article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
u Başkanlığının 15/12/2014 tarihli ve 73055 sayılı yazısı ile Kamu Yönetimi Bölümü'nün adı Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü olarak değiştirilmiştir.
Fakültede kayıtlı öğrenci sayısı Nisan 2015 itibarıyla 8.814'dir. Yüksek lisans ve doktora eğitimi, aynı yerleşkede yer alan Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde sağlanmaktadır. Öğrencilerin doktora programlarında uzmanlıklarına devam edebilmeleri için Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde, almış oldukları lisans üstü eğitim ve araştırdıkları konu üzerinde tez oluşturarak savunmaları gerekmektedir.
Ankara - Beşevler'de konuşlanan yerleşkesi, şehir merkezinde olmakla birlikte, rektörlük kampüsüne de yaklaşık 500 metre uzaklıktadır. Metro, Belediye ve Halk Otobüsü, Dolmuş gibi toplu taşıma araçlarıyla ulaşım mümkündür. 75 araçlık kapalı otoparkı ve yaklaşık 300 araçlık açık otoparkı bulunan fakültede, 480 oturaklı kapalı spor salonu, açık hava basketbol sahası, içinde sauna bulunan fitness salonu; seminer, sempozyum, panel ve törenlerin yapıldığı 100. Yıl Kültür Merkezi gibi yapılar bulunmaktadır.
PH
pH bir çözeltinin asitlik veya bazlık derecesini tarif eden ölçü birimidir. Açılımı "Power of Hydrogen" (Hidrojenin Gücü)'dir. pH kavramı ilk kez Danimarkalı kimyager Søren Peder Lauritz Sørensen tarafından Carlsberg Laboratuvarı'nda 1909 yılında tanımlanmıştır.
pH teriminde p; eksi logaritmanın matematiksel sembolünden ve H ise hidrojenin kimyasal formülünden türetilmişlerdir. pH tanımı, hidrojen konsantrasyonunun kologaritması olarak verilebilir:
pH = colog[H]
pH hidrojen iyonun aktivitesi cinsinden bir asit veya bazın derecesini ifade etme yoluyla ihtiyaç duyulan niceliksel bilgiyi sağlar. Bir maddenin pH değeri hidrojen iyonu [H] ile hidroksit iyonunun [OH] derişimlerinin oranına direkt bağlıdır. Eğer H derişimi OH derişiminden fazla ise çözelti asidik; yani pH değeri 7 den düşüktür. Eğer OH derişimi H derişiminden fazla ise maddemiz bazik; yani pH değeri 7 den büyüktür. Eğer OH ve H iyonlarından eşit miktarlarda mevcutsa, madde 7 pH değerine sahip olmak üzere nötrdür.
Asit ve bazlar her biri serbest hidrojen ve hidroksil iyonlarına sahiptirler. Belli koşullarda ve belli bir çözeltide hidrojen ve hidroksil iyonlarının ilişkileri sabit olduğu için, birini tespit etmek diğerini bilmek ile mümkündür. Bu anlamda, pH, tanımsal açıdan hidrojen iyonu aktivitesinin seçici bir ölçümü olsa da, hem alkalinlik hem de asitliğin bir ölçüsüdür. pH logaritmik bir fonksiyon olması açısından, pH değerindeki bir birimlik değişim hidrojen iyon derişimindeki on-katlık değişime karşılık gelir.
pH bir çözeltinin asitlik veya alkalinlik derecesini tarif eden ölçü birimidir.
0'dan 14'e kadar olan bir skalada ölçülür. pH teriminde p; eksi logaritmanın matematiksel sembolünden, ve H ise Hidrojenin kimyasal formülünden türetilmişlerdir.
pH tanımı Hidrojen konsantrasyonunun eksi logaritması olarak verilebilir:
pH hidrojen iyonun aktivitesi cinsinden bir asit veya bazın derecesini ifade etme yoluyla ihtiyaç duyulan kantitatif bilgiyi sağlar.
Sanremo
Sanremo veya San Remo (Ligurya lehçesi: "Sanrœmu") kuzey İtalya'nın Ligurya bölgesinde Imperia ili'ne bağlı Ligurya Denizi sahilinde bir yerleşim merkezi ve bir komündür. Sanremo komününün yüzölçümü 54.7 km² ve nüfusu belediye sınırları içinde (28.2.2017 itibarıyla) 54,547 kişidir. Sanremo ile birleşik Ospedaletti ve Ceriana da ele alınırsa büyük Sanremo nüfusunun yaklaşık 62,000 olduğu tahmin edilmektedir.
İmperia ilinin merkezi İmperia şehridir ve bu şehir (31.08.2017 itibarıyla) 42,328 nüfusu olup bu ile bağlı olan Sanremo şehri nüfusça İmperia'dan daha büyüktür. Genel olarak İtalya'da il merkezleri o ildeki en büyük nüfuslu şehir olur ve buna iki istisna İmperia ili ve il merkezi Caltanissetta'dan büyük olan Trapani şehiri ile Caltanissetta ilidir.
Sanremo Antik Romalılar tarafından kurulmuştur ve İtalyan Riviyerası'nın en büyük turizm merkezi ve büyük bir turist çekici şehir olarak bilinmektedir.
Sanremo antik Roma çağlarında "Matutia" veya "Villa Matutiana" adlı köysel yerleşke idi. Ortaçağların başlarında daha iyi savunma sağladığı için daha yüksek mevkilerde konumlandıktan sonra kasaba büyümeye başladı. Arap korsanlarının hücumlarına karşı halkı korumak için soylular yerleşkede bir şato ve La Pigna köyü etrafında surlar yaptırdılar. Yerleşke önce Ventimiglia kontlarının koruması altındaydı. Sonra şehrin idaresi ve korunması Ceneviz piskoposlara verildi. 1297'de kasaba Cenevizli soylu aile olan Doria'lara sonra da De Mari ailesine satıldı. 16. yüzyılın ikinci yarısında "Bağımsız Belediye" şeklinde idare edilmeye başlandı. Bu dönemde kasaba yeniden Pigna tepesine ve katedrale doğru gelişme gösterdi. Hiç değişme göstermeyen eski köysel yerleşke hala hemen hemen hiç değişmeden durmuştur.
Ceneviz Cumhuriyeti'nin Ligurya kıyılarında genişleme siyasetine Sanremo uzun zaman bağımsız kalarak karşı koyabildi. Fakat 20 yıl süren bir mücadeleden sonra 1753'te Ceneviz Cumhuriyeti'ne karşı şiddetle karşı koymakta iken Cenevizliler hegomanyalarını göstermek için Santa Tacla'da limana yakın deniz sahilinde bir büyük kale yaptılar. Bu kale 2002'ye kadar hapishane olarak kullanılmıştır ve günümüzde bir müzeye dönüştürülmüştür.
Fransız Devrimi ve sonraki Napolyon Bonapart rejimleri altında Ligurya'daki Savoya Dükalığı'na ait diğer arazilerle birlikte Sanremo da Fransızlar hükmü altına girdi. Ligurya Cumhuriyeti'nin Palme Departmanı adıyla Fransızlar tarafından idare edildi. 1814 Viyana Kongresi Sanremo'yu Savoya dükü de olan Sardinya Krallığı idaresine verdi. Bu krallık uzun süren İtalya'yı birleştirme uğraşlarından sonra İtalya Krallığı'na dönüştürdüğünde, Sanremo bir İtalyan şehri oldu.
Sanremo şehri 18. yüzyılın ortasından itibaren hızla gelişmeye başladı. Bu gelişme ve 19. yüzyıl turizminin birden gelişmesi, Sanremo'ya büyük etkiler yaptı. Şehir sahil boyunca büyümeye başlandı ve sahildeki kordona büyük tatil otelleri yapılmaya başlandı. Sanremo Avrupa yüksek sosyetesi için bir yaz tatili şehri haline girdi. Avusturya İmparatoriçesi Elizabet ("Sissi"), Rusya İmparatoriçesi, Rus Çarı II. Nicolas ve Alfred Nobel turist olarak bu şehirde kalanlardandır. Son Osmanlı hükümdarı olan VI. Mehmet Vahiddedin de İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra 11 Haziran 1923'te Sanremo'ya yerleşmiş ve bu şehirde 15 Mayıs 1926'da vefat etmiştir.
20. yüzyılın başlarında Sanremo'da önemli turizm yatırımları yapılıp biraz daha fazla turist çekme uğraşına girişildi. Bu dönemde belediye bir yüksek sınıf kumarhane olarak Sanremo Gazinosu'nu inşa ettirdi. Şehre bir golf sahası, hipodrom, stadyum ve Remo-Monte Bignöne arasında (zamanında Dünya'nın en uzunu olan) bir telefrik hattı yaptırıldı.
Sanremo bağlı olduğu il olan İmperia ili merkezi İmperia şehrinden 40 km uzakta ve Ligurya bölgesi merkezi olan Genova'dan 150 km uzaktadır.
Sanremo Akdeniz kıyısında olmasıyla Akdeniz iklimine uyması gerekmekte iken bütün yıl boyunca özel çok ılımlı iklim şartları gösterir. Buna başlıca neden Akdeniz kıyısında olması ve şehrin hemen kuzeyinde yüksek rakımlı "Denizsel Alpler"in bulunmasıdır. Bu dağ silsilesinin en yüksek zirvesi 1.300 metre rakımlı Monte Bignone hemen şehrin kuzeyindedir. Şehrin özel iklimi ılık gündüzler ve serin geceler ve yıl boyunca ısının pek bariz değişim göstermemesi ile devamlı ilkbahar olarak tanımlanmıştır.
Belediye sınırları içinde Sanremo şehri nüfusu (28.2.2017 itibarıyla) 54,547 kişi olup nüfus yoğunluğu 974.75 kişi/km² olur. Sanremo'nın nüfusunun 19. ve 20. yüzyıllarda nüfus sayımları verilerine göre gelişmesi şu gösterimden izlenebilir:
Sanremo şehrinde turist çekmek ve şehrin adını Dünya'ya duyurmak için yıl içinde yıl be yıl tekrarlanan birçok etkinlikler ve festivaller tertip edilmektedir:
19 Nisan-26 Nisan 1920 tarihleri arasında I. Dünya Savaşını kazanan İtilaf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını paylaşmak üzere yaptıkları San Remo Konferansı bu şehirde yapıldı.
Ayrıca Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra sürgüne gönderilen Osmanlı hanedanının birçok üyeleri, VI. Mehmet Vahdettin dahil olmak üzere, Sanremo'ya yerleştiler ve son Osmanlı Padişahı VI. Mehmet 16 Mayıs 1926'da bu şehirde vefat etmiştir.
Sanremo'nin şu komünlerle sınırları bulunur: Apricale, Bajardo, Ceriana, Ospedaletti, Perinaldo, Seborga, Taggia
Sanremo şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur:
Telomeraz
Telomeraz telomerleri sentezleyen ve koruyan bir ters transkriptaz enzim.
Yapısında taşıdığı RNA'yı taslak olarak kullanarak her bölünme ile kısalan telomer uçlarının korunmasını sağlayan enzim. Telomerik DNA dizilerini doğrusal kromozomların uçlarına ilave eder.
Her DNA ikileşmesi sonrası kromozom boyu kısalır; çünkü DNA polimeraz ana zincirde 3’ ucunda yeni bir DNA sentezini başlatamaz. Telomeraz, bu uç replikasyon problemini, telomerik tekrar dizilerini kromozomun 3’ ucuna takıp, kromozomun kısalmasını engelleyerek çözer.
Telomeraz enzimi, somatik hücrelerde az olarak bulunur. Bu yüzden normal bir hücrenin her bölünüşünde, telomer boyu yaklaşık 100 baz çifti kadar kısalır. Telomer kısalması, hücre bölünmesini zamanla durdurur. Bu nedenle günümüzde yapılan moleküler genetik araştırmaların çoğu bu 'telomerlere bağlı hücre yaşlanmasını' yok etme yönündedir.
Bir ribonükleoprotein olan telomeraz, protein katalitik altbirimi (TERT, insanda hTERT), RNA altbirimi (TR, insanda hTR) ve bir veya daha fazla yardımcı proteinden oluşur.
RNA altbiriminin bir kısmı telomer uçlarıyla bütünler yapıdadır ve bu yönüyle telomerik DNA'nın uzatılmasında şablon olarak kullanılır. Telomeraz her bir döngüde yeni üretilen DNA'nın ucuyla hibritleşen RNA altbirimini baz alarak DNA'yı biraz daha uzatır ve işlem sonunda bir birim ileri kayarak aynı işlemi tekrar başlatır.
Katalitik altbirim bir ters transkriptaz enzimidir, tek zincirli RNA'nın karşısına tek zincirli DNA oluşturur. Bu altbirimin RNA altbiriminin bağlanması, katalitik aktivite ve diğer TERT moleküllerine bağlanma gibi görevleri vardır .
Petr Čech
Petr Čech |
(; d. 20 Mayıs 1982, Plzeň), Arsenal ve Çek Cumhuriyeti millî futbol takımında forma giyen Çek kaleci.
Daha önce Viktoria Plzeň, Chmel Blšany, Sparta Prag ve Rennes takımlarında oynamıştır. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonasının altın 11'ine seçilmiş, 2005-06 UEFA Şampiyonlar Ligi'da turnuvanın en iyi kalecisi unvanı almıştır. Ayrıca FIFA'nın açıkladığı dünyanın en iyi 20 kalecisi arasında kendisine 6. olarak yer bulmuştur.
Kulübün genç akademisine forvet oyuncusu olarak başladı.Ayağının kırılmasının ardından kaleye geçti.
17 yaşındayken ilk kez profesyonel bir maça çıktı. (1999)
700.000 € bonservis bedeli ile Sparta Praha takımına transfer oldu. 855 dakika boyunca gol yemeyerek Çek Cumhuriyeti çapında bir rekor sahibi oldu. İlk UEFA Şampiyonlar Ligi maçını bu takımla yaptı.
Haziran 2002'de Čech, Stade Rennais FC takımına 5.000.000 € bonservis bedeliyle transfer oldu. Orta düzeydeki bir Fransız takımı olan Rennes ile Coupe de France'da yarı final oynadı. (2003)
Ocak 2004'te İngiltere'nin Chelsea takımıyla 5 yıllık sözleşme imzaladı. Bonservis bedeli ise 10.300.000 €'ydu. Čech'in takıma katıldığı sıralarda Carlo Cudicini, Chelsea takımının banko kalecisiydi. Fakat 2004 yılında Cudicini'nin yaptığı art arda hatalar, Čech'e ilk 11 yolunu açtı.
5 Mart 2005 tarihinde Čech, 1025 dakika gol yemeyerek Premier League'de yeni bir rekorun sahibi oldu. Norwich City FC takımından Leon McKenzie, attığı golle bu rekorun ilerlemesini durdurdu. Bu zamana kadar Čech, 12 Aralık 2004 tarihinde Arsenal'li Thierry Henry'den yediği golden sonra bir gol bile yememişti. 2004-05 sezonunun sonunda, gol yemeden 21 maç tamamladığı için Golden Gloves "(Altın Eldiven)" ödülüne layık görüldü.Chelsea takımının 2011-12 UEFA Şampiyonlar Ligi Kupası'nı kazanmasında büyük rol oynamış finalde 3 penaltı kurtarmıştır.2014-15 sezonunda Thibaut Courtois'in takıma gelişiyle 2.kaleci konumuna düştü.
14 Ekim 2006 tarihinde yapılan Reading - Chelsea maçının henüz 20.saniyesinde Čech'in almaya daha avantajlı bir konumda olduğu topu almaya çalışan Stephen Hunt, Čech'in kafasına diziyle çarparak beyin travması geçirmesine neden oldu. Royal Berkshire Hastanesi'ne kaldırılan Čech, daha sonra Oxford'daki Radcliffe Infirmary Hastanesi'nde bir uzmana gönderildi. Burada Čech'e kafatası çatlaması teşhisi kondu. Bu sakatlık, az kalsın Čech'in ölümüne neden oluyordu. Kafatasındaki sorundan ötürü sürekli baş ağrısı çekmeye başladı. Doktorlar, sahalara kısa sürede dönmesinin çok tehlikeli olacağını söyledi. Čech'in babası ise, oğlunun bir yıl boyunca sahalardan uzak kalacağını belirtti. O zamanki
Chelsea teknik direktörü Jose Mourinho, yaptığı açıklamada "Bu bir rezalet. Hayatta olduğu için çok şanslı." dedi. Čech, 24 Ekim 2006'da taburcu oldu. Daha sonra Chelsea ile konuşan Čech, sakatlanma anından hiçbir şey hatırlamadığını ve sakatlık sürecinde kendisine verilen destekten çok mutlu olduğunu söyledi. Bu sakatlıktan sonraki tüm maçlarda özel olarak tasarlanan bir kask takarak oynadı.
Čech, 20 Ocak 2007 tarihinde Liverpool ile yapılan maçta sahalara döndü. Sahaya, sezon sonuna kadar bütün maçlarda kullanacağı, rugby kaskına benzer bir kaskla çıktı. Sonradan bunu kariyeri boyunca takarak kafasındaki çatlağın büyümesini engelledi. Liverpool maçından sonra tam 810 dakika gol yemeyerek "Premier Lig'de Ayın Oyuncusu" seçildi.
29 Haziran 2015 tarihinde 10 Milyon Pound karşılığında Arsenal, Čech'i renklerine bağladı.
Čech, Çek Cumhuriyeti'nin 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosunda bulunuyordu. Takımıyla beraber yarı final sevinci yaşadı. Daha sonra turnuvanın altın 11'inde kaleci olarak yer aldı.
Čech, ayrıca, ülkesinin gruptan çıkamadığı 2006 FIFA Dünya Kupası kadrosunda da bulunmuştu. 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın ardından millî takım kariyerini sonlandırdığını açıkladı. son millî takım maçını Türkiye millî futbol takımına karşı oynamıştır.
2015
Yıldırım Demirören
Yıldırım Demirören (d. 6 Ekim 1964, İnegöl) Türk sanayici, iş adamı, spor yöneticisi ve Beşiktaş JK'nin 32. başkanı olarak 2004 ve 2012 yılları arasında görev almıştır. 27 Şubat 2012 tarihinden itibaren Türkiye Futbol Federasyonu başkanıdır.
Eğitimini İsviçre'deki Leysin American School'da tamamladı. Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören'in oğludur. Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği görevini yürütmektedir. TÜSİAD, TUGİAD ve TABA üyesidir.
2000-2002 ve 2002-2004 dönemlerinde BJK Yönetim Kurulu Üyeliği, Asbaşkanlık ve Futbol Şube Sorumluluğu görevlerinde bulundu. 2004 yılında başkan Serdar Bilgili'nin görevi bırakması üzerine Beşiktaş JK başkanlığına seçildi. 26 Şubat 2012 tarihinde Türkiye Futbol Federasyonu'nun 41. başkanı olarak seçildi. Revna Demirören ile evli olup 3 çocuk babası olan Demirören, İngilizce bilmektedir.
E sayısı
"e" sayısı veya Euler sayısı, matematik, doğal bilimler ve mühendislikte önemli yeri olan sabit bir reel sayı, doğal logaritmanın tabanı. "e" sayısı aşkın bir sayıdır, dolayısıyla irrasyoneldir ve tam değeri sonlu sayıda rakam kullanılarak yazılamaz. Yaklaşık değeri şöyledir:
"e" sabitine dolaylı olarak ilk değinen İskoç matematikçi John Napier olmuştur. Napier, 1618'de logaritmalar üzerine yayımladığı bir kitabın ekinde, "e" sabitini kullanarak bazı hesaplar yapmıştır; fakat sabitin kendisiyle fazla ilgilenmemiştir. "e" sayısını gerçek anlamda ilk keşfeden Jakob Bernoulli olmuştur. Bernoulli, "e" sayısını 1683'te birleşik faiz problemini incelerken keşfetmiş ve bu sayının yaklaşık değerini hesaplamıştır. Sabite "e" ismini veren ise İsviçreli matematikçi Leonhard Euler'dir. Euler ilk olarak 1731'de Christian Goldbach'a yazdığı bir mektupta bu sabitten ""e" sayısı" diye bahsetmiştir. Euler öncesi ve sonrasında bu sabit için "b" ve "c" harfleri de kullanılmışsa da sonuçta kabul edilen isim "e" olmuştur.
Euler "e" sayısını, virgülden sonra 23. basamağına kadar hesaplayabilmiştir. Günümüzde ise "e" sayısının milyarlarca basamağı bilinmektedir. "e"nin irrasyonel bir sayı olduğu Euler tarafından, aşkın bir sayı olduğu ise Fransız matematikçi Charles Hermite tarafından kanıtlanmıştır.
1. "e" sayısı, aşağıdaki diferansiyel denklemi sağlayan yegâne pozitif reel sayıdır:
2. "e" sayısı, aşağıdaki diferansiyel denklemi sağlayan yegâne pozitif reel sayıdır:
Buradaki formula_4 ifadesi, "e" tabanlı logaritmayı temsil etmektedir.
3. "e" sayısı, aşağıdaki limite eşittir:
4. "e" sayısı, aşağıdaki sonsuz toplama eşittir:
Buradaki "n"! ifadesi, "n" faktöriyeli temsil etmektedir: "n"! = 1 × 2 × 3 × ... × n.
5. "e" sayısı, aşağıdaki integral denklemini sağlayan yegâne pozitif reel sayıdır:
Jakob Bernoulli,"e" sabitini birleşik faiz problemini incelerken keşfetmiştir. Bu problem, basit bir örnekle anlatılabilir. Elinde 1 lirası olan bir yatırımcı, parasını yılda %100 faiz veren bir bankaya yatırırsa,bir sene sonra 2 lirası olacaktır. Diğer yandan bu yıllık faiz %50 – %50 şeklinde yılda iki kez işlerse, yatırımcının yıl sonundaki parası (1 + ½)² = 2,25 lira olacaktır. Benzer şekilde eğer faiz yılda dört kez %25 oranında işlerse, yatırımcının yıl sonundaki parası (1 + 1/4) = 2,4414... lira olacak, faiz her ay %8,333... oranında işlerse yıl sonundaki para (1 + 1/12) = 2,6130... lira olacaktır. Faizin işleme süresini daha da kısaltırsak, her hafta işleyen faiz yıl sonunda 2,6925... lira, her gün işleyen faiz yıl sonunda 2,71453... lira verecektir.
Faizin işleme süresi kısaldıkça, yıl sonundaki para 2 ve 3 arasında belli bir değere yakınsamaktadır. Yukarıdaki 3 numaralı tanımdan da görüldüğü üzere yakınsanan değer "e" sayısıdır.
"e" sayısı olasılık kuramında da çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Örneğin bir kumarcı, kazanma şansı 1/"n" olan bir oyunu "n" kere oynarsa, yaklaşık 1/"e" (%36,787...) ihtimalle hiçbir seferde kazanamayacaktır. "n" ne kadar büyükse, hiç kazanmama ihtimali 1/"e"ye o kadar yakın olur.
Kumarcının "n" seferde "k" kere kazanma olasılığı, binom dağılımına göre aşağıdaki değere eşittir:
Buna göre, "n" seferde "k" = 0 kere kazanma olasılığı, (1 - 1/"n")dir, ve bu ifade, "n" büyüdükçe 1/"e"ye yaklaşır.
Bir restorana giren ve girişte şapkalarını vestiyere bırakan "n" tane müşteri düşünelim. Vestiyer, şapkalara etiket takmayı unutunca hangi şapkanın hangi müşteriye ait olduğunu unutuyor, ve çıkışta şapkasını isteyen her müşteriye rastgele bir şapka seçip veriyor. Bu durumda, "n" müşteriden "hiçbirinin" kendi şapkasını almaması olasılığı, aşağıdaki toplama eşittir:
Müşteri sayısı "n" büyüdükçe, bu toplam 1/"e" değerine yaklaşacaktır.
III. Vlad
Voyvoda III. Vlad Tepeş (d. 1431 Segeşvar, Macaristan Krallığı–ö. Aralık 1476 Bükreş yakınları, Eflak Prensliği), Kont Drakula ya da Kazıklı Voyvoda (Rumence: "Vlad Țepeș") 1448, 1456-1462 yılları arası ve 1476 yıllarında Eflak beyliğinin voyvodası (prens) idi.
Voyvoda III. Vlad düşmanlarını (özellikle esir aldığı Osmanlı askerlerini) kazıklara çakarak işkenceyle öldürmesiyle tarihe geçmiştir. Sonradan Bram Stoker'ın "Drakula" romanına ve "Drakula" filmlerine konu olmuştur.
Osmanlılar'a yenilen Vlad'ın babası onu rehin olarak Osmanlılar'a vermişti. 1442-1448 yıllarını Osmanlılar'ın elinde rehine olarak Nif ve Tokat bölgelerinde diğer beylik şehzadeleri ile birlikte yaşadı. 1448'de İkinci Kosova Savaşı sonrasında Osmanlı desteğiyle Eflak'ın başına geçme girişiminde bulundu, ancak kısa bir süre sonra Macaristan tarafından desteklenen Eflak voyvodası II. Vladislav tarafından yenilgiye uğratıldı ve Boğdan'a sürgüne gitti. Erdel beyi János Hunyadi ("Hunyadi Yanoş") 1456'da Belgrad şehrini Osmanlı kuşatmasına karşı savunmaya giderken Vlad'ın komutasına güney Erdel'in savunmasını sağlamak için bir ordu verdi. Bu durumdan faydalanan Vlad Eflak'a bir sefer düzenledi ve II. Vladislav'ı öldürerek III. Vlad adıyla Eflak voyvodası oldu.
Bu görevi 1456'dan 1462'ye değin sürdürdü. Bu tarihler arasında rakiplerini çeşitli yöntemlerle cezalandırdı ve idam etti; bu yöntemler arasında en ünlüsü olan "kazığa geçirme", ölümünden sonra kendisine "Kazıklı Vlad" (Vlad Ţepeş) adının verilmesine ne |
den olacaktı.(Kazığa geçirilenlerin kanlarını fıçılarda toplatıp şarap gibi içtiğine dair söylentiler daha sonra onun bir vampir olduğu efsanesine neden oldu.)
Voyvoda 1459 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'na vergi ödemeyi reddetti ve Macaristan Krallığı'yla ittifak yaptı. 1460-1461 yılları arasında Tuna nehrini geçerek Sırbistan'a ve Karadeniz kıyısına kadar ilerledi. Kendi ifadesiyle 23.884 Türk ve Bulgar'ı öldürdü. 20.000 Osmanlı savaş esirini kazığa geçirdi. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı ordusu 1462 yılında padişah II. Mehmet komutasında Eflak voyvodasına karşı sefere çıktı. Mahmut Paşa'nın hatıratına göre çok uzun mesafeler boyunca Osmanlı askerleri içilecek bir damla bile su bulamadı. Sıcak dayanılır gibi değildi. Türk askeri Eflak'ın başkenti Târgovişte'ye ulaştığında Fatih Sultan Mehmet'in gördüğü manzara yaklaşık 5 kilometre boyunca kazıklarla dizili bir alandan geçiyordu. Alan yaklaşık üç kilometre boyunda bir kilometre enindeydi. Yerde uzun kazıklar dikiliydi. Yaklaşık 20 bin kadar insan erkek, kadın ve çocuk olmak üzere kazığa geçirilmiş durumdaydı. Bu kadar çok insanı kazıkta gören Osmanlı askerinin moralleri bozuldu, aklını kaçıracak duruma geldi. Ancak Osmanlı ordusu 4 Haziran 1462'de Târgovişte kalesini aldı. Vlad, II. Mehmet'e başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra kaçtı ancak bulunduğu yerde taş üstünde taş bırakmadı, terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirledi, ekinleri yaktı, tüm hayvanları bile öldürttü. Hapishanelerdeki mahkûmları, cüzzamlı ve vebalıları salıverdi ve Türklerin arasına karışmaya teşvik etti.
1462 yılında III. Vlad'ın ordularının yenilmesiyle Eflak yeniden Osmanlı Devleti'ne bağlanmıştı. Vlad Macaristan'a bağlı bir beylik olan Erdel'e kaçarak Macaristan kralı Matthias Corvinus'tan yardım istedi. Ancak Eflak'taki Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı yeni yönetimi tanımış olan Macaristan, yardım talebini kabul etmedi. Vlad Matthias Corvinus'un emriyle 1462 yılında tutuklandı ve Budin'e getirildi. Önce hapsedilen Vlad, daha sonra kral ve ailesiyle iyi ilişkiler kurdu. 1474 yılında sürgün dönemi sona erdi. Bu tarihten itibaren Eflak'ı yeniden ele geçirme planları yaptı. 1476 yılında kuzeni Stefan Cel Mare (Büyük Stefan) ile birlikte Eflak'a döndü ve voyvoda ilan edildi. Aynı yıl 300 askeriyle birlikte yeniden Osmanlı ordularına yenildi. Öldürülen III. Vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünü ispat etmek için İstanbul'a II. Mehmet'e gönderildi. Vlad'ın bir vampir olduğu rivayeti Almanya, Macaristan ve Rusya'da yayıldı. Buna rağmen Romen halkı onu bir kahraman olarak görmeye devam etti.
Daha sonra Bram Stoker III. Vlad'dan esinlenerek Dracula adlı romanı yazmıştır. Böylece Vlad, meşhur vampir Kont Drakula'ya dönüştü. Drakula'nın şatosu olarak bilinen Karpat dağlarındaki Poenari Şatosu Veliaht Dominic von Habsburg'a Romanya'da törenle 26 Mayıs 2006'da iade edildi. Romanya 1948 yılında şatoya el koymuştu.
Zoran Živković
Zoran Živković, (Sırpça: "Зоран Живковић") (d. 5 Ekim 1948, Belgrad-Yugoslavya), yazar, araştırmacı, mütercim.
1973 yılında Belgrad Üniversitesi Filoloji Fakültesi'nde edebiyat kuramlı genel edebiyat bölümünden mezun oldu. Yine aynı okulda 1979 yılında yüksek lisansını ve 1982 yılında da doktorasını tamamladı. 2003'te, "Başka Zaman Kütüphaneleri" adlı yapıtıyla Dünya Fantezi Ödülü'nü aldı.
Živković, Başka Zaman Kütüphaneleri (The Library, 2002; Çeviri: Cumhur Orancı, İstiklal Kitabevi, 2006) Armağan Zamanlar (Time Gifts; 1997; Çeviri: Banu Irmak, İstiklal Kitabevi, 2006), dışında, Contemprories of Future (1983; Geleceğin Çağdaşları), First Contact (1985; İlk Temas), Starry Screen (1984; Pırıltılı Ekran), Encyclopedia of Science Fiction (1990, Bilimkurgu Ansiklopedisi), The Fourth Circle (1993; Dördüncü Halka), Essays on Science Fiction (1995; Bilimkurgu Üstüne Denemeler), The Writer (1998; Yazar), The Book (1999; Kitap), İmkansız Karşılaşmalar (Impossible Encounters, 2000: Çeviri: Serpil Çağlayan, İstiklal Kitabevi, 2007) Seven Touches of Music (2001; Müziğin Yedi Dokunuşu), Steps Through the Mist (2003; Sislerin İçindeki Adımlar), Hidden Camera (2003; Gizli Kamera), Compartments (2004; Kompartımanlar), Four Stories Till The End (2004; En Sonuna Kadar Dört Öykü), Twelve Collections And The Teashop (2005; On İki Koleksiyon ve Çayhane) adlı kitapların yazarıdır.
Başka Zaman Kütüphaneleri
Başka Zaman Kütüphaneleri, Zoran Živković'in fantezi türünde romanıdır. Postmodern fantezi türünün dünya üzerindeki en önemli yapıtlarından biri sayılır. Sırp edebiyatının önde gelen yazarlarından Zoran Živković, 2003 yılında Dünya Fantezi Ödülü’ne değer görülen bu mozaik romanında iç içe geçmiş altı öyküye yer veriyor. Kitap, Cumhur Orancı tarafından Türkçeye de çevrilmiş ve 2006 yılında İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.
Bu öykülerin ilkinde, gelecekte bir gün yazacağı romanlara Internet ortamında, bir web sitesinde rastlayan bir yazarla tanışıyoruz. İkinci öyküde, posta kutusunda sürekli olarak kalın ciltli kitaplar bulan ve oturduğu apartman dairesinin içini tamamen bu kitaplarla dolduran yalnız bir adam karşımıza çıkıyor. Üçüncü öyküde, gece saatlerinde, dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan tüm insanların biyografilerinden oluşan bir arşive dönüşen bir kütüphaneden korkulu kuşkular içinde çıkmaya çalışıyoruz. Dördüncü öyküde, cehennemde sonsuza dek kitap okumaya mahkûm olan bir günahkârla aynı hücrede buluyoruz kendimizi. Bütün dünya kitaplarını içinde barındıran küçük bir kitap beşinci öyküde bizi şaşkına çeviriyor. Son öyküde, kütüphanesinin rafında karşısına çıkan karton ciltli bir kitabı yok etmeye çalışan bir eski kitap koleksiyoncusunun deneyimiyle dünya üzerinde bugüne değin yayımlanmış ne kadar kitap varsa hepsini içimizde buluyoruz.
Olağandışı bir düş gücünün ürünü olan Başka Zaman Kütüphaneleri, içinde Pandora kutusunun saklı olduğu bir romandır.
Çobanpüskülügiller
Çobanpüskülügiller (Aquifoliaceae), Aquifoliales takımına ait bir familyadır. Monotipiktir; yalnızca "Ilex" cinsini içerir. Kategori değişikliği (revizyon) yapılmadan önce "Nemopanthus" cinsi de ikinci bir cins olarak yer alıyordu.
"Ilex" cinsi, Kuzey Amerika'nın batısı ile Avustralya, Yeni Zelanda, Melanezya, Mikronezya ve Polinezya hariç olmak üzere, bütün dünyada yaygın olarak bulunan 500 kadar türü içerir. Çalı ya da küçük ağaç biçimli olan ve bazısı yaprak döken, bazısı da yaprak dökmeyen bitkilerdir. Çoğunluğunun dekoratif niteliği vardır.
Daha önceleri, yalnızca "Nemopanthus mucronatus" türünü içeren "Nemopanthus" cinsi de bu familya içinde değerlendirilir ve "Ilex" cinsinden şu özellikler ile ayrılırdı:
Ancak, sonraları yapılan genetik çözümlemeler ile bu cins revize edilip "Ilex mucronata" adıyla "Ilex" cinsine dahil edilmiştir.
Türkiye'de çobanpüskülü ("Ilex aquifolium") ile ışığan ("Ilex colchica") türleri bilinir.
Kader Abdolah
Kader Abdullah (Farsça: قادر عبدالله ), İran kökenli Felemenkçe yazan bir yazardır. 1954 yılında İran'da doğdu. Tahran Üniversitesi’nde fizik öğrenimi gördü ve öğrenci hareketine aktif olarak katıldı. 1988 yılında siyasal nedenlerden dolayı ailesiyle birlikte İran’dan Hollanda’ya kaçtı. Bugün Amsterdam’da yazar olarak yaşamaktadır. Gizli Yazı (Spijkerschrift, 2000) adlı romanı Türkçeye çevrilmiş ve İstiklal Kitabevi tarafından 2006 yılında yayımlanmıştır.
Kader Abdullah, yazarın takma adıdır ve öldürülmüş olan iki arkadaşının adlarından oluşur. Yazarın gerçek adı, Hüseyin Secadi Gemmahami Farahni'dir. Çok ödüllü bir yazar olan Kader Abdolah'ın Gizli Yazı dışında, "De adelaars" (1993; Kartallar), "De meisjes en de partizanen" (1995; Kızlar ve Partizanlar), "De reis van de lege flessen" (1997; Boş Şişelerin Yolculuğu), "Mirza" (1998), "Een tuin in de zee" (2001; Denizde Bir Bahçe), "Portretten en een oude droom" (2003; Portreler ve Eski Düşler), "Karavaan" (2003; Kervan) gibi yapıtları vardır.
Mirza rumuzuyla günlük gazete "De Volkskrant"a haftalık köşe yazıları yazmaktadır.
Gizli Yazı
Gizli Yazı - Ekber Ağa'nın Notları (Hollandaca: "Spijkerschrift"), İran kökenli Hollandalı yazar Kader Abdolah'ın 2000 yılında yayımlanan romanıdır.
Nergis Pamukoğlu Daş tarafından Türkçe’ye de çevrilmiş ve 2006 yılında İstiklal Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.
Karter
Karter, içten yanmalı motorlarda motorun alt kısmında bulunan yağ tankıdır. Krank milini dışarıdan gelebilecek darbelere karşı korur. Yağa depoluk eder soğumasını sağlar. Boğazlı ve boğazsız olmak üzere 2 çeşittir.
Su sayacı
Su sayacı; su tesisatının girişine bağlanarak, evlerde, iş yerlerinde ve tarımsal sulamada kullanılan suyun miktarını belirleyen ve kullanılan suyun bedelinin Sular İdaresi tarafından tahsiline yardımcı olan bir ölçü aletidir. İçinden geçen suyun miktarını, üzerinde bulunan bir ekranda, hacim (m³) cinsinden gösterir.
Avrupa Birliği Uyum Yasalarına göre yeniden gözden geçirilmiş olan, 3516 sayılı “Ölçüler ve Ayar Kanunu”na ve Ölçü ve Ölçü Aletleri Muayene Yönetmeliği'ne tabi olan bu aletler, üretildikten sonra "ayar ve test istasyonu"nda metrolojik kalibrasyonu yapılır ve muayene edilir; Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Ölçüler ve Standartlar Genel Müdürlüğü tarafından soğuk damgayla mühürlenerek piyasaya arz edilirler.
Su sayaçları; hız esaslı, hacim esaslı "(volümetrik)" gibi çeşitli çalışma prensiplerine sahiptirler. Hız esaslı sayaçların ise çok hüzmeli ve tek hüzmeli olmak üzer iki çeşidi vardır. Türkiye'de en çok, hız esaslı su sayaçlarının çok hüzmeli tipleri kullanılmaktadır.
Türkiye'de, 1996 yılından itibaren “"Kartlı su sayacı / Ön ödemeli su sayacı"” gibi konular da gündeme gelmiştir. Ancak bu tür sayaçlar Batı ülkelerinde kullanılmazlar; gelişmekte olan ülkelere pazarlamak amacıyla üretilirler.
“"Kartlı su sayacı / Ön ödemeli su sayacı"” gibi sayaçlar, tek başına bir ölçü aleti gibi düşünülemezler. Mekanik sayaç eşliğinde elektronik bir üniteye de sahip olan bu sayaçlar, yaptıkları ölçümlemeleri, elektronik ünitelerinde bulunan bir çipe kaydederler. Kullanılması düşünülen miktarın bedeli kadar kredinin bu çipe yüklenerek, su |
parasının, kullanılmadan önce tahsil edilmesini sağlarlar. Bu tür sayaçlar ön ödemeli olarak tanınırlar. Türkiye'de ön ödemeli sayaçların kullanımı tartışmalıdır. Nitekim, Ankara 11. İdare Mahkemesi tarafından gerekçesiyle 26 Kasım 2008 tarihinde oy birliğiyle yürütmeyi durdurma kararı alınmıştır. Ön ödemeli tarımsal sulama sayaçları da aynı mantıkla çalışır ve tahsilat işlemleri sulama birlikleri tarafından gerçekleşir.
1955 yılına kadar, Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Polonya, Slovakya, ABD gibi dünyanın çeşitli ülkelerinden, "Siemens", "Bopp und Reuther", "Aster", "Vincent Frères", "Contimeter", "Michera", "Hydrometer", "Poland" gibi markalar altında, çeşitli boy, çeşitli bağlantı çapı ve kapasitelerde ithal edilen su sayacı; Türkiye'de ilk defa Hüsamettin Yalhı adlı bir sanayici tarafından 1955 yılında kendi adını taşıyan ""H. YALHI"" markasıyla, 165 mm'lik boy ve ½” bağlantı çapı ile standardize edilerek üretilmeye başlanmış ve 1956 yılı itibarıyla ithalatı durdurulmuştur.
Uluslararası Bandırma Kuşcenneti Kültür ve Turizm Festivali
Uluslararası Bandırma Kuşcenneti Kültür ve Turizm Festivali, Bandırma Kuşcenneti Milli Parkı'nın geniş kitlelere tanıtımının yapılabilmesi ve çevre kirliliği nedeniyle karşı karşıya kaldığı tehlikelere kamuoyunun dikkatini çekebilmek amacıyla, 1987 yılından bu yana her yıl düzenlenen uluslararası bir festival.
İlk kez Bandırma Kültür ve Eğitim Vakfı tarafından düzenlenen festival, 1989 yılından beri Haziran ayının ilk haftasında gerçekleştirilmekte ve beş gün sürmektedir. Festival süresince, Kuşcenneti'nin yurt içinde ve yurt dışında tanıtımını yapmak ve çevre bilincini yerleştirmek amacı ile paneller, sergiler, tiyatrolar, halkoyunları gösterileri ve festival koşusu gibi etkinlikler düzenlenmektedir.
Nefroloji
Böbreklerin sağlığı ve hastalıklarıyla ilgilenen iç hastalıklarına bağlı bir bilim dalıdır, dahili tıp bilimlerinden birinin uygulama alanıdır.
Böbrek hastalıkları hekimliği/uzmanlığı olarak da adlandırılabilir.
Türk Nefroloji Derneği
Böbrek hastalıkları hakkında bazı gerekli bilgiler
MMC kart
Multimedia kart (MMC) bir sayısal depolama aygıtıdır.
MMC-Standardı 1997 yılında Siemens in yan kuruluşu olan Intgenix ve SanDisk tarafından geliştirilmiştir. Multimedia kartların kayıt ortamı Flash Bellek lerdir. 24 mm × 32 mm × 1,4 mm ölçülerine sahip olan kartlar yedi pine sahiptirler. Hafıza kapasiteleri 2 MB ila 4 GB arasındadır. Veri aktarım hızı ise 2,5 MB/s dir. MMC lerin yaygın kullanım alanları Dijital kamera lar, MP3 oynatıcılar, cep telefonu ve PDA lardır.
Multimedia kartlar ebat olarak SD kart lar ile uyumludurlar. Genellikle SD hafıza kartı için uyarlanmış aygıtlar ile problemsiz çalışırlar. Tam tersi ise genellikle mümkün değildir, zira SD-Kartlar daha kalındırlar. SD kartlar günümüzde MMC kartların yerini almış olmasına rağmen, 2004 yılındaMMCA (Multimedia Card Association) tarafından, yeni bir standart olan MMC 4.0 kullanıma sunulmuştur. Bu standart 4 veya 8 bitlik daha yüksek veriyolu genişliği ve dolayısı ile daha yüksek bir okuma ve yazma hızı (ideal durumda 52Mbyte/s) sunmaktadır.
MMC nin yarısı ölçülerinde olan RS-MMC (Reduced Size MultiMedia Card), genellikle bazı yeni cep telefonlarında kullanılır. Bir çevirici yardımıyla normal MMC aygıtları ile kullanılabilir. Günümüzdeki en büyük RS-MMC 2048 MB (2 GB) kapasiteye sahiptir.
Ebatları 24 mm × 18 mm × 1,4 mm olan kart diğerleri gibi 7 pine sahiptir.
MMC-micro 2005 yılının başlarında piyasaya sürülmüştür.
Bu kartlar ortalama RS-MMC lerin üçte biri büyüklüğe sahiptir. Tam ebatları 12 mm × 14 mm × 1,1 mm dır.
Samsung bu kartlar ile 10 MByte/s okuma ve 7 MByte/s yazım hızına erişmiştir.
Bu kartlar özellikle cep telefonları ve sayısal kameralar için geliştirilmiştir. Çalışma gerilimleri 3,3 veya 1,8 Volttur.
512 MB kapasiteye sahip olan sürümleri piyasadadır. 2 GB kapasiteye sahip olan sürümleri ise henüz geliştirilme aşamasındadır.
Bir çevirici yardımıyla bu kartlar MMC olarak kullanılabilir.
İlyada'da geçen isimler listesi
Homeros'un İlyada adlı yapıtında şu isimler geçmektedir:
Aşk FM
Aşk FM, 26 Aralık 1994 tarihinden bu yana Ankara'da yerel bir şekilde arabesk yayını yapan radyo istasyonu. Ankara'da Radyo Megasite'den sonra kurulan ikinci özel radyodur. 102.1 frekansı üzerinden tüm Ankara'ya yayın yapmaktadır. 2001 yılında ASY Medya Grup'a katılıp 2002'de AŞK FM ismini almıştır. Radyonun yayın tarzı arabesk ağırlıklı fantezi müziktir. Genel Yayın Yönetmeni İrem Koç'tur.
Giriş İcin tıkla
U-2 Krizi
U-2 Krizi, (U-2 Olayı olarak da bilinir) 1960 yılının Mayıs ayında Sovyet toprakları üzerinde bir Amerikan Lockheed U-2 casus uçağının düşürülmesi üzerine çıkan ve Sovyet-Amerikan ilişkilerinde önemli bir bunalıma yol açarak Soğuk Savaşı şiddetlendiren olaya denir. ABD’nin Türkiye dahil bazı NATO ülkelerinden kalkan uçaklarının faaliyetlerinin yarattığı bir olaydır ve yalnız doğu ve batı blokları açısından değil Türkiye açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur.
U-2 Olayı Amerikan yöneticilerinin Sovyetler Birliği’nin 1949 yılında ABD’nin atom tekelini ortadan kaldırmasından sonra duymaya başladıkları derin güvensizliğin doğrudan bir sonucudur. ABD’nin kesin bir zaferle bitiremediği Kore Savaşı önemli bir endişe kaynağı olmuş; Sovyetlerin nükleer silahlarını ve uzun menzilli bombardıman uçaklarını geliştirmedeki başarısı Amerikalı yöneticilerin güvensizliğini artırmıştır. ABD, tarihinde ilk kez, ülke topraklarının kıta dışı bir devletin vurucu gücü içine girdiğine şahit olmuştu.
Bu durumun yarattığı endişe ortamında ABD Stratejik Hava Komutanlığı’nın karşılık verme kapasitesi bir Sovyet “sürpriz saldırısı”na karşı en etkili silahı oluşturmaktaydı. Ancak bunun etkili olabilmesi için düşmanın sürpriz saldırı yönünde yaptığı hazırlıkların önceden bilinmesi gerekiyordu. Aynı derecede önemli bir nokta verilecek karşılığın hangi düşman hedeflerine yöneltileceğiydi.
Bu nedenlerle, özellikle 1957 yılından sonra, ABD’nin yürüttüğü haberalma faaliyetleri hız kazanmış ve Sovyet topraklarının ayrıntılı ve güncel haritalarının çıkartılmasına başlanmıştır. Bunun da sonucu olarak, havafotoğrafçılığı, Sovyet askeri faaliyetlerinin gözlenip dinlenmesi (uçak ve radarla) ABD’nin stratejik planlamasında büyük önem kazanmıştır. U-2 uçuşlarının nedeni ABD’nin savunması için gerekli olan bu bilgileri toplamaktı.
Lockheed uçak şirketi Amerikan hükümetine Sovyet savaş uçaklarının ve uçaksavar ateş menzilinin çok üstünde radara yakalanmadan uçabilecek bir uçak yaptı. U-2 olarak adlandırılan bu uçak bir füze gibi havalanabilmekte, 10 saniye içinde 300 metre yükselmekte, 21000 metre yükseklikte uçabilmekte, güçsüz olarak 300 mil (495 km) süzülebilmekte ve yakıt almaksızın yedibuçuk saat (3000 mil - yaklaşık 5000 km) uçabilmekteydi. U-2’lar çok yüksekten net fotoğraf çekecek güçlü kameralarla donatılmıştı.
U-2 uçuşları, ABD başkanının yetkisi altında gerçekleştirilmiştir. Uçuşun harekat ve yönetimi ise, Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü’nün (CIA) sorumluluğu altındaydı. Dönemin CIA Başkanı, Savunma ve Dışişleri Bakanlarının onaylarını aldıktan sonra, Başkan Eisenhower’a bir dizi uçuş programı önermiş ve uçuşlar 1956 yılında İngiltere, Almanya, Türkiye ve Japonya’dan başlamıştı.
Dünya, U-2 olayını 3 Mayıs 1960’ta Nikita Khrushchev’in Sovyet hava sahasında bir Amerikan casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürüldüğünü açıklamasıyla öğrendi. ABD, bu uçağın casus uçak olmadığını, açık hava sağnaklarını inceleyen bir meteoroloji uçağı olduğunu açıkladı.
Khrushchev, 5 Mayıs 1960’ta verdiği ikinci demeçte, ABD ve SSCB arasında zirve toplantısı yapılacağı sırada, Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen bu düşmanca hareketin söz konusu zirve toplantısını baltalamak amacını güttüğünü söylemiş ve Amerikan uçaklarına üslerinde faaliyet izni veren devletlere de uyarıda bulunacağını belirtmiştir. Ayrıca, herhangi bir saldırıya karşı Sovyetler Birliği’nin güdümlü füzelerle karşılık vereceğini ve bu saldırıda kullanılan üslerin de yerle bir edileceğini ifade etmiştir. (Bu sözler Türkiye’ye doğrudan bir tehdit niteliği taşıyordu.)
Bu noktaya kadar SSCB U-2 uçağının pilotunun sağ olduğunu gizli tutuyordu. Bu durumun açıklanması üzerine ABD uçağın Sovyetler Birliği hakkında bilgi toplayan bir casus uçak olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Uçağın pilotu Francis Gary Powers’ın Moskova’da yapılan soruşturması sırasında yaptığı açıklamalar şu noktaları kapsamaktaydı:
1- Pilot CIA ile imzaladığı özel sözleşme uyarınca ABD’nin özel bir hava birliğinde çalışmaktaydı ve görevi Sovyetler’deki telsiz istasyonları, radar üsleri ve füzeler hakkında havadan bilgi toplamaktı.
2- Pilotun bağlı olduğu birlik 1956 tarihinden beri Türkiye’deki İncirlik Üssü’nde üslenmiş olup her yıl bir dizi haberalma uçuşlarına çıkmaktaydı.
3- Pilot, düşürüldüğü gün, görevinin Pakistan’dan Norveç’e doğru uçup bilgi toplamak olduğunu söylemişti.
Bu olaylar üzerine Türk hükümetince yapılan tek açıklamada, uçağın Peşaver’den Norveç’e uçtuğunun öğrenilmiş olduğuna göre Türkiye’nin bu olaydan sorumlu tutulamayacağı kaydedilmektedir.
ABD Başkanı Eisenhower, ABD’nin prestijine gölge düşüren ve soğuk savaşı hızlandıran bu olaydan sonra 25 Mayıs 1960’ta yaptığı bir açıklamada, U-2 uçuşlarının durdurulmasını emrettiğini söylemiştir. Ayrıca, bu uçuşların yararlı olmaktan çıktığını da belirterek “Kaldı ki, uçaktan başka yeni teknikler geliştirilmektedir” demiştir.
Bu konuda bir başka ilgi çekici nokta, Başkan Kennedy’nin de bu uçuşların uluslararası hukuka uygun olmadığını belirtmesi ve Sovyet hava sahasına giren Amerikan uçaklarının uçuşlarına son vermesidir (Kennedy’nin uçuşlara son vermesi U-2 Olayına karşın Başkan Eisenhower döneminde uçuşların devam ettiğini göstermektedir).
Rousseau
Chiloé
Chiloe, Şili'de bir ada.
Ateş toprakları'ndan sonra ülkenin en büyük 2. adasıdır. Los Lagos bölgesinde ("Region de los Lagos") olup tek başına bir eyalettir.
Ada, kuzeyde 2 km genişliğinde Chacao Kanalı'yla, doğuda 50 km genişliğinde Ancud Körfezi'yl |
e güneydoğuda ise Corcovado Körfezi'yle ana karadan ayrılır. Kuzeyden güneye uzunluğu 190 km, genişliği 50 km, yüzölçümü ise 9322 km²'dir. Chiloe yaklaşık 150.000 kişilik bir nüfusa sahiptir. Burada yaşan halka Chilote denir ki, bu halk Mapuche yerli halkının alt kolu olan Hulliche halkından gelir.
Adanın doğu ve batı sahili aşağı yukarı aynı decede yüksek ve diktir. İç kısımları tepeliktir ve en yüksek tepesi 600 m'ye ulaşır.
İklim ılıman ancak olağanüstü yağışlıdır. Çok sık yağmur yağar (Ancud'da yıllık 2035 mm). Bu yağış bolluğu bitki örtüsünün geliştiri vedaha da çok bereketli toprağa ihtiyaç duymasına sebep olur.
Kaynaklar ilk olarak, 1540 yılında Alfonso de Camargo bir gemiden adanın sahil hattını gördüğünü yazar. Adaya ilk ayak basan ise 8 Kasım 1553 yılında Francisco de Ulloadır. 1559 yılında ise Juan Fernandez Ladrillero yine adaya çıkmış ve adadakilerle irtibat kurmuştur. 1563'de Francisco de Villagra yine Chiloe'de araştırmalar yapmıştır. Doğu kıyısındaki başkent Castro, 12 Şubat 1567'de ispanyol kaptan Martin Ruiz de Gamboa tarafından kurulmuştur.
1608 yılında adaya ulaşan hristiyan misyonerler 1612 de ilk kliseyi kurmuşlardır.
1788'de başkent Ancud olurken Castro bu unvanını kaybetmiştir. 1826 yılında ise Şili bağımsızlık savaşı sırasında Antonio de Quintanilla komutasındaki birlikler, başkent Ancud'u ispanyollardan almış yapılan bir antlaşma ile Chiloe Şili devletine geçmiştir.
1882 yılında yapılan sayımda büyük çoğunluğu Hulliche olan 73.041 kişi sayılmıştır. Bu kişiler yıllarca ispanyol idaresi altında yaşadığından ezilmiş ve misyoner çalışmalar sonucu hristiyanlık dinini benimsemişlerdir.
1912 yılında ada ulaşımını kolaylaştırmak maksadıyla Castro ile Ancud arasında bir demiryolu inşa edilmiştir.
22 Mayıs 1960 yılında 9.0 şiddetinde bir deprem sonucunda Chiloe'de ki birçok şehirde çok ağır hasar oluşmuştur.
2005 yılında adayı ana karaya bağlayan bir asma köprü inşaatına başlanmış olup, bittiğinde 2.6 km ile Güney Amerika'nın en büyük asma köprülerinden biri olacaktır.
Chiloe'nin başlıca ekonomik kaynağı turizm, balıkçılık ve tarımdır. Adanın batısındaki Chiloe Milli Parkı ve tahta kliselerinin bazıları UNESCO tarafından Dünya kültür mirası kapsamına alınmıştır.
Kasten öldürme
Öldürme veya kasten öldürme, yaygın olarak adam öldürme; 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun "Kişilere Karşı İşlenen Suçlar" başlığının altında 2. kısmında düzenlenmiş suç tipidir. Öldürme eyleminin kasıtlı olarak işlenmesi halinde fiil cinayet olarak da tanımlanır.
Eski TCK’de (765 Sayılı Türk Ceza Kanunu) adam öldürmek cürümleri başlığı altında 448’den 455 nci maddelere kadar toplam 8 maddede öldürme suçları düzenlenmişti. Yeni TCK’de ise hayata karşı suçlar başlığı altında 81’den 85'nci maddelere kadar, toplam 5 madde altında öldürme suçları düzenlenmiştir.
Bendeniz
Bendeniz ya da gerçek adıyla Deniz Çelik (d. 25 Temmuz 1973, Zürih), Türk pop müzik şarkıcısı ve söz yazarı. Özellikle 1990'lı yıllarda çıkardığı albümlerle ve söylediği şarkılarla dönemin popüler müzisyenleri arasına girmiştir. 1990'lı yıllarda saç stili ile de kendine özgü bir moda ikonu oluşturmuştur.
Neslihan Yargıcı'nın oluşturduğu ""Abajur Kız"" imajı ile ilk albümünü 17 Aralık 1993 tarihinde "Bendeniz I" adıyla çıkardı. Albümünden yayınlanan ilk hit parça "Ya Sen Ya Hiç" bir anda patladı ve albümün satışlarında hızla yükselme meydana geldi. Yayınlanmasının yanı sıra kanalın yarışmasında üst sıralarda yer alarak Türkiye'yi temsil etti. Bu başarının ardından albümden "Ağlayayım mı?", "Kerime", "Ah Bir Dönsen" ve "Müjdeler Ver" gibi hit parçalar yayınlandı. İlk albümü ile büyük bir çıkış yapan Bendeniz'in bu albümü Türkiye'nin klasik albümleri arasına da girmiştir.
1994 yılında Harun Kolçak ile birlikte "Biz" adlı bir maxi single albümü yayınladılar. Albümdeki, "Elimde Değil" adlı parça yılın en iyi slow parçaları arasına girdi. 1995 yılında, "Bendeniz II" adlı ikinci albümünü yayınladı. Merakla beklenen albümden yayınlanan ilk parça "Neler Olacak" oldu. Ardından, Ümit Sayın'ın yazdığı "Gönül Yareler İçinde" adlı parça yayınlandı. Yılın en çok ses getiren slow parçalarından birisi oldu. Son olarak albümden "80 Günde Devr-i Alem" adlı hareketli parça yayınlandı. Albümün yarattığı büyük etkiden sonra albüm yılın en iyi albümleri arasına girdi. Bendeniz'in en iyi albümü olarak kabul edildi. 1996 yılında "Bendeniz III" albümünü yayınladı. Albüm Anadolu rock soundları içeren bir albüm oldu. Daha çok hareketli parçalar albümde yer aldı. Albümden ilk olarak slow parça ""Güvendiğim Dağlara Kar Yağdı" yayınlandı. Ardından, "Turnayı Gözünden Vurdum" ve "Sana Mı Kaldım" adlı hareketli iki parça yayınlandı.
1997 yılında, Volkan Akyol ile birlikte "Adını Koydum" adlı hit parçayı yayınladılar. 1998 yılında, "Bendeniz'den" adlı dördüncü albümünü yayınladı. Albümden, "Günahlar" ve "Başımın Belası" adlı iki hit parça yayınlandı. 1999 yılında "Kurtulamıyorum" adlı albümü yayınladı ve albümden sadece albümle aynı adı taşıyan "Kurtulamıyorum" adlı parça yayınlandı. 1 Kasım 2000 tarihinde "Bendeniz Şarkıları" adlı bir toplama albüm yayınladı. 2001 yılında, "Zaman" adlı yedinci albümünü yayınladı albüm için yeni bir ve albümden "Satmışım" ve "Güzeller Güzeli" adlı iki hareketli parça yayınlandı. 23 Ağustos 2003 tarihinde "Demedim mi" albümünü yayınladı ve albümden sadece albümle aynı adı taşıyan "Demedim mi" adlı parça yayınlandı. Daha sonra "Aşk Yok mu Aşk" (2005), "Değiştim" (2006), "Olsun" (2009) ve "Benden İzler" (2011) gibi albümlerle kariyerine devam etti.
Gerçek adı Deniz Çelik olan Bendeniz, 25 Temmuz 1973 tarihinde Zürih'te dünyaya gelmiştir. Aslen Konya'lıdır ve ailesi Yeniceoba ilçesinde yaşamaktadır. İstanbul'da, Erenköy Kız Lisesi'nden mezun olmuştur. Lise öğreniminin ardından yüksek öğrenim için doğduğu ülke İsviçre'ye gitti. Büro işleri alanında bir meslek yüksek okulunda öğrenimine devam etti. Türkiye'ye döndüğünde bir süre Türkiye'nin ilk bayan futbol takımı Dostlukspor'da oynadı. Bir arkadaşının doğum gününde bir şarkı söylemiştir. Söylediği parça sayesinde Raks Müzik yetkilileri tarafından keşfedilmiştir. 1993 yılında Neslihan Yargıcı tarafından oluşturulan ""Abajur Kız"" imajı ile ilk albümünü çıkararak müzik dünyasına adımını atmıştır.
Bir arkadaşının doğum gününde bir şarkı söylemiştir. Söylediği parça sayesinde Raks Müzik yetkilileri tarafından keşfedilmiştir. 1993 yılında Neslihan Yargıcı tarafından oluşturulan ""Abajur Kız"" imajı ile ilk albümünü çıkararak müzik dünyasına adımını atmıştır. 17 Aralık 1993 tarihinde "Bendeniz I" adıyla çıkardı. İlk klip söz konusu imajla "Ya Sen Ya Hiç" adlı parçaya çekildi. MTV Avrupa'nın düzenlediği "Euro Video Grand Prix" adlı ülkeler arası video yarışmasının Türkiye elemelerinde "Yasak Elma", "Kara Büyü" ve Orhan Atasoy'un "Gemiler" videolarını geride bırakarak finale kalan "Ya Sen Ya Hiç" ile 30 Nisan 1994 tarihinde 20 ülke arasında 11'inci oldu. Deniz Çelik adıyla yayınlanan ve Rebecca de Ruvo'nun anons ettiği "Ya Sen Ya Hiç" MTV'de yayınlanan ilk Türk video klibi oldu. Bu başarının ardından albümden "Ağlayayım mı?", "Kerime", "Ah Bir Dönsen" ve "Müjdeler Ver" gibi hit parçalar yayınlandı. İlk albümü ile büyük bir çıkış yapan Bendeniz'in bu albümü Türkiye'nin klasik albümleri arasına da girmiştir. 1 Temmuz 1994 tarihinde Harun Kolçak ile birlikte "Biz" adlı bir maxi single albümü yayınladılar. Albümdeki, "Elimde Değil" adlı parça yılın en iyi slow parçaları arasına girdi. 1995 yılında, "Bendeniz II" adlı ikinci albümünü yayınladı. Merakla beklenen albümden yayınlanan ilk parça "Neler Olacak" oldu. Klipte Bendeniz'e birçok dansçıda eşlik etti. Ardından, Ümit Sayın'ın yazdığı "Gönül Yareler İçinde" adlı parça yayınlandı. Yılın en çok ses getiren slow parçalarından birisi oldu. Son olarak albümden "80 Günde Devr-i Alem" adlı hareketli parça yayınlandı. Albümün yarattığı büyük etkiden sonra albüm yılın en iyi albümleri arasına girdi. Bendeniz'in en iyi albümü olarak kabul edildi. Albümde, Harun Kolçak, Emel Müftüoğlu, Demet Sağıroğlu ve Ümit Sayın gibi isimlerle çalıştı. Albümün düzenlemelerinde ise Ozan Çolakoğlu, Murat Yeter ve efsane müzik adamı Onno Tunç ile çalıştı. Albümde on iki şarkı bulunuyordu ve on birinin sözünü yazdı.
1996 yılında "Bendeniz III" albümünü yayınladı. Albüm Anadolu rock soundları içeren bir albüm oldu. Daha çok hareketli parçalar albümde yer aldı. Albümden ilk olarak slow parça ""Güvendiğim Dağlara Kar Yağdı" yayınlandı. Ardından, "Turnayı Gözünden Vurdum" ve "Sana Mı Kaldım" adlı hareketli iki parça yayınlandı albüm diğer ilk iki albüm kadar çok beğenildi. Albüm ilk iki albüme göre daha hareketli şarkılardan oluşuyordu. 1997 yılında Volkan Akyol ile birlikte "Adını Koydum" adlı hit parça için düet yaptılar.
1998 yılında, "Bendeniz'den" adlı dördüncü albümünü yayınladı. Albümden, ilk olarak "Günahlar" adlı hit parça yayınlandı. Ardından "Başımın Belası" adlı ikinci hit parça yayınlandı. 1 Kasım 1999 tarihinde "Kurtulamıyorum" adlı beşinci stüdyo albümünü yayınladı. Albümden sadece albümle aynı adı taşıyan "Kurtulamıyorum" adlı hit parça yayınlanmıştır. Beşinci albümün çıkmasından tam bir yıl sonra 1 Kasım 2000 tarihinde "Bendeniz Şarkıları" adlı bir toplama albüm yayınlamıştır. Albümde daha önce çıkarmış olduğu albümlerdeki hit parçaları yer almaktaydı.
30 Kasım 2001 tarihinde "Zaman" adlı albümünü yayınladı. Albüm için tarzını değiştirmiş ve saç kesimini değiştirmişti. Albümden ilk olarak "Satmışım" adlı hareketli parça yayınlandı. Ardından ikinci bir hareketli parça "Güzeller Güzeli" yayınlandı. Albümdeki çoğu şarkının söz ve müziği Bendeniz'e aittir. 2003 yılında "Demedim mi" adlı albümünü yayınlamıştır. 11 parçanın yer aldığı albümden sadece albümle aynı adı taşıyan "Demedim mi" adlı hit parça yayınlanmıştır.
2003 yılında çıkardığı albümden sonra iki yıl albüm çıkarmadı. 23 Mart 2005 tarihinde "Aşk Yok mu Aşk" adlı dokuzuncu stüdyo albümünü yayınladı. Albümden ilk olarak "Kırmızı Biber" adlı şarkı yayınlandı. Ardından, "Bu Baharda" adlı albümün en çok beğ |
enilen hit parçası yayınlanmıştır. Son olarak albümden "Kördüğüm" adlı parça albümden yayınlanmıştır. 2006 yılında, "Değiştim" isimli albümünü çıkardı. Albümden, "Biri Var" adlı hit slow parça yayınlandı. Parçaya Harun Kolçak'ta eşlik ediyordu ve ikilinin on iki yıl aradan sonra yaptıkları ilk düet parçasıdır. Albümden yayınlanan ikinci parça "Tövbe De" adlı parçaydı. Albüm olumlu tepkiler almayı başardı. 24 Nisan 2009 tarihinde "Olsun" adlı albümünü çıkardı. 2000'lı yıllarda çıkardığı son albümdü ve albümden sadece "Cumadan Pazara" adlı hit parça yayınlandı. 2011 yılında Seyhan Müzik'le anlaşarak 16 parçadan oluşan bir remix albüm çıkardı. "Benden İzler" adlı albümden yayınlanan tek hit parça "O Biliyor" oldu. Aynı yıl Ümit Sayın'ın eski parçalarını bir arada topladığı "Söz-Müzik Ümit Sayın" albümünde "Gönül Yareler İçinde" adlı 1990'lı yıllarda seslendirdiği parçayı albüm için tekrar seslendirmiştir.
Özel mülkiyet
Özel mülkiyet, üretim araçlarının kişilere ait olması anlamına gelir. Başka bir anlatımla bir şahsın elinde bulundurduğu malın kendisi ve menfaati ile birlikte ona ait olması, malın başka birisi ile ilişiğinin bulunmamasını ifade eder. Günümüzde özel mülkiyet yasalarla sınırlandırılmış bir haktır, eski dönemlere kıyasla mutlakiyet içermez.
Borçlar hukuku
Borçlar hukuku bir özel hukuk dalıdır ve eşitler arasında meydana gelen ve borç ilişkisi adı verilen hukuki ilişkilerin incelendiği bir disiplindir. Borçlar Kanunu özel hukukta borçlar hukukuna kaynaklık eder ve borçlar hukuku alanına giren borç ilişkilerini düzenleyen bir kanundur. Borç ilişkisi kavramı, özel hukuk açısından tanımlandığında, alacaklı ve borçlu adı verilen iki taraf arasında meydana gelen ve borçlu olan tarafın alacaklıya karşı belli bir davranış biçiminde (edimde) bulunmakla yükümlü olduğu, alacaklının da borçludan bu davranış biçiminin yerine getirilmesini isteyebileceği (ifayı talep edebileceği) hukuki bir bağdır.
Ermeni diasporası
Ermeni diasporası, Ermenistan, Türkiye ve İran dışında yaşayan Ermenilere verilen genel ad. Ermenistan dışında 3-4 milyon kadar Ermeninin yaşadığı iddia edilmektedir. Ancak sağlıklı istatistikler yoktur. Ermenilerin en yoğun olduğu ülkeler Rusya, ABD ve Fransa'dır.
Tebessüm
Tebessüm ya da gülümseme, fizyolojide özellikle ağzın iki kenarındaki ve gözlerin çevresindeki kasların hareketiyle oluşan bir yüz ifadesidir. Gülümseyen bir simaya veya sık sık gülümseyen bir kişiye mütebessim veya güleç denir.
İnsanlar arasında özellikle zevk ve eğlencenin ifadesi olsa da, istemsiz olarak endişenin (anksiyete) ifadesi de olabilir. Gülümsemenin kültür farkı gözetmeksizin, belirli uyarıcılara (stimulus) verilen normal tepki olduğuna dair birçok kanıt mevcuttur. Çoğunlukla gülümsemenin nedeni mutluluktur. Birçok çalışma gülümsemenin doğuştan gelen bir tepki olduğunu, ve hatta insan ceninlerinin gülümsediğini göstermektedir; yine de vahşi çocukların genellikle gülümsemediği bilinmektedir, bu var olan tezlere karşıt delil olabilir.
Hayvanlar arasında, dişlerin gösterilmesi, gülümsemeye benzese de genellikle tehdit etmek için yapılır veya teslim olma işareti olup gülümsemek sadece yüz ifadesini değiştirmez, beynin fizik ve duygusal acısını azaltan endorfinler üretmesine neden olur ve böylece mutluluk hissi verir.
Yabani enginar
Yabani enginar ("Cynara cardunculus"), papatyagiller (Asteraceae) familyasından yaprakları dikenli yabani bir bitki türü.
Çok yıllık bitkilerdir. Gövde yapraklı, dallı, kalın ve genellikle çiçek başları eğilmedikçe dimdik durur. 1,5 m yüksekliğindedir. Tüysü yapraklar almaşık dizili, loplara bölünmüş çok dikenlidir. Yaprakların gri-yeşil üst yüzeyi gevşek ağsı, alt yüzeyi sık gri donuk tüylüdür. Çiçekler mor renklidir. Koralla bazen mavi 5 cm uzunluğundadır. Tüp çok ince, boğaz kısmı geniş, loblar doğrusal (ince uzun) dır. Anterler uzun-oksu şekildedir. Boyuncuk uzun, silindirik ve ucu girintilidir. Meyve, silindirik konik ucu yere doğru bakar.
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yetişir. Baharın müjdecisidir. Birçok hastalığa iyi geldiği ve kişiye dinamizm kazandırdığına inanılan yabani enginarının tazesi, bulgur pilavı, et ve yumurtayla pişirilerek, kızartması yapılarak ya da salata olarak tüketilir. Yemek olarak kullanılmasının yanı sıra sakızı yapılır.
Nisan yağmurlarıyla kendini göstermeye başlar, taze olarak yılda sadece 2 hafta toplanır. Daha sonra sertleşip gerçek bir diken görünümü alır. Birçok yabani bitkinin aksine dağınık yetişir.
Sütü alınarak sakız üretiminde de kullanılan yabani enginarı toplamak isteyen kişinin, saatlerce dolaşması gerekir. Yaklaşık bir kilogram yabani enginarı toplamak, ancak birkaç saat kır gezintisi yapılmasıyla mümkün olur.
Joan Miró
Joan Miró Ferra (20 Nisan 1893 - 25 Aralık 1983), Katalan ressam ve heykeltıraş.
Joan Miró Ferra, 1893'te İspanya, Barselona'da dünyaya geldi. 14 yaşında Barselona'da La Lonja's Escuela Superior de Artes Industriales y Bellas Artes (Güzel Sanatlar ve Endüstriyel Sanatlar Okulu)'na katıldı. 3 yıllık sanat eğitimi sonrasında, burada memur olarak göreve başladı. Daha sonra sanat çalışmalarına devam edebilmek için bu görevi bıraktı ve 1912-1915 yılları arasında Barselona'daki Francesc Galí’s Escola d’Art isimli sanat okuluna devam etti. Galeri sahibiolan José Dalmau'nun teşvikiyle ilk sergisini Barselona'da 1918 yılında açtı.
1920 yılında Paris gezisi sırasında Pablo Picasso ile tanıştı. Bundan sonra Miro zamanının yarısını Paris'te geçirmeye başladı ve burada tanıştığı Max Jacob, Pierre Reverdy, ve Tristan Tzara ile "Dada" hareketine katıldı. Paris'teki ilk sergisi 1925'te Galeri Pierre'de büyük bir sürrealist hareket olarak yankı buldu.
1936'da iç savaş sebebiyle İspanya'yı terk etmek zorunda kaldı, 1941'de geri döndü. Aynı yıl New York, The Museum of Modern Arts'da ilk büyük retrospektif sergisini açtı. Miro, Josep Lloerns y Artigas'la birlikte seramik çalışmalarına başladı bununla beraber baskı alanına da ilgi gösterdi. 1954-1958 yılları arasını bu iki konuya konsantre olarak geçirdi. 1954'deki Venedik Bienali'nde grafik dalında büyük ödüle layık görüldü ve çalışması bir sonraki yıl Kassel'de yapılan ilk Documanta Fuar'ına dahil edildi. 1958'de Paris UNESCO Binası'ndaki eseri ile Uluslararası Guggenheim Ödülünü aldı. Sonraki yıl tekrar resim yapmaya başladı, 1960 yılında heykeltıraşlığa başladı. Miro'nun retrospektifleri, Paris, Musée National d’Art Moderne ve Grand Palais'de yer aldı.
Miro, 25 Aralık 1983'te İspanya'nın Palma de Mallorca şehrinde hayata gözlerini kapadı.
Füruğ Ferruhzad
Füruğ Ferruhzad, "(Farsça:" فروغ فرخزاد, "Forough Farrokhzad)" (5 Ocak 1935 - 13 Şubat 1967), İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam. 20. yüzyılda İran'da yetişmiş en önemli şairlerindendir.
Babası Albay Muhammed Ferruhzad ve annesi Turan Veziri Tebar'ın yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar devam ettikten sonra kız sanat okuluna gitti. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrendi. Hicivci şair Füruğ, 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şapur ile evlendi. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam etti. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār'ı dünyaya getirdi. Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında Füruğ, eşinden ayrıldı. Mahkeme Kāmyār'ın velayetini babasına verdi.
Füruğ, Tahran'a geri dönüp şiir yazmaya devam etti ve "Esir" adını verdiği ilk kitabını yayınladı.
1958 yılında İbrahim Gülistan'la tanıştı ve dokuz ayını Avrupa'da geçirdi. Şair bu dönemde yaşamının esin kaynağı olan şiirlerine devam etti ve hızla iki kitap daha çıkardı. Bunlardan ilki "Duvar" ve diğeri de "İsyan"dır.
İranlı cüzzam hastalarını ve onların sorunları ile ilgili olarak Tebriz'de film yapar. 1962 yılında filmi " Kara Ev " adını verdiği filmiyle dünyanın çeşitli yerlerinde ödüller kazanır. Film çekimi sırasında cüzzamlılar evinde tanıştığı "Hüseyin Mansur" isimli çocuğu evlat edinir.
1963 yılında Füruğ, "Yeniden Doğuş" adlı eserini yayınlar. Artık şiirde olgunlaşma dönemidir ve sanatsal düzeyi yüksektir. Bu kitabıyla şair, İran şiirinde derin ve etkileyici değişikliklere yol açmıştır.
13 Şubat 1967 tarihinde öğleden sonra saat 14.30'da stüdyoya gitmek için hızla seyir halindeyken karşısına çıkan okul aracına çarpamamak için direksiyonu kıran Füruğ, aracından fırlayıp, boynunun kırılmasıyla 32 yaşında hayata gözlerini yummuştur.
Modern İran şiirine önemli katkılar sağlayan şairin ölümünden sonra çalışmaları "Soğuk Mevsim" adıyla çıkarılan kitapta toplandı. Michael Hillman, "Yalnız Kadın" adıyla onun hayatını ve şiirlerini 1987 yılında yayınladı. Şairin şiirleri ve yaşamı hakkında daha pek çok makale ve kitap yayınlandı, hayatını konu eden film yapıldı.
Füruğ Ferruhzad şiirlerinde derin bir yalnızlık duygusu dikkat çeker. Bunun yanında, şiirlerinde kadınların sorunlarını ele almakta ve İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirmektedir. Bu fikirleri zaman zaman şiddetli tartışmalara yol açmıştır. İran'da kadınların yaşamlarının daha iyi hak ve koşullara kavuşmasını savunan şair, Şah'ın despotluğuna da karşı çıkmıştır. Şiirleri kimi zaman İran toplumunda erotik bulunmuştur.
İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'nin 1999 yapımı Rüzgar Bizi Sürükleyecek filminin adı, şairin bir dizesinden alıntıdır.
Fransız müzik grubu Noir Désir'in Le Vent Nous Portera (Rüzgar bizi götürecek) , şairin bir şiirinden ilham alınarak yazılmıştır.
Santiago Metropolitan bölgesi
Santiago Metropolitan Bölgesi (İspanyolca "Región Metropolitana de Santiago") Şili'nin ortasında yer alan kara ile çevrili bir bölgesidir. En çok nüfusa sahip olan ve ülkenin başkenti Santiago'nun olduğu bölgedir. Çoğu ticari ve idari merkezler, Şili ana hava alanı "Arturo Merino Benítez" dahil, bu bölgede yer alır.
Magallanes y la Antártica Chilena bölgesi
Magallanes y la Antártica Chilena Şili'nin en güneydeki, en büyük ve en az ikinci nüfusa sahip idari bölgesidir. XII Región ("12. Bölge") olarak da bilinir.
Bölgenin tüm dünya tarafından bilinen birçok yeri ve rastlantı eseri oluşmuş coğrafi özelliğ |
i vardır; Torres del Paine, Horn Burnu, Tierra del Fuego adası ve Magellan Boğazı. Bunların yanında bölge Şili tarafından sahip çıkılan Antarktik bölgesini de içermektedir.
Bölgenin düşük nüfusu ve büyüklüğü, birçok yerel hayvan ve bitki türü için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Penguenleri, ñandúları, guanakoları, And kondorları ve diğer hayvanları bulmak nispeten kolaydır.
En büyük ekonomik aktiviteler sığır çiftçiliği, petrol üretimi ve turizmdir. Bölge ayrıca dünyadaki birkaç görkemli macera yarışına da ev sahipliği yapmaktadır. Patagonia Expedition Race
Aysen bölgesi
Aysen (ayrıca Aisén olarak da bilinir) Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. XI Región ("11. Bölge") olarak da bilinir. On üç bölgeden en az nüfusa sahip olanıdır. Bölgenin arazisi ve yapısı Alaska, Norveç'in kuzey sahili ve Yeni Zelanda'nın Milford Sound bölgesi ile benzerlikler gösterir. Laguna San Rafael Ulusal Parkı, yalnızca bot veya uçakla ulaşılabilir, en önemli turistik merkezlerindendir. 1980 yılında yapılan Güzergâh 7 ("Carretera Austral" veya Güney Anayolu) yapılmadan önce kuzeyden güneye tek karayolu aşırı derecede ilkel patikalardı.
Aysen ismi Huilliche kelimesi "ufalamak" anlamında olan "Achen" kelimesinden gelmektedir. Diğer bir teori ise Chonos kültüründe "daha içlere gitmek" anlamında kullanılan bir terimden geldiğini şeklindedir.
1990'lar boyunca, 1831 yılında Robert Fitz-Roy tarafından yapılan bir haritadan türediği düşünülmüştür. Robert Fitz-Roy Charles Darwin ile bölgede keşif yapmıştır ve şu anki Aysen bölgesini "Ice End" olarak isimlendirmiştir. Bu teori kabul görmemiştir çünkü 60 yıl kadar önce 1766 yılında bölgeye keşfe giden Peder Garcia'nın belgelerinde "Aysen" ismine rastlanmaktadır. Buna rağmen Fitz-Roy miti Patagonya'yı ziyaret eden birçok Avrupalı turist arasında ünlü olmuştur.
Aysen Bölgesi'nin yedi belediyesi (comunas) vardır
Los Lagos bölgesi
Los Lagos (İspanyolca "Göller") Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. X Región ("10. Bölge") olarak da bilinir. Şili'nin en büyük adası Chiloé ve en büyük gölü Llanquihue Gölü burada yer alır. Arjantin'in Neuquen eyaleti, Rio Negro eyaleti ve Chubut eyaleti ile sınırı vardır. Merkezi Puerto Montt'dur.
Bölge ayrıca ülkenin en dar kısmında yer alır.
Araucanía bölgesi
Araucanía (Araukanya) Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. IX Región ("9. Bölge") olarak da bilinir.
Bío-Bío bölgesi
Bío-Bío Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. VIII Región ("8. Bölge") olarak da bilinir.
Maule bölgesi
Maule Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. VII Región ("7. Bölge") olarak da bilinir.
O'Higgins bölgesi
O'Higgins, Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. VI Región ("6. Bölge") olarak da bilinir. Bölge; kuzeyde Metropolitana Bölgesi, doğuda Arjantin, güneyde Del Maule Bölgesi ve batıda Büyük Okyanus tarafından çevrelenmiştir.
O'Higgins Bölgesi adını, Şili'nin ilk devlet başkanı olan Bernardo O'Higgins'den almıştır.
O'Higgins, Şili'nin şarap ve pirinç üretiminde önde gelen bölgelerindendir.
Bölgede genel olarak Akdeniz iklimi görülür. Ancak okyanusun ılımanlaştırıcı etkisi iç kesimlerdeki vadilere gelindikçe iyice azalır.
And Dağları'nın Şili toprakları içinde kalan en yüksek doruğu ortalama 4000 metredir.
Valparaíso bölgesi
Valparaíso Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. V. Región ("5. Bölge") olarak da bilinir. Santiago ile aynı enlemdedir ve denize kıyısı vardır.
Şili'nin ana limanı Valparaíso ve en büyük tatil kenti Viña del Mar bu bölgede bulunur. Büyük Okyanus'taki Șili topraklarini olușturan Paskalya Adası, Juan Fernández Adaları ve Desventuradas Adaları da idari bakimdan bu bölgeye dahildir.
Bu bölgede bakır ve çimento gibi madencilik ve sanayi sektörleri gelişmiştir. Şili'nin ana petrol rafinerisi Con-Con'da (Aconcagua nehrinin ağzında ve Valparaíso'nun 20 km. kadar kuzeyinde) yer almakta ve 2 önemli bakır madeni aritma tesisi, kamu işletmesi Ventanas (Con Con'un kuzeyinde sahilde) ve özel sektöre ait Chagres (90 km kadar içeride) bulunmaktadır.
Bölgenin Quinteros limanı yakınlarında kimyasal madde ve gaz depoları vardır. İç vadilerde ihraç amaçlı çalışan sanayiler bulunmaktadır; avokado (yerel adı: palta), "chirimoya" meyvesi ve çiçek önemli ihraç ürünlerindendir. Son göze çarpan gelişme tepe yamaçlarında yüksek teknolojili sulama tekniklerinin kullanılmasıyla tarıma uygun arazilerin artmasıdır. Bu uygulama, kuru ve üretime elverişsiz toprakların yüksek kalitede ürün vermesine yardımcı olmuştur.
Tarapacá bölgesi
Tarapacá Şili'nin kuzeyden ikinci idari bölgesidir, Şili'nin idari bölgelerini kuzeyden güneye numaralama sistemi nedeniyle I Región ("1. Bölge") olarak da bilinen bu bölge, Arica ve Parinacota Bölgesi kurulmadan önce ülkenin en kuzeyindeki bölgesi konumundaydı. Kuzeyde Peru'nun Tacna Bölgesi ile, doğuda Bolivya'nın La Paz ve Oruro departmanları ile, güneyde Antofagasta Bölgesi ve batıda Büyük Okyanus ile sınırları vardır.
Tarapacá Peru'nun eski eyaletlerindendir, 1883 yılında Pasifik Savaşı'nın sonuna doğru Ancón Antlaşması ile komşu Şili'ye verilmiştir.
Çoğunlukla çöl yapısındadır, aşağıdaki değişiklikler ile:
Coquimbo bölgesi
Coquimbo Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. IV Región ("4. Bölge") olarak da bilinir. Başkent Santiago'dan 400 km kadar kuzeyde yer alır.
Merkezi ve en büyük şehri olan La Serena dikkat çekici ve koloni tarzında sahil tatil kentidir.
Coquimbo bölgesi Şili'nin en dar kısmını oluşturur veya Şili'nin 'beli' ve ülkenin en dağlık alanlarındandır, And dağları denize her yerde olduğundan daha fazla yakındır.
Bölgenin geçim kaynakları turizmin yanında tarım ve balıkçılıktır. Ovalle tarım merkezi durumundadır.
Choapa'da bulunan Salamanca'daki Los Pelambres bakır madeni 2.100 milyon ton rezervle dünyanın en büyük madenlerindendir.
Gabriela Mistral pisco yetiştiren, güzelliği ve açık gökyüzü ile ünlü olan Elqui Vadisi'nde yer alan Vicuña'nın yerlisidir.
Elqui Vadisi açık gökyüzü sayesinde birkaç astronomik gözlemevine ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca 600 metre uzunluğundaki Puclaro barajı da burada bulunmaktadır. Puclaro Elqui Nehri üzerinde kurulmuştur ve 7 km uzunluğunda baraj gölü oluşturmaktadır.
Atacama bölgesi
Atacama, Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. III Región ("3. Bölge") olarak da bilinir. Başkent Santiago'dan 800 km kuzeydedir.
Antofagasta bölgesi
Antofagasta, Şili'nin 15 idari bölgesinden biridir. II Región ("2. Bölge") olarak da bilinir.
Antofagasta'nın tarihi bölge gibi ikiye ayrılır, sahil bölgesi ve And dağları'nda bulunan dağlık yayla veya altiplano. Kolomb öncesi zamanlarda, sahil kıyısında balıkçı-toplayıcı göçebe Chango kızılderili kabileleri yaşıyordu. Changolar hakkında conquistadorlar (Peru ve Meksika'ya keşfe giden onaltıncı yüzyıl fatihleri) ile fazla iletişmde olmamalarından dolayı fazla bilgi bilinmemektedir.
Bölgenin iç kısımlarında Atacama Salar (kurumuş tuz gölü), Loa Nehri havzası ve vadileri ve altiplano çevresindeki vaha çevresi atacaman kültürü tarafından yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır, önemli yerleşim San Pedro de Atacama köyüdür.
Atacaman kültürü önemli oranda Tiwanaku kültüründen etkilenmiştir ve daha sonra İnka hakimiyetine girmiştir. Atacamanlar başlıca mısır ve fasulye ekmişlerdir, Amazon havzası ve Pasifik kıyılarına kadar ticareti genişletmiştir. İspanyolların 16. yüzyılda gelmesi kültürlerini yoketmemiştir fakat derinden etkileyerek mestizaje işlemi sonucu değiştirmiştir, bu işlem sonucunda her iki kültür birbirine karışmıştır. İspanyol hakimiyetinde, Atacaman bölgeleri (sadece iç bölgeler), Charcas yönetimine verilmiştir ve özgürlük uğraşı zamanında Simón Bolívar yeni Bolivya Cumhuriyeti olarak, yaşayanların %90-95'i Şili kökenli olmasına rağmen, "Litoral" ismi altında birleştirmiştir (iç kısımlar ve sahiller dahil). Bu karara Şili hükümeti tarafından muhalefet edilmiştir ve şu zamana kadar anlaşmazlıklara yol açmıştır. Şili bu bölgelerde İspanyol hükümdarlığının Uti possidetisi öne sürerek hak ilan etmektedir, kıyı kesimleri onlara aittir ve Peru'ya doğrudan sınırları vardır. Juan López ve José Santos Ossa gibi Şili'li gezginler zengin nitrat ve guano madenleri keşfetmişlerir, bu keşiflerin sonucunda Şili kıyılarının kolonizasyonu artmıştır. Her iki ülkenin yerleşimcileri arasındaki gerilim 1879 yılında patlak veren Pasifik Savaşı'na kadar artmıştır. Antofagasta savaş sonunda kalıcı olarak Şili'ye bağlanmıştır.
Şili'liler tarafından kolonileştirme, "Küçük Kuzey" isimli bölgeden (Atacama ve Coquimbo'nun modern bölgeleri, III ve IV bölgeleri) başlayarak daha yeni bölgeler olan Antofagasta and Tarapacá ile devam etmiştir, diğer adı Büyük Kuzey. Avrupa'dan da göçmenler gelmeye başladı (başta Hırvatlar, İspanyollar, Britanyalılar ve Yunanlar), Arap ülkelerinden ek olarak Çin, Peru ve Bolivya'dan. Diğer çeşitli ülkelerden göçler devam ederek Kuzey Şili'nin altiplano bölgesinin modern kültürünü oluşturdu. Şu anki hali, Orta vadiden daha çok And kültürü taşımaktadır.
Bölge 20. yüzyılın başlarında olan Şili'nin birleşme hareketinde önemli bir merkez olmuştur. Bakır madenlerinin nitrat madenlerinin yerine geçmeden önce, bölge nitrat endüstrisine bağımlı durumdaydı. Dünya'daki en büyük ve en zengin iki açık çukur madeni Antofagasta'da bulunmaktadır: La Escondida ve Chuquicamata.
Çoğunlukla çöl iklimi vardır, Atacama Çölü'nün bir kısmı, sahilden dağlık çöl kısımlara kadar farklı oranlarda yağış alır.
Bölgenin başlıca geçim kaynağı %59 oranla madencilik ve madencilik ile ilgili işlerdir, ayrıca balıkçılık ve endüstriyel üretim de vardır.
En önemli nehri Loa'dır.
Antofagasta
Coquimbo
Coquimbo, Şili'de bulunan bir şehirdir. Şehrin toplam nüfusu 26 Kasım 2009 itibarıyla 200,117'dir.
Valparaiso
O'Higgins
Bio-Bio
Manyas Kuşgölü
Manyas Kuşgölü'nün tamamı idari olarak Balıkesir ili'nin Bandırma ilçesi sınırlarında yer alan tektonik göl. Göl, Marmara Denizi'nin güneyinde, Uludağ ile Biga Yarımadası arasında uzanan bir çöküntü alanında yer almaktadır. Bu çöküntünün tabanını Kuş ve Ulu |
abat (Apolyont) Gölleri ve bu göllerin çevresinde yer alan geniş ovalar, kenarlarını ise yüksek dağ ve yaylalar oluşturmaktadır. Doğu batı doğrultusunda uzanan gölün uzunluğu 20 km, genişliği ise 14 km'dir.
Gölün oluşumu hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. A.PHILIPPSON ve E.LAHN Neojen'de Bursa Gönen depresyonu çöküntü alanında büyük bir tatlı su gölünün , Neojen sonu veya Kuvanterner'de meydana gelen hareketler sonucunda ise, bu göl alanında 4 adet küçük küvetin oluştuğunu, diğer iki küvetin (Bursa ve Gönen) alüvyonlarla dolduğunu ve geriye Uluabat ve Kuş Gölleri'nin kaldığını bildirmektedirler. Emre Kazancı ve arkadaşları ise Pliyosen'de tektonizmaya bağlı olarak meydana gelen Bursa Gönen Çöküntü alanının başlangıçtan Kuvaterner'in sonlarına kadar karasal halde iken, daha sonra yöredeki menderesli akarsularının taşıdıkları alüvyonlarla yataklarını tıkamaları sonucunda Uluabat ve Kuş Gölleri'nin oluştuğunu; her iki gölün de tipik birer alüvyon set gölü olduklarını öne sürmektedirler.
Kuş gölü, ekolojik yönden eutrophic (bol gıdalı), limnolojik bakımdan ise argilotrophic (killi) bir sulak alandır. Kolloidal kil ihtiva ettiği için suyu devamlı bulanıktır.Suları tatlı olan gölün en derin yeri 4 metre civarında olup, ortalama derinliği 1-2 metredir.
Göl su seviyesi mevsimlere göre değişmektedir. İlkbahar da göl suları yükselerek kıyıları kaplamakta, yaz aylarında ise geri çekilmektedir. Bu ritmik olay her yıl düzenli olarak tekrarlanmaktadır. Gölün normal su seviyesindeki alanı 16.800 hektar civarın dadır.
Göl, güneyden gelen Kocaçay ve kuzeyden gelen Sığırcı Dereleri, göl drenaj alanın yüzeysel akışı ve göl alanına düşen yağışlarla beslenmektedir. Kocaçay'dan göle ortalama 19,5 m³/sn su ulaşır. Göl yağış alanı 2.308 km²'dir. Boşalımı ise buharlaşma, sulama amacıyla çekilen sular ve güneydoğudan çıkan Karadere yoluyla göl ayağından Susurluk Çayı'na taşınan sularla gerçekleşmektedir.
Göl kıyıları yer yer sazlık kamışlık, yer yer çayırlıktır. Kocaçay ve Sığırcı Derelerinin göle karıştığı yerlerde söğüt toplulukları ile sazlıklar bulunmaktadır.
Yaz aylarında suların çekildiği yerlerin bir kısmında sebze tarımı yapılmakta, bir kısmı ise çok çeşitli ve gür bitki örtüsü ile kaplanmaktadır.
Gölün bitki örtüsü ve hayvan varlığı yönünden en zengin olduğu yer Sığırcı Deresinin oluşturduğu deltadır. Deltada birlerce kuşun gübresiyle zenginleşen topraklar, yazın suların çekilmesiyle gür ve yüksek otlarla kaplanarak sayısız küçük canlının üreyip gelişmesine olanak sağlamakta, ilkbaharda göl sularının tekrar yükselmesiyle birlikte bu canlılar göl suyuna karışmaktadır. Bu nedenle Kuş Cenneti kuşlar için olduğu kadar, balıkların beslenmeleri ve üremeleri için de ideal bir ortam oluşturmaktadır.
Kuşgölü ve Kuşcenneti Millî Parkının önemini duyurmak, çevre kirliliğine dikkati çekmek amacıyla her yıl Uluslararası Bandırma Kuşcenneti Kültür ve Turizm Festivali düzenlenmektedir.
Yaşar Büyükanıt
Mehmet Yaşar Büyükanıt (1 Eylül 1940, İstanbul) Türk asker. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 25. Genelkurmay Başkanı.
1959 yılında Erzincan Askerî Lisesi'nden, 1961 yılında da Kara Harp Okulu'ndan mezun oldu. 1963 yılında Piyade Okulu'nu bitirdi. 1983-1986 yılları arasında Kuleli Askerî Lisesi Komutanlığı, 1986-1988 yılları arasında da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı yaptı. 1992 yılında tümgeneral rütbesine rütbesine terfi etti. Bu rütbede Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği ve 3 yıl süreyle Kara Harp Okulu Komutanlığı görevlerini yürüttü. 1996 yılında korgeneral rütbesine terfi etti. 2000 yılında orgeneral rütbesine terfi etti. 2004 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine, 31 Temmuz 2006 tarihinde de Genelkurmay Başkanlığı'na atandı. 30 Ağustos 2008 tarihinde emekli oldu.
9 Kasım 2005 Şemdinli olayları sırasında olay mahallînde bomba ve silahlarla yakalanan astsubay Ali Kaya hakkında yaptığı ""Tanırız kendisini, iyi çocuktur."" şeklindeki beyanatıyla yargıyı etkilemeye çalıştığı öne sürüldü ve olay ile ilgili savcılık iddianamesinde ""örgüt kurmak, sahte belge düzenlemek ve görevi kötüye kullanmak"" iddialarıyla Genelkurmay tarafından hakkında soruşturma açılması istenildi. Genelkurmay Başkanlığı ise bir bildiri yayınlayarak Savcı Ferhat Sarıkaya'yı eleştirdi. Yaşar Büyükanıt ise "Avukat dahi tutmam. Çıkar kendimi savunurum" dedi.
Kendi döneminde, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki Genel kurmay internet sitesinden yayınlanan 27 Nisan Genelkurmay Başkanlığı Basın Açıklaması nedeni ile uzun süre gündemde kalmış, açıklama, medya tarafından e-muhtıra olarak adlandırılmıştır. Emekli olduktan 8 ay sonra ilk kez 32.Gün programında verdiği 7 Mayıs 2009 tarihli röportajda, 27 Nisan Genelkurmay Başkanlığı Basın Açıklaması'nı bizzat kaleme aldığını açıklamıştır. 4 Mayıs 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayı'nda yaptıkları ikili görüşme, çeşitli iddialara neden olmuş, fakat her iki taraf da görüşülenlerin gizliliğini korumuştur.
WikiLeaks'in 29 Kasım 2010 tarihinde yayınladığı diplomatik belgelerin 22 Mart 2011'de yerel basında yer alan kısmına göre, Özkök'e karşı olan yedi general şöyle isimlendiriliyordu: Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Komutanı Şener Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan, Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon, İkinci Ordu Komutanı Fevzi Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç. Aynı belgede Büyükanıt'ın ise ikili oynadığı söyleniyordu.
Filiz Büyükanıt'la evli ve bir kız çocuk babasıdır. İngilizce bilmektedir. Beykent TV'de, Kırmızı Çizgi programını sunmaktadır. Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM)'da danışmanlık yapmaktadır.
Kuzeybatı Kafkas dilleri
Kuzeybatı Kafkas dilleri ya da Abhaz-Adige dilleri, Kafkas dilleri ailesi içinde yer alır ve asıl olarak Kafkasya'nın kuzeybatı bölümünde ve dünyanın birçok ülkesine dağılmış diaspora ülkelerinde konuşulur. Kuzey Kafkas dillerini oluşturan iki gruptan biridir. Diğer grup, Kuzeydoğu Kafkas dilleri veya Nah-Dağıstan dilleridir.
Kuzeybatı Kafkas dilleri içinde Abazaca, Abhazca, Çerkesçe ve şu an ölü dil statüsünde Ubıhça yer alır. Bu dillerin özelliklerinden biri, çok sayıda ünsüze karşın az sayıda ünlü içermesidir.
Kuzey Kafkas dilleri esasen iki ana kola ayrılır:
Asus
ASUSTeK Computer Inc., 1989 yılında kurulmuş Tayvan merkezli bir bilgisayar ve donanım üreticisi. Dizüstü Bilgisayar, Anakart, Cep telefonu, LCD Panel, Ekran Kartı gibi geniş bir üretim ağına sahip olan şirket özellikle son dönemde ürettiği dizüstü bilgisayarlarla adından söz ettirir hale gelmiştir. Kaliteyi, teknolojiyi ve sağlamlığı ön plana çıkarmayı amaçlayan şirket bunu sloganına da yansıtmış ve bu doğrultuda satış yapmaya devam etmektedir. Şirketin eski sloganı "Inspiring Innovation. Persistent Perfection." iken, yeni sloganı ise "In Search of Incredible."dır.
Asus ismi, Yunan mitolojisine göre bilim ve sanatın ilham kaynağı olduğuna inanılan ve kanatlı bir at olan “Pegasus”un son dört harfinden gelmektedir. Pazara sunduğu ürünlerde kalitesinin yeniliğinin, gücünün ve yaratıcılığının üst düzeyde olduğunu bu varlık ile sembolize etmektedir.
ASUS 2005 yılında toplam 50 milyon anakart ihraç etmiştir. Bu 2005 yılında her üç kişisel bilgisayardan birinin ASUS marka anakart kullandığı anlamına gelmektedir.
ASUS anakartın yanı sıra,ekran kartı, LCD panel, kasa, UMPC, soğutucu, dizüstü bilgisayari, akıllı telefon alanlarında da ürünler sunmaktadır. Bunu son dönemde ürettiği Asus N serisi ile göstermiştir.
Son dönemlerde şirket Asus Fonepad, Asus Zen UI, Asus ZenFone, Asus PadFone, Asus v70 gibi markaları ile akıllı telefon sektörüne de dahil olmuştur.
ASUS ayrıca oyun bilgisayarları da üretmektedir. ASUS ROG TYTAN serisi kasalar 4.2 GHz'e kadar ulaşan 6 çekirdekli Intel işlemcileri, 4GB GTX serisi ekran kartları, 10 adet soğutma fanı, ASUS'un ürettiği en iyi anakartları ve üretilen en son teknolojileri kullanmaktadır. Şu anda piyasaya sunulmuş en güçlü oyun bilgisayarıdır. Ayrıca G75 serisi oyun dizüstü bilgisayarları da mevcuttur.
ASUS G75 dizüstü bilgisayarları alüminyumdan yapılmıştır. İki adet fana sahiptir ve oyunları 3D olarak oynamak mümkündür.
Ian Curtis
Ian Kevin Curtis (15 Temmuz 1956, 18 Mayıs 1980) şarkıcı, söz yazarı ve besteci. Manchester, İngiltere`de dünyaya geldi, Hurdsfield ve Macclesfield hayatını geçirdi.
1977`de kurulan Joy Division grubunun vokalisti ve söz yazarıydı. Grubun adı Warsawdı. 1978 de Joy Division olarak değiştirildi. Grubun diğer üyeleri okul arkadaşları Peter Hook, Stephen Morris ve Bernard (Dicken)Albrecht'ti. 1979 da topluluk çarpıcı ritimleri ve şarkı sözleri ile büyük ilgi uyandıran ilk albümü Unknown Pleasures'ı piyasaya sürdü. Şöhretleri gün geçtikçe büyüyordu ve önlerinde hazırlıkları hemen tamamlanmış bir Amerika turnesi ve ikinci albümleri Closer vardı. Ancak, sara nöbetlerinin ve kötü evliliğinin bunalımından kendini kurtaramayan Curtis 18 Mayıs 1980 günü kendini asarak yaşamına son verdi.
Anton Corbijn'in yönettiği "Control" adlı film Joy Division ve Ian Curtis'i anlatır. Film büyük ilgi toplamanın yanı sıra 2007 Cannes Film Festivali Yönetmenler Haftası’nın açılış filmi olmuştur.
Valles Marineris
Valles Marineris (Latince: "Mariner Vadisi", 1971-72 yıllarında vadinin keşfini sağlayan Mariner 9 Mars sondasının adından) Tharsis bölgesinin hemen doğusundan başlayıp Mars ekvatorunda devam eden devasa kanyon sistemidir. 4.000 km uzunluğunda, 200 km genişliğinde ve 7 km derinliğindeki Valles Marineris yarığı, Arizona'daki Büyük Kanyon'dan on kat daha uzun, yedi kat daha geniş ve yedi kat daha derindir. Valles Marineris, Güneş Sisteminde bilinen en büyük yarıktır.
Valles Marineris, Tharsis tümseğinin doğusundan başlayarak Mars ekvatoru boyunca uzanır. Gezegenin çevresinin yaklaşık dörtte biri uzunluğundadır. Valles Marineris sistemi, batıda Noctis Labyrinthus ile başlar, doğuya doğru Tithonium ve Ius Chasmata ile sürer, ardından Melas ve Ophir Chasmata ile Coprates Chasma birleşip, Ganges, Capri ve Eos Chasmata'ya ulaşır. Nihayetinde, kuze |
y düzlükleriyle kaotik arazinin birleştiği bir kanalda son bulur. Çoğu araştırmacı, Valles Marineris'in Mars kabuğundaki büyük bir tektonik kırılmanın sonucu olduğu konusunda hemfikirdir.
13.9° G ; 59.2° B
Miro
Amarok aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Bâb-ı Âli
Bâb-ı Âli ya da basitleştirilmiş şekli ile Babıali, Osmanlı Devleti döneminde sadrazam sarayına verilen isimdir. 18. yüzyıl sonlarına yakın bir zamana kadar Paşa sarayı, Paşa kapısı, Bab-ı Asafi gibi adlarda denilen sadrazam sarayına I. Abdülhamid zamanından itibaren Bab-ı Ali denilmeye başlanmıştır.
Osmanlı Devleti, Bâb-ı Âlî'den idare ediliyordu. Arapçada, "kapı" anlamındaki bâb ile Farsça -ı tamlaması Farsça yüce anlamındaki âlî ile birleşti ve Osmanlıca yeni bir sözcük türetildi.
Osmanlı Devleti büyüdükçe sadrazamların yetki ve sorumlulukları arttı.Sadrazamlar, Topkapı Sarayı'na yakın olması bakımından İstanbul'un bugünkü Eminönü ilçesindeki Cağaloğlu semtinde yaptırılan konaklarda oturmaya başladılar. 1756'da Sultan III. Osman tarafından bu semtte yaptırılan Sadrazamlık konağı ilk bilinen resmi nitelikteki Sadrazamlık binasıdır. Bina 1755, 1808, 1826 ve 1839 yıllarında tamamen, 1878 ve 1911 yıllarında ise kısmen yandı. Her seferinde yeniden inşa edildi. İlk önceleri binaya “Paşa Kapısı” ve “Bâb-ı Âsafi” deniyordu. 1808 yılında Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı sırasına çıkan ayaklanma sırasında binada olan patlama sonucu bina gene kül olunca, yeniden yaptırılan binaya dönemin padişahı II. Mahmut’tan dolayı Mahmud-ı Adli dendi. Bu isim zamanla Bâb-ı Adl ya da Bâb-ı Adli isimlerine, 19. yüzyılın ikinci yarısında da Bâb-ı âli deyimine dönüştü.
1839 yılındaki yangına kadar bina hep ahşap olarak inşa edilmişti. 1844’te bina ilk defa olarak Stefan Kalfa tarafından kargir olarak inşa edildi. Ayrıca o tarihten sonra bina sadrazamın yaşadığı yer olmaktan çıkarılarak tamamen bir devlet dairesi durumuna geldi. O bina, daha sonra yangınlar ve tamirler sonucu değişikliklere uğramakla birlikte günümüze kadar gelen binanın esasını oluşturmaktadır. 1878'deki yangında Şura-yı Devlet Dairesi, Ahkam-ı Adliye Dairesi, Dahiliye ve Hariciye nezaretleri tamamen yandı ve yeniden inşa edildi. 1910 yılında Babıali'ye küçük bir yapı eklendi. 1911 yılındaki yangında gene Şura-yı Devlet ve Dahiliye Nezareti ile Mektubcu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ve Vakanüvis daireleri tamamen yandı. Bu en son yangında zarar gören bölümler o zamanlar tek bir bina olan Babıali'nin orta bölümünü oluşturuyordu. Yangından sonra bu orta bölüm tekrar eski haline getirilmeyerek ortadan kaldırıldı. Böylece Babıali ilk defa olarak iki binaya ayrılmış oldu.
Bâb-ı Âli Baskını, 23 Ocak 1913'te, Balkan Savaşı'nın yenilgiyle sonuçlanacağının anlaşıldığı günlerde Bulgar orduları Edirne ve Çatalca önlerindeyken yapıldı. İttihat ve Terakki Fırkası'nın önde gelen ismi Binbaşı Enver, yanında çalıştığı Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın makamını, yanında fırkanın silahşörlerinden Yakup Cemil ve adamları olduğu halde bastı. Baskında Nazım Paşa öldürüldü. Daha sonra Sadrazam Kamil Paşa'nın makamına giden baskıncılar, sadrazamı silah zoruyla istifaya zorladılar. Bu olay İttihat ve Terakki'nin yönetime el koymasına giden yolu açtı. Osmanlı İmparatorluğu'nun 1914'te I. Dünya Savaşı'na Almanya safında girişi ve imparatorluğun çöküşüne varan gelişmeler zinciri de böyle başlamış oldu.
Cumhuriyetin ilanından sonra eski Sadaret dairesi Vilayet Konağı olarak kullanılmaya başlandı. Yapı üzerindeki neoklasik ayrıntılar kaldırıldı ve bina yalın bir biçimde sıvandı. 1980’lerin sonlarında ve 1997 yılında binayı eski görünümüne kavuşturmak için bazı restorasyonlar yapıldı.
Babıali'nin çevresinde Türk basınının yoğunlaşmaya başlaması, Osmanlı dönemine dayanır. Osmanlı hükümetinin bu binada çalışması yeni ortaya çıkan Türk basınının haber kaynağına yakınlığı açısından bu binanın çevresinde odaklaşmasına neden oldu. Sirkeci'den başlayıp Babıali binasının önünden geçerek giden Cağaloğlu yokuşunun iki yanındaki ve yan sokaklarındaki matbaa ve gazete binalarını kapsayan yerin adı Babıali olarak anılmağa başlandı.
Nutuk'ta da belirtildiği üzere Kurtuluş Savaşı'nın organizasyonunun yapıldığı yıllarda Babıali, "İstanbul basını" olarak anılmış ve Kurtuluş Savaşının hazırlanmasına büyük negatif etkileri olmuştur. Bu nedenle Ankara'da yeni bir millî basın oluşturulması yoluna gidilmiştir.
Cumhuriyet döneminde hükümetin Ankara'ya taşınmış olmasına rağmen Türk basını bu bölgede gelişmesine devam etti. Bütün 20. yüzyıl boyunca Türkiye'nin bütün önemli gazetelerinin merkezleri ve basımevleri bu bölgede bulunuyordu. Ayrıca birçok kitabevleri de bu bölgede açıldı. 1950'lerin sonlarında bölgenin yerleşim planında yeri olan başlıca gazeteler şunlardı: Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Türkiye, Vatan, Akşam, Son Posta, Son Telgraf, Yeni Sabah, İstanbul Ekspres ve Yeni Gazete. Ancak 20. yüzyılın sonlarında gazeteler bu bölgeye sığamaz oldular ve yavaş yavaş bölgeyi terkettiler. 2005 yılında "Cumhuriyet" gazetesinin tarihi binasından taşınmasıyla Babıali'nin Türk basınına adını veren işlevi son buldu.
Necip Fazıl Kısakürek'se Babıali'yi, sanat çevresi olarak ele almış ve Babıali adlı eserinde hatıralarını yazmıştır.
Helsinki Nihai Senedi
Helsinki Nihai Senedi 3 Temmuz 1973 tarihinde, Helsinki’de açılan ve 18 Eylül 1973’ten 21 Temmuz 1975’e kadar Cenevre’de çalışmalarını sürdüren Avrupa’da Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, Helsinki’de 1 Ağustos 1975 gününde Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Kanada, Kıbrıs, Çekoslovakya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Federal Almanya Cumhuriyeti, Yunanistan, Vatikan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta, Monako, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, İngiltere, San Marino, İspanya, İsveç, İsviçre, Türkiye, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Yugoslavya Yüksek Temsilcilerince sonuçlandırılmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, onur konuğu olarak Konferansın açılış ve kapanış dönemlerinde katılanlara bir konuşma yapmıştır. UNESCO Genel Müdürü ve Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu Yürütme Sekreteri Konferansın ikinci döneminde konuşmuşlardır.
Keza, Konferansın ikinci dönemi toplantıları sırasında, Konferansa katılmayan aşağıdaki Akdeniz Devletleri de gündemin çeşitli maddeleri üzerinde konuşmalarda bulunmuşlar ve görüşlerini açıklamışlardır: Cezayir Demokratik ve Halk Cumhuriyeti, Mısır Arap Cumhuriyeti, Fas Krallığı, Suriye Arap Cumhuriyeti, Tunus.
Halklar yararına, ilişkilerini iyileştirme ve yoğunlaştırma ve Avrupa’da barışa, güvenliğe, adalete ve işbirliğine gerek kendi aralarında gerek dünyanın diğer Devletleri ile yakınlaşmaya katkıda bulunmaya yönelmiş siyasal iradeden güç alarak,
Bunun sonucu olarak, Konferans sonuçlarını etkin kılmak ve kendi Devletleri arasında ve Avrupa’da bu sonuçlardan doğacak yararları sağlamak ve böylece yumuşama (detente) sürecini genişletmek, derinleştirmek ve sürekli ve kalıcı kılmak kararlılığı içinde,
Katılan - Devletlerin Yüksek Temsilcileri, hususları resmen kabul etmişlerdir.
Rhea (mitoloji)
Rhea, Gaia ve Uranos'un kızıdır. Tanrıların anası ve Dağlık bölgelerin tanrıçası olarak bilinir. Önceleri çoğunlukla Gaia ve Kybele ile eş tutulurken sonradan , Olimpos Dağı'nda yaşamamasına rağmen, Olimpian tanrı ve tanrıçalarının anası sayılmıştır.
Rheia'nın doğurduğu tüm çocukları yutan Kronos'un bu durumu şöyle anlatılır Hesiodos'ta:
"Korkuyordu Uranos'un mağrur"
"torunlarından biri"
"ölümsüzler arasında kral olacak diye."
"Gaia ve Uranos bildirmişti ki ona"
"Ne kadar güçlüler güçlüsü de olsa"
"Kendi oğluna yenilmekti kaderi"
Rheia bu duruma çok üzüldüğü için Uranos'la Gaia ona yardım ederler ve Zeus'a hamileyken Rheia'ya Girit bulunan İda dağındaki Lyktos mağarasına saklanır, Zeus'u orada doğurur. Kronos'a da koca bir taşı beze sarıp verir. Kronos taş olduğunu anlamadan yutar. Zeus, Girit'teki mağarasında büyür ve babası Kronos'u ve onun soyundan gelen Titanları yenip üçüncü kuşak tanrılar olan Olymposluların egemenliğini başlatır.
Rhea'nın kardeşi ve aynı zamanda kocası olan Kronos babası Uranus'u tahttan indirmiştir. Bundan sonra Hekatonkheirleri ve Kyklopları yeniden yer altına hapsederek başlarına da dişi ejder Kampe'yi gözetmen olarak dikmiştir. Bunun arından Rhea ve Kronus tahta geçmiştir. Bu çağa Altın Çağ denir.
Rhea ve Kronus'un 6 çocuğu olmuştur. Bunlar sırasıyla: Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon ve Zeus'tur. Kronos babasından öğrendiği üzere çocuklarını doğar doğmaz yutmaya başlamıştır. Rhea bu duruma artık katlanamaz hale gelmiş ve annesi ile babasından Zeus'u kurtarmak için yardım istemiştir. Bir plan yaparak bunu başarmışlardır. Bu plana göre Rhea Zeus doğduğunda onu İda Dağı'na saklamış ve Kronos'a bezlere sarılı taş yedirtmeyi başarmıştır.
Vanessa-Mae
Vanessa Mae (d. 27 Ekim 1978, Singapur) yarı Çinli yarı Taylandlı keman sanatçısı
Asıl adi Vanessa-Mae Vanakorn Nicholson olan genç müzisyenin hayati tam bir başarı öyküsü. Dünya onu Vanessa - Mae olarak tanıdı ve sevdi. Vanessa, 27 ekim 1978'de, Singapur'da doğdu. tam 196 yıl önce, aynı tarihte bir başka büyük müzisyen; Niccolò Paganini doğmuştu.3 yaşında piyano çalan sanatçı, iki sene sonra da keman çalmaya başladı. İlk başarısı 7 yaşında "Yılın En Başarılı Genç Sanatçısı" seçilerek yaşadı. Henüz 8 yaşındayken Çin'e giderek devlet konservatuvarına kaydoldu. 10 yaşında Londra Filarmoni Orkestrası'nda çaldı ve "London Mozart Players" adlı grupla uluslararası turnelerde çalma fırsatı buldu.
İlk solo turnesine 12 yaşında çıktı ve tüm İngiltere'yi dolaşarak Çaykovski'nin eserlerini yorumladı. 13 yaşında kaydettiği Çaykovski ve Beethoven keman konçertoları ile bu eserleri yorumlayabilen en genç müzisyen unvanını da elde etti.
"The Violin Player" albümünde, elektronik keman kullanarak farklı bir tarz yarattı. Müzik otoriteleri, pek çok müzik türünü içinde barındıran bir tekno-füzyon (ing. techno-fusion) olarak değerlendirilen Mae tarzına, olumlu el |
eştirilerde bulundular.
Yaptığı müzik hakkındaki sorulara ise: "Beethoven ve Beatles, Mozart ve Michael Jackson, Paganini ve Prince. Ben hepsini seviyorum. Bu dünyaya bir kez geldim ve bu şansımı iyi değerlendireceğim. Dinlemekten zevk aldığım her tür müziği kemanla çalmaya çalışmaktan büyük haz duyuyorum" şeklinde cevap verdi.
Kemanıyla klasik eserlere farklı yorumlar getiren sanatçı, klasik müzik repertuarını çalmanın yanında kendi düzenlemeleri ile de boy gösterdi, ayrıca pop şarkılarına da kendi düzenlemelerini yaptı.
Vanessa Mae'nin en çok kullandığı iki keman türü var; bunlardan birisi Guadagnini akustik keman, diğeri Zeta Jazz model elektro keman. Kullandığı Guadagnini kemanının yapım tarihi 1761. Bu kemanı annesi ve babası bir artırmada £150,000'a satın aldılar. Ocak 1995'de kemanı çalındı ve iki ay sonra polis tarafından yine bulundu. Bir kere kendisi kemanıyla düştüğünde kemanı kırıldı ve sonra yine tamir edildi.
İki farklı Zeta Jazz model elektro keman kullanır; birisi beyaz, öbürü ABD bayrağının renklerinde. 2001 yılından beri gri renkte bir model kullanmakta. Bu kemanlar dışında yeni kemanlar satın alır ve bunları bir süre sonra yine satar; kazandığı parayı hayır için bağışlar.
Tünel etkisi
Serbest veya bağlı bir parçacığa enerjisinden büyük bir potansiyel engelinin uygulanması sonra engelin kaldırılması durumunda parçacığın sızabilme, diğer bir deyişle engelin içinden geçebilme olayıdır. Makro düzeyde bahsedilecek olunursa insanın duvarın içinden geçebilmesi durumu olarak tasvir edilebilir. Serbest parçacık için problemi tek boyutta ele alırsak, parçacığa etki eden potansiyel matematiksel olarak:
formula_1 yükseklikte bir potansiyel engelini tanımlar.
Bu potansiyeli kullanarak Schrödinger denklemi yazılacak olursa, potansiyel engelin uygulandığı ve sıfır potansiyelin olduğu yerler için ayrı ayrı çözümleri olacaktır. Sıfır potansiyel durumu ele alınırsa denklem
formula_2
formula_3
formula_4
şeklinde bir diferansiyel denkleme indirgenirse çözümü formula_5 bulunur. Bu pozitif yönde ilerleyen serbest cisimi temsil eden dalga fonksiyonudur.
Calixthe Beyala
Calixthe Beyala (d. 1961), çağdaş Fransız edebiyatı'nın önde gelen adlarından biri.
La Plantation (2005) adlı romanı, Plantasyon adıyla Türkçeye çevrilmiş ve İstiklal Kitabevi tarafından Nisan 2006'da yayınlanmıştır.
Beyala, 1961'de, on iki çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak, Kamerun’un Duala kentinde doğdu. Annesi ve babasından ayrı büyüyen Beyala’nın çocukluğu sefalet ve yalnızlık içinde geçti. Kendisinden dört yaş büyük ablasının desteğiyle okula giden Beyala, on yedi yaşında Afrika’dan ayrılarak Fransa’ya gitti. Fransa’da evlendi ve liseyi bitirdikten sonra üniversiteye devam etti. İlk kitabını yirmi üç yaşında yazdı. İki çocuğuyla birlikte Paris’e yerleşmeden önce Malaga ve Korsika’da yaşadı, Afrika kıtasını ve dünyanın değişik ülkelerini gezdi.
Kate Braverman
Kate Braverman (d. 1950, Philadelphia), Amerikalı öykü yazarı.
Los Angeles'te büyüdü. California Üniversitesi'nde antropoloji, tarih ve karşılaştırmalı edebiyat eğitimi gördü. Savaş karşıtı ve feminist eylemlerde aktif olarak yer aldı. Türkçeye çevirilen Frida’nın Büyüsü (2005; The Incantation of Frida K., 2002), Bulut Kız (2006; Lithium for Medea, 1979), Palmiye Kuşağı Kadınları (2006; Palm Latitudes, 1988) ve Wonders of the West (1993; Batı’nın Umutları) adlı romanları yazdı. Şiirlerini Milkrun (1977; Milkrun), Lullaby for Sinners (1980; Günahkârlara Ninniler), Hurricane Warnings (1987; Kasırga Habercileri) ve Postcards from August (1990; Ağustostan Kartpostallar) adı altında yayımladı. Öykülerini ise Squandering the Blue (1990; Savrulan Mavi) adlı kitapta topladı. Kate Braverman, “Tall Tales from the Mekong Delta” (Mekong Deltasından Uzun Hikâyeler) adlı kısa öyküsüyle 1992’de O. Henry Ödülü’nü almıştır.
Bulut Kız (roman)
Bulut Kız, ABD'li yazar Kate Braverman'ın bir romanıdır. Özgün adı Lithium for Medea olan roman, Cumhur Orancı tarafından çevrilmiş ve İstiklal Kitabevi tarafından 2006 yılında yayımlanmıştır.
Bulut kız, uyuşturucu maddelere, fiziksel aşka ve parçalanmış bir aileye olan bağımlılığın, anne-kız ilişkisinin, anneler ve kızlar arasındaki aşk ve nefretin, birbirini bilinçsizce taklidin hikâyesidir. Rose, duygusal açıdan sorunlu ve narsis eğilimli annesi tarafından büyütülürken, babası zamanının büyük bir bölümünü at yarışı oynayarak, karısının “dırdır”ından uzak durmak için evinin bahçesinde oyalanarak geçirir. Rose genç bir kadın olarak birbiri peşi sıra sevgisiz ilişkiler yaşar. Felsefeden başka bir şey düşünmeyen bir adamla yaptığı kısa ve mutsuz bir evliliğin ardından ben-merkezli, bir uyuşturucu madde bağımlısı ressamla uzun yıllar sürecek tehlikeli bir ilişkiye girer.
Bulut Kız, altmışlı yılların sonlarında Amerika'nın batı yakasındaki ücra bir tatil kasabasında geçen bir kişilik arayışının romanıdır.
Eskiköy, Ortaca
Eskiköy, Muğla ilinin Ortaca ilçesine bağlı bir mahalledir. Ortaca'ya 8 km mesafede yaklaşık 1.800 nüfuslu bir yerleşim yeridir.
Geçim kaynağı narenciye, seracılık ve pamukçuluktur. Köy halkının bir kısmı turizm sektöründe mevsimlik olarak çalışmaktadırlar.
Soğangiller
Soğangiller (Alliaceae), otsu ve çok yıllık bir bitkileri kapsayan bir çiçekli bitkiler familyasıdır; bir çenekliler sınıfındaki Asparagales takımının içinde yer alır.
Soğangiller, Asparagales takımının içinde yer alan başka iki familya olan Amaryllidaceae ve yalnızca "Agapanthus" cinsini içeren Agapanthaceae ile yakın akrabadır. Kapalı Tohumlular Soy oluş Grubu ("Angiosperm Phylogeny Group", APG), bu üç familya arasındaki yakınlık nedeniyle, Amaryllidaceae ve Agapanthaceae gruplarını Alliaceae familyasının içine dahil eder.
Soğangiller familyasına dahil olan cinsler şunlardır:
"Allium"
"Ancrumia"
"Caloscordum"
"Erinna"
"Garaventia"
"Gethyum"
"Gilliesia
"Ipheion"
"Leucocoryne"
"Miersia"
"Milula"
"Muilla"
"Nectaroscordum"
"Nothoscordum"
"Solaria"
"Speea"
"Trichlora"
"Tristagma"
"Tulbhagia"
"Zoelnerallium"
Bu familyanın örnek cinsi olan "Allium", başta soğan, sarımsak ve pırasa olmak üzere, çeşitli ve önemli yenilebilir bitki türlerini içerir.
Geçmişte bu familya içine dahil edilmiş olmalarına rağmen, günümüzde Themidaceae adlı ayrı bir familya içinde değerlendirilmeleri gerektiğine inanılan cinsler ise şunlardır:
Straelen
Straelen, Federal Almanya Cumhuriyeti'nin Kuzey Ren Westfalya (NRW) eyaletinde, Kleve iline bağlı küçük bir belediyedir. Hollanda'nın Almanya sınırı şehri Venlo'ya 10 km uzaklıktadır. Avrupa Çevirmenler Kolekyumu (Europäisches Übersetzer-Kollegium) da bu belediyededir.
Binicilik
Binicilik, kısaca ata binme becerisidir. Binicilik; atı iyi durumda kullanma sanatı olup bu iyi durum, atı tam yerinde, sakin, zamanında, güven içinde ve olabildiğince işe uygun kuvvet sarf ettirerek kullanma becerisidir. Biniciliğin tarihi çok eski zamanlara kadar uzanır.
Binicilik sporunun ilk izlerine, tarihte ilk Türk devleti olarak bilinen ve Çin’de yaşamış olan Chou “Çu” sülalesinin hâkimiyeti döneminde rastlanmaktadır. Türk asıllı imparator Hiao’dan (MÖ 900) söz eden kronikler, kendisinin mükemmel bir at ustası (binici) olduğunu yazmaktadırlar. Ata ilk binen kavim Türklerdir ve atlar ilk kez Türkler tarafından ehlileştirilmiştir.
Binicilik tarihine damgasını vuranlar, belki de savaşlarda önemli rol oynayan, süvari de denen atlı askerlerdir. İlk süvari birliklerini MÖ 2600'de Çinlilerin kurdukları bilinmektedir. Çinliler ata binmeyi MÖ 3. yüzyılda Hunlardan öğrenmişlerdir. Ancak binicilikte asıl gelişme, 5. yüzyılda eyerin bulunmasından sonra gerçekleşmiştir. Daha önceleri çıplak atın sırtına binilir ya da atın sırtına bir kilim ve battaniye atılarak oturulurdu.
Günümüzde askeri amaçlı binicilik gerilerken, spor amaçlı binicilik önem kazanmıştır. Binicilikte başlıca iki biçim vardır: "İngiliz biniciliği" ve "Batı biniciliği". İngiliz biniciliği spor amacıyla yapılan biniciliktir. Batı biniciliği ise Amerika kıtalarında kovboy denen sığır çobanlarına özgü biniciliktir. Kovboylar, uzun üzengili ağır eyerler kullanır ve bacakları düz duracak biçimde ata binerler. İngiliz biniciliği ise, binicinin güvenliğini, binicinin atı denetimini ve atın rahatlığını dikkate alan bir anlayışa dayanır.
Çocukların ata binmeyi öğrenmelerinin en iyi yolu, genellikle boylarına uygun, yere sağlam basan midillilere binmektir.
At; bilimsel adı Equus Caballus’tur. Çok eski çağlardan beri insanoğlu ile beraber yaşayan atın geçmişi günümüzden yaklaşık 55 milyon yıl öncesine dayanır. En eski şekli ile atın insanoğlundan 50 milyon yıl önce var olduğu kabul edilir. Erkek ata aygır, dişi ata kısrak, yavrusuna tay, kastre edilene iğdiş, başıboş dolaşana hergele ya da yılkı denir. Yük işinde kullanılan atlara beygir adı verilir .
Atların bölümleri üç başlık altında incelenebilir. Bunlar: Baş, gövde ve bacaklardır. Baş bölgesinde tepe, alın, burun, ağız ve dudaklar bulunur. Gövde bölgesinde; boyun, cidağı, sırt, bel, sağrı, karın ve kalçalar bulunur. Bacaklar ön ve arka bacaklar olarak ikiye ayrılır. Ön bacaklarda omuzlar, pazu, kestaneler, topuklar, bukağılık ve tırnak bulunur. Arka bacaklarda ise, uyluklar, baldırlar, hanep, incik, topuk ve tırnak bulunur.
Don; atın vücut, yele ve kuyruğundaki tüy ve kılların rengine denir. Don, tay büyümesini tamamlayıncaya kadar değişebilir. Ancak büyüme çağının sonunda tüylerinin rengi gerçek donu oluşturur ve yaşlılık çağına kadar devam edebilir. Atların alın ve yüzlerindeki nişanelere akıtma, ayaklarındakilere ise seki adı verilir. Donlar bir renkli, iki renkli, üç renkli ve müzdeviç olarak dörde ayrılır. Bir renkli donlar: al, yağız, beyaz ve izabel’dir. Iki renkli donlar: doru, kula, boz ve kır olarak dörde ayrılır. Üç renkli donlar ise; ahreç, kızıl kır ve üveyik kır’dır. Müzdeviç donlar; hayvanın üzerinde başlı başına iki donun bölümler şeklinde bulunası ile olur ve bu donlardan birisi genellikle beyazdır .
Donatım; Binicilik sporunda at ve binici tarafından kullanılan teçhizat ve malzemelerdir. At dona |
tımındaki temel teçhizat ve malzemeler:
Başlık; atın sevk ve idaresi için kullanılan temel donatımdır. Kullanım maksatlarına göre birçok çeşidi bulunan başlığın ana parçaları; tepe kayışı, yanak kayışı, burunsallık, çene altı kayışı, alınsallık, boğaz altı kayışı, dizgin, ağızlık demiri (Gem, kantarma vb.) ve yanak lastikleridir.
Eyer; binicinin ata oturması için deri, tahta ve demirden yapılmış teçhizata eyer denir. Eyerin altına konulan eyer altı olarak adlandırılan örtü vardır. Parçaları; ön hane, orta hane, arka hane, üst tepindirik, alt tepindirik, çeki kayışları, kolan, üzengi kayışları ve üzengilerdir (Temurlenk, 1996, s.151-208). Binicilik branşlarına göre eyer çeşitleri mevcuttur.
Mevsimsel olarak kullanılan at örtüleri, profesyonel yarışlarda kullanılan getr olarak adlandırılan ayak koruyucları ve at nakliyesinde kullanılan ayak ve kuyruk koruyucuları gibi işleve göre atlar için tasarlanmış sonsuz renk ve çeşitlerde malzemeler mevcuttur.
Binici donatımındaki malzemeler: Koruyucu başlık (Tog), binici çizmesi, binici pantolonu, binici ceketi, gömlek, kravat, binici eldiveni, mahmuz ve kamçı bulunur .
Tımar; solunum organı olan derinin, normal beden ısısını koruması ve vücutta biriken toz, kir, kepek ve çamur vb. zararlı cisimlerin dışarı atılması için yapılan temizlik çalışmasıdır
Manej; binicilerin ve atların binicilik eğitimini yaptıkları, yarışmaların düzenlendiği, kapalı ve açık olarak inşa edilebileceği gibi, zeminde kum, çim veya çeltik (pirinç kabuğu) kullanılan genellikle dikdörtgen şeklindeki alandır.
Ahır veya Hara; atların çalışma dışında yerleştirildikleri ve korundukları 4 tarafı kapalı yerdir. Ahırların tasarımları atların kullanım alanlarına göre değişmektedir. Üretim haralarında genelde aygırlar 4m'ye 4m genişliğindeki bölmelerde ve hamile veya taylı kısraklar bölmesiz, içerisinde suluk bulunan açık alanlarda muhafaza edilir. Binicilik kulüplerinde ise 4 yanı kapalı bölmeli ahırlar mevcuttur. At bakılan tesislerin ahır veya hara sistemleri işletmecilerine göre farklılıklar göstermektedir.
Padok; atların doğasında olan 'otlama' isteklerini karşıladıkları yeşil açık alanlardır. Atlar sürü hayvanları ve otçul oldukları için otlamak doğalarında vardır. Atların hem otladıkları hem de rahat ve ferah vakit geçirdikleri alanlar olan padoklar; yer sıkıntısı olan ahır ve tesislerde toprak veya kum zemin olarak bölümlendirilmiştir veya çoğunlukla tesislerde bulunmamaktadır.
Uyarı ve Yardım; binicinin ata isteklerini bildirdiği tesirlerin hepsine birden denir. Temel yardımlar; baldır, ağırlık ve dizgin yardımıdır. Yardımcı uyarı ve yardımlar ise mahmuz, kamçı ve sestir .
Yürüyüş kararları; atın belirli bir tempo ile yürürken adımlarının ve sıçramalarının eşit uzunluk ve eşit zamanda atılmasıdır. Atın doğal olarak üç yürüyüş şekli vardır. Adeta; dört zamanlı bir yürüyüş şekli olup, atın her ayağını farklı zamanlarda atmasıyla yaptığı en yavaş yürüyüş şeklidir. Süratli; iki zamanlı bir yürüyüş şeklidir ve at çapraz ayaklarını aynı zamanda atar. Dörtnal ise üç zamanlı ve en hızlı yürüyüş şeklidir .
Günümüzden 4 bin yıl önce Orta Asya’daki Türklerin atı binek hayvanı olarak kullandıkları bilinmektedir. Ata sağlam oturmanın ve üzenginin önemini ise ilk olarak Kafkas kökenli İskitler kavramışlardır. At sırtında savaşan ve avlanan en eski topluluk olarak Hititler tarihe geçmiştir. Ksenophon’un ""Hippike"" adlı kitabı, binicilik konusunda yazılan ilk kitaptır. Bugün de kullandığımız yöntemlerle atın zor kullanmadan eğitilebileceğini ilk ileri süren kişi, ""Ecolé de Cavalerie"" adlı kitabın yazarı François Robichon de la Guérinière'dir.
Türkler, Orta Asya'da göçebe olarak yaşadıkları eski çağlarda iyi biniciydiler. Eski Türklerin çöğen(polo), cirit gibi at sırtında oynanan oyunlarda usta oldukları bilinmektedir. Ama yerleşik yaşama geçildikçe ve Osmanlı döneminde, özellikle kentlerde binicilik önemini yitirmiş ve askeri amaçlarla sınırlı kalmıştır. 1913'te "Sipahi Ocağı"'nın kurulmasıyla biniciliğe yeniden önem verilmeye başlanmıştır. Özellikle cumhuriyet döneminde binicilik sivillerin de ilgi gösterdiği bir spor haline gelmiştir. Türk biniciler uluslararası yarışmalara ilk kez 1931’de katılmış ve Yüzbaşı Cevat Mustafa bireysel sıralamada üçüncülük elde etmiştir. Ertesi yıl Teğmen Saim Polatkan Nice konkurhipiklerinde ""Kısmet"" adlı atıyla ikinci olmuştur. Türk biniciler arasında uluslararası karşılaşmada ilk altın madalyayı 1934’te Viyana konkurhipiklerinde Teğmen Cevat Gürkan almıştır. Uluslararası karşılaşmalarda adını duyuran ilk Türk kadın binici Hayal Gönenli'dir ve 1971 yılında Balkan şampiyonasında gümüş madalya kazanmıştır. Sonraki tarihlerde, özellikle Balkan ülkeleri arasından yapılan karşılaşmalarda pek çok Türk binici madalya almıştır.
Günümüzde binicilik branşları Uluslararası Binicilik Federasyonu'na (FEI) bağlı olan Engel Atlama, At Terbiyesi ve Engelli At Terbiyesi, 3 Günlük Yarışma, Atlı Dayanıklılık, Voltij (Atlı Jimnastik), Atlı Arabacılık ve Engelli Atlı Arabacılık, ve Dizginleme olarak kategorilendirilmiştir. Bu branşların dışında branş olarak disipline edilmemiş, kültürel sporlar arasında Polo, Varil Yarışları, Horseball, Atlı Okçuluk gibi at üzerinde yapılan gösteri veya yarış amaçlı sporlar mevcuttur.
Binicilik branşları, düz koşudan farklı olmakla beraber daha fazla kural ve talimatlar içermektedir.
Ata, atın sol tarafından binilip sol taraftan inilir. Atın hareketsiz kalmasını sağlamak için dizgin sol elde sıkı ve gergin tutulur. Binici, sol omzu atın sol tarafına gelecek biçimde, sırtı atın kuyruk tarafına gelecek şekilde durur. Sol eli ile dizgini ve kamçıyı tutar, iki elini de atın ensesine koyar. Sol ayağını üzengiye geçirir ve ayağıyla bastırarak üzengiyi kolanın altına doğru iter. Sonra ata doğru döner ve eyerin ortasını ya da öte yandaki kenarını tutarak hafifçe sıçrar. Sağ bacağını atın üzerinden aşırarak yavaşça eyere oturur. Sağ ayağını da üzengiye geçirerek rahat bir oturuş sağlar ve dizginleri denetimi altına alır. Ata binmenin temeli dengeli bir biçimde sıçramaya ve sağ ayağını atın üzerinden seri biçimde aşırmaya dayanır.
Attan değişik biçimlerde inilebilir. Binici genellikle atı durduktan sonra, dizginleri ve varsa kamçıyı sol eline alır. Ayaklarını üzengilerden çıkarır ve öne doğru hafifçe eğilerek sol elini atın boynuna, sağ elini eyerin ön bölümüne dayar. Sağ bacağını atın sırtından sol tarafına aşırarak yere atlar. Binici yavaşça parmak uçları üzerine ve atın biraz açığına inmelidir. Daha sonra dizginler sağ ele alınır ve at kısa mesafeden tutulur. Attan inmeden önce dikkat edilecek en önemli nokta, her iki ayağın da üzengilerden çıkarılmış olmasıdır.
Pek çok binicilik stili ve bu stillerin kendilerine özgü duruşları vardır. Fakat dünya çapında kullanılan ortak kurallar bulunmaktadır.
Binicilikte ata yapılan doğal yardımlar sırasıyla, "dizgin", "baldır" ve "ağırlık"tır. Bu ana unsurların dışında ses, kamçı ve mahmuz gibi ek araçlar da kullanılır. Atın sırtında duruş çok önemlidir ve biniciliğin temelini oluşturur. Binicinin eyerin üstünde, başı ve vücudu dik biçimde oturması gerekir. Eyerin en derin kısmına yerleşmek önemlidir.
Üzengi binicinin atın sırtında güvenle durmasına ve dengesini sağlamasına yardımcı olur. Ayaklar üzengide yaklaşık 45° açıyla dışarıya dönük olmalı, topuklar ayak ucundan biraz aşağıda ve dizler eyere değecek biçimde durmalıdır.
Dizginler sol elde ya da her iki elde ayrı ayrı tutulur. Dizginler ne gevşek ne de gergin olmalıdır. Gevşek tutulduğunda atın denetimi zorlaşır. Dizginleri germek de atın rahat olmasını engeller.
Acemi biniciler ayağının tümünü üzengiye yerleştirir ve böylece kendilerini daha güvende hissederler. Oysa usta biniciler yalnızca ayağın tarak kemiği hizasından üzengiye basarlar. Bu biniş biniciye daha iyi bir denetim olanağı verir ve baldırlar ile topukların etkili bir biçimde kullanılabilmesini sağlar. Ayrıca üzengiyi ayağın tamamına sokmak, tehlikeli bir zamanda, mesela düşerken üzenginin ayakta kalarak binicinin sürüklenebilmesine neden olur.
Atların değişik yürüyüş biçimleri vardır. Atın bazı yürüyüş biçimleri doğuştan gelir. Bazı yürüyüş biçimleri de ata sonradan öğretilebilir. Her atın üç doğal yürüyüşü vardır. Bunlar "adeta", "süratli" ve "dörtnal" olarak adlandırılır. Ayrıca atlar sonradan da yürüyüş biçimleri edinebilirler. "Rahvan", "eşkin" gibi yürüyüş biçimleri atların sonradan edindiği yürüyüşlerdir.
Doğal yürüyüş biçimlerinin en yavaşı adetadır. Bu yürüyüş, acemi binicilerin kendilerini en rahat hissettiği biçimdir. Adeta yürüyüş biçiminde at önce bir yanındaki, sonra da öbür yanındaki ayaklarını ileri atar. Yürüyüş boyunca ayakları yere çok yakın kalır. Süratli, atın biraz daha hızlı bir yürüyüş biçimidir. Bu yürüyüş biçiminde atın çaprazındaki bacaklar birlikte hareket eder. Süratlide at binicisini sıçratır ve bundan dolayı binici ayaklarını üzengiye basarak eyer üzerinden kendini hafifçe kaldırmalıdır. Ya da "adi süratli" denilen yürüyüş biçimi için binici, eyere hiç kalkmadan oturacak ve baldırları ile atı sıkıştıracaktır. Dörtnal, atın doğal yürüyüşünün en hızlısıdır. At, dörtnalda önce arka ayaklardan birini ileri atar, ikinci adımda öbür arka ayakla birlikte ona çapraz ön ayağını, üçüncü adımda da öteki ön ayağını ileri atar. Bu noktada atın bütün ayakları yerden kesilir. At ilk attığı ön ayağını yere bastıktan sonra bütün bu hareketleri tekrarlar.
At, dizginler hafifçe çekilerek, topuklar aşağıya basılarak ve geri yaslanarak durdurulur. Eğer gerek duyulursa yumuşak bir sesle 'Ohoo' denilir.
At Terbiyesi:
Engel Atlama:
3 Günlük Yarışma (Concours Complet):
CA Boca Juniors
Boca Juniors, Esteban Baglietto, Alfredo Scarpatti, Santiago Sana ile Juan-Teodoro Farenga kardeşlerin 3 Nisan 1905'te kurmuş olduğu Arjantin'in köklü futbol kulüplerinden biridir. İsmini bulunduğu şehirden alır. İlk renkleri siyah-beyazdır. Aynı bölgede aynı renklerde sahip başka bir kulüp daha vardır. Bu iki kulüp aralarında 1911 yılında bir maç yapar ve kazanan siyah-beyaz renklere sahip olacaktır |
. Boca maçı kaybeder. Bunun üzerine kulübün kurucu başkanı, limana gelen ilk geminin renkleri kulübümüzün renkleri olacaktır der. Limana gelen ilk gemi bir İsveç gemisidir ve Boca sarı-lacivert renkleri kullanmaya başlar. Diego Maradona bu kulüpte oynayan ünlü oyunculardandır. Ayrıca ezeli rakibi River Plate'dir.
Büyük amiral
Büyük amiral, bazı ülkelerde mareşalin deniz kuvvetlerindeki denk rütbesi olan donanma subaylarının en yüksek aşamasındaki amiraldir.
Büyükamiral, Türkiye'nin deniz kuvvetlerinde en yüksek askerî rütbe. NATO kodu OF-10'dur. Kara Kuvvetlerindeki karşılığı Mareşal. Bu rütbe en yüksek askeri rütbe olmakla beraber diğer rütbelerden önemli bir farkı süre ile kazanılamamasıdır. Bu rütbe savaşta üstün yararlılıkları görülen ve en az Oramiral ya da Orgeneral rütbesine sahip subaylara TBMM tarafından kanunla verilir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde büyük amirallik rütbesi hiç kazanılmamıştır. Osmanlı Devleti'nde büyük amiral rütbesi 1538 yılı Preveze Deniz Savaşı'ndaki başarısından dolayı Osmanlı Kaptan-ı Deryalarından Barbaros Hayreddin Paşa'ya Kanuni Sultan Süleyman tarafından verilmiştir.
Potansiyel kuyusu
Potansiyel kuyusu, bir parçacığın bağlı olması durumunu modelleyen sistemdir. Tek boyutta uygulanan potansiyel,
formula_1
formula_2
formula_3
formula_4 denklemin çözümü ise formula_5 olarak elde edilir. Bu, parçacığı kuyu içinde temsil eden dalga fonksiyonudur. Uygulanan potansiyel sonsuz olduğu için parçacığın dışarda bulunması olasılığı sıfır olacağından, dışardaki dalga fonksiyonu formula_6 olur. Sınırlarda iki dalga fonksiyonunun değerlerinin alacağı değerler birbirine eşit olmak zorunda olduğundan sınır koşulları ortaya çıkar.
formula_8
formula_9
formula_11
formula_12formula_13
formula_14
formula_15 denklemi ile karşılaştırılırsa
formula_16
formula_17
elde edilir. Böylece bağlı durumdaki parçacıkların enerjilerinin kuantalandığı gösterilmiş olur zira parçacığın enerji seviyeleri formula_18 olmak üzere bu enerjinin tam katlarıdır. formula_19
Diğer bir deyişle kuyudaki parçacığın enerjisi iki enerji seviyesi arasındaki enerjiyi alamaz. Bu yüzden enerjide süreksizlik vardır, bu duruma enerjinin kuantalanması denir.
Marlene Dietrich
Maria Magdalena Dietrich' bilinen adıyla Marlene Dietrich (d. 27 Aralık 1901, Berlin - ö. 6 Mayıs 1992, Paris), Alman asıllı sinema oyuncusu ve şarkıcıdır.
Uzun kariyerine kabare şarkıcısı olarak başlayan Dietrich, 1920'lerde Berlin'de film endüstrisine adım atarak 1930'larda Hollywood'da parlamıştır.Kadınlarda "maskülen giyim"in öncüsü olarak kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında askerlere moral vermek için cephelerde şarkı da söyleyen Dietrich'in, 50 ve 60'larda yükselen bir kariyeri olmuş, zamanının en önemli ikonlarından biri haline gelmiştir.
Oscar adayı olan Dietrich, Amerikan Film Enstitüsü'nün listesine göre gelmiş geçmiş en önemli 9. kadın oyuncudur.
İki ayrı dilde çekilen The Blue Angel / Der blaue Engel filmi, Marlene Dietrich için bir dönüm noktasıdır. Filmde canlandırdığı Lola-Lola karakteri onun, uluslararası bir film yıldızı olarak tanınmasını sağlamıştır.
Marlene Dietrich, Avustralya'da, Sidney'de bir performans sırasında sahneden düşerek kalçası kırdı ve kariyeri büyük ölçüde, 29 Eylül 1975 tarihinde sona erdi. Ertesi yıl, kocası, Rudolf Sieber, 24 Haziran 1976 tarihinde kanserden öldü. Dietrich, 7 Mayıs 1992 tarihinde, Paris'teki dairesinde 90 yaşında Böbrek yetmezliğinden öldü. Cenaze töreni, 14 Mayıs 1992 tarihinde, Roma Katolik kilisesi'nde Paris'teki La Madeleine'de yürütülmüştür.
Mehmet Eroğlu
Mehmet Eroğlu (d. 2 Ağustos 1948, İzmir) Türk yazar, senarist, romancı.
Yazar, 2 Ağustos 1948 günü İzmir'de dünyaya geldi. Edebiyat öğretmeni olan babası Farik Eroğlu'nun tayinleri sebebiyle ilkokul döneminde birkaç şehir ve okul değiştirdikten sonra İzmir Karşıyaka'daki Ankara İlkokulu'nu 1960 yılında bitirdi. Daha sonra İzmir Maarif Koleji'nde (bugünkü adıyla Bornova Anadolu Lisesi) 7 yıl boyunca kesintsiz olarak yatılı okudu. Liseyi bitirdiği 1967 yılında ODTÜ Müh. Fak. İnşaat Mühendisliği Bölümüne girdi; öğrenciliği sırasında Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptı.
1971 yılında üniversiteden mezun olan Eroğlu, mezun olduğu sırada 12 Mart Darbesi sonucu kurulan sıkıyönetim mahkemesinde Dev-Genç Davası nedeniyle yargılanmaya başladı. 1972 yılında dava devam etmekteyken evlendi. İki yıl süren dava sonucunda TCK'nun 141-142 maddesine muhalefetten 8 yıl ağır hapis ve 2 yıl sürgün cezasına mahkûm edildi. Sonuç kesinleşmeden 1974 genel affıyla mahkûmiyeti ortadan kalktı. Bu tarihten sonra mühendislik yapmaya ve roman kaleme almaya başladı, 1974 yılında bir kızı dünyaya geldi. 1989 yılında bir devlet bankası olan Turizm Bankası'ndaki 15 yıl sürdürdüğü görevinden siyasi baskılar sonucu ayrıldıktan sonra mühendislik kariyerine ve yazarlığa devam etti. Sadece yazmak ve bir sivil toplum örgütünde gönüllü çalışmak amacıyla mühendislik yaşamını 1999'da noktaladı. 1999'dan bu yana Uğur Mumcu Gazetecilik Araştırmaları Vakfı'nda yazarlık seminerleri vermeyi sürdüren yazar, romanlarının yanı sıra televizyon dizisi ve sinema filmi senaryoları yazmıştır.
İlk romanı Issızlığın Ortasında 1976 yılında tamamlandı ve 1979'da Milliyet Roman Ödülü'nü kazandı ancak 12 Eylül Darbesi sonucunda kitap sakıncalı bulunarak yayınevi tarafından basımına son verildi. Birincisinin devamı niteliğindeki ikinci kitabı Geç Kalmış Ölü de aynı gerekçeyle uzn süre basılamadı. Her iki kitap da 1984 yılında yayımlandı ve ikisi birlikte hem Orhan Kemal Roman Armağanı'na hem de Madaralı Roman Ödülü'ne layık bulundular.
Yazar, 1968 kuşağını anlatmaya "Yarım Kalan Yürüyüş" (1968); "Adını Unutan Adam"(1989) kitaplarıyla devam etti. 1994'te yayımlanan "Yürek Sürgünü" adlı romanından sonra roman yazmaya 5 yıl ara verdi, senaryo yazmaya eğildi ancak senaryo çalışmalarının sonuçlarından memnun kalmadığını ifade etmiştir.. 2000 yılından itibaren art arda romanlar yayımlamayı sürdürdü.
Yazar, kendisini "İnsan yaratılışının gölgeli alanlarında boy atan temaları” yazan bir yazar olarak tanımlamaktadır."
Takas alanı
Takas alanı, sabit disk üzerinde işletim sistemi tarafından ayrılmış bir bölümdür. İşlenecek veriler RAM'e sığmadığı zaman bu bölüm RAM gibi kullanılır ve böylece işlemlerin devam etmesi sağlanır. Sabit disklerin veri okuma/yazma hızları RAM'lerden çok daha düşük olduğu için takas alanının kullanılması işlemleri yavaşlatır.
Linux işletim sisteminde bu alan sabit disk üzerindeki bir bölmelendirmedir. Fakat Microsoft'a ait işletim sistemlerinde "pagefile" isminde bir dosya oluşturulur, RAM'e sığmayan veri buraya yazılır ve windows kurulumunda ayarlanan boyut ortalama RAM miktarının 1.5 katıdır ve daha sonradan değiştirilebilir. Bu oluşturulan alanı kullanıcı normal olarak göremez; ancak üçüncü parti yazılım üreticilerinin programları ile görmesi mümkündür.
Oysa Linux'ta bu alanı kullanıcı belirler, genelde RAM değerinin iki katı olarak ayrılır. "Pagefile" üzerinde hem Linux hem Windows olan bir bilgisayarda Linux kullanılarak görülebilir.
Seci
Seci, düz yazıda yapılan uyak.
Mantıku't-Tayr
Mantıku't-Tayr (Farsça: منطقالطیر "Kuşların Diliyle" veya "Kuş Dili") İranlı sufi şair Ferîdüddîn-i Attâr tarafından kaleme alınmış bir manzum eserdir. Eserde Gazali'nin XII. yüzyılda yazdığı Risaletü't-tayr adlı eserden yararlanılmıştır. Ali Şîr Nevaî, Attar'ın eserine nazire olarak Lisânü't-Tayr eserini kaleme almıştır.
Tasavvuf edebiyatının başlıca eserlerinden olan Mantıku't-Tayr'da kuşlar ile ilgili bir hikâye kullanılarak, çeşitli semboller aracılığıyla tasavvufun temellerini, önemli prensiplerini ve tasavvufî yaşam ile inancı anlatılmaktadır. 4724 beyitten oluşan mesnevi tarzında yazılmış bir eserdir.
Mantık-ut Tayr Allah'ın birliği, İslam dininin son peygamberi Muhammed'in methi gibi konulara sahip olan uzunca bir girizgâhın ardından kuşların kendilerine bir padişah seçmek istemelerinden bahseden bir giriş bölümü ile başlar. Kuşlar bir araya gelip her ülkenin padişahı olduğu kendi ülkelerinin de bir padişahı olması gerektiğini tartışırlar. Daha sonra içlerinde en bilge görülen Hüdhüd onlara padişahlarının ancak ve ancak Simurg kuşu olduğunu aktarır. Bu nokta ile birlikte Hüdhüd hikâye içerisinde önemli bir semboldür ve giriş kısmında kuş topluluğundaki Hüdhüd şu şekilde betimlenir:
Eserde Tanrı'yı sembolize eden "Simurg" kuşuna yapılan betimlemelerden biri ise şudur:
Buradan sonra yol hazırlığı içerisindeki kuşlar tek tek tanıtılır fakat öncelikle Simurg'u daha detaylıca tarif eden bir bölüm yer alır. Sonrasında farklı kuşların hikâyeleri anlatılır ve her bir kuşla bir zaaf veya özellik ilişkilendirilir. Böylece o zaafın veya özelliğin tasavvuf bağlamındaki yerine değinilir. Örneğin papağanın hikâyesinde papağan kendisinin Simurg'un dergâhına varacak takati olmadığını belirtir ve tek arzusunun içmekte olduğu ab-ı hayat olduğunu dile getirir. Hüdhüd ise canını önemsemenin yanlışlığı ile ilgili bir cevap verir ve canın canana feda etmek için olduğundan bahseder. Kitabın tek tek kuşlardan bahseden bu bölümünden itibaren anlatımda aralara bahsi geçen özellik, kavram veya genel olarak konu hakkında çeşitli hikâyeler, kıssalar anlatılır. Bu kıssaların bir kısmı tarihte yaşamış önemli kimselere atfedilir veya içlerinde karakter olarak bu kişileri barındırır.
Kuşların tek tek gelip kendilerine dair konuşmalarından ve bunlardan çeşitli özelliklerin tasavvufî tahlilinin yapılmasından sonra kuşlar Hüdhüd'e başka sorular yöneltirler. Cevaplardan sonra kuşlar yola düşmek isterler öncelikle Hüdhüd onlara açıklayıcı bir konuşma yapar. Fakat bu konuşmanın ardından bahane getirmeye başlarlar. Hüdhüd tek tek bahaneleri cevaplar. Bahanelerin sonunda bir kuşun yolu anlatmasını istemesi üzerine Hüdhüd Simurg'a ulaşmak için gidilecek yolu anlatır; aşılması gerekilen yedi vadi vardır, hepsi de çetindir. Vadilerin adları sırasıyla: Talep, Aşk, Marifet, İstiğna (ihtiyaçsızlık), Tevhid, Hayret, son olarak da Fakr ve Fena'dır. Hüdhüd bu vadilerin |
her birini anlatır, daha sonra etkilenen kuşlar yola koyulurlar. Binlerce kuş olarak çıktıkları yoldan sadece otuzu Simurg'un dergâhına varabilir. Sonunda Simurg'u gördüklerinde ise Simurg'un kendileri olduğunu fark ederler; dergâh aslında bir aynadan ibarettir. Bu eserde şöyle açıklanır:
Kuşlar böylece "fani" olduktan uzunca bir süre sonra onların tekrar kendilerine (varlık alemine) gelmelerine izin verilir. Bu noktada kuşların geldikleri makamın "beka" olduğunu ifade eden ve beka makamından söz eden beyitler bulunur. Kitap Attar'ın kendisi hakkındaki bir kısımla biter; bu kısımda kitabına dair de yorumları bulunur.
Tasavvuf edebiyatının başlıca eserlerinden olan Mantıku't-Tayr, tasavvufî bir temaya sahip olmasının yanı sıra kişinin tasavvufa dair ve tasavvuf yoluna dair bilgi edinmesi açısından da önemlidir. Zira kitapta tasavvufun temel prensipleri, özellikleri, kavramları ve inanç yapısı açıklanmıştır. Hüdhüd "sırtında tarikat elbisesi" ile tasvir edilirken Simurg Tanrı için bir sembol olmuştur. Kuşların her birinin zaafı kişinin tasavvuf yolunda o zaafa sahip olmasının kötülüğü ve sonuçları ile açıklanmıştır.
Simurg'a ulaşmanın yolu olarak saydığı vadiler tasavvufta sıklıkla kullanılan kavramlardır ve bireyin tasavvuftaki yolculuğunun çeşitli kademelerini, makamlarını belirlerler. Her vadiyi açıklanırken aslında o makamın özellikleri ve zorlukları açıklanır. Yolun sonuna varıldığında tasavvuftaki her şeyin Tanrı'nın bir yansımasından ibaret olduğu inancına dayanan bir şekilde dergâhın bir ayna olduğu ve Tanrı'yı sembolize eden Simurg'un da oraya varabilmiş (böylece Tanrı'da fena olmuş mutasavvıfları sembolize eden) kuşlar olduğu görülür. Nitekim burada Attar bir kelime oyununu vurgulamak istemiştir: Simurg sözcüğünün başındaki "si" sesini Farsça "otuz" anlamına gelen "si" ile ilişkilendirerek vurgulamıştır. Bununla birlikte bu "Simurg" sözcüğünün doğru etimolojisi değildir. Sözcüğün kökeni Pehlevi dilinden "sn" "kartal" ve "murg" "kuş"tan oluşmuştur. Ayrıca Attar eserin sonunda kendisi hakkındaki bölümde kendini ve durumunu şöyle anlatır:
Aynı kısımda eseri için de şu tip ifadeler kullanır:
Windows CE
Windows CE (İngilizce "Compact Edition", yani "Küçük Sürüm" olduğu söylenir, ancak Microsoft bunu doğrulamamıştır), Microsoft tarafından taşınabilir cihazlar için yazılmış bir işletim sistemidir. Windows CE, sanılanın aksine küçültülmüş bir Windows değil özel olarak yazılmış, ayrı bir işletim sistemidir. Windows'un küçültülmüş sürümlerine bir örnek olarak Windows XP Embedded sayılabilir.
Windows'un küçültülmüş bir sürümü olmadığı için "normal" Windows programları Windows CE altında kullanılamazlar. Bunun diğer bir sebebi de, Windows CE işletim sisteminin çok farklı işlemci mimarilerinde çalışabilir olmasıdır. Öte yandan, daha sonra da açıklanacağı üzere Windows CE için program yazması Windows için program yazmaya fazlasıyla benzediğinden, bazı yazılımların Windows CE sürümü de vardır. Ce-nin sürümlerine Windows CE 1.0, Windows CE 2.0, Windows CE 3.0, Windows CE 4.0, Windows ce 5.0, Windows Embedded ce 6.0, Windows Embedded Compact 7 dahildir. Windows Embedded ailesinden Windows Embedded Automotive ve Windows Embedded Industry de bu listeye dahildir.
Windows CE, birçok alanda kullanılabilir:
İlk sürüm 16 Kasım 1996 tarihinde yayımlamıştır. Kod adı "Pegasus" ve "Alder" olarak adlandırılmıştır.
İkinci versiyon ise 29 Eylül 1997 tarihinde yayımlanmıştır. Bu sürüm "Birch" kod adıyla yayımlanmıştır.
15 Haziran 2000 tarihinde yayımlanmıştır. Kod adları "Galileo" ve Cedar'dır. Windows CE 3.0, Windows CE'nin üçüncü sürümüdür. Windows CE 2.12'ye göre getirdiği kimi yenilikler arasında:
Bu geliştirmelere rağmen Windows CE 3.0'ın RAM ve ROM'daki toplam boyutu 400 KB'in altındadır.
Bu sürüme verilen destek 9 Ekim 2007 tarihinde sona ermiştir.
7 Ocak 2002 tarihinde yayınlanmıştır. "Talisker", "Jameson" ve "McKendric" kod adlarıyla piyasaya sürülmüştür.
Windows CE 4.0 versiyonuna 10 Haziran 2012, Windows CE 4.1 versiyonuna 8 Ocak 2013 ve 4.2 versiyonuna ise 9 Haziran 2013 tarihlerinde Microsoft tarafından destek verilmeye durdurulmuştur.
Ağustos 2004 tarihinde yayımlanmıştır. Kod adı Macallan'dır.
Bu sürüme verilen destek 14 Ekim 2014 tarihinde sona ermiştir.
1 Kasım 2006 tarihinde yayımlanmıştır. Kod adı Yamazaki'dir.
Microsoft tarafından 10 Nisan 2018 tarihine kadar destek verilmeye devam edecektir.
1 Mart 2011 tarihinde yayımlanmıştır.
Microsoft tarafından 13 Nisan 2021 tarihine kadar destek verilmeye devam edilecektir.
13 Haziran 2013 tarihinde yayımlanmıştır.
Microsoft tarafından 10 Ekim 2023 tarihine kadar destek verilmeye devam edilecektir.
Ferîdüddin Attâr
Ferîdüddin Attâr veya tam adıyla Ebu Hamid Ferîdüddin Muhammed bin Ebu Bekr İbrahim Nişaburî (Farsça: فرید الدین عطار; d. (?), Nişabur - ö. 1121, Nişabur), İranlı mutasavvıf, şair. Hekim ve eczacı olmasından dolayı "Attâr" (aktar) olarak anılır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilen Attâr, çoğu günümüze kadar ulaşan pek çok eser bıraktı.
Attâr küçüklüğünde Nişabur civarındaki Şadyah'ta babasının attar dükkanına devam ediyor, bir yandan baba mesleği attarlığı öbür yandan ilim ve irfan öğreniyordu. Attâr'ın eserlerine bakıldığında iyi derecede Arapça, tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi dini ilimler öğrenimi gördüğünü; hikmet, felsefe, ilm-i nücum, eczacılık gibi akli ve tecrübi ilimlerden anladığı görülür. Ancak bu ilimleri nereden ve kimden öğrendiği hakkında tarihi kaynaklarda yeterli bir bilgi bulunmamaktadır.
Bazı tarihçiler Ferîdüddin Attâr'ın tasavvufta adet olduğu üzere seyahatler yaptığından, Mekke'ye gidip Kabe'yi ziyaret ettiğinden, hatta Şam, Mısır, ve Hindistan'a kadar gittiğinden söz ederlerse de bunlar ispatlanmamış rivayetlerdir. Hayatının sonuna doğru yazdığı "Esrarname" 'de Kabe'yi görme arzusu içinde olması Hicaz'a gitmediğinin delilidir. 1221 yılında Moğollar tarafından öldürülmüştür.
"Muhtarnâme" ile "Hüsrevnâme" önsözünde, Attâr kaleme aldığı eserlerin isimlerini şöyle sıralar:
"Keşf-i Esrar" ve "Marifetü'n-Nefs" eserlerinin ona ait olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır..
Heybeliada Deniz Lisesi
Heybeliada Deniz Lisesi, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı bünyesindeki yabancı dil ağırlıklı liselerin fen bilimleri alanı programı uygulayan, Deniz Harp Okulu'na öğrenci yetiştiren bir askeri lisedir. 31 Temmuz 2016 tarihinde OHAL kapsamında çıkartılan kanun hükmündeki kararname ile kapatılmıştır.
İlk kez Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın girişimi sonucu, bugünkü Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi'nin çekirdeğini oluşturan okul, Kasımpaşa Tersanesi'nde "Mühendishane-i Bahr-ı Hümayun" adıyla 1773 tarihinde kurulmuştur.
1782-1783 yılları arasında donanmanın yeni gereksinmeleri göz önünde tutularak Camialtı'nda Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yeni bir Mühendishane binası yaptırılmış, bu okul 1795 yılında Halıcıoğlu'ndaki Kara Mühendishanesi, Mühendishane-i Amire ile birleştirilmiştir.
1834 yılında giderek artan öğrenci mevcudunun bir bölümünü oluşturan Gemi Seyir kısmı Heybeliada'da bulunan ve II. Mahmud'un yaptırdığı Kalyoncu Kışlası'na taşınmıştır.
Daha sonra, halen Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin bulunduğu yerdeki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Konağı satın alınmış, burada 1838 yılında tamamlanan 400 öğrenci kapasiteli yeni bir Deniz Mühendishanesi yapılarak tüm okulun yeniden bir arada eğitim ve öğretime başlaması sağlanmıştır.
1839 yılında Tanzimat Fermanı'ndan sonra okulun eğitim ve öğretiminde çeşitli yenilikler yapılmış, adı "Mekteb-i Bahriye-i Şahane" olarak değiştirilmiştir.
Okul 1851-1852 eğitim yılında ikinci kez ve yine Heybeliada'da Kalyoncu Kışlası'na taşınmış, 1853 yılında 4 sınıflı İdadi (lise) kısımları açılmıştır.
1928 yılında Bahriye Mektebi'nin adı Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi Komutanlığı olarak değiştirilmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında ve 1941-1946 yılları arasında Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi eğitimini Mersin'de sürdürmüş, 1946-1947 eğitim öğretim yılında tekrar Heybeliada'ya dönmüştür.
Lise 1963 yılında Deniz Harp Okulu'ndan ayrılmış, 1963-1964 eğitim yılında Deniz Eğitim Komutanlığı'na ait binanın bir bölümünde öğretime başlamıştır. Bu bina 1971 yılında Deniz Lisesi Komutanlığı'na bırakılmıştır. Deniz Harp Okulu'nun 1985 yılında Tuzla'daki tesislere yerleşmesinden sonra Deniz Lisesi Komutanlığı, Deniz Harp Okulu ve Deniz Eğitim Komutanlığı'na ait binalarda konuşlanmıştır.
Deniz Lisesi Komutanlığı Aşağı Komplekste yeni eğitim öğretim binalarının inşasının tamamlanmasını müteakip 9 Şubat 2004 tarihinden itibaren Hazırlık Sınıfı Yukarı Komplekste Lise Sınıfları Aşağı Komplekste olacak şekilde öğretim faaliyetlerine bir süre devam etmiştir. Ancak yukarı okul kompleksinin deniz astsubayların İngilizce eğitim alacakları bir yer olması nedeniyle uzun bir süreden sonra ilk defa tüm sınıflar aşağı okulda okumaya başlamışlardır.
2016 Türkiye askerî darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki Kanun Hükmündeki Kararname gereğince 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri liselerle birlikte kapatıldı.
Gotik sanat
Gotik, kendine has özelliği olan bir sanat anlayışı ve yazı şekli. Gotik yazılar ilk baskı denemelerinde denenmiş, çoğunlukla Almanlar tarafından kullanılan bir yazı stilidir. Gotik sanatı 12. yüzyılın ikinci yarısında Romanesk sanatının değişmesiyle, Latin sanatına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Orta Çağı kapatan, Rönesansı başlatan akımdır.
Gotik tarzı, yalnız mimarlıkta tesirli olmayıp; heykelcilik, resim, yazı, süs ve hatta gündelik eşyada da etkili olmuştur.
“Gotik” terimi ilk kez Giorgio Vasari tarafından aşağılayıcı bir anlamda kullanılmıştır. Ona göre bu üslup, Roma’yı yıkan Gotlara, yani barbarlara özgü bir üsluptur. Gotik üslup, genel olarak 12. yüzyılın başlarından 15. yüzyıl ortalarına kadar yaygın olmakla birlikte, bu tarihlendirme farklı coğrafyalar için değişmektedir. Örneğin üslubun beşiği olan Fransa ve Almanya’da Gotik 15. yüzyılın ortalarına kadar varlığını sürdürmüşken, dah |
a geç girebildiği İtalya’da 15. yüzyıl başlarında ortadan kalmıştır. Gotik dönem, Avrupa’da büyük politik değişikliklerin olduğu bir dönemdir. 1204 yılında IV. Haçlı Seferi Konstantinopolis’i işgal etmiş ve Bizans’ı ve onun temsil ettiği politik oluşumu etkisiz kılmıştır. 1214 yılında da Philippe Auguste yönetimindeki Fransızlar ve bağlaşıkları Kutsal Roma Cermen Ordusu’nu yenmiş, onun yönetimi altında Fransa feodal beyler topluluğundan, güçlü bir monarşik yapıya dönüşmüştür.
12. yüzyılda manastırlar ve şatolar etrafında toplanan küçük nüfus birimlerinden oluşmuş köylerin yerine, 13. yüzyıldan itibaren kasabalar ve şehirler görülmeye başlanmıştır ki bu da toplumsal açıdan yeni düzenlemeleri getirmiştir. Şehirleşmenin beraberinde getirdiği sivilleşme ve entelektüel birikimin artışı, kilisenin temsil ettiği ruhani güçlere dayanan kutsal gücün aleyhinde, yönetimde belirgin bir laikleşme sürecini de başlatmıştır. 1240’tan sonra Paris, Avrupa’nın en önemli kültürel ve siyasal merkezi durumuna gelmiş ve Fransızca, Latince’nin yerine geçerek lingua franca konumuna ulaşmıştır.
Gotik mimarlığın başlangıcı ve stilin özelliklerinin belirdiği ilk yapı olarak 1122'de Abbot Suger tarafından tasarımlanan Paris yakınındaki Saint Denis kilisesi gösterilir. Avrupa'nın sanat merkezi kabul edilen İtalya'da Fransa ve Almanya'ya nazaran pek tesiri görülmemiştir. İngiltere'de sütunları çoğaltan ve kubbenin altında onları yelpaze gibi açan bir dikey üsluba bağlıdır. İspanya'da Gotik sanatının Arap motifleriyle birleşmesinden meydana gelen müdeccen üslubu doğmuştur. Gotik mimari sanatı Avrupa'nın kuzeyinde 16. yüzyılın başlangıcına kadar sürmüştür. Gotik mimarinin başlıca özellikleri sivri kemerler, kaburgalı tonozlar, gül pencereler, kuleler ve uçan payandalar ile aşırı derecede yüksek görünümlü yapılar olarak sayılabilir.
Gotik mimarisinin başlıca eseri katedraldir. 13. yüzyılda toplum adeta bütün heyecanını ve zenginliğini katedral yapmaya ve süslemeye harcamıştır. Böylece ekonomi de gelişmiştir. Gotik mimarinin en önemli örnekleri: Paris'te bulunan Notre Dame Katedrali, Chartres Katedrali, Reims Katedrali ve Strasbourg Katedrali; Danimarka'da Roskilde Katedrali; İngiltere'de Salisbury Katedrali ve İtalya'da Milano Katedrali'dir. Gotik mimari tarzı Batı Avrupa'da özellikle dinsel binalarda kullanılmıştır. Portekiz'de Batalhar Manastırı, Fransa Avignon'da "Papalar Sarayı" bunlara örnektir.
Gotik sanatının mimarları, ağırlığın itme kuvvetini ve yönünü tespit ederek, baskıyı kemerlere ve fil ayaklarına aktardılar. Böylece yapının tamamı dengeye faydalı olan elemanlara bağlandı. Ayakların ağırlığı duvarların üzerinden kendi üstlerine almasıyla duvarlara vitray süslemeler yapıldı. Cephelerde bulunan çok sayıda cam ve vitray gotik yapıların karakteristik özelliklerinden biri oldu. Ağırlığa tamamıyla hakim olan Gotik mimarisinde yapılar, sanki yükselerek uçuyormuş gibi bir his verir.
Gotik mimari tarzının önemli özelliği sivriliktir. Roma mimarisindeki yaygın kubbeler yerine, dilimli kubbeler, yuvarlak kemerler yerine, sivri ve birbirini kesen kemerler kullanılmıştır. Dini yapılarda aranan diğer bir husus ise büyüklük ve yücelik hissinin uyandırılmasıdır. Pencerelerin bol olması, pencere camlarının renkli olması, çatılardaki okumsu kuleler dikkati çeken diğer özelliklerdir.
Gotik heykeller çoğunlukla katedral ve kilise gibi dini yapılarda girişlerde ve duvarlarda kendilerine yer bulmuşlardır. Sanatçılar heykeller aracılığıyla Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde olduğu gibi inançlı kişilere görsel bir öğe sunmak amacıyla yapılmıştır. Yalnız, hala ilkçağdaki öğretilerden etkilenen heykelciler için önemli olan, figürdeki kişinin hissettiklerini bakan kişiye vermektir. Gerçeğe benzerlik, perspektif herhangi bir önem taşımaz. Heykelcilikteki etkisi Avrupa'da 12. yüzyıla kadar yaygınlaşmıştır.
13. yüzyılın başlangıcıyla Gotik tarzı görsel sanatlarda uygulanmaya başlar. Gotik resim tarzının ilk ve orta aşamasında kişilerin veya perspektiflerin doğal gösterilmesi yerine resimde düzenlemenin ve oranların önemi ve dinî anlamına göre renk kullanımı ön plana geçer. Gotik resim tarzının özelliklerinden biri resimlerde dinî konular gösterilmesidir. Bunun dışında resimlerde asil hayat, avcılık ve bayramlar gibi dünyevi konular da kullanılmıştır.
Alpler'in kuzeyinde Gotik tarzı vitray ve fresk'in önüne geçer. O zamanlarda mimarisinde büyük duvar yapısı önem kazanmasıyla İtalya özel bir rol alır. Fresklerde Gotik tarzı Giotto di Bondone ile sunduğu ve daha önce hiç kullanılmayan doğalcılık ile en yüksek noktasına ulaşır. Doğalcılık fresklere verdiği derinlik ve her figüre verdiği kendine özel yüz ifadelerinden anlaşılır.
13. yüzyılın ortasında Fransa da vitray sanatının yanında minyatür de önem kazanır. Minyatür giderek sadece ayinle ilgili eserlerde değil diğer dünyevi konularla ilgili kitaplarda da kullanılmaya başlar. Bu gelişimin zirvesini Limburg kardeşleri ve eserleri Très Riches Heures (1413-1416) oluşturur.
Fransa'da ve İngiltere'de Gotik tarzı 1160/70 yıllarında minyatürde uygulanmaya başladı; Almanya'da ise 1300 yılına kadar minyatürde romanesk şekiller kullanıldı. Fransa Gotik döneminin önder ülkesiydi ve minyatürün sanatsal gelişimini belirledi. 15. yüzyılın ikinci yarısında matbaacılığın yaygınlaşmasıyla Gotik döneminden Rönesansa geçiş zamanında minyatür önemini kaybetmeye başladı.
NF-κB
NF-kappa B (NF-κB, Nuclear Factor kappa B), tüm hücre tiplerinde bulunan bir transkripsiyon faktörüdür. Sitoplazma içinde inaktif halde bulunur. Aktive olduğunda çekirdeğe taşınır.
5 tipi bulunmaktadır: NF-κB1, NF-κB2, RelA (p65), RelB ve c-Rel.
Bazı otoimmün hastalıklarda (örn. ülseratif kolit, Crohn) NF-kappa B'nin etkisi olduğu düşünülmektedir.
Kozmolojik sabit
Kozmolojide, kozmoloji sabiti (genellikle Yunan harf lambda ile gösterilir: Λ) uzaydaki vakum enerjisinin değeridir. Başlangıçta esasen Einstein tarafından genel izafiyet teorisine ek olarak "yerçekimi tedbiri" ve kabul edilen evren sabitini elde etmek için 1917 yılında ortaya atılmıştır. Einstein 1929'da Hubble'ın keşfi olan bütün galaksilerin birbirinden uzağa hareket ettiğini söyleyen konsepti yani evrenin genişlediği konseptini bırakmıştır. Genel genişleyen evren konseptinde, 1929'dan 1990'ların başına kadar, çoğu kozmoloji araştırmacıları tarafından kozmoloji sabiti sıfır farzedilmiştir.
Kozmolojik sabit, genel görelilik denklemleri, Evren'in zamanla giderek kendi üzerine çökmesini önleyecek ve kütle çekiminden sonuçlanmayan bir sabit içerir.
1990'lardan beri, kozmolojideki gözlemsel gelişmeler, özellikle 1998 yılında süpernovadan belirli bir uzaklıkta evrenin hızlandığının keşfi (ek olarak kozmik mikrodalga arka plandan ve kırmızıya kayan büyük galaksi araştırmalarından bağımsız kanıt olarak) gösteriyor ki evrenin kütle-enerji yoğunluğunun %68 i karanlık enerjiye dayandırılabilir. Karanlık enerji yetersiz bir şekilde temel düzeyde anlaşıldığından, karanlık enerjinin gerektirdiği temel özellik yerçekimi karşıtı olmasıdır. Evren genişledikçe bu evreni sulandırır. Karanlık enerji uzayda ve zamanda sabit olduğundan, kozmolojik sabit karanlık enerjinin en basit olası yapısıdır. Buda şu anda bilinen kozmolojik standart model olan Lamba-CDM modelidir. Bu model 2016'daki gözlemlere oldukça iyi bir şekilde uyum sağlayan bir modeldir.
Hubble Uzay Teleskobu'na adını veren Edwin Hubble'ın yaptığı gözlemler sonucu Evren'in genişlediğini keşfetmesi genel görelilik denklemlerinde böyle bir sabitin bulunmaması gerektiğini göstermiştir.
Einstein kozmolojik sabit için ‘hayatımda yaptığım en büyük hata’ demiştir.
Ancak son 20 yıl içinde yapılan araştırmalarda, Einstein’ın kozmolojik sabitinin bir hata olmadığına, Evren'i anlayabilmenin ancak bu terimin varlığı ile mümkün olabileceğine dair kuvvetli kanıtlara ulaşılmıştır.
Einstein genel görelik için kozmolojik sabiti alan denklemlerindeki bir terim olarak kullandı çünkü kozmolojik sabitinden memnun değildi. Onun denklemleri sabit bir evren için yerçekimi başta dinamik dengede olan evrenin daralmasına neden oluyordu. Bu sorunu ortadan kaldırmak için Einstein kozmolojik sabiti ekledi.[5] Ancak hemen sonrasında Einstein, Edwin Hubble tarafından evrenin genişlediğinin bulunmasıyla kendi sabit teorisini geliştirdi. İnsanlar tarafından Einsten denklemlerindeki hatayı kabul etmede başarısız bulundu. Teorideki evrenin genişlemesini tahmin edilmeden önce gözlemlerdeki kozmolojik kırmızıya kayma ile kanıtlandı. Einstein'ın hayatında bu en büyük pot olarak anıldı. Doğrusu, kozmolojik sabitin Einstein'ın denklemlerine eklenmesi dengedeki sabit evrene neden olmadı. Çünkü denge eğer sabit değil ise eğer evren çok küçük bir şekilde genişlerse, genişleme vakum enerjisini serbest bırakır, bu da daha fazla genişlemeye neden olur. Aynı şekilde, evren küçük oranda bile daralırsa daralmaya devam edecektir. Ancak kozmolojik sabit, teorik ve ampirik bir ilgi konusu olarak kaldı. Deneysel olarak geçmişteki on yılın kozmolojik verilerinin acımasız eleştirisi güçlü bir şekilde evrenin pozitif kozmolojik sabiti olduğunu göstermektedir.[5] Bu küçük ama pozitif değerin açıklanması olağanüstü teorik bir zorluktur.
Son olarak, klasik birleşik alan teorileri olarak bilinen Einstein'ın yerçekimi teorisinin bazı erken genellemeleri kozmolojik sabitin teorik zeminlerde ya da bulgularda (yani doğal olarak matematikten gelmiştir) bahsedildiğini not etmek gerekir. Örneğin Sir Arthur Stanley Eddington vakum alan denkleminin kozmolojik sabit versiyonu evren "self-gauge" dir "epistemolojik" özelliğini ifade ettiğini iddia etti ve basit bir varyasyon ilkesini kullanarak kozmolojik terim ile Erwin Schrödinger'in saf-afin teori alan denklemi üretti.
Genişleyen evrenin hızlandığını belirten süpernova tipi için mesafe-kırmızıya kayma ilişkisi 1998 yılında gözlemler tarafından ilan edildi.[9][10] Kozmik mikrodalgaların arka plan ışımasıyla kastedilen ΩΛ ≈ 0.7 değerin birleşmesiyle, sonuç bugünkü ölçümlerle desteklendi ve yeniden işlendi. Evrenin hızlanmasına sebep olan |
diğer ihtimaller vardır. Bunlardan biri "özünün özüdür" ancak kozmolojik sabit kabul edilen en basit çözümdür. Sonuç olarak, kozmolojinin günümüz standart modelinde (Lambda-CDM modeli) kozmolojik sabit bulunur ve bu sabit 10 m dir. Denklemdeki diğer sabitlerle çarpılmasıyla çoğunlukla 10 m ya da 10 s ya da 10 Gev ya da 10 g/cm olarak ifade edilir. Planck terimleri açısından ve doğal boyutsuz değer açısından kozmolojik sabit (Λ) 10 dir.
Son zamanlarda görülen t Hooft'un çalışmalarıyla ve diğer çalışmalarla pozitif kozmolojik sabitin beklenmedik sonuçları vardır. Örneğin gözlemlenen evrenin sonlu maksimum entropisi gibi.
Çözülmemiş mühim problemlerden biri, kuantum alan kuramlarının çoğunun kuantum vakumu için kocaman bir değer öngörmesidir. Yaygın bir varsayım, kuantum vakumunun kozmolojik sabite eşit olmasıdır. Bu faraziyeyi destekleyen bir teori olmamasına rağmen lehine görüşler yapılabilir.
Bu tür görüşler genelde boyut analizine ve etkili alan teorisine dayanır. Eğer Kâinat etkili bir bölgesel kuantum alan teorisiyle Planck ölçeğine kadar açıklanırsa beklenen kozmolojik sabit formula_1 civarında olmalıdır. Yukarıda da ifade edildiği üzere ölçülen kozmolojik sabit, bu değerin 10 kadar altında kalmaktadır. Bu uyuşmazlığa "fizik tarihinin en kötü teorik tahmini" denmiştir!.
Bâzı süpersimetrik teoriler, kozmolojik sâbitin tam sıfır olmasını gerektirdiği düşünülürse bu durum meseleyi daha da zorlaştırmaktadır. Bu duruma "kozmolojik sabit problemi" (İng. ) denir ve fizikteki en kötü ince ayar problemidir; kozmolojide kullanılan bu küçük kozmolojik sabiti parçacık fiziğinden türetmenin tabii bir yolu yoktur.
Stephen Weinber tarafından 1987 yılında insan ırkıyla ilgili prensibi takiben küçük ama sıfır olmayan bir değer için olası bir açıklama yaptığı not edildi. Weinberg vakum enerji evrenin farklı alanlarda farklı değerler alması halinde, o zaman gözlemcilerin ölçtüğü değer mutlaka hayat destek yapı formlarının vakum enerjisinin daha büyük olduğu baskı altına alınmış yerlerle benzerlik göstermesi gerektiğini söyler. Eğer vakum enerjisi negatif ve mutlak değeri gözlemlendiği evrendekinden oldukça yüksek ise (10 faktörden daha büyük diyelim), diğer bütün değişkenleri (örnek olarak madde yoğunluğu) sabit tutar. Böylece evren daha kapalı olacağı için evrenin yaşı günümüz evrenin yaşından daha küçük olacaktır. Dolayısıyla akıllı bir yaşam formu oluşması için gereken süre yetersiz kalacaktır. Diğer taraftan, evrenin büyük pozitif bir kozmolojik sabiti varsa, evren çok hızlı genişleyecek ve galaksilerin oluşmasını engelleyecektir. Weinberg'e göre, vakum enejisinin yaşamla uyumlu olacağı alan son derece nadir olurdu. Bu argümanı kullanarak, kozmolojik sabitinin günümüzce kabul edilen değerinden 100 kat daha düşük bir değere sahip olduğunu varsaydı. 1992 yılında Weinberg kozmolojik sabiti ile ilgili tahminini madde yoğunluğunun 5 ila 10 kat olduğunu düzeltti.
Bu argüman bekleneceği üzere, eğer karanlık enerji kozmolojik sabit olsaydı, vakum enerji yoğunluğu (uzamsal veya başka türlü) bir dağıtım varyasyonu eksikliğine bağlı olacaktı. Vakum enerjisinin değiştiğine dair hiçbir kanıt yoktur, ancak öyle olsaydı örneğin, vakum enerjisi (hatta kısmen) skalar alanın potensiyelidir yani artık enflasyondur. Konuyla ilgilenen bir başka teorik yaklaşım ise farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu veya farklı fiziksel temel sabitlerin olduğu çok sayıda "paralel" evrenlerin var olduğunu tahmin eden çoklu evren teorisidir. Yine, insan ırkıyla ilgili prensip insanoğlunun sadece uygun akıllı yaşam formlarından oluşan evrenlerin sadece birinde yaşayabileceğini söyler. Eleştirmenler ince ayar için bir açıklama olarak kullanılan bu teorilerin, ters kumarbaz mantıksızlık suçunu işlediğini iddia ediyor.
1995 yılında, Weinberg argümanı Alexander Vilenkin tarafından kozmolojik sabitinin madde yoğunluğunun 10 katı olduğunu tahmin etmek için rafine edildi. (şu anki değerinin 3 katı olduğu belirlendi.)
Son çalışmalar sicim teorisi tarafından izin verilen muhtemel döngüzel evrenin sorununa dolaylı yoldan kanıt önerdi. Evrenin her döngüsü (Büyük patlamadan sonra en sonunda Büyük Çıtırdama) milyarlarca yıl sürdü.(10 yıl) Evrendeki maddenin ve radyasyonun miktarı resetlendi ancak kozmolojik sabit resetlenmedi. Kozmolojik sabit bugün gözlenen küçük bir değere kademeli olarak birçok döngüler boyunca azalarak geldi. Eleştirmenler buna cevap olarak, yazılarında aynı derecedeki ayarlamanın kozmolojik modeldeki herhangi bir modele yol açacağını savunur.
İstanbul Deniz Müzesi
İstanbul Deniz Müzesi, Türkiye'nin denizcilik alanında en büyük müzesidir, içerdiği koleksiyon çeşitliliği açısından dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Koleksiyonunda yaklaşık 20.000 adet eser bulunmaktadır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı olan İstanbul Deniz Müzesi Türkiye'de kurulan ilk askeri müzedir.
İstanbul Deniz Müzesi; 1897 yılında, dönemin Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'nın emirleri, Miralay (Albay) Hikmet Bey ve Yüzbaşı Süleyman Nutku'nin büyük gayret ve çabaları sonucu Tersane-i Amire'de (Osmanlı Devlet Tersanesi Kasımpaşa, İstanbul'da) küçük bir binada "Müze ve Kütüphane İdaresi" İsmi ile kurulmuştur
Önceleri düzenlemesi yapılmamış, müze deposu olarak sergiye açılmıştır. 1914 yılında Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa, denizciliğin tüm kollarında olduğu gibi müzede de reform yapmış ve müdürlüğe Deniz Yüzbaşı Ressam Ali Sami Boyar'ı getirerek, bilimsel anlamda yeniden düzenlenmesine olanak sağlamıştır. Boyar, Türk gemilerinin tam ve yarım modellerinin yapılması için "gemi model atelyesi" ve mankenlerin yapıldığı "mulaj-manken atelyesi"ni kurarak, müzeciliğin geliştirilmesine ve bugünkü halini almasına temel oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı 'nın başlamasıyla, eserler korunma amacıyla Anadolu'ya nakledilmiştir. Savaş sonunda 1946 yılında müzenin tekrar İstanbul'a taşınmasına karar verilmiş ve müze o günün koşullarında en uygun yer olan Dolmabahçe Camii Külliyesi'ne taşınmış, yeni müze müdürü Haluk Şehsyvaroğlu idaresinde iki yıllık bir çalışmadan sonra 27 Eylül 1948 yılında ziyarete açılmıştır. 1961 yılında müze Beşiktaş İskele Meydanı'nda Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın anıtı ve türbesi yanında, bugünkü bulunduğu yere taşınmıştır.
Ana sergi binası 3 katlı olup, 1500 m² lik alana sahiptir. Binada bulunan 4 büyük salon ve 17 oda sergileme alanı olarak kullanılmış ve salonlara rüzgar yönlerinin isimleri verilmiştir. Müzede, saltanat kayıkları, bahriyeli kıyafetleri, el yazmaları, gemi modelleri,sancaklar,haritalar ve portolanlar, tablolar, tuğralar ve armalar, kadırgalar, seyir aletleri, gemi baş figürleri ile silahlar sergilenmektedir.Giriş bölümde ise küçük yaş guruplarının eğitici oyun alanı ve hediyelik eşya bölümü vardır.
Restorasyonu tamamlanan müze, 4 Ekim 2013 tarihinde tekrar ziyarete açılmıştır.
Maçahel
Macaheli ya da Maçaheli (Gürcüce: მაჭახელი), günümüzde Türkiye'in Artvin iline ve Gürcistan'ın Acara Özerk Cumhuriyeti'ne yayılan vadinin ve tarihsel bölgenin adıdır . Daha eski adının Bicihiani'dir. Türkçede Macahel veya Maçahel olarak yazılır. Bölgedeki vadi ve akarsu ile eskiden yapılan tüfeklere ise Macahela denir.
Gürcüce bir ad olan Macaheli, halk etimolojisine göre “maca” (bilek) ve “heli” (el) sözcüklerinden oluşmuştur. Bilimsel terminolojide ise Macaheli’nin farklı bir kökeni olduğu kabul edilir. Gürcüce “ca” kuyu, çukur anlamına gelir. Macaheli sözcüğünün gövdesi “ca”dır. Macaheli’ye yukarıdan bakıldığında, buraların bir kuyuyu andırdığı görülür. Macaheli adındaki “h” harfi, “ehi” sözcüğüyle ilişkilidir. “Ehi” kayadaki doğal oyuk, mağara demektir. “H” harfi buradan gelir. “Ehi”nin başında ve sonundaki ünlülerin Macaheli sözcüğünde düştüğü ve bu yer adında yalnızca “h” harfinin kaldığı kabul edilir. Gövdesi "ca" olan Macaheli adındaki “ma” önek, “el-i” de sonektir .
Macaheli'nin Türkiye tarafındaki bölümünde (Yukarı Macaheli) ise altı köy yer alır. Yukarı Macaheli bugün Camili yöresi olarak da anılır. Türkiye tarafında kalan bölümde Camili (Hertvisi), Düzenli (Zedvake), Efeler (Eprati), Kayalar (Kvabistavi), Maralköy (Mindieti) ve Uğurköy (Akria). Gürcistan tarafında kalan bölümde (Aşağı Macaheli) de büyük ve küçük pek çok köy vardır. Büyük köyler arasında Gvara, Kedkedi, Acarisağmarti, Tshemrala, Çhutuneti ve Çikuneti sayılabilir. Küçük köyler arasında Kokoleti, Kostaneti, Kahieti, Saputkreti, Gorgadzeti, Vake, Basileti, Gorieti, Kokoleti, Kokoladzeebi, Hinkileti, Kirkteti gibi köyler yer alır.
Macaheli vadisi, değişik türde yaşlı ağaçlarıyla ünlüdür. Vadinin bütün bayırları ağaçlarla ve çayırlarla kaplıdır. Vadinin yaklaşık % 70’i ormanlar ve meyve ağaçlarından oluşur. Macaheli’de 1-5 yüzyıllık ağaçlara rastlanır. Vadide daha çok gürgen, kestane, ıhlamur, çam gibi ağaç türleri vardır. Öte yandan taflan, dağçileği, muşmula, fındık, elma, hurma, ayva, vişne, kiraz, dut, ceviz gibi farklı bitkiler yetişir. Vadide pek çok meyve ağacı, bir orman görünümü alacak kadar çok ve yoğunluktadır. Macaheli vadisi, tam bir yeşil cennet sayılır. Yabani hayvan varlığı ve akarsuların ekolojik olarak temiz olması bu görünümü tamamlar.
Macaheli vadisinde yabani hayvanlar ve kuşlar yaşar. Kuşlardan alakarga, karatavuk ve değişik türlerde serçe bulunur. Öte yandan mevsimsel olarak guguk ve bıldırcın gelir. Macahela vadisi ormanlarında ve dağlarında değişik yırtıcı kuşlar yuva yaparlar. Atmaca, kuzgun, şahin yerli kuşlardan sayılır ve bölgenin doğasına, kayalıklarına ve 3-5. yüzyıllık ağaçlarına uyum sağlamışlardır. Güvercinler ormanlarda sürüler halinde yaşarlar.
Yabani hayvanlar Macahela vadisine uyum sağlamışlardır. Vadinin kestane, taflan, gürgen gibi ağaçlarla kaplı yüksek yerlerinde, yaşlı ağaçların ve kayalıkların olduğu bölgelerde yabani hayvanlar yaşar. Bu bölgede yaban domuzu, ayı, çakal, tilki, ceylan, tavşan, yaban keçisi gibi hayvanlara yörenin hayvan varlığını tamamlar.
Macaheli vadisi, Gürcistan'ın güneybatı ucu ile Türkiye'nin kuzeydoğu ucunda, iki ülke sınırına yayılır. Vadinin Karadeniz'e uzaklığı 25 k |
ilometre kadardır. Macaheli yazın serin ve ılıman, kışınsa aksine soğuk ve nemlidir. Ocak ayında bazen ısının geceleri eksi 2 °C'den eksi 17 °C'ye kadar düştüğü görülür. Ancak gündüzleri gene de ılık bir hava vardır. Kış ayları genellikle karlı geçer, karın üç metreye ulaştığı zamanlar olur.
Maceheli vadisinin başlıca akarsuyu Macahela'dır. Bu akarsu, pek çok irili ufaklı kolla beslenir. Macahela suyu ekolojik olarak hayli temizdir ve içme suyu olarak da kullanılmaktadır. Macahela çayının bazı kolları, yağmur sırasında bile bulanmaz. Macahela çayı, alabalığıyla da ünlüdür.kırmızı benekli alabalık mevcuttur. Macehela vadisi son derce güzel bir doğaya sahiptir ve yaz aylarında dinlenmek için seçilen yerlerin başında gelir.
Macaheli vadisinde yapılan çakmaklı tüfeklere "Macahela" deniyordu. Gürcistan'da 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılda Macahela tüfeklerinin farklı biçimlerinin yapıldığı bilinmektedir. Yivli namlulular en iyi olanlarıydı. Asya ülkelerinde olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de ünlü olan Maçahela tüfeğini yapanlar, Maçahelili ustalardı. Maçahela tüfeklerinin yapıldığı tezgâhlar günümüzde Acara'da, Yukarı Çhutuneti’deki etnografya müzesinde bulunmaktadır.
Macaheli, Tunç Çağı'ndan bu yana yerleşme yeridir. MÖ 6. yüzyılda hüküm süren Kral Parnavaz döneminde bu bölgenin Gürcistan'ın siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamında önemli yeri olduğu bilinmektedir. Macaheli’nin bu önemi, özellikle jeopolitik konumundan geliyordu. Batı Gürcistan’ın, Kolhida (Kolheti) adı altında ayrı bir siyasal birliğe sahip olduğu dönemde Macaheli de bu krallığın bir parçasıydı. Eski dönemlerden başlayarak Macaheli’nin dış dünyayla, denizcilerin her zaman çekim merkezi olan Karadeniz kıyılarına ticari ve siyasal nedenlerle gelen Avrupalılarla ilişkisi olduğu tahmin edilebilir.
Parnavaz dönemindeki birleşik Gürcü devletinin parçalanmasından sonra Macaheli uzun süre Roma ve Bizans egemenliğinde kaldı. 5. yüzyılda Gorgasal döneminde güçlü bir Gürcü devleti ortaya çıkınca, yeniden Gürcü yönetimi altında girdi. Bu tarihten sonra da birleşik Gürcü devletinin ya da bir Gürcü prensliğinin parçası oldu. Ama genel olarak, jeopolitik açıdan bir parçası olduğu Acara toprakları içinde yer aldı.
Birkaç yüzyıl süren Moğol istilasından, Gürcistan’ın diğer bölgeleri gibi Macaheli de olumsuz etkilendi. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Osmanlı Devleti iyice güçlendi ve 16. yüzyılda Gürcistan’ın batısının bir bölümünü ele geçirdi. Bu topraklar arasında Macaheli de vardı. 1568-74 arasında Osmanlı topraklarına katılan Macaheli’nin köyleri hakkında Osmanlı tahrir defterlerinde önemli bilgiler yer alır. Bu tahrirler “Gürcistan Vilayeti Büyük Defteri” olarak bilinmektedir. “Gürcistan Vilayeti” olarak da adlandırılan Çıldır Eyaleti içinde yer alan Macaheli’nin çok kıraç, verimsiz bir bölge ve ekilebilir topraklarının da çok az olduğu belirtilmiştir. Bundan dolayı yerel yöneticiler, halkın vergi verecek gücü olmadığını Osmanlı sarayına bildirmiş ve birkaç yüzyıl boyunca yöre halkı vergi vermekten muaf tutulmuştur. Bölge halkı, Tanzimat’ın ilanına (1839) kadar vergi vermemiştir. Macaheli’de 1630’lara değin Hıristiyan yöneticiler vardı. Ama daha sonra yöneticilerin İslam’ı benimsemesi zorunlu oldu. Macaheli’de önce toplumun önde gelenleri, ardından halk Müslüman olmuştur.
Macaheli bazen Acara sancağına, bazen de Şavşat sancağına bağlıydı. 16. yüzyıl fermanlarından birinde Macaheli’nin Şavşat’a bağlı olduğu kayıtlıdır. Bir başka fermanda padişahın Macaheli’e Savşat sancağından alıp ayrı bir sancak yaptığı belirtilir. Sonraki bir fermanda Macaheli sancağının nahiye yapıldığı ve Acara sancağına bağlandığı kaydedilmiştir. Bu fermanlarda Macaheli halkının çok çalışkan, ama başına buyruk olduğu, üzerlerine fazla gidilmemesi ve zor kullanılmaması gerektiği yazılıdır.
Macaheli, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na değin Osmanlı yönetiminde kaldı. Bu savaşın ardından imzalanan Berlin Antlaşması’yla Çarlık Rusya’sına bırakıldı. Ünlü Gürcü şair ve yazar Akaki Tzereteli’nin büyük kardeşi Davit Tzereteli 1879’da Macaheli’nin Acara’ya bağlı olduğunu, halkının konuksever, başarılı tüccarlar ve iyi kayıkçılar olduğunu yazmıştır. Tzereteli ayrıca son dönemlerde Macaheli’den göçün başladığını, halkın Osmanlı ülkesine gittiğini belirtmiş ve göçün nedenleri üstünde durmuştur. Rus yönetiminin, daha önce vergi vermeyen, askere gitmeyen Macaheli halkına ağır vergiler koyduğunu, askere almaya başladığını, halkın bunları kabul etmediğini belirtmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1918’de kurulan Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Macaheli, 1921’de belirlenen Türkiye-Sovyet sınırıyla ikiye bölündü. Altı köy Türkiye’de Yukarı Macaheli'de , on iki köy Gürcistan'da Aşağı Macaheli içinde kaldı.
Tarihsel konumu açısından önemli bir yere sahip olan Macaheli yöresinde Gürcü Kraliçesi Tamar ile ilişkili çok sayıda efsane vardır. Tamar’ın mezarının Macaheli’nin yüksek tepelerinde, Karçhal Dağlarında, Eprati’de olduğu söylenir. Efsanelerde Tamar’ın Macaheli’ye, özellikle Eprati’ye gitmeyi, Karçal Dağları eteklerinde dolaşmayı çok sevdiği belirtilir.
Macaheli bölgesinde, eski tarihlerde inşa edilmiş çok sayıda Gürcü kilisesi ve manastırı vardı. Gürcü kültürünün geliştiği yerler olarak da kabul edilen bu kurumlardan Eprati manastırının Kraliçe Tamar’ın isteğiyle inşa edildiği sanılır. Bir Macahelili olan Svimon Eprateli (Epratelili Svimon) bu manastırda çalışmalar yapmış, 16. yüzyılın sonlarına kadar burada bulunmuştur.
Siyasal, kültürel ve ekonomik yaşamda Macaheli’nin çok önemli bir yerinin bulunduğunu, kapılı ve kemerli köprüler de göstermektedir. Çok yerde inşa edilmiş kapılı ve kemerli köprülerin varlığı Macaheli’yi gezenlerin de dikkatini çekmiştir. Bu köprülerden biri, Kavtareti’nin iki yakasını birleştiren köprüydü. Türkiye-Sovyet sınırı çizilinceye değin bu köprü varlığını korumuş, ancak daha sonra Sovyet yönetimince yıkılmıştır.
Halkın Müslümanlığı kabul etmesinden sonra Macaheli’de cami ve mescitler inşa edilmiştir. Macaheli’deki cami, süslemeleri açısından Rus gezginlerin de dikkatini çekmiştir. Bu camideki ahşap oymalarda üzüm, yaprak, testi gibi motifler çok başarıyla işlenmiştir.
Macaheli, Gürcü tarihinin ünlü kaynaklarından "Kartlis Tshovreba"’da (Kartli Tarihi) "Bicihiani" olarak geçer. Bölgenin adı sonradan Macaheli olmuştur. Macahel’deki derenin adı olan Macahela, bu yörede dökülen ve Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu’nda ünlü olan bir tür topun da adı olmuştur. Macahela toplarının döküm tezgâhları günümüzde Yukarı Çhutuneti’deki etnografya müzesinde sergilenmektedir.
Macehel’de (Camili) Gürcüce çoksesli şarkılar söyleyen yaşlı köylülerden kurulu Maçahela Geleneksel Çok Sesli Şarkılar Topluluğu vardır . Macehelli olan Bayar Şahin de Türkçe ve Gürcüce şarkılar söyleyen şarkıcılardan biridir. Yaşlılar topluluğu ve Bayar Şahin, birkaç kez Gürcistan’da düzenlenen festivallerde de konser vermişlerdir. Macahel Eğitim - Kültür ve Dayanışma Vakfı, İstanbul’da "Macahel" adıyla dergi yayımlamaktadır.
Macaheli, Türkiye’de son yıllarda turizme açılan bölgelerden biri oldu. Özellikle trekkingcilerin gözde mekânlarından biri haline geldi. Macahel'de turizmin gelişmesi ve bir ekonomik uğraş olarak da Kafkas arısıyla yapılan arıcılık TEMA tarafından desteklendi. Öte yandan her yıl Camili (Macahel) Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği'nin öncülüğünde "Macahel, Kafkas Arı ve Bal Festivali" düzenlenmektedir.
Gotlar
Gotlar, Güney İskandinavya'nın Gotland bölgesinde oturan eski bir Cermen kavmi. Gotlar 2. yüzyıldan itibaren Scythia, Dacia ve Pannonia'da yaşamışlar 3. ve 4. yüzyıllarda Bizans'ı yağma etmişler ve Aryanizmi benimsemişlerdir. 5. ve 6. yüzyıllarda Vizigotlar ve Ostrogotlar şeklinde ikiye bölünmüşler ve İberya ve İtalya'yı istila etmişlerdir.
Gotlar miladi 1. yüzyılda İskandinavya'yı bırakıp, Vistül'ün alt kısmında yerleşmişlerdi. İkinci yüzyılda Karadeniz'in kuzey kıyılarına gelmişler, 3. yüzyılda ise birçok kafileler halinde Yunanistan, Trakya ve Küçük Asya'nın sahil şehirlerine yerleşmişlerdir. Akrabaları olan birçok kavimleri çeşitli bölgelerde bıraktıktan sonra etnik bütünlüklerini kaybetmiş ve "Ostrogotlar" (Doğu Gotları) ile "Vizigotlar" (Batı Gotları) olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Gotlar, sağlam idari, askeri teşkilatlar kurup, güçlenerek Roma İmparatorluğu elindeki Daçya'yı işgal etmişlerdir. İmparatorluk ile sıkı münasebetleri sonucu Ostrogotlar medenileşmeye başlamışlardır. Hatta bunlardan bir kısmı Roma ordusuna asker olarak katılmışlardır. Roma İmparatorluğunun sınırlarına yapılan baskılar, Germenlerin çoğalması ve İmparatorluğun zayıflaması sonucu kuvvetlenen Vizigotlar Dacya'yı bütünüyle ele geçirip, Bizans'a, Balkanlar'a ve Kuzey İtalya'ya doğru yayılıp, buraları istila etmişlerdir. Milattan sonra 269-270 yıllarında Roma İmparatorlarından İkinci Claudius ve Aurelianus batıya doğru olan Got akınını durdurmuşlardır. Gotlar, Konstantin ile ittifak anlaşması yapmışlar, Piskopos Ulfilas, İncil'i Vizigot diline tercüme ederek, Gotlar'ın, Hıristiyanlığı kabul etmelerini sağlamıştır.
Ostrogotlar krallıkla idare ediliyordu. Dördüncü yüzyıl ortalarında Kral Ermanarich'inn iktidarı devrinde, Karadeniz'den Baltık Denizine kadar yayılmışlardı. Fakat 375 tarihinde Hunlar tarafından ilhak edilmişlerdir. Vizigotlar da Hunların baskısına uğrayıp, yerlerinden atılmışlarsa da, imparator Valens tarafından 376'da Tuna'nın güney kıyılarına yerleştirilmişlerdir.
378'de ayaklanıp, Hadrianapolis Muharebesi'nde Romalıları yenmişlerdir. Fakat 382'de İmparator I. Theodosius tarafından tekrar müttefik imparatorluğa kabul edilmiştir. Gotlar yerlerinde durmayarak 410 yılında Roma'ya 415 yılında da İspanya'ya yerleşerek, bir krallık kurmuşlardır. Uzun yıllar Romalılara asker veren Ostrogotlar, İmparatorluk içinde kendilerini muhafaza ettiklerinden, 476 yılında İtalya'yı istila etmişlerse de, 553'te Mons Lactarius Savaşında I. Justinianus'a yenilerek İtalya'da kurdukları krallıkları yıkılmıştır. Gotlar bundan sonra Roma uygarlığı içinde |
eriyerek kaybolup gitmişlerdir. Kırım'da kalan Gotlar ise 1475'te Osmanlı İmparatorluğunun burayı fethetmesiyle bağımsızlıklarını kaybedip, Ostrogotlar ve Vizigotlar gibi diğer milletlerin içinde eriyip varlıklarını kaybetmişlerdir.
Gotlar, Kuzey Avrupa kavimleri içinde akrabalık açısından İskandinavlarla Germenler arasındaki halka olarak görülebilir. Avrupa'nın her yanına dağıldıkları için gittikleri hiçbir yerde etnik çoğunluk oluşturamadılar ve bu yüzden tarihten silindiler.
İskandinavya'da bugün bile Got izlerini görmek mümkündür. İsveç'te Gotland, Vestergöteland ve Östergöteland adında 3 eyalet bulunmaktadır. İsveç'in kraliyet armasında yer alan 3 krallıktan birinde 'Gotların Kralı' ifadesi yer almaktadır.
Gayrettepe, Beşiktaş
Gayrettepe, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde bulunan bir semttir.
Batıdan Mecidiyeköy ve Fulya, kuzeyden Esentepe, doğudan Balmumcu ve güneyden Dikilitaş semtleri ile çevrilidir. Yıldız Posta Caddesi kuzey sınırını, Barbaros Bulvarı doğu sınırını oluşturur.
1950'li yıllara kadar üzerinde çok az yerleşim olan Gayrettepe, bu dönemden itibaren hem suriçi (bugün Fatih İlçesi) denen bölgedeki yıkımlar, hem de İstanbul'a doğru başlayan göçlerle birlikte şehrin kuzeye doğru genişlemeye başlamasının sonucu olarak iskan edilmeye başlandı. Bugün Vefabey Sokak üzerinde bulunan ve yörenin çağdaş donanımlı ilk sitesinin inşasından sonra 1960'larda emekli subaylar ve gazeteciler için yapılan sitelerle daha da büyümüştür.
1970'li yıllarda Boğaziçi Köprüsü ve çevre yollarının inşa edilmesiyle, uzak mesafelere hızla ulaşma olanağı sağlandı. Bu nedenle, Gayrettepe gibi köprünün Avrupa yakasındaki ayağının bulunduğu kıyı bandının arkasında yer alan bölgeler iskan için daha da cazip hale geldi. Bugün kuzey komşusu Esentepe'nin aksine hala büyük ölçüde bir konut bölgesidir.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Gayrettepe Hizmet Binası, Florence Nightingale Hastanesi, Selenium Panorama, Point Hotel, Dedeman Otel, Sabah Gazetesi-Atv Binası, Türk Telekom İstanbul İl Müdürlüğü Ek Hizmet Binası bu semttedir.
Şişhane-Hacıosman metro hattının Gayrettepe istasyonu Esentepe'de yer almakla birlikte Gayrettepe adını taşır.
Milli Savunma Üniversitesi Hava Kuvvetleri Astsubay Meslek Yüksekokulu
Milli Savunma Üniversitesi Hava Kuvvetleri Astsubay Meslek Yüksekokulu, Gaziemir, İzmir'de bulunan, Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na astsubay yetiştiren, önlisans düzeyinde eğitim veren ve Milli Savunma Üniversitesine bağlı bir askeri yüksekokul.
Austin
Austin:
Ip Katliamı
Ip Katliamı, Macar ordusunun Romanya'nın kuzey kesimlerini ilhak ettiği sırada meydana gelen katliamdır.
14 Eylül 1940'ın erken saatlerinde Ip, Sălaj şehrinde Macar Ordusunun desteği ile muhaliflerin 158 Romen'i öldürmesi olayıdır. 1990'da ölenlerin anısına bir anıt dikimiştir.
SCADA
SCADA terimi İngilizce "Supervisory Control and Data Acquisition" kelimelerinin ilk harflerinin okunması ile oluşturulan bir kısaltmadır.Kapsamlı ve entegre bir veri tabanlı kontrol ve izleme sistemi olan SCADA ile bir tesise veya işletmeye ait tüm ekipmanların kontrolünden üretim planlamasına, çevre kontrol ünitelerinden yardımcı işletmelere kadar tüm birimlerin otomatik kontrolü, gözetlenmesi ve sonuçların raporlanması sağlanabilir.Temel olarak SCADA yazılımından izleme, kontrol, veri toplama, verilerin kaydı ve saklanması işlevlerini gerçekleştirmesi beklenmektedir.Scada sistemleri endüstriyel proseslerde, imalat , üretim, enerji üretimi, imalat ve rafinerilerde sürekli,kesintili, tekrarlayan ya da ayrık modlarda çalışabilir. Altyapı işlemleri, kamu veya özel sektörlerde su arıtma ve terfi merkezlerinde, atıksu arıtma, petrol ve gaz boru hatları, elektrik iletim ve dağıtım, rüzgar jenaratörleri, sivil savunma siren sistemleri ve büyük iletişim sistemlerini içerebilir.Tesis binaları, havaalanları, gemiler ve uzay istasyonları da dahil olmak üzere kamu ve özel tesisleri kapsayabilir. Isıtma ve havalandırma sistemlerinde (HVAC) erişim ve enerji tüketimini kontrol ve izleme gerekebilir.Scada sağladığı maksimum fayda ,güvenlik ve kolaylık bakımından endüstri tesislerinin en büyük ihtiyaçlarından olmaya devam edecektir.
Kapsamlı ve entegre bir Gözetleyici Kontrol ve Veri Toplama Sistemi (İng. ") kontrol sistemi sayesinde bir tesise veya işletmeye ait tüm cihazların kontrolünden üretim planlamasına, çevre kontrol ünitelerinden yardımcı işletmelere kadar tüm birimlerin otomatik kontrolü ve gözlenmesi sağlanabilir. Anlık olay ve alarmları saklayarak geçmişte meydana gelen olayları da tekrar günün tarihinde ve saatinde gözlemleyebilmeyi de sağlayan geniş kapsamlı bir sistemdir.
Bu tür sistemler “katmanlaşan” (") özelliklerinden dolayı değişik işletmelerin tüm kontrol ihtiyaçlarını kademeli olarak gerçekleştirilmelerine imkân verir.
Bu katmanlar
İşletmenin üretimi için gerekli kaynakların planlandığı bu katmanda üretim ve hizmet politikalarını destekleyecek kararlar alınır ve uygulanır. Hizmet ve üretim yönetimi departmanları ile diğer departmanlar arasındaki işbirliği gerçekleştirilir. Burada “Kurumsal Kaynak Planlama” ("") yazılımları bu düzeydeki yönetim fonksiyonlarını desteklemek amacıyla kullanılır. Entegre bir SCADA kontrol sisteminin bu katmanında en alt katmandan gelen veriler değerlendirilerek işletmelerin stratejileri geliştirilir, politikalar saptanır ve işletme ile ilgili önemli kararlar alınır.
İşletmelerde veya tesislerde bulunan bölümler arası işbirliği bu düzeyde sağlanır. İşletme yönetim katmanında bir önceki seviyede saptanmış stratejilere uygun kararlar oluşturulur ve işler sırası ile yürütülür. Bu katman, daha çok bir işletme müdürlüğü işlemini üstlenir.
Süreç Denetim Katmanında izleme ve veri toplama fonksiyonlarının gerçekleştirilmesiyle tesisler ve makineler arası eşzamanlılık sağlanması amaçlanır. Bu katman, genellikle merkezî kontrol odası bünyesinde kontrol cihazları ve SCADA yazılımları içerir.
İşletmelerin fiziksel kontrollerinin yapıldığı katman olarak tanımlanabilir. Burada mekanik ve elektronik cihazlar arabirimlerle bağlanarak işletme fonksiyonlarını yürütürler. Denetim komutları bu düzeyde tesisin çalışmasını sağlayan elektriksel işaretlere, sinyallere ve makine hareketlerine dönüşür, bu dönüşümler elektronik algılayıcılar aracılığıyla toplanır. Toplanan veriler, elektrik işaretlerine çevrilerek SCADA sistemine aktarılır. Tahrik motorları, vanalar, lambalar, hız ölçü cihazları, yaklaşım dedektörleri, sıcaklık, kuvvet ve moment elektronik algılayıcıları burada bulunur. SCADA sisteminden verilen komutlar bu katmanda elektrik işaretlerine çevrilerek gerçek dünyada istenen vanaların açılması, ısıtıcıların çalıştırılıp durdurulması gibi hareketlerin oluşması sağlanır.
Levent
Levent şu anlamlara gelebilir:
Antofagasta, Şili
Bir çöl şehri olan Antofagasta, doğrudan Büyük Okyanus'un kıyısında, Atacama Çölü yakınındadır. Başkent Santiago'ya 1400 km uzaklıktaki şehir, Oğlak Dönencesi üzerinde bulunur. İklimi kurak, yazları da çok sıcak olmakla beraber bunaltıcı değildir.
Antofagasta, gemi yolculuklarının sevilen bir uğrak noktasıdır. Şehir 2 adet plaja sahip olsa da Humboldt Akıntısı yüzünden su soğuktur. Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da deniz ürünleri çok tüketilir.
Şehir ekonomisinde liman, tuz gibi minerallerin yüklenmesinde kullanılıyordu. Bugün burada daha çok bakır ve nitrat ihraç ediliyor. Şehir, tam anlamıyla bir maden merkezi olup bunun yanında ayrıca çelik üretiminde önemli bir rol oynar. Şehir aslında zengin olsa da fakir bir görüntü verir. Antofagasta'nın Panamerikan Karayolu'nun hemen kıyısında bulunması şehir ekonomisine ayrı bir önem katar.
Büyük bakır ve değerli maden firmaları bu şehirde bulunurlar. Şehrin yaklaşık 20 km dışında 24 km² alanıyla sanayi bölgesi olan "Ciudad Empresarial La Negra" bulunur. Bakır rafinerisi olan "Noranda" yine bu bölgededir.
Antofagasta zengin bakır madenlerine sahip olması ve okyanus kıyısında bulunması sebebiyle Şili ve Bolivya arasında sürekli bir polemik konusu olmuş, Bolivya 1904 yılındaki barış antlaşmasına kadar şehir üzerinde sürekli hak iddia etmiştir.
Konaklar, Beşiktaş
Konaklar, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde bulunan bir semttir. 1958 yılında 4. Levent adı altında yerleşime açılan semt, 1960'larda Ordu Yardımlaşma Kooperatifi'nin kurulmasıyla oluşan Yeni Levent Mahallesi adı ile gelişimini sürdürmüş, askeri lojmanların ve sitelerin eklenmesiyle, yaklaşık 17.000 nüfusu barındırır hale gelerek "Konaklar" ismini almıştır.
Abbasağa, Beşiktaş
Abbasağa Mahallesi, Beşiktaş'ın merkezi yerleşimlerinden biridir. Konumu itibarıyla Beşiktaş'ın en eski mahalleleri arasında yerini alır. Abbas Ağa Camii Abbas Ağa tarafından 1655'te kurulmuştur. II. Mahmud zamanında tamir edildi. Duvarları kâgir ve çatısı ahşap olan camide Hünkar mahfili vardır. Caminin yanında 1637 tarihli çeşme bulunur.
SETI@home
SETI@home ("SETI at home"), İnternete bağlı bilgisayarların kullanıldığı bir dağıtık bilgi işlem projesidir. Projeye Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nin Uzay Bilimleri Laboratuvarı ev sahipliği yapmaktadır. "SETI", Search for Extra-Terrestrial Intelligence (Türkçesi: Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) sözcüklerinin baş harflerinden oluşturulmuş bir kısaltmadır. Eski "SETI@home" istemcisine (proje literatürüne göre: SETI@home Klasik) verilen destek 15 Aralık 2005 tarihinde sona ermiştir. "SETI@home" BOINC platformundaki yeni istemcisiyle yoluna devam etmektedir.
SETI@home projesinin esas amacı Dünya dışındaki akıllı uygarlıklardan gelebilecek olan iletişim sinyallerini tespit etmektir. SETI@home halihazırda, dünya dışı uygarlıklardan gelen muhtemel radyo dalgalarını tarayan Arecibo radyo teleskobundan gelen verilerin analiz edildiği radyo SETI programını sürdürmektedir.
SETI@home dünya çapında 5.2 milyon katılımcısıyla, şimdiye kadarki en yüksek katılım oranına sahip dağıtık bilgi işlem projesidir.
İsteyen herkes, radyo teleskop verilerini indiren ve inceleyen ücretsiz bir programı çalıştırarak projeye destek olabilm |
ektedir.
Bu program dört çözümleme işlemi gerçekleştirir:
Her ne kadar SETI@home projesi, dünya dışı uygarlıkların varlığını kanıtlayan bir sinyal tespit edememişse de, üzerinde daha fazla çözümleme yapılması gereken pek çok sinyal kaydedilmiştir. 1 Kasım 2004 tarihinde dikkat çekici bir sinyal olan SHGb02+14a duyurulmuştur.
Projenin başlangıç tarihi olan 17 Mayıs 1999'dan beri, iki milyon yıllık toplu işlem zamanı kaydedilmiştir. 26 Kasım 2001 tarihine gelindiğinde, 10 matematiksel işlem gerçekleştirilmiştir. Bu değer, tarihteki en büyük bilgi işlem olarak "Guinnes Rekorlar Kitabı"'na girmiştir. Sistemdeki 900.000'in üzerindeki bilgisayarla, SETI@home 312.332 terraflop'luk işlem gücüne sahiptir (13 Kasım 2010). Dünyanın en hızlı süperbilgisayarı Blue Gene, 280 terraflopluk işlem gücüne sahiptir. SETI@home hakkındaki en güncel istatistikleri http://www.boincstats.com/stats/project_graph.php?pr=sah sayfasında bulabilirsiniz.
Yakın bir tarihte, ünlü SETI çalışanı Seth Shostak 2020 ile 2025 yılları arasında bir sonuç sinyali ve dünya dışı uygarlıklarla iletişimin kanıtlarının ortaya çıkacağını umduklarını söylemiştir.
Bilgiler, Puerto Rico'daki Arecibo Gözlemevi'nde yüksek yoğunluklu kasetlere kaydedilir.
birçok bilim çevresi tarafından projeyi eleştiren çok fazla sayıda bilimsel sorular söz konusu olduğu hakkında birçok bilimsel yorum söz konusudur.
genelde bu projenin bir komplo teorisi anlamıyla asıl amaç ve hedefi saptırmaya yönelik farklı bir çalışma olduğu yönünde çeşitli ve ciddi eleştirileri söz konusudur.
Vişnezade, Beşiktaş
Vişnezade İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde bir semttir. İsmini, vişne yetiştiren Serasker Mehmet Vişnezade'den alan semt, tarihi çeşmeleri ve turistik otelleri barındırır. Vişnezade, Beşiktaş'ın modern yerleşimleri arasında yer alır.
BJK Plazaları, Swissotel ve İTU Maçka Yerleşkesi bu semttedir.
Vecihi Hürkuş
Vecihi Hürkuş (6 Ocak 1896, İstanbul - 16 Temmuz 1969), Türk pilot, mühendis ve müteşebbis. Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden biridir, Türkiye'nin ilk uçak tasarımcısı ve üreticisidir, Türkiye'nin ilk yerli uçağını üretmiştir.
6 Ocak 1896 tarihinde İstanbul'da doğdu. I. Dünya Savaşı'na katıldı. Yaralanınca İstanbul'a dönerek Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'ne girerek "pilot" olarak mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında pilot brövesi alarak 7. Tayyare Bölüğü'nde Ruslara karşı harekata katılan Vecihi Bey, başarılı keşif ve bombardıman uçuşları yapmış ve bu arada girdiği bir hava muharebesinde bir Rus uçağını indirmiştir. Vecihi Hürkuş, uçak düşüren ilk Türk tayyarecidir. Daha sonra Ruslara esir düşen Vecihi Bey, Hazar Denizi'nin Azerbaycan kısmında bulunan Nargin Adası'ndan yüzerek İran üzerinden kaçmayı başarmış ve yurda dönerek 1918 yılı yaz başında Yeşilköy'de konuşlanmış bulunan 9. Harp Tayyare Bölüğü'nde görev almıştır.
Bu bölükte görevli iken bir av uçağı tasarımı yapan Vecihi Bey'in bu projesi Mondros Ateşkes Antlaşmasın'ın imzalanması ile yarım kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'na katılan Vecihi Bey, özellikle İnönü ve Sakarya savaşı sırasında çok başarılı keşif ve destek uçuşları yaptığı gibi bir Yunan uçağını da indirmiştir. Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir - Seydiköy) hava meydanına ilk giren ve işgal eden kişi olur.
Vecihi Bey'e kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ayrıca TBMM tarafından üç kez takdirname verilmiştir. Üç takdirname verilen tek kişidir.
Savaştan sonra İzmir'de yeni tayyarecileri eğitmeye başlar. Edirne'ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa "VECİHİ" adı verilince, uçak inşa etmek düşünceleri canlanır. İzmir Seydiköy Hava Mektebi'nde -bugünkü Gaziemir Hava Teknik Okullar Komutanlığı- uçak yapımı projesine devam eder. 1923'te ganimet olarak Yunanlardan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal eder. 28 Ocak 1925'de "VECİHİ K-VI"adını verdiği uçağını uçurur ancak ödül yerine onu ceza beklemektedir. Vecihi Hürkuş'un ödül beklerken ceza almasının nedeni, havacılıktan anlayan kimsenin bulunmamasıydı. İzin verecek merci olmadığı için, izinsiz havalanmış, bu yüzden de cezalandırılmıştır.
Daha sonra askeri havacılıktan ayrılarak uçak tasarımı ve yapımı çalışmalarına devam etmiştir. Havacılığa gönül veren Tayyareci Vecihi Hürkuş da sadece Türk havacılık tarihinin değil, belki de tüm Türkiye tarihinin en ilginç simalarından birisiydi.
1930'da Kadıköy'de bir keresteci dükkânını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı VECİHİ XIV'ü inşa etti. İlk uçuşunu 27 Eylül 1930'da Kadıköy Fikirtepe'de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmıştır. Bu uçuştan sonra VECİHİ XIV ile önce Yeşilköy'e, sonra Ankara'ya uçmuştur. Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvurmuş, 14 Ekim 1930'da “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla uçağı sökerek demiryollarından kiraladığı vagonla Çekoslovakya’ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.
Hürkuş 23 Nisan 1931'de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931'de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye'ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye'ye gelmiştir.
Vecihi Hürkuş, 1931 yılında, TTaC (Türk Tayyare Cemiyeti) yararına Türkiye turu yaptı.
Birinci Tur (02.09.1931): Ankara, Kızılcahamam, Gerede, Bolu, Ereğli, Zonguldak, Cide, Sinop, Samsun, Trabzon, Of, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Suşehri, Zara, Hafik, Sivas, Şarkışla, Akdağmadeni, Sorgun, Yozgat, Sungurlu, Kalecik, Ankara.
İkinci Tur (09.11.1931) : Ankara, Gölbaşı, Bağla, Şereflikoçhisar, Aksaray, Konya, Beyşehir, Seydişehir, Alanya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Köyceğiz, Muğla, Göktepe, Kale, Tavas, Karacasu, Babadağ, Denizli, Çal, Çivril, Karahallı, Ulubey, Uşak, Kütahya, Eskişehir, Çukurhisar, İnönü, Bozüyük, Karaköy, Söğüt, Geyve, Adapazarı, İzmit, İstanbul.
1932'de Vecihi Sivil Tayyare Mektebi isimli ilk Türk Sivil Havacılık Okulu'nu açmıştır. Okulda ilk Türk kadın pilotu olan Bedriye Gökmen ile birlikte 12 pilot yetiştirmiştir. İstanbul Kalamış-Kadıköy'de Türkiye'nin ilk sivil uçağı VECİHİ XIV, ilk eğitim ve spor uçağı VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X üretilmiştir. Nuri Demirağ, bir tayyare yapımı için 5000 TL vermiş, böylece 1933'te Vecihi Hürkuş tarafından NURİ BEY adı verilen VECİHİ XVI kabin uçağı yapılmıştır. Vecihi Bey zor koşullarda eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin TEKEL İdaresi'nin ve Türkiye İş Bankası'nın reklamlarını yapmış, bazı vatansever yetkili kuruluşların da yardımları oldu.
1937 yılında Türk Hava Kurumu, Hürkuş'u mühendislik eğitimi alması için, Almanya'daki mühendislik okula gönderdi. 1939 yılında mezun olarak ülkesine dönen Vecihi Hürkuş'a iki yılda mühendis olunmasının imkânsızlığı gerekçesiyle uçak mühedisi ruhsatı verilmedi.
1954 yılında ilk sivil havayolu şirketi olan Hürkuş Hava Yolları'nı kurmuştur ancak; kazalar, kaçırılmalar ve sabotajlar gibi sebeblerle şirket uçuştan men edilmiştir.
Türk havacılık tarihinin en üretken ve girişimci kişilerinden olan Vecihi Hürkuş, Ankara'da 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi'nde vefat etmiştir.
Vakanüvis
Vak'a-Nüvis, Osmanlı İmparatorluğu zamanında saltanatın tarihî olaylarını kaydetmekle görevlendirdiği kişilere verilen isimdir.
Vakanüvîsân devlet görevlisidir. Her yılın sonunda saraya o yıl içinde ölen önemli şahısların biyografilerini vermekle yükümlüdürler.
Osmanlıların tarihi kayda geçirmekteki özeni, Osmanlı tarihinin vakanüvisler tarafından detaylı olarak korunmasını ve saklanmasını sağlamıştır.
Osmanlı tarihine ait bilgilerin en önemli bölümü vakanüvisler aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde resmi bir kurum halini almıştır. Divan-ı Hümayun'a bağlı ilk resmi vakanüvis Halepli Mustafa Naima, sonuncusu ise Abdurrahman Şeref olup Osmanlı'nın yetiştirdiği en büyük vakanüvis Ahmet Cevdet Paşa olarak kabul edilir.
17. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi ve Halepli Mustafa Naima ilk bilinen vakanüvisler arasındadır. Naima tarihi, Keşfüz Zunun, Miratü'l Memalik dönemin en önemli eserleridir. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet devrinin meşhur vak'anüvisi Tursun Bey'dir.
Meryem (anlam ayrımı)
Meryem şu anlamlara gelebilir:
Meryem Suresi
Meryem Suresi (Arapça: سورة مريم, ), Kur'an'ın 19. suresidir.
Meryem Suresi, Mekke döneminde inmiş ve 98 ayettir. Bazı tefsircilere göre 58. ve 71. ayetler Medine dönemine aittir. Sure Muhammed'in peygamberliğinin 5. veya 6. yılında, Habeşistan'a yapılan ilk hicretin öncesinde inmiştir ki temel Hristiyan inaçlarına atıf yapan ilk Mekki suredir. Bu ilk hicret eden müslümanlar, Habeşistan kralı Necaşi'nin huzurunda bu sureden ayetler okumuşlar, Hristiyan olan kral bundan etkilenerek ağlamış, ülkesinde müslümanların yaşamasına izin vermiştir.
Meryem'in İsa'yı dünyaya getirişini anlatan sure adını bu hikâyeden alır. Ayrıca başındaki mukattaa harflerinden ötürü 'Kâf hâ yâ ayn sâd' suresi de denmiştir. Surede ayrıca tevhitle ilgili bazı peygamberlerin kıssaları ve kıyamet sahneleri konu edilmektedir.
Meryem suresinde, Meryem'in asaleti ve İsa'nın doğumu ile ilgili anlatılanlar şöyledir:
27 - Sonra Meryem onu (İsa'yı) yüklenerek kavmine getirdi. Onlar (hayretler içinde şöyle) dediler: "Ey Meryem! doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın."
28 - "Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz bi |
r kadın değildi. "
Bu bilgiler Ali İmran suresi'ndeki Meryem'in kimliğiyle ilgili bilgilerle birleştirildiğinde Kur'an, Meryem'i Hristiyan kaynaklarda belirtilen Joachim ve Anna'ya değil, İmran (Amram) nisbet eder.
Hristiyan kaynakları Meryem'le ilgili bu ifadelere iki Meryemin (İsanın annesi Meryem ile İmran kızı Meryem (Musa'nın ablası)) karıştırıldığı şeklinde itiraz etmektedirler.
Justizpalast
Neubau’da bulunan Justizpalast – Adliye Sarayı 1875 ile 1881 yılları arasında mimar Alexander Wielemans von Monteforte tarafından yapılmıştır.
Bina yeni Rönesans tarzında yapılmış olup, en ilgi çeken taraflarından biri de anamerdivenin olması ve eski Monarşi bölge armalarının bulunmasıdır.
Binanın başından geçen en önemli olay ise 15 Temmuz 1927’de eski bir Nazi nin yargılanması (Schattendorfer Olayı) esnasında verilen cezanın yeterli olmadığını düşünen halkın binayı basarak çıkarmış olduğu yangındır. Bu olayda 85 gösterici ve 4 polis hayatını kaybetmiştir.
Binada günümüzde tadilat olduğundan adliye işleri binanın karşısında bulunan Trautson Sarayı’da yapılmaktadır.
Doktor Jivago
Doktor Jivago, Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın (1890-1960) Rus Devrimi sırasında geçen ünlü romanıdır. Özgün adı Доктор Живаго olan roman ilk defa Rusçayla aynı anda İtalyanca olarak da basılmıştır. (Il Dottor Zivago). Ertesi yıl da Doctor Zhivago adıyla İngilizce yayımlanmıştır.
Yazarın 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği ilk romanı Doktor Jivago, SSCB resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedildi. 1957'de ilk kez İtalya'ya gizlice kaçırılan roman, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlandı. Ertesi yıl da İngilizce basılan "Doktor Jivago" kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek dünyaca ünlendi. Pasternak, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü. Ancak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kaldı. SSCB'de uzun yıllar yasak olan roman, 1985'deki demokratikleşme hareketi döneminde yayımlanabildi.
2007'nin ilk günlerinde İngiliz gazetesi The Sunday Times, bir Rus araştırmacıya dayandırdığı haberinde Pasternak'ın Nobel Ödülü almasında İngiliz ve Amerikan gizili servislerinin rolü olduğu iddiasını ileri sürdü Habere göre, Pasternak'ın Doktor Jivago romanının batılı arkadaşlarına yolladığı kopyalarından bir tanesi Malta'da ele geçirildi. Ve CIA eşzamanlı olarak Avrupa'nın birçok merkezinde "Doktor Jivago"'yu Rusça olarak bastırttı. Gazetenin iddiasına göre bu operasyon, romanı yasaklayan Sovyet yönetimini küçük düşürmek için planlandı.
Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen roman, adını kahramanı şair doktor "Yuri Jivago"'dan almıştır. Arka planında bu siyasi çalkantıların bütün detaylarıyla anlatıldığı bu destansı romanın ön planında da iki kadın arasında kalıp sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede oradan oraya sürüklenen aynı zamanda şair bir tıp doktorunun dramı anlatılır.
Pasternak'ın romanı 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alındı. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşmışlardı. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllü özgün müziklerini Maurice Jarre bestelemişti. Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetimi", "en iyi sanat yönetimi", "en iyi kostüm" ve "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazandı.
Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın kendi ülkesinde yayımlatamadığı için kaçak olarak yurt dışına çıkartıp ilk kez 1957 yılında İtalya'da bastırttığı romanı Doktor Jivago, David Lean'in epik sinema uyarlaması dışında üç kez daha filme çekilmiştir. Romanın tüm sinema ve TV uyarlamaları aşağıdadır:
Demirciköy, Sarıyer
Demirciköy, İstanbul'a bağlı bir yerleşim birimi. Karadeniz kıyısındadır. Uzunya ve Dalia adındaki iki koyda balık lokantaları vardır ve denize girmek mümkündür.
Sarıyer'den minibüs ve iett otobüsleriyle ulaşılabilir.
Orelie-Antoine de Tounens
Orelie-Antoine de Tounens, (d. 12 Mayıs 1825, Chourgnac d'Ans-Fransa – ö. 17 Eylül 1878, Tourtoirac-Fransa). Kendisini Araukanya ve Patagonya Kralı Orelie-Antoine I olarak tanımlayan Fransız avukat ve maceracıdır.
1858 yılından Şili'ye gitmiştir, Valparaíso ve Santiago'de ispanyolca çalışmak ve toplumsal bağlantılar kurmak için iki yılını geçirmiştir. 1860 yılında Araukanya'ya o anda fiilen bağımsız olan Mapuçe kızılderililerinin yanına geçmiştir.
De Tounens avukatlık tecrübesine dayanarak bölgenin yeni özgürlüklerini kazanmış olan Şili veya Arjantin hükümetlerine geçmeyeceğini iddia etmiştir, bu yüzden Biobio Nehri'nin güneyinde bağımsız bir eyalet kurmak istemiştir. 17 Kasım 1860 tarihinde daha sonra dışişleri bakanı olacak olan "F. Desfontaine" isimli Fransız yerleşimcinin çiftliğinde Araukanya'nın bağımsızlığı için bir bildiri imzalamıştır. Ayrıca krallığı için ulusal marş ve bayrak hazırlamıştır. Üç gün sonra krallığına Patagonya'yı da dahil etmeye karar vermiştir. Bildirinin kopyalarını Şili gazetelerine ve "El Mercurio" gazetesine 29 Aralık 1860 tarihinde yayımlanmak üzere yollamıştır. De Tounens Valparaíso'ya Şili'nin temsilcilerini beklemek üzere geri dönmüştür, esasen onu ihmal etmişlerdi.
Daha sonra de Tounens birçok Mapuçe kabilesinin Şili ordusunun saldırısına karşı koymak için hazırlandığı Araukanya'ya dönmüştür. De Tounens fikirlerinden bir çevirmen yardımıya bazı şeflerle bahsetmiştir ve fikirlerini desteklediklerine dair bir izlenim edinmiştir. Bundan dolayı Mapuçe'lerin kendisini kral seçtiğini ilan etmiştir.
1862'de de Tounens diğer kabileleri de ziyaret etmiştir. Ancak hizmetçisi Juan Bautista Rosales Şili'li yetkililerle görüşerek de Tounens'in yakalanmasını sağlamıştır. De Tounens'i duruşmaya koymuşlardır ve akıl hastanesine gönderilmek üzere iken araya Fransız konsolosluğu girmiştir ve yalnızca Fransa'ya sürgüne gönderilmiştir.
De Tounens muhalif olarak kalmış ve anılarını 1863 yılında yayımlamıştır. 1869 yılında Araukanya'ya gemi ile Buenos Aires üzerinden gitmiştir. Mapuçeler onu gördüklerine şaşırmışlardır, çünkü Şilililer onu idam ettiklerini söylemişlerdir. De Tounens krallığını yeniden örgütlemiştir ve yine Şilili yetkililerin dikkatini çekmiştir. Albay Cornelio Saavedra de Tounens'in kafasına ödül koymuştur fakat Mapuçeler farklı müttefiklerini korumaya karar vermişlerdir.
De Tounens 1871 yılında parasız kalmış ve Fransa'ya dönerek anılarının ikinci cildini yayımlamıştır. Ayrıca "La Corona de Acero" ("Demir Taç") isimli bir Araukanya gazetesi kurmuştur. 1872'de varisine baba olabilmek için bir gelin aradığını duyurmuştur. 1873'de kardeşine matmazel de Percy ile evlenmek istediğini belirtmek için mektup yazmıştır fakat bu olayın olduğuna dair bir kanıt yoktur.
1874'de de Tounens tekrar krallığına geri dönmeye çalıştı, bu sefer insanları için silah ve cephane ile dönüyourdu. Şili'de persona non grata olduğu için, sahte bir pasaport ile seyahet etmek zorunda kaldı. Buna rağmen Temmuz 1874'de Bahia Blanca'ya indikten kısa süre sonra tanındı ve tekrar Fransa'ya sürgüne yollandı.
De Tounens 1876 yılında tekrar dönmeye çalıştı, bu seferde yerel yerleşimciler tarafından Patagonya yolunda iken soyuldu ve Şilili yetkililere teslim edildi. Ayrıca çok ciddi bir hastalık geçirdi ve hayatta kalabilmek için ameliyat olması gerekti. Sağlığı seyahat etmesine elvermediğinden Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı.
De Tounens'in çocuğu olmamasına rağmen, bazı akrabaları krallığın varisliği üzerine hak iddia etmişlerdir. Gustave-Achille Laviarde (Achille I olarak) ABD başkanı Grover Cleveland'e Araukanya'nın bağımsızlığını kabul ettirmeye çalışmıştır. 1902'de ölümünden sonra Antoine-Hippolyte Croselle "Antoine II" olarak unvanı almıştır. Daha sonra unvan Antoine III'e geçmiştir, o da unvanı 1950 yılında Prens Philippe'e devretmiştir.
Şu an Fransa'da yaşayan sözde varis Philippe, zaman zaman Mapuçeler adına konuşmaya çalışmıştır. Ayrıca 1995 yılında kurulmuş olan kar amacı gütmeyen North American Araucanian Royalist Society (Kuzey Amerika Araukanya Kraliyetçi Topluluğu) [NAARS] organizasyonu vardır. Şu ana kadar hiçbir özerk devlet krallığı tanımamıştır.
Erkin Koray
Erkin Koray (d. 24 Haziran 1941; Kadıköy, İstanbul), Türk Rock Anadolu rock sanatçısı.
Anadolu rock, psychedelic rock ve hard rock türünde özgün eserler vermiş olmakla birlikte birçok türküyü yeniden düzenlemiştir.
Özgün çalışmaları, doğu ve batı müziklerinde yaptığı çalışmalarla birçok müzisyeni etkilemiştir. "Cemalim", "Köprüden Geçti Gelin" gibi çalışmaları ile Türk halk müziği, "Nihansın Dideden", "Kıskanırım" gibi parçalar ile Türk sanat müziği eserlerini yorumlayarak Türk Rock müzik tarzının en önemli eserlerini vermiştir.
"Şaşkın (Ala Ain Moulayiteen) (Dabke)", "Estarabim", "Çöpçüler", "Fesuphanallah" gibi geniş kitlelerin beğenisini kazanan Arabesk-rock parçaların yanında, "Mesafeler", "Yağmur" gibi psychedelic rock'a uzanan ve "Krallar", "Akrebin Gözleri", "Öfke" gibi metal müzik olarak nitelendirilebilen birçok önemli çalışmaya imza atmıştır. 1960'ların sonuna dogru, bağlamanın sesini müzik yapilan mekânlarda daha çok duyurmak ve rock müziğinde de kullanabilmek için elektro bağlamayı icat ettiği söylenir.
24 Haziran 1941 tarihinde İstanbul'da doğdu. Küçük yaşlarda, piyano öğretmeni olan annesi Vecihe Koray'dan piyano öğrendi, daha sonra gitar çalmaya başladı. İstanbul Alman Lisesi'nde eğitim gördüğü '50'li yılların ikinci yarısında , arkadaşları ile kurduğu amatör topluluk olan Erkin Koray ve Ritimcileri ile dönemin güncel parçalarını çalmaya başladı. Lise eğitiminin ardından '60'lı yılların başına dek çalışmalarını yarı amatör yarı profesyonel olarak sürdürdü.
1959 yılında ilk grubu Erkin Koray Ve Ritimcileri'ni kurdu. 1962 yılında çeşitli müzikli mekânlarda programlar yaptığı sıralarda aldığı bir teklif ile |
bir yüzünde "Bir Eylül Akşamı", diğer yüzünde "It's So Long" adlı İngilizce parça bulunan ilk 45'liğini kaydetti. Ancak bu plak 1966 yılında piyasaya çıktı. Erkin Koray askerliğini 1963-1965 yılları arasında Ankara'da Hava Kuvvetleri Caz Orkestrası'nda Solist ve Gitarist olarak yaptı.
Terhisi sonrasında Almanya'nın Hamburg şehrine giden Erkin Koray 1966 yılında Türkiye'ye dönüşünden sonra Erkin Koray Dörtlüsü adlı grubu kurdu. 1967 yılında basılan, bir yüzünde "Kızları da Alın Askere", diğer yüzünde "Aşk Oyunu" adlı parçalar bulunan 45'liği ile önemli başarı kazandı. Özellikle "Kızları da Alın Askere" parçası Erkin Koray'ın geniş kitleler tarafından tanınmasında önemli rol oynamıştır.
1968 yılında, Hürriyet Gazetesi tarafından yapılan "Altın Mikrofon" yarışmasına katıldı. Bu yarışmada 4. olan Erkin Koray'ın yarışmadaki şarkıları "Meçhul" ve "Çiçek Dağı" daha sonra bir plak şirketi tarafından piyasaya çıkarılarak 800 bin adet gibi büyük tiraj yaptı. Grubu ile bir yandan konser verdi, bir yandan da Kulüp, Bar gibi çeşitli müzikli mekânlarda çalışmaya devam etti.
Bu ilk önemli başarıyı, 60'lı yılların sonlarına dek ardı ardına gelen: "Anma Arkadaş", "Hop Hop Gelsin", "Sana Bir Şeyler Olmuş", "Seni Her Gördüğümde" gibi hepsi büyük beğeni toplayan parçalar takip etmiştir.
1969 yılında kurduğu Yeraltı Dörtlüsü adlı grubu ile Türkiye'de ilk "Underground" müzik akımının öncüsü oldu. 70'li yılların başlarına gelindiğinde Koray Türkiye'de oldukça geniş bir dinleyici kitlesine sahiptir ve kendine özgü müzik çizgisi belirginleşmiş durumdadır.
1971'de Erkin Koray Süper Grup, 1972'de Ter gruplarını kuran Koray , 1970-1974 yılları arasında Türkiye müzik listelerinde üst sıralarda yer alan klasikleşmiş birçok esere imza atmıştır. "İlahi Morluk", "Aşka İnanmıyorum", "Mesafeler", "Züleyha", "Silinmeyen Hatıralar", 1974'te "Şaşkın", "Fesuphanallah" bu dönem eserlerindendir.
Erkin Koray 1974-1984 yılları arasında kısa sürelerle Türkiye'ye gelişleri dışında Hollanda, Almanya ve Kanada'da yaşadı. Hakkında pek fazla bilgi olmayan bu dönemde, "Estarabim", "Arap Saçı" gibi çok bilinen eserleri yayımladı. Koray 1977 yılında kurduğu Erkin Koray Tutkusu adlı LP ve aynı adlı gruptan sonra, kısa süreli beraberlikler dışında başka grup kurmamıştır.
Erkin Koray, 1982'de Benden Sana albümünü yayınladı. Albümün bir kısmını Almanya'da Köln ve Hamburg'da kaydederken bir kısmını da İstanbul'da kaydetti. Albümde Koray'a, Haluk Taşoğlu ve Sedat Avcı'nın yanı sıra Hint müzisyen Harpal Singh de destek verdi. Albümdeki şarkıların bir kısmı (Meyhanede, Öyle Bir Geçer, Sayın Arkadaşım Osman) Hint müzisyenlerin bestelerine Erkin Koray'ın Türkçe yazdığı sözlerden oluşur.
Bir sene sonra ise İlla Ki albümünü yayınladı. Bu albüm içindeki şarkılar kadar, Nuri Kurtcebe'nin çizdiği albüm kapağı ve plak versiyonunun şeffaf olmasıyla da dikkat çekiyordu. Miksajı Köln'de yapılan albümde İlla Ki, Deli Kadın, Tek Başına gibi hit şarkıların yanında Kızları da Alın Askere ve Hop Hop Gelsin gibi eski şarkıların da yeni yorumları yer alıyordu.
Türkiye'ye kesin dönüşünün ardından, ailevi sorunlarından dolayı kendisi için pek verimli geçmeyen 1985-1990 yılları arasında belki en çok bilinen çalışması olan Çöpçüler ile büyük bir çıkış yaptı. Çöpçüler'in de yer aldığı Ceylan 1985'te yayınlandı. Albümde Erkin Koray, çoğu enstrümanı kendi çalmıştı. Bu dönemde, devrin modasına uyarak piyanist-şarkıcı olarak bir restoranda müzik yapmaya başladı; nedeni olarak da "para kazanması gerektiği" olduğunu belirtti.
Bu dönemin diğer bir önemli ve özgün eserlerinden biri de 1986'da yayınlanan Gaddar albümü oldu. Anılan maddi sıkıntılar, sanatçıyı tek bir sentezleyici eşliğinde kaydedilen Çukulatam Benim (1987) gibi düşük bütçeli yapımlara zorlamıştır. Bu albümde de Şaşkın ve Sana Bir Şeyler Olmuş şarkılarının taverna müziği tadındaki yorumları bulunmaktaydı. 1989'da Hay Yam Yam albümü çıktı. Bu albümde klip çektiği Hayat Katarı şarkısı Kemal Sunal filmi Abuk Subuk Bir Film filminde kullanılmıştı. 1990 yılında yayınladığı Tamam Artık albümü de önceki albümlerinden farklı olmayan bir şekilde eski ve yeni şarkıların karışık bulunduğu bir albüm oldu.
Erkin Koray'ın hayatı genellikle ekonomik sıkıntılarla geçmiştir. Yaptığı çıkışlar, son derece popüler olan çalışmaları onu maddi açıdan rahatlatmaya yetmemiştir. Müziği kendine yaşam biçimi olarak seçmiş olan Koray ve dönemdaşı birçok özgün sanatçı, o dönemlerde belirsiz olan telif hakları, sınırlı çalışma olanakları, sağlıksız bir yapıya sahip olan müzik piyasası ve müzik dinleyicisinin düşük alım gücü gibi nedenlerle bu sıkıntılardan kurtulamamışlardır. Bunlardan bazıları küserek müziği bırakmışlar ve daha iyi maddi koşullar elde edebilecekleri işler ile uğraşmışlardır. Erkin Koray telif hakları en çok ihlal edilmiş sanatçılarımızdan biri olmuştur. Bu nedenlerle nerede ise hiçbir zaman arzu ettiği yapımları gerçekleştirecek parasal kaynak bulamamıştır.
Yenilikçi, sentezci, deneyci bir müzik çizgisi olan Erkin Koray; sıradışı şarkı sözleri, kendine özgü vokal biçemi, uzun saçları, özgün kıyafetleri ve bunun gibi daha birçok nedenle dönemin yayın tekeli olan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu TRT tarafından dışlanmıştır. Eserlerinin nerede ise tamamı yakın zamanlara kadar, TRT denetimi tarafından yayımlanmaya uygun görülmemiştir. Bu durum Türkiye'de özel yayın kuruluşlarının ortaya çıkışına kadar süregelmiş ve Koray'ın dinleyici kitlesinin sınırlı kalmasına yol açmıştır.
1990 - 1993 yıllarında, genelde Öyle Bir Geçer, Arapsaçı, Fesupanallah, Şaşkın, Sevince ve Yalnızlar Rıhtımı vb. hitleri içeren bir toplama albüm serisi ve bir de Best Of piyasaya sürdü. 1990'da yayınladığı Tamam Artık albümünden sonra bir sessizlik ve plak şirketlerine küskünlük dönemine giren sanatçı, 1991'de Tek Başına Konser adlı konser kayıtlarından oluşan dışında albüm çalışmalarına ara verdi.
1996 yılına kadar süren bu sessizlik, iddialı ve görece yüksek bütçeli Gün Ola Harman Ola albümü ile bozulmuştur. Büyük satış başarısı göstermeyen ancak eleştirmenlerce olumlu eleştiriler alan bu çalışmayı 1999 yılında yayımlanan Devlerin Nefesi adlı son albümü takip etmiştir.
Rus Beşleri
Rus Beşleri (Rusça: Могучая кучка, Moguçaya Kuçka diye okunur.) Güçlü beşler diye de bilinen M. A. Balakirev, A. P. Borodin, C. A. Cui, Modest Musorgski ve N. A. Rimski Korsakov'dan oluşan besteciler grubu.
“Rus Beşleri” ya da “Güçlü Küme” olarak tanımlanan kümenin öncüsü, “Novotor”ların ve ulusal Rusişi halk dramının baş yaratıcısı Musorgski’dir (1839–1881). Ayrıca Musorgski Rus izlenimciliğinin kurucusu olarak da gösterilmektedir. Musorgski, sanatında gülünç ve acıklı öğeleri aynı ustalıkla biçimlendirmiş ve bu özelliklerinden dolayı dünya opera literatürünün büyük yaratıcı kişilikleri arasında yer almıştır. Musorgski’nin yanı sıra tarihsel konularda daha sınırlı, fakat daha çok Rus efsanesi ve masalı üzerinde çalışan, çalgılama ve orkestralama sanatının büyük ustası Nikolay Rimsky-Korsakov ve Prens İgor operası ile ülkesinin etkileyici bir kültürel resmini, gerçekçi ve güçlü bir anlatımla betimleyen Aleksandr Borodin aynı ulusal ülküyü izlemişlerdir. Rus Beşleri’nin akıl babası olan Milly Balakirev ise opera sanatına hiç eğilmemiş, Fransa doğumlu César Cui ise müzik tarihinde pek önemli ve özgün sayılmayan bir sanatçı olarak değerlendirilmiştir.
Milly Balakirev: Beşler’in müzik eğitimini genç yaşlardan hiç aksatmadan sürdüren tek üyesidir. “Rusya” adlı senfonik şiirinde ve “İslamey” adlı piyano fantezisinde ülkenin her yöresinden halk ezgilerini etkin bir şekilde kullandığını görürüz. Eserleri arasında bulunan Do Majör Senfonisi’ni tamamlaması tam otuz yılını almıştır.
Cesar Cui: Askeri mühendislik profesörüdür. Mesleğinde generallik rütbesine kadar yükselmiştir. Gençliğinde öğrendiği fakat daha sonra askeri eğitimden dolayı tali plana ittiği müzik öğrenimiyle şarkılar, piyano parçaları ve Victor Hugo’nun oyununa dayalı “Angela” adlı bir opera bestelemiştir.
Alexander Borodin: St. Petersburg’da tıp ve kimya okumuş askeri doktorluk yapmış ve profesör olarak akademik kariyerini sürdürmüştür. Müzik bilgisini Balakiref’in yardımıyla geliştirmiştir. İlk gençlik yıllarında Mendelssohn’a karşı ilgi duymuşsa da daha sonraki yıllar Rus halk müziği onu bu tutkusundan kolayca uzaklaştırmıştır.
Modest Musorgski: Varlıklı bir ailenin çocuğudur. Müziğe karşı ilgisi destek bulmuşsa da O, ordu hizmetine oradan da kamu hizmetine geçmiştir: Fakat müziğe karşı ilgisi Harp okulunu bitirip muhafız alayına subay olarak atanmasıyla tekrar canlanır. Ve Balakiref’in etkisiyle besteciliğe başlar. Eserlerindeki modal (makamsal) karakter zamanının ve sonraki kuşakların Avrupa bestecilerini etkilemiştir.
Nikolay Rimsky-Korsakov: Rus beşlerinin en genç üyesidir. Sankt-Peterburg Deniz Harp Akademisi’nde öğrenim görürken kendini bir müzikçi olarak eğitmeyi ihmal etmemiştir. Bu arada Balakirev’ten ders alması onun Beşler’in diğer üyeleriyle tanışmasına sebep olur. Donanmadaki görevinden ayrılıp bandoları denetleme görevine geçer. Ve ölümüne kadar kadar St. Petersburg’daki konservatuvarda öğretmenlik yapar.
Beşlerin bestelerinde insan aşkı da önemli bir yer tutar. Ama bu aşk artık ulusların ve imparatorlukların yazgısına hükmetmez. Brodin’in Prens İgor’u, Musorgski’nin Boris Godunov’u ve Kovançina’sı gibi eserler tarihi gerçekliği bir şekliyle dinleleyenlerine sunar. Boris’te dramin en güçlü baş oyuncusu bizzat halktır.
Bezmiâlem Valide Sultan
Bezm-î Âlem Valide Sultan (1807 - 2 Mayıs 1853), Osmanlı Padişahı II. Mahmud'un ikinci eşi ve padişah Abdülmecid'in annesidir. "Bezm-i-Âlem" "Dünya meclisi" anlamına gelir. Osmanlı tarihinin en tanınmış valide sultanlarından biridir. Hayırseverlik için yaptığı çalışmalardan dolayı sevilen ve saygı duyulan bir Valide sultan olarak tarihe geçmiştir.
Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgi bulunmamasına rağmen küçük yaşta esirciler tarafından saraya câriye olarak getirilen bir Gürcü kızı olduğu iddia edilmektedir. Abdülmecid tahta çıktığında 16 yaşında, kendi |
si de 32 yaşındaydı. Oğlunun hükümdarlığı döneminde, öldüğü tarihe kadar 14 yıl süreyle (1839-1853) Valide Sultan oldu. Oğluna Tanzimat'ın ilanı konusunda Mustafa Reşit Paşa'ya güvenmesini tavsiye ettiği söylenir. Ayrıca, Abdülmecit'in annesini çok sevdiği, hükümetteki nazırları (bakan) seçerken annesine danıştığı bilinmektedir.
Bezmialem Sultan 2 Mayıs 1853 tarihinde Dolmabahçe Sarayı'nda vefat etti ve Divanyolu'ndaki II. Mahmud Türbesine gömüldü. Garabet Balyan'ın mimarlığı altında inşaatına başlattırdığı Dolmabahçe Camii henüz bitmemişti. Camiyi oğlu Sultan Abdülmecid annesinin anısına 1855 yılında tamamlattırarak Bezmialem Valide Sultan Camii adı altında hizmete açtı. Cami zamanla Dolmabahçe Sarayına yakınlığı nedeniyle Dolmabahçe Camii olarak anılmağa başladı.
Bezm-î Âlem Valide Sultan birçok mimari eserlerin yapılmasına öncülük etmiştir. Bu eserlerden bazıları şunlardır:
Gök gürültüsü
Gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım esnasında oluşan patlamaya benzer yüksek ses. Şimşek sonucu meydana gelen yıldırım demetlerini çevreleyen havada şiddetli bir basınç ve sıcaklık yükselmesi görülür. Yıldırım demetlerini çevreleyen havada oluşan bu ani sıcaklık ve basınç değişimi havanın hızla genleşmesine neden olur. İşte, havanın bu ani genleşmesi sonik ses dalgası yaratır, ki bu da gök gürültüsünü meydana getirir.
Gök gürültüsünün çeşitli sesleri vardır. Ağır ve derinden gelen bir ses, gök gürültüsünün uzaklardan geldiğini gösterir. Çatırtılı gök gürültüsü, yıldırımın birçok kollara ayrıldığında duyulur. Şimşek çakmasından sonra duyulan en kuvvetli sesi, yıldırımın asıl gövdesi; arkadan gelen sesi, ayrıldığı kollar meydana getirir. Ses hızı, ışık hızından çok küçük olduğundan, gök gürültüsü daima şimşek görüldükten sonra duyulur.
Dağlık bölgeler hariç, gök gürültüsünün 30-40 saniyeden fazla sürdüğü pek görülmez. Yapılan tetkiklerde bazı bilim adamlarına göre şimşek ve bunun sonucu gök gürültüsünün meydana gelmesi için elektrik yüklü bulutların uçlarındaki sıcaklığın 28 °C'ye yükselmesi gerekmektedir. Bundan başka, bulut içinde buz parçacıkları ve su damlalarının aynı anda mevcut olmaları, şimşeğin akması için gerekli görülmektedir. Böyle bir durumda bulut içinde sıcaklık -20 °C olduğu seviye etrafında pozitif elektrik yüklü ve 0 °C ile 10 °C arasında bulunan büyük bir alanda ise negatif elektrik yüklü bir merkez bulunur. Bu merkezler esas elektrik boşalım merkezleri olup, şimşek bu merkezler arasındaki kanalda meydana gelir. Kanalın sıcaklığı bir anda hemen hemen 10.000 °C'ye yükselir. Bu ısınma sonunda süratle hacmi genişleyen havadan gürültü olarak dalgalar yayılır.
Gök gürültüsü bazen şimşek mahallinden 64 km uzaktan, ses dalgalarının aşağı atmosferde kırılmalara uğradığı zamanlarda 16–25 km uzaktan işitilebilir. Buna karşılık bazen 16 km'den çok daha kısa mesafelerden bile işitilmediği de olur.
Şimşeğin gözlemciye uzaklığı çok basit bir yöntemle hesaplanabilir. Ses hızı deniz seviyesinde saniyede yaklaşık 340 metredir. Öncelikle şimşek çakması ile gök gürültüsünün işitilmesi arasındaki zaman farkı ölçülür. Bunun için bir kronometre kullanılabilir. Her bir saniye 340 metre ile çarpılır. Örneğin gök gürültüsü şimşekten 7 saniye sonra işitilmişse, şimşek 7 s x 340 m/s = 2380 metre (2,38 km) uzakta gerçekleşmiştir.
Arif Susam
Arif Susam (d. 1956, Elâzığ), Türk taverna müziği şarkıcısıdır. Ayrıca orkestra şefliği de yapmıştır. 8 yıl klasik batı müziği eğitimi almıştır. Bir ekol yarattığını düşünenler bulunur. Albümlerinin neredeyse tamamı canlı kayıttır ve canlı performans atmosferini yansıtır. Şarkılarının arasında konuşması ile ünlüdür. Emirgan Köşem Restaurant'ta 14 yıl aralıksız sahne almıştır.
İstanbul Konservatuvarı Klasik Batı müziği eğitimi almıştır. Askerliğini Yeniköy Orduevi'nde orkestra şefi olarak yapmıştır. 1982 yılında Tarabya'da sahne almaya başlamıştır. 1984'te ilk albümü olan "Efsane Aşk"ı çıkarmıştır. Ayrıca Cengiz Kurtoğlu'yla birlikte Şahin Özer plakçılığın ilk sanatçılarındandır. 1986 yılında çıkarmış olduğu "Tavernada Yıldönümü" adlı kaseti Türkiye'de 1,5 milyonun üzerinde bir satışa ulaşmıştır. O yıllara Arif Susam'ın altın yılları denilebilir.
Arif Susam Emirgan Köşem Bistro'da aralıksız 14 yıl sahne almıştır. 5 yıl kadar Kumkapı Kordon Restaurant'ta sahne almıştır. Şimdide her cumartesi günleri Mercan restaurant'sa sahne almaktadır.
D. Mehmet Doğan
D. Mehmet Doğan (d. 1947, Kalecik, Ankara), Türk yazar ve gazeteci.
SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan 1972 yılında mezun oldu.
Türk Tarih Kurumu Yeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde (1972-1974), Dergâh Yayınları’nda (1975-1977), TRT Kurumu’nda (1977-1978) çalıştı. Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluş çalışmalarını yürüttü ve Birlik Yayınları’nı kurdu. 1980’de Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nde sözleşmeli film yapımcısı ve senaryo yazarı olarak çalışmaya başladı. Film Denetleme Kurulu üyeliği yaptı. Zaman gazetesinin yayın kurulunda yer aldı ve bu gazetede “Kimlik” başlığı altında günlük yazılar yazdı (1986-1987), Yörünge dergisi'nde haftalık yazılar yazdı (1991-1992). Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yazarlık dersleri verdi (1991-1993). Vakit (Akit) gazetesinde günlük yazılar yazdı (1994-1996) ve Birlik Medya A.Ş.’nin Genel müdürlüğünü yaptı (1994-1996). TBMM tarafından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçildi (1996-2005).
Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazdı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ve Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yönetti. Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Doğan, uzun süre Türkiye Yazarlar Birliği’nin genel başkanlığını yürüttü (1978-1996). Halen Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı başkanı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödüllerinde "edebiyat dalında" 2016 yılı için ödülü verildi.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarından biridir. 1961 yılında yayımlanmıştır. Roman, Türk insanının Doğu ile Batı arasında bocalamasını irdeler.
Şiirlerinde sembolist bir dil kullanan Ahmet Hamdi Tanpınar romanlarında gerçekçi ve sosyal sorunlara eğilen bir tarzı tercih etmiştir.
Anlatım, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendine has simgeci anlatımıyla birleşip, zaman zaman gelişen olaylarla birlikte başkalaşmaktadır. İnsanların popülerliğe ve paraya verdiği önemin, insanların nasıl bir anda yüz değiştirebileceğinin altı çizilmektedir.
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü", içeriğini ve konusunu romanın karakterlerinden Nuri Efendi (Saat Ustası), Mübarek (Ayaklı ve yaşlı bir İngiliz yapımı duvar saati), Halit Ayarcı ve saat-zaman-insan ilişkilerinden almaktadır.
Yapıt çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yaşayan Hayri İrdal'ın anıları şeklinde kurgulanmıştır. Osmanlıca ve Farsça kelimelere sıkça başvurulmuştur. Dili ağır fakat anlatımı akıcıdır. Roman dört bölümden oluşmaktadır: Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru, Her Mevsimin Bir Sonu Vardır.
İki uygarlık arasında bocalayan Türkiye toplumunun tutumlarını, davranışlarını alaya alan eleştirel bir romandır.
Roman içe kapanık, önyargılı, geleneksel yaşayan ama Batılı değerleri sorgulasa da kabul eden Hayri İrdal’ın gözlemleri ve yaşadıkları üzerine kuruludur. Hayri İrdal’ın hayatı başından itibaren dikkat çekicidir. Bununla birlikte kendisi yaşamını iki kısma ayırmaktadır. Pragmatist biri olarak hayatına giren ve hayatının yönünü değiştiren Halit Ayarcı öncesi ve sonrası şeklinde. (dini/geleneksel-akılcı, Osmanlı–Türkiye)
Psikolog Dr Ramiz'e giden Hayri İrdal, "hasta adam" tanımıyla Osmanlı'nın son döneminin metaforu kabul edilir. Dr Ramiz'in ayarlanmış bir rüyayı Hayri İrdal'a zorla gördürmeye çalışması ise, toplumun devrimler yoluyla dönüştürülme çabasını sembolize eder.
Roman metafor ve nümeroloji açısından zengindir. Her kişi, eşya ve isim aslında insanların yadsınamayacak bazı yanlarını her kurum ise insan hayatındaki bazı dönemleri sembolize etmekte. Tanpınar tasavvufta anlatılan "seyri sülük" insanın manevi yolculuğunu bu romanda işlemiş.Kat be kat metaforlar. Baba-oğul, Ahmet, Zehra, Sabriye, Halit, Hayri, v.b. romandaki tüm isimler aynı zamanda bir gönderme İbn Arabi'nin Fusus-ul Hikem'i Fuzuli'nin Sıhhat ile Maraz ve Rind ile Zahid'i, Hüsn-ü Aşk bu geleneği çözümlemek için bakılması geren temel eserler arasındadır.
Zaman “atlıkarınca” gibi döngüsel mi? Yoksa “bisiklet” gibi çizgi şeklinde mi? Birey/toplum değişir mi? Yoksa birey/toplum doğuştan itibaren kaderi için mi yaşamaktadır? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında, zamana, bireye ve topluma yönelik gözlemler,yukarıdaki sorular ekseninde okura tekrar ve tekrar sorulmaktadır. Romanda geçen saat, bireyin/toplumun içsel ve dışsal zaman algısıdır.
""Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır..."
"Bu da gösterir ki, zaman mekân, insanla mevcuttur.""
"Bir insanın hayatına lüzumundan fazla girmekten daha korkunç bir şey yoktur."
Mehmed Niyazi Özdemir
Mehmed Niyazi Özdemir (d. 8 Nisan 1942, Akyazı - ö. 11 Mayıs 2018, İstanbul), Türk tarihçi, yazar ve mütefekkir.
İlk ve orta okulu Akyazı'da okudu. Liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde bitirdi. Sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi; 1967’de oradan mezun oldu. O zamanlarda hukuk fakültesinde takıntısız olarak üçüncü sınıfa geçenler, dekanlığa müracaat edip, izin alarak edebiyat fakültesinin herhangi bir bölümüne de devam edebiliyorlardı. Bu imkândan faydalanarak Edebiyat Fakültesi'nin felsefe bölümünden de sertifika aldı. Mezuniyetini takiben devlet felsefesi sahasında doktora yapmak için Almanya'ya gitti.
Brilon'daki Goethe Enstitüsü'nde Almanca öğrendi. Marburg Üniversitesi'ne intisap ederek burada Prof. Dr. Ditrich Pirson'un yanında "Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler" başlıklı doktorasına başladı. Uzun yıllar Almanya’da oturdu. 1988 yılından beri Türkiye’de ikamet etmektedir. Tercüman ve Zaman gazetelerinde yazdı. 1987'den itibaren ilk başta haftada üç gün, sonraları haftada |
bir gün Zaman gazetesinde yazdı. 10 Nisan 2016 tarihinden itibaren her pazar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazısı yazmaya başladı. Ayrıca; Genç Akademi, Nizâm-ı Âlem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergiler için kaleme aldığı makale ve yazıları çeşitli Batı dergilerinde de neşredilmiştir.
Mehmed Niyazi Özdemir, tezli romanlarıyla tanınan bir yazar ve düşünürdür. Eserlerinde millî konuları işlemeyi şiar edinmiştir. Fikrî eserlerinde ise Türkiye'nin sosyal yapısı hakkındaki görüş ve düşüncelerini açıklamıştır. 11 Mayıs 2018 tarihinde İstanbul'da Acıbadem Koşuyolu Hastanesi'nde ölmüştür.
(Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü verildi)
Çanakkale Savaşı'nı destanî tonda anlatan roman, (1998) (Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü).
Akyazı'nın ilçe olma aşamasında yaşanan dostluk öyküleri anlatılıyor.
Durali Yılmaz
Durali Yılmaz, bir akademisyen ve yazardır.
1948 yılında Acıpayam'da Köke Köyü'nde doğdu. İlköğrenimini burada yaptıktan sonra orta ve lise öğrenimini Burdur'da, yükseköğrenimi İstanbul'da tamamladı. Yeni Türk Edebiyatı sahasında doktora yaptı. Aynı sahada doçent, 1993'te profesör oldu. 1988 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde doçent olarak göreve başlayan Yılmaz, burada Tanıtım ve Halkla İlişkiler Bölüm Başkanlığı yaptı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde de Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü. Harp Akademileri'nde basın ve halkla ilişkiler dersleri verdi. Halkla İlişkiler, Gazetecilik ve Radyo-TV Anabilim Dallarında yüksek lisans ve doktora tezleri yönetti. 1995 yılında Muğla Üniversitesi'ne gelerek buradaki Fen-Edebiyat Fakültesi'nin Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümünün kuruluşunu tamamladı. 1996 yılında Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı görevini üstlendi; bu fakültenin kimya, felsefe, sosyoloji bölümlerinin kuruluşunu sağladı. Tekrar İstanbul Üniversitesi'ne döndü ve Türk Dili Bölümü başkanı oldu.1999 yılında emekliye ayrıldı. Bir süre Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi'nde çalıştı. 2001 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi'ne geçti. Burada Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün kuruluşunu tamamladı. Halen bu üniversitede görev yapmaktadır.
1965 yılında henüz ortaokul öğrencisiyken Burdur'un Sesi aldı mahalli gazetede ilk kez yayınladığı çalışmalarını daha sonra Diriliş, Hisar, Hareket, Büyük Doğu gibi dergilerde sürdürdü. Gazetelerde sanat sayfaları düzenledi ve köşe yazarlığı yaptı. Türkiye Millî Kültür Vakfı, KASD, DEN-BİR ödüllerini alan Yılmaz'ın eserleri hakkında yerli ve yabancı basında çok sayıda değerlendirme yazıları yayınlanmıştır.
Seyit Ali Çabuk
Seyit Ali Çabuk veya Seyit Ali Onbaşı, (d. Eylül 1889 - ö. 1939) I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde çarpışan Türk asker.
1889 yılının Eylül ayında Balıkesir'in Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünde dünyaya geldi. Babası Abdurrahman, annesi Emine idi.
1909 yılında Osmanlı Ordusu'na katıldı. Balkan Savaşı'nda çarpıştı. I. Dünya Savaşı'nın başlaması ile Çanakkale Cephesi'nde topçu eri olarak göreve başladı.
18 Mart 1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevliydi. Türk topçusunun yoğun karşı ateşi ve daha önceden Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlar, bu saldırıyı püskürttü. Yapılan atışlar sebebiyle tabyada bulunan topun mermi kaldıran vinci parçalandı. Bunun üzerine Seyit Ali 215 kilogram ağırlığındaki top mermilerini sırtlayarak top kundağına yerleştirdi. Seyit Ali, ilk iki atışta Ocean'a hafif bazı hasarlar verdiyse de, üçüncü atışında İngiliz zırhlısı Ocean'a ağır yara verdi. Atılan mermi geminin su kesiminin biraz altına isabet ederek geminin anında yan yatmasına neden oldu, daha sonra Nusret mayın gemisi'nin döktüğü mayınlardan birine çarptı. Ocean' da bu yaradan kısa bir süre sonra alabora olarak battı. Bu yüzden komutan ona onbaşılık unvanını verdi.
Çanakkale savaşından bir gün sonra Seyit Ali Onbaşı'dan top mermisi sırtında fotoğrafı çekilmesi istendi. Seyit Ali Onbaşı ne kadar zorlansa da top mermisini kaldıramadı. Sonra Seyit Ali Onbaşı “Yine savaş çıksın, yine kaldırırım” dedi. Bundan sonra ancak fotoğrafı tahta bir mermiyle çekilebildi.
Savaşın sona ermesi ile 1918'de köyüne dönen Seyit Ali, ormancılık ve kömürcülük işlerine devam etti. 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu ile Çabuk soyadını aldı. Seyit onbaşı 1939 yılında verem hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.
Sibel Alaş
Sibel Alaş (d. 13 Şubat 1973, Kocaeli), Türk şarkıcı, söz yazarı, çevirmen.
Önceleri Yonca Evcimik'e vokalistlik yapan Sibel Alaş, ilk olarak 1995 Haziran ayında Mustafa Sandal'ın eşliğinde kendisinin ilk albümünü çıkardı. Aynı zamanda albüme de ismini veren "Adam" isimli parça o zamanlar çok tutulmuştu. 1996 Aralık ayında ikinci albümü "Fem" ile beraber artık söz yazarlığı konusunda da ne kadar iyi olduğunu göstermiştir. Kendine özgü tarzı özel bir hayran kitlesi toplamıştır. 1998 Mart ayında üçüncü albümü "Çocuk"u çıkardığında bazıları albümlerine niçin bu isimleri verdiğini sormuşlardır; Adam, Kadın (Fransızca Femme) ve Çocuk. Burada fem ağız anlamındadır. gonca fem, gonca gibi tam açılmamış güle teşbihen küçük ağız demektir.Sibel Alaş'ın albümlerinde dikkati çeken bir başka husus ismini "sibelalaş" şeklinde yazmasıdır. 1996'da prodüktörü Zeki Aköz ile dünya evine girmiştir. O zamandan bu zamana müziğinin tadı hayranlarının damağında kalmıştı ki 7 yıl aradan sonra 28 Nisan 2006'da "Carpe Diem" (Günü Yakala) isimli yeni bir albüm çıkardı.
1996'da yapılan 2. Kral TV Video Müzik Ödülleri töreninde en iyi çıkış yapan kadın şarkıcı ödülünü Sibel Alaş almıştır. Yine aynı yıl aynı ödül töreninde sanatçının "Adam" klibi yılın en iyi klibi ödülüne layık görülmüştür. Ödülü klibin yönetmeni Abdullah Oğuz almış, Aralık 2005'te ise beyninde AVM (kılcal damarlardan birinde kitle) olduğu ortaya çıkan sanatçının tedavisi devam etmektedir .
Alaş'ın henüz iki yaşındayken alıp koruyucu annelik yaptığı Tuğçe adında bir kızı vardır.
Günümüzde kitap çevirmenliğiyle uğraşmaktadır. George R. R. Martin'in Buz ve Ateşin Şarkısı serisini Türkçeye çevirerek adından sıkça söz ettirmektedir.
Arzamas
Full Metal Jacket
Full Metal Jacket, Stanley Kubrick'in hem yönetmenliğini, hem yapımcılığını hem de senaristliğini üstlendiği 1987 yapımı film.
Vietnam Savaşı öncesi Amerikan ordusunun eğitimleri ve Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusundaki askerlerin başından geçen olağan olaylar anlatılmaktadır.
Vietnam Savaşı'nı konu alan bu filmin özgün adı olan "Full Metal Jacket", Amerikan piyade erlerinin kullandıkları bir tür mermiden gelmektedir. "Full metal jacket bullet" ("Tam metal kaplama mermi") adı verilen bu mermilerin kurşun çekirdekleri, namlunun yiv-setlerine tam oturup daha istikrarlı ve enerji kaybı olmaksızın yol alabilmesi için bakır gibi yumuşak ve kayıcı bir metalle kaplanmaktadır. Bu kaplama namlunun nazik iç yapısını da korumaktadır.
Beyzbol
Beyzbol, Amerikan kökenli, Amerika ve Uzak Doğu ülkelerinde (özellikle Kore ve Japonya'da) çok popüler bir spor türü.
Beyzbol genellikle 9 inning ( atış sırası ) oynanır. Her iki takımda her inning'de bir savunma ve bir hücum oyuncusu bulunur.
Hücumdaki takımın her oyuncusu sırayla sayı kalesine gelir ve fırlatıcı tümseğinden fırlatıcının sayı kalesinin arkasında duran yakalayıcıya attığı topa sopayla vurmaya çalışırlar. Fırlatıcının atışının, vuruş alanı içinden geçen, geçerli bir atış olup olmadığına sayı kalesinin arkasındaki hakem karar verir. Fırlatıcı dört geçersiz atış yaparsa, vurucuya birinci kaleye yürüme hakkı vermiş olur. Eğer bir vurucu, üç kez geçerli atışa vuramazsa, vurduğu topu karşı takımın yakalayıcısı havada yakalarsa ya da vurduğu topu ceza alanına düşürürse oyun dışı kalır. Üç oyuncusu oyun dışı kalan takım hücum hakkını kaybeder ve savunma konumuna geçer. İki takım da vuruş hakkını tamamlayınca inning tamamlanır.
Vurucu, topa isabetli bir vuruş yaptığında birinci kaleye koşar. Savunma konumundaki karşı takımın oyuncularının topu alıp kale bekçilerine ulaştırmasına kadar geçen sürede öbür kaleleri de dolaşarak sayı kalesine dönebilir. Vurucu bu durumda sayı turunu tamamlamış olur. İsabetli bir vuruştan sonra bir kaleye ulaşabilen vurucu o kalede durabilir ve bir sonraki vurucunun koşusu esnasında o da ilerideki kaleye koşabilir.
Eğer vurucu iyi bir vuruşla topu çitlerin dışına gönderirse, buna sayı turu vurmak denir. Sayı turu vuran oyuncu, yakalanması söz konusu olmadan, kalelerden geçerek sayı turunu tamamlar. Sayı turu vurulduğu zaman eğer kalelerde koşucular varsa, onlar da sayı turunu tamamlarlar. Bir vurucunun takımına sağlayabileceği en büyük yarar sayı turudur. Çünkü normal bir koşuda bir vurucu ancak bir sayı kazandırabilirken, sayı turunda sahada ne kadar koşucu varsa bir o kadar daha sayı kazandırmış olur.
Anne Frank
Anneliese "Anne" Marie Frank (12 Haziran 1929 - Şubat 1945), Holokost'un simge isimlerinden bir Yahudi kız.
Babası Otto Frank bir banka görevlisiydi. 1929 Büyük Buhran'ı ile işleri kötüye gidince 1933 yılında iş ilişkilerini kullanarak Hollanda'ya gitmenin bir yolunu buldu. Adolf Hitler'in Hollanda'ya girmesiyle birlikte, buradaki Yahudilere Almanya'daki gibi kısıtlamalar getirilir. Ablası Margot'la birlikte sadece Yahudilerin okuduğu okulda eğitim almaya başlar.
Yahudilerin kendi işlerini kurmaları ve işletmeleri yasak olduğu için babası işlerinin başına yakın bir dostunu geçirir. Temmuz 1942'de Anne'nin ablası Margot'a bir celp gelir ve SS merkezine çağırılır, Yahudi olarak işaretlenir. Anne Frank, 14 yaşındayken Otto Frank'ın Prinsengracht'taki ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmede saklanmaya başlar. Beraberlerinde yakın dost oldukları 4 kişi daha vardır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını, ihtiyaçlarını Otto Frank'ın sekreteri Miep Gies sağlar. On üçüncü yaş gününde kendisine hediye edilen bir ajandayı günlük olarak kullanmış ve saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazmıştır. Yazdığı yazılar Kitty adında birine ithafen yazılm |
ıştır. İki yıl sonra saklandıkları yer polis tarafından basılır.
Frank ailesi ve diğer aile trenle Polonya'daki Auschwitz toplama kampına gönderilir. Bir süre sonra Anne Frank ve diğer ailenin üyeleri farklı toplama kamplarında ölürler. Aynı yılın sonbaharında Anne Frank ve ablası Margot Bergen-Belsen kampına gönderilirler. Margot ve Anne tifüsten ölür. Auschwitz'de kalan baba Otto Frank, Kızıl Ordu'nun gelmesiyle kamptan kurtulur. Baba Frank'ın elinde, eski sekreteri Miep'in kendisine ulaştırdığı Anne'nin günlüğü vardır ve bu günlüğü defalarca okur. Sonra bir kopyasını profesör bir arkadaşına gönderir. Yakın çevresinin baskısıyla da günlüğünü yayımlamaya karar verir. İlk olarak 150 bin adet basılır. Bu baskıyı daha birçok baskı takip eder. 60 dile çevrilmiş ve en çok satanlar listesine girmiştir.
Bir süre sonra Frances Goodrich ve Albert Hackett bu kitabı tiyatroya uyarladı ve ilk kez Broadway Sahnelerinde oynandı. Daha sonra Münih Kommerspiele Tiyatrosunda tek dekorlu bir tiyatro olarak Alman tiyatrocu Christia Keller tarafından canlandırıldı.
Tarık Tolunay
Tarık Tolunay, 1970 İstanbul doğumludur. 1989 Oğuz Aral Gırgır'ının son kuşağından bir çizerdir. Karikatür, çizgiroman, storyboard, illüstrasyon ve animasyon alanlarında çalışmıştır. Şu anda çalışmalarına serbest olarak devam etmektedir.
At
At, Atgiller (Equidae) familyasına dâhil otobur bir memeli hayvandır. Evcilleri olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang” ve Altay dağlarının her iki yanındaki açık arazilerde “Prezewalski” denen yabani atlar sürüler halinde yaşar. En meşhur at türleri Arap, İngiliz, Çin, Ahal Teke ve Midillidir.
Tek tırnaklılar takımının, Atgiller familyasından bir memelidir. Erkeğine "aygır", dişisine "kısrak", yavrusuna "tay", yumurtaları çıkarılmış, iğdiş edilmiş olana da "beygir" denir. Küçük başlı ve kısa kulaklıdır. Yelesi ve kuyruk ucu uzun kıllıdır. Ömrü 20 ila 30 sene civarındadır. Arapça da binek ve yük hayvanı olan ata; dabbe, matiyye, Farsçada semend, tusen denir. Firdevsinin Şehname efsanelerinde adı geçen çil ata da rahş (رخش) denir. Hepsi otla beslenir. Geviş getirmezler. Memeleri kasık bölgesinde arka ayaklarına yakındır. Üçüncü parmakları geniş bir tırnakla çevrilmiş olup “ toynak” adını alır. Bunun üzerine basarak yürürler. Ayrıca atların insanlardan 18 tane fazla kemiği vardır.
İnsanlara hizmet eden hayvanların en kabiliyetlilerindendir. İnsanların, harp meydanlarında, izinsiz gösteri kontrolünde, yük taşımada, yarış, cirit, çit atlama ve av sporlarında yardımcısıdır. Silah gürültüsüne ve bando sesine rahatlıkla alışır. Atlar aynı zamanda dizlerini kilitleyebilir.
At, cesur ve atılgan olduğu gibi sahibine son derece itaatkardır. Sahibi dilerse dolu dizgin, dörtnala koşar, isterse aheste yürür, isterse durur. Her durumda sahibini memnun etmeye dikkat eder. Yorgunluğa bakmaksızın kendini çatlatmak pahasına da olsa olanca gayret ve kuvvetini itaat uğruna sarf eder.
Atlar, bacak kemiklerinin kilitlenme özelliği sayesinde ayakta uyurlar ve kendilerini güvende hissederlerse yatarak da uyuyabilirler. Yatarak uyumak atlar için daha sağlıklıdır. Bir at yatarak uyuduğunda sürüdeki diğer atlardan biri yanında ayakta durur veya derin olmayan biçimde ayakta uyur. Tamamen yalnız olan bir at içgüdülerinin tehlike uyarısı nedeniyle hiç derin uyuyamaz ve bu nedenle uyku kalitesi düşer.
Atların değişik yürüyüş biçimleri vardır. Bunlar atın dört ayağının yere temas durumu, dördünün birden havada oldukları zaman diliminin kalanlarına göre uzunluğu, kaç zamanlı olduğu, her seferinde kaç nal sesi duyulduğu gibi özelliklere göre isimlendirilir: örn. "adeta", "tırıs", "rahvan", "rahim", "ramize", "eşkin", "dörtnal" gibi. Attan ata ve aynı at için duruma göre yürüyüş şekli değişiklik gösterir. Atın adımlarının yere temas sırası, nal sesleri ve zıplama durumları benzese de, kas kullanımı, bacak uzunluk ve açıları, zıplama yüksekliği gibi faktörlere bağlı olarak başka ortalama sürat, ve başka binicilik tekniği gerektiren durumlar ortaya çıkar.
Taksonomi ve Evrim
Evcil atlar: Bazı bilim adamlarına göre atı ilk evcilleştiren topluluğun İskitler olduğu söylenmektedir. Tahminen 5500 seneden beri insanlara hizmet etmektedir. Bugünkü modern atların Asya yaban atından türediği şüphelidir. Bazı zoologlar Avrupa yaban atından türediğini ileri sürmektedirler. evcilleştirilmiş atların birçok soyları vardır. Bugün küçük Midilli atları ile Safkan Arap atlarının soy kütüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Atlar 20-30 sene yaşar, bazı kısraklar 15 yaşına kadar doğurur. On bir ay gebe kalır ve bir yavru doğururlar. Yavrunun gözleri açık olarak doğar ve birkaç dakika sonra ayağa kalkarak annesini takibe başlar. Yük çekme ve taşıma atları, kalın bacaklı, iri cüsselidir. Binek ve yarış atları ince uzun bacaklıdır. Atlar arasında haset yok ise de, birbirlerine gıpta etmek huyları vardır. Bu da yarışta, hendek ve çit atlamada kendini gösterir. Birbirlerine imrenerek daha hızlı koşup öne geçmek isterler. Saatte 60–70 km hızla koşanları vardır.
Erkek eşek ile kısrak (dişi at) çiftleştirilirse katır elde edilir. Aygır (erkek at) ile dişi eşeğin (kancık) çiftleşmesinden de bardo ya da ester denen katır çeşidi elde edilir. Her iki melez de üremezler. Katır, bardodan daha dayanıklıdır. Kemikleri kırılırsa operasyon maliyetinin fazlalığı ve postoperatif dönemdeki bakım güçlükleri nedeniyle genellikle ötenazi yapılır..
Arap atı: Çok dayanıklı mükemmel bir binek ve yarış atıdır. İngiliz atlarından daha dayanıklı olup, 24-28 saat hiç su içmeden yol alabilir.
İngiliz atı: İyi bir binek ve yarış atıdır. Özellikle yarış için yetiştirilir. Arap aygırı ile İngiliz yerli kısraklarının çiftleştirilmesinden türetilmiş bir soydur. Arap atından daha uzun bacaklıdır.
Midilli atı: Küçük, sâkin ve dayanıklı bir at çeşididir. Keçi veya koç iriliğindedir. Çocuklar için iyi bir binek hayvanıdır. Hafif gezinti arabalarına koşulduğu gibi maden ocaklarında da istifade edilir. Shetland, İzlanda ve Norveç midillileri meşhurdur.
Çin atı: Bacakları İngiliz atından daha kısa ve Arap atından daha uzundur. Bu sebeple yarışlar için uygun değildir, çünkü kısa mesafelerde çok yüksek hızlara çıkamamaktadır. Fakat bacaklarının uzunluğu sayesinde çok uzun mesafelerde ortalama bir attan daha fazla yol kat eder, daha dayanıklıdır. Bu da Çin atlarını tarih boyunca Orta Asya kavimleri tarafından tercih edilen bir tür haline getirmiştir. Yarışlar için uygun atlar olmadıkları için türleri tükenme tehlikesi altındadır.
Belçika atı Felemenklere özgü bir attı. Büyük gövdeli olmasına karşın bacakları kısadır.
Bugün Amerikan bozkırlarında yaşayan Mustang adı ile anılan vahşi atlar, İspanyolların Amerika’ya götürdükleri ehli atlardan kaçanlardan yabanileşenlerdir. Az yiyecekle yetinip, her türlü iklim şartlarına dayanırlar.
Tarpan adıyla anılan Avrupa yaban atının (E. caballus gmelini) 1876’dan beri nesli tükendi. Bugün eski dünyada hala neslini devam ettiren yalnız bir yaban atı türü vardır. Bu at Orta Asya Moğolistan’ının soğuk ve ıssız ovalarında yaşar. Asya yaban atı veya Prezewalski dendiği gibi Moğol yaban atı da denir. Altay dağlarının her iki yanında yaşar. Siyah kısa ve dik yeleleri ile, ağır ve iri başları, küçük kulakları, uzun kıllı kuyrukları ile evcil atlardan farklılık gösterirler. Renkleri kırmızımtrak kahverengi olup çekici bir görünüşleri vardır. Burun kısımları beyazdır. Kışın kılları uzar ve böylece soğuktan korunurlar.
Atın rengine "don" adı verilir. Başlıca at donları yağız (kara), al (kızıl-kahve, kırmızıya çalan at kestanesi rengi), beyaz, doru (gövde kahverengi, yele, kuyruk ve ayakların uçları kara), kula (gövde koyu sarı, yele, kuyruk ve ayakların uçları kara), kır (koyu kıllarla karışık ak), boz (al don üzerine ak kıllar) ve ahreçtir (kıllar beyaz ve kırmızı, yele ile kuyruk siyah). Bu renkler de kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılır (kuzguni yağız, donuk yağız, kirli yağız vb.).
Avrupa, Asya, Avustralya ve Amerika’daki geniş bozkırlarda hâlâ vahşi at sürüleri (mustang) yaşamaktadır. Evcil atlar haralarda yetiştirilir. İstanbul'un ilk Arap Atı harası 1865’te Malatya Sultansuyu yanındaki Aziziye’de kuruldu. Türkiye'de ilk modern harası ise 1923’te açılan Karacabey harasıdır.
Tarık Tarcan
Tarık Tarcan (d. 14 Nisan 1958, Bursa) Türk oyuncu, manken, spiker. Show TV'de zamanında sunduğu Çarkıfelek yarışma programı ile hatırlanır. Bir dönem Star TV'de de En Büyük Yarışma, Bu Yarışma isimli yarışma programını sunmuştur.
Tekke Tepe
Afyonkarahisar-Antalya-İzmir-Dinar-Isparta yol kavşağıdır. Tekke Tepe daha çok bölge halkı tarafından burada bulunan gazino-taverna dolayı eğlence merkezi olarak bilinir. Bölgede alkollü içkili ve dansöz eğlencelerinin yapıldığı değişik mekanlar vardır. Genellikle askerliğe adım atacak kişileri eğlendirmek ve bölgenin eğlence ihtiyacını karşılamak amacıyla kullanılır.
Asıl Tekke Tepe denilen mevki: Trt batı akdeniz vericisinin bulunduğu tepedir. 1850m Rakımlıdır. Keçiborlu Özbahçe köyünden tepeye ulaşım vardır.
Vanilya
Vanilya ("Vanilla planifolia"), Orchidaceae (salepgiller) familyasından birçok tropikal ülkelerde yetiştirilen, tırmanıcı gövdeli bir bitki türü.
Vatanı Meksika, Madagaskar, Cava ve Antillerdir. Bitkinin yaprakları sapsız, yassı ve etlidir. Meyveleri 15–20 cm uzunlukta, yassı, iki uca doğru incelmiş, parlak siyahımsı renkli bir kapsüldür. Kokusu özel ve tadı acıdır.
Vanilya asıl olarak bir bağ bitkisidir. Vanilya ekolojik olarak Güney Amerika'nın kuzeydoğusunda Meksika’nın Atlantik okyanusuna bakan tarafında yetiştirilmiştir. Vanilya önceleri tapınaklarda koku vermek veya kötü ruhları uzak tutmak için kullanılırdı. Sonradan Meksikalılar Vanilyayı içeceklerine tat vermek amacı ile kullanmaya başladılar.
Doğal ortamında vanilya bitkisi Karayiplerden Ekvatorun Pasifik kıyılarına kadar kendisine yerleşim alanı bulmuştur. Günümüzde ise Ekvatorun her iki tarafında yaklaşık 20 derecelik bir alanda yetiştirilebilmektedir. Dünya üzerinde yaklaşık 150 vanilya türü vardır ancak Bourbon, Tahiti ve Hint Vanilya |
sı ticari olarak yetiştirilmektedir.
Avrupa'ya vanilyanın tanıtılması ise Amerika kıtasının keşfinden sonra 1520 yılında kakao bitkisi ile beraber İspanyollar tarafından getirilmesi ile başlamıştır. Ancak Vanilya bundan sonra tüm çabalara rağmen çok uzun bir süre Meksika dışında yetiştirilememiştir. 1837 yılında ise vanilyanın polenizasyonunu o yöreye özgün bir arı cinsi tarafından gerçekleştirildiği anlaşıldıktan 4 yıl sonra Bourbon adalarında yaşayan Edmond Albuis tarafından elle polenize etme yöntemi bulunmuştur. Vanilya ekiminden sonra ilk ürünü yaklaşık 3 yıl sonra verir.
Çok fazla işçilik gerektiren bir süreçtir. Çubuk yeşil meyve halindeyken yaklaşık 9 ay boyunca tadını alması için bekler. Meyve koparıldıktan sonra hala yeşildir ve henüz tam anlamı ile tadı ve aroması oluşmamıştır. Bu tat ancak kurutma işleme sürecinden sonra oluşur. Meyve koparıldıktan sonra güneşte kurutulur. Ancak günümüzde pek çok ülkede meyveler sıcak suda bekletildikten sonra güneşe konulur. Bu kuruma sürecinde meyve yaklaşık %20 oranında küçülür. İşleme bittikten sonra ürünler ayrıştırılır 1-2 ay boyunca dinlenmeye bırakılır.
Vanilyanın yetiştirilmesi, polenizasyonu (polenleme işlemi) ve ekimi hiçbir makine, kimyasal gübre veya tarım ilacı kullanmadan tamamen elle yapılır. Vanilya yetiştiricileri- ki genelde kadın ve çocuklardır- eğer yeteri kadar hızlı çalışırlarsa günde yaklaşık 1000 ile 2000 arası vanilyayı polenleyebilirler. En fazla işçilik gerektiren zirai üründür. Aynı zamanda Dünya'da Safran'dan sonra en pahalı ikinci baharattır.
Yeşilken toplanıp, sonra suda haşlandıktan sonra kurutulan meyveleri kullanılır. Özel kokulu vanilin maddesi ancak fermentatif bir kurutma sonucunda meydana gelmektedir. Vanilin meyveden glikosit ile bağlı durumdadır. Ancak böyle bir kurutma esnasındaki mayalanma ile serbest hale geçmektedir. Genellikle evlerde kullanılan vanilya doğal değildir. Pasta, çikolata, dondurma, şekerleme, kahve, kakao ve kola, likör gibi pek çok ürüne tat katmak için kullanılır. Vanilya, mide ve sinir sistemini üzerinde uyarıcı etkilere sahiptir. Koku verici olarak gıda ve parfüm sanayiinde kullanılmaktadır.
Vanilya 3 şekilde kullanılabilir. Çubuk vanilyayı bütün olarak, öğütülmüş olarak veya Vanilya Özü olarak kullanabilirisiniz. Vanilyanın belki de en fazla sevildiği alan Dondurma ve sütlü tatlılardır. Ancak genel olarak tüm tatlılarda, hamur işlerinde, kahve, çikolata ve pek çok diğer gıda ürünün tadını ve aromasını zenginleştirir. Ayrıca kozmetik sektörü de vanilyanın yoğun kullanıldığı alanlardan biridir.
Vanilyayı bütün olarak yapacağınız yemeklere ve tatlılara katabilirsiniz. Burada değişik kullanım yöntemleri vardır. Örneğin sütlü tatlılarda sütü kaynatırken belirli bir süre Vanilya çubuğu ile kaynatabilirsiniz. Eğer daha kuvvetli bir aroma vermek istiyorsanız Vanilya çubuğunu ortadan uzunlamasına ikiye ayırarak kullanabilirsiniz. Ayrıca yemek ve tatlılarınızda süsleme amaçlı olarak da kullanabilirsiniz. Bunun dışında şeker, bal veya reçel gibi ürünlerinizin içinde bekleterek 1-2 hafta gibi sürelerde aromasını tamamen ürüne verdirebilirsiniz.
Vanilyayı hazır öğütülmüş olarak alarak veya kendinizde öğüterek kullanabilirsiniz. Bu şekilde öğütülmüş vanilyayı genelde şekerleriniz ile karıştırabilir veya kullanmak istediğiniz tatlılarınızda yine bu şekilde kullanabilirsiniz.
Vanilya çubuklarının belirli bir süre için alkol veya gliserollü bir karışımda bekletilmesi ile elde edilir. Bu şekilde kullanım pratik olduğu için endüstriyel veya ticari kullanımlarda tercih edilmektedir. Vanilya ve solüsyonun oranına göre derecelendirilmektedir. Örneğin 2X olan bir öz 1X olan öze göre 2 kat daha fazla Vanilya özü içerir, yani daha yoğundur ve daha az kullanarak aynı sonucu elde edebilirsiniz demektir.
Vanilin
Vanilin, kimyada 4-hidroksi-3-metoksibenzaldehid ismiyle bilinen, tabii olarak vanilyanın meyvesinde glikozit halinde bulunan hoş kokulu bir madde. İğne kristaller halinde, renksiz, ergime noktası 82 °C olan bu aromatik bileşik, alkolde, eterde ve yağlarda soğukta dahi çok iyi çözünür Fakat kaynar suda çok az çözünür. Kapalı formülü CHO olan vanilinde hidroksi(-OH) ve karbonil(-C=O) grupları bulunmaktadır. Vanilya bitkisinden elde edildiği gibi sentetik olarak da elde edilir.
Rasim Özdenören
Rasim Özdenören (d. 20 Mayıs 1940, Kahramanmaraş), Türk öykü ve deneme yazarı. Alâeddin Özdenören'in ikiz kardeşi.
Özdenören, ilk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu illerinde tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünü bitirdikten sonra Devlet Planlama Teşkilatında uzman olarak çalışan Özderen, 1970 yılında araştırma amacıyla ABD’ye giderek çeşitli eyaletlerde iki yıl kadar kalmıştır. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine getirilmiş; aynı Bakanlıkta bir yıl da müfettiş olarak çalışmıştır. 1978'de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra geri dönmüştür.
Rasim Özdenören’in, Türk edebiyatında adını duyurmaya başladığı yıllarda; köy romancılığının etkisi azalmaya, varoluşçu yazarların etkisiyse artmaya başlamıştı. Dönemin eserlerinde rastlanan ağırlıklı Batılı anlayışın aksine Özdenören, öykülerini çocukluğundan itibaren Anadolu’nun köy ve kasabalarında edindiği izlenimlerden yararlanarak ayrıntılı betimlemelerle ve insanın evrensel yanlarını öne çıkararak yazmıştır.
İlk gençlik yıllarından itibaren edebiyata ilgili bir arkadaş grubuna dahil olan Özdenören, bu grubun içinde sonraki yıllarda şekillenecek edebî kişiliği için önemli bir zemin bulmuştur. Özdenören’in okumaları ve edebî ilgileri büyük oranda bu arkadaş grubunda şekillenmeye başlamış; sonraki yıllarda tanıştığı Sezai Karakoç’un etkisiyle de bir bütünlük kazanmıştır.
Özdenören’in Amerika’da iki yıla yakın bir süre kalarak çağdaş dünyanın önemli merkezlerinden birini tanıması, eserlerine olumlu şekilde yansımıştır. Öykülerinde yerli olmak nedir, bu nasıl gerçekleştirilir, sorularına cevap aramış; hikâyelerinin kahramanlarını, gerçek hayattan almaya çalışmıştır.
İslami kimliğiyle tanınan bir öykücü olmasına rağmen eserlerinde, inandığı şeyleri okuyucusuna dayatmamaya özen göstermiş; vermek istediği mesajı öyküyü zara vermeden, akışı ve yapıyı bozmadan anlatmaya çalışmıştır. Anlatımında dili ustalıkla kullanmış; yer yer şiirsel ifadelere de yer vermiştir.
Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikâyeleri, televizyon filmlerine uyarlanmış; bunlardan ilki, Uluslararası Prag Televizyon Filmleri Yarışması'nda jüri özel ödülünü almıştır.
Özdenören hakkında pek çok tez, dergi özel sayısı ve kitap yazılmıştır. Kendisini anlatan tezlerden bazıları şunlardır:
TRT 1'de yayımlanmış olan Yedi Güzel Adam dizisinde, Rasim Özdenören'i Mertcan Sevimli canlandırmıştır.
Nandu
Nandu ("Rhea americana"), nandugiller (Rheidae) familyasından anavatanı Güney Amerika olan uçamayan bir kuş türü.
Darwin nandusu ile beraber nandugilleri (Rheidae) oluşturur. Bu kuş ile arasındaki fark, bariz olarak daha büyük olmasıdır. Daha çok rastlandığından daha fazla tanınırlar.
Boyları 1,25 m ile 1,40 m arasında değişir (sırt yüksekliği yaklaşık 1 m). Ağırlığı 20 ile 25 kg olan nandular, kıtanın en büyük kuşlarıdır. Tabii bu tabir türün erkekleri için geçerlidir. Zira deve kuşundaki gibi erkek nandular dişilerden ortalama olarak daha iridir.
Nandu, gevşek ama çok bol gözüken tüylere sahiptir. Uçamayan kuşlar içinde en büyük kanatlara sahip olanıdır. Bacakları uzun ve kuvvetli, ayakları 3 parmaklıdır. Koşarken 60 km/sa. hıza ulaşabilir. Ayrıca çok iyi bir yüzücüdür.
Tüylü kıyafeti gri ya da kahverengi olup genelde erkek daha koyu renkli ve daha iridir. Türün bireyleri, boyun altındaki siyah tüy farklılıklarından ayırt edilirler.
Nandular Güney Amerika Pampalarında Arjantin ve Uruguay'dan Brezilya'nın kuzeydoğusuna kadar yayılmışlardır. Bu kuşlar geniş savanalarda yaşar, ormanlarda görünmez.
Darwin nandusundan farklı olarak bu iri nandular, düz alanları severler ve yükseklerden kaçınırlar. İri nandu soğuk bölgelerden de kaçınır ve 40° güney enleminin aşağısında bulunmaz.
Nandular son zamanlarda artık Avrupa'da da görülmektedir. Almanya'ya 2000 yılı sonbaharında getirilen 3 çift kuş, avlanmasının yasak olması sayesinde Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde bugün 80 hayvanlık bir koloni oluşturmuştur.
Hamiyet Yüceses
Hamiyet Yüceses, (d. 20 Haziran 1916 İstanbul - ö. 10 Temmuz 1996 Marmaris), Türk Sanat Müziği sanatçısı.
Annesi Kadriye Hanım, babası marpuç tüccarı Halil Efendi'dir. Küçük yaşlarda sesinin güzelliği ile dikkat çekti. Hafız Burhan hayranı idi. Haseki'deki Hacı Kadın İlkokulu'nda okudu. Babasının işlerinin bozulmasi nedeniyle 11 yaşındayken (1927) sahnede şarkı söylemeye başladı. 4-5 yıl boyunca Anadolu'nun birçok şehrinde çalıştıktan sonra Gaziantep'te uzun bir süre kaldı. Şöhreti İstanbul'a kadar geldi. 1932 yılının başlarında Beyoğlu'nda ünlü Londra Birahanesi'nde Safiye Ayla'nın kadrosunda gazino çalışmalarını başlattı. Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak, Yesari Asım Arsoy, Mısırlı İbrahim ve Bimen Şen'den özel dersler aldı. 1932 yılı Temmuz ayında Kadıköy Mısırlıoğlu Bahçesi'nde düzenlenen yarışmada Türkiye Ses Kraliçesi seçildi. 1933 yılında eski İstanbul Radyosu'nda programlara çıktı. Sahibinin Sesi, Columbia ve Odeon firmalarına plaklar doldurdu. Soyadı kanunu çıktığında Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar'ın ısrarı ile "Yüceses" soyadını aldı. Sadettin Kaynak, Hamiyet'in sesine göre besteler yaptı: "O Dudaklar, Yasemen, Kirpiklerinin Gölgesi" gibi. Bu plaklar, devrinde satış rekorları kırdı.
1940 yılında deniz astsubayı Fethi Yüceses ile evlendi. Eşi astsubay Fethi Yüceses'i 14 Temmuz 1942'de, denizcilik tarihinde "Atılay faciası" olarak geçen, "Atılay" adlı denizaltının batmasıyla kaybetti. Bu acıyla söylediği ""Gitti de Gelmeyiverdi"" şarkısı çok meşhur oldu. Şöhreti; güftesi Abdülhak Hamit Tarhan'a, bestesi Mehmet Baha'ya ait olan, seslendirmesi oldukça zor, ""Makber"" adlı şarkıyla daha da arttı. 1944 yılında Kemal Mollaoğlu |
ile evlendi.1944 yılında yapılan bu evlilik 1955 yılı sonlarında ayrılık ile bitti. 1956 yılında Cumhuriyet Gazinosu'nda sahnede şarkı söylerken dinleyiciler arasında bulunan genç tıp fakültesi öğrencisi Osman Sabuncu'nun isteği olan şarkıyı okuyarak 40 yıl sürecek bir evliliğin temelini attı. Aynı dönemde İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Müziği İcra Heyeti'nde görev aldı. 1946'da Hacı Arif Bey'in "Bakmıyor Çeşm-i Siyah" şarkısını, araya bir gazel ilave ederek okuması çok ilgi çekti. 1949 yılında bu şarkıyı Odeon plaklarına okudu. Rekoru bugün bile kırılamayan bır satış yaptı. 1949 yılında açılan yeni İstanbul Radyosu'nda 1953 yılı sonlarına kadar emisyon aldı. 1950 yılında radyodan aldığı ücreti üniversıte talebeleri'ne bağışladı. Üniversite Talebe Birliği'de her yıl düzenledikleri Edebiyat Yarışması'nda ""Hamiyet Mükafatı"" adı ile ödüller dağıttı.
"Efsuncu Baba, Affet Beni Allahım, Kanun Namına,Soygun, İncili Çavuş, Mahallenin Namusu, Saz Ve Caz" filmlerinde şarkı söylerken göründü.
Suriye, Lübnan, Kıbrıs, İsrail, Almanya ve ABD'de konserler verdi. BBC Radyosu'nda da program yaptı.
Taşlık Gazinosu, Maksim Gazinosu, Küçük Çiftlik Parkı, Kristal Gazinosu gibi dönemin İstanbul'unun en ünlü gazinolarında assolist olarak sahneye çıktı.
O dönemleri hatırlayanların ilk söyleyecekleri şu kelimeler olur.Hamiyet Yüceses Taksim meydanında bulunan Kristal Gazinosunda "Bakmıyor Çeşm-i Siyah" şarkısını söylerken dışarıda trafik durur, gazino müşterilerinden daha büyük bir kalabalık meydanda birikir, ancak şarkı bittiğinde her şey normale dönerdi."
10 Temmuz 1996 tarihinde Marmaris'de vefat etmiştir.Cenazesi İstanbul"a getirilmiştir. Karacaahmet Mezarlığına gömülmüştür.
Türkali, Beşiktaş
Türkali. İstanbul ilinin Beşiktaş ilçesinde bulunan bir semt. Ihlamur Kasrı'nın da bulunduğu semt, Teşvikiye, Yıldız ve Dikilitaş semtleriyle çevrilidir.
Özellikle 1990'lardan sonra yoğun bir göç alan mahalledeki nüfus; 1990'larda 5.000 civarında iken, 2000'lerde 12.000 civarına yaklaşmıştır.
Levazım, Beşiktaş
Levazım, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinin mahallerinden biridir.
Adını semtteki ilk yerleşimlerden biri olan Levazım Sitesi'nden almıştır. İlk yerleşim zamanlarında askeri satış alanı olan semt, nüfus yoğunluğunun hızla artmasıyla 15 Nisan 1993'te Balmumcu'dan ayrılarak ayrı bir mahalle olmuştur. Ulus'tan Ortaköy'e uzanan dik bir yamaçın üstüne kurulan mahallede yakın zamanda yapılmış çok sayıda modern site bulunur. 2004 yılında tamamlanan Zincirlikuyu - Ulus bağlantı yolu ile ulaşımın rahatlaması sonucu nüfus yoğunluğu daha da artmaktadır. Semt, Zincirlikuyu, Nisbetiye, Ulus, Balmumcu ve Ortaköy semtleriyle komşudur.
Cihannüma, Beşiktaş
Cihannüma, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde bir mahalledir. Barbaros Bulvarı üzerinde Beşiktaş - Yıldız arasındaki yolun her iki kesimini de kapsar. Eski bir yerleşim olmasına rağmen günümüzde konutların işyerine çevrilmesiyle nüfusu hızla azalmaktadır. Conrad Hilton'unda bulunduğu semt, Sinanpaşa, Abbasağa ve Yıldız semtleriyle komşudur.
Mikroişlemci komutları
Mikro işlemciler bellekte saklanan belli bit dizilerine göre işlemler yapmak için tasarlanmışlardır. Bu bit dizilerine komut denir. Her mikro işlemci imal edilirken, bellekten hangi bit dizisini okuduğunda hangi işlemi yapacağı belirlenir. Mikro işlemci üreticilerinin ve mimarilerinin farklı olması her işlemci ailesinin (Intel x86, DEC Alpha, PowerPC gibi) yeni komutlara sahip olması sonucunu doğurmaktadır; yani tüm mikro işlemcilerin okuyup işlem yapabilecekleri evrensel bir komut kümesi yoktur.
Öte yandan, genel olarak bakıldığında bir mikro işlemcinin çalışmasını sağlayan komutları kabaca üç sınıfa ayırabiliriz:
Aritmetik komutlar bellekte saklanan veri üzerinde çeşitli aritmetik ve mantıksal işlemler yapılmasını sağlarlar (toplama, çıkarma, mantıksal ve işlemi, sağa ve sola bit kaydırma işlemleri gibi). Girdi/çıktı komutları işlemcinin dış birimlerle bağlantısını sağlayan girdi/çıktı kapılarını (port) kontrol eder. Kontrol komutları ise mikro işlemcinin iç durumunu değiştiren komutlardır (programın devam edeceği yeri değiştirme, aritmetik işlemlerde yardımcı olan kütükleri değiştirme, ‘stack pointer’ işlemleri gibi). Her mikro işlemcinin komut kümesinde bu üç türden komutlar mutlaka bulunacak, ancak komutların hangi bit dizilerine karşılık geldikleri, işlemlerin nasıl yürütüldüğü farklı olacaktır.
Nisbetiye, Beşiktaş
Nisbetiye, Beşiktaş İlçesi'nin mahallerinden biridir.
Zincirlikuyu'nun doğusunda yer alır. I. Levent adı da verilen Levent merkezinin güneyinden başlayarak, Ortaköy'ün üstündeki sırtlara dek uzanır. Doğusunda Etiler bulunur. 1960'lı yıllarda kurulan mahallenin ana arterlere yakın kısımları iş merkezleri, iç kısımları ise yerleşim yeridir.
Volfram
Volfram veya diğer adıyla tungsten atom numarası 74, atom ağırlığı 183,85 olan ve kimyasal simgesi W ile gösterilen (L. "wolframium"), yoğunluğu 19,3 g/cm³ olan, 3482 °C'de eriyebilen kimyasal bir element. Çok sert, ağır, çelik gri ya da beyaz renkte geçiş metallerinden biri olan tungsten, wolframite ve scheelite içeren madenlerde bulunur. Tungsten, sağlam fiziksel yapısı ve alaşım olmayan maddeler arasında yüksek erime sıcaklığı olan önemli bir maddedir. Saf haliyle bazı elektronik uygulamalarda kullanılır, ancak çoğunlukla bileşik ya da alaşım olarak, ampullerin lamba tellerinde, X ışını cihazlarında ve uzay teknolojisi yüksek performans alaşımlarında kullanılır.
Adı İsveççe, Danca ve Norveççedeki anlamı ağır taş olan 'tung sten' kelime grubundan gelse de bu üç ülkede bu element için 'Volfram' kullanılır. Volfram elektronik uygulamalarda kullanılır.
Ayrıca tungsten maddesi vanadium dioksit ile birleşerek evimizde bulunan güneşin sıcaklığını hissetmemizi azaltan cam içindeki ince filmdir.
NOT :Ayrıca tungsten telinin direnci oldukça yüksektir...
NOT:Fiziksel ufalanmaya karşı çok dayanıklıdır.
Şemseddin Sami
Şemseddin Sami (Fraşırî) (1 Haziran 1850, Fraşır - 1 Temmuz 1904, İstanbul), Arnavut asıllı Osmanlı yazarı, ansiklopedist ve sözlükçü. İlk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın (1872), ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın (1889-1898) ve modern anlamdaki ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin (1901) yazarıdır. Ayrıca "Kamus-ı Fransevî" adlı Fransızca ve "Kamus-ı Arabî" adlı Arapça sözlükleri kaleme almıştır.
Ağabeyi Fraşırili Abdül Bey ile birlikte, Latin ve Yunan harflerini kullanan ilk Arnavut alfabesini geliştirmiş (1879) ve Arnavutça bir gramer kitabı yazmıştır (1886). Kardeşi Naim Fraşıri, Arnavut millî şiirinin kurucusu olarak kabul edilir. Galatasaray Spor Kulübü' nün kurucusu Ali Sami Yen'in babasıdır.
1850'de Güney Arnavutluk'ta Permet'e yakın Fraşırî kasabasında doğdu. Tımar sahibi Fraşırî ailesinden Halit Bey’in beş oğlundan üçüncüsüdür. Diğer iki oğul, Naim ve Abdül, Arnavutluk tarihinde önemli roller oynamışlardır.
İlk eğitimini Bektaşi tarikât'a ait olan Nasîbi Tâhir Baba Tekkesi'nde aldı. Ortaöğrenimini bugünkü Yunanistan sınırları içinde kalan Yanya'da ünlü Zosimea Lisesi'nde tamamladı. Arnavutça, Eski ve yeni Yunanca, Fransızca ve İtalyanca'nın yanı sıra Türkçe, Arapça ve Farsça öğrendi. Aile geleneği doğrultusunda Bektaşi tekkesine devam etti.
Emine Hanım ile evli olan Şemseddin Sami, bir süre Yanya Mektubi Kalemi'nde çalıştı. 1871'da İstanbul'a geldi. Matbuat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Memurluk yaparken bir yandan da ilk telif eseri olan "Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat" adlı romanını 1872-1873 yıllarında forma forma yayınladı. Ebüzziya Tevfik'in çıkardığı "Sirac" ve "Hadika" gazetelerinde çalıştı. "Vatan Yahut Silistre" krizi esnasında bu gazete Yeni Osmanlılar lehine neşriyatta bulunduğu için kapatıldı. 1874'te Fransızca'dan çevirdiği "İhtiyar Onbaşı" adlı trajedisinin sahnede kazandığı başarı üzerine, Arnavut sorunlarını ele alan "Besa" adlı oyunu da Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendi.
1874'te vilayet gazetesini yönetmek üzere Trablusgarp'a gitti. Dokuz ay orada kaldı. Bu görevinden önce bir İtalya seyahati yaptı. İstanbul'a döndükten sonra, 1876'da Mihran Efendi Nakkaşyan'la ile birlikte Sabah gazetesini yayımlamaya başladı. Bu gazete kısa zamanda büyük bir popülerlik kazanarak Türk basınında o zamana kadar görülmemiş bir tiraja kavuştu.
1877'de bir süre Rodos Valisi Sava Paşa'nın mühürdarlığı görevinde bulundu. Dönüşünde, daha önce Sabah'ta yazdığı "Şundan Bundan" başlıklı köşesini Tercüman-ı Şark gazetesinde sürdürdü. Bu sırada yoğun olarak Arnavut konularıyla ilgilendi. Bir yandan ağabeyi Abdül Fraşırî'nin önderliğindeki "Arnavut İttihadı" hareketini desteklerken, Arnavutluğun Osmanlı Devleti'nden ayrılmasını savunan görüşlere karşı çıktı.
1880'te Abdülhamit'in isteği üzerine saraya alınarak mabeynde kurulan Teftiş-i Askeri Komisyonu'nun kâtipliğine getirildi. Ölümüne kadar koruduğu bu görev, onun ekonomik rahatlığa kavuşarak kitapları üzerinde çalışmasına imkân sağladı. Bu yıllarda Daniel Defoe'dan "Robenson Kruzo" ve Victor Hugo'dan "Sefiller" romanlarını Türkçeye çevirdi. 1882-83 yıllarında, büyük eserlerinin ilki olan Fransızca-Türkçe "Kamus-ı Fransevi"'yi, 1885'te de bu eserin Türkçe-Fransızca kısmını yayınladı. Bu eserden dolayı II. Abdülhamit tarafından İftihar Madalyası tevcih olundu. 1889'dan itibaren tek başına yazdığı ve dokuz yılda altı cilt olarak yayımladığı Kamus-ül A'lâm adlı ansiklopediyle, Türkiye'nin en popüler yazarlarından biri haline geldi.
Kamus-ül A'lâm yayını daha tamamlanmadan, 1896-1897 arasında bir yıllık bir çalışmayla, bugüne dek hazırlanmış en kapsamlı Arapça-Türkçe lugat olan "Kamus-ı Arabi" adlı büyük sözlüğü fasıl fasıl çıkarmaya başladı. Ancak Firuzabadi Kamus'unun birbuçuk katı olacağı haber verilen bu eserin, ancak "cim" harfinin sonuna kadar olan 504 sayfalık kısmı yayımlandı.
1898'de gazetelerde Şemseddin Sami'nin Türkçenin ıslahı üzerine bir dizi makalesi çıktı. 1899'da modern ilkelere göre hazırlanmış ilk Türkçe-Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türki'yi yazmaya başladı. 1901'de bu büyük eseri yayımladıktan sonra kendini tam |
amen Türk dili araştırmalarına verdi. 1902'de Kutadgu Bilik'in ve 1903'te Orhun Abideleri'nin izahlı çevirilerini hazırladı. Ortaçağ Kıpçakçası hakkındaki eserini bitiremeden 1 Temmuz 1904'te Erenköy'deki evinde hayatını kaybetti.
Erenköy Sahrayıcedid Mezarlığı’nda birinci eşinin yanına gömülür. 1968 yılında ailesinin isteği üzerine kemikleri Feriköy Mezarlığı’na 23. adadaki aile kabristanına nakledilir.
Şemseddin Sami, modern Türk milliyetçiliğinin ilk ve bazı yönleriyle en ilginç biçimi olan Osmanlıcılığın en önemli temsilcilerinden biridir. Aslen Arnavut olduğu ve Arnavut sorunlarıyla yakından ilgilendiği halde, Osmanlı devletinin modernleşerek güçlenmesini savunmuş, bunun için imparatorluğun ortak dili olan Türkçenin önemini vurgulamıştır. Türkçeyi incelemek, modernize etmek, geliştirmek ve öğretmek alanlarında, yalnız kendi çağında değil, tüm dönemlerde, Şemseddin Sami kadar emek vermiş kimse azdır.
"Kamus-ı Türki", Osmanlı Türkçesini üç dilden oluşan bir karma sayan eski zihniyetten, bağımsız ve bütünlüklü bir dil olarak gören yeni anlayışa geçişte kilit bir merhaleyi temsil eder. Arapça ve Farsça kelimeler eski sözlüklerdeki gibi gelişigüzel aktarılmamış, güncel yazı dilinde kullanılma ve yaşayan bir unsur olma özelliklerine dikkat edilmiştir. Arapça ve Farsça sözcüklerin özgün anlamları değil, (geleneksel bakışta "bozuk" sayılsa da) güncel Türkçe kullanımdaki anlamları verilmiştir. Batı dillerinden alınan yeni kelimelere yer vermeye özen gösterilmiştir. En önemlisi, dilin bel kemiğini oluşturan "Türkçe" unsurunun yapısı ve etimolojisi üzerinde dikkatle durulmuştur. Şemseddin Sami, dilin sadeleşmesini ve Türkçeleşmesini savunmuş, bunun için gerekirse Türkçenin en eski kaynaklarına ve Doğu Türkçesine (Çağatayca) başvurulmasını önermiştir. Ayrıca Şemseddin Sami İslamiyet ile Sosyalizmi bağdaştıran Osmanlı aydınlarından biridir. Kendisine göre, Komünizm lanetlenmeli fakat Sosyalizm yüceltilmelidir. Çünkü Şemseddin Sami'ye göre insanlığın kurtuluşu Sosyalizm'dedir.
Modern Arnavut milliyetçiliğinin ("Rilindja Kombëtare") manifestosu sayılan "Arnavutluk Ne idi, Nedir, Ne Olacak" başlıklı kitapçık, Arnavut ulusal geleneğinde Şemseddin Sami Bey'e atfedilir. Bu esere dayanarak Sami Fraşırî, kardeşleri Naim ve Abdül ile birlikte, Arnavut ulusal düşüncesinin babası sayılır. (Bak. İngilizce Vikipedi Sami Frashëri maddesi.) Arnavutluk başkenti Tiran'ın ana meydanlarından birinde üç kardeşin anıtı bulunur.
Adı geçen kitapçık ilk kez 1899'da yazar adı olmaksızın Arnavutça, daha sonra Fransızca yayımlanmış, 1904'te Şemseddin Sami'nin ölümünden hemen sonra Sofya'da onun adıyla ve "Arnavutçadan harfiyen tercüme" olduğu kaydıyla Türkçe olarak basılmıştır. Türk tarihçileri genellikle bu eserin Şemseddin Sami'ye ait olduğunu kabul etmezler ve olayı, Şemseddin Sami'nin ününü ve prestijini kullanarak Arnavut milliyetçiliğine itibar kazandırma çabası olarak değerlendirirler. Şemseddin Sami'nin özellikle son yıllarında Türklük ve Osmanlılık konularına gösterdiği yoğun ilgi göz önüne alınırsa, bu görüşte doğruluk payı olduğu düşünülebilir. Buna karşılık Arnavutça eserlerde, Arnavutluk manifestosunun Şemseddin Sami'ye aitliği konusunda en ufak bir kuşku dile getirilmemektedir.
Şemseddin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanı 1872 Kasım'ından itibaren Hadika gazetesinde tefrika edildi; 1873 yazında tamamlandı. (Yeni harflerle basımı Sedid Yüksel, Ankara 1964.) Talat ile Fitnat'ın aşkını anlatan roman, Türk edebiyat tarihine ilişkin birçok eserde "İlk Türkçe Roman" olarak değerlendirilir. Ancak bu doğru değildir. Bugüne dek ortaya çıkarılmış olan ilk Türkçe roman, Vartan Paşa (Hovsep Vartanyan) tarafından Türkçe olarak yazılıp Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikayesi'dir. 1851'de yayımlanan bu romanı 1991'de Andreas Tietze modern transkripsiyonla yayımlamıştır. (Eren Kitabevi, İstanbul.) 1851-1872 arasında da çok sayıda Ermenice harfli Türkçe roman yayımlandığı anlaşılmaktadır.
Şemseddin Sami'nin eserinin Türkçe yazıyla ilk Türkçe telif roman olup olmadığı yeterince aydınlatılmış bir konu değildir. Ancak popülerlik kazanan ilk Türkçe roman olduğu muhakkaktır.
Şemseddin Sami hakkında en derli toplu makale, Prof. Dr. Ömer Faruk Akün'ün Kamus-ı Türki tıpkıbasımına yazdığı önsözdür (Alfa Yay. İstanbul 1998). Bu makaledeki biyografik bilgiler Akün'ün yazısından aktarılmıştır.
NTV
NTV, 1996 yılında Cavit Çağlar tarafından kurulan, Türkiye'nin ilk haber kanalıdır. Ocak 1999'da Doğuş Yayın Grubu bünyesine katılarak yakaladığı başarı ile Türk medya endüstrisini değiştiren NTV, Türkiye'de tematik kanal dönemini başlattı. NTV, ulusal ve uluslararası haberler başta olmak üzere, ekonomi, kültür-sanat, yaşam ve spor konularına odaklanan programlar da yayınlamaktadır.
Sağlık, eğitim ve çevre gibi konularda yapmış olduğu yayınlar ve Yeşil Ekran gibi özel projeler, NTV'nin kurumsal kimliğinin önemli bir parçası olan sosyal sorumluluk bilincine yaklaşımının somut örnekleri arasında yer alıyor.
Yayın hayatı boyunca çeşitli kuruluşlar tarafından 700’den fazla ödüle layık görülmüştür. Merkezi İstanbul'da bulunan NTV, Ankara, İzmir, Diyarbakır ve Brüksel temsilcilikleri, yurdun ve dünyanın dört bir yanındaki muhabirleri, Reuters, ENEX, APTN, BBC gibi dünyanın önde gelen haber kuruluşları ve çeşitli haber ajansları aracılığıyla gündemi takip ediyor. 23 Mart 2013'den itibaren 16:9 geniş ekran formatına geçmiştir. NTV Haber ve Star Haber Merkezi, Ekim 2011'den beri devam etmektedir.
NTV HD, 17 Ocak 2016'da kurulan NTV ile eş zamanlı yayın yapan NTV'nin yüksek çözünürlüklü kanalıdır.
NTV HD, Türksat 4A 12015 H 27500 5/6 frekansından, Digiturk 341. kanaldan, D-Smart 31. kanaldan, Kablo TV 57. kanaldan, Tivibu 56. kanaldan, Filbox 50. kanaldan izlenebilmektedir.
NTV Avrupa, Avrupa'daki Türklere yönelik yayın yapan haber kanalı. 2004'te NTV İnt adıyla açılmıştır. 2011'de ismi NTV Avrupa olarak değiştirilmiştir. NTV Avrupa 23 Mart 2013'te geniş ekran yayına geçmiştir. NTV Avrupa Kanalı 20 Haziran 2017'de yayın hayatına son vermiştir.
Sağlık, eğitim ve çevre gibi konularda yapmış olduğu yayınlar ve Yeşil Ekran gibi özel projeler, NTV'nin kurumsal kimliğinin önemli bir parçası olan sosyal sorumluluk bilincine yaklaşımının somut örnekleri arasında yer alıyor.
Ja Rule
Jeffrey Atkins, bilinen adıyla Ja Rule (29 Şubat 1976, Queens) ABD'li rap müzisyeni ve aktör. Lakabının açılımı "Jeffrey Atkins Represents Unconditional Love Exists"dir.
Jeffrey Atkins, bilinen adıyla Ja Rule, 29 Şubat 1976'da Amerika'da dünyaya geldi. Doğum günlerini ve Noel'i kutlamayı uygun bulmayan dindar bir aileden gelen Ja Rule'un evinde rap müzik dinlemek de yasaktı. Hâlbuki küçük Ja Rule, bu müziği dinlediği ilk andan itibaren onun büyüsüne kapılıp rapçi olmaya karar vermişti. Annesinin dışarda olduğu zamanlarda gizlice eve cd'ler getirip odasına kapanıyor, saatlerce müzik dinliyordu. Seneler sonra yaptığı bir çalışma, Jay-Z'nin arkadaşı Irv Gotti'nin ilgisini çekti. Bu ikili daha sonra The Inc. Records'ı kuracaktı. Ja Rule'u TVT Records'ın elinden kurtaran Irv Gotti, sanatçıyı bünyesinde bulunduğu Def Jam Recordings'e geçirdi ve bu sayede Jay-Z, DMX ve Ja Rule'dan oluşan "Murder Inc." ortaya çıktı.
1999 senesinde Ja Rule, ilk solo albümü "Veni Vetti Vecci"ye imza attı. Bu albüm kısa sürede sanatçının MTV, VH1 ve BET gibi ünlü televizyonlarda boy göstermesini sağlayarak onu bir hip hop yıldızı haline getirdi. Albümden çıkan "Holla Holla" ve "Its Murda" albümün çıktığı seneyi sallayan parçalar arasında yer aldı. Albümden çıkan son single sanatçının Ronald Isley ile birlikte söylediği "Daddy's Little Baby" oldu. Ja Rule artık bir yıldızdı.
2000'e çıkan "Rule 3:36"dan seçilen single'lar "Between Me and You", "Put It On Me" ve "I Cry" parçalarıydı. Bunların her biri büyük başarıya imza attı. Ja Rule yükselmesine yükseliyordu; fakat müzik eleştirmenleri ikinci albümün ticari sound'una takılıp basını albümle ilgili olumsuz sözlerle meşgul ediyorlardı. Sanatçının hayranları bu eleştirilere kulak asmamış olacak ki "Rule 3:36" albümü sanatçıyı Billboard listesinin tepesine taşıdı ve tam bir hafta boyunca zirvede kaldı. 2001'de yayımlanan "Pain Is Love", Ashanti'yi müzik dünyasına tanıtmasının yanı sıra konuk olarak Case, Missy Elliot, Jennifer Lopez ve Tweet gibi devleri ağırlayan başarılı bir çalışmaydı. Bu albümde yer alan "Living It Up", "I'm Real", "Always On Time" ve "Down Ass Bitch" parçalarına birer video çekildi. Bu sefer eleştirmenler de hayranlarla aynı fikirdeydi. "Pain Is Love" bu başarıyı hakediyordu. Bu övgülerin tek olumsuz tarafı, artan beklentilerin 2002'de çıkan "The Last Temptation"ın başarısız bulunmasına yol açmasıydı. Fazla ticari bulunan bu albüm tekrar eleştirilere maruz kalsa da, albümün Bobby Brown, Charli Baltimore, Ashanti ve Pharrel gibi isimlerden oluşan kabarık konuk listesi dikkate değerdi. Sanatçı, aynı sene yayımlanan "Irv Gotti Presents: The Inc." ve "Irv Gotti Presents: The Remixes" albümlerinde de yer aldı. 2002 yazında Fat Joe'nun "What's Luv"ında ve Mary Jay Blige'ın "Rainy Dayz"inde konuk sanatçı olarak yer alan Ja Rule, 2003 senesine gelindiğinde 50 Cent, Dr. Dre, Eminem ve Busta Rhymes gibi devlere gönderdiği diss'ler yüzünden popülerliğini neredeyse yitirmek üzereydi. 2003 senesinde yayımladığı "Blood In My Eye" albümü sanatçının o güne kadar yayımlanmış olan çalışmalarının en kötüsüydü. Yıllar sonra bir açıklama yapan Ja Rule, bu albümün aslında piyasaya sürülmek üzere kaydedilmediğini ve Def Jam'in zorlaması yüzünden yayımlandığını söyledi.
2004 senesinde çıkan "R.U.L.E" yine Lloyd, Trick Daddy, R. Kelly, Fat Joe, Jadakiss ve Black Child gibi ünlü isimleri barındırıyordu. İlerde hip hop dünyasının klasikleri arasına girecek olan bu çalışma 2004'ün en başarılı albümlerinden biri seçildi ve "Exodus" ismini taşıyan 2005 tarihli Greatest Hits albümüne zemin hazırladı. Aynı sene Def Jam'den ayrılan sanatçının yeni bir plak şirketiyle anlaşması 2006 senesine kadar sürdü. 2006'da Universal Records'la anlaşan sanatçı, 2008 ta |
rihli 8. stüdyo albümünün ilk single'ı olarak yayımladığı ve Lil Wayne'le birlikte seslendirdiği "Uh Ohhh!" parçasıyla 2007'nin yazına damgasını vurdu. İkinci single ise "Body" parçasına seçildi.
2009'a doğru "The Mirror"ın devamı niteliğinde olan "The Mirror 2: Loki's Way"i piyasaya sürecektir.
2007 yazında bir konserinden çıkarken yanında dolu şekilde taşıdığı yasa dışı yarı otomatik bir tüfekle yakalandı.3 yıl devam eden dava sonucunda Temmuz ayından itibaren 2 yıl ceza ve ağır vergi cezalarına çarptırıldı
Dilwale Dulhania Le Jayenge
Dilwale Dulhania Le Jayenge (Hintçe, दिलवाले दुल्हिनया ले जायेंगे, Dilvāle Dulhaniyā le jāẽge, manası: "Cesur yürek gelini alır") bir Bollywood filmidir. Kasım 1995'de çıkan ve halen Mumbaida ilk çıkan sinemasında gösterilmeye devam edilen bu film (2005 verilerine göre), Bollywoodun en önemli filmlerinden biri. Aditya Chopra'nın yönettiği bu filmde Shah Rukh Khan, Kajol ve Amrish Puri başrollerde oynadı.
Film, İngiltere'de yaşayan Raj Malhotra ve Simran Singh (Shah Rukh Khan ve Kajol) adlı iki Hint'in hikâyesini anlatıyor. Raj zengin iş adamı Dharamvir Malhotra’nın (Anupam Kher) şımarık oğludur. Simran ise küçük dükkân sahibi Chaudhry Baldev Singh’in (Amrish Puri) büyük kızıdır. Chaudhry Baldev Singh çok muhafazakârdır ve tek hayali bir gün vatanına geri dönmektir. İki kızlarını Hint gelenek ve göreneklerine göre yetiştirdiği için gururludur.
Simran sürekli beyaz atlı prensinin hayalini kurar ve ona şiirler yazar. Ancak bu hayali Baldevin en iyi arkadaşı olan Ajit’den gelen mektupla yıkılır. Mektupta Ajit, oğlu Kuljit ile Simranın evlenme zamanının geldiğini söyler. Simran Kuljit’i daha önce hiç görmediği için kaygılanmaya başlar. Fakat babasına olan saygısından dolayı Kuljit’le evlenmeyi kabul eder. Bununla birlikte Simran babasına arkadaşlarıyla birlikte Avrupa gezisine katılmak için rica eder. Bu gezi Simran'ın bir yabancıyla evlenmeden önce Avrupa’yı görmek için son şansıdır. Babası tutumlu olmasına karşın, insafa gelir ve Simranın gitmesini izin verir.
Tesadüfen bu geziye Raj ve arkadaşları’da katılır ve Simran’la karşılaşırlar. Başlarına gelen birkaç aksilikten sonra gezinin sonunda Raj Simran’a âşık olur. Ancak Simran Raj’a âşık olduğunu anca ayrılık vakti geldiğinde anlar. Simran eve döndüğünde annesine (Farida Jalal) gezide başka birine âşık olduğunu ve Kuljit’le evlenmek istemediğini anlatır. Bu sırada babası Simran’la annesinin konuşmalarına kulak misafiri olur ve Simran güvenini boşa çıkardığı için küplere biner ve aile en kısa zamanda Hindistan’a temelli döner.
Fakat Raj’ın kolay kolay pes etmeye niyeti yoktur ve Simranın arkasından Hindistan’a gider. Raj Simran’ı bulur ve ona bu ayarlanmış evlilikten kurtaracağını ve Simran’la babasının rızasıyla kendisinin evleneceğine anlatır. Aynı zamanda Simran’la birlikte kaçmayı reddediyor. Çünkü Raj bu evliliğin herkes tarafından kabul edilmesini ve böylece mutlu olmasının istiyor.
Raj bir plan yapar ve Kuljit’le arkadaş olur ve ailenin dostuymuş gibi davranır. Diğer yandan Raj düğün hazırlıklarında yardım eder ve böylece herkesin sevgisini ve güvenini kazanır. Aynı zamanda Kuljit’in kız kardeşi Preeti Raj’a âşık olur. Fakat işler Raj’ın babasının aniden Hindistan’a gelmesiyle karışır.
Raj en sonunda Simranın babasının da güvenini kazanır. Ancak her şey Baldevin Simran’la Raj’ın Avrupa gezisinde çekilmiş fotoğrafını görmesiyle birlikle bir anda mahvolur. Baldev yine küplere biner ve ertesi gün erkesin önünde Raj’a defolmasını ve kim ne düşünürse düşünsün, Simran’la Kuljit’in evleneceğini söyler.
Daha sonra Raj ve babası Kuljit ve arkadaşları tarafından sopalarla istasyonda dövülürler. Baldev gelir ve kavgayı durdurur ve Raj ve babasına buradan gitmelerini söyler. O sırada Simran ve diğer aile fertleri istasyona gelirler. Tren gelir ve Raj ve babası trene binerler. Simran babasına onlarla gidebilmesi için yalvarır, fakat Baldev inadından vazgeçmez.
Ancak tren hareket etmeye başlarken babası bu sevginin ne kadar büyük olduğunu görür ve Simranın gitmesine izin verir. Simran Raj’a doğru koşar ve son anda trene biner.
Formaldehit
Formaldehit CHO formülüne sahip bir organik bileşiktir.
Aldehitlerin en basit üyesidir. Diğer ismi Metanal'dir. Karbonil grubunun boş olan iki bağına birer hidrojen bağlanmasıyla oluşur.Zehirli bir kimyasaldır.
Kaynama noktası -15 °C ve erime noktası -21 °C’dir. Formaldehit, genellikle %37’lik sulu çözeltisi şeklinde taşınır veya depo edilir. Bu çözeltiye formalin denir. Piyasada birçok ürünün içinde son kullanım tarihini uzattığı için kullanılmaktadır. Formalinden, düşük basınç altında su buharlaşıp, ayrıldığı zaman, paraformaldehit meydana gelir. Bu bir polimer olup, formülü HO (CHO)xH olan beyaz katı bir maddedir (x yaklaşık 30’dur). Bu polimer ısıtıldığı zaman, gaz formaldehide dönüşür. Bundan dolayı, gaz formaldehit elde etmek için, uygun bir kaynaktır. Saf formaldehitten, polimer ürünler elde edilebildiği gibi, fenol ve kazein ile de sentetik reçine ve plastikler imal edilmektedir.
Ticari olarak, metanol buharının hava oksijeni ile oksitlenmesinden veya doğal gazların uygun oksidasyonu ile elde edilir. Kullanılışı: Formaldehit polimerleştirilirse, polioksimetilen adında katı, beyaz, suda çözünmeyen bir ürün elde edilir. Formaldehit, proteinler ile suda çözünmeyen bileşikler meydana getirdiğinden, zehirlidir. Bu özelliği ve ucuz olması dolayısı ile dezenfektan (mikrop öldürücü) olarak kullanılır. Sudaki çözeltileri anatomik ve mikroskobik preparatları korumakta kullanılır. Formaldehidin amonyak ile reaksiyonundan ürotropin adında bir böbrek suyu elde edilir.
Formaldehit kimya endüstrisinde en yaygın olarak kullanılan ve üretilen maddelerden birisidir. Formik aldehit ve metil aldehit olarak da bilinmektedir. Renksiz bir gazdır ve sıklıkla en fazla %40 lık olmak üzere sulu çözelti halinde kullanılır (formalin). Formalin çözelitlerinde bir miktar da metil alkol bulunmaktadır. Gerek gaz hali gerekse sıvı çözeltisi kendisine özgü, hoşa gitmeyen bir kokuya sahiptir. Oksitleyen maddelerle hızla tepkimeye girer, yüksek derişimlerinde yanıcı bir sıvıdır. Hidroklorik asitle bis (klorometil) eter buharı oluşturacak şekilde tepkimeye girer, oluşan bu madde ise kanser yapıcı bir maddedir. Tıbbi laboratuvarlarda koruyucu sıvı ve sterilize edici madde olarak kullanılmaktadır. Başlıca reçine imalatında ve kimyasal üretim ara maddesi olarak kullanılmaktadır. Üreformaldehit ve fenolformaldehit reçineler köpük yalıtımı malzemelerinin, yapımında, sunta ve kontraplak imalinde tekstil ürünlerinin işlenmesinde, ve ayrıca, formaldehit üre, fenol ve melamin reçinelerinin yapımında kullanılmaktadır.
Doğal maddelerle üretilmeyen diş macunlarında ve günlük temizlik ürünlerinde kullanılmaktadır (formaldehitin bu ürünlerin yapımında kullanılması çok sakıncalıdır).
Formaldehit etkilenimi çoğu kez gaz halinde iken solunum yoluyla alınmasına bağlı olarak meydana gelir. Formaldehit soluyan kişilerde yorgunluk, uyuklama, baş ağrısı, baş dönmesi, deri döküntüleri gibi şikayetler görülüyor. Ancak sıvı formaldehit deri yoluyla da emilebilir. İşçiler, üretim sırasında, maddelerin işlenmesinde ve reçine imalatında etkilenebilir. Sağlık elemanları, eğitim görevlileri ve öğrenciler de formaldehit içerisinde saklanan ve hazırlanmasında formaldehit kullanılan materyallere bağlı olarak yüksek etkilenim riski altındadır. Tüketiciler inşaatta kullanılan bazı malzemelerden, kozmetiklerden, ev parkelerinden, ev mobilyalarından ve dokuma ürünlerinden yayılan formaldehitten etkilenebilirler. Ani formaldehit etkilenimi ölüme neden olabilir. Koku eşiği 1 ppm civarındadır. Koku duyusu yorgunluğuna bağlı olarak formaldehit kokusunu algılama eşiği zamanla yükselebildiğinden kokunun uyarıcı bir faktör olarak kabul edilmesi çok zordur. Uzun süreli olarak düşük dozlarda formaldehite maruziyet solunum güçlüğü, ekzema ve alerjik reaksiyonlara yol açabilir. Formaldehit insanlarda kanser yapıcı maddeler arasında sayılmaktadır. Burun ve akciğer kanseri ile bağlantılı, beyin kanseri ve lösemiyle de ilişkili olduğu düşünülmektedir. Havada 0,1 ppm bulunduğunda, gözlerin sulanmasına, öksürüğe, nefes darlığına, hırıltılı solunuma, deri döküntülerine, alerjik tepkilere, göz, burun ve boğazda yanmaya neden olur. Etkilenime bağlı olarak kusma ve ishale de yol açar. Duyarlığa yol açması nedeniyle daha sonraki etkilenimler aynı derişimde daha şiddetli reaksiyolara yol açabilir. 2 ppm konsantrasyonda gözlerde tahriş yapar, 20 ppm de tek bir etkilenimle bile korneada kalıcı matlaşmaya neden olur. 25 ppm üzerindeki etkilenimler öldürücü akciğer ödemi dahil çok şiddetli tepkilere yol açar.
Kirâmen Kâtibîn
Kirâmen Kâtibîn, İslam dinininde, insanların sağ ve solunda bulunup yapılan iyi ve kötü davranışları tespit edip, yazan meleklere verilen isimdir.
Kirâmen Kâtibîn melekleri, İslam'a göre, iki tanedir. Bu meleklerden biri kişinin solundadır ve kötü davranışlarını yazar, diğeri ise kişinin sağındadır ve iyi davranışları yazar. Bu meleklerin varlığı Kur'an'da geçmektedir ve bu nedenle bu meleklere inanmak Müslümanlara farzdır (şarttır). Kur'an'da bu iki melek hakkında şöyle denmiştir:
Ayrıca Kâf suresi, 20-21; Zuhruf Suresi 79-80 ve İnfitâr suresi, 11-12. ayetlerde de bu meleklerden bahsedilir. Kur'an'da bu meleklerin ahirette hesap gördükleri sırada insanlara şahitlik edecekleri de yer alır (bkz: Kâf suresi, 20-21).
Müslümanlar, ibadetleri olan namazı bitirirken, sağ ve sol omuzlarına doğru "Esselamü aleyküm ve rahmetullah" (Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun) diyerek bu meleklere selam verirler.
Fenilefrin
Fenilefrin hidrokloridi tansiyonu yükseltmek veya gözbebeğini genişletmek için veya dekonjestan olarak kullanılan bir maddedir.
Ağızdan alınan ilaçlar veya nazal sprey şeklinde dekonjestan olarak kullanılır.
Dekonjestan olarak kullanılacağında koroner kalp hastalıkları, hipertansiyon (yüksek tansiyon) gibi sorunları olan veya beta bloker ilaçlar kullanan kişilerde kullanılmamalıdır.
%2,5lik göz damlası için
Vazokonstr |
iksiyon ve pupil dilatasyonununda: Öncelikle bir damla anestezik damlatılarak, ortaya çıkabilecek ağrının önüne geçilir ve takiben her göze bir damla üst limbusa damlatılır. Üveit vakalarında sineşi varlığında veya sineşi oluşma ihtimalinde korneanın üzerine her göze birer damla damlatılır. Günde üç kezden fazla yapılmamalıdır. İntraoküler cerrahi öncesinde girişimden 30-60 dakika önce bir veya iki damla uygulanır.
Üveitlerde posterior sineşi oluşumunu önlemek veya geciktirmek amacıyla, oftalmik cerrahi girişimlerden önce veya post-operatif dönemlerinde, siklopleji olmaksızın refraksiyonda, fundoskopilerde vazokonstriktör dekonjestan ve midriyatik olarak ve diğer teşhis amaçlı girişimlerde midriyatik olarak kullanılır.
Fenilefrin dar açılı glokom, tirotoksikozis, arteriyokslerozis, diabetes mellitus ve anevrizma durumlarında; hipertansiyon, taşikardi veya koroner kalp hastalıkları gibi risk faktörleri taşıyan hastalarda ve ilaca aşırı duyarlılığı olan kişilerde kontrendikedir. Korneal epitelyal bariyerin bozulmuş olduğu intraoküler operatif girişimlerde de uygulanmamalıdır.
Fenilefrin %2'den daha yüksek konsantrasyondaki oftalmik çözeltilerinin irritasyona neden olabileceği gözönünde tutulmalıdır. Diğer bütün adrenerjik ilaçlar için olduğu gibi, fenilefrin, MAO inhibitörleri ile birlikte ve/veya MAO inhibitörlerinin uygulanmasından sonraki üç hafta içinde kullanılmamalıdır. Sıçan ve farelerde yapılan çalışmalar fenilefrinin karsinojenik etkisi olmadığını göstermiştir. Fenilefrinin fetüste zarar oluşturup oluşturmadığı veya üreme kapasitesine etkisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Gebe kadınlara ancak açık bir biçimde gerekliliği saptanmış vakalara uygulanmalıdır. Anne sütüne geçtiği bilinmemektedir. Çoğu ilacın anne sütüne geçtiği göz önüne alınarak uygulama sırasında emzirenlerde gerekli dikkat gösterilmelidir.
Düşük doğum ağırlıklı prematüre yenidoğanlarda, bebeklerde ve idiyopatik ortostatik hipotansiyonu(tansiyon düşüklüğü) olan yaşlı vakalarda belirgin kan basıncı artışı bildirilmiştir. Oluşabilecek kardiyovasküler (kalp ile ilgili) yan etkiler genellikle yaşlı vakalarda ortaya çıkmakta ve kan basıncında belirgin artış, senkop (bayılma), miyokard enfarktüsü (kalp krizi), taşikardi (çarpınt), aritmi (ritim bozukluğu) ve fatal (ölümcül) sonuçlanabilen subaraknoid kanama (beyin kanaması) olarak bildirilmektedir. Seyrek olarak sistemik absorbsiyon sonucu; baş dönmesi, terleme, kalp atışında düzensizlik, gözlerin ışığa karşı aşırı duyarlılığı, göz sulanması görülebilir.
Fenilefrin, adrenerjik blokerlerin ve fenotiyazinlerin etkilerini azaltabilir. MAO inhibitörleri ve trisiklik antidepresanlarla birlikte kullanıldığında, fenilefrinin etkilerinde artış olabilir. Fenilefrinin beta bloker ilaçlarla aynı anda kullanılması akut hipertansiyona neden olabilir.
Ünlem işareti
Ünlem işareti; sevinme, kızma, korku, mutluluk, şaşkınlık gibi aşırı heyecan bildiren ifadelerin sonuna konur. Ayrıca; çağrı, emir, hitap ve yasaklama bildiren cümlelerde de ünlem işareti konulur. Bu işaretin olduğu cümle vurgulanarak okunur.
Bir noktalama işareti olan ünlem işareti, cümle sonuna konduğunda cümlenin bitişini belirtir. Ayrıca tek başına bir ünlem ifadesi taşıyan kelimelerin ardından da kullanılabilir. Örnekler:
Eğer ünlem işareti, parantez işareti içinde verilirse, kendinden önce gelen ifadenin saçma bulunduğunu veya bu ifade ile dalga geçildiğini (sarkazm) belirtir:
Ünlem işareti, seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabileceği gibi cümlenin sonuna da konabilir.
Bilgisayardan kalıba pozlandırma (CTP)
Bilgisayardan Kalıba Pozlandırma (Computer To Plate – CTP)
CtP sistemi; bilgisayarda yapılan çalışmayı doğrudan kalıba pozlandırır. Bu teknolojiden önce bilgisayarda yapılan çalışmalar önce filme pozlanır sonra da bu filmler kullanılarak filmden kalıba pozlama yapılırdı. Bu sisteme klasik pozlama sistemi denmektedir. CTP sisteminin en önemli avantajı: filmin ortadan kalkmasıyla birlikte iş akışının hızlanmasıdır. Filme bağlı olarak oluşabilecek hataların önüne geçilmesi ve film maliyetlerinin bulunmayışının yanında, kalıba pozlandırmadaki tutarlılık ve kalite, ürün kalitesinin artmasını sağlamaktadır. Sistemin diğer avantajı ise keskin nokta (tram) yapıları ve klasik sistemde kalıba çekilemeyen noktaların bu sistemde kullanılabilmesidir (FM tramlama, hibrit tramlama).
CTP sisteme geçen matbaalarda işin doğruluğunu kontrol etmek için dijital prova kaçınılmazdır. Sistem herhangi bir hata durumunda süratli bir geri dönüşe imkân tanımaktadır. Filmden pozlandırma yapılarak kalıp oluşturulan klasik sistemde, baskıda fark edilen herhangi bir hatanın geri dönüşü uzun zaman almaktadır. Hatanın giderilmesi için bilgisayar operatörünün müdahalesi, film çıkışlarının alınması, gerekirse prova, ardından gerekirse montaj yapılması ve kalıp çekimi gerekirken CTP'de ise bu müdahale bilgisayarda yapıldıktan sonra kalıp alınmakta ve süratli geri dönüş sağlanabilmektedir.
CTP matbaa bünyesine dâhil edilirken verilmesi gereken birçok karar vardır. Öncelikle firmanın üretim potansiyelinin bu yatırım için uygun olup olmadığının kararı verilmelidir.
Daha sonra ise teknik olarak kullanılacak makine özellikleri belirlenmelidir. Bugün CtP makineler: Termal, Violet ve UV (ultraviyole) teknolojiye uygun olarak üretilmektedir. Violet teknolojide iç tambur, termalde ise dış tambur pozlama sistemi tercih edilmektedir (İstisnaları vardır). Violet sistem gümüş veya fotopolimer bazlı kalıpları pozlayabilir, termal sistem ise silikon bazlı kalıpları pozlar. Bu sebeple violet sisteme 60 mW lazer yeterli iken, termal sistemde 30 W lazere ihtiyaç duyulur. Termal sistemlerin daha yüksek güç gerektirmesi nedeniyle de Violet sisteme göre pozlama hızı düşük olmaktadır. Bu handikaptan dolayı termal teknolojide çoklu lazer teknolojisi kullanılarak hız yükseltilmektedir.
Ağustos 2008 verilerine göre (Matbaa Haber dergisi araştırması) Türkiye'de 322 adet CtP sistemi bulunmaktadır. Bunların 280 adedi ofset, 33 adedi flekso, 5 adedi tifdruk CtP'dir ve bu sayı gün geçtikçe artmaktadır.
Hızlı sistemlerin tercih edildiği gazeteler violet sistemleri tercih ederken hızın çok önemli olmadığı ticari matbaalar duruma göre hem violet hem termal hem de UV sistemleri tercih etmektedir.
Dispepsi
Dispepsi, karındaki devamlı ağrıdır. Devamlı ağrıya ilaveten hazımsızlık ve mide ekşimesi de vardır. "Fonksiyonel dispepsi"nin görünen bir nedeni yoktur. Diğer türler röntgen veya endoskopi ile tanımlanabilir. Tedavisinde h2 blokeri veya bir proton pompası inhibitörü kullanılır
Gelir Tablosu
Gelir tablosu, işletmenin belirli bir dönemde elde ettiği tüm gelirler ile bu gelirlerin elde edilmesi için katlandığı giderleri ve bunların sonucunda oluşan kar veya zararı gösteren bir mali tablodur.
Retorik
Retorik ya da eski ismiyle Belâgat, etkileyici ve ikna edici konuşma sanatı. Sözcük güncel kullanımda "etkileyici ve ikna edici olmakla beraber içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksun lisan" anlamında da kullanılır. Kavram Yunanca rhētorikos (ῥητορικός) "hitabet" kavramından türemiştir. Antik Yunanistan'da MÖ 5. yüzyılda Sokrates çevresindekiler tarafından kullanılmış olan bu kelime, ilk kez Platon’un "Gorgias" adlı eserinde geçmiştir.
Retoriğe felsefede, edebiyatta, siyasette, hukukta, doğal dilde, bilim dışı akıl yürütmede, fikirde, güzel konuşmada ve örtülü ifadelerde rastlanır. Farklı disiplinlerdeki anlamları her zaman birebir örtüşmez.
Retoriğin olabilmesi için üç temel öge gereklidir: Bir söylevci, bir dinleyici ve bunların düşündüklerini ve görüşlerini iletebilmelerine aracılık eden bir dil.
Retorik, bir konu üstünde bireylerin farklılığı tartışmalarıdır. Retorik aracılığıyla, benzerlik, farklılık, kendimizin veya başkasının benzerliği, bunları donduran toplum, bunları yasallaştıran ve kimi zaman sarsan siyaset, bunların içlerinde dalgalandığı psikoloji ve ahlak tartışılır.
Retorik, bireyler arasındaki benzerlik ve farklılıklar üstünde durur ve mesleğini somutlaştıran özel, kesin sorular aracılığıyla bu sorunu işler. Retorikle insanlara, onların durumlarına, onlarda bulunduğunu sandığımız özelliklere, onlarda bulunmasını istediğimiz ya da reddettiğimiz özelliklere hitap ederiz.
Retoriğin Logos, Pathos ve Ethos boyutu vardır;
Retorik, kendi içinde bir bilgi bütünü oluşturmaktan çok kendi dışındaki bir nesneye, düşüncenin gerçeklikle, önermelerin verili bir olguyla uyuşmasına yani doğruluğa ("Aletheia") erişme yolu, yordamıdır. Retoriğin nesnesi olan doğruluk türü bilimsel tanıtlamayla (Latince, "demonstratio") doğruluğu bilinen öncüllere dayanarak yapılan çıkarımla gösterilemez; konuşanla dinleyeni ortak varsayımlar temelinde buluşturan olası öncüllere dayalı çıkarımla ancak yaklaşık olarak betimlenebilir. Antik retoriğin kurucu ilkesi bu yüzden, doğruluğun zorunlu olarak ancak belli koşullarda, belli kişiler içinde geçerli olduğu biçimindedir.
Antik Yunan toplumu sözlü kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Hukuk, eğitim, siyaset, felsefe konuşmaya dayanır. Antik Yunanların doğal bir konuşma yeteneğine sahip oldukları söylenebilir. Nitekim daha Homeros'ta kahramanların olağanüstü söylevleriyle meclislerde ve toplantılarda halkı etkilediklerini görüyoruz. Fakat anlık bir ilhamla doğan ve iz bırakmadan kaybolan bu söylev ile söylevcinin hiçbir şeyi tesadüfe bırakmadan belirli bir düzene göre hazırlayıp yaptığı konuşmalar, yani edebi bir tür halindeki söylev ancak 5. yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle 4. yüzyılda gelişmiştir. Yani söylev bu çağda henüz doğal bir yetenek halindedir. MÖ 5. yüzyıla kadar bir konuşmayı belli bir düzen göre hazırlamayı, özenle seçilmiş kelimeleri kullanarak sonuca varmayı öğreten bir söylev doktrini yoktu.
Retorik kuramının doğuşu doğrudan demokrasiyle bağlantılıdır. Atina’nın siyasal, hukuksal yapısı retoriğin ortaya çıkması için uygun bir ortamdır. Özellikle MÖ 5. yüzyıl Atina'sında tüm yurttaşlar askeri görev dışında, yargıçlık gibi her türlü kamu görevini kısa süreli dönüşümlü olarak üstleniyorlardı. Her öz |
gür yurttaş halk meclisinin doğal üyesidir, kenti ilgilendiren her türlü sorunla doğrudan ilgilenir. Bir dava açılacağında önce şikâyet kamu görevlisine iletilir ardından halktan kurulu bir jüri önünde davalı ile davacı doğrudan konuşarak jüriyi ikna etmeye, yanlarına çekmeye çalışırlar; davayı yürütecek bir savcı ya da savunmayı üstlenecek bir avukat yoktur. Davalı kendini savunmak durumunda olduğundan dolayı, kendini daha iyi savunabilmek için belli bir konuşma yetisine sahip olmalıdır. Böylece konuşma yetisine sahip olanlar sivrilip önder olabilir. İşte böyle bir ortamda retorik zamanla sanat haline gelebilmiştir.
Demokrasilerde doğru ile yanlış kavramlarının içeriğinin belirlenmesi bir buyruğun konusu olmaktan çok bir toplumsal uylaşımın (Latince; "consensus") sonucudur. Diktatörlükte retorik gereksizdir. Çünkü kişinin inanmak dışında bir seçeneği yoktur. ‘Özgür’ biri seçebilir, seçiminin sonucuna gönüllü olarak katlanır.
Retorik, antik dünya demokrasisinin desteği, yardımcısı olmuştur. Retoriğin tarihsel evriminde iki önemli sonuç doğmuştur: Demokrasilerde retorik özgür bir konuşmanın altında yatan törel ilkeleri altüst edebilir, retorik retoriği yıkabilir, yıkmıştır da; Öte yandan uygun ‘doğru’ retoriği oluşturma yolunda harcanan çabalar özgür konuşmanın en çok tehlikeye düştüğü dönemlerde gündeme gelmiştir.
Retorik türünün edebi bir nitelik kazanması ve gelişmesi Atina’da olmuştur. Atina bu gelişme için çok uygun bir ortamdı. Çeşitli siyasi sorunlar halk meclislerinde incelenirdi ve bütün vatandaşların söz alma hakkı vardı. Özel davaların bakıldığı mahkemelerde ise vatandaşlar kendilerini savunmak zorundaydı. Bunların dışında siyasi veya hukuki amaçlı olmayan bir söylev türü daha vardı. Buna örnek olarak, vatan uğruna savaşırken ölmüş olan kahramanların övüldüğü konuşmaları verebiliriz. O halde Atina’da retorik üç tür haline gelmiştir: Adli (hukuki) söylev, Siyasi söylev ve Serilmeme söylevi.
Adli davalar; özel davalar ve kamu davaları olarak ikiye ayrılırdı. Özel davalarda her iki taraf çıkarlarını kendisi korurdu. Kamu davalarında ise her vatandaş suçlayıcı olabilirdi, sanık da kendisini bizzat savunurdu. Fakat kendisini savunmayı beceremeyen kimseler için konuşmalar yazan logograph adlı yazarlar da vardı. Davacı bunlar tarafından yazılan konuşmayı öğrenip yargıçların önünde söylemekle yetinirdi. Ayrıca davalarda bugünkü avukatların görevini yerine getiren "synegoros" adlı kişiler de vardı. Halk meclisi tarafından görevlendirilen synegoroslar, bazı siyasi davalarda şehrin çıkarlarını korurlardı.
Atina’da bütün vatandaşlar yargı görevini yerine getirmek için seçilebilirdi. Seçilmek için 30 yaşın üzerinde olmak gerekiyordu. Yargıçlar her yıl halk tarafından yeniden seçilirdi. Bu yargıçların toplam sayısı 6 bine kadar çıkabiliyordu. Ancak bu yargıçlar kura yoluyla çeşitli mahkemelere dağıtılıyordu. En önemli mahkemeler şunlardı: Areios Pagos, Heliaia Mahkemesi, Ephetai.
Mahkemelerde herkes kendi davasını savunurdu. Konuşmayı hazırlayan "logograph", nadiren ortaya çıkardı. Ayrıca, bunların hitabet oyunlarına başvurması yasaktı, yalnızca olayları sergilemekle yetinmeleri gerekiyordu. Öte yandan konuşmalarını aşırı şekilde süsleyerek yapay söylev eserleri yaratan söylevciler de vardı.
Devletin çeşitli sorunlarını serbest bir şekilde tartışıldığı halk meydanı ise gerçek söylevcilik için daha uygun bir yerdi. Siyasi söylevcilerin yeteneklerini göstermeleri ve geliştirmeleri için burada her gün birçok fırsat doğuyordu. Ayrıca halk meclisinde de siyasi söylevler verilirdi. 4. yüzyılda halk meclisinin toplantı yeri Pnyks idi. Fakat Dionysos tiyatrosunun tamamlanmasından sonra oturumlar tiyatroda yapılmıştır.
Retorik yüzyıllar boyunca Serimleme denen türle özdeşleşmiştir. Serimleme söylevi, ölmüş askerler için söylenen ağıt söylevlerini veya İsokrates’in "Paneygrikos" söylevleri gibi söylevleri içerir. Bu söylev türü diğer söylevler kadar coşkulu olmamakla beraber, söylev kurallarına uygundur. Bu türde özellikle şekle özen göstermek ve çeşitli üslup süsleriyle konuşmayı zenginleştirmek gerekiyordu.
Savaşta ölen askerler için ağıt söylevleri verecek söylevciyi meclis seçerdi. Bu söylev Atina’nın Kerameikos adlı semtinde okunurdu. Ağıt söylevleri genellikle iki kısımdan oluşurdu. İlk kısımda ölen savaşçılar ve ülkeleri övülürdü. İkinci kısımda ise, ölen savaşçıların yakınları için yapılan tesellileri ve bu kahramanların cesaretlerini örnek almaları için teşvikleri içerirdi. Bu tür söylevlere örnek olarak Perikles’in Peloponnesos Savaşı’nda ölen askerler için verdiği ve Demosthenes’in Khaironeia’da ölen askerler için verdiği söylevi verebiliriz.
Söylevcilik hakkında ilk çalışmalar Sicilya’da MÖ 5. yüzyılda tiranların devrilmesini izleyen, mülklerin ilk sahiplerine geri verilmesine ilişkin davalarda gerçekleştirilmiştir. Söylevciliğin bu mülkiyet davalarından doğduğuna inanılır. MÖ 485 yılında Sicilya’da tiranları halk topraklardan sürer; 467’de tiranlar alaşağı edildikten sonra, mülklerin eski sahiplerine verilmesine ilişkin davalar açılarak halktan kurulmuş jüriler önüne getirilir. 465 yılına doğru uzun zamandır tiranlar tarafından yönetilen davalar tekrar mahkemelere bağlanınca Koraks ve onun öğrencisi olan Teisias, konuşma deneyimi olmayan davacıların kullanması amacıyla "Rhetorike Tekhne" (Konuşma Sanatı) adlı eserlerinde söylevin kurallarını yazmışlardır. Bu eser söylevcilik konusundaki ilk yazılı eserdir.
Koraks ile Teisias, ayrıca bir söylevcilik okulu kurmuşlar ve paralı dersler vermişlerdir. Onlara göre söylevin amacı, ikna etmeyi sağlamaktır. Bundan da söylevci için önemli olan şeyin gerçek değil, gerçeğe benzerlik ("Eikos") olduğu sonucu çıkar. O halde gerçeği aramak değil, bir fikri dinleyicilere gerçek gibi göstermek söz konusudur. Koraks ve Teisias bu sonuca ulaşmak için çeşitli uygulamalara ve örneklere başvurmuşlar, öğrencilerine tipik bir sorunu değişik açılardan incelettirmişlerdir. Ayrıca savunma için fikirleri anlaşılması kolay bir düzen içinde sıralamayı da öğretmişlerdir.
Retoriğin ilk öğretmenleri 5. yüzyılın Yunan dünyasında kendilerinden oldukça söz ettiren gezgin sofistlerdir. Sofistler, Koraks ve Teisias’ın söylev konusundaki çalışmalarını sürdürmüşler, konuşmalarının özü ve biçimini geliştirmişlerdir. Konuşmanın özü konusunda, çeşitli konular hakkında doğru gibi görünen fikirleri bulmak düşüncesini bir düzene sokmaya çalışmışlardır.
Sofistler aldatılmış olanları savunmak amacıyla bilgelik dersleri veriyorlardı. Bu amaç için en önemli çalışmaları tartışma ("Anthilogia") olmuştur. Ayrıca bu konuda çalışanlar için örnek kompozisyonlar yazarak çeşitli konular hakkında lehte veya aleyhte düşünceleri ortaya koymuşlardır.
Sofistler kısa sürede her alanda kendilerini satmayı bilmişlerdir. Ve bu tavırları nedeniyle de Platon’un eleştirileriyle karşılaşmışlardır. Platon’a göre sofist (sözle inandırma yeteneği ve sanatına sahip olan kişi) filozofun antitezidir.
Biçim konusunda ise dil ve üslup çalışmaları yapmışlardır; Çünkü dil ve üslubun güçlü bir ikna aracı olduğunu fark etmişlerdi. Akragaslı Polos, dilin inceliklerini gösteren bir eser yazmış "Mouseia Logon", Prodikos, eşanlamlı kelimeleri tespit etmeye çalışmıştır. Titiz bir üslup sahibi olan Gorgias ise, düşüncelerin paralellik veya zıtlığını biçim ve seslerin uyumu sayesinde daha belirgin kılmaya gayret göstermiştir.
Sofistlere karşı olan eleştirinin belirgin bir biçimde yer aldığı en eski eserlerden biri de Aristophanes’in "Bulutlar" adlı eseridir. MÖ 423’e tarihlenen komedi eseri eski sofistlerin en parlak dönemlerinde sahnelenmiştir.
İsokrates söylev sanatını beceriksizlikleri yüzünden yanıltıcı biçimde kullanan ve bu beceriksizliklerini övgü konusu yapan sofistlere, olanaksız bilgiyi araştırıp faydasız konular üzerinde konuşan felsefecilere ve kendini sadece yasal konularla sınırlandıran mahkeme konuşmacılarının öğretilerine, karşı çıkar. O, söylevciliği hiçbir zaman birçok eski sofistin anladığı gibi yasal alanda pratik bir sonuca ulaştırarak para kazandıran bir araç olarak görmemiştir.
Yunanların ve sofistlerin en ünlü eğitimcisi olan İsokrates’in asıl çıkış noktası zihinsel eğitim ve güçlü bir karakter eğitimini bir arada sağlamaktır. Ona göre bir kişinin başarılı bir söylevci olabilmesi için gerekli üç ölçüt vardı; doğal beceriler, iyi bir öğretmen ve uzun bir eğitim. Bu sayede başarılı bir söylevci olunabilirdi. Ona göre retorik yaratıcı bir sanattır ve öğrencide hayal gücü yüksek bir zihin ister.
Retorik sanatıyla uğraşmanın Atina’yı ve Yunanistan’ı eski canlı yaşamına kavuşturacağına inanır. İsokrates "Logos" aracılığıyla toplumun liderleri olacak öğrencilerine en yüce değerleri kazandırmak ve siyaseti olumlu yönde etkilemek amacını güdüyordu.
Felsefe karşısında retoriğe öncelik tanıyarak, hatta ona felsefe yapmanın ön koşulu gözüyle bakarak retoriğin eğitsel önemini vurgulasa da felsefecilerin retoriğe karşı edindikleri önyargıyı silememiştir.
Platon’a göre retorik doğru düşüncenin zıddı ve dinleyicilerin yönlendirilmesidir. Doğruluk ("Aletheia") onun için öylesine merkezi bir kavramdır ki, sanatsal ve yazınsal değerlerin ölçütü bile yapıtının verdiği haz değil, doğruluğudur.
Platon Aristoteles gibi düşünmez, ona göre dili yönlendiren gerçek değil, Pathos’dur. Akıl retoriğe yabancıdır. Çünkü açık seçik olmak ister ve dolayısıyla sadece felsefeyle ilişkilidir. Ama o da öğrencisi Aristoteles gibi söylevin ikna etmeyi içerdiğini düşünür.
Söylevciliğin en etkili eleştirildiği önemli bir eser de Platon’un "Gorgias" adlı eseridir. Hatip, söylevci kelimesi ("rhetor") sadece konuşmacı değil aynı zamanda siyasetçi anlamında kullanılmıştır. Gorgias’daki Sokrates 5. yüzyılın siyasi söylevcilerini insanların ahlakını bozduğu gerekçesiyle eleştirir.
Aristoteles’in sofistlerin geleneğini bir anlamda sürdürdüğünü söyleyebiliriz. O retoriği ciddiye almış ona olumlu ve soylu nitelikler katmıştır. Ona göre retorik bilimin zorunlu ters yüzüdür: Bilim ulaştığı sonuçları kesinler ama gündelik yaşamın ve entelektüel yaşamın birço |
k sorunu hiçbir kesinlik sunmaz. Retoriğin uygulandığı tüm alanlar farklılık ve çeşitlilik gösterir.
Retorik, gerçek ve öğretilmeli olanın, doğrudan varlığın ve geri planda olanın içinde yer alır, dolayısıyla retorik dinsel zihniyetlerin ama aynı zamanda şiir ve romanda değişmeceli anlamlarla oynayan edebi yaratıcıların önceliğidir.
Aristoteles’in yazdığı iki kitap da söylev konusundadır. "Ars Rhetorica"’da kamu önünde yapılan konuşmanın, dinleyicinin beklentilerini de hesaba kattığı gündelik iletişimin yordamını işlerken; "Poetica"’da tam tersine söylevin alıcısının beklentilerinin göz önüne alınmadığı imgeleme dayanan iletişimin sanatsal yordamını işler. İlkinde düşünce üstüne düşünce eklenerek söylem oluşturulurken, ikincisinde imgeye eklenerek yapı oluşturulur. Ars Rhetorica elimize eksiksiz geçen ilk retorik kuramı kitabıdır. Aristoteles kendi geliştirdiği mantık kuramını bu kitapta retoriğe uygulamıştır.
Aristoteles’e göre retorikte üç büyük tür vardır ve bunlar edebiyatta, roman ya da şiir türünde de bulunur.
Aristoteles’e göre retorik kuramının en eksiksiz biçiminde beş yordam vardır:
Sofistlerin kamusal, siyasal yaşamda önder olmak üzere iyi eğitilmiş devlet adamı tasarısı Roma’da birden canlanır. Bu konu üzerine Latince en eski kılavuz kitap "Rhetorica ad Herennium"’dur (Bazı kişiler Cornificus’un bazıları ise Cicero’nun yazdığını düşünür.)
Edebi, şiirsel ve duygusal türde, heyecan üstünde duran üslup figürleri teorilerini geliştiren ilk retorik Roma retoriğidir.
Quintilianus’a göre retorik güzel konuşma sanatıdır. Hitap, ifade, insanın kendisi, niyet ve amacıyla ilişkilidir. O hem söylevin tüm yetkinliklerini hem de söylevcinin ahlakını kucaklar; çünkü ona göre iyi insan olmadan gerçekten iyi konuşmak mümkün değildir .
Ona göre Pathos ve Logos, Ethos’un hatiplik değerlerine örtük biçimde katılsalar da ikincil gözükürler. Bu durumda güzel söz söyleme hem üslup etkilerine (Logos), hem heyecana, hem de duyguya (Pathos) açılır.
Cicero’nun Retorik hakkındaki öğretisindeki temel önermelerden biri; iyi yetişmiş bir söylevcinin her konuda inandırıcı konuşacağı biçimindedir, çünkü bütün tartışma türlerinde aynı kurallar yürürlüktedir, kişi ne kadar iyi yetiştirilirse o kadar ikna edici konuşabilir. Cicero,aynı zamanda tarihi bir çeşit hitabet olarak görüyor ve tarihin retoriğe çok şey borçlu olduğunu belirtiyordu.
Klasik Yunan’da yurttaşların siyasal yaşama büyük ölçüde katılmalarından doğmuş olan retorik giderek eğitimin temeli olmuştur. İsokrates ile başlayarak 4. yüzyılda retorik okulları kurulmaya başlamış ve Yunan-Roma dönemi boyunca retorik dersleri genç erkeklerin eğitiminin önemli bir parçası olmuştur.
Retorik sözde ve yazıda tümceden daha büyük birimleri konu edinmiş, böylece bir yazı tipolojisinin, bu yazı tipolojisine dayalı bir yazın eleştirisinin eğitiminin yolunu açmıştır. Dilin bu estetik kullanımı belirli biçimsel sınırlamalara konu olmuş, söylevin üretimi, yazınsal metinlerin üretimi, geniş ölçüde dinleyicilerin beklentilerinin belirlenmesi okullarda ders olarak verilmiştir.
Edebiyat gösteriyle birlikte doğmuştur. O dönemde okunmaktan çok anlatılıyordu eserler. Uygun olan epik şairin anlattıklarını dinlemekten çok eserin kendisini izlemekti. Heyecan ve eğlence Pathos’a bağlıdır. Retorik ve "Poetik" uzun zamandan beri birleşmiştir ama çok açık seçik değildir bu. Aristoteles’e göre retorik olana ama olmayabilecek olana bağlıdır, "Poetik" ise olmayana ama olabilecek olana, düşsel olana bağlıdır.
Edebi retorik ve gündelik yaşam retoriği arasındaki en büyük fark karşılıklı konuşma bağlamıdır. Edebi söylemin retoriğinde konuşan biri ve hitap ettiği dinleyiciler vardır ama fiziksel anlamda karşı karşıya gelen bir hatip ve dinleyiciyle birlikte gerçek anlamda bir söyleşme olmadığından bu boyutlar ancak şu ya da bu biçimde edebi metnin içinde yer alabilirler. Soru soran ve cevap veren olarak kimliklerini belirleyen işaretlerle varlıklarını, her halükarda ilişkilerini göstermek söz konusudur.
Filozoflar kendilerine söylemlerin kanıtlayıcı olduğunun söylenmesinden pek hoşlanmazlar. Filozof birey olarak düşündüklerini söyler ve düşünceleri içinde, her halükarda uygulamaları içinde, ileri sürülen fikir başka bir fikir kadar değerli olsa da inandırmak için bunun yeterli olması gerektiğini düşünür. Retorik içinse karşıdaki kişiyi ikna etmek önemlidir fikrin ne kadar doğru olduğu değil.
Bununla birlikte felsefe yapmak kanıtlamak, temelden sonuçlara kadar olabildiğince uzağa gidebilen bir söylemi yapılandırmaktır. Felsefe de kesinlik vardır uygulama için bu kesinliğin ne ile bağlantılı olduğunun bilinmesi önemlidir. Akıl yürütmenin amacı bir sonuca ulaşmaktır. Başka bir deyişle kendimize ve başkalarına sorduğumuz sorulara cevap verebilmeye çalışmaktır. Bilim bu amaca mantıksal, deneysel yöntemle ulaşır: Daha öncekileri çözdükçe bulduğu ya da keşfettiği seçenekleri test eder. Retorikte amaç ikna etmektir, karşıdaki kişiyi konuşarak etkilemektir.
Filozof kendi sorunsalının cevabını kendisi bulabilmelidir; çünkü başvurabileceği başka bir şey yoktur elinde: buna "problematolojik" tümdengelim denir. Felsefe tarihinde en azından Aristoteles, Descartes, Kant ya da Hegel gibi büyük filozoflarda rastlanır bu kavrama. Aristoteles’te çelişkisizlik ilkesinin değerlendirilmesi "problematolojik" bir tümdengelimdir mesela.
Felsefi akıl yürütmenin özelliği başka türlü düşünmeye alışkın, filozof olmayanlara çoğu zaman tuhaf, hatta gizlemli gözüken bir şaşırtıcı karakteristikte yatar. Soruların amacı soruları ortadan kaldıracak cevaplara varmaktır. Filozof bu soruları sorgular. Cevapları onları kavramaya açıklamaya ayakta tutmaya yöneliktir, tek kelimeyle onları olabildiğince sistemli biçimde düşünmeye yöneliktir.
Felsefecilerin retoriğe olan önyargılarını İsokrates bile çok uğraşmasına rağmen silememiştir. Felsefe ve retorik arasındaki çekişme Roma İmparatorluğu dönemine kadar sürmüş. Problem hükümdarları despotluklarından dolayı eleştiren Stoik ve Kynik filozoflar tarafından devam ettirilmiştir.
Söylevleri zaman ekseni üstünde konumlayabiliriz; Geçmişte olmuş bitmiş olayların belli bir değişkesini sunan hukuksal söylev; belli bir dinleyici kitlesini geleceğe ilişkin belli eylemlerin olabilirliği konusunda ikna eden siyasal söylev; şimdiye ilişkin bir konuyu ya da kişiyi övmeye ya da yermeye kışkırtan Serimleme söylevi. Oysa felsefe her yerde her zaman geçerli olabilecek ‘öncesiz sonrasız’ sorunları konu edinir. Retorik, mantık gibi tasım ("sullogismos": kıyas) kullanarak belirsizliği ortadan kaldırır ve Helenistik dönemde felsefeye hazırlayıcı eğitimin temel taşı olarak inceden inceye işlenir.
Siyaset her zaman retoriğin ayrıcalıklı alanlarından birini oluşturmuştur ama bunun için tartışmanın en azından ilke olarak serbest olduğu demokratik bir rejim gerekir. Yine de retoriğin en yoğun olduğu yer genel tartışma alanı değil, oy toplama siyasetine yönelik kaygılardır.
Siyasette doğru olandan ya da hukukta ortak çıkara yararlı olandan söz edilir ve bunlar retorik sorular kuramını savunabilmeyi güçleştirirler.
Retorikle ben, başkaları ve dünya bir sorgulamada, öteki dinleyici, yargıç ve muhatap; cevap verme ve tartışma konumundadır.
Atina’nın siyasi durumuyla bağlantılı olarak, 5. yüzyılda devlet adamları arasında önemli hatiplere rastlıyoruz. Bu şahıslar halk üzerindeki nüfuzlarını büyük ölçüde konuşmalarının gücüne borçludurlar. Bunlar arasında en önemlisi Perikles’tir. Fakat ne yazık ki söylevleri yazılı değildir. Sadece Thukydides’in eserindeki söylevi sayesinde hitabeti hakkında fikir elde edebiliyoruz.
Avrupa tarihi boyunca da retorik kendisini toplum önünde ve özellikle siyasal mahkemelerde ikna etme yolu olarak göstermiştir.
Retoriğin, yönetimin halka açık olduğu ve demokrasiyle yönetilen toplumlarda özgürce konuşabilme hakkıyla geliştiği söylenir . 16 -18. yüzyıllarda ise retorik yalnızca deyişe indirgenmiştir. Bugün bile retorik denince akla gelen belagat, güzel konuşma sanatıdır.
Atinalı on hatip bir listede toplanmışlardır. Bu hatiplerin isimleri M.Hadas’a göre şunlardır: Antiphon, Andokides, Lysias, İsokrates, İsaios, Lykourgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos, Demosthenes.
Attika Hitabeti Demetrikos’la hatta Demosthenes’in ölümüyle sona erer. Bu durum yalnızca hatiplere değil, siyasi ortama da bağlıdır. Çünkü Atina demokrasisi sırasındaki siyasal mücadeleler sayesinde güçlenen hitabet, demokrasi ortamının ortadan kalkması ve özgürlüklerin son bulmasıyla yok olmaya mahkûm olur.
Attika döneminin sonunda yalnızca hitabet parlaklığını kaybetmekle kalmaz; Yunan edebiyatının bütün türleri için bir gerileme devri başlar. Bu zamana kadar yaratıcı ve özgün eserler yaratılırken, Demosthenes’ten sonra birkaç istisna hariç bu özelliğin kaybolduğunu ve yalnız taklit niteliğinde eserler meydana geldiğini görüyoruz.
Hayat Kıvılcımı (roman)
Hayat Kıvılcımı (orijinal adı: Der Funke Leben), Erich Maria Remarque'nin bir romanıdır.
Remarque, Hayat Kıvılcımı'nın ilk baskısını 1943'te "halk adına" Freisler Halk Mahkemesi tarafından öldürülen kız kardeşi Elfriede'nin anısına ithaf eder. Kiepenheuer&Witsch Yayınevi'nin Almanca ilk baskısı bu ithafı içermemektedir.
Mellern Toplama Kampındaki numarası 509 olan mahkûmun hikâyesi ve hissettikleri anlatılır. SS mensuplarının şakayla dans salonu dedikleri yoklama meydanı, üzerinde eski bir Prusya özdeyişi "herkes layığını bulur" olan giriş kapısının yanında asılmış bulunan dört kişi, krematoryumda çalışan mahkûmlar, zeminlikte iki Yahudi'yi öldürdükten sonra keyifle iyi cins kahve içen, çekirdeksiz üzümlü kek yiyen SS komutanı Breuer, kamp bandosunda çalınan Günaydın Güller Valsiyle komutan Neubauer'i, mahkûmların bitlenmelerini, genç mahkûm Ludwig'in homoseksüel ilişkileri, işkenceler, derişik HCL ile cinsel organları koparılan mahkûmlar, Bucher ile Ruth Holland'ın aşkı dikenli tellerden birbirlerine ekmek atmaları,sevişmeleriyle günlük kamp yaşamını sergileyen bir panorama kitabıdır.
Kitabın içerisinde Remark'ın kendinden büyük izler vardır. Örneğin 19 |
19 haziranında sağ kalan öğretmen okulu öğrencilerinin savaşa katılmaları nedeniyle yarıda kalan öğrenimlerini tamamlamaları ardından, Remarque Osnabrück'deki Piesberg salonunda bir "gül şenliği" düzenler ve şenliğin açılışı kendisinin çok sevdiği Günaydın Güller Valsiyle yapılır. Bu motifi romanında birkaç kez kullanır. Osnabrück Remarque Arşivi terekesinde 1952'de el yazısıyla yazılan bir metinde kitap şöyle özetlenir:
Hayat Kıvılcımı'nın 1952'de yayımlanmasından sonra, Remarque eleştirmenler tarafından birçok kez, anlatılan olayların korkunçluklarıyla asla roman gibi yapıtsal olarak biçimlendirilemeyeceği gerekçesiyle kınanmıştır. Bu eleştirilerin başını Rhein-Neckar gazetesi yazarı Emil Belzner çekmiştir.
İdam Kararı :(j 508/43)
29 Ekim 1943 Tarihli duruşmaya dayanarak; Elfriede Scholz, kızlık soyadı Remark'ın bir asker karısına söylediği aşırı bozguncu ve kışkırtıcı sözleriyle, Führer'in beynine kurşun sıkmak, askerlerimizin kasap olduğunu söylemek kadar ileriye götürmüştür. İdamla cezalandırılacaktır. Her ne kadar Sholz karamsarlığını kısmen "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" adlı kötü ünlü değersiz yapıtın yazarı kardeşinin etkisine dayandırmak istiyorsada bu onu mazur göstermez çünkü kendi ifadesinde 13 yıldır kardeşini görmediğini belirtmiştir. O daha çok kendi soyuna ve Alman soyuna birliğine ihanet eden bozguncu ve ajandır. Elfriede Sholz mahkûm olduğu için giderleri ödemek zorundadır. İmzalayanlar Dr.Freisler ve Dr.Schulze-Weckert.
"Mitteilungender Erich Maria Remarque Gesselshaft, Osnabrück (Erich Maria Remarque Derneğinin Bildirilerinden-Eylül 1988)"
Bu karardan sonra 16 Aralık 1943'te Elfriede Scholz Plötzensee'de baltayla idam edildi. 1938'de vatandaşlıktan çıkarılan ve 1943'te New York'ta yaşayan Erich Maria Remarque'ye bu durum tebliğ edilmedi. Nazi kamplarından sağ kurtulan tek kardeşi Erna Brames'e giderleri ödetildi. Führer'e affedilmesine dair bir belge gönderilmesine rağmen mezarının yeri bile söylenmedi. Tıpkı Remarque'nin kitabında Mellern Toplama Kampında ölenlerin nereye gömüldüğünün bilinmemesi gibi.
Hayat Kıvılcımı'nda kamp amiri Weber'in, 509'un, Neubauer'in konuşmalarıyla gerçekler arasında büyük bağlantı vardır. Weber Nazizm sona erdiğinde ne yapacağı konusunda fikirlerini Neubauer'e anlatırken, dışarıdan olayları izleyen Remarque'nin gözlemleri okunur. Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde Stalinist nüfuz alanındaki eski Nazilerin, SS ve Gestapo mensuplarının, resmi görevlere getirilmelerine dikkat çeker.
""Benim gibi biri için her zaman yapılacak bir şeyler vardır" yanıtını verdi kuru bir ifadeyle. "Yeniden yükseliriz başka isimler altında. Diyelim ki komünist olarak. Birkaç yıl içinde Nasyonal Sosyalist Parti ortadan kalkacak. Herhalde bir gün bir yerlerde polis örgütüne gireriz. Sahte belgelerle olsa da. O zaman orda çalışmaya devam ederim.""
1952 yılında bile Alman halkı tarafından şiddetli eleştirilere maruz kalmış bir kitaptı. Sadece Almanya'da küçük birçoğunluğun sempatisini kazanmıştı. Buna rağmen Der Spiegel'in başını çektiği yazılar çıkıyordu:
"Katılmamış birinden katılmamışlar için toplama kampı betimlemesi. Damıtılmış klişeler, ancak yaşamışsa anlatabilecek bir yazar tarafından derlenmiş.""
Bundan sonraki romanlarında da aynı sorunları aynı üslupla dile getirmeye devam eden Remarque barıştan sonra Münih'te düzenlediği basın toplantısında roman için yapılan eleştirilere son noktayı "Kız kardeşim Elfriede'yi Naziler politika suçlusu olarak astılar. Toplama kamplarında işlenen korkunç cinayetler üzerine geniş bir arşivim var. Görüyorum ki, Almanya'da bazı olayları ve durumları tenkif etmenin Almanya düşmanlığı demek olmadığını Almanlara anlatmak çok zor." sözleriyle koydu.
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Orijinal adı: Im Westen nichts Neues) Erich Maria Remarque'nın yazdığı, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ele alan bir romandır.
"Im Westen nichts Neues" romanı ilk kez Almanya'da 1929 yılının Ocak ayında yayımlandı ve daha ilk yılında 26 dile tercüme edilerek dünyaca meşhur oldu. Günümüze kadar 50 ayrı dile tercüme edilmiş ve 15-20 milyon satmıştır. 1930 yılında Lewis Milestone'ın yönettiği Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filmi bu romandan uyarlanmıştır.
Almanya'nın Nazi döneminde 1933 yılında gerçekleşen "Kitap yakılması" eylemlerinde bu roman da kurban düşmüştür.
Roman, I. Dünya Savaşı'na, bağnaz öğretmenlerinin kışkırtığı vatanseverlik duygularıyla gönüllü olarak katılan Alman gençlerinin, savaşın gerçekliği altında nasıl ezildiklerini son derece çarpıcı bir biçimde okuyucuya sunmaktadır. Remarque'ın bu romanın kahramanı, yaşama bağlılığını, yaşama sevincini öylesine yitirmiştir ki, bu yaşam dolu genç adam, önünde uzanan upuzun bir yaşama bakıp, "Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı" diyebilmektedir sonunda. Remarque, savaşlara katılan insanların bir kısmının bedenen öldüklerini, geri kalanların ise ruhen öldüklerini savunmaktadır bu romanında. Ona göre sonuçta, savaşlara katılan herkes ölür, bedenen ya da ruhen, kimse savaştan sağ çıkamaz. Remarque'ye göre savaşın gerçeği işte budur.
Atilla Ateş
Atilla Ateş, (1937, Kastamonu) Türk asker.
1955 yılında Bursa Işıklar Askeri Lisesi'nden, 1957 yılında topçu asteğmen rütbesi ile harp okulu'ndan mezun oldu. 1959 yılında topçu okulu'nu bitirdi. muhtelif topçu birliklerinde batarya takım ve batarya komutanlığı yaptı. 1969 yılında harp akademisi'ni bitirerek kurmay oldu. 1982 yılına kadar çeşitli birlik ve karargâhlarda, birlik komutanlığı ve karargâh subaylığı ile Bonn kara ataşe muavinliği görevlerinde bulundu.
1982 yılında Tuğgeneral, 1986 yılında Tümgeneral, 1990 yılında Korgeneral, 1994 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. Tuğgeneral rütbesi ile Bonn Silahlı Kuvvetler Ataşeliği ve 3. Zırhlı Tugay Komutanlığı, Tümgeneral rütbesi ile 2. Piyade Tümen Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanlığı, Korgeneral rütbesi ile 4. Kolordu Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulundu. Orgeneral rütbesinde Harp Akademileri Komutanlığı, 3. Ordu Komutanlığı ve 1. Ordu Komutanlığı yaptı. 27 Ağustos 1998 tarihinde atandığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinden, 30 Ağustos 2000 tarihinde kadrosuzluk nedeniyle emekli oldu.
PKK karargâhının ve Abdullah Öcalan'ın Suriye topraklarından çıkarılması sürecini başlatan konuşmayı yaptı. Bu konuşmada Türkiye'nin sabrının taştığı ve PKK'nın bitirilmesi için Suriye'yle bir savaşın bile göze alındığını belirtti ve Suriye'yi açık şekilde tehdit etti. Bu konuşma sonucunda Öcalan ve Suriye'deki silahlı yapılanması Suriye yönetimi tarafından tasfiye edildi ve Öcalan kısa süre sonra Türkiye'ye getirildi.
Gamze
Gamze bazı insanlar gülümsediğinde yanaklarında, alttaki et nedeniyle, oluşan derideki görülebilir çukurdur. Ölü hücrelerden dolayı yanakta çökme meydana gelir.
Gamzeler genellikle toplumlarda çekici bulunurlar. Bebekler sıklıkla gamzelidirler, daha sonra bunlar kasların yaşın ilerlemesiyle birlikte uzamasıyla genelde yok olur veya belirsizleşirler. Sonuç olarak, yetişkinlere göre gamzeler genellikle hoşluk ve masumiyet işaretleridir. Gamze kalıtsal olup baskın genlerle taşınır.
Galalit
Galalit, sütün kazeini ile formaldehitten elde edilen bir plastik madde. Formaldehit molekülleri kazein (protein) molekülleri ile birleşirken su çıkar. Bu tip birleşmeye kondansasyon adı verilir. Birleşme üç boyutta ve her yöne dağıldığı için, çok sağlam ve sert bir ürün ortaya çıkar. Sütün kazeinine boya ve dolgu maddeleri ilave edilerek iyice karıştırılır. Levha veya çubuk şekline sokularak, formaldehit banyosuna batırılır. Reaksiyon çok yavaş meydana gelir. Banyodan çıkarılan ürün kurutulur. Kondansasyon yine devam eder. Sıcakta yumuşamayan bir madde meydana gelir. Çoğunlukla tornada şekillendirilir. Düğme, kalem sapı, tarak ve oyuncak yapımında kullanılır.
Woodstock Festivali
Woodstock Festivali, resmi adı ile Woodstock Music and Art Fair, 15-18 Ağustos tarihleri arasında 1969 yılında Bethel, New York'ta bir mandıra alanında gerçekleşmiştir . Vietnam Savaşı'na karşı protestolar düzenlendiği ve bu protestoların ağır bir şekilde bastırıldığı ortamda, hippiler umutsuzluğa düşmüşlerdi. 1969'da gerçekleşen bu festivalin sloganının üç gün boyunca barış ve müzik olmasının sebebi de bu umutsuzluktan üç gün uzaklaşılmak istenmesidir. Festivalin organizatörlerinden Michael Lang bir röportajında "Son yıllarda üniversite kampüslerinde, yoksul mahallelerde ve ülkenin her köşesinde protestolar vardı, Woodstock'ta politik kaygılarımızı bir kenara bırakıp bütün enerjimizi barışa odakladık, barış ve anlayış mümkündü." diye belirtmiştir. 1960'ların karşı kültürlerinin bir araya geldiği festivale Amerika'nın her yerinden 450'000 genç katılmıştır. Festivalde Jimi Hendrix, the Who, Janis Joplin, Crosby, Stills, Nash & Young, Richie Havens, Jefferson Airplane, Joan Baez gibi sanatçılar ve gruplar performanslarını sergilemişlerdir. Woodstock Festivali 1960'ların bunalan gençliğinin bir araya gelmesinin sembolü olmuştur.
1960'ların sonunda sanatçılar bir süredir Woodstock'u yaşamak için ideal bir kasaba olarak görmeye başlamışlardı. 1969'da festival gerçekleşmeden önce Woodstock kasabasını evleri olarak telaffuz eden sanatçılar ve gruplar arasında; Janis Joplin, Bob Dylan, Jimi Hendrix, The Band vardı. Festivali John Roberts, Joel Rosenman, Michael Lang ve Artie Kornfeld düzenlediler. Organizatör dörtlü o zamana kadar gerçekleşmiş en büyük Rock konserini yapmayı planlamıştı ve hedefleri 50'000 ile 100'000 arası genci Woodstock'ta bir araya getirmekti. Fakat en başından itibaren festivalin planlanmasında bazı sıkıntılar ortaya çıktı. Bu kadar fazla insanın bir araya toplanabileceği bir alan yoktu. Walkill yakınında bir alan ayarlandı fakat orada yaşayanların üç gün boyunca hippi gençleri orada istememesi üzerine belediyeden sahne kurma izni alınamadı. Bunun üzerine son anda yapılan bir değişiklik ile Bethel yakınlarında kurulan bir mandıranın arazis |
i ayarlandı. 49 yaşındaki mandıra çiftçisi Max Yasgur 50 bin dolar karşılığında arazisinin iki buçuk kilometre karelik alanını festival için kiraya vermeye razı oldu. Festivalin duyurulması "Woodstock Music and Art Fair" şeklinde uzunca bir süredir yapıldığından, yer değişikliğine rağmen organizatörler festivalin ismini değiştirmemeye karar verdiler.
1960'ların savaş karşıtı Amerikan gençliği, Vietnam'a gidip onaylamadıkları bir savaşta hayatlarını kaybetmek istemiyordu. Sisteme karşı çıkan ve farklı bir hayat tarzı arayan gençler 15-18 Ağustos 1969'da bir araya geldi. Bazılarının gelme amacı Vietnam Savaşı'na karşı olduklarını göstermek, bazılarınınsa politikaya üç gün için ara vermekti. Ortak payda ise olan olaylardan bunalmışlıktı. Woodstock Festivali'nde müzik ile bir araya gelen gençlik dünyaya büyük bir aile olduğunu gösterdi. Festivalde gençlerin mottosu "savaşma seviş" idi. Gençler birlikte yoga yaparak, uyuşturucu kullanarak, dans ederek, gölde çıplak yüzerek alternatif yaşam tarzlarını Woodstock Festivali'nde birlikte yaşadılar. Festivalde yağmur yağması bile gençlerin birlikte pozitif kalmasına engel olamamıştır. Gece bastıran yağmurda sahneden yapılan anons "birbirinize tutunun" olmuştur. Yağan yağmur ile çamur olan toprakta oyunlar oynanmıştır.
Açlık, susuzluk ve yağmura rağmen 450'000 genç üç gün boyunca müziğin tadını çıkardı. Trafik festivale gelişte en büyük problemlerden biriydi çünkü organizatörler bu kadar büyük bir katılım beklemiyordu. Gelenlerin arabalarını park edecek yer bulamamaları nedeniyle yol kenarları arabalarla dolup taştı. Arabalarını festival alanından uzağa park edebilmiş olan gençlerin alana yürüyüşü dünyanın sonunu andıran bir görüntü yaratmıştır. Gelenlerin çoğunun bileti yoktu ve çitleri aşarak festival alanına girdiler. Medya festivale gelen kalabalığı hayretler içerisinde gerek yerden gerekse helikopterlerden çekilen görüntüler ile yayınlamıştır.
Festivalde iki kişi aşırı doz uyuşturucu kullanımı nedeniyle hayatını kaybetmiştir. İki genç doğum yapmıştır, biri trafikte kalan arabada diğeri ise hastanede festival alanından helikopter ile taşındıktan sonra. 50 gönüllü doktor festival alanına taşınmıştır. Festival bittiğinde rapor edilen sayıya göre 5'000 sağlık vakası yaşanmıştır. Kayıt altına alınan sağlık sorunları arasında boyun kırığı, diyabet koması ve uyuşturucu ile ilgili vakalar da vardır.
Festivalin yiyecek, içecek ve taşınabilir tuvalet lojistiği 50'000 ila 100'000 kişi için planlanmıştı bu nedenle üç gün boyunca ciddi sıkıntıların aşılması için çaba harcandı. Örneğin lojistik sıkıntısını gidermek içi alana konserve yiyecekler, sandviçler ve meyveler iki Amerikan Hava Gücü helikopteri tarafından alana ulaştırılmıştır.
New York Daily News gazetesi köşe yazarı Ted Lewis Woodstock Festivali'nin olduğu günlerde yazdığı yazısında müzik bu kadar genci bir araya getirebiliyorsa bir gün başka nedenlerinde gençleri bir araya getirebileceğini yazmıştır.
17 Ağustos 1969 Pazar günü öğleden sonra alanı kiraya veren çiftçi Max Yasgur sahneye çıktığında "Hayatımda bir alan içerisinde gördüğüm en büyük insan grubusunuz, bu kadar fazla kişi olacağını tahmin etmemiştik ve siz dünyaya yarım milyon gencin eğlence ve müzik için bir araya gelebileceğini kanıtladınız" demiştir.
Woodstock'a katılan sanatçıların söyledikleri parçaların tam listesi ve doğru kronolojik sıralama:
Michael Wadleigh'in yönetmeni olduğu Woodstock 1970, festival günlerinde çekilmiş görüntülerden oluşmakta ve bir belgesel niteliği taşımaktadır. Michael Wadleigh daha önce Afrika kökenli Amerikalıların haklarını ve komünist ideolojiyi konu edinen başka filmler çekmiştir. Wadleigh bu filmde üç gün süren Woodstock Festivali'ni belgelemek istemiştir. Bir röportajında film çekmekten çok çektiği filmlerin mesajı olmasını önemsediğini belirtmiştir. Woodstock 1970 filminde hippilerin yaşam tarzı gözlemlenebilir. Filmde festival günlerinde yapılmış farklı röportajlar vardır. Lokal Amerikalı'ların festivale bakış açısı ve gençlerin neden festivale geldikleri bu röportajlarda sorgulanmıştır. Woodstock 1970 filmi Rock and Roll tarihini anlamak adına önemli bir yapıttır. Güncel yaşamdaki politika ve müziğin el ele gittiğini kanıtlar nitelikte bir filmdir.
Jimi Hendrix
Johnny Allen "Jimi" Hendrix (27 Kasım 1942 - 18 Eylül 1970), Amerikan gitarist, gitar virtüözü, şarkıcı, söz yazarı ve kültürel ikon. Hendrix rock tarihinin en etkili müzisyenlerinden birisidir. İlk olarak İngiltere'de ün kazanan Hendrix, 1967 yılında yapılan Monterey Pop Festivali'nden sonra tüm dünyaca ünlü oldu. Ayrıca ünlü Woodstock Festivali'nde headliner (assolist) oldu. Hendrix nasıl gitar çalınacağını kendi başına öğrendi ve genellikle Fender Stratocaster kullandı. O sol elini kullanan bir gitarist olduğu için dizeleri tersten eklenmiş bir gitar kullanırdı. 2003 yılında Rolling Stone dergisi tarafından tüm zamanların en büyük gitaristi seçildi.
Jimi Hendrix 27 Kasım 1942'de Seattle'da doğdu. İlk başta Johnny Allen Hendrix olan ismi daha sonra ailesi tarafından James Marshall Hendrix olarak değiştirildi. Para ve ilgiden uzak olarak büyüdü. Annesi ve babası daha dokuz yaşındayken boşanmışlardı. Annesi o 16 yaşındayken öldü. Hendrix yaklaşık 14 yaşlarındayken gitarla tanıştı. Bu gitar başka bir çocuk tarafından atılmış teli kopuk eski bir gitardı. Buna rağmen bu gitarla bazı şarkıları çalmayı başardı. 15 yaşlarındayken babasının bir arkadaşından 5$'a bir akustik gitar aldı. İlk elektrogitarı babası Al Handrix tarafından alınan beyaz bir Supro Ozark'tı. Hendrix ders almadı fakat Chuck Berry ve Elvis Presley gibi sanatçıları izleyerek onların şarkılarını çaldı ve kendiliğinden bazı basit notaları buldu. O elektrogitarı amplifikatör (amfi) kullanmadan çalıyordu.
Hendrix ortaokulu bitirmiş fakat Garfield Lisesi'nden mezun olamamıştır. 1960'li yıllarda gazetecilere verdiği bir demeçte: ""İnsanlar orada ırkçıydılar, ben başarısız oldum çünkü siyahtım."" dedi. Ayrıca Hendrix'in söylediğine göre çoğu zaman öğretmen tarafından kibar olmadığı gerekçesiyle dışarı atılırdı.
Hendrix iki araba çaldıktan sonra önünde iki seçeneği vardı; hapse gitmek veya Amerikan ordusuna katılmak. O 31 Mayıs 1961'de orduya katılmayı seçti ve Fort Campbell, Kentucky'ye gönderildi. Askerdeyken komutanları onu nöbetlerde sürekli uykuda yakaladılar ve onun sürekli izlenmesi gerektiğine karar verdiler. Hendrix silah konusunda iyi değildi ve bir memurun dediğine göre o gitarını düşünürken,düşünüp doğru işler yapamıyordu. Tüm bunlara karşın askerlik onun için önemli bir devreydi çünkü orada Billy Cox ismindeki bas gitaristle tanıştı. Hendrix daha sonra The King Kasuals isimli küçük grupta Cox ile birlikte çalacaktı. 31 Mayıs 1962'de komutanları onun ordudan ayrılmasının daha iyi olacağını söylediler, çünkü Hendrix çok fazla sorun çıkartıyordu. O da bu fikre katıldı ve ordudan ayrıldı. Fakat Hendrix'in daha sonra söylediğine göre onun bir paraşütle atlayışı sırasında bileğini kırması sonucu onu eve göndermişlerdi. O daha sonraları askerlik anılarını Melody Maker isimli dergiye 1967 ve 1969 yıllarında anlatmıştır. Söylediğine göre orduya hizmet etmeyi ve ordunun işleyiş şeklini hiç sevmemiş. Amerika'da yaptığı hiçbir röportajında askerlik anılarından bahsetmemiştir. Ne zaman televizyona çıkacak bir röportaj yapsa sürekli Fort Campbell'dan bahsetmiştir.
Hendrix solak bir gitarist olmasına rağmen sağ elliler için yapılmış olan bir gitarı çalması onu insanlar gözünde popüler yapmıştı. İlk konserini isimsiz bir grupla bir Sinagog içerisinde vermiştir. Sonradan “The Velvetones” isminde bir bir gruba girmiştir. Bu grupla birlikte Yesler Terrace’de çalmıştır.
Askerlikten sonra askerlikte tanıştığı Billy Cox ile birlikte çaldıkları The King Kasuals grubunda çalmak için Tennessee’deki Clarksville’e taşınmışlardır. Bu grupla birlikte küçük barlarda çalmalarına rağmen çok para kazanamazlar ve bunun üzerine Nashville’e taşınan ikili orada müzik hayatına birçok blues şarkılarıyla devam etmişlerdir. 1962 Kasım’ında, Hendrix ilk stüdyo performansını sergiler. Nashville’deki ilerleyen zamanlarında Hendrix, birçok farklı gruplarda ritim, solo gitaristlik ve vokalistlik yapar. Bu süreç boyunca çok para kazanamamasına rağmen, grupların nasıl çalıştığı hakkında bolca tecrübe edinir.
Çok para kazanamaması Hendrix’in canını sıkar ve Hendrix kuzeye, New York’a gider. 1964’te New York’a komşu küçük bir kasaba olan Harlem’e barlarda ve cafelerde çalmak için gider. Aynı zamanda Apollo Tiyatrosu’ndaki bir gitar yarışmasında ilk ödülünü kazanır ve 1966’da Hendrix kendi grubunu kurar ve gruba Jimmy James and The Blues Flames (Jimmy James ve Blues Ateşi) ismini verir. Grubun üyeleri Hendrix’in civarda tanıştığı müzisyenlerdir ve bunlardan birisi Randy isimili 15 yaşındaki bir çocuktur. Hendrix ve grubu Café Wha? İsimli bir cafede çalmaya başlarlar. Hendrix şanslıdır ve 1966’da The Rolling Stones’un gitaristi [Keith Richards]’ın kız arkadaşı Linda Keith ile tanışır. Hendrix’in müziğini seven Keith onu The Animals’ın menajeri ile tanıştırır. Menajer Chas Chandler ona “Hey Joe” isimli yerel bir şarkının rock versiyonunu yapmasını söyler ve sonra onunla İngiltere’de bir kontrat imzalar. Jimmy Hendrix artık yeni bir albüm yapacaktır ve ona The Jimi Hendrix Experience (Jimi Hendrix Deneyimi) ismini verir.
18 Eylül 1970'te, Londra'daki Semerkand Hoteli'nin zemin katında ölü bulundu. Aşırı içki ve uyku hapından öldüğü düşünülüyor. Baygın hâlde kusmuş ve kusmuğu ile boğulmuştur. Menajeri tarafından her 10 yılda bir anısına konserler düzenlenmektedir.
Hendrix ilk albümü Are You Experienced? (Deneyimli misin?)'i 1967 yılında piyasaya çıkartmıştır.
Albüm piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra Hendrix tüm İngiltere'yi ve Avrupa'nın büyük bir kısmını dolaşır ve 4 Haziran 1967'de Hendrix İngiltere'de Amerika'ya gitmeden önceki son konserini verir.
Amerika'da onu Paul McCartney, George Harrison, Eric Clapton, Jack Bruce ve Brian Epstein dahil birçok ünlü onu izlemeye gelmiştir.
Albüm, İngiltere Müzik sıralamalarınd |
a 2. sıraya gelir. 2001 yılında ise gelmiş geçmiş en iyi 5. albüm seçilir. "Rolling Stone" dergisi ise albümü 2003 yılında yapılan en iyi 500 albüm sıralamasında 15. sıraya koyar.
Hendrix 1968'de 3. albümünü de bitirmişti, Electric LadyLand. O sene Hendrix'in menajeri Chas Chandler, Hendrix ile yollarını ayırmaya karar verir. Chandler'dan sonra Hendrix müziğindeki her şeyi değiştirdi. Farklı müzisyenler ve enstrümanlar kullanmaya başladı. Gitarlar, flütler, trombonlar hepsini farklı sesler elde etmek için distortion ile kullanmaya başladı. Albüm Amerika'da 1. sıraya gelirken, İngiltere'de 5. sıraya geldi. 2003 yılında VH1, albümü en iyi 72, "Rolling Stones" dergisi ise en iyi 54. albüm olarak belirledi.
Zagor
Zagor, bir çizgi roman kahramanı. 1961 yılında Mister No'nun da senarist ve çizerleri olan Sergio Bonelli ve Gallieno Ferri tarafından yaratıldı ve ilk kez okuyucu ile buluştu.
Zagor, ABD'nin Pennsylvania eyaletinin kuzeyindeki Darkwood adlı düşsel bir ormanda yaşar. Asıl adı Patrick Wilding olan Zagor, henüz küçük bir çocuk iken anne-babası Darkwood yakınındaki evlerine Salomon Kinsky tarafından kışkırtılan Kızılderili Abenaki kabilesinin düzenlediği saldırıda öldürülür. Zagor nehre atlar, bir süre sürüklenir, daha sonra Nathaniel Fitzgeraldson (Fitzy) adındaki bir avcı tarafından fark edilerek kıyıya çıkarılır ve büyütülür. Fitzy ile geçirdiği yıllar boyunca avlanmasını ve balta fırlatmasını öğrenir. Ancak intikam ateşi de yüreğini kavurmaktadır. Bir gün Salomon Kinksy'nin yerini öğrenir ve intikamını almak için Fitzy'den ayrılır. Gerçekleştirdiği bir baskınla Salomon'u ve beraberindeki kızılderilileri öldürür. Ancak bu esnada Salomon'un babasını öldürme sebebini de öğrenir. Evlenmeden önce orduda rütbeli bir subay olan baba Wilding, Abenaki Kızılderililerine bir katliam gerçekleştirmiştir ve kendisinden de bunun intikamı alınmıştır. Karışık duygular içindeki genç Patrick uzun süre kendini toplayamaz. Bir gün ormanda kızılderili saldırısından hayatlarını kurtardığı bir cambaz topluluğu olan Sullivan'larla tanışır ve bu yeni dostları kendisine Kızılderili Algonkin Kabilesinin dilinde "Baltalı İlah" anlamına gelen "Zagor Tenay" adını verirler. Zagor sergilediği birkaç numara ile Kızılderilileri kendisinin bir yarı-tanrı olduğuna inandırır ve barışın korunması için harcadığı çabaları sonucunda Darkwood'un egemeni olup bataklıkta bir kulübe inşa ederek Çiko ile birlikte oraya yerleşir.
Zagor'un en yakın dostu Çiko, çoğu macerada onunla birliktedir. Çiko, Meksikalı bir soyludur ve tam adı "Cico Felipe Cayetone Lopez Martinez ve Gonzales"tir. Oburluğu kendisinin bir zaafıdır. İlk başta yüreksiz biri gibi görünse de yeri geldiğinde dostları için hayatını tehlikeye atmaktan çekinmez. Sevimli, esprili, kültürlü bir karakter olarak serüvenlere renk katar.
Türkiye'de 1962-1970 yılları arasında Ceylan Yayınları, 1970-1993 yılları arasında Tay Yayınları, Temmuz 1996-Ocak 2000 ayları arasında AD Yayıncılık, sonra Aksoy Yayıncılık, ve Nisan 2002'den itibaren Lâl Kitap tarafından yayınlanmıştır.
İtalyan çizgi romanı Zagor'un üç sinema uyarlaması vardır. Her üçü de Türkiye'de yapılmış sinema filmleri şunlardır
Saint-Dié-des-Vosges
Saint-Dié-des-Vosges (Almanca: Sankt Didel), 1999 nüfus sayımına göre 22.569 kişi olan nüfusu ile, Fransa'da bir şehir (Vosges).
1507 : "Cosmographiae Introductio" (Martin Waldseemüller)
Teknik Üniversitesi : IUT (fr. "Institut universitaire de technologie"]
Ortalama 350 aile ikamet ediyor.
Tasmanya
Tasmanya ya da Tazmanya, Avustralya'nın güneydoğusunda bulunan bir ada. Avustralya'nın bir eyaleti olup, başkenti Hobart en büyük ikinci şehri ise Launceston'dur.
Tazmanya, 64.519 km²'lik alanı ile Avustralya'nın en büyük adasıdır. Ancak Avustralya'nın en küçük bölgesi olduğundan, nüfus yoğunluğu azdır. Kuzeyden güneye 296 km, doğudan batıya 315 km uzanır. Çevresindeki küçük adaları da sayacak olursak 68.401 km²'lik bir alanı kapsar. Bass Kanalı ile Avustralya anakarasından ayrılır. Ayrıca kuzey batısındaki King Adası ile kuzeydoğu ucundaki Flinders Adası'nın ortasında kalır. Adada , sıradağlar ile yüksekliği yaklaşık 1.600 m'yi bulan yaylalar ağırlıktadır. En büyük yükseltisi 1.617 m olan Ossa Dağı'dır.
Avustralya'nın güneyinde konuşlanmış Tazmanya güney 40° - 44° paralelleri ile doğu 144° - 149° meridyenleri arasında bulunur.
Büyüklüğü aşağı yukarı İrlanda kadar olup sayısı yaklaşık yüzü bulan arşipel tipli Bass Adaları'nın en büyüğüdür.
Ada çok çeşitli ekoloji barındırdığından, yaklaşık dörtte biri UNESCO doğa mirası koruması altındadır. Adanın yaklaşık % 40'ı milli parklardan oluşur. En çok etkileyici olan doğal varlığı Cradle Dağı ve el değmemiş, ulaşımı bile zor olan güneybatı kısmındadır.
1642 yılında Hollandalı kaşif Abel Tasman adayı Avrupalılar adına keşfeden kişidir. Tasman, Hollanda Doğu Hint Adaları valisi Anton Van Diemen'ın sponsorluğunda seyahat etmekte olduğundan ada ilk olarak "Anthony van Diemen's Land" olarak adlandırdı. Daha sonra "Van Diemen's Land" olarak kısaltılan isim, 1 Ocak 1856'da kaşifinin anısına Tasmanya olarak değiştirildi. Britanya sömürge döneminde işlenen Tasmanya Soykırımı ile Tasmanya yerlilerinin soyu tüketilmiştir.
Tasmanya canavarı ("Sarcophilus harrisii") adaya özgü çokça rastlanan bir hayvandır. Kürkü siyah, yüksekliği 25 cm'dir. Boyuna oranla çok büyük bir kafası, güçlü çenesi ve korkutucu dişleri vardır. İsmini, çok hırçın ve ısırgan ayrıca çok aç gözlü olmasından alır. Avrupalıların gelmesinden önce, keseli hayvanları, yavru hayvanları avlar ya da keseli kurdun artıklarıyla beslenirdi. Bugün ağırlıklı olarak tavuk ya da ev hayvanlarını yakalar ya da çöplerde yiyecek bir şeyler ararlar. Yiyecek ayrımı fazla yapmazlar. Akrep bile yediklerinde en fazla hıçkırık tutar.(Onlara yaklaşmak tehlikelidir.)
Tasmanya Adası, "Thylacine" olarak da bilinen ve artık nesli tükenmiş olan Tasmanya kaplanının anavatanıdır. Daha ziyade vahşi bir köpeğe benzerliğiyle dikkat çeken Thylacine sırtındaki çizgiler sayesinde rahatlıkla fark edilebilir. Avustralya anakıtasında, dingo denilen hayvanlar tarafından yok edilmişlerdir. Çiftçiler tarafından öldürülmeleri, hükümet tarafından ödüllendirilen avcılar tarafından hesapsızca avlanmaları ve başka ülkelerdeki müzelerde sergilenmek üzere katledilmeleri nedeniyle Tasmanya'da da artık bu türün izleri kalmamıştır. Bilinen son Thylacine de 1936 yılında kafeste ölmüştür. Ondan sonra Tazmanya'da görüldüğü iddia edilmiş ancak şimdiye kadar kanıtlanamamıştır.
Patagonya Cumhuriyeti
Patagonya Cumhuriyeti, gerçekte var olmayan kurgusal bir yer.
Özellikle Türkçede cümle içinde; olağanüstü kötü, garip, ender görülen bir durum karşısında kıyaslama yaparak küçümsemek maksadıyla kullanılır. Örneğin, "böylesi Patagonya cumhuriyetinde bile yok" ya da "böylesi Patagonya cumhuriyetinde bile görülmemiştir" tarzı benzetmelerle bahsi geçen olay, yer, kişi ya da nesne küçümsenerek yerilir. Bu tabir bazı durumlarda "Patagonya ordusu" olarak da kullanılabilir.
Patagonya Cumhuriyeti tabirinin Türkçeye nasıl girdiği tam olarak bilinmemektedir. Gerçekte ise Arjantin'in güneyindeki zorlu coğrafyası olan topraklarına verilen isimdir.
Hannah Arendt
Hannah Arendt (14 Ekim 1906 - 4 Aralık 1975), Almanya doğumlu Amerikalı siyaset bilimcidir. Çoğu kişi tarafında felsefeci olarak da bilinmekle birlikte, kendisi felsefenin "bireyin kendisi"ne dair sorunlarla uğraştığını söyleyerek bu sıfatı reddetmiştir. Siyaset bilimci olarak tanımlanmayı istemesinin sebebi çalışmalarının "tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa" odaklanmış olmasıdır.
Arendt, o zamanlar bağımsız bir şehir olan Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), seküler bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve Königsberg (hayranı olduğu Immanuel Kant'ın şehri, bugünkü adı ile Kaliningrad) ile Berlin'de büyüdü.
Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe çalışan Arendt'in onunla uzun, fırtınalı romantik bir ilişkisi oldu. Bu ilişki, Heidegger'in Nazi sempatisi yüzünden zaman zaman eleştirilmiştir.
Heidegger'den ayrıldığı dönemlerden birinde Heidelberg'e taşındı ve orada varoluşçu felsefeci Karl Jaspers'in danışmanlığında Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı üstüne bir tez yazmaya başladı.
Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlandı ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellendi. Bunun üzerine Paris'e kaçan Arendt orada edebi eleştirmen ve Marxist gizemci Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost oldu. Fransa'da kaldığı süre boyunca Yahudi göçmenlere yardım ve destek sağlamaya çalıştı.
Ancak Fransa'nın II. Dünya Savaşı sırasında savaş ilan etmesi ve Alman askeri kuvvetlerinin Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi sonucunda Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesinden ötürü Fransa'dan da kaçmak zorunda kaldı. 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlendi.
1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte, ona ve yaklaşık 2500 Yahudi göçmene yasadışı vize veren Amerikalı diplomat Hiram Bingham IV yardımı ile ABD'ye kaçan Arendt New York'taki Alman-Yahudi topluluğun aktif bir üyesi oldu ve haftalık "Aufbau" için yazılar yazdı.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra Heidegger ile ilişkisini sürdürdü ve Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık etti. 1950 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin doğal vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'ndeki ilk tam kadrolu kadın profesör oldu.
1975 yılında, 69 yaşında hayata gözlerini yumduğunda Annandale-on-Hudson, New York'ta kocasının uzun süre ders vermiş olduğu Bard Koleji'nin mezarlığına gömüldü.
Arendt'in eserleri iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik ile ilgilidir. Çalışmalarının çoğunda eşitler arasındaki kolektif politik eylem ile eşanlamlı olan özgürlük kavramının doğrulanmasına odaklanmıştır
"Politikanın bittiği yerde özgürlük başlar" şeklinde |
ki liberteryen varsayıma karşı çıkan Arendt, özgürlüğü kamusal ve birlikteliğe dair bir kavram olarak temellendirir, buna dair antik Yunan şehir devletleri, Amerikan kasabaları, Paris Komünü, 1960lı yıllardaki toplumsal özgürlük hareketleri ve başka alanlardan örnekler sunar.
En önemli eserlerinden biri İnsanlık Durumu (1958) olup, bu eserinde emek, iş ve eylem arasındaki farkları ve bu farkların yol açtığı önemli sonuçları kışkırtıcı şekilde ortaya koyar. Politik eylem teorisini bu eserinde iyice detaylandırır.
İlk büyük eseri olan "Totaliterizmin Kökenleri" isimli kitapta Komünizm ve Nazizmin kökenlerini ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları incelemiştir. Bu kitabı epey tartışmaya yol açmıştır çünkü kimilerine göre bağdaştırılamayacak iki konuyu kıyaslamaya kalkışmıştır.
Daha sonra "Eichmann in Jerusalem" isimli kitaba dönüşecek Eichmann davasını "The New Yorker" dergisinde anlatırken kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe insanların banalitesinin—sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusunu sormuştur.
Son kitabı "The Life of the Mind" öldüğünde yarım kalmıştır ancak günümüzde mevcut hali ile hala okunmaktadır.
2006 yılında Eugene McCarraher şunları yazmıştır:
Bâkî
Bâkî sözcüğünün çeşitli anlam ve kullanımları vardır:
Permiyen
Permiyen Dönem, Paleozoik zamanın altıncı alt bölümü olarak Permiyen kayaç sistemlerinin oluştuğu jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 292 milyon yıl önce başlayıp 251 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Karbonifer Dönemin sonunda bir yok oluş yaşanmadığı için deniz yaşamı da kara yaşamı gibi Karbonifer’in devamı niteliğindedir.
Karaların büyük bir bölümünde süren kurak iklim yağmur ormanlarını olumsuz etkilemiştir. Dönemin sonlarında doğru yağmur ormanları neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır. Karasal flora baskın olarak kozalaklı bitkilerin de arasında bulunduğu açık tohumlularca oluşturuluyordu.
Permiyen omurgalı faunası yaygın bir gelişme ve çeşitlenme yaşadı. İki yaşamlı Labyrinthodontlar ve memeli benzeri sürüngenler de dahil, sürüngenlerin yükseldiği dönemdir. Permiyen sürüngenlerinin fosil kayıtları oldukça kalabalıktır.
Permiyen sonunda görülen ve tüm türlerin %90-95'inin ortadan kalktığı yok oluş Fanerozoiğin en büyük yok oluşudur. Karasal yaşamın görece daha az etkilendiği yok oluşta, omurgalı, böcek ve bitkilerin dahil olduğu karasal türlerin %70'i ortadan kalktı. Bitkiler de yok oluştan ciddi biçimde etkilendi; ancak, büyük bitki grupları hayvanlar gibi tamamen yok olmadı.
Bu kitlesel yok oluşa neyin ya da nelerin neden olduğu bugün için halen tartışmalı bir konudur. Pek çok bilim adamı bir gök cisminin dünyaya çarpması tezini kabul ederken, deniz yaşamının % 90’ı ortadan kalkmasına karşın kara sürüngenlerinin üçte ikisinin kurtulmuş olması, başkaca nedenlerin olması gerektiğini savunan bilim adamları için gerekçe teşkil etmektedir. Küresel soğuma, deniz tabanındaki ve özellikle Sibirya’daki volkanik etkinlikler bu nedenler arasındadır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Anayasa Mahkemesi, Türkiye'deki en yüksek anayasal organdır. Temel görevi, Anayasa'da yazılı temel hak ve özgürlükleri korumak ve TBMM tarafından çıkarılan yasaların başvuru üzerine anayasa'ya uygun olup olmadığını denetlemektir. Görevleri, Türkiye Anayasası'nın 152. ve 156. maddeleri arasında belirtilmiştir.
9 Temmuz 1961 tarihinde halk çoğunluğu tarafından kabul edilen Anayasa gereğince; 22.4.1962 tarih ve 44 sayılı “Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” 25.4.1962 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla, Yasa'nın yürürlük tarihini düzenleyen 59. maddesinde belirtilen, “"Bu Kanun 25 Nisan 1962 tarihinde yürürlüğe girer"” ifadesine göre, 25 Nisan 1962 tarihinde kuruldu.
1961 Anayasası ile sağlanan 'hukuk devleti' 'yargı bağımsızlığı' ilkeleri ile güvence altına alınan Anayasa Mahkemesi'nin temel görevleri anayasa ile belirlendi. Daha sonrasında 1982 Anayasası'nda da biraz daha daraltılarak korundu. 12 Eylül 2010'da yapılan Türkiye anayasa değişikliği referandumunun kabul edilmesi ile Mahkeme üye sayısı artırılmış ve bireysel başvuru yapma hakkı verildi.
12 Eylül 2010'da yapılan Anayasa değişikliği referandumu'nun kabul edilmesi ile aşağıdaki değişiklikler yürürlüğe girdi.
Anayasa Mahkemesi 17 üyeden oluşur. Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini cumhurbaşkanı ve TBMM seçer. Anayasa Mahkemesi iki bölüme ayrılmıştır. Bölümler, başkanvekili başkanlığında dört üyenin katılımıyla toplanır. Bölümler yalnızca bireysel başvurulara bakmaktadır. Siyasi partilere ilişkin dava ve başvurulara, iptal ve itiraz davalarına ve Yüce Divan sıfatıyla görülecek yargılamalara ise Genel Kurul bakar. Anayasa değişikliğinin iptali ve siyasi parti kapatma davalarında üyelerin 3/5'i yerine 2/3'ünün oyu aranır. Üyeler çekimser oy kullanamazlar. Yargılamanın aleniyeti ilkesi Anayasa Mahkemesi davalarında geçerli değildir.
Yasaların Anayasaya Uygunluğu Denetimi
Parlamentonun çıkardığı yasaların Turkiye Cumhuriyeti Anayasası'na uygunluğunu incelemesi ve çelişkilerin önlenmesi, Anayasa değişikliklerinin usul, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğü'nün hem usul hem de esas bakımından Anayasa'ya uygunluğunu denetlemek,
Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, yüksek mahkemelerin başkan ve üyelerini, başsavcıları, Cumhuriyet başsavcıvekilini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Sayıştay başkan ve üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılamak.
Siyasi partilerin siyasi partiler kanununa uygun faaliyetlerde bulunduğuna dair, TBMM kararlarıyla milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırıldığında veya üyeliklerinin düşürüldüğünde bu kararların iptaline bakmak,
Yetkileri arasında siyasal partileri kapatma da bulunan Anayasa Mahkemesi, Türkiye'de azınlıklarla ilgili mevzuatın ana eğilimini oluşturan "milletin bölünmez bütünlüğü" anlayışına dayanarak siyasi partileri kapatmaktadır. Bu yöndeki ilk uygulama, Türkiye İşçi Partisinin (TİP) Temmuz 1971'de Anayasa'nın 57. maddesinde ifadesini bulan temel ilkesine ("Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği") ve Siyasi Partiler Kanunu'nun 81. maddesindeki "azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler, azınlık yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler" kuralına aykırı görüş ve tutumları nedeniyle kapatılmasıdır.
Anayasa Mahkemesi toplam 17 üyeden oluşmaktadır.
Pön Savaşları
Pön Savaşları, Kartaca Savaşları olarak da bilinir. Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasında, MÖ 264-146 yılları içinde, Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmek ve elde tutmak için yapılan ve üç evre olarak gerçekleşen savaşlardır. Döneminin bilinen en geniş çaplı savaşlarıdır. Pön sözcüğü, Latince'deki Punicus (ya da Poenicus) sözcüğünden türetilmiş bir sözcük olup "Kartacalı" anlamına gelmektedir ve Kartacalarılar'ın Fenike kökenini belirten bir sözcüktür.
Pön Savaşlarının ana nedeni, büyüyen Roma Cumhuriyeti ile yıllardır hüküm süren Kartaca İmparatorluğu arasındaki çıkar çatışmalarıdır. Pön Savaşları'nın başladığı tarihlerde Kartaca, Batı Akdeniz'de, yaygın deniz imparatorluğu ile egemen güçtü. Deniz ticaretini neredeyse tümüyle kontrolü altında tutuyor ve bu ticaretten büyük bir servet Kartaca'ya akıyordu. Roma Cumhuriyeti ise İtalya Yarımadası'nda hızla genişleyen ve yayılan bir güç olmakla birlikte Kartaca'nın deniz gücüne sahip değildi. Dolayısıyla deniz ticaretinin kazançlarından mahrumdu. Pön Savaşları esasta, Kartacalı tacirler ile Romalı tacirler arasında bir pazar savaşıdır.
Romalılar başlangıçta etki alanlarını, hali hazırda Kartaca'nın kontrolü altında bulunan, fakat aynı zamanda Roma ile kültürel yakınlıkları da olan Sicilya yönünde genişletmeye yönelmişlerdi.
Üçüncü savaşın sonunda, her iki taraftan yüzbinlerce askerin öldüğü bir asırdan uzun süren savaş durumunun ardından, Roma Cumhuriyeti Kartaca'yı istila etti ve Kartaca kentini yerle bir etti. Artık Roma Cumhuriyeti, Batı Akdeniz'de en güçlü durumdaki devletti. Öte yandan Roma Cumhuriyeti doğuda da büyük başarılar kazanmıştı. Pön Savaşları'yla aynı dönemde gerçekleşen Makedonya Savaşı ve Doğu Akdeniz'deki, MÖ. 188 yılında Selevkos İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlanan Roma - Suriye Savaşı, Roma Cumhuriyeti'ni Akdeniz'de hakim güç ve Klasik Dünya'da en güçlü şehir devletlerinden biri haline gelmesinde önemli bir yere sahiptir.
Kartaca üzerindeki Pön Savaşları'yla sağlanan Roma zaferi, MS. 5. yüzyıla kadar elde tutacağı hakim bir statü sağladı.
MÖ 262 yılında Güney İtalya’daki bir Yunan kent devleti olan Tarantium’u (bugünkü Taranto) kontrolü altına alan Roma İmparatorluğu, ardından Güney İtalya’daki diğer Yunan kent devletlerinde de kontrolü ele geçirmiştir. Böylece Yunanistan ’daki diğer kent devletleriyle ticari, askeri ve kültürel bağlarını genişleten Roma’nın, Akdeniz ticareti ve egemenliği için Kartaca’yla çatışması kaçınılmaz olmuştur.
Bir Fenike kolonisi olarak MÖ 9. yüzyıl ortalarında kurulmuş olan Kartaca, bugünkü Tunus'da, korunaklı bir liman kentidir. MÖ 240'lı yıllara gelindiğinde Kartaca, Batı Akdeniz'de kurduğu kolonilerde güçlü ve zengin bir ticari imparatorluk oluşturmuştu. Bölgede Kartaca ile güç, varlık ve nüfuz açısından rekabet edebilecek tek güç artık Roma Cumhuriyeti'dir.
Kartaca donanması, antik çağda Batı Akdeniz'de en büyük deniz gücüydü. Buna karşın Kartaca'nın sürekli, güçlü, düzenli bir kara gücü yoktu. Kara savaşları için, gerektiğinde silah altına alınan paralı askerlere dayanan bir askeri güç oluşturulma yolu seçilmişti. Yine de subayların çoğu varlıklı Kartacalılardı. Donanmada ise çoğunlukla, denizcilikteki ustalıklarıyla ünlenmiş orta ya da alt sınıftan Kartacalılar istihdam edilmekte idi.
Roma Cumhuriyeti ise Kartaca'nın aksine sürekli, düzenli bir kara ordusuna sahipti. Subaylar, varlıklı Romalılardı fakat, askerler daha alt sınıftan Romalılardan oluşuyordu. Deniz gücü ise Birinci Pön Savaşı'na kadar d |
üzenli bir güç değildi. Bununla birlikte savaşlar sırasında yeni filolar oluşturarak ve müttefiklerinin filolarını komutası altında birleştirerek güçlü bir deniz gücü oluşturabildi.
Pön Savaşları, aralarında barış dönemlerinin olduğu üç evrede gerçekleşmiştir.
Roma Cumhuriyeti’nin Kartaca’nın kontrolündeki Akdeniz ticaretine karşı giriştiği bir yarma hareketidir. Sirakuza (Sicilya Adasındaki bir şehir) tiranı Agatokles, Messena’yla (Sicilya Adasındaki başka bir şehir Messina) mücadelesinde, İtalya’dan bir paralı asker grubuyla anlaşmıştı. Kendilerine "Mars’ın oğulları" anlamında Mamertinler diyen bu paralı asker grubunun tehdidi karşısında Messena, Kartaca’dan yardım istemişti. Sirakuza, MÖ 307 tarihindeki üçüncü savaşta yenilince Messena, Kartaca’nın kontrolüne geçmiş oldu. Ancak Agatokles’in MÖ 289 yılında ölmesiyle Mamertinler işsiz kaldılar. Ülkelerine dönmek yerine MÖ 288 yılında Messena’yı işgal ettiler. Kent nüfusunun büyük kısmını öldürerek uygun gördükleri kadınları bırakarak kente yerleştiler. İzleyen yıllarda Mamertinler, Sicilya adasına yayılan yağma ve talanlara giriştiler. Bu akınların Sirakuza topraklarına kadar genişlemesi üzerine Sirakuza kralı II. Hiero, Messena üzerine bir sefer düzenlemiştir. Bu savaşta Mamertinler yenilgiye uğradılar ve Sirakuza kralı, bu yağma akınlarını önleyecek şekilde kenti sardı. Bu tarihlerde Kartaca, Sicilya adasındaki çıkarlarına Sirakuza’nın rakip olması nedeniyle Messena’yı desteklemekteydi. II. Hiero MÖ 264 yılında Messena üzerine yeniden yürümüştür. Mamertinler bu kez taraf değiştirerek Roma Senatosu’ndan yardım istediler. Roma Senatosu aynı yıl içinde Sicilya’ya bir askeri birlik gönderme kararı almıştır. Kartaca’nın buna tepkisi, bu kez Sirakuza’yı desteklemek şeklinde olmuştur. Tüm bu gelişmeler Sicilya’a Kartaca ve Roma Cumhuriyetini karşı karşıya getirmiş oldu.
MÖ 260 yılında Sicilya’ya yönelen bir Roma donanması, Sicilya’daki Kartaca egemenliğine son veremediyse de Korsika adasını, Akdeniz’deki Roma etki alanına almayı başarmıştır.
MÖ 256 yılında bir Roma donanması bu kez Afrika kıyılarına bir çıkartma yapmıştır. Her ne kadar Kartaca, bu tehdit karşısında teslim olmayı kabul etse de Roma’nın dikte etmeye çalıştığı anlaşma koşullarının ağırlığı karşısında, direnme yolunu seçti. Ertesi yıl, Afrika kıtasındaki Roma kuvvetlerine, ağır süvarinin ve savaş fillerinin desteğinde saldıran Kartaca kuvvetleri, Roma ordusunun kıtayı terk etmesini sağlamıştır.
Akdeniz egemenliğinin kilit noktası olan Sicilya için mücadele, ertesi yıl yeniden alevlendi. MÖ 241 yılına değin taraflar belirgin bir üstünlük sağlayamadılar. 241 yılında 200 parçalık bir Roma donanması, Sicilya’daki Kartaca egemenliğine son vermiştir.
Roma, I. Pön Savaşının getirdiği bu sınırlı başarıyla yetinmek niyetinde değildi, MÖ 238 yılında Sardinya adasını istila etti. Hemen ardından Kartaca’yı, Akdeniz’in batı yarısından tümüyle çekilmeyecek ve ek savaş tazminatı ödemeyecek olursa, Kartaca kentine saldırmakla tehdit etti.
Kartaca’nın buna tepkisi İber yarımadasında askeri organizasyonlarını güçlendirmek ve genişletmek olmuştur. Kartaca komutan ve devlet adamı Hamilcar Barca, yaşanan savaş deneyimlerini analiz ettiğinde, deniz savaşlarında Roma’ya karşı bir üstünlük sağlayamadığı fakat, kara savaşlarında çok daha fazla şansı olduğunu görmüştür.
Hannibal MÖ 219 yılında İber yarımadasının Akdeniz kıyısındaki Kartaca'nın müttefiki bugünkü Saguntum’u yerleşti. Ertesi yıl da yirmibin piyade, altıbin ağır süvari ve savaş fillerinden oluşan ordusuyla Pirene dağlarını aşıp güney Fransa’da ilerlemeye başladı.
Pek çok tarihçi tarafından Hannibal’in karadan harekatı tercih etmesi tartışılmıştır. Ordusunu denizden harekatla, İtalya yarımadasına çıkartma yapmasının çok daha mantıklı olacağı ileri sürülmüştür. Genel kanı, Hannibal’in Roma deniz gücünden çekindiği yönündedir. Ne var ki o tarihlerde Roma deniz gücü, bu konuda tehlike oluşturacak denli geniş bir deniz kontrolü sağlayabilmiş değildir. Hannibal’in, kara yolunu seçmesinin arkasında muhtemelen güney Fransa’daki ve kuzey İtalya’daki kelt halklarını safına katabileceği beklentisi vardı. Nitekim gerek erzak sağlama gerekse yerel halktan asker toplama konusunda düşkırıklığına uğramamıştır.
Roma, Scipio komutasındaki bir orduyu, Hannibal’i karşılamak üzere güney Fransa’da Rhone nehrinin kıyılarına göndermiştir. Rhone nehrinin kıyılarına geldiğinde Scipio, Hannibal’in çoktan bölgeyi geçtiğini fark etmiştir. Hannibal, ordusunun yönünü kuzeye çevirip Rhone nehrini daha yukarıdan bir bölümde geçmeyi tercih etmişti. Geniş bir kavis çizerek Alpler eteklerine ulaştığında, son derece engebeli ve uzun bir yol izlemek zorunda kalmıştır ama, Scipio’nun kuvvetlerini de böylece pas geçmiştir.
Scipio, bölgede küçük bir müfreze bırakıp ordusunun büyük bir bölümünü deniz yoluyla kuzey İtalya’ya nakletmek zorunda kalıyor, Hannibal ordusunun Alp dağlarını aşıp Po ovasına girmesinden hemen sonra bölgeye ulaşabiliyor.
Hannibal’in ordusunun Alp dağlarını geçerek Po Ovası indiği haberi üzerine Roma, iki görev kuvvetini Po ovasına sevk eder. Hannibal harekatın bu aşamasında da karmaşık ve dolaylı bir manevra izlemeye karar vermiştir. Po nehrinin kollarından Ticius ve Trebia’nın oluşturduğu bataklık bölgeyi ilerleme hattı olarak seçmiştir. Tüm ordusunu bataklık bölgeye sürecektir. Asker ve at olarak ciddi kayıplara uğramak pahasına, dört gün ve üç gecede geçilen bu bölge, Hannibal’i kendisini karşılamak üzere tertiplenmiş Roma kuvvetlerinin yine gerisine ulaştırmıştır. Hannibal, Roma kuvvetlerinin komutanının, yapmış olduğu manevrayı kısa sürede öğreneceğini ve birliklerini buna göre tertipleyeceğini düşünerek, Roma birliklerini geriden çevirerek bir saldırı düzenlemeye yanaşmaz. Tersine, güney İtalya yönünde ilerlemeye devam eder. Bu harekat tarzı, Roma birlikleri komutanını, aynen Rhone nehri kıyılarında Hannibal’i karşılamak için düzen alan Scipio’nun karşılaştığı açmaza düşürmüştür, düşman, yanından geçip gitmiştir.
Başarısızlığı göze alamayan Romalı komutan, pozisyonunu bozarak Hannibal’i izlemek zorunda kalmıştır. Hannibal’in de istediği budur. Düşmanının oluşturduğu bir pozisyona karşı savaşa girmek yerine onu, pozisyonunu bozarak, kendi düzenlediği bir pozisyonda savaşa girmek zorunda bırakmak. Nitekim, MÖ 217 yılının baharında, Hannibal’i izleyen Roma ordusu, Tresimen gölü çevresinde tuzağa düşürülerek kılıçtan geçirilmiştir.
Art arda kazandığı bu zaferlere karşın Hannibal, Roma üzerine yürümemiştir. Pek çok tarihçi Hannibal’in bu tutumunu, kuşatma silahlarının olmamasına bağlamaktadır. Hannibal’in bu tutumunun esas nedeni ne olursa olsun sonuçta, üstün süvari gücüne güvenerek İtalya topraklarında kalabilmiş ve Roma ile İtalyan müttefikleri arasındaki dayanışmayı zorlamaya çalışmıştır.
Tresimen yenilgisinin ardından Roma, bugün ‘’’Fabian Strateji’’’ olarak bilinen ve tarihte pek çok olayda izlenen ya da izlenmeye çalışılan bir strateji izlemiştir. Romalı komutan ve devlet adamı Fabius’un izlediği bu strateji, kabaca yıpratma savaşı ya da oyalama savaşı olarak da bilinir. Fabius, sürekli olarak bir meydan savaşından kaçınmış, çeşitli vur-kaç taktikleriyle, erzak tedariki için hareket halindeki ikmal birliklerine, yayılmış kuvvetlerine saldırarak Hannibal’i yıpratmaya çalışmıştır. Hannibal ordusundaki süvari birliklerini etkisiz hale getirebilmek için dağlık bölgelerde harekatı tercih etmiş, Hannibal kuvvetlerine sürekli saldırılar düzenlemiştir. Ne var ki yıpratma savaşı, uzun sürede sonuç alınabilecek bir stratejidir ve bu yüzden de iki yanı keskin bir kılıçtır. Fabius’un bu tutumu, Roma’da kısa bir süre sonra sorgulanmaya, eleştirilmeye başlanmıştır. Trasimen yenilgisinin ardından Diktatör seçilmişti ve görev süresinin sonlarına doğru Roma süvari komutanı Rufus’la aralarındaki fikir ayrılığı giderek derinleşmekteydi. Hannibal’in Campania’yı yakıp yıkmasına seyirci kalınması da itibarını iyice zedelemiştir. Diktatörlük süresi bittiğinde ise Roma artık onun stratejisini izlemiyordu.
Böylece Roma’yı es geçen Hannibal İtalya’nın güneyine doğru, ikinci büyük kent olan Capua’ya yöneliyor. Cannae’de –bugünkü Monte di Canne- MÖ 216 yılında Roma ordusunu bozguna uğratıyor. Her iki taraf da alışılmış biçimde piyadelerini merkezde, süvarilerini ise iki yanda tertiplemiş olarak savaş meydanında karşı karşıya geliyorlar. Hannibal, Kelt ve İspanyol piyadeleri tam merkezde ama kendi piyadelerinden daha ileri bir hatta yerleştirmiştir. Dolayısıyla cephe hattı, merkezde ileri çıkık bir durum almıştır. Roma piyadeleri bu hatta saldırınca Kelt ve İspanyol piyadeler, bu sert yüklenme karşısında gerilemek zorunda kalmışlardır. Kartaca ordusunun merkezini yardıklarına inanan piyade de onları izlemiştir. Böylece içbükey bir hal alan merkezde Roma piyadeleri yığılmış ve silahlarını kullanamaz hale gelmişlerdir. Kelt ve İspanyol piyadesinin her iki yanıda tertiplenmiş olan Kartaca piyadelerinin ileri hareketiyle merkezdeki bu sıkışıklık iyice artmıştır.
Merkezde bunlar olurken Hannibal’in sol kanatdaki ağır süvarisi karşısındaki Roma süvarisini dağıtmış, Roma birliklerinin gerisi boyunca hızla ilerleyerek sağ kanattaki Roma süvarisine arkadan saldırmıştır. Bu kanatdaki Roma süvarisinin ezilmesinin ardından ağır süvari bu kez merkezdeki piyadenin gerisinden taarruza girişmiştir. O güne kadarki en kalabalık Roma ordusunun 76 bin mevcudundan ancak 6 bini izleyen katliamdan kurtulabilmiştir.
Roma, Fabius’u tekrar konsül seçmiştir. Art arda konsüllük süresi yenilenen Fabius, MÖ 209 yılında, Hannibal’in üç yıldır elinde tuttuğu Tarentum’u –bugünkü Taranto- geri almıştır. Fabius’un bu stratejisi, Hannibal’in oyununu bozmuştu, Roma’nın müttefiklerinin ona sırt çevirmesini önlemişti.
Hannibal’in kardeşi Hasdrubal, MÖ 207 yılında Hannibal’i takviye edecek bir ordu ile kuzey İtalya’ya girmiştir, ancak Metaurus ırmağı kıyılarında karşılaştığı Roma ordusu karşısında yenilgiye uğradı ve bu savaş sırasında tüm askerleriyle birlikte hayatını kaybetti.
İtalya topraklarında bunlar olurken Scipio |
, Afrika kıyılarına bir çıkartma yaparak Hannibal’i İtalya topraklarından çekilmek zorunda bırakmak yönünde bir strateji ileri sürmüştür. Fabius’la aralarındaki fikir ayrılığı, Scipio’nun Senato’da yeterli desteği bulabilmesini önlemiştir. Senato, Afrika’ya çıkartma yapma girişimini onaylamıştır ancak Scipio, istediği askeri gücü alamamıştır. Yedibin gönüllü ve iki lejyon emrine verilmiştir.
Scipio, MÖ 204 yılında Afrika kıyılarına çıkartma yapmıştır. O sırada Afrika’da Kartaca’nın sadece süvari birlikleri vardır. Scipio, ustaca geri çekilme manevralarıyla bu birlikleri tuzağa düşürüp imha etmiştir.
Scipio bu başarısının ardından, yılında ikmal merkezi olarak kullanmak amacıyla Uttica limanını kuşatmıştır. Ancak kuşatma gecikince Kartacalılar yeni kuvvetler derleyip Uttica üzerine yürüme fırsatı bulabilmişlerdi. Scipio, Kartaca komutanı Syphax komutasındaki altmışbin kişilik kuvvetin bölgeye gelmesi üzerine kuşatmayı kaldırmış ve bir yarımadaya çekilmiştir. Sırtı denize dönük olarak yarımadanın kara bağlantısında tahkimat yapmıştır.
Kartaca ordusu da Roma tahkimatının yarımadadan çıkışını kesecek biçimde ordugahını kurmuştur ve iki taraf da birbirinin zayıf anını kollamaya koyulmuştur. Daha sonra Scipio, bir gece baskınıyla Kartaca ordusunu dağıtmıştır.
Bu başarısının ardından Scipio’nun Tunus üzerine yürümesi, Kartaca’nın tüm direnme azmini kırmıştır. Kartaca, barış istemek zorunda kalmış, ancak Roma senatosu barış anlaşmasını daha onaylamadan, Hannibal’in ordusuyla birlikte Afrika’ya dönmesi üzerine barıştan vaz geçmişlerdir.
Hannibal’in Afrika’ya dönmesi üzerine Scipio, Kartaca yakınlarındaki ordugahında bin kadar asker bırakarak Bagdaras vadisi boyunca güneye ilerlemiş ve Kartaca’nın ülkenin iç kesimleriyle olan bağlantısını kesmiştir. Bu ilerleme onun, Masinissa’nın getirdiği süvarilerden oluşan takviye kuvvetleriyle birleşmesini sağlamıştır.
Hannibal’in üzerine yürümesi karşısında Scipio Naraggara’ya –Zama- çekilmiş ve Hannibal kuvvetleriyle muharebeye girmek açısından uygun bulduğu bu bölgede Hannibal kuvvetlerini karşılamıştır. MÖ 203 yılında yapılan Zama muharebesi'nde Hannibal’in yenilmesi üzerine Kartaca’nın barış istemekten başka seçeneği kalmamıştır.
Zama yenilgisi üzerine Kartaca, barış anlaşması yapmak zorunda kalmıştır. Savaş tazminatı ödemiş, donanmasını Roma’ya teslim etmiş ve Akdeniz ve İber yarımadalarındaki denetimini geri çekmek zorunda kalmıştır.
Numidya kralı Massinissa devletini Kartaca devleti aleyhine genişletmeye karar vermiş ve Kartaca’ya ait birçok limanı işgal etmişti. Bütün bu olaylar esnasında Kartaca durumu Roma’ya şikayet ettikçe, Roma hep Numidya lehinde karar alıyordu. Çünkü Roma ile Numidya müttefikti. Numidya’nın yine Kartaca aleyhine harekete geçtiği bir anda, Kartaca’nın Roma’ya sormadan Numidia ile savaşa başlaması, Roma’ya aradığı bahaneyi vermiş ve Kartaca’ya savaş ilan etmiştir. Sonuç olarak Roma Kartaca’yı mağlup etmiş Africanus Minor unvanını almış olan Scipio Aemilianus 134’de Konsul seçilmiş ve İspanya valiliği kendisine verilmiştir. Numantia açlık neticesinde Scipio Aemilianus’ teslim olmuştur. Uzun seneler düşman kuvvetlerinin toplanma yeri ve Roma yenilgilerinin merkezi olan bu şehir tamamıyla tahrip edilmiş ve halkı esir edilmiştir. Bundan sonra Scipio’ya “Numantinus” zafer unvanı verilmiştir. Böylece Pireneler’in dağlık kavimleri hariç, bütün yarımada Roma idaresine girmiş oluyordu. Fakat çeşitli zamanlarda yapılan küçük çarpışmalar imparator Augustus zamanına kadar devam etmiştir.
Yeşilbaş
Yeşilbaş ("Anas platyrhynchos"), Ördekgiller familyasından bir yüzücü ördek türü.
Yeşilbaş ördek 56–65 cm boyunda olup, kanat açıklığı 81–98 cm, ve ağırlığı 908-1589 gramdır. Erkeğinin üreme döneminde, parlak yeşil bir başı, siyah kuyruğu ve altında siyah çizgi olan sarı bir gagası vardır. Dişisi açık kahverengidir, ve koyu kahverengi gagası vardır. Yine de, hem erkek hem de dişi yeşilbaşın kanadının ucunda etrafı beyaz, mor bir benek vardır, ki bu benek ancak kuş uçarken ya da dinlenirken görülür. üreme döneminin dışında erkeği dişisine benzer, ama hala sarı gagasından ve kızıl kahverengi gerdanından onu ayırt etmek mümkündür.
Esaret altındaki yeşilbaşların, doğadakini andıran, beyazla karışık bir tüy örtüsüne sahip olur. Ayrıca bu renk farklılığı et ya da yumurta için yetiştirilmeyen evcil ördeklerde de görülür (ev hayvanları, kuşhane kuşları vb.).
Seventh Son of a Seventh Son (albüm)
Seventh Son of a Seventh Son, İngiliz heavy metal grubu Iron Maiden'ın yedinci stüdyo albümüdür. 11 Nisan 1988 tarihinde yayımlanmıştır. Adrian Smith'in 1999 yılında gruba dönmeden önce yaptığı son albümdür. Prodüktörlüğünü Martin Birch yapmıştır.
Albüm Birleşik Krallık listelerine 1 numaradan, ABD listelerine ise 12 numaradan girmiştir. Albümden çıkan single'lar "Can I Play With Madness", "The Evil That Men Do", "The Clairvoyant" (Canlı) ve "Infinite Dreams" (Canlı) listelerde ilk 10'a girmiştir.
Iron Maiden (albüm)
Iron Maiden, İngiliz heavy metal grubu Iron Maiden'ın ilk stüdyo albümüdür. 14 Nisan 1980'de Birleşik Krallık'ta EMI tarafından albümüm bu basımında "Sanctuary" yer almaz. Şarkı, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki basımda 7. ve 1998'de yapılan yeni sürümlerde ise 2. sırada yer almıştır.
Grup geçen zamanda albümün prodüksiyonunu eleştirse de, albüm eleştirsel ve maddi açıdan başarılı olarak İngiltere listesinde 4. sıraya kadar yükselmiş, Avrupa listelerinde de yer almıştır.
Grubun Will Malone tarafından prodükte edilmiş tek albümü olan Iron Maiden hakkında grubun lideri ve basçısı Steve Harris özen ve ilgi eksikliğinden söz etmiş ve albümün çoğunluğunu kendi başlarına hazırlamak zorunda kaldıklarını söylemiştir. Harris aynı zamanda kayıt işlemlerinin sadece 13 günde tamamlandığını da belirtmiştir. Daha önce yayımladıkları iki yayımda farklı iki prodüktörle çalışan grup, ilk prodüktör Guy Edwards'ı prodüksiyonu beğenmediği için, ikinci prodüktör Andy Scott'ı ise Steve Harris'i parmaklarıyla değil penayla çalmaya zorlamasından dolayı kovmuştu. Will Malone ile albümden sonra yollarını ayıran grup albümün prodüksiyonunu da eleştirdi. Çeşitli eleştirmenler albümdeki soundun punk rock'tan etkilenmeler içerdiğini söylese de Steve Harris grubun bu türle alakalı hiçbir şeyden hoşlanmadığını açıklamıştır.
Albümde çalması için son anda gruba dahil edilen Dennis Stratton, müzikal anlayışları ve zevkleri grupla uyuşmadığı için albümden sonra gruptan atılmıştı. Steve Harris, Stratton'ın "Iron Maiden, Prowler gibi hızlı şarkılarda değil, Strange World gibi yavaş, yumuşak parçalarda çalmaktan daha çok zevk aldığını fark ettiğini" söyleyerek bu duruma işaret etmişti. "
Grup albüm için Iron Maiden Tour'a çıkarak turneye başladı. Avrupa'da birçok konser veren grup, albümün ve özellikle Iron Maiden isimli şarkının Birleşik Krallık dışında da elde ettiği başarı karşısında sürprize uğramıştı.
"Running Free", 23 Şubat 1980'de bir tekli olarak yayımlandıktan sonra grup Birleşik Krallık'taki bir televizyon programı olan 'Top of the Pops'a katıldı ve normalde playback yapılan programda 1972'de programa çıkan The Who'dan sonra canlı performans veren ilk grup oldu. Albümden çıkan diğer single ise Sanctuary idi.
Albümdeki şarkıların Dave Murray tarafından yazılan "Charlotte the Harlot" haricinde tamamında Steve Harris'in payı vardır. Ancak Metal for Muthas derlemesinin tekrar piyasaya sürümünün CD'sinin içinde Sanctuary'nin aslında grubun önceki yıllardaki üyelerinden gitarist Rob Angelo tarafından yazıldığı belirtilmiştir. Bunun dışında "Strange World" isimli parçanın yalnızca Steve Harris tarafından yazıldığı belirtilse de grubun eski üyelerinden vokalist Paul Day de parçada payının olduğunu söylemiştir.
Yedi dakikalık epik "Phantom of the Opera", Steve Harris'in bu tarzda şarkı yazma konusundaki ilk denemesiydi. Aynı tarzda uzun ve epik parçalar sonraki Iron Maiden albümlerinde de yer aldı. "Transylvania" grubun tarihindeki dört enstrümantal parçadan biri olurken, Charlotte isimli bir fahişeyi anlatan Charlotte the Harlot, sonraki Iron Maiden albümlerinde üç ayrı şarkıya daha konu oldu ("22 Acacia Avenue", "Hooks in You", "From Here to Eternity").
Albümün kapanış parçası Iron Maiden, grubun marşı gibi kabul edilerek kuruluştan beri yapılan tüm konserlerde çalınmıştır. Aynı zamanda bu albümün kapağında ilk kez görünen grubun maskotu Eddie the Head de bu şarkı çalındığında sahneye gelmektedir.
Allmusic albümü bir dönüm noktası olarak nitelerken, Progresif rock ile punk rock'ın New Wave of British Heavy Metal'i oluşturmasını görmek için bu albümden daha iyi bir yer yok" demiştir. " Sputnikmusic de albümü heavy metal tarihinin en iyi çıkış albümlerinden biri olarak kabul etmiştir. "
Bentonit
Bentonit, alüminyum ve magnezyumca zengin volkanik kül, tüf ve lavların kimyasal ayrışması ile veya bozulmasıyla oluşmuş çok küçük kristallere sahip kil minerallerinden (başlıca montmorillonit) oluşan ve ağırlıklı olarak kolloidal silis yapıda, yumuşak, gözenekli ve kolayca şekil verilebilir açık bir kayadır.
Bilimsel olarak yumuşak, plastik, poroz, açık renkli özellikte ana mineral olarak smektit grubu minerallerden oluşan içinde kolloidal silis bulunan ve camsal magmatik kayaçların, genellikle volkanik kül ve küflerin kimyasal ayrışmasına baglı olarak devitrifikasyonu sonucu oluşmuştur.
Türkiye'de bentonit oluşumları , Biga Yarımadası, Gelibolu Yarımadası, Eskişehir ve Ankara, Çankırı, Ordu, Trabzon, Elâzığ, Malatya, Bartın bölgelerinde bulunmaktadır.
Bir kil çeşidi olan bentonit birçok alanda yaygın olarak kullanılmaktadır:
Başlangıçta Wyoming'de (ABD) Ford-Benton yakınlarında bulunmuştur. Kolloidal özellik gösteren, plastisitesi yüksek olan bir kil çeşididir. Amerika'da Bentonit adı altında tanınmıştır. Daha sonra Fransa'nın Montmorillon bölgesinde de aynı kil bulunduğundan bu kil mineraline Montmorillonit adı verilmiştir. Bentonitle birlikte kuvars, mika, feldspat, pirit ve diğer bazı mineraller bulunur.
Kil mineralinin bir çeşidi olan bentonitin genel kimy |
asal formülü;
(Na,Ca) (Al,Mg) 6(SiO) 3(OH) 6 .n HO'dur.
T hücresi
T hücreleri, lenfositlerin bir alt kümesini oluşturur ve bağışıklık yanıtında önemli bir yere sahiptir. 'T' kısaltması timüsden gelmektedir ki timüs bu hücrelerin son olgunlaşma evrelerinin geçtiği organdır.
Kemik iliğindeki plouripotent kök hücrelerden yani hemositoblast'lardan farklılaşan Pre-T Lenfosit'ler, dolaşım yoluyla Thymus'un korteksine geçerler.Burada hızla çoğalırlar.Kortekste, membranlarında TCR (T hücre antijen reseptörü) ve CD (Yüzey farklılaşma antijenleri) gibi spesifik yüzey reseptör moleküllerini kazanırlar ve spesifik immun yanıtı meydana getirme yeteneğine sahip T Lenfositler halini alırlar.T lenfosit'ler medullaya gelince ise CD'ler iki farklı yapı gösterir.Bunlar; CD4,8 yapısı gösterenler Yardımcı T hücreleri, CD4,8 yapısı gösterenler ise Sitotoksik T hücrelerini şekillendirir.Bu ufak değişim oluşacak T lenfositlerin görevlerini ise oldukça değiştirir.T lenfosit'ler Thymus'ta bu gelişmenin yanı sıra önemli bir özellik daha kazanırlar ki bu, kendilerinden olan ile kendilerinden olmayan antijenik moleküllerin ayırtedebilme kabiliyetidir.Aksi halde bu savunma hücreleri organizmadaki mevcut tüm antijenlere saldırırlardı.Kendine ait MHC moleküllerini tanıyan ve onlara karşı reaksiyon gösteren hücreler negatif seleksiyona uğrarlar, çünkü bu durum başarısızlıktır.Seleksiyon sonucu Tyhmus korteks'indeki birçok immature lenfosit ölür.Zira bu çok ciddi bir orandır çünkü söz edilen immature lenfosit oranı yaklaşık %90'dır.Vücuda ait MHC molekülleri ile bağlanmış olan yabancı protein yapısındaki antijenleri tanıma yeteneği kazanılmasına da pozitif seleksiyon denir.Pozitif seleksiyona uğrayan T Lenfosit'ler ise medulladan dolaşıma geçer.
T hücre farklılaşmasındaki bu olaylar zinciri Thymus'un lenfosti dışındaki hücreleri ve mikro çevreye bağlıdır.Stromal epithelial hücrelerin timik hormonlar olarak da bilinen peptid yapısındaki salgılanan maddeleri thymus'ta kısa alan etkileşimlerine aracılık eder.Bunlardan birisi olan Timulin, olgunlaşmamış lenfositler üzerindeki reseptörlere bağlanarak T Lenfosit yüzey moleküllerinin sentezini uyarır.THF (timik humoral faktör) T Lenfosit'lerin klonal yayılması ve diferansiyasyonunda (farklılaşmasında) rol oynar.Timopoetin'in de timosit farklılaşmasını hızlandırıcı etkisi vardır.Diğer bir peptid olan timozin ise T Lenfosit farklılaşmasını hızlandırır.Timus'ta bulunan makrofajlar da T Lenfosit olgunlaşması ve klonal proliferasyonda etkili olan bazı sitokinleri salgılar.Ayrıca tiroid, hipofiz, adren ve gonadların sahip oldukları bazı hormonların T Lenfosit olgunlaşması üzerine etkileri vardır.Bunlardan adenokortikosteroid'ler, timik korteks'te T Lenfosit sayısını azaltıcı, tiroksin kortikal epiteliyal retiküler hücrelerde timulin üretimini stimule edici ve somatotropin ise timik korteks'te T Lenfosit gelişimini artırıcı etkiye sahiptir.
Timus'ta olgunlaşan T Lenfosit'ler periferal kana geçer ve dalak, lenf düğümleri, Peyer plakları, tonsiller ve sekonder lenfoid organ görevi gören diğer mukoza ile ilişkili lenfoid dokulara giderek kendilerine ait bölgelere yerleşirler.Dalakta, beyaz pulpa'nın arterleri saran bölgelerine (periarteriyel lenfatik kılıf), lenf düğümlerinde korteks'in medulla'ya bakan yarımı (parakortikal bölge) ve interfolliküler bölgeye, Peyer plaklarında ise özellikle interfolliküler bölgelere ve corona bölgesine yerleşerek burada aylarca hatta yıllarca yaşamlarını sürdürebilirler.
Etkili her bağışıklık yanıtı T hücrelerinin etkinleştirilmesini içerir; yine de T hücreleri özellikle, tümör hücrelerine ve vücut hücrelerinin içindeki patojenik organizmalara karşı savunma olan, hücre-aracılıklı bağışıklıkta önemlidirler.
"CD4" ve "CD8", T lenfositlerinin farklı alt-tiplerinin yüzeyinde bulunan karakteristik antijenlerden gelir.
Fluoksetin
Fluoksetin başlıca santral nöronlarda serotonin seçici geri alımını inhibe eden (Selective Serotonine Reuptake Inhibitor) bir antidepresandır. Fluoksetin, seçici olarak serotoninin geri alımını engeller; fakat noradrenalin ve dopamin geri alımını etkilemez. Fluoksetin; adrenalin, asetilkolin, serotonin, dopamin, histamin ve GABA reseptörleri ile etkileşim göstermez.
Depresyon, obsesif kompulsif bozukluk, bulimia nervosa, premenstrüel disforik bozukluk ve bir takım diğer psikiyatrik bozuklukların tedavisi ve semptomlarının giderilmesinde kullanılır.
Antidepresan ilaçların çocuklar ve 24 yaşına kadar olan gençlerdeki kullanımlarının, intihar düşünce ya da davranışlarını artırma olasılığı bulunmaktadır. Bu nedenle özellikle tedavinin başlangıcı ve ilk aylarında, ilaç dozunun artırılma/azaltılma ya da kesilme dönemlerinde hastanın gösterebileceği huzursuzluk, aşırı hareketlilik gibi beklenmedik davranış değişiklikleri ya da intihar olasılığı gibi nedenlerle hastanın gerek ailesi gerekse hekimler tarafından yakından izlenmesi gereklidir.
En sık karşılaşılan yan etkileri : afrodizyak, sinirlilik, uykusuzluk, yorgunluk ya da asteni, terleme, anoreksi, bulantı, diyare, baş dönmesi, tat değişikliği, görme bozukluğu, nadiren ateş, bacak ağrısı, nazal konjesyon, farenjit, sık idrara çıkma, seksüel disfonksiyon (libido azalması)
Türkiye'de Prozac, Depreks, Depset, Florak, Fulsac, Loksetin, Seronil, Zedprex ve Foxeteva ticari adları ile satılmaktadır.
Her Şeyin Bir Bedeli Var
Her Şeyin Bir Bedeli Var, Rashit'in Sony BMG'den 2006 yılında çıkan albümü.
Antalyaspor
Antalyaspor, çeşitli dallarda ve liglerde mücadele eden futbol takımı ile tanınmış Türk spor kulübü. Antalya kentini liglerde temsil eden kulübün ilk şubesi olan futbol şubesi 2 Temmuz 1966 tarihinde kuruldu ve 11 Kasım 1966'da profesyonel liglere adım attı.
Antalyaspor A.Ş. , Antalyaspor Derneği ve Antalyaspor Vakfı olarak ayrılan kulüpte, şirket sadece futbol ve basketbol yönetiminden sorumlu bir kuruluştur. Antalyaspor Derneği ise bünyesindeki hentbol, masa tenisi, amerikan futbolu, atletizm, bisiklet, judo, sutopu, triatlon ve yüzme dallarında etkinlik gösterir. Lakapları "Akrep" olan kulübün renkleri, kırmızı-beyazdır.
Antalyaspor'un arması beyaz zemin üzerine kırmızı renkle oluşturulmuş bir çemberle çevrelenmiştir. Çemberin ortasında kırmızı renkte Antalya'nın sembollerinden Yivli Minare ve onun altında da kulübün kuruluş tarihi olan 1966 yazısı vardır. Minarenin iki yanında çemberin kenarlarıyla paralel açıda kırmızı renkli A ve S harfleri logoyu tamamlar.
Futbolun Türkiye'de ilgi görmeye başlaması mahalli liglerin yerini ulusal lige bırakmasına olanak sağladı ve 1959 yılında 'Millî Lig' adı altında tüm ulusu kapsaması hedeflenen futbol ligi kuruldu ama Millî Lig veya bir yıl sonra değişen adıyla Türkiye Birinci Futbol Ligi genellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya ve Adana gibi büyük şehirlerin takımlarından oluşuyordu. Türkiye Futbol Federasyonu'nun 1965 yılında her ilin bir takımı olması için çıkardığı izinle Türkiye'nin çeşitli illerinde yerel liglerde mücadele eden futbol takımları birleşip şehirlerinin adına mücadeleye başladılar.
Ülkedeki bu hareketlilik Antalya Beden Terbiyesi Bölge Başkanlığı Bölge İstişare Kurulu'nu da harekete geçirdi. 5 Haziran 1966'da Antalyaspor Kulübü'nü kurmak için bir araya gelen Yenikapı Suspor, İlk Işıkspor ve Ferrokromspor kulüplerinin yöneticileri tüzel kişiliklerini feshederek Antalyaspor'a katıldıklarını bildirdiler. Kulübün kurucu başkanlığını Atilla Konuk üstlendi. Kısa süre sonra ilin yerel gazetesi olan İleri Gazetesi'nde yayınlanan tüzüğün 2. maddesinde belirtilen kurucu üyelerince yönetim kurulu oluşturuldu. Antalyaspor, 2 Temmuz 1966 tarihinde bakanlık tarafından tescil edildi ve resmen kuruldu.
Antalyaspor Kulübü 9 Aralık 1992'de Çimturspor Kulübü'nün Antalyaspor ile birleşme kararını onaylayarak bu kulübü de bünyesine kattı.
Antalyaspor profesyonel liglere 1966-67 sezonunda Türkiye Profesyonel 2. Ligi'nden katıldı. 1981-82 sezonuna kadar 2. Lig'de mücadele etti.
20 Temmuz 2010 tarihinde yapılan anlaşmaya göre Antalyaspor A.Ş.'nin yeni ismi 2+2 yıllığına Medical Park Antalyaspor oldu. 4 yılın sonunda kulüp yeniden Antalyaspor ismi ile mücadelesini sürdürdü.
Kulübün amblemi beyaz yuvarlak bir zemine kırmızı bir çerçeve ve çizgilerden oluşur. Kulübün amblemindeki A, Antalya sözcüğünü; S ise spor sözcüğünü temsil eder. A ve S harflerinin ortasında şehrin simgelerinden Yivli Minare kırmızı çizgilerle çizimi bulunur. Yivli Minare'nin üzerindeki üç bant ise Antalyaspor'u oluşturan İlk Işıkspor, Ferrokromspor, Yenikapı Suspor takımlarını temsil eder. Yivli Minare çiziminin altında Antalyaspor'un kuruluş yılı olan 1966 yazısı bulunmaktadır.
Sponsorluk anlaşması gereğince 2010 ile 2014 yılları arasında kulüp logosunun çevresine; üst kısımda "Medical Park" logosu olan, alt kısmında ise "Antalyaspor" yazan bir çember eklendi.
Antalyaspor'u profesyonel futbol bazında temsil eden şube 1966 yılında kuruldu. 1996 yılında TFF'nin isteği doğrultusunda kurulan PAF Takımı(şu anki adıyla A2 Takımı) şubenin ikinci takımı durumunda.
Antalyaspor, futbol kulübü olarak 1966 yılında şehirdeki 3 takımın birleşmesiyle kuruldu. 1981-82 ve 1985-86 sezonunda Türkiye 2. Ligi'ni şampiyon olarak tamamlayan Antalyaspor, bir sonraki sezonları Türkiye 1. Ligi'nde geçirdi.
Antalyaspor 1. Lig'deki ilk maçında 29 Ağustos 1982 tarihinde Ali Sami Yen Stadyumu'nda Fenerbahçe ile oynayıp 1-1 berabere kaldı. Takım ilk galibiyetini ise 3 Ekim 1982'de Antalya Atatürk Stadyumu'nda Ankaragücü'ne karşı 1-0'lık sonuçla aldı. Antalyaspor, o sezonu 29 puanla 14. tamamladı.
Antalyaspor'un, ligde iyi derecesi 1998-99 Sezonu'nda 49 puanla ve -1 averajla elde ettiği 6.'lık. Akrepler, performans açısından da 2009-10 Sezonu'nu 49 puan +11 averajla, ancak ligi 9. sırada tamamlayarak en başarılı sezonunu yaşadı.
Antalyaspor takımı Türkiye Kupası'nda ise 1999-00 Sezonu'nda Galatasaray ile Türkiye Kupası finali oynadı.
Antalyaspor, Avrupa kupalarında 2000-01 sezonunda UEFA Kupası'nda 1. turunda Almanya'nın SV Werder Bremen takımı ile eşleşti. İlk maçı Antalya'da 2-0 kazana |
n Akrepler, ikinci maçta Bremen'de 6-0 yenilerek kupaya ilk turda veda ettiler.
Antalyaspor Kulübü Futbol Şubesi 2010'da Medical Park Hastaneler Grubu'yla yapılan anlaşma gereği 2+2 yıllığına Medical Park Antalyaspor olarak anıldı. Kulüp 2014 yazından sonra yeniden Antalyaspor ismini aldı.
Antalyaspor U21 takımı, Antalyaspor'u U21 Ligi'nde temsil eden futbol takımıdır. 1996 yılında kurulmuş olan şube aralıklarla mücadele ettiği A2 Ligi'nde 2008-09 TFF PAF Ligi sezonunu şampiyon tamamlamıştır.
Antalyaspor Kulübü Derneği çatısı altında hentbol ve masa tenisinin ardından 2012 yılında amerikan futbolu, atletizm, basketbol, bisiklet, judo, sutopu, triatlon ve yüzme branşları da açıldı.
Kırmızı-beyazlı kulüp içerisinde olimpik olmak üzere toplam 10 farklı branşta etkinlik göstermektedir.
Antalyaspor Erkek Hentbol Takımı, Antalyaspor'un Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele eden hentbol takımıdır.
Antalyaspor yönetimi, 2012 yılının Ağustos ayında erkek hentbol takımı kuramaya karar verdi ve federasyondan lisans alarak kuruldu. Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'ne kabul edildi. Takım, 2012-2013 sezonunda Süper Lig'de ilk kez yer aldı.
Takım maçlarını Antalya Arena Spor Salonu'nda oynamaktadır.
Antalyaspor Basketbol Takımı, 1993-1996 yılları arasında Türkiye Basketbol Ligi'nde mücadele etti. Ancak Türkiye Basketbol Ligi'nden küme düşmesiyle kulüp maddi sıkıntı çektiği dönemde futbol takımına öncelik vererek şubeyi kapattı.
2016 yılının Ağustos ayı itibarı ile kulüp yeni bir takım kurarak profesyonel liglere katılma kararı aldı. Takım, 2016-17 sezonunda Türkiye Basketbol 2. Ligi'nde mücadele edecektir.
Takım maçlarını Antalya Arena Spor Salonu'nda oynamaktadır.
Antalyaspor'u kurulduğu tarihten itibaren Masa Tenisi 1. Lig'nde temsil eden şube 2008-2009 yılında takım sayısının arttırılmasıyla yükseldiği Süper Lig'den bir sezon sonra klasman maçları sonunda düştü. 2009-2010 sezonunda hem erkek hem de kadın masa tenisi takımı bulundukları gruplarda ilk 3 sırayı alarak tekrar Süper Lig'e yükseldi. 2010-2011 sezonunda Süper Lig'de mücadelelerine devam eden takımlar yine klasman maçları sonuçları doğrultusunda 1. Lige düştüler. 2011-2015 yılları arasında erkek ve kadın takımı 1. ligde mücadele ederken kadın takımı 2014-15 sezonu sonunda 4 yıl aradan sonra Süper Lige çıkma başarısı göstermiştir. Erkeklerde ise aynı sezon 1. ligde kalan takım, 2015-2016 sezonunda Kadınlar Süper Ligi'nde ligde kalmayı gösteren kadın takımının dışında erkeklerde de ligi 2. sırada tamamlayarak Süper Lig'e 5 yıl aradan sonra çıkma başarısı göstermiştir.
Antalyaspor Masa Tenisi Şubesi, 2016-2017 sezonunda erkek ve kadınlar liglerinde Süper Lig de mücadele edecektir.
Antalyaspor Kadın Futbol Takımı, 2007'de, kuruldu. 2008-2009 sezonunda Türkiye Kadınlar 2. Ligi'nde şampiyon olarak Kadınlar 1. Ligi'ne yükseldi. 3 sezon Kadınlar 1. Ligi'nde mücadele eden Antalyaspor, 2011-12 sezonu sonunda lige veda etti.
Kulüp yöneticileri Kadınlar 2. Ligi'ne düşen takımı tesis yetersizliği nedeniyle devrettiler ve kulüp adını 1207 Antalyaspor olarak değiştirdi.
Antalyaspor 1970 ve 80'lerde mücadele ettiği sutopu branşına 2010 yıllının yaz başında geri döndü. Yaş ortalaması 45 olmasına rağmen yeni kurulan tüm kulüpler gibi açık kümeden başlayan ve 24 yıl aradan sonra İzmir'deki lig elemesine katılıp 18 takım içerisinden 4. olan takım, 2011 yılında ise tekrar katıldığı açık kümede sırasıyla tüm rakiplerini yenip, yenilgisiz Adana'daki lig elemesini şampiyon olarak tamamladığı için yalnızca şampiyonun çıkabildiği Sutopu Büyük Erkekler 2. Ligi'ne yükseldi.
Takım, 2012 sezonunun yaz aylarında oynanan müsabakaları tek yenilgi alarak şampiyon olarak tamamladı ve 2. Lig'den, Türkiye Deplasmanlı Sutopu 1. Ligi'ne yükseldi. Takım 2012-2013 sezonunda, 10 takımlı Türkiye Sutopu Ligi'ini 8. sırada tamamladı. Ancak Antalya'da olimpik yüzme havuzu olmadığı için 2012-2013 sezonunda ev sahibi olarak oynadığı tüm maçlarını İstanbul'da yaptı.
Antalyaspor Sutopu Takımı, 2013-14 Türkiye Sutopu Ligi'ini son sırada tamamlayarak 2 sene aradan sonra tekrar Sutopu Büyük Erkekler 2. Ligi'ne düştü ve şubede aldığı karar ile birlikte faaliyetlerine son verdi.
Kulübün ilk stadyumu olan Antalya Atatürk Stadyumu, yıkılma tehlikesi yüzünden karşılaşmalara kapatılınca Antalyaspor 2010-11 sezonunda maçlarını 7500 koltuklu Antalya Mardan Stadyumu'nda oynamaya başladı. Fakat Mardan Stadyumu'nun şehrin çok dışında olması nedeniyle futbol takımı 2012-13 sezonundan başlayarak maçlarınıa Akdeniz Üniversitesi Stadyumu'nda oynama kararı aldı ve Akdeniz Üniversitesi'yle 2 yıllık protokol imzaladı. 26.10.2015 tarihi itibarı ile Antalya Stadyumu'nda maçlarını oynamaya başlamıştır.
Antalyaspor, hentbol ve basketbol takımları maçlarını yeni yapılan 10.000 seyirci kapasiteli Antalya Arena Spor Salonu'nda yapacaktır. Takımlar, 23.09.2016 tarihi itibarı ile Antalya Arena Spor Salonu'nda maçlarını oynamaya başlamıştır.
Hasan Subaşı Tesisleri, Muratpaşa Meltem Mahallesi’nde, Antalyaspor Kulübü’nün spor faaliyetlerine elverişli antrenman saha ve tesislerinin yapımı 1996 yılında Antalyaspor Vakfı tarafından başlatılıp Mayıs 1998 tarihinde kullanılmaya başlandı. Tesis içinde kulüp yönetim binası ile iki adet çim antrenman sahası ve bir dönem işletilen şimdi futbolcu oteli olarak kullanılan Antalyaspor Oteli yer alır.
Atilla Vehbi Konuk Tesisleri, yaklaşık 135 bin metrekarelik alanda 4 aydınlatmalı çim futbol sahası, 2 mini antrenman sahası, 2 tenis kortu, kapalı yarı olimpik yüzme havuzu, fizik tedavi ve rehabilitasyon havuzu, konferans salonu, 66 konaklama odası, restoran, oyun salonu, hobi odaları, fitness salonu, SPA, hamam, sauna, jakuzi ve bin 500 kişi kapasiteli tribün bulunuyor.
Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından yapımına 28 Mayıs 2015'te başlanan ve 43 milyon 187 bin liralık yatırımla tamamlanan tesisler, 4 Ocak 2017'de Antalyaspor'a devredilmiş,
7 Ocak 2017'de resmi açılışı yapılmıştır.
Antalyaspor'un 1 Mayıs 2008 yılından itibaren çıkarmaya başladığı resmî yayın organıdır. İlk kez "Sedat Peker" 'in başkanlığı döneminde çıkarılmış olan dergi 5 TL ücretle taraftara sunulmuş olup, aylık olarak zengin ve güncel içeriği, Antalyaspor'lu oyuncular ile yapılan röportaj ve ilginç dosya konularıyla, kırmızı-beyazlı taraftarlar için yayın yapan derginin 1 Ocak 2009'da yayımlanan 10. sayısından sonra ise yayımı sonlanmıştır.
Antalyaspor'un orijinal ve lisanslı forma, atkı, kaşkol, bere, eşofman, swetshirt, ceket, gömlek, süs eşyaları gibi daha birçok değişik ürünlerinin satışlarının yapıldığı mağazalardır. Daha önce sadece Antalya Atatürk Stadyumu'nun yanında bulunan ve bir süre hizmet veren store kapatılmış ve "Antalyaspor Derneği" çatısı altına alındıktan sonra 05.11.2012 tarihinden itibaren şehrin çeşitli yerlerinde mağazalar tekrar açılmaya başlanmıştır. Antalyaspor Derneği çatısı altına alındığı günden bu yana mağaza sayısını arttırarak büyüyen storeler yalnızca Antalya şehri sınırları içerisinde faaliyet göstermektedir.
1981 senesinde Antalyaspor'u desteklemek amacıyla kurulan 07 Gençlik, stadın kale arkası tribününde takımlarını desteklemektedirler. Kocaelispor'u ve taraftar gruplarını kardeş olarak görmektedirler.
Grup 1966, 2010 senesinde faaliyete geçmiş olup 07 Gençlik ile birlikte etkin bir diğer taraftar grubudur.
7AS ile ortaya çıkıp SevenAs ismi ile 2008 yılında faaliyete geçmiş taraftar grubudur.
Osman Necmi Gürmen
Osman Necmi Gürmen (d. 1927, İstanbul - 30 Haziran 2015, Paris). Türk yazar.
İki dilde eser veren ender yazarlardan birisi olan Osman Necmi Gürmen, kitaplarını Türkçe ve Fransızca dillerinde yazmaktadır. Râna adlı romanı Türkiye'de çok satanlar listesine girmiştir.
Osman Necmi Gürmen, 1927 yılında doğdu. Siverekli Hacı’an (Bucak) Aşireti’nin reisi Osman Paşa’nın torunudur. İlkokulu Göztepe Taş Mektebi’nde okudu. 1946 yılında Saint Joseph Fransız Lisesi’ni bitirdikten sonra öğrenimine devam etmek için Fransa’ya gitti.
1952 yılında Türkiye’ye döndü ve 1966’ya kadar Siverek’te yaşadı. Aşiretin iki kolu arasındaki kan davası nedeniyle zor seneler geçirdi. Siyasete girerek Adalet Partisi’nin Siverek ilçe başkanı oldu. Kan davasını sonlandırmak için alınan karar gereği Siverek’i terk etti. Fransa’ya giderek Hürriyet Gazetesi’nin Paris muhabiri oldu, sekiz yıl kadar muhabirlik yaptı. Bodrum’a yerleşti, bir otel kurdu ve 10 yıl otel işletti. 1976’da Bodrum’dan ayrılıp Fransa’ya yerleşti ve romanlarını yayımlamaya başladı.
Fransızca kaleme aldığı ilk roman L'echarpe d'iris 1976 yılında Paris'te Gallimard tarafından basıldı. 1977 yılında Hürriyet Yayınları tarafından Ebem Kuşağı adıyla yayımlandı. 2003 yılında Menler yayınları, eseri Delibozuklar Çiftliği adıyla yeniden yayımladı.
Gürmen ikinci kitabını Türkçe olarak ele aldı. Kılıç, Uykuda Vurulur adlı roman, 1978'de Hürriyet Yayınları tarafından basıldı. 1979'da eser, Fransızcaya çevrilip L'espadon adıyla Gallimard tarafından yayımladı. 1981'de Norveççeye çevrilerek Oslo'daki Aschehoug Yayınevi tarafından Sverdfisken adıyla basıldı. Engin Cezzar, bu kitabı filme çekme girişiminde bulundu ancak proje gerçekleşmedi. 2003 yılında Menler Yayınları Kılıç Uykuda Vurulur'un yeni baskısını yaptı.
Osman Necmi Gürmen, ikinci romanından sonra yazmaya uzun süre ara verdi. Doksanlı yılların başında Fransızca olarak yeni bir roman yazmaya girişti. 16. yüzyıldaki Akdeniz’i konu edinen bir roman yazdı. Ancak bu romanı önce Türkçe yayımlamaya karar verdi. Kitabın çevirisi sürerken 2006 yılında annesinin hayatını anlattığı Râna adlı romanı yayımlayarak edebiyat dünyasına döndü. Bu roman, “Çok Satanlar ” Listesi’ne girdi. 16. yüzyıl Akdenizi’nin romanı Mühtedi ise Mart 2007’de yayımlandı. Yazar, 2008 yılında “Kılıç, Uykuda Vurulur” romanını yeniden kaleme alarak Ah Vre Sevda adıyla yayımladı.
Yıldız, Beşiktaş
Yıldız, İstanbul, Beşiktaş'ta bir semt.
Yıldız Sarayı ve Parkı'nı da içeren, Barbaros Bulvarı'nın Yıldız Sarayı'nın karşısına düşen batı kesiminde yer alır.Yıldız semtinin sınırları kuzeyde Barbaros B |
ulvarı'ndan ayrılan Beşiktaş-Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolu ile aynı noktadan ayrılarak güneydoğuya yönelen Palanga Caddesi, batıda Ihlamur ve Dikilitaş semtleri, doğuda Yıldız Parkı, güneybatıda Abbasağa, güneyde Serencebey ve güneydoğuda Çırağan semtleriyle çizilebilir.
Saray ve semt bu bölgedeki tepelerden Beşiktaş ve Ortaköy'e doğru inen, tümüyle koruluk yamaçlar üzerinde kurulmuştur.15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı padişahlarının avlandıkları, hanedana ait, bu geniş koruluk arazi, I. Süleyman'dan itibaren ilgi ve rağbet görmeye başladı.Daha sonra gelen padişahlar da Yıldız koru ve bahçelerine ilgi göstermişseler de Yıldız Sarayı'nın adı asıl II. Abdülhamid (hd 1876-1909) ile özdeşleşmiştir.Yıldız'ın bir semt olarak kurulmaya başlamasının tarihi Yıldız Sarayı'nın tarihine bağlıdır.19. yy'ın ikinci yarısında, Serencebey Yokuşu'nun doğusunda Çırağan'a kavuşan bölgede ahşap konaklar ve evler yapılmaya başlandı.
Barbaros Bulvarı'nın açıldığı 1950'li yılların sonlarına kadar, bahçeler ve dutluklar arasına serpiştirilmiş fazla yoğun olmayan bir yerleşme dokusu vardı.Yıldız Sarayı'nın bir bölümü uzun süre Harp Akademileri olarak kullanıldığından semtte daha çok asker ve küçük memur aileleri ile eski İstanbullular yaşardı.1960'lardan itibaren 1980'e kadar geçen sürede, Ihlamur Vadisi'ne inen ve Yıldız'a bakan yamaçlar üzerindeki yapılaşma olağanüstü hızlanırken, bulvar üzerinde ve anayollardaki binaların çoğu konut olmaktan çıkıp işyeri haline geldi.
1970'lerin başlarında Boğaziçi Köprüsü ve çevre bağlantı yollarının yapılması semti bir trafik düğümü haline getirmiştir.Günümüzde de Yıldız, İstanbul'un trafiğin en yoğun olduğu yörelerinden biridir.
2000'lerin Yıldız semtinin Barbaros Bulvarı'nın doğusuna düşen Yıldız Sarayı ve Yıldız Parkı'nın olduğu kesiminde, eski evlerini olmasa bile eski sokak dokusunu koruyan Serencebey Yokuşu yoğun bir konut bölgesidir.Barbaros Bulvarı'ndan ayrılıp ona paralel, kuzeye doğru parkın içinden çıkan Yıldız Caddesi'nin bir dirsekle kuzeye yöneldiği noktanın solunda Ertuğrul Tekkesi, sağında Conrad Oteli vardır.Bu bölgenin hemen altı Cihannüma semtidir.Yıldız Caddesi'nden biraz daha yukarı çıkıldığında Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi görülür.Yıldız Camii bu adanın kuzeybatısında yer alır.Daha kuzeyde, aynı tarafta Yıldız Teknik Üniversitesi bulunur.Caminin doğusunda ise Yıldız Sarayı ve Parkı'na çıkan ana kapı vardır.
Barbaros Bulvarı'nın batı kesiminde Yıldız Teknik Üniversitesi'nin karşısında Sait Çiftçi Kamu Sağlığı Merkezi, biraz aşağıda Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi ve onun karşısında da Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi bulunur. Barbaros Bulvarı ile Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolunun kavşağında yüksekte görülen restore edilmiş bina, II. Abdülhamid'in karakollarından biridir ve halen Yıldız Teknik Üniversitesi yerleşkesi içinde yer almaktadır.
Braas
Braas, Alman çatı kaplamaları üreticisi şirkettir.
1950 yılında Almanya'da kurulmuş olan şirketin, günümüzde 200'den fazla fabrikası vardır. Önemli kiremit üreticilerinden bir olan şirket, 1998 yılında Fransız Lafarge Grup bünyesine katılmıştır. Firma 2008 yılında Lafarge Grubu bünyesinden çıkarak Monier ismi adı altında faaliyet göstermeye başlamıştır. Firmanın Türkiye'de Kocaeli'nin Gebze ilçesinde fabrikası bulunmaktadır. Firma, çatı sistemleri üreticisi olup faaliyet konusu farklı renk ve dokularda çimentolu kiremit ve aksesuarlarıdır.
Çayıralan (anlam ayrımı)
Maoriler
Maoriler Yeni Zelanda yerlileridir. Fiji ve Polinezya kökenlilerdir. Özgürlük düşkünlükleri ve savaşçılıkları ile ünlülerdir. Savaşa giderken tenlerini beyaza boyamaları ve de çok aç kaldıklarında insan eti yemeleri onları barbar bir kavim olarak gösterse de şartlar zorlamadıkça vahşi değildirler. Soyu tükenmekte olan kavimlerdendir.
Maori Dini Maoriler'in inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Maori Dini' nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur.
Maoriler Yüce tanrılarına Lo derler. Lo'nun, her şeyden önce var ve her şeyin kaynağı olduğuna, yerde ve gökte yaşayan her şeyin içinde bulunduğuna inanırlar. Lo, bütün tanrıların en büyüğüdür. Onun adını ancak rahipler söyleyebilirler.
Maorilerde ibadet, rahiplerin onlara öğrettiği ilahi tarzındaki özel dualardan ibarettir. Hep beraber bu duaları okur. Maoriler günümüzde Avustralya ve Yeni Zelanda'da yaşamaktadırlar.Yeni Zelanda nüfusunun %10-11'ini oluşturan Maoriler'in dünyadaki toplam sayıları 370.000 kadardır.
Kallus
Kallus, organize olmamış parankinma hücrelerinin kitlesel yapısıdır. Bitkilerin açılan yaraları onarması için o kısımdaki hücreleri farklılaştırarak yara dokusu oluşturması ile oluşur.
Kallus, ayrıca kışın ağaç gibi bitkilerin fazla su alıp çürümelerini önleyen tıkayıcı, karbonhidratlı maddedir.
Vaiz (İslam)
Arapça kökenli olan bu sözcüğün anlamı, cami, mescit ve benzeri yerlerde Kur'an'dan, hadis kitaplarından örnek getirerek halka dini öğüt veren kimsedir.
Kevin Mitnick
Kevin David Mitnick (Condor olarak da bilinir) (d. 6 Ağustos 1963), ilk bilgisayar korsanlarından olup en meşhurudur. 15 Şubat 1995'te FBI tarafından yakalanmıştır. Fujitsu, Motorola, Nokia ve Sun Microsystems gibi şirketlerin bilgisayar ağlarına izinsiz girmekten suçlu bulunarak 5 yıl hapis cezası almıştır. Cezası 21 Ocak 2000'de, bilgisayarlara yaklaşma yasağı 21 Ocak 2003'te bitmiştir. Günümüzde, beyaz şapkalı bir bilgisayar korsanı olarak güvenlik danışmanlığı yapmakta ve dünya çapında kongrelere katılmaktadır.
Mitnick, fotoğrafı FBI'in "En Çok Arananlar" listesinde yer alan ilk hacker olarak kayıtlara geçti ve neredeyse listeden hiç eksik olmadı. "İflah olmaz bir suçlu" olan çocuk ruhlu Mitnick "Sanal Dünya'nın Kayıp Çocuğu" olarak da tanındı..
Vladimir Levin
Vladimir Leonidovitch Levin, (Rusça: Владимир Леонидович Левин) Citibank'ı dolandıran ünlü Rus Internet korsanı.
St. Petersburg Üniversitesi matematik bölümünden mezun oldu. Kurduğu çeteyle birlikte internet aracılığıyla Citibank'tan $10 milyon dolar soydu. Parayı İsrail, Finlandiya ve Kaliforniya'ya nakletti. Citibank uzmanları paranın büyük bir bölümünü kurtarmasına rağmen 400.000 USD'lik bölümüne ulaşamamıştır. Daha sonra interpol tarafından yakalandı ve üç yıl hapse mahkûm edildi.
Gagavuzlar
Gagavuzlar ya da Gagauzlar, bugünkü Moldova Cumhuriyeti’nde, başta Gagauzeli Özerk Devleti olmak üzere kuzeydoğu Bulgaristan, Ukrayna, Romanya ve Yunanistan'da yaşayan, çoğunluğu Ortodoks-Hıristiyan olan bir Türk topluluğu. Ayrıca Trakya'nın yerli halkı olan Müslüman Gacallar'ın da Gagavuzlar'dan geldiğine inanılmaktadır.
Gagavuz adı ilk defa 1817 tarihli Rus nüfus sayımındaki belgelerde geçmektedir. Türkiye'de ve dünyada daha çok "Gagauz" şeklinde kullanılmaktadır.
Türkiye'de ilk olarak İstoyan Cansızov'un "Balkan Şib-i Ceziresinde Türkler" (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, c.17, İstanbul 1328) adlı makalesinde Gagavuzlardan bahsedilmiştir. Gagavuzlar hakkında ilk önemli bilgileri veren Yaşar Nabi Nayır, "Türk Gagauzlar" olarak kaydettiği Gagauz adının, "Gök" sözcüğünden gelen "Gaga" sözüyle Oğuz adının birleşmesinden meydana geldiğini, bunun için de bu Türklere GökOğuz denilebileceğini söyler. Yaşar Nabi Nayır'ın bu şekilde ortaya attığı Gök-Oğuz adı, yakın dönemlere kadar popüler bir adlandırma olarak kullanılmıştır.
Gagavuzların çoğunluğu Ortodoks mezhebine bağlıdır. Ancak Ortodoks olmayan bir kısım Gagavuz da vardır. Ortodoks olmayan Gagavuzlar, Katolik ve Subbotnik, Evanjelistlerden oluşmaktadır. Ortodokslar komünizm sonrası, diğer eski Sovyet halklarında olduğu gibi, inançlarını daha rahat uygulayabilir hale gelmişlerdir.
Gagavuzların kökenleri hakkında bugüne kadar yerli Balkan asıllı halklardan oldukları ve sonradan "Türkleştikleri/Türkleştirdikleri" gibi iddialarda dahil çok sayıda değişik tez öne sürülmüştür. Tarihi gelişimleri kesin olarak saptanamamak ile birlikte bugün dünyada akademik çevrelerce yaygın kabul gören görüş, Gagavuzların kökeninin Oğuz kökenli bir Türk topluluğu olduğu yönündedir. Gagavuzların Balkanlara ve bugünkü Ukrayna bölgesine ilk defa 11. yüzyıl civarında Asya’dan göç ettikleri, Peçenek, Uz (Oğuz), Kıpçak Türkleri ile aynı soydan geldikleri düşünülmektedir. Ortodoks Hristiyan olan Gagavuzlar'ın konuştuğu dil; bulundukları bölgelere göre, Slav, Yunan ve Romen dillerinin etkisinde kalmış, büyük ölçüde Türkiye Türkçesine ve ağız olarak da Balkan Türkçesi ağzına benzemektedir.
Gagavuzlar üzerine uzun süren araştırmalar yapmış Polonyalı bilim adamı Tadeusz Kowalski, Gagavuzlar'ın kökenini üç tabakaya ayırır:
Kowalski'nin tanımlamasına göre; Gagavuz topluluğu içine güneyden katılan kitle, Gagavuz dilinin karakteristik yapısını etkilemiştir. Gagavuzların Hristiyanlığı'nın, kökeni Tuna ötesi olan, kuzeyden gelen eski tabakadan kaynaklandığı, Gagavuzlarla büyük benzerlikleri bulunan Deliorman Türklerinin Müslümanlığı'nın ise güney kaynaklı olan "ikinci" ve "üçüncü" tabakadan kaynaklandığı düşünülmektedir.
Gagavuzların ilk tabakasını oluşturan boy veya boylar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre Gagavuzların en eski tabakasını, kuzeyden gelen Türk topluluğunu Çek tarihçi Jireçek Kumanlara, Bulgar tarihçi Mladenov Asparuh Bulgarlarına(İdil Bulgarları), Kumanlara ve Oğuzlara, Çek arkeoloğu Şkorpil kardeşler Asparuh Bulgarlarına, Bulgar Petko R. Slaveikov Peçeneklere ve Kumanlara, Romanyalı St. Georkesku Kumanlara ve Oğuzlara dayandırmaktadır.
Yine Kowalski'nin güney kaynaklı olarak tanımladığı ikinci grup ise, Balaşçev'in "Seyyid Lokman Oğuznâmesi"'ne dayanarak ileri sürdüğü Paul Wittek'in ise Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknâmesi'ne dayanarak geliştirdiği II. İzzeddin Keykavus ve Sarı Saltuk ile Balkanlar'a geçen Selçuklu Türklerinin Hristiyanlaştırıldığı düşüncesine bağlanmaktadır.
Üçüncü tabakanın ise, Anadolu'ya Müslüman Türklerden önce yerlemiş ve çeşitli nedenlerle Hristiyanlaşmış Karamanlılardan bazı grupların, Osmanlı döneminde Balkanlar'a göç ederek Gagavuz Türkleri ile kaynaşmaları sonucu ortaya çıktığı düşü |
nülmektedir.
Çek K. Jireçek, 11.-13. yüzyıllar arasında Balkanlar ve Orta Avrupa'da derin izler bırakan Kumanların Gagavuzların atası olduğunu düşünmektedir. Ayrıca Bulgar Petko R. Slaveikov ve Romanyalı St. Georgesku gibi bazı araştırmacılar Gagavuzların etnik yapısı üzerinde Kumanların çok büyük payı olduğunu ifâde etmektedirler.
"Ana madde: Gagavuzca"
Gagavuzca çoğunluğu Moldova'daki Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi'nde yaşayan Gagavuzların konuştuğu dildir. Yaklaşık 300.000 kişi tarafından konuşulur. Gagavuzca, Oğuz grubuna bağlı bir Türk dilidir.
Komşu dillerden birçok ödünç sözcük almasına rağmen bir Türkiye Türk'ü ile Gagavuz Türk'ü kolayca anlaşabilir. Eskiden Gagavuzca Yunan abecesi ile yazılırdı; ancak 1957'de Kiril abecesi kullanılmaya başlanınca Yunan abecesinden vazgeçilmiştir. Moldova'nın bağımsızlığına kavuşması ve Gagavuzlara özerklik verilmesinden sonra Türk abecesi üzerine biçimlendirilmiş bir abece oluşturuldu.
Bu abece günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Türk alfabesinden farklı olarak Gagavuz abecesinde (Türkçedeki açık e sesi yerine) Ää harfi, Êê ve Ţţ harfleri bulunur. Gagavuzcada yazı dili Türkiye'de halk arasında konuşulan Türkçenin yazıya dökülmüş biçimidir denebilir. "Ğ" harfinin yerine birçok sözcükte ünlü harfler çift yazılarak Ğ sesi kazandırılır.
Göl soğanı
Göl soğanı ("Leucojum aestivum"), Alzheimer hastalığı tedavisi ilaç yapımında kullanılan bir bitki türü.
Göl soğanı içermiş olduğu amarylldaceae alkoloidleri (galanthamine, tazettin, likorein) sayesinde tıpta alzheimer ve çocuk felci gibi sinir sistemini etkileyen hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Göl soğanının doğadan toplanarak ihracatı yapılmaktadır. Yıllık ihracatı 4.000.000 adettir. İhracatın bir kısmı Bulgaristan'a yapılmaktadır. Bu ülkede bulunan alkoloid fabrikasında işlenen soğanlardan ilaç elde edilmektedir.
Nisan aylarında açıp bir ay kadar çiçekli kalır. Sonrasında ise çiçekleri solar.
Deniz
Deniz, bir okyanus ile bağı olan ve büyük bir alanı kaplayan ve genellikle tuzlu olan su kütlesi. Terim genellikle okyanus terimi yerine de kullanılır.
Denizler Dünya yüzeyinin % 70'ini kaplamaktadır. Yeryüzünde kapladıkları 1,338 milyar km³ hacimle dünya üzerindeki su varlığının % 96,5'ini oluşturmaktadırlar. Ancak, deniz suyu ortalama % 3,5 oranında tuz içerdiğinden, halen oldukça pahalı olan arıtma yöntemleri uygulanmadan içme suyu olarak kullanılamamaktadır.
Denizler üzerinden gerçekleştirilen ticaret, hava yoluyla taşımacılığın gittikçe gelişmesine karşın, öneminden pek bir şey yitirmemiştir. Dünya ticaretinde aktarılan malların % 92'si, yılda 5,7 milyar ton, deniz yolu üzerinden taşınmaktadır.
Müjdat Gezen
Müjdat Gezen (d. 29 Ekim 1943) Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, şair, eğitmen. Müjdat Gezen Sanat Merkezi'ni kurmuştur. Kasım 2007'den beri UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçisi'dir.
29 Ekim 1943 yılında İstanbul Fatih'de doğdu. Sahneye ilk kez 1953 yılında Hırka-i Şerif İlköğretim Okulu'nda ilk piyesinde çıktı. Aynı yıl Doğan Kardeş çocuk dergisinde şiirleri yayımlandı. Yine bu yıllarda İstanbul Radyosu Çocuk Kulübü'nde mikrofonla tanıştı. 1956-57 yıllarında çeşitli amatör tiyatro topluluklarında rol aldı ve 1960 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları' nda profesyonel oldu. Aynı yıl Vefa Lisesi'ni bitirdi. 1961 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuvarları Tiyatro Bölümü'ne girdi. 1962 yılında ilk filmini çevirdi .
Gezen, 1963 yılında ilk özel tiyatro çalışmasını yaptı. Münir Özkul ve Muammer Karaca Tiyatroları'na girdi. 1963-64 yıllarında sanat dergilerinde şiirleri çıktı. 1964-1966 yılları arasında askerlik yaptı ve oyun yazma denemelerinde bulundu. 1966 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu'na girdi. 1967 yılında arkadaşlarıyla birlikte Halk Oyuncuları'nı kurdu. 1968 yılında ilk kez kendi özel tiyatrosunu açtı ve aynı sezon İstanbul Tiyatrosu'nda çalıştı. 1970 yılında sahne çalışmaları ve film çalışmalarında ve aynı zamanda TV çalışmalarında bulundu. Aynı yıl Elif adlı kızı dünyaya geldi. Gazete ve dergilerde yazdı. 1975 yılında ilk kitabı yayımlandı.1999 yılı itibarıyla 28 yayımlanmış kitabı vardır. Ayrıca, ilkokul Türkçe kitaplarında yazıları mevcuttur. 1982 yılında bir yayınevi kurdu. Yine aynı yıl İstanbul Belediye Konservatuvarı ve sonradan İ.Ü. Devlet Konservatuvarı'nda Türk Tiyatrosu öğretmenliği yaptı. Aynı yıl, yazar arkadaşı Kandemir Konduk'la birlikte "Güldürü Üretim Merkezi"'ni kurdu ve büyük gazetelerde mizah sayfası yönetti. 1991 yılında MSM'yi kurdu. 1992 yılında "MSM Ormanı"'nı kurdu. 1995 yılında Hamlet Efendi adlı oyunu ödül aldı ve Devlet Tiyatroları'nda oynandı. 1996-1998 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde yazdı. 1997 Devlet Tiyatroları'nda oyun yönetti. Aynı yıl Babam adlı oyunu ödül aldı. 1998 yılında ilk kez adını taşıyan tiyatrosunu kurdu. Yüz civarında filmde, elli civarında oyunda, binden fazla radyo ve TV Skecinde rol aldı, bunların bir bölümünü yazdı ve yönetti.
Müjdat Gezen aynı zamanda şair. 74 adet şiirden oluşan "Şiirim geldi bırakın beni" isimli bir albümü var. Albümde kendisiyle birlikte Savaş Dinçel, Mustafa Alabora, Perran Kutman, Ali Poyrazoğlu, Rutkay Aziz ve Sunay Akın gibi isimler yer alıyor.
Hakaret suçu sebebiyle Bekir Bozdağ, Suat Kılıç, Mustafa Elitaş, Ayşe Nur Bahçekapılı, Nurettin Canikli, Bülent Gedikli, Hüseyin Tanrıverdi, Ebide Sözen, Köksal Toptan, Nimet Çubukçu, Murat Mercan, Dengir Mir Mehmet Fırat, Muzaffer Baştopçu, İbrahim Yiğit ve Seracettin Karayağız'a 4'er bin lira tazminat ödeme cezasına çarptırılmıştır.
Deri veremi
Deri veremi (deri tüberkülozu),
"Mycobacterium tuberculosis"'in
(Koch basili) , seyrek olarak "Mycobacterium bovis"'in, nadiren de BCG aşısının neden olduğu müzmin, progressif, bildirimi zorunlu bir hastalıktır.
Deri tüberkülozunun çok farklı klinik tipleri vardır. Bu farklı klinik tiplerin ortaya çıkışında:
Basiller deriye üç yolla gelebilirler:
Deri tüberkülozu iki ana grupta toplanır:
Kişinin basille ilk defa karşılaşması sonucu ortaya çıkarlar.
Daha önce basille karşılaşmış kişilerde reenfeksiyon veya reaktivasyon sonucu meydana gelirler.
Diğer ülkelerde olduğu gibi, yurdumuzda da en sık görülen deri tüberkülozu lupus vulgarisdir.
Önceden basille teması olmamış konağın derisine, basillerin eksojen yolla girmesiyle ortaya çıkar. Hastaların çoğu çocuktur. Kolayca travmaya uğrayabilen yüz ve alt ekstremiteler özellikle tutulur. Olguların 1/3 ünde konjonktiva ve ağız mukozası da olaya katılır. Basiller, sağlam deriye penetre olamamaları nedeniyle, dokuya küçük sıyrık ya da yaralardan girerler. Çocuklarda daha çok tüberkülozlu ineklerin sütleri ile, yetişkinlerde ise daha çok doktorlarda infekte aletlerle, ağız-ağza resüsitasyonla bulaşma olur. Çok seyrek olarak BCG aşısına bağlı olarak tüberküloz şankrı gelişebilir. Penetrasyon yerinde çoğalan basiller, 2-3 haftada lezyonu oluştururlar, bu arada bölgesel lenfadenit de gelişir, lenfanjit bazen vardır, bazen yoktur. Lezyonun başlangıcı üç şekilde olabilir:
Ülserasyon, kenarları mavimsi-kırmızımsı renkte, kenarlarının altı oyuk, tabanı granüler veya hemorajik görünümde, çapı 5 cm’ye kadar büyüyebilen, ağrısız,tipik bir tüberküloz ülserasyonu halini alır. Ülserasyon, eskidikçe endüre olur, kalın, yapışık bir krutla örtülür ve birkaç ay sonra yerinde sikatris bırakarak iyileşir. Bölgesel lenfadenit haftalar veya aylar sonra yumuşayıp, soğuk apseler oluşturabilir.
PPD başlangıçta negatiftir, hastalığın ilerlemesi ile pozitifleşir.
Histopatolojide, başlangıçta yalnızca nekroz alanları ve içinde bol sayıda tüberküloz basiline rastlanırken, tablo ilerlediğinde, klasik tüberküloz bulguları saptanır.
Ayırıcı tanıda sifiliz şankrı, şark çıbanı, diğer deri tüberkülozları, impetigo, ektima, sporotrikoz, Kedi tırmığı hastalığı gibi hastalıklar akla gelmelidir.
Son derece nadirdir, özellikle bebeklerde ve çocuklarda görülür. İmmünolojik savunma mekanizmasının azaldığı kızamık, AİDS gibi bir infeksiyon geçirmekte olanlarda, immünosüpresif tedavi görmekte olanlarda, bakterilerin endojen (hematojen) yayılması sonucu ortaya çıkar. Lezyonlar eritemli ve purpurik maküller, eritemli papüller, veziküller şeklindedir, lezyonlar ülsere olabilir. PPD negatiftir. Altta yatan tablonun ağırlığı ve çok kısa sürede fatal sonlanması nedeniyle tanı, çoğu kez otopside konur.
En sık görülen deri tüberkülozu şeklidir. Kadınlarda 2-3 kat daha fazladır, her yaşta görülebilir. Önceden duyarlı kişilerde endojen (lenfojen veya çevreye yayılma, nadiren hematojen) yolla ortaya çıkar. Çok nadir olarak inokülasyonla ve BCG aşılanmasına bağlı olarak da gelişebilir. İmmünite orta derecededir. PPD’ye karşı aşırı duyarlık fazladır.
Olguların % 90’ından fazlası başta lokalize olur. Burada en sevdiği yerler, burun, yanaklar ve kulak memeleridir. Yerleştiği yerlerdeki kıkırdak dokusunu tahrip eder. Lezyonlar kırmızımsı-sarımsı veya kahverengi, yumuşak, toplu iğne başı büyüklüğünde tüberküller halinde başlar. Bu tüberküllere lupom adı verilir; lupomların üzerine bir lam ile bastırıldığında (vitropresyon veya diyaskopi) elma jölesine benzer bir biçimde mat sarı bir renk aldıkları görülür, bu bulgu patognomoniktir.
Lupomlar, deriyle aynı düzeyde veya hafifçe kabarıktır. Altta doku yıkımı bulunması nedeniyle, bir stile ile kolayca delinebildikleri görülür.
Lupomlar birbirleriyle birleşerek plaklar oluştururlar. Bu plakların bazı alanlarının iyileşmesi, bazı alanlarda yeni lezyonların ortaya çıkması nedeniyle, kenarları girintili çıkıntılı bir görünüm kazanır. Seyir esnasında ortaya çıkabilen ülserasyonlar, atrofik sikatrisler ve komplikasyonlar yüzünden, lupus vulgarisin klinik belirtileri oldukça büyük farklılıklıklar gösterebilir. Lupus vulgarisde nodüller, hipertrofik verrüköz plaklar da görülebilir.
Mukozaların lupus vulgarisi ağız, burun veya konjonktiva mukozasında görülür. Yumuşak kıvamlı, küçük, gri veya pembe papüller şeklindedir, ülsere olabilirler.
Lupus vulgaris tedavi edilmezse sürekli olarak ilerler, yıllarca devam eder. Eklem hareketlerini azaltan kontraksiyonlar, yüz |
ün kıkırdak kısımlarında ve ekstremitelerin uç kısımlarında mutilasyonlar, ektropiyon, konuşmayı ve beslenmeyi engelleyen mikrostomi, keloid, epidermoid karsinom hastalığın komplikasyonlarıdır.
Histopatolojide, tüberküllerin epiteloid hücrelerden oluştuğu görülür. Kazeasyon nekrozu hafiftir veya yoktur. Dev hücrelerin çoğu Langhans tipinde olup, nüveleri periferde dizilmiştir. Tüberkülleri mononükleer hücreler çevreler. Basillere çok az rastlanır.
Ayırıcı tanısına sarkoidoz, lepra, şark çıbanı, DLE girer.polen olur
Elemanter lezyonu gom olan bir klinik tablodur. Lenf bezi tüberkülozu, kemik tüberkülozu, eklem tüberkülozu, epididim tüberkülozu gibi subkutan bir tüberküloz odağından çevreye yayılma ile ortaya çıkar. Erkeklerde ve orta yaşlarda daha sık görülür. En çok parotis bölgesi, submandibüler bölge, supraklaviküler bölge ve boynun yan yüzüne lokalize olur. Lezyonlar genellikle bilateral yerleşimlidir ve ağrılıdır. Lezyonların sayıları 1-10 arasında değişir ve hepsi aynı yaşta değildir.
Lezyonların gelişimi sonunda ülsere gomlar ortaya çıkar. Ülserlerin kenarları mor ve altları oyuktur, tabanı yumuşak ve girintili çıkıntılıdır. Bu ülserlerde zamanla kordon şeklinde sikatrisler gelişir, bunlar köprüler oluşturur. Kordon şeklindeki, keloide benzeyen bu sikatrisler, tanı için karakteristiktir. PPD pozitiftir, terminal dönemde anerji gelişebilir.
Histopatolojide, lezyonun ortasında apse formasyonu veya ülser; periferde ve derin kısımlarda, inflamatuvar reaksiyon gösteren nekrozlu tüberküloid yapılar görülür; basile genellikle rastlanmaz.
Ayırıcı tanısına süpüratif lenfadenitler, deriye fistülize olmuş dental apseler, derin mikozlar girer.
Mukozaların ve orifislerin derisinin tüberkülozudur. İç organların tüberkülozundan, basillerin otoinokülasyonu ile ortaya çıkar. Altta yatan hastalık olan pulmoner, intestinal ve nadiren de genitoüriner tüberküloz çok ilerlemiştir. Bu odaklardan atılan bol sayıda basil, genellikle travmadan sonra mukozalara (ağız, dil, farinks, anüs, vulva, penis) inoküle olur.
Hastaların çoğunda PPD pozitiftir, ancak terminal dönemde anerji gelişir.
Lezyonlar başlangıçta nodül şeklindedir, hızla zımba ile delinmiş görünümde, donuk kırmızı veya menekşe renginde, kenarlarının altı oyuk ülserlere dönerler.
Histopatolojide, nonspesifik iltihabi infiltratla çevrili ülser görülür. Derin dermada belirgin nekroz gösteren tüberküloid yapı çoğu kez vardır. Bol sayıda basile rastlanır.
Ayırıcı tanıda sifiliz şankrı, rekürran aftlar, derin mikozlar, lokal veya metastatik maligniteler düşünülmelidir.
Eksojen reinfeksiyona bağlı olarak ortaya çıkan verrüköz görünümlü bir deri tüberkülozudur. PPD pozitiftir. Bölgesel lenf bezleri tutulmaz.
Basil kaynağı genelllikle dışarıdadır. Basiller küçük yaralardan veya sıyrıklardan girerler. Bulaşma genellikle sağlıkla ilgili mesleklerde, hastalardan veya materyalden; çiftçi, kasap, veteriner gibi kimselerde tüberkülozlu hayvanlardan olmaktadır.
Lezyon en çok elde lokalize olur. Lezyonda subjektif yakınma yoktur. Başlangıç lezyonu küçük bir papüldür, zamanla büyüyerek verrüköz bir görünüm alır. Lezyonun çevresinde menekşe rengi bir hale ortaya çıkar.
Hastalık yıllarca sürer; spontan iyileşme olabilir, bu durumda lezyonun yerinde atrofik bir sikatris kalır.
Histopatolojide, hiperkeratoz, papillomatoz ve akantoz vardır. Orta dermisde orta dercede nekroz gösteren tüberküloid yapılar görülür. Çok sayıda basile rastlanır.
Ayırıcı tanıda verrüler, piyojenik granülom, derin mikozlar, şark çıbanı akla gelmelidir.
Primer bir odaktan hematojen yayılma sonucu ortaya çıkar. Seyrek görülür. Hastalar genellikle iyi beslenememiş çocuklar veya immünyetmezlikli ya da immünosüpresif tedavi gören hastalardır.
Lezyonlar ekstremitelerde, daha seyrek olarak gövdede yerleşir. Tek veya çok sayıda, sert, eritemli nodüllerle başlar. Nodüller yavaş yavaş yumuşar ve ülsere olur. PPD negatiftir.
Ayırıcı tanıda sifiliz, pannikülitler, subkutanöz bakteriyel, mikotik, yabancı cisim süpüratif lezyonları düşünülmelidir.
BCG ile yapılan aşılama, tüberküloz infeksiyonuna karşı bir korunma sağlar. BCG, en çok intradermal injeksiyon tekniğiyle uygulanır. Aşı yerinde 2-4 hafta sonra infiltre bir papül gelişmeye başlar, 4-6 haftada maksimum büyüklüğe ulaşır ve yaklaşık 1 cm çapında bir nodül halini alır. Daha sonra ülsere olan lezyon, yavaş yavaş iyileşerek yerinde sikatris bırakır. Tüberkülin duyarlılığı, aşıdan 5-6 hafta sonra gelişmektedir.
BCG aşılanmasına bağlı komplikasyonlar, nonspesifik ve spesifik olarak ikiye ayrılır. Spesifik komplikasyonlar, doğal mikobakteriyel infeksiyonlara karşı gelişen deri yanıtlarının taklididirler. Spontan tüberkülozdan daha hafif seyrederler ve çoğunlukla bir revaksinasyonu izlerler.
BCG Aşılanmasının Komplikasyonları
lupus bulgarıs
Aşı yerinde veya çevresinde ortaya çıkar. Aşılanma ile lupus vulgaris arasında 1-3 yıllık bir latent dönem vardır. Bütün özellikleri normal lupus vulgaris ile aynıdır.
Koch fenomeni: Tüberküline önceden duyarlı kişilerde görülür. Önce duyarlı olmayan normal kişilerdeki gibi nekroz ve ülserasyon gelişir, ancak bu olay zamanla hızlanır. Bölgesel LAP ve genel semptomlar bulunabilir.
Lokal subkutan apseler: Aşı materyalinin derin bir biçimde injeksiyonu sonucu ortaya çıkar. Bunu aşırı ülserasyon izler.
Şiddetli bölgesel lefadenit: En sık rastlanan komplikasyondur. Özellikle gençlerde görülür. Skrofulodermaya dönebilir. Süpürasyon 6-12 ay devam eder.
Jeneralize tüberkülid: Bu klinik tabloda tüberküloz basillerinin toksinlerine karşı gelişen, yaygın, simetrik, kendiliğinden iyileşme eğilimleri olan, rekürran erüpsiyonlar görülür.
Tanı:
Tedavi:
Deri tüberkülozu tedavisinde kullanılan ilaçlar şunlardır:
Dörtlü ilaç kombinasyonu tedavisi uygulanır.İlk iki veya üç ay dörtlü,sonraki aylar da ise ikili ilaç rejimi uygulanır. Kombine tedavi ilaç direncini geciktirdiği gibi, tüberkülostatik etkiyi arttırır.
INH+RP+EB, INH+RP+SM gibi kombinasyonlar değerlidir. INH tüberküloz tedavisinin temelini oluşturur. INH'ya yeterli yanıt alınamadığı hallerde, pirazinamid, protionamid gibi INH'ya yapısal olarak benzeyen ilaçlar kullanılabilir. İç organ tüberkülozu bulunmayan lupus vulgaris olgularında, yalnız başına INH çok iyi sonuçlar verir.
Tedavi en az 9 ay sürdürülmelidir, yaygın lezyonların tedavisi çok daha uzun sürebilir. Etkili antitüberküloz tedavi alan hastaların bulaştırıcılığı iki hafta içerisinde sona ermektedir.
Türkiye'de tüberküloz tedavisi ücretsizdir.
Brainfuck
Brainfuck (İngilizce "beyini beceren"), 1993 yılında programcı Urban Müller tarafından yaratılmış bir programlama dilidir. Yaratılma amacı mümkün olan en küçük boyutlu derleyiciyi üretmektir. Bilinen bazı derleyicileri 200 bayttan küçüktür. Sadece sekiz komutu bulunmakla birlikte Turing-bütün ("") bir dil olduğundan teorik olarak herhangi bir algoritma bu dilde yazılıp işletilebilir.
Brainfuck dili çok basit bir makine modeli ile çalışır,bu modelde her birinin başlangıçtaki değeri 0 olan 30000 hücre ve bu hücreler arasında hareket edebilen bir işaretçi bulunur. (İşaretçi, başlangıçta ilk hücrededir).
Bu programlama dilinin amacı, genel bir dil olmaktan çok programcıları zorlamak ve eğlendirmektir.
Her biri sadece tek karakterden oluşan komutları şunlardır;
ayrıca bu komutların C programlama dilindeki karşılıkları şöyle gösterilebilir;
Aşağıdaki program ekrana "Hello World!" ve bir yeni satır yazmaktadır:
Bu kod parçası, okunabilirliği sağlamak için satırlara bölünmüş, boşluklar ve yorumlar eklenmiştir. Brainfuck, sekiz komut karakteri codice_1 haricindeki tüm karakterleri yok sayar. Bu nedenle (eklenecek yorum, komut karakterleri içermediği sürece) koda yorum eklemek için özel bir söz dizimine ihtiyaç yoktur. Yukarıdaki kodun fazladan karakterlerden arındırılmış hâli aşağıdaki gibi görünecektir:
İlk satır codice_2, dizinin ilk elemanına 0'dan başlayıp 10 kez artırarak ilk değerini atamaktadır. İkinci satırdan başlayan döngü, dizinin diğer elemanlarına değerler atamaktadır: a[1] = 70 ('H' harfinin ASCII kod değeri olan 72'ye yakın bir değer), codice_3 ('e' harfinin ASCII değeri 101'e yakın), codice_4 (boşluk karakterinin ASCII değeri 32'ye yakın) ve codice_5 (yeni satır karakteri). Döngü, işaretçiyi dizi elemanları üzerinde kaydırarak codice_6'ın değeri 10'u sırasıyla 7,10,3 ve 1'le çarpmaktadır. Döngü bittikten sonra codice_6, 0'a eşit olur.
Döngüden sonraki ilk satırda codice_8 karakteri işaretçiyi dizide bir eleman ilerletmekte, codice_9 dizi elemanının 70 olan değerini iki artırarak 72 yapmakta ve codice_10 karakteri de sonucu ekrana basmaktadır.
Yumuşama (uluslararası politika)
Yumuşama, farklı ekonomik ve toplumsal sistemlere sahip ülkeler ya da ülke grupları arasında, son aşamada barış içinde bir arada yaşamayı öngören, yeterli sayıda şarta bağlanmış uzun süreli ve kapsamlı bir iş birliğine varacak, gerginliğin aşamalı ve bilinçli bir biçimde azaltılmasını öngören politikadır.
Sözcüğün Fransızca karşılığı olan détente, 1970'lerin başından itibaren uluslararası siyasette kullanılmıştır. Bu yolla ülkeler sıcak savaşa girmek yerine, sorunları politika üzerinden çözmeye çalışmışlardır. Buna karşın, terim öncelikli olarak Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki yüksek tansiyonlu dönemde, 1960'ların sonu ile 1980'lerin sonu arasında kullanılmıştır.
Yumuşama terimi ilk olarak Soğuk Savaş döneminde kullanılmıştır ve bloklar arasında karşılıklı “söz düellosu” vasıtasıyla savaş tehlikesinin azalmasını ve komünist ile komünist olmayan devletler arasında siyasal, ekonomik, kültürel ve teknolojik anlaşmaların sayılarındaki artışı ifade etmek için kullanılmıştır.
Yumuşama, ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Doğu-Batı ilişkilerinde çatışma ve gerginliğin azaldığı tarihsel bir dönemi tanımlamak için de kullanılmaktadır. “Dönem” kavramının aksine bir “süreç” olarak düşünüldüğünde yumuşama, anlaşma ve iş birliği aşamalarından oluşan bir ilişki türü olmaktadır. Böylece uluslararası politikada yumuşama bir siyasal amaç biçimine dönüşmektedir.
Yumuşama son olarak, |
“görüşmeler çağı” denilen günümüzün temel özelliği ve çağdaş gelişmelerin doğal bir sonucu olarak da değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, “küreselleşen bir dünyada uluslararası sistemin parçalarını oluşturan birimlerin, yeryüzünün neresinde olursa olsun çıkabilecek çatışmalar ve uzun süren anlaşmazlıkların global bir savaşa yol açabileceğinin bilincinde olarak daha tedbirli ve belli kurallara uygun hareket etmeleri” biçiminde tanımlanmaktadır.
İskila
İskila adı tarihte ilk olarak Sümer kaynaklarında yer alır ve ünlü Gılgamış destanında iškila-bi biçiminde yer almaktadır.
İskila, Hitit öncesi dönemde iç ve kuzey Anadolu'da yaşayan Hatti uygarlığının önemli bir kentidir. Hititbilimci Sedat Alp'in yaptığı haritalar ile tam olarak yeri saptanmış olup bu yer günümüzde İskilip olup bu kentin adında çok az bir değişim olarak halen aynı yerde yaşamaktadır.
Hitit öncesi dönemde iç ve Kuzey Anadolu'da yaşayan Hatti uygarlığının önemli bir kentidir.
İskila, ("Hitit dili": Iškila) Hitit öncesi kadim devirde kuzey iç anadolu'da yaşayan Hatti / Kaşkalar için önemli bir şehirdir.
İskila adı Hitit ve kadim Mısır medeniyetine ait kayıtlarda geçer. Bu kayıtlara göre İskila bir Kaşka /Hatti yerleşmesidir. O devirde Mısırlılar, Hititlilerden ısrarla Kaşkalı insanlar istemektedir.
Bu özel istek nedeni olarak Iskila'lıların ulaşmış olduğu tarım ve ziraat kültürünün neden olduğu düşünülmektedir. Iskila'lıların özellikle bağ ve bahçe kültüründe birçok mevye ve bitkiyi yeryüzünde ilk kez kültüre aldıkları düşünülür. Bir tez aşamasında olan bu görüş kanıtlanmaya çalışılmaktadır.
Erken Bizans dönemi kayıtlarına göre İskila, Rodos'tan göçen esir kabilelerin konakladığı yerdir.
Merkel
Merkel şu anlamlara gelebilir:
B hücresi
B hücresi, humoral bağışıklık yanıtında büyük bir rol oynayan lenfositlerdir. Bu hücreler ilk defa 1960'larda kuşlarda tespit edilmiştir. 'B' kısaltması, kuşlarda bu hücrelerin olgunlaştığı organ olan Bursa Fabricius'tan gelmektedir. Öte yandan Bursa Fabricus kuşlara ait bir organdır ve memelilerde bulunmaz.
İnsan vücudu her gün milyonlarca farklı B hücresi tipi üretir ve her tipin zarında belirli bir antijene bağlanabilecek özel (özgün) bir reseptör proteini vardır. İnsan vücudunda kan ve lenfte milyonlarca B hücresi antikor üretmeden dolaşır. Herhangi bir B hücresi antijen ile karşılaştığında ve bir yardımcı T hücresinden ilave sinyal aldığında; aşağıda tanımlanan iki farklı B hücresi tipinden birine farklılaşır. B hücreleri doğrudan bu hücre tiplerinden birine dönüşebilecekleri gibi, bir ara adımdan sonra da dönüşebilirler.
Accademia Carrara
Accademia Carrara (telaffuz [kar'rara]) Bergamo, İtalya'da bir sanat galerisi ve güzel sanatlar akademisidir.
Sanat galerisinin kökenleri, 18. yüzyılın sonlarında Bergamo şehrine bol miktarda miras bırakan, maecenas (sanat hamisi) ve koleksiyoncu olan Kont Giacomo Carrara'ya atfedilebilir. 1796'da Kont'un ölümünden sonra, mülkleri seçilmiş vekili tarafından 1958'e kadar idare edilmiştir. Daha sonra Bergamo Komünü idareyi doğrudan eline almıştır. 1810 yılında Leopoldo Pollack'un öğrencisi Simone Elia'nın mimarlığında neoklasik şekilde yeni bir bina yapılmıştır.
Müze koleksiyonunu hem bağışlarla hem de satın alma işlemleriyle arttırmaya devam etmiştir. 2006'da 15. ile 19. yüzyılları arasında yapılmış olan 1.800 tabloya sahipti. Bu tablolar; Pisanello, Botticelli, Bellini, Mantegna, Raffaello, Giovanni Battista Moroni, Baschenis, Fra Galgario, Tiepolo, Canaletto ve Piccio gibi sanatçılara aittir.
Tabloların yanında eskizler, baskılar, bronzlar, heykeller, porselenler, mobilyalar ve madalya koleksiyonları da bulunmaktadır.
Galerinin ilk halka açıldığı zaman olan 1793'de, Kont Giacomo Carrara aynı binada çizim ve resim kurslarının başlamasını istemiştir. 1912 yılına kadar sanat galerisinin aynı binasında bulunan okul, şu anda hemen yakınındaki binadadır. 1988'de resmi olarak tanınarak "Accademia di Belle Arti" (Güzel Sanatlar Akademisi) olmuştur.
1991'de modern sanat galerisi de "Galleria d’Arte Moderna e Contemporanea" (GAMEC) eklenmiştir. Modern sanat galerisi, sanat galerisinin içinde bulunduğu büyük neoklasik binanın hemen karşısında, restore edilmiş eski Dimesse ve Servite Rahibe Manastırı'nda bulunmaktadır. Şu anda üç katta toplam on sergi salonu bulunmaktadır. 1999 Temmuz ayında "Raccolta Gianfranco e Luigia Spajani" tarafından yapılan alımlarla kalıcı koleksiyonlarına 20. yüzyılın İtalyan ve yabancı sanatçılarına ait modern çalışmalar eklemiştir. Bu sanatçıların içinde Boccioni, Balla, Morandi, Campigli, Casorati, Savinio, Chirico, Kandinsky, Sutherland ve Manzù gibi sanatçılar bulunmaktadır.
Laguna San Rafael Millî Parkı
Laguna San Rafael, Şili'nin Aysen Bölgesi'nde bir milli park.
Milli Park Puerto Chacabuco'nun 120 km güneyinde yer alır. Ulaşmak için, genelde önce Coyhaique üzerinden uçakla Puerto Aysen'e gidilir. Daha sonra feribotla Puerto Chacabuco üzerinden yola çıkılarak "Estero Elefante" kanalı geride bırakılır ve "Laguna San Rafael" Buzuluna ulaşılır.
Park alanı 17.420 km² , en yüksek dağı (4.058 m).
Milli Park'ın büyük bir kısmı Taitao Yarımadası'nın üstündedir. Şili anakarası üstünde ise "Campo de Hielo Norte" ve "Campo de Hielo del San Valentin" bölgelerinin buzullarla kaplı alanları bulunur.
Buraya gelen turistlerin ana gayesi "Monte San Clemente o Valentin"in 50 km batısındaki "Laguna San Rafael Buzulu"'nu görmektir. Devasa boyuttaki bu buzullar, geriye doğru 45 km derinliğe, 3 km genişliğe sahiptir. Yüksekliği yer yer 50 m'nin üzerine çıkar.Turistler botlarla buzulun yakınına getirilirler. Ancak aslında buzul duvarlara çok yaklaşmak tehlikeli olabilir. Zira parçalanan buz kitleleri büyük ve tehlikeli dalgalar oluşturabilirler.
Yöre çok yağışlıdır (5.000 mm/yıl), ortalama sıcaklık ise 5 °C civarındadır.
İklimin elverişsizliği sebebiyle devasa parkta çok az ağaç türü vardır. Bunlar arasında kayın ve servi sayılabilir.
Burada daha çok deniz kuşları ve iri balık türleri yaşar. Düşük hava sıcaklığı sebebiyle memeli hayvanlara ender rastlanır.
Laguna San Rafael Milli Parkı 1959 yılında milli park olarak kabul edildi. 1979 yılında UNESCO bu parkı biyosfer rezervi olarak ilan etti.
Antijen
Bağıştıran ya da antijen vücuda girdiğinde bağışıklık sistemi tarafından antikor üretimine yol açan yabancı moleküllerdir.
Antijenler genellikle protein ve polisakkarit yapısında canlı organizma kısımları ya da büyük moleküllü proteinler ve bunlara bağlanmış karbonhidratlar, nükleik, lipidik kısımları ya da ürünleridir. En önemli antijenler bakteri lerinin yapısına girenlerdir. Bir antijen iki elementten oluşur: Protein bir madde ve hapten. Antijen-antikor tepkimeleri vücuda zararlı mikroplarla savaş gibi birçok olayda rol alır. Bağışıklık ya da hastalığa direnç gösterme, vücuda giren antijenleri antikorlarla yokedebilme yeteneğidir. Bu madde aynı zamanda hücre zarındaki glikoproteinlerin yapısına katılır.
Aort
Aort, insan vücudundaki en büyük arterdir. Sol ventrikülden çıkar ve karnın aşağısına doğru uzanır ve sonra daha küçük damarlara dallanır. Aort oksijenlenmiş kanı tüm vücut parçalarına sistemik dolaşımla ulaştırır.
Aort genellikle beş segment veya parçaya bölünür.
Tüm amniotların bir dizi bireysel farklılıklar olsa da, insanlarla genel olarak benzer bir düzeni vardır. Balıklarda, aort diye adlandırılan ve ikiye ayrılan damarlar vardır. Ventral aort kirlenmiş kanı solungaçlara götürür. Bu damar tetrapodlarda asendan aortu oluşturur (geri kalanı pulmoner arter oluşturur). İkincisi, dorsal aort solungaçlardan temizlenmiş kanı taşır ve tetrapodlardaki desandan aortla homologtur. Bu iki aort her iki solungaç vasıtasıyla geçen bir damarla biribirine bağlanır. Amfibiyanlar beştane bağlı damarla tutunur.Bu yüzden aort iki tane paralel arka sahiptir.
Memeli ve avian embriyolojik gelişimlerinde faringeal ark (aortik ark) arterlerinin normal arterlere benzer örnekleri vardır. Dördüncü aortik ark damarı aort arkı olarak bu vertebralarda hayatta kalır. Üçüncü aort ark damarı brakiosefalik arter veya internal karotid arterin kökü olarak devam eder. Altı ark ise pulmoner arterler katılır. Büyük arterin düz kası ve aortapulmoner septumdaki hücre topluluğu, kardiyak nöral krest sebebiyle aort ve pulmoner arterlere yarılırlar. Bu nöral krestin büyük artere düz kasın katılımı, birçok düz kasın mezodermin türetilmiş olarak nadirdir. Gerçekte düz kas abdominal aort ile mezodermden türetilir ve sadece semilunar valfler yukarıda ortaya çıkan, koroner arterlerin düz kasın mezodermal kökenine sahiptir. Aortikopulmoner septumun büyük damarlara bölünmesinin eksikliği persistan trunkus arteriozusa sebep olur.
Mutlak nem
Mutlak nem, havanın hacim birimi (m³) başına içerdiği su buharının gram cinsinden kütlesine denir. En basit ifade tarzı olmasına rağmen bağıl neme nazaran daha az kullanılır.
Hacmin esas alındığı bu değerlendirmede havanın içerdiği su buharı miktarı sıcaklığa bağlıdır. Zira çevresinden hacim olarak soyutlandıktan sonra basınç değişikliklerine maruz kalsa da o hacme giren havanın miktarı değişmeyeceğinden içerisinde tutabileceği su buharı miktarı sadece sıcaklıktan etkilenecektir.
Burada, 1 m³ havanın belirli bir sıcaklık derecesinde tutabileceği en yüksek su buharı miktarı "doygunluk nemi" ya da "maksimum nem" olarak da tanımlanabilir. Mutlak nem buharlaşma olanaklarına bağlıdır. Özellikle yüksek sıcaklıkta ve buharlaşmaya elverişli yüzeylerde fazla olur. Bu nedenle ekvatordan kutuplara, kıyılardan iç kısımlara ve yükseklere doğru azalır. Yazın kıştan, gündüzleri de gecelerden fazladır. Mutlak nem ile doygunluk nemi (maksimum nem) arasındaki orana "Bağıl nem" denir.Bağıl nem higrometre adı verilen aletle ölçülür. Mutlak nem, maksimum nem ve bağıl nem Coğrafya biliminin bir dalı olan Klimatoloji'de ve Meteoroloji'de kullanılan bir terimlerdir. Yüksek nem oranı insanları rahatsız edebilmektedir.
İplik numaralandırma sistemi
Tekstil ipliklerinin tanımlanması için kullanılan, belirli uzunluğun ağırlığı biçimind |
eki sınıflandırma ölçütü. "numara denye" ve "numara metrik" ve "İngiliz numarası" olarak en çok kabul gören üç farklı sınıflandırma biçemi vardır.
9000 m si 1 g gelen iplik 1 Nd ‘ dir.
9000 m si 70 g gelen iplik 70 Nd ‘ dir.
9000 m si 90 g gelen iplik 90 Nd ‘ dir.
9000 m si 150 g gelen iplik 150 Nd ‘ dir.
Polyester, naylon, floş gibi iplikler genellikle Nd olarak numaralandırılır.
Bir iplik örneğinin metre cinsinden uzunluğunun gram cinsinden ağırlığına bölümüdür. Nm simgesi ile gösterilir.
10.000 m si 1000 g gelen iplik 10 Nm
20.000 m si 1000 g gelen iplik 20 Nm
30.000 m si 1000 g gelen iplik 30 Nm
60.000 m si 1000 g gelen iplik 60 Nm
Ştapel iplikler genellikle Nm veya Ne olarak numaralandırılır.
Yani anlaşılacağı gibi Nm=uzunluk/ağırlık tır.
Bir libre ağırlıktaki bir iplik örneğinin hank olarak uzunluğudur. Burada; 1 libre=453,6 gram, 1 hank ise pamuk ve ipek iplikler için 768 metredir.
Ne’yi Nm’ye çevirmek için Ne x 1,693 = Nm formülü kullanılır.
Bir gram ipliğin ağırlığı anlamındadır.
örnekler:
a) Nm 120/1 demek 120 m iplik 1 g ağırlığındadır.
b) Nm 80/2: 2 ipliğin bükümüyle oluşan ,ve her biri 80 m olan bu ipliklerin toplam ağırlığı ,2 g.dır.
c) Nm 120/3: 3 ipliğin bükümüyle oluşan ,ve her biri 120 m olan bu ipliklerin toplam ağırlığı ,3 g.dır.
No ya da tkt ipliğin kaç kat iplikten oluştuğuna bakmaksızın 3 ipliğin bir araya geldiğini düşünülerek hesaplanan bir sistemdir.
örnekler:
No 120 demek Nm120/3 olabileceği gibi Nm80/2 de olabilir.
No 100 demek Nm65/2 olabileceği gibi Nm100/3 de olabilir.
No 75 demek Nm50/2 olabileceği gibi Nm75/3 de olabilir.
konuyla ilgili bir örnek : 30/1 gibi 40/1 gibi numaralandırmalarda
Robert Alexander Mundell
Robert Alexander Mundell (d. 24 Ekim 1932, Ontario), Kanadalı ekonomist.
Vancouver'daki British Columbia Üniversitesi mezunudur. Doktorasını Massachusetts Institute of Technology'de 1956'da tamamlamıştır. 1999'da Nobel Ekonomi Ödülü'ne layık görülmüştür. 1974'ten beri Columbia Üniversitesi Ekonomi bölümünde profesör olarak görev yapmaktadır.
Elisa Toffoli
Elisa Toffoli ya da Elisa, İtalyan şarkıcı ve söz yazarı. Rock, blues, soul gibi farklı müzik türlerinde şarkılar söylemektedir.
Atardamar
Atardamar veya diğer adıyla arter, kalpten vücuda kan taşıyan damarlardandır. Pulmoner arter ve umblikal arterler dışında oksijenlenmiş kanı taşırlar.
Dolaşım sistemi hayatın devam etmesi için son derece önemli bir sistemdir. Tam olarak hücrelere oksijen ve besin taşınması fonksyonun yanı sıra, karbondioksit ve atık ürünlerin taşınması, pH düzeyinin düzenlenmesi ve plazma, protein ve immün sistem akışkanlınğının sağlanması gibi fonksyonlar da vardır. Gelişmiş ülkelerde, başlıca iki ölüm sebeplerinden biri miyokard infarktüs ve kardiyak arresttir. Her ikisi de damar sisteminin bozulması sonucu oluşan bir durumdur. (Bkz Arterioskleroz)
Arter sistemi, dolaşım sisiteminin yüksek basınçlı kısmıdır. Arter basıncı kalp atışları sırasında değişiklik gösterir. Minimum basınca sistolik basınç, maksimum basınca ise diyastolik basınç denir. Bu basınç değişikliği herhangi bir atardamardan hissedilebilir. Arterler aynı zamanda kanın pompalanmasına yardım ederler. Arterler kanı kalpten vücuda taşırlar. Oksijenlenme için kanı akciğerlere taşıyan pulmoner arterler hariç, tüm arterler gerekli okisjeni kalpten dokulara doğru taşır.
Arterlerin anatomisi makroskopik anatomide, makroskopik seviyesinde ve mikroskop yardımıyla öğretilen mikroskopik olarak ayrılabilir.
İnsan vücudunun arter sistemi sistemik ve pulmoner olarak ayrılır.
Sistemik arterler oksijenlenmiş kanı kalpten vücuda taşıyan ve deoksijene kanı da kalbe taşıyan, kardiyovasküler sistemin bir parçasıdır.
Pulmoner arterler, kardiyovasküler sistemin bir parçası olan, deoksijene kanı kalpten alan ve oksijenlenmiş kanı kalbe geri gönderen pulmoner dolaşımın arterlerindendendir.
Tunica externa olarak bilinen en dış katmanı bağdokudan oluşmuştur. Bu katmanın içi, düz kastan ve elsatik dokudan oluşan tunica media'dır. En içteki tabaka endotel hücrelerinden oluşmuştur. Kanın aktığı boşluğa lümen denir.
Pulmoner arterler vücuttan kalbe dönen kirli kanı oksijenlenmesi için akciğerlere taşıyan atardamarlardır.
Elestik rölatif bileşenlerine göre ve müsküler doku içinde olan tunica media yanı sıra büyüklüğü ve iç ve dış elastik lamina meydana getiren sistemik arterler müsküler ve elastik olarak iki alt kısma ayrılabilirler. Daha büyük arterler (10>mm çapında) genellikle elastiktir ve( 0,1–10 mm) den küçük olanlar kas yapısında olma eğilimindedirler. Sistemik arterler kanı besin alışverişi ve gaz değişimi için arteriollere ve sonra da kaplliere gönderir.
Aort temel sistemik arterdir. Valf kapağ üzerinde kalbin sol ventrikülünden direkt olarak kanı alır. Sırayla aortun dallarının ve arterlerin dallarının çapları art arda arteriollere dogru küçülür. Aortun ilk kalpalı dalları, kalp kası için kan sağlayan koroner arterlerdir. Bu aortik ark, yani brakiyosefalik atardamar, sol karotis ve sol subklavyen arterlerin kapalı dalları tarafından takip edilmektedir.
Arterioller arterlerin en küçük birimidir. Kalp kasının duvarındaki değişken kasılmayla kan basıncının ayarlanmasına yardımcı olurlar ve kanı kapillere taşırlar.
Kapiller dolaşım sisteminde değişimin olduğu önemli yerlerden biridir. Kapiller, gaz, şeker ve diğer besin çevre dokulara hızlı ve kolay difüzyon yardım etmek için küçük tek hücre çapındadırlar.
Kapillerin etrafında düz kas yoktur ve çaplar kırmızı kan hücrelerin çaplarından daha dardır. Bir kırmızı kan hücresi yaklaşık 7 mikrometre çapındadır ve kapiller ise sadece 5 mikrometere çapındadırlar. Bu yüzden kırmızı kan hücreleri kapillerden geçebilmeleri için bükülmek zorundadırlar.
Bu kapillerin küçük çapları, gaz ve besin değişimi için daha büyük yüzey alanı sağlar.
Sistemik arter basıncı, kalbin sol ventrikülünün kuvvetli kasılmasıyla elde edilir. (Bkz. Kan basıncı)
Sağlıklı dinlenme durumundaki kan basıncı genellikle düşüktür. Bunun anlamı sistemik basınç genellikle 100mmHg'nin altındadır.
Atmosfer basıncına dayanmak ve adabte olmak için, arterler çeşitli kalınlıktaki düz kaslarla çevrelenmişlerdir. Bu kaslar uzayan elastik yapıda ve elastik olmayan bağ dokusuya çevrelenmşitir.
Atım basıncı, yani Sistolik ve Diyastolik basınç arasındaki fark, öncelikle, her kalp atışı, atım hacmi, karşı hacmi ve büyük arterlerin elastikiyetini tarafından çıkarılır ve kan miktarı tarafından belirlenir.
Zamanla, yüksek arteryel kan şekeri (Diabetes Mellitus), lipoprotein kolesterol ve basıncı, sigara kullanımı, ve diğer faktörler, endotel ve damar duvarları bozulmasına yol açıyor ve ateroskleroza sebep oluyor.
Arter duvarındaki bir aterom ya da plak, lipit (kolesterol ve yağ asitleri), kalsiyum ve değişken miktarda lifli bağ dokusu içeren hücre enkazlarının aşırı dercede birikmesidir.
Antik Yunanlar arasında, arterler trakea ya bağlı olan ve dokulara hava taşıması sorlumlulğunda olan "hava tutucular" olarak düşünülüyordu. Bu arterlerin boş bulunması ölüm sebebiydi.
Ortaçağda, arterlerin "ruhani kan" veya " yaşamsal ruh" diye adlandırılan sıvı taşıdığı gözlemlenmiş ve venlerin içeriklerinden farklı olduğu düşünülmüştür. Bu teori Galen'e geri döndü Ortaçağın sonlarında, trakea ve ligamentler de "arter" olarak tanımlandı.
17. yüzyılda William Harvey dolaşım sisteminin modern konseptini, arter ve venlerin rolünü tanımladı ve basite indirgedi.
20. yüzyılın başlarında Alex Carrel ilk olarak vasküler dikiş tekniğini , anastomoz ve birçok hayvandaki başarılı organ transplantasyonunu tanımladı. Ve böylece, daha önce damarların kalıcı ligasyonu ile sınırlı olan modern vasküler cerrahiye yeni bir kapı aralardı.
Gregor Samsa
Gregor Samsa, Franz Kafka'nın uzun öyküsü "Dönüşüm"deki hayali karakter. Gregor Samsa bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Kafka, hamamböceği kelimesini kullanmamıştır ama genel görüşe göre dönüştüğü şey hamamböceğidir. Karakterin soyadı "Samsa"nın "Kafka"nın şifrelenmiş hali olduğu düşünülmektedir. "S" harfleri "K" ile ve "M" harfi de "F" ile yer değiştirirse ortaya yazarın soyadı çıkar. Bu hikâye genel olarak insanın kendine yabancılaşmasının modern yaşamda geldiği boyutları göstermek bakımından alegorik bir hikâye olarak değerlendirilmektedir.
Tayfun Talipoğlu
Tayfun Talipoğlu, (1962, Kars - 21 Mart 2017, Konak) Türk gazeteci, televizyon yapımcısı.
İlkokulu Malatya Şeker İlkokulu ve Eskişehir Yunus Emre İlkokulu'nda okudu. Ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara Atatürk Lisesi'nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden 1983 yılında mezun oldu. Siyasi görüşleri nedeniyle kaymakam yapılmadı ve bu süreçte kargoculuk, Ankara düğün salonlarında ve pavyonlarında orkestra solistliği gibi birçok değişik iş yaptı. Milliyet Gazetesi'nde muhabir olarak başladığı gazetecilik yaşamına önce Star1'de, sonra ATV'de haber muhabiri olarak devam etti. 1995 yılından itibaren önce ATV'de, 1999-2008 yılları arasında NTV'de, 2008 -2010 yılları arasında TRT'de, 2011-2012 yıllarında Tv8'de ve son olarak 2016 yılından itibarende Halk TV'de Bam Teli programını hazırlayıp sunmuştur. Takvim, Yeni Yüzyıl, Cumhuriyet gazetelerinde köşe yazarlığı da yapan Talipoğlu evli ve bir çocuk babasıdır.
Benim Yolum, Ne Çoktular Ne Kadar Çocuktular, Eskiyen Yüzümün Yeni Gülümseyişi, Çoluk Çocuk Yazıları, Eşekle Gelen Aydınlık yayınlanmış kitaplarıdır. Seyyah ve Bam Teli Yol Müzikleri adlı şiir ve türkü kasetleri de vardır.
TRT-1 de Bam Teli programının yanı sıra Nasılsınız isimli bir tartışma programını da yönetmiştir. Aynı zamanda Ekim 2007'den beri UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçisidir.
7 Haziran 2015 yılı seçiminden önce CHP'den Aydın ili milletvekili aday adayı oldu. Partinin ön seçimlerinde dördüncü olan ve partisince 5. sıradan milletvekili adayı gösterilen Talipoğlu meclise giremedi.
21 Mart 2017 tarihinde gece saat 02:30'da İzmir'deki evinde fenalaşıp Katip Çelebi Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırılan gazeteci Tayfun Talipoğlu 55 yaşında yaşamını |
yitirmiştir.
Dönüşüm (öykü)
Dönüşüm, Değişim veya Metamorfoz (Almanca özgün adı: Die Verwandlung), Franz Kafka'nın uzun öyküsü.
İlk olarak 1915 yılında yayımlanmıştır. Kafka'nın en popüler eseri sayılabilir. Öykü, Gregor Samsa'nın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar ve hayatındaki değişiklikleri anlatarak devam eder.
Gregor Samsa öykünün ana karakteridir. Ailesinin geçimi için gezici bir pazarlamacı olarak ağır bir şekilde çalışmaktadır.
Bir sabah büyük bir böcek olarak uyanır.
Grete, Gregor'un küçük kız kardeşi ve dönüşümden sonra bakıcısıdır. Başlarda Grete ve Gregor'un iyi bir ilişkisi vardır ancak zamanla bu ilişki azalır. En başta onu beslemek ve odasını temizlemek için Grete gönüllü olsa da öykü ilerledikçe daha sabırsız olup, inadına ve kasıtlı bir biçimde odaya pis yemekler getirir. Grete, keman çalar ve konservatuvara gitme hayalleri kurar.
Gregor da, bu hayali gerçekleştirmek için çalışmaktaydı ve Noel arifesinde bunu açıklayacaktı. Gregor'un dönüşümünden önce aileye gelir sağlamak için bir dükkânda tezgahtar olarak çalışmaktadır. Öykünün başında sempatik gözüken karakter zamanla bu sempatisini kaybeder.
Gregor'un babasının Gregor'un patronuna büyük bir borcu vardır. Bu yüzden, Gregor nefret etse de işinden ayrılamaz. Bay Samsa, Gregor'un çalıştığı zamanlarda tembel ve yaşlıdır. Ancak dönüşümden sonra Gregor para kazanamadığı için Bay Samsa çalışmaya başlar.
Samsa'lar gelir elde etmek için birlikte yaşamak üzere üç kiracıyla anlaşırlar. Kiracılar çok huysuzdur ve evdeki kirliliğe dayanamamaktadırlar. Gregor'u fark edip olağanüstü büyüklükte bir böcek olduğuna inanırlar ve aileyi dava açmakla tehdit ederler.
Kitabın Türkçe çevirisinde "Ungeziefer" kelimesi "Böcek" olarak çevrilmiştir, ancak bu tam olarak anlamı karşılamaz. Orta Almanya'da Ungeziefer'ın kelime anlamı "kurban edilmeye uygun olmayan kirli hayvan"dır ve bazen "haşere" anlamında kullanılır. Kafka, Gregor'u belirli bir şey olarak etiketlemek istememiş, sadece Gregor'un dönüşümünden duyduğu tiksintiyi göstermek istemiştir.
Kafka'nın yayımevine 25 Ekim 1915'te gönderdiği ve ilk baskının kapak resmi ile ilgili sıkıntılarını anlattığı mektupta "Böcek" (Insekt) kelimesini kullanmış ve "Kapakta böcek olmasın. Uzaktan bile görülmesin" der. Bu Kafka'nın Gregor'un dönüştüğü yaratık hakkında belirgin bilgi vermeme isteğini gösterirken; çevirmenlerin "Böcek" kelimesini kullanmasına neden olmuştur.
"Ungeziefer" bazen "hamamböceği", "bokböceği", "kınkanatlı böcek" ya da daha belirli şekilde çevrilmiştir. "Bokböceği" (Mistkäfer) öykünün sonunda temizlikçi tarafından kullanmıştır ancak anlatan kendini böyle betimlememiştir. "Ungeziefer" Samsa ve çevresi arasındaki ayrılığı simgeler; temiz değildir ve bu yüzden dışlanmalıdır.
Bütün Kafka çalışmaları gibi Dönüşüm de farklı şekillerde yorumlanmıştır. Stanley Corngold, "Eleştirmenin Çaresizliği" adlı kitabında 130 farklı açıklamaya yer vermiştir. Birçoğu "toplumun farklı olana yaptığı muamele" etrafında toplanmıştır. "Yaşamdan kopmanın verdiği yalnızlık ve gelecekten herhangi bir şey ummamak" da bu açıklamalar arasındadır.
Yaptığı rutin işlerden memnun olmayan, ailesinin borcu nedeniyle çalışan ve onu zamanla yarıştıran bu işten kurtulmanın yolu belki de böcek olmaktır.
Bazıları da öykünün insan varlığının saçmalığının üzerinde durduğunu belirterek; varoluşçuluğa gönderme yapar.
Albert Hofmann
Albert Hofmann (d. 11 Ocak 1906 - ö. 29 Nisan 2008), LSD'nin (liserjik asit dietilamid) mucidi olan İsviçreli bilim insanı.
1938'de İsviçre'nin Basel kentinde Sandoz İlaç Firması'nın laboratuvarlarında şizofreni ve kan akışını hızlandırıcı için ilaç yapımı için çalışıyordu. Bunun için kır gezintilerine çıkıp çeşitli otlar topluyordu.
Bu kır gezilerinden birinde Çavdar mahmuzu ile karşılaştı. Çavdar mahmuzu yani Claviceps Purpurea genel olarak arpa, buğday, çavdar ve mısır gibi tahıl ürünleri üzerinde asalak olarak yaşayan zehirli bir mantardır. Eski Roma ve Çin'de hastalıkların, özellikle yılancık hastalığının tedavisinde kullanılan bir bitkidir. Bu mantarlar çeşitli kimyasal sentezlerden sonra "asit" tabir edilen hale dönüşür. Elde edilişi bakımından sentetik, etkileri bakımından halüsinojen olarak sınıflandırılır.çalışmaları sırasında bir gün birkaç damla kendisine damlatınca etkilerini kendisi de görmüştür.
Tarihe "Bisiklet Günü" olarak geçen 19 Nisan 1943 gününün öğleden sonrasında Albert Hofmann bisikletle laboratuvardan evine dönerken, çevresindeki alemin nasıl ansızın değişiverdiğini şöyle anlatıyordu: "Önümdeki her şey dalgalanıyordu, her şey içbükey bir aynadan yansıyan bozuk görüntülere dönüşüyordu. Sanki olduğum yerde pedal çeviriyor, bir türlü yol alamıyordum." 37 yaşındaki kimyager Hofmann o gün, tarihin ilk LSD yolculuğunu (trip) yaşıyordu. Evine ulaştığında öleceğini zannetti. Oda çevresinde fırıldak gibi dönüyor, duvarlar zıplıyordu. Aşina nesneler tuhaf, korkunç biçimler almaya başlamıştı. Eşyalar sürekli hareket ediyor, garip oyunlar oynuyordu. Birkaç saat sonra, "harikulade" diye tanımladığı bir tesir hissetmeye başladı. Ertesi gün ruh hali mükemmeldi, "Sanki önümde yepyeni bir hayat uzanıyordu, sanki dünya yeniden yaratılmıştı" diyordu.
1947'de CIA'in MKULTRA-LSD adını verdiği bir projeyle silah silahı olarak kullanılıp kullanılmayacağı araştırıldı. Bunun için LSD CIA eliyle halka dağıtıldı. Çiçek Çocuklar denilen 68 kuşağının ilk etapta yasal olarak kullandığı bir halüsinojendi. Gece Yarısı Operasyonu ile CIA LSD'yi fahişelere vererek deneyler yaptı.
Hoffman 29 Nisan 2008 Salı günü evinde kalp krizi geçirerek 102 yaşında vefat etmiştir.
Pars Tuğlacı
Parseğ Tuğlacıyan () ya da bilinen adıyla Pars Tuğlacı (d. 1 Nisan 1933 - ö. 12 Aralık 2016), Türkiye Ermenisi yazar, dil ve tarih araştırmacısı.
İstanbul'da doğdu. İlk öğreninimi İstanbul'da, orta öğrenimini Kıbrıs'ta, yüksek öğrenimini ABD'de, Michigan Üniversitesi'nde yaptı. 1955 yılında Türkiye'ye döndü. İstanbul'da 3 lisede ve Ankara'da Gülhane Askeri Tip Akademisi'nde İngilizce öğretmenliği yaptı. Türkçedeki ilk tıp terimleri sözlüğünü hazırladı. 3 Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı (İsmet İnönü, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk) tarafından Çankaya Köşkü'ne davet edilerek Türk diline olan katkılarından dolayı kutlandı. İstanbul, Viyana, Moskova, Paris, Montreal, Toronto, Detroit, New York, Los Angeles ve San Francisco sehirlerinde dil ve tarih konulariyla ilgili konferanslar verdi. Türk ve Osmanlı tarihi, Türk diliyle ilgili birçok kitaplar, makaleler, sözlük ve ansiklopediler yayınladı. Pars Tuğlacı Türkiye Yazarlar Sendikası ile Türk Basın Birliği üyesidir.
Saisiyatlar
Saisiyat (ya da Saisiat) (Çince: 賽夏), Tayvan'ın yerli halklarından, 12 Tayvan aborjinleri halkı arasında sayılan bir etnik gruptur. Bugün sayıları 4.000 - 5.000 arasında olduğu tahmin edilen Saisiyat'ların 17 klanları kalmıştır; Tayvan'daki en küçük aborjin gruplarından biridir.
Tayvan'ın batısında yaşayan Saisiyatlar, Güney ve Kuzey kolu olmak üzere iki kola ayrılırlar. Her birinin kendi şiveleri vardır. Güney kolu Miaoli ili Nanzhuang ve Shitan kasabalarına; Kuzey kolu ise Hsinchu ili Wufeng kasabasına yerleşmişlerdir.
Saisiyatların en önemli ritüeli iki yılda bir düzenlenen Pastaai, Cüce Ruhlar Törenleridir.
Senekerim Balyan
Senekerim Balyan (1768-1833), Osmanlı döneminde yaşamış ünlü Balyan mimarlar ailesinden bir mimardır.
Birçok projesini kardeşi Krikor Balyan'la birlikte yapmış, kendisi daha ziyada arka planda kalmıştır. Kardeşi Krikor Balyan'ın ahşap olarak inşa ettiği Bayezid Kulesini, bir yangında büyük zarar görmesi üzerine 1826 yılında betondan yeniden inşa etmiştir. Ayrıca İstanbul'un Ortaköy semtindeki Surp Asdvadzazdin Ermeni Kilisesine de imzasını atmıştır (1824).
Sarkis Balyan
Sarkis Balyan (, 1835-1899) Osmanlı döneminde yaşamış Ermeni Balyan mimarlar ailesinden bir mimardır. Yine bir mimar olan Garabet Amira Balyan'ın oğludur.
1843 yılında ağabeyi Nigoğos Balyan'la birlikte Paris'e gitti. Collège Sainte-Barbe de Paris'i bitirdi. Ecole des Beaux Arts'dan mezun oldu. İstanbul'a döndükten sonra babası ve ağabeyiyle birlikte çalıştı. Babası ve ağabeyi öldükten sonra kardeşi Hagop Balyan'la çalışmağa devam etti. Osmanlı padişahı II. Abdülhamid döneminde Avrupa'ya sürgüne gönderildi. Sürgünden ancak 15 yıl sonra gelebildi.
Trigliserit
Trigliserit (triasilgliserol veya triasilgliserit olarak da bilinir) gliserol (gliserin) ve üç yağ asidinden oluşan bir esterdir. Bitkisel ve hayvansal yağların ana bileşenidir.
Trigliseritler
olarak gösterildiğinde R, R', ve R" uzun alkil zincirlerdir; Trigliseriti oluşturan yağ asitleri RCOOH, R'COOH and R"COOH'nin üçü de aynı, üçü de farklı, veya yalnızca ikisi aynı olabilir.
Doğal trigliseritlerde rastalanan yağ asitlerinin zincir uzunlukları 3 ila 22 karbon atomu uzunluğu arasında değişebilmekle beraber 16 ve 18 en yaygın uzunluktur. Bazı maddelerde daha kısa zincirler de olabilir (tereyağdaki 4 karbonlu butirik asit gibi). Genelde hayvan ve bitkilerdeki yağ asitleri Acetyl CoA'dan sentezlendikleri için zincir uzunlukları çift sayılıdır. Buna karşın bakteriler tek sayılı ve dallı zincirli yağ asitleri sentezleyebilirler. Dolayısıyla, geviş getiren hayvanların yağında, bu hayvanların işkembelerinde bulunan bakterilerin etkisiyle oluşan dallı zincirli yağ asitlerden önemli miktarda bulunur.
Trigliseritler enerji kaynağı olarak metabolizmada önemli rol oynarlar. Karbohidratlar ve proteinlerin iki katı enerji taşırlar (9 kalori/g). İnce barsakta trigliseritler, lipaz enzimleri ve safranın etkisiyle gliserol ve yağ asitlerine ayrışırlar, bunlar da kana geçer. Kanda, gliserit ve yağ asitlerinin bir araya gelmesiyle trigliseritler yeni baştan oluşurlar ve lipoproteinlere katılırlar. Lipoproteinler, diğer işlevlerinin yanı sıra, yağ hücreleriyle diğer hücreler arasında (trigliserit moleküllerinin parçası olarak) yağ asitleri taşımaya da yararlar. Vücuttaki çoğu hücre, gereksinimlerine bağlı olarak yağ asitlerini ya salgılar veya içine alır. Yağ hücreleri ay |
rıca trigliseritleri sentezleyip depolama yetenegine sahiptirler. Vücut, enerji kaynağı olarak yağ asitlerine ihtiyaç duyduğunda, glukagon hormonunun verdiği işaret üzerine, hormon duyarlıklı lipaz enzimi trigliseritleri yağ asitlerine parçalar.
Beyin, yağ asitlerini enerji kaynağı olarak kullanamaz, bu yüzden bu organda trigliseritler parçalandığında ortaya çıkan gliserol yakıt olmak için glikojene dönüştürülür. Beynin yakıt gereksinimi vücudun geri kalanın gereksinimini aştığı durumda aynı reaksiyon yağ hücrelerinde de gerçekleşir.
İnsan vücudunda kanda yüksek trigliserit seviyesi ile ateroskleroz, ve dolayısıyla koroner kalp hastalıkları ve inme arasında ilişki olduğu gösterilmiştir. Ancak bu ilişki LDL/HDL oranının olumsuz etkisi kadar yüksek değildir. HDL-kolesterol düzeyleri ile trigliserit düzeyi arasındaki ters ilişki, yüksek trigliseridin taşıdığı riski kısmen açıklar.
Yüksek trigliseritin yol açtığı hastalıklar arasında pankreatit de bulunur.
Amerikan Kardiyoloji Derneği ("American Heart Association") trigliserit düzeylerine değin aşağıdaki kılavuzu hazırlamıştır:
Bu yorumlar,yemek yedikten 8 ila 12 saat sonra aç karnına yapılan ölçümler için geçerlidir. Yemek sonrası kandaki trigliserit düzeyleri bir süre yükselir.
Trigliserit düzeylerini düşürmek için egzersiz ve temel ("essential") yağ asitleri içeren düşük karbohidrat diyet verilir. Bunların etkisiz olduğu durumlarda fibrat, niasin ve bazı statin türü ilaçların kullanımı uygun bulunmuştur. Alkol kullanımı trigliserit düzeylerini yükseltir.
Biodizel imalatı sırasında trigliseritler transesterleşme tepkimesi ile parçalarına ayrışırlar. Yağ asitlerinin sonradan etanol veya metanol ile birleştirilmesi ile ortaya çıkan monoalkil esterler dizel motorlarında yakıt olarak kullanılabilir. Gliserin ise gıda ve ilaç sanayisinde kullanılır.
Biyojik araştırmalarda yağ asitleri, trigliseritler, lipoproteinler ve diğer lipitler, yağda çözünebilen boyalar ile renklendirilir. Sudan IV, Oil Red O, ve Sudan Black B gibi boyalar sayesinde bir hücre veya dokudaki belli bir yağ türünün varlığı gösterilebilir.
Sadettin Teksoy
Sadettin Teksoy, (d. 20 Mart 1952, İstanbul), Türk sunucu, gazeteci ve program yapımcısı.
Vefa Lisesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe, 1972 yılında Haftasonu gazetesinde magazin muhabiri olarak başladı. 2 yıl sonra aynı grubun lokomotif yayın organı Hürriyet'e geçti. Irak-İran Savaşı'nı her iki cepheden izledi. Bağdat'ta İran savaş uçaklarının bombaladığı petrol rafinerisinde sırtından yaralandı. 1980 yılında Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile görüşen ilk gazeteci oldu. Hürriyet gazetesinin haber merkezinde 16 yıl süreyle savaş, özel haber ve polis muhabiri olarak görev yaptı. Çok sayıda yazı dizisi hazırladı. 1990 yılında televizyon haberciliğine atıldı ve Uğur Dündar'ın yapımcılığındaki Hodri Meydan programında özel haber muhabiri olarak çalıştı. İngilizce ve Arapça bilen Teksoy, 1992 yılında Hürriyet Gazetesi'nden emekli oldu.
1992 yılında, Star TV Haber Merkezi'ne transfer oldu. Bu bölümde 2 yıl süreyle, özel haber muhabirliği yaptıktan sonra, 1994'te kendisini ülke çapında ünlü bir TV yapımcısına dönüştüren, ""Teksoy Görevde"" programını hazırlamaya başladı. Yurt içinden ve dışından ilginç, sıra dışı ve gizemli kişileri ya da mekânları, kendine özgü sunumuyla izleyicilere tanıttığı bu program, Star TV'de kesintisiz olarak 5 yıl boyunca yayınlandı. Yayınlanan her programı izlenme rekorları kırdı.
1999 ile 2002 yılları arasında medyada farklı görevler alan ve bu arada da Show TV Haber Merkezi'nde çalışan Teksoy, o yıldan itibaren kendisiyle özdeşleşen programı ""Teksoy Görevde""yi bir kez daha hazırlamaya başladı. ""Teksoy Görevde"", 2002-2006 yılları arasında kısa süreli kesintilerle Star TV'de yayınlanmayı sürdürdü. ""Sırlara Yolculuk"" adlı programı da sunan Teksoy, daha sonra yapımcı ve sunuculuğunu üstlendiği ""Sırların Efendisi"" adlı büyük beğeni toplayan programı hazırladı.
Evli ve Efe adlı bir erkek çocuk babası olan Sadettin Teksoy, çeşitli basın meslek ödüllerinin sahibidir.
Ekip çalışması şeklinde gerçekleşen televizyon haber programcılığında, Türk medyasının oldukça deneyimli isimlerinden biri olan, Sadettin Teksoy bugüne kadar, Ali Murat Güven, Cem Sertesen, Tamer Türedi, Cengiz İzgi, Yasemin Yalçın Bozkurt ve Fatih Polat gibi genç kuşak gazetecilerle birlikte çalışmış ve bu isimler, sonraki meslek yaşamlarında, gerek yazılı basın, gerekse televizyonlarda sıra dışı projelere imza atmıştır. Teksoy Yapım şirketinin sahibi Sadettin Teksoy, halen iddialı dizi, program ve yarışma programları yapmaktadır.
Ali Murat Güven
Ali Murat Güven, Türk gazeteci. Ayrıca, reklam sektöründe metin yazarı ve kreatif yönetmen.
7 Mart 1968’de, basın ve reklamcılık sektöründe faaliyet gösteren bir ailenin ilk çocuğu olarak İstanbul’da doğdu.
İlkokulu 50. Yıl Ahmet Merter İlkokulu’nda, ortaokulu ise 50. Yıl Ahmet Merter Ortaokulu’nda bitirdi.
Lise öğrenimine Şehremini Lisesi’nde başladı, Plevne Lisesi'nde tamamladı.
1985 yılında, üçüncülükle kazandığı İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi (o dönemdeki adıyla Basın-Yayın Yüksekokulu) Radyo-TV Bölümü’nde yükseköğrenime başladı.
Üniversite eğitimine paralel olarak gazeteciliğe atıldı ve basın sektöründe çalışmaya başladı. 1985-1990 yılları arasında çeşitli kültür-sanat dergileri ve gazetelerde muhabirlik ve editörlük yaptı. Bu süreçte, ağırlıklı olarak sinema ve televizyon dünyası üzerine haberler ve yorumlar kaleme alırken, sinemaya meraklı yakın arkadaşlarıyla birlikte süper 8 mm formatında bir dizi kısa film de çekti. Bunlardan 1987 yılında hazırladığı 9 dakikalık “Pasif Direniş” ile 1989-İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması’nda bir “özendirme ödülü” kazandı.
1989 yılında Anadolu Ajansı’na girerek, bu kurumda bir yıl süreyle polis-adliye muhabiri olarak çalıştı.
Ertesi yıl, haftalık haber dergisi Yörünge’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Sonradan muhafazakâr kesimin önde gelen yayın organlarından birine dönüşecek olan bu dergide iki buçuk yıl süreyle muhabir, editör ve istihbarat şefi olarak görev yaptı.
1990 yılında ön lisans eğitimini tamamlayarak yükseklisans sınavına girdi. Sınavı birincilikle kazanarak İstanbul Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sinema konulu yükseklisans eğitimine başladı. Ancak, tezini tamamlayamadan okuldan ayrılmak zorunda kaldı ve çalışma hayatına geri döndü.
1992-93 yılları arasında Federal Almanya’ya giderek, Stuttgart kentinde yayınlanan haftalık bir Türk gazetesinde yazı işleri müdürü olarak çalıştı.
Ertesi yıl Türkiye’ye dönerek, URT (Ulusal Radyo ve Televizyon A.Ş.) adlı özel bir prodüksiyon şirketinde asistan kameraman ve set sorumlusu olarak çalışmaya başladı.
1994 yılında vatanî görevini yerine getirmek üzere çalışma hayatına ara verdi ve Van-Erciş’te kısa dönem erbaş olarak askerlik yaptı. Askerlik hizmeti sırasında, ağırlıklı olarak Doğu operasyonlarında belge-film kameramanlığı, askerî haber filmlerinin hazırlanması ve fotoğrafçılık gibi teknik hizmetler verdi.
Askerlik dönüşünde Millî Gazete’de editör olarak göreve başladı. Bu gazetede dış haberler servisini yeniden yapılandırıp zengin içerikli bir dünya sayfası hazırlamasının yanı sıra, “Asabî Yazılar” ve “Ayrıntı” başlıklarını taşıyan iki ayrı köşede de yazarlık yapmaya başladı. Sert, ama akıcı bir üslûba sahip köşe yazılarıyla kısa bir süre içinde büyük beğeni topladı. Özellikle muhafazakâr sağ kesimde tabu olarak kabul edilip ele alınmaktan kaçınılan kimi hassas konulardaki keskin söylem ve eleştirileri, onu genç kuşak dindarların dikkatle takip ettikleri bir imzaya dönüştürdü.
1995 yılında, o günlerde yayın hayatına yeni başlamış olan Yeni Şafak gazetesine geçti ve bu gazetede yaklaşık bir yıl süreyle istihbarat şefi olarak görev yaptı. 1996 yılında tekrar eski görev yeri olan Millî Gazete’ye döndü ve dış haberler editörlüğü görevini bir süre daha sürdürdü.
1997 yılı başlarında, Star Televizyonu’na transfer oldu ve “Teksoy Görevde” adlı programda muhabir-editör olarak çalışmaya başladı. Bu program kapsamında yüzlerce görüntülü habere ve belgesel nitelikli bölüme muhabir, editör ve metin yazarı olarak katkıda bulundu. 1998 yılında, Teksoy Görevde”nin en popüler bölümlerinden biri olan “Soğuğun Kalbine Yolculuk” (Kuzey Kutbu Gezisi) adlı belgesel bölümün yapımındaki katkılarından dolayı, İstanbul Medya Mensupları Derneği’nden bir başarı plaketi aldı.
1999 yılında, “Teksoy Görevde” programının sona ermesiyle birlikte reklâm sektörüne yöneldi; çeşitli ajanslarda metin yazarı ve yaratıcı yönetmen olarak görev yaptı. Bu dönemde irili ufaklı ticarî kuruluşlar için hazırlanan 50’nin üzerinde reklâm ve tanıtım filminin metinlerini yazıp yönetti. Bu arada, çeşitli gazete ve dergilere de dışarıdan sinema yazıları yazdı.
2000 yılında, STV için hazırlanan 13 bölümlük “Gurbetteki Vatan” adlı haber programında şef editör ve yönetmenlik yaptı.
2002 yılında, daha önce de çalışmış olduğu Yeni Şafak gazetesine özel haber muhabiri olarak dönüş yaptı. Bu dönemde, özellikle sinema, televizyon ve dinî içerikli hurafelerin iç yüzünü ortaya seren ilginç özel haberleriyle ön plana çıktı.
2005 yılı sonbaharında, Yeni Şafak’ın yazı işleri kadrosunda gerçekleşen değişiklik sonrasında, kendisine gazetenin sinema servisini kurma görevi verildi ve her cuma (2008'den itibaren de pazar günleri) düzenli olarak yayınlanan bir sinema sayfası oluşturdu. Ayrıca, bu sayfada film eleştirilerinin yanı sıra köşe yazıları da yazmaya başladı. Sinema eleştirmenliğinde, sektöre egemen olan dil ve tavrın dışında kendine özgü yeni bir yaklaşım geliştirerek yürüttüğü bu görevinde, ilgiyle izlenen bir yazar olmasının yanı sıra, zaman zaman da -eşcinseller ve ateistler gibi- çeşitli sosyal kesimlere karşı eleştirel yazıları nedeniyle karşıt eleştiri oklarına hedef oldu. Film eleştirilerinde muhafazakâr bir duruş sergilemesi, seks ve şiddeti ön plana çıkartan yapıtları toplum açısından zararlı olarak nitelendirmesi gibi gerekçelerle sadık taraftarları oluştuğu gibi öfkeli muhalifleri de ortaya çıktı.
2007 yılında, bir eğitim |
kurumları zincirinin geleneksel olarak ve ülke çapında düzenlediği "medyada yılın en iyileri" başlıklı bir kamuoyu anketi kapsamında "yılın sinema yazarı" seçildi.
Yine aynı yıl Feta Vakfı tarafından dağıtılan geleneksel ödüllerde, terörist bir saldırıda hayatını kaybeden ünlü Arap yönetmen Mustafa Akkad'ın anısına İstanbul'da düzenlediği anma toplantısı nedeniyle "Yılın Vefâ Ödülü"ne layık görüldü.
2010 yılı ekim ayında ise İstanbul-Galatarasaray'da "Beyaz Sinema'nın 40 Yılı" başlıklı, bir hafta süren bir film seçkisi ve söyleşiler dizisi düzenleyerek, Türkiye'de dinî ve ahlâkî duyarlılıklara sahip bir sinema anlayışının temsilcisi konumundaki bir düzine dolayında yapımcı ve yönetmeni bir araya getirdi; bu sanatçıların geçmişte pek çoğu büyük bir ilgiyle karşılanmış olan yapıtlarının, geniş kapsamlı birer dijital restorasyon sürecinden geçirilerek sinemaseverlerle yıllar sonra yeniden buluşmasını sağladı.
Ali Murat Güven, 2011 Yılı Eylül ayında da bu kez Ankara'da düzenlenen bir başka özgün sinemasal etkinliğin, "Fantasturka / 1. Türk İşi Ulusal Fantastik Filmler Festivali"nin düzenlenmesine öncülük etti. 23-25 Eylül tarihleri arasında Kızılırmak Sineması'nda düzenlenen ve üç gün boyunca yaklaşık üç bin sinema meraklısını ağırlayan festival, gerek birbirinden nadide kısa ve uzun metraj örneklerle bezeli program seçkisi, gerekse kıdemli Yeşilçam yıldızlarının hatıralarını kitlelerle paylaştıkları söyleşileriyle bu kategoride Türkiye'de düzenlenen ilk organizasyon olarak sinema tarihimize geçti. Güven'in bir grup genç sinema gönüllüsüyle omuz omuza ve son derece dar bir bütçeyle organize ettiği "Fantasturka-1", sektörün kıdemli yapımcı, yönetmen ve oyuncularına karşı sergilediği vefa, yanı sıra katılımcılarına her adımda hissettirdiği samimiyet duygusuyla yalnızca izleyicilerden değil medyadan da yoğun bir saygı ve destek görürken, İstanbul'da devam organizasyonlarının düzenlenmesi yönünde ciddi talepler doğurdu.
Türk sinemasına kamera önü ya da ardında emekleri geçmiş her pozisyondan kıdemli sanatçıları ve teknik elemanları gerek yazılarında, gerekse düzenlenmesine öncülük ettiği etkinliklerde mümkün olduğunca onurlandırmaya çalışan Güven, bu yöndeki bir diğer girişimini de 2011 yılı sonlarında, Türk sinemasına 1970'lerin ortalarından bu yana önemli hizmetler vermiş bir yapımcı, senarist ve yönetmen olan İsmail Güneş için ortaya koydu. Güven, "beyaz sinema akımı" olarak adlandırılan sanatsal hareketin Türkiye'deki en önemli isimlerden biri konumundaki bu sanatçı için, 25 Aralık 2011 günü İstanbul-Üsküdar Gençlik Merkezi'nde kendisinin öncülüğünde düzenlenen "İsmail Güneş: Yönetmenlikte 25 Yıl" başlıklı karma etkinlikte ustanın bir dizi önemli filminin gösterilmesine ve yine bu filmlerin setlerinde çekilmiş karelerden oluşan bir fotoğraf sergisi açılmasına aracılık etti. Aynı gün düzenlenen bir törenle Güneş'e de yönetmenlikte çeyrek yüzyılı geride bırakması nedeniyle bir "onur ödülü" sunuldu.
2012 yılı Mart ayında İstanbul-Beyoğlu Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde düzenlenen, kendisinin de kuratörlüğünü üstlendiği "Hollywood'da Doğulu Bir Öncü" adlı programla, Suriye asıllı Amerikalı yönetmen Mustafa Akkad'ın Türkiye'de ikinci kez geniş kapsamlı olarak anılmasına aracılık etti.
2012 yılı ekim ayında ise kamuoyuna yaptığı yazılı bir açıklamayla, hem Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazarlığı ve editörlük görevlerini, hem de sinema yazarlığını bıraktığını duyurdu. İstifası, sinema yazarları camiasında yoğun tartışmalara yol açtı.
2013 yılı Eylül ayında İstanbul'da "Sinemerkez Akademi" adıyla, geniş bir sinema-TV profesyonelleri topluluğuyla birlikte her yaştan öğrencilere görsel sanatlar ve medya eğitimi verdiği özel bir dershane açan Güven, bu tarihten itibaren sektördeki bilgi birikimini genç kuşaklarla paylaştığı yeni bir çalışma alanına yöneldi.
2014 yılında, Siyer Araştırmaları Merkezi ile işbirliği hâlinde, Türkiye sinemacılık tarihinin "Âlemlere Rahmet" başlıklı -adı ve konu başlıklarıyla İslâm dininin peygamberi Muhammed'e ithaf edilmiş- ilk kısa film yarışmasını düzenleyerek, ülkemizde öteden beri hayli zayıf olan dinsel inanç ve görsel sanatlar ilişkisinde devrimci nitelikte bir buluşmanın da öncüsü oldu.
Profesyonel meslek hayatı boyunca, aralarında Mısır, Peru, Meksika, Grönland, ABD, İngiltere, Fransa, Makedonya, Romanya, Kazakistan, Almanya, Monako,Hollanda, Bulgaristan, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Danimarka, Japonya, Pakistan, Hindistan, Endonezya, Singapur, KKTC, Malezya ve Suudi Arabistan’ın yer aldığı pek çok ülkede görev yapan, bu arada hazırladığı televizyon haberleri nedeniyle Türkiye’nin tamamına yakınını görme fırsatı bulan Ali Murat Güven, aktif gazetecilik hayatını noktaladıktan sonraki dönemde, kendisinin kurup yönettiği Sinemerkez Akademi'de eğitmenlik görevini yürütmekte; ayrıca sinema odaklı bazı kaynak kitapların yazımıyla uğraşmakta, yerel yönetimlerin kültür merkezleri, vakıflar, dernekler, liseler ve üniversitelerde görsel sanatlar üzerine eğitici-öğretici konuşmalar yapmakta, reklam metin yazarlığı ve yönetmenlik çalışmalarını sürdürmektedir.
Evli ve iki kız çocuğu babası olan Güven, iyi düzeyde İngilizce ve orta düzeyde de Almanca bilmektedir. Yazar, 1996 yılından bu yana sarı basın kartı sahibidir.
Teksoy Görevde
Teksoy Görevde, 2 Haziran 1994'ten itibaren Star TV'de çeşitli aralıklarla 12 yıl boyunca yayınlanan ve Sadettin Teksoy tarafından hazırlanan TV programı.
Yurt içinden ve dışından ilginç, sıradışı ve gizemli kişilerin ya da mekânların farklı bir üslupla izleyicilere tanıtıldığı bu program, gördüğü yoğun ilgiyle Türkiye'nin ilk özel TV kanalı Star'ın simge programlarından birine dönüştü ve çeşitli ödüller kazandı.
Programın yapım ekibinde Ali Murat Güven, Orhan Karagöl, Gürkan Sevinç, Serkan Aslan, Cem Sertesen, Tamer Türedi, Cengiz İzgi, Yasemin Yalçın Bozkurt ve Fatih Polat gibi isimler yer aldı.
Keloğlan Mağarası'ndan, Eyüp Türbesi'nin gizemine kadar birçok konuda program yapan Teksoy, malzeme bulamadığı gerekçesiyle programına son verdi.
Nabi Avcı
Nabi Avcı (d. 8 Ekim 1953, Pazaryeri), Türk akademisyen, yazar ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı. Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini 24 Mayıs 2016 tarihinden 19 Temmuz 2017 tarihinde kadar sürdürmüştür. Bu görevinden önce 2013–2016 yılları arasında Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan hükümetlerde Millî Eğitim Bakanı olarak yer almıştır.
Yeni Şafak gazetesinde yazarlık yapmış olan Avcı, İlk defa 2011 Türkiye genel seçimleri'nde Adalet ve Kalkınma Partisi Eskişehir milletvekili olarak meclise girmiştir. Ardından Haziran ve Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri'nde de AK Parti Eskişehir milletvekili olarak meclise girmiştir.
Nabi Avcı, Abdullah ve Habibe Avcı çiftinin çocuğu olarak 8 Ekim 1953 tarihinde Bilecik'in Pazaryeri ilçesinde doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İdari Bilimler Fakültesinden mezun oldu. Doktorasını Anadolu Üniversitesi'nde İletişim Bilimleri alanında yaptı.
Kültür Bakanlığında 1974 yılında memuriyete girdi. Anadolu Üniversitesi'nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler verdi. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı Müşavirliği ve Başbakanlık Müşavirliği görevlerini sürdürdü. 1995 ve 1996 yıllarında Kanal 7 Televizyonunda 360 derece isimli program yaptı. Aynı dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yaptı. 2000 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesinde profesör oldu. 2003 yılında Başbakan Baş müşavirliği görevine getirildi. TÜBİTAK Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu Üyeliği ve UNESCOTürkiye Millî Komisyonu Başkanlığı görevini üstlendi.
Başbakanlık Başdanışmanı ve UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürütürken Avcı, 2011 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi'nden milletvekili aday adaylığı için görevlerinden istifa etti. AK Parti Eskişehir milletvekili adayı oldu ve seçilerek meclise girdi.
25 Ocak 2013 tarihinde yapılan bir kabine değişikliği ile 3,5 yıldır Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı makamında bulunan Ömer Dinçer yerine Avcı getirildi. TBMM Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı, Türkiye-Kanada Parlamentolararası Dostluk Grubu başkanı, Türkiye-Brezilya Parlamentolararası Dostluk Grubu başkanvekili ve Türkiye-Almanya Parlamentolararası Dostluk Grubu üyesidir. Haziran 2015 ve Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri'nde AK Parti Eskişehir milletvekili olarak tekrar meclise girdi.
Ahmet Davutoğlu'nun istifa etmesinin ardından Binali Yıldırım tarafından 24 Mayıs 2016 tarihinde kurulan 65. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür ve Turizm Bakanı olarak görevlendirildi. 19 Temmuz 2017 tarihinde kabineden ayrıldı.
Ayrıca "Molla Kasım" takma adıyla mizah yazıları yazdı. Bunlardan bir bölümü, karikatürist Necdet Konak tarafından resimlenmiş olarak Evvel Zaman İçinde (Nehir Yayınları) adlı kitapta yayınlandı. Ayrıca çok sayıda çevirisi de vardır. Rene Guenon, Martin Lings ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi gelenekçilerin kitaplarını Türkçeye çevirmiştir.
Fosfolipit
Fosfolipitler dört bileşenden oluşurlar; bir veya iki yağ asit grubu, negatif yüklü bir fosfat grubu, bir alkol grubu ve de bunları birbirine bağlayan bir omurga. Gliserol omurgalı fosfolipitlere gliserofosfolipit veya fosfogliserit denir. Sfingozin omurgalı tek bir fosfolipit vardır: sfingomiyelin. Hücre zarlarının (membranlarının) ana bileşenleri fosfolipitler, kolesterol ve glikolipitlerdir.
Fosfogliseritlerde, her yağ asidinin karboksil grubu, gliserolun karbon-1 ve karbon-2'sindeki hidroksil grubuyla esterleşmiştir. Fosfat grubu ise karbon-3'e bir ester bağı ile bağlanmıştır. Fosfat grubuna ayrıca bir grup bağlı değilse bu moleküle fosfatidat denir, hücre zarlarında çok az miktarda bulunan bu molekül diğer fosfogliseritlere hammaddelik yapar.
Fosfatidilkolin, lesitinin bir diğer adıdır. Fosfat grubuna kolin bağlıdır. Kolinerjik nöronlarda asetilkolin sentezinin bir kaynağıdır.
Fosfat grubuna etanolamin bağlıdır. Fosfatidil etanolamin özellikle beyin ve om |
urilikte, ayrıca bakterilerin hücre zarlarında çok miktarda bulunur. Sefalin başlıca fosfatidil etanolamindir.
Bu molekülün fosfat grubuna inositol bağlıdır. Hücre zarlarında az miktarda bulunan fosfatidil inositol hücre içi sinyalizasyonda kullanılır.
Mitokondri membranlarının önemli bir bileşenidir, ayrıca bazı bakterilerde görülür.
Sfingomiyelinin omurgası, palmitat ve serinden oluşmuş sfingozin adlı bir amino alkoldur. Fosfat grubuna bir kolin grubu bağlıdır.
Sfingomiyelin bütün ökariyotik hücre zarlarında mevcuttur ve özellikle sinir sisteminde çok miktarda bulunur. Sinir hücrelerinin etrafına sarılı olan Schwann hücreleri ve oligodendrositlerin oluşturduğu, miyelin isimli yalıtım tabakasının en önemli bileşenidir.
Fosfogliserit sentezinin ilk aşamasında fosfatidatın kimyasal olarak aktive edilmesi, yani reaksiyona girmeye eğilimli hale gelmesi gerekir. Fosfolipitlerin sentezinde ya aktive edilmiş bir diasilgliserol ya da aktive edilmiş bir alkol gerekir. Fosfatidil serin ve fosfatidil inositol oluşumunda, bir alkol (serin veya inositol) hidroksili ile sitidin difosfodiasilgliserol ("CDP-diacylglycerol") arasında bir fosfo ester bağlantısı oluşur.
Fosfatidil etanolamin sentezinde, alkol önce ATP ile fosforlanır, sonra sitidin difosfat (CDP) ile reaksiyona girip aktive olur. Bu alkol ardından diasilgliserol ile reaksiyona girip son ürünü verir.
Memelilerde fosfatidil kolin iki yoldan sentezlenebilir: ya fosfatidil etanolamin sentezine benzer bir seri reaksiyonla ya da fosfatidil etanolamin metil transferaz enziminin katalizlediği fosfatidil etanolaminin metilasyonu ile.
Sfingomiyelinin sentezinde, sfingozinin amino ucu, uzun zimcirli acyl CoA ile birleşerek seramit oluşturur. Bunun ucundaki hidroksil grubuna fosfatidilkolin (diğer adıyla lesitin) eklenmesiyle sfingomiyelin meydana gelir.
Fosfolipitlerin fosfat grubunu içeren polar başları hidrofilik (suyu seven), apolar kuyrukları ise hidrofobik (suyu sevmeyen) özelliklidir. Bu yüzden sulu ortamda fosfolipitler hidrofobik kuyruklarını yan yana ve uçuca yerleştirerek, sadece hidrofilik başların suyla temas ettigi bir çifte tabaka oluştururlar. Oluşan bu çifte tabaka esnek, bir sıvı kristal gibi akışkan, ve kısmen geçirgendir. Bu şekilde oluşan zar yapısının içinde yer alan fosfolipit ve diğer moleküller, zarın düzlemi içinde yatay olarak serbestçe hareket edebilirler. Sıvı Mozaik Modeline göre hücre zarındaki lipitler adeta bir mozaik yapı oluşturular ve bunun içinde yer alan protein ve diğer maddeler için bir çözücü olarak işlev görürler. Zarın oluşturduğu düzlemde bu moleküllerin difüzyon yoluyla yatay hareketi sayesine, hücre zarında çeşitli biyokimyasal reaksiyonlar gerçekleşir.
s
Laboratuvar ortamında fosfolipit kullanarak lipozom veya vesikül adı verilen, küresel şekilli, içleri boş, lipit çift tabakalı bir zarla çevrili kesecikler yapılabilir. Bu keseciklerin içine bir madde (örneğin DNA) doldurup bunların hücre içine alınmasını sağlamak mümkündür.
Faerûn
Wizards Of the Coast adlı firmanın sahip olduğu bir Rol yapma oyunu"()" RYO'dur. Zindanlar ve Ejderhalar adlı evrenin Unutulmuş Diyarlar kurulumunda geçen Abeir-Toril adlı gezegenin en büyük kıtasıdır.
Faerûn kıtası Kara-Tur ile birlikte Toril'deki en büyük kara parçasıdır. Samurayların ve devasa imparatorlukların kıtası olan Kara-Tur'dan Hordelands ile ayrılır.
Bir çeşit 1001 gece masalı olan ve Arap-bedevi benzeri bir kültürün hakim olduğu komşu Zakhara'yla arasında Büyük Deniz uzanmaktadır.
Jaguar Savaşcıların ve bol bol kahve bulunduğu egzotik Maztica'dan ise Trackless Sea adlı okyanusla ayrılır.
Faerûn'un en kuzeyinde Drizzt Do'urden'in memleketi olan Buzyeli Vadisi"()" bulunur. Güneye doğru indikçe Lady Alustriel'in yönettiği Silver Marches, High Forest, Elflerin kıta üzerindeki son sığınağı Everaska ve büyük şehir Waterdeep sayılabilir.
Mavi Büyücüler
Mavi Büyücüler, J.R.R. Tolkien tarafından yaratılmış Orta Dünya mitindeki iki istari. Sadece isimleri bilinen "Alatar" ve "Pallando", Orta Dünyanın doğusuna seyahat etmiş ve hikâyede onlardan söz edilmemiştir.
Orta Dünya’da beş istari vardır: Ak Saruman, Gri Gandalf, Boz Radagast, Mavi Alatar ve Mavi Pallando. Bu kişiler Valar tarafından özel olarak seçilmişlerdir. Görevleri ise Orta Dünya’yı Sauron belasına karşı uyarmaktı.
Bu beş istarinin son ikisi, deniz mavisi kıyafetler içinde orta dünyaya gelmişlerdi. Bu nedenle onlara, "Ithryn Luin" yani "Mavi Büyücüler" denmiştir. Mavi Büyücüler'e, Vala Oromë tarafından, doğuya gidip Sauron’un hükmünde olan Doğu döllerini özgür bırakma görevi verildiği söylenir. Saruman ile birlikte bu amaç doğrultusunda doğuya gittiler.
Ancak Doğu döllerini özgür bırakmak zordu çünkü Sauron’dan yanaydılar. Uzun uğraşlar ardından Saruman pes ederek geri döndü ;ancak Mavi Büyücüler orada kaldılar. Bir süre sonra onlardan haber alınamaz oldu.
Pallando the Blue ya da Rómestámo (Quenya; [ˌroːmesˈtaːmo]), Tolkien efsanesinde hayali bir karakter, Oromë'nin bir Maia'sı. 3. çağının 1000. yılında Orta Dünya'ya gönderildi.
Rómestámo, "Doğu'nun yardımcısı" anlamını taşır. Quenya dilinde "başkaldırı, gün doğumu, doğu" anlamlarına gelen "romen" kelimesinden türetilmiştir. Pallando adı da yine Quenya dilinde "uzak, engin" anlamlarına gelen "palan" kelimesi ile ilişkilendirilebilir.
Alatar the Blue ya da Morinehtar (Quenya; [moriˈneçtar]), Oromë'nin diğer istarisi. Pallando'nun arkadaşı olarak bahsedilir. Aslında valar görev için onu seçmişti ancak o yanında Pallando'yu da götürdü. Birlikte Rhûn ve Khand gibi Orta Dünya'nın uzak bölgelerine gittiler.
Alatar ismi "sonradan gelen" olarak çevrilebilir.
Tolkien bu konuda çok az şey yazmış olduğundan pek fazla bilgi yoktur ve çoğu bilinenler söylenti veya tahmindir.
"“Bu ikisi hakkında gerçekten net bir şey bilmiyorum. Güney ve Doğu’da, Númenórean sınırlarının çok uzaklarında, düşman topraklarında misyonerlik yaparak gidebildikleri kadar ilerlediklerini düşünüyorum. Ne kadar başarılı oldular, bilemiyorum. Muhakkak farklı şekilde ;ancak Saruman’ın düştüğü gibi karanlığa yenilmiş olmalarından korkuyorum. Ve Sauron’un daha uzun dayanmasını sağlayan gizli kültleri ve büyü geleneklerini başlatanlar ya da bunun kurucuları olmalarından şüpheleniyorum.”" "-J.R.R. Tolkien, Tolkien’ın Mektupları, Mektup 211 (14 Ekim 1958)"Burada Tolkien, kendinden emin olmadığı açıklamalarında Mavi Büyücüler’in başarısız olduğunu düşündüğünü yazmıştır. Ama Bitmemiş Öyküler’de net bir şekilde sadece Gandalf’ın Valinor’a döndüğünü şu şekilde belirtmiştir:""Efsaneyi öğrenecek misin uzun zamandır saklı tutulan," "Gelen beşli hakkındaki uzak bir diyardan?" "İçlerinden yalnızca biri döndü." "Diğerleriyse bir daha görülmedi.”"
"“Görevleri Sauron’u alt etmekti: Melkor’la işbirliğini reddeden bazı kabilelere yardım getirmek, isyanı hareketlendirmek… ve daha sonra Sauron’un saklandığı yeri ortaya çıkarmaya çalışmaları (ki başaramadılar), karanlık Doğu boyunca anlaşmazlığa ve kargaşaya sebep oldu. 2. ve 3.Çağ’da Doğu güçlerinin zayıflamasında büyük etkileri oldu. Aksi halde 2.ve 3.Çağ’da sayıca Batı’ya ezici üstünlük kuracaklardı.”" "-J.R.R. Tolkien, “Orta Dünya Halkları” “Son Yazılar” C. Tolkien Düzenlemesi"Yani belki de Mavi Büyücü'ler olmasa idi Yüzük Savaşı kazanılamayacaktı. Bu yeni düzenlemede: artık Orta-Dünya’ya Saruman, Gandalf ve Radagast’la birlikte varmadıkları; onun yerine bundan çok daha önce -yaklaşık olarak Glorfindel’le aynı zamanda, 2.Çağ’ın 1600.yılı civarlarında geldikleri kabul edilmiş. Glorfindel, Eriador Savaşı’nda Elrond’a yardıma giderken, Pallando ve Alatar da Doğu’ya doğru yolculuğa çıkmışlardır.
filminde, Bilbo Baggins ve Gri Gandalf büyücüler hakkında konuşurken Mavi Büyücüler'den de bahsederler. Bilbo kaç tane büyücü olduğunu sorduğunda Gandalf saymaya başlar: Kendisi, Saruman, iki Mavi Büyücü(isimlerini hatırlamadığını söyler) ve Radagast. Onlardan LOTR filmlerinde bahsedilmez. Sadece 3. filmin extended versiyonunda Saruman "5 büyücünün asası" diyerek gönderme yapar.
Dahab Saldırısı
Mısır'ın Kızıldeniz üzerindeki turistik yerleşim yeri Dahab'da 24 Nisan 2006 akşamı gerçekleştirilen bombalı saldırı. Saldırılarda 30 kişi ölürken, 150'den fazla kişi de yaralandı. Saldırılarda 3 bomba eş zamanlı olarak patlatıldı. Hiçbir grubun üstlenmediği bombalı saldırıyı BM Genel Sekreteri de dahil olmak üzere birçok ülke kınadı. Kınayan ülkeler arasında Filistin devleti ve Hamas da vardı. Kelime olarak Arapça'da 'altın' anlamına gelen 'Dehab' Avrupalı ve İsrailli turistlerin yoğun olarak tercih ettiği bir yerdi.
Baykal Gölü
Baykal Gölü (Türkçe: "Bay köl", Saha Türkçesi: Баай күөл , Rusça: "озеро Байкал", Buryatça: "Байгал далай"), dünyanın en derin gölü olarak anılmaktadır. Sibirya'nın güneyinde, İrkutsk Oblastı ve Buryatya arasında yer alır. İrkutsk şehrinin yakınında bulunan göl, "Sibirya'nın Mavi Gözü" diye adlandırılır. Yüzölçümü yaklaşık 31.722 km²'dir (adalar hariç). Uzunluğu 636 km, en geniş yeri 79,5 km'dir (Onguren ve Ust-Barguzin köyleri arasında). Gölün tabanı deniz seviyesinin yaklaşık 1285 m altındadır. Gölün dibindeki tortul kayaçların yaklaşık 7 km kalınlığında olduğu tahmin edilmektedir. Bu da gölün yeryüzündeki en derin yarıklardan biri olduğunu göstermektedir.
Eski Türklerin yaşam alanlarından biri de Baykal gölü çevresi idi. Bazı Türk topluluklarının geçiş alanında da göl çevresi yer almıştır. Saha Türkçesinde baygal, baaygal, bayagal sözleri deniz, bolluk, su bolluğu, büyük deniz, okyanus anlamlarında kullanılmıştır.
25-30 milyon yıl tahmin edilen yaşıyla jeolojik olarak en eski göllerden biri olarak kabul edilmektedir. Tarihte kullanılan adları, Lamu (deniz), Beihai (kuzey denizi), Tengis (deniz), Baigal (baygal - muren - baykal nehri), Baikal (Rus yayılmasından sonra).
Dünyada sadece Ladoga Gölü ve Baykal'da tatlı su fokları yaşamaktadır. Dünyadaki içme suyunun yaklaşık %20'si buradadır.
Rusya, gölün araştırılması için göle özel denizaltı yapmıştır. Derinliği 1,5 km'dir. Gölde sadece buraya özel endemik balık türleri yaşamaktadır. Göl, ken |
dine özgü bir ekosistem oluşturmuştur.
Fransız Cezayiri
Fransız Cezayiri veya Fransa Cezayir Mandası (Fransızca: Algérie Française, Arapça : الاحتلال الفرنسي للجزائر)b 1830 - 1962 yılları arasında Cezayir'de varolmuş Fransız sömürgesi.
Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş (Scotsman, 17 Nisan 2006), çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir.
8 Mayıs 1945'te Setif şehirinde savaştan sonra vadedilen bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış binlerce kişi öldürülmüştür.
Fransa olaylardaki sorumluluğunu kabul etmemektedir. Cezayir devlet başkanı Abdülaziz Bouteflika ise Fransa'nın Cezayir'de sadece insanlara karşı değil, insanların kimlikleri ve kültürlerine karşı da bir soykırım uyguladığını iddia etmiştir.
Cezayirli üst düzey bir idareci olan ve Mayıs 1945 Vakfı'nın Başkanı Muhammed El Korso "Fransızlar ve uluslararası kamuoyu bilmelidir ki Fransa Mayıs 1945'de gerçek bir soykırım işlemiştir" demiştir. Yine Cezayir devlet başkanı Abdülaziz Bouteflika da "Cezayir sömürgecilik ve bağımsızlık savaşı dönemlerinde işlenen tüm bu suçların Fransa tarafından kabul edilmesini beklemeyi hiçbir zaman bırakmamıştır" demiştir.
İşkence tekniği uzmanı Emekli Tuğgeneral Paul Aussaresses (okunuşu: Osares), SDECE (Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage, bugünkü Direction générale de la sécurité extérieure)'e bağlı istihbarat subayı olarak 1955'te Cezayir'e tayin edilmiş ve FLN'i bastırmak için Tuğgeneral Jacques Massu (okunuşu: Masü) komutasındaki 10.Hava İndirme Tugayı'na bağlı özel timi komuta etmişti. Paul Aussaresses hatıralarında bu görevdeyken en az 1509 kişiyi yargısız infaz ettiğini itiraf etti.
Simone de Beauvoir et Gisèle Halimi, "Djamila Boupacha", 1962.
Paul Aussaresses "Services spéciaux, Algérie 1955-1957 - Mon témoignage sur la torture", 2001.
İngilizce baskısı: "The Battle of Casbah - Terrorism and Counter-Terrorism in Algeria 1955-1957", 2002.
Gillo Pontecorvo, 'La Battaglia di Algeri (Cezayir Muharebesi)', 1965, Cezayir / İtalya
Laurent Herbiet, 'Mon Colonel (Albayım)', 2006, Fransa / Belçika
Coşkun Kırca
Ali Coşkun Kırca, (27 Mart 1927, İstanbul, Türkiye - 24 Şubat 2005, İstanbul, Türkiye), Türk diplomat ve siyasetçi.
Şişli Terakki Lisesi, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1950'de Dışişleri Bakanlığı'na girdi. 1956'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde iktisat asistanı olarak dersler verdi ve aynı yıl üniversiteden istifa etti. 1956-1963 tarihleri arasında Forum dergisi, Yeni Gün, Vatan, Kim Dergisi ve Yeni Vatan Gazetelerinde yazarlık yaptı. 1960'da 27 Mayıs Darbesi'nden sonra kurulan Temsilciler Meclisi'ne CHP kontenjanından üye oldu. 1961-1969 arası iki dönem CHP İstanbul Milletvekiliği yaptı. 1969'da tekrar Dışişleri Bakanlığı'na döndü. 1969-1985 yılları arasındaki görev süresinde çeşitli Uluslararası Örgütler ve Komisyonlarda Türkiye'yi temsil etti.
1985-1986 Kanada Büyükelçiliği sırasında 12 Mart 1985'te büyükelçilik, silahlı, bombalı 3 Ermeni militan tarafından basıldı. Kanadalı koruma görevlilerinden biri vurulup öldürüldü. Büyükelçi Kırca yaralı olarak kurtuldu. 1986'da emekliye ayrıldıktan sonra Hürriyet, Milliyet ve Yeni Yüzyıl Gazetelerinde yazarlık yaptı. 1991'de DYP'den İstanbul Milletvekili seçildikten sonra 1995 yılında Tansu Çiller'in başkanlığında kurulan 51. Hükümet'te Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. 1990'lı yılların ikinci yarısında, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde dersler verdi. 2004 yılında bazı Kuvvet Komutanlarını darbeye teşvik ettiği iddia edildi.
XII., XIII. ve XIX. Dönem İstanbul Milletvekilliği yaptı.
Üç çocuk babası olan Coşkun Kırca, Galatasaray Üniversitesi'nin de kurucularındandı.
24 Şubat 2005 tarihinde İstanbul'da geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Yönetim Bilimleri Dergisi
Yönetim Bilimleri Dergisi (YBD) (İngilizce: Journal of Administration Sciences), iktisadi ve idari bilimler alanında yayın yapan uluslararası akademik ve hakemli dergidir. 11 yıldır yayımlanmaktadır.
Yılda 4 kez yayınlanır. Başta uluslararası ilişkiler, işletme, kamu yönetimi, maliye, iş hukuku, uluslararası hukuk, iktisat ve çalışma ekonomisi olmak üzere sosyal bilimlerin çeşitli alanlarından Türkçe ve İngilizce makaleler ve kitap tahlilleri yayınlar. Yönetim merkezi Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi BİİBF Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'dir. 2012 yılı itibarıyla 11. cildindedir.
Kurucu editörleri Prof. Dr. Sedat Laçiner ve Prof. Dr. Ali Akdemir'dir. 2011 yılında editör kadrosu Ayşe Banu ELMADAĞ BAŞ (İstanbul Teknik Üniversitesi), Vedat BİLGİN (Gazi Üniversitesi) ve Beril DEDEOĞLU (Galatasaray Üniversitesi) olarak değişmiştir. Günümüzde Doç. Dr. Suat UĞUR ve Yrd. Doç. Dr. Özgür TOPKAYA derginin editörlüğünü yapmaktadır. Dergide Türkiye'den ve dünyadan çok sayıda tanınmış siyaset bilimci, iktisatçı ve diğer bilim insanlarının yazıları yayımlanmıştır.
Yönetim Bilimleri Dergisi (ISSN: 1304-5318) Şubat ve Ağustos aylarında olmak üzere 2003’ten bu yana yılda iki kez Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanan hakemli akademik bir dergidir. Dergi elektronik ve basılı olarak yayınlanmakta olup, online olarak makalelere http://ybd.comu.edu.tr adresinden ulaşılabilmektedir.
YBD temelde ekonomi, işletme, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler, çalışma ekonomisi, maliye, ekonometri ve benzeri alanlara odaklanmıştır. Gönderilen yazılar ilk olarak editörler ve yazı kurulunca bilimsel anlatım ve yazım kuralları yönünden incelenir. Daha sonra uygun bulunan yazılar alanında bilimsel çalışmaları ile tanınmış üç ayrı hakeme gönderilir. Hakemlerin kararları doğrultusunda yazı yayınlanır veya yayınlanmaz. Hakemlik süreci en fazla altı ay içerisinde tamamlanır. Hakemlerin gizli tutulan raporları dergi arşivlerinde beş yıl süre ile tutulur.
Dergi çok sayıda uluslararası akademik indeks tarafından taranmaktadır. Bu indekslerden bazıları şunlardır:
Sylvester
II. Dünya Savaşının ardından Life With Feathers animasyon filmi olarak Amerika'da gösterime girdi. Yaratıcısı Warner Bros'tan Friz Freeleng’tir. 1945'ten 1947'ye kadar filmlerinde yalnızken 1947’de Bob Clampett'in Tweety'si ile birlikte maceralarına başladı. En çok sevilen serilerinide bu başına olmadık iş açan sarı kanarya ile yaptı. Friz Freeleng bu filmiyle Warner Brothers'ten animasyon dalında Oscar kazandı.Tweety'den sonra bu filme sevimli kuşun sahibi Granny Nine eklendi.Bundan kısa bir süre sonra Tweety'in koruyucu meleği azılı bulldog köpeği Hektor'la birlikte olan Sylvester 1964’te son kez sevdiklerinin karşısına çıktı. Bundan sonra uzun süre eski animasyonları yayınlandı yeni bölümler eklenmedi.Amerikan ABC Televizyonunu n Sylvester'ın gösterim haklarını almasıyla birlikte bu sefer Sylvester Jr. ekibe eklenmiş oldu. Aynı zamanda; ilk çıktığı andan itibaren Ördek Duffy ile aynı tonda kendisine ses veren Mel Blanc’tan kopmuştu.
Esas olarak Tuxedo Cinsi olan Sylvester,akıllı bir kedi olmasına rağmen Hector tarafından her zaman için alt edilmektedir.
Andrey Voznesenski
Andrey Andreyeviç Voznesenski (Rusça: Андре́й Андре́евич Вознесе́нский) (d. 12 Mayıs 1933, Moskova - ö. 1 Haziran 2010, Moskova) Rus şair.
OZA adlı uzun şiiriyle Türkiye'de de oldukça iyi bilinen bir şairdir.
Vosnesenski, Pesternak ve Mayakovski sonrası kuşağın en belirgin ve özgün Rus şairidir. Sovyet yöneticileri tarafından sık sık yeteneğini kötüye kullanmakla suçlanmış, ve 1960'larda stadyumları dolduran kalabalıklar önünde kovboy çizmeleriyle yaptığı şiir gösterileri yasaklanmış olan Sovyet komünist rejiminin muhalif seslerindendir.
Şiiri tarz olarak Amerikan Beat kuşağı şiirleriyle benzerlikler gösterir. Bu nedenle de o dönemin Amerika şairleriyle ve şiirseverleriyle de iyi diyaloglar kurabilmiştir.
30 Haziran 2004'de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, zamanında komünist otorite ile çatışan, Sovyet döneminin popüler ozanı Andray Vosnesenki’ye törenle Devlet Madalyası taktı.
Attila József
Attila József , (11 Nisan 1905 - 3 Aralık 1937) Macar, toplumcu gerçekçi şair.
Budapeşte'de doğan Jozsef, zor bir çocukluk ve ilkgençlik geçirdi.Fakir bir ailenin üç çocuğundan biriydi. Babası bir sabuncu, annesi ise hizmetçiydi. Babası, şair üç yaşındayken evi terk etti ve Amerika'ya kaçtı.Diğer iki kardeşiyle birlikte,annelerinin çocuklarına bakmak için insanüstü bir çabayla çalışmasına ve sonunda yorgunluktan hasta düşmesine şahit oldu. Annesinin hastalanması üzerine Macar Çocuk Esirgeme Derneği tarafından Ocsöd köyünden bir aileye evlatlık verildi.Evlatlık verildiği aile ona domuz çobanlığı yaptırdı ve ona "Pista" adını verdi. Orada 7 yaşına kadar yaşadı.Daha sonra annesinin sağlığına kavuşması ile tekrar onun yanına döndü ve onun ölümüne kadar eve katkı sağlamak için çeşitli işlerde çalıştı.Örneğin;sinemalar da su sattı. 14 yaşında annesini kaybetti. Attila József,bir şizofrendi ve ömrü boyunca pek çok kez ölmeyi denemişti.İlk intihar girişimini 9 yaşında yapmıştır.
Bu dönemle birlikte kendini okumaya ve yazmaya veren Jozsef'in ilk şiirleri yerel gazetelerde görünmeye başladı.O dönem ülkenin en önemli edebiyat dergisi olan 'Nyugat' da şiirleri çıktı.17 yaşında ilk şiir kitabı olan "Güzellik Dilencisi"ni yayımladi.Bu kitapta yer alan 'Baş Kaldıran İsa' şiiri ile Tanrı'ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açıldı. Liseyi dışarıdan bitirerek, üniversitede edebiyat ve felsefe derslerine devam etmeye başladı. İkinci şiir kitabı "Haykıran Ben Değilim" 20 yaşında yayımlandı. Kitapta yer alan bir şiir yüzünden okuldan uzaklaştırıldı.Okuldan uzaklaştırılmasının sebebi ise faşizmin revaçta olduğu ülkede bu kitap devrimci olarak değerlendirilmiş olmasıydı bir profesör tarafından Önce Viyana Üniversitesi'ne, daha sonra Paris'te Sorbonne'a devam etti.Her iki üniversiteyi de bitiremedi ve sonunda ülkesine döndü ve Budapeşte Üniversitesi'ne devam etti.Üniversitede Marto Vago adlı kadınla tanıştı ve ona aşık oldu.Çok zengin bir ailenin kızı olan bu kadınla,aralarındaki sını |
fsal farklılığa rağmen aşk yaşadılar.Ruhsal durumu pek iyi olmayan Jozsef bu aşkın sanrılarıyla mücadelede zorlandı ve sonunda uzun bir süre hastanede gözetim altına alındı.
1930 yılında Macaristan Komünist Partisi'ne üye oldu. Ülkede faşizmin ağırlığını hissettirdiği dönemde parti çalışmalarında aktif olarak görev aldı.Kısa süre sonra partiyle fikir ayrılığına düştü ve sık görülen nöbetleri bahane gösterilerek partiden uzaklaştırıldı. 1931'de ruhsal sorunlar yaşarken yayımlanan "Yaz Geceleri" kitabı sakıncalı bulunarak hemen toplatıldı. 1932'de "Kenar Mahallede Gece", 1936'da "Çok Acıyor" adlı kitapları çıktı.1935 yılında bir kez daha hastaneye kaldırıldı.
Şizofreni teşhisi koyulan Jozsef 1937 yılında kendini bir trenin altına atarak intihar etti.
Seyyit Nezir
Seyyit Nezir (18 Nisan 1950, Çorlu) Türk şair, yayıncı ve öğretmen.
Şair, yayımcı (Tekirdağ/Çorlu,18 Nisan 1950 -). Asıl adı Muammer Akça. Bazı yazılarında asıl adını, yanı sıra Hasan Ali Mızrap imzasını kullandı. İlkokulu İstanbul Sümer, Çorlu Aziz Günden ve Atatürk ilkokullarında okudu. Kepirtepe İlköğretmen Okulu'nu bitirince girdiği Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü Bursa ve Trabzon’da tamamladı (1971). Mardin, İstanbul ve Van’da iki ayrı dönem (1971-1983 / 1994-1998) ortaokul ve liselerle Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Şimdi yayıncılıkla uğraşıyor... İlk şiirleri 1968’de Yelken’de çıktı, daha sonra birçok dergide yayımlandı. Kendisi de birçok dergi yönetti. Yazko Edebiyat’ın yazı kurulunda (1982) ve Yazko Yönetim Kurulu’nda yer aldı. De Yayınevi’ni Memet Fuat’tan devralarak Düşün dergisini çıkardı (1984). Ekim 1985’te Broy Yayınevi’ni kurdu, Broy (1985) ve Şairin Atölyesi (1993) dergilerini çıkardı. 1988’de Broy dergisinde Veysel Çolak, Tuğrul Keskin, Hüseyin Haydar, Metin Cengiz ile birlikte "Yenibütün" hareketini başlattı. Broy dergisinde yayımlanan “Yenibütün Manifestosu”, “edebiyatımızın 1980’lerdeki parçalanmasına bir direnç oluşturma”yı amaçladı. Eski dergisini (Kasım 2001-Ekim 2005) yayımladı; dergi, yayınevinin kuruluşunun yirminci yılında eskiBROY adını aldı (s: 49)... Tarık Dursun K., Dağları Öylecene kitabındaki şiirler üstüne şunları yazdı: “Kuşkusuz daha önceleri de vardı Seyyit Nezir. Niye farkına varmamışım şiirinin peki? Okur, hele şiirsever okur, arayıcı bulucu olmalı. İyi şiiri, iyi şairi arayıp bulmak zordur ülkemizde, herkes şiir yazıyor, herkes şiir söylüyor. Hamurumuzda, geleneğimizde var bu. (...) Ölçülü biçili, tartılı şiir diye bir şey varsa eğer, işte o ölçülü biçili, tartılı şiire örnek. Duyarlılığı, içeriği, kelimeleri seçişiyle onları bir bir yerlerine oturtuşu, yüklediği anlam zenginliği (hamallığı değil), bir geçmiş zaman deyiş ustalığına uzanışı, yanı sıra bunu şiirine özümsetme çabası ilginç." Seyyit Nezir, Israrla ile 1977 Lions Şiir Başarı Ödülü’nü, daha sonra İzleri Var adlı şiir kitabının bir bölümünü oluşturan Hayırlı Acılar adlı dosya ile 1982 Ömer Faruk Toprak Şiir Başarı Ödülü’nü kazandı (1982’den beri yarışmalara ürün göndermiyor). Halen Broy Yayınevi’ni yönetiyor ve Aydınlık gazetesinde Yüklem, gazetenin Kitap Eki’nde Arakablo başlığıyla edebiyat üstüne makaleler yazıyor.
Şiir: Şili Duyarlığı (1976), Sancıyor Sözlerim, Israrla (1977), Bütün Yarınlarda (1978), Dağları Öylecene (1981), İzleri Var (1983), İnsanın Beyaz Kokusunda (1988), Bana bir Senaryo Yaz Dediydin: Mesela Papalina (1993), Mor ve Gülistan (1998).
Gerçek adı Muammer Akça olup öğretmenlikten ayrılmadır. Türk şiirine özellikle 12 eylül askeri darbesi sonrası çıkardıkları Broy Şiir Dergisi sayesinde birçok yeni şair kazandırmışlardır. Türk şiirinde Yenibütüncü Şiir adıyla bilinen manifestoyu yayınlayan grubun önderlerindendir.
Yazko Edebiyat, Düşün, Broy, Şairin Atölyesi ve Papirüs dergilerinin yazı kurullarında görev almıştır. Halen Eski isimli şiir dergisinin genel yayın yönetmenidir.
Eserleri
Ted Hughes
Edward James Hughes, genelde kısaca Ted Hughes, (17 Ağustos 1930 - 28 Ekim 1998), İngiliz yazar ve çocuk edebiyatçısıdır. Eleştirmenler kendisini kendi döneminin en iyi şairleri arasında sayarlar. Hughes 1984'ten ölümüne kadar İngiltere'nin Devlet Şairi ("Poet Laureate") olarak yazmıştır.
Sylvia Plath ile evlenmiş ve 2 çocuk sahibi olmuş ama sonrasında ayrılmışlardır. Boşanmaları henüz sonuçlanmadan Sylvia Plath'ın intihar etmesi sonucu, ünlü şairin mezar taşında "Sylvia Plath" değil "Sylvia Hughes" yazılmıştır. 1998 yılında yayımladığı "Doğumgünü Mektupları" kitabı ile Sylvia Plath ile olan ilişkisini ilk defa şiirine yansıtmış oldu.
Şiirin dışında çocuk yazını ile ilgili kitaplar da kaleme aldı.
Langston Hughes
Langston Hughes (d. 1 Şubat 1902 - ö. 22 Mayıs 1967), Amerikalı şair ve yazar.
Yaşadığı dönemin önde gelen siyahi şairlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Harlem Rönesansı'nın en önemli şairlerinden Langston Hughes 1902'de Missouri Joplin 'de doğdu. Küçük yaşta annesi ve babası ayrıldığından onu büyükannesi yetiştirdi. Büyükannesinin Frederick Douglas ve Sojourner Truth hakkında anlattığı hikâyelerden etkilendi. Onu "Crisis" dergisinin yöneticisi Web Du Bois ile tanıştıran da büyükannesiydi.
"Crisis" dergisi NAACP 'nin (Siyahların İlerlemesi için Ulusal Örgüt) yasal yayın organı idi. 1921-1922 yılları arasında Hughes Colombia Üniversitesi'nde okudugu Maden Mühendisliğini bıraktı. Harlem müziği, dansı ve entelektüel yaşamı onun için her şey olmuştu. "Crisis" dergisine daha çok şiir yollamaya başladı. 1926 yılında ilk şiir kitabı "The Weary Blues" Harlem'i anlatıyordu.
Hughes, şiirlerinde Harlem'deki blues barlardan etkilendiğini söylemişti. Caz'ın, blues'un ve sprituals'un ritmi yansıyor şiirlerine. 1927'de Zora Neale Hurston ve başka yazarlarla birlikte çıkardığı "Fire", Afro-Amerikan kültürünü konu alan bir dergiydi.
1920'lerde Harlem Rönasansı ile yaratıcı bir dönem başlamıştı. Harlem "siyahlar için kendileri olabilecek bir yer olarak" simgesel nitelik kazanmıştı. Bu dönemin yazarları, siyah kültürü ile insanının güzel olduğunu göstermeye çalıştılar.
Arna Bontemps, Hughes için "özgün caz ozanı" diyor. 1967 yılında yaşama veda eden Hughes son yıllarında şiirlerini caz eşliğinde okumuştu. Cenaze töreni caz grubuyla yapıldı.
William Butler Yeats
William Butler Yeats (d. 13 Haziran 1865 – ö. 28 Ocak 1939) İrlandalı şair ve oyun yazarı.
İrlanda'da yetişen en önemli lirik şairlerden biri olmanın yanı sıra, 20. yüzyıl edebiyatının esas figürlerinden biridir. İrlanda edebiyatının rönesans sürecinin öncüsü sayılmaktadır. Abbey Tiyatrosu'nun kurucularından biri olan Yeats, 1923 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.
Ressam John Butler Yeats'in oğlu olan William, 1883 ve 1886 yılları arasında Dublin'de ressamlık dersleri aldı. Eğitimine daha sonra Londra'da devam etti. Tatillerini ise İrlanda'da bulunan ve şiirlerine çoğu kez mekân olan County Sligo kontluğunda geçirdi. Bu dönemde İrlanda efsanelerine ve okültizme merak saldı. İlk eseri "Mosada" (1886) büyüye olan ilgisini yansıtırken, "The Wanderings of Oisin" (1889) adlı eserinde Genç İrlanda hareketinin aşırı milliyetçiliğini dile getirdi. Ayrıca adı İngiliz Edebiyatı kitaplarında da bahsedilmektedir.
1886'dan 1900'e kadar uzanan dönemde yazdığı şiirler Shelley, Spenser ve Ön Raffaellocular'dan etkilenmiştir. İrlanda mitolojisi ve temalarına odaklanan şiirleri mistik, yavaş tempolu ve lirik dille anlatılmıştır. Bu dönemde kaleme aldığı şiirlerden en bilinenleri arasında "Falling of Leaves", "When You Are Old" ve "The Lake Isle of Innisfree" yer alır. 1893 yılında William Blake'in eserlerini düzenleyen Yeats'in toplu şiirleri 1895'de ("Poems") yayımlandı.
"Those Dancing Days Are Gone" şiiri Carla Bruni'nin 2007 No Promises albümünde seslendirildi.
Yazarın "The Celtic Twilight" isimli kitabı "Kelt Şafağı" ismiyle Türkçeye çevrilmiştir.
Federico García Lorca
Federico García Lorca (5 Haziran 1898 – 19 Ağustos 1936) İspanyol şair ve oyun yazarı, aynı zamanda ressam, piyanist ve bestecidir. "27 kuşağının" (""Generación del 27"") sembol üyelerinden birisidir. İspanya İç Savaşı'nın başlangıcında 38 yaşında iken milliyetçiler tarafından öldürülmüştür.
1898 yılında, İspanya'nın Granada bölgesindeki Fuente Vaqueros kentinde doğan İspanyol şair Lorca, yüzyılının en büyük iki İspanyol şairinden biri olarak kabul edilir. Lorca'nın başarısında çocukluğunun büyük payı vardır. Granada'nın Fuentevaqueros kasabasında, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Lorca'nın babası ateşli, canlı, neşeli bir adam; annesi ise sessiz ve ağırbaşlı bir kadındı. 1928'de yazdığı "Romancero gitano" (Çingene Baladı) ile ün kazanan Lorca, Salvador Dalí ile birlikte İspanya'nın çağdaşlaşması için çalışan sanat adamlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusu olan Lorca, eşcinsel olması nedeniyle Katolik Kilisesi ile arasının açılmasına neden olur. 1918'de, Burjuvazi sınıfını, yeryüzünü şiirle doldurmuş olan İsa'yı katletmekle suçlayan Lorca, geçtiğimiz günlerde gelmiş geçmiş en başarılı edebiyat eseri seçilen Cervantes'in Don Quixote (Don Kişot)'u bir İsa figürü olarak ele alanlara katılır. Şair kavramını acılar çekmesi gereken bir kimse ile özdeşleştiren Lorca, İsa'nın hem katledilişini kınar, hem de kanının akması gerektiğini ifade eder.
"New York'ta Bir Şair" adlı eserinde Manhattan'ı, cesede doymayan bir mezbahaya benzeten Lorca, "hayvanların can çekişenler için öldürülüşünü" kaleme alarak kafasındaki batı anlayışına yönelik eleştirel yaklaşımlarını göz önüne serer. Lorca ve "Deli" lakaplı Salvador Dali, vücuduna saplanan oklar ile tasvir edilen Katolik Ermişi Aziz Sebastian (Rafael)'ı "Aziz Yansızlık" olarak yapıtlarında tasvir ederler. Dostlarınca apolitik bir sanatçı olarak nitelenen ve herhangi bir görüşe organik bağlarla bağlanmayan Lorca, yazdığı "Yerma" ve "Bernarda Alba'nın Evi" isimli oyunlarda ise Katolik Kilisesi, yükselen Nazizm ve milliyetçilik akımlarına karşı olan tutumunu yansıttı. Giyim kuşamında ve evinin dekorasyonunda ölüm ile özdeş |
leştirdiği beyaz rengi tercih eden şair, burjuva tarzı zevkler ve milliyetçilik ile çatışan çalışmalar yapmakta ve Franco'cuları masumiyeti katletmekle suçlamaktaydı.
Şiirlerinin yanı sıra tiyatro için yazdığı ve sahnelediği oyunlarla da ünlenen Lorca, eserlerinde hastalık hastalığını ve ölümü üzerine senaryolarını "Kanlı Düğün" (Blood Wedding, 1935), Yerma (1937) ve şiirlerinde başarı ile yansıtmış; ölüm - yaşam, verimlilik - kısırlık gibi çelişkiler arasındaki inişli çıkışlı çizgiyi başarı ile yakalamıştır.
19 Ağustos 1936'da doğduğu yörede Franco'nun adamları tarafından öldürülen Lorca, uluslararası camiada - özellikle de bir dönem yaşadığı Arjantin'de oldukça büyük bir yas ve öldürülüşüne duyulan tepki ile - alanında idolleşmiş, saygın fakat marjinal bir edebiyat adamı olarak hatırlanmaktadır.
Eserlerinin dünya çapında tanınmasının sebebi Lorca'nın geleneksel İspanyol kültürü ile çağdaş yaşamın sorunlarını içtenlikle işlemiş olmasıdır. Şiirlerindeki yaşama coşkusunu, doğa sevgisini, hüzün dolu duyguları her insan tanır ve kendine yakın bulur.
Lorca'nın sade ve derinlikli şiirleri, geniş kitlelerce kabul görmüştür. Sürrealist bir ressam olan Salvador Dali ve yönetmen Luis Bunuel 'in yakın arkadaşıdır.
Bant teorisi
Bant teorisi, bir katıdaki elektronların davranışını tanımlar. Bu teoriye göre katıda elektronlar tarafından doldurulacak sürekli enerji bantları ve elektronların bulunamayacağı enerji aralıkları bulunur. Teori elektriksel direnç ve optik absorpsiyon gibi birçok olayı açıklamada büyük yarar sağlar.
Belirli sayıda atomdan oluşmuş bir katı oluştuğunda, genel olarak her bir atom tek başına düşünülerek hata yapılır. Bunun yerine katının tüm yapısını düşünmek gerekir. Bu metallerin ve diğer katıların kimyasal ve fiziksel özelliklerini kendilerine has olarak ele alınmasını gerekli kılar.
Bu özelliklerin tam olarak anlaşılabilmesi için moleküler orbital teorisi ile işe başlanması gerekir. Bu teoriye göre eğer iki atom bir araya gelirse farklı enerjilerdeki bağ, bağlanmama ve anti-bağ orbitalleri oluşur. Bu moleküler orbitaller dalga fonksiyonları ile tanımlanır. Bu teorideki en önemli nokta; "moleküldeki N atomik orbitalden dolayı N tane moleküler orbitalin oluşacağıdır". Örneğin iki atomik orbital içeren bir molekülü düşünelim. Sonuç olarak bu atomik orbiltallerden dolayı iki moleküler orbital oluşur: biri bağ ve diğeri anti-bağ olan farklı enerjideki orbitaller.
Eğer bu hadiseyi üç atomdan oluşan bir molekül için ele alırsak, sonuç olarak her atomik orbital için sonuç 3 adet moleküler orbital olur: bir bağ, bir bağlanmama ve bir anti-bağ.
Örneğin 10 atomdan oluşan bir molekülü ele alalım. Bu 10 moleküler orbital meydana getirir: 5 bağ ve 5 anti-bağ. Şimdi her bir orbital kümesi arasındaki dağılıma yakından bakalım. Moleküler orbital sayısı yükselirken, en düşük bağlanma ile en yüksek bağlanma arasındaki enerji farkı artar ve her bir orbital arasındaki boşluk azalır. Moleküler orbital sayısı moleküldeki atom sayısı ile artacağından, en düşük bağlanma ile en düşük bağlanmama arasındaki boşluk artarak maksimuma ulaşacaktır.
Sonlu sayıda atomdan oluşmuş bir metali örnek olarak verelim. Sonuç olarak sonlu sayıda moleküler orbital oluşacak ve bunlar bir birine o kadar yakın olacak ki bir bant oluşturacaklardır.
Maddelerin moleküler orbitallerini bant olarak isimlendirerek metallerin ve yarı-metallerin özelliklerini daha rahat anlayabiliriz. Yalıtkanlar, yarı iletkenler gibi diğer maddelerin özellikleri bant teorisine bağlı olarak ifade edilen valans bandı, iletkenlik bandı ve Fermi Düzeyi gibi kavramlarla açıklanır.
Herman Melville
Herman Melville (d. 1 Ağustos 1819, New York - ö. 28 Eylül 1891), Amerikalı yazar.
Bir Amerikan edebiyat klasiği kabul edilen Moby Dick adlı ünlü romanın yazarıdır. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalmış; 1920'li yıllarda yeniden keşfedilip büyük bir yazar olarak kabul edilmiştir.
1819'da New York'ta dünyaya geldi. Sekiz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğudur. 1830’da iflas eden babası, iki yıl sonra hayatını kaybedince Herman Melville, çocuk yaşta çalışmaya başlamak zorunda kaldı. Bir yandan okuyup bir yandan çeşitli işlerde çalışarak geçen beş yıl boyunca tarih ve antropoloji kadar Shakespeare'in eserlerini okuyarak kendini geliştrdi.
On sekiz yaşında Liverpool’e giden bir gemide tayfa olarak iş buldu; aynı gemi ile tekrar New York'a döndü. Bu deneyim, ona ileride yazacağı romanlar için malzeme sağlayan seyahatlerden ilkidir.
Birkaç yıl New York'ta özel ders vererek hayatını kazanmaya çalışan Melville, 1841'de "Acushnet" adlı bir balina gemisine denizci olarak kabul edildi ve Pasifik'te yeni bir seyahate başladı. On sekiz aylık bir yolculuğun sonunda gemidekilerin kötü tavrından yıldığı için bir arkadaşı ile birlikte Markiz Adaları'nda gemiden kaçtı. Yamyam olarak bilinen Typee yerlilerinin arasında bir ay kadar yaşadı. Adaya gelen bir Avustralya gemisi ile yeniden denizciliğe döndü ancak gemide çıkan isyana katılmakla suçlandığı için Tahiti civarında bir yerel hapishanede birkaç gün tutuklu kaldı. 1843 yazını Tahiti'de yerliler arasında geçirdi. İleride yazacağı Moby Dick adlı romanın düşünsel altyapısı bu sırada oluştu. Bir başka balina gemisi ile Hawaii'ye kadar gitti.
Otuzlu yaşlarında Boston'a döndükten sonra artık deniz seferlerine bir son vermişti; ailesinin teşviki ile kitaplarını yazmaya başladı. “"Tippee"” ve “"Omoo"” adlarını taşıyan ilk iki kitabı 1846'da yayınlandı. Bu kitapları, yerliler arasında geçen günlerine aitti. 1850 yılında yayınlanan “"White Jacket"”'ta ise bahriye erlerinin zorlu hayatını anlattı. İlk kitapları onu bir anda hem İngiltere hem Amerika Birleşik Devletleri'nde çok ünlü bir yazar haline getirdi. Bu dönemde eski bir aile dostunun kızı olan Elizabeth Knapp Shaw ile evlendi. Çift, dört çocuk sahibi oldu. 1850'de Massachusetts'te bir çiftlik evi satın alan Melville, çiftlik işleri ve yazı ile uğraşarak 13 yıl boyunca bu evde yaşadı. “"Arrowhead"” adını verdiği ev, günümüzde müzedir.
Yazar, en büyük eseri Moby Dick'i 1851'de tamamladı. Başlangıçta, balina avcılığını anlatan bir serüven öyküsü olarak tasarladığı kitabı tamamlamak üzere iken Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne ile tanışıp arkadaş olmuştu. Hawthorne'un tavsiyesi ile kitabını simgesel anlamlarla yüklü bir romana çeviren Melville, eseri dostuna adadı. Ancak kitap yayınlandığında beklediği başarıyı yakalayamadı ve çok olumsuz eleştiriler aldı.
Yayımcısı Harper’s bir sonraki romanını basmayı reddedince maddi sıkıntıya giren Melville 1866'da New York'ta gümrük müfettişi olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde yazdığı “"Pierre"” ve “"Piazza memories"” gibi kitaplar ilgi görmedi. Son yıllarında düz yazıyı bırakarak kendini tamamen şiir yazmaya verdi; şiirlerini kendi parasıyla bastırdı.
1888 yılında emekli oldu ve en büyük eserlerinden biri sayılan “"Billy budd"”' yazdı; eseri bastırmaya fırsat bulamadan 28 Eylül 1891'de New York'taki evinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalan Melville, 1920'li yıllarda yeniden keşfedildi ve büyük bir yazar olarak kabul edildi. Eserleri Amerikan Kütüphanesi tarafından toplanıp basılan ilk yazar oldu.
Lawrence Ferlinghetti
Lawrence Ferlinghetti (asıl adı Lawrence Ferling) (d. 24 Mart, 1919), Amerikalı şair ve ressam, "City Lights Kitapçısı ve Yayınevi" 'nin kurucusu.
Ferlinghetti, Allen Ginsberg ve Jack Kerouac ile birlikte Beat Kuşağı'nın kurucularından sayılır. Şiir, çeviri, kurgu, tiyatro, sanat ve film eleştirisi alanlarında eserler vermiştir. "A Coney Island of the Mind" (New York, New Directions, 1958) isimli şiir kitabı dokuz dile çevrilmiş ve toplamda 1.000.000'dan fazla satmıştır.
Gata
GATA veya "Gata" :
Cezmi Ersöz
Cezmi Ersöz, (d. İstanbul, 3 Eylül 1959) Türk yazar, şair.
Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Yazın dünyasına yayımlanan şiir ve eleştirileriyle girdi. Reklam yazarlığı ve gazetecilik yaptı. Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayimlandı. Ardından haftalık 'Deli' dergisinde yazdı. Halen 'Leman' dergisinin yazarları arasında yer almış bir takım sorunlar nedeniyle ayrılmıştır. Şu an 'Deve' ve 'Islık' dergilerindede yazmaktadır. İnsan-dünya ilişkisini, duygular ve olaylar karşılaştırması yaparak anlattığı çoğu eserinde hayatı sorgular. Gündelik zorunluluklardan, en temel ihtiyaçlardan ve insanın vazgeçemediği tutkularından bahseder. Eserlerinde yoğun bir melankoli ve karamsarlık fark edilir. İnsanın iç yolculuğunu melankolik bir dille anlatan bir yazardır.
Yenibütüncü Şiir
Yenibütüncü Şiir, Marksizmin ufkundaki bireyi hedef alan bir Türk şiir akımıdır.
Veysel Çolak, Metin Cengiz, Seyyit Nezir, Hüseyin Haydar ve Tuğrul Keskin imzalarıyla Aralık 1987'de yayımlanmış ve adı geçen şairlerin 1988'de yayımlanan şiir kitaplarında yer almış ""20.yy Türk Edebiyatında son manifesto" " özelliğindeki bildiriyle ortaya çıktı. Manifestosunun yayınlandığı yıllarda Türkiye'de Nâzım Hikmet'in şiirlerini bile bulundurmaktan insanların çekindiği bir döneme denk gelmesi açısından da dikkate değerdir.
Bildiri ile getirilen şiir önerisinde; insandan, doğadan, yaşamdan ve bunların geleceğinden yana bir tavır geliştirilir. Emperyalizme ve kapitalizme karşı çıkılarak bireyin önemine vurgu yapılır. İnsanın kültürel yenilenmesi, yaşamın da yenilenmesi olacağına açıklık getirilir. İki yıl boyunca melih Cevdet Anday, Asım Bezirci, Mustafa Öneş, Mehmet H. Doğan, Cemal Süreyya, Ahmet Oktay... gibi birçok şair ve yazar tarafından tartışılır. Açıkça söylenmese de birçok şair, Yenibütüncü şiir manifestosunun getirdiği ilkeler çerçevesinde yer alır. Cemal Süreya 999 Yüz adlı kitabında "Hepimiz Yenibütüncüyüz." diyerek bu genel yönelmeyi ortaya koyar.
Hayat bütünüyle değişmediği sürece Yenibütün manifestosu varlığını sürdürecek bir içeriğe sahiptir.
Sabahat Akkiraz
Sabahat Akkiray |
(d. 6 Şubat 1955), bilinen adıyla Sabahat Akkiraz, Türk halk müziği sanatçısı, siyasetçi, milletvekili. XXIV. dönem TBMM seçimleri'nde İstanbul 3. bölgeden CHP milletvekili seçilmiştir.
Babası Sivas, Kangal, annesi Malatya, Arguvanlıdır. Müzik eğitimine aile içinde başladı. Sivas'ın Kangal ilçesi Yaylacık köyünde doğmuştur. Çocukluk yıllarında, ailesi ile birlikte Almanya'ya göç eden sanatçı, ilk ve orta okulu bu ülkede bitirdi. Daha sonra Türkiye'ye dönerek 1983 yılında "Şafak Söktü" adını taşıyan profesyonel anlamda ilk albümünü çıkardı. İlerleyen yıllar içinde Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu, Aşık Daimi, Feyzullah Çınar, Davut Sulari gibi sanatçılarla çalıştı.
1990'da ilk uluslararası davetini alarak Hollanda'ya gitti ve önemli projelerde yer aldı. Fransa'da verdiği konserlerin yankısı büyük oldu ve Mezzo TV yaşamını konu alan bir belgesel hazırladı. Hollanda, Brezilya, Almanya, İsveç, Fas, Malezya, Norveç, İspanya, Meksika gibi pek çok ülkede ünlü müzisyenlerle birlikte önemli konser salonlarında türkü söyledi. Eserleri dünya müzik sıralamalarında ilkler arasına girdi. Külliyat albümü 16 ülkede basıldı ve elektronik müzikle harmanlanmış en iyi Anadolu müziği olarak kabul edildi. 13 diskografi çalışması ve 22 toplama albümü yayınlandı. Besteleri ve derlemeleri bulunmaktadır. 2000 yılında Fransa'da Yılın En İyi Etnik Müzik Sanatçısı seçildi. 2005 yılında Altın Plak, 2008 yılında Uluslararası Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış, 2010 yılında ise Altın Kelebek ödüllerini aldı.
Çok özgün kabul edilen ses tonu ve olağanüstü yeteneği, dünya üzerinde etnik müziğin en iyi tanınan isimlerinden biri olmasını sağladı. Pek çok kez ülke dışında konserlere katıldı, yabancı albümlerde çalışmaları ve derlemeleriyle yer aldı. Batı müziğine verdiği önemi konserlerine de yansıttı.
Orta düzeyde Almanca bilen Akkiraz, bekârdır.
Soma Faciası sonrası, tepki vermek amacıyla vekillikten istifa dilekçesini Kemal Kılıçdaroğlu'na sunduğunu açıklamıştır.
Broy
Broy Dergisi Aylık Şiir Dergisi.
1985 yılında yayına başladı ve 1991 yılındaki Körfez Krizi'nin ekonomik etkileri nedeniyle 60. sayısıyla yayını sona erdirdi. Türkiye'de uzun yıllar yayınlanmış olan bir şiir dergisidir. Genel yayın yönetmenliğini Seyyit Nezir yapmıştır. 12 Eylül askeri darbesi sonrası toplumsal hayatımızın çekiniklerini aşmasında oldukça önemli katkılar sağlamıştır. 1980 sonrası Türk şiirine katılan şairlerimizin neredeyse tümünün ilk şiirleri Broy'da yayımlanmıştır.
Broy ile birlikte türk şiirseverler dünya şiirinin önemli isimlerini tanıma ve okuma fırsatı bulmuştur. Broy şiir dergisinin özel sayılarından birinde cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanan "Resimli Ay Mecmuasının" Nâzım Hikmet'e ait olan tüm yazı ve şiirlerinin tıpkı basımları 64 sayfalık ek olarak yapılmış ve okurlarına sunulmuştur. Derginin şiir yapısı Türkiye'deki marksist şiir anlayışıyla bireyci şiirin kesiştiği katmanlarında eserlerini veren şairlerimizi türk şiir hayatına katmıştır. Broy sözcüğü Ruhi Su'nun Kocabey türküsünde “brooyy!” seslenme biçimi olarak görülür. Derginin adı bu sesleniş biçiminden esinlenerek BROY olarak Seyyit Nezir tarafından konulmuştur.
İsmail Beşikçi
İsmail Beşikçi (7 Ocak 1939, İskilip, Çorum), Türk sosyolog ve yazar. Özellikle Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Türkiye'de tek partili dönemine ait eserleriyle tanınır.
İskilip'te ilkokulu okuduktan sonra Çorum Lisesi'ni bitirerek, 1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 1965-1971 yılları arasında Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi'nde asistanlık yaptı. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde sosyoloji asistanı iken aynı bölümde sosyoloji doçenti olan Orhan Türkdoğan tarafından, Marksist propaganda ve bölgecilik yaptığı gerekçesiyle ihbar edilen Dr. İsmail Beşikçi, 12 Mart 1971 döneminde sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı ve üniversite ile ilişiği kesildi. 1974 affıyla cezaevinden çıktı, daha sonra Kürt sorununu işleyen düşüncelerinden ötürü yargılandı.
Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan Beşikçi, sekiz kez cezaevine girip çıktı ve yaşamının 17 yılı cezaevinde geçti. 12 Eylül askeri darbesinden önce 1979'da cezaevine girer ve 1987'de serbest bırakılır ancak davalar bir türlü peşini bırakmaz. Bu davalardan giydiği hükümlerle 1999'a kadar tutuklu kalmıştır. 1999 yılında yapılan sınırlı yasal düzenleme sonucu tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası verilmiştir. İsmail Beşikçi'nin yayımlanan 36 kitabından 32'si Türkiye'de yasaklandı.
Atatürk Üniversitesi'nde asistanlığı döneminde doktora tezi olarak hazırladığı "Alikan Aşireti Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme", alanında Türkiye'de yapılmış önemli sosyolojik bilimsel çalışmalardan biridir.
İsmail Beşikçi "Sarı Hoca" lakabıyla da tanınmaktadır.
Beşikçi'ye Boğaziçi Üniversitesi tarafından 2013 yılında fahri doktora verilmiştir.
Türkçe yayımlanan eserlerinden bazıları şunlardır:
E. e. Cummings
Edward Estlin Cummings (14 Ekim 1894 - 3 Eylül 1962), E. E. Cummings ismini kullanan Amerikalı şair, ressam, deneme ve oyun yazarıdır. Hayatı boyunca dokuz yüzden fazla şiir, iki roman, birkaç tane de tiyatro oyunu ve deneme kitabının yazarı olan Cummings'in, bunların yanında birçok tablosu bulunmaktadır. 20. yüzyıl şiirinin en önde gelen ve popüler yüzlerinden biridir.
E. E. Cummings'in geleneksel olmayan majüskül (büyük) harf kullanma tarzı zaman zaman yayıncı ve okurları tarafından isminin küçük harflerle ve araya nokta konulmadan yazılması suretiyle öne çıkarılmıştır. Ölümünden sonra eşi tarafından bir kitabın önsözünde belirtildiği üzere yazar sadece küçük harf kullanarak şiirlerini yazmıştır. Böylece ismi resmi olarak "e. e. cummings" olarak değiştirilir. Fakat daha sonra, Cummings tarafından eserlerini Fransızcaya çeviren kişiye yazılan bir mektup incelendiğinde isminin yazılışında büyük harf kullanılmasını tercih ettiği ortaya çıkar. Bugün Cummings'i araştıran bir kişi yazarın ismini küçük harfle yazmasının bir alçakgönüllülük göstergesi olduğunu düşünebilirken, bir diğeri bu durumu yazarın kibirli olmasıyla açıklamaktadır. Kısacası tartışmalar hâlâ devam etmektedir.
" Seni diğerlerinden farksız kılmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada kendin olarak kalabilmek dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş başladı mı artık hiç bitmez..."(E.E.Cummings)
760 Massinga
760 Massinga, Alman astronom Franz Kaiser tarafından 8 Eylül 1913'te Heidelberg'de keşfedilmiş olan (keşfinden önceki gece aynı zamanda Simeis G. Neujmin tarafından da keşfedilmiştir) Asteroit kuşağı'nda bulunan bir asteroittir.
Keşfi yapan Kaiser, bu keşfine arkadaşı olan meslektaşı Adam Massinger'ın adını vermiştir.
Fatih, Sincan
Fatih, Ankara ilinin Sincan ilçesine bağlı, Ankara - Ayaş Yolu üzerinde yer alan bir mahalledir. Avrupa'nın en büyük parkı olan Harikalar Diyarı buarada bulunmaktadır. 6 tane lise, 2 tane metro istasyonu ve bir adet büyük hastane konumlanmıştır. Mahallede ağırlıklı olarak memur ve işçi kesimi ikamet etmektedir.
Tanganika Gölü
Tanganyika, Orta Afrika'nın ve Rusya'daki Baykal gölünden sonra Dünyanın en derin gölüdür.
3° 20'den 8° 48' güney paralelleri ve 29° 5'den 31° 15' doğu meridyenleri arasında yer alır. Yeryüzünün 6. en büyük gölüdür.
"Doğu Afrika Yeryüzü Kırığı'nın" ("Büyük Rift Vadisi") batı kısmında yer alır ve bu kırığın duvarları, gölün sınırlarını oluşturur. Afrika'nın en büyük yeryüzü kırığı gölü olup, aynı zamanda kıtanın en derin gölü ve en büyük 2. gölüdür. Göl, Afrika'daki en büyük su miktarına sahip olup Dünya'da 2. sırada yer alır. Tanganyika Gölü, kuzey-güney doğrultusunda 673 km lik bir mesafeye uzanırken, ortalama genişliği 50 km dir. Göl alanı 32.893 km olup kıyı şeridi uzunluğu 1.828 Km'dir. Tanganika su yüzeyi olarak 782 m'lik rakımdadır. Orta kısmında derinlik 570 m'dir.En derin yeri 1.470 m ile kuzey kısmıdır. Yani bu kısmının tabanı deniz seviyesinin 688 m aşağısındadır. Gölün derin katmanlarındaki su, fosil su olarak adlandırılabilir.
Tanganyika'nın etki alanı 231.000 km'yi kapsar. Kuzeyden bu göle açılan Ruzizi nehri, gölün başlıca su kaynağıdır. Diğer su kaynakları ise Lufubu ve Malagarasi'dir. Göl'den doğan tek akarsu ise Lukuga'dır.
Tanganyika, Kongo, Tanzanya, Zambiya ve Burundi ülkeleri arasında yer alır. Kongo %45 ile ve Tanzanya %41 ile, Gölden en büyük payı alan ülkelerdir.
Tanganika / Tanganyika Gölü Su verileri
pH-:8,6 - 9,5
GH: 7 - 11° dGH
KK: 16 - 19° dKH
Micro Ölcümler 20 °C 'de: 580 - 640 Mikrosiemens/cm
Deniz Yüzeyi Sicakligi: 24-29° Celsius
Derin nokta sicakligi: Ortlm. 23° Celsius
Görüs mesafesi: 22 Metreye kadar
Tanganyika Gölü, muazzam sayıda balık türüne ev sahipliği yapar ki bu türlerden 300 tanesi sadece buraya özgüdür. Göl yöre halkının önemli besin tedarikçisidir. 45.000 insan burada balıkçılık yaparken 1 milyon insanı bu şekilde beslerler. 1950 li yıllarda başlayan endüstriyel balıkçılık zamanla çok büyümüştür. 1995 yılındaki yakalanan balık miktarı yaklaşık 180.000 tondu. Bugün günlük 500 ton balık ihraç edilirken, bazı türler de akvaryum balığı olarak dışarıya gönderilmektedir.
Tanganyika'daki tek feribot olan "Liemba" insan ve mal taşımacılığı gibi önemli hizmetleri yerine getirir. Göl kıyısında "Kigoma" haricinde başka liman olmadığından, yük ve yolcu indirme ve bindirme işleri botlar yardımıyla yapılır. "Liemba" Almanya'da Birinci Dünya Savaşından önce inşa edilmiştir. Almanya'da 5000 parçaya ayrıldıktan sonra 1914 yılında demiryolu, buharlı gemi ve yerli taşıma araçlarıyla bu göle ulaştırılmış ve göl kıyısında bu gemi tekrar inşa edilmiştir.
Örümcek Adam
Örümcek Adam, Marvel Comics tarafından yaratılmış bir çizgi karakterdir. Türkçeye Örümcek Adam olarak çevrilmiştir. Orijinal ismi Spider-Man olan kurgusal kahraman beyaz perdeye uyarlanmış ve oldukça başarılı olmuştur.
Peter Benjamin Parker'ın gizli kimliği olan Örümcek Adam, Marvel Comics'e bağlı Stan Lee ve Steve Ditko tarafından yaratılmış kurgusal bir kahramandır. İlk kez Marvel Com |
ics'in "Amazing Fantasy" isimli çizgi romanının 15. sayısında 1962 yazında ortaya çıkmıştır. O günden bu yana, dünyanın en popüler süper kahramanları arasındadır.
Örümcek Adam, kendi duygusal ve kişisel problemlerini süper güçleriyle çözemeyen, süper güçlerinin çoğu zaman ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği bir kahramandır. Kariyerinin ilk yıllarında "Daily Bugle" gazetesine Örümcek Adam fotoğrafları satarak yaşamını sürdürmüş ve adını yaygınlaştırmıştır. Birçok sorunu olmasına karşın, suçla mücadeleye büyük önem atfeder. Örümcek Adam'ın amcası Ben Parker'dan aldığı ilkesi "Büyük güç büyük sorumluluk getirir"dir. Bu ilke, tüm çizgi romanın temel konusunu özetler. Örümcek Adam karakterinin insani boyutları ve yaşadığı iç çatışmalar çizgi romanının popülerliğini artırmıştır.
Örümcek Adam, günümüzde Superman ve Batman (Yarasa adam) ile birlikte en tanınan çizgi kahramanlar arasındadır. Yıllar boyunca, Örümcek Adam karakteri çizgi roman ve dizilerde, çizgi filmlerde ve 70'li yıllarda Tv filmi olarak, son yıllarda ise büyük bütçeli üç başarılı Hollywood filminde kullanılmıştır. TV filmlerinde Örümcek Adam'ı Nicholas Hammond, Hollywood'da ise Tobey Maguire canlandırmıştır. Şu sıralar eski Hollywood serisinden bambaşka bir Örümcek Adam çekilmektedir ve bu yeni seride kahramanımızı Andrew Garfield canlandırmaktadır. Önümüzdeki seride ise Örümcek Adam'ı Tom Holland canlandıracaktır.
1960'lı yıllarda süper kahraman çizgi romanlarının çok satması nedeniyle yeni bir kahraman yaratmak isteyen Marvel Comics editörü Stan Lee, okuyucuların genelde gençler olmasından da faydalanmak için yaşı küçük bir süper kahraman yaratmak ister. Steve Ditko ve kısmen Jack Kirby'nin de katkılarıyla, eski fakat kullanılmayan karakterlerden esinlenerek Örümcek Adam isminde karar kılarlar. Aslında ilk başlarda Stan Lee Şöyle düşünmektedir "güçlü bir karakterim var (Hulk), güzel bir takımım var (fantastik dörtlü) " ancak artık hepsini birleştirmenin zamanı gelmiştir yani güçlü müthiş reflekslere sahip ve neredeyse uçabilen bir karakter olabilen ÖRÜMCEK ADAM! Bu fikri ilk başta Marvel'ın başkanı beğenmez "İnsanlar örümcekden nefret eder!" diye düşünür. Zaten Daily Bugle daki J.Jonah Jameson karakterinde ondan alıntı yapılmıştır. Örümcek-Adam sıradan bir derginin son sayfalarında çok popüler olur bunun üzerine 2 yıl sonra Marvel Örümcek-Adam'ın patentini satın alır.
Şu anda Marvel'da Örümcek adamın 1000'den fazla çizgiromanı vardır.
Amazing Fantasy #15 (ilk görünmesi 1962'de)
"Tam liste: Örümcek Adam karakterleri"
Frankfurt Okulu
Frankfurt okulu, Almanya’da 1923 yılında kurulan ve sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden insanları bir araya getiren Toplumsal Araştırma Enstitüsü`nün bir "düşünce akımı" olarak ifade edilmesidir. Okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılmaktadır.
Marksizmin eleştirel bir edinimine yönelmiş ve bu doğrultuda yeni bir eleştirel toplum teorisi kurmaya çalışmışlardır. Rus Devrimi'nin Stalinizm'e dönüşerek yozlaşması, Avrupa'da sol kanat hareketlerin yenilgisi ya da düşüşü, giderek yükselen Nazizm ve faşizm olguları, kapitalist sistemde baş gösteren yeni iktisadi ve siyasal ivmeler, Okul'un ortaya çıkış koşullarını gösterir. Hem kapitalizmin hem de Sovyet sosyalizminin eleştirisi, Frankfurt Okulu'nun ana düsturu olarak belirtilebilir.
Marksist eleştirel toplum teorisinin tıkanmış olduğu ve sergilenen pratiği ile çözümsüz bir noktaya ulaştığı düşünülmektedir. Bu tarihsel koşullarda Frankfurt Okulu, tıkanmış olan teorik alanı aşarak yeni bir "eleştirel toplum teorisi" ortaya koymaya yönelmiştir. Her ne kadar eleştirel kuram başlığı altında toplanarak bir bütün oluşturduğu söylenebilse de, tek tek yazarların özgünlüklerinin dışında daha genel farklı birkaç yönelim tespit edilebilir. Bir yandan, 1923’te kurulup Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’nun 1933’te sürgün edilmesiyle sonuçlanan ve ardından ABD'deki 1950’lere kadar sürgünlüğün ardından Frankfurt’ta yeniden kurulan Enstitü'nün çalışmalarına işaret edilebilir. Friedrich Pollock, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, Leo Lowenthal bunlar arasında sayılabilir. Bir yandan da Jürgen Habermas’ın yoğunluklu felsefi ve sosyolojik çalışmalarıyla okulun eleştirel kuramını yeniden temellendirmeye yönelik çabaları sözkonusudur. Bu noktada Albrecht Wellmer, Claus Offe ve Klaus Eder'den sözedilebilir.
Dolayısıyla da Okul üyelerinin çalışmaları birbirine sıkıca bağlı belli bir projenin hayata geçirilmesi değildir. Kısmen "Horkheimer", "Adorno, Marcuse, Lowenthal, Pollock" arasında paralel çalışmalar olsa bile, yine de temel fikir ayrılıkları söz konusudur. Meşru olarak belli bir "okul"dan sözedilmesi, ortak fikir birliğinin hayata geçirilmesinden değil, araştırmacıların benimsedikleri "eleştirel kuram" anlayışından ileri gelir.
Başlangıçtaki amaç, bir dogmaya dönüştüğü düşünülen Marksizmi özüne döndürmek ve felsefeyle ilişkisini kurmaktı. Yani, Marksistler olarak Marksizmin eleştirisini yaparak, bu öğretinin kendi içinde eleştiriyi doğurabilecek üstünlüğe sahip olduğunu göstermek ve Marksizmi kemikleşmiş ortodoks yorumlardan kurtarmaktı. Ancak zamanla Marksizme mesafeli olmaya ve gittikçe Weber'in etkisine girmeye başlamışlardır. Bunda, Sovyetler Birliği'ndeki uygulamaların da etkisi olmuştur.
Okul, daha postmodernizm'in esamesinin okunmadığı erken bir dönemde, düşün dünyasına tüm postmodern tezlere kaynaklık edecek tohumlar atmıştır. Özellikle modernitenin ve modern toplum bağlamında kapitalist toplumun eleştirisi çarpıcıdır ve günümüzde normal karşılanan postmodern söylemin temeli olarak okunabilir. Örneğin moderniteyi aklı araçsallaştırma, aklı dogmalardan kurtarırken aklın kendisini dogmaya çevirmesi bağlamında eleştirmiştir. Yine kültür endüstrisi bağlamında, kapitalist topluma yoğun eleştirilerde bulunmuşlar, kapitalizmin tüm bireyleri birbirine benzeterek bireyi "tek boyutlu" kıldığını iddia etmişlerdir ("bkz. Marcuse"). Yaşayan en büyük temsilcisi aynı zamanda modernitenin bitmemiş bir proje olduğunu belirten Jürgen Habermas'tır.
Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi olarak bilinen ve genelde bir iç eleştiriyle teoriye özgül yorum getirmeye çalışan teorik eğilimli Marksizmin ana akımlarından birisini oluşturur. Okulun Marksizmi edinme biçimleri de eleştireldir. Her şeyden önce Marksizmin ortodoks yorumunda görülen bazı kategorilere önemli itirazlar yapılır ve Marksizmin içinde doğup geliştiği modernizmle bağlantıları sorunsallaştırılır.
Frankfurt Okulu’nun mensupları yazılarını, toplumsal gelişme için alternatif bir yol imkânı oluşturma anlayışı içinde yazmışlardır. Bu bakımdan, sistem eleştirisinin yanı sıra kendi dayandıkları düşünce yapısının geleneksel yaklaşımlarını da eleştiri süzgecinden geçirmeye yönelirler. Ortodoks Marksizm'in dışta bıraktığı kültür ögeleri, altyapı üstyapı ayrımı, bürokrasi ve otoriterlik gibi konular üzerinde önemle durulmuştur. Bolşevik radikalizmin eleştirisi önemli bir başlıktır. Bunların dışında, Okul’un geliştirdiği Marksizm anlayışının genel geçer kabullere müdahale ettiği ve bu nedenle Marksizm içinde oldukça tartışmalı bir konuma sahip olduğu söylenebilir.
Marksizmin, doğası gereği hakikati açıklayan bir anahtar konumda olmadığının ilanı, eleştirel kuramcıları özgül bir Marksist olma konumuna getirir. Böylece klasik Marksizmin birçok kavramının yalnızca yetersiz değil, o kavramların temel dayanaklarının da aşılması gerekliliği ortaya sürülmüş olundu. Eleştirel kuramcılar bu noktada, Marksist olamayan düşünce biçimlerinden yararlanarak Marksizmi teorik düzlemde yeniden varetmek ve geliştirmek yoluna gitmişlerdir. "Negatif diyalektik" (bkz: "Horkheimer, Adorno"), Marksizmin temelini oluşturan diyalektik anlayışın yeniden kurgulanmasıdır. Ayrıca, Tarihsel Materyalizm'in determinist ve pozitivist yorumunun dışında kaldıklarını ve hatta bu yönlü egemen yorumun ciddi bir eleştirisini yaptıklarını belirtmek gerekir.
Okul mensupları altyapı üstyapı kavramlarını bilinen anlamlarıyla kullanmazlar, çünkü kendi yaşadıkları dönemlerde bu alanların giderek daha iç içe geçmekte olduğunu ve kenetlendiğini tespit ederler. Bu, ekonomik ve siyasal alanın daha çok bütünleşmiş olması anlamına gelmektedir. Bu noktada Marksist ekonomi politikten ayrılırlar. Bu yeni durumu açıklayabilmek için Kültür endüstrisi dedikleri yeni bir kavram geliştirmişlerdir. Bu noktada siyaset bilimi, kültürel eleştiri, psikoanaliz, sosyoloji ve diğer disiplinler eleştirel kuramın içinde yer bulurlar. Mülkiyet, iş, işbölümü, bürokrasi, aile, kültürel ağlar, ideolojinin görünür ve görünmez mekanizmaları Frankfurt Okulu'nun başlıca ilgi alanlarıdır.
Frankfurt Okulu'nun müdahaleleri, Marksizmin kendi içinden aşılmasını sağlamamıştır, aksine müdahaleler Marksizmin teorik sınırlarını oldukça zorladığı için ana gövde tarafından sürekli dışlanmış, ancak Okul'un geliştirdiği perspektifler ve kavramsal araçlar, genel olarak 20.yüzyıl düşünce yaşamının gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Kadı (Osmanlı Devleti)
Kadı, Osmanlı Devleti'nde kaza adı verilen yerleşim yerlerine belli bir süre için merkezi yönetim tarafından atamış, görev bölgesindeki şer’i ve idari yargıdan tek başına sorumlu olan ayrıca mülki idare amiri, yerel yönetici ve emniyet müdürlüğü görevlerini yerine getiren bir kamu görevlisidir.
Kadıların doğrudan ve bizzat ilgilendiği konular adli içerikli konulardı. Diğer görevlerdeki işlevleri doğrudan işi yapmak yerine işlemleri denetlemektir. II. Mahmut dönemindeki reformlar sırasında belediye ve güvenlik ile ilgili görevleri, Tanzimat Dönemi'nde ise idari görevleri alınmış ve sadece yargı işleri ile uğraşır olmuşlardır. Kadılık kurumu, 1924 yılında Türk idari ve adli teşkilatından tamamen kaldırılmıştır.
Kadılar, bir hukuk adamı olarak bağımsız ve padişahın mutlak yetkisine sahip vekili idiler. Görev yaptıkları bölgede hiçbir makamdan emir almadan tamamen bağımsız biçimde hareket etmekle birlikte yalnızca padişaha ve Divan’a karşı sorumlu idiler. Şer‘î hukuku uygulamakla yükümlü o |
ldukları için merkezi hükûmet memuru olduğu kadar ahalinin de devlet karşısındaki temsilcisi ve sözcüsü durumunda idiler. Bir olay ve şikayet halinde diğer kadılar tarafından teftiş edilmekteydiler. İncelenmesi gereken yolsuzlukları tahkik ve teftişle görevli toprak kadılığı denen seyyar kadılıklar da mevcuttu.
Kadılık, Osmanlı Devleti'nde belli başlı başına bir meslek olarak görülmüş; medrese tahsili olan ve hukuk bilgisi olan kişiler kadı olmuştur. Osmanlı Devleti’nde ilk kadının Osman Gazi tarafından atandığı bilinir. Başlangıçta kadılar kazaskerlerin merkezi otorite ile yazışmaları sonucu padişah tarafından tayin
edilmekteydi; II. Mehmed'in yönetimi devralmasıyla birlikte tayinlerde yeni düzenlemeler yapılmıştır. Kadı olarak atanacak kişilerde kazaskerlerin teklifi önem kazanmış ve nihayetinde veziriazam tarafından değerlendirilerek kadı olarak atamaların yapılmasına başlanmıştır.
Osmanlı medreselerinde eğitimini tamamladıktan sonra ilim ehli olarak kalmak niyetinde olmayan gençlerin önündeki ikinci seçenek, kadı olarak atanmaktı. Kadı unvanıyla atanmak niyetinde olan adaylar ilk önce padişah huzurunda sınava tabi tutulmaktaydılar. Bu kural 18. yüzyıldan itibaren değişmiş, adaylar kazasker huzurunda sınava alınmışlardır. Sınavı kazanan adaylar, kazaskerlik dairelerinden birine kayıt yaptırmak zorundaydılar.
Adaylar, büyük bir merkezdeki kadı mahkemesinde en az beşer kişi olmak üzere stajyer olarak görevlendirilirdi. Üç-beş yıl staj yaptıktan sonra kadı adayları İstanbul'a gelip bir sene mülazemet (asistanlık) ile vakit geçirir ve daha sonra alt kademedeki kazalardan birinin kadılığına tayin edilirdi. Kadıların tayin, azil ve nakil işlemleri Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri tarafından yapılırdı. Her yeni hükümdarın cülusundan sonra kadıların görevlerinin yeniden tayin ve tasdiki gerekliydi.
Kanuni Sultan Süleyman devrinden sonra Osmanlı Devleti'nde makam sahibi olan kişilerin çocuklarının - medrese mezunu olmasalar bile -kadılık memuriyetine atanmaları sıkça görülen bir durum haline gelmiştir.
Kadılar, görev yaptıkları kaza birimlerinde padişah adına hem mülki amirliği, hem belediye başkanlığı hem de hâkimlik makamını temsil etmekteydiler. Kadıların doğrudan ve bizzat ilgilendiği konular adli içerikli konulardı. Diğer görevlerde doğrudan işi yapmak yerine işlemleri denetleyen bir kişi olarak görev yapmışlardır.
Mevleviye payesine sahip büyük kadılar bir sene, kaza kadıları yirmia ay süre ile atanmıştır. Mahalli halk ile yakınlaşmalarının önlenmesi için sürenin kısa tutulduğu düşünülür.
Kadılar görev yaptıkları yöredeki şer'i mahkemelerde pek çok konuda davaya bakmakla görevliydi; nikah, izdivaç, miras bölüştürme, yetim ve mal-i gâibin muhafazası, vasi tayin ve azli, vasiyetlerin ve vakıfların hükümlerine riayet edilmesinin nezareti, cürüm ve cinayet ve sair bütün davalara şer'i mahkemelerde kadılar bakmakta ve Hanefi mezhebine göre hüküm vermekteydiler. Kadılar davaları camilerde görmekteydi; kendi evini de mahkeme olarak kullanabilmekteydi.
Kadı görev yaptığı bölgede noter olarak da hizmet vermiştir. Noterlik hizmeti kapsamındaki görevleri vakfiye düzenleme, varis atama, alacak verecek senetleri yapmak, yetim mallarının nasıl idare edileceğini belirleme, tapu kayıtlarını düzenlemek, evlenme, boşanma gibi görevlerdir.
Kadının başlıca idari görevleri şunlardı:
Kadıların başlıca beledî görevleri şunlardır:
Geniş bir bölgede bütün davaları göremeyen kadının nâibleri vardı; naibler kadının görevlerini kendi nahiyelerinde yerine getirirlerdi. Şehrin asayişini sağlamakta kadıya subaşı, asesbaşı, kalelerde dizdarlar gibi görevliler yardımcı olurdu. Kadı şehrin imar nizamını mimarbaşı ile birlikte sağlardı. Mahalle imamı, müftüler ve mahkeme kâtipleri de kadılara görevlerinde yardımcı olurdu.
Kadılar hukuki görevlerini yerine getirirken kasıtlı olarak hukuka aykırı bir karar almadıkça ve mülki ve beledi görevlerini sebepsiz olarak ihmal etmedikçe görevden alınmaları veya süreleri dolmadan görev yerlerinin değiştirilmesi söz konusu olmamıştır. Ancak kadılar kendi istekleri doğrultusunda görevlerinden istifa edebilirler ve karşılıklı olarak anlaşmak suretiyle iki kadı kendi aralarında görev yerlerini değiştirebilirlerdi. İstifanın kabuülü ve görevden alınma ancak görevini kötüye kullanma, yolsuzluk olaylarına karışma, bir rahatsızlık sonucu kör, sağır, dilsiz olma gibi belli şartlarda gerçekleşirdi.
Osmanlı Devleti'nin askeri, siyasi ve idari yapılanmasında güç kaybetmeye başlamasıyla meydana gelen çözüllme sürecinde adli teşkilatlanma da olumsuz etkilenmiştir. 19. yüzyılda gerçekleşen sanayi devriminden sonra ucuz ve bol olan mallarını Osmanlı topraklarında satmak isteyen Avrupalı tüccarların Osmanlı halkı ile kurduğu ticari ilişkiler sırasında doğan sıkıntılarını kadıların huzuruna götürmek yerine tüccar heyetlerine başvurmaları sonucu ticaret mahkemeleri kurulmuş ve bu durum kadılık kurumunun sonunu hazırladı. Kadılık mesleğinin gelirinin iyi olmaması ve saygınlığını yitirmesi sonucunda bu mesleğe ilgi azaldı; mahkemelerde medrese mezunu kadılar yerine naipler söz sahibi oldular. Halkın aralarındaki ihtilafları çözmek için maddi yönden ucuz olan ve zaman bakımından tasarruf sağlayan bir yol olarak müftülerden fetva almayı tercih etmesi sonucu gelirleri azalan yargı mensupları rüşvet olaylarına karışmaya başladı; ülkeden yargı mensuplarına karşı güvensizlik arttı.
Kadıların güvenlik ve belediye alanındaki görevleri II. Mahmut dönemindeki reformlar sırasında, idari görevleri Tanzimat döneminde ellerinden alındı. 1879'daki adli düzenlemeler sonucu savcılık kurumu, avukatlık ve noterlik unsurları sisteme dahil edildi. Cumhuriyetin ilanından sonra laik bir sisteme geçildi ve artık ihtiyaç duyulmayan Şer’i mahkemeler tamamen ortadan kaldırıldı. 1924 yılında kabul edilen 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapatılması sonucu kadı yetiştirilebilecek bir eğitim kurumu kalmadı. Bununla birlikte aynı yıl kabul edilen "469 sayılı Mehakimi Şer’iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilâtına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun"’la kadılık kurumu, Türk idari ve adli teşkilatından tamamen kaldırıldı.
Müderris
Müderris, Osmanlı Devleti ve Selçuklular'da devlet ve toplum yapısında günümüz üniversite öğretim üyesine karşılık olarak kullanılan bir kavramdır. Medreselerde eğitim veren öğretim üyeliğinin bugünkü tam karşılığı profesörlük unvanıdır.
Arapçada “ders” masdarından gelen müderris kelimesi, ders veren öğretmen ve ders vermeye yetkili ilim sâhibi kimse mânâsındadır. Târihte, devrin mektep ve medreselerinde eğitim ve öğrenimini tamamlayıp, icâzet (diploma) aldıktan sonra, medreselerde ve câmilerde din ve fen ilimlerini ders vererek öğretenlere müderris adı verilmiş; makâmlarına da müderrislik denilmiştir. Müderris tâbiri daha ziyâde onuncu asırdan sonra yaygınlaşmıştır.
Ali Kuşçu, Molla Gürani ve Akşemseddin Osmanlı'da müderris olarak görev yapmış bulunmakta olan önemli kişilerdir.
16. yüzyıla kadar medreseler arasında en yüksek konum Ayasofya Medresesi'nde idi. 60 akçe ücretli müderrisler burada görev yapıyordu. Bunlara altmışlı deniyordu. Sahn-ı Semân medreselerinde 50 akçe ücretli müderrisler çalışyordu. XVI. yüzyılda Süleymaniye medreseleriyle bu tasnif değişip genişledi. 16. yüzyılında Süleymaniye'nin inşası sırasıyla şu hiyerarşik düzeni oluşturdu: Dar'ulhadis-i Süleymaniye, Süleymaniye, Hamis-i Süleymaniye, Musile-i Süleymaniye, Hareket-i Altmıslı, İbtida-i Altmışlı, Sahn-ı Seman, Musile-i Sahn, Hareket-i Dahil, Ibtida-i Dahil, Hareket-i Haric, Ibtida-i Haric.
C-160 Transall
C-160 Transall, Fransız Aérospatiale ve Alman MBB "(Messerschmitt-Bölkow-Blohm)" firmaları tarafından geliştirilen hafif sınıf bir taktik nakliye uçağıdır.
1959 yılında Fransız ve Batı Alman Hava Kuvvetlerinin hafif sınıf nakliye filosu belkemiğini oluşturan Norad uçaklarının yerini alacak yeni bir nakliye uçağı geliştirilmesi için Alman ve Fransız havacılık firmaları tarafından Transport Allianz (TransAll) adlı bir konsorsiyum oluşturulmuştur. Müşterek yürütülen çalışmalarının ardından üç adet prototip üretilmiş ve ilk prototip uçak 25 Şubat 1963 tarihinde ilk uçuşunu gerçekleştirmiştir.
Kazasker
Kazasker ya da kadıasker, Osmanlı Devleti'nde şeri davalara bakan askeri hakim. Yetkileri arasında kadı, müderris ve din görevlisi atamaları, kadı kararlarını bozma, değiştirme ve yeni kararlar oluşturma gibi maddeler vardır. Yani kadı kararlarına itiraz kazaskerliğe yapılırdı. Yetkilerinin çoğunu 16. yüzyıl'dan itibaren şeyhülislamlığa devretmiştir.
Kazasker Osmanlı devlet yapısında idari bir görev olup, kelime "kadı" ve "asker" kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kazaskerlerin kıyafeti ilmiye kıyafeti olup, bu mesleğin en yüksek mertebelerinden biridir. Kazaskerler Divan-ı Hümayun'un tabiî azasıydı. Şeyhülislamlar divanda bulununcaya kadar divandaki şeri meseleler, kazaskerler tarafından idare edilirdi. Divan toplantılarında veziriazamın sağında vezirler solunda da kazaskerler yer almaktaydı.
Kazaskerlik 1480 yılına kadar Anadolu Kazaskeri olarak tek bir merkezdeydi. Bu tarihten sonra Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri olarak ikiye ayrıldı. Rumeli kazaskeri protokol ve rütbe olarak daha yüksekti. Görevleri divanda şer-i meselelere bakmaktı. Yavuz Sultan Selim'in İran seferinden sonra ise merkezi Diyarbakır olan üçüncü bir kazaskerlik oluşturularak doğu eyaletlerinin kontrolü sağlanmak istenmiştir. Fakat sonrasında bu üçüncü kazaskerlik lağvedildi.
Kazaskerler, 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar müderris ve kadıların tayininde sadrazama arz ve delalette bulunurlardı. Sonraları bu görev şeyhülislamlara verildi. Belirli maaşlı müderris ile kaza kadılarının tayinleri ise yine kazaskere bırakılmıştı.
Kazaskerlerin tayinleri, 17. yüzyıla kadar veziriazamların padişahlara arzı ile yapılırdı. Şeyhülislamlar bu tarihten itibaren vezir-i azamların onayıyla, kazaskerlerin tayinlerini padişaha arz etmeye başladı. Kazaskerlerin görev süreleri iki yıl iken, 17. yüzyıldan sonra bir yıla indirildi. Buna ek olarak, kazasker ol |
an biri aynı makama tekrar tayin edilebilirdi. Kazaskerlik Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar varlığını korudu.
Lösemi
Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür.
Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Böylece kan pıhtılaşmasında rol oynayan plateletler ve savunmada rol oynayan lökositlerin sayısı azalmaya başlar. Bu da lösemi hastalarında zedelenmelerin ve kanamaların yoğun görülmesine, hastaların kolay enfeksiyon kapmasına neden olur. Savunma mekanizması zayıflar. İleri aşamalarda kırmızı kan hücresi eksikliği anemiye, nefes darlığına neden olabilir. Bunun dışında zayıflık ve yorgunluk, ateş, bazı nörolojik semptomlar, dişetlerinde şişkinlik ve kanamalar gibi belirtileri de vardır.
Lösemiler, vücuttaki kan üretim sistemini (lenfatik sistem ve kemik iliği) etkileyen kanserlerdir. Lösemiler akut veya kronik olarak (mikroskoptaki görünüşlerine göre alt gruplara ayrılırlar) ve tümörün yayılım ve gelişim özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Genel olarak, akut lösemiler çocuklarda ortaya çıkarken, kronik lösemiler daha çok yetişkinlerde görülme eğilimindedirler.
Kan kanserinin hücre tipine göre (myeloit, lenfoit gibi) ve hastalığın süresine göre (müzmin ve had) çeşitleri vardır. Bazı tipler daha hızlı ve kötü bir gidiş gösterir. Çocukluk çağında lösemi tipleri diğer kanser tiplerine göre daha sık görülmektedir.
Kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Somatik hücrelerdeki DNA'larda meydana gelen mutasyonlar onkogenlerin aktive olması ya da tümör baskılayıcı genlerin inaktive olmasına neden olur. Böylece hücre ölümünün ve bölünmesinin regülasyonu hasara uğrar. Bu hasara genetik sebeplerin dışında, petrokimyasalların, radyasyonun, kanserojen maddelerin ve bazı virüslerin (örn. HIV) neden olduğu düşünülmektedir.
Akut lösemide, sürekli kan hücresi artışı yaşanmaktadır, ve sonuçta sağlıklı-normal kan hücrelerinden sayıca daha fazla hale gelmektedirler. Bu anormal hücreler diğer organlara da yayılarak, organı fonksiyonlarını yapamaz hale getirebilirler. Akut lösemilerin sınıflandırılması temel olarak olgunlaşmayan hücrelerin tiplerine esas alınarak yapılır:
Kronik lösemi, görünüşte olgun ancak normal olgun kan hücrelerinin yaptıklarını yapamayan kan hücrelerinin aşırı üretimi ile karakterizedir. Kronik lösemi daha yavaş ilerler ve sonuçları daha az dramatiktir. Temel olarak iki alt grubu vardır:
Genel olarak lösemiler tüm kanserlerin %2 sini oluştururlar. Erkeklerde lösemi daha sık gözlenmektedir. Ayrıca beyaz ırkta da daha sıktır. Yetişkinlerde lösemi tanısı konma sıklığı çocuklardan 10 kat daha fazladır ve risk yaşla birlikte artar. Çocuklar arasında ise 4 yaş altında daha sık gözlenir.
Löseminin kısmen de olsa ailevi olabileceğine dair bulgular vardır; özellikle KLL gibi belirli türlerinde, bazı ailelerde yoğunlaşma gözlenmektedir. Belirli genetik hastalıklarda (Down sendromu gibi) da bazı lösemi tiplerinin daha sık gözlendiği bilinmektedir. Bununla birlikte, kesin bir genetik ve ailevi risk henüz saptanmamıştır. Myeloid lösemi olgularında, iyonize edici radyasyona ve benzine (kurşunsuz benzinde bulunur) maruziyetin hastalığın gelişmesinde etkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.
İlerleyici bir seyir gösteren hastalığın belirtileri, anormal (habis) hücrelerin, kan yapıcı organlarda normal hücrelerin yapımını engellemesi sonucunda ortaya çıkar. Normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık,mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Ciltte sık sık çürükler meydana gelir veya kesik oluştuğunda kanama güçlükle durdurulur.
Ayrıca, hastalığın diğer bazı bulguları da habis hücrelerin bazı organları işgal etmesine ve çeşitli kimyevi maddeler salgılamasına bağlanır. Bütün bu hızlı hücre yapım ve yıkımı, kilo kaybı ve terlemeye de yol açar. Hastalarda dalak genellikle büyümüştür ve lenf düğümlerinde de şişlikler tespit edilir. Karında şişkinlik hissi vardır.
Erken döneme ait belirtiler genelde gözden kaçmaktadır, çünkü bu dönemdeki şikayetler nezle veya diğer sık gözlenen hastalık şikayetlerine benzer.Halsizlik, kemik ve eklemlerde ağrılar, baş ağrıları, deride kızarıklıklar, saç dökülmesi gibi.kronik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir.
Öncelikle hastanın şikayetlerinden ve muayene bulgularından şüphelenilmesi gerekir; ve kan testleri ile tanı netleştirilebilir. Daha sonra kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır
Genel olarak, kronik lösemi, akut lösemiden daha yavaş ilerler. KML hastaları tipik olarak 3-5 yıl boyunca normaldirler daha sonra AML benzeri bir tablo meydana gelir.
Şu an için lösemiden korunmanın kesin bir yöntemi bilinmemektedir. Ancak ileriki yıllarda genetik testler, lösemi gelişme riski yüksek kişileri belirlemede kullanılabilir. O döneme kadar lösemi hastalarının birinci derece akrabaları düzenli olarak doktorlarına muayene olmalı ve kan testi yaptırmalıdırlar.
Hastalığın tedavisinde, son yıllarda oldukça önemli adımlar atılmışsa da sebepler bilinemediği için sebebe yönelik tedavi yapılamamaktadır. Günümüzde tatbik edilen tedavilerin temel amacı, habis hücreleri ortadan kaldırmaktır. Tedavi şemaları hastalığın tiplerine ve safhalarına göre değişiklik gösterir. Radyasyon (şua) tedavisi; çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki; bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi), kemik iliği nakli başlıca tedavi şekilleridir. Kemik iliği nakli, kriz (atak) atlatıldığı zamanda kişinin kendi hücrelerinin (ototransplantasyon) veya uygun bir vericinin hücrelerinin (allotransplantasyon) verilmesi ile olabilmektedir. Bu tedavi şekillerine ek olarak birçok yeni metod deneme safhasında olup, müsbet neticeler vermektedir. Hastaların kaybedilmelerinin en önemli sebepleri, aşırı zayıflık, mikrobik hastalıklar, kanama ve işgale bağlı organ yetmezlikleridir.
Tatbik edilen tedavilerle hastalık krizi (atağı) atlatılabilmektedir. Ancak bazen kısa bazen de yıllarca süren aralardan sonra hastalık yeniden ortaya çıkabilmektedir.
North American F-100 Super Sabre
F-100 Super Sabre ("Süper Kılıç"); ilk prototip uçuşu 25 Mayıs 1953’de gerçekleştirilen, North American firması tarafından geliştirilen ve tasarımı F-86 "Sabre"'a dayandırılan bir av-bombardıman uçağıdır. Rus muadili Mikoyan-Gurevich MiG-19'dur
F-100C’lere ilaveten av-bombardıman tipi olan F-100D tipi de geliştirilmiş ve geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Avcı yetenekleri geliştirilmiş, 4 adet AIM-9 havadan havaya füze ile donatılmış ve taktik bombardıman uçağı olarak gövde altında M-61 nükleer bomba taşıyacak duruma getirilmiştir. Ayrıca iki kişilik eğitim tipi olan F-100F de mevcuttur. Her üç tip de THK’da kullanılmıştır. 1953-1959 yılları arasında 2294 adet üretilmiş olup bunun 1274’ü F-100D tipindedir. Bu uçaklarda Pratt & Whitney tarafından F-86’lar için üretilen J47 jet motorlarının geliştirilmiş modeli olan J57’ler kullanılmıştır. “Afterburner”lı olan bu motorlar 10.000lb üzerinde itiş gücü üreten ilk Amerikan turbojetidir. F-100’lerin takma adı “Super Sabre”dır.
1958’den itibaren Türk Hava Kuvvetleri F-100’leri MAP programı dahilinde teslim almaya başladı. İlk gelenler F-100D ve F-100F modelleri olup USAF envanterinden gönderilmiştir. Bu uçaklardan toplam 163 adet teslim alınmıştır. Bunların içinde çok az miktarda Danimarka’dan gelenler de vardır. Bu sevkiyatı 1972 yılından başlamak üzere F-100C’ler izlemiştir. Bunlardan 115 adet gönderilmiştir. Bu uçakların en az beş hava üssü tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Türk F-100’leri Kıbrıs Harekâtı'nda yoğun ve etkili bir şekilde kullanılmıştır. Son THKv F-100’ü 1988’de emekliye ayrılmıştır.
"Türk Hava Kuvvetlerinde F-100 Super Sabre - F-100 Super Sabre in Turkish Air Force". Başara, Levent. Hobbytime, Ankara, 2011.
Pişmiş Kelle
Pişmiş Kelle, 1990 ile 2001 yılları arasında Türkiye'de "Milliyet" gazetesi bünyesinde yayınlanmış mizah dergisi.
70'li ve 80'li yılların çok satan mizah dergisi Gırgır'dan 80'lerin sonlarında yaşanan kopmalarla kurulan Limon ve Hıbır gibi dergilerden sonra 1990'da yine Gırgır'dan ayrılan Engin Ergönültaş tarafından kuruldu. İlk yıllarda kadrosundaki genç karikatüristler sayisinde belli bir satış yakalayabilmişse de, devam eden yıllarda satışların düşmesiyle birlekte kadrosunu yitirmiş, daha önce yayınlanmış eserlerin üst üste yeniden yayınlandığı uzun bir dönem sonunda kapanmıştır. Amatör çizerlere profesyonel çalışma olanağı sunduğu için günümüzün pek çok çizerinin çizerliğe ilk başladığı dergi olması açısından önemli bir dergidir.
Pişmiş Kelle'nin yıllar içinde sürekli değişen kadrosunda dönem dönem pek çok farklı çizer yer almıştır.
Arteriyol
Arteriyoller veya atardamarcıklar arterlerin (atardamar) daha küçük dalları olan ve kendileri de kılcal damarlar diye adlandırılan daha küçük dallara ayrılan kan damarlarıdır.
"Arteriyol" ismi Fransızca, aynı anlamlı, "artériole" sözcüğünden gelmektedir. Arteriyoller, besledikleri dokuların kan akımı içim olan ihtiyaçlarını giderme amacıyla daralma veya genişlemelerini sağlayan kas oluşumunda duvar ve sinirlere sahiptirler.
Uydualıcı
Uydudan gelen numeretik sinyalleri analog sinyale çevirerek televizyona aktaran cihaz. (Eski sitem analog uydu alıcılar, analog sinyal alıp işlemeden anolog olarak TV'ye aktarırdı. Sonradan Dijital Uydualıcıları çıktı). Yeni geliştirilen HDTV(High Definition TV-Yüksek çözünürlüklü TV) yayın formatı ile birlikte, uydudan gelen dijital sinyalleri, artık dijital çıkış |
ile HDTV standartlı tv'lere dijital olarak iletmek olanaklı oldu.2000'li yıllarda teknolojik anlamda çok büyük pazara giren uydu alıcıları halen günümüzde de kullanılmaktadır.
Mobbing
Mobbing ya da bezdiri, bir grup insanın, bir kimseye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yapması.
Latince kökenli sözcük; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamlarına gelir. En iyi ifade eden anlamıyla yıldırma veya iş yerinde psikolojik terör anlamlarıdır. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır. Son dönemde sosyoloji ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda disiplinler arası çalışılan bir konu haline gelmiştir.
Ters Mobbing (Reverse Mobbing), bir astın veya grup olarak astların üstlerine, kendilerine yapılan mobbing sonucunda, kişisel anlaşmazlıklar sonucunda veya politik oyunlar sonucunda kasıtlı olarak psikolojik tacizde bulunarak, işten ayrılmadan ziyade üstün hiyerarşik pozisyonunu bozmayı hedeflediği bir yıldırma eylemidir. Ters mobbingin uygulanmasında en yaygın olara asttan üste; sabote etme, talimatlara uymama, kasti yanlış işlem yapma, asılsız söylentiler çıkarma ve bilgi saklama gibi eylemler gerçekleştirilmektedir.
Latince "mobile vulgus" kelimesinden gelmektedir. İngilizce mob fiili ise saldırmak veya rahatsız etmek anlamlarına gelmektedir.
Mobbing sözcüğü önceleri çocukların birbiriyle olan zorbalık ilişkilerini tanımlamakta kullanılmıştır. İşyerlerinde de 1950-1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar, mobbingin sadece çocuklar arasında yaşanmadığını ortaya koymuştur.
Mobbing duygusal bir saldırıdır. Yaş, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelen saldırganlıktır. Kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla kasıtlı olarak yapılır. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlar. İşveren ima ve alayla, karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeye yönelik saldırgan bir ortam yaratarak kişiyi işten ayrılmaya zorlar.
Bir araştırmaya göre mobbing, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda, okullarda ve sağlık sektöründe daha yaygındır. Yüksek işsizlik oranları ve dolayısıyla çalışanın değersiz görülmesi mobbingin artmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak her işyerinde ve her türlü kuruluşta rastlanabilir. Organizasyon bozukluğunun daha fazla olduğu işyerlerinde, disiplin getirmek, verimliliği artırmak, refleksleri koşullandırma (askeri disiplin) öne sürülerek yapılmakta ve meşrulaştırılmaktadır.
Psikolog Michael H. Harrison, yakın zamanda ABD’de 9.000 kamu çalışanı üzerinde yapılan araştırmada, kadın çalışanların % 42’sinin, erkek çalışanların ise % 15’inin son iki yılda zorbalığa uğradığını, bunun kayıp zaman ve verimlilik açısından 180 milyon dolara mal olduğunun hesaplandığını belirtiyor. Leymann İsveç’te intiharların % 15’inin mobbing kaynaklı olduğunu söylüyor.
Ek olarak mobbing uygulayanın kötü kişiliği ve patron olarak bunu hak olarak görmesi, şişirilmiş benmerkezcilik, narsist kişilik, çocukluk travmaları da sayılabilir. Bodsky, Taciz Edilmiş Çalışan adlı kitabında, "“taciz ya da rahatsız etme, insanların kendilerini ayrı tutma ve ayrıcalıklarını koruma için kurulu bir işleyiş olmadığı zaman başvurdukları bir yoldur”" şeklinde tanımlamaktadır.
Araştırmalara göre mobbing uygulayan amirlere bu konuda en büyük desteği nevrotik, korkak ve iktidar hırsı olan kişilerin verdiği görülmüştür.
Mobbing, işin akışına ya da bir davranışa ilişkin bir anlaşmazlıkla başlar. Daha sonra zorbanın saldırgan eylemleriyle devam eder, saldırganlığa zorbanın dışında yönetim veya iş arkadaşları da katılabilir. Bir sonraki aşamada kurban, sorunun kaynağı, problemli ya da akıl hastası olarak damgalanır. Süreç, işe son verilmesi ya da kişinin ayrılması ile sonuçlanır. Bu sonuç, çoğunlukla mobbingin bitmesi anlamına gelmez, çünkü benzer bir iş kolunda çalışmak zorunda olan kişi kötü huylu, asi ya da işten anlamaz olarak damgalanarak referansları kirlenmiş olur.
yönetimin desteklemesi
Mobbing insanın mesleki bütünlük ve benlik duygusunu zedeler, kişinin kendine yönelik kuşkusunu artırır, paranoyaya ve kafa karışıklığına neden olur, kurban kendine güven duygusunu yitirir, kendisini yalıtabilir, huzursuzluk, korku, utanç, öfke ve endişe duyguları yaşar. Mobbing, ağlama, uyku bozuklukları, depresyon, yüksek tansiyon, panik atak, kalp krizine kadar giden sağlık sorunları ve travma sonrası stres bozukluğu yaratabilir.
Western Washington Üniversitesi profesörlerinden sosyal psikolog Gary Namie'ye göre, zorbalık kurbanlarının % 41’i bunalıma giriyor, kadınların % 31’i, erkeklerin % 21’i Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD) teşhisiyle bir kez daha işyerine dönemeyerek çalışamaz oluyor. Tam anlamıyla çalışanın kuruma ve topluma olan katkısı sıfırlanıyor.
Mobbing kurbanlarına, yeni bir iş araması, yardım alması, kendini yalıtmaması, özgüvenini geliştirmesi, olasılıkları hatırlaması, yaraları sarmaya çalışması, yasal işlem yapması ve sendikaya başvurması önerilmektedir.
Mobbingin psikolojik bir saldırı olduğu düşünülürse psikolojik savunma yöntemleri geliştirmek büyük önem taşımaktadır. Böylece alınan yaranın derinleşmesi önlenebilir ve kişi, iş yaşamının dışına atılmaktan kendini kurtarabilir.
Durdurmak ya da engellemekten önce sorunun varlığını anlamak gerekir. Konu, Türkiye’de ne yasal olarak tanımlanmış ne de bilinen bir olgu haline gelebilmiştir. Sınırlı sayıda insan kaynakları uzmanı ve sayılı psikologun dışında ne sendikalar ne de çalışma bakanlığı böyle bir sorunu gündemine almamıştır. Bu durumda sendikaya danışıldığında ya sorun anlaşılmayacak ya da işyerlerinin doğal bir süreci olarak görülecektir. Çünkü yaygın işsizlik ortamında başka birinin çalıştırılmak istenmesi mümkündür ve sırf bu nedenle bu tip davranışlar sergileniyor olabilir. Mobbing aslında sıkça karşılaşılan "yıldırma" kavramından çok uzak gibi görünmese de, yıldırma olgusu genel kabul görmüş ve engellenmesi için çalışılmayan bir konu olduğu için, hem olayın psikolojik boyutlarının hem de korunma ve önlemlerin öne çıkarılması açısında mobbing kullanılmaktadır.
Mobbing genellikle bir inkar ve görmezden gelme mekanizmasıyla işlediğinden, mücadelenin hukuki boyuta taşınması gerekebilir. Dava açılmadan önce gerçekleştirilen girişimler mobbingi bir bütün olarak durdurmuyorsa da hukuki yollara başvurmak için gereken delillerin toplanmasına yardımcı olur. Mobbing için başvurulabilecek hukuki yollar çalışanın statüsüne göre farklılıklar gösterebilir. Mobbing genellikle işçi ve işveren arasında ortaya çıkan bir iş hukuku problemi olarak kabul edilse de Devlet memurları ve diğer kamu çalışanlarına uygulanan sistematik psikolojik taciz de mobbing kapsamda değerlendirilebilir. Gerek işçi statüsünde gerekse kamu personeli olarak çalışan mobbing mağdurları, uğradıkları psikolojik şiddetin tespiti ve (varsa maddi) manevi zararlarının tazmini için dava açabilirler.
Mobbing, kanunlarda açıkça suç olarak tanımlanmamış olsa da mobbing amacıyla gerçekleştirilen bazı fiillerin cezalandırılması için adli mercilere başvurmak mümkündür. Örneğin mobbing bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması, kamu görevlisine (psikolojik) işkence uygulanması, özel hayatın gizliliğini ihlal edilmesi (soyunma odasının kamerayla izlenmesi) ve cinsel taciz şeklinde gerçekleşmişse bu eylemlerin ceza kanunlarında yaptırımları mevcuttur. Diğer yandan "İşyerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenmesi Hakkındaki Başbakanlık Genelgesi", mobbingin gerek kamuda gerekse özel sektörde mücadele edilmesi ve önlem alınması gereken bir çalışma hayatı sorunu olduğunu ortaya koymuştur.
Anayasa da belirtilen maddeler;
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu
657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu
"Şikayet ve müracaatlara ilişkin Devlet Memurlarının Şikayet ve Müracaatları Hakkında Yönetmelik de bulunmaktadır."
Kılcal damar
Kılcal damar veya kapiler vücuttaki en küçük kan damarlarına verilen isimdir. Büyüklükleri yaklaşık 5-10 μm'dir (çapları 0,007 mm ile 0,150 mm arasında değişir). Atardamarlar ile toplardamarları birleştiren kılcal damarlar, dokularla etkileşimi en yoğun olan kan damarlarıdır. Kılcal damar duvarları tek bir hücre tabakasından (endotel) oluşur. Bu tabaka öyle incedir ki oksijen, su ve lipitler gibi moleküller difüzyon ile bu tabakadan geçip dokulara girebilirler. Karbondioksit ve üre gibi zararlı ve atık maddeler de difüzyon ile kılcal damar içindeki kana dağılırlar. Belirli bazı sitokinlerin salınımıyla kılcal damarların geçirgenliği (permeabilite) daha da arttırılabilir.
Ortalama bir insan vücudundaki kılcal damarların toplam uzunluğu yaklaşık 40.000 km'dir. Atar damarlarla toplar damarları birbirine bağlayan, tek sıralı epitel dokudan oluşmuş ince damarlardır. Kan ile doku hücreleri arasındaki madde alışverişini sağlarlar ve kan akışı yavaştır.
Kılcal damarların içerisinde dolaşım hızı ve basıncı düşüktür. Doku hücreleri ile temas halinde olması nedeniyle dokular arası beslenmede büyük önem taşımaktadır. Derinin kızarması veya solmasının nedeni kılcal damarların genişlemesi veya büzülmesi neden olmaktadır. Geçirgenlikleri bozulduğu zaman, doku aralığındaki kanın sıvı kısmına doluşarak ödem oluştururlar. Dayanıklılık bozukluğu sonrası olan yırtımalarda, purpura denilen deride kanama noktaları oluşmaya başlar.
Kılcal damarlar genişlediğinde dokular daha fazla kan toplar ve atardamar ile toplardamardaki kan oranı düşer, diğer bir deyişle tansiyon düşümü olayı meydana gelir. Kılcal damarlar kasıldığındaysa, dokulardaki kan büyük olan damarlara gönderilir ve atardamar ile toplardamarların basıncı artar.
Venül
Venül veya toplardamarcık, kılcal damarlar ile venler (toplardamar) arasında bulunan kan dallarıdır ve kılcal damarlardan venlere oksijenlenmemiş kan taşırlar.
Toplardamar
Venler veya toplardamarlar kanı kalbe taşıyan kan damarlarıdır. Venler dolaşım sisteminin bir b |
ölümünü oluştururlar. Oksijen bakımından fakir, metabolizma artıklarını taşıyan, kirli kanın kalbe dönüşünü sağlayan damardır. Derinde bulunan toplardamarlar, kasların arasından geçer. Bu damarlar ve yüzeysel toplardamarlar arasında köprüler bulunmaktadır. Bu oluşumda dolaşımın en fazla zorlandığı bölge bacaklardır.
Toplardamarların genişlemesi, uzaması veya herhangi bir nedenden dolayı tıkanması birer hastalık sebebi olarak sıralanabilir. Tıkanma; pıhtı veya iltihap gibi nedenlerden oluşabildiği (tromboflebit hastalığı) gibi, ur gibi bir oluşumla dışarıdan bir baskı nedeniyle de görülebilir. Genişleme ve uzama; bacak, yemek borusu, erkekte üreme kordonu ve makattaki toplardamarlarda oluşabilir. Bunlara genelce varis denmektedir. Ayrıca toplardamarların içerisinde kanın geriye kaçmasını önleyen kapakçıklar bulunmaktadır.
Ayakta duran bir insanda bacaklardaki toplardamar basıncı en yüksek seviyededir, bacak yukarı kaldırıldığında ise en düşük seviyeye ulaşır. Normal bir durumda, yürümekte olan birisinde basınç başlangıçta hafif bir yükselmeden sonra hemen düşer. Hareket hâli de toplardamarların boşalmasında önemli bir etkendir.
Dolaşım sistemi
Dolaşım sistemi veya kardiyovasküler sistem maddelerin vücuttaki dolaşımını sağlayan organ sistemidir.
Dolaşım sistemine sahip olmayan canlılara örnek olarak yassı solucan (Platyhelminthes filumu) verilebilir. Bu canlının vücut boşluğunda herhangi bir kaplayıcı tabaka veya sıvı bulunmamaktadır. Sindirim sistemine açılan bir ağza sahiptirler.
Bu tip dolaşım sistemi yumuşakçalar ve eklembacaklılar gibi omurgasızların büyük bir kısmında görülür. Bu canlılarda hemosöl olarak adlandırılan vücut boşluklarında dolaşım sıvısı organları doğrudan sarar (yıkar) ve kan (dolaşım sıvısı) ile interstisyel sıvı (doku sıvısı) arasında ayrışma yoktur. Bu birleşik sıvıya "hemolenf" denir. Hayvan hareket ederken oluşan kas hareketleri hemolenf hareketini sağlar fakat sıvı akışını bir bölümden diğerine yönlendirilmesi kısıtlıdır. Kalp gevşediğinde kan açık gözenekler (por) aracılığıyla kalbe döner.
Hemolenf vücudun içini (hemosöl) tamamen kapsar ve tüm hücreleri sarar. Hemolenf su, inorganik tuzlar ve organik bileşiklerden oluşur. Birincil oksijen taşıyıcı molekül ise hemosiyanindir. Kılcal kan damarları bulunmaz.
Ayrıca, hemosit olarak adlandırılan hücreler vardır ki bunlar hemolenfte bağımsız bir şekilde gezer ve antropod bağışıklık sisteminde rol alırlar. Kanın damarlardan geçerek vücut boşluğuna aktıktan sonra toplanarak kalbe dönmesidir. Açık dolaşım derisi dikenlilerde (deniz kestanesi,deniz yıldızı vb.), eklem bacaklılarda (örümcek, arı, sinek vb.) ve yumuşakçalarda (deniz anası, istiridye, midye vb.) görülür.
Kapalı dolaşım sisteminin ana yapıları kalp, kan ve kan damarlarıdır.
Tüm omurgalıların ve halkalı solucanlar (Annelida filumu) ile kafadanbacaklıların (Cephalopoda sınıfı) dolaşım sistemleri "kapalı"dır; yani kan, kan damarlarından oluşan sistemden çıkmaz - bu damarlar sisteminin içinde dolaşır. Kan damarları arter (atardamar), kılcal damar (kapiler) ve venlerden (toplardamar) oluşur. Arterler oksijenlenmiş kanı dokulara taşırken, venler oksijenlenmemiş kanı geri kalbe taşır . Kan arterlerden venlere kılcal damarlar yoluyla geçer ki kılcal damarlar en ince ve en çok sayıdaki kan damarlarıdır . Kan damarları genişleyerek (vazodilasyon) veya daralarak (vazokonstriksiyon) kanın gerekli bölgelere yönlendirilmesini sağlayabilir. Örneğin, yoğun egzersiz sırasında kan bağırsaklardan, o anda yoğun bir şekilde besin ve oksijene ihtiyaç duyan iskelet kaslarına yönlendirilebilir.
Memelilerin dolaşım sistemlerinde kan bir tam dolaşımda kalpten iki kez geçer. "Pulmoner dolaşım" yani "küçük dolaşım", kanı kalp ile akciğer arasında taşır; "sistemik dolaşım" yani "büyük dolaşım" da kanı kalp ile vücudun diğer bölümleri arasında taşır.
Balıkların dolaşım sistemlerinde ise kan bir tam dolaşımda kalpten bir kez geçer. Kan kalpten solungaçlara pompalanır ve sonra doğrudan vücudun kalanına akar. Kan solungaçları terk ettikten sonra basıncı büyük oranda düşer; bu nedenle, memelerin dolaşım sistemine oranla, hayatî organlara kan akışı hem daha yavaş hem de daha az basınçlıdır. Bu tip bir dolaşım sistemi memelilere uygun değildir, zira bu kadar düşük basınçta böbrekler etkili biçimde çalışamaz.Kısacası kanın kalp ve damarlar sistemiyle çalışmasıdır.Kapalı dolaşım ilk kez toprak solucanında görülmüştür.Omurgalıların tamamında kapalı dolaşım vardır.Balıklarda kalp 2 odacıklıdır vücutlarında kirli kan dolaşır.Kurbağada kalp 3 odacıklıdır vücutlarında kirli kan dolaşır.Sürüngenlerde kalp 3 odacıklıdır ve kalp karıncığında yarım perde vardır.Timsahlarda perde tamdır, kirli ve temiz kan panizza adı verilen bir kanalda karışır.
Daha ilkel canlılardaki dolaşımın tipik örneği, süngerlerdeki ve sölenterelerdeki dolaşımdır. Bu canlıların içinde yaşadıkları su, beden çeperindeki deliklerden orta boşluğa doğru çekilir. Suyun akışı kirpikçiklerin düzenli hareketleriyle sürdürülür ve suyun "boşaltım deliği" (osculum) adı verilen delikten yukarı doğru dolaşımı sağlanır. Bu tür dolaşım, beden hücrelerinin içinde yüzdükleri sıvının oksijen ve besin maddelerinin tükenmeyeceği bir biçimde yeniden dolmasını sağlar.
Daha yüksek derecede gelişmiş canlılarda, sözgelimi yosun hayvanlarında, iplikkurtlarında ve tekerlekli-kurtlarda, sıvılar ilkel orta boşluk (psödosölom) içinde, genellikle beden hareketleriyle hareket ettirilir. Bazı ilkel yumuşakçalarda, orta boşluk, gerçek kalbin bir ön taslağı sayılabilecek kalp zarı boşluğu olarak işlev görür. Bu boşluk kanallar aracılığıyla üreme bezlerine ve böbreklere bağlıdır.
Eklem bacaklıların çoğunda, tulumlularda ve birçok yumuşakçada, hemolenfi (ilkel kan), edimsel damarların ve özelleşmiş bir dolaşım organı olan hemosölün içine pompalayan, gelişmiş bir kalp vardır. Bu canlılarda hemolenf, doku boşluklarına geçip, sonra genişlemiş boşlukların (sinüsler) içinden kalbe döner.
Bu tür gelişmenin son aşaması, derisidikenliler, sülükler, solucanlar, çokkıllılar ve yumuşakçalarda görülen kapalı dolaşım sistemidir. Kapalı dolaşım sistemlerinde, taşınma ortamı, omurgasızlardakİ hemolenf gibi, tam bir kapalı devre oluşturan özelleşmiş damarlarla sınırlıdır.
Omurgasızların kalpleri, sağımsal hareketlerle iş gören basit damarlardan, kasılıcı kasları bulunan, kendi boşlukları içinde basınç yaratan gerçek kalplere kadar değişir. Omurgasızların bile, dolaşım sistemleri üstünde önemli ölçüde bir denetimleri vardır; bu sistemlerdeki basınç ve sıvı akışı ölçümleri, harekete, çevre ısısına, vb. etkilere oldukça büyük bir uyum olduğunu ortaya koymaktadır.
Omurgalılar kapalı bir dolaşım sistemleri bulunmasıyla ayırt edilirler; bu sistemlerin en gelişmiş olanı,insanın temsil ettiği yüksek derecede gelişmiş primatlardadır. Omurgalılardaki kapalı sistemler, öbekten öbeğe önemli ölçüde değişir; bazıları, tek bir sistem halinde birleşmiş solunum organlarıyla ve genel beden dokularıyla bir düzenlenmiştir. Daha ileri omurgalılarda, kan kalpten çift geçiş yapar; birinci geçişte kanı solunum organlarına (solungaçlara ya da akciğerlere), ikincisinde de bedenin öbür dokularına taşır. Omurgalıların çoğunluğunda, klorokruorinler (demirli porfirinle bileşmiş bir pigment), hemoeritrinler (demirli,ama porfirinle bileşmiş olmayan pigment) ya da hemosiyanin (bakırlı bir solunum pigmenti) içeren dolaşım sıvıları bulunur. Bütün bu pigmentler, dolaşımdaki sıvının oksijen taşıma yeteneğini artırır. Çok ender istisnalar bir yana, omurgalılarda kan, son derece etkili bir oksijen taşıma aracısı olan ve bir proteine (globin) bağlı bir demir-porfirinden(heme) oluşan hemoglobin içerir.Bazı omurgasızlarda da hemoglobin bulunmakla birlikte,bu hemoglobin genellikle dolaşım ya da sölom sıvısında çözünmüş durumdadır. Yüksek derecede gelişmiş omurgasızlarda (derisi-dikenliler ve daha yüksek omurgasızlar) hemoglobin, özel kan hücreleri içinde bulunur. Omurgalılarınsa tümünde, bu tür hücreler içinde hemoglobin vardır.
Balıklarda solungaç bulunduğu halde dolaşım bu genel yapıya uyar.
Yuvarlakağızlılarda ve kelebeklerde kalp, kanı solungaçlara iter; sonra, sırt aortu aracılığıyla bedenin geri kalan bölümlerine dağıtır. Bu ilkel hayvanlarda bile başlıca kan damarları üstünde nispeten ilerlemiş bir denetim vardır ve kalp verimi, egzersizin getirdiği gereksinmelere göre ayarlanır.Bazı ilkel omurgalılarda (keskisolungaçlılar ve yuvarlakağızlılar) kalbin içinde, yeniden dolmasına yardım eden bir negatif basınç oluşur. Kemikli balıklarda bu tür bir doluş desteği bulunmaz. Bazı yuvarlakağızlılarda, sıvıyı yarı açık boşluklara (sinüsler) hareket ettirmeye yardımcı ikincil kalpler bulunur.
İkiyaşayışlılarda ve sürüngenlerde, kalp üç odacıklıdır ama akış düzeni, kalbin iki ayrı pompa gibi etkili işlev görmesine olanak sağlar.
İnsan kalbi, yaşamı boyunca çalışır ancak ölünce durur. Kalp atışının 2 ya da 4 dakikadan uzun süre durması, kalıcı beyin yıkımına yol açar. Kalbin kendi kasına kan sağlaması da sürekli çalışmasına bağlıdır; birkaç dakikadan uzun süre kan kesilirse, kalp kası çok fazla zarar görüp, bir daha çalışmayacak biçimde durur. İnsanda dolaşım sistemi, iki büyük dolaşım, akciğer dolaşımı (küçük dolaşım) ve büyük (sistemik) dolaşım, biçiminde örgütlenmiştir. Her dolaşımın kendi pompası vardır. Her iki pompa, tek bir organ halinde bütünleşmiştir. Beden dokularından dönen kan, superior vena kava ve inferior vena kava ile kalbin sağ yanının üstodacığı olan sağ kulakçığa (sağ atrium) dökülür. Bu odacığın kasları kasılınca, kanı kalbin sağ yanının büyük pompa odacığı olan sağ karıncığa (sağ ventrikül) geçmeye zorlar ki bu da kasılınca, kanı akciğer atardamarına gönderir, kan buradan akciğerdeki damarlara taşınır. Bu akciğer damarları içinde kan, havadan çok ince zarlarla ayrılmış bir durumdadır. Burada basit yayınma aracılığıyla oksijen kana girer, karbondioksitse kandan geçer ve ayrılır. Ardından bu temizlenmiş ve tazelenmiş kan, sol kulakçığa (sol atrium) geçer. Sol kulakçıktan kan, sol karıncığa (sol ventrikül) geçe |
r. Sol karıncığın kas çeperi çok güçlüdür ve kasıldığı zaman kanı oldukça büyük bir basınçla, aort adı verilen büyük atardamar aracılığıyla, büyük dolaşıma iter. Sol karıncığın kasılma güçleri tarafından aort içinde oluşturulan basınç, kanı bedenin bütün dokularına, gereksinimlerini karşılayacak miktarda götürmeye yetecek büyüklüktedir.
Aortun, kanı bedenin değişik bölümlerine taşıyan birçok kolu vardır. Bu kolların da tümü daha küçük kollara ayrılır; bu daha küçük kollar da, sonunda milyonlarca küçük kan damarı ortaya çıkacak biçiminde kollara ayrılmayı sürdürür. Dolaşımın en küçük atardamarlarına atardamarcık adı verilir.
Genel olarak kanın akışı,sıvıların akış yasalarını izler. Temel yasa,aşağıdaki denklemle gösterilir:
Kalp-damar fizyolojisinde, akış değeri olarak genellikle kalp verimi alınır; basınç, ortalama atardamar basıncıdır; dirençse, küçük kan damarının içindeki,özellikle de atardamarcıklar içindeki akış dirençtir. Daha ayrıntılı bir biçimde, ağdalı sıvıların esnek olmayan borular içinden akışına uygulanan denklem, Poiseuille denklemi diye adlandırılır. Bu denklemle kan akışı, kabaca tanımlanabilir. Bununla birlikte, söz konusu denklem, akışkanın Newton tanımına uyan gerçek bir akışkan olduğunu kabul eder; oysa kan böyle bir akışkan değildir; denklem aynı zamanda boruların katı olduğunu varsayar; oysa kan damarlarının çeperleri katı değildir; ayrıca denklem akışkanın ağdalılığının değişmez olduğunu kabul eder; oysa kanın ağdalılığı değişmez değildir. Gene de, kan akışının denetimi konusunda yaklaşık da olsa bilgi edinmek bakımından, Poiseuiile denklemi yararlıdır.
Kanın büyük ve orta büyüklükteki akışı,nabızla yansır. Nabız kılcaldamarların atardamar uçlarında söner ve zor fark edilecek bir duruma gelir.Fizyologlar, kan damarları içindeki akışı ve basınç vurusunun iletimini tanımlayan ayrıntılı kuramlar geliştirmişlerdir ve dirençli öğelerin, özellikle de atardamarcıkların etkisi çok iyi anlaşılmıştır.
Basınç-akış ilişkisi, kan dolaşımı denetiminin temelini oluşturur. Dolaşımın bütün denetimi, kalp kası ya da atardamarcık düz kası tarafından sağlanır. Kalp verimi,öncelikle kalp hızıyla, atardamar basıncı kalp verimiyle ve çevresel dirençle, yerel doku ağları içinden kanın akışıyla, atardamar kasılması ya da gevşemesiyle denetlenir.
Kalp kası ve dolaşım sisteminin düz kasları,beynin soğaniliğinde bulunan kalp damar merkezlerinden çıkan sinirler tarafından denetlenir.
M.Ö. 4. yüzyılda, kalbin kapakçıkları Hippokrat okuluna bağlı bir hekim tarafından keşfedilmiştir. Fakat, kapakçıkların görevi o dönemlerde anlaşılamamıştır. Ölümden sonra, kan venlerde (toplardamar) toplandığından, arterler (atardamar) boş görünür. Bu nedenle antik anatomistler bu damarların hava ile dolu olduğunu düşünmüş ve bu damarların hava dağıtma görevine sahip olduğu kanısına varmışlardı.
Herofilus venler ile arterleri ayırsa da, nabzın doğrudan arterlerin bir özelliği olduğu düşünmüştür. Erasistratus yaşam sırasında kesildiklerinde arterlerin kanadığını gözlemlemiştir. Buradan da arterlerden kaçan (çıkan) havanın yerini kanın, venler ile arterler arasındaki küçük damarlar aracılığıyla, doldurduğunu düşünmüştür. Böylece kan akışını ters olarak düşünse de, ilk kez kılcal damar fikrini ortaya atmıştır.
M.S. 2. yüzyılda Yunan hekim Galen kan damarlarının kan taşıdığını bilmekteydi ve venöz (koyu kırmızı) ve arteriyel (açık kırmızı ve daha duru) kanı tanımlamış, görevlerinin farklı ve ayrı olduğunu belirtmişti. Büyüme ve enerji, karaciğerde kilüsten oluştuğuna inandığı venöz kanın özellikleriyken, arteriyel kan kalpten gelmekteydi ve hava içerdiği için canlılık vermekteydi. Kan oluştuğu (yaratıldığı/üretildiği) yerlerden vücudun tüm bölümlerine akar ve buralarda tüketilirdi. Kalbe veya karaciğere giden kanın geri dönüşü yoktu. Kalp kanı pompalamadığı gibi, kalbin hareketi diyastol sırasında kanı emmekteydi ve kan arterlerin (kendi) nabızları sayesinde hareket etmekteydi. Ayrıca, Galen arteriyel kanın, venöz kanın sol karıncıktan sağa 'gözenekler' yardımıyla geçmesi ve havanın da akciğerlerden pulmoner arter yoluyla kalbin sol tarafına geçmesi sonucu oluştuğunu düşünmekteydi. Arteriyel kan oluştuğu sırada 'isli' (duman rengi) buharların oluştuğunu ve bunların yine pulmoner arter yardımıyla, dışarı verilmesi için, akciğerlere geçtiğini de düşünmüştür.
İbn Nefis, 1242'de, insan vücudundaki kan dolaşımını doğru biçimde tanımlayan ilk kişidir. Anatomik bilgisi doğrultusunda el-Nefis pulmoner dolaşım konusunda şöyle bir çıkarımda bulunmuştur:
Bunun dışında kalbin ihtiyaç duyduğu oksijen ve besinleri koroner arterler yoluyla aldığı yönünde bir önerme de ortaya atmıştır.
1552'de ise Michael Servetus aynı tanımı yaptı ve Realdo Colombo da bunu kanıtladı. Yine de tüm bu sonuçlar genel olarak yaygın biçimde kabul edilmemişti.
Sonunda, Hieronymus Fabricius'un öğrencilerinden biri olan William Haryvey bazı deneylerden sonra 1628'de insan dolaşım sistemini keşfettiğini duyurdu ve bu konuda etkili bir kitap (Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus) yayımladı. Bu çalışma zamanla tıp dünyasına doğru anlayışı kabul ettirdi. Harvey arterler ile venleri bağlayan kılcal damar sistemini tanımlayamamıştı; bunlar daha sonra Marcello Malpighi tarafından tanımlanmıştır.
Hagop Balyan
Hagop Balyan ya da Agop Balyan (1837-1875) Osmanlı döneminde birçok mimari esere imzasını atmış olan Balyan ailesinden bir mimardır.
Garabet Amira Balyan'ın oğlu ve Sarkis Balyan'ın kardeşidir. Paris'teki Sainte-Barbe Koleji'nin mimarlık bölümünden mezun oldu. Babasının ölümünden sonra kardeşi Sarkis Balyan'la birlikte çalıştı. Kardeşiyle aralarındaki işbölümü tam olarak bilinmediği için birlikte yaptıkları eserlerden hangilerinin Hagop Balyan'a atfedilebileceği kesin olarak bilinmemektedir. Birlikte yaptıkları projelerde Sarkis Balyan'ın daha ziyade muhasebe ve müşteri ilişkilerini yürüttüğü, Hagop Balyan'ın ise tasarım ve çizimle uğraştığı düşünülmektedir. Sarkis Balyan çok daha göze göründüğü için ismi daha iyi bilinmektedir.
Simon Balyan
Simon Balyan (1846-1894), Osmanlı döneminde birçok mimari esere imzasını atan Balyan ailesinden bir mimardir.
Garabet Amira Balyan'ın oğludur. Kardeşleri Sarkis Balyan ve Hagop Balyan'la birlikte çalışmıştır. Mimarlık eğitimini Avrupa'da bir okulda tamamladığı bilinmektedir. Maçka Silahhanesi, Maçka Karakolu ve Yıldız Köşkü'nün tasarımlarına katılmıştır. Balyan ailesinin üstlendiği mimarlık projelerini suluboyayla resimlemiştir.
Levon Bey Balyan
Levon Bey Balyan (1855-?) Osmanlı döneminde birçok mimari esere imzasını atan Balyan ailesinin son kuşağından bir mimardır.
Nigoğos Balyan'ın oğludur. Paris'teki "Collège Sainte-Barbe de Paris" (1869) ve "École des Beaux-Arts" okullarında okuduğu bilinmektedir.
Benzen
Benzen, aren veya aromatik hidrokarbonlar olarak adlandırılan organik bileşikler sınıfının en basit üyesidir. Renksiz, alevlenebilen, kaynama noktası 80,1 °C, erime noktası 5,5 °C olan bir sıvıdır. Moleküler formülü CH'dır. Benzen, endüstriyel bakımdan kıymetli olduğu gibi yapısı bakımından da kimya çalışmalarında önemlidir. Kan hücrelerini öldürme etkisi olduğundan kanser yapan bileşikler arasına girer. Eskiden balina yağının ısı etkisiyle bozunmasından elde edilen gaz, basınçla evlere gönderilir ve aydınlatmada kullanılırdı. Bu gazdan yağımsı bir kısım kalırdı. Benzen, 1825 yılında Michael Faraday tarafından bu yağımsı kısımda keşfedildi. Yaklaşık sekiz sene sonra başka araştırmacılar aynı maddeyi benzoik asidin kireçle oksidasyonundan elde ettiler. 1845'te August Wilhelm von Hofmann benzen diye adlandırdığı aynı maddeyi elde etmek için kömür katranı kullandı.
Benzen, karbon atomlarının düzlemde düzgün altıgen şeklinde dizilmesinden meydana gelen bir yapıya sahiptir. Karbonlar arasında mesafe 1397 angströmdür. Köşelerde bulunan her karbon atomuna bir hidrojen atomu bağlıdır. Ayrıca değişik konformasyon yapılarında bulunabilir. Uzaysal olarak şekli düzlemsel şekline oranla oldukça farklıdır
Benzenin yapısının kimyasal tepkimelere ne şekilde bir tepki gösterdiği üzerine yapılan çalışmaların, organik kimya teorilerinin gelişmesinde önemi büyük olmuştur. Hidrojen atomlarının karbon atomlarına oranının böyle düşük olduğu bir bileşikten umulan katılma tepkimeleri benzende olmaz. Benzenin gösterdiği tipik tepkimelerden biri, substitüsyon tepkimeleridir. Bu tepkime bir aktif grubun benzendeki bir hidrojeni çıkarıp onun yerine geçmesi şeklinde gerçekleşir. Bu davranışı izah etmek altı elektronun (benzende varmış gibi gösterilen 3 tane çifte bağdan ileri gelen) belli karbonlarda değil bütün benzen karbonlarına dağılmış olduğunu düşünmekle mümkün olur. Elektronların böyle dağılmış olması (belli karbonlarda olmaması) molekülün kararlı olmasını sağlar ve yine bu molekülün fiziksel ve kimyasal özelliklerini belirler.
Benzenin sübstitüsyon (yer değiştirme) tepkimeleri oldukça önemlidir. Çünkü, aromatik bileşiklerin pek çoğu bu tepkimelerle oluşturulur. İkinci Dünya Savaşı'ndan önce benzenin önemli kaynağı maden kömüründen elde edilen katran idi. İkinci Dünya Savaşı sırasında benzen ve bununla ilgili aromatik hidrokarbonlara (toluen, ksilen vb.) duyulan büyük ihtiyaç sebebiyle başka kaynaklar aranmaya başlandı. Bugün Amerika'da üretilen benzenin % 75'i petrolden olup, toluenin (CH-CH) veya toluen içeren petrolün dealkilizasyonu işlemi ile yapılmaktadır. Bu işlem hidrojen kullanmayı, yüksek sıcaklığı, basıncı ve bir de katalizörü gerektirmektedir. İkinci bir metot naftence zengin petrolün yüksek sıcaklık ve basınçta dehidrojenlenmesidir. Benzen, fenol'ün indirgenmesiyle ve asetilenin trimerizasyonundan elde edilir.
Benzen, sanayide plastik imalinde kullanılan stiren ve fenolun sentezinde başlangıç maddesi olarak, naylon bileşenlerinde, sentetik deterjan üretiminde kullanılır. Uçak benzinlerinde, boya yapmaya yarayan anilinin başlangıç maddesi ve böcek öldürücü olarak da benzen kullanılır. Benzen aynı zamanda iyi bir çözücüdür
Afrika Birliği Örgütü
Afrika Birliği Örgütü (ABÖ) - " |
Organization of African Unity" (OAU) - "Organisation de l'Unité Africaine" (OUA)
Habeşistan İmparatoru Haile Selassie'nin gayretleri ile 25 Mayıs 1963'te Etiyopya'nın Başkenti Addis Ababa'da otuz iki bağımsız Afrika ülkesinin imzaladığı antlaşma ile Afrika Birliği Örgütü adıyla kuruldu. 9 Temmuz 2002 tarihinden itibaren Afrika Birliği (AfB - African Unity - AU) adını alan örgütün temel amacı Afrika ülkeleri arasında dayanışma ve işbirliğini artırmaktır.
Merkezi Etiyopya'nın Addis Ababa şehri idi.
Bu yapı altında çalışan özerk yapılanmalar şunlardır:
Olağan ve olağanüstü zirveler dahil
Amisler
Ami (Çince: 阿美), Amis ya da Pangcah Tayvan'ın Tayvan aborjinleri olarak bilinen 12 yerli halkından biridir. Tayvan aborjinleri içinde nüfusu en fazla olanıdır; sayıları 160 bini bulmaktadır.
Amiler beş gruba ayrılır.
John Quincy Adams
John Quincy Adams, (d. 11 Temmuz 1767 - ö. 23 Şubat 1848), Amerika Birleşik Devletleri'nin 6. Başkanı.
Babası John Adams'in gibi Massachusetts eyaletinin Braintree kasabasında doğdu. Temel eğitiminin ardından babasının sekreteri olarak Avrupa'ya gitti. Harvard College'de Hukuk eğitimi aldı ve Dışişlerinde çalışmaya başladı. 26 yaşında orta elçi unvanı ile Hollanda'ya atandı. 1802 yılında ABD Senatosu'na seçildi. 6 yıl sonra Başkan James Madison'ın özel elçisi olarak Rusya'da görevlendirildi.
Oregon'ın İngilizlerden, Florida'nın İspanyollardan alınması ile ilgili heyetlerde Başkan Madison tarafından Devlet Bakanı olarak görevlendirildi. Başkan'ın adı ile anılan Monroe Doktorini'ni formüle etti.
1824 yılında Demokratik-Cumhuriyetçi Parti adına Başkanlık seçimlerine katıldı ve seçildi. Ertesi yıl başladığı ve dört yıl süren görevinde yollar, kanallar, köprüler, üniversiteler ve benzerlerinin inşaasına ağırlık vererek Amerikan Sisteminin oluşmasında ve Federal yapının yerleşmesinde önemli çaba harcadı.
Başkanlık görevinden, -1828 yılında yapılan başkanlık seçimini kaybetmesinin ardından- 1829 yılında Andrew Jackson'a devrederek ayrıldı. Çeşitli senato komitelerinde (Committee on Manufactures, Committee on Indian Affairs, Committee on Foreign Affairs) başkan olarak görev aldı.
23 Şubat 1848 tarihinde Washington kentinde öldü.
Balyan ailesi
Balyan Ailesi 18. ve 19. yüzyıllarda hassa mimarı olarak Osmanlı Devleti tarafından yaptırılan birçok önemli mimari esere imzasını atan Ermeni bir mimarlar ailesidir. Çok sayıda büyük boyutlu yapıların tasarım ve uygulamasını yaparlar. Garabet Amira Balyan oğulları Nigoğos ve Sarkis Balyan'ı mimarlık eğitimi almaları için Fransa'ya göndermiştir. Oğulları döndükten sonra önemli bir girişimcilik başlamıştır mimari alanda. Çok sayıda park, bahçe, şehir düzenlemesi yapılmıştır.
Son dönem Osmanlı eserlerinin birçoğunda bu soydan gelen mimarların imzası vardır. Bazı kaynaklar ailenin Osmanlı mimarisinin özünden kopuşuna yol açtığını söylerler.
2016 yılında Balyan ailesinin Bağlarbaşı'nda bulunan Surp Haç Ermeni Mezarlığı'ndaki mezarı Beşiktaş'ta bulunan Garabed Amira Balyan tarafından inşa edilen Beşiktaş Surp Asdvadzadzin Kilisesinin sunağının uygulanması ile yenilenerek yeniden inşa edilmiş ve anıt mezar 1 Elim 2016 tarihinde açılmıştır.
Krikor Balyan (1764-1831), Osmanlı saray mimarlarından Kayseri kökenli Bali Kalfa'nın oğludur. Babasının adı ile ilintili olarak Baliyan veya Balyan olarak adlandırılmıştır. Daha sonraları Balyan ismini kendisine soyadı olarak benimsemiştir. Saray mimarlarından Minas Kalfa'nın damadı ve Ohannes Amira Severyan'ın kayınpederidir.
Başlıca yapıtları :
Senekerim Balyan (1768-1833), birçok projesini kardeşi Krikor Balyan'la birlikte yapmış, kendisi daha ziyada arka planda kalmıştır. Kardeşi Krikor Balyan'ın ahşap olarak inşa ettiği Bayezid Kulesini, bir yangında büyük zarar görmesi üzerine 1826 yılında betondan yeniden inşa etmiştir. Ayrıca İstanbul'un Beşiktaş semtindeki Surp Asdvadzazdin Ermeni Kilisesi'ne de imzasını atmıştır (1824).
Garabet Amira Balyan (1800-1866), I. Abdülmecit'in mimarlarındandır. En önemli eseri, oğlu Nigoğos Balyan'la birlikte yaptıkları Dolmabahçe Sarayı'dır.
Nigoğos Balyan (1826-1858), I. Abdülmecit'in mimarlarındandır. En önemli eseri, babası Garabet Amira Balyan'la birlikte yaptıkları Dolmabahçe Sarayı'dır.
Sarkis Balyan (1835-1899), Garabet Amira Balyan'ın oğludur.
1843 yılında ağabeyi Nigoğos Balyan'la birlikte Paris'e gitti. Collège Sainte-Barbe de Paris'i bitirdi. Ecole des Beaux Arts'dan mezun oldu. İstanbul 'a döndükten sonra babası ve ağabeyiyle birlikte çalıştı. Babası ve ağabeyi öldükten sonra kardeşi Hagop Balyan'la çalışmağa devam etti. Osmanlı padişahı II. Abdülhamit'in istibdat döneminde Avrupa'ya sürgüne gönderildi. Sürgünden ancak 15 yıl sonra gelebildi.
Önemli Eserleri:
Hagop Balyan (1837-1875), Garabet Amira Balyan'ın oğlu ve Sarkis Balyan'ın kardeşidir. Paris'teki Sainte-Barbe Koleji'nin mimarlık bölümünden mezun oldu. Babasının ölümünden sonra kardeşi Sarkis Balyan'la birlikte çalıştı. Kardeşiyle aralarındaki işbölümü tam olarak bilinmediği için birlikte yaptıkları eserlerden hangilerinin Hagop Balyan'a atfedilebileceği kesin olarak bilinmemektedir. Birlikte yaptıkları projelerde Sarkis Balyan'ın daha ziyade muhasebe ve müşteri ilişkilerini yürüttüğü, Hagop Balyan'ın ise tasarım ve çizimle uğraştığı düşünülmektedir. Sarkis Balyan çok daha göze göründüğü için ismi daha iyi bilinmektedir.
Simon Balyan (1846-1894), Garabet Amira Balyan'ın oğludur. Kardeşleri Sarkis Balyan ve Hagop Balyan'la birlikte çalışmıştır. Mimarlık eğitimini Avrupa'da bir okulda tamamladığı bilinmektedir. Maçka Silahhanesi, Maçka Karakolu ve Yıldız Köşkü'nün tasarımlarına katılmıştır. Balyan ailesinin üstlendiği mimarlık projelerini suluboyayla resimlemiştir.
Levon Bey Balyan (1855-), Nigoğos Balyan'ın oğludur. Paris'teki "Collège Sainte-Barbe de Paris" (1869) ve "Ecole des Beaux Art" okullarında okuduğu bilinmektedir.
Ölüme yakın deneyimler
Ölüme yakın deneyimler (ÖYD ya da NDE - Near Death Experience) tıbbi anlamda kalbi durup daha sonra tekrar hayata dönen insanların geçirdiği tecrübelere verilen isimdir.
Ölüme yakın deneyimler, özellikle insanoğlunun "ölümden sonraki hayat" konusuna karşı duyduğu merak sebebiyle ilgi çekici olaylar olmuştur. Gerçek deneyimlerle spekülasyon ve şehir efsaneleri çoğu yerde birbirine karışmış olmakla beraber, gelişen tıp ve teknolojinin de yardımı ile konu üzerinde bilimsel araştırmalar da yapılmaktadır. Dr. Raymond Moody ve Dr. Kenneth Ring, ölüme yakın deneyimler alanında çalışmış önemli isimler olarak görülür. "Ayrıca International Association for Near-Death Studies" (IANDS, Uluslararası yakın ölüm çalışmaları topluluğu) isimli bir örgüt, bu deneyimi yaşamış insanları bir araya getirmek ve bilimsel araştırmaları destekleyici güvenilir bilgiler bulmak gibi bir misyon ile gerçekleşmiş olaylar üzerinde araştırmalar yapmaktadır.
17 Eylül 1975'te Dannion Brinkley'in yaşadığı deneyim meşhurdur. Kendisi telefonla konuşurken, düşen bir şimşeğin telefon kablosundan geçerek kulağından tüm bedenine ve sonra ayağına kadar inmesi sırasında kalbi durmuştur. Kalbi durduktan sonra hastaneye kaldırılan Brinkley kurtarılamamış ve morga kaldırılmıştır. Morgda bir anda hayata dönen Brinkley klinik olarak tam 28 dakika ölü kalmıştır.
Dannion, Saved by the Light ("Işık tarafından Kurtarıldı") isimli kitabında kendisi yaşadığı deneyimi anlatmış, Hollywood tarafından yaşadığı deneyim "Saved by the Light" ismiyle sinemaya uyarlanmıştır. Kendisi birçok yerde konferanslar düzenlemekte ve insanlara ölümün bir son olmadığını ve ölümden korkulmaması gerektiğini anlatmaktadır.
20 Mayıs 2009'da Batman'da 54 yaşındaki Hasan Altun’un kalbi hastanede 25 dakika süreyle durdu. Doktorların bildirmesiyle hastanedeki yakınları gözyaşlarını tutamadı. Aradan geçen 25 dakika içinde takılan geçici pille Altun yeniden yaşama döndürüldü. Doktor Tuncer Toklu, “Hastanın tıkalı damarı için anjiyo yaptıktan sonra, birden cihazın şeridi düz oldu. Şoklarda kendine gelmeyince, kalbine geçici pil takarak çalıştırıldı. Tüm doktorlarımız seferber olmuştu. Hasta yakınlarına öldü haberini verdikten sonra mucize bir şekilde hasta nefes alıp-vermeye başladı” dedi. Hastanede 25 dakika kadar kalbi durduktan sonra yeniden yaşama dönen Hasan Altun, hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Altun, kendisine müdahale edildiği ana kadar bilincinin açık olduğunu, daha sonrasını ise hatırlamadığını belirtti. Kendine gelir gelmez başındaki doktordan sigara istediğini söyleyen Altun, “Kendimden geçtikten sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde başımda bekleyen doktordan sigara istedim. Doktor kızdı ve bir daha kesinlikle sigara içmemem gerektiğini söyledi. Doktorun önerisini uygulayıp, bundan sonra sigara içmeyeceğim” dedi.
Elizabeth Taylor geçirdiği bir ameliyat sırasında tıbbi anlamda 5 dakika ölü kalmıştır. CNN'de yayınlanan Larry King Live isimli programda kendisi yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:
""Michael Todd'un (uçak kazasında kaybettiği 3. eşi) ruhuyla karşılaştım. Ben de onunla burada kalmak istediğimi söyledim, fakat o bana dünyaya geri dönmem gerektiğini ve daha vaktimin gelmediğini söyledi. Onun aşkı ve sevgisi beni tekrar yaşama döndürdü.""
Nev'îzâde Atâyî
Nev'îzâde Atâyî (d. 1583 - ö. 1635), Divan edebiyatı şairi.
Asıl ismi Atâullah olan Nev'îzâde Atâyî, Nev'î Yahyâ Efendi'nin oğlu olduğu ve şiirlerinde Atâyî mahlâsını kullandığı için böyle anılmıştır.
Öncelikle babasından daha sonra dönemin bazı önemli isimlerinden ders aldı. Eğitimi sonunda müderris oldu. Daha sonraları çeşitli beldelerde kadılık yaptı ve sonunda 1635'te İstanbul'da vefat etti.
En önemli manzum eseri Hamse-i Atâyî'dir. Bu eser beş uzun manzumeden oluşmuştur. Birçok önemli divan şairinden övgü almıştır.
Aşk Tesadüfleri Sever (Müslüm Gürses albümü)
Aşk Tesadüfleri Sever, Müslüm Gürses`in 15 Nisan 2006`da Pasaj Müzik`ten çıkan albümünün adı. Murathan Mungan'ın süpervizörlüğünü yaptığı albüm, "Murathan Mungan'ın seçtikleriyle Müslüm Gürses: Aşk Tesadüfleri Sever" tam adıyla yayımlanmıştır. Albüm için, tanı |
nmış Batı müziği parçalarına edebiyatçılar, şairler Türkçe sözler yazmıştır. Sebahat Abla parçasında Müslüm Gürses'e Sezen Aksu eşlik eder.
Pleiades
Pleiades şu anlamlara gelmektedir:
Guanozin trifosfat
Guanozin trifosfat,
(İngilizce "Guanosine triphosphateden) GTP"' olarak kısaltılır; guanozin-5'-trifosfat olarak da bilinir. Tam kimyasal açılımı 9-β-D-ribofuranozilguanin-5'-trifosfat, veya ona denk sayılabilecek 9-β-D-ribofuranozil-2-amino-6-okso-pürin-5'-trifosfat'tır.
GTP, RNA sentezi (transkripsiyon) sırasında uzayan RNA molekülüne eklenen pürin nükleotitlerden biridir. Ayrıca protein sentezi (translasyon) sırasında bir enerji kaynağı olarak kullanılır.
GTP, GTPaz enzimlerinin GTP'yi GDP'ye dönüştürmesi ile işleyen hücre içi sinyal aktarımında da önemli bir rol oynar.
GTP hücre içi enerji transferiyle de ilişkilidir. Örneğin, sitrik asit döngüsünün her bir deviniminde bir GTP oluşur. Bu bir ATP molekülünün oluşumuna eşdeğerdir, çünkü GTP kolaylıkla ADP'den ATP'nin oluşmasını sağlar.
GTP ve türevlerinin biyokimyasal reaksiyonları ATP'ninkilere çok benzerler
GPRS Tunnelling Protocol
GPRS Tunnelling Protocol, GSM ve UMTS (Universal Mobile Telecommunications System) ağları içerisindeki GPRS(General Packet Radio Service) verilerinin taşınmasında kullanılan IP tabanlı bir haberleşme protokolüdür. Yönlendirme bilgisi ekleyerek protokol veri ünitelerini IP omurgası içinde tüneller. UMTS’ deki merkezi ağın paket anahtarlamalı bölümü iki tip GPRS destek düğümünden oluşmuştur. GPRS Destek Düğümü Sunucusu (Serving GPRS Support Node) (SGSN) ve GPRS Geçit Destek Düğümü ( Gateway GPRS Support Node) (GGSN).
GTP, GTP-C, GTP-U ve GTP diye alt protokollere ayrıştırılabilir.
GTP-C GPRS çekirdek ağı içerisinde GGSN ve SGSN arasında sinyal alıp verme işlemleri için kullanılır. Bu, SGSN’nin kullanıcı adına olan oturumun aktif edilmesi, aynı oturumun kapatılması, servis parametrelerinin miktarının ayarlanması veya başka bir SGSN den erişen üyeler için oturumun güncellenmesi gibi işlemleri yapmasına izin verir.
GTP-U, GPRS çekirdek ağı içerisindeki kullanıcı verileri, radio erişim ağı ve çekirdek ağı arasındaki kullanıcı verilerinin taşınmasında kullanılır. Taşınan kullanıcı verileri ipv4, ipv6 ya da ppp formatlarına sahip paketler olabilir.
GTP, GTP-C ve GTP-U da olduğu gibi aynı mesaj yapısını kullanır, ancak bağımsız bir işlevi vardır. GSM veya UMTS ağının veri yükleme işlevinden veri çıkış işlevine veri yüklemek için kullanılabilir.
Birçok durumda, bu GGNs'den merkezi bilgisayara ağ operatörünün hesap merkezine veri gönderen bireysel ağ elemanları anlamına gelebilir.
GTP UDP veya TCP ile kullanılabilir. GTP birinci sürümü sadece UDP üzerinde kullanılır.
GTP’nin tüm çeşitleri belli ortak özelliklere sahiptir.Bir GTP başlığı ile UDP/TCP başlığı mesaj yapıları aynıdır.
GTPv1 başlığı şu alanları içerir.
Adenozin monofosfat
Adenozin monofosfat, İngilizce "Adenosine monophosphate"'den AMP olarak kısaltılır, ayrıca 5'-adenilik asit olarak da bilinir. Adenozin adlı nükleozit ile fosforik asidin birleşimi bir esterdir. AMP, bir fosfat grubu, beş karbonlu bir riboz şekeri ve adenin nükleobazından oluşur.
ATP sentezı sırasında iki ADP molekülünün birleşmesi ile AMP oluşabilir:
AMP, ADP'deki yüksek enerjili fosfat bağlarından birinin de parçalanması ile de oluşabilir:
AMP ayrıca ATP'nin AMP ve pirofosfat olarak ayrışmasından oluşabilir:
RNA parçalandığı zaman oluşan nükleozit monofosfatlar arasında AMP de vardır.
AMP'den ATP şu şekilde oluşur:
AMP, miyoadenilat deaminaz enzimiyle IMP'ye dönüşür.
AMP, katabolizması sonucunda ürik aside dönüşüp vücuttan atılır.
AMP'nin siklik AMP (veya cAMP) olarak adlandırılan halkalı bir biçimi vardır. Bazı hücrelerde adenilat siklaz enzimi ATP'yi cAMP'ye dönüştürür; bu reaksiyon adrenalin ve glukagon gibi hormonları tarafından denetlenir. cAMP, sinyal transdüksiyonunda önemli bir rol oynar.
Kimya kanunları
Bir kimyasal tepkimede pratik olarak tepkimeye giren maddelerin kütleleri toplamı, tepkime sonunda oluşan ürünlerin kütleleri toplamına eşittir. Ancak gerçekte tepkime sonunda bir miktar kütle enerjiye dönüşür. Fakat bu kütle oldukça az olduğundan ihmal edilir.
Tanım: Kimyasal olaylarda, tepkimeye giren maddelerin kütleleri toplam, tepkime sonunda oluşan maddelerin kütleleri toplamına eşittir. Bu olaya “Kütlenin Korunumu Kanunu” denir. Kütlenin korunumu kanunu, zaman zaman Lomonosov-Lavoisier kanunu olarak da adlandırılan, kapalı bir sistemde var olan çevrimler ve işlemler ne olursa olsun, kütlenin sabit kalacağını belirten kanundur. Denk bir ifadeyle açıklamak gerekirse kütlenin durumu yeniden düzenlenebilir fakat kütle yaratılamaz veya yok edilemez. Böylece, kapalı bir sistem dahilindeki her türlü kimyasal tepkime ve proseste tepkenlerin (yani reaktantların) kütlesi, ürünlerin kütlesine eşit olmalıdır. Kimyasal tepkimelerde kütle enerjiye dönüşmez. Çekirdek reaksiyonlarında ise kütle E=mc² ye göre enerjiye dönüşebilir.
Fizik ve kimya derslerinde sık sık karşılaştığımız bir söz vardır: “Var olan şey yok, yok olan da var edilemez”. “Maddenin veya kütlenin korunumu kanunu” olarak bilinen bu ifade, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier’e aittir. Lavoisier kimyasal bileşiklerdeki kütle miktarlarının değişmezliği konusunda şunları söylemiştir: “Hiçbir şey ne yapay ne de doğal işlemlerle yeniden yaratılmaz. şu temel yasa ortaya atılabilir ki, her bir işlemde madde niceliği işlemden önce ve sonra aynı büyüklüktedir ve temel maddelerin niteliği aynıdır; yalnızca dönüşümler ve değişen biçimler vardır.” Bu bilgi modern nicel kimyanın temeli olmuş ve daha sonra, kimyasal tepkimelerde “Kütlenin Korunumu Yasası” olarak nitelenmiştir.
Şimdi her taraf kapalı bir kap düşünelim. İçinde yüzlerce çeşit bileşik bulunsun. Kabımızı tartalım ve ateşin üzerine koyalım. Bunun sonucu olarak da, kabın içinde çok sayıda reaksiyon olduğunu ve birçok yeni bileşiklerin de teekkül ettiğini farz edelim. Deney sonunda kabımızı tekrar tarttığımız zaman, ağırlığının aynı kaldığını görürüz. Çünkü, kabımız kapalı olduğundan dar madde çok olmamış, yani, mevcut kütle kaybolmamıştır. Dardan da herhangi bir madde girişi olmadığından, yoktan yeni bir kütle meydana gelmemiştir. Dardan içeriye bir şey koysaydık veya içinden bir şeyler alsaydık, kutunun ağırlığında mutlaka bir değişme olacaktı.
Kısaca, kütlenin korunumu, çerçevesi tespit edilmiş bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüşümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili münasebetleri gösteren bir kanundur. Ansiklopedilerden Lavoisier’in biyografisini okuduğumuz zaman, O’nun, kimyada teraziyi kullanan ikinci ilim adamı -ilk Van Helmont- olduğu görülür. Buradan da o kimyacının, söz konusu ifade ile maksadının ne olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kütlenin korunumu prensibinin geçerli olmadığı durumlar mevcuttur.Einstein'ın E=mc eşitliğine göre kütlenin ışık hızının karesiyle çarpımı o kütlenin sahip olduğu potansiyel enerjiyi verir ve kütle enerjiye, enerji de kütleye dönüşebilir. Bu uygulamaya misal olarak bir atomun çekirdeğini tekil etmek üzere bir araya gelen nötron ve protonların toplam kütlelerinin azalmasını verebiliriz. 35/17 CI şeklinde gösterilen klor atomu çekirdeği kütlesinin, 18 nötron ve 17 protonun toplam kütlesine, yani 172.007277+ 182.008665 = 35.289005 atomik kütle birimine eşit olması gerekir. Burada 1.007277 bir protonun, 1.008665 de bir nötronun kütlesidir. Fakat çok hassas deneyler sonucunda bir klor atomu çekirdeğinin 34.96885 atomik kütle birimi olarak, yani, 0.32016 daha az bulunmuştur. Aradaki kütle fark, enerjiye dönüşmüş, madde aleminden yok olmuştur.
Örnek: Lavoiser, HgO bileişiğini ısıtıyor. HgO bileişiği Hg ve 1/2O2 şeklinde bileşenlerine ayrılıyor. Dolayısıyla başlangıçta aldığı madde sadece bileşenlerine ayrışmış oluyor. Ortaya çıkan O2 gaz uzaydan başka bir yere gidemeyeceğine göre. Kimyasal olaylarda kütle mutlaka korunur.
Yürürlükteki kurama göre, yanma, yanan nesnenin “flojiston” denen, ama ne olduğu bilinmeyen, gizemli bir madde çıkarması demekti. Odun kömürü gibi yandığında geriye en az kül bırakan nesneler flojiston bakımından en zengin nesnelerdi. Lavoisier yaptığı bir deneyde şu sonuca varır. Cıva oksidin ısı altında cıvaya dönüşmesiyle kaybettiği ağırlık ile çıkan gazın ağırlığı denkti. Bunun anlamı şuydu: yanma, yanan nesnenin flogiston salmasıyla değil, havanın etkili bölümüyle (yani oksijenle) birleşmesiyle gerçekleşmektedir.
Lavoisier’i unutulmaz yapan bir özelliği de nesnelerin kimyasal değişimlerini ölçmede gösterdiği olağanüstü duyarlılıktı. Bu özelliği ona “Kütlenin Korunumu Yasası” diye bilinen çok önemli bilimsel bir ilkeyi ortaya koyma olanağı sağlar. Lavoisier kimi kez kendi adıyla da anılan bu ilkeyi şöyle dile getirmiştir: “Madde yoktan var edilemediği gibi, vardan da yok edilemez. Sadece birinden ötekine dönüşe bilir”
1804 yılında bu yasayı bulan John Dalton, bileşiklerde elementler arasındaki kütle oranının korunmasına karşın bazen aynı elementlerin birbirleriyle birleştiklerinde farklı özellikler gösteren bileşikleri oluşturduğu gözlenmiştir. Örneğin karbon ve oksijenin birleşmesiyle özellikleri tamamen birbirinden farklı karbon dioksit ve karbon monoksit diye adlandırlan iki farklı ürün meydana gelir. Karbonmonoksit oldukça zehirli bir gazken karbondioksit soluk alıp verirken dışarı attığımız zehirli olmayan bir gazdır ve yeşil bitkilerin yaşamını sürdürmesi için gereken en temel elemanlardan biridir
Birleşen Hacim oranları yasası (Gay – Lussac Yasası)
a) Kimyasal bir tepkimeye giren gazlarla, tepkimede oluşan gaz halindeki ürünlerin aynı koşullarda (aynı sıcaklık ve basınç) hacimleri arasında sabit bir oran vardır.
b) Aynı koşullarda gazların hacimleri mol sayıları ile doğru orantılıdır.
Örn; H2(g) + Cl2(g) = 2HCl(g) tepkimesine göre, 1 mol H2 1 mol Cl2 ile birleşerek 2 mol HCl oluşturur.Hacimler mol sayıları ile doğru orantılı olduğundan, aynı olayı anlatmak için “1 hacim H2 gazı, 1 hacim Cl2 gazı ile birleşerek eşit koşullarda 2 hacim HCl gazı oluşturur.” İfadesi de kullanı |
labilir.
Aynı şekilde, N2(g) + 3H2(g) = 2NH3(g) tepkimesine göre 1 hacim azot gazı 3 hacim hidrojen gazı ile birleşerek eşit koşullarda 2 hacim NH3 gazını oluşturur diyebiliriz.
Bir atomdan bir elektron koparmak için gerekli olan enerjidir.bu enerji her atomda aynı değildir.örneğin helyum atomundan bir elektron koparmak için en büyük enerjiyi vermeniz gerekir(helyum iyonlaşma enerjisi en büyük olan atomdur.).bir atomun iyonlaşma enerjisi demek onun kimyasal tepkimeye girme isteği demektir.Bu nedenle soygazlar çok nadir tepkime yaparlar.Eğer bir atomun iyonlaşma enerjisi büyükse o atomu kimyasal tepkimeye sokmak da o kadar zordur.zaten atomlar değerlik orbitallerini doldurmak için kimyasal tepkimeye girerler.Değerlik orbitalleri dolu olan bir atomu kimyasal tepkimeye sokmak demek ondan elektron koparmak demektir bu nedenle değerlik elktronları dolu olan atomlar çok nadir tepkimeye girerler.
0 °C derecede 1 atm basınç altında deniz seviyesindeki koşula normal şartlar denir.Normal şartlar altında 1 mol gazın hacmi 22,4 lt dir.yani 6,02*10 atomdur.
İdeal gaz yasası, sadece teoride olan ideal gazların durumları hakkında denklemler sağlayan bir yasadır. Bir miktar gazın durumu; basıncı, hacmi ve sıcaklığına göre belli olur.
Bu yasa, eşit hacimdeki gazlar, eşit sıcaklıklarda aynı sayıda parçacık ya da molekül olduğunu öne sürer. Buna göre, belirli bir hacimdeki gazın bulundurduğu molekül sayısı, gazın kütle ya da boyutundan bağımsızdır. Örnek olarak, aynı hacimdeki hidrojen ve nitrojen verilebilir. Buna göre, hidrojen de nitrojen de aynı molekül sayısına sahiptir.
Boyle yasasına göre, sıcaklıklar sabit tutulduğu sürece, belirli ölçüde alınan bir ideal gazın hacmiyle basıncının çarpımı sabittir
Bu yasaya göre, sabit basınçta, herhangi bir miktardaki ideal gazın hacminin azalıp çoğalması, aynı oranda sıcaklığının da azalıp çoğalmasını etkiler.
Prut Savaşı
Prut Savaşı, Rusya Çarlığı ile Osmanlı Devleti arasında 1710-1711 yılları arasında yapılmış bir savaştır.
Rusya, Osmanlı Devleti ile mücadelesinde kendi lehine bir zemin yaratmak istiyordu. Osmanlı içinde yaşayan Ortodoks toplumları kışkırtarak Osmanlı Devleti'ni zayıflatacak ve yapacağı savaşlarda daha önce kaybettiği toprakları geri alacaktı. Eflak ve Boğdan Beylerini Osmanlılara karşı kışkırtan Rus Çarı I. Petro, Poltova Muharebesi'nde İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ı yenince, XII. Karl Osmanlılara sığındı. İsveç Kralı'nı kovalayan Rus birliklerinin Osmanlı topraklarına akınlar düzenlemesi, ve Bender'de mülteci bulunan Karl'ın İstanbul'a yazdığı mektuplarla Rusya aleyhine yaptığı kışkırtmanın etkisi ile Sultan III. Ahmed 1710 yılında Rusya'ya karşı savaş ilan etti.
Sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, 120.000 kişilik bir orduyla Tuna'yı geçerek Eflak'a girerken, Osmanlı donanması da Karadeniz'e açıldı. Osmanlı kuvvetleri, Kırım Ordusunun da desteği ile Rus birliklerini Prut Nehri kıyısında Stanileşti kasabası yakınında çember içine aldılar. O an için kurtuluş imkânı bulunmayan Rus Çarı Petro, Moskova'ya bir mektup yazarak durumun zorluğunu ve ümitsizliğini anlattı. Çariçe I. Katerina araya girerek Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulundu. Hem Kırım Hanı, hem de İsveç Kralı saldırıya geçilip Rus ordusunun yok edilmesini savunuyorlardı. Ancak Baltacı Mehmed Paşa, Deli Petro'nun ordusunun etrafını sarmışken, isyan belirtileri gösteren Yeniçerilere güvenmemesi nedeniyle barışı kabul etmiştir. 22 Temmuz 1711'de taraflar arasında bir antlaşma yapılmıştır. Antlaşmanın imzalanmasından Sultan III. Ahmed de memnun olmuştu. Ancak ordusunu muhasaradan kurtaran Çar I. Petro'nun, vaatlerini yerine getirmemesi, sadrazama karşı İstanbul'da bir muhalefet grubunun oluşmasına yol açtı. Baltacı ile Katerina arasında ne tür bir ilişki kurulduğuna dair zaman içinde geniş kapsamlı söylentiler, tartışmalar ve literatür oluşmuştur. Ancak bilimsel anlamda yapılan araştırmaların, Prut Savaşı sırasında Baltacı ile Katerina arasında bir buluşmanın gerçekleşmediğini ortaya koyduğu belirtilmektedir.
Kuşatma sırasında yeni bir kutsal ittifakın oluşturulabileceği düşüncesine sahip olan ve Osmanlı ordusunun çok yıpranacağı endişesini taşıyan Baltacı Mehmet Paşa barış yapılmasını kabul etti (21 Temmuz 1711). İmzalanan Prut Antlaşması ile Azak Kalesi Osmanlılara geri verildi. Ruslar, İstanbul'da devamlı bir elçi bulundurmayacak ve İsveç Kralı Karl'ın serbestçe ülkesine dönmesine izin vereceklerdi. Rusya Lehistan'ın içişlerine karışamayacaktı. Osmanlı Devleti, 1700 yılında İstanbul Antlaşması'yla kaybettiği Azak Kalesi ve çevresini alarak Rusları Karadeniz'den uzaklaştırmış ve Karlofça Antlaşması'yla da kaybettiği yerleri geri alma konusunda ümitlenmiştir. Ayrıca Prut Savaşı sonunda Osmanlı-İsveç ilişkileri güçlenmiştir.
Osmanlı Devleti, Prut Savaşı sırasında elde ettiği avantajı antlaşmaya yansıtamamıştır. Bunda yeniçerilerin isteksiz davranışları ve Baltacı Mehmet Paşa'nın yeniçerilere güvenememesi etkili olmuştur.
Mapuçeler
Mapuçeler (Mapudungun; Mapu, "toprağın" Çe + "insan", toprağın insanı) Orta ve Güney Şili'nin ve Güney Arjantin'in gerçek Kızılderili sakinleridir. İspanyolcada araucanos (Araukanyalı) olarak da bilinirler. Yaygın inancın aksine, Quechua dilindeki "arauco" (isyan) kelimesi "araucano" kelimesinin kökeni değildir, daha çok balçıklı su anlamına gelen Arauco kelimesinden türemiştir.
Mapuçelerin ekonomileri tarım üzerine kuruludur. Toplumsal yapıları "lonko" veya şefin yönetimindeki geniş ailelerden oluşmuştur. Bununla beraber savaş zamanlarında daha büyük gruplar halinde toplanırlar ve aralarından lider olarak "toqui" ('balta-taşıyıcı') seçerler.
Mapuçeler toplumsal, dini, ekonomik yapı ve dilsel miras açısından ortak geçmişi olan farklı gruplardan oluşmuşlardır. Etkileri Aconcagua Nehri ve Arjantin pampasına kadar genişlemiştir. Bu farklı gruplardan Şili'nin orta vadilerinde yaşayan Picunçeler, önce İnka İmparatorluğu daha sonra da İspanyollarla birleşmişlerdir. Itata ve Toltén nehirleri arasındaki vadilerde yaşayan Mapuçeler. Ve diğer Huillicheler, Lafkencheler ve Pehuencheler. Kuzeydeki Aonikenkler, Ferdinand Magellan tarafından Patagonlar olarak adlandırılmışlardır, Mapuçe grupları ile ilişki kurmuş pampa bölgesinden bir etnik gruptur. Mapuçelerin dillerini ve bazı kültürlerini benimseyen Aonikenkler Tehuelchelerdendir.
Mapuçeler ülke çapında örgütlenmemelerine rağmen İnka İmparatorluğu'nun hüküm altına alma çabalarına karşı birçok kez başarılı bir şekilde direnmişlerdir
Mapuçeler Bío-Bío Nehri'ni doğal bir sınır olarak kullanarak İspanyollara karşı savaşmışlardır, 1500'lerden 19. yüzyıla kadar kolonileştirmeye direnmişlerdir. Bu savaş Arauco Savaşı olarak bilinir ve Alonso de Ercilla'nın destansı şiiri La Araucana'da ölümsüzleşmiştir. Şili İspanyol hükümdarlığından ayrıldığında, bazı Mapuçe şefleri kolonistlerin tarafında olmuşlardır. Şili'nin İspanya'dan bağımsızlığını almasından sonra, Mapuçeler komşuları ile beraber yaşamış ve ticaret yapmaya devam etmişlerdir. Kolonistler daha çok Bío-Bío'nun kuzeyinde tedbirli bir şekilde yaşamaktaydılar, nadiren de olsa küçük çarpışmalar olmaktaydı.
Sonunda Fransız maceracı Orelie-Antoine de Tounens'nın kendisini Araukanya kralı ilan etmesi, Mapuçelere motivasyon sağlamıştır. Şili ordusu 1880'lerde Arauco Savaşı'na otomatik tüfek gibi modern teknolojilerin sayesine bir son vermiştir. Kuvvet ve diplomasinin birlikte kullanılması ile Şili hükümeti ve Mapuçe liderleri arasında Araukanya topraklarının Şili ile birleştirilmesi için bir antlaşma imzalanmıştır. Savaş sonucunda, sağ kalanların gözaltına alınması ve harabe gibi küçük yerlerde açlık ve hastalıklarla yaşamaya zorlanmaları nedeniyle Mapuçelerin nüfusu bir nesil içinde yarım milyondan 25.000'e düşmüştür.
Mapuçelerin soyundan gelenler şu anda Güney Şili ve Arjantin çevresinde yaşamaktadırlar. Bazıları halen geleneklerine göre ve tarımla yaşamaya devam etmektedirler fakat büyük bir kısmı şehirlere daha iyi ekonomik imkânlar bulma umuduyla göç etmektedir. Son yıllarda Şili hükümeti geçmişte olan haksızlıkları düzeltme yoluna gitmiştir, örneğin Temuco çevresinde bulunan ilkokullarda müfredat programına Mapudungun dilini ve kültürünü dahil ederek onaylamıştır.
Şili istatistiklerine göre, çoğu Şilili Mapuçe az derecede yerli olmayan kökene sahiptir ve her ne kadar birçoğu kabul etmese de Şili'nin yerlisi olmayan kişilerin %90'ından fazlası değişen oranlarda Kızılderili kökene sahiptir. 2002 nüfus sayımına göre 604.349 Mapuçe vardır, bu Şili'nin nüfusunun yaklaşık %4'üdür. Bunun yanında yaklaşık 300.000 kişi And Dağları'nın diğer tarafında Arjantin'de yaşamaktadır. Topraklarını kaybetmelerinden dolayı, birçok Mapuçe Santiago gibi büyük şehirlerde fakir durumlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Mapuçe direnişi devam etmektedir, özellikle büyük ormancılık şirketlerinin geleneksel topraklarını yok etmesine ve Pinochet devrinin anti-terörizm kanunlarının son yıllarda topluluk liderlerine karşı sıkça kullanmasına karşı.
Mapuçeler taş aletlerde çok yeteneklidirler, bu yetenekleri sayesinde kendilerine kaleler ve karışık savunma binaları yapabilirler. Hızlı bir şekilde metal işlerine ve at sürmeye alışmışlardır. Avrupalıların kendi saldırı stratejilerini Avrupalılara karşı kullanmışlardır. Daha barışçıl benimsemeler ise buğday ve koyundur. Mapuçe yapımı gümüşler ve dokumların fiyatları çok yüksektir.
Genellikle bir kadın olan şaman veya "machi" Mapuçe kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Machi kötülüklerin savuşturulması, yağmur yağması, hastalıkların iyileştirilmesi için ayinler yapar, Şili'nin şifalı bitkileri hakkında büyük bilgiye sahiptir ve bu bilgileri çok zor geçen çıraklığı zamanında öğrenir. Tüm kökenlerden ve sınıflardan Şililerin Mapuçeler tarafından bilinen geleneksel şifalı bitkilerin kullanımını bilmeleri şaşırtıcıdır.
Mapuçe dilleri Şili'de ve az derecede Arjantin'de konuşulur. İki dalı vardır, Huilliçe ve Mapudungun. Quechua ile ilişkili olmasa da biraz sözcüksel etki fark edilebilir. Tahmini olarak Şili'de yaklaşık 200.000 tam akıcı olarak kon |
uşabilen kişi vardır ve hâlâ eğitim sisteminden yalnızca simgesel olarak destek görmektedir.
Piçunçe
Picunçeler ("Kuzey insanı" anlamına gelen Mapudungun dilinde bir kelime) mapuçelerin veya Araukanyalıların kuzeyinde ve Diaguitaların güneyinde yaşayan Şilili insanlardır.
Başlıca tarım ürünleri mısır ve patatestir, ahşap evlerde yaşarlar. İspanyolların Şili'ye ilk geldiklerinde İnka İmparatorluğu'nun bir parçasıydılar.
Pediatri
Pediatri, bebek, çocuk ve ergenlerin (yeni doğmuşlardan yaklaşık 18-19 yaşındakilere kadar) tıbbi bakımıyla ilgilenen tıp dalıdır. Pediatri genel olarak çocuk hastalıkları ile ilgilenir.
Pediatri terimi iki Yunanca sözcükten türemiştir: "paidi" (παιδί) "erkek çocuk" ve "iatros" (ιατρός) "doktor". Ayrıca 'jargon' tarihsel köken bakımından Fransızca pédiatrie sözcüğü ile günümüzdeki yaygın kullanımını almıştır. Türkçe tıp terimi olarak pediatri ve/veya pediyatri şeklinde kullanılmaktadır. Tıpkı İngilizce'de pediatrics veya pediatry şeklinde kullanıldıkları gibi.
Pediyatri 19. yy. ortasında ortaya çıkmış olup görece yeni bir bilim dalıdır. Arthur Jacobi (1830–1919) katkılarından dolayı pediatrinin babası olarak anılır.
Soraneus MS 2. yüzyılda pediatri ile ilgili bilinen ilk manuskripti kaleme almıştır. İran'lı el-Razi (865–925) Çocukların Hastalıkları adlı kitabı yazmış ve tıbbın bağımsız bir dalı olarak pediatriyi ele alan ilk kitabı meydana getirmiştir. Çocuk hastalıklarına ayrılmış ilk basılan kitap İtalyan Bagallarder'in (1472) Çocuk Hastalıkları El Kitabı'dır (1472).
Batı dünyasında ilk çocuk hastanesinin Hôpital des Enfants Malades (Fransızca = Hasta Çocuklar için Hastane) olduğu kabul edilir. Paris'de haziran 1802'de açılan hastane öncesinde yetimhane idi.
Leman Sam
Leman Sam (d. 23 Temmuz 1951, Üsküdar, İstanbul), Türk şarkıcı.
1951 yılında İstanbul'da doğdu. Rumeli kökenlidir ve çocukluk yılları Anadolu'da geçti. Kendisini "tam bir Anadolulu" olarak nitelendirir. Tiyatro, mim, dans ve şan eğitimi aldı. Bir süre operada korist olarak çalıştı.
Kendine özgü tarzının yanı sıra türkü yorumuyla da beğeni toplamıştır. Özellikle Azeri türkülerine albümlerinde de yer vermiştir. Bunun yanı sıra Helence, Fransızca, İspanyolca gibi yirmiye yakın dilde şarkı söyleyebilen bir sanatçı olarak isim yapmıştır. Medyada çok göz önünde olmayan sanatçı, pek çok şehir ve ülkede konser verdi. Başlıca diplomatik konserleri: dönemin Portekiz Cumhurbaşkanı Mario Suarez ve Malezya Kralı ve Kraliyet Ailesine verdikleridir. Bunların yanı sıra "Sopot Festivali", "Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Derneği Konseri", "Türkmenbaşı Aşkabad konseri", "Curaçao World Troubadour Festivali" gibi etkinliklerde yer aldı. Şevval Sam ve Şehnaz Sam adında iki kızı vardır.
Doğal hayatın korunması ve hayvan hakları konularında duyarlı olan Sam, söz konusu alanlarda toplumu bilinçlendirici faaliyetler yürütmektedir. Sam'ın hayatından esinlenerek Vizontele Tuuba kendisini tasvir eden bir role Yılmaz Erdoğan tarafından yer verilmiştir.
Leman Sam çevreci olup, insan hakları, hayvan hakları lehine aktivite ve etkinlikleri ile bilinmektedir. 2009 yılında demokratik açılım olarak adlandırılan Kürt sorununun çözümüne yönelik sürece destek vermek için "Barış İçin Sanat Girişimi" üyesi 282 sanatçının yer aldığı inisiyatifin arasında yer almıştır.
Sanatçı Çernobil reaktör kazasının Türkiye üzerindeki etkileri üzerine Türkiye'de bilinç oluşturmak için etkinliklere katılmakta, 23. yılında "Çernobil'i Unutma, Geleceğe Sahip Çık" başlığıyla Sinop'ta 2009 yılında düzenlenen nükleer karşıtı mitingte konser vermiştir. Yine sanatçı 2013 yılında Taksim Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası inşaatı için ağaçların kesilmesine ilişkin twitter hesabından "Eğer bu millet seçimlerde bunların dersini vermez tekrar iktidara getirirse, bu güzelim toprakların yani Anadolu'nun sonu gelir." demiştir. Yine Gezi Parkı protestoları sırasında polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi üzerine 15 yaşında ölen Berkin Elvan'ı ima ederek resmi Twitter hesabında "Ağıt" şarkısını "Katledilen tüm çocuklara" başlığıyla yayınlamıştır.
Leman Sam Soma Faciası'nda madencilerin hayatını kaybetmesini protesto etmek isteyenlere yönelik polis saldırısına twitter hesabından "Özelleştirin, peşkeş çekin, ölümlere sebebiyet verin, bunu protesto edenlere biber gazıyla müdahale edin, yetmezse darp edin öldürün" sözleriyle tepki göstermiştir. Aynı yıl kurban bayramında Türkiye'de Müslümanlarca kesilen hayvanları ima ederek twitter hesabından "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor." sözleri kamuoyunda tepki toplamıştır.
Livaneli Şarkıları (albüm)
Livaneli Şarkıları, Leman Sam'ın 1988 çıkışlı birinci stüdyo albümüdür. Sanatçı albüme şarkılarını seslendirdiği Zülfü Livaneli'nin soyadını vermiştir.
Rotting Christ
Rotting Christ 1987 yılında Yunanistan'ın Atina şehrinde kurulmuş bir black/death metal grubudur.
Grup Necromayhem (Sakis Tolis) ve Necrosauron (Themis Tolis) tarafından kuruldu. Andreas (Andreas Lagios) 1996'da basgitarist olarak katıldı. 2005 yılında Costas Vasilakopoulos'nun yerine gitarist olarak Nightfall grubu üyesi Giorgos Bokos geldi.
Rotting Christ saf bir black metal grubu olarak yola çıktı. Daha sonraki çalışmalarında gotik metal ve melankolik doom metal tarzlarında eserler vermiş olsa da "ekstrem" müzik tarzından hiç kopmadı.
Son albüm Aealo, 2010'un başlarında çıktı. Müzikal olarak Theogonia gibi olsa da beğenilen bir albüm oldu.
Çağrı (albüm)
Çağrı, Leman Sam'ın 1990 çıkışlı ikinci stüdyo albümüdür.
Çağrı
Çağrı şu anlamlara gelebilir:
Ayak Sesleri
Ayak Sesleri, Leman Sam'ın 1992 çıkışlı üçüncü stüdyo albümüdür.
Ulucanlar Cezaevi Müzesi
Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi veya Ulucanlar Cezaevi, 1925 ve 2006 yılları arasında Ankara'nın Altındağ ilçesinin Ulucanlar semtinde faaliyet göstermiş olan bir cezaevidir. Türk siyasi ve edebi hayatında da önemli bir yere sahip olan Ulucanlar Cezaevi'nin restore edilerek müze ve kültür sanat merkezine dönüştürülmesi projesi Altındağ Belediyesi'ne verildi. 2009 yılında başlatılan restorasyon çalışmaları 2010 yılında tamamlandı.
1923 yılında askerî depo olarak hizmet vermek üzere inşa edilen bir bina içine kurulan cezaevi, 1925 yılında yapılan tadilatlar ile cezaevi olarak kullanılmaya başlandı.
68 kuşağının önde gelen isimlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972 tarihinde cezaevi avlusundaki kavak ağacının altında idam edildi. 1980 İhtilalinin ilk infazları da 8 Ekim gecesinde, sol görüşlü Necdet Adalı ile sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu'nun idam edilmesiyle bu cezaevinde gerçekleşti. 13 Aralık 1980'de ise Erdal Eren'e verilen idam cezası burada infaz edildi.
Cezaevinde, Cüneyt Arcayürek, Mahmut Alınak, Fakir Baykurt, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Bülent Ecevit, Yılmaz Güney, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal, Yavuz Öbekci, Selim Sadak, Sırrı Sakık, Kemal Tahir, Metin Toker, Muhsin Yazıcıoğlu ve Leyla Zana gibi çok sayıda ünlü tutuklu ve mahkûm kaldı.
29 Eylül 1999'da başlatılan Hayata Dönüş Operasyonu sırasında cezaevinde 10 kişi öldü, 100'e yakın kişi de yaralandı.
Ulucanlar Cezaevi 1 Temmuz 2006'da kapatıldı. Daha sonra restore edilerek müzeye dönüştürüldü.
Eski Fotoğraflar
Eski Fotoğraflar, Leman Sam'ın 1994 çıkışlı dördüncü stüdyo albümüdür.
Milovan Đilas
Milovan Djilas, (Milovan Đilas) (Sırpça: "Милован Ђилас") (d. 4 Haziran 1911 - ö. 20 Nisan 1995), Karadağ asıllı Yugoslav siyasetçi, teorisyen ve yazar.
II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslav Partizanları örgütünde ve savaş sonrası kurulan Yugoslav hükümetinde etkili bir kimse idi. Komünist lider Tito’nun yakın çevresindeki az sayıdaki kişi arasına girdi. 1953ten itibaren Komünist Parti yöneticileri ile arası açılan Djilas, parti ici bürokrasiyi, yönetimin bazı kademelerini eleştirmesi sonucu partiden atıldı. ""Yeni Sınıf"” teorisi ile ünlüdür.
Karadağ’ın bir köyünde dünyaya geldi. 1932’de üniversite öğrencisi iken Yugoslavya Komünistler Ligi’ne katıldı. Siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı; 1933-1936 arasında tutuklu kaldı. 1938’de Komünist Parti Merkez Komitesi’ne seçildi ve 1940’da Politbüro üyesi oldu.
1941’de Yugoslavya Krallığı Mihver Devletleri tarafından işgal edildiğinde direnişi örgütlemede Josip Broz Tito’nun yanında yer aldı; savaş boyunca bir gerilla komutanı idi. İtalyan işgalcilere karşı direniş başlatmak üzere Karadağ’a gönderildi. 1941 Karadağ Ayaklanması'nda önemli rol oynadı. Kasım 1941’de Tito tarafından görevden alındı. Sırbistan’da partinin ana yayın organı olan Borba’nın editörlüğünü yapmakla görevlendirildi.
Savaştan sonra Çeşitli diplomatik görevlerde ülkesini temsil etti, Stalin ve diğer SSCB yetkilileri ile görüş alışverişinde bulunmak için SSCB’ye yapılan seyahatlere katıldı. 1953’te başbakan yardımcısı, aynı yıl millet meclisi başkam oldu.
Komünist sistemde ""İmtiyazlı yöneticilerden müteşekkil bir yeni sınıfın"" oluştuğu iddiası üzerine Komünist Parti yöneticileriyle arası açıldı. 1954’te açıkça “demokratikleşme” talep etmesinin ardından partiden ihraç edildi. The New York Times’a verdiği bir röportaj nedeniyle düşmanca propaganda yapmakla suçlandı ve 1,5 yıl hapisle cezalandırıldı. 1956’da ise Macar Devrimi’ni komünizmin sonunun başlangıcı olarak adlandırması üzerine 3 yıl hapse mahkum oldu.
Hapse girmeden önce yazıp ABD’deki yayıncısına gönderdiği ""Yeni Sınıf"" adlı kitabı 1957’e yayımlandı. Kitapta modern komünizmin köklerinin, batı Avrupa'daki modern sanayiinin doğuşu karşısında unutulmuş olmakla beraber, çok gerilere ulaştığını ifade etti. Komünizmin ana hatları, maddenin hakimiyeti ve realitenin daimi değişikliğe tâbi bulunması hakikatinde saklı bulunup, bu fikirlerin komünizmin doğuşundan az evvelki zamanın düşünürlerinden alındığını savundu. Kitap büyük başarı kazandı ve kırk dile çevrildi. Yazar ise ilave yedi yıl daha ceza aldı.
4 yıl iki ay hapis yattıktan sonra 20 Ocak 1961’de şartlı olarak salıverilen Djilas, “"Stalin’le Konuşmal |
ar"” kitabını yayımladığı için 1962’de tekrar tutuklandı “devlet sırlarını açıklamakla suçlandı”; 5 yıl hapis cezası aldı.
Mahkumiyeti sırasında romanlar yazdı ve John Milton’un Kayıp Cennet eserini Sırp-Hırvatça’ya çevirdi. Dokuz yıl mahkumiyet yaşamından sonra 31 Aralık 1966’ta genel aftan yararlanarak serbest kaldı. 20 Nisan 1995’te ölümüne kadar Belgrad’da yaşadı.
Siklik adenozin monofosfat
Siklik adenozin monofosfat, (siklik AMP veya 3'-5'-siklik adenozin monofosfat) (İngilizce "Cyclic adenosine monophosphatedan) kısaltma cAMP"', ve cyclic AMP olarak da bilinir. cAMP adenozin trifosfat (ATP) tan elde edilir ve çeşitli organizmalarda cAMP bağımlı yolda hücre içi sinyal iletiminde kullanılır.
cAMP hücre içi sinyal aktarımında işlev gören bir ikincil habercidir. Örneğin, hücre zarından geçemeyen adrenalin ve glukagon gibi hormonların etkilerini hücre içine aktarır. cAMP, protein kinazları aktive eder, ayrıca iyon kanallarından Ca geçişini düzenler.
Case Western Reserve Üniversitesin'den Earl Sutherland 1971 yılında Tıp ve Fizyoloji ödülünü kazandı;bu keşif hormonların hareket mekanizması ile ilgilidir.Özellikle epinefrin ikinci mesajcı ile ilişkilidir.Örneğin cAMP(siklik adenozin monofosfat)
cAMP, adenilat siklaz enzimi aracılığıyla ATP'den sentezlenir. Adenilat siklaz hücre zarında (membranında) bulunur. Glukagon ve adrenalin hormonları ve G proteini tarafından aktive edilir. Karaciğer adenilat siklazı glukagona daha duyarlıdır, kas adenilat siklazı ise adrenaline daha duyarlıdır.
cAMP'nin AMP'ye yıkımı fosfodiesteraz enzimi tarafından katalizlenir.
Siklik AMP bazı protein kinazların işlevinde yer alır. Örneğin, PKA (protein kinaz A, cAMP-bağımlı protein kınaz, "cAMP-dependent protein kinase" olarak da bilinir) normalde iki katalitik, iki de düzenleyici birimden oluşan bir enzimdir, düzenleyici birimler katalitik birimlerin katalitik merkezlerini örterek bu enzimin etkisiz olmasına neden olurlar. Siklik AMP protein kinazın belli yerlerine bağlanarak düzenleyici ve katalitik birimlerin ayrılmasına yol açar, böylece katalitik birim etkinleşir (aktive olur) ve substrat proteinleri fosforlayabilir hale gelir.
cAMP glikojenin glikoza yıkımı ve lipitlerin yıkımını kontrol eder.
Bakterilerin içindeki cAMP düzeyi ortamına bağlıdır. Karbon kaynağı olarak glikoz kullanıldığında cAMP seviyesi düşüktür. Hücre içine glikoz taşınmasının bir yan etkisi olarak cAMP'yı üreten adenilat siklaz enzimi inhibe olur. CRP (veya CAP) isimli transkripsiyon faktörü cAMP ile bir bileşik oluşturur ve böylece etkinleşip DNA'ya bağlanabilir hale gelir. CRP-cAMP çok sayıda genin ifadesini arttırır, glikozdan bağımsız olarak enerji sağlayan bazı enzimler de dahil olmak üzere.
Amip türü bu organizma pek çok temel biyolojik sürecin araştırılmış olduğu bir model organizmadır. Kemotaktik hareket, bir organizmanın ortamında bulunan çekici bir maddeye doğru ilerlemesi veya itici bir maddeden onun uzaklaşmasıdır, bu olgu "D.discoideum"'da ayrıntılı olarak çalışılmıştır. Bu hücrelerin kemotaktik hareketlerinin, cAMP'nin hem hücre dışına salgılanması ile düzenlendiği gösterilmiştir.
İlla (albüm)
İlla, Leman Sam'ın 1998 çıkışlı beşinci stüdyo albümüdür.
Hayat Kıvılcımı
Björk
Björk Guðmundsdóttir (d. 21 Kasım 1965), bilinen sahne adıyla Björk, İzlandalı şarkıcı, şarkı yazarı, aktris, albüm yapımcısı ve DJ. Kırk yılı aşan kariyeri boyunca elektronik, pop, deneysel, klasik, trip hop, IDM ve avangart tarzlarını kapsayan geniş bir alanda etkiler ve türler üzerinde kendine özgü eklektik bir müzikal tarz geliştirdi. İlk olarak, 1987'de yayınlanan "Birthday" adlı single ile ABD ve İngiltere'deki indie istasyonlarında ve müzik eleştirmenleri arasında favori olan alternatif rock grubu The Sugarcubes'un ana vokalisti olarak tanındı. Björk, 1993'te solo kariyerine başladı; bir dizi sanatçı ile birlikte çalışırken ve çeşitli çoklu ortam projelerini keşfederken, "Debut" (1993), "Post" (1995) ve "Homogenic" (1997) gibi albümlerle solo bir sanatçı olarak öne çıktı.
Björk; müzikal hayatına; doğduğu yer olan Reykjavík’de başladı. Daha küçük bir çocukken flüt, piyano ve şan dersleri almaya başladı ve 1979 yılında ilk grubuna katıldı. 15 yaşındayken “Tappi Tikarass” adında “Siouxsie and The Banshees”den oldukça etkilenmiş olan bir post-funk grubu kurdu. 1982 yılında grubun iki parçası, İzlandalı Yeni Dalga artistlerinin konu edildiği “Rock in Reykjavík” adındaki bir belgeselde kullanıldı. Ve bunun sonucunda Björk müzik çevreleri tarafından tanınmaya başladı.
1983 Yılında Björk ve diğer İzlandalı Yeni Dalga Artistleri özel bir radyo programında bir araya gelmeleri için davet edildi. Björk ve aralarında Einar Orn ve Sigtryggur Baldursson’un da bulunduğu birkaç kişi bu programda diğerlerine nazaran başarılı bir performans sergiledi ve o yılın sonunda da Kukl adında bir grup oluşturdular.
Bu sırada Tappi Tikarass’ın ikinci ve son albümü de çıktı. Bundan sonra Björk, sadece Kukl’la çalışmalarını sürdürdü. İki sene boyunca Björk ve yeni grubu iki albüm piyasaya sürdü. 1986 yılında ise grup dağıldı.
Björk ve eşi, gitarist Thor Eldon’ın, 8 Haziran 1986’da Sindri adında bir oğulları oldu. Aynı gün aralarında Björk, eşi Thor Eldon ve Kukl’un elemanlarından bir kaçının da bulunduğu yeni bir grup oluştu. 1986 yılının sonunda grubun ismi de belli oldu. Orijinal ismi Sykurmolarnir olan Sugarcubes. 1987 yılında grubun uzun yıllar hafızalardan silinemeyecek ilk single’ı “Birthday” piyasaya çıktı. Bu single’la birlikte grup Elektra ile anlaşma imzaladı. 1988 yılının baharında grubun ilk albümü “Life’s Too Good” Amerika’da piyasaya çıktı. Çıkan ikinci albüm “Here Today Tomorrow Next Week” ise birinci albümün yakaladığı başarıyı elde edemedi. 1990 yılında Björk, geleneksel İzlanda jazz soundlarının yer aldığı ve sadece İzlanda’da satışa sunulan albümü Gling Gló'yu çıkardı.
1992 Yılında Sugarcubes’un üçüncü albümü “Stick Around For Joy” adındaki albümü piyasaya çıktı. Ve grup bu yılın sonunda dağıldı. Sugarcubes’un elde ettiği ün, bir anda Björk’ün üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Böylece müzikal hayatına solo olarak devam edecek Björk, büyük bir avantaj da sağlamış oldu.
Björk, eşi Thor’dan ayrıldıktan sonra, oğlu Sindri ile birlikte, 1993 yılında Londra’ya taşındı. Ve burada ünlü İngiliz dans müziği prodüktörleriyle çalışma imkânı buldu. Bu prodüktörlerden en önemlisi ise Björk’ün ilk albümü “Debut”ta da büyük katkısı olan Nellee Hooper’dı. Björk’ün ilk solo albümü olan Debut ve albümden 1993 yılının Haziran ayında çıkan ilk single “Human Behaviour” çok ilgi çekti. Parça İngiltere Top 40’da bir numaraya kadar yükseldi.
1993 Yılında Björk, İngiltere listelerinde “Venus As A Boy”, “Big Time Sensuality” ve daha sonra “Young Americans” filminde de kullanılacak olan “Play Dead” parçalarıyla haftalarca listelerde kalmaya başardı. Rolling Stone dergisi tarafından başarısız bir albüm olarak değerlendirilen Debut, NME dergisi tarafından yılın albümü seçildi. Ayrıca Björk, o yıl düzenlenen Brit Ödülleri’nde de “En İyi Uluslararası Kadın Solo Artisti” seçildi. Her şeyi bir kenara bırakacak olursak albüm hakkındaki en doğru veri ise satış grafiğinden anlaşılıyordu. Albümle Björk, Amerika’da bir star olma yolunda ilk adımı atmıştı.
Björk 1994 yılında sessiz kalmayı tercih etti ve ikinci albümünün çalışmaları üzerine yoğunlaştı. Björk ikinci albümünde; Nellee Hooper, Tricky, 808 State’s Graham Massey ve Howie B. ile çalıştı.
1995 Yılının Haziran ayında Björk’ün ikinci albümü “Post” piyasaya çıktı. Björk’ün bu ikinci albümünden çıkan ilk single ise “Army Of Me” idi. Albüm İngiltere Müzik listelerine iki numaradan, Amerika müzik listelerine ise 32 numaradan giriş yaptı. Bu albümle Björk, 1995 yılında yapılan Brit Ödülleri’nde ikinci kez “En İyi Uluslararası Kadın Solo Artisti” ödülünü aldı. Albümden çıkan singlelar “Isobel”, “It’s Oh So Quiet”, “Hyperballad” uzun süre listelerde kalmayı başaran parçalardı.
Björk’ün üçüncü albümü Telegram 1996 yılının sonlarına doğru piyasaya çıktı. Bu albüm Post’un tekrar kaydedilmiş, remixlenmiş bir versiyonuydu. Telegram Amerika’da 1997 yılının Ocak ayında piyasaya çıktı.
Björk’ün o güne kadar yaptığı en deneysel parçaların bulunduğu dördüncü albümü Homogenic 1997 yılında piyasaya çıktı. Björk, bu albümde LFO’dan Mark Bell, Mark “Spike” Stent ve Post’da çok büyük katkıları olan Howie B. ile çalıştı. Telli çalgılarla, kekelemeler, belli belirsiz ritimler, ve akordiyon ve cam armonikanın yer aldığı albümde belirsizliklere rastlamak mümkün. Örneğin albümün açılış parçası olan “Hunter” gayet soğuk bir hava estirirken “All Neon Like” da Björk, soundu yumuşatabiliyor. Bu albümdeki belki de en başarılı parça “Bachelorette”. Ayrıca albümde yer alan Björk’ün anavatanı ve en değer verdiği arkadaşı için bestelediği parça “Jóga” da kendinden sıkça bahsettiren parçalardan biri. Albüme noktayı koyan parça ise “All Is Full of Love”.
2000 yılının baharında Björk, Cannes Film Festivali’nde, Lars Von Trier Palme D’or Ödüllü filmi "Dancer In The Dark" 'da gösterdiği başarılı performansından dolayı “En İyi Aktris” ödülünü aldı. Björk bu film için hazırladığı soundtrack Selmasongs ile birçok çevre tarafından övgüye değer görüldü.
2001 yılında Vespertine albümü yayınlandı.Albüm içe dönük bir kış albümüdür. Björk bu defa bir kadının iç dünyasını anlatmaktadır. Albümden çıkan singlelar Hidden Place, Pagan Poetry ve Cocoon büyük yankı uyandırdı. Şarkılara çekilen videolar da büyük ilgi gördü. Pagan Poetry'de Björk Nick Knight ve Alexander McQueen ile çalıştı.
2002 Yılında Matthew Barney ile birlikteliklerinden kızları İsadora dünyaya geldi
2002 Yılının ekim ayında ise Björk'ün internet sitesinden hayranlarının verdiği oylar sonucu belirlediği şarkı listesiyle yayınlanan "Greatest Hits" albümü piyasaya çıktı.
2002 Tarihli "Box Set"in adı ise "Family Tree"dir.
2004 yılının ağustos ayında ise sondan bir önceki albümü olan Medúlla piyasaya çıktı. Albümün 7. parçası olan "Oceania" 2004 Atina Olimpiyatları için açılış şarkısı olarak kullanıldı. 2005 |
yılında partneri Matthew Barney'nin yönetmenliğini yaptığı "Drawing Restraint 9" adlı filmde rol aldı ve bu filmin müziklerinden oluşan bir albümü piyasaya çıktı.
2007'nin mayıs ayında ise altıncı albümü Volta'yı piyasaya sürüldü. On şarkıdan oluşan Volta'nın kimi şarkılarında Björk Timbaland ile çalıştı. Volta'dan çıkan ilk single ise Earth Intruders. Tamamen dışa dönük ve politik yönü ağır basan bir albümdür. Björk albümün yayınlanmasının ardında uzun bir Volta turnesine çıkmıştır ve ülkemize de uğramıştır.Volta turnesi bittikten sonra Voltaic isimli 2 CD ve 2 DVD'den oluşan bir live albümü yayınladı.
Ipad üzerinden yayınlanan dünyanın ilk app (uygulama) albümü olma özelliğini taşıyan Biophilia Ekim 2011'de piyasaya çıktı.
Björk, sitesinde dinlenebilecek ses kaydında Biophilia'yı şöyle anlatıyor:
"Biophilia’ya hoş geldiniz. Doğanın her türlü suretine karşı duyulan sevgiye. En küçük organizmadan, evrenin derinliklerinde seyreden devasa kırmızıya kadar. Biophilia bitmek bilmez bir merak uyandırır, doğa ile buluştuğumuz, ulaşılması güç yerleri araştırma ve keşfetme isteğidir. Renkler ve biçimler, parfümler ve kokular, tuzlu rüzgârın dile dokunuşu ve tadı; doğanın duyularımız üzerinde oyunlar oynadığı yerler. Ancak, doğanın büyük kısmı bizden gizlidir, onu göremeyiz veya ona dokunamayız, aynen günlük hayatımızda bizi her şeyden çok etkilediği söylenilen fenomen olan ses gibi. İnsanlar tarafından kontrol altına alınan sesin cömertçe ve duygularla dağıtılmasına müzik diyoruz. Müzik olmasaydı şu anda gizli kalmış olacak parçalarımızı ifade etmek için müziği kullandığımıza göre, doğanın gizli dünyasını biraz daha görünür kılmak için teknolojiyi de kullanabiliriz. Biophilia’da bu üçünün nasıl bir araya geldiğini göreceksiniz: doğa, müzik ve teknoloji. Dinle, öğren ve yarat. Parmağının ucunda yatan evreni dolaş. Üç boyutlu galaksilere dokun, içerisinde yolculuk et. Takımyıldızlarının içine yerleştirilen farklı şarkı uygulamalarını (app) ve bu uygulamaların ek özelliklerini keşfet. Boşlukta kaybolduğunu hissedersen, seni eve götürmesi için her zaman müzikal pusulayı kullanabilirsin. Şimdi, insan bedeninin boyutunu unut. Evrensel ile mikroskobik arasında bir geçit olduğunu hatırla. Varlığının derinliklerini harekete geçiren görülmemiş güçler ve seni ve var olan her şeyi kucaklayan doğa. İnsanları teknolojik yenilikler aracılığıyla doğayla yeniden birleştirecek bir devrimin eşiğindeyiz. Oraya ulaşana kadar, hazırlan, keşfet, Biophilia."
Roland Freisler
Roland Freisler (1893 - 1945), Alman hukukçu, Nazi Almanyası'nın Adalet Bakanı ve müsteşarı.
Celle'de bir mühendisin oğlu olarak doğdu ve 1914 yılında bir askeri öğrenci oldu. 1915'te Teğmen oldu ve Ekim 1915'te Rus İmparatorluğu'nda savaş esiri olmadan önce I. Dünya Savaşı sırasında aktif olarak görev aldı. Rusya'da tutuklu iken, Rusça öğrendi, 1917 Rus Devrimi'nden sonraMarksizmle ilgilendi ve Ekim Devriminde Bolşeviklere katıldı. 1920 yılında Almanya'ya döndü ve 1922'de Jena Üniversitesi'nde hukuk öğrenimini tamamladı. komünizme sırtını döndü ve 1925 yılında NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) ye girdi. II. Dünya Savaşına kadar geçen süre içerisinde, NSDAP de önemli görevler aldı ve yargı sistemi içerisinde yükseldi. 1928 yılında Marion Russegger ile evlendi ve bu evlilikten 2 oğlu oldu.
1933 Şubat ayında, Prusya Adalet Bakanlığı daire başkanı olarak atandı. 1933-1934 yıllarında Prusya Adalet Bakanlığı Devlet Sekreteri oldu ve 1934-1942 yıllarında Reich Adalet Bakanlığı devlet Sekreteri oldu.
Nihai Çözüm ile ilgili tüm Avrupa Yahudilerinin cinayetlerinin ayrıntılı planları ile ilgili olarak, Wannsee Konferansı'nda (20 ocak 1942) Franz Schlegelberger'i temsil etti.
1942 yılında Halk Mahkemelerinin başına getirildi ve buradaki gücünü dilediğince kullanarak, mahkemeleri Nazi propaganda şovları haline getirdi. Adolf Hitler'e düzenlenen saldırıda tutuklananlara karşı da bu tür mahkemeler gerçekleştirdi ve her türlü hukuksal uygulamaya ve kurala aykırı davranarak, kana susamış intikam yargıcı haline geldi. Ölüm cezalarının sayısı Freisler'in idaresi altında hızla artmıştır. Tüm işlemlerin yaklaşık 90%'ı ölüm ya da ömür boyu hapis kararları ile sona erdi. 1942-1945 yılları arasında 5.000 'den fazla ölüm cezası verdi. Freisler, mahkeme sırasında sanıkları aşağılamaları ve onlara bağırması ile bilinirdi. Freisler, direniş grubu Beyaz Gül üyelerine karşı 1943'te giyotin ile idam edilmesini emretmiştir.
Amerikan bombardıman uçakları Berlin'e 3 Şubat 1945 tarihinde saldırdı. Freisler, Halk Mahkemesi'nde bir Cumartesi oturumu yapıyordu. Hükümet ve Nazi Partisi binaları, Reich Başbakanlık binası, Gestapo merkezi, Parti Başbakanlık ve Halk Mahkemesi de dahil olmak üzere vuruldu. Bir rapora göre, Freisler, aceleyle mahkemeyi erteledi ve mahkûmları bir sığınma evine alınmasını emretti ama o günün dosyalarını toplamak için kendisi binada kaldı. Bina neredeyse doğrudan isabet adldı ve kendi mahkeme salonuda bombalandı. Freisler bu bombardımanda öldürüldü. Vücudu, dosyaları tutmuş bir şekilde, düşmüş bir taş sütun altında ezilmiş olarak bulundu. Bu dosyalar arasında Fabian von Schlabrendorff'un o gün 20 Temmuz suikast girişimi üyesinin olmasıydı ve yargılanması ile karşı karşıya idi.
Farklı bir rapora göre, Freisler "hukuk mahkemesinden hava saldırısından korunmak için kaçmaya çalışırken bir bomba parçası tarafından öldürüldü" ve "Berlin'de Bellevuestrasse 15'de Halk Mahkemesi dışında kaldırımda kan kaybından öldü. Freisler'in ölümü, von Schlabrendorff'u kurtarmıştır.
Freisler, Berlin'de Waldfriedhof Dahlem mezarlığında eşinin ailesinin mezarlığına defnedildi. Mezar taşı üzerinde ismi yazmamaktadır.
Altın Beşik
Altın Beşik, Topkapı Sarayı'nda eskiden hazinenin birinci salonunda teşhir edilen beşik.
İncili örtüsü ve mücevherlerle süslü altın bağırdakları onaltıncı asır Türk kakmacılık ve kuyumculuk sanatının şaheserleri arasındadır. Paha biçilememektedir. Örtüsü kül rengi dibadan yapılmış, üzerine inci ve zümrüt işlenerek oturtulmuştur. Beşiğin oya gibi işlenmiş altın yaftaları üzerinde 1475 parça elmas, 1210 parça yakut, 520 parçada zümrüt vardır. İki yan tahtalarındaki zümrüt ve elmaslar çok büyük ve temizdir.
Beşiğin topuzları ve sapıda tamamen mücevheratla örtülmüştür. Yalnız iki topuzunda sekizer elmas, beşer yakut ve onbeşer zümrüt vardır. Örtünün üzerindeki incilerin tahmini sayısı 10 milyon kadardır. Beşiğin sekiz bağırdağı ile, bağırdak çubuğunda 140 elmas 132 yakut 842 zümrüt vardır. Birçok şehzadenin beşiğidir. İçerisinde birçok şehzadenin boğulduğu söylenir.
Marquis de Sade
Donatien Alphonse François le Marquis de Sade (Fransızca okunuşu: maʁki: dəsad) (d. 2 Haziran 1740 - ö. 2 Aralık 1814), Fransız aristokrat ve felsefe yazarı. Erotik edebiyat'ın önemli yazarlarındandır, genellikle sert pornografik yazılar yazardı.
Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Les 120 journées de Sodome ou l'école du libertinage'nü hapishanede yazmıştır. Eser günümüzde bile oldukça sakıncalı görülür. Ünlü yönetmen Pasolini romanın günümüze uyarlaması olan Salo ya da Sodom'un 120 Günü filmi çekmiştir. Diğer önemli eseri de Justine'dir. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir.
Yazılarında ahlakı, yasayı, dini öğeleri dikkate almadan aşırı özgürlüğü (hatta ahlaksızlığı) ve en iyinin zevk olduğunu savunuyordu. Sade, 32 yıl farklı hapishanelerde ve akıl hastanesinde hapsedildi; on bir yıl Paris'te (on yılı Bastille'de geçti), bir ay Conciergerie'de, iki yıl kalede, bir yıl Madelonnettes'de, üç yıl Bicêtre'de, bir yıl Sainte-Pélagie'de ve 13 yıl Charenton akıl hastanesinde. Yazılarının çoğunu tutuklu olduğu dönemde yazdı. "Sadizm" kavramı adından türetilmiştir.
Sade kitaplarında kişilerarası ilişkilerde insanın insansal yanı bir kez yitirildiğinde, neler olabileceğinin bilgisini verir. Kişilerarası ilişkilerde insanın sahip olduğu onur bir yana bırakıldığında, ortaya çıkan yeni ilke "kendi yararını koruma" sonuna kadar götürülecek olursa; zorunlu olarak "sadizm"e varılır. Yani insandaki insansal olan tek şey doğaysa, doğrudan doğa nedenselliği insan türünün yapıp etmelerini belirliyorsa, insan olmak cani olmayı da beraberinde doğal olarak taşır. Eserlerinde ahlaksal eylemin belirleyicisi olarak etik değerler değil de, içgüdüler ya da "koşullu buyruklar" eylemin "ilkesi" yapılırsa neler olacağını anlatır.
Sade, Paris’te Condé Sarayında doğdu. Babası comte Jean-Bastiste François Joseph de Sade’dir. Annesi Condé prensesinin uzaktan kuzeni ve yardımcısı olan Marie-Eléonore de Maillé de Carman’dir.
Çocukluğunda Katolik rahip olan amcası de Sade’nin yanında eğitim gördü. Daha sonra Jesuit lycée (erkekler okulu)na gidip askeri eğitim aldı. Yedi yıl savaşlarında süvari sınıfının komutanı olarak görev aldı. 1763’te savaştan döndü ve gönlünü zengin bir devlet adamının kızına kaptırdı ancak bu beraberlik aynı yılın kızın büyük ablası Renée-Pélagie de Montreuil ile evlenmesini düşünen babası tarafından reddedildi.
Ömrü boyunca tiyatroya olan ilgisi 1766 yılında Provence’de Lacoste kalesinde inşa ettirdiği özel tiyatroyla açığa çıktı.
Ailesi comte ve marquis unvanlarını seçti. Büyükbabası, Gaspard François de Sade, ailede marquis unavını kullanan ilk kişiydi. Genellikle marquis de Sade olarak bilindi ancak bazı belgelerde marquis de Mazan olarak da bilinir. Ancak Donatien de Sade’nin yaşadığı yerde ne onun ne de atalarının hakkında bir belge bulunamadı ayrıca Provence parlamentosu tarafından marquis ya da comte unvanlarını onaylayan yasal bir belgeye ulaşılmadı. Soyluluk unvanını kullanabilmek için böyle yasal bir onaylama gerekliydi. Noblesse d'épée’nin yani eski Fransız soylularının üyesi olan Sade ailesi soyluluklarının eski Avrupalılardan geldiğini iddia ediyordu. Aslında ailenin atası Laura de Noves’di. Verilen mağrur unvanların kral tarafından onaylanması gelenekseldi. Ailenin marquis ve comte unvanlarını farklı şekillerde kullanması Fransızların unvan hiyerarşisinin göreceli olduğunu yansıtır. Teo |
ride marquis unvanı birkaç gemiye sahip olan soylular için uygundur. Ancak bu unvanın belirsiz kişilerce kullanılması itibardan düşmesine neden oldu. Mahkemede öncülük unvana değil soyluluğun kıdemine ve kraliyet onayına bağlıydı. Evliliğinden önceki yazışmalarda Sade, babası tarafından marquis şeklinde ifade edildi. Ancak ondan sonraki nesiller bu şerefli ama gayri resmi unvanı kullanmayı reddederek kendilerine comtes de Sade dediler.
Sade’nin olaylı ve ahlaksız bir yaşam sürdüğü ve fahişelere olduğu kadar Lacoste kalesindeki kadın ve erkek çalışanlara da kötü muamelede bulunduğu söylenir. Sade’nin bu davranışları arasında Lacoste kalesine gelen karısın kız kardeşi olan Anne-Prospere olayı da vardır.
Sade’nin en önemli skandallarından biri Rose Keller adındaki bir kadını kendisine cinsel anlamda hizmet ettirmeye zorladığı 1768 yılı Paskalya Yortusu gününde meydana geldi. Kadını Arcueil’deki şatosunda zorla tutmasından, fiziksel ve cinsel yönden kötü muamele göstermesinden dolayı suçlandı. Ayrıca bu dönemde önemli bir suç olan hakaretten de yargılandı. Kadın ikinci kat penceresinden tırmanarak kaçtı ve gördüğü kötü muamelenin karşılığını alamadı. Sade’nin kayın validesi la Presidente, Sade’yi mahkemeye çıkarmamak için Kral’dan bir belge aldı (lettre de cachet). Bu belge (lettre de cachet) daha sonra marquis için felaket olacaktı.
1763 yılında Sade Paris yakınlarında yaşamaya başladı. Birçok fahişe onun kötü davranışlarından şikâyetçiydi ve polis tarafından gözaltına alındı, yaşanan olaylar hakkında detaylı raporlar tutuldu. Birçok kısa tutuklamadan sonra serbest bırakıldı ve 1768’de Lacoste kalesine geri döndü.
1772 yılında Marsilya’de, uşağı Latour ile birlikte öldürücü olmayan, afrodizyak olarak kullanılan kurutulmuş kuduzböceği tozu ile zehirlemekten ve sodomi suçlarından yargılandı. Bu yıl içerisinde ölüm cezasına çarptırıldı. Karısının kız kardeşini de alarak İtalya’ya kaçtı ve kayınvalidesi bu suçu yüzünden onu asla affetmedi. Bu sefer lettre de cachet belgesini onu tutuklatmak için aldı.
Sade ve uşağı 1772 yılının sonlarına doğru Latour Miolans kalesinde yakalanıp tutuklandı ancak dört ay sonra kaçtılar.
Sade daha sonra suç ortağı olacak olan karısının yanına Lacoste kalesinde saklandı. Bir grup genç işçiyi burada hapsetti ve işçiler cinsel tacizlerinden şikâyet edip kaleyi terk ettiler. Sade tekrar İtalya’ya kaçmak zorundaydı. Bu süre içinde İngilizce'ye çevrilmemiş olan yolculuk maceralarını anlatan Voyage d'Italie adlı romanını yazdı. 1776’de Lacoste kalesine geri döndü ve yine çok sayıda hizmetçi kızı zapt etti ve birçoğu kaleden kaçtı. 1777’de hizmetçi kızlardan birisinin babası, kızına sahip çıkmak ve Sade’yi öldürmek için Lacoste kalesine geldi, silahın ateşlenmemesi Sade için büyük şans oldu.
Sonraki yıl aslında bir yıl önce ölmüş olan annesini ziyaret etmek için Paris’e gitti. Burada tutuklandı ve Château de Vincennes’de hapsedildi. 1778’de ölüm cezasının verilmesi için başvurdu ancak tutuklu kaldı. Buradan da kaçtı ancak kısa bir süre sonra yakalandı. Yazmaya tekrar başladı ve burada kendisi gibi erotik yazılar yazan Comte de Mirabeau ile tanıştı ama birbirlerini hiç sevmediler. 1784’de Vincennes hapishanesi kapatıldı ve Sade Bastille’ye gönderildi. 2 Temmuz 1789 hücresinden dışarıdaki kalabalığa doğru yüksek sesle ‘burada tutukluları öldürüyorlar’ diye haykırdı. İki gün sonra Paris yakınlarındaki Charenton akıl hastanesine gönderildi. (Fransız İhtilali’nin başlangıcı sayılan Bastille Buhranı 14 Temmuz’da meydana geldi.)
Sade başyapıtı Les 120 Journées de Sodome (Sodom’un 120 günü) için çalışıyordu. Nakil sırasında eserin müsveddesi kayboldu ancak yazmaya devam etti. Yeni Kurucu Meclis lettre de cachet(kraldan alınan belge) uygulamasını kaldırdıktan sonra 1790’da Charenton hapishanesinden salındı. Kısa bir süre sonra karısı Sade’den boşandı.
1790’dan sonra özgürlüğüne kavuştuğu dönemde Sade birçok anonim eser yayımladı. Eşini terk etmiş, altı yaşında bir çocuk annesi olan eski oyuncu Marie-Constance Quesnet ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar Marie-Constance Quesnet ile yaşadı.
İhtilalden sonra kendini politikaya adadı, Cumhuriyeti destekledi ve kendini ‘Uygar Sade’ olarak tanımladı. Aristokratik geçmişine rağmen birçok resmi görev elde etmeyi başardı.
1789 yılındaki ayaklanmada Lacosta’daki birçok mülkünün zarar görmesinden dolayı Paris’e yerleşti. 1790’da Ulusal Delege olarak seçilerek liberal siyasi görüşü temsil etti. Radikal görüşlerinden dolayı dile düşmüş Piques mezhebinin üyesiydi. Doğrudan demokrasiyi öneren birçok siyasi kitap yazdı. Aristokrat geçmişinden dolayı devrimci arkadaşlarından tepki gördü. Sade oğlunu reddetmeye zorlandı ve bir sonraki yıl adı belki hatayla belki kasten Fransız İhtilali’nden kaçanlar listesine eklendi.
Terörün hüküm sürdüğü 1793 yılında Jean-Paul Marat’a makamını koruması için takdire değer bir konuşma yazdı. Orta yolculukla suçlandı ve bir yıldan fazla hapsedildi ve büyük ihtimalle idareden kaynaklanan bir nedenle giyotinden kurtuldu. Bu deneyim onun tiranlık rejiminden ve ölüm cezasına olan nefretini pekiştirdi. 1794’te Maximilien Robespierre’nin devrilmesi ve infaz edilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Terör Hükümdarlığı (Reign of Terror) sona erdi.
1796’da Lacoste kalesini yoksulluktan dolayı satmak zorunda kaldı. Kalenin kalıntıları moda tasarımcısı Pierre Cardin tarafından düzenlendi ve burada hala tiyatro festivalleri yapılmakta.
1801 yılında Napolyon Bonapart Justine ve Juliette’in anonim yazarını tutuklama emri verdi. Sade yayımcısının ofisinde tutuklandı ve yargılanmadan hapsedildi; ilk önce Sainte-Pélagie hapishanesinde kaldı ancak buradaki genç tutukluları baştan çıkardığı için katı kuralları olan Bicêtre kalesine gönderildi.
Ailesinin de desteğiyle 1803 yılında deli olduğu ifade edildi ve bir kez daha Charenton akıl hastanesine gönderildi. Eski eşi ve çocukları da onun burada kalmasını destekliyorlardı.
Constance’ın Sade’yle birlikte Charenton’da yaşamasına izin verildi. Kurumun merhametli idarecesi Abbé de Coulmier yazdığı oyunları sahnelemesi, Paris halkına sunması ve oradaki hastaları oyuncu yapması için Sade’yi yüreklendirdi. Coulmier’in psikoterapiye garip yaklaşımı pek çok tepki çekti. 1803 yılında yeni polis teşkilatı Sade’yi tek kişilik hücreye nakletti. Coulmier’in bu uygulamayı ılımlılaştırmaya çalışmasına rağmen kâğıt ve kalemden de yoksun bırakıldı.
1813 yılında Fransa hükümeti Colmier’e bütün tiyatro etkinliklerini durdurmasını emretti.
Sade Charenton’da hizmetli olan 13 yaşındaki Madeleine Leclerc ile yeni bir maceraya başladı ve bu macera yaklaşık dört yıl, Sade’nin 1814’teki ölümüne kadar sürdü. Öldükten sonra yakılmayı ve küllerinin savrulmasını vasiyet etti ancak bunun yerine Charenton’da gömüldü. Daha sonra iskeleti frenolojik deneyler için mezarından çıkarıldı. Oğlu geniş kapsamlı çalısması Les Journées de Florbelle de dâhil olmak üzere yarım kalmış, basılmamış bütün müsveddelerini toplayıp yaktı.
Özellikle cinsellikle ilgilenen sayısız yazar ve sanatçı Sade’a hem hayranlık duydu hem de karşı çıktı. Çağdaş karşıtlarından pornografik yazar Rétif de la Bretonne 1793 yılında Anti-Justine’ni yayımladı.
Simone de Beauvoir (Must we burn Sade? - Sade’yi yakmalı mıyız? adlı makalesinde) ve diğer yazarların eserleri 150 yıl boyunca Sade’nin yazılarındaki radikal felsefi özgürlük anlayışından ve varoluşçu felsefesinden izler taşıdı. Ayrıca Sade Sigmund Freud’un psikanalizde ana konusu olan cinsellik ve şiddet dürtüsünün incelemesinde öncü olarak görülür. Sürrealistler (gerçeküstücüler) onu öncüleri olarak görür ve Guillaume Apollinaire onu ‘var olmuş en özgür ruh’ olarak değerlendirir.
Pierre Klossowski 1947 yılında basılan eseri Sade Mon Prochain (Komşum Sade)’de Sade’ın felsefesini incelerken Hıristiyanlık değerleri ve maddeciliği reddettiği için onun nihilizmin (hiççilik) öncüsü olduğunu söyler.
Max Horkheimer’ın ve Theodor W. Adorno’nin Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı eserlerinde bir makale ‘Juliette ya da Aydınlanma ve Ahlak’ başlığıyla yazılmıştır ve Juliette’nin merhametsiz ve çıkarcı davranışarını aydınlanma felsefesinin ifadesi olarak yorumlar. Aynı şekilde psikanalist Jacques Lacan ‘Kant avec Sade’ adlı makalesinde etiğin Immanuel Kant tarafından oluşturulan kategorize edilmiş zorunlulukların tamamı olduğunu söyler.
William E. Connolly’in 1988 yılında yayımladığı ‘Siyasi Teori ve Modernleşme’ adlı eserinde Sade’nin ‘Yatak Odası Felsefesini’ önceki siyasi filozoflara özellikle Rousseau ve Hobbes’e ve onların doğa, erdem ve neden kavramlarını toplumla bağdaştırma çabalarına karşı bir tartışma olarak görür.
Angela Carter, "Sadeian Woman: And the Ideology of Pornography (1979)" (Sade’nin Kadınları: ve Pornografi Ideolojisi) adlı eserinde feminist bir yorum yapar ve Sade’ı ahlaklı ve kadınlara yer veren bir pornografi yazarı olarak niteler. Aynı şekilde Susan Sontag da "The Pornographic Imagination" (Pornografik İmgelem-1967) adlı makalesinde Sade ve Georges Bataille’yi haklı görür ve eserlerinin sansürlenmemesini söyler.
Buna karşılık Andrea Dworkin Sade’ı ibret alınacak bir kadın avcısı olarak görür ve pornografinin kadınlara şiddete yol açacağını iddia eder. Pornography: Men Possessing Women (Pornografi: Kadınlara Sahip Olan Erkekler–1979) adlı eserinin bir bölümünü Sade’yi incelemeye ayırmıştır. Susie Bright Dworkin’nin çok sayıda şiddet ve kötü muamele öğesi içeren ilk romanı ‘Ice and Fire’ (Buz ve Ateş)’i Sade’ın Juliette romanının yeniden anlatılmış şekli olarak görülebileceğini iddia eder.
Berlin Duvarı
Berlin Duvarı, (Almanca: "Berliner Mauer") Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 13 Ağustos 1961 yılında Berlin'de yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar.
Batı'da yıllarca "Utanç duvarı" ("Schandmauer") olarak da anılan ve Batı Berlin'i abluka altına alan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşlarin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı.
I |
I. Dünya Savaşı´nın sonunda savaşı kaybeden Almanya ve başkenti Berlin işgal kuvvetlerince Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak dörde bölündü. Kısa süre sonra Batı ittifakı benzer şekilde olan yönetim birimlerini birleştirdi ve tek bir yönetim bölümüne dönüştü. Sovyetler Birliği ise bu birleşmeye karşı çıktı. Batılı işgal kuvvetleri Sovyetler'e karşı Almanya'yı tekrar inşaya girişip komünizme karşı karakol kurmayı amaçladı. Sovyetler de bu girişime karşı Doğu Almanya'da yeni bir rejim kurmaya girişti. Ekonomisi sosyalizme dayanan, siyasi yönetimi otoriter olan Doğu Almanya'dan Batı'ya kaçışlar büyük ölçüde Berlin'den gerçekleşiyordu. Doğu ile Batı Almanya arasındaki katı sınır 1952'de çizilmişti bile. Sadece Berlin metrosunu kullanarak 1955 yılına kadar 1950'lerin başında büyük bir ekonomik büyüme yakalayan Batı Almanya'ya 270 bin insan kaçmıştır. Zamanla tel örgü ve mevzuat değişiklikleri de Batı'ya kaçışı engelleyemez duruma gelmişti. Bunun üzerine bu kaçışları engelleyici bir duvar örme fikri, dönemin Sosyalist Birlik Partisi "(SED"")" lideri Walter Ulbricht'in bir şeyler yapılması gerektiği konusunda Sovyet liderlerine danışması ve onaylarını alması sonucu ortaya atılmıştır. Nitekim Sovyetler Birliği, Batı Berlin'i Doğu Almanya sınırları içinde bir fesat yuvası, kapitalizmin kalesi, karşı propaganda merkezi olarak gördüğü için Berlin Duvarı'nı örmeyi çözüm olarak benimsedi.
Duvar Doğu Almanya’nın içinde ABD güdümünde kapitalist Batı Berlin'i çevrelemek için, Doğu Almanya meclisinin kararıyla 12-13 Ağustos 1961’de bir gecede örülmüştür. Planları tamamiyle gizlilik içinde gerçekleşmiştir. Öyle ki SED genel sekreteri Walter Ulbricht’in 15 Haziran 1961’de, Doğu Berlin’deki bir konferansta Batı Berlinli muhabir Annamarie Doherr’in sorusuna verdiği yanıtta geçen “Niemand hat die Absicht, eine Mauer zu errichten” (kimsenin bir duvar inşa etmeye niyeti yok) cümlesi bunun açık kanıtıdır. Duvarın ilk oluşturulan hali geçişleri engellemeyince yükseltilmiş mayın tarlaları köpekli askerler gözcü kuleleriyle geçiş tamamen engellenmiştir.
1961 yılında Berlin Duvarı'nın yerine önce sadece basit bir tel örgü çekildi. Daha sonra bu örgünün yerine adı kapitalist batıda "Utanç duvarı" olarak da bilinen Berlin Duvarı inşa edildi ve bu tel örgü duvarın üstünde yeniden yeraldı. Doğu ve Batı Berlin'in arasındaki bu duvar, aslında biri 3,5 digeri 4,5 metrelik iki çelik parçadan oluşuyordu. Doğu tarafına bakan duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmıştı. Buna karşılık Batı Almanya'ya bakan taraf ise grafitti ve çizimlerle doluydu. Doğu kısmında duvar boyunca yerde çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunuyordu, 186 yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba konmuştu. Doğu tarafında motorsikletli ve yaya polisler ve köpekler de kontrol halindeydi. Duvar boyunca 25 karayolu, demiryolu ve suyolu sınır kapısı yeralıyordu. Tüm bu kontrol ve gözetlemelere rağmen, yaklaşık 5 bin kişi tüneller, evde yaptıkları balonlar ve bunun gibi yollarla, Doğu'dan Batı'ya kaçmayı başardı.
Duvarla birlikte Doğu'dan Batı'ya kaçışlarda en büyük dramlardan biri de Bernauer Strasse'de yaşandı. Nitekim bu sokaktaki evler Doğu'da yeralmalarına rağmen ön cepheleri Batı'daydı. İlk başlarda pencerelerden yaralanmayı ve sakatlanmayı göze alan kaçışlar oldu, sonraları bunu önlemek için evlerin pencereleri tuğlalandı. Kısa bir süre sonra ise bu evler tamamen yıkılarak yerlerine duvar örüldü. Doğu'dan Batı'ya kaçmak isterken yaşamını yitiren ilk kişi olarak bilinen Ida Siekmann, 22 Ağustos 1961'de işte burada can vermişti. Günümüzde eski Berlin duvarının bu bölgesinde duvarın bazı kalıntıları ve konuyla ilgili bir müze bulunmaktadır.
24 Ağustos 1961'de ise ilk kez silah gücüyle, 24 yaşındaki Günter Litfin'in Spree nehri üzerinden kaçışı ölümcül olarak engellendi. Sınır nöbetçilerin mermileriyle yaşamını yitiren son kişi ise, duvarın yıkılmasından 9 ay kadar önce 6 Şubat 1989'te kaçmaya çalışan Chris Gueffroy oldu. Berlin duvarını aşmak isterken can verenlerin sayısı hala kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 86 en fazla ise 238 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Duvar boyunca, burada yaşamını yitirenleri anımsatan pek çok küçük anıta rastlamak mümkündür.
Doğu Alman hükümeti son dönemine kadar bu duvarı, sosyalist Doğu'yu kapitalist Batı'ya karşı koruyan bir kalkan olarak göstermiştir. 1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloğu ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi. Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya SFC gibi ülkelerin başkentlerine akın etti.
Doğu Alman hükümeti, duvarın kaldırılmasına onay vermişti. 9 Kasım 1989'da bu kararı halka açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlendi. Karar açıklandığı andan itibaren duvarın iki tarafında yüz binlerce insan birikmeye başladı. Gece yarısına doğru hükümet ilk olarak Brandenburg Kapısı'ndan başlayarak barikatları ve geçiş önlemlerini kaldırdı. Her iki Almanya tarafından yaklaşan insanlar duvarın üzerinde buluştular. İnsan seli bir saat içinde yüz binlere ulaştı. Duvarın yıkımına resmi olarak 13 Haziran 1990'da, daha önce de burada adı geçen Bernauer Straße'de 300 Doğu Alman sınır askeri tarafından başlandı. Alman Demokratik Cumhuriyeti de duvarın yıkımından sonra çok fazla dayanamamış, 13 Ekim 1990´da resmen sona ermiştir. Duvarın şehrin içinden geçen kısmı aynı yılın Kasım ayına kadar neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Nitekim Berlinliler onlarca yıl bölünmüşlüğün yara izlerini bir an önce bertaraf etmek istiyordu.
Günümüzde duvar, sosyal açıdan yer yer kendini fark ettiriyor olsa da, fiziksel olarak hemen hemen hiç algılanmamaktadır. Bir zamanlar duvarın şehrin tam ortasından geçtiği yerler, bugün yeniden imara açılmış, yerini bina, meydan ve sokaklara bırakmıştır, diğer yerler genelde yeniden kullanıma girmiş yol ya da yeşillendirilmiş park alanıdır. Duvarın kimi kesimleri anıtsal amaçlı olarak yerinde bırakılmıştır:
Yukarıda adı geçen kalıntılardan bir kısmı önümüzdeki dönemde de yerlerinden sökülmeye devam edecektir. İç ve ama genelde daha çok dış duvarın geçtiği yerler, genel olarak asfalt ya da çimenler üzerinde özel taşlarla, ara ara da yere "Berliner Mauer 1961-1989" yazısı işlenmiş bronzdan levhalarla işaretlidir. Özel olarak dikilen tabelalar da, duvara ilişkin bilgiler içerir. Eski duvar hattı boyunca yeralan çok sayıda müzede duvar hakkında önemli belge, fotoğraf ve benzeri kaynaklar yer alır. Sokak köşelerindeki rastlanabilecek gri-beyaz "Mauerweg" levhaları da bir zamanlar buradan duvarın geçtiğine işaret eder.
43 kilometrelik duvarın kimi blok parçaları Brandenburg eyaletinde bir depodadır, ancak duvar kalıntılarının bir kısmı başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelere satılmıştır ve o ülkelerde birbirinden farklı amaçlı mekanlarda sergilenmektedir.
Budapeşte'de Terör Müzesi'nin önünde, Las Vegas'ta Main Street Station otelinin erkekler tuvaletinde, Brüksel'de Avrupa Parlamentosu binasının önünde, Montréal'de Dünya Ticaret Merkezi'nde, New York'ta 53. caddede, Vatikan bahçesinde, Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi binasının önünde duvarın parçalarına rastlanabilir. 24 Mayıs 2009'dan bu yana Berlin'deki Axel Springer Verlag adlı yayınevinin merkez binası önünde 'Balanceakt' adlı bir anıt yer alır. Duvarın yıkılışını simgeleyen bu anıt aynı zamanda duvarın bazı kalıntılarını da kapsar.
Ayrıca duvar parçaları anı olarak şilt haline getirilerek satışa sunulmuştur.
Bunun dışında, zamanında duvar boyunca yer alan 302 gözetleme kulesinden sadece beşi yine anıtsal amaçlı olarak ayakta durmaktadır:
Ayrıca 1985 yapımı Gotcha! (ABD), 1988 yapımı Polizei (Türkiye/B.Almanya) ve 2009 yapımı Hilde (Almanya) filmlerinde Berlin Duvarı'ndan özgün görüntüler yer alır.
Yıldız Geçidi SG-1
Stargate SG-1 - Kommando SG1 - ya da kısaca SG-1, Antik Mısır tanrıları ile uzaylılar arasında bağ kuran 1994 yapımı Yıldız Geçidi (Stargate) filminin devamı niteliğindeki televizyon dizisidir. Dizi Yıldız Geçitleriyle galaksiyi dolaşan keşif takımı SG1'ın maceralarını konu alır. Dizi 10. sezonunda toplam 213 bölümle sona ermiştir.
Dizide dost ve düşman farklı ırkların Tauri (Dünya) halkıyla olan ilişkileri işleniyor. Adından da anlaşıldığı gibi yıldız geçidi sayesinde farklı gezegenler arasında geçişler yapılabiliyor. Bu gezengenlerde SG-1 takımımızın başına gelen olaylar (Bazen de SG-1 takımının dünyanın başına açtığı belalar) anlatılıyor. Antik Mısır tarihinin de bol bol dizide yer aldığını hatırlatmak lazım -ki bu ayrı bir zevk veriyor.
Stargate (1994) filminin dizi şeklinde çekilmiş devamıdır. İlk yayınlandığı tarih 1997'dir ve 2007'ye kadar devam etmiştir. Bu nedenle bilim-kurgu dizileri arasında 9 sezonluk The X Files (Gizli Dosyalar) dizisini geride bırakmıştır.
Başlangıç filminde tanrı Ra yok edilmiştir. Abydos halkı özgürdür. Dr. Daniel Jackson Abydoslu Share ile evlenir ve geriye dönmez. Bir yıl sonra dünyadaki Yıldız Geçidi açılır. İçinden Goa'uld'lar gelir. Nöbetçi personelle çatışmaya girerler ve bir kadın personeli kaçırırlar. Bu olağanüstü durum üzerine Albay Jack O'Neill tekrar çağırılır. Bu saldırının Abydos'dan geldiği düşünülür. Daniel'a mesaj gönderilir. Ve Jack O'Neill ve Yüzbaşı Samanta Carter'ın içinde olduğu bir ekip Abydos'a gider. Daniel onlara keşfettiklerini gösterir. Bu sırada aynı Goa'uld'lar Abydos'a gelir ve Share'yi kaçırır.
Daniel Yıldız Geçidi'nin sadece Dünya-Abydos arasında değil, tüm evrene yayılmış bir sistem olduğunu keşfeder. Bulduğu bir tapınakta birçok gezegenin koordinatları(semboller) vardır. Bu semboller kamerayla kayıt altına alınır. Geçide geldiklerinde Share'nin kaçırıldığı görürler. Hem içindeki araştırma duygusu hem Share'yi bulmak için ekibimizle Dünyaya döner.
Abydos'da bulunan sembollerle keşif gezegenleri belirlenir. Daha sonra keşfedilen gezegenlerden bulunan sembollerle bu gezegenler artar. Kurulan birçok SG takımlarından en önemlisi SG-1, |
Albay Jack O'Neill, Yüzbaşı Samanta Carter, Dr. Daniel Jackson ve Jaffa halkının özgürlüğüne inan Teal'c'den oluşur. Birçok gezegeni keşfederler. Birçok ırkla tanışır ve birçok teknolojiye ulaşırlar. İnsanların Goa'uld'lar tarafından geçit aracılığıyla diğer gezegenlere köle amacıyla götürüldüklerini, Stargate'in Eskiler denilen ırk tarafından yapıldığını, Dünya'da mitolojide tapılan Ra, Apophis, Thor, Anubis gibi tanrıların uzaylı olduklarını keşfederler.
SG-1'in nihai amacı yeni teknolojiler keşfetmekte olsa, yeni ırklarla tanışmışlar ve Goa'uld sahte tanrıları yok etmekle uğraşmışlardır.
"Üyelerinin nadiren değiştiği SG-1 Ekibi keşiflerle akıl almaz maceralara atılmıştır."
Dizi Atlantis adlı ayrı dizisiyle devam etmiş olup iki yeni filmi bulunmaktadır. Bunlardan biri dizinin devamı ve son bölümü olan diğeri ise yeni bir konu işleyen . Bu iki film de Yıldız Geçidi SG-1 altyapılıdır. Ayrıca Stargate'in yeni dizisi Universe 2009'da yayında olacak. Ayrıca 2010 yılında yayınlanması planlanan Yıldız Geçidi Atlantis'in devamı niteleğindeki , Wraith ırkının yok oluşunu anlatacaktır.
Türkiye'de ilk bölümü TRT 1 tarafından 14 Nisan 2007 tarihinde saat 23:35'te yayınlanan Yıldız Geçidi SG-1'in tanıtım yazısı TRT'nin resmî web sitesinde şöyle yapılmıştır:
Eglog
Eglog, "Çoban şiiri" anlamına gelen bir edebiyat terimi.
Birkaç çobanın aşk, kır hayatının güzellikleri üzerine karşılıklı konuşmaları biçiminde yazılır. Erken Latin edebiyatında gelişen bu şiir türü günümüzde genellikle Batı edebiyatında görülür. Bir olaya dayandığı ve karşılıklı kişileri konu aldığı için küçük bir piyesi andırır.
Eglog, Türk edebiyatında kullanılmayan bir türdür.
Mordoğan
Mordoğan, İzmir'in Karaburun ilçesine bağlı bir mahalle. Uzunada'nın tam karşısında yer alır. Mordoğan, özellikle Çatalkaya, Ayıbalığı kayalıkları ve plajı, Ardıç Plajı, amatör balıkçılığı ve 70 çeşit mor çiçeği ile ünlüdür.
Silvan Kalesi
Silvan Kalesi, yapım tarihi bilinmeyen bir kaledir. Ancak Diyarbakır Kalesi kadar eski ve Diyarbakır tarihiyle yaşıt bir geçmişi vardır. Evliya Çelebi'ye göre Cercis adlı peygamberin emriyle Handik adında Kürt bir melik kurmuştur.
Bir Asur kenti olarak kabul edilen silvan'ın tarihte 7 defa yıkılıp yeniden kurulduğu rivayet edilmektedir.
Silvan azizler şehri olarak anılmaktadır. MS 400'lü yıllarda Şehrin kurucusu olan Mar Maruthas tarafından İran'dan getirilen 40 Hıristiyan şehidinin silvan'a gömülmesinden sonra Silvan; Martiropolis (şehitler şehri) adıyla anılmıştır.
MÖ 70'li yıllarda 300.000 nüfusuyla bir imparatorluk başkenti olan Silvan, helenistik çağın en büyük başkentlerinden biriydi ve Tigranokerta adıyla anılmaktaydı.
Meyafarqin Suru iki katlı olarak yapılmış. Arada geniş bir yol bulunurmuş. Dış sur bugün az çok Diyarbakır Kapısı civarında fark edilebilir
Kale, dörtgene yakın bir şekildedir. Doğudan batıya 600, kuzeyden güneye 500 metre, toplam 2200 metre uzunluğunda olup surlardan 50 burç ve kule vardır.
Evliya Çelebi şöyle yazıyor:
""Bu Kale Şat ile Batman Irmağı arasında olup Beynennehreyni farik olmayla ismine (Kalei Maifarqin)ve bundan ğalat olarak (Miyafarqin)denir. Acemler (beli ince kale )demek olan (Kalai Miyanfark) derler. Eskiden bir şehrin azim ve kalei kadim imiş. İlk Banisi Musul Kalesi içinde medfun Hazreti Cercis ümmetinden (Handik) adındaki Meliktir ki Cercis'in talimi üzere bina etmiştir.""
Kaynaklara göre Kalenin dokuz kapısı varmış. Dördü güney, ikisi kuzey, ikisi batı, biri de doğu yönündeymiş. Kapılardan bugün ismi bilinenler şunlardır: Meyhane Kapısı, Boşat Kapısı, Kulfa Kapısı, Aşağı Mahalle (deri jer) Kapısı,burcu şah kapısı ve Diyarbakır Kapısı.
Kalenin burç ve kapıları üzerinde Eyyubilere, ve Mervani'lere ait çeşitli yazıtlar vardır. Kale en büyük yıkıma Hulagu ordularınca uğratılmış. 532’de Bizans İmparatoru I. Justinianus zamanında ise esaslı bir onarım geçirmiştir
Metokhites
Thedoros Metokhites (1270-1332) Bizans'ın 1321-1328 yılları arasındaki büyük "Logothe" 'si (Başbakanı). Khora Manastırı'nın (simdiki Kariye Müzesi) onarımın üstlenen entelektüel Metokhites, aydın ve sanatsever bir kişidir.
Bağışıklık sistemi
Bağışıklık sistemi, bir canlıdaki hastalıklara karşı koruma yapan, patojenleri ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden işleyişlerin toplamıdır. Sistem, canlı vücudunda geniş bir çeşitlilikte, virüslerden parazitik solucanlara, vücuda giren veya vücutla temasta bulunan her yabancı maddeye kadar tarama yapar ve onları, canlının sağlıklı vücut hücrelerinden ve dokularından ayırt eder. Bağışıklık sistemi, çok benzer özellikteki maddeleri bile birbirinden ayırabilir, örneğin; bir amino asidi farklı olan proteinleri bile birbirinden ayırabilecek özelliğe sahiptir. Bu ayrım, patojenlerin konak canlıdaki savunma sistemine rağmen enfeksiyon yapmaları için yeni yollar bulmalarına, bazı uyumlar sağlamalarına neden olacak kadar karmaşıktır. Bu mücadelede hayatta kalmak için patojenleri tanıyan ve onları etkisizleştiren bazı mekanizmalar gelişmiştir. Doğadaki tüm canlılar kendilerinden olmayan doku, hücre ve moleküllere karşı savunma sistemlerine sahiptirler. Hatta bakteriler gibi basit tek hücreli canlılarda da onları viral enfeksiyonlara karşı koruyan enzim sistemleri bulunur. Yüksek canlılardaysa çok daha karmaşık bir bağışıklık sistemi vardır. Omurgalılarda bağışıklık sistemi özel işlevlere sahip çok sayıda farklı hücre ve molekül içermektedir.
Geçmiş çağlardaki ökaryotik canlılarda diğer basit bağışıklık mekanizmaları gelişmiş ve günümüzdeki bitkiler, balıklar, sürüngenler ve böcekler gibi torunlarına miras kalmıştır. Bu mekanizmalar, defensinler olarak adlandırılan antimikrobiyal peptidleri, fagositleri ve kompleman sistemi kapsar. Daha tecrübeli sistemler omurgalıların evrimiyle, nispeten yakın zamanda gelişmiştir. İnsan gibi omurgalılardaki bağışıklık sistemleri dinamik işleyiş sırasında birbirlerini etkileyen, seçilmiş proteinlerin, hücrelerin, organların ve dokuların bazı çeşitlerinden oluşur. Daha karmaşık bağışıklık yanıtının bir parçası olan omurgalıların sistemi, zamanla patojenleri daha etkili tanımaya uyum sağlamıştır. Uyum süreci bağışıklık belleğini yaratmış ve bu da patojenlerle gelecek karşılaşmalarda daha etkili bir koruma sağlamaya izin vermiştir. Edinilmiş bağışıklığın bu süreci aşılamanın temelini oluşturmaktadır.
Bağışıklık sistemindeki bozukluklar hastalıklara neden olabilir. Bağışıklık yetmezliği hastalıkları, bağışıklık sistemi normalden daha az etkin olduğunda meydana gelir, tekrarlayan ve yaşamı tehdit eden enfeksiyonlarla sonuçlanır. Bağışıklık yetmezliği ayrıca X-SCID gibi ın bir sonucu ya da farmosötikler veya HIV retrovirüsünün neden olduğu AIDS gibi bir enfeksiyonun sonucu olarak da görülebilir. Buna zıt olarak, "kendinebağışık" (otoimmün) hastalıklar, normalden fazla etkin olan bir bağışıklık sisteminin, vücudun kendi dokularını yabancı olarak algılayıp, onlara saldırmasıyla sonuçlanır. Yaygın kendine bağışık hastalıklar; romatoid artrit, diyabet tip 1 ve sistemik lupus eritematozus'dur.
Bağışıklık sistemi, eski çağlardan bu yana ilgi çeken bir konu olmuş, insanlar tarih boyunca bazı bağışıklık yöntemleri bile geliştirilmiştir.
Günümüzde bağışıklık sisteminin çok geniş ölçüde aydınlatılabildiği söylenebilir, bu
sistemi oluşturan unsurlardan, hastalıkların tanı ve tedavisinde geniş ölçüde yararlanılmaktadır. Günümüzde "bağışıklık bilimi" olarak bilinen "immünoloji", Eski Roma’da askerlikten muaf (korunmuş) asillere denilen "immunitas" sözcüğünden gelmektedir. İmmünoloji günümüzdeki rolüyle bilimsel çalışmalarının oldukça önemli alanlarını oluşturmaktadır.
Bağışıklık sisteminin organları lenfoid dokulu organlardır. Bu organlar, birincil lenfoid organlar ve ikincil lenfoid organlar olarak iki grup halinde incelenseler de birbirleriyle sürekli ilişki halindedirler. Birincil lenfoid organlarda, lenfositlerin üretim işleri yapılırken; ikincil organlarda lenfositler ilk defa antijenlerle yüzleşirler.
Canlı vücudu oldukça farklı moleküllerden, hücrelerden ve dokulardan oluşan birçok savunma sistemi tarafından korunmaktadır. Canlıların bağışıklık sistemlerini uyaran ve canlı için "kendinden-olmayan" tüm moleküllere "antijen" veya "immunojen" denir. Canlı koruyucu elemanlarıyla öncelikle yapısına yabancı olan "antijen"lerin vücuda girmesini engeller. Bu koruma, tabaka tabaka arttırılmış bir sistemdir, üyeleri; yüzey engelleri, doğuştan gelen ve edinilmiş bağışıklık sistemidir. İlk engel olan deri, solunum ve sindirim sistemi gibi yüzey bariyerlerini herhangi bir antijen aşabilir ve canlıyla dahil olursa, ikinci savunma sistemi hemen harekete geçer.
Yüzey bariyerlerini aşan bir madde karşısında, doğuştan gelen sistemin elemanlarından kemik iliği, timus, lenf bezleri ve dalak gibi özelleşmiş merkezlerde yer alan fagositler, makrofajlar, lenfositler gibi savunma hücreleri ve molekülleri devreye girerler. İlk aşamada, öncü hücreler olan fagositler ve makrofajlar antijenleri yok etmeye çalışırlar. Kendinden-olmayan yapıların vücut tarafından bu şekilde yok edilmeleri sürekli devam eden bir olaydır, vücudun açıklıklarından girebilen birçok molekül bu şekilde yok edilir.
Bu ikinci koruma sistemi de başarılı olamazsa, edinilmiş bağışıklık sisteminin temel hücreleri olan B ve T lenfositler devreye girerler. Böylece oldukça karmaşık olan bir zincir sistemi tetiklenir. Antijen varlığını haber alan T hücreleri, diğer savunma hücrelerini bunlara bağlı gelişen birçok biyokimyasal kaskadı tetiklerler.
T hücrelerinin alt gruplarından öldürücü T hücreleri antijenleri yok etmeye çalışırken, edinilmiş sistemin bir diğer önemli hücreleri olan B hücreleri de "bağışıklığın akıllı molekülleri" olarak adlandırılan "antikor"ları (immünoglobulinler) sentezlemeye başlarlar. Glikoprotein yapılı bu moleküller, anahtar-kilit uyumu şeklinde özgül antijenlere bağlanarak antijenleri ya etkisiz hale getirirler ya da kompleman sistemi ve diğer savunma hücrelerini harekete geçirerek antijenlerin yok edilmelerini sağlarlar.
Savunma sisteminde çok önemli bir rolü o |
lan antikorlar, Y şeklindedir ve ağır zincir ve hafif zincir olmak üzere 2 çift protein zincirinden yapılmışlardır. Ağır ve hafif zincirler üzerinde, değişken (V/variable) ve sabit (C/constant) bölgeler bulunur. Değişken bölge, antijeni tanıyan kısmı oluşturmak üzere özelleşmiştir ve bir çift halinde bulunur. Buradaki aminoasit dizilimlerindeki farklılıklar, farklı antijen bağlanmasına yol açar.
Antikor molekülünde ağır ve hafif zincirler, farklı DNA bölümlerinden meydana gelmiş genler tarafından kodlanır. Bu gen parçaları, her B hücresinde farklı olan zincirleri meydana getirecek genleri yapmak üzere, yeniden düzenlenir. Gen parçalarının düzenlenmesi değişkendir ve bu nedenle vücudun yapabildiği 100 milyon kadar farklı antikor, az sayıda gen parçası tarafından oluşturulur. Yani bağışıklık sisteminin başarısının temeli, immünoglobulinin ağır ve hafif zincirlerindeki değişken bölgelerin, çok çeşitli sayıda üretilebilmesidir. Bu çeşitliliğin üretimi, çoğul genlerin varlığı, (vücut hücrelerini içeren) somatik hipermutasyonlar, somatik rekombinasyonlarla (kromozomlar arası gen değiş-tokuşuyla) sağlanır, ki tüm bu olaylar B hücre gelişimi sırasında ortaya konur. Böylece B hücreleri, vücuda giren antijenleri durduracak antikorları, antijenik özelliklerine göre ayrı ayrı sentezler.
Bağışıklık sistemi, gittikçe artarak özelleşen katmanlı savunmalarla canlıları enfeksiyonlardan korur. En basitiyle; fiziksel engeller bakteri veya virüs gibi patojenlerin vücuda girmelerini engeller. Eğer bir patojen bu engellerden birini aşarsa, doğuştan gelen bağışıklık sistemi hemen devreye girer fakat özgül bir yanıt oluşturmaz. Doğuştan gelen bağışıklık sistemi bütün bitki ve hayvan gruplarında bulunur. Bununla beraber, patojenler doğuştan gelen yanıttan kaçabilirler. Omurgalılarda üçüncü bir koruma engeli olarak doğuştan gelen yanıtla etkinleştirilen edinilmiş bağışıklık sistemi gelişmiştir. Burada bağışıklık sistemi, bir enfeksiyon sırasında patojeni tanımasını geliştirecek cevaplara uyum sağlar. Bu gelişmiş yanıt, patojen ortadan kaldırıldıktan sonra da bir bağışıklık belleği şeklinde hatırlanır ve bu, aynı patojenle bir daha karşılaşıldığında daha hızlı ve güçlü bir yanıt verilmesini sağlar.
Bağışıklık sistemi genelde iki bölüm halinde incelenir:
Doğuştan ve edinilmiş bağışıklıkların her ikisi de "kendinden olan" ve "kendinden olmayan" moleküllerin ayrımına bağımlıdır. İmmünolojide "kendinden olan" moleküller, bir canlının vücudunda bulunan ve bağışıklık sistemince yabancı moleküllerden ayrılabilen bileşenlerdir. "Kendinden olmayanlar" ise yabancı moleküller olarak tanımlanabilir. Kendinden olmayan moleküllerin bir sınıfı "antijenler" olarak bilinir ve özgül bağışıklık almaçlarına bağlanıp bir bağışıklık yanıtının oluşmasına neden olan maddeler olarak tanımlanabilirler.
Mekanik, kimyasal ve biyolojik engeller gibi bazı bariyerler canlıları enfeksiyonlardan korur. Bitkilerin mumlu yaprakları, böceklerin dış iskeletleri, yumurtaların koruyucusu yumurta kabukları ve deri, enfeksiyon karşısında ilk hatta bulunan mekanik engellerin örnekleridir. Bununla birlikte canlılar etraflarındaki çevreye karşı tamamen korunamazlar; canlılar diğer sistemlerini ve vücudun akciğerler, bağırsak ve idrar deliği gibi açıklıklarını korumak zorundadırlar. Akciğerlerde öksürük ve hapşırma, solunum yollarını tehdit oluşturan patojenlerin ve diğer maddelerin dışarı atılmasını sağlayan mekanik korumalardandır. Gözyaşıyla yıkama, idrar, solunum ve sindirim yolundaki mukus salgıları da mikroorganizmaları mekanik olarak dışarı atma yollarındandır.
Kimyasal engeller de enfeksiyona karşı koruma yaparlar. Deri ve solunum alanı, ß-defensinler olarak bilinen antimikrobiyal peptidleri salgılar. Tükürükteki lizozim, fosfolipaz A2 gibi enzimler, gözyaşı ve göğüs sütü de antibakteriyal vücut salgılarındadır. Vajinal salgılar hafif asidik özellikteyken; meni patojenleri öldürmek üzere çinko ve defensinleri içermektedir. Midede gastrik asit ve proteaz salgıları, yutulmuş patojenlere karşı oldukça güçlü koruma yapan kimyasallardandır.
Bağırsaklarda ve gastrointestinal alanlarda bulunan kommensal flora da, ortama yerleşmek isteyen patojenik bakterilerle mücadeleye girerek, bazı hallerde ortamın pH ve ulaşılabilir demir miktarı gibi şartlarını değiştirerek biyolojik bir engel olarak görev görür. Bu, patojenlerin hastalığa neden olacak kadar yeterli sayıya ulaşma ihtimalini azaltır. Bununla beraber antibiyotiklerin çoğu bakterilere özgül olarak hedeflenmezler, bu yüzden kullanıldıklarında bu florayı yok edebilirler, ayrıca mantarlara karşı da işlev görmezler bu yüzden bakterileri florasının azalmasıyla vajina gibi bazı bölgelerde mantarların çoğalmasına yol açabilirler. Burada, normalde yoğurtta bulunan "Lactobacillus" gibi canlılardaki probiyotik floranın tekrar gündeme gelmesinin iyi bir kanıtı bulunmaktadır; bu flora çocukların intestinal enfeksiyonlarındaki mikrobiyal populasyonların sağlıklı bir şekilde dengelenmesine yardımcı olur ve bakteriyal gastroenteritis, enflamasyonlu bağırsak hastalığı, idrar yolu hastalıkları ve ameliyat-sonrası enfeksiyonlar için yapılan çalışmalarda öncü olan verilerdendir.
Bir canlıya başarıyla girebilen mikroorganizmalar doğuştan gelen bağışıklık sisteminin mekanizmaları ve hücreleriyle karşılaşırlar. Doğuştan olan yanıt genellikle mikroorganizmaların geniş gruplarında saklı olan bileşenleri tanıyan örnek tanıma reseptörlerince mikroplar tanımlandıklarında tetiklenir. Doğuştan gelen bağışıklık sistemi özgül değildir; yani bu sistem patojenleri soysal olarak tanır ve yanıtlar. Sistem, bir patojen karşısında uzun süreli bağışıklık kazandırmaz. Doğuştan gelen bağışıklık sistemi, çoğu canlıda konağın korunmasında baskın olan sistemdir.
Yangı, bağışıklık sisteminde enfeksiyona karşı gösterilen ilk tepkilerden birisidir. Enflamasyonun belirtileri, dokudaki kan artışı sonucu olan kızarıklık ve şişmedir. Yangı, yaralanmış ya da enfekte olmuş hücrelerce salınan eikosanoidler ve sitokinlerce oluşturulur. Eikosanoidler, ateşi üreten, yangıyla ilişkili olarak kan damarlarının genişlemesine neden olan prostaglandinleri ve beyaz kan hücreleri lökositleri çeken lökotrienleri kapsar. Yaygın sitokinler; beyaz kan hücreleri arasında iletişimden sorumlu olan interlökinleri, kemotaksiyi ilerleten kemokinleri ve konak hücrede protein sentezini kapatmak gibi anti-viral etkileri olan interferonları kapsar. Büyüme faktörleri ve sitotoksik faktörler de ayrıca salınabilir. Bu sitokinler ve diğer kimyasallar bağışıklık hücrelerini enfeksiyon alanına toplar ve patojenlerden kurtulma sonrasında hasarlı dokunun iyileşmesini ilerletirler.
Kompleman sistemi, yabancı hücrelerin yüzeylerine saldıran bir biyokimyasal kaskaddır. 20 farklı protein içerir ve patojenleri antikorlarla öldürmesini "tamamlayıcı" (komplemanter) yeteneğinden dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. Tamamlayıcı sistem, doğuştan gelen bağışıklık yanıtının ana humoral bileşenidir. Bitkiler, balıklar ve bazı omurgasızlar gibi memeli olmayan bazı türler de kompleman sistemleri bulundururlar. Bu yanıt insanlarda, bu mikroplara ilişmiş antikorların tamamlanıp bağlamasıyla veya kompleman proteinlerinin mikropların yüzeylerindeki karbonhidratlara bağlanmasıyla etkinleştirilir. Bu tanıma sinyali bir hızlı öldürme yanıtını tetikler. Bu yanıtın hızı, ayrıca proteazlar olan kompleman moleküllerinin bir dizi proteolitik etkinleşmesini izleyen sinyal büyümesinin bir sonucudur. Kompleman proteinlerinin ilk olarak mikroba bağlanmalarından sonra, sırayla diğer proteazları tamamlayan ve devam eden proteaz aktivitelerini etkinleştirirler. Bu üretim pozitif geribeslemeyle kontrol edilen ilk sinyali yükselten katalitik bir kaskaddır. Kaskad bağışıklık hücrelerini çeken peptidlerin üretimiyle sonuçlanır, damarsal geçirgenliği arttırır ve patojenlerin yüzeylerini kaplayarak (opsonizasyon) onları yıkım için işaretler. Komplemanın kalıntıları ayrıca hücre zarlarını yırtmak suretiyle hücreleri de doğrudan öldürebilir.
Lökositler (beyaz kan hücreleri) tek hücreli canlılar gibi bağımsız
davranabilirler ve doğuştan gelen bağışıklık sisteminin ikinci kollarıdırlar. Doğuştan gelen lökositler; fagositleri, makrofajları, nötrofilleri, dendritik hücreleri, mast hücrelerini, eozinofilleri, bazofilleri ve doğal öldürücü hücreleri kapsar. Bu hücreler bütün patojenleri hatta büyük patojenleri bile tanımlar, yutarak ya da temasa geçerek onları öldürürler. Doğuştan gelen hücreler ayrıca edinilmiş bağışıklık sistemini etkinleştiren aracı moleküller olarak da önemlidirler.
Fagositler doğuştan gelen hücresel bağışıklığın önemli biçimleridir; patojenleri veya parçacıkları "yutmalarından" (fagosite etmelerinden) ya da "yemelerinden" dolayı böyle isimlendirilmişlerdir. Fagositler genellikle patojenleri arayarak vücutta dolaşırlar ve özelleşmiş bölgelere sitokinler tarafından çağırılabilinirler. Bir patojen bir fagosit tarafından yutulduğunda, hücre içinde bir kümeye konur ve bu küme fagozom olarak isimlendirilir, fagozom sonradan hücre içinde bulunan lizozom denilen bazı kümelerle birleşir ve fagolizozom olarak isimlendirilir. Patojen, fagolizozom içinde sindirim enzimlerinin etkinliğiyle ya da solunumsal (oksidatif) tepkimeyi izleyen serbest radikallerin fagolizozom içine bırakılmasıyla öldürülür. Fagositler gerekli besinlerini bu şekilde almak için evrilmişlerdir fakat bu rolleri fagositlere patojenleri bir savunma mekanizması şeklinde yutmalarını da sağlamıştır. Fagositler ev sahibi savunmasındaki muhtemelen en eski şekilleri teşkil ederler ve omurgasızların ve omurgalıların her ikisinde de bulunurlar.
Nötrofiller ve makrofajlar da vücutta saldırgan patojenleri takip eden fagositlerdir.
Nötrofiller normalde dolaşım sisteminde bulunurlar ve fagositlerin en çok bulunan tipleridir; toplam kanda dolaşan lökositlerin %50-60'ını oluştururlar. Kısmen bakteriyal enfeksiyonun sonucu olan yangının akut fazlarında, nötrofiller yangının olduğu bölgeye doğru kemotaksi olarak bilinen süreçle göç ederler ve genellikle enfeksiyon bölgesine ilk ula |
şan hücrelerdir.
Makrofajlar ise, dokularda bulunan ve çok yönlü hücrelerdir, enzimler, kompleman proteinleri ve interlökin 1 gibi düzenleyici faktörleri kapsayan kimyasalların geniş çeşitliliğini üretirler. Makrofajlar ayrıca çöpçüler gibi de davranıp, etkin edinilmiş bağışıklık sisteminin antijen sunan hücrelerinin atıklarını veya vücudun parçalanmış hücreleri gibi döküntülerini de temizlerler.
Dendritik hücreler, dış çevreyle ilişkide bulunan dokularda bulunan fagositlerdir; bu yüzden ana olarak deride ("Langerhans hücreleri" olarak isimlendirilirler), burunda, akciğerlerde, midede ve bağırsaklarda bulunurlar. Sinir hücreleri nöronların dendritlerine benzemelerinden dolayı böyle isimlendirilmiş olsalar da, sinir sistemiyle ilgileri yoktur. Dendritik hücreler antijen sunumu sürecinde doğuştan gelen ile edinilmiş bağışıklık sisteminde arasında T hücrelerine antijen sunmaları gibi bir rolle bağlantı oluşturduklarından edinilmiş bağışıklık sisteminin anahtarlarından biridirler.
Mast hücreleri, bağ dokuda ve muköz membranlarda yerleşik olarak bulunurlar ve yangı yanıtını düzenlerler. Mast hücreleri, patojenlere karşı savunmayla ve sıcaklıkla yakından alakalı, fakat daha çok alerji ve anafilaksi ile ilişkilendirilen doğuştan gelen bağışıklık sistemi hücrelerinin bir çeşididir.
Bazofiller ve Eozinofiller nötrofillerle bağlantılı hücrelerdir. Bir patojence etkinleştirildiklerinde, parazitlere karşı savunmada ve (astım gibi) alerjik reaksiyonlarda önemli rolü olan histamini salarlar. Bu yüzden herhangi bir doku harabiyetinin önlenmesiyle oldukça ilişkilidirler.
Doğal öldürücü hücreler (NK ya da DÖH hücreler), tümör hücreleri veya virüslerce enfekte edilmiş hücrelere saldırıp onları yokeden lökositlerdir. İsimleri olan 'doğal öldürücü', etkinleştirilmeye ihtiyaç duymadan "kendini-kaybetmiş" hücreleri öldürdüklerinden verilmiştir.
Edinilmiş bağışıklık sistemi, ilkel omurgasızlarda evrimleşmiş, ve bağışıklık belleği gibi daha güçlü bir yanıtın verilmesine olanak sağlayan, her patojenin antijen imzasıyla hatırlandığı bir bağışıklık sistemidir. Edinilmiş bağışıklık yanıtı antijene özgüdür ve "kendinden-olmayan" antijenleri, "antijen sunumu" diye bilinen süreçte tanımayı gerektirir. Antijen özgüllüğü, özgül patojenler veya patojen-enfeksiyonlu hücrelere uydurulmuş yanıtların doğuşuna izin verir. Bu uygun yanıtların vücutta uygun şekilde kalması ise bellek hücreleriyle sağlanır. Eğer bir patojen vücuda tekrar girerse, bu bellek hücreleri sayesinde daha hızlı ve güçlü bir cevap alarak yok edilir.
Edinilmiş bağışıklık sisteminin hücreleri lökositlerin özel tipleri lenfositler olarak isimlendirilir. Periferik kanda lenfositlerin %20-50'sini dolaşır, kalanı lenfatik sistemle hareket eder.
B ve T hücreleri lenfositlerin kemik iliğindeki hematopoietik kök hücrelerinden köken alan iki temel tipidir. B hücreleri humoral bağışıklık yanıtını oluştururken, T hücreleri hücresel bağışıklığı oluştururlar. B ve T hücrelerinin her ikisi de özgül hedefleri tanıyan reseptör molekülleri taşırlar. "MHC" olarak bilinen 'kendinden olan' reseptör kombinasyonlarıyla antijenler işlenip, sunulduktan sonra T hücreleri, patojenler gibi "kendinden-olmayan" hedefleri tanırlar.
T lenfositler kanda dolaşan bütün lenfositlerin % 80'ini oluştururlar. T lenfositlerin iki ana alt tipi bulunmaktadır: yardımcı ve öldürücü T lenfositler. Öldürücü T lenfositler sadece MHC sınıf I ile eşlenmiş molekülleri tanırken, yardımcı T lenfositler MHC sınıf II ile ilişkili molekülleri tanır. Antijen sunumunun bu iki mekanizması T hücrelerinin iki tipinin farklı rollerde olmasıyla sonuç verir. Üçüncü bir alt grup olan γδ T hücreleri ise MHC reseptörlerine bağlı olmayan tam antijenleri tanır. Zıt olarak, B hücresinin antijene özgü reseptörü, B hücresi yüzeyinde bulunan bir antikor molekülüdür ve antijen işlemesine gerek duymadan bütün patojenleri tanır. B hücrelerinin her soyu farklı bir antikoru ifade eder, bu yüzden B hücresi antijen reseptörünün tüm takımları vücudun üretebildiği bütün antikorları sunarlar.
Öldürücü T hücreleri virüslerle veya diğer patojenlerle enfekte olmuş ya da işlev göremeyen veya hasarlanmış hücreleri öldüren T hücrelerinin alt gruplarından biridir. B hücreleri gibi T hücrelerinin her tipi de farklı antijenleri tanır. Öldürücü T hücreleri, kendi T reseptörlerini (TCRler), özgül antijenlerini başka bir hücrenin MHC sınıf I reseptörüne bağlayarak bir kompleks oluşturduğunda etkinleşirirler. Bu MHC'nin antijen kompleksini tanımasına, T hücresindeki "CD8" diye adlandırılan yardımcı bir ko-reseptörle yardım edilir. Sonrasında T hücresi bu antijeni taşıyan MHC I reseptörlerini aramak için vücutta dolaşır. T hücresi böyle hücrelerle iletişime geçip etkinleştiğinde, perforin gibi hedef hücrenin hücre zarı porlarından iyonların, suyun ve toksinlerin geçmesine izin veren sitotoksinleri salar. Bir proteaz olan granülizin de hücreyi apoptozise götüren başka bir toksindir. Konağın T hücrelerinin öldürme özelliği, virüslerin replikasyonunun önlenmesinde kısmen önemlidir. T hücresi etkinleştirilmesi sıkıca kontrol altında tutulur ve genellikle çok güçlü MHC/antijen aktivasyon sinyalini gerektirir ya da ek sinyaller yardımcı T hücreleri ile sağlanır.
Yardımcı T hücreleri doğuştan ve edinilmiş bağışıklık yanıtlarını düzenler ve belirli bir patojene vücudun bağışıklık yanıtı tiplerinden hangisinin verileceğine karar verirler. Bu hücrelerin öldürücü (sitotoksik) işlevselliği yoktur, enfekte hücreleri öldürmezler veya patojenleri doğrudan temizlemezler. Bunun yerine bu hizmetlerdeki diğer hücreleri yönlendirerek bağışıklık yanıtını kontrol ederler. Yardımcı T hücreleri, MHC sınıf II moleküllerine bağlanan antijenleri tanıyan T hücresi reseptörlerini ifade ederler. MHC-antijen kompleksi ayrıca, T hücresinin etkinleştirilmesinden sorumlu olan (Lck gibi) molekülleri T hücresinin içinde toplayan, yardımcı T hücresinin CD4 yardımcı reseptörü tarafından tanınır. Yardımcı T hücrelerini MHC-antijen kompleksleriyle, öldürücü T hücreleri için toplananlardan daha zayıf ilişkidedirler, yani öldürücü T hücreleri tekli bir MHC-antijen molekülüyle ilişkilenip etkinleştirilebilirlerken, T hücresi üzerinde bulunan bazı reseptörler (200-300 civarında) yardımcı hücrenin etkinleştirilmesi için MHC-antijeni tarafından bağlanmalıdırlar. Yardımcı T hücrelerinin etkinleştirilmesi ayrıca antijen sunan bir hücreyle ilişkilenmesi nedeniyle daha uzun süreye gereklilik duyar. Dinlenen bir T hücresinin etkinleştirilmesi, bazı hücre tiplerinin hareketlerini etkileyen sitokinlerin salınmasına neden olur. Sitokin sinyalleri makrofajların mikrobisidal fonksiyonunu ve öldürücü T hücrelerinin etkinliğini geliştiren yardımcı T hücreleri tarafından üretilir. Ek olarak, yardımcı T hücrelerinin etkinleştirilmesi, T hücresinin yüzeyinde ifade edilen, antikor üreten B hücrelerinin etkinleştirilmesinde tipik olarak gerek duyulan, fazladan uyarı sinyalleri sağlayan CD40 (CD154) zinciri gibi moleküllerin düzenlenmesine (upregülasyonuna) neden olur.
T hücreleri, CD4+ ve CD8+ (γδ) T hücrelerinden farklı bir T hücresi reseptörüne (TCR) sahiplerdir ve öldürücü T hücreleri, yardımcı T hücreleri ve doğal öldürücü hücrelerin özelliklerini paylaşırlar. γδ T hücrelerinden yanıt oluşturan şartlar henüz tam olarak aydınlanmamıştır. Diğer alışılagelmemiş T hücresi altkümelerindeki benzer olarak CD1d-bağlı doğal öldürücü hücreler gibi değişmeyen TCRler, γδ T hücreleri doğştan ve edinilmiş bağışıklık arasındaki hatta bulunurlar.
Diğer taraftan γδ T hücreleri, edinilmiş bağışıklığın reseptör çeşitliliğini üretmek ve ayrıca hatırlanabilir bir fenotipi geliştirmek için TCR genlerini düzenleyen bileşenleridir. Öteki taraftan çeşitli altkümeler ayrıca doğuştan gelen bağışıklık sisteminin örnek tanıma reseptörleri gibi kullanılan TCRlerini ya da DÖH reseptörlerini bağlayan parçalarıdır. Örneğin insan Vγ9/Vδ2 T hücrelerinin büyük miktarları, mikroplar tarafından üretilen
peptidik olmayan antijenlere saatler içinde karşılık verir ve epiteldeki yüksek oranda bağlanmış Vδ1+ T hücreleri stres altındaki epitel hücrelerini yanıtlar.
Bir B hücresi bir patojeni, yüzeyindeki antikorlara özgü yabancı antijenler bağlandığında tanımlar. Bu antijen/antikor kompleksi B hücresi tarafından kabul edilir ve proteolizis tarafından peptidlerin içine işlenir. B hücresi o zaman bu antijenik peptidleri yüzeyindeki MHC sınıf II moleküllerinde gösterir. MHC'nin bu kompleksi ve antijen, lenfokinleri salan ve B hücrelerini etkinleştiren eşlenik bir yardımcı T hücresini çeker. Etkin B hücresi böylece bölünmeye başladığında, ürünleri (plazma hücreleri), antijenleri tanıyan antikorların milyonlarca kopyalarını salgılar. Bu antikorlar kan plazmasında ve lenfde dolaşır, antijen sunan patojenleri bağlar ve onları kompleman sisteminin ya da fagositlerin yıkımı ve kaldırması için işaretler. Antikorlar ayrıca bakteriyal toksinleri bağlayarak veya virüslerin ve bakterilerin enfekte hücrede kullandıkları reseptörlere müdahalede bulunarak istilacıları doğrudan etkisizleştirebilirler.CD20 antijeni ayrıca B lenfositlerinde de bulunur.
Edinilmiş bağışıklık sisteminin klasik molekülleri (örn. antikorlar ve T hücre reseptörleri), sadece Gerçekçenelilerde bulunmasına karşın, farklı bir lenfosit benzeri molekül yılan balığı ve "Myxine" cinsi gibi ilkel omurgasızlarda da keşfedilmiştir. Bu hayvanlar, çeneli omurgalılardaki antijen reseptörlerine benzeyen sadece bir ya da iki gen tarafından üretilen, "çeşitli lenfosit reseptörü (VLRler)" olarak adlandırılan moleküllerinin geniş bir dizisine sahiptirler. Bu moleküllerin patojenik antijenleri, antikorlara benzer yollarla ve aynı özgüllükte bağladığına inanılır.
B ve T hücreleri etkinleştirilip, kendilerini eşlemeye başladıklarında, ürünlerinin bazıları uzun-yaşamlı bellek hücreleri haline gelir. Bir hayvanın hayatı boyunca bu bellek hücreleri her özgül saldıran patojeni hatırlayabilir ve eğer patojen tekrar saldırırsa daha güçlü bir yanıtı sergileyebilir. Bu "kazanılmıştır" çünkü canlının hayatı boyunca bu patojen |
lerle enfeksiyonlara uyum sağlama devam eder ve bağışıklık sistemi gelecek salıdırılar için kendini hazırlar.
Bağışıklık belleği, aktif veya pasif şekillerde görülebilir:
Yeni doğanların mikroplarla daha önce tecrübesi olmamıştır ve enfeksiyonla hasarlanmaları kısmen mümkündür. Pasif bağışıklığın bazı tabakaları anne tarafından sağlanır. Gebelik sırasında, IgG olarak adlandırılan antikorların bir kısmı anneden bebeğe plesanta yoluyla geçer ve böylece insan bebekleri doğduklarında bile annelerininki kadar aynı düzeyde antijen özgüllüğüne ve antikorların büyük kısmına sahiplerdir.
Göğüs sütü ayrıca yenidoğanın sindirim sistemine de geçen antikorları içerir ve yenidoğan kendi antikorlarını sentezleyince kadar bebeği bakteriyal enfeksiyonlardan korur. Bu pasif bağışıklıktır çünkü fetüs aslında hiç bellek hücresi ya da antikor üretemez, onları sadece ödünç alır.
Bu pasif bağışıklık genellikle kısa sürelidir, birkaç gün ila birkaç ay sürer. Tıpta, koruyucu pasif bağışıklık ayrıca, bir canlıdan diğerine antikor zengini serum verilerek yapay olarak sağlanabilir.
Uzun süreli "aktif" bellek enfeksiyon sonrası B ve T hücrelerinin etkinleştirilmesine gerek duyar. Aktif bağışıklık ayrıca yapay olarak aşılamayla da sağlanabilir. Aşılamanın (bağışıklama) arkasında yatan temel kural, patojenden gelen bir antijenle bağışıklık sistemini uyarmak ve bu patojen karşısında özgül bağışıklığı ev sahibinde hastalığa neden olmadan geliştirmektir. Bu önceden planlanmış bağışıklık yanıtı başarılıdır çünkü bağışıklık sisteminin doğal özgüllüğünü kullanır.
İnsan populasyonun ölüm nedenlerinden önde gelen nedenlerden enfeksiyon hastalıklarında, bağışıklık sisteminin insanlıkla gelişiminden beri en etkili uygulamayı "aşılama" sunmaktadır.
Çoğu viral aşı yaşayan zayıflatılmış virüslerden elde edilirken, bakteriyal aşılar mikroorganizmaların zararsız toksinlerini de içeren aselüler (hücresiz) bileşenlerine dayanır.
Bazı antijenler aselüler aşlılardan elde edildiklerinden beri edinilmiş yanıtın çok güçlü olmasına neden olmadıklarından beri, bazı bakteriyal aşılar bağışıklığı yükselten ve doğuştan gelen bağışıklığın antijen sunan hücrelerini etkinleştiren ek yardımcılar da taşımaktadırlar.
Bağışıklık sistemi fark edilebilir derecede özgüllüğün, toplanmanın ve uyumun birleştirilmesi gibi etkileyici bir yapıya sahiptir. Ev sahibinin savunmasında hatalar oluşabilir ve bunlar üç kategori altında incelenir: bağışıklık yetmezlikleri, kendine bağışıklık, ve aşırı duyarlılık.
Bağışıklık yetmezliği, bağışıklık sisteminin bileşenlerinden biri ya da birkaçı inaktif duruma geldiğinde meydana gelir. Bağışıklık sisteminin patojenlere olan yanıtı genç ve yaşlıların her ikisinde de, 50'li yaşlarda belirgin olarak "bağışıklık yaşlılığıyla" ilişkili olarak azalır. Gelişmiş ülkelerde obezite, alkolizm ve yasal olmayan ilaçlar bağışıklık işlevlerinin zayıflamasına neden olan başlıca sebeplerdir. Bununla beraber iyi beslenmeme de gelişmiş ülkelerde bağışıklığı düşüren önemli nedenler arasındadır. Protein fakiri beslenme hücre-aracılı bağışıklığının azalması, tamamlama etkinliği, fagositik işlevsellik, IgA antikor yoğunluğu değişimi ve sitokin üretimiyle ilişkilendirilir. Şunlar gibi tekli besinlerin eksiklikleri de; demir, bakır, çinko, selenyum, vitaminler, A vitamini, C vitamini, E vitamini ve B ve folik asit (vitamin B) ayrıca bağışıklık yanıtlarını azaltır. Ek olarak, timusun erken yaşlarda genetik mutasyonlar veya operasyonlar sonucu kaybedilmesi bazı bağışıklık yetmezliklerine neden olabilir ve yüksek enfeksiyon kapma olasılığıyla sonuçlanır. Bağışıklık yetmezlikleri ayrıca "kalıtılabilir" ya da "edinilebilir". Fagositlerin patojenleri yok etmek için indirgenmiş bir yetenek kazandıkları kronik granülomatus hastalığı kalıtılmış ya da konjenital bir bağışıklık yetmezliği örneğidir. AIDS ve kanserlerin bazı tipleri de edinilmiş bağışıklık yetmezliklerine neden olur.
Aşırı etkin bağışıklık yanıtları bağışıklık sisteminin işlevsizliğinin başka bir sonucunu; özellikle "kendine bağışık" yetmezlikleri kapsar. Burada bağışıklık sistemi "kendinden" ve "kendinden-olmayanı" uygun şekilde ayırmakta hataya düşer ve vücudun kendi parçalarına saldırır. Normal şartlar altında bile bazı T hücreleri ve antikorlar kendinden-olan peptidlerle tepkimeye girerler. Timus ya da kemik iliğinde özelleşmiş hücrelerin fonksiyonlarından biri, genç lenfositleri kendi antijenleriyle vücudun içine üretip sunmak ve bu hücrelerin kendinden-antijenleri, kendine bağışıklığı engelleyerek seçmesidir.
Aşırı duyarlılık, vücudun kendi dokularına zarar veren bir bağışıklık yanıtıdır. Aşırı duyarlılık reaksiyon zamanı ve uyarlandıkları karmaşık mekanizmalara göre 4 sınıfa ayrılır:
"Tip I aşırı duyarlılık;" sıkı sık alerjiyle ilişkili olan derhal ya da anaflaktik olan reaksiyondur. Semptomlar orta düzey rahatsızlıktan ölüme kadar gidebilir. Tip I aşırı duyarlılığa mast hücrelerinden ve bazofillerden salınan IgE ile aracılık eder.
"Tip II aşırı duyarlılık;" antikorlar hastanın kendi hücrelerindeki antijenlere bağlanıp, onları yıkım için işaretlediklerinde meydana gelir. Bu ayrıca antikor-bağımlı (ya da sitotoksik) aşırı duyarlılık olarak isimlendirilir ve IgG ve IgM antikorları tarafından aracılık edilir.
Çeşitli dokularda bulunan bağışıklık kompleksleri (antijenlerin yapışmaları, kompleman proteinler ve IgG ve IgM antikorları) "tip III aşırı duyarlılık reaksiyonları"nı tetikler.
"Tip IV aşırı duyarlılık;" (hücre-aracılı ya da gecikmiş tip aşırı duyarlılık olarak da bilinir); genellikle gelişmesi iki ya da üç gün süren aşırı duyarlılık tipidir. Type IV reaksiyonları bazı kendine bağışık ve enfeksiyonöz hastalıklarıyla ilişkilidir, fakat bunlardan başka "kontakt dermatitis" (zehirli sarmaşık) ile de ilişkili olabilir. Bu reaksiyonlara T hücreleri, monositler ve makrofajlarca aracılık edilir.
Edinilmiş bağışıklık sistemleri şeklinde bağışıklık yanıtı ilk kez omurgalılarda ortaya çıkmıştır çünkü omurgasızlarda lenfositler veya antikora-dayalı humoral yanıtlar görülmez. Bununla beraber bazı türler omurgalı bağışıklığına bakışta öncü olarak görülen bazı mekanizmaları kullanırlar. Bakteriler ve (belki bazı diğer prokaryotik organizmalar) kendilerini bakteriyofaj gibi viral patojenlerden korumak için restriksiyon-modifikasyon sistemi olarak bilinen eşsiz bir savunma mekanizması geliştirmişlerdir. Patern tanıma reseptörleri, nerdeyse bütün organizmalarca, mikrobiyal patojenlerle ilişkili molekülleri tanımlamak için kullanılan proteinlerdir. "Defensinler" olarak adlandırılan antimikrobiyal peptidler, bütün hayvanlar ve bitkilerde bulunan ve omurgasızlarda sistemik bağışıklığın ana şekillerini gösteren evrimsel olarak korunmuş doğuştan gelen bağışıklığın bileşenleridir. Kompleman sistemi ve fagositik hücreler de ayrıca omurgasızların çoğu hayat formlarınca kullanılırlar. Ribonükleaz ve RNA interferans yolları bütün ökaryotlarda saklıdır ve virüslere karşı bağışıklık yanıtının oluşmasında rol aldıkları düşünülmektedir.
Hayvanlardan farklı olarak, bitkiler fagositik hücrelerden yoksunlardır ve çoğu bitkinin bağışıklık yanıtları, bitkinin tamamına yayılan sistemik kimyasal sinyaller gönderir.
Bitkinin bir parçası enfekte edildiğinde, bitki sınırlı bir hipersensivite yanıtı (HR) oluşturur, enfeksiyonun olduğu bölgede bitkinin diğer parçalarına yayılmasını engelleyen hızlı programlanmış hücre ölümü gerçekleştirilir. Sistemik kazanılmış dayanıklılık (SAR), tüm bitkiyi birçok enfeksiyon ajanına karşı dirençli hale getiren bir savunma yanıtı tipidir. RNA interferans mekanizmaları özellikle bu sistemik yanıtlarda virüs replikasyonunu önleyebildikleri için önemlidir.
Bağışıklık sisteminin başka bir önemli rolü de tümörleri tanıması ve yok etmesidir. Tümörlerin değişime uğramış hücreleri, normal hücrelerde bulunmayan tümör antijenlerini ifade ederler. Bağışlıklık sistemine bu antijenler yabancı olarak görünür, sunumları bağışıklık sistemini hücrelerinin değişmiş tümör hücrelerine saldırmasına neden olur. Tümör hücrelerince ifade olunan antijenlerin bazı kaynakları vardır; bazıları servikal kansere neden olan insan papillomavirüsü gibi onkojenik virüslerden köken alırken, diğerleri düşük seviyelerde normalken yüksek seviyelerde kansere neden olan canlının kendi proteinleridir. Enzimlerden tirosinaz olarak bilineni yüksek seviyelerinde olağan deri hücrelerini (örn. melanositleri) "melanoma" diye bilinen tümörlere değiştirir. Tümör antijenlerinin üçüncü bir olası kaynağı hücre büyümesi ve yaşamasını düzenleyen, çoğunlukla onkogen diye adlandırılan moleküllerin kansere dönüşmesini sağlayan proteinlerdir. Bağışıklık sisteminin tümörlere ana yanıtı; yardımcı T hücrelerinin yardımıyla öldürücü T hücrelerini kullanarak anormal hücreleri yok etmesidir. Tümör antijenleri viral antijenlere benzer yollarla MHC sınıf I molekülleri üzerinden sunulur. Bu, öldürücü T hücrelerinin tümör hücrelerini "anormal" olarak tanımasına izin verir. Doğal öldürücü hücreler de ayrıca tümörlü hücreleri benzer yollarla, özellikle tümörlü hücreler yüzeylerinde normalden biraz daha az MHC sınıf I molekülünü taşıyorlarsa öldürür, bu tümörlerde yaygın bir durumdur. Antikorlar bazen kompleman sistemince yıkılmalarına izin veren tümör hücreleri karşısında üretilir. Açıkçası, bazı tümörler bağışıklık sisteminden kaçabilir ve yaşamaya devam edebilirler. Tümör hücreleri çoğunlukla yüzeylerindeki MHC sınıf I moleküllerinin bir kısmını indirgemişlerdir, bu yüzden öldürücü T hücrelerinin taramasından kaçabilirler. Bazı tümör hücreleri ayrıca bağışıklık yanıtını baskılayan ürünler de salarlar; örneğin lenfositlerin ve makrofajların etkinliğini baskılayan TGF-β sitokini gibi. Ek olarak, bağışıklıksal dayanıklılık (tolerans) tümör antijenleri karşısında gelişebilir ve böylece bağışıklık sistemi artık tümör hücrelerine saldırmaz olur. Birbirine ters olarak, tümör hücrereleri makrofajları çeken sitokinleri ve tümör gelişimini besleyen gelişme faktörlerini bıraktıklarında, makrofajlar tümör gelişimini desteklerler. Ayrıca tümördeki hipoksinin bir kombinasyon |
unda ve makrofajlarca bir sitokin üretildiğinde, tümör hücrelerinin metastazını bloklayan bir proteinin üretimini azaltır ve bu suretle kanser hücrelerinin yayılmasına yardımcı olunur.
Hormonlar, bağışıklık sisteminin duyarlılığını değiştirerek bağışıklık aracıları (immünomodülatörler) gibi görev alabilirler. Örneğin, dişi eşey hormonları edinilmiş ve doğuştan gelen bağışıklık yanıtının uyarıcıları (immünostimulatörleri) olarak bilinirler. Lupus erythematosus gibi bazı kendine bağışık hastalıklar, tercihen kadınları bulur ve başlangıçları kıllanmayla aynı zamana denk gelir. Zıt olarak, testosteron gibi erkek eşey hormonları bağışıklık baskılayıcı olarak görünmektedirler. Diğer hormonlar, en çok prolaktin, büyüme hormonu ve D vitamini bağışıklık sistemini düzenliyor gibi görünmektedirler. Yaşla değişen hormon seviyelerinin, yaşlanmada kısmen zayıflamış bağışıklık yanıtlarından sorumlu olduğu farzedilmektedir. Ters olarak, bazı hormonlar bağışıklık sistemince düzenlenirler; örneğin; tiroid hormonu etkinliği gibi. Bağışıklık sistemi uyku ve dinlenmeyle güçlenir, stresle zayıflar. Beslenme de bağışıklık sistemini etkileyebilir; örneğin taze meyveler, sebzeler ve yağ asitlerince güçlü yiyecekler sağlıklı bir bağışıklık sistemini destekleyebilir. Başka bir deyişle, fetal iyi beslenememe, hayat boyu süren bağışıklık sistemi zayıflığına neden olabilir. Geleneksel tıpta ekinezya, meyan kökü, ginseng, geven, adaçayı, sarımsak, mürver meyvesi, şitaki ve lingzhi mantarları, zufa otu gibi bazı bitkilerin ve balın bağışıklık sistemini uyardığına inanılmaktadır. Çalışmalar, eylemleri karmaşık ve tanımlanmaları zor olsa da bitkilerin gerçekten de bağışıklık sistemini uyarabileceğini göstermektedir.
Bağışıklık yanıtı, kendine bağışıklıklık, alerji, doku nakli redleri sonucu istenmeyen yanıtları baskılamak için geliştirilebilir ve çoğunlukla bağışık sisteminden kaçan patojenler karşısında koruyucu yanıtları uyarabilir (bknz. bağışıklama).
Bağışıklık baskılayıcı ilaçlar büyük doku harabiyetleri oluştuştuğunda kendine bağışık düzensizlikleri ya da yangıyı kontrol etmek için ve bir organ nakli sonrası nakil reddini önlemek için kullanılırlar.
Yangı-önleyici (anti-enflamatör) ilaçlar sıkça yangının etkilerini kontrol etmek için kullanılır. Glukokortikoidler bu ilaçların en güçlüleridir, bununla beraber bu ilaçların bazı yan etkileri olabilir ("örn." merkezi obezite, hiperglisemi, osteoporoz) ve sıkı kontrol altında kullanılmalıdırlar. Bu yüzden yangı-önleyici ilaçların düşük dozları sıkça sitotoksik ya da metotreksat ya da azathioprin gibi bağışıklık baskılayıcı ilaçlarla birleştirilerek kullanılırlar.
Sitotoksik ilaçlar etkin T hücreleri gibi bölünen hücreleri öldürerek bağışıklık yanıtını engellerler. Bununla birlikte, öldürme rastgeledir ve diğer sürekli bölünen hücreleri ve organları da etkiler ve zehirli yan etkilere neden olur.
Siklosporin gibi bağışıklık baskılayıcı ilaçlar sinyal iletim yollarını engelleyerek T hücrelerinin sinyallere tam olarak doğru yanıt vermesini önlerler. Daha büyük ilaçlar (>500 Da) özellikle tekrar tekrar veriliyorlarsa ya da daha yüksek dozdaysalar etkisiz (nötralize) bir bağışıklık yanıtını harekete geçirebilirler.
İlaçların etkileyiciliklerinin sınırları (6000 Da'dan daha büyük olan) peptidlere ve proteinlere bağlıdır. Bazı hallerde, ilacın kendisi immünojenik değildir fakat yardımcı bir immünojenik bileşikle güçlenebilir; Taxol zaman zaman bu roldedir. Sayısal yöntemler, terapötik antikorların taslaklanmasında kısmen yararlı olan, viral kapsül parçacıkları mutasyonlarının zararını tayin etmek ve peptid-bazlı ilaç tedavi tekliflerinin onaylanmasına peptidlerin ve proteinlerin immünojenikliğini öngörmek için geliştirilebilirler.
Erken dönem teknikleri büyük ölçüde hidrofilik amino asitlerin epitop bölgelerinde hidrofobik amino asitlere göre çok daha fazla bulunmasina dayanmaktaydı ; bununla birlikte daha gelişmiş yeni teknikler, bilinen epitopların, özellikle de üzerinde çok çalışma yapılmış virüs proteinlerinin veritabanlarını alıştırma kümeleri olarak kullanan öğrenme kabiliyeti bulunan makinesel tekniklere yani özdevimli öğrenme tekniklerine dayanmaktadır. B hücreleri tarafından tanınanbildiği bilinen patojenlerin epitoplarının kataloğundan oluşan ve kamuya açık bir veritabanı kurulmuştur.
İmmünojenik çalışmaların biyoenformatiğe dayalı yardımcı alanı "immunoenformatiğe" karşılık gelmektedir.
Herhangi bir patojende başarı, onun konağın bağışıklık yanıtlarından kaçmabilme kabiliyetine bağlıdır. Bu yüzden patojenler bağışıklık aracılı yıkımdan kaçabilirlerken ev sahibini başarıyla enfekte edebilmelerine izin veren bazı metotlar geliştirmişlerdir. Bakteriler sıklıkla bariyerleri eriten enzimler salgılayarak - örneğin tip II salgılama sistemi kullanarak- fiziksel engellerin üstesinden gelirler. Farklı olarak, tip III salgılama sistemi kullanarak, patojenden konağa proteinlerini doğrudan aktarmayı sağlayan ev sahibinin hücresine içi boş bir tüp yerleştirebilirler; bu proteinler tüp boyunca ilerler ve genellikle konağın savunmalarını kapatırlar. Doğuştan gelen sistemini kandıran bazı patojenlerce kullanılan birkaçma stratejisi de (intraselüler patogenez olarak da isimlendirilen) hücreiçi replikasyondur. Burada patojen hayat döngüsünün çoğunu, bağışıklık hücreleri antikorlar ve tamamlayıcılarla doğrudan temasdan korunduğu konak hücrelerde geçirir. Hücre içi patojenlerin bazı örnekleri; virüsler, besin bozucu bakterilerden "Salmonella" ve malarya etkeni olan ökaryotik parazit "Plasmodium falciparum" ve leishmania etkeni "Leishmania spp."dir. "Mycobacterium tuberculosis" gibi diğer bakteriler tamamlayıcıların lizisinden korundukları koruyucu bir kapsül içinde yaşarlar. Bazı patojenler konağın bağışıklık yanıtını yanlış yönlendiren veya etkisini azaltan bileşenler salarlar. Bazı bakteriler kendilerini bağışıklık sisteminin hücrelerinden ve proteinlerinden koruyan biyofilmler şekillendirirler. Böyle biyofilmler bazı enfeksiyonlarda başarılı olabilirler; örneğin, kronik kistik fibrozisin karaktersitik enfeksiyonözleri "Pseudomonas aeruginosa" ve "Burkholderia cenocepacia". Diğer bakteriler antikorları bağlayan ve etkisizleştiren yüzey proteinleri üretirler; örneğin "Streptococcus" (protein G), "Staphylococcus aureus" (protein A), ve "Peptostreptococcus magnus" (protein L). Virüsleri edinilmiş bağışıklık sisteminden koruyan mekanizmalar ise daha karmaşıktır. En basit yakınlaşma da saldırganın yüzeyindeki temelli-olan epitoplar saklanırken temelli-olmayan epitoplar (amino asitler ve/veya şekerler) hızlıca değiştirilir. Örneğin HIV, konak hedef hücreye girmesi için gerekli olan viral kapsülündeki proteinleri düzenli olarak değiştirir. Antijenlerdeki bu sık değişimler bu proteinlere yönlenen aşıların neden başarısız olduğunu açıklayabilir. Antijenleri konağın molekülleriyle maskeleme de yaygın olarak kullanılan başka birkaçınma stratejisidir. HIV'deki vironu kaplayan kapsül konağın en dış membranından şekillenir; kendini-kaplayan virüsler böylece bağışıklık sistemininin "kendinden-olmayan"ı tanımasını zorlaştırır.
İmmünoloji, bağışıklık sisteminin yapısını ve fonksiyonlarını açıklayan bilim dalıdır. Tıptan köken alır ve erken dönem çalışmaları hastalıkların bağışıklık nedenlerini üzerinedir. Bağışıklığın anıldığı en erken anıldığı dönem MÖ. 430'da Atina veba salgınıdır. Thucydides daha önce bir nöbet geçirip iyileşmiş insanların ikinci defa hastalığa yakalanmadıklarını belirtmiştir. Edinilmiş bağışıklığa bu bakış daha sonra Louis Pasteur tarafından aşıyı geliştirmede ve hastalık-germ teorisini ileri sürmede kullanılmıştır. Pasteur'ün teorisi hastalıkların miasma teorisi gibi çağdaşı teorilere doğrudan karşıttı. Mikroorganizmaların enfeksiyon hastalıklarının nedeni olduğu, 1905'te Nobel Ödülü alan Robert Koch'un 1891'de yayımladığı Koch postülatlarına kadar kanıtlanmadı. 1901'de virüslerin insan patojeni oldukları sarı humma virüsünün Walter Reed tarafından keşfiyle doğrulandı.
İmmünoloji 19. yüzyılın sonlarına doğru humoral ve hücresel bağışıklığın hızlı gelişmeleriyle büyük ilerleme kaydetti.
Özellikle antijen-antikor reaksiyonunun özgüllüğünü açıklayan yan-zincir teorisini ileri süren Paul Ehrlich'in çalışmaları oldukça önemliydi; Ehrlich, humoral bağışıklığın tanımlanmasına olan katkılarıyla 1908'de hücresel bağışıklığın bulucusu Elie Metchnikoff ile birlikte Nobel Ödülü aldı.
Porto Riko papağanı
Porto Riko papağanı ("Amazona vittata"), papağangiller (Psittacidae) familyasından yalnızca Porto Riko'da bulunan yeşil bir papağan türü.
Alın çevresinde dar bir kırmızı band vardır. Vücudun üst ve altı yeşildir. Tüy üstleri siyah kumlu bir renktedir. Büyük el tüyleri açık mavidir. Kuyruk tüyleri, iç tarafta sarı benekli kırmızı, dış tarafta mavidir. 28-30 cm büyüklüğündedirler.
Gagavuzya
Gagavuzya (; ; ), veya Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi (Moldovca/Rumence: "Unitatea Teritorială Autonomă Găgăuzia"), Moldova Cumhuriyeti'ne bağlı bir özerk devlet. Ülkeye ismini veren Gagavuzlar Oğuz Türkü kökenlidir ve Gagavuz kelimesinin "Gök-oğuz"dan türediği düşünülmektedir. Paul Wittek'e göre Gagavuz kelimesi Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. İzzeddin Keykavus ile bağlantılıdır.
Şu an yaklaşık 250 bin Gagavuz, eski SSCB topraklarında yerleşiktir. Büyük bir kısmı Moldova güneyindeki Bucak yöresinde yaşamaktadır. Gagavuz köyleri Ukrayna'daki Odesa ve Zaporojye illerinde, Romanya, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kabardey'da yer almaktadır. Moldova'da "Gagavuz Cumhuriyeti" dışında, Kişinev'de 8.000, Bender'de 1.600 ve Dinyester nehrinin kuzey yakasında 3.300, Balkanlar'daki Bulgaristan ve Yunanistan'da yaklaşık 20 bin Gagavuz yaşamaktadır.
Gagavuzlar Ortodoks Hıristiyan kökenli etnik Türklerdir. Bizans yazılı kaynaklarında Oğuzlar 11. yüzyılda Tuna nehrini geçip Balkanlardaki Makedonya, Paristrione, Yunanistan ve Bulgaristan.da yerleşen göçebe boyları olarak kaydedilmiştir.
11. yüzyılda Balkanlara göç eden Gagavuzlar Ortodoks Hristyanlığını kabul etmişler ve daha sonra Osmanlı yönetimi altında kalmışlar |
dır. 18. ve 19. yüzyıllarda Balkanlarda başlayan ve bağımsız olma hedefini güden hareketler sırasında Bulgarların baskısına dayanamayan Gagavuzlar, 1750-1846 yılları arasında Tuna nehri üzerinden Rusya'ya göç etmişler ve Tuna bölgelerine (1769-1791) ve Besarabya'ya (1801-1812) yerleşmişlerdir. Moldova'da yaşayan ve Türkçe konuşan, Ortodoks Hıristiyan Gagavuz halkının bir bölümü 19. yüzyılın başında Türk - Rus savaşları sırasında Bulgaristan'dan Moldova'ya gelmiş ve 1906 yılındaki 15 günlük bağımsızlık dönemi dışında, sırasıyla Rus, Romen ve Sovyet yönetimi altında yaşamışlardır.
Çok sayıda tarihçi, etnograf ve dil uzmanları 13. yüzyılda Dobruca topraklarında idari merkezi Korbuna şehri olan "Dobruca Prensliği" veya "Uzi Eyalet" adı altında kurularak iki yüzyıldan fazla yaşamış devlete sahip olan Gagavuzları Türk Dünyası'nın en orijinal halklarından biri olarak kabul etmektedirler.
Köylülerin ayaklanması sonunda Komrat Cumhuriyeti'nin ilan edildiği 1906 yılındaki 15 günlük bağımsızlığın dışında Gagavuz halkı, Rusya İmparatorluğu, Romanya, Almanya (II. Dünya Savaşı döneminde) ve Sovyetler Birliği'nin egemenliği altında kalmıştır.
Sovyetler Birliği'nde demokrasiye yönelik değişikliklerinin başlatıldığı 1980'lerin sonunda Gagavuz aydınları çevresinde yer alan millî bilinç yayılmaya başlamış olup Gagavuzların kültür ve ekonomik sorunlarının mevcudiyetini ileriye sürme imkânı ortaya çıkmıştır. Gagavuz aydınlarının faal üyeleri, diğer etnik azınlıklarının gayretlerini de birleştirip 1988 yılında "Gagavuz Halkı Hareketi"ni kurmuşlardır.
1989 Mayıs ayında ilk kongresini yapan "Gagavuz Halkı" adlı hareket, güney Moldova'da başkenti Komrat olmak üzere kurulacak özerk Gagavuz Cumhuriyeti'nin kendi kültürel ve ekonomik işlerini büyük ölçüde kontrol etmekle birlikte, yine Moldova'ya bağlı özerk bir yönetim talebiyle ilk önemli çıkışını yapmıştır.
Bölgenin genel toprak fonu 150.100 hektarı tarım arazisi olmak üzere 181.100 hektardır. (65.400 hektar karbonatlı toprak; 63.400 hektar olağan kara toprak). Bu toprak çeşitlerinin nem oranı daha azdır ve bir hektar üzerinde bir metrelik katmanda yaklaşık 280-350 ton humus bulunmaktadır. Toprağın verimliliği Moldova genelinde daha düşük olup 71-82 derecededir.
İklim sıcaktır. +10 derecedeki sıcaklık yılda 179-187 gündür. Aktif sıcaklıkların tutarı 3.300 derecenin üzerindedir. Ortalama yağış oranı 350–370 mm. Yıllık hidrotermik katsayısı 0,7-0,8'dir. Bu nedenle bölge sık sık kuraklıktan olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Mineral ham madde kaynakları tahmini 23 milyon m³ kil (kiremit ve tuğla üretiminde son derece kalitelidir) ve 18 milyon m³ çakıllı kum yatakları vardır. Bölgenin su stokları genelde yer altı sularından oluşmaktadır (tahmini hacim 8-10 milyon m³). Yeryüzü suları (küçük dere ve göller) kısıtlıdır ve mineralleşme oranı yüksek olduğu için sulamada kullanılamaz.
Ormanların ve yerel enerji kaynaklarının mevcut olmaması nedeniyle bölge enerjiyi dışarıdan temin etmek mecburiyetindedir. Gelecekte, diğer ülkelerin tecrübesinden faydalanarak güneş ve rüzgar enerjisi alternatif enerji kaynakları olarak gündeme getirilebilir.
Gagavuz Bölgesinde İlkokul, ortaokul ve lise düzeyinde eğitim veren 55 okul bulunmaktadır. Bu okullardan bir kısmı yalnız ilkokul, ortaokul, lise eğitimi verirken bir kısmı bu eğitimlerin tamamını vermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin önemli ayni ve nakdi yardımlarda bulunmuş olduğu Komrat Üniversitesi bulunmaktadır.
Komrat'ta TİKA'nın kurduğu yöredeki en önemli kültür merkezi niteliğinde olan, Atatürk Kütüphanesi'nde bilimsel çalışma yapmak isteyenler için ilgili her türlü kaynak bulunmaktadır. Çadır-Lunga şehrinde bulunan Gagavuz anadilinde oyunların sahnelendiği Mihail Çakır Gagavuz Millî Tiyatrosu bulunmaktadır.
Gagavuz Bölgesi'nin idari merkezi olan Komrat şehrinde, Çadır-Lunga, Vulkaneşti şehirlerinde ve Komrat'a bağlı olan Beşalma köyünde, Gagavuz tarihi ile ilgili önemli bir kaynak niteliğinde olan Antropolojik bir kaynak niteliğinde olan müzeler bulunmaktadır. Gagavuz bölgesinde okul kütüphanelerinden bağımsız olarak 45 kütüphane bulunmaktadır.
Düz Ava ve "Kadınca" adlı Gagavuz millî şarkı ve oyun (folklor) toplulukları da faaliyette bulunmaktadır. Bunların dışında da diğer benzer topluluklar da mevcuttur.
2000 yılının Ocak - Kasım tarihleri arasındaki dönemde bir çalışanın ortalama aylık maaşı 285 ML olmuştur. Aralık 2000 tarihi itibarıyla maaş borcu 31,3 ML dir.
Ocak-Eylül 2001 döneminde bir çalışanın ortalama aylık maaşı 329 ML olmuştur. 1 Eylül 2001 tarihi itibarıyla maaş borcu 27,4 milyon ML dir. (Devlet memurlarına 7,8 milyon ML).
Alt yapının yeniden yapılanması, devlet ve özel mülkiyet şekilleri ile birlikte yeni hukuki, ekonomik ve organizasyon ilkelerine dayanmaktadır. Gagavuzya'nın alt yapısındaki en zayıf yeri içme suyu temini ve sulamadır. Alt yapının diğer dallarında olduğu gibi su temini de çok büyük sermaye gerektirmektedir. Fakat bu sorunun çözümü önceliklidir, çünkü bu bölgenin sosyo- ekonomik kalkınması ön şartı bu sorunların çözülmesinden geçmektedir.
Haziran 1994 yılında Türkiye Cumhuriyeti Gagavuz Bölgesinin içme suyu ve sulama projesinin gerçekleştirilmesi için 35 milyon dolarlık kredi açmış fakat, Moldova Parlamentosu söz konusu kredinin ancak 15 milyon dolarlık kısmını onaylamıştır. Bu miktar ile Komrat şehrindeki içme suyu projesi tamamen ve Çadır-Lunga projesi kısmen gerçekleştirilmiştir. Kredinin ikinci kısmının onaylanması ile ilgili çalışmalar halen devam etmektedir.
Son zamanlarda alt yapıya yapılan yatırımların devlete ait kısımda azalma, özel sektöre ait kısımda ise artış kaydedilmektedir.
Kullanılmakta bulunan kara yollarının uzunluğu 451,5 km. Bunlardan 219,8 km ulusal karayolları, 192 km ise - mahalli karayollarıdır. Karayollarının % 86.sı asfaltdır.
Gagavuz Bölgesi'ndeki şehirlerde 100 kişiye 18 telefon, köylerde ise 100 kişiye 8,5 telefon düşmektedir. Bütün bölge televizyon ve radyo yayınlarının kapsamı dahilidedir. TIKA nın teknik yardımı ile yenilenen Gagavuz radyosu şimdilik Komrat'ın tamamı ile Çadır-Lunga şehrinin bir kısmından izlenebilmektedir. Bu radyonun Gagavuzya'nın tamamında izlenebilmesi için çalışmalara devam edilmektedir. Radyodan Gagavuzca yayınlardan arta kalan dönemde TRT-FM yayınları verilmektedir..
Gagavuzya'da Yönetim, Moldova Cumhuriyeti Anayasası, "Gagavuz Yeri Özel Hukuki Statüsü" Kanunu, Gagavuz Ana Kanunu ve Gagavuz Halk Topluluğunun çıkardığı yerel kanunlara göre yürütülmektedir.
Moldova Cumhuriyeti'nin, bağımsız devlet olarak statüsü değiştirildiği takdirde, Gagavuz halkı kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Gagavuzya; siyaset, ekonomi ve kültür konuları ile ilgili sorunları Gagavuzya Özel Hukuki Statüsü Kanununun verdiği yetkiler çerçevesinde bağımsız olarak çözmektedir. Gagauzya, kendi millî simgelerine sahiptir, arması, bayrağı ve marşı vardır. Ancak Gagavuzya'nın muhtariyetin getirdiği tam yetkilere sahip olduğunu söylemek güçtür. Örneğin halen kendi bütçesini yapamamakta, harcamalarını merkezi bütçenin izni dahilinde yapabilmektedir.
Yürütme başında olan Gagavuzya'nın üst görevlisi başkandır.
Gagavuzya Başkanı seçimle dört sene için halk tarafından seçilir. Gagavuzya Başkanı, aynı zamanda Moldova Cumhurbaşkanı'nın kararı ile Moldova Cumhuriyeti Hükümet Üyeliğine de yetkilidir.
Gagavuzya'nın daimi icraat organı İcraat Komitesidir. Gagavuzya Başkanı tarafından önerilerek Halk Meclisi tarafından dört sene için tayin edilir. İcraat Komitesi Halk Meclisi'ne yasa taslağı gönderme veya o konuda yasa çıkarılmasını isteme hakkına sahiptir.
Gagavuzya'nın idari birimleri (bakanlık) Daire Başkanları, aynı zamanda Moldova Cumhuriyeti'nin ilgili Bakanlıkları ve makamları gibi kurumların üyeleridir.
Gagavuzya'nın üst temsil organı yerel kanunları çıkarma hakkına sahip Halk Topluşu (meclisi) dir. Gagavuzya'ya dahil olan her yerleşim yeri Halk Topluşu'nda en az bir millet vekili ile temsil edilmektedir. Halk topluşundaki milletvekili sayısı 34 tür.
Gagavuzlar, 21 Ağustos 1990'da Özerk Gagavuz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni, güneyde Gagavuzların en yoğun yaşadığı Komrat yöresinde ilan etmişlerdir. Bu karar, Moldova Yüksek Sovyeti tarafından iptal edilmiştir. 25 Ekim 1990'da Gagavuzlar, Gagavuz Cumhuriyeti'ni oluşturmaya yönelik seçimler yapmış, ancak Moldova milliyetçileri bu girişimi, yöreye 50,000 silahlı gönüllü göndererek önlemeye çalışmış ve Rus askerlerinin müdahalesiyle şiddet önlenmiştir. Devam eden seçimler sonucunda 31 Ekim'de Komrat'ta yeni bir Gagavuz Yüksek Sovyeti kurulmuş, Stepan Topal Başkan seçilmiştir. Moldova'nın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra (27 Ağustos 1991), Gagavuzlar da kendi cumhuriyetlerini ilan etmişlerdir. Moldova Meclisi 23 Aralık 1994 tarihinde " Gagavuz Yeri " Özel Hukuki Statüsünü yasa olarak çıkarmıştır. Yasaya göre, Gagavuzlara Moldova Anayasası'na ters düşmemek şartıyla, çeşitli sahalarda yasa çıkarma hakkı verilmiştir. Gagauz Yeri'nin en yüksek mercii Başkandır ve Gagavuz Yeri'nin tüm makamları Başkan'a bağlıdır. Gagauz Yeri'nin Resmi dili Gagavuzca, Rumence ve Rusça'dır. Gagavuzlara bu kanunla Geleceklik Hakkı tanınmıştır. Gagavuzlara özel statü tanıyan bu yasaya göre (Madde 113), Millet Kongresi, kültür, bilim, eğitim, iskan, belediye hizmetleri, sağlık, spor, bütçe, ekoloji, finans ve ekonomi alanlarında Moldova Anayasası'na ters düşmemek kaydıyla kanun yapmaya yetkili kılınmıştır.
Gagavuzya verimli toprakları dolayısıyla oldukça yüksek bir tarım potansiyeline sahiptir. Aşağıda belirtilen alanlarda yeni yatırımların yapılması ve çağdaş teknolojilerin kullanılması durumunda yüksek verim alınabileceği düşünülmektedir: Üzüm işleme, şarap üretimi
meyve işleme (şeftali, kaysı, erik, elma, armut, ayva vb.);
ayçiçeği, mısır, buğday, soya üretimi ve işleme;
süt mamulleri üretimi;
yün ve deri işleme;
yün ve deri mamulleri üretimi;
tütün ve tütün mamulleri üretimi
Toprağın özel mülkiyetin elinde olması çiftliklerin gelişmesini teşvik etmektedir. Gagavuzya'nın, işletme sermayesi, kiralama (leazing) usulü öncelikli olma |
k üzere tarım makinalarına, çağdaş teknolojilere ve tarım ürünleri ambalajlama teknolojilerine ihtiyaç bulunmaktadır.
2000 yılında Gagavuz Bölgesinde yerleşik her türlü mülkiyet şekillerine sahip şirketler ve kuruluşlar tarafından 22 milyon ML'lik inşaat işleri dahil olmak üzere 28 milyon ML tutarında alt yapı yatırımı yapılmıştır. Bir önceki yıla kıyasla bu veriler % 13 ve % 11 oranlarda gerçekleşmiştir. Sanayi tesislerin inşaatında 25 milyon ML harcanmıştır (yapılan yatırımların % 89.udur). 1999 yılına göre % 12 oranda gerçekleşmiştir.
Gagavuz Bölgesi'nde 2000 yılında 5100 m²'lik konut işletmeye açılmıştır. 2000 yılında üretilen konut miktarı 1999 yılında üretilen konutun % 82 sine denk düşmektedir.
2000 Yılında Gagavuz Özerk Bölgesi'ndeki sanayi işletmeler tarafından 163 milyon ML tutarında ürün (iş, hizmet) istihsal edilmiştir. Bir önceki yıla göre % 7,5 oranda azalma kaydedilmiştir.
Bir önceki yıla göre konfeksiyon üretimi 3 kat, konserve üretimi 1,9 kat, şarap üretimi 1,6 kat artmıştır. Bunun yanı sıra, ısı enerjisi üretimi % 40, makarna mamulleri ve yem üretimi % 74, hayvansal yağ üretimi % 73, Et üretimi % 69, salam, sucuk mamulleri ve bitkisel yağ üretimi % 63, ekmek üretimi % 42, süt mamulleri üretimi % 41 bulgur ve fermentasyonlu tütün üretimi % 32 oranlarda azalmıştır.
Gagavuz Bölgesi sınırları dahilinde bulunan sanayi işletmeler tarafından Ocak - Eylül 2001 dönemini kapsayan süre içerisinde 163 milyon ML'lik (2000 yılının aynı dönemine göre % 16 oranda artış kaydedilmiştir) üretim gerçekleştirilmiştir.
Şu an Gagavuzya'nın sanayi potansiyeli 30 civarında büyük sanayi tesisiyle tanıtılmaktadır. Bunlardan 17'si gıda sanayi tesisleridir.
Sanayideki istihdam yaklaşık 4 bin kişidir (2000 yılı). Gagavuzya'nın sanayi sektörü; 150 bin ton üzüm işleme, 10 bin ton tütün mayalama, 148 bin ton un üretme, 200 bin ton yem üretme, 21 bin ton et işleme, 21 bin ton süt mamulleri üretme kapasitesine sahiptir.
Tarım sektörü, gıda ve tarıma dayalı sanayinin hammadde ihtiyacını karşılamaktadır. Bölge nüfusunun çalışma çağındaki kesimin büyük bir kısmı bu sektörde istihdam edilmekte olup, Gagavuzya'nın sosyo-ekonomik gelişmesinin temeli de tarıma dayalıdır. Öncelikli tarım dalları: üzümcülük, meyve ve sebzecilik, tütüncülük, mısır, tahıl ürünleri üretimidir. Gelişmiş bir alt sektör olarak ayçiçeği ve mısır tohumculuğuda önem arz etmektedir.
2000 Yılında perakende satış cirosu 76 milyon ML tutarında gerçekleşmiştir (1999 yılına göre % 88,1). 1 Ocak 2001 tarihi itibarıyla perakende ticaretteki 46 günlük ticareti temin eden mal stoku 12 milyon ML tutarındaydı .
Ocak-Eylül 2001 döneminde perakende satış cirosu 72 milyon ML tutarında gerçekleşmiştir (2000 yılının aynı dönemine göre % 121). 1 Ekim 2001 tarihi itibarıyla perakende ticaretteki 50 günlük ticareti temin eden mal stoku 17 milyon ML tutarındaydı.
2000 Yılında nakliyat şirketleri tarafından 2,3 bin ton eşya (1999 yılına göre % 62) ve 383,5 bin yolcu (1999 yılınna göre % 84) taşınmıştır.
Eylül 2001 döneminde nakliyat şirketleri tarafından 1,4 bin ton eşya (2000 yılının aynı dönemine göre % 67) ve 291,5 bin yolcu (2000 yılının aynı dönemine göre % 106) taşınmıştır.
Gagavuz Bölgesi'nin ilk serbest girişimcilik bölgesi olan Valkaneş Sanayi Parkı 143,7 hektarlık arsaya sahip olarak Moldova Cumhuriyeti'nin güneyinde üç ülkenin (Moldova, Romanya, Ukrayna) kavuştuğu yerde bulunmaktadır. Romanya ile sınıra kadar 35 km, Ukrayna ile sınıra kadar 1 km. Serbest Girişimcilik Bölgesi, Tuna nehri üzerindeki Reni Deniz Limanı (Odesa Bölgesi, Ukrayna, 38 km) ve Galats Deniz Limanı (Romanya, 48 km) ile bağlayan ana demiryolu hattının yanında bulunmaktadır. Odesa şehri 260, Kişinev şehri 180 km uzaklıktadır.
Valkaneş Sanayi Parkı Serbest Girişimcilik Bölgesi ile ilgili Kanun Moldova Cumhuriyeti Parlamentosu tarafından 19 Şubat 1998 tarihinde kabul edilmiştir. Serbest Bölgenin kuruluş amacı yabancı yatırımı ve teknolojiyi çekmektir. Bölgenin faaliyet süresi 25 yıl olarak belirlenmiştir. Moldova Cumhuriyeti Kanununda, bölgede faaliyet gösteren firmalar için elverişli iş şartları sağlayan garantiler ve muafiyetler öngörülmüştür. Bölgenin yönetim organı Moldova Cumhuriyeti Hükümeti tarafından atanan Genel Müdürünün başında olduğu idaredir. Serbest Bölgenin İdaresi, bölgenin ekonomi hayatının geliştirilmesi ile ilgili konularda geniş yetkilere sahiptir. Serbest Bölgede, yabancı sermayenin de payı olan Moldova'daki gerçek ve tüzel kişiler ve tamamen yabancı şirketler faaliyette bulunabilir. Serbest Bölgede faaliyet gösterecek firmaların tescili bölgenin idaresi tarafından yapılmaktadır.
Valkaneş Sanayi Parkı Serbest Girişimcilik Bölgesi'nde şu faaliyet türleri belirlenmiştir:
Ticaret hukuku
Ticaret hukuku, hukukun, ticaretle ilişkili tüm mevzuatı kapsayan bir alt dalıdır. Bireyler arasındaki ticari ilişkileri düzenler.
Hükümler, temel olarak Ticaret Kanunu'nda toplanmıştır (2011'da 6102 sayılı yasa). Ayrıca Sermaye Piyasası Kanunu, Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu ticaret hukuku kanunlarındandır.
Ticaret hukukunun genel kavramları tacir, ticari işletme, ticaret sicili, ticaret unvanı, haksız rekabet, ticari defterler, cari hesap, ticari işler tellallığı, acentelık, ticaret ortaklıkları başlıklarında tanımlanır.
Ticaret ortaklıkları kollektif, komandit, anonim, limited, kooperatif ortaklıklarıdır. Belgelerle ilgili hukuk, kıymetli evrak başlığında toplanmıştır. Düzenlenme biçimleri nama yazılı ve hamiline yazılı olur. Kıymetli evrak poliçe, bono, çek, emtia senetleri, taşıma senetleri türlerindendir.
Deniz ticaret hukuku, sigorta hukuku (sosyal sigorta hariç) diğer ticaret hukuku konularıdır.
Mavi kafalı papağan
Mavi kafalı papağan ("Amazona aestiva"), papağangiller (Psittacidae) familyasından ,anavatanı Güney Amerika olan, alnı açık mavi, tepe yanaklar ve gırtlağı sarı olan bir papağan türü.
Vücudunun üst bölümü yeşil ve üstü koyu renk kumludur. Vücudun alt bölümü açık yeşildir. Kanat tüyleri yeşil uçları mavidir. Kanat tüylerinin dipten ilk 5'i kırmızıdır. Omuzu erguvani-kırmızıdır. Kuyruk tüyleri yeşil, gaga siyah veya kahverengimsi-siyahtır. Boyu 35–42 cm'dir.
Mavi kafalı papağanın doğal yaşam alanı Bolivya ve Brezilya'dan başlayıp Paraguay ve kuzey Arjantin'e kadar uzanır. Avrupa'da da birçok yerde, kafeslerinden kaçan ya da sahipleri tarafından serbest bırakılan Mavi kafalı papağanlara rastlanır.
Konuşması için beslenen en yetenekli papağanlardır. İnsan sesini ve kelimeleri taklit etmede üstün yeteneğe sahiptir.
Emin Fahrettin Özdilek
Emin Fahrettin Özdilek (1898, Bursa - 13 Mart 1989, Ankara) Türk asker ve siyasetçi.
İlk öğreniminden sonra Edirne Askeri İdadisi'ne (bugünkü Edirne Lisesi) girdi. 1916 yılında Yedek Subay Talimgâhına gönderildi. 1 Haziran 1917 tarihinde Teğmen rütbesine terfi etti. 19 yaşındayken Kafkas İslam Ordusu ile Azerbaycan'da savaştı. 1920 yılı sonunda Türk Kurtuluş Savaşı'na katıldı. 1 Mart 1921 tarihinde Üsteğmen rütbesine terfi ederek 3. Süvari Tümeni emrinde Batı Cephesi'ndeki savaşlara katıldı. 1925-1927 yılları arasında Harp Okulu ve Süvari Binicilik Okulu'nda öğrenimini tamamladı. 1933 yılında Harp Akademisi'ne girdi. 30 Ağustos 1936 tarihinde Binbaşı rütbesine terfi etti. 6 Ekim 1936 tarihinde kurmay subay olarak Harp Akademisi'nden mezun oldu. 1936-1959 yılları arasında TSK'de çeşitli görevlerde bulundu. 30 Ağustos 1959 tarihinde Orgeneral rütbesine terfi etti.
1960 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ülke yönetimine el koyduğu 27 Mayıs Darbesi'ne Birinci Ordu Komutanı olarak katıldı. Millî Birlik Komitesinde görev alan Özdilek, 9 Haziran 1960'ta Cemal Gürsel'in kurduğu Hükümette Millî Savunma Bakanlığı'na getirildi. 21 Ekim 1960 tarihinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığına atandı. 26 Ekim 1961'de Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanlığı görevi başladığı için Başbakanlık makamının boşalması üzerine 27 Ekim 1961 - 20 Kasım 1961 tarihleri arasında geçici olarak Başbakanlık görevini yürüttü. 1961-1980 arasında doğal üye ve Millî birlik grubu başkanı olarak Cumhuriyet Senatosu'nda yer aldı. 1983 Genel Seçimlerinde Halkçı Parti'den Konya milletvekili seçildi. 13 Mart 1989'da Ankara'da vefat etti.
Yüksek Adalet Divanı tarafından verilen idam kararlarının onaylanmasıyla ilgili aleyhte oy kullanmıştır.
Yusuf Ziya Ortaç
Yusuf Ziya Ortaç, (d. 23 Nisan 1895, İstanbul – ö. 11 Mart 1967, İstanbul) Türk şair, yazar, edebiyat öğretmeni, yayımcı ve siyasetçi.
Türk şiirinde Beş Hececiler olarak adlandırılan gruptan olup, Türk Edebiyatı'nın önemli mizah yazarlarındandır. Beş Hececiler grubunun üyelerinden Orhon Seyfi ile birlikte Türk dergicilik yaşamında önemli yeri olan siyasi-mizah dergisi "Akbaba"’yı yayın hayatına kazandırmış, bu dergideki yazılarıyla büyük bir hayran kitlesi edinmiştir.
VIII. ve IX. Dönem Ordu Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görev yapmış bir siyasetçidir.
1895’te İstanbul’da, Beylerbeyi semtinde dünyaya geldi. Babası, Konya’nın ileri gelenlerinden Hoca Hasan Efendi’nin oğlu mühendis Süleyman Sâmi Bey, annesi ise İzmir eşrafından İzzet Bey’in kızı Huriye Hanım’dır.
İstanbul Vefa İdadisi'nde okudu. Şiire lise yıllarında aruz vezni ile başladı. İlk şiiri 1914’te "Kehkeşan" dergisinde yayımlandı. Dr. Abdullah Cevdet Bey’le tanışınca, "İçtihat" dergisine şiirler göndermeye başladı. "İçtihat"’ta yayımlanan şiirleri sayesinde şair olarak kendisini kabul ettirmeyi başardı. Ailesinin Bebek semtine taşınmasından sonra, Rıza Tevfik Bey’le komşu olan Yusuf Ziya, onun aracılığı ile Ziya Gökalp ile tanıştı. Ziya Gökalp’in tavsiyesi üzerine hece vezni ile şiir yazmaya başladı. Hece vezni ile yazdığı ilk şiir olan “"Gecenin Hamamı"”, "Türk Yurdu" dergisinde yayımlandı.
1915'te liseden mezun olduktan sonra Darülfünun-ı Osmani'ni açtığı yeterlilik sınavını kazanarak edebiyat öğretmeni oldu. Çeşitli okullarda dersler verdi. Bir yandan da edebi faaliyetlerini sürdüren Yusuf Ziya, 1916’da “"Akından Akına"” adlı manzume kitabını yayımladı. Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın talebi üzerine yazılıp |
bastırılan bu kitap, Ordu için yazdığı yirmi iki şiiri içermekteydi.
1918’de, Sedat Simavi’nin çıkardığı "Diken" dergisinde “"Çimdik"” takma adı ile mizahi yazılar yazarak hiciv ve mizah alanına, “"Şair"” isimli bir şiir dergisi çıkararak yayıncılık hayatına girdi. İlk sayısı 12 Aralık 1918 tarihinde çıkan "Şair" mecmuasının yayın hayatı 20 Mart 1919 tarihinde parasızlık sebebi ile sona ermiştir.
1919’da mizahi manzumeler içeren "Şen Kitap"; kahramanlık, vatan sevgisi üzerine sekiz şiir içeren "Şairin Duası" ile "Aşıklar Yolu" adlı şiir kitaplarını, 1920’de "Cenk Ufukları" adlı şiir kitabını yayımladı.
Şiirin yanı sıra tiyatro eserleri de verdi. "Binnaz" adlı üç perdeli trajedi 7 Nisan 1917’de Darülbedayi sahnelerinde oynandı. Bu eser Türk tiyatro tarihinde heceyle yazılmış başarılı ilk manzum piyes olarak kabul edilir. Bu oyunu tek perdelik bir manzum komedi olan "Nâme" (1918), üç perdelik manzum piyes olan "Kördüğüm" (1918) izledi.
7 Aralık 1922’de itibaren Orhan Seyfi Orhon'la birlikte "Akbaba" mizah dergisini çıkarmaya başladı. Adı "Akbaba" dergisi ile özdeşleşen Yusuf Ziya, "Akbaba"’nın hem patronu, hem şâiri, hem başyazarı, hem Yazı İşleri Müdürü hem de en önemli espri kaynağı oldu.. Dergide, "Çimdik" ve "İzci" takma adlarıyla mizahi yazılar ve şiirler yayımladı. "Akbaba" 1928 yılında Latin harflerine geçilmesinden sonra tirajının düşmesi üzerine ve 1930’lu, 1940’lı yıllarda siyasi çalkantılar nedeniyle yayımına ara vermek zorunda kaldıysa da Ortaç, ölümüne kadar dergiyi çıkarmaya devam etti.
1928 yılının Nisan ayında "Yedi Meşale" adlı bir kitap çıkararak sanat hayatına giren gençleri bir arada tutmak ve yüreklendirmek üzere "Meş’ale" adlı sanat ve edebiyat dergisini çıkardı. Dergi, 1 Temmuz - 15 Ekim 1928 arasında yayımlandı. Dergi, yeni harflerin kabulünden sonra kapandı ve topluluk dağıldı.
"Akbaba"’yı çıkarmaya devam ederken Orhon Seyfi ile birlikte daha kısa ömürlü başka dergiler de çıkardı. İki bacanak, 1935-1937 arasında "Ayda Bir" adlı dergiyi, 20 Mart 1935’te siyaset ve iktisat dergisi olan "Heray"’ı, 1941-1948 arasında "Türkçü" fikir ve sanat dergisi "Çınaraltı’yı" çıkarmıştır.
1936 yılından itibaren bir süre İstanbul Sular İdaresi İdare Meclisi üyeliği yapan Ortaç, 1938’de "Bir Selvi Gölgesi", 1946’da "Kuş Cıvıltıları" adlı kitaplarını yayımladı. Zaman zaman öykü ve roman türünde eserler de ortaya koydu. ""Kürkçü Dükkanı"" (1931), ""Şeker Osman"" (1932), ""Göç"" (1943) ve ""Üç Katlı Ev"" (1953) gibi beğenilen eserler yayımladı. 1944- 1945’te bir Fransız lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı.
Öğretmenlikten, "Çınaraltı" dergisinden ve Sular İdaresi’nden ayrılıp siyasete atılan Ortaç, 1946-1954 arasında VIII. ve IX. Dönem Ordu Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Milletvekilliğinin sona ermesinden sonra, yeniden "Akbaba"’nın başına döndü.
1950 sonrasında, şiirden ziyade, ağırlıklı olarak, mizah, gezi, anı ve biyografi türlerinde yazdı. 1962’de "Bir Rüzgâr Esti" adlı şiir kitabını yayımladı. 11 Mart 1967’de İstanbul’da hayatını yitirdi. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Enis Behiç Koryürek
Enis Behiç Koryürek, (d. 11 Mart 1891, İstanbul - ö. 18 Ekim 1949, Ankara) Türk şair, öğretmen, diplomat ve bürokrat.
Hecenin beş şairinden biridir. Türk denizciliğini şiire sokan şair olarak bilinir. Türk-Macar dostluğunun gelişmesinde, Gül Baba Türbesinin yeniden ziyaretgâh ve müze haline getirilmesinde büyük hizmetleri geçmiş olan bir diplomattır. İşçi meselelerine ciddi olarak yaklaşan ve çözüm yolları için kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardandır.
1891 yılında İstanbul'un Aksaray semtinde doğdu. Babası Doktor Yarbay İsmail Behiç Bey, annesi Fâika Hanım’dır.
İlköğrenimini evde yaptıktan sonra, Selanik ve Üsküp İdadileri ile İstanbul Lisesi'nde okudu, 1913’te Mülkiye Mektebi'ni birincilikle bitirdi. “"Ruhum Şiirlerimde Tecessüm Eder Benim"” başlığını taşıyan ilk şiirini 19 yaşında iken yayımladı. Kısa bir süre Fecr-i Âti topluluğu içinde yer aldı. “Namık Kemal'in ruhuna” ithaf ettiği “"Vatan Mersiyesi"” şiiriyle geniş yankı uyandırdı. Çoğu hamasi temalar işleyen ve Servet-i Fünun etkisi taşıyan on iki manzumesi, "Şehbal"'de yayınlandı. Şiirin yanı sıra musikiye de meraklı idi. Biraz keman çalıyor, hatta kendi icat ettiği keman-boru karışımı bir müzik aleti kullandığı söyleniyordu. Bir ara aruz veznini alaturka musikinin usulleri ile birleştirmeye çalıştı. ""Musiki Usûllerinin Aruza Tatbiki"” başlığı altında üç manzumesi ve konuyla ilgili kuramsal yazıları yayımlandı.
Balkan Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in tavsiyesiyle heceyi benimsedi ve Millî Edebiyat akımına bağlandı. Bu yıllarda onu üne kavuşturan ulusal duygularla yüklü kahramanlık şiirleri yazdı. Şiirleri, "Türk Yurdu", "Hürriyet-i Fikriye", "Donanma" ve "Yeni Mecmua" dergilerinde yayımlandı. Denizcilik tarihinden aldığı konu ve motiflerle süslediği manzum destanlar ona “Türk denizciliğini şiire sokan şair” unvanını getirdi. Hece vezni üzerinde çalışarak kimi durak değişikliklerini, bir şiirde çeşitli hece kalıplarını kullanmayı denedi.
Mülkiye’yi bitirdikten sonra Hariciye Nezareti'nde görev aldı. Bir süre Bükreş Konsolosluğu’nda (1915) görev yaptı. O dönemde Bükreş Başkonsolosu olan şair, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ’ndan etkilendi.
Bükreş’ten sonra görevlendirildiği Budapeşte’de yedi yıl görev yaptı. Türk-Macar dostluğunun pekişmesinde, Gül Baba Türbesi’nin yeniden ziyaretgâh ve müze haline getirilmesinde büyük hizmetleri oldu. Gabi adlı bir Fransızca öğretmeni ile evlendi, bu evlilikten Hasan ve Argon isimli iki çocuğu oldu. Bükreş ve Budapeşte’de görev yaptığı yıllarda gönül maceralarını mizahî bir dille anlatan aşk şiirleri yazan Enis Behiç Bey, Kasım 1919’da yurda döndü.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Hariciye Nezareti’nde çalışmaya devam ederken liselerde edebiyat ve Fransızca dersleri veren Enis Behiç, bir yanda da Millî Müdafaa Teşkilatı'nda çalışıp, kurtuluş hareketini destekledi. 1922’de Edirne Vilayeti Hukuk İşleri Müdürlüğü’ne tayin oldu. Bu görevinin yanı sıra, öğretmenlik yapmaya da devam etti. Edirne’de yaşadığı dönemde eşinden boşandı; 1924’te Fahri Paşa’nın kızı Müîde Hanım ile evlendi. 1925’te Edirne’den ayrılıp memuriyet hayatına Ankara’da devam etti.
1927’de ilk kitabı "Miras"’ı yayınladı. Bu kitapta millî duygulara yönelik şiirler ile aşk ve çapkınlık konularını ele alan manzumelere yer verdi. İlk kitabını yayınladıktan sonra bir suskunluk dönemine girdi ancak bazı şiirlerini, "Hayat" (1929) ve "Varlık" (1933) dergilerinde yayımladı. Fransızca, Rumca, Macarca ve Bulgarca bilen şair, çeşitli konularda kitap çevirileri yaptı.
1936’da Ekonomi Bakanlığı İş Dairesi Reisliği’ne getirildi. İşçi meselelerine ciddî olarak yaklaşan ve çözüm yolları için kurumlaşma yollarını açan ilk bürokratlardan oldu. Bir süre Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. 1945 yılında emekli oldu. 1946’da Demokrat Parti Zonguldak milletvekili adayı oldu fakat seçilemedi.
Seçimlerden sonra, resmi görevlerden uzak kalan ve maddi sıkıntı çeken şair, büyük bir değişim geçirdi; kendisini dine ve tasavvufa verdi. Türkiye'de Bedri Ruhselman'ın öncülük ettiği ruh çağırma (ispritizma) seanslarına katıldı ve bu seanslarda irticalen söylediği şiirleri yakınları tarafından kaydedildi. 18. yüzyılda Trabzon’da yaşamış "Çedikçi Süleyman Çelebi" adlı bir mevlevinin ruhuyla temas sonucu doğduğunu söylediği bu dini ve dini ve tasavvufi şiirleri 1949’da kitap olarak yayımladı.
18 Ekim 1949 da Ankara'da vefat etti. Cenazesi Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi.
Vâridât-ı Süleyman’ın oluşumu hikâyesiyle bütün metinlerin tasavvuf açısından ayrıntılı açıklaması 1950’de Ömer Fevzi Mardin tarafından 819 sayfalık bir külliyat halinde yayımlanmıştır. Şairin 1921-1939 arasında yazdığı şiirleri Fethi Tevetoğlu, "Miras ve Güneşin Ölümü" adlı kitapta toplamıştır (1951).
Ali Ekber Çiçek
Ali Ekber Çiçek, (d. 1935, Ulalar, Erzincan – ö. 26 Nisan 2006, İstanbul), Türk halk müziği sanatçısı.
Çiçek, babasını 1939 Erzincan depreminde yitirdi ve küçük yaşlarda rençberlik yapmaya başladı. Bu arada bağlamayı öğrendi ve cem toplantılarında kulağı Alevi deyişleri ve ezgileriyle doldu. İlkokul öğreniminden sonra maddi olanaksızlıklar sonucu öğrenimini sürdüremedi, ancak ağır yaşam şartlarına karşın müzikten hiç kopmadı. Müzik aşkı ağır basınca İstanbul'a göç etti ve halk müziğinin önemli isimleriyle tanıştı. Askerden sonra TRT'nin açtığı sınavı kazanarak, Muzaffer Sarısözen döneminde TRT Ankara Radyosu'na ve Yurttan Sesler Korosu'na girdi. 35 yılı aşkın bir sürede 400'den fazla türküyü derleyerek geniş kitlelere ulaştırdı. TRT arşivlerinde 54 kaseti bulunan Ali Ekber Çiçek'in Türkiye'deki bütün türkücüler tarafından derlemeleri söylenmektedir. 2003 yılının başlarında TRT Belgesel Programlar Müdürlüğü tarafından Ali Ekber Çiçek'in hayatını anlatan "Cahilden Uzak Dur, Kemale Yakın" isimli belgesel çekilmiştir.
Başta "Haydar Haydar" olmak üzere Türk halk müziğine birçok unutulmaz türkü armağan eden bağlama sanatçısı ve derlemecidir. Kendisi gibi sanatçı olan Cemile Cevher Çiçek ile evli olan Ali Ekber Çiçek yakalandığı pankreas kanseri'nden kurtulamayarak, 2006 yılında, 71 yaşında hayata veda etti. Kabri Balıkesir'e bağlı Edremit'in Tahtakuşlar köyündedir.
Pagan (anlam ayrımı)
Pagan şu anlamlara gelebilir:
Gergedan
Gergedan, gergedangiller (Rhinocerotidae) familyasından bugüne kadar soyunu sürdürebilmiş kara hayvanları içinde filden sonra en iri olan hayvan türü.
Bugünkü gergedanların, üçü Asya'da, ikisi Afrika'da yaşayan beş türü vardır. Bunların hepsi iri yapılı, kısa ve kalın bacaklı hayvanlardır. Ayaklarında tek bir toynakla (geniş ve kalın tırnakla) çevrili üçer parmak bulunur. Kafaları iri ve ağır, kulakları geniş, ucu püsküllü olan kuyrukları ince ve oldukça kısadır. Son derece kalın olan derileri, kulaklarının tepesindeki tüy tutamları ile kuyruk püskülleri dışında tümüyle çıplaktır. Türleri ayıran en önemli fark burunlarının üstündeki boynuzların bir ya da iki tane olmasıdır. Asya'da yaşayan üç türden ikisi tek boynu |
zlu, öbür Asya türü ile iki Afrika gergedanı çift boynuzludur. İçlerinde en irisi olan Beyaz gergedanın ağırlığı beş tonu bulur. Gergedanların boynuzu öbür hayvanlarınki gibi kemikten değil, saç, kıl ve tırnakların yapısındaki ("keratin") denen lifsi bir proteinden oluşmuştur. Bazı Asya ülkelerinde bu boynuzların doğaüstü güçler taşıdığına inanılır.
Otçul hayvanlar olan gergedanlar genellikle tek başlarına ya da aile grupları hâlinde geniş otlaklarda, çalılık ve bataklık bölgelerde yaşarlar. Yalnız Sumatra gergedanı sık ormanlarda yaşar. Görme duyularının zayıf olmasına karşılık koku alma ve işitme duyguları çok gelişmiştir. Hayvanlar arasında kendilerinden daha güçlü düşmanları olmayan gergedanlar insanla karşılaştıklarında da genellikle kaçarlar.
Ama bazen kızgın bir erkeğin ya da yeni doğum yapmış bir dişinin alışık olmadığı bir koku ya da sesle uyarıldığında körlemesine saldırdığı olur. Gergedan bütün iriliğine karşın hiç de hantal bir hayvan değildir. Saatte 45 km hızla koşabilir ve bu körlemesine koşu sırasında koca gövdesinden hiç beklenmeyen bir çeviklikle bir anda yönünü değiştirebilir.
Günümüzde yalnız 5 türü kalmış olan Gergedanın geçmişte, özellikle 19. ve 20. yüzyılda yapılan aşırı avlanma sonucunda türün büyük kısmı yok edildi. Öyle ki 1960'lı yıllarda 70.000 civarında olan siyah gergedan türünün , 20 yıllık bir süre içerisinde %96'sı tükenmiştir. Fakat 1995 yılında 2.410'a inmiş olan siyah gergedan sayısı , sonrasında alınan önlem ve avlanma yasaklanmaları ile son yıllarda tekrar yükselmiş ve 2007 rakamlarına göre 4.180'e ulaşmıştır.
Genelde boynuzlarının ticareti için avlanan Gergedan, boynuzunun özellikle Yemen ve Çin'deki talep sebebiyle, avcıların hedefi olmakta. Yemen'de hançer sapı olarak kullanılan Gergedan Boynuzu, Çin'de ise geleneksel tıpta kullanılmaktadır. Ayrıca Gergedan Boynuzunun cinsel gücü artırıcı (afrodizyak) etkisi olduğuna inanıldığından, Gergedanlar avcıların hedefi olmayı sürdürüyor.
At ve eşek gibi tek toynaklılardan olan bu memeli hayvan günümüzde yalnızca Afrika, Hindistan, Malezya ve Endonezya'da yaşar. Ama fosillerden anlaşıldığı kadarıyla tarih öncesi çağlarda Avrupa'da da gergedanlar varmış. Bu soyu tükenmiş türlerin daha soğuk olan Avrupa iklimine uyum sağlayabilmek üzere yumuşak tüylü bir postla örtünmüş olduğu da gene fosillerden anlaşılmaktadır.
Bugün doğada yabani yaşamlarını sürdüren gergedanların sayısı iyice azalmıştır. Bunun nedeni bir yandan insanların yerleşmesi sonucunda doğal yaşam alanlarının daralması, bir yandan da özellikle boynuzları için gergedanların kaçak olarak avlanmasıdır.
Senegal papağanı
Senegal papağanı ("Poicephalus senegalus"), papağangiller (Psittacidae) familyasından kafa, boyun ve gırtlağı ve yanakları gri renkli bir papağan türü.
Gri renk, sivri bir üçgen şeklinde göğsünün üst kısmına kadar uzanır. Göğüs, göğsünün yanları ve karnı portakal-sarısıdır. Sırtının üst bölümü ve kanatlar yeşildir. Kanat altı örtüsü sarıdır. Gaga siyahtır. Gözlerinin iris'i yetişkin kuşlarda saman sarısı, yavru kuşlarda gridir. Boyu 24 cm'dir. Dişi ve erkek aynı renktedir.
Senegal, Gambiya, Fildişi Sahili, Gana, kuzey ve kuzeydoğu Nijerya, kuzey Kamerun, güneybatı Çad'da yaşar. Bulunduğu bölgeye sadık olup ancak, yiyecek aramak için kısa mesafeli yer değişikliği yapar. Senegal papağanına 1000 m yükseklikte bile rastlanmıştır.
Senegal papağanı orta seviyeli papağan grubuna girer. Islık çalar ve bazı tiz tonda sesler çıkarır. Diğer tür papağanlara oranla oldukça sessizdir. Gün içinde daha çok ses çıkardığı periyotlar olur.Çok cabuk yorulur ve gagası cok güclüdür bazen yaptıgınız hareketleri taklit ederek sizi sasırtabilir
Kar maskesi
Balaklava, Türkçede halk arasında "kar maskesi" diye de bilinen başlıktır. İsmini, batı dillerine "Balaclava" olarak geçen Kırım'daki Balıklava şehrinden almıştır. Türkçe kökenli bir kelime olarak kabul edilir.
Şapka gibi giyilmekle da kapsayacak şekilde uzanır. Kimisinde yüz kısmı tamamen, kimisinde ise sadece gözlere denk gelen yerler açıktır. Bu şekilde kafanın soğuktan azami biçimde korunması amaçlanır. Genellikle yün ya da sentetik kumaşlardan üretilir. Rüzgâr geçirmeyen modelleri de vardır.
Motosikletçilerin kullandığı balaklava modellerinde ise genellikle kaskın içine denk gelen kısımları ince dokumadan yapılmıştır, ancak boyun ve göğüsü rüzgârdan koruyan bölüm daha kalındır. Ayrıca kaskın içinin temiz kalmasını da sağlar.
Yarış pilotlarının kullandığı balaklavalar ise yanmaz niteliktedir ve terlemeyi önler.
Levent Tülek
Levent Tülek (d. 1964), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu.
Fenerbahçe Lisesi'nde okudu ve kısa sürelerle İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü, Mimar Sinan Üniversitesi Edebiyat Bölümü ve A.Ö.'de okudu. 1979 yılında Kadıköy Deneme Sahnesi'nde tiyatroya başladı. Daha sonra sırası ile İAST, Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Tiyatrokare, İstanbul Komedi Tiyatrosu ve Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda oyunculuğuna devam etti.
Sinema, TV ve radyo alanında birçok eserde oynadı, yazdı ve yönetti.
Halen Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda oyunculuk ve rejisörlük yapıyor.
2007 / 2008 sezonunda Özen Yula'nın "Gözü Kara Alaturka" adlı oyununu sahneye koyan Tülek, aynı zamanda tek kişilk bir Hamlet yorumunu da yazıp oynuyor.
Yazarlık hayatına da devam eden Levent Tülek'in Sel Yayıncılık'tan çıkan kitabı LÜMPEN SÖZLÜĞÜ ise
Ağustos 2007'de 2. baskısını yaptı. Şu sıralar İstanbul'da Küçükçekmece Cennet Kültür ve Sanat Merkezi'nde, sanat yönetmenliği yapmaktadır.
Ahmet Fikri Tüzer
Ahmet Fikri Tüzer (1878, Şumnu - 16 Ağustos 1942), Türk bürokrat ve siyasetçi.
1924-1927 yılları arası Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. III, IV, V. ve VI. dönemlerde (1927-1942) Erzurum Milletvekilliği yaptı. 1942 yılında 12. ve 13. hükümetlerde İçişleri Bakanlığı yaptı. 7 temmuz 1942'de başbakan Refik Saydam kalp krizi geçirip vefat edince, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, o zamanın içişleri bakanı olan Ahmet Fikri Tüzer'e vekaleten başbakanlık görevi vermiş. Bir gün sonra da Şükrü Saracoğlu yeni kabineyi kurunca İç İşleri Bakanlığına geri döndü -9 Temmuz 1942) başbakanlık yaptı. 16 Ağustos 1942'de görevi başında iken vefat etti.
Mir
Mir (Rusça: Мир, anlamı: "dünya" veya "barış"), 1986 yılından 2001 yılına kadar alçak Dünya yörüngesinde kalan, Sovyetler Birliği ve ardından Rusya tarafından yönetilen uzay istasyonu. İlk modülü 19 Şubat 1986'da uzaya gönderildi. İnsanlığın uzayda uzun süre düzenli olarak içinde yaşadığı ilk uzay araştırma istasyonudur. Yapılan uluslararası iş birliği sayesinde, çeşitli milletlerden uzay adamlarının kullanımına açıldı. Yörüngede 1986 ile 1996 yılları arasında gönderilen pek çok modül ile başarılı bir şekilde kenetlendi. 23 Mart 2001 tarihinde görevi sona erdi ve atmosfere girerek yanması sağlandı.
Mir, daha önce Sovyetler Birliği tarafından gönderilmiş olan Salyut serisi uzay istasyonları baz alınarak yapılmıştır (1971 yılından sonra yedi Salyut uzay istasyonu gönderilmişti). Esas olarak Rus yapımı insanlı Soyuz roketleri ve Progress kargo gemileri tarafından onarımı yapılmıştır, fakat ayrıca sonraki uçuşlarda Buran uzay mekiği için bir varış noktası olması planlanmıştır. Yörüngedeki Mir'in öncelikli amacı uzayda geniş ve yaşanabilir bir bilimsel laboratuvar sağlamaktır.
Amerika Birleşik Devletleri, Mir'in kendine ait bir kopyası olarak Space Station Freedom istasyonunu yapmayı planlamış, ancak bu proje Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından uluslararası iş birliği yolu açılması üzerine durdurulmuştur (bkz. Uluslararası Uzay İstasyonu). Ayrıca, Challenger Uzay Mekiği Mir'in kalkışından bir aydan daha kısa bir süre önce patlamıştı (bkz. Challenger Uzay Mekiği kazası). Daha sonraki yıllarda, Soğuk Savaş döneminin ardından, Shuttle-Mir programıyla Rusya'ya ait olan Mir'in yetenekleriyle Amerika'nın uzay mekiklerinin yetenekleri birleştirilmiş; bir takım Amerikalı ve diğer batı ülkelerinden astronotların istasyonu ziyaret etmesi veya istasyondaki uzun dönemli bilimsel çalışmalara katılması sağlanmıştır. İstasyonu ziyaret eden Amerikan mekikleri, Space Station Freedom için tasarlanmış bir kola bağlanmış ve esas olarak Sovyet Buran mekikleri için tasarlanmış bir kenetlenme halkası kullanmışlardır. Mir ve ona kenetlenmiş olan uzay mekiği, 250 tonluk ağırlığıyla uzay çalışmaları tarihinin en büyük yörünge aracı unvanını almıştır.
100 tonluk Mir'in içi, hortumlar, kablolar ve bilimsel araçlarla olduğu kadar, günlük yaşama ait eşyalarla dolu –fotoğraflar, çocukların yaptığı resimler, kitaplar ve bir gitar– dar bir labirente benzerdi. Genellikle üç kişilik mürettebat kalmakla birlikte, bazen bir aya kadar bir süre boyunca altı uzay adamını ağırladığı da olmuştur. İki kısa dönemin haricinde, Mir Ağustos 1999'a dek sürekli olarak görevdeydi.
15 yaşındaki Rus uzay istasyonunun yolculuğu, 23 Mart 2001 tarihinde, Fiji yakınlarında Büyük Okyanusun güneyine düşmesiyle son bulmuştur. Son günlerine kadar, pek çok girişimcinin, muhtemelen ilk yörünge televizyon/film stüdyosunu kurmak için, Mir'i almak gibi planları vardı. Ne var ki istasyon daha fazla kullanılamayacak kadar güvensizdi. Uzay topluluğundan pek çok kişi hala Mir'in en azından bazı parçalarının kurtarılabilir olduğunu, ayrıca yörüngeye materyal çıkarmanın yüksek maliyeti göz önünde bulundurulduğunda, Mir'in yok edilmesinin büyük bir fırsat kaybı olduğunu düşünür.
Sovyet ve Rus kozmonotların yanı sıra Mir uluslararası biliminsanlarına ve Amerikalı astronotlara da ev sahipliği yapmıştır.
Mir uzay istasyonu, – Uzay mekiği tarafından Mir'e getirilen kenetlenme modülü hariç – her biri ayrı ayrı Proton roketiyle yörüngeye taşınan pek çok Mir modülünün yörüngede birleştirilmesiyle oluşmuştur.
Rus Devrimi öncesinde "mir", bir köylü topluluğu tarafından işlenen toprak parçalarına verilen isimdi. Bu topraklarda yaşayan köylülere, yüksek vergiler alınarak çok büyük bir sosyal baskı uygulanırdı. Eğer bazı köylüler miri terkederlerse, kalanlar daha yüksek vergi ödemek zorunda kalırdı.
" |
Kvant" (Квант), "kuantum" anlamına gelir. Elektromanyetik tayf ve x-ışını emilimlerini ölçerek astrofizik araştırmaları yapmasından yola çıkılarak bu isim verilmiştir. "Kristall" (Кристалл) "kristal" demektir. Bu modülün esas çalışma alanı biyoloji uzay ortamında materyal üretim teknolojileri olduğu için bu ad verilmiştir. "Spektr" (Спектр) "tayf" anlamına gelir. Atmosfer algılayıcılarından ötürü bu isim verilmiştir. "Priroda" (Природа) "doğa" demektir. "Progress" (Прогресс) "ilerleme, gelişme" anlamına gelir. "Soyuz" (Союз), "birlik, topluluk" anlamındadır (Sovietskii Soyuz, Советский Союз = Sovyetler Birliği). Ayrıca Soyuz modülü üç küçük modülden oluşan bir topluluk olduğundan bu isimle anılır.
Rüppel papağanı
Rüppel papağanı ("Poicephalus rueppellii"), papağangiller (Psittacidae) familyasından bir papağan türü.
Kafa ve vücudun üst bölümü zeytuni-kahverengi'dir. Kuyruk sokumu ve kuyruk altı örtüsü mavi, göğüs zeytuni-kahverengi, baldırı sarıdır. Kanatlar zeytuni-kahverengi, kanat altı örtüsü ve omuz sarıdır. Gaga siyahımsıdır. Boyu 24 cm'dir.
Rüppel papağınına, anavatanı olan Angola'nın kuzey batı kesimleri ile Namibya'nın orta kesimlerinde rastlanır.
Sesi hoştur ve çok fazla yüksek değildir.
http://www.papageienatrium.de/Moni/meine_Papageien/Langflugelpapageien/Ruppel_lexikon/ruppel_lexikon.html]
Soxhlet ekstraktörü
Soxhlet ekstraktörü: 1879 yılında Franz von Soxhlet tarafından icat edilen bir laboratuvar cihazıdır. Önceleri, katı bir deney numunesinden yağ elde etmek için tasarlanmış olmasına rağmen bir bileşiği bir katıdan ekstrakte etmenin zor olduğu her şartta kullanılabilir. Genellikle, kuru deney numunesi Soxhlet ekstraktörüne yerleştirilen, filtre kağıdından yapılmış yüksük şeklinde bir ekstraksiyon tüpüne konur. Ekstraktöre, çözücüyü ( genellikle di etil eter ya da petrolium eter) içeren şilifli bir cam balon ve yoğunlaştırıcı takılır. Çözücü ısıtılır ve böylece buharlaştırılır. Sıcak çözücü buharı yoğunlaştırıcıya ilerler, yoğunlaşarak katı numunenin üzerine düşer. Numuneyi içeren ekstraksiyon tüpünün bulunduğu yüksük yoğunlaşan çözücü ile tam dolduğunda, bypass kolunun seviyesine ulaşır ve sifon oluşarak çözücü tekrar cam balona boşalır. Bu yoğunlaşma, yükselme ve sifon döngüsü, ‘reflux’ olarak adlandırlır ve sürekli tekrar edilir. Her döngü sırasında, katının içerdiği bir miktar yağ çözücüde çözünür. Ama solventin ısıtılan cam balonuna ulaştığında orada kalır, döngüye tekrar katılmaz. Bu durum, bu ekstraksiyon metodunun en önemli avantajıdır, sadece saf çözücü katıyı ekstrakte etmek için buharlaşır ve yoğunlaşır, döngüye katılır. Bu nedenle, bir cam balonda katıyı çözücü içerisinde ısıtarak ekstrakte etme yöntemiyle karşılaştırıldığında Soxhlet Ekstraktörü ile uygulanan bu yöntemin verimi daha yüksektir. Bir ekstraksiyonun sonunda arta kalan çözücü, ekstrakte edilen yağı bırakarak rotary buharlaştırıcısı ile uzaklaştırılabilir.
Andrea Bocelli
Andrea Bocelli (22 Eylül 1958; Lajatico, Pisa ili, Toskana); İtalyan tenor, söz yazarı, besteci ve albüm yapımcısıdır. Uluslararası şöhretine büyük katkıda bulunan Con te Partiro isimli parça ile Avrupa'da birçok ülkede 6 aya yakın bir süre müzik listelerinin başında yer aldı. 12 yaşında futbol oynarken geçirdiği bir kaza yüzünden iki gözü de kör olan Andrea Bocelli, eşi Enrica'dan boşanmış olup, iki erkek çocuk babasıdır. Hukuk fakültesi mezunudur ve dünyanın en iyi üçüncü tenoru olarak kabul edilmektedir.
Seattle's Best
Seattle's Best, Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington eyaletinin başkenti Seattle'in en büyük 2. kahve üreticisidir. En büyük rakibi Starbucks firmasıdır.
Patlayıcı madde
Patlayıcı madde, hararet veya şok tesiri ile kimyasal değişikliğe uğrayan, yüksek derecede ısı, çok hacimde gaz meydana getiren, katı, sıvı veya gaz halindeki kimyasal maddelerdir.
Kuvvetli patlayıcıların pek çoğu kapalı bir sistemde olmadıkları veya bir şok tesirine maruz kalmazlarsa tutuşturuldukları zaman patlamazlar sadece yanarlar.
Patlayıcı maddeler, kararsız haldeki kimyasal madde veya madde karışımları olup, darbe veya kıvılcım gibi bir etkiye maruz kalması sonucu kendi kendine ilerleyen son derece hızlı kimyasal reaksiyonlarla kararlı bileşiklere dönüşürken yüksek ısı, ses, darbe etkisi ve gazlar ortaya çıkarırlar. Yanma süresi çok hızlı olduğundandan yanma için gerekli oksijen havadan sağlanamaz. Bu nedenle patlayıcı madde yapısında oksijen içeren madde bulunması gerekir.
Batıl inanç
Batıl inanç, mantıksal bir temele dayanmayan inanç ve davranışlara denir. Gerçek bir sonucu olmayan, tepkisi kanıtlanamayan davranışlarda bulunmak, sözler söylemek, veya inançlara inanmaktır. Yolculuğa çıkan birisinin arkasından yere su dökmek, merdiven altından geçmemek, gece tırnak kesmemek kara kedi görmek buna örnektir.
Batıl inaçların kökenini eski paganist inançlarda aramak gerekir. Bu çağlardan kalma batıl inanç dediğimiz alışkanlıklar devam etmiş, oysa bir zamanlar bunları anlamlı kılan inançlar çoktan unutulup gitmiştir.
Bazıları çok eski tarihlerden gelen boş inançlara ilişkin yalnızca bazı varsayımlarda bulunabiliriz. Günümüzde Ay'ın Dünya'nın bir uydusu olduğunu biliyoruz. Oysa bundan binlerce yıl önce yaşamış insanlar Ay'ın bir tanrıça olduğunu sanıyor, insanlara zenginlik ve uğur getirdiğine inanıyorlardı. Günümüzde yeni ay çıktığında sevdiği kişinin yüzüne bakmak ya da altına el sürmek türünden davranışlar o dönemlerden kalmış olabilir. At nalının uğurlu sayılmasının nedenlerinden biri, belki de eski Avrupa topluluklarından Keltlerin atın kutsallığına inanmalarıdır. Eskiçağlarda topraktan çıkarılan demir cevherinden demir eşya üretme sanatının büyücülük olduğuna inanılması da bu inancı doğurmuş olabilir.
Aksıran bir kimseye "çok yaşa!" denmesinin, aksırma sırasında ruhun geçici olarak bedenden ayrıldığına ilişkin eski inançlardan doğmuş olduğu düşünülebilir. Aksıran kimseyi bu sözlerle sevindirmek, belki de ruhun esenlikle geri dönmesine yardımcı olma amacını taşır.
13 rakamının uğursuz olduğu batıl inancının ise; 13 Ekim 1307 Cuma günü Tapınak Şövalyeleri'nin tutuklanması ve işkence edilerek öldürülmesine dayandığı sanılmaktadır. Bu batıl inanç hâlâ öylesine güçlüdür ki, bazı kimseler 13 kişiyi aynı masaya oturtmaktan kaçınır. Bazı ünlü otellerde 13 rakamı taşıyan oda ve kat yoktur. BMW'nin Münih'te bulunan merkez binasının 13. katı boştur.
Anadolu'da halk arasında boş inançlara günümüzde de rastlanır. Bunlardan birkaç örnek şöyledir: İlk rastlanılan kişinin toplumsal durumu ve halk arasındaki itibarına göre işlerin rast gidip gitmeyeceği konusunda yorumlar yapılır. Esnaf, o gün işlerin iyi gitmesi için siftah parasını yere atar ya da yüzüne sürer. Birine kesici alet verilirken düşmanlığa yol açmasın diye üzerine tükürülür. Akşam tırnak kesmek iyi sayılmaz. Ay tutulması ve Güneş tutulması sırasında silah atılıp, teneke çalınarak önlerini kapatan cin-peri topluluğun kaçırılabileceğine inanılır.
Batıl inançların çoğu çok eskilere dayanmakla birlikte, yenileri de vardır. Örneğin, aynı kibritle art arda üç sigara yakmanın uğursuzluk getireceğine inanılır. Bu inancın 1899-1902 yılları arasında İngilizlerin Güney Afrika'da yaşayan Afrikanerler ile yaptığı Güney Afrika Savaşı'ndan kaynaklandığı söylenmektedir. Söylenceye göre, usta Afrikaner nişancıları üç İngiliz askerinin tek bir kibritle sigaralarını yakmaları sırasında yerlerini saptamış ve yanık kibriti elinde tutan askeri öldürmüştür. Bu yeni bir batıl inanç böyle doğmuştur.
Yağmur duası, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde sık görülür. Çocuk doğumlarında ve evlenme törenlerinde de batıl inançlar yaygındır. Yeni doğan çocuklar kırkları çıkıncaya kadar cinlerin, perilerin, şeytanların etkisi altında kalabilir diye, son derece büyük bir özen görürler. Gebeliği önleyici tedbirlerden biri olarak katır tırnağı kullanılır. Çünkü, katırın kısır bir hayvan olduğu bilinir. Batı Türkiye'nin bir yerinde de haşhaş, kahve, soğan, katır tırnağı, katran, sarımsak, kuru yumurta kabuğu tozu, su içinde bir arada kaynatılarak, gebeliği önleyici bir ilaç hazırlanır. Yeni doğan çocuklar "tuzlanır". Sözde bebeğin ileride güçlü olması böylece sağlanır, bazı yerlerde de yastığının altına kaplumbağa konur. Türkiye'nin pek çok yerinde kaplumbağalara büyük meziyetler yakıştırılır. Batıl inançlar arasında en yaygın olanlardan biri de, nazar, yani kem gözdür. Bebeklerin kırklarının çıkmasına kadar anneler babalar onları çevreye çirkin göstermeye özellikle dikkat ederler. Nazardan koruduğuna inanılan mavi boncuklar takılır. Özellikle de mavi gözlü ve sarı saçlı kişilerin gözlerinin kaldığı söylenir. Mavi boncuğun koruyucu gücü, büyünün birbirini çektiği ilkesine dayanır. Mavi gözden gelecek tehlike, mavi boncuk tarafından çekilir. Muskalara da büyük bir inanç vardır. Bunların içine genellikle Arap harfleriyle, Kur'an'dan ya da Şaman dininden dualar yazılı kâğıtlar yerleştirilir. Hepsi bir kumaş parçası içine sarılır.
Ölü gömme töresi
Ölü gömme töresi ya da cenaze töresi, bir ölünün gömülmesi sırasında uygulanan törelere denir. Ölüm, toplumsal yaşamda her zaman önemli bir olay sayılmıştır. Tarihin her döneminde ölü için çeşitli geleneklere ve törelere uyularak törenler yapılmıştır. Bu törenler, toplumların dinsel ve kültürel özelliklerine bağlı olarak büyük bir çeşitlilik gösterir.
Çeşitli dinlerde ölümün bir son olmadığı, ruhun ölümden sonra öteki dünyada da varlığını sürdüreceği inancı vardır. Bu, genel olarak reenkarnasyon olarak adlandırılır. Bazı kültürlerde ölülerin yaşayanları etkileme gücüne sahip olduğu inancı yaygındır. Bu nedenle ölü törenlerinin kusursuz ve geleneğe uygun olmasına özen gösterirler. Ama, bu törenlerin tümü sonuç olarak ölünün gömülecek, yakılacak ya da saklanacak bedeniyle ilgilidir.
Bazı inançlarda ölü gömülür, bazılarında ise yakılır. Hinduizm, insanın ölümünden sonra bedeninin hemen yakılmalısını öngörür. Bu nedenle Hindu törenlerinde cenaze törenleri çok kısa sürer. Başka bazı kültürlerde ise bu törenler daha uzun zamana yayılır. Ölünün yakılması durumund |
a, külleri ya özel bir kapta saklanır ya da istenilen yere serpilir. Müslümanlar ve Hıristiyanlar ölülerini gömerler. Toprağa verilmek anlamında, gömmek için bazı işlemler uygulanır. İslam dininde ölü önce yıkanır, sonra kefen denen beyaz bir beze sarılır. Kefenlenmiş, tabuta koyulmuş ölüye cenaze adı verilir. Tabutun omuzlarda, hızlı adımlarla taşınması gerekir. Cenaze namazının kılınması zorunlu bir görevdir. Cenaze mezara indirilip üstü örtüldükten sonra Kuran okunur ve tören sona erer. Yahudiler de ölülerini vakit geçirmeden gömmeye özen gösterirler. Ama mezar taşının dikilmesine kadar, bir yıl süreyle yas tutarlar.
Eski Mısırlılar ölen firavunlarını mumyalar ve görkemli anıtmezarlara koyarlardı. Piramit adı verilen firavun mezarlarının en ünlülerinden üçü Gize'dedir. Eski Mısır'da sıradan ölüler de mumyalanırdı, ama onlar daha gösterişsiz mezarlara gömülürdü. Her yıl belirli günlerde ölünün akrabaları mezar başında ölülerini anar, böylece töreler kuşaklar boyunca sürerdi.
Kahverengi cüce
Kahverengi cüceler, ilk kez 1995 yılında keşfedilen, ne yıldız ne de gezegen kategorisine konabilen gök cisimleri. Ancak son yıllarda bazı gökbilimciler kütlelerinin büyüklüğüne ve buna bağlı olarak sıcaklıklarına ve buna da bağlı olarak renklerine göre O, B, A, F, G, K ve M olarak sıralanan geleneksel yıldız kategorilerine kahverengi cüceleri de T ve Y sınıfları olarak eklemektedir.
Kahverengi Cüceler yıldızlararası gaz bulutlarının çökmesiyle oluşurlar, fakat gökcismini yıldız yapacak nükleer tepkimelerin başlayamayacağı kadar hafiftirler. 80 Jüpiter kütlelik sınıra ulaşamadıkları için yeteri kadar ısınamayıp sönerler.
İlk keşfedilen Kahverengi Cüceler Gliese 229 a ve Gliese 229 b. Gliese B diğerine göre daha solgundur. Bu iki sönmüş yıldızın yaşları yaklaşık 10 milyon yıl olarak tahmin ediliyor. Dünyamızdan yaklaşık olarak 1400 ışık yılı uzaklıkta, Büyük Orion Bulutsusunda yer alıyor ve birbirlerinin çevresinde dönüyorlar. Bunların dışında Ülker'deki çiftlerden biri de Kahverengi Cücedir ve adı Teide 1'dir. Yüksek miktarda lityum içerir.
Adalet
Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır.
Adalet kavramı temel olarak hukuk kurallarına uygunluğu içerir. İnsanların toplum içindeki davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlak ve din kurallarıyla da ilişkilidir ve tarih boyunca tartışmalı bir alan olmuştur.
Düşünürler eski çağlardan beri adalet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Kutsal kitapların hepsinde adalete ve adil olmaya ilişkin bölümler bulunur.
18. yüzyılda Aydınlanma Çağı düşünürleri adalet kavramını daha dar biçimde tanımladılar. Onlara göre hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluk adalet için yeterlidir. Ne var ki, hukuk düzeni her zaman adil olmayabilir. Çünkü hukuk yasaların her durumda aynı biçimde uygulanmasını gerektirir. Oysa yargıç herhangi bir olayda yasayı uygularken, durumun özelliklerini de göz önünde bulundurmak zorundadır. Böylece genel bir nitelik taşıyan yasanın eksik yanları uygulamada giderilebilir ve adalete daha çok yaklaşılabilir.
Adli tıp
Adli tıp, adli soruşturma sırasında ortaya çıkan tıp sorularıyla uğraşan bilim dalıdır.
Yaralanma, ölüm ya da hukuki ihtilafla sonuçlanan durumlara ait adli soruşturmalarda olayların tıbbi yönlerini aydınlatmak; kurban, şüpheli ve olaydan etkilenen üçüncü şahısların tıbbi durumunu dökümante etmek ve bu kapsamdaki haklarının korunmasını sağlamak için hekimlere gereksinim duyulur. Adli Tıp uzmanları bu konuda eğitim almış, yetkin branş uzmanlarıdır. Olayın niteliğine göre tek başlarına ya da diğer branş uzmanları ile konsülte ederek adli tıbbi raporlar hazırlarlar. Adli Tıp raporunun her durumda adli tıp uzmanı tarafından hazırlanması şart değildir. Yine olayın niteliğine göre, diğer branş uzmanları, diş hekimleri ya da pratisyen hekimler genel olarak tıbbı ya da kendi branşlarını ilgilendiren konularda rapor hazırlayabilir.
Adli tıbbın geçmişi çok eskiye uzanır. Eski Mısırlılar günümüzden 5.000 yıl önce cinayet ve benzeri olaylarda doktorlara danışıyorlardı. Adil tıp konusu, Hammurabi Kanunları ile Tevrat'ta da yer alır. İÖ 40'ta öldürülen Jül Sezar'ın vücudundaki 23 yaranın yerini ve etkilerini gösteren rapor ilk adli tıp raporu sayılır. Gerçek ölüm nedeninin anlaşılabilmesi için cesedin açılarak incelenmesi gerekebilir. Buna otopsi denir. İlk otopsi 1374'te Fransa'da uygulanmıştır. Adli tıp günümüzde hukuk ve tıp fakültelerinde bir ders olarak okutulmaktadır. Adli tıpa ilk kez 1650'de Leipzig Üniversitesi'nin ders programında yer verilmiştir. Türkiye'de ise adli tıp 1849'da okutulmaya başlanmıştır.
Adli tıbbi değerlendirmeler konusundaki talepler mahkeme ve savcılıklardan gelebileceği gibi, adli konulara taraf olan birey ya da kurumlardan da gelebilir. Mahkeme ve savcılık kanalıyla yapılan istemlerle ilgili olarak, ilgili uzman tarafından bir "bilirkişi raporu" hazırlanır. Bu raporun mahkeme heyeti üzerinde hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Hakim isterse başka bir bilirkişi görüşü daha isteyebilir ya da var olan görüşün dışında bir karar verebilir. Taraf olan birey ya da kurumlar da, mahkemeye sunmak üzere adli tıbbi değerlendirme raporları hazırlatabilirler. Bu durumda sunulan rapor "bilirkişi raporu" değil, "uzman görüşü" olarak nitelendirilecektir. Mahkemeler istediği takdirde, "bilirkişi raporlarının" ya da "uzman görüşlerinin" sahiplerini duruşmaya çağırıp dinleyebilir ve soru sorabilirler. Aynı şekilde bu görüşler de mahkeme heyeti için bağlayıcı nitelikte değildir. Bu konuyla ilgili düzenlemeler Ceza Muhakemeleri Kanununda mevcuttur.
Adalet bakanlığına bağlı Adli Tıp Kurumu', İstanbul Üniversitesine bağlı Adli Tıp Enstitüsü ve çeşitli tıp fakültelerinin Adli Tıp Anabilim Dalları resmi bilirkişilik yapabilirler. Bu konudaki düzenlemeler Ceza Muhakemeleri Kanunu, Adli Tıp Kurumu Kanunu ve Adli Tıp Kurumu Kanunu Uygulama Yönetmeliğinde yer almaktadır. Bu kurumlar içinde Adli Tıp Kurumu, sadece mahkemelerden gelen istemlere cevap vermekle yükümlü iken, üniversitelere bağlı birimler hem mahkeme, hem bireysel başvurulara cevap verebilmektedir.
San Pedro de Atacama
San Pedro de Atacama, Şili'nin kuzeyinde, Antofagasta Bölgesinde bir köy.
San Pedro, Atacama Çölü'nde bir vaha köyüdür. sadece 2500 kişilik nüfusa sahiptir. Salar de Atacama'nın ("Atacama Tuz Gölü") batı kıyısında bulunur. Bugün için, çöl turizminin en sevilen yerlerinden biridir. Çöldeki bu yeşil lekenin su kaynağı , Andlar'dan gelip, hemen yanıbaşındaki "Salar de Atacama" ya karışan Rio San Pedro nehridir.
Yakınlarındaki "Puna" bölgesinde, 11.000 yıl önce ilk yerleşimlerin olduğu tahmin edilir. Bu bölgenin çok eski sahipleri Atacameños diye adlandırılan uygarlık, San Pedro kütürünün kurucuları olup Atacama çölünün vahalarında yaşamışlardır.
Bu halk bölgedeki ilk tarımla uğraşan kişilerdi. Tarıma uygun alan çok küçük olduğundan tarım terasları inşa ettiler, suni sulama yaptılar ve lama gübresi kullandılar. Çeşitli tahıl, mısır, pirinç, incir, bal kabağı ve patates ürettiler.
Lama ve Alpaka etlerinden faydalanan Atacameñolar ayrıca bu hayvanların kürkünden de giysi olarak istifade ettiler.Kıyı şeridindeki şehirlerle ticarette, yine bu hayvanlar taşıyıcı olarak kullanıldı.
Bu insanlar yine el ve sanat işçiliğinde çok gelişmişlerdi.Ayrıca zamanları çok erken olan metalurjiyi keşfetmeleri, bakır ve bronz üretim bilgisine sahip olmalarıda söz konusudur.
Atacameñolar ölümden sonra yaşama inandıkları için, eşya, giyisi ve yiyeceklerle gömülmüşlerdir. Doğa varlıklarına tapmalarına rağmen tapınak kullanmamışlardır.
16. Yüzyılda Diego de Almagro ve Pedro de Valdivia eşiliğnde ispanyollar, kumanyalarını ikmal etmek maksadıyla köye ayak basmışlardır.
San Pedro zaman içinde Bolivya'ya da ait olmuştur.
Af
Af, genel anlamda, bir kişinin kusurunun bağışlanması demektir. Bütün toplumların aileden başlayarak, okulda ve toplum içinde nasıl davranılacağına ilişkin kuralları vardır. Bu kurallara aykırı hareket etmek suç ya da kabahat olarak kabul edilir. Bununla birlikte bir baba çocuğunun, bir öğretmen öğrencisinin bazı kuraldışı davranışlarını bağışlayabilir. Hukukta af ise, devletin suç işleyip hüküm giymiş bireyleri bazı durumlarda bağışlamasıdır. Bu durumda af, bir mahkemece verilmiş cezanın, hatta doğrudan doğruya suçun yok sayılmasıdır.
Af, genel af ve özel af olmak üzere ikiye ayrılır. Belirli bir suçu ve bu suçtan hüküm giymiş kişilerin cezalarını ortadan kaldıran affa genel af denir. Aftan yararlanan kişinin savcılıktaki sabıka kaydı silinir ve o kişi hiç hüküm giymemiş sayılır.
Bir yargılamada adaletsiz ve yanlış karar verilmiş olabilir. Bu tür adaletsiz ve yanlış kararların düzeltilmesi, yaşlı ya da hasta hükümlülerin bağışlanması için çıkarılan affa da özel af denir. Özel af ya yalnızca cezanın uygulanmasını hafifletir ya da tamamen ortadan kaldırır. Suç gene de işlenmiş sayıldığı için, kişi hüküm giymiş olarak kabul edilir ve savcılıktaki sabıka kaydı silinmez.
Türkiye’de özel ve genel af çıkarma yetkisi anayasayla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verilmiştir. Ayrıca cumhurbaşkanı, gene anayasayla verilmiş yetkisine dayanarak özel af çıkarabilir.
Antlaşma
Antlaşma, iki ya da daha çok devleti bağlayıcı nitelikteki anlaşmalara denir. Eski dilde antlaşmalara "muâhede" ya da "ahidnâme" de denirdi. Lozan muahedesi gibi. Modern diplomaside antlaşma terimi, özel önemi olan uluslararası antlaşmalar için kullanılır. Daha öz önemli antlaşmalara ise, sözleşme (mukavele), tenkihname (düzenleme), protokol, senet, konvansiyon ve anlaşma gibi adlar verilir. Günümüzde antlaşmayla sonuçlanan görüşmeler, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların gözetiminde yürütülmektedir. Antlaşmaların barış, mütareke, ateşkes, tenkihname (düzenleme), dostluk, yardımlaşma, saldırmazlık, ittifak ve konvansiyon (ticaret) resmi, gayrı resmi gibi çeşitleri vardır.
Devletler arasındaki antlaşmanın geçmişi üç bin yıl öncesine kadar gitmektedir. Buna karşın antlaşmaların yapılış biçimleri neredeyse aynı kalmıştır. Antlaşma |
, taraflar arasında görüşmeler ve varılan uzlaşma sonucunda imzalanır. Her ülke bir onay belgesi imzalar ve sonra bu belgeler taraflar arasında değiş tokuş edilir. Böylece her ülkenin elinde, antlaşmayı imzalayan diğer ülkenin ya da ülkelerin onay belgesi bulunur.
Antlaşmalar çeşitli nedenlerle son erebilir. Antlaşma hükümlerini taraflardan birinin ihlal etmesi antlaşmayı yürürlükten kaldırır. Bu durumda yeni bir antlaşma yapılabilir, ülkelerden biri yeni antlaşmaya katılmayabilir. Bir antlaşma, taraf ülkeler arasında savaş çıktığında yürürlükten kalkmış sayılır. Antlaşmanın süresinin dolması da antlaşmayı sona erdiren nedenlerden biri olabilir.
20. yüzyılda önemli antlaşmalar yapılmıştır. Bunların çoğu ya savaş sonrasında imzalanan barış antlaşmaları ya da uluslararası kuruluşların kuruluş antlaşmalarıdır. Bunların başlıcaları şunlardır: I. Dünya Savaşı'nın (1914-18) ardından imzalanan 1919 Versailles Antlaşması; Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 24 Temmuz 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Lozan Antlaşması; II. Dünya Savaşı'ndan (1939-45) sonra, Birleşmiş Milletler'in amaçlarını belirleyen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi; 1949'da ABD ile 12 Batı Avrupa devleti arasındaki, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) ilişkin antlaşma.
1957’de imzalanan Roma Antlaşması, bugünkü Avrupa Birliği’nin temelini oluşturdu. Nükleer kirlenmenin önüne geçebilmek için 1967'de bir antlaşma imzalandı ve bu antlaşmayla atmosferde, deniz altında ve uzayda nükleer denemelerin yapılması yasaklandı. 1959'da uluslararası bir antlaşmayla Antarktika yalnızca barışçı bilimsel amaçlarla kullanılabilecek uluslararası bölge ilan edildi. Bu antlaşmanın ardından, uzay araştırmalarının yalnızca barışçı amaçlarla yürütülmesi gerektiğini savunan yeni bir antlaşma yapıldı.
Acarca
Acarca ya da Acara lehçesi (Gürcüce: აჭარული / Açaruli), Gürcüce'nin güneybatı lehçelerinden biri olup Acara'da ve Türkiye'de yaşayan Acarlar tarafından konuşulur. Güneybatı lehçelerinde Acarca ile birlikte üç lehçe bulunur ve bunlardan Guria lehçesi Acara'nın kuzeyindeki Guria'da konuşulurken İmerhev lehçesi yalnızca Türkiye'de Artvin iline bağlı Meydancık, Şavşat (İmerhev) beldesinde konuşulur.
Acara lehçesinde Türkçeden girmiş pek çok kelime vardır ve bu kelimelerin bu lehçeye özgü biçim değişikliklerine uğradığı görülür. Acara lehçesine Osmanlı döneminde giren Türkçe kelimeler, Acara bölgesinde belli ölçüde unutulurken Türkiye'de yaşayan Gürcülerin konuşma dilinde varlığını korumuştur.
Acarca kendi içinde, Yukarı Acaristan (Yukarı Acara) ve Aşağı Acaristan (Aşağı Acara) alt lehçeleri olmak üzere ikiye ayrılır. Bazen bunlar Çürüksu (Kobulet) lehçesi olarak da ayrıma tabi tutulur. Yukarı Acaristan lehçesi, Hulo ve Şuvahev’de, Aşağı Acaristan lehçesi ise Keda, Helvaçavur ve Çürüksu bölgelerinde konuşulur.
Bu lehçelerin yanı sıra, Acaristan bakımından, Türkçenin etkisiyle ortaya çıkmış Hulo, Şuvahev ve Çürüksu şiveleri bulunmaktadır. Çürüksu şivesi Türkçeden daha az etkilenmiştir. Hulo şivesi de kendi içinde (Gorcom ve Khikhazir) farklılık gösterir. Ayrıca Kirnat-Maradit ağızlarından da söz etmek gerekir.
Türkiye bakımından ise göçmen (muhacir) Acarlar/Gürcüler ile yerleşik olanların dillerinde kelime düzeyinde bazı farklılıklar bulunduğu gibi, bölgelere göre de benzer farklılıklara rastlanmaktadır. Göç edenler açısından, göç edilen bölgenin de etkisi vardır.
Dell
Dell, Teksas (ABD) merkezli, Lenovo ve HP'nin ardından dünyanın en büyük ikinci kişisel bilgisayar üreticisidir. Aynı zamanda sunucu ve diğer ağ birleşenleri, veri depolama donanımı, yazılım, ve KDA (PDA) gibi yan bileşenler üreten firma, dünya genelinde 100.000 kişiye iş olanağı sağlamaktadır.
180 ülkede hizmet veren DELL'in 2006 yılında geliri yaklaşık 56 milyar dolar olmuştur. Dell firması dünyada 2 Milyar IT kullanıcısına hizmet vermektedir. Günde 120.000 sistem satmaktadır ki bu da saniyede 1 sistemden fazladır. Fortune dergisinin dünyadaki ilk 500 firmasının %98i Dell'i tercih etmektedir. Dünyada 44 adet çağrı merkezi bulunmaktadır.
Okültizm
Okültizm, geçmiş çağlarda doğa, evren, tesirler, insan ve evren ilişkileri ve gelecek hakkında gerek medyumnik yollarla gerekse aktarılagelen ezoterik tradisyonlar yoluyla edinilmiş derin bilgiler bütünü olarak tanımlanır. "Okült", bilimsel yöntem dışındaki yollar ile "gizli" bilginin araştırılması demektir. Terim, Latince "gizlemek", "saklamak", "üstünü örtmek" anlamına gelen "occulere"den türemiştir. Eski Yunan'daki karşılığı ezoteriktir.
Eski Yunan zamanlarındaki Pitagorasçılıktan, Platonculuktan, muthelif gnostik inançlardan İslamdaki Sufi inanca ve psikoloji kaynaklı pek çok yeni fikire kadar oldukça geniş bir bağlamı içine alır.
Astroloji, simya ve büyü gibi eski zamanlardan modern zamanlara kadar bir şekilde bilim sayılmış olan tüm etkinlikler ve modern zamanlardaki duyum ötesi algı, hipnoz, telepati ve pirokinezi gibi parapsikoloji alanına giren ve bilimsel çevreler tarafından kuşku ile yaklaşılan araştırma alanları okültün (gizliciğin) kapsamı içindedir.
Terim Latince’de "gizlemek, saklamak" anlamına gelen "occulere" sözcüğünden gelen, “gizli, saklı” anlamındaki occultus sözcüğünden türetilmiş olup, “gizli ve saklı olanın bilgisi” anlamına gelir. Buradaki “gizli ve saklı olan” ifadesi hem görünmeyen aleme, hem doğaüstü denilen fenomenlere ilişkindir. Okült sözcüğü okültizm adının sıfatı olup günümüzde "okültizm ile ilgili" anlamında kullanılır.
Gizlibilimler de denilen okültizmin kapsadığı alanlar arasında maji, simya, astroloji, nümeroloji, sembolizm, teürji, psişürji , kahinlik veya falcılık türleri sayılabilir. Kimileri terimi yalnızca Avrupa okültizmi ile sınırlarsa da, kimi yazarlar diğer kıtalardaki okült çalışmaları da bu terimin kapsamında değerlendirirler.
"Bakınız: Okültistler Listesi"
Okültistler içinde en tanınmış kişiler arasında Eliphas Lévi (1810-1875), Paracelsus (1493-1541), Papus (1856-1916) ve ünlü kahin Nostradamus (1501-1566) sayılabilir.
Gloria Estefan
Gloria Estefan (Gloria María Milagrosa Fajardo, 1 Eylül 1957) Havana, Küba doğumlu bir şarkıcı ve bestecidir.
1975'te Miami Sound Machine adlı grubun vokalisti olarak sanat hayatına başlayan Estefan daha sonra hit solo çalışmaları "Dr. Beat" (1984) ve "Conga" (1986) ile uluslararası üne kavuştu. Çoğu müziksever tarafından "Latin pop müziğinin kraliçesi" olarak kabul edilen şarkıcı dünyanın en ünlü müzisyenleri arasındadır ve Latin pop müziğinin en ünlü solo sesidir. Albümleri tüm dünyada toplam 70 milyondan fazla sattı, ve Estefan'a 5 kez Grammy ödülü kazandırdı.
Gloria Fajardo, Miami Sound Machine'in lideri Emilio Estefan ile 1976 yılında çıkmaya başladı ve 2 Eylül 1978'de evlendi. Çiftin Nayib (2 Eylül 1980) ve Emily Marie (5 Aralık 1994) adlı iki çocuğu oldu.
Estefan müzik kariyerinin yanı sıra "Music of the Heart" (1999) ve "" (2000) adlı iki filmde oynadı.
Yeni dönem salsa müziğine önemli ölçüde etki ve katkıda bulunmuş şarkıcının eserleri Salsa gecelerinde sıkça çalınır.
Babası Kübalı diktatör Fulgencio Batista için çalışan bir hükümet görevlisi olduğu için 1959 yılındaki Küba Devrimi sonunda ülkeden ailesiyle beraber ayrılmak zorunda kalan Estefan koyu bir Fidel Castro karşıtıdır. Sanatçı ayrıca Küba karşıtı çok sayıda eyleme destek vermiş ve öne saflarda yeralmıştır. Buna karşılık Gloria Estefan ve aynı zamanda yapımcısı olan eşi Emilio Estefan'ın Miami'deki Küba karşıtı mafya ile bağları olduğu iddia edilmektedir. Aynı iddialarda Estefan'ların Küba'ya karşı terör eylemlerinde bulunmaktan dolayı Küba tarafından aranan ve ABD'de bulunan Luis Posada Carriles ile temas halinde olduğu da öne sürülmektedir.
Virginia Tech
Virginia Tech, uzun adıyla Virginia Polytechnic Institute and State University (Virginia Politeknik ve Devlet Üniversitesi), ABD'nin Virjinya eyaletinin Blacksburg şehrinde yer alan, özellikle mühendislik ve işletme fakülteleri ile tanınan bir devlet okuludur. Tam zamanlı öğrenci sayısı ile Virjinya eyaletinin en büyük üniversitesidir. En büyük rakibi Charlottesville şehrinde bulunan University of Virginia (Virjinya Üniversitesi) ile birçok konuda yarış halindedir. Akademik başarısının yanında tamamen doğal New River vadisi ve Appalachian dağları üzerine kurulmuş fevkalade kampüsü ile de ünlüdür. 1990'lı yılların başından itibaren Amerikan futbolu takımı ile ulusal tanınırlığını artırmıştır. Üniversite 1872 yılında devlet kredisi ile askeri ve ziraat eğitimi amacıyla kurulmuştur.
Cho Seung-hui isimli Güney Koreli öğrenci Glock 9 mm'lik yarı otomatik silahı ile kampüsü bastı. 32 kişiyi öldüren saldırgan en son olarak intihar etti. Önce kız arkadaşının odasını basan saldırgan, odada kız arkadaşı ile başka bir erkeği görünce ilk önce onları öldürdü. Aradan 2 saat geçtikten sonra yurttan ayrılan saldırgan, mühendislik binasına geçti ve sınıfları basarak rastgele ateş etmeye başladı.
Blacksburg, Virginia
Blacksburg. ABD'de Virjinya eyaletinin güney batısında yer alan, Virginia Tech üniversitesine ev sahipliği yapan şehir. Nüfüsunun büyük çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu şehir 1800'lerin sonlarına doğru yerleşime açılmıştır.
Mahşerin Dört Atlısı
Mahşerin Dört Atlısı, Hristiyanlıkta Kıyamet alameti olarak ortaya çıkacağına inanılan dört atlı. Yeni Ahit'teki -"Vahiy Kitabı" olarak da bilinen- Apokalips bölümüne göre, Kıyamet felaketlerini getirecek olan yedi mührün açılması ile birlikte ortaya çıkacaklardır. Bazı akademisyenlere göre beyaz at ve binicisi İsa'yı, kızıl at ve binicisi kan ve savaşı, siyah at ve binicisi kıtlığı, soluk renkli at ve binicisi ise salgın hastalıkları ve ölümü sembolize eder.
İncil yazarlarından Yuhanna'nın Patmos adasında gördüğü bir vizyona-görüntüye dayanır.
Kitabı Mukaddes'in başlıca konusu göksel bir krallıkla ilgilidir. Başlangıç 3. bölüm bu konunun temelini oluşturur. Başlangıç 3:15'te bir kadın ve kadının soyundan söz edilir. Bu kadın Havva değil, Vahiy 12. bölümde sözü edilen simgesel bir kadındır. Bu kadın Tanr |
ı'nın gökteki ruh varlıklardan oluşan teşkilatını simgelemektedir. Başlangıç 3. bölüm, bir yılanın yalanlarından ve bu yalanlar sonucunda ortaya çıkan bir davadan söz eder. Adem ile Havva bu davanın içindeki görünür kişilerdir. Yılanın ise bu konuyla hiçbir ilgisi olmadığından, yılana söylenen sözler gerçekte harfi yılana söylenmemektedir. Tanrı Adem'le Havva'ya, onlara yönelik cezalandırmalarını bildirir. Ancak sıra yılana geldiğinde, sözler simgesel bir niteliğe bürünür. Çünkü harfi yılan görünmez bir varlığın etkisiyle kukla olarak kullanılmıştır. Tanrı Başlangıç 3:15'teki sözleri, Vahiy'de "İblis (İftiracı) ya da Şeytan (Hasım, Düşman) denen o eski yılan" olarak adlandırılan bir ruh varlığa söylemektedir. Bu yılan olarak adlandırılan kişi, tıpkı harfi bir yılanın yerde sürünürken çıkardığı diliyle toprağı yalayacağı derecede alçaltılacaktır.
Başlangıç 3:15'teki sözlerde, bir kadın ile temsil edilen Tanrı'nın teşkilatından çıkacak bir soydan söz edilir. Buradaki kadının soyu bir insanı değil, bir krallığı temsil etmektedir. İsa bu soyun -krallığın- en başındaki kişi olduğundan, bu soyun en önemli bireyi Atanmış Kral olan İsa (gökteki adıyla Mikael) olmaktadır. Ayrıca, bu krallıkta yer alarak yardımcı krallar olarak görev alacak başka kişiler de seçileceklerdir ve bunlar Vahiy'de 144.000'ler olarak adlandırılırlar.
Ayrıca, simgesel yılanın da bir soyu olacaktır. Bunlar, İblis Şeytan adı verilen eski yılanın peşinden giden insanları ve ruh varlıkları kapsar. Buna göre, Şeytan'ın da bir soyu vardır. Bu aynı zamanda, doğrudan söz edilmeyen Şeytan'a ait bir kadının varlığına da işaret eder. Buradaki "kadın" ifadeleri teşkilat anlamındadırlar. Şeytan'ın peşine taktıkları bireyler soyun ayrı ayrı bireyleriyken, bu soyun tümü birden ise Şeytan'ın kadını -teşkilatı- olmaktadır. Bu durumda iki ayrı düşman grup vardır. Bir grup Tanrı, Tanrı'nın kadını ve bu kadını oluşturan bireyleri kapsar. Diğer düşman grup ise Şeytan, Şeytan'ın kadını ve bu kadını oluşturan bireyleri kapsamaktadır. Başlangıç 3:15'teki sözler bu iki grubun birbirine düşmanlık edeceğinden söz etmektedir. Bu düşmanlığın en önemli iki olayı vardır. Birincisi, Şeytan'ın Tanrı'nın kadınının soyunun topuğuna saldırması ve yaralaması olayıdır. Bu olay İsa'nın yeryüzünde yaşadığı dönemde gerçekleşir. Şeytan İsa'nın bir direkte öldürülmesini sağlayarak, kadının soyunun topuğuna saldırmış olmaktadır. Şeytan açısından bu olay, kadının soyuna karşı sürdürdüğü düşmanlık eylemlerinin en büyüğüdür. Ancak Şeytan açısından büyük olan bu olay, kadının soyunun yalnızca topuğunu yaralayabilecek derecede olup, topuk yeniden iyileşeceğinden kalıcı bir zarar veremez. İsa'nın ruh bir varlık olarak yeniden eski güçlü konumuna gelmesiyle bu topuk yarası iyileşmiş olmaktadır. Bu olayların ardından, zamanı geldiğinde ise yılanın başı ezilecektir. Bu durum Şeytan'ın bir daha toparlanamayacağı ölümcül bir darbe alacağını göstermektedir. Burada Tanrı'nın belirlediği süreler ve zamanlar sözkonusu olduğu için bu olay hemen gerçekleşmez. Bu olay ilerde, Tanrı'nın Şeytan ve onun soyuna tanıdığı süre dolduğunda gerçekleşecek bir olaydır. Bu nedenle, İsa ruh bir varlık olarak diriltildiğinde kendisine hem ruhi gök üzerinde hem de yeryüzü üzerinde yetki verildiği halde, İsa'nın yetkisini kullanması için Tanrı'nın belirlediği süre doluncaya kadar beklemesi gerekiyordu.
İsa bu yetkiyi aldığında, Tanrı tarafından atanmış bir kral olarak gökte ve yeryüzü üzerinde hüküm sürmeye başlayacaktır. Ancak, bütün insanlar kendi yönetimine boyun eğmeyi kabul etmediklerinden, bunu ilk olarak yalnızca yerdeki toplumunu oluşturan kendi cemaatinin üzerinde yapacaktır. Şeytan'la ilgili davanın bitiminde ise, Atanmış Kral olarak kendi yetkisine boyun eğmeyi kabul etmeyen bütün diğer insanları Armageddon'da yok ederek, gerçek anlamda bütün yeryüzünde hüküm sürecektir. Öte yandan, İsa gökle ilgili bu yetkisini Ms 1914'te Şeytan ve cinlerini göklerden yere atmakla göstermiştir. Armageddon'da ise, bu yetkisini onları dipsiz derinliklere atarak bir kez daha kullanmış olacaktır. Ayrıca bu savaşta krallık yetkisini bütün kötü insanlara karşı da kullanarak, bütün kötülerin yok edilmesini sağlayarak gösterecek ve bu şekilde yeryüzünden bütün kötülükleri temizlemiş olacaktır. Bu olaylardan sonra, İsa ruhi göklerden Tanrı'nın Krallığı'nın Kralı olarak, 144.000 yardımcı kral yöneticilerle birlikte hüküm sürerek yeryüzünü yönetmeye başlayacaktır. Daniel 7. bölümde insanoğlu olarak adlandırılan İsa'ya bu krallık yetkisinin verilişi ve kapsamı gösterilmektedir.
Bu olay Vahiy 12. bölümde simgesel sözlerle anlatılır. Kadın bir çocuk doğurur. Bunun anlamı, Tanrı'nın bir kadınla simgelenen teşkilatından yeni bir oluşumun ortaya çıkmasıdır. Kadının doğurduğu bu çocuk Tanrı'nın Krallığıdır ve İsa bu krallığın Atanmış Kralı olarak yetkilendirilmiştir. Ayrıca bu krallıkta gökte kendisine katılacak 144.000 kişi daha bulunmaktadır. Kadının çöle kaçmasıyla ilgili sözler krallıkta yer alacak olan bu kişilerin yerdeki durumlarını ele almaktadır.
İsa'nın gökte Atanmış Kral Mikael olarak yetkilendirildiğinde yaptığı ilk iş, kendi melekleriyle birlikte savaşarak, Şeytan ve meleklerini bulundukları göksel ruh ülkesinden kovmak olur. Artık kızıl ejder Şeytan ve peşinden sürüklediği melekleri olan cinler için göksel ruh ülkesine gitmek olanaksızdır. Bu olayların başladığı tarih, aynı zamanda Şeytan ve cinlerinin 1000 yıllığına dipsiz derinliklere atılacakları zamanın yaklaştığını gösteren bir tarihtir. Zamanının dolmakta olduğunun bilincinde olan Şeytan, bu tarihten sonra büyük bir öfkeye kapılır ve atıldıkları yeryüzünde kendi melekleriyle birlikte büyük sıkıntılara yol açarlar.
Şeytan ve cinlerinin gökten yere atılmasıyla yeryüzünde ""Son Günler"" adı verilen bir dönem başlar. Artık, İsa Atanmış Kral olarak yetkilerini düşmanları üzerinde kullanmaya başlamış olmaktadır ve Armageddon'da Şeytan ve cinlerini dipsiz derinliklere atmak üzere hazır bulunmaktadır. İsa'nın krallık yetkisini kullanmak üzere harekete geçmeye hazır olduğu bu dönem ""parousia - hazır bulunuş"" sözcüğüyle tanımlanır. Bunun arkasından İsa'nın ""gelişi"" olarak adlandırılan bir süreç gelmektedir. Buradaki geliş, İsa'nın Atanmış Kral olarak Armageddon savaşı için harekete geçeceğini anlatmaktadır. Bu olay, Ms 1914 ile başlayıp Armageddon ile sona erecek olan Son Günler adı verilen bir dönemin sonunda olacaktır. İsa'nın Atanmış Kral olarak harekete geçmesiyle, Şeytan'ın düzenine son verilmeye başlanacaktır. Bu son, ""Büyük Sıkıntı"" ile başlayacak ve "Armageddon savaşı" ile kapanacaktır.
Mahşerin dört atlısının İsa'nın hazır bulunuşunu gösteren alametlerle ilgisi vardır. Bu kısa bir dönemdir ve bunu İsa'nın Armagedon'daki yargılama ve cezalandırma için gelişi izlemelidir. Mahşerin dört atlısı atlarını bu zaman dilimi arasında sürmektedirler.
Hazır Bulunuşu: Ms 1914
Gelişi: Büyük Sıkıntı - Armageddon
Gelişinin Yakınlığı: "Şuna emin olun, bütün bunlar oluncaya kadar bu nesil asla geçip gitmeyecek."
Atanmış Kral İsa'yı temsil eder. Bu İsa'nın Atanmış Kral olarak hazır bulunduğu bir dönemdir. İsa bu dönemin başlangıcında kendi melekleriyle birlikte savaşarak, Şeytan ve meleklerini ruhi göklerden aşağıya yeryüzüne atar. Şeytan ve cinlerine karşı kazanılan bu zaferi Armageddon'da kazanılacak ikinci bir zafer daha izleyecektir. Armageddon'da Şeytan ve cinleri "dipsiz derinliklere" atılarak, burada 1000 yıl faaliyetsiz olarak bağlı kalacaklardır. Ayrıca, Armageddon Şeytan'ın yeryüzündeki düzenine karşı da zafer kazanarak, bu düzeni ve bütün destekleyicilerini ortadan kaldırmış olacaktır. 1000 yılın sonunda Şeytan ve cinleri tamamen yok edildiğinde ise, "yılanın başı" tamamen ezilmiş olacaktır.
Savaşları temsil eder. İsa'nın Atanmış Kral olarak harekete geçmesi ve bunun sonucunda Şeytan ve cinlerinin göklerden yeryüzüne kovulmaları, yeryüzündekiler için sıkıntılı bir dönemi getirecektir. "Çünkü zamanının az olduğunu bilen İblis, büyük öfkeyle" yerde yaşayanlara büyük sıkıntılar verecektir. Şeytan ve cinlerinin yeryüzüne atıldıkları tarih olarak 1914'e dikkat çekilir. Bu tarihte patlak veren 1. Dünya Savaşı, geçmişteki bilinen kayıtlı savaşların toplamından 7 kat daha fazla ölüme neden olmuştur. Bunu izleyen 2. Dünya Savaşı da, birincisinin 4 katı kadar daha fazla kayba yol açmıştır. Bu savaşta ilk kez nükleer silahlar kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında da bölgesel savaşlar ve çatışmalar sürmeye devam etmiştir. Sonuçta 20. yüzyıl geçmiş yüzyıllarla kıyaslanamayacak ölçüde can kaybına yol açarak, 100 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur.
Kıtlıkları temsil eder. Hem 1. Dünya Savaşı, hem de 2. Dünya Savaşı can kayıplarının yanı sıra açlığa da neden olmuştur. Savaş nedeniyle arazilerin mayınlanması ya da kullanılamaması, insanların köylerinden uzaklaşmaları, insan gücünün tarım yerine savaşta kullanılması gibi çeşitli etkenler kıtlığa ve açlığa neden olmuştur. Bundan başka doğaya zarar verilmesi, insan nüfusunun artması, ekonomik yetersizlikler ve eşitsizlikler de kıtlığa ve açlığa yol açmıştır. Geçmişte kullanılan 1 dinar, bir Roma askerinin bir günlük ücretiydi. Üçüncü atlının atını koşturduğu dönemde, bir ölçek buğdayın bir dinara, üç ölçek arpanın da bir dinara alınabilecek olması, bu dönemde yalnızca gıda yetersizliğinin değil, aynı zamanda kişilerin alım gücünün de bu gıdaları almakta yetersiz kalacağını göstermektedir. Öte yandan zeytinyağı ve şarap gibi ürünlerde bir ziyan olmayacağı da belirtilir. Eski devirlerde bu gıdalar pahalı gıdalar arasındaydılar. Bu durum, bir yanda satınalma gücü zayıf olduğu için buğday ve arpa gibi sıradan ürünleri bile zorlukla elde edebilen yoksul insanların olacağını, diğer yandan da satınalma gücü yüksek zengin insanların daha pahalı ürünleri tüketebileceklerini gösterir. Bu örnekler, açlığa ve kıtlığa neden olan etkenlerin yalnızca gıda yetersizliğinden kaynaklanmayacağını, gelir dağılımındaki adaletsizliğin de bunda önemli bir rol oynayacağını göstermektedir.
Hem salgın hem de yaygın kitlesel hastalıkları tem |
sil eder. 1. Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan İspanyol gribi, yaklaşık olarak 21 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. Bu sayı doğrudan savaş nedeniyle ölen asker ve sivil, yaklaşık 14 milyon insandan çok daha fazladır. O tarihte Dünya'da her üç kişiden biri bu hastalığa yakalanmış ve toplamda 500 milyon kişi hastalanmıştı. 20. yüzyılda daha başka salgın hastalıklar da ölümlere yol açmıştır. Ayrıca çiçek hastalığı, sıtma, verem, kalp, kanser, AIDS gibi hastalıklar yine bu çağa özgü salgın ve kitlesel hastalıklar arasında sayılabilirler.
İnsanlar için ölüme yol açan savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıkların yanı sıra, "yerin vahşi hayvanları" da ölüme yol açan nedenleri oluşturacaktır. Bu dönemdeki yozlaşmış insanların davranışları vahşi hayvanlarınkine benzetilir. Bu insanlar, savaşlardaki toplu katliamlar, bombalı eylemler, silahlı saldırılar ve cinayetler gibi çeşitli yollarla ölümlere yol açacaklardır. Kitabı Mukaddes, son günlerde insanların birçok kötü özellikleriyle yozlaşmış olmalarının bunlara yol açacağını söyler. Yerin vahşi hayvanlarının etkileri "kızıl, siyah ve soluk renkli atlılarla" birlikte ele alınır. Bunun nedeni, yerin vahşi hayvanlarını oluşturan kötü insanların özelliklerinin ve etkilerinin kızıl, siyah ve soluk renkli atlılarınkilere benzer olacağı içindir. Diğer yandan, bu tür vahşi hayvanlarla simgelenen kötü insanlarla, beyaz atlı arasında hiçbir bağ kurulmaz. Çünkü, beyaz atlının yerin vahşi hayvanlarını oluşturan kötü insanlarla ortak bir yanı ve amacı yoktur. Bunun tersine, beyaz atın binicisi bu tür kötü insanları Armageddon'da yok edecektir.
Birinci atlı İsa'nın Atanmış Kral olarak Şeytan ve cinlerine karşı harekete geçtiğini gösterir ve bu durum Vahiy 12. bölümde anlatılır. İsa'nın savaşı insanlara karşı değildir; ancak Şeytan ve cinleri bu savaşta yenilerek yeryüzüne atıldıklarında büyük bir öfkeyle insanları sıkıntılara sokarlar. Bu nedenle, birinci atlıyı izleyen diğer üç atlı yeryüzünde felaket niteliğinde olaylara yol açarlar. Bu olaylar son günlerin başlangıcını oluşturur.
Vahiy 12. bölüme göre, gökteki konumlarını yitiren Şeytan ve kendi meleklerini oluşturan cinler, artık fazla zamanlarının kalmadığını bilmektedirler, bu yüzden büyük bir öfke içinde oldukları söylenmektedir. "Fakat yer ve deniz vay halinize! Çünkü zamanının az olduğunu bilen İblis, büyük öfkeyle üzerinize indi." sözleri bunu anlatır.
Şeytan ve cinlerinin öfkelerinin etkilerini simgesel olarak anlatan kızıl, siyah ve soluk atlılar etkilerini bütün dünyaya göstermeye başlarlar. Ancak, bu atlıların atlarını sürmeleri "son günler" olarak adlandırılan kısa bir dönem için olacaktır. "Çünkü "zamanının az" olduğunu bilen İblis" ifadesi ve Matta 24:32-35'te geçen "İncir ağacı örneğinden ders çıkarın: Körpe dalları yumuşayıp filizlenince yazın "yakın" olduğunu anlarsınız." sözleri bu sürenin kısa olacağını gösterir. Yine "Aynı şekilde, bütün bunları gördüğünüzde anlayın ki "o yakındadır, kapıdadır". Şuna emin olun, bütün bunlar oluncaya dek "bu nesil" asla geçip gitmeyecektir. Gök ve yer kaybolup gidecek, fakat benim sözlerim asla kaybolup gitmeyecektir." sözleri bu dönemin çok uzun sürmeyeceğini ve İsa'nın Armageddon'daki yargılama için gelişinin yakın olduğunu işaretleyecektir.
İsa, Armageddon'da Şeytan'a ait eski dünya düzenini oluşturan bütün yönetimleri tamamen ortadan kaldırarak, Şeytan'ın egemenliğine son vermiş olacaktır. Daniel kitabının 2. bölümünde söz edilen heykelin ayaklarına vuran taş ile beyaz atlı aynı şeyi anlatırlar. Beyaz atlının Tanrı'nın Krallığını simgelediği gibi, dağdan gelen taş da Tanrı'nın Krallığını simgelemektedir. Her ikisinin anlattığı şey birdir ve aynı dönemi kapsar. Dağdan gelen taşın amacı, Şeytan'ın bu eski dünya düzenini temsil eden heykelini parçalamak ve Atanmış Kral olarak yeryüzünde Tanrı'nın Krallığını kurmaktır. Aynı şekilde, beyaz atlı olarak simgelenen İsa, Şeytan ile cinlerine, onun dünya düzenine ve kendi yönetimi yerine bu düzenin sürmesini yeğleyen bütün insanlara karşı kazanacağı zaferle bunu yapacaktır. İsa bütün göksel melek ordularıyla birlikte Armageddon'da bu savaşı sürdürerek son zaferini kazanmış olacaktır. Şeytan ve cinlerinin 1000 yıllık tutsaklığından sonra ise, bu ruhi varlıklar ve o zaman onlara katılacak olan bütün başkaldıran insanlar hep birlikte tamamen yok edileceklerdir. En sonunda kadının soyu olan İsa, yılanın başı İblis Şeytan'ı tamamen ezmiş ve Şeytan'ın yol açtığı zararları ortadan kaldırmış olarak son zaferini kazanmış olacaktır.
Luka 21. bölümde geçen "Çünkü göklerin kudretleri sarsılacak." ve İşaya 24. bölümde geçen "O gün öyle olacak ki, Yehova yükseğin yükseğindeki orduya (Şeytan ve cin ordusuna) ve yerdeki krallara hükmünü verecek." sözleri ise Büyük Sıkıntı ve Armageddon'da gerçekleşecektir. Mahşerin dört atlısının atlarını sürmeleri böylece sona erecektir.
Beyaz atlıyla simgelenen Atanmış Kral İsa yalnızca 1000 yıl egemenlik sürecek. Bu dönemde, yeryüzüyle ilgili her şey yeniden Tanrı'nın başlangıçtaki amacına uygun hale getirilip, düzeltilmiş olacaktır. İsa Tanrı'nın Krallığı'nın - Egemenliği'nin Kralı (Mesih: Atanmış Kral) olarak Tanrı'nın kendisine verdiği işleri tamamladığında, aldığı bütün yetkileri yeniden Tanrı'ya teslim edecektir. Bu tarihten sonra İsa'nın insanlarla Tanrı arasında aracılık etmesine gerek kalmayacaktır.
Kütüb-i Sitte
Kütüb-i Sitte (Arapça: الكتب الستة, Farsça: صحاح سته), Altı Kitap anlamına gelen, Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam Hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir:
Ulusal mistisizm
Ulusal mistisizm, ulusal iddiaların okült çalışmaları, uydurma bilimsel veya uydurma tarihsel inançlarla desteklenmesine verilen isimdir.
Ulusal mistisizmin en öne çıkmış şekli belki de Nazi mistisizmidir; nazi mistisizmi hakkında daha fazla bilgi için "nazi mistisizmi" maddesine bakabilirsiniz.
Görüşün okültizm ve mistisizm ile ilişkisi, görüşü paylaşan ve görüşe mensup olan fikir ve iddiaların genellikle mistisizm, okültizm, ufoloji, astroloji vb. alanlarla ilgili olan veya bu alanlarda çalışan insanlar tarafından geliştirilmesi, ortaya atılması ve yayılması ile bariz hale gelir.
Ayrıca ortaya atılan iddia ve fikirlerde yoğun okültik ve mistik öğelerin bulunması ve ulusalcılık iddiasında bunların, çoğunlukla "mutlak" şekilde, temel alınması görüşlerin okültizm ve mistisizm ile olan ilişkisi fark edilebilir.
Bu tip fikir, inanç veya iddiaların ulusalcı organizasyon, politik parti, ulusalcılık vb. kurum ve ideolojiler tarafından benimsenmesi ve yaygınlaştırılmaya çalışılması, görüşün ulusalcılık ile ilişkisini doğurur.
İskilipli Atıf Hoca / Kelebekler Sonsuza Uçar
İskilipli Âtıf Hoca / Kelebekler Sonsuza Uçar, 1993 yapımı Türk filmidir.
Mehmed Âtıf, Âtıf Hoca, İskilipli Mehmed Âtıf Hoca, "İskilipli Mehmed" adlarıyla bilinen döneminin önde gelen bu isminin, Şapka Kanunu'na muhalefet etmek suçlamasıyla cumhuriyetin kuruluş yıllarında yargılanmasını ve idam edilmesini anlatır.
Yönetmenliğini Mesut Uçakan'ın yaptiğı filmin senaryosu Mesut Uçakan, müzikleri ise Özhan Eren'e aittir.
Film, evi aramaya gelen üç polisle başlar. Arama yapılırken evin hanımının pişirdiği kahveleri hoca bizzat onlara götürürken polisler, onu sorgulamaya götürmek durumunda olduğunu söylerler. Bir yandan bu sorgulamalar ve arkasından gelen mahkeme gösterilirken Genç Hukukçular Derneği başkanı olan Avukat Ferit'in 68 yıl sonra bu mahkemeyi incelemek için İskilipli Hoca'nın doğduğu köye gider, orada artık yaşlanmış olan kızından konuyla ilgili bilgi almak ister. Bu arada o köyde yaşayan bir şeyhin ona "Hoca ölmedi, yaşıyor" demesinden ve onun genel olarak şahsından etkilenir.
Araştırmaları, 1926'da İskilipli Hoca'yı ve başkalarını duruşmaya çağırıp cezâlandıran mahkemenin haksız bir karar verdiği yolundaki şüphesini gittikçe kuvvetlendirmektedir. Nihâyet hukûkun üstünlüğüne inanmış Genç Hukukçular Derneği'ni İskilipli Mehmed Âtıf Hoca'ya iâde-i îtibâr dâvâsı açılarak Türk hukûkunun aklanması konusunda karar alınır.
Film, seyirciye bu konuda târihî araştırma yapılmış izlenimi vermekte, iâde-i îtibar dâvâsı için yapılan bu başvurunun 1995'te yapıldığını, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'ya îtibarlarının iâde edilerek İstanbul'da inşâ edilmiş anıtmezara taşındığını, İskilipli Mehmed Âtıf Hoca'nın dosyasının incelenmekte olduğunu söylemektedir.
Haluk Kurtoğlu
Haluk Kurtoğlu, (d. 10 Haziran 1932, Aydın- ö. 27 Eylül 2004, İstanbul), Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu.
Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Yüksek Bölümü'nde eğitim gördü. 1953-1997 yılları arasında Devlet Tiyatroları'nda oyuncu olarak görev yaptı. Londra Royal Shakespeare Academy'de de bir süre çalışmalara katılan Kurtoğlu, 1982-1985 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nde ders verdi. Özel tiyatrolarda da oyuncu olarak çalışmalarda bulunan Kurtoğlu, 100'ü aşkın oyunda çeşitli roller üstlendi.
Günümüzde ünlü bir oyuncu ve televizyoncu olan Cem Kurtoğlu'nun babasıdır.
İskilipli Atıf Hoca rolünü oynadığı Mesut Uçakan'ın yönettiği İskilipli Atıf Hoca / Kelebekler Sonsuza Uçar filmiyle daha geniş kitlelerce tanınmıştır.
Haluk Kurtoğlu, 27 Eylül 2004 yılında geçirdiği kalp krizi hayatını kaybetmiştir. Karacaahmet kabristanın'da gömülüdür.
Çevrimdışı
Çevrimdışı durumu, bilgisayarın herhangi bir ağa (genellikle internet) veri alıp göndermeye hazır olmadığını belirtir.
Çevrimdışı çalışma için en tipik örnek, yeni gelen elektronik postaların kısa bir bağlantı süresi içinde kayıt edilerek, yenilerinin gönderilmesidir. Asıl yapılması gereken iş -okuma ve yazma- bağlantı olmadığı süre içerisinde de yapılabilir.
Ayrıca internet üzerinden bir anlık mesajlaşma programı ağına bağlanılmaması durumu da çevrimdışı olarak nitelenir.
Doğu Dilleri ve Edebiyatları
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü toplam 7 Anabilim Dalından oluşmaktadır:
Sinoloji
Sinoloji, yaklaşık 3000 yıllık bir geçmişe sahip Çin uygarlığını, dili, kültürü, dünü ve bugünüyle araştıran |
bir bilim dalıdır. Dünyada Sinoloji araştırmalarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzanır.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü "Sinoloji Anabilim Dalı"', Ankara/Sıhhiye'de Çin kültürü, dili, edebiyatı ve tarihini araştıran bir bölümdür.
Türkiye'de Çin kültürü üzerine araştırmalar Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren başlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk fakültesi olan DTCF'nin 1935'te kurulan ilk kürsülerinden biri de Sinoloji'dir.
Türkiye'de Sinoloji araştırmalarına böyle erken sayılabilecek bir tarihte başlanmasının nedeni, erken dönem Türk tarihinin araştırılması için eski Çince kaynakların birinci elden kullanılmak istenmesidir. Çünkü ardlarında pek de fazla yazılı metin bırakmamış İç Asya Türklerinin tarihi, onların komşuları olan Çinlilerin tuttuğu kayıtlarda bulunmaktadır.
Bölüme 1937 - 1948 yılları arasında Alman Prof. Wolfram Eberhard başkanlık etmiştir. Ardından Prof. Muhaddere Özerdim 1983 yılına kadar bölüm başkanlığı yapmıştır.
Deltoid (anatomi)
Deltoid, insan omuzunu çevreleyen kaslara verilen isimdir. İsmini önden veya arkadan bakıldığından bir üçgen şeklini anımsattığı için eski Yunancada üçgen anlamına gelen "Delta" kelimesinden alır. Bazı anatomistler tarafından Deltoideus olarak da adlandırılır. Kolun esas abdüktör kasıdır.
Kas içi enjeksiyonlarda sıklıkla kullanılan bir bölgedir.
3 farklı lif yapılanmasından oluşur:
And (anlam ayrımı)
And sözcüğü ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir:
Vâlâ Nureddin
Ahmed Vâlâ Nureddin, bilinen kısa adıyla Vâ-Nû (1901, Beyrut - 9 Mart 1967, İstanbul), Türk gazeteci ve yazardır.
Gençlik yıllarında ünlü şair Nâzım Hikmet'in yakın dostu olan yazar, Kurtuluş Savaşı yıllarında onunla birlikte Millî Mücadele'ye katılmak için İstanbul'dan Anadolu'ya geçen; öğrenim görmek için birlikte Moskova'ya giden kişidir. Nazım Hikmet ile ilgili anıları ve yazışmaları yayımlanmıştır. Fıkra yazarlığı, roman, hikâye yazarlığı ve çevirmenlik yapan Vâlâ Nureddin, ilk Türk polisiye yazarları arasında yer alır.
1901’de Beyrut’ta dünyaya geldi (Nüfusa doğum yeri olarak İstanbul yazdırılmıştır). Babası, son Beyrut valisi Nureddin Bey’dir. Babasının 1911 yılında kaybeden Vala Nureddin, o yıl girdiği Mekteb-i Sultani'nin orta bölümünü tamamladı. Nâzım Hikmet ile ilk defa bu okulun hazırlık sınıfında tanıştı.
1916'da bazı arkadaşları ile Avusturya'ya gitti ve bir süre Viyana Ticaret Akademisi’nde bankacılık okudu. 1917'de İstanbul'a dönerek İtibarı-ı Millî Bankası'nda ve Maliye Bakanlığı'nda çalıştıysa da bu işi sevmedi; 1918-1920 yılları arasında şair yönüyle öne çıktı ve birkaç arkadaşı ile yayıncılık yaptu.
1 Ocak 1921'de Anadolu’daki Millî Mücadele için silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla şair arkadaşları Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nazım Hikmet ile birlikte Sirkeci'den kalkan "Yeni Dünya" vapuruna gizlice binerek İnebolu'ya vardı. Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklediler. O sırada onlar gibi izin bekleyen Almanya’dan gelme sosyalist öğrenciler ile tanıştı. Birlikte gelen dört şairden yalnızca Nazım Hikmet ile Vala Nureddin'e izin çıktı.
Ankara’da Nazım Hikmet’le birlikte ona verilen ilk görev, İstanbul gençliğini millî mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921 martında on bin adet bastırılıp dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Bey (Birgen) şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Bey, bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nazım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi. Bu arada iki genç İsmail Fazıl Paşa aracılığı ile meclise çağrılıp Mustafa Kemal Paşa’ya takdim edildi.
Kısa süre sonra Fransızca öğretmeni olarak Nazım Hikmet’le birlikte Bolu'ya atandı. İki şair din adamlarının ve tutucu çevrenin baskısı ile karşılaştıkları Bolu’dan ayrılıp daha iyi bir öğrenim görmek için Moskova’ya gitmeye karar verdiler. 30 Eylül 1921’e Batum’ a vardılar. Birlikte Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar. Vâlâ Nureddin, 1925 yılında burada üniversite eğitimini tamamladı.
Yurda döndüğünde banka memurluğu ve öğretmenlik yaptı; 1926’da gazeteciliğe başladı. İlk yazıları Vakit Gazetesi’nde “"Hatice Süreyya"” takma adı ile yayımlandı. Uzun yıllar boyunca gazetelerde fıkra yazarlığı yapmanın yanı sıra hikâyeler, romanlar, radyo oyunları yazan sanatçı “"Hatice Süreyya", “"Ali Marmara"”, ""Kadri Feyyaz"", ""Veli Nuri"" imzalarının yanı sıra en çok “"Vâ-Nû"” takma adını kullandı. Telif ve çeviri olarak kırk kadar kitap yayımladı. Ankara Radyosu’nda otuz kadar eseri temsil edildi.
1927-1933 ve 1939-1966 yılları arasında Akşam gazetesinde çalıştı. 1933-1936 arasında kurucuları arasında bulunduğu ""Haber"" Gazetesi için çalıştı. Ayrıca Köroğlu, Yeni Sabah, Cumhuriyet, Havadis Gazeteleri’nde de yazılar yayımladı. Ayrıca 1924 ile 1931 yılları arasında faaliyet gösteren "Resimli Ay" dergisinin yazar kadrosunda yer aldı.
1932 yılında Meziyet Çürüksu ile evlenen Vala Nureddin, 1939’da eşinin ölümünden sonra 1942’de a Müzehher Hanım ile evlendi. Birçok kitaba “"Nihal Karamağaralı"” takma adını kullanan eşi ile birlikte imza attı.
1945 yılında Bursa Cezaevi'ndeki arkadaşı Nazım Hikmet ile yeniden temas kurdu ve 1951’de Nazım’ın Rusya’ya kaçışına kadar mektuplaşmayı sürdürdü. Nazım Hikmet'le ilgili anılarını ""Bu Dünyadan Nâzım Geçti"" (1965) adıyla yayımladı. 1962'de Mehmet Ali Aybar öncülüğünde kurulan Temel Hakları Yaşatma Derneği'nin kurucularından oldu. 9 Mart 1967’de İstanbul’da hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi.
Nazım Hikmet’le yazışmaları, eşi Müzehher Hanım tarafından 1986 yılında “"Vâ-Nû’lara Mektuplar"” adıyla yayımlanmıştır.
Kas
Kas, vücutta bulunan, gelişmekte olan asıl hücreciklerin mezodermal tabakalarından oluşan, büzülebilen bir dokudur. Vücuttaki görevi güç oluşumu ve (dış veya iç arası) hareket sağlamaktır.
Kas hareketlerinin büyük çoğunluğu bilinç dışında gerçekleşir ve yaşam için gerekli fonksiyonların gerçekleşmesi için büyük önem taşımaktadır (kalbin kasılarak kan pompalaması gibi). Gönüllü kas hareketleri vücudun hareket etmesi için kullanılır.
Kaslar, iskeletle beraber canlıya hem destek olur hem de iskeletin hareketini sağlar. İskeletin dikliği ve organizmanın şekil alması kaslar sayesinde olur. Omurgalılarda kaslar, eklemlerle birbirine bağlanmış olan iskeleti, kasılıp gevşeme ile hareket etmesini sağlar. Ayrıca omurgalılarda iç organların yapısında yer alan kaslar bu organlarda da hareketi sağlar. Örneğin sindirim sistemimizdeki kasların kasılması besinin sindirim borusunda ilerlemesini gerçekleştirir. Kaslar, çizgili, düz ve kalp kası olmak üzere üçe ayrılır. Çizgili kaslar, isteğimiz doğrultusunda çalışan kaslardır. Düz kaslar isteğimiz dışında çalışır. Kalp kası da bir çizgili kas olmasına rağmen, isteğimiz dışında çalıştığı için, kalp kası adı verilmiştir.
İstiklâl mahkemesi
İstiklâl Mahkemeleri, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında ayaklanma çıkaran ve yağmaya girişenleri, bozguncuları, orduya ait silah ve mühimmatı çalanları, casusları, asker kaçaklarını ve bağımsızlık hareketini engelleme amacıyla propaganda yapanları yargılamak için, çıkarılan özel bir kanunla ilk olarak 18 Eylül 1920 tarihinde kurulan mahkemelerdir. İlk dönem İstiklâl Mahkemeleri, Ankara'daki hariç olmak üzere 17 Şubat 1921 tarihinde kapatıldı. İkinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, çalışmalarına 30 Temmuz 1921'de başladı ve 1923'ün Ekim ayına dek faaliyetlerini sürdürdü. Üçüncü ve son dönem İstiklâl Mahkemeleri ise 1923 ile 1927 yılları arasında etkin oldu.
Kurtuluş Savaşı yıllarında görev yapan birinci dönem İstiklâl Mahkemeleri dışında daha sonraları da dönemlerine göre farklı vazifeler yürüten İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Sonradan kurulan bu mahkemeler birer devrim mahkemesi niteliğindedir. Uğur Mumcu'ya göre bu kurumlar mahkeme değil, savaş ve ihtilal gibi özel durumlarda isyancı, bozguncu ve karşı devrimcilerin yargılandığı anti-demokratik "infaz kurulları"dır.
Yunan ordusu karşısında asker kaçakları sebebiyle düzenli bir ordu kurulamıyordu. Karşılarında duracak bir güç olmadığından Yunan ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyebiliyordu. Halife ve saltanat propagandası yapanlar halkın millî direniş kuvvetlerine katılmasını olumsuz etkiliyordu. Cemiyet-i Müderrisin tarafından yayınlandığı izlenimi veren, Kuvayı Milliye hakkındaki olumsuz bir fetva, Yunan uçakları tarafından Anadolu'ya atılıyordu. Asker kaçaklarından meydana gelen çeteler köy ve kazaları soyuyordu.
Büyük Millet Meclisi tarafından 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştı. Bu kanun cürümleri ve vatana ihanet niteliğindeki suçları önlemeye yeterli gelmemişti. İhtilal ve savaş koşullarında sivil mahkemelerin ve harp divanlarının çalışma usulleri bir caydırıcılık unsuru taşımıyordu. Kanunsuzlukların önüne geçilemiyor en önemlisi hem Yunan ordusunun Anadolu'daki ilerleyişi karşısında düzenli bir ordu çıkarılamıyor hem de asker kaçakları çeteler oluşturarak soygun yol kesme gibi suçlar işliyor ve iç isyanların insan kaynağı oluyordu. Asker kaçağı yakalansa bile cephede ölmek yerine hapse girmek daha çok işine geliyordu.
Hiyânet-i Vataniye Kanunu, 4 aydır yürürlükte olduğu halde Dr. Tevfik Rüştü Bey, asker kaçakları, bozguncu ve casusların ve çoğunlukla firarilerden kurulu çetelerin önlenebilmesi için "İhtilal Mahkemelerinin" kurulmasını önerdi. Refik Şevki Bey bu fikre destek verdi ancak isminin "İstiklâl Mahkemeleri" olmasının daha uygun olacağını bildirdi. 2 Eylül 1920 tarihinde "Firar Ceraimini İrtikâp Edenler Hakkında Kanun Tasarısı" isimli yasa teklifi incelenmek üzere Milli Savunma encümeni |
ne verildi. Encümen bir karara varamadığı için Milli Savunma Bakanı Ferik Fevzi (Çakmak) meclise "Şimdiki durum dolayısıyle ve görülen lüzum ve olağanüstü ihtiyaca dayanarak savaş zamanına ait olmak üzere firariler hakkındaki" kanun önergesini meclise sundu.
TBMM'nin, 18 Eylül 1920 tarih ve 42 sayılı kararı ile kaçak erat ve casusların yargılanmasıyla görevli olmak üzere İstiklâl Mahkemeleri kurulması kararına dayanmaktadır. Mahkeme üyeleri, Millet Meclisinden oluşmuştur. Savaş şartlarında bozgun, yağma ve casusluk gibi vatana ihanet niteliğinde kabul edilen suçları önleyebilmek ve acil hükümler verebilmek için Millet Meclisi tarafından özel kanunla ihdas edilmiştir.
18 Eylül 1920 ile 17 Şubat 1921 tarihleri arasında görev yaptı. İstiklâl mahkemeleri yasasının kabulünden sonra Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulundu. Fakat sayı çok görüldüğü için 7 mahkeme bölgesi saptandı. Bir ay sonra Diyarbakır'a da bir mahkeme kurulması kabul edilince sayı sekize yükseldi: Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı, Diyarbakır.
30 Temmuz 1921 tarihi ile 1923 Ekim ayı arasında çalışmıştır. İlk olarak 19 Ağustos 1921 tarihinde Kastamonu'da, 12 Ağustos 1921 tarihinde Konya'da, 17 ağustos 1921 Samsun, 22 Eylül 1921 tarihinde Yozgat'da kuruldu. İkinci İstiklâl Mahkemelerinde asker kaçakları, Kurtuluş Savaşında düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılandı.
1923 ile 1927 yıllarında çalıştı.
İsyanlarda ve olağanüstü hallerde kurulmuştur. 6 Nisan 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Said İsyanı sonrasında "Şark İstiklâl Mahkemesi" kurulmuştur bu mahkemeler hilafet ve saltanat yıkılmasına itiraz edenleri, kılık kıyafet ve şapka kanunu reddedenleri ve Cumhuriyetin ilanını eleştirenleri yargılamak için İstanbul ve Ankara'da kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa'ya 14 Haziran 1926 tarihinde yapılması planlanan İzmir Suikastı'nın ardından önce İzmir'de, birkaç gün sonra ise Ankara'da kurulmuştur.
Cezalardaki amaç asker kaçaklarını cepheye döndürmekti. Ancak ağır suç işlemiş olanlar, askerden firar etmeyi alışkanlık haline getirenler ile firarları teşvik edenler ve yardım edenler suçlarının ağırlığına göre cezalar alıyorlardı. Sadece birkaç kez kaçmış askerlere halka açık bir yerde ve doktor gözetiminde 40-100 değnek cezası veriliyor, künyelerine de kaçak olduğu tekrar kaçması halinde idam edileceği yazılıyordu.
Kaçağın idam edilmesi en ağır cezaydı. Bunun dışında evinin yakılması, firari dönene kadar ailesinden birisinin kendisi yerine asker alınması yanında eğer yaşadığı mahallenin muhtarı veya imamı kaçağı yetkililere haber vermezse ağır para ve hapis cezası alıyordu. Rüşvet karşılığı firari askeri koruyan devlet görevlileri görevlerinden alınıyor ve 15-25 sene ağır hapis cezası veriliyordu. Eğer kaçağı hem haber vermemiş hem de saklamışsa daha ağır hapis cezası alıyordu. Rum asıllı Osmanlı vatandaşları esir düştüklerinde haklarında soruşturma yapılıyor Osmanlı vatandaşı olanlar sadece asker kaçağı değil aynı zamanda vatan haini olarak yargılanıyor ve suçlu bulunursa idam ediliyordu. Türk askeri birliklerine sabotaj yapan yerli Rumlar da yargılandı. Bu mahkemelerde 59 yerli Rum bu suçtan vatan haini olarak yargılandı ve idam edildi.
İstanbul Hükûmeti, İngilizler ile iş birliği yapıp iç isyanlar çıkarıyorlardı. Sait Molla'dan ele geçen belgelerde isyan bölgelerine paralar gönderildiği ve İngiliz Muhipler Cemiyeti Başkanı Rahip Frew'a gelişmeleri bildirdiği ortaya çıkmıştı. İngili ajanı Mustafa Sagir Ankara'da yakalanmış ve deşifre edilmişti. Damat Ferit Paşa, sadrazam olduğunda Kuvayı Milliye'ye karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere İngiliz Başkomiseri Robbeck ile görüştü. Bu isyanlara katılan elebaşılara idam cezası veriliyordu.
Casuslara eğer suçu sabitse idam cezası veriliyordu. Delil yetersizse sürgün veya beraat kararı veriliyordu. Bunlardan en tanınmışı Hint asıllı Müslüman bir İngiliz vatandaşı olan Mustafa Sagir'di.
Kurtuluş Savaşı sırasında savaşın kazanılması için ve sonra Türk Devrimi'ne karşı yapılan saldırı ve müdahalelerin önlenmesi gayesiyle çalışmıştır. Dünyadaki devrim mahkemeleri örneklerine göre verdiği cezalar bakımından en az ölüm cezası vermiş mahkemelerdir. Örneğin Fransız Devrimi'nde 1793 yılında 17 000 kişi yargılanıp idam edilmiştir. Yargılanmadan idam edilenler ile birlikte Fransız Devrimi'nde bir yılda 40.000 kişi infaz edilmiştir. Rus Devrimi'nde ise aristokrat ve burjuva sınıfından milyonlarca kişi öldürülmüştür.
Ergün Aybars "İstiklâl Mahkemeleri" isimli çalışmasında bu mahkemelerinin "Türk Devrimi"nin bir parçası olduklarını ve bu devrimi gerçekleştirmek için çalıştıklarının unutulmaması gerektiğini yazmıştır. İstiklâl Mahkemeleri'nin verdiği idam kararı Ergün Aybars'a göre birinci dönemde resmi kayıtlara göre gerçekleşen infaz 1054, İsyan bölgesi dahil ikinci ve üçüncü dönem mahkemelerin verdiği azami infaz sayısı ise 576'dır. Toplamda bütün idam kararlarının sayısı 1.630 kişidir.
İstiklâl Mahkemeleri'nin en temel karakteri yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün-hafta içerisinde tutuklanır, yargılanır ve cezaları infaz edilirdi.
Ergün Aybars, 1975 baskılı İstiklâl Mahkemeleri adlı kitabında şu yorumda bulunur: "Dünyadaki devrim mahkemeleri içinde en adil hüküm verdiklerini ve yasalara en çok bağlı çalıştıklarını ve az kıyıcı olduklarını söyleyebileceğimiz İstiklâl Mahkemeleri, Türk Devrimi'ne, rejime karşı koymak isteyen her gerici ve olumsuz girişimi sert şekilde bastırmış, hiyânet-i vataniye, casusluk, karşıdevrimci ayaklanma, siyasi suikast gibi önemli davalar yanında eşkıya, şehir kabadayılığı, yolsuzluk ve rüşvet suçlarına karşı amansız bir çalışma göstermiştir."
Uğur Mumcu ise, 11 Kasım 1992 tarihli "Cumhuriyet" gazetesinde yayımlanan "İstiklâl Mahkemeleri" başlıklı makalesinde "İstiklâl Mahkemeleri "mahkeme" sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratik "infaz kurulları"dır" yorumunda bulunur.
Shaka Zulu
Shaka Zulu (bazen Tshakaö Tchaka veya Chaka olarak da yazılabilir), (d. 1781 - ö. 22 Eylül 1828), Zulu kabilesini ufak ve verimsiz bir topluluktan bir devletin başlangıcına götürmekle anılan askeri bir dehadır.
Savaş sırasındaki yok etme stratejileri ile birçok modern düşünür tarafından bir deha olarak tanımlanan Shaka, aynı zamanda sosyal devrimlerde gerçekleştirerek bu ufak Afrika kabilesini dünyaya tanıtmıştır.
Colmar von der Goltz
Colmar von der Goltz (Tam adı: Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz; 12 Ağustos 1843,; Preußisch Eylau, Doğu Prusya - 19 Nisan 1916, Bağdat), Osmanlı ve Alman ordularından Mareşal rütbesi alan Prusyalı asker ve yazar.
Doğu Prusya'nın Bielkenfeld (şimdi Rusya'da Ivanovka, Kaliningrad) kentinde doğdu. Kutülamare Kuşatması sırasında tifüs'e yakalanarak Bağdat'ta vefat etmiştir.
Von der Goltz, 1861 yılında Prusya Ordusuna katıldı. Subay olarak değişik birliklerde bulunduktan sonra, 1878-1883 arasında Berlin'deki askeri akademi'de hocalık yaptı. "Silahlanan Millet" adlı kitabını 1883 yılında bastırdı. Haziran 1883'te Binbaşı rütbesindeyken askeri müşavir olarak Osmanlı Ordusuna katıldı.
1878'de Osmanlı İmparatorluğu'nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbinden sonra, Sultan II. Abdülhamit Rus Yayılmacılığı'na karşı Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi gerektiğini anladı ve bu yayılmacılıktan etkilenen bir diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Baron Von der Goltz da bu vesileyle II. Abdülhamit döneminde başlayan Ordu'yu modernleştirme çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla bir Alman askeri heyetiyle İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak bununla birlikte von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askeri teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını oluşturdu. Mamafih, Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.
Ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini verdiler. Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin Doğu'daki nüfuzunu garantilemek için Bağdat tren yolunun inşa edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamit, Bağdat tren hattı inşaası lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.
Osmanlı Ordusunun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşında hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine, sonradan bolşevikler tarafından ailesiyle birlikte katledilecek olan son Rus Çarı II. Nikolay'ın Sultan II. Abdülhamit'e haber göndererek, eğer derhal ateş-kes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum'a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.
1897 yılında Korgeneral rütbesiyle Almanya'ya geri dönen Goltz Paşa, 1908 yılında tekrar Osmanlı Ordusu'na döndü ve 1911 yılında Mareşal rütbesini alarak Osmanlı ordusunun Kurmay Başkan Yardımcılığına kadar yükseldi. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Ağustos 1914'te Almanya'ya döndü ve işgal edilen Belçika'nın askeri valiliğine tayin edildi. Sivil nüfusun direncinin kırılması görevinden memnun olmayan Goltz, isteği üzerine Kasım 1914'te Sultan V. Mehmet'in kurmay başkanı olarak İstanbul'a gönderildi.
Mısır'daki İngiliz Ordusuna karşı Osmanlı ve Alman ordularının birlikte hücum etmesi fikrini Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Osmanlı Orduları Komutanı Otto Liman von Sanders'e beğendiremeyen Goltz Paşa'ya Irak'taki 6. Ordu komutanlığı verildi. Bu göreve Enver Paşa, hali hazırda 4. Ordu Komutanlığı görevini yürütmekte olan Cemal Paşa'yı düşünmüş, ancak Cemal Paşa Suriye ve Filistin bölgesinin hassas olduğu |
nu Arap devrimcilerinin etkinliğini arttırabileceğini, bu nedenle bulunmuş olduğu bölgede kalmasının daha uygun olduğunu, ama bu fikrine katılmazsa da Irak'da teklif edilen göreve hazır olduğunu iletmişti. Durumu değerlendiren Enver Paşa 6. Ordu Komutanlığı görevine von der Goltz Paşa'yı atamayı uygun görmüştü.
Sir Charles Townshend'in komuta ettiği İngiliz Mezopotamya ordusunu 22 Kasım 1915'te Basra'nın kuzeyinde Tesiphon harabeleri yakınında durduran 6. Ordu, 8 Aralık'ta bu kuvvetleri Kut'ül Amere'de kuşatma altına aldı. Bu orduyu kurtarmak için gönderilen İngiliz birliklerini de püskürten Halil Kut Paşa komutasındaki Osmanlı 6. Ordusu, 143 gün süren kuşatma sonunda Britanya İmparatorluğu'nun Mezopotamya Ordusunu 29 Nisan 1916'da teslim aldı. Bu olay, İngiliz tarihçileri tarafından kendi tarihlerinin en büyük askeri hezimeti olarak değerlendirilmektedir.
Mareşal von der Goltz, planladığı zaferi göremeden, 19 Nisan 1916'da Bağdat'ta yakalandığı tifüs hastalığı nedeniyle oluşan yüksek ateş sonucu vefat etti. Görünüşe göre Türkler tarafından zehirlenmiş olduğunu söylentileri olmasına rağmen ölümünün resmi nedeni tifüs olarak kayıtlara geçmiştir. Son vasiyeti, bir Türk ve bir Alman bayrağıyla İstanbul'un Tarabya semtinde bulunan Alman askeri mezarlığında defnedilmekti. Tesadüf eseri, bir yıl sonra İngiliz General Frederick Stanley Maude, Bağdat'ta aynı evde ölmüştür.
Baron von der Goltz, bir diğer Prusyalı General olan Carl von Clausewitz'den sonra Dünya'da eserleri en çok okunan ve referans verilen askerdir.
II. Wilhelm
II. Wilhelm (doğum ismi: Friedrich Wilhelm Viktor Albert von Preußen; d. 27 Ocak 1859, Veliaht Prens Sarayı, Berlin, Prusya - ö. 4 Haziran 1941, Doorn, Hollanda), son Alman İmparatoru ve Prusya Kralı. Annesi İngiltere Kraliçesi Kraliçe Victoria'nın büyük kızı, III. Friedrich'in karısı, Alman imparatoriçesi ve Prusya kraliçesi Prenses Victoria'dır. II. Wilhelm, böylelikle, İngiltere Kraliçesi'nin torunu, Victoria'dan sonraki İngiltere Kralı VII. Edward'ın yeğeni, Edward'ın oğlu Kral V. George'un da birinci dereceden kuzenidir.
II. Wilhelm, altı yaşından itibaren 39 yaşındaki öğretmeni Georg Hinzpeter'den etkilenmiştir. Gençken Kassel'deki Friedrichsgymnasium'da eğitim gördü ve Bonn Üniversitesi'nin bir öğrencisi oldu.
Alman İmparatoru I. Wilhelm 9 Mart 1888 günü Berlin'de öldü ve Prens II. Wilhelm'in babası III. Friedrich İmparator ilan edildi fakat zaten Gırtlak kanseri olan III. Friedrich ölmeden önce sadece 99 gün tahtta kaldı. Aynı yılın 15 Haziran tarihinde 29 yaşındaki oğlu II. Wilhelm yeni Alman İmparatoru ve Prusya Kralı olarak onun yerine geçti.
II. Wilhelm 15 Haziran 1888'den 9 Kasım 1918'e kadar hüküm sürmüş olup bazı tarihçiler tarafından "Friedrich Wilhelm Viktor Albert von Preußen" olarak da anılır. Kayser II. Wilhelm İmparator olduktan sonra düşüncesini "Dünya lideri olacağız" şeklinde açıkladı ama önünde engel gördüğü o zamanın şansölyesi Bismarck vardı ve seçimlerden sonra onun görevine son verdi. Kayser II. Wilhelm'in önünde artık kimse yoktu.
Almanya'nın bir dünya gücü olmasını isteyen II. Wilhelm döneminde Almanya İmparatorluğu daha agresif, militarist ve yayılmacı bir dış politika izledi. Eski şansölye Bismarck'ın denge politikası bir kenara bırakılıp yeni sömürgeler edinmek amacıyla İngiltere ile yoğun bir rekabete girildi. Özellikle İngiltere'nin deniz üstünlüğünü sona erdirmek için yoğun çaba içine girildi ve Almanya denizlerde güçlü filolara sahip oldu. 1890'da Bismarck'ın büyük önem verdiği Alman-Rus Teminat Antlaşmasını yenilemeyerek ilk önemli değişikliği yaptı.
I. Dünya Savaşı'nın sonucunda Almanya'nın yenilmesiyle 9 Kasım 1918'de tahtı bıraktığını duyuran olan Alman İmparatoru II. Wilhelm, 10 Kasım 1918'de, özel bir vatandaş olarak, trenle seyahat ederek ülke sınırını geçti ve savaş boyunca tarafsız kalmış olan Hollanda'ya sürgüne gitti. 1919 yılının ilk aylarında Versay Antlaşması'nın sonucundan sonra, 227. Madde'de açıkça belirtilen "uluslararası ahlak ve anlaşmaların kutsallığına karşı büyük suçlar işlediği" gerekçesiyle Wilhelm'in yargılanmasına karar verildi ancak Hollanda Kraliçesi Wilhelmina, müttefiklerin çağrılarına rağmen onu iade etmeyi reddetti.
Eski İmparator ilk olarak Amerongen'e yerleşti ve daha sonra 16 Ağustos 1919 tarihinde Doorn belediyesinde bir ev satın aldı. 15 Mayıs 1920'de satın aldığı eve taşındı. Artık hayatının geri kalanını bu evde geçirecekti.
1922 yılında Wilhelm, kendisinin yayınlattığı ilk cild anılarında, I. Dünya Savaşını başlamasında suçsuz olduğu konusunda ısrar etmiş ve özellikle dış politika konularında, Saltanatı boyunca koyduğu kuralları savunmuştur. Hayatının kalan yirmi yılı boyunca eski İmparator, evine düzenli misafirler ağırladı ve kendini Avrupa'daki olaylardan haberdar etti. Ayrıca Hollandaca dilini öğrendi. Wilhelm, Yunanistan'ın Korfu Adası'na yaptığı tatil sırasında Arkeoloji tutkusunu geliştirdi ve bu tutkusunu sürgünde de devam ettirdi. 1898 yılında öldürülen İmparatoriçe Elisabeth'in eski ikametini satın aldı. Sıkıldığı zamanlar görkemli binalar ve savaş gemileri planları çizdi. Sürgündeki Wilhelm'in en büyük tutkularından biri avlanmaktı. Doorn'da kaldığı süre içinde zamanının çoğunu odun kesmekle geçirdi .
II. Wilhelm, II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'nin Alman işgalinden sadece 2 hafta önce, 3 Haziran 1941'de Hollanda'nın Doorn kentinde akciğerindeki damar tıkanıklığı nedeniyle 82 yaşında öldü. Nazi yöneticileri sadece az sayıda insanın (Mareşal August von Mackensen dahil olmak üzere yakın ailesi, bazı eski subaylar) işgal altındaki Hollanda'daki cenazesine katılmasına izin verdi.
Adolf Hitler, II. Wilhelm'e karşı kişisel husumetine rağmen, onun I. Dünya Savaşı sırasında Almanya ve Almanların bir sembolü olduğunu düşünerek bir devlet töreni için Wilhelm'in naaşının Berlin'e geri getirilmesini istedi fakat cenazesi Alman monarşi yanlılarının hac yeri haline gelmiş olan Hollanda'daki Huis Doorn'un (Doorn Sarayı) bahçesine gömüldü. Huis Doorn günümüzde bir müzedir.
Wilhelm ve onun ilk eşi, Prenses Augusta Viktoria (Schleswig-Holstein), 27 Şubat 1881 yılında evlendiler. Yedi çocuk sahibi oldular:
Hohenzollern Hanedanı
Ahmet İhsan Tokgöz
Ahmet İhsan Tokgöz, (d. 1868 İstanbul - ö. 28 Aralık 1942), Türk bürokrat, siyasetçi, yazar, çevirmen ve spor yöneticisi.
Mülkiye mezunudur. Hariciye Nezareti Tercüme Odası Mütercimliği, Tophane Müserliği Tercümanlığı, Alem Basımevi sahipliği, Şafak, Ümran, Serveti Fünun ve Uyanış Dergileri sahiplikleri, Yüksek Ticaret Mektebi Coğrafya Öğretmenliği, Beyoğlu 6. Daire Belediye Müdürlüğü, Piyer Loti Derneği Kuruculuğu ve Başkanlığı, Lozan Barış Konferansı için kurulan Basın Bürosu Yöneticiliği, Hilal-i Ahmer, Himaye-i Etfal Cemiyeti, Türk Hava Kurumu Dernekleri Üyelikleri, TBMM IV. V. ve VI. Dönem Ordu Milletvekilliği yapmıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Futbol ve spor yazarlığı yapmıştır. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'nin ilk başkanı olmuştur.
Çevirileriyle Jules Verne'i Türkiye'ye ilk olarak tanıtan çevirmendir.
Pulmoner arter
Pulmoner arterler kanı kalpten akciğerlere taşıyan kan damarlarıdır. Fetustaki umbilikal arterler dışında, oksijenlenmemiş kan taşıyan tek arterler pulmoner arterlerdir.
İnsan kalbinde "pulmoner gövde" ("pulmoner arter" veya "ana pulmoner arter") sağ karıncığın tabanında başlar. Kısa ve geniş olan bu damar yaklaşık 5 cm uzunluğundadır ve yaklaşık 3 cm çaplıdır. Daha sonra iki pulmoner artere ayrılır (sol ve sağ) ki bunlar oksijenlenmemiş kanı uygun (ilgili) akciğere taşır.
Akciğer
Hava soluyan omurgalılardaki temel solunum organıdır. Soluk alındığında burun ve ağızdan giren hava nefes borusu ve sonrasında bronşlardan geçerek akciğerlere ulaşır. Toplardamarlarla gelen karbondioksitce fazla olan (kirli) kan burada yenilenir. Ayrıca sesin oluşumunda da görevlidir.
Yeni doğanda akciğer, ilk başta parlak pembe renktedir. Zamanla grileşmeye ve yaş geçtikçe koyulaşarak en sonunda neredeyse siyah rengine bürünür. Bu koyulaşmaya solunumla alınan havadaki toz ve öteki maddeler neden olmaktadır. Ayrıca sigara içenlerin akciğerleri içmeyenlere göre daha siyahtır.
Akciğer ile ilgili tıbbi terimler genellikle "pulmo-" ile başlar. Bu, Latincede "akciğerlerin" anlamına gelen "pulmonarius" sözcüğünden gelmektedir ki bu sözcük de Yunancada "akciğer" anlamına gelen "pleumon" ile akrabadır.
Göğüs boşluğunda bulunmakta olup, göğüs kafesi sayesinde korunan akciğerler, koruyucu bir zar olan plevra ile sarılmışlardır. Diyafram kasından birinci kaburganın üstüne, köprücük kemiğinin biraz üzerine kadar yer alır. Yaklaşık olarak koni şekline sahip olan akciğerlerin "basis pulmonis" adı verilen içbükey alt yüzeyi diyaframın üstüne yerleşiktir; köprücük kemiğinin üstüne kadar uzanan üst yüzeyineyse "apex pulmonis" adı verilir.
Akciğerlerin esnek ve süngerimsi bir yapıları vardır. Biri sağ ve diğeri solda olmak üzere 2 adettir. Sağ akciğer 3 lobdan (parçadan), sol akciğer ise 2 lobdan oluşmuştur. Sol akciğerin bir parçası yerine kalp bulunmaktadır. Bu nedenle sağ akciğer sol akciğerden daha büyük, sağ akciğerin ağırlığı yaklaşık 700 gr. ağırlığındayken, sol akciğer 600 gr. ağırlığındadır.
Pulmoner venler
Pulmoner venler veya akciğer toplardamarı oksijen zengini (oksijenlenmiş) kanı akciğerlerden kalbin sol kulakçığına taşıyan damarlardır. Fetal dönem sonrası insan vücudunda oksijenlenmiş kan taşıyan venler, sadece bunlardır. Dört tanedirler:
R. D. Laing
Ronald David Laing (7 Ekim 1927 – 23 Ağustos 1989), İskoç psikiyatrist, akıl sağlığı ve psikozlar hakkında yazmıştır. Varoluşçuluktan mistizme yönelmiş, yaşanılan hayatın gerçekliğini hesaba katmayan ve sadece genel çerçeveyi çizen psikiyatrik anlayışa insani boyutu ekleyen 20. yüzyılın önemli psikiyatri kuramcısı ve uygulayıcısı. Antipsikiyatrinin oluşumuna önayak olan, uyum ve delilik problemlerine ciddi katkılar sağlayan Laing hayatın tüketen diyalektiğine kendince bir çözüm olarak 'hastaların' deliliğiyle sağlıklı bir tepki verdiğini savunmuştur. Gerçek deli |
liği hiçbir zaman inkar etmeyen Laing, yanlış bir değer ve inanca dayalı modern dünyada aklı başında kalmanın ancak bu tür bir olumsuzlamayla mümkün olduğunu belirtmiştir. Hayatın akışının ""sosyal oyun""a dayandığı ve kurtarıcı ışığın görülmediği bir dünyada mistizmin egemenliğindeki içsel hayata devam kararı aldırtan bir tercih olarak süreci ifade eder.
Örnek olarak kendi karnında atom bombası olduğunu söylediği için şizofren olarak teşhis edilmiş genç bir kadın hastanın hastalığına yaklaşırken, günümüz dünyasında atom bombasını üreten ve kullanma durumunda olan kişilerin ne kadar sağlıklı olduğunu sorgulamış ve hastanın böyle dış çevre olumsuzluklarını kendince içselleştirmesini normal bulmuştur.
Neriman Köksal
Neriman Köksal (17 Mart 1928 – 24 Ekim 1999), Türk sinema oyuncusu.
Neriman Köksal 1928 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Türk sinemasının ilk ve en uzun süreli vamp kadını olarak kabul edilmektedir. Gerçek adı Hatice Kökçüdür. Farsçada yiğit, cesur anlamına gelen Neriman ismini sahne adı olarak kullanmıştır. 1950'li yıllarda Fosforlu Cevriye isimli filmde elde ettiği başarı nedeniyle Fosforlu lakabıyla da anılır, bir diğer lakabı ise Afet-i Devran Nerimandır.
Neriman Köksal henüz 22 yaşındayken İstanbul'da, İstiklal Caddesi'nde yürürken Metin Erksan tarafından keşfedildi. O dönem Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü"nde öğrenci olan Erksan, bu boylu boslu alımlı kadını tam da o sırada çekeceği "Çete" adlı film için kadın oyuncu arayan ağabeyi, yönetmen Çetin Karamanbey'e götürdü. "Çete" filmindeki Rus prensesi Nina rolü ile sinemaya adım atan Neriman Köksal asıl ününü, Fosforlu Cevriye (1959) filmi ile elde etti. Neriman Köksal’ın Fosforlu Cevriye’de, iri-kıyım yapısıyla erkeklere posta koyan, argo konuşan, külhanbeyi, erkeksi-kadın imgesini başarıyla canlandırması, sonraki dönemlerde Türk Sinemasında erkeksi-kadın imgesinin uzun yıllar sürecek bir modaya dönüşmesine de öncülük etmiştir.
Sanatçı, 1999 yılında Mustafa Volkan Öylek'in 9 yaşındaki kızı Nazlı Buse Öylek'i mahkeme kararı ile evlat edindi. Sanatçı aynı yıl 24 Ekim 1999'da hayata gözlerini yumdu. Son günlerinde en çok sarf ettiği cümlesi "Ölmek istiyorum, dayanamıyorum artık." idi.
Yin ile yang
Yin ve Yang evrenin ve doğanın işleyiş düzeneklerini anlatan bir öğretidir. İnsanlık tarihinin bilinen tüm bilgi ve dini kaynaklarının üzerinde etkisi olmuştur. Evrenin dinamiğini karşıt kutuplarla açıklar. Bu kutupların birbiriyle etkileşiminin evreni, her şeyi nasıl oluşturduğunu ortaya koyar.
Yazılı olarak ilk kez, Çin'in yazılı en eski felsefi belgelerinden kabul edilen Yi Çing (易 經, Değişimler-Dönüşümler Yazması, MÖ 2800) adlı kitapta, Yin ve Yang karşıt kutuplarından söz edildiği görülmüştür. MÖ 300 yıllarında da Geleneksel Çin Tıbbı'nda akupunkturun ilk üstadlarından kabul edilen Huangdi'nin Suwen (素問) "Dahiliye Tıbbı Temel Sorular" adlı kitabında "Yin ve Yang" kuramının ilkeleri şöyle anlatılmıştır:
Her şeyin birbirinden ayrılamaz iki karşıt kutbu vardır. "Yin" ve "Yang" kutubu. Nerede Yin ve Yang kutuplaşması oluşur, orada hareket de başlar. "Bir" "Hiçlikten" gelir. "İki" de Bir'den doğar. Her şey ise İki'nin yani iki kutubun Yin ile Yang'ın tükenmeyen, değişen ve dönüşen sarmal döngüsünün ürünü olarak ortaya çıkar. Her şey için geçerlidir. Hücre bölünmeleri gibi gittikçe daha karmaşıklaşarak gelişir, dönüşür. Karşıt kutuplar, elektrikte akımı, mıknatısta çekme ve itmeyi tetikler.
Bir kutbun hakimiyetinin en güçlü olduğu yerde karşıt kutbu belirmeye başlar. En küçük gölge Güneş ışınlarının en heybetli vurduğu sırada görünür. Bu andan itibaren ışınlar azalır gölge uzar ve neredeyse tümüyle göreceliği karanlığa geçer. Böylece yine haddin ne olduğu da ortaya çıkar. Bu oluşum, değişim ve dönüşümün de belirtileridir. Gecenin içinde aydınlık ve sıcağın; gündüzün içinde de soğuk ve gölgenin bulunması; dişi görünümün içinde erkek, erkek görünümün içinde dişi olması; her sorunun, çözümü; sevginin, nefreti; eylemsizliğin, eylemi; savunmanın, saldırıyı barındırması gibi. Tai-çi veya yin-yang simgesinin içindeki küçük karşıt renkli daireler bu özelliği anlatır.
Oluşumlar, karşıtı olmadan açıklanamazlar. Karşıtların biri, diğerinden bağımsız olamaz. Gündüz olmadan, gece; gece olmadan, gündüz açıklanamaz. Gece olmadığı sürece, gündüz de yoktur. Kutuplar birbirinden bağımsız ele alınamazlar. Bu durumda beden ve psikoloji ayrı ayrı incelenemez. Organların kendisi yin, işlevi ise yang'dır. Böbrek, organ haliyle yin'dir. Böbrekten kaynaklanan bir yin ve yang kararsızlığı, böbreği zayıf düşürüp korkularımızı harekete geçirir. Böbrekteki kararsızlık karaciğere biner. Karaciğerdeki yetersiz böbrek desteği sebebiyle artan baskı öfkeyi tetikler. Karaciğerdeki kararlılık, böbrekteki kararlılık ile mecburi bir bağ içindedir. Tüm organlarımız bu tür bir bağımlılık ilişkisi içindedir. Biri zayıf düşerse bu öbürünü de etkiler. Her organ temel ruhani görüntüyü de temsil eder. Böbrekle korku, karaciğerle öfke, kalp ve neşe gibi. Her ruhani hal ilgili organın kararlılığıyla çok yakından ilgilidir ve ona bağlıdır. Bu yüzden, bütün ve parçanın bir aradalığı gereği, Doğu Tıbbı, bedeni ve ruh halini ayrı ayrı ele alınamayacağını dile getirir. Psikoloji ve beden birbirinden bağımsız incelenemez. Mevlana ve Yunus Emre için "Aşk" parçanın bütünle buluşabilmesidir.
Karşıtlar, birbirine dönüşebilen yapıdadır. Dönüşüm aşamalarla, kendi sürecine bağlı olarak gerçekleşir. Her sürecin bir haddi vardır. Dönüşüm, uyum içinde veya uyumsuz gerçekleşebilir. Uyum, Yin ve Yang'ın göreceli denklik halidir. Uyumsuzlukta sürecin haddine ulaşılır ve o hadden karşıtına dönüş yapar yani karşıt kutbuna Yin Yang'a; Yang da Yin'e dönüşür. Dönüşüm, sürecin hem etken hem de etkin parçasıdır. Dönüşebilme, bitmeyen sonsuz devinimi olanaklı kılar. Kış, yaza; güz, bahara; karanlık, aydınlığa döner ve böyle takip eder sarmal gibi döne döne.
Kutuplar birbirini ürettiği, desteklediği gibi aynı şekilde tüketen, kısıtlayan ilişkisinde de olabilirler. Yanan bir mumda olduğu gibi. Yanmakta olan ip ve parafin, alevi besler. Alevin ısısı ise bu ikiliyi tüketir. Sonunda fitil veya mum bittiğinde, alev de tükenecektir. Mum, fitil ve alev ışık ve ısı olarak ortamın enerjisine geçiş yapar. Üretme ve tüketme ilişkisi dönüşümle devam eder.
Her Yin ve her Yang tekrar tekrar, kendi alt Yin ve Yang kutuplarından oluşur. Örneğin: Gündüz Yang niteliklidir. Sabah, Yang içindeki alt Yang'a, akşam Yang içindeki alt Yin'e denk düşer. Benzer şekilde Akşam ise Yin niteliklidir. Akşamın ilk saatleri Yin içindeki Yin ve akşamın sabaha giden son saatleri ise Yin içindeki Yang'tır.
Son derece basit bir yapı, son derece karmaşık yapının ayrılmaz parçasıdır. Bütün ve onun parçaları, birbirinden bağımsız olarak ayrı ayrı açıklanamaz. Basit yapıyla, karmaşık yapı; Yin ve Yang'ın temel ilkelerine sürekli uyar. Mikro makronun, makro mikro yapının ayrılamaz parçalarıdır.
Değişim ve kutuplaşma aynı süreçte işler. Kutuplar birbirinin özünü karşıtında barındırır. Her şey, hiçlikten doğar ve ardından kutuplaşma da başlar. Yaygın olarak iyilik ve kötülüğün simgesi olarak bilinen Yin ile Yang'ın, kuram olarak ahlaki değerlerle hiçbir ilgisi yoktur. Kuram, bir şeyi ne iyi olarak ne de kötü olarak ele alır. Aksine, tümüyle evrenin gerçekleri üzerine kuruludur ve evreni karşıtların dinamiği olarak inceleyen, yorumlayan bir Doğu Asya felsefeleri yöntemidir.
Uluslararası Uzay İstasyonu
Uluslararası Uzay İstasyonu (UUİ, ), alçak Dünya yörüngesine yerleştirilmiş bir uzay üssü, başka bir tabirle üzerinde yaşanabilen yapay bir uydudur. Bir araya getirilen modüllerin birleştirilmesiyle inşa edilmiş olan istasyonun ilk kısmı 1998 yılında fırlatılmıştır. İstasyonun yapısı temel olarak basınçlı modüller, destekleyici dış iskelet ve güneş panellerinden meydana gelmektedir. Dünya yörüngesinde bulunan en büyük yapay uydudur. Uygun saatlerde yeryüzünden bakıldığında çıplak gözle görülebilmektedir.
UUİ, deneyler için uzay ortamı ve düşük yerçekimi ortamı sağlayan bir laboratuvar merkezidir. Mürettebatın biyoloji, fizyoloji, fizik, kimya, astronomi, meteoroloji ve daha birçok dalda deneyler yapmasına olanak verir. İstasyon ayrıca Ay ve Mars görevlerinde kullanılması planlanan ekipman ve sistemlerin, kullanım öncesi uzayda test edilmeleri için çok uygun bir ortam sağlar.
Uzaydaki en uzun kesintisiz olarak insan bulundurma rekorunu elinde tutan istasyon, Keşif 1 mekiğinin 2 Kasım 2000 tarihinde istasyona varmasından bu yana, uzay mürettebatını gündür kesintisiz olarak barındırmıştır ve barındırmaya devam etmektedir. Bir önceki rekor, 3644 gün ile Sovyet uzay istasyonu "Mir"'e aitti. UUİ, bugüne kadar 15 farklı milletten astronot ve kozmonota ev sahipliği yapmıştır.
Uluslararası Uzay İstasyonu programı, beş katılımcı uzay kuruluşu tarafından oluşturulmuş ortak bir projedir, bu kuruluşlar ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi, Rusya Federal Uzay Ajansı, Japonya Uzay Araştırma Ajansı, Avrupa Uzay Ajansı ve Kanada Uzay Ajansı'dır. İstasyonun mülkiyet ve kullanım hakları hükümetler arası antlaşmalar ve sözleşmelerle belirlenmiştir. İstasyon, Rus Yörünge Bölümü ve Amerika Birleşik Devletleri Yörünge Bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. İstasyonun yörünge yüksekliği 330 km. ilâ 435 km. arasında değişmektedir. İstasyon zamanla azalan irtifasını arttırmak için Zvezda modülünün motorlarını veya ziyaretçi uzay araçlarını kullanır. Bir günde Dünya çevresinde 15,5 tur atar.
ABD'nin bütçe arttırımına gitmesi sonucunda istasyonun görev süresi 2020 yılından 2024 yılına kadar uzatılmıştır, 2028 yılına uzatılması ise muhtemeldir. Şu an projeye destek vermekte olan ve 2020 yılına kadar projeye destek vereceklerini açıklayan Rusya, Almanya, Fransa, Japonya ve Kanada gibi ülkelerin bu uzatmalı bütçeye katkı yapıp yapmayacakları henüz belirsizdir. Rusya Federal Uzay Ajansı, Uluslararası Uzay İstasyonu emekliye ayrılmadan önce istasyonu kullanarak, OPSEK adında yeni bir istasyon yapılması için teklif vermiştir. UUİ, bugüne kadar inşa edilen, içe |
risinde personel barındıran dokuzuncu istasyondur.
ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi ile Rusya Federal Uzay Ajansı arasındaki orijinal ortak niyet bildirgesine göre Uluslararası Uzay İstasyonunun bir laboratuvar, gözlemevi ve fabrika olması planlanmıştı. Ayrıca gelecekteki Ay, Mars ve çeşitli astroid görevleri için ulaşım, bakım ve ara üs olarak hizmet vermesi de planlanmıştı. 2010 yılı ABD ulusal uzay poliçesinde, İstasyona mevcut görevlerine ek olarak ticari, diplomatik ve eğitim amaçlı görevler verilmiştir.
Uluslararası Uzay istasyonu başka bir mekanda gerçekleştirilemeyecek araştırmaların gerçekleştirilmesi için ortam görevi görmektedir. Küçük, insansız uzay araçları yerçekimsiz ortam ve uzaya maruz kalma işlemleri için ortam sağlarken, istasyonlar onlarca yıl sürebilecek deneylere ev sahipliği yapabilir. Bu sayede insanlı uzay mekiklerinin kapasitelerinin ötesine geçebilen bir ortam teşkil edilmiş olur.
Uluslararası Uzay İstasyonu, Dünya'nın yer çekiminden etkilenmektedir. Yerçekimi dünya yüzeyinden daha az olmasına rağmen sıfır değildir. Fakat istasyon yörüngede devamlı hareket halinde olduğu için, yerçekimi merkezkaç kuvveti ile dengelenmektedir. Araştırmacılar, bu ağırsızlığa yakın ortamın gelişim, büyüme, evrim ve bünye işlevleri üzerindeki etkilerini incelemektedir. NASA mikro yerçekiminde 3 boyutlu insansı dokuların nasıl oluştuğu üzerinde araştırmalar yapmak istemektedir.
UUİ, Ay'a ve Mars'a yapılması planan uzun-süreli insanlı seyahatler için yapılan uzay mekiği testleri için nispeten güvenli bir ortam teşkil etmektedir. Bu ortam sayesinde Dünya'dan uzakta gerçekleştirilecek operasyonlar ve bakım-onarım işlemleri için tecrübe kazanılır, oluşması muhtemel riskler azaltılır, uzay gemilerinin gezegenler arası seyahat kabiliyetleri arttırılır.
ESA, MARS-500 deneylerine atıfta bulunarak "UUİ, ağırsızlık, radyasyon ve diğer uzay-kaynaklı faktörler ile ilgili soruların cevaplanması için yeryüzü deneyleri ile kıyaslandığında hayati önem taşımaktadır, uzun süreli tecrit ve kapatılma durumlarının etkileri yeryüzü deneylerine göre daha uygun şekilde adres edilebilir". Rus Uzay Ajansı Roscosmos'un insanlı uzay uçuşları daire başkanı Sergey Krasnov, 2011 yılında MARS-500 kompleksinin daha küçük bir versiyonun UUİ'ye taşınmasını önermiştir.
Nubar Terziyan
Nubar Terziyan (asıl adı Nubar Alyanak) (16 Mart 1909, İstanbul - 14 Ocak 1994, İstanbul) Türkiye Ermenisi sinema oyuncusudur.
Eğitimini Bakırköy Bezezyan Lisesi'nde yaptı. 1940 yılında Gençler Temaşa Heyeti'nde sanat hayatına başladı. 1949 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Efsuncu Baba romanından uyarlanan filmde rol alarak sinema oyunculuğuna başladı. 400'ün üzerinde filmde yer aldı.
Ermeni olduğunu saklamayan ve kendi ismini kullanan nadir Yeşilçam oyuncularından biri olan Terziyan, daha ziyade iyi yürekli aile reisi rolleriyle geniş kitlelerce tanındı.
Büyükdereli olan Nubar Terziyan'ın cenaze merasimi Kumkapı Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi'nde icra olundu ve Terziyan Balıklı Ermeni Mezarlığı'ndaki aile kabrine defnedildi.
Ölümünden bir yıl önce 14 Ocak 1993'te Nubar Terziyan, Ankara Uluslararası Film Festivali'nde "Emek Ödülü"ne değer bulundu.
Oyuncu Ayhan Işık'ın ölümünden sonra verdiği ilanda, Işık'ın kendine hitap şekli olan "Oğlum Ayhan ve Amcan: Nubar Terziyan" ifadesini kullanması üzerine Ayhan Işık'ın ailesi tarafından gazeteye ilan verilerek bir aile ilişkisi olmadığı belirtilmiştir. Bu ilanlara, Türkiye'deki azınlık meseleleri çerçevesinde çeşitli yazarlar tarafından atıfta bulunulmuştur.
Sezen Aksu'nun Kırık Vals adlı şarkısında Terziyan'a atıfta bulunulur.
Kirpiklerinde bir çiğ tanesi olsam
Ansan o bahçeyi, rüzgârı çağırsan
Mevsim suluboya olsa
Günlerden mercan
İşte sanki o an
Nubar Terziyan sırtımı okşar
Eski filmler hâlâ o bahçede
Siyah beyaz ağlar.
Concatenation
Concatenation ("ulama"), SQL'de birden fazla sütunda veya değişkende yer alan metinleri birleştirme işlemidir.
SQL'de metinler + işareti ile birleştirilir.
Örnek
Avrupa Uzay Ajansı
Avrupa Uzay Ajansı ("European Space Agency", ESA) 1975 yılında, uzayın keşfini amaçlayan, hükümetlerarası bir organizasyon olarak kurulmuştur. Şu an 22 üyesi olan örgütün merkezi Fransa'nın başkenti Paris'tedir. 2006 yılı rakamlarıyla 3.000.000.000 Avro'luk bütçeye ve (ulusal uzay ajansları hariç) yaklaşık 1900 çalışana sahiptir.
ESA'nın uzay uçuş programı, özellikle de astronotların katılımı ile Uluslararası Uzay İstasyonu programı, gezegenler ve Ay için insansız keşif uçuşlarını içerir. ESA telekomünikasyon, navigasyon, araştırma, uzayın gözlemi gibi birçok konuda da çalışır.
ESA'nın ana fırlatma aracı Ariane 5'tir. Ariane 5 roketinin çeşitli türevleri olup kütlesi en çok olanı Ariane 5 ECA'dır. Roket, 2002 yılındaki ilk test uçuş sırasında başarısız olmasına rağmen şimdiye kadar onlarca ardışık başarılı uçuş yaptı.
2 Mart 2004 tarihinde ESA tarafından uzaya gönderilen, yanında Philae uzay sondasını taşıyan Rosetta uzay aracı, 12 Kasım 2014 tarihinde 510 milyon kilometre uzaklıktaki 67P kuyrukluyıldızına ulaştı.
2.Dünya Savaşından sonra Avrupalı birçok bilim adamı Amerika'da çalışmak üzere Batı Avrupa'dan ayrıldı,ama 1950'lerdeki artış Batı Avrupalı ülkelerin araştırmalara ve özellikle uzayla ilgili etkinliklere yatırım yapmasını mümkün kıldı.Batı Avrupalı bilimadamları sadece ulusal projeler ile iki ana süper güç ile yarışmanın mümkün olmadığını fark ettiler.1958 Yılında Edoardo Amaldi ve Pierre Auger , batı Avrupa bilimsel topluluğunun iki önemli üyesi,Ortak bir Batı Avrupa Uzay Ajansı temelini görüşmek üzere bir araya geldiler.Toplantıya Harrie Massey dahil 8 ülkenin bilimsel temsilcileri katıldı.
Batı Avrupa ülkeleri iki önemli fırlatma ajanslarını yapmaya karar verdiler.ELDO ve Avrupa Uzay Ajansının öncü olduğu, ESRO.İkincisi 14 Haziran 1962 anlaşması ile 20 Mart 1964 yılında kuruldu. 1968-1972 den itibaren ESRO 7 araştırma uydularını fırlattı.
ESRO ve ELDO 1975'de birleşerek ESA kuruldu.10 Kurucu ülke: Belçika,Danimarka,Fransa,Almanya,İtalya,Hollanda,İspanya,İsveç,İsviçre ve İngiltere.Bu ülkeler 1975 yılında ESA sözleşmesini imzalamış.ESA 1975 yılında ilk bilimsel görevi başlattı.Cos-B, evrende bir uzay sondası gama ışınlarıyla evreni izledi.ESRO ilk olarak çalıştırdı.
ESA NASA ile IUE projesine katıldı.Dünyanın ilk yüksek yörünge teleskobu,1978 yılında başlatılıp 18 yıl süren proje başarıyla sonuçlandı.Başarılı Dünya yörünge projeleri takip etti, ve 1986'da ESA Giotto ya başladı,Bu ilk derin uzay göreviydi,Kuyruklu yıldızlar,Halley ve Grigg Skjellerup. Hipparcos yıldız haritası görevi 1989 da başladı ve 1990'larda SOHO,Ulysses ve Hubble Uzay Teleskopu projeleri NASA ile yürütülmüştür.NASA ile iş birliği içinde Cassini-Huygens uzay sondası projeleri yapıldı.
ELDO halefi olarak,ESA, bilimsel ve ticari yükler için roket inşa etmiştir. Ariane 1,1979 yılında fırlatıldı.1984'den itibaren yörüngeye çoğunlukla ticari yükleri getirdi.Ariane roketi 1988-2003 yılları arasında geliştirilen fırlatma sistemi Ariane 4 ESA nın dünya lideri olmasını sağladı.1990'larda ticari alanda fırlatmalar başladı.
Yeni milenyumun başlangıcında ESA'nın NASA,JAXA,ISRO,CSA ve Rusya Federal Uzay Ajansı gibi ajansların desteklediği, bilimsel uzay araştırma içinde büyük bir katılımcı olduğu görüldü.ESA önceki yıllarda, özellikle 1990'lı yıllarda NASA ile iş birliği içindeydi,ta ki (örneğin Amerika Birleşik Devletleri ordusu tarafından bilgi paylaşımı hakkında sert yasal kısıtlamalar gibi) koşullar değişti Rusya ile ilişkilerin daha güvenli olacağını düşündü ve Rusya'ya yanaştı. 2011 yılında basın bunu belirtti:
Mars Express, Smart-1, Columbus, Vega, Galileo, Olympus, Giotto, ESA’nın en önemli projelerinden bazılarıdır.
ESA bu fırlatma pazarının tüm sektörlerde rekabet ettiği farklı fırlatma araçları vardır. Ariane 5 ,Soyuz-2 ve Vega ESA'nın filosu bu üç büyük roketten oluşur.ESA'nın Fransız Guyanası Uzay Merkezinde ESA'nın uzay mekiklerini yapan ve 23 hissedarları olan ArianeSpace tarafından Ariane 5 üretilmektedir.Ariane 5 Fransız guyanasından fırlatılıyor çünkü ekvatorda olduğundan uzay mekiğinin dönme hızına yaklaşık 500 m/s ekstra 'itme' kuvveti veriyor.
Ariane 5 roketi ESA'nın birincil fırlatma aracıdır.Bu 1997 yılından beri hizmettedir ve Ariane 4'ün yerini almıştır.
Ehud Olmert
Ehud Olmert () (d. 30 Eylül 1945), İsrail'in 12. başbakanıdır.
Ehud Olmert 30 Eylül 1945 tarihinde İngiliz mandasındaki Filistin topraklarında (bugünkü İsrail) doğdu. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde psikoloji, felsefe ve hukuk eğitimi alarak mezun oldu.
Beitar Yeruşalayim takımının da ateşli bir taraftarıdır.
Olmert’in gençliği sağcı gençlik organizasyonlarında çalışarak geçti. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen Herut Partisiyle Mapai Partisinin uzun iktidar dönemine son vermek için birleşme çalışmaları yaptı.
Olmert İsrail ordusunda Golani ekibinde piyade er olarak ve daha sonra da Ordu Basımevi’nde çalışmıştır. Knesset’e ilk 1973 yılında 28 yaşındayken seçildi ve daha sonra 7 kez art arda seçimi kazandı. 1981-1988 yılları arasında, Dış İlişkiler ve Güvenlik Komitesi üyesi olarak ayrıca Finans, Eğitim ve Savunma komitelerinde de çalıştı.
1988-1990 yılları arasında azınlık işleriyle, 1990-1992 yılları arasında da sağlık bakanlığında görev aldı. 1993 yılından 2003 yılına kadar iki ayrı dönem olarak Kudüs Belediye Başkanlığı görevinde bulundu. Bu görevde bulunan ilk Likud partisi üyesi oldu. Belediye başkanlığı döneminde eğitim ve yol yapımına ağırlık verdi. Ayrıca şehir içi raylı sistem ve şehir dışına toplu taşıma yolları için büyük projelerin bir kısmının yapımına başlanmış bir kısmı da bitirilmiştir.
Ehud Olmert Ocak 2003’te 16. Knesset’e üye seçildi. Likud Partisinin seçim kampanyasında ve ardından koalisyon çalışmalarında aktif rol oynadı. Seçimlerin ardından Başbakan Yardımcısı ve Endüstri, Ticaret ve Çalışma Bakanı olarak görev yaptı. Ayrıca 2003-2004 yılları arasında Ulaştırma Bakanı olarak da görev aldı.
Ariel Şaron'un 2. Başbakanlık döneminde, başbakan yardımcısı ve Şaron’un sağ |
kolu oldu. Eylül 2005’te yapılan geri çekilme planında Şaron’un en önemli destekçisiydi. Şaron Likud’dan ayrılıp Kadima’yı kurmaya karar verdiğinde ise ona ilk katılanlardan biri oldu.
Temmuz 2004'te Recep Tayyip Erdoğan bir başka toplantıyı bahane ederek Ehud Olmert ile görüşmemiştir.
Olmert 4 Ocak’ta Ariel Şaron’un rahatsızlanmasının ardından başbakan vekili olarak göreve başladı. Şaron’un çalışamaz raporu almasının ardından Kadima partisi’nin yöneticiliğine en yakın isim Olmert’ti. İsrail kanunlarına göre Ariel Şaron’un görevine devam edemeyeceği kesinleştikten sonra 100 günlük bir süre içinde yeni seçimlerin yapılması gerekiyordu. Seçimler 100 gün dolmadan gerçekleşti ve Olmert Şaron’un yerine Kadima’nın yeni lideri oldu.
Şaron’un rahatsızlığının devam ettiği günlerde Olmert Şaron yanlısı Şimon Perez ve Tzipi Livni ’yle görüşerek onların partide kalmasını sağladı. Böylece bu değişimin kan kaybına neden olmadan atlatılmasını sağlamış oldu. 16 Ocak 2006’da Olmert Kadima’nın lideri oldu ve 28 Mart seçimlerinin bir numaralı başbakan adayı oldu.
Beklenenden az olmasına rağmen 28 Mart seçimlerinde Knesset'teki 120 sandalyeden 29'unu kazanarak Kadima seçim zaferini ilan etti. Zafer konuşmasında azınlıkların hakkını koruyan, barış dolu, huzurlu, gelişmiş, eğitime, kültüre ve bilime önem veren ve en önemlisi de Filistinlilerle barışı öngören bir politika izleyeceğini söyledi. 14 Nisan 2006 tarihinde İsrail’in 12. başbakanı oldu.
Olmert, Peretz ile koalisyon aşamasında önemli aşama kaydetti. Birçok bakanlık üzerinde anlaşmaya varılmakla birlikte Olmert'in başbakan, Peretz'in ise Savunma bakanı olmasına karar verildi ve 2008 Eylül ayının sonlarına doğru ülkede çıkan yolsuzluk iddialarına dayanamayıp istifa etmiştir.
Olmert, Kudüs Belediye Başkanı olduğu dönemde rüşvet aldığı suçlamasıyla yargılanıp 6 yıl hapis ve 290 bin dolar para cezasına çarptırılmıştır. Temyiz süreci sonrasında cezası 19 aya indirilmiştir. Böylece Ehud Olmert, ülke tarihinde hapis yatan ilk başbakan olmuştur. Ramle kentindeki Maasiyahu hapishanesinde cezasının 16 buçuk aylık bölümünü çekmiş, cezası sonra ermeden 2 Temmuz 2017 tarihinde 71 yaşındayken şartlı salıverilmiştir.
Ehud Olmert'in eşi Aliza bir sanatçıdır. Roman yazarlığının yanı sıra tiyatro oyunları da bulunmaktadır. Çiftin 4’ü kendilerinden, biri de evlat edinilmiş olmak üzere 5 çocukları vardır. En büyük kızları, Michal, Psikoloji masterı yapmakta ve yaratıcı düşünce üzerine seminerler vermektedir. Dana ismindeki bir kızları da Tel-Aviv Üniversitesinde Edebiyat doçentidir. Tel-Aviv’de lezbiyen partneriyle yaşamaktadır. Bu durum ailesi tarafından kabullenilmiştir. Dana ayrıca insan hakları organizasyonunda da çalışmaktadır. Oğulları Shaul evli bir sanatçı ve ailesiyle New York kentinde oturmaktadır. Şaul ayrıca İsrail'deki futbol takımlarından Beitar Yeruşalayim’in sözcüsü olmuştur.(babasının tuttuğu takım) En küçük oğulları Ariel, Paris’te Sorbonne Üniversitesinde edebiyat eğitimi görüyor. Evlat edindikleri kızlarının ismi de Shuli'dir.
Olmert’in babası Mordehay Çin’in Harbin kentinde doğmuş ve büyümüştür. Orada Beitar’ın liderliğini de yapmıştır. Daha sonra İsrail'e geldiğinde 2. ve 3. Knesset'lerde görev almıştı. Olmert'in büyük babası J.J. Olmert I. Dünya Savaşı'ndan sonra Rusya’dan kaçıp Çin’e yerleşmişti. Babası 1933’te 22 yaşında İsrail’e gelmişse de Çin’i hiç unutmamıştır. Hatta son sözlerini dahi Çince söylemiştir.
28 Şubat süreci
28 Şubat süreci, Necmettin Erbakan'ın başbakan, Tansu Çiller'in dışişleri bakanı olduğu 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı, ordu ve bürokrasi merkezli süreç. Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar ve bu kararların uygulanması sırasında Türkiye'de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan değişimlere neden olan bir süreçtir. Yaşananlar, post-modern darbe olarak da adlandırılmıştır. "İrticayla mücadele eylem planı" ile anılan bu süreçte verilen kararların ve yaptırımların uygulanıp uygulanmadığı denetlemek için Çevik Bir öncülüğünde Batı Çalışma Grubu kurulmuş, 28 Şubat sürecinin yargılamaları ilk kez Ergenekon davaları ile başlamıştır.
Refah Partisi 1995 genel seçimlerinde birinci parti olmuştur. 1996 yılında, seçimlerin ardından kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, Refah Partisi'nin güven oyu için gereken 273 sayısına ulaşılamadığı için (257 kabul) güvenoylamasının geçersiz sayılması gerektiğini belirterek Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru haklı görülerek güven oylaması geçersiz sayıldığından dağılmıştır. Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başarmıştır.
RP-DYP Koalisyonu kurulmasının ardından bu dönemde yaşanan bazı olayların, 28 Şubat sürecini tetiklediği ve hızlandırdığı düşünülmüş, 2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya'yı ziyaret etti. Libya'da, Kaddafi'nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler muhalefet ve basın tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. 6 Ekim 1996'da Ankara Kocatepe Camii'nde "şeriat isteriz" diye bağıran sakallı, cübbeli ve asalı Aczmendiler gösteri yaptı. 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasında mafya-siyasetçi-polis ilişkileri açığa çıktı. Başbakan Erbakan 'fasa fiso' dedi, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal eylemi için ""Mumsöndü oynuyorlar"" dedi. Yine Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye'de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını söyledi. Karatepe konuşmasında 28 Şubat süreci içindeki kararları eleştirerek "Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur." demiştir. Ancak Karatepe bu konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına mahkûm edildi. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 11 Ocak 1997 günü, Başbakanlık Konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Görüntüler kamuoyunda geniş yer bulmuş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) tepkiye neden olmuş ve komuta kademesi, Başbakan Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller'i eleştirmeye başlamıştır. Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük'te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartışırlar.
30 Ocak 1997'de Sincan Belediyesi "Kudüs gecesi" düzenledi. Belediye başkanı Bekir Yıldız, İran büyükelçisinin misafir olduğu gecede sahneye konulan cihat oyunu basında tepki oluşturdu. Star muhabiri Işın Gürel saldırıya maruz kaldı. Bekir Yıldız tutuklandı, mahkûm edildi. 3 Şubat 1997'de, Ankara'da Star TV muhabiri Işın Gürel'in muhafazakar biri tarafından saldırılarak dövülmesi toplumda büyük bir tepkiye neden oldu. 4 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı. 5 Şubat'ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya İrtica, PKK'dan daha tehlikeli' dedi. 11 Şubat'ta Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı. 23 Şubat 1997'de Fatih Camii'nde öğlen namazının ardından bir grup ellerindeki yeşil bayraklarla "şeriat isteriz", "yaşasın Hizbullah" sloganlarıyla yürüdü. İslamcı gazeteci Yaşar Kaplan, gerektiğinde İslam uğruna şehit olacaklarına dair bir açıklama yaptı.
28 Şubat'ta yapılan MGK toplantısı 9 saat sürdü. MGK laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu vurguladı. 28 Şubat 1997'deki MGK'nın tavsiye kararları hükümete bildirildi. Kararda, laiklik için yasaların uygulanması istendi, tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB'e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı, irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı, deniyordu.
4 Mart'ta dönemin Türkiye Başbakanı Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi ve daha sonra da imzalamadı. 21 Mayıs'ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘‘Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ söyleyerek, RP'nin kapatılması için dava açtı. 3 Haziran'da Susurluk Davası 7 ay aradan sonra DGM'de başladı. 7 Haziran'da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu. 10 Haziran'da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi. 18 Haziran'da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. Ertesi gün 19 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi. 30 Haziran'da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D Hükümeti'ni kurdu.
Fazilet Partisi 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan seçimlerde 111 milletvekili çıkarmış ve meclisteki yerini almış, İstanbul'dan milletvekili seçilen Merve Kavakçı 28 Şubat sürecinin ve başörtüsü yasağının devam ettiği o günlerde başörtüsü nedeniyle daha seçildiği ilk günden itibaren Türkiye kamuoyunda yer bulmuş, dönemin meclisin en yaşlı üyesi TBMM geçici başkanı Ali Rıza Septioğlu ise Atatürk'ün Şapka İnkılâbı'nı işaret ederek ve Kavakçı'nın başörtüsüyle meclise genel kuruluna giremeyeceğini ve yemin edemeyeceğini söylemiştir. Daha sonra 2 Mayıs 1999 tarihinde Yüksek Seçim Kurulu'ndan mazbatasını aldıktan sonra mecli |
sin açılış oturumuna katılmak için Merve Kavakçı, Nazlı Ilıcak'la beraber TBMM Genel Kurul Salonu'na gelmiş ancak başörtüsüyle meclis genel kuruluna girmesi üzerine Demokratik Sol Parti (DSP) milletvekilleri sıralara vurarak ve yuhalayarak Kavakçı'yı protesto etmişler, bu sırada DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit meclis kürsüsüne gelerek şu sözleri sarf etmiştir:
28 Şubat sürecinde dikkat çeken isimlerden Fethullah Gülen olmuş, 11 Ocak 1997'de Necmettin Erbakan, Ramazan nedeniyle 51 tarikat ve cemaat liderini Başbakanlık Konutu'na iftara çağırmış, Fethullah Gülen de çağrılanlar arasında olmuş ancak iftar yemeğine katılmamış, olay kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olmuştur. 29 Mart 1997'de Samanyolu TV'de katıldığı bir televizyon programında Türk Silahlı Kuvvetleri'ni siyasete müdahale etmek ve muhtıra vermekle eleştirenlere karşı "Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi" demiş, 28 Şubat sonrasında Necmettin Erbakan'ı eleştirenler arasında yer almış ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahalesini demokratik bulduğunu söylemiştir. Yine 16 Nisan 1997'de Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajında da askerin tutumunu destekleyerek şöyle demiştir:
Sürecin önemli isimlerinden Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın 25 Şubat 1997’de devletin geleceği için birinci tehdit PKK terörünün kontrol altına alındığını bundan sonra aşırı dinci akımların PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike olduğunu iddia etmiş, bu kesimin laik cumhuriyete tehdit oluşturduğunu "Bu defa silahsız kuvvetler gereğini yapsın" sözleriyle savunmuştur. TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK'in yayınladıkları "Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil" bildirisi ise Erkaya'nın belirttiği "silahsız kuvvetler"i oluşturuyordu. Yine dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, 23 Ocak 1999'da Hürriyet gazetesine verdiği röportajda ordu ile hükumet ilişkilerini değerlendirirken "28 Şubat sürecinin defteri kapandı" sözlerinden 5 gün sonra 28 Ocak 1999 tarihinde yapılan MGK toplantısında dönemin genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat sürecini Refah Partisi, Necmettin Erbakan ve destekçilerini işaret ederek; irticai faaliyetlerde bulunan bir parti ve onunla işbirliği içerisinde olanlara ve neticesi; laik Türkiye'yi korumak maksadıyla yapılmış bir hareket olarak tanımlamıştır.
28 Şubat'ın en dikkat çeken isimlerinden birisi de dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmuştur. Süreç içerisinde "irtica" ile mücadelesi için silahlı kuvvetleri desteklemiş, Refahyol hükümetinin uygulamalarını eleştirmiş ve Türkiye'de askerî müdahalelerin ağır sonuçları olduğunu söyleyerek bir topluluk konuşmasında "Çıkın sokaklara, yıkın bu hükümeti" demiştir. Demirel, 2006 yılında Habertürk'te Melih Meriç'in sunduğu bir televizyon programında başörtüsü yasağıyla ilgili olarak şöyle konuşmuştur:
2013 yılında MGK'da alınan 28 Şubat kararlarının 1997 yılından 2009 yılına kadar da uygulandığını söylemiş, 28 Şubat'ın darbe ve yanlış olmadığını savunmuş, Erbakan hükumetinin istifası sonrası hükümeti kurma görevini Tansu Çiller'e değil Mesut Yılmaz'a vermesine yönelik eleştirilere karşı "Takdir Cumhurbaşkanı'nın diyor Anayasa. Yani benim takdirim." demiştir.
2012 yılında ise TBMM, darbeleri araştırma komisyonu kurmuş ve 28 Şubat başta olmak üzere askeri darbeleri araştırmaya başlamıştır. Bu sürecin yargılanması ise 28 Şubatta etkin rol oynayanların tutuklu yargılanması ile başlamıştır. 2 Ekim 2012 tarihinde Dönemin Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller 'mağdur' sıfatıyla ifade vermiştir. Dönemin 54. Türkiye Hükûmeti'ni "cebren devirmeye, düşürmeye iştirak"la suçlanan aralarında dönemin genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemim YÖK başkanı Kemal Gürüz, dönemin orgeneralleri Çevik Bir ve Çetin Doğan'ın da olduğu 103 sanık hakkında açılan dava Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmektedir. 14 Nisan 2018 kararını açıklayan mahkeme heyeti, “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten men” suçlamasıyla, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, emekli Orgeneral Çetin Doğanın da bulunduğu 21 sanığa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildiğini duyurdu. Sanıkların duruşmalardaki tutum ve davranışları lehlerine kabul edilerek, cezada indirim yapıldı ve ceza müebbet hepse çevrildi. Sanıkların, yaşı ve sağlık sorunları gerekçesiyle adli kontrol tedbiri uygulanmasına karar verildi.
Metamfetamin
Metamfetamin (kristal meth); uyarıcı ve halüsinasyon özelliği olan sentetik bir maddedir. Birçok uyarıcı gibi, 6-24 saat süren güçlü bir öfori; dolayısıyla bağımlılık yapma yeteneğine sahiptir. Yapı olarak amfetamine yakın psikoaktif bir maddedir.
IUPAC ismi "(S)-N-metil-1-fenil-propan-2-amin" olan methamfetamin, jenerik ismi Desoxyn® olarak 5/10 mg tabletler halinde ABD piyasasında bulunmaktadır. Ancak madde suistimal edilmek üzere kaçak üretimi ile tanınmıştır. Efedrin ya da Psödoefedrin molekülü hidrojenize edilerek kolayca elde edilebildiğinden hemen her yerde üretilebilmektedir. "Meth lab" de denilen bu yerler, üretimi sırasında çıkan fosfattan ötürü kırmızı bir renge boyanır ve kedi idrarı kokusuna sahiptir.
1887 yılında metamfetamin sentezlenmesinden kısa bir süre sonra, metamfetamin efedrin maddesinden ilk kez 1893'te kimyager Nagai Nagayoshi tarafından sentezlendi. "Metamfetamin" terimi bu yeni karışımın kimyasal yapısından türedi:methyl alpha-methylphenethylamine. 1919 yılında, kristalize metamfetamin farmakolog Akira Ogata tarafından efedrinin redoks yöntemiyle kırmızı fosfor ve iyot kullanılarak sentezlendi.
Uyanıklık, motivasyon ve kısa dönem beyin aktivitesini artıran madde yüksek dozlarda öforiye neden olmaktadır. Madde alındığında tansiyon ve vücut sıcaklığı yükselir, göz bebekleri genişler. İshal, bulantı, kusma görülebilir .
Beyin kimyasını bozup depresyona yol açtığı bilinmektedir. Bağımlılarında kalıcı anhedoni oluşmaktadır. Eroin'den daha kuvetli bağımlılık yaptığı ileri sürülmüştür.
Devamlı kullanıcılarında meth ağzı denen diş çürükleri gözükür, bağışıklık sistemi baskılanır. Bu kişilerde stafilokok enfeksiyonları sıktır. Kilo kaybı ve kısa dönem libido artışı, ardından erektil disfonksiyon da bilinen etkilerindendir.
Kuvvetli sistemik reaksiyon ile ölüm görülebilir.
Rol yapma oyunu
Rol yapma oyunu (RYO), "(İngilizce: Role-Playing Game, RPG)"; oyuncuların kurgusal bir sahnede farklı karakterlerin rollerini üstlendikleri oyunların genel bir ailesidir. Oyuncular, belirli kurallar çerçevesinde oluşturulan karakterleri yöneterek bir hikâyenin parçası olurlar.
"Kalem ve kâğıt" RYO denilen orijinal biçimi, baştan sona konuşma aracılığıyla iletilir; oysa canlandırmalı rol yapma oyunlarında (LARP - Live Action Role Playing), oyuncular, karakterlerinin eylemlerini fiziksel olarak oynarlar. Bu biçimlerin her ikisinde de her oyuncu tek bir karakterin rolünü yaparken; bazı oyuncular Oyun Yöneticisi görevini üstlenerek oyununun senaryosunu hazırlar, kullanılacak ilkeleri belirler ve oyuncu karakterlerin iradesi dışında gelişen olayları kontrol eder. Belirsizlik faktörünün sağlanması için genellikle zarlar kullanılır. Kalem ve kâğıt RYO, Türkiye'de yaygın olarak "FRP" adıyla bilinir.
RYO'ların çok oyunculu metin tabanlı MUD'ları ve grafik arayüzlerini içeren birkaç çeşidi elektronik ortamda bulunur. Rol yapma oyunları, oyuncuların, oyun sürecinde belirli kullara göre kabiliyetleri gelişen bir karakteri veya karakter grubunu kontrol ettikleri rol yapma video oyunlarını da kapsar. Oyun mekanikleri sıkça kalem ve kâğıt RYO kurallarına dayanır; ama, işbirlikçi hikâye anlatımından daha fazla, karakter geliştirmenin üzerinde durur. Oyun dünyaları da kalem ve kâğıt RYO dünyalarıyla benzerdir.
Biçimlerin bu çeşitliliğine rağmen; rol yapma unsurları içeren kart toplama oyunları ve savaş oyunları gibi bazı oyunlar bunlara dahil değildir. Rol yapma etkinliği, bazen, böyle oyunlarda bulunabilmektedir ama temel odak noktası değildir. Terim, bazen de rol simülasyonu oyunları ve eğitim, antrenman ve akademik araştırmada kullanılmış egzersizleri açıklamak üzere kullanılır.
Rol yapma oyunları, sosyal etkileşimi ve iş birliğini vurguladıkları oyunların diğer birçok türünden esas olarak farklıdır. Hâlbuki, genel oyunlar, kart oyunları ve spor oyunları rekabeti vurgular.
Kalem ve kâğıt rol yapma oyunlarının hem yazarları hem de büyük yayıncıları, etkileşimli ve işbirlikçi hikâye anlatımının biçimi olması için onları vurgularlar; ancak, rol yapma oyunu dahilinde hiç gerçek hikâye yokken, romanlar ve filmler gibi gerçek öyküler dikkate alınmaz. Olaylar, karakterler ve öykü yapısı yerine, öykü tecrübesinden bir fikir verir. Hikâyeler gibi rol yapma oyunları, hayali gücünü tuttukları için başvururlar. Etkileşim, rol yapma oyunları ve geleneksel kurgu arasındaki kritik farktır. Hâlbuki, bir televizyon programının seyircisi pasif bir gözlemci, rol yapma oyunda bir oyuncu hikâyeyi etkileyen seçimler yapar. Bu gibi rol yapma oyunları, hikâye meydana getirmek amacıyla arkadaşların, küçük bir partide iş birliği yaptıkları hikâye anlatma oyunlarının eski bir geleneğini devam ettirmektedir.
Basit rol yapma kalıpları, "polisler ve hırsızlar" ve "kovboylar ve Kızılderililer" gibi çocuk geleneksel çocuk oyunlarında bulunurken; rol yapma oyunları, oyun kolaylaştırıcıları ve etkileşimin ilkeleri gibi eklerle, bu temel kanıya, bir entelektüellik ve süreklilik seviyesi ilave eder. Rol yapma oyunundaki katılımcılar, özel karakterler ve gelişmekte olan bir plot oluşturacaklardır. İlkelerin ve oyunlardaki daha fazla veya daha az gerçeğe uygun bir kampanya sahnesinin tutarlı sistemi, güvensizliğin asılmasına yardım eder.
Oyun, küçük bir sosyal toplantıda konuşma aracılığıyla yönlendirilir. GM, oyun dünyasını ve onun sakinlerini anlatır. Diğer oyuncular tasarlanmış karakterlerinin tasarlanmış eylemlerini anlatırlar ve GM sonları anlatır. Bazı sonlar oyun sistemi tarafından belirlenirler ve bazıları GM tarafından seçilirler.
Bu, rol yapma oyunların |
ın ilk kez halka sevdirildikleri biçimidir. İlk kez ticarî olarak piyasada bulunan RYO D&D, "düşlem yazını" ve "savaş oyunu" hobisiyle esinlendi ve 1974'te yayınlandı. D&D'nin tutulması, oyun konuları, ilkeleri ve tarzlarının geniş bir çeşitliliğiyle oyunları yayınlayan kalem ve kâğıt rol yapma oyunu endüstrisinin doğuşuna yol açtı.
Günümüzde bazı firmaların (Wizards of the Coast, White Wolf, Steve Jackson Games) oyunları yaygın olarak oynanır. Ayrıca bağımsız olarak yayımlanan yaygın sistemler de vardır. Bazı oyuncular kendi yarattıkları dünyaları ve kural sistemlerini oynamayı tercih eder. Türkiye'de en çok sevilerek oynanan RP'ler; FRP örneklerinden, Ejderha Mızrağı Destanı, Unutulmuş Diyarlar, Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter Serisi, (Proudloud olarak da özel bir çeşite sahiptir Harry Potter) kitap serileridir. Bunun en büyük nedeni hayran sayısının yüksek olması ve kişilerin bu dünyaları yaşama arzusudur.
Bu biçim, sıklıkla bir "rol yapma oyunu" olarak basit bir biçimde atfedilir. Bu RPG biçimini diğer kalıplardan ayırt etmek için retroyms "rol yapma oyunu" ya da "masaüstü rol yapma oyunu", ne kalem ve kâğıt ne de bir masa gerekli olmamasına rağmen, bazen kullanılırlar. FRP, yani Fantastik Rol Yapma Oyunu, rol yapma oyununun bir alt türüdür.
Bir LARP doğaçlama tiyatro gibi daha iyi oynanır. Katımcılar onları anlatmak yerine karakterlerinin eylemlerini davranışlarıyla ortaya koyarlar ve asıl sahne, oyun dünyasının hayalî sahnesini temsil etmek için kullanılır. Oyuncular sıklıkla onların karakterleri olarak kostümlü olup uygun sahne donanımları kullanırlar ve buluşma yeri oyun dünyasının düşsel sahnesini çalmak için donatılabilmektedir. Diğer LARP'lar, airsoft tabancaları veya köpük silahları gibi taklit cephaneyle fiziksel savaşı kullanırken; bazı canlı eylem rol yapma oyunları, sembolik olarak anlaşmazlıkları çözmek üzere özelliklerden "taş-kâğıt-makas"ı veya kıyaslamayı kullanırlar.
LARP'lar boyca, birkaç bine yakın bir avuç dolusu oyuncudan ve sürece, birkaç güne yakın bir çift mesai saatinden değişime uğrarlar. Bir LARP'taki oyuncu sayısı genellikle bir rol yapma oyunundakinden daha bol olduğu ve oyuncular ayrı fiziksel alanlarda etkileşime geçebildikleri için, bir öyküyü veya oyuncuları doğrudan doğruya eğlendirici sıkı bir şekilde koruma konusunda karakteristik olarak daha az önemi vardır ve oyun devreleri daha iyi paylaştırılmış bir tutumda sıklıkla yönetilirler.
Kalem ve kâğıt rol yapma oyunları, elektronik biçimlerin bir çeşidine dönüştürülmüşler. 1974 öncesine kadar, D&D sürümü olarak aynı yıl lisanssız sürümleri "dnd" ve "Dungeon" gibi başlıklar altında üniversite bilgisayar sistemlerinde geliştirildiler. Bu eski bilgisayar RPG'leri, çoğalan rol yapma video oyunu tarzı yanında, bütün elektronik kumarı etkiledi. Bazı yazarlar, rol yapma oyunlarını, RYO stil mekaniğini kullanarak tek oyunculu oyunlar ve sosyal etkileşimi katarak çok oyunculu oyunlar, birbirine geçmiş iki gruba ayırırlar. Lethal Love bunun bir örneğidir.
Tek oyunculu rol yapma video oyunları, sahneler ve oyun mekaniği terminolojilerini fazlaca kurdukları Zindanlar ve Ejderhalar gibi rol yapma oyunlarında kökenlerle bilgisayar ve konsol oyunlarını dağınık olarak tanımlı bir tarzını oluştururlar. Bu çeviri, dünyanın görsel bir temsilini sağlayarak ama işbirlikçi, etkileşimli hikâye anlatımı üzerinde istatistiksel karakter geliştirme üzerinde durarak oyun tecrübesini değiştirir.
Metin bazlı arayüz ve bir internet bağlantısı kullanarak oynanan "çevrim içi metin bazlı rol yapma oyunları" çok oyunculudur. Bu oyunlardan MUD'lar, MUSH'ler ve MU*'nun diğer çeşitleri gerçek zamanlı bir şekilde oynanır. Posta oyunları tur bazlı bir şekilde oynanır.
Çok oyunculu çevrim içi rol yapma oyunları (MMORPG) grafik arayüzleriyle MUD'ların büyük ölçekli sosyal etkileşimini ve sürekli dünyasını birleştirirler. Çoğu MMORPG karakterine uygun rol yapmayı etkin bir şekilde desteklememektedir; ancak oyuncular diğer oyuncularla iş birliği yaptıkları sürece oyunların iletişim işlevlerini rol yapmak için kullanabilirler.
Klasik rol yapma oyunlarında bulunan ortam ve oyun mekanikleri içeren bilgisayar oyunları ise "bilgisayar rol yapma oyunları" olarak adlandırılırlar. Bilgisayar endüstrisinin sık kullanımı ile RYO şimdilerde daha çok bu oyunları anlatmakta ve klasik oyunlara ise, kâğıt kalem rol yapma oyunu ve masaüstü rol yapma oyunu adı verilir.
İnternet üzerinde de yöneticilerin (DM veya GM), sanal forumlar oluşturarak, çok büyük kitleler için yarattıkları RYO'lar da (kısaca RP olarak da bilinir) yeni bir çeşittir. RP'ler de en büyük fark bir DM (oyun yöneticisi) olmadan da kişilerin, birbirleriyle kurgu yaratıp, oynayabilmesidir. Masaüstü RYO' en fazla 10-12 kişilik bir gruba hitap ederken, sanal forumlar da bu sayı 100 kişiyi geçebilir. Ayrıca programların getirdiği pratik çözümlerle de, oyunlar etkileşimli bir hale gelir.
Örnek
A Kişisi: A bugün kötü bir kâbus ile kalkmıştı. ABC hanına doğru ilerlerken B'i gördü, ancak onu görmek bile kendisini neşelendirmemişti.
B Kişisi: A'ya gülümseyerek "Merhaba" dedi ve koşarak boynuna atladı. "Sonunda Abim savaştan döndü, Siyah Yüreği devirmişler. Yanında yaratığın kendisine düşün parçası, bir pençesini getirdi. Buna inanabiliyor musun?" dedi hayranlıkla...
A Kişisi: Bu beklemedi haber karşısında B'lerin evine doğru son hızla koşmaya başladı. Eğer gördüğü doğru ise, C'nin başı çok büyük belaydaydı.
Belli kurallar çerçevesinde, oyun yöneticisinin (Dungeon Master) yazdığı bir hikâyeyi oyunculara oynatmasıdır. Oyun sırasında oyun yöneticisi oyuncuların gözü ve kulağı olur. Yönetici oyuncuların hangi durumda olduğunu söyler; oyuncular da ona göre yöneticiye ne yaptıklarını söylerler. Oyun yöneticisinin rolü video oyunlarındaki bilgisayarın rolüne benzetilebilir. Oyun yöneticisi oyunu yönetirken kararlarını farklı esneklik seviyelerinde veriyor olabilir. Oyunu tamamen keyfi olarak yönlendirebileceği gibi oyunu yönetirken bir kural kitabında yazan kaideleri ve şans faktörünü belirlemek için zarlar kullanabilir. Tipik bir oyun süreci, oyun yöneticisinin dünya durumu tasviri ve oyuncuların buna verdiği tepkiler şeklinde döngüsel olarak ilerler.
Bir oyuncu karakter bir oyuncu tarafından kontrol edilen kurgusal dünyadaki bir karakterdir. Her oyuncu tipik olarak bir karakteri kontrol eder. Oyuncu karakterler oyunun baş kahramanları olur. Ayrıca PC ("İngilizce": Player Character) adıyla da bilinir.
Oyuncu karakterlerin aksine, oyuncu olmayan karakterler oyun yöneticisi (Kağıt ve Kalem), oyun motoru (Video oyunu) ya da oyun yöneticisinin yardımcıları (LARP) tarafından kontrol edilir. Oyuncu olmayan karakterler kurgusal dünyanın nüfusunu oluşturur. Bu karakterler karşı kahraman, dost ya da izleyici rollerini taşır. Yaygın olarak NPC ("İngilizce": Non-Player Character) adıyla bilinir.
Kobuleti
Kobuleti (Gürcüce: ქობულეთი; Rusça: Кобулети / Kobuleti, Osmanlı dönemindeki adı Çürüksu), Gürcistan’da, Acara Özerk Cumhuriyetinde bulunan, aynı adlı ilçenin yönetim merkezi olan kenttir. Karadeniz kıyısında yer alır. Demiryolu istasyonunun ve çay işleme atölyelerinin bulunduğu Kobuleti, yazın önemli dinlence yerlerinden biridir. Nüfusu 18.600 kişidir (2002).
Kobuleti, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı yönetimine girdi ve ismini bu dönemde aldı. 93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'yla Çarlık Rusyasınca işgal edildi.
Bu tarihten sonra Anadolu'ya göç eden Müslüman Gürcülerin bir bölümü Çürüksu'dan gelmiştir. Bunlardan Çürüksulu Ali Paşa, başta Ordu ve çevresi olmak üzere, II. Abdülhamid döneminde muhacirlerin iskânı gibi konularda önemli rol oynamıştır.
Çürüksulu Mahmud Paşa İttihat ve Terakki hükümetlerinde bahriye (deniz kuvvetleri) ve nafıa (bayındırlık) bakanlığı yapmış, 1919'da barış hazırlıkları komisyonu başkanlığına atanmış, İngilizler tarafından Malta'ya sürülmüştür.
Gürcistan'ın eski başbakanlarından Zurab Noğaideli Kobuletlidir.
Flamingo
Flamingo ("Phoenicopterus"), flamingolar (Phoenicopteriformes) takımının flamingogiller (Phoenicopteridae) familyasından "Phoenicopterus" cinsini oluşturan 6 kuş türünün ortak adı.
Tek bir cins ("Phoenicopterus") ve onun altındaki 6 türden oluşur. Ancak biyologların en yeni verdiği sonuçlara göre Avrupa türü, Rosa türü ve kendi içinde ve çaprazlama üreyebildiklerinden 2 alt türü olan Küba türü olarak türlendirilir.
Flamingo, Anadolu'da Allı turna olarak bilinir.
Pembe renkli bir su kuşudur.
Flamingolar, uzun ve ince bacaklara, yine uzun, eğri bir boyuna ve rosa rengi tüylere sahiptir. Belirgin özelliklerinden biri kıvrık bir gagasının olması ve bunun üst kısmıyla daldırıp da yiyecekleri su ya da çamurdan çıkarırken filtre vazifesi görmesidir. Tüylerindeki kırmızı renk tonları, yedikleri yiyeceklerin içerdiği karotin miktarına göre değişir. Esaret altındaki genç kuşlar, çok az karotin içerikli besinler aldığından beyaz tüylere sahiptirler.
Flamingolar Afrika, Güneybatı ve Orta Asya, Güney Avrupa, Güney ve Orta Amerika'da görülürler. Güney İspanya ve Güney Fransa'da da kuşun en büyük ve yaygın türü olan rosa flamingo ("Phoenicopterus roseus") kuluçka zamanı görülürler. Bu tür 130 cm boyunda olup Afrika, Asya ve Güney Avrupa'da yaşar.
Almanya'nın Hollanda sınırında ise çeşitli flamingo türlerinden bir koloni yaşar ki bu koloni dünyanın en kuzeyde yaşayan kolonisidir.
Flamingolar büyük topluluklar halinde, durgun sulara sahip göl, tuz gölü ya da lagünlerde yaşarlar. Diğer hayvan türlerinin az bulunduğu, sıra dışı doğa koşullarının bulunduğu yerlere gelirler. Örnek olarak tuz gölleri ya da alkalik içerikli göller verilebilir. Kısacası bu kuş türü tuzlu ve sodalı sığ sularda yaşar. Bunların dışında ısı farklılığının aşırılıklar gösterdiği durumlara da katlanabilirler. Yurdumuzda en iyi gözlendiği yer Denizli/Çardak havaalanının bulunduğu Acıgöl'dür.
Bulundukları ortamda kuş gruplarının birey sayısı 1 milyonu bulabilir.
Genelde yengeç, karides, artemia gibi eklem bacaklı hayvanları, karınca larvası ve yosun yerler. Aşağı doğru eğik gagaları sayesin |
de, yiyecekleri çok zor ortamlarından dahi çıkarabilirler.
İç sistematikte iki farklı konsept vardır: Flamingoların "Phoenicopterus", "Phoeniconaias" ve "Phoenicoparrus" olarak üç cinse bölünmesi veya tüm türlerin ortak olarak "Phoenicopterus" cinsinde birleşmesi. Son varyete daha eski olurken ilk olarak bahsedilen de yeni değildir. Phoenicoparrus 1856'da Charles Lucien Jules Laurent Bonaparte tarafından, Phoeniconaias 1869'da George Robert Gray tarafından bölünmüştür. Her iki varyete bugüne kadar gelir. Phoenicopterus diğer ikisinden daha az özelleşmiş bir pul yelpazesinden ayırt edilirken, Phoeniconaias ve Phoenicoparrus ise bir arka tırnağın olması veya olmaması ile farklılaşırlar. Aşağıda 3 cinsin dağılımları bulunur.
Karayip flamingosu ("Phoenicopterus ruber ruber") bugün genelde Büyük Flamingo'nun alt türü olarak geçer. Bu durumda Büyük flamingo ruber türü adını alırken, Karayip flamingosu ve büyük flamingo ayrı türler olarak sınıflandırıldığı durumlarda, karayip flamingosu ruber, büyük flamingo ise roseus türü adını alır.
Savunmasız olduklarından genelde geceleri uçarlar ve ıssız bölgelerde ürerler. Her dişi, konik yuvasına birer yumurta bırakır. Yavrular yumurtadan çıkana kadar eşler sırayla kuluçkaya yatar. 30-32 günde yavrular çıkar. Ördek iriliğinde olan yavrular, gri renklidir. İki aylık olana kadar anne ve babaları tarafından beslenir. 100 günlük olunca uçarak ayrı topluluklar kurarlar. Düzenli üremeleri yoktur. Her yıl veya 3-4 yılda bir kere yumurtlayanları da vardır.
Afet
Afet; insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, insanın normal yaşantısını ve eylemlerini durduracak veya kesintiye uğratacak, imkânların yetersiz kaldığı, insan kökenli olaylara verilen genel bir isimdir. İnsanlardan kaynaklanması yönüyle, doğal afetten ayrılır.
Bir olayın afet olarak nitelendirilebilmesi için insanları veya insanların yaşamını sürdürdüğü çevreyi etkili biçimde etkileyecek kadar büyük olmalıdır. Buradan yola çıkarsak afet bir olaydan ziyade bir olayın doğurduğu sonuçtur.
Afetlerin doğurduğu sonuçlara bakıldığında; en başta can ve mal kaybına neden oldukları görülür. Can kayıpları insan ve hayvanların ölmesi; mal kayıpları ise eşya bina ve tarım alanlarının zarar görmesidir. Kayıpların bir kısmı doğrudan hemen afetle birlikte ortaya çıkarken bir kısmı ise belirli bir süre sonra ortaya çıkabilir. Örneğin sel sırasında can ve mal kaybı meydana gelmektedir. Ancak sel baskınından sonra sellerin getirdikleri moloz, kum ve çamur tarım alanlarını verimsizleştirerek dolaylı ve uzun süreli zararlar da meydana getirebilmektedirler.
Doğanın kendi davranışlarından kaynaklanırlar; fakat doğanın davranışları karşısındaki insan unsuru da bu tür doğal afetlerin tetikleyicisi olabilmektedir. (Dere yataklarının ıslah edilmesi, çarpık kentleşme vb.)
Doğanın kendi gücü dolayısıyla değil de insanın doğaya olan etkileşiminin aşırılışması sonucunda oluşan afetlerdir. Eğitimsizlik, bilgisizlik, dikkatsizlik, yeterli önlemlerin alınmaması gibi sebeplerden ötürü kaza veya kasıt sonucu ortaya çıkarlar.
Bu afet türleri bazı kaynaklarda insan kaynaklı afetlerle beraber, bazı kaynaklarda insan kaynaklı afetlerin alt başlığı, resmî kaynaklar dahil bazı kaynaklardaysa insan kaynaklı afetlerden ayrı bir başlık olarak incelenmektedir. Tıpkı insan kaynaklı afetler gibi eğitimsizlik, bilgisizlik, dikkatsizlik, yeterli önlemlerin alınmaması gibi sebeplerden ötürü kaza veya kasıt sonucu ortaya çıkarlar.
Burun boşluğu
Burun boşluğu (nazal kavite veya nazal boşluk) yüzün ortasında burnun arkasında ve üstünde bulunan hava ile dolu, büyük bir boşluktur.
Yutak
Yutak, geniz veya farinks, sindirim kanalının, ağız ve burun boşluğunun arkasında yer alan bölümüdür.
Yutakta gırtlak bulunur. Alınan besinin yemek borusuna geçmesini sağlar. Solunum sisteminde de etkin rol oynar.
Yutak (farinks) yetişkinlerde 12–13 cm uzunluğunda, tüp biçiminde, mukoza ile kaplı kaslı bir organdır. Üst sınırı kafatasının altında,alt sınırı ise 6. boyun omuru hizasında-dır. Yutağın en üst bölümü hemen önündeki burun boşluğu ile bağlantı halindeyken, alt ucu yemek borusu (özofagus) ile devam eder. Yutağın yemek borusuna tutunduğu bölümü sindirim kanalının en dar bölgesidir. Yutağın arka duvarı omurganın boyun bölümüyle komşudur.Yutak yukarıdan aşağı doğru “Nazofarinks”, “Orofarinks” ve “Laringofarinks” olmak üzere üç bölümden oluşmuştur. Nazofarinks bölümü hemen önündeki burun boşluğu ile, burun arka delikleri aracılığıyla bağlantı halindedir.
Farinks, geleneksel olarak üç bölüme ayrılır.
Soluk borusu
Nefes borusu (soluk borusu) vücutta solunan havanın geçtiği, boru şeklinde bir organdır. Omurgalılarda trakea havanın boğazdan akciğerlere geçişini sağlarken, omurgasızlarda dışarıdaki havayı doğrudan iç dokulara ulaştırır.
Soluk borusu, gırtlağın altındadır, on iki santimetre boyundadır.(Yani çok uzun değildir.) Altıncı boyun omuru hizasında gırtlaktan başlar. Dördüncü sırt omurunda ikiye ayrılarak bronşları yapar. Arkası düz silindirik bir borudur. Arka duvarı zardan, diğer duvarları yarım halka biçiminde üst üste dizilmiş kıkırdaklar, kas ve zardan yapılıdır. Soluk borusunun içini örten mukoza hava ile gelen küçük yabancı cisimlerin dışarıya atılması için, titrek tüylü hücrelerle döşelidir .Bronşlar, soluk borusunun ikiye ayrılmasından doğanlar, soluk borusunun yapısındadırlar, yalnız kıkırdakları daha düzensizdir. Her biri bir akciğere girer, sağ bronş daha kalın, daha kısa, daha diktir; sol bronş daha ince, daha uzun ve daha yataydır. Bronşlar akciğerde ince dalcıklara ayrılırlar. Akciğer, göğüs boşluğunda sağ ve solda iki tanedir. Sağ akciğer, üç sol akciğer iki lobludur. Her akciğer tabanı diyaframda olan birer yarı koni biçimindedir. Dış ve iç iki yüz bir taban bir de tepeleri vardır. Akciğere giren çıkan yapılar iç yüzün ortasından girerler. Buraya akciğer atardamarları, akciğer toplardamarları, akkar yolları ,sinirler girer ve çıkarlar. Bronşlar içi hava ile dolu alveol denen keseciklerde biterler. Bu keseciklerin duvarlarında kılcal damarlar yayılır. Plevra, akciğerin dış yüzü ile diyafrağmanın üst yüzünü arasız örten seröz bir zardır. İç ve dış iki yaprağı arasında plevra boşluğu adı altında nemli ve kaygan boşluk vardır. Böylece, akciğerin solunum sırasında şişip küçülmesi kolaylıkla sağlanmış olur.
Soluk borusu epitel hücreleri, burada epitel ve goblet hücreleri bir arada yer alır. Epitel hücrelerinin bir kısmı, sil denilen kirpiksi uzantılar içerir. Goblet hücrelerinin salgıladığı mukus, soluk borusunun iç yüzeyinin kaygan ve nemli kalmasını sağlar. Siller, hem mukusun yayılmasını sağlar hem de toz gibi yabancı parçacıkların akciğerlere kaçmasını önler.
Şerefname
Şerefname Kürt sülalelerinin ayrıntılı tarihçesidir. Şeref Han tarafından 1597 tarihinde Farsça olarak kaleme alınmıştır. Kürt tarihine ilişkin en önemli özgün kaynaklardan biridir.
Şeref Han, Bitlis emiri Şemseddin Han'ın oğlu, Osmanlılarla 1514'te ittifak andlaşmasını imzalayan ve Bitlis'teki Şerefiye Camii'ni inşa ettiren 4. Şeref Han'ın torunudur.
Kitabın yazar tarafından istinsah edilmiş özgün elyazması Oxford'da Bodleian Kütüphanesi'ndedir. Türkiye kütüphanelerinde çok sayıda elyazması nüshası bulunmaktadır.
1860'ta Rusça, 1868'de Fransızca çevirisi yayımlanmıştır. Muhammed Ali Avni'nin Arapça çevirisi 1958-1962'de Kahire'de iki cilt olarak basılmıştır.
Şerefname'nin ilk Türkçe çevirisi ise 1971 yılında Mehmet Emin Bozarslan tarafından yapıldı. Celal Kabadayı tarafından yapılan bir çeviri 2007'de Yaba Yayınları tarafından basılmıştır.
Gökkuşağı
Gökkuşağı, güneş ışınlarının yağmur damlalarında veya sis bulutlarında yansıması ve kırılmasıyla meydana gelen ve ışık tayfı renklerinin bir yay şeklinde göründüğü meteorolojik bir olaydır. Gökkuşağında görülen yedi renk; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi çivit mavisi, menekşedir.
Tipik bir gökkuşağı kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renklerinden meydana gelen bir renk sırasına sahip bir veya daha fazla aynı merkezli arklardan ibarettir. En çok rastlanan çeşidi ilkel (birinci) gökkuşağıdır. Bu çeşidin merkez açısı 42° civarındadır ve kırmızı renk dış tarafa, mor renk iç tarafa isabet eder. Bazen ışığı daha zayıf merkez açısı 50° civarında olan tali (ikinci) gökkuşağına da rastlanır. Güneşin ufuktan yüksekliği 52 dereceyi geçerse gökkuşağı oluşmaz, 42,5 derecenin üzerinde olursa gökkuşağı görülmez. Bunda renk dizilişi diğerinin tersidir. Bunların haricinde sadece dar kırmızı veya kırmızı-yeşil renk bantlarından müteşekkil küçük kuşaklar da görülür ve bunlar birinci gökkuşaklarının iç tarafında ve ikincilerin dış tarafında bulunurlar. Gökkuşakları; ışık ışınlarının yağmur damlaları ve sis tanecikleri tarafından kırılması, yansıtılması ve dağıtılması ile meydana gelir. Büyük damlaların meydana getirdiği kuşaklar en parlak ve renk ayrılması en belirgin olanlarıdır. Küçük yağmur damlalarının meydana getirdiği kuşaklar ise daha zayıf ve daha geniş olurlar. Bunun en tipik örneği sis kuşağı olarak da isimlendirilen ve sis bulutu veya buğusu tarafından meydana getirilen beyaz kuşaklardır.
−
Genellikle yarım çember olarak gözükmelerine karşın, bir dağ tepesinden veya uçaktan bakıldığında, gökkuşağı konisi olarak adlandırılan çember şeklinde görülebilir.
−
Gökkuşağının olabilmesi için gökyüzünde güneş olmalıdır. Gökkuşaklarının sık göründüğü zaman ikindiye doğru özellikle sağanak yağışların geçmesinden sonraki zamandır. Gökkuşağı daima güneşin tam karşısında olan kısımdadır. Gökkuşağını görebilmek için güneşe arkamızı dönmemiz gerekmektedir.
Mitolojiye göre Yunan tanrılarının kraliçesi olan Hera yeryüzüyle haberleşmek istediğinde, "renkli elbise" sini giyerek giden haberci İris'i gönderirdi.Eski Atinada'ki ölümlüler İris'in görev başında olduğunu gökkuşağını görünce anlarlardı. Birçok kültür gökkuşağını cennet ile dünya arasındaki köprü olarak görmektedir. Doğadaki en güzel manzaralardan biri olan gökkuşağı batı kültüründe umut ve şans sembolü olmuştur. İran Müslümanlarına gör |
e gökkuşağındaki renklerin bir önemi vardır. Yeşil bolluk, kırmızı savaş ve sarı ise ölüm anlamına gelir. Sibirya’da güneşin dili olarak düşünülür. Güney Amerika Yerlileri ise denizin üzerinde görülmesinin bir şans olduğuna inanırlar. Diğer adları; alkım, ebekuşağı, ebemkuşağı, eleğimsağma, hacılarkuşağı, meryemanakuşağı, alaimisemadır. Yeygör, Süleyke gibi adlarla da bilinir. Moğollar Solongo derler. Buryatlar ise Holongo olarak söylerler.
Türk kültüründe Alkım veya “Alakuşak” da denir. Umay Ana yeryüzüne inmek için gökkuşağını kullanır. Bazen göğe asılmış bir yay olarak düşünülür. Bazen bir yol olarak tasvir edilir. "Al inancı"yla bağlantılı olarak ele alındığında yerle göğü birbirine bağlayan büyülü bir köprü olduğu anlaşılır. Pura adlı koçlar veya atlar (ruhlar) alkımın üzerinde görülürler. Kazakçadaki tabir ise başka bir mitolojik varlıkla ilgilidir ve Kempirkoşak (Kempirkuşağı) ve Enekemkoşak/Cenekemkoşak denir. Anadolu'da çocuk oyunlarında büyük ve tıpkı gökkuşağı gibi renkli bilyelere Eneke adı verilir. Teleğüt Tüklerinde ise Eneke sözcüğü koruyucu ruh demektir. Koşak sözcüğünün koç, kukla, ikiz gibi anlamları da bulunur. Tüm dünya mitolojilerinde ilgi çekici bir unsur olan Gökkuşağı pek çok dış tesirle karşılaşsa da bir kuşak olduğu ve yeryüzünü sardığı fikri temelde aynı kalmıştır. Azericede Göykurşağı şeklinde ifade edilir ve anlam Türkçedekiyle aynıdır. Türk kültüründe daima bu kavramı nitelemek için Kuşak tabirinin tercih edildiği görülür. Şamanın göğe çıktığı bir köprü olarak algılanır. Tüm dünya mitolojilerinde gökkuşağına söylencesel anlamlar yüklenir ve çoğu zaman da bunu çağrıştıran isimler verilir. Gökkuşağı görsel olarak tüm insanlığın daima ilgisini çekmiştir, çünkü fizik kuralları gereği ona hiçbir zaman ulaşmak mümkün değildir, bu nedenle geriye tek bir şey kalır, hayalgücünü zorlamak. Gökkuşağının Anadolu'da yaygın olarak kullanılan diğer adı olan Alkım sözcüğü Alkımak (hoş görünmek, hoşa gitmek, hayırdua etmek) fiiliyle bağlantılıdır. Beğenilme, hoşa gitme anlamı bulunur.
İkincil gökkuşağı farklı yağmur damlalarından dolayı ikinci bir yansımadan kaynaklanır ve 50-53 ° 'lik bir açı ile görüntülenir. İkincil gökkuşağındaki renk dizilişi birincinin tersi olur. İçte kırmızı, dışta mavi. İkincil gökkuşağı daha geniş bir alana yayıldığından birinciye oranla daha sönüktür.
İki gökkuşağı arasındaki karanlık bölgeye ise ilk olarak Alexander of Aphrodisias tarafından tarif edildiği için "Alexander's band" denir.
Çelik
Çelik, demir elementi ile genellikle %0,2 ila %2,1 oranlarında değişen karbon miktarının bileşiminden meydana gelen bir alaşımdır. Çelik alaşımındaki karbon miktarları çeliğin sınıflandırılmasında etkin rol oynar. Karbon genel olarak demir'in alaşımlayıcı maddesi olsa da demir elementini alaşımlamada magnezyum, krom, vanadyum ve volfram gibi farklı elementler de kullanılabilir. Karbon ve diğer elementler demir atomundaki kristal kafeslerin kayarak birbirini geçmesini engelleyerek sertleşme aracı rolü üstlenirler. Alaşıyımlayıcı elementlerin, çelik içerisindeki, değişen miktarları ve mevcut bulundukları formlar (çözünen elementler, çökelti evresi) oluşan çelikte sertlik, süneklilik ve gerilme noktası gibi özellikleri kontrol eder. Karbon miktarı yüksek olan çelikler demirden daha sert ve güçlü olmasına rağmen daha az sünektirler.
Yüksek karbon içeren alaşımlar, düşük erime noktaları ve dökme kabiliyetleri nedeniyle dökme demir olarak bilinirler. Çelik ayrıca az miktarda karbon içeren fakat demir cüruflarını da kapsayan dövme demir olarak da ayırt edilir. İki ayırt edici faktör de çeliklerin pas önleyiciliklerini artırır ve daha iyi kaynaklanabilirlik sağlar.
Her ne kadar Rönesans'tan uzun süre önceleri çelik çeşitli etkisiz metotlarla üretilmişse de 17. yüzyılda icat edilen daha etkili üretimlerden sonra kullanımı yaygın bir hâl aldı. 19. yüzyılın ortalarında Bessemer değiştirgeci'nin icadıyla çelik pahalı olmayan seri üretim materyali olmaya başladı. İlerleme sürecinde ilave edilen temel oksijen ile çelik yapımı gibi mükemmelleştirmeler üretimin maliyetini düşürürken metalin kalitesini arttırdı. Günümüzde, her yıl 1300 milyon ton üretimi ile, çelik dünyada en çok kullanılan ortak malzemelerden birisidir. Binalarda, altyapı üretiminde, aletlerde, gemilerde, otomobillerde, makinelerde, aksesuarlarda ve silahlarda ana malzemedir. Modern çelik çeşitli standartlar kuruluşları tarafından çeşitli özelliklerine göre sınıflandırılır.
Demir, birçok metal gibi, yeryüzü kabuğunda oksijen veya sülfür gibi diğer elementlerle kombine olmuş halde, sadece cevher şeklinde bulunur. Standart demirin içerdiği mineraller arasında FeO demir oksit (esmer renkte olan doğal demir oksidineden ibaret bir maden filizi) ve FeS pirit (budala altını) vardır. Demir, oksijenin uzaklaştırılması ve cevherin kimyasal açıdan tercih edilen eşi karbon ile birleştirilmesi ile cevherden çekilir. Bu süreç, ilk olarak kalay (yaklaşık olarak erime noktası ) ve bakır (yaklaşık olarak erime noktası ) gibi erime noktası düşük metallerde tatbiki yapılmış ve madeni tasfiye etme işlemi olarak bilinmektedir. Karşılaştırma yapılırsa dökme demirin yaklaşık olarak civarında eridiği görülür.Bütün bu sıcaklıklara Bronz Çağı'ndan bu yana uygulanan eski metotlarla ulaşmak mümkündür. Oksijen oranının kendi kendini hızlıca 800 °C nin civarına yükseltmesinden beri, madenin tasfiyesi işleminin düşük oksijen ortamında yer alması önemlidir.Bakır ve Kalaya benzemeyen sıvı demir Karbonu kolayca çözer. Maden tasfiye işlemi çelik adı verilen yüksek Karbon içeren alaşım pik demir olarak sonuçlanır. Fazla gelen Karbon ve diğer katkı maddeleri bir sonraki basamakta uzaklaştırılır.
Çeliklerin fiziksel ve mekanik özellikleri, içlerinde bulunan karbon yüzdesine göre değişir. Karbon yüzdelerine göre çelikler üç grupta toplanır;
Paslanmaz çelikler, günümüz çelik sektörünün üzerine yoğunlaştığı ve en çok kullanılan çelik türüdür. Çeşitli paslanmaz çelik kalite ve standartları bulunmaktadır. Genel olarak paslanmaz çelikler %10-%25 arasında Cr (krom) içerirler. Krom, çeliğin yapısında çeliğin yüzeyine çıkarak kromoksit tabakası oluşturur ve demirin oksitlenmesini engeller. Bu krom oksit tabakası çok ince bir film olarak oluşup malzemenin mekanik özelliklerinde herhangi bir kötü etki yaratmaz. Ayrıca alaşım elementi olarak Ni (nikel) de kullanılır. Nikel paslanmaz özelliğini iyileştirir ve iyi bir korozyon direnci sağlar. Paslanmaz çelikler neredeyse tüm sanayi kollarında kullanılmaktadır.
Benzaldehit
Benzaldehit, aromatik aldehitlerin en basit üyesi. CHCHO formülünde olup, renksiz, uçucu bir likittir. 179 °C'de kaynar, acı badem kokusundadır. Acı bademden ve sentetik olarak benzal klörünün hidrolizi ile elde edilir:
Diğer bir metot da toluenin uygun ortamda oksidasyonundan elde edilir.
Benzaldehit trifenil metan ve akridin boyaları üretiminde bir ara ürün olarak önemli bir materyaldir. Birçok organik bileşiğin sentezinde, parfümeri ve fotoğrafçılık kimyasında kullanılır.
Oğuzlar
Oğuzlar, Oğuz Kağan Destanı'na göre 24 boydan ve Kaşgarlı Mahmud'un "Divânu Lügati't-Türk" eserine göre 22 boydan oluşan Orta Asya kökenli en kalabalık Türk boyu. Günümüzde Türk nüfusunun çoğunluğu Oğuz boyundandır.
7. yüzyıl civarında konar-göçer bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak Bizans İmparatorluğu kayıtlarına göre önce Balkanlara yayılmışlardır. Oğuzlar, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, İran, Irak, Suriye, Mısır ve Balkanlarda (Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Sırbistan) yaşayan Türklerin atası sayılmaktadırlar.
Destanlara göre Oğuzlar Oğuz Han'ın 6 oğlu ve onların 4'er oğlundan meydana gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve unvanları vardır. Bu bölümleme Oğuz Kağan Efsanesi'nden kaynaklanmaktadır
Bu boyların Bozoklar ve Üçoklar olarak ikiye bölünmesi ise daha sonradır. Bu iki ana kol arasında çıkan anlaşmazlıklar, boyların bir kısmının batıya göçmesine neden oldu. Bir kısmı da Göktürk Devleti'nin kurulması ve Ötüken'i işgali nedeniyle batıya göçmüştür (6. yüzyıl). Kalanlar Göktürk egemenliği altına girmiştir.
630'da ilk Göktürk devletinin zayıflayıp Çin kontrolü altına girmesiyle tekrar birleşmeye başlamışlarsa da İkinci Doğu Göktürk Devleti kurulunca fazla direniş gösteremeden tekrar egemenlik altına girdiler (7. yüzyıl sonları). 745 yılında İkinci Doğu Göktürk Devleti de yıkılınca batıya ve Çin'e göçmüş birçok Oğuz Boyu da Ötüken'e geri dönerek Kutluk Bilge Kağan'ın kurduğu Uygur Devleti çatısı altında birleşti. Altayların batısındaki ve Tanrı Dağları bölgesindeki Oğuz toplulukları ise Gök Türklerin batı kolu olan Türgiş ya da Türkeş Kağanlığına bağlı olarak varlıklarını sürdürdüler. 760'lı yıllarda bölgeyi ele geçiren Karluk boyunun kurduğu devlette yer aldılar. Bu boyun öncülüğünde Yağma ve Çiğil boylarının da katılımıyla kurulan Karahanlı Devleti içinde Oğuz boyları da vardı. 10. yüzyılda Hazar Denizi'nin doğusunda Oğuz Yabgu önderliğinde ilk devletlerini kurdular. 1000 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılan bu devletten sonra Oğuzlar ikiye bölündü, bir kısmı kuzeye giderek bugünkü Kırım, Kazak, Bulgar ve Tatarların atası oldular; bir kısmı da Selçuk Bey önderliğinde güneye indiler, İslamı kabul edip İslâm orduları hizmetine girdiler. Doğu'daki Oğuz kitlelerinin tarihi başka yönde gelişti. 840 yılında Uygur Devleti Kırgızlar tarafından yıkılınca Oğuzların asıl büyük göçü başladı ve Asya'nın dört bir tarafına ama daha çok kitleler halinde batıya göçtüler ve öteki kandaş boylarla birleştiler.
Oğuz kitleleri içinde Kınık boyundan olup ataları Selçuk'un adından ötürü Selçuklular olarak anılmaya başlayan bir kol Tuğrul Bey önderliğinde 1038 yılında Irak ve İran'da Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu kurdu. Etrafta dağınık yaşayan diğer Türk boyları da bu İmparatorluğa katıldı. 1040'da Merv yakınlarındaki Dandanakan Muharebesi'nde Gaznelileri yendiler.
Selçuklu egemenliği İran, Horasan, Merv, Irak, Suriye, Güney Kafkasya ve Anadolu'da bir asırdan fazla sürdü. Son büyük sultanları Sencer'in 1141'de |
Semerkant ile Buhara arasında bulunan Katavan mevkiinde Moğol kökenli Karahıtaylılar'a yenilmesi ile devlet çözülmeye başladı. 1153'te kuzeydoğudan gelen Karahıtaylar ve Karluklar tarafından imparatorluk yıkılınca Oğuzlar dağıldı. Dağılan bu boyların kimi Harzemşahlara bağlandı, kimi Horasan'a, Kirman'a göçtü, kimileri de daha batıya gidip Irak'a, Suriye'ye yerleşti, kimileri de Anadolu Selçuklu Devleti 'ne katıldı. Bunlardan sonra kurulan Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi Devletleri, Alemdarlar, Anadolu beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu, Suriye, Irak ve Azerbaycan'da çeşitli beyliklerde de Oğuz Kağan Destanı mevcuttu.
"Oğuz" daha doğrusu "Oguz" sözünün yapısına dair birçok görüş vardır. Etimoloji açıklamalarından birisi şu şekildedir: Ok+u+z "Oklar; boylar".
"Oğuz" sözü, kendi orijinal yapısı yanında, tarihte birçok şekilde kullanılmıştır. Bizanslar "Uz" der, Araplar "Guz" der.
Türk-Oğuz geleneklerine göre idarî ve sosyal teşkilat, ikili bir yapı oluşturmaktaydı. Bu geleneğe uygun olarak Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar olmak üzere on ikişer boydan iki ana kola ayrılmışlardı. Her boyun, idarî ve sosyal mevkilerini yansıtan orun ve ongunları vardı. Yine Oğuz geleneklerine göre Bozoklar hâkim unsur, Üçoklar ona tâbiydi.
24 Oğuz boyunu önce iki kolda (Bozoklar ve Üçoklar) daha sonra Oğuz Han'ın 6 oğluna ve son olarak da onların 4 oğluna ayırmaktadır. Listelerin kaynakları, Kaşgarlı Mahmud ve 14. yüzyılda yaşayan Reşideddin'e dayanmaktadır. Reşidüddin 24, Kaşgarlı Mahmut ise 22 boy saymaktadır.
Ulan Batur
Ulan Batur (, "Ulaanbaatar"), Moğolistan başkenti ve en büyük şehridir. Moğolca'da "Kızıl Bahadır" anlamına gelen şehrin eski ismi Urga'dır. 2014 yılı itibarıyla nüfusu 1.3 milyondan fazladır.
Ulan Batur, Orta Kuzey Moğolistan'da, Tuul Nehri üzerinde bir vadide, 1,310 metre rakımda yer almaktadır. Şehir, ülkenin kültür, sanayi ve mali kalbi ve Moğolistan karayolu ağının merkezidir. Rus Trans-Sibirya Demiryolu ve Çin demiryolu sistemi şehirden geçmektedir.
Şehir, 1639 yılında bir göçebe Budist manastırı merkezi olarak kurulmuştur. 1778 yılında bugünkü konumu olan Tuul ve Elbe nehirlerinin birleştiği yere taşınmıştır. 1911 yılında Qing Hanedanı'nın yıkılmasının ardından Moğolistan'ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra 1924 yılında ülkenin başkenti ilan edildi. Ulan Batur, 20. yüzyılda önemli bir üretim merkezi haline geldi.
Ulan Batur, Moğolistan'ın biraz doğusunda, deniz seviyesinden 1,310 metre yükseklikte, Tuul Nehri üzerinde, Bogd Han Dağı'nın eteğindeki vadide yer almaktadır. Ormanlarla kaplı olan Bogd Han Dağı şehrin güneyinde bulunmaktadır ve 2250 metre yüksekliği Ulan Batur'un en yüksek noktasıdır.
Ulan Batur, muson etkisinde soğuk yarı kurak iklime (Köppen "BSk") sahiptir. Ulan Batur, yüksek rakımı, nispeten yüksek enlemi, herhangi bir kıyıya yüzlerce kilometre uzakta olması ve Sibirya antisiklonunun etkileri nedeniyle dünyanın en soğuk ulusal başkentidir. Şehirde yazlar kısa ve sıcak, kışlar ise oldukça uzun, soğuk ve kuru geçmektedir.
Ulan Batur, başkent statüsüne sahip doğrudan yönetilen bir şehir olup dokuz ilçeye (дүүрэг, "düreg") ayrılmaktadır. Bu ilçeler Baganur, Bagahangay, Bayangol, Bayanzürh, Çingeltey, Han-Ul, Nalayh, Songinohayrhan ve Sühbatur'dur. Her ilçe mahallelere (хороо, "horo") ayrılmakta olup toplam 121 adettir.
Ulan Batur, 5 yılda bir seçilen 40 üyeli bir şehir meclisi tarafından yönetilmektedir. Belediye başkanı şehir meclisi tarafından atanmaktadır.
Cengiz Han Uluslararası Havalimanı şehrin 18 km güneybatısında yer almakta olup ülkenin tek uluslararası havalimanıdır. Ulan Batur'un Trans-Sibirya demiryolu ile Çin demiryolu sistemine bağlantıları bulunmaktadır. Ulan Batur'u diğer şehirlere bağlayan karayolların büyük bir bölümünde asfalt bulunmamaktadır.
Ulan Batur'da büyük bir şehiriçi otobüs ağı bulunmaktadır. Bunun yanında şehir içi ulaşım troleybüs, dolmuş ve taksiler ile de sağlanmaktadır. Şehirde aynı zamanda metro hattı inşa edilmesi planlanmaktadır.
Google şakaları ve sürpriz yumurtaları listesi
Google şakaları, Google firmasının kullanıcılarına hazırladığı şakalar. Google'ın sahipleri, yazarları ve diğer çalışanları zaman zaman kullanıcılar için, rahatsız olmayan şakalar hazırlarlar.
"Google" marka içecek çıkartılacağı duyurulmuştur.
Google Gulp!
1 Nisan 2002'de Google arama sayfalarının arasına kendi hazırladıkları bir site eklediler. Bu site, Google'ın rank sistemiyle alakalıydı. Ve yazdıklarına göre bilgisayarların başında insanlar değil güvercinler vardı çünkü güvercinler gagalarıyla daha hızlı klavye kullanabiliyordu.
Google Güvercinleri
Eğer Google'da "answer to life, the universe, and everything" diye aratırsanız cevap olarak Google Hesap Makinasından 42 çıkar. Bu Douglas Adams'ın "Otostopçunun Galaksi Rehberi" kitabında yer alan bir olaydır.
Bir şaka amacı gütmeden hazırlanan GoogleMoon'da aya en yüksek seviyede zoom yaptığınızda ay yerine peynir resimleri çıkar.
Google Moon
Google kullanımını renklendirmek için farklı dillerde google motorları hazırlanmıştır. Rastgele ve çok küçük bir ihtimal ile bunlardan birinin açılma ihtimali de vardır. Bu paskalya yumurtaları örneğin, Google arama motoru dil seçenekleri arasında Swedish Chef's "Bork bork bork," Pig Latin, "Hacker" veya leetspeak, Elmer Fudd, ve Klingon gibi dil seçenekleri olarak sunulmuştur.
30 Mart 2007, Pasifik zaman dilimine göre (Google genel merkezi burada) saat 10:00'da, Google Gmail giriş sayfasını değiştirip Gmail Paper denilen yeni bir hizmeti duyurmaya başladı. Böylece Google Gmail kullanıcılarına, epostalarını kâğıt arşive ekleme hizmeti sağlayıp, %96 geri dönüşümlü soya fasülyesinden kağıda basılı dokümanları geleneksel yolla postalayacağını duyuruyordu. Hizmet bedava olacak, basılı kâğıtların arkasında kalın kırmızı harflerle reklamlar olacaktı. Resim ekleri yüksek kaliteli kağıda basılacaklar, MP3 ve WAV dosyaları basılmayacaktı. İlgili sayfada hizmet hakkında daha detaylı bilgilerle birlikte Ian Spiro ve Carrie Kemper gibi Google çalışanları ile Ürün pazarlama yöneticileri olan Anna-Christina Douglas ve Shane Lawrence'ın bulunduğu fotoğrafları da barındırmakta idi.
Google TiSP (Toilet Internet ServiceProvider, Tuvalet Internet Servis Sağlayıcı kısaltması) hayali bir genişbant hizmetidir. Bu hizmet sayesinde standart pis su sistemi ve drenaj hatlarının kullanılması ile geniş bant internet hizmeti vaadedilmişti. Ücretsiz sağlanacak hizmetle 8 Mbit/s (ücret karşılığı 32 Mbit/s'e kadar çıkabilmekteydi) internet bağlantı hızı sağlanacaktı. Google tarafından verilecek fiberoptik kablo kullanıcı tarafından sifon çekilmek sureti ile pis su şebesine gönderilecek, 60 dakika sonrasında "Boru Donanım Makinesi (PHD)" sayesinde internet hizmete girmiş olacaktı. Kullanıcı Google tarafından sağlanmış kablosuz router'a erişip yine Google'ın verdiği kurulum diski ile Windows XP veya Windows Vista işletim sistemi üstüne kurulum yapılabilecekti ("Mac ve Linux desteği ilerde sağlanmak üzere"). Alternatif olarak kullanıcı Google'ın sağlayacağı nanobot vasıtasıyla kendi kurulumunu da gerçekleştirmesi mümkün idi. Bu bedava hizmet "kişisel insan artığının" "DNA çözümlemesi" ile takibi ve buradan çıkan sonuçlar ile tercihler ve sağlık ile ilgili online reklamlarla desteklenecekti. Google ayrıca Sıkça sorulan Sorular kısmında olası karşılaşılacak sorunlarda "8 adet nane şekerini atıp üzerine 2 litre diet soda atılmasını" da tavsiye etmiştir.
Bir firma yöneticisinin gayet ciddi bir şekilde hizmeti anlatmaya başladığı tanıtım videosunda, klavye ve mouse yerine web kamerası karşısında yapılacak hareketlerle bilgisayara nasıl komut verilebildiği gösteriliyor.
Microsoft Xbox360’ın Kinect modülünde de kullanılan hareket algılayıcısıyla benzer bir teknolojinin kullanıldığı görülüyor. Hizmeti denemek istiyorum linkine tıkladığınızda ise, tüm bunların bir şakadan ibaret olduğunu gösteren "1 Nisan" yazısıyla karşılaşıyorsunuz.Google Motion
Bir video çalıştığı sırada yukarı ve aşağı yön tuşuna basarak yılan oyunu başlatabiliyordunuz. Artık kullanılabilir değil.
Bir video çalıştığı sırada 1980 yazarsanız "Füze Komut" oyunu aktif olacaktır. Bu oyunda videoyu meteorlardan korumanız gerekmektedir. Artık kullanılabilir değil.
Silicon Graphics
SGI, Silicon Graphics Inc. aynı zamanda SGI olarak da bilinir, 1982 yılında grafik terminaller üretmeye başlamıştır. Şirket 3 boyutlu (3D) grafikleri hızlı göstermeyi amaçlayan yazılım ve donanımları geliştirmiştir. Yazılım sektörüne en büyük katkıları arasında IRISGL üzerine geliştirilmiş OpenGL gelir. Günümüzde birçok SGI platformu MIPS işlemcileri ve IRIX işletim sistemini kullanmaktadır. Firma son birkaç yılda intel işlemcili bilgisayarlar da üretmeye başlamıştır, ve bu platformlar Linux işletim sistemi ile kullanılmaktadır. 1980'li yıllarda ise firma Motorola 68000 ve 68020 işlemcili modeller de üretmiştir.
Şilomikron
Şilomikronlar ince bağırsağın emici hücreleri tarafından oluşturulan büyük ebatlı (75-1200 nm çaplı) lipoproteinlerdir. Elektroforezde göç etmeyip yoğunluğu 0,95 g/mL'den düşüktür.
Besi yoluyla alınan trigliseritleri şilomikronlar tarafından yağ, kalp ve kas dokularına taşınırlar. Bu dokuların kılcal damarlarında bulunan lipoprotein lipaz tarafından parçalanır. Ortaya çıkan yağ asitleri bu dokular tarafından emilir; gliserol ise kana karışır, sonunda karaciğer ve böbrekler tarafından alınıp dihidroksi aseton fosfata dönüştürülür.
İnce bağırsaktan kana gitmek için şilomikronlar önce eksositoz yoluyla enterositlerden ince bağırsaktaki viluslardan başlayan lenf kanallarına salınırlar, böylece lenf sistemi girip buradan kan dolaşım sistemine geçerler.
Yapısında %1-2 oranında protein, %98-99 lipid bulunur. Bu lipidi %84'ü nötral yağ, %7'si fosfolipid, %5'i kolesterol esteri ve %1-2'si de kolesterolden ibarettir. Taşıdıkları başlıca apolipoprotein, apolipoprotein B-48 (apoB48), apoA-I, apoA-II ve apoA-IV'dür. ApoB48 sadece şilomikronlarda bulunur.
Şilomikronlar bağırsak mukoza hücrelerinde üretilir ve besinsel yağ, kolesterol ve kolestero |
l esterlerini periferik dokulara taşırlar. Lenf ve kanda dolaşırken şilomikronlar taşıdıkları lipitleri yüksek yoğunluklu lipoproteinlerdekilerle (HDL) değişirler. HDL apolipoprotein C-II (apoC2) ve apolipoprotein E (apoE)'yi yeni salgılanmış şilomikronlara aktarır. ApoC2, lipoprotein lipaz (LPL) nin kofaktörüdür, onun sayesinde trigliseritler parçalanabilir. Trigliseritler dokulara dağıtıldıktan sonra şilomikronlardaki apoC2 tekrar HDL'ye geçer, ama apoE kalır. Bu lipoproteinlere "artık şilomikron" denir. ApoB48 ve apoE proteinleri sayesinde şilomikron artıklarının karaciğerde tutulup orada parçalanırlar. Böylece şilomikronların taşıdığı kolesterol de karaciğere teslim edilmiş olur.
Linux ve Özgür Yazılım Şenliği
Linux ve Özgür Yazılım Şenliği, Linux Kullanıcıları Derneği çatısı altında gönüllü katılımcıların yardımları ile her yıl düzenlenen bir organizasyondur. Organizasyonun amacı Linux işletim sistemini ve ilişkili olan özgür yazılım felsefesini halka tanıtmak ve sevdirmek ve ayrıca bu yola gönül verenleri bir araya getirmektedir. Düzenlenen seminerler ve posterler ile yenikler ve gelişmeler ziyaretçilerin ilgisine sunulmaktadır.
Ocak 2002 yılında ortaya atılan şenlik fikrinin ardından, Mayıs ayında ilkinin düzenlenmesi ile başladı. 4 gün süren şenliğe 1500 linux sever katıldı. Bu ilginin ardından her yıl düzenlenmeye devam edildi.
Şenlik kapsamında ziyaretçiler eğleniyorlar, müzik dinliyorlar, film izliyorlar, oyun oynuyorlar, Linux kuruyorlar, Linux tartışıyorlar, Linux öğreniyorlar, Linux öğretiyorlar. "Yılın Penguenleri" ödülleri dağıtılıyor.
Mesut Uçakan
Mesut Uçakan (1953, Kırıkkale) Türk yönetmen, senarist ve yapımcı.
İ.T.İ.A. Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu Sinema Televizyon Bölümü mezunudur. 1997 yılında Mutlak Fikir Estetiği ve Sinema adlı dergisini altı sayı çıkardı. 2003 yılında yayın hayatına başlayan Sonsuzkare sinema dergisini ise on sayıdan beri yönetmektedir. Bir şiir kitabı (Sıkı Tut Ellerimi), bir de sinema kitabı (Türk Sinemasında İdeoloji) yazarıdır. Hakkında yayınlanan diğer kitap; Necip Tosun'un yaptığı söyleşileri kapsayan" Mesut Uçakan'la Söyleşiler" kitabıdır.
Frenk Mukallitliği ve Şapka
Frenk Mukallitliği ve Şapka (Batı Taklitçiliği ve Şapka), İskilipli Mehmed Âtıf Hoca tarafından kaleme alınmış, 1 Kasım 1925’te yürürlüğe giren Şapka Kanunu'ndan bir buçuk yıl önce yayımlanmıştır.
Mehmed Âtıf Hoca, 32 sayfalık bu kitabında Avrupa’nın ilim ve fennini almanın câiz, hattâ lüzumlu bulunmasına rağmen Türkiye’de yapılanın daha çok bilinçsiz bir Batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alâmet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini iddia etmekte, uluslararası geçerliliğe sahip Batı usulü giysiler giymenin görünüm dolayısıyla İslâm düşüncesine zıt düştüğünü, Muhammed’in Sünen-i Ebu Davud gibi kitaplarda geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır” hadisini kaynak göstererek izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
Bu fetvâsıyla İskilipli Âtıf Hoca o zaman yalnız değildi. Said Nursî'nin de buna benzer görüşleri vardı.
Dönemin uygulamaları gereği kitaplar yayımlanmadan önce Maarif Vekâleti'nden izin alınmasını gerekli kılmaktaydı. Kitabı Maarif Vekâleti'ne gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Kitap, İskilipli Mehmed Âtıf Hoca'nın duruşma kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Şapka Kanunu yürürlüğe girdikten sonra buna karşı hareket edenlerden bâzıları için dînî kaynak olmuş, ancak hoca bu kanun çıktıktan sonra kitabı dağıtmadığını beyân etmiştir. Toplam 5.000 nüsha olarak basılmış, hepsi de bir yıl içinde satılmıştı. Satıcılar da kanun çıktıktan sonra ellerindeki nüshaları imhâ etmişlerdi.
Milli Gazete 2 Nisan 2010 tarihinde aynı adlı eseri okuyucularına ücretsiz olarak ulaştırmıştır.
Beyaz cüce
Beyaz cüceler, yaşamının son evresindeki soğuk yıldızlar olarak tanımlanır ve güneş kütlesinin % 60’ı kütlesinde olmasına karşılık hacmen dünya büyüklüğündedir.
Güneş benzeri bir yıldız, nükleer yakıtını tükettikten sonra kırmızı dev olur. Kırmızı dev aşamasında çok genişleyen yıldız, beyaz cüce olurken içe doğru çökümü, yıldızın çekirdeğinin etrafında bulunan helyumun daha çok sıkışmasına ve belli bir aşamadan sonra da patlamasına yol açar daha sonra dış katmanlarını uzaya püskürtür ve geriye kalan parçası beyaz cücedir. Yıldızın savurduğu maddeler, gezegenimsi bulutsu halini alır. Kütlesi bunun üzerindeki bir değere sahip olan yıldızlar da Nötron yıldızına dönüşürler.
Beyaz Cüceler soğuk yıldızlar oldukları için az ısı ve ışık yayarlar. Bu yüzden beyaz cüce sistemindeki yaşama uygun bir gezegenin bulunması daha kolay olur. Çünkü beyaz cücelerde gezegenin yaşama uygun olması için ona çok yakın olması gerekir. Yakın bir gezegen de yıldızının önünden geçerken ışığın parlaklığında daha fazla bir azalma olur.
Yıldız kırmızı deve dönüştükten sonra, yıldız kabuklarını salmaya başladığında merkeze doğru bir kütle çekimi olur ve -kırmızı dev büyüdüğünde ondan etkilenmeyen- dış gezegenler bu çekimden etkilenerek beyaz cücenin yaşamsal alanına doğru çekilir veya kırmızı devin yok ettiği gezegenlerden kalan enkazlardan yaşamsal alanda yeni gezegenler oluşur.
Nötron yıldızından alınan bir çay kaşığı tozun ağırlığı 1,000,000 tona eşittir.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (24 Ağustos 1904, İstanbul - 24 Şubat 1992, İstanbul), Türk hukukçu, akademisyen, yazar ve gazeteci.
1924 yılında Trabzon Lisesinden, 1928 yılında Ankara Üniversitesi, Adliye Hukuk Mektebi'nden (Hukuk Fakültesi) mezun oldu.
Doktora çalışmasını 1933 yılında İsviçre'de tamamlayan Velidedeoğlu, 1934 yılında İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesine asistan olarak atanmıştır. Aynı yıl doçent, 1942 yılında profesör ve daha sonra da ordinaryus profesör unvanlarını almıştır.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde iki dönem dekan olarak hizmet vermiş (1946-1948 ve 1952-1953) ve 1975 senesinde emekli olmuştur. Kurucu Meclis Millî Birlik Komitesi Temsilciliği (6 Ocak 1961 - 15 Ekim 1961) ile aynı mecliste 1961 Anayasası'nı hazırlayan komisyonun üyeliği ve kâtipliğini yapmıştır. Araştırma ve röportajları Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde yayınlanmıştır.
Türkiye'nin tanınan birçok hukukçusunun hocası olan Velidedeoğlu, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından olup aynı zamanda derneğin onursal başkanıdır.
Tasmanya canavarı
Tasmanya canavarı ("Sarcophilus harrisii") veya Tasmanya şeytanı, bir yırtıcı keseli familyası olan keseli sansargiller'den (Dasyuridae) bir hayvan türü. Bu familyanın şu an yaşayan en büyük temsilcisidir ve "Sarcophilus" cinsinin tek üyesidir. Ufak bir köpek ebatlarında ama yapılı ve kaslıdır. Şu anda dünyadaki en büyük etobur keselidir.
Bugün sadece Tasmanya Adası'nda yaşamaktadır. Anakara Avustralya'da tahminen 14. yüzyıl içerisinde nesli tükenmiştir. Evcil kümes hayvanlarının korunması için 1930'lu yıllarda yoğun olarak Tazmanya'da da avlanmışlardır. 1941 yılında "Keseli canavar"ın koruma altına alınmasıyla adadaki varlıkları kenolsun barenaanya Hükümeti hastalığın etkilerini azaltmak için önlemler almaktadır.
Bu ismini, siyah kürkü, irkildiğinde yaydığı nahoş kokusu, yüksek sesle çıkardığı ürkütücü çığlığı ve beslenirken sergilediği çok hırçın hareketlerden dolayı almıştır.
Bilimsel ismi son 200 yıl içerisinde defalarca değişmiştir. Doğa bilimci George Harris ilk 1807 yılında hayvanı incelemiş ve "Didelphis ursina" ismini vermiştir. Daha sonra 1838 yılında Richard Owen tarafından adı "Dasyurus laniarius" olarak değiştirilmiştir. Ancak bu isim de uzun süre kalmadı. 1841'de Pierre Boitard türü tekrar kategorize etti ve "Sarcophilus harrisii" adını verdi. Türün en taksonomi incelemeleri 1987 yılında yapıldı ve "Sarcophilus laniarius" adı verildi. "S. harrisii" ismi kaldı ve "S. laniarius" ismi de fosil türleri ile ilişkilendirildi.. Tazmanya canavarı "Sarcophilus" cinsinin yaşayan tek üyesidir.
En yeni araştırmalar sonunda, Quoll ile yakın Tasmanya kaplanı (Thylacine) ile ise uzaktan akraba olduğu yönünde bilgiler elde etmiştir.
Tasmanya canavarı, 1936'da son Thylacine'in ölümünden bu yana yaşayan en büyük yırtıcı keselidir. Erkek, baş dahil 65 cm büyüklüğünde, kuyruğu yaklaşık 26 cm uzunluğunda, ağırlığı 8 kg'dir. Dişi ise yaklaşık 57 cm, kuyruk 24 cm, 6 kg ağırlığındadır. Tasmanya canavarının doğadaki ömrü ortalama 6 yıldır, esarette bu süre uzayabilir.
Vücut yapısı güçlüdür. Baş, kısa ve geniş, dişler sivri ve kemik parçalamaya uygundur. Kürkü genelde siyah ya da koyu kahvedir. Bir keseli memeli için alışılmadık bir biçimde ön ayakları arkalara oranla biraz daha uzundur.
Canavarın yüzünde ve kafasının tepesinde bıyıkları vardır. Bunlar karanlıkta yemek ararken avlarının ve diğer canavarların yerlerini tespit etmede işe yarar. Kışkırtıldığı zamanlar keskinliği kokarcanınkine rakip olabilen bir koku salabilir. Duyma egemen duyusudur, aynı zamanda mükemmel bir koku alma duyusuna da sahiptir. Canavar geceleri avlandığı için görme duyusu en kuvvetli siyah beyazdadır. Loş ışıkta hareket eden nesneleri hemen görebilmekte fakat durağan nesneleri seçmekte zorlanmaktadırlar. Memeliler arasında vücut oranı ayarlanarak yapılmış bir analiz, Tazmanya canavarının yaşayan memeliler arasında en kuvvetli ısırığa sahip olduğunu göstermiştir.. Çenesinin gücü büyük oranda görece büyük kafasından kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda bir Tazmanya canavarı hayatı boyunca yavaşça büyüyen tek bir takım dişe sahiptir.
Dişiler genelde cinsel erişkinliğe ulaştıkları ikinci yıldan sonra üremeye başlarlar. Bu noktada senede bir kere doğurgan hale gelirler ve kızgınlık döneminde çoğul ovumlar üretirler.
Çiftleşme Mart ayında, gün ve gece boyunca korunaklı yerlerde olur. Erkekler, dişiler için dövüşürler ve dişi canavarlar baskın erkekle çiftleşir. Canavarlar tekeşli değillerdir ve dişiler çiftleşmeden sonra erkek tarafından korunmazlarsa birçok başka erkekle çiftleşebilirler. Gebelik 21 gün sürer ve her biri yaklaşık 0,18 - 0,24 gram olan (pirinç tanesi kadar bir büyüklükte) 20-30 a |
rası yavru yumurta akı kıvamında bir sıvının içinde dünyaya gelir.. Yavrular doğdukları zaman vajinadan annenin kıllarına tutunarak keseye giderler. Kesenin içine girdikten sonra her biri ilerleyen 100 gün boyunca bir meme ucuna bağlı kalır. 4 meme ucu bulunduğu için memeye ilk ulaşan 4 yavru hayatta kalır. Bir meme edinemeyen yavrular genelde anne tarafından yenirler. İstatiksel olarak erkeklere oranla daha fazla dişi hayatta kalır. Dişi Tasmanya canavarının kesesi aynı wombatta olduğu gibi arkaya doğru açılır dolayısı ile yavrular kesenin içindeyken dişinin yavrularla etkileşimde bulunması zordur..
Kesenin içinde, beslenebilen yavru hızla gelişir. 15. günde kulakların dış kısımları görünür hale gelir. 16 gün sonra göz kapakları 17. gün bıyıklar ve 20. günden sonra da dudaklar belirir. Yavrunun tüyleri 49. günde çıkmaya başlar ve 90 gün sonunda tüm bir kürke kavuşur. Gözleri 87-93 gün sonra kürkün oluşması ile beraber açılır ve 100 gün sonunda meme ucundaki tutunuşları gevşer. doğumdan 105 gün sonra ebeveylerinin 200 gr. ağırlığında küçük bir kopyası olarak keseyi terk ederler. Kanguru yavrularının aksine canavar yavruları keseye daha geri dönmezler. Onun yerine ekim kasım ayları arasında ilk kez dışarı çıkmadan önce üç ay daha inlerinde kalırlar. Ocak ayında bağımsız hale gelirler. Dişi canavarlar yılın altı haftası hariç yavrularına bakmakla meşguldürler.
Tasmanya canavarları, tüm Tasmanya'ya dağılmış ve oldukça yaygındırlar. Şehirlerin civarları dahil olmak üzere tüm ortamlarda bulunurlar. Özellikle sahil ormanlarının ve kuru sclerophyll ormanları tercih ederler. Tasmanya canavarı gece ve alacakaranlık zamanlarının avcısıdır ve gündüzlerini yoğun çalılıklar veya bir delikte geçirirler. Genç canavarlar ağaçlara tırmanabilirler ama bu irileştikçe daha zor hale gelir. Genelde yalnız hayvanlardır ve sürüler oluşturmazlar. 8–20 km² arasında değişen bir bölgeleri vardır.
Tasmanya canavarları küçük bir wallaby büyüklüğündeki avlarla başa çıkabilirler ama pratikte fırsatçılardır ve avlanmaktan daha sık olarak buldukları leşleri yerler.
Aslında wombatları tercih etse de, her türlü küçük yerli memelileri, evcil memelileri (koyun dahil), kuşları balıkları, böcekleri, kurbağaları ve sürüngenleri de yer. Diyetleri çok çeşitlidir ve mevcut yemeğe göre değişir. Ortalama olarak her gün kendi vücut ağırlıklarının %15'i kadarını yerler ama durum müsaade ederse 30 dakika içinde kendi ağırlıklarının %40'ını bile yiyebilirler.
Tasmanya canavarları leşten geriye hiçbir iz bırakmazlar et ve iç organlara ek olarak kemik ve kürk de dahil her şeyi yerler.
Bu bağlamda bir leşi hızla silip süpürmeleri sayesinde leşte oluşup çiftlik hayvanlarına zarar verebilecek böceklerin yetişmesini önledikleri için Tasmanyalı çiftçilerin saygısını kazanmışlardır.
Yemek yeme, Tasmanya canavarları için sosyal bir olaydır. Canavara atfedilen gürültünün büyük bir kısmı 12'ye kadar hayvanın bir araya gelip yerlerken çıkardıkları bu toplumsal hırıltılardır. Bu sesler sık sık kilometrelerce öteden duyulabilir. Beslenmekte olan canavarlar üzerinde yapılan bir çalışma karakteristik saldırgan esnemeleri de dahil 20 farklı fiziksel duruş biçimi ve canavarların yerken haberleşmek üzere kullandıları 11 farklı ses olduğunu ortaya çıkarmıştır. Genelde baskınlık kurmak için sesler ve duruşlar kullanılır ama dövüşler de olur. En agresifler erişkin erkeklerdir ve yemek ya da eş için kavgalardan dolayı yara izleri oldukça yaygındır.
Tasmanya bir süredir büyük keseli etoburların son sığınağıydı. İnsanların gelmesinden çok kısa bir süre sonra anakaradaki bütün büyük etoburların soyu tükendi. Sadece en küçük ve en iyi uyum sağlayanlar hayatta kaldı. Fosil kanıtları Tasmanya canavarının anakarada yaklaşık 600 yıl öncesine (ilk Avrupa kolonisinden 400 yıl önce) kadar varolduğunu göstermektedir. Soylarının tükenmesi dingolar ve Avustralya yerlileri tarafından avlanılmasına bağlanmaktadır. Dingosuz Tasmanya'da etobur keseliler, Avrupalılar gelene kadar hala aktiftiler. Avrupalıların gelişinden sonra Thylacine'in soyunun tükenmesi daha iyi bilinir ama Tasmanya canavarı da tehdit altındaydı.
İlk Tasmanyalı yerleşimciler tadının dana etine benzediğini söyledikleri Tasmanya canavarını yiyorlardı. Canavarların çiftlik hayvanlarını avlayıp öldürecekleri inancı üzerine, tüm şehirsel alanlardan kökünün kazınması için 1830'da bir ödül yasası yürürlüğe girdi. Bunu izleyen yüzyıl boyunca tuzaklar ve zehirleme, soylarını tükenmenin eşiğine getirdi. 1936'da son Tasmanya kurdunun ölümünden sonra canavarlar için olan tehdit anlaşıldı. Tasmanya canavarı 1941'de koruma altına alında ve nüfusu yavaşça kendini toparladı.
Kayıtlı tarihte, muhtemelen salgın hastalıklara bağlı iki büyük nüfus azalması oldu: 1909'da ve 1950'de. Tasmanya canavarı'nın şu anki nüfusunun ile arasında olduğu düşünülmektedir. 10–20 km² başına 20 canavar. Tasmanya ve Avustralya, Tasmanya canavarlarının ihracını yasaklamıştır.
İlk kez 1996'da otaya çıkan canavar yüz tümörü hastalığı ("devil facial tumour disease - DFTD") Tasmanya'nın vahşi canavarlarını kırıp geçti. Tahminler, hastalığın canavar nüfusunun %20 ile %50'si arasını vurduğu ve ülkenin %65'inde etkili olduğu yönünde. Etkilenen yoğun nüfuslu bölgelerde ölüm oranı 12-18 arasında %100. Tür, Tasmanya'nın "Tehdit Altındaki Türlerin Korunması Yasası" ("Threatened Species Protection Act 1995") ve Avustralya'nın "Çevre Koruma ve Biyoçeşitliğin Korunması Yasası 1999" yasalarının 2006 yılı sürümlerinde "Hassas" olarak listelendi. Bu, türün orta vadede soyunun tükenme tehlikesinde olduğu anlamına geliyor. IUCN şu an için bu türü tehdit altında görmüyor. En son değerlendirildiğinde asgari endişe (IUCN Kırmızı Liste|LC) olarak listede yer aldı.
Hastalığın yayılması ve hastalıktaki değişimleri takip edebilmek amacı ile vahşi Tasmanya canavarı nüfusları izlenmektedir. Saha izlemeleri, belirlenmiş bir alan içerisindeki canavarların yakalanması ve hastalık için kontrol edilmeleri ve etkilenmiş hayvanların sayısının belirlenmesinden oluşuyor. Aynı alan hastalığın zamanla yayılmasını nitelendirmek amacı ile tekrar tekrar ziyaret edilmektedir. Şimdiye kadar olan sonuçlar gösteriyor ki; hastalığın bir alandaki kısa vadeli etkileri çok ciddidir. Türetilmiş diğer bölgelerdeki uzun vadeli izlemeler bu sonuçların kalıcı olup olmayacağını ve nüfusların toparlanıp toparlanamayacağını gösterecek. Saha elemanları ayrıca hastalanmış canavarların yakalanıp vahşi nüfustan arındırılmalarının etkinliğini araştırıyor. Hastalıklı canavarların vahşi nüfuslardan ayıklanmasının, hastalığın yaygınlığını azaltması ve daha çok canavarın gençlik yıllarını geçerek üremesini sağlaması umut ediliyor.
Taroona'nın banliyösü Hobart ve Batı Tasmanya açıklarındaki Maria Adası'ndaki tesislerde hastalıksız canavarlardan oluşan iki "sigorta" nüfus yerleştirildi. Anakaradaki hayvanat bahçelerinde ıslah edilmeleri de başka bir seçenek. Tasmanya ekosistemindeki varlığı 2001 yılında yasadışı olarak doğaya salınmış kızıl tilkinin yayılmasını engellediği için Canavar sayısındaki düşüş aynı zamanda bir ekolojik sorun olarak da görülmekte. Tilkiler Avustralya'nın tüm eyaletlerinde problem yaratan istilacı türlerdir ve tilkilerin Tasmanya'da yayılması Tasmanya Canavarı'nın kendini toparlamasına köstek olacaktır.
Tasmanya canavarı, Avustralya'da simge haline gelmiş bir hayvandır, Tasmanya Ulusal Parklar ve Vahşi Yaşam Servislerinin ve "Şeytanlar" diye bilinen Avustralya futbolu takımının simgesidir.
İhracındaki sınırlamalar yüzünden Tazmanya Canavarı esarette sadece Avustralya'da görülebilir. Bilinen son denizaşırı canavar 2004 yılında Kaliforniya'da öldü. Buna rağmen Danimarka Prensi Frederick'in ve Tasmanya'lı eşi Prenses Mary'nin ilk oğullarının doğumundan sonra Tasmanya Hükümeti Kopenhag Hayvanat Bahçesine bir çift Tasmanya canavarı hediye etti. Bunlar Avustralya dışında bilinen tek Tasmanya canavarlarıdır.
Belki de Tasmanya canavarı, uluslararası kamuoyunda en çok Looney Tunes çizgi karakteri "Tasmanian Devil" ya da "Taz"'a ilham olması ile bilinir. Tasmanya canavarı ile vücut bulduğu çizgi karakter arasındaki tek benzerlik doymak bilmez iştahları ve utangaçlıklarıdır.
Carmen
Carmen, Fransız besteci Georges Bizet'nin 4 perdelik opera eseri. Ana konusu Mérimée'in Carmen adlı kısa romanından alınmıştır. Librettosu ise Meilhac ve Halévy tarafından yazılmıştır. Prömiyeri Paris'te , Opera Komik'te, 1875'te sahnelenmiştir.
Fransa'da 3 Mart 1875'te ilk sahnelendiğinde yerleşik opera ve ahlâk anlayışının ihlali gibi algılandığından olumsuz tepkilerle karşılanan eser, eleştirmenler tarafından yüzeysel, üstünkörü bulunmuş ve afişten kaldırılmıştır. Bizet bu üzücü olaydan üç ay sonra henüz 37 yaşındayken ölmüştür. Bu durum kimilerinin garip tahminlerine yol açmış, onun bu başarısızlık üzerine üzüntüden öldüğü söylentileri çıkmıştır. Hâlbuki Bizet eserin kaderini önceden sezmiş, o çağın ahlak kurallarına uygun olmayacağını anlamıştı. Metin yazarlarından Meilhac'a bu inancını belirtmiş, ilk geceden sonra suçun kendisinde olduğunu söyleyerek, özür dilemiştir.
Bizet birkaç yıl daha yaşasaydı operanın kısa bir zaman sonra tekrarlanışını, kazandığı muhteşem zaferi, dünya sahnelerine fırtına gibi yayılışını görecek başka eser yazmasa da mutlu bir hayat geçirecekti. Carmen, çevresindeki tartışmalar, çatışmalar, tereddüt ve ön yargılar ne olursa olsun günümüzde bildiğimiz tek şey bu eserin opera repertuarında çok az görülen bir ilgi toplamış olmasıdır.
Operanın hikâyesi 1830 civarlarında İspanyanın Sevil şehrinde geçer. Eserin baş kadını çok güzel ve ateşli bir tabiatı olan ve bir tütün fabrikasında işçi olarak çalışan bir çingene genç kız olan Carmen'dir. Aşkını kullanmada çok serbest olan Carmen, aşk alanında hiç tecrübesiz bir asker olan onbaşı Don José'yi kandırır. Bu ilişki yüzünden Don José eski nişanlısını bırakır. Birliğindeki üst rütbedeki subayların emirlerine karşı gelip askerlikten kaçar. Bir kaçakcı ekibinin üyesi olur. Carmen kendinden bıkıp boğa güreşçisi Escamillo ile aşk hayatına başlayınca kısk |
ançlığından Carmen'i öldürür.
"Not: Oeser versiyonunda III. Perde ve IV. Perde yerine III. Perde 1. Sahne ve III. Perde 2. Sahne bulunup eser 3 perde olarak sahnelenir."
Carmen, kısa bir prelüdle başlar. Hareketli ve neşeli havası bir boğa güreş ve bir sirk oyunun evvel çalınan parçaları hatırlatır. Ölüm motifi yankılanırken perde açılır.
"Sevil'de bir meydan Sağda bir sigara fabrikası, solda bir şehir muhafızları karakolu ve geri planda bir köprü bulunur."
Morales ve askerler karakol önünde nöbet tutmaktadırlar. Micaela girer ve onbası Don Jose'yi aradığını söyler; fakat Morales onun daha işe gelmediğini söyler; eğer isterse orada onlarla bekleyebileceğini belirtir. Fakat Micaela sonra geri döneceğini bildirip hızla oradan ayrılır. Nöbeti devir alacak muhafızlarla birlikte Zuniga ve Jose gelirler. Sokak çcocukları onların yürüyüşünü taklit ederler (Koro:"Avec la garde montante" - "Nöbetteki muhafızlar ile").
Sigara fabrikasında paydos zili çalınılır. Sigara işleyicisi kızlar fabrikadan çıkarlar ve orada birikmiş olan genç erkekler tarafından karşılanırlar. ("La cloche a sonné" - "Paydos zili çaldı"). En son Carmen çıkar ve oradaki bütün genç erkekler ona kendilerini ne zaman seveceğini sorarlar.("Quand je vous aimerai?" - "Ne zaman seni seveceğim."). Ünlü "Habenara aryası"nı söyleyerek, Carmen kendini sevmeyen bir erkeği seveceğini söyler "Arya (Habenara): "L'amour est un oiseau rebelle" - "Aşk bir asi kuştur"). Gençler Carmen'e kendi aralarından bir sevgili seçmesi için yalvarırlar. ("Carmen! sur tes pas, nous nous pressons tous!"). Bunun üzerine Carmen eteğginde bulunan bir çiceği orada kendine hiç aldırmamış tavırlı Don Jose'ye atar ve sonra diğer işçi kızlarla birlikte fabrikaya geri girer. Jose kızın bu küstahlığına sinirlenmiştir.
Micaela geri gelir, ona annesinden bir mektup getirmiştir ve ona bir opücük verir ("Parle-moi de ma mère!" - "Annem hakkında bana bir şeyler söyle.") Jose hasretle evini hatırlamıştır ve mektubu okuyunca annesinin evine geri dönüp evlenmesini istediğini öğrenir. Micaela utanmıştır ve ayrılmaya hazırlanırken Don Jose onunla evlenmeye hemen hazır olduğunu bildirir.
Micaela'nın ayrılmasından hemen sonra fabrika içinden kadın çığrıkları gelmeye başlar; işçi kızlar dışarı fırlarlar ve karışıklık içinde şarkı ile bağırışırlar ("Au secours! Au secours!" - "Yardim! Yardim!") Don Jose ve Zuniga Carmen'in bir başka işçi kızla kavga ettiğini ve kavgada bıçak çekip rakibi kızın yüzünü yaraladığını öğrenirler. Zuniga Carmen'e buna karşı diyeceği olup olmadığını sorunca Carmen pervasızca bir şarkıya başlar ("Tra la la"). Zuniga bir tutuklama belgesi hazırlaması sırasında Carmen'i koruma altına tutmasını ister. Carmen o gece "yalniz onbasi" olan gelecek sevgilisi ile surların gölgesinde geçireceği zamanı anlatan bir Seguidilla tipi bir şarkı söyleyip ellerini bağlayan ipleri çözmesi için Don Jose'yi kandırır ("Près des remparts de Séville" - "Sevil surlarının yanında" ). Zuniga geri gelir ve Carmen onunla birlikte gitmeye başlar. Fakat birden döner Jose'yi yere iter ve etraflarını sarmış olan sigara işçisi kızlarının Zuniga'yla alay eden kahkahaları içinde, kaçmayı başarır.
"Lillas Pastia'nin hanında akşam. Masalar etrafa dağılmış. Subaylar ve çingeneler yemekten sonra dinlenmekteler"
İki ay sonra Lillas Pastia'nın hanında Carmen ve arkadasları Frasquita ve Mercedes şarkı söyleyip dans etmektedirler ("Les tringles des sistres tintaient"). Hancı, subayları handan uzaklaştırmak istemektedir. Zuniga Carmen ve arkadaşlarını birlikte tiyatroya gitmeye davet eder. Fakat Carmen davet reddeder. Kendinin tutuklanmasından kurtulmasını sağladığı için rütbesini kaybeden ve hapse atılan Jose hapisten o gün çıkacaktır ve onu beklemektedir.
Toreador Escamiglio'yu takip eden bir alay hanın önünden geçerken Esacmiglio hana davet edilir ("Vivat, vivat le Toréro"). Escamiglio ünlü "Toreador şarkısı"nı söyler (Toreador şarkısı: "Votre toast, je peux vous le rendre") ve Carmen'le flört etmeye başlar. Fakat Carmen ona şu zaman için kendinin onunla birlikte olmasını ancak rüyalarda göreceğini bildirir.
Carmen, Frasquita ve Mercedes hariç handan ayrılırlar. O sırada Dancaire ve Remendado adlı kaçakcılar gelir ve kızlara Cebelitarik'tan kaçak getirdikleri malları nasıl ellerinden çıkaracaklarını açıklarlar. (Beşli: "Nous avons en tête une affaire"). Carmen onlarla birlikte girmez ve nedeni olarak da birine aşık olduğunu söyleyip herkesi şaşırtır.
Jose'nin sesi dışarıdan duyulur ("Halte là!"). Dancaire Carmen'e Don Jose'yi kandırıp kaçakcılara yardım etmesini sağlamasını söyler. Carmen'le yalnız kalan Jose ona hapishaneye gönderdiği altını geri verir ve o da hancıdan meyve ve şarap getirmesini ister.
Carmen ona subaylar için dans etme hikâyelerini anlatır ve ona sadece kendisi için kastenetlerle nasıl şarkı söyleyip dans ettiğini gösterir.("Je vais danser en votre honneur...Lalala"). Bu şarkı ve dans sırasında askerleri kışlaya çağıran boru sesi duyulur. Jose kışlaya geri dönmek isteyince Carmen birden kızıp parlar. Ama Jose hapse gitmeden önce onun atmış olduğu ve bütün hapis boyunca kurutup saklamış olduğu çiçeği gösterip ona aşık olduğunu kanıtlar.(Çiçek şarkısı: "La fleur que tu m'avais jetée") Carmen biraz yatışmakla beraber Jose'ye eğer kendini gerçekten severse çingene hayatına girmesi gerektigini soyler ("Non, tu ne m'aime pas").
Jose çigenelerin bir serbest hayatlarına gıpta etmektedir ama sonunda askerden kaçması gerekeceği için onlara katılmayı reddeder. Zuniga Carmen'i bulmak için tekrar gelir. Don Jose üstü olan subaya karşı kılıçını çekip düeloya hazırlanır. Fakat tam bu sırada kaçakcılar gelr ve onları yakalayıp silahlarını ellerinden alırlar. Zuniga esir düşer.("Bel officier"). Don Jose ise hiç çaresiz onlara katılmak zorunda kalır ve Carmen'le birlikte kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır.("Suis-nous à travers la campagne")
"Bir vahşi ıssız kayalık alanda geceleyin"
Kaçakcılar Carmen ile Jose ile birlikte dağlık bir arazide kaçak mallarını taşımaktadırlar ("Écoute, écoute, compagnons"). Carmen Jose'den bıkmıştır ve bunu saklamayıp kendi köyüne dönmesi icin onu alaya almakla açıkca ortaya koymaktadır. Carmen, Frasquita ve Mercedes iskambil kâğıtları ile oradakilerin fallarına bakarlar. ("Mêlons! Coupons!"). Frasquita ve Mercedes icin fal serüven, aşk, servet ve lüks bir yaşam gösterir; hâlbuki Carmen'in falı hem kendi ve hem de Jose için ölüm öngörüsü göstermektedir. ("En vain pour éviter les réponses amères"). Kaçakcılar genç kadınları çağırıp gümrük memurlarını sanki büyüleyip malların gümrüksüz geçmesini sağlamak için çağırlar. ("Quant au douanier, c'est notre affaire") Herkes ayrılır sadece Jose malları korumak için onların başında kalır.
Miceala Jose'yi arayıp bulmak için bir kılavuz tutmuştur ve onu bulmuşlardır. Micaela kılavuzu geri gönderir ve Jose'yi Carmen'in elinden almak için yemin eder. ("Je dis que rien ne m'épouvante"). Jose'nin tüfeğiyle ateş ettiğini görür ve kayalar arasına saklanır. Jose'nin ateş ettiği Escamillo'dur. Ama yanına geldigi zaman Jose ve Escamillo çok yakın arkadaşlarmış gibi senli benli konuşmaya başlarlar. Escamillo Jose'yi tanımamaktadır ve Carmen'e sırsıklam aşık olduğunu anlatır ve Jose'nin o asker olduğunu bilmeden Carmen'in bir asker ile aşk serüveninin hikâyesini anlatmaya koyulur.
Buna kafası atan Jose, Escamillo'yu bir bıçak kavgasına çağırır. Birinci saldırısında Escamillo çok savunucu tedbirler aldığı için bir sonuç alamaz ve buna çok kızar; ikinci hücumunda ise bu kızgısı nedeniyle kendini koruyamıyacak şekilde Escamillo'nun bıçağı önünde bulur; ama Escamillo bundan faydalanmaz ve işinin adam öldürme olmayıp hayvan öldürücüsü olduğunu söyleyip geri çekilir. Jose'nin üçüncü hücumda Escamillo'nun bıçağı kırılır; fakat tam bu sirada Carmen ve kaçakcılar dönerler ve onu ölümden kurtarırlar. Escamillo oradan ayrılır ama Sevil'de yapacağı boğa güreşine Carmen'i ve kaçakcıları davet eder.("Non, je ne partirai pas!")
Kaçakcı Remnendado kayalıklarda saklanan Miceala'yi bulup getirir. Miceala Jose'ye annesinin kendini görmeyi istediğini bildirir. Carmen bunu alay konusu yapar ve Jose annesini görmek için koyune gitmeyi kabul etmez. Fakat Micaela'nin annesinin ölüm yatağında olduğunu açıklamasından sonra fikrini değiştirir. Carmen'e geri döneceğine dair söz vererek oradan ayrılmaya karar verir. Uzaklaşmakta olan Escamillo'nun bir şarkı söylediği duyulur. Carmen bu sesi takibe koyulmaya hazırdır ama Jose onu engeller.
"Sevil'de boğa güreşi arenası önündeki alan. O gün boğa güreşi olduğu için çok hareketli ve kalabalık"
O günkü boğa güreşine Escamillo kaçakcıları da davet etmiştir. Alan ahali, mallarını satmaya çalışan tüccarlar ve çingenelerle doludur. ("À deux cuartos!"). Zuniga, Frasquita ve Mercedes kalabalık içindedirler; kızlarla Zuniga'ya Carmen'in artık Escamillo ile birlikte olduğunu açıklarlar. Matadorlar ve yardımcılarından oluşan grup (quadrilla) alayla gelmekte iken kalabalık ahali ve çocuklar onları şarkılarla ve alkışlarla karşılarlar.("Les voici! voici la quadrille"). Carmen ve Escamillo kalabalık tarafından alkışlanmakta iken birbirlerine olan aşklarını ifade ederler ve Carmen şimdiye kadar hiç kimseyi Escamillo kadar sevmediğini açıklar.
Escamillo arenaya boğa güreşi için girdiği zaman Frasquita Carmen'e Jose'nin kalabalik içinde bulunduğunu ve bunun için çok temkinli olmasını syler.("Carmen! Prends garde!"). Fakat Carmen bunlardan hiç korkmaz aldırmaz tavırlar takınır. Carmen arenaya girmekte iken gözü dönmüş olan Jose onun yolunu keser; aşkını tekrarlar; Carmen'den aşkına karşılık ister ve birlikte uzaklara kaçıp yeni bir yaşama başlamalarını teklif eder. Fakat Carmen gayet sakin olarak artık onu sevmediğini söyler ve yaşamını değiştirmeyeceğini de bildirir. Serbest doğmuştur ve serbest ölecektir.
Arenadaki seyircilerin sesleri yükselmektedir. Carmen tekrar arenaya girmeye çalışır. Fakat Jose onunu kapatır. Jose bir defa daha Carmen'e kendine geri dönmesi için yalvarır. Fakat Carmen buna kızar ve parmağındaki Jose'nin kendine v |
erdiği yüzüğü sanki hor görürmüş gibi yere atar. ("Cette bague, autrefois"). Jose bıicagini cekip onun gogsune saplar.("Eh bien, damnée"). Arenadaki seyirciler Escamillo'nun galibiyetine tezahürat yaparken Carmen son nefesini verir. Don Jose onun ölüsü önünde diz çöker. Seyirciler arenadan çıkarken Jose'ye Carmen'in ölüsünün yanında diz çökmüş onun katili olduğunu itiraf ederken bulurlar. ("Ah! Carmen! ma Carmen adorée!").
Uvertür
Bale
Bale, belli figürlere, adım atışlara dayalı dans ve müzikli gösteri türüdür.İtalyan rönesans döneminde ortaya çıkmış daha sonra fransa ve rusya da gelişmiş bir performans sanatıdır.Dünya çapında yayılarak birçok başka dansı etkilemiştir.
Bale dansı, mimik, müzik, duygu ve dekor sanatlarının ileri standartda birleştirilerek kullanan bir tiyatro gösterisi olarak tanımlanabilir. Asıl eleman olarak kullanılan dans aslında İtalyanca "dans" anlamına gelen "ballo" ya da "balletto" sözcüğünden türetilmiştir.
Bale uzun yıllar süren bir eğitimle öğrenilir, çoğunlukla müzikli yapılır. Erkek dansçılara "balet - yalnız bu deyim sadece Türkiye'de kullanılmaktadır. Dünyanın diğer ülkelerinde erkek sanatçılara bale dansçısı denir - ", kadın dansçılara "balerin" denir. Balede tayt, mayo ve "tütü" denilen özel etek ve bunun gibi giysiler kullanılır. Bale terminolojisinde ayakların tam parmak ucunda durmasını sağlayan ayakkabıya "point" ya da "puant" denir. Bale yapılmadan önce esneme hareketleri mutlaka yapılmalıdır; yoksa ısınılmadan hareketler yapıldığı için kaslar yırtılabilir ya da vücudun bir yerini incitebilir.
Bale eseri,bir bale prodüksiyonu için yaratılan kareografi ve müzikten oluşur .En bilindik örneklerinden biri, kareografisi Merius Pepita ve Lev Ivanov’a, müziği Tchaikocsky’e ait olan, fındıkkıran balesidir.
Bale eserleri profesyonel bale dansçıları tarafından performe edilir.Klasik bale dansçıları genellikle klasik müzik eşliğinde,detaylı kostüm ve dekorlarla sergilenirken ; modern baleler genelde daha sade kostümlerle ve daha az dekor kullanılarak sahnelenir.
Bale ilk olarak İtalya'da rönesans döneminden görülmektedir. Mim sanatçılarının ortaçağ ve rönesans tiyatro gösterilerinde ve geleneksel halk gösterilerindeki dans adımları bugünkü balenin temellerini oluşturur. O zamanlarda koreografik bir düzeni olmayan bale Dominic de Piacenza ve Antonio Cornazzo'nun ilk koreografik kompozisyon denemeleri ve adımlara isim vermeleriyle gelişmiş bu noktada Fransızlar çok etkilenmiş ve bunun sonucunda bugünkü balenin ilk tohumları 1581'de Catherine de Medici'nin "Beaujoyeux" adlı Le Ballet Comique de la Reine tarafından sahnelenen gösterisiyle atılmıştır.
Fransa'da IV. Henry tarafından desteklenen bale tüm Avrupa'ya, oradan da 16. ve 17. yüzyılın sonlarında da Danimarka ve İsveç'e kadar yayılmıştır. Balenin altın çağı kendisi de iyi bir dansçı olan XIV. Louis döneminde başlamıştır. Bu döneme kadar halk tarafından dans edilirken bir kez profesyonel dansçılar kostüm maske ve peruklar kullanarak dans etmeye başlamışlardır. 18. yüzyılda bale tamamen kendini opera sanatından soyutlayarak özgür bir sanat formuna kavuşmuştur. Bunun da tohumları George Noverre trafından atılmış ve bugün sahnede gördüğümüz bale sanatı onun koyduğu kurallar üzerine kurulmuştur.
18. yüzyılın ikinci yarısında Rusya'ya ulaşan bale St.Petersburg'da Petipa ve Saint-Leon ile hayat bularak gelişmiş ve bugün hala sahnelenen Uyuyan Güzel Balesi, Fındıkkıran Balesi ve Kuğu Gölü Balesi gibi tanınmış eserler buradan tüm dünyaya yayılmıştır.
20. yüzyılda,bale diğer dans türlerini de etkilemeye başlamıştır ve balenin alt türleri oluşmaya başlamıştır. Bunlardan en bilinenleri, modern bale ve Amerikalı kareograf George Balanchine'in geliştirdiği neoklasik baledir.
Türkiye'deki özel statülü devlet üniversiteleri
Türkiye'deki özel statülü devlet üniversiteleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bazı devletlerle ortak olarak kurdukları özel bir statüye sahip üniversitelerdir.
Abstract Syntax Notation One
Telekomünikasyon ve bilgisayar ağlarında, Abstract Syntax Notation One (ASN.1) verilerin nasıl gösterildiği, kodlandığı, yollandığı, alındığı ve okunduğunu anlatmaya yarayan standart ama genişletilebilir bir dildir.
ASN.1, ISO ve ITU-T tarafından 1984 yılında standardının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Uygulanabilirliği sayesinde 1988 yılında kendi standardına (X.208) sahip olmuştur. 1995 yılında da tekrar revize edilerek X.680 olarak yayınlanmıştır.
Ahmet Yesevî Üniversitesi
Ahmet Yesevi Üniversitesi, Kazakistan'ın Türkistan şehrinde Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in buyruğu ile 6 Mayıs 1991 tarihinde kuruldu. Süleyman Demirel’in Başbakan olarak yaptığı Kazakistan gezisinde (29 Nisan – 1 Mayıs 1992) bu üniversitenin Kazakistan ve Türkiye ortak üniversitesi olması kararlaştırıldı. İkinci Türk Cumhurbaşkanları Ankara zirvesinde ortaklık anlaşması imzalandı. Anlaşma ve buna göre hazırlanan Tüzük, TBMM’ce onaylandı. Kazakistan Bakanlar Kurulu, üniversite yönetimini Tüzük gereğince kurulan Mütevelli Heyetine bıraktı.
Üniversite, beşi Türkiye Cumhuriyeti, beşi de Kazakistan Cumhuriyeti tarafından atanan on kişilik bir Mütevelli Heyet tarafından yönetilmektedir. Mütevelli Heyet Başkanı T.C. Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanmaktadır. Üniversitenin Mütevelli Heyeti Ankara'dadır. 10 Mayıs 2015 tarihli ve 29351 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı atama kararına göre "Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı'na Mütevelli Heyeti Üyesi Prof. Dr. Musa YILDIZ atanmıştır.
Üniversitenin öğretim dili Türkiye Türkçesi ve Kazak Türkçesidir. Bu dillerin yanı sıra İngilizce ve Rusça dilleri de öğretilmektedir.
Tıp Fakültesinde eğitim 2 dil üzerinden verilir. Kazakça ve Rusça dilleri ile ders verilen 2 sınıf türü vardır.Kazak sınıflarında Türkçe,İngilizce ve Rusça dilleri; Rus sınıflarında Türkçe,İngilizce ve Kazakça dilleri öğretilir.Ayrıca 2011 yılı itibarıyla Türkçe ders verilen sınıflar için çalışmalar başlamıştır.Türkçe sınıflarında 2012 yılından başlayıp üniversite bünyesinde Türkiye ile Türkiye'deki eğitim görevlilerinin videokonferans bağlantılarıyla ders anlatması amaçlanmıştır.
Ahmet Yesevi Üniversitesi, Kazakistan ve Türkiye Cumhuriyetlerinin ortak eseridir.
Üniversiteden alınan diplomaların Kazakistan ve Türkiye’de aynı alan ve aynı düzeyde eğitim veren yükseköğretim kurumlarının diplomalarına ve bunlara verilmiş haklara eşdeğerliliği kanun gereğiyle sağlanmıştır.
(*) http://www.ayu.edu.tr internet sitesinden alınmıştır.
Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir.
ITU
ITU kısaltması, birçok anlama gelebilir:
Uluslararası Telekomünikasyon Birliği
Uluslararası Telekom Birliği (; , , "UIT") merkezi Cenevre'de bulunan ve telekomünikasyon dalında birçok standardı belirleyen bir kurumdur.17 Mayıs 1865 tarihinde kurulmuştur.
ITU web sitesi
ITU-T
International Telecommunications Union Telecommunication Standardization Sector (yani "Uluslararası Telekomünikasyon Birliği Telekomünikasyon Standartlaştırma Birimi", veya ITU-T), ITU'nun belirlenen standartları koordine etmekle sorumlu birimidir. Birçok ITU belgesinin adı ITU-T kod adı ile başlar.
Red Hat Linux
Red Hat Linux, Red Hat firmasının 1995 ve 2004 yılları arasında geliştirdiği, döneminin popüler Linux tabanlı işletim sistemidir. Geliştirici firma, Red Hat Linux dağıtımından farklı olarak 2000 yılından itibaren ticari kullanıma yönelik ücretli Red Hat Enterprise Linux dağıtımını yayınlamaya başlamış, ücretsiz "Red Hat Linux" projesine ise 2004 yılında son vermiştir. Firma Red Hat Linux projesine son vermeden önce 2003 yılında; artık açık kaynak sürüm çıkartmayacağını, bunun yerine hiçbir kar amacı gütmeyen ve mevcut Red Hat kaynağını alıp geliştirecek bir organizasyona destekçi olacağını açıkladı. Böylelikle topluluk destekli Fedora dağıtımı ortaya çıkmıştır.
Kırım Tatarcası
Kırım Tatarcası, Kırım Türkçesi ya da Kırımca ("Qırımtatarca", "Qırımca"), Türk dillerinin Kıpçak koluna ait bir dildir. Ancak bazı Oğuz grubuna ait özelliklere de sahiptir. Romanya'nın Dobruca yöresinde konuşulan şekline Romanya Tatarcası adı verilir.
Ana unsurlarını Kıpçakçadan almış, ama başka Türk lehçeleriyle de etkileşimde bulunmuştur. Osmanlı Devleti ile olan sıkı ilişkileri olan Kırım Hanlarının ve ileri gelenlerinin genellikle İstanbul'da eğitim almaları Oğuz lehçelerinin etkilerini getirmiştir. Gaspıralı'nın çalışmaları ile bu etkiler iyice yerleşmiştir. Rus idaresine girilmesi ile de Rusça'dan etkilenmiştir. Ayrıca sürgün zamanından dolayı Özbekçeden alınmış etkileri de görülmüştür.
Kırım Tatarcanın başlıca şu ağızları vardır:
Yalıboyu ağzı: Yalıboyu ibaresi Kırım'ın güneyinde Karadeniz kıyısında kalan ve dağlardan dolayı da iç kesimlerle irtibatı daha az olan bölgeyi ifade etmektedir. Bu bölgede yer alan Sudak ve başka bazı kaleler Kırım Hanlığı topraklarında olmasına rağmen doğrudan İstanbul (Osmanlı) tarafından yönetilmekteydi. Bu nedenle Anadolu'da yaşayan pek çok insan memuriyet, askerlik ve çeşitli geçim vasıtaları temini amacıyla bu bölgeye yerleşmişlerdir. Ayrıca deniz yoluyla doğrudan Osmanlı limanlarıyla bağlantılı olmaları nedeni ile de önemli bir etkileşim olmuştur. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan Yalıboyu ağzı, Türkiye Türkçesine oldukça yakın özellikler göstermiştir. Bir anlamda Türkiye Türkçesinin bir ağzıdır denilebilir.
Bahçesaray ağzı; bir yandan Kıpçak özellikleri taşırken bir yandan da gerek gramer gerekse kelime hazinesi bakımından Oğuz grubunun özelliklerini de oldukça fazla barındıran bir geçiş ağzıdır. Türkiye Türkçesi konuşan insanlar tarafından küçük bir çabayla anlaşılabilir. Kabul edilen edebi dil Bahçesaray ağzıdır ve mahalli dilde yazılmayan eserlerin çoğu bu ağızda kaleme alınmaktadır.
Çöl ağzı; Kırım'ın kuzeyinde kalan bozkır bölgesinde yaşayan halkın konuştuğu dildir. Tamamen kıpçak özellikler taşır. Nogayca ve Kazakçaya yakındır ve Türkiye Türkçesi konuşan insanlar tarafından anlaşılması daha zordur.
Kırım'da Tavrida Millî |
Üniversitesinde ve Kırım Devlet Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesinde Kırım Tatarca öğretmenlik ve edebiyat bölümleri mevcuttur. Ayrıca Kırım boyunca 16 adet ilk ve orta öğretim okulunda Kırım Tatarca dersleri seçmeli olarak verilmektedir.
Ölüm cezası
Ölüm cezası, bir devletin suçun karşılığı olarak bir mahkûmun hayatına son vermesidir. Ölüm cezasına çarptırılan kişinin cezasının infaz edilmesine idam denir.
Ölüm cezası suçu cezalandırmak ve siyasi ve dinî ihtilafları bastırmak amacıyla geçmişte çoğu toplum tarafından kullanılmıştır. Tarihsel olarak, ölüm cezaları sıklıkla işkence eşliğinde infaz edilmiş ve halka açık olarak yapılmıştır.
Şu anda, 58 ülkede halen ölüm cezası kullanılmaktadır. 98 ülke ölüm cezasını hukuken (de jure) tamamen kaldırmış, 7'si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında kaldırmış, 35'i ise fiilen (de facto) ölüm cezasını uygulamadan kaldırmıştır. Uluslararası Af Örgütü, 140 ülkeyi hukuken ya da fiilen idam karşıtı, 58 ülkeyi idam taraftarı olarak sınıflandırmaktadır. Ölüm cezası en yaygın olarak Asya'da kullanılmaktadır, infazların % 90'ı Asya kıtasında gerçekleşmektedir.
Ölüm cezası tartışmalı bir konudur. Ölüm cezasını destekleyenler, kişiyi suç işlemeden caydırdığını ve cinayet gibi bazı suçlarda hak edilen cezanın verildiğini iddia etmektedirler. Ölüm cezası karşıtları, ömür boyu hapis cezası ile caydırıcılık konusunda hiçbir farkı olmadığını, insan haklarını çiğnediğini, yanlış infazlara yol açtığını, müebbet hapis cezasının yeterli olduğunu iddia etmektedirler.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2007, 2008 ve 2010'da ölüm cezalarını uygulamama çağrısı yapan kararlar almıştır. Avrupa Birliği'nde, Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi'nin 2. maddesi gereği ölüm cezası kullanımı yasaktır. Avrupa Birliği'ne ek olarak, Türkiye ve Rusya'nın da üyesi olduğu Avrupa Konseyi de üyelerinin ölüm cezasını kullanmasını yasaklamaktadır. Bu doğrultuda Türkiye'de ölüm cezası 1984'ten beri uygulanmamakta, 2004'ten beri hukuk sisteminde mevcut bulunmamaktadır.
Ölüm cezası, uygulandığı çoğu yerde, önceden tasarlanmış cinayet, casusluk, vatana ihanet veya askeri adalet kapsamında kullanılır. Birçok ülkede, uyuşturucu kaçakçılığı da kişiyi ölüm cezasına çarptırmaya yetecek bir suç sayılır. Çin'de, insan kaçakçılığı ve ciddi yolsuzluk davaları ölüm cezası ile sonuçlanabilir. Dünya çapındaki askeriyelerde, askeri mahkemeler korkaklık, firar, asilik ve ayaklanma gibi suçlarda ölüm cezasını uygulamıştır.
Gelişmiş ülkeler arasında yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya'da ölüm cezası halen yürürlüktedir. Avrupa ve Latin Amerika devletlerin'de ölüm cezasını yürürlükten kaldırmıştır. Avrupa kıtasında sadece Beyaz Rusya ve Kazakistan'da ölüm cezası vardır. Bunlardan Kazakistan'da ölüm cezası sadece özel durumlar için yürürlüktedir, Belarus'ta ise cezalar infaz edilmektedir. Avrupa ve Latin Amerika haricinde, gelişmemiş ve demokratik olmayan ülkelerde ise ölüm cezasının kullanımı yaygındır.
Şarkikaraağaç
Şarkikaraağaç, Isparta ilinin bir ilçesidir. On iki ilçesi bulunan Isparta ilinde nüfus büyüklüğü bakımından üçüncü sıradadır.
İlçenin adındaki "şarkî" sıfatı "doğuya ait, doğuda" anlamına gelir. Karaağaç adında Denizli iline bağlı bir ilçe daha bulunması, bundan dolayı da herhangi bir karışıklığın ortaya çıkmaması için biraz daha doğuda olan Isparta'ya bağlı Karaağaç'a "şarkî", batıda olan Denizli'ye bağlı Karaağaç'a da "garbî" (batıya ait, batıda) sıfatı konulmuştur. Ancak sonraki yıllarda Denizli'nin Garbî Karaağaç'ı, adını Acıpayam olarak değiştirmiştir. Isparta'ya bağlı Karaağaç'ın önündeki "şarkî" kelimesi ise kaldırılmadan bugüne kadar kullanılagelmiştir. Yazılış biçimi eskiden "Şarkî Karaağaç" ya da "Şarki Karaağaç" iken, bugün sadece "Şarkikaraağaç" olarak birleşik yazılır. Yöre halkı günlük konuşmalarında genelde
"Şarkikaraağaç" yerine "Karaağaç", "Karaaç" ya da "Garaaç" deyimini kullanır.
12. yüzyılın başında Selçuklu egemenliğine giren "Şarkikaraağaç", 1864'te Konya vilâyetine bağlanarak kaza yapılmış ve 1878 yılında da Isparta vilâyetine bağlanmıştır. Göller Bölgesinin en önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Bugün birer ilçe olan Gelendost ve Yenişarbademli, 1950'li yıllara kadar Isparta'nın en büyük ilçelerinden biri olan Şarkikaraağaç'tan bazı siyasî nedenlerle koparılarak ilçe yapılmıştır.
Eski çağda adı "Neapolis" olan ilçenin verimli bir ovada bulunduğu için tarıma elverişli olması, kuzeyden gelen tacirlerin Neapolis'in batı ve güneyine gidip gelmesi; Neapolis'in ticaret hacminin artmasında olduğu gibi zengin bir tarihe ev sahipliği yapmasına da vesile olmuştur.
Şarkikaraağaç, Akdeniz Bölgesi’nin batı bölümünde, Göller Yöresi’nde Isparta-Konya karayolu üzerinde yer almaktadır. Isparta'nın nüfus bakımından en büyük üçüncü ilçesidir. Güneyde Beyşehir ve Yenişarbademli, kuzeyde Yalvaç, Akşehir, Doğanhisar, batıda Gelendost ve Eğirdir, doğuda Hüyük ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 1232 km²'dir. İlçenin etrafında kuzeydoğusunda Sultandağları, batıda Anamas Dağları, güneyde Orta Toroslar, Karadağ ve Kızıldağ bulunmaktadır. İlçe Isparta il merkezinin 118 km kuzeydoğusunda bulunmakta olup Konya'ya 120 km, Antalya'ya 240 km, Ankara'ya 300 km, Afyonkarahisar'a 145 km, Akşehir’e 50 km, Beyşehir'e 57 km, Yalvaç'a 32 km, Eğirdir'e 84 km uzaklıktadır.
Şarkikaraağaç ilçesi Isparta-Konya karayolu üzerindedir. Isparta il merkezine her yarım saate bir otobüs bulunmaktadır. İlçe Şehirlerarası Otobüs Terminalinden tüm şehirlere otobüs imkanı mevcuttur. İlçe, Isparta Süleyman Demirel Havalimanına 148 km, Konya Havalimanına 138 km ve Antalya Havalimanına 235 km mesafededir.
Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında, karasal iklime daha yakın bir iklim yapısına sahiptir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve yağışlıdır. Arazi bitki örtüsü bakımından genelde çıplaktır. Ovalar ve düşük yükselti alan kuramının yayvan olduğu bölgeler genellikle tarım arazileri olduğu için bu kesimlerde buğday, arpa, yulaf gibi tahıl ürünleri, şeker pancarı, haşhaş, ayçiçeği gibi tarla ürünleri, sebze, meyve ağaçlarından oluşan otsu ve odunsu bitki örtüsü gözlenmektedir. Kızıldağ'ın kuzey ve kuzeydoğu yamaçlarında sedir ağaçları, Anamasdağ bölgesinde ve özellikle karbonatlı kayaçların göstermelik verdiği diğer bazı bölgelerde çam, karaçam, bodur çalı ve bazı otsulara rastlanır.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 4 belde ve 25 köy bulunmaktadır.
İlçenin Akşehir ve Konya ile de küçümsenmeyecek bir ticaret diyaloğu vardır. Bu diyalog geçmişte olduğu gibi bugün de devam etmektedir.
İlçe sınırlari içinde bulunan Kızıldağ Millî Parkı, temiz havası ve sedir ağaçlarıyla özellikle yaz aylarında ilçeye ekonomik ve sosyal alanda ciddî bir hareketlilik kazandırır.
Dünya barit yataklarının %0.05'i de Şarkikaraağaç sınırları içerisindedir.
İlçenin eğitim olanakları oldukça gelişmiştir. İlçede başta Anadolu Öğretmen Lisesi olmak üzere örgün ve yaygın eğitim veren her kademe eğitim ve öğretim kurumları vardır. Bu eğitim kurumları, il geneli ve çevre iller arasındaki başarıları ile Isparta ilinin önde gelen eğitim kurumları arasında yer alır.
İlçede Süleyman Demirel Üniversitesine bağlı bir Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır.
Şarkikaraağaçspor, 1970'li yıllarda Isparta'nın Şarkikaraağaç ilçesinde kurulan futbol kulübüdür. Renkleri sarı-kırmızı-siyahtır. Kuruluşundan bu yana amatör liglerde mücadele eden Şarkikaraağaçspor çeşitli dönemlerde 3. lige çok yaklaşmasına rağmen yükselememiştir. 2000 yılından sonra tekrar aktif mücadele eden takım bu dönemde başarılı sonuçlar almıştır.
1893 (H. 1309)'ten Günümüze Şarkîkaraağaç'ta Görev Yapmış Olan Belediye Başkanları
İletici kısım
İletici kısım, solunum sisteminin nefes borusu, bronş, bronşiyol (bronşçuk) ve terminal bronşiyollerden oluşan kısmıdır. Görevleri şöyle sıralanabilir:
Hava, solunumun gerçekleşeceği kısımlara iletici kısım aracılığıyla ulaşır.
Solunum kısmı
Solunum kısmı, kan ile oksijen ve karbondioksit değişiminin (alış-verişi) olduğu solunum sistemi kısmıdır.
Solunumsal (respiratuvar) bronşiyoller ve alveoler kanallar gaz değişiminin %10'undan sorumludur. Alveoli ise kalan %90'dan sorumludur.
Gizli Haber Alma Servisi
Secret Intelligence Service (Gizli Haberalma Servisi), MI6 (Military Intelligence Section 6) (Askeri İstihbarat Bölüm 6) olarak bilinir.
MI6 adı geçmişte (I. ve II. Dünya Savaşları) bu servisin askeri istihbaratın bir birimi olarak örgütlenmesinden gelir. Bugün resmi durumu ve hiyerarşik yapısı değişmesine karşın kamuoyunda bu adla anılmayı sürdürür.
Birleşik Krallık'ın haberalma kuruluşlarından biridir. Görevi dış istihbarat faaliyetleridir.
Bu konuda tek istisna Kuzey İrlanda'dır. Stratejik durumu nedeniyle Kuzey İrlanda'da haberalma görevi MI6'ya aittir.
Bugün Birleşik Krallık Savunma Bakanlığı altındaki Savunma Konseyi'ne bağlı hizmet verir. Ayrıca İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarıyla da sürekli irtibat halindedir. Faaliyetleri hakkındaki halka açık yayınları sansür yetkisi bulunur.
Vatana ihanet
Vatana ihanet, vatan hainliği ya da hıyanet-i vataniye, meşrû egemenlik organını devirmeye veya otoritesini yıkmaya, bağlı olduğu devlete karşı savaşmaya veya düşmanla iş birliği etmeye yönelik eylemleri kapsayan suç türü. Tarih boyunca birçok hukuk sisteminde tüm suçların en büyüğü olarak değerlendirilmiş ve en şiddetli biçimlerde cezalandırılmıştır.
İngiltere'de vatana ihanet suçu 1351 tarihli "Treason Act" ile tanımlanmıştır. Bu yasaya göre hükümdarı veya eşini veya büyük oğlunu öldürmeye teşebbüs, veya hükümdarın eşine veya büyük kızına tecavüz, hükümdara karşı savaş açmak veya hükümdarın düşmanlarına fiilen yardımcı olmak "high treason" suçunu oluşturur. Bu yasa kapsamında en son 1946'da II. Dünya Savaşı'nda Alman propaganda servisinde çalışan İngiliz vatandaşı yargılanmış ve idam edilmiştir.
ABD Anayasası'nın III.3 maddesi vatana ihanet suçunu "Amerika Birleşik Devletlerine karşı savaşmak veya savaşan düşmana katılarak ona yardım etmek" eylemi ile sınırlar. Su |
çun kendisi ve cezası US Code 18/2381 maddesinde tanımlanmıştır. ABD tarihi boyunca vatana ihanetten toplam 40 dolayında federal dava açılmış ve hemen hiç mahkûmiyet kararı alınmamıştır. 1952'den bu yana kullanılmayan vatana ihanet yasası 54 yıl aradan sonra ilk kez 2006'da El-Kaide üyesi olmakla suçlanan bir kişiye karşı kullanılmış, fakat yargılama gerçekleşmemiştir.
Fransız hukukunda uzun süreden beri kullanımdan kalkmış olan "haute trahison" (vatana ihanet) suçu sadece 1875 tarihli Yüce Divan ("Haute Cour de Justice") Yasası'nda, devlet başkanı veya bakanların vatana ihanetle suçlanması halinde izlenecek yöntem bağlamında korunmuştu. Bu yasa da 27 Şubat 2007'de yürürlükten kaldırıldı.
Alman Ceza Kanunu'nın 81-83. maddeleri "Hochverrat" (vatana ihanet) suçunu düzenler. Bu maddelere göre, "Zor kullanarak Federal Alman Cumhuriyetini yıkmaya veya anayasa ile kurulu düzeni bozmaya teşebbüs etmek" vatana ihanet suçunu oluşturur ve 10 yıl ila müebbet hapisle cezalandırılır.
Türkiye'de 29 Nisan 1920'de Hıyanet-i Vataniye Kanunu 12 Nisan 1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu düzenlemesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.
Günümüz Türk ceza hukukunda vatana ihanet suçu tanımlanmamıştır. Ancak Türk Ceza Kanunu'nun devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, düşmanla iş birliği yapmak, devlete karşı savaşa tahrik, temel milli yararlara karşı hareket, askeri tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketleri yararına anlaşma, düşman devlete maddi ve mali yardım konularını işleyen 302-308. maddeleri, geleneksel olarak vatana ihanet kapsamına giren suçları içerir.
Türkiye'de Cumhurbaşkanının yargılanabileceği tek suçtur.
İsyan
Ayaklanma veya isyan, aynı ortamda bulunan bir grup kişinin (genellikle askeri personel veya gemi mürettebatı, sivil olsa bile) kanunen itaat etmesi gereken emirlere karşı gelmesi nedeniyle işlenen suç. Geçmişte birçok ülke, ayaklanmayı idam cezası gibi sert cezalarla cezalandırmıştır.
Askerlerin komutanlarına karşı gelmesi, askeri isyan türüne bir örnektir. MÖ 327'de Hindistan'a girmek isteyen İskender, savaşlardan yorulmuş ve bıkmış askerlerinin karşı gelmesi üzerine Hindistan'a girememiştir. Bu isyan sonucunda İskender, Hindistan'a girmekten vazgeçmiştir.
1520'de Ferdinand Macellan, Dünya çevresini turlamak amacı ile çıktığı seyahatte, Amerika açıklarında gemi mürettebatının isyanı ile karşılaştı. İsyancılardan birini idam etti, öbürünü de kıyıda bıraktı.
Sosyal sorunların sebep olduğu isyanlara en güzel örneklerden birisi, MÖ 73'te İtalya'da Spartaküs önderliğindeki köle ayaklanmasıdır.
İnsan sindirim sistemi
"İnsan sindirim sistemi"nde sindirim; mekanik (fiziksel) ve kimyasal sindirim olarak ikiye ayrılır. Fiziksel sindirim, molekülleri küçük moleküllere ayırmaktır. Kimyasal sindirimin görevi ise, besinleri en küçük yapı taşına kadar ayırmaktır. Sindirim sistemi, sindirim borusu (sindirim kanalı) ile sindirim bezlerini içeren, çok hücreli hayvanlarda yiyeceğin vücuda alınımı, sindirilmesi, gerekli besin ve enerjinin absorbe edilmesi ve atık maddelerin vücuttan atılması ile ilgilenen organ sistemidir.
Sindirim sistemi ve sindirim borusu hayvandan hayvana belirli oranda değişiklik gösterir. Örneğin bazı hayvanlar çok odalı midelere sahiptirler.
Çoğu Antik Çağ ve Orta Çağ anatomistleri mide, bağırsaklar gibi sindirim sistemi organları hakkında kabaca doğru fikirlere sahipti. Yine de bu yanlış ve hatta bir bakıma absürt fikirler ortaya atılmadı anlamına gelmez. Örneğin Rönesans'ın önemli bilgin ve sanatçısı Leonardo da Vinci sindirim sisteminin solunum sistemine yardım ettiği fikrine sahipti. Sıkışan bağırsakların, içlerinde üretilen sıvılaşmış havayla, diyaframı yukarı doğru ittiğine ve böylece diyaframın akciğerlere basınç uyguladığına inanmaktaydı. Sindirim sisteminin ve sindirim sistemi organlarının insan için önemi eski çağlardan beri bilinmektedir.
Bağırsak, sindirim kanalının mide ile anüs arasında bulunan kısmıdır. Kalın bağırsakta besinler içerisinde kalan su ve mineraller emilir.
Ayrıca kalın bağırsak sindirime katılmaz. Çünkü sindirim ince bağırsaktan besinlerin kana geçmesi ile sona erer. Besinler kan yoluyla vücuda taşınır. -
Dışkılar anüsten geçerek vücuttan atılırlar.
Sindirim sistemi ve sindirim borusu ile ilgili başka organlar da vardır.
Karaciğer sindirimde rol oynayan safrayı üretir.
Pankreas ise bikarbonat, tripsin, kemotripsin, lipaz ve pankreatik amilaz gibi çeşitli enzimler içeren bir sıvıyı ince bağırsağa salgılar.
Böylece bu bezler sindirimde yer almış olurlar.
Ağızda, yiyecek dişler ve dil tarafından mekanik olarak parçalanırken, tükürük tarafından kimyasal olarak da bir ölçüde parçalanır. Daha sonra peristaltizm ile yemek borusundan (özofagus) mideye geçer. Burada parçalama işlemi devam eder. Büyük yiyecek parçaları ("bolus") daha küçük parçalara ayrılır yani büyük oranda mekaniktir. Bununla beraber, küçük miktarda kimyasal işlem de meydana gelir; özellikle proteinler midedeki enzimlerin yardımıyla kimyasal olarak parçalanmaya başlar. Gıda daha sonra ince bağırsağa girer ki burada enzimler ve bakteri yardımıyla parçalama işlemi meydana gelir ve yararlı partiküller kana emilir. Kalan partiküller ise kalın bağırsaktan geçer ve sonunda dışkı biçiminde vücuttan atılır.
Sindirim hem hormonlar,hem de otonom sinir sistemi tarafından düzenlenir:
Sindirim borusu aynı zamanda bağışıklık sisteminin bir bölümüdür (Coico et al 2003). Midenin düşük pH (1-4 arası) seviyesi, mideye giriş yapan birçok mikroorganizma için ölümcüldür. Benzer bir şekilde, mukus (IgA antikorları içerir) bu mikroorganizmaların çoğunu nötralize eder. Sindirim borusundaki diğer farktörler de bağışıklığa yardımcı olurlar; safra ve tükürükteki enzimler dahil. Sağlığa yardımcı bağırsak bakterileri de potansiyel olarak zararlı olabilecek sindirim borusundaki bakterilerin aşırı çoğalmasını önlemeye yardımcı olur.Bakterilerin yüzünden ölebiliriz.
İnce bağırsağın görevi:Midedeki yemeklerin ince bağırsaktan kalın bağırsağa geçip ordan da boşaltılmasıdır.
Tıbbın sindirim sistemi fonksiyonları ve bozukluklarını konu edinen dalı gastroenterolojidir. Sindirim sistemi ile ilgili en sık yapılan şikayetlerden bazıları bulantı ve kusma, dispepsi, ishal ve kabızlıktır. Ülser ve reflü özellikle son dönemlerde adını fazlaca duyurmuş hastalıklardandır. En sık rastlanan sindirim sistemi hastalıkları şunlardır;
Megreller
Megreller ya da Mergeller, Margallar, Mengreller, Mingreller (Megrelce: მარგალეფი "Margalepi"; Lazca მარგალეფე "Margalepe"; Gürcüce: მეგრელები / "Megrelebi"; Svanca: tekil ზანა̈რ "Zanär", çoğul მჷზან "Mәzan"; Abhazca: а́гырқәа Agrwa), Gürcistan'da Karadeniz'e kıyısı olan Megrelya'nın yerli halkı. Önemli bir Megrel nüfusu da başkent Tiflis’te ve Abhazya’da yerleşiktir. 1990’ların başında, Gürcü-Abhaz savaşı sırasında, ayrılıkçı yönetim tarafından Abhazya’dan göç ettirilen halkın yaklaşık 180.000-200.000 kadarı Megrel’di. Gürcistan'da yaygın biçimde resmi ideoloji doğrultusunda Gürcülerin bir alt etnisi olarak gösterilse de esasen onlara yakın fakat ayrı bir etnik gruptur. En yakın akrabaları Lazlar olup birlikte Zanlar adıyla ele alınır ve Zan dilinin birbirine yakın iki kolunu konuşurlar.
Gürcüler, Zanlar (Megreller ile Lazlar) ve Svanlar tarih öncesi ortak bir proto-halkın mensuplarıyken bu halkın sonradan üç farklı halka bölünmesiyle ortaya çıkmışlardır.
Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce "Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi" başlığıyla bir ön çalışma yapılmış. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre Megrellerin (Мингрельцы = Mingreller) 1891 yılındaki nüfusu 214.000 kişidir.
Megrellerin çoğunluğu iki dillidir ve Megrelce ve Gürcüceyi bir arada konuşur, ancak yazı dilleri sadece Gürcücedir. Megrelce , kuzeybatı (Zugdid-Samurzakan) ve güneydoğu (Senaki) olmak üzere iki ana diyalekte ayrılır. Lazca ve Megrelce birbirine yakın dillerdir. Megreller ve Lazlar birbirinin şivesini rahatça anlayabilmektedirler.
Karadeniz kıyısındaki çoketnikli (Gürcü-Zan-Svan, güney Abhaz) Kolhis (Egrisi) arazisinde kurulan Kolhis Krallığı en eski Gürcü-Zan-Svan devletidir. Coğrafi konumu nedeniyle Zan ağırlıklı olan krallığın başkenti bugünkü Kutais olup yönetici tabakası siyasi örgütlenmede Lazlara göre daha fazla ilerlemiş olan Megrellerden oluşuyordu. MÖ 5. yüzyıldan itibaren Perslerin, Büyük İskender ve ardıllarının, Pontus Krallığı’nın ve Romalıların saldırılarıyla karşılaşan krallık MÖ. 1. yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilerek yönetimi Megrellerden alıp Lazlara verilmiştir. Bu tarihten sonra devletin adı Lazika Krallığı olmuş ve seçimle işbaşına gelen krallar tarafından yönetilmiştir. Megrelya, ortaçağlardan itibaren uzun dönem ayrı bir prenslikti. Gürcistan’da Sovyet yönetiminin kurulmasından sonra, Megreller 1930’lara değin nüfus sayımlarında ayrı halk olarak sayıldılar. Daha sonraki sayımlarda Gürcü (Kartveli) olarak yazıldılar.
Sovyet dönemi sonrasındaki bağımsız Gürcistan’ın ilk devlet başkanı olan Zviad Gamsahurdia (1939-1993) bir Megrel’di. 1992’deki Tiflis’te başlayan iç savaşta iktidardan indirildi ve yerine Eduard Şevardnadze devlet başkanı oldu. Bu sırada Samegrelo da iç savaşa sahne oldu.
Megrellerin tamamına yakını Ortodoks Hristiyan olup Tiflis'teki Gürcü Kilisesi'ne bağlıdır.
Karaçaylar arasındaki "Aydabul" soyu Megrel kökenli olup zamanla Karaçaylaşmışlardır.
Sovyet döneminde 1930’lara değin Svanlar, Lazlar ve Megreller önceleri resmi olarak ayrı halklar halinde iken 1930 yılından itibaren Megreller ve Svanlar, 1938 yılından sonra da Lazlar Gürcü/Kartveli milletine dahil edilmişlerdir. Gürcistan'daki resmî Kartvelist ideolojiye göre, Güney Kafkas dillerinin üç kolunu konuşan halklar (Svan, Laz-Megrel ve Gürcü=Kortu=Kartı=İberia) Kartveli (yani Gürcü) ulusunu meydana getirmektedir. Gürcü kelimesinin Gürcüce s |
öylenişinden türetilen "Kartveli" etnonimi dar anlamda Gürcüleri, daha geniş anlamda ise Gürcüler ve onlarla akraba olan Zan (Megrel ile Laz) ve Svan halklarını kapsar. Kartveli tabiri otomatikman Gürcü (Kart) faktörünü vurgulaması ve Lazların, Megrellerin, Svanların Gürcülerden farklı halklar olduğu durumunu yadsıması sebebiyle nötr bir tabir olmamasına rağmen ilgili uluslararası literatürün bir bölümünde ve özellikle Gürcistan’daki gündelik resmi ve sosyal hayatta yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Kartveliler (fiiliyatta Gürcüler) hakkındaki çok sayıda araştırmaya rağmen Lazların, Megrellerin ve Svanları doğrudan ele alan araştırmaların sayısı azdır.
Gürcistan'da Megrel, Laz ve Svanlara karşı yürütülen asimile faaliyetleri bilinmektedir. Çok isabetli bir kullanım olmasa da Lazların, Megrellerin ve Svanların Gürcülerin yakın akraba halkları olmaktan ziyade Gürcülerin alt-grupları veya boyları olarak sayılması Gürcistan’da sadece resmiyette değil anaakım Gürcü akademisyenlerinde ve popüler kültüründe çok sık rastlanılan bir durumdur. Lazlar, Megreller ve Svanlar Gürcülerle akraba ama sonuçta Gürcülerden farklı halklar olduğunu kabul etmenin Gürcülük/Kartvelilik bilincinin yaygınlığını ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü zedeleyeceğinden korkulmaktadır. Gürcü terminolojisini aynen kullanan azınlıktaki bazı yabancı araştırmacılar da Lazları, Megrelleri ve Svanları Gürcülerin altgrubu olarak saymaktadırlar. Gürcüleşmeye karşı direncin Megreller ve Svanlar arasında düşük düzeyde olduğu gözükmektedir, ancak özellikle Nugzar Cocua (Нугзар Джоджуа) gibi Megrel milliyetçiler sosyal açıdan marjinal düzeyde de olsa her fırsatta Megrellerin Gürcü olmadığını hatırlatmaya ve bilinç oluşturmaya devam etmektedirler. Abhazya'da yaşayan Nugzar Dzhodzua 1989 yılında Abhaz televizyonuna çıkarak 1930’lardan beri Gürcistan’da “resmî” bir görüş olan Megrellerin Gürcü olarak gösterilmelerini artık kabul edemeyeceğini açıklamıştır.
Gürcistan'da Laz, Megrel ve Svanların Gürcü kökenli olduğunu kabul edenlerin sayısı da oldukça fazladır. "Lazlar ve Gürcüler aynı ana babanın çocuklarıyız... Kraliçe Tamara zamanında hepimiz Gürcü idik, daha sonra Gürcü, Megrel, Laz ayrıldı... Gürcü, Laz, Megrel kardeştir."
Bu ve benzeri yaklaşımlar Gürcistan'da veya Türkiye'de aynı resmi görüş etrafında toplanmış insanlarca neşredilen bütün yayınlarda rastlamak mümkündür. Bu konudaki en tipik örnek ise 1964'te Gürcistan'da “Lazeti” adıyla yayımlanan ve iki Laz tarafından yazılan, 1992 tarihinde İstanbul'da basımı yapılan “Lazların Tarihi” adlı kitaptır.
Gnostik
Gnostik terimi ""sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi"" anlamındaki gnosis sözcüğünden türetilmiştir; isim olarak kullanıldığında gnostisizm mensuplarına verilen ad olup, "gnostisizmi benimsemiş kimse" anlamına gelir; sıfat olarak kullanıldığında ise, gnostisizm sözcüğünün sıfatı olup "gnostisizm ile ilgili" anlamına gelir.
Emre itaatsizlik
Emre itaatsizlik, üstler ve amirler tarafından verilen "yasal" emirlere uymama. Askeriyede yer alan emir zinciri, üstler tarafından verilen "yasal" emirlerin yerine getirilmesini hükmeder. Fakat, diğer kurumlarda emre itaatsizlik personel işten çıkarılırken neden olarak öne sürülebilir.
Askeri kurumlarda emre itaatsizlik askeriyeden atılma, belirli bir süre hapis, veya idam cezası ile cezalandırılabilir. II. Dünya Savaşı sırasında Alman ve Rus ordularının uyguladığı ceza doğrudan idamdı. I. Selim hükümdarlığının en başında iki askeri personelini asilik suçundan ölümle cezalandırdı.
TSK'da emre itaatsizlik disiplin suçu, 477 sayılı Kanunun 48. maddesinde düzenlenmiştir: “Kast veya ihmal ile hizmete ait emri tam yapmamak, değiştirmek veya sınırını aşmak suretiyle itaatsizlik edenlere on günden iki aya kadar oda veya göz hapsi cezası verilebilir.” Daha önce, bu suç, askeri kabahat olarak, Askeri Ceza Kanunu’nun 86. maddesinde düzenlenmişti.
Emre itaatsizlik suçunun oluşabilmesi için şu şartların oluşması gerekir:
Emir, İç Hizmet Kanunu’nun 8. maddesinde tanımlanır: “Emir hizmete ait bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.” Emrin doktrindeki tanımı ise şöyledir: “üstünlük yetki ve kudretini haiz bir merci tarafından, belirli bir hareketin yapılması ya da yapılmaması maksadı ile ast durumunda bulunan kimseye yönelmiş bir irade açıklamasıdır”. Emir ile askerlik hizmetine ilişkin hususların yapılması ya da yapılmaması istenir. Özel işlerin yapılması zımmındaki istekler emir olamaz. Emrin yerine getirilebilmesi için o emrin meşru olması,yani emri alan açısından hukuka aykırı bir durumun olmaması demektir. Bir emrin meşru olabilmesi için, yetkili bir amir tarafından verilmiş olması, astın emri yerine getirmeye mecbur olması ve emrin yasaların gösterdiği ve gerektirdiği şekil ve içerik şartlarına uygun olması gerekmektedir.
Anayasanın 137. maddesince kanuna aykırı bir emri alan emri yerine getirmez ve durumu üste bildirir. Üst emrinde ısrar eder ve bunu yazıyla bildirirse, emri yerine getirir. Bu durumda sorumluluk emri veren üste aittir. Ancak konusu "suç" olan hiçbir emir yerine getirilemez, getirenler de sorumluluktan kurtulamaz. 137 maddenin son fıkrası askeri hizmetlerin görülmesini, istisnalar arasında saymıştır. Askeri Yargıtay da eski bir kararında verilen emrin kanuna aykırı olmasının yerine getirme zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağı sonucuna varmıştır. İç Hizmet Kanunu’nun 14. maddesine göre, ast amirlerine mutlak itaate, üstlerine ise kanunların ve nizamların gösterdiği durumlarda mutlak itaate mecburdur. Yani, ast amirinin verdiği ancak konusu suç olmayan emre mutlak biçimde, üstlerinin verdiği emre ise kanunların ve nizamların gösterdiği durumlarda mutlak itaate mecburdur. Hizmetle ilgili olmayan emirler, meşru emirler değildir. Bu tür emirleri astların yerine getirme mecburiyetleri yoktur. Çünkü İç Hizmet Kanunu’nun 16. maddesinin ilk cümlesi, “amir maiyetine hizmetle ilgisi olmayan emir veremez” hükmü vardır.
"Hizmetle ilgili emirler", kanunlara ve diğer hukuk kurallarına aykırı biçimde verilirse ast bazı durumlarda bu emri yerine getirme mecburiyetindedir. Çünkü, İç Hizmet Yönetmeliği’nin 33. maddesine göre, “ emirlerin hizmete müteallik olması (Silahlı Kuvvetler Kanunu madde 8 ve 16) ve kanun ve nizamları ihlal etmemesi şarttır. Ancak Askeri Ceza Kanunu’nun 41 maddesinin (b) fıkrası şümulüne giren haller haricinde ast aldığı emri kanun ve nizama uygun bulmasa bile emri yapar ve ondan sonra şikayet eder.” Askeri Yargıtay’a göre ise, “... askerlik hizmetinin özelliği icabı, verilen emirlere mutlak itaatin askerliğin temeli olması nedeniyle, ... konusu suç teşkil etmeyen her emrin kayıtsız ve şartsız ast tarafından yerine getirilmesi gerektiği, (astın) bir şikayeti varsa ondan sonra bu şikayetini yapması lazım geldiği uygulamada istikrar bulmuş bir durum(dur)...”
Askerliğe ait kanunlar ve diğer genel düzenleyici işlemler (tüzük, yönetmelik, adsız düzenleyici işlemler) hizmete ait olmakla birlikte, hizmete ilişkin bir emir oluşturmazlar. Herhangi bir yasa ya da genel düzenleyici işlemin düzenlediği bir konu;, amirler tarafından emir haline getirilip asta yöneltilemedikçe hizmete ilişkin bir emir haline gelemezler. Ayrıca, herhangi bir yasanın cezalandırdığı bir eylemin yapılmamasına ilişkin uyarmalar, birer hizmet emri değil tavsiye niteliğindedir. Bu uyarmaları dinlemeyen askeri personele emre itaatsizlikten değil, eylem için yasanın öngördüğü ceza verilebilir.
Amirlerin personele sosyal bir hizmet teklifi niteliğindeki emirlerini geç yerine getirmek, eksik yerine getirmek veya benzeri eylemler, emre itaatsizlik suçunu oluşturmaz. Bu tür emirler, askeri hizmetle ilgili bir emir değildir. Bu konu, Askeri Yargıtay’ın bir kararında “..bekar subay ve astsubayların mesai bitiminden sonra da kışlada yatacaklarına dair bir emrin yasal bir dayanağı bulunmadığı gibi, emrin hizmete müteallik olmadığı, sadece bekar personele yeni bir imkan sağlamaya yönelik sosyal bir hizmet teklifi niteliğinde bulunduğu, dolayısıyla bu konudaki teklife uymamış olmanın emre itaatsizlik suçunu oluşturmayacağı ...” biçiminde dile getirilmiştir.
Askeri Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun bir kararına göre, “... kanunun men etmediği bir fiilin salahiyetli makam tarafından verilen emre müsteniden yasak edilmesine mevzuat hükümleri cevaz vermemektedir. Gerek ASCK.’nun ve gerekse Ordu Dahili Hizmet Talimatnamesinin hükümlerine göre emrin hizmete taalluk etmesi kanun ve nizama uygun olması en önemli bir şarttır. Filhakika Garnizon Komutanlığı sıfatıyla askeri eşhasa verilen emrin yine kanun ve nizama uyması lazımdır[25]. ...” Askeri Yargıtay’ın diğer bir içtihadı birleştirme kararına göre[26], “... (hizmete taalluk etmeyen) emre (uymamak) emre itaatsizlik suçunu teşkil etme(z). ...”
Emre itaatsizlik suçunun oluşabilmesi için, emrin mutlaka askeri "hizmetle ilgili" olması gerekmektedir. Hizmetle ilgili emir, yasaların ve diğer düzenleyici hukuk kurallarının ihlalinin belli bir yaptırıma bağlanmadığı durumlarda olmalıdır.
Emre itaatsizlik disiplin suçunun oluşabilmesi için, hizmete ilişkin emrin tam yapılmaması, emrin değiştirilerek yapılması, veya sınırının aşılması gerekir. Söz konusu eylemlerin mutlaka "kasten" işlenmesi gerekmemektedir. Failin ihmali de bu suçun oluşması açısından yeterlidir. Burada, emrin hiç yapılmaması söz konusu değildir. Emrin hiç yapılmaması, disiplin suçu değil, Askeri Ceza Kanunu’nun 87. maddesinin kapsamına giren “emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
Mezozoik
Mezozoik Zaman, Fanerozoik Devirin üç alt bölümünden ikincisidir. Günümüzden 251 milyon yıl önce başlayıp 65 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir. Mezozoik Zaman da kendi içinde üç bölüm olarak incelenir, Trias, Jura ve Kretase
Bir önceki jeolojik devir olan Permiyen'de oluşan tek kıta Pangea, Mezozoik Zaman’ın ilk dönemi olan Trias’ın sonuna kadar varlığını sürdürür. Bundan sonra parçalanmaya başlamıştır. Mezozoik’in sonlarına doğru günümüz kıta görünümü kabaca ortaya çıkmıştır.
Permiyen'deki karasal iklim Trias döneminde d |
e sürer, kıtaların parçalanmaya başlamasıyla Jura başlarından itibaren yağışlı ve ılıman iklim tüm karalara hakim olmaya başlamıştır. Bu iklim yapısı Mezozoik'in sonlarına kadar sürer.
Permiyen yok oluşunda tür çeşitliliği açısından büyük ölçüde daralan deniz yaşamı Mezozoik boyunca açılım göstermiştir. Kıtasal parçalanmalar sonucu sığ denizlerin toplam alanı genişlemiş, deniz yaşamı için çok uygun alanlar ortaya çıkmıştır. Günümüz denizlerindeki omurgasız yaşamı Mezozoikte kurulur. mercanlar, kabuklular, midyeler ve dev Karnivor sürüngenler, tür çeşitliliği ve yaygınlık açısından büyük gelişme göstermişlerdir. Ayrıca "Plesiosaurus" gibi dev canlılar da yaşamıştır.
İlk memeliler Mezozoik Zaman'ın ilk dönemi sonlarında ortaya çıkmaya başlamışlardır. Bu dönemin sonunda yaşanan yok oluşla mevcut sürüngen türlerden çoğu yok olacak, ikinci dönemden itibaren dinozorlar'ı da içine alan yeni sürüngen türleri ortaya çıkacaktır.
Mezozoikte bitkiler de büyük bir değişim geçirir. Permiyen’in kurak iklimine uyum sağlamayı başaran açık tohumlular, Mezozoiğin baskın bitki grubudur. Modern açık tohumlular, örneğin kozalaklılar ilk kez günümüzdeki biçimleriyle Trias başlarında ortaya çıkar. Jura'nın baskın bitki grubu, ilkel palmiye benzeri, açık tohumlu bitkiler olan sikatlardı. Mezozoiğin sonlarına doğru sikatlar azalmaya başlar. Kapalı tohumluların ne zaman ortaya çıktığı henüz kesin değilse de Kretase'nin ortasında kesin biçimde fosil kayıtlarına giren grup, açık tohumluların zararına çeşitlenip, yaygınlaşır.
Mezozoik Zaman boyunca, karasal yaşamda en yaygın türler, sürüngen türleridir. Kuşlar da bu dönemin ortalarında, Jura’da ortaya çıkmıştır.
Mezozoik Zaman’ın son dönemi olan Kretase sonunda sürüngenler başta olmak üzere pek çok canlı türünün yok olmasına yol açan küresel bir felaket yaşanmıştır. Bugün için dev bir göktaşının dünyaya çarpması sonunda böyle bir felaketin yaşandığını gösteren deliller vardır. Bugünkü Meksika körfezinde dev bir meteor çukuru saptanmıştır. Yıllarca atmosferin üst tabakalarında kalın bir toz bulutu asılı kalmış, neredeyse gezegenin tümünün çok az güneş ışığı almasına neden olmuştur. Fotosentetik pek çok canlı bu süre içinde yok olmuştur. Dolayısıyla besin zincirinde bunlara bağımlı olan pek çok omnivor (hepçil) ve otobur (otçul) türü, ardından da bunlarla beslenen Karnivor (etçil) türleri yok olmuştur.
Firar
Firar, kişi tarafından bir varlığa verilen desteğin çekilmesi veya tamamıyla bırakılmasıdır. Askeriyede firar, kişinin bulunduğu birimi terketmesidir. Kişinin askeriyeden atılması ve hatta idam cezasına çarptırılması ile sonuçlanabilir. Askerin firarı 6. günün sonunda kesinlik kazanır, 6 günden az olan kaçma ise "kısa süreli kaçma" suçunu oluşturmaktadır. Hapishanelerde firar, mahkûm kişinin hapis olduğu yerden kaçmasıdır.
Josef Albers
Josef Albers, (d. 19 Mart 1888, Bottrop - ö. 25 Mart 1976, New Haven, Connecticut), Alman asıllı ABD'li sanatçı ve öğretmen.
1888'de Almanya Vestfalya bölgesinde Bottrpop küçük şehrinde bir Katolik sanatkar ailesinin oğlu olarak doğdu. 1908 - 1913 döneminde doğum şehrinde bulunan bir öğretmen okulunda eğitim görerek Ruhr bölgesinde ilkokul öğretmeni oldu. 25 yaşına geldiğinden okulundan izin alarak Berlin Kraliyet Sanat Akademisinde iki yıl okuduktan sonra bitirme sınavlarını verip sanat öğretmenliği için gerekli sertifikayı aldı. 1916’dan başlayarak üç yıl Essen’de bulunan "Kunstgewerbschule" sanat okulundan gravurcukluk ve sanat hocalıgi yaptı. 1918'de ikk sanat eseri siparis olak Essen'de bulunan bir kilise icin "osa mystica ora pro nobis" adli bir vitray pencere hazirladi. 1919’da Münih’e taşındı ve burada Franz von Stuck’un resim öğrencisi oldu.
1920’de Weimar’da Bauhaus Tasarım Okuluna yazılarak 32 yaşında okulun en yaşlı öğrencisi oldu. Burada malzemelerini çöplerden sağlayarak ilk defa soyut cam resimlerle deneysel çalışmalara girişti; 1922’de cam atölyesini yeniden organize etti. 1925’te Bauhaus ile Dessau’a taşınan Albers, burada profesörlüğe getirildi. Aynı yıl içinde dokuma sanatları bölümündeki öğrencilerden Anni Fleischaman ile evlendi. 1933'de Nazi'lerin baskısı dolayısı ile Dessau'da bulunan Bauhasuus okulu kapatılınca ve Albers ve karısı ABD'ye göçtüler.
1933’te ABD'de Albers Black Mountain College’e atandi. Bu kurumda Albers 16 yıllık hocalığı esnasında pek çok genç sanatçıyı bu okula çekti. 1939’da Amerikan vatandaşlığına geçen Albers ilk kez değişmeyen bir biçimi renklerle çeşitlendirdi.
1950’de geçtiği Yale Üniversitesi sanat bölümünde mimarlık ve tasarım bölümlerini yönetti. 1958’de emekli olduktan sonra iki yıl daha konuk profesörlük yaptı.
Başyapıtı olan Kareye Saygıyı 1950’den sonra çalıştı. Burada Albers’in renk deneylerinin özü gösterilmekte ve Op-art, kinetik sanat, renklerin yan yana uygulandığı resimlerde ve Yeni Soyut çalışmaların gelişmesi üzerinde önemli bir etken olan algılama teorisine ilişkin düşüncelerini açıkladı. Değişmeyen geometrik bir tramı esas alarak renk etkisinin durum, çevre, ışık sayısı ve yoğunluğu gibi faktörlere bağlılığını gösterdi.
1961 yılında Amsterdam’da Stedelijik Müzesinde ilk retrospektif Albers sergisi açıldı. İki yıl sonra Renklerin Etkileşimi adı altında bilgilerini bir araya toplayan bir tür görmenin okulu olan kuramsal yazısı çıktı.
14 tane şeref doktoru unvanına sahiptir.
Albers 25 Mart 1976’da Amerika’da öldü.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında eğitim ve kültür yönünden ilişkileri sağlamlaştırma amacı ile, 30 Eylül 1995 tarihinde İzmir'de imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile Kırgızistan Cumhuriyeti hükümetleri arasında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek şehrinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi kurulmasına dair anlaşma'nın her iki ülke yetkili makamlarınca onaylanmasına müteakip 1997-1998 öğretim yılında öğretime başlamıştır. Üniversite, Kırgızistan uyruklu öğrencileri kendi öğrenci seçme ve yerleştirme merkezince yaptığı sınavla, Türk öğrencileri Türkiye Cumhuriyeti Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi'nce (ÖSYM) yapılan YGS ve LYS sınavları ile, diğer Türk ve akraba topluluklarına mensup öğrencileri ise yine ÖSYM'ce yapılan TCS (Türk Cumhuriyetleri Sınavı) ile almaktadır.
Üniversitede, ders kitaplarının temini de dahil olmak üzere, eğitim-öğretim ücretsizdir. İhtiyaç sahibi öğrencilere verilen Gereksinim Bursu yanında ayrıca Akademik Başarı Bursu ve istenildiği takdirde başvurulabilecek Yurtkur bursları da öğrencilere finansal güvence vermektedir. Öğretim Dili Türkiye Türkçesi ve Kırgız Türkçesidir. Ayrıca İngilizce ve Rusça da öğretilmektedir.
Öğrenciler; eğitim süresine göre
mezun olurlar.
Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir.
Askerî mahkemeler
Askeri mahkemeler askerî hukuk hükmü altında olan askeri personel için ceza belirler. Genellikle askeriyede disiplin ihlalini önlemek için çoğu ülkelerin askeriyelerinde yer alırlar. Ayrıca, savaş mahkumlarını yargılamak amacıyla kullanılır, ve Cenevre Kongresi savaş suçları nedeniyle yargılanan savaş mahkûmlarının askeriyenin kendi mensuplarına uyguladıkları prosedürlere tabi tutulmalarını belirtir.
Askerî mahkemeler (Türkiye)
İhsaniye, Çatalca
İhsaniye Köyü, İstanbul'un Çatalca ilçesine bağlı bir köydür.
Köyün ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bugünkü yerleşim, 1924 yılındaki nüfus mübadelesi sonucu Yunanistan’ın Selanik vilayetinin Langaza kasabasının Lambur köyünde yaşayan Türklerin gelmeleriyle oluşmuştur.Eskiden bir Rum köyü olan köye, yapılan Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi anlaşması ile Yunanistan'da Lambur köyünde yaşayan halk deniz yoluyla göç etmiş ve iskan olarak kendilerine burası verilmiştir. Fakat burada yerleşim olduğu için iki ay kadar Rumlarla beraber yaşanmış, bilahare Rumlar Yunanistan a göç edince köyün tamamı iskan olmuştur. Eski adı ‘Ermeni Köy’ iken özgürce yaşam bir ‘İhsan’ olarak kabul edildiğinden köyün adı 1929 yılında İhsaniye olarak değiştirilmiştir.
Kayda değer bir tarihi eseri yoktur. Rumlardan kalma kilisesi yıkılıp yok olmuştur. Eski rum evleri de günümüze gelinceye kadar tamamen yıkılarak yenilenmiş.
Batısında yer alan Pınarca mahallesi 1968 yılına kadar Ayazma Köyü Muhtarlığına bağlı kalmış, daha sonra yapılan halk oylaması sonucu Pınarca Mahallesi olarak İhsaniye Muhtarlığına bağlanmıştır. İhsaniye Çatalca’nın kuzeybatısında, Yıldız Dağları eteklerinde yer almaktadır. Etrafı ormanlarla çevrilidir. Akalan, Çiftlikköy, Kabakça, Gümüşpınar ile Silivri ilçesine bağlı Akören ve Bekirli köyleri ile komşudur.
Köyün arazisi az engebeli etrafı baltalık meşe ormanlarıyla çevrili (% 70) Ormandan Makta adı verilen (Rüsum Karşılığı) Resmi yıllık kesimler için Orman Müdürlüğü yer gösterir. Köy heyeti taksimat yapar ve kura çekilerek herkesin yeri belli olduktan sonra kesim yapılarak kışlık ihtiyaç temin edilir.
İlçe merkezine 20 km uzaklıktadır. İnceğiz, Kabakça köylerinin içinden geçen asfalt yoldan gidildiği gibi Gökçeali, Subaşı, Akalan köyleri üzerinden geçen Saray – Vize yolundan da köye ulaşılabilir. Köyün yanından geçen Saray – Vize yolunun üzerinden üç ayrı kısa asfalt yoldan köye giriş çıkış sağlanabiliyor. Köyden ilçe merkezine yarım saatte bir kalkan minibüsleri bulunduğu gibi, saat tarifeli olarak çalışan Binkılıç – Çatalca seferleri yapan özel halk otobüsleri de köy halkının ulaşımını sağlamaktadır.
Çatalca ilçesinin büyük ve modern köylerinden olup yazımız sırasında 510 Hane bulunan yerleşimde 710 Erkek 860 Kadın olmak üzere toplam 1570 nüfusa sahiptir.
Kadınlar her yerleşimde olduğu gibi burada da sayi olarak %10 fazladir. Binalarının %70'i betonarme, %30 u yığma ekseriyeti de tek kat bahçeli olmasına rağmen beş kata kadar yükselen çok katlı binaları, apartmanları da vardır. Köyün halkı genç bir nüfusa sahiptir. Nüfus oranlandığında 0 – 25 yaş %45 25 – 50 yaş % 40 50 yaş üstü % 15 sonuçları elde edilmektedir.Halkın büyük çoğunluğu çevredeki fabrikalarda, çeşitli özel kuruluşlarda, şirketlerde, devlet dairelerinde çalışırken; bir kısmı da ticar |
etle uğraşıyor. Çok küçük bir kesim ise çiftçilik ve hayvancılık yapıyor.Halkının tamamı çalışkan, güleryüzlü, misafirperver insanlardir.
Deniz ve gölden uzak olan köyün yanından su deresi adıyla anılan dere geçmekte ve bu dere kıyısında eskiden kullanılan su değirmeni kalıntılarına rastlanmaktadır. Köyün 4 km batısında Pınarca adıyla anılan çok eski bir yerleşim vardır. Bu yerleşimin ne zaman kurulduğu, halkının rum olması dışında,nereden nasıl geldiği burada yaşayanlar tarafından dahi bilinmiyor. Bir salgın nedeniyle Pınarca rumları olarak bilinen halkın büyük çoğunluğunun hayatını kaybettiği biliniyor. Eskiden köy olan bu yerleşim şimdiki nüfus azlığı nedeniyle köy statüsünden çıkarılıp İhsaniye Köyü'nün bir mahallesi olmuştur. Burası tamamen ormanlıktır ve kenarından 6. yüzyılda Bizans imparatoru I. Anastasius'un yaptırdığı Anastasios Suru geçmektedir.
Köyün ana yolları asfalt ara yollarının tamamı stabilize kaplıdır. Her bölümünde kanalizasyon vardır. Elektrik her yerine ulaşmış isteyen aileler de telefon hizmetinden yararlanmış durumdadır. Köy kodu 0212 782'dir. Ayrıca köyde ADSL bağlantısı bulunmaktadır.
İçme suyu su deresi mevkiinde bol miktarda kaynayan suyu köy hizmetlerinin yaptığı terfi istasyonu ile köyün en yüksek noktasında yaptığı 300 tonluk gömme depoya motorlarla basıp depo çıkışından cazibeli ve P.V.C. boru vasıtasıyla kapalı şebeke ile her eve ulaşmıştır. Suyun sertlik derecesi fazla olmasına rağmen içimi güzeldir. Son yıllarda İstanbul'da yaşanan su sıkıntısını giderebilmek amacı ile köyün altından geçen yeraltı suyu değerşendirilerek İski tarafından kullanım suyu olarak şehir merkezine ulaştırılmıştır.
Sağlık hizmeti olarak dispanseri ve görevli doktorları, hemşiresi, sağlık memuru vardır. Sağlık ocağı binası 3 katlı trafik hastanesi olarak düşünülmüş olup, farklı nedenlerden dolayı Hastanelerde bulunması gereken ekipmanlara sahip olunamadığından sağlık ocağı olarak hizmet vermektedir. Ayrıca köy merkezinde 1 adet eczane bulunmaktadır.
Milli eğitimde sekiz yıllık eğitim veren yeni yapılmış, modern ,kalorifer ısıtmalı ,çok sınıflı bir okul ve öğretmenlerine yetecek kadar lojmanları vardır. İlköğretimi bitiren öğrencilerin tamamı orta öğrenimde eğitimlerine devam etmektedir. Son yıllarda üniversiteye devam etme oranı da %95 e ulaşmıştır. Bunların içinde 2 yıllık meslek yüksekokullarına devam eden öğrenci sayısı çoğunlukta olmakla beraber; mühendislik, mimarlık, hukuk, diş hekimliği, öğretmenlik, işletme, iktisat, edebiyat, tarih gibi bölümleri okuyanların sayısı da dikkat çekmektedir.
Köye gelen yabancı turistler "İngilizce, Almanca, Fransızca" dilleriyle her zaman anlaşabileceği kimseleri bulabiliyor. Hatta köy sakinlerinin gerektiğinde yabancı turistleri evlerinde ağırladıkları ve onlara yardımcı oldukları bile bilinmektedir.
İhsaniye Köyü'nde otel olmayıp konaklamasi icap edenler ya evlerde misafir ediliyor ya da modern köy binasındaki misafirhanede ağırlanabiliyor. Köy civarında birçok piknik yeri varken İhsaniye Spor Kulübünün mesire yeri olarak da Çayırtarla diye anılan bir piknik alanı bulunmaktadır. Piknik alanları bahar ve yaz aylarında İstanbulluların akınına uğramaktadır.
1924'te yapılan camisi daha sonra 1991 de yıkılarak yerine günümüz modern yapılarından biriyle yenilenmiş iç motifleri oldukça değişik motiflerle yenilenmiş ve faaal olarak hizmet vermiştir. 21 Eylül 2015 tarihinde çıkan yangında cami kullanılamaz hale gelmiştir. Cami halen kullanılamaz durumda olduğu için düğün salonunun kapalı bölümü ibadethane olarak kullanılmaktadır.
İki eski, iki yeni mezarlığı bulunan köyün, girişindeki eski mezarlığının mezar taşları beyitlerle süslü olmasına karşın yeni mezarlıkta bu adetten vazgeçilmiş sadece adı ve soyadı ile doğum ve ölüm tarihlerini yazmayı yeterli bulmuşlardır.
Köy içinde bir adedi sade yemek üç tanede içkili lokanta var olup Kuzu Tandır ve Çömlek yoğurdu meşhur yiyecekleridir. Köyde ayrıca fırın var olup odun ateşiyle ekmek pişirilmektedir. Bununla beraber bazı evlerde bahçe içinde kendilerinin yaptığı çamurdan fırıncıklarda vardır. Sahipleri tarafından muayyen zamanlarda yakılıp köy ekmeği veya börek pişirilebiliyor.
Köy sahası içerisinde fabrika kuruluşu yok. Fakat kuzey doğu mevkiinde büyük bir silis üretim ve arıtma tesisi ile köy içinde bir peynir imalathanesi olup nefis peynirler üretmektedir.İyi cins süt ineği, manda ve koyunculuk yapılıyor. 300 Kovan kadar arıcılık da vardır. Modern bir kesimhane ( Mezbaha ) inşaat halinde, sebze üretimi kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yapılıyor. Hemen herkesin bahçesi ve bahçesinde meyve ağaçları bulunuyor. Meyvecilikte 5 - 6 elma bahçesi var. Ziraat yapılan arazide ise buğday, arpa, ayçiçeği ekimi yapılıp kendi ihtiyaçlarını karşılamaktalar bazı aileler de ihtiyaç fazlası %10 Civarında da ticaretini yapılabiliyor.
Çok miktarda bakkal, manav, kesim yapan kasap, tekel bayii ve giyim üzerine çalışan mağazalari, haftanin belirli zamanlari kurulan koy pazari ile sirin ve sevimli ve kendine yetebilen bir yapiya sahip olan İhsaniye Köyü'nde bunlardan başka seyyar büyük otobüs tipi arabalarla köy pazarlarını dolaşıp manifatura ticareti yapan ve geçimini bu şekilde sağlayan insanlar da vardır. Oto tamirhanesi olmamakla birlikte, araç lastiği tamiri yapan bir dükkanı bulunmaktadır. Demir ve kaynak işi yapan bir dükkân da bulunmaktadır.
Köyden dışarı iş icabı veya okumak için % 5 civarında göç olmasına karşın dışarıdan köye hiç göç yoktur. Köyün, İstanbul'un önemli iş merkezlerine olan uzaklığı, özellikle üniversite mezunu gençlerin köyden mecburi göçüne sebep olmaktadır.
Köyde mesire yeri olarak Çayırtarla, Garipyokuş ve Pınarca mevkileri bulunmaktadır. Kocakuyu Mağarasında yarasa sürüleri bulunmakta olup ayrıca ender bulunduğu bilinen sarkıt ve dikitlere de rastlanmaktadır.
Köyün şu anki muhtarı Emin Çelik'tir. Yapılan son seçimde köyün eski muhtarı Mustafa Çakıltaş'ı az bir oy farkıyla geçmiştir.
1. amatör ligde mücadele eden İhsaniye Gençlik Spor Kulübü'nün futbol takımı İstanbul'un ilk köy takımı olma özelliğini taşımaktadır. 1960 yılında o zamanki birkaç gencin kendi ceplerinden verdikleri paralarla kurulan kulüp, başka spor dallarında takımları bulunmamasına rağmen futbolda halen civardaki önemli amatör takımlardan biridir. Forma renkleri yeşil-kırmızı olup soyunma odaları olan bir binası, gece ışıklandırma yapılabilen yeni bir futbol sahası bulunmaktadır. Ayrıca AB'ye giriş sürecinde bütün köylere yapılmış olan bir parka da sahiptir. Bu parkta ışıklandırılmış basketbol sahası, fitness aletleri ve yürüyüş parkuru da mevcut olup gençler ve kadınlar tarafından oldukça kullanılmaktadır.
Köyün geneli orman arazisi olduğundan avcılık da yapılmaktadır. Köyde Avcılar ve Atıcılar Kulübü de mevcuttur.
Midgard
Midgard, İskandinav mitolojisinde ölümlülerin yaşadığı yere verilen isimdir. Eski Nors dilinde özgün adı Miðgarðr idi. Çoğu İskandinav dillerinde (ve yakın bölgelerde konuşan farklı dil ve diyalektlerde) benzeşen farklı isimlerle anılmıştır: Midgård ve Mittilagart gibi. Germanik kökenleri araştırıldığında ve Orta İngilizce'de Middellærd veya Middel-erde isimleriyle anıldığı göz önünde tutulursa, etimolojik anlamının "orta-dünya" olduğu söylenebilir. Kimsenin geçemeyeceği bir okyanus (veyahut su, deniz) ile çevrelenmiş olarak, Yggdrasil'in ortasında bir yerlerde olarak betimlenir. Midgard'ı çevrelen okyanusta Jormungand isimli büyük deniz canavarının yaşadığına inanılırdı.
Korkaklık
Korkaklık ihtiyat bozukluğu olarak değerlendirilebilir. ABD askeriyesine göre "düşman önünde davranış bozmak" olarak adlandırılır ve düşmandan kaçmak, korunması gereken mevkiği terk etmek veya elevermek, mücadele esnasında silah veya cephaneyi ihraç etmek, ve yardım istendiğinde yardım etmemek gibi çeşitli durumları kapsar.
Korku anında başın üst kısmı ile diz altı bacak kısmında uyuşma, karıncalanma, titreme hissedilir.
Seyhan Belediyespor
Seyhan Belediyespor, 1989 yılında Adana'nın Seyhan ilçesinde kurulmuş bir spor kulübüdür.
2001-2002 sezonunda 3. Lig'de (4. kademe) mücadele etmiş ve sondan 4. olarak küme düşmüştür. 2005-2006 sezonunda Adanaspor'un iflas ederek 3. Lig'e düşmesinden sonra ismini Yeni Adanaspor, mavi-beyaz olan renklerini turuncu-beyaza dönüştürmüştür. Ancak Adanaspor, 3. Lig'e kabul edilince yeniden eski ismini ve renklerini almış ve 2009-2010 sezonu 3. Lig'e yükselme maçlarına katılmaya hak kazansa da başarılı olamadı. 2014-2015 sezonu sonunda Adana Süper Amatör Ligi'ni 2. bitirerek tarihinde ilk kez Bölgesel Amatör Lig'de mücadele etmeye hak kazandı.
Osmanlı dağılma dönemi göç hareketleri
Osmanlı dağılma dönemi göç hareketleri. Osmanlı Devletinde görülen başlıca göç tarzı ele geçirilen yerleşim birimlerinin yeniden canlanması amacıyla buralara yapılan nüfus hareketleridir. Osmanlı devletinde nüfus hareketlerine devlet müdahalesi her zaman söz konusu olmuştur. Böylece Osmanlı Devletindeki göç hareketlerinin ağırlıklı olarak devlet eliyle planlandığı ve kontrol edildiği yönündeki belirleme haklı bir bakış açısı kazanmaktadır.
Örneğin 1453 yılında İstanbul’un Bizanslılar tarafından alındığı zaman kent nüfusu yalnızca 50.000 idi Fatih Sultan Mehmet kenti canlandırmak ve nüfusu arttırmak için hemen bir seri önlemleri yürürlüğe koydu. İstanbul'un nüfusunu arttırmak için Anadolu ve Mora yarımadasından nüfus getirildi buralardan getirilen çoğu tüccar ve zanaatkar olan kişilere evler verilmişti. Nüfus kadar nüfusun becerileri de önemliydi 1520 yılına gelindiğinde kent nüfusu alınan önlemler ve imparatorluğun genişlemesiyle artan refah sonucu 400.000’e ulaştı.
Görüldüğü üzere Osmanlı imparatorluğu işgal sonrası nüfus dönüşümüne yönelik politikalar uygulamıştır. Bunun yanı sıra imparatorluğa başkaldırmış grupları cezalandırmada sürgünlerinde göç açısından yeri önemlidir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasıyla azınlıkların devlet kurarak ayrılmaları ve imparatorluğun dağılma sürecinde sayısı binlerle ifade edilen göçler olduğu bilinmektedir. Bu göçlerin genellikle Türk asıllı insanlar |
ın yeni kurulan devletlerde uygulanan homojen nüfus yaratma politikaları sonucunda,gördükleri baskıdan kurtulmak amaçlı, yani zorunlu göçler olduğu bir gerçektir.
Osmanlı İmparatorluğunun karşılaştığı ilk dış göç olgusu 1789’da Kırımdan gelen göçle olmuştur.
Kırım, Ruslar tarafından işgal ve tahrip edildiği sırada (1771) 35.000 Kırımlı Türk kılıçtan geçirildi. Bu türlü şiddet hareketleri karşısında Anadolu ve Balkanlara göçler yapıldı. Bu göçlerin en önemlisi 1789-1790 yılları arasında oldu ve 1800’e kadar devam etti. Böylece yaklaşık 500 bin kişi Kırımdan ayrıldı.
1812 yılında Osmanlı devletinin Rusya’ya karşı Fransa’yla işbirliği yapması sonucu Ruslar Kırım Türklerine yeniden zulüm yapmaya başladılar. Bir süre sonra göçlere Nogaylar’da katıldı.
93 Harbinden sonra göç hareketleri tekrar başladı ve toplam 400.000 kişi göç etmiş oldu.
Türklerin yoğun olarak bulundukları bölgelerden biri olan kuzey Kafkasya’ya ilk Rus akını 1768’de oldu. Kuzey Kafkasya halkı önce Türklerle birlikte Ruslara karşı savaştı fakat düşman sayısının fazla olmasından dolayı yenilerek 10.000 kişilik bir kafile halinde Anadolu’ya göç ettiler.
1855-1859 yılları arasında Ruslarla yapılan bağımsızlık savaşı sonucu yenilgi alınmasıyla 1855-1863 yılları arasında 295,000 kişi Türkiye’ye göç etti.
1864’te Batı Kafkasya ve Kuban havalisinde Türkler bir ay içinde yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Bir milyondan fazla insanın büyük bir kısmı Ege limanları ve İç Anadolu'ya gönderildi yaklaşık 400 bin kişi yolda öldü. 1886 yılına kadar yaklaşık 2 milyon insan Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldı. Bunlar arasında Türkler, Avarlar, Çeçenler ve Çerkezler vardır.
Azerbaycan’dan yapılan göçler 1800’den başladı. 1920 yılına kadar yaklaşık 45.000 kişi göç etti. Kars, Ardahan, Posof ve Iğdır bölgelerine yerleştiler.
Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye'de görülen en ilginç göç hareketlerinden en ilginç olanı Lozan’da 30 Ocak 1923’te imzalanan ve resmi adı: ”Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” sonucunda ortaya çıkan göçtür. Ulus devletlerin kendi aralarında anlaşarak azınlıklardan değiş tokuş la kurtulmaları bu protokolle devlet hukukuna bir örnek olarak yerleşmiştir. Yunanistan’la yapılan bu mübadelenin ortaya koyduğu sonuç yaklaşık 1 milyon 600 bin kişinin doğup büyüdüğü ve kendisine ait gördüğü yerlerde göçürülmesi olmuştur. Bu şekilde Anadolu da yaşayan yaklaşık 1 milyon 200 bin Rum'un ve Yunanistan da yaşayan 400 bin civarında Müslüman’ın karşılıklı değiş tokuş u gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’nin Yunanistan’la yapmış olduğu karşılıklı nüfus mübadelesi ne yazık ki Türkiye için ekonomik açıdan önemli bir kayıptır. Anadolu’dan giden 1 milyon 200 bin Rumun çoğunluğunun zanaatkar ve ticaret erbabı olması buna karşılık Yunanistan'dan gelen 400 bin Müslüman’ın tarımdan başka bir şey bilmemesi sorunun önemini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin Yunanistan la gerçekleştirdiği nüfus mübadelesi ulus devlet için homojen bir nüfus oluşturma gayreti olarak görülse bile hiçbir zaman sonuca ulaşmamıştır. Kendilerini Türk milliyeti dışında gören diğer unsurların varlığı bunun en iyi örneğidir.
Birinci Dünya Savaşı sıralarında Ermenilerin savaş sahasında kalmaları ve bazı Zararlı eylemleri yüzünden İttihat ve Terakki Partisi tarafından yerleştirilmek üzere Suriye’ye gönderilmeleridir. Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar Osmanlı topraklarında Ermeni ayrılıkçı ve silahlı grupları propaganda çalışmalarını silahlı eyleme kadar götürmüşlerdir. Osmanlı Bankası baskını ve devlet başkanına bombalı saldırı bunlardan sadece birkaçıdır. Ermeni ayrılıkçı hareketi diğer ülkelerde Osmanlı ile ilişkilerde bir kart olarak görülmüş ve zaman zaman kullanılmıştır.
İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer bazı devletler Ermenilerin haklarını gerekçe göstererek çok sayıda olayda Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmıştır. Berlin Antlaşması bunun en açık örneğidir. Bazı Ermeni gruplarda bu ilgiyi teşvik etmiş ve bunu iç amaçlarında kullanmak istemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında Rusya, Osmanlı ile arasında Ermenileri bir tür kalkan olarak kullanmıştır. Ermenilerin içeriden, kendisinin dışarıdan saldırmasıyla Osmanlı ordularını yenmeyi amaç edinmiştir.
Savaş ilerledikçe Doğu Anadolu da Ermeni terör gruplarının saldırısı artmış ve Osmanlı ordusundan İstanbul’a önlem çağrıları gelmeye başlamıştır. İstanbul Hükümet’i bu olaylar karşısında iki seçenek görmüştür:
İkinci seçenek tercih edilmiştir ve özellikle savaş alanına yakın olan Ermeni nüfus Suriye ve çevresine göç ettirilmiştir.
Tehcir için kanun çıkarılmış göç edecek Ermenilerin ihtiyaçlarının karşılanması için yasal çeşitli önlemler alınmıştır. Ancak savaş şartları, Kürt çetelerin saldırıları, salgın hastalıklar ve kıtlık sebebiyle çok sayıda ,ermeni yolda hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 100 bin civarına olduğu sanılmaktadır. Türk araştırmacılardan bu rakamı 400 bine kadar çıkartan olmuştur. Ancak Ermeni Diasporası ve Ermenistan bu rakamı 600 bin ile 2.5 milyon arasında geniş bir yelpazede yorumlamaktadır. Yaklaşık 1.5 milyon Ermeni tehcir edilmiştir.
Rusların 1828’de Tuna’yı aşarak Edirne’ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine saldırtması sonucunda bozguna uğrayan şehir ve kasabalardaki perişan halde 30 bin Türk Türkiye’ye göç etmiştir. 1876’da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya Bosna-Hersek’ i aldı ayrıca Bulgarlar ve Sırplara Rusya himayesinde bağımsızlık verildi. Aynı yıl Bulgarlar Türklere karşı şiddet hareketlerine giriştiler. Buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu.
1877 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında yapılan Berlin Antlaşmasıyla Bulgaristan Devleti’nin kurulması kabul edildi. Bu durum Türkler için kötü oldu 1876-1878 yılları arasında 200 bin Türk Edirne ve çevresine yerleşti. 300 bin göçmen Rumeli’den Anadolu’ya geçti.
I. Dünya Savaşında Bulgaristan Türkiye'nin Müttefiki olunca göç eden kafilelere bazı kolaylıklar gösterdi. Fakat göçmenlerin ellerindeki mal ve mülkün bedelini değerinden çok düşük ödedi. 1885-1923 yılları arasında Türkiye’ye 500 bin kişi göç etti.
Kıbrıs'tan Lozan Antlaşmasıyla ada İngilizlere bırakılınca 24 bin kişi Türkiye’ye göç etti.
Karşıyaka SK
Karşıyaka Spor Kulübü, İzmir'in 1912 yılında kurulan ilk spor kulübüdür.
"Kaf Sin Kaf" K.S.K harflerinin eski dilde okunuşudur. Renkleri yeşil-kırmızıdır. Karşıyaka Spor Kulübü armasının içinde ay-yıldız taşıma hakkına sahip olan üç kulüpten biridir. Kaf Sin Kaf'ın yerine bugün kısaca "Kaf Kaf" 'da denir.
Kulüp, en büyük ününü futbolla yapmakla birlikte, atletizm, basketbol, hentbol, yelken ve yüzme sporlarında Türkiye şampiyonluklarına ulaşmıştır.
Karşıyaka futbol takımı, şu anda 2. Lig'de yer almaktadır. Basketbol takımı ise Basketbol Süper Ligi'nde mücadele etmektedir. Basketbol takımı, 1986-87 ve 2014-15 sezonlarında şampiyon olmuştur. Ayrıca 2012-2013 sezonunda, Avrupa kupalarından FIBA Eurochallenge Kupası'nda final oynamıştır. Karşıyaka Spor Kulübü futbol ve basketbol haricinde başta voleybol olmak üzere birçok branşta faaliyetini sürdürür. 1980 de ise Göztepe-Karşıyaka maçını 80.000 seyirci izlemiş Türkiye'de ve Dünya'da (2. lig) seyirci rekoru kırılmıştır. 8 Ekim 2016 tarihinde FIFA tarafından Ofeodu ve eski futbolcularına alacaklarını ödemedikleri için 2 dönem transfer cezası almıştır
İttihat ve Terakki Partisi’nin İkinci Meşrutiyet’i ilan ettiği 1908 yılında Türkiye‘de futbol genellikle yabancılar tarafından oynanmaktaydı. İzmir’deki bütün takımlar Rumlar, Ermeniler ve İngilizler tarafından kurulmuştu. Panionios ve Apollon bu takımların önde gelenleriydi. Maçlar azınlıklar arasında oynanmaktaydı ve bu azınlıklar diğer şehirlerde olduğu gibi İzmir’de de futbola hakim durumdaydılar. Bu tarihte Kadızade Zühtü Işıl, Kadızade Raşit, Süreyya İplikçi, Refik Civelek, Osman Nuri ve Örnekköylü Hüseyin'den oluşan 6 Karşıyakalı genç aralarında para toplayarak satın aldıkları futbol topuyla Rus asıllı Karşıyakalı bir aileye ait olan boş bir arsada futbol oynamaya başladılar.
Bu arsada futbol oynadıklar bir gün yağmurun çiselemesi üzerine bir zeytin ağacının altına sığınan gençler,azınlıkların futbol sahasındaki egemenliğine başkaldırı hareketi olarak kendi kulüplerini kurmaya karar verdiler ve 1 Kasım 1912 (1328) tarihinde Karşıyaka Muaresei Bedeniye Kulübü'nü yani bugünkü adıyla Karşıyaka Spor Kulübü'nün kuruluşunu gerçekleştirdiler. Kuruluş aşamasında altı genç ile birlikte Hüsnü Tonak, Tahir Bor, Fevzi Fikri Altay ve Sezai Çullu'da yer almıştır. Bu tarihten 1914'te Altay'ın kuruluşuna kadar Karşıyaka, İzmir'deki tek Türk spor kulübü idi.
Karşıyaka’nın tarihindeki ilk on biri Kaptan Raşit Kadızade, Suat Karşıyaka, Refik Civelek, Kaleci Salih, Çakır Kemal, Örnekköylü Hüseyin, İtalyan Hanri Barter, Kemal Paşalı Sarı Ali, Muharrem Hüsamettin ve Zühtü Işıl’dan oluşmaktaydı. Kurulan bu takım, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'na kadar yabancılarla birçok çekişmeli maç oynamıştır.
Karşıyaka Spor Kulübü, kuruluşundan Kurtuluş Savaşı’na kadar geçen sürede hiçbir maçta yenilmemiş, İtalyan ve Yunan şampiyonlarını birçok kez yenerek bu kulüplerin kapatılmasına sebep olmuştur.
Karşıyaka Kulübü'nün bir numaralı üyesi ve kurucusu olan Kadızade Zühtü Işıl, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele'de 8 yıl birçok cephede savaşmış, hatta Filistin cephesinde “Kanal Harekatı” sırasında İngilizler'e esir düşmüştür.
Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmir'in çoğunluğunu Rum, Fransız ve diğer yabancılar oluştururken, Karşıyaka ise Türklerin yoğun yaşadığı bir yerleşim birimiydi. Bugün için söylenen "Biz Karşıyakalıyız" ifadesi de Türklerin Anadolu'ya geçerken kendilerini tanıtmak için kullandığı bir parolaydı. Bu parola ile "Biz Türküz" denilmektedir.
Santrafor olarak oynayan eski Başbakanlardan Adnan Menderes'in de bulunduğu takım Kurtuluş Savaşı’na katılarak birçok cephede savaşmıştır. İzmir’e ilk giren Türk kuvvetleri içinde Karşıyakalı bazı sporcular da bulunmaktaydı.
Mustafa Kemal Atatürk İzmir'in yeniden Türk kuv |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.