizzat kendileri incelemeği iddia ederler. Ansiklopedi’de “filozof” ispat edilmeyen hiçbir şeyi kabul etmeyendir denilir; onlar aldatıcı mefhumları hiç kabul etmezler; mutlağın, olağanın, şüphelinin kesin sınırlarını çizerler. Böylece filozoflar her sahada önceki yüzyılda Descartes ve inanmayanlar tarafından da açıklandığı gibi, otorite ilkesine karşı baş kaldırırlar; en yaygın fikirleri, en oturmuş gelenekleri sarsarlar, kurumlarda ve âdetlerdeki büyük devrim öncesi düşüncelerde devrim yaparlar. XVIII nci yüzyılın ilk yarısında, felsefî düşü
nce kendini ortaya koymak için yönetimin zayıflığından faydalanır; ama sosyal tenkitlerinde en gözü pek yazarlar, klasik zevke sadık kalırlar. XIV ncü Louis’nin ölümünden itibaren, rejime yenik düşen otorite krizi potansiyel olarak müsaittir. Kral naibi seçilen Orleans dükü sansür ve polis gözetimini gevşek tutar. XV nci Louis düş kırıklığına uğratan siyasetinin sebebiyet verdiği memnun olmayanların görüşlerini bilhassa kendisine iyi ve usta bir yardımcı, iyi bir öğütçü olan kardinal Fleury’ nin ölümünden sonra bastıramaz. Bu memnuniyetsizlik 1748 yılında, kıralın Avusturya kraliçesi Marie-Therese’e karşı başarılı bir savaştan sonra Aix-la Chapelle antlaşmasını imzalaması ve bütün kazanımlarını terk etmesi ile zaten güvenilmez olan bir barışı satın almasıyla doruk noktaya ulaşır. Bu kriz boş bir meydanı, fikirleri halkın görüşünde gittikçe geniş bir ilgi bulan yenilikçilere bırakır. İnceleme ruhu- Tanrı esini üzerine kurulmuş olan geleneksel inanç yerine filozoflar bilinç ilkeleri olarak aklı ve deneyimi koyarlar. Descartes onlara mantıklı düşünme çalışmasıyla gerçeği yanlıştan ayırmağı öğretti. İngiliz deneyselciler, özellikle Locke, onlara pozitif olayların zevkini vermeğe katılırlar. Böylece dinin saygınlığı yerine insanî bilimlerin saygınlığını koymağa çalışırlar. Newton sistemi, kültürlü halk içinde büyük merak uyandırır, bilim dünyasında gittikçe artan sempati kazanır ve peşin hüküm (batıl itikat) ile dolu eski fizikin zararına kendini kabul ettirir. Taşra Akademilerinde, hatta yurttaşların görüşlerinde deney ve laboratuvar araştırmaları artar, aynı zamanda tarihî ve arkeolojik bilinç gelişir. Kozmopolit (çok dünyalı) ruh- Bundan başka yabancı ülkelerin kurumları ve âdetlerine olan güçlü bir merak yayılır. Yabancı değiş tokuşlar artar; seyyahlar gittikçe çoğalır. İngiltere özel bir saygınlık kazanır: Milli özsaygı konusunda Fransız ve İngiliz kurumları arasında sık sık acımasız kıyaslamalar yapılır. Sanat alanında, bununla beraber, büyük klasikler örnek model olarak dururlar. Bir Saint-Simon onlara elbette hiçbir şey borçlu değil ama rakipsiz bir örnektir. Benimsenmiş türler, trajedi, komedi, roman gene yenilenerek birçok yazar tarafından işlenmiştir. Marivaux’nun tiyatrosu klasik bir başarı taslağıdır. Montesquieu ile Voltaire’in felsefi eserlerine gelince, onlar klasik dehaya uygun olan düşünce aydınlığı ve ifade açıklığıyla kendilerini kabul ettirirler. Bu dönemin edebiyati oldukca felsefiydi ve Voltaire, Denis Diderot ve Jean-Jacques Rousseau gibi önemli yazarlar tarafından yaratilmisti. Voltaire, döneminin en cok konusulan ve tartisilan edebi figürüydü. Yazar olarak yeteneklerini ve ününü tahammülsüzlük ve önyargililik ile savaşmak ve akilciligi yüceltmek için kullanmisti. Voltaire´in en ünlü eseri taslama roman "Candide"´dir (1759). William Shakespeare´den etkilenerek trajediler de yazdı. Bunun yanında, Voltaire aynı zamanda Avrupa ve dünya tarihi üzerine eserleri ile modern tarih yazımının prensiplerini geliştirmeye de yardim etti. Denis Diderot ana olarak Neden Cagi´nin en önemli entelektüel yapıtlarından biri olan "Encyclopedie"´nin (1751-1772) editörü olarak taninir. Ansiklopedi, bircok alandaki uzman yazarların makalelerinin derlenmesinden olusuyordu. Eser, günün bilgi birikiminin daha genis bir izleyiciye uzanmasini amaçladı. Dini otoriteye, iktisadi esitsizlige ve adaletin istismarina saldirdi. Diderot aynı zamanda "Ölümcül Jacques ve Efendisi" (1778-1780) adli romanındaki kurgusallik ile de bilinir. Jean-Jacques Rousseau, Fransiz toplumunda ("Yeni Heloise", 1761) ve eğitim mekanizmasında ("Emile", 1762) degisiklikler önermisti. Rousseau´nun otobiyografisi (ölümünden sonra yayinlanan "Itiraflar", 1782) kendini elestirmenin modern edebiyatini yaratmaya yardimci olmustu. Meditatif ve lirik duyguyu Fransiz edebiyatina yeniden sokmaya yardimci olan kurgusu içinde, Rousseau´nun dogaya hassasiyeti belirgindir. Bu hassasiyet kendisinin siyaset ve toplumsal düzen üzerine yazdığı Söylevler (1755) ve Toplum Sözlesmesi (1762) gibi teorik eserlerini de oldukca etkilemiştir. Marquis de Sade, kendi zamanında çağdaslarınca anlasilmadi ve daha sonra da hep nefretle anildi. Ancak 1900lü yıllara doğru Neden Cagi´nin en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilmeye baslandi. Boudir´de Felsefe (1795) gibi vahsi pornografi iceren romanları, kendi zamanındaki yazarların dogaya bakışları ve toplumsal düzen öngörülerinin iyimser dogasiyla dalga gecer. Siyasi yazılarıyla da bilinen Montesquieu, rezil eden toplumsal elestirilerini "Pers Mektupları"´nda (1721) yazdı. Alain Rene Lesage ünlü satirik romani "Gil Blas"´i (1715-1735) yazdı. Pierre de Beaumarchais, "Sevilla Berberi" (1775) ve "Figaro´nun Düğünü" (1784) gibi satirik komediler kaleme aldi. Iki oyun da aristokratik önceligin irrasyonel dogasi üzerinedir ve bu fikirler Fransiz Devrimi fikirlerine kaikida bulunmustur. Romantizm akiminin temelleri 1700´lerin sonunda atilmisti ancak yayilmasi 1800´lerin ortalarını buldu. Genel olarak Klasizm ve Nedensellik Cagi´na tepki olarak ortaya cikmisti. Romantik yazarlar, kendilerinden önceki dönemlerdeki asiri rasyonel ve cansiz edebi bicimleri reddettiler. Romantikler, neden üzerindeki hayalgücü ve duyguya vurgu yapmislardi. Edebi tasvirin daha özgür bicimlerini savunuyorlardi. Bir çalışmadaki en önemli etken yazarin kisiligiydi. Fransiz Romantizmi kendinden önceki Ingiliz, İspanyol ve özellikle Alman Romantik hareketlerinden etkilenmisti. Preromantikler denen bir grup Romantik, 19. Yüzyılda bu akimi bicimlendirmeye calistilar. Jean-Jacques Rousseau, Nedensellik Cagi ile tanindi. Ancak, kendini tanimadaki istegi, dogal dünyaya karsi hassassligi ve hislere ve kendiligindenlige verdiği önem nedeniyle Romantizm´in de önde gelenlerinden biriydi. Rousseau aynı zamanda Romantikleri de lirik vezni ve tutkulu ama korkutucu aski tasviri ile Romantikleri de etkilemisti. Francois-Rene de Chateaubriand kurguları ile önemli bir etki yaratti. Sıkılganlık, yalnizlik ve keder duygularının baskin olduğu yazınları, Romantik edebiyatin temel öznelerinden biri oldu. Chateaubriand, Romantik yazında temel bir karakter yaratti – dayanisan, tutkulu ve yanlis anlasilmis bir karsi-kahraman. Chateaubriand güclü dini duygulara sahipti ve bu çalışmaları Klasizm ve Nedensellik Cagi´nda sikca islenen Hristiyan Orta Cag figürüne olan ilgiyi yeniden canlandirdi. Madame de Stael, Fransiz Romantizmi´ne "Edebiyat Üzerine" (1800) ile kritik bir teori birakti. Alman romantizmini Fransiz Romantizmine "Almanya Üzerine" (1810) ile eklemledi. Şair Andre Chenier, Romantik sairlerce benimsenen birkac teknik yazın seklini siirine katti. 1820´de Alfonso de Lamartine´in "Peoetik Meditasyonlar" kitabi ile baslamisti. Melankolik siirleri doga, ask ve terkedilmislikle ilgileniyordu. Victor Hugo, bir sair, dramaturg ve kurgu yazari olarak zamanındaki en büyük Romantik kabul edilir. Siirlerinin çoğu renkli ve egzotik niteliktedir. Hugo´nun sonraki eserleri ("Sonbahar Yaprakları" (1831)) daha kisisel ve metidatiftir. "İncelemeler" (1856) karanlik baslar ve cevabi zor sorularla ilgilenir; evrendeki insanlik, ölümün kacinilmazligi ya da sevdiklerin kaybedilmesi. Alfred de Vigny, en cok "Modern Siirler"i (1826) ile taninir. Siirleri, yüksek kisiligin yalnizligi ve mutsuzlugu ile ilgilenen genellikle dramatik ve felsefi siirlerdir. Alfred de Musset, müthis lirik özelliklere sahipti. Melankoli ve müziksel siirleri ask, aci ve kederle ilgilenir. "Geceler" (1835-1837) siirlerinde Musset, kayip bir askin ardından cektiklerini anlatir. Romantik drama komedi ve trajediyi karistirarak tarihi konuları ve melodramik koşullarla ilgilendi. Victor Hugo ilk önemli romantik oyun olan "Hernani´yi" (1830) yazdı. Alfred de Vigny´nin "Chatterlon´u" (1835) Romantik edebiyattaki popüler bir karakter olan dışlanmış artisti konu edinir. Musset, yazınındaki mükemmellikle bilinen karmaşık komediler yazmıştı. Iskoc Walter Scott´tan esinlenen bircok Romantik yazar tarihi romanlar yazdılar. Alexandre Dumas ünlü tarihi romani "Üç Silahşörler"´i (1844) bu dönemde kaleme almisti. Victor Hugo´nun "Notre Dame´ın Kamburu" (1831) Orta Cag Romantik hissiyatini yansitir. Eser aynı zamanda edebiyatin gücünü kullanarak toplumsal adaletsizlikleri düzeltme cabasini yansitir. Bazi Romantik yazarlar kurgunun daha gercekci bicimlerine yöneldiler. Honore de Balzac, George Sand ve Stendhal gibi yazarlar eserlerinde Romantik karakterleri barındırmaya devam ettiler. Ancak bu yazarlar, insan yasaminin toplumsal kosullarını ve doganin objektifligini yansitma amaciyla Romantizmlerini biraz degistirdiler. 1829´dan baslayarak Balzac, "İnsan Komedisi" (1842-1848) adini verdiği yaklaşık 100 roman ve hikâye yazdı. Bu seride zamaninin Fransiz toplumunu resmetmeye calisir. Balzac, güdülenmeleri ve etkilesimleri ile cesitli insanları betimledi. Aynı zamanda toplumsal kurum ve değerlerin insane üzerindeki etkilerini - özellikle paraya karsi olan tutumun etkisini incelemisti. George Sand, kariyerine ask ve tutku üzerine yazılar yazan ("Indiana" (1832) ve "Lelia" (1833)) bir Fransiz kadininin takma adiydi. Daha sonra daha kirsal konulara döndü, özellikle köy hayatini anlattigi "Seytanin Havuzu"´ nda (1846) bu etki daha cok hissedilir. Stendhal, tutkulu ve güclü karakterlerle melodramik durumları seven usta bir psikologdu. Tutku ve cikar arasındaki savaşımı betimleyen temiz ve ironik bir tarz kullandi. En bilinen iki eseri "Kırmızı ve Siyah" (1830) ve "Parma Manastiri"´dir (1839). Realizm, Romantizme karsi ortaya cikan bir edebi doktrindir. Realistler, sanatin yasami doğrudan, dürüstce ve nesnel olarak yeniden üretmesi gerektigine inaniyorlardi. 1800´lerin ortasina doğru Realizm, Fransiz edebiyatinında baskin hale geldi. Gustave Flaubert Fransiz realizminin en önemli ismiydi. Detaylara olan aski ve insane davranışlarının dikkatli gözlemi ile Balzac´i takip etti. "Madam Bovary"´si (1856) için özellikle sıradan bir karakter seçti – sıradan bir kasaba doktoru ve onun sığ karisi. Sıkıcı konusuna ragmen Madame Bov
ary müstehcen olarak nitelendi ve Flaubert bu romani nedeniyle yargılandi. Guy de Maupassant, insan davranışlarının sıkı bir inceleyicisi olduğunu gösteren kısa Realist hikâyeleriyle ünlü oldu. Normandiya´daki köy yaşamı ve Paris´teki korkunç sosyal hizmet yıllarını anlattığı yazıları çoktur. Fransa´daki Realist dramanın iki çeşidi vardı. Birincisi iyi planlanmis oyundur (teshir ve ceza ön plandadır). Eugene Scribe´in komedileri buna en güzel örnektir. Diğer tarz ise sorun oyunu ya da tez oyunudur. Çoğu bosanma ve yasal adaletsizlik gibi topolumsal sorunlarla ilgilenmisti. Bu tarzin önde gelen yazarları Emile Augier, Eugene Brieux ve Alexandre Dumas´dir. Edebi elestiri realist edebiyatta önemli yer tutmustu ve sonraki edebi elestiri tarzlarını da etkilemisti. En önemli gercekci elestirmen Charles Sainte-Beuve idi. Edebi eserin yazarin kisiligi ve yasami ile beraber sorgulanması ve degerlendirilmesi gerektigini düsünüyordu. Ayrica eserin yaratildığı tarihsel arka plan ve toplumsal cevrenin de önemine dikkat cekiyorlardi. Doğacılık (Natüralizm) 1800´lerin sonuna doğru Realizmin asiri bir bicimi olarak Natüralizm ortaya cikti. Natüralist yazarlar, insane eylemlerinin genis ve en aşağılık yanlarına dikkat cekiyorlardi. Tipik bir naturalist eser karamsardi ve coğu zaman toplumsal adaletsizligi elestiriyordu. Bu hareket, insanin kisiliginin kendi özgür iradesinden cok cevre ve kalitim ile belirlendığını savunan determinism ögretisini beraberinde getirdi. Emile Zola, en önemli Fransiz naturalist yazardir. Kurguyu, içinde insan davranışının temelinin anlasilabilecegi bir laboratuvar olarak tasavvur ediyordu. "Rougon-Macquart" (1871-1893) olarak adlandırdığı 20 romanlik dizisinde toplumsal elestirinin basyapıtlarını yaratmisti. Romanların karakterleri, zenginlikten, sefalet, yokluk ve dinmek bilmeyen catismalara sürüklenen bir ailenin bireyleriydi. Fransiz sembolizmi 1800´lerin sonunda ortaya cikan bir edebi akimdi. Sembolizm aynı zamanda bu akima dahil olmayan ama iliskili olan yazarlara da maledilmisti. Sembolist hareketin ünlü isimleri sairler Charles Baudelaire, Stephane Mallarme, Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud´dur. Siiri geleneksel kaliplardan kurtararak daha özgür yazın biçimleri olusturmak istediler. Sembolistler siirin, dosdoğru ve basit tanimlamalarla gizemli bir gercekligi yakalamaya çalışmayi denemesinden cok anlam cikartmayi sezgiler, sansasyonlar ve etkilenimler yoluyla aramasi gerektigine inanirlardi. Siirlerinin coğu kisisel ve bulanikti. Charles Baudelaire, Sembolizmin en önde geleniydi. "Şeytanın Çiçekleri" (1857) derlemesi bu tipteki 100 civarındaki siirin toplanmasıydı. Eser, Baudelaire´in insanlik ve onun ahlaksizliklarından ic karartici etkilenmesini yansitir. Baudelaire´in insan dogasinin en aşağılik yönlerinin bile güzelliklere yol acabilecegine inanci, eserinin başlığında kendini belli eder. Stephane Mallarme, Sembolist sairlerin ve teoristlerin en etkilisiydi. Siirleri, anlamin kendisini sorgular. Siirlerinin en ünlüleri "Faun Akşami" (1876) ve kafa karistirici "Bir Zar Atımı" (1897)´dır. Paul Verlaine, basit, melodik bir yazına sahipti. "Sözsüz Müzikler"´inde (1874) dizelerle müzik duygusunu vermeye calismisti. Arthur Rimbaud, daha kücük yastan bir dahiydi. Daha henüz 16 yaşındayken orijinal şiirler yazmaya başlamıştı. 19 yasında, iskence edilmis ruhani deneyimlerini tanimlayan yazın ve dizelerin bir otobiyografik toplaması olan "Cehennemde Bir Mevsim"´i (1873) bestelemisti. Hiçbir Sembolist romanci, sairlere yetisemediyse de hayalci Sembolist Maurice Maeterlinck gününün yazarlarını etkilemisti. Maeterlinck Belcikaliydi ama Fransizca yazmisti. 1900´lerin başında Fransiz edebiyatında dört baskin yazar vardı. Bunlar Paul Claudel, Andre Gide, Paul Valery ve Marcel Proust´tu. Hepsi 1870 civarında dogmuslardi ve hepsi de kariyerlerinin basında Sembolist bir dönemden gecmislerdi. 1920´de her biri önemli bir edebi figure olarak kabul edildi. Claudel, kendi güclü Roma Katolik görüslerini yansitan dramalar, siirler, elestiriler ve dini yorumlar yazdı. Claudel´in siiri kalın metaforlar, vahsi tutkular ve cicekli bir dil içerir. Yine de en bilinen eserleri dini içerikli olanlarıydı; özellikle "Öğle Kırılması" (1906) ve "Mary´e Gelen Gelgitler" (1912). Gide, din, aile, cinsellik ve ahlak üzerine ortodoks olmayan görüsleri yüzünden oldukca genis bir fikir ayriligi yaratmisti. Kurgusu, karakterlerindeki bicimsel yenilikler ve psikolojik derinlemeleriyle takdir toplamisti. Gide, 1900´lerin basında Fransiz edebiyatinin en önde giden dergisi Yeni Fransiz Revüsü´nün kurulmasına yardim etmisti. Proust, belki de 1900´lerin en saygin Fransiz romancisiydi. En önemli eseri "Geçmiş Şeylerin Hatırası" 1913´ten 1927´ye kadar yedi parca halinde yayimlandi. Roman oldukca kisisel ve siirsel bir eser olduğu kadar toplumsal tavirların ve kisilik prikolojisiyle ilgili de mükemmeldi. Valery´nin siiri Fransiz edebiyatındaki rasyonel gelenegin izlerini tasir. Tutkusal denetim ve klasik bicimleri vurgulamıştır. Eserleri içinde uzun siirlerden olusan "Genç Kader" (1917) ve "Etkiler" (1922) vardır. Valery, aynı zamanda etkili bir edebi elestirmendi. Sürrealizm, Parisli bir grup yazar ve ressam tarafından 1924´te kurulan bir hareketti. Sürrealistler, bütünlüklü bir insan deneyimi yaratmak için rasyonel varligin içine katilmasi gerektigine inandikları bilincsiz düsünce süreclerini – özellikle de düsleri – incelediler. Şair Guillaume Apollinaire, Sürrealizm´de önemli bir etkiye sahipti. "Alcools" (1913), imgelem ve modern dünyayi kutlayan siirlerin derlemesinden oluşur. Sürrelaistlerin lideri ve bas kuramcisi Andre Breton´du. Önde gelen sairler, Rene Char, Paul Eluard ve Louis Aragon´du. Ne var ki, ücü de en güzel olarak nitelenen siirlerini 1930´da bu akimdan ayrildiklarında yazmislardi. Temaları, kelimelerin ve görsel imgelerin carpici Birleşimi yoluyla ifade edilen ask ve diğer öznel durumlar üzerine yoğunlasmisti. Her ne kadar Breton tiyatronun degerini ifsa ettiyse de, oyun yazari Antonin Artaud, Sürrealistlerle yolunu ayirdiktan sonra dramatik kuram üzerine önemli bir makale serisi yayinladı. "Tiyatro ve Onun Çifti"´nde (1938) tiyatronun, seyircisini degistirmede iskence bicimleri ya da dini ritüeller kadar güce sahip olmasi gerektigini savunuyordu. Egzistansiyalizm, Fransiz edebiyatini 2. Dünya savaşi´ndan sonra etkileyen bir edebi felsefeydi. En önemli varoluscu yazar Jean-Paul şartre, "Çıkış Yok" (1944) ve "Kirli Eller" (1948) oyunlarıyla olduğu kadar felsefi yazıları ve elestirileriyle de ünlüdür. Eserleri özellikle özgürlük ve sorumluluk sorunları ile ilgilenerek ahlaki ve politik konuları inceler. Örnegin, dönemin gençliğinin sorunlarını çok iyi dile getirmesi ile dikkat çeken ilk romanı Bulantı (1938) , varolusun kendisiyle yüzlesmenin getirdığı rahatsiz edici sonuçlarını arastirir. Simone de Beauvoir, "Belirsizlik Ahlaki Icin" (1947) gibi çalışmalarıyla Varoluscu düsüncenin yayginlasmasında etkili olmustu. Ancak, Camus da "Yabanci" (1942), Veba (1947) ve uzun makalelerden olusan "Sisyphus Destanı" (1942) gibi eserleri ile benzer etik ve ahlaki sorunlarla ilgilenmisti. Sartre ve Camus´nun da içinde bulunduğu bircok romanci ve sair 1900´ların ortasında Fransiz dramasına katida bulunmustu. Diğer önde gelen oyun yazarları Jean Giraudoux, Jean Cocteau ve Jean Genet´ti. Giraudoux, suni, köylü ve alayci bir sekilde yazdı. En bilinen oyunları askin dogasi ya da savaşa ve acgözlülüge karsi protestoyu inceler. Cocteau mitolojik konular üzerindeki yazılarıyla ünlü olmustu. Genet ise toplumsal dislanmislardan olusan karakterlerin ritüelik betimlemelerine dikkat cekmisti. 1950´lerde Fransa´da Absürd Tiyatro denen bir hareket belirdi. Oyun yazarları, yasamin anlamsiz dogasi olduğuna inandikları seyleri dramatize etmeye calistilar. En bilinen Absürdistler Samuel Beckett ve Eugene Ionesco´ydu. Beckett İrlandaliydi de Ionesco da Romanyali, ancak ikisi de Fransizca yazdılar ve en önemli eserleri ilk önce Paris´te sergilendi; örnegin, "Godot´u Beklerken". Bu dönemdeki ana degisiklik Yeni Roman´dı. Belli basil temsilcileri Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Nathalie Sarraute ve Claude Simon´du. Bu yazarlar, romanlarındaki olayları bicimlendirmek için disardan bir öyküsel cerceve kullanmamislardi. Bunun yerine, romanlarını, karakterlerin olayları algilayislarının disında geliştirmeye calismislardi. Bu, zamanin ve perspektif üzerinde sarsici etkilere yol acti. Şu kişiler Fransız edebiyatına, dolayısıyla dünya edebiyatına, yaptıkları üstün katkıları nedeni ile Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüşlerdir: Sirayalar Siraya (西拉雅族) Tayvan'ın yerli halklarından biridir. Yoğun olarak Tayvan'ın güneybatı düzlüklerinde, Tainan ve Pingdong arasındaki ovalarda yaşamaktaydılar. Bu nedenle de "Ova Halkı" olarak anılırlar. Günümüzde Siraya'lar dillerini kaybetmiş büyük oranda "Çinlileşmiştir". Siraya, Tayvan hükümetinin kabul ettiği Tayvan aborjinleri arasında sayılmazlar. Taiwan Journal adlı derginin haberine göre, Şubat 2006'da Tayvan'daki Academia Sinica Enstitüsü tarihçileri ve dilbilimcilerinden oluşan bir grup araştırmacı 17. ve 18. yüzyıllar arasında Siraya dilinde yazılmış "Sinckan Yazmalarının" (ya da Sinkang Yazmaları) %80'lik bölümünü deşifre ettiklerini açıklamışlardır. Günümüzde kayıp bir dil olarak kabul edilen Siraya dili, 17. yüzyılda Hollandalılar tarafından yazıya aktarılmıştır. Sirayalar arasında Hıristiyanlığı yaymak isteyen Hollandalı misyonerler bu amaçla Siraya dilini öğrenmiş, bu dil için bir alfabe icat etmiş ve daha sonra bu alfabeyi Sirayalara öğretmişlerdir. Bu arada İncil de Siraya diline çevrilmiş; bu İncil'den Matthew İncil'inin elyazmaları günümüze kadar ulaşmıştır. Bu yazmalar genelde çift dilli olup, Siraya ve Çince karşılıklıdır. Tecavüz "Tecavüz" şu anlamlara gelebilir: Bluegrass Bluegrass, Amerika Birleşik Devletleri'nin güney kısmından gelen geleneksel bir müzik türü. Özellikle fakir ve geri kalmış Appalachia bölgesinde yaşayan İrlanda ve İskoçya kökenli insanlar tarafı
ndan çalınır. Müzikte İrlanda müziğinin büyük etkisi vardır. Genellikle gitar, mandolin ve keman gibi aletler kullanılır. İthaca İthaca: Yunanistan'ın bir adası. İthaca: Katalan (anlam ayrımı) Çingenece Çingenece ya da Romanca, Çingenelerin yaşadığı tüm ülkelerde konuşulur, ancak bölgeden bölgeye çok fazla değişkenlik gösterir ve birçok Çingene bu dili unutup yaşadıkları ülkenin dilini konuşmaya başlamıştır. Bu dil Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur ve Çingeneler Hindistan kökenli oldukları için Hint dilleriyle yakından akrabadır. Çingenecenin en büyük özelliği, bulunduğu muhitin yaygın dilleri Türkçe, Sırpça ve Arnavutçadan yoğun bir şekilde etkilenmiş olmasıdır. Özellikle Yugoslavya devrinde Sırp-Hırvatçadan söz varlığı bakımından oldukça büyük etki yaşanmıştır. Bu etki sözdiziminde de kısmen görülür. Gerilim (elektrik) Gerilim ya da voltaj (elektrik potansiyeli farkı) elektronları maruz kaldıkları elektrostatik alan kuvvetine karşı hareket ettiren kuvvettir. Bir elektrik alanı içindeki iki nokta arasındaki potansiyel fark olarak da tarif edilir: Potensiyel formula_1 Gerilim formula_2 Gerilimin sembolü U veya E harfleridir, birimi ise V harfiyle gösterilen Volt tur. Genel bir pratik olarak çok fazlı sistemlerde faz arası gerilimler U, faz-nötr arası gerilimler V ile gösterilir. Doğru akım üreteçleri (piller, aküler ve bunların gurupları) genellikle 1.5- 110 V gerilime sahiptirler. Evlerimizde kullanılan alternatif akım enerjinin etkin gerilimi 220 V, sanayide kullanılan alternatif akımın gerilimi ise 380 V'tur. Gerilim miktarı arttıkça gerilime maruz kalan kişinin can güvenliği azalır. Yüksek gerilimlerin izolasyonu daha zordur. O yüzden pratikte kullanılabilir enerji gerilimi, "alçak gerilim" olarak tabir edilen ve her türlü elektrikli alıcı (cihaz) nın çalışma gerilimi olan 110-380 V arasıdır. Ancak enerjinin uzak yerlere taşınması ve dağıtılması için de gerilimin yükseltilmesi gerekir. Türkiye'de en yüksek gerilime sahip iletim hattı ve transformatörler 380 000 V= 380 kV olup en uzun mesafeli ve en güçlü hatlardır. Uluslararası enterkonnekte sisteme bağlanan yüksek gerilim hatlarında 154 kV kullanılır. Gerilim voltmetre ile ölçülür.Ampermetre-Ohmmetre aracılığıyla da değeri Ohm yasası kullanılarak hesaplanabilmektedir. Osiloskop ile de sinyal gözlemlenerek Katot ışını tüplü osiloskoplar düz giden elektronunun yönünü gerilim aracılığıyla elektrik alan oluşturarak saptırırlar, elektron sapma miktarı kıyaslanmak suretiyle okuma gerçekleştirilir. Elektronun sapması gerilimle doğru orantılı olduğundan rahatça ölçüm yapılır. Voltmetre önceden düzenlenmiş bir takım direnç dizisinin Galvanometre'ye seri bağlanması ile gerilim okuma seviyesi ayarlanmak suretiyle okuma işlemi gerçekleşmiş olur. Elektromotor kuvvet Elektromotor kuvvet; elektrik devrelerinde, devrenin açık olduğu ve devreden elektrik akımı çekilmediği durumda devredeki kaynağın iki kutbu arasındaki potansiyel farka verilen addır. Elektromotor kuvvet emk harfleri ile tanımlanır. Sembolü E, birimi ise volttur. İki uç arasında bir akım aktığında emk'nin yerini gerilim almaktadır. Sinir sistemi Sinir sistemi veya sinir ağı, canlıların içsel ve dışsal çevresini algılamasına yol açan, bilgi elde eden ve elde edilen bilgiyi işleyen, vücut içerisinde hücreler ağı sayesinde sinyallerin farklı bölgelere iletimini sağlayan, organların, kasların aktivitelerini düzenleyen bir organ sistemidir. Sinir sistemi iki bölümden oluşur. Merkezi sinir sistemi (MSS) ve çevresel sinir sistemi (ÇSS). MSS, beyin ve omurilikten oluşur. ÇSS, MSS'yi vücudun diğer tüm kısımları ile bağlayan uzun fiberlerden oluşur. ÇSS, motor nöronları, dolaylı istemli hareket, otonom sinir sistemi, sempatik sinir sistemi, parasempatik sinir sistemi, düzenli istemsiz işlevler ve enterik sinir sisteminden oluşur. İnsan türü için Beyin diğer beyin organına sahip canlı türlerine göre dikkate değer biçimde, düşünce ve hormonal sistemle birlikte çalışarak duygu üretir. Sinir sistemi,süngerler dışında çoğu çok hücreli hayvanlarda bulunur. Fakat çok karmaşık yapıya sahiptir. Sinir sistemi olmayan çok hücreli organizmalar, süngerler, placozoalar ve mesozoalar çok basit vücut yapısına sahiptir. Taraklılar ve knidliler (örn, anemones, hydras, corals ve denizanalarındaki) sinir sisteminde farklı bir sinir ağı vardır. Birkaç solucan türü hariç, diğer tüm hayvan türlerinde, bir beyin ve bir omurilikten (veya paralel çalışan iki omurdan) oluşan sinir sistemi vardır. Bunlardaki sinirler, beyin ve omurilikten dağılır. En basit solucanlarda sinir sistemi, birkaç yüz hücreden oluşurken, insanlarda 100 milyarlarca sinir hücresi (nöron) bulunur. Sinir sisteminin en basit işlevi, bir hücreden diğerine veya vücudun bir parçasından diğerlerine sinyal iletmektir. Sinir sisteminin işlev bozukluğu çok çeşitli biçimlerde olabilir. Bunlara genetik bozukluk, travma, zehirlenme, fiziksel yaralanma, enfeksiyon veya erken yaşlanma (progeria) örnek verilebilir. Ayrıca sinir sistemi ile ilgili menenjit, şizofreni, Alzheimer hastalığı, kortikal görme bozukluğu, Parkinson hastalığı, epilepsi (sara), multipl skleroz (MS) gibi hastalıklar vardır. Tıpın nöroloji ihtisas alanı sinir sistemi bozukluğunun nedenleri ile ilgilenir ve bozukluğu önlemek için araştırma ve müdahale yapar. Çevresel sinir sisteminde, en yaygın meydana gelen problem türü, çeşitli nedenlerden dolayı ortaya çıkan sinir iletimi arızasıdır. Bunlara diyabet nöropati ile sinir hücreleri kaybına neden olan multipl skleroz ve amyotrofik lateral skleroz örnek verilebilir. Nörobilim, sinir sistemi ile ilgilenen bir bilim dalıdır. Sinir sistemi adı, lifleri silindirik olarak saran sinirlerden türetilmiştir. Lifler beyin ve omurilikten doğar ve dallanarak vücudun her bir parçasını donatır. Bir mikroskop vasıtasıyla, sinir hücrelerinin aksonları görülebilir. Sinir sistemi hücreleri iki ana birime veya kategoriye ayrılır: sinir hücreleri (nöronlar) ve nöroglia. Sinir sisteminin temel fonksiyonel birimi olan sinir hücreleri (nöronlar), çeşitli yöntemlerle diğer hücrelerden ayırt edilebilirler. Bunların en temel özelliği, sinapslar vasıtasıyla diğer hücreler ile iletişim sağlamasıdır. Nöroglia, sinir hücresi olmayan, destek , besleme ve homeostaz sağlayan, miyelin biçiminde olan ve sinir sistemindeki sinyal iletimine katkı sağlayan hücrelerdir. Omurgalılarda (insan da dahil) sinir sistemi, merkezi sinir sistemi (MMS) ve çevresel sinir sistemi (ÇSS) olmak üzere iki bölüme ayrılır. Merkezi sinir sistemi (MSS), beyin ve omurilikten oluşur ve sinir sisteminin en büyük bölümüdür. Çevresel sinir sistemi (ÇSS), beyin ve omurilik haricindeki sinirler ve gangliyondan oluşur. ÇSS'nin ana işlevi, MSS ile organ ve uzuvlar arasındaki iletişimi (bağlantıyı) sağlamaktır. Sinir sisteminin en basit işlevi, bir hücreden diğerine veya vücudun bir parçasından diğerlerine sinyal iletmektir. Bir hücreden diğerlerine sinyal iletmenin birçok yolu vardır. Biri, kimyasalların salgılanmasıdır ve hormon olarak adlandırılır. Sinir sisteminin asıl işlevi, vücudu kontrol etmesidir. Bunun için duyu reseptörlerini kullanarak ortamdaki bilgiyi almak, bu bilgiyi çözümleyerek, onu merkezi sinir sistemine sinyal biçiminde göndermek, bilgiyi işleyerek yaklaşık bir tepki tanımlamak ve tepkiyi etkinleştirmek için kaslara veya bezelere çıkış sinyallerini göndermektir. Omurgalılarda, embriyonik nöral gelişim dönüm noktaları, kök hücredeki sinir hücrelerinin oluşması ve ayrışması, embriyoda olgunlaşan sinir hücrelerinin oluştukları yerden son konumlarına göç etmesi, sinir hücrelerindeki akson uçlarının ortaya çıkması örnek olarak gösterilebilir. Tüm bilateria hayvanlarda gelişimin gastrulasyon evresinde oluşan gastrula bir disk şeklindedir ve üç tabakadan meydana gelmiştir. En içteki tabakaya endoderm denir ve sindirim sisteminin iç yüzeylerini, pankreası, karaciğeri, solunum sistemini oluşturur. Ortadaki tabakaya mezoderm denir ve kasları, cinsiyet organlarını, iç organların dış yüzeyini, iç deriyi, kemik dokuyu ve kıkırdak dokuyu, kalp ve kan damarlarını oluşturmaktadır. En dıştaki tabakaya ektoderm denir ve deri, tırnaklar, saç ve dişlerin yanı sıra merkezi sinir sistemi, beyin ve dış salgı bezlerini oluşturur. Merkezi sinir sistemi (MSS), büyük fiziksel ve kimyasal bariyerler tarafından korunur. Fiziksel olarak beyin ve omurilik meninksler (beyin ve omurilik zarı) ile çevrilmiştir. Kimyasal olarak ise, beyin ve omurilik, kan-beyin bariyeri ile korunur. Birim Birim (İngilizce; "unit"), ölçülmesinde, ifade edilmesinde ve aynı tür niceliklerin birbiriyle karşılaştırılmasında kullanılan uluslararası standart büyüklüklerdir. SI birim sisteminde temel büyüklükler; kütle Kilogram, uzunluk Metre, zaman Saniye, sıcaklık Kelvin, elektrik akım şiddeti Amper, ışık şiddeti Kandela ve madde miktarı Mol birimleri ile ifade edilir. Dutluoluk, Çine Dutluoluk, Aydın'ın Çine ilçesine bağlı bir mahalle. Çamoluk, Menteşe Çamoluk , Muğla ilinin Menteşe ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin eski adı Berdik'tir. Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur. Muğla merkezine 64 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. İnsan iskeleti İnsan iskeleti, kemiklerden oluşur ve bağlar (ligamanlar), kirişler (tendon), kaslar, kıkırdaklar ve diğer organlar tarafından desteklenir. İskelet sabit ve değişmez değildir; kompozisyonu yaşam boyunca değişir. Gebeliğin erken dönemlerinde, fetüs sert bir iskelete sahip değildir, rahmin içindeki dokuz ay boyunca kemikler yavaşça oluşur, olgunlaşır. Doğumda, tüm kemikler oluşmuştur fakat yeni doğmuş bir bebek bir yetişkinden daha fazla kemiğe sahiptir. Ortalam
a olarak, yetişkin bir insan 206 kemiğe sahiptir (Gray Anatomisi'ne göre, yine de sayı bireyden bireye küçük oranlarda değişiklik gösterir), oysa bir bebek 300'den fazla kemikle doğar. Farkın nedeni büyüme sırasında birbiriyle kaynayacak olan küçük kemiklerdir. Kemikler; kısa, uzun ve yassı kemikler olarak şekillerine göre üçe ayrılır. Canlılarda iç ve dış olmak üzere iki tip iskelet vardır. Dil ve kulaktaki kemikler hariç insan iskeleti yaklaşık 207 kemikten meydana gelmiştir. İnsandaki iskeletin başlıca görevleri şöyle sıralanabilir; Kemikler birbirine olabildiğince sıkı bağlanmışlardır. Aralarında da oynamaz eklemler vardır. Yalnız alt çene kemiğinde yarı oynar eklem vardır. Beyin bu kemikler içinde korunur. Gövde iskeleti Omurga ve göğüs kafesinden oluşur. Omur adı verilen 33 tane kısa kemikten oluşur. Omurganın içinden şerit halinde omurilik siniri geçer ki bu kanala omurilik kanalı denir. Bel kemiği olarak da isimlendirilen omurga beş bölümden meydana gelir ve otuzüç adet omur kemiğinden oluşur. Bu bölümler boyun'da 7 tane, sırt'a 12 tane, bel'de 5 tane,kalçada 5 tane ve kuyruk sokumunda 4 tane kemik vardır. Sırt omurları, kaburgalar ve göğüs kemiğinden oluşur. Akciğerler ve kalp burada korunur. ve bacaklar gövdeye kemik köprüler ile bağlanmıştır. Aralarında tam oynar eklemler vardır. Pazı, dirsek,ön kol,el bilek,el tarak ve parmak kemikleri vardır. Kollar gövdeye omuz kemeri ile bağlanmıştır. Omuz kemeri kürek ve köprücük kemiklerinden oluşur. Vücudumuzun bastonları, kemiklerimizdir. Kemik, organik ve mineral maddelerin bir karışımıdır. Yani kemik, kollojen adlı fibröz bir proteinle apatite adlı minerali teşkil eden minik kalsiyum fosfat kristallerinden oluşur. Bir kemiği asite batırarak apatite'e uzaklaştırırsanız kemik o kadar elastik bir hale gelir ki onu bir sicim gibi büküp düğüm atabilirsiniz. Öte yandan, eğer kollojen tahrip edilirse, kemik çok kırılgan bir hale dönüşür. Mineraller kemiğe sertliğini verirken kollojen de sağlamlığı temin eder. Doğumdan önce ve çocuklukta kemiklerimiz daha yumuşaktır. Bunun sebebi kıkırdak dokusunun henüz kemikleşmemesidir. 25 yaşına kadar bu sertleşme süreci devam eder. Sertleşme sürecinden sonra kemiklerin % 70'i sert ve cansız maddelerden, % 30'u da canlı dokulardan oluşur. Bazı kıkırdak dokular ise kemikleşmezler. Gırtlak, burun ve kulaklardakiler bu tür kıkırdaklardandır. Çoğu insanın 12 çift kaburga kemiği vardır. Her 20 insandan birinde ise 13 çift mevcuttur. Bazı insanlarda ise sadece 11 çift bulunur. Vücudumuzda 206 tane kemik vardır.Aslında bu kemikler yeni doğan bebeklerde 350 tanedir.Bebek her doğma sürecine girdiğinde bu kemikler birleşerek kemik sayısını azaltırlar.bu birleşen kemikler uzun kemikleri meydana getirirler. Vücudumuzda yaklaşık 206 tane kemik mevcut olmasına rağmen 70 kilogram ağırlığında bir insanın iskeleti 7 kilogram kadar bir ağırlığa sahiptir. Aynı ölçülerdeki bir çelik çatı 4 - 5 kat daha ağırdır. İnsan kemikleri ağırlıklara mukavemette granit kadar sağlamdır. Kibrit kutusu kadar bir blok, dokuz tona mukavemet edebilirki bu, betonunkinden 4 kat daha fazladır. Bir zürafanın boynundaki omurların sayısı bizimkiler kadardır. Kemik oluşumunu etkileyen faktörler Üreme sistemi Üreme sistemi, bir canlının üremesinde rol alan anatomik yapıların bütününe verilen bir isimdir. Bir organ sistemi olan üreme sistemi, üreme organlarını barındırır. Farklı canlılar farklı şekillerde ürerler ve bu nedenle üreme sistemleri canlıdan canlıya büyük değişiklik gösterir. Üreme sistemleri canlının üreme tipine uyum sağlayacak şekilde gelişmiştir. Memelilerde, erkeklerde sperm ve dişilerdeki yumurta hücrelerinin birleşmesi ile döllenme olur ve yavru oluşur. Mahşer Mahşer, İslam inancında Kıyamet gününde, dirilen ölülerle birlikte tüm insanların toplanacağına inanılan yer. Arapçadan gelen sözcük "toplanma yeri" anlamına gelir. Kıyamet sözcüğü ise "ayağa kalkma, dirilme" anlamına gelir. "Mahşer günü" kavramı zaman zaman Kıyamet ile eşanlamlı olarak kullanılır. Eski Mısır'da ölümden sonra diriliş inancı yaygındı ve ölüler, ölümden sonraki yeni yaşamlarında ihtiyaç duyabilecekleri kişisel eşyalarıyla birlikte gömülürlerdi. Kabir hayatında Münker ve Nekir isimli iki meleğin ölünün yanına gelerek kişiye çeşitli sorular sorup yanıtlar isteyeceğine inanılmaktadır. Müminler, Kelime-i Şehadet getirerek azaptan kurtulacaklar, günahkâr olanlar ise kabir azâbı çekeceklerdir. Mümin sevap işleyen bir insan ise bu azaba uğramayacaktır. Kabir, Dünya'nın sonrası, Âhiret'in de öncesidir. İnanışa göre mümin olanlardan biri ölüp de kabre konunca kendini bir yeşil bahçe içinde görecektir. İsrafil, elindeki Sur’a birinci defa üfürünce dağlar parça parça olacak, denizler birbirine girecek, yıldızlar yerlere dökülecek, tüm canlılar ölecek ve Kıyamet kopacaktır. İnanışa göre ölüler Kıyamet'in koptuğunu başlarının mezarlarına çarpması ile anlayacaklardır. Ardından Allah, İsrafil'i diriltecek ve tekrar Sur'u üfürmesini emredecek. Sur çalınınca bütün ruhlar yeniden dirilecekler, bedenleriyle birleşip ve Mahşer Yeri'nde toplanacaklardır. İnsanlar, Mahşer Günü kabirlerinden dirilerek Mahşer Yeri'ne mecbûren çırılçıplak gidecekleri, ancak o günün dehşeti ve korkusundan hiç kimsenin çıplaklığın farkını varmayacağı hadiste beyan edilir. Mahşer'de insanların işledikleri amellere dair sorular yöneltileceğine ve amel defterlerinin açılacağına inanılmaktadır. Amel defterine, kulun yaşantısı boyunca Kirâmen Kâtibîn isimli sağ omzunda duran melek tarafından sevapları; sol omzunda görevli melek tarafından da günahları yazılmaktadır. Sevapları fazla gelenler Cennet'le mükâfatlandırılacak, günahları sevaplarından fazla olanlar ise Cehennem'le cezalandırılacaklardır. İsrafil'in çaldığı Sur'un dört budağı vardır. Biri doğuda, diğeri batıda, birisi de "yedi kat gök"te, diğeri de "yedi kat yer"dedir. Hesap sonrası Muhammed Allah'ın önüne gelerek ümmetinin günahlarının affedilmesi konusunda ricada bulunacaktır. Mahşer Günü Müslümanlığın temel dinamiklerinden birisidir. Boşaltım sistemi Boşaltım sisteminin vücut dengesinin (homeostasi) sağlanmasında çok önemli bir yeri vardır. Böbrekler, üreterler ve idrar kesesinden oluşan boşaltım sistemi, yapım-yıkım sırasında ortaya çıkan atık maddelerin atılımından sorumludur. Vücut işlevlerinin sürekliliği için hücrelerden atık maddelerin atılması gerekir. Katı ve sıvı atıklar, kan içinde erimiş olarak taşınırlar ve böbreğe ulaştırılarak süzülürler. Bu atıklar üreterler yoluyla idrar kesesine geçerek, belli aralıklarla idrar olarak depolanıp, değişik aralıklarla vücuttan atılırlar. Böbrekler, omurgalılarda bulunan fasulye biçiminde 2 tane boşaltım organıdır. 10 cm kadar olabilen böbrekler, boşaltım sisteminin bir bölümünü oluştururlar. Bu organlar, başta üre olmak üzere atıkları kandan süzer ve onları artmış su ile birlikte idrar olarak boşaltırlar. Böbrekleri ve böbreklere etki eden hastalıkları inceleyen tıbbi dal nefrolojidir. Nefroloji, adını Yunanca "böbrek" anlamına gelen nephros sözcüğünden alır. Böbrek(ler) ile ilgili anlamında kullanılan renal sözcüğü ise Latince renalis sözcüğünden gelir. Kanımızda atık maddelerin yanı sıra karbonhidratların yağların ve proteinlerin sindirilmesi sonucu oluşan küçük moleküller,vitaminler ve su gibi yararlı maddelerde bulunur. Böbreklerin içindeki süzme birimlerine nefron denir. Her bir nefron; malpighi cisimciği, proksimal tüp, henle kulpu ve distal tüp adı verilen kanalcıklardan oluşur. Ortalama bir insan böbreğinde 1 ila 2 milyon arasında nefron bulunur. Bu nefronlarda süzülme, geri emilim ve salgılama işlemleri gerçekleşir. Böbreklerin içinde birde havuzcuk bulunur. Üreterler, böbrek ile idrar torbası arasında bulunurlar. 25–30 cm uzunluğunda, 4–7 mm çapında, kas liflerinden oluşmuş boru şeklinde yapılardır. Böbreklerde oluşan idrar bu ince borucuklar vasıtasıyla idrar kesesine ulaşır. Üreter pars abdominalis ve pars pelvica olmak üzere iki kısımda incelenir. Üreterin üç yerde darlığı vardır. Birinci darlık başlangıç yerinde, ikinci darlık linea terminalis’i çaprazladığı yerde, üçüncü darlık da idrar kesesine girdiği yerdedir (en dar yeri burasıdır). İdrar kesesi yoğun kas liflerinden oluşmuş, idrarın depolandığı, genişleme özelliği bulunan torba biçiminde bir yapıdır. İdrar torbası dolduğunda kesenin duvarını oluşturan kas lifleri gerilerek idrara çıkma hissi uyandırır ve duvarındaki kasların kasılması ile idrar kesesi boşalır. Kadınlarda pelvis boşluğunun tabanında, erkeklerde rektumun önünde ve prostatın üzerindedir. İdrarın idrar torbasından alınarak, vücut dışına atıldığı son kanaldır. "Ana madde: Akciğer" Akciğerler soluk alarak vücuda oksijen dağıtır. Sonra kullanılmış oksijen (karbondioksit) vücuttan dışarı atılır. Sindirim atığı olan posayı anüs yoluyla vücuttan dışarı atar. Vücutta bulunan fazla su ve tuzu terleme yardımıyla vücuttan atar. Çok zehirli olan amonyağı daha az zehirli olan üre ve ürik aside dönüştürür. Karaciğerlerde safra kesesi de bulunur. Kemik doku Kemik, vücudu oluşturan dokular arasında en sert olanıdır. Organizmada gerçek anlamda destek görevi yapan dokudur. Ayrıca organizmanın kalsiyum depolarıdır. Kalsiyum bakımından doymuş olduklarından serttir. Sert olmalarına rağmen kıkırdak dokusundan farkları damar içermeleridir. Bu doku yapısında çeşitli tipte hücreler (osteosit, osteoblast, osteoklast) ve hücrelerarası madde (matrix) bulunmaktadır. Kemiğin enine kesiti incelendiğinde dış ve iç yüzeyleri bir zarla örtülüdür. Bunlardan dıştakine; periosteum, iç yüzeydekine; endosteum denir. Bu zarlar düzensiz sıkı bağ dokusundan yapılmışlardır. Periosteumun hemen altında dış halkasal sistem yer alır. Endosteumun hemen üstünde ise iç halkasal sistem bulunur. Havers sistemleri ise (osteon) iç ve dış halkasal sistemlerin arasını doldurur. Volkmann kanalları ise komşu Havers kanallarını birleştirir. Yetişkin bir insan iskeleti 207 kemikten oluşmaktadır. Fakat yeni doğan bir bebeğin ise 300'e yakın kemiği bulunmaktadır. Bu farklılığın sebebi ise insanı
n yetişkin haline gelirken kemiklerin zamanla birleşmesiyle yeni kemiklerin ortaya çıkmasıdır. Gaffar Okkan Ali Gaffar Okkan (1952; Hendek, Sakarya - 24 Ocak 2001, Diyarbakır), Diyarbakır Emniyet Müdürü iken fâili hâlen meçhul olan bir suikast sonucu öldürülmüş polis müdürüdür. Ali Gaffar Okkan, Sakarya ilinin Hendek ilçesinde 1952 yılında doğdu. 30 Eylül 1970 tarihinde Polis Koleji'nden, 29 Eylül 1973 tarihinde Polis Akademisi'nden mezun olarak İzmir İl Emniyet Müdürlüğü'ne Komiser Yardımcısı olarak atandı. Bu ilde Emniyet Âmirliği rütbesine kadar çeşitli birimlerde görev yaptıktan sonra, 1983 yılında Şanlıurfa İl Emniyet Müdürlüğü'ne atanarak, 1985 yılında şube müdürlüğüne terfî etti. 1986 yılında Eskişehir İl Emniyet Müdürlüğü kadrosunda görev aldı. Bu ilde 1992 yılında Emniyet Müdür Yardımcısı oldu. 6 Aralık 1993 tarihinde 1. sınıf emniyet müdürlüğüne terfî ederek Kars İl Emniyet Müdürü olarak atandı. 18 Kasım 1997 tarihinde Diyarbakır İl Emniyet Müdürü olarak göreve başladı. Bu arada İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetiminden mezun oldu. Kars Emniyet Müdürü iken, Diyarbakır gibi yıllarca PKK ve Hizbullah terörünün ve aşırı göçün ağır sonuçlarını yaşayan bir ile emniyet müdürü olarak atandı. Hüseyin Velioğlu'nun İstanbul Beykoz'daki villasına yapılan baskında büyük rolü vardı. Gaffar Okkan, Hizbullah'ın çökertilmesinde çok önemli bir rol oynadı. Kadın polisler Diyarbakır'da ilk kez onun emriyle sokağa çıktılar, trafiği yönettiler. Gaffar Okkan; İki küçük otomobil aldı ve mavi-beyaza boyattı, İkişer kadın polis görevlendirdi. Bir otomobil kaybolan çocukları toplayıp ailelerine teslim ediyor, diğeri de yürümekte zorlanan yaşlılara yardım ediyordu. Havaalanındaki kadın polisler yaşlı yolcuların bilet işlemlerini yaptı, uçağa kadar götürdü. Havaalanına tekerlekli sandalye aldırdı. Okkan'ın ilklerinden biri de şehrin kritik noktalarına kurdurduğu kameralardı. Gece yarılarına kadar makam odasındaki dev ekranda sokakları gözlerdi. Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü görevinde iken 24 Ocak 2001 günü saat 17:40 sıralarında makâmından Valilik Binası'na makam aracıyla seyir hâlinde iken, Sezâi Karakoç Bulvarı üzerinde Et Balık Kurumu ile Eflatun Park arasında, kimliği belirsiz kişilerce pusuya düşürülerek açılan ateş sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Bu cinâyet hâlâ çözülememiş olmakla birlikte, Hizbullah tarafından işlenildiği iddia edilmektedir.. Hakkında pek çok gazete yazısı ve kitap yazıldı. Ayrıca Gaffar Okkan'ın hayatını ve bu suikastı konu alan "3310 Öldürüldü" isimli kitap Emrah Gürkan tarafından kaleme alındı. Endokrin sistem Endokrin sistem ; salgılarını, vücudun başka bölgelerindeki hedef hücrelere ulaştırabilmek için kana veya lenfe veren bezlerin tümüdür. Endokrin sistemi iç salgı bezleri oluşturur. Hipofiz, tiroit, paratiroit, epifiz ve böbreküstü bezleri, iç salgı bezlerine örnektir. Salgılarını direkt olarak kana veren, salgı kanalları olmayan bezlerdir. Önemlileri şunlardır; Rüzgâr türbini Rüzgâr türbini, rüzgârdaki kinetik enerjiyi önce mekanik enerjiye daha sonra da elektrik enerjisine dönüştüren sistemdir. Bir rüzgâr türbini genel olarak kule, kanatlar, rotor, dişli kutusu, jeneratör (alternatör), elektrik-elektronik elemanlardan oluşur. Rüzgârın kinetik enerjisi rotorda mekanik enerjiye çevrilir. Rotor milinin devir hareketi hızlandırılarak gövdedeki jeneratöre aktarılır. Jeneratörden elde edilen elektrik enerjisi aküler vasıtasıyla depolanarak veya doğrudan alıcılara ulaştırılır. Rüzgâr türbinlerinin nasıl çalıştığını anlamak için iki önemli aerodinamik kuvvet iyi bilinmelidir. Bunlar sürükleme ve kaldırma kuvvetleridir. Sürükleme kuvveti, cisim üzerinde akış yönünde meydana gelen bir kuvvettir. Örneğin düz bir plaka üzerinde meydana gelebilecek maksimum sürükleme kuvveti hava akışının cisim üzerine 90 dik geldiği durumda iken; minimum sürükleme kuvveti ise hava akışı cismin yüzeyine paralel iken meydana gelir. Kaldırma kuvveti ise, akış yönüne dik olarak meydana gelen bir kuvvettir. Uçakların yerden havalanmasına da bu kuvvet sebep olduğu için kaldırma kuvveti olarak adlandırılmıştır. Sürükleme kuvvetine en iyi örnek olarak paraşüt verilebilir. Bu kuvvet sayesinde paraşütün hızı kesilmektedir. Sürükleme kuvvetinin etkilerini minimuma indirebilmek için yapılmış özel cisimlere akış hatlı (streamlined) cisimler denir. Bu cisimlere örnek olarak elips, balıklar, zeplin verilebilir. Düz bir plaka üzerine etkiyen kaldırma kuvveti, hava akışı plaka yüzeyine 0 açı ile geldiğinde görülür. Havanın akış yönüne göre meydana gelen küçük açılarda akış şiddetinin artmasıyla düşük basınçlı bölgeler meydana gelir. Bu bölgelere "akış altı" da denir. Dolayısıyla, hava akış hızı ile basınç arasında bir ilişki meydana gelmiş olur. Yani hava akışı hızlandıkça basınç düşer, hava akışı yavaşladıkça basınç artar. Bu olaya Bernoulli etkisi denir. Kaldırma kuvveti de cismin üzerinde emme veya çekme meydana getirir. Kullanımdaki rüzgâr türbinleri boyut ve tip olarak çok çeşitlilik gösterse de genelde dönme eksenine göre sınıflandırılır. Rüzgâr türbinleri dönme eksenine göre "Yatay Eksenli Rüzgâr Türbinleri" (YERT) ve "Dikey Eksenli Rüzgâr Türbinleri” (DERT) olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Bu tip türbinlerde dönme ekseni rüzgâr yönüne paraleldir. Kanatları ise rüzgâr yönüyle dik açı yaparlar. Ticari türbinler genellikle yatay eksenlidir. Rotor, rüzgârı en iyi alacak şekilde, döner bir tabla üzerine yerleştirilmiştir. Yatay eksenli türbinlerin çoğu, rüzgârı önden alacak şekilde tasarlanır. Rüzgârı arkadan alan türbinlerin yaygın bir kullanım yeri yoktur. Rüzgârı önden alan türbinlerin iyi tarafı, kulenin oluşturduğu rüzgâr gölgelenmesinden etkilenmemesidir. Kötü tarafı ise, türbinin sürekli rüzgâra bakması için dümen sisteminin yapılmasıdır. Yatay eksenli türbinlere örnek olarak pervane tipi rüzgâr türbinleri verilebilir. Bu tip türbinlerin kanatları tek parça olabileceği gibi iki ve daha fazla parçadan da oluşabilir. Günümüzde en çok kullanılan tip üç kanatlı olanlardır. Bu türbinler elektrik üretmek için kullanılır. Geçmişte çok kanatlı türbinler tahıl öğütmek, su pompalamak ve ağaç kesmek için kullanılmıştır. Türbin mili düşeydir ve rüzgârın geliş yönüne diktir. Savonius tipi, Darrieus tipi gibi çeşitleri vardır. Daha çok deney amaçlı üretilmiştir. Ticari kullanımı çok azdır. Bu türbinlerin üstünlükleri şöyle sıralanabilir: Darrieus tipi rüzgâr türbini, Fransız havacılık mühendisi Georges Jean Marie Darrieus tarafından 1931'de patentlenmiştir. Rüzgârın taşıdığı enerjiden elektrik üretmek için kullanılan bir "Dikey Eksenli Rüzgar Türbini"dir (DERT).Türbin dikey bir şafta monte edilmiş birkaç adet kıvrımlı aerofoil kanattan oluşur. Savonius rüzgâr türbinleri, Dikey Eksenli Rüzgar Türbinleri sınıfına girmektedir, rüzgar enerjisini dönen bir şafta moment olarak aktarmak için kullanılır. İki ya da üç adet aerofoil, kepçeye benzer kesitin birleşimi şeklindedir. En yaygını iki adet kepçenin bulunduğu durumdur ve “S” şeklini andıran bir görüntüsü vardır. Rüzgâr gücü mümkün rüzgâr enerjisinin bir ölçümüdür. Rüzgâr gücü, rüzgâr hızının kübünün bir fonksiyonudur. Eğer rüzgâr hızı iki misline çıkarsa rüzgârdaki enerji sekiz faktörü ile artar (23). Bunun anlamı şudur; rüzgâr hızındaki küçük değişiklikler rüzgâr enerjisinde büyük değişikliklere neden olurlar. Örneğin, 12.6 m/s hızındaki bir rüzgâr ile üretilebilecek enerji miktarı, 10 m/s hızındaki bir rüzgârdan üretilebilecek enerjinin 2 katıdır. (10 = 1000, 12.63 = 2000). Yer seçimi veya ölçüm hataları ile yapılabilecek küçük rüzgâr hızı hataları bir rüzgâr türbini yatırımında büyük hatalara neden olabilmektedir. Bu nedenle, rüzgâr türbini satınalmadan önce, doğru ve sürekli bir rüzgâr çalışması yapılmalıdır. Ekonomik olarak uygulanabilir olması için, bir rüzgâr türbini kurulacak yerde yıllık ortalama en az 5.4 m/s (12 mph) rüzgâr hızı olmalıdır. Rüzgârdaki Mümkün Güç Miktarı W = 0.5 r A v eşitliği ile verilir. W: güç/enerji r: hava yoğunluğu A: kanat alanı v: rüzgâr hızı Hava yoğunluğu yükseklikle, sıcaklıkla ve hava cepheleri ile değişir. Rüzgâr gücü hesaplamalarında, hava cephelerinin etkisi önemsenmeyecek kadar küçüktür, böylece hava yoğunluğu formülü şöyledir: P = 1.325 P/T T: Fahrenheit + 459.69 olarak sıcaklık P: Yüksekliğe göre düzeltilmiş Mercury basıncı (inch) Tipik ortalama hava sıcaklığı (59 °F) deniz seviyesine indirgenerek hava yoğunluğu için bir standart değer kullanılabilir. Bu durumda güç eşitliği basit olarak aşağıdaki hale gelir: Basitleştirilmiş Güç Eşitliği Metrik Birimler W = 0.625 A v W: Güç (watt) V: Rüzgâr hızı (m/s) A: Rüzgâr türbini kanatları tarafından süpürülen alan (m) A = Π r r: Rotor yarıçapı (m) Basitleştirilmiş güç eşitliği denklemi, rüzgâr turbinenden elde edilecek gücün amprik olarak hesaplanabilmesi için türetilmiştir. Bu denklemden anlaşılabileceği gibi, bir sistemden elde edilecek enerji, rüzgâr hızının kübü ile doğru orantılıdır. Ayrıca elde edilecek güç , rüzgâr türbin kanatlarının süpürdüğü alan dolayısıyla rotor yarıçapının karesi ile orantılıdır. Amok Amok ("gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren") Güneydoğu Asya bölgesinde ve bu bölge kültüründe "cinnet" halini ifade etmek için kullanılan bir tanımdır. Kavram, Filipinler'de ise ""juramentado"" kelimesiyle bilinir. Cinnet halinde olma, sonuçlarını hesap edemeden şiddet kullanma durumudur. Psikolojide "amok", derin bir depresyon döneminin sonrasında ortaya çıkan şiddet ile sonuçlanan atakların görüldüğü disosiyatif bir ruh halidir. "Amok" hali, erkekler arasında daha yaygın gözlenmekte ve genellikle "bardağı taşıran son damla" niteliğindeki bir olayın ardından patlak verdiği gözlenmektedir. Cinnet halindeki kişi, kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına inanmaktadır. Psikiyatride ender görülen kültüre özgü sendromlar arasında geçen "amok" halinin, güneydoğu Asya bölgesine özgü olabileceği ve "kültüre özgü sendromlara" örnek gösterilebileceği de ifade edilmektedir. Bazı kaynaklar ise günümüz toplumu il
e "amok" ya da cinnet halinin tarihsel ilişkisi irdelenerek modern endüstri toplumunda da benzer bir tablonun görülebileceği ileri sürülmektedir. Bu özel durum altında olan, ister silahla, ister bir araçla suç işleyen, toplu öldürme ya da yaralamalarda bulunan kişilere "amok koşucusu" adı verilmektedir. İnka medeniyeti İnka medeniyeti, Güney Amerika'nın batı kıyısındaki And Dağları bölgesindeki Cuzco şehri civarında, efsanevi kralları ve ilk Sapa Inca olan Manco Capac'ın 11. yüzyılda Cuzco Krallığı'nı kurmasıyla başlamıştır. Manco Capac'ın soyunun egemenliğinde Krallık bölgedeki diğer Andlı topluluklar gibi büyümeye devam etmiş ve 1438 yılında adının birebir çevirideki anlamı "yer sallayan" olan Pachacutec liderliğindeki İnkalar sınırlarını genişleterek diğer Andlı toplulukları egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Böylece, Pachacutec Amerika kıtasında Kolomb öncesi varolan en büyük imparatorluk olan İnka İmparatorluğu'nu ("Tawantinsuyu") kurmuştur. 1532 yılında, iki kardeş Huascar ve Atahualpa arasındaki iç çekişmeler sonrasında, Francisco Pizarro önderliğindeki İspanyol işgalciler İnka bölgesini ele geçirmişlerdir. Bunu takip eden yıllarda İspanyollar tüm And bölgesindeki tek hakim güç konumuna gelmişlerdir. 1542 yılında Peru Valiliği'nin kurulmasına dek isyan eden İnkaları bastırmayı bilen İspanyollar, 1572 yılındaki Vilcabamba'daki son İnkaların direnişinin de yıkılması ile İnka medeniyetini bitirmiş oldular. Tüm bu olanlara rağmen İnkaların bazı kültürel gelenekleri, özellikle Quechuas ve Aymara halkları arasında olmak üzere günümüze kadar gelmiştir. İnkalar önceleri, Cuzco yukarılarındaki And dağlarındaki savaşçı kabilelerdiler. MS 1000 yıllarında inka kabilesi komşu kabileleri egemenliği altına alıp Cuzco Vadisine doğru inmeye başladı. Böylece bu avantajlı yeri kullanarak etraflarındaki bölgeleri işgal ederek genişlemelerini sürdürdüler. 1500'lü yıllara gelindiğinde, İnkalar, eski Amerika'daki en geniş ve en zengin imparatorluğu olmuşlardı. İnkalar başkentleri Cuzco'dan 4000 kilometre dışına nerdeyse tüm batı Amerika kıyılarına ve And dağlarına yayılmışlardı. Bu bölge çok değişik iklim ve doğa koşullarını içermekteydi. Öyle ki, hükmettikleri And Dağlarının batı kıyısında çöl ve vadiler yer alırken, yine bu dağlarının kuzey doğu kesimlerinde ise tropikal bir yağmur ormanı iklimi hakimdi. İnkalar, Şehirlerini ve kalelerini çoğunlukla And Dağları'nın yüksek kesimlerdeki dik ve sarp yamaçlara inşa etmişlerdi. İnka şehirlerinin mimarisi hala bilimadamlarını şaşırtmaktadır. Şehirlerdeki taş merdivenler tüm şehri ve taş evleri ve taş dini binaları geçerek şehirlerin en yüksek noktalarına kadar ulaşmaktadırlar. Bu yapılardaki devasa taş bloklar o kadar hassas ve düzgün bir şekilde birbirlerine birleştirilmiştirki aradan binlerce sene geçmesine rağmen bugün bile aralarına bir jilet dahi sokmak olası değildir. İnka evlerinin mimarisinde duvarlarda taş kullanılmış ve çatıları da otla yapılmıştır. İnka toplumu çok sıkı bir hiyerarşik düzen içindeydi. Birçok değişik toplum kademeleri vardı ve bu kademelerin en üstünde "Sapa" (Baş rahip ve yönetici) ve ordu kumandanı bulunuyordu. Tüm aile bireyleri Sapa'nın danışmanları idi hatta kadınların bile inka hiyerarşik düzeninde otorotileri vardı. Bunların altında tapınaklardaki rahipler, mimarlar ve ordu komutanları geliyorlardı. En alttaki iki sınıf ise zanaatkarlar, ordudaki subaylar, çiftçiler ve çobanlardı. Vergilerini altın olarak ödemek durumundaydılar ve bu vergiler yüksek sınıflara dağıtılmaktaydı. İnkalar korkusuz birer savaşçı olmalarının yanı sıra çok vahşi bir cezalandırma sistemine sahiptiler. Eğer bir kişi hırsızlık yapar, Sapa'nın eşiyle ya da bir "Güneş Bakiresi" ile seks yaparsa uçurumdan atılır, elleri kesilir, gözleri oyulur ya da açlıktan ölünceye kadar asılırdı. Dolayısıyla cezalıların çoğunun ölümle cezalandırıldığı bir toplumda hapishaneler gereksizdi. İnka ören yerlerinde yapılan kazılarda, İnka kraliyet ailesine ait kişilerin mumyalaşmış cesetleri bulunmuştur. And Dağlarının yüksek tepelerindeki buzların içinde kalarak günümüze kadar ulaşmışlardır. İnkalar'ın 40.000 nüfuslu bir orduları vardı. Francisco Pizarro komutasındaki İspanyol ordusu ise sadece 180 kişiden oluşuyordu. 180 kişilik bir ordunun 40.000 kişilik bir orduyu yenmesinin temel nedenleri büyük bir olasılıkla şöyledir: Manco Capac, hem Perudaki İnka Hanedanlığı'nın hem de Cuzco'daki Cuzco Hanedanlığı'nın efsanevi kurucu lideridir. Bu efsanevi karakterin hakkındaki mitler ve tarih oldukça karmaşıktır. Manco Capac'ın doğumu ve Cuzco ile ilgili efsaneleri özellikle çok karışık ve çeşitlidir. Bir efsanede Tici Viracocha'ın oğlu olarak yer alırken bir başka efsanede ise Titicaca Gölü'nün derinliklerinde güneş tanrısı Inti tarafından çıkartılıp yer yüzüne getirilen bir kahramandır. Amerika kıtasına gelen ilk insanlar olan Homo sapiyenler MÖ. 12.000 yıl veya daha öncesinde Asya kıtasından yola çıkarak Bering Boğazı üzerinden Kuzey Amerika'ya ulaşmışlardır. Amerika üzerindeki yayılımlarını Orta Amerika'dan geçerek M.Ö. 10000'li yıllarda Güney Amerika topraklarına ulaşmışlardır. Güney Amerika'da, Andlar'daki kuru mağaralarda yapılan araştırmalarda bulunan organik kalıntılar MÖ. 6500'lü yıllarda bitkilerin yetiştirildiğini göstermektedir. Bu kalıntılar arasında yerel patates türleri ile fasulye ve yerel kırmızı biber türleri yağmur ormanlarından doğu bölgelerine uzanan yerlerde bulunmuştur. Bu da Güney Amerika'daki ilk tarımın Amazon bölgesinde başladığını göstermektedir. Ancak bölgenin nemli yapısı nedeniyle yapılan bu tarımla ilgili günümüze ulaşmış bir organik kanıt yoktur. Fakat bölgede bulunan MÖ. 2000'li yıllardan kalma tarım işlenmesi ile ilgili çanak-çömlek kalıntıları bunun ispatı olmaktadır. Bu dönemde And bölgesindeki köylüler, yerel kaynakları kullanmak adına değişik teknikler geliştirmişlerdir; Kıyı bölgelerinde balıkçılık geliştirilmiş, iç bölgelerde sulu tarım yapılmış, daha yüksekce bölgelerde patates yetiştirilmiş ve dağlık bölgelerde ise lama ve alpakalardan yün ve et üretimi yani hayvancılık yapılmıştır. Yine bu dönemde MÖ. 1200'lü yıllarda Peru sahillerindeki halkları bir araya toplamış olan Chavin kültürünü de içeren bu yerli halk dini merkezler, büyük mezarlıklar ve anıtsal yapılar inşa etmişlerdir. M.S. 600 ile 1200 yılları arasında, Güney Amerika'da yayılan en azından üç politik varoluş vardı. Titicaca Gölü yakınlarındaki Tiwanaku şehri, gücünü göl çevresindeki zengin tarım alanlarından Peru'nun güneyindeki aşağı bölgelere yakın vadilere, hatta Şili'nin ve Arjantin'in Kuzey bölgelerine kadar genişletmişti. Böylece bu bölge ilk inka toplumunun geliştiği yer oldu. İnkalar genişlemeye 12. yüzyılda Cuzco bölgesindeki bir kabile olarak başladılar. Manco Capac liderliğinde küçük bir şehir olan Cuzco'yu (Keçuva dilinde "Kusko" - Türkçe "Kusko" okunur) kurdular. 1438 yılında, adının anlamı "yer sallayan" olan Sapa Inca (Ulu önder) Pachacuti komutasında yayılmaya ve genişlemeye başladılar. Pachacuti, Cuzco Krallığını yeniden organize ederek bir imparatorluğa çevirdi. İnkalar imparatorluklarına kendi dillerinde "Dört çeyreğin ülkesi" anlamına gelen "Tahuantinsuyu" demekteydiler. İmparaturluk, merkezi bir hükümeti olan ve her birinin başında bir İnka bulunan ve adları Chinchasuyu (Kuzeybatı), Antisuyu (Kuzeydoğu), Contisuyu (Güneybatı) ve Collasuyu (Güneydoğu) olan dört federatif eyaletten oluşmaktaydı. Pachacuti, aynı zamanda Machu Picchu'nun da imarını yaptıran kişi olarak bilinmektedir. İnkaların çok tanrılı bir dinleri vardı. Yaratıcı konumunda bir tanrı ve onun yarattığı birçok başka tanrı vardı. Toprak, deniz, güneş ve ayı temsil eden tanrılar da vardı. Bu tanrılardan bazıları: İnkalar altının güneşten gelen bir çeşit şekerleme olduğunu düşünürlerdi. Altın ancak çeşitli kutular, mücevherler gibi törensel eşyalar ya da süslü mezar taşları veya tapınaklar yapmak amacıyla kullanıldığında bir değere sahipti. İnka altınlarının neredeyse tamamına yakını İmparatorluk Pizarro tarafından ele geçirildiğinde alındı ve eritildi. Dini kutlamaların büyük çoğunluğu ekim ve hasat dönemlerinde yapılırdı. Tanrılara hayvan hatta insan kurban eden İnkalar bu kutsal törenleri depremler, savaşlar ya da imparatorların ölümleri gibi toplumu sarsan büyük olaylardan sonra yaparlardı. Dini törenleri yöneten rahiplerin yayında Hıristiyanlıktaki rahibelere benzeyen "mamacuna"lar bulunmaktaydı. Mamacunalar manastırlarda yaşarlardı. İplik eğirmeyi, dokuma yapmayı, kraliyet kıyafetleri dikmeyi ve kutsal ekmek pişirmeyi öğrenirlerdi. İnka mimarisi üç temel kavram üzerine kurulmuştur: hassaslık, kullanışlılık ve sadelik. İnka mimarisinin temel anlayış prensibi "Az çoktur!" olmuştur. İnka mimarisindeki en baskın biçim basit ancak zarif ve mükemmel bir şekilde kullanılmış olan "ikizkenar yamuk" şeklidir. İkizkenar yamuk biçimindeki kapılar, pencereler ve duvarlardaki nişler her tipteki inka yapısında görülmektedir. Kullanışlılığın etkilenmediği her yerde bu yamuklardan mümkün olduğunca bol bir şekilde kullanmışlardır. İnka inşaatçılarının kullanışlılığı geri plana attıkları tek yer akan suyla girdikleri mimari ilişki olmuştur. Suyun, ağızlarından şırıltıyla ve köpürerek döküldüğü oluklar, bazen oyma süslerle bezenmiş taşlar ile süslenmiş bazen de hiç gerekli olmadığı halde komplike taş kanallar ile bir sonraki çeşmeye ya da banyolara bağlanmışlardır. Bazen de bir çeşmeden bir diğer çeşmeye gereksiz ancak hoş ve güzel bir dekorasyon verilmek amacıyla şelaleler ve süslemeler yapılmıştır. İnkalar'ın kendi dillerinde bazı kelimelerin anlamları: Bağırsak Bağırsak, gastrointestinal kanalın mide ile anüs arasındaki kısmıdır ve insanlarda ve diğer memelilerde iki ana kısımdan oluşur: ince bağırsak ve kalın bağırsak. İnsanlarda ince bağırsak üç kısma ayrılır: İnsanlarda kalın bağırsak da üç kısma ayrılır: Vücudun gıdadan besinlerin çıkarımı ve emiliminden sorumlu kısmı bağırsaktır. Midenin görevi büyük oranda gıda moleküllerinin besinlere "parçalanması"yken, bağırsak bu besinl
erin kana girmesini sağlar. İnce bağırsak kıvrımlı bir yüzey yapısına sahiptir ki bu besinlerin bağırsak duvarından difüzyonu ve böylece de emilimi için uygun olan yüzey alanını arttırır. Bu mikroskobik kıvrımlara "mikrovilli" denir. Yetişkin bir insanın ince bağırsağı, ortalama olarak yedi metre uzunluğundadır. Kalın bağırsak veya kolon birkaç çeşit bakteriye ev sahipliği yapmaktadır; bunlar insan vücudunun kendi kendine yok edemeyeceği moleküllerle ilgilenirler. Bu bir simbiyoz örneğidir. Bu bakteriler aynı zamanda bağırsakta(ki) gaz üretiminin de nedenidirler. Kalın bağırsak ince bağırsağa oranla daha kısadır ve su reabsorpsiyonu ile kuru dışkıyı üretir. Diğer sindirim sistemi hastalıklarıyla birlikte bağırsak hastalıklarına da bakan tıp dalı gastroenterolojidir. Gastroenterit, bağırsakların enflamasyonudur ve en yaygın bağırsak hastalığıdır. Ileüs, bağırsak tıkanıklığıdır. Apandisit, apandis enflamasyonu. Bu tedavi edilmediği zaman potansiyel olarak ölümcül bir hastalıktır; çoğu durumda apandisit cerrahi müdahaleye gerek duyar. Çölyak hastalığı kötü emilimin yaygın bir şeklidir. Crohn hastalığı ve ülseratif kolit bağırsakları etkileyen otoimmün hastalıklardandır. Crohn hastalığı tüm gastrointestinal kanalı etkileyebileceği gibi, kolit sadece kalın bağırsağı etkiler. Tweek Tweek Tweak, South Park'ın kahve bağımlısı karakteri. Belirgin özellikleri; sarı ve dik saçları, koyu yeşil ve yanlış iliklenmiş gömlek, ürkek yüz ifadesi ve titreme. Bu karakterin panik atak ve hiperaktivitelik gibi psikolojik sorunları vardır. 6. sezonun 6. bölümünde Butters gruptan atılınca onun yerine gelmiştir. Daha sonra yavaş yavaş gruptan kopmaya başlamıştır. Tweek olan bölümler en yüksek reytingleri almıştır. 6.sezonun son bölümüne kadar gruptan kopmuş zaten bölümün sonunda Kenny geri dönmüştür. Ayrıca her şeyi kafasına takar ve en ufak bir problemde bile kafasında binlerce düşünce kurup kendini zor duruma sokar. Tweek paranoyaktır. favori cümlesi 'They' re gonna get me!' (Beni yakalayacaklar!) dır. Anne ve babası kahve işletirler ve her gün oğullarına içmesi için büyük miktarda kahve verirler. Bu yüzden kahve bağımlısıdır ve bu onun çok gergin ve hareketli bir tip olmasının sebebidir. Tweek 10 yaşındadır. Mustafa Özel Mustafa Özel (d. 1956, Ağrı) yazar. Naci Gökçe Lisesi (1974) ve Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi'nden (İktisat 1980) mezun oldu. Bankacılık, dış ticaret ve sanayi sektörlerinde yönetici ve danışman olarak çalıştı. Dergâh, İzlenim, Kayıtlar, İlim ve Sanat, İslam, Yedi İklim, İktisat ve İş Dünyası dergilerinde yazı ve çevirileri yayımlandı. Yeni Şafak gazetesinin kuruluşundan itibaren uzun süre köşe yazısı yazmıştır. Beykent Üniversitesi ve Fatih Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmıştır. Bilim ve Sanat Vakfı'nın kurucuları arasındadır. Vakfın başkanlığını yürütmektedir. Halen İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi'nde ders vermekte, çeşitli kuruluşlara danışmanlık yapmakta ve muhtelif yayın organlarında köşe yazarlığı yapmaktadır. Kanlı 1 Mayıs Kanlı 1 Mayıs veya 1 Mayıs Katliamı, 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı'nda kutlanan İşçi Bayramı'nda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ve 136 kişinin de yaralanması ile sonuçlanan olaydır. Türkiye'de 1 Mayıs İşçi Bayramı, ilk defa 1911 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde bulunan Selanik'te kutlanırken İstanbul'daki ilk kutlama 1912 yılında gerçekleştirildi. 1923 yılında 1 Mayıs'ın yasal olarak İşçi Bayramı ilan edilmesinden bir yıl sonra hükümet, kutlamaların kitlesel olarak gerçekleştirilmesini yasakladı. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile de İşçi Bayramını kutlamaları tamamen yasaklandı. Cumhuriyet dönemi ile birlikte yükselişe geçen işçi hareketi ile birlikte uzun yıllar kutlanamayan 1 Mayıs, ilk defa 1976 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) öncülüğünde 200 bin kişinin katılımı ile Taksim Meydanında gerçekleştirildi. 1977 yılına gelindiğinde ise Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu daha kitlesel bir kutlama için hazırlıklarına başlamıştı. Kutlamanın tertip komitesi, İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyeti ile yaptıkları görüşmeler sonucu iç güvenliği DİSK'in, dışarıdan gelecek güvenlik sorunlarını da emniyet güçlerinin sağlaması konusunda anlaştılar. Taksim Meydanı'nın ise ulaşım yönünden rahat ve merkezi olması sebebiyle kutlama yeri olması konusunda fikir birliğine vardılar. Bu süreçte, 1 Mayıs'a DİSK'in politikalarına karşı çıkan bazı Maoist sol gruplar da katılmak istediklerini belirtti. DİSK, olay çıkartma olasılığı ve kendi disiplinlerini bozacağını düşündüğü bu grupları kutlama alanına almak istemese de daha sonra katılımlarını kabul etmek zorunda kaldı. 1 Mayıs öncesi dönemin gazetelerinin bir kısmında 1 Mayıs'ta olayların çıkacağı, insanların ölebileceği gibi bir takım köşe yazıları yayınlamaya başlamışlardı. Tercüman Gazetesi'nden Ahmet Kabaklı köşe yazısında kutlamalar ile ilgili; "Yarın 1 Mayıs. DİSK, TİP ve CHP militanları, yarın İstanbul, Ankara ve bütün yurdu kana bulaması mümkün kışkırtma ve tecavüz hareketlerine girişebileceklerdir. Polisle vuruşmalar muhtemeldir, cinayetler işlenebilir, mallara canlara kıyabilirler. Taktik icabı, kendi aralarında dövüşebilirler, saf vatandaşlar bu arada ölebilir." cümlelerine yer vermişti. Rauf Tamer ise 1 Mayıs 1977 tarihli yazısında; "Arabalar tahrip edilecek. Camlar kırılacak. İnşallah aldanırız, ama kanlar akacak" cümlelerine yer vermişti. 1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı'nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul'a gelenler ile birlikte yaklaşık 500 bin kişi Taksim Meydanı'ndaki kutlamalara katıldı. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, konuşmalar da uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK genel başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçışmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli'nin (Bugün The Marmara Oteli) de üst katlarından da ateş açıldı. İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken polis de ses bombaları ve panzerlerle kalabalığa müdahale etmeye başladı. Kalabalık, kaçmak için özellikle Kazancı Yokuşu'na yöneldi ancak burada bulunan bir kamyonun yolu tıkaması yığılmaya ve buna bağlı ezilmelere sebep oldu. 28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi silahla vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak toplamda 34 kişi yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. DİSK'in yayınladığı listede ise 36 kişinin öldüğü belirtilmişti. Olay sonrası 470 kişi göz altına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamayarak serbest bırakıldılar. Tertip komitesi, bazı sendika ve sol gruplardan 98 kişi hakkındaki yargılamalar 14 yıl boyunca sürdü. Bu yargılamalardan kimse ceza almadı. Emniyet veya devlet yetkililerinden herhangi birinin yargılanmadığı dava zamanaşımına uğrayarak düştü. Bunun üzerine dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşındı. Bu güne kadar ateşi kimlerin açtığı tam olarak belirlenememiş ve olay aydınlatılamamıştır. Monty Python Monty Python, bir Britanyalı komedi grubu. Monty Python komedi grubu şu üyelerden oluşur. Üyelerinin çoğu Oxford ve Cambridge'de okumuş ve komedi alanında deneyimleri olan kişilerdir. 1969 yılından 1974 yılına kadar BBC için 45 bölümlük "Monty Python's Flying Circus" adlı bir dizi çevirmişlerdir. Dizi skeç ve çizgi film sahnelerinin bir karışımından oluşuyordu. Program, ilk defa 5 Ekim 1969 tarihinde saat 23'de gösterilmiştir. Dizinin adı Python programlama dilinin isimlendirilmesine kaynaklık etmiştir. Grup bu arada ve daha sonraki yıllarda bazı sinema filmleri de çevirmiştir. Monty Python Canlı Monty Python Tekrar Birleşme İskelet İskelet, canlılarda kemiklerden oluşmuş eklem ve bağlarla birbirine tutturulmuş, etrafı kaslarla sarılı destek veren yapıya denir. İskelet veya iskelet sistemi, biyolojide canlı organizmaya fiziksel destek sunan, iç organların korunmasını sağlayan, çoğunlukla minerallerden oluşan bir organdır. İskelet organizmanın kendine özgü şeklinin oluşmasını sağlar. İskelet sisteminde yassı, uzun , kısa ve düzensiz şekilli kemikler olmak üzere 4 çeşit kemik türü vardır. Gücüksu, Göksun Güçüksu, Kahramanmaraş ilinin Göksun ilçesine bağlı bir mahalledir. Kahramanmaraş iline 106 km, Göksun ilçesine 14 km uzaklıktadır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Jön Türkler Jön Türkler, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde ortaya çıkan meşrutiyetçi ve Abdülhamit dönemine muhalif olan genç ve aydın kuşağa verilen isimdir.. İlk defa 1828 yılında Charles Mc Farlane tarafından dönemin Genç Osmanlı nesline atıfta bulunarak kullanılmıştır. Daha sonra 1855’te Ubiceni II. Mahmut dönemindeki reform hareketine katılan devlet adamlarını hem de Abdülmecit döneminin batılılaşma yanlısı Tanzimatçılarını tanımlamak için “jevene turqvie de Mahmut” ve “jevene Turqvie d’Abdul Medjid” ifadelerini kullanmıştır. Bu terimleri kavram olarak ilk kullanan kişi Hippolyte Castille olmuştur. Genç Türkler kavramı yeni bir kavram değildir. Bu kavramların kullanımı daha çok Avrupa'da oluşan yönetime muhalif kesimlerin oluşturdukları partilerin bir benzeri gibi görünmek olduğu için kullanılmıştır. Almanya’daki genç Almanya akımı (ayrıca bu akım siyasi bir muhalif akımı olduğu kadar bir edebi akımdır), İtalya’da ortaya çıkan genç İtalya akımı, Polonya’daki genç Polonya akımıdır. Bu akımlar siyasi muhalif bir akım olduğu kadar edebiyat akımlarıdır da. Daha sonra Jön Türkler akımında ismi geçenlerden bahsederken ayrıntılı olarak edebiyatçılarına değinilecektir. Edebi düşünceleri siyasetle iç içe geçmiş kişilerdir. Avrupalı yazarlar yeni Osmanlılara bu sıfat ve terimleri kullanmıştır. Yeni Osm
anlılar ise “jevne Turqvie”yi eski Türk grubunun muhalifi olarak göstermişlerdir. Bu söylemi Yeni Osmanlılar cemiyetinin kuruluş belgesinde göstermiştir. Bahsedilen Osmanlı dönemindeki bu Jön Türk grubu gibi olan muhalif kesimlere her dönemde buna benzer isimler verilmiştir. Her yenilikçi kesime “Genç Türkler, Genç Osmanlılar, Jön Türkler” gibi isimler verilmiştir. Özellikle 1800’lü yıllardan sonra bu akımlar güçlendiği için bu terimlere sıkça rastlanmıştır. Örneğin, 1890 yılında Georges Badis adlı bir şahıs sarayı Genç Türkiye adında Kanun-i Esasi yanlılarını çatısı altında toplayabilecek bir gazete kurmakla tehdit etmiştir. Jön Türklerin ideolojisine bakıldığında ise bunların bakış açıları Fransa’daki burjuvazi kesiminin bakış açısıyla örtüştürülebilir. Nasıl Fransa’da burjuvazi gücünü arttırdıktan sonra yönetime sesini duyurmaya çalışmak için siyasi bir çekişmenin içine girdiyse, aynı şekilde Jön Türkler olarak adlanan kişiler de Avrupa’daki yeniliklerden etkilenip aydın kesiminin desteğiyle yönetimdeki kişilere karşı benzer bir mücadeleye girmiştir. Bu mücadele kanlı bir iç savaştan çok edebi yazılarla belli bir kesimi aydınlatıp biçimlendirme şeklinde olmuştur. Jön Türkler adı altında bulunan kişilerin tek ortak siyasi görüşü, padişahlık yönetiminin altında bir de meclisin bulunarak yönetime katılmasıdır. Hiçbir zaman padişahlık rejimini yıkıp yerine cumhuriyet rejimini getirmeyi düşünmemişlerdir. Karşı oldukları durum Abdülhamid yönetiminin istibdat düzenidir. Baskı ve şiddet düzeninin yönetime ortak bir meclis kurulursa bu durumun düzeleceğini iddia etmişlerdir. Fakat hiçbir zaman padişah yönetimini reddetmemişlerdir. Sadece yönetimine denk bir meclis yönetimi istemişlerdir; ama Jön Türk cemiyeti altındaki kişilere tektek bakıldığında siyasi görüşlerinin birbirinden çok farklı olduğunu görülebilir. Jön Türkler cemiyetinde 2000'e kadar üye bulunduğu bilinmektedir. Bu isimler siyasi ortamdan dolayı Osmanlı'da fazla barınamamış ve yaşamlarının çoğunu Avrupa'da, ya da Mısır'da sürgün hayatı şeklinde yaşamıştır. Bu cemiyette öne çıkan, dikkat çekmekte olan isimler şunlardır: Abdullah Cevdet, Abdurrahman Bedirhan, Ahmet Rıza, Ahmet Fazlı, Ahmet Ferig, Ahmet Kemal, Ahmet Lütfullah, Ahmet Niyazi, Ahmet Saib, Ali Fahri, Ali Fehmi, Ali Haydar, Ali Şefkati, Bahaeddin Şakir, Derviş Hüma, Edhem Ruhi, Emie Şekib Arslan, Halil Canem, Hüseyin Tosun, Hüsrev Sami, Hüseyinzade Ali, İbrahim Temo, İshak Sükûti, İsmail Canbulat, İsmail Enver Bey, İsmail Kemal, Mahmüel Celaleddin Paşa, Mahir Said, Mehmet Ali Halim Paşa, Hacı İbrahim Paşazade Hamdi, Tarsusizade Münih, Tunalı Hilmi, Yusuf Akçura. Jön Türkler cemiyetinin şahsiyetlerinin fikir yapısının oluşmasında dönemin şartları da önemli bir rol oynamaktadır. Dönemin önemli siyasi olayları şöyledir: Bu siyasi karışıklıklar içerisinde Osmanlı devletinin çok kötü bir yere gittiği görülmektedir. Fakat bu kötü gidişe rağmen Osmanlı toplumunda yaşayan halk bu gidişi pek umursamamaktadır. Çünkü Osmanlı halkı denen ortak bir anlayış yoktu. Bu topraklarda yaşayan halk; din, dil, ırk farkı çok çeşitli olduğundan bu siyasi durumu çok fazla önemsemiyorlardı. Hıristiyan halk, kendi dinlerini yaşayabileceği bir devletin himayesine girmek için çalışmalarda bulunuyordu. Ayrıca her ırk kendi millî devleti için bir takım çalışmalarda bulunuyordu. Osmanlı aydınını ortaya çıkaran Batılılaşma olgusu Osmanlı Devleti’nin Tanzimat Fermanı’ndan beri izlemeye çalıştığı bir siyasetti. Osmanlı aydınları Batı’yı pek fazla bilmedikleri gibi padişahı da pek fazla eleştirmezlerdi. Yine de II. Abdülhamid döneminde etkili olan aydınlar eskisine göre daha bilinçliydi. Bu dönemde yurtdışında bulunan aydınlar Avrupa’yı yakından tanıma fırsatı bulmuşlar ve edindikleri fikri yayma fırsatı bulmuşlardır. II. Abdülhamid rejimine karşı örgütlenmiştir. Amaçları Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyup meşrutiyeti getirmektir. Avrupa’ya kaçan Jön Türkler bu dönemde birçok gazete ve dergi çıkartarak istibdat rejimi ile sıkı bir mücadeleye giriştiler. Yayınladıkları dergi ve gazeteler yabancı postalar aracılığıyla yurda giriyordu. Bu yayınlar 1900’lerden sonra daha da artmıştır. Bu nedenle hükümet Jön Türkler ile yayınlarını durdurmak için pazarlığa bile oturmuş ve bu durum sıkıntı çeken Jön Türklerin işine gelmiştir. Değerinin kat kat fazlasına satılan yayınlar kapatılmış; ancak Jön Türkler bu faaliyetlerine başka bir isim altında devam etmişlerdir. Jön Türkler 1889-1908 yılları arasında çıkardıkları gazeteler ve dergiler ile fikir hayatına yeni bir yön vermeyi başarmışlardır. Bu yayınlar ise Birleşik Krallık, Fransa, Avusturya, Bulgaristan, İtalya, Yunanistan, Romanya, İsviçre, Brezilya, Belçika, Amerika Birleşik Devletleri ve Kıbrıs olmak üzere 13 ülke ve bölgede Türkçe-yabancı dillerde olmak üzere 152’nin üzerinde gazete veya dergi yayınlamışlardır. Aralık 1895’de Ahmet Rıza tarafından Türkçe ve Fransızca olarak yayınlanmaya başlanmıştır. Gazetesinde meşrutiyeti savunmuş, halkın politik görev bilincine varabilmesi için eğitilmiş gerektiğini ileri sürmüştür. Eğitim ve kültürün üzerinde durmuştur. Bunların yanı sıra çok ağır siyasi yazılar da yazmıştır. Daha sonraları iyice yazılarını ağırlaştıran Ahmet Cevdet’in Osmanlı aleyhine daha cüretkâr davrandığından Fransız savcı tarafından gazetesi kapanacaktı. Meşveret ile aynı anda Mısır'da yayınlanan “Mizan” gazetesini gerekçe gösteren Ahmet Rıza aynı cemiyetin iki farklı Türkçe gazete çıkarmasının anlamsız olduğunu ileri sürerek Türkçe Meşveret’in yayınını durdurmuştur. Ancak mizancı Murat’ın saray ile anlaşarak Mizan'ın yayınına son vermesi üzerine Türkçe Meşveret yeniden yayınlanmaya başlandı. Bu arada Cenevre’de Osmanlı gazetesinin yayınlanması üzerine Ahmet Rıza, Meşveret'i tekrar kapatmıştır. Meşveret, yüksek seviyede bir fikir gazetesi olmaktan öte sadece öncü bir gazete olmuştur. Ağustos 1886’da İstanbul’da Murat Bey tarafından çıkarılmıştır. Siyasi ve ekonomik özgürlüğe ilişkin yazılarıyla hükümetin dikkatini çekmesi ve Murat Bey Mısır’a kaçmıştır. İstanbul’da yayınladığı dönemlerde Mizan, iktisadi konulara yönelmiştir. Mısırda Murat Bey'in İstanbul’daki ilimler politikası yerine tahrikçi ve ihtilalci Murat kimliğini ön plana çıkarması ve ittihatçıların görüşlerini savunmaya başlamasıdır. Murat Bey yazılarında, basın özgürlüğünün yasal sınırlar içinde sağlanmasından yargının ıslahından bir danışma kurulunun oluşturulmasından sorumlu bir hükümet ve ayan meclisinin kurulmasına değinmiştir. Murat Bey panislamisttir. En büyük ideali Halife aracılığıyla tüm Müslümanların yabancı boyunduruğundan kurtarılıp, büyük bir İslam imparatorluğu kurulmasıydı. Özellikle basın yoluyla mücadelesinde Namık Kemal’in etkisinde kaldığını ve yazılarında onu taklit ettiğini görmekteyiz. Mizancı Murat’ın fikir hayatı bazı dönemlerinde değişiklik göstermesi nedeniyle Ahmet Rıza ile araları açılmıştır. Bu yüzden Jön Türkler bu iki kişi etrafında toplanmıştır. Fikirlerinin değişmesi üzerine mizancı Murat yurda dönmüş ve Mizan’ı günlük çıkarmaya başlamıştır. Murat Bey burada ittihatçılara karşı bir tutum izlemesi ve 31 Mart ayaklanmasından sonra ise gazetesi kapatılmış ve gözaltına alınarak Rodos’a sürülmüştür. Osmanlı Gazetesi, Mizan’ın kapatılmasından sonra İttihat ve Terakki'nin ilk kurucuları İshak Sükûti, Abdullah Cevdet, Tunalı Hilmi gibi kişiler tarafından kurulmuştur. Fransızca, Almanca ve İngilizce dillerinde ilk Jön Türk gazetesidir. Ancak saray bu durumdan rahatsız olmuş ve Afrika’ya gönderilen Jön Türklerin serbest bırakılacağı karşılığında gazetenin kapatılmasını istenmiştir. Gazete bir süre kapatılmış; ancak saray sözünde durmadığından yeniden çıkarılmaya başlanmıştır (1897). Gazete, cumhuriyet yönetiminden bahsetmiştir. Yazılarında da halkı ayaklandırmaya çalışmışlardır. Fakat bu görüş diğer Jön Türklerce kabul görmemiştir. Bir süre sonra gazetenin basına Jön Türkler arasında yeni bir ayrılık ortaya çıkaracak olan prens Sebahaddin geçiyor. Prens Sabahaddin padişahı daha da sert eleştirmeye başlamıştır. Ahmet Rıza tarafından yayınlanmaya başlanmıştır. Merkeziyetçiliği savunmuştur. İlk sayıda gazetenin ilkeleri şöyle belirtilmiştir; Yazım kadrosunda, Selanikli Nazım, Ahmet Suip, Yusuf Akçura, Sami Paşazade Sezai, Ahmet Ağaoğlu gibi isimler vardı. Merkeziyetçiliği savunan Ahmet Rıza karşısında prens Sebahaddin ise adem-i merkeziyetçiliği tavsiye etmekte ve Terakki adlı Türkçe olarak küçük böyle bir gazete bu tekliflerini savunmuştur. Bu iki fikir meşrutiyetten sonra da devam edecek ve ittihatçılar meşrutiyetten sonra Ahmet Rızanın görüşlerini benimseyeceklerdir. Bunların dışında Kanun-i esasi (1896, Mısır), “Hak” (1899), “Sade-i millet” (1898, Mısır), İkdam, Muhbir (1866), İbret (1870) qazeteleri de çıkmıştır. Daha çok bilimsel nitelikli yazılar yayınlandı. Değişik yerlerde basılmıştır. Batıyı örnek alan ilk şair, ilk oyun yazarıdır. Ayrıca o, Agah efendi ile beraber ilk özel gazetecidir. İslami ilimler öğrenirken, bir Fransız yazarından da Fransızca öğrendi. Mustafa Reşit Paşanın himayesinde Paris’e gönderildi. İstanbul’a döndüğünde eski görevine dönüp Meclis-i Maarif üyeliğine atandı. Fakat, hükümete Mehmet Emin Ali Paşa gelince aralarında sorun oldu (sakal sorunu) ve sakal bahanesinden görevinden uzaklaştırıldı. Asıl sebep Mustafa Reşit’in adamı olmasıydı. 1860’da Agah Efendi ile Tercüman-ı Ahval’i çıkardı. Şair Evlenmesi'ni yazdı. Şinasi tasvir-i efkar’ı kurduktan sonra, Namık Kemal gazeteye dâhil oldu. Daha sonra Paris’e gitmek zorunda kaldı (Ali ile münasebetleri yüzünden). Daha sonra Fransa-Prusya savaşından dolayı İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Yalnızlık ve sefalet içinde öldü. Şinasi’yi önemli yapan diğer bir faktörde batı uygarlığını benimsemesiydi. Akıl, bilim, insaniyetçilik ve adalet onun için büyük değerlerdi. Bu yüzden Namık Kemal ve onun kuşağındaki birçok isme yol gösterici oldu. Meşrutiyetçi değildi. Siyasi rejimle sorunu yoktu. Namık Kemal yenilikçi şairlerden biridir. Fakat Babiali tercüme odasına tercüman olarak girmeden önce divan
şiiriyle de çok alakalıydı. Tercüme memurluğu sırasında Fransızca öğrendi ve tanıştığı batı kültürü çok ilgisini çekti. Daha sonra Şinasi ile tanıştı Tasvir-i Efkâr’da çevirileri yayınladı. Şinasi Fransa’ya gidince başyazar oldu. Artık daha çok fikirlerini yazabilme fırsatı buldu. Fakat, hükümet Namık Kemal isminden rahatsız oluyordu. Bunun tek sebebi Tasvir-i Efkâr yazıları değildi. İttifak-i Hamiyet adlı gizli örgütle ilişkisi ortaya çıkınca hükümet tarafından Erzurum vali yardımcılığına sürüldü. Burada barınamayacağını anlayınca Mustafa Fazıl Paşa’nın davetiyle Paris’e kaçtı. Fazıl Paşa’nın önderliğinde orada Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni kurdular. Tasvir-i Efkâr’da dış siyasetle ve bazı toplumsal sorunları yazan Namık Kemal, Avrupa’daki özgürlükten yararlanacak temel siyasi sorunları tartışmaya başladılar. Tabii bu durumu J. Locke ve J.J. Rousseau gibi aydınlar çok etkilemiştir. N. Kemal ve arkadaşlarının siyasi muhalefeti padişaha değil daha çok Ali Paşa yönetimineydi. Avrupa’dan alınan kanunların doğrudan uygulanmasına karşıydı. N. Kemal uzun Avrupa macerasından sonra Ali Paşa ile anlaşarak gazetecilik yapmamak şartıyla memlekete çağrıldı. Ali Paşa öldükten sonra yazılarına devam etti. Daha sonra Mithat Paşa, N. Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırarak Gelibolu’ya sürdü. Fakat burada da yolsuzlukla mücadele ederek tekrar azledildi ve İstanbul’a geri döndü. Bu dönemde yazdığı “Vatan yahut Silistre” büyük ses getirdi. Vatanseverleri coşturdu. Sokaklarda N. Kemal lehinde gösteriler yapılmaya başlandı. N. Kemal birden halk kahramanı oldu ve bir anda birçok grup galeyana geldi. Tabii bu durum N. Kemal’i tekrar potansiyel bir tehlike haline getirdi. Magosa’ya sürgün edildi. Otuz sekiz ay burada yaşadı; daha sonra taht değişikliği nedeniyle (V. Murat) geri geldi. II. Abdülhamid rejiminde Kanun-i Esasi’yi hazırlayan kurulda yer aldı. Fakat II. Abdülhamid’le arası açıldı. Rodos, Sakız, Midilli gibi Ege adalarında, hayatının geri kalanını çoğunda olduğu gibi sürgün geçirdi. Onun fikirleri şöyleydi: Eğitim Türkçe yapılmalı, Vatanın istikbali için eğitim ve kültür alanında çaba harcanmalıydı. Köylünün ağır vergi yükü hafifletilmelidir. Kendini ulema saydığı ve kıyafetlerini benimsediği bilinmektedir. Muhbir gazetesinde Ali Paşa’yı eleştirel yazılar yazmış ve Mehmet Fazıl’ın birkaç yazısını gazetenin köşesinde yayınladığı için Yeni Osmanlıların arasına girmiştir. Bu durumlardan sonra Kastamonu’ya sürüldü. Birçok Yeni Osmanlı gibi hayati tehlikeden dolayı Paris’e kaçtı (M. Fazıl’ın çağrısı üzerine). Fakat sonraki dönemde bir mesele yüzünden anlaşmazlık yaşandı ve Muhbir gazetesini yayınlamayı durdurdu (Londra’da yayınlanıyordu). Suavi; hırçın, aşırılıklarla dolu, uyumsuz, iddialı, dost tutamayan bir insandı. Sonraki süreçte önce Fransa’da Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı. Fakat sonraki süreçte koptuğu arkadaşlarının karşısına geçerek meşrutiyet yanlısı bir yayın olan “Muvakkaten, Ulûm Müşterilerine” gazetelerini çıkarmaya başladı. Tabii bu yanlı tutum II. Abdülhamid’le barışmasını sağladı ve geri döndü. Sonra Galatasaray’a müdür oldu. Fakat sonraki süreçte II. Abdülhamid’den kaynaklanan bir sebepten olacak ki II. Abdülhamid’in Çırağan Baskınında öldürülmüştür. Genç Osmanlılar Suavi’den pek hazzetmediler. Bunun sebebi meşrutiyetçi tutumu olabilir. Hatta İngiliz ajanı olduğu bile iddia edilmiştir. Düşüncelerine gelecek olursak eğer tabii bu düşünceleri otorite yanlısı tutumu benimsemeden önceki düşünceler; Cevdet, paşa olarak Halep’e tayin edildi. Daha sonra 1868’de Divan-ı Ahkem-i Adliye reisliğine getirildi. Burada Fransız medeni kanunu kabul ettirmeye çalışan Mithat Paşa ve yandaşlarına karşı Mecelle’yi yazarak kabul ettirdi. Bu süreçten sonra çeşitli devlet memurluklarında bulundu ve Abdulhamid’in onemli gorevlerini, Ahmet Cevdet’e yaptırırdı. Mithat Paşayı tutuklatmak görevi de bunların arasındadır. Cevdet’e göre Avrupa fetihlerinden önce Müslümanlar tek bayrak altında toplanmalı daha sonra Avrupa fetihleri başlamalıydı. Bu durumda devlet daha uzun ömürlü olabilirdi. Cevdet Bey, döneme daha uygun bir fikir olarak İslam birliğini destekliyordu. Cevdet Bey, kanun-i esasiyi gereksiz buluyordu cunku Şeriat-i Garra zaten bir kanun-i esasiydi. Ayrıca Osmanlı'nın asıl gücünün Türklerden oluştuğunu belirtmiştir. Ahmet Rıza Galatasaray’da eğitim gördükten sonra Fransa’ya tarım eğitimi almaya gitti. Burada pozitivizmi benimsedi ve August Comte’un öğrencisi olan Pierre Lafitte’in derslerine devam etti. Pozitivizm, metafiziği reddeder, bilimin üstünlüğünü kabul eder. Pozitivizm, onun için çekiciydi çünkü: Ahmet Rıza İttihat ve Terakki'ye girdi ve Mesveret’i çıkarmaya başladı. Fakat sonra Ayan Meclisi'ne girerek İttihat ve Terakki karşıtı oldu. Ahmet Rıza’nın Osmanlı’nın ilerlemesi için ortaya diğerlerinden farklı bir fikirde yönetimin değil toplumun değişmesi gerektiğini savunmasıdır. Cevdet Jön Türklerin içinde herhalde en entelektüellerden biri olduğu kadar en çalışkanlarından da biridir. Siyaset, toplumbilimi, psikoloji, edebiyat gibi konularda yazdığı pek çok kitap, makale ve yaptığı çeviriler önemini ve değerini göstermek açısından yeterli olabilir. Ateist olması fikirlerinin geniş kitlere ulaşmasını engellemiştir. Sebahattin’e göre istibdat toplumun şartlarının bir getirisiydi. Eğer toplum şartları değiştirilmezse, istibdat tekrar yaşanabilecek bir durumdur. Prens Sebahattin Ali Rıza karşıtı gruplar Adem-i merkeziyetçiliği savunur. 1902’deki jön Türk kongresinde adem-i merkeziyetçilik fikrini getiren Sebahattin bir bölünmeye yol açtı. Adem-i merkeziyetçiler olarak ayrılan grupta; Sebahattin, Nihat, Reşat, Dr. Rıfat, Miralay Zeki, Teşebbüs’ü şahsi gibi kişiler yer aldı. 1908’e kadarki dönemde Akçura, Meşveret ve Şüra-i Ümmet’te yazılar yazdı. Bu yazılardan en önemlisi “Üç Tarzı Siyaset” adlı makalesi olmuştur. Bu makaleyi yazarken etkilendiği önemli faktörler vardır: Üç teşkilattan Millet teşkilatı İslam birliği, Türklerin birliği bahsedilir. Bu eserinde Akçura’nın asıl anlatmak istediği Osmanlı’nın tek bir millet olmasının imkânsızlığıdır. Yeni Osmanlılar Yeni Osmanlılar, 1865 yılında ortaya çıkan, Osmanlı milliyetçiliğini savunan, Montesquieu ve Rousseau gibi Fransız Devrimi'nin kavramcılarını benimsemiş, Osmanlı'nın ilk anayasasını ve parlamenter sistemini geliştirmiş devlet adamları. Çoğunlukla Jön Türkler ile karıştırılmalarına rağmen, bu grup Tanzimat reformlarını yeterli bulmayan bürokratik, mükemmeliyetçi ve demokratik çözümü öngören kesimdir. Osmanlı modernleşme hareketi, yönetici elit içindeki dar bir grubun, gelgitler yaşamasıyla devam eden bir süreçti. Modernleşme yanlısı yönetici elit, Tanzimat sonrasında kendi içerisinde önemli bölünmelere uğramıştı. Tanzimat modernleşmesi, bir anlamda kendisini tamamlarken, diğer bir taraftan da kendi zıddını oluşturmuştu. Tanzimat modernleşmesinin eleştirisi olan ve Yeni Osmanlılar hareketi olarak tanımlanan, genç yönetici elit adayları, Osmanlı modernleşme hareketi içinde, modernleşme yanlısı grup içinde muhalefeti oluşturuyordu. Genel olarak bilinenin aksine, Yeni Osmanlılar hareketi homojen bir siyasi grup değildi. Yeni Osmanlılar hareketi içerisinde bulunan yönetici elit adaylar bazen birbirleriyle uyuşan fikirlerle, bazen de birbirlerine tamamen zıt olan fikirlerle varlıklarını devam ettirmişlerdi. Yeni Osmanlılar örgütsel, tutarlı ve hedefleri belirlenmiş olan bir grup değildi. Tarlabaşı, Beyoğlu Tarlabaşı yaklaşık olarak kuzeyde Dolapdere Caddesi, güneyde Tarlabaşı Bulvarı, doğuda Talimhane, batıda ise Kasımpaşa ile sınırlanan bölgedir. Tarlabaşı, 1535'te Fransızlarla başlayan ülkelerarası elçilik bulundurma uygulaması sonucunda Beyoğlu'na yerleşen sefaretlerde çalışan üst düzey yöneticilerin ve bunlara ek olarak Beyoğlu'nda yaşayan levantenlerin ve gayrimüslimlerin işyeri ve konutlarında çalışanların konut alanı olarak kurulmuştur. Alandaki mimari, Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi) üzerinde yer alan konutların küçük birer kopyası gibidir. Cephe ve gabari olarak onlarla yarışmayan, alt gelir grubunun küçük, iddiasız yaşama alanıdır. Tarlabaşı'nı Osmanlı'dan günümüze etkileyen olayları sıralamaya çalışacak olursak sırasıyla, 1923 Cumhuriyet'in ilanı, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6-7 Eylül Olayları, 1960 Köyden kente göçün başlangıcı, 1980 Dalan Operasyonları gelmektedir. Tıpkı İstanbul gibi, Tarlabaşı'nı da Cumhuriyet'in ilanı çarpıcı bir şekilde etkilemiştir. Elçiliklerin Ankara'ya taşınması, burada oturan insanları birçoğunun iş imkânlarını ortadan kaldırmıştır. Kasım 1942'de yasallaşan Varlık Vergisi, bölgede yaşayanların hemen hemen tüm mallarını ellerinden aldığı için, burada yaşayan çoğu azınlık, ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca, 1955'teki 6-7 Eylül Olayları, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik buhranın etkisiyle, Yunanistan'ın Kıbrıs sorununda ortaya koyduğu tavrı eleştiri amaçlı başlayan gösterilerin, amacından saparak özellikle Rumların mallarının yağmalanmasına dönüşmesine neden olmuştur. 1960 döneminde tüm ülkeyi saran göç dalgası, büyükşehirlerde kendini 2 farklı şekilde göstermiştir. Bunlardan biri hazine arazilerine izinsizce gecekondu yapılması, bir diğeri ise kent merkezlerindeki tarihi konut alanlarının işgal edilmesidir. Tarlabaşı, İstanbul içinde, bundan en büyük payı alan yerleşmelerden biri olmuştur. Daha önce başından geçen olaylar nedeniyle boşalan tek ailelik konutlar bölünerek, ya fırsatçılar tarafından çok ucuz kiralara bekar odaları olarak verilmiş ya da işgal edilmiştir. 1980'de ise Bedrettin Dalan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde küçük bir cadde olan Tarlabaşı Caddesi'ndeki 350 tarihi nitelikli yapıyı izinsizce yıkarak şu andaki Tarlabaşı Bulvarı'nı açması, özellikle bölgenin Taksim'den tamamen koparak içine kapalı bir alan haline gelmesine neden olmuştur. Web grafik tasarımı Web grafik tasarımı, grafik tasarım alanı ile yakın ilişkili bir konu olarak ele alınabilir ama kendi içerisinde ayrı bir dal olarak çok geniş bir alanı işgal etmektedir. Klasik bir grafik tasarımcısı web
tasarım alanında çalışmaya başladığında klasik tasarım anlayışının ve alışkanlıklarının yeterli olmadığını kısa süre içerisinde fark edecek ve bu iş için ayrıca tecrübe edinmesi gerektiğinin farkına varması hiç de zor olmayacaktır. Günümüzde sunulan ve üzerinde çalışılan web tasarımlar, bir sanatsal çalışma olmaktan tamamen sıyrılarak kullanıcıları yormadan daha minimalist tasarıma ve kullanıcı dostu olmakla beraber, web sitesinde gezinmeleri için sadeleşme yolunu seçmiştir. Henüz standartlaşmamış olmakla birlikte kendi kurallarını içinde barındırır. Web standartları, değişik web sayfası görüntüleme cihazlarının, web sitesi içinde sunulan bilgileri aynı şekilde kullanıcıya göstermesine yardim eden bir takım yazılım teknolojileri toplamına verilen isimdir. Web standartları sayesinde, sunulan bilgi, elektronik ortamda web tarayıcıları tarafından görüntülenebilir hale geliyor. Web dünyasının ana dilleri HTML (Hyper Text Markup Language) ve CSS (Cascading Style Sheets). Bu standartlar web masterlara bir sayfanın nasıl kodlanması gerektiğini göstermenin yanı sıra İnternet tarayıcılarına bir sayfanın kullanıcıya nasıl görünmesi gerektiğini söyleyen bir takım kuralları içinde barındırıyor. World Wide Web Consortium (W3C), Web ile ilgili tüm alanlarda araştırmaları yöneten ve standartları geliştiren ticari kurumlar ve eğitim kurumlarının konsorsiyumudur. Web standartları, bazı erişebilirlik kurallarını içerdiğinden, web sitesi kodlama standartlarını uygulayan bir web sayfası, erişebilirlik ve web sitesinin düzgün görüntülenmesi yolunda doğru bir adım atmış olacaktır. Eğer sunum ve bilgiyi, yeni geliştirilen CSS kuralları ile ayırırsanız, sunulan bilgi, herkese ve her cihaza ulaşabilecektir. Kullanıcı, ister bir bilgisayar isterse cep telefonu tarayıcısı ile aynı bilgiye sorunsuz bir şekilde ulaşabilecek ve bilgiyi dijital ortamda doğru olarak görüntüleyebilecektir. CSS ile geliştirilen bir web sayfası ile tablo kullanılarak yapılmış bir web sayfası arasındaki boyut farkı yüzde 25 ile 50 arasında değişmektedir. Hızlı olduğunu düşündüğünüz bir web ana sayfasını bilgisayarınıza kayıt ederek ve boyutuna bakarak bunu daha iyi ayırt edeceksiniz. Web sayfalarınızı barındıran yer sağlayıcı şirket, kullandığınız İnternet trafiğine orantılı olarak aylık para talep edebilir. Eğer web standartları ile hazırlamış olduğunuz sayfaların boyutu küçük ise, web siteniz daha düşük bir İnternet trafiği oluşturarak size ya da müşterinize para tasarrufu sağlayacaktır. Web sitenizin tasarım ve görünümünü değiştirmeden, daha fazla ve kaliteli ziyaretçiyi web sitenize çekebilmeyi; arama motoru optimizasyonu ile sağlayabilirsiniz. Optimize edilerek oluşturulmuş web sayfaları ile arama motorlarında ilk sıralarda yer almanız mümkün olabilir. Arama motorlarının mantığını bilmeniz önemlidir. Örneğin; google, harika olduğunu düşündüğünüz flash altyapısı ile geliştirilmiş web sitenizin içerisinde sadece text tabanlı arama yaparak indekslemeye çalışacaktır. Flash alyapısı ile yapılan web sitelerinin içeriğinde bulunan yazılar arama motoru robotları tarafından okunamadığından sayfalarınız google vb. arama motorları tarafından listelenemeyebilir. Fakat flash altyapısı kullanılan bir web sitesinin html kodunun içindeki meta etiketi (meta tag) ve anahtar kelimelerini (key words) girerseniz sadece bunlar göz önünde bulundurularak indexlenecektir. Google flash altyası ile yapılmış web sitelerinde artık dinamik metin (dynamic text) okuyabilmektedir. Web sayfalarınızı statik metin (static text) yerine dinamik metin ile inşa ederseniz bulunabilirliğiniz artacak ve bu da sizin yararınıza olacaktır. Güncel kodlama sistemleri ile geliştirilen bir web sitesinde bilgi ve sunumun ayrılması sayesinde; eğer site içinde, sitenin tümünü etkileyecek bir değişlik yapılması gerekiyorsa, CSS dosyası üzerinde yapılacak bir düzenleme ile tüm siteyi etkileyecek bir değişim gerçekleştirilebilir. Bu şekilde her bir sayfayı tek tek düzenlemek yerine tek bir dokunuş ile sorunun üstesinden gelebilirsiniz. Reklam ajansı ve şirket arasındaki iletişimdir. Bu süreçte işletme nereye ulaşmak istemektedir, beklentileri nelerdir, kurum renkleri, yazılımsal eklemeler, kurum kimliğine uygun tasarım yapısı, iletişim kanalları vs sorgulanır. Şirketin beklentileri ile sektördeki rakipler karşılaştırılır. Araştırma içeriği; web sitesinin global veya yerel pazarda işletmeyi rakipleri karşısında birçok anlamda güçlendirecek iletişim altyapısının hazırlanması olacaktır. Web sitesinin menü yapısı, kategori yapısı, galeriler, bilgiler, yazılımlar gibi maddeleri içeren site haritası çıkartılır. Web sitesinde kullanılacak tüm içerikler, ziyaretçi eğilimleri ve gezinme hareketleri baz alınarak oluşturulmalıdır. Planlama aşamasındaki site haritasında belirlenen maddelerin detaylandırılması, ziyaretçiler için geliştirilmesidir. Grafik tasarım kural ve uygulama metotlarının, yazılım tekniklerine ve şirketin kurum kimliğine uygun olarak hazırlanmasıdır. Tasarımı ve yazılımı tamamlanan web sitesinin veri girişleri kontrol paneliyle sağlanır. Bütün veriler eksiksiz yüklenerek bir sonraki test aşamasına hazırlanır. Görsel ve yazılımsal hatalar şirketin imajını olumsuz etkileyeceği için son kontroller titizlikle yapılmalıdır. Tüm aşamalardan geçtikten sonra web sitesini yayına açılması ve tanıtılması. Web sitesinin yayına açıldıktan sonra kullanılan yeni görsellerin (boyut, ölçeklendirme, renk/ışık yeterliliği, doğru görsel seçimi) uygunluğunun kontrolü, arama motoru optimizasyonu (SEO) geliştirmeleri, internet reklamları stratejilerinin belirlenerek hayata geçirilmesi, kullanıcı eğilimlerine göre olası yazılımsal eklemeler gibi ihtiyaçlarla şekillenir. Levantenler Levanten ya da argo tabiri ile Tatlısu Frenki, Osmanlı Devleti içinde özellikle Tanzimat sonrasında büyük liman kentlerinde yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan Hıristiyanları tanımlamak için kullanılır. En dar tanım olarak da; şu anki Doğu Akdeniz'e kıyısı olan devletlerde yaşayan Osmanlı döneminde yerleşmiş, Fransız-İtalyan kökenli Katoliklerdir. Yerel Hıristiyan nüfusundan (Rum,Ermeni, Süryani...) farklıdırlar. Levanten, İtalya'nın doğusundaki Akdeniz toprakları (Doğu Akdeniz) için kullanılan Fransızca bir tabir olan Levant'ten gelir. Anlamı ise ""Levantlı"" (Doğulu)'dır. İlk olarak Avrupalıların, Doğuda yaşayan bu Avrupa kökenli insanları küçümsemek için türettiği bir kelimedir. Bu anlamı nedeniyle Levanten tanımı, ilk dönemlerde Levantenler içinde sevilmeyen bir tanımlamadır. Bu olumsuz yan anlam hala yaşamaktadır; Avrupalı gibi görünmeye özenen, züppe tavırlı Tatlısu Frenki, Osmanlı tarafından Avrupa kökenli yabancılara verilen Frenk isminden gelir. Fransa-Osmanlı ittifakı ve Fransa'ya verilen ilk kapitülasyonlar ile Osmanlı İmparatorluğu da faaliyet gösteren Fransız tüccar sayısı çok artar. Bu nedenle herkese Frank (Fransız) sözcüğünden gelen Frenk adı verilir. Örneğin Levantenlerin Osmanlı döneminde şehirlerde yaşadıkları bölgeler genelde Frenk mahalleleridir; Ama yeni gelen ya da sadece iş için ülkede olan Avrupalılar ile ülkeye tamamiyle yerleşen Avrupalıları yani Levantenleri birbirinden ayırmak için Tatlısu Frenki ismi ortaya çıkmıştır. İlk olarak, Doğu Roma İmparatorluğu ve Ceneviz arasındaki denizcilik ve ticaret alanlarındaki iş birliğiyle, başta Galata bölgesi olmak üzere Ceneviz nüfusu Doğu Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına yerleşmeye başlar. Anadolu ve Balkanlar'da Doğu Roma'nın yeri alan Osmanlı Devletin bu ittifak yerine bir başka Latin kökenli devlet olan Venedik'e bırakır. Yükselme devrinde ise başka bir ittifak oluşur. 1536 yılında kurulan Fransa-Osmanlı ittifakı ile bu kez Fransız tüccar sınıf, kıyı bölgelerine yerleşmeye başlar. Bu Fransız ve İtalyan nüfus kendi arasında ve kısmen yerel Rum nüfusla karışarak, Klasik Levanten toplumunu oluşturur. Bu dönemdeki en önemli ortak özellik ise toplumun Roma Katolik Kilisesine bağlı olmasıdır. Sanayileşme sonrası hammadde arayışına geçen Avrupalı devletler, Osmanlı'nın Akdeniz kıyılarındaki nüfus varlıklarını artırırlar. Başta İngiliz olmak üzere diğer Batılı devletlerden de Osmanlıya göçler olur. Örneğin 19. yüzyılda İstanbul'a yerleşen Almanlar, İstanbullu Almanlar ya da Boğaz Almanları adı verilen toplumu oluşturur. Bu yeni nüfuslar da Levanten nüfus ile karışarak Genişletilmiş/Modern Levanten kavramını oluşturur. Yeni göçler, toplumda Protestanlık kökenli mezheplerin de görülmesine yol açar. "Ana madde:Türkiye Levantenleri" Fransızca’ya 1575’de giren Levanten sözcüğünün anlamı Ortadoğulu, Yakındoğulu, Doğu Akdeniz ülkelerinden olandır . Ana Britannica, Levanten’i "(Levantin yazılır Lövanten okunur)" “Osmanlı döneminde, özellikle Tanzimat sonrasında İstanbul’da ve büyük liman kentlerinde yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan, Müslüman olmayan azınlıklar” diye tanımlamaktadır. Levantenler genellikle, deniz ticareti yapan Akdeniz ülkelerinden (Venedik, Genova, Ragusa), ticaret ile uğraşan diğer ülke ve şehirlerden(Amsterdam) ya da Haçlı Devletleri'nden gelip, çoğunlukla İzmir ve İstanbul'a yerleşmişlerdir. İzmir sadece bugün değil, geçmişte de Anadolu’nun önemli ticaret ve ihracat merkezlerinden biri olagelmiştir. İzmir’in dünya ticareti açısından yıldızı 17. yüzyılın ortalarına doğru parlamış ve burası belli başlı Avrupa ülkeleriyle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ticaretin en işlek noktalarından biri haline gelmiştir. İzmir batılı gezginlerin şehirdeki ticari hareketlilikle, çevrenin zenginliğini ve ticaretle uğraşanların ekonomik düzeyinden övgüyle söz ettikleri görülebilmektedir. 18. Yüzyılda İzmir pek çok Avrupalı tüccar ve şirketlerini mıknatıs gibi kendisine çekmeye başlamıştır. İzmir’e yerleşen Avrupalı tüccar, çerçiler ve aracılarla birlikte doğuya uzanan vadi ve ovalara yayılan bir komisyoncular ve toptancılar ağı da kurmaya başlamıştı. İzmir’deki yabancılar birlikte yaşama ve birbirleriyle evlenmeler sonucunda, kendi etnik kökenlerinin özelliklerini yitirmişlerdi. Bu evliliklerin, bazen, Rum ve daha seyrek de olsa Ermeni ve Gürcü kızlarıyla gerçekleş
tirilmesi, Avrupalıların doğu alışkanlıklarına yakınlaşmalarını sağlamıştı. Bunun yanı sıra Levanten ailelerin hepsinin İzmirli ya da adalı Rum hizmetçileri ve dadıları vardı. Bu durum çocukların yetişme biçiminde etkili olmaktaydı. Bu nedenle Rumca, etnik kökenleri farklı olan Levantenlerin ortak anlaşma lisanı haline gelmiştir. Sayılabilecek bazı Levanten Aileler arasında Van der Zee, Reggio, Penetti, Missir, Maltass vb sayılabilir. Mersin (Çamlıbel, Uray) ve Antalya (Konyaaltı)'da önemli nüfusta Levanten bulunmaktadır. I. Murad I. Murad, Murad-ı Hüdavendigâr veya Gazi Hünkar (Osmanlı Türkçesi: اول مراد, "Murad Bey", 29 Haziran 1326, Bursa – 28 Haziran 1389, Kosova), Osmanlı Devleti’nin üçüncü padişahı. Babası Orhan Gazi, annesi Nilüfer Hatun'dur. Babası Orhan Gazi döneminde 95.000 km² olan devlet toprakları onun döneminde yaklaşık 500.000 km² kadar genişlemiştir. "Hükümdar", "bey" anlamına gelen "hüdavendigâr" (Osmanlı Türkçesi: خداوندگار) unvanı verilmiştir. Tuğrası "Sultan Murad bin Orhan" olarak istiflenmiştir. Bazı kitabelerde "Melikû'l-Âdil İl Gazi es-Sultan Giyâsû'd-Dünya ve'd-Din" şanı ile anılmıştır. Adına kesilmiş olan gümüş ve bakır sikkelerde ve bazı diğer kitabelerde "Murad bin Orhan el-Melik, el-Adil", "es Sultanü'l Gaalib" ad ve unvanları kullanılmıştır. Bazı kaynaklara göre, bu Osmanlıların İlhanlılara olan bağımlılığının sona erdiğini göstermektedir. Böylece "Sultan" unvanı ilk kez I. Murad zamanında kullanılmıştır. Batı kaynaklarında "Amourad I" olarak anılmaktadır. Şehzadeliği döneminde Edirne'yi alarak Balkanlara geçmiştir ve Balkanlarda fetihler yapmaya başlayarak Osmanlı Devleti'nin sınırlarını genişletmiştir. Kırkın üzerinde savaşı yönettiği ve hiç yenilmediği çeşitli kaynaklarda söylenmektedir. I. Kosova Savaşı'ndan sonra savaş alanını gezerken bir Sırp askeri olan Milos Obilic tarafından hançerlenerek öldürüldü. Şehzadelik yılları hakkında elimizde hiç bilgi bulunmamaktadır. Annesi Rum asıllı Yarhisar tekfurunun kızı olduğu için, bundan ne kadar etkilendiği, örneğin Rumca bilip bilmediği meçhuldür. Çocukluğu ve gençliğinde İznik ve Bursa'da medreseler açıldığı bilinmekle beraber I. Murad'ın bu kurumlarda veya bunlarda bulunan değerli hocalardan İslamî eğitim görüp görmediği; yahut da babası ve dedesi gibi geleneksel Türkmen eğitimi görüp görmediği bilinmemektedir. Babası Orhan Bey Bursa'yı aldığı zaman (1326'da veya bazı kaynaklara göre 1324'de), Aşıkpaşazade tarihine göre bu şehir "Bey Sancağı" olarak örgütlendi ve Şehzade Murad sancak beyi olarak atandı. Diğer kaynaklara göre ise Bursa doğrudan doğruya devlet merkezi yapılmıştır. I. Murad'a "Hüdavendigar" unvanı verildiği bilindiği; bu unvanın daha çok Bursa Sancağı'nda kullanıldığı; sonradan II. Murad'a da verildiği göz önüne alınırsa, Bursa Sancak beyi olarak görev yaptığı çok olasıdır. Olasılıkla Bursa Sancak Beyi iken, ağabeyi Süleyman Paşa'nın maiyetinde Rumeli fetihlerine katıldı. Süleyman Paşa'nın Çorlu'da bir sürek avı sırasına 1359'da ölümünden sonra üç yıl kadar (1359-1362) Beylerbeyi olarak Rumeli fetihlerine devam etti. Ancak bazı kaynaklar oğlu Süleyman Paşa'nın beklenmedik ölümüne çok üzülen ve çok yaşlı olan Orhan Bey'in son günlerini inzivaya çekilip sessiz geçirdiğini, devlet idaresini oğlu Murad Bey'e bıraktığını yazarlar. Aşıkpaşazade ise Orhan Bey'in Süleyman Paşa ile aynı yılda öldüğünü bildirmektedir. 1362'de Orhan Bey ölünce, kendisi Rumeli'de bir muharebe ortamında iken, Bursa ahilerinin kararıyla, hükümdar ilan edilmiş ve Bursa'ya çağrılmıştır. Murad Bey tahtına geçtikten hemen sonra Aşıkpaşazade'nin deyişiyle kendi vilayetinden ve Karesi'den eyi leşker cem edip hemen Rumeli'ye dönme hazırlığı yapmaya başlamıştır. Fakat komşu devletler ve diğer düşmanlar bu hükümdar değişikliğinden faydalanmak için hemen harekete geçmişlerdir. Bizanslılar Çorlu, Burgaz ve Malkara'yı geri almışlardır. Kısa bir zaman önce Osmanlılara katılmış olan Ankara'nın Ahileri şehirlerinden Osmanlı kale muhafızlarını kovmuşlardır. Büyük şehzade İbrahim ayaklanmıştır. Bizanslılar, anne tarafından VI. İoannis Kantakuzinos'un torunu olan ve imparator V. İoannis'un kızıyla nişanlı olan küçük şehzade Halil'i kışkırtarak ağabeyinin hükümdarlığını kabul etmemesine neden olmuşlardır. Karamanoğulları da Osmanlılara hücum için ordusunu hazırlamaktaydı. Murad Bey önce deneyimli komutanlar, ulema mensupları ve diğer ileri gelenler ile bir görüşme yapmış ve bu sorunların hepsine o yıl çare bulmuştur. Önce Ankara'ya hücum edip kaleyi ve şehri eline geçirmiş ve bozguncuları elimine etmiştir. Sonra Sultan Höyüğü (Eskişehir) almış ve Bursa'ya dönüp biraz daha savaş hazırlığı yapıp yapamadan Karamanoğulları üzerine yönelmiştir. Tarihçi Şükrullah'ın deyimiyle Karaman Beyi de ileri gelip iki ordu karşılaştılar... Kargılar kırıldı, kılıçlar çentik çentik, kalkanlar paramparça oldu. Kişiler güz yaprağı gibi döküldü... Karamanlılar çerisinden Varsak, Tatar ve Türkmenden sayısız kişiler toprağa düştü... Karaman Beyi takımlarını, ağırlıklarını bırakıp kaçtı. Bu sırada Eskişehir ve Bilecik taraflarında ayaklanma hazırlıkları içinde bulunan kardeşleri İbrahim ve Halil'i yakalattırdı ve boğdurdu. O zamana kadar devlet göreneğine göre beylerbeylikleri ve sancak beylikleri hükümdarın kardeşlerine veya oğullarına verilmekteydi. Fakat Murad Bey kardeşlerini boğdurduğu ve çocukları da çok küçük yaşta olduğu için hanedan dışı atamalar yapmak zorunda kaldı: Lala Şahin Paşa beylerbeyi unvanı ile ordu komutanı; Bursa Kadısı Cendereli (Çandarlı) Kara Halil Hayreddin'i de "kadı-asker" olarak atadı. Anadolu'da durumu dengeli hale soktuktan sonra I. Murad Rumeli'ye hemen 1361'de dönüp Bizanslıların tekrar ellerine geçirdikleri Lüleburgaz ve Çorlu'yu yeniden eline geçirdi. I. Murad Lüleburgaz'da bir savaş meclisi topladı ve burada Edirne'nin alınması kararlaştırıldı. Hacı İl-Beyi ve Gazi Evrenos idaresi altında akıncı kolları Malkara, Keşan, İpsala ve Dimetoka doğrusu üzerinde ilerleyip hem buraları ele geçirip hem de Balkanlardan yardım gelmesini önlediler. Lala Şahin Paşa komutasında Osmanlı birlikleri bir karmaşık Bizans-Bulgar ordusuna karşı Sazlıdere'daki muharebede galibiyet kazanıp; Edirne'nin fethine yol açtı. Böylece I. Murad Bizans'in Trakya'daki merkezi ve imparatorlukta üçüncü büyük şehir olan Edirne'yi (Adrianopolis) 1361'de ele geçirdi. Balkanlarda genişleme stratejisi uygulamak ve bunun daha kolay başarılmasını sağlamak için Edirne'yi devletin ikinci başkenti olarak seçti. Edirne, İstanbul ile Tuna yalıları arasındaki yolda en güçlü kaleydi; Bizans başkenti ve Balkan Dağlarından giden yolun önemli menzili olarak bu yolu kontrol etmekteydi ve Bizans'ın Balkanlardaki ordu ve idari merkezi idi. Edirne yeni kurulan Rumeli Beylerbeyliği'nin de merkezi oldu. Bu stratejik avantajını kullanan I. Murad 1363'te Filibe (Philippolis/Plovdiv)'i ve Gümülcine'yi de eline geçirip İstanbul'a hem çok önemli vergi geliri, hem de hububat, pirinç gibi yiyecek maddeleri sağlayan ana yolların geçtiği Meriç Irmağı vadisini idaresine aldı. Bu aynı zamanda Bulgar Çarı John Aleksander'a Bizans aleyhinde Osmanlılara destek sağlaması için bir baskı yolu oldu. Artık hedef Bizans değil Balkanlar olmuştu. Bu yeni stratejik durum Bulgar, Bosna, Sırp, Macar ve Eflak devletlerini etkiledi ve Papa V. Urbanus'ın teşvikiyle yeni bir bağdaşıklık kuruldu.Hıristiyan devletlerin birliklerinden oluşan ve Macaristan Kralı I. Layos komutanlığında bir Haçlı ordusu toplandı ve 1364 yazında bu ordu Balkanlar üzerinden Meriç vadisine inip Meriç Irmağı kenarından ilerlemeye başladı. Bu sırada I. Murad Anadolu'da Bursa'da devlet reformları ile uğraşmakta idi. Lala Şahin Paşa Edirne'yi korumak niyetiyle orada kalıp Hacı İl-Beyi komutasında bir süvari birliğini keşfe gönderdi. Haçlılar zaferlerinden emin olup Meriç kıyısında rahatlık içinde kampta bulunmaktaydılar. 26 Eylül 1364'te Hacı İl-bey'in birliği gün ağarırken aniden bir baskın hücumuna geçip bu Haçlı kuvvetini paniğe kaptırdı ve binlerce Bulgar, Sırp, Boşnak, Macar ve Eflaklı Haçlı asker öldürüldü veya Meriç'te boğuldu. Osmanlı tarihçileri bu müthiş baskını Sırp Sındığı olarak anmaktadırlar. 1366'da Savoy Kontu olan Amedeus, yakın akrabası olan Bizans İmparatoru V. İoannis'a destek sağlamak için denizden küçük bir Haçlı seferine girişti. Venedik'ten 15 kadırga ile ayrılıp Konstantinopolis'e gitmekte iken Çanakkale Boğazı ağzında bulunan ve 12 yıl önce Osmanlılar tarafından Trakya'da ele geçirilip yerleşke kurulan ilk kent olan Gelibolu'ya hücum edip I. Murad kale garnizonuna zamanında yardım sağlayamadığı için bu şehri eline geçirdi. Bu stratejik kale böylece 10 yıl Latin-Bizans idaresinde kalıp ancak 1377 sonunda yine Osmanlılar tarafından geri alındı. I. Murad Bursa'dan "Katalan Paralı Askerler Birliği" kalıntıları elinde bulunan Karabiga'yı kuşatıp aldıktan sonra Rumeli'ye geçerek bir müddet Dimetoka ve Edirne'de oturdu ve bu kentlerin imarı ile uğraşıp buralarda birer saray ve camii yaptırdı. 1366-1368'de Bulgarların elinde olan Kızılagaç, Yanbolu, İhtiman, Samakov, Aydos ve Süzebolu kentleri ve Bizans idaresinde olan Hayrabolu, Pınarhisar, Vize ve Kırklareli Osmanlılar eline geçti. Bulgar Kıralı İvan Şişman ülkesinin önemli bir kısmını kaybetmiş oluyordu. 1368'de kız kardeşi Prenses Mara'yı I. Murad'la evlendirdi ve Bulgaristan'in Osmanlıların yüksek egemenliği altında bulunan bir vasal ülke olma statüsünü kabul etti. 1371'de Sırpsındığı Savaşı'nın intikamını almak isteyen Sırpları Çirmen Savaşı'nda yendi. Aynı yıl İstanbul'un yakınında bulunan Çatalca ele geçirildi. Osmanlı sınırları Sırp Despotluğu'na dayanmıştı. 1374'te Sırp Despotu Lazar ile yapılan bir anlaşma ile yıllık vergi vermek suretiyle Sırbistan 'in Osmanlılar yüksek egemenliği altında bir vasal ülke olması kabul edildi. Bu gelişmeler Bizans'ı da yakından etkilemişti. Bizans İmparatoru V. İoannis, I. Murad ile müzakerelere girerek 1373 başlarında bir anlaşma yapıp Bizans İmparatorluğu'nun yıllık vergi ödeyerek Osmanlılar yüksek egemenliği altında bir vasal
ülke olmasını kabul etti. Böylece Osmanlıların Rumeli'ye geçip yerleşmelerinden 20 yıl sonra Balkanlarda bulunan üç devlet de (Bizans, Bulgaristan ve Sırbistan) Osmanlıların yüksek egemenliğini kabul etmiş oluyordu. Bizanslılarla yapılan anlaşmaya göre Bizans İmparatoru Osmanlı Sultanı istediği zaman imparatora yakın bir komutan altında asker de gönderecekti. Böylece Mayıs 1373'te Bizans İmparatoru Anadolu'da I. Murad'ın Çandaroğulları'na karşı açtığı bir savaşa katılmak zorunda kaldı. I. Murad bu seferde iken "taht vekili" olan oğlu Savcı Bey bir şehzade ayaklanması başlattı. Gerçekte bu Osmanlı şehzadesinin ayaklanması İstanbul'da Bizans İmparatorluğu için imparator adayları arasındaki taht kavgalarının bir uzantısı idi. I. Murad 1373'de yanına vasal hükümdar olan Bizans İmparatoru V. İoannis ile birlikte bir Anadolu seferine çıkmıştı. Konstantinopolis'deki büyük oğlu Andronikos (sonra IV. Andronikos) küçük kardeşi Manuil (sonra II. Manuil) rekabet halinde idi. Babasının başkentten ayrılmasından istifade eden Andronikos bir komplo yapıp imparatorluğunu ilan etti. Bu ayaklanma eylemine her nedense daha 14 yaşında olan Osmanlı şehzadesi Savcı Bey de katılıp Rumeli'de babası I. Murad yerine hükümdar olduğunu ilan edip kendi adına hutbe okuttu. I. Murad, komutası altındaki Osmanlı güçleri ile hemen Rumeli'ye geçti. Şehzade Savcı Bey ve Bizanslı gaspçı Andronikos'un komutası altında bulunan birliklerle İstanbul yakınlarında "Apikridium" mevkinde bir çarpışma yapıldı ve I. Murad idaresindeki ordu Savcı Bey ve Andronikos'un ordusunu dağıttı. Savcı Bey, Dimetoka'ya kaçtı ve orada yakalandı. Babası Savcı Bey isyanından çok etkilendiği için, önce onun gözlerine mil çektirme cezası uygulattı. Feridun Bey "Münşeat"i terimiyle Savcı Bey "nur-ı basıradan mechur (görme ışığından yoksun)" edildi. Aynı ceza Bizans İmparatoru V. İoannis, tarafından asi oğluna da uygulandı. Fakat tarihçiler Bizans İmparatoru'nun bu cezayı daha hafif bir şekilde uygulayıp oğlunun gözlerine kızgın sirke döktürüp yarı kör ettirildiğini bildirirler. I. Murad oğlunu kör ettirdikten sonra öfkesini yenemeyip sonradan Bursa'da bulunan Savcı Bey'i boğdurarak idam ettirdi. Bursa dolaylarında başlayıp orada biten Savcı Bey öyküsü sonradan şiir ve romanlara konu olmuş bir trajik vaka oldu. Elli yaşında iken 1376'da I. Murad Bursa'ya döndü ve savaşsız geçen 5 yılı orada sarayında geçirdi. 1381'de oğlu Yıldırım Bayezid ile Germiyanoğulları Beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun ile evlendirdi. Germiyanoğulları çeyiz olarak Kütahya, Simav, Tavşanlı, Emet kentlerini Osmanlılara verdiler ve Süleyman Şah Kula'ya çekildi. Bursa'da yapılan görkemli düğüne konuk olan Hamitoğulları Beyi Hüseyin Bey ve elçisiyle görüşen I. Murad 80 bin altın karşılığında Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir, Karaağaç, Eğirdir ve Isparta'yı satın aldı. Bu siyaset sonucu Osmanlı kısa zamanda Karamanoğulları ile karşı karşıya geldi. Böylece I. Murad "Sultan" sanısıyla anılması gerektiren bir güce ulaşıyordu. I. Murad saltanatının 1381'i izleyen yıllarında Anadolu beyliklerinden Candaroğulları'nı içten zayıflatmayı ve Akdeniz'de güçlü Venedik devleti ile barışık kalmayı güden bir strateji uygularken Balkan sınırlarındaki akıncı beylerini ve ordu komutanlarını Balkan fethine devamla görevlendirdi. Gazi Evrenos Bey idaresindeki akıncı kolu daha önce kaybedilen Gümülcine'yi eline geçirdikten sonra Batı Trakya ve Makedonya'ya yöneldi. Balaban Bey Sofya'yı, Yahşi Bey Niş'i ele geçirdi. Akıncılar Vardar ve Struma nehirlerinin vadilerini takip ettiler ve hemen sonra Vezir Çandarlı Hayreddin Paşa ise Batı Trakya'da Kavala, Drama, Zihne, Serez ve Bizans'in ikinci büyük şehri olan Selanik'i aldı. Kara Timurtaş Paşa İştip, Manastır ve Hayreddin Paşa Ohri'yi ele geçirip Arnavut sorunlarına müdahale edilmeye başlandı. Buralara Anadolu'dan yeni göçmen Türkmenler nakil edilerek Balkanların Türkleşmesi konusuna da eğilindi. I. Murad 60 yaşını Bursa'da geçirmekte iken bu sefer de damadı Karamanlı Alâeddin Bey'le uğraşmak zorunda kaldı. Alâeddin Bey 1386'da Osmanlı sınırlarını çiğneyip Osmanlı idaresine 1381'de geçen Beyşehir'e saldırdı. Bunun üzerine I. Murad büyük bir ordu ile Karamanlı merkezi Konya üzerine yürüdü. Alâeddin Bey'in af dilemesini ve barış önerilerini kabul etmedi. Osmanli ve Karamanlı orduları Konya şehri yakınlarında bir çarpışmaya giriştiler. Alâeddin Bey yenildi ve Konya kalesine kapandı. Fakat Osmanlı ordusu kaleyi kuşatıp çok geçmeden alıp kenti fethettiler. I. Murad'ın kızı ve Alâeddin Bey'in karısı Nefise Melek Hatun babası huzuruna çıkıp kocasının affını diledi. Oğluna karşı çok haşin davranmış olan I. Murad, damadına karşı çok bağışlayıcı davrandı ve onun hayatını bağışlayıp Bursa'ya döndü. Osmanlı devlet idaresi bu sırada önemli bir değişme geçirdi. Çandarlı Hayreddin Paşa hastalanarak 22 Ocak 1387'da öldü ve yerine vezirliğe oğlu Çandarlı Ali Paşa atandı. O zamana kadar tek bir vezir varken, Karaman seferinden sonra bu seferde çok gayreti görülen Kara Timurtaş Paşa'ya da vezir payesi verildi. Böylece Çandarlı Ali Paşa da "vezir-i azam" payesini aldı. 1388'de Balkanlarda yeni bir gaile ortaya çıktı. O zamana kadar vasal devlet hükümdarı olan Sırp Despotu Lazar ve Bosna Kralı Tvrtko, Hırvat prensleri ile Arnavutluk prensleri arasında bir Hıristiyan bağdaşıklık cephesi kurdular. Amaçları yeni bir Haçlı Ordusu kurup, Osmanlı Devleti'ni Balkanlardan çıkarmaktı. Bu cephenin kurduğu ordunun ilk başarısı 1388 Ploşnik'te küçük bir Osmanlı akıncı birliğini bozguna uğratmak oldu. Bundan cesaret alan Macarlar, Ulahlar ve hatta bir Osmanlı uyruğu konumlu Bulgarlar da bu cepheye katıldı. 1389'da yeni Vezir-i Azam unvanlı Çandarlı Ali Paşa komutasında 30 bin kişilik bir kuvvet ile Rumeli'de sefere başladı. Bu kuvvet başarılar elde edip Tırnova ve Sumnu'yu aldı. Bu sırada I. Murad Anadolu'da beylerden ve ahaliden yeni bir ordu kurmakla meşgul olmakta idi ve çok gecmeden Rumeli'den de yeni takviye alan bu ordusu ile Bulgaristan'a girdi. Bunun üzerine Bulgar Kralı Şişman Hristiyan bağdaşıklıkdan ayrılıp teslim oldu. Ordunun bir kısmı Tuna boylarına yönelip stratejik Niğbolu ve Silistre kalelerini ele geçirdi. Haziran sonuna doğru büyük Osmanlı ordusu Kratova'da toplanmaya başladı ve burada I. Murad başkanlığında bir harp meclis kurulup bağdaşıklık ordusu üzerine yürüme kararı verildi. Şehzade Beyazid, Şehzade Yakup ve diğer deneyimli komutanlara görev belirtilerek bir muharebe planı hazırlandı. 28 Haziran 1389'da Haçlı Ordusu ile Osmanlı ordusu Üsküp'ün kuzeyinde Kosova Ovası'nda büyük bir meydan muharebesine giriştiler. I. Kosova Savaşı olarak adlandırılan bu muharebede Osmanlı ordusu ile Hristiyan Sırp, Bosna, Eflak, Macar ve Hırvat bağdaşıklık ordusu sekiz saat süren bir çarpışmaya giriştiler. Hıristiyan ordusu sonunda büyük bir bozguna uğradı. Muharebe bittikten sonra veya muharebe sırasında I. Murad, Sırp Miloš Obilić tarafından hançerlenerek şehid edildi. Böylece I. Murad harp sırasında öldürülen tek Osmanlı Sultanı oldu. Bir ölüm kalım savaşı haline girmiş olan çarpışma ve hükümdara suikast olayı Türk/Osmanlı ve yabancı kaynaklarda çok farklı şekillerde anlatılır: Bu kaynak karışıklığı dolayısıyla hala gizemini koruyan bu suikast olayı nasıl olursa olsun, Şehzade Beyazid'in muharebe sahasından çağrılıp otağda Sultan ilan edilip kendisine biat edilmesi; yakalanıp esir düşen Sırp Despotu Lazar'ın ve yakınlarının '"mukabeleyi-misil" olarak öldürülmesi I. Murad'ın muharebe tam olarak bitmeden bir suikasta uğradığını açıkça göstermektedir. I. Murad'ın cenazesi, saltanat savı güder gerekçesiyle Kosova'da yeni padişah I. Bayezid emriyle boğularak öldürülen oğlu Yakup Bey'in cenazesiyle birlikte Bursa'ya getirildi ve Çekirge'deki türbesine gömüldü. Cenazenin sağlıkla nakli için, iç organları otağının bulduğu yerde Kosova'da defnedilmiştir. Türkler ve İslam dünyasında I. Murad'a "Hüdavendigar" lakabı ile kutsallık derecesinde saygı beslenmesine başlanmıştır. Böylece Kosova'da hala bulunan iç organlarının defnedildiği yer "Meşhed-i Hüdavendigar" adı ile ve Çekirge'de bulunan I. Murad türbesi birer ziyaretgah olmuştur. I. Murad Osmanlı tarihinde ilk Sultan lakabı ile tanınan hükümdardır. 27 yıllık saltanatı sırasında Anadolu ve Rumeli'de 37 önemli muharebe yapmış ve bunlardan hepsini zaferle sonuçlandırmıştır. Şahsi karakterlerine gelince tarihlerde "orta boylu, uzun boyunlu, değirmi çehreli, seyrek dişli, koç burunlu, şahin bakışlı" olarak betimlenmiştir. Az ve güzel konuşması, cengaverliği ve avcılığa düşkünlüğünden söz edilmiştir. Katıldığı savaşlarda çarpışmalar başlamadan önce ordusuna yaptığı ateşli moral verici söylevler hala rivayet edilmektedir. "Neşrî Tarihi"nde şöyle tasvir edilmiştir: Atası gibi hayır sahibi idi. Cemi ömrünü gazaya sarfetmiştir. Osmanoğullarında bunun ettiği gazayı hiçbir padişah etmemiştir. Dahi avı gayet sever idi ve nice bin altın ve gümüş halkalı itleri vardı. Doğanları yine öyle idi. Yabancı kaynaklar ondan "kibar şövalye" olarak bahsederler. "Müneccimbaşı Tarihi" ise adaletinden, iyilikseverliğinden ve merhametinden söz eder. Öldükten sonra sanki kutsallığa yükseltilmiştir ancak zamanında pek dindar olmadığı hakkında bazı ipuçları bulunmaktadır. "Dimitri Kantemir tarihi" Bursa kadısının bir özel davada I. Murad'ın şahitliğini cemaatle birlikte namaz kılmaması nedeniyle kabul etmediğini hikâye eder. Ancak Ahiler arasında en yüksek mertebeye ulaştığı, yaptırdığı bir vakfiyenin kitabesinde "Ahilerden kuşandığım kuşağı Ahi Musa'ya kendi elimle kuşattım" cümlesinden çıkartılabilmektedir. Hayırları ile ilişkili olan 1385 tarihli Vakfiye belgesi Arapça olarak elimizde bulunmaktadır. Bursa'nın Çekirge semtinde Hüdavendigar Camii ve imaret, medrese, misafirhane, türbe ve kaplıcayı kapsayan külliyesi vardır. Ayrıca Bursa Hisarı'nda Hisar Camii, Bilecik ve Yenişehir'de camiiler ve zaviye ve annesi adına İznik'te bir imaret yaptırmıştır. Osmanlı devlet idaresi I. Murad döneminde küçük bir beylik idaresinden bir Sultanlık idaresi şekline dönüştürülmüş
tür. I. Murad döneminde 'Devlet hükümdar ve sülalesinin ortak malıdır.' anlayışı kalkmış yerine 'Devlet hükümdar ve oğullarının ortak malıdır.' anlayışı gelmiştir. Edirne'nin Osmanlılar eline geçirilip ikinci bir başkent durumuna geçirilmesi I. Murad döneminde başlamış, Rumeli Beylerbeyliği kurulmuş ve bu Osmanlı devletinin bir Balkanlar ve Avrupa devleti olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Vezirlerin sayısı artmıştır. Divan üyelerinin sayısı artırılmıştır. Devletin malî bünyesi ortaya çıkartılmış ve Defterdarlık makamı oluşturulmuştur. Çağının en ileri profesyonel askerî organizasyonu olan Yeniçeri ocağı kurulmuştur. The Mamas & the Papas The Mamas & the Papas (ilk albüm kapağında The Mama's and the Papa's olarak geçer) Amerikalı müzik grubu. 1965'ten 1968'e kadar aktiftir, toplam 5 albüm yayımlamıştır. Grup müzik piyasasında kısa bir süreliğine görünmesine rağmen müzik tarihinde önemli bir yer tutar, günümüzde de sıkı hayranları hala bulunmaktadır. Grup adını bir televizyon şovundan esinlenerek aldı. Önceki adları -kısa bir süreliğine de olsa- "The Magic Circle" idi. Fakat elemanlar gruba akılda kalması daha kolay bir isim arıyorlardı. Evlerinde otururken bir televizyon şovunda "... Bazıları bizim kadınlarımıza ucuz diyor, fakat biz onlara sadece "Anne" diyoruz." ifadesini duydular. Cass yerinden zıplayarak "Evet' Ben bir Anne olmak istiyorum!" dedi. Michelle de ona katıldı. John ve Denny de birbirlerine bakarak "Baba?" dediler, ve grubun adı böylece kurulmuş oldu. Denny Doherty, Cass Elliot, John Phillips ve Michelle Phillips dörtlüsünden oluşan grup ilk ve en büyük patlamasını "California Dreamin" parçasıyla 1965 yılında gerçekleştirdi.Diğer bir hitleri ise "Monday, Monday" adlı parçalarıdır. Lirik sözleri ve yumuşak soundları ile, başka hiçbir Flower Power akımlı grubun ifade edemediği kadar yaşam duygusu ve sevincini ifade ettiler. Fakat grup elemanları, kayıt sırasında (hatta günlük hayatlarında) sık sık marijuana gibi uyuşturucular kullandıklarını söyleşilerde belirtti. John ve Michelle Phillips boşandıktan sonra 1972 yılında "The Mamas & the Papas" grubu dağıldı. Cass Elliot 1974'te, John Phillips 2001'de Los Angeles'de, Denny Doherty ise 19 Ocak 2007'de hayatlarını kaybettiler. Michelle Phillips günümüzde oyunculuğuna devam etmektedir. Liluri Liluri eski Suriye tanrıçalarından biri. Dağların tanrıçasıdır. Havanın tanrısı Manuzi'nin eşidir. İkisi için de boğa kurban edilirdi. Suriye'ye özgü bir tanrıça olan Liluri zaman zaman İbrahimi mitolojide yer alan Lilith ile ilişkilendirilmeye çalışılmış olsa da bu tip bir bağlantıyı öngörecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Elais Elais, Yunan mitolojisinde Anius'un kızıdır. Yağ tanrıçasıdır. Oenotropae'dendir ve herhangi bir şeyi yağa çevirebilme yetisine sahiptir Izanami İzanami (Japonca: 伊弉冉,伊邪那美,伊耶那美,伊弉弥), Japon Mitolojisi'nde bir tanrıdır. İzanagi'nin (Japonca:伊弉諾神, 伊邪那岐, 伊耶那岐命, いざなぎ) hem kız kardeşi hem de karısıdır. İzanami'nin diğer isimleri Yomitsu Ōkami (Japonca:黄泉津大神), Michishiki Ōgami'dir (道敷大神). Japon Yaradılış Mitolojisi'nde İzanagi ile birlikte Yedi Tanrı Kuşağı'nın son tanrısı olarak doğar. İzanagi ile birlikte Kuniumi (Ülkelerin Doğuşu) ve Kamiumi (Tanrıların Doğuşu) olaylarında birçok çocuk yapar. Bu çocuklar Japonya'ya şeklini vermiştir. Bunlar arasında Awaji ve Oki adaları başta olmak üzere Japon sıra adaları ile Dağ, Deniz gibi evrendeki tüm maddeleri yaratan tanrılar da bulunmaktadır. Ateş tanrısı Kagutsuchi'yi doğururken genital bölgesindeki yanıklardan dolayı hastalanıp ölse de ölürken vücudundan çıkan idrar, dışkı, kusmuk ve diğer salgılardan da yeni tanrılar ortaya çıkar. Naaşı "Kojiki"ye göre İzumo ve Hōki bölgelerinin sınırında bulunan Hiba Dağı'na (Günümüz Japonya'sında Shimane Vilayeti'nin Yasugi Şehri, Hakata-cho bölgesinde[1]), "Nihonshoki"ye göre ise Kumano Bölgesi'ndeki Arima Köyü'ne (Günümüz Japonya'sında Mie Vilayeti'nin Kumano Şehri, Arima Köyü'ndeki Hana no Iwaya Jinja Tapınağı) defnedilir. İzanami öldükten sonra kendisiyle buluşmak için Yomi'ye kadar gelen İzanagi onun çürümüş bedenini görünce utancını gizleyemez. Bu duruma çok sinirlenen İzanami, korkudan kaçan İzanagi'yi takip eder. Ancak, İzanagi, Yomi'nin çıkışına doğru yolu büyük kayalarla kapatınca, İzanami'nin onunla buluşması imkansız hale gelir. Böylece, İzanami ile İzanagi'nin aralarındaki bağ kopmuş olur. Bu olaydan sonra İzanami Yomi'nin baş tanrıçası olup Yomitsu Ōkami ve Michishiki Ōgami isimlerini alır. İzanami'nin "iza" kısmının davet eden (Japonca: 誘う, okunuşu: izanau) anlamına geldiğini söyleyen kuramlar vardır. İsmin "na" kısmı fiil eki ve mi kısmı ise dişilleştiren ektir. Diğer isimlerinden Yomotsuōkami'nin anlamı Yomi'deki tanrıların başkanı anlamına gelmekle birlikte, Chishiki no Ōkami ise (Yomi'nin Yomotsuhirasaka bölgesinde İzanagi'yi) takip eden tanrı anlamına gelmektedir. İzanami'nin isimlerinden kişiliği ile ilgili birçok özellik ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, karşılaştırmalı mitoloji alanına göre, İzanagi ile İzanami miti birçok bölgedeki mitlerin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. İzanami'nin mezarının, Japon Mitolojisi'nde geçen Hiba Dağı veya Kumano-shi şehrinden başka, İzomo Bölgesi ile Hōki şehri sınırındaki birçok yerde olduğu mitlerde geçer. 1947 yılına kadar Japonya'da varlığını sürdüren İmparatorluk İşleri Bakanlığı (Japonca: 宮内省, okunuşu: Kunai-shou) günümüzde Matsue-shi şehrinin Yakumo-mura köyünde bulunan Kanna Dağı'ndaki mezarı "referans kabristan" olarak tanımış olmakla birlikte, Japonya İçişleri Bakanlığı ise Sentsū Dağı'nın kuzeyinde bulunan Mihaka Dağı'nı "İzanami no Mikoto Mezar Yeri" olarak göstermiştir. California Dreamin' "California Dreamin' ", The Mamas & the Papas'ın ilk olarak 1965 yılında yayımlanan popüler bir parçasıdır. Şarkı "Rolling Stone" dergisinin The 500 Greatest Songs of All Time listesinin #89. sırasındadır.. Şarkının sözleri soğuk bir kış manzaralı bir yerde olan bir erkeğin, Kaliforniya'nın sıcaklığını özlemesini anlatmaktadır. 1963 yılında New York'ta John ve Michelle Phillips tarafından yazılan parça, Michelle`in memleketi Kaliforniya`ya özleminden ortaya çıkmıştır. O sıralarda bu ikili New Journeymen isimli bir folk grubuna üyeydi. Şarkı ayrıca South Park'ın 201. bölümünde de kullanılmıştır. 2015 Mayıs ayında gösterime girecek olan "San Andreas" flmi için Sia tarafından yorumlanmıştır. Surya Surya (Devanagari: सूर्य, sūrya), Hinduizm'de güneş tanrısı. Dyaus Pitar'ın oğlu. Altından kolları ve saçı vardır. Savaş arabası yedi at tarafından çekilmektedir; bu yedi çakrayı temsil eder. Oğlu Tvaştar. Derviza Derviza, Güz Bayramı veya Bereket Bayramı, Kırım Tatarları'nın 23 Eylül (Ekinoks) civarı bağbozumu zamanında kutlanan millî bayramıdır. Kırım'da ortaya çıkan bu bayram, diasporadaki Tepreş'ten farklı olarak Kırım'daki tüm halkı toplamayı amaçlayan millî bir bayram halini almıştır. Birinci Kırım Dervizası 1923 senesinde Sudak Bölgesi'nin Kutlak Köyü'nde yapıldı. Bu Derviza'ya Kırım'ın her köşesinden katılanlar oldu. Derviza'nın açılışını Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Başbakanı Veli İbrahim yaptı. Kırım'ın en meşhur oyuncusu Hayri Emirzade de kendi oyunu ile Derviza'yı güzelleştirmişti. İkinci Kırım Dervizası 1924 yılında yine Veli İbrahim'in heyecanlı konuşması ile başlayan, Kırım'ın en büyük köyü sayılan Üsküt'te yapıldı. Derviza, Kırım Tatarları sürgüne uğradıktan sonra da kutlandı. 1968 yılında Taşkent'in yakınındaki Çirçik şehrinde büyük bir Derviza yapıldı. Aynı şehirde ikinci bir Derviza yapılmak istense de polisler ve Kızılordu askerlieri Kırım Tatarları'nın bir araya gelmesini engellemek için itfaiye araçları ile halkı dağıttı, karşı çıkanları dövdü ve hapse kapadı. Kırım Tatarları vatanları Kırım'a kitlevi dönüşlerinin ardından 1990 yılında Büyük Özenbaş "I. Gözaydın Vatan Dervizası" geçirildi, buraya Kırım'ın her yerinden, vatanlarına dönmüş Kırım Tatarları'nın hemen hemen tamamı katıldı. Bugün Derviza Kırım'da kutlanmakta olup Kırım diasporasında görülmemektedir. Derviza çerçevesinde milli kuşak güreşi, at yarışı (at çapısı), salıncak, şarkılar (yırlar), oyunlar, çeşitli kitlevi eğlenceler, yarışmalar, ödüllendirmeler, yiyecek - içecek, maniler (çınlar) söylemek, ağır hava ve kaytarma oynamak gibi etkinlikler yapılır. Günümüzde Derviza kuşak güreşinin yanı sıra konserler, tiyatro gösterileri, şiir dinletileri, resim ve el sanatları sergileri, Kırım Tatar yemekleri ikramı ile zenginleştirilerek bir festival şeklini almıştır. Devedikeni Devedikeni, papatyagiller (Asteraceae) familyasından bazı dikenli bitkilerin ortak adıdır. Devekengeli, meryemanadikeni, sütlükengel olarak da bilinir. Devedikenleri genellikle yol kenarlarında ve ekili olmayan tarlalarda yetişir. Boyları 30–100 cm arasında değişir. Başçıkları, dikenli ve açık yeşil renkli yapraklar ile mor renkli küçük çiçeklerden oluşur. Meyvelerinin veya tohumlarının ucunda beyaz bir tüy bulunur. Beyaz devedikeni ("Carlina gummifera") denen türü, çok yıllık bir bitkidir ve kırmızı ya da pembe çiçekler açar. Gene çok yıllık bir bitki olan ve köygöçerten ("Cirsium arvense") adını taşıyan türü ise, çok hızlı çoğalır ve zararlı ot olarak kabul edilir. Eşekdikeni, aynı familyadan başka bir bitkinin adıdır. Devedikeninin meyvelerinden, çeşitli rahatsızlıkların tedavisinde yararlanılır. Büyük kızgözü Büyük kızgözü ("Coreopsis gigantea"), Asteraceae familyasından anavatanı Kaliforniya olan bir bitki türü. Gövdesi 1–2 m uzunluğunda ve 4–10 cm çapındadır. Parlak yeşil yaprak ve çiçekler gövdenin üst tarafını örter, kalan kısmı çıplaktır. Papatya benzeri sarı çiçekleri 6–20 cm arasında değişir. Drenajı iyi olan yerleri tercih eder. Kuraklıktan etkilenir. Ancak aşırı suya toleranslı değildir. Yazın az miktardaki su, gelişimi için yeterlidir. Basklar Basklar, İspanya'nın kuzeyi ve Fransa'nın güney batısındaki özerk bölgede yaşayan bir halktır. Dilleri Baskça'dır ve dil bilimcileri tarafından Hint-Avrupa dilleri Avrupa'ya yayılmadan önce Avrupa'da konuşulan dillerden
arta kalan tek dil olduğu söylenmektedir. Baskça izole bir dil olduğundan dolayı dünyada hiçbir dille yakın akrabalığı bulunmamaktadır. Türkçede kullanılan Bask kelimesi ; Fransızca "Basque" 'dan gelmiştir. Fransızcaya ise Pireneler de konuşulan bir Latin dili olan Gaskonca 'dan geçmiştir. Modern Baskçada Bask halkı kendine "Euskaldunak" adını vermektedir. Basklar Pirenelerin batısında yer alan dört bölgesi İspanya üçü Fransa'da bulunan Bask ülkesi olarak bilinen ve çoğunluğu Kuzey Navara'da yaşayan yerli bir halktır. Kökenleri Akitanyalılara kadar gitmektedir. Bilinen ilk Bask devleti 9.yüzyılda kurulan Pamplona Krallığı 'dır. Bu devlet daha sonra Navara Krallığı adını almıştır. 1959 Yılında kurulan Bağımsızlıkçı Örgüt ETA bu bölgede yıllardır bağımsızlık için bir kampanya sürdürmektedir ancak bu başarılı olmamıştır. 1968’den bu yana dünyanın çeşitli yerlerinde düzenlediği kanlı eylemlerle 850 kişinin ölümüne neden olan ETA, İspanya’nın yanı sıra Avrupa Birliği ve ABD tarafından da terör örgütleri listesine alındı. Bask Ülkesi idari olarak 1978 yılındaki Özerklik yasası ile 3 ilin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.Bunlar Alava , Biskay ve Guipuzcoa 'dır.Yalnız Bask Ülkesi terimi genellikle bu 3 ilin oluşturduğu idari yapıyla sınırlandırılmamaktadır.Navarra ve İparralde denen Fransa sınırları içindeki Pays Basque bölgesi de tarihi Bask Ülkesinin kültür alanlarıdır. Bask Ülkesi yaklaşık 2,123,000 kişilik bir nüfusa sahiptir. 279,000 Araba'da, 1,160,000 Bizkaia'da ve 684,000 Gipuzkoa'da yaşamaktadır. Bölgede resmi diller Baskça ve İspanyolca 'dır. Baskça konuşulan nüfus giderek gerilemekte olup Bölgede Baskça konuşan nüfus yalnızca % 27 'dir. Önemli şehirleri ; Başkent Vitoria /Gasteiz, Bilbao /Bilbo ve San Sebastian /Donostia 'dır. Navarra ise yaklaşık 560,000 kişilik bir nüfusa sahiptir. Bölgenin en önemli kenti olan Pamplona şehridir. Bölgede Baskça ve İspanyolca resmi dildir. Bölgede "Baskça" resmi dil olmasına rağmen bu dili konuşan nüfus sadece kuzeyde yaşamaktadır ve toplam nüfusa oranları ise yalnızca % 11 'dir. Fransa sınırları içindeki "Bask Bölgesi" yaklaşık çeyrek milyon nüfusa sahiptir. Yerli halk bu bölgeye İparralde adını vermektedir. Bayonne ,Biarritz ve Anglet bölgenin önemli şehirleridir. Pek çok Bask ekonomik ve siyasi sorunları dolayısıyla bölgeden göç etmek zorunda kalmıştır. En büyük göç Arjantin'e olmuştur. Yaklaşık %10'unun Bask kökenli olduğu tahmin edilmektedir. Meksika'da Bask toplulukları genellikle Monterrey ve Durango eyaletlerine yerleşmişlerdir. Diğer bir önemli Bask topluluğu ise ABD'nin Idaho eyaletinde yaşamaktadır. Boise şehrinde bir Bask Müzesi ve Kültür Merkezi bulunmaktadır. Perküsyon Perküsyon veya vurmalı çalgı; bagetle, elle veya benzer başka bir çalgıyla vurma, sürtme veya ovma yoluyla ses çıkaran çalgı türüdür. Vurmalı çalgıların insan sesinden sonra en eski çalgı türü olduğu düşünülmektedir. Vurmalı çalgılar müzikte ritim yapısı kurulmak için kullanılır. Ritim, eski Yunancada ‘akış’ anlamına gelmektedir. Değişen uzunlukta vuruşların ortaya çıkardığı ses bütünlükleri ve serileri ritimleri oluşturur. Modern müzikte ritim yapıları, genellikle perküsyon aletleriyle icra edilir. Modern müzik aletlerinin karmaşık yapılarına karşın, perküsyon aletleri hâlen basit formlarını korurlar. Perküsyon sözcüğü Latincedeki ‘percussio’ ve ‘percussus’ terimlerinden gelir. Percussio ‘müzikal anlamda dövmek ve çarpmak’ anlamına gelirken; percussus, ‘vurmak’ demektir. Darbuka sözcüğü de benzer bir şekilde Arapça ‘darp’ (vurmak) kökünden gelir. Günümüzde perküsyon kelimesi müzik dışındaki alanlarda da ‘iki birimin birbirine çarparak ses üretmesi’ anlamında kullanılmaktadır. Fakat en yaygın kullanım alanı müziktir. Vurmalı çalgıların tarihi oldukça ilginç tartışmalar yaratmış bir konudur. Özellikle antropologlar ve tarihçilerin taraf oldukları bu tartışmalarda vurmalıların, tarihin ilk müzik aletleri olabileceği vurgulanmaktadır. Genel bir kronoloji oluşturulmak istenirse, insan sesinin ilk müzik enstrümanı olarak algılanması, perküsyon aletlerinin de bir sonraki basamak olarak anılması uygun olacaktır. Müziğin evrimi içerisinde insan sesinden sonraki basamak olarak yer alan perküsyon, ilk örneklerini eller, ayaklar, sopalar, tahtalar ve taşlarla çıkarılan sesler olarak vermiştir. Tarımın gelişmesiyle birlikte yeni teknikler kullanmayı başaran insanlar zamanla aynı enstrümandan farklı tonlar verebilen perküsyon aletleri üretmeyi başarmışlardır. Vurmalı çalgılar genel olarak bir müzik parçasında ritmi belirler. Fakat vurmalı çalgılar aynı zamanda melodiyi de icra edebilirler. Vurmalı çalgılar orkestra içinde vazgeçilmez bir role sahiptir. Askerî müziklerde vurmalı çalgılar askerlerin hareketlerinin belirleyicisi olmuşlardır. Klasik müzikte Haydn ve Mozart ile beraber en az bir timpani bölümünü içermeyen bir parça bulunmamaktadır. Caz müzikte de vurmalı çalgıların rolü çok önemlidir. Cazın alt dallarından birçoğu vurmalı çalgıların farklı ritimlerine göre adlandırılır. Popüler müzikte de vurmalı çalgıların önemi artarak devam etmiştir. Tüm bir hip hop fenomeni vurmalı çalgılar üzerine kurulmuştur. Rock müzik icra eden gruplarda davul setleri sahnenin ortasında bulunur. Vurmalı çalgıların ürettiği seslerin çekiciliği ve vazgeçilmezliği, insanlık tarihinin insan sesinden sonra en eskisi olan, bu müzik enstrümanlarını hâlâ göz önünde kılar. Vurmalı çalgılar birçok farklı kritere göre sınıflandırılabilir. En yaygın sınıflandırılmalarda perküsyon aletlerinin yapısı, etnik kökenleri veya müzik teorisi ve orkestrasyon içerisindeki işlevleri baz alınmıştır. Bazı durumlarda perküsyon aletlerinin frekanslarının ayarlanabilir olması veya olmaması üzerinden de sınıflandırma yapılmıştır. Fakat bu sınıflandırmanın kapsamı tam anlamıyla yeterli değildir. Bunun yerine aşağıda gösterilen 4 farklı görüşe göre yapılmış olan perküsyon aletlerinin sınıflandırılması daha bilgi verici ve kapsayıcı olacaktır. Perküsyon aletleri ile ilgili birçok metinde, sesin nasıl üretildiği, perküsyon aletlerinin sınıflandırılmasında belirleyici olarak kullanılmıştır. Diğer sınıflandırmaların daha çok toplumsal ve tarihi koşulları göz önünde bulundurulduğu düşünülürse, bu sınıflandırma daha bilimseldir. Hazırlayanlara atıfla Hornbostel-Sachs sınıflanması adı verilen bu sistem 1914de ortaya atılmıştır. Deneyerek ve gözlemleyerek herhangi bir kişi aşağıdaki 5 farklı kategoriye göre bir müzik aletinin nasıl ses ürettiğini anlayabilir; İdiofonlar tüm yapılarının titreşmesi sonucu ses üretirler. Membranofonlar üzerlerinde bulunan zarın titreşmesi sonucunda ses üretirler. Telli çalgılar genellikle kordofon olarak biliniriler. Fakat bunarın bazıları aynı zamanda perküsyon aletidir. Üflemeli çalgılar aerofonların genelini oluştururlar. Fakat bu çalgıların bazıları aynı zamanda perküsyon aletidir. Elektrik sayesinde ses üreten her çalgı bir hoparlöre gereksinim duyar. Hoparlörler titreşimleriyle müzik üreten idiofonlara benzetilebilir. Bu nedenden ötürü elektrofonlar perküsyon ailesinin üyesi konumuna gelirler. İşlevlerine göre sınıflandırılan perküsyon aletlerinde önemli olan nokta, enstrümanların frekanslarının belirlenebilir veya belirlenemez olmasıdır. I. Belirlenebilir frekanslılar II. Belirlenebilir Frekanslı Olmayanlar Gündelik bilgi tarif edilmesi zor bir terimdir. Fakat günümüzde birçok perküsyon aleti izleyicinin verdiği isimlerle anılmaktadır. Ayrıca çekiç veya bidon gibi objeler günümüzde müzik bestecileri tarafından kullanılmaktadırlar; bu tip objeleri gündelik bilgimizin algıladığı perküsyon aletleri olarak anmak daha uygun olacaktır. Perküsyon aletlerini kültürel kökenlerine göre adlandırmak ve sınıflandırmak zaman zaman karşılaşılan bir tutumdur. Perküsyon aletleri bu anlamda genel-yaygın ve folklorik olarak ikiye ayrılabilir. I. Folklorik Vurmalı Çalgılar II. Modern-yaygın vurmalı çalgılar [[Kategori:Perküsyon| ]] Mark Knopfler Mark Knopfler (d. 12 Ağustos 1949; Glasgow), swing ve blues müziğin en önemli temsilcilerinden biridir. Kardeşi Dave Knopfler ile birlikte kurduğu Dire Straits adlı grup ile tanınmıştır. 1977 yılında yayımladıkları Sultans of Swing ile Mark Knopfler özgün ve etkileyici gitar tekniğini öne çıkarmıştı. Dire Straits ile yaptığı albümlerde, Rock'n roll, Swing, Folk, Country ve Blues tarzlarından öğeler taşıyan şarkılara ve bazen birebir bu tarzlarda şarkılara imza atmıştır. Dire Straits'in şarkılarının çoğu Mark Knopfler'a aittir. Dire Straits ününün doruğuna Brothers in Arms (1985) ile ulaşmış, bu albümden Walk of Life ve Money for Nothing oldukça geniş bir hayran kitlesine ulaşmıştır. Zamanla şarkı tekniği bu tarzların neredeyse hepsini taşıyan bir biçime bürünmüştür. Solo albümleri döneminde Kelt müziği öğelerini ve yaylı enstrümanları da müziğine katarak sadece Rock'n Roll enstrümanlarından ibaret bir müziğin ötesine geçmiştir. Mark Knopfler, 1993 yılında Dire Straits'in son stüdyo albümü olan Calling Elvis ve 1997 tarihli konser albümü On The Night ardından Dire Straits grup olarak dağılmış, Knopfler kendi adıyla ve çoğu Straits elemanıyla solo albüm ve konser çalışmalarına devam etmiş, film müzikleri yapmıştır. Knopfler, parmak stili olarak bilinen kendisinin geliştirdiği özgün gitar çalış tekniği ile tanınmaktadır. Elektro gitar, akustik gitar, klasik gitar ve resonator gitarlar ile yazdığı en ünlü sayılabilecek şarkıları Sultans of Swing, Romeo and Juliet, Private Investigations, Walk of Life, Brothers in Arms, Calling Elvis, Why Aye Man? ve son albümünen Privateering olarak sayılabilir. Deneysel film Deneysel film, sinema tarihçilerinin çoğu tarafından sinemada o ana kadar kullanılmamış konuları, ilginç ve değişik tekniklerle ele alarak yapılan ve sinema sanatçılarına yeni ufuklar açmayı hedefleyen film türü olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca deneysel filmleri "avant-garde", "öncü", "bağımsız", "underground", "yeraltı sineması" gibi sıfatlarla da tanımlamak mümkündür. Deneysel filmlerde ticari filmlerde olmayan, ama kendi açılarından karakteristik
olan bazı uygulamalar vardır, bunlar; Çin mahallesi Çin mahallesi, Chinatown olarak da bilinir, Çin dışındaki şehirlerde bulunan Çin mahallelerine verilen isimdir. Kelime anlamı olarak "Çin kasabası", anlamına gelir. Özellikle yoğun göç alan New York ve San Francisco gibi şehirlerde büyük Çin mahalleleri bulunur. Genellikle Çin'den yeni gelen göçmenler buralara yerleşirler. Boole'ca Boole'ca veya 'Boole'sal (İngilizce "Boolean"), mantık, matematik ve bilgisayar biliminde değeri "doğru ya da yanlış" olabilecek bir değişken türüdür. Bu değer, bazen "0" veya "1" şeklinde de ifade edilir. İki boole'ca değeriyle yapılabilen bazı işlemler: Bu ifadeler, mantıksal sonuçlar çıkarmakta kullanılır. Java bilgisayar programlama dilinde bunlar "true" veya "false" olarak adlandırılır, C benzeri programlama dillerinde "ve" işlemi "&&" simgesiyle, "veya" işlemi de "||" simgesiyle gösterilir. Kızılderililer Kızılderililer ya da Amerika Yerlileri, Sibirya kökenli Eskimo - Aleut halkları dışında kalan bütün Amerika yerlileri için kullanılan ortak birleştirici ad. Dilce birbiriyle akraba olmayan iki ayrı ana grupta toplanırlar: Sibirya kökenli olan Na-Dene dilleri ile Na-Dene dilleri dışındaki bütün Kızılderili dillerini içeren Amerind dilleri. Alaska yerlileri adı Alaska'da yaşayan Eskimo-Aleut halklarını ve Kızılderilileri topluca nitelemek için kullanılır. ABD'nin diğer eyaletlerinde "Native Americans", "American Indians" ya da kısaca "Indians" Kanada Yerlileri ("Aboriginal peoples" ) adı Kanada'da yaşayan Eskimo-Aleut halklarını ("İnuit"), Kızılderilileri ("First Nations") ve Métisleri topluca nitelemek için kullanılır. Çoğu anasoylu ve avcı ve toplayıcı, bazıları Olmekler ve Mayalar gibi Mezoamerika Kızılderilileri mısır, Keçuvalar ve Aymaralar gibi Güney Amerika Kızılderilileri patates tarımını keşiften önce de yapan halklardır. Kuzey Amerika'da Kızılderililer sınırları belirli kısıtlayıcı özel yerleşimlerde yasal olarak toplanırlar ve bu yerlere Amerika Birleşik Devletleri'nde Kızılderili rezervasyonu ("Indian reservation"), Kanada'da ise Kızılderili rezervi ("Indian reserve") adı verilir. Kızılderililerin nasıl adlandırılması gerektiği hâlâ tartışma konusudur (). Türkçe Kızılderili adı İngilizce Redskin («kızıl deri») adının çevirisidir ve dünya dilleri arasında ayrıca Farsçada da (سرخ‌پوست "surḫ-post") kullanılır. İngilizcedeki "Redskin" nitelemesi harfiyen İspanyolca Piel Roja adlandırmasından çeviridir ve bu İspanyolca ad, Kristof Kolomb'un 1492 yılında Hindistan sandığı yere ilk ulaştığı nokta olan Karayipler'in (hâlâ Batı Hint Adaları "West Indies" olarak da bilinir) yerli halklarından Taynoların vücutlarını "Bixa orellana" tohumuyla boyamasından kaynaklanır. İngilizcede ayrıca Red Indians («Kızıl Hintler») adı da geçer fakat o kadar yaygınlaşmamıştır ve adı da günümüzde yalnızca argo olarak kabul edilmektedir. Türkçedeki Kızılderili adı ise argo değildir. Amerika yerlileri ya da kısaca Yerliler: Amerika Birleşik Devletleri'nde "Native Americans" («Yerli Amerikalılar»), "American Indians" («Amerikalı Hintler») ya da yaygın biçimde kısaca "Indians" («Hintler») olarak adlandırılır ve yalnızca Kızılderilileri nitelendirir. "Indian" («Hint») sözcüğünün kullanılması, kâşif Kristof Kolomb'un Amerika'nın doğu sahiline ulaştığında burayı Hindistan sanmasından kaynaklanır. ABD Nüfus Sayım Dairesi ("Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Sayım Bürosu") ülkedeki yerlileri "American Indian and Alaska Native" adı altında topluca ele alır ve "American Indian" («Amerikalı Hint») terimiyle Kıta ABDsi'ndeki yerliler (ki hepsi de Kızılderilidir) kastedilirken, "Alaska Native" («Alaska Yerlisi») terimi Alaska'daki yerlilerin tamamı (Aleutlar, Alaska Eskimoları, Alaska Kızılderilileri) için kullanılır. Kanada'da "aboriginal peoples" («yerli halklar») olarak adlandırılır ve hem Eskimo-Aleut halklarını ("Inuit") hem de Kızılderilileri ("First Nations") nitelendirir. Guyana'da "Amerindian" (< "American Indian" «Amerikalı Hint») adı Kızılderililer anlamında kullanılır ve bu adlandırma diğer ülkelerde yaygın değildir. Bölge İspanyolcasında gündelik konuşma dilinde "Indios" («Hintler») kullanılırken yazı dilinde "Amerindio" (< "American Indian" «Amerikalı Hint») ya da "pueblos indígenas" («yerli halklar») adı kullanılır. Arjantin'de ise daha çok "aborígen" («yerli») olarak adlandırılır. Amerika yerli dilleri, üç ana filum olarak sınıflandırılır: Eskimo ile Aleutların konuştuğu Eskimo-Aleut dilleri, Kızılderili Na-Dene halklarının konuştuğu Na-Dene dilleri ile bunların haricindeki bütün Kızılderili halklarının konuştuğu Amerind dilleri. Bu ana dil filumları yanında hiçbir dil ailesine girmeyen izole diller de bulunmaktadır. UNESCO'ya göre birçoğu ya tükenmiş ya da konuşulabilirliği tehlikededir Amerika yerlileriyle ilişkili en yaygın haplogrup olarak Haplogrup Q1a3a (Y-DNA) verilmektedir. Tıpkı mtDNA gibi Y-DNA da diğer çekirdekkromozomlardan farklıdır ve Y kromozomu çoğunluğunda benzersiz olup mayoz bölünme sırasında rekombinasyona uğramaz. Bu etkiye sahip mutasyonların tarihsel dokusu kolayca incelenebilir. Bu dokular biribirinden oldukça farklı iki genetik bölüm oluşturur: birincisi, Amerika'nın başlangıç yerlileri; ikincisi, Amerika'nın Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesinden sonraki sürecin yerlileri. Eski olan, kurucu haplotip ve gen çizgisi sayısı için belirleyici faktördür ve günümüzdeki amerika yerlilerinde bulunmaktadır. Kurucu nüfus için Beringia'da ilk 20.000 yıl konaklamayla birlikte Bering Denizi kıyılarında insan yerleşimi aşamalı oluşmuştur..Mikrosatelit çeşitliliği ve Y çizgisinin dağılımı ilk sömürgeleştirme döneminden beri izole edilmiş Güney Amerika bölgelerinde yaşayan Kızılderili gruplarına özgüdür.. Na-Dene, İnuit ve Alaska Yerlileri haplogrup Q (Y-DNA) mutasyonları sergiler; bununla birlikte, diğer Kızılderililerde (Amerind dillerini konuşanlar) bulunan mtDNA mutasyonlarından farklıdır. Bu da gösteriyor ki, Grönland ve Kuzey Amerika'nın kuzey uç içlerine en erken göç daha sonraki nüfustan kaynaklanır. Devlet yapılarının olmayışından dolayı akademisyenler Kuzey Amerika Yerlilerini ana kültür grupları olarak ya da diline göre sınıflandır. Ülkelerine göre: Kızılderililer Teksas, Tommiks, Kinowa gibi çizgi romanlarda işlenir. Darbuka Darbuka veya dümbelek, özellikle Orta Doğu'da ve Balkanlarda kullanılan vurmalı bir çalgıdır. Darbukada düm ve tek olarak adlandırılan iki ses vardır: İlk ses, ritmin temelini sağlar ve aletin ortasına vurularak sağlanır, ikinci ses daha çok süsleme ve doğaçlama için kullanılır. Darbuka aynı zamanda düğün nişan sünnet düğünlerinde kullanılan bir tür vurmalı çalgıdır. Yeşilüzümlü, Fethiye Yeşilüzümlü, Fethiye'ye 15–20 km mesafededir. Fethiye'den Çameli'ye (Denizli) giden yol üzerindedir. Halkı tarım, (Tütün, tarla sebzeciliği, üzüm bağcılığı) ev şarapcılığı ve Fethiye'deki turistik tesis ve diğer işyerlerinde çalışır. Son zamanlarda bu kasabadaki yabancı uyruklu insan ve konutlarının sayısında büyük bir artış olmuştur. Kasabada bir ilköğretim okulu (1.+2. kademe), bir anadolu lisesi, sağlık ocağı, jandarma karakolu ve belediye vardır. Hepsinde de personel var ve hizmet vermektedir. Cadianda (Cadiwati) isimli bir likya şehri de bulunmaktadır. Bu antik kent belde merkezine yedi kilometre uzaklıktadır ve kesinlikle görülmeye değer bir yerdir. Belde, Fethiye'nin okuma oranı en yüksek yerleşim yerlerinden biridir.Hemen hemen her evden bir devlet memuru ve öğretmen vardır. Beldenin bir başka özelliği de kendine has el dokumaları. Geleneksel tezgâhlarda işlenen bu dokumalara dastar denilmektedir. Son yıllarda bu el sanatı ürünleri turistik eşya olarak değerlendirilmektedir ve özellikle belde kadınları için önemli gelir kaynağıdır. Static Static, Java programlama dilinde bir metot ya da değişkenin belli bir objeye degil de bir sınıfın tamamına ait olduğunu belirten bir kelimedir. Kubilay Han Kubilay Han (d. 23 Eylül 1215 - ö. 18 Şubat 1294) Moğol İmparatorluğunun kağanı, aynı zamanda Çin'deki Yuan Hanedanlığı'nın kurucusu ve ilk imparatorudur. Toluy ve Sorghaghtani Beki'nin ikinci oğlu; Cengiz Han'ın torunudur. Moğol hanı Mengü'nün kardeşi; İran'daki Moğol İlhanlılar devletinin kurucusu Hülagü'nün ağabeyidir. Kubilay gençlik yıllarında Çince öğrenmişti ve Çin kültürüne büyük merak duymaktaydı. 1251'de Moğol hükümdarlığına seçilmiş olan kardeşi Mengü, Kubilay’ı Doğu ülkelerini, Hulagü’yü de Batıdaki ülkeleri almaya göndermişti. Güney bölgelerinde (Çin) valilik yaptığı sırada adil yönetimi ile dikkatleri topladı. Kubilay önce büyük bir ordu ile Xi'an’ı aldı. Zorlu savaşlarla büyük Çin eyaletlerini hükümdarlığına kattı. 1258'de Yunnan ve Sichuan bölgelerine sefere çıktı. 1259’da seferde iken Mengü'nün öldüğü haberini aldı. Ancak Kubilay geri dönmeden Wuhan'daki kuşatmasına devam etti. Bu arada kardeşi Arık Böke'nin yönetimi ele geçirmeye çalıştığını öğrenince Song Hanedanlığı ile barış imzalayıp ordusunu Moğolistan'a çevirdi. 1260 yılında Kubilay ve kardeşi kendilerini Han ilan ettiler. İki kardeşin 3 yıl süren mücadelesi Kubilay'ın üstünlüğü ile sona erdi. Ancak bu iç karışıklıklardan yararlanan Yizhou valisi Li Moğol egemenliğine karşı isyan etti. Kubilay bu isyanı kolayca bastırdı, ancak bu onda Han Çinlilerine karşı derin bir güvensizlik yarattı. İmparator olduktan sonra yönetimde Han Çinlilerine yer vermedi, buna karşılık danışmanları arasında pek çok azınlık temsilcisi ve yabancılar bulunmaktaydı. Kubilay Han, Çin’de Yuan Hanedanlığı'nı kurarak 1271 ile 1294 yılları arasında hükümdarlık yaptı. Hanedanlığın başkenti Pekin idi. 1279 yılında Song Hanedanlığı'na kesin olarak son vererek Çin’i tekrar birleştirdi. Kubilay’ın devletinin hudutları, Çin dışında Kıpçak, Çağatay, Almalık, İran ve kuzeyde Polonya hudutlarına kadar yayılıyordu. Kubilay Han, Japonya’ya ve Vietnam’a yaptığı akınlarda başarılı olamadı. Burma’da büyük bir zafer kazandı. Kubilay Han 1293'te de Endonezya'ya bir sefer yaptı ve Cava'yı ele geçirdi. Kubilay Han Çin'd
e Büyük Kanal inşaatına devam etti; birçok kamu binasını tamir ettirdi. Çin'de ilk defa kâğıt para kullanımını başlattı. Çin sanatının gelişmesini destekledi. Ancak kimi yönlerden Moğol yaşam tarzını Çin'de uygulamaya diretmesi, buradaki kültürel ve sosyal yaşamda bir takım çatışmalara yol açtı. Kubilay döneminde Çin'i pek çok Avrupalı ziyaret etti. Bunların arasında en ünlüsü Marco Polo'dur. Marco Polo,bu imparatorun sarayı, oradaki hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında bilgiler vermektedir. Kubilay Han, 1294'te 78 yaşında iken öldü. Duke Üniversitesi Geçmişi 1838'e kadar uzanan Duke Üniversitesi Durham, Kuzey Karolina'dadır. Amerika'da baz alınan ve üniversite sıralamaları yapan U.S. News & World Report'un 2011 sayısında dünyanın en iyi 9. üniversitesi seçilmiştir. Geçtiğimiz yıllarda U.S. News & World Report'un ulusal sıralamalarında Duke'un aldığı en iyi derece 3.'lük, en kötü derece ise 10.'luktur. Bir başka önemli kurum olan 2010 World University Rankings tarafındansa dünyanın en iyi 10. üniversitesi olarak gösterilmiştir. (http://www.4icu.org/top200/) Üniversitenin şu ana kadar aldığı en iyi sıralama 2002'de Journal of Blacks in Higher Education'ın üniversiteyi Amerika'nın en iyi üniversitesi ilan etmesidir. (http://www.jbhe.com/features/36_leading_universities.html) Duke Üniversitesi'nin erkekler basketbol takımı 4 kere Ulusal Şampiyon olmuş, 15 kere son 4'e kalmıştır. Takımın başarısı son 30 senede 2006'dan beri Amerika erkekler basketbol milli takımı antrenörü olan ve 2008 ve 2012'de Olimpik altın madalya almış Mike Krzyzewski koçluğunda öne çıkmıştır. Bu başarılar arasında 1985'te NCAA'in 64 takıma çıkmasından beri 4 Ulusal Şampiyonluk kazanan ülkedeki tek takım olma, son 25 senede 11 kere son 4'e kalma ve 9 ACC turnuva şampiyonasından 8'ini kazanma bulunmaktadır. Mezunlarından 14 tanesi 2010 sezonunda NBA'de oynamaktadır. Bu da üniversite liginde NBA'e en fazla oyuncu gönderen üniversite unvanı kazanmasını sağlamıştır. Şu ana kadar topalmda 71 Duke basketbol oyuncusu NBA'e draft edilmiştir. Erkek basketbol takımının son başarısı 2009 NCAA kolej ligi şampiyonluğudur. Duke'un mezunları arasında ABD'nin 37. Başkanı Richard Nixon, Apple CEO'su Tim Cook, Bill and Melinda Gates Foundation'in kurucusu ve Bill Gates'in esi Melinda Gates, Şili'nin 33. Cumhurbaşkanı Ricardo Lagos, The Walt Disney Company'nin direktoru Gary L. Wilson, 2003 Kimya dalinda Nobel Odulu sahibi Peter Agre, 2012 Kimya dalinda Nobel Odulu sahibi Robert J. Lefkowitz, 2012 Kimya dalinda Nobel Odülü sahibi Brian Kobilka, 2006 yılında Fizyoloji ve Tip dalinda Nobel Odulu sahibi Craig Mello, 2002 yılında Kimya dalinda Nobel Odulu sahibi Kurt Wüthrich, 2001 yılında Ekonomi dalinda Nobel Odulu sahibi Joseph E. Stiglitz, 1988 yılında Fizyoloji ve Tip alaninda Nobel Odulu sahibi Gertrude B. Elion, 1986 yılında Edebiyat dalinda Nobel Odulu sahibi Wole Soyinka, 1989'da Fizik dalinda Nobel Odülü sahibi Hans Dehmelt, 1996'da Fizik dalinda Nobel Odülü sahibi Robert Coleman Richardson, 1964'te Fizik dalinda Nobel Odulu sahibi Charles Townes, Kuzey Karolina senatörü, kabine üyesi ve Amerika Kızıl Haç eski başkanı Elizabeth Dole gibi ünlü isimler bulunmaktadır. P53 p53 ya da diğer adıyla tümör protein 53 (TP53), hücre döngüsünü düzenleyen bir transkripsiyon faktörüdür. Birçok organizmada kanseri baskılamak için çok önemli bir proteindir. TP53, genomda mutasyon olmasını önleyerek genom stabilitesini korur. p53, hücre içerisinde dörtlü (tetramer) bağ yapmış halde işlevseldir. Kanser önleyici birçok işlevi vardır; Bu gen insanların 17. kromozomunda bulunur. Başka hayvanlarda da görülür; Evo Morales Juan Evo Morales Ayma, (d. 26 Ekim 1959, Orinoca, Oruro) "Movimiento al Socialismo" (Sosyalizme Doğru Hareket) Genel Başkanı ve Koka çiftçi hareketinin Aymara asıllı lideridir. 22 Ocak 2006'dan beri Bolivya Devlet Başkanıdır. Evo Morales, %53 gibi bir oyla, beklenenin çok üstünde bir oranla, 18 Aralık 2005 'de başkanlık seçimlerini ilk turda kazandı. Bu şekilde Bolivya tarihinin ilk Kızılderili kökenli başkanı olan Morales, 1982 yılında sona eren militar hükümetten bu yana, ülkenin en belirgin seçim zaferini elde eden lider oldu. Böylece, Morales'in seçimlerin ilk turunda önde olacağı fakat salt çoğunluğu sağlayamayarak ikinci turu kaybedeceği yönünde rapor hazırlayan ABD'liler çok büyük bir hata yapmış ve Bolivya'nın ellerinden kayıp gitmesine yol açacak bir sürece davetiye çıkarmış oldu. Uluslararası politikada Anti-Amerikan bir çizgi izleyen Morales; kendinden önceki hükümetin ABD ile imzaladığı Serbest Ticaret Anlaşması'nı iptal etmiş ve bunun yerine Hugo Chavez'in fikir babası olduğu "ALBA"ya (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) katılmıştır. Başkanlık görevini devralmasının ilk ayında Küba'nın başkenti Havana'ya giderek Fidel Castro ve Hugo Chavez ile uzun toplantılar yapmaktan çekinmemiş ve bu toplantıların hemen ardından da ünlü 1 Mayıs çıkışını yapmıştır. Morales 1 Mayıs 2006 tarihinde, ülkedeki yabancı şirketlerin kontrolü altındaki, doğal gaz ve petrol alanlarını devletleştirdiğini açıklamıştır. Sırada orman, maden ve diğer doğal kaynakların devletleştirilmesinin olduğunu belirtmiştir. Zen bahçesi Zen bahçesi (Japonca Karesansui 枯山水) bir çeşit Japon kayalık bahçedir. Kum, çakıl, kaya ve bazen çimen veya diğer doğal unsurlar içeren sığ bir kum bahçesidir. Yaygın (ve hatalı) bir inanca göre Japon Zen rahipleri tarafından meditasyon amaçlı kullanılır. Meşhur bir Zen bahçesi kuzeybatı Kyoto'daki Ryōan-ji Tapınağı'nda bulunur. Bu bahçe, Zen tarikatının Rinzai koluna ait Myoshinji okuluna aittir. Bahçe, Karesansui tarzında tasarlanmıştır. Uzunluğu 30 m., genişliği 10 m. olan bu bahçede ağaç yoktur. Dalga görünümü vermek için tırmıklanan beyaz çakıl ve kum havuzunda, çeşitli boy ve şekillerde, bazıları yosunla çevrili on beş kaya vardır. Kayalar çakıl yatağına öyle yerleştirilmişlerdir ki, hangi açıdan bakılırsa bakılsın sadece on dört tanesi görülebilir. Efsaneye göre derin zen meditasyonu sonunda tinsel aydınlanmaya ulaşan kişi, görünmez taşı aklının gözüyle görebilecektir. Zen bahçesinin yerleşimini açıklamak için çeşitli görüşler öne sürülmüştür: Kyoto Üniversitesi'nden Gert van Tonder ve ATR Intelligent Robotics and Communication Labs'dan Michael J. Lyons, kayaların, ağacın bilinçaltıyla algılanan görüntüsünü oluşturduğunu ileri sürmüşlerdir. Araştırmacıların iddiasına göre bu görüntü bakarken bilinçli olarak algılanmaz; ama bilinçaltı, kayalar arasındaki ince ilişkiyi görebilir. Araştırmacılar bu nedenle bahçenin sakinleştirici etkisi olduğunu öne sürüyorlar. Zen bahçesindeki tasarım kavramları, doğal görünümlü peyzajlara uyarlanmıştır. Aşağıdaki resimde, San Francisco Golden Gate Park'ının Japon çay bahçesindeki Zen bahçesi görülmektedir. Birçok Japon bahçıvan, Budizm uzmanı ve başkaları, Zen bahçesi kavramının bir mit olduğunu düşünmektedir. Bunun, bir 20. yy. Batı buluşu olduğunu, Japon bahçeciliği ile ilgisi olmadığını iddia ederler. "Karesansui" veya kaya bahçesi tarzına sadece Zen tapınaklarında değil, ev, lokanta ve otellerde de rastlanır. "Zen bahçesi" terimi ilk defa Loraine Kuck'un 1935'te İngilizce olarak yazdığı "One Hundred Kyoto Gardens" kitabında geçmektedir. Japonca olarak, 1958 yılına kadar basılı medyada kullanılmamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında bazı Japon bilgeleri, "Zen bahçesi" kavramını yabancılar tarafından kullanıldığı için onaylamış olabilirler. Wybe Kuitert, "Japon Bahçe Sanatı Tarihinde Görünüm ve Zevk" ("Scenes & Taste in the History of Japanese Garden Art") adlı eserinde, Budist bakış açısından Zen bahçesini değerlendirirken şöyle söyler: "Buda'nın Söylevi'ne en uygun bahçe bir hiçtir. En azından zevk veren bir bahçe değildir ki aydınlanma arayışından şaşırtmasın". Kuitert, kitabında Muromachi çağı rahiplerinden Toh-ji'nin görüşüne de yer verir: "Zen uygulaması yapan kişiler bahçe yapmamalıdır. Bir sutra der ki, meditasyon yapmak isteyen Bodhisattva Makatsu [Budizm'de ermiş kişi] hem dünyevi işlerini, hem de sebze yetiştirmeyi terketmiştir" Zen rahiplerinin bu bahçelerde meditasyon yaptığı iddiası gerçeklere uymaz. Japonya'da rahipler hemen her zaman kapalı mekânlarda duvara karşı (Soto Zen) veya odanın ortasına dönük (Rinzai Zen) olarak, manzara görmeden meditasyon yaparlar. Japon rahiplerin kaya bahçelerinde meditasyon yaparkenki fotoğrafları, muhtemelen kurgulanmış görüntülerdir. Bu eleştirel sözler Zen bahçesinin kelime anlamına bağlı kalan bir yorumdan kaynaklanır. Oysa bu isim, Rinzai Zen tapınaklarında rahip veya Zen uygulayıcısı olan Muso Soseki ve Soami gibi tarihin önemli bahçe tasarımcıları tarafından geliştirildiği için verilmiştir. Hat sanatı ve peyzaj resimciliği gibi, Zen Budizmi ile ilgili uygulamaların Japon sanatına olan etkisinin arttığı bir dönemde geleneksel Zen bahçe tarzı da ortaya çıkmıştır. Bu etki Japon kültüründe hızla yayılmıştır, bu nedenle Zen tapınaklarında ortaya çıkan bu bahçe tipine, artık evlerde, işyerlerinde ve restoranlarda da rastlanır. Zen bahçelerinin Budist yolu izlemekteki değeri tartışmalı olabilir, fakat gelişimlerinin, özellikle Kyoto'da bulunan büyük tapınaklar söz konusu olunca, Rinzai Zen tapınakları ile yakından ilişkili olduğunu yadsımak hatalı olur. Rezan Has Lisesi Rezan Has Lisesi. İstanbul, Küçükyalı'da eğitim veren öğretim kurumu. 1967-1968 öğretim yılında 5298 m² bahçe içinde 1500 m² kapalı alan (Derslik, kapalı spor salonu, müzik odası, resim atölyesı, iş bilgisi odası, laboratuvar, kantin, televizyon ve video salonu) üzerinde ortaokul olarak öğretime başlamıştır. Çevrenin artan ihtiyacı karşısında 1973-1974 öğretim yılında 50. Yıl Küçükyalı Lisesi olarak öğretime geçmiştir. 1986-1987 öğretim yılında Kadir Has tarafından yaptırılan Kadir Has Lisesi'nin eğitime başlamasi üzerine bünyesindeki liseyi bu kuruma aktarmış, ortaokul olarak eğitim-öğretime devam etmiştir. 1986 yılında iş adamı Kadir Has'ın eşi Rezan Has'ın büyük çapta ortaokulu restore etmesiyle kendi ismi verilerek Rezan Has Ortaokulu
olmuştur. Yine çevrenin liseye olan talebinin artması üzerine 1993-1994 öğretim yılında kademeli olarak liseye dönüşmüştür. Bugün ise 1300 öğrenciyi barindiran 18 dersliği, laboratuvarı, bilgisayar odası, kütüphanesi, resim odası, müzik odası, kapalı spor salonu, 5 idare odası, öğretmenler odası, memur odası, dernek odası ve doğalgazla ısınan büyük bir komplekstir. Türkiye'de ilke imza atan okul 1985-1986 öğretim yılında Kız Voleybol Takımı olarak 50. Yıl Küçükyalı Lisesi adıyla Dünya Şampiyonu olmuştur. Karaman Fen Lisesi Karaman'da kurulmuş olan Fen Lisesidir. Yerleşkesi şehrin bir ucunda olup 1997 yılında Milli Piyango idaresi tarafından kurulduğundan Karaman Milli Piyango Fen Lisesi olarak adlandırılmaktadır. Geniş bir alana kurulmuştur. Ana bina, yurt, yemekhane, halı saha, tenis kortu ve kapalı spor salonu olmak üzere beş binadan oluşur. Türkiye'nin en geniş kampüs alanına sahip lisesidir. Bilgisayar, fizik, kimya, biyoloji ve dil laboratuvarlarına sahiptir. Pygmalion Yalnızçam Dağları Yalnızçam Dağları, Anadolu'nun kuzeydoğusunda, Ardahan, Artvin ve Erzurum illeri arasındaki yüksek sıradağlardır. Bir tarafı Doğu Karadeniz, diğer tarafı Doğu Anadolu Bölgesine bakar. Artvin'in doğusunda, Ardahan'ın kuzey (Posof, Hanak, Damal) ve kuzeybatısında, Erzurum'un Olur ilçesinin kuzeyinde yer alır. Erdal Öz Erdal Öz (d. 26. Mart 1935, Sivas - ö. 6. Mayıs 2006, İstanbul), Türk yazar ve yayıncı. 1935'te Sivas'ın Yıldızeli ilçesinde doğdu. 1953'te Tokat Lisesi'ni bitirdi. 1969'da Ankara Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu. Türk Dil Kurumu Yayın Kolu’nda görev aldı. Türk Sinematek Derneği Ankara şubesinde çalıştı. 12 Mart 1971 sonrasında üç kez tutuklandı. Yargılama sonucu aklandı. Tutuklu olduğu sürede Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan gibi devrimci gençlerle tanıştı ve onların öykülerini yazdı. Cem Yayınevi’nin çocuk kitapları dizisini yönetti. 1980 yılında Can Yayınları'nı kurdu. Edebiyat yaşamına şiirle girdi. "Rasgele" isimli ilk şiiri İstanbul’daki "Kaynak" dergisinde 1952'de yayınlandı. "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi", "Varlık", "Yenilik", "Yeditepe", "Pazar Postası", "a", "Değişim", "Emek", "Cumhuriyet" gibi dergi ve gazetelerde şiirlerinin yanı sıra öykü ve eleştirileri de yayınlandı. ""a"" dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Eserlerinde toplum yaşamının bireylerin iç dünyasına etkilerini duygusal bir üslupla yansıttı. 1970 sonrasında toplumsal gerçekçi çizgiye yöneldi. 12 Mart döneminde hukuk dışı uygulamalarla karşılaşan tutukluların yaşamlarından yalın kesitler verdi. Baskı karşısında bireylerin yalnızlığını, direncini, umudunu etkin bir duyarlılıkla işledi. Öz, uzun süredir tedavi gördüğü hastanede, yakalandığı akciğer kanseri hastalığından kurtulamayarak 6 Mayıs 2006 günü saat 17:22'de hayata gözlerini yumdu. Şile Mezarlığı'na defnedildi. Asir Bölgesi Asir (Arapça: عسير), Suudi Arabistan'ın 13 bölgesinden birisidir. Ülkenin güneybatısında yer alan bölgenin yüzölçümü 81.000 km² ve 2010 yılı nüfusu 3.881.461 nüfusu bulunmaktadır. Yemenle kısa bir sınırı bulunmaktadır. Merkezi Abha'dır. Diğer büyük şehirleri de ise Khamis Mushayt ve Qal'at Bishah'dir. Yağmur alma oranının yüksek olduğu yüksek bir platoda yer almaktadır. Burası Arabistan'ın diğer bölgelerine göre daha yağışlıdır. Asir 3000 m ye yaklaşan yükseltiyle ülkenin en yüksek yeridir. Bilginin güvenilir olmamasıyla beraber, ortalama yağış oranı iki yağmur sezonunda 300 ile 500 milimetre civarında dır.Yoğun yağmurların 1. dönemi Mart ve Nisan da olup ,2.dönem temmuz,ağustos aylarını kapsayan yaz aylarıdır. Sıcaklıklar yazın gündüz 35-37 derecededir ve ülkenin diğer yerlerine göre serindir. yazın gece ise 19-23 derece civarındadır. Kışın Saoda ve Namaz gibi yerlerde birkaç kez sular donabilir ancak genel olarak 13 derecenin altına ısı düşmez ve gündüzler 20-25 derece sıcaklık olur. Bölge içinde yükseltiye bağlı olarak 10 derceye kadar sıcaklık farkı olabilir. örneğin yaz akşamı Abha 17 derece iken 30 km uzaklıkta ve daha aşağıda olan Khamis 25 derece olabilir. Al Darb 42 derece iken Abha 32 derece olabilir. Yazın Öğlenler 30 derece ortalamayla geçmektedir. Sabah ve akşamları sis oluşumu görülebilir. Sisden dolayı görüş uzaklığı 5–10 m kadar inebilir ve sis çok hareketlidir. özellikle iki zirve arasndan veya vadilerden geçerken birden akan sisin içinde bulursunuz kendinizi. Sonuç olarak Asir Sudi Arabistan daki doğal bitki örtüsünün en fazla olduğu yerdir. Korunaklı yerlerde , Kozalaklı ağaçlardan ziyade çok geniş alanlarda ardıç ormanı görürsünüz hatta sadece ardıç ormanı vardır. çam, ladin vs ağaçların ormanı yoktur,bunlara park ve bahçelerde tek tük raslanabilir. Bir de Afrika savanlarında gördüğümüz kuraklığa dayanıklı dikenli akasya türleri ile kaktüsler vardır (meyveleri yenir) Yağışlı mevsimde hemen her gün çok kısa da olsa yağmur yağar bazen yağmur sağanak haline döner ve vadilerde sel baskınlarına yol açar. Çünkü dağlarda toprak çok azdır ve kayalıklar suyu emip tutamazlar. Kızıldeniz'de oluşan buharlar 2000–3000 m yüksekliğe çıkarak bulut oluşturur ve yukseklerde havanın serin olmasıyla yağmura dönüşürler. Asir çoğu çiftçi için yerleşim yeridir. Dağlarda ve vadi kenarlarında tarım yapılabilen her yerde güzel evler yapılmıştır. 15-20 metre derinlikteki kuyulardan çekilen (elektrik motoru ile) su ile bahçeler sulanmakta ve burada daha çok tahıl ekilmekte ve meyve (üzüm, kayısı, erik, nar zeytin, mandalina, vs) yetiştirilmekte ve sebzecilik (domates, salatalık, biber, fasulye, karnabahar, lahana, ıspanak vs.) yapılmaktadır. Toprak erozyonuna rağmen rağmen üretim modern zamanlarda sera (buradaki seralar ısıtılmaz çünkü kışın ısı 13 °C'nin altına düşmez)ve açıkta olacak şekilde çok fazla artmıştır. Kuyulardan çekilen su genelde içilmez (eskiden içilirmiş) Evlerde içme suyu olarak kullanılan su -tahliye- denilen sudur ki Abha ve bölgesine 80 km uzaklıktaki denizden arıtılan ve 3000 metre yüksekliğe basılan sudur. Her evin kazan adı verilen yeraltında 30-60 tonluk deposu vardır. Buraya doldurulan su hem içilebilir hem de temizlikte kullanılır. Bu bölgede su sıkıntısı yoktur. Dahası burada yaşayan insanların bol yağan yağmur sularını depolama, bundan yararlanma gibi çevre bilinci oluşmamıştır. 'Asir, Najran ve Jizan boyunca bağımsız bir yerdi fakat 1934 de Suudi Arabistan'a katılı. Kültürü Sudi'lerden Çok Yemenlilere daha çok benzer. Bu fark en fazla giyim ve mimari sitilde fark edilir. Bu mimari yağan yoğun yağmurlardan evlerini korumak için yapılan su oluklarıdır. Eski evler iki katlı ve üste doğru gittikçe daralan dikdörtgen prizma şeklindedir Yarım metre kadar yüksek temel taşın üzerine kerpiçten yapılan evlerde duvar örülürken 25 cm de bir bütün duvarı çevreleyen kayrak taştan oluk yapılır ki, yağmurda duvardan aşağıya akacak su tahliye edilsin. Yoksa duvardan boydan boya akan su kerpici eritir. Dolayısıyla 3 metre boyundaki duvarda 8-9 sıra kayrak taştan oluk değişik bir mimari tarz yaratır. Çatı topraktır. Katlar arası ve dam ardıç dalları arasına kamış veya sazın üstüne toprak koyarak oluşturulur. Ayrıca Ambarlar ve gözetleme kuleleri taştan veya kerpiçten silindir şeklinde 10-15 metre göğe yükselir, ve hemen her evin bu müştemilatı vardı,eskiden. Evler eskiden ardıç odunu ile ısıtılırken artık elektriğin çok ucuz olması nedeniyle elektrikli soba ile ısıtılmaktadır. (kşın 2-3 ay). Eski evler yazın serin olsa da artık tercih edilmemekte halkın tamamına yakını çok büyük villa tarzı ve iki girişi olan (misafir-ev sahibi ya da kadın-erkek) evlerde yaşamaktadır. Hemen her evin genelde filipinli veya Endonezyalı hizmetcisi ile tarlası olanların 1-2 kahyası vardır. İşleri bu kişiler yapar. Yabancılar ise daha çok müslüman ülkelerden (Filipinler hariç) daha kötü evlerde veya küçük barakalarda yaşamaktadır. Giyim de Yemen etkisi görülür. Kafada renkli bir başlık altta ise hamam peştamaline benzeyen değişik renklerde etek, belde kemer ve kılıfı içinde ucu eğimli kama. Ancak bu şekilde giyinenler azalmıştır. Çoğunluk; bilinen beyaz fistan ,altına dize kadar gelen bir içlik giyer ve kafaya da kare desenli veya tamamen beyaz tülbet üzerine siyah halka koyarlar. Kabile kanunları hala çok kuvvetli derecede kullanılmaktadır ve uygulanmaktadır. Bölge 6 alana yaygınlaştırılmıştır: Huş sınıflandırması Dalların kabukları dışındakiler metil salisilat içerir. Dişi kedicikler dik durur. Dalların kabukları dışındakiler metil salisilat içerir. Dişi kedicikler sarkıktır. Dalların kabukları dışındakiler metil salisilat içerir. Dişi kedicikler dik durur. Dalların kabukları dışındakiler metil salisilat içerir. Dişi kedicikler sarkık. Küçük yuvarlak yapraklı çalılardır. Dişi kedicikler sarkıktır. Mario Vargas Llosa Mario Vargas Llosa, ("Yosa" şeklinde okunur) (d. 28 Mart 1936 Arequipa, Peru) Perulu roman, öykü ve oyun yazarı, eleştirmen, 2010 yılında Nobel Ödülü kazanmıştır. Dedesinin konsolos olarak görev yaptığı Cochabamba'da yetişti. Lima'daki askeri bir okuldan mezun oldu. Lima San Marcos Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi gördü. İspanya’da Madrid Üniversitesi’nde doktora yaptı. Yayınlanan ilk eseri 1952'de basılan "İnkanın Kaçışı" adlı oyundu. Ardından çeşitli dergilerde öyküleri yayınlandı. Gazetecilik ve televizyonculuk yaptı. "Cuadernos de Composiction" ile "Literatura" dergilerinin yayın kadrosunda yer aldı. 1959-1966 arasında Paris'te yaşadı. İlk romanı "Kent ve Köpekler" 1963'de yayınlandığında büyük ilgi gördü. Birçok dile çevrildi. 3 yıl Londra'da yaşadı. 1969'da ABD'de Washington Üniversitesi'nde ders verdi. 1970'te Barselona'ya yerleşti. 1974'te Lima'ya döndü. 1990'da Demokratik Cephe'nin adayı olarak katıldığı Peru başkanlık seçimlerinde başarılı olamadı. Latin Amerikalı yazarların en tanınmış ve ustalarındandır. Halen eşi ve üç çocuğuyla birlikte Avrupa’da yaşıyor. Latin Amerika'nın kır ve kent yaşamını, değişik insanlarını anlatan romanlarında kendine özgü bir üslup kullandı. Gerçekçiliği ve anlatımdaki ustalığıyla başarı kazandı. 2010 Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştır. Boğa (
astroloji) Maden: bakır Boğa, (Latince: "Taurus", boğa) burçlar kuşağının takımyıldızlarından biridir. Batısında Koç, doğusunda İkizler takımyıldızının arasında yer alır. Kuzeyinde Perseus ve Auriga (Arabacı takımyıldızı), güneydoğusunda Oryon, güneybatısında Eridanus ve Setus yer alır. Marcus Manilius'un astrolojinin esaslarını kaleme aldığı beş ciltlik "Astronomica" adlı eserde Boğa burcunun özellikleri şu şekilde yer almaktadır: Timmy Timmy, South Park'ın engelli tipidir.Hidrosefalidir.Yürüyemez ve kelime haznesi çok dardır.Kendisi gibi annesi ve babası da engellidir.Sadece şu kelimeleri söyleyebilir: Annesinin adı Helen, babasının adı Richard'dır.Ailesi de onun gibidir.Gobbles adını verdiği hindisi ile uyur. Timmy 10 yaşındadır. Trias Devri Trias Devri, Mezozoik Zamanın birinci alt bölümü olan jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 251 milyon yıl önce başlayıp 205 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir. Devrin sonlarına doğru, Paleozoik Zaman'ın sonlarında oluşan tek kıta Pangea, parçalanmaya başlar. Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa Pangea’dan koparlar. Pangea’nın varlığını sürdürdüğü dönemler boyunca yaşanan kurak ve karasal iklim, kıtanın iç kesimlerinde yerini çöl iklimine bırakmaktadır. Trias’da deniz yaşamı bugünkü görünümü alır. En önemli fark, dev deniz sürüngenlerinin hakim yırtıcı türleri oluşturmasıdır. Su Kaplumbağaları ve Timsahlar da bu devirde ortaya çıkmıştır. Günümüz mercanları ilk kez Tetis Denizinde ortaya çıkar. Tetis, mercan resiflerinin yoğun olduğu tropik bir denize dönüşür. Pangea’nın kurak kesimlerinde sporlu bitkilerin yanı sıra açık tohumlulardan özellikle kozalaklılar yaygındır. İlk memeliler de Trias’ın sonlarında ortaya çıkmıştır. Bunlar, oldukça küçük cüsseli canlılardır. Dinozorların ilk türleri de bu devre aittir. Trias’ın sonunda, nedeni bugün için net olarak bilinmeyen bir kitlesel yok oluş yaşanmıştır. Hayvan türlerinin yüzde otuzbeşi, deniz yaşamının ise yüzde ellisi bu yok oluştan etkilendi. İlk dinozorlar da tümüyle yok oldular. Butters Stotch Leopold "Butters" Stotch ya da bilinen adıyla Butters South Park'ın en saf çocuğudur. Derslerine çalışır, ailesine saygılı davranır. Ara sıra küfür eder ancak en fazla "Son of a biscuit" yani "bisküvinin oğlu" türü cümleler kurar. Slovak kökenlidir. Öne çıkmaya başladığı sezon 3. sezondur, 5. sezon 13. bölüm olan Kenny Dies bölümünde Kenny tamamen diziden çıkarılınca ana karakter olarak Kenny'nin yerine geçmiştir. Ailesi çok kuralcıdır. Ailesinin ona yapmadığı kalmamıştır. Hatta bir bölümde onu Paris Hilton'a satmışlardır.Bir bölümünde ise Craig Tucker ın annesini Eric Cartman ile birlikte soyunurken videoya almışlardır. Sinirlenince hayalinde Dr.Doom kostümünü giyer ve kendine Profesör Kaos der. Yardımcısı General Karmaşa ile aklı sıra korkunç planlar yapar. Cartman'ın bir işine bulaştığında daima zararlı o çıkar. Fiziksel görünüşü sarı ve tepesine doğru uzanan kıvrak saçlara sahiptir.Oldukça güzel ve şirin bir ses tonu vardır ve bu onu sevimli yapan etkenlerdendir. Zayıftır. 68 cm boyundadır. Dikkatli bakıldığında boyu yaşıtlarına göre biraz uzundur. Ayrıca Butters söylediği şarkılarla da meşhurdur. Lu lu lu adındaki şarkısını daima söyler ve bir bölümde Kanada'ya para bağışlamak üzere Samwell adlı internet ünlüsü sanatçının What What (In the Butt) adlı şarkısına kendince klip çekerek YouTube'da paylaşmıştır. İdrar kesesi İdrar kesesi, sidik torbası veya mesane, memelilerin anatomisinde idrarı böbreklerden atıldıktan sonra, idrar çıkarmadan önce, depolayan organdır. İdrar, idrar kesesine üreterlerce getirilir, üretra aracılığıyla atılır. İnsanda ortalama olarak 300-500 ml arasında idrar biriktiğinde idrar çıkarma isteği uyanır; ancak bundan hatırı sayılır miktarda daha fazla kapasitesi bulunur. İdrar vücutta terk edilene kadar burada bekletilir. Torba şeklinde kastan oluşmuş bir yapıdır. İdrar kesesinde genişleme özelliği vardır. İdrar kesesi “Küçük pelvis” boşluğu içinde bulunur. İdrar kesesinin dört yüzü vardır. Bunlar arka-taban yüzü, üst yüz ve iki tane de ön-alt-yan yüzlerdir. Ike Broflovski Ike Moisha Broflovski (doğduğundaki ismi Peter Gints), South Park'taki tek Kanadalı bebektir. "Ike" Yahudi ismi "Isaac" (İshak) 'in bir kısaltmasıdır. Şirin bir mizacı vardır. Ayrıca dahidir. Üvey abisi Kyle her zaman onu tekmelediğinde "Kardeşi tekmeleme" der. Her zaman Kyle'nın kuyruğudur. Her daim gülümser. Kanada asıllı ve bebek olması nedeniyle telaffuz sorunu vardır. Acıbadem Acıbadem aşağıdaki anlamlara gelebilir: Cosima Wagner Cosima Francesca Gaetana Wagner, (25 Aralık 1837 - 1 Nisan 1930), Alman virtüöz, piyanist ve besteci Franz Liszt'in kızıdır. Alman besteci Richard Wagner'in ikinci karısı olarak ün salmıştır. Franz Liszt'in metresi Marie d'Agoult'tan, Bellagio, İtalya'da evlilik dışı bir çocuk olarak doğdu. Marie d'Agoult, "Daniel Stern" mahlasını kullanarak yazan bir yazardı. 1857'de Cosima Hans von Bülow ile evlendi. Hans von Bülow'un Cosima'ya pek iyi davrandığı söylenemezdi. Bu arada Cosima'yı, yaşça büyük ve evli olan Wagner ile tanıştıran da Hans von Bülow olmuştur. Wagner ile Cosima 1862 yılında yakınlaşmaya başladı ve 1866'da Luzern gölü kıyısında, İsviçre'de bir yuva kurdular. Cosima'nın ilk evliliğinden zaten iki çocuğu vardı ve Wagner'den olan üç çocuğu da, bu ikinci evliliği yapmadan doğmuştu. 1869'dan 1883'e kadar yaşantılarına dair tuttuğu günlük daha sonra basılmıştır. Adile Sultan Kasrı Adile Sultan Kasrı, İstanbul'un Üsküdar ilçesinde, bugün Validebağ korusu içinde yer alır. Sultan Abdülaziz tarafından küçük kız kardeşi Adile Sultan için 1853 yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı yapının girişine çift kollu görkemli merdivenlerden ulaşılır. Kasrın birinci ve ikinci katlarında büyük orta sofa-salon bulunmaktadır. Giriş, gerek birinci katta, gerekse ikinci katta sahanlığa açılmaktadır. Bu mekânlar, sofadan üç basamak ve korkuluklarla ayrılmıştır. Baş oda, büyük odalar ve servis-bekleme mekânlarıyla bağlantılıdır. Şu anda öğretmen evi olarak kullanılmaktadır. Hababam Sınıfı'nın ilk film serileri burada çekilmiştir ve odalardan biri Hababam Sınıfı Müzesi olarak düzenlenmiştir. Mimarı: Paris saint-barbe mimarlık mezunu Nigoğos Amira Balyan ya da kısaca Nigoğos bey'dir. Ahırkapı Ahırkapı, İstanbul’un tarihsel semtlerinden biridir ve Sarayburnu gibi tarihi bir saray bölgesidir. Semt, eskiden Topkapı Sarayı’nın ahırlarının burada bulunması nedeniyle Ahırkapı olarak adlandırılmıştır. Bizans dönemi saraylarından Manganai Sarayı, Bukoleon Sarayı, Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın dış bahçeleri ve kasırları burada yer almıştır. Bu yöre, ayrıca İstanbul’un en önemli arkelolojik alanlarından biri olarak bilinmektedir. Buradaki en önemli kalıntılar, Manganai Sarayı’na aittir. Ahmediye Külliyesi Ahmediye Külliyesi, İstanbul'un Üsküdar ilçesinin Ahmediye semtinde, Gündoğumu Caddesi ile Esvapçı Sokağı’nın kesiştiği yerdedir. Cami, medrese, kütüphane, sebil, çeşmeler, türbe ve hazireden oluşmaktadır. Eminzade Hacı Ahmed Ağa tarafından 1720’lerde yaptırılan külliyenin camisi moloz taşından, tek şerefeli minaresi kesme taştan yapılmıştır. Kare bir plan üzerinde yükselen yapı, tek kubbeyle örtülüdür. Külliyenin iki kollu medresesi on bir odalıdır. Kütüphane yapısı kare planlı, tek kubbeli bir yapıdır. Mermer sebil üç cephelidir ve her yüzünde talik yazıyla yazılmış beyitler mevcuttur. Sebilin dışında iki çeşme vardır. Türbeye, Eminzade Hacı Ahmed Ağa’nın dışında başka kişiler de defnedilmiştir. Ahrida Sinagogu Ahrida Sinagogu, İstanbul'un Fatih ilçesinin Balat semtinde, Kürkçü Çeşme Sokağı’nda yer alan sinagogdur. 15. yüzyılın başlarında yapılan ve adını, kurucularının İstanbul'a göçettikleri bugün Makedonya Cumhuriyeti’nde yeralan Ohri kentinden alan sinagog, bugün de İstanbul'daki en geniş kapasiteli sinagogdur. Romanyotlar tarafından kurulan bu sinagog, Romanyotlar Sefaradların altında asimile olmalarıyla zamanla Sefarad sinagogu haline gelmiştir. Tuğla ve yığma taştan inşa edilmiştir. Sinagogun tevası (dua kürsüsü) bir gemi pruvasını andırır. Yapının avlusunda bir midraş (okul) bulunmaktadır. Sabetaycıların peygamberi Sabetay Sevi'nin İstanbul'da ibadet etmek için ziyaret ettiği tek sinagogdur. Doksanüç Harbi esnasında Rus ordularına karşı savaşan Türk askerleri için dua tertip edilmiş, söz konusu törene ilişkin ayrıntılı haberler "The Illustrated London News" gazetesinde ve "L'Illustration" dergilerinde de yayımlanmıştır. Ahrida Sinagogu Anıtlar Yüksek Kurulu'nun 16 Eylül 1987 tarihli kararı ile koruma altına alınmıştır. Eduardo Galeano Eduardo Germán Hughes Galeano (3 Eylül 1940, Montevideo - 13 Nisan 2015, Montevideo) Uruguaylı gazeteci, yazar. Kitapları birçok farklı dile çevrilmiştir. Galeano Montevideo'da, orta sınıf Katolik bir ailede doğmuştur. Çocukluğunda futbol oyuncusu olmak istemiş, gençliğinde birçok farklı işte çalışmıştır. 14 yaşında ilk politik çizgi romanını, Sosyalist Parti'nin haftalık yayın organı "El Sol"a satmıştır. Gazetecilik kariyerine 1960lar'da, "Marcha"'da editör olarak başlamıştır. 1973'te bir askeri darbe nedeniyle Uruguay'ın iktidarı değişince Galeano hapse atılmış, daha sonra da sürgüne yollanmıştır. Arjantin'e yerleşmiş ve kültürel bir dergi olan, "Crisis"'i kurmuştur. 1976'da Videla rejimi, askeri bir darbe ile, Arjantin'de iktidara gelince ülkeden İspanya'ya kaçtı. Burada ünlü triyolojisi, "Memoria del fuego" "Ateş Anıları"nı kaleme aldı. Yazar genel olarak Latin Amerika'daki örneklerden yola çıkarak dünya sorunlarından bahsetmiştir. Köle ve kadın ticareti ile mütemadiyen artmakta olan suç oranı irdelediği sorunlar arasındadır. Kitaplarında çoğunlukla gazete haberleri kullanarak örneklendirmeler yapılmaktadır. 1985'in başında Galeano Montevideo'ya döndü. Galeano 13 Nisan 2015'te saat 08:20'de Montevideo'da akciğer kanserinden vefat etti. Axxis 1988 yılında Almanya'da kurulan müzik grubu. 1990'lı yıllarda çıkan ve Türkiye'de çok sevilen ve daha sonra 13-14 bölüm çıkan Hard'n Heavy Slow'
s adlı kayıtların gözde gruplarından oldular.Bu derlemelerdeki ilk parçaları The Moon adını taşıyordu. Tarzları 1990'ların klasik Hard-rock/Heavy metal çizgisini taşır ancak "Kingdom Of The Night" ve II albümleri son derece farklıdır. Melodik yapısı ve sağlam gitarlarıyla o dönemlerden en çok akılda kalan ve sevilen gruplardan biri olmuşlardır. İlk iki albümlerinin başarısından sonra Amerikan rock endüstrisinin dikkatini çekerek albüm yapmak için davet almışlar ve birkaç albümü kapsayacak bir anlaşma imzalamışlardır. Ancak bu olay onların, Amerika piyasasında tanınmasını sağlarken Avrupa rock sahnesinden uzaklaşmalarına ve başarı anlamında olması kuvvetle muhtemel ikinci 'Scorpions' olmalarını engellemiştir. Şarkı yapılarını değiştirerek kendilerine has çizgilerinden uzaklaşıp o zamanın Amerikan ses özelliğini almaya çalışmaları birçok başarısız albüm yapmalarına neden olmuştur. Sonra yaptıkları albümlerle ilk iki albümün başarısını yakalayamamış olsalar da albüm yapmaya devam etmektedirler. Pokémon Gold ve Silver Pokémon Gold ve Silver, Pokémon'un gameboy oyunlarındandır. Johto ve Kanto'da geçer. Oyunun başında 3 pokémondan biri seçilir: su, çimen, ateş. Oyunun en önemli pokémonu Ho-oh veya Lugia'dır'tur. 8 Rozet + Pokémon Ligi Denilen Turnuvadan oluşur.Ayrıca oyunda ismini kendiniz belirlediğiniz bir karakteriniz ve bir rakibiniz vardır.Siz hangi pokemonu seçerseniz o da ona rakip olacak pokémonu seçer ve onu yetiştirir.Ayrıca oyunda Red isimli eğitmen bulunmaktadır Bu karakter pokémon oyunlarındaki karakterdir. Ayrıntılı Bilgi: T.C. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2 Mayıs 1920'de, Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti olarak kurulan, 3 Mart 1924'te Başbakanlığa bağlanarak şimdiki adını alan, Türkiye'deki vakıfları denetlemekle yükümlü müdürlüktür. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de faaliyetlerine devam eden 41.500 Osmanlı vakfından kurucu ve mütevellisi ölen vakıfları yöneterek özel bir rol üstlenmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü bahsedilen vakıflara ait 18.500 tarihi bina ve 67.000 emlağın restorasyonu, bakımı ve mülkiyet yönetimini de üstlenmiştir. 38.000 kişiyi istihdam eden ve 120 milyon avro değerinde kira gelirine sahip Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Vakıfbank’ın sahibidir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir diğer önemli işlevi ise yönettiği vakıfların gelirleriyle binlerce fakir ve ihtiyaç sahibi kişiye sağladığı sosyal hizmetlerdir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra kurulan yaklaşık 4500 vakfın faaliyetlerini denetlemektedir. Şu anki Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem'dir. Tabasco (sos) Tabasco, acı bir baharat sosu. 1868 yılından beri McIlhenny Co. adlı bir aile firması tarafından üretilir. Firma sanılanın aksine Meksika'nın bir eyaleti olan Tabasco'da değil, Louisiana sahili önlerinde, aileye ait "Avery Adası" 'ndadır. İsim, marka tescilli olup, Avery Adasının ilk sahiplerinin dilinde "toprağın sıcak ve ıslak olduğu diyar" manasına gelir. Tabasco, sirke, olgunlaşmamış chili cinsi paprika, tuzun 3 yıl boyunca meşe fıçılarda fermente edilmesiyle üretilir. Bu sosa kendi özgün tadını verir. Ancak tam olarak sosun tarifi aile sırrı olarak korunur. Yu-Gi-Oh! Yu-Gi-Oh! Dueling Monster" ("Yūgiō","King of Games","Oyunların Kralı") Yu-Gi-Oh! Kazuki Takahashi tarafından yaratılmış popüler bir Japon Anime ve Manga'sıdır. Kazuki Takahashi´nin 1996´da yarattığı müthiş oyun, Japon çizgi severler arasında adeta bir çılgınlığa dönüşmüş ve satışları iki milyonu geçmişti. Yu-Gi-Oh!”, ABD´ye 2001´de çizgi dizi olarak adım attı ve yeni dünyada yayımlanan çizgi film programları arasında bir numaraya yükseldi. Bu çizgiler, kart oyunu oynayan Yugi ve arkadaşlarının maceralarını içeriyor. ´Düello Canavarları´ adlı bu kart oyununda(bu kart oyunu şu an hala oynanan ve turnuvaları olan bir oyundur), oyuncular birbirinden güçlü canavarları, son derece heyecanlı dövüşlerde birbirleriyle karşılaştırıyor. Asıl konusu: Efsaneye göre bundan beş bin yıl önce, eski Mısır Firavunları, Düello Canavarları'na çok benzeyen sihirli bir oyun oynarlardı. Bu eski oyun, geleceği görmeye ve nihayetinde birinin kaderini tayin etmeye yarayan büyülü bir törenide barındırıyordu. Onlar bu oyuna "Gölge Oyunu" diyorlardı. Oyunda, çok fazla sihir, büyü ve vahşi yaratık kullanıldığından, oyunun kontrolden çıkması ve dünyayı yok etme tehlikesi oluşturması çok uzun sürmedi. Ancak, cesur bir Firavun bu duruma müdahale etti ve dünyanın yok oluşunu engelledi. Yugi Mutou'nun büyükbabası, ona kimsenin çözemeyeceği eski bir Mısır Yap-Bozu hediye eder ama Yugi parçaları bir araya getirince, hayatı sonsuza kadar değişir. Yap-Boz, Yugi'ye geçmişte kalan bir ruh verir ve ikisi birlikte çalışınca daha güçlü ve kendine daha çok güvenen bir düellocu ortaya çıkar. Kısa süre sonra, Düello Canavarları adlı kart oyununun gizemli yaratıcısı Pegasus J. Crawford, Yugi'nin büyükbabasını kaçırır ve Yuugi, Pegasus'un düzenlediği Düello Canavarları turnuvasına katılmak zorunda kalır. Şimdi Yugi, turnuva boyunca düellolar yapmalı ve büyükbabasını kurtarabilmek için Pegasus'u da yenmelidir. Bu seri diğer serilere nazaran daha uzun sürmüştür ve en uzunudur.Toplam 5 sezon , 224 bölümdür.Dizinin baş karakteri Yugi Mutou,GX'in ilk bölümü ve son iki bölümü , Yu-Gi-Oh! The Movie : Pyramid of Light , Yu-Gi-Oh! The Movie : Bonds Beyond Time ve dizinin finalinden sonraki olayları anlatan Yu-Gi-Oh! The Movie : The Dark Side of Dimensions filmlerinde görülmüştür. Yu-Gi-OH'un aksine Yu-Gi-Oh GX'te Jaden'ın bir tane düello akademisinde yaptığı düelloları ve maceralarını anlatır Chumley, Syrus,Alexis(jaden'a aşıktır)ve daha çok arkadaşları olmuştur Jaden burada destesini elemental hero canavarları oluşturmaktadır.Birinci sezonun başlarında Zane'ye yenilmiştir sonra destesini güçlendirerek birinci sezon sonunda onunla yaptığı duelloda Zane ile berabere kalmıştır birici sezonun kötü karakterleri shadow riders'tır ana kötü Kagemeru'dur uç şeytan kartını kullanır "Uria, Lord of Searing Flames Hamon, Lord of Striking Thunder, Raviel, Lord of Phantasms" 2.sezonda Sartorius'tur içinde yıkımın ışığının gücü vardır ve ve Aster'ın menajeri ve çocukluk arkadaşıdır.Sartorius geleceği görebilir.Aster'a doelloyu kazanacağını gördüğünü söyler ve öylede olur tam Aster yenerken gücünün birazını ona verir ve insanların beynini yıkadığı gibi(insanları doellode yenince ya da yendiği kişiler birini yenerse onlar Sartoriusun kölesi olur.)Jaden'de güç olduğu için beyni yıkanmaz ama kartlara baktiğında resimlerini ve özelliklerini göremez bu nedenle okuldan kaçar ama bir sure sonra neon uzaylılarla karşılaşır ve ona yardım edip onu düzeltirler sonra Aster Sartorius'un gerçek yüzünü görür ve onunla duello yapar ama bundan önce Sartorius dünyayı kölesi yapmadan önce gücünü bir uyduya vererek bütün dünyayı vurup kölesi yapmak ister ama Sartorius'un iyi tarafı anahtarları Jaden ve Aster'e verir sonra Aster'i duelloda yener ve onun anahtarını alır ve Jaden içeri girer eğer anahtarları vermezse Aster ölecektir anahtarları gerekli yere bırakır tam alacakken Jaden'in kartı içinden çıkar ve Sartorius'u engeller Jaden'ile duello yapar ve kaybeder.İçindeki kötülük yok olur.3.sezonda ana hikâye Yubel'dir Jaden in eski kartı Yubel'i bir deney için uzaya göndermiştir E-hero Neos ile birlikte ama Yubel in deneyi başarısız olmuş ve uzaydan Dünyaya düşmüştür Viper adlı bir adam onu bulmuştur Viper ın oğlu ölmüştür ama Yubel ona yardım ederse oğlunu geri vereceğini söyler bir süre sonra Jaden ve arkadaşları farklı boyuta düşmüştür.2sezonun bir son bölümlerinde Sartorius Jaden a geleceği göstermiş çöl gibi bir yere düşmüştür şimdi o gördüğü farklı boyutta gerçek olmuştur.Yubelle Jaden düello sonunda barışmışlardır ama Jadenin kötü hali bir canavar sayılır(değim değildir duello canavarı sayılır) Yubel zaten bir karttır ve süper polimerizasyon kartı ile birleşirler(gerçekten birleşme canavarı olurlar) Jaden'ın iki ruhu olur ve gizemli bir şekilde kaybolur.4.sezonda Jaden gizemli bir şekilde geri gelir. ve mezuniyet düellosu olarak Yugi ile düello yapıp Yugi'ye yenilir. Yugi Mutou’nun maceralarından çok uzun yıllar sonra geçen hikâyede; Domino Şehri eski halinin gölgesinde kalarak Neo Domino Şehri olmuştur. Zenginle fakirin arasında uçurumları kapatmanın neredeyse mümkün olmadığı yeni şehir düzeninde yaşayan Neo Domino’luların eğlence için gözdesi ise eski Duel Monsters kart oyunlarının zamana uydurulmuş formu olan yeni ve vahşi Riding Duels’dır. Neo Domino sakinlerinden, yasaları çiğnemenin sınırında yaşayan asi Yusei Fudou ise kendi kurallarını koymayı tercih eden bir gençtir ve en büyük amacı Riding Duels Dünya şampiyonu Jack Atlas ile kendince nedenlerden dolayı karşı karşıya gelebilmektir.Ama Jack Atlasla karşı karşıya gelince asıl amacının bu olmadığını anlar. 1. sezon ölümsüz yeraltı tanrılarını kullanan kara imzacılarla geçer yusei,akiza,jack,crow ve ikiz kardeşler bunlarda imzacıdır. Yusei ve arkadaşlarının amacı Jack Atlas ile geçen duellodan sonra amaçları kara imzacıları ortadan kaldırmak olur.Yusei geçen zamanla bu işi, Yliaster örgütünün lideri Rex Goodwin ile ilgisi olduğundan şüphelenir.Rex Goodwin'in Kardesi Karanlık imzacı olduktan sonra imzacılığı ona devretti, oda tüm imzacıları topladi fakat daha sonra karanlık imzacık olmaya karar verdi böylece hem imzacı ve hem karanlık imzacı gücüne sahip olmuştu. Amaci dünyayi yok edip yeniden kurmakti.Yusei, Jack, Crow birlikte ona karşı beraber Turbo Duelloyu yaparlar.İlk, Crow yenilerek devamlı tuzak kartı koyarak umudu Yusei ve Jack'e devreder.Sonra Jack tıpkı Crow gibi sadece "1" yaşam puanı klarak savaşamaz hale gelir(Yerhapsindeki Ölümsüz Wiraqocha Rosca'nın etkisi yüzündendir.)4 el sonra etkiyi Yusei üzerine de kullanır fakat 1 yaşam puanı kalarak pes etmez haklar ve Karanlık İmzacılar bir daha ortaya çıkamazlar. 3.sezon Hayalet diye Robot'un ortaya çıkmasıyla başlar.Bunu gönderen Yliaster örgütünden Lester,Primo,Jackop dur.Hayalet ortaya çıktığı gün Memur Trudge ile mücad
ele eder.Hayalet'in senkron emici canavarı yüzünden Trudge yenilir ve yaralanır.Yusei o Hayaleti bulmaya koyulur ve Hayalet onu bulur.Mücadele ederken Yusei Fudo oldukça çok zorlanır.Kurtarıcı Yıldız Ejderi ile senkro emen canavarı yırtar.Yusei o günden beri yeni güce ihtiyacı olduğuna inanıyor.DŞGP buluşmalarında Yusei'e Antinomi adında birisi İvme Senkronu Yusei'e öğretir(Antinomi Bruno'nun ta kendisi ve ZONE tarafından gönderildi).O günlerde geçerken Antinomi nin hafızası silinmiş bir şekilde dünyaya Bruno olarak gönderilir ve hafızasında tek kalan şeyler "Motorlar ve adı olmuştur".İlk gördüklerinde Jack'ın motorunu tamir eder.Jack de motorunu çalmaya çalıştığını düşenerek yumruğu atar 4.sezonda Primo yaptıkları Devre için enerjiye ihtiyaç duyar.Bruno ve Yusei'n birlikte yaptığı belleği çalarlar ve.Binlerce Hayaleti şehire salar.Sherry,Yusei,Jack,Crow,Antinomyde yardım eder(Bruno'nun Antinomi olarak çıkmasının sebebesi ZONE'un onunla iletişime geçmesi).Yusei Primo'yu bulmak üzere duelloyu yaparlar.Duellodayken de İvme Senkronu Yusei keşfeder, ortaya Kayan Yıldı Ejderi ortaya çıkar.Bu olay bittikten sonra DŞGP'e katılırlar. 5.sezonda Tek Boynuz Takımı,Catastor Takımı,Ragnarok ve Yeni Dünya Takımıyla karşılaşırlar.Yeni Dünya Takımı kendilerini finallerde zayıf gibi gösterirler oysaki bir numaradır(Duelloya çıkmadan önce Gökyüzünde dev bir Kaya çıkar o da Ark Cradle'in kendisi,Yusei onun ne olduğunu sorar ama Yeni Dünya Takımı kendilerinde saklar).Jack başta rakipleri çok kolay yener.Fakat sıra Primo'ya geldiğinde, Yeni Dünya Takımının bıraktığı tuzak kartıyla çok güçlü duruma gelirler.Takım kendi 3 bedenlerini tek bedende toplayarak, asıl halleri Aporia ortaya çıkar.Aporia ile olan duello çok kapışmalı geçmiştir.Ama Yusei;Jack,Crow ile olan bağlarıyla ve kartlarıyla ümitsizlik şeytanı Aporia'yı haklarlar ve Neo Domino Şehri'ni Ark Cradle'dan kurtardığı görür ve sezon biter(mi?) Bölümler maalesef orijinal alınmadığından Ark Cradle tamamen ortadan kalktığı görünüyor fakat orijinal seride, Ark Cradle yok olcakmış gibi oluyor fakat duelloda kullanılan enerji Ark Cradle'ı yeniden ortaya çıkarmaya yeter.Ve 12 saat içinde Neo Domino Şehri'ne doğru çökeceği söylenir.Ark Cradle'ın oraya çıkıp çökeceği yetmiyormuş gibi şehrin tüm enerjisi tükenir.Yusei Ragnarok Takımının yarattığı köprü sayesinde Yusei tek başına Ark Cradle'a gidip durdurmayı karar verir.Arkadaşları tek başına gitmelerine izin vermez, ve 5D'ler takımı olarak hep birlikte giderler, ZONE ve bir o kadar ilginç düşmanlarla mücadele ederler... Yugioh 5D's'nin ilk amaçlarından birisi Starter Deck 2008'i tanıtmaktır. Starter Deck 2008 sayesinde Senkron ve Tuner adına iki canavar türü gelmiş ve Yugioh 5D's serisinde Senkron ve Tunerlar denenmiştir. Bu seriden sonra Yugioh Zexal, gelmiştir.Yugioh Zexal de ise XYZ canavarları denenmiştir. Yuma Yu-Gi-Oh! Zexal Anime Serisi'nin ana karakteridir. Kişisel Özellikler Yuma hırslı enerjik genç bir çocuk olarak rekabet içine girmeyi ve zor işlerde başarılı olmayı denemeyi seviyor, genellikle gözünde büyüttüğü şeyleri yapmaya çalışırken başarısız olmasına rağmen. Yuma bu mücadelelerin bir süre sonra kendini bir şekilde amacına ulaştıracağını düşünüyor. Aynı zamanda, en iyi arkadaşı Kotori Mizukiyle konuşmalarında da olduğu gibi genel olarak çelişkili bir karakter yapısı gösteriyor, Mizukiyle konuşmalarında anında konuşmanın yönünü kendisi gibi olmanın nasıl olduğuna çeviriyor ve neler yapabileceğini anlatmaya başlıyor. Yumanın hayatı astralla tanıştıktan sonra değişiyor. Astralın hafızasını geri kazanması için dünyadaki xyz numaralarını toplaması gerekmektedir. Yumayla tek vücut halde gezmektedir. Oluşan bu yeni gücün ismi ZeXal dir .. Anime ismini bu güçten alır .. İlk 73 bölüm Yu-Gi-Oh! Zexal 1 olarak adlandırılmıştır.. İlk sezonda iki ana düşman vardır .. İlki Barian Dünyayı yok etmek için kendi küçük oğlu Haruto'nun mistik gücünü ve Numara kartlarının gücünü birleştirmeyi amaçlayan Dr.Faker dir. İkincisi ise Dr. Faker'ın dünyanın sonunun geçitini açmak için Tsukuma Yumo onun babası Kazuma ile birlikte feda ettiği Dr Bron dur.. Bron zamanda yolculuk etmiş ve yıllar sonra bir çocuk olarak geri dönmüştür amacı onu boyutlar arasına hapseden Dr. Faker i yok etmektir... Yuma Tsukumo tüm bu olaylar arasında Dünya Düello Şampiyonasını kazanır ve inandığı üzere düello ile tüm zorlukların üstesinden gelir ... Bu seri 6 Nisan 2014 de ilk Japonya da yayınlandı. Bu seri de 5Ds ve Zexal serilerindeki gibi farklı tip kartları tanıtmaktadır.Bu kartların ismi "Pendulum canavarları"dır.Ayrıca eski serilerde olan Ritual,Fusion,Synchro ve Xyz kartları va çağrı şekilleri de animede görülmüştür.Şu an halen yayınlanmaktadır. Anime'nin Baş karakteri "Yuya Sakaki"dir.15 yaşındadır.Bu karakterinde dikkat çeken özelliklerinden biri,önceki serilerdeki karakterler gibi adı "Yu" ile başlamaktadır.Pendulum canavarları ilk olarak Yuya'nın destesinde ortaya çıkmış ve ilk Pendulum Çağrıyı Yuya yapmıştır.Favori kartı "Odd Eyes Pendulum Dragon"dur. Ayrıca bu seride Yugioh GX'ten Aster Phoenix ve Alexis Rhodes , Yugioh 5D's den Jack Atlas ve Crow Hogan , Yugioh Zexal'dan Kite Tenjo tekrar görünmüşlerdir. İsmi Henüz açıklanmamış olan , Yu-Gi-Oh! Serisinin 6.Spin-off dizisidir.Serinin baş karakteri Yusaku Fujiki'dir.Yusaku, ayakta durmayı sevmeyen ve özellikle de okulda öne çıkmayan bir çocuktur. Ancak, Düello yapmayı bir defalığında denediği için insanlarla karşılaşmalara çekilir.Diğer serilerdeki gibi adı "Yu" ile başlamaktadır.2017 Baharında Arc-V'nin finalinden sonra başlayacaktır.Şu an seri ile ilgili fazla bir bilgi yoktur. Not : Burada yazılan üç tane filmin dışında bir tane daha film vardır ama o animeden önceki başka bir film yani bağımsız olduğu için buraya yazılmamıştır. Yu-Gi-Oh! The Movie : Pyramid of Light Seto Kaiba , Yugi'yi yenmek için Virtual Simulasyonunda defalarca düello yapmasına rağmen amacına bir türlü ulaşamamıştır.En sonunda Yugi'nin 3 mısır tanrı kartının yenmek için Pegasusdan 3 mısır tanrısından daha güçlü bir kart ister.Pegasus'u düelloda yener ve ondaki 2 güçlü kartı alır.Pegasus şaşırır çünkü mısır tanrılarından güçlü sadece bir kart yapmıştır.Kaiba Yugi ile düello yapar.Fakat bu düello sırasında Pegasustan aldığı 2. Kart (Pyramid of Light / Tuzak Kartı) yüzünden Anubis serbest kalır.Şimdi Yugi Kaosa engel olmak için Anubis'i yenmelidir. Yu-Gi-Oh! The Movie : Bonds Beyond Time Paradox , gelecekteki insanlığın yokoluşunu engellemek için zamanda geriye giderek Maximillion Pegasus'u öldürmek istemektedir.Çünkü Düello Canavarları oyununun yaratıcısını ortadan kaldırırsa gelecekte de bir Düello Canavarları olmayacaktır.Çünkü insanlığın yokoluşunu Düello Canavarları yüzünden olduğuna inanmaktadır.Yusei de Paradox'un peşinden gider. (Crimson Ejderhasının gücünü kullanarak zamanda yolculuk yapar.) Öncelikle Jaden'ın zamanına gider ve onu Paradox'tan kurtarır.Daha sonra ikisi birlikte Yugi'nin zamanına giderler.İlk başta Paradox amacına ulaşır ve Stardust Ejderinin (Malefic) gücüyle etrafı yerle bir eder.Bu sırada Pegasus'da yıkılan binaların altında kalarak ölür.Tam o sırada Yusei ve Jaden,Yugi de alarak zamanda biraz daha geriye giderler.Bu yıkımın olmadan hemen önceki zamanda Yugi,Jaden ve Yusei , Paradox ile düello yapmaya başlar.İnsanlığın ve Düello Canavarlarının kaderi bu düellonun sonucuna bağlıdır. Yu-Gi-Oh! The Movie : The Dark Side of Dimensions Akkent, Çal Akkent, Denizli ili, Çal ilçesi sınırları içerisinde bir mahalledir. Akkent'in geçim kaynakları olarak meyve suyu fabrikası ve tarım gösterilebilir. Üzüm başlıca tarımsal üründür. Özellikle bağ bozumu döneminde kasabada yoğun bir çalışma temposu gözlenebilir. Meyve suyu fabrikası ilk etapta Süleyman Topuz tarafından kurulan kooperatifin yönetimindeyken, sonraları kötü gidişe bağlı el değiştirmiş ve satılmıştır. Kış aylarında durgun bir sosyal yapısı olsa da yaz aylarında gurbetçi vatandaşların ve kamu çalışanlarının memleketine tatile gelmesiyle hareketli günler geçirir. Akkent'te uzun yıllardır süregelen en önemli etkinlik Mayıs ayında, Hıdırellez'de keşkek pişirilerek (mırtlak) tüm mahallenin bir arada yemek yemesidir. Birlik ve beraberlik açısından bu önemli olay, 2000'li yılların başından beri çeşitli sosyal etkinliklerle daha eğlenceli hale getirilmiştir. Akkent'in nüfusu 3500 civarındadır. Tabasco (anlam ayrımı) Tabasco biberi Tabasco ("Capsicum frutescens"), patlıcangiller (Solanaceae) familyasından bir cin biber varyetesi. Tabasco sosu ile dünyaca ünlenmişdir. Tabasco bir Meksika eyaletinin adı olmasına rağmen, bu tür önce, büyük çerçevede Louisiana/ABD'de ekilmiştir. Tüm chili tarzı biberlerdeki gibi, tabasco da tipik çalı tarzı bir büyüme gösterir. Bu büyüme, endüstriyel yetiştirmede bitkinin budanması ile güç kazanır. Bitkinin 4 cm uzunluktaki meyveleri ,uç kısımlarda büyür ve ilk başta sarı, daha sonra ise ışıldayan kırmızı renk olur. Scoville acı ölçeğine göre 30.000 ile 50.000 birime kadar ulaşır. Şeyh Şamil Şeyh Şamil (d. 1797, Gimri - ö. 4 Şubat 1871, Medine), Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dini önderi. Kafkas Savaşı'nda Rus karşıtı direnişin lideri ve Dağıstan'la Çeçenya'nın 3. imamı. Türkiye'de Kafkasya Kartalı olarak da adlandırılır. Hamza Bey'den sonra Kafkasya'daki direnişçilerin komutanıdır ve aynı zamanda Nakşibendi şeyhlerinden Seyyid Cemaleddin Kumuki'nin halifelerindendir. Yirmi beş yıl sürdürdüğü savaş ile onu izleyenlerin benimsediği fikir İslam ve tasavvuf bugün de Kafkas halklarını etkilemektedir. Kafkasya'nın hürriyeti için mücadele ettiğinden Dağıstan'da, Kafkasya'da ve tüm İslam ülkelerinde hâlâ ün sahibidir. Kumuk veya Avar kökenlidir. Dağıstan'ın Gimri Köyü'nde 1797 yılında dünyaya gelmiştir. Genç yaşlarda Dağıstan'ın önemli bir dini lideri olan Şeyh Cemalettin Gazi Kumuki'den ders almıştır. On beş yaşında at binip kılıç kuşanmıştır. Yirmi yaşında bir sürü spor dalında yetenek sahibi bir hale gelmiştir. Ayrıca Nakşibendi tarikatında aldığı bu eğitim onda Rusların, Kafkasya'da ortada
n kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek ve yaymak için uğraşmasına, özgürlük, direniş ve İslam Birliği gibi bazı düşüncelerin gelişmesini sağlamıştır. Rus İmparatorluğu'na karşı Dağıstan'da başlattığı savaşını Çeçenistan'da sürdürmüştür. Hatta bir dönem savaş Kuzeybatı Kafkasya'da Çerkesya'nın tamamını da içine almıştır. Dönemin güçlü devletlerinden biri olan Rusların engellemesiyle dost olan ülkelerden gelen yardımlar kesilince, Şeyh Şamil ülkesinin gücünün tükenişini görmüştür. 1859'un 6 Eylül'ünde 70 bin kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra, savaşı sürdürmesinin tehlikeli olduğunu anlayan Şeyh Şamil, Çarlık yetkilileriyle görüşmeler yaparak, silah bırakma yolunu seçti. Rus Çarı II. Aleksandr, Şeyh Şamil'i sarayın kapısında son derece nazik karşıladı ve kılıcını almayarak kendisine olan hayranlığını dile getirdi. Şeyh Şamil, bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga'ya gönderildi. Sürgüne gittiği çeşitli Rus kentlerinde sempati toplayarak günlerini geçirdi. Şeyh Şamil davasına sadık bir insan olarak yaşamıştır; bu uğurda çok sevdiği annesi ile arasında geçen olay tarihe geçmiştir: Savaş dönemlerinde halktan bazıları "artık teslim olalım anlaşma yapalım" diye hayıflanmaya başlamıştır, bunun üzerine Şeyh Şamil teslim olmaktan bahsedene kırbaç cezası vermeyi uygun görmüştür. Bu durumda çekinen halk çareyi Şeyh Şamil'in annesine gitmekte bulmuşlardır. Annesi Şeyh Şamil'e teslim olma teklifini sununca Şeyh Şamil koymuş olduğu kanundan ödün vermemiştir. Cezayı yaşlı bir kadın çekemeyeceğinden, ceza oğluna intikal ettirilmiş, böylece Şeyh Şamil kendini kırbaçlattırmıştır. Sürgünde on yıl kadar geçirdikten sonra Çar, Şeyh Şamil'in hacca gitmesine izin verdi. Kendi isteği ile gönderildiği Kiev'den 31 Mayıs 1869'da İstanbul'a gitti. Gittiği gün sadrazam ve şeyhülislam ile görüştü. Ardından 15 Ağustos 1869'da Dolmabahçe Sarayı'nda Padişah Abdülaziz ile görüştü. Padişah kendisine ve aile bireylerine maaş bağlattı. 15 Ocak 1870’te Abdülaziz’e veda ziyaretinde bulunmasının ardından yedi ay kaldığı İstanbul'dan 25 Ocak 1870'te hac farizasını yerine getirmek için ayrıldı. Şeyh Şamil, 1871 yılında Hac ziyareti için bulunduğu Arabistan'da vefat etmiş ve Medine'de Cennet-ül Baki mezarlığında Rufai tarikatının şeyhi Seyyid Rüfai tarafından cenaze namazı kıldırılarak defnedilmiştir. Lak kökenli müridi Muhammed Emin; başlangıçta Ruslar'a karşı önemli başarılar kazandıysa da, 1859 yılında Şeyh Şamil'in silah bırakmasına rağmen Çerkesya'da mücadeleyi sürdürme kararını almasıyla, tartışmalı bir liderlik yürüttü. Kaldıraç Arşimet'in formüle ettiği kaldıraçlar, destek noktası da denilen sabit bir nokta etrafında dönebilen sistemlere denir. Kaldıracın etrafında döndüğü noktaya destek denir. Uygulanan kuvvetin destek noktasına olan uzaklığına kuvvet kolu, yük ile destek arasındaki uzaklığa yük kolu denir. Bir kaldıraçta kuvvet kolu, yük kolundan ne kadar uzun olursa, bu kaldıraçla kaldırılabilecek yük de o kadar büyük olur. Dengede olan bir kaldıraçta, kuvvetle kuvvet kolunun çarpımı, yükle yük kolunun çarpımına eşittir. Buna kaldıraç bağıntısı denir. Kaldıraçlar, destek noktasının bulunduğu yere göre çift ve tek taraflı kaldıraç olmak üzere iki gruba ayrılır. Desteğin arada olduğu kaldıraçlara denir. Kuvvetin yönünü değiştirir, kuvvetten kazanç sağlar. Günlük hayatta çift taraflı kaldıraca benzer pek çok araç kullanırız. Örneğin makas, pense, levye, kayık küreği desteğin arada, tahterevalli, eşit kollu terazi desteğin ortada olduğu kaldıraca benzer araçlardır. Desteğin uçta olduğu kaldıraçlardır. İki çeşittir: "Kaldıraçta Kuvvet Kazancı:" Basit makinelerde kuvvet kazancı, yükün kuvvete oranı olarak ifade edilir. Kuvvet, desteğe yükten daha uzak olduğunda kuvvet kolu daha uzun olduğu için kuvvetten kazanç vardır. Yük, desteğe kuvvetten daha yakın olduğunda yük kolu daha kısa olduğu için yoldan kazanç vardır. Olympique Lyonnais Olympique Lyonnais, 1950 yılında kurulmuş olan Fransız futbol kulübüdür. Olympique Lyonnais (bazen kısaca OL veya Lyon) 1899 yılında kurulan Fransız futbol kulübüdür. 1950’den önce kulübün ismi Lyon Olympique olarak faaliyet gösteriyordu. Bu tarihten sonra Olympique Lyonnais olarak değiştirildi. Kulüp faaliyetlerini Lyon şehrinin Gerland semtinde gerçekleştirmektedir. 1987’den beri Jean-Michel Aulas Kulübün başkanlığında ve 22 Haziran 2011’den beri Rémi Garde futbol takımının teknik direktörlüğünde görev yapmaktadır. Kulüp 1989’dan beri Ligue 1’de oynamaktadır. Futbol takımı maçlarını Lyon’da bulunan Stade de Gerland’da oynamaktadır ve Centre Tola Vologe’da ise idmanlarını yapmaktadır. Kulübün 7 Fransa Lig Şampiyonluğu, 4 Coupe de France ve 1 Coupe de la Ligue sahibidir. Kulübün zirve yılları 2002 ve 2008 arasında gerçekleşmiştir. Bu yıllarda şu an bir rekor olan üst üste 7 Fransa ligi şampiyonluğu, 1 Fransa kupası ve 1 Fransa Lig kupası elde etmiştir. Uluslararası arenada Olympique Lyonnais düzenli olarak Avrupa kupalarına katılmaktadır. 2008’e kadar Avrupa’nın en büyük ve en zengin kulüplerini birleştiren G-14’e de üye olan Lyon Kulübü bu topluluğun çözülmesiyle 15 kurucu üye kulüple birlikte Avrupa Kulüpler Birliği’nin de (ECA) kurucu üyesidir. Güneybatı Kafkas Geçici Hükûmeti Güneybatı Kafkas Geçici Hükûmeti (Osmanlı Türkçesi: Cenub-ı Garbi Kafkas Hükümet-i Muvakkate-i Milliyesi / Cenub-ı Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi), 17-18 Ocak 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen Büyük Kars Kongresi'nin sonucunda kurulan ve 12 Nisan'da İngilizlerin Kars'ı işgal etmeleriyle son bulan geçici hükûmet. Elviye-i Selâse'nin tamamını kapsamakta birlikte Kars (Hükûmet merkezi), Batum, Ahıska, Ahılkelek, Artvin, Ardahan, Acara, Posof, Çıldır, Göle, Oltu, Karakurt, Sarıkamış, Karapınar, Kağızman, Kulp, Iğdır, Serdarabat, Aralık, Nuraşen, Nahçıvan, Culfa ve Ordubad gibi yerleri kapsamaktaydı. Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti veya Kars Cumhuriyeti adlarıyla da bilinir. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe tarafından kaldırılmıştır. 9 Ekim 1918'de Ahıska Hükümet-i Muvakkatası, 3 Kasım'da Aras Türk Hükümeti, 5 Kasım'da Kars İslâm Şurası kurulmuştur. 15 Kasım'da Birinci Kars Kongresi düzenlenmiş ve sekiz kişilik Muvakkat Heyeti seçilmiştir. 30 Kasım'da İkinci Kars Kongresi (Kars İslâm Şurası Büyük Kongresi) düzenlenmiş ve Millî Şura Hükumeti kurulmuştur. Aras ve Ahıska'daki hükumetlerini birer şubesi sayarak Millî Şura Hükumetine katılmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti ordusu birliklerinin Güney Kafkasya'dan çekilmesini öngörmüştür. Osmanlı Devleti bu hükme uyarak 4 Aralık 1918 tarihinde askerlerini 1877 yılından önceki Rusya sınırına aynı uzaklıktaki yere çekecektir. Fakat Kars'tan askerlerini 2 ay sonra çekme kararı almıştır. Bu kararın nedeni halkın bölgede bir hükümet kurmasına zaman vermektir. Çünkü askerlerin geri çekilmesi ile Elviye-i Selase denen Kars, Batum ve Ardahan, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti işgaline açık bir hale gelecektir. Bunun üzerine 29 Ekim 1918 tarihinde Ahıska ve Ahılkelek çevresinde "Ahıska Hükümet-i Muvakkatası" (Ahıska Geçici Hükümeti), 3 Kasım 1918 tarihinde Emir Bey Ekberzâde başkanlığında, merkezi Iğdır olmak üzere "Aras Türk Hükümeti" ve 5 Kasım 1918'de Kepenekçi Emin Ağa (Emin Ağa Borçalı) ve Piroğlu Fahreddin Bey başkanlıklarında merkezi Kars olmak üzere "Kars İslâm Şûrası" kurulmuştur. 30 Kasım 1918 tarihinde Kars'ta toplanan kongrede bu üç hükümet "Kars Millî İslâm Şûrası Merkez-i Umumisi" adı altında birleşmiştir. Başkanlığına Cihangirzade İbrahim Bey seçilmiştir. 60 yöresel temsilcinin katıldığı bu kongre ile Kars, Oltu, Kağızman, Igdır, Sarıkamış, Ardahan ile Türklerin veya Müslümanların yaşadığı Ahılkelek, Ahıska ve Batum gibi şehirlerde yaşayan halk örgütlenmiştir. 17 Ocak 1919 ve 18 Ocak 1919 tarihlerinde Dr. Esat Oktay Bey başkanlığında Kars'ta toplanan kongreye 131 temsilci katılmış ve kongrede Kars Millî İslâm Şûrası'nın adı "Cenûb-i Garbî Kafkas Hükûmet-i Muvakkata-i Milliyesi" (Güneybatı Kafkasya Milli Geçici Hükümeti) olarak değiştirilmiştir. Başkanlığına yine Cihangirzade İbrahim Bey seçilmiştir. Bu geçici hükumet, 18 maddeden oluşan anayasası ve yeşil ve kırmızı zemin üzerinde bulunan ay-yıldızlı bayrağı kabul edip; 12 üyeli bir bakanlar kurulu ve halkın oyu ile seçilen 131 milletvekilli bir parlamento kurmuştur. 25 Mart 1919 tarihinde bu meclis "Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi" adını almıştır. Hükümet Kars'ın dışında Artvin, Ardahan, Batum, Gümrü, Sarıkamış, Nahcivan, Ordubad ve Iğdır'ı sınırları içinde saymıştır. Bölgede bulunan İngilizler, yerel hükümetin çalışmalarına bir süre göz yumdular. Ancak 19 Nisan 1919’da Kars’ı işgal ederek hükümetin varlığına son verdiler. Hükümetin 12 üyesini tutuklayarak önce Batum’a, sonra da Malta’ya sürdüler. İngilizlerin Ermenilere devrettiği Kars, 1920 sonbaharında Kâzım Karabekir komutasındaki Türk birliklerinin bölgeyi ele geçirmesine kadar bir buçuk yıl işgal altında kaldı. Malta'ya sürgüne gönderilen isimler aşağıdaki gibidir. Çerkesya Çerkesya ya da Çerkezistan (, , , ), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının atalarının anavatanıdır. 13. yüzyıldan beri bilinen Çerkes adının kökeni hakkında değişik görüşler vardır. Bir görüşe göre ‘Çerkes’ antik çağda Yunanların bugünkü Novorossiysk (Tsemez) ve Gelencik arasında yaşayan yerel bir kabileye verdikleri ‘Kerket’ adından gelmektedir. Başka bir görüşe göre, Çerkes adını onlara Ortaçağ’da komşu Türk halkları vermiştir. Başka bir görüşe göre ise kökeni Farsçadır. Etimolojisi de bu görüşler kadar farklıdır (‘çeri (asker) kişi’, ‘çeri (asker) kesen’, ‘cer (yer) kazan’ vb.) Kafkasya’ya yakın coğrafyadaki dillerde isim ‘Çerkes’ olarak yerleşmiştir. Bu dillerden alıntı yapan birçok Batı dilinde de aynı ya da benzerdir (Alm. Tscherkessen, İng. Circassia
n, Fra. Circassien). Çerkesler kendilerine Adığe adını verirler. Komşu halklardan Abazalar (Abhazlar) Çerkesleri Azıhua, Osetler de Kaşgon/Kasgon olarak adlandırır. Rusçada önceleri Çerkes adı altında bütün Adığe grupları tanımlanırken, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında terminoloji değişime uğradı ve kurulan idari birimlere göre adlandırma yapıldı. Adıgey’de yaşayan Çerkesler ‘Adıgeyli’ (adıgeyetsı), Karaçay-Çerkes’tekiler ‘Çerkes’ (çerkesı), Kabardey-Balkar’dakiler ‘Kabardey’ (kabardintsı), Şapsığ Ulusal Bölgesi’ndekiler de ‘Şapsığ’ (şapsugi) adlarıyla Adığelerin alt etnik grupları ilan edildi. Rusçada bugün de kullanılmaya devam eden bu terminolojiye göre ‘Çerkes’ aslında etnik değil, sadece Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’ndeki Çerkesleri belirten coğrafi bir tanımdır. Dolayısıyla Rusçada 1920’lerden önceki ve sonraki ‘Çerkes’ terimi farklı anlamlara gelmektedir. Son yıllarda buna karşı eleştiriler artmakta ve tarihi/etnik adlandırmaya dönme eğilimleri artmaktadır. Türkiye’de ise farklı bir karışıklık söz konusudur. Çerkesler dışında Anadolu’da Kafkas göçmeni olarak Abaza, Oset, Çeçen, Karaçay, Dağıstanlı Avar-Lezgi halkları da yaşamaktadır. Yaklaşık 150 yıl önce Osmanlı topraklarına gelen Kuzey Kafkasyalı göçmenlerin büyük çoğunluğunun Çerkes olması; kıyafet, gelenek görenek, dans ve müzik vd. kültür öğelerinin benzerliği gibi nedenlerle diğer Kafkas halkları da bu coğrafyada Çerkes olarak adlandırılmıştır. Anadolu’nun bazı bölgelerinde bu dış algı zamanla içselleştirilmiş ve seçkinler tarafından da siyasi olarak formüle edilmiştir. 1990’larda başlayan bilgilenme ve yeniden kimliklenme sürecinde bu terminoloji de değişmeye ve yerli yerine oturmaya başlamıştır. Çerkesya sınırları Kırım'dan başlayarak zorlu Kafkas dağları'na kadar uzanır.Batıda sınırlar Kırım ve Taman Yarımadası'ndan ve Karadeniz'den Terek ırmağına kadar yani bugünkü Kabardino-Balkarya ve Kuzey Osetya'ya kadar olan bölgeye Çerkesya denir.Aslında Çerkesya'nın tam olarak belli bir sınırı yoktur ama Çerkeslerin tarihi bölgelerine bakacak olursak bugünkü Krasnodar Krayı,Rostov Oblastı'nın güney yamaçları,Stravropol Krayı,Karaçay-Çerkesya,Kabardino-Balkarya,Kırım,Adıge Cumhuriyeti ve Ukrayna topraklarına denk gelmektedir.Çerkesler özellikle 1.yüzyılda ve 12.yüzyıllarda çok güçlenmiş ve bu toprakların tümüne ve büyük bir bölümününe egemen olmuştur ki Moğol ve Altın Orda devletini saldırılarıyla ve Kırım Hanlığının baskılarıyla bugünkü yerlerine yani Kuban Nehri'nin güneyine çekilmiştir. Çerkes tarihi kronolojisi, 1500 ile 1864 tarihleri arasında varolan Çerkesya'nın 2005 yılına kadar olan tarihi kronolojisini içermektedir. Çerkeslerin anavatanı Osmanlı kaynaklarında Çerkezistan, Batılı ve Rusça kaynaklarda ise Çerkesya olarak adlandırılan, Kuzey Kafkasya’nın batı ve orta bölgesidir. Çarlık Rusyası’nın 1800’lerin başından itibaren bölgeyi işgali ve kolonizasyonuyla birlikte Çerkesya’nın etnik haritası da değişmiştir. 1864’te savaşın bitmesi ve Çerkeslerin Osmanlı topraklarına sürgün edilmesiyle ülkenin büyük bölümünde Çerkes yerleşimlerinin varlığı sona ermiştir. Çerkesler bugün Kafkasya’da, 1920’lerde Sovyetler Birliği’yle birlikte kurulan ve tarihi Çerkesya’nın küçük bir bölümünü kaplayan üç idari birimde (Adıgey, Kabardey-Balkar ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetleri) yaşıyorlar. Ayrıca Krasnodar Krayı’nda (Lazarevsk ve Tuapse) ve Kuzey Osetya sınırları içindeki Mozdok’ta az sayıda Çerkes bulunuyor. Türkiye’de 600 civarında Çerkes yerleşimi Trakya, Doğu ve Güneydoğu bölgeleri hariç bütün Anadolu’ya dağılmıştır. En yoğun Çerkes yerleşimi Sinop, Samsun, Çorum, Amasya, Tokat, Yozgat, Sivas, Kayseri, K.Maraş, Adana hattı ile orta batı Anadolu’da ve Marmara bölgesinde (Eskişehir, Bilecik, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Yalova, Sakarya, Düzce) bulunmaktadır. 1863-65 yıllarında yoğun olarak yerleştirildikleri Balkanlar’ı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında terk etmek zorunda kaldıkları için bugün Balkanlar’da Çerkes yerleşimi yoktur. Kosova’da kalan son Çerkes topluluğu da 1998 yılında Kafkasya’ya dönmüştür. Türkiye dışında, eski Osmanlı toprakları olan Suriye, Ürdün ve İsrail’de Çerkesler yaşamaktadır. Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce "Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi" başlığıyla bir ön çalışma yapılmış. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre Çerkeslerin 1891 yılındaki nüfusu 161.950 kişidir. Günümüzde Rusya dışında Çerkes kabul edilen yakın halklar ise Rusya'da Çerkeslerden ayrı tutulmuştur (Nah-Dağıstan dillerini konuşanlar hariç): Ubıhlar 25.000 (1867), Abhazlar 60.000 (1886) {Abazinler yer almamış}, Balkarlar (Балкары) 3.000 (1875), Karaçaylar (Карачаевцы) 25.000 (1891), Osetler (Осетины) 164.490 (1886) Evliya Çelebi 1660’lı yıllarda gezip gördüğü Çerkes topraklarında konuşulan Çerkesçeyi "yüz kırk yedi lisanın hepsini gayet güzel yazdım ama bu Çerkes lisanı gibi saksağan sadalı lisanı yazamadım" demiştir. Rusya'da 1920 sonrasında üç lehçede (Doğu Çerkesçesinden Kabardey ile Batı Çerkesçesinden Çemguy ve Şapsığ) yazılan dört bölgesel edebiyat (Kabardey, Şerces, Adigey ve Şapsığ) doğmuştur. Bu dört edebiyattan ikisi, yani Kabardey ve Şerces bölgesel edebiyatları (bazı önemsiz kelimeler dışında) Kabardey edebî dilini benimsemiştir. Bu dört edebiyat 1945 yılına değin sürmüş, aynı yıl Şapsığların özerkliğine son verilmesi ile birlikte, Şapsığ edebiyatı ve yazılı yaşamı da son bulmuş, geriye sadece iki edebiyat dili (Kabardey ve Adigey) ve üç bölgesel edebiyat kalmıştır: Kabardey, Şerces (Çerkes) ve Adigey. Adığe edebiyatının sözlü ürünleri Abhaz ve Abaza dili ürünlerinden daha süslü ve duygulu olan anlatımlarıyla farklılaşır. 14 Mart 1853 tarihinde Abzehlerden Vımar/Wumar Bırsey ("Бырсэй Умар, Бэрсей Умар", Rusça: "" 1807—1870) tarafından Tiflis'te ilk Adığe alfabesinin ve Adığece Sözlüğün ("Адыгэбзэ псэлъалъэр") yayımlandığı günün anısına her yıl Çerkesler tarafından 14 Mart Çerkes Dili Günü ya da Adığe Dili Günü/ Adığece Günü olarak kutlanmaktadır. Eskiden Ubıhça konuşmuş olan Ubıhların da anadili haline haline gelen Çerkesçe, Çerkes Ermenileri ile Çerkes Rumları (Urımlar) tarafından konuşulduğu gibi, Karaçay, Balkar ve Abazalar (Abazin) arasında da konuşulabilmektedir. Sözlü edebiyatın başlıca türleri şarkılar ve türküler ile bilmece, atasözü, masal, öykü, tekerleme, vb'dir. Anlatımlarda sık sık mecaza başvurulur. Sözlü ürünler içinde en geniş yeri tutan ve birçok öğesi eski Grek destanlarını hatırlatan Nart destanları ya da Nartlar 1946-1968 yılları arasında derlenen ve biriktirilen 705 tekstin bir araya getirilmesiyle 1968-1971 yılları arasında Maykop'ta yayımlanmıştır. Destan yeni derlemelerle 8 cilde ulaşmıştır. Destan 31 bölüme ayrılmaktadır. Her bir bölüm ayrı bir Nart kahramanını yaşamına ayrılmaktadır. Yaklaşık üç asırlık Koç'as destanı daha çok Batı Çerkeslerinde görülür. Çerkeslerde geleneksel din ("диныр") geçmişte animizm olsa da, günümüzde Kuzey Osetya’nın Mozdok rayonunda yaşayan 3 bin kişilik bir Hıristiyan topluluk dışında Çerkeslerin tamamı Müslümandır. Çerkeslerin geleneksel inançları örfî habze kuralları çerçevesinde animizm ve büyüye dayanırdı. Çerkesler suya, ateşe, bitkilere, ormanlara, kayalara, gök gürültüsüne ve yıldırımlara tapmışlardır. İbadet, dans ve müzik eşliğindeki tapınma eylemlerini, tapınak olarak kullanılan kutsal korularda yaparlardı. Töreni "thamate/thamade" adı verilen yaşlı bir bilge-rahip yönetir, törene "huaho" denilen, anlamı olmayan sözler ve yakarışlardan oluşan dua ve dilek şarkıları eşlik ederdi. Böylece hastalıklardan ve yeni doğan bebekleri nazardan korumak amaçlanırdı. Çerkeslerin mitolojik inançlarına Nart destanlarında rastlanmaktadır. Çerkeslerin baş tanrısı Tha için «büyük tanrı» anlamında Thaşho adı da kullanılır. Bu baş tanrı dışında yardımcı diğer tanrılar şöyledir: yaşam/ruhlar tanrısı, bereket/tarım ürünleri tanrısı, gök tanrısı, çiftçilerin koruyucu tanrısı, sığırların koruyucusu olan tanrı,atlıların koruyucu tanrısı, avcıların muhatap olduğu ormanların koruyucu tanrısı, çobanların muhatap olduğu koyunların koruyucu tanrısı, "Tlepş/Лъэпшъ" demirci ve ateş tanrısı ve tıbbın kruyucusu, denizlerin su tanrıçası, ırmakların su tanrıçası, bahçelerin koruyucusu olan tanrıça, "Тлохумишх" ile "Шеберис" Созерис'e yakarırken adları geçen tanrılar, öküz pulluklarının koruyucusu olan tanrı, gök tanrısı 8. yüzyılda Bizans'tan kaçan yaklaşık 20 bin Yahudinin ("джуртхэр" Curtḫer) Kafkasya'ya yerleşmesi ve Türk kökenli Musevi Hazar Kağanlığı ile kurulan ilişkiler sonucu bazı Çerkes kabileleri geçmişte Museviliği seçmiştir. Kafkasya’da Kuzey Osetya’nın Mozdok rayonunda yaşayan 3 bin kişilik bir Hıristiyan Kabardey topluluk yaşamaktadır. Günümüzde Kuzey Osetya'nın üç köyünde ve Stavropol Krayının bir köyünde Hıristiyan Çerkesler bulunmaktadır. Günümüzde 3 bin kişilik bir Hıristiyan topluluk dışında Çerkeslerin tamamına yakını Sünni Hanefi Müslümandır ("мыслимэн"). Çerkesler 16-17. yüzyıllardan itibaren Osmanlı Türkleri ve Kırım Tatarları aracılığıyla görece geç Müslüman olan bir toplumdur. Kırım Hanlığı’nın Çerkeslerle ilişkileri sonucu İslamiyet 16. yüzyılda Kabardey bölgesinden Hatujuka Adil Girey’in ve Molla İshak Abuk’un yardımları ile girmiştir. Osmanlı Türkleri ve Kırım Tatarları aracılığıyla yayılmaya başladığı anlaşılan Müslümanlık 17–19. yüzyıllarda güçlenmiştir. Ferah Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti tarafından Kafkasya bölgesine muhafız olarak gönderilmesinden sonra, İslamiyet’in yine Osmanlıdan gelen Çerkes asıllı hocalar vasıtası ile tanıtılmasına hız verilmiştir. 19. yüzyılda İslamiyet Kabardeyler dışında Çerkes kabileleri arasında pek yaygın olmadığı gibi, Çerkes toplumunda müslüman ulema sınıfı da henüz oluşmamıştı. Din adamları Çerkesler arasında sayı ve sosyal etki açısından önemli bir tabaka meydana getirmemişlerdi ve o dönemd
e Dağıstan ve Çeçenistan’da olduğu gibi toplumsal güce sahip değillerdi. Doğrusal dönüşüm Doğrusal dönüşüm, bir fonksiyon çeşididir. "T", "M" boyutlu bir vektörden "N" boyuta bir doğrusal dönüşüm ise, o zaman; formula_1 ve herhangi bir sayı olan "c" için: formula_2 Eğer bu koşullar "T" için doğruysa, o zaman "T" ,doğrusal bir dönüşümdür. Her doğrusal dönüşüm, formula_3 olarak ifade edilebilir. Burada "A", bir matris'i temsil etmektedir. Diyelimki "V" ve "W" vektör uzayı aynı "K" alanı üzerinde olsun. Bir fonksiyon"f": "V" → "W" idi.Herhangi iki vektör x ve y in "V" ve herhangi skaler α ve "K" bir "lineer haritalama' ise , aşağıdaki iki koşul tatmin edici: Bu vektörlerin herhangi bir doğrusal kombinasyonunun için de aynı gereken eşdeğerdir,"x", ..., "x" ∈ "V" ve skalerler "a", ..., "a" ∈ "K", aşağıdaki eşitlik tutar: α = 0 açı 1'in homojenitesi için denklem 0 ve 0 sıralanarak Vektör uzaylarının sıfır unsurlar ifade eden"V" ve "W" , bunlar aşağıdadır. "f"(0) = 0 sağlıyor, Bazen,"V" ve "W" farklı alanlar üzerinde vektör uzayları olarak kabul edilebilir.bu temel alanların tanımında kullanılmakta "doğrusal" olduğunu daha sonra belirtmek gerekir.Biz "K"-lineer haritalaması hakkında konuşuyoruz,eğer "V" ve "W" alanın üzerine uzay olarak kabul edilen"K" yukarıdaki gibi ise,Örnek için,karmaşık sayıların eşlenik bir R-lineer haritalamadır C → C, amaC-lineer değildir. lineer harita "V" den "K"ya (bir vektör uzayı kendi üzerinde "K" ile gösterilen ) bir doğrusal fonksiyonal olarak adlandırılır. Bu tabloların genellemesi herhangi bir halka üzerinde"R" değişiklik olmadan sol-modül "M"dir . R iki-boyutlu uzay 2 × 2 gerçek matris. doğrusal haritalar açıklanmıştır.Burada bazı örnekler: Radikalizm Radikalizm veya köktencilik; köktenci yöntemlerle değerler sistemi ve devrimsel yollar çerçevesinde toplumsal değişim ve toplumsal yapılara odaklanan siyasi ilkeleri savunur. Latince "kök" anlamına gelen "radix" sözcüğünden türemiştir. Kullanımı toplumsal düzeni büyük oranda etkileyen değişimler içeren aşırı siyasi reformlar üretmeye çalışmak veya bunları desteklemek. Radikalizm başlı başına aşırı bir siyasi görüşe inanmak veya aşırı bir siyasi görüşü desteklemek olabileceği gibi, aşırı olmayan veya aşırı bir görüş olarak doğmamış bir siyasi düşünceyi aşırı unsurlarla yeniden ele almak olabilir. "Aşırılık" anlayışı subjektif olabileceği için radikalizm görüşü de subjektif olabilir. Ondokuzuncu yüzyıl "Siyasal Bilimi Ansiklopedisi" (1881, 1889) radikalizmi şu şekilde tarif ediyor:"radikalizm ilkelerinden ziyade uygulamaları ile karakterizedir". Ural Altay Dil Ailesi Ural Altay Dil Ailesi, 19. yüzyılda ve bazı ülkelerde 20.yy ortalarına kadar yaygın biçimde kabul edilen, Ural ve Altay dillerini bir arada toplayan hipotezdir. Dillerin arasındaki tipolojik benzerliklerin, aynı atadan gelmelerinden değil, yoğun ödünçlemeler ve uzun temaslar sonucu oluştuğu varsayılmaktadır. Günümüzde Ural-Altay dil ailesi ile birlikte, bu dil ailesini Altay dilleri ve Ural dilleri olarak ikiye ayırılması da sıklıkla kabul görmektedir. Bu ailenin Altay kolu Azerice,Türkçe, Moğolca, Mançuca ve Tunguzca'dır. Macarca, Fince ve Estonca ise bu ailenin Ural kolundandır. Korece ile Japonca'nın da Ural-Altay dil ailesine ait olduğunu gösteren çalışmalar da mevcuttur. Günümüzde çoğu dil bilimci Ural ve Altay ailelerindeki benzerlikleri "tarihsel orijin" veya "yakınsama" ile sonuçlanmış karşılıklı etkileşim ile açıklamaktadır. Ural ve Altay dil aileleri arasında ünlü uyumu, sondan eklemelilik, cümlede özne-nesne-yüklem sıralaması ve dillerin dilbilgisel olarak cinsiyetsiz olması gibi güçlü yapısal benzerlikler vardır. Ural/Altay dil ailesi konuşanların sayısı 750 milyonu bulur. Ural kolunda (dil ailesi) mensup bir dili konuşanların sayısı 50 milyon, Altay koluna (veya dil ailesi) mensup bir dili konuşanların sayısı 700 milyonu bulur. Ural Kolu dilleri üç ana gruba ayrılmaktadır. Bunlar, Fin/Ugor dilleri, Samoyed dilleri ve Yukagir dilleri. Ural dilleri günümüzde yaklaşık 50 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Fin/Ugor dilleri kendi arasında iki gruba ayrılır: a. Fin dilleri: Bu diller dört grupta incelenir. Yandaki alanda görülen haritada mavi alan bu grubun yayıldığı coğrafi alanı göstermektedir: b. Ugor dilleri: Macarca, Hantıca, Mansice Bu dillerin yayıldığı coğrafi alan yeşil ile gösterilmiştir. İki dilden oluşmaktadır: Kuzey Samoyedçe ve Güney Samoyedçe. Konuşulduğu alan yandaki haritada turuncu renkte gösterilmiştir. Kuzey Samoyedçenin lehçeleri; Enets, Nenets, Yurak, Nganasan, Tavgy/Tawgi, ve Yurats'tır. Güney Samoyedçe lehçeleri ise Kamasça/Kamas, Mator ve Selkup. İki lehçeden oluşmaktadır. Kuzey Yukaghir ve Güney Yukaghir. Konuşulduğu alan pembe renkte yandaki haritada gösterilmiştir. Altay kolu dillerini konuşan insanların sayısı 700 milyonu bulur ve Ural dağlarının güneyinden Japon denizine kadarki bölgede konuşulur. Bu dil ailesi üç ana gruba ayrılır. Türk dilleri, Moğol dilleri ve Tunguz dilleri. Tartışmalı olmakla birlikte Japonca ve Korecede bu kola dahil edilir. Fakat son zamanlarda yapılan karşılaştırmalı çalışmalar, Japonca ve Korecenin bu gruba girdiğini göstermiş ve bu tartışmalı durum ortadan kalkmıştır. Japon dili ve Kore dilinin de Altay grubuna dahil olduğu da bilim çevrelerinde kabul görmektedir. Samuel Martin ve Miller'ın 1960'lardan sonraki çalışmaları sonucunda Japonca Altay dilleri arasında gösterilir. Steve Young Steve Young (11 Ekim 1961, Salt Lake City, Utah) Amerikan Futbolunda "Quarterback" pozisyonunda oynamış eski bir sporcu. Kariyerinin en büyük başarılarını San Francisco 49ers takımının forması altında almıştır. Uzun yıllar bu takımda Joe Montana'nın yedeği kalan Young, 1990 Playoff maçlarında Montana sakatlık geçirince onun yerine geçmiştir. 1991 yılında "MVP" seçilen Young, asıl büyük başarısını 1994'de San Diego Chargers karşısında, XXIX. Super Bowl maçında takımını şampiyonluğa taşımasıyla elde etmiştir. Bu maçta "XXIX. Super Bowl MVP" si seçilen Steve Young attığı 6 Touchdown pası ile Super Bowl rekoru kırmıştır. Daha önceki rekor sahibi ise, 5 Touchdown pası ile Joe Montana'dan başkası değildir. Young 1999 yılının sonuna kadar "San Francisco 49ers" takımında oynamıştır.Young'ın "Quarterback Rating"i ("Quarterback pozisyonunda oynayanların istatistikleri") tüm zamanların en yüksek ratingidir. Lineer cebir Doğrusal cebir ya da Lineer cebir; Matematiğin, yöneyler (vektör), yöney uzayları, doğrusal dönüşümler, doğrusal denklem takımları ve dizeyleri (matris) inceleyen alanıdır. Yöney uzayları, modern matematiğin merkezinde yer alan bir konudur. Bundan dolayı doğrusal cebir hem soyut cebirde hem de fonksiyonel analizde sıkça kullanılır. Doğrusal cebir, analitik geometri ile de alakalı olup sosyal bilimlerde ve fen bilimlerinde yaygın bir uygulama alanına sahiptir. Modern doğrusal cebirin geçmişi 1843 ve 1844 yıllarına dayanır. 1843'te William Rowen Hamilton Kuaterniyonları keşfetti. 1844'te Hermann Grassmann "Die lineale Ausdehnungslehre" adlı kitabını yayınladı. Arthur Cayley, doğrusal cebirin en temel fikirlerinden birisi olan dizeyleri 1857 yılında tanıttı. Ne var ki doğrusal cebir, asıl büyük atılımlarını 20. yüzyılda yapmıştır. Doğrusal cebirin temelleri yöneylerin incelenmesinde yatar. Burada sözü edilen yöney, yönü ve büyüklüğü olan bir doğru parçasıdır. Yöneyler vektör olarak da bilinir. Yöneyler kuvvet gibi fiziksel birimlerin ifade edilmesinde kullanılabilir. Birbirlerine eklenebildikleri gibi sabit bir skalerle de çarpılabilirler. Böylece basit bir reel yöney uzayının oluşumu gösterilebilir. Modern Doğrusal Cebir, 2 ve 3 boyut sınırlamasını kaldırarak isteğe bağlı veya sonsuz boyutlu uzaylarda işleyebilecek şekilde genişletilmiştir. 2 ve 3 boyutlu uzaylardaki sonuçların büyük bir kısmı n-boyutlu uzaylarda da geçerlidir. N boyutlu bir uzayın görselleştirilmesi zor gibi görünse de aslında bu tür uzaylar temel bilimlerde ve günlük hayatta sık kullanılır. Örneğin 8 ülkenin ulusal gelirini listelediğimiz zaman bu liste 8 boyutlu bir vektörü ifade eder. Bu vektördeki her bir elemanın bir ülkenin ulusal gelirini temsil ettiğini söyleyebiliriz. Matematikte, soruna doğrusal bir açıdan bakıp, dizey cebiriyle ifade ettikten sonra onu dizey işlemleriyle çözmek, matematikte sık kullanılan uygulamalardan birisidir. Örneğin doğrusal denklem dizgeleri (sistem) matris yardımıyla ifade edilip çözülerek denklemin kökleri elde edilebilir. Aşağıda üç boyutlu bir sütun yöneyi görülmektedir: Burada ise 4 boyutlu bir satır yöneyini görmekteyiz: Son olarak 4 satır ve üç sutundan oluşan bir dizey örneğini şöyle gösterebiliriz: vektor uzayı doğrusal cebirin ana yapısıdır.Bir F alanı üzerinde bir vektör uzayı bir "V" kümesi ile birlikte iki ikili işlemdir."V"nin ögelerine "vektör" ve F in ögelerine "skaler" denir. . Aşağıdaki listede diyelimki "u", "v" ve "w" be "V" içinde keyfi vektörler , ve "a" ve "b" in F içinde skalerler olsun. Verilen bir F alanı üzerinde "V" ve "W" iki vektör uzayı, bir doğrusal dönüşüm (ayrıca doğrusal gönderme, doğrusal gönderim veya doğrusal işlemci) bir göndermedir bu toplam ve skaler çarpım ile uyumlandırılabilir: "u","v" ∈ "V" herhangi iki vektör ve bir skaler "a" ∈ F için. toplanabilir herhangi iki vektör "u", "v" ∈ "V" ve skaler "a", "b" ∈ F için: Yine diğer cebirsel nesnelerin teorileri ile analog olarak, lineer cebir vektör uzaylarının kendileri vektör alanlarının altkümeleriyle ilgilenmektedir, bu alt kümeler doğrusal alt uzayı olarak adlandırılır. Örneğin, aralık ve doğrusal bir eşleme bölgesinin hem çekirdek hem de alt uzayları vardır ve bu nedenle sık sık aralık alanı olarak adlandırılır ve boşuzay; bu altuzayların önemli örneklerdir. Bir altuzayı oluşturmanın bir diğer önemli yolu da doğrusal kombinasyona almaktır, "v", "v", …, "v" vektörlerinin bir kümesi: burada "a", "a", …, "a" skalerlerdir.Vektörlerinin doğrusal tüm bileşimlerinin kümesi "v", "v", …, "v" buna germe denir, bunun bir altuzay formudur. Tüm sıfır katsayısı ile vektö
rlerinin herhangi bir sisteminin bir lineer kombinasyonu "V" sıfır vektörüdür.Bu lineer bir kombinasyonu olarak sıfır vektör ifade etmek için tek yoldur "v", "v", …, "v" ise bu vektörler doğrusal bağımsızdır.Verilen bir vektörler kümesinin bu vektörlerinin bir uzay gerimi, eğer herhangi vektör "w" diğer vektörlerin doğrusal kombinasyonu(ve böylece kümeleri doğrusal bağımsız değildir), ise biz eğer "w" kümesinden germeyi kaldırırsak aynı kalacaktır. Böylece, doğrusal bağımlı vektörlerin kümesi bir doğrusal bağımsız alt kümesi aynı alt uzayı kapsar anlamında gereksizdir. Bu nedenle, bir vektör uzayı "V" yi geren vektörlerin lineer bağımsız kümesinin içinden daha çok ilgiliyiz, buna "V"nin tabanı deriz. Vektörlerin herhangi kümesi that spans "V"nin gerilmiş bir tabanını içerir, ve "V" içindeki vektörlerin herhangi doğrusal bağımsız kümesi bir tabana gerilebilir(yayılabilir). Bu çıkıyor ki biz seçim aksiyomu olarak kabul edersek, her vektör uzayının bir tabanı var; yine de, bu doğal olmayan baz olabilir, ve gerçekten de, hatta constructable olmayabilir. Örneğin, burada Kesirli üzerinde bir vektör alanı olarak kabul edilen reel sayılar için bir temel var, ama hiçbir açık temel inşa edilmemiştir. "V" vektör uzayının herhangi iki tabanı aynı kardinalitesi varsa, buna "V"nin boyutu denir. Bir vektör uzayının boyutu vektör uzayı için boyut teoremi ile iyi-tanımlıdır. Eğer "V"nin bir tabanı ögelerin sonlu sayısı varsa, "V" ye bir sonlu-boyutlu vektor uzayı denir. Eğer "V" sonlu-boyutludur ve "U" "V"nin bir altuzayıdır, ise dim "U" ≤ dim "V".Eğer "U" ve "U" "V"nin altuzayı, ise Birçoğu sonlu boyutlu vektör alanlarına önemi sınırlar. Lineer cebir temel bir teoremi aynı boyutun tüm vektör uzaylarının izomorf olduğunu belirtiyor, esyapının karakterize edilmesi için bir kolay bir yol verir. II. Dünya Savaşı sonrası düzeni ile ilgili konferanslar II. Dünya Savaşı süresince müttefikler arasında yürütülen diplomatik konferanslardan dört tanesi savaştan çok savaş sonrası dünya düzeni ile (BM’nin kurulması, savaş sonrası tahsis edilecek barışın korunması gibi) ilgilidir. Bu konferanslar şunlardır: Moskova Konferansı (1943) 1943 yılı Ekim ayında Moskova’da Dışişleri Bakanları düzeyinde toplanan, Tahran Zirvesi’nin hazırlığı niteliğindeki ve II. Dünya Savaşı’nın yürütülmesinin yanı sıra savaş sonrası düzen ile ilgilenen Konferastır. Savaş sonrası düzeni için yapılan ilk toplantı olarak kabul edilmektedir. Konferans, Türkiye açısından da önem taşımaktadır. Konferansa Birleşik Krallık'tan Sir Anthony Eden, ABD’den Cordell Hull, Sovyetler Birliği’nden Vyacheslav Molotov ile Çin Dışişleri Bakanı katılmıştır. Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı nihai zafere kadar savaşacağı konusunda güvence verdi. Daha önce böyle bir güvence yoktu ve Sovyetler Birliği’nin Almanya ile anlaşmasından korkulmaktaydı. Böylece, müttefikler arasında kuşkular silinmiş oldu. Sovyetler Birliği, savaştan sonra kurulacak olan uluslararası kuruluşu destekleyeceğini söyledi. II. Dünya Savaşı sırasında, uzunca bir süre, Milletler Cemiyeti’nin savaştan sonra faalıyet göstereceği düşünülmüştü. Ancak, Milletler Cemiyeti uluslararası alandaki saygınlığını yitirmişti. ABD Milletler Cemiyeti’ne üye değildi ve üye olacağı yeni bir örgütün kurulmasını istiyordu. Sovyetler Birliği ise Finlandiya’ya saldırması yüzünden Milletler Cemiyeti’nden atılmıştı. Moskova’da yeni bir uluslararası örgütün kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. Konferansta, 1938 yılında Almanya tarafından işgal edilen Avusturya’nın durumu üzerinde de duruldu. Sorun Avusturya’nın düşman mı yoksa işgale uğramış dost bir devlet olarak mı kabul edileceği noktasında düğümleniyordu. Moskova’da bu devletin işgale uğramış dost bir ülke olduğu ve savaştan sonra kendisiyle bir barış anlaşması yapılmasının sözkonusu olmadığı konusunda anlaşmaya varıldı. Konferansta savaş suçlularının etkin şekilde cezalandırılması konusu da ele alındı. I. Dünya Savaşı’nın sonunda da böyle bir karar alınmış, ancak, Alman Kayzeri kaçmış öteki suçlularda da bu karar etkin şekilde uygulanamamıştı. Müttefikler Moskova Konferansı’nda II. Dünya Savaşı sonrasında bir mahkeme kurarak savaş suçlularını yargılamaya karar verdiler. Konferans’ta bir “Kurtarılmış Avrupa Deklerasyonu” yayınlandı. Buna göre, Almanya’da Nazizmin İtalya’da Faşizmin tasfiyesi kararlaştırıldı. Moskova Konferansı’nda Türkiye’de gündeme geldi. Ancak, müttefikler arasında Türkiye konusunda bir görüş birliği yoktu. Sovyet Hükümetine göre Sovyet ilerlemesini kolaylaştırmak için Türkiye mutlaka savaşa girmeli ve Türkiye’nin savaşa girmesinin istenmesiyse “telkin” değil “emir” biçiminde olmalıydı. Türkiye’nin savaşa girmesiyle Almanya 15 tümenini Sovyet Cephesi’nden çekmek zorunda kalacaktı ve savaş sonrası barış konferansına katılabilmesi için Türkiye’nin de ızdırap çekmesi gerekliydi. Sovyet Hükümeti, uyumlu davranmaması durumunda Türkiye’ye savaş malzemesi gönderilmesinin durdurulmasını da istedi. Birleşik Krallık ve ABD bu önerileri kabul etmediler ve Türkiye’nin müttefiklere hava üsleri vermesinin ve ulaşım kolaylıkları sağlamasının daha yararlı olacağını öne sürdüler. Konferansın sonunda her iki tarafın da görüşlerini kapsayan bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye’den önce hava alanlarının kullananımı talep edilecek, 1943 yılının sonuna doğru da savaşa katılması konusunda girişimde bulunulacaktı. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Anthony Eden, Moskova Konferansı’ndan dönerken Kahire’de Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ile bir araya geldi. (5-6 Kasım 1943) Eden, Türkiye’den hava üslerini açmasını ve yıl sonuna kadar savaşa katılmasını istedi. Alman hava kuvvetlerinin Ege’deki üstünlüğünü kırmak için Britanya'nın Güneybatı Anadolu’daki hava alanlarına şiddetle ihtiyaç duyduğunu söyleyerek Türkiye’nin savaşa katılmasından kaynaklanacak avantajlardan bahsetti. Bu önerinin reddi halinde Britanya'nın Türkiye’ye göndermekte olduğu yardımı keseceği uyasında da bulundu. Bu istekler Dışişleri Bakanı Menemencioğlu tarafından reddedildi. Müttefiklere hava üsleri vermek ve savaşa girmek arasında hiçbir fark yoktu. Hava üsleri verildiği takdirde Almanya Türkiye’nin büyük kentlerini bombalayabilir ve Türkiye savaşa sürüklenebilirdi. Türkiye ise savaşa katılmak için hazırlıklı değildi. Moskova Konferansı II. Dünya Savaşı sırasında Moskova`da yapılan konferanslardır. Uzay Heparı Rony Uzay Heparı (24 Temmuz 1969, İstanbul - 31 Mayıs 1994, İstanbul), Türk müzik yapımcısı ve besteci. Yayla ve Eti Heparı'nın oğludur. Saint Benoit Fransız Lisesi'nden mezun oldu ve İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Piyano bölümünü bitirdi. İlk olarak, 1989 yılında çıkan Zuhal Olcay'ın Küçük Bir Öykü Bu albümünde piyano çaldı. 1990 Eurovision Türkiye Elemeleri'nde de orkestrada klavye çaldı. 1990 yılında tekrar Zuhal Olcay ile çalışan Heparı, Olcay'ın İki Çift Laf albümünde ve ertesi sene Akrep Nalan'ın Dağ Çiçeği albümlerinde piyano çaldı. Erol Evgin'in Erol Evgin İle Yeniden albümünde iki Sezen Aksu şarkısının aranjmanını yaptı. 1991 yılında besteci kimliğini de ortaya çıkardı. Aşkın Nur Yengi'nin ikinci albümü olan Hesap Ver albümündeki bulunan Serserim Benim ve Karanfil şarkılarının bestelerini yaptı. Bu şarkıların sözlerini ise Sezen Aksu yazmıştı. Heparı'nın Aksu ile müzik üzerine yaptığı ortak çalışmalar sonraki yıllarda da devam etti. 1992'de Sertab Erener'in ilk albümü olan Sakin Ol!'daki çoğu şarkının düzenlemesini yapan Heparı, üç şarkıyı Aksu ile beraber yazdı. 1993'te ise ikili bu sefer Levent Yüksel'in ilk albümü Med Cezir'e imzasını attı. Aksu ve Heparı, bu albümde Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk ve Kadınım şarkılarını bestelediler. Eylül 1993'te Uzay Heparı, bu sefer Sezen Aksu'nun Deli Kızın Türküsü albümünde çalıştı. 12 şarkının sekizinin düzenlemesini yaptı. Masum Değiliz ve Adem Olan Anlar şarkılarının bestelerini yaptı. Heparı, Aksu'nun sahne çalışmalarında da kendisine eşlik etti. 1994'te Aksu'nun yurtdışında çıkan Sude single'ında şarkıya yeni bir remix yaptı. 1994 yılında Nükhet Duru'nun kendi adını taşıyan albümüne düzenlemeler yaptı. Ölmeden önce Sertab Erener'in Lâ'l albümü ve Demet Sağıroğlu'nun ilk albümü Kınalı Bebek'i düzenliyordu. Heparı, Demet'in albümünde ilk kez Şehrazat ile çalışmış, son olarak Şehrazat'ın sözlerini yazdığı Kınalı Bebek ve Biçare şarkılarının müziklerini yapmıştı. İki albüm de Heparı'nın ölümünden sonra yayınlandı. Uzay Heparı, 1992'de Sertab Erener'in Sakin Ol ve 1993'te Orhan Atasoy'un Gemiler kliplerinde kısa roller aldı.1993 yılında Heparı'ya Atıf Yılmaz'ın yönettiği Gece Melek ve Bizim Çocuklar filminin başrolü, asıl başrol oyuncusu Hüseyin Karşın'ın hastalanması nedeniyle, teklif edildi. Derya Arbaş, Deniz Türkali ve Uzay Heparı'nın başrolde oynadığı filmin çekimleri Kasım 1993'te başladı. Film, 1994 yılının Nisan ayında gösterime girdi. Heparı'nın adı birlikte müzik yaptıkları Sezen Aksu ve Aksu'nun o dönemki vokalisti Yıldız Tilbe ile anıldı. Aralık 1993'te modacı Zeynep Tunuslu ile evlendi. Öldüğü sırada hamile olan eşi, 5 Ocak 1995'te oğulları Uzay Kanat Heparı'yı dünyaya getirdi. 20 Mayıs 1994 tarihinde, Demet Sağıroğlu'nun ilk albümü üzerinde çalışmaktayken, kısa süre önce aldığı motoru ile Etiler Koç köprüsü üzerinde Küfe Bar'daki programına gitmekte olan Demet Akbağ'ın park halindeki arabasına çarptı ve International Hospital'de 11 gün süren bitkisel hayatın ardından, 31 Mayıs 1994 tarihinde saat 10.50'de hayatını kaybetti. 1 Haziran'da Teşvikiye Camii'nden kaldırılan naaşı, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. 1995 yılında yayınlanan Candan Erçetin'in ilk albümündeki "Daha" isimli şarkı Mete Özgencil tarafından Uzay Heparı'ya yazılmış ve şarkı Sezen Aksu tarafından bestelenmiştir. Bir yıl sonra çıkan Levent Yüksel'in ikinci albümünde yer alan "Yas" adlı şarkıyı ise Sezen Aksu, Uzay Heparı'nın ölümünün ardından yazdı. 1996 yılında Zeynep Tunuslu, eşinin ölümünden sonra Uzay Heparı ile tanışmasını, evliliğini, hastanede geçirdiği günleri, Uzay Heparı'dan sonra yaşadığı günleri ve o
ğlu Uzay Kanat Heparı'nın doğumuna kadar geçen süreyi anlattığı "Mavi..., Melekler ve Sen" isimli kitabı yayınladı. Anısına 2008 yılında "Uzay Heparı - Sonsuza" adlı albüm yayınlanmıştır. Attila Özdemiroğlu Attila Özdemiroğlu (d. 5 Ocak 1943; Ankara-ö. 20 Nisan 2016, İstanbul), Türk besteci, söz yazarı ve müzisyendir. 5 Ocak 1943 tarihinde Ankara'da doğdu. Genç yaşta müziğe ilgi duymaya başladı. Çeşitli müzik aletlerini çocuk yaştayken çalmayı öğrendi ve okulda (Ankara Atatürk Lisesi'nde öğrenciyken) müzik etkinliklerine katıldı. 1966 yılında Durul Gence 5 orkestrasına girdi ve bundan sonra çeşitli orkestralarda görev aldı. Besteci ve aranjör olarak çeşitli eserlere imza attı. Ajda Pekkan, Nilüfer, Kayahan, Sezen Aksu, Onno Tunç, Uzay Heparı gibi isimlerle çalıştı. Film müzikleri de yapan sanatçı, yedi adet Altın Portakal Ödülü'nün sahibidir. Evli ve dört çocuk babasıdır. Uzun zaman boyunca akciğer kanseri ile mücadele eden sanatçı, 20 Nisan 2016'da 73 yaşında düşüp bel kemiğinin kırılması nedeniyle alındığı ameliyat sonrası hayatını kaybetti. Türkçülük Günü Türkçülük Günü, 3 Mayıs 1944 tarihinin anıldığı gün. Irkçılık-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Hüseyin Nihal Atsız - Sabahattin Ali davasının 3 Mayıs 1944 tarihli duruşmasından sonra yaşanan "Ankara Nümayişi"ni anmak amacıyla, ilk defa 3 Mayıs 1945 tarihinde Tophane Askerî hapishanesinde Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 mahkûm tarafından kutlanmıştır. Daha sonraki senelerde de devam eden toplantılar Türkçülük Günü adını almıştır. Su yoncası Acı yonca ("Menyanthes trifoliata"), Menyanthaceae familyasına dahil cinslerden Menyanthes içindeki tek tür olan, çok yıllık ve otsu bir çiçekli bitkidir. Asya'nın kuzeyi, Avrupa ve Kuzey Amerika'da, sulak arazilerde ve bataklıklarda bulunan acı yoncanın Amerika'da görüleni sıklıkla bir varyete olarak kabul görür ve bilimsel olarak ""M. trifoliata "var." minor" Michx." diye adlandırılır. Türkiye'de daha çok Kuzeydoğu Anadolu bölgesinde izlenen ve Türkçede "su yoncası" ya da "ateş yoncası" adları ile de anılabilen acı yoncanın İngilizcedeki yaygın adları ""bog-bean"" ve ""buckbean"", Almancadaki yaygın adları ise ""bitterklee"" ya da ""fieberklee"" olarak geçer. Yatay, kalın, silindrik ve sürünücü köksaplı "(rizom)" ile ondan çıkan almaşık dizili, uzun saplı ve üç yaprakçıklı "(trifoliate)" yapraklardan oluşan acı yoncanın çiçek durumu "(inflorescence)", dik bir sürgün ile onun ucunda yer alan beyaz ya da pembemsi beyaz çiçeklerden oluşan bir çiçek salkımıdır. Kökleri ile kötü kokulu ve çok acı olan yapraklar tıpta kullanılır. Nurettin Veren Nurettin Veren, (d. 1948, İzmir), Ulusal Kanal'da yayınlanan "Aydınlık Kürsü" adlı programın eski yapımcısı ve Yeni Akit gazetesi yazarı. Fethullah Gülen'in bir dönem en yakınındaki isimlerden biri olan Veren, 2005 yılında Fethullah Gülen'i CIA ile ortaklık etmekle ve Türkiye'nin aleyhinde çeşitli faaliyetlerde bulunmakla suçladı . Bu iddialarından sonra kamuoyunda tanınmış ve 1 Kasım 2005 tarihinde İşçi Partisi İstanbul il başkanlığındaki törende Doğu Perinçek'in de bulunduğu bir törenle partiye katıldığı basına yansıdı. Ancak 2016 yılında çeşitli yerlerde herhangi bir partiye üye olmadığını ifade etmiştir. İşçi Partisi'ne yakınlığı ile bilinen Ulusal Kanal adlı TV kanalında yayınlanan, yapımcılığını kendisi yaptığı "Aydınlık Kürsü" adlı programda ve İşçi Partisi'nin haftalık dergisi Aydınlık'ın, aynı yılın Aralık ayındaki 3 sayısında dile getirmiştir. Veren, CIA ile işbirliği yaptığını iddia ettiği Gülen Hareketi ile mücadele etmektedir. Nurettin Veren, Fethullah Gülen'in amacının polise ve diğer kurumlara olduğu kadar, orduya da sızmak olduğunu iddia etmişti. Veren, 9 Şubat 2016'da Yeni Akit gazetesinde yazmaya başlamıştır. İddialarını İşçi Partisinin yayin kolu Ulusal Kanal TV kanalda yapımcılığını da yaptığı "Aydınlık Kürsü" adlı programda ve bazı diğer kanallarda konuk olarak dile getirmiştir. AkitTV'deki programda ise İşçi partisi üyesi olmadığını sadece Ermeni iddiaları konusundaki kampanyalara desteğini belirtmiştir. Fethullah Gülen'le 1966 yılında İzmir'deki bir camide tanıştı. Topluluk içinde üst düzey görevlerde bulundu. Ayrıca topluluğa yakınlığı ile bilinen Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyon kanalında çalıştığını, Zaman Gazetesi'nde bir dönem genel müdür yardımcılığı görevinde bulunduğunu iddia etmiştir. Bu nedenle, bu iddialara dayanılarak bazı basın ve yayın organlarında Fethullah Gülen'in sağ kolu olarak nitelendirilmiştir. Bu iddialar ilgili kurumlar tarafından yalanlanmış, sadece bir dönem Zaman Gazetesinde çalıştığı ve daha sonra işine son verildiği duyurulmuştur. Nurettin Veren'le Cumhuriyet gazetesi için röportaj yapan ancak yaptığı röportaj mahkeme kararıyla "haksız iftira" sebebi ile durdurulan Hikmet Çetinkaya da Veren'in tamamen kendi menfaati ve parasal sebeplerden dolayı ayrılığa düştüğünü şu şekilde iddia etmiştir: ""Onun da bir hesabı var ki geldi konuştu. Parasal bir şey var."" Silindir kapak contası Silindir kapak contası, silindir kapağı ile motor bloku arasındaki sızdırmazlığı sağlayan elemandır. Silindirlerin bulunduğu blok ile kapak arasına konulan ince, sıcaklığa dayanıklı bir elemandır. Motor harareti aşırı yükseldiğinde ilk olarak bu conta yanar. Conta yanarsa silindir yanma odasına soğutma suyu girer, hararet devam ederse kapak çatlar. İçten yanmalı benzinli ve dizel motorların silindirlerinin ve kapaklarının arasında yer alan bir emniyet parçasıdır. Motordaki yağ, su, hava-gaz, basınç ve vakum kuvvetlerinin hücrelerinin bulunduğu kapakların tamir amaçlı sökülüp takılmasına bağlı, monoblok olmama durumundan kaynaklanan sızmalarını önlemek için kullanım mecburiyeti vardır. Teorik ömrü, motorun onarımsız kullanım ömrüne eşittir. Değiştirilmesi (ideal durumda) sadece: Motorun onarılması amacıyla; silindir üst kapağının açılması sırasında bozulduğunda gerekir. Silindir kapak contalarının en makbulü en ince ve en dayanıklı olanlarıdır. Conta ne kadar ince olursa kapak blok üzerine o kadar yaklaşmış olur. Bu "yaklaşım" kapak ile silindir arsında gerçekleşen patlamanın akabinde pistonun daha büyük bir güçle aşağıya itilmesine sebep olur. Bu da motorun ürettiği torkun yükselmesine sebep olur. Jan Garbarek Jan Garbarek (d. 4 Mart 1947, Mysen), Polonya asıllı, Norveçli caz saksofon sanatçısı. İskandinav cazının babası olarak nitelenebilir. Jan Garbarek 1970'li yıllarda piyanist Keith Jarrett, basçı Palle Danielsson ve baterist Jon Christensen ile "Avrupa Quartet" 'i ismiyle sahneye çıkmıştır. Daha sonraları, sahnede giderek daha fazla, solo olarak görünmeye başladı. 1993 yılında yayınladığı "Officium" albümünde saksofonu ile 5. ses olarak Hilliard Ensemble'ye eşlik etmiştir. Garbarek'in parçalarına etki eden en önemli unsur onun ; klasik amerikan caz büyüklerinin yanında kendisine, özgün ve farklı sound sağlayan ,geleneksel Norveç folklorunu kullanmasıdır. Gençliğinde müzikal anlamda örnek aldığı kişi John Coltrane'dir. Hemen hemen tüm albümleri, müzik yapımcısı Manfred Eicher ile sıkı sanatsal çalışmalar sonucu kaydedilmiştir. Game Boy Advance Game Boy Advance, Nintendo firmasının Game Boy ve Game Boy Color'ın ardından piyasaya sürdüğü, Game Boy'lar arasında en gelişmiş taşınabilir video oyun konsoludur. Zaten ismindeki "Advance" kelimesi İngilizce "Gelişmiş" demektir. Bu modelden sonra Nintendo firması sırasıyla yedi yeni model taşınabilir konsol daha piyasaya sürdü; Game Boy Advance SP Game Boy Micro Nintendo DS, Nintendo DS Lite, Nintendo DSi, Nintendo DSi XL ve Nintendo 3DS . Kamusal alan Kamusal alan, modern toplum kuramlarında, toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanına işaret etmek için kullanılan kavram. Paradigmatik biçimine Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas’ın "Kamusallığın Yapısal Dönüşümü" (Strukturwandel der Öffentlichkeit, 1962) kitabında kavuşan ‘kamusal alan’, en basite indirgenmiş anlamıyla “toplumsal yaşamımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulabildiği bir alanı” ifade eder. Kamusal alanlar hangi kültürden, dilden ve sosyal statüden olursa olsun, her bireye sunulmuş veya açılmış alanlardır. 1950-1960'lı yıllarda "ortak" alanlar veya "yurttaşlara" ait alanlar şeklinde ortaya çıkan nitelendirmeler, 1970'li yıllarda 'kamusal alan' kavramına dönüşmüştür. Kamusal alanı kısaca; Anthony Burgess John Burgess Wilson ya da bilinen adıyla Anthony Burgess (25 Şubat 1917 - 22 Kasım 1993) İngiliz roman yazarı, şair, besteci, eleştirmen, dil bilimci ve çevirmen. Otomatik Portakal isimli romanıyla tanınır. 1959 yılında Burgess'a ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı kondu ve bir yıldan az ömür biçildi. İlk karısı Lynne'in geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşıldı. Ne var ki artık tanınan bir yazar olmuştu. 50'den fazla roman ve kitap yazdı. Yapıtlarından bazıları şunlardır: Inside Mr. Enderby (1961), Napoleon Symphony: A Novel in Four Movements (1974), Abba Abba (1977), Earthly Powers (1980), The Devil's Mode (1989), A Dead Man in Deptford (1995) Katmandu Katmandu (), Nepal cumhuriyetinin başkenti ve en büyük şehridir. 1.500.000 nüfuslu Katmandu'da UNESCO tarafından koruma altına alınan çok sayıda Budist ve Hindu tapınağı bulunmaktadır. Deniz seviyesinden 1300 m yüksekte kurulan şehir 27°43' Kuzey, 85°22' Doğu koordinatları arsında yer almaktafır. Katmandu Vadisi'ne ilk yerleşim MÖ 100 yıllarına rastlar. Ancak vadideki en eski nesnelerin yapılış tarihi ise milattan birkaç yüzyıl olarak belirlenmiştir. Bulunan en eski yazıtın tarihi MÖ 185 olarak bulunmuştur. Otomatik Portakal Otomatik Portakal, Anthony Burgess'in en iyi eserlerinden biri olan roman. Eserin orijinal ismi A Clockwork Orange'dir. Eser Türkçeye Dost Körpe tarafından çevrilmiştir. Eser
o yılların (1960'lı yıllar) modernleşme ve değişim sancılarını yansıtırken, bireylerin ne kadar özgür veya baskı altında olması gerektiğini ve sonuçlarını sorgular. Ve bunu eserin kahramanının hayatında okuyucuya anlatır. Zaten 1971'de çekilen sinema filminde de kahraman ara seslerde sürekli kendi hayatını anlatıcı durumunda olduğunu belirtir. Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye aktarılan kitap, kült film klasikleri arasında hak ettiği yeri almıştır. Bir grup gencin kurduğu çeteye İngiliz kara mizah anlayışıyla yaklaşan roman, yazıldığı dönem için oldukça iddialıdır. Direkt şiddet, uyuşturucu madde bağımlılığı vb konular tüm yalınlığıyla işlenmiştir. Stanley Kubrick uyarlaması da sinema tarihindeki en başarılı roman - film uyarlamalarından birisi olarak yer almıştır. Yazar kitabı hakkında; "Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum..." demiştir. Kitapta Alex adlı gencin arkadaş grubu ile yaşından çok suça karıştıktan sonra hapishaneye düşmesi ve sonrasında rehabilitasyona alınması anlatılıyor. Alay Köşkü Alay Köşkü, Topkapı Sarayı'nın dış suru üzerinde, padişahların geçit yapan alayları seyretmesi için yaptırılan köşktür. Alay Köşkünün bulunduğu yerde 16. yüzyılda ahşap bir köşk bulunuyordu. Köşkün bugünkü binası II. Mahmud tarafından yaptırıldı. Gülhane Parkı'nın içinden geniş bir rampa ile çıkılan köşk yuvarlak bir hünkar salonu ile hizmet binalarından oluşur. 1938'de Topkapı Sarayı Müdürlüğüne bağlanan köşk daha sonra önemli bir tamirden geçti. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi olarak yeniden düzenlenerek 12 Kasım 2011 tarihinde hizmete açılmıştır. Veba (anlam ayrımı) Veba, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Serbest piyasa ekonomisi Serbest piyasa ekonomisi, ekonomik faaliyetlerin tam rekabet şartları içinde serbestçe yapılabildiği, ekonomik sorunların çözümünün devletin ekonomiye müdahalesiyle değil fiyat mekanizması aracılığı ile gerçekleştirildiği ekonomi. Arz ve talebin temel belirleyici olarak kabul edildiği bu tür ekonomilerde fiyat mekanizmasının iyi işlemesi zorunludur. İdeal serbest piyasa ekonomisinde üreticilerin ve tüketicilerin pazarda aynı şartlar altında bulunduğu varsayılır. Pazara giriş ve çıkışlar sınırlandırılmamıştır. Amritsar Amritsar, Hindistan'ın Pencap eyaletinin en büyük şehri ve Sihlerin dini merkezi. Sihlerin hac merkezi olan Altın Tapınak bu şehirde bulunmaktadır. 1984'te Hindistan askeri birliklerinin Altın Mabede operasyon düzenlemesi sonucunda çok sayıda Sih ve Hint askeri hayatını kaybetti. Bu olaydan bir süre sonra Hindistan Başbakanı İndira Gandhi kendi Sih koruma görevlileri tarafından öldürüldü. Bu suikastın ardından Hindistan'da Sihlerle Hindular arasında çıkan olaylarda da çok sayıda insan hayatını kaybetti. Aras Aras Nehri (; ; ) Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde doğup, Kura Nehri ile birleşerek Hazar Denizi’de dökülen bir nehirdir. Aras Nehri; Bingöl Dağları’nın Erzurum il sınırları içinde kalan kuzey yamaçlarından doğar. Tekman Yaylası'nın bütün sularını toplayan ırmak, Sakaltutan Dağları'nın doğusundaki havza içerisinde kuzey yönünde akar. Sakaltutan Dağları ile Topçu Dağı arasında kalan, derin ve sarp Mescitli Boğazı'nı geçtikten sonra Pasinler Ovası'na iner. Burada Yukarı Pasin Havzası'nın sularını toplayarak gelen Hasankale (Pasinler) Çayı'nı alır ve kuzeydoğu yönünde akarak il sınırları dışına çıkar. Erzurum-Kars platosunun güneyindeki çöküntü alanlarında akarak Ermenistan sınırına ulaşır. Türkiye-Azerbaycan, Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-İran sınırının bir bölümü oluşturduktan sonra Azerbaycan'da Kura Nehri'ne dökülen nehir. 1072 km uzunluğunda, 102 bin km havza alanına sahip nehir Kafkaslar’ın en büyük nehirlerinden biridir. Nehrin 548 km'si Türkiye sınırları içerisindedir. Aras Nehri Türkiye'de Erzurum yakınlarında doğar. Kars, Kağızman ilçesinin kuzeydoğusunda Akuriyan nehrini içine aldıktan sonra Türkiye-Ermenistan sınırı boyunca akmaktadır. Burada Çıldır Gölü'nden doğup gelen Arpaçayı alır. 11 km'lik Azerbaycan-Türkiye koridorundan sonra Azerbaycan (Nahçıvan)-İran sınırını, Ermenistan-İran ve tekrar Azerbaycan-İran sınırını izlemektedir. Daha sonra nehir Azerbaycan’ın içlerine akarak Sabirabad şehri yakınlarında Kura Nehri’ne dökülmektedir. Nehre kuzeyden (sağdan) dökülen ana kollar şunlardır: Arpaçay, Zengmar, Sariso, Kotur, Hacılar, Kelibar, Ilgena, Dare ve Balha. Türkiye'de Gareso Nehri Aras'a soldan, Ermenistan'daki Akuriyan, Metsamor, Hrazdan, Azat, Vedi, Arpa, Vorotan, Vogci ve Megri ise sağdan dökülmektedir. Haçın, Okçi, Kuri ve Kandlan nehirleri Aras'ın Azerbaycan'daki kuzey kollarıdır. DAF DAF, Hollandalı otomobil ve ticari taşıt üreticisi kuruluş. DAF sözcüğü, Van Doornes Automobilfabrieken ifadesinin kısaltılmış biçimidir. 1928 yılında, Hollanda'nın Eindhoven şehrinde Hub van Doorne tarafından ""Hub van Doorne, Machinefabriek en Reparatie-inrichting"" ismi ile kurulmuştur. Başlangıçta kaynak ve metal işleme alanlarında hizmet veren firma, 1932 yılında ismini "Van Doornes Aanhangwagenfabriek" (DAF) olarak değiştirmiş ve kamyonlar için metal kasalar üretmeye başlamıştır. 1936 yılında TIR konteynerleri üretmeye başlayan firma, bu alanda dünyada bir ilke imza atmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında, askeri kullanım amaçlı, trenlere monte edilen ağır zırhlı taşıyıcıları üreten firma, 1949 yılında önceki çalışma alanlarının yanı sıra, İngiliz üretici Leyland tarafından üretilen motorlar ile kamyon, TIR ve otobüs üretmeye başlamıştır. Sonraki yıllarda kendi lisansıyla motor tasarım ve üretimine, 1958 yılından itibaren de otomobil üretimine başlamıştır. 1975 yılına kadar kendi tasarımı Variomatic tam otomatik vites aktarma sistemli otomobiller üreten firma, daha sonra bu üretim tesislerini Volvo firmasına satarak bu alandan çekilmiştir. Variomatic aktarma sistemli otomobiller, Avrupa'da üretilen ilk tam otomatik vitesli otomobiller olma unvanını elde etmiştir. DAF, yetmişli yıllarda Magirus-Deutz (Almanya), Saviem (Fransa), Volvo (İsveç)ile birlikte Avrupa dörtlüsü olarak adlandırılan zamanının en yaygın otomobil üreticileri arasında yer almıştır. 1987 yılında DAF İngiliz Rover Group'un Leyland Trucks bölümü ile birleşerek DAF NV adını almıştır. Zamanla finans sıkıntılarına giren firma, 1996 yılında bir ABD firması olan PACCAR tarafından satın alınmıştır. Süperiletken Süperiletkenlik, süperiletken adı verilen maddelerin karakteristik bir kritik sıcaklığın (Tc) altında derecelere soğutulmasıyla ortaya çıkan, maddenin elektriksel direncinin sıfır olması ve manyetik değişim alanlarının ortadan kalkması şeklinde görülen bir fenomendir. 8 Nisan 1911 tarihinde Hollandalı fizikçi Heike Kamerlingh Onnes tarafından keşfedilmiştir. Feromanyetizm ve atomik spektrumlar gibi, süperiletkenlik kuantum mekaniğine girer. Karakteristik özelliklerini Meissner efektinden alır; süperiletken, süperiletkenlik durumuna geçerken bütün manyetik alan çizgilerini içeriden dışarıya atar. Meissner efektinin görülmesi de süperiletkenliğin klasik fizik tarafından "mükemmel iletkenlik" olarak tasvir edilmesini olanaksız hale getirir. Sıcaklığı düşürülen metal bir iletken sıcaklık düşüşüyle orantılı olarak elektriksel direncini kaybetmeye başlar. Bakır ve gümüş gibi sıradan iletkenlerde bu özellik saf olmama ve başka bozukluklar sebebiyle sınırlıdır, mutlak sıfıra yakınken bile bir miktar direnç gösterirler. Süperiletkenlerde ise, maddenin sıcaklığı kritik sıcaklığının altına indiğinde direnci sıfır olur. Süperiletken telden yapılmış bir halkadan geçen elektrik akımı, güç kaynağına ihtiyaç duymadan sürekli akıma devam edebilir. 1986’da bazı "cuprate" (anyon bakır kompleksleri taşıyan bileşikler) ve "perovskite" (kalsiyum titanyum oksit bileşiğiyle aynı kristal yapıya sahip herhangi bir bileşik) seramiklerinin 90 Kelvin’den (-183 C) yukarıda bir kritik sıcaklığa sahip olduğu keşfedildi. Teorik olarak, bilinen süperiletkenler (BCS teorisiyle bulunabilen süperiletkenler) için bu kadar yüksek bir değişim ısısı imkansız olduğu için bunlara "yüksek ısı süperiletkenleri" denildi. Kolayca bulunabilen bir soğutucu olan sıvı azot 77 K’de kaynar, bu yüzden bu sıcaklığın üzerinde gerçekleşen süperiletkenlikler daha düşük ısılarda pratik olmayan deneyleri kolaylaştırır. Süperiletkenliğin sınıflandırılmasında kullanılan en yaygın kriterler: Bir süperiletken 1. Tip, yani bir adet kritik alana sahip olabilir; ya da 2. Tip, yani iki adet kritik alana sahip olabilir. BCS teorisiyle açıklanabiliyorsa bilinen bir süperiletken, açıklanamıyorsa bilinmeyen (alışık olunmayan) bir süperiletkendir. Eğer bir süperiletken kritik sıcaklığına erişmek için sıvı azotla soğutulabiliyorsa "yüksek ısılı", daha etkili soğutma yöntemlerine ihtiyaç duyuyorsa "düşük ısılı" bir süperiletkendir. Süperiletken maddelerin arasında kimyasal elementler (ör: cıva veya kurşun),  alaşımlar, seramikler (ör: magnezyum diborit), demir bazlı süperiletkenler ve organik süperiletkenler vardır. Isı kapasitesi, kritik sıcaklık, kritik alan ve süperiletkenliğin yok edildiği kritik akım yoğunluğu gibi özellikler yüzünden çoğu süperiletkenin fiziksel özellikleri farklılık gösterir. Ancak yine de hepsinde ortak olarak bulunan bazı özellikler mevcuttur. Örneğin manyetik alanın bulunmadığı veya kritik bir noktayı aşmadığı hafif elektrik akımlarda hepsi sıfır direnç gösterir. Bu “evrensel” özelliklerin bulunması süperiletkenliğin termodinamik bir evre olduğunu ve mikroskobik detaylardan bağımsız olan belirleyici özelliklerinin bulunduğunu gösterir. Bir maddenin direnci "R = V/I"  kuralıyla bulunur. Eğer voltaj sıfırsa, direnç de sıfırdır. Süperiletkenler de uygulanan bir voltaj olmadan elektrik akımı barındırabilir, bu özellik süperiletken elektromıktanıslar ile sağlanır. (Ör: MR makineleri) Deneyler, bir elektrik akımının süperiletken bir bobin
de yıllarca, herhangi bir azalma olmadan devam edebildiğini göstermiştir. (Yaklaşık 100,000 yıl olarak tahmin edilmektedir.) Teorik kanıtlar ise evrenin ömründen bile uzun bir zaman sürebileceğini ileri sürer. Normal bir iletkende bir elektrik akımı, iyonik bir örgü içerisinde hareket eden elektron yığını olarak düşünülebilir. Elektronlar örgüdeki iyonlarda sürekli çarpışma halindedir, ve her çarpışmayla elektrik akımının taşıdığı enerjinin bir kısmı örgü tarafından emilir ve ısıya dönüştürülür, ki bu da iyon örgüdeki titreşimsel kinetik enerjiyi oluşturur. Sonuç olarak, akımın taşıdığı enerji sürekli dağılmaktadır. Bu dağılım elektriksel direnç ve Joule ısınmasını oluşturur. Bu durum bir süperiletkende farklıdır. Bilinen bir süperiletkende, elektron yığını ayrı elektronlara dağılamaz. Bunun yerine, "" adı verilen eşler halinde bulunurlar. Bu eşlenmenin sebebi elektronlar arasında fonon alışverişi sonucunda oluşan çekim kuvvetidir. Kuantum mekaniği sebebiyle, bu Cooper eşlerinin enerji spektrumunda bir "enerji boşluğu" bulunur, yani yığını uyarılmış hale getirmek için ihtiyaç duyulan enerji değişimi minimumdur. Eğer bu enerji değişimi örgünün termal enerjisinden daha büyükse, "kT" formülünden hareketle ("k," Boltzmann sabiti; "T," sıcaklık) elektron yığını örgü tarafından parçalanmayacaktır. Cooper eşleri yığını bu sebepten dolayı bir "süperakışkan"dır, elektron kaybı olmadan hareket edebilir. Süperiletkenliğe geçmek için ihtiyaç duyulan sıcaklığın fazla altında olmayan ortamlarda, oluşum sebebini akımın kendisinden de alabilecek bir manyetik alan ve bir elektrik akımı uygulandığında 2. Tip süperiletkenler aşırı derecede az bir direnç gösterir. Bunun sebebi elektronik süperakışkanda bulunan manyetik vortekslerin hareketidir. Bu vorteksler elektrik akımının enerjisinin bir kısmını azaltır. Eğer elektrik akımı çok azsa, vorteksler yerleşik hal alır ve direnç ortadan kalkar. Bu efektle oluşan direnç, süperiletken olmayan maddelerin oluşturacağı dirençten çok daha azdır ancak hassas deneylerde gözden çıkarılmamalıdır. Buna rağmen sıcaklık, süperiletkenliğe geçiş sıcaklığının çok altına inerse manyetik vorteksler düzensiz ama yerleşik bir konuma sabitlenebilir, bu konumda maddenin direnci tamamen sıfırlanır. Süperiletken maddelerde karakteristik özellikler maddenin sıcaklığının kritik sıcaklığın altına inmesiyle görülmeye başlar. Bu kritik sıcaklığın değeri maddeden maddeye değişir. Bilinen süperiletkenlerin kritik sıcaklıkları genelde 20 Kelvin ile 1 Kelvin arasında değişir. Örneğin katı cıvanın kritik sıcaklığı 4,2 Kelvin’dir. 2009’daki bir ölçüme göre, bilinen bir süperiletken için en yüksek kritik sıcaklık, 39 Kelvin ile magnezyum diborit’e aittir ancak bu maddenin bazı egzotik özellikleri onun bilinen bir süperiletken olarak sınıflandırılması konusunda şüphe uyandırmaktadır. Cuprate süperiletkenlerin kritik sıcaklıkları çok daha yüksektir, örneğin YBaCuO ‘nin kritik sıcaklığı 92 Kelvin’dir; cıva bazlı cuprate maddelerin kritik sıcaklığı da 130 Kelvin’i geçebilir. Bu yüksek kritik sıcaklıklar için henüz bir açıklama yoktur. Fonon alışverişiyle meydana gelen elektron eşleşmeleri bilinen süperiletkenlerdeki süperiletkenliği açıklayabilmektedir ancak yeni keşfedilen ve yüksek kritik sıcaklığı olan süperiletkenlikleri açıklayamamaktadır. Benzer olarak, kritik sıcaklığın altında sabit bir sıcaklıkta dışarıdan uygulanan ve "kritik manyetik alan"dan daha güçlü olan bir manyetik alanda süperiletkenler, süperiletkenliği bırakmaktadır. Bunun sebebi süperiletkenlik halinin Gibbs serbest enerjisinin, manyetik alanla birlikte ikinci dereceden artması iken normal halin serbest enerjisinin manyetik alandan zar zor bağımsız olmasıdır. Eğer bir madde, manyetik bir alan olmadan süperiletkenlik gösterirse süperiletkenlik halinin serbest enerjisi, normal halin serbest enerjisinden daha az demektir. Manyetik alan için sonlu bir değerde (bu değer sıfır manyetik alanda serbest enerjilerin farkının kareköküne orantılı olmalıdır) iki serbest enerji birbirine eşit olacaktır ve normal hale geçiş gözlenecektir. Genel olarak, daha yüksek bir sıcaklık ve daha güçlü bir manyetik alan, süperiletkenlikte bulunan elektronların daha az olması ve harici manyetik alan ile akımların "London nüfuz derinliği"nin daha fazla olmasına sebep olacaktır. Nüfuz derinliği hal değişiminde mutlak hale gelir. Süperiletkenliğin başlangıcı, çeşitli fiziksel özelliklerde ani değişimlerle birlikte gelir ki bu, hal değişiminin karakteristik bir özelliğidir. Örneğin elektronik ısı kapasitesi, normal (süperiletken olmayan) bir sistemdeki sıcaklıkla orantılıdır. Süperiletkenliğe geçişte kesikli bir sıçrama gösterir ve sonrasında doğrusal olmayı bırakır. Düşük sıcaklıklarda "e"  şeklinde ifade edilir (α, bir sabit). Bu üstel davranış, enerji boşluğunun varlığına kanıttır. Süperiletkenliğe geçişin hal değişimleri arasındaki türü uzun süren bir tartışma konusuydu. Deneyler, hal değişiminin ikinci tür (gizli ısı olmayan) olduğunu gösterdi. Ancak bir manyetik alanın varlığında gizli ısı vardır çünkü süperiletkenlik hali, kritik sıcaklığın altında normal halden daha düşük bir entropiye sahiptir. Deneylerle gösterilmiştir ki bunun sonucunda, manyetik alanın gücü kritik alandan büyük olduğunda gerçekleşen hal değişimi süperiletken maddenin sıcaklığında düşüşe sebep olur. 1970’li yıllarda yapılan ölçümler süperiletkenliğe geçişin, elektromanyetik alanda sebep olduğu uzun menzilli dalgalanmalar yüzünden eser miktarda birinci tür bir hal değişimi olabileceğini gösteriyordu. 1980’lerde, süperiletkenin vorteks çizgilerinin büyük rol oynadığı Bozukluk Alanı Teorisi’nin yardımıyla 2. Tip süperiletkenliğe ikinci tür hal değişimi, 1. Tip süperiletkenliğe ise birinci tür hal değişiminin (gizli ısının var olduğu değişimler) sebep olduğu, ve bu iki durumun bir trikritik nokta (bir maddenin üç halinin bir arada bulunması) ile birbirinden ayrıldığı teorize edildi. Bu sonuçlar Monte Carlo bilgisayar simüslasyonlarıyla da desteklendi. Bir süperiletken zayıf bir harici manyetik alana koyulduğunda ve hal değiştirme ısısının altında bir sıcaklığa soğutulduğunda manyetik alanın etkisi ortadan kalkar. Meissner efekti manyetik alanın tamamen yok olmasının yerine, süperiletkene çok az nüfuz etmesini sağlar ve maddenin içerisinde üstel bozunmayla sıfırlanır. Bu nüfuz süperiletkene olan etkinin parametresidir, "λ" ile gösterilir ve adı da London nüfuz derinliğidir. Meissner efekti, süperiletkenlik için tanımlayıcı bir karakteristik özelliktir. Süperiletkenlerin çoğunda London nüfuz derinliği 100 nm’dir. Meissner efekti çoğu zaman mükemmel bir elektrik iletkeninde görülecek diyamanyetizm ile karıştırılmaktadır. Lenz’in kanununa göre, bir iletkene değişken bir manyetik alan uygulandığında, iletkende bu alana zıt etki oluşturacak bir manyetik alanın oluşmasına sebep olan bir elektrik akımı meydana gelir. Mükemmel bir iletkende, oluşacak akım rastgele bir büyüklükte olabilir ve bu akımın oluşturduğu manyetik alan, harici manyetik alanın etkisi tamamen yok eder. Meissner efekti bundan farklıdır: süperiletkenliğe geçişte oluşan spontane bir defetme olarak tanımlanabilir. Diyelim ki içinde sabit bir manyetik alan taşıyan, normal halinde bir madde var. Bu maddenin sıcaklığı kritik sıcaklığının altına indiğinde, dahili manyetik alanda bir yok oluş gözlenir, ki bu Lenz’in kanununa göre beklenmedik bir olaydır. Meissner efekti, Fritz ve Heinz London kardeşler tarafından açıklanmıştır. formula_1 formülüyle (H, manyetik alan; λ, London nüfuz derinliği) bir süperiletkendeki elektromanyetik serbest enerjinin minimuma indirildiği görülür. London denklemi olarak bilinen bu denklem, yüzeydeki değeri ne olursa olsun bir süperiletkende bulunan manyetik alanın üstel bozunmaya uğrayacağını öngörür. Manyetik alanı çok az veya hiç bulundurmayan süperiletkenler, Meissner durumundadır. Meissner durumu, uygulanan manyetik alan çok fazla olduğunda ortadan kalkar. Süperiletkenler bu parçalanmanın nasıl olduğuna göre ikiye ayrılırlar. 1. Tip süperiletkenlerde, uygulanan alanın kuvveti kritik değeri geçtiği zaman süperiletkenlik aniden yok olur. Maddenin geometrisine bağlı olarak, manyetik alan bulunduran normal kısımlar ile manyetik alan bulundurmayan süperiletken kısımlardan oluşan karışık bir düzene girebilir. 2. Tip süperiletkenlerde manyetik alanın gücünün kritik değeri aşmasıyla, elektrik akımı çok kuvvetli olmadıkça akıma direnç göstermeyen ve artış gösteren bir manyetik akımın maddeye nüfuz ettiği (vorteks durumu) bir durum oluşur. İkinci bir kritik noktanın aşılmasıyla ise süperiletkenlik yok olur. Vorteks durumu, elektronik süperakışkandaki vorteksler sebebiyle meydana gelir. Duruma göre bu vortekslere "fluxon" adı verilir çünkü bu vortekslerin taşıdığı akım kuantumlaşmıştır. Birçok saf element süperiletkenleri 1. Tiptir, saf olmayan ve bileşik olan maddelerin neredeyse tamamı da 2. Tiptir. Dönen bir süperiletken, dönüş ekseniyle hizalanmış bir manyetik alan oluşturur. Bu efekt, bir NASA görevi olan Gravity Probe B’de kullanılmıştır. Bu deney dönen dört süperiletken topacın manyetik alanlarını hesaplayarak dönüş eksenini bulmak için yapılmıştır. Bu etki, deney için hayati önemdeydi çünkü başka hiçbir özelliği bulunmayan bir kürenin dönüş eksenini hesaplamak için kullanılabilecek sayılı yöntemlerden bir tanesiydi. Süperiletkenlik 8 Nisan 1911 tarihinde, dondurucu soğuklarda katı cıvanın direnci üzerine çalışan Heike Kamerlingh Onnes tarafından bulunmuştur. Onnes, 4,2 Kelvin’de direncin aniden yok olduğunu gördü. Tarih boyunca farklı maddelerin süperiletkenlikleri keşfedildi. Süperiletkenliğin işleyişini bulmak için birçok deneme yapıldı. 1933’te Meissner ve Ochsenfeld’in süperiletkenlerin manyetik alanları yok etmesini bulmasıyla önemli bir adım atılmış oldu. 1935’te Fritz ve Heinz London, Meissner efektinin süperiletken akım tarafından taşınan elektromanyetik serbest enerjinin minimuma indirilmesiyle görüldüğünü açıkladı. Süperiletkenlik üzerine ilk fenomenolojik teori, London kardeşler tarafından ortaya
konulan London teorisidir. Denklemlerinin en büyük başarısı, Meissner efektini açıklayabilmesidir. London denklemleri; formula_2 formula_3 Bu teoriler arasında Ginzburg-Landau teorisi ve BCS teorisi gösterilebilir. Ginzburg-Landau teorisi, Landau’nun ikinci tür hal değişimleri teorisini Schrödinger’inkine benzeyen bir dalga denklemiyle birleştirdi ve süperiletkenlerin makroskobik özelliklerini açıklamada büyük rol oynadı. Abrikosov, Ginzburg-Landau teorisinin sonradan 1. Tip ve 2. Tip olarak adlandırılacak iki çeşidi belirttiğini kanıtladı. Abrikosov ve Ginzburg 2003 Nobel Ödülü’nü kazandı. Ginzburg-Landau teorisinin dört boyutlu versiyonu olan Coleman-Weinberg modeli de kuantum alanı teorisi ve kozmolojiye katkı sağladı. 1950’de Maxwell ve Reynolds süperiletkenin kritik sıcaklığının, bileşen elementinin izotopik kütlesine bağlı olduğunu kanıtladı. Bu önemli keşif elektron-fonon etkileşimini süperiletkenliğe sebep olan mikroskobik mekanizma olarak gösterdi. Süperiletkenliğin tamamlanmış mikroskobik teorisi 1957’de Bardeen, Cooper ve Schrieffer tarafından öne sürüldü. BCS teorisi, süperiletken akımının, süperakışkan Cooper eşlerinden oluştuğunu gösterdi. Teorinin sahipleri 1972 Nobel Ödülü’nü aldı. 1958’de Bogulyubov’un, BCS dalga fonksiyonunun, Hamiltonian elektroniğinin benzer bir dönüşümüyle açıklanabildiğini göstermesiyle BCS teorisi sağlamlaştı. Süperakışkanlığı anlamanın temelinde BCS teorisinin perspektifinden bakmak vardır. 1954’te kriyotronun icadıyla süperiletkenlerin pratik bir biçimde uygulanması sağlandı. Kritik manyetik alan değerleri farklı olan iki süperiletken birleştirilerek birkaç bilgisayar parçası geliştirilmiş oldu. Süperiletkenliği keşfinden hemen sonra Onnes, süperiletkenlerle bir mıknatıs yapmak istedi ancak manyetik alanların, kullandığı maddelerdeki süperiletkenliği yok ettiğini gördü. Bu düşünceyi 1955’te Yntema gerçekleştirdi. 1961’de Kunzler, Buehler, Hsu ve Wernick 4,2 Kelvin ve 8.8 Tesla’da üç kısmı niyobyum, bir kısmı kalaydan oluşan bir bileşiğin 100,000 amper/m elektrik akımını kaldırabileceğini keşfetti. Sonrasında ise niyobyum-kalay ve niyobyum-titanyum bileşiklerinin sırasıyla 20 ve 10 Tesla büyüklüklerinde manyetik alan oluşturabileceği keşfedildi ve bu bileşikler süpermıknatıslarda kullanılmaya başlandı. Günümüzde de MR sistemlerinde bu bileşikler kullanılmaktadır. 1962’de Josephson’ın teorisine göre bir süperakım, ince bir yalıtkan katmanıyla ayrılan iki süperiletken arasında akabilirdi. Josephson etkisi, süperiletken kuantum müdahale aygıtlarında kullanılmaktadır. Aynı zamanda manyetik akım kuantumunu hesaplamak için kullanılmaktadır. Josephson’a 1973’te Nobel Ödülü verilmiştir. 2008’de, süperiletkenliğe sebep olan mekanizmanın, süperyalıtkanlığa da sebep olabileceği ileri sürülmüştür. 1986’ya kadar fizikçiler BCS teorisinin, 30 Kelvin’den yukarıda süperiletkenliğe olanak vermediğine inandılar. O yıl Bednorz ve Müller lantan bazlı bir cuprate perovskite maddede süperiletkenliği keşfettiler. Bu maddenin hal değiştirme sıcaklığı 35 Kelvin’di. İkisi 1987 Nobel Ödülü’nü aldılar. Sonrasında ise lantanı itriyumla değiştirmenin, kritik sıcaklığı 92 Kelvin’e yükselttiği keşfedildi. Bu sıçrayış, soğutucu olarak sıvı helyum yerine sıvı azotun kullanılmasını sağlar. Sıvı azotu bulmak, sıvı helyum bulmaya göre çok daha kolaydır. Birçok cuprate süperiletken keşfedilmiştir ve bu maddelerin süperiletkenlik teorilerini bulmak, yoğun madde fiziğinin en zorlu görevlerinden biri olmuştur. Günümüzde iki teori mevcuttur: rezonans üreten değerlik bağı teorisi ve dönüş dalgalanması teorisi. 1933’ten beri en yüksek ısılı süperiletken; cıva, baryum, kalsiyum, bakır ve oksijen içeren seramik bir metaldir. Kritik sıcaklığı 133 – 138 Kelvin arasında olarak düşünülmektedir ancak 138 Kelvin’in doğruluğu henüz deneysel onay almamıştır. Şubat 2008’de demir bazlı süperiletkenler bulunmuştur. 2015’te de hidrojen sülfürün 203 Kelvin’den aşağıda süperiletkenlik gösterdiği keşfedildi ancak bu durum yalnızca yüksek basınçta gerçekleşiyordu. Süperiletken mıknatıslar, bilinen en güçlü elektromıknatıslardandır. MR makinelerinde, kütle spektrometrelerinde, parçacık hızlandırıcılarındaki ışın yöneten mıknatıslarda ve bazı tokamaklarda kullanılmaktadırlar. Ayrıca manyetik ayrım için de kullanılabilirler. 1950’ler ve 1960’larda süperiletkenler kriyotron anahtarlı deneysel dijital bilgisayar yapımında kullanıldı. Daha yakın zamanda ise hızlı tekil akım kuantumu teknolojisini baz alarak dijital çevrimler yapmak için kullanılmıştır. Süperiletkenler Josephson bağlantıları kurmak için kullanılmaktadır. Normal halden süperiletkenliğe geçişteki direnç değişimi dondurucu mikro-kalorimetre foton dedektörlerindeki termometreleri yapmak için kullanılmaktadır. Aynı efekt hassas bolometreler yapmak için de kullanılmaktadır. Yüksek ısılı süperiletkenlerdeki boyut ve maliyet avantajı birkaç pazarlama alanında kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin bir rüzgar tribününün süperiletken maddelerle yapılması daha ucuzdur. İleride gelebilecek kullanım alanları arasında elektrik gücü iletimi, güç depolama aygıtları, elektrik motorlar, manyetik yükseltim araçları ve süperiletken manyetik dondurma yer almaktadır. Ancak süperiletkenlik hareket eden manyetik alanlara duyarlıdır, bu yüzden hareket eden manyetizmalı teknolojilerin geliştirilmesi, sabit manyetizmalı teknolojilere göre daha uzun sürecektir. Günümüzdeki elektrik kablolarına kıyasla, süperiletken kablolar daha verimlidir ve daha az yer kaplar. Heike Kamerlingh Onnes (1913) Bardeen, Cooper, Schrieffer (1972) Esaki, Giaever, Josephson (1973) Bednorz, Müller (1987) Abrikosov, Ginzburg, Leggett (2003) Kosterlitz, Haldane, Thouless (2016) Cooper çiftleri negatif elektrik yüklü elektron atom örgüsün içinden geçerken pozitif yüklü iyonlarla elektromanyetik etkileşime geçerse Cooper çifti oluşup atom örgüsünün şekli bozulur. Cooper çiftleri süperiletkendeki akımın taşıyıcılarıdır fonon alışverişi ile bağlı kalırlar. Fonon kristal titreşim kuantumudur. Parçalayıcısı düzen parametresiyken adını Leon Neil Cooper'dan alır. Öncelikle, Cooper çiftlerini oluşturan elektronlar tek bir atoma bağlı değildir. Bunlar, aynen metallerdeki gibi malzeme içinde serbestçe dolaşan elektronlardan oluşuyor. Bazı atomların (metal atomları) en dış kabuklarındaki elektronlar atomlara diğerlerinden çok daha zayıf bağlanmıştır. Atomları bir araya koyarak malzemeyi oluşturduğunuzda, bu elektronlar bir atomdan diğerine rahatça geçerek, malzeme içinde serbestçe dolaşmaya başlarlar. Küçük bazı farklar dışında bu hareket parçacıkların boş uzaydaki hareketine oldukça benziyor. Biz bu tip malzemelere “metal” diyoruz. Süperiletkenlikte metallerde, bu serbest elektronların birbirleriyle “bir şekilde” etkileşerek Cooper çiftleri oluşturmasıyla oluşuyor. Etkileşme BCS tipi dediğimiz süperiletkenlerde, atomların titreşmesi aracılığıyla gerçekleşiyor. Yani, bir elektron çevresindeki atomların titreşmesine neden oluyor, bu titreşimler uzağa yayılıyor ve başka bir elektronun hareketini etkiliyor. Fakat elektronların etkileşmesi için bu tek bir olası mekanizma değil. Özellikle seramik süperiletkenlerde başka etkileşme mekanizmalarının olduğu düşünülüyor. Önemli olan bir nokta bu etkileşmenin çok zayıf olması. Bunun bir sonucu, elektronların birbirlerine bağlanması için sıcaklığın çok düşürülmesi gerekiyor. Bu da, belli bir kritik sıcaklığın altında gerçekleşiyor. Kritik sıcaklık her malzeme için farklı. O malzemedeki elektronların ne kadar büyük titreşim yaratabildiklerine (BCS mekanizması için), elektron yoğunluğuna vb. birçok faktöre bağlı. Birçok malzeme için bu 1 Kelvinin bile altında, kurşun için 7K, magnezyum diborid için 39K, seramikler için daha yüksek. Şu andaki dünya rekoruna 138K ile bir seramik sahip. Ama, bütün malzemeler süperiletken olamıyor. Bunun nedeni bu malzemelerde Cooper çifti oluşturacak derecede yeterince güçlü bir etkileşmenin olmaması olabilir ya da deneysel olarak yeterince düşük sıcaklıkları henüz elde edemediğimizden de olabilir. Bazı metallerse, normal basınç altında hiçbir zaman süperiletken olamadığı halde, yüksek basınç altında ve uygun sıcaklık altında süperiletken olabiliyor (örneğin demir). Şu anda, hangi malzemenin hangi sıcaklık (ve basınç) altında süperiletken olacağını güvenilir bir şekilde söyleyebilen bir kuram yok. Süperiletkenlik alanındaki en büyük sorun, kuramların bu anlamdaki yetersizliği. Gelecekte oda sıcaklığında süperiletken olan malzemeler bulunacağı umuluyor. Ama o zamana kadar, bilim adamları güçlü soğutucularla çalışmak zorunda. Kritik sıcaklığın üzerinde bir süperiletkenin metale dönüşmesi, bu malzemelerin normalde metal olmasından kaynaklanıyor, başka bir şey değil. Elektronlar arasındaki etkileşmenin zayıf olmasının ikinci bir sonucu, bu elektronlar bağlanıp bir Cooper çifti oluşturduklarında aralarındaki uzaklığın oldukça büyük olması. (Zayıf etkileşme => büyük uzaklık, düşük kritik sıcaklık). Diğer bir takım nedenlerden dolayı bu uzaklığa “uyum uzaklığı” deniyor ve değeri 1000 Angstrom ile bazı seramiklerde 30 Angstrom arasında değişiyor. Atomların çapının birkaç Angstrom olduğunu hatırlarsanız, bir Cooper çiftindeki iki elektron arasında yüzlerce başka elektron olduğunu görebilirsiniz. Bunun bir anlamı, bir çiftteki elektronlardan birinin rahatlıkla bağdan kurtulup başka bir çifte bağlanabilmesi olasılığı. Yani, malzeme içinde bir kere birbirlerine bağlandı mı artık ayrılmayan çiftler yerine çok daha karmaşık bir durum söz konusu. Bu nedenle süperiletkenlerin kuramsal tasviri oldukça karmaşık ve yine bu nedenle süperiletkenlikle Bose-Einstein yoğuşması arasında birebir ilişki kuramıyoruz. (Halbuki iki olay birbirine çok benziyor). Bir çifti oluşturan elektronların enerjileri aynı da olabilir, farklı da. Bağlanmayı sağlayan etkileşme çok zayıf olduğundan, çiftin bağlanma enerjisi çok düşük. Bu nedenle elektronların enerjileri de aşağı yukarı aynı olmalı; enerjileri arasında çok büyük farklar olmamalı. Elbette bu elektronlar birbirleri arası
nda momentum ve enerji değişimi gerçekleştiriyorlar, ama söz konusu enerjiler bağlanma enerjisine göre çok düşük. Çiftin dağılarak iki bağımsız elektrona dönüşmemesi için bunlar zorunlu. Cooper çiftlerinin oluşmasının neden sıfır dirence yol açtığı sorusununsa basit bir cevabı yok. Standart, Bose-Einstein yoğuşması cinsinden açıklaması şöyle: Kuantum kuramına göre elektron bir fermiyondur; yani aynı kuantum durumunda bulunamayan, Pauli dışlama ilkesine uyan parçacıklar. Buna karşın çift sayıda fermiyon içeren bir sistemse bir bozondur. Bozonlar da, fermiyonların aksine aynı kuantum durumunda bulunmaya çalışır. Örneğin helyum atomu, 2 proton, 2 nötron ve 2 elektrondan, dolayısıyla 6 fermiyondan oluşan bir bozondur. Bose-Einstein yoğuşması olayında, bozonların büyük çoğunluğu aynı kuantum durumuna girer. Bu durumda, eğer bir takım bozonlar bir yöne doğru sabit hızla hareket ediyorsa, bütün diğer bozonlar da aynı yöne doğru aynı hızla gitmek isteyecektir. Belli bir sıcaklığın altında sıvı helyumda gördüğümüz “süper akışkanlık” bu kuantum olgusundan kaynaklanıyor. Süperiletkenlerde de Cooper çiftleri bir bozon gibi davranıyor (ama, bir Cooper çiftini, değişmez bir parçacık olarak düşünmek pek doğru değil). Dolayısıyla, akım taşıyan bir durumda, bütün Cooper çiftleri aynı yönde, aynı hızla hareket etme eğiliminde. Dolayısıyla, bu akımdan bir Cooper çiftini çıkarmak (yavaşlatmak) enerji isteyen bir olay, normal dirençli metallerdeki gibi dışarıya enerji veren bir olay değil. Bir metalde atom örgüsünü oluşturan atomların birlikte hareket ettiği biliniyordu.Bu yapı belli enerji ve frekanslarda titreşiyordu.Titreşimin artması fonona bağlıydı frekans ise atom kütlesine bağlıydı.Civa için kritik sıcaklığın civa izotopuna göre değişiyordu bu da süperiletkenliği fononla ilgisi olduğunu kanıtlıyordu. Negatif atom örgüsünün içinden pozitif yüklü iyonlarla elektromanyetik etkileşim yapmasının sonucu elektronları birlikte hareket ettirmeye çalışıyordu ve bu çiftlere Cooper çifti denildi. Süperiletkenliği anlamaya yönelik geniş çapta kabul edilmiş ilk teori 1957 yılında John Bardeen, Leon Cooper ve John Schrieffer adındaki Amerikalı fizikçilerden geldi ve onlara 1972'de Nobel ödülünü kazandırdı. Bu teori BCS teorisi olarak bilinmekte olup, adı bilimadamlarının soyisimlerinin başharflerinden derlenmiştir. BCS teorisi, süperiletkenliği mutlak sıfıra yakın değerlerde olan elementleri ve basit alaşımları (1. tip süperiletkenler) açıklamakla birlikte yüksek sıcaklık süperiletkenlerini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. BCS teorisine göre elektronlar kristal bir örgünün içinden geçerken, örgü içeri doğru bükülme gösterir ve fonon denen ses paketleri oluşturur . Bu fononlar deforme olmuş alanda pozitif bir yük yatağı oluşturarak arkadan gelen elektronların aynı bölgeden geçmesine olanak sağlarlar. Elektronların çiftler halinde geçmesine sebep olan bu olaya 'phonon-mediated coupling' (fonon yardımıyla eşleşme) denir ve süperiletkenliğe olanak sağlar. Bu çift COOPER ÇİFTİ olarak adlandırılır. https://en.wikipedia.org/wiki/Superconductivity#/media/File:Meissner_effect_p1390048.jpg https://en.wikipedia.org/wiki/Superconductivity#/media/File:Ehrenfest_Lorentz_Bohr_Kamerlingh_Onnes.jpg Diktatörlük Diktatörlük (Latince: "dictatura"), otokratik bir hükûmet biçiminde, yönetimin diktatör olan tek bir birey tarafından yönetilmesi türüdür. Genellikle üç olası anlamda kullanılır. 20. yüzyıl ve erken 21. yüzyılda aile diktatörlüğü göreceli bir şekilde kalmıştır. Bazılarına göre ise totalitarizm türündeki bir yönetim biçiminde hükûmete veya yöneticilere diktatörlük kaynağının nereden geldiği, o diktatörlüğün tanımlanmasına kaynak oluşturmaktadır. Tüm anlamlarda diktatörler, toplumdaki insanların rızaları olmadan; Diktatör kelimesi Latincede emir veren, dikte eden anlamına gelir. Devlet içinde tüm yetkileri kendi elinde tutup en üst düzeyde bulunan yöneticidir. Bu kişi aynı zamanda partisininde mutlak lideri olup dışişleri bakanlığı ve orduda başkomutanlık yapabilir. Tek parti rejimi vardır. Bu tür dikatörlüklerde demokrasiden asla söz edilemez. Katı bir liderlik ilkesi vardır. Bu diktatörlük çeşidi daha çok benzer sistemler olan nazizm ve faşizmde görülmüş olup bu diktatörlük çeşidinde en çok ünlenmiş olan kişi Adolf Hitler'dir. Yine bu tür içerisinde ele alınabilecek olan müşfik yani sevecen diktatörlük; otoriter bir liderin sadece kendi kişisel çıkarına veya nüfusun sadece küçük bir bölümünün yararına değil de toplumun bütününün faydasına bir politika izlediği hükûmet şeklidir. Müşfik ve hayırsever bir diktatör, referandumlar yoluyla bazı demokratik kararların alınmasına izin verebilir. Çoğu diktatör rejim kendini daima hayırsever olarak gösterir ve demokratik rejimleri sürekli olarak dağınık, verimsiz ve bozuk olarak gösterme eğilimi içerisindedirler. Napolyon Bonapart, Josip Broz Tito, Ho Chi Minh gibi bazı liderler müşfik diktatörler olarak vasıflandırılırlar. Tek parti diktatörlüğü de kişi diktatörlüğü içerisinde ele alınmaktadır. Devletin idaresinin ve her türlü yetkinin tek bir parti elinde bulunmasıdır. Tek parti rejimi vardır. Bu diktatörlük çeşidinde de demokrasiden söz edilemez. Partinin başında otoriter bir lider olabileceğinden kişi diktatörlüğüne benzeyebilir, bu konuda Sovyetler Birliği'nin Stalin dönemi örnek gösterilebilir. Devlet idaresinin orduda bulunmasıdır. Bu tür yönetimlere "cunta" adı verilir. Siyasi partiler bulunmaz, bulunsa bile ordu kontrolünde varlığını sürdürür. Askeri yönetimlerin başına geçmiş kişiler genellikle yönetime darbe yoluyla gelmiştir. Bu diktatörlük çeşidini uygulayan en ünlü kişilere Francisco Franco ve Muammer Kaddafi örnek verilebilir. Bahman Ghobadi Bahman Ghobadi (Kürtçe: به‌همه‌نی قوبادی / Behmen Qubadî, Farsça: بهمن قبادی "Bahman Qobadī", 1 Şubat 1969, Bane), İranlı Kürt film yönetmeni. 1969 yılında İran’ın Bane kentinde doğan Bahman Ghobadi, öğrenimi sırasında bir radyoda çalıştı. Daha sonra Senendec’de genç bir amatör olarak film yönetmenleri grubuna katıldı ve onlarla kısa metrajlı filmler yapmaya başladı. Daha sonra sinema eğitimi almak üzere başkente giden sanatçı, eğitimini yarıda bıraktı. 1995-1999 yılları arasında birçok ulusal ve uluslararası yarışmalarda ödül kazanan 10 kısa filme yönetmenlik eden sanatçının yapımları arasında Clermont-Ferrand Festivali’nde Jüri Özel Ödülünü kazanan "Siste Yaşam" filmi de bulunuyor. 1999 yılında, Abbas Kiyarüstemi’nin "Rüzgâr Bizi Sürükleyecek" filminin çekimlerinde baş asistan olarak çalışan yönetmen, Samira Makhmalbaf’ın "Kara Tahta" isimli filminde başrollerden birini de üstlendi. Kubadi, "Sarhoş Atlar Zamanı" filmi ile 2000 yılı Cannes Film Festivali’nde "Altın Kamera Ödülü", "Genç Sinema Ödülü" ve "Fipresci Ödülü"ne layık görüldü. 2004 yılında Amerika-Irak savaşındaki çocukların hayatlarından esinlenerek Turtles Can Fly ("Kaplumbağalar da uçar") adlı filmi yazdı ve yönetti. Yaptığı filmi şöyle yorumladı: Sakk-ı Şer’î Şer’îyye Sicilleri'ndeki her çeşit yazılı kayıtlar belli bir usûle göre düzenlenmekte ve sicile kaydedilmektedir ki, bu usûle: sakk-ı şer’î usulü denmektedir. Sakk kavramı Farsça, çek kelimesinin Arapçalaştırılmış hâlidir ve sözlükte berat, hüccet, temessük, tapu tezkeresi ve kısaca yazılı belge anlamlarına gelir. Terim olarak ise; şer’î mahkemelerin sicile kaydettiği veya yazılı olarak tarafların eline verdiği her çeşit belgenin düzenlenmesinde ve yazılmasında takip edilen yazım usûlüne veya bu çeşit yazılı belgelere Sakk-ı Şer’î denmektedir. Başta ilâm ve hüccetler olmak üzere bütün kayıtların tanzim ve yazım şekillerini açıklayan örnekler yazılarak, sakk kitapları te’lîf edilmiş ve şer’iyye sicillerindeki kayıtların tanzimi meselesi, düzenli ve sağlam bir şekilde ortaya konmuştur. Düstûr’da yirmi ikinci maddede:” Cerîde-i muharrer sûret-i dâva esas tutularak i’lâm müsveddesi usûl-i sakk üzere kaleme alınır. Hîn-i tesviyede sûret-i zabtın bazı ibarelerinde kâide-i sakk üzere mahv ve isbât câiz ise de esas mes’elece tağyîr olmak şarttır...”.denilerek takip edilecek yazım usûlünün “sakk usûlü” olduğu belirtilmiştir. Rize Atatürk Stadyumu Rize Atatürk Stadyumu, eskiden Rize'de yer alan ve Çaykur Rizespor'un futbol maçlarına ev sahipliği yapmış 10,700 kişilik stadyum. Yeni stadyumun inşa edilmesiyle birlikte, alışveriş merkezi yapılması amacıyla yıkılmıştır. Ordu kassamı Kassamlık, Osmanlıda halkın tâbi olduğu nizam ( askeri-reaya) çerçevesinde ikiye ayrılmıştır. Bunlardan biri askeri sınıf mensubu kişilerin miraslarını vârisler arasında paylaştırmaya taksime kadıasker adına memur “Askerî Kassam”lardır. Diğeri ise reayanın terekesini vârisler arasında taksime vilayet ve sancak kadıları adına memur olan şehrî kassamlardır. Askerî sınıfın terekesini vârisleri arasında pay eden kazasker kassamları, kazada veya birkaç kazada bulunurlardı. Rumelidekiler Rumeli kazaskerleri ve Anadoludakiler Anadolu kazaskerleri taraflarından göreve getirilirlerdi. Bunlar tahsil ettikleri kısmet-i askeriyyeyi o bölgenin kadılığındaki sandıkta saklayarak, kazaskerlerin mühürlü mektupları ve fermanlarla gelmiş olan askerî kassam müfettişi veyahut suvari kassamları geldiği zaman kadı veya nâibler tarafından onlara teslim edilirdi. “Suvarî Kassamları her teftiş ettiği yerde tahsil edilen kısmet-i askeriyyeyi kadılık sandığından tesellüm ederek elindeki mühürlü defteri bu resimleri kendisine teslim eden kadı veya nâibe mühürletirdi. Mahallî askerî kassamların azli ve yerine diğerinin tâyini suvarî kassâmının selâhiyeti dahilinde olduğu gibi bunlar hakkındaki şikayetler veya taltif edilmeleri hakkında verdiği raporlar da hükûmetçe nazarı dikkate alınırdı”. Bunların görevleri bir suvari kassamı tayininde şu şekilde belirtilmiştir: 1- “Tayin olunan bölgede bulunan vilayet ve kazalarda daha önce tayin olunan süvari kassamından bu ana gelinceye kadar vaki askeriye ait konuları teftiş edip, resimlerini kim almış ise ondan kabz etmek. 2- Söz konusu bölgede bulunan kadı ve naiblerin elde ettikleri resimleri teslim alıp,
elinde bulunan mühürlü deftere kaydetmek. 3- Kısmet-i Askeriye tahririne memur olanlardan hıyaneti olanları azledip, yerlerine emin ve mutemet kimseleri tayin etmek. 4- Kısmete ilişkin bütün işler süvari kassamının uhdesine tevdi edildiğinden, bu konuda her türlü icraata yetkili olmak. Bunlarla ilgili olarak ulemadan Mevlana Mehmed ve Anadolu’daki bazı kaza naiblerine şu şekildeki bir talimata uymaları istenmektedir: Ulemadan Mevlana Mehmed ve Anadolu’da sol kola tayin olunan elviye-i mezbûrede vaki kaza naiblerine hüküm ki, İş bu sene tis’a ve semânîne ve elf (1089) Rebîu’l-ûlâ gurresinden sol kol tabir olunur elviyede sen ki mevlanay-ı mezbûr Mehemmed’sin kassam-ı süvari tayin olunmanla elviye-i mezkûrede vaki olan gerek mevâli-i ızam ve gerek sair kazalarda mukaddemâ mezkûr kolda kassam-ı süvari olan İbrahim’in mürûrundan bu âne gelince vâki olan mevadd-ı askeriyyeyi teftiş ve tefehhus edip rüsumı her kim ahz ve kabz etmiş ise ahz-ü kabz idesin. Ve siz ki elviye-i mezkûrede vâkî kadılar ve nüvvabsız, sene-i mezkûreden bu âne gelince makbuzunuzu kasamm-ı mûmâ ileyhe teslim edip yedinde olan mahtum deftere kayıd idersiz. Sen ki kassam-ı mûmâ ileyhsin kısmet-i askeriyye tahririne memur olanlardan hıyaneti zahir olanları azledip yerlerine emin ve mutemed kimesneleri nasb eyliyesin; ve bil cümle kısmete müteallik cemi’ı umûr, sana tefviz olunmuştur; azl ve nasbın, şükür ve şikayetin makbuldür. Anadolu Kazaskeri Mehmed Efendi’den süvari kassama mühürlü mektub verilmekle mucibince amel oluna deyu ferman sâdır olmağın vech-i meşruh üzere şerh yazılmıştır. Evasıt-ı Rebiu’l-evvel, sene 1089. Tanzimat-ı Hayriyeyi müteakip, kazaskere ve kadılara ait kassamlıklar kaldırılmış sadece İstanbul’da bir kassamlık kalmış, eyalet ve sancakların kısmet işleri de kadılara bırakılmıştır. Teorik astrofizik Teorik astrofizik, astronomlar tarafından gözlemlenen olguları, fizik terimleri ve teorik yaklaşımlarla açıklamaya çalışan disiplindir. Meir Shalev Meir Shalev, (d.1948) İsrailli yazar. 1948 yılında İsrail’de Nahalal’da dünyaya geldi. Şair Ishak Slahev’in oğludur. Çocukluğunu Nahalal’daki bir tarım kooperatifinde geçirdi. Kudüs’e taşındı. Üniversitede psikoloji eğitimi aldı. Radyo ve televizyonlar için çeşitli programlar yaptı. İsrail’in önde gelen köşe yazarlarından biri olan Shalev’in İtalya’da Juliet Club Ödülü’nü alan Dört Ziyafet romanının yanı sıra başka romanları ve çocuk kitapları da vardır. Veri yapısı Veri yapısı, bilgisayar ortamında verilerin etkin olarak saklanması ve işlenmesi için kullanılan yapı. Veri yapıları, verilerin düzenlenme biçimini belirleyen yapıtaşlarıdır. Bir yazılım değişkeni bile basit bir veri yapısı olarak kabul edilebilir. Değişik algoritmalarda verilerin diziler, listeler, yığıtlar, kuyruklar, ağaçlar ve çizgeler gibi veri modellerine uydurularak düzenlenmesi gerekebilir. Veri, yapı ve algoritma bir yazılımın birbirinden ayrılmaz bileşenleridir. Algoritması hazırlanmış her yapı için verilerin düzenli bir şekilde kullanımı önemlidir. Çünkü yapı iyi kurulduğunda, etkin, doğru, anlaşılır ve hızlı çalışıp az kaynak kullanan algoritma geliştirmek kolaylaşır. Salkım, Kavaklıdere Salkım, Muğla ilinin Kavaklıdere ilçesine bağlı bir mahalledir. Önceden Yatağan ilçesine bağlı bir köy iken Kavaklıdere'nin Turgut Özal'ın cumhurbaşkanlığı döneminde ilçe yapılmasıyla buraya bağlanmıştır. Salkım Köyü, Kavaklıdere ilçesine 6 km uzaklıkta olup ana yol üzerine kurulmuş bir mahalledir.Göçebe olarak yaşayan horzum yörüklerine ait bir grup çobanın ilk olarak yerleştiği bu bölgelerde mahalle nüfusunun önemli bir kısmı yörüktür. Köy halkının başlıca gelir kaynağı önceleri tarım, hayvancılık ve orman işçiliği ise de şimdilerde halkın bir bölümü mermer şirketlerinde çalışmaktadır. Mahallede ayrıca arıcılık da yapılmaktadır. Salkım mahallesi üç ilçenin yol güzergâhlarının kesiştiği yerde bulunmaktadır. Yaklaşık 600 nüfusa sahip Salkım Köyü'nün şu anki muhtarı Yaşar Sağlam'dır. Salkım Köyü, mermer sanayisinin bölgede gelişmiş olması nedeniyle özellikle Karadeniz Bölgesinden göç almıştır. Salkım mahallesi Kavaklıdere ilçesine 6 km, Yatağan ilçesine 26 km, Bozdoğan ilçesine de 38 km uzaklıkta bulunmaktadır. Mahallenin gelenekleri ve yemekleri hakkında yeterli bilgi yok. Muğla iline 50 km, Kavaklıdere ilçesine 6 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır, fakat faal olmadığından taşımalı eğitim yapılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Çizici Çiziciler, özellikle çizim ve grafik çıktıların alınmasında kullanılan büyük boyutlu yazıcılardır. Bilgisayar teknolojisi, yabancı kaynaklı olduğundan, Plotter adı ile de bilinirler. Eskiden kalem ile çizdikleri için adları çizici olarak kalmıştır. Günümüzde kalemli, mürekkep püskürtmeli çeşitleri vardır. Çiziciler günümüzde dijital baskı ve daha çok CAD (Computer Aided Design) programları tarafından desteklenir. Çiziciler genelde mimarlık, mühendislik, matbaa uygulamalarında yoğun olarak kullanılırlar. Çiziciler Drum ve Flatbed olarak ikiye ayrılırlar. Kullanım Şekli: Geniş Format Çizicilere kâğıt rulo ve tabaka halinde verilir. " " Çiziciler, baskı yönünden de iç mekan ve dış mekan baskı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kanvas, afiş, proje ve diğer yumuşak kâğıtlar gibi güneş ve suya dayanıksız ürünlerin baskısı iç mekan; reklam panoları, tabela ve araç kaplama gibi güneş ve suya dayanıklı baskı ise dış mekan baskı olarak adlandırılmaktadır. HP, Epson, Canon ve Roland başlıca plotter üreten markalardır. Świętochłowice Świętochłowice (telaffuz: ]) Polonya'nın güneyinde 51.722 (2014) nüfuslu bir kasabadır. 1999'dan beri Silezya Voyvodalığı'nda (Silesian) bulunmaktadır daha önce Katowice Voyvodalığı'nda (1975-1998) bulunmaktaydı. Alman toplama kampı Auschwitz'in bir alt kampı Świętochłowice'de 1943 tarihinde Zgoda işgücü kampı olarak açılmıştır. 1945 Ocak'dan itibaren, kamp tekrar açılmıştır ve Komunist Polonya tarafından kullanılmıştır. 1945 tarihinde 2.500 mahkûmun hayatını kaybettiği hapishane aynı yıl Kasım ayında kapatılmıştır. Świętochłowice Silezya (Silesian) yaylasının güney kesiminde kalır. Świętochłowice'nın, Bytom (kuzey), Ruda Śląska (batı, güneybatı) veChorzów (doğu, güneydeğu) sınırları vardır. Świętochłowice'de 55.527 kişi yaşamaktadır. Polonya'nın nüfus yoğunluğu en fazla olan şehridir ve Avrupa'nında en fazlalarındandır. Kilometrekare başına yaklaşık 4200 kişi düşmektedir. Świętochłowice Silezya-Cracovia iklim kuşağında yer almaktadır. Yıllık yağış miktarı 700 milimetredir. En çok yağış Temmuz'da ve en az Şubat ayındadır. Ortalama sıcaklık 7 °C'dir. Świętochłowice'de Ocak sıcaklığı yaklaşık -2,5 °C ve Temmuz sıcaklığı 18 °C'dir. Świętochłowice'de daha çok esmer toprak ve bataklık toprağı bulunur. Świętochłowice'nın 5 komşusu vardır: Świętochłowice'de en popüler spor motor yarışıdır. Şehirde Piaśniki bölgesinde Skałka stadyumu bulunmaktadır. Świętochłowice'nin başkanı 2010 yılında seçilmiş olan, Yurttaş Platformu'ndan Dawid Kostempski'dir. Amerika ıhlamuru Amerika ıhlamuru ("Tilia americana"), ebegümecigiller (eskiden Tiliaceae) (Malvaceae) familyasından anavatanı kuzey Amerika olan 40 m'ye boylanabilen bir ıhlamur türü. Tepe yuvarlakçadır. Yeni sürgünler yeşil renkte olup tüysüzdür. Yaprakları 10–20 cm uzunlukta, genişçe yumurta biçiminde ucu sivri, üst yüzü koyu yeşil, alt yüzü açık yeşil renktedir. Yan damar açılarında kahverengi tüyler bulunur. Yaprak sapı uzun olup 3–5 cm kadardır. Çiçekleri 5-15 çiçekli olup az çok sarkık yalancı şemsiye kuruluşunda, örtü yaprakları beşer parçalıdır. Meyveler yuvarlak ya da uzunca ters yumurta biçimindedir. Kabuğu kalındır. Temmuz ayında çiçek açar. Derin nemlice toprakları sever. Odununda ıhlamur yağı bulunur. Kuzey Amerika'nın doğusunda ve Orta Amerika'da ve Kanada'da bulunur. Google Blog Arama Google Blog Search, Google şirketinin sağladığı bir hizmettir. Normal aramadan farklı olarak yaptığınız arama sadece blog sayfaları içerisinde yapılmaktadır. Bu sayede arama alanınızı daraltarak net sonuçlara ulaşmanız daha olasıdır. Blogger, Live Journal, Weblog gibi sağlayıcılarda arama yapar. Weblogs.com Blogunuza eklediğiniz bir yazının arama motorları ve insanlar tarafından daha kolay bulunmasına sağlamak amacıyla kurulmuş bir web sitesidir. Eğer blogunuzu aldığınız servis "ping" özelliğini destekliyorsa bu sistemi ücretsiz kullanabilirsiniz. Organ Organ, biyolojide belirli bir görevi veya görevler bütününü yapan doku grubudur. Latince "organum" ("alet, araç") sözcüğünden türemiştir. Sıradan hayvanlar (insanlar dahil), kalp, akciğer, beyin, göz, mide, dalak, pankreas, böbrekler, karaciğer Vücuttaki üç büyük boşluğun (kafatası, göğüs, karın) her biridir. Amman Amman () Ürdün'ün başkenti ve en büyük şehri olup ülkenin siyasi, kültürel ve ticari merkezidir. Amman, dünya'nın hâlâ yaşanılan en eski kentlerinden biridir. 2014 yılı itibarı ile nüfusu 4,007,526'dir. Amman M.Ö. 7000 yılında kurulmuş olup tarihteki en eski şehirlerden biridir. Şehirdeki ilk insan yerleşimi belirtileri kalkolitik çağa (MÖ 4000-3000) kadar uzanmaktadır. MÖ 13. yüzyılda Amman, şehrin sakinleri olan Ammonitler tarafından Rabbath Ammon veya Rabat Ammon olarak adlandırılmaktaydı. İncil'e göre şehir Ammon Krallığı'nın başkenti idi. Helenistik dönemde şehrin adı Filadelfeia olup Dekapolis'e bağlıydı. 635 yılında müslümanların eline geçen Amman, 1516'da Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı. II. Abdülhamit devrinde Rusya'dan kaçarak Osmanlı devletine sığınan Çerkeslerin bir kısmı Amman civarına yerleştirildi. 1908'de tamamlanan Hicaz Demiryolu hattının Amman'dan geçmesi şehrin önemini arttırdı. I. Dünya Savaşı'ndan so
nra İngiliz manda yönetimine giren Amman 1946'da Ürdün Krallığı'nın başkenti oldu. Amman, Lut Gölü'nün 35 km kuzey doğusunda, Akdeniz'in 110 km doğusunda ve Kudüs'ün 65 km doğusunda yer almaktadır. Şehir, Ürdün bayrağındaki yedi köşeli yıldızını temsil eden yedi tepe üzerinde yer almaktadır. Amman'da Akdeniz iklimine benzer ancak ama yine de kıtasal olarak farklı bir iklim görülmektedir. Deniz seviyesinden 773 m yükseklikte olması bunu etkilemektedir. Şehirde sık sık yoğun sis görülebilmektedir. Amman keskin bir şekilde ikiye ayrılmıştır. Şehrin doğu kesimi geleneksel bir İslam şehri olup eteklerindeki barınaklarda çok sayıda Filistinli mülteci yaşamaktadır. Batı kesimi ise yeşillik içinde olup kafeler ve sanat galerileri bulunmaktadır. Kraliyet Sarayı doğu kesiminde, Meclis ise batı kesiminde yer almaktadır. Şehrin en önemli tarihi eseri, Romalılar'dan kalma kalesidir. Kalenin içinde antik bir tiyatro bulunmaktadır. Amman beş yılda bir doğrudan seçilen 41 üyeli belediye meclisi tarafından yönetilmektedir. Belediye meclisi 1909 yılında kurulmuş olup 1914 yılında ilk ilçe merkezi kuruldu. 18 yaşın üzerindeki tüm Ürdün vatandaşları belediye seçimlerinde oy kullanma hakkına sahiptirler. Ancak, belediye başkanı kral tarafından atanmaktadır. Amman Büyükşehir Belediyesi 27 semtten oluşmaktadır: Önemli bir sanayi merkezi olan şehirde 14 üniversite bulunmaktadır. Ürdün Üniversitesi Amman'daki en büyük üniversitedir. Amman, Ortadoğu ve Afrika'da iş için seyahat edenler ve turistler tarafından en çok ziyaret edilen şehirler arasında 8. sırada, uluslararası ziyaretçilerin en çok para harcadığı şehirler arasında ise 9. sırada yer almaktadır. Şehri 2011'de ziyaret eden 1,8 milyon turist 1,3 milyar dolardan fazla harcama yapmıştır. 2009 IAAF Dünya Kros Şampiyonası Amman'da düzenlenmiştir. Karayolları ile ülkenin diğer şehirlerine bağlanan başkent Amman'ın 30 km güneyinde Kraliçe Aliye Uluslararası Havalimanı yer almaktadır. Şehir içi toplu ulaşım taksi ve otobüsle yapılmaktadır. Taksilerin bazılarında sabit bir yol ve ücret bulunmaktadır. Şehirde ayrıca Akabe kentine yolcu taşıyan çok sayıda özel otobüs şirketi bulunmaktadır. Amman'ın aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır. Valide sultan Valide sultan (Osmanlıca: والده سلطان), Osmanlı'da Sedef-i Dürr-i Hilafet olarak da bilinen, Osmanlı padişahlarının saltanatları sırasında hayatta olan annelerine verilen unvandı. İlki Kanuni Sultan Süleyman'ın Annesi Ayşe Hafsa Sultan olmak üzere Osmanlı padişahları tahta çıktıkları zaman anneleri de Valide Sultan unvanını alarak büyük bir siyasi güce ve oldukça yüksek miktarda bir gelire sahip olurlardı. Valide Sultanlar bu geliri genellikle hastane, külliye, cami ve medrese inşa ettirmek için kullanırlar, bazen de fakirlere yiyecek dağıtmak, sünnet ettirmek, düğün yapmak gibi hayır işleri yaparlardı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Ayşe Hafsa Sultan'ın padişah üzerinde etkisi çok büyük olmuştur. Zira kendisi ilk Valide Sultandır. Onun dışında Valide Sultanlar genellikle siyasete karışmazlardı. Ancak kadınlar saltanatı adı verilen dönemde başlatıcısı Hürrem Sultan ve diğerleri ; Nurbanu Sultan, Safiye Sultan ve özellikle Kösem Sultan devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Kösem Sultan oğlu IV. Murad tahta çıktığında 11 yaşında olduğu için naiplik sıfatıyla devleti bizzat yönetmiştir. Ancak IV. Mehmed'in annesi Turhan Hatice Sultan'la birlikte Valide Sultan'ların etkisi tekrar azaldı, tekrar geleneksel görevleri olan hayır işlerine döndüler. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerindeki Valide Sultanlardan Bezmialem Sultan ve Pertevniyal Sultan İstanbul'daki birçok saray, cami, hastane ve okul inşaatlarına imzalarını atmışlardır. Osmanlı Devleti'nin en son Valide Sultanı II. Abdülhamid'in manevi annesi Piristû Kadın Efendidir. Padişahın öz annesi olmamasına rağmen padişah tarafından Valide Sultanlık unvanına getirilmiş, 1904 yılındaki ölümüne kadar bu görevde kalmıştır. II. Abdülhamit'ten sonraki padişahlar tahta çıktıklarında anneleri ölmüş olduklarından 1904 yılında Valide Sultanlık kurumu sona ermiştir. Kimi zaman padişahlar küçük yaşta tahta geçtiklerinden anneleri onların adına hükümler vererek ya da oğulları ile istişare ederek kararlarında etkili olurlardı. Buna ilk örnek olarak Handan Valide Sultan verilebilir. Çünkü Leslie Pierce'a göre oğlu adına bizzat devleti yönetmiştir. Ardından gelen Halime Valide Sultan oğlunun akli dengesi yerinde olmadığından da naibe olarak devlet yönetiminde söz sahibi olmuştur. Ancak bu kısa süreli dönemlere karşın Kösem Valide Sultan 10 seneyi aşkın zaman naibelik yapmıştır. Daha sonra kendisinden kurtulduktan sonra gelini Turhan Valide Sultan da devleti yönetmiş ve onunla da naibelik kurumu son bulmuştur. Vâlide-i Kebīre ya da Büyük Valide Sultan, oğlu vefat ya da tahtan indirilme sebebi ile yeni tahta geçen padişahın döneminde de Valide Sultan makamını taşıyan kişinin unvanıdır. Handan Sultan'ın oğlu I. Ahmed, tahta çıkar çıkmaz Safiye Sultan'ı Eski Saray'a göndermişti. Çünkü Safiye Sultan oğlu öldüğü için Valide Sultanlık makamını kaybetmişti. Bu bir emsal teşkil etmiş olacak ki; IV. Mehmet döneminde Kösem Sultan 25 yıl boyunca çok etkin bir rol oynadığı için devlette söz sahibi kişiler Turhan Sultan'ı istemediler ve yeni bir makam arayışı içine girdiler. Bütün bu hadiselerin sonunda Vâlide-i Kebīr yani Büyük Valide Sultan makamı ile Kösem Sultan iktidarı yeniden ele geçirdi. Turhan Sultan ise 'Vâlide-i Sagīr' (küçük valide) adı ile anılmaya başlandı. Ad fontes Ad fontes, "kaynaklara" veya "kaynaklara doğru" anlamına gelen Latince bir deyiştir. Rönesans Hümanizminde klasik Yunan ve Latin kaynakların yeniden incelenmesiyle ilgilidir. Benzer şekilde, Protestan Reformasyonu insanları İncil'e, Hıristiyan inancının temel ve birincil kaynağına, geri dönüşe çağırmış ve bu sloganı kullanmıştır. Rahîme Perestû Valide Sultan Rahime Perestü Valide Sultan (d.1826'ya doğru ö. 1904 Maçka), Osmanlı tarihindeki son Valide Sultandır. Osmanlı padişahı Abdülmecit'in eşi ve II. Abdülhamit'in manevi annesiydi. II. Abdülhamit tahta geçtiğinde valide sultan oldu. II. Abdülhamit'ten sonraki padişahlar tahta geçtikleri zaman anneleri zaten ölmüş oldukları için Osmanlı tarihindeki son Valide Sultan olarak hatırlanır. Piristû adı Farsça "kırlangıç (kuşu)" anlamına gelir. Küçük yaşta saraya ailesi tarafından verilen Perestü Kadın Efendinin asıl adı Rahîme olup Çerkeslerin Ubıh boyunun asilzade ailelerinden olan Gogen'lerdendir. Babası Gogen Gök Bey'dir. Kız kardeşi Fatma Hanım da ünlü göz hekimi Mehmet Esat Işık'ın anneannesidir. Perestü Kadın Efendi II. Abdülhamit'in öz annesi değildir. Ancak II. Abdülhamit daha 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan'ı kaybedince Perestû Hanım onun bakımını üstlendi. 3 yaşında iken annesi Düzdidil Kadınefendi'yi kaybeden Cemile Sultan'ı da o yetiştirdi. II. Abdülhamit manevi annesini çok severdi. II. Abdülhamit 1876 yılında tahta çıktığı sırada manevi annesi Piristû'dan özellikle siyasete karışmamasını rica etmiş ve ricasını yerine getirdiği takdirde el üstünde tutulacağını ve çok nüfuz sahibi olacağına dair söz vermişti. Perestü da bunu kabul etti ve böylece manevi oğlu tahta geçince Valide Sultan oldu. II. Abdülhamit'ten sonraki padişahlar tahta geçtikleri zaman anneleri zaten ölmüş oldukları için Perestü Kadın Efendi Osmanlı tarihindeki son Valide Sultan olarak hatırlanır. Perestü Kadın Efendi 1891 yılında Topçubaşı Bali Süleyman Ağa'nın hatırasına İstanbul'un Silivrikapı semtinde bulunan Bala Tekkesi Çeşmesini yaptırmıştır. Sapanca Uzunkum'da da bir cami yaptırmıştır. Perestü Valide Sultan'ın özel hayatına dair çok az kaynak vardır. Ancak torunu Ayşe Sultan'dan giyim kuşam tarzının daha çok alaturka olduğu ve debdeben uzak kaldığı anlaşılıyor. 1904 yılında oğlunun saltanatı devam etmekteyken Maçka'da kendi şahsi sarayı olan Valide Sultan Konağında vefat etti. Eyüp'te Mihrişah Valide Sultan Türbesi'ne defnedildi. Şevkefza Sultan Şevkefza Valide Sultan (d. 12 Aralık 1820- ö. 17 Eylül 1889, Ortaköy, İstanbul ), Osmanlı padişahı Abdülmecit'in eşlerinden biri ve Valide Sultan. Şevkefza Sultan Çerkes asıllıydı. 1 Ağustos 1839 tarihinde Sultan Abdülmecit'in eşi oldu. İki çocuk doğurdu. Birisi 21 Eylül 1840 yılında doğan Şehzade Murat, diğeri 20 Ekim 1842'de doğan Aliye Sultan'dı. Oğlu V. Murat'ın 1876 yılındaki 3 aylık padişahlığı sırasında Valide Sultan oldu. 1889 yılında öldü ve Yeni Camii Türbesine gömüldü. Misak Manukyan Misak Manukyan (Ermeni: Միսաք Մանուկեան, Fransızca: Michel Manouchian; 1 Eylül 1906, Adıyaman — 21 Şubat 1944, Fort Mont-Valérien), Ermeni kökenli Fransız şair, partizan. Nazilere karşı göçmen işçilerden oluşan bir partizan grubun askeri önderi oldu. 22 arkadaşıyla birlikte kurşuna dizildi ve bu haber Nazilerin duvarlara astığı afişlerle halka duyuruldu. "Uyanık Olalım" adlı şiiri göçmen işçilere ithafen yazılmıştır. 1906 yılında, Adıyaman’da, üç çocuklu bir köylü ailenin çocuğu olarak doğdu. 1915 Ermeni Kırımı'nda, ağabeyi Garabed'in dışında ailesinin diğer fertleri öldü. Bir süre ailesinin tanıdığı Kürt bir ailenin himayesinde kaldılar. I. Dünya Savaşı sonunda kardeşiyle birlikte Fransız yönetimindeki Suriye'de bir yetimhaneye gönderildiler. Fransa'ya gitmek için buradan ayrıldı önce Marsilya'ya ardından da Paris'e yerleşti ve Citroën fabrikasında çalışmaya başladı. Bununla birlikte edebiyatla ilgili bir dergide sol kanatın düşünceleriyle ve Fransa'da Ermeni kültürünün korunmasıyla ilgili çalışmalar yaptı. Marangozluk eğitimi aldıktan sonra, Genel Emek Konfederasyonu ("Confédération générale du travail")'na katıldı. Ardından Komünist Parti'ye katıldı. Yasadışı işler yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Bir Ermeni olan Manukyan, Phony Savaşı sırasında Paris'den gönderildi, Rouen bölgesinde çalıştı. Haziran 1940'da , Alman işgalinin başlamasından sonra, tekrar Paris'e dönüp, militanlığa devam etti. 1941'de bir baskın sonrasında tutuklandı ve birkaç hafta Compiègne'de hapsedildi. Önce Göçmen İşçiler
("Main-d'œuvre immigrée", "MOI") isimli silahlı örgütün Ermeni kolunun başına geçti ve ardından FTP-MOI isimli örgütün (Besarabya Yahudisi Boris Holban tarafından 1942'de kuruldu.) önemli bir figürü oldu. Buna rağmen ilk görevinde ihmalkar davrandığı için, bir süre katılımcı olmasına izin verilmedi. 1943 yılında Boris Holban'ın yerine geçti. Ağustos'dan Kasım'a kadar Manukyan'ın emrindeki gruplar Alman işgalcilere karşı imalathaneler ve ulaşım hatları da dahil olmak üzere yaklaşık otuza yakın saldırı düzenlediler. 28 Eylül 1943'de SS generali Julius Ritter'in "Manukyan grubunca" öldürülmesi büyük yankı uyandırdı. Kasım ayının ortasına doğru Vichy Fransası tarafından 68 tutuklama yapıldı. Bunların içinde Joseph Epstein ve Manukyan da vardı. Évry'de yakalandı ve günlerce işkenceye tabii tutuldu. Nazilerin Manukyan ve arkadaşlarını suçlamak adına 15.000 kopya bastırdıkları Kızıl Afiş'de O'nun için şöyle yazıyordu: Tutuklanan 22 kişi 21 Şubat 1944 yılında aynı gün öldürüldü. İçlerinde tek kadın Olga Bancic Stuttgart'a gönderildi 10 Mayıs 1944'de giyotinle öldürüldü. Louis Aragon 1955'de, Manukyan ve grubuna ithafen Kızıl Afiş şiirini yazdı. 1959'da Léo Ferré tarafından bestelendi. 1985 yılında eşi Mélinée Manouchian, öldürülen kişilerin arkadaşlarının, Naziler tarafından esir alınmasına ve işkenceye tabi tutulmasına karşılık hiçbir şey yapmamış olduklarını belirterek bir tartışma başlattı. Manukyan ve yoldaşlarının öyküsü, 2009'da Robert Guédiguian'ın yönettiği "L'Armée du crime" filmine konu oldu. Kızıl Afiş Kızıl Afiş (Fransızca: Affiche Rouge) Vichy Fransası'nın ünlü bir propaganda posteridir. İşgal altındaki Fransa'daki Nazi Propaganda Servisi tarafından hazırlanan afişte, on komünist direnişçinin ve onlara atfedilen eylemlerin fotoğrafları ve üstte "Kurtarıcılar mı?!", altta ""Cinayet Ordusu eliye kurtuluş!" ibaresi bulunur. Afişte, Adıyaman doğumlu Ermeni şair Misak Manukyan'ın önderi olduğu gruptan Ermeni, İtalyan, İspanyol, Macar ve Polonya Yahudisi göçmen işçilerin bulunduğu 10 komünist direnişçinin resimleri ve haklarındaki suçlamalar, alt tarafta ise gruba atfedilen sabotaj ve suikastlerden fotoğraflar vardır. Afiş, direnişçilerin etnik kökenlerini öne çıkararak, anti-faşist direnişin bir dış mihrak ürünü, direnişçilerin ise "yıkıcı ve yabancı teröristler" olduğunu ima eder. Fransa'da 15.000 adet basılıp dağıtılan afişlerdir. Aynı isimle Louis Aragon bir şiir yazmış ve Leo Ferre bu şiiri bestelemiştir. Direniş hareketinin enternasyonalist karakterinin simgesi ve nazi propaganda aygıtının zihniyetini açığa çıkaran bir afiş olarak, savaş sonrası fransız tarih ders kitaplarında sık sık konu edilmiştir. Tutuklananlardan 22 kişi 1944 yılında aynı gün öldürüldü. İçlerinde tek kadın Olga Bancic Stuttgart'a gönderildi ve 10 Mayıs 1944'de giyotinle öldürüldü. Malzeme bilimi Malzeme bilimi, yaygın olarak bilinen adıyla malzeme bilimi ve mühendisliği, yeni materyallerin tasarımı ve keşfi ile ilgilenen bilimler arası alandır. Paradigmalarıyla malzemeleri incelemeyi içeren yeni bir bilim alanı olmasına rağmen, asıl fikir Aydınlanma Dönemindeki kimya, mineroloji ve mühendislik alanlarının ortaya çıkışına kadar uzanır. Malzeme bilimi fizik ve kimyayı birleştirir ve nanobilim ve nano teknoloji araştırmalarında ön planda yer alır. Son yıllarda malzeme bilimi belirli bir bilim ve mühendislik dalı olarak daha çok bilinmeye başladı. Bir çağın malzeme seçimi genellikle belirleyici bir noktadır. "Taş Devri, Bron Çağı, Demir Çağı ve Çelik Çağı" gibi ifadeler buna güzel birer örnek. Aslında seramik üretiminden ve onun türevi sayılan metalurjiden orataya çıkan malzeme bilimi uygulama bilimlerin ve mühendisliğin en eski formlarından biridir. Modern malzeme bilimi doğrudan madencilik, seramik ve ateş kullanımından gelişmiş olan metalurjiden gelişmiştir. Malzemeleri anlamadaki büyük atılım 19. Yüzyılın sonlarında Amerikan bilim adamı "Josiah Willard Gibbs" farklı evrelerdeki atomic yapılarla bağlantılı termodinamik özelliklerin bir materyalin fiziksel özellikleriyle bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmasıyla meydana geldi. Modern malzeme biliminin önemli unsurları uzay yarışının bir sonucudur; uzayın keşfedilmesini sağlayan uzay araçlarının yapımında kullanılan metal alaşımların, çakmaktaşının ve karbon materyallerin anlaşılması ve tekniği. Malzeme bilimi plastic yarı iletkenler ve biyomateryaller gibi yenilikçi teknolojilerin gelişimini etkilemiş ve bu gelişimden etkilenmiştir. 1960’lardan önce, birçok malzeme bilimi bölümü 19. Ve 20. Yüzyılın metallere verdiği önemin bir yansıması olarak metalurji bölümü olarak adlandırılmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nde malzeme biliminin büyümesi 1960’lı yıllarda malzeme bilimindeki temel araştırma ve eğitimin ulusal programını genişletmek amacıyla birçok üniversite laboratuvarlarını finanse eden İleri Araştırma Projeleri Ajansı tarafından kolaylaştırıldı. Alan o zamandan beri seramik, polimerler, yarı iletkenler, manyetik materyaller, tıbbı implant malzemeleri, biyolojik malzemeler ve nano materyaller de dahil olmak üzere her sınıf malzemeyi içerecek şekilde genişledi. Bir malzeme belirli uygulamalar için kullanılması amaçlanan bir madde (çoğunlukla katı ancak diğer yoğun fazlar da dahil edilebilir) olarak tanımlanır. Etrafımızda binalardan uzay araçlarında kadar her yerde bulunabilecek çok sayıda malzeme var. Malzemeler genellikle iki gruba ayrılabilirler: "Kristal ve kristalsiz". Malzemelerin eski örnekleri olarak metaller, seramikler ve polimerler verilebilir. Geliştirilmekte olan yeni ve ileri düzeyde malzemeler "yarı iletkenler, nano materyaller ve biyomateryaller"i içerir. Malzeme biliminin temeli materyallerin yapısını incelemek ve özellikleriyle ilişkilendirmek oluşturur. Bir malzeme bilimci yapı-özellik ilişkisini öğrendiği anda bir malzemenin belirli bir uygulamadaki göreceli performansını çalışmaya geçebilir. Bir malzemenin önemli yapı belirleyicileri ve dolayısıyla özellikleri onun kimyasal element bileşenleri ve son duruma getirildiği yoldur. Bir araya getirilen ve kinetic ve termodinamik kurallarıyla ilişkilendirilen bu nitelikler malzemenin mikroyapısını ve özelliklerini yönetir. Yapı Yukarıda da bahsedildiği gibi yapı malzeme bilimi alanının en önemli unsurlarından biridir. Malzeme bilimi malzemelerin atomik ölçekten makro ölçeğe kadar yapılarını inceler. Nitelendirme malzeme bilimcilerin malzemenin yapısını inceledikleri yoldur. "X ışını kırılması, elektronlar ve nötronlar, tayfölçümünün farklı formlar gibi teknikleri ve Raman tayfölçümü, enerji ayıran tayfölçümü (EDS), kromatografi, termal analiz, electron mikroskop analizi gibi kimyasal analizleri içerir". Yapı aşağıda açıklandığı gibi farklı seviyelerde incelenir. Atom Yapısı Materyallerin atomlarıyle ve moleküller, kristaller vb. vermek için nasıl düzenlendikleriyle ilgilenir. Malzemenin elektrik, manyetik ce kimyasal özelliklerinden çoğu yapının bu seviyesinden doğmuştur. İlgili uzunluk ölçüleri angtstrom (0.1 nm) birimindedir. Atomların be moleküllerin bağ yapma ve dizilme şekli herhangi bir materyalin davranışını ve özelliklerini incelemede esastır. Nanoyapı Nanoyapı 1-100 nm aralığındaki yapılarla ve nesnelerle ilgilenir. Birçok materyalde, atomlar ve moleküller nanoölçekte nesneler oluşturmak için bir araya gelirler. Bu birçok ilginç elektrik, manyetik, optic ve mekanik özelliklerin oluşmasına yol açar. Nanoyapıları tanımlarken nanoölçekteki boyutların sayısı arasında ayrım yapmak gereklidir. Nanodokulu yüzeyler nanoölçekte "tek boyuta" sahipler, örneğin bir nesnenin yüzey kalınlığı 0.1 ile 100 nm arasındadır. Nanotüpler nano ölçekte "iki boyutludur", örneğin tüpün çapı 0.1 ile 100 nm, ki bu uzunluk çok daha fazla olabilir, arasındadır.Son olarak da nanoparçacıklar nanoölçekte üç boyutludur, örneğin parçacık her üç boyutta da 0.1 ile 100 nm arasındadır. Nanoparçacık ve çok küçük parçacık (UFP) terimleri genellikle eş anlamlı kullanılır ancak UFP mikrometre aralığa ulaşabilir. Nanoyapı terimi genelde manyetik teknolojisinden bahsederken kullanılır. Biyolojide nanoölçek yapı genellikle ultrastrüktür olarak adlandırılır. Atom ya da molekülleri nanoölçekte bileşen oluşturan materyaller (nanoyapı oluşturan) nanomateryal olarak adlandırılır. Nanomateryaller sahip oldukları eşsiz özellikler dolayısıyla malzeme biliminde yoğun araştırma konusudur. Mikroyapı Mikroyapı hazır bir yüzeyin yapısı ya da mikroskopla 25 katın üzerinde büyütülen materyalin ince foyası olarak tanımlanır. 100 nm’den birkaç cm büyüklükteki nesnelerle ilgilenir. Bir malzemenin (metal, polimer, seramik ve kompozit olarak kabaca sınıflanabilir) mikroyapısı güç,dayanıklılık, esneklik, sertlik, yüksek/düşük sıcaklıktaki davranış, aşınma direnci gibi birçok fiziksel özelliği etkileyebilir. Gelenksel malzemelerin (metal ve seramik gibi) çoğu mikroyapıdadır. Bir malzemenin mükemmel bir kristalinin üretimi fiziksel olarak imkansızdır. Örneğin bir kristal malzeme tortular, tane sınırı (Hall-Patch ilişkisi), arayer atomları, boşluklar ya da yer değişimli atomlar gibi bazı kusurlar içerecektir. Materyallerin mikroyapısı bu kusurları açığa çıkarır ki üzerinde çalışılabilsin. Makroyapı Makroyapı bir materyalin militmetreden metreye kadar olan çıplak gözle görebildiğimiz malzemelerin yapısının görüntüsüdür. Kristalografi Kristalografi kristal katılarda atom dizilimini inceleyen bilimdir ve malzeme bilimciler için çok kullanışlı bir araçtır. Tek kristallerde atomların kristal diziliminin etkisi genelde makroskopik olarak görmesi çok kolaydır çünkü kristallerin doğal şekilleri atom yapısını yansıtır. Ayrıca, fiziksel özellikler genellikle kristal kusurlar tarafından kontrol edilir. Kristal yapıları anlamak kristalografik kusurları anlamak için önemli bir önkoşuldur. Çoğunlukla, materyaller tek bir kristal halinde değil çoklu kristal yapıda (farklı yönelimlerdeki küçük kristal toplamında olduğu gibi) oluşurlar. Bu nedenden dolayı, çok sayıda kristalle çoklu kristal örneklerinin kırılma örüntülerini kullanan toz kırınımı yöntemi yapı
sal belirlemede önemli bir rol oynar. Çoğu malzemeler kristal yapıya sahip. Ancak bazı düzenli kristal yapı göstermeyen önemli malzemeler var. "Polimerler" farklı ölçülerde kristallik gösterir be birçoğu tamamen kristalsizdir. "Cam", bazı seramikler ve birçok doğal materyaller biçimsizdir yani atom dizilimlerinde uzun mesafeli sıralamalara sahip değiller. Polimerlerin çalışılması kimyasal elementleri ve mekanik, fiziksel özelliklerin tanımları ve termodinamik vermek için istatistiksel termodinamikleri birleştirir. Bağlanma Malzeme yapısını ve özellikleriyle bağlantısını tam olarak anlamak için malzeme bilimcilerin atomların, iyonların ve moleküllerin nasıl farklı dizildiklerini ve birbirlerine nasıl bağlandıklarını çalışmaları gerekir. Bu kuantum kimyası ya da kuantum fiziğinin çalışması ya da kullanımını içerir. Katı hal fiziği, katı hal kimyası ve fiziksel kimya da ayrıca bağlanma ve yapı çalışmalarında yer alır. Özellikler Materyaller çok sayıda özellikler gösterir. Önemli özellikler şunlardır: Bir materyalin özellikleri o maddenin kullanılabilirliğini ve dolayısıyla da teknik uygulamsını belirler. Sentez ve İşleme Sentez ve işleme materyalin istenilen mikro/nanoyapıyla oluşturulmasını içerir. Teknik bir açıdan bakıldığında, bir malzeme eğer hiç ekonomik üretim metodu geliştirilmemişse endüstride kullanılamaz. Bu nedenle materyallerin işlenmesi malzeme bilimi alanında çok önemlidir. Farklı malzemeler farklı işleme/sentez teknikleri gerektirir. Örneğin metalin işlenmesi tarih boyunca çok önemli olmuştur ve fiziksel metalurji diye bilinen malzeme biliminin bir dalı altında çalışılır. Ayrıca kimyasal ve fiziksel teknikler polimer, seramik ve ince filmler gibi materyallerin sentezlenmesinde kullanılır. Son zamanlarda grafen gibi nanomateryaller in sentezlenmesi için yeni teknikler geliştiriliyor. Termodinamik ısı, sıcaklık ve bunların enerji ve isle olan ilişkileriyle ilgilenir. "İç enerji, entropi ve radyasyon ya da maddenin kütlesini kısmen tanımlayan baskı" gibi makroskopik değişkenleri belirler. Bu değişkenlerin davranışı sadece belirli malzemelere has özelliklere değil bütün malzemelerde yaygın olan genel sabitlere bağlı olduğunu öne sürer. Bu genel sabitler "termodinamiğin dört kuralı"nda açıklanmıştır. Termodinamik moleküller gibi çok büyük sayıdaki mikroskopik sabitlerin mikroskopik davranışlarını değil kütlenin bütün olarak davranışını tanımlar. Mikroskopik parçacıkların bu davranışı istatistiksel mekanik tarafından tanımlanır ve termodinamiğin kuralları da istatiksel mekanikten gelir. Termodinamik çalışmaları malzeme bilimi için temeldir. Kimyasal tepkimeler, manyetizma, kutuplaşabilirlik ve esnekliği içeren malzeme bilimi ve mühendisliğindeki genel fenomene işlemek için altyapı hazırlar. Ayrıca faz diyagramları ve faz dengesinin anlaşılmasına da yardım eder. Kinetik Kinetik bilimi çeşitli güçlerin etkisi altında denge değişikliği dışında kalan sistemlerin oran çalışmasıdır. Malzeme bilimine uygulandığında, uygulanan belirli alana göre bir materyalin zamanla nasıl değiştiğiyle (dengesiz durumdan denge durumuna) ilgilenir. Materyallerde şekil, boyut, bileşim ve yapı gibi değişen çeşitli işlemlerin oranını detaylı olarak anlatır. Difüzyon materyallerin an yaygın olarak değişime uğradığı mekanizme olduğu için kinetik bilimin en önemli çalışma alanıdır. Kinetik bilimi materyallerin işlenmesine temeldir çünkü diğerlerine göre ısı uygulanmasıyla mikroyapının nasıl değiştiğini detaylı olarak açıklar. Malzeme bilimi ataştırmacılardan çok fazla dikkat topladı. Çoğu üniversitede fizikten kimyaya, kimya mühendisliğine kadar, malzeme bilimi bölümüne ek olarak, birçok bölüm malzeme araştırmalarında yer aldı. Malzeme bilimde araştırma hareketlidir ve birçok farklı yoldan oluşur. Aşağıdaki liste çok geniş kapsamlı değil sadece önemli belirli araştırma alanlarını vurgulamak içindir. Nanomalzemeler Nanomalzemeler temelde 1-1000 nanometre ama genelde 1-100 nm boyutlarında (en azından tek bir boyutta) tek bir ünitenin malzemeleri olarak tanımlanır. Nanomalzeme araştırması metroloji ve mikrofabrikasyon araştırması desteğiyle geliştiren sentezin gelişimini güçlendiren "nanoteknoloji"ye malzeme bilimine dayalı bir yaklaşım ele alır. Nanobüyüklükteki yapıda malzemeler genellikle eşsiz optik, elektronik ve mekanik özelliklere sahiptir. Nanomalzeme alanı geleneksel kimya alanı gibi genel hatlarıyla fulerinler gibi organik nanomalzemeler ve silikon gibi diğer elemtlere dayalı inorganik malzemeler etrafında düzenlenmiştir. Nanomalzemelerin örnekleri olarak "fulerinler, karbon nanotüpler, nanokristaller" ve benzerleri verilebilir. Biyomalzemeler Bir biyomalzeme biyolojik sistemlerle etkileşime geçen herhangi bir madde, yüzey ya da yapı olabilir. Bir bilim olarak, biyomalzeme yaklaşık 50 yaşında. Biyomalzeme çalışmaları biyomalzeme bilimi olarak adlandırılır. Tarih boyunca birçok şirketin yeni ürünlerin gelişimine yüksek miktarlarda paralar harcamasıyla birlikte güçlü ve istikrarlı bir büyüme gösterdi. Biyomalzeme bilimi tıp, biyoloji, kimya, doku mühendisliği ve malzeme biliminin öğelerini kapsar. Biyomalzeme doğadan elde edilebilir ya da metal bişenler, polimerler, seramikler ya da bileşik maddeler kullanan bir çeşit kimyasal yaklaşımlarla labarotuvarda sentezlenebilir. Genelde tıbbi uygulama için kullanılırlar ve dolayısıyla yaşayan bir yapının bir kısmı ya da tamamını ya da işleyen, arttıran veya doğal bir fonksiyonun yerine geçebilen biyomedikal ve araç içerir. Böyle fonksiyonlar kalp kapakçığı olarak kullanılma gibi iyi huylu ya da hidroksiapatit kaplı kalça implantları gibi daha etkileşimli bir işlevsellikle biyoaktif olabilir. Biyomalzemeler diş tedavilerinle, ameliyatlarda ve ilaç tesliminde her gün kullanılır. Örneğin, farmosötik ürünlerle doldurulmuş bir yapı vücuda yerleştirilebilir ve uzun bir süre boyunca sürekli ilaç salınımı sağlar. Bir biyomalzeme aynı zamanda otograft, alograft ya da transplant malzemesi olarak kullanılan ksenogreft de olabilir. Elektronik, optik ve manyetik malzemeler Yarıiletkenler, metaller ve seramik günümüzde tümleşik elektrik devreleri, optoelektronik cihazlar ve manyetik ve yığın depolama medyası gibi çok karmaşık sistemler oluşturmak için kullanılır. Bu malzemeler bugünkü modern programlama dünyamızı oluşturuyor ve dolayısıyla bu malzemelerin araştırılması büyük önem taşıyor. Yarıiletkenler bu tür malzemelerin tipik bir örneğidir. İletkenler ile yalıtkanlar arasında özellikler gösteren malzemelerdir. Elektrik iletkenlikleri katışkı derişimlerine karşı çok hassastır ve bu istenilen elektronik özellikleri elde etmek için katkılama kullanımına izin verir. Dolayısıyla, yarıiletkenler geleneksel bilgisayarın temelini oluşturur. Bu alan aynı zamanda üstüniletken malzemeler, dönüş elektroniği, metamalzeme gibi araştırma alanlarını da kapsar. Bu malzemelerin çalışılması malzeme bilimi ve katı hal fiziği ya da yoğun madde fiziğini de içerir. Sayısal Malzeme Bilimi ve Teorisi Programlama gücünün artmasıyla birlikte, malzemelerin davranışlarının taklidini yapmak mümkün hale geldi. Bu malzeme bilimcilere yeni malzemeler tasarlamanın yanı sıra malzemelerin daha önceden bilinmeyen özelliklerini keşfetmelerini sağladı. Şu ana kadar yeni malzemeler zaman alıcı deneme yanılma yöntemiyle bulunuyordu. Ama şimdi sayısal tekniklerin bu zamanı önemli ölçüde azaltacağı ve bize malzeme özellikleri uyarlamayı sağlayacağı umuluyor. Bu bütün uzunluklardaki malzemeleri taklit etme, yoğunluk fonksiyonları teorisi ve moleküler dinamik gibi metodları kullanmayı da içerir. Büyük "malzeme gelişmeleri" yeni ürünlerin ve hatta yeni endüstrilerin oluşmasına yol açabilir ancak durağan endüstriler de artımsal geliştirmeler ve kullanımda olan malzemelerle olan sorunları gidermek için malzeme bilimcileri çalıştırır. Malzeme biliminin endüstriyel uygulamaları malzeme tasarımı, malzemelerin sanayi üretimindeki maliyet-kazanç dengesi, işleme teknikleri ("döküm, haddeleme, kaynak, iyon katkılama, kristal büyütme, ince zar bırakım, sinterleme, cam üfleme vb.") ve "elektron mikroskopi, X ışını kırılması, ısı ölçüm, nükleer mikroskopi, Rutherford geri saçılımı, nötron kırılması, küçük açılı X ışını dağılması" gibi analitik teknikleri içerir. Malzeme karakterizasyonunun yanı sıra, malzeme bilimci/mühendisi aynı zamanda malzemenin çıkarılması ve kullanışlı bir hale dönüştürülmesiyle de ilgilenir. Yani külçe dökümü, döküm teknikleri, yüksek fırın çıkarımı ve elektrolitik çıkarım bir malzeme mühendisinin bilgi sahibi olmasa gereken konular. Genellikle, kaba malzemenin bileşenleri ya da ikincil elementlerin küçük miktarlarının varlığı, yokluğu ya da çeşitliliğinin üretilen malzemenin son özelliklerinde büyük etkisi olacaktır. Örneğin çelikler içerdikleri karbon ve diğer alaşım elementlerinin 1/10 ve 1/100 ağırlık yüzdelerine dayanarak sınıflandırılır. Dolayısıyla yüksek fırındaki demirin çıkarılmasında kullanılan çıkarım ve saflaştırma teknikleri üretilebilecek olan çeliğin kalitesinde önemli etkiye sahip olacak. Seramikler ve camlar Malzeme biliminin bir diğer uygulaması da en kırılgan malzemeler olarak bilinen cam ve seramiğin yapılarıdır. Cam ve sermiklerdeki bağlanma kovalent ve SiO2 ile temel inşa taşı olarak iyonik-kovalent bağ türleridir. Seramikler kil kadar yumuşak, taş ve beton kadar serttir. Genellikle kristal yapıdadırlar. Çoğu camlar silikayla oksitlenmiş metal içerir. Camı hazırlamak için kullanılan yüksek sıcaklıklarda malzeme akışmaz sıvı haldedir. Camın yapısı soğutmayla şekilsiz hale dönüşür. Pencere ve gözlük camları bunun önemli örnekleridir. Fibergals da mevcuttur. Çizik dirençli Gorilla Cam yaygın bileşenlerin özelliklerini geliştirmek için malzeme bilimi uygulamasının iyi bilinen bir örneğidir. Elmas ve grafit formundaki karbon seramik olarak ele alınır. Mühendislik seramikleri sertlikleri ve yüksek sıcaklık, baskı ve elektriksel gerilim altındaki sağlamlıklarıyla bilinir. Alümin, silikon karbür ve tungsten karbür bir bağlayıcıyla sinterleme işlemindeyki bileşenlerinin ince tozlarınd
an yapılır. Sıcak presleme daha yüksek yoğunlukta malzeme elde edilmesini sağlar. Kimyasal buhar çökeltme bir seramiğin zarını bir diğer malzemeye yerleştirebilir. Sermetler bazı metaller içeren seramik parçacıklarıdır. Araçların alınma direnci özellikleri tamamlamak için eklenen nikel ve kobaltın metal haliyle sinterlenmiş karbürden gelir. Bileşik malzemeler İpçikler genellikle bileşik malzemelerde sağlamlaştırma için kullanılır. Malzeme biliminin endüstriye bir diğer uygulaması da bileşik malzeme yapımıdır. Bileşik malzemeler iki ya da daha fazla mokroskopik evreden oluşan yapılanmış malzemelerdir. Uygulamalar çelik takviyeli beton gibi yapısal elementlerden NASA’nın mekiğin yüzeyinin Dünya’nın atmosferine tekrar girişindeki ısıdan korumak için kullandığı Uzak Mekiği termal koruma sisteminde anahtar ve bütünleyici bir rol oynayan ısı yalıtımlı seramiklere kadar uzanır. Bir örneği de 1510 °C (2750 °F) sıcaklıktaki atmosphere dönüş sıcaklığına karşı koyan ve Uzak Mekiğinin kanat giriş kenarları ve burun kapağını koruyan açık gri malzeme, destekli karbon-karbon (RCC)’dur. RCC grafit ipek kumaştan yapılmış ve fenolik reçineye doyurulmuş bir laminat bileşik malzemedir. Bir otoklavda yüksek sıcaklıkta kürlendikten sonra, laminat reçineyi karbona dönüştürmek için bir vakum hücresinde furfural alkole doyurulup prolizlenir ve furfural alkolü karbona dönüştürmek için kürlenir. Tekrar kullanıma oksitlenme direnci sağlamak için, RCC dış katmanları silikon karbüre dönüştürülür. Diğer örnekleri televizyon setlerinin plastik kasalarında, cep telefonlarında ve bu gibi yerlerde görülebilir. Bu plastik kasalar genellikle kalsiyum karbonat kalker, talk, cam lifi ya da karbon liflerin güç, hacim ya da elektriksel dağılma için eklendiği "akrilonitril butadiyen stiren (ABD)" gibi termoplastik matrislerden oluşan bileşik bir malzemedir. Bu eklemeler amaçlarına dayalı olarak tamamlayıcı lifler ya da dağıtıcılar olarak nitelenebilir. Polimerler Polimerler de malzeme biliminin önemli bir parçasıdır. Polimerler yaygın olarak plastik diye adlandırdığımız malzemelerin ham maddesidir. Plastikler aslında işlem sırasında bir ya da daha fazla polimer veya katkı daha sonra en son haline bürünecek olan reçineye eklendikten sonra oluşan son ürünlerdir. Uzun zamandır var olan ve günümüzde yaygın kullanımda olan polimerler "polietilen, polipropilen, PVC, polisitren, naylon, polyester, akrilik, poliüretanlar ve polikarbonatlar"ı içerir. Plastikler genellikle ticari eşya, özel ürün ve mühendislik plastikleri olarak sınıflandırılır. PVC yaygın olarak kullanılır, pahalı değildir ve yıllık üretim miktarı fazladır. Yapay deriden "elektriksel yalıtıma ve kablolama"ya, ambalajlar ve konteynırlara kadar birçok uygulama dizisine elverişlidir. Fabrikasyonu ve işlenmesi basit ve iyi yapılandırılmıştır. PVC’nin çok yönlülüğü kabul ettiği geniş ölçüdeki akışkanlaştırıcı ve diğer katkı maddelerinden kaynaklanır. Polimer bilimindeki katkı ifadesi malzeme özelliklerini düzeltmek için polimer baza eklenen kimyasallara ve bileşenlere karşılık gelir. Polikarbonatın normalde mühendislik plastiği olarak ele alınması gerekirdi. Mühendislik plastikleri üstün dayanıklılıklarına ve diğer özel malzeme özelliklerine göre değerlendirilir. Genellikle ticari eşya plastiklerinin aksine tek seferlik uygulamalarda kullanılmazlar. Özel ürün plastikleri çok yüksek dayanıklılık, elektriksel iletkenlik, elektrikli florışıklık, yüksek termal stabilite gibi eşsiz özellikleri olan malzemelerdir. Plastiklerin çeşitleri arasındaki ayrım çizgisi malzemeye değil de özelliklerine ve uygulamalara dayalıdır. Örneğin polietilen (PE) kullan-at alışveriş torbaları ve çöp poşetleri yapmak için kullanılan ucuz, az sürtünmeli polimerdir ve ticari ürün plastiği olarak ele alınır. Öte yandan "orta yoğunluktaki polietilen (MDPE)" yeraltı gaz ve su boruları için kullanılır ve "çok yüksek mol kütleli polietilen" olarak adlandırılan bir diğer çeşit de kalça eklemi implantlarında az sürtünmeli mil yuvası veya sanayi ekipmanları için kızak yayları olarak kullanılan mühendislik plastiğidir. Metal alaşımlar Metal alaşımların çalışması malzeme biliminin önemli bir parçasıdır. Bugün kullanımda olan bütün metal alaşımlar içinde demir alaşımları ("çelik, paslanmaz çelik, dökme demir, takım çeliği, alaşımlı çelikler") sayı ve ticari değer bakımından en geniş kısmı oluşturur. Karbonun çeşitli oranlarıyla alaşım yapan demir düşük, orta ve yüksek karbon çelikleri oluşturur. Bir demir-karbon alaşımı sadece karbon seviyesi 0.01% ve 0.02% arasında ise çelik olarak kabul edilir. Çelikler için sertlik ve çeliğin gerilme direnci artan karbon seviyesi düşük esneklik ve sertliğe neden olduğundan mevcut karbon miktarıyla alakalıdır. Fakat su verme ve temperleme gibi ısıl işlemler bu özellikleri değiştirebilir. Dökme demir %2.00’den fazla ama %6.67’den az karbonla demir-karbon alaşımı olarak tanımlanır. Paslanmaz çelik ağırlığı %10’dan fazla krom alaşımıyla sıradan çelik alaşımı olarak tanımlanır. Nikel ve molibden de paslanmaz çeliklerde bulunabilir. Diğer önemli metal alaşımlarından bazıları "alüminyum, titanyum, bakır ve magnezyum"dur. Bakır alaşımları diğer üçü son zamanlarda geliştirilmişken uzun zamandan beri (Bakır Çağı) bilinir. BU metallerin kimyasal reaktifliğinden dolayı gereken elektrolitik özütleme işlemi daha yakın dönemde genleştirilebilmiştir. Alüminyum, titanyum ve magnezyum alaşımları da yüksek dayanç-ağırlık oranlarıyla, magnezyum içinse ayrıca elektrikli mıknatıssal kalkanlama sağlama özelliğiyle, bilinir ve değerlendirilirler. Bu malzemeler uzay havacılığı sanayisinde ve bazı otomotiv mühendisliği uygulamalarında olduğu gibi yüksek dayanç-ağırlık oranlarının ambalajsız maliyetten daha önemli olduğu durumlar için idealdir Malzeme bilimi 1960’lı yıllardan başlayarak gelişti çünkü farkına varıldı ki yeni malzemeler yaratmak, keşfetmek ve tasarlamak için birleşik biçimde yaklaşılması gerekir.Böylece malzeme bilimi ve mühendisliği "metalurji, katı hal fiziği, kimya, kimya mühendisliği,makine mühendisliği ve elektrik mühendisliği" gibi çeşitli alanların kesişiminde ortaya çıktı. Bu alan doğal olarak bilimler arası bir brans ve malzeme bilimciler/mühendisleri fizikçilerin, kimyagerlerin ve mühendislerin yöntemlerinin farkında olmalı ve faydalanmalı. Dolayısıyla bu alan diğerleriyle yakın bir ilişki sürdürür. Ayrıca birçok fizikçi, kimyager ve mühendis kendilerini malzeme biliminde çalışırken bulurlar. Fizik ve malzeme bilimindeki bu örtüşme malzemelerin fiziksel özellikleriyle ilgilenen malzeme fiziği yan dalının oluşmasına yol açtı. Bu yaklaşım genel olarak daha makroskopik ve yoğun madde fiziğinden daha çok uygulanır. Malzeme bilimi ve mühendisliği alanı mühendislik açısından olduğu kadar bilimsel açıdan da öneme sahip. Yeni malzemeler keşfederken daha önce gözlemlenmemiş bir fenomenle karşılaşılabilir. Dolayısıyla malzemelerle çalışırken keşfedilecek birçok bilimsel olgu var. Malzeme bilimi ayrıca yoğun madde fiziği teorileri için test imkanı sağlar. Bir mühendis için malzeme büyük önem taşır. Uygun malzemenin kullanımı sistem tasarlarken çok önemlidir ve bu yüzden mühendisler daima malzemelerle ilgilenir. Dolayısıyla malzeme bilimi mühendislik eğitiminde giderek önemli hale geliyor. Polietilen tereftalat Polietilen tereftalat, (PET, PETE, PETP) polyester ailesine ait poli kondenzasyon metoduyla üretilen termoplastik bir malzemedir. Meşrubat, yiyecek ve içecek kapları,sentetik fiber gibi kullanım alanları vardır. Isıl işlenmesine bağlı olarak, amorf (şeffaf) ve yarı-kristal (opak ve beyaz) malzeme olarak mevcuttur. En önemli kullanım avantajı, tamamen geri dönüşebilir olmasıdır. Diğer plastiklerden farklı olarak, polimer zincirleri, sonraki kullanımlar içinde eski halini almış durumdadır. PET hammadde tanımlama kodu olarak 1 ile ifade edilir. PET kalınlığına bağlı olarak yarı-rijit (yarı-katı) ve rijit (katı) olabilir. Çok hafiftir. İyi bir gaz ve nem bariyeri olarak kullanılır. Serttir ve darbeye karşı dayanıklıdır. Doğal olarak renksiz ve şeffaftır. İnce film olarak üretildiğinde, PET sıklıkla alüminyum ile kaplanır ; yansıtıcı ve opak bir hale gelir. PET şişeler, mükemmel bariyer malzemesi olup, özellikle meşrubatlar için çok yaygın kullanım alanı vardır. Fiber veya cam partikül dolgulu olduğunda, kayda değer bir şekilde sert ve daha uzun ömürlü bir hal alır. Polietilen tereftalat polardır. Polar olduğundan moleküller arası çekim kuvveti büyüktür. PET Molekülleri lineer ve ağ olmaksızın oluşmaktadır. Bu özelliklerin ikisi de yarım kristal olma hali ve faser hali için şarttır. PET moleküllerinin lineer olması ve ağ oluşturmaması, 80 °C bile formunu bozmamasını ve kırılmaya karşı dayanıklı olmasını sağlar. Darbeye karşı dayanıklılığı azdır. Kayma ve kaynak olma özelliği iyidir. Yumuşamaya başladığı sıcaklık aşağı yukarı 70 ile 80 °C arasındadır. Kristal haldeyken 140 °C nin üzerine de çıkabilir. Erime noktası (Kristalizasyon derecesi ve polimerizasyon derecesine bağlı olarak 235 ve 260 °C arasındadır. PET, 1941 yılında Calico Printer’s Ortaklığı tarafından Manchester'da patentlenmiştir. PET şişe ise 1973 yılında patentlenmiştir. PET PET şu anlamlara gelebilir: Katil Doğanlar Katil Doğanlar (İngilizce özgün adı:Natural Born Killers) 1994 yapımı, Oliver Stone tarafından yönetilmiş ve başrollerinde Juliette Lewis ve Woody Harrelson'ın oynadığı bir filmdir. Rodney Dangerfield, Robert Downey Jr., Tom Sizemore ve Tommy Lee Jones yardımcı karakterleri canlandırmışlardır. Film iki katilin hikâyesini anlatmaktadır. Mallory (Juliette Lewis) kendisine cinsel tacizde bulunmuş babası (Rodney Dangerfield), annesi ve hiç geçinmediği küçük kardeşi Kevin ile yaşamaktadır. Bir gün Mickey Knox (Woody Harrelson) isimli bir adam onların evlerine et getirirken, Mallory ile karşılaşır ve ona karşı kendisinde bir şeyler hisseder. Ki aynı gün ikili Mallory'nin babasının arabasını çalıp giderler. Bu sebepten Mickey hapse girer fakat oradan kaçar. Kaçınca hemen Mallory'nin yanına gelir. İkili
bir anda kendilerini kaybeder, Mallory babasını ve annesini öldürür fakat kardeşini sağ bırakır. Babasını ve annesini öldüren Mallory kendisinde bir rahatlık hisseder, sanki öldürmek ona kendisini daha iyi hissettirmeyi başarmıştır. Ve sevgilisi Mickey'ye de öyle. Fena halde aşık olan ikili daha sonra ardı arası kesilmeyen cinayetlere başlar. 666 nolu otoparkta öylesine hiçbir öldürme sebepleri olmadan, yolda geçeni ve kendilerini küçücük bir haksızlık yapanları bile öldürülürler. Ancak öldürdüklerin insanların arasında mutlaka bir kişiyi serbest bırakırlar ki, Mickey ile Mallory hikâyesini tüm dünyaya anlatsın. Jack Scagnetti (Tommy Lee Jones) isimli detektif ikilinin kimi nasıl öldürdüğüne dair şeyler öğrenirler. Jack kendisinin annesi de bir seri katil tarafından öldürüldüğünden dolayı nefret eder. Bu sırada ikili evlenmiş ve Mickey-Mallory Knox katil çiftleri olmuştur. Medyada özellikle de Wayne Gale (Robert Downey Jr.)in programında tanınınca bazı insanlar bu iki katilin hayranı olmuşlardır. İnsanlar şöyle diyorlardı "Eğer bir katil olursam Mickey ve Mallory Knox gibi olmak istiyorum.". Gale'in ise en büyük amacı bu ikiliyle röportaj yapmaktadır. Bir gün Mickey ve Mallory Knox çifti bir kızılderilinin yanında kalırlar, ancak Mickey rüyasında gördüğü bir şeyden dolayı uyanarak yanlışlıkla aynı kızılderili adamı torununun gözleri önünde vurur. Adam öldükten sonra yanına beslediği yılanlardan biri her ikisini de ısırır. Bir eczaneye giren ve burada bir adamı da öldüren ikili ilk defa kendilerini ele verirler ve polisler tarafından yakalanırlar. Şimdi iki aşık ilk defa bir birilerinden ayrılacaklardır. Film sevişme sahnesi, aşırı cinsellik ve bağlantılı sahneler, küfürler, aşırı şiddet/korku/kan içerdiğinden dolayı 16 yaş ve üzerine uygun görülmektedir. Film, ABD'de "R" ile işaretlenmiştir. Film gösterime girdiği ilk hafta sonunda (1.510 sinemada), 11.166.687 $ gişe hasılatı elde etmiştir. 2007 Ocak itibarıyla ise toplam olarak 50.282.766 $ kadar bir gişe hasılatı elde etmiştir. Soundtrack'in yapımcılığını Nine Inch Nails'in lideri Trent Reznor yapmıştır. Hayat Güzeldir Hayat Güzeldir (İtalyanca: La vita è bella), İtalyan yönetmen Roberto Benigni'in yönettiği 1997 yapımı İtalyan drama filmidir. II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen Yahudi bir babanın ve peşinden giden İtalyan bir annenin, çocuğunu korumak için yaptığı sayısız özveriyi anlatıyor. Film 1998 Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü kazandı. 1999'da 7 dalda Oscar'a aday olan film, en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında bu ödülü kazandı. Filmin ilk yarısı romantik ve slapstick türde olup, II. Dünya Savaşından birkaç yıl öncesinde geçmektedir. Guido Orefice (Roberto Benigni), Arezzo'dan gelen genç bir İtalyan Yahudisidir, amcasının çalıştığı otelde garson olarak işe başlayıp kitap evi açmayı planlamaktadır. Guido neşeli ve karizmatiktir, yerel bir okulda öğretmen olan Dora ("gerçek hayatta eşi olan Nicoletta Braschi") adında birine aşık olmuştur. Dora zengin, aristokratik ve Yahudi olmayan bir ailenden gelmektedir. Dora'nın annesi kendisini hali vakti yerinde memurla evlendirmek istemektedir fakat Dora nişan töreninde kibirli ve zengin nişanlısını terk edip Guido ile atın üzerinde kaçmıştır. Birkaç yıl geçer Guido ve Dora evlenir ve Giosuè (Giorgio Cantarini) adında bir de çocukları olur. Dora ve annesi (Marisa Paredes) arası bu evlilikten dolayı açılmıştır. Geçen zaman içinde Giosue'nin dördüncü doğum gününde tekrar birleşirler. Filmin ikinci yarısında ise, II. Dünya Savaşı başlamıştır. Guido, Eliseo Amca ve Giosue zorla trene bindirilip Giosue'nin doğum gününde toplama kampına götürülür. Yahudi olmamasına rağmen Dora ailesiyle birlikte aynı trene binmek ister ve farklı vagonlarda toplama kampına götürülürler. Kampta, Guido oğlunu Alman askerlerinden saklar ve ona gizlice yemekler verir. Oğluna kampta olup bitenleri oyun olduğunu eğer oyunu kazanırlarsa ödül olarak doğum gününde almasını istediği tankı vereceklerini söyler. Oyunun şartlarını, almanca bilmemesine rağmen Alman Nazi subayının kamptaki talimatları söylemek için "Almanca bilen var mı?" sorusuna "Almanca biliyorum" diyerek Alman subayının söylediklerini oğluna İtalyanca olarak çevirir ancak kamptaki talimatları değil kendi uydurduğu oğluna söylemek istediği şeyleri anlatır. Savaş bitip Amerikan askerleri kampı ele geçirince Giosue babasına söz verdiği gibi saklandığı dolaptan çıkar. Tank ile kampa gelen Amerikan askeri Giosue'yi kurtarır. Dora hayattadır fakat babası bir Alman askeri tarafından vurularak öldürülmüştür. Giosue 4,5 yaşında iken kurtulur film biterken yaşlı Giosue sesinde konuşup, film için Ailesi için çok fedakarlık yapan bir babanın hikâyesidir. der. Filmin müziklerinin bestecisi olan Nicola Piovani 1997'de En İyi Özgün Müzik Akademi Ödülü almıştır. PA Amistad (film) Amistad 1997 yılında yapılmış yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, konusu gerçek bir olaya dayanan bir Hollywood yapımı sinema filmi. 1839 yılında yaşanmış olan siyahi köleleri taşıyan aynı adlı gemide kölelerin çıkardığı isyan sonrası yaşananlar konu edilir. 1830'ların ABD'sinde sanayileşme yanlısı kölelik karşıtları ile güneyli toprak sahiplerinden oluşan kölelik yanlıları arasında hızla yükselen ve ilerleyen yıllarda Amerikan İç Savaşı'na yol açacak olan gerginliği işleyen bir filmdir. 1998 Akademi ödülleri (AMPAS): Ankara Ankara, Türkiye'nin bir ili, başkenti ve en kalabalık ikinci şehri. Nüfusu 2016 itibarıyla 5.346.518 kişidir. Bu nüfus, 25 ilçede,1433 mahallede bulunmaktadır. İl genelinde nüfus yoğunluğu 209'dur. Coğrafi olarak Türkiye'nin merkezine yakın bir konumda bulunur ve Batı Karadeniz Bölgesi'nde kalan kuzey kesimleri hariç, büyük bölümü İç Anadolu Bölgesi'nde yer alır. Yüzölçümü olarak ülkenin üçüncü büyük ilidir. Etrafı Bolu, Çankırı, Kırıkkale, Kırşehir, Aksaray, Konya ve Eskişehir illeri ile çevrilidir. Ankara'nın başkent ilan edilmesinin ardından (13 Ekim 1923) şehir hızla gelişmiş ve günümüzde Türkiye'nin ikinci en kalabalık ili olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan ilin topraklarının yarısı hâlâ tarım amaçlı kullanılmaktadır. Ekonomik etkinlik büyük oranda ticaret ve sanayiye dayalıdır. Tarım ve hayvancılığın ağırlığı ise giderek azalmaktadır. Ankara ve civarındaki gerek kamu sektörü gerek özel sektör yatırımları, başka illerden büyük bir nüfus göçünü teşvik etmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, nüfusu ülke nüfusunun iki katı hızda artmıştır. Nüfusun yaklaşık dörtte üçü hizmet sektörü olarak tanımlanabilecek memuriyet, ulaşım, haberleşme ve ticaret benzeri işlerde, dörtte biri sanayide, %2'si ise tarım alanında çalışır. Sanayi, özellikle tekstil, gıda ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmıştır. Günümüzde ise en çok savunma, metal ve motor sektörlerinde yatırım yapılmaktadır. Türkiye'nin en çok sayıda üniversiteye sahip ili olan Ankara'da ayrıca, üniversite diplomalı kişi oranı ülke ortalamasının iki katıdır. Bu eğitimli nüfus, teknoloji ağırlıklı yatırımların gereksinim duyduğu iş gücünü oluşturur. Ankara'dan otoyollar, demir yolu ve hava yoluyla Türkiye'nin diğer şehirlerine ulaşılır. Bilinen tarihi en az 10 bin yıl öncesine, Eski Taş Çağı'na ulaşan Ankara, tarih öncesinden günümüze dek pek çok medeniyeti barındırmıştır. Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti, il topraklarını kontrolleri altında tutmuştur. Tektosagların ve Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara şehri ve Frigyalıların başkenti Gordion, il sınırları içinde yer alır. Yıldırım Bayezid'in Timurlenk'e yenik düştüğü Ankara Muharebesi Çubuk yakınlarında ve Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olan Sakarya Muharebesi Polatlı yakınlarında yapılmıştır. İlin Batı Karadeniz Bölgesi'nde yer alan kuzey kesimleri haricindeki büyük kısmı İç Anadolu Bölgesi'nde yer alır ve kara iklimine sahiptir. Şehirler dışındaki il topraklarının büyük kısmı tahıl tarlalarıyla kaplı platolardan oluşur. İlin çeşitli yerlerindeki doğal güzellikler korumaya alınmış, dinlenme ve eğlence amaçlı kullanıma sunulmuştur. İlin adını taşıyan tavşanı, keçisi ve kedisi dünya çapında bilinir, armudu, çiğdemi, yerel yemeklerden Ankara tavası ve Kızılcahamam ve Beypazarı'nın maden suyu ise ülke çapında tanınır. Frigya dili ve Yunancada Ἄγκυρα (telâffuz: "Anküra"), gemi çapası demektir. Bazı efsanelere göre Ankara, Frig Kralı Midas’ın bir gemi çapası bulduğu yerdir. Büyük İskender'in Doğu Seferi sırasında Anküra’ya MÖ 333'te geldiği kayıtlara geçmiştir. 2. yüzyıla ait ve Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenen bazı paralarda gemi çapası figürü bulunmaktadır. Frigler, Galatlar ve Romalılar tarafından Ἄγκυρα olarak bilinen şehrin adı, Latin harfleri ile Batılı kaynaklara "Ankyra" ve "Ancyra" olarak geçti. Kentin adı, Türklerin Anadolu'ya gelmesinden sonra "Ankara", "Engürü" ve "Engüriye" olarak değişime uğradı. Batı dillerine de "Angora" olarak geçti. 16. yüzyıla ait çeşitli resmî Osmanlı evraklarında Ankara (انقره) adı geçmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, 28 Mart 1930'da yabancı ülkelerden Türk şehirleri için Türkçe adların kullanılmasını resmen talep etti. Bu tarihten sonra posta idaresi Angora olarak adreslenmiş mektupları Ankara'ya ulaştırmadı. Böylece zamanla Ankara adı evrenselleşti. Ankara ilinde keşfedilmiş en eski tarih öncesi kalıntılar Eski Taş Çağına kadar uzanmaktadır. Bu döneme ait çeşitli eserlere Gâvurkale, Ergazi, Lodumlu ve Maltepe'de rastlanmıştır. Bunlar dışında Ankara'nın Polatlı ilçesinde, MÖ 3000 yıllarına ait insan yerleşmelerine rastlanmıştı. Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititler (MÖ 1660-1190), Anadolu'ya boğazlar yoluyla gelmişlerdir. Hititlerin Anadolu’ya göç tarihleri, kesin olarak bilinmemektedir. Ankara ve çevresinde Hitit dönemine ait yerleşkelerin kalıntıları, "Balıkhisar, Ballıkuyumcu, Bitik, Karaoğlan, Gâvurkale "ve" Külhöyük" höyükl
eridir. MÖ 2. bin yılın sonlarına doğru Hititlerin siyasal olarak çöktüğü ve yerini Friglere bıraktığı görülmektedir. MÖ 2. binyılın sonlarında bölgede, hızla büyüyen bir Frigya kasabası vardı. Frig Krallığı'nın başkenti olan Gordion kentinin kalıntıları Polatlı'nın 29 kilometre kuzeybatısında bulunmaktadır. Gordion, en parlak dönemini Frigya Kralı Midas zamanında (MÖ 725-675) yaşamıştır. Ankara'da, Frigler dönemine ait kalıntılar arasında bulunan Yumurtatepe Tümülüsü'nün bulunduğu yerin, kurulduğu dönemlerde çok önemli bir yerleşim olmasa da stratejik bir noktada olduğu düşünülmektedir. Frigler, MÖ 700'lü yıllarda Kafkaslardan gelen Kimmerler tarafından ortadan kaldırıldı. Tunç Çağı'nın sonlarında Frigler ile birlikte Anadolu'ya gelen ve Batı Anadolu'da varlıklarını sürdüren Lidyalılar, Friglerin ortadan kalkmasını fırsat bilerek bugünkü Ankara ilini de kapsayan Kızılırmak yöresini ele geçirdiler. MÖ 7. yüzyılda Anadolu'ya hâkim oldular ve 140 yıl hüküm sürdüler. Lidyalıların sikkeyi icat ettikleri kabul edilir. Lidyalılar döneminde Anadolu'da ticaret gelişmiş, tahıl üretimi, hayvancılık, zeytinyağı ve şarap üretimi ilerlemiştir. Orta Anadolu'nun ana ulaşım yolu üzerinde bulunan Ankara ili toprakları da bu gelişmelerden istifade etmiştir. Medler ve Perslerle savaşan Lidyalılar, komşuları Ahameniş Pers Hükümdarı Kiros ile MÖ 547'de Kızılırmak kavsi içinde yaptıkları savaşı kaybederek tarih sahnesinden silinmişlerdir. Persler, MÖ 545'ten itibaren Anadolu'ya egemen olarak, Anadolu'daki Helen kültürüne son verdiler. MÖ 5. yüzyılda Herodot, Pers İmparatorluğu'nun ordu, ticaret ve posta hattı olarak kullanılan Kral Yolu'nun Ankara'dan geçtiğini yazar. Kral Yolu, Efes'te başlıyor, Sardes şehrinden Lidya'ya, sonra Gordion, Ankyra ve Kızılırmak'tan geçerek, Kapadokya üzerinden Kilikya'ya, oradan Fırat ve Dicle nehirlerini geçip Asur'dan Susa kentine ulaşıyordu. Ankara ili toprakları MÖ 334'te Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından Ahameniş İmparatorluğu'ndan alınana kadar; tarihi boyunca Frigler ve Hititler'in haricinde Hattiler, Lidyalılar ve Ahamenişler egemenliğine girmiştir. MÖ 3. yüzyılda Anadolu'ya gelen savaşçı bir kavim olan Galatların Tektosaglar boyuna başkentlik etmiştir. Strabon, ünlü eseri "Geographika"’da, bugün merkezde bulunan Ankara Kalesi'nin Tektosaglar tarafından inşa edildiğini söyler. Daha sonra bölgede siyasal birliği kuran Roma İmparatoru Caesar Divi Filius Augustus, MÖ 25 yılında Ankara'yı ele geçirmiştir. MS 395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölününce Ankara Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kaldı. Ancak il toprakları üzerindeki Doğu Roma hâkimiyeti zaman zaman kesintiye uğradı. MS 654 yılında Müslüman Araplar kısa süreliğine bölgenin kontrolünü ele geçirdiler. 833 ve 842 yıllarında Abbasi Halifesi Mutasım ve Türk komutanı Afşin Ankara kentini kısa süreliğine ele geçirdi. 871 yılında Pavlikian mezhebinden Hristiyanlar Ankara kentinin kontrolünü yaklaşık bir yıllığına ele geçirdi. Bu kesintilerden sonra her seferinde Doğu Romalılar kenti geri alarak otoriteyi sağladı. Ankara'nın Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun eline geçmesi, Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra 1073 yılına rastlar. 12. ve 13. yüzyıllarda Selçuklu Sultanlarının da çabasıyla transit ticarette gelişme gösteren Ankara'nın merkezi, önce Ahiler'e, ardından 1304'te göreli özerklik verilerek Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı. İlin güneybatı ilçeleri bu dönemde Germiyanoğulları'na bağlanırken, güneydoğu ilçeleri Karamanoğulları'na bağlanmıştır. I. Murat zamanında kesin olarak Osmanlı topraklarına bağlanan ilde, 1402 yılında Büyük Timur İmparatorluğu İmparatoru Timur ile Osmanlı İmparatorluğu Padişahı Yıldırım Bayezid arasında Ankara Muharebesi yapıldı. Yıldırım Bayezid'in savaşı kaybetmesi ve Timur'a esir düşmesi sonucu Osmanlı Devleti, Fetret Devri denen bunalım ve iktidar boşluğu dönemine girdi. Ankara Muharebesi'nde bölge büyük ölçüde harap olmuş, Anadolu birliğini yeniden kuran II. Murat zamanında yeniden onarılmıştır. 1841 yılında Anadolu Eyaleti kaldırılıp yerine vilayetler kurulunca il bir vilayet oldu. Ankara, Çorum, Yozgat, Kayseri ve Kırşehir sancakları bu vilayete bağlandı. Ankara Vilayeti 1922 yılına kadar varlığını sürdürdü. Osmanlı hâkimiyetinin sonlarına doğru Ankara 1917'de 3 gün süren büyük bir yangın geçirmiş ve yangın 1900 kadar hanenin yanması ile sonuçlanmıştır. Ankara ilinin Kurtuluş Savaşı'nda merkezî bir yeri olmuştur. 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Mustafa Kemal, şehri Anadolu’daki direniş hareketinin yönetimi olan Heyet-i Temsiliye'nin merkezi olarak seçti. Şehir, coğrafi olarak Anadolu'nun ortasındaydı, demir yolu ile İstanbul'a ulaşılabiliyordu, Batı Cephesine yakındı ve halkın millî mücadeleye olan desteği tamdı. İstanbul'un İngilizler tarafından resmen işgalinden iki gün sonra, 18 Mart 1920'de, İstanbul'da bulunan Meclis-i Mebusan kendini resmen feshedince, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi kuruldu. Ankara ili, Türk-Yunan Savaşı'nın en yoğun muharebesinin gerçekleştiği yer olmuştur. 1920 yazında Yunan birlikleri, Ankara şehrini ele geçirmek amacıyla Sakarya nehri kıyılarına kadar ilerlemişti. Ancak 23 Ağustos - 13 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi sonucunda Yunan birlikleri püskürtüldü. Polatlı yakınlarında meydana gelen zorlu muharebe Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olmuş, Mustafa Kemal Atatürk ünlü "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır" sözünü bu sırada söylemiştir. Birkaç hafta sonra Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması ile, Türk-Fransız ihtilafı sona ermiştir. Kurtuluş Savaşı sonucu toprakları üzerindeki egemenliğini kanıtlayan Türkiye, 1922 Lozan Barış Konferansı ve 1923 Lozan Antlaşması ile uluslararası toplulukta millî sınırlarını tescilledi ve bağımsızlığını onaylattı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 13 Ekim 1923'te Ankara ilinin merkezi olan Ankara kentini başkent ilan etti. Ankara, 1984 yılında çıkarılan 2972 sayılı kanun ve 195 sayılı kanun hükmünde kararname sonucu İstanbul ve İzmir ile birlikte büyükşehir unvanı kazandı. Aynı yıl çıkarılan 3030 sayılı kanun ile büyükşehir ve ilçe belediyeleri statüleri netleşti. Başlangıçta beş ilçe Ankara Büyükşehir Belediyesinin sınırlarına dâhil edildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 50 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. Bu sınırlar içinde kalan 16 ilçe, büyükşehir ilçe belediyeleri hâline geldi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Ankara ili, doğuda Kırıkkale, kuzeydoğuda Çankırı, kuzeybatıda Bolu, batıda Eskişehir, güneyde Konya, güneydoğuda Kırşehir ve Aksaray ile komşudur. 1355 kilometre uzunluğu ile, tamamı Türkiye toprakları üzerinde yer alan en büyük nehir olan Kızılırmak ilin doğusunu, 824 kilometre ile Türkiye'deki en büyük nehirlerden olan Sakarya Nehri ise, ilin batısını sulamaktadır. Sakarya Nehri'nin kollarından Ankara Çayı, il merkezinden geçer. İlin güneyinde ise 1300 km² ile ülkenin en büyük ikinci gölü, %32,4 tuz oranıyla da dünyanın en tuzlu ikinci gölü olan Tuz Gölü vardır. Ayrıca Tuz Gölü'nün de içinde bulunduğu havza, Türkiye'nin en büyük kapalı havzasıdır. Ovalık bir alanda kurulan ilin yüzölçümünün yaklaşık %50'sini tarım alanları, %28'ini ormanlık ve fundalık alanlar, %12'sini çayır ve meralar, %10'unu ise tarım dışı araziler teşkil etmektedir. İlin en yüksek noktası 2015 m yüksekliğindeki Elmadağ, en geniş ovası 3789 km²'lik yüzölçümü ile Polatlı Ovası, en büyük gölü yaklaşık 490 km²'lik yüzölçümü ile Tuz Gölü'nün il içindeki alanı, en uzun akarsuyu yaklaşık 151 km'lik uzunluğu ile Sakarya Nehri'nin il içindeki bölümü, en büyük barajı ise 83,8 km²'lik yüzölçümü ile Sarıyar Barajı olup, il geneli itibarıyla 14 doğal göl, 136 sulama göleti ve 11 baraj bulunmaktadır. İlin güney ve orta bölümlerinde karasal iklimin soğuk ve kar yağışlı kışları ile sıcak ve kurak yazları, kuzeyinde ise Türkiye'de Karadeniz iklimi nin ılıman ve yağışlı halleri görülebilir. Karasal iklimin hâkim olduğu bölgelerde gece ile gündüz, yaz ile kış mevsimi arasında önemli sıcaklık farkları bulunur. En sıcak ay temmuz veya ağustostur. İldeki yerine göre ortalama en yüksek gündüz sıcaklıkları 27-31° C'dir. En soğuk ay ise ocak ayıdır, en düşük gece sıcaklıkları ildeki yerine göre ortalama -6 ila -1 °C arasındadır. Yağışlar en çok aralık, en az temmuz veya ağustos ayında düşer. Ankara il merkezinde yıllık ortalama toplam yağış 415 mm, yıllık ortalama toplam yağış, 60 cm (Kızılcahamam) ila 35 cm (Şereflikoçhisar) arasında değişir. Son yılların en soğuk gecesini -22 ile 26 Ocak 2016'da gördü. Ankara toprakları iki dağ kuşağı arasında sıkışmıştır. Faylara (kırık hatlara) rastlanır. Ankara il sınırları içindeki alanın %30'u 1. ve 2. derece deprem alanıdır. Son yüz yılda meydana gelen küçük şiddetli depremlerin çoğu Kuzey Anadolu Fay Hattı ve yakın çevresinde veya başkentin güneydoğusunda Tuz Gölü ve Kırşehir fayı civarındadır. Bu dönemde meydana gelen 1944 Bolu-Gerede depremi ve 1938 Kırşehir depremi Ankara il sınırları içinde hasara yol açmıştır. Ankara içinde meydana gelen en kuvvetli deprem, 6,1 büyüklüğündeki 2005 Balâ depremidir. Ankara'nın ormanlık bölgelerinde ayı, yaban domuzu, geyik gibi hayvanlar bulunur. Kurt, tilki, porsuk, tavşan, kokarca, gelincik, sincap gibi kara hayvanları ile keklik, çil, toy, turna, çulluk, güvercin, üveyik, bıldırcın gibi kuşlar ilin hemen her yerinde bulunur. Bozkır bölgelerde atmaca, şahin ve kartal gibi yırtıcı kuşlara rastlanır. Nehir ve göllerde sazan, alabalık, tatlı su midyeleri, yengeç, kurbağa, kaplumbağa, karabatak, yaban ördeği, yaban kazı ve su tavuğu gibi hayvanlar mevcuttur. İlin adıyla anılan kedi, keçi ve tavşan meşhurdur. Ankara'nın simgesi durumunda olan bu varlıklardan özellikle Ankara kedisi ve keçisi artık sadece Ankara'da değil, dünyanın birçok ülkesinde de yetiştirilmekte ve hem şehrin hem de Türk
iye'nin tanıtımına katkıda bulunmaktadır. Ankara topraklarının kuzey kısımları volkaniktir. Burada andezitik ve trakitik kayalar, kuzeydoğuda granit türü kayalar, kuzeybatıda ise kireç taşları ve kumtaşları görülür. İlin güney ve güneydoğu bölgeleri mezozoik (II. zaman) oluşumlardan meydana gelir. Sakarya Nehri çevresinde Tersiyer, Polatlı civarında Eosen, Tuz Gölü dolaylarında Neojen (III. zamanın son sistemi), çukur ve düz alanlar ile akarsu boylarında Kuaterner oluşukları bulunmakadır. Başkent bölgesi büyük ölçüde volkanik yüzey malzemesine sahiptir. İlin büyük bölümü kireç taşlarından oluşmuştur, bu yüzden çok kireçli topraklarla kaplıdır. Akarsu boylarında tarıma uygun alüvyon topraklarına rastlanır. Bu jeolojik yapıların bazıları oluştukları döneme ait fosiller içerir ve o dönemlerin canlıları hakkında fikir verir. Neojen dönem oluşuklar fosil bakımından zengindir. Kızılcahamam'da Sinap yakınlarındaki bir fosil yatağında Neojen memeli kalıntıları ve adını Ankara'dan alan Ankarapithecus meteai adlı bir hominoid (insansı) türe ait fosil keşfedilmiştir. Bu canlının evrimde insansılar ile insanların ortak atası olduğu öne sürülmüştür. Güneybatıda kalan Polatlı çevresindeki kireç taşları fosil açısından oldukça zengindir. Bölgede, alt Paleosenden kalma sığ deniz bitkilerinin fosilleri bulunmuştur. Çamlıdere'deki Taşlaşmış Ağaç Fosil Ormanı, Erken Miyosen’de (23–15 milyon yıl öncesi) gelişmiş olan çam ve meşe ağaçlarının bulunduğu karışık bir ormanın fosil kalıntılarından oluşur. Ankara'nın iklim şartları ve topoğrafik yapısı nedeniyle, ilde bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Bozkır bölgelerde ağaç hemen hemen hiç bulunmaz, bir tek akarsu kıyılarında iğde, söğüt ve kavak ağaçları bulunur. Bozkırda genelde dikenli çalılar ve otlar vardır. Ayrık otu, geven, sorguç otu, üzerlik, katırtırnağı, yabani arpa, püsküllü brom, yavşan otu, gelincik, papatya, hatmi, kekik, sütleğen, ballıbaba, kuşburnu ve böğürtlen burada bulunan başlıca otlar arasında sayılabilir. 2015 verilerine göre ilin %17,1'i ormanlarla kaplı olup, yüzölçümünün %9,6'sını verimli ormanlar, %7,5'ini ise bozuk ormanlar oluşturmaktadır. Ormanlar başlıca dağların kuzey yamaçlarında görülür, ayrıca bozkır ortasında korular da mevcuttur. Ormanlarda en çok karaçam, ardıç ve yer yer meşe görülür. İlin kuzeyine doğru iğne yapraklı ormanlar yaygınlaşır. Kuzey kesimlerde sarıçam ormanları da görülmektedir. Ayrıca ilin kuzeyinde, Bolu il sınırına yakın yüksek kesimlerde az miktarda da olsa köknar ormanlarına rastlanmaktadır. Nallıhan ilçesinin kışların fazla sert geçmediği düşük rakımlı kesimlerinde ise yer yer kızılçam ormanları bulunmaktadır. İlin güney kesiminde ormanlar daha az yer tutmaktadır. Güney kesimde yer alan başlıca ormanlar Balâ ilçesinde yer alan Beynam'da ve Küre Dağı'nda yer almaktadır. Ankara'da 1362 bitki türü doğal olarak bulunmakta olup, bunların 268'i endemiktir. Ankara çiğdemi, tükürük otu, peygamber çiçeği gibi türler yöreye özgüdür. Familya düzeyinde en sık görülenler papatyagiller, baklagiller, buğdaygiller, turpgiller, ballıbabagillerdir. İlin adıyla anılan Ankara armudu ve Ankara çiğdemi, ayrıca Kalecik Karası olarak bilinen misket üzümü il dışında da tanınır. Ankara, 2004 itibarıyla, İstanbul ve Kocaeli'den sonra çevreyi en fazla kirleten üçüncü ildir. Ankara'nın akarsuları ve bazı gölleri oldukça kirli durumdadır. İlin akarsuları içinde en fazla kirlenmiş olanlar arasında Sakarya ve onu besleyen Ankara Çayı ve Kızılırmak sayılabilir. Buna rağmen, sularının arıtılmasından bu yana Kızılırmak Ankara şehrinin ihtiyacını kısmen karşılamaktadır. Gölbaşı'ndaki Mogan ve Eymir göllerinde kirlilik yüzünden toplu balık ölümleri olmuştur. Tuz Gölü'ndeki kirlilik de bölgenin ekolojisini etkilemekte, gerek iklim değişikliği, gerek kaçak kuyular nedeniyle Tuz Gölü'nün 2015'e kadar kuruması beklenmektedir. Hava kirliliği 1980 başlarında tehlikeli boyutlara ulaşmış olan Ankara şehri, daha sonra düşük kaliteli kömür yerine doğal gaz kullanımının yaygınlaşması sonucu, bugün orta derecede kirli bir havaya sahiptir. Yine Sincan ve Etimesgut belediyeleri hariç tüm merkez belediyelerinin çöplerinin gönderildiği ve yakın zamana kadar önemli bir çevre sağlığı sorunu teşkil eden Mamak Çöplüğü, günümüzde ıslah edilmiştir. Atıklardan elektrik, gübre ve metan gazı üretilmekte, çöplerde geri dönüşümü mümkün olan maddeler ise endüstriye ham madde yapılmaktadır. Ankara ili, Ankara şehrinin başkent olmasından sonra hızla kalabalıklaşmıştır. Özel ve kamu sektörü yatırımları başkent ve yöresine yoğunlaşmış, bunun sonucu ortaya çıkan çalışma olanakları büyük bir nüfus akımına yol açmıştır. Ekonomi, sağlık ve eğitim altyapısının gelişmişliği, suç oranının düşük olması, kişi başına kamu yatırımının ve kişi başına mevduatın yüksek olması gibi nedenlerin göçü teşvik ediyor olması muhtemeldir. Cumhuriyet tarihi boyunca ilin nüfusu ülke nüfusunun iki katı hızda artmıştır. Ankara'nın nüfusu hiçbir zaman tam olarak hesaplanamaz. Memur ve öğrenciler ağırlıkta olduğu için net nüfus bulunamaz. Tuik verilerine göre nüfusu 5 milyondan fazla iken gayriresmi nüfusu 8 milyondur. 1927 sayımında nüfusu 404 bin olan il Türkiye nüfusunun %3,2'sine sahipken bugün 8 milyon nüfus ile bu oran %6,3'tür. 2007-2008 yılları arasında ise nüfus artış hızı (%1,83), ülke nüfus artış hızının (% 1,32) birbuçuk katı olmuştur. Bu büyümenin başını çeken Ankara kenti aldığı göçe rağmen, 2008'de Ankara'da işsizlik oranı (%11,8) Türkiye genel işsizlik oranına (%11,0) yakındır. İstihdam edilenlerin %72'si hizmetler, %26'sı sanayi, %2'si tarımda çalışır (bu oranlar Türkiye için sırasıyla %49, %27 ve %24'tür). Ankara'nın nüfusu 2016 yılı itibarıyla 5.346.518 kişidir. İç Anadolu'da bulunan ve nüfusları azalmakta olan Çorum ve Yozgat, Ankara'ya en fazla net göç veren illerdir. İl nüfusunun tamamı il ve ilçe merkezlerinde yaşamaktadır. Ayrıca 15.608.868 kişilik İç Anadolu nüfusunun yaklaşık yarısı Ankara ilinde ikamet etmektedir. Ankara il nüfusu Türkiye geneline göre daha yüksek bir eğitim düzeyine sahiptir. 2008 verilerine göre, 15 yaş üstü okuma yazma oranı toplam il nüfusunun %88'ini (erkeklerde %91, kadınlarda %86'sını) oluşturur, bu oran Türkiye için %83'tür (erkeklerde %88, kadınlarda %79). Bu farklılık özellikle nüfusun üniversite eğitimli kesiminde belirginleşir: üniversite ve yüksek okul mezunlarının toplam nüfusa oranı Ankara'da %10,6, Türkiye genelinde ise %5,4'tür. Ankara İl Nüfusu: 5.445.026'dır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 25.632 km²'dir. İlde km²'ye 212 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 5772 kişi ile Keçiören’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,84 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 25 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1433 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Çamlıdere (%13,98), Beypazarı (-% 3,88) *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Ankara nüfusunun dörtte üçü hizmet sektöründe çalışır ve bu sektör ilin gayrisafi hasılasında en büyük paya sahiptir. Sektörün bu kadar gelişmesinin nedeni, göçle gelen nüfusa istihdam sağlayacak kadar büyük sanayinin bulunmamasıdır. İl, Türkiye gayrisafi millî hasılasının %9'una sahiptir. Ülkenin toplam vergi gelirlerinin %12'si, bütçe gelirlerinin %12,3'ü buradan toplanır; buna karşılık ilin ülke bütçesinden aldığı pay %6,4'tür. 2006 yılında Ankara bütçe vergi gelirlerine 16,5 milyar TL, toplam bütçe gelirlerine de 21,1 milyar TL katkıda bulunmuş, bütçeden ise 11,3 milyar TL pay almıştır. 2001 yılı itibarıyla gayrisafi yurt içi hasılasının Ankara'ya düşen kısmının %45'i ticaretten, %23'ü ulaştırma ve haberleşmeden, %14'ü devlet hizmetinden kaynaklanmaktaydı. Pricewaterhouse Coopers’ın “Dünyada En Büyük Şehir Ekonomileri Hangileri ve Bu 2020 Yılında Nasıl Değişecek” raporuna göre dünyanın en büyük 100 kenti arasında 2005 yılında 94. olan kent, 2008'de 80. sıraya yerleşmiştir. İlin 2020 yılında dünya kentleri sıralamasında 115 milyar $ gelirle 74. sıraya yerleşmesi planlanmaktadır. Brookings Institution ve JP Morgan'ın 2014 yılı baz alınarak oluşturulan, ekonomide yükselen kentler sıralamasında Ankara 300 şehir arasında Xiamen'in ardından 9. sırayı aldı. Ankara 2013'teki listede 38. sırada yer almaktaydı. Aynı listede Türkiye'den İzmir 2, İstanbul 3 ve Bursa 4. sırada yer almıştır. Ankara ilinde özel sektörün katma değer içindeki payı %85'in üzerindedir. İlin sanayisi genel olarak küçük ve orta boylu işletmelerden oluşmaktadır. Bunların %40'ı, savunma ve taşıt üretimi yapan büyük kuruluşların talep gösterdiği makine ve metal alanında üretim yapmaktadır, bunun ardından gıda ve tekstil sanayileri gelir. Üretim açısından en önemli sektörler, gıda (şeker, un, makarna, süt, içki), taşıt, makine (tarım araçları, taşıt, traktör), savaş, çimento ve dokumadır (yünlü dokuma, trikotaj, konfeksiyon). Ayrıca tarım ilaçları, mobilya, şekercilik ve matbaacılık da önemlidir. Savunma sanayisi, yazılım ve elektronik sektörlerinde Ankara Türkiye'de başta gelir. Ankara Sanayi Odası'na (ASO) kayıtlı yaklaşık 3500 şirket vardır. Türkiye'nin en büyük 500 şirketinin 48'inin ASO'ya bağlı olmasıyla Ankara, 2009 yılında İstanbul'dan sonra Türkiye'nin 2. sanayi merkezi sayılmaktadır. Ankara'da üretimin büyük kısmı Sincan, Akyurt, Çubuk ve il merkezine yakın olan İvedik ile Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) Organize Sanayi bölgelerinde gerçekleşmektedir. OSTİM, Türkiye'nin en büyük küçük ve orta boy sanayi üretim alanıdır. 2009'da Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan bir çalışmaya göre, en rekabetçi il Ankara'dır. Ankara, "rekabetçilik" endeksini oluşturan alt endeksler arasında insani sermaye, yaratıcı sermaye ve sosyal sermaye endekslerinde ilk sırada yer almıştır. Üniversite ve öğretim üyesi sayısının yüksekliği, patent ve benzeri başvurular gibi faktörler Ankara'yı özellikle yaratıcı sermaye endeksinde Türkiye'de birinci yapmaktadır. Ankara ili genelinde toprakların %60'ı tarım alanı olarak kullanıl
ır ve bu oran Türkiye ortalamasının oldukça üzerindedir. En önemli tarla ürünleri buğday, arpa ve şeker pancarıdır. Diğer önemli ürünler soğan, kavun, karpuz, domates, havuç, armut, elma, vişne ve üzümdür. Tarla arazilerinin yaklaşık %24'ünde buğday, %23'ünde arpa, kalanında ise diğer ürünler yetiştirilmektedir. Polatlı, Türkiye’nin ikinci büyük "tahıl ambarı" olması dolayısıyla en aktif tahıl borsalarından birine sahiptir. Ankara rakım ve mera özellikleri açısından, küçükbaş hayvancılığa daha elverişlidir. Hayvancılık il ekonomisinde önceleri önemli olan yerini giderek kaybetmektedir. İlde koyun (ak ve karaman cinsi) ve sığır beslenir. Tavuk yetiştiriciliği de önemli boyuttadır. Ankara keçisi olarak bilinen tiftik keçisi sayısı 1970'lerdeki sayısının onda birinin altındadır ve korunması amacıyla, günümüzde yetiştiricilerine ücret verilmektedir. Ankara orman varlığı bakımından pek zengin değildir. Ancak, Türkiye çapında mobilyacılık, döşemecilik gibi alanları kapsayan önemli düzeyde bir ağaç işleri sektörü gelişmiştir. Nallıhan'da Çayırhan Termik Santrali linyit (634 MW güçlü), Esenboğa termik santrali ise fuel oil (54 MW) yakarak enerji üretir. Ayrıca, Sarıyar Barajı (160 MW), Hirfanlı Barajı (Evren) (128 MW) ve Kesikköprü Barajı (76 MW) hidrolelektrik enerji üretir. Ankara, Türkiye'nin madencilik potansiyeli fazla olan illerindendir. İlin Beypazarı ve Nallıhan ilçelerinde Türkiye'nin en önemli linyit yataklarından bazıları bulunur. Ayrıca Tuz Gölü ve çevresinde tuz çıkarılır. Türkiye'de İzmir'deki Çamaltı Tuzlası'ndan sonra en fazla tuz çıkarılan yer, Tuz Gölü ve çevresidir. İlde ayrıca, Beypazarı ve Kızılcahamam çevresinde sodacılık gelişmiştir. Ankara ilindeki müzelerin büyük çoğunluğu Ankara şehir merkezi sınırları içerisinde kalır. İlde çeşitli kurumlarca işletilen 53 müze bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına ait önemli eşyaları Ankara'daki müzelerde bulmak mümkündür. I. Türkiye Büyük Millet Meclisi binası'nda bulunan Kurtuluş Savaşı Müzesi, Anitkabir'deki Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi, II. TBMM Binası'ndaki Cumhuriyet Müzesi, Devlet Mezarlığı Müzesi bu tarihî müzelerin başlıcalarıdır. Bunların yanı sıra İsmet İnönü ve Mehmet Akif Ersoy'un evleri de birer müze olmuştur. Ankara'nın başkent olmasından dolayı doğal olarak Türkiye'nin ilk belli başlı müzeleri (Etnografya Müzesi, Devlet Resim ve Heykel Müzesi gibi) Ankara'da oluşturulmuştur. Çeşitli devlet kuruluşları da başkentte bulunmaları nedeniyle müzelerini burada kurmuşlardır, Ziraat Bankası Müzesi, Türk Hava Kurumu Müzesi, Maden Tetkik Arama Kurumu'nun Tabiat Tarihi Müzesi gibi. Yakın yıllarda kurulan ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi, Feza Gürsey Bilim Merkezi, Çengelhan Rahmi Koç Müzesi, Ulucanlar Cezaevi Müzesi gibi yeni müzelerle Ankara'nın müze seçenekleri zenginleşmektedir. 1997'de "Avrupa'da Yılın Müzesi" seçilen Anadolu Medeniyetleri Müzesi, ziyaretçi sayısı bakımından Türkiye'de onuncu, Ankara'da birincidir. Müzede Paleolitik Çağ'dan günümüze Anadolu'nun arkeolojik hazineleri sergilenir. Ankara şehri dışındaki en önemli müze, Kral Midas'ın tümülüsünün de bulunduğu Polatlı'daki Gordion Müzesi'dir. Bu müzede bölgede keşfedilmiş, Tunç Çağı ve Frigya döneminden kalma arkeolojik eserler sergilenmektedir. İlde birçok arkeolojik alan vardır. Buralarda keşfedilmiş kıymetli eserler Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi'nde sergilenmekte, yapılar da ziyarete açık tutulmakta, Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Karaoğlan ve Kocumbeli höyüklerinde taş ve bronz çağlarından yapıtlar bulunur. Hititlerden kalan çeşitli kalıntılar arasında Balıkhisar, Ballıkuyumcu, Bitik, Karaoğlan, ve Külhöyük höyükleri ve Gâvurkale taş oymaları sayılabilir. Yine Ankara Kalesi, Galatlar zamanında inşa edilmiş ve sonraki yüzyıllar boyunca çeşitli medeniyetlerce kullanılmıştır. Başkentte Roma döneminden kalan önemli kalıntılar vardır. Roma Hamamı 3. yüzyılda Septimius Severus'un oğlu Roma İmparatoru Caracalla tarafından Sağlık Tanrısı Asklepios adına yapılmıştır. MÖ 2. yüzyılda Frigya tanrısı Men adına yapılmış olan Augustus Tapınağı zamanla yıkılmıştır. Bugün kalıntıları bulunan tapınak ise son Galatya hükümdarı Amintos'un oğlu kral Pilamenes tarafından Roma İmparatoru Caesar Divi Filius Augustus adına bir bağlılık nişanesi olarak yaptırılmıştır. Jülian Sütunu, 362 yılında Roma İmparatorluğu İmparatoru Julian'ın Ankara ziyareti onuruna dikilmiştir. Başkent dışında, Kalecik'teki Kalecik Kalesi Romalılardan kalmadır. Bir dağın içine oyulan Güdül'deki mağaralar ise ilk Hristiyanların Romalılardan saklandığı çok katlı bir yerleşim yeridir. Ankara ilinde Selçuklular ve Osmanlılardan kalma pek çok eser vardır. Yenimahalle ilçesindeki Selçuklu yapısı Akköprü, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad zamanında yaptırılmıştır. Alaaddin Camii, Ankara Kalesi içinde yer alır ve 1178 tarihlidir. Samanpazarı'nda bulunan Arslanhane (Ahi Şerafettin) Camii 13. yüzyılın başında yapılmıştır. Osmanlı dönemine ait önemli eserler arasında 15. yüzyıldan kalma Hacı Bayram Camii, Karacabey Camii , Kurşunlu Han kervansarayı ve 16.yüzyıldan kalma Cenabi Ahmet Paşa Camii sayılabilir. Osmanlı son dönem mimari özelliklerini taşıyan Ankara Kaleiçi, Beypazarı, Ayaş, Güdül'deki tarihi evler korumaya alınmıştır. Ankara yöresinin geleneksel halk müziğinin başlıca telli çalgısı bağlama, başlıca nefesli çalgıları çeşitli düdük ve kaval tipleri, başlıca vurmalı çalgıları da davul ve defdir. Sosyal ortama bağlı olarak çeşitli halk müziği gelenekleri vardır; "Divan sazı" adı verilen yaylı bir sazla çalınır, başka çalgı olmaz. "Efe başı" denen yaşlı ve iyi saz çalan kişi ortaya oturur, daha az tecrübeli olanlar onun etrafında bir halka oluştururlar. Efe başı grubu idare eder, onu ardından herkes sırayla çalardı. Divanların özelliği tasavuffi bir hava içinde çalınır, terbiye edici, ibret verici türküler söylenir, oyunlar oynanırdı. Bunun ardından Kırat, Muhabbet havaları, Zil Havaları, Oyun Havaları ve Bozlak ve Ağıtlar gelirdi. Divanların sonunda bir Cezayir havası olurdu. Bunlardan "Kırat", kahraman bir atın hikâyesini işleyen türkülerdir. "Bozlaklar" içli ve ince duygulu şarkılardır. Aşk, ölüm, isyan, üzüntü gibi duygular, doğaçlama olarak, vezinsiz söylenir. "Ağıtlar" ise üzüntülü ve acılı konuları işler. Topluluğun cinsine göre Muhabbet veya Oturaklar da olurdu. "Muhabbet", yaşlı kimselerin oluşturduğu içkili topluluklarda çalınırdı. Saz parçaları rasında topluğun en yaşlısı konuşur, geçmiş öyküler ve fıkralar anlatır. "Oturaklar", daha çok delikanlılar ve bekâr erkekler tarafından yapılır. Para ile tutulan kadınlar içki ve meze servisi yapar, oyun havaları başlayınca kadınlar ortaya çıkıp oynarlar. Ankara halk oyunları "zeybekler" ve "düz oyunlar" olmak üzere iki bölümde incelenir: "Zeybekler", yiğitlik ve mertlik teması üzerine kurulu oyunlardır. Sazla oynanır ve ağır bir melodisi vardır. En az iki kişi tarafından oynanır. Zeybek oyunlarında dikkat edilecek husus, oyunun vermiş olduğu karakteristik hava ve melodiye göre jest ve figürleri ayarlamaktır. Yani duruş, kasılış ve poz zeybek oyununun gösterişini ortaya koyar. Zeybek oyunlarının başlıcaları, "Ankara zeybeği", "mendil zeybeği", "Karaşar zeybeği", "Seymen zeybeği", "Seymen alayı" ve "Yağcıoğlu zeybeği"dir. Oyun havaları eşliğinde oynanan "Ankara düz oyunları"nın ahengi farklı, ritmi yumuşaktır. Sazın sesi bazen hareketli, bazen duygulu, bazen de coşkuludur. Düz oyunların figürleri ayak oyunlarıyla süslenmiştir ve birbirine çok benzer. Hepsi saz eşliğinde ve grup halinde oynanır. Bu oyunların en meşhurları, "misket", "fidayda" ("hüdayda"), "mor koyun", "yandım şeker", "name gelin", "sabahî"," yıldız", "çarşamba" ve "Arap oyunu"dur. Eski Ankara evlerinde "aşhane" veya "ayşene" de denilen mutfak, evin en büyük kısmını meydana getirirdi. Mutfakta "çork" denilen bir ocak ve tandırın yanı sıra, iki katlı, "müsandere" denilen bir kiler bulunurdu. Mutfağın bir köşesine yakmak üzere odun istif edilirdi. Yemek genellikle mutfakta yere serilen sofralarda yenirdi. Mutfak eşyaları da yöreye has isimlerle adlandırılırdı. Örneğin fıçıya "bodu", sofra bezine "boğ", bıçağa "eğri", oklavaya "oklağaç", rafa "terek", tepsiye "tıngır" denirdi. Günümüzde çağdaş mutfaklar ve adlar yaygınlaşmakla birlikte, eski Ankara mutfağına has birçok yemek ve tatlı hâlâ yaşatılmaktadır. 2008'de yapılan bir araştırmaya göre, 93 çeşit yöresel yemek, tatlı ve içecekleri ile Ankara ili, Gaziantep ve Elâzığ'dan sonra üçüncü en zengin mutfağa sahiptir. Bunların arasında, "dutmaç" ve "miyane" gibi çorbalar; "Ankara tavası, alabörtme, calla, ilişkik, sızgıç, siyel, siyer, bici, pıtpıt pilavı, mucirim köftesi, tohma, şirden dolması, papaç, yalkı, carcıran, göter, kaile, topaç, cızlama, öllüğün körü" gibi yemek ve hamur işleri; "karga beyni, köyter, omaç, perçem, tiltil helvası, zerdali boranası" ve Beypazarı yöresine ait "80 katlı baklava" gibi tatlılar ile "bazlamacın, gizleme, çerpit, kartalaç, kömbe, kete, saçkıran, şerit" ve "yarımca" gibi ekmekler sayılabilir. İlde geleneksel hale getirilen birçok şenlik vardır. Bunlar içinde en önemlisi kısaca Beypazarı Festivali olarak bilinen "Uluslararası Tarihi Evler, El Sanatları, Havuç ve Güveç Festivali"'dir. Bu şenliğe Türkiye'den ve dünyadan birkaç kent katılır. Şenlik her yıl ekim ayında gerçekleştirilir. İldeki bir başka şenlik, Kızılcahamam ilçesinde düzenlenen "Kültür ve Su Festivali"'dir. Geleneksel hale getirilen bu şenlik, her yıl ağustos ayında gerçekleştirilir. Başka bir şenlikte Çubuk ilçesindeki Turşu ve Kültür Festivalidir. Prof. Dr. Leyla Karahan'ın Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması adlı çalışmasına göre Türkçenin Ankara ilinde kullanılan şivesi Batı Anadolu ağızları içindedir ve Balâ, Haymana, Niğde, Şereflikoçhisar, Çubuk, Kalecik, Kırıkkale, Kızılırmak, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri, Şarkışla, Gemerek bölgelerinde konuşulan ağız ile aynı alt sınıftadır. Ankara, Türkiye dışından gelen turistlerin çok tercih ettiği bir il değildir. Türkiye'ye gele
n yabancıların sadece %1,5'i (2007'de 383 bin kişi) Ankara Esenboğa Havaalanı'ndan giriş yapar. Bunların çoğu mayıs-eylül döneminde gelir ve %38'i Alman vatandaşıdır. Ankara ilinde arkeolojik sitlere ilgi duyanlar için yabancı gezi rehberlerinde öncelikle görülmesi önerilen yer Anadolu Medeniyetleri Müzesi'dir. Başkent'in Ulus semtinde Ankara Kalesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara Etnografya Müzesi, Roma harabeleri (Augustus Tapınağı ve Julian Sütunu) gibi pek çok turistik yer bulunur. Modern Türkiye'nin tarihi ile ilgilenenler için Anıtkabir ve eski TBMM binası turist kitaplarında sık önerilen yerlerdir. Başkent dışındaki başlıca turistik yerler Beypazarı'nın geleneksel evleri ve Gordion'dur. Yurt içi turizmi bakımından, başta kültür turizmi olmak üzere, kent merkezi ve çevresinde kongre turizmi, Elmadağ çevresinde kış turizmi, Kızılcahamam, Ayaş, Çubuk ve Haymana çevresinde kaplıca turizmi ile Güdül'deki Tuluntaş Mağarası'nda mağara turizmi gerçekleştirilmektedir. Anıtkabir başta olmak üzere birçok müze ve anıt ile Beypazarı ve Kızılcahamam'daki tarihî evler yurt içi turizmine katkıda bulunmaktadır. Ayrıca Evren ilçesi, Hirfanlı Baraj Gölü kıyısında sahip olduğu sahille Ankara ve çevre illere alternatif bir su ve doğa tatili imkânı sunmaktadır. 2008'de Anıtkabir 6 milyon kişi tarafından (%7'si yabancı), Anadolu Medeniyetleri Müzesi de 290 bin kişi (%60'ı yabancı) tarafından ziyaret edilmiştir. İlin Süper Lig'de bulunan 2 spor takımı, Gençlerbirliği ve Osmanlıspor. 2017-18 sezonu sonuda 1.lige düşmüşlerdir. İlin takımlarından MKE Ankaragücü ise sper lige çıkmıştır. Gençlerbirliği ve Ankaragücü 19.209 kişilik Ankara 19 Mayıs Stadyumu'nu, Osmanlıspor 20.000 kişilik Osmanlı Stadyumu'nu kullanmaktadır. Hacettepespor, Keçirörengücü, Bugsaşspor ve Etimesgut Belediyespor, Spor Toto 2. Lig'de yer almaktadır. 2017-18 sezonu sonunda Ankara Demirspor da 2.lige çıkmıştır. İl merkezi, İstanbul'da düzenlenen 1959 Avrupa Basketbol Şampiyonası'ndan sonra Türkiye'de düzenlenen ikinci Avrupa Basketbol Şampiyonası'na 2001 yılında ev sahipliği yapmıştır. Bu şampiyonada Türkiye millî basketbol takımı, Yugoslavya'nın ardından ikinci olmuştur. İlde bulunan basketbol takımları, Türkiye Basketbol Ligi' kadınlarda OGM Orman Gençlik Spor, erkelerde yeni çıkan Türk Telekomdur. Türkiye Bayanlar Basketbol Ligi'nde Çankaya Üniversitesi Spor Kulübü'dür. Türkiye Erkekler Basketbol Ligi'nde Ankara DSİ ve OGM Orman Gençlik Spor vardır. Bu takımlardan Türk Telekom, üç kez Cumhurbaşkanlığı Kupasını, iki Kez Türkiye Kupasını kazanmıştır. 2010 yılında inşa edilen Ankara Arena Çok Amaçlı Basketbol Kompleksi 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'na ev sahipliği yapmıştır. 2017-18 sezonunda Voleybol süper lig kadınlarda Halkbank, erkeklerde Halkbank, Maliye Piyango ve Ziraat Bankası bulunmaktadır.İlbank, 1.lige düşmüştür. Karayolları kadın basketbol takımı ise süper lige yükselmiştir. 2018-19 sezonunda Ankara'dan voleybol kadınlar 1.liginde 6 takım, erkeklerde ise 1 takım yer alacaktır. 2017 Spor Toto Şampiyonlar Kupası ikincisi, 2016-2017 Sezonu Kupa Voley ikincisi, 2017-18 Sezonu Kupa Voley Şampiyonu Halkbank erkek takımı oldu. 2017-18 Sezonu Kupa Voley erkekler ikincisi Maliye Piyango oldu. 2018'de Avrupa kupalarında, CEV Cup erkeklerde Ziraat Bankası Avrupa 2.si, Challenge Cup erkeklerde Maliye Piyango Avrupa 3.sü olmuştur. 2017-18 sezonunda hentbol erkekler süper liginde, B.B. Ankara Spor ve MYK Hentbol SK yer almıştır. Maliye Piyango 1. lige düşmüştür. Kadınlar süper liginde ise Polatlı Belediyesi ve Yenimahalle Belediyesibulunmaktadır. 2016-17 Türkiye Kupasında Ankara Yenimahalle Belediyesi Sk şampiyon, Maliye Piyango da 3. olmuştur. 2017-18 'de Polatlı Belediyesi şampiyon olmuştur. Ankara'nın buz hokeyi süper liginde 2, kadınlar liginde 3 takımı bulunmaktadır. Ankara Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü, il çapında çeşitli amatör spor faaliyetleri düzenler. Atletizm, jimnastik, bisiklet, buz pateni, eskrim, judo, tekvando, karate, hentbol, binicilik, güreş, bisiklet, yüzme gibi dallar için çeşitli tesisler il merkezinde mevcuttur. Elmadağ'da kayak tesisleri, diğer ilçelerde de çeşitli spor salonları ve tesisleri bulunmaktadır. Uluslararası Yaşar Doğu Güreş Şampiyonası her yıl Ankara'da düzenlenir. Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Ankara'yı temsil eden 32 milletvekilinden 16'sı Adalet ve Kalkınma Partisi, 11'i Cumhuriyet Halk Partisi, 4'ü Milliyetçi Hareket Partisi, 1'i Halkların Demokratik Partisi ne aittir. 3 Temmuz 2014'te Yüksek Seçim Kurulu, en son nüfus verilerine dayanarak bir sonraki seçimler için Ankara'nın çıkaracağı milletvekili sayısını 32 olarak belirlemiştir. Genel seçimlerde Ankara'nın oyları iki seçim bölgesine ayrılarak sayılmaktadır. Ankara'nın 25 ilçesi vardır.  2014 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre ildeki 25 ilçeleden 21'i Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından yönetilmektedir. Yine 2014 seçimlerine göre iki ilçe Cumhuriyet Halk Partisi, iki ilçede Milliyetçi Hareket Partisi tarafından yönetmektedir Ankara Büyükşehir Belediyesi ise Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından yönetilmektedir. Ankara ili, Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesine kadar Ankara vilayeti sınırları içindeydi. 13 Ekim 1923'te Ankara şehrinin Türkiye'nin başkenti olmasının ardından ilde nüfus hızla artmaya başlamış ve buna bağlı olarak yıllar içinde ilin idari yapısı değişime uğramıştır. Çankaya 1936 yılında Ankara Merkez ilçesinden ayrılmış ve yeni bir ilçe haline gelmiştir. 1953 yılında Altındağ ilçesi kurulmuştur. Etimesgut, 1968 yılına kadar kaza olarak kalmış, daha sonra Ankara şehrine ait bir mahalleye dönüştürülmüş, 1990 yılında ise ilçe yapılmış ve belediye teşkilatı kurulmuştur. 1983'te bir grup yeni ilçe daha oluşmuştur: Evvelden Altındağ ilçesine ait olan Keçiören, Çankaya'ya bağlı bir mahalle olan Mamak, 1923'ten beri bir kaza olan Gölbaşı ve daha evvel bir kaza olan Sincan. Bu ilçelerden Sincan, 1988'de Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içine alınarak metropol ilçe konumuna getirilmiştir. Evvelden birer kasaba olan Kahramankazan (1987'de), Akyurt (1990'da) ve Pursaklar (2008'de) Ankara ilinin yeni ilçeleri olmuştur. Bu süreç içinde Ankara iline bağlı olan bazı bölgeler de ilden kopmuştur. 1989'a kadar ile bağlı olan Kırıkkale ilçesi, 1989'da ve 3578 sayılı yasa gereğince ayrı bir il olmuştur. Ankara ili Şereflikoçhisar ilçesine bağlı bir kasaba olan Ağaçören 1989'da çevresindeki köylerle birlikte bir ilçe olup Aksaray iline bağlanmıştır. İlçe merkezlerinin belediye başkanları ve bunların partileri aşağıdaki tabloda verilmiştir: Genelkurmay Başkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Komutanlıkları başkent Ankara'da bulunur. Ankara il sınırları içinde üç önemli hava üssü vardır: Akıncı, Etimesgut ve Güvercinlik. Hava Kuvvetlerine bağlı olan Akıncı'da üç jet filosu, Etimesgut'ta ise hava ulaşım uçakları konuşlanmıştır. Güvercinlik üssünde başlıca helikopterler bulunur, Kara Kuvvetleri, Jandarma ve Genel Kurmay'a bağlı Özel Hava Grup Komutanlığı tarafından paylaşılır. Ahlatlıbel'deki radar üssü, Türk hava sahasındaki sivil ve askerî hava trafiğini izlemekte kullanılır. Bunun dışında Ankara'da kayda değer (tümen ve üstü) bir muharebe birliği yoktur, ancak hava ve kara kuvvetlerine ve jandarma teşkilatına bağlı çeşitli idari, lojistik ve eğitim birimleri yer alır. Bunların bazıları: Kara Kuvvetlerine bağlı Kara Harp Okulu, Muhabere Elektronik Bilgi Sistemler (MEBS) Okulu, Kara Havacılık Okulu (Güvercinlik), Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı (Etimesgut); ve Beytepe'de Jandarmaya bağlı Jandarma Eğitim Komutanlığı ve Jandarma Okullar Komutanlığı sayılabilir. Ayrıca ilde çeşitli askerî hastaneler vardır, bunların en önemlisi Gülhane Askerî Tıp Akademisi'dir. Eğitim ve öğretim açısından Türkiye'nin önemli merkezlerinden biri olan Ankara'da 150'den fazla ilk ve orta dereceli okul ile halk eğitim merkezi vardır. Ayrıca yirmi üniversite ve bir harp okulu hizmet vermektedir. Bu üniversitelerde il genelinden öğrencilere eğitim verildiği gibi, il dışından ve öğrenci değişim programları ile yurtdışından gelen öğrencilere de eğitim verilmektedir. Ankara'da bulunan üniversitelerin bir bölümü Türkiye'nin, bir bölümü, Avrupa'nın ve dünyanın en önemli üniversiteleri arasında gösterilir. Ayrıca Ankara'nın 15 yaş ve üzeri nüfusunun %12,6'sı üniversite mezunu, %1,2'si yüksek lisans mezunu, %0,5'i ise doktora mezunudur. Ankara'da eğitim veren üniversiteler şunlardır: Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hizmet veren eğitim kuruluşlarından Kara Harp Okulu, karacı muvazzaf subay ihtiyacını karşılar. Keçiören'deki Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı askerî hekim yetiştiren bir tıp fakültesi ve 1600 yataklı bir eğitim hastanesinden oluşur. Gölbaşı'ndaki Polis Akademisi ise, emniyet teşkilatına eleman yetiştirmek amacıyla dört yıllık lisans eğitimi verir. Ankara ekonomisinde sanayinin payının artmasına paralel olarak yeni teknoloji üretimi de gelişmektedir. Ankara'daki üniversiteler, teknokentler, TÜBİTAK (Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Enstitüsü ve Savunma Sanayi Araştırma Geliştirme Enstitüsü), Türk Silahlı Kuvvetleri'nin vakıfları, Ar-Ge birimleri ve diğer kuruluşları, Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN), Türkiye Atom Enerjisi Kurumu çeşitli konularda araştırma yapmaktadır. Ankara ili, 2007'de yapılan 248 patent başvurusu ile, Türkiye'de İstanbul'dan (787 başvuru) sonra ikinci durumdadır. Ankara'daki çeşitli üniversitelerin sanayi ile işbirliği için oluşturmuş olduğu 6 teknokent vardır. Bunlar üniversitelerde yapılan keşif ve icatların ticarileştirilmesi için Ar-Ge çalışmalarının yapıldığı yerlerdir. Türkiye'de 2009 yılı itibarıyla faal durumdaki 19 teknoparkın bünyesinde en çok Ar-Ge kuruluşu bulunduran ilk dördünün içinde ODTÜ Teknokent, Bilkent Cyberpark ve Hacettepe Teknokent yer almaktadır. Ankara'dan yapılan bilimsel yayın sayısı (1981-2006 dönemi için) tüm Türkiye'den yapılan yayın sayısının %34'ü ile (64 bin yayın) Türkiye'
de iller arasında birinci sıradadır. Bu yayınların yaklaşık %90'ı üniversite kaynaklıdır (Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi). Bilimsel yayın faaliyeti olan diğer Ankara kuruluşları TÜBİTAK, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, ASELSAN ve ROKETSAN'dır. İl içinde karayolu, demiryolu ve havayolu ile ulaşım yapılmaktadır. Ayrıca başkent Ankara'da gelişmiş bir toplu taşımacılık sistemi şehir nüfusunun ulaşım ihtiyacını karşılar, toplu taşımacılık altyapısına rağmen ve belki ildeki refah seviyesinin bir göstergesi olarak, Ankara nüfus başına motorlu taşıt sayısında 100 kişiye 18 otomobil ile Türkiye'nin birinci ilidir. İl merkezinin kuzeyinde yer alan Esenboğa Uluslararası Havalimanı havayolu ile giriş çıkışı sağlayan en önemli noktadır. Esenboğa'dan Türkiye'nin hemen her iline, ayrıca Avrupa, Amerika ve Uzak Doğu'nun çeşitli şehirlerine uçmak mümkündür. 2006 yılında tamamen yenilenip kapasitesi ve işlevi çağdaşlaştırılmıştır. Havalimanını kent merkezine bağlayan yol da tamamen yenilenmiş ve yeni geçitler devreye sokulmuştur. Havayolu ile kente ulaşmanın bir başka yolu da ordunun hizmetindeki Etimesgut Askeri Havalimanıdır. Bu havalimanı sivil uçuşlara kapalı olsa da, gerektiğinde alternatif olarak kullanılmaktadır. Akıncı, Etimesgut ve Güvercinlik hava alanları, askerî amaçlarla kullanılmaktadır. Ankara ili, başkente gidip gelen motorlu vasıta trafiğini kaldırabilmek üzere modern bir karayolu ağına sahiptir. Başkenti çevreleyen O-20 çevre yolu, şehirlerarası trafiğin şehir trafiğini aksatmadan geçmesini sağlar. O-20 başka otoyollara bağlanarak başkentin ilin ve ülkenin diğer kentlerine ulaşımını sağlar. Bunlardan O4 otoyolu (Avrupa E-yolları sistemine göre E89), başkenti İstanbul'a bağlar, O20 (E90) ise başkenti Adana'ya bağlar. İl içindeki diğer devlet yollarının hemen hepsi Ankara şehrine bağlıdır. Ankara şehrini diğer büyük şehirlere bağlayan karayolları arasında D200 (E90) (Bursa - Eskişehir - Ankara), D750 (E90) (Ankara - Aksaray - Adana), D200 (E88) (Ankara - Elmadağ), O-4 (E89) (Zonguldak - Aksaray - Ankara - Kızılcahamam - Gerede), D200 (E88) (Eskişehir - Sivrihisar - Ankara - Kırıkkale - Yozgat - Sivas) bulunur. İl içindeki diğer devlet yolları ise D750 (Tarsus- Pozantı - Aksaray - Ankara - Kahramankazan - Gerede), D765 (Çankırı - Kalecik - Kırıkkale), D260 (Polatlı - Haymana - Balâ), D140 (Beypazarı - Nallıhan), D695 (Polatlı - Akşehir). İl içinde ilçeler arası ulaşımı sağlayan birçok otobüs firması hizmet vermektedir. İl merkezinde bulunan Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi (AŞTİ) Avrupanın en büyük otobüs terminalleri arasında yer alır. AŞTİ'nin Ankaray ile bağlantısı vardır. Ankara ilinden geçen iki demiryolu vardır. Bunlardan birincisi Ankara şehrini, batıda Sincan ve Polatlı üzerinden Eskişehir'e, doğuda Irmak ve Boğazköprü üzerinden Kayseri'ye bağlar. İkinci bir hat Irmak'ı Çankırı üzerinden Karabük ve Zonguldak'a bağlar. Tren yolu ile giriş çıkışta en önemli yer TCDD Ankara Garı'dır. Burası aynı zamanda ülkenin doğusu ile batısının ayrıldığı noktadır. Halihazırda ülkenin dört bir yanına ve banliyölere buradan tren seferleri düzenlenmektedir. Eskişehir üzerinden Ankara kentini İstanbul'a bağlayacak olan hızlı tren projesi'nin Ankara - Eskişehir kesimi 2009'da hizmete açılmıştır. İl merkezinde kent içi ulaşımda en yoğun taşımacılık metro ile yapılmaktadır. EGO Genel Müdürlüğü tarafından işletilen Ankara metrosu günde yaklaşık 150.000 yolcu taşır. Metro ağında halihazırda Metro ve Ankaray adı altında iki ayrı taşıma sistemi çalışmaktadır. Ankaray Metroya göre daha hafif bir raylı sistemdir. Şu an inşaatı süren iki adet metro ağı vardır. TCDD tarafından sağlanan banliyö treni hizmeti başkenti Kayaş ve Sincan kentleri ve aradaki istasyonlara bağlar. Başkent ve çoğu ilçe merkezinde günlük ulaşımda belediye tarafından işletilen otobüsler çalışır. Ayrıca belediyenin özel sektöre ücret karşılığı verdiği özel halk otobüs hatları vardır. Halk arasında bu servisler sıkıntıya yol açsa da belediye bu hizmet anlayışından vazgeçmemektedir. Dolmuşlar hemen her kentte bulunan bir diğer toplu taşımacılık alternatifidir. Ankara ilinde devlet, askeri, üniversite ve özel hastaneler tarafından sağlık hizmetleri verilir. İlde 2014 itibarıyla 41 tane Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı'na bağlı, 10 üniversitelere bağlı, 4 askerî, 2 resmî, 36 özel, 1 belediye hastanesi olmak üzere toplam 94 hastane ve 9 ağız ve diş sağlığı merkezi bulunmaktadır. Türkiye'de en çok üniversite hastanesi olan il Ankara'dır. En büyük hastaneler arasında Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi (2000 yataklı), Gülhane Askeri Tıp Akademisi (1600 yataklı), Hacettepe Hastanesi (1000 yataklı), Ankara Numune Hastanesi (1109 yataklı), Ankara Hastanesi (678 yataklı) sayılabilir. Dünyanın en büyük göz hastanesi Dünyagöz Ankara Hastanesi de Ankara'dadır. Kızılcahamam, Haymana, Beypazarı, Ayaş, Güdül, Kahramankazan, Çubuk ve Çamlıderede bulunan kaplıcalar ve içmeceler termal tedavi amaçlı için kullanılır. Hidroelektrik enerji sağlayan barajların yanı sıra, Ankara'da içme suyu ve sulama suyu sağlayan barajlar da bulunmaktadır. Bunlardan Çubuk-1 Barajı, Çubuk-2 Barajı, Bayındır Barajı, Kesikköprü Barajı ve Çamlıdere Barajı içme suyu sağlar, Asartepe Barajı sulama suyu sağlar, Kurtboğazı Barajı ise hem içme hem sulama suyu sağlar. Bu su kaynakları büyüyen şehrin ihtiyacını karşılamaya yetmediği için, 2008'de Kızılırmak'tan da başkente su getirilmeye başlanmıştır. Yeni baraj inşaat projeleri görüşülmektedir. İlde kişilerin eğlenmeleri, dinlenmeleri ve doğaya yakınlaşabilmelerine olanak sağlayan kent parkları ve şehirlerin dışında bulunan, korunmaya alınmış doğal bölgeler bulunmaktadır. Bunların bir bölümü göl, gölet ve baraj gölleri etrafındaki yeşil alanlardır, bir bölümü ise yayla ve ormanlık bölgelerdir.Önemli kentsel yeşil alanlar arasında başkentteki Atatürk Orman Çiftliği, Altınpark, Esertepe Parkı, Gençlik Parkı sayılabilir (daha çok ayrıntı için bkz. Ankara'da parklar ve yeşil alanlar). Eğlence parkı Harikalar Diyarı 1 milyon 300 bin m²'lik alanıyla Avrupa'nın en büyük kentsel parkıdır. Diğer modern eğlence alanları arasında Etimesgut'taki Göksu Parkı ve Keçiören'deki "Aqua Park" sayılabilir. Elmadağ Kayak Merkezi, kış aylarında kayak yapma olanağı sağlayan tesislere sahip olup, korunmuş tabiat alanları arasında Kızılcahamam'da Soğuksu Millî Parkı, Bâlâ'da Beynam Ormanları ve Çamkoru Tabiat Parkı bulunmaktadır. Diğer korunan alanlar arasında Nallıhan ilçesindeki Nallıhan Davutlar Kuş Cenneti, Hoşebe Mesire Yeri (Ardıç Ormanları), Anıt Ağaç (Kaba Ardıç), Yaban Koyunu Yerleştirme Sahası, Yaban Hayatı Geliştirme Sahası ve Asarlık Tepeler Tabiat Anıtı vardır.İlin çeşitli yerlerindeki mesire alanları, piknik ve dinlenme olanakları sunar. Bâlâ'daki Kesikköprü barajında piknik alanları, yüzme ve kayık gezinti olanakları, Beynam Ormanlarında da piknik alanları, çocuk parkı, restoran ve benzeri olanaklar temin edilmiştir. Çubuk'taki Çubuk-2 Barajı da doğal güzellikleri ile popüler bir ziyaret yeridir. Etimesgut'taki Göksu Parkı ve Atatürk Orman Çiftliği de birer dinlenme, piknik ve gezi alanıdır, Göksu parkında çeşitli modern spor ve rekreasyon tesisleri bulunmaktadır. Gölbaşı ilçesindeki Mogan Parkı ve Gölü ile Eymir Gölü, başkente yakın bir mesire ve turizm bölgesi sayılır. Eymir Gölü'nde bisiklete binmek, yürüyüş yapmak ve oradaki restaurantlardan yararlanmak mümkündür. Kızılcahamam'daki Soğuksu Parkı bir diğer mesire parkıdır. Nallıhan'daki ardıç ormanlarında Hoşebe mesire yeri bulunmaktadır. Beypazarı Eğriova Yaylası'ndaki mesire yerinde göl ve orman manzaraları bulunur ve ziyaretçilerin doğa sporları, doğa yürüyüşleri, izcilik faaliyetleri yapması mümkündür. Çamlıdere'deki Aluçdağı mesire yeri, Aluçdağ Festivali ve yağlı güreşleri ile bilinir. Resmen mesire yeri olarak tanımlanmamış olmakla beraber, ilin çeşitli yerlerindeki vadi ve yaylalar doğa yürüyüşleri, kamping, su olan yerlerde balıkçılık gibi faaliyetlere olanak sağlamaktadır. Kamp ve karavan etkinlikleri için Soğuksu Millî Parkı, Çubuk-Karagöl Orman İçi Dinlenme Yeri, Bayındır Barajı, Eğriova Yaylası ve Benli Yaylası uygundur. Ankara'nın 40 tane kardeş kenti vardır. İzmir Caddesi'nde Ankara'nın 2003 yılına kadarki kardeş kentleri için bir anıt bulunmaktadır. Hipnotizör Hipnotizör, hazırlanmış bir ortam (mekân sıcaklığı, sessizlik ve belirli zaman dilimleri) içerisinde, hipnoz metotlarını kullanarak telkin yolu ile sujeyi transa sokan kişidir. Hipnotizör, ilk seansta sujeye verdiği şifreyi diğer seans başlarında tekrarladığı zaman suje daha kısa zamanda hipnotik uykuya girer. Bazı hipnotizörler, uygun ortamlarda birden fazla kişiye "kolektif hipnoz" uygulayabilirler. Araştırmalar, gerekli çalışma yaptıkları takdirde insanların % 15 kadarının hipnotizör olabileceklerini göstermiştir. Kuzuların Sessizliği (film) Kuzuların Sessizliği, yazar Thomas Harris'in aynı adlı romanından beyaz perdeye aktarılan, yönetmenliğini Jonathan Demme'nin yaptığı, 1991 yapımı psikolojik gerilim türünde bir film. Thomas J. Harris'in romanının bu nabızları zorlayan uyarlamasında, FBI'daki eğitimi devam eden Clarice Starling (Jodie Foster) yüksek güvenlikli bir tımarhaneye girerek bir psikiyatr iken yamyamlık yapan bir kitle katiline dönüşen Hannibal Lecter'in (Anthony Hopkins) hastalıklı zihninin derinliklerine inmeye çalışmaktadır. Starling'in bir seri katili yakalamak için ipuçlarına ihtiyacı vardır. Ancak ne yazık ki, Lecter ile yaşadığı Faustiyen ilişki sonunda onun kaçışına sebep olur ve artık iki ayrı seri katil karanlıklarda serbest dolaşır. 1992 yılında 7 dalda Oscar'a aday olan film, yönetmenine ve başrol oyuncularına altın heykelciği getirirken; en iyi film ve en iyi senaryo uyarlaması dalında da ödüle layık görülmüştü. Filmde başrol oynayan Jodie Foster 30 yaşına gelmeden iki Oscar kazanan nadir oyuncular arasına girdi. Anthony Hopkins, bu filmdeki toplam 16 dakikalık performansıyla en iyi erkek oyunc
u Oscar'ını kazandı. Ki bu süre, bir oyuncunun bir filmde gözüktüğü en kısa süredir. En iyi film Oscarı'nı alan tek gerilim-korku filmidir. Devam filmi niteliğinde olan Hannibal, 2001 yılında Ridley Scott tarafından filme çekilmiştir. Kuzuların Sessizliği, Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmektedir. Yigal Amir Yigal Amir (d. 23 Mayıs 1971), İsrailli suikastçı. Yemen asıllı, Ortodoks Yahudi bir ailenin çocuğudur. Babası Schlomo bir din adamı, annesi Geula anaokulu öğretmenidir. Annesi dindar olmasına rağmen laik İsraillilerle sıcak ilişkileri vardır. Yigal Amir ilkokuldan sonra dini eğitimle askeri eğitimin karma olarak verildiği bir okula kaydoldu. Kerem De-Yavneh yüksek okulundan mezun olduktan sonra, Golani Piyade Tugayında askerliğini yaptı. Daha sonra Bar İlan Üniversitesi'nde hukuk okudu. Göçmen Yahudilere İbranice dersleri verdi. Okul yıllarında ilgilendiği Hava Holtzman, 5 aylık bir birlikteliğin sonunda, Yigal'den ayrılıp onun en yakın arkadaşıyla evlendi. Bu olaydan sonra psikolojik sorunlar yaşadı. Hatta kardeşi Hagai'nin ifadesine göre: "" Yigal öyle yıkılmıştı ki kendisini feda etmekten söz etmeye başlamıştı."" 4 Kasım 1995'te Tel Aviv'deki barış mitinginde İzak Rabin'de vardı. Bu barış mitinginde Rabin yüzbinlerce kişiyle birlikte hep bir ağızdan Shir Ha-Shalom'u (Barış Şarkısı) söylemişti. O sırada Amir 274 numaralı otobüsle Tel Aviv'e gelip, park alanında bekledi. Miting sona erdikten sonra Rabin kürsüden inerek kendisini bekleyen zırhlı Cadillac marka arabasına yürüdü. Şimon Peres ile aynı anda yürümesine güvenlik sebebiyle izin verilmemişti. Çünkü miting sırasında Hamas'ın bombalı eylem yapacağı ihbarı alınmıştı. Peres arabaya bindikten sonra, Rabin miting alanını selamlayıp, teşekkürlerini sundu. Arabasına binmesine birkaç adım kala saat 21:40'ta 25 yaşındaki Yigal Amir silahını ateşledi. Silah 22 kalibrelikti, 3 el ateş etti. İlki dalağına, ikincisi ise göğsüne, ana atardamarlardan birine saplandı. Omuriliği ve cebindeki barış şarkısı yazılı kâğıt parçalanmıştı. Güvenlik güçleri hemen üzerine atlayarak Amir'i etkisiz hale getirdiler. Otoparkın karşısındaki alışveriş merkezinin duvarına yaslayıp çembere aldılar. Rabin İchilov Hastanesi'ne kaldırıldı. Saat 23:14'te Rabin'in sağ kolu Eytan Haber öldüğünü medyaya açıkladı. İsrailliler için bu ülke tarihinin ilk siyasi suikastidir. Öldürülen kişiden daha çok bir Yahudi'nin bir başka Yahudi'yi öldürmesi yüzünden dikkat çekicidir. 6 Kasım 1995'te Tel Aviv bölge mahkemesine çıkmadan önce Amir suikastin nedenlerini ve duygularını anlattı. Neler hissettiği sorulduğunda: "Bu emri Tanrı'dan aldım, bir Arap teröristi vurmuş gibiyim" dedi. Mahkemeler boyunca beyaz, bisiklet yaka tişörtünün üzerine giydiği mavi süveter ve siyah kipasıyla Yahudi imajı çizmeye çalıştı. Aleyhindeki tanıkları sakız çiğneyerek dinledi. Rabin'i öldürmekten çekinip çekinmediği sorulduğunda ise: "Onu zeki bir insanın öldürmesini istiyordum, bir Arabın onu öldürmesinden korkuyordum. Tanrının bunu bizlerden birinin yaptığını görmesini istedim" dedi. Mahkeme sürerken polis soruşturmaya devam etti, Amir'in evinin yakınlarında toprağa gömülü bol miktarda patlayıcı bulundu ama olayla ilgisi olmadığına kanaat getirildi. Soruşturma sürdükçe hangi arkadaşlarının suikastten haberleri olduğu ortaya çıkarıldı. Ama arkadaşlarından biri Yigal'in söylediklerinin arkadaşları arasında ciddiye alınmadığını belirtti. Amir ifadelerinde ısrarla suikasti tek başına planladığı ve uyguladığını söylese de 5 arkadaşı ile 2 kardeşi tutuklandı. Suikast ile ilgileri olmadığı ortaya çıkınca salıverildiler. Hakkındaki dava yaklaşık 1 yıl sürdü. Hüküm okunmadan önce bir açıklama yapılması istendi. Bu açıklama şöyleydi: "Yaptığım şey kendim için değildir. Tam aksine kendime ve aileme zorluk verdim. Bunu nefret, kıskançlık, öfke ya da intikam adına yapmadım. Bunu sadece liderleri tarafından yanlış yönlendirilen İsrail halkının iyiliği için yaptım. Rabin'i İsrail topraklarını Araplara veren ilk lider olduğu için; Tanrı, Tevrat, İsrail halkı için öldürdüm. Benim doğama, yetiştirme tarzıma aykırı olduğu halde Rabin'i vurdum. Ülkem uğruna hapse girdiğim için kendimi iyi hissediyorum." Bu Amir'in kamu önünde yaptığı son siyasi açıklamaydı. Mahkeme başkanı Edmond Levy Rabin'i öldürmenin Amir'in alnında uzun bir süre leke olarak kalacağını söyledi ve ömür boyu hapse mahkûm etti. Kararı dinlerken Amir esniyordu. Bu suikast ile barış süreci ortadan kalkıp, yerini Oslo Barışı'dan El Aksa intifadası'na ve günümüze değin süren savaş ortamı hakim oldu. İfadelerinde Rabin'i Oslo Barışı'nın imza töreninden sonra hedef aldığını söyledi. Kişisel olarak Rabin'e değil, İsrail Başbakanlığı'nı hedef aldığını belirtti. Suikastten sonra Amir'in psikolojik durumunu inceleyen İsrail Devleti doktoru Gabriel Weil; onun duygularını anlatmakta zorluk yaşayan, mahkeme sırasındaki tavırları, donuk bakışları ve gülüşleri nedeniyle narsisizm belirtisi gösteren biri olduğunu belirtti. Mahkemenin kararından sonra Rabin suikastini Amir'in yapamayacağına inanan, büyük bir komplonun parçası olduğunu öne süren savcı Gabi Şahar bu iddialarını mahkemeye taşıdı. Soruşturma komisyonu 72 tanık, 6390 sayfalık tutanak ve birçok sorgulamadan sonra iddiaların temelsiz olduğu sonucuna varıldı. Suikastte İsrail Güvenlik Teşkilatının kastı değil, ihmali bulunduğuna kanaat getirildi. Üst düzey güvenlik önlemlerinin altında bulunan Necef Çölündeki Barşeba Hapisanesi'nde mahkûm olan Amir, 2003 yılında Ayalon Hapisanesi'ne gönderildi. Diğer mahkûmlarla görüşmesi kendi güvenliği için yasaklandı. Tevrat okuyabiliyor, televizyon izleyebiliyor, bilgisayar kullanabiliyor ve her gün bir gazete okumasına izin veriliyor. Evlenmesi ve eşiyle başbaşa kalmasına izin verilen Amir'e bazı dini gruplar kampanyalar açtılar. Adayların 18-23 yaş arasında olması ve ideolojik yeterlilik istediklerini belirttiler. Fakat Yigal Amir 2004 yılında vekaletle 40 yaşındaki Larissa Trimboler ile evlendi. Amir'in ailesi, iki haham tarafından yönetilen törene katılamayan Amir'i vekalet gönderdiği babası temsil etti. SSCB kökenli Yahudi Trimboler, Kudüs Üniversitesi'nde felsefe doktorudur ve önceki evliliğinden 4 çocuğu var. Barthélemy Charles Joseph Dumortier Barthélemy Charles Joseph Dumortier (d. 1797 - ö. 1878), Belçikalı bir botanikçi ve politikacıdır. "Dumortier" soyadı, "du Mortier" ya da "Du Mortier" olarak da yazılabilmektedir. Su sorunu Dünya üzerindeki mevcut tatlı su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine tatlı su kaynaklarını (akarsular) paylaşan devletler arasında yaşanan soruna “su sorunu” denir. Genellikle iki veya daha fazla devletin topraklarından geçen akarsular (bir diğer deyişle sınıraşan sular) üzerinde yaşanır. Dünyada 43 ülkede bulunan yaklaşık 700 milyon insan su kıtlığından muzdaripdir. Su sorunu özellikle Orta Doğu bölgesinde kendini hissettirmekte; Fırat ve Dicle nehirleri dolayısıyla Türkiye’yi de etkilemektedir. Su sorunu Birleşmiş Milletler başta olmak üzere birçok uluslararası kuruluşta ele alınmaktadır. Halihazırda, devletler arasında sürtüşmelere neden olan su kıtlığının ileride savaşlara yol açabileceğinden endişe edilmektedir. Devletlerin ülkelerinde bulunan sınıraşan sular veya su sistemleri ile ilgili hak ve yükümlülüklerini belirleyen kapsamlı kural veya ilkeler henüz tamamen şekillenmiş değildir. Çeşitli sınıraşan sular için kıyıdaş ülkeler arasında varılmış anlaşmalar mevcuttur ancak bu anlaşmalardan hiçbirini başka bir soruna uyarlamak mümkün değildir. Her biri değişik koşul ve durumları yansıtan ve bazen benzer sorunlara dahi farklı çözümler getiren bu anlaşmalar genel kabul görmüş hukuk kurallarının oluşumunu sağlayamamıştır.. Bir hükümet dışı kuruluş olan Uluslararası Hukuk Derneği (Internatıonal Law Association) ve BM Uluslararası Hukuk Komisyonu başta olmak üzere çeşitli kurum ve kuruluşlar su konusunda uluslararası uyuşmazlıkları giderebilecek ve uzlaşma ortamı yaratabilecek özelliklere sahip bir hukuk kurallarının oluşması için çaba sarf etmektedir. Su sorununu azaltmak ve bu hususta yaşanan anlaşmazlıkları en aza indirmek için alınabilecek önlemler şunlardır: Kakuro Japonca "ka kurosu" ifadesinin kısaltmasından oluşan Kakuro bir sayı bulmacasıdır. Çengel bulmacaya benzerliğiyle dikkat çeken Kakuro, diyagramdaki kutuların 1'den 9'a kadar rakamlarla doldurulması esasına dayanıyor. Oyunda hücrelerdeki köşegenlerin sağında verilen sayı, sağındaki rakamların toplamını, altında verilen sayı ise altındaki rakamların toplamını verir. Yazarken karelerin toplamının, bağlı hücredeki sayıya eşit olmasını sağlayıp bir rakamı sadece bir kere kullanılır. Ancak herhangi bir toplamı oluşturan gruptaki rakamların da birbirinden farklı olması şarttır.Sayılar altındaki karelere yazılan sayıların toplamıdır. Çizginin üstündeki sayılar sağındaki karelere yazılacak rakamların toplamıdır Çevrimiçi Türkçe Kakuro oyunu Antimatter Antimatter, Mick Moss ve Anathema'dan ayrılan Duncan Patterson tarafından 1997 yılında kurulmuş gruptur. Müzikleri oldukça depresif olmakla birlikte Anathema bir ağaçsa Antimatter da bunun dallarından biridir. İkili birlikte Saviour, Lights Out ve Planetary Confinement albümlerini yayınlamıştır. Kısa bir süre sonra Duncan Patterson 2005 yılında Antimatter'dan ayrılarak kendi solo projesi olan Íon üzerine yoğunlaşmıştır. Mick Moss çalışmalara devam ederek 2007 yılında Leaving Eden, 2009 yılında kendi plak şirketi Music In Stone bünyesinde Live@An Club albümünü çıkarmıştır. Moss 2010'da geçen on yılın anısına Alternative Matter isimli albümü, 2012'de ise Fear Of A Unique Identity albümünü çıkarmıştır. Alternatif tıp Alternatif tıp; Tedavi yaptığı ileri sürülen; ancak bu etkileri bilimsel metotlarla kanıtlanamayan geleneksel veya güncel tıbbi uygulamalara verilen isimdir. Tamamlayıcı tıp; Çağdaş tıp bilimince hastalık sebeplerini önlemede somu
t verileri olmadığı veya kanıtlanmış bir tedavi yöntemi olmadığı halde hasta isteğiyle çağdaş tıp tedavilerinin yanında onlara destekleyici olarak hastanın rahatlaması, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, psikolojisinin düzelmesi gibi amaçlarla uygulanabilen alternatif tıp yöntemleridir. Geleneksel tıp; Eski hekimlerin kendi zamanlarındaki tıp anlayışı ve birikimleri ile işe yarayabileceğini umduğu veya öğrendiği bitkiler, macunlar, sular, sargı, yakma ve diğer yöntemlerle hastasını tedavi etme uygulamalarına verilen isimdir. Modern tıp; Kanıta dayalı, karşılaştırmalı ve modern bilimsel metotlarla hastalar için faydalı olduğu görülen ve bu yararı ölçümlenebilen tıp yöntemlerini kapsar. İnsanlığın bilgisi arttıkça ve yeni teşhis araçları (mikroskop, radyografi, manyetik rezonans, tomografi, elektron mikroskobisi, biopsi, kan dışkı idrar tahlilleri vb) bulundukça hastalıklar ve bu hastalıkların tedavisinde kullanılan yöntemler daha kapsamlı olarak geliştirildi. Hastaya bir herhangi bir bitki yaprağı vermek yerine, fayda sağlayan etken madde damıtılıp ilaç haline getirildi. Etken maddelerin insan dokularında nasıl iyileşme yarattığı öğrenilerek, kimyasal yapısı farklı, daha az yan etkisi olan ilaçlar sentezlendi. Sentetik ilaçlarla meydana gelebilen yan etkilerin yol açtığı ciddi sağlık sorunları, bazı kronik rahatsızlıkların kesin sonuç alıcı tedavisinin olmayışı ya da hasta için uzun, rahatsızlık verici oluşu ve getirdiği ekonomik yük, kökü 1960'lı yıllara kadar giden alternatif arayışları ve doğala dönüş söylemleri alternatif tıp uygulamalarının popüler hale gelmesine katkıda bulunmuştur. Alternatif tıp'a yönelten bazı motive edici faktörler şöyle sıralanır: Sosyal ve kültürel nedenler Psikolojik nedenler Farmakoloji (ilaç bilimi), doğada halihazırda bulunan maddelerin içindeki etken maddeleri damıtarak veya onları sentezleyerek elde edilen maddelerle ilaçlar yapar. Alternatif tıpta bu maddeleri içeren bitkiler ham olarak, (bitki çayları, macun, lapa vs) kullanılır. Bir bitki yaprağının içinde etken maddeye ilaveten daha birçok madde bulunur. Bu "diğer maddeler" in farmakolojik ve farmasötik etkileri incelenmediği için çağdaş tıpta çay karışımları ve benzeri doğal karışımlar kullanılmaz. Bu açıdan birçok hekim alternatif tıp uygulamalarını güvenilir bulmaz. Çağdaş Tıp, sürekli gelişen ve yeni şeyler eklenen, sonuçları ölçümlenebilen bir alandır. Kesin delillerin olmadığı durumlarda Çağdaş Tıp hastaya zarar vermeme adına çekingen kalabilir. Modern tıpta güvenilirliği tamamen ispatlanmamış, muhteviyatı belirsiz, farmakolojik özellikleri ve kullanım yerleri aydınlanmamış, kontrollü deneylerle güvenilirliği ve etki derecesi belirlenmemiş yöntemler kullanılmaz, bu yöntemleri kullananlar şarlatan olarak nitelendirilir. Bitkiler; Besin değeri olan bitkiler; İnsan vücudunun sağlıklı kalabilmesi için kendine gereken tüm besin maddelerini yeterli ve dengeli biçimde alıyor olması gerekir. Buna dengeli beslenme denir. İnsan vücuduna gereken maddelerin tamamı doğada bulunur. Sebze, meyve, et, balık, çeşitli otlar, kaynak suları, tuzlar ve mineraller (oligo elementler). Bunun dışında aromatik bitkiler ve tıbbi bitkiler gibi bitkiler bulunur. Bitki kökenli ilaçlar tıbbi bitkilerden veya bunların laboratuvar ortamında sentezlenmesinden yapılır. Bu bitkilerin tıbbi gözetim olmadan tüketilmesi kullanan kişilere doza ve diğer ilaçlarla birlikte kullanılması durumunda aditif etkiye bağlı zararlar verebilir. Ayrıca İçeriği insan sağlığını doğrudan olumsuz yönde etkileyebilecek uyuşturucu veya zehir özelliği olan bitkiler de doğada bulunabilir. Modern tıpta fizik tedavi ve fizyoterapi olarak yer edinen Masaj, çeşitli maddelerin buharları, sıcak su terapileri, spa gibi uygulamalar vücudu rahatlatır, dinlendirir, kireçlenme olan alanları hareketlendirir. Düzenli spor yapmak da insan sağlığına olumlu katkıda bulunur. Bağışıklık sistemi, bulaşıcı hastalıklar, tümör ve kanser gibi mücadele eden bir sistemdir. Stres, yorgunluk, kötü beslenme (malnütrisyon), radyasyon, radyoterapi, kemoterapi, bazı viral enfeksiyonlar (örn. AIDS), diyabet gibi durumlarda bağışıklık sistemi zayıflar. Bu sistemin kişinin kendi vücut veya organlarına yönelmesi kişide otoimmün hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur. Çağdaş tıpta bazı uygulamalar kişinin bağışıklık sistemini güçlendirme amacıyla yapılır. Beslenme eksikliklerinin araştırılması ve giderilmesi, istirahat, diyet ve bazı ilaçlar bu amaçla verilir. Birçok alternatif tıp yöntemi, insanların psikolojisi ve bağışıklık sistemlerini kuvvetlendirerek hastalıklarla mücadele edilmesini sağlama iddiasındadır. Bağışıklık sistemi, vücudun kendi kendine korunma ve tedavi mekanizmasıdır. İyi beslenen, temiz hava alan, fiziki ve mental açıdan zinde, stres altında kalmayan insanların bağışıklık sistemi daha güçlüdür. Stres, ağır enfeksiyonlar, hareketsizlik, kaygı, endişe, üzüntü, ağır depresyonlar, şizofreni, AIDS, diyabet, kirli hava, ağır çalışma koşulları, partiküler sanayi tozları (silika, asbest, kömür tozu) bağışıklık sistemini zorlar ve bu sistem (bağışıklık sistemi) vücudu yeteri kadar koruyamaz. Fırsatçı organizmalar (mantar, herpes simplex, zona) veya normalde insan vücudunda bulunan ve zarar vermeyen diğer mikroorganizmalar atağa geçer ve sağlık olumsuz etkilenir. Alternatif tıp, iyileşme için dışarıdan alınan bir madde, bitki, çekirdek vb. değil ancak iyileşme için asıl mücadeleyi verecek olan bağışıklık sisteminin doğal besinler ve yardımcı işlemlerle uyarılması ve desteklenmesidir. Kötüye kullanım ve tamamlayıcı uygulamalar; Alternatif tıbbın, abartılı sunumu (şarlatanlık) denetimsizlik, test edilebilirlik ve ölçümlenemez yapısı dolayısıyla kötüye kullanımı veya istenmediği halde asıl tedaviyi geciktireceği gibi çekinceler, bu uygulamaların çağdaş tıbba karşı bir "Alternatif" olarak değil destekleyici ve tamamlayıcı (Complementary Medicine) olarak tanımlanması ve öğretilmesi arayışlarını ortaya çıkarmıştır. Alternatif tıp uygulamalarının selektif, denetimli, test edilebilir ve ölçümlenebilir olmayışı sonuçlarıyla ilgili kötüye kullanım, abartı ve şarlatanlık gibi endişelerin ortaya çıkmasına neden olur. Hastaların inanç ve umutlarını para ve itibar kazanma amacıyla sömüren, kimi doktor unvanlı ve bilim dilini kullanan, ancak her hastalığa mutlaka kendi ürünleri ile ilgili tedaviler öneren geniş bir ticari yapı bu endişeleri desteklemektedir. Bir diğer endişe kaynağı uygulayıcıların sahip olduğu eğitim, bilgi düzeyleri ve deneyim yeterlilikleridir. Hastalıkların sebebi (etiyoloji) ve tedavi yöntemleri, bu yöntemlerin üstünlükleri, yeterlilikleri veya yetersizlikleri konusunda eğitimli olmayan kişilerin hastalara doğru tedaviler ve öneriler sunması imkansızdır. Bazı ülkelerde alternatif tıp eğitimi tıp fakültelerinde bir tıp branşı olarak verilmekte, öğrencilerin bu yöntemlerle ilgili bilgi sahibi olması sağlanmaktadır. Bitkisel ve hayvansal kaynaklı her doğal ürünün mutlak surette olumlu etkide bulunacağı şeklinde halk arasında yaygın olan görüşün tümüyle doğru olmadığı, bitkilerin içeriğindeki kimi maddelerin hastalığa olumsuz etkide bulunabildiği, ilaçlarla etkileşime girerek zarar verebileceği de belirtilmektedir. Bitkinin doğrudan toksik etkileri, alerjik reaksiyonlar, kontaminasyona bağlı etkiler, ilaç ve diğer bitkilerle olan etkileşimlerlerinin iyi bilinmesi gerekmektedir. Etkileri laboratuvar ortamında araştırılmadığında kullanılan bitkilerin insan sağlığına ciddi zarar verebileceğine ilişkin örneklerden birisi "Aristolochia fangchi" denilen bitkiyi içeren kilo kaybettirici bitkisel bir ürünün 43 hastada son evrede böbrek hastalığına yol açtığı, karsinojen olduğu, sarımsak (garlic), Mabedağacı (Gingko biloba) ve ginsengin ameliyat boyunca kanama riskini arttırabildiği tespit edilmiştir. Alternatif tıp uygulamaları yoğun tartışmalara konu olmuştur. Alternatif tıp terimi konvansiyonel, bilimsel ve kurumsal tıp dışındaki tüm uygulamaları içeren bir başlık olmakla birlikte uygulamaların genişliği ve çeşitliliği söz konusu uygulamaların ayrı ayrı değerlendirme ve araştırılmasını gerektirmektedir. Bunlardan örneğin Akupunktur gibi bazı uygulamaların etkinliği ve bazı hastalıklarda uygulanabilirliği tıp çevrelerince kabul görmeye başlamıştır. Alternatif tıbbın savunucuları spesifik alternatif tedavilerin çok geniş alanlarda tedavi edici etkilerinin olduğunu kabul etmektedirler. Bu terapilerin bazılarında Plasebo etkisinin olma ihtimalini kabul etseler bile bunun terapinin geçerliliğini tümüyle yok etmediğini belirtmektedirler. Buna mukabil bu terapilerin konvansiyonel tıbbi tedavilerin yerini almasına karşı güçlü bir itiraz da bulunmakta ve alternatif tedavilerin ancak konvansiyonel tıp yöntemleriyle birlikte ve tamamlayıcı olarak kullanılması gerektiği öne sürülmektedir. Bazı tamamlayıcı terapilerin acıyı azaltma ve hastanın ruh halini düzeltmekte yardımcı olduğu da ifade edilmektedir. Alternatif tıp tekniklerinin kanser tedavisi üzerinde etkileri bulunamadığı bilimsel makalelerde ifade edilirken, bazı araştırmacılar hastaların psikosomatik olarak tedavilerinin hızlandığına dair sonuçlar bulunduğunu ifade etmişlerdir. Alternatif tıp çevreleri arasında alternatif tıbbı modern kurumsal tıbbın tamamlayıcısı (complementary) olarak görenler olduğu gibi konservatif tıbba karşı pek çok yönden benimsenebilecek tek seçenek olarak görenler de bulunmaktadır. Konuya bu şekilde yaklaşan kimi çevreler çağdaş batı tıbbının karlılık esasıyla hareket eden büyük bir endüstri haline geldiğini, (Ivan Illich), doğal ve zararsız yöntemlerle hastayı iyileştirmek yerine onu birtakım zararlı yan etkileri bulunan ilaçların üzerinde test edildiği kobaylar gibi görüldüğü bir yapı olarak görmektedirler. Onlara göre çağdaş tıp "olgular" yerine "görüşlerin" hakim olduğu, bilimselliğin bir tür ruhbanlık biçimi gibi halka yönelik totaliter bir dayatmanın aracı haline getirildiği bir alandır. Çağdaş tıp bir süre önce bilimsel ve faydalı diye kabul ettiği bazı şeylerin daha sonra zararlı olduğunu söyleyebi
lmektedir. Bunların bazı örnekleri; Ayrıca konservatif tıbbın hem uzun vadeli hem de aşırı masraflı oluşu, sentetik ilaçların değişken yan etkilerinin oluşu vs. sebepler de bu çevreler tarafından alternatif tıp yöntemlerini seçmenin gerekçelerini oluşturmaktadır. Yerli kabilelerde bazılarının olumlu etkileri fitoterapi uzmanlarınca da tespit edilen bitkisel kök, yaprak vs. kullanımları, akupunktur gibi geleneksel bazı tedavi yöntemlerinin kimi rahatsızlıklarda konservatif tıbba karşı ciddi bir seçenek olarak kullanılması yine bu çevreler tarafından örnek gösterilen olaylardan bazılarıdır. Doğal tedavi biçimlerinin Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu (Food and Drug Administration-FDA) tarafından kabul görmemesinin sebepleri arasında doğal tedavilerin "ilaç" (drug) olarak sınıflandırılabilmesi için 800 milyon dolarlık testlerden geçmesi gerektiği ancak bu testlerden geçse bile patenti alınamadığı için şirketlerin yeni bir ilaç olarak patent alamayacakları, dolayısıyla da kar edemeyecekleri bu tedavi biçimlerini desteklemedikleri ve bu sebeple insanların doğal tedavilerden yararlanabilecekleri bir sistemin yaygınlaştırılmadığı gibi eleştiriler de yapılmaktadır. Alternatif tıbbı tümüyle destekleyenler; Daha çok çağdaş bilimsel paradigma ve uygulamalara eleştirel yaklaşan, çevreci ve spiritüel eğilim taşıyan çevrelerce temsil edilmektedir. Bu yaklaşımda çağdaş tıbbın gerçekliğe ilişkin biricik, değişmez bir paradigma olmadığı, olsa olsa diğer paradigmalardan biri olduğu iddiasıyla alternatif tıp uygulamalarının insanı fizik-psişik-ruhsal boyutlarıyla, bütüncül bir yaklaşımla değerlendirdiğini, kişiyi konvansiyonel tıbbın yan etkilerine maruz kalmaktan koruduğu gibi tam bir sağaltım sağladığı iddia edilmektedir. Bu gruba giren bilim içi ve dışı çevreler alternatif tıbba tümüyle karşı çıkanlardan daha geniş bir grubu oluşturmaktadır. Alternatif tıbbın konvansiyonel tıbba bir "Alternatif" oluşturmadığını, ancak tedavi işlemleri sırasında ortaya çıkabilecek bazı yan etkileri ortadan kaldırabildiği, hasta psikolojisine olumlu etki yapması gibi gerekçelerle ve ancak "tamamlayıcı" olduğu ve bilimsel olarak zararlı olduğu ortaya konulmadığı ölçüde destek vermektedirler. Alternatif tıbba yeterli araştırmalar yapmadan tümüyle karşı çıkmayı bilimsel etik açısından doğru bulmayan bu çevreler her iki alanın faydalı öğelerini bir araya getirerek bütünleyici (integrative) tedaviler gerçekleştirilebileceğini iddia etmektedirler. İnsan sağlığını korumak ve onu optimum seviyede tutmak hekimlerin ilk ve en önemli amacıdır. Denenmemiş veya muhteviyatı bilinmeyen maddeleri insan üzerinde uygulamak insan haklarına aykırıdır. "Alternatif tıp" adı altındaki terapi türlerinin bilimsel bakımdan desteklenmesi ve hatta test edilmesi dışında kullanılmasına karşı olanlar da vardır. Bu yönde görüş bildiren eleştirmenler alternatif tıp uygulayıcılarının bir tıp derecesine sahip veya lisanslı doktor olmadığını ve uzmanlıklarını gösterecek herhangi bir kabul edilebilir geçerli bir ölçüt olmadığını da ifade etmektedirler. Alternatif tıp yöntemleri bilimsel kanıt eksikliği, uygulayıcılarının yeterliliğine dair herhangi bir sertifikasyonun olmayışı, hastalara gereksiz ümit vererek yaygın tıp uygulamalarından uzaklaştırma gibi riskler üretmesi dolayısıyla eleştirilir. Bu çevreler alternatif tıp adı altında insanların hatalı, hatta tehlikeli uygulamalara maruz bırakıldıklarını, bilimsel bilgi, eğitim, tedavi uygulama ehliyeti olmayan kişilerin hasta ve yakınlarını sömürdüklerini, çağdaş tıbbın iyileştirmekte başarısız olduğu rahatsızlıkların alternatif tıp adı altındaki uygulamalarla da iyileştirilemediğini ifade etmektedirler. Bilimin bilim adamlarının çalışmaları ve evrensel birikimle ilerlediğini, bir zamanlar tedavisi olmayan rahatsızlıkların yapılan araştırmalarla elde edilen ilaç ve cerrahi işlemlerle tedavi edilebildiğine dikkati çeken söz konusu çevreler, alternatif tıbbın bilimin gelişmediği zamanlara ait işlemler olduğunu, günümüz için batıl inanç ve hurafeden öteye geçmediğini iddia etmektedirler. Güvenlik endişeleri; Bazı eleştirmenler konvansiyonel tıbbın gereksizliğine inanıldığından başvurulan alternatif tıbbi yöntemlerle konulan yanlış teşhis veya uygulamalarla kişilerin acı çekebildiği hatta ölebildiğini ileri sürmektedirler. Alternatif tıp eleştirmenlerine göre kişiler sağlıklarına yönelik kullanılacak teknikleri seçmekte özgür olmaları gerekir ancak kullanılacak yöntemin etkinliğili ve güvenilirliği konusunda bilgilendirilmeleri de gerekmektedir. Bilimsel kanıt eksikliği; Alternatif tıp eleştirmenleri alternatif tıp sözcülerinin sıklıkla alıntı yaptıkları çalışmaların kimler tarafından kontrol edildiği, çifte kör (double blind) metodunun ve standart süreçten geçen hakemli (peer-reviewed) deneylerden ne ölçüde geçirildiğini sorgulamaktadırlar. Onlara göre pek çok alternatif tıp formunun konvansiyonel tıp (çağdaş, yasal, bilimsel kökenli uygulamaları) tarafından reddedilişinin gerekçesi, konvansiyonel ilaçların pazara sürülmeden önce bilimsel araştırmalardan geçirilmesine karşılık alternatif tıp tedavilerin etkinliğinin çifte kör randomize kontrollü araştırmalarca kanıtlanmayışıdır. Bazı alternatif tıp uygulamalarının etkisiz olduğuna ilişkin kanıtlar olduğu da öne sürülmüştür. Örneğin ABD'nin Ohio devlet üniversitesinde Dr.Janice Kiecolt-Glaser ve ekibinin araştırmaları Aromaterapi'nin etkisiz olduğunu göstermiştir. Rastgele kontrollü çalışmaların yalnızca akupunktur, bazı bitkisel ilaçlar ve bazı el terapileri için yeterince güçlü olduğu pek çok alternatif tedavinin güvenilirlik ve etkinliğinin bilimsel araştırmalarla desteklenmediği ifade edilmektedir. Planetary Confinement 2005 çıkışlı Antimatter grubu albümü. Lights Out Lights Out 2003 çıkışlı Antimatter albümüdür. Müzikal olarak dark-ambient soundu ile bristol trip-hop sounduna yakındır. Saviour 2001 çıkışlı Antimatter (Grup) albümüdür. Abraxas Abraxas eski çağlarda kavimlerin papirüs ve ceylan derisi üzerine büyü ve sihirle ilgili olarak yazdıkları, büyülü olduğuna inanılan Yunan harf dizisidir. Abrakadabra kelimesinin de bununla ilgili olduğu söylenmektedir. Gnostik inanışa göre görevi tanrısal ile şeytansal arasında simgesel bir bağlantı kurmak olan bir tanrının adıdır. Horoz kafalı ve bacakları yılan biçiminde bir erkek büstü şeklinde tasvir edilir. Hem tanrısallığı, hem şeytansallığı kendisinde barındıran bir tanrıdır. Bir anlamda aynı anda iyiyi ve kötüyü temsil etmektedir. En belirgin örneği Hermann Hesse'nin "Demian" isimli kitabında görülür. Çin piramitleri Çin'de saklanan Türk piramitleri aslında kurganlardır. Kurgan, korunan yer anlamına gelmekte olup mezar yapıtlarıdır. Çin Halk Cumhuriyeti bu kurganların araştırılmasını yasaklamıştır. Bu kurganlar Türklere ait olup beyaz piramit adını taşıyan kurgan Mısır'daki tüm piramitlerden daha yüksektir. Bugün Çin hakimiyetindeki Doğu Türkistan sınırları içerisinde yer alan, "Xi'an" şehrine 100 km uzaklıkta, Qin Ling Shan dağların etrafında irili ufaklı 100 adet höyükle beraber, 300 metre yüksekliğinde "Beyaz Piramit" olarak da adlandırılan bir höyük bulunmaktadır. Piramitlerin batı toplumunun ilgisine mazhar olması iki aşamada gerçekleşmiştir. İlk hikâyeler "Büyük Beyaz Piramit" hakkındadır. ABD Hava kuvvetleri pilotu James Gaussman'ın İkinci Dünya Savaşı sırasında Hindistan'dan Çin'e olan uçuşu sırasında beyaz bir piramit gördüğüne dair hikâyeler vardır, ancak bu hikâyeyi doğrulayacak kaynak yoktur. Bugün artık Gaussman hikâyesinin aslında binbaşı Maurice Sheahan'a, Trans World Havayollarının uzak doğu yöneticisi, ait olduğu düşünülmektedir. 28 Mart, 1947 tarihli "The New York Times" gazetesinde piramidi gördüğünü açıklamıştır. Sheahan'ın bahsettiği piramit daha sonra "The New York Sunday News"'ın 30 Mart, 1947 sayısında fotoğrafıyla görünür. Bu fotoğrafın daha sonra James Gaussman tarafından çekildiği söylenmiştir. Chris Maier'in çabaları sayesinde daha sonra bu fotoğraftaki piramidin aslında İmparator Wu of Han'ın anıtmezarı olduğuna dair iddialar ortaya atılmıştır. Aksine iddialara karşın bu piramitlerin varlığı batılı bilim insanları tarafından 1947'den önce de biliniyordu. New York Times haberinden kısa bir süre sonra, Science News Letter (artık Science News) şu kısa yazıyı basmıştır. "...Bölgede bulunan piramitler çamur ve topraktan yapılmıştır ve Mısır piramitlerinden çok höyüklere benzerler ve bölge henüz çok keşfedilmemiştir.. Bölgede bulunan Amerikalı Bilim insanları 300 metrelik yüksekliği ile ilgili söylentilerin, ki bu Mısır piramitlerinin iki katı bir yüksekliktir, abartı olabileceğini zira Çin höyüklerinin görece alçak inşa edildiğini söylemektedirler. Sözü edilen alan, Şian'ın 64 km güney batısı, önemli bir arkeolojik alandır ancak çok az piramit araştırılabilmiştir. Victor Segalen Çin'i 1913te ziyaret etmiş ve İlk imparatorun Mezarı (ve bölgedeki diğer höyükler) hakkında "Mission Archeologique en Chine (1914): L'art funeraire a l'epoque des Han."da bahsetmiştir. Bölgedeki piramitler turistik bir yer değildir ve Çin Halk Cumhuriyeti tarafından üzerleri toprakla örtülüp ağaçlandırmaya başlanmıştır. Bölgeye giriş yasak değildir. Çinde uzun bir höyük geleneği vardır. Ve tarihi en azından Shang-Zhou dönemine kadar gider. Türk araştırmacı-yazar Oktan Keleş piramitleri ziyaret ettiğinde Türk tarihinin baştan sona değişebileceğine değinmiştir. Yaşlı bir Çinli rehber ile piramitlere giren Keleş piramitlerin içinde Türklere ait sembol, heykel ve tabletler olduğunu da belirtir. Piramitin içinde 2 metreye yakın bir mumya, üzerinde kurt başları ve ay yıldız sembolleri bulunmaktadır. İçerde 3 metre yüksekliğinde Oğuz Kağan'ın temsili süreti bulunmaktadır. Niuheliang Archaeological Site Revolta Revolta, basılı bir dokümanın ön ve arka sayfalarını aynı kalıpta basma işlemi. Baskıda revolta yapılabilmesi için kağıdın ön ve arka yüzleri aynı özellikte olmalıdır. Ön ve arka yüzleri farklı özelliğe sahip kâğıtlarda revolta uygulanamaz. Belgenin revolta yontemi ile basilmasi için
gerek kosul, kagidin makas diye bilinen kisminin degistirilmemesidir. Yani makas olarak adlandirdigimiz kenari "A" kenari olarak kabul edersek, kagidin arka yuzu cevirildiginde yine A kenarindan tutularak baskiya girmelidir. Kagit matbaa makinasinda bulundugu yerde X ekseni (yatay eksen) uzerinde sagdan sola veya soldan saga cevirilir. Bu tur baski yontemi kullanilacaksa, makas kagidin uzun kenari esas alinarak verilir. bır de etekmakas revolta vardır o da bu olayın bı degısıgıdır.yanı onyuzde etek te olan ıs arkayuzde makasa gelır sag sol da aynı sekıldedır Gramaj Gramaj, kağıdın 1 metrekaresinin gram cinsinden ağırlığı. Özellikle matbaacılıkta standart kâğıt ölçüleri farklı olduğu için, gramaj bu farklı standart ölçüler arasında ortak bir dil oluşturur.10 ila 150 gr arasındakiler "kâğıt",150 ila 400 gr arasındakiler "karton",600 ila üstü ağırlıktakiler "mukavva" olarak değerlendirilir.Örnek:90gr 1.hamur 70x100cm,250gr bristol karton 70x100cm.Standart kâğıt ölçüleri genel olarak 57x82cm,59x84cm,64x90cm,68x100cm,70x100cm ebatlarında olurlar. 90gr 1.hamur 70x100cm ebadındaki bir tabaka kağıdın ağırlığı şu formülle hesaplanır. 70x100 x 90 / 10000(Bir metrekarenin santimetre karşılığı) sonuç :63gr'dır. Mustafabeyli, Ceyhan Mustafabeyli, Adana'nın Ceyhan ilçesine bağlı bir mahalledir. 1928 tarihindeki kayıtlarda beldenin ismi Rıfatiye olarak geçmektedir. Günümüzde ise Mustafabeyli ismiyle anılan belde, 2008 yılında 6360 sayılı kanunla kapatılmıştır. Adana iline 71 km uzaklıktadır. Ceyhan ilçesi sınırları içerisinde bulunan belde, Ceyhan ovasının doğusunda alüvyonlarla kaplı bir arazide kurulmuştur. Beyobası, Köyceğiz Beyobası, Akdeniz ve Ege Bölgeleri’nin birleştiği yerde, Muğla – Fethiye Karayolu’nun 72. km’sinde Muğla'nın Köyceğiz ilçesine bağlı, birçok doğal güzelliğe ve narenciye bahçelerine sahip olan turistik bir mahalledir. Beyobası'nın iç kesiminde Akdeniz iklimi, dağlık bölgelerde ise Karasal iklim görülür. Türkiye'nin Doğu Karaniz'den sonra en çok yağış alan Beyobası ve çevresinde kış yağmurlarının 3-4 ay sürdüğü görülmüştür. Dört mevsim belirgin olarak yaşanır. beldenin önemli ve neredeyse tek denilecek geçim kaynağı, narenciye bahçeleri dir. Belde nüfusunun çoğunun narenciye bahçeleri bulunmaktadır. Ne yazık ki çok cüzi miktarlara satımı yapıldığın dan belde halkının ekonomisinin fazla iyi olduğu söylenemez. Tarım ürünleriyle geçinen bir beldemizdir. Beldede alabalık tesisi de bulunmaktadır. Alabalık tesisi dış ülkelere ihracat yapan bir tesistir. Özellikle yaz turizminin daha etkili olan Beyobası'nın en önemli özelliklerinden biri rafting yapımına uygun yerler barındırmasıdır. Dalaman Çayı çevreside piknik yapmak için uygun yerleri ve doğal güzellikleri vardır. (Topgözü) Ayrıca Yuvarlak Çay'nın beldeye akan suları üzerinde kurulmuş restaurantlarındaki fırında alabalığın lezzeti de turistleri beldeye çekmektedir. Telif hakkı Telif hakkı (İngilizce ), bir kişi ya da kişilerin her türlü fikrî emeği ile meydana getirdiği bilgi, düşünce, sanat eseri ve ürününün kullanılması ve kopyalanması ile ilgili hukuken sağlanan haklardır. Telif hakkının doğması için tescile gerek yoktur. Fikir ve sanat eserleri üzerindeki haklar eserin üretilmesiyle birlikte doğar. Bununla birlikte eser sahibi isterse ülkenin ilgili tescil birimlerinde (mesela Türkiye'de noter ya da Kültür Turizm Bakanlığı) isteğe bağlı olarak kayıt-tescil yaptırabilir. Telif hakları, genellikle belli bir süre için geçerlidir. Telif hakkı simgesi, çember içinde bir "C" harfidir, © harfi üzerinde bulunduğu yapanın telif haklarının korunduğunu belirtir ve İngilizce "copyright" kelimesini ifade eder. C sembolü kullanılsın ya da kullanılmasın; orijinal her fikir ve ürün, doğuştan telif haklarına sahiptir. Telif hakların korunması temel insan haklarından biridir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 27. maddesine göre herkesin yaptığı her türlü bilim, edebiyat veya sanat eserinden mütevellit manevî ve maddî menfaatlerin korunmasına hakkı vardır. Telif hakları genellikle belli bir süre için geçerlidir. Ülkelerin kendi kanunî mevzuatlarına bağlı olarak koruma süresi pek çok ülkede eser sahibi yaşadığı süre ve ölümünden itibaren 50 - 70 yıl süre için geçerlidir (mesela Türkiye'de 70 yıldır.) Bu süre işin türüne, çalışmanın bir fert ya da şirket tarafından oluşturulup oluşturulmadığına, aleniyet kazanıp kazanmadığına ve diğer bazı değişkenlere bağlı olabilir. Telif hakları herkese karşı ileri sürülebilirler. Ancak toplum menfaatinin korunması gibi nedenlerle bu mutlak hakka yasalarla çeşitli sınırlamalar getirilebilir. Mutlak hakka getirilen bu sınırlandırmalar: Kamu yararı, kamu düzeni, genel ahlak gibi sebeplerle getirilen sınırlamalar ve hususi menfaat (şahsi kullanım vs.) yararına getirilen istisnalardan oluşabilir. Örneğin, telif hakkı saklı bir eserin kâr amacı güdülmeksizin, şahsi kullanım amacıyla çoğaltılabilmesi mümkün olabilir. Dirac delta fonksiyonu Adını Paul Dirac' tan alan Dirac delta fonksiyonu tek boyutta formula_1 şeklinde tanımlıdır. Bu gösterime uyacak bütün matematik temsillerine delta fonksiyonu veya delta fonksiyonunun temsili denir. Delta fonksiyonu n boyuta genellenebilir. Gösterimi ise formula_2 şeklinde olur. Burada x ve x n boyutlu vektörlerdir. Diğer taraftan n boyutta delta fonksiyonu her bir boyuttaki delta fonksiyonlarının çarpımı şeklinde de yazılabilir. Örneğin 3 boyutta formula_3 Dirac-Delta fonksiyonu basamak fonksiyonunun türevidir. formula_4 Delta fonksiyonunun bazı özellikleri: Bazı delta temsilleri: II. Bayezid Külliyesi II. Bayezid Külliyesi, Edirne'de tarihi külliye. İkinci başkent konumundaki Edirne'yi darüşşifaya kavuşturmak amacıyla Sultan II. Bayezid tarafından 1484-1488 yıllarında Mimar Hayreddin'e yaptırılmıştır. Külliye Edirne şehir merkezine 2 km uzaklıkta Tunca Nehri kıyısında yer alır. Bir cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve diğer bölümlerden oluşur. Camii dışındaki yapıları, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1984 yılında Trakya Üniversitesi'ne devredilmiştir. Bir süre Trakya Üniversitesi Edirne Meslek Yüksekokulu'nun Restorasyon ve Duvar Süsleme Bölümleri burada eğitim öğretimini sürdürmüştür. İkinci Bayezid Camii, 20,55 m çapında tek bir kubbesi ve iki minaresi olan anıtsal bir yapıdır. Yanlarında dokuzar kubbeli, kapıları dış yöne açılan tabhane (kitap basımevi) bölümleri bulunur. Hünkâr mahfili mermerden ve oldukça zariftir, mihrap ve minber sade bir üslüpta yapılmıştır. Külliyenin içindeki Darüşşifa ve Tıp medresesi Sağlık Müzesi olarak hizmet verir. Aydın Yalçın Aydın Yalçın (29 Ekim 1920 - 4 Ekim 1994) Türk eğitimci ve fikir adamlarından biridir. Yalçın, 29 Ekim 1920 tarihinde Isparta'nın Uluborlu ilçesinde doğan Aydın Yalçın'ın annesi öğretmen babası emekli bir subaydı. İlkokulu doğduğu ilçede, orta öğrenimini de İstanbul Kabataş ve Haydarpaşa liselerinde tamamladıktan sonra, yüksek öğrenimini Siyasal Bilgiler Okulunda yaptı. Lisansüstü araştırma ve doktora için gittiği Londra Üniversitesi'ndeki çalışmalarını, 1951 yılında tamamlayarak yurda döndü. SBF'de 1941 yılında başladığı öğretim üyeliğini sürdürdü. Prof. Aydın Yalçın, 1954 yılında Bahri Savcı, Osman Okyar, Bedii Feyzioğlu, Aydın Yalçın, Turhan Feyzioğlu, Turan Güneş, Nilüfer Yalçın, Bülent Ecevit, Kemal Salih, Nejat Tunçsiper, Cavit Erginsoy, Mukbil Özyörük, Ziya Müezzinoğlu, Yaşar Karayalçın, Kudret Ayiter ile Akif Erginay'ın başını çektiği bir ekiple beraber Forum Dergisi'ni kurdu. Yayımından bir süre sonra bu ekibe Cahit Talas, Muammer Aksoy, Şerif Mardin, Coşkun Kırca, Mümtaz Soysal, Metin And, Sadun Aren, Haluk Ülman, Şevki Vanlı, Cemal Aygen ve daha birçok aydın katıldı. Aydın Yalçın 1958-1960 yılları arasında, ziyaretçi profesör olarak, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde ders verdi. Türk siyasi hayatında da bazı aktif görevler aldı. Hürriyet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi kurucusu olarak, siyasi hayata katıldı. 1965-1973 yılları arasında Adalet Partisi milletvekili olarak parlamentoda bulundu. Uzun yıllar bu partinin genel idare kurulu üyeliği ve grup başkan vekilliğini yaptı. AET-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Başkanlığı ve Avrupa Konseyi üyeliği yaptı. Resmî görevlerle, Batı ve Doğu Avrupa, Amerika ve Sovyetler Birliği'ni ziyaret etti. 1973 yılından sonra, tekrar üniversiteye dönen Prof. Yalçın, yerli yabancı birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. "Uzak Komşumuz Sovyetler", "Demokrasi, Sosyalizm ve Gençlik", "İktisadi Politika Üzerinde Düşünceler", "Türk Komünizmi Üzerine Bazı Gözlemler", "Faşizmin Doğuşu", "Türkiye İktisat Tarihi: Osmanlı İktisadında Büyüme ve Gerileme Süreci", "İktisadi Doktrinler ve Sistemler Tarihi", "Vatan Hıyanetinin Anatomisi" en önemli kitaplarıdır. Prof. Yalçın önceden arkadaşlarıyla beraber çıkardığı Forum Dergisi'ni 15 Eylül 1979 tarihinden itibaren "Yeni Forum" adı altında yeni bir nefes ve kadro ile çıkararak 4 Ekim 1994 tarihinde vefat edene kadar bu derginin yönetim kurulu başkanlığı ve başyazarlığını yürüttü. Hatice Muazzez Sultan Hatice Muazzez Haseki Sultan "(d. 1627 - ö. 12 Eylül 1687)" Osmanlı padişahı II. Ahmet'in annesi ve Sultan I. İbrahim'in 1641'de evlendiği üçüncü eşi ve ikinci Haseki. Kökeni ve doğum yeri bilinmeyen "Hatice Muazzez Haseki Sultan," Osmanlı padişahı II. Ahmet'in annesi ve Sultan I. İbrahim'ın eşiydi. "Hatice Mu’azzez İkinci Haseki Sultân" IV. Mehmed'in padişahlığının son dönemlerinde, kendi oğlu II. Ahmed'in 22 Haziran 1691 tahta çıkmasından yaklaşık "Dört" sene evvel daha henüz Saliha Dilaşub Sultan'ın dahi Valide Sultan olmadığı bir zamanda, 12 Eylül 1687 tarihinde vefât ettiğinden dolayı hiçbir zaman Valide Sultan olamadı. Saliha Dilaşub Sultan'ın Valide Sultan olmasından "İki" ay önce vefât eden "Hatice Mu’azzez Sultân," İstanbul Süleymaniye Camii'ndeki Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'ne defnedildi. Emetullah Râbia Gülnûş Sultan Emetullah Râbia Gülnûş Sultan (1642 veya 1647-6 Kasım 1715), Osmanlı İmparatorluğu'nun Valide Sultan'ı, "İki" ayrı padiş
ahın annesi (II. Mustafa ve III. Ahmed) ve Sultan IV. Mehmed'in eşiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nda Haseki sultan unvanını kullanan son kadın sultandır. Babasının adının "Retimo Verzizzi" olduğu Resmo'nun fethi sırasında tutsak edilip saraya sunulduğu iddiaları Hüseyin Kamî Hanyavî'nin Girit Tarihi'ndeki, Serdar Deli Hüseyin Paşa'nın 1646'daki Resmo'nun fethinden sonra saraya "On" cariye sunduğuna ilişkin habere, yani söz konusu "On" kızdan tekinin de Gülnuş olduğu varsayımına dayandırılır. O tarihte dört yaşında olan Gülnuş Sultan'ın Resmo'dan getirilmesi bir görüşe göre mümkün değildir. Esmer, düz siyah saçlı ve siyah gözlü, orta boylu, etine dolgun olarak tasvir edilmiştir. IV. Mehmed'in en sevdiği eşi ve tek hasekisidir. Padişah ava gittiğinde karısını da yanına alırdı ve 1672 Kamyanets-Podilski'nin fethinden sonra burada eşinin adına bir Camii yaptırtmıştır. 1687 senesinde IV. Mehmed'in tahtan indirilmesi ve yerine kardeşi II. Süleyman'ın tahta geçmesi üzerine "Gülnûş Sultan" da Eski Saray'a gönderildi. 1693'de Sultan Mehmed'in vefatı üzerine ile dul kaldı. II. Ahmed'in 1695 yılında vefat etmesi üzerine 1695 yılında Gülnûş Sultan'ın oğlu II. Mustafa tahta çıktı. Bunun üzerine Valide Sultan oldu. II. Mustafa padişah olduktan sonra annesini Eski Saray'dan Edirne Sarayı'na getirtdi. , Gülnuş Sultan Mart ayında taşınmış, II. Ahmed'in Hasekisi olan Rabi'a Sultan kızı Asiye Sultan'la Eski Saraya gönderildi, küçük Şehzade İbrahim Gülnüş Sultan'a verilmiş, eski Kızlar Ağası Uzun İshak Ağa azledilmiş ve Mayıs'da yeni Darüssade Ağa Yapraksız Ali Ağa Mısır'dan gelmiş. Gülnüş Sultan hep oğlunun yanında bulundu ve II. Mustafa'nın seferine bile katıldı. Gülnûş Sultan Valide Sultanlık Döneminde Hatice Sultan bir kız doğumu yaptığında ve Fatma Sultan düğün yaptığında kızlarının Saraylarını ziyaret etmiştir. Veziriazam, Şeyhülislam ile Bostancıbaşı davetini kabul etmiştir. Devlet işlerine pek karışmadı. Ama II. Mustafa'nın tahtan indirilip yerine diğer oğlu III. Ahmed'in geçirilmesi için kendisinin onayı alındı. Toplam 20 yıl Valide Sultan kaldıktan sonra 1715 yılında oğlu III. Ahmed'in saltanatı sırasında (Lale Devri'nin başlamasından hemen önce) Edirne'de öldü. Vefatından önce, 1708'de yaptırtdığı Üsküdar'daki Yeni Valide Camii'nin yanındaki üstü açık türbesine gömüldü. Küçükbahçe, Karaburun Küçükbahçe, İzmir'in Karaburun ilçesine bağlı bir mahalle. Gülcemal Kadınefendi Gülcemal Kadınefendi (d. 1826 - ö. 29 Kasım 1851), Osmanlı padişahı Mehmet Reşat'ın annesi ve ve Sultan Abdülmecid'ın eşlerinden biriydi. Kökeni ve doğum yeri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. 27 Mart 1843 tarihinde Sultan Abdülmecit'in eşi oldu. 5 çocuk doğurdu. Çocukları sırasıyla Fatma Sultan (1 Kasım 1840-29 Ağustos 1884), Hatice Sultan (7 Şubat 1842-1842), Refia Sultan (7 Şubat 1842-4 Ocak 1880), Şehzade Mehmet Reşat (2 Kasım 1844-4 Temmuz 1918) ve Rukiye Sultan'dır (1850-). Gülcemal Kadın Efendi 29 Kasım 1851 tarihinde oğlu padişah olmadan önce vefat etti. Cenazesi İstanbul Hatice Turhan Valide Sultan Türbesi'ne gömüldü. Uzunada Kuzey-Güney yönünde 9 km'yi bulan uzunluğu, 30 km'yi bulan yüzölçümü ve dağlık şekilleriyle körfezden yükselen uzun ada askeri bir adadır ve personel aileleri dışında sivillerin girilmesi yasaktır. Ancak çevresinde bulunan irili ufaklı birçok ada ziyaretçilerine birçok güzelik sunmaktadır. Bu adalardan Yassıca Ada ya da Alman adası, konum itibarıyla uzun adanın güney açıklarında Urla yarımadasının kuzeyinde kalmaktadır. Yaz mevsimi boyunca denizcilik işletmelerinin tarifeli vapurları gerek Konak iskelesinden, gerekse Karşıyaka iskelesinden düzenli seferlerle Yassıca Adaya yolcu taşımaktadır. Yassıca Ada da ziyaretçilerin yararlanabileceği kumsallar ve restoranlar yer alır. Adada İstanbul adalarında olduğu gibi motorlu taşıt bulunmadığı gibi devamlı bir yerleşimde bulunmamaktadır. Ada iskelesinde özel teknelerinde yararlanıp hizmet alabileceği bir bölüm bulunmaktadır. Yassıca Ada da yaz sezonu haziran ayında başlar ve eylül ayına kadar devam eder. Adayı her gün vapurla ziyaret eden kişi sayısı 1000'i geçmektedir. Buna karşın Uzunada ise Toloz İskelesi ile ana karada Yolluca sosyal tesisler komutanlığına deniz yoluyla bağlanmıştır. Geçmişte Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş'in sürgün adası olarak duyulmuştur. Bugün onun kaldığı yerler yazın sosyal tesis olarak kullanılmaktadır. Sadece askeri yerleşimi olan ada Uzunada, Deniz Üs Komutanlığı olarak alay seviyesinde bir askeri birliktir. Usûlî Usûlî (? - 1538/39), Divan edebiyatı şairi, mutasavvıf. Vardar Yenicesi'nde doğmuştur. Şeyh İbrahim Gülşenî'ye bağlanmıştır. Eserleri, hayattayken beğenilmiş, ismi duyulmuştur. Fakir bir hayat yaşasa da gururlu ve onurlu olduğu, insanlara hâlini bildirmediği bilinir. 1538-1539 yıllarında öldüğü sanılmaktadır. Eserlerinde ilk göze çarpan tasavvufi görüşleridir. Ayrıca dili zamanın göre çok düzgündür. Fazla eser bırakmamıştır. Genel olarak ünlü şairler ve otoriteler tarafından yetenekli bulunmakla birlikte yeteneklerini pek geliştiremediği belirtilmiştir. Gülüstü Hanım Fatma Gülüstü Hanım (ö. Mayıs 1861, İstanbul), son Osmanlı padişahı Mehmet Vahidettin'in annesi ve Sultan Abdülmecid'in eşlerinden dördüncü ikbaliydi. Kökeni kesin olarak bilinmemekle beraber Çerkes asıllı olduğu tahmin edilmektedir. 1854 yılında Sultan Abdülmecit'in eşi oldu. Dört çocuğu oldu. Beşinci ikbalken ikiz olan Fehime ve Zekiye sultanları ertesi yıl 30 Temmuz 1856'da Mediha Sultan'ı ve 2 Şubat 1861'de Vahidettin'i doğurdu. Yaptığı doğumdan üç ay sonra Mayıs ayında veremden önce kendisi ve hemen akabinde dört hafta sonra Haziran ayında da eşi Sultan Abdülmecid vefat etti. Gülüstü Kadın Efendi Fatih Camii'nin mihrap önünde bulunan Münire Sultan Türbesi'ne defnedildi. Diğer bir rivayete göre Fatih'te bulunan Nakşidil Valide Sultan Türbesi'nin avlusundaki Yeni Türbe'ye defnedildi. Oğlu Vahidettin annesinin ölümünden çok sonra, 57 yaşındayken tahta çıktığı için Gülüstü Hanım hiçbir zaman gerçekten Valide Sultan olamadı.. OK Computer OK Computer Radiohead'in üçüncü stüdyo albümüdür. 1997 yılında piyasaya sürülmüştür. Radiohead'in Rock klasmanındaki son albümüdür (zira bu albümden sonra Kid A evresiyle başlayan bir emprovize, deneysel, synthezizer ağırlıklı parçalara, albümlere yönelmiştir grup. Albüm hem Radiohead'in,hem de "rock müzik tarihi"nin en iyi albümü olarak kabul edilir ve Radiohead isminin dünyada duyulmasında da çok etkili olmuştur. Albüm 90'lardaki Oasis - Blur rekabetine de büyük bir darbe indirmiştir. Albümün etkileri Radiohead'in 1998 tarihli Meeting People is Easy adlı belgeselinde derinlemesine yansıtılmıştır. OK Computer yılın albümü dalında Grammy'e aday gösterilmiş, en iyi alternatif albüm dalında da Grammy ödülünü almıştır. Albümden 3 klip yayınlanmıştır. İlki Nisan-1997 tarihinde Paranoid Android, ikincisi Ağustos-1997 tarihinde Karma Police ve üçüncüsü ise No Surprises Ocak-1998'e yetişmiştir Ayrıca albümdeki Lucky şarkısı da albüm çıkmadan önce yayınlanmıştır. Şarkı ve klip o dönemki Bosna savaşına bir tepkidir. Albüm dizaynı çoğu Radiohead albümünde olduğu gibi Stanley Donwood tarafından yapılmıştır. Albüm Jane Seymour'ın kır evinde hazırlanmış, miksajı ise Abbey Road Stüdyoları'nda yapılmıştır. Âşık Paşa Âşık Paşa (d. 1272 – ö. 3 Kasım 1333), Türk şâir ve mutasavvıf. 1272 yılında Kırşehir'de doğdu. Baba İlyas'ın oğullarından ve Konya'da altı ay hükümdarlık yaptıktan sonra sultanlığı Karamanoğulları'na bıraktığı söylenen Muhlis Paşa'nın oğludur. Mutasavvıf bir aile geleneğinde yetişmiştir. Eserlerinde tasavvufun etkisi büyüktür. Dîndar birisidir ve bu nedenle eserlerindeki tasavvufi yönün yanı sıra yoğun biçimde dini motifler mevcuttur. Eserlerinin ve düşüncelerinin önemli bir yönü de o dönemde Türkçeye verdiği önemdir. Çünkü o dönemlerde Türkçeden çok Arapça ve Farsça'ya değer verilmektedir, şâir bunu kınar ve eserlerini Türkçe ile kaleme alır. Kırşehir'de yerleşen Muhlis Paşa'nın üç oğlundan en büyüğü Alâ ed-Dîn Ali'dir. Bu yüzden Alâ ed-Dîn Ali, baş ağa, yani en büyük kardeş olarak tanınmıştır. "Baş Ağa" adı zamanla "Beşe," sonra da "Paşa" olarak söylenmiş, şiirlerinde "Âşık" mahlasını kullandığı için de, asıl adı unutularak "Âşık Paşa" adı, her tarafta ün yapmıştır. "Âşık Paşa," dînî ve tasavvufî bilgilerini Kırşehirli Şeyh Süleyman'dan öğrenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarında babası ile birlikte Osman Gazi'nin yanında hizmet görmüştür. Orhan Gazi'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun başına geçtiği yıllarda, Kırşehir'e gelerek baba ocağına yerleşmiştir. "Âşık Paşa," Kırşehir'deki Âhiler'in büyük saygıyla bağlandıkları bir mürşid olarak çevresindeki Oğuzlara dostluk ve kardeşlik ilkelerini aşılamış, onlara yalın Türkçe ile Yunus tarzı ilâhiler söylemiş, ancak Yunus kadar başarılı olamamıştır. Eserlerini Türkçe ile yazan Âşık Paşa, aruz ve hece ölçüsüyle söylediği dörtlük ve gazel biçimindeki ilâhilerinin yanı sıra, kimi hikâyeler de kaleme aldı. Kırşehir'de, 3 Kasım 1333 tarihinde vefat etmiştir. Mezarı üzerine türbe yapılmıştır ve bu türbe ziyaretgâh hâline gelmiştir. Garibnâme Garipnâme, Âşık Paşa'nın ünlü 12.000 beyitlik ahlakî, felsefî, psikolojilik, tasavvufî mesnevîsidir. Tasavvufun yanında Türklerin eski kahramanlık ve Alplik devirlerini terennüm eden sosyal varlıkların tablosunu çizen, Türk dilinin arı, katıksız örneklerini yaşatan bir eserdir. Eser 1329 yılında yazılmıştır. Süleyman Çelebi'nin Mevlid eserini etkilemiştir. Sürekli Türkçeye önemi vurgulayan bir şair olan Âşık Paşa bu eseri Türkçe kaleme almıştır. Eser döneminin en önemli Türkçe eserlerinden olup o dönem için Türkçenin en güzel örneklerinden birisi olarak öne çıkar. Eser Anadolu'daki tasavvuf anlayışı açısından büyük önem taşır. Ana konusu tasavvuf ve dîndir. Dînî öğütler içeren eser sadece Türkçe açısından değil dönemin dînî anlayışının anlaşılması açısından da önemlidir. Kamu dilde var idi zabtı üsul Bunlara düşmüş idi cümle ükul. Türk diline kimseler bakmaz idi Türklere herkes könül akmaz i
di. Türk dahi bilmez idi bu yolları İnce yolu, ol ulu menzilleri Bu "Garibnâme" eğer geldi dile Kim bu dil ehli dahi beni bile. Yol içinde bir-birini vermeye. Dile bakıp maniyi hor görmeye. Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahi Türk dilinde anlayalar ol Hakkı. Maniyi bir dilde sanmın siz heman, Cümle diller anı söyler bigüman. Cümle dilde söylenen ol sözdürür Cümle gözlerden gören ol gözdürür. Hâmî-i Âmidî Hâmî-i Âmidî (d. ? - ö. 1747), Osmanlı şairi. Diyarbakırlı olan Hâmî-i Âmidî döneminin tanınmış şairlerindendir. Bazı vezirlere divan kâtipliği de yapmıştır. 1747'de Diyarbakır'da vefat etmiştir. Aegukga Aegukga ya da Aegukka (Hangıl: 애국가 / Hanja: 愛國歌), Güney Kore'nin resmî olmayan ulusal marşı. Marşın adı "Ülkeye Aşk Şarkısı" ya da "Yurtseverlik Şarkısı" anlamına gelir. Marşın sözlerinin 1896 yılında Seul'de bulunan Dongnimmun'un (Bağımsızlık Kapısı) temel taşı koyma töreninde ya politikacı Yun Chiho ya da bağımsızlık yanlısı lider ve eğitimci An Chang-ho tarafından yazıldığına inanılır. Başlangıçta marş, Amerikalı misyonerlerin öğrettiği İskoç folk müziği meldoisi "Auld Lang Syne" ile söylenmekteydi. Çin'in Şangay şehrinde bulunan Kore Cumhuriyeti Geçici Hükümeti "Aegukga" 'yı ulusal marş olarak kabul etmiştir. Japon İmparatorluğu idaresinden ayrılmanın tam üç yıl sonrasında 15 Ağustos 1948'de Güney Kore'nin kuruluşunu kutlayan törende İskoç melodisi, Ahn Eak-tae tarafından 1935'te bestelenen Korea Fantezi Senfonisinin final bölümü ile değiştirildi. Yeni "Aegukga" daha sonra 1948'de Devlet Başkanı Syngman Rhee tarafından bir kararla kabul edildi. Marş dört kıta ve bir nakarattan oluşur ancak genellikle yalnızca ilk kıta ve nakarat okunur. Bamerni Havaalanı Bamerni Havaalanı, Türkiye'nin PKK sızmalarını önlemek ve bölgenin güvenliğini sağlamak üzere, elektronik sistemleri Türkiye'den getirerek modernize edilip tanklarla desteklediği Kuzey Irak'ın Duhok ilindeki Bamerni kasabasında (Osmanlı döneminde Musul Sancağı İmadiye Kazası içinde) bulunan askeri havaalanıdır. Havaalanın Türkiye'nin kontrolü altında olduğu 2002'de Celal Talabani’nin NTV’ye yaptığı bir açıklama sonrası gündeme gelmiştir. Havaalanı 36. paralelin kuzeyinde, Türkiye sınırına 40 km mesafede bulunmaktadır. 1990'ların başından beri bölgede Tugay seviyesinde birlik bulunduran Türkiye'nin, Bamerni Havalimanı'ndaki varlığı bugün 60 tank ve çeşitli Zırhlı birlikler ile yaklaşık 2.000 asker düzeyindedir. Çilek kafalı ayrılmaz Çilek kafalı ayrılmaz ("Agapornis lilianae"), papağangiller (Psittacidae) familyasından bir papağan türü. Türkiye'de Cennet papağanı olarak da bilinirler. Alnı karmen kırmızı, tepesi, kafasının yanları ve gırtlağının üst kısmı portakal rengi, kafasının arkası, ensesi, boynunun yanları açık zeytuni-yeşildir. Vücudunun üst kısmı yeşil, alt kısmı açık yeşildir. Kuyruk üstü örtüsü yeşil, kuyruk yeşil ve kuyruk üstündeki band siyahtır. Göz etrafında çıplak beyaz bir halka vardır. Gaga kırmızıdır. Boyu 13–14 cm'dir. İbrahim İbrahim, Abram veya Abraham (), yaklaşık olarak MÖ 2. bin yılda yaşadığına inanılan İbranî inançsal kişilik. İbrahimi dinler sayılan dinlerden İslam'a göre bir peygamber, Musevilik ve Hristiyanlığa göre ise din büyüğüdür. İshak ve İsmail'in babası olduğuna; Yahudilerin İshak'ın soyundan geldiğine, İsmail'in ise İslam peygamberi Muhammed ve Arapların atalarından olduğuna inanılır. İbrahim, Abraham ve Brahma arasında bir bağ kurulur. Buna göre İbraniler Hindistan'dan batıya göçen topluluklardan oluşur ve İbrahim Brahma adı veya unvanını taşıyan bir rahiptir. Ne var ki bu bağ zaman içerisinde zayıflar ve bunlar ayrı kişilikler olarak kitlelerin hafızasına yerleşir. İbrahim ve Brahma'nın eşlerinin isimleri, her ikisinin de "halkın babası" olması, Brahma'nın binek kuşunun dört kollu olmasına karşılık İbrahim'in bir kuşu dörde bölüp dört bir yanda farklı tepelere bırakması ve çağırdığında kuşun parçalarının bir araya gelerek dirilmesi gibi benzerlikler dikkat çekici detaylardır. Orhan Gökdemir'e göre İbrahim Harranlı bir Sabii idi. Tekvinde İbrahim'in atalarının isimleri olarak geçen isimler arkeolojik araştırmalara göre Harran'da yer isimleri olarak kullanılmıştır. Harran aynı zamanda Sin (Ay) tapınmasının merkezi olarak görülür. Yahudiliğin başlangıç noktası olarak Sin kültüne işaret eden bazı araştırmalar, İbrahim'le ilgili birtakım anlatıların Harraniler ve Sin kültü ile ilişkilerini açığa çıkartmıştır. Kelimenin türetilmesi ile ilgili değişik görüşler bulunmaktadır. Ab = "Baba;" Hir veya H'r = "Baş; Üst; Yüceltilmiş;" Am = "Halk." Dolayısıyla, Abhiram veya Abh'ram "Yüceltilmişlerin Babası" veya “halkın babası” anlamlarına gelmektedir. İbranice'de Rakham = "İlahi merhamet", Ab raham; merhametin veya "merhametlilerin babası" anlamlarına gelir. Diğer bir görüşe göre Sami dillerinde baba anlamına gelen "Ab" ve yüce anlamına gelen "Raam/Raham" kelimelerinin birleşiminden “yüce baba” veya yüceltilmişlerin babası anlamı çıkmaktadır. Yahudi ırkının Hindistan ile bağlantılı olduğunu savunan bazı araştırmalara göre; "Abraham" Brahma kelimesinin yanlış telaffuzundan başka bir şey değildir, dolayısıyla Brahma ve Abraham aynı kişilerdir. Keşmir dilinde "Ab" veya "Ap" baba, "Raham" ilahi merhamet anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, Ab-Raham = İlahi merhametin babası anlamına gelir. Diğer bir teori; Çok tanrıcı "Brahm-Aryan" kültüne sırt çeviren bir rahibin "A-Brahm" (Gayri-Brahman) olarak nitelendirilmesiyle ismin türetildiğidir. İhsan Eliaçık İbrahim konusunda “Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada dölyatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hintçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten gelir. Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hintçede bile kullanıldığını görülür. Buralardan evrilerek Arapçaya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor.” ifadelerini kullanmıştır. Bu yaklaşım diğer kaynaklarca da desteklenmektedir. Musevilikte İbrahim inancı Tevrat anlatılarına dayanmaktadır; ilk adı "Avram"'dır ve Tanrı onun adını "ulusların babası" anlamına gelen Abraham’a değiştirmiştir. Nuh'un soyundan olan Terah'ın oğludur. Avram 75 yaşındayken Ur şehrinden Tanrı'nın emriyle Kenan Ülkesine göçerek yıllarca burada yaşadı. Kenan'da kıtlık çıkması sonucu Mısır'a göçtü. Mısır'da zenginleşti ve Kenan'a döndü. Yeğeni Lut'un ve kendisinin hayvanlarının fazlalığı nedeniyle ayrılmak zorunda kaldılar. Lut, Sodom ve Gomora yönüne İbrahim ise aksi yöne gitti. İbrahim 86 yaşındayken ikinci karısı Hacer'den ilk oğlu İsmail doğdu. Daha sonra İbrahim 100, Sare 90 yaşına ulaşmışken mucize eseri olarak yaşı epeyce ilerlemiş ilk karısı Sare'den de İshak doğdu. (Yaratılış 17:17-27) Hacer ve İsmail'i Paran'a yolladı. Tevrat kaynakları "Paran" olarak anılan yerin Sina Dağı olduğunu ifade ederler. İsmail ve soyu orada büyüdü; Ürdün, Arabistan ve güney Edom'u ele geçirdi. İsmailîler Arapların atalarıydı. Daha sonra Avimelek ve İbrahim Beet Şeba'da bir antlaşma yaptı. İbrahim 175 yaşında öldü. İsmail ve İshak onu Hitit'li Efron'un tarlasındaki Makpela mağarasına gömdü. İbrahim tarlayı Efron'dan 400 şekel gümüşe almıştı. İbrahim ölünce Kenan'daki ailesinin ve mirasının başına İshak geçti. İsmail ise krallığına döndü. İbrahim Müslümanlık açısından Haniflik, kurban, Kabe'nin inşa edilmesi, Nemrut'la mücadele ve Nemrut tarafından atıldığı ateşte yanmama gibi hikayelerin sembol kişisidir. Kur'an'da birçok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı ""Halilullah"" yani Allah dostu sıfatını vermiştir. Ayrıca, İbrahim Peygamber'in ""Hanif"" yani Allah'ın birliğine inanan, Allah'a ortak koşmayan, atalar dinine karşı çıkan biri olduğu özellikle belirtilmiş ve onu sevenlerin de Allah'ı bir olarak bilmeleri ve Allah'a ortak koşmamaları istenmiştir. İbrahim'in Kabeyi oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiğine ve insanları Hacca çağırdığına inanılır. Kuran'da Allah'ı bulma çabası da anlatılır: İslam'da İbrahim'in gördüğü rüyayı oğlu İsmail'i kurban etmesinin istenmesi şeklinde yorumlayarak onu kurban etmek üzere götürdüğüne ve bu teslimiyetin Tanrı tarafından ödüllendirilerek kendisine bir melek eşliğinde gökten bir koç indirildiğine inanılır. Kur'anda çocuğun isimi verilmeden anlatılan bu hikâye Kurban Bayramlarında tekrar anlatılır. Bu konu Saffat Suresinde şöyle anlatılmaktadır: İbrahim, Kur'ana göre Allah'a teslim olmuş (Müslüman) bir haniftir. Kuran'da İbrahim'in, putperest kavmiyle ve kendini ilah sayan Nemrut ile yaptığı çetin mücadele de anlatılmaktadır. Bu tartışmalarda ona cevap veremeyenler, onu ateşe atarak cezalandırmak istemişler fakat bunda başarılı olamamışlardır. Ateşin İbrahim için bir gül bahçesine dönüştüğü rivayet edilir. "Hani o babasına ve kavmine, "Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?" demişti. "Babalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk" dediler.  İbrahim, "Andolsun, siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz" dedi. "Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen bizimle eğleniyor musun?" dediler. İbrahim dedi ki: "Hayır! Rabbiniz göklerin ve yerin rabbidir. O bunları yaratandır ve ben de buna şahitlik edenlerdenim." "Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım. " derken (ibrahim) Belki kendisine başvururlar diye içlerinden bir büyüğü bırakarak onları (putları) paramparça etti. Onlar, "Kim yaptı bunu tanrılarımıza! Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler. (içlerinden bazıları), "İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duyduk" dediler.  (bir kısmı da) "O halde haydi, onu insanların gözü önüne getirin. Belki (bu konuda) şahitlik ederler" dediler. (İbrahim gelince) "Sen mi yaptın bunu ilahlarımıza ey İbrahim" dediler. dedi ki, "Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun, bakalım!" Bunun üzerine birbirlerine dönüp, "Hiç şüphesiz asıl zalimler sizsiniz siz" dediler. Sonra eski inanç ve inatlarına dön
düler ve, "Andolsun bunların konuşmayacağını sen de bilirsin" dediler.  İbrahim şöyle dedi: "öyle ise siz, (hâlâ) Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?", "Yazıklar olsun, size de; Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"  (içlerinden bazıları), "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilahlarınıza yardım edin" dediler." (Enbiya suresi, 52- 68) ""Dedi ki: siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur."" (Ankebut suresi, 25) Kuran'da İbrahim'in putperest kavmiyle münakaşasının yanı sıra putperest babasıyla da tartışması yer verilmiştir. Tevrat'ta Terah olarak geçen ismi Kuran'a Azer olarak zikredilir. Kur’an ve bazı Yahudi efsanelerinde İbrahim’in ateşe atılma hikâyesine rastlanır. İbrahim Nemrut'u ve putları ilah edinmeyi asla kabul etmemiş, putları kimse görmeden kırarak baltayı büyük putun boynuna saplamış ve Nemrut'u tek tanrı inancına çağırmıştır. İbrahim'in çağrısına kulak asmayan Nemrut, büyük bir ateş yaktırıp, İbrahim'i mancınık ile ateşe attırmış, ama ateş Allah'ın emri ile onu yakmamıştır. Rivayete göre İbrahim ateşlerin içindeyken onun Tanrısı ateşi ona bir gül bahçesi haline getirmiştir. Efsanenin Türkiye versiyonunda olay Urfa’da gerçekleşir, ateş göle (balıklıgöl), odunlar ise gölde yüzen balıklara dönüşür. Kuran'da şöyle geçmektedir: Kuran'da İbrahim'İn ölülerin nasıl diriltileceğini merak ettiğinde de bahsedilir. Kuran'da şöyle geçmektedir: İbrahim anlatıları ile ilgili birçok eleştiriler yapılır. Bu eleştiriler onun gerçek bir tarihi kişilik olup olmadığı, nerede yaşadığı, anlatıların kaynakları ve inandırıcılıkları gibi konularla ilgilidir. Örneğin karısı Sara hikâyelerde 90 yaşında bir kralı tahrik edebilecek kadar güzel ve doğum yapabilecek yetenektedir. İbrahim Sara'nın 127 yaşında ölümünden sonra evlenir ve 6 oğul sahibi olur. Osman Sınav Osman Sınav (d. 1956, Burdur), Türk yapımcı, yönetmen, senarist ve reklamcıdır. 1956 yılında Burdur’da doğdu.1975 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü bitiren Sınav, tekstil tasarımıyla da ilgilendiği için 1977’de aynı okulun Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu Tekstil Dizaynı bölümüne kaydoldu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Sinema Televizyon Enstitüsü’nde de eğitim gören Sınav, 1979 yılında mezun oldu. Profesyonel iş hayatına Man Ajans’ta metin yazarı olarak çalışmaya başlayarak atılan Sınav, reklamcılık kariyerine daha sonra 1980 ve 1984 yılları arasında Grafika Lintas isimli ajansta devam etti. Metin yazarlığının yanı sıra creative grup başkanlığı görevini de yürüten Sınav, 1984 yılında Sinegraf Film Yapım/Yönetim Ltd. Şti.'ni kurdu. Yazdığı 500’e yakın reklam filmi ve kampanyayla uzun soluklu reklamcılık tecrübesine 1987’de son noktayı koyan Sınav, artık sadece sinema projeleri üzerine yoğunlaşmak istiyordu. TV dizileri ve uzun metrajlı filmleri başlatan yönetmen, aynı yıl başrollerini Haluk Kurtoğlu ve Alev Sezer’in paylaştıkları Bir Muharririn Ölümü isimli TV filmi için kamera karşısındaydı. Ardından 1989’da senaryosunu İlhami Algör ile birlikte yazdıkları Hünkarın Bir Günü geldi. 1990’da Yalancı Şafak, Küçük Dünya ve Aşka Kimse Yok filmlerini çeken Sınav, 1993’te Süper Baba isimli TV dizisinin yönetmenliğini yaptı. 1994’te Mehmet Aslantuğ’a en iyi oyuncu, kendisine de en iyi yönetmen dallarında Altın Portakal kazandıracak Yalancı’yı çekti. Melek Apartmanı, Mavi Düşler ve Sıcak Saatler gibi diğer TV dizilerine de imza atan yönetmen, daha önce de birlikte çalıştığı Mehmet Aslantuğ ve Ayşegül Aldinç’in başrollerini paylaştıkları Gerilla isimli filmi 1998’de izleyiciyle buluşturdu. Tomris Oğuzalp filmdeki rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Altın Portakal ödülünün sahibi oldu. Kenan İmirzalıoğlu’nu keşfeden yönetmen, onun güçlü bir yüzü olduğunu düşünüyordu ve İmirzalioğlu-Sınav ortaklığı 1999’da Deli Yürek isimli diziyle start aldı. 2002’de filmi için kamera arkasına geçen Sınav, ’yle hatırı sayılır bir gişe başarısı elde etti. 2002 yılında Mazhar Alanson’un da aralarında olduğu oyuncu kadrosuyla Ekmek Teknesi’ne imza atan Sınav, Kurtlar Vadisi’nin de 55. Bölüm'e kadar yönetmenliğini ve yapımcılığını yaptı. Mafya ve derin devlet ekseninde gelişen ilişkiler üzerine kurulu olan dizinin yönetmenliğini bıraktıktan sonra, Kapıları Açmak ve Metin Erksan klasiği Acı Hayat ’ın yeni versiyonu için kamera arkasındaydı. Osman Sınav son olarak yönetmenliğinin yanı sıra yapımclığını da üstlendiği, Fatih Akın’ın Kısa ve Acısız isimli filminden tanınan Mehmet Kurtuluş ve Dogville, The Batman gibi filmlerde de rol almış Udo Kier’in de aralarında olduğu oyuncu kadrosuyla, ’nu vizyona soktu. 2012 yılında özel bir törenle, MSGSÜ sinema ve televizyon bölümünden mezun oldu. Osman Sınav eşcinsel karşıtı bir açıklaması yüzünden çeşitli LGBTT örgütleri tarafından protesto edildi. Türkiye’deki Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel (LGBTT) hakları ile ilgili çalışan 8 kurum ortak bir açıklama yayınlayarak eşcinselleri "O tip insanlar", "ahlaksız" ve "karanlık" olarak niteyelen Osman Sınav’ı özür dilemeye davet ettiler. ATV'de gösterimi başlayan Kılıç Günü adlı dizide iki erkeğin aynı yatakta yarı çıplak bulunduğu sahne üzerine HT Magazin'e şu açıklamayı yapmıştı: 1985 yılında Tangül Sınav ile evlenmiş, bu evlilikten Yusuf Ömer Sınav, Ayşegül Sınav, Mehmet Kenan Sınav adından 3 çocuğu oldu. 2016 yılında eşinden ayrılmıştır. Ankara Sanat Tiyatrosu Ankara Sanat Tiyatrosu ("AST"), 1963 yılında, Ankara'da (İstanbul'daki Arena Tiyatrosu'nun bir devamı olarak) Asaf Çiyiltepe yönetiminde kurulmuş sanat tiyatrosudur. Ankara Sanat Tiyatrosu, kendi dönemi içinde, ödenekli ve ticari tiyatrolara karşı, ilerici gençlik ve deneme tiyatrolarının niteliksel birikimi olmuştur. Repertuar tiyatrosuna ve takım oyunculuğuna dayanan, öncü bir sanat tiyatrosu olarak Ankara Sanat Tiyatrosu, çoğunlukla çağdaş dünya klasiklerine (Örneğin, Samuel Beckett, Brendan Behan, Armand Salacrou, Max Frisch, August Strindberg) yer verirken, özellikle bir 'Brecht – Gorki tiyatrosu' kimliği kazanmış; bu arada, çağdaş ulusal Türk Tiyatrosuna da büyük önem verdiği gibi, (Örneğin, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Cahit Atay, Turgut Özakman) yeni Türk oyun yazarları kuşağının yetişmesine de büyük katkı sağlamıştır. (Sermet Çağan, İsmet Küntay, Güner Sümer, Bilgesu Erenus, Vasıf Öngören, Oktay Arayıcı) Ankara Sanat Tiyatrosu'nda Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer, Genco Erkal,Yaman Okay, Rana Cabbar,Ali Uyandıran, Ergin Orbey, Çetin Öner, Rutkay Aziz ve Yılmaz Onay gibi yönetmenlerin yanında, Osman Şengezer ve Yücel Tanyeri gibi sahne tasarımcıları ile Timur Selçuk gibi besteciler yer almışlardır. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun ilk yöneticisi Asaf Çiyiltepe, daha sonraki başlıca yöneticileri ise, Sümer ve Aziz'dir. Güner Sümer'in yönetimi sırasında sanatçıların greve gitmeleri ve görüş ayrılıkları yüzünden, tiyatro bir bunalım dönemi geçirmiş; 1972 yılında da Yılmaz Onay'ın yönettiği "Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti" oyunu nedeniyle, sıkıyönetim tarafından kapatılmış; 'Ankara Tiyatrosu' adıyla ve gezici etkinliklerle varlığını sürdürmeye çalışmış, 1974 yılında yeniden Ankara Sanat Tiyatrosu adını almıştır. Ankara'da dört kez oynanan "Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti" oyunu, beşinci kez Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerine oynanırken, Ankara Sıkıyönetim Kumandanlığı'nın 4 Nisan 1972 tarihli bildirimi ile yasaklandı. Bildirimde şöyle denilmekteydi: -Ankara Sıkıyönetim Kumandanlığı 6134/14267 sayılı ve 4 Nisan 1972 tarihli bildirimi. Devrimci Tiyatro anlayışına ve izleyiciyle bütünleşme çabasına yönelik tiyatroyu sürdüren Ankara Sanat Tiyatrosu, bu kez Ana oyunu dolayısıyla yine sıkıyönetim tarafından yasaklamaya uğramış, oyuncular mahkemeye verilmiş, tiyatro binası kapatılmıştır. Çağdaş sanat tiyatrosu kimliğini devrimci ulusal tiyatro kimliği ile birleştirmiş olan Ankara Sanat Tiyatrosu, 1960'lar sonrası çağdaş Türk tiyatrosuna kendine özgü damgasını vurmuştur. Bugüne kadar toplam 159 oyun sergileyen Ankara Sanat Tiyatrosu, halen 30 kişilik bir kadro ile çalışmaktadır. Basamak fonksiyonu Basamak fonksiyonu formula_1 ile gösterilir ve tanımı şu şekilde verilir: formula_2 Kuantum mekaniğinde parçacıkların bağlı durumları basamak potansiyellerle ifade edilir, fiziksel olarak bu açıdan önem taşır. Basamak fonksiyonu periyodik olarak yazılırsa böyle bir potansiyel altındaki parçacığın (sıklıkla elektronun) dalga fonksiyonu Bloch fonksiyonu veya Bloch dalgası olarak adlandırılır. Örgüde elektronlar periyodik basamak potansiyeli altında varsayılırdıklarından basamak fonksiyonu fizik açısından önemlidir. Ayrıca Maxwell, Voigt ve Kelvin cisimleri için Creep olayı uygulanan kuvvetin zamana bağlı basamak fonksiyonu olması durumunda matematiksel olarak modellenir. Ayşe Seniyeperver Sultan Ayşe Seniyeperver Valide Sultan, (d. 1761 – ö. 11 Aralık 1828). I. Abdülhamid'in 1776'da evlendiği Onbirinci eşi "(d. 1761 - ö. 11 Aralık 1828)," Dördüncü Kadın Efendi, Osmanlı padişahı IV. Mustafa'nın öz annesi, Esma Sultan'ın annesidir. 29 Mayıs 1807'ten itibaren ise IV. Mustafa'nın tahta çıkması ile Valide Sultan olmuştur. 18. yüzyılda cariyeler genelde Kafkasya'dan getirildiği için Gürcü veya Çerkes asıllı olduğu tahmin edilir. Oğlu IV. Mustafa'nın kısa saltanatı sırasında 29 Mayıs 1807–17 Kasım 1808 tarihleri arasında Valide Sultan oldu. Oğlunun öldürülmesinden sonra 20 sene daha yaşadı ve 11 Aralık 1828 tarihinde öldü. Eyüp Sultan Camii Şadırvan avlusundaki hazireye defnedilmiştir. Kronecker delta Kronecker delta veya Kronecker delta fonksiyonu, Leopold Kronecker tarafından tanımladığından onun adını almıştır. Kronecker delta fonksiyonu şu şekilde verilir; formula_1 Bunun dışında rezidü hesabını düşünürsek Kronecker d
eltanın bir başka temsili de C, sıfır etrafında saat yönüne ters kapalı bir kontür olmak üzere şu şekilde verilir. formula_2 Fonksiyon karakterinden çok notasyonda kolaylaştırıcı eleman olarak kullanıldığından genellikle Kronecker delta (veya Kronecker deltası) olarak anılır. Özellikle diklik bağıntılarında sıkça kullanılan bir özelliği formula_3 olmak üzere şöyle verilir. formula_4 Kronecker delta ve Dirac delta arasında kesiklilik ve süreklilik ilişkisinin aynısı vardır. Diğer bir deyişle Kronecker delta Dirac deltanın kesikli uzaydaki halidir. Şehsuvar Sultan Şehsuvar Valide Sultan (d. 1682 - ö. 29 Nisan 1756), Osmanlı padişahı III. Osman'ın annesi, Valide Sultan ve Sultan II. Mustafa'in eşiydi. Kökeni ve ailesi bilinmiyor. Oğlu III. Osman'ın "Üç" yıllık saltanatının başlangıcında bir buçuk yılı bulmayan bir süre boyunca Valide Sultan oldu. III. Osman'ın 13 Aralık 1754 tarihinde Osmanlı Padişahı olması üzerine Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa'nın Vezîr-i Âzam olduğu bir dönemde Valide Sultan oldu. III. Osman'ın hükümdarlığının Üçüncü ayı başlarken, o devirde Anadolu valisi olan Hekimoğlu Ali Paşa da "Üçüncü" defâ sadrâzam olarak atandı. Sadrâzamlığının Dördüncü ayı muhalifleri tarafından III. Osman'a şikâyet edilen ve hemen akabinde sandalla Kız Kulesi'ne hapsedilmek üzere götürülmekte olan Hekimoğlu Ali Paşa, Şâh-Süvar Valide Sultan'ın telkinleri neticesinde serbest bırakılarak yerine 18 Mayıs 1755 tarihinde Naili Abdullah Paşa sadrâzam olarak tâyin edildi. Bu dönemin Temmuz ayında Kadırga Limanı'nda 20 saat kadar devam eden büyük bir yangın çıktı. Bu hâdisenin ardından 24 Ağustos 1755 tarihinde yerine Silahdar Bıyıklı Ali Paşa Vezîr-i Âzam olarak atandı ise de Altmışüç gün sonra yalan söylediği, rüşvet aldığı ve adının yolsuzluklara karışması nedenlerinden ötürü azledilerek 25 Ekim 1755 tarihinde idam edildi. Yerine Paris Sefaretnamesi'nin yazarı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa Vezîr-i Âzam olarak getirildi. Gelgelelim, o da daha henüz Altıncı ayını tamamlayamamışken sadrâzamlıktan azledilerek malları hazineye devrolundu. Yerine Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa "ikinci kez sadrâzam" olarak atandı. 29 Nisan 1756 tarihe raslayan Miraç Kandili gecesi oğlunun saltanatı sırasında, oğlunun ölümünden "Bir" yıl önce öldü. Cenazesi İstanbul'un Fatih İlçesi'nin Çemberlitaş semtinde bulunan Nuruosmaniye Camii'ndeki Şah-Süvar Sultan Türbesi'ne defnedildi. Almatı Zirvesi Alma Ata Zirvesi, Bağımsız Devletler Topluluğu'nun kurulması kararının ardından, Sovyetler Birliği'ni oluşturan on beş cumhuriyetten on birinin katıldığı bir toplantıdır. 21 Aralık 1991'de Kazakistan'ın o zamanki başkenti Alma Ata'da (Almatı) yapılan bu toplantıya Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Tacikistan, Ermenistan ve Moldova katıldı. Gürcistan ise gözlemci olarak iştirak etti. Ayrıca, zirvede kabul edilen bir protokol ile de BDT'nin kendi iç bünyesindeki yemden yapılanmanın esasları belirlendi ve açıklandı. Buna göre de; üyeler arasında koordinasyonu sağlamak için, kuruluşun en üst siyasi organı olarak, topluluğa üye cumhuriyetlerin devlet başkanlarından oluşan "Devlet Başkanları Konseyi" kuruldu. Ayrıca, hükümet başkanları düzeyinde de bir konsey oluşturuldu. Devlet Başkanları Konseyi'nin 31 Aralık 1991'de toplanarak Sovyetler Birliği'ne ait tüm kurumların varlığına son verilmesi ve bunun yerine yeni kurumların oluşturulmasının görüşülmesine karar verildi. Alma-Ata Zirvesi ile Sovyetler Birliği'ni oluşturan 15 cumhuriyet, 21 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği'ne fiilen son vermiş oldu. Bunlardan 11 cumhuriyet, her cumhuriyetin bağımsızlığı ve eşitliği ilkesi saklı kalmak kaydıyla, aralarında yeni bir yapılanma yoluna gittiler. Nitekim, bu tarihlerde Gorbaçov'u da devreden çıkarmayı başaran Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi beş üyesinden dördünün devlet başkanlarına bir yazı göndererek, Konsey'de Sovyetler Birliği'ne ait olan görevin ve yerin Rusya Federasyonu'na verilmesini istedi. Bu istek üzerine 22 Aralık 1991 günü, Sovyetler Birliği temsilcisi son defa olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi toplantılarına katılarak, bu tarihten itibaren yerini Rusya Federasyonu temsilcisine bıraktı. 23 Aralık 1991'de Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, Bağımsız Devletler Topluluğu'nun kuruluşu sebebiyle Boris Yeltsin'i kutladı. Aynı gün, Avrupa Topluluğu da yayınladığı bildiride "Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin uluslararası hak ve yükümlülüklerinin Rusya tarafından gerçekleştirilmesine devam edileceğini" açıkladı. İngiltere Başbakanı da benzer bir açıklamada bulundu. Bu açıklamalardan sonra Sovyetler Birliği hukuken de ömrünü tamamlamış; Onun yerine uluslararası platformlarda da temsil yetkisi BDT'ye geçmiş oldu. Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov'un 25 Aralık 1991'de Devlet Başkanlığı'ndan çekildiğini belirten açıklamasını; 26 Aralık 1991'de Sovyet Parlamentosunun Sovyetler Birliği'nin resmen son bulduğunu onaylaması gelişmeleri takip etti. Bu açıklamalardan sonra Sovyetler Birliği, 74 yıllık tarihi ömrünü fiilen, hukuken ve resmen tamamlamış oldu. Sovyetler Birliği'nin tarih sahnesinden çekilmesi, hem Rusya ve hem de uluslararası politika ve kuvvet dengesi münasebetlerinde yeni bir dönemin başlamasına yol açtı. Bu, aynı zamanda dünyanın yeniden yapılanması ve dolayısıyla yeni güç merkezlerinin ortaya çıkması demekti. Guan Yu Guan Yu (Çince:關羽, Pinyin: Guān Yǔ)(160 – 219) yaklaşık iki bin yıl önce Çin'de yaşamış bir generaldir. Aynı zamanda Çin tarihinde önemli bir kahraman; Çin dinlerinde bir kutsal figürdür. Guan Yu'nün yaşadığı dönem Çin'in Han hanedanlığı'nın sonu ile Üç Krallık Döneminin başlarına denk gelir. Bu dönem iç çatışmaların, kargaşanın hakim olduğu bir dönemdir. Guan Yu, kardeşi Liu Bei ve kan kardeşi Zhang Fei ile birlikte Wei ve Doğu Wu Hanedanlığına karşı savaşmıştır. Daha sonra Liu Bei "Shu Han hanedanlığının" ilk imparatoru olmuştur. Guan Yu ise bir savaşta Wu generali Lü Meng tarafından esir alınmış ve idam edilmiştir. Guan Yu Sui Hanedanlığı döneminde tanrılaştırılmış; bu inanış günümüze kadar ulaşmıştır. Çin halk inancında Guan Gong olarak adlandırılır; dürüstlüğün ve kardeşliğin sembolüdür. Taoculuk'ta ise şeytanları dize getiren güçlü bir koruyucu tanrıdır. Budistler de tapınaklarının ve Dharma'nın koruyucusu olarak kabul ettikleri Guan Yu'yü bodhisattva olarak adlandırırlar. Guan Yu inanışı günümüzde oldukça yaygındır; Çin, Tayvan ve Hong Kong'da Guan Yu'ye adanmış tapınaklara bolca rastlanır. Guan Yu bu tapınaklarda elinde bir mızrak, kırmızı yüzlü, uzun sakallı olarak tasvir edilir. Guan Yu'nün bu kadar yaygın olmasının bir sebebi de Üç Krallığın Öyküsü adlı romanın başkarakterlerinden biri olmasıdır. Üç Krallığın Öyküsü Luo Guanzhong tarafından 14. yüzyılda yazılmıştır; Guan Yu kahramanlıklarının bolca anlatıldığı bu kitap Çin dışında Japonya ve Kore'de de çok sevilen bir eserlerdir. Günümüzde de çizgi filmler ve bilgisayar oyunlarıyla Uzakdoğu'da hala popülerliğini korumaktadır. Musul Sorunu Musul Sorunu, Osmanlı Devleti'ne bağlı Musul Vilayeti'nin toprak sorunudur. I. Dünya Savaşı'ndan önce Osmanlı hakimiyetindeki Musul ve çevresi petrol varlığı sebebiyle, İngiltere, Fransa, Almanya arasında rekabet konusu oldu. Bölge, 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa'ya bırakılmıştı. Nisan 1920 San Remo Konferansında Fransa, kendisini Orta Doğu'daki menfaatlerini desteklemesi sebebiyle, Musul bölgesini İngiltere'ye bıraktı. İngiltere bölgedeki Hristiyanların güvenliği, İngiliz savaş esirlerine kötü muamele edilmesi gibi sebepler ile Mondros Mütarekesinin 7. maddesine göre Musul'un kendilerine terk edilmesini istediler. Musul'da yerleşik Osmanlı 6. Ordusu Komutanı Ali İhsan Paşa şehri İngilizlere terk etmemek için istifa etti. Yerine Gelen Binbaşı Halit Akmansü İstanbul'dan aldığı emri yerine getirerek Musul'u boşalttı. 15 Kasım 1918 tarihinde İngiliz askerleri Musul'a asker çıkarıp işgal ettiler. Mondros Mütarekesi gereğince İtilaf devletleri'ne güvenlikleri gereği istedikleri yerleri işgal etme yetkisi tanınıyordu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi henüz Ali İhsan Sabis Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi. Ateşkesten sonra İngilizler, Musul ve Zaho'daki sivil Hıristiyanların topluca öldürüldüğünü iddia ederek Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Ali İhsan Sabis Paşa, bu isteği reddetti ancak Suriye cephesinde Yıldırım Orduları grubunun Şam'dan sonra Halep'te de İngilizlere yenilip Adana'ya kadar çekilmesi neticesinde demiryolu ikmal hatlarının kesilmesi üzerine ve İstanbul hükümetinin de bu yolda emir vermesinden sonra Musul'u bırakıp Nusaybin'e kadar çekildi. İngiliz askerleri hiçbir direnişle karşılaşmadan Musul'a girdiler. İstanbul'dan benzer bir emir Mustafa Kemal Paşa'ya da Çukurova bölgesini terketmesi için gelmişse de Mustafa Kemal Paşa Adana'yı boşaltmamış ve Harbiye Nezaretiyle yaptığı telgraflaşmalarda emrin kanunsuz olduğunu söyleyerek emre direnmişti. Harbiye nezareti, kendisini görevden alıp karargaha çağırdığında ordunun bir kısmı silahlarını halka dağıtarak düşman eline geçmesine mani olmuştu. Bazı silahlar ise, Anadolu'da bir düşman direnişinde kullanılmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından daha güvenli olan doğu cephesine taşındı. Eylül 1922 - Temmuz 1924 yıllarında Iraklı Kürtler Süleymaniye merkezli yarı bağımsız Kürdistan Krallığı devletini kurmaya teşebbüs ettiler. Şeyh Mahmut Berzenci, Kürdistan Krallığı'nın kralı olarak kendisini ilan etti. Sevr Antlaşması'ndan sonra, Süleymaniye ile bütün bölge Birleşik Krallık yüksek komiserliğinin denetimi altına girdi. Eylül 1922'de Özdemir müfrezesinin İran'a çekilmesinden sonra, Birleşik Krallık Şeyh Mahmut Berzenci'yi vali olarak tayin etti. Şeyh Mahmut Berzenci Kasım'da tekrar kendisini Kürdistan Krallığı'nın kralı olarak ilan etti. Lozan Antlaşması'ndan sonra
Birleşik Krallık yüksek komiserliği, Irak'ın bütün bölgelerini birleştirmek isteyince Şeyh Mahmut Berzenci buna karşı çıktı. Mahmut Berzenci ve hükümetin teslim olmaması üzerine, Birleşik Krallık Hava Kuvvetleri Süleymaniye ve çevresini bombaladı ve bölge'de çatışmalar meydana geldi. 24 Temmuz 1924 yılında kesin olarak Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası'na bağlanmıştır. 1924 yılında Mustafa Kemal Musul'a asker göndermeyi ve bölgeden İngiliz'leri çıkarmayı planlıyordu. İngilizlerin desteklediği Yunan ordusu 150-200 bin askerini ve silahlarının %70 ini Anadolu'da bırakarak kaçmıştı. İngiltere'de Lloyd George hükûmeti istifa etmek zorunda kalmıştı ve Musul'da Türk ordusu karşısında direnmeleri mümkün değildi. Ancak Doğu Anadolu'da ilk önce Nasturi Ayaklanması daha sonra Şeyh Said İsyanı çıktığı için harekât yapılamadı. Musul için hazırlanan kuvvetler çıkan isyanları güçlükle bastırabildi. Musul Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesine dayanılarak 15 Kasım 1918 tarihinde İngiliz Askerleri tarafından işgal edildi. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türk Askerlerinin kontrolü altında kalan bir bölge olduğundan, Türkiye Cumhuriyeti Musul vilayetinin milli sınırları arasında olduğunu açıklamıştı. Lozan Konferansında Musul konusunda bir karara varılamamış ancak bir yıl sonra İngiltere ve Türkiye arasında görüşmeler ile çözülmesine karar alındı. Konferans başladığı sırada İngiliz askerlerinin işgali altında olmayan bölgelerde bir ayaklanma çıkması üzerine İngiliz Ordu birlikleri Süleymaniye kentini top ateşi altına alarak işgal etti. Türkiye işgali protesto etti. Ayrıca Türkiye, kendisine karşı silahlı saldırıda bulunan Asuri kabileleri İngiltere'nin silahlandırdığını öne sürüyordu. 19 Mayıs 1924 tarihinde Türkiye ve İngiltere arasında İstanbul Konferansı düzenlendi. Konferansta Türk tarafı Musul'un tarihi olarak daima Osmanlı toprağı kaldığını ve Birinci Dünya Savaşı sonunda da bu durumun değişmediğini, vilayetin nüfusunun üçte ikisinin Müslüman Türk ve Kürtlerden oluştuğu bu durumda tarihi, askeri ve etnik gerekçelere göre Musulun Türkiye sınırları içinde olması gerektiğini savundu. İngiliz tarafı Türk Devletinin isteğini kesinlikle reddetmesi üzerine İstanbul Konferansı dağıldı. Anlaşmazlık, Milletler Cemiyeti'ne götürüldü. Burada Türk tarafı İstanbul Konferansındaki tezlerini tekrarladı ve referandum (genel halkoylaması) yapılmasını istedi. İngiltere bölge halkının "bilinçsiz" olduğunu bildirerek plebisit isteğini de reddetti. Konuyu araştırmak için Milletler Cemiyeti'nde bir komisyon kuruldu ve çözümlenemedi. Kahire Konferansı Kahire konferansı, II. Dünya Savaşı sonra Uzak Doğu'daki gelişmeleri değerlendirmek amacıyla Roosevelt, Churchill ve Çan Kay Şek arasında; 22-26 Kasım 1943 tarihleri arasında Kahire'de yapılan toplantıdır. Kesin bir sonuca varılamayan konferansın yapılmasında Moskova Konferansı'nda görev alan dış işleri bakanlarının üç devletin liderlerinin de bir görüşmede bulunmaları gerektiğine karar vermesi etkili oldu. Josef Stalin'in isteği üzerine Tahran seçilse de, düzenlenen konferansta Uzak Doğu meselelerinin de görüşülmesi planlandığı için Çin Cumhuriyeti'ni temsilen Çan Kay Şek'in de yapılacak görüşmelere davet edilme teklifinin Stalin tarafından kabul edilmemesi üzerine, Churchill ile Roosevelt hem Çan Kay Şek ile görüşmek hem de Tahran'da yapılacak konferansa birlik içinde katılmak amacıyla Kahire'de bir araya geldiler. Churchill'in konferans boyunca Balkanlar'da bir cephe açılması konusunda ısrarına karşın bu isteği, Roosevelt tarafından kabul edilmedi. Ayrıca bu konferansta Türkiye'nin üslerini İngiltere'ye açarak savaşa girme durumu da görüşüldü ancak Numan Menemencioğlu'nun Türkiye'nin henüz bir savaşa giremeyecek olmasını gerekçe göstermesinden ötürü sonuç alınamadı. Emine Mihrişah Kadın Emine Mîhrişâh Kadın (d. 1693 - ö. 1732) Osmanlı padişahı III. Mustafa'nın annesi ve Sultan III. Ahmed'in eşiydi. Kökeni ve doğum yeri hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Necdet Sakaoğlu'nun bildirdiğine göre, Hicrî Şevval 1175 tarihli bir saray belgesindeki ""Bundan akdem vefât eden İkinci Mîhr-i Şâh Kadın Efendi"" cümlesindeki "az önce" mânâsındaki "akdem" sözcüğü, Emine Mîhr-i Şâh'ın bu belgede belirtilen Milâdî 1762 tarihine yakın bir zamanda öldüğünün tahmin edilebilir ancak bunu doğrulayacak tarihî bir belge yoktur. III. Ahmed'in ikinci kadınıdır. "Mîhr-i Şâh," İstanbul Eminönü'nde Yeni Camii havatin türbeleri "(Turhan Hatice Valide Sultan Türbesi)" haziresinde, eltisi Rabi'â Şermî'nin mezarının yanına gömüldü. Baş taşının kenarına yazılmış olan "Merhûme Vâlide Sultan" ibaresi, Mîhr-i Şâh'ın mezarının oğlu III. Mustafa'nın padişahlığı devrinde yenilenmiş olduğunu belgelemektedir. Malzeme bilimi ve mühendisliği Malzeme Bilimi ve Mühendisliği; seramik, metal, polimer ve kompozit malzemelerin çalışıldığı disiplinlerarası bir bilim dalı. Fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimlerin yanı sıra kimya mühendisliği ve makine mühendisliği ile de güçlü bir ilişkiye sahiptir. Malzeme bilimi ve mühendisliği programında önerilmekte olan derslerde mikroyapı-özellik-performans ilişkisi ve kullanım esnasında malzeme davranışını etkileyen faktörler üzerinde özellikle durulmaktadır. Tasarım çoğu zaman malzemelerin özellikleri tarafından sınırlandırıldığından dolayı malzemeler tüm mühendislik dalları için önem taşımaktadır. Malzeme alanındaki gelişmeler yeni tasarım kriterlerini beraberinde getirmekte ve yeni ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlamaktadır. Bundan dolayı mühendislik fakültelerindeki programların çoğunda malzeme bilimi ve mühendisliği ile ilgili en az bir ders bulunmaktadır. Metaller ve bunların alaşımları mühendislik malzemeleri içerisinde yaygın kullanıma sahip olmasına rağmen; seramik, polimer ve kompozit malzemeler alanında iyileşme ve gelişmeler sürekli artmaktadır. Mihrişah Valide Sultan Mihrişah Valide Sultan (1745 - 16 Ekim 1805), Osmanlı İmparatorluğu'nun Valide Sultanı, Osmanlı Padişahı III. Selim'in annesi ve III. Mustafa'ın eşi. İyliksever ve nâzik bir kişilik sahibi olan Mihrişah Valide Sultan 1745 yılında dünyaya geldi. Gürcü asıllıydı fakat doğduğu zamanki ismi bilinmemektedir. Aslen Gürcü Ortodoks bir papazın kızı olan Mihrişah Sultan, sarayda "Gürcü Güzeli" olarak anılmaktaydı. 1789 yılında oğlu III. Selim'in tahta çıkması üzerine valide sultan oldu. 1795 yılında İstanbul'un Eyüp semtindeki Mihrişah Valide Sultan Okulu ve Külliyesi'ni, 1796 yılında Bahçeköy'deki Arabacı Mandırası Deresi üzerindeki Valide Bendi'ni, 1801 yılında Levet Kışlası ve Hasköy Lâğımcılar Kışlası camileri ile Kasımpaşa Mevlevihanesi de "Mihrişah Valide Sultan" tarafından yaptırılmıştır. 1805 yılında Yeniköy'deki Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi'ni yaptırmıştır. Haremin hazinedar ustalarından çaşnigir Zeyneb için Eminönü Balıkpazarı'nda yaptırdığı kitâbesinde "Hazinedar usta çaşnigir Zeyneb" yazmasına rağmen halk arasında "Mihrişah Vâlide Sultan Çeşmesi" olarak bilinen çeşme de bugün yerinde yoktur. Halıcıoğlu Kışlası ile Haliç Köprüsü arasındaki iki minareli Mihrişah Valide Sultan (Kumbarhane) Camii'ni yaptıran da odur. Eyüp semtinde 1795 yılında inşa ettirdiği imaret ise 221 yıldan beri faaliyetlerini sürdürmektedir. Şair Münib, Mihrişah Sultan hakkında aşağıdaki dizeleri yazmıştır: "Mihr-î-Şah Kadın o Hûrşid-ü Kamer kevkebe kim" "Pertev-i şânı kadar gamkede-i âlem-i şen" "Mehdi-i ulyâmi edüb refêti temdit-i sürûr" "Kimsenin tıfl-ı derd ile olmaz şiven" Oğlunun saltanatı sırasında 1805 yılında öldü ve Eyüp'te 1792 yılında yaptırılan Mihrişah Valide Sultan Türbesi'ne defnedildi. Türbe içinde Mihrişah Sultan’dan başka III. Mustafa ile Adilşah Sultan’ın kızlarından Beynan Sultan, Perestu Sultan (II. Abdülhamid’i büyütmüştür), Hatice sultan da yatmaktadır. Mihrişah Valide Sultan ve oğlu Padişah III. Selim'in her ikisi de Mevlevî "(Muhammed Celaleddin-i Rumi)" Tarîkatı mensubuydular. 2012 yılında yayınlanan "Esir Sultan" adlı Türk televizyon dizisinde Mihrişah Sultan'ı İpek Tenolcay canlandırdı. Saliha Sultan Saliha Valide Sultan (ö. 21 Eylül 1739, İstanbul) Osmanlı padişahı I. Mahmud'un annesi, Valide Sultan ve Sultan II. Mustafa'nın eşiydi. Bazı kaynaklarda İstanbul doğumlu olduğu iddia edilmiştir ancak kökeni, saraya alınışı hakkında bilgi bulunmamaktadır. Çocukluğunu Haliç’in kuzey kesimindeki mahallelerde geçirdi. IV. Mehmet’in eşi Rabia Gülnuş Valide Sultan tarafından saraya alınarak iyi bir eğitim gördü. İlerleyen zamanlarda oğlu II. Mustafa ile evlendirildi. 1696 tarihinde Sultan I. Mahmud'u dünyaya getirdi. Oğlunun 1730 yılında tahta çıkmasıyla Valide Sultan oldu. Oğlunun 24 yıllık saltanatının ilk 9 yılı boyunca Valide Sultan olarak kaldı. İstanbul Azapkapı’da 1732-1733 yılında Saliha Sultan Çeşmesi'ni yaptırmıştır. Sokollu Mehmet Paşa Camii, Saliha Sultan Sıbyan Mektebi ve Yeşildirek Hamamı ile bir külliye oluşturan çeşme, tarihsel süreçte çeşitli koruma sorunları ile karşı karşıya kalmıştır. Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi son olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2005 yılında “Kuveyt Türk” Katılım Bankası sponsorluğunda onarılmıştır. 1739 yılında oğlunun saltanatı sırasında öldü. Cenazesi İstanbul Eminönü'nde "Yeni Camii Turhan Hatice Valide Sultan Türbesi"'ne gömüldü. Rabia Şermi Kadın Râbi'â Şerm-î Kadın ( ? - 1732) (Osmanlıca: رابعه شرمی قادین ), Osmanlı Padişahı I. Abdülhamit'in annesi ve Sultan III. Ahmet'in eşi. Kökeni ve doğum yeri bilinmemektedir. 1714 yılında III. Ahmet'in eşi oldu. 1732 yılında öldüğünde oğlu I. Abdülhamit yedi yaşındaydı. I. Abdülhamit annesinin ölümünden ancak 42 sene sonra tahta çıktı. O yüzden Râbi'â Şermî Sultân, Valide Sultan unvanını alamadı. Necdet Sakaoğlu'nun bildirdiğine göre Râbi'â Şermî Sultan'ın doğum tarihi "Hadikatü'l-cevamî" ve "Sicill-i Osmanî" gibi eserlerde Hicrî 1135 / Milâdî 1723 olarak yanlış verilmiş, "Alderson" da ise bir kayıt düşülmemiştir. 1732 yılında ölen Râbi'â Şerm-î Sultân'ın Rokoko üslûbundaki muhteşem mezârı İstanbul'da Yeni Camii "(Turhan Hatice Valide Sultan)" Havatin Türbeleri haziresin
de, hâcet penceresi önünde, eltisi Mîhr-i Şâh'ın yanındadır. Tabu Tabu, insan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış oldukça güçlü sosyal yasaklara denir. Etnologlar tarafından Polinezya dillerinden alınıp kullanılmaya başlanmıştır. "Kutsal" nesnelerde olduğu gibi çelişkili bir yapısı vardır, iki karşıt anlamı da taşır. Hem "kutsal" hem "kirlenmiş" şeyler tabu olabilirler. Örneğin "kirlenen" kişiler, nesneler "kutsal" olandan ayrı tutulmalıdır. "Tabu" karşılığında birçok dilde kullanılan sözcükler de iki zıt anlamı birden taşırlar. Hastaları ve ölüleri toplumun geri kalanından ayırmak en eski zamandan beri bir gelenektir. Bazı tabular ise kadınlara, cinselliğe, doğuma veya belli olaylara yöneliktir. Dövüşte ölmüş bir horozu yemek, reisi silah altında olan bir evin erkek hayvanını öldürmek vb. Bazı tabular geçici, belli dönemler içinken bazıları süreklidir. Bazı kozmik ya da kutsal sayılan bölgeler, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği yerler, bazı mezarlar gibi. Bugün farkında olmadan uygulanan bazı gelenekler de tabulardan kaynaklanmıştır. Bazı bölgelerde hükümdar toprağa dokunmamalıydı, çünkü güçleriyle toprağın ölmesine neden olabilirdi; bu nedenle taşınmalı ya da halı üzerinde yürümeliydi. Evrensel bir tabu yoktur ancak tabu mekanizması her zaman aynıdır. Bazı nesneler, kişiler ya da bölgeler tamamen farklı bir ontolojik sisteme dahil olurlar ve bunlara dokunmak ontolojik düzlemde ölümcül sonuçlar doğuracak bir kırılmaya neden olur. Bazı tabu örnekleri kaygı ve uzaklaşma yaratan, tuhaf, uğursuz, gizemli vb. olanların normal olanlardan ayrılarak tabu haline getirildiğini gösteriyor. Bu nesne, kişi ya da davranışlar aşağılanmaz, tersine bir değer atfedilir. Kızılderililerde, birçok Afrika kabilesinde, Şamanlarda kutsal güçlere sahip olan kişilerin itici görünüşe sahip, nöropat, sinirsel açıdan dengesiz ya da çirkin kişilerden seçilmesi gibi. Son olarak Sigmund Freud'dan bahsetmek gerekir. Freud tabuların bilimsel bir analizini yapmış ve bu tür yasaklara karşı güçlü bilinçaltı güdülerle hareket edildiğini ortaya çıkarmıştır. Kutsal yasaklar, Türk halk kültüründe "Koruğ" sözcüğü ile karşılanır. Bu kelime "Kor" sözcüğünden türemiştir ve korumak fiilinden gelir. Türk halk inancında, şamanizmde ve mitolojide sık sık rastlanan bu yasaklara Koru veya Korı da denir. Yapılması, dokunulması, gidilmesi, söylenmesi dinsel veya metafizik içerikli bir sonuca bağlanmış olan yasak. Masallarda ve efsanelerde sık sık görülen yasaklar şu şekildedir. Yaban Açık etiketli çalışma Açık etiketli çalışma, klinik çalışma yöntemlerinden bir tanesidir. Bu çalışmada hem katılımcılar hem de araştırmacılar uygulanan ilacın ne olduğunu bilirler. Oysa tek kör ve çift kör çalışmalarda katılımcılar kendilerine hangi ilacın uygulandığını bilmezler (çift kör çalışmada araştırmacı da bilmez). Roosevelt Felemenkçe ""Gül bahçesi"" anlamına gelen Hollanda kökenli bir soy isimdir. Rödevans Rödevans, yabancı dilde "redevance" sözcüğünden Türkçeye geçmiş olan, imtiyaz hakkı olarak nitelendirilebilir. Daha ziyade yeraltı kaynaklarının işletilmesi ve kâr paylarının rödevans şeklinde ifade edilmesinden dolayı, bu tür sözleşmelere rödevans sözleşmesi, imtiyaz payına da rödevans ücreti denilmektedir. Navlun Navlun, deniz ve nehir yolu ile taşınan eşya için, taşıma hizmeti karşılığında gemi şirketine ödenen ücret. Navlun bedeli resmî bir tarifeye veya sözleşmeye göre tahakkuk eder. Teslim şekline göre navlun satıcıya veya alıcıya ait olabilir. Navlun peşin ödenebileceği gibi (Freight Prepaid), varış limanında da ödenebilir (Freight Payable At Destination/Freight Collect). Tüm bunlar deniz ticaretinde konşimento adı verilen sözleşmelerde düzenlenir. Konteyner gemilerinde 20'lik (20dc), 40'lık (40dc) ve 40'lık yüksek tavan (40hc) konteyner çeşitleri için farklı navlun istenebilir. Her armatörün navlun teklifi ekipman ve gemi maliyetine göre değişebilir. Ağır yükler için yükleme kapasitesi daha fazla olan 40dc konteyner şekli tercih edilir. Bu konteynerlerde 28 tona kadar yük taşınabilir. Navlun fiyatları hafif yükler için aynı konteyner tipinde daha az olmaktadır. Navlunlar ayrıca yükün taşınacağı yöne göre değişir. Gemiler belli bir rota içinde hareket ederler. Bu rotada belli bir bölgeye giderken gemi daha doludur. Diğer tarafa taşınan yük ise daha azdır. Eğer daha az yükün olduğu yönde taşıma yapılıyorsa navlun tutarı düşük olmaktadır. Navlun tekifleri çoğunlukla gemi üzerinde taşımayı ifade eder. Toplam taşıma tutarını hesaplarken yükleme ve boşaltma limanındaki lokal masrafları da dikkate almak gerekir. Bir konteyneri dolduramayacak kadar yük olduğunda parsiyel ya da LCL (İngilizce Less than Container Load) olarak da taşıma yapılabilir. Esperanza Malchi Esperanza Malchi (ö. 1600), Osmanlı Devleti'nin Valide Sultan'ı Safiye Sultan'ın kirası olan Yahudi bir kadındı. Osmanlı haremindeki kadınlar, Valide Sultan dahil olmak üzere haremden dışarı çıkamadıkları için dış dünyayla ilişkilerini çoğu Yahudi olan kadınlarla yürütürlerdi. Bu kadınlara "kira" adı verilirdi. III. Murat'ın eşi ve III. Mehmet'in annesi olan Safiye Sultan'ın kirası da Esperanza Malchi idi Esperanza Malchi, Safiye Sultan'ın habercisi olarak Avrupa'nın birçok ülkelerine seyahat etti. İngiltere kraliçesi I. Elizabeth ile Safiye Sultan arasında haberleşmeyi sağladı. Malchi'nin 16 Kasım 1599 tarihinde Safiye Sultan adına I. Elizabeth'e yazdığı mektubun İtalyanca aslı British Library'de mevcuttur. Mektupta Malchi, I. Elizabeth ile Safiye Sultan arasındaki hediye alışverişini bizzat kendisinin yapacağını, hediyeler başka hiç kimsenin elinin değmemesi gerektiği yazılmaktadır. Esperanza Malchi ve oğulları Safiye Sultan'ın sayesinde o kadar zengin oldular ki onun bu zenginliğini çekemeyen yeniçeriler 1600 yılında isyan ederek Malchi'yi öldürdüler. Ailenin mallarına el kondu. Osmanlı tarihçisi Selanikli Mustafa Efendi'nin Mehmet İpşirli tarafından 1999 yılında günümüz Türkçesine uyarlanarak yayındığı kitabında bu konuda aşağıdaki satırlar yer almaktadır: "Tepelenen mel'une Kira'nın ve oğlunun parçaları Atmeydanı'nda birkaç gün köpeklere yedirildi. Ama ortalığı kerih bir koku sardı ve Müslümanlar rahatsız oldular. Sipahiler gelip karının parçalarını topladılar ve odun yakıp ateşe attılar". Yalıtkan Yalıtkan (dielektrik), bir elektrik akımı taşıyabilecek serbest elektronları olmayan, bir elektrik alanıyla kutuplanma özelliği taşıyan, elektrik iletkenliği sıfır veya çok zayıf olan cisim veya madde. Özdirençleri çok yüksek olduğundan, elektrik akımlarını ancak güçlükle geçirebilen maddeler için kullanılır. Yalıtkanlarda elektronlar, bir molekülden öbürüne güçlükle geçer; eğer bir yalıtkanın atomlarından biri bir elektronu yakalarsa, bu elektron atoma bağlı kalır; oysa iletken bir cisimde, bütün kütle içinde dolaşır. Yalıtkanlar şöyle sınıflandırılabilir; Katı sentetik yalıtkanlar, tabiî reçine, sentetik reçine, kauçuk, selüloz veya silisli olabilir. Teknik elektrik birliği, elektrik makinelerinin yapımında kullanılan yalıtkanların sınıflandırılmasını standartlaştırmıştır. Yalıtkan plastik maddeler, oda sıcaklığında katı halde bulunan ve plastik şekil değişimiyle istenen biçime getirilebilen organik maddeler veya kısmen organik madde karışımlarıdır. Isıyla sertleşen plastik maddeler şunlardır; fenoplastlar (bir fenol ile bir aldehitin yoğunlaşmasından meydana gelen sentetik reçineler) ve aminoplastlar (bir, iki veya daha çok amin veya amin fonksiyonu kapsayan organik bir bileşikle bir aldehitin yoğunlaşmasından meydana gelen sentetik reçineler üre-formol ve anilin formol reçineleri). Isıyla yumuşayan plastik maddeler arasında da şunlar sayılabilir; selüloz esterleri (nitroselüloz ve selüloz asetat); kimyasal sentezle elde edilen etilen türevi reçineler (akrilik ve metakrilik reçineler, vinilik ve polivinilik reçineler, polistirol reçineler). "Yalıtkan" kavramının uluslararası terminolojideki karşılığı "dielektrik" veya "izolatör" (İngilizce'de "insulator") şeklindedir. "İzolasyon" kavramı ısı ve diğer dış faktörler için de yaygın olarak kullanıldığından, elektrik, manyetik ve elektromanyetik alanında genelde ilk tanım tercih edilir. İngilizce'de elektrik akımını geçirmeme anlamında "non-conductor" terimi de kullanılabilmektedir. Ayrıca elektrik akımı ile yalıtkan madde arasındaki mesafeye bağlı elektrostatik fonksiyonlar 1991'de Solmajer ve Mehler tarafından incelenmiştir.. Mehmet Ercan Vuralhan Mehmet Ercan Vuralhan, (d. 1943, Malatya, Türkiye- ö. 18 Nisan 2018; Sirkeci, İstanbul), Türk bürokrat. II. Özal Hükümeti’nin Millî Savunma Bakanı’dır. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. 28 Aralık 1965'te Dışişleri Bakanlığı IV. Dairede aday meslek memuru olarak göreve başladı. 23 Haziran 1966'da aynı dairede 3. Katipliğe getirildi. 1 Nisan 1967 ile 31 Mart 1969 arasında askerlik hizmetini yerine getirdi. Askerlik dönüşü Batı Dairesinde 3. Katip olarak göreve başladı. 9 Ocak 1970'te 2. Katip oldu. 29 Haziran 1970'te Sofya Büyükelçiliği 2. Katipliğine görevlendirildi. 12 Kasım 1971'de Başkatip oldu. 31 Temmuz 1972'de Stuttgart Başkonsolosluğu 1. Sınıf Konsolosluğuna getirildi. 7 Temmuz 1975'te aynı yerde Maiyette Başkonsolos olarak bulundu. 31 Ekim 1975'te Dışişleri Bakanlığı Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğünde Şube Müdürü oldu. 5 Temmuz 1976'da Bütçe ve İdare Dairesi Şube Müdürlüğüne atandı. 29 Eylül 1977'de Lahey Büyükelçiliği Orta Elçilik Müsteşarlığına, 7 Temmuz 1978'de 3.Sınıf Büyükelçilik Müsteşarlığına, 28 Eylül 1979'da 2. Sınıf Büyükelçilik Müsteşarlığına, 14 Eylül 1981'de 1.Sınıf Büyükelçilik Müsteşarlığına terfi etti. 1 Ekim 1981'de aynı bakanlığın İdari İşler Genel Müdürlüğü I. Dairesinde 2. Sınıf Daire Başkanı olarak göreve başladı, 8 Kasım 1983'te Komptrolörlük (İdari ve Mali İşler) Daire Başkanlığına getirildi. 16 Mart 1987'de Riyad Büyükelçiliğine görevlendirildi. 17 Eylül 1987'de istifa ederek politikaya a
tıldı. Mehmet Ercan Vuralhan, 1987 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi saflarında Ankara’dan milletvekili seçildi. 1988 yılında Dışişleri Bakanlığına alınan zırhlı araç ihalesinde yolsuzluk ve usulsüzlük yapmakla suçlansa da istifa etmeyecek ve dönemin başbakanı Özal tarafından da desteklenecektir. Ardı ardına yere çakılan, içinde 38 kişinin öldüğü Casa uçakları ihalesini açması nedeniyle gündeme gelmiştir. 2000 yılında Balıkesir Manyas'ta “5 bin konut yaptıracağım” vaadiyle Kor İnşaat'a su basmanı ihalesi verip, firmadan teminat olarak aldığı 1.4 trilyonluk çekle firar etmesi nedeniyle, "Dolandırıcılık" ve "Çek Kanunu'na muhalefet etmek" suçlarından Polis tarafından aranırken, Florya Atatürk Deniz Köşkü’ndeki TBMM misafirhanesinde kalmıştır. Polisin tesadüfen Bakırköy'de gözaltına alıp; üzerindeki TBMM kimliğinde isminin “Ercan Vuralhan” olarak geçmesi, tutukluluk kararının ise “Mehmet Ercan Vuralhan” adına olması nedeniyle, serbest bırakılmıştır. Nihayet 4 yıl aradan sonra Sürmeli Oteli'nde tekrar yakalanmış ve Kartal Cezaevi'ne gönderilmiştir. Daha sonra 2011'de tutuklanarak Paşakapısı Cezaevi'ne gönderilmiştir. Eski Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan 18 Nisan 2018'de Sirkeci, İstanbul'da tartıştığı bir kişi tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Cenazesi 20 Nisan 2018 günü Nakkaştepe Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Polyester Polyester, polimerlerin bir kategorisi veya daha özel olarak ana bağları içinde ester fonksiyonel grupları içeren yoğuşma polimerleridir.Polyesterler doğada bulunmasına karşın, polyester genel olarak tüm polietilen tereftalat ve polikarbonat içeren sentetik polyesterlere ait geniş bir aileyi belirtir. PET, termoplastik polyesterlerin en önemlilerinden biridir. İlk sentetik polyester olan gliserin ftalat su geçirmezlik özelliği elde etmek için I. Dünya Savaşı’nda kullanılmıştır. Doğal polyesterler 1830’lu yıllardan beri bilinmektedir. Polyester kelimesinin yaygın kullanımı polyester liften gelen kumaşı belirtir. Polyester giysiler, doğal liflerle karşılaştırıldığında, daha az doğal hissedilir. Polyester lifler sıklıkla pamuk lifleri ile beraber , daha iyi özelliklere sahip giysiler üretmekte kullanılır. Likit kristal polyesterler, endüstride kullanılan likit kristal polimerlerdir. Genelde oldukça iyi mekanik özelliklere ve ekstra ısı direncine sahiptirler. Bunun için, jet motorlarında aşınma contası olarak kullanılırlar. Termoset polyester reçineler genellikle döküm malzemeleri olarak kullanılırlar, fiberglas kaplanmış reçineler ve metalik olmayan oto gövde dolguları gibi. Birçok uygulamada, polimerizasyon ve çapraz bağlar, metil etil keton peroksit veya benzol peroksit gibi organik peroksit içeren ısıveren (ekzotermik) tepkime başlatırlar. Aile planlaması Aile planlaması; eşlerin istedikleri zamanda, istedikleri sayıda çocuk sahibi olmaları veya kişisel isteklerine ve ekonomik olanaklarına göre çocuk sayılarını belirlemesi ve doğum aralıklarını istedikleri şekilde gerçekleştirmelerini sağlamaya yönelik yapılan çalışmalar. Aile planlaması tarihte ilk kez 1966 yılında Birleşmiş Milletler Genel Toplantısında “ailelerin kendi büyüklüklerini belirleme özgürlüğü” bir hak olarak kabul edilmiştir Aile planlaması hizmeti 1978 yılında yayımlanan ve tüm dünya tarafından kabul edilen Temel Sağlık Hizmetleri Bildirgesinde temel bir sağlık hizmeti olarak belirtilmiştir. 1994 yılında Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansında kadının aile planlaması yöntemleri konusunda bilgi sahibi olma ve bu yöntemlere ulaşabilme hakkı olduğu savunulmuştur Aile planlaması (doğum Kontrolü) yöntemleri kısaca geleneksel ve modern yöntemler olarak iki ana başlıkta incelenebilir. Geleneksel yöntemler çok uzun yıllardır kullanılan ve daha çok az gelişmiş toplumlarda kullanılmaktadır. Modern yöntemler ise teknolojinin gelişmesi ve ucuzlamasıyla günden güne daha sık kullanılmaya başlanan yöntemlerdir. Kuala Lumpur Kuala Lumpur (kısaca KL) veya resmî adıyla Kuala Lumpur Federal Toprağı (), Malezya'nın başkenti ve en kalabalık şehridir. Şehir 1857'de Gombak ve Klang nehirlerinin birleştiği yerde kurulmuş olup Putrajaya ile birlikte Selangor eyaleti içinde adacık halinde bağımsız olarak yer alır. 2015 yılı itibarı ile şehrin nüfusu 1.7 milyon olup metropolitan alanının nüfusu ise 7.2 milyondur ve Güneydoğu Asya'nın en hızlı gelişen metropollerinden biridir. Malayların dışında yoğun Çinli ve Hint nüfus barındıran Kuala Lumpur'da, Malay, İslam, Hint ve Çin kültürleri bir arada bulunur. Kozmopolit ve hızla yenilenen bir yapıya sahiptir. Dünyanın en yüksek yapılarından olan Petronas İkiz Kuleleri bu kenttedir. Kuala Lumpur 1857 yılında kurulmuştur. 1880 yılında Selangor Sultanlığı ve 1895 yılında da Federal Malay Devletleri'nin başkenti oldu. II. Dünya Savaşı sırasında 1942 yılında Japon İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş olup işgal 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya'nın teslim olmasına kadar devam etmiştir. Kuala Lumpur 1972 yılında şehir statüsü aldı ve 1 Şubat 1974 tarihinde Selangor eyaletinden ayrılarak federal toprak ilan edildi. Kuala Lumpur Malay Yarımadası'nda deniz kıyısına 30 km uzakta Gombak ve Klang nehirlerinin birleştiği noktada yer almaktadır. Kaynak:Ulusal Çevre Ajansı, Singapur Ocak 2007 Kuala Lumpur'da yerel yönetim Kuala Lumpur Şehir Meclisi tarafından sorumlu olup Federal Topraklar Bakanlığı'nın denetimi altındadır. Kuala Lumpur'un 1 Şubat 1974 yılından beri federal toprak olmasından beri sekiz belediye başkanı tarafından yönetildi. Malezya'da yerel hükümet seçimlerinin 1970'ten beri askıya alınmasından dolayı belediye başkanları federal bölge tarafından atanmaktadır. Kulala Lumpur'un şimdiki belediye başkanı Datuk Muhammed Emin Nureddin Abdülaziz'dir. Belediye Başkanları: Kuala Lumpur idari olarak Bukit Bintang, Titiwangsa, Setiawangsa, Wangsa Maju, Sentul, Kepong, Segambut, Lembah Pantai, Seputeh, Bandar Tun Razak ve Cheras olmak üzere 11 semte ayrılmaktadır. Kuala Lumpur Malezya ve Güneydoğu Asya'nın en önemli ekonomik ve finans merkezlerinden biri olup çevresindeki kentsel alanlar ile birlikte ülkenin ekonomik açıdan en sanayileşmiş ve en hızlı büyüyen bölgesidir. Kuala Lumpur'a Sepang'ta yer alan Kuala Lumpur Uluslararası Havalimanı hizmet vermekte olup KLIA Ekspres tren hattı ile şehir merkezine ulaşılabilmektedir. Şehir içi ulaşım otobüs, taksi ile hafif raylı sistem, havaray ve banliyö hatları gibi raylı sistemler aracılığı ile yapılmakta olup demiryolu taşımacılığında KL Sentra İstasyonu şehrin ana ulaşım noktasıdır. Deutz Deutz AG, Alman motor üreticisi kuruluş. Şirket dört zamanlı içten yanmalı motorları icat eden Nikolaus Otto tarafından 1864 yılında "N. A. Otto & Cie." adı ile kurulmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarında şirket adı "Klöckner Humbolt Deutz AG" olarak değiştirilmiştir. Su ve hava soğumalı dizel motorları ile ünlü olan Deutz, Almanya'nın Köln şehrinde yerleşiktir. Polivinil klorür Polivinil klorür, (Genelde kısaltılmış olarak PVC diye kullanılır.) oldukça geniş kullanım alanı olan bir plastik polimer. Polietilen ve polipropilenden sonra dünyada en çok üretilen üçüncü sentetik plastik polimerdir. Katı (Bazen RPVC olarak kısaltılır.) ve esnek olmak üzere iki formu vardır. PVC'nin katı formu yapı sektöründe boru ve tesisat malzemeleri ile kapı ve pencere profilleri için kullanılır. Son yıllarda PVC geleneksel yapı malzemeleri olan ahşap, beton ve kilin birçok alanda yerini almıştır. Ayrıca şişelerde, yenilemeyen ürün paketlerinde ve kartlarda (banka ve üye kartları) kullanılır. Fftalat gibi akışkanlaştırıcıların eklenmesiyle daha yumuşak ve esnek hale getirilebilir. Bu yumuşak formu ise atık su endüstrisinde boru hatlarında, elektrik kablosu yalıtımında, imitasyon deride, şişirilebilir ürünlerde kullanılır. Kauçuk yerine kullanıldığı uygulama alanları da vardır. Son 50 yıldır sağlık sektöründe de kullanıma girmiştir. Parenteral kullanılan sıvıların, kan ve kan ürünlerinin torbalarında ve transfüzyon setlerinde, kateter, kanül ve drenlerde, stoma ürünlerinde ve daha birçok yerde PVC’ye rastlanabilir. Polivinil klorid, monomer haldeki vinil kloridin polimerizasyonu ile üretilir. PVC sert bir plastik olup, daha yumuşak ve daha esnek hale getirmek için plastifiyanlar ilave edilir. Polivinil klorid 19. yüzyılda iki farklı halde, 1835’te Henri Victor Regnault ve 1872’de Eugen Baumann tarafından kaza eseri keşfedilmiştir. 20. yüzyılın başlarında, Rus kimyacı Ivan Ostromislensky ve Fritz Klatte Alman kimya şirketi Griesheim-Elektron ile PVC’yi ticari ürünlerde denemiştir fakat katı halde işlem görme zorlukları ve polimerin gevrekliği çabaları durdurmuştur. 1926’da, B.F. Goodrich şirketinden Waldo Semon, PVC’yi farklı katkı maddeleri ile karıştırıp, plastikleştirme metodu geliştirmiştir. Bu sonuç, daha esnek ve daha kolay işlenebilir malzemeyi vermiş ve ticari alandaki yaygın kullanım bundan yakın bir zaman sonra başarılmıştır. PVC yaklaşık yedi kez geri dönüşebilir ve ömrü yaklaşık 140 yıldır. Uluslararası geri dönüşüm kodu "3" olarak belirtilmiştir. Chan Chán (Çince: 禪, Pinyin: Chán) Çin Mahāyāna Budizminde belli başlı okullardan biridir. Batıda daha çok Japonca ismiyle Zen olarak tanınır. Morgan Motor Company Morgan Motor Company, İngiliz otomobil üreticisi kuruluş. 1910 yılında H.F.S. Morgan tarafından kurulmuş, daha sonra 2003 yılındaki ölümüne kadar oğlu Peter Morgan tarafından yönetilmiştir. Scion Scion, Japon Toyota firmasının sadece ABD pazarında kullandığı bir alt markası. Toyota Motor Şirketi (Toyota Motor Corporation) tarafından 2002 yılında kurulmuştur. Otomobil kullanma çağına yeni giren genç kullanıcıları hedef alan marka, Toyota'nın diğer benzer modellerinden daha düşük fiyatlara satılmaktadır. Düşük kullanım ve bakım giderleri ile Scion otomobilleri ABD pazarında önemli bir yer edinmişlerdir. Mack Mack ya da tam adı ile "Mack Trucks", dünyanın önde gelen kamyon ve TIR çekicisi üreticilerinden olan kuruluş. Şirket, 2001 yılında Volvo tarafından satın alınmıştır. Şirket merkezi ve ana fabrika AB
D'de Pensilvanya eyâletinde yerleşiktir. Koan Koan Zen (Chan) Budizmi'nde mantıklı düşünceyle cevaplanması mümkün olmayan, yalnız sezgilerle anlaşılabilen hikâye, diyalog ya da sorulara verilen addır. Koan, Çince "gōng'àn" (公案) kelimesinin Japonca okunuşudur. Kelime anlamı olarak "kamu davası" ya da "halka açık olay" diye çevrilebilir. Koanların ortaya çıkışı, Zen ustaları ve öğrencileri arasında geçen diyalogların kaydedilmesine dayanır. Bu diyalogları kayda değer yapan ise o anda ya da konu üzerinde çok uzun süre düşünme sonucunda öğrenciye bir uyanış ya da bir aydınlanma deneyimi yaşatmış olmasıdır. Daha sonra Song Hanedanlığı döneminden itibaren bu kayıtlar Zen ustaları tarafından öğrencilerine meditasyon konusu olarak verilmeye başlanmıştır. Örnek iki koan: Zazen Zazen (坐禅), Zen Budizminde oturarak yapılan meditasyona verilen Japonca isimdir. Zen pratiğinin kalbi olarak adlandırılır. Zazen, Çince "zuo" (坐, oturmak) ve "chan" (禪, zen ya da meditasyon) kelimelerinden türetilmiştir. Zen Budizminde zazenin amacının "yalnızca oturmak" olduğunu söyler, ancak bununla daha çok zazene otururken herhangi bir amaç gözetilmemesi gerektiği anlaşılır. Zazen, beden ve zihnin sakinleştirerek, varoluşun doğasını içgörü yoluyla deneyimlemeyi, ve böylece aydınlanmaya satori) ulaşmayı amaçlayan meditatif bir disiplindir. Zazen bağdaş kurmuş şekilde oturarak yapılır, omurga dik ve sabittir. Eller göbeğin önünde basit bir mudra oluşturacak şekilde birleştirilir. Gözler yarı açık tutulur, ancak herhangi bir nesneye odaklanmaz. Zazen geleneksel olarak, zendo denilen meditasyon salonlarında grup halinde uygulanır, uzun periodların ardından kinhin denilen yürüyüş meditasyonu yapılır. Zazen'in başlangıcı üç çan sesiyle ("shijosho"), bitişi de tek çan sesiyle ("hozensho") belirtilir. Oturmadan önce ve sonra, "gassho" denilen selamlamayla oturma yeri, uygulamaya katılan arkadaşlar ve öğretmen selamlanır. Japonya'da zazen yapmak için, "zabuton" denilen mat yere serilerek üzerine konan "zafu" adındaki yastığa oturulur. En yaygın oturuş şekilleri şunlardır: Bununla birlikte kimi modern uygulayıcılar sandalyeye oturarak zaazen uygulamayı tercih etmektedir. Dikkat edilmesi gereken, omurgayı dik tutmaya yardımcı olacak sağlam bir oturuşun tercih edilmesidir. Zazen uygulaması kabaca aşağıdaki üç yoldan biriyle öğretilir: Genel olarak, Shikantaza Soto okulunun, koan ise Rinzai okulunun benimsediği yöntemlerdir. Ancak çeşitli Zen merkezleri öğretmenin yaklaşımına ya da öğrencinin durumuna bağlı olarak her iki yöntemi de kullanır. Zazen eğitiminin başlangıç aşamalarında genellikle konsantrasyon vurgulanır. Nefes alışverişinin sayılmasıyla "hara" bölgesine (göbeğin alt bölümü) odaklanılır. Bu sayma meditasyonuna susokukan adı verilir, ve çeşitli varyasyonları vardır. Bu uygulama yluyla kişi belli bir yoğunlaşma gücü, yani "joriki" elde eder. Kimi Zen merkezlerinde, nefesi saymak yerine bir mantra akılda tekrar edilir. Bazı topluluklarda ya da sanghalarda, belli bir "samadhi" deneyimlenene kadar bu uygulamaya devam edilir; samadhiye ulaşıldıktan sonra diğer iki zazen yöntemine geçilir. Yoğunlaşma gücü geliştirildikten sonra, uygulayıcının dikkati meditasyon nesnesi olarak bir koana yöneltilebilir. Koanlar entelektüel akıl yürütme yoluyla çözülemez; düşünsel süreçte bir kısa devreye neden olarak, uygulayıcının doğrudan kavramasına yol açarlar. Shikantaza, uygulayıcının dikkatini herhangi bir nesneye yönlendirmediği, nesnesiz bir meditasyondur. Daha önce elde edilen konsantrasyon gücü, şimdiki zamanda meydana gelen tüm olguların tam olarak farkında olmak için kullanılır. Kabakçı Mustafa İsyanı Kabakçı Mustafa İsyanı, Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807 tarihinde, liderliğini yaptığı isyandır. İsyan sonucunda III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa geçirilmiştir. Bu isyanın esasında pek çok nedeni vardır. 1789 Fransız ihtilâli'nden sonra Avrupa’da çıkan milliyetçilik akımı, Osmanlı'yı diğer Avrupalı ülkeler kadar çabuk etkilememişti. Hattâ Sultan III. Selim, Nizâm-ı Cedîd adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, sosyal ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi. Bu durum özellikle Avrupa ve Osmanlı toprakları üzerinde paylaşım çatışmaları yaşayan Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hiçbirinin hoşuna gitmiyordu.1789 Fransız ihtilali sonrası Avrupa'da Fransız yayılması sonrası başlayan, 1790-1795 Rumeli Dağlı isyanları,1798 Napolyon Bonapart'ın Mısır'ı işgali,1805 de Kara Yorgi önderliğinde başlayan Sırp isyanı, 1805 İngilizlerin Mısır'ı tahliye etmemesi, 1806 Osmanlı-Rus savaşı, 1807 Osmanlı-İngiliz savaşı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğüne karşı gelişmelerdi. Bunlara ek olarak içeride de, III.Selim'in kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusuna karşı, rahata alışmış yeniçeriler, yerel ayanlar, bu ordu ve diğer yenilikler için ihdas edilen İrad-ı Cedid, bahriye hazinesi gibi yeni koyulan vergilerin mültezimlerde yarattığı isteksizlik gibi nedenler de vardı. 12 Nisan 1807 de Osmanlı ordusu Rusya ile savaşmak üzere yola çıktığında Serdar-ı Ekrem Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa yerine kaymakamlık görevine, Nizam-ı Cedid karşıtı Köse Musa Paşa atandı. Köse Musa Paşa, ordunun yokluğunda asayişi sağlamak üzere Nizam-ı Cedid askerlerini şehirdeki değişik karakollara dağıttı ve ek olarak Trabzon'dan 2000 kadar yamak getirtti. Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki, yamaklara Nizam-ı Cedid'in elbiselerinin giydirileceği söylentisi, zaten Vehhabi isyanı nedeniyle hacca da gidemeyen yerel halkın da huzursuzluğu gibi nedenlerle , 25 Mayıs 1807 sabahı bir anda âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler ve yamaklar içlerinden hareketlenme başladı. Gerici yerel vaizler de Nizam-ı Cedid askerine giydirilen pantolon ve ceketin de dinen caiz olmadığına dair söylentiler çıkartarak yerel halkı da bu isyanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar. Bu hareket ile isyan başlatıldı. Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. İsyan genişledi. Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü. Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Sultan III. Selim kan dökülmesini istemedi. Sultan III. Selim “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı. Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra "Pâdişâhı da istemiyoruz "diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan III. Selim'i tahttan indirip, yerine IV. Mustafa'yı geçirdiler. "Rusçuk Yaranı" adı ile anılan gizli bulunan, reform ve III. Selim yanlısı ve önemli devlet görevleri yüklenmiş olan grup (Sedaret Mektupçusu Tahsin, Başmuhasebeci Ramiz, Tuna Yalisi Mubayaacısı Behiç, Sadaret Kethudası Refik, Reisikuttab Galip efendiler) çaba göstererek hiç velvele çıkartılmadan Alemdar Mustafa Paşa ve seymenler ve Kıraçali ordusunun Edirne'ye gelmesini sağlamışlardı. Bu ordu mensupları Trakya'da yollar ve konaklara dağılarak İstanbul Trakya seyahatlerini önlemişlerdi. İşşemri ile 300 kişilik bir süvari baskın birliği oluşturulmuş ve Pınarhisar Ayanı Uzun Ali Ağa emrinde 14 Temmuz'da Rumelifeneri Kalesi'ni basmışlardır. Kalede bulunan Kabakçı Mustafa bu baskın sonucu hemen öldürülmüştür. Fakat yamaklar İstanbul'dan getirdikleri toplarla direnişe geçmişlerdi. Buna karşılık olarak baskıncı birlik ellerine geçirdikleri Anadolufeneri Kalesi toplarını kullanmaya başlamışlardı. Müthiş bir muharebe başlamıştı. Rumelifeneri köyü yamaklar tarafından yakılmış; Rumelikavağı, Sarıyer, Yeniköy yıkılıp yakılıp büyük zarar görüştü. Sivil halk denizden sandallarla kaçıp kurtulmaya çalışmaktaydı. Bu muharebe 4 gün sürmüş ve sonunda yamaklar tepelenmişti. Yamaklardan 300 ölü; Alemdar milislerinden 13 ölü zayiat doğmuştu. IV. Mustafa durumu iyi görmemiş ve Edirne'de bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa ile Alemdar Mustafa Paşa'ya aracı olarak Hazine Vekili Nezir Ağa'yı göndermiş ve her ikisini de İstanbul'a çağırmıştır. Sadrazama ve Alemdar milis ordusu ile birlikte 19 Temmuz'da İstanbul'a gelmişlerdi. Onları Şeyhülislam ve devlet erkanı İncirli Çiftliği'nde ve Sultan IV. Mustafa'da Sancak-ı Şerif'le (İncirli ile Davutpaşa arasında bulunan) Kırkkavak'da karşılamışlardı. Sultan, Sadrazam ve Alemdar devletin erkanıyla görüşme yapmıştı. "Rusçuk Yaranı" IV. Mustafa'nın hemen burada tutuklanması ve milislerin ivedilikle İstanbul'a girip III. Selim'i tekrar tahta geçirmesi idi. Fakat Alemdar bu öneriyi "mertliğe uygun değildir" diyerek reddetmişti. Alemdar Kırcalı milisleri ve seymenleri ile Çırpıcı Çayrı'nda ordugah kurdu. Sadrazam ise şehirdeki konağına ve yanındaki askerlerde şehir kışlalarına gitmişlerdi. 20 ve 21 Temmuz'da yeni bir seri atama yapıldı ve özellikle Şeyhülislam'lığa Arapzade Arif Efendi getirildi. 21 Temmuz'da Alemdar ordusuyla Alay Köşkü önünde IV. Mustafa'yla alay etti. Fakat IV. Mustafa Alemdar'ı sadrazam tayin etmeyip onu bir sadık, has ve kahraman kişi olarak övdükten sonra bütün Trakya ve Balkanlar üzerinde (Edirnekapı'dan Tuna Irmağı'na kadar yörelere) devlet murahhası ve serdarı olarak atandığını bir hatt-ı hümayunla ilan etti. Pistole Pistole, kâğıt üzerine tasarım yaparken vektörel (doğrusal eğri) çizmek için kullanılan, ölçü işaretsiz cetvel. Öğrenci değişim programı Öğrenci değişim programı, okullar arasındaki uluslararası eğitim yardımlaşma anlaşması gereği isteyen öğrencilerin, eğitimlerinin bir kısmını yurtdışında yapmasına olanak tanıyan öğrenci alıp-verme eğitim prosedürüdür. 15-18 yaş grubu lise öğrencilerine yönelik kültürlerarası değişim programları düzenleyen en büyük kuruluşlarda
n biri olan YFU 1951 yılından bu yana faaliyet göstermektedir. 60'a yakın ülkede faaliyet gösteren YFU, öğrenci değişim programları kapsamında bu güne dek 250.000'e yakın öğrencinin yaşam boyu sürecek bu deneyimden faydalanmasına olanak sağlamıştır. Selefilik Selefîlik ("Salafizm" ve "Selefiyecilik" olarak da bilinir, "Selefiyye"), temelleri İbn-i Teymiye tarafından atılmış olan İslâm dîni itikadî mezheplerinden biridir. Selef halefin tersidir ve tarihsel olarak önde olanlar anlamına gelir. Selefîyye, dinde selef kabul edilen kişilere hiçbir değişiklik yapmadan tâbi olmayı esas alır. İbnü'l Cevzî'nin kendi devrindeki Asarî İtikadî Mezhebi'nin bazı tâkipçilerine yönelttiği eleştrilerin ışığı altında "Selefîyye," "Ta'til" "(Muattıla i'tikadı)" ile "Temsîl" "(Mücessime ve Müşebbihe i'tikatları)" arasında bir konuma hâizdir. Eş'ârîlik ve Mâtürîdîlik kurulana kadar Sünni Müslümanlar i'tikadî yönden Selefîyye'ye bağlı sayılıyordu. Müslümanlar arasında mezheplerin kurulmuş olduğu 8. ve 9. asırların öncesinde yaşayan sahabe ve tabiin gibi Müslümanlar ""Selef-i Salihin"" kabul edilir ve doğru yolda olduklarına inanılırdı. İslam tarihindeki en eski hareketlerden biri olan Selefi gelenek; "Ehl-i sünnet-i hassa", "Ehl-i Hadis", "Ashabu'l-Hadis" gibi isimlerle de anılmıştır. Selefi gelenek hadisçilerin temsil ettiği bir ekol olması, katı nakilci tavrı, aklı öncelemekten kaçınması, kıyas ve re'y gibi metodlara itîbar etmemesi ile farklılaşır. Bu noktada Kûfe'de başlayıp Irak'ta kurumsallaşan rey ekolünden farklılaşmaktadır. Hanbeliliğin de kurucusu olan imam Ahmed bin Hanbel ile ilk devresini yaşayan Selefilik, Harranlı İbn-i Teymiyye ile ikinci aşamasını geçirdi. Günümüzde de devam eden üçüncü kuşağın öncüsü, 18. yüzyılın başında doğmuş olan Muhammed bin Abdülvahhab'dır. Selefiyye terimi günümüzde çoğu kez Hanbeli ekolünden Muhammed bin Abdülvahhab'ın öğretilerini benimseyen ve İslam Coğrafyası'nda karşıtları tarafından yaygın şekilde Vahhâbîlik olarak tanımlanan inanç sistemine mensup kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Kimilerine göre Ehl-i Sünnet'in dışında olduğu varsayılan öte yandan da kendisini Selef-i Salihin'in gerçek tâkipçileri olarak tanımlayan "Vehhâbî akımı" Haricîler'in kollarından biri sayılır. Nitekim günümüzdeki Selefi ve Vahhabi toplumların fikirleri ve davranışları Haricîler ile mutabıktır. Vahabi ve Selefiler diğer itikad ve mezheplerin Müslümanlarını, küfür, şirk ve bidat ile itham etmektedirler. Selefiliğin yedi temel ilkesi bulunur. Bunlar takdis, tasdik, acz, sükut, imsak, kef ve marifet ehline teslim olmaktır. ""Takdis"" ve ""takdir"" Allah'ın sıfatları ile ilgilidir. Birincisine göre Allah'ın hiçbir kötü sıfatının yoktur, ikincisine göre tüm güzel sıfatlar ona aittir. Sonraki dört ilke ise insanın davranış biçimi ile ilgilidir. ""Acz"", insanın Kuran'ı anlayamayacağını, buna gücünün yetmeyeceğini anlayıp aczini kabul etmek demektir. ""Sükut"", Kuran'da anlamadığı, kafasına takılan yerleri konuşmaması, başkasına sorarak onun da kafasını karıştırmaması, hatta konusu açıldığında bu konuyu bilemeyiz diyerek kapatmasıdır. Tutmak anlamına gelen ""İmsak"" da, sükuta benzer bir ilkedir. Anlaşılmayan bir konuyu insan içinde tutmalıdır. ""Kef"", sükut ve imsakın çaresiz kalması durumunda devreye giren ilkedir. Kuran'da anlaşılmayan konularda susmayı ve içinde tutmayı beceremediği durumda "kalben ve zihnen başka şeylerle meşgul" olarak kef yapabilir. Başka şeyleri düşünerek beladan kurtulabilir. Son ilke olan "marifet ehline teslim olma" ise selefilik anlayışının kurucuları ve alimlerinin söylediklerini yapmaktır. Selefiyye; İ'tikadî konularda aklın da kullanılması husûsunda Mutezile mezhebinin tam tersidir. Mu'tezile mezhebi, aklı birinci sıraya koymakla beraber akıl ile naklin çeliştiği durumlarda aklı kullanarak te'vil "(görünür mânâ hâricinde bir başka mânâda kabul etme)" yoluna gidip genel olarak felsefeci bir tutum benimserken Selefiyye mezhebi ise i'tikadî konularda akla yer vermez, sâdece nakil "(Kur'an-Sünnet)" ile hareket eder ve Kur'ân'daki müteşâbih âyetleri olduğu gibi kabul ederek, bu âyetlerde kastedilen mânâyı insanların bilemeyeceğini, konunun mânâsını Allah'a havâle ettiklerini belirtir. Kur'ân'da geçen ""Allah'ın eli"" gibi antropomorfik "(cisimleştirilmiş)" ifâdeler; çoğu Sünnî ve Şî'î müfessir (tefsîrci) tarafından ""Allah'ın kudreti"" şeklinde anlaşılır. Örneğin; Fetih Sûresi 10. âyetin (48/10) me'âli; Sünnî müfessirlerden Elmalılı Hamdi Yazır'ın Türkçe kaleme aldığı Kur'ân tefsîrinde şöyle verilir: Elmalılı Hamdi Yazır; ""eli"" kelimesini parantez içinde ""kudreti"" mânâsında te'vil ederken, Selefiyye'de ise bu vb. ifadeler; daha zâhirî boyutta ele alınır ve aklî bir şekilde te'vîl edilmez. Selefîler; bu gibi müteşâbih âyetleri, ""Allah'ın bir eli olduğu âyette belirtilmiştir, buna göre Allah'ın bir eli vardır; fakat bu elin keyfiyeti (nasıllığı) nedir, biz bilemeyiz, bunu Allah'a havâle ederiz."" şeklinde cevaplandırır, hiçbir şekilde te'vîle gitmezler. Selefiyye mezhebi; akıl ve nakil konusunda mutlak nakle inanır ve aklı, sahîh nakle tâbi' görür. İmân esasları ile ilgili konularda Kur'ân ve Sünnet'teki açıklamalar ile yetinip bunları aynen kabul eder. Bu kabule müteşâbihler de dâhildir; te'vîl etmemenin yanı sıra, Mücessime'nin yaptığı tecsîm "(cisimleştirme)" yaklaşımında da bulunmazlar. Genellikle amelde "(fıkıhta)" Hanbelî Mezhebi'ne bağlı olanlar; i'tikatta Selefî'dirler. Ancak Selefîler, fıkıhta Mezhep taklîdini benimsemedikleri için, kendilerini bir mezhebe bağlı saymazlar. Dört büyük Sünni mezhebinin imâmlarını esas alırlar. Hadîslere ve muhaddislere "(hadîs âlimlerine)" çok önem verirler. Bugün Selefîler'in en yoğun olduğu bölge Suudî Arabistan'dır. Büyük Selefî âlim ve muhaddislerin imân konusundaki görüşü; genel olarak şöyledir: Selefiyye'ye göre amel, imânın bir parçası olduğu için; eğer amellere gereken özen gösterilmezse imân, hem derece nicel hem de nitel açıdan azalır. Tam tersi, eğer amellere gereken önem verilip amelî yöndeki çabalar arttırılırsa imân, hem nicel hem de nitel açıdan artar. İddia; Ehl-i sünnet'in Asarî-Hanbeli i'tikadından olan ve temelleri "Muhammed bin Abd ul-Vahhab" ile onun Yirminci yüzyıldaki en önemli takipçisi "Muhammad Nâsır ud-Dîn el-Albanî" tarafından atılan Vehhabilikte namaz vakitlerine karşı aşırı hassâsiyet gösterilir, namazlarını vaktin girmesiyle birlikte hiç zaman kaybetmeden icrâ ederler. Sanal Sanal şu maddelerde ilgili olabilir: İnsan kaynakları İnsan kaynakları; bir işletme veya kurumun ürün ve hizmet yaratmak amaçlı kullandığı kaynaklardan biridir. İnsan kaynakları ürün ve hizmetlerin insanlar ile ilişkisini kurabilmek için pazarlama yetisini; organizasyona ait bilgiyi, deneyimi, becerileri, karar vermeyi ve yaratıcılığı; bu yeteneklerin örgütlendirilmesini, yapılandırılmasını ve ödüllendirilmesini içerir. İnsan kaynakları işyerlerinde ihtiyaç duyulan insan gücünü karşılamak ve verimli kullanmak için oluşturulmuş bölümün adıdır. Daha önceleri, personel bölümü olarak, devam takibi yani puantaj işlemi yaparak bordro hazırlayan bir görevi olan bu bölüm günümüzde faaliyet alanını genişleterek bu ismi almıştır. En genel anlamıyla insan kaynakları, işveren ile çalışan veya potansiyel çalışanların ilişkilerini düzenleyen süreçlerin genel adı ve işletmelerde aynı adla anılan birimdir. İşgücü planlaması ile başlar, işe alım, ücretlendirme ve yan menfaatler, endüstriyel/sendikal ilişkiler, kurumsal performans yönetimi, kariyer yönetimi ve eğitim, çalışanların memnuniyetinin ölçümlenmesi, sosyal ve idari hizmetlerin tahsisi gibi çalışanları ilgilendiren tüm konuları kapsar. İnsan kaynakları çalışanları, yasa gereği, iş arayan bireylerden hiçbir maddi talepte bulunamazlar. Günümüzde insan kaynaklarının işlevi aşağıdaki şekilde tanımlanabilir: Babil'in Asma Bahçeleri Babil'in Asma Bahçeleri, Eski Dünya'nın yedi harikasından biriydi ve mevkisi açık ve net bir şekilde belirlenmeyen yerdir. Geleneksel olarak, Irak’ta Babil şehri olan şimdiki Hillah yakınlarındaki Babil’in eski şehrinde inşa edildiği söylenmektedir. Babilli rahip Berossus, bahçeleri Babili II. Kral Nebukadnezar’e bağlar. Babil metinlerinde bahçelerden bahseden kesin bir şey yoktur ve kesin bir arkeolojik delil de bulunmamıştır. Bir efsaneye göre, Babilin Asma Bahçeleri Babil Kralı İmparator II. Nebukadnezar tarafından eşi Kraliçe Amytis (Amitis) için oluşturulmuştur çünkü Kraliçe Amytis memleketinin yeşil tepelerini ve vadilerini özlemiştir. İmparator II. Nebukadnezar “The Marvel of the Mankind (İnsanlık Harikası)” olarak bilinmiş hale gelen büyük sarayı da inşa ettiren kişidir. Delil olmayışının sebebi Asma Bahçelerin tamamen efsanevi olduğunun ima edinebilinmesidir ve Strabon, Diodorus Siculus ve Quintus Curtius Rufus’u içeren Eski Yunan ve Roman yazarlarının doğunun bahçelerini romantizmin ütopik simgesi olarak gösteren tasvirlerinin bulunmasındandır. Alternatif olarak, orijinal bahçe Asur Kralı Sanherib’in Musul’un modern şehri yakınlarında Dicle Nehri üzerinde Ninova’nın başkentinde iyi belgelenmiş olabilir. Eski edebî eserlerde Babil’in Asma Bahçeleri ilk olarak Morduk’un Babilli rahibi Berassus tarafından tanımlandı. Günümüzde birkaç yapıta “Babil’in tasviri kaybolmamıştır” benimseyen, Berassus’u da içeren başlıca beş yazar vardır. Bu yazarlar Asma Bahçelerin büyüklüğüyle birlikte neden ve nasıl inşa edildiği ve nasıl sulandığı hakkında kaygılanırlar. Josephus bahçeleri tanımlarken Berassus’dan alıntı yapmıştır. Berassus, II. Nebukadnezar’ın hükümdarlık dönemini tanımladı ve Berassus krala ve Asma Bahçelerin yapısına inanan tek yazardır. Bu yeri yüksek duvarlarla, sütunlarla destekleyerek inşa etmiştir; cennetin bahçesi olarak anılan bu yeri kısa ağaçlarla doldurdu, tam anlamıyla dağlık bir manzara haline getirdi. Bu kraliçeyi memnun etti, çünkü kraliçe Media da büyümüştü ve dağlık manzaralara düşkündü. Şehrin yanında bulunan, Asma bahçe olarak bilinen,Semiramis’den sonraki Suriye kralı tarafından cariyelerden birinin
ricası üzerine yaptırılmıştır. Cariye hakkında Fars ırkından olduğunu ve memleketindeki dağlarının çayırlarına özlem duyduğunu söylenir. Bahçeye giriş bir yamaç gibi eğim aldığı ve bazı yapılar birbirlerinin üzerinde yükseldiği için yapı bir bütün olarak tiyatroyu andırmaktadır. Yükselen teraslar yapıldığında, orada bahçenin bütün ağırlığını taşıyabilen ve yavaş yavaş diğer girişin üstünde yükselen o geçitlerin altında inşa edilmiştir ve 50 kubit yüksekliğindeki yukarıdaki geçit şehrin mazgallarının duvarlarının çevresine yapılan parkın en üst düzeyini delmektedir. Ayrıyeten büyük masraflarla yapılan duvarların kalınlığı 22 fit ve geçit yolunun iki duvarı arasındaki mesafe 10 fit genişliğindedir. Işık altındaki ilk tabakada büyük miktarda ziftin içinde kamışlar, ikinci tabakada çimentoyla birleştirilmiş pişmiş tuğlalar ve üçüncü tabakada kurşun kaplama, son olarak nemin nüfuz etmemesi için toprak kullanılmıştır. Buranın üstüne büyük ağaçların kökleri için toprak yığılmıştır ve bu yer düzeltildiğinde seyircilere memnuniyet verebilecek büyüklükte ve cazibede her çeşit ağacın dikilebileceği kalınlıktadır. Geçitler diğerinin ötesindeki her çıkıntıyla tüm ışığı alır ve bunların çoğu kral konutunu kapsar. Sulama içinse makineler ve en üst yüzeyden yol gösteren bir geçit vardır. Gözle görülen hiçbir şey olmamasına rağmen makineler nehirden büyük ölçüde su çekmektedir. Şimdi bu park söylenildiği gibi sonradan yapılan bir inşaydı. M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in tarihçesi, Quintus Curtius Rufus (M.S. 1. yüzyıl) Cleiarchus yazısından bahsettiği Büyük İskender’in tarihi metninde; “Babilllerin bir kalesinin çevresi 20 stad uzunluğa sahiptir. Kulelerin temellerinin 30 fit yerin altında yer alır ve surlar en yüksek noktanın 8 fit yükseğindedir. Asma bahçelerin tepelerinden, Yunan masallarında merakla bahsedilir.Onlar bir duvar kadar yüksekte ve cazibesini borçlu olduğu uzun boylu ağaçların gölgesindedir. Kolonlarla desteklenen bütün yapı taştan yapılma, bunların üzeri kalın bir toprak tabakasını taşıyabilecek güçte kare taşlarla döşenmiş bir yüzey ve sulama işlemi bu yüzeydeki suyla yapılır. Bu yüzden hemen hemen 50 fit yüksekliğinde ve 8 kubit kalınlığındaki gövdeleriyle ağaçların yapıları sağlamdır. Eğer doğal çevrelerinde yetiştirilebilirlerse bol miktarda meyve verirler. Zamanın kademeli yıkıcılığının yanında doğanın ve insanında yıkıcı etkisi de olmasına rağmen bu gösterişli yapı zarar görmeden ayakta kalmıştır. Birçok ağaç köküne maruz kalmış olmasına karşın koca bir ormanı taşıyabilecek güçtedir. Burası 11 fit aralıklarla 20 metre kalınlığındaki duvarlarla bir alt yapısı vardır. Böylece bu uzaklık dağlardan sarkan ağaç etkisi sağlar. Bu gelenek ülkesini Babil’den yöneten Suriye kralının bir işidir. Ülkesinin ağaçlarını, ormanlarını özleyen eşi için yapmış ve zarif yapıyla doğanın güzelliğini taklit ederek eşini ikna etmiştir. Strabon(M.Ö. 64 – M.S. 21) 4. yüzyıla ait Onesicritus’un kayıp bir bölümüne ait olduğu düşünülen bir paragrafında Asma Bahçeleri şöyle tarif eder; "Babil, çok büyük bir ovaya uzanır ve 385 stad duvarla çevrilidir. Duvarların kalınlığı 32 fit, kulelerin yüksekliği 50 kubit ile 60 kubit arasındadır ve bu duvarların üstündeki geçitten dört at arabası diğerini rahatlıkla geçebilir. Bundan dolayı Asma Bahçeler Dünyanın Yedi Harikasından biri olarak anılır. Bahçenin şekli dikdörtgendir ve her kenar 4 plethra uzunluğundadır. Bu kareli küp benzeri temeller, birbiri ardına bulunan kemerli tonozlarda meydana gelir. Oyulmuş kareli temeller büyük ağaçlara imkân sağlayan toprakla pişmiş tuğla ve asfaltla inşa edilerek kaplanmıştır. En üstteki teras katlarına çıkış bir merdiven tarafından yapılır. Şehrin ortasından akan ve bahçenin yanından geçen 1 stad genişliğindeki Fırat nehrinden bahçeye bu amaçla atanan işçiler tarafından şu taşınır. Bugün dahi kullandığımız Dünya’nın 7 harikası bu açıklama ile saygınlık kazanmıştır. Asma bahçeleri sürülmüş toprak üzerindeki köklerinin toprağa sabitleniş çatı şeklindeki sistem üzerinde büyümesi ile toprakta değil havada yetiştirilir. Dört oymalı taş sütun aracılığıyla toprak altında kalacak şekilde ayarlanmıştır. Kirişler arasına aralarında çok az boşluk kalacak şekilde palmiye ağaçları dikilmiştir. Bunlar yalancı kiriş görevi görür. Bu ahşap diğerlerinin aksine çürümez, ısıtıldığında ve basınç altında şişer ve büyümeyi köklerde sağlar. Çok derin toprak birikmiştir ve geniş yapraklı özellikle pek çok çeşit bahçe ağacı dikilmiştir ve her tür çiçekli bitki, kısacası izleyenlere neşe ve keyif veren her şey dikilmiştir. Bu yapay ekilebilen arazi sütunlar boyunca yürüyenlerin başları üstündedir. En yüksek düzeyde yürünüldüğünde çatıdaki toprak tıpkı normal bir yerdeki derin toprak gibi sıkı ve tahribatsız durur. Yapıda bulunan su kemerleri yüksek yerden su getirir. Kısmen suyun yokuş aşağı düzgün bir şekilde inmesini sağlar. Su yukarı çıkarılacağı zaman ise bu olay vidalar ve spiral makineler yardımıyla basınç yoluyla yapılır. Babil ile ilgili çağdaş kaynaklardaki belgelerin eksikliği nedeniyle asma bahçelerinin gerçek bir yapı veya şiirsel bir eser olduğu hususunda bâzı tartışmalar vardır. Nebuchadnezza’ın eşi Amyitis (veya diğer eşler) hakkında da bir söz yoktur. Heradobus II. Nebukadnezar’ın zamanlarında Babil hakkında yazmıştır fakat “Histories” adlı kitabında asma bahçelerinden söz etmemiştir. Bugüne kadar Babil’de asma bahçeleri hakkında hiçbir arkeolojik kanıt bulunamamıştır. Bu delilin Fırat Nehri’nin altında varolması mümkündür fakat günümüzde bu delilleri güvenli bir şekilde çıkarmak mümkün değildir. II. Nebukadnezar’ın zamanında bu nehir şimdiki konumunun doğusunda akıyordu ve Babil’in batı kısmı hakkında az şey bilinmektedir. Rollinger Berassus’un bahçeleri Nebukadnezar’a (siyasi nedenlerden dolayı) devrettiğini ve efsaneyi başka yerden uyarladığını önerdi. Yeni bir teori Babil’in Asma Bahçelerinin aslında Süryani kralı Sanherib (saltanatı M.Ö. 704-681) tarafından Ninova’daki sarayı için inşa edilmesini önermektedir. Stephanie Dalley iki yer arasında geçen yüzyıllarda karışık olduğunu öne sürmektedir ve Sanherib’deki saraylardaki geniş bahçeler II. Nebukadnezar’ın Babil’ine atfedilmiştir. Yeni keşfedilen Sanherib’e kayıtlı su kemerlerinin geniş bir sisteminin kazısını içermektedir. Dalley argümanlarını günümüze ait Akad yazıtlarının deşifre edilmesindeki son gelişmelere dayandırmaktadır. Başlıca noktaları şunlardır; Kral Sanherib’in asma bahçeleri sadece güzelliği için Dünya harikası olarak dikkate alınmamış. Kraliyet bahçesi yapmak bir Asur geleneğidir. Kral II. Nebukadnezar (M.Ö. 883-859) şöyle tarif eder; “Bir dağı keserek Zap’ın suyundan bereket kanalı denilen bir kanal çıkardım. Dicle’nin çayırlarını suladım ve çevresine her türlü meyve ağacıyla meyve ormanları diktim. Geçtiğim, yürüdüğüm, üzerinde ülkeler bulunan dağlıklara tohumlar ve bitkiler diktim; farklı türden çamlar, farklı türlerde ardıçlar ve selviler, badem, hurma, abanoz , gül ağacı, zeytin, meşe, ılgın, ceviz, çitlembik ve alıç köknar, incir, asma…” Ninova şehrinde böyle bir bahçenin sulanması geliştirilmiş su tedariğini gerektirmiyordu. Kanallar 50 km boyunca gergin bir şekilde dağlardan geçmekteydi. Sanherib teknolojileri ile gurur duyulmakta ve bunları yazıtlarında çalışanlarına detaylı anlatmaktadır. Örneğin, Barian’da subaşında bulunan yazıtlarında otomatik ben kapaklarından bahsetmiş ancak nasıl çalıştığını anlatmamıştır. “Bu kanalın küreksiz açılıp, fazlalık suyun akmasına izin veriyordu. Bent kapakları insan gücüyle değil, Tanrıların isteğiyle açılıyordu. Hiçbir çalışanın eli, bent kapağını açamamıştı; bunu tanrılar yapmıştı.” İki milyonun üstünde taşla; Jerwan’da vadiyi geçen muazzam bir köprü inşa edilmişti. Taş kemerler kullanılış ve su geçirmez çimento kullanılmıştı. Üstünde şöyle yazıyordu; Sanherib; Asur’un büyük kralı; Büyük mesafelere rağmen, su yollarını yönettim ve Ninova’nın etrafını sularla kuşattım. Yüksek dik yamaçlı vadilerden beyaz kireç taşı bloklardan su kemerlerinin üzerinden geçtim. Onları suların üzerinden akması için yaptım. O muazzam bronz dökümleri (30 ton) için “kayıp mum” metodunun yerine yeni döküm tekniği uygulamada ilk olduğunu iddia eder ve su vidalarının yapılışını şöyle tanımlar; “Hâlbuki eski zamanlarda benim atalarım tapınaklar içinde sergilenmek üzere gerçek yaşam biçimleri taklit ederek bronz heykeller yaratmışlardı ama onların metodu işçiliği tükendi çünkü ilkeleri anlamadaki yeteneksizlik ve başarısızlıklardan o kadar çok yağ, bal mumu ve mum yağı gerekti ki kendi ülkelerinden kıtlığa sebep oldular. Ben silindirler ve çiviler için ilahi bir zekâyla kil kalıpları yaptırdım. “İnsanlık Harikası” olması için ben sarayın çevresinin yükseltisini artırdım. Onun yanında Amanus Dağını takliden yüksek bir bahçe düzenledim ki bu bahçede sadece dağ ülkesini zenginleştiren değil ayrıca Chaldea’yı da zenginleştiren her çeşit aromalı bitkiler, meyve bahçeleri, ağaçlar var”. Bu demek oluyor ki, o gökyüzünde yükselen terasların üzerilerinde büyük ağaçların olduğu ataların kat ve kat üstün olan ve gerçekten kendi söylediği gibi bir “İnsanlık Harikası” olan bir bahçe yaratabildi.” Ulusal Chengchi Üniversitesi Ulusal Chengchi Üniversitesi (國立政治大學; Guólì Zhèngzhì Dàxué; Devlet Politika Üniversitesi) Tayvan'da bir devlet üniversitesidir. Taipei'de Muzha semtinde bulunmaktadır. Tayvan'da sosyal bilimleriyle ünlü olan okulda bir de Türk Dili ve Edebiyatı bölümü vardır. Ulusal Chengchi Üniversitesi 1927 yılında Merkez Parti İşleri Okulu adıyla Kıta Çin'in Nanjing şehrinde kuruldu. 1929'da ismi Merkez Politika Okulu olarak değiştirildi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonra ermesinden sonra 1946'da Ulusal Chengchi Üniversitesi resmen kuruldu. Ancak 1949 yılında Milliyetçi Parti (KMT) Komünist Parti (ÇKP) karşısında içsavaşı kaybedince okulun faaliyetleri durdu. 1954'te Üniversite Taipei'de tekrar açıldı. George Soros George Soros (d. 12 Ağustos 1930), Macar ve Yahudi asıllı Amerikalı finans spekülatörü ve liberal girişimci. Yugoslavya, Ukrayna gibi d
oğu Avrupa ülkelerine yaptığı yardımın tutarı, bu ülkelere Birleşmiş Milletler tarafından yapılan yardım miktarını aşmıştır. Bu yüzden kimi çevreler onu "hayırsever" olarak tanımlamaktadır. Ancak bu yardımların siyasi amaçla yapıldığını savunanlar da vardır. Soros'un yardımlarının "sosyal" olmaktan çok "siyasal" özellik taşıdığını iddia edenler, onu, parasal gücünü kullanarak ülkelerin iç işlerine karışmak ve o ülke siyasetine yön vermekle suçlamaktadır. Soros bu konuda, ""Bu renkli devrimlerle suçlanmamın nedeni aslında Rus propagandasıdır."" diyerek kendini savundu. Ancak, ""Dünyanın her yanında böyle süreçleri destekliyorum. Şu anda Liberya'da yapıyoruz, Nepal'de yapabiliriz."" diyerek bu tür eylemlerini kabullendi. Ayrıca 2006 yılında bir Rus radyosuna verdiği demeçte, Gürcistan'da 2003 yılında gerçekleşen Kadife Devrimi'ni mali olarak desteklediğini açıkladı. İngiltere'deki Londra Ekonomi Okulu'ndaki öğrenciliği sırasında hocası olan Karl Popper'ın açık toplum felsefesinden çok etkilendiğini ve bu etkisinin yaşamında yanılabilirlik, içgörü, düşünebilirlik ve açık toplum gibi değerler sistematiğinin oluşmasında katkı sağladını ifade eder. Bu değer sistematiği ile finans piyasalarında çok başarılı olduğunu belirtir. Soros, vakıfları kanalıyla Türkiye'de de 2006 yılı itibarıyla son 5 yılda 8 milyon ABD doları harcadıklarını açıkladı. George W. Bush ile arası açık olan Soros, Bush'un kapitalist, açık ekonomilerin adını dünya üzerinde kötüye çıkardığını ve daha çok kendisi tarafından organize edilen sivil toplum kuruluşu örgütlerinin hareketini kısıtladığı beyan etti. Soros, Açık Toplum Enstitüsünün kurucusudur. Soros'un Açık Toplum Enstitüsü nün Türkiye şubesi Eylül 2001'de kurulan Bebek'teki OSIAF (Açık Toplum Enstitüsü Yardım Vakfı)'tır. 1930 yılında Musevi bir ailenin çocuğu olarak Macaristan’ın başkenti Budapeşte'de doğdu. Ülke, 1939 yılında Nazi istilasına uğradığı zaman, ailesiyle birlikte çok tehlikeli ve güç günler yaşadı. Babası, tüm aile bireyleri için sahte kimlikler düzenleyerek ve oturdukları yeri sürekli değiştirerek hayatta kalmalarını sağladı. 1947 yılında İngiltere’ye göç etti ve Oxford Üniversitesi’nde School of Economist fakültesinde ekonomi tahsili gördü. İngiltere’de hayatını kazanmak için hamallık yaparken ayağı kırılınca devlet hastanesinde tedavi gördü. Devletin fakirlere yardım etmesinin yani sosyal adaletin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrendi. Okuduğu fakültede makro ekonomiyi öğrendi. Ayrıca, kendisini çok etkileyen Karl Popper’in öğrencisi oldu ve ileride uygulayacağı “Açık Toplum” (Open Society) projesi konusunda ondan ilham aldı. 1956 yılında ABD’ye göç etti. İlk yaptığı iş, arbitraj işlemleri oldu. Yani, bir hisse senedi veya dövizi ucuz olduğu yerden alıyor ve eş anlı olarak pahalı yerde satıyordu. Kısa sürede finans dünyasında temayüz etti. Kendi kurduğu uluslararası yatırım fonu sayesinde büyük bir servetin sahibi oldu. George Soros, Quantum Fonu Grubu’nun baş yatırım danışmanı olan Soros Fund Management LLC’nin başkanıdır. Bu fon, 28 yıllık tarihinde dünyanın en yüksek performansa sahip yatırım fonu olarak kabul edilmiştir. New School of Social Research, Budapest University of Echonomics, Oxford Üniversitesi ve Yale Üniversitesi’nden fahri doktora unvanı alan George Soros 1995’te Bologna Üniversitesi tarafından da, dünya çapında açık toplumlar yaratmak yolundaki çalışmaları sebebiyle, üniversitenin en büyük onur unvanı olan “Laurea Honoris Casua” ile ödüllendirilmiştir. Soros ayrıca Budapeşte’deki Central European University’nin (Orta Avrupa Üniversitesi) ve Moskova’daki International Science Foundation’ın (Uluslararası Bilim Vakfı) kurucusudur. El yazısı (anlam ayrımı) El yazısı ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: El yazısı, genellikle harflerin eğik ve birbirine bağlı şekilde yazıldığı bir yazı türü. Buruciye Medresesi Buruciye Medresesi veya diğer adıyla Hacı Mes'ud Medresesi, Türkiye'nin Sivas şehrinde yer alan medrese. 1271 yılında, Anadolu Selçuklu Sultanlarından III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Hamedan yakınlarındaki Burucird'den gelme Muzafferüddin Burucirdi tarafından yaptırılmıştır. İlmiye çalışmaları için medrese olarak yaptırılmış ve devrin pozitif ilimlerinin okutulduğu bina olarak uzun yıllar kullanılmıştır. Sarımtırak renkli taşların oyma olarak yapılan giriş kapısı ve avlu karşısındaki iç cephe, devrin Selçuklu taş oymacılığının en güzel örneklerindendir. Yapı kareye yakın dikdörtgen planlı olup, üzeri açık avlu etrafındaki sütunlu revaklar ve bunların gerisinde bulunan hücrelerden oluşmaktadır. Giriş kapısının sol yanında mavi ve siyah çinilerle süslü türbede medrese binasını yaptıran Burucerdioğlu Muzaffer Beyin (Hacı Mes'ud) ve çocuklarının kabirleri yer alır. Türbenin yanında da iki beşik tonozlu küçük oda bulunmaktadır. Revakların arkasında medrese odaları, ana eyvanın yanlarında da iki kubbeli oda vardır. Vakfiyesinden binada bir de kütüphane bulunduğu anlaşılmaktadır.Taş işlemeciliğinde ağırlığın taç kapıda yer aldığı görülür. Yıldız, rumi ve geometrik motifler yüzeysel ancak bir dantel gibi işlenmiştir. Medrese 1965-1966'da tamir edilmiş ve müze haline getirilmiştir. Sonraki yıllar yine birçok kez tamir ve bakım görmüştür. Kova (astroloji) Kova (Latince Aquarius, kova resmi : ) Burçlar kuşağının on birinci burcudur. Marcus Manilius'un astrolojinin esaslarını kaleme aldığı beş ciltlik "Astronomica" adlı eserde Kova burcunun özellikleri şu şekilde yer almaktadır: Vüs'at O. Bener Vüs'at O. Bener (d. 1922 - ö. 2005), Türk yazar ve şair. Yazar Erhan Bener'in kardeşi, Yiğit Bener'in amcasıdır. Tam adı, Vüs'at Orhan Bener. 1922'de Samsun’da doğdu. İlk, orta öğrenimini Anadolu'nun çeşitli kentlerinde tamamladı. 1941'de Harbiye Mektebi'ni, 1957'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Ticaret Bakanlığı'nda raportör, Karayolları Genel Müdürlüğü'nde hukuk müşaviri olarak çalıştı. Ayşe Bener'le evlendi. Bir sendikanın danışmanlığını yürüttü. Emekliye ayrılıp yazarlıkla geçindi. 1950'de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin birlikte düzenlediği öykü yarışmasında "Dost" isimli öyküsüyle üçüncülük kazandı. Bu başarısı onun tanınmasını sağladı. Seçilmiş Hikayeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayımlanan şiir ve öyküleriyle dikkat çekti. 1 Haziran 2005'te yaşamını yitirdi. Vüs'at O. Bener, eserleri içinde daha çok özyaşamöyküsel nitelik taşıyan öyküleriyle bilinir. Bener, ham gerçekliği edebi bir temele oturtarak ele aldı. Gündelik olaylarla, bilinçaltında birikmiş yaşam parçalarını birleştirdi. Sürekli yeni anlatım biçimleri arayan yazar, bu yönüyle zaman zaman şematizme düşmekle, dış gerçekleri yanlış yerlere koymakla, hatta bozmakla eleştirildi. Bener'in eserlerinde ölüm izleği önemli bir yer tutar. Bunda yazarın genç yaşta doğum sırasında kaybettiği ilk eşi ve doğumdan sonra yaşatılamayan çocuğunun da etkisi vardır. Bu evlilikten sonra tekrar başından evlilikler geçmesine rağmen Vüs'at O. Bener'in çocuğu olmadı. Okurdan çaba isteyen, ayrıksı bir dili olan Bener'in kişilerinin gündelik hayatın ikiyüzlülüklerini dışavuran bilinçakışlarını, Virgül dergisindeki yazısında, Orhan Koçak "iç konferans tekniği" olarak adlandırmıştır. Öykülerinin yanı sıra Vüs'at O. Bener'in şiirleri, kısa dizelerden oluşan, esprili, ironik ve şaşırtıcıdır. Domalan Keme, domalan, tombalak, topalak, geme, kumi bir çeşit mantarıdır. Mantar 6-10 · 5-6 cm çapında, küre şeklinde, üst kısım basık ve dalgalı, genellikle patates yumrusu şeklindedir. Yüzey genelde düz bazen pürüzlü, geniş oluklara ayrılmış, kırmızımsı-soluk kahverengi, bazen sarımsı veya gül rengindedir. Ekzoperidyum 1-2mm kalınlıkta olup kolayca soyulur. İlkbaharda yağmur sonrası hemen kuruyan kumlu topraklarda fruktifikasyonu toprak altında yetiştiğinden toprak yüzeyinde oluşturduğu çatlaklardan bulunabilir. Konya ve civarında ve Şanlıurfa ve civarında Kumi otuyla birlikte mikorizal olarak yaşamaktadır. Protein açısından besleyici ve afrodizyak etkileri ile bilinmektedir. Davud el İsbehani Davûd el-Isbehânî (Davûd ez-Zahiri olarak da tanınır) (817 - 883, H. 202 - H. 270) İslam'daki fıkıh mezheplerinden olan Zahiri mezhebinin kurucusudur. Fıkıh öğrenimine İmam Şafiî'nin öğrencilerinden ders alarak başlamıştır. Bu onda büyük bir İmam Şafiî hayranlığı yaratmıştır. Her ne kadar en sonunda Şafiilikten çok farklı bir fıkhi mezhep kurmuş olsa da, İmam Şafiî'ye olan hayranlığı ve saygısı hep devam etmiştir. Şafiî fıkhını öğrenirken hadis ilmine de merak sarmış ve buna büyük önem vererek hadis ilmini de öğrenmiştir. Dönemin önemli muhaddislerinden ders almış, eserlerinde kendi rivayet ettiği hadislere yer vermiştir. Hadis ilmi ile olan bu yakın ilgisi mezhebini kurmasıyla belirgin hale gelmiştir. Zahiri mezhebi salt nasslarla hüküm vermeyi ve şeriatın sadece nasslardan oluştuğunu savunur. Re'y kavramını reddeder. Zahiri mezhebinin görüşüne göre, nasslarda illetlere bakılmaz nassın zahirine (görünüşüne) bakılarak hüküm verilir. Fıkhi görüşlerinin yanı sıra, itikadi "Kur'an mahluktur" görüşünü de destekler ki bu dönemin alimlerince yoğun biçimde tenkit edilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu fıkhi ve i'tikadi görüşleri nedeniyle, kendisi birçok hadis rivayet etmiş olsa da ondan pek fazla hadis rivayet edilmemiştir. Çağdaşı alimler tarafından sevilmemiştir. Yine de çeşitli olumlu özelliklerinden bahseden alimler de olmuştur. Zeki, hazır cevap ve kanaatkar olduğu bazı alimlerce belirtilmiştir. Davud'un kurduğu Zahiri mezhebi Hicri takvime göre 3. ve 4. yüzyıllarda yayılmıştır. Fakat, daha sonra Hanbeli mezhebinin yaygınlaşmasıyla Zahiri mezhebine olan ilgi azalmış ve böylece bağlılarının sayısı da azalmıştır. Yine de, Zahiri mezhebi bu dönemlerde Batı'da, Endülüs'te yükselişe geçmiştir. Bu yükselişin en büyük sebebi ünlü Zahiri alimi İbn Hazm'dır. Genellikle Zahiri mezhebinden bahsedilirken, Davud mezhebin kurucusu olmasına rağmen, İbn-u Hazm'a Davud'dan daha fazla yer verilir. Bunun en büyük nedeni mezhebin görüşlerini büyük oran
da geliştirmesidir. UEFA Süper Kupası UEFA Süper Kupası (Özgün adı: "UEFA Super Cup"), UEFA Avrupa Ligi ile UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonu arasında oynanan ve tek maçla sahibini bulan kupa. Yerel liglerin başlangıcından hemen önce ağustos ayında oynanır. UEFA Süper Kupası fikri ilk olarak 1972 yılında Hollanda'nın De Telegraaf gazetesi muhabirlerinden olan Anton Witkamp tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikri yansıttığı zamanlar tam da Hollanda kulüp futbolunun özellikle de Ajax'ın altın yıllarını yaşadığı zamanlardı. Witkamp'ın asıl amacı Avrupa'nın en iyi futbol takımını belirleyecek yeni bir şeyler bulmaktı. Witkamp'ın fikri o zamanki adlarıyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ve UEFA Kupa Galipleri Kupası şampiyonlarının karşılasması olarak hayata geçecekti ki, UEFA başkanının izin vermemesi yüzünden gerçekleşemedi. Bunun nedeni de Kupa Galipleri Kupasını o sezon kazanan Rangers'ın taraftarlarının olumsuz hareketleri yüzünden Avrupa kupalarından bir yıl boyunca men edilmesiydi. UEFA desteklememesine rağmen kupa maçı De Telegraaf gazetesinin finansal desteğiyle iki maç üzerinden oynandı ve ilk Avrupa Süper Kupası'nı kazanan takım Ajax oldu. Daha sonra bu kupa UEFA tarafından desteklenmeye başladı. Milan ve Barcelona kupayı beş kez kazanmıştır ve bu alanda liderdirler. Milan ise 1989 ve 1990 yıllarında kupayı üst üste iki kere kazanarak bu alanda tek takım olmuştur. Ülke bazındaysa İtalyan takımları kupaya dokuz kez katılarak en başarılı ülke kulüpleri olmuşlardır. Son şampiyon 2016 UEFA Süper Kupası maçında Sevilla'yı uzatmalarda 3-2 mağlup eden Real Madrid'dir Kupanın orijinali UEFA tarafından saklanır. Kazanan kulübe ise birebir kopyası verilir. Bunun yanında kazanan takım oyuncularına altın madalya, ikinci olan takımın oyuncularına ise gümüş madalya verilir. UEFA Süper Kupası ödülü birçok kere değişmiştir. 1973 ve 1974 yıllarında Ajax'a verilen kupa oldukça büyük boyutlardaydı. Daha sonrasında kupa UEFA'nın logosunun bulunduğu altın bir plaket ile değiştirilmiştir. En son tasarlanan kupa ise 5 kg ağırlığı ve 42.5 cm büyüklüğü Avrupa turnuvalarının en küçük ve hafif kupası olmuştur. (UEFA Şampiyonlar Ligi kupası 8 kg, UEFA Avrupa Ligi kupası ise 15 kg ağırlığındadır.) En son hazırlanan ve kullanılmakta olan kupa ise 12,2 kg ağırlığında ve 58 cm boyundadır. Art arda üç kez veya toplamda beş kez kupayı kazanan takım kupanın orijinalini alma hakkına sahip olur. Ancak bugüne kadar sadece Milan bu başarıyı gösterebilmiştir. 11 Ağustos 2015'te toplamda 5. kez bu kupayı kazanan Barcelona Milan'dan sonra kupanın orijinalini alan 2. takım oldu. UEFA Süper Kupası kuralları diğer UEFA organizasyonları kuralları ile aynıdır. Kupa maçı tek karşılaşma olarak, tarafsız bir sahada oynanır. Maçlar, standart 45'er dakikalık iki yarı halinde 90 dakika oynanır, eğer maç berabere biterse 15'er dakikalık iki uzatma devresi oynanır. Eğer 30 dakika uzatma süresi de beraberlik ile biterse penaltı atışlarına geçilir ve şampiyon bu şekilde belirlenir. Takımlar maç kadrolarında 11 as, 7 yedek olmak üzere 18 futbolcu bulundurabilirler. Maç içerisinde 3 kez futbolcu değiştirme haklarına sahiptirler. Her iki takım da ev sahibi formalarını giyme hakkına sahiptir. Ancak iki takımın formaları birbirlerine benziyorsa UEFA Avrupa Ligi şampiyonu deplasman formasını giyer. Eğer maç kötü hava koşulları gibi nedenlerden dolayı ertelenmek zorunda kalırsa etmen ortadan kalktığı gün maç oynanır. Carlsberg, 2006 yılından bu yana UEFA Süper Kupası'nın ana sponsorudur. Sponsorluğun bir parçası olarak da maç sonunda "Carlsberg Maçın Adamı Ödülü" verilmektedir. Diğer sponsorlar ise Vodafone ve Canon Europe'dur. 2010'da ise Konami, Pro Evolution Soccer adına kupaya sponsor olmuştur. Bu bağlamda video oyunu için UEFA Süper Kupası markasının da kullanım hakkını ellerinde tutmaktadırlar. Kupayı kazanan takıma 1.6 milyon €, yenilen takıma ise 1.3 milyon € ödeme yapılır. Maçların oynandığı Stade Louis II'da stad kapasitesinin %60'lık dilimi takım taraftarları ve VIP konuklar için ayrılır. Geri kalan koltuklar ise UEFA tarafından açık artırma usulü ile çevrimiçi olarak satılır. Harâbât Harâbat, Ziya Paşa'nın 1874-1875'te yayınlanan, içerisinde Türk, Arap, İran ve Çağatay sahasında yazılmış şiirlerden seçmeler bulunan 3 ciltlik divan edebiyatı antolojisidir. Türk şiirinde Tanzimat’tan sonraki yılların en geniş kapsamlı antolojisidir. Ciltleri nazım şekillerine göre düzenlenmiştir. Eserde şiirlerine yer verilen şairler mahlaslarına göre alfabetik dizilmiştir. Kasidelere ayrılmış birinci ciltte yirmi iki şairin Türkçe, otuz sekiz şairin Farsça, otuz yedi şairin Arapça kasideleri bulunur. İkinci cilt kaside ve mesnevi dışında kalan çeşitli nazım türlerindeki şiirlerden oluşur; 393 Türkçe, 374 Farsça, 345 Arapça toplam 1112 şiir içerir. Üçüncü cilt ise mesnevilerden yapılmış seçmeleri den oluşur; on yedisi Türkçe, otuz altısı Farsça olmak üzere toplam elli üç eserden örnekler içerir. Ziya Paşa, eserin başına edebî görüşlerini belirten mesnevi şeklinde 795 beyitlik bir manzum mukaddime (ön söz) ilâve etmiştir. 9 bölümden oluşan ön sözde Ziya Paşa dil, edebiyat ve şair hakkındaki görüşlerini anlatır. Divan şiirinin edebî dil, nazım tekniği, geçirdiği gelişim devreleri ve edebi zümreler bakımından özet şeklinde bir tarihçesini sunan uzun ön sözde 1860’ lardan sonra Türk şiirinde kendini gösteren yenileşme hareketinden bahsedilmez. Ziya Paşa bu önsözde Osmanlıca'nın Arapça ve Farsça ile zenginleştiğini savunur, Divan edebiyatını över, halk edebiyatını eleştirir. Halbuki Ziya Paşa, daha önce Hürriyet gazetesinde yayınlanan "Şiir ve İnşa" makalesinde edebiyatın Arapça ve Farsça boyunduruğunda anlaşılamaz hale geldiğini söylemiş ve halk edebiyatı biçimlerine dönülmesini savunmuştur. Bu karşıtlık dönem aydınlarında bulunan doğu-batı ikiliğini yansıtmaktadır. Harâbât mukaddimesi, “Kitâbhâne-i Ebüzziyâ” serisi içinde "Mukaddime-i Harâbât" adı altında ayrı bir eser olarak basılmıştır. Ziya Paşa’nın bu ikili tavrına eleştiri olarak Harabât’ın ilk cildine karşılık Namık Kemal yanıt olarak Tahrib-i Harâbât, ikinci cildine karşılık "Takip" adlı eleştirilerini yazmıştır. Ziya Paşa, Nâmık Kemal’in bu suçlamalarına yetmiş dört beyitlik bir manzume ile cevap vermişse de bu manzume yayımlanmamıştır. PlayStation 3 PlayStation 3 (Japonca: "プレイステーション3" - "Pureisutēshon Surī"; resmî olarak PS3 şeklinde kısaltılır), Sony Computer Entertainment tarafından 2006 yılında üretilen ve PlayStation 2'nin ardından gelen PlayStation serisinin üçüncü video oyunu konsolu. Yedinci nesil video oyun konsollarından olan PlayStation 3, satış bakımından Microsoft'un Xbox 360 ile Nintendo'nun Wii isimli konsollarıyla rekabet halindedir. İlk olarak 11 Kasım 2006'da, Japonya'da satışa sunulan konsol, kısa bir süre sonra tüm dünyada piyasaya sürüldü. Üretilen ilk sürümler, sabit diskin kapasitelerine göre 20 ve 60 gigabaytlık modellerdi. Birkaç ay sonra ise 40, 80 ve 160 gigabaytlık modeller üretildi. 2009'un Eylül ayından itibaren daha az yer kaplayan ve daha az eneji tüketen slim kasa PlayStation 3 modeli piyasaya sürüldü. PS3 Slim ilk olarak 120GB'lık modeller ile, Ekim 2009'dan itibaren ayrıca 250GB'lık modeller ile raflardaki yerini almıştır.2012 yılında da Super Slim ile 500GB'lık modeller piyasaya sürülmüştür. Bu modellerin içerdikleri yeni özelliklerin yanı sıra, PlayStation 2 oyunları ile uyumluluk özelliği ve üçüncü parti işletim sistemi kurulumu özelliği kaldırılmıştır. PPE'nin L2 ön belleği 256Kb ve bir adet VMX Vektör ünitesine sahip. SPE'lerden her birinin ise 128Kb local belleği bulunuyor ve tüm SPE'ler birbirleriyle oldukça hızlı şekilde iletişim kurabilecek şekilde birbirlerine Element Interconnect Bus ile bağlı durumdalar. PS3'ün teoride açıklanan toplam kayan nokta performansı (floating point performance) 2.18 TFLOPS. Bu değer, PS3'ün işlemci ve grafik işlemcisinin toplam gücü iken Cell tek başına 204 GFLOPS'luk bir güce sahiptir. PS3 hafıza olarak toplamda 512 MB'lık bir hafızaya sahip ve 2 parça 256 MB hafızadan oluşuyor. İşlemci çalışma frekansıyla aynı hız değerine (3.2 GHz) ve 64 bit versiyonuna sahip olan 256 MB'lık XDR DRam sistem için atanmış durumda. Bunun yanında grafik işlemcisinin kullanımı için, bellek arayüzü olarak 256 MB'lık bir GDDR-3 video-ram'ine sahip. GDDR-3'ün çalışma frekans hızı 1400 MHz, veriyolu 128 bit. PS3, grafik işlemcisi olarak Nvidia'nın özel olarak tasarladığı RSX adı verilen grafik çipini kullanıyor. RSX, dünyanın en büyük oyun organizasyonu olan E3'te (2005) ve 2006'daki Game Developers Conference'da açıklanan bilgilere göre Nvidia'nın G70/NV47 mimarisini kullanıyor. 550 MHZ hızında ve 128-bit piksel işleme yeteneği sahip. 1,8 TFLOPS gücünde ve günümüzün en gelişmiş video arayüzü olan HDMI 1.3 ile dijital video çıkışı sunuyor. RSX, kendine atanmış olan 256MB'lık GDDR-3 yanında gerektiğinde 256 MB'lık sistem hafızası olan XDR'ıda kullanımına katabiliyor. Son özellikleri ise halen açıklanmış değil. Yapılan açıklamalara göre RSX, Nvidia'nın şimdiye dek yapmış olduğu en karmaşık grafik çipi ve Cell ile birlikte uyumlu çalışabiliyor. PS3 ile birlikte gelen diğer bir yenilik ise Sony'nin önderlik ettiği yeni jenerasyon optik disk formatı olan Blu-ray. PS3 optik sürücü olarak 2x hızında Blu-Ray sürücü kullanıyor. Bu çift katmanda toplamda 50 GB'a kadar veri okunabilmesi anlamına geliyor ve Sony`nin yeni Blu ray diskleri artik 100 GB'a, artı olarak satışta olmayan ama gerçekleştirilmiş Blu ray diski 200GB'a kadar ulaşabiliyor. Önceki nesil optik disk formatları olan CD ve DVD diskler ise PS3'ün Blu-Ray sürücüsünde yine okunabilir durumda olacaklar. PS3 konfigürasyon şeçimine bağlı olarak 20GB veya 30GB'lık 1.5" SATA sabit diske sahip. Bunun yanında Tokyo Game Show'da Sony'nin yapmış olduğu açıklama ile her 2 modelde HDMI çıkışa sahip olarak piyasaya sürülecek. Daha önce yapılan açıklamalarda sadece 60GB'lık modelde HDMI çıkış bulunacağı belirtiliyordu. Konsol 1080p'de (1920*1080progresivve) dahil olmak üzere HDTV çözünürl
üklerine destek veriyor. Hdmi çıkış yanında 1 adet analog çıkışa ve bir adet dijital ses çıkışına sahip. Gigabit ethernet (10/100/1000 Mbps) her 2 konfigürasyonda standart olarak yer alıyor. 20 GB'lığa nazaran, 60 GB'lık modelde yer alan diğer farklılıklar; Wi-Fi desteği ile birlikte konsolun ön bölmesine yer alan Memory Stick, Sd ve CompactFlash kartları okuyabilen bir kart okuyucuya sahip olması. PS3'te bunlar dışında Bluetooth 2.0 desteği bulunuyor Kablosuz bağlantı arayüzü olarak Bluetooth kullanan PS3 kontrolleri (SIXAXIS) 7 adede kadar yükselebiliyor. Konsol 4 adet de USB 2.0 girişine sahip. (40GB'lık modelde 2 adet bulunuyor) Yasal yazılım lisans sözleşmelerine yer alan orijinal yükleme diskinin kullanıma ve zamana bağlı etkiler sonucu üzerinde taşıdığı veriler kaybolacaktır. Bu nedenle orijinalden yeni bir kopya oluşturduktan hemen sonra orijinal medyanın imha edilmesi maddesi yer almaktadır fakat illegal kopyaların sistemde çalışmaması için uygulanan kopya koruma sistemleri yasal olarak orijinal ürün alan kullanıcıların kullandıkları yazılımı yedekleme sorunu yaşamalarına ve dolaylı olarak yasal yazılım lisans sözleşmesinde yer alan maddelerin üretici firmalar tarafında yeni bir yasal orijinal kopyayı sunmaması sonucu yasal olarak yazılım alanların hukuki açıdan mağdur olmasına sebep olmaktadır. Bu nedenden ötürü birçok ülkede yasal orijinal kopyalama ve yasal kopya kullanımı bölgesel mahkeme kararına göre serbest olduğu için yasal kopya oluşturma ve bu kopyanın çalıştırılması için modifiye çip kullanımı bölgesel olarak serbesttir. PSgroove yönteminde ise içinde programlana bilinir usb portu içeren tüm işlemci içeren tüm donanımları destekler. Ipod için "RockBox-PSGroove" yazılımı uygulama videoları Önemli Not: Bu videodaki yöntem uygulanırsa Ipod USB üzerinde sinyal üreteceği için bilgisayar tarafından Ipod olarak algılanmayacaktır. Ipodu eski haline getirmek için wikipedia sayfasındaki "Ipod kurtarma modu" ile ilgili makaleyi okumanız önerilir. Konusunda uzman birçok oyun editörü ve otoriteler tarafından bu kadar gelişmiş bir oyun sisteminin basit bir devre elemanı ve yazılımla kırılması oldukça şaşırtıcı olarak değerlendirilmektedir. bu durumun firmanın daha önceki konsol serilerindeki ticari satış başarısı açısından dolaylı olarak 3 maymunu oynadığı ve stoklarda kalmış olan eski versiyonların satışını kolaylaştırmak için düşük firmware'li stokların eritilmesi için firmanın yaptığı bir oyun olarak firma eleştiriler almaktadır. Ve bu konuda yapılan yorumlar şu ana kadar çıkmış oyunlar için yedekleme yapılabilinmesi olası gibi ama yeni çıkacak oyunlar için bu mümkün olmayacak ! tabi her 5 yılda bir mod chip benzeri bir donanımla zaten güncel satışı olmayan oyunların dolaylı olarak 5 yılda bir ücretsiz dağıtmasıyla aynı şeyden başka bir şey olmadığı şeklinde yorumlar dikkati çekmektedir. Lübnan İç Savaşı Lübnan İç Savaşı (Arapça: الحرب الأهلية اللبنانية‎) 1975'ten savaşın sona erdiği 1990 yılına kadar Lübnan'da yaklaşık olarak 150.000 - 230.000 insanın ölümüne neden olmuştur. Yaklaşık 350.000 kişi yaralanmış bir milyondan fazla insan da ülkesini terk etmiştir. Soğuk savaş dönemi Lübnan'ı ciddi şekilde etkiledi ve 1958'deki siyasi kriz ancak ABD'nin Beyrut'a çıkarma yapmasıyla sona ermişti. İsrail'in kurulması ve yüzbinlerce Filistinli mültecinin Lübnan'a yerleşmesi (Filistinli mülteciler 1976-90 yılları arasında nüfusun % 35'ini oluşturuyordu) dini çatışmaları arttırdı. Silahlı FKÖ gerillalarının ülkeye girişi ciddi siyasi sorunlara sebep oldu. FKÖ'nün gelişi, Filistinli mültecilerin silahlanması farklı gruplar arasındaki sürtüşmeyi hızlandırdı. 1976'da çoğunluğu müslüman Lübnan Cephesi ve Ulusal Komite arasında çatışmalar başladıktan kısa süre sonra Arap Ligi ve Suriye arabuluğa girişti, Filistinli-Lübnanlı çatışması daha çok Güney Lübnan'da yoğunlaştı. FKÖ burayı 1969 yılından beri kontrol ediyordu. Kahire Antlaşması imzalanarak bu bölgeden çekildi. İsrail, Güney Lübnan'ı işgal etti ve Suriye önce Hristiyanlar lehine iç savaşa dahil oldu ve sorun uluslararası bir boyut kazandı. Suriye ve İsrail anlaşmazlığı Lübnan üzerinden devam etti. 1980'lerde taraflar harabeye dönen Beyrut'un onarılması için çaba gösterdi. 1989 yılında Taif Antlaşması imzalalandı ve çatışmalar sona erdi. 1990 yılı Ocak ayında Arap Birliği, Kuveyt liderliğinde Suudi Arabistan, Cezayir ve Fas temsilcileriden oluşan bir komisyon kurdu. Bu arada 31 Ocak 1990'da Lübnan Cephesi ve Lübnan ordusu tekrar çatıştı. LC doğu Beyrut'ta şiddetli saldırılar düzenledi ve ilerledi. Ağustos 1990'da Lübnan Parlamentosu, başbakan Michel Aoun'nun Taif Antlaşması'nı ihlal ettiğini ve yeni bir başkanın seçilmesi kararını aldı. 13 Ekim 1990'da Suriye ordusu son büyük operasyonunu yaptı. Hava kuvvetleri ve Lübnanlı müttefikleriyle Aoun'nun üzerine saldırdı. Aoun, Başkanlık sarayı etrafında sıkıştırıldı ve yüzlerce destekçisi öldürüldü. Aoun Beyrut'taki Fransız büyükelçiliğine sığındı ve ardından da Fransa'ya kaçtı. Mart 1991'de Lübnan Parlamentosu bir af kanunu çıkardı ve tüm siyasi suçlular serbest kaldı. Mayıs 1991'de, çoğunluğu Hizbullah militanlarından oluşan silahlı güçlerle Lübnan Ordusu tekrar kuruldu. Bu arada şiddet az da olsa hala devam ediyordu. Aralık 1991'de Müslümanların yoğun yaşadığı Basta kentinde bir bombalı araç patlatıldı. Aralarında eski başbakan Şefik Vezzan'ın da bulunduğu yaklaşık otuz kişi öldü ve 120 kişi yaralandı. Savaş sonrası dönemde Suriye'nin Lübnan üzerindeki baskısı arttı ve Hristiyan liderler sürgün, suikast veya mahkûmiyet yoluyla siyaseten tasfiye edildiler. 1975-1991 yılları arasındaki Lübnan iç savaşı; Lübnan, Suriye, Mısır, Kuveyt ve Suudi Arabistan devlet başkanlarının 17-18 Ekim 1976'da Riyad Toplantısında aldıkları kararlarla yeni bir boyut kazandı. Bu antlaşmanın üç ana unsuru şöyle idi: a. Lübnan'da 21 Ekim'den itibaren ateşkes yürürlüğe girecek ve savaşan taraflar, 1975 Nisan'ından önceki hatlara çekileceklerdir. b. Lübnan için 30. 000 kişilik bir Arap Barış Gücü teşkil olunacaktır. Bu güç esas itibarı ile Suriye askerlerinden oluşmuştur. c. FKÖ gerillaları Lübnan'da kalmaya devam etmekle beraber, Lübnan'ın egemenlik ve güvenliğine saygı göstereceklerdir. Bu sonuncu şarta FKÖ gerillaları hiçbir zaman uymadıkları gibi, İsrail de bunu bildiğinden, Litani Nehrine kadar olan Güney Lübnan topraklarını kendi kontrolü altına alıp, bu toprakları kendisi için "Güvenlik Bölgesi" ilan etmiştir. İsrail kuvvetleri daha sonra Beyrut'u kuşattılar ve bunun sonucunda, Filistin Kurtuluş Örgütü Lübnan'ı terk etmek zorunda kalmıştır. FKÖ unsurları, Lübnan'a çıkan Amerikan, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan 2. 000 kişilik Barış Gücü himayesinde, 21 Ağustos 1982'de Beyrut'tan ayrıldılar. FKÖ'yü Lübnan'ı terke muvaffak olan İsrail, 1985 yılında kademeli olarak bölgeden çekilmeye başladı, İsrail'in çekilmesi Müslüman - Hristiyan mücadelesini tekrar başlattı. Bunun üzerine, Suriye Lübnan'a müdahale etmek için harekete geçti. Ayrıca, İran da dolaylı olarak müdahaleye katıldı. 1989 yılı sonlarından itibaren ise, FKÖ tekrar Güney Lübnan'a yerleşmeye başladı. Sonuç olarak; 1970 yılında başlayan Lübnan sorunu ve 1975 yılında başlayan Lübnan iç savaşı, çeşitli aşamalardan geçti. İç savaş Lübnan'da çok ağır maddi hasara ve can kaybına yol açtı. Savaş 1991 yılında resmen sona erdiğinde, Lübnan ve Beyrut bir harabeye dönüşmüştü ve 150.000 Lübnanlı can vermişti. 1992 yılından itibaren İsrail ile FKÖ arasında başlayan olumlu gelişmeler üzerine de olaylar şiddetini kaybetmeye başladı. Fakat Lübnan, 1976 Riyad Antlaşması ile bölgeye 30 bin kişilik bir askeri güç göndermeye muvaffak olan Suriye'nin belirli ölçüde eyaleti durumuna geldi. 1960'larda Hristiyan üstünlüğünün yasal olarak kabul edilmesi, Müslümanlar ve seküler sol grupların, 1969'da Front for Progressive Parties and National Forces'a katılmalarına ayak olacak, büyük tepkisine yol açtı. Müslüman-solcu muhalefet koalisyonu (sonradan Lübnan Ulusal Hareketi'ne dönüştü) yeni bir nüfus sayımı (sonuncusu 1932'de yapılmıştı) isteğinde bulundu ve bu sayım sonrası nüfusun niteliklerini daha düzgün gösterecek bir hükümet kurulmasını talep etti. Bu istek Hristiyanlar (özellikle Maruniler) tarafından ülkedeki hegemonyalarına bir tehdit olarak algılandı. Ayrıca belirtilmelidir ki, politik durum Maruni kilisesi ve dış devletler tarafından basına iletildiği gibi bir "Müslüman-Hristiyan" çatışmasından çok daha karışık bir haldeydi. İki taraf da kendi çıkar çatışmalarını ortadan kaldıramadıklarından, önceleri kendilerini korumak amacıyla, sonraları olaylar tırmandıkça daha çok bir orduya benzeyen milisler oluşturmaya başladılar. Bu durum hızlı bir şekilde merkezi hükümetin otoritesini sarsmaya başladı. Hükümetin düzen sağlamaya çalışması da Lübnan Ordusu'nun yapısı gereği engellendi. Orta Doğu'nun en küçük ordusu olması sebebiyle belli oranlardaki dinlere mensup kişilerden meydana geliyordu. Üyeler çeşitli mezheplere bağlı milisler karşısında eksik kaldıkça, ne ordudaki militan grupları içinde barındırabildi, ne FKÖ'nde söz sahibi olabildi, ne de yabancıların gizlice içine sızmasını görebildi. Ayrıca hükümette ve yüksek rütbeli subaylar içinde çoğunluğun Hristiyanlar olmasından dolayı Müslümanlar arasında, ordu da dahil olmak üzere, merkezi otoritelere güven çok azdı. Lübnan Ordusunun parçalanması kaçınılmaz şekilde Müslüman kaçaklar tarafından başlatılmış ve artık Maruni generallerden emir almayacaklarını ilan etmişlerdir. Savaş boyunca militanların çoğu hatta hepsi insan haklarına neredeyse hiç dikkat etmedi ve bazı tarikatçı savaşlar sivilleri ana hedef haline getirdi. Savaş devam ettikçe militanlar komutanların askerlikten çok suçu meslek edindikleri mafya stili organizasyonlara dönüştüler. Savaş giderleri ise aşağıdaki yolların biriden ya da üç yoldan da elde ediliyordu: Çoğu militan hiçbir mezhebe bağlı olmadığını söylemesine rağmen genelde bölgesel mezhep liderlerinin yönetimindeydiler. Hristiyan militanlar Romanya ve Bulgaristan'dan aldıkları gibi Batı Almany
a, Belçika ve İsrail'den de silah almış, Ülkenin kuzeyindeki fakir halktan da destekçiler kazanmışlardır. Politik görüş olarak genelde sağ görüşlülerdi. Bütün büyük Hristiyan militan grupları Maruni Kilisesi tarafından yönetilirken diğer Hristiyan mezhepleri ikincil bir rol oynadılar. En güçlü Hristiyan militan grupları Beşir Cemayel yönetimindeki Lübnan Ketaib Partisi ve Hür Milliyetçiler Partisi'ydi. Hür Milliyetçiler Partisi, 1986'da Samir Geagea'nın komutası altına giren Lübnanlılar Cephesi'nin 1977'de kurulmasına yardım etti. Daha küçük bir grup da aşırı uçta bulunan Guardians of the Cedars'dı. Bu militanlar Hristiyan çoğunluklu Doğu Beyrut'ta hızlıca kaleler elde etmeye başladılar. Kuzeyde Marada Brigade, Fıranciye ailesinin ve Zgharta'nın özel militanları olarak görev yaptı. Şii militanlar oluşumda ve savaşa katılmakta yavaştılar. Başlangıçta, çoğu Şii Filistin hareketi ve Lübnan Komünist Partisi'ne çağrılmıştı ama 1970'lerin Kara Eylül'üyle beraber silahlı Filistinliler Şii bölgelerine akın etmeye başladılar. Filistin hareketi Şii bölgelerinde etkisini radikal grupların silahlı yönetimleri yüzünden çabukça kaybetti. Filistinli radikallerin laikliği ve kibirli davranışları gelenekçi Şii topluluğunu yabancılaştırdı ama aynı zamanda Lübnan'ın en fakir ve mağdur topluluğuna devrimci politikaları için bir örnek oluşturdu. Kendi bağımsız politik organizasyonları olmadan geçen uzun yıllardan sonra 1974-1975'te Musa Sadr'ın Amal Hareketi oluştu. Bu hareketin ılımlı İslamist ideolojisi şehirli fakirleri etkiedi ve hareketin silahlı kuvvetleri hızla büyüdü. Sonra, 1980'lerin başında büyük bir grup, İsrail'le savaşan Şii gruplarla birleşerek Hizbullah'ı kurmak için ayrıldı. Hizbullah bugüne gelebilen en güçlü Lübnanlı militan grubudur. Hizbullah başlangıçta İran tarafından desteklendi ve eğitildi ama şu an Suriye'den de destek görüyor. Bazı Sünni grupları Libya ve Irak'tan destek topladı, bazıları Nasırcı ya da pan-Arap ve Arap milliyetçiliği eğilimindeydiler, ayrıca Tevhid Hareketi gibi bazı İslamcı gruplar da vardı. Sünni yönetimindeki en büyük grup Murabitun'du. Sünniler savaş alanındaki güçsüzlüklerini Filistinli Sünnilerin başını çektiği ama Hristiyan azınlıklara da sahip olan Filistin Kurtuluş Örgütü'ne dönüştürdü. Orta Lübnan'da stratejik ve tehlikeli Şuf'da oturan küçük Dürzi grubunun hiç müttefiki yoktu ve bunun için ittifaklar kurmaya çok özen gösterdiler. Cumblat ailesinin liderliği altında kurulan Sosyalist İlerici Parti aracılığıyla önce Kemal Canbolat sonra oğlu Velid Canbolat, Sovyetler Birliği'nle iyi bağlar kurarak ve Suriye'yle İsrail'in güneye çekilmesi için anlaşarak etkili Dürzi militanlığı yaptılar. Çoğu militan grubun seküler olduğunu iddia etmesine rağmen, birçoğu sadece destek toplamak için sekülerizmi araç olarak kullanıyordu. Yine de bazı din-dışı gruplar vardı ve bunlar tamamen olmasa da aşırı sol için öncül oldular. Bunun örnekleri Lübnan Komünist Partisi (LCP) ve daha radikal ve bağımsız olan Komünist Eylem Örgütü (COA)'ydü. Bir başka belirgin örnek ise Lübnan milliyetçiliğine ve pan-arabizme ek olarak "Büyük Suriye" düşüncesini benimseyen Suriye Sosyalist Milliyetçi Partisi(SSNP)'ydi. SSNP, ideolojik olarak Beşşar Esad'in Baas Partisi'ni desteklemese de çoğunlukla Suriye hükümeti destekliydi. Hatta şu anda bile SSNP Baas Partisi'ne karşıdır. İki Baas Partisine mensup grup da savaşın içine girdiler. Büyük Arap politik baskıları yüzünden Kahire Anlaşması 1969 yılında Mısır Başkanı Nasır tarafından feshedildi, Lübnanlılar yabancı bir gücün (FKÖ ülkelerinden İsrail'e karşı askeri operasyonlar yürütmesine izin vermeye zorlandı. Öncelerde kabul etmeye yanaşmayan Lübnan, saldırıların Lübnan Ordusu'yla beraber koordine edileceğinden bu anlaşmayı ülkenin kontrolünü ele almanın son şansı olarak görmeye başladı. FKÖ'ye mülteci kampları üzerinde tam kontrol verilmişti ve sonunda Güney Lübnan'ın büyük bölümü onlar etkisi altına girdi. Ürdün'deki "Siyah Ekim"'den sonra savaşçıların ülkeye gelişiyle FKÖ'nün varlığı ülke için kaldırılamaz hale geldi. Radikal gruplar kendi kanunlarıyla hüküm sürmeye devam ettiler ve muhafazakar Şii köylüleri yabancılaştırdılar. FKÖ'nün Ürdün'de desteğini kaybettiği gibi, Lübnan'da Filistin'e olan Müslüman desteği yükselmeye başladı. Avesta 'Zend-Avesta', Eski İran inancı olan Zerdüştlüğün kutsal kitabıdır. Bu inancın kurucusu Zerdüşt, Gatalar denen dörtlükler yazmıştı. Bu dörtlükler Avesta´da toplanmıştı. Bu yazılar, Zerdüşt´ün neye inandığını ve Zerdüştlüğün temellerini anlatan tek belgedir. Avesta dilinin "zaray"-sarı anlamında Eski Farsça ile ortak sözcükler vardır. Hâlâ da Zerdüştlüğü benimseyen az sayıda Fars bulunmaktadır. Avesta 21 kitaptan oluşmakta iken, İskender'in işgali sırasında yok olan kitaplardan yalnızca Yasna, Visperad ve Vendidad (veya Videvdat) kalmıştır. Monroe Doktrini Monroe Doktrini, ABD Başkanı James Monroe'nin, 2 Aralık 1823'te kongreye sunduğu doktrin. Doktrinin öngördüğü hususlar şöyleydi: Monroe Doktrini Amerikan siyasetinin adeta değişmeyen Anayasası olmuş ve bu nedenledir ki I. Dünya Savaşı'na dahi Almanya tarafından güvenliğinin yakın bir şekilde tehlikede olduğunu gördüğü için girmiştir. Ancak, Amerika, bu savaşa bir ortak olarak değil, taraf olarak katılmış ve savaştan çekilme hakkını daima muhafaza etmiştir. Keza, Monroe Doktrini dünya politikasında Birleşik Devletler'in siyasetini açıklığa kavuştururken bu ilkelerden sapma temayülü gösteren liderlerine müsamaha göstermemiştir. Nitekim, Başkan Thomas Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmaları ve özellikle de Versay Antlaşması'nı ve ona bağlı Milletler Cemiyeti Paktı'nı Amerikan halkına kabul ettirebilmek için yoğun bir çaba göstermiştir. Bu amaçla; 22 günde 8. 000 mil yol katederek ve 37 söylev vererek Amerikan kamuoyunu ikna etmek istemiş, ancak buna muvaffak olamamıştır. Hatta bu geziler sırasında felç olmuştur. Tüm bu gayretlere rağmen Amerikan Senatosu, Versay Antlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktı'nı onaylamamıştır. Bu iki belge için Senato'da Kasım 1919, Ocak 1920 ve Mart 1920'de üç defa oylama yapılmış, ancak birinde tasdik için yeterli oy çoğunluğu sağlanamamıştır. Bu sonuç hasta durumda olan Wilson'ı çok üzmüştür: Amerikan halkı, 1920 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde I. Dünya Savaşı'na damgasını vuran ve açıkladığı 14 prensip ile tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan Wilson'ın yerine Monreo Doktrini'ni savunan Cumhuriyetçilerin adayı Warren G. Harding'i Başkanlığa seçerek Wilson politikası yerine muhafazakar politikayı tercih etmiştir. Monreo Doktrini'nde olduğu gibi, Versay'dan sonra da ABD, Milletler Cemiyeti ve Avrupa ile ilgisini tamamen kesmemekle birlikte, Latin Amerika ve Uzak Doğu ile daha fazla ilgilendi. Bu dönemde Avrupa'nın Uzak Doğu ile ilgisi azalırken Japonya yeni bir güç olarak bölgede etkin rol almaya başladı. Dolayısıyla Japonya Amerika için bir rakip ülke ve endişe konusu oldu. 1922 Washington Konferansı ile Japon deniz gücünün sınırlanmasında, bu durum önemli bir faktör oluşturdu. Bununla birlikte, Uzak Doğu'da Japonya ile Birleşik Amerika arasında sürtüşme ve çatışmalar 1931 yılından itibaren yeni bir boyut kazandı. Bundahişn Bundahişn, Avesta'nın bir bölümüne verilen addır. Bundahişn, temel veya yaratılış anlamında olup uzay ve dünyanın yaratılışı sürecini ve sonucunu eski kaynaklara bağlı olarak anlatmaktadır. Truman Doktrini Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini, Amerika Birleşik Devletleri'nin uluslararası politikasının değiştiğini ve Sovyet karşıtlığının bu yeni politikada temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri "komünizm tehdidi" altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır. Almanya'nın çöküşü, II. Dünya Savaşı boyunca bastırılmış düşmanlıkları tekrar su yüzüne çıkardı. Almanya'ya karşı Sovyetler ile ittifak kurmuş olan Amerika ve İngiltere, Bolşevik Devrimi'nin ilk günlerinden beri komünizme düşman idiler. Hatta başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı bittikten sonra Bolşeviklerle mücadele eden Çarlık yanlısı Rusları desteklemiş ve bu amaçla Vladivostok, Murmansk ve Archangelsk limanlarına asker çıkarmışlardı. Amerika'nın Japonya'ya attığı atom bombaları Japonya'nın teslimiyetini sağlarken aynı zamanda Amerika'nın askeri üstünlüğünü de vurguladı. Bu iki saldırıyı Sovyetler'e yönelmiş bir tehdit olarak algılayan Stalin, Batı ile arasında kendisine bağlı uydu devletler kurarak bir “tampon bölge” oluşturmak istiyordu. Bu ilke Sovyetler'in savaş sonrasında Doğu Avrupa politikasının temelini oluşturmuştur. Bu amaçla Sovyetler'in komünist ideolojiyi yaymaya çalışması ve Doğu Avrupa'da komünist uydu-devletler kurmaya başlaması Amerika'da büyük korkuya yol açmıştı. Bu sebeple 1947 yılından başlayarak Amerika dış politikasının esası komünizm ile mücadele olmuştur. Truman Doktrini’ni hızlandıran başlıca neden, Sovyetler’in güneye doğru yayılmasıdır. Yunanistan’da komünist gerillalarla zayıf merkezi hükümet arasında başlayan iç savaş, Truman Doktrini’nin ilan edilmesini hızlandırmıştır. Başkan Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de kendi adıyla anılacak bu doktrini açıkladı. Truman’a göre ABD, komünizm ile silahlı mücadele veren ve komünist ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardım yapmalıydı (Burada kastedilen ülkeler Yunanistan ve Türkiye’dir). Bu amaçla Kongre’den 400 milyon dolar kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapıldı. Sovyetler Birliği lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Milli Şef de ABD'den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesi ile Milli
Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve Köy Enstitüleri gibi Sovyetler'den esinlenmiş uygulamaların kaldırılmasını talep etti. Truman Doktrini’nin Yunanistan açısından en önemli sonucu ise, Yunan İç Savaşı’nın seyirini değiştirip, merkezi hükümetin komünistleri yenmesini sağlamış olmasıdır. Böylece Soğuk Savaş’taki ilk silahlı mücadelelerin birinden Batı Bloğu galip çıkmış oluyordu. Truman Doktrini, kendisinden sonra gelecek olan Marshall Planı’na öncülük etmiş ve doktrinin başarısı Marshall Planı’nın hazırlayıcısı olmuştur. Truman Doktrini ile ABD, geleneksel dış politikasını değiştiriyor ve I. Dünya Savaşı sonundaki tutumunun aksine dünya siyasetinde aktif bir rol üstleniyordu. Kellogg-Briand Paktı Kellogg-Briand Paktı ya da Harbin Milli Siyaset Aleti Olarak Kullanılmaması Hakkında Umumi Muahede, savaşın ulusal politika olarak kullanılmasını yasaklayan bir uluslararası antlaşmadır. Bu antlaşmaya ABD, Japonya, Birleşik Krallık, Almanya, Belçika, Çekoslovakya ve Romanya imza attılar. Antlaşmaya göre taraflar birbirleriyle ilgili sorunları barışçıl yollardan çözeceklerini ve eğer mesele birebir çözülmezse Milletler Cemiyetinin hakemliğini kabul edeceklerini beyan ettiler. Briand-Kellog Pakti ABD'nin dünya siyasetine geri dönüşüdür; Monroe Politikasını terk etmesidir. Briand-Kellog Paktı Rusya-ABD gruplaşmasının başlangıcı ve bugünkü NATO'nun temeli olarak gösterilir. Bu paktla ABD Rusya'ya karşı kendi grubunu kurmuştur. Rusya bu gruba karşı kendi grubunu, Litvinoz Sözleşmesi ile kurmuştur. Litvinov Sözleşmesi de VARŞOVA Paktının temeli sayılır. Fransa ve İtalya pakta imza atmadılar. Fransa, Birleşik Krallık'ın Almanya ile yakınlaşmasından rahatsız olduğu için; İtalya ise yayılmacı politikasından dolayı imza atmamıştır. Türkiye’nin milletlerarası işbirliği ve kolektif barış çabalarına katılması, 1928'de silahsızlanma konferansının hazırlık komisyonu çalışmalarına davet edilmesiyle başlamıştır. Bu komisyon çalışmaları sırasında Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Litvinov, “Türkiye Cumhuriyetinin dünya siyasetinde oynamakta olduğu mühim rol ve coğrafya vaziyetine binaen, Türkiye’nin de davet edilmesini istemiş ve bu teklif kabul edilerek, 1928 Mart'ında Türkiye'de komisyon çalışmalarına davet edilmiştir. Komisyonda Sovyetler, bütün silahların ilgasını teklif ettiği zaman, bu teklifi destekleyenlerden biri de Türkiye olmuştur. 1932 Şubat'ında toplanan Silahsızlanma Konferansında da Sovyetler gene ve tam silahsızlanma üzerinde ısrar ettikleri zaman da, bu teklifi destekleyen tek devlet yine Türkiye olmuştur. Briand-Kellogg Paktı meselesinde de aynı şey olmuştur. Savaşı kanun dışı ilan eden bu Paktın ilk imzasına davet edilmediklerinden ötürü Sovyetler bunu, kendilerini çember içine almak için Batılıların bir kombinezonu olarak görmekle beraber, sonradan Fransa tarafından katılmaya davet edilince, bir yandan bu daveti kabul etmiş ve öte yandan da, “barışın korunmasıyla samimiyetle ilgilenen” Türkiye, Afganistan ve Çin Cumhuriyetinin davet edilmemiş olmasından ötürü üzüntülerini bildirmişlerdir. Bunun üzerine 1928 Eylül ayında Türkiye de davet edilmiş ve 1929 Ocak ayında Türkiye de katılmıştır. Devlet Hatun Devlet Hâtûn (Osmanlıca: دولت خاتون) "(Tam adı: Tâcü'l-havatin Devlet Hâtun bint-i Abdullah)" "(doğum: ? - ölüm: Ocak 1414)"; Yıldırım Bayezid'in Onikinci eşi ve Osmanlı Padişahı I. Mehmet’in öz annesidir. Vakfıyesinde adı "Devlet bint-i Abdullah" olarak kaydedlen Devlet Hâtûn'un Müslüman-Türk kökenli olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle de Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı ve İsa Çelebi, Şehzade Büyük Musa Çelebi Han "(Sultan Küçük Musa Çelebi Han ile karıştırılmamalıdır)" ile Düzmece Mustafa'nın annesi Devlet Şah Hatun ile karıştırılmaktadır. Yıldırım Bayezid'in yabancı kökenli Türk olmayan hânımlarından hangisinin daha sonra "Devlet Hatun" ismiyle meşhur olduğu kesinlikle belirlenememiştir. Siyâsî amaçlar ile haremine aldığı Türk, Rum, Sırp ve Bulgar eşlerinden hangilerine "Devlet Sultan" lâkapları ya da Türkçe-İslâmî adların verildiği de açık değildir. Ocak 1414 tarihinde Bursa'da vefât etmiştir. Emine Hatun Emine Hâtun (ö. 1449) Osmanlı Padişahı I. Mehmed'in eşi. Dulkadiroğulları Beyliği’nin Beşinci hükümdarı olan Zülkadiroğlu Nâsır’ed-Dîn Muhammed Bey'in kızıdır. Yıldırım Bayezid’in oğlu, Osmanlı Padişahı Çelebi I. Mehmed ile 1403’te evlenmiştir. II. Murad’ın annesi olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. 1449 yılında öldü. Cenazesi Bursa'daki Muradiye Camii'nde Hatuniye Türbesine gömüldü. Çiftleşme Biyolojide çiftleşme, karşı cinsten veya Hermafrodit iki canlının üremek üzere bir araya gelmesidir. Sosyal hayvanlarda kendi döllerini büyütmeyi de içerir. Cinsel birleşme, eşeyli üreyen iki hayvanın döllenme ve ardından iç döllenme için cinsel organlarının birleşmesidir. İki hayvan karşı cinsden veya salyangozlar gibi hermafrodik olabilir. Abdülhakîm Arvâsî Abdülhakîm Arvâsî Üçışık (1860, Başkale, Van - 1943, Ankara), Türk İslam âlimidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ve Türkiye'nin ilk yıllarında yaşamıştır. Seyyid ve Hüseyin kolundandır. Moğol istilâsı sebebiyle Irak'tan Doğu Anadolu'ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptur. Halife Mustafa Efendi'nin oğludur. 1860'ta o zaman Hakkâri vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van'a bağlı Başkale kazasında doğdu. Bazı resmî evrakta doğum tarihi 1865 olarak görülür. Başkale'de iptidaiye ve rüşdiye mekteplerini bitirdi. Doğu Anadolu ve Irak'ın çeşitli beldelerindeki âlimlerden ilim öğrendi. 1879'da Arvas'ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî'ye talebe oldu. Kendisinden 1882'de icâzetnâme (diploma) ve 1887'de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî tarikatlarından hilâfet alarak memleketine döndü. Başkale'de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirdi. Anadolu ve İran sınırında çok beldeyi ziyaret ederek irşatta bulundu. Bu sebeple zamanın padişahı Sultan II. Abdülhamid tarafından taltif edildi. 1898 ve 1908 yılında İstanbul ve Mısır üzerinden iki defa hacca gitti. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî hilâfeti de verdi. Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından işgali üzerine Mayıs 1916'da ailesiyle beraber Musul'a hicret etti. 1916-1918 yılları arasında Ziybar kazâsı müftülüğünde bulundu. Adana ve Eskişehir'de kaldı. 1919 yılında İstanbul'a geldi. Sultan Vahideddin tarafından 5 Ağustos 1919'da Süleymaniye Medresesi'ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edildi. Aralık ayında da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı postnişinliği kendisine tevdi edildi. 1924-1928 yılları arası Vefa Lisesi'ne din dersi muallimliği yaptı. 1925'te tekkeleri kapatan kanun gereği,Eyüpsultan, semti, Kaşgari Murtaza Efendi Cami yanında bulunan Kaşgarî Dergâhı'nda ömür boyu oturmasına müsaade edildi. 1924 yılında İstanbul vâizliğine tayin olundu. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinden senelerle vaaz verdi. 1930'da yaş sınırına rağmen vazifesi Bakanlar Kurulu kararıyla uzatıldı. 1931'de Menemen hadisesi sebebiyle Menemen'e götürülüp divan-ı harbe çıkarıldı. Beraat etti ise de, emekliye sevkolundu. Câmi derslerini aralıksız fahrî olarak yürüttü. Bayezid'de Kadı Beydâvî tefsirini okutup tamamlamaya muvaffak oldu. Üçışık soyadını aldı. Oğlu Ahmed Mekkî Üçışık başta olmak üzere çok sayıda talebe yetiştirdi. Bunlardan en meşhurları, Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık'tır. Abdülhakîm Arvâsî 18 Eylül 1943'te İzmir'de mecburî ikamete tâbi tutuldu. Daha sonra geçtiği Ankara'da 27 Kasım 1943'te vefat etti. Bağlum Kabristanı'na defnedilmiştir. Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Arapça ve Farsça şiirleri vardır. Üç oğlu ve iki kızı dünyaya geldi. Büyük oğlu Mekki Üçışık Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yaptı. Abdülhakîm Efendi'nin kardeşlerinden Taha Efendi (1864-1928) İstanbul Süleymaniye Medresesi'nde müderris olup, 1908 ve 1921 meclisinde Hakkâri mebusluğu ve Şer'iye Vekâleti'nde heyet-i müşavere âzâlığı yaptı. Abdülhakîm Arvâsî'nin Râbıta-i Şerife ve er Riyâdü't Tasavvufiye isimli eserleri, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Ayrıca, Hâl Tercümesi ve Ebeveyn-i Resullulah isimli eserleri sadeleştirilmeden, yalnızca latin alfabesine çevrilerek Büyük Doğu Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Gülbahar Hatun Türk Tugayı Türk Tugayı (Kod adı: "Şimal Yıldızı" ya da "Kutup Yıldızı"), Kore Savaşı sırasında 1950'den 1953'e kadar Birleşmiş Milletler Ordusunun komutası altında savaşmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir tugayı. II. Dünya Savaşı'nın bitip Soğuk Savaş'ın başlamasıyla Türkiye, uluslararası ortamda kendini yalnız buldu. II. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalarak bütünlüğünü Almanya'ya karşı korumuş ancak savaş sonrasında Sovyetler Birliği'nin Doğu Anadolu'da toprak ve Boğazlar'da üs ve ortak savunma talepleriyle karşılaşmıştır. Böylece Sovyet tehdidine karşı müttefik arayan Türkiye Batı Bloğu'na ve Amerika'ya yaklaşmaya başladı. Türkiye, NATO'ya girişini hızlandırmak için, başlayan Kore Savaşı'na birlikler göndermiştir. Özellikle sol kesimler tarafından "Türk gencinin kanının Amerika'ya satılması" şeklinde eleştirilen bu davranış, Türkiye ile Batı Bloğu arasındaki yakınlaştırmayı hızlandırmış ve 18 Şubat 1952'de Türkiye bir NATO üyesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, başlangıçta Kore’ye topçu taburu takviyeli bir piyade alayı göndermeyi düşündüğü halde, sonradan bu birliğin bir tugay seviyesinde olmasına karar verdi. Her biri üç taburdan oluşan üç piyade alayı, bir topçu taburu, bir istihkam bölüğü, bir uçaksavar bataryası, bir ordudonatım bölüğü, bir ulaştırma bölüğü, bir tanksavar takımı ve bir depo bölüğünden oluşuyordu. Gönüllü olanlardan seçilmiş olan bu tugay 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişiydi. Tugay komutanlığına Tuğgeneral Tahsin Yazıcı seçilmişti. Ankara’da oluşturulan tugay demiryolu ile İskenderun’a aktarıldıktan sonra Amerika’nın tahsis ettiği gemiler
le Kore’nin Pusan limanına nakledildi. Burada bekletilmeden Daegu şehrine alınarak kışlaya yerleştirildi. Taegu’da Türk Tugayı Amerikan malzemesi ile yeniden donatıldı. Eskimiş malzemeler ise geri gönderildi. Bu yeni malzemeyi kullanmak için eğitiminden geçen tugay 10 Kasım 1950’de cepheye hareket etti. Önce Seul’un 60–100 km kuzeyinde bölgenin emniyet sorumluluğunu üstlenen tugay daha sonra Kunu-ri bölgesine nakledildi. Çin’nin savaşa dahil olmasının ardından BM kuvvetlerinin cephesi yarılmıştı. ABD Kara Kuvvetleri 9. Kolordusu’nun ihtiyat tugayı olan Türk Tugayı, Kunu-ri bölgesinde direnerek 8. Ordu’nun yok olmadan çekilmesini sağladı. Douglas MacArthur "Türklerin kahramanca çarpışmaları Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin salimen yeni müdafaa hatlarına çekilmelerini mümkün kılmıştır."dedi. Türk Tugayı birlikleri, 6 Ocak 1951'de Chonan'da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra 24 Ocak'ta Chonan'dan hareket ederek Çin Halk Gönüllü Ordusu'nun savunma mevziinin bir kısmını almak üzere saldırıya geçti ve bölgeyi savunan Çin Halk Gönüllü Ordusu 150. Tümeni'ne bağlı 447. ve 448. alayları ile mücadeleye girdi. Başlangıçta inisiyatif Çin birliklerindeydi. Ancak silah üstünlüğünü Çinliler elde edememişlerdi. Çinlilerin el bombası sayısı azdı. Türk tugayı Çinlilerden daha fazla el bombasına sahipti. Bunun nedenlerinden biri de ABD tarafından silah ve cephane ile desteklenmesiydi. Savaşın başında mevzilerinde bulunan Çinliler etkili bir şekilde ateş yağdırmaya başladılar. Ancak önceden mevzilendirilen Türk 1. Takımı görünmeden Çinlilerin mevzilerine yaklaşıp el bombası kullanarak Çinlilerin mevzilerini aldı. Çinlilerin bu bölgedeki mevzileri yeniden ele geçirebilmek için uğraşması sonucu Türk 2. Taburu 185 rakımlı tepeyi ve ardından 156 rakımlı tepeyi süngü hücumuyla aldı. Alay taarruz grubu da rahat bir şekilde Kumyangjang-ni kasabasını aştı. 1. Türk Tugayı 16 Kasım 1951’e kadar Kore’de kalarak savaştı ve 2. Değiştirme Tugayı ile değiştirildi. 17 Kasım'da Tümgeneral Tahsin Yazıcı görevini Tuğgeneral Namık Argüç'e devretti. 9 Haziran'da İzmir limanından hareket eden 3. Değiştirme Tugayı 20 Ağustos 1952’de, 4. Değiştirme Tugayı ise 6 Temmuz 1953’te bu görevi devraldı. 1. Türk Tugayı (Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı) Kore Savaşı boyunca Türkiye toplam 741 ölü ve 2147 yaralı verdi. Bunların dışında Türk birliklerinden 234 asker tutsak ve 175 asker yitik (akıbeti belli olmayan) sayılmıştır. 1. Türk Tugayı'nın toplam zaiyatı şöyledir: 721 ölü 2111 yaralı 175 kayıp 234 harp esiri (POW) 298 belirsiz. 1960 yılında 200 kişilik bir bölük gücüne ve 1965 yılında bir manga gücüne düşürüldü. 1971 yılında tamamen geri çekildi. Muharip Gaziler Derneği (Word dosyası) Çanakkale Fen Lisesi Çanakkale Fen Lisesi, 1994 yılında kurulmuş hala eğitim hayatına devam etmekte olan fen lisesidir. Bon Jovi Bon Jovi, 1983 yılında ABD'nin New Jersey eyaletinde Richie Sambora, Tico Torres, David Bryan ve Alec John Such'tan oluşan kadrosu ile Jon Bon Jovi tarafından kurulmuş bir rock müzik grubudur. 1994 yılında grubun bass gitaristi Alec John Such'ın ayrılığı ve 30 yıllık gitaristi Richie Sambora'nın 2013 yılındaki ayrılığı dışında grup 33 yıldır aynı kadro ile müzik hayatına devam etmektedir. Jon Bon Jovi'nin 1982 yılında kaydettiği "Runaway" adındaki şarkısının New York ve çevresindeki radyo istasyonlarında en çok çalınan şarkılardan biri olmasının ardından Mercury Records ile 1983 yılında yapılan albüm anlaşmasını takiben kurulan grubun ilk albümü 1984 yılında yayınlandı. Grup asıl büyük çıkışını 1986 yılında yayınlanan üçüncü albümü "Slippery When Wet" ile gerçekleştirerek albümde yer alan "You Give Love a Bad Name" ve "Livin' on a Prayer" gibi şarkılar ile dünya çapında büyük bir üne erişti. 1988 yılında yayınlanan "New Jersey" albümü de benzer bir başarı yakaladı. Grup, New Jersey albümünün ardından çıkılan dünya turnesinin sonunda, yedi yıldır aralıksız albüm çalışmaları ve arka arkaya uzun turnelerin grup üyelerinde yarattığı tahribat neticesinde bir süre ara verdi. Bu arada Jon Bon Jovi ve Richie Sambora kendi solo albümlerini yayınladılar. Jon Bon Jovi, 1990 yılında "Young Guns II" filminin müziklerini içeren "Blaze of Glory" albümü ile büyük başarı yakalamasından sonra grubun dağılacağı söylentilerine rağmen grup dört senelik bir aradan sonra 1992 yılında yayınlanan "Keep The Faith" albümü ile müzik dünyasına geri döndü. 1994 yılında yayınlanan "Cross Road" albümünde yer alan iki yeni şarkıdan biri olan "Always", Amerikan müzik listeleri'nin ilk onunda altı ay yer alıp birçok ülkede 1 numara olarak Bon Jovi kariyerinin en başarılı çalışması oldu. Verdikleri stadyum konserleri ile 90'lı yıllarda da büyük kitlelere ulaşmaya devam eden grup 2000 yılında, solo projelerle geçen beş senelik bir aradan sonra yayınlanan "It's My Life" şarkısı ve "Crush" albümü ile genç bir hayran kitlesi edindi. Bon Jovi, 2005 yılında gruba birçok ödül kazandıran, "Who Says You Can't Go Home" single'ı ve ardından 2007 yılında yayımlanan country etkileşimli "Lost Highway" albümü ile de yeni bir hayran kitlesi edindi. 2009 yılında yayımlanan "The Circle" albümü ile yeniden kendi tarzına dönüş yapan grubun son stüdyo albümü "What About Now" 2013 yılında yayımlandı. Bon Jovi, kariyeri boyunca on bir stüdyo albümü, iki derleme albüm, bir akustik albüm ve bir de konser albümü yayınlamıştır. Tüm dünyada günümüze dek 130 milyonluk albüm satışı yakalayan grup, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa, Asya, Afrika ve Avustralya'da çeşitli şehirlerde toplam 50 ülkede 2700 konser verdi ve 35 milyon kişi canlı performanslarını izleme şansı buldu. Bon Jovi 2006 yılında İngiltere'de "UK Music Hall of Fame" tarafından onurlandırıldı ve İngiliz "Q" dergisinin 2004 yılında hazırladığı "Tüm Zamanların En Büyük Elli Grubu" sıralamasında 14. sırada yer aldı. Grup, 2004 yılında Amerikan Müzik Ödüllerinde "Yaşam Boyu Onur" ödülü, 2005 yılında ise Dünya Müzik Ödülleri'nde tüm dünyada 100 milyonu aşan albüm satışları nedeniyle "Elmas Ödülü" ile onurlandırıldı. Bon Jovi, 90'larda MTV'nin gerçekleştirdiği MTV Unplugged serisine ilham kaynağı olmuştur. John Bongiovi, New Jersey'de ufak kulüp ve barlarda çeşitli gruplarla birlikte konserler veriyordu. Kurduğu "Atlantic City Expressway", "The Rest" ve "John Bongiovi and the Wild Ones" isimli grupların ömrü kısa olunca 1980 yılında New York'ta Power Station stüdyolarında kuzeni Tony Bongiovi'nin yanıda çalışmaya başladı. Haftalık 50 dolar kazanan Jon Bon Jovi stüdyoda müzisyen veya teknisyen olarak çalışmıyordu, stüdyonun temizliğinden, getir götür işlerinden ve kahve servisinden sorumluydu. Bu durumdan şikayetçi olmamakla beraber çeşitli müzisyenleri izleyip bazen onlara eşlik ediyordu. Boş zamanlarda ise şarkılar besteliyor ve kiraladığı ucuz müzisyenlerle kayıtlar yapıyordu. John Bongiovi, 1980 ile 1983 arasında 50 tane demo kaydetti. Elindeki demo kayıtlarla plak şirketleri ile görüşüp yanıt alamayınca 1982 yılının Haziran ayında bir yaz gecesi kaydettiği ""Runaway""'i New York'ta yerel bir radyo olan "WAPP 103.5 FM" deki bir DJ'e dinletti. Şarkıyı çok beğenen Chip Hobart ismindeki DJ, şarkıyı radyonun hazırlayacağı amatör şarkıcıların şarkılarının yer aldığı derleme albüme koymaya karar verdi. Şarkı albüme girdi, Runaway kısa sürede sadece New York ve çevresinde değil Detroit, Denver, Tampa ve Minneapolis radyolarında en çok çalınan şarkılardan biri oldu. Plak şirketleri vakit kaybetmeden John Bongiovi adıyla, grubu olmadan menajeri olmadan ve bir plak şirketi ile anlaşması olmadan tek başına "Runaway" gibi bir hiti yaratan bu gencin peşine düştü. John Bongiovi, 1 Temmuz 1983 tarihinde "Polygram/Mercury Records" ile kontrat imzaladı. Fakat bir grubu yoktu. Runaway, Power Station stüdyolarında çeşitli müzisyenlerle beraber kaydedilmişti. John Bongiovi, ilk olarak o yıllarda "Julliard" isimli müzik okulunda eğitim almakta olan lise arkadaşı David Bryan'ı grupta çalması için ikna etti. Ardından New Jersey'deki gruplarda bas gitar çalan "Alec John Such" ile tanıştı. Alec John Such'ın vasıtasıyla "Franke & The Knockouts" isimli grupta davul çalan Tico Torres'i grupta çalmaya ikna ettiler. Grup, küçük topluluklar önünde kulüp konserleri vermeye başladı. Bu konserlerden birinde izleyiciler arasında, o sıralar bir plak şirketi ile anlaşması olan fakat albümleri hiçbir zaman çıkmayacak olan "Message" isimli grupta çalan gitarist "Richie Sambora" da bulunuyordu. Richie Sambora izlediği konserden sonra John Bongiovi'nin yanına giderek birlikte çalmayı teklifi etti. John Bongiovi neden olmasın diyerek ordan uzaklaştı fakat asıl amacı onun hakkında bilgi toplamaktı. John Bongiovi' de deneyimli bir gitarist arıyordu ve birkaç gün sonra Richie Sambora'yı arayıp beraber çalmayı önerdi. Richie Sambora ilk çalışmada grup üyelerini tatmin etmişti. Böylece gelecekte grubun Jon Bon Jovi'den sonraki en popüler elemanı olacak olan gitarist Richie Sambora gruba katılmış oldu. Plak şirketinin tavsiyesi ile John Bongiovi ismindeki "H" harfi çıkarıldı ve Bongiovi olan soyadı da daha anlaşılır bi şekle sokularak Bon Jovi'ye dönüştürüldü. Grubun ismi olarak da "Bon Jovi"'de karar kılındı. Grubun menajerliğini ise o yıllarda "Mötley Crüe"''nun menajerliğini yürüten Doc McGhee üstlenmişti. Doc McGhee, Bon Jovi ile anlaştıktan sonra tüm enerjisini Bon Jovi'yi dünyanın en büyük gruplardan biri yapmaya adadı. Grup 1983 yazında ABD'nin doğu yakasını dolaştıkları kısa bir bar turnesine çıktı. Böylece canlı şov deneyimleri artıyor kayıt için malzeme hazırlıyorlardı. Grubun menajeri Doc McGhee Bon Jovi'nin 1983 yılının Eylül ayında New York Madison Squere Garden'da gerçekleşen ZZ Top konserinde alt grup olarak çıkmasını sağladı. Bon Jovi'nin kendi adını taşıyan ilk albümü 21 Ocak 1984'te yayınlandı. Single olarak yayımlanan "Runaway" Bon Jovi'ye kariyerinin ilk hitini kazandırdı. Fakat albüm satış bazında büyük rakamlara ulaşamadı. Grup ABD'de "Scorpions"'ın alt grubu olarak sahneye çıktı. 11 Ağustos 1984 tarihinde MSG, Whitesnake ve Scorpions il
e birlikte Japonya'da "Super Rock Festivali"ne katıldılar. Bon Jovi'nin festival kapsamında verdiği konserler beklenmedik derecede büyük ilgi gördü. Albüm Japonya'da altın plak ile ödüllendirdi Bon Jovi ise Japonya'da yılın grubu seçildi. Grup Avrupa'da ise "Kiss"'in alt grubu olarak sahne aldı. Grup, albüm için oldukça olumlu eleştirilerde bulunan İngiliz rock müzik dergisi "Kerrang!" tarafından yılın en iyi yeni grubu seçildi. 1984 yılının Kasım ayında turne sona erdikten sonra grup hemen yeni albüm çalışmalarına başladı. Grup ikinci albümü Philadelphia'da altı haftada kaydetti. 1985'in Mart ayında grubun ikinci albümü "7800° Fahrenheit" yayınlandı. Albümün yayınlanmasını takiben grup turneye ilk albümleri ile birlikte büyük bir dinleyici kitlesi edindikleri Japonya'dan başladı. Japonya ve Avrupa'da ana grup olarak sahne aldılar ve İngiltere'de düzenlenen "Donnington Monsters of Rock" festivaline katıldılar. Grubun ilk albümü için oldukça olumlu eleştirilerde bulunmuş olan İngiliz rock müzik dergisi "Kerrang!" "7800° Fahrenheit" için ilk albümün başarısız bir imitasyonu yorumunda bulundu. Derginin Jon Bon Jovi'yi yılın seks objesi olarak seçmesi üzerine bu duruma üzüldüğünü belirten Jon Bon Jovi; en iyi besteci ya da yorumcu ödülünü almayı tercih ederdim şeklinde bir beyanatta bulunmuştu. Albümden ABD'de Only Lonely, In And Out Of Love ve Silent Night olmak üzere üç single yayınlandı. "7800° Fahrenheit" ilk albüme göre daha başarılı olup ABD'de gruba bir altın plak kazandırsa da grup istediği çıkışı bu albümle de gerçekleştiremmişti. Grup ABD'de dönemin popüler gruplarından "Ratt"'in alt grubu olarak 6 aylık bir turne gerçekleştirdi. Jon Bon Jovi o günler ile ilgili ilerleyen yıllarda şu yorumu yapmıştır: Grup o sene "Texas Jam Festivali" ve 22 Eylül 1985 tarihinde Illinois Memorial Stadyumunda Amerikalı çiftçiler yararına düzenlenen "Farm Aid" konserine de katıldı. Jon Bon Jovi ve Richie Sambora Farm Aid için "Heart Of America" şarkısını besteledi ve sahnede bu şarkıyı seslendirdiler. Grup 1985 yılının Aralık ayında turne biter bitmez üçüncü albümlerinin hazırlıklarına başladı. İki orta derecede başarılı albümden sonra grup elde edecekleri büyük başarının üçüncü albümlerine bağlı olduğunu ve bu albümün ya tamam ya devam albümü olduğunu düşünüyordu. Bunun için Loverboy ile yaptığı çalışmalarla ünlü olan Kanadalı prodüktör Bruce Fairbairn ile anlaştılar ve ilk defa profesyonel bir besteci olan Desmond Child ile beraber şarkılar yaptılar. Grup albümü Kanada'nın Vancouver şehrinde kaydetti. Vancouver'da gittikleri bir striptiz kulübünde bir dansçı kızın grubun In And Out Of Love şarkısı ile yaptığı dans gösterisi esnasında albümün isminin "Slippery When Wet" olmasına karar verdiler. Grup 6 ay içerisinde albümü tamamladı ve albüm satışa sunulmadan bir ay önce 1986 yılının Temmuz ayında Judas Priest'in alt grubu olarak turneye başladı. 18 Ağustos 1986'da "Slippery When Wet" adı altında yayımlanan grubun üçüncü albümü, Bon Jovi'nin kariyeri için bir dönüm noktasıydı. Slippery When Wet Bon Jovi'yi zirveye taşıyan albüm olmuştur. Günümüzde bir rock klasiği olarak anılan albümde yer alan "You Give Love a Bad Name", "Livin' on a Prayer", "Wanted Dead or Alive" ve "Never Say Goodbye" şarkıları unutulmaz Bon Jovi klasikleri arasındaki yerini aldı. Albümün başarısı birçok ödülü de beraberinde getirdi. "Slippery When Wet", 1987'de Billboard dergisi tarafından yılın en çok satan albümü olarak belirlenirken, Livin' On A Prayer, "Jukebox Association Of America" tarafından yılın en çok çalınan şarkısı olarak belirlendi. Bon Jovi ise "People's Choice Ödülleri"'nde "Yılın Rock Grubu" olarak seçilirken "MTV Video Müzik Ödülleri"'nde "Livin' on a Prayer" ile "En İyi Sahne Performansı Videosu" ödülünü, "Amerikan Müzik Ödülleri"'nde de "Yılın Grubu" ödülünü kazandılar. Slippery When Wet'in yaptığı etki sonucu grubun ilk iki albümü de ABD'de platin plak ile ödüllendirilirken bu iki albümünden yayınlanmış video kliplerin yer aldığı "" adındaki video kaset yılın en çok satan müzik videosu olarak belirlendi. "Slippery When Wet" yayınlandıktan sonra grubun ABD'de "38 Special" isimli grubun alt grubu olarak sahne alması planlanmıştı ancak albümün büyük başarısı ile birlikte grup 1986 yılının Aralık ayında kariyerinin ana grup olarak çıktıkları ilk ABD turnesine başladı. Turne esnasında, New York'ta yayın yapan özel bir radyo istasyonu, şanslı dinleyicilerine Bon Jovi'yle bir gün geçirme vaadinde bulundu ve bu yarışmaya toplamda 22 milyon mektup başvurusu geldi. Daha önce hiçbir radyo yarışmasına bu kadar büyük bir katılım gerçekleşmemişti. 1987 yılının Ağustos ayında İngiltere'de düzenlenen "Donnington-Monsters of Rock"'a ana grup olarak katıldılar. Grubun biste söylediği "We Are an American Band" şarkısına Kiss grubunundan Gene Simmons ile Paul Stanley, Twisted Sister grubundan Dee Snider ve Iron Maiden grubundan Bruce Dickinson eşlik etti. Konser, 70,000 kişinin katılımıyla o güne kadarki en fazla katılımın gerçekleştiği "Donnington-Monsters of Rock" festivaliydi. Turne, Eylül ve Ekim ayı içerisinde gerçekleşen Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya turnesinin ardından Ekim ayında Hawai 'de sona erdi. Grup, turne boyunca 200 konser vermişti. Albüm yılın en çok satan albümü turne ise yılın en başarılı turnesi idi. Daha fazla kanıtlayacak bir şey olmadığını düşünen grup bir an önce geldikleri yerin tesadüf olmadığını ve Slippery When Wet'in rastlantılarla gelen bir başarı olmadığını ispat etmek için hiç dinlenmeden yeniden stüdyoya girdi. Bir sonraki albüm müzik basınında büyük bir beklentiye yol açmıştı. Bu beklentiler nedeniyle albümün konser performansı ile kaydedileceği, ünlü solistlerle beraber çalışılacağı, Richie Sambora'nın da vokalde yer alacağı gibi söylentiler çıktı. Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmedi. "Slippery When Wet" albümünün ardından iki sene sonra yayımlanan dördüncü albüm "New Jersey" 13 Eylül 1988'de raflardaki yerini aldı. Hem ticari açıdan hem de müzikal açıdan Slippery When Weti aratmayan bir albüm olarak görülen "New Jersey" beş hit şarkı çıkararak Bon Jovi'nin başarısının tesadüf olmadığını kanıtladı. Arka arkaya piyasaya sürülen Bad Medicine, Born To Be My Baby, I'll Be There For You, Lay Your Hands On Me ve Living In Sin önemli liste başarılarına imza attı. Erotik sahneler içeren "Living In Sin"'in video klibi MTV sansürüne takıldı. Fakat daha sonra yeniden kurgulanan video klip MTV'de sıkça yayınlandı. Bon Jovi, Ağustos 1989'da 160,000 kişinin katılımı ile gerçekleşen "Moscow Peace Festival"'da ana grup olarak sahne aldı. Motley Crue, Scorpions, Ozzy Osbourne, Skid Row ve Cinderella gibi dönemin popüler rock gruplarının yer aldığı ve Lenin Olimpiyat Stadı'nda yapılan iki günlük etkinliğin iki amacı vardı; Rus gençleri arasında hızla artış gösteren alkol ve uyuşturucu bağımlılığına dikkat çekmek ve yıllarca kapılarını Amerikan tarzı hayata kapatan Rusya'nın kapılarını Amerikan tarzı rock n roll'a açmaktı. Nitekim Rus hükümetinin Rusya'da konser vermesi için izin verdiği ilk batılı grup Bon Jovi oldu. "New Jersey" albümü ise Sovyet Rusya'da devlete bağlı bir şirketten yayımlanan ilk yabancı albüm oldu; daha önce ne Beatles'ın ne de Rolling Stones'un albümleri Rusya'da yayınlanmamıştı. Aynı yıl Jon Bon Jovi ve Richie Sambora "MTV Video Müzik Ödülleri"'nde sahne alarak "Livin' on a Prayer" ve "Wanted Dead or Alive" şarkılarını sadece iki akustik gitar ile çaldılar. Büyük etki yaratan performans MTV'nin düzenleyeceği "MTV Unplugged" serisine ilham kaynağı olmuştur. Jon Bon Jovi'ye göre ise bu çok büyük bir mesele değildi şarkılarını zaten akustik gitarla yazıyolardı bu yüzden doğallıklarını bozmadan şarkılarını akustik şekilde çalabilirlerdi. Bu performansın Unplugged serisinin başlangıcına yapmış olduğu etki kadar akustik şarkıların artışının da esas kaynağı olarak gösterilmektedir. 1988 yılının Ekim ayında İrlanda'nın Dublin şehrinde başladıkları dünya turu 1990 yılının Şubat ayında Meksika'nın Monterrey şehrinde aynı gün içerisinde verdikleri iki stadyum konseri ile sona erdi. Turne boyunca 232 konser veren grubun büyük başarılara imza attığı iki yıla yakın süren uzun dünya turnesi sonunda grup üyeleri hem bedenen, hem zihnen, hem de duygusal olarak iflasın eşiğine gelmişlerdi. Turne esnasında sık sık kavga etmişler ve kopma noktasına gelmişlerdi. Turne bittiğinde grubun geleceği belirsizdi. Grup üyeleri birbirine "hoşça kal" bile demeden beşi de farklı uçaklara binip kendi yollarına gittiler. Richie Sambora, ilerleyen yıllarda yaptığı bir demeçte grubun New Jersey turnesinin sonundaki halini şöyle anlatmıştır; New Jersey turnesinin ardından grup ilk defa yeni albüm çalışmaları için stüdyoya girmeyip ara vermeyi uygun görmüştü. Fakat bu arada Jon Bon Jovi hiç hesapta yokken "Young Guns II" filminin müziklerini hazırlamaya başladı. "Young Guns II" filminin müziklerini içeren Jon Bon Jovi'nin ilk solo albümü Blaze of Glory, 1990 yılının Temmuz ayında yayımlandı. Jon Bon Jovi, "Blaze of Glory" şarkısı ile en iyi film müziği dalında Altın Küre Ödülü'nü, Amerikan Müzik Ödülleri'nde ise "En iyi Pop/Rock Şarkısı" ödülünü kazandı ve Grammy ile Oscar'a aday oldu. Jon Bon Jovi'nin grubu olmadan büyük başarılara imza atması grubun dağıldığı söylentilerine sebep olmuş ve grubun geleceği hakkında soru işaretleri uyandırmıştı. Menajer Doc McGhee, 31 Aralık 1990'da Japonya'da gerçekleşecek bir yeni yıl konseri için grubu tekrar bir araya getirdi. Amerikan medyası bu konsere büyük ilgi gösterdi ve sırf Jon Bon Jovi ve Richie Sambora'nın arasındaki soğukluğu ve grubun içinde bulunduğu karışıklığı daha yakından takip edebilmek için Japonyaya kadar gittiler. Grup üyeleri bir birleri ile konuşmuyorlardı ve sahne arkasında beşi de farklı odalarda oturuyorlardı. Son olarak Jon Bon Jovi sahne alacağı Oscar ödül töreni için grubu 1991 yılının Mart ayında bir araya getirdi. Fakat ödül töreninden sonra Jon Bon Jovi para için de olsa bir daha bu saçmalığı yapmayacağım dedi ve tüm grup üyeleri kendi yollarına gitti. 1991 yı