article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
reket enerjisine, ordan elektrik enerjisine çevrilmesiyle elde edilir. Alternatif akım motorları genel olarak doğru akım motorlarından daha ucuza mal olurlar, bakımları daha kolaydır ve daha yüksek verimde çalışırlar. Dolayısıyla alternatif akım büyük miktarda üretime daha uygundur. Bunun yanında alternatif akımın iletimi de çeşitli nedenlerden çok daha ucuz ve verimli bir şekilde yapılabilir. Elektrik şebekesinin alternatif akım taşıması bu nedenlerden ötürüdür. Buna karşılık elektrik şebekesinden uzak ya da taşınabilir uygulamalarda piller yardımıyla doğru akım elde etmek daha kolaydır.
Elektrik enerjisinin hareket enerjisine dönüştürülmesinde de alternatif akım motorları benzer avantajlara sahiplerdir. Bu yüzden hareket enerjisi gerektiren uygulamalarda (örneğin elektrikli ev aletleri) alternatif akım tercih edilir. Öte yandan, doğru akım, elektronik cihazların (özellikle dijital) çalışması için çok daha uygundur.
Elektrik akımı içeren şimşek, statik elektrik, güneş rüzgarı ve kutup ışığı kaynakları elektrik akımının doğada ve evrende görülen örnekleridir.
Metal tellerde bulunan iletim elektronlarının akışını içeren elektrik akımı ise insan yapımıdır. Sokaklarda bulunan elektrik direkleri buna örnek olarak verilebilir. Bu elektrik direkleri elektriksel ve elektronik ekipmanlar içeren küçük teller vasıtasıyla elektriksel enerjinin uzun mesafelere dağıtılmasını sağlar. Eddy akımı ise değiştirilen manyetik alan ile oluşturulan bir akım çeşididir. Benzer şekilde, elektrik akımının iletkenin özellikle yüzeyinde gerçekleşmesi elektromanyetik dalgalara maruz kalmasından dolayıdır. Salınımlı elektrik akımı uygun bir voltaj ile radyo anteni içinde aktığında radyo dalgaları üretilir.
Elektronikte, elektrik akımı içeren başka formlardan bahsedilecek olursa, bir elektron tübü boyunca ya da bir direnç boyunca elektronların akışı örnek olarak verilebilir.
Akım, ampermetre adı verilen aletin kullanılması ile ölçülebilir.
Elektrik devrelerindeki akımı ölçmek için çok çeşitli teknikler vardır:
Doğada karşılaşılan elektrik akımları arasında yıldırımlar, Güneş rüzgârları ve kuzey ışıkları vardır. İnsan yapımı elektrik akımlarına örnek olarak da metal tellerde akan elektronlar örnek gösterilebilir. Bu duruma uzun mesafelere elektrik enerjisi dağıtan elektrik iletim hatlarında ya da elektrikli ve elektronik aletlerin içlerindeki tellerde rastlanabilir. Akıma Elektronik bilimi dahilinde farklı yerlerde de rastlanabilir. Bunların arasında dirençlerin üzerinden geçen akımlar, vakumlu tüplerdeki vakumdan geçen akımlar, pillerin ya da sinir hücrelerinin içinde akan iyonlar ve bir yarı iletkenden akan elektron boşlukları da vardır.
Elektrik akımından kaynaklı en ciddi zararlar elektrik çarpmalarıdır. Elektrik çarpmasının etkileri pek çok etkene dayanır. En onemli etkenler akımın şiddeti, elektriksel temasın yapısı, etkilenen uzuvların durumları, akımın vücutta takip ettiği yol ve akım kaynağının gerilimidir. Çok zayıf bir akım sadece bir karıncalanmaya neden olurken, deriden geçen şiddetli akımlar ciddi yanıklara hatta kalpten geçen akımlar kalp krizine bile sebep olabilir.
Kontrol dışı elektrik kaynaklı ısınmalar da tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Fazla güç taşıyan kablolar yaygın bir yangın sebebidir. Cepte birlikte taşınan madeni paralar ve bir AA Pil kadar küçük bir güç kaynağı bile kısa devre sonucu hızlıca ısınıp deride yanıklara sebep olabilir.
Jakobenizm
Jakobenizm, ideolojisini genel kitle ideolojisinden daha yeğ gören ve dikte yolu ile bu ideolojiyi kabullendirmeyi amaçlayan politik akım. Kelime anlamı itibarıyla "keskin devrimci" anlamına gelir.
Bu akım, Fransız Devrimi sonrasında kurulan Jakoben Demokratik Kulübü'nün fikirlerine dayanır. Fransız Devrimi'nin en radikal belirleyici unsurudur. Maximilien Robespierre liderliğindeki bu kişiler, karşı devrimlerin ancak devletin zor rolünü gerçekleştirmesiyle ortadan kaldırılabileceğini savunmaktadır. Amaçları bir dönemlik dikta yönetimi sonrası "Aydınlanma Çağı" felsefecilerinin öngördükleri doğal düzene ulaşmaktır. Bir tür toplum mühendisliği çabasıdır. Fransa'da eğitim alanında 20. yüzyıl ortalarına kadar etkisini sürdürmüş ve bu nedenle Fransa'da yaşayan azınlıklara yerel dillerini konuşma olanağı verilmemiştir.
Jakobenizm bir ideoloji değil yöntemdir. İdeolojisini topluma benimsetmek isteyen herkes Jakoben olarak kabul edilebilir. Fransız Jakobenler ideolojilerini benimsetmek için devrimi tercih ettiklerinden karşıtları tarafından dayatmacılıkla suçlanmışlardır. Fransız Jakobenlerin ideolojisi aristokrasi yerine cumhuriyettir. Aristokrasinin kurumlarına karşı sert davrandıkları için gericiler tarafından eleştirilmişlerdir. Aristokrasi, teokrasi ve feodaliteyi savunanların yöntemleri baskı, korkutma ve şiddete dayandığından onlar da Jakobenler tarafından karşı devrimcilikle suçlanmışlardır.
Kiira Korpi
Kiira Linda Katriina Korpi (d. 26 Eylül 1988 Tampere, Finlandiya) Fin buz patenci. 2009 Finlandiya şampiyonu ve 2007 & 2011 Avrupa üçüncüsüdür.
Buz patenine 1993 yılında Tapparan FSC kulübünde başlayan Korpi 2005 yılında Finlandiya şampiyonasında gümüş madalya almış ve 2005 Avrupa şampiyonası takımına girmiştir. Avrupa şampiyonasında 13. sırada yer almıştır. Sonraki yıl Junior Grand Prix yarışmalarına girmeye devam etmiş ve yeniden byükler düzeyinde Finlandiya şampiyonasına girmiştir. 3. olan Korpi Avrupa şampiyonasında 6. sırada yer almıştır. Ulusal şampiyonada bronz madalya almasına rağmen Finlandiya federasyonu Olimpiyat takımını Avrupa şampiyonası sonuçlarına göre belirlemiş ve Korpi olimpiyatlara girmiştir. 2006 Kış Olimpiyatlarında 16. olmuştur. Kanada'daki Dünya Şampiyonası'nda ise 10. olmuştur.
Ertesi yıl büyüklerde Grand Prix yarışmalarına girmiştir. Ulusal şampiyonada 4. olmuş ve bu sonuçla Avrupa şampiyonası takımında yer almıştır. 2007 Avrupa şampiyonasında bronz madalya kazanan Korpi Avrupa Artistik Patinaj Şampiyonaları çerçevesinde kadınlarda Susanna Pöykiö'den sonra madalya alan ikinci Fin sporcudur.
2008-2009 ISU Grand Prix serisini sakatlığı sebebiyle kaçırmış ve Aralık ayında Laura Lepistö ve Susanna Pöykiö'yü Ulusal şampiyonada geçerek ilk Ulusal şampiyonluğuna ulaşmıştır.
Babası Rauno Korpi, Finlandiya'da tanınmış bir buz hokeyi antrenörüdür. 1998 Kış Olimpiyatları'nda bronz madalya alan Finlandiya Kadınlar Buz Hokeyi Millî Takımı'nın başında yer almıştır.
Puma
Puma ("Puma concolor"), Dağ aslanı, Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan, kedigiller ("Felidae") familyasından yırtıcı bir hayvan türüdür. Bu büyük ve yalnız dolaşan kedi kuzeyde Kanada'nın Yukon bölgesinden güneyde And Dağları'nın güneyine kadar oldukça geniş bir alanda yaşar. Bulunduğu çevreye uyum sağlayabilen puma Amerika kıtasındaki belli başlı her habitatta yer alır. Aşırı avlanma ve doğal yaşam alanlarındaki insan yerleşmeleri sonucu tarihi olarak bulundukları bölgelerde sayıları azalmıştır. Ancak bazı alanlarda son zamanlarda yapılan koruma çalışmaları ile popülasyonlarının arttığına rastlanmıştır.
Çok geniş bir alana yayılan puma değişik habitatlarda çok çeşitli renklerde ve cüssededir. Amerika kıtasında jaguardan sonra ikinci en büyük kedi olan puma, kaplan, aslan ve jaguardan sonra dünyanın en büyük dördüncü kedisidir. Kuzey Amerika'daki pumalar tropik leoparlardan daha da büyük olsa bile puma kükreyemediği için büyük kediler arasında sayılmaz ve "Panthera" cinsi içinde değil de Puma cinsi içinde sınıflandırılır.
Hem pusu hem de takip avını yapabilen pumanın avları da oldukça çeşitlidir. Ana besini geyikdir fakat aynı zamanda fare, tavşan, evcil kedi ve köpek, alpaka, sürü hayvanlarını da avlar. Sürekli olarak saklanan bir kedi olan puma insanlardan uzak durur fakat çok nadir de olsa insanlara saldırdığı görülmüştür.
Puma adı Güney Amerika'nın yerli dillerinden olan Quechua diline dayanır. Bulunduğu bölgelerde çok sayıda başka adla da anılır. Nahuatl dilinde miztli, Tupi-Guarani dilinde de suçuarana denir. İngilizcesi cougar olan ve bu dilde kırka yakın farklı ad verilen pumanın, yerel adlarının bir kısmı Türkçeye şöyle çevrilebilir: "panter", "Amerikan aslanı", "Meksika aslanı", "Florida panteri", "gümüş aslan", "kızıl aslan", "kızıl panter", "kızıl kaplan", "kahverengi kaplan", "geyik kaplanı", "hayalet kedi", "dağ çığlıkçısı", "Yerli şeytanı", "sinsi kedi", "kral kedi", ve "boyalı kedi".
Kuzey Amerika'da özellikle ABD'de konu içinde yerel türlerden söz edildiğinde panter puma anlamında kullanılır. Güney Amerika'da ise panter, jaguarın benekli ve siyah türleri için kullanılır.
Aslında aslan, kaplan gibi büyük kediler ile yakın akraba olmayıp daha çok küçük kediler sınıfına girse de, en büyük kedilerden biridir. Omuz yüksekliği 70 santimetre civarındadır. Boyu erkeklerde 180, dişilerde 150 santimetreyi bulur ve bunlara ek olarak 66 ila 78 santimetre arası uzunluğunda bir kuyruk gelir. Erkekleri 100 kilogram ağırlığa ulaşırlar, dişileri ise istisnalar dışında 50 kilogramdan fazla çekmez. Ekvator çevresinde yaşayan pumalar, türlerinin en küçükleri olup, kutuplara doğru gidildikçe büyüklük artar.
Postu kısa, tüyleri sık, rengi ise değişkendir. Sıklıkla sarımsı kahverengi ya da gümüş-gri olurlar. Gırtlak kısmı ve göğsü her zaman beyaza çalar. Alt bölümdeki tüyler daha soluk renklidir. Kulakları küçüktür ve uçları siyahımsı tüylerle kaplıdır. Küçük kulaklarına rağmen iyi işitir. Burnu ise siyah renktedir. Yeni doğanlar lekeli olup bu lekeler puma 9 aylıkken solmaya başlar 24 veya 30 ay sonrasında tamamen yok olur. Leoparlardaki gibi melanizm belirtisi göstermez.
Pumanın ön pençelerinde dört, arkada ise üç parmağı vardır. Pençelerinin büyük olması, yere sağlam basmasını sağlar. Bu yüzden yaklaştığını fark etmek zordur . Pençe tırnaklarını içeri çekebilir. Çok çeviktir ve kuvvetli şekilde sıçrar. Dört metre yükseğe ve on metre kadar uzağa sıçrayabilir.
Bu hayvanlar çok geniş yelpazede, cinsiyetler arasında ayrılan, farklı sesler çıkarırlar. Bununla birlikte hakiki büyük kedilerden farklı olarak bu sesler arasında kükreme sesi yoktur. Truman Everts gibi Kuzey |
Amerikalı araştırmacılar Puma çığlığını insanınkine benzer olarak tarif etmişlerdir.
Pumalar vahşi hayatta 12 ile 13 yaşa kadar ulaşırken, esaret altında 21 yaşını bulabilirler.
Pumalar önceleri tüm Kuzey ve Güney Amerika'da dağılmışlardı. Her iki kıtaya dağımış olan diğer hiçbir memeli hayvan ile mukayese edilemeyecek geniş bir alana yayılan, dağılım bölgesine sahiptiler. Alanları, kuzeyde Kanada'dan, Orta Amerika üzerinden Patagonya'nın güneyine kadar uzanıyordu. Bugün varlıkları zayıflamış ve insanlar tarafından az yerleşilmiş bölgelere indirgenmiştir. Pumalar ABD'de neredeyse yok edilme dalgaları sonucunda, Kayalık Dağları'nda , güneybatının çöl ve yarı çöllerinde, Florida'nın Everglades bataklıkları çevresinde kalmışlardı. Alaska ve Kuzey Kanada'da hiç bulunmadılar, ancak Avrupalı yerleşimcilerin gelmesinden önce yaşam alanları kuzeye doğru genişletmeye başlamışlardı. Koruma tedbirleri sonucunda yayılma alanları tekrar genişleyen pumalar, ABD'nin batısındaki bazı bölgelerde, şehirlere yaklaşmaktan da artık çekinmemektedirler.
Bozkırlar, ılıman ve tropik ormanlar, yarı çöller ve yüksek dağlar bu kediler için habitat oluşturur.
Pumalar gündüzleri görünseler de genelde gece hareket ederler. Sıcak ya da soğuk her türlü iklimde yaşayabilirler. Erkek puma dişiye oranla daha uzun mesafe yol alabilir. Dişiler 20 mili geçmezken, erkekler 30 mil katedebilir. Avlanma sahası ise geniş olup 100 milkareye kadar ulaşabilir..
Pumalar hemen hemen her büyüklükte memelileri avlarlar. Geyik, Amerika antilobu gibi iri hayvanlar ile birlikte fare, sıçan, sincap, kokarca, rakun, samur gibi küçük hayvanlar menülerini oluşturur. Ayrıca koyun ve genç sığır tarzında evcil hayvan sınıfındaki canlılarıda avlayabilirler. Bununla birlikte koyote, vaşak gibi yırtıcı hayvanlar da pumalar tarafından avlanabilirler . Memeli hayvanların yanında kuş ve bazı bölgelerde balık da yerler. .
Büyük bir hayvanı avlamak için puma önce usulca sokulur. Kısa mesafeden avının sırtına atlar. Omuriliğini kuvvetli bir ısırık ile kopararak öldürür.
Pumalar yalnız dolaşan hayvanlardır. Yalnızca, genelde Kasım ile Haziran arasında olan çiftleşme zamanında, en fazla 6 gün için bir araya gelirler. Dişiyi, yavruları doğurmadan birkaç hafta önce erkek terk eder. Gebelik yaklaşık 3 ay sürer ve bir batında bir ile altı arası yavru dünyaya gelir. Ama genelde bu sayı iki ile üç yavrudur.Yavrular benekli doğarlar. Yavruların ağırlığı 230 ile 450 gram arasında olup, boyları 20– 30 cm kadardır. Yavrular 6- 7 hafta sonra katı besinler almaya başlarlar ve yaklaşık 20 aydan sonra annelerinin yanından ayrılırlar.
Pumaların insanlardan başka pek fazla düşmanı yoktur. Sadece kurtlar ve ayılar zaman zaman yavru veya hasta pumaları avlayabilirler. Ancak sağlıklı bir yetişkinin de 8 kişilik bir kurt sürüsü ya da dev bir erkek Grizzly ayısı karşısında pek şansı olmaz. Tür koruması altında olmasına rağmen bazı çiftçiler sahip oldukları hayvanları korumak amacıyla pumaları avlarlar. Yine de türün tümü tehlikede değildir.
Puma ürkek bir kedi olup, alışılmış olarak insanlara yakın yerlerden kaçınır, insanlardan kaçarlar. Buna rağmen ara sıra insanlara saldırdığı durumlar görülür. ABD'de yıllık ortalama bu tür dört vaka olsa da, bunlar çok ender ölümle sonuçlanır. 1890 ve 1990 yılları arasındaki Kuzey Amerika'da puma saldırılarından meydana gelen ölüm vakası 10'dur. Saldırıların kurbanları genelde çocuklar olup, sadece istisnai hallerde yetişkinlere saldırırlar.
Kızılderililerde puma çok saygı görmüştür. Bu hayvana liderlik, güç, beceriklilik, sadakat, bağlılık ve cesaret gibi karakterler yüklenmiştir.
Kuzey Amerika'da beyaz sömürgeciler pumalarla savaşmışlardır. Sadece evcil hayvanlarını pumalardan korumak istediklerinden değil, aynı zaman da bu hayvan sevilen bir ganimet olduğundan pumaları avlamışlardır.
İroquce konuşan Kuzey Amerika kızılderili halkı Erie adını, Türkçe "uzun kuyruk" anlamına gelen ve puma kastedilen "Erielhonan" kelimesinin kısa şeklinden alır. Bu halk o yüzden Fransızlar'da "Nation du Chat", Türkçe "Kedi Ulusu" olarak bilinirdi.
Puma'nın en yakın akrabası en yeni sistematikde aynı cinse, yani pumalara dahil edilen yaguarundidir. Daha önceleri, kedigiller içinde filogenik yüz noktaları doğru olarak alınmadan sınıflanarak ayrı bir alt familyaya yerleştirlmiş çita ile de görece yakın bir akrabalık oluşur.
Yeni gen incelemeleri pumanın, bugünkü çitaların yerleştirildiği" Acinonychinae" alt familyasına dahil olmayan, nesli tükenmiş Kuzey Amerika çitaları Miracinonyx ile görece yakın akraba olduğu sonucunu verir.
Pumalar geleneksel olarak 24 ile 32 kadar alt türe ayrılırlar. Anavatanı Kuzey Amerika'nın doğusu olan iki alt tür nesli tükenmiş olarak geçer. Everglades Bataklıkları'ndaki neslini kurutma dalgalarına rağmen hayatta kalmayı başarmış "Florida puması" (P. c. coryi), özellikle tehdit altında olarak kabul edilir. Hâlen bu türden sadece 80 civarında hayvan vahşi hayatta yaşamaktadır. Pumanın bu yoğun kırmızı kodlu alt türünün kurtarılması, şu anda yerel koruma kuruluşlarının ana hedefidir. Korumak ve incelemek için her hayvan, elektronik kimlikleme ve yer belirleme boyun bandıyla donatılmıştır.
Yeni moleküler genetik incelemeler, gerçekte sadece altı alt türün olduğunu ve bilimsel temelli daha çok alt tür ayrımından yoksun olunduğu sonucunu verir. ABD'nin kuzey batısındaki bir popülasyonun ("Kuzey Amerika puması", "Puma concolor couguar") istisnasıyla, Kuzey Amerika'nın bütün pumaları homojen bir yapı gösterir. Orta ve Güney Amerika'da ise bu durum daha büyük bir değişkenlik gösterir. Bu bulgular pumaların yaşam alanlarının, ABD'nin kuzeybatısındaki buzul olmayan yerleşim bölgesi istisna tutulduğunda, son buzul çağı boyunca Güney Amerika'da sınırlanmış olduğu sonucuna götürür. Bu çalışma ile nesli tükenmiş ve tehdit altında alt türlerin yeni bir değerlendirmesi yapılır.
Quantel
Quantel, bilgisayarlı grafik ve video grafik sistemleri üreten İngiliz şirketi. Dünyada birçok yayın stüdyosu bu sistemlerle donatılmıştır.
1973 yılında kurulmuştur.
Bristol (anlam ayrımı)
Bristol İngiltere'deki bir şehir olup bunun disinda şu anlamlara da gelebilir:
Blue Note Records
Blue Note, bir müzik yayıncısıdır. Özellikle Caz müziği konusunda uzmanlaşmış bir firmadır. Firmanın tarihçesi 1939 yılında başlar, günümüze kadar kadar çeşitli değişiklikler ile devam eder.
Firma Alfred Lion tarafından 1930'ların sonralarında çalışmalarına başlasa da resmi olarak kuruluşu 1939 yılında, Alfred Lion ve Francis Wolff ortaklığı ile New York merkezli bir firma olarak tarihe geçmiştir. Firmanın en önemli özelliği, Caz tarihindeki neredeyse tüm akımlardan etkilenmiş, yenilikleri takip etmiş ve yüzlerce çok önemli sanatçının kaydını basmış olmasıdır. Bunların birçoğu firmanın kendi müzisyeni (Horace Silver, Art Blakey gibi) iken birçok sanatçı da özel birliktelikler ile (Canonball Adderley ve Miles Davis örneğin) veya özel kayıtlarla mutlaka Blue Note'dan bir veya birkaç kayıt yayınlamıştır.
Firma büyük savaş döneminin sonlarında "hard bop" denilen Caz türünün ortaya çıkışında önemli bir rol oynanıştır. Bu yenilikçi farklı tarzları aynı kayıtta sunma geleneği devam etmekte bugünde eski şarkıların yepyeni varyasyonları firma tarafından basılmaktadır. Özellikle EMI müzik grubu tarafından satın alındıktan sonra, belirli bir kesime hitap eden ama ciddi bir jazz tarihi içeren firma arşivlerinin yeniden basılmaya başlanması ve daha geniş kitleler ile paylaşılması adına bugünde farklı tarzları aynı kayıtta sunma geleneği devam etmekte, eski şarkıların yepyeni varyasyonları hala basılmaktadır. 2000'li yıllarda bu yeniden basım politikası ve yeni şarkıcıların keşfedilerek (Norah Jones gibi) Blue Note adına albümlerinin basılması ile, firma hem ekonomik olarak rahatlamış hem de eski parlak günlerine dönmüştür.
İmam Mansur
İmam Mansur, (d. 1760 - ö. 13 Nisan 1794), Çeçenya'daki "Kafkasya Müridizmi"`nin kurucusu ve devlet adamı.
Çeçence adı "Oççurma" olup, babasının adı "Jela"'dır. Çeçenistan'ın ilk devlet başkanı kabul edilen İmam Mansur, 1785-1791 yılları arasında Rus İmparatorluğu'na karşı Aldı'da başlattığı savaş ile Anapa'da yaralanıp teslim alınışına kadar geçen zaman içerisinde Kafkasya'daki bağımsızlık mücadelesinin başlatıcısı ve önderi olmuştur. Savaşlardaki başarılarından ötürü dağlı halkları O'na "Mansur" (Muzaffer, Zafer kazanan) ismini takmışlardır.
I. Aldı Savaşı (26 Haziran 1785) sonrası kazandığı zafer ile adı, ülke dışına taşındı. Osmanlı Arşiv belgelerinde Kizlyar Kalesini Ruslardan almak için 15 Temmuz ve 19 Ağustos 1785 tarihlerinde olmak üzere iki kez kuşattığı yazılıdır "(T.C.Başbakanlık Arşivi H.H. No: 1305-A)". 29 Temmuz 1785 Tarihinde Grigoripolis (Kum Kalesi)'i almış ve Vladikavkaz - Mozdok hattına egemen olmuştur. 15 Temmuz 1791'de Anapa Kalesini Rus birliklerine karşı İpeklizade Köse Mustafa Paşa ile birlikte savunurken yaralanmış ve Kont Gudoviç tarafından teslim alınmıştır. Anapa'da 93 subay ve 4000 nefer yitirmiş olmasına rağmen İmam Mansur'un yaralı olarak esir alınması Rusya'da büyük bir sevinç yaratmıştır.
Tedavisinden sonra Çariçe II. Katerina kendisini kabul etmiş, 15 Ekim 1791 de Sankt-Peterburg'dan Şlisselburg'a sevk edilmiş ve Şlisselburg Kalesine hapsedilmiştir. 10 Ocak 1792 Osmanlı-Rus Yaş Antlaşmasından sonra Sankt-Peterburg'a gönderilen Mustafa Rasih Paşa, esirlerin mübadelesi işleri sırasında İmam Mansur'un Osmanlı'ya teslimini istemiş fakat, Rus Makamlarınca Mansur'un Çeçen olduğu ve Osmanlı tebaası olmadığı kendilerine bildirilmiş, bu sebeple netice alınamamıştır" (Kadircan KAFLI. Şimâlî Kafkasya, İstanbul 1942, s.87)"
Solovki Manastırı'nda 13 Nisan 1794 günü ölmüştür.
"Alstanzha" oğlu, "Asxuo" oğlu, "Mamtur" oğlu, "Maemzi" oğlu, "Olhazar" oğlu, "Mohmad" oğlu, "İmjela" oğlu, "Jela" oğlu "Oççurma"."(T.Cemal Kutlu.El-İmamu'l evvelu'ş-Şaşan el İmam Mansur.Amman 1990, s.74-75"
Bristol Cars
II. Dünya Savaşı sırasında Blenheim ve Beaufighter uçaklarını üreten British Aircraft Company'nin barış zamanında faaliy |
et göstermek üzere kurduğu mühendislik ve motor üretici firması.İlk kez 1952'de cooper bristol adı ile formula 1'de boy göstermiştir. 1960'de Chrysler bünyesine katılmıştır.
Rant
Rant, emek harcamadan elde edilen kazanım. İktisatçılar tarafından ise "doğanın getirisi" olarak tanımlanmaktadır.
Korkut Boratav'a göre rant, daha geniş bir yorumla, belki de "avanta" teriminin anlamına da geçerek şöyle tanımlanır: "devletin çeşitli uygulamalarla bireysel, endüstriyel veya sektörel olarak özel teşebbüs lehine herhangi bir çıkar avantajı yaratması; bu avantajın realizasyonu ve paylaşımı"dır.
1970'de Hossein Mahdavy'nin kavramsallaştırdığı Rantçı Devlet Teorisi "(Rentier State Theory)" de bütün gelirlerini doğal kaynaklardan elde eden, vergilendirmelerin olmadığı devletleri anlatmak için kullanılmaktadır. Orta Doğu'daki petrol gelirleri olan Suudi Arabistan gibi devletler bu kategoride değerlendirilmektedir.
Üretici rantı
Üretici ürettiği bir malı belli bir fiyattan satmaya razı iken piyasa koşulları malın fiyatını razı olunan miktarın üzerine çıkartırsa üreticinin elde ettiği bu avantaja üretici rantı denir.
Veba (roman)
Veba (Fransızca: "La Peste"), Albert Camus'nün 1947 yılında yayınlanan romanıdır. Camus, romanda, Cezayir'deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır. Kitapta yapılan analojilerin en önemlisi tüm Avrupa'ya adeta kara bir veba gibi yayılan Naziler'in Fransa'yı işgalidir. Fransa'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında uğradığı Alman işgali ve Fransa'da işgale karşı oluşan Direniş (Résistance) hareketi romanda vebaya karşı alınan önlemler ile özdeşleştirilir. Kitabın sonuna kadar anlatıcının kimliği bilinmez.
İnsanların hayatla ölüm arasında kaldığı ince çizgiyi veba adını vererek tasvir eden Camus, dolaylı yoldan ateizmi de savunur. Eserde bir kahraman da bulunmaz.
Romanın bir diğer özelliği ise hikâyenin geçtiği Oran şehrini okuyucuya görüyor gibi yansıtmasıdır.
Günün birinde fareler lağımlardan, kalorifer dairelerinden çıkıp sokaklarda ölmeye başlarlar. Başlangıçta kapıcılardan başka kimsenin ciddiye almadığı bu garip olay, zamanla vahim boyutlara ulaşır. Şehirde korkunç şeyler olmaktadır. Hızla yayılan mikrop nedeniyle ölüm insanlara da sirayet eder. Semptomlar açıkça vebaya işaret etmesine rağmen, 20. yy. da veba olacağına insanlar inanmak istemez. Olsa bile bunun kendi başların gelebileceğine inanamazlar. Veba ile karşı karşıya olduklarını uzun süre hep birlikte reddederler, adını koymazlarsa sonuçlarından da etkilenmeyeceklermiş gibi. Derken kısa sürede ölüm haberleri artar, durum korkunç bir hal alır. Katı önlemler alınır, şehir karantinaya alınır. Bundan sonra ne yaşanacaksa, hem herkesten uzak, hem herkesin gözü önünde yaşanacaktır.
Romanın en duyarlı bölümlerinden birinde, roman karakterlerinin kendi aralarında ne çok ölüm gördüklerini konuşurlarken, ölüm görmekten de beterinin, başkalarının ölümüne alışmak, onu sıradanlaştırmak olduğunu fark etmeleridir. Bu dünyadaki asıl veba, hissizleşmektir.
Çiğ börek
Çiğbörek; kıyma, soğan ve baharat karışımının açılmış yufkaya konulup yağda kızartılmasıyla yapılan geleneksel bir Kırım Tatar yemeğidir.
Çiğ börek, Kırım Tatarları arasında adı birleşik olarak: Şırbörek, Şuberek, Çiberek, Çuberek, Çiborek şeklinde adlandırılır. Bu börek Türkiye'nin yerli halkı tarafından Türkiye Türkçesi'nde adlandırılırken yanlış bir anlam kazanarak çiğ börek olmuştur, bu yemek Çiğ Köfte gibi çiğ et ihtiva etmez, ancak et böreğe (içli köfte gibi birçok Anadolu yemeğinin tersine) pişirilmeden konur.
Böreğin adı konusunda çeşitli görüşler vardır. Bir görüş "şırbörek" adının pişerken çıkan kızarma sesinden geldiğini öne sürerken, diğer bir görüş de Kıpçak lehçesindeki lezzetli anlamındaki "çi"den geldiğini öne sürer.
Tipografi
Tipografi (Yunanca: τυπογραφία typographía = τύπος týpos (form) + "graphia" (yazmak)), typographia sözcüğünün Türkçe halidir. Kavram; forma uygun yazmak demektir.
Yazı tipi, punto büyüklüğü, satır uzunluğu, satır arası boşluk ve benzer etkenlerin kombinasyonları ile yapılır. Harf ve yazınsal-görsel iletişime ilişkin diğer elemanların hem görsel, fonksiyonel ve sanatsal düzenlemesi hem de bu elemanlarla oluşturulan bir tasarım dili, anlayışıdır. Reklam amaçlı her faaliyette; mesajı ikna edici kılan tipografi, vazgeçilmez bir unsur olarak öne çıkmıştır.
Tipografi dalında uzmanlaşmış bireylere tipograf denir. Tipograflar; grafik tasarım, reklamcılık ve web tasarımı gibi görsel mesajların ağırlıklı olduğu iş kollarında görev yapmaktadırlar.
Jeton (yazılım)
Jeton, bir programın derleyici için anlamlı en küçük parçasıdır. Programın jetonlara ayrılması, derleyicinin programı kendi diline çevirebilmesi açısından önemlidir. Jetonlar birbirlerinden genellikle boşluk karakteri ile ayrılırlar. bunun dışında, boş satır, yeni satır ya da açıklama gibi öğeler de jetonları birbirinden ayırmaya yarar. "a=i+j örneğinde jetonlar : a,=,i,+,j"
Ardışık sayılar
Ardışık sayılar, kendisinden önce ve sonra gelen sayılara bir kural ile bağlı olan sayılara denir.
Pascal üçgenini incelersek üçgenin sağ kenarını sadece 1'lerin oluşturduğu
Daha içte
Daha içteyse
Ardışık toplamların, toplamların, ... toplamı, bizi en sol alttaki farka götürür. Buradaki örnekte bu değer formula_5'dir.
Pan-Afrikanizm
Pan-Afrikanizm, sosyo-politik bir görüştür. Amacı dünya çapında, farklı etnisitelerden, tüm Afrikalıların birlik ve beraberliği olan bir ideolojidir.
Pan-Afrikanizm, Henry Sylvester Williams tarafından kıtasal Zenci Afrika kültür ve ülkelerinin birliği olarak tanımlanmıştır. Kavram daha sonraları, Zenci Afrika kökenli tüm insanları, ABD, Karayipler, Latin Amerika ve diğer bölgelere yayılmış tüm siyahi Afrika kökenli insanları kapsayacak şekilde gelişmiş ve genişlemiştir.
Pan-Afrikanizm aslen Afrika kıtasında değil de Karayiplerde, Batı Hint Adaları'nde başlamıştır. Williams terimi 1900 Pan-Afrikan Kongresi ile yaygınlaştımış ve resmileştirmiştir.
Pan-Afrikanizm, tüm Zenci/Afrika kökenli insanların, etinisite, kültür veya milliyetleri gözetilmeksizin, birleşmesini amaçlar. Marcus Garvey, Edward Wilmot Blyden, W.E.B DuBois, Kwame Nkrumah, Fela Kuti, Malcolm X, Steve Biko, Patrice Lumumba, Cheikh Anta Diop, Julius Nyerere, Bob Marley, C.L.R. James ve Abdias do Nascimento ünlü Pan-Afrikanistlerden bazılarıdır. Jamaika'daki Rastafari hareketi, "Pan-Afrikanizm"den türemiştir.
Google Video
Google Video, Google tarafından işletilen, video dosyaları arşividir. Kuruluş tarihi ise 16 Haziran 2004'dür. 8 Temmuz 2012 tarihinde kapanmıştır.
İnternetin ilk açık video pazarı; video arayabilir, izleyebilir ya da satın alabilirsiniz. Size ait görüntüleri satabilir veya geçici süre için kiralanmasına izin verebilir bu şekilde gelir elde edebilirsiniz. Görüntüler Google'ın sunucularında saklanmaktadır.
İnternet TV (IPTv) konseptinin pratik uygulaması olarak da görülebilir. Bu görüntülerin bazılarını indirebilir ve Google video player ile (ya da Codec ile) daha sonra izleyebilirsiniz.
Teknik codec bilgileri:
Mağdur bilimi
Mağdur bilimi, bir suç bağlamında mağduru ele alan kriminoloji dalı.
Mağdur olma kavramı ve mağdurların psikolojisi ile çevre ilişkileri üzerinde durur. Tıp ve psiklojinin ana dallarından sayılmakla birlikte son dönemde sosyoloji, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerin de dikkatini çekmiştir. Özellikle ulusal kimlik oluşumunda mağduriyet psikolojisinin önemi üzerinde durulmuştur.
Türkiye'de konu üzerinde çok az çalışma bulunmaktadır. Polis Akademisi'nde bu konu üzerinde bir de ders verilmektedir.
Tırmandırma siyaseti
Tırmandırma siyaseti, uluslararası ilişkiler disiplininin önemli kavramlarından biridir. Krizi veya anlaşmazlığı bilinçli olarak tırmandırmak demektir. Siyaset biliminde de kullanılmaktadır.
Devletler bazı durumlarda krizin tırmanmasını kendi ulusal çıkarları için gerekli ve yararlı görebilirler. Devletlerin bilmeden krizi tırmandıran hareketleri bu politika içinde değerlendirilmez. Bazı durumlarda tırmandırma siyaseti karşılıklı blöfleşmelerin toplamı da olabilir.
Arkeyan Devir
Arkeyan Devir, Kambriyen öncesi devrin ikinci alt dönemidir. Günümüzden yaklaşık olarak 3,6 milyar yıl öncesinden başlayıp, 2,5 milyar yıl önce, Proterozoik zaman ın başlamasıyla son bulduğu kabul edilir.
Gezegenimizde bulunabilen ilk kayaç katmanlarının oluştuğu, aynı zamanda yaşamın ortaya çıktığı dönemdir. Okyanuslarda, prokaryotik tek hücreli organizmalar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Fotosentetik siyanobakteriler, popülasyonlarının artmasına paralel olarak giderek daha fazla oksijeni okyanuslara salmaya başlamışlardır. Başlarda bu oksijen, deniz suyundaki çözünmüş haldeki demirle birleşmiş, oluşan demiroksit okyanus dibine çökmüştür. Deniz suyundaki çözünmüş demirin bu yolla tasfiyesinden sonradır ki fotosentetik bakterilerce üretilen oksijen deniz suyunda çözünmeye, sonra da atmosfere karışmaya başlamıştır.
Proterozoik Devir
Proterozoik Devir, Kambriyen öncesi dönemde oluşan kayaç katmanlarının daha üstte yer alan bölümüdür. Kambriyen öncesi devirin son alt bölümüdür.
Kıtaların güney yarım kürede bir araya gelmesiyle, dev kıta Rodinia oluşmuştur. Arkeyan devri boyunca okyanuslara salınan oksijen, artık serbest halde okyanuslarda ve atmosferde etkin bir büyüklüğe ulaşmıştır. Bu Arkeyan okyanuslarının çekirdeksiz -prokaryotik- canlıları için bir felaket oldu. Bildiğimiz bu ilk, belki de tüm zamanların en büyük çevresel felaketi Arkeyan canlılarının büyük bir kısmını yok etti. Arkealar azalıp, oksijensiz ortamlara çekilmek zorunda kalırken, bakteriler üstünlüğü ele geçirdi. Oksijenin artması ve canlılarca kullanılmaya başlamasıyla, ilk çekirdekli -ökaryotik- canlılar ortaya çıktı. Proterozoikin sonlarına doğru ilk çok hücreli canlılar -ağırlıklı olarak algler- ortaya çıktı.
Proterozoik boyunca birkaç kez yeryüzünün gördüğü en büyük buzul çağları yaşandı. "Kartopu dünya" olarak adlandırılan bu buzul çağıda, yeryüzünün tamamı birkaç kilometre ka |
lınlığında bir buz tabakasıyla kaplandı. Sonuncu buz çağının son bulmasının ardından ilk yumuşak dokulu çok hücreli canlılar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlar, bugünkü denizanaları ve süngerleri andıran canlılardı. "Edikara Faunası” olarak bilinen bu ilk hayvansal yapıların yer aldığı fosil yatakları oldukça geniş bir alana yayılmışlardı.
Yaşam, halen denizlerde yayılmaktadır, karalara çıkış için daha uzun bir dönemin geçmesi gerekecektir.
Hüseyin Yurtsever
Hüseyin Yurtsever (d. 22 Ocak 1946, Şahpur, İran), mimar.
İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Kayseri'de, yüksek öğrenimini 1972 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde tamamladı. Doktora öğrenimini, "Doğal Yapılaşma İlkelerine Dayalı Bir Biçimlendirme Yöntemi" adı altında hazırladığı tezle, 1986 yılında yine aynı üniversitede tamamladı.
Fakülteden mezun olduğu günden bu yana, Bayındırlık Bakanlığı Yapı İşleri Genel Müdürlüğü'nde fen heyeti müdürlüğü, Ankara'da mimari büro işletmeciliği, Bingöl Devlet Hastanesi inşaatında şantiye şefliği, Suudi Arabistan sınır muhafızları, villa ve sosyal tesisleri inşaatında planlama müdürlüğü, Selçuk Üniversitesi'nde mimarlık bölümü başkanlığı, Gazi Üniversitesi'nde bilim dalı başkanlığı, Erciyes Üniversitesi'nde anabilim dalı başkanlığı, mimarlık bölümü başkanlığı ve mimarlık fakültesi dekanlığı olmak üzere, mimarlık mesleğinin değişik çalışma alanlarında, tasarımcı, uygulamacı, araştırmacı, eğitimci ve yönetici olarak çeşitli görevler üstlendi. Ayrıca, Erciyes Üniversitesi'nde rektör yardımcılığı, Kültür Bakanlığı, Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu üyeliği, Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı danışma kurulu üyeliği, TMMOB Mimarlar Odası Yayın Komitesi üyeliği ve çeşitli mimari proje yarışmalarında jüri üyeliği görevlerinde bulundu. Katıldığı çeşitli ulusal mimari proje yarışmalarında mansiyonlar aldı. Türk Eğitim Derneği, " Eğitim Bilim Ödülü'ne" Erciyes Üniversitesi Rektörlüğü'nce 1995 yılında aday gösterildi.
Doğanın ve doğadaki yapısal varlıkların ortak yapılaşma ilkeleri üzerinde yoğunlaşan ve estetiğe ilişkin görüşünün temelini oluşturan çalışma ve araştırmalarını, çeşitli kitap ve dergilerde yayımlamış ve bir tasarım yöntemine dönüştürdüğü bu yaklaşımını mimarlığın tasarım ve eğitim alanına taşımıştır. "Uygulamalı Estetik", "Mimarlıkta Temel Eğitim", "Üç Boyutun Temel İlkeleri", "Anılar Mekanla Çocuklar" adı altında yayımlanan kitaplarının yanı sıra, "Modernizm ve Postmodernizm Kaosundan Geleceğin Biçimine", "Yapılaşmadan Tasarıma", "Mimarlık Eğitiminde Fütüroloji", "Doğrusal Elamanlarla Strüktürel Tasarım", "Doğal Veriler Işığında Ölçü, Modül ve Oran", adı altında yayımlanmış kitap bölümü ve makaleleri de bulunmaktadır.
Uygulaması gerçekleştirilen, mimari tasarımlarından bazıları, Muş Hükümet Konağı Binası, Erciyes Üniversitesi Merkez Kampusu Genel Yerleşim Planı, Erciyes Üniversitesi Stadyumu ve Açık Amfisi, Erciyes Üniversitesi Develi Kampusu Genel Yerleşim Planı, Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Eczacılık Fakültesi, Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Mimarlık Fakültesi, İlahiyat Fakültesi, Sivil Havacılık Yüksekokulu, Kreş ve İlköğretim binaları olarak sıralanabilir.
Akademik ve mesleki çalışmalarının yanı sıra şiir ve resim denemeleri de bulunan Hüseyin Yurtsever, Erciyes Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta iken Yüksek Öğretim Kurulu'nun 14 Ocak 2005 Günlü Genel Kurul toplantısında alınan karar uyarınca, Karabük Üniversitesi Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'ne dekan olarak atanmış bulunmaktadır.
BMC Sanayi ve Ticaret A.Ş.
BMC, 1964 yılında İzmir'de kuruldu. İlk yıllarda Austin ve Morris markalı ticari araçları üretti. 1966 yılından itibaren kamyon, kamyonet, traktör ve motor üretmeye başladı. BMC'nin başlagıçta %74 olan yerli sermaye oranı 1989 yılında Türkiye'nin %100 yerli sermayeli tek ticari araç üreticisi konumuna yükseldi.
BMC, 1976 yılında, Türkiye'de ilk dizel motor üretimini ve benzinli motorların dizel adaptasyonunu gerçekleştirdi. Motorlu araçların yanı sıra, endüstriyel motorları, jeneratörleri, deniz motorlarını ve askeri amaçlı ürünleri de üretmeye başladı. Yine bu yıllarda, Leyland serisine ait ilk hafif ticari araç olan Leyland 30 kamyoneti piyasaya sundu. 1983 yılında Volvo Truck Corporation ile ortaklık kuran BMC, Türkiye'nin ilk turbo motorlu ticari araçları olan Yavuz serisini üretti. 1985 yılında anlaşma yaptığı Cummins Engine Company ile Cummins motorlu Fatih serisi kamyonları üretmeye başladı.
1989 yılında şirketin bütün hisseleri Çukurova Holding tarafından satın alındı. 1990 yılında ünlü İtalyan tasarım kuruluşu Pininfarina ile iş birliği anlaşması imzalayarak, altı yıl süren yoğun çalışma ve 120 milyon ABD Doları'nı aşan yatırımın sonucunda, 1996 yılının Haziran ayında sınai ve ticari mülkiyeti BMC'ye ait olan Profesyonel'i piyasaya sundu.
BMC 2,8 tondan 40 tona kadar Yük ve Yolcu taşımacılığının tüm sınıflarında özel araç üretimi yapan Türkiye'nin tek Dünyanın dört üreticisinden biridir.
Ayrıca BMC fabrikaları bünyesinde müşteri isteğine göre 6 ay gibi kısa bir sürede araç tasarlayıp üretebilen bir firmadır.
2004 yılında 40 milyon dolarlık yatırımla tüm mühendislik çalışmaları BMC’ye ait olan BMC Megastar'ı üretti.
18 Mayıs 2013 tarihinde holdingin en büyük hissedarı olan Mehmet Emin Karamehmet'in, Cavit Çağlar ile İnterbank ile ilgili kredi ilişkilerinden kaynaklanan $ 440 milyon borçtan kalan, $ 75 milyon ödenmemesi nedeniyle TMSF tarafından Skyturk360, Show TV, Akşam Gazetesi ve BMC şirketlerine el konulmuştur.
BMC, 30 Nisan 2014'te TMSF tarafından yapılan ihalede tek katılımcı olarak teklif veren iş adamı Ethem Sancak'a ait olan "Es Mali Yatırım" tarafından 751 milyon TL ye satın almıştır. Rekabet Kurumu 21 Mayıs 2014 tarihinde internet sitesinden yaptığı açıklamayla BMC'nin Es Mali Yatırım ve Danışmanlık A.Ş.'ye devredilmesi işlemine izin verilmesinde sakınca bulunmadığını duyurdu.
Hirsutizm
Hirsutizm, kadınlarda androjene hassas bölgelerde meydana gelen erkek tipi kıllanmaya hirsutizm denir. Nedeni androjen fazlalığı ya da idiopatik (muhtemelen kıl follikülerinin androjene aşırı duyarlılığı) olabilir.
Hünnap
Hünnap ("Ziziphus zizyphus"), cehrigiller (Rhamnaceae) ailesinden bahar aylarında hoş kokulu sarı renkli çiçekler açan dikenli bir ağaç türü.
Sert çekirdekli, iri zeytin biçiminde ve büyüklüğündedir. İlk başlarda yeşil iken olgunlaştıkça kırmızıya ve siyah-mor renge döner. En dış çeperi derimsi ve ince, pulpası (yumuşak kısım) kopartıldığında elmadaki gibi sert ve beyaza yakındır. Ancak birkaç saat içinde sarılaşır ve yumuşar. Birkaç gün içinde kabuğu da buruşur. Pulpa, tatlı lezzetlidir. Bahçelerde yetiştirildiği gibi yabanî olarak da bulunur.
100 gramında 79 kcal olan hünnapın, vitamin dağılımı ise, %5 A Vitamini, % 17 B Vitamini türevleri ve % 83 C Vitamini şeklindedir. Ayrıca, Potasyum, Demir, Manganez, Magnezyum, Fosfor, Kalsiyum, Çinko ve Sodyum mineralleri açısından zengindir.
Kuzey Afrika ve Suriye’den Hindistan'a ve Çin'e yayıldığı düşünülmektedir. Ağaç birçok iklime uyum sağlamakla birlikte, iyi meyve vermesi için sıcak yazlara ihtiyaç duymaktadır. Marmara, Batı ve Güney Anadolu’da bulunmaktadır. Karadeniz'de Çoruh Vadisi havzasında, Manisa'nın Demirci ilçesinde ve yaygın olarak Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı Gümüşsu kasabasında bulunmaktadır ve değişik türleri görülmektedir
Meyvelerinde şeker, tanin ve müsilajlı ("eksopolisakkarid") maddeler bulunmaktadır. Güneşte kurutulan olgun meyveler çerez olarak çay ile tüketilebilir. Geleneksel tıpta da kullanılmaktadır.
Hünnap, Kiraz Ve Vişneye Alternatif Oldu
Alternatör
Alternatör, mekanik enerjiyi alternatif akıma çeviren elektromekanik bir aygıttır. Çoğu alternatör bu işi yapmak için dönen bir manyetik alan kullanır. Aslında çoğu alternatif akım jeneratörü alternatör olarak adlandırılabilir fakat genelde hareketini içten yanmalı motorların sağladığı alternatif akım üreteçlerine bu isim verilir.
Alternatörler doğru akım üreteçleriyle aynı mantıkla çalışırlar. Bir iletkenin etrafındaki manyetik alan değişince iletkende bir akım oluşur. Modern tipik bir alternatörde rotor denilen mıknatıslar, demir cevherine sarılmış olan stator denilen sabit iletken sargıların içinde veya etrafında dönerler. Mekanik enerjinin rotorları döndürmesiyle iletkenler etrafındaki manyetik alan değişir ve elektrik akımı üretilmiş olur.
Rotorun manyetik alanı indüksiyonla (fırçasız jeneratörlerde), mıknatıslarla (genellikle çok ufak makinalarda) veya fırçalar yardımıyla aktarılacak bir akım ile elde edilebilir. Otomobillerde kullanılan alternatörlerde rotordaki manyetik alan her zaman fırçalar ile aktarılan akımla oluşturulur. Böylece rotordaki akım kontrol edilerek alternatörün oluşturduğu voltajın kontrol edilebilmesi sağlanır. Mıknatıs kullanan alternatörler ayrıca rotora akım vermek zorunda olmadıklarından daha verimlidir fakat mıknatısın maliyeti dolayısıyla büyüklükleri sınırlıdır. Mıknatısın manyetik alanı sabit olduğundan üretilen voltaj devir ile birlikte artar. Fırçasız alternatif akım üreteçleri genellikle otomobillerde kullanılanlardan çok daha büyük makinalardır.
Fırçasız alternatörlerde alternatör çalışma prensibine göre ana ve ikaz sistemi olarak ikiye ayrılabilir. Ana sistemin hareketli kısmı olan ana rotor devir sayısına göre değişen sayıda kutuplardan oluşur. Rotordaki ana kutuplar çevirici makinanın devrinde döndürülür. Kutuplarda manyetik akının oluşması için doğru akım gereklidir. Ana kutuplara doğru akım ikaz sistemi tarafından verilir.
İkaz sisteminin çalışma prensibi ana sistemle aynı olmakla beraber kutup ve sargılar ters çevrilmiştir. Yani, ikaz sisteminde kutuplar hareketsiz olan ikaz statoru üzerinde, sargılar ise dönen ikaz rotoru üzerinde bulunur.
Ana statordaki bağımsız yardımcı sargılardan geçen akım voltaj regülatörü de doğrultularak, ikaz statorundaki kutup sargılarına verilir. Kutuplardan çıkan manyetik akıyı kesen ikaz |
rotoru üzerindeki bobinlerde üç faz alternatif akım oluşur. Alternatif akım, rotordaki döner köprü diyotlarda doğrultularak ana rotora(ana kutuplara) doğru akım olarak aktarılır.
Fırçasız alternatörlere yük uygulandığında, voltaj düşümü önlemek ve voltajı istenilen seviyede tutmak için voltaj regülatörü kullanılır.
Rotor, çekirdekleri (manyetik kutuplar) bir manyetik alan bobini (rotor) kayar bilezikler ve bir rotor milinden meydana gelmiştir.
Stator, stator çekirdekleri ve stator bobinlerinden meydana gelmiştir ve ön ve arka kapaklara tutturulmuştur. Stator çekirdeği, çelik kaplanmış ince plakalardan meydana gelir.
Eş yüklü diyot tablaları içinde, üç adet pozitif ve üç adet negatif diyot bulunur. Alternatör tarafından üretilen akım, uç kapaklardan yalıtılmış pozitif yönlü diyot tablalarından verilir.
Bir çevirici makina tarafından çevrilen hareket enerjisini elektrik enerjisine dönüştüren elektrik makinasıdır. Alternatörler alternatif akım üreteçleridir. Genellikle elektrik enerjisinin şebekeden sağlanamadığı yerlerde kullanılır. Alternatör su türbinleri, rüzgar, dizel motor gibi çeşitli çeviricilerle kullanılabilir. Elektrik ihtiyacı olan çoğu yerde şebeke yedeği olarak yaygın olarak dizel motor ile tahrik edilen alternatörler kullanılır. Dizel motor ile tahrik edilen alternatörler genelde 1500 devir/dakika hıza sahiptirler. 30 kVA'dan küçük güçlerde 3000 d/d hızlı alternatörlere de rastlanır. Su türbini ile çalışan alternatörler ise 750 veya 1000 d/d gibi düşük devirli alternatörlerdir.
Günümüzde fırçalı alternatörler yerini daha modern ve bakım gerektirmeyen voltajın elektronik voltaj regülatörü ile sabitlendiği alternatörlere bırakmıştır. Fırçasız alternatörlerde döner kutuplar rotordadır, döner kutuplar ana rotor olarak da adlandırılırlar. Mil üzerinde ana rotorla beraber ikaz statoru sargıları ve döner diyotlar bulunur. İkaz rotorunda endüklenen üç fazlı gerilim diyotlarda doğrultularak ana rotora verilir.
İkaz statorunda ise sabit kutuplar vardır. Otomatik voltaj regülatörü ile ikaz statoruna verilen akım kontrol edilir. Bu sayede ana rotoru besleyen ikaz rotoru kontrol edilmiş olur. Voltaj regülatörü alternatör tarafından üretilen gerilimi kontrol eder. Alternatör çıkış gerilim istenilen değerin altında ise regülatör ikaz statoruna daha fazla akım basarak ana rotor ürettiği manyetik alan şiddetini arttırarak ana klemensteki voltajı sabit tutmaya çalışır.
Voltaj regülatörü ikaz statorunu beslemek için gerekli enerjiyi stator sargılarından veya stator sargılarından bağımsız yerleştirilen yardımcı sargılardan alır. Alternatörlerdeki voltaj regülatörleri enerjisini yardımcı sargılardan alması ani yüklemelerde voltajın çökmesini önler ve alternatör voltajının daha stabil olmasını sağlar. Yardımcı sargılı alternatörler ani yüklemelerde nominal yükün %150 si kadar yükü kaldırabilir. Aynı zamanda yardımcı sargı kullanılması halinde kısa devre akımı nominal akımın 3 katına kadar çıkabilir. Yardımcı sargısı olmayan alternatörlerde ise elektrik motoru start akımları gibi ani yüklerde voltaj çöker ve yük kalkmadan alternatör voltajı istenilen değere kaldıramaz.
Voltaj regülatörü fazları ölçerek voltajı sabit tutar. Voltaj regülatörünün en etkin şekilde çalışması için regülatörün 3 fazın kontrolünü yaparak voltaj ayarı yapmalıdır. Sadece tek faza bağlı voltaj regülatörlerinde diğer fazlardaki artış veya dengesiz yük hissedilemez.
Bir alternatörün gücü iki şekilde ifade edilir.
Örnek olarak; Devamlı gücü 100 KVA olan alternatörün standby gücü 110 kVA olarak ifade edilir. Piyasada genelde Standby güç verilir.
Alternatörün güç tespiti yapılırken alternatör sargılarının nominal yükte tamamen ısınana kadar çalıştırılması gerekir. Alternatörün phi=0.8 yükte tamamen ısınması için en az dört saat çalıştırılmalıdır. Bir alternatör yarım saat %150 yükte çalıştırılabilir. Yani 100 kVA lık bir alternatör 150 kVA'lık yük ile yarım saat çalıştırılması alternatörün 150 kVA olacağı anlamına gelmez. Yarım saatten fazla çalıştığında alternatör çok fazla ısınacak veya sargıları yanacaktır. Alternatörün gerçek gücü en sıcak olduğu durumda yani en az dört saat çalıştıktan sonra kendini gösterir.
Otomobillerde kullanılan alternatörler aracın motoru çalışıyorken aküyü şarj eder ve diğer tüm elektrik sistemlerine enerji sağlar. Alternatörler, doğru akım elde etmek için gereken çeviriciye sahip olmadıklarından doğru akım üreteçlerine göre daha basit, hafif ve dayanıklıdırlar. Bu dayanıklıkları sayesinde daha yüksek hızlarda çalışabilirler, böylece otomobillerdeki altenatörler motor hızının iki katı hızda dönebilir, bu da alternatörün rölantideki çıkış gücünü artırır. 1960'lardan sonra yarı iletken diyotların ucuza bulunabilmesi ile birlikte otomobil üreticileri doğru akım üreteçleri yerine alternatörleri kullanmaya başladılar. Otomobil alternatörleri alternatif akımı doğru akıma çevirmek için akım düzelticileri kullanırlar. Dalgalanmaları düşük seviyede tutmak için otomobil alternatörlerinde 3 fazlı sargı kullanılmaktadır.
Güneş Adası
Güneş Adası ("Isla del Sol"), Titikaka Gölü üzerinde, Bolivya'ya ait bir ada.
Titikaka Gölü kıyısındaki Bolivya şehri Copacabana'dan düzenli olarak yapılan gezi teknesi seferleri ile adaya ulaşılabilir.
Adanın başlangıçtaki ismi daha sonra göle ismini veren "Titikaka" 'dır. Adın kökeni kesin olarak bilinmez. İsim iki Aymara sözcüğüne dayanır. "Titi" "büyük kedi", "Kak" ise "kaya" manasına gelir ve serbest tercümesi "Puma Kayası" olarak yapılabilir. Buna karşın Quechua Dili'nde "titi" "kurşun" veya "kurşun rengi" "qaqa" ise "kaya" demektir. Yani "kurşini (kurşun rengi) kaya"
İnka Mitolojisinde Güneş Tanrısı Inti çocukları, ilk inka Manco Capac ve karısı Mama Ocllo'yu Güneş Adası'nda ("İsla del Sol") bir kayada toprağa bırakmıştır. Bu kaya (biraz da fantastik yaklaşımla) bir pumanın kafası şeklindedir.
Titikaka Gölü'ndeki İnka mitololjisi ile bağlantılı bir diğer ada, Ay Adası'dır (Isla de la Luna).
Eczacılık
Eczacılık fakültelerinde, 5 yıllık lisans eğitimini başarı ile tamamlayan; ilacın üretiminden hastaya ulaştırılmasına kadar her aşamada yetkinlik sahibi olan kişilere eczacı (ecza: ilaç, eczacı: ilaç ile uğraşan) denir. Eczacılık fakülteleri Farmakognozi (bitkisel-hayvansal ilaç hammaddeleriyle ilgilidir), Farmakoloji (ilaçların vücut üzerindeki etkilerini inceler), Farmasotik Teknoloji (ilaçların üretim teknikleriyle ilgilidir), Farmasötik Kimya (ilaç hammadddelerinin sentezlenmesiyle ilgilidir), Farmasötik Toksikoloji gibi anabilim dallarında ve meslekle ilgili diğer bilimlerde eğitim verir. Bu mesleğe mensup kişiler serbest eczacılık (eczane eczacılığı) yapabilir; ilaç endüstrisinde AR-GE, üretim, kalite kontrol, ruhsatlandırma, pazarlama gibi birimlerinde görev alabilir, hastane eczanelerinde mesul müdürlük yapabilir ve ayrıca kamu kuruluşlarında ya da ecza depolarında mesleğini icra edebilir.
Son yıllarda önem kazanan "klinik eczacılık"ın ülkemizdeki eczacılık fakültelerinde ders olarak okutulması 2000'li yıllarda başlamıştır.
İlaçların üretimini, dağıtımını, geliştirilmesini ve insan vücudundaki etkileşmelerini inceleyen bilim dalıdır.
Eczacılık öğretisi, Türkiye'de 1938 yılına kadar 3 yıl, 1938-2005 yılları arasında 4 yıl, 2005 yılından itibaren ise 5 yıl olarak sürdürülmektedir.
Kıyıboyu, Of
Kıyıboyu, Trabzon ilinin Of ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mahallenin adı mahallesin sahibinin soyadından gelir. Burada yaşayan ve yaşamaya devam eden Kolenoğlu ailesinden gelmektedir. Eski ismi Kolenli, yeni ismi ise Kıyıboyu'dur.
Türkçede kolen kelimesinin bir anlamı bulunmamakla beraber KARAÇAY-MALKARCA dilinde “alacalı” demektir. Adigece “kolen” kelimesi Karaçay-Malkarca “kolan” kelimesinden gelmektedir. “Kolan” sözünün eski Türkçede bulunduğunu şöyle ispat edebiliriz: Eski Çin kaynakları M.S. 4. yüzyılda Altay’da yaşayan Toba Türklerinin “Holan” adlı bir kabilesinden söz etmektedirler ve “Holan” adının alacalı, benekli anlamına geldiğini belirtmektedirler.
Mahallenin gelenek ve görenekleri Osmanlı kültürüne dayanmaktadır. Yemekler bakımından ise öz Karadeniz yemekleri mevcuttur. Lahana vurma, guliya (lahana haşlama), lahana sarma, kabak malezi (fasulyeli veya süt ile yapılabilir), hamsi, patiska yemeği (fasulye kabuklarından yapılır), fasulye turşusu, bezirkenaşı (mısır ekmeğiyle suda turşu veya peynirle yapılır), çumur (mısır ekmeği ile peynir ve tereyağı karıştırılarak yapılır), kavut (kavrulmuş buğday unu, tereyağlı şeker şörbeti ile yapılır) öz Karadeniz yemekleri arasında sayılabilir.
Of ilçe belediyesiyle sınırdır. Bir tarafında Of, diğer tarafında ise Kıyıcık belediyeleri arasında kalır.
Mahallenin iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi yoktur ancak kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Elektrik ve sabit telefon vardır.
Yoğun tarım
Yoğun tarım ya da intansif tarım, tarladan ürün kaldırıldıktan sonra alanda kalan artıklarla besleme veya yetiştiriciliktir. Türkiye'de yoğun tarımdan önce kullanılan teknik ise "yaygın tarım"dır.
L
Ll, Türk alfabesinin 15. harfi, harfin kullanım sıklığı % 5,75. Arap alfabesine dayalı Osmanlıcada "lâm" adıyla bilinirdi. L, ince ünlülerle beraber kullanıldığı zaman ön damak, kalın ü nlülerle beraber kullanıldığı zaman da alt damaktan çıkarılan yumuşak, yayvan ve akıcı bir sestir.
L sesi, Orta Asya Türkçesinden beri Türkçenin bütün lehçelerinde ince ve kalın şekliyle yer almıştır. Türkçe kelimelerde kelimelerin yalnız ortasında ve sonunda geçince, dilimizde kelime başında "L" sesi bulunmadığından, halk ekseriya bir sesli harf getirir. (ilazım lazım, ilahna lahana gibi) Ancak bu durum her kelimede görülmeyebilir.
Harfin Orhun Türkçesinde ince ve kalın olmak üzere iki şekli vardır. Türkçe yazı dilinde bazı kelimelerde, kendisinden sonra "a" gele |
n hallerde "l" sesinin ince okunması gerekirse "a"nın üstüne bir (^) işareti konur. Bu durumda dil biraz daha geriye giderek damağa yaklaşır ve ince bir L sesi (Ļ, ℓ̗ ) çıkar. Örneğin: "Ļâℓ̗ , Ļânet"...
Türkçede O ve L harfi ile peşpeşe geldiği bazı durumlarda (her zaman değil) ince bir O sesi (Ô) oluşur. Fakat Türkçe yazımda bu harfin kullanımı mevcut değildir. Bu durumda da L harfleri dilin ucunun damağa doğru çekilmesiyle çıkarılan ve normal L sesine göre biraz daha ince olan bir sesi gösterir: "Rôℓ̗ , Gôℓ̗ , Bôℓ̗ero, Ļôkman"...
El yazısında sözcük başlarındaki büyük L harfinde genellikle bir değişiklik olmaz. Ancak küçük harf olarak " ℓ " biçimi veya alt tarafı hafif kıvrımlı " "ɭ" " yaygın olarak kullanılır. Bu kullanımın tercih edilme nedeni şekil olarak Büyük "ı" harfi ile benzerliği nedeniyle karışmaması içindir. Örneğin; "Lâℓe", "Leyℓak"... Ayrıca bu harflerin birbirine karışmaması için zaman zaman özellikle el yazısında "ı" harfinin Büyük biçimi için alt ve üst çizgili " " şeklinde bir kullanım tercih edilir.
Kardinal Fayda Teorisi
Kardinal Fayda Teorisi, mikroiktisatta, tüketici dengesi analizi için geliştirilmiş analizlerden birisidir. Ordinal Fayda Teorisinden temel farkı, faydanın ölçülebilir olduğu varsayımına dayanmasıdır. Bu durum, faydanın ölçülebilir olduğu varsayımı, uygulamada aksaklıklara neden olduğu için Ordinal Fayda Teorisi kadar kullanım alanı bulamamıştır.
Kardinal Fayda Teorisi temel olarak üç varsayım üzerine inşa edilmiştir;
"Toplam Fayda": Kişinin bir dönem boyunca bir malın tüketiminden elde ettiği faydaya verilen addır.
"Marjinal Fayda":kişinin her ilave birim mal tüketmesi sonucu toplam faydada meydana gelen değişikliktir. Toplam fayda fonksiyonunun birinci türevi bize marjinal faydayı verir.
Tüketicinin belirli bir dönemde kullandığı mal miktarı arttıkça, elde ettiği (her ilave birim için) fayda azalır. Marjinal faydanın bu giderek azalması durumuna azalan marjinal fayda ilkesi adı verilir.
Marjinal faydanın ilk kullanım hariç, “0”’a eşit olduğu duruma, “doyum noktası” adı verililr. Sahip olduğu gelir ile satın alabileceği en iyi mal sepetini satın almayı amaçlayan bir tüketici, bir malı doyum noktasında, içerecek bir noktada ya da aşan bir noktada asla satın almaz.
Tüketicinin gelirinin tümünü harcayarak faydasının maksimize ettiği duruma tüketici dengesi adı verilir. Tüketici dengesi analizinin amacı, tüketicinin nasıl davrandığında faydasını maksimize ettiğini/tüketici denge koşulunun ne olduğunu açıklamaktır. Kardinal ve ordinal fayda teorisindeki iki temel varsayım, tüketicinin gelirinin ve satın aldığı mal fiyatlarının sabit olduğudur. Üçüncü bir varsayım olarak kardinal fayda teorisinde, tüketicinin tercihlerinin azalan marjinal fayda ilkesine tabi olduğu varsayılır. Böylece tüketici sadece bir mal alarak faydasını maksimize etmez.
Kardinal fayda teorisinin iki tanımlayıcı koşulu vardır:
Yani tüketiciler gelirlerinin tümünü harcadığında, her mal için harcanan son liraların onlara sağladığı marjinal faydaların eşit olması durumunda tüketici denge koşulunu sağlamış olurlar. Buna eşmarjinal ilkesi adı verilir.
Bir mal için harcanan son liranın tüketiciye sağladığı marjinal fayda, malın satın alınan son biriminin marjinal faydası ile malın fiyatı arasındaki orana eşittir. Örneğin X malının fiyatı 10 Tl , alıınan son birimin marjinal faydası da 20 br ise bu durumda X malı için harcanan son liranın sağladığı marjinal fayda; 20/10=2 olacaktır. Tüm mallar için (sepetin içerisindeki) bu oranın eşit olduğu durum, kardinal fayda teorisinde tüketici dengesini verecektir.
MU(x)/MU(y)=P(x)/P(y)
Gagarin
Gagarin, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Haus des Meeres
Haus des Meeres, Viyana'nın merkez ilçelerinden Mariahilf'de bulunan, yaklaşık 3.500 çeşit hayvanın sergilendiği bir binadır.
2. Dünya savaşından kalma bir uçaksavar kulesinin ("Flakturm") restore edilerek kullanıldığı Haus des Meeres'te, deniz hayvanlarının yanında birçok bitki, koral, tropik kuş, maymun ve sürüngen türü bulunmaktadır.
Hayvanların belli zamanlarda yemlenmesi ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken anlardır.
Paleozoik zaman
Paleozoik zaman, Fanerozoik Devir in üç alt bölümünden ilkidir. "I. Zaman" olarak da bilinir. Günümüzden yaklaşık olarak 545 milyon yıl önce başlayıp 251 milyon yıl öncesine kadar uzanan bir jeokronolojik bir zaman dilimidir.
Evrim sürecinin genel eğilimleri ve yasaları gereği, tekhücrelilikten çokhücrelliğe geçişin, yeryüzündeki tüm yaşam biçimleri üzerinde etkisini yoğun olarak ortaya çıkarttığı bir dönemdir Paleozoik zaman.
Paleozoik zaman öncesindeki tek dev kıta Rodinia, Paleozoik zaman içinde birkaç parçaya ayrılmışsa da halen kıtalar güney yarı kürede bulunmaktadır.
Paleozoik zamanda okyanuslardaki canlı türlerinde olağanüstü bir çeşitlilik ve yayılma görülür. Algler ve bazı yosunlar tüm sığ denizleri kaplamıştı. Hayvansal yaşamda ise omurgasız türleri çeşitlenme ve yayılma gösterdiler. Paleozoik denizlerinin en tipik canlılarından biri eklembacaklılar grubundan olan üç loblulardı. Erken Paleozoikte çok yaygınlık ve çeşitlilik kazanan üç loblular, zamanın sonuna doğru azalarak ortadan kalktı. Paleozoiğin bir diğer baskın grubu da dallı bacaklılardı.
Paleozoiğin ortalarına doğru omurgalılar denizlerin en önemli gruplarından biri olur. Balık Çağı olarak adlandırılan bu dönemde, ilkel çenesiz balıkların ardından ilk çeneli balıklar, ilk kemikli balıklar ve köpek balıkları ortaya çıkıp yaygınlaşır.
İlk bitkiler ve hayvanlar karasal yaşama hızla uyum sağlamaya başladılar. Damarsız kara yosunu benzeri bitkilerin ve kırkayak benzeri eklembacaklıların öncülük ettiği karaların çok hücreli canlılarca işgaline, Orta Paleozoiğin sonlarına doğru omurgalılar da katıldılar. Geç Paleozoiğe gelindiğinde yeryüzü karaları uçsuz bucaksız ormanlarla kaplandı, pek çok hayvan grubunun temsilcilerinin de katılımıyla karmaşık bir karasal ekosistem kuruldu. Karasal faunanın en göze çarpan üyeleri, artık uçma yeteneğini geliştirmiş olan böcekler, iki yaşamlılar ve sürüngenlerdi.
Paleozoiğin sonlarına doğru kıtaların tekrar bir araya gelmesiyle iklim kuraklaşıp, karasallaşır. Sucul ortamların azalmasıyla geniş alanlara yayılmış sporlu bitkilerin oluşturduğu bataklık ormanları, yerini açık tohumlu bitkilerin oluşturduğu ormanlara bıraktı. İki yaşamlılardan da sürüngenlere doğru bir kayış oldu. Zamanın sonlarında sürüngenler oldukça çeşitlendi ve memelilerin ve dinozorların ataları olan gruplar ortaya çıktı. Bu canlılardan bazılarının kürklü ve sıcak kanlı oldukları düşünülüyor.
Permiyen sonunda, bir gök cisminin yeryüzüne çarpmasıyla, Paleozoik canlılarının büyük çoğunluğu ortadan kalkar. Yok oluşun ardından sahneye yeni canlılar çıkar Eskisinden oldukça farklı olan bu yeni yaşamla, "Dinozorlar çağı" olarak da anılan Mezozoik zaman başlar.
Paleozoik zaman, altı alt dönem olarak incelenir. Kambriyen, Ordovisyen, Silüryen, Devoniyen, Karbonifer ve Permiyen dönemler.
Hokka (dergi)
Hokka, ilk sayısı Kasım 1989'da yayınlanan aylık dergi". Yayıncısı Kıyı Yayınları, yayına hazırlayanları Hamdi Koç, Mario Levi, Güzin Özkan, Tevfik Turan, Halil Turhanlı, Şahin Beygu, Erdem Bagatur idi. Uzunluğu 2-3 sayfayı geçmeyen, "tadımlık", genellikle çeviri, "oyuncaklı" metinlerden oluşan 32 sayfalık ilginç bir dergiydi. Son olarak Kasım 1990'daki 8. sayısı (başyazısının başlığı "Çıkmazken" idi) yayımlandı.
Kambriyen dönem
]
Kambriyen dönem, Paleozoik zamanın ilk alt bölümü olarak Kambriyen kayaç sistemlerinin oluştuğu ve içinde en eski fosilleri taşıyan jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 545 milyon yıl önce başlayıp, yine günümüzden 495 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Kambriyen Dönem, gezegenin tüm tarihi boyunca, yaşamın çeşitliliği ve yaygınlığı yönünden en parlak zaman aralığıdır. Kabuklu canlılara ait ilk fosiller bulunmuş, hayvanların hızlı evrimi ve çeşitlenmesi gerçekleşmiştir. Deyim yerindeyse “yaşamın altın çağı”dır.
Kayaları ilk inceleyen İngiliz yerbilimcisi Adam Sedgwick'tir.Kayaları bulduğu yer olan Birleşik Krallık Galler bölgesine eski Romalılar Kambriya adını verdiklerinden benzer isimlendirme yapılmıştır
Kambriyen Dönemin başlarında kıtaların güney yarı kürede toplanmış olması nedeniyle kuzey yarıküre, uçsuz bucaksız bir okyanus halindeydi. Ekvator kuşağından yayılan sıcak akıntılar bu devasa okyanusu ılıman hale getiriyor ve kıtaların kıyı kesimlerinde de nemli ve ılıman bir iklime neden oluyordu. Kambriyen Dönem boyunca kıtaları kuzeye doğru ilerleyişiyle –bugünün kıtalarının genel görünümü, Kambriyen Dönemin sonlarına doğru şekillenmiştir- bu kıtaların kuzey kıyıları, sığ ve ılıman denizler haline geliyordu. Tüm bu koşullar, özellikle deniz “Kambriyen Patlaması” olarak tanımlanan bu altın çağın yaşanmasında belirgin rol oynamıştır.
Günümüz hayvan şubelerinin bazıları Kambriyen'de çeşitlenip fosil kayıtlarına girmiş, hepsi olmamakla birlikte çok sayıda hayvan şubesinin vücut planı bu dönemde gelişmiştir.
Kambriyen Dönem boyunca karalarda, mikroorganizmalar ve algler dışında yaşam görülmemektedir. Yine de tür çeşitlenmesi ve yayılması, denizlerdeki “Kambriyen Patlaması”nı aratmayacak düzeydedir.
Bugün, Kambriyen Dönem’de en az dört Kitlesel Yok Oluş yaşandığını biliyoruz. Ancak bu yok oluşlara hangi nedenlerin yol açtığı kesin olarak saptanamamıştır.
Zacarias Moussaoui
Zacarias Moussaoui (Arapça: زكريا موسوي - Zekeriye Musavi; d. 30 Mayıs 1968), Fas kökenli Fransız vatandaşı. 11 Eylül saldırıları'na yol açan planlara karıştığını Nisan 2006'da itiraf etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nde bu olaylarla ilgili yargılanan tek kişi olup hayat boyu hapis ile cezalandırılmıştır (4 Mayıs 2006).
16 Ağustos 2001'de Eagan, Minnesota'daki bir uçuş kursuna yazılınca FBI tarafından şüphe çekip tutuklanmıştır.
Kilikya Ermeni Krallığı
Kilikya Ermeni Krallığı, 1080-1198 arası Beylik ve 1198-1375 arası krallık olan Çukurova bölgesinde bulunan bir devlettir. Bölgedeki Ruben I adında olan bir Ermeni beyi tarafından Bizans İmparatorluğundan ald |
ığı toprak üzerine kurulmuştur ve zamanla daha geniş bir alana yayılmıştır. Leon I devletin ilk kralı olmuştur. Devlet Haçlılarla ve özellikle Fransızlarla sıkı ilişkiler kurmuştur. Komşu Hristiyan ve Müslüman devletlerle ve kendi içinde mücadelelerde bulunmuştur. Moğol istilasından sonra İlhanlılara bağlanmış ve birlikte Memluk Devletine karşı savaşmıştır. Devlet 1252'den sonra Hethumid Hanedanı tarafından yönetilmiştir. Memluklular 1375 senesinde Sis'i ele geçirince devlet son bulmuştur ve bundan sonra bölgede Memluklara bağlı Ramazanoğlu Beyliği kurulmuştur. Kilikya Kralı unvanı Lüzinyan Hanedanına geçmiştir. Başkenti ve kilisenin merkezi Sis idi. Krallığın pek çok kalesi vardı ve ayrıca Toros dağları tabii bir savunma bölgesi oluşturuyordu.
Kansas City, Missouri
Kansas City (kısaca KC) ABD'nde Midwest bölgesinde sınırları büyük çoğunluğu Missouri eyâletinde bulunan sadece kuzeyindeki topraklarının bir bölümü Kansas eyâletinde olan bir şehir.
Nüfusu 450 bin civarında olup hızla gelişmekte olan bir ABD şehri. Missouri eyâletinde Saint Louis ile birlikte en büyük şehirdir.
Kansas City "Kansas Kasabası" adı ile Missouri Nehri ile "Kansas Nehri" kavşağında kuruldu. Şimdiki sınırları ile 1838'de şehir olarak hukuki hüviyet kazanmıştır. Kansas City, Kansas şehri batıda Missouri Nehri'nin öte yakasında kurulmuştur. Amerikan İç Savaşı'nda şehir birkaç muharabeye, bunlar arasından "Westport Muharebesi'ne sahne olmuştur.
Şehir caz ve blues müzik stillerine olan katkısıyla önlüdür ve şehirde bir Caz Müzesi bulunmaktadır.
Şehir Kansas City stili biftekleri ve barbeküleri ile isim yapmıştır.
Kansas City, Missouri Şehri'nin şu kentlerle kardeş şehir bağlantılari bulunur:
Interstate
Interstate ("Dwight D. Eisenhower National System of Interstate and Defense Highways" veya "Interstate Highway System"; "Eyaletlerarası Karayolu Sistemi"), Amerika Birleşik Devletleri'nde eyaletler arası bir otoyol ağı sistemidir. Sistem 1956 tarihli Federal Karayolu Yardımı Kanunu ile kurulmuş olup adını dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'dan almaktadır.
2013 yılı itibarı ile Interstate'in toplam uzunluğu 77,017 km'dir (47,856 mil). Şehir içinde 4 şerite kadar çıkan şehirler arasında 2 veya 3 şerit olan ABD'yi kuzey güney ve batı doğu arasında gezen bu sistemin bakımı eyaletler değil, federal hükümet tarafından yapılır.
İmplant
İmplant, vücut içerisine ve canlı dokulara yerleştirilen cansız maddeleri ifade eder. (Dental) implantlar (diş implantları), eksik olan bir veya birkaç dişin işlev ve estetiğini iade etmek için çene kemikleri içinde açılan yuvaya yerleştirilen genellikle titanyum esaslı vida veya kök şeklindeki yapılardır. Diş implantı ile canlı kemik dokusu arasındaki birlikteliğe osseointegrasyon adı verilir.
Pre amplifikatör
Pre amplifikatör, kaynaktan (pikap, CD çalar gibi) alınan ses sinyallerinin güç amplifikatörüne aktarılmadan önce kuvvetlendirildiği bir amplifikatör çeşididir. Genel anlamda bir potansiyometre vasıtası ise, ses kontrolünün yapıldığı, güç amplifikatörüne hangi kaynaktan sinyal yollanacağının seçildiği bir mekanizmaya sahiptir. Bunların yanı sıra ton kontrolleri (bas ve tiz için), hoparlör balans ayarı gibi çeşitli ek işlevleri de içerebilir. Özellikle 1990'lar ve 2000'li yıllarda ortaya çıkan "sinyal yollarında mümkün olan en basit yapı" felsefesinin getirisi olarak bahsi geçen ek işlevleri içeren tüm düğmeler kaldırılmıştır. Böylelikle sinyal yolunun kısaltılması sağlanmış, mümkün olan en basit hale getirilmiştir.
1. Aktif pre amplifikatör
Transistör veya lamba tarafından kaynaktan gelen sinyallerin büyütülerek güç amplifikatörüne aktarıldığı, pre amplifikatör türüdür. Özellikle 2000'li yılların başına kadar çok yaygın olarak kullanılsa da, özellikle kullanılan transistör ve lambaların seste belli renklendirmeler yaptığı varsayımı ile farklı arayışlar başlamıştır. Şu an bile kullanılan en yaygın pre amplifikatör türüdür.
2.Pasif pre amplifikatör
Seste renklendirilmenin önlenmesi adına ortaya çıkan bu pre amplifikatör türü, içerinde herhangi bir transistör, lamba veya devre yapısı içermemekte, sadece bir kaynak seçici ve ses kontrolü için potansiyometre kullanılan özel bir pre amplifikatör türüdür.
3.Fono pre amplifikatörleri
Pikapların sinyal karakteristiğinden kaynaklanan daha düşük güçte sinyallerin yükseltilme gereksinimi dolayısı ile çoğu pre amplifikatörde bir fono katı bulunur. Bu katın olmadığı pre amplifikatörler için, sadece pikap sinyallerinin yükseltilmesi amacı ile, ayrı fono pre amplifikatörleri de üretilmiştir. Bunlarında lambalı veya transistörlü yapıda olanları vardır. Genel olarak pikap ilk önce fono pre amplifikatörüne bağlanır, bu da pre amplifikatör vasıtası ile güç amplifikatörüne bağlanmaktadır. Bazı ses kontrolüne sahip varyasyonları da üretildiği için, direkt güç amplifikatörüne bağlananları da bulunmaktadır.
Tanıl Bora
Tanıl Bora (d. 1963 Ankara), yazar, çevirmen, yayıncı, editör.
1963'te Ankara'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'nin ardından 1984'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. 1984-87'de Yeni Gündem'de gazetecilik yaptı. 1988-89'da Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nin yayın kurulunda yeraldı. Birikim dergisinde editörlük; Toplum ve Bilim dergisinde yayın yönetmenliği yaptı.
1988'den beri İletişim Yayınları'nda araştırma-inceleme dizisi editörlüğünü yürütmekte, üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum ve Bilim dergisinin yayın yönetmeninliğini yapmakta, Birikim dergisinde yazmaktadır. Radikal Gazetesi'nde haftalık futbol yazıları yazmıştır.
Austin-Healey
1952 yılında Donald Healey'in küçük araba atölyesinde eski Riley motorlu Healey’lerin yerini alması için Austin motorlu ve şanzımanlı yaptığı 100 lakaplı aracı bir otomobil showunda sergilemesinin ardından gelen büyük ilgi sonucu ortaya çıkan otomobil markası.Otomobil 1952 de piyasaya çıktığında BMC’nin başkanı Leonard Lord etkilenip hemen satın alarak adını Austin Healey olarak değiştirip çok sayıda üretim yapmayı teklif etmiştir. Markanın özelliği modellerin hep üstü açık ve iki kişilik olmasıdır.
İlk otomobiller 1953 yılında teslim edilmiş son otomobil ise 1970 yılında yapılmıştır. Tüm Austin Healey’ler İngiltere Warwick’teki Healey şirketi tarafından tasarlanmış , Birmingham’daki Austin ya da Abingdon’daki MG fabrikasında üretilmiştir. Dağıtım ise BMC (British Motor Company) tarafından yapılmıştır. Otomobillerin büyük çoğunluğu Kuzey Amerika’da satılmıştır.
Sadece iki tip ya da nesil Austin Healey vardır. Orijinal 100 , 15 yıl boyunca gelişimini sürdürmüş son zamanlarında Mk III olarak anılmaya başlamıştır. 100 modellerinde A90 , A105 ya da A99 gibi büyük Austin sedanların yürüen aksamları kullanılmaktaydı. İkinci nesil model küçük bir spor otomobil olan Sprite idi ve yürüyen aksamını Austin A38’den almıştı.
1958 yılında tanıtılan Sprite büyük bir başarı kazanmış ki yenileme zamanı geldiğinde BMC geliştirilmiş otomobili Austin healey Sprite ve MG Midget olarak satmaya karar vrmiştir.
1968 yılında British Leyland’ın kurulmasından sonra firma ürettiği değişik otomobillerin sayısını düşürmüş ve sonunda Austin Healey markası sona ermiştir. Fakat Sprite’in MG Midget versiyonu 9 yıl daha üretilmiştir.
1970 yılında Healey ailesi Jensen’le Jensen-Healey adında yeni bir firma kurmuşlardır.
Hallar, Eğridere
Hallar Köyü (Bulgarca: "Başevo", "Башево"), Bulgaristan'ın Kırcaali ilinin Ardino(Eğridere) ilçesine bağlı bir köyüdür.
Köyün tamamı Türk nüfusundan oluşmaktadır. Bulgaristan'daki asimilasyon politikası sonucunda 1989'da yaşanan Türkiye'ye göç hareketinden sonra köyün nüfusu büyük oranda azalmıştır. Ancak 2003'te başlatılan ve o yıldan beri her sene yapılmakta olan "Geleneksel Hallar Şenlikleri" ile köy canlılığını korumaktadır. Bu şenliklere her yıl, köyden göç etmiş olan Türk vatandaşları gelmektedir. Bununla birlikte civar köylerden de yüksek miktarda katılım olmaktadır. Şenlikler her yıl Ağustos ayının ikinci hafta sonunda mevlüt ve şenlik olmak üzere iki aşamada yapılmaktadır. Cumartesi günü yapılan mevlütten sonra, futbol ve satranç müsabakaları düzenlenmektedir. Pazar günü yapılan şenlikler sırasında ise güreş, koşu yarışı vb. etkinlikler düzenlenmektedir.
Hallar Köyü aynı zamanda 1989 yılında Bulgaristan'ın Türkleri sınır dışı etmesi ile sonuçlanan "Asimilasyon Politikası"na karşı ilk direnişin başladığı yerdir. 23 Aralık 1984 Tarihinde isim değişikliğine karşı Türklerin tepkilerini ortaya koymalarını sağlayan yürüyüş, bu köyden başlamıştır.
Hallar Köyü aynı zamanda tarihi Asar Kalesi'ne sahiptir.
Hallar köyü Avşar boyunun Haliloğlu obasına mensup Türkmenler'den oluşmaktadır.
Asar Kalesi, Doğu Rodop Dağları’nın Sarı Tepeler kısmında yer almaktadır. Kalenin Bizans Döneminde yapıldığı düşünülmektedir. Kale bir taş burnunun tepesine konmuş gibi durmaktadır. Arda’nın seviyesinden yaklaşık 100 metre yüksekliktedir. Bu hâliyle Asar, 3 tarafından Arda Nehri ile çevrilidir. Güney tarafında da Tsitadela Şatosu bulunur, şatonun su ihtiyacı bir yeraltı tüneli vasıtası ile nehirden karşılanmaktaymış. Kalenin Bizans Döneminde savunma amaçlı, Osmanlı Döneminde vilayet sınırlarını koruma amaçlı, Osmanlı’nın son dönemlerinde ise bir kervansaray olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Bununla birlikte, bu dönemde kale çevresinde yerleşim olduğunu ispatlayan kalıntılar bulunmaktadır. Bu kalıntılar ise kazılarda çıkan insan iskeletleri, çanaklar, çömlekler, çapa demirleri, tarımsal araç-gereçler ve duvarlardır. Orta Çağ’ın antik yollarından biri Elece Geçidi vasıtasıyla Arda Boyu’ndan geçip Trakya ile Ege’yi bağlamaktaydı. Bir deyişe göre bu antik yolun Çin’deki Tibet kentinde başlayıp Avrupa’da son bulan İpek Yolu olduğu da söylenilmektedir.
Asar’ın sadece 30x40 metre olan iç kısmı korunmuş durumdadır. Duvarları 6 metreye erişmektedir. Hallar Köyüne uzaklığı, yaklaşık 2 km’dir. Ancak bu mesafenin kısa olması ulaşım süresinin de kısa olması anlamına gelmemektedir. Kimi zaman eğimi %70’i bulan yol, dönüş süresini bir hayli uzatmaktadır. Asa |
r, Eğridere'den ise yaklaşık 4,5 saat uzaklıktadır. Asar’a inen tek yol Hallar Köyü’nden geçmektedir.
Thuggee
Thuggee, Hindistan'da 600 yıl boyunca varlığını sürdüren bir caniler tarikatıdır. Gizli bir soyguncular ve katiller topluluğu olan Thuglar, adına sayısız suçlar işledikleri yamyam tanrıça Kali’ye taparlardı. "Thug" kelimesi Hintçe'de "sahtekar" ve "kandıran" anlamına gelen "Thag" kelimesinin çarpıtılmışıdır. Kandırmak onların cani taktiklerinin başında gelirdi. Masum yolcular gibi davranan bir grup Thug, hacıların veya tüccarların oluşturdukları bir kervana katılıp, onları uygun yerlere doğru yönlendirir ve tanrıçalarına ilahiler okuyarak hepsini aynı anda boğarlardı. Cesetlerini parçalayıp karınlarını deştikten sonra onları gömerler ve mezarlarının üstünde kendilerine ziyafet çekerlerdi.
Tarikat üyelerinin çocukları da bu topluluğa katılırlar ve kilden yapılmış mankenler üzerinde cinayet yöntemini öğrenirlerdi. Nesiller boyunca Thuglar Hindistan’da sayısız kurban boğdular. 1830 yılından itibaren İngilizler Thuglara savaş açtılar ve 1860 yılına kadar onların köklerini kazıdılar.
Mutlak gerçek kötülük konusunda Thugları geçmek zordur. Bu nedenle renkli macera filmlerinin ikisinde Kali’ye tapan bu tarikat kötü adam olarak betimlenmiştir.
Otokar
Otokar minibüs, otobüs, zırhlı araç, treyler, hafif kamyon ve arazi aracı üreten bir Koç Holding iştirakidir. Üretimini Sakarya Arifiye tesislerinde gerçekleştiren Otokar'ın genel müdürlüğü İstanbul Küçükyalı'dadır.
Otokar, 2013 yılının son aylarında Foton Motor lisansıyla üretimine başladığı Atlas modeli ile hafif kamyon pazarına giriş yaptı. Otokar Atlas aracında Cummins Motor kullanmayı tercih etti.
Otokar'ın Türkiye genelinde 100'e yakın yetkili servisi bulunmaktadır. Tüm servislerde 7 gün 24 saat acil yol yardım ekibi bulunmaktadır. Otokar 2013 yılı içerisinde CRM sistemini kurarak Müşterileri için en hızlı ve en profesyonel çözümler sunmayı hedeflemiştir.
Mahindra
1945'te Hindistan'da kurulmuş otomobil firması. Firma tarım araçlarıda üretmektedir. Mahindra Asya ve Avrupa pazarına satış yapmaktadır.
Sergei Karamurza
Sergei Georgiyeviç Karamurza (d. 23 Ocak 1939) (Rusça: Сергей Георгиевич Кара-Мурза) Rus siyaset bilimci, kimyacı, Rusya Bilimler Akademisi üyesi. Başlıca eserleri şunlardır: Sovyet Uygarlığı, Anti-Sovyet Proje, Avrupamerkezcilik. Yazar kitaplarında Sovyetler Birliği'nin bir uygarlık sürecinin parçası olarak gelişimini ve çözülüşüne yol açan süreçleri kişisel deneyimlerinden kapsamlı istatistiksel malzemeye kadar çok geniş bir temelde incelemektedir. Rusya'da gerek akademik, gerek siyasal, gerekse de halk kesimleri içinde çok okunan yazarın çalışmaları Batı'da ancak dar bir uzman kesimi tarafından tanınmaktadır.
http://www.kara-murza.ru/index.htm
D.A.C.
D.A.C., DAC veya D-to-A ("Digital to Analog Converter") dilimize dijitalden analoğa dönüştürücü olarak çevirilebilecek özel bir tanımlamadır. Özellikle CD'nin ortaya çıkmasından itibaren, bu medyalara kaydedilen verinin dijital olması sebebi ile, verinin analoğa çevrilmesi amacı ile kullanılmaya başlanmıştır. Bir CD çaların kasasına monte edilmiş halde olabileceği gibi ayrı bir cihaz olarak da kullanılabilir. Özellikle ayrı kullanım profesyonel cihazlarda karşımıza çıkar. Buradaki amaç CD okuma mekanizmasının mekanik titreşimlerinin ve cihaz içerisindeki diğer elektronik bileşenlerin dijitalden analoğa çevirim sırasında etkileşimini minimuma indirmektir. Farklı teknolojilere sahip olsa da, CD, SACD, DVD gibi tüm dijital kayıt platformlarında mutlaka kullanılır
Yugo
Yugo, Zastava tarafından üretilmiş olan bir otomobildir. 1954 yılında Zastava'nın Fiat ile yaptığı ortaklık sonrasında otomobil üretimine başlanmıştır. Amerikalılar tarafından dünyanın en tehlikeli aracı seçilmiştir ve Yugo'nun üretimi durdurulmuştur.Ortağı Fiat'ın onayı olmadan üretilen bir otomobil.
Yugo'ların üretimi o zaman mevcut olan eski Yugoslavya'nın Kragujevac şehrindeki fabrikaya dayanır. İlk olarak askeriye için kamyon üreten fabrika daha sonra Fiat firması ile otomobil üretimine geçmiştir. 1971'de Fiat 128 üretimi yapan fabrika Fiat 127'lerin üretimine geçtikten sonra buna Yugo 45 ismini vermiştir. 903, 1100, 1300 cc lik modelleri olan araba Amerika Birleşik Devletleri'nde Yugo GV, GVL, GVS, GVX adlı versiyonlarla satılmıştır. 1980'lerin ortalarına doğru IVECO kamyon üretimine de başlayan fabrikada o zamana dek Zastava markası ile üretilen tüm araçların adı Yugo olmuştur. Yugo Koral, Yugo Skala gibi değişik varyasyonların da üretimi başlamıştır.
1985 yazında Amerika'da satılan en ucuz araba özelliğini almıştır. Fiyatı sadece 3990 dolar idi. Ve en yakın rakibinden bin dolar daha ucuzdu. 1989 yılında ise Yugo America iflas bayrağını çekerek buradaki satışları bırakmıştır.
1990'larda iç savaş nedeni ile üretim aksamış, 1999'da ise NATO tarafından stratejik silah üretimi nedeni ile fabrika bombalanmıştır.
Savaş sonrası için fabrika Macarlar ile iş ortaklığına başlamıştır.
Bugün yeniden üretime geçen eski dost Yugo'lar ise Sırbistan'ın ticari nedenlerle olan bazı anlaşma sıkıntıları nedeni ile yeniden dünya ya yayılmaya başlayamamıştır.
Elektrostatik hoparlör
Elektrostatik hoparlör, ilk olarak 1956 yılında Quad firmasının sahibi ve tasarımcısı Peter James Walker tarafından üretilmiş, daha sonra birçok firma tarafından teknolojik anlamda geliştirilmiş, çok özel bir hoparlör türüdür.
Genel anlamda bir elektrostatik hoparlörde 3 ana parça bulunur. En önemli parça, diyaframdır. Bu özel plastik bir madde olabileceği gibi farklı maddelerin karışımdan kompozit yapılarda kullanılabilir. Özellikle 2000'li yıllarda farklı kompozit maddelerin bulunması ile bu tarz hoparlörlerde diyaframda oldukça yenilikçi tasarımlar yapılmıştır. Diğer önemli parça ise statörlerdir. Statör, diyaframın iki yanına yerleştirilir. Statörlerde genelde özel çelik levhalar kullanılabileceği gibi, gene farklı metaller de kullanılmaktadır.
Özel voltaj yükleyiciler kullanılarak diyafram pozitif şarj edilir. Statörlerde gelen sinyallere göre negatif şarj edilerek farklı kutupların birbirlerini itme prensibine göre diyafram hareket eder. Karşıt güçler çeker, benzer güçler iter. Diyafram sürekli ve pozitif şarjlıdır. Karşıt kutuplarda şarjlı olan statörlerin kutupları sürekli değişerek diyaframı hareket ettirirler. Statörler, amplifikatörden gelen sinyalin, özel trafolarda ters kutuplarda sarj edilmesi ile, belirli bir voltajda elektrik ile yüklenir. Bu yüklemeler ile, gelen sinyal diyaframda itme ve çekme hareketini oluşturur. İşte bu sayede diyaframlar vasıtası ile ses oluşur.
Teorik olarak klasik hoparlörlerden çok daha etkili bir tasarım olmasına rağmen üretiminin zorluğu, karmaşık teknolojik yapısı ve üretim maliyetinin yüksekliği yüzünden asla çok yaygınlaşmamış ama özel örneklerinin mükemmel ses kalitesi onları hi-fi tarihinde çok özel cihazlar haline getirmiştir. Şu an özellikle "Quad", "Martin Logan", "Akustat" gibi firmalar tarafından üretimlerine devam edilmektedir.
Quad resmi sitesi
Martin Logan resmi sitesi
Artemis
Artemis, Roma'daki adı Diana, Zeus ile Leto’nun kızı. Phoebe olarak da bilinir. Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık,okçuluk ve ay tanrıçası. Ares'in dostu ve en büyük Yunan tanrıçalarından biridir.
Kardeşinden bir gün önce doğup Apollon’un doğumu sırasında annesine yardım etmiştir. Annesinin çektiği acıyı gören Artemis evlenmemeye ve bakire kalmaya yemin etmiştir. Delos adasında doğmuştur. Apollon güneşi, Artemis ise ayı temsil eder; Apollon’a "Phoebos" (parlak, ışıklı) denildiği gibi, Artemis’e de "Phoebe" denilirdi. İkisi de yayla silahlanmıştır, oklar atarlar; oklar güneş ve ay ışınlarının sembolüdür.
Artemis, sarışın, güzel, endamlı, ciddi yüzlü, tanrısal bir bakiredir. Saf ışık tanrıçası olarak afifliği sembolize eder, kültünün kanunu olarak afifliğe, erkek, kadın duacıları riayet zorundaydı. Ona tapınan ve onun gibi dünya iptilasından uzak, dağlar, ormanlar arasında yaşayan Hippolyt, afiflik yüzünden helak olduğu zaman Artemis ona yüksek şerefler müjdeleyerek teselli vermiştir.
Sonraları Artemis adına türlü kültlere sapılmıştır. Bunlardan biri, Efes’de Artemis’e, bütün tabiatı dölleştiren ve göğsü sayısız memelerle örtülü bir tanrıça gibi düşünülerek tapınılmasından doğan kült idi. Artemis ve avcıları bakirelik yemini etmiştir. Artemis de bütün avcıları 13-15 yaşlar arasında ölümsüz olarak sabitlemiştir. Satirler Artemis ve avcıların hayranıdırlar. Çünkü Artemis hayvanları ve doğayı çok sevmektedir. Fakat hiçbir erkek veya satir asla Artemis ve avcılarına yaklaşamamaktadır. Artemis kendine yaklaşan erkekleri ya bir çeşit geyiğe ya da tavşana çevirerek onları cezalandırmıştır. Ayrıca Artemis ev ve orman tanrıçasıdır. Bunun yanında Artemis bakireliğini bir erkeğe verip gebe kalan kadınları okuyla öldürmüştür.
Niobe: Niobe, Lidya kralı Tantalos'un kızıdır. Thebai kralı Amphionla evlenmiştir ve ondan birçok çocuğu olmuştur. Niobe çok fazla çocuğu olduğundan kendisini Tanrıça Leto'dan üstün görerek tanrıçayı aşağılamıştır. Bunun üzerine Leto'nun çocukları Artemis ve Apollon Niobe'nin çocuklarını oklarla öldürmüşlerdir. 6 erkek çocuğunu Apollon 6 kız çocuğunu Artemis öldürmüştür. Niobe bu acıya dayanamamıştır ve tanrı buyruğuyla taş olmuştur. Niobe efsaneyi doğrulayan bir biçimde taşa dönüşmüştür ve bugün Manisa'da kadın yüzü biçiminde bir kaya vardır. Bu kayanın göz yeri deliklerden su akar. Bu da gözü yaşlı Niobe'yi tasvir etmektedir.
Meleagros: Aitolia'nın Kalydon bölgesinin kralı Oineus ile Althaia'nın oğludur. Hasat bayramında bütün tanrılara kurban kestiği halde Artemis'i unutur. Kendine karşı saygısızlık olarak gören tanrıça Kalydon bölgesine korkunç bir domuz gönderir. Bu domuz tüm ekinleri mahvedince kıtlık başlar. Meleagros bu domuzu avlamaya kalkışır ancak çok zorlu bir canavar olduğu için yardımına çokça yiğit gelir. Komşuları Kuretler de gelir ve domuz öldürülür. Ancak kini geçmeyen Artemis bu defa Kuretler Aitolialar arasında av paylaşımıyla ilgili |
kavga çıkartır. Bir efsaneye göre Meleagros bu sırada dayılarını öldürdüğü için annesi onu lanetler ve Meleagros çekip gider. Bunu fırsat bilen Kuretler şehri yakıp yıkarlar. Herkes Meleagros'a ülkesine geri dönmesini söyler ve Melegros öfkesinden vazgeçip ülkesine gelir ve Kuretleri kovar. Bir başka anlatıma göre ise Meleagros domuzun postunu domuz avına katılan kız kahraman Atalante'ye vermek ister. Ancak bir kadının kendilerinden üstün tutulmasına avcılar karşı çıkar. Bu kargaşada Meleagros dayılarını öldürür. Bunun üzerine annesi Meleagros'un yaşamıyla ilgili olan odunu ateşe verip oğlunu öldürür.
İphigeneia: Babası Agamemnon av sırasında Tanrıça Artemis'in kutsal geyiklerinden birini öldürür. Bunun üzerine Artemis rüzgarları keser ve Truva Savaşı için giden filoları engeller. Artemis tek bir şartla rüzgarların yeniden esmesine izin verir: kızını Artemis adına kurban edecektir. En başta buna yanaşmayan Agamemnon daha sonra ülkenin çıkarları için kabul eder. Kızını kurban etmek için bir sunağın üzerine koyar ve bıçağı boğazına yaklaştırır; ama kıza acıyan Artemis kızı havaya kaldırır ve onun yerine bir geyik koyar.
Orion: Artemis genç ve yakışıklı olan bu avcıya aşık olur ve evlenmeme kararından bile vazgeçer. Fakat Apollon kardeşinin bu avcıyla evlenmesini istemez ve Artemis'i vazgeçirmeye çalışır; ancak Artemis vazgeçmek yerine daha çok bağlanır. Bunun üzerine Apollon hile yoluyla avcıyı ortadan kaldırmak ister. bir gün Orion yüzerken Apollon Artemis'i Orion'un başı küçük bir nokta kalıncaya kadar uzak bir yere götürür ve o hedefi vurup vuramayacağını sorar. Avcı tanrıça heyecanlanır ve okunu hedefe gönderir. Daha sonra onun Orion olduğunu anladığında çok üzülür ve babası Zeus'tan onu bir takımyıldızı olarak gökyüzüne almasını ister ve böylece Zeus kızının isteğini yerine getirir.
Diğer bir hikâyeye göre; Artemis Orion'a aşık olur ve birlikte vakit geçirmeye başlarlar. Artemis bakirelik yemini ve aşkı arasında kalır. Bu arada Orion'la sürekli olarak ava çıkarlar ve yine ava çıktıkları bir gün Orion Artemis'in kendisine olan ilgisinden de emin olarak yanına yaklaşarak elini tutar. Bugüne kadar hiçbir erkeğin dokunamadığı Artemis bu durum üzerine birden sinirlerin ve Orion'u öldürür. Daha sonra yaptığından çok pişman olup babası Zeus'a onu ölümsüz yapması için yalvarır. Zeus bunu yapmayacağını ancak onu göğe alarak sonsuza kadar bir takım yıldızı yapabileceğini söyler. Artemis'te bunu kabul eder.
Aktaion: Thebialı bir avcıdır. Çoban Aristaios ile Autonoe'nin oğludur. Çok yaman bir avcı olduktan sonra gurura kapılıp kendini Artemis'ten daha üstün görür. Birgün tanrıçayı derede yıkanırken çıplak görür. Artemis bu kadar saygısızlığı kabullenemeyerek Aktaion'u geyiğe çevirir ve Aktaion'un elli köpeğini üstüne salar. Köpekler efendilerini parçadıklarını anlamadıkları için uluyarak Aktaion'u ararlar. Böylece Kheiro'un mağarasına kadar gelirler. Kheiron da köpekleri sakinleştirebilmek için Aktaion'un bir heykelini yapar.
Herkül: Herkül'ün 12 görevinden biri tanrıçanın hızı ile ünlü kutsal hayvanı Kyreneia Geyiği canlı yakalamaktır.
Efes Artemisi, Yunan ve Latin mitolojisinde bakireliğin sembolü olmasına rağmen, Anadoluda Efes'te, Artemis doğurganlığın ve bereketin sembolü olan bir ana tanrıçayı simgeler. Yay taşımaz, Frig Kibelesiyle özdeştirilir. Dünyanın 7 harikasından biri olan Efes Artemis Tapınağı, bu tanrıça adına yapılmıştır.
CD Transport
CD Transport, günümüzde yaygın şekilde kullanılan standart CD çalarların ilk dönemlerinden beri varolan sorunlarını çözmek amaçlanılarak üretilmiş çok özel ve profesyonel bir cihazdır. Özellikle elektronik devre, transformatör gibi birçok farklı bileşeni içerinde barındıran tek kasada toplanmış bir CD çaların, tüm bu bileşenlerin birbirleriyle oluşan etkileşimle genel ses kalitesinde bir bozulma yaratacağı teorisinden hareketle, özel hi-fi üreticilerinin bunları birbirinden ayırmalarıyla ortaya çıkmıştır.
Bilindiği gibi bir CD çaların içerisinde mekanik ve elektronik olmak uzere 2 ana bölüme ayrılabilecek bileşenler bulunmaktadır. Mekanik her bileşenin belli bir titreşim yaydığının prensibinden hareketle özellikle dijitalden analoğa çevirim katında oluşabilecek olumsuzlukların önlemesi amacı ile bu mekanik kısmın ayrıştırılması ile üretilir. İçerisinde çekmece denilen yani CD'nin konduğu mekanizma, CD'nin üzerindeki verileri okuyan göz ve lazer ışını üreten elektronik devreler ve bunların hareketini sağlayan mekanizma ve tüm bu bileşenlerin gereksinim duyduğu elektriği sağlayan kablo ve transformatörler tek bir cihaz içine toplanır. Bu cihaz sadece CD'nin üzerine kaydedilmiş veriyi okur fakat hiçbir işlem yapmadan direkt olarak ayrı bir cihaz olarak tasarlanmış D.A.C. yani dijital analog çeviriciye aktarır. Bu bağlantı standart RCA kablolarla yapılabildiği gibi, optik kablolarla da yapılabilmektedir ki, ses kalitesinde belirli bir artışı sağlar. Bu tarz bir sistem minimum iki parçadan oluşur, CD Transport ve D.A.C. katı.
Bu çözüm dijital sinyallerin analoğa çevirimi için devrimsel bir çözüm olarak kabul edilse de, çok pahalı ve sadece özel ses sistemi üreticileri tarafından üretilmiş ve yaygınlıkla kullanılmayan özel bir çözümdür. DVD'nin yaygınlaşması ile farklı üreticiler bu medya içinde benzer çözümler üretmeye başlamışlardır.
Hephaistos
Hephaistos, Yunan mitolojisinde Zeus ile Hera'nın oğlu, ya da Hera'nın yalnız başına doğurduğu kızı Afrodit'in eşi.Afrodit ile kardeştirler, Tanrılar ve kahramanlar için demircilik zanaatıyla uğraşarak silahlar ve zırhlar üreten ateşler tanrısı.
Hephaistos, zanaatkarlar tarafından Athena ile birlikte mesleklerin piri ve koruyucusu olarak kabul edilen bir ateş tanrısıdır. Tarımı, uygarlığı ve şehir hayatını korur. Anadolu kökenli tanrılardan biri olan Hephaistos, özellikle sönmüş bir yanardağ olarak saygı görmüş, sonraları yanardağların içinde çalıştığına inanılmaya başlamıştır. Gigantlar arasındaki karşıtı Mimas'dır
Zeus'la Hera'nın oğlu olarak bilinmesine rağmen, Zeus'un eşi Metis, hamileyken kendisinden daha güçlü bir çocuk doğurmasından korkup onu yutması ve bunun sonucunda da Athena'yı başından doğurmasına karşılık Hera'nın da Hephaistos'u tek başına doğurduğu da söylenmektedir.
Hephaistos, tanrıların en çirkinidir. İki ayağı da topaldır. Homeros'un İlyada'sında bunun sebebi iki şekilde açıklanır. Birinciye göre babası Zeus, Hera ile kavga ederken Hephaistos annesinin tarafını tutmuş, buna kızan Zeus oğlunu Lemnos (Limni) adasına fırlatmış ve Hephaistos bu yüzden sakat kalmıştır. İkinci efsaneye göre Hephaistos sakat doğmuş, bu durumdan utanan annesi onu Olympos'tan aşağı fırlatmış ve Hephaistos'u nereidler ve Thetis büyütmüştür. Hephaistos'la Hera hiçbir zaman birbirlerini sevmemişlerdir. Yunan mitolojisinde ise Hera, Hephaistos'u kendi başına oluşturmuş ve doğurmuştur. Fakat bebeği ayaklarını topal kendisinin çirkin olduğunu görünce ve bütün Tanrılar onla alay edince, Hephaistos'u Olimpos Dağı'ndan atmıştır.
Tanrıların arasında en çirkin olan olmasına rağmen, hem onlar hem de insanlar arasında en sevilen tanrıdır. Olimpos'taki görkemli saraylar onun elinden çıkmıştır. Tanrılar ve kahramanlar için en güzel silahları yapmıştır. Eros'un okları ve yayları, Afrodit'in ünlü göz kamaştırıcı kemeri, Dionysos'un eşi Ariadne'nin tacı, Truva Kralı Laomedon'un büyülü üzüm bağı, Ares ve Afrodit'in kızı yasak aşkından olan Harmonia'ya düğün hediyesi olarak yaptığı lanetli gerdanlık, Zeus'un emriyle insanları cezalandırmak için gönderilen ilk kadın Pandora da onun eseridir. Hephaistos ayrıca birçok otomat da yapmıştır. Girit adası'nı koruyan bronz dev Talos, kendisine yardımcı olmaları için ürettiği, hareket edebilen, güzel birer kadın görünümündeki bir çift heykel, Prometheus'a işkence etmeleri için bronzdan yapılmış Kafkas Kartalı, Apollon tapınağı için altından yapılmış, şarkı söyleyen sihirli kız korosu bunlardan bir kaçıdır. Hephaistos, İlyada'da Kharis (zerafet, neşe ve sevinci temsil eden tanrıçalardan biri) ile evlidir. Hephaistos hakkında anlatılan bir mitte de Hephaistos'un Olimpos'a çıkma hikâyesi şöyle anlatılır; Hephaistos annesi için muhteşem bir taht yaptırmıştı. O aralar Hera Hephaistos'un hayatta olduğunu bilmiyordu. Hephaistos ona bu tahtı verirken saygılarını sunarak üzerine ""sevgili annem Hera'ya- oğlu Hephaistos'tan"" diye yazdı ve annesine kendisini tanıttı. Hera o gün bu tahtta yedi içti ve gülüştü. Kalkmaya çalışırken demirlerin elini ve ayağını kıskıvrak tuttuğunu gördü. Giden tanrılara seslendi. Bazı tanrılar onu duydu ve yanına geldi ve olanları görünce Zeus'a haber verdiler. Sonra şarap tanrısı Dionysos, Hephaistos'un yanına gitti ve onu sarhoş edip geri getirdi. Zeus ona Hera'yı kurtarmasını emretti. Hephaistos annesini affetti. Sabah uyandığı zaman kendini Olimpos'ta buldu. Artık o da Olimpos'taki bir tanrıydı. Zeus onun isteğini kabul etmişti. Daha sonra Afrodit'le evlendi. Bu Hephaistos'un ikinci isteğiydi. Böylece tanrılar yine eski huzuruna kavuştular. Ancak Afrodit, onu Etna Dağı'na çalışmaya gittiğinde zamanlar Ares ile aldatır. Güneş Tanrısı Helios'un bu durumu görüp haber vermesi üzerine Hephaistos bir düzenek hazırlar ve bunu yataklarına yerleştirir. Ares ve Afrodit tekrar birlikte olduklarında düzenek çalışarak ikiliyi zincirler. Hephaistos diğer tanrıları toplayarak ikiliyi rezil eder ve adalet ister. Poseidon Hephaistos'u ikna ederek Ares'e zina cezasını ödetir. Sonrasında Hephaistos, Afrodit'i iade edip başlık parasını geri ister.
Lares
Lares, Roma mitolojisinde tanrı.
Zeus'un Juturne adındaki peri kızına olan aşkını Hera'ya anlattığı için Zeus'un dilini keserek Hermes'le birlikte cehenneme yolladığı Lara adındaki periye Hermes'in aşık olması ve onunla beraber olması sonucu olan çocuğun ismi. Roma mitolojisinde evlerin koruyucusu olarak bilinir.
CD çalar
CD çalar, CD üzerine kaydedilmiş sayısal (İngilizce: "digital") müzik verilerini okuyarak bunları örneksele (İngilizce: "analog") çeviren ve yükselticiye aktaran cihaz. Bir müzik setinin parçası olabileceği gibi sadec |
e bu görevi üstlenmiş tek cihaz (İngilizce: "deck") olarak da üretilmektedir.
Marshall McLuhan
Marshall McLuhan (21 Temmuz 1911-31 Aralık 1980), iletişim kuramcısı, Edmonton, Alberta'da doğdu. Toronto Üniversitesi'nde İngilizce Profesörü (1954-1980) ve Kültür ve Teknoloji Merkezi Müdürü olarak çalıştı.
Önemli kitapları arasında "The Mechanical Bride" (Mekanik Gelin, 1951), "The Gutenberg Galaxy" (Gutenberg Galaksisi, 1962), Understanding Media (Medyayı Anlamak, 1964) ve "The Medium is The Message" (Quentin Fiore ile birlikte, Araç Mesajdır, 1967), War and Peace in the Global Village (Quentin Fiore ile birlikte, Küresel Köyde Savaş ve Barış, 1968) sayılabilir.
Sarı Kitap
Sarı Kitap (Yellow Book), Philips ile Sony'nin ortaklaşa geliştirdiği, CD-ROM standardını tanımlayan bir belgedir.
Linn
Linn Products Limited, Ivor Tiefenbrun tarafından 1972 yılında kurulmuş bir müzik sistemi üreticisidir. Sahibi Ivor Tiefenbrun öncelikle kendi cihazlarını iyileştirme amaçlı çalışmalara başlamış akabinde şirketleşme kararı almıştır.
Linn markasının ses sistemleri pazarında ismini duyurmasına neden olan cihaz Sondek kodlu pikaplarıdır. Firmanın ilk ürünü olan pikap, neredeyse 30 yıldır üretilmektedir. Her yeni teknolojinin uygulandığı ürün ana görünümünü asla değiştirmemiştir. Ses sistemleri konusundaki tüm uzmanların birleştiği bir konu bu ürünün en önemli 10 hi-fi cihazı arasında olduğudur.
Linn, firmasının merkezi İskoçya'nın Glasgow kentindedir. İngiltere kraliçesi Queen Elizabeth II tarafından özellikle yeni buluşlarından dolayı MBE ödülünü de kazanmış olan firma halen üretimine devam etmektedir. Firmanın aynı isimli bir kayıt firması da bulunmaktadır.
Linn resmi web sitesi
Yaygın porsuk
Yaygın porsuk ("Taxus baccata"), porsukgiller (Taxaceae) familyasından çoğunlukla boylu çalı, bazen de 20 metreye değin boylanabilen sık dallı, yuvarlak tepeli bir ağaç görünümünde olan porsuk türü.
Yaygın porsukta, kırmızı kahverengi olan kabuk gelişigüzel çatlar ve dökülür. Genç sürgünler, yeşil renkli ve çok elastikidir. İğne yapraklar, 1-2,5 cm uzunluğunda olup, koyu yeşil ve üst yüzleri parlaktır. İğne yaprakların uçları sivri ve enine kesitleri yassıdır. İlk görünüşte göknar, yalancı porsuk ve sekoyaların iğne yapraklarına benzerse de, onlardan bazı karakteristik özelliklerce ayrılmaktadır. Öncelikle, yaygın porsukta iğne yaprakların alt yüzlerinde belirgin stoma çizgileri yoktur. Yine iğne yaprakların enine kesitlerinde reçine kanalı bulunmaz, ötekilerde vardır.
Bir gölge ağacı olan yaygın porsuk, çok yavaş büyür. Donlara karşı duyarlı olup, kütük sürgünü verme yeteneğindedir. Uzun ömürlü, 2000-3000 yıl kadar yaşayabilmektedir. Makaslanarak istenilen şekil verilebildiğinden, parkçılık için aranan bir türdür.
Yaygın porsuğun doğal yayılış alanı Kuzey ve Orta Avrupa ile Akdeniz ülkeleri, Azor Adaları, Türkiye ve Kafkasya’dır.
Türkiye'de birçok orman alanlarında, özellikle Karadeniz ormanlarının gölgeli ve kuytu kesimlerinde tek tek bulunur. Ayancık, Bolu, Karabük, Düzce ve Yıldız Dağları’nda yayılır. Karabük ve Yenice ormanlarında en iyi gelişimini yapar. Zonguldak ili Alaplı ilçesine bağlı Gümeli beldesinin Bölüklü Yaylası Karatepe mevkiinde 1600+ ve 1000+ yaşlarında olan iki tanesi Çevre ve Orman Bakanlığınca koruma altına alınmış bölge Tabiatı Koruma Alanı ilan edilmiştir. Bu ormanlarda yer yer 35 m boy ve bir metre çap yapan bireylerine rastlanmaktadır. Az da olsa, bu yayılışı dışında güneyde Nur Dağları’nda da izlenmektedir.
Yayılış alanlarında hiçbir zaman egemen bir orman ağacı değil, asıl ağaç türleri olan doğu ladini, Doğu Karadeniz göknarı, doğu kayını gibi türlere teker teker ya da küçük gruplar halinde karışmaktadır.
Odunları sert ve ağır olup, dış hava koşullarına çok dayanıklı, sarı renkli dar bir diri odun halkası ile kahverengi kırmızı öz odunu vardır. Dayanıklı ve elastiki olan odunundan eski ve orta çağlardan günümüze değin yay yapımında yararlanılmaktadır. Öte yandan, odunu günümüzde mobilyacılıkta, lambri, oymacılık, tornacılık ve küçük el sanatlarında kullanılmaktadır.
Yaygın porsuğun meyvelerinde bulunan kimyasallar yüzünden park ve bahçelerden kullanılması sakıncalı bir türdür. Tohumunun çevresindeki kırmızımsı yumuşak kabuk bu kimyasalları içinde barındırır.
Tohumları kuşlar tarafından ayıklanarak doğaya dışkıları ile bırakılır böylece çimlenme engeli kalkmış olur.
Peptik ülser
Ülser, veya peptik ülser, herhangi bir canlının epitel dokusu'nda belirebilen bir tür yara.
Dilde görülen; etrafı kırmızı, içi su dolu küçük kabarcıklar, dil ülserinin belirtisi olabilir. Derin ve sert kenarlı dil yaralarında, mutlaka doktora başvurmak gerekir. Diğer dil yaraları ve
ağrı, hazımsızlık veya gripten kaynaklanabilir.
İnce bağırsağın 25 santimetre kadar olan ilk bölümüne onikiparmak bağırsağı denir. C harfi görünümündedir. Onikiparmak bağırsağında meydana gelen ülsere tıp dilinde duodenum ülseri denir. Tedavi edilmeyen gastrit, fazla asit, sinir bozukluğu, düzensiz hayat, gürültü, fazla miktarda sigara, çay, kahve ve alkol kullanmak, safra kesesi veya karaciğer yetersizliği, kalp hastalıkları, hormon dengesizliği, dengeli bir şekilde beslenememe, çok sıcak veya çok soğuk yiyecekler, haddinden fazla et, hamur işleri veya baharatlı yiyecekler ve bazı ilaçlar; onikiparmak bağırsağında ülserin meydana gelmesine yardımcı olur. Hasta, mide ekşimesi ve ağzına ekşi su gelmesinden şikayet eder.
Ayrıca dili paslı, rengi solgundur, baş dönmesi ve fazla terleme de görülür. Midesinin üstüne basılınca, ağrı hisseder. Yemeklerden sonra da göğse doğru yayılan bir ağrı belirir. Bu belirtiler, ilkbahar ve sonbahar aylarında daha da artar. Tedavi için yapılacak ilk iş, hastalığı doğuran nedenleri ortadan kaldırmak, yemekleri az, fakat sık sık yemek, istirahat etmek ve üzüntüden uzak yaşamaya gayret etmektir.
Midenin iç yüzündeki belirli bir kısmın aşınması sonucu meydana gelen yaraya mide ülseri denir. Sinir bozukluğu, midede asit fazlalığı, zamanında ve iyi tedavi edilmeyen gastrit, mide zafiyeti, karaciğer yetersizliği veya safra azlığı, kalp hastalıkları, sindirilmesi güç yiyeceklerin aşırı derecede kullanılması, haddinden fazla sigara, çay, kahve veya asit yapıcı meşrubat içmek, alkol kullanmak veya bazı ilaçların uzun süre kullanılması mide ülserini doğuran nedenler arasındadır. Hastalığın başlangıcında mide ekşimesi ve ağırlık hissi vardır. Hastanın ağzına, sık sık ekşi su gelir. Tat alma duygusu hafiflemiştir, dil paslıdır, hastanın rengi solmuştur. Karnın üst kısmına bastırılınca, acıma hissedilir. Bu belirtiler ortaya çıktıktan sonra; en kısa zamanda tedaviye geçilmezse; yemeklerden 2-3 saat sonra sırta doğru yayılan şiddetli mide ağrıları başgösterir. Baş dönmesi ve terleme de görülür. Bu devrede, kusma ile bir miktar kan da görülebilir. Bazı kimselerin dışkıları katran gibi olur. Bu işaretler, ülserin ilerlemiş olduğunu gösterir.
Mide ülseri, bilhassa ilk bahar ve son bahar aylarında, çok rahatsız edici bir hal alır. Ağrı ve kanamalar artar. Mide ülseri, başlangıcında teşhis edilip de tedaviye başlanılacak olursa, telaşlanmaya ve korkmaya gerek yoktur. Bu durumda yapılacak ilk iş, üzüntüye kapılmamak, aksine bütün üzüntülerden sıyrılmaya gayret sarfetmektir. Sonra tedaviye yardımcı olmak amacıyla aşağıdaki hususlara kesinlikle uymak gerekir. - Tedavi süresince istirahat edin - Yemeklerinizi, her gün belirli saatlerde yiyin - Bağırsaklarınızın düzenli bir şekilde çalışmasını sağlayın - Sigara, çay, kahve ve alkolü bırakın - Diş sağlığına önem verin - Süt ve sütlü yiyecekler, yumurta, kızarmış ekmek, tereyağı, pelte ve haşlanmış balık, sebze püreleri ve patates yemeğini sofranızdan eksik etmeyin.
Otoimmün nedene dayanan, T helper hücrelerinin önce M hücrelerini infiltre etmesi ve sonra inflamasyon ile epitelyal ve mukozal hasar oluşmasına neden olan hastalık. Ailesel geçişli olabilir.
Tipik semptomları kanlı dışkılamadır. Kan parlak renklidir. Defekasyonla azalan sol taraf karın ağrısj vardır. Tanısı kolonoskopi ile konur.
Barsak dışında da vücutta değişik bölgeleri tutabilir. Eklem, göz, safra kesesi gibi yapılarda da inflamasyona yol açabilir.
Daha çok, bacağın alt kısmında görülen yuvarlak bir yaradır. Nedeni, varisli yerde meydana gelen herhangi bir yaralanmadır. Hastalık bacağın alt kısmında, bileğe yakın bir yerde yuvarlak bir yara olarak ortaya çıkar. Ayak bileği şişer, deri esmerleşir ve bazen de ağrı hissedilir. Doktor tedavisi şarttır.
Mayhem
Mayhem şu anlamlara gelebilir:
Bisabolol
Bisabolol (6-metil-2-(4-metil-3-sikloheksen-1-yl)-5-hepten-2-ol) doğal veya sentetik olarak ekstrakte edilen aktif moleküldür. Cilt koruma ve bakım ürünlerinde kullanılanılır.
"Stoko" ürünlerinde kullanılan madde, tıbbi bir bitki olan papatyadan doğal olarak
türetilmiştir. Renksizden çok açık sarıya kadar renkleri olan çiçeksi, baygın, tatlımsı bir kokulu bir maddedir; papatya yağı gibi koyu mavi renkli değidir.
Papatya yüzyıllardır tıbbi uygulamalarda kullanılmaktadır ve içeriğinde bulunan
bisabolol doğal olarak cildin iyileşmesini hızlandırmaktadır. Bisabolol’un anti-iritan ve anti-enflamatuar özellikleri yanı sıra anti-bakteriyal ve anti-mikotik özellikleri bilinmektedir.
Baykonur Uzay Üssü
Baykonur Uzay Üssü (Kazakça: Байқоңыр ғарыш айлағы, Bayqoñır ğarış aylağı; Rusça: Космодром Байконур, Kosmodrom Baykonur), Tyuratam olarak da adlandırılır.
Kazakistan'ın Baykonur kasabasının 320 km kadar güneydoğusunda, Seyhun (Sırderya) nehrinin kıvrımındaki bozkırda kurulmuş olan üs, dünyanın en eski ve en büyük uzay fırlatma üssüdür. Sovyet yönetimi üsse güvenlik nedeniyle yanıltıcı olarak 320 km uzaktaki Baykonur'un adını vermiştir.
Baykonur Uzay Üssü , Baykonur Uzay Üssü Site 31 gibi birçok fırlatma rampası, 5 adet kontrol kulesi, 9 adet kontrol merkezi ve 1.500 km uzunlukta bir füze deneme alanını barındırır. 2 Haziran 1955'te hizmete giren üssün genişliği kuzeyden güneye 80 km , doğudan batıya 130 km kadardır. Askerlerin çalıştırıldığı yapım işleri yaklaşık iki buçuk yılda tamaml |
anmıştır.
Üs yakınlarına çalışanların ve ailelerinin kalmaları için Tyuratam kenti (o zamanki adı ile Leninsk) şehri kurulmuştur. Tüm Sovyet insanlı uzay araçları , ay ve gezegen sondaları bu üsten fırlatılmıştır.
Uzay çalışmaları tarihinin birçok önemli uçuşu Baykonur Uzay Üssü'nden yapılmıştır: ilk insan yapımı uydu Sputnik 1'in fırlatılması (4 Ekim 1957), ilk insanlı yörünge uçuşunu gerçekleştiren Yuri Gagarin'in aracı "Vostok 3KA-2" ya da bilinen adıyla Vostok 1'in fırlatılması (12 Nisan 1961), uzaya çıkan ilk kadın Valentina Tereşkova'yı taşıyan uzay aracının(Vostok 6) fırlatılması (1963).
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Kazakistan Сumhuriyeti sınırları içinde kalan Baykonur Uzay Üssü , Rusya tarafından yıllık 115 milyon dolar kira ile 2050 yılına kadar kiralanmıştır.
Baykonur'dan, yapımından günümüze kadar yaklaşık 1100 kadar fırlatma yapılmıştır. 1980-1990 yılları arasında Mir uzay programını destekleyen üs , Columbia felaketinden sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin uzay mekiği programına ara vermesi ile Uluslararası Uzay İstasyonu'nun tek destekleyici üssü haline gelmiştir.
Baykonur, 14 Şubat 2014 Tarihinde Türkiye'nin 6. Haberleşme Uydusu Türksat 4A nın Fırlatılmasına Ev Sahipliği Yapmıştır. Türkiye saati ile 23:09'da Gerçekleşen Fırlatmanın ardından Uydu ertesi Sabah 08:09 da 50 Derece Doğu Boylamındaki Görevine Başlamıştır.
Patron Kim?
Patron Kim? (Orijinali, "İngilizce: Who's The Boss?)": 1984-1992 yılları arasında ABD TV kanalı ABC'de yayınlanmış olan komedi dizisi.
Sakatlık yüzünden beyzbol hayatı biten eski bir sporcu olan dul baba "Tony Micelli", Brooklyn'den, kahya olarak iş bulduğu Connecticut'taki bir eve kızı "Samantha" ile beraber yerleşir. Evin sahibi "Angela Bower", oğlu "Jonathan" ile oturan boşanmış bir kadındır. Bir reklam firmasında yöneticidir. Angela'nın annesi "Mona Robinson" da eve sık sık gelmektedir. Kızı angela'dan çok daha aktif bir sosyal hayatı vardır.
Türkiye'de 1980'li yıllarda TRT 2'de bazı sezonları oynamıştır. Sonraki yıllarda, 1990'larda, Star ve Kanal D'de ve 2000'li yılların başında CNBC-e'de de oynayan dizi, 2005 yılında Digiturk platformuna bağlı ComedyMax kanalında gösterilmiştir. Şu anda halen aynı platformun RetroMax kanalında oynanmaktadır.
Ayrıca aynı isim ile Atv'de yayınlanmış bir yerli uyarlaması da vardır, kısa sürmüştür.
Edirne Antlaşması (1829)
Edirne Antlaşması, 14 Eylül 1829 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu arasında Edirne şehrinde imzalanmış bir antlaşmadır. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nı sona erdirmiştir. Bu antlaşmayla Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır.
Rusya, Sultan II. Mahmud'un Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması ile sonuçlanan olaylardan dolayı savaş tazminatı istemesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaş açtı. Sultan II. Mahmud bu arada Yeniçeri Ocağını kaldırmış, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye isimli yeni bir askeri teşkilat kurmuştu. Teşkilatlanmasını henüz tamamlayamamış olan bu ordu Rus kuvvetleri karşısında önemli bir varlık gösteremedi. Eflak ve Boğdan'ı işgal eden Ruslar, Tuna'ya kadar indiler. Balkanları aşan Rusya, batıda Edirne, doğuda ise Erzurum'a kadar ilerledi.
Bu gelişmeler üzerine Osmanlı İmparatorluğu barış istedi. Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra imzalanmış şartları en ağır antlaşmalardan biri olan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Yunanistan Devleti'nin kurulmasını kabul etti. Antlaşmanın bazı önemli şartları şunlardı:
Edirne Antlaşması'ndan beş ay sonra, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan yeni bir "Londra Protokolü" ile bağımsız Yunanistan Devleti'nin kurulduğu ilan edildi. Osmanlı Devleti de 24 Nisan 1830'da Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı.
Yunanların hamisi olan İngiltere, Fransa ve Rusya Mayıs 1832'de Yunanistan'a son şeklini veren bir anlaşma yaptılar. Bununla, Yunanistan'ın kuzey sınırı olarak "Arta-Volo hattı" kabul edildi. Böylece, Yunanistan'a Attik ve Mora yarımadaları bırakılmış oldu. Ayrıca bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğribos dahil olmak üzere yüzlerce ada Yunanistan'a bağlandı. Kurulan Yunan Krallığı'na da Bavyera Kralı Louis'in oğlu Otto seçildi.
Bu arada 3 büyük devlet, Yunanistan adına Osmanlı İmparatorluğu ile İstanbul'da son antlaşmaları doğrultusunda görüşmelere başladılar ve 21 Temmuz 1832'de taraflar arasında bir protokol imzalandı. İstanbul Hükûmeti yeni Yunan sınırını ve statüsünü kabul etti. Yeni Yunan Devleti de topraklarındaki Türk mallarının bedeli olarak, Osmanlı İmparatorluğu'na belli bir tazminat ödemeyi yüklendi.
Vaka-i Hayriye
Vaka-i Hayriye ("Hayırlı Olay"), 16 Haziran 1826 tarihinde, İstanbul'da Osmanlı padişahı II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı'nın topa tutularak yok edilmesi ve sağ kalanların ise idam edilmesi ile sonuçlanan olaylara verilen isimdir.
Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ve yandaşları Kabakçı Mustafa İsyanı sırasında tahttan indirilen Sultan III. Selim'i tekrar tahta geçirmek için bazı görüşmeler yapmaya başladılar. Nihayet 16.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa, Hacı Ali Ağa'yı İstanbul'a göndererek Kabakçı Mustafa'yı öldürttü (19 Temmuz 1808). Ordusuyla birlikte İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa birçok isyancıyı da öldürdükten sonra Babıali'ye geldi. Arif Efendiyi (Arapzade) şeyhülislam yaptıktan sonra saraya gitti. Sultan IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa'nın Sultan III. Selim'i padişah yapmak için geldiğini söyleyen şeyhülislamı kovdu ve kardeşi Şehzade Mahmut ve amcası Sultan III. Selim'in öldürülmesini emretti. Sultan III. Selim hemen öldürüldü. Şehzade Mahmut ise cariyelerin ve hizmetkarlarının yardımıyla sarayın çatısına kaçırıldı. Alemdar Mustafa Paşa, Sultan IV. Mustafa'yı tahtan indirerek yerine Sultan II. Mahmut'u getirdi. Sultan II. Mahmut, kendisinin tahta çıkarılmasını sağlayan Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yaptı.
Yeni Padişah, Alemdar Mustafa Paşa'ya geniş yetkiler tanıdı. Sadrazam, ilk iş olarak da Kabakçı ayaklanmasıyla ilgili görülenleri cezalandırdı. Rusçuk ileri gelenlerine önemli görevler verdi. Rumeli ve Anadolu'daki ayanı İstanbul'da toplayarak onlarla Sened-i İttifak'ı yaptı (29 Eylül 1808). Bu belge ile ayanlar, hükumet emirlerini dinleyeceklerine söz veriyorlardı. Nizam-ı Cedid ordusunu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden kurdu. Konya'dan çağrılan vezir Kadı Abdurrahman Paşa'yı yeni ordunun başına getirdi. Esame adı verilen yeniçeri ulufe cüzdanlarını, bedellerini ödeyerek satın alıp, imha ettirdi. Alınıp satılabilen bu cüzdanlar sayesinde, askerlikle münasebeti olmayanlar, asker maaşı alabiliyorlardı. Binlerce esame imha ettirdiyse de bu konuda tam bir başarı gösteremedi. Gelişmeleri öfkeyle izleyen IV. Mustafa ve Kapıkulu ocakları mensubu ağalar 14 Kasım 1808 gecesi, Alemdar Mustafa Paşa'nın konağını bastılar. Gelecek yardımı bekleyerek yeniçerilerle kıyasıya çarpışan sadrazam, kubbeyi delmekte olan yeniçerileri görünce patlattığı barut fıçısıyle intihar etti. Bunun üzerine, Rusçuk yaranından Defterdar Tahsin Efendi ile Umur-ı Cihadiye nazırı Behiç Efendi İstanbul'dan kaçtılar; Sadaret kethüdası Mustafa Refik Efendi asiler tarafından parçalandı. Ayaklananlar II. Mahmut'u tahttan indirmek için saraya saldırdılar. Kadı Abdurrahman Paşa Sekban-ı Cedid askeriyle Topkapı Sarayı'nı savundu. Bozguna uğrayan ayaklananların üzerine giden Abdurrahman Paşa, 3000'den fazla yeniçeri ve diğer ayaklananları kılıçtan geçirtti. Bu sırada donanma toplarıyla İstanbul'u ateşe tuttu. Yıkılan binalar ve ölen insanlar karşısında neye uğradığını anlayamayan İstanbul halkı, saldırıyı durdurtan ulema sayesinde can güvenliğine kavuştular. İki taraf da birbirine karşı üstünlük gösteremedi. Bu yüzden Sultan II. Mahmut iktidarını 18 yıl boyunca ince bir denge üzerine kurmak zorunda kaldı. Rusçuk yaranından Ramiz Paşa'yı gizlice Rumeli'ne kaçırtan Sultan II. Mahmut, 18 Kasım 1808 tarihinde Sekban-ı Cedid'i dağıttığını ilan etti. Kadı Abdurrahman Paşa Anadolu'ya kaçtı ama hakkında çıkan ferman gereği idam edildi. Bu olay yeniçeri ocağının kaldırılmasını uzun bir süre geciktirdi.
Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, nihayet sadrazam Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa zamanında gerçekleştirildi. 17 yıldır bu ocağı kaldırmayı tasarlayan II. Mahmut, 25 Mayıs 1825'te bu fikrini uygulamaya koydu. Eşkinci ocağı adı verilen yeni bir askeri sınıf kurulduğunu resmen açıkladı. Avrupa tarzında üniforma giydirilen yeni ordu, 11 Haziran 1826'da eğitime başladı. Bundan 3 gün sonra ayaklanan yeniçeriler, kazanlarını Etmeydanı'na çıkararak gösterilere başladılar. Ulemayı yanına alan II. Mahmut, Sancak-ı Şerif'i çıkararak halkı yeniçerilere karşı savaşmaya çağırdı. Yeniçeri Ocağı dışındaki bütün ocaklar, padişaha sadakatlerini bildirdiler. Aksaray'daki Etmeydanı'nda bulunan yeniçeri kışlaları top ateşine tutuldu. 6.000'den fazla yeniçeri öldürüldü. 20.000 civarında isyancı da tutuklandı. 16 Haziran 1826'da tarihe karışan Yeniçeri Ocağı'nın yerine, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ocak kuruldu. Anlamı ise "Muhammed'in zafer kazanmış orduları"dır.
Ocak ile beraber aynı dönemde Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi de kapatılıp dernek üyeleri sürgüne gönderilmişti.
Doğu Almanya
Doğu Almanya, Demokratik Almanya ya da resmî adıyla Alman Demokratik Cumhuriyeti (kısaca ADC veya DAC), II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet kontrolü altındaki bölgede kurulmuş sosyalist cumhuriyet (1949–90). 1952 yılında Almanya'nın yeniden birleştirilmesini öneren Stalin Notası'nın ABD tarafından reddedilmesinin ardından Sovyet etkisindeki Doğu Almanya tam egemenliğini ilan etti (1954). Doğu Almanya Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında yer almaktaydı. Hatta Çekoslovakya'yı işgal eden 5 devletten biriydi. 18 Ekim 1990'daki seçimlerde yönetimdeki Sovyet yanlısı Sosyalist Birlik Partisi (Almanca: Sozialistische Einheitspartei Deutschlands, kısaca SED) Volkskammer'deki (DAC ulusal parlamentosu) çoğunluğunu kaybetti. 3 Ekim 1990'da Volkskammer, Doğu Alman toprağında Federal Alman C |
umhuriyeti yasalarının geçerliliğini kabul etti. İki cumhuriyetin birleşmesiyle 1990 yılı içinde Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin varlığı sona erdi.
Mayıs 1945'te Üçüncü Reich'ın kayıtsız koşulsuz tesliminden sonra Potsdam Konferansı'nda (Haziran 1945), eski Almanya topraklarının Oder ve Neisse ırmaklarının doğusu ve Danzig kentinin Polonya'ya bırakılması kararlaştırıldı. Doğu Prusya'nın kuzey yarısı ise SSCB denetiminde olacaktı. Sonuçta Almanya, Bağlaşıklar (SSCB, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa) arasında işgal bölgelerine ayrıldı. Ülkenin doğu kesiminin yönetimi Sovyet Askeri Yönetimi'ne bırakıldı. Yeni yönetim önce özel bankaları ve şirketleri tazminat ödemeksizin devletleştirdi. Herkesin elindeki paraları, külçe altınları, senetleri ve değerli eşyaları teslim etmesi istendi. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotifler ve hatta raylar savaş tazminatı olarak SSCB'ye götürüldü. Ayrıca 100 hektar'ın üzerindeki bütün topraklara karşılıksız olarak el kondu. Böylece eskiden yaklaşık 3 bin büyük toprak sahibinin elinde bulunan topraklar tarım işçilerinin, küçük işletmecilerin ve mültecilerin eline geçti.
1945 yazında bütün faşist karşıtı fırkalar serbest bırakıldı. Ekim 1946'da Almanya Komünist Partisi ve Sosyal Demokrat hiziplerin birleşmesiyle Almanya Sosyalist Birlik Partisi ("Sozialistische Einheitspartei Deutschland" - SED) kuruldu. SED'in 1948'de toplanan kongresinde yeni anayasayı hazırlamakla görevli bir Halk Konseyi ("Volksrat") oluşturuldu.
Bağlaşıklar'ın yeni Almanya'nın biçimlendirilmesi üzerine görüşmeleri başarısızlığa uğrayınca; ABD, Fransa ve Birleşik Krallık kendi işgal bölgelerinde Federal Almanya Cumhuriyeti'nin kurulduğunu açıkladılar (Eylül 1949). Bunun üzerine, 7 Ekim 1949'da da Sovyet bölgesinde DAC'ın kurulduğu açıklandı. Yeni anayasa ekim 1949'da yürürlüğe girdi. Halk Konseyi Halk Meclisi ("Volkskammer") adını aldı ve ayrıca bir Eyaletler Meclisi ("Länderkammer") oluşturuldu. İlk genel seçimleri oyların %66,1'ini alan SED ve bağlaşıkları kazandı. Hristiyan Demokrat ve Liberal Demokrat ortaklığı %33,9 aldı. 11 Ekim 1949'da Wilhelm Pieck devlet başkanlığına getirildi. Ertesi gün Otto Grotewohl başbakanlığa seçildi. Bununla birlikte gerçek güç başbakan yardımcısı ve SED birinci sekreteri Walter Ulbricht'in elinde kaldı. 1950'de geniş kitle örgütleri ve politik partiler şemsiyesi altında Ulusal Cephe kuruldu. Ekim 1952'de ülkedeki beş eyalet (Lander) 15 ile (Bezirk) ayrıldı ve Eyalet Meclisleri kaldırıldı.
Bu dönemde ağır sanayiye öncelik tanıyan planlı bir ekonomi yürürlüğe kondu. Sanayi üretimi hızla artarken yaşam düzeyi Batı Almanya'dakinin çok gerisinde kaldı. Doğu Almanya 1952'de Batı Almanya ile olan sınırlarını kapattı. İşçilerin ulaşması gereken üretim hedeflerinin yükseltilmesi üzerine 17 Ekim 1953'te başlayan grev dalgası kısa zamanda bütün ülkeyi saran bir ayaklanmaya dönüştü. Sovyet birliklerinin yardımıyla bastırılan bu ayaklanma sırasında onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.
Savaş ertesinde SSCB, tazminat olarak Potsdam Konferansı kararları uyarınca el koyduğu kimi ekipman, para vb. geri vermeye başladı ve Sovyetlere götürülen 200 dolayındaki sanayi kompleksi 1953'te geri verildi. 1954'te Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin (ADC) egemen bir ülke olduğu ilan edildi. Federal Almanya ile kıyaslandığında DAC, savaş borçlarını ödeme konusunda kararlıydı. 1950'de CMEA'nın üyesi oldu ve Batı Almanya'nın NATO'ya girmesi ertesi kurulan Varşova Paktı'nı (Mayıs 1955)imzaladı. Ekim 1955'te SSCB-DAC güvenlik antlaşmasını imzaladı. 1964'te imzalanan dostluk antlaşması 1975'te 25 yıl süreyle yenilendi. Öteki sosyalist ülkelerle de benzer antlaşmalar bağıtlandı.
1960'ta Pieck ölünce devlet başkanlığı kaldırıldı ve yerine Devlet Konseyi oluşturuldu. Devlet Konseyi başkanlığına da Ulbricht getirildi.Bu arada yönetimin yarattığı hoşnutsuzluk çok sayıda kişinin Batı'ya göç etmesine yol açmış ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra yaklaşık 3 milyon kişi Batı'ya kaçmıştı. Sonunda bu kaçışları önlemek için 13 Ağustos 1961 gecesi Doğu Berlin'i Batı'dan ayıran Berlin Duvarı inşa edildi. Doğu Almanya hükümeti, üzeri dikenli tellerle çevrili bu beton duvarın nitelikli işgücünün Batı'ya kaçmasını engelleyeceğini düşünüyordu. Batı Almanya'ya karşı uzlaşmaz bir tutum takınan Ulbricht 1971'de SED birinci sekreterliğinden çekilmek zorunda kaldı ve yerine Erich Honecker geçti.
AFC'nin 1972'de Ostpolitik'i benimsemesinden sonra iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulması karara bağlandı. Mart 1974'te Bonn'da bağıtlanan uzun vadeli antlaşma; Bonn'da ve Berlin'de karşılıklı sürekli temsilcilikler kurulmasını öngörüyordu. Bu antlaşmaların ardından, kapitalist sisteme bağlı ülkelerin DAC ile diplomatik ilişki kurma dönemleri başladı. Doğu Almanya 1973'te Birleşmiş Milletler'e kabul edildi. DAC diplomatik yalnızlıktan çıktı. İki Almanya arasındaki ilişkiler gitgide yumuşarken ADC'deki seyahat kısıtlamaları da büyük ölçüde kaldırıldı. Eylül 1971'de Batı Berlin üstüne bölümlü bir antlaşma bağıtlandı; Batı Berlin konusunda kimi ayrıntılara açıklık getirildi ve Batı Berlinlilerin DAC'ı ziyaretleri başlatıldı. Böylece duvarın iki yanındaki parçalanmış aileler birbirlerini ziyaret etmeye başladılar. 1976'da Erich Honecker, Willi Stoph'un yerine Devlet Konseyi başkanlığına atandı ve Willi Stoph'u hükümet başkanlığına getirdi. Honecker, NATO'dan çıkmasını istediği Federal Almanya'yla belirli bir yakınlaşmayı amaçladı.
Türkiye, DAC'ı 1 Haziran 1974'te tanıdı. 17 Haziran 1978'de iki ülke arasında, Ankara'da Ekonomik Teknik, Bilimsel ve Sınai İşbirliği Antlaşması imzalandı.
DAC, 1970-1980 yıllarında önemli ekonomik başarılar sağladı. Yürürlüğe konan ekonomik reformlar üretimin artmasına ve tüketim mallarının bollaşmasına yol açtı. Temel gereksinim mallarının fiyatları sabit kalırken ücretlerle birlikte annelik ve yaşlılık maaşları %25 arttı. ADC bunun sonucunda yaşam düzeyi en yüksek Doğu Avrupa ülkesi durumuna geldi.
1980'lerin başında ekonomik sorunlar belirmeye başladı. Temel gereksinim maddelerine yapılan zamlar ülkede huzursuzluk yarattı. Ayrıca 1980 Polonya olayları ve SSCB'nin Afganistan'a girmesi DAC'nin Federal Almanya ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Polonya'daki olayların kendi ülkelerine yansıma olasılığına karşı DAC, Polonya sınırını yasak bölge ilan ederek Batılılar'a kapattı. Dış politikada yeniden yalnızlığı seçerek Berlin'e gelen turistleri engellemek amacıyla kimi ekonomik önlemler aldı. Bu gelişmeleler üzerine Federal Alman başbakanı Schmidt DAC'ne yapacağı ziyareti erteledi. Schmidt ertelediği ziyareti 1981 sonunda gerçekleştirerek ilişkilerin bir ölçüde yumuşamasına yol açtı. Ancak 1983'te Perhing II füzelerinin Federal Almanya'ya yerleştirilmesi üzerine ilişkiler yeniden gerginleşti. Honecker Federal Almanya'ya yapacağı ziyareti erteledi.
Doğu Almanya hükümeti 1980'lerin sonlarında SSCB'de başlayıp sonradan öteki Doğu Avrupa ülkelerini saran reform hareketine başlangıçta şiddetle karşı çıktı. Hatta 1988'in sonunda ülkede Sovyet dergilerinin satılması yasaklandı. Oysa bu gelişmeler Doğu Almanya'nın sonunun hazırlayıcısı olacaktı.
1987'de Gorbaçov'un Doğu Almanya'yı ziyareti sırasında Honecker kendileri için işleyen sosyalist demokrasi dışında bir alternatif olmadığını dile getirdi. Aynı yıl Federal Almanya'yı ziyaret eden Honecker Alman ulusunun bir bütün olduğu tezini reddetti. Bu arada ölüm cezasının kaldırılması ve emeklilik yaşının altında 500 bin DAC vatandaşının acil aile sorunları için Batı Almanya'ya geçmesi gibi bazı değişiklikler yapıldı. 1987 Haziran'ında rock müziği düşkünü binlerce genç Batı Berlin'deki konserleri dinlemek için Berlin Duvarı'nın önünde toplanınca polis gençleri dağıttı. Üç gece art arda süren olaylar gençlerin özgürlük isteyen sloganlar atmasına yol açtı. Benzeri olaylar 1988 Haziran'ında Batı Berlin'deki Michael Jackson konseri sırasında da yinelendi. Ayrıca 1988 yılı içinde 40.000 DAC vatandaşı ülkeyi terk etmişti. Seçim sistemini eleştiren muhalefet 1989 Mayıs seçimlerini boykot etti. Seçim günü Leibzig'de muhalefetin yaptığı gösteriler polisce dağıtıldı. Çok sayıda tutuklama yapıldı. Ağustos ve Eylül ayları içinde Macaristan üzerinden Federal Almanya'ya yoğun göç dalgası başladı. Macaristan sınır kapılarını açmasıyla binlerce DAC vatandaşı Batı'ya geçti. Federal Almanya'nın Prag ve Varşova'daki elçiliklerine sığınan 5.000'e yakın DAC vatandaşının Batı'ya geçmesine izin verildi. Doğu Avrupa'da 1989 yılının gelişmeleri iki Almanya arasındaki ilişkilere yeni bir yön verdi. Yıl ortasında Doğu Almanya Batı'ya göç kısıtlamalarını yumuşattıysa da bu düzenleme ülkeyi terk etmek isteyenlerin çokluğu karşısında yetersiz kaldı. Ardından öbür Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Batı yol açıldı ve Doğu Alman yönetimi Batı'ya akını dizginlemek için hem diplomatik yollara hem de güvenlik önlemlerine başvurdu.
Yeni Forum adıyla bilinen bir grup aydının başını çektiği örgütlü siyasi muhalefet kitle gösterileri başladı. Leipzig'de 100.000 kişinin katıldığı gösteriyi Doğu Berlin'deki 300.000 kişilik gösteri izledi. Göstericiler muhalefet hareketlerinin yasallaşması, bağımsız sendikal hareket gibi talepler ileri sürüyorlardı. Ekim 1989'daki DAC 40. kuruluş yılı kutlamalarına Gorbaçov'un da katılması gösterileri yoğunlaştırdı. Kutlamalar bu gergin ortamda yapıldı ve SSCB lideri Mihail Gorbaçov acil reform çağrısında bulundu. Doğu Berlin, Leipzig, Potsdam ve Dresden'de serbest seçimlerin yapılması, gizli polisin dağıtılması gibi reform talepleriyle kitle hareketleri gerçekleşti. Bu durum karşısında Honecker 18 Ekim günü tüm görevlerinden istifa etti. Yerine sertlik yanlısı Egon Krenz getirildi ancak gösteriler durmadı. Kasım başında Doğu Berlin'de bir milyonu aşkın kişi reform talebiyle gösteri yapınca hükümet istifa etti. 9 Kasım günü DAC isteyenin istediği kapıdan Batı Berlin'e geçebileceğini açıkladı. Bunun üzerine yüz binlerce kişi Batı Berlin'e geçti.
Manfred Gerlach ve Sabine Bergman-Pohl'un kısa süreli görev dönemlerinin ardından kasımda başbakanlığa getirilen Hans Modrow |
reformcu bir politikayı benimsedi. Yeni hükümetin 26 kişilik kabinesinde 11 komünist olmayan bakan bulunuyordu. Öte yandan reform hareketini destekleyen göstericilerce Berlin Duvarı yıkılmaya başlandı. Aralık'ın 3'ünde Egon Krenz ve Komünist Partisi'nin diğer üyeleri suçlamalar ve karşıt gösterilerin sonucunda istifa etti. İki gün sonra parti üyeliğinden çıkarılan Honecker ve bazı Politbüro üyeleri hakkında kovuşturma başladı. Komünist Partisi de kendini yenileme girişimine başlayarak politbüro ile merkez komitesini feshetti. Yıl sonuna gelindiğinde özgürleşme yönündeki hemen bütün talepler karşılanmıştı. Yönetimde komünistlerin tekeline son verilmesi, parti ve yönetimdeki yolsuzlukların soruşturulması, güvenlik polisinin dağıtılması kararı, seyahat sınırlamalarının kaldırılması ve simgesel önemi büyük Berlin Duvarı'nın 9 Kasım'da açılması bu gelişmeler arasındaydı. Yeni durumun yarattığı özgürlük ortamında iki Almanya'nın birleşmesi doğrultusunda önemli adımlar atıldı. 30 Ocak'ta Gorbaçov Moskova'da Modrow'a, iki Almanya'nın birleşmesine itirazının olmadığını belirtti.
Helmut Kohl 6 Şubat'ta, ilk elde ve hemen ekonomik birleşmeyi (ve para birliğini) teklif etti. Bonn'da, Almanlar arası zirvede, bu amaçla bir komisyon kuruldu. 12 Şubat'ta Moskova'da Kohl'u kabul eden Gorbaçov "Birleşik Almanya'nın NATO içinde kalmasının düşünülemeyeceğini" açıkladı. Ertesi gün, Almanya'nın uluslararası hukuki durumundan sorumlu dört devlet (SSCB, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa) ve iki Almanya, birleşmenin Almanya dışı ve etki ve sorunlarını müzakereye başladılar. Hükümet, 18 Mart 1990 günü çok partinin katılacağı genel seçimlerin yapılmasını kararlaştırdı.
18 Mart seçimlerini sağın kazanması, birleşme lehine yapılmış bir plebisit olarak kabul edildi. Hristiyan demokrat Lothar de Maizière 12 Nisan'da, sosyal demokrat ve liberallerle bir koalisyon hükümeti kurdu. Nisanda Kohl, iki Alman markının eşitleneceğine dair ilk işareti verdi. Para birliğinin 1 Temmuzda başlatılması kararlaştırıldı. Başlangıçta güç geçeceği izlenimi veren 2+4 konferansı (ADC, AFC + SSCB, ABD, Birleşik Krallık, Fransa) 22 Haziran'daki ikinci toplantısından sonra çözüldü. 16 Temmuz 1990'da Helmut Kohl gene Moskova'da tarihli bir antlaşmayı gerçekleştirdi: Gorbaçov birleşik Almanya'nın NATO üyesi kalmasına olan itarızını geri almıştı. Buna karşılık Bonn, gelecekteki Alman ordusu mevcudunun 870.000 kişiyi aşmayacağını taahhüt etti ve 380.00 Sovyet askerinin 1994 sonuna kadar ülkelerine dönme giderlerini karşılamayı kabul etti. Bonn, 14 Kasımda Polonya ile sınır antlaşmasını imzaladı. 31 Ağustos'ta AFC ile ADC birleşme antlaşması gerçekleşti ve 20 Eylül'de iki taraf meclislerince onaylandı. 2+4 konferansı aynı amaçla 12 Eylül'de Moskova'da bir antlaşma imzaladı ve 3 Ekim 1990 günü, coşkulu törenlerle iki Almanya birleşti.
Ülkenin kuzeyi, Kuzey Avrupa ovalarının bir bölümünü kaplardı. Morenler ve kumluklar bu bölgenin en belirgin özelliğiydi. Vadiler, sulak ve bataklıklı ovalar oluştururdu. Baltık kıyılarının gerisinde orman, Mechlenburg yaylasında sayısız göl vardı. Orta bölgede verimli ovalar ve Harz Dağları (Brorcken tepesi 1142 m) bulunurdu. Ülkenin güney sınırını Alp Dağları oluştururdu. Thüringen Ormanları güney kesimin en belirgin ormanlık alanıydı. Güneybatıda Erzgebirge Dağları (Fichtelberg, 1214 m), Çekoslovakya ile doğal sınırdı. Harz ve Ore Dağlarının yamaçlarından, çevredeki ovalara doğru akan ırmakların derin vadileriyle kesilmiş, geniş ve verimli yaylalar vardı. Harz, Thüringen, Wlad ve Erzgebirge gibi yüksek yerlerde kozalaklı ağaçlar ve ormanlar bulunurdu. Doğu Almanya topraklarının %27 kadarı ormanlarla kaplıydı. Alçak yerlerde fundalıklar azalmıştı. Kumlu topraklar, otlar, ardıç ve söğüt gibi çeşitli bitkiler ekilerek kumların Baltık kıyısı boyunca sürüklenmesi önlenmişti. Çeşitli kanallarla birbirine bağlanan akarsuları vardı. Ülke sınırları içinde kalan boyutlarıyla başlıcaları: Elbe (566 km), Saale (427 km), Hovelve Spree'dir (343 km).
Batı bölgesi daha uzun ve sert kışlarıyla tanınan, genelde ılıman bir iklim egemendi. Potsdam da yıllık sıcaklık ortalaması 8,5 C'dır (Ocak -0,7 C; temmuz 18,9 C) Doğu'da kışlar daha sertti. Polonya sınırını çizen Oder Nehri 80 gün kadar donar; deniz kıyısında donma olayları sıkça görülürdü. Yağışlar yüksek bölgelerde 200 mmyi geçer; ülke ortalması 610 mm'nin altında kalırdı. Yağışlar kış aylarında görülmekle birlikte yaz sağanak halinde yağışlar olurdu.
Başlangıçta beş eyaletten (Länder) meydana gelen DAC'da, 1952'den sonra daha merkeziyetçi bir anlayışla yönetim bölgeleri 14 ile (Bezirk) ayrıldı. 1961-68 arasında DAC'ın 15. bezirki olan Doğu Berlin, özel statülü bir yönetim bölgesiydi.
Doğu Almanya hükümetinin kontrolünde çeşitli bakanlıklar aracılığıyla çok sayıda askeri ve paramiliter örgütler bulunurdu. Bunların başında Millî Savunma Bakanlığı vardı. Sovyet-Amerikan Soğuk Savaşı (1945-1991) sırasında, Batı Almanya'nın Batı'ya yakınlığı nedeniyle silahlı kuvvetlere önem verilirdi.
Askeri harcamalar : 12,75 milyar dolar (1988); Silahlı kuvvetler : 175.300 kişi (1987)Askerlik süresi : 18 ay
Savaş ertesinde Almanya'nın doğusu batısına oranla ağır bir yıkıma uğramıştı. Yine de DAC, kısa sürede Avrupa'nın en önde gelen sanayi ülkelerinden biri durumuna geldi. Bu gelişmede, ağır sanayiye (toplam sanayinin 2/3'ünden aşkın) verilen önem kadar Potsdam'da kararlaştırılan savaş borçlarının SSCB tarafından silinmesinin payı büyüktü.
Savaş öncesi Saksonya'da duyarlı aygıtlar, optik, dokuma ve seramik sanayileri, Berlin'de elektronik sanayileri vardı. Savaş ertesinde, demir-çelik sanayinin kurulmasına geçildi. Frankfurt an-der-Oder kenti yakınındaki Stalinstadt'ta Doğu kombinası (Eisenhütten Kombinat Ost) kuruldu. Başka bir kombina da Saale vadisinde, Colbe'de kuruldu. Bunlara Halle ve Dresden dolayındaki başka fabrikalar eklendi. Ulusal üretimin 3/4'ü sanayi ürünleri oldu. 1958-1966 arasında linyit üretimi iki katına çıktı. Bu elektrik üretiminde büyük artış sağlandı. 1966'da Reinsberg'de bir nükleer merkez kuruldu. Çelik üretimi 1958-1966 arasında 3,5 megatonda 4 megatona çıktı.
Magdeburg, Halle, Leipzig, Karl Marx Stadt ve Dresden bölgelerinde yoğun makine sanayi vardı. Bunların bazıları dev kuruluşlardı. Taşıt araçları sanayii de güneyde yer alırdı. Kimya sanayi merkezi, Halle bölgesinde Leuna, Buna ve Lutzendorf ile kuzeydeki Bitterfeld dolaylarıydı. Elektronik duyarlı aygıtlar ve optik sanayileri genelikle güneyde Erfurt, Leibzig, Dresden ve Karl-Marx Stadt bölgelerinde yoğunlamıştı. 1964'te Bakü'den gelen Dostluk Boru Hattı'nın Schweilt'e ulaşması, oradan Leuna'ya uzanması enerji kaynakları arasında petrol ve doğal gazın payını arttırdı. Baltık kıyısındaki Rostock kentinde ise tersaneler yer alırdı. 1969'da Rostock'ta toplam 320.00 tonluk gemi denize indirildi. DAC'da linyit yatakları dışında pek yeraltı zenginliği yoktu. Ülkenin maden kömürü gereksinmesi SSCB ve Polonya'dan sağlanmaktaydı. Dünya linyit üretiminin %33'ü DAC'ta yapılırdı. En önemli havazlar Halle ve Leibzig arasında kalan batı Swerta arasındaki doğu Elbe havzasıydı. Linyit elektrik üretiminde (56 Twh) ve briket olarak inşaat kesiminde kullanılırdı. Ayrıca ülke potas üretiminde ABD, SSCB ve Batı Almanya'dan sonra dünya dördüncüsüydü. En büyük potas yatakları yukarı Werra bölgesinde bulunurdu. Harz dağları eteklerinde az miktarda bakır çıkartılırdı.
1946'da uygulamasına geçilen toprak reformu tarımda yapısal değişimi başlattı. Reformla elde arasında büyük toprakların %32'si yoksul köylülere, tarım işçilerine vegöçmenlere dağıtıldı. Devletin kurduğu teknik istasyonlar eliyle makine ve traktör verilerek işbirliği yapıldı. Bu yolla kuzey ovasında hızlı gelişmeler oldu. Tarım topraklarının %75 kadarı ekime uygun, %20'si otlak ve çayırlardı. 1979'da ekilebilen toprakların %86'4'ünde tarımsal kooperatifler, %7,2'sinde kamu çiftlikleri yer alıyordu. Tarım üretim kooperatiflerinin 3 969; sebzecilik kooperatifi, 215; kamu çiftliği 379'dır. Tarımın en elverişli olduğu bölgeler, ülkenin güney kesimleriydi. Harz dağlarının doğu kesimlerinde bulunan 64 km genişlikteki bir kuşak bütün Almanya'nın en verimli bölgesiydi. Otlaklar azdı. Yetiştiren en önemli ürün şeker pancarıydı (8 milyon ton, 1981). Doğu Almanya'nın orta kesiminde ekim yapılan alanlar daha azdı. Yetiştirilen ana ürün buğday (2,9 milyon ton, 1981) ve çavdardı (1,79 milyon ton). Otlakların çoğu Berlin'in batı ve güneyinde yer alan Urstromtaler'de ve Saksonya'nın yüksek kesimlerinde bulunurdu. Savaş nedeniyle sürülerin yarı yarıya azalmış olmasın karşın hayvancılığın geliştirilmesine çalışılmaktaydı. 1981 verileriyle (5,75 milyon), domuz (12,8), koyun (2 milyon) beslenmekteydi. DAC'ın kuruluşundan bu yana balıkçılık alanında da büyük gelişmeler görülmüştü. Rostock ve Sassnitz en önemli balıkçılık limanlarıydı. 1981'de avlanan balık tutarı 279 tondu.
Bilimsel çalışmaların odaklandığı yer Berlin'deki Bilimler Akademisi idi. Bilimsel-teknolojik araştırmalarda toplumsal ilerleme hedefi belirleyicidir. Öteki sosyalist ülkelerle geniş çaplı bilgi alışverişi ve ortak çalışmalar sürdürülürdü. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bazı yazarlar DAC'a döndü. Bu kişiler arasında en ünlüsü 1933'te Nazi Almanyası'nı terk etmek zorunda kalan Brecht'tir. Uzun yıllar ABD'de yaşayan Brecht, 1948'de döndü ve ölümüne dek (1956) eşi Helene Weigel ile Berlin'deki Berliner Ensemble adlı tiyatroyu yönetti. Brecht'in Marxçı yöntemle çağdaş toplum yapısını eleştirmesi ve tiyatro sanatına katkıları bütün dünyada etkili oldu. Anna Seghers (1990-1983) ise romanlarıyla acılı Nazi dönemini sergilediği kadar, sosyalist gerçekçi kalemiyle yol gösterici oldu. Sinema santında da olumlu bir gelişme görüldü. Güçlü yönetmenlerden Wolfgang Sataudte (Katiller Aramızda ve Tebaa filmleri), Kurt Maetzig'i ve Dubow'u sayabiliriz.
Ünlü Doğu Alman yazarları:
Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin devlet başkanları:
Michell
Michell firması 1960'lı yılların sonralarında John Michell tarafından kurulmuş bir ses sistemi üreticisidir. Firmanın |
asıl ününü pikaplarına borçludur. Bunda tasarımcılarının mühendis olmasının büyük bir payı vardır. Zaten firma kendisini bir ses sistemi üreticisinden ziyade bir mühendislik firması olarak tanımlar. Firmanın tam ismi J.A.Michell Engineering yani J.A.Michell Mühendislik'tir.
Firma bir aile şirketi olarak kurulmuş, kurucusu Michell'in ölümünden sonra da, oğulları tarafından idare edilmiştir. 1980-1990 yılları arasında elektronik ürünlere de imza atan firma, özellikle rekabetin artması, araştırma-geliştirme maliyetlerinin yükselmesinden dolayı sadece pikap üretimi ile devam etme kararı almıştır. Firma üretimine halen devam etmektedir.
J.A.Michell Engineering firmasının sadece hayranları tarafından bilinen bazı özellikleri vardır. Özellikle Stanley Kubrick'in (2001 - A Space Odyssey) filmindeki neredeyse tüm aksesuarlar firma tarafından tasarlanmıştır. Bunun yanı sıra gene Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) filmindeki pikabın tasarımcılarından bir tanesi de John Michell'dir.
J.A. Michell resmi web sitesi
Rega
Rega. Roy Gandy tarafından kurulmuş İngiltere'de yerleşik bir ses sistemleri üreticisidir. 1973 yılında Roy Gandy ve ortağı Tony Relph'nin, soyadlarının baş harfleri kullanılarak firma ismini oluştururlar. 1973 senesinde ilk üretim denemelerini yapmaya başlayan firma, ertesi sene ilk ürünlerini satmaya başlamıştır. İlk ciddi başarılarını 1975 yılında ürettikleri Planar 2 modeli ile kazandılar. 1980'lere kadar ufak atölyelerde çalışan firma 1980 yılında şu an da kullanmaya devam ettikleri üretim tesislerini İngiltere'nin Essex kentinde kurar. İlk dönemlerde özellikle pikap konusunda üretim yapan firma daha sonraları birçok ses cihazının üretimine başlar. Firmanın amacı daha en başta her sistem bileşeninden üretmektir, fakat bu hedeflerine 1990'lı yıllarda ulaşırlar. Firmanın özellikle RB-300 kodu ile ürettiği pikap kolu, dünyanın en çok üretilen ve en çok ödül alan ürünüdür. Neredeyse 20 yılı aşkın bir süredir üretimde olan bu kol, Rega markası haricinde birçok firma tarafından da kullanılmaktadır. Daha sonraları bu kolu baz alan farklı modeller piyasaya sürerek başarılarını devam ettirmişlerdir. Firma şu an üretimine devam etmektedir.
Machu Picchu
Machu Picchu (okunuş: "Maçu Piççu" veya "Maçu Piçu", Keçuva dili: Machu Pikchu), bugüne kadar çok iyi korunarak gelmiş olan bir İnka antik şehridir. 7 Temmuz 2007 tarihinde Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri olarak seçilmiştir.
And Dağları'nın bir dağının zirvesinde, 2.360 m yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde kurulmuş olup Peru'nun Cusco şehrine 88 km mesafededir. Şehir, İnkalı bir hükümdar olan Pachacutec Yupanqui tarafından 1450 yılları civarında inşa ettirilmiştir. İspanyol istilacılar 1532 yılında buraları işgal ederken sık dağlar arasında kalmış bu şehir, istilacılar tarafından fark edilmemiş ve bu sayede zarar görmemiştir. Machu Picchu 200'den fazla merdiven sistemiyle birbirine bağlı olan taş yapıdan oluşur. Şehrin 3000 basamağı bugün hâӀâ gayet iyi durumdadır.
Kuruluş amacı ve anlamı bugüne kadar gelmiş olan tartışma konusudur. Günümüze gelmeyi başarmış bilimsel kanıt içerikli çok fazla ipucu bulunmamasından sadece tahminler yapılabilmektedir. Bu yüzden o zamanlardaki adı bilinemeyen şehir, ismini bugün yakınlarda olan bir dağ zirvesinden almıştır. Şehrin tarım alanı olarak kullanılan teraslardan oluşan bölümleri, "Eski Zirve" (Keçuva dilinde: Machu Picchu) denen dağın eteklerindedir. Şehrin sonunda ise "Genç Zirve" (Keçuva dilinde: Wayna Picchu) yükselir.
Şehirde içinde 100'den fazla insan iskeletinin bulunduğu 50 adetin üzerinde mezar keşfedilmiştir (ilk başlarda bunların %80i kadın olduğu sanılmış, ama sonraki incelemelerde eşit dağılım olduğu tespit edilmiştir). Bu keşfe istinaden şehrin, İnkalar'ın yetiştirme ve disiplin yeri olduğu teorisi geliştirilmiş. Ancak zamanımızda bu teori geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Daha çok bugün kabul gören teori, şehrin 700'den fazla İnka asil ve din adamına ev sahipliği yapmış olduğudur.
1912 ve 1913 yıllarında Bingham, şehri ortaya çıkarmaya başladı. 1915'de Machu Picchu araştırmalarıyla ile ilgili bir kitap yayınladı. National Geographic Society'nin Nisan 1913 sayısını Machu Picchu şehrine ithaf etmesiyle meşhur oldu.
Şehrin aslında 2 yıl öncesinden keşfedildiği; ama şehrin altınlarının ABD'ye götürülmesi için Bingham'ın zaman kazanmak istediği iddia edilmektedir. Diğer bir yerlilerin iddiası ise, köylülerin çoktan 1901 yılında şehri keşfetmiş olduğu ve Bingham'ın keşfinin tesadüf olmadığıdır.
Machu Picchu Güney Amerika'nın en çok turist çeken yerlerinden biridir. Her gün günlük 2000 kişi ziyaret eder. UNESCO harabelerin zarar görmememesi için bu sayının en fazla 800 olmasını talep etmektedir.
İnka şehrinin çok zor geçit veren bir bölgede olması ve oraya giden bir yolun olmaması yüzünden, Cusco şehrinden Machu Picchu dağının eteklerinde bulunan "Aguas Calientes" köyüne (ki harabelere en rahat bu köyden ulaşmak mümkün) bir raylı sistem hattı inşa edilmiştir. Bu köyden sonra 8 km lik bir otobüs yolculuğu yapılmakla beraber bu mesafe yaya olarak da kat edilebilir.Zira küçük basamaklı patika yollar buraya açılır. Patikanın sonunda, Machu Picchu'nun hemen giriş alanında "Sanctuary Lodge“ oteli bulunur ki bu otel de raylı sistem gibi ingiliz oteller zinciri „Orient Express“ 'e aittir. Machu Picchu'ya otantik yoldan ulaşmak isteyenler, birkaç günlük yürüyüş programlı, Urubamba Nehri'nin birkaç yüksek geçidi üzerinden, İnka yolu'nu ("Camino inca") kullanarak ulaşırlar.
Sürekli büyüyen turizm çevre konusunda çok büyük yük olmaktadır. UNESCO, yapılması planlanan Aguas Calientes'den Machu Picchu' ya bir teleferik hattı konusunda sert bir muhalefet yapmaktadır. Bu hattın tamamlanması turizmin daha da artması anlamına geldiği gibi toprak kayması tehlikesinin yükselmesini de beraberinde getirmektedir. 10 Nisan 2004'te meydana gelen bir toprak kayması on bir kişinin yaşamına malolmuş, raylı sistemi de kısmen aksatmıştır. 14 Ekim 2005 'teki başka bir toprak kayması raylı hattın 400 m lik kısmını toprak altında bırakmıştır.
Roksan
Roksan 1985 yılında kurulmuş bir ses sistemi üreticisidir.
Firmanın kurucularının üniversite çağında kullandıkları müzik sistemlerinin genel performansından memnun olmamaları yüzünden kendi cihazlarını kendilerinin tasarlama kararını almaları ile firmanın temelleri atılır. İlk ürün "Xerxes" isimli kendileri için tasarladıkları bir pikaptır. Bu pikabın çok beğenilmesi üzerine üretme kararı alırlar ve Roksan firması kurulur.
Birçok kaynakta bulunmayan önemli bir not, firma tasarımcılarının İran asıllı İngiliz vatandaşları olmaları sebebi ile, neredeyse tüm ürün isimleri eski İran Mitolojisinden alınmıştır. Söz gelimi ilk hoparlörleri olan Darius, ilk pikap kolları olan Artemiz, ilk pikapları Xerxes hep, İran mitolojisinden isimlerdir. Daha sonraki dönemlerde bu alışkanlıklarını bırakarak ürünlerine farklı isimlerde koymaya başlamışlardır.
İlk ürünleri olan Xerxes pikap, sabit gövde esasına dayanan oldukça yenilikçi bir tasarımdır ve hala üretimi devam etmektedir. Bir diğer ilk ise, ürettikleri Darius hoparlörlerde ilk kez her sürücü için ayrı bölme kullanılmasıdır. Firma ilk dönemlerde özellikle pikap ve aksesuarlarına ağırlık verse de, sonraki yıllarda ürün yelpazesi oldukça genişlemiştir. Firma hali hazırda üretime devam etmektedir.
Hâfız Post
Hâfız Post (1630, İstanbul - 1694, İstanbul), Klasik Türk musikisi bestekârı olup, asıl adı Mehmet'tir. "Post" lâkabının kendisine, vücudunun çok kıllı olmasından dolayı verildiğine dair bir rivayet vardır. Sultan IV. Mehmed döneminin klâsik Türk büyük müzik ustalarındandır. Saray'da yapılan fasıllara sazı ve sesi ile katılmış, bütün çağdaşları gibi Selim Giray Han'dan yardım ve ilgi görmüş, bu sanatsever devlet adamının düzenlediği edebiyat ve müzik toplantılarına katılarak sanatçı kişiliğinin gelişmesini sağlamıştır. Gençliğinde resmi görev almamış, son zamanlarına Divan hocaları zümresine katılmış, daha sonra Bîrun Kâğıt Eminliği'ne getirilmiştir. Hafız Post 1694 yılında vefat ederek Karacaahmet Mezarlığı'nda, Divan şairi Nabi'nin mezarının yanı başında toprağa verildi. Ölümüne o dönem şairlerince anısına beyitler yazılmıştır.
Fenni, ""Çergehte eyleyüb âhır karar/ Postu şîr-i ecel çâk eyledi"", Itrî ise: ""Dedi Itrî Hâfız'a mevâ ola ya Rab cinan"" demiştir.
Hafız Post, Türk güzel sanatlarının önemli bir kolu olan Hat sanatıyla da ilgilenmiş, çağının değerli hattatı Tophaneli Mehmed Efendi'den Taliyk, Sülüs, Nesih dersleri almıştır. Nâili'nin edebî çevresinde yetişen sanatçı, bu bilgilerin yanı sıra Arapça ve Farsça'da öğrenmiştir. O da hocası gibi Halvetiyye tarikatına mensuptur. Çağdaşı olan bazı şairler gibi, halk şiirinden kaynaklanan bir ilhamlâ âşıkhane şiirler de söylemiştir. Tanburî ve hanendedir.
Hafız Post'tan günümüze Tevşih, Durak, Beste, Ağır Semaî, Yürük Semaî olmak üzere on eser ulaşabilmiştir. En bilinen ve günümüzde de seslendirilen eseri "Gelse o şuh meclise naz ü tegafül eylese" diye başlayan rast yürük semaidir.
Hâfız Post'un Divan, Tasavvuf, Âşık ve Halk edebiyatının her tür şiir şekline beste yapmıştır. Dinî eserlerine Halvetî şairlerinin , özellikle Niyazî Mısrînin şiirlerini seçmiştir. Yaşadığı çağda ve daha sonraki yüzyıllarda ünü yalnız Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalmamış, bütün İslâm ülkelerine yayılmıştır.
Grundig
Grundig, özellikle büyük savaş yılları sonrasında dünyanın en büyük radyo üreticisi olarak ismini duyurmuştur. 1945 yılında Max Grundig tarafından kurulan şirket, ilk etkinliklerine Almanya'daki lamba üreticilerinin ürünlerini test ederek başlamıştır. Ardından farklı üreticilerin ürettiği lambaları kullanarak ürettiği radyoları ilk önce Almanya çapında dağıtmaya başladı. Grundig kuruluşundan yaklaşık 10 sene sonra dünyanın en önemli radyo üreticilerinden birisi haline gelmişti. Gene bu yıllarda ilk televizyonları da üretmeye başlayan şirketin altın çağı 1970'lerin sonu ile 1980'lerin başıdır. Bu yıllarda aldığı çeşitli patentlerle yeni |
ürünler piyasaya sürmeyi başaran şirket daha sonraki yıllarda özellikle uzakdoğu yapımı ürünlerle rekabet edemez hale gelmiştir. Bu rekabet altında araştırma geliştirme etkinliklerine aktarılan kaynakların azalması ile ürün yelpazesini genişletememesi pazar payının daha da düşmesi sonucunu getirmiştir. 1990'lar ve 2000'li yıllarda karanlık çağlarını yaşayan şirket, 2004 yılında İngiliz Alba ve Beko tarafından ortak olarak satın alınmıştır. Hâlâ üretimine devam etmekte olup, geçmişte referans gösterilecek kalitede ürünler üretirken bugün pazara daha rekabetçi ürünler sürmektedir.
2008 yılında Beko şirketin tamamını Alba'dan satın aldı ve Beko Elektronik bölümünün adını Grundig Elektronik A.Ş. olarak değiştirdi. 2009 yılı ortalarında ise Grundig Elektronik A.Ş., Arçelik Anonim Şirketi tarafından devralma yolu ile birleşmiştir. Böylece Grundig yüzde yüz Türk malı olmuştur.
Şefik Hüsnü
Şefik Hüsnü (Deymer) (1887, Selanik - 8 Nisan 1959, Manisa), Türk tıp doktoru ve siyasetçiydi.
1912'de Paris Sorbonne Üniversitesi'nde Fen ve Tıp Fakültelerini bitirdi ve sinir hastalıkları uzmanı oldu. Jön Türkler'in faaliyetlerini yakından takip etti.
Paris’te tanıştığı Polonyalı Leokadya Sterniaka ile Varşova’da evlendi. (Şefik Hüsnü’nün kızı Meryem İkinci Dünya Savaşı sırasında Varşova direnişinde öldü.) Paris’teyken komünist fikirlerle tanıştı.
Şefik Hüsnü Paris yıllarında Jön Türklerle temasa geçti ve bu mücadelesi İstanbul’da, devam etti. Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesinde tabip yüzbaşı olarak görev yaptı.
Savaştan sonra Türkiye devrimcilerini birleştirme çabasına girişti. Mütareke döneminde Kurtuluş Dergisi'nde yazıları yayınlandı. 23 Eylül 1919 tarihinde, Berlin'den gelen Türk Spartakistleri ile birlikte kurucuları arasında yer aldığı Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın (TİÇSF) genel sekreterliğine seçildi (1919). Türkiye Amele Birliği yönetiminde etkili oldu. 16 Mart 1920'de İstanbul'un İşgali sonrasında TİÇSF faaliyetleri yasaklandı. TİÇSF gizli çalışmaya geçti ve millî mücadeleyi destekledi.
TKP'nin 10 Eylül 1920'de Bakü'de toplanan 1. Kongresinde gıyabında Merkez Komitesi üyeliğine ve Merkez İcra Komitesi 1. Sekreterliğine seçildi.
Haziran 1921'de, gizli Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) yayın organı Aydınlık dergisini yayınlamaya başladı. Üçüncü Enternasyonal'in (Komintern) 1924 yılındaki bir toplantısında Kontrol Komisyonu üyeliğine getirildi. Komintern'in güçlü desteğiyle İstanbul Akaretler'de gizli olarak toplanan TKP'nin Üçüncü Kongresinde oy birliğiyle Genel Sekreter seçildi.(1925)
Takrir-i Sükun Kanunu çerçevesinde TİÇSF kapatıldı ve yurtdışında bulunan Dr. Şefik Hüsnü gıyabında İstiklal Mahkemesi tarafından bir yıl hapse mahkûm edildi. 1926 yılında Viyana'da parti konferansını düzenledi. Yurda döndü ve cezaevine girdi. Cezaevindeyken Komünist Enternasyonal'in İcra Komitesi'ne seçildi.
Mayıs 1929'da cezasını tamamladıktan sonra resmi pasaportla tekrar yurtdışına çıktı ve Almanya'ya gitti. Berlin'de Komintern'in Batı Avrupa bürosunu yönetti. 27 Şubat 1933'te Naziler tarafından düzenlendiği düşünülen Reichstag yangını provokasyonu sonrasında Georgi Dimitrov ve Almanya'da bulunan diğer Komintern üyeleriyle birlikte tutuklandı. Altı ay sonra tahliye oldu ve bir banka kasasında bulunan Komintern arşivini Nazilerden kaçırmayı başardı.
1939 yılında Türkiye'ye dönmesine izin verildi ve I. Dünya Savaşı'ndaki rütbesiyle tabip yüzbaşı olarak 1941-1943 yılları arasında yedek askerlik yaptı. 1945 yılında gerçekleşen Cemiyetler Kanunu'ndaki değişiklik sayesinde, ve TKP kadroları içinden çıkan ve fikir ayrılığına düştükleri bir grubun Türkiye Sosyalist Partisi'ni kurmasının hemen ardından, Bolşevizm eğilimli Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi'ni kurdu. Kuruluşunun üzerinden 6 ay geçmeden parti kapatıldı ve Şefik Hüsnü'nün de içinde bulunduğu 43 parti yöneticisi tutuklandı.
1950 affıyla serbest kaldı ancak 1951'de gizli TKP yöneticisi olarak yeniden tutuklandı. 5 yıl 10 ay hüküm giydi. 65 yaşını bitirmiş olduğundan, cezası 4 yıl 2 ay ağır hapis, 1 yıl 4 ay 20 gün müddetle Manisa'da sürgün cezasına çevrildi. 1957'de tahliye edildi. 8 Nisan 1959'da Manisa'da sürgünde öldüğünde hâlen TKP Genel Sekreteri idi.
Kabakçı Mustafa
Kabakçı Mustafa, (1770?-1808), III. Selim'i tahttan indiren isyancıların elebaşısı. Osmanlı tarihinde 25 Mayıs 1807 günü kendi adıyla anılan ve kendisinin başlatıp başarıya ulaştırdığı Kabakçı Mustafa İsyanı'yla meşhur olmuştur.
Kabakçı Mustafa bazı kaynaklara göre Kastamonu'lu; diğer kaynaklara göre (Of'lu Mustafa ve Pazar'lı Mustafa adlı iki yakın genç akrabası bulunduğu bilindiği için) Rize'li idi. 1807de yaşının takriben 35 olduğu tahmin edilmiştiir çeşit önderlikten dolayı verildiği söylenmektedir. Bundan başka çıkardığı isyandan önceki hayatı hakkında hemen hemen hiçbir belge veya bilgi bulunmamaktadır.
1807'de iken Boğazdaki Avrupa tarafında Rumeli feneri'ndeki Boğaz Kalesi muhafızı idi. Emrindeki askerlere "yamak" adı verilmekte idi. Yamaklar Türk asıllı ailelerden oluşup bir çeşit yeniçeri statüsünde oldukları kabul edilmekte idi. Ama sadece denizden Ukrayna'dan şayakları ile güneye Anadolu'nun Karadeniz kıyılarına akın yapan Kazaklara karşı Boğaz'ı ve İstanbul'u savunmak için İstanbul Boğazı'nın Karadeniz ağzında kurulmuş olan kalelerde üslenen askeri birliklerdi.
1807'de Rumeli kavağı muhafazı iken Nizam-ı Cedid askeri olması emir geldi. Kabakçı Mustafa bu emri kabul etmeyerek 25 Mayıs'ta Boğaz kalesi yamaklarını Büyükdere çayırında bir toplantıya çağırttı. Nizam-ı Cedid askeri olmamak için isyan ettiğini açıkladı. Burada yamaklar tarafından Kabakçı Mustafa isyanın önderi seçildi. İstanbul'un her yanına haberciler göndertti. Bunları Boğaz kalesine davet etti. Bu toplantıda da kendisinin ve yamakların niyetlerinin Nizam-ı Cedid askerinin ilga edilmesi olduğunu bildirdi ve Müslüman olanları ve kendilerini ocaklı bilen kişileri kendi isyanına katılmaya davet etti. 27 Mayıs'ta başlarında Kabakçı Mustafa olarak genellikle Boğaz kalesi yamaklarından oluşan 500 kadar asi isyancı İstanbul'a yürüyüşe başladı ve yol boyunca asilere katılmaları oldu. İsyancılar büyük bir disiplin içinde Nizam-ı Cedid kışlası bulunan Levend Çiftliği önüne geldiklerine bir tabur nizami asker onları durdurmaya yeterli iken sedaret kaymakamı olan Köse Musa Paşa, Nizâm-i Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Başında Kabakçı Mustafa isyancılar iyi bir disiplin uygulayarak 28 Mayıs'ta Et meydanı'na indiler. Buraya Yeniçeri ihtiyarlarını ve başta Şeyhülislam Şerifzade Mehmet Ataullah Efendi olmak üzere ilerigelen ulemayı buraya davet ederek onların ayaklanmayı onaylamalarını sağladı. Asilerin eline geçen Nizam-ı Cedid taraftarı en yüksek devlet ricali ve Nizam-ı Cedid ordusu subaylarından 11 tanesini kurmuş olduğu bir acayip mahkemede güya yargıladı ve suçlu buldu. Birkaç gün sonra bunlar işkenceler yapılarak idam edildiler. Sultan III. Selim kan dökülmesini istemediği için asilerin her isteğini yerine getirdi. Köse Musa Paşa'nın, âsileri teskin etmesi için Nizâm-i Cedîd askerlerinin kaldırılması gerektiği tavsiyesine uyarak Nizam-ı Cedid'in kaldırılması hakkında fermanı çıkarttı
Bu fetvayı alan sadrazam kaymakamı Köşe Musa Paşa, yanında devlet ricali ile, Çardak ve Un kapanı iskelesinde toplanan isyancılar ve onlara katılan yeniçerilerin toplantısına katıldı. Bu büyük asi grubu Nizâm-ı Çedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra "Pâdişâhı da istemiyoruz "diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan III. Selim'i tahttan indirip, yerine IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler.
IV. Mustafa tahta geçince sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa, Şeyhülislam Şerifzade Mehmet Ataullah Efendi ve Kabakçı Mustafa yeni padişah IV. Mustafa'nın en yakın adamlarından oldular. IV. Mustafa Kabakçı Mustafa'yı turnacıbaşı rütbesiyle Boğaz muhâfızlığı görevini verdi.
İstanbul'da kötü hava şartları, kıtlık ve çeşitli karışıklar yaşanmakta ve yeni padişah IV. Mustafa ve birbirlerine rakip olan devlet erkanı şehirde sulh ve sükuneti sağlayamamakta idiler. Yeniçeriler ve Boğaz yamakaları şehri talan etmeye baslamışlardı. Bu arada Kabakçı Mustafa'nın tutarsız tutumu ile kendine nefret sağlamakta idi. Örneğin Boğaz kalelerinden biri olan Macar kalesinin dayısı olan Kerim Çavuş Karaköy'de yaptırdığı kahvehanenin açılışına izin vermeyen İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Sekbanbaşı'na kızıp önce Galata'yı bastı ve sonra Ağa kapısı'nı basıp sekbanbaşını gece kıyafeti ile yakalayıp hapsettirdi. Sultan IV. Mustafa da Kerim Ağa isteklerinin doğrusuna yeni bir sekbanbaşı atadı. Boğaz muhafızı olan Kabakçı Mustafa'ya bu olayın haberi verilince Kerim Çavuş'un bu hareketini kendine bir hakaret olarak yaptığına karar verip 17 Mayıs'ta yamakları ile Macar Kalesini kuşatmaya koyuldu. Kaledekiler Yuşa Tepesine kaleden toplar çıkarıp ve tepenin etrafında mevziler kazarak kuşatmaya karşı askeri direnişe geçtiler. Sonunda Kabakçı Mustafa kaleyi teslim aldı ve Kerim Çavuş öldürüldü.
Temmuz 1808'de IV. Mustafa'nın yerine tekrar III. Selim'i tahta çıkarmak için ordusuyla Rusçuk'tan İstanbul üzerine yürüyen Alemdar Mustafa Paşa hiç velvele çıkartılmadan seğmenler ve Kırcalı ordusunun Edirne'ye gelmesini sağlanmıştı. Bu ordu mensupları Trakya'da yollar ve konaklara dağılarak İstanbul Trakya seyahatlerini önlemişlerdi. Kabakçı Mustafa'nın, III. Selim'in tahttan indirilmesindeki rolü ve ondan sonraki tutarsız hareketleri yüzünden elemine edilmesine karar verilmişti. Alemdar Mustafa Paşa'nın şahsi emri ile 300 kişilik bir süvari baskın birliği oluşturuldu ve bu birlik Pınarhisar Ayanı Uzun Ali Ağa emrinde 14 Temmuz'da Boğaz Avrupa yakasında Rumeli feneri Kalesi'ne bir sürpriz baskın yaptı. Kabakçı Mustafa yeni bir evlilik yapmış ve kalede bulunan evinde bu baskından hiç habersizdi. Kabakçı Mustafa gayet kolayca başlayan bu baskın başında hemen öldürüldü.
Muallim Naci
Muallim Naci, (1849, İstanbul - 12 Nisan 1893, İstanbul), Türk yazar, şair, öğretmen ve eleştirmen.
Aruz veznini Türkçeye kusursuzca uygulamak içi |
n çalışmış bir Tanzimat dönemi şairidir. Eski ile bağları koparmadan yenileşmeyi savunmuş; edebiyat tarihinde “eski şiir”in temsilcisi sayılmıştır. Gerek edebiyat ve şiir hakkındaki eleştiri ve önerileri, gerekse Türk dilinin sorunları ve bunların çözümlerine yönelik düşünceleri ile edebiyat tarihinde yer edinmiş bir kişiliktir.'Lugat-i Nâcî"” adlı Osmanlıca sözlüğü ile tanınır.
1849 yılında İstanbul'da Saraçhanebaşı semtinde doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Babası saraç ustası Ali Bey, annesi Varnalı göçmen bir ailenin kızı olan Fatma Zehra Hanım’dır.
İlköğrenimine İstanbul’da başladı. Yedi yaşında iken babasının ölümü üzerine, dayısının yanına Varna'ya gitti. Düzenli bir öğrenim görme imkanı olmadığından çeşitli dersler alarak açığını kapatmaya çalıştı. Arapça ve Farsça öğrendi. Hattatlık ve hafızlığa çalıştıktan sonra Varna Rüştiyesi'nde öğretmenlik yaptı. Varna'da muallimlik yaptığı dönemde okuduğu Giritli Aziz Ali Efendi'nin "Muhayyelât"taki bir hikâyenin ("Kıssa-i Nâcî-bi'llâh ve Şâhide") kahramanının adı olan "Naci"yi kendisine mahlas seçti.
Varna'da Rüşdiye mektebi açılıp Abdülhalim Efendi buraya muallim olarak tayin edilince, o da ikinci muallimliğe getirildi (1867). "Tuna" gazetesinde şiir ve makaleleri yayımlandı.
Mutasarrıf Süleymaniyeli Mehmet Sait Paşa ile tanıştıktan sonra on yıldır sürdürdüğü öğretmenlikten ayrıldı; Paşanın özel katibi olarak Rumeli ve Anadolu'nun birçok kentini dolaştı. 1881’de Paşa ile Sakız Adası’a gitti. Üç sene kaldığı Sakız’da bir hayli şiir yazdı ve ilk görev gezisinden edindiği izlenimleri anlattı. Şiirlerinin bir kısmını Tercüman-ı Hakikat’e gönderdi. Sakız’da iken yazdığı şiirlerle ün kazandı. Kuzu”(1881),” Nusaybin Civarında Bir Vadi” (1882), “Dicle” (1883), bu dönemde Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanan şiirlerinden bazılarıdır.
1883’te Sait Paşa ile birlikte İstanbul'a döndükten sonra Hariciye Nezareti’nde çalıştı. Paşa Berlin’e atandığında onunla birlikte gitme teklifini reddetti ve Hariciye Nezareti’ndeki görevine devam etti. Kısa bir süre sonra memuriyetten istifa ederek gazetecilik yaşamına başladı.
Ahmet Mithat Efendi’nin teklifi üzerine "Tercüman-ı Hakikat" gazetesinde edebiyat sayfasını yönetmeye başlayan Muallim Naci, 1884’te Ahmet Mithat'ın besteci kızı Mediha Hanım ile evlendi. Kayınpederi Ahmet Mithat’ın teşviki ile kısa zamanda Fransızca öğrendi. "Tercüman-i Hakikat"’te yayınladığı şiirler ve Fransızca’dan yaptığı çevirilerle kısa sürede şöhrete kavuştu. Genç şairlerin onun gazellerine yazdığı çok sayıda nazire ve tahmis, gazeteyi eski edebiyat taraftarlarının merkezi haline getirdi.
İlk şiir kitabı "Ateşpare"’yi İstanbul’da yayımladı (1883). Kitapta, yeni teknikle yazdığı şiirlerini bir araya getirdi. “"Naci"” şöhretini bu sağladı. Gazel, şarkı, kıt’a, rubai ve benzeri divan tarzındaki şiirlerini toplayan “"Şerrare"” adlı kitabını 1884’te yayımladı.
Ahmet Mithat Efendi’nin yeni edebiyat taraftarı Recaizâde Mahmut Ekrem’in yazılarını gazetede yayımlaması üzerine arkadaşları ile birlikte gazeteyi terk etti (29 Ağustos 1885). Yazılarını "Saadet", "Vakit" gibi gazetelerde sürdürdü. 23 Kasım 1885’te, İmâdü’l-Midâd’da “Köylü Kızların Şarkısı” adlı şiiri yayımlandı. Bu şiir, Türk Edebiyatı’nın köyden bahseden ilk şiiri olarak kabul edilir.
Muallim Naci ile Recaizade Mahmut Ekrem ile aralarındaki görüş ayrılığı, Recaizade’nin Zemzeme adlı üç şiir kitabından üçüncüsünün önsözünde yayımladığı görüşleri üzerine şiddetlendi. Muallim Naci, Ekrem’in edebi görüşlerine karşı, "Saadet" gazetesinde çıkan cevaplarını “"Demdeme"” (1886) adı ile ayrıca yayımladı. Tarafların karşılıklı çok ağır suçlamalarda bulunduğu bu tartışma, sarayın müdahalesi ile sonlandı ve edebiyat tarihine “"Zemzeme- Demdeme tartışması"” olarak geçti.
Naci, "Füruzan" (1886) ve "Sünbüle" (1890) adlı iki şiir kitabı daha yayımladı. “"Hamiyet-yahut- Masa Bin Eb'il-Gazan"” adlı trajediyi ve sekiz yaşına kadar olan hatıralarını anlattığı “Ömer'in Çocukluğu” adlı eserini bastırdı. Ömer’in Çocukluğu 1898’de Almanca’ya, 1914’te de Rusça’ya çevrilmiştir.
Bir süre Mekteb-i Sultani, Mülkiye ve Mekteb-i Hukuk'ta dil ve edebiyat dersleri verdi. Yetiştirdiği öğrenciler arasında Tevfik Fikret ve Mehmet Akif de vardır. 1887-1888 yılları arasında “Mecmua-i Muallim” adlı haftalık dergiyi çıkardı. Toplam 58 sayı yayımlanan dergiyi, hemen hemen tek başına Muallim Naci hazırlıyordu. Mekteb-i Hukuk ile Mekteb-i Sultani'de okuttuğu edebiyat derslerinin özetlerine dergide geniş bir şekilde yer verdi.
1891’de “Lugat-i Naci" adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. Türk dilinde kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri içeren bu sözlükte Türkçe’ye Batı dillerinden girmiş bazı kelimelere de yer verdi. Örnek olarak kendi şiirlerinden veya başka şairlerden çeşitli mısra ve beyitleri kullandı. Yazarın ölümü ile yarım kalan eseri, 1894'te arkadaşı Müstecabizâde İsmet tamamlamıştır.
Muallim Naci hayatının son yıllarında "Gazi Ertuğrul Bey" adlı manzum destanı kaleme aldı ve Sultan Abdülhamit’e sundu. Ertuğrul Gazi’nin Anadolu’daki mücadelelerini anlatan eserde “Türk” sözcüğünü kullanan şair, bir şiirde “Türküm” ifadesini kullanan ilk şair olmuştur. Eseri çok beğenen Padişah, kendisini rütbe ve nişanla ödüllendirmiş; maaş bağlamış ve “"Tarih-Nüvîs-i Selatin-i Âl-i Osman"” unvanını vermiştir. Padişah tarafından ayrıca Osmanlı tarihini kaleme almakla görevlendirilen yazar; zamanının büyük kısmını Osmanlı tarihini araştırmaya ayırarak Söğüt, Bilecik, Yenişehir, Bursa ve İzmit’te gezi yaparak geçirdi. Aniden rahatsızlanarak 1893 yılında hayatını kaybetti. II. Mahmut Türbesi haziresine gömüldü Cenaze masrafları II. Abdülhamit’in özel hazinesinden karşılanmıştır.
Fatih ilçesinde, Karagümrük ile Balat bölgeleri arasında, adını taşıyan bir ilköğretim okulu bulunmaktadır.
Eski-yeni tartışmasını başlatarak adından uzun yıllar söz ettiren Muallim Naci, eski şiirin temsilcisi olarak isim yaptı. Yenilikçi şiirin bütün kuralları yıkan anlayışına şiddetle karşı çıktı. Eski şiirin bağlarından kopmadan yenileşmesi taraftarı idi. Abdülhak Hamit'i kendisine örnek almıştır.
Naci, Divan edebiyatını gerçekçi olmaması nedeniyle eleştirmiştir. Eski ile yeni arasında bir denge kurmaya çalışan bir şairdir. Aruz veznini Türkçeye kusursuzca uygulamaya çalışan Muallim Naci, şiirde Türkçe kelimelerin gücünü ve yeterliliğini göstermesiyle Mehmet Akif’e ve Tevfik Fikret’e yol göstermiştir. Etkilediği şairler arasında Yahya Kemal de vardır.
Muallim Naci Osmanlıca’yı ayrı bir dil olarak görür; ancak Türkçeyi Osmanlıca’dan ayırmaz. Dilde Türkçülüğü savunmuştur. Sade yazmaya özen göstermiş; halk dilinde kullanılmayan eski kelimeleri ahenk yaratmak için seçip kullanmıştır.
German Titov
German Stepanoviç Titov (Rusça:Герман Степанович Титов) (11 Eylül 1935 Verkhnee Zhilino - 20 Eylül 2000) Sovyet kozmonot, Yuri Gagarin, Amerikalı astronotlar Alan Shepard ve Gus Grissom sonra uzaya çıkan dördüncü insan.
Titov, Altay Cumhuriyeti'nde Verkhnie Zhilino köyünde dünyaya geldi. Stalingrad Askeri Hava Okulu'na gitti ve pilot olarak mezun oldu. 1960'ta kozmonot eğitimine seçilen Titov, Vostok 2 gemisiyle 6 Ağustos 1961 tarihinde uzaya uçtu. Kalkışta 26 yaşına girmesine bir ay vardı, halen uzaya çıkan en genç insan unvanını korumaktadır.
Bu uçuşta uzay hastalığına yakalanan ilk insan olarak tarihe geçti.
Dönüşünden sonra Sovyet uzay programında birçok pozisyona geldi. 1992'de emekli oldu. 1995'te Komünist Parti üyesi olarak parlamentoya girdi. 65 yaşında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
İki Lenin Nişanı ve birçok madalyaya sahiptir. Ay'daki bir kratere ismi verilmiştir.
Navarin Kalesi
Navarin Kalesi (Yunanca: Κάστρο Πύλου, İtalyanca: Il castello di Navarino), Yunanistan'daki Mora Yarımadası'nın batı kıyısında Pylos'ta yer alan bir kaledir. Navarin Deniz Savaşı bu kalenin açıklarında gerçekleşmiştir.
15. yüzyıla kadar ellerinde bulunduran Venedikliler burada büyük bir kale inşa etmişlerdi. Osmanlılar 1499 yılında Navarin Kalesi'ni Venediklilerden aldılar ve 1572 yılında kaleyi tekrar inşa ederek Anavarin-i atik adını verdiler. 1686-1715 yılları arasında Venedikliler, kaleyi ellerinde tutmayı başardı. Ama sonra Osmanlı tekrar kalei ele geçirdi (Mora Savaşı). Osmanlılar 18. yüzyılda kaleyi Anavarin-i Cedid adı altında tekrar inşa ettiler ama kısa bir süre sonra kale tekrar hasara uğradı. 1827 yılında Osmanlı donanması İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları tarafından Navarin limanında yenilgiye uğratıldı. Bu yenilgiden sonra 7 yıl sonra Osmanlı Devleti Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı ve Navarin yeni kurulan Yunan Krallığı'nın bir parçası oldu.
Boru hoparlör
Horn tipi hoparlörler, hoparlörler arasında en değişik ve özel tasarımlardan bir tanesi hatta belki de en egzotik olanıdır. Türkçeye boru hoparlör olarak çevirilebilir. Makelenin bundan sonrasında horn yerine boru kullanılacatır. Ortaya çıkışları ilk amplifikatörlerin bulunmasına kadar uzanır. 1923 yılında ilk triyod lambaların bulunmasının akabinde bu yükseltilmiş sinyallerin ses dönüştürülmesi amaçlanan bir teknoloji aranmaktaydı. Bulunan ilk çözümlerden bir tanesi boru şekline getirilmiş metal diyaframların, titreşimler üreterek ses vermelerine dayanıyordu. Bu ilk tip borular özellikle eski gramofonlarda kullanılmaktaydı. Bell Laboratuvarlarından iki mühendis 1927 yılında daha yenilikçi bir çözüm geliştirmeyi başardılar. Farklı şekilde yüklenmiş elektrik sayesinde anlık oluşan manyetikleşmeler ile ses üretebileceklerini buldular. Hoparlörlerin dönüm noktası budur. İlk dönemlerden bu yana birçok firma boru tipi hoparlörler üretmiştir. Hatta bir kısmı üretimlerine devam etmekte, bir kısmı da bu teknolojiyi sadece belirli frekansları kapsayan sürücülerde kullanmaktadırlar. Boru tipi hoparlörleri üreten en önemli firmalar, JBL, Altec Lansing, Klipsch, Lowther gibi firmalardır. Bugün bunlara sadece bu konuda üretim yapan özel firmalarda katılmıştır ki, en önemlisi Avantgarde Audio'dur. O yıllardan bugüne teknolojik olarak devamlı gelişerek üretilmiş, en eski hoparlör tipi |
boru tipi hoparlörlerdir.
En basit hali ile oldukça hızlı bir sürücü hoparlörlerden gelen titreşimlerin konik bir boru içerisinde daha fazla basınç oluşturarak büyültülmesi esasına göre çalışır. Konik yapılı şekil ilk ortaya çıktığından bugüne kadar çeşitli değişikliklere uğrasa da, ana şekli çok bozulmamıştır. Bu şekil teorik olarak akustik sinyallerin değişimini sağlamaktadır. Zaten boru tipi hoparlörlerin çalışma şekillerinin esası da budur. En önemli parça sürücü hoparlördür. Genelde bütün frekans değerlerini iletebilen tek bir sürücü özel hoparlör kullanılır. Bu da farklı ünitelerin kullanılmasından genelde daha etkin bir çözüm üretir. Tüm zamanlama hataları ortadan kalkar. Bu sürücünün oluşturduğu ses sinyalleri yani titreşimler borunu içerisinde büyüyerek hoparlörden dışarıya çıkar. Alışılagelmiş bir hoparlör tasarımında da en büyük farkı budur. Standart bir hoparlör üzerindeki sürücüler bu tarz mekanik bir büyütme yapmazlar. Bu büyütme oranın büyüklüğünden dolayı teorik olarak desibel kazançları yüksektir. Bu nedenle Single Ended Amplifikatörlerle sürülmeleri daha uygundur.
İslami Davet Partisi
İslami Dava Partisi veya İslami Çağrı Partisi ( ), Irak'taki siyasi partilerden biridir. Irak Yüksek İslam Konseyi ile birlikte Şii Birleşik Irak İttifakı'nın iki ana partisidir. Ocak 2005 Irak seçimlerinde ve daha uzun vadeli Aralık 2005 seçimlerinde mecliste çok sayıda sandalye kazandı. Parti, İran-Irak Savaşı sırasında ve İran Devrimi'nde Ayetullah Ruhullah Humeyni'yi destekledi. Hala İran ile olan ideolojik farklılıklara rağmen Tahran'dan mali destek almaktadır.
Hizb Al-Dava, 1957 yılında ismi iyi bilinen ve saygın Şii lider olan Muhammed Sadık El-Kamûsî tarafından kuruldu. Onun ve partinin amacı ve İslami değerlere sahip, bilinçli siyasi mücadeleyle laikliği teşvik edecek bir hareket oluşturmak ve Irak'ta bir İslam devleti yaratmaktı. Kurulduğu dönemde Irak siyasetine laik Arap milliyetçiliği ve sosyalist fikirler hakim oldu. Muhammed Bekir Sadr - partinin filozof, teolog ve siyaset kuramcısı olarak kabul edildi - ruhani önder olarak ön plana olarak çıktı. Partinin ana hedeflerinden biri Saddam'ı yok etmek oldu. Parti, Vilayetü'l-Umme'ye (Ümmetin Yönetimi) dayalı siyasal ideolojinin temellerini ortaya koydu. Bu partiye benzer "ikiz" İslami Dava Partisi de, şehit Muhammed Bekir El-Sadr'ın vizyonunu kabul eden Necef'te okumuş din adamları tarafından Lübnan'da kuruldu. El-Kamûsî de bu partide yer aldı ve "Hizbullah" olarak bilinen Lübnan'daki siyasi partinin lideri oldu.
Parti, 1970'lerde Şii ulema ve gençlik arasında güç kazandı. Askeri darbeyle gelen Irak hükümetine karşı silahlı isyanı tahrik eden bir parti olarak rejimin istikrarını tehdit etti. 1970'lerde hükümet, Şii dergi Risâletü'l-İslam ve birçok dini eğitim kurumunu kapattı. Hükümet, ulusal askerlik hizmetini üstlenecek Iraklılar yükümlü bir yasa çıkardı. Baasçılar 1972 senesinden itibaren partinin üyelerini tutuklamaya başladı. 1974 yılında, 75 El-Dava üyesi tutuklandı ve Baasçı devrimci mahkeme tarafından ölüme mahkum edildi. 1975 yılında hükümet, "Marad El-Ras" olarak bilinen yıllık Kerbela-Necef alayını iptal etti. 1970'ler boyunca baskıcı tedbirlere maruz kalan parti tarafından hükümete büyük ölçekli muhalefet olarak Marad El-Ras alayı yapıldı. Bir kısım parti üyesi sürgün edildi. Necef sürgünleri, İran'ın gelecekteki ruhani lideri olan Ayetullah Ruhullah Humeyni ile ilişki kurdu. Parti, 1980 yılında yasaklandı ve üyeleri Irak Devrim Komuta Konseyi tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.
Parti, İran İslam Devrimi'ni destekledi ve İran hükümetinden desteğini aldı. İran-Irak Savaşı sırasında, Irak'ta Saddam Hüseyin'in Baas hükümetine karşı İran destekli bir ayaklanma başlattı. 1979 yılında, Dava, merkezini İran'ın başkenti Tahran'a taşıdı. Aralık 1981 yılında uluslararası saldırıların ilkini Irak'ın Beyrut Büyükelçiliği'ne yaptı. Dava partisinin, ABD'nin Kuveyt Büyükelçiliği'nin yanı sıra, İran'a karşı savaşında Irak'a yardım eden Fransa'nın askeri ve mali yardım sağlayan tesislerine saldırılar düzenledi. Bombalama nedeniyle mahkum olanlardan biri olan Cemal Cafer Muhammed, Başbakan Nuri El Maliki'nin koalisyon iktidarı kabinesi üyesi ve Irak parlamento üyesi oldu.
Bu işbirliğine rağmen, Sadr ve Humeyni'nin "İslam Cumhuriyeti" anlayışları keskin farklılıklar içeriyordu. Humeyni devletin güclü olması ile ulemanın dinlenmesi görüşünü ederken, El-Dava ümmetin dinlenmesinin desteklemiyordu. Bu anlaşmazlık, parti içinde ayrı bir grup olarak IDYK'nın oluşumuna yol açan bir etken oldu. Parti, 1980'lerde birkaç Sünni İslamcı grupla iletişim kurdu. 31 Mart 1980 tarihinde, Baasçı rejimin Devrim Komuta Konseyi, Dava partisi'ne bağlı kuruluşların kapanması ve parti hedefleri için çalışan geçmişteki ve etkin üyelerini ölüme mahkum eden yasa çıkardı. Bu yasadan sonra Irak rejimi acımasız bir tasfiye hareketi başlattı.
Batıda İran ile olan çatışması sebebiyle Irak'ı destekleyici olma eğilimi partinin İran-Irak Savaşı sırasında terör örgütü olarak görülmesine sebep oldu. Bu başka bir yerde, Batı ve Sünni hedeflere karşı cumhurbaşkanı, başbakan ve diğerleri gibi saldırılara karşı Irak'ta suikast girişimi bir dizi sorumlu düşünülmektedir. Parti 1980 yılında Tarık Aziz'e, 1982, 1987 ve 2002 yılında Saddam Hüseyin'e başarısız suikast girişimi gerçekleştirdi.
Iraklı Şiilerin önderi Muhammed Bekir el-Sadr, Havza öğrencilerinin Dava partisine katılmasını yasakladı. Parti bundan sonra Necef'te bulunan diğer dini liderlerden Ebu'l-Kasım El-Heyi'ye bağlılığını ilan etti.
Körfez Savaşı'ndan sonra, partinin ve Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarları birbirine daha yakın oldu. Parti bu yakınlığa dayanarak ABD'ye, iktidara geldiğinde, anayasal demokratik, çoğulcu bir Irak içinde insan hakları ve hukukun üstünlüğü" sözünü verdi. Dava Partisi Saddam Hüseyin'den sonra Irak'ın nasıl yönetileceğine dair görüşler üzerinde Kürt partilerle anlaşmazlıklar yaşamasına rağmen 1992 ve 1995 yıllarındaki kongrelere katıldı.
Partinin önde gelen yöneticilerinin büyük bölümü ABD'nin Irak'ı işgal etmesine kadar sürgünde kaldı. Bu dönemde bazı gruplar ilDYK'ye katıldı. Dava Partisi, diğer Şii Irak İslam muhalefet partilerinin aksine savaşa karşı bir tavır aldı. İbrahim El Caferi şahsen, 2003 Irak Savaşı nedeniyle İngiltere'de yapılan savaş karşıtı protestolara katıldı.
Irak İslam Devrim Konseyi
Irak İslam Yüksek Konseyi () veya eski adıyla Irak İslam Devrim Yüksek Konseyi Irak'ta faaliyet gösteren siyasi bir parti. Geleneksek destekçileri Şii görüşüne sahip çıkanlardır. Konseyin lideri 2003 yılı Ağustos ayında suikast sonucu öldürülene dek Ayetullah Muhammed Bekir el-Hakim'di. Ondan sonra kardeşi Abdül Aziz el-Hakim, onun ölümünden sonra ise Abdül Aziz el-Hakim'in oğlu Ammar el-Hakim konsey liderliğinde geçmiştir. Parti 2010 Irak parlamento seçimlerine dek Irak'daki en büyük ve etkili siyasi parti olmuştur.
Örgüt 1982’de Tahran’da İran-Irak Savaşı sürerken Irak’taki Baas rejime muhalif bir şemsiye grup olarak kuruldu. Kurucusu Ayetullah Mohammed Baqir al-Hakim sürgün olarak İran'a giderek bu örgütü kurmuştur. Örgütün amacı Baas iktidarını devirip Irak'da "İslam Cumhuriyeti" kurmak olarak açıklanmıştır. Örgüt birlikte hareket ettiği Dava Partisi ile çeşitli konularda farklı düşünmektedir. Özellikle İran İslam Devrimi ile ilgili tutumlar 1984 yılındaki ayrılıkta belirleyici oluştur.
Dava Partisinin aleyhine Irak'ın işgalini destekleyen parti Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra hızla Irak'a gelerek buradaki Şii nüfus arasında örgütlenecektir. Özellikle savaşın yarattığı tahribatın ortadan kaldırılmasına yönelik parti tarafından sağlanan sosyal ve insanî yardımlar partiye desteğin artmasında etkili olacaktır. Ancak bu dönemde özellikle İran ile partinin bağları, partinin gelir kaynakları ve partinin silahlı kanadı olan Bedir Tugayının silahlı gücü sorgulanacaktır. Parti Irak'da işgalci konumda olan ABD Silahlı Kuvvetlerine karşı olmadığı için Irak Direnişi tarafından hedef alınacakır. Partinin lideri Mohammed Baqir al-Hakim 29 Ağustos 2003 tarihinde Necef'de düzenlenen bombalı saldırı öldürülecektir.
Partinin ABD ile ilişkileri işgalden öncesine dayanmaktadır. ABD liderliğindeki Iraklı muhalif gruplarla yapılan toplantılara düzenli katılım sağlanmasa da grubun Saddam Hüseyin'i devirme isteği olumlu karşılandı. Zalmay Halilzad öncülüğünde yapılan toplantılarda Saddam sonrası Irak ile ilgili değerlendirmeler yapılacaktır. Irak'ın işgalinden sonra partinin ABD ile ilişkileri, zaman zaman silahlı karşı karşıya gelmelerin yaşanmasına rağmen görece uyumlu olmuştur.
Parti, Ruhullah Humeyni'nin teokrasi ile ilgili kaleme aldığı Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslamî adlı eser çerçevesinde savunulan velâyet-i fakih (Farsça: ولایت فقیه) yönetim tarzını savunur. Buna göre devlet ve toplam İslâm şeriatına göre ve bunu uygulayacak dinî liderlik tarafından yönetilmelidir. Irak'da buna göre bir "İslam Cumhuriyeti" kurulması savunulur. 2007 yılının Mayıs ayında örgütün isim değişikliğinin de yapıldığı düzenlemelerde "fakih" kavramı daha Iraklı bir şekilde yorumlanarak İran rejimi ile araya mesafe konmaya çalışılmıştır. Buna göre Irak'taki ABD varlığı ile iyi ilişkilerde olan parti yönetimi gündemine "demokrasi" ve "seçimler" gibi olguları da dahil etmiştir.
Partinin en çok destek aldığı Güney Irak bölgesi ve özellikle Basra bölgesidir. Burada parti neredeyse fiili bir hükümet gibi davranmaktadır. Ancak bu yönetim otokratik ve baskıcı olarak eleştirilmektedir.Özellikle Bedir Tugayı üyelerinin sivil halk üzerinde hukuk dışı tutuklama ve infazlarla baskı kurduğu iddia edilmektedir.
Partinin 2003 yılındaki işgalden sonra yapılan parlamento seçimlerinde aldığı sonuçlar aşağıda sıralanmıştır:
Irak'taki Sünni gruplar başta olmak üzere işgal karşıtı oluşumların tamamı partiyi İran tarafından tam destek almakla, bu desteğin para ve silah desteği başta olmak üzere ekonomik, siyasi, istihbari ve lojistik yönü havi olduğunu söylemektedirler. Bu bilgiler muhalif Şii partiler tarafında |
n da dile getirilmiş, özellikle parlamento seçimleri öncesi maddi destek alan partinin İran Gizli Servisi ile işbirliği halinde olduğu ileri sürülmüştür.
Parti Irak'taki en yüksek dinî otorite olarak Ali Husaini Sistani'yi kabul eder. Partinin en yüksek karar organı olan konferans ülke çapındaki delegelerin bir araya gelmesiyle toplanır ve konsey üyelerini seçer. Aynı zamanda Konsey Başkanı olan parti lideri ise konsey üyeleri tarafından belirlenir.
Partinin silahlı kolu olarak kurulan Bedir Tugayı, Saddam Hüseyin yönetiminin devrilmesinden sonra silahlı eylemleri bırakarak sosyal ve insanî yardım faaliyetlerine yönelse de gerek ordu gerek de polis teşkilâtı içinde varlığını sürdürmekte ve ayrı bir örgüt olarak değerlendirilmektedir.
Alfons Mucha
Alfons Maria Mucha ya da Alphonse Mucha (24 Temmuz 1860 – 14 Temmuz 1939), Çek ressam ve grafik sanatçısıdır.
Alfons Mucha, Moravya'nın Ivančice kentinde doğdu. Resim yapmak çocukluğundan beri onun ilk aşkı olmasına rağmen, şarkı söylemekteki yeteneği, Moravya'nın başkenti Brünn'deki liseye devam edebilmesini sağladı. Moravya'da dekoratif çizim işlerinde çalıştı. Genelde teatral sahne çizimleri hazırladı. Daha sonra, 1879'da hem sanatsal eğitimini ilerletmek hem de önde gelen bir Viyanalı tiyatro tasarımı firmasında çalışmak üzere Viyana'ya gitti. 1881 yılında bir yangın çalıştığı firmayı yok edince tekrar Moravia'ya dönerek dekoratif ve portre çizimleri konusunda serbest olarak çalıştı. Nikolsburg'lu Kont Karl Khuen, Mucha'yı Hrušovany Emmahof Kalesi'ni duvar resimleri ile süslemesi için kiraladı ve çalışmalarından çok etkilendiği Mucha'nın Münih Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki resmi eğitimi için sponsor olmaya karar verdi.
Mucha 1887'de Paris'e taşındı. Dergiler ve reklamlar için çizimler yaparken, bir yandan da Académie Julian ve Academie Colarossi'deki çalışmalarına devam etti. 1894'te, Theatre de la Renaissance'da sahne alan Sarah Bernhardt'ın tanıtımı için lithographed tekniği ile bir poster hazırladı. Mucha'nın renkli ve stilize poster sanatı ona ün ve pek çok ödül kazandı.
Mucha resimler, posterler, reklam afişleri ve kitap çizimlerinden oluşan zengin bir ürün yelpazesi sunarken aynı zamanda mücevher, halı, duvar kağıdı ve tiyatro setleri de hazırladı. Çalışmaları daha sonra "Art Nouveau" stili olarak anılacak olan ekole dahildir. Mucha'nın çalışmaları genellikle Neoklasik bir tarzda giyinmiş güzel sağlıklı kadınları resmeder. Arka planda genellikle girift çiçek desenleri betimlenir ve bazen bu çiçekler kadınların başlarında bir hale şekline dönüşür. Sanatındaki art nouveau tarzı çoğunlukla taklit edilmiştir. Ancak Mucha daima sanatının herhangi bir moda akımından ziyade içten gelen bir stilistik form olduğunu belirtti. Sanatın sadece ruhani mesajı iletmek için varolduğunu iddia etti. Ticari işlerinden elde ettiği ün ve başarı onu asıl yapmak istediği sanatından uzaklaştırdı.
Mucha 1906 - 1910 yılları arasında ABD'yi ziyaret etti, daha sonra ülkesine geri dönüp Prag'a yerleşti. Burada Güzel Sanatlar Tiyatrosu gibi şehrin en önemli anıtsal yapılarını dekore etti.
Çekoslovakya, II. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını kazandığında, Mucha yeni ulusu için yeni posta pulları, banknotlar ve diğer hükümet dökümanlarını tasarladı.
Çok uzun zaman boyunca kendi şaheseri olarak tanımladığı "Slav Destanı" ("Slovanská epopej") üzerinde çalıştı. Bu eser Slav halklarının tarihini anlatan bir dizi çok geniş resimden oluşur. Sanatçı bu eseri 1928 yılında Prag şehrine hediye etti. Slav halklarını yüceleştiren böyle bir eseri tamamlamak gençliğinden beri onun rüyasıydı. II. Dünya Savaşı başladığında tutuklandı ve Alman işgalciler tarafından sorgulandı. Bu olayın etkisinden ve anavatanının işgal altına girmesinin yarattığı üzüntüden asla kurtulamadı. Sanatçı, 14 Temmuz 1939'da Prag'da bir akciğer enfeksiyonu sebebiyle öldü ve Vyšehrad Mezarlığı'na defnedildi.
Uluslararası Güvenlik Terörizm ve Etnik Çatışmalar Merkezi
Uluslararası Güvenlik, Terörizm ve Etnik Çatışmalar Merkezi, Ankara merkezli sivil toplum kuruluşu statüsünde bir araştırma düşünce derneği ("ing." Think tank).
USAK araştırma merkezleri ağı içinde yer almaktadır.
Uluslararası güvenlik, güvenliğin temel unsurları, terörizm, nedenleri, anti-terör çalışmaları, terörün siyasi ve sosyal sonuçları, etnik ilişkiler ve bu ilişkilerde temel sorunlar başta olmak üzere güvenlik alanında faaliyet gösterir.
Çalışmalarda ağırlıklı olarak demokratik bir sistemde güvenlik sorunlarının çözümü konusuna ağırlık vermektedir. İlk hedef olarak alanında temel kavramların belirlenmesi ve sağlıklı bir şekilde tanımlanmasını esas almıştır. UTEM uzmanlarına göre Türkiye'de Terörizm ve Güvenlik Çalışmaları'nın temel ilkeleri ve kavramları dahi henüz yerleşmemiştir.
Disiplinlerarası bir yaklaşım benimseyen merkez, diğer ilgili tüm disiplinlerden yararlanmaya çalışmaktadır. Alanında yurt içindeki ve uluslararası alandaki benzeri kurumlarla iş birliği de yapan kurumun bünyesinde bir de kitaplığı bulunmaktadır. Merkez, düzenli bilimsel toplantılar, kamuoyu ve medya bilgilendirme toplantıları düzenlemektedir. Başkanlığını Doç. Dr. İhsan bal yürütmektedir. Uzmanlarının çok sayıda ulusal ve uluslararası yayında bilimsel makaleleri yayınlanmıştır. UTEM uzmanları arasında terörist Abdullah Öcalan'ı da sorgulayan eski Başsavcı Talat Şalk da bulunmaktadır.
Lüks
Ateş Toprakları
Ateş Toprakları (Ateş Arazisi; Tierra del Fuego), Güney Amerika'nın güney ucunda aynı adı taşıyan bir büyük adası da olan adalar topluluğu. Macellan Boğazı'nın ötesinde, 53° ile 56° güney enlemleri arasında bulunmaktadır. Macellan'ın 1520'de keşfettiği, 19. yüzyılda yerleşilen takımadalar, 1881 yılında Şili ve Arjantin arasında paylaşıldı ve her iki ülkedeki bir eyalete adını verdi. (Ateş Toprakları ismi bazen Tiarra del Fuego'nun İsla Grande Adası'nı belirtmek için de kullanılır.) Ushuaia en güneyindeki kara yerleşim yeridir. Ünlü Horn Burnu da bu topraklarda yer alır.
And Dağları en güneydeki adalarda ve kayalıklarda granitli ve diyoritli yarlarla son bulur. 2.000 metreyi aşan İsla Grande Dağları ise büyük başkalaşmalar geçirmiş şistlerdir. Soğuk, nemli ve sisli iklim, sürekli karların sınırını 700 metreye kadar indirir. Patagonya'nın Arjantin'deki bölümünün devamı olan İsla Grande'nin kuzeyini kaplar. Ancak Ateş Toprakları'nın büyük bölümü 500 metreye kadar görülen nemli bir ormanla örtülüdür. Yüksek kesimlerde turbalıklar uzanır. Güney adalarında sadece cılız çayırlar bulunur. Kara hayvanları yönünden yoksul, deniz hayvanları yönünden çok zengindir, balinalar, yunuslar, morslar, foklar çokça bulunur.
Günümüzde en önemli iktisadî özellikleri, doğal gaz çıkarılmasından kaynaklanmaktadır; öte yandan kıta sahanlığı üzerinde petrol araştırmaları da yapılmaktadır.
Ateş Toprakları, toplam 71.500 kilometrekare yüz ölçüme sahip olup yaklaşık nüfusu 140.000 kişidir. Doğuda Arjantin'e ait kısımda 133.000, batıdaki Şili'ye ait kısımda ise 7.000 kişi yaşar. Kıtanın geneline kıyasla az bir nüfusa sahiptir.
AC
AC şu anlamlara gelebilir:
Ürün
Rlogin
İngilizce "Remote Login", yani "Uzaktan Sistem Girişi" anlamına gelen rlogin, Telnet gibi ağ üzerindeki başka bir sunucuya uzakta bulunan bir başka makineden bağlantı sağlayan bir protokoldür. Telnet'e benzer şekilde çalışır ve aynı Telnet gibi veri alışverişini şifrelemez.
Şifreli alternatifi SSHtır.
Transport Layer Security
Taşıma Katmanı Güvenliği (TLS) ve onun öncülü/selefi olan Güvenli Soket Katmanı (SSL), bilgisayar ağı üzerinden güvenli haberleşmeyi sağlamak için tasarlanmış kriptolama protokolleridir. X.509 sertifikalarını kullanırlar ve bundan dolayı karşı tarafla iletişime geçeceklerin kimlik doğrulaması asimetrik şifreleme ile yapılır ve bir simetrik anahtar üzerinde anlaşılır. Bu oturum anahtarı daha sonra taraflar arasındaki veri akışını şifrelemek için kullanılır. Bu, mesaj/veri gizliliğine ve mesaj kimlik doğrulama kodları için mesaj bütünlüğüne izin verir. Protokollerin birçok versiyonu ağ tarama, elektronik mail, İnternet üzerinden faks, anlık mesajlaşma ve İnternet üzerinden sesli iletişim gibi uygulamalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu durumda/içerikte/bağlamda en önemli özellik iletme gizliliğidir. Bundan dolayı kısa süreli oturum anahtarı, uzun süreli gizli simetrik anahtardan türetilememelidir.
X.509 sertifikalarının seçimi sonucunda, sertifika yöneticileri ve açık anahtar altyapısı, sertifika ve sahibi arasındaki ilişkinin doğrulanmasının yanı sıra oluşturulması, imzalanması ve sertifikaların geçerliliğinin yönetilmesi için gereklidir. Bu, güvenilirlik ağı yoluyla kimlik doğrulamasından daha faydalı olduğu halde, 2013'deki küresel izleme ifşası sertifika yöneticilerinin ortadaki adam saldırısına(man-in-the-middle attack) izin verdiğini bundan dolayı güvenlik bakımından zayıf bir nokta olduğunu bilinir hale getirdi.
İnternet protokol takımında, SSL ve TLS uygulama katmanında ağ bağlantıları verisini şifreler. OSI modelde eşdeğer olarak, TLS/SSL 5.katmanda(oturum katmanı) başlatılır ve 6.katmanda(sunum katmanı) çalıştırılır. Oturum katmanı asimetrik şifrelemenin kullanıldığı bir el sıkışma işlemine sahiptir. Buradaki amaç, oturum için bir paylaşılan anahtar ve şifreleme ayarlarını oluşturmaktır. Sunum katmanı ise simetrik şifreleme ve oturum anahtarını kullanarak haberleşmenin geri kalanını şifreler. Bu iki modelde TLS ve SSL, bölütleri şifreli verileri iletmekte olan taşıma katmanı adına çalışmaktadır.
TLS, İnternet Mühendisliği Görev Gücü (IETF) standartlar yolu protokolüdür. İlk olarak 1999 yılında tanımlanmıştır ve RFC 5246(Ağustos 2008) ve RFC 6176(Mart 2011)da güncellenmiştir. Önceki SSL spesifikasyonları(1994, 1995, 1996) esas alınarak Netscape İletişim tarafından geliştirilmiştir.
Netscape tarafından 1994 yılında geliştirilenSecure Sockets Layer (Güvenli Soket Katmanı) protokolü, internet üzerinden güvenli veri iletişimi sağlayan bir protokoldür. SSL 2.0 1995 yılında ve SSL'in günümüzde kullanılan versiyonu olan SSL 3.0 da 1996 yılında RFC 6101 koduyla |
piyasaya sürülmüştür.
Daha sonra IETF, SSL'in bir standart haline gelebilmesi için bir girişimde bulundu ve SSL 3.0'ı temel alan yeni bir protokol üzerinde çalışmaya başladı. IETF, Ocak 1999'da bu yeni protokolü TLS 1.0 (Transport Layer Security) adıyla ve RFC 2246 koduyla piyasaya sürdü. TLS 1.1 Nisan 2006'da RFC 4346 koduyla, TLS 1.2 Ağustos 2008'de RFC 5246 koduyla yayınlanmıştır. Mart 2015 itibarıyla TSL 1.3 taslak halindedir. Henüz yayınlanmamıştır.
Yerini yavaş yavaş TLS 1.3'e bırakmış olsa da SSL 3.0 günümüzde tüm internet tarayıcıları tarafından desteklenmektedir.
İnternet tarayıcıların herhangi bir yerinde görülen asma kilit resmi, o siteye yapılan bağlantının SSL/TLS ile şifreli bir şekilde yapıldığını göstermektedir. Bazı tarayıcılarda bu asma kilit ikonuna tıklanarak SSL sertifikasının kimden alındığı, sitenin açık anahtar değeri, geçerlilik süresi, özet algoritması ve versiyon bilgisi gibi bilgiler görüntülenebilir.
SSL 3.0'ın çalışma prensibi açık anahtarlı şifrelemeye dayanmaktadır. SSL kısaca şu şekilde çalışmaktadır:
Protokoller TLS ile ya da TLS olmaksızın işlem gördüğünden beri, istemcinin sunucuya TLS bağlantısının kurulmasını isteyip istemediğini belirtmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmenin başlıca iki yolu vardır; ilk seçenek TLS bağlantıları için farklı bir port numarası kullanılmasıdır (örneğin HTTPS için 443. port). Diğer seçenekte ise normal bir port numarası kullanılır ve istemci TLS protokolün özelleştirilmiş mekanizmasını kullanarak (örneğin mail ya da haber protokolleri için STARTTLS) sunucunun bağlantıyı TLS protokolüne yönlendirmesi için istekte bulunur.
İstemci ve sunucu TLS protokolü kullanmayı kararlaştırdıktan sonra, el sıkışma süreci kullanarak kararlı bir bağlantı kurarlar. Bu el sıkışma esnasında, istemci ve sunucu bağlantının güvenliğini sağlamak için çeşitli parametreler kullanmayı kararlaştırır:
SSL el sıkışması artık sonra ermiş ve oturum açılmıştır. İstemci ve sunucu birbirlerine gönderdikleri verileri şifrelemek, deşifrelemek ve bütünlüğünü tasdik etmek için oturum anahtarlarını kullanırlar.
Bu güvenli kanalın normal işleyiş durumudur. Herhangi bir zamanda içeriden veya dışarıdan bir uyarı alınırsa, taraflardan biri bağlantının yeniden kurulmasını talep edebilir ve böylece süreç kendisini tekrarlar.
Eğer yukarıdaki adımlardan birisi başarısız olursa, TLS el sıkışması başarısız olur ve bağlantı oluşturulamaz.
TLS protokolü gizli dinlemeyi ve onaysız değişiklik yapmayı önleyerek, ağ üzerinden istemci-sunucu uygulamalarının haberleşmesine izin verir.
Protokoller TLS ile ya da TLS olmaksızın işlem gördüğünden beri, istemcinin sunucuya TLS bağlantısının kurulmasını isteyip istemediğini belirtmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmenin başlıca iki yolu vardır; ilk seçenek TLS bağlantıları için farklı bir port numarası kullanılmasıdır (örneğin HTTPS için 443. port). Diğer seçenekte ise normal bir port numarası kullanılır ve istemci TLS protokolün özelleştirilmiş mekanizmasını kullanarak (örneğin mail ya da haber protokolleri için STARTTLS) sunucunun bağlantıyı TLS protokolüne yönlendirmesi için istekte bulunur.
İstemci ve sunucu TLS protokolü kullanmayı kararlaştırdıktan sonra, el sıkışma süreci kullanarak kararlı bir bağlantı kurarlar. Bu el sıkışma esnasında, istemci ve sunucu bağlantının güvenliğini sağlamak için çeşitli parametreler kullanmayı kararlaştırır:
El sıkışması artık sonra ermiş ve güvenli bağlantı açılmıştır. İstemci ve sunucu birbirlerine gönderdikleri verileri şifrelemek, şifreli verileri çözmek ve bütünlüğünü tasdik etmek için oturum anahtarlarını kullanırlar.
Eğer yukarıdaki adımlardan birisi başarısız olursa, TLS el sıkışması başarısız olur ve bağlantı oluşturulamaz.
Özgün SSL protokolü Netscape tarafından geliştirilmiştir. Versiyon 1.0, ciddi güvenlik kusurlarından dolayı hiçbir zaman piyasaya sürülmemiştir. Versiyon 2.0 ise Şubat 1995'de piyasaya sürülmüştür. SSL 3.0, protokolün yeniden tasarımını temsil etmektedir. Paul Kocher ve Netscape mühendislerinden Phil Karlton ve Alan Freier tarafından 1996 yılında yayınlanmıştır. SSL protokolünün yeni versiyonlarında, SSL 3.0 temel alınmıştır. 1996 yılında IETF tarafından SSL 3.0 tasarısı yayınlanmıştır.
1995 ve 1998 yılları arasında Netscape İletişimde başmühendis olan Dr. Taher Elgamal, "SSL'in babası (father of SSL)" olarak tanınmıştır.
SSL'deki tüm blok şifrelemelerini etkileyen POODLE saldırısına açık olduğu için, SSL 3.0 versiyonunun 2014 yılından itibaren güvensiz olduğu anlaşılmıştır. SSL 3.0 tarafından blok olmayan şifreleme algoritmalarından yalnızca RC4 desteklenmektedir. Ancak muhtemel bir şekilde bu algoritmada kırılabilmektedir.
TLS 1.0, ilk olarak Ocak 1999'da RFC 2246'da tanımlanmıştır ve SSL 3.0 versiyonunun geliştirilmiş halidir.
TLS 1.1, Nisan 2006'da RFC 4346'da tanımlanmıştır. TLS 1.0 versiyonunun güncellenmiş halidir. Bu versiyonlar arasındaki önemli değişiklikler şu şekildedir:
TLS 1.2, Ağustos 2008'de RFC 5246'da tanımlanmıştır. TLS 1.1 spesifikasyonları esas alınmıştır. Başlıca farklılıklar şu şekildedir:
Tüm TLS versiyonları, Mart 2011'de RFC 6176'da düzeltilmiştir. SSL ile geçmişe yönelik uyumluluk özelliği kaldırılmıştır. Öyle ki, TLS oturumları hiçbir zaman SSL 2.0 versiyon kullanımını kabul etmeyecektir.
Mart 2015 tarihinden itibaren TLS 1.3 bir tasarıdır ve detayları henüz yayınlanmamıştır. Önceki TLS 1.1 ve TLS 1.2 spesifikasyonları esas alınmıştır. TLS 1.2'den başlıca farkları şu şekildedir:
Sayısal sertifika, açık anahtar sahibini onaylar ve bu, diğerlerinin onaylanmış açık anahtara karşılık gelen özel anahtar ile yapılan imzalara veya bildirimlere güvenmesini sağlamaktadır.
Güven ilişkisinin bu modelinde, sertifika yöneticisi güvenilir üçüncü şahıstır(Trusted Third Party). Sertifika sahipleri ve sertifika doğrulama kullanıcıları tarafından güvenilir.
Şubat 2015'deki W3Techs araştırması sonuçları şu şekildedir:
İstemci ve sunucu TLS tarafından korunan bilgilerin değişimine başlamadan önce, verileri şifreleme için kullanılacak şifreleme algoritması ve şifreleme anahtarı üzerinde anlaşmaları gerekmektedir. Anahtar değişimi için kullanılan metotlar şu şekildedir: açık ve gizli anahtarlar RSA(TLS el sıkışma protokolünde TLS_RSA olarak ifade edilir), Diffie-Hellman(TLS_DH), ephemeral Diffie-Hellman(TLS_DHE), Eliptik Eğri Diffie-Hellman(Elliptic Curve Diffie-Hellman / TLS_ECDH), ephemeral Elliptic Curve Diffie-Hellman(TLS_ECDHE), isimsiz Diffie-Hellman(anonymous Diffie-Hellman / TLS_DH_anon), önceden paylaştırılan anahtar (TLS_PSK) ve Secure Remote Password(TLS_SRP) ile oluşturulur.
TLS_DH_anon ve TLS_ECDH_anon anahtar değişim metotları sunucu veya kullanıcının kimliğini doğrulamaz. Aynı zamanda, ortadaki adam (MitM) saldırısına açık olduğu için nadiren kullanılmaktadır. Sadece TLS_DHE ve TLS_ECDHE iletme gizliliği sağlar.
Açık anahtar sertifikaları değişim boyunca kullanılır ve aynı zamanda değişim boyunca kullanılan açık ve gizli anahtarların boyutuna göre çeşitlilik gösterir. Bundan dolayı güvenliğin dayanıklılığı sağlanmış olur. Temmuz 2013 yılında, Google artık 1024 bitlik açık anahtarları kullanmak yerine 2048 bit anahtarlara geçerek kullanıcılarına sunduğu TLS şifreleme güvenliğini artırdığını duyurmuştur.
Veri bütünlüğü için mesaj kimlik doğrulama kodu kullanılır. Blok şifrelemenin CBC modu ve dizi şifreleme için HMAC kullanılır. GCM ve CCM mod gibi doğrulanmış şifreleme için AEAD kullanılır.
Uygulamalarının dizayn aşamasında, TLS genelde herhangi bir taşıma katmanın - örneğin TCP,UDP- üzerinde geliştirilirken uygulamanın belirli protokollerini -örneğin HTTP,FTP,NNTP ve XMPP- enkapsüle eder. Tarihsel açıdan, TLS öncelikli olarak güvenilir taşıma protokolleri -örneğin TCP- tercih edilirdi. Buna rağmen datagram tabanlı taşıma protokolleri kullanılarak da geliştirilmiştir -örneğin UDP ve Datagram Congestion Control Protocol (DCCP)-. Bu uygulama sonradan Datagram Transport Layer Security (DTLS) adı altında standartlandırılmıştır.
TLS’in öne çıkan kullanımı, internette web sayfası ve tarayıcı arasında oluşturulan trafiği HTTP formundan HTTPS formuna sokarak güvence altına almasıdır. Kayda değer uygulamaları e-ticaret ve varlık yönetimidir.
Şubat 2015 itibarıyla, başlıca web tarayıcılarının son versiyonları TLS 1.0, 1.1 ve 1.2 desteklemekte ve bunları varsayılan olarak aktif olarak sunmaktadır. Buna rağmen, bazı tarayıcıların eski versiyonlarında bu konuda problemlerle karşılaşılmaktadır.
En çok kullanılan açık kaynak SSL and TLS programlama kütüphanleri:
Elektronik posta gönderme protokolünde (Simple Mail Transfer Protocol) de TLS aracılıyla korunma sağlanabilir. Bu uygulamalar, dijital sertifika kullanarak son noktaların birbirlerini doğrulaması sağlanmaktadır.
Ayrıca TLS kullanılarak bütün ağ, tünellenerek oluşturulabilinir -örneğin ve . Birçok satıcı artık TLS'in şifreleme ve kimlik doğrulama özelliklerinden yararlanmaktadır. Bunun yanı sıra 90ların sonundan itibaren web tarayıcıları dışında da kullanıcı bazlı kullanıcı/sunucu uygulamalarında azımsanmayacak derece gelişme göstermiştir. Geleneksel VPN teknolojisiyle kıyaslandığında, TLS'in özünden gelen, güvenlik duvarlarına ve teknolojisine faydaları bulunmaktadır, özellikle de geniş uzaktan kontrol gerektiren ağ hizmetlerini daha kolay haline getirmektedir.
Bunların dışında TLS, (SIP)("Oturum Başlatma Protokolü") uygulamasında korunma açısından standart bir metodudur. Ayrıca TLS, VoIP ve diğer SIP tabanlı uygulamalar ile birlikte SIP sinyalizasyonunda kimlik doğrulama ve şifreleme sağlamak için kullanılabilir.
SSL 2.0 birçok açıdan kusurlu bulunmaktadır:
SSL 2.0 protokolüne SHA-1 tabanlı şifreler ve sertifika doğrulaması desteği eklenerek oluşturulmuştur.
SSL 3.0 şifre suitlerinde, zayıf anahtar üretme süreci bulunmaktadır; master anahtarın yarısı tamamen hash fonksiyonuna bağlı olarak üretilmektedir. Diğer tarafta ise TLS 1.0 protokolünde master anahtar hem MD5 hem de SHA-1 algoritmalarıyla üretilmektedir. Bu üretim süreci şimdilik zayıf olarak görülmemektedir.
Ekim 2014'te, SS |
L 3.0 tasarımında kritik bir açıklık rapor edilmiştir. Bu açıklık, işleminde padding saldırılarına karşı savunmasız olmasından kaynaklanmaktadır().
TLS'de çeşitli güvenlik önlemleri bulunmaktadır:
Bazı uzmanlar, CBC kullanılmasından kaçınılmasını tavsiye etmektedir. Son desteklenen şifreleme algoritmaları, birçok program Windows XP'nin SSL/TLS kütüphanelerini kullandıkları için, bu kütüphanelere uygun olarak geliştirilmektedir.
Ana makale için: Aradaki adam saldırısı
Aradaki adam saldırısını engelleme yöntemlerinden biri, dijital sertifikayı iğnelemektir. Bu yöntem iki türlü gerçekleştirilmektedir. Bunlardan ilki, ilk bağlantı esnasında web sitesinden alınan sertifikayı o sitenin gerçek sertifikası olarak kabul edip bundan sonraki bağlantılar sırasında web sitesinden alınan ilk alınan sertifikayla kıyaslayarak devam etme yöntemidir. Diğer yöntem ise Google firması, Chrome'da *.google.com domainleri için kullandığı sertifikayı gömülü olarak bulundurmaktadır. Bu sayede herhangi birisi google.com adresi için aradaki adam saldırısı gerçekleştirmeye çalıştığında, Chrome bunu otomatik olarak kendisininde gömülü olarak bulunan sertifikayla kıyaslayarak hata vermektedir.
DNSChain'deki güvenlik, "blok zincirleri" açık anahtarlarının dağıtımına dayanmaktadır. Belirli bir DNSChain sunucusuna güvenli bir kanal açıldıktıktan sonra diğer tüm açık anahtarlar bu kanal üzerinden iletilmektedir.
Algoritmik bilgi teorisi
Algoritmik bilgi teorisi, hesaplama ve bilgi arasındaki ilişkiyle ilgilenen bilgi kuramının bir alt dalıdır.
Klasik bilgi kuramı rastgele işlemlerle ilgilenir, fakat bir işlemin sonucunu, üreten işlemin bağlamı olmadan “rastgele” olarak adlandırmak pek de bir anlam ifade etmez.
Örneğin, yazı tura atma işlemi “yazı” ve “tura” sonuçlarını üretir, fakat “yazı” paranın rastgele bir tarafıdır veya [“yazı”,”yazı”,”tura”] atılan üç para için rastgele bir sonuçtur demek pek de makul olmayan bir iddiadır. Aksine, algoritmik bilgi teorisi, belirli nesneleri rastgele veya rastgele olmayan şeklinde tanımlamak için evrensel bilgisayarların varlığını kullanır. Özellikle, algoritmik bilgi teorisi rastgele dizgi ve rastgele sonsuz dizilerin resmi ve özenli tanımlarını verir.
Datsun
Datsun Avrupa ve ABD'de satış yapan bir marka iken zamanının Japon Hükümetinin politikaları sonucu geride kalmış ve ismini Nissan olarak değiştirmiş otomotiv firması.
1910 yılında , , adlı 3 ortak tarafından şirketi kurulur. Üç ortağın soyisimlerinin ilk harfinden oluşan ilk araç DAT 1914 yılında üretilir.
1925 yılında şirket DAT Motorcar Co. ismini alır.
1926 yılında Jitsuyo Jidosha company ile birleşerek Osaka merkezli DAT Manufacturing Co. Ltd. şirketi kurulur.Şirket 1932 yılına kadar bu çatı altında otomobil üretir. Şirket 1930 yılında Birleşik Krallık'a ait Austin ile yaptığı ortaklık ile otomobil ve motor dizaynlarının geliştirilmesinde iş birliğine gider.Austin 7'yi 1930 yılında üretmeye başlar. 1931 yılında DAT'ın oğlu anlamına gelen ilk DATSON üretilir. Ancak Japonca'da SON kelimesi kayıp anlamına geldiğinden SON , SUN takısı ile değiştirilir.
1933 yılında şirket Jidosha-Seizo co. adını alır ve Yokohama'ya taşınır.
1934 yılında Jidosha-Seizo co. ve Nihon Sangyo Co.ltd. şirketleri birleşerek Ni-san adını alır. 1 Haziran 1934'te şirketin adı Nissan Motor Co. Ltd. olur.
DHTML
DHTML, yani "Dynamic HTML (Dinamik HTML)"; Javascript'in olay modelinin temelleri üstüne inşa edilen CSS/Html teknolojilerinin yapısı için kullanılan kısaltmadır.
Tam adıyla Dynamic HyperText Markup Language yani Dinamik Zengin Metin Dil Biçimi
İsrâiliyat
İsrâîliyyât, bir İslam dini terimi. Yahudi mitolojisi veya İsrail kaynaklı rivayetlerin bütününü kastetmekte kullanılmaktadır.
İsrâîliyyât Arapça kökenli bir sözcük olup çoğuldur. Tekili "İsrâîliyye" olan sözcük, ""İsrâîlî kaynaktan rivayet edilen kıssa veya hâdise"" anlamına gelmektedir. Terimin kökeni ve anlamı açıkça "İsrail" sözcüğüne dayanır ki İsrail ile kastolunan İsrailoğulları yani Yahudilerin kökeni olan milli ve etnik gruptur.
İslam dinine göre, İbrahimî dinlerde geçen neredeyse tüm peygamberler aynı zamanda İslam peygamberleridir ve insanlığın doğuşunda İslam tek din olarak var olmuştur. Buna göre her türlü din ve inanış ilk inanış olan İslam'ın sapmış versiyonları olarak kabul edilir. Musevilik ve Hıristiyanlık ise, İslam'da ehl-i kitap yani kitap ehli olarak anılır ve bu dinlerde kutsal olan Musa ve İsa'nın İslam peygamberleri olduğu, getirdikleri mesajın İslami olduğu fakat daha sonra halklar tarafından tahrif edildiği düşünülür. Bu arka plan İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'da açıkça mevcuttur.
İslami literatürde İsrâîliyyât sözcüğü olumsuz bir anlama sahiptir. Genellikle tefsir ve hadis alimleri terimi sadece Yahudi kaynaklı kıssalar olarak görmemiş daha geniş biçimde kullanmıştır.
Fakat terimin kullanım alanına ve yorumuna dair iki ana tanım vardır:
Genel görüş birinci İsrâîliyyât tanım ve yorumunu kabul etse de, bazı savunmacı tefsir ve hadis alimleri ikinci tanımda ısrar etmişlerdir. Aslında Kur'an'ın büyük kısmını Tanah ve Yeni Ahit kaynaklı hikayelerin oluşturduğu göz önüne alındığında İsrâîliyyâtın tefsire ve hadise sızmış veya kasıtlı olarak karıştırılmış efsanelerden ibaret olduğunu düşünmek bilimselliği ve nesnelliği göz ardı eden bir yaklaşım olarak görülebilir.
Amaç veya süreç ne olursa olsun, bilinen gerçek İslam tefsir ve hadis geleneğinde yer etmiş çoğu hurafe veya rivayetin Yahudi kaynaklı olduğudur. Burada son dönem araştırmacıları tarafından kaydedilmiş bir başka detay da bu kıssaların bir kısmının bire bir Tevrat kaynaklı olmaktan ziyade, Sümer mitolojisinden yoğun oranda etkilenmiş olan İsrail efsane ve folkloru kaynaklı olduğudur. Yahudi kültür ve inancının İslam'ın özellikle tefsir ve hadis ilimlerini belli noktalarda etkilemesi, Müslümanlarla ilişkisi en çok olan kitap ehli olduğundan normal karşılanabilir. Farklı kaynaklar mevcut olsa da kıssaların geneline İsrâîliyyât denmesinin en büyük nedeni bu kıssaların çoğunun Yahudi kaynaklı olmasıdır.
İsrâîliyyât İslam öncesi dönemde zaten Arap kültür ve mitolojisinde büyük oranda bulunmaktaydı. Bunun en büyük nedeni Arap Yarımadası'ndaki Yahudi nüfus idi, sonuçta yakın yaşayan bu toplumlar arasında inanç ve kültür etkileşiminin oluşması kolaydı. Yine de kaydedilmesi gereken, bu etkileşimin çok büyük çapta olmadığıdır, her ne kadar hakkındaki bilgi sınırlı da olsa Arap mitolojisinin belirgin bir şekilde Yahudi kültür ve dininden farklı olduğu bilinmektedir.
İslam'ın ortaya çıkışından sonra özellikle Medine'ye göç etmenin sonucunda Müslümanlar ve Yahudiler arasında yakın ilişkiler olmuştur. Medine'de çeşitli Yahudi toplulukları bulunmaktaydı ve Müslümanlar bu topluluklarla ilişki halindeydi. Zaman zaman İslam peygamberi de bu toplulukları tebliğ (İslam dinine çağırmak) amacıyla ziyaret ederdi. Bu sırada İslam dinine giren çeşitli Yahudi din adamları da olmuştur, Vehb ibni Münebbih, Abdullah bin Sûriyâ ve Ka'bu'l-Ahbâr gibi.
İslam tarihinde bu kültürel etkileşimin boyutları rahatlıkla görülebilir. Etkileşim tefsir ve hadisle sınırlı kalmamış kelam ilmini de etkilemiştir. Örneğin kelam tartışmalarından biri olan "Kur'an'ın mahluk olup olmadığı" meselesinin ilk ortaya çıkış yerinin Yahudi kaynaklar olduğuna dair çeşitli rivayetler vardır.
Erken dönemde Muhammed'in insanlara aktardığı dini bilgiler sahabiler tarafından tabiilere, tabiiler ise kendi talebeleri olan tebeu't-tabiine sözlü olarak aktarıldı. Tabiin döneminde "uydurma hadis"ler baş gösterdi ve tebeu't-tabiin döneminde rivayet zincirleri oluşturulmaya başlandı. Sonraki dönemlerde de rivayet eden kişilerin hafıza, doğruluk, doğrulanabilirlik özelliklerini tam olarak belirlemenin imkansızlığı veya bu konularda titizlik gösterilmemesi bu rivayetlerin islam tefsir ve hadis kaynaklarında aynen yer etmesine yol açmıştır. Yaklaşık hicri 3. yüzyıl başlarında tefsir ve hadislerin tedvin edilmeye başlanmasıyla tefsir ve hadis kaynaklarına bol miktarda İsrâîliyyât girmiştir. Fakat İsrâîliyyâtın yaygınlaşmasına neden olan başlıca unsur sonraki dönemlerde yapılan tedvinlerde genellikle sadece metinlerin aktarılması, metinleri rivayet eden, kaleme alan isimlerin aktarılmamasıdır. Bu dönemde İsrâîliyyât temelli rivayetler büyük artış gösterdi ve tefsir ile hadis alanına iyice yayıldı. Hadis tedvin edilirken karışmış olan çeşitli İsrâîliyyât temelli bilgiler, tefsir kitaplarında kullanılmıştır.
İbn Haldun'da ünlü eseri "Mukaddime"`de İsrâîliyyâtın tefsire girişine dair açıklama ve tahliller bulunmaktadır.
İsrâîliyyât ve İsrail dışı kültürlerden kaynaklanan efsaneler İslami dogma ve inançlara bazı başkalaşımlar geçirerek karışmaya devam etmiştir.
Single-ended amplifikatör
Single-ended amplifikatör, çok özel ve belki de en eski amplifikatör tasarımıdır. Bu tarz yapı özellikle lamba (elektron tübü) kullanan amplifikatörler için geçerlidir. Tek bir güç katı lambası kullanılarak ses sinyalinin hem negatif hem de pozitif yönünün bu elektron tübü ile güçlendirilmesi prensibine dayanır. Ortaya çıkışları 1930'lara dayanır. Özellikle Bell Laboratuvarlarının 1920'lerden itibaren yaptığı çalışmalar sonucunda gelişmeye başlayan triyod lambalar 1930'larda seri üretime ve yaygın kullanıma kavuştu. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde çok yaygın olarak kullanılmaktaydı. Fakat özellikle II. Dünya Savaşı sonunda ve 1950'lerde Amerika Birleşik Devletleri'nde unutulmaya başlandı. Tam aynı dönemde özellikle Japonya'da savaş sonrası yeni bir şey bulunamadığından, müzik sistemleri ile uğraşanlar eski ekipmanları kullanmak zorunda kaldılar ve Japonya'da single ended tasarımları gelişmeye başladı. Zaten single-ended amplifikatör hareketi aslında Japonya kaynaklı bir hareket olarak bilinir.
Bu tarz amplifikatörlerin en önemli parçası triyod güç elektron tüpleridir. Oldukça düşük çıkış güçleri olması ile bilinirler. Hala birçok firma tarafından üretimi yapılmakta ve sıklıkla kullanılmaktadır. En bilinenleri 2A3, 300B ve 845 tipi elektron tüplerdir. Her birinin farklı |
özellikleri, ses yapıları ve güçleri vardır. İçlerinde en kuvvetlileri olan 845 lambasının maksimum gücü 30 watt civarındadır.
Tasarımı, kaynaktan (CD çalar, pikap gibi) gelen ses sinyallerinin bahsi geçen elektron tüplere ulaşması ile tüm ses sinyali aralığının tek bir elektron tübü ile yükseltilmesi amaçtır. Bu sayede en doğal sesin oluştuğu varsayılır. Yapısının basitliği nedeni ile, ses sinyaline en az etki ettiği söylenebilir.
Single-ended amplifikatör üretimi hali hazırda devam etmekte, özel bir hayran kitlesi olan bir amplifikatör türüdür. Özellikle II. Dünya Savaşından bugune Japonya'da popülerliğini asla kaybetmemiştir. Bugün birçok firma bu tarz ürünleri üretmekte olup, ama gerek yüksek işçilik kalitesi, gerekse de içerisinde kullanılması gereken bileşenlerin üst düzeyde seçilmesi zorunluluğundan en pahalı amplifikatör türüdür. Hatta dünyanın en pahalı amplifikatörü olan ONGAKU bir single-ended amplifikatördür.
Oldsmobile
Oldsmobile, 21 Ağustos 1897'de Lansing, Michigan'da Ransom Eli Olds tarafından "Olds Motor Vehicle Company" ("Olds Motorlu Araçlar Şirketi") adı altında kurulmuştur. 1899'da Samuel L. Smith adında bir bakır ve kereste kralı tarafından satın alınan şirketin adı "Olds Motor Works" olarak değiştirildi. Yeni şirket Lansing'den Detroit'e taşındı. Smith şirketin başkanı olurken, Ransom başkan yardımcısı ve genel müdürlük görevini aldı.
1901 yılında Ransom, 650$'a satılan "Curved Dash Oldsmobile" modelini tasarladı. Her ne kadar aynı yıl fabrika yansa da 600'ün üzerinde "Curved Dash" modeli satılmıştır. 1904 yılında satışlar 5000 adede kadar çıkmıştır.
Ransom ve Smith sık sık anlaşmazlığa düştüğünden, 1904 yılında başkan yardımcılığı ve genel müdürlük görevlerinden alınan Ransom kendi şirketinden ayrıldı. Hemen sonra kurduğu "R.E. Olds Motor Car Company"nin adını herhangi bir dava söz konusu olmasın diye "Reo Motor Company'e" çevirdi. REO kısaltması onun isminin baş harflerinden gelir. Ransom 1925'e kadar REO'nun başkanlığını ve sonra da yürütme kurulu başkanlığını yapmıştır.
"The Olds Motor Works" şirketi 1908 yılında "General Motors" tarafından satın alınmıştır. 107 yıl boyunca üretilen "'Oldsmobile" markası General Motors tarafından 2004 yılında durdurulmuştur.
Ransom E. Olds 1901 yılında montaj bandını yarattı. Her ne kadar birçokları Henry Ford tarafından icat edildiğini sansa de otomotiv sanyisinin yürüyen montaj bantlarınının babası Ransom E. Olds'tur. Henry Ford montaj bandlarını mükemmelleştirmiş ve prosesi standartlaştımıştır. Otomobil üretmek için tasarladığı bu yeni yöntemle fabrikasının kapasitesini dört katından fazlasına çıkarmış ve 1901'de 425 araç üretirken 1902'de 2.500 araç üretmiştir.
Joseph Grew
Joseph C. Grew (d. 27 Mayıs 1880, ö. 25 Mayıs 1965), 20. yüzyılın ilk yarısında görev yapmış ve uzun kariyeri içine iki dünya savaşı, Ankara ve Tokyo büyükelçilikleri ile Lozan konferansında Amerikan temsilciliği gibi önemli görevleri sığdırmış olan bir Amerikalı diplomattır.
Joseph Grew ve Richard Child, Lozan Konferansı'nda Amerikan gözlemci olarak görev yaptı. 1920-1921 yıllarında Danimarka, 1921-1924 yılları arası ABD'nin İsviçre büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 1927 yılında Grew, Türkiye'ye Amerikan büyükelçisi olarak atandı. Uzakdoğu'ya büyükelçi olarak atanana dek beş yıl İstanbul'da görev yaptı.
Dışişlerine girdiği 1904 yılında Kahire'de üçüncü kâtip olarak işe başlamış, 1945 yılında yaş haddiyle emekli olurken, kendi mesleğinde ulaşabileceği en üst seviyeden, bakanlık müsteşarı olarak görevi bırakmıştır. Görev yaptığı yıllarda tutmuş olduğu günlüğü düzinelerce defterden oluşmakta ve yalnız siyasi gelişmeleri değil yaşadığı ortamda gözüne çarpan sosyal hadiseler ile kendisine ve yakın çevresine ilişkin hatıraları da bu esnada kaleme almış bulunmaktadır. On binlerce daktilo sayfası resmi yazışma, gazete küpürleri, resmi sirkülerlerin teksirleri, şahsi mektupların kopyaları ve hatıra defterlerinden oluşan bu şahsi evrak koleksiyonu 1952 yılında Amerikalı tarihçi Walter Johnson ve asistanı Nancy Harvison Hooker editörlüğünde özetlenerek "The Turbulent Era" (Çalkantılı Dönem, Kırk Yıllık Diplomasi Hatıraları) adı altında iki cilt ve 1527 sayfadan oluşan bir eser halinde yayınlanmıştır.
Grew'un bu hatıraları arasında Lozan Antlaşmasını anlattığı bölümler ile 1927-1932 yıllarını kapsayan Ankara büyükelçiliği esnasında yaşadıkları iki ayrı kitap halinde Türkçeye de çevrilmiş durumdadır(Joseph C. Grew, "Lozan Günlüğü" ve "Yeni Türkiye", Multilingual Yayınları).
Louis Althusser
Louis Pierre Althusser (16 Ekim 1918- 22 Ekim 1990), Marksist düşünür.
İleride felsefe profesörü olacağı École Normale Supérieure ’de okudu. Fransız Komünist Partisi ’nin önde gelen akademik sözcülerindendi ve "argümanları sosyalist projenin ideolojik kuruluşuna dönük çeşitli karşıt iddialara birer yanıttı". Bunlar hem Marksist toplum bilimi ve ekonomiyi etkilemeye başlayan deneyciliğin/ampirizmin etkisini hem de Avrupa Komünist Partileri'nde bölünmeye neden olmaya başlayan insancıl ve demokratik sosyalist yönelimlere dönük artan ilgiyi içeriyordu. Althusser’in, diğer Fransız Yapısalcılık okullarıyla ilişkisi basit bir ilgi olmamasına ve Yapısalcılık düşüncesine ciddi eleştiriler getirmesine rağmen, çoğunlukla Yapısalcı Marksist bir düşünür olarak kabul edilmiştir.
Althusser, Amerika’da, tek cilt olarak Althusser’in diğer, daha kısa ve daha önceki otobiyografisi, "Gerçekler" ile beraber "Gelecek Sonsuza dek Sürer" adında yayınlanan, iki otobiyografi yazdı;"L'Avenir dure longtemps", veya "Gelecek Uzun Sürer". Bu belgeler, her otobiyografide olduğu gibi bize sağladığı bilgiler bir şekilde şüpheli olsa da, O’nun hayatı hakkında bildiğimiz bilgilerin çoğunu temin etmektedir.
Althusser Fransız Cezayir’inde Birmendreis şehrinde, Fransa'dan Cezayir'e göç etmiş bir ailenin (Pied-Noir) çocuğu olarak doğdu. O’na I. Dünya Savaşı’nda ölen amcasının adını verdiler. Althusser, aslında "annesinin" amcasıyla evlenmek istediğini ancak amcasının ölümü yüzünden babasıyla evlendiğini iddia etmiştir. Althusser ayrıca, annesinin, ölen bu amca yüzünden onda derin bir psikolojik hasara neden olacak şekilde, kendisine içten davranmadığını da iddia etmiştir.
"Babasının ölümünü takiben , Althusser annesi ve kız kardeşiyle birlikte bütün çocukluğunu geçireceği Marsilya’ya göç etti". 1937’de Katolik gençlik hareketi "Jeunesse Etudiante Chrétienne"’e katıldı. Okulda parlak başarıları olan bir öğrenciydi ve Paris’te seçkin bir okul olan École Normale Supérieure (ENS)’e kabul edildi.
Ancak, II. Dünya Savaşı öncesinde kendini askere yazılmış olarak ve Fransa’nın düşmesini takiben birçok Fransız askeri gibi bir "Alman savaş esir kampı"nda buldu. Burada Jacques Martin ile tanıştı ve komünizme yönelimi başladı. "Esir olmaktan nispeten memnundu ve tüm savaş boyunca, birçok arkadaşının tekrar savaşmak için kaçmasının tersine, kampta kaldı - bu, Althusser için daha sonra kendini cezalandırmak için kullandığı bir bahane oldu".
Savaştan sonra, Althusser ENS’ye devam edebildi. Ne var ki, hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak sağlık durumu kötüydü. 1947’de elektrokonvülsif terapi (elektro şok tedavisi) gördü. Althusser hayatının geri kalan kısmında düzenli tekrarlayan ruh hastalığından muzdarip oldu. ENS, hastaneye yattığı zamanlar dışında, onun okuldaki kendi odasında yaşamasına izin vererek bu konuda çok anlayışlı davrandı.
1946 yılında Althusser, O’ndan sekiz yaş büyük, Litvanya’lı Yahudi bir devrimci olan ve 1980’de Althusser tarafından öldürülünceye kadar onunla yaşayan Helene Rytman ile tanıştı
Daha önceleri bir sol-kanatçı ve Roma Katolik kilisesine bağlı bir dindar olan Althusser, başkaları, mesela Maurice Merleau-Ponty, Fransız Komünist Partisi ’ne dönük ilgisini kaybederken 1948’de partiye katıldı. Althusser, kendisinin ENS’de ders vermesini sağlayan felsefe alanında profesör yeterliliğini Hegel üzerine yazdığı tezinin kabul edilmesiyle aldı.
20. Parti Kongresi ile 1956, Nikita Khrushchev "destalinizasyon" işlemine başladı. FKP’nin önder teorisyeni Roger Garaudy dahil birçok Marksist için bu, yabancılaşma teorisi gibi Marks’ın insancıl köklerine yeniden dönülmesiydi. Althusser , ne var ki bu konuda, her ne kadar dikkatli davransa da Çin Komünist Partisi’nin yaptığı eleştirilere yakın duracak şekilde muhalefet etti. Bu dönemdeki duruşu ona FKP içinde kötü bir şöhret kazandırdı. Ve genel sekreter Waldeck Rochet’in eleştirilerine maruz kaldı. Bir düşünür olarak daha sonra kendisini “rastlantısal metaryalizme” (matérialisme aléatoire) götürecek olan başka bir yolda yürüyordu; ancak bu O’nun, 1973’te John Lewis’e verdiği yanıtta olduğu gibi, "heretic"lerden görülmesini ve (heretic: bir dinin ya da topluluğun inançlarına ters düşen inançlara sahip kimse) Marksist Ortodoks düşünceye karşı mücadele etmesini engellemedi.
Mayıs 1968 olaylarına birçok öğrencisinin katılmasına rağmen , Althusser gelişmeleri başlangıçta sessiz kalarak seyretti. Daha sonra ise, öğrencileri "solculuğun çocukluk hastalığının kurbanları" olarak tanımlayan resmi FKP çizgisini takip edecektir. Bunun sonucu olarak Althusser birçok eski taraftarının eleştirisine uğrayacaktır. Bu eleştirilere verdiği yanıtta, daha önceki çalışmalarının hatalar içerdiğini itiraf ederek bazı ifadelerini düzeltmiş ve daha sonraki çalışmalarında belirgin bir değişim vurgusu gözlemlenmiştir.
16 Kasım 1980’de eşini boğarak öldürdü. Bu olay, yoğun ruhsal dengesizliklerle dolu bir periyodun içinde meydana geldi. Bu ölümün kaza sonucu mu yoksa kasıt sonucu mu olduğu tartışılmaktadır. Althusser olay anıyla ilgili bir şey hatırlamadığını iddia etmiştir. Eşi öldüğü sırada eşiyle yalnız olduğu için bu konuda bir sonuca varmak zordur. Althusser’de ""sorumluluk eksikliği rahatsızlığı"" teşhis edilmiş ve dava edilmemiş bunun yerine Sainte-Anne Psikiyatri Hastanesi’ne yatırılmıştır. Althusser 1983 yılına kadar hastanede kaldı. Çıktıktan sonra, Kuzey Paris’e taşındı ve münzevi bir hayat sürdü; çok az insanla görüşerek, otobiyografisi hariç hiç çalışmayarak yaşadı. |
23 Ekim 1990’da 72 yaşında kalp krizinden öldü.
Althusser’in erken dönem çalışmaları, Karl Marx ’ın Kapital’ini Althusser ve öğrencilerinin yoğun bir felsefi tekrar okumalarını bir araya getiren etkileyici "Kapital’i Okumak" isimli çalışmayı içerir. Kitap “politik ekonominin eleştirisi” olarak Marksist teorinin felsefi durumunu ve bunun nesnesini yansıtır. Bu çalışmanın İngilizce çevirisi sadece Althusser ve Étienne Balibar’ın yazılarını içerirken, esas Fransızca kitapta Jacques Ranciere , Pierre Macherey ve diğerlerinin ek makaleleri de bulunmaktadır. Proje, Marksizm dahilinde, Althusser’in çok yakın ilişki içinde olduğu Jacques Lacan tarafından üstlenilen Freud’a çağdaş psikoanalitik dönüş çalışması ile oldukça benzerdir. (Althusser’in Lacan ile kişisel ve mesleki ilişkisi çok karmaşıktı; ikili bazen çok yakın arkadaş ve dost bazen düşmandılar)
Bazen kendisi, argümanlarını çelişkiyi tahrik etmek için kasten abartsa da, Althusser’in birçok teorik pozisyonu Marksist felsefede oldukça etkili olmuştur. Althusser "Genç Marx Hakkında" adlı eserinde bilim felsefecisi Gaston Bachelard’dan aldığı bir terimi Genç Marks’ın “Hegel ve Feuerbach etkisindeki” yazıları ile daha sonraki Marksist yazıları arasındaki “epistemolojik kopuşu” ortaya koymak için kullanmıştır. "Marksizm ve Hümanizm" adlı eseri, bir burjuva ideolojisi olan hümanizmin yansımaları olarak sık sık Marksistler tarafından öne sürülen “insan potansiyeli” ve “insan doğası” gibi düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyan Marksist teorinin güçlü bir hümanizm karşıtı tezini ortaya koydu. "Çelişki ve Üst-Belirlenme" adındaki çalışmasında, politik durumlarda çoklu nedenselliğin daha karmaşık bir modelinin “çelişki” düşüncesinin yerini alması için psikanalizden üst belirlenme düşüncesini ödünç almıştır ( Antonio Gramsci’nin hegemonya düşüncesi ile oldukça yakın bir düşüncedir)
Althusser daha çok bir ideoloji teorisyeni olarak bilinir, en çok tanınan eseri "İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları: Bir Soruşturmaya Dönük Notlar"’dır. Çalışma aynı zaman da Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisine dayanarak ideolojinin kapsamını oluşturur. Hegemonyanın sonuç olarak tamamen politik güçler tarafından oluşturulduğu yerde, ideoloji Freud’un ve Jacques Lacan’ın sırasıyla bilinçsiz ve ayna-fazlı düşüncelerini kullanır ve bizim kendinin anlamlı bir içeriğe sahip olarak ulaşmamıza izin verdiği yapı ve sistemleri tanımlar. Althusser için bu yapılar, hem bastırmanın hem de kaçınılmazlığın temsilcileridir – ideolojiden ve onun nesnesi olmaktan kaçmak imkânsızdır. İdeoloji ve bilim veya felsefe arasındaki ayrım epistemolojik kopuş ile bir seferde ve her şey için sağlanamaz: bu “kopuş” kronolojik olarak sağlanan bir olay değil işleyiştir. Nihai bir zafer yerine ideolojiye karşı sürekli bir mücadele söz konusudur: "İdeolojinin tarihi yoktur".
Üretimin nihai koşulu üretim koşullarının yeniden üretilmesidir. Bu yeniden üretim, üretim güçlerinin yeniden üretimi (işgücü) ve var olan yeniden üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ile olur. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi Devletin İdeolojik Aygıtları ile olmaktadır.
Althusser’e göre toplum ekonomik, siyasal ve ideolojik pratiklerden oluşmaktadır. Burada pratiği Althusser, belli insan emeği ile etkilenmiş, belli üretim araçları kullanarak, belli bir ürünün iletişim süreci olarak tanımlar.
Althusser’e göre kapitalizm üretken bir sistem olarak üretim koşullarını yeniden üretir. Yeniden üretim işgücünün düzenin kurallarına uymasının sürdürülmesidir. İşgücünün üretilmesi aileyi, ustalığın ve tekniklerin öğrenilmesi öğretim ve eğitim sistemini gerektirir.
Devlet toplumsal üretimin toplumun tümünün rızasıyla yapılmasını uzun dönemde sermayenin ve yönetici sınıf bloğunun hegemonyasını sürdürmesini güvence altına alan yapıdır. Üretimin yapıldığı aygıtlar, devlet tarafından örgütlenmiş olsun olmasın Devletin İdeolojik Aygıtlarıdır (DİA).
"Marx'ın düşüncesinin tamamen yanlış anlaşıldığı ve küçümsenerek değerlendirildiği düşüncesi Althusser'e aittir". Onun çalışmalarının çeşitli yorumlarını - tarihselcilik, idealizm, ekonomizm, bunların tarih bilimi, tarihsel materyalizm ile Marks'ın sosyal değişimin devrimci bir açıklamasını yaptığını fark etmeyi başaramadığı için acımasızca eleştirmiştir. Onun anlayışına göre bu hatalar, Marks'ın bütün çalışmalarının tutarlı bir bütün olarak ele alınırsa anlaşılabilir diye düşünülmesinden kaynaklanıyordu. Bunun yerine Althusser bunların radikal bir "epistemolojik kopuş" yaşandığını düşünüyordu. Erken dönem çalışmaları Alman felsefesi ve klasik politik ekonominin kategorileri ile ilgili olsa da, "Alman İdeolojisi" (1845) eseriyle Marks'ın daha sonraki çalışmalarına yol açan ani ve eşsiz bir kopuşu meydana gelir.
Sorunu karmaşık hale getiren nokta ise bunu, sadece çapraz ve geçici olarak konuşabilerek Marks'ın kendisinin bile bu çalışmasının önemini tamamen farkına varmamış olmasıdır. Değişiklik ancak dikkatli ve duyarlı bir "semptomatik okuma" ile açığa çıkarılabilir. Böylece, açığa çıkarılmamış söylenenlere olabildiğince dikkat edilerek, Marks'ın sıradışı teorisinin orijinalliğinin ve gücününün bizim tarafımızdan tamamen kavranmasını sağlamak Althusser'in projesi olmuştur. O, Thales'in matematiğe, Galileo'nun fiziğe veya daha iyisi Freud'un psikanaliz katkısına benzer şekilde daha önce gelen ataları tarafından ortaya konan hiçbir şeye benzemeyen teorisinin yapısında Marks'ın bir "bilgi kıtası", tarih, keşfettiğine hükmetmiştir.
Althusser, Marks'ın keşfinin altını çizmenin, onun çalışmasını daha öncekilerle bağdaşmaz kılan özne ve nesne arasındaki dikotominin reddine dayanan yer sarsıcı bir epistemoloji olduğuna inanmıştı. Bu sarsıntının kökünde, klasik ekonomistler tarafından, bireylerin ihtiyaçlarının birer maddi unsur veya ekonomik organizasyonun birer "verili" bağımsız unsuru olarak değerlendirilebileceği ve dolayısıyla üretim biçiminin özelliğini açıklayan bir teorinin öncülü ve toplum hakkındaki bir teorinin bağımsız bir başlangıç noktası olarak iş görebilir düşüncesinin reddedilmesi yatmaktadır.
Althusser açısından, Marks sadece basit bir şekilde insanların ihtiyaçlarının içinde bulundukları toplumsal çevre tarafından oluşturulduğunu tartışmamaktadır çünkü bu zamana ve yere göre değişebilir; o, daha çok, insanların nasıl bir yerden geldiklerini açıklayan herhangi bir teoriden daha önce ele alınan insanların nasıl olduğunu açıklayan bir teori olabileceği düşüncesini anlamsızlaştırmıştır.
Bununla beraber Marks'ın teorisi klasik politik ekonomide karşılığı olmayan içerikler üzerine kuruludur - üretici güçler ve üretim ilişkileri gibi. Mevcut terimler uyarlandığında bile - artı değer teorisi açısından David Ricardo'nun kira, kar ve faiz nosyonlarının kombinasyonu gibi- teorideki diğer içeriklerle anlam ve ilişkisi önemli bir şekilde farklıdır. Daha ötesinde, kendi benzersiz yapısından ayrı olarak, tarihsel materyalizmin açıklayıcı gücü, politik ekonominin ekonomik sistemleri bireylerin ihtiyaçları için bir yanıt olarak açıklamasının yanında Marks'ın çözümlemesinin bir yapısal bütünlük içersinde yer alan kısımlar anlamında daha geniş bir sosyal fenomen yelpazesini içermesi gibi klasik politik ekonomiden ayrılmaktadır."Sonuç olarak Marks'ın Kapitali hem bir ekonomi modeli hem de bütün bir toplumun yapı ve gelişiminin bir tanımını vermektedir."
Hümanizmin, tarihselciliğin ve Hegelciliğin izlerinin Kapital'de bulunduğu gösterildiğinden, Althusser dönüşümün varlığı iddiasını sürdürse de, daha sonra 1845'teki dönüm noktasının oluşumunun çok açık bir şekilde ifade edilmemiş olduğunda ısrar etmiştir. "Marks'ın sadece Gotha Programı'nın Eleştirisi ve Adolph Wagner'in bir kitabı hakkındaki bazı notlarının insancıllık ideolojisinden tamamen arınmış olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir."
Gerçekte, Althusser, epistemolojik kopuşu açıkça tanımlanmış bir olay yerine bir işleyiş olarak düşünmüştü. "Marksizm ve psikanalizi her zaman ideolojiye karşı savaşmak zorunda kalan çünkü böylece meydana gelen kopma ve bölünmeleri açıklayan "makas ayağı" bilimler olarak tanımlamıştır". Bunlar "makas ayağı" bilimlerdir çünkü nesneleri ("sınıf mücadeleri" veya bilinçaltı) kendiliğinden bölünmüş ve ayrılmıştır.
Marks’ın birey ve toplum arasındaki yakın ilişkiye olan inancından dolayı, Althusser’in bakışına göre, bireyin öncelikli içeriğine yaslanan bir toplum teorisi inşa etmeye çalışmak anlamsızdır.
Althusser için ekonomik gerekircilik kavramına yaslanan bu bakış açısını Marks’a atfetmek bir hataydı: çünkü Marks, bir sosyal teorinin insanın ihtiyaçlarının tarihsel içeriğine dayandırılan bir toplum teorisi düşüncesini eleştirdiği kadar, bir toplumun diğer durumlarını açıklamak için bağımsız olarak tanımlanan bir ekonomik pratik nosyonunun kullanılabileceği düşüncesini de reddeder. Georg Lukacs, gibi Althusser de altyapı ve üstyapının bütüne bağımlı olduğuna inanıyordu. Bir başlangıç noktası olarak bireyler açısından pratiklerin sağladığı avantaj, her pratik bir toplumun karmaşık bütününün bir parçası olmasına rağmen , her pratik kendi içinde kısımların çeşitli farklı biçimlerini; mesela ekonomi pratiği, ham maddeleri, araçları, bireyleri vb içermektedir, barındıran bir bütündür.
Althusser, toplumu bir araya geldiklerinde tek bir karmaşık bütünü oluşturan – ekonomi pratiği, ideoloji pratiği ve politik-legal pratik gibi- bütünlüklerin iç içe bağlı bir toplamı olarak kavrıyordu. Ona göre bütün pratikler birbirine bağımlıydı. Mesela , üretim ilişkileri açısından bu kapitalistler ve işçiler arasında işgücünün alımı ve satımıdır. Bu ilişkiler ekonomi pratiğinin parçasıdır, ancak bireysel temsilcileri alıcı ve satıcı olarak kurgulayan yasal bir sistemin mevzuatı içinde varolabilir; daha ötesinde ise anlaşma mutlaka politik ve ideolojik açıdan güvence altına alınmalıdır. Bu açıdan ekonomi pratiğinin durumlarının üstyapıya ve aynı zamanda tam tersi şartlara bağlı olduğu görülebilir.
Dayanışık uygulamaların terimleriyle anlaşılan bir çözümleme, bizim bir toplumun nasıl düzenlendiğini kavramamıza yardımcı olur ancak aynı zamand |
a bizim toplumsal değişimin bilincine varmamıza izin verir ve bu yolla bir tarih kuramı sağlar. Althusser ideolojik ve politik uygulamaların durumlarına atıfta bulunarak üretim ilişkilerinin yeniden üretimini açıklar; bunun tersi olarak, yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkışı bu mekanizmaların başarısız olması ile açıklanabilir. Marx’ın kuramı, farklı seviyelerde denkleştirici ayarlamalara veya bazen bütünü büyük bir yeniden düzenlemeye götürebilecek iki parçalı bir dengesizlik içeren bir sistem varsayar gibi görünmektedir. Bu fikri geliştirmek için Althusser'in kendisi, karmaşık yapılandırılmış bir bütüne dönük ilişkileriyle anlaşıldıklarını iddia ettiği çelişki ve çelişkisizlik kavramlarına dayanır. Uygulamalar birbirinin üstüne oturtulduğunda çelişik ve birbirine tutunduğunda çelişik değildir. Althusser Lenin’in 1917 Rus Devrimi çözümlemesine atıf yaparak bu kavramları titiz bir şekilde düzenler.
Lenin, 20.yy’ın başında tüm Avrupa’ya yayılmış hoşnutsuzluğa rağmen devrimin meydana geldiği tek ülkenin Rusya olduğunu çünkü Rusya’nın o saatte tek bir devlette mümkün olabilecek bütün çelişkilerin yaşandığını ileri sürmüştür. Onun sözleriyle bu “"emperyalist devletlerin arasındaki zayıf bağ"” idi.
Devrim, şartların iki grubunun ilişkisi ile açıklanır:
Bu örnek, Althusser tarafından, kendisinin Marks’ın güçler ve üretim ilişkileri arasında tek bir çelişkinin sonucu olarak bir sosyal değişimi görmediği ancak daha çok bu durumun daha karmaşık bir bakışını taşıdığı yolundaki iddiasını güçlendirmek üzere kullanıldı. Rusya’daki olaylar ve Batı Avrupa arasındaki farklar güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin gerekli olabileceğini ancak devrimin olması için yeterli olmayabileceğini göstermektedir. Yukarda belirtilen şartların oluşturduğu Rus Devrimi’nin şartları türdeş değildi ve tek bir büyük çelişkinin halleri olarak görülemezdi. Özel bir toplumsal bütün içinde her biri birer çelişkiydi. Buradan, Althusser, Marks’ın çelişki kavramının toplumsal bütün kavramından ayrılamaz olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Bir sosyal yapıdaki değişikliklerin sayısız çelişkiye bağlı olduğunu vurgulamak için Althusser bu değişiklikleri Sigmund Freud’dan aldığı “"üst belirlenme"” terimi ile açıklar.
Bu yorum, bizim olayların gelişiminde ne kadar farklı şartların rol aldığını hesap etmemize izin verir ve daha ötesinde bu durumların nasıl beklenmedik toplumsal değişimlere veya “kırılmalara” bağlantılandırılabileceğini anlamamızı sağlar. Ne var ki Althusser toplumsal değişimlere neden olan olayların hepsinin aynı nedensel statüye sahip olduğunu söylememektedir. Onun görüşüne göre karmaşık bir bütünün bir parçası, etkin bir yapı olarak ekonomi uygulaması, diğer yapılarla ilişkileri belirlemede büyük bir rol oynamakta ve diğer yapıların onun üzerindeki etkisinden daha çok onların üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bir toplumun en önemli parçasına (feodal oluşumlarda din, kapitalist toplumlarda ekonomi) ‘baskın unsur’ denir ve ekonomi tarafından yapılan sıralamada ‘son unsur olarak’ kabul edilir. Althusser için bir toplumun ekonomi uygulaması, bunun toplumun bütününü etkileyen diğer yüzünü belirlemektedir.
Althusser, toplumun kendi imgeleminde bireyi nasıl gördüğünü anlamanın gerekli olduğunu düşünmekteydi. Kapitalist toplumda, insan birey olarak genellikle bencillik özelliği olan bir özne olarak kabul edilmektedir. Althusser için, ne var ki, bir insanın kendini bu şekilde algılama kapasitesi doğuştan gelen bir özellik değildi. Daha çok bu, bireylere bir öznenin rolünü (forme) benimseten kurulu toplumsal uygulamaların yapısı içinde kazanılmaktadır. Toplumsal uygulamalar bir yandan bireyin özelliklerini belirler ve bir yandan da sahip olabilecekleri özelliklerin derecesi ve her toplumsal uygulamanın sınırları hakkında kişiye fikir verir. Althusser bizim birçok rolümüzün ve davranışımızın bize toplum tarafından verildiğini tartışır: mesela, çelik işçilerinin yaptığı üretim ekonomi uygulamasının bir parçasıyken, avukatların çalışması politik-hukuk uygulamasının bir parçasıdır.
Ne var ki, bireylerin diğer özellikleri, iyi bir yaşam hakkındaki inançları veya kendi doğası hakkında metafizik yansımaları gibi, çok kolay bir şekilde bu kategorilere uymaz. Althusser açısından, bizim değerlerimiz, arzularımız, tercihlerimiz bize, belli bir konuyu aydınlatıcı açıklamalar yaparken bireyleri özneler olarak görmenin tanımlayıcı özelliğine sahip ideoloji uygulaması tarafından telkin edilmektedir. İdeolojik uygulama, aileyi, medyayı, dinsel organizasyonları ve en önemlisi, propagandası yaptıkları düşünceler açısından eğitim sistemini içeren Devletin Ideolojik Aygıtları (DİA) diye adlandırılan kurumlar bütününü kapsamaktadır. Ne var ki, bizim bencil olduğumuzu bize düşündürten bir DİA yoktur. Aslında bu inancı biz, bir kız çocuğu, bir öğrenci, bir çelik işçisi, bir meclis üyesi olurken öğreniriz.
Birçok kurumsal biçimine rağmen, ideolojinin işlevi ve yapısı tarih boyunca değişmemekte ve sabit kalmaktadır, aynen Althusser’in ideoloji hakkında ilk tezinde söylediği gibi, “"ideolojinin tarihi yoktur"”. Bütün ideolojiler, her ideoloji diğerine göre farklılık gösterse de bir özne inşa eder. Kolayca akla gelebilecek şekilde Althusser bunu belli bir konuyu aydınlatıcı açıklamalar yapma "(interpellation)" içeriği ile resmetmektedir.
Caddede yürüyen bir birey örneği kullanır: bir polis düdüğü ya da başka bir ikaz sesini duyması üzerine birey kendi etrafında döner ve artık bu basit vücut hareketiyle o insan bir özneye dönüşmüştür. Althusser bu işlemi kişinin kendisini sesin öznesi olması olarak görmesi ve bunu yanıtlamaya hazırlanması açısından tartışir. Onun caddede yürümesinde şüpheli hiçbir şey olmamasına rağmen, kişi seslenilenin kendisi olduğunu düşünür. Bu kabullenme geri dönüşlü olarak çalışan bir yanlış bir kabullenmedir: madde olarak birey her zaman ve çoktan ideolojinin bir öznesidir. Bireyin bir özneye dönüşmesi her zaman ve çoktan olmuştur; Althusser burada Spinoza’nın immamence teorisine büyük bir borcu olduğunu kabul eder. Bu şu demektir:bizim kim olduğumuza dair fikrimiz ideoloji tarafından bize sunulmaktadır.
Althusser’in ikinci tezi “ideoloji maddi bir varlığa sahiptir”:
Bu maddi ritüeller Bourdieu’nun "habitus" içeriği ile DİA bir anlamda Foucault’un disiplin kurumlarıyla karşılaştırılabilir. Althusser bir insana yeryüzündeki yerinin ne olduğunu ve İsa tarafından merhamet görmesi için ne yapması gerektiğini anlatan Tanrı’nın sesi örneğini dile getirir –Hıristiyan İdeolojisinin bir şekillenmesi olarak-. Buradan Althusser bir insanın kendini Hıristiyan olarak tanımlayabilmesi için gereken noktanın altını çizer; önce bir özne olmalıdır. Kimliklerimizi, kendimizi ve toplumsal rollerimizi maddi ideoloji aynalarında görerek kazanırız.
Althusser'in kuramları Ortodoks Komünizmi savunmak adına doğmuş olsalar da, Onun Marksizmi sunma yaklaşımı "Stalinist" dönemin entelektüel ayrımcılığından farklı bir hareket yansıttı ve daha ilerisinde hem Marksizmin kazandığı akademik itibar ve hem de Marks'ın bir ekonomistten ziyade bir düşünür olarak saygınlığına dönük vurgu açısından önemliydi.
Althusser Marksist felsefe ve postyapısalcı felsefe alanlarında geniş kapsamlı bir etkileme gücüne sahip oldu:
Bunlarla beraber, Althusser'in birçok öğrencisi 1970'ler, 1980'ler ve 1990'larda önemli entelektüeller oldular:
Mihail Bulgakov
Mihail Afansyeviç Bulgakov (Rusça: Михаил Афанасьевич Булгаков; (d. 15 Mayıs 1891, Kiev - ö. 10 Mart 1940, Moskova), Sovyet Rus roman ve oyun yazarı. Mizah yazarı olmasına rağmen, Gogol için kullanılan "ciddi olan hiçbir şeyi beceremez" tabiri Bulgakov için de geçerlidir. En kayda değer eseri ""Usta ve Margarita"" ve ""Köpek Kalbi""dir.
1891'de Ukrayna'nın Kiev şehrinde doğdu. İlahiyatçı bir babanın en büyük oğluydu. Tıp okudu, hayata hekim olarak atıldı, ama Çehov gibi sonradan yazarlıkta karar kıldı.
Önceleri gazetecilik yaptı, ardından 1925'te ilk önemli yapıtı "Beyaz Muhafız"ı tefrika olarak yayımladı. Bulgakov'un bu romandan oyunlaştırdığı "Turbin'in Günlükleri", 1926'da sahnelenerek büyük bir başarı kazandı, ama çok geçmeden yasaklandı.
Bulgakov, 1925'te yergili fantazilerin yeraldığı "Şeytanlıklar"ı yayımladı ve sözdebilim üzerine iğneleyici ve gülünç bir yergi niteliğindeki "Köpek Kalbi"ni yazdı. 1930'a doğru yapıtlarının yayınlanması fiilen yasaklandı. Ülkeden göç etme isteği Stalin tarafından geri çevrildi. 1930'larda iki yapıt daha verdi. İlki Stanislavski'yi ve Moskova Sanat Tiyatrosu'nun perde arkasını yeren, yarıda kalmış özyaşamöyküsel bir romandı. İkincisi ise Usta ile Margaritadır.
Bulgakov, bir süredir yakalandığı böbrek yetmezliğinin ilerlemesi sonucu 1940'ta Moskova'da öldü.
Mihail Bulgakov Müzesi ("Bulgakov Evi"), ailesinin Kiev'deki evinin bir edebi müzeye dönüştürülmesiyle oluşturulmuştur.
Yahuda İncili
Yehuda İncili, 2006'da tekrar ulaşılan, 220-340 yılları arasında yazılmış bir incildir. Yehuda'nın bakış açısıyla İsa'nın başından geçenleri anlatmaktadır.
National Geographic Society tarafından uzun süren bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkan Yehuda'nın Müjdesi kitabından sadece belli bir bölümü hala okunabilir durumdadır. Birçok sayfası kaybolmuş, yok olmuş ve halen tarihi eser kaçakçıları tarafından yüksek fiyatlarda satıldığı tahmin edilmektedir. Kitabın büyük çoğunluğunun ortaya çıkmasıyla da sayfaların fiyatlarının şu an astronomik rakamlarda olması tahminidir. Gnostik gruplar tarafından tek sayfasına bir milyon dolar verileceği gri marketlerde duyurulmuş (Nisan 2006 başları), ama bu bilgi gruplar tarafından bir süre sonra yalanlanmıştır (13 Nisan 2006).
Satılmasında sorun çıkınca bir bankanın emanet kasasına kapatılan eski papirüs kâğıtları zamanla yok olmaya yüz tutmuş, şu an da büyük çoğunluğu silinmiştir. Orijinalinde 62 sayfa olduğu sanılan eserin 1999 yılında sadece 26 sayfası ve bu sayfaların sadece belli bir kısmı kalmıştır.
Karbon-14 tarihlendirmesine göre 220 - 340 yılları arasında yazılmış olduğu belirlenen eser, okuyan her grup tarafından şu ana kadar değişik bir şeki |
lde yorumlanmıştır.
Scott Peck
Morgan Scott Peck (d. 22 Mayıs 1936, New York City - ö. 25 Eylül 2005, Connecticut) ABD'li psikolog. Yazdığı kitaplar ve yaklaşımlarıyla tüm dünyada tanınmıştır.
1958 Harvard College'dan mezun oldu, M.D. derecesini Case Western Reserve University School of Medicine'den 1963'te aldı. İlk kitabı olan "The Road Less Traveled" (Türkiye'de de Az Seçilen Yol adıyla çok okunan bir kitap haline geldi) 1978 yılında yayımlandı. Kitap sadece Kuzey Amerika'da 6 milyonun üzerinde satıldı, dünyada ise 20 dile çevrildi. Başka kitaplarından bazıları "Further Along the Road Less Traveled", "People of the Lie: The Hope For Healing Human Evil", "The Different Drum: Community Making and Peace" adlı kitaplardır.
Kipa (şirket)
Kipa, Türkiye`nin çeşitli illerinde Alışveriş Merkezleri bulunan hipermarket zinciridir.
Tesco Kipa Kitle Pazarlama Ticaret Lojistik ve Gıda Sanayi A.Ş., 1992 yılında 100 girişimcinin katılımı ile İzmir’de kuruldu. Türkiye’de önemli perakendeciler arasında yer alan Kipa’nın, ana hisseleri 11 Kasım 2003 tarihinde İngiltere merkezli Tesco tarafından satın alındı. 10 Haziran 2016 Cuma günü Tesco Kipa'nın Yüzde 95.5'ini 302 Milyon Liraya Migros'a satmıştır.
Kipa, 29 Kasım 2015 tarihi itibarıyla; İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye’nin en büyük üç şehri de dahil olmak üzere, 20 şehirde 31 Alışveriş Merkezi ile birlikte toplam 169 mağaza, 3 akaryakıt istasyonu ve 1 dağıtım merkezine sahiptir. Toplam 354.384 m² satış alanında faaliyet gösteriyor. Ayrıca, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’ndan otoprodüktör lisansı alan Kipa, 2009 tarihinden itibaren de elektrik üretimini yapıyor.
İzmir'in Torbalı ilçesinde kurulu olan Dağıtım Merkezi, 240 bin metrekare arazi üzerinde 41 bin metrekare kapalı alana sahiptir. Şirket, Sosyal Sorumluluk projeleri ile Kızılay, TEGV ve LÖSEV gibi köklü kuruluşlarla uzun vadeli çalışmalar yürütmekte, ayrıca, halk sağlığı merkezleri, dernekler, vakıflar, rehabilitasyon merkezleri, üniversiteler, okullarla da ortak çalışmalar yapmaktadır. Türkiye genelinde üyelerine ücretsiz kurs ve seminerler sunan Şirket, Toplum Elçileri ve Gönüllülük projesiyle de yerel toplulukların acil ihtiyaçlarına cevap vermektedir.
2015 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi ile iş birliği içinde Kipa Gençlik Atölyesi programını başlatan şirket, iş hayatında kullanabilecekleri temel becerileri geliştirmeleri için gençlere destek vermektedir.
2017 yılında Kipa hisselerinin yüzde 95,5`nin Tesco Overseas Investments Limited`den Migros Ticaret AŞ`ne sattı.
Claude Lévi-Strauss
Claude Lévi-Strauss (28 Kasım 1908 - 30 Ekim 2009), Fransız antropolog, etnolog ve yapısalcı antropolojinin en önemli ismi.
Claude Lévi-Strauss, Yahudi asıllı Fransız bir ailenin çocuğu olarak, 28 Kasım 1908 tarihinde Brüksel'de dünyaya geldi. Sanat eğitimi almış olan babası Raymond Lévi-Strauss, portre ressamlığı ile uğraşıyordu, annesi Emma Lévi-Strauss ise eğitimli bir ailedendi. Lévi-Strauss'un çocukluğu, Paris'te elit bir çevrede geçti. Babasının 1914 yılında I. Dünya Savaşı nedeniyle askere gidişinin sonrasında annesi ile birlikte Versay Başhahamı olan dedesi Emile Lévy ile yaşamaya başladı. Her ne kadar istemese de, Paris Sorbonne Üniversitesi'nde hukukbilimi ve felsefe okudu. O dönem Lévi-Strauss, Marx ve Freud'u keşfetti. Leon'da bir lisede iki yıl kadar ders verdikten sonra, 1935 yılında Sâo Paulo Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaya başladı. 1935'ten 1939'a kadar, Amozonlar'da Etnografik Elcilige el attı. II. Dünya Savaşından kısa süre önce Fransa'ya geri döndü. Gönüllü askerlik hizmetini yaptıktan sonra, New York'ta bir okulda ders vermek için, tekrar Fransa'yı terk etme kararı verdi. Burada Roman Jakobson ile tanıştı ve özellikle onun "dilsel düşünce"sinin etkisinde kaldı.
1944'te Fransız Dışişleri tarafından Fransa'ya çağrıldı ve ardından Fransız Konsolosluğunun Kültür Danışmanı olarak, yeni araştırmalarını tamamlayabilmesi icin New York'a gönderildi.
1949'da Paris'te Musée de l'Homme'un müdürlüğünü yaptı, 1959'dan 1982'deki emekliliğine kadar, Collège de France'da Sosyal antropoloji profesörü olarak görevde kaldı.
Descartes ve Sartre'a şiddetle karşı çıkan yapısalcılığın kurucusu ünlü Fransız antropologudur. Levi-Strauss'a göre, biz öncelikle bilinç değil de, dilin, kültürün ve eğitimin ürünü olan toplumsal yaratıklarız. Felsefeyi çokça meşgul eden özne-nesne ayrımı üzerinde hiç durmayan Levi-Strauss, yapısalcılığın bir bilim olduğunu söyler. Buna göre, yapısalcılık işe, insan etkinliğinin temel öğelerini, eylemleri ve sözleri sınıflayarak başlar ve daha sonra bu öğelerin nasıl birleştiğini inceler; yapısalcılık, bundan dolayı her tür insan etkinliğiyle ilgili nesnel yasalara ulaşmayı amaçlayan bilimsel bir araştırmadır.
Yapısalcılıkla ilgili fikirlerinin temelini Ferdinand de Saussure’un modelinden alan Levi Strauss, aynı zamanda kendisinden sonra gelen kuramcılara da önderlik etmiştir. Saussure yapısal analizi, "ezeli evrensel insan gerçeklerinin" keşfedilmesinde bir yöntem olarak sunmaktadır. Saussure Dil'i bir "yapı" olarak ele almakla, yani dili kendi içögelerinin işleyişi bakımdan değerlendirmekle bu yöntemi geliştirmiştir.
Levi-Strauss içinse, özellikle, evresensel insan gerçeklikleri, insan olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir hale gelmektedir. Levi-Strauss, kültürel alanı Saussure'ün yöntemiyle değerlendirmeye girişir. Tıpkı, bir göstergeler sistemi gibi ele alır Kültür olgusunu.
Yapının farklı düzeylerinde ele alınma biçimlerinden biri ise Levi-Strauss'un bu yapı taşları arasındaki ilişkilerin benzerlik ya da farklılık prensibi dahilinde "çift kutuplar" (binary pairs/binary oppositions) etrafında gerçekleşmesidir. Bu çiftler, farklı olmalarıyla Saussure'ün paradigmalar fikriyle ya da aynı olmalarıyla sentagmalar ile "değiştirilebilir" duruma gelmektedir. Levi Strauss'a göre üniteler ya da ögeler arasındaki ilişkiler çiftler aracılığıyla anlaşılabilir. Elmanın elma olduğunu armut ya da kavun ya da karpuz ya da çilek olmadığını bildiğiniz için söyleyebilirsiniz. Ama elmanın "ne" olduğunu elmayı bir başka ögeyle karşılaştırarak belirleyebilirsiniz. Levi Strauss için A’nın ya da B’nin ne olduğu değil, A ile B arasındaki ilişkiler önemlidir. Çünkü, "yapısalcılık", bir şeyin başka bir şeyle ilişkisini temellendiren "Sistemin" ya da "Yapı"'nın kendisiyle ilgildir esas olarak.
PLC
PLC (Programlanabilir Mantıksal Denetleyici, İngilizce: "Programmable Logic Controller") fabrikalardaki imalat hatları veya makinelerin kontrolü gibi işleçlerin denetiminde kullanılan özel bilgisayar.
Genel kullanımlı bilgisayarların aksine PLC birçok girişi ve çıkışı olacak şekilde düzenlenir ve elektriksel gürültülere, sıcaklık farklarına, mekanik darbe ve titreşimlere karşı daha dayanıklı tasarlanırlar. PLC'lere denetleyeceği sistemin işleyişine uygun programlar yüklenir. PLC programları, giriş bilgilerini milisaniyeler mertebesinde hızla tarayarak buna uygun çıkış bilgilerini gerçek zamanlıya yakın, cevap verecek şekilde çalışırlar.
İçinde bir mikroişlemcisi olup karmaşık sistemlerin programlanmasında kullanılabilir. PC'lerden en temel farkı sinyal girişlerinin ve çıkışlarının (İng: Input/Output) çalışma ve işlenme şeklinde ortaya çıkmaktadır. PLC'ler ilk olarak karmaşık röle sistemlerinin yükünü hafifletmek için çıkarılmış basit mantıksal (lojik) işlemleri yapan cihazlardı. Daha az yer kaplar ve ekonomiktir
Günümüzde diğer programlanabilir bilgisayarlarla arasındaki farklılıklar giderek azalmaktadır. PLC bir bakıma monitörü ve klavyesi bulunmayan bir bilgisayar gibidir. Bir diğer fark ise işletilecek verilerin gerçek ortamdan gelmesi ve sonuçların yine gerçek ortama analog veya sayısal (dijital) olarak gönderilmesidir.
Mikroişlemcilerin maliyeti daha düşük olmasına rağmen, PLC'lerin tercih edilmelerinin sebebi; elektronik tasarım için harcanacak zamanı en aza indirmesidir. Aynı zamanda endüstriyel ortamların sahip olduğu zor koşullardan (manyetik alan, büyük sıcaklık farkları, toz vb.) etkilenmeden çalışabilen hazır çözümler olmalarıdır.
Bir fabrikanın tüm otomasyon işlerini yüklenebilecek kadar Giriş/Çıkış sayısına sahip PLC'ler bulunmaktadır. Günümüzde geliştirilen modüler yapıdaki PLC'lere gerektiğinde ek giriş-çıkış modülleri, RS232, RS485, modem, ethernet gibi haberleşme modülleri eklenebilmektedir. Bu gibi özelliklerle mevcut yapı geliştirilebilmektedir. Ayrıca birçok modelde proses kontrolüne yönelik hazır ON-OFF (AÇ-KAPA), PID, Fuzzy (Bulanık) vb. tiplerdeki kontrolörler standart olarak bulunmaktadır.
PLC'ler sahadan ya da herhangi bir sistemden aldıkları bilgileri çalıştırdıkları yazılım aracığıyla değerlendirerek sahaya ya da bağlı oldukları sisteme çıkış sağlayan cihazlardır. Günümüzde en yoğun olarak kullanılan PLC yazılımı LADDER'dır. Bu yazılım ile elektrik şemasına benzer bir yapıda sistemin değerlendirilmesi mümkün olmaktadır. Piyasada bulunan farklı marka PLC'lerin Ladder yazılımları kendilerine özgü olmakla birlikte genel işleyiş mantıkları benzerdir. Ladder dışında kullanılan PLC yazılımlarını da ST(Structured text), FBD(Function block diagram), SFC (Sequential function), IL (Instruction list) olarak sıralayabiliriz. Günümüzde ise 5 farklı yazılımı da içeren IEC61131-3 standartlarına uygun yazılım paketi kullanıcılara kolaylık sağlamaktadır.
Endüstride oldukça fazla kullanım alanı olan PLC'lerin hafızaları ve işlem kapasiteleri karmaşık prosesler karşısında yetersiz kalabilmekte, bu yüzden de gelişen teknoloji ile birlikte daha güçlü yapıya sahip endüstriyel PC'lere geçiş söz konusu olmaktadır.
Günümüzde artık Endüstriyel PC olarak imal edilen PLC ler mevcuttur. Bunlar hem dokunmatik paneli üzerinde montajlı olan aynı zamanda bilgisayar aracılığı ile veya kendi üzerindeki kontrol üniteleriyle programlanabilmektedir.
Fulya Gürses
Fulya Gürses, (d. 1950, İstanbul ö. 4 Mayıs 2003, İstanbul), sosyolog, edebiyatçı ve eğitimci.
Orta öğrenimini Bakırköy Lisesi'nde, yüksek ö |
ğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde tamamladı. 1969'da Sosyalist Gençlik Örgütü'ne (SGÖ) ve daha sonra Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. TÖB-DER ve TÜM-DER gibi örgütlenmelerde etkin olarak yer aldı. 1975 ve 1980 yılları arasında dernek 12 Eylül yönetimi tarafından kapatılıncaya kadar TÜM-DER Genel Merkezi GYK üyeliğini sürdürdü. 1981'de tutuklanarak yargılandı. İstanbul'da ve çeşitli illerde 20 yıl süreyle felsefe öğretmenliği yaptı. Eşi Hasan Basri Gürses'le birlikte hazırladığı alanında en kapsamlı eserlerden "Dünya'da ve Türkiye'de Gençlik" araştırması Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği 1977-1978 "Yunus Nadi Armağanı" yarışması birinciliğini kazandı. 1980 yılında KÖY-KOOP tarafından düzenlenen araştırma-inceleme yarışmasında "Kır Yoksullarının Günümüzdeki Durumu ve Geleceği" başlıklı sosyolojik çalışmasıyla birincilik ödülü aldı. Bu çalışması matbaada baskı aşamasındayken 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinden kitaplaşıp okuyucuya ulaşamadı. "Ekmek" isimli öykü dosyası, 1991 yılında Seyhan Belediyesi tarafından Orhan Kemal'in anısına düzenlenen öykü yarışmasında "Orhan Kemal Ödülü"'ne değer görüldü ve 1992 yılında Dünya Yayınları tarafından yayınlandı. "Ekmek" ve ardından "Duvar" adlı öykü kitapları Sosyalist Yayınlar tarafından yayınlandı. "Çocuk ve Toplum" başlıklı yayınlanmamış bir eseri bulunan yazar, kadın hareketi, gençlik sorunları, çocukların toplumsal gelişimi gibi çeşitli konularda sosyolojik araştırmalarını sürdürdü. Sosyalist dünya görüşünden ödün vermeyen Gürses, SSCB'de Gorbaçov reformlarıyla başlayan sürecin etkilerine karşı çıktı ve özellikle 90'lı yıllarda Hepileri ve Ürün gibi dergilerde yayınlanmak üzere, sosyalist kimliğin erozyonu olarak gördüğü eğilimlere karşı sert eleştiri ve inceleme yazıları kaleme aldı.
Boluspor
Boluspor, Bolu şehrini temsil eden ve Bolu'da futbol ve basketbol branşında faaliyet gösteren ve şehirle aynı adı taşıyan spor kulübü. Ptt1.ligde oynamaktadır ve kulüp başkanı Necip Çarıkçı teknik direktörü ise Fuat Çapa'dır.
Boluspor, 28 Aralık 1965 Abantspor Kulübü lokalinde Abantspor ile Bolu Gençlik’in birleşmesi sonrasında kurulmuştur. Başkanlığını İsmail Özer'in yaptığı yönetim kurulunda, Asbaşkan Doğan İleri, Genel Sekreter Ayhan Tüzün, Muhasip Salih Ekşi, Veznedar Hulusi Kayaalp, Genel Kaptan Hulki Avlacıoğlu, üyeler Turgut Hitit, Mustafa Çizmecioğlu, Çetin Salur, Sabri Eratalar, Yaşar Eyüpoğlu, Kemal İnan ve Erol Mengenli idi.
1966-67 sezonunda 2. Lig’deki mücadele 11.'likle sonuçlanmıştır. 1967-68 sezonunda 5.'liği, 1968-69'da 3.'lüğü almış ve 1969-70'te beyaz grup lig şampiyonluğu ile 1. Lige yükselmiştir.
Boluspor, 1979-80 döneminde 2. Lig A Grubu’nda 1 yıllık mücadele etmiştir.
Grup 1.si Mersin İdman Yurdu 1. Lig’e çıkarken Boluspor B Grubu 2.si Düzcespor’u İzmir Atatürk Stadında 3-0 mağlup ederek 1. Lige çıkmıştır.
Boluspor maça Çetin - B.İbrahim - Nuri - Allaattin - Erdem - K. İbrahim - B Mustafa - Selahattin - Çetin - Demir - H. İbrahim düzeninde oynamıştır. Golleri 68 ve 82. dakikalarda K. İbrahim ve 75. dakikada Selahattin atmıştır.
Boluspor bir yıllık 2. lig yaşamında 4 deplasman galibiyeti ( Samsun - Sivas - Konya ve İdman yurdunu 1-0 Ankara Demirspor 2-1 yenerek ) elde etmiştir. Sahasında tek yenilgiyi Samsunspor dan aldı 1-0.
Boluspor’ a 1966 yılında gelen, 13 yıl aralıksız oynayan ve bu arada uzun süre takım kaptanlığı yapan Tatar Rıdvan Ertan ilginçtir ki, Boluspor’ un 1. Lig deki 4. yılında ancak gol atabilmiştir.
Boluspor ‘a transfer olmadan bir yıl önce 2. Lig de Kırşehirspor’ da 17 golle gol kralı olan Sinan Alaybey oğlu Boluspor’ a transferinin 182. gününde il golünü atmıştır.
3 Ekim 1976 ’da Mersin’de yapılan maçta Boluspor Mersin İdman Yurdu ile 2-2 berabere kalırken, kalecinin sağ bileği kırılmıştır. Kaleye geçen Çetin’in kramponla yüzü yırtılınca santrafor Sadullah son 20 dakika kalede başarılı kurtarışlarla rakibine gol vizesi vermemiştir.
Boluspor Antrenörü Gürsel Aksel zamanında 1978’in 1. ayında Boluspor kendi kendiyle toplu sözleşme yapmıştır. Futbolcuların maaşları 1750 TL'den 2500 TL ye çıkartılmıştır.
Geçmiş yıllarda 3. Lig'e kadar düşüp eski günlerine nazaran hayal kırıklığı yaratan Boluspor, 2006-07 sezonunda 2. Lig A kategorisine çıkmayı başarmış, bir sezon sonra da Süper Lig'e katılma şansını, play-off finalinde Eskişehirspor'a yenilerek kaçımıştır. 2008-09 sezonuna daha da iddaalı giren Boluspor, amaçları doğrultusunda Azeri futbolcu Ilgar Gurbanov'u kadrosuna katmıştır. 2008-09 sezonunda da Playy-Off oynama başarısı göstermiş ise de, yarı finalde Karşıyaka'ya penaltı atışları sonucu elenip, 2009-10 sezonunda da Bank Asya 1. Lig'de mücadele etmek zorunda kalmıştır. 2009-10 Bank Asya 1. Lig devre arasına 8. olarak girmiş ve sezon sonunda 9. olmuştur.
2010-11 sezonu öncesinde 6 yıldır başarı ile başkanlık görevini sürdüren Necip Çarıkçı görevi bırakmış ve başkanlığa Emin Semercioğlu şeçilmiştir. Bu sene de iddaalı bir takım kurulmuştur teknik direktörlüğe Levent Eriş getirilmiştir. Takım başarıda istikrarı yakalayamamış sezonu 7. sırada tamamlamıştır. 2011-12 sezonunda da bir önceki sezonda olduğu gibi yine play-off'un kıyısından dönerek ligi 7. bitirmiştir. 2012-13 sezonunda kötü sayılabilecek bir sezonun ardından ligi 10. olarak noktalamışlardır. Son yıllarda pek başarılı olamayan Boluspor, 2013 yılında öz kaynaklara dönerek takımın başına Bolulu ve Boluspor'un eski futbolcularından Ali Beykoz'u getirmiştir.
Boluspor Futbol Takımı TFF’ye kayıtlı tüm kulüplerin içinde 3 puanlı siteme göre Türkiye’nin en büyük 17. takımı olma unvanını halen korumaktadır.
1959’da 8’li 2 grup halinde futbola dönemine giren 25 yaşındaki Türkiye, 1. Ligin’de, Boluspor 5. Senesinde iken Ligin 13. senesinde 1. Lige giriş yapmıştır.
Bu yıl 1. Lig de 11.yılını oynayan Boluspor 2. Lige düşüş yaşamasına rağmen, hemen çıkışı şoktu. Geride kalan 10 yıl da tam 300 lig müsabakası oynamıştır. 95 galibiyet, 103 beraberlik, 102 mağlubiyet alırken 295 gol atmıştır. 36 gol yemiştir. 10 yılda toplam 293 puan alırken - 21 averaj sağlamıştır. 10 yılda 90 futbolcuya forma giydirmiştir. Bunların 10’unu kaleci, 16’sı geri dörtlüde, 24’ü orta sahada 40’ı ileri uçta yer almışlardır. Kadrosunda futbolculuk yapan Kaleci Mehmet Başaygün daha sonra antrenör yardımcılığı, 1977-78 sezonunda tam yetkili antrenörlük, 1979-80 ‘de Galip Türkkan’a yardımcı antrenörlük yapmıştır. Uzun yıllar Boluspor formasını giyen ve takım kaptanlığı yapan "Japon Rıdvan" lakaplı Rıdvan Ertan ise Boluspor da 1980-81 sezonunda Cahit Sinan’a yardımcı antrenörlük yapmıştır.
Boluspor’un ilk başkanı İsmail Özer'dir. En uzun başkanlığı Muzaffer Işın yapmıştır. 2. Lig hesaba katıldığında ise, Kamil Bilgihan ismi öne geçmektedir.
1973’de İbrahim Mısırlıoğlu, 1974’de Hulki Avlacıoğlu, 1975-78'de Muzaffer Işın, 1979-80'de Yener Bandakcıoğlu, 1981'de ise Hulki Avlacıoğlu başkanlık görevlerini üstlenmişlerdir.
Boluspor Türkiye Kupası'nda 6 kez çeyrek final,1 kez yarı final,1 kez de final sevinci yaşamıştır.
Boluspor'un 1.Lig'e çıktığı ilk sezon olan 1970-71 sezonunda 1.turda Samsunspor'u içeride 2-0 dışarıda 1-0 yenerek statü gereği çeyrek finale çıkmış ve Fenerbahçe'nin rakibi olmuştur.Rakibine her 2 maçta da 1-0 yenilerek kupaya veda etmiştir.
1974-75 sezonunda; 1.turda Eskişehir Havagücü'nü 2-0 ve 0-0,2.turda MKE Kırıkkalespor ile her iki maçta da 0-0 berabere kalmasına karşın penaltılarla turu geçen ekip olmuştur.Çeyrek finalde
Galatasaray karşısında evinde ilk maçı 2-0 kaybetmesine rağmen deplasmanda rakibini 3-1 yenerek yarı finale adını yazdırmıştır.Yarı finalde ise Trabzonspor ile karşılaşan Boluspor ilk maçta deplasmanda 3-0 yenilmiş,2.maçta kendi evinde 1-0 kazanmasına rağmen kupaya veda etmiştir.
1975-76 sezonunda kupaya 3.turdan katılan Boluspor,ilk olarak Bursaspor'u deplasmanda 2-0 yenilmesine karşın kendi evinde 2-0 yenerek elemiş,bir sonraki tur olan 4.turda Antalyaspor'u 2-1 ve 0-0'lık sonuçlarla geçerek çeyrek finale yükselmiştir.Çeyrek finalde MKE Ankaragücü ile oynayan Boluspor her iki maçıda 1-1 tamamlamış ve penaltılarla elenmiştir.
1980-81 sezonunda Türkiye Kupası'nda ki en büyük başarısına imza atan Boluspor,kupaya 5.turdan dahil olmuş ve ilk turda Erzurumspor'u 5-0 ve 0-0 ile,6.turda Kocaelispor ile her iki maçta da 0-0 berabere kalmasına rağmen penaltılarla 3-0'lık skorla yenmiştir.Çeyrek finalde Galatasaray'ı 1-0 ve 2-0 ile geçen Boluspor yarı finalde ise Bursaspor'u 1-0 ve 0-0'lık sonuçlarla eleyerek finale adını yazdırmıştır.Finalde MKE Ankaragücü'ne ilk maçta deplasman 2-1 yenilen Boluspor ikinci maçta sahasında rakibiyle 0-0 berabere kalarak finalde kaybetmiştir.
1983-84 sezonunda kupaya 5.turda merhaba diyen Boluspor rakibi Adanaspor'u 1-0 ve 0-0'lık sonuçlarla elemiş ve 6.turda da Vefa Simtel'i 0-0 ve 1-0'lık skorla eleyerek çeyrek finalde Trabzonspor ile eşleşmiştir.Rakibine her iki maçta da 2-0 yenilen Boluspor kupaya çeyrek finalde veda etmiştir.
1987-88 sezonunda yine çeyrek final başarısı gösteren Boluspor;3.turda Menemenspor'u 3-0 ve 8-0'la,4.turda Bursaspor'u 3-1[G] 1-0(M) skorlarla geçmiş,çeyrek finalde Zonguldakspor'a ilk maçta 1-0 yenilmiş 2 maçta da kendi evinde 2-1 yenmesine rağmen kupaya veda etmiştir.
1989-90 sezonunda tek maç üzerinden oynanan kupada Boluspor kupaya 5.turdan dahil olmuş ve bu turda Konyaspor'u 5-2 yenerek çeyrek finale çıkmıştır. Çeyrek finalde Beşiktaş'a 5-0 yenilerek kupaya veda etmiştir.
2011-12 sezonunda 1. Lig ekibi olmasına rağmen Türkiye Kupası'nda çeyrek finale çıkma başarısı gösteren Boluspor; 2.turda Fethiyespor'u 5-1,3.turda Gençlerbirliği'ni 3-2,4.turda Beşiktaş'ı 1-0 yenerek çeyrek finale adını yazdırmıştır.Tarafsız sahada oynanan maçta Kardemir Karabükspor'a 1-0 yenilerek kupaya veda etmiştir.
Boluspor, 1972-73 sezonunu 33 puanla 5. sırada tamamlayınca, 1973-74 de Balkan Kupası'na katılmıştır. Bu kupada, Bulgaristan'ın Sofya Akademik, Romanya'nın Sport Clup Bacau takımlarıyla eşleşmiştir. Bu maçlarda alınan sonuçlar şöyledir:
1973-74 sezonunu ise 3. sırada tamamla |
yınca bir sonraki sezon UEFA Kupası'nda oynamaya hak kazanmış, ilk turda Dinamo București'ye elenmiştir.
1970-1979, 1980-1985, 1986-1992
1966-1970, 1979-1980, 1985-1986, 1992-1996, 1997-2001, 2007-
1996-1997, 2001-2002, 2005-2007
2002-2005
Şampiyonluk (2) 1969-1970, 1985-1986
İkincilik (1) 1979-1980
Şampiyonluk (1) 2006-2007
Şampiyonluk (1) 1996-1997
İkincilik (1) 2004-2005
Lotus
Lotus şu anlamlara gelebilir:
Olingo
Olingo, rakungiller (Procyonidae) familyasından memeli hayvan cinsi.
Ağaççıl ve gececildir. Anal koku bezlerine sahiptirler. En yakın akrabaları koatilerdir. Kinkaju ile olan benzerliği paralel gelişmiş olup eş kökenli değildir. Orta Amerikadan Peru ve Nikaragua'ya kadar Güney Amerika yağmur ormanları ana yaşam alanları ve yayılımıdır.
Lotus (otomobil)
Lotus. 1952 yılında İngiltere'de Colin Chapman tarafından kurulmuş otomotiv firması. Firma bugün Proton bünyesi altındadır.
Demir bağlama kapasitesi
Toplam demir bağlama kapasitesi (TDBK) tıbbi bir laboratuvar testidir. Test; serumdaki demir bağlayan bölgelerin ne dereceye kadar doyurulabildiğini ölçmektedir. Serumdaki demir bağlayan grupların neredeyse tamamının transferrin üzerinde bulunmasından dolayı bu test aynı zamanda kandaki transferrin miktarının dolaylı yoldan bir ölçütüdür.
Serum demiri ve yüzde transferrin doyurulması birlikte ele alındığında, klinisyenler bu testi genellikle anemi, demir eksikliği ve demir eksikliği anemisinden şüphelenildiği durumlarda uygularlar. Bununla birlikte, karaciğer akut faz reaktanı olarak transfferin ürettiği için bu test uygulanırken karaciğer fonksiyonları ve vücutta bir inflamasyon varlığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durum nadir de olsa demir normal iken demir bağlama testinin niçin yüksek olabildiğini açıklar. Bu nedenle Test aynı zamanda dolaylı bir karaciğer fonksiyon testidir. Ancak ender olarak bu amaçla kullanılmaktadır.
Karaciğer demir eksikliğine karşı yanıt olarak daha fazla transferrin üretmektedir, böylece yüzde transferrin doyurulması (yani serum demiri/TDBK x 100 formülünün sonucu) da faydalı bir belirteç olabilmektedir.
Basit demir eksikliği anemisinde, serum demiri düşük, transferrin yüksektir ve buna bağlı olarak yüzde transferrin doyurulması çok düşüktür.
Diğer yandan, kronik hastalık anemisinde, vücut demiri serumun dışında tutmakta ama aynı zamanda daha düşük miktarda transferrin üretmektedir (muhtemelen metabolizmaları için demire ihtiyaç duyan patojenlerden demiri uzak tutmak için vücudun verdiği yanıtın bir parçası olarak). Bu durumda serum demir miktarı düşüktür ancak TDBK (yani transferrin) de düşüktür. Bu nedenle yüzde transferrin doyurulması normal değerdedir.
Gebe ya da hormonal gebelik önleyici kullanan kadınlarda karaciğer transferrin üretimini artırmaktadır. Bu durum, normal demir miktarıyla bile yüksek TDBK ve düşük yüzde transferrin doyurulması sonucu doğurmaktadır.
Bu örnekler göstermektedir ki; TDBK değerinin tam olarak anlaşılabilmesi için aynı zamanda serum demir miktarının, yüzde transferrin doyurulma miktarının ve bağımsız klinik durumun da bilinmesi gerekmektedir. Testin uygulanması için laboratuvarlar damardan alınan kandan elde edilen serumu kullanmaktadır.
Nunavut
Nunavut (Doğu Kanada İnuitçesi ᓄᓇᕗᑦ "Nunavut" «toprağımız»), Kanada'nın Kuzey Kanada denen en kuzeyinde İnuitlerce meskun olan en yeni bölgesi. Gerçek sınırları 1993 yılında çizilmesine rağmen, resmi olarak 1 Nisan 1999 tarihinde "Nunavut Yasası" ve "Nunavut Land Claims Agreement Yasası" gereği Kuzeybatı Toprakları'ndan ayrılarak kurulmuştur.
Ana yerli halkı Nunavut İnuitleri ("Nunavummiut") olup dil temelli olarak Doğu Kanada İnuitçesi ile Batı Kanada İnuitçesi konuşanlar olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar.
Topraklarının 1,877,787 km² si karadır. En yüksek noktası Ellesmere Adası'ndaki Barbeau Peak (2,616 m) zirvesidir. İç sınır komşuları Kuzeybatı Toprakları, Manitoba, Saskatchewan, Newfoundland ve Labrador ile Quebec eyalet ve bölgeleri, dış komşusu ise Grönland'dır.
Bölge 4.000 yıldır insan yerleşimindedir ve Paleo-Eskimo (MÖ 2500 - MÖ 1500), Pre-Dorset (MÖ 2500 - MÖ 500), Dorset kültürü (MÖ 500 - MS 1500) ve Thule kültürü (MS 1000 - MS 1600) aşamalarından sonra günümüzdeki Kanada İnuitleri (MS 1600 - günümüz) aşamasına geçilmiştir. Tarihçilerin çoğu Kuzey Germen sagalarında geçen Helluland yer adının Baffin Adası kıyıları olduğunda hemfikirdir.
2001 nüfus sayımına göre nüfusun % 93.2 si Hristiyandır. En büyük ilk üç mezhebi Kanada Anglikan Kilisesi 15.440 (% 58), Roman Catholic Diocese of Churchill-Baie d'Hudson 6.205 (% 23) ve Pentakostalizm 1.175 (%4) olarak sıralanır.
Volvox (müzik grubu)
Volvox, 1988 yılında Şebnem Ferah tarafından kurulmuş, tamamı kadınlardan oluşan Bursalı hard rock grubu. Grup Şebnem Ferah, Duygu Karpuz, Ebru Bank, Gül Ağırca, Buket Doran ve 1992 yılında gruba dahil olan Özlem Tekin'den oluşmuştur.
Şebnem Ferah elektro gitar ve vokal, Duygu Karpuz gitar, Ebru Bank (Eroğlu) basgitar, Gül Ağırca davul ve Özlem Tekin klavye ile birlikte geri vokalde olmuştur. Ebru Bank gruptan ayrılınca yerine Buket Doran geçmiş ve Buket grupta basgitar çalıp geri vokal yapmıştır.
Şebnem Ferah Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi, Ebru Bank Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, Gül Ağırca Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Endüstri Tasarımı ve Özlem Tekin ise Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı, Müzikoloji Bölümü'nde eğitim görmüşlerdir.
Volvox, ilk konserlerinden birini Bursa'da Tayyare Sineması'nda vermiştir. İlk İstanbul konserlerini 28 Nisan 1991 tarihinde saat 14:00'da Pentagram ile birlikte Pangaltı İnci Sineması'nda vermişlerdir. Boğaziçi Üniversitesi'nde, ODTÜ Festivalinde, Bilsak Rock Cafede, İzmir Clup 33'de konserler vermişlerdir.
1992 yılında Duygu Karpuz'un gruptan ayrılmasıyla klavye ve geri vokal olarak Özlem Tekin gruba dahil olmuştur. İlk sahne tecrübelerini Bedri Baykam'ın açtığı "Dadaist" barda gerçekleştiren grup, daha sonra "Sis", ardından da "Kemancı"da çalmıştır.
Ebru Bank'tan sonra Özlem Tekin de gruptan ayrıldı. 1994 yılında Volvox dağıldı.
Isı macunu
Isı macunu (termik macun veya emestat macunu), ısı iletimini sağlamak için kullanılan bir macundur. Daha çok işlemci ile fan arasında kullanılır.
İşlemciler süper iletken malzemelerden yapılmadıkları için üzerlerinden geçen akıma direnç gösterirler. İşte bu sorunu çözmek için işlemcilerde fan kullanılır fakat ne kadar kusursuz yapılırsa yapılsın işlemci yüzeyi ile fan arasında hava boşluğu kalır bu da fanın performansının düşmesine ve işlemcinin ısınarak yanmasına sebep olur. Bunu engellemek ve işlemci ile fan arasındaki ısı iletimini arttırmak için termik macun kullanılır.
Isı iletimini arrtırmak için genellikle yüksek oranda metal (özellikle gümüş) kullanılır böylece işlemciler uzun yıllar sorunsuzca çalışabilir.
Mazdekçilik
Mazdekçilik ya da mazdekizm, İranlı Zerdüşt din adamı Mazdek'in düşünce felsefesine verilen isimdir. Mazdekizm, İsa'dan sonra 5. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan; insan eşitliği ve mal ortaklığını savunan bir akım olarak bilinmektedir. Her türlü özel mülkiyetin kaldırılması ve evliliğin serbest aşk ile değiştirilmesini savunması ile ün saldı. Hava ve su gibi, paranın, malın-mülkün de insanlar arasında eşit olarak paylaşılmasını savunan Mazdek'in gerçekleştirdiği reformlar bir tür erken komünizm örnekleri arasında gösterilmektedir.
Mazdek düşüncesine göre yeryüzü bütün insanların ortak yararına açık bir yaşam alanıdır. Bu yaşama alanında çalışan geçinir, çalışmayanlar silinip gider. Toplum bireylerin oluşturduğu ortaklaşa bir kuruluş olduğundan, kimsenin kimseyi baskı altına almaya, özgürlüğünü ortadan kaldırmaya ya da kısıtlamaya hakkı ve yetkisi yoktur. Bu nedenle, Mazdek düşüncesinde kadın erkeğin tutsağı değil, özgür bir insandır; dolayısıyla, yeryüzündeki hayatın da ortağıdır.
Pasifizmi, din adamı karşıtlığını ve yoksul halka yardım dağıtılmasını sağlayan sosyal reformlar sırasında üçü hariç bütün Zerdüşt Ateş Tapınakları kapatıldı. Mazdek'in yaşamına dair ne kadar yazıt varsa, bilgi ve belge varsa; Mazdek öldürüldüğü zaman imha edilmişlerdir. Onun sadık eşi "Hürrem Bint-i Kade" tarafından sürdürülen inançları, dünyaya bakışı ve öğretisi daha sonra İslam tarihinde yerini bularak Hürremist hareketlerin temel öğretileri olmuştur. Hûrremîyye meşhur Bâbek Hûrremî'in temsilciliği yaptığı önemli bir harekettir. Hûrremîyye ismini Mazdek'in eşi Hürrem'den alır. "Xurem", "Xwarin", "Ve'xwarin" Hint-Avrupa dillerinde yiyecek, içecek anlamına gelirken; esası "tabu yoktur, her şey mübahtır" esasına dayandığı içindir
"“Mezdekîler”" Emevî Hanedanı’nın sonuna kadar yeterli hürriyete sahip olduklarından, İran’nın çeşitli bölgelerinde fa’aliyetlerini Mezdekî, Hürremî, Muhammere, Sürhî gibi nâmlar altında sürdürmüşlerdi. ""Hûrremîler"" yani Yeni-Mezdekîler’in de kendilerine has dinî kitapları mevcuttu. Kendisi de aslen bir "Zerdüştî" olan "“Ebû İsâ Harûn’ûl-Verrak”" bu düalist mezhep ve i’tikadları en ince ayrıntılarına kadar izâh etmişti. Mezdekî i’tikadları daha "“Mezdek”" hayatta iken İran’ın dışına taşmıştı.
Yâkubî’nin Araplar’ın birkısmının "“Zindik”" olduğunu beyan etmesinden "“Zindiklik”" (yani "“Manichéisme”" ve "“Mezdekisme”") dinlerinin Kureyşliler arasında birçok taraftarları olduğu anlaşılmaktadır. İbn-i Kuteybe’ye göre de İslâm’dan önceki Arap dinleri arasında "“Mezdekîlik”" epey yaygındı. Temimîler arasında yaşayan "“Zerdüşt Mü’minler”" arasında "Zühare bin Udes’ût-Temimî," oğlu "Hacib" ve daha birçokları "“Mezdekî”" idi.
İslam fethinden sonra ise İranlılar’ın âdet ve âyinleri tamamen kaybolmayıp asırlarca hayâtiyetlerini sürdürmüştü. Bilhassa "“Nevruz” ve “Mihrguân” Bayramları" bu gibi âdetlerin başında yer almaktaydılar. Hattâ İran’ın İslâm öncesi bayramlarından en önemlisi olan "“Nevruz Bayramı”," daha sonraları İslâm’ın an’anesi içinde kendisine çok ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. "“Mihrguân (yani Mithra) Bayramı”," ise "Mihr" ayının başında tâ ki İran Moğollar tarafından istilâ edilene dek kutlanmakt |
aydı. İran’da bütün eyaletlerde Araplar tarafından tahrip edilmemiş birçok “Ateşgâhlar” "(pyrées)" da mevcûttu. Bunların başında en meşhurlarından olan "“Azür Ferbegû”," "“Azür Güşnasb”" ve "“'Azür Bürzin Mihr”" adındaki üç büyük "“Ateşgêde”" gelmekteydi.
Tepedelenli Ali Paşa
Tepedelenli Ali Paşa (Arnavutça: Ali Pashë Tepelena; 1744 – 24 Ocak 1822), Osmanlı Devletine isyan etmiş olan Yanya valisi. Yanya Aslanı olarak anılırdı.
Tepedelenli Ali Paşa 1744 yılında bugünkü Arnavutluk'un Tepelen (Arnavutça: Tepelena) kasabasında doğdu. Zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen 1758 yılında babasının öldürülmesinden sonra ailesi nüfuzunu büyük ölçüde kaybetmişti. 1768 yılında zengin bir paşanın kızıyla evlendi ve Osmanlı Devleti hizmetinde hızla yükselmeye başladı. 1788 yılında Yanya valiliğine getirildi.
Bu dönemde bölgedeki Rumlar Filiki Eterya Derneği gibi dernekler kurarak Osmanlı Devleti'den bağımsızlıklarını kazanmak üzere çalışmalara başlamışlardı. Tepedelenli Ali Paşa bu bağımsızlık hareketlerini bastırmak için sert önlemler aldı. Fakat Osmanlı Devleti'nin o dönemdeki zayıflığından yararlanarak Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki Epir bölgesinde nüfuz bölgesini genişletti. Osmanlı Devleti'nden yarı-bağımsız bir şekilde davranmaya başladı. Değişik Avrupa ülkeleriyle çıkarlarına göre doğrudan ilişkiler kurdu. 1809 yılında İngiliz yazar/şair Lord Byron Tepedelenli Ali Paşa'yı ziyaret etmiş ve bu ziyareti yazılarına konu almıştır. Ayrıca Fransız yazar Alexandre Dumas Monte Cristo Kontu romanında Tepedelenli Ali Paşa'nın kızını konu almıştır. Osmanlı Devleti Tepedelenli Ali Paşa'nın gitgide artan gücünden rahatsız olmakla birlikte başka sorunlarla uğraşmaktan dolayı uzun süre fazla bir şey yapamadı.
Tepedelenli Ali Paşa'nın oğullarıyla birlikte bağımsız bir devlet kurma aşamasına gelmesi üzerine II. Mahmut mühürdarı Mehmet Sait Halet Efendi'nin de etkisiyle Tepedelenli Ali Paşa'yı görevden aldı. Fener Rum Patrikhanesi'nin de II. Mahmut'un bu kararı üzerinde etkili olduğu söylenir. Tepedelenli Ali Paşa bu kararı dinlemedi ve bir isyan başlattı. Bu isyanı bastırmak üzere II. Mahmut sadrazam Hurşit Ahmet Paşa'yı Tepedelenli Ali Paşa'nın üzerine gönderdi. Bulunduğu yerden ayrılmama yasaklarını çiğnedi ve Osmanlı Devleti'ne gard aldı. Hurşit Ahmet Paşa, Tepedelenli Ali Paşa'nın işgal ettiği yerleri geri alarak Tepedelenli Ali Paşa'nın oğullarıyla birlikte ordusunu yendi. Canına dokunulmaması şartıyla 24 Ocak 1822'de teslim olsa da, ilerde tekrar isyan çıkarma riskine karşı olarak bu karar bozuldu ve idam edilmesi kararına varıldı. Bu haberi alınca silahına davrandığı için, kurşunla vurularak öldürüldü. Daha sonra da başı kesilerek İstanbul'a gönderildi.
Bu isyan böylece bastırılmış olmasına rağmen ortaya çıkan kargaşalık bağımsızlık isteyen Rumların işine yaradı. Gitgide örgütlerini güçlendirdiler ve taleplerini arttırdılar. Sonunda 1829 yılında Yunanistan, Rusya'yla yapılan Edirne Antlaşması'yla bağımsızlığını kazandı.
Karahayıt, Çine
Karahayıt, Aydın'ın Çine ilçesine bağlı bir mahalle.
Inti
Inti, İnka mitolojisinde güneş ve gökkuşağının tanrısıdır.
Yuvarlak altın bir yüzeyde insan yüzü olarak canlandırılmıştır. Mitolojiye göre Manco Capac ve Mama Ocllo'nun babasıdır. Karısı Mama Quilla olarak adlandırılmıştır. Inti kültü, 15. yüzyılın ilk yarısında 9. İnka hükümranı Pachacutec Yupanqui tarafından ortaya atılmıştır.
Rektör
Rektör, bir üniversitenin akademik ve yönetimsel olarak en üst düzey yetkilisidir. Latince kökenlidir ve bu Latincede 'yöneten' anlamına gelir. Sözcük, Hristiyanlık dininde kilisedeki yöneticilerden türetilmiştir. Özellikle Anglikan ve Katolik kiliselerinin bazılarında rektörler vardır.
Türk yüksek öğretim sistemine göre devlet üniversitelerinde rektör, üniversitenin öğretim üyeleri tarafından yapılan oylama sonuçlarının YÖK tarafından yapılacak sıralamanın Cumhurbaşkanı'na sunulmasından sonra Cumhurbaşkanınca değerlendirilip adaylardan birinin atanması sonucu göreve başlar. Görev süresi dört yıldır ve en fazla iki dönem bu görevde kalabilir.
Vakıf üniversitelerinde ise rektör, mütevelli heyeti (yönetim kurulu) tarafından seçilir ve YÖK'ün onayıyla göreve başlar.
Afrika Ulusal Konseyi
Afrika Ulusal Konseyi (İngilizce: African National Congress, kısaca ANC), Güney Afrika Cumhuriyeti'nde çoğunluk yönetiminin kurulduğu Mayıs 1994'den bu yana hükümette bulunan merkez-sol çizgideki partidir. Parti Güney Afrika Sendikalar Birliği (COSATU) ve Güney Afrika Komünist Partisi'yle (SACP) birlikte bir üç parçalı ittifak içinde yer almaktadır.
İlk kez 8 Ocak 1912'de Bloemfontein'de toplanan Kongre kabile şeflerini, halk temsilcilerini, kilise organizasyonlarını ve yerli halkın hak mücadelesinin önde gelen kişiliklerini bir araya getirdi. 1923'e kadar Güney Afrika Yerli Ulusal Kongresi adını kullandı. ANC başlangıçta özellikle ağır şartlar altında çalışan Siyah işçilerin haklar mücadelesi üzerinde yoğunlaştı. 1919'da işçilerin hayatını zorlaştıran seyahat özgürlükleriyle ilgili kısıtlamalara karşı düzenlenen kampanyayı yönetti. 1920 yılında, Afrikalı maden işçilerinin militan grevine destek verdi. Yine de bazı ANC liderleri grevler ve protestolar gibi militan mücadele yöntemlerine karşı çıkıyorlardı. Onlar İngiliz sömürgeci yönetiminin ikna edilmesi gibi daha ılımlı mücadele yöntemlerinden yanaydılar. Bu nedenle Kongre 1920'lerde fazla etkin olamadı. Ayrıca bu sırada ilk güçlü işçi sendikaları ve partileri kurulmaya başladı. 1919 yılında kurulan Endüstri ve Ticaret İşçileri Sendikası (ICU) kırsal ve kentsel bölgelerde kısa zamanda en etkin örgütlenme haline geldi. Sendika militan mücadele yoluyla işçiler için birçok büyük kazanım elde etti. Ancak ICU varlığını sürdüremedi ve 1920'lerin sonuna doğru dağıldı. 1921'de ise Güney Afrika'nın ırk esasına dayanmayan ilk partisi olarak Güney Afrika Komünist Partisi kuruldu. 1920'lerde sömürgeci yönetimin politikaları daha da baskıcı ve ırkçı bir biçim kazandı. Siyah işçileri yarı-kalifiye işlerden dışlayan bir renk-engeli getirildi. 1927'de ANC başkanı seçilen J.T.Gumede hareketi bu ırksal ayrımcılığa karşı mücadele edecek biçimde yeniden örgütlemeye çalıştı. Gumede militan işçiler arasında etkin olan Komünistlerle işbirliğinin ANC'yi kuvvetlendireceğini görmüştü. Ancak Kongre yönetiminin tutucu çoğunluğu tarafından 1930 yılında yönetimden uzaklaştırıldı.
Ancak 30'lu yıllar boyunca ırkçı baskı ve saldırılar daha da arttı ve buna karşı giderek büyüyen bir tepki hareketi gelişti. 1944 yılında kurulan ANC Gençlik Birliği, harekete yeni bir soluk getirdi. Gençlik hareketinin Nelson Mandela, Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi etkili liderleri görüşlerini Afrika milliyetçiliğine dayandırdılar. Afrika halkının ancak kendi mücadelesiyle kurtulabileceği görüşünü ön plana çıkardılar. Gençlik birliğinin önerdiği grevler, boykotlar ve direnişlere dayalı etkin bir mücadeleye çağrı yapan Eylem Programı, ırkçı Ulusal Parti'nin (afrikaans: Nasionale Party) iktidara gelmesinden bir yıl sonra, 1949'da, ANC yönetimi tarafından kabul edildi.
İçerenköy, Ataşehir
İçerenköy, İstanbul ilinin Ataşehir ilçesine bağlı bir mahalledir. 2008 yılına kadar Kadıköy ilçesine bağlı olan mahalle, bu tarihte ilçe olan Ataşehir'e bağlanmıştır.
İçerenköy her geçen gün hızla artan nüfusuyla Türkiye'nin önemli mahallelerinden biri olmuştur. 2013 yılında sahip olduğu 75.436 kişilik nüfusuyla İstanbul'un en kalabalık 2. mahallesi olan İçerenköy, Türkiye'nin de en kalabalık 4. mahallesi olmuştur.
Semtte 5 yıldızlı Hotel Greenpark, Rixsos Oteli, Carrefour, İsviçre Hastanesi gibi binalar bulunur. Ayrıca ABD'deki otel zincirlerinden biri olan Mariott Otelleri'de ilk şubesini İçerenköy'de açmıştır. Mahalle bünyesinde Ataşehir'in ilköğretim okulu olan İçerenköy Yahya Kemal Beyatlı İlköğretim Okulu bulunmaktadır. Ayrıca ilçede Hasanleyli Ortaokulu da bulunmaktadır. Mahalleye ulaşımın kolaylığı ve düzenli gelişimi nedeniyle İstanbul'un en gözde mahallelerinden biri haline gelmiştir. Kozyatağı, Bostancı gibi semtlerdeki yığılmaların aksine, halen imara açık yapısı sayesinde de her geçen gün değeri artan bir semttir.
İçerenköy, 1980'li yılların başında mısır tarları ve bostanları olan, yanından geçen Çamaşırcı Deresi'nde balık avlanabilen küçük bir mahalleydi. Zemin yapısı nedeniyle imar planında kat yüksekliği sınırı olmamasından dolayı yoğun yüksek katlı binalarla donatılmıştır.
İstanbul çevresindeki ilk insan yerleşimleri ancak M.Ö.3000-5000 yılları arasında ortaya çıkarken, İçerenköy'de taş devrine ait el baltalarına rastlanması, bu bölgenin tarihini yüzyıllar öncesine taşıyor. Bu tarih için Devlet Arşivlerinin Osmanlı kayıtlarında şu bilgilere ulaşılıyor: "Orhan Gazi, Kartal-Cevizlik’te Bizans Kralı III. Andronicus’u yenerek Üsküdar’a yürüdü. Bölgede Komutanlarından Konuralp da, Aydos Kalesi'ni, Kayışdağı’nın batı eteklerindeki Ayazma Köyü'nü (şimdiki İçerenköy) alarak Üsküdar’da Orhan Bey ile birleşti. Bugünkü İçerenköy o dönemde Hıristiyan topluluğun yerleşim yeriydi. Günümüzde kalıntılarına rastlanan kilise, bölgenin tek ibadet yeriydi. Ayrıca çok geniş bağlar, bir hamam, bir sarnıç vardı.
Bölge Türklerin eline geçince, Anadolu’dan getirilen halk, başta Merdivenköy olmak üzere bölgeye yerleştirildi. Geyikli Babanın öğrencilerinden Gözcü Baba, Eren Baba, Kartal Baba, Ali Gazi, Sarı Gazi gibi savaşçı din adamları ve bunlara bağlı yüzlerce kişi, Hıristiyan köylerine ryerleştirildi. Bu savaşçılar korsan baskınlarından korunmak için Rumlarla birleşiyorlardı. 1335 yılında Tekkebağ Köyü böyle kurulmuştu. Köyün tek sıkıntısı su kıtlığıydı. Bu bölge Eren Baba ile Ali Gazinin yönetimindeydi. 1465’ten sonra bölge Erenköy diye anılmaya başlandı. 1639 yılından sonra, Kayışdağı suyu künklerle şimdiki Erenköy’e getirilince, Karaman Çiftliği ve Tekkebağ halkı Erenköy’e göç etti. 1872’de bölgenin batısında tren yolu geçti ve istasyon yapıldı. Hat komutanı Ulaştırma Yüzbaşı Ali Beyin önerisiyle Erenköy adı şimdiki bölgeye verildi. Asıl Erenköy içerde kaldığından mahalle İçerenk |
öy adını aldı."
Cellat taşı
Cellat taşı, İstanbul müftülüğünün ana kapısına 30 metre mesafede bulunan Osmanlı döneminde cellatların üzerinde infazları gerçekleştirdikleri mermer taştır. Mermer taş zamanla aşındığından 50 cm kadarı günümüze ulaşmıştır.
Askerlik hizmeti
Askerlik hizmeti, herhangi bir ülkede belirli bir yaşa gelen vatandaşların, zorunlu olarak, belirli bir süre orduda görev yapması veya anlaşmalı oldukları bir süre boyunca meslek olarak icra etmesi. Ayrıca askerlik veya vatanî görev olarak da bilinir.
Ordular, mesleği askerlik olan kişilerin dışında, ya belirli bir süre için zorunlu askerlik hizmetine alınan yetişkin kişilerden ya da gönüllülerden oluşur. Bir tür zorunlu askerlik hizmeti Antik Mısır'da da uygulanırdı. Napolyon Savaşları sırasında Fransa'da, bütün sağlıklı erkekleri askere alındı. Daha sonra Prusya, erkekleri askerlik eğitimi için bir süre askere çağırmaya başladı. Böylece, az sayıda askerden oluşan asıl ordu, savaş zamanında hizmet etmeye hazır, eğitim görmüş yedek askerlerin katılmasıyla büyüyordu.
Amerikan İç Savaşı'nda (1861-65) Güney ve Kuzey, zorunlu askerlik usulüne başvurdular. Ama, 19. yüzyıl boyunca ABD'de ve İngiltere'de barış zamanında zorunlu askerlik uygulanmadı. I. Dünya Savaşı'nda, İngiliz ordusu düzenli askerlerden ve gönüllülerden oluşuyordu. 1930'larda ABD ve İngiltere, oldukça küçük düzenli ordularla yetindiler. Almanya ve Japonya ise, zorunlu askere alma usulü uyguladılar ve büyük ordular kurdular. 1939'da İngiltere zorunlu askere almayı yeniden uygulamaya başladı.
II. Dünya Savaşı, hemen bütün ülkelerin orduya bakışlarını değiştirdi. Çoğunlukla iki yıllık bir süre için gençler askere alınarak güçlü ordular kuruldu. İngiltere'de zorunlu askerlik 1960'a değin sürdü. Günümüzde İngiltere'nin kara, hava ve deniz kuvvetleri gönüllülerden oluşmaktadır. ABD zorunlu askere almayı Vietnam Savaşı nedeniyle sürdürdü ve bu uygulamaya ancak 1973'te son verebildi.
Günümüzde birçok ülkede halen zorunlu askerlik hizmeti uygulanmaktadır. Askerlik hizmeti zorunlu olmayan ülkelerde ise anlaşmalı oldukları süre boyunca kişiye maaş verilerek meslek olarak icra edilir. Amerika, Japonya, Kanada, Avustralya, İspanya, İtalya, İsveç, İngiltere, Fransa, Almanya gibi birçok ülkede zorunlu askerlik yoktur.
Düzenli ordusu olmayan İsviçre gibi bazı ülkelerde yükümlüler yaşamlarının belli bir döneminde askerlik hizmetine alınır ve bu süre boyunca her yıl birkaç hafta eğitim görürler.
Çin'de yasalar gereği zorunlu askerlik hizmeti mevcut olmakla birlikte, ülkenin büyük nüfusu ve yeterli gönüllü sayısı nedeniyle zorunlu askerlik uygulanmamaktadır.
İsrail'de 18 yaşını doldurmuş ya da 12. sınıfı bitirmiş vatandaşlar için (erkek ya da kadın) askerlik zorunludur. İsrailli Araplar, hamile ve evli kadınlar için askerlik zorunlu değildir. Askerlik hizmeti kadınlar için 2, erkekler için 3 yıldır.
Osmanlı Devleti'nde ordunun büyük bölümü, 1826'da Yeniçeri Ocağı kaldırılıncaya kadar tımarlı sipahiler ve yeniçerilerden oluşuyordu. Yeniçeriler düzenli ordunun sürekli askerleriydi. Tımarlı sipahiler ise yalnızca savaş zamanlarında orduya katılırlardı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra bir süre süresiz askerlik uygulandı. 1843'te kura usulü kabul edildi. Buna göre askere alınan kişiler, beş yıl zorunlu askerlik yapıyordu. Sonraki yedi yıl için yedeğe ayrılıyor ve bu süre içinde yılda bir ay askerlik eğitimi görüyorlardı. 1869'da zorunlu askerlik süresi altı yıl, yedek askerlik süresi de 14 yıl olarak belirlendi. 1916'da, Osmanlı uyruğundaki herkesin askere alınması zorunluluğu getirildi. 45 yaşına kadar herkes yedek asker sayıldı.
Türkiye'de zorunlu askerlik hizmeti uygulanır. 1916'da çıkarılan bir yasaya göre her erkek 21 yaşına geldiğinde ilk askerlik yoklamasını yaptırır. Günümüzde uzun dönem (tam dönem) zorunlu askerlik 12 aydır. Yüksek öğrenim görenlerde zorunlu hizmet süreleri yedek subay olanlar için 12 ay, kısa dönem er olanlar için 6 aydır.
Önlisans mezunları er/erbaş statüsünde uzun dönem askerlik yaparlar. Lisans, yüksek lisans veya doktora mezunları ise yedek subay adayı olarak askerlik şubelerine müracaat ederler. Türk Silahlı Kuvvetlerinin o anki subay ihtiyacına ve kişinin kendi isteğine göre kişi uzun dönem yedek subay olarak 12 ay (aylıklı) ya da 6 ay Kısa Dönem Er/Erbaş olarak zorunlu askerlik görevlerini tamamlarlar.
Mezun olunduğunda birlik komutanına dilekçe ve taahhütname ile müracaat edilir. Gerekli prosedürler tamamlandıktan sonra geçici olarak terhis olunur ve askerlik şubeleri tarafından yedek subay aday adaylarının tabi olduğu işlemler yapılır. Bu işlemler neticesinde;
1. Kısa dönem askerlik yapmasına karar verilirse;
2. Yedek Subay olarak askerlik yapılmasına karar verilirse; geçici terhis olunmadan önce yapılan askerlik hizmeti yanar ve 12 ay boyunca yedek subay olarak askerlik yapar.
Oturma veya çalışma iznine sahip olarak; işçi, işveren sıfatıyla veya bir meslek ya da sanatı icra ederek, Türkiye'de geçirdikleri günler hariç en az üç yıl (365*3=1095 gün) yabancı ülkelerde (veya yabancı gemilerde) bulunan TC vatandaşları, askerlik bedelini (6.000 €, 2016 itibarıyla 1.000 €) dövizle öder ve askerlik eğitimi görmeden terhis olur. Daha önce 21 gün olan temel askerlik eğitimi gereksinimi 15 Aralık 2011 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.
Şubat 2009 tarihinde çıkarılan bir yasa ile, askerlik yaparken, "terörle mücadele kapsamında" hayatını kaybeden yükümlülerin çocukları ile kardeşlerinin hiçbiri, "istekli olmadıkça" askere alınamaz, askerlik yapmakta olanlar ise terhis edilir.
Aynı yasaya göre, askerlik hizmetini yerine getirirken terörle mücadele dışındaki herhangi bir nedenle ölen, kaybolan veya malul olanların kardeşlerinden sadece biri, istekli olmadıkça silah altına alınamaz. Hayatını kaybeden askerin ebeveynleri ölü ise ya da bu konuda bir anlaşmaya varamıyorlarsa; öncelikle silah altında olan kardeşi (varsa) istekli olması halinde terhis edilir. Silah altında kardeşi yoksa veya silah altında olan kardeşi terhis olmak istemezse, askerlik hizmeti sırası gelen ilk kardeş, istekli olmadıkça askere alınamaz.
Kadı Abdurrahman Paşa
Kadı Abdurrahman Paşa (?-27 Aralık 1808) Karaman valisi ve Osmanlı Devletinin Islahat döneminde önemli görevlerde bulunmuş bir devlet adamı.
Kadı Abdurrahman Paşa bugünkü Antalya ilinin İbradı ilçesinde doğdu. 1803 yılında III. Selim tarafından Osmanlı Devletinin Karaman (Konya) eyaletine vali olarak atandı. Kadı Abdurrahman Paşa III. Selim'in kurduğu Nizam-ı Cedid ordusunu Karaman'da örgütledi. Kadı Abdurrahman Paşa, Nizam-ı Cedid askerleri ile, o zamana kadar ortadan kaldırılamamış Anadolu'daki bazı Celalileri, Çorlu ve Malkara civarında yenerek ortadan kaldırmayı başardı. III. Selim bunun üzerine 1806 Temmuz'unda Kadı Abdurrahman Paşa'yı Nizam-ı Cedid ordusunu Rumeli'de örgütlemek üzere Edirne'ye yolladı. Fakat Rumeli ayanlarının Nizam-ı Cedid'e şiddet kulanarak direnmeleri III.Selim’i Kadı Abdurrahman Paşa'yı geri çağırmak zorunda bıraktı. Padişahın bu zayıflığı Nizam-ı Cedid'e karşı çıkanların cesaretini arttırdı ve III. Selim Kabakçı Mustafa'nın yönettiği bir ayaklanma sonunda 30 Mayıs 1807'de, tahttan indirildi ve yerine IV. Mustafa tahta geçti.
14 aylık bir saltanattan sonra Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa İstanbul'a ordusuyla yürüyerek IV. Mustafa'yı tahtan indirdi ve yerine II. Mahmut'u tahta geçirdi (28 Temmuz 1808). II. Mahmut Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yaptı. Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazam olduktan sonra yaptığı ilk işlerden biri devletin ileri gelenleriyle büyük bir toplantı yapmak oldu. Kadı Abdurrahman Paşa Konya'dan İstanbul'a bu toplantıya katılmak için çağrıldı. Bu toplantıda alınan kararlar Sened-i İttifak adı verilen bir belgede derlendi. Kadı Abdurrahman Paşa da bu belgeyi imzalayanlardan biri oldu (7 Ekim 1808). Bu belge ile ayanlar, hükumet emirlerini dinleyeceklerine söz verdiler. Nizam-ı Cedid ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden kuruldu. Kadı Abdurrahman Paşa yeni ordunun başına geçti.
Tahttan indirilen IV. Mustafa ve adamları bu gelişmelerden hoşnut değillerdi. 14 Kasım 1808 gecesi, Alemdar Mustafa Paşa'nın konağını bastılar. Gelecek yardımı bekleyerek yeniçerilerle kıyasıya çarpışan sadrazam, damı delmekte olan yeniçerileri görünce patlattığı barut fıçısıyla intihar etti. Ayaklananlar II. Mahmut'u tahttan indirmek için saraya saldırdılar. Kadı Abdurrahman Paşa Sekban-ı Cedid askeriyle Topkapı Sarayı'nı savundu. Bozguna uğrayan ayaklananların üzerine giden Kadı Abdurrahman Paşa, 3.000'den fazla yeniçeriyi ve diğer ayaklananları kılıçtan geçirtti. Ama yeniçeriler üstünlük sağladılar. Sultan II. Mahmut 18 Kasım 1808 tarihinde Sekban-ı Cedid'i dağıtmak zorunda kaldı.
Kadı Abdurrahman Paşa askerleriyle oturduğu Selimiye Kışlası'ndan bir kömürcü kayığına binerek Gemlik'e kaçtı ve oradan Kütahya ve sonra da yanında küçük oğlu vergi müdürü Abdullah Paşa ve büyük oğlu medrese Hocası Mehmet Bey olduğu halde memleketi olan İbradı'daki evine sığındı. Kapukulu askerlerinin ısrarı üzerine Kadı Abdurrahman Paşa'nın diri veya ölü elde edilmesi için bir ferman çıkarılmıştı. Bu fermanın yerine getirmek için de Teke vergi memuru Kapıcıbaşı Hacı Mehmet Ağa'ya görev verilmişti. Hacı Mehmet Ağa Antalya yöresinden topladığı 10.000 kadar yeniçeri ile İbradı'yı bastı. Kadı Abdurrahman Paşa İbradı dağlarına kaçmışsa da tutularak İbradı kasabasında medrese Çarşısındaki konağında 27 Aralık 1808 tarihinde boğduruldu. Kadı Abdurrahman Paşa'nın oğulları hakkında idam fermanı yok iken Kapıcıbaşı Hacı Mehmet Ağa'nın oğlu İbrahim Bey 12 gün sonra kavgalı olduğu Abdullah Paşa'yı ve ertesi gün de Mehmet Bey'i öldürttü. Bu üç kişinin mezarları İbradı Mezarlığındadır.
II. Mahmut Kadı Abdurrahman Paşa'nın idamına karşı olduğu için Hacı Mehmet Ağa'yı cezalandırmak için fırsat bekledi. Bu sırada Hacı Mehmet Ağa öldü ve yerine oğlu İbrahim Bey geçti. Ibrahim Bey, Kadı Abdurrahman Paşa'dan arta kalan mal ve eşyaları vermemekte direnerek Sultan'a sert cevap verince, II. Mahmut'un gönderdiği askerler Antalya kal |
esine saklanan İbrahim Bey'i karadan ve denizden kuşatarak yakaladılar. İbrahim Bey idam edildi ve ailesi Selanik'e sürgüne gönderildi.II Mahmut daha sonra da Kadı Abdurrahman Paşa'nın tüm haklarını ve mallarının iadesini sağladı.
Ateşli silahlar
Ateşli silahlar, barut gazının itici gücüyle mermi atan bütün silahlara denir. Ateşli silah denince, genellikle bir kişi tarafından taşınabilen küçük çaplı silahlar akla gelir. Oysa ateşli silahlar, büyük toplardan tüfeğe, av tüfeğine ve tabancaya kadar her türde ve boyuttaki silahları kapsar.
Ateşli silahların en eski kanıtı Kuzeybatı Çin'de, 10. yüzyıldan kalan ipek bir sancak üzerine yapılmış bir alev makinesinin resmidir. 1132'de, De'an kuşatmasında Çin askerlerinin Jürchenler'e karşı, mızrak başının yanına alev makinelerinin takıldığı kısa mızraklar kullandıklarına ilişkin yazılı kanıtlar da vardır ama kuşkusuz ateş mızrağı çok daha eskidir.
İlk gerçek ateşli silahlar 1100'lerin ilk yarısına tarihlenebilir. Sichuan'daki bir Budist mağara tapınağındaki heykeller bunu kanıtlamaktadır. Bir heykel, ondan çıkan bir gülle ile alevler içinde vazo biçimindeki bombayı tutan bir şeytanı göstermektedir.
Bugüne kalan en eski ateşli silah Mançurya'da bulunan bir tunç toptur. 1288'e ait olduğu söylenebilir..
İlk kez, MS 1250 yıllarında, Çin'de kullanılmaktadır. İlk atılan cisimler gülle mermi türleri değil de, oklardı. 14. yüzyıldan sonra, Avrupa'da çeşitli topların kullanıldığını gösteren belgeler bulunmuştur. 1340 da bazı belgelerde elde tutulup ya da omuza dayanıp ateşlenen silahlardan söz edilmektedir. 'El silahları' terimi, bundan ancak kırk yıl kadar sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar, günümüzün el silahlarına pek benzememekle birlikte, süvariler tarafından (bir elleriyle dizginleri tuttuklarından) tek elle kullanılabilecek kadar hafiftir.
1400'lerde ortaya çıkmıştır. Gelişerek, silahlar bildiğimiz biçimlerini almıştır. Ateşli silahlar, 17. yüzyıla kadar, savaşlarda etkin bir rol oynamadı.. Toplar, söz konusu dönemdeki güçlü kale duvarlarına karşı etkisiz kalmaktaydı. Gemilerde topların Metal fişekli toplu tabanca 19. yüzyılda, başarılı bir gelişme sonucu ortaya çıkmalarına kadar, bu tür silahlar süvariler tarafından pek kullanılmadı. 17. yüzyılda piyade kullandı ve süngü de ortaya çıktı. Böylece piyadenin eline, çarklı ateşleme mekanizmasının yapılmasıyla tabanca pratik bir el silahı olarak büyük önem kazandı ve sportif amaçlı atışlarda 17. yüzyıl sonuna kadar kullanıldı. 17. yüzyılın ortalarında ise çakmaklı tüfekler, çarklı tüfeklerin yerini aldı.
Ateşli silahların ilk ortaya çıkışından bu yana hemen her dönemde çok mermi atan toplardan, cep tabancalarına kadar çeşitli silahlar yapıldı. Ancak bunların kullanımları, ateşleme mekanizmasının biçimi ve etkili bir gaz kaçağı önleme sistemi bulunup, bulunamaması ile kısıtlı oluyordu. Daha 16. yüzyılda birden fazla namlulu, döner namlulu ya da tek namlusu içine birden fazla mermi konup tek ya da birkaç mekanizma ile ateşlenen çeşitli tipte silahlar denendi. Ama bunlardan sadece çok namlulu silahlar ve özellikle tabanca başarılı oldu. Günümüzde çok mermi atan çeşitli silahlarda ateşli silah yapımının başladığı ilk günlerden itibaren kuyruktan dolma modeller yapılmıştı. Ne var ki çok mermi atan silahlarda olduğu gibi kuyruktan dolma silahlar da. ateşleme mekanizmalarının geliştirilip güçlü ve güvenli silahların yapılmasına kadar başarılı olamadı. Bu ancak, 1860'larda ABD ve İngiltere'de merkez-ateşli metal fişeklerin yapılması ile gerçekleşti. O tarihten sonra her türlü kuyruktan dolmalı silahta büyük bir gelişme görüldü ve daha sonraki kırk yıllık bir süre içinde, çeşitli mükerrer atıştı silahlar yapıldı. Mükerrer atışlı (arka arkaya atış yapabilen) tüfekler. 1880'lerle 1890'larda hemen tüm ülkelerin silahlı kuvvetleri tarafından benimsendi. Namluda hiçbir kalıntı bırakmayıp, mermiye kara baruttan daha yüksek bir hız verebilen yeni tip bir barutun geliştirilmesiyle, mükerrer atışlı ve yarı-otomatik silahlar gerçekleştirildi. 1890'larda makinalı yapıldı. I. Dünya Savaşı sırasında ise, tetiğe her basılışta hem ateş eden hem de otomatik doluş yapan yarı otomatik silahlarla başarılı deneyler yapıldı. 1920' lerde, hafif makinalı tüfeklerle birlikte tam otomatik tüfekler de gerçekleştirildi, ama otomatik tüfekler ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra silahlı kuvvetler tarafından kabul edildi. Elektrikle çalışan uçak topları da dahil olmak üzere, bu kadar çeşitli yarı ya da tam otomatik silahın başarısı, hiç kuşkusuz, metal kartuşlu mermilerin yapımıyla gerçekleştirildi. Buna karşılık sportif amaçlarla kullanılan silahlarda, 1890'lardan bu yana büyük bir değişiklik görülmemiştir.
Küçük çaplı ateşli silahlar ile ağır ateşli silahların mermileri farklıdır. Tüfek, tabanca gibi küçük silahların mermisi çarpma etkisiyle hedefi deler. Büyük çaplı, ağır ateşli silahlar olan topların mermileri ise hedefi bulduğunda patlar. Top mermisinin ucunda tapa denilen bir bölüm vardı. Tapa, merminin içindeki patlayıcı maddenin istendiği zamanda patlamasını sağlar. Tapanın türüne göre, bazı top mermiler hedefe çarptığında, bazıları hedefe çarpmadan hemen önce, bazıları da hedefin içine saplandığı anda patlar.
Çelikten yapılmış bir boru olan namlu, ateşli silahların en önemli parçasıdır. Namlunun uç bölümüne namlu ağzı, geri kalan bölümüne ise namlu kuyruğu denir. Namlu kuyruğunun başlangıcında, içine merminin yerleştiği, hazne adı verilen bir bölüm bulunur. Namlu kuyruğu, merminin hazneye sürülebilmesi için açılıp kapatılabilecek biçimde yapılmıştır. Ateşli silahların çoğunda haznenin ön bölümünden namlu ağzına doğru uzanan namlu boşluğunda, yiv ve set denen sarmal girinti ve çıkıntılar vardır.
Ateşli silahların mermisi üç ana bölümden oluşur. Merminin uç bölümüne mermi çekirdeği denir. Silah ateşlenince mermi çekirdeği hedefe doğru fırlar. İkinci bölüm, sevk barutudur. Sevk barutu yandığı zaman meydana getirdiği basınçla mermiyi iterek namludan fırlatır. Üçüncü bölüme mermi kovanı denir. Tek yanı kapalı bir metal silindir olan mermi kovanının içinde sevk barutunun bulunur.
Mermi kovanının arka ucunda kapsül denen bir ateşleyici bulunur ve tetik çekilince barutun ateşlenmesini sağlar. Ateşleme iğnesinin çarpmasıyla ya da elektrik akımıyla ateşlenen kapsül kovandaki barutu tutuşturur. Barutun yanmasıyla ortaya çıkan sıcak gazın basıncı mermi çekirdeğini ileriye doğru iter ve çekirdek namlu ağzından büyük bir hızla hedefe doğru fırlar. Küçük çaplı ateşli silahlarda, mermi çekirdeği, mermi kovanı ve sevk barutundan oluşan mermiye fişek denir. Bu parçalar bir birbirine sıkıca bağlı olduğu için fişek tek parça gibi görünür. Mermi çekirdekleri kurşundan yapıldığı için, hafif silahların mermileri kurşun olarak da adlandırılır. Fişeklerde mermi çekirdeği ile mermi kovanı bir bütündür ve yalnızca sevk barutu ateşlendiğinde birbirinden ayrılır. Oysa top mermilerinde mermi çekirdeği ile kovan birbirinden ayrılabilir ve içindeki barut miktarı hedefin uzaklığına göre ayarlanabilir.
Eski topların namlu kuyruğu kapalı olurdu. Bundan dolayı barut namlu ağzından doldurulup sıkıştırılırdı. Sonra gülle denen taş ya da demirden yapılmış mermi, gene namlu ağzından namluya yerleştirilirdi. Top, namlu kuyruğundaki küçük bir ateşleme deliğinden ateşlenirdi. Çağdaş toplarda ise, namlu kuyruğunda açılıp kapatılabilen ve kama adı verilen kapaklar bulunur. Bu toplar bu bölümden doldurulur. Günümüzde topların mermilerinin içindeki patlayıcı patladığında, metal mermi gövdesi parçalanır. Bu gövdenin şarapnel denen parçaları çevreye saçılarak hedefe zarar verir.Yarı insandır.
Topun, İspanya'yı istila eden [ Berberiler aracılığıyla Avrupa’ya girdiği sanılır. Topun Avrupa’da ilk kez 1324'te kullanıldığı bilinmektedir. Barutun ana maddesi olan güherçile 13. yüzyıldan önce Avrupa'da bilinmediğine göre, bu tarihten önce topun Avrupa'da kullanılmış olması olanaksızdır. Osmanlılar topu ilk kez I. Kosova Savaşı’nda, 1389’da kullanmışlardır. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethinde birinci derecede toptan yararlanmıştır.
Tunçtan ya da dökme demirden yapılan ilk toplar küçüktü. Çünkü döküm tekniğinin ilkel olmasından dolayı büyük boyutlu toplar yapılamıyordu. Bundan dolayı büyük boyutlu toplar kaynakla birbirine tutturulan ve demir çemberlerle bağlanan demir çubuklardan yapılmaya başlandı. Ne var ki bu toplar çok güçlü silahlar değildi ve ancak hafif taş gülleler atabiliyordu.
Top yapım tekniklerinin gelişmesiyle daha güçlü toplar yapıldı ve taş güllelerin yerini demir ya da kurşundan yapılan ağır gülleler aldı. Deniz ve kara toplarının namlularının içi düzdü, yani namlu boşluğunda yiv denen girinti ve çıkıntılar yoktu. Bu silahlar 800 metreden uzak hedeflerde çok etkili değildi. Bundan dolayı yakın mesafedeki piyade birliklerine ateş açıldığında bile çok sayıda top bir arada kullanılıyordu. Bu dönemde toplar attıkları güllenin ağırlığına göre sınıflandırılırdı.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde düz namlulu topların yerini yivli toplar aldı. Bu sayede toplar, atışları daha isabetli silahlar haline geldi. O zamana kadar kullanılan yuvarlak güllelerin yerini de sivri uçlu uzun mermiler aldı.
Eski toplarda ateşlenen mermi namludan fırlarken, basıncın etkisiyle top da geriye doğru kayıyordu. Geri tepme denen bu olay topun isabetli atışını azaltıyor ve aynı hedefe yeniden ateş etmek gerekiyordu. 1890'larda silahların geri tepmesiyle ilgili önemli bir gelişme oldu. Namlu bir kızak üzerinde hareket edebilen bir kundak üzerine yerleştirildi ve böylece geri tepme sonucunda topun konumunun bozulması önlendi. Top ateşlenince namluyu taşıyan kundak kızak üzerinde geriye kayıyor, bu hareketle birlikte gerilen çelik yaylar namluyu hemen eski konumuna getiriyordu. Bu sistem sayesinde her ateşlenişinde topun namlusu önce geriye, sonra ileriye kayıyor, ama topun konumu bozulmuyordu.
Bu dönemde, kara barut yerine dumansız barutun kullanılması da bir başka önemli gelişmeydi.
Bir savaşta farklı türlerde toplar kullanılır. Havadaki hedeflere seri ateş etmesi istenen uçaksavar toplarının isab |
et gücünü artırmak için gelişmiş nişan alma sistemleriyle donatılması gerekir. Geniş bir alanda kullanılan hafif sahra toplarının kolayca taşınabilecek biçimde yapılması önem kazanır.
Çağdaş toplar kalibre (namlunun iç çapı) ya da mermi ağırlığına göne sınıflandırılır. II. Dünya Savaşı'nda savaş gemilerinde kullanılan 350 ve 400 milimetrelik toplar, bugüne kadar savaşlarda kullanılan en büyük toplardandır. Günümüzün güdümlü füzeler çağında, savaş gemileri daha küçük çaplı toplarla donatılmaktadır. Kara kuvvetlerinde kara hedeflerine karşı kullanılan toplar, 11 kilogram ile 43 kilogram arasında mermi atan toplar olarak çeşitlilik gösterirler. Çağdaş topların bazıları geri tepmesizdir. Bu toplarda geri tepmeyi önlemek için, haznedeki sıcak gazın bir bölümünün geriye doğru kaçarak namluyu ileri itmesi sağlanır.
Bir tepenin arkasındaki hedefi vurabilen obüs, mermiyi yerle büyük bir açı yaparak fırlatacak biçimde tasarlanmıştır. Aynı yöntemle mermi atan çağdaş sahra toplarına da obüs denir. Güçlü çekicilere bağlanarak çekilen ya da paletli araçlara yerleştirilen toplara kundağı motorlu top denir. Tank topları dönen zırhlı taretlere oturtulur.
Düşük hazne basınçlı, ince ve hafif bir namlusu bulunan havan topu’nun menzili çok kısadır. Havan topu, namlusu yerle büyük bir açı yapacak biçimde çelik bir tabana oturtulur. Namlusu iki çelik ayakla desteklenir. Ateşleme sırasında mermi namlunun ağzından içeri bırakılır. Namlunun arka ucuna değdiği anda ateşlenen mermi, fırlayarak hedefe yönelir. Geri tepmesiz bir top olan havan topunun namlusunun içi düzdür. Havan topunun roket biçimindeki mermisi, arka ucundaki kanatçıkları sayesinde hedefe doğru kararlı biçimde yol alır.
Makineli tüfek’in en önemli özelliği, tetiği çekili olduğu sürece ateş etmesidir. Makineli tüfek bir yandan ateş ederken bir yandan da kendini doldurur. Bir merminin ateşlenmesi, öteki merminin namluya sürülmesi için gereken enerjiyi sağlar. Bu tür silahlar otomatik silah olarak da adlandırılır. Makineli tüfekler de genellikle namlusu iki çelik ayakla desteklenerek ateş edilir.
I. Dünya Savaşı'nda kullanılmış ünlü toplar vardır. Almanların 1914'te Liège ve Namur'daki Belçika kalelerini yıkmak için kullandıkları 420 milimetrelik "Şişman Bertha" adlı obüs bunlardan biridir. Gene Almanların 1918'de Paris'i bombaladıkları 222 milimetrelik "Paris Topu", bir topun ulaşabildiği en uzun menzil olan 120 kilometreye ateş edilebiliyordu.
ABD'nin 1953'te geliştirdiği 280 milimetrelik top, atom bombası gücünde mermi atabildiği için “atom topu” olarak adlandırıldı. Güdümlü füzeler çağı olan günümüzde füzelerin menzili çok daha uzun ve isabet gücü daha yüksek olduğu için, bu tür büyük toplar gereksiz hale geldi.
Barut dan önce; topçuluk, ağır taşları ve tutuşabilen malzemeyi fırlatan basit mekanik düzenlerden oluşuyordu. Top büyük çubuk ile yuvarlak gülle atan bir silah. Malzemenin atım gücü; kıl veya sinirden yapılan halatlarla elde ediliyordu. Silahlara, genelde mancınık deniliyordu. Modern topları gibi, mancınık da güllelerini alçak bir yolla düşmana atardı. mancınık, zamanımızın havanı gibi, mevzilerinin arka kısımlarını dövmek ve düşman savunmasını kırmak için, dik mermi yolu ile 30 kg’lık taşı 540 metreye fırlatırdı. Barutun bulunuşu bunun ateşli silahlarda kullanılmaya başlanması ateşli silahlar gelişme göstermişlerdir.
Top Kullanılan ilk ateşli silahtır. 1232 da Moğolların Piyenking’i kuşatmasıda Çinliler tarafından topun kullanıldığı bilinmektedir. Müslümanlar Endülüs’ü fethettikleri zaman İspanyol orduları az zamanda imha olunmuş, kalanları da tamamen korkmuş, sersemlemiş bir halde dağılmışlardı. Komutanları bu kadar derin korkunun ve perişanlık içinde firarın sebebini askerlerine sormuş: ’Bizi takip edenler bildiğimiz adi adamlar değildir. Her nerede isterlerse açık havada gök gürletiyorlar, şimşek çaktırıyorlar. Diledikleri yerlere tehlike salıyor, yıldırımlar düşürüyorlar. Böyle müthiş insanlardan mürekkep bir orduya karşı koymak kimin karıdır.’ cevabını almıştır.
Osmanlı devletini kuran Osmanlılar fetihlerinde topu büyük bir ustalıkla yaptılar ve kullandılar. İlk olarak Sultan Birinci Murad Han (1359-1389) daki Kosova Meydan Savaşında kullanıldı. Sultan Bayezid Han (1389-1402), Niğbolu’yu kuşattığı zaman ordusunda top vardı. Sultan İkinci Murad Han (1421-1451) da Semendire ve Mora daki Germehisarı kuşatmalarda toptan faydalanılmıştı. 1423’te Osmanlılar elinde bulunan Antalya Kalesini kuşatan Karamanlılara karşı top ilk defa kale müdafaasında kullanılmış ve Karamanoğlu İkinci Mehmed Bey, bir gülle isabetiyle ölmüştür. Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481), devrin en modern toplarının balistik hesaplarını yapmış; istediği vasıfta toplar döktürerek topçuluğa büyük hizmetler getirmiştir. Fatih Sultan Mehmed Hanın Novoberda Kuşatmasında, havan topunu kullandığını tarihi kaynaklar kaydederler. 17 İstanbul’un fethinden önce toplar, harp meydanı yakınında veya başka bir yerde dökülüp harp alanına getirilirdi. Fetihten hemen sonra Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481), bir top dökümyeri tesis etti. Galata surlarının dışında bugün de Tophane olarak isimlendirilen mevkide inşa edilen bu imalathane, Sultan İkinci Bayezid Han (1481-1512) zamanında büyük bir yangın geçirdi. Kanuni Sultan Süleyman Han (1520-1566) devrinde, genişletme çabaları sonucunda top döküm binalarının yanı sıra topçular kışlası ve talim yerleri yapıldı. Tophane bu görünümünü Sultan Birinci Mahmud Han (1730-1754) devrine kadar muhafaza etmiş ve 18. yüzyıl ortasında, Topçubaşı Mustafa Ağanın yaptığı plan üzerine yeniden inşa edilen top döküm binası çok beğenilmiştir. Fakat külliyenin gerçek genişletilme çabaları, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde olmuş, yeni ek top döküm ocakları inşa edilmiştir. Sultan İkinci Mahmud Hanın (1808-1839) tahtta olduğu dönemde yeniden yanan ve tamir gören Tophane, dünyada halen mevcut olan en eski top döküm yerlerinden biri olma özelliğine sahiptir.
Osmanlı ordularında çeşitli zamanlarda isim ve cinslerde toplar dökülmüştür. İstanbul’un fethi sırasında Şayka, Prankı, Havan adı verilen toplar dökülmüştür; 16. yüzyılda yapılan toplardan Bacalaşka, Zarbazen, Havan, Şayka, Prankı toplar dökülmüştür. On yedinci yüzyıl ortalarına kadar da Zarbazen, Miyane Zarbazen, Şahi Zarbazen, Çakaloz, Prankı, Bedolçka, Morten, Ejderhan, Kolonborna, Miyane, Balyemez ve Havan topları dökülmüştür. Yapılan topların her birinin gülleleri olduğu gibi, değişik türleri de vardı. Ordu toplar üçe bölünürdü. Bir bölümü biribirine zincirle bağlı olarak yeniçerilerin önünde, diğer iki bölümse bir hilal şeklinde ilerleyen ordunun iki kanadında bulunurdu. Kale kuşatmalarında kullanılanlarsa lüzumunda getirilmek için geride bekletilirdi. Top arabalarının ulaşmasına imkan olmayan yerlerdeyse develerle döküm malzemesi götürülerek ihtiyaç duyulan yerde top dökülürdü. Ayrıca kuşatmalarda elde mevcut olan toplar yetmezse yerinde daha büyük çaplı toplar dökülürdü. İstanbul ve Belgrad kuşatmalarında böyle hareket edilerek daha büyük çaplı toplar dökülmüştür. Osmanlılarda top, döküm ocakları adı verilen yerlerde yapılırdı. Bu işlemin yapıldığı binalar yüksek duvarlı, kubbeli ve fazla miktarda bacaya sahip mekanlardı. Ayrıca top dökümü için zemine açılmış büyük çukurlar, erimiş madenin taşınması için kullanılan künkler ve döküm esnasında çıkabilecek yangın tehlikesine karşı su sarnıçlarıyla teşkilatlandırılırdı. Bir topun dökümünde esas olan unsur kalıptır. Özel bileşimli çamurun içine keten ve kenevir lifleri gibi dayanıklı malzemeler katılarak yapılan ana maddeye top biçimi verilirdi. Büyük kalıbın içine yerleştirilen aynı maddeden yapılan ikinci bir kalıp daha bulunurdu. Böylece iki kalıp arasında kalan boşluk, eritilmiş maddenin (demir veya bronz) doldurulduğu esas top gövdesinin meydana gelmesine yarardı. Sıkıca sarılmış olan kalıplar belirli bir müddet sonra açılır ve kalıp içinden çıkan madeni top üzerindeki pürüzler giderildikten sonra kullanılmak üzere hazırlanırdı. Osmanlılarda top dökümü ehemmiyet verilen ve kendine has merasim ile gerçekleştirilen önemli bir olaydır. Başta sadrazam olmak üzere, şeyhülislam ve önemli devlet adamları top dökümünün yapılacağı top karhanesine gelirlerdi. Okunan duaları ve kurban merasimini takiben, top dökümü için kullanılacak eritilmiş alaşım içine altın liralar atılırdı. Böylece tunç alaşımına altın karıştırmakla namlu yapısını kuvvetlendirirlerdi. On sekizinci yüzyıl başlarında top kundakları demir tabanlı tekerlere yerleştirilmeye başlandı. 1706’da sandıklı toplar yapıldı. Osmanlı toplarının karşısında durmanın zorluğunu anlayan Avrupalılar, bundan kurtulmanın çarelerini aramaya başladılar.
Avrupa’da topçuluğuna başlandı. Prusya kralı Friedrick geliştirdi. 1759’da bir süvari etti. 1850 yılında namlulara yiv ve set açıldı. Topların menzili 3000 m’ye kadar çıktı. Prusya’da top da çelik kullanılmaya ve namluların değişmeye başlandı. 19. yüzyılın sonlarına doğru topların çapları santimetre ve milimetre olarak değişti. Toplara geri tepmeyi frenleyen ve yerine getiren tarzda bir geri tepme düzeni yapıldı. Namluların yana dönüş tertibatları nişan aletleri takılmaya başlandı.
Toplarda ateş hızı gelişmesi, ilk defa 1868 da Türk bilgin Süreyya Emin Bey yapmış ve bundan sonra toplar üstün kabiliyetleriyle savaş alanı hakimi durumuna geçmiştir. Toplara tatbik edilen bu buluş adi ateşli durumdan seri çabuk devresine geçişi sağlamıştır. Bu top zamanımıza göre yüz seneden fazla bir zaman önce ilk defa ileri bir görüş ve anlayışla yapılmış, geleceğin üstün kabiliyetli topçusunun doğmasına ışık tutmuş iftihar edilecek bir Türk eseridir.
Tüfekler ve av tüfekleri omuza dayanarak, tabancalar ise elde tutularak ateşlenir. Bu küçük çaplı ateşli silahların genel ilkeleri de toplarınkine benzer. Uzun menzilli tüfeklerin namlusu yivlidir. Yivli tüfeklerin atışları daha isabetlidir. Av tüfeklerinde ise namlu düzdür. Tüfekler kurşun, av tüfekleri saçma atar. Saçma denen bu küçük metal bilyeler, tüfek ateşlendiğinde hedef üzerine saçılır ve bu da bazı durumlarda isabet oranını |
artırır.
Tüfeğe benzer ilk ateşli silah 1400'lerde yapılan ve arkebüz olarak adlandırılan küçük bir toptu. 1500'lerde daha gelişmiş tüfekler yapıldı. Bunlar ağızdan dolduruluyor ve fitilli ya da çakmaklı bir ateşleme sistemiyle ateşleniyordu. Bu tüfeklere çakmaklı tüfekler de denir. 1807'de çarpmalı ateşleme sistemi geliştirildi. Bu sistemde, çarpmayla alev alan bir kapsül haznedeki barutu ateşliyordu. 1840'larda çakmaklı ve fitilli tüfeklerin yerini çarpmalı ateşleme sistemiyle donatılmış silahlar aldı.
Yuvarlak kurşun atan bu tüfeklerin atışı çok isabetli değildi. Namluya yiv açma denemeleri 1500'lere kadar geri gitse de, gerçek yivli tüfekler ancak 1800'lerde yapılabildi. Öte yandan tüfeği ağızdan doldurmak namlunun yivlerini bozuyordu. Bu da atışların isabet oranını düşürüyordu. Bunu önüne geçebilmek için kuyruktan doldurma sistemi geliştirildi. Günümüzde kullanılan tüfeklerin ve av tüfeklerinin çoğu kuyruktan doldurulur.
Av tüfekleri, çift namlulu ve tek namlulu olarak ikiye ayrılır. Tek namlulu olanlar kendi içlerinde tek kırma, otomatik ve pompalı olarak kategorilere ayrılır.Otomatikler seri atış yapabilme olanaklarından ötürü atıcılara avantaj sağlarlar ama bu silahlarda gaz basıncının bir kısmı mekanizmanın geri gelmesine harcandığından ötürü pompalı ve tek kırmadan daha güçsüz mermi atar. Av tüfeklerinde magnum namluya sahip olanlar daha kuvvetli fişek atabilirler. Ateşleme sistemi horozsuz, yani içten çarpmalı olan bugünkü av tüfekleri, ateş ettikten sonra boş kovanı otomatik olarak dışarı fırlatır. Tüfekler 2 ile 28 kalibre arasında değişir.Bu gün en yaygın olan kalibre 12'dir.
Batı ülkelerinde atıcılık ve avcılık çok değişik versiyonlarıyla alabildiğine özgür bir biçimde yapılabilmektedir.Yivli atış tüfekleri batı standartlarına göre de pahalı olduğundan dolayı yivli tüfek ihtiyacına karşı yivsiz tüfekten yola çıkarak çözüm arayışlarına tanık olmaktayız.Yivli tüfekler mermiye dönme kazandırarak hem daha uzak menzile gidiş yönüyle hem de nokta atışı yönüyle atıcıya pek çok avantaj sağlarlar.Oysa yivsiz tüfeklerde böyle bir avantaj söz konusu değildir. Bu nedenle yivsiz tüfekte yarı yivli namlu kullanılmaktadır. Buna da paradoks namlu denmekte ve tek kurşun atışlarında çok büyük avantajlar sağlamaktadır. Ama Türkiye'de yivsiz tüfekte yivli namlu kullanmak yasal değildir
Atıcılık sporunda kullanılan tüfekler genellikle av tüfeğinden daha güçlüdür. Bu tüfeklerde ateşleme sırasında hazne bölümünde daha yüksek bir basınç oluştuğu için namlusu da daha kalın ve ağırdır. Bazı atıcılık tüfekleri saniyede 1.000 metreyi aşan bir hızla kurşun atar. Atıcılık tüfeğinin boyutu, milimetre ya da inç olarak namlu çapıyla belirtilir.
Menzil, bir silahın mermisinin etkili olduğu alana denir. İkiye ayrılır;
Tabancalar, tek elle kullanılmak üzere tasarlanmış silahlardır. İlk tabancaların 1550'lerde süvari silahı olarak geliştirildiği sanılır. Ancak bu ilk tabancalar kullanışsız ve güvenilmez silahlardı. 17. yüzyılın sonlarında çakmaklı ateşleme sistemi bulununca, daha etkili silahlar yapılmaya başlandı. Bu sistemde, tetik çekildiği zaman üzerinde çakmaktaşı bulunan bir horoz çelik bir yüzeye vuruyor ve bu vuruş sırasında ortaya çıkan kıvılcım barutu ateşliyordu O dönemde her asker, kılıcının yanı sıra iki tabanca taşıyordu. Ama bu tabancaların her atıştan sonra doldurulması gerekiyordu ve bundan dolayı bu silahlar savaş sırasında çok kullanışlı değildi.
1831-35 arasında, Amerikalı Samuel Colt (Bu isimde özel komando silahıda vardır), revolver de denilen toplu tabancayı geliştirdi. Bu tabancada namlunun arkasında, genellikle altı mermi alan döner bir silindirin (top) bulunur. Her atıştan sonra bu silindir dönerek namlunun arkasına yeni bir mermi sürer. Böylece, yeniden doldurmaya gerek kalmadan altı kurşun atılabilir. Bu nedenle bu tür tabancalar altıpatlar olarak da adlandırılır. Otomatik tabancalarda ise "top" yerine şarjör bulunur. 6 mermi alabilen şarjördeki yay sistemi her atıştan sonra yeni bir mermiyi namluya sürer. Şarjör boşalınca yerine dolu bir şarjör takılarak atışa devam edilir.
Tabancaların namlusu tüfeklerinkinden daha kısadır. Mermisi daha küçük ve sevk barutu da daha azdır. Bu nedenle tabancanın atış uzaklığı (menzili) daha kısa, mermi hızı da daha düşüktür.
FTP İstemcisi
FTP istemcisi, FTP protokolü üzerinden FTP Sunucu'ya bağlanarak dosya transferi gerçekleştiren yazılımlara denir.
Basit, metin tabanlı FTP istemciler Windows, DOS, Linux ve Unix gibi işletim sistemleriyle beraber gelirler.
Mac OS X ve Linux gibi bazı işletim sistemleri FTP sunucuları sanal sürücü gibi doğrudan sisteme bağlayabilirler.
KDE ve GNOME gibi masaüstü yazılımları KIO ve GNOME VFS aracılığıyla entegre FTP erişimi sunarlar.
Bazı gelişmiş FTP istemciler birden fazla sunucuya bağlanarak aralarında dosya transferi yapabilirler. Ayrıca çoğu istemci SSL bağlantılarını destekler.
İşletim sistemi ile beraber gelenlerin dışındakiler Shareware ya da Adware'dir.
Anarko-kapitalizm
Anarko kapitalizm (ayrıca liberteryen anarşizm, özel mülkiyet anarşizmi, piyasa anarşizmi veya serbest piyasa anarşizmi ile ifade edilebilir) özel mülkiyet hakkına, iktidar müdahalesinin reddine ve temel toplumsal etkileşim mekanizması olarak rekabete dayalı serbest piyasanın savunusuna dayanan siyasal düşüncedir. Anarko kapitalizm, özel mülkiyeti şu şartlarda meşru görür: bir emek ürünü ise, ticaret etkinliği nin bir sonucu ise veya hediye olarak elde edilmiş ise. Ekole göre, anarko kapitalist toplumda; serbest piyasa işleyişini, toplumsal kurumları, yasa uygulamalarını, güvenliği ve altyapıyı, devlet yerine kar amaçlı rekabete dayalı şirketlerin, yardım derneklerinin veya gönüllülüğe dayanan birliklerin düzenlemesi öngörülür.
Anarko kapitalizm, piyasa teorisyenleri Gustave de Molinari, Frederic Bastiat ve Robert Nozick ile birlikte Amerikalı bireyciler Tucker ve Spooner gibi düşünürlerin fikirleri ile şekillenmiştir Bir tür bireyci anarşizm biçimi olarak karakterize edilir Fakat, Tucker ve Spooner'ın çizgisinde olan bireyci anarşizmden farklı olarak, anarko kapitalizm emek değer teorisini ve onun normatif uygulamalarını reddeder. Anarko kapitalist düşünceler agorizm ve piyasa merkezli özgürlükçü sol felsefelerin gelişimine katkılarda bulunmuştur.
Anarko kapitalizm hem doğal haklar hem de faydacı (utilitarian) temelde savunulmuştur. Anarko kapitalizmin, kapitalist doğasından kaynaklanan sebeplerle anarşist düşünce içindeki yeri tartışmalıdır. Özellikle komünist anarşist hareket içinde olanlar, Rothbard gibi bireyci anarşistleri anarşizm yazınından dışlama taraftarıdır. Rothbard uzlaşmaya dayalı değişimi ifade eden serbest piyasa kapitalizmini, onu yok etmek üzere baskıcı yöntemler kullanan hükümet ve büyük şirketler arasında bir birliktelik olarak tanımladığı devlet kapitalizminden ayırır. Bu bağlamda Rothbard "kapitalizm"i anarşizmin en yetkin ifade biçimi ve aynı şekilde anarşizmide kapitalizmin en yetkin ifade biçimi olarak tanımlamıştır.
Laden
Laden, Cistaceae familyasından "Cistus" cinsini oluşturan beyaz veya pembe çiçekli bitki türlerine verilen ad.
Bitkinin yaprakları yapışkanlıdır. Laden bitkisi, daha çok orman yangınlarından sonra, çamın yerini almaktadır. Bundan ötürü laden topluluklarının bulundukları yerler buralarda daha önceden bir çam ormanının olduğunu ıspatlamaktadır.
Türkiye'de beş laden türü bulunmaktadır. Bunlar da beyaz ve pembe çiçekli olmak üzere iki tipe ayrılır.
"C. creticus" ve "C. salvifolius" türlerinin dal ve yapraklarının kaynatılması suretiyle bir reçine elde edilir. Bu reçineye Ladanum adı verilir. Bileşiminde reçine, uçucu yağ, mum ve kauçuk vardır.
Diğer türler;
Göğüs hastalıklarında, parfümeri ve kozmetik sanayiinde, sabun yapımında kullanılır. Bitkinin yaprakları çay halinde kabız, uyarıcı ve balgam söktürücü olarak kullanılmaktadır.
FTP istemcileri listesi
FTP istemcileri listesi.
FTP sunucuları listesi
FTP sunucuları listesi.
Sekbân-ı Cedîd
Sekban-ı Cedid, (29 Eylül 1808-18 Kasım 1808) II. Mahmud tarafından daha önceki Nizam-ı Cedid Ordusu model alınarak kurulmuş kısa ömürlü bir Osmanlı ordusudur.
Rusçuk ayânı Alemdar Mustafa Paşa İstanbul'a ordusuyla yürüyerek IV. Mustafa'yı tahtan indirdi ve yerine II. Mahmud'u tahta geçirdi. (28 Temmuz 1808) II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yaptı. Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazam olduktan sonra yaptığı ilk işlerden biri devletin ileri gelenleriyle büyük bir toplantı yapmak oldu. Bu toplantıda alınan kararlar Sened-i İttifak adı verilen bir belgede derlendi. Bu belge ile ayanlar, hükumet emirlerini dinleyeceklerine söz verdiler. Nizam-ı Cedid ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden kuruldu. O zamanki Karaman valisi Kadı Abdurrahman Paşa bu yeni ordunun başına geçti.
Tahttan indirilen IV. Mustafa ve adamları bu gelişmelerden hoşnut değillerdi. 14 Kasım 1808 gecesi, yeniçeriler konağını bastığı Alemdar Mustafa Paşa'yı öldürdüler. Ayaklananlar II. Mahmud'u tahttan indirmek için saraya saldırdılar. Kadı Abdurrahman Paşa Sekban-ı Cedid askerleriyle Topkapı Sarayı'nı savundu. Bozguna uğrayan ayaklananların üzerine giden Kadı Abdurrahman Paşa, 3.000'den fazla yeniçeri ve diğer ayaklananları kılıçtan geçirtti. Ama yeniçeriler üstünlük sağladılar. Sultan II. Mahmut 18 Kasım 1808 tarihinde Sekban-ı Cedid'i dağıtmak zorunda kaldı. Kadı Abdurrahman Paşa Anadolu'ya kaçtı ama isyancıların baskısıyla hakkında çıkan ferman gereği idam edildi.
SFTP istemcileri listesi
SFTP istemcileri listesi.
Avar Kağanlığı
Avar Kağanlığı, Avar İmparatorluğu veya Avar Devleti bugünkü Macaristan, Ukrayna, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Hırvatistan, Slovenya, Avusturya, Romanya ve Sırbistan topraklarında 562-823 yılları arasında hüküm sürmüş Türk devleti. Devlet Avar Kağanı I. Bayan tarafından kurulmuştur.
562 yılında Avarların başına geçen I. Bayan oldukça yetenekli bir yönetici ve savaşçıdır. Onun yönetiminde Avarlar, Bizans, Lombardlar ve birçok Slav ve Türk kabilelerle müttefik olmuştur. Padova'ya üs kuran Avarlar buradan Bizan |
s, Frank ve Slav topraklarına saldırılar düzenlemişlerdir. Bu dönemde Avarlar batıda Thurungia'ya ve İtalya kapılarına kadar dayanmışlardır. Güneyde ise Pannonia, Dacis, İlirya ve Dalmaçya'da hakimiyet kurarak Konstantinopolis'e yaklaşmışlardır. Karpat Havzası'nın tamamına hakim olan Avarlar, 582 yılında Sirmium'u (Sremska Mitrovica), 584 yılında Singidunum'u (Belgrad) ve 586 yılında Selanik'i fethetmişlerdir. Slav kabileleri kendilerine sürekli saldıran ve mağlup eden Avarlara karşı birleşerek 623 yılında ayaklanmışlardır. Avarları ve Frankları hedef alan Slav saldırıları başarılı olmuş ve Sırbistan'daki topraklar geri alınmıştır.
Avarlar, 626 yılında uzun süren Sasani-Bizans savaşlarına Sasaniler tarafında müdahil olmuşlar ve Slav kabileleriyle beraber Konstantinopolis'e saldırmışlar şehri kuşatmışlardır. Sasani Ordusu ise eşzamanlı olarak şehrin Asya'da kalan bölgesine saldırmıştır. Avarlar deniz kuvveti olmadan saldırıya geçmiş ve Sasani ordularıyla birleşemeyerek tek başlarına saldırmıştır. Bu nedenle çok iyi savunulan şehri alamayarak geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bizanslılar, Slav donanmasını ise Yunan Ateşi'ni kullanarak yakmış ve birliklerin birleşmesine engel olmuştur. Slav orduları da tek başlarına saldırıya geçtikleri için başarısız olmuştur. Avar hükümdarı, başarısız kuşatmadan Slav kabilelerini sorumlu tutmuştur. Konstantinopolis kuşatmaları, Avar Kağanlığı'nın en büyük askeri başarılarından biri olmuştur. Orta Çağ kaynaklarında yazılan kuşatmaya katılanların anlattıklarında Ruslara benzeyen İskitlerden söz edilmektedir.
Avarların Konstantinopolis önlerinde başarısız olmasının ardından kağanlık bünyesinden Bulgarlar ayrılmıştır. 632 yılında Kutrugi, Utigu ve Onogur kabilelerini birleştiren Kubrat Kağan, Bulgar Kağanlığı'nı kurmuştur. Bulgarlar, Kuzey Karadeniz kıyılarıyla aşağı Tuna boylarında hakim olmuşlardır. 640 yılında ise Hırvatlar, Avarlardan ayrılmıştır. Bu dönemde sürekli devam eden kabileler arası savaşlar savaşan tüm tarafların güç kaybetmesine yol açmış hem Avarlar hem de Slav kabileleri güçsüz düşmüştür. Avarlar, Bulgarlar, Franklar ve Slavlar ile olan mücadeleleri sonucu olarak Macar Ovası ve Dalmaçya kıyılarını da kaybetmiştir. 670 yıllarda Bizans ile savaşların bitmiş, iki imparatorluk arasına Bulgarlar yerleşmiştir. Kubrata'nın oğlu Altsek, Avar Kağanlığı'nın tahtını ele geçirmek için savaşmış, başarısız olunca da Bulgar kabileleriyle Avarlardan ayrılmıştır. Avarların tarihi hakkında 7. yüzyıl sonu ile 8. yüzyıl sonu arasındaki döneme dair bilgi bulunmamaktadır. Bu döneme ait tek bilgi kaynağı arkeoloji bilimidir. Bu dönemde Avarlarda göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş gözlemlenmektedir. Avarlar, artık tarım ve hayvancılıkla ilgilenmeye başlamışlardır.
9. yüzyılda Avarlar özellikle Franklar için en tehlikeli düşman sayılmaktadır. Bu yüzden öncelikle Avarlarla dostane ilişkiler içinde olmaya çabalamışlardır. Franklarla Avarlar arasında elçiler görevlendirilmiş, 780 yılında Avar elçisi Frank topraklarına gitmiş, Frank elçisi de Kağanlığa gelmiştir. 788 yılında Frank kralı Şarlman'a Bavaria dükü III. Tassilonu, Avarlara yardım çağrısı yaparak onlarla Franklara karşı anlaşma imzalamıştır. Aynı yıl Avarlar Bavyera'ya girmiş ve Kuzey İtalya'yı işgal etmiştir. Böylece Franklar ile Avarlar arasındaki uzun sürecek bir savaş başlamıştır. Bavaria'yı Frank ülkesinin bir parçası sayan Frank kralı Şarlman, Avarlara karşı cezalandırma seferine çıkmayı planlamıştır.
791 yılında Slovenlerin, Hırvatların da dahil olduğu Frank ordusu, Avarlara karşı büyük bir saldırı düzenlemiştir. Prens Pipin, İtalya'daki ordusuyla saldırıya geçmiş Avarlara ait kaleleri almıştır. Şarlman komutasındaki asıl Frank ordusu ise Tuna boyunca ilerler. Regensburg'da gerçekleşen savaşta Franklar galip gelmiştir ancak Frank Ordusundaki Saksonlar Avarlara destek olunca durum değişmiştir. Avarlar artık dağılmaya başlayan devletlerini bir arada tutmaya çalışmaktadır.
Avarlar içinde çıkan iç savaş sonucu Yugur kendisini kağan ilan etmiştir. 795 yılında ise Hristiyanlığı kabul ederek himayelerine girmek için Franklara elçiler göndermiştir. 796 yılında ise bizzat kendisi Şarlman'ın huzuruna giderek bağlılığını bildirmiştir. Prens Pipin komutasındaki Franklar aynı yıl Avar topraklarına saldırmışlardır. Avarların Transilvanya'daki merkezi ele geçirilmiştir. Artık Avarların siyasi bağımsızlığından bahsedilemeyecek dönemlere girilmektedir. Avarların yüzyıllar boyunca biriktirdiği muazzam zenginlikler yağmalanmaya başlamıştır. Düşmanları olan Avarları kötü durumda yakalayan Bulgarlar da durumdan faydalanmak istemişlerdir. Bütün zorluklara rağmen Avarlar yenilgiyi kabul etmemiştir. Hatta Avar soylularının büyük bir kısmı ölmüştür. 797 yılında Avarlar başarılı şekilde ayaklanmışlar, ancak büyük bir sefer sonucu Franklar isyanı bastırmışlardır. 797 yılında Avar soyluları Frank kralı Şarlman'a bağlılık yemini etmek zorunda kalsa da 799 ve 802 yıllarında Avarlar yeniden ayaklanmıştır. Bu sırada Avar topraklarında Hristiyanlık yayılmaya başlamıştır. 803-804 yıllarında Bulgarların kağanı Krum, Tuna bölgesindeki tüm Avar topraklarını ele geçirmiştir. Bulgar egemenliğindeki Avarlar ise hızla asimile edilmiştir. Avarlara ait son bilgi 823 yıllında Frank sarayında Franklara bağlılığını bildiren Avar elçilerine aittir. Buna rağmen, bulgulara göre Avarlar 10. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Avar Kağanlığı'nın yönetim biçimi monarşidir. Kağan devletin baş yöneticisidir. Diğer önemli sınıflar yugruş, tarkan, kapgan ve kağanın karısı olan hatundur.
Avarlarda devlet örgütlenmesi tümüyle askeri temellere dayanıyordu. Ordudaki her askerin silahları ve cüppeleri vardır. Avar Kağanlığı çok uluslu bir devlet olduğu için orduda Avarlar ile birlikte Cermenler, Slavlar ve Bizanslılar da vardır. Avarlar kendilerine bağladıkları kavimleri sınır bölgelerine yerleştiriyorlardı. Avar ordusu atlı ve yaya birliklerinden oluşuyordu. Atlı birlikleri Avarlardan, yaya birlikleri ise Avarlara bağlı Slavlar, Germenler gibi Avrupalı kavimlerden kurulmuştu.
Sened-i İttifak
Sened-i İttifak, (29 Eylül 1808) Osmanlı Sadrazamı Alemdar Mustafa Paşa'nın Rumeli ve Anadolu ayanlarını İstanbul'da toplayarak yapmış olduğu anayasal bazı vasıflar içeren bir antlaşmadır.
Anayasa hukukçuları Türk tarihindeki ilk anayasal belge olarak genellikle "Sened-i İttifak"’ı kabul ederler ve Türkiye’deki anayasacılık hareketlerini bununla başlatırlar. “Devlet iktidarını sınırlandırmayı maksad edinen bir girişim olarak” bu belgeyi 1215 yılında İngiltere'de kabul edilen İngiliz Magna Carta’sına benzetenler de vardır. Ancak Shaw ve Berkes gibi birçok önemli tarihçi Türkiye'de anayasal düzenin ve demokrasinin tarihi gelişiminde Sened-i İttifak'ın iddia edildiği kadar mühim bir rol oynamadığını belirtmektedir.
1807 yılında meydana gelen Kabakçı Mustafa İsyanıyla III. Selim tahtan indirildi ve yerine IV. Mustafa geçirildi. III. Selim’in ıslahat düzenlemeleri kaldırıldı, özellikle de Nizam-ı Cedid ordusu dağıtıldı. Bunun üzerine Üçüncü Selim’i tekrar tahta oturtmak için Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa İstanbul’a yürüdü. Alemdar’ın askerleri sarayı kuşatmışken, tahtını kurtarmak isteyen IV. Mustafa III. Selim’i öldürttü. Kardeşi veliaht Şehzade Mahmud’un idamını da emretti ama Mahmud harem kadınlarının yardımıyla cellâtlardan kaçmayı başardı. Alemdar askerleriyle saraya girdi ve Mahmud’u tahta geçirdi. Kendisi de Sadrazam oldu.
Bu devirde, Osmanlı Devleti’nin merkezî otoritesi taşrada büyük ölçüde etkisizdi. Rumeli, Anadolu ve Mısır gibi eyaletlerde âyanlar âdeta bağımsız idareler kurmuşlardı. Özellikle 18. yüzyılın başından beri zenginleşen Rumeli topraklarında çok güçlü toprak beyleri ortaya çıkmıştı. Bu şartlarda, Alemdar Mustafa Paşa padişahın ve merkezi devletin otoritesini sağlamak için güçlü ayanlarla bir anlaşma yapmayı ilk çare olarak görüyordu.
Bu maksatla valileri ve meşhur ayanları başkentte "“meşveret-i ammeye”" davet etti. Bu ayanların pek çoğu davete icabet etti ama Arnavutluk’taki Tepedelenli Ali Paşa gibi bazı büyük ayanlar gelmedi. 29 Eylül 1808’de merkezi devletin ileri gelenleriyle ayanlar arasında yapılan meşveret sonucunda "Sened-i İttifak" denilen belge ortaya çıktı. Bu belge vezirler ve diğer üst düzey devlet yöneticileri, askeri ocak temsilcileri ve bazı ayanlar (toplam dört) tarafından imzalandı ve II. Mahmut tarafından onaylandı.
Sened'in bir giriş, 7 şart ve 1 zeyl bölümü vardır. Giriş bölümünde Osmanlı devlet düzeninin bozulduğu, devlet otoritesinin sarsıldığı ve bu durumun taraflarca gözlemlendiği, devletin kuvvetlenmesi gayesiyle bu toplantının yapıldığı ve sonunda bu anlaşmaya varıldığı yazılıdır.
Sened-i İttifak bir belge olarak incelediğinde merkezi iktidarın yetkilerini sınırlayan, meşrutiyetçiliğe doğru atılan adımlar vasfında bazı hükümler taşıdığı görülmektedir. Sened’e göre ayanlar, Padişahın mutlak vekili olarak Sadrazam’dan gelen tüm emir ve yasaklara uyacaklardır. Ancak Sadrazamlık makamından kanuna aykırı rüşvet, yolsuzluk ve devlete zararlı işlemler çıkarsa, senedi imzalayanlar (asıl olarak ayanlar) ona karşı gelip engelleyeceklerdir. Senedi imzalayanlar, "“gerek âyan ve gerek vükelâ ve rical birbirlerinin zatına ve hanedanlarına kefil”" olmaları gerekliliğini ortaya koyduktan sonra, birçok taahhütte bulunmaktadırlar. Buna göre, Sened-i İttifak şartlarına aykırı bir hareketi kanıtlanmadıkça, âyanlardan birisine devlet veya devletin taşradaki görevlilerinden "“taarruz vukua gelir ise uzak yakın denilmeyip”" cümlesinin taarruzu def etmek için çalışacaklarını taahhüt etmektedirler. "“Fukaraya zulm”" edenlerin “te’dip ve terbiyesine say olunacağı”" ve taşra memalik hanedanları da kendi idareleri altındaki âyanları ve ileri gelenleri koruyacakları öngörülmektedir. Ayrıca, fakir reayanın korunması ve güvenliği gerekli olduğundan, ayanlar idarelerindeki kazalarda emniyetini sağlayacaklar ve vergilerde aşırılığa ve haksızlığa gitmeyeceklerdir.
Sened-i İttifak bir zeyl ile sona ermektedir. Burada, senedin devamlı olarak uygulan |
abilmesi için bundan sonra sadrazam ve şeyhülislam olacakların makamlarına geçer geçmez bu senedi imzalamaları öngörülmektedir. Ayrıca Sened-i İttifak'ın içerdiği koşulların sürekli uygulanmasını bizzat padişahın denetleyeceği öngörülmektedir.
Sened-i İttifak içeriği itibarıyla merkezi iktidarı sınırlandıran bazı maddeleri barındırsa da, Sened'i doğuran siyasi şart ve olaylar, uygulanışı ve daha sonraki olaylara etkisi açısından baktığımızda, bu belgenin Türkiye’de demokrasi ve anayasacılık hareketlerinde önemli bir dönüm noktası olduğunu söylemek oldukça zordur. Bir kere, ne Padişah, ne de ayanlar Sened-i İttifak’ı gerçekten benimsemişlerdir. II. Mahmut bunu şartların zorlamasıyla geçici olarak kabul etmiş, sonrasında Alemdar Mustafa Paşa’nın Yeniçeriler tarafından ortadan kaldırılmasına seyirci kaldığı gibi, gücü eline geçirir geçirmez Senedi İttifak’ı ve ayanları ortadan kaldırıp, merkezi idareyi yeniden kurmayı temel bir gaye haline getirmiştir. Merkezi otoriteyi sağlama maksadında da (her ne kadar Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’ya karşı hareketinde başarılı olamasa da) büyük ölçüde ulaşmıştır. Ayanlara gelince, Sened-i İttifak onların istek ve baskıları sonucunda ortaya çıkmış bir belge değildir. İstanbul’a gelen ayanların birçoğu Sened-i İttifak’a katılmadan geri dönmüşlerdir. Senedi sadece dört ayan imzalamıştır. Zaten, daha sonra Arnavutluk’ta Tepedelenli Ali Paşa, Suriye’de Genç Yusuf Paşa, Mısır’da Mehmet Ali Paşa gibi gerçek büyük ayanlar isyan ve bağımsızlaşma çabalarına başlamışlardır. Sonuç olarak, Niyazi Berkes’in (1978) ifadesiyle "“İttifak Senedi ölü doğmuş bir belge”" olarak kalmıştır. Ayrıca, Sened-i İttifak Osmanlı döneminin daha sonraki meşrutiyetçilik hareketlerinde de kullanılmamıştır. Böylece tarihsel olarak çok sınırlı bir etkisi ve önemi olmuştur.
Sened-i İttifak devletin iktidarını sınırlandırması bakımından önemli bir belgedir. Halkın katılımı olmadan hazırlanmıştır. Katılımcıları ne halktır ne de toplumun temsilcileridir. Osmanlı tarihinde işkenceyi yasaklayan ilk belge olması önem arz etmektedir.
Sened-i İttifak hukuken, sözleşme anayasadır. Maddi anlamda, anayasadır. Şekli anlamda, anayasa değildir.
KOrganizer
KOrganizer, KDE için yazılmış kişisel bilgi yöneticisidir. KOrganizer, günlük, aylık veya daha uzun süreli işlerinizi not etmek için ihtiyaç duyduğunuz ajanda, not defteri, günlük ve takvim işlevlerini bir arada sunan bir kişisel planlama aracıdır. KDEpim paketinin bir parçası olan KOrganizer, Kontact bileşeniyle bütünleşik olarak çalışabilmektedir.
Özbek (anlam ayrımı)
Bağlama ailesi
Bağlama ailesi, Türk halk müziğinin mızraplı çalgılarından oluşur. Bağlama, cura, divan sazı, bozuk, çöğür, bulgari, iki telli, tanbura ve meydan sazı, bağlama ailesini başlıca çalgılarıdır.
Bağlamanın atası, Orta Asya kökenli bir çalgı olan kopuzdur. Kopuz zamanla biçim değiştirmiş, bağlama dediğimiz çalgı ortaya çıkmıştır. Anadolu'da daha da geliştirilen bağlama tekne ve sap olarak adlandırılan iki ana parçadan oluşur. Tekne, yarım armut biçiminde yapılır ve üstüne çok ince bir tahtadan göğüs geçirilir. Teknenin gittikçe incelen uç bölümü de sapa bağlanır. Tekne ile göğsün birleştiği alt bölüme, küçük bir yükselti eklenir. Alt eşik adı verilen bu yükseltiye bağlanan teller göğüs üzerinde, orta eşik adı verilen ve istendiği zaman yerinden oynatılabilen bir yükseltinin üzerinden geçer. Perdelerin bağlandığı sapın ucundaki burguluk üzerine açılan deliklere takılan burgulara da tellerin öteki ucu bağlanır. Burgularla teller gerilerek ya da gevşetilerek çalgı akort edilir. Sapın burgulukla birleştiği yerde bulunan sabit üst eşik, tellerin burgulara düzenli bir biçimde dağılmasını sağlar, bulunur. Bağlamalarda genellikle üç çift tel bulunur. Üçer üçer kümelenmiş dokuz telden oluşan bağlamalar da vardır. Bağlama kiraz ağacı kabuğundan ya da plastikten yapılan küçük bir mızrapla (ya da tezene) çalınır. Bağlama ailesinde bağlamaya çok benzeyen iki çalgı daha vardır. Bunlardan divan sazı bağlamadan büyük, cura ise küçüktür.
Bağlama ailesinden meydan sazı, divan sazından daha büyüktür. Tellerinin çokluğu yüzünden "on iki telli" olarak da bilinir. Çöğür, tarihsel olarak kopuzla bağlama arasında bir geçiş sazıdır. Günümüzde kullanılmayan bir çalgıdır. Eski bir çalgı olan iki telli, bağlamadan biraz küçüktür ve Anadolu ile Balkanlar'da da kullanılmıştır. İki teli olduğu için bu adla anılmıştır. Tanbura ise bağlamadan biraz küçük altı telli bir çalgıdır. Bozuk da bu ailenin üyelerindendir. Boy, tel sayısı ve perde düzeni bakımından bağlamaya çok benzer. Yunanistan'da buzuki adıyla tanınmış ve benimsenmiştir. Daha çok Toros Yörüklerinin kullandığı bulgari de cura büyüklüğünde bir çalgıdır. Bulgari dört tellidir, ama iki telli olanları da vardır.
Bükreş Antlaşması (1812)
Bükreş Antlaşması, 28 Mayıs 1812 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu arasında bugünkü Romanya'nın Bükreş şehrinde imzalanan, 5 Temmuzda onaylanan ve 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmasıdır.
Sultan II. Mahmut, 1808 yılında tahta geçtiğinde, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu arasında 1806 yılında başlamış olan savaş devam etmekteydi. Birleşik Krallık ile 1809'da yapılan antlaşma sonucu Rusya İmparatorluğu ile savaşa devam kararı alındı. Rusya İmparatorluğu'nun Fransa ile olan sorunları, Osmanlı İmparatorluğu ordularının yıllarca süren savaştan yorgun düşmesi yüzünden iki devlet de 1812 yılında barış imzalamaya mecbur kaldılar.
Antlaşma Rusya adına kumandan Mihail Kutuzov tarafından imzalandı ve Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart'ın 24 Haziranda Rusya'ya saldırıya geçmesinden 11 gün sonra Rus çarı I. Aleksandr tarafından onaylandı. Genel olarak Osmanlı aleyhine hükümler içeren antlaşma Azak Denizi'nin güneyindeki Anapa kalesiyle birlikte Gürcistan'daki Ahılkelek ve Poti'yi Osmanlı Devletine bırakmıştı.
ARts
aRts (analog Realtime synthesizer), KDE/Linux altında analog sentezleyiciyidir. aRts'ın bir kilit özelliği birden fazla ses yayınını gerçek zamanlı olarak birleştirmesidir.
Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye
Asakir-i Mansure-i Muhammediye (Türkçe: Muhammed'in galip gelmiş askerleri), yeniçeri ocağının Vaka-i Hayriye ile kaldırılmasından sonra Sultan II. Mahmut tarafından 1826 yılında kurulmuş yeni ordunun adıdır.
Dindarların tepkisini azaltmak için Muhammediyye ismi eklendi. Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin başına ilk olarak 'serasker' unvanıyla eski yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa getirildi.
Asakir-i Mansure-i Muhammediye 'tertip' adı verilen sekiz birlikten meydana gelirdi. Her tertibin başında 'binbaşı' adında bir komutan bulunurdu. Bu binbaşılar 'başbinbaşı'ya bağlıydı. Her tertip 16 'saf'tı. Her saf bir yüzbaşının komutasındaydı. Her yüzbaşının iki 'mülazim' yardımcısı vardı. Her tertipte bir top bulunurdu.
Topları 'topçubaşı' denilen bir subay komuta ederdi. 16 saftan oluşan tertipler sekiz sağ ve sekiz sol olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlara 'sağ kolağaları' ve 'sol kolağaları' atanmıştı. İki yıl sonra bu örgüt yeniden düzenlenerek 'tertip'lere 'alay' ve komutanlarına 'miralay' dendi. 'Saf' terimi 'bölük' olarak değiştirildi. Her alay, binbaşı komutasındaki üç taburdan meydana getirilmişti.
Sol ve sağ kolağası adını alan iki subay, bir kâtip, bir sancaktar, her bölüğe 'yüzbaşı' ve 'mülazim'lerden ayrı olarak bir 'başçavuş' ve bir 'bölük emini' atanmıştır. Her alayda 'miralay' yardımcısı bir 'kaymakam' bulunurdu. İki alay bir 'mirliva'nın ve üç alay bir 'ferik'in komutası altındaydı. Miralayın üstü subaylara 'paşa' denirdi. Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin en büyük komutanı 'müşir'di.
Raimund Tiyatrosu
Raimund Tiyatrosu, Mariahilf'de bir Tiyatro Binası.
Mariahilf, Wallgasse 18-20 adresinde bulunan Raimund Tiyatrosu Verein von Wiener Bürgern (Viyanalı Vatandaşlar Derneği) tarafından kurulmuş ve Avusturyalı ünlü drama sanatçısı Ferdinand Raimund’un adı verilmiş ve açılışını 1893’de aynı kişinin yazdğı "Die gefesselte Phantasie" (Tutsak Fantazi) adlı oyunu ile yapmıştır.
1896 ile 1908 yılları arasında A. Müller-Guttenbrunn yönetiminde kalan tiyatroda bu zaman diliminde çoğunlukla tiyatro oyunlari sergilenmiştir, 1908’den itibaren opera yapılmış 1921 ile 1927 yılları arasında yönetıcı R. Beer zamanında tekrar tiyatro oynanmaya başlanmıştır.
1945’den sonraki yönetici Rudolf Marik ile 1948’den 1976’ya kadar Johannes Heesters, Marika Rökk ve birçok ünlü opera sanatçısı ile altın yıllarını yaşamıştır. Ayrıca bugün ünlü sanatçılar Hansi Niese, Paula Wessely, Attila Hörbiger ve Karl Skraup sanat hayatlarına bu tiyatroda adım atmışlardır.
Bugüne kadar sahnelenmiş bazı oyun ve müzikallerden;
Tiyatro Binsı 1984 ile 1985 yılları arasında genel bir onarımdan geçmiştir.
Raimund Tiyatrosu (Almanca)
Paris Antlaşması (1856)
Paris Antlaşması, Rusya ile Kırım Savaşı'nı kazanan Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık ve Fransa arasında 30 Mart 1856 tarihinde imzalanmış bir barış antlaşmasıdır.
Tamamı 31 madde olan Paris barış antlaşmasının getirdiği başlıca hususlar şunlardı:
Paris Antlaşması ile yeniden kurulan uluslararası denge 1870'de Prusya'nın Fransa'yı mağlup etmesi ve Alman Milli Birliği'nin kurulmasına kadar devam etti. Bu tarihten itibaren Avrupa'da Alman üstünlüğü dönemi başladı
Bucaş Antlaşması
Bucaş Antlaşması, 18 Ekim 1672 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan-Litvanya Birliği (Polonya) arasında imzalanmış bir barış antlaşmasıdır. Bu antlaşma Osmanlı Devleti'nin toprak kazandığı son antlaşmadır. Ayrıca Osmanlı Devleti, Bucaş Antlaşması ile batıda en geniş sınırlarına ulaşmıştır.
Hotin Antlaşması'ndan (1621) sonra, Lehistan-Litvanya Birliği ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 50 yıl süren bir barış süreci yaşanmıştı. Osmanlı himayesindeki Ukrayna Kazaklarına saldıran Lehler, barışı bozdular. Sultan IV. Mehmet ve Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Ukrayna kazaklarının yardım istemesi üzerine, Lehistan seferine çıktılar. Kamaniçe Seferi olarak da adlandırılan seferde Türk ordusunun art arda kazandığı başarılardan so |
nra, Kırım Hanı'nın da aracılığıyla Lehistan barış istedi.
İmzalanan Bucaş (Buczacs) Antlaşması'na (18 Ekim 1672) göre, Podolya Osmanlılara geçti, Ukrayna da Osmanlı himayesindeki Kazaklara bırakılıyordu. Lehistan Kırım Hanına vergi ödemeye devam ettiği gibi pişkeş adı altında her yıl Osmanlı İmparatorluğu'ne 22.000 de altın vergi ödemeye mecbur bırakılıyordu. Antlaşmanın diğer maddelerine göre, Lehistan'daki Lipka Tatarlarından Türk ordusuna katılanların mallarına ve ailelerine zarar verilmeyecekti. Antlaşma Kırım Tatarlarının ve Ukrayna Kazaklarının Lehistan'a yaptıkları akınları da yasaklıyordu.
Lehistan meclisinin, bu antlaşmadaki vergi (pişkeş) maddesini kabul etmemesi üzerine, dört yıl sürecek olan 1672-1676 Osmanlı-Lehistan Savaşı başladı. 27 Ekim 1676'da bugünkü Zorawno (Ukrayna) kentinde imzalanan İzvança Antlaşması ile 22.000 altından vazgeçilmek şartıyla, daha önce Köprülü Fazıl Ahmet Paşa tarafından imzalanan Bucaş Antlaşmasının maddeleri aynen kabul edildi.
YUV
YUV, genellikle video görüntülerini kaydetmek için kullanılan bir renk sistemidir. Y: "Luminance", U: "Chrominance1", V: "Chrominance2" sözcüklerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır.
Sistemde Y işareti siyah-beyaz, U (Cb:Chrominance blue) ve V (Cr:Chrominance red) işaretleri ise mavi ve kırmızı renk bilgilerini temsil ederler.
YUV birçok alt standarta sahiptir. Örnek bir YUV çevrimi olarak, RGB ile HDTV standartındaki YUV dönüşümü inceleyebiliriz:
ITU.BT-709 HDTV YCbCr
formula_1
formula_2
formula_3
Ordovisyen
Ordovisyen Dönem, Paleozoik zamanın ikinci alt bölümü olarak Ordovisyen kayaç sistemlerinin oluştuğu jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 495 milyon yıl önce başlayıp 471 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Kambriyende büyük çoğunluğu güney yarıkürede toplanmış olan kıtalar, Ordovisyen’de iki farklı yönde hareket etmişlerdir. En büyük kıta olan Gondvana, güney kutbuna doğru kayarken diğer üç kıta da kuzeye, ekvator bölgesine ilerleyerek birbirlerine yaklaşmışlardır. Dönem boyunca deniz seviyesinin defalarca yükselip alçalmasıyla bu kıtalar sıklıkla denizlerin baskınına uğramışlardır.
Tüm dönem boyunca iklim ılıman ve yağışlıdır, geniş alanlarda sığ denizler bulunmaktadır. Bütün bu koşullar türlerin farklı çevresel koşullara farklı şekillerde uyum sağlamasına olanak vermiştir. Böylece pek çok alt tür ortaya çıkmış ve gelişme olanağı bulmuştur. "Uyumsal Açılım” olarak tanımlanan bu tür çeşitlenmesinin en belirgin olarak yaşandığı dönem Ordovisyen dönemdir. Deniz omurgasızlarında ve tek hücreli ya da plankton türü canlılarda görülen bu büyük çeşitlenme "Ordovisyen uyumsal açılımı" olarak bilinir.
Bu dönemde ortaya çıkan yeni grupların başlıcaları Midyeler, yosun hayvancıkları, mercanlarla derisi dikenlilerden denizlaleleri, deniz kestaneleri, ve denizyıldızlarıdır. Tek hücreli ve plankton türü küçük canlı türlerinin okyanuslara hızla yayılması sonucunda, deniz suyunu süzerek beslenme tarzı da keşfedilmiş oldu. Sığ denizlerde geniş alanları kaplayan resifler ortaya çıkmasında bu türlerin de belirgin etkisi olmuştur.
Kambriyen’de yaygın olmayan dallı bacaklılar, uyumsal açılım sırasında yaygınlaşarak Paleozoik’in geri kalanı boyunca en yaygın gruplardan biri oldu.
En parlak dönemlerini Kambriyen’in sonlarında yaşamış olan üç loblular, Kambriyen yok oluşlarından fazlasıyla etkilenmişti. Ancak Ordovisyen uyumsal açılımında, Kambriyende yok olan canlılardan boşalan yaşama ortamlarına da yerleşerek çeşitlendiler. Ordovisyen’de de oldukça yaygın olan üç loblular Kambriyen'deki atalarından oldukça farklı biçimler kazandı. Pek çoğu diken ve boğum gibi yapılar geliştirirken, bazıları vücut segmentlerini birleştirdi. Farklı ortamlara uyumun sonucu olarak kimisi devasa gözlere sahip olurken, bazıları gözlerini tamamen kaybetti, kimisi çamur eşeleyici yaşam tarzına uygun olarak küreği andıran burunlar geliştirdi.
Ökaryotik yaşamın hem heterotrof hem de ototrof üyeleri karaya ilk kez Ordovisyen’de çıktı. Hayvanların karaya çıktıklarına dair ilk kanıtlar onların bir zamanlar kumsal olan bir bölgede dolaşırken bıraktıkları ayak izlerinin fosilidir.
Ordovisyen’in sonlarına doğru, Gondvana’nın güney kutbuna doğru hareketi, ekvator bölgesinden güney kutbuna yönelen sıcak su akıntılarını engellenmiştir. Güney kutbunu daha ılıman hale getiren bu yüzey akıntıları olmayınca güney kutbunda geniş alanlarda yüzlerce metre kalınlığında buzullar oluşmuştur. Bu buzlanma bir yandan tüm gezegenin iklimini sertleştirirken diğer yandan da önemli miktarda suyu, buz olarak bağlamış ve deniz seviyelerinin düşmesine neden olmuştur.
Sığ denizlerin çekilmesiyle bu sularda yaşayan pek çok canlı türü yok olmuştur. Muhtemelen bir bölümü de kara yaşamına uyum sağlamakda başarılı olmuşlardır. Özellikle ılıman denizlerde, başta resiflerde olmak üzere pek çok tür yok olmuştur.
Yok oluş ilk olarak, planktonlar, derisi dikenliler, üç loblular ve zırhlı balıklar gibi tropikal türleri etkiledi. Ardından mercan ve dallı bacaklılar etkisi altına aldı. Ilıman denizlere uyum sağlamış olan yeşil algler de yok oluştan etkilendi. Bu yok oluşun sonunda dallı bacaklılara ve yosun hayvancıklarına ait türlerin neredeyse yarısı yok olmuştur. Ancak Londra çekici nin bulunması ile bu dönemler şu an tekrar gözden getirilmekte yeni bir tür evrimi teorisi geliştirilmektedir.
Suavi Süalp
Suavi Süalp (23 Nisan 1926; Üsküdar, İstanbul - 14 Nisan 1981; Üsküdar, İstanbul), Türk karikatürist, mizahçı.
İstanbul, Üsküdar'da doğdu. Babası Kurtuluş Savaşı gazilerinden Arif Hikmet Bey'dir. Haydarpaşa Lisesi'nden sonra İDGSA afiş bölümüne devam etti. 1948'de Akademiyi terk edip askere gittikten sonra sünnetlerde saz takımlarında kanun çalmak, Babıali'de grafikerlik, Karagözcülük gibi pek çok işte çalıştı. İlk yazıları 1954'te "TEF" dergisinde çıktı. 1959'da kendisinin yazıp çizdiği 'Çapkın Hırsız' çizgi roman dergisini çıkardı. "Dolmuş", "Gölge", "Karakedi", "Taş", "Pardon", "Akbaba" dergilerinde çalıştı.
1972 yılında Türk mizahında bir dönüm noktası olan "Salata" dergisini çıkardı. Daha sonra "Gırgır", "Çarşaf" ve "Atmaca" dergilerinde çalıştı.
1968'de Üç Maymun Kabare tiyatrosuna "Aç koynunu ben geldim" oyununu yazdı. Daha sonra Nejat Uygur, Gazanfer Özcan ve Muammer Karaca kabare tiyatrolarına 20'den fazla oyun yazdı.
Süalp pek çok Türk filminin senaryosunu yazmıştır. 1960'larda aile komedileriyle başladığı senaryoları 70'li yıllarda seks komedilerine dönüşmüştür.
Süalp'in "Zavallı Behçet", "Meşhur Rezaletler" ve "Gene İyi Dayandık" isimli üç kitabı vardır.
Türkiye'de absürt mizahın öncüsüdür. 14 Nisan 1981'de geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etmiş, Zincirlikuyu mezarlığına defnedilmiştir.
Suavi Süalp'in yazdığı, sahnelenmiş tiyatro oyunları şunlardır:
AGU
AGU, Mazhar-Fuat-Özkan'nün 11 yıl aradan sonra çıkarttığı 9. stüdyo albümü. Albümün ismi, Mazhar Alanson, Fuat Güner ve Özkan Uğur'un soyadlarının baş harflerinden oluşmaktadır. Albümün çıkış parçası "Sarı Laleler" oldu. Albümün ikinci klibi ise "Vurgun Yedim"e çekildi. "Ne Bileyim Ben", daha önce Mazhar Alanson'un solo çalışması olarak "Her Şey Çok Güzel Olacak" filminde, "Olduramadım" da Özkan Uğur'un solo çalışması olarak "G.O.R.A." filminde kullanılmıştı. Şarkı sözlerinin beş tanesi Mazhar Alanson tarafından yazılan albümdeki diğer şarkılar farklı söz yazarları tarafından kaleme alınmıştır. Bu nedenle bu albüm MFÖ diskografisinde farklı bir yerde durmaktadır. Müziklerde ise grubun üç elemanının da imzası vardır.
Mississippi Nehri
Mississippi Nehri, Kuzey Amerika'nın en uzun nehridir. Çok büyük bir kısmı ABD (%98.5) ve birazı da Kanada sınırları içinde akar. Kolları olan Missouri ve Jefferson nehirleriyle birlikte toplam uzunluğu 6.275 km'yi bulur ve bu haliyle Nil, Amazon ve Yangtze nehirlerinden sonra dünyanın en büyük 4. nehridir.
Adı, Kızılderili dilinde "büyük ırmak" demektir.
Amerika Birleşik Devletleri'nin en uzun nehri. Kollarının uzunluğu ve suladığı alan itibarıyla dünyanın en büyük nehir sistemidir. Nehrin ismi Ojibya yerlileri tarafından konmuştur. ’Missi’ ve ’Sippi’ kelimeleri, bu kabilenin dilinde, ’Büyük Nehir’ anlamına gelir. Taştığı zaman milyonlarca dekar araziyi kaplaması sebebiyle bazı yerlilerce de ’Suların Babası’ olarak adlandırılan Mississippi, Minnesota eyaletinin kuzeyindeki Hasca Gölünden doğar. Ancak, Missuri’yi meydana getiren üç ayrı ırmağın birleştiği Montana, nehrin asıl kaynağı olarak kabul edilir. Nil Nehrinden biraz kısa olan Mississippi yaklaşık 3.220.000 km2lik bir alanı sular. Nehrin 250 civarında kolu vardır. Bu kolların 45’inde ulaşım yapılmaktadır. Nehrin en önemli kolları Missouri, Ohio, Arkansas, Red River ve Des Moines’tir. Nehrin uzunluğu ile ilgili olarak değişik rakamlar verilmiştir. Bunlardan Mississippi Nehri Komisyonunun bildirdiği rakam 6415 km’dir. Kaynağından denize döküldüğü yer arası 3779 km’dir. Mississippi Nehrinin ülke ulaşımında ve ziraatta ve diğer alanlarda sağladığı sayısız faydalı yönünün yanında, bir de zararlı tarafı bulunmaktadır. Her yıl 400 milyon ton verimli toprağı Meksika Körfezi ağzındaki deltaya yığar. Mississippi birkaç defa taşmıştır. 1929 ve 1937 yılında meydana gelen taşkınlarda büyük hasar meydana gelmiştir. Taşkınları önlemek için nehir üzerinde barajlar, pompalama istasyonları ve tali kanallar yapılmıştır. Mississippi Nehri dünyanın en işlek ticari su yollarındandır. Nehirde petrol, petrol ürünleri, demir, çelik, kömür, kum ve çakıl başlıca taşınan yüklerdir.
Plastik
Plastik; karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), azot (N) ve diğer organik ya da inorganik elementlerin oluşturduğu monomer adı verilen; basit yapıdaki moleküllü gruplardaki bağın koparılarak polimer adı verilen uzun ve zincirli bir yapıya dönüştürülmesi ile elde edilen malzemelere verilen isimdir.
Örneğin; "Etilen" bir monomerdir. Bu monomerden oluşturulan "polietilen" ise polimerdir. En çok kullanılan plastiklerin başında gelir.
Tanımdan anlaşılacağı üzere plastikler doğada hazır bulunmaz, doğadaki elementlere insan tarafından müdahal |
e edilmesi ile elde edilir.
Elde edilmesi belli bir sıcaklık ve basınç altında, katalizör kullanılarak monomerlerin reaksiyona sokulması ile olur. Plastik ilk üretildiğinde toz, reçine veya granül hâlde olabilir. Genelde plastikler petrol rafinerilerinde kullanılan ham petrolün işlenmesi sonucu arta kalan malzemelerden elde edilir. Yapılan araştırmalara göre yeryüzündeki petrolün sadece %4'lük bir kısmı plastik üretimi için kullanılmaktadır.
Hotin Antlaşması
Hotin Antlaşması, 9 Ekim 1621 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan-Litvanya Birliği arasında imzalanmış bir barış antlaşmasıdır. 1620-1621 Osmanlı-Lehistan Savaşı'nı sonuçlandıran antlaşmadır.
Lehistan'ın Eflak ve Boğdan'ın işlerine karışması üzerine Osmanlı İmparatorluğu Lehistan'a savaş açtı. Sultan Genç Osman'ın komutasındaki 200.000 askerlik ordu Lehistan'ın elindeki Hotin kalesini kuşattı. Osmanlı ordusu defalarca saldırılarda bulunmasına rağmen Hotin kalesini alamadı. Karaman beylerbeyi Doğancı Ali Paşa Hotin Kalesi'nin Turla Nehri'nden üç gün boyunca top atışına tuttu. Netice alamayınca Leh ordusu üzerine yürüyüşe geçildi. Lakin kuvvetli top atışı sebebiyle geri çekilmek zorunda kalındı. Neredeyse Leh taburu ele geçiriliyordu fakat yeniçeri taarruzu yarım bırakıp civar köyleri yağmalamaya başladı. Leh askeri de bunu fırsat bilip karşı taarruza geçti. Bu yağmalamanın nedeni ise yeniçerilerin verilen bahşişten memnun olunmamasına bağlanmıştır. Karakaş Mehmed Paşa düşman birliği üzerine taarruza geçti. Fakat Ohrili Hüseyin Paşa yeniçerilerin itaatsizliği yüzünden kuvvet gönderemedi. Leh ordusu da paşayı ve birliğini ablukaya aldı. Bunun sonucunda Karakaş Mehmed Paşa şehit oldu. Yeniçerilerin gayretsizliği yüzünden akınlarda da muvaffak olunamadı. Ayrıca Ohrili Hüseyin Paşa'nın yeniçerilere "Topal eşeğin yerine sağlam eşeği bağlarız." şeklinde hakaret etmesi ve 20-25 kadar yeniçerinin ordugahtan kaçarken yakalanıp idam edilmesi ortalığı daha da kızıştırdı ve yeniçerilerin Ohrili Hüseyin Paşa'ya nefret duymasına neden oldu. Daha sonra da sefer sırasında isyan çıktı. Yeniçerilerin bahaneleri ise ""Aylardır savaşıyoruz. Nice yoldaşımız şehadet şerbetinden içti. Buna rağmen zafer yok! Zira paşalarımız basiretsiz. Bizi yok yere küffara kırdırıyorlar. Kış geliyor. Sefer bitsin. Payitahta dönelim. Şartlar giderek ağırlaşıyor. Kış kapıda. Yapılacak şey belli: payitahta dönelim! İlaveten yeniçeriye hakaret eden, düşmana kırdıran Ohrili Hüseyin Paşa'nın azlini isteriz! Ya taleplerimiz karşılanır yahut herkes bu işin neticesine katlanır!"" şeklinde padişahı ve paşaları tehdit ettiler. Leh kralı III. Zygmunt Waza ısrarla barış yapmak isteyince sonunda Genç Osman'ın itirazlarına rağmen barış antlaşması yapıldı. Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardı:
Saldırının başarısızlığına karşılık Boğdan'ın güvenliği sağlanmış oldu. Sefer sonucunda Ohrili Hüseyin Paşa azledilip yerine Dilaver Paşa getirildi. II. Osman Hotin kalesi önünde istekli savaşmayan Yeniçeri Ocağı’nı kaldıracağını açıkladı. Bu kararı onun öldürülmesi ile sonuçlandı.
Serav Antlaşması
Serav Antlaşması, 26 Eylül 1618 tarihinde Osmanlı Devletiyle Safevî Hanedanının yönettiği İran arasında imzalanmış bir antlaşmadır.
Antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Plastik sanatlar
Plastik sanatlar, kalıplanabilen veya şekil verilebilen (plastik niteliğe sahip) boya, kil, alçı gibi malzemelerin uygulanmasıyla oluşturulan resim, heykel, çizim, vb. sanat dallarının tümüne verilen genel addır. Bu kavram günümüzde görsel kültür olarak da kullanılmaktadır.
Hartmann'a göre sanat dalları dörde ayrılır;
Hartmann, resmi plastik sanatlardan ayrı tutmuştur. Bunun nedeni, resmin iki boyutlu olmasıdır. Plastik sanatlar ise üç boyutludur. Bir sanatı plastik olarak kabul edebilmek için onun her cephesinden seyredilebilir olması gerekir. Sanat nesnesi olarak kabul edilen objenin sağından, solundan, önünden, arkasından, üstünden, altından bakılabilmeli. Bu açıdan baktığımızda resim, fotoğraf, grafik, hat, minyatür, tezhip, vb sanatlar plastik sanatlar içersine girmez.
Nasuh Paşa Antlaşması
Nasuh Paşa Antlaşması, 20 Kasım 1612 tarihinde Osmanlı Devletiyle Safevî Hanedanının yönettiği İran arasında imzalanmış bir antlaşmadır.
Antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Peer-to-peer
Peer-to-peer ya da P2P olarak tanımlanır. Peer eş, denk demektir. İki veya daha fazla istemci arasında veri paylaşmak için kullanılan bir ağ protokolüdür.
Eşler, sunucuları veya sabit bilgisayarlar tarafından merkezi koordinasyon ihtiyacı olmadan, işlemci gücü, disk depolama veya ağ bant genişliği gibi kendi kaynaklarının bir kısmını, doğrudan diğer ağ katılımcıları için kullanılabilir yapabilir. Sadece sunucuların tedarikçi ve istemcilerin tüketici olduğu geleneksel istemci-sunucu modelinin aksine, eşler, hem tedarikçi hem de tüketicidir.
Peer-to-peer yazılımlarıyla, kullanıcılar her türlü dijital içeriklerini uygulamaları kullananlarla paylaşabilirler. Bu işlem bu tanımıyla yasal olsa da, paylaşılan içerikler telif haklarıyla korunan ve parayla satılan içerikler olduğunda(ticari müzik albümleri, prodüksiyonlu filmler, lisanslı yazılımlar vesaire) bu içeriklerin paylaşılması ve paylaşan kişilerden edinilmesi illegal hale gelir. Ancak yasadışı hale gelen yazılımlar ve teknoloji değil, bunun kötüye kullanımıdır.
ATP
ATP kelimesinin farklı anlamları:
Cemil İpekçi
Remzi Cemil İpekçi (d. 5 Ağustos 1948), Türk moda tasarımcısı.
İstanbul doğumlu olan sanatçının baba tarafı Selanikten gelmiş, Aynı aileden ünlü Soprano Leyla Gencer'in akrabasıdır. Baba tarafından İsmail Cem ve Abdi İpekçi ile kuzendir. İpekçizadeler ailesinden gelen Cemil İpekçi 5 yaşından beri kesintili olarak İstanbul'da yaşamaktadır.
Fatih Altaylı'yla yaptığı bir röportajda muhafazakâr olduğunu söylemiştir.
Eğitimini İngiltere'deki Royal Academy of Arts (Kraliyet Sanat Akademisi)nden 1971 yılında tamamladı. 1972-75 yılları arasında stilist olarak çalıştı. 1975 yılında "Tzagane" isimli moda evini kurdu. 1979 yılında Tzagane'ın bir şubesini Nis'de açtı. 1984'e kadar her iki moda evinde birden Türk ve Anadolu kültürünü işleyen çalışmalar yaptı. 1984'de İstanbul'da "Haute Couture" moda evini kurarak çağdaş gece modasına dönüş yaptı. 1990'lara kadar Türk ve Anadolu motifli çalışmalarına ara verdi ise de bu kesinti 1992 yılındaki "Suzeni" isimli koleksiyonu ile sona erdi.
2002 yılında Star TV'nin düzenlediği Türkiye güzellik yarışmasının birincisi Azra Akın'ın elbisesini tasarladı. Elbisenin kumaşını Kapalıçarşı'dan aldı. Kıyafet tasarımlarının yanı sıra Damra markalı pırlanta ürünlerinin tasarımını da gerçekleştirmiştir.
3 Ocak 2008'de konuk olduğu bir televizyon programında, üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılana kadar tesettür defilesi yapmayacağını açıkladı.
Ayrıca 2015 te Show TV de yayınlanan Bu tarz benim 2. sezon yarışmasının juri üyeliğinide yapmıştır.
BMC
Adenozin trifosfat
Adenozin 3'-trifosfat,
hücre içinde bulunan çok işlevli bir nükleotittir. İngilizce "Adenosine Triphosphate"'den ATP olarak kısaltılır. En önemli işlevi hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal enerjiyi taşımaktır. Fotosentez ve hücre solunumu sırasında oluşur. ATP bunun yanı sıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir. Ayrıca ATP, hücre içi sinyal iletiminde protein kinaz reaksiyonu için gereken fosfatın kaynağıdır. 3 tane fosfattan oluşur.
ATP çeşitli yollarla sentezlenebilir. Aerobik solunum yapan canlılarda ATP sentezi; oksijen varlığında ökaryot hücrelerde mitokondride, prokaryot hücrelerde ise mezozomda oksidatif fosforilasyon yoluyla gerçekleşir. Anaerobik solunum (oksijensiz solunum) yapan canlılarda ise ATP sentezi fermantasyon yoluyla olur.
ATP sentezinde yakıt olarak başta glukoz ve trigliseritler kullanılır. Trigliseritlerin bozunumunda gliserol ve yağ asitleri oluşur. Hücre sitozolunda glukoz ve gliserol, glikoliz yoluyla pirüvata dönüştürülürler. Sübstrat fosforilasyonu yoluyla bu aşamada bir miktar ATP pirüvat kinaz ve fosfogliserat kinaz enzimleri tarafından sentezlenir. Pirüvat sonra mitokondride oksitlenmeye devam eder.
Mitokondride pirüvat pirüvat dehidrojenaz aracılığıyla asetil KoA'ya dönüşür, o da Krebs döngüsü ile karbon dioksite kadar oksitlenir. Yağ asitleri de beta oksidasyonu ile asetil-KoA'ya dönüşürler ve Krebs döngüsü'yle metabolize olurlar. Krebs döngüsü'nün her bir deviniminde süksinil KoA sentetaz tarafından bir ATP dengi GTP, bir de indirgeme gücüne sahip olan NADH sentezlenir. NADH'deki elektronlar elektron taşıma zinciri ile taşınırken ATP sentaz tarafından oksidatif fosforilasyon yoluyla çok miktarda ATP sentezlenir.
Glukozun karbon dioksite oksidasyonuna hücre solunumu denir. Glukozdaki kimyasal enerjinin %40'ı, hücre için daha kullanışlı olan ATP'ye dönüşür.
ATP ayrıca nükleozit difosfat kinaz enzimi aracılığıyla başka nükleozit trifosfatları kullanarak da sentezlenir:
Kas hücrelerinde ATP, guanido-fosfotransferaz tarafından katalizlenen benzer bir reaksiyonda da kreatin fosfat'ın fosfat grubu ADP'ye aktarılarak ATP ve kreatin oluşur.
Bitki hücrelerinde ATP, kloroplastlarda gerçekleşen fotosentez yoluyla sentezlenir. Bu ATP'nin bir kısmı sonra trioz şekerlerinin oluşumu için Calvin döngüsünde kullanılır.
ATP'nin enerjisi onun ADP'ye dönüşmesine yol açan fosfat bağının hidrolizi ile açığa çıkar. Hücre içinde çeşitli enzim, motor protein ve taşıma proteini bu enerjiyi kullanırlar. ATP'nin bozunumu ADP ve inorganik fosfat (P) oluşturur, ADP sonra AMP ve P olarak ayrıca bozunur. ATP'nin bir diğer bozunum yolu AMP + PP şeklindedir.
ATP'nin hücrede enerji kaynağı olarak kullanıldığı yerler kısaca şöyle sıralanabilir:
ATP, bir tüp içinde hidroliz edildiğinde açığa çıkan enerji bu tüpün içindeki suyu ısıtır. Ancak bu enerji kaynağını bu şekilde kullanmak etkisiz ve tehlikeli olur. Hücreler, özgül enzimler yardımıyla ATP hidroliz enerjisini doğrudan endergonik olaylarla eşleştirme yeteneğine sahiptir. Özgül enzimler bir fosfat grubunu ATP'den başka bir moleküle aktararak, enerji eşleşm |
esini sağlar. Ekzergonik ve endergonik tepkimelerin eşleştirilmesindeki anahtar nokta, başlangıçtaki molekülden daha reaktif olan fosforile olmuş ara bileşiğin oluşumudur.
Bu olayı bir örnekle ele alalım. Bu örnekte ATP hidrolizi, bir amino asit olan glutamik asidin (Glu) başka bir amino asit olan glutamine (Glu-NH2) dönüşümünü üstlenmektedir
ATP'nin yardımı yokken dönüşüm kendiliğinden gerçekleşmez. ATP'nin yardımı varken ise glutamin sentezi ATP tarafından sürdürülen iki basamaklı bir tepkime halinde gerçekleşir. Fosforile olmuş bir ara ürün oluşması, iki basamağı birleştirir.
Tepkimeleri şöyle bir şemayla gösterebiliriz:
Motion blur
Motion-blur, kelime anlamıyla "hareket-izi" demektir. Grafiksel işlemlerde hareketin başlangıç nokta doğrultusuna (hareketin ters yönünü gösteren) silikleşerek kaybolan görsel kuyruk izidir.
3dfx firması() Voodoo 5() ve Voodoo 6 serisinde bu özelliği kullanıcıların seçeneğine sunmuştur. Nvidia ve ATI ekran kartlarında bu özellik var olmasına karşın maalesef sadece oyunların programcıların anlayışına göre bu efekt aktif olmaktadır.
Oyunlarda grafik hatalarını örtmekte kullanılan özel bir yöntemdir. Sony PlayStation 2 oyun konsolunda bu özellik donanım destekli olarak verilir.
Sinema sektöründe 24 fps sahnelerde hızlı hareket sahnelerinde görüntünün akışını kaybetmemek için kullanılan, yaklaşık yüz yıllık bir tekniktir.
İblis
İblis, İslam mitolojisine göre ilk şeytan. Soyundan gelen cinler şeytanlardır. İnsanları cehennemlik yapma idealinde kendisine katılan cinlerin her birisine de "cin şeytanı" denilmektedir.
İblis; Eski Yunanca "diábolos" (διάβολος) "iftiracı, şeytan" sözcüğünün modifiye edilmesi ile türetilmiş Arapça sözcüktür. "Diabállō" διαβάλλω "iftira etmek, yanıltmak" anlamında "bállō", bol- βάλλω, βολ- "atmak" fiilinden dia- önekiyle türetilmiştir. Ayrıca İtalyanca "diabolo", Fransızca "diable", İngilizce "devil", Almanca "Teufel" ve eski Türkçede "Albız" aynı kelimenin diğer karşılıklarıdır.
İslam mitolojisinde ne olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
1) İblis, bir melek idi. Bu görüşte meleklerin cin adlı cenneti koruyan bir kabilesine mensup olduğu görüşü hakimdir. Özünde onlar cinler değil, ama bu meleklere cinler deniyordu. İblisin ismi Azazil idi ve o meleklerin lideri idi.
2) İkinci izaha göre ise, İblis ateşten yaratılmış olan cin şeytanlarındandı ve onların ilk atasıydı.
3) Üçüncü görüşe göre o, meleklerdendi, ama sonra şeytana dönüştürüldü. Sonra Kuran İblis'e Cinler diyor, davranışını açıklıyor, çünkü Allah'ın emrini sorgulayarak kibirli hale geldi.
Allah; yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağını söylediğinde, Melekler O'na yeryüzünde fesat çıkartıp, kan dökecek birini mi yaratmak istediğini sorarlar. Fakat yaratılıp kendilerinden Adem'e secde etmeleri istendiğinde secdeye kapanırlar. İblis ise secde etmez. İblis'e neden secde etmediği sorulur. O kendisinin ateşten, Adem'in ise topraktan yaratıldığı söyler ve secde etmez. Bu durum Tanrının öfkesini çeker. İblis ise Tanrıyla pazarlığa girişir kendisini bu duruma düşüren Ademoğullarını, aynı duruma düşürebilmek için Allah'tan kıyamet gününe kadar izin ister ve o izin kendisine verilir. Melekler ise Allah kendilerini onun gibi yaratmadığı için şükrederler ve bir kez daha secdeye giderler. Müslümanların namazda üst üste iki kez secdeye gitmesi de bu olayı hatırla(t)mak içindir.
Kur'an'da İblis kelimesinin kullanıldığı bazı ayetler mevcuttur;
"Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."(Bakara: 34)
"Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi ve Rabbinin emri dışına çıktı."( Kehf : 50 )
Kenny McCormick
Kenny McCormick ya da tam adıyla Kenneth McCormick South Park dizisinin hayalî karakteri.South Park'ın en fakir ve en küfürbazıdır. İlk beş sezon boyunca birkaç istisna hariç dizinin her bölümünde ölür. İlk beş sezon boyunca hemen hemen her öldüğünde Stan "Oh my God! They killed Kenny!" ve Kyle da "You bastards" der. Ayrıca tam bir seks manyağıdır. Her zaman parka ve kapüşon giydiğinden yüzü belli değildir. Yüzü ilk olarak South Park'ın sinema filmi olan adlı filmde görülmüştür. Daha sonra 4. sezon, 7. sezon, 8. sezon, 9. sezon, 11. sezon ve 13. sezonda gösterilmiştir. Söyledikleri neredeyse hiç anlaşılmaz. 5. sezonun 13. bölümünde (Kenny Dies) ve South Park: Bigger, Longer & Uncut yayınlandıktan sonra tamamen öldürülerek (kanser olup) dizide artık gösterilmemeye başlanmış ve onun yerini bir süre Butters almıştır. Bir süre sonra, Butters'ın Kenny'nin boşluğunu dolduramadığı düşünülmüş, Butters'ın yerini Tweek almıştır. Tweek gruptan atılmamış, yavaş yavaş kendi kopmuştur. Fakat daha sonra Kenny hayranlarının büyük tepkisi üzerine ("Oh my God, they killed Kenny" tişörtleri ile protesto etmişlerdir) ve reytinglerin düşmesiyle tekrar diziye dahil olmuştur. Dizide hakkında en az şey bilinen karakterlerden biri Kenny olup, bu gizemli hali ayrı bir hayran grubu yaratmıştır. Fiziksel görünüşü vücudunun neredeyse her yerini saran kıyafeti nedeniyle belli olmamaktadır. Ancak South Park Bigger, Longer & Uncut adlı sinema filminde saçlarının sarı olduğu anlaşılmıştır.Orta kilodadır. 66 cm boyundadır.
South Park Tema Şarkısı'na 1. sezonda "" I like girls with big fat titties, I like girls with big vaginas "" diye katılır. 3. sezonda "I have got a ten inch penis; use your mouth and help me clean it." olarak değişir. 7. sezonda "Someday I'll be old enough to stick my dick in Britney's butt!" der ve 10. sezonun belirli bir yerinden sonra "I like fucking silly bitches; I know that my penis likes it." der.
Babası bir alkoliktir ve bu yüzden ailesi çok fakirdir. Annesinin üstünde 'I'm with stupid' yazan bir tişört vardır ve tişörtteki ok işareti Kenny'nin babasını gösterir. Kenny'nin Kevin adında bir erkek kardeşi ve Karen adında bir kız kardeşi vardır. Cartman onun fakirliğiyle sürekli dalga geçmektedir. Kenny hemen hemen her bölümde ölür ve öldüğü zaman fareler tarafından yenir.
Kenny geri döndükten sonra 7. sezonun sonunda Saddam tarafından ışınla öldürülmüştür. 8.sezonun 6.bölümünde Michael Jackson tarafından yanlışlıkla öldürülmüştür. 9.sezonun 3.bölümünde Çin Mafyası ile çatışırken ölmüştür.9.sezonun 4.bölümünde PSP'de 60 levele ulaşmıştır, sevincinden yola çıkmıştır ve trafik kazasından ölmüştür. 10.sezonda hiç ölmemiştir. 11. sezonda Bebe tarafından kaza kurşunuyla öldürülmüştür. 12. sezonda öldürülmeye çok yaklaşmış fakat ölmemiş, 13. sezonun ilk bölümde sevgilisi penisini yalayınca, 10. bölümde ringe düşen rokete tutununca ve 14. bölümde sidiğe boğularak ölmüştür. 14.sezonun ilk bölümü olan Cinsel Sağlık bölümünde ise Batman kostümüyle kendini tatmin ederken ölür. Ayrıca 14. sezonun 12. bölümünde Mysterion kılığıyla gotik çocuklardan bilgi almaya çalışırken karanlıklar lordu Cthulhu'nun kölesi tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. 12 Bölümde ise yine Mysterion kılığında arkadaşlarına yardım etmek için dev dikenlerin içine atlayıp ölmüştür. Fakat aynı bölümde Kaptan Hindsight'a anlattığı gücü sayesinde yeniden yatağında doğmuştur. 15. sezon 14. bölümde ise bölümün en sonunda okula saldıran dev bir hindi Kenny'i yemiştir.
Her öldüğünde yeniden yatağında doğar ve kimse onun öldüğünü hatırlamaz. Ancak 14.sezon 13'üncü bölümün sonunda "Ben yoruldum yatağıma gidiyorum." diyerek kendisini oldürür. Bu esnada annesi yeniden bir Kenny doğurur. Yani annesi gittikleri tarikat toplantıları yüzünden Kenny öldüğü zaman yenisini doğurmakta ve yeni Kenny bir gecede büyümektedir, ayrıca ölmeden önce bütün yaşadıklarını hatırlamaktadır. Sıkı bir South Park takipçisi bile 14. sezonun on birinci, on ikinci ve on üçüncü bölümlerini izlemeden tamamen anlayamaz (Olay 13. bölümün sonunda açığa çıkar fakat diğer bölümler serinin başlangıcıdır) NOT:Kenny'nin ölüp yeniden doğması hakkında 4.sezon 5.bölüm'de bir ipucu vardır.15.sezon 14.bölümde okulun tavanından gelen dev hindi Kenny'i bir kez daha öldürmüştür.
Mtsheta-Mtianeti
Msheta-Mtianeti (Gürcüce: მცხეთა-მთიანეთის), Gürcistan’ın yönetsel bölgelerinden biridir. Ülkenin doğu bölümünde yer alır. Şida Kartli, Ertso-Tianeti, Pşavi, Hevsureti, Mtiuleti, Gudamakra ve Ksnishevi adlı tarihsel ve coğrafi bölgelerini kapsar. Bölgenin idari merkezi, Gürcistan’ın ilk başkenti olarak bilinen Mtsheta kentidir.
Davutpaşa Kışlası
Davutpaşa Kışlası veya Davutpaşa Sahrası Rumeliye sefere çıkan Kapıkulu birliklerinin ilk menzili ve ordugahıdır. İstanbul'un II. Mehmed tarafından fethinden sonra Yeniçeri Ocağının ilgasına kadar olan süreçte Avrupa'ya sefere çıkan Osmanlı ordusunun toplanma merkezi olarak kullanılmıştır. Ordunun uğurlandığı sahra olan ve bütün dönemlerde askeri amaçlarla kullanılmış bulunan bu mevkinin yerleşim planları II. Beyazıt'ın veziriazamı Koca Davut Paşa tarafından yaptırılmış olduğu için burası Davutpaşa Sahrası (daha sonra Davutpaşa Kışlası) olarak anılagelmiştir.
Osmanlı Devleti zamanında, Davutpaşa Sahrası olarak bilinen ve ordunun sefere çıkmak için toplanma merkezi olan bu mevkii, Cumhuriyet döneminden sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesine girmiş ve Davutpaşa'ya askeri tesis yapılmıştır.
Daha sonra TSK'nin girmiş olduğu küçülme politikası ile bu yerleşim birim boşaltılmış, Yıldız Sarayı'nın iyice yıpranmasından dolayı yeni bir yerleşim alanı arayan Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğü, Davutpaşa'ya taşınmaya karar vermiştir. Günümüzde ise Esenler ilçesinin 5 km batısında konumlanmış Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Yerleşkesi olarak geçen yerleşim birimidir. Şu an için Yıldız Merkez Yerleşkesinde bulunan bölümlerden bazıları Davutpaşa Yerleşkesi'ne taşınmıştır.
Kışlanın bulunduğu alandaki askeri yerleşimin Bizans dönemine kadar uzandığı; bölgenin, askeri ve saray törenlerine hizmet eden konumda olduğu; İstanbul'un alınması sırasında da askerin konaklamasına hizmet verdiği ve Sultan Me |
hmed'in otağının burada kurulmuş olduğu söylenir.
Bu işlevler Osmanlı döneminde de sürdürülmüş, bölge 15. yüzyıl'dan itibaren saray ve askeri törenlere hizmet veren bir alan olmuştur. Davutpaşa Kışlası, II. Mahmut'un (1808-1839) Yeniçeri Ocağı'nı tamamen ortadan kaldırarak yerine oluşturduğu Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı orduya kışla olarak yapılmıştır. Mimarı Krikor Amira Balyan olduğu tahmin edilen yapının 1826-1827 yılında başlanan inşaatı 1831-1832'de bitirilmiştir.
Burada askeri birliklerin ciddi bir disiplin ve planlı bir yerleşim sistemi içinde bir araya gelmelerine çok özen gösterilmekteydi. Ordugahta, Kapıkulu Ocağını oluşturan her bir ocağa ait birliklerin konaklayacağı yerler ve sıraları tek tek belirlenmişti. Birlikler, kendileri için ayrılan bölümlere yerleştikten sonra sayılarının ve donanımlarının kontrol edilebilmesi için teftiş ve yoklamalara tabi tutulmaktaydılar.
Kışla, Balkan Savaşları sırasında onarılarak göçmenlerin barınması için kullanılmış, I. Dünya Savaşı sırasında ise bir askeri hastane açılmış ve hastane 1920'de kapatılmıştır. Özgün işleviyle günümüze ulaşan Davutpaşa Kışlası, Yıldız Teknik Üniversitesi mülkiyetine verilmesi (1999 yılında) ile askeri işlevini tamamlayarak, eğitime hizmet veren kışla yapıları arasına katılmıştır.
Davutpaşa'da bircok kişinin bilmediği büyük bir yeraltı tünel ağı bulunmaktadır. TSK'ya geçtikten sonra, askerlerin yapmış oldukları mıntıka temizliği sırasında bulunan büyük yeraltı tünel ağı, daha sonra TSK tarafından güvenlik amacıyla kapatılmıs ve tünel girişleri gizlenmiştir. Üç askerin bu tünel içindeki zehirli gazlar tarafından zehirlenmesi, tünellerin kapatılma nedenleri arasındadır. Üniversite öğrencileri tarafından yapılan tünel incelemeleri sırasında, tünellerin birkac girişi bulunabilmiştir.
Son yıllarda inşaata büyük hız verilmiştir. 2006 başlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile yapılan anlaşma sonucu, YTÜ Davutpaşa Yerleşkesi'nin çevre düzenlemesi projesi İBB'ne verilmiştir.
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından yapılan açıklamada, Davutpaşa yerleşkesi içersine ilk etapta 1000 kişilik bir yurt yapılmıştır.
Esenler (anlam ayrımı)
Türkiye'de pek çok yerleşim yeri Esenler adını taşır.
Davutpaşa
Amerika
Amerika, Batı Yarımküre'de, Yeni Dünya olarak adlandırılan bölgede, Kuzey Amerika, Orta Amerika, Güney Amerika ve bunlara bağlı adalardan meydana gelen kıtalar ve adalar topluluğu. Batı dillerinde genellikle Amerikalar olarak adlandırılırken dilbilgisi kuralları gereği Türkçede Amerika olarak adlandırılır. "Amerika" sözcüğü birçok dilde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) anlamında da kullanıldığı için kavram karmaşasına neden olabilmektedir.
Amerika isminin kökeni ile ilgili birkaç teori vardır:
Bu teoriye göre "America" sözcüğü 1500'lü yılların başında yaptığı iki yolculuk sonucu Güney Amerika'nın doğu sahillerine ve Karayiplere ulaşan İtalyan denizci ve haritacı Amerigo Vespucci'nin isminden türetilmiştir. Teoriye göre, Alman haritacı Martin Waldseemüller bu ismi Vespucci'nin isminin Latince söylenişi olan “Americus Vespucius”tan türetmiştir.
1507 yılında Batlamyus'un "Kozmografya" eserinin Latince güncellemesi üzerine çalışan Martin Waldseemüller, Vespucci'nin mektuplarından birinde "Mundus Novus" adını verdiği "Yeni Dünya"yı keşfettiğini okuyunca, "Cosmographiae Introductio"da Amerika ("America") ismini önerir.
Her ne kadar, Waldseemüller'in çalışmasının yayılmasıyla "Amerika" terimi popülerlik kazandıysa da, Vespucci'nin yazılarındaki tutarsızlıklar birçok İspanyol ve Portekizlinin eleştirisine sebep oldu. Bu eleştiriler Vespucci'nin diğer denizcilerin keşiflerini kendisininmiş gibi gösterdiğini söylüyor ve bununla birlikte de "Yeni Dünya" fikrine şüpheyle bakıyordu. Yine de Avrupa'nın diğer ülkelerinde "yeni dünya" için "Amerika" ve orada yaşayanlar için de "Amerikalı" adı kullanımı yaygınlaşıyordu. Ancak İspanya ve Portekiz'de resmî terim Doğu Hint Adaları idi.
Waldseemüller "Amerika" adını kullandığında somut olarak Kristof Kolomb ve diğer kaşifler tarafından keşfedilen Antilleri ve Güney Amerika'nın kuzeydoğu sahillerini kastediyordu.
"Amerika" adı ilk defa Batı yarımküredeki kıtanın tamamını adlandırmak için 1538 yılında Gerardus Mercator tarafından bir harita üzerinde kullanılmıştır.
Teoriye göre "Amerika" adının 1497 yılında John Cabot'nun yolculuğunu finanse eden İngiltere'nin Bristol şehrinden Richard Amerike'nin adından türetilmiştir. Cabot, kıtaya ayak basan ilk Batı Avrupalı olmuştur.
Amerika, dünyanın toplam yüzölçümünün %8,3'ünü, karasal yüzölçümünün %28,4'ünü kaplar. Dünya nüfusunun %14'ü (380milyon) Amerika'da yaşamaktadır.
Yanıklar, Fethiye
Yanıklar, Muğla ilinin Fethiye ilçesine bağlı bir mahalledir.
Antalya'da iki pehivan güreşirken biri diğerini ateşe atmıştır.O zamanki yasaya göre suçun af olması için birkaç köy ileriye gitmek gerekliymiş rakibini
ateşe atan pehlivan istedikleri gibi birkaç köy geçerek havasıyla suyuyla bir eşi benzeri bulunmayan doğa harikası yere gelir ve oranın adını YANIKLAR olarak adlandırır.
Yanıklar mahallesinin yöresel en ünlü yemeği arabaşı corbası ve keşkeğidir.Yanıklar Köyü ahalisi yörük kökenlidirler. Köy yaşantısında ve özellikle düğün ve bayramlarda Anadolu köy yaşamının tüm öğeleri görülebilir. Mahallede 2 adet yoğunluğu İngiliz olmak üzere yabancı kökenli yerleşim yeri vardır.
Muğla iline 125 km, Fethiye ilçesine 15 km uzaklıktadır. Mahallenin içinden Kargı Çayı geçmekte olup, mahallenin tamamında imece usulü yapılan ark sulama sistemi vardır. Başta narenciye, turfanda sebze olmak üzere mahallede hertürlü meyve sebze (Tropik özelliklere sahip olanlar dahil) yetişmektedir. Mahallede Katlıç ve Akgöl olmak üzere 2 adet göl bulunmaktadır. Mahallede dünyada sadece Türkiye'de yetişen Günlük ağacı ormanı bulunmaktadır. Bu orman son derece geniş olup tam anlamıyla doğal kendiliğinden oluşan bir ormandır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
NOT: Bu veriler Türkiye İstatistik Kurumu'ndan alınmıştır.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede 2 adet tatil mahallesi bulunmaktadır. Tuana ve Botanic tatil köyleri başta Alman ve Rus olmak üzere her yıl binlerce turisti ağırlamaktadır.Ayrıca mahallede Mugla Antalya karayolu üzerinde Alperen Pansiyon da yer almaktadır.
Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi bulunmaktadır. Sağlık ocağı vardır ancak sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Mersin
Mersin, eski adıyla İçel, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık onuncu şehri. 2016 itibarıyla 1.773.852 nüfusa sahiptir.
Akdeniz, Aydıncık, Bozyazı, Mezitli, Yenişehir, Toroslar, Anamur, Silifke, Tarsus, Çamlıyayla, Erdemli, Gülnar, Mut ilçeleri olmak üzere toplam 13 tane ilçesi bulunmaktadır.
Kentin kuzeyindeki Yumuktepe höyüğünde yapılan kazılarda birçok katman ortaya çıkarılmıştır. Bunların en eskisi, MÖ 6300'lere, en yenisi ise Selçuklu dönemine tarihleniyor. Kazılardan çıkarılan eserler, Adana Arkeoloji Müzesi ve Mersin Müzesi'nde sergileniyor. Mersin'in tarih sahnesine çıkışı 19. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Bu dönemde henüz bir köy olan bölge, konar göçer bir Türkmen aşiretine ev sahipliği yapmış ve adını da bu aşiretten almıştır. Ayrıca Kapadokya bölgesinden gelen Rumlar kent nüfusuna hakim hale gelmişler ve 1850'de kentte 5.250 Ortodoks Rum'a karşılık 1.600 Müslüman yaşamaktaydı. Kentin kaderi özellikle Amerikan İç Savaşı sırasında dünyadaki pamuk kıtlığını gidermek amacıyla Çukurova'da gelişen pamuk üretimi ve bölgenin 1866'da demiryolu ağına bağlanması ile değişmiştir. Bu dönemde Mersin hızla, Çukurova'nın tarım ürünlerinin ihraç edildiği bir liman ve ticaret merkezi haline gelmiştir. Şehrin bugünkü durumuna gelmesinde, şu anda azınlık olsalar da Hıristiyan Levantenlerin önemi yadsınamaz. Şehirde halen Levantenlere ait iki katedral bulunmaktadır, Latin-İtalyan Katedrali ve Arap-Ortodoks Katedrali. Ayrıca şehrin kuzeyine Rumlar için bir kilise yapılması da gündemdedir.
Mersin yöresinin bilinen en eski ismi Kizzuvatna olup bu ad Hitit devrinde Kue, klasik devirde de Kilikya olmuştur. Bu bölgede yapılan kazı ve araştırmalar, ilk yerleşim izlerinin Cilalı Taş Devri ve Bakır Çağında görüldüğünü ortaya koymuştur. Gözlükule Höyüğü ve Yumuktepe'deki kazı araştırmaları ayrıca yörenin tarihte çok önemli bir merkez olduğunu göstermiştir. Nitekim, Gözlükule İslam uygarlıklarından Yeni Taş Çağına kadar 33 katmanda oluşmaktadır. Çiftçi ve çoban toplumunun yaşadığı ilk katmanlarda toprak sıvalı mekan zeminlerinin ortaya çıkışı ve daha üst katmanlarda ele geçirilen çeşitli tarımsal aletler ve çanak çömlekler, üretim ekonomisinin ve toplumsal bilincin gelişimini göstermektedir. MÖ 6. yüzyıla kadar yörenin yazılı tarihi Hurri, Luvi, Arzava, Kizzuvatna gibi yerel krallıklar ve bunların kültürleriyle, buraya daha sonraları egemen olan Hitit, Asur ve Babil krallıklarının tarihleri iç içedir.
III. katmanda bulunan Alacahöyük tipindeki bronz hançer ve Hitit yapı kalıntıları, yöredeki Hitit varlığının önemli belgeleridir. Belli bir dönem Hitit egemenliğinde kalan bölge daha sonra Asur Kralı III. Selomossa'nın, MÖ 528 yılında ise Perslerin eline geçmiştir. MÖ 527'de Yunanlar yöreyi ve Kıbrıs'ı, MÖ 334'te ise Mersin'i Makedonlar ise ele geçirmiştir.
İlde inanç turizmi açısından önemli olan iki merkez vardır. Birincisi İsa'nın Havarilerinden St. Paul'un Tarsus'ta bulunan Evi ve Kuyusu Vatikan tarafından Hac Yeri ilan edilmiştir. Diğeri Müslüman ve Hristiyan alemince önemli olan ve Silifke/Taşucu'nda yer alan erken Hrıstiyan devrinde Hac Yeri olarak kabul edilen Azize Aya Tekla (Meryemlik)(Meryem'inde kabrinin Mersinde olduğu ancak hiçbir zaman bulunamayacağı İncilde acıkca yazılmıştır (klikya mektupları paftası) önemli dini ziyaret merkezleridir. Ayrıca dini açıdan önemli ziyaret yerlerinden olan Tarsus Ashab-ı Kehf Mağarası da il sınırları içe |
risinde bulunmaktadır.
Toroslar merkez ilçe sınırlarında yer alan Yumuktepe Höyüğü'nde yapılan kazılarda bulgular MÖ 6300'lere kadar gitmektedir.
Tarihi ve turistik açıdan görülmesi gereken başlıca yerler; Alahan Manastırı (Mut), Kravga Köprüsü, Kızkalesi, Yumuktepe, Kanlıdivane (Neapolis), Anamuryum Harabeleri, Viranşehir ( Soli), Tarsus - Aziz St. Paul Kilisesi, Silifke-Uzuncaburç, Karaduvar, Ayaş, Çamlıyayla Namrun Kalesi (Lampron) ve Sinap Kalesi, Alahan (Alacahan) Manastırı, Narlıkuyu, Zeus (Jupiter) tapınağı, Cennet Cehennem mağaraları, Çukurpınar mağarası, Korikos Kalesi, Mamure Kalesi, Aslanköy Kaya Mezarları, Adam Kayalar, Tarsus-Ulu Cami, Tarsus-Eski Cami, Büyükeceli Kaya mezarları sayılabilir.
Tabiplerin piri Lokman Hekim Tarsus'ta yaşamıştır. Aynı zamanda yılanların padişahı Şahmeran ile ilgili rivayet de şöyledir: Şahmeran yörenin kralının kızına aşık olur, cadının bir tanesi prensesin hamama geleceğini ve görmek isterse onu hamamda bir odaya gizlice alacağını söyler. Şahmeran her ne kadar biraz şüphelense de aşk gözünü karartır ve gider. Orada katledilir. Tarsus'Ta halen ayakta olan eski hamamın göbek taşındaki kızıllığın şahmeranın kanı olduğuna inanılır.
Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi ve sahip olduğu geniş hinterland sayesinde Mersin Limanı, Türkiye'nin en büyük limanı olma özelliğini taşıyor. Limanda bulunan 27 iskelenin 8 tanesi birbirlerine raylı bir sistemle bağlanmış. 1991 Körfez Savaşı'ndan bu yana yaklaşık 85 milyon dolar harcanarak yenilenen Mersin Limanı'nın kapasitesi, son üç yıldır her sene %10 oranında artmıştır.
Kentin ticari açıdan önemi göz önüne alınarak, Türkiye'nin on dokuz serbest bölgesinden ilki ve 836.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulan Mersin Serbest Bölgesi, başta tekstil firmaları olmak üzere yaklaşık 432 şirkete ev sahipliği yapmaktadır.
Ayrıca, Mersin-Adana kara yolu üzerinde cam, soda, gübre, tekstil, meyve suyu gibi sektörlerde faaliyet gösteren birçok önemli fabrika da bulunuyor. Türkiye'nin en yüksek üçüncü gökdeleninin (Mertim Kulesi: 177 metre) bulunduğu Mersin Devlet Opera ve Balesi'nin bulunduğu 3. kenttir.
Mersin, 2 Eylül 1993'te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. Haziran 2002'de ilin İçel olan adı, Mersin olarak değiştirildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.
İl yüzölçümünün %87'si dağlıktır. İlin en yüksek tepesi, 3524 m ile Medetsiz Tepesi'dir. Önemli geçişleri: Sertavul ve Gülek Boğazları'dır. Belli başlı akarsuları Müftü Nehri ( 100 km), Berdan Çayı (90 km) ve Göksu'dur (299 km).
İlde bulunan belli başlı ovalar ve yüzölçümleri şu şekildedir:
Mersin ve çevresinde, tipik sıcak ve ılıman astropikal iklimi hakimdir. Yaz ayları sıcak ve aşırı nemli, ortalama (28 °C nemlilik ise %88 ler civarında kış ayları ise 16 °C) oldukça ılık ve yağışlıdır (yıllık yağış ortalaması 1096 mm). Mersin'de çevre illerden farklı olarak ekstrem sıcaklıklara nadiren rastlanır (çok yüksek sıcaklıklar ya da sıfırın altındaki değerler gibi).
İlin uzun yıllar sıcaklık ortalaması ise 22 °C derecedir ve bu özelliğiyle Türkiye'nin ve Avrupa'nın en sıcak kesimidir.
Ancak yaz aylarında özellikle aşırı nem bunaltıcı olabilmektedir. İl en fazla yağışı Aralık-Ocak döneminde alır. 2001'de yaşanan sel felaketinde 2 gün içerisinde metrekareye 669 kg yağış düşmüştür.
Mersin İl Nüfusu: 1.773.852'dir (2016). İlin yüzölçümü 16.010 km²'dir. İlde km²'ye 111 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 1780 kişi ile Yenişehir’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,64 olmuştur.
2016 yılında TÜİK verilerine göre 13 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 805 mahalle bulunmaktadır.
Mersin ili nüfus varlığı olarak Türkiye'nin önemli illeri arasında yer almaktadır. DİE 2000 Genel Nüfus sayım verilerini incelediğimizde tablodaki Tarsus ilçesinin bağlı olduğu Mersin ilinin 1927-2000 yılları arasında nüfus sürekli artmıştır. Mersin ilinde en düşük nüfus artışı %10,7, en yüksek nüfus artışı 1985-1990 yılları arasında %40,6 olmuştur. Mersin ilinin 1990-2000 yılları arasında yıllık nüfus artış hızı %26,5 olduğu görülmektedir. Buradan Mersin ilinin yıllık nüfus artış hızının düştüğü görülmektedir.
Mersin il nüfusu: 1.793.931 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 16.010 km2'dir. İlde km2'ye 112 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 1823 kişi ile Yenişehir’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,13 olmuştur.
2018 yılında TÜİK verilerine göre 13 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 805 mahalle bulunmaktadır.
Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Mezitli (% 3,52)- Çamlıyayla (-% 2,48)
Liman Mersin ekonomisinin dayanak noktasıdir ve Türkiye'nin dünyaya açılan kapısı durumundadır.
Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu'daki fabrika ve ticaret firmaları ithalat ve ihracatını Mersin üzerinden yaparlar.
Türkiye'nin en büyük ikinci Serbest Bölgesi olan Mersin Serbest Bölgesi burada kurulmuştur ve 433 şirkete ev sahipliği yapmaktadır. İşleticisi MESBAŞ 'tır. Mersin-Tarsus Organize Sanayi Bölgesi'nde 150'ye yakın firma faaliyet göstermektedir.
Mersin'de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar.
Günlük hayatın vazgeçilmezlerinden olan alışveriş merkezleri Mersin'de yatırımlarını sıklaştırmaktadırlar. 2009 yılında Avrupa'nın en iyisi seçilen Forum Alışveriş Merkezi, Marinavista, Beymen Mall, PalmCity ve Kipa Outlet Avm, Soli Center, Mersin Marina Avm, Tarsu Avm vb. Ticaret merkezleri Mersin'de çoğalmaktadır. 2009 yılında Multi Turkmall tarafından yapılan Forum Mersin Alışveriş ve Yaşam Merkezi, Avrupa'nın en büyük perakende organizasyonu Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi(ICSC) tarafından Avrupa'nın en iyi alışveriş merkezi seçildi.
Erkek nüfusunun %80'i ve kadın nüfusunun %69'u istihdam ediliyor. İşsiz nüfus yaklaşik %7'dir.
Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi ve sahip olduğu geniş hinterland sayesinde Mersin Uluslararasi Limanı, Türkiye’nin en önemli ve en işlek limanıdır.
Türkiye'nin en önemli iç turizm merkezidir. Son yıllarda turizmde yapılan atamalar ve sahile yapılan yeni otellerle Türkiye'nin yeni turizm bölgesi olma yolundadır. Yat turizminin gelişmesi amacıyla uluslararası standartlara uygun 500 yat bağlama ve 300 yat karaya alma kapasiteli Mersin Ana Yat Limanı tamamlanmış olup ihaleye çıkılmıştır. Mersin coğrafi açıdan lojistik merkez özelliğine sahip bir kenttir. Halihazırda bulunan liman, demiryolu taşımacılığının yanı sıra karayolu taşımacılığında da Mersin önemli bir noktadadır. Mersin Büyükşehir Belediyesi, Uluslararası Nakliyeciler Derneği ve Mersin Valiliği ile ortak olarak Mersin Lojistik Merkezi'ni kurma çalışmalarını tamamlamak üzeredir. Doğu Anadolu, Batı Akdeniz ve İç Anadolu'daki şirketler ithalat ve ihracatını Mersin üzerinden yapar. Mersin'de iş merkezlerinin çokluğu, nakliye ve gümrük firmalarının sayıca fazlalığı bu yüzdendir. Mersin Serbest Bölgesi de benzer özellikleri ile Mersin ve ülke ticaretinde önemli bir yer tutar. Yapıldığında Türkiye'nin en uzun binası konumundaki Metropol Ticaret Merkezi 52 katlıdır ve Akdeniz ilçesindedir
Alışveriş merkezleri Mersin'de yatırımlarını sıklaştırmaktadır. 2009 yılında Avrupa'nın en iyisi seçilen Forum Alışveriş Merkezi, Marinavista, Beymen Mall, Carrefour ve Kipa Outlet vb. Ticaret merkezleri Mersin'de çoğalmaktadır. Ayrıca Media Markt ve Vatan Computer ucuz bilişim malzemeleri ile rekabeti sağlamaktadır.
2004 yılı verilerine göre Mersin'de arazi varlığının takriben yüzde 55'i orman ve fundalık arazi yüzde 35'i işlenen arazi, yüzde 4 civarı çayır ve mera, geri kalan araziler ise yerleşim alanı veya tarıma elverişsiz alanlardır.
Mersin'de üretilen Anamur muzu dünyaca ünlenmiştir. Tarıma dayalı sanayi gelişme göstermektedir. Mersin merkezde kayısı, ceviz, kiraz, şeftali ve sebze yaygın olarak üretilirken son yıllarda tropikal meyve ve sebzeler de üretilmeye başlanmıştır. Batı Mersin'de daha çok Anamur, Bozyazı, Aydıncık, Silifke ve Erdemli ilçelerinde muz, turunçgiller, çilek, papaya, pepino, ananas ve kahve yetiştirilmektedir.
Kentte kültür düzeyi yüksek ve kültürel çalışmalar son derece yoğundur. Mersin ilinde, okuma yazma bilenlerin oranı %99'dur.
Türkiye'nin 3 büyükşehirden sonra açılan dördüncü devlet opera ve balesi mevcuttur. Mersin Devlet Opera ve Balesi gösterilerini Mersin Kültür Merkezi'nde sergilemektedir.
Ayrıca Mersin'de her yıl Uluslararası Mersin Müzik Festivali(Festival of International Mersin Music) düzenlenmektedir.
Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın desteği ile 2007'den itibaren "Mersin Kenti Edebiyat Ödülü" verilmektedir. Şimdiye kadar Nezihe Meriç (2007), Tahsin Yücel (2008), Latife Tekin (2009), Osman Şahin (2010), Leyla Erbil (2011),Ahmet Oktay (2012) bu ödülü aldılar. "Mersin Kenti Edebiyat Ödülü" Türkiye'de bir kent adına verilen ilk ve tek edebiyat ödülüdür.
Kentte düzenli olarak Mersin Türk Sanat Müziği Festivali ve Mersin Uluslararası Nevit Kodallı Çoksesli Korolar Festivali gibi aktiviteler de düzenlenmektedir.
Büyükşehir belediyesinin yanında Akdeniz ve Yenişehir ilçe belediyeleri kurdukları tiyatrolarla değişik zamanlarda halka ücretsiz tiyatro gösterileri sunmaktadır.
Mersin 321 km sahil şeridi ile Türkiye'nin önemli bir sahil kentidir. Mersin kıyılarının yaklaşık 108 km'lik bölümünü doğal kumsallar oluşturmaktadır. Önemli tarihi ve turistik mekanlara sahip olmasıyla turizmde son yıllarda adını sıkça duyurmaya başlamıştır.
Alahan Manastırı, Cennet ve Cehennem, Kızkalesi, Ayaş, Yumuktepe, Soli-pompeipolis, Eshab-ı Kehf Mağarası, Anemurium tarihi kalıntıları, Kleopatra Kapısı gibi turizmde ilgi çekici mekanlara ev sahipliği yapmaktadır.
Önemli plajları ise Anamur, |
Kızkalesi, Susanoğlu ve Ayaştır.
Tisan, Taşucu, Narlıkuyu ve Dana Adası ise özellikle yerli turistlerin sıklıkla ziyaret ettiği bölgelerdir.
Yayla turizminde beğenilen ve ilgi çeken yaylalar ise Gözne, Ayvagediği, Soğucak, Fındıkpınarı,Çamlıyayla Namrun ve Sorgun Yaylalarıdır.
Papa XVI. Benedictus'un 2008 yılını ""Saint Paul Yılı"" İlan Etmesi ile Mersinin Tarsus ilçesi Hristiyan turistlerin uğrak yeri olmuştur.
2008 yılında Mut ilçesinde bulunan Alahan Manastırı ve Tarsus ilçesinde bulunan St.Paul Kuyusu ve Anıt Müzesi UNESCO Dünya Miras Alanları kapsamındaki yerler listesine alınmıştır.
Aynalıgöl Mağarası, Eshab-ı Kehf Mağarası, Cennet ve Cehennem Obrukları, Kleopatra Kapısı, Gümüşkum, Çamdüzü, Erdemli Çamlığı, Pullu, Karaekşi, Karabucak ve Bahçeyeri Orman İçi Dinlenme Yerleri, Narlıkuyu Mağarası, Susanoğlu, Kapızlı, Gözne, Fındık Pınarı, Çamlıyayla(Namrun) ve Sorgun Yaylaları,Çamlıyayla Cehennem deresi ve papazın bahçesi, Pompeiopolis, Tarsos, Neopolis, Krykos, Kilindria, Selevkeia ve Anemurion İlkçağ Kent Kalıntıları, Anamur, Meydancık, Kız Kalesi, Silifke Kalesi, Soli, Alahan Manastırı, Haghia Thekla Bazilikası, Uzuncaburç, Akkale, Gözlükule Yerleşmeleri, Tarsus Camii, Lal Ağa Camisi, Erdemli, Silifke, Tarsus ve Narlıkuyu Mozaik Müzeleri örnek gösterilebilir.
Önemli spor tesisleri: Mersin Arena Stadyumu (25.534), Burhanettin Kocamaz Stadyumu (4.201), Edip Buran Spor Salonu (2.200), Servet Tazegül Spor Salonu (7.500), Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu (1.000), Nevin Yanıt Atletizm Kompleksi (3.271)
Mersin özellikle atletizm alanında önemli başarılar elde etmiştir. Olimpiyat Şampiyonu güreşçi Ahmet Kirişçi Mersinlidir ve Mersinli Ahmet olarak bilinir.
Ayrıca Mersinli bir atlet olan Nevin Yanıt, Barcelona'da düzenlenen 2010 Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda 100 metre engelli koşusunda yarı final ve finalde kendisine ait Türkiye rekorlarını yenileyerek 12,63 saniyelik derecesiyle Avrupa Şampiyonu olan sporcudur.
Mersin, Türkiye tarihinde 2. kez 20-30 Haziran 2013 yılında düzenlenmiş olan Akdeniz Oyunları'na ev sahipliği yapmıştır. Olimpiyatlar öncesi, birçok spor tesisi yapılmıştır. Böylece Mersin olimpiyatlara uygun çok sayıda spor tesisine sahip olmuştur.
Düzenli olarak Yamaç Paraşütü ve Doğa Sporları Festivali düzenlenir. Arslanköy, yamaç paraşütüne en uygun doğal ortamı oluşturmaktadır.
2017-2018 Sezonu sonunda, geçen yıl 2.lige düşen Mersin İdmanyurdu, 3.lige düşmüş, 3.ligdeki Tarsus İdmanyurdu ise 2.lige çıkmıştır. BAL’da 3 , Kadın futbol 3. liginde de 4 takımı vardır.
Kadın Basketbol süper liginde Mersin BŞB ligi 7.sırada ve Girne Üniversitesi’nden alınan Çukurova Basket, 3.sırada tamamlamıştır. Ayrıca kadın 1.ligde 3 (Mersin Basketbol, Mersin Ünv.,Mersin BŞB Gelişim) , erkek 2.liginde de 1 takımı (Mersin BŞB) vardır. Mersin BŞB Kadın basketbol takımı Euro Cup’da son 8 arasına girmiştir.
Voleybolda erkekler 2.liginde 1 takımı, kadınlar 2.liginde 3 takımı kalmıştır. 10 bölgesel lig takımından 2'si 2.lige yükselmiştir. (Mersin İhtisas, Tarsus Gençlik)
Hentbol erkekler 2.ligindeki Mersin İdman Yurdu lig 8.si olmuştur.
Tarsus İdmanyurdu, Ziraat Türkiye Kupası 2.turunda Karaköprü Belediyespor’u elemiş, 3.turda Bursaspor’a elenmiştir. Mersin İdmanyurdu ise 3.turda Orhangazispor’a elenmiştir.
Mersin'in 13 ilçesi bulunmaktadır.
Şehirde üç üniversite vardır. Bunların ikisi vakıf, biri devlet üniversitesidir. Şehrin kendi adıyla anılan Mersin Üniversitesi, 1992 yılında açılmıştır. Şu an bünyesinde 11 adet fakülte ve 8 adet meslek yüksekokulu ile 20.000 öğrenci barındırmakta olup gelişmekte olan bir üniversitedir. İldeki bir diğer üniversite ise Yenice'de bulunan Çağ Üniversitesi'dir. Son açılan üniversite ise Toros Üniversitesi'dir. Ayrıca ODTÜ ve İTÜ'nün Deniz Bilimleri Enstitüleri ve Selçuk Üniversitesi Taşucu Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Bulunmaktadır.
Tarsus ilçesinde yapımı devam eden Çukurova Bölgesel Havalimanı, Mersin ve Adana'ya hizmet verecektir.
Hatice Nakiye Hanım
Hatice Nakiye Hanım (d. 1846 - ö. 1899) Türk kadın divan edebiyatı şairi.
1846'da ikiziyle birlikte dünyaya geldi. Müneccimbaşı Osman Saib Efendi'nin kızıdır. Annesini küçük yaşta kaybetti. Teyzesi tarafından büyütüldü.
Sıbyan mektebinde okudu. Darülmuallimat'tan mezun oldu. Yenikapı Mevlevihanesi müritleri arasına girdi. Ali Fuat Bey'in Maarif Nazırlığı döneminde Darülmuallimat'ta öğretmenliğe başladı. Farsça ve tarih öğretti.
Lügati Farısiye sözlüğünü hazırladı. Bir süre Mısır'da kaldı. Mehmet Reşat döneminde bazı şehzade ve sultanlara öğretmenlik yaptı. II. Abdülhamid tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi. Hiç evlenmedi. 1899`da yaşamını yitirdi. Yenikapı Mevlevihanesi Çınaraltı Kabristanı'nda toprağa verildi.
40 kadar gazel, methiye, şarkı, müstezad, tahmis, terci-i bend ve kıt'a yazdı. Döneminin kadın şairlerinden Şeref hanımın yeğeni idi. Onun divanının ikinci basımını hazırladı. Dergilerde dağınık halde olan şiirleri derlenemedi. Bir bölümü Türkçe olan bu şiirlerden bazıları kardeşi Nebil Bey’in Divan`ının sonunda, bir kısmı da Ahmet Muhtar Bey tarafından yayımlandı.
Afrikaans
Afrikaans, Afrikaanca veya Boer dili, esas olarak Güney Afrika ve Namibya'da, daha çok Hollanda'dan göç etmiş Avrupa kökenli beyazlar (Afrikanerler) tarafından konuşulan Batı Cermen dil ailesinden, Felemenkçenin bir lehçesi. Daha az sayıda kişi tarafından Botsvana, Lesotho ve Svaziland'da da konuşulmaktadır. Ana dili Afrikaans olanların sayısı 6 milyon kişi kadar, ikinci dil olarak konuşanların sayısı 10 milyon kişi ya da daha fazladır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin 11 resmi dilinden biridir.
Sırrî Hanım
Sırrî Hanım, (d.1814 - ö.1877) Türk divan edebiyatı şairi.
1814'te Diyarbakır'da dünyaya geldi. Asıl adı Rahile'dir. Diyarbakır eşrafından Ahmed Bey'in kızıdır. Kültürlü bir ailede büyüdü, Divan kültürüyle yetişti. Tahir Zade Bekir Ağa ile ilk evliliğini yaptı.
Bir süre Bağdat'ta yaşadı. Daha sonra İstanbul'a geldi. Yusuf Kâmil Paşa konağındaki şiir-edebiyat sohbetlerine katıldı, paşanın eşi Prenses Zeynep ile dost oldu. Kâmil Paşa ile evlendiği söylentisi de vardır. 1877'de öldü. Edirnekapı Otakcılar Mahallesi'nde Kadiri Dergâhı kabristanına defnedildi.
Kızının ölümü üzerine yazdığı içli bir mersiye ile tanınır. Bir divan oluşturacak kadar şiiri vardır.
KMail
KMail, KDE projesi kapsamında geliştirilen bir e-posta istemcisidir. KDE'nin kişisel bilgi yönetim aracı olan Kontact'ın bir bileşenidir. HTML ileti görüntüleme, ileti filtreleme, OpenPGP şifreleme gibi çeşitli özelliklere sahiptir, uluslararası karakter kümelerini destekler.
Dorothy Crowfoot Hodgkin
Dorothy Mary Crowfoot Hodgkin (d. 12 Mayıs 1910 – ö. 29 Temmuz 1994), protein kristallografisi bilim dalının kurucusu Britanyalı bilim insanı.
Biyomoleküllerin üç boyutlu yapılarını belirlemek için kullanılan X-Işını kristallografisi tekniğinin öncülüğünü yaptı. En önemli başarıları kolesterol, penisilin, B vitamini ve insülin'in moleküler yapılarının keşfidir. B vitamini üzerine çalışması ile 1964 Nobel Kimya Ödülü'ne layık görülmüştür. Olağanüstü bilimsel yetenekleri ve eriştiği başarıların yanı sıra alçakgönüllü olması, insanlarla iletişimi çok sevmesi, sosyal eşitsizlikler ve barış konusunda tutkulu olması, karakterinin öne çıkan diğer yanlarıydı.
Dorothy Hodkın kristallerin üç boyutlu yapılarını belirlemek için kullanılan bir yöntem olan X-ışını kristalografisini geliştirdi. Dorothy Hodkın’ın çeşitli keşifleri olmuştur. Bu keşifler arasındaki en etkili keşifleri ise ; daha önce Edward Abraham ve Ernst Boris Chain tarafından tahmin edilen penisilinin yapısının teyit edilmesi ve B12 vitaminin yapısının teyit edilmesi. Bu çalışmalar sayesinde kimya alanında Nobel ödülü kazanan üçüncü kadın oldu.
Hodgkin, 35 yıllık bir çalışmanın ardından 1969'da insülinin yapısını çözmeyi başarmıştır. X-ışını kristalografisi yaygın kullanılan bir araç haline geldi ve daha sonra birçok biyolojik molokülün yapı bilgisinin işlevi anlamak için kullanıldı. Molekülün yapılarını belirlemek açısından kritik bir yoldu. Dorothy Hodgkin ‘biyomoleküllerin X-ışını kristalografisi’ çalışması ile alanındaki öncü bilim adamlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Dorothy Mary Crowfoot Kahire, Mısır'da dünyaya geldi. Dorothy, Mısır'da doğan üç kızın en büyüğüydü. Dorothy’nın aile kış aylarında Kahire'de yaşadı ve her sene yılın belli dönemlerini İngiltere’de geçirirlerdi. 1914 Ağustos ayını İngilere’de geçirdiler ve bu esnada I. Dünya Savaşı başladı.
Dorothy’nin annesi Molly, Dorothy ile iki küçük kız kardeşini; Joan ve Elisabeth'i İngiltere'de bıraktı (kızlar sırasıyla dört, iki ve 7 ay yaşındaydılar ) ve Mısır'daki kocasının yanına geri döndü. Bunun ardından Molly ve John güneyden Sudan'a gitti. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Molly, dört kardeşini kaybetti ve Yeni Milletler Cemiyeti'nin ateşli bir destekçisi oldu.
Bu süre zarfında Dorothy ve iki kız kardeşi 1918 yılına kadar dedesinin bakımı altındaydılar. Savaş bittikten sonra, Molly bir senesini İngiltere’de kızlarıyla ve kızlarının kuzenleri ile geçirdi. Molly botanikçi , tasarımcı, amatör oyun tasarımcısı ve cesaret verici bir anneydi. Molly Haziran 1918’de dördüncü kızı Diana’yı Hartum’da dünyaya getirdi. Yıllar sonra Dorothy’e yaşamı boyunca rol model aldığı kahramanların isimleri sorulduğu zaman , o üç kadının ismini söylerdi ; en başta annesi Molly daha sonra tıbbi misyoner Mary Slessor ve Somerville Koleji Müdürü Margery Fry.
1921'de Dorothy, Beccles'de Sir John Leman Gramer Okulu'na girdi. Burada kimya eğitimi almasına izin verilen iki kızdan biriydi. Savaş öncesi kalıbı sürdüren Molly ve kocası John, yılın bir bölümü için yurtdışında yaşadı ve çalıştı. Molly ve kocası çocuklarını görmek için her yaz İngiltere'ye gittiler ve burada birkaç ay boyunca kaldılar. 1926'da Sudan Sivil Hizmetinden emekli olan John, Kudüs'teki İngiliz Arkeoloji Okulu Müdürü görevini üstlendi ve orada Molly ile 1935'e kadar kaldı.
Dorothy genç yaştan itibaren kimyaya karşı bir tutkuya sahipti ve bu ilgisini zaman içerisinde ilerletti ve |
geliştirdi. Annesi tüm bilimlerdeki ilgisinde Dorothy’e destek oldu.(Molly çok yetenekli bir botanikçiydi). Ayrıca Sudan’da çalışan ve aile dostu olan kimyager A.K Joseph tarafından da kimya konusunda cesaretlendirildi. Dorothy’in eğitim aldığı eyalet okulunun verdiği eğitim Oxbridge'e giriş için gerekli olan Latince eğitimi içermiyordu ve okulu müdürü bu engelin üstesinden gelmek için kişisel Latince dersleri verdi ve böylece Dorothy Oxford Üniversitesi'nin giriş sınavını geçebildi. 18 yaşındayken Oxford'da Somerville College'de Kimya eğitimi almaya başladı. 1932 yılında Dorothy başarılarından dolayı üniversitede birinci sınıf onur derecesi aldı ve bu unvanı elde eden üçüncü kadın olarak ödüllendirildi.
Cambridge'deki Newnham Kolej'de, John Desmond Bernal tarafından yönetilen doktorası için araştırma yaparken, Hodgkin, X-ışını kristalografisinin protein yapılarını belirleme potansiyelinin farkına vardı. Hodgkin Bernal ile biyolojik madde olan Pepsinin analizinin ilk uygulaması üzerine çalıştı. Hodgkin Pepsin deneyinin büyük bir kısmını kendi başına ccredit etmiştir? fakat Hodgkin açık bir şekilde belirtmiştir ki Bernal baştan sona foroğrafları çekmiş ve Hodkin’e deneydeki gizli anahtar noktaları gösteren kişidir. 1937’de Hodgkin’in doktorası X-ışını kristalografisi ve sterollerin kimyası üzerine araştırmalar içerdiği için ödüllendirildi.
1933’te Dorothy Somerville College tarafından araştırma görevlisi olarak ödüllendirildi ve Dorothy 1934'te Oxford'a geri döndü. 1936’da kolej Dorothy’u Kimya bölümüne ilk araştırma grevlisi ve öğretmen olarak atadı ve Dorothy 1977 yılına kadar burada görev yaptı. 1940’larda öğrencilerinden biri ve gelecekte ise Başbakan Margaret Thatcher olacak ve 1980'lerde Downing Caddesi'nde Dorothy Hodgkin'in bir portresini kurducak olan Margaret Roberts düşünüyordu ki Dorothy bir emek destekçisiydi.
Francis Crick ve James Watson’nın Maurice Wilkins ve Rosalind Franklin tarafından elde edilen veri ve tekniğe dayanarak DNA'nın çift sarmal yapı modelini inşa etmişlerdi ve Nisan 1953’te Dorothy , Sydney Brenner, Jack Dunitz, Leslie Orgel, and Beryl M. Oughton ile birlikte bunu görmek için Oxford'dan Cambridge'e giden ilk insandı. Dr. Beryl Oughton’a göre , Dorothy, DNA yapısının modelini görmek için Cambridge'e gittiklerini açıkladıktan sonra, onların hepsi iki araba ile birlikte dolaştı.
1960 yılında Dorothy, Kraliyet Cemiyeti'nin Wolfson Araştırma Profesörü olarak atandı ve 1970’e kadar burada görev yaptı. Bu maaş Oxford Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdürmek için, araştırma masraflarını karşılamak için imkan sağlamıştır. 1977-1983 yılları arasında Oxford Üniversitesi Wolfson kolej’de görev yaptı.
1933’te Dorothy Somerville College tarafından araştırma görevlisi olarak ödüllendirildi ve Dorothy 1934'te Oxford'a geri döndü. 1936’da kolej Dorothy’u Kimya bölümüne ilk araştırma grevlisi ve öğretmen olarak atadı ve Dorothy 1977 yılına kadar burada görev yaptı. 1940’larda öğrencilerinden biri ve gelecekte ise Başbakan Margaret Thatcher olacak ve 1980'lerde Downing Caddesi'nde Dorothy Hodgkin'in bir portresini kurducak olan Margaret Roberts düşünüyordu ki Dorothy bir emek destekçisiydi.
Francis Crick ve James Watson’nın Maurice Wilkins ve Rosalind Franklin tarafından elde edilen veri ve tekniğe dayanarak DNA'nın çift sarmal yapı modelini inşa etmişlerdi ve Nisan 1953’te Dorothy , Sydney Brenner, Jack Dunitz, Leslie Orgel, and Beryl M. Oughton ile birlikte bunu görmek için Oxford'dan Cambridge'e giden ilk insandı. Dr. Beryl Oughton’a göre , Dorothy, DNA yapısının modelini görmek için Cambridge'e gittiklerini açıkladıktan sonra, onların hepsi iki araba ile birlikte dolaştı.
1960 yılında Dorothy, Kraliyet Cemiyeti'nin Wolfson Araştırma Profesörü olarak atandı ve 1970’e kadar burada görev yaptı. Bu maaş Oxford Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdürmek için, araştırma masraflarını karşılamak için imkan sağlamıştır. 1977-1983 yılları arasında Oxford Üniversitesi Wolfson kolej’de görev yaptı.
1934'te Robert Robinson’un verdiği küçük bir miktar kristal insülin örneği ile başladığı çalışmalar olağanüstü bilimsel araştırma projelerinden biri oldu. İnsan bedeninde çok geniş ve karışık etkileri olan bu hormon zihnini tamamen meşgul etmeye başladı. Ancak bu aşamada X-Işını Kristalografisi bu molekülün karmaşıklığı ile başedebilecek seviyeye erişmemişti. O ve diğer meslektaşlarının bu tekniği geliştirmeleri senelerce sürdü. Bu çalışmalarla 35 sene sonra 1969’de insülinin yapısını çözene kadar her defasında daha büyük ve karmaşık molekül yapılarını ortaya çıkarmak mümkün oldu. Ancak gidecek yolu henüz bitmemişti. İnsülin üzerine aktif çalışmalar yapan laboratuvarlarla iş birliği yaptı, tavsiyeler verdi, dünyayı dolaşıp insülinin ve onun şeker hastaları için önemini anlatan konferanslar verdi.
Ona bilim alanında yol gösteren John Desmond Bernal bilim ve politikada yaşamını derinden etkiledi. Bernal bilim dünyasında büyük kabul gören seçkin bir bilim insanı, Komünist Partinin bir üyesi , ve 1954 Macaristan işgaline kadar Sovyet rejimlerinin inançlı destekçisiydi. O , Bernal’den daima “bilge” diye bahseder, içten bir hayranlık duyar ve severdi. Ara sıra birbirlerine aşık olduklar. Her ikisinin de evlilikleri sarsıntısız değildi.
Dorothy 24 yaşındayken elinden dolayı acı çekmeye başladı. Doktora yapılan bir ziyaret sonucunda romatoid artritin teşhisi koyuldu. Bu durum hem ellerinde hem de ayaklarında zamanla deformeye ve deformite sebep oldu. Dorothy, son yıllarında tekerlekli sandalyede çok zaman harcadı ancak sakatlığına rağmen bilimsel olarak aktif kaldı.
Dorothy 1937’de ,bir zamanlar Komunist Partisi üyesi olan Tomas Hodgkin ile evlendi. Thomas zeki, çekici, enerjik ve etkileyici bir talip idi. Dorothy Thomas’ı da sevdi ve önemli problemler ve karar anında onun fikrini sorup danıştı. Bu “durumun” tüm sıkıntısını sessizce sineye çekti.
Thomas Lionel Hodgkin Koloni Ofisi'nden istifa ettiği ve yetişkin eğitiminde çalıştığı Filistin'den geri dönmemişti. Thomas Lionel Hodgkin, Komünist Parti'nin aralıklı bir üyesiydi ve daha sonra Afrika siyaseti ve tarihi hakkında birkaç büyük eser yazdı ve Oxford'daki Balliol Kolejin’de tanınmış bir öğretim görevlisi oldu. Çiftin üç çocuğu vardı: Luke, Elizabete and Toby.
Dorothy, 1949 yılına kadar eserlerini "Dorothy Crowfoot" olarak yayınladı ve Hans Clarke'ın sekreteri Dorothy’i evlilik ismini Penisilin Kimyasına katkıda bulunduğu bir bölümde kullanmaya ikna etti. O zamana kadar, üç çocuk doğurduğu için 12 yıldır evli ve Kraliyet Cemiyeti Üyesi olarak seçilmiştir. Büyük oğlu Luke, annesini evine dönerek ve "Bugün kızlık soyadını kaybettim" şeklinde alay konusu olan trajik tonlarla anonsunu hatırladığını söyledi. Bundan sonra "Dorothy Crowfoot Hodgkin" olarak yayınlayacaktı ve bu Nobel Vakfı'nın kendisine verdiği ödül ve diğer Nobel Ödülleri sahipleri arasında yer aldığı biyografi adıydı. Dorothy, Dorothy Hodgkin bursuna ve Somerville kolej tarafından düzenlenen yıllık dersleri onuruna sunduktan sonra Kraliyet Cemiyeti tarafından "Dorothy Hodgkin" olarak anılır. Birleşik Krallık Ulusal Arşivleri ona "Dorothy Mary Crowfoot Hodgkin" diyor; Örneğin çalıştığı ya da yaşadığı yerleri anımsatan çeşitli plakalar üzerine. 94 Woodstock yolu, Oxford, "Dorothy Crowfoot Hodgkin" dır.
1950'ler ve 1970'ler arasında Dorothy, Moskova'daki Kristalografi Enstitüsünde, yurtdışında kendi alanında bilim insanlarıyla sürekli temas kurdu ve Moskova'daki Kristalografi Enstitüsünde, Hindistan'da ,Pekin ve Şanghay'da insülin yapısıyla ilgili çalışan bilim insanlarıyla çalıştı.
İlk ziyareti 1959'da gerçekleşti. Daha sonraki çeyrek yüzyılda, yedi kez daha gitmiştir ve ölümünden bir yıl önce son ziyaretini yaptı. Özellikle unutulmaz olan gezisi Çinli grup kendilerinin bağımsız olarak Dorothy'nin ekibinden daha yüksek bir çözünürlüğe sahip insülin yapısını 1971'de çözdükleri ziyaret oldu. 1972-1975 yılları arasındaki üç yıl boyunca, Ancak Uluslararası Kristalografi Birliği Başkanlığı sırasında Çinli yetkilileri ülkenin bilim adamların birliğine üye olmasına ve toplantılarını katılmaya ikna edemedi. Dorothy, 73 yaşındayken Robert Maxwell'in Romanya'nın komünist diktatörünün eşi olan Elena Ceausescu'nun yayınladığı Isopren'in Stereospesifik Polimerizasyonunun İngilizce baskısına önsöz yazdı. Dorothy yazarın "seçkin başarıları" ve "etkileyici" kariyerini yazdı. 1989 Romanya Devrimi sırasında Ceausescu'nun devrilmesini takiben, Elena Çavuşesku'nun orta öğretim okulunu bitirmediği ya da üniversiteye devam etmediği ortaya çıktı. Bilimsel kimlik bilgileri bir aldatmacaydı ve söz konusu yayın sahte bir doktora elde etmek için bir bilim adamı tarafından yazılmıştı.
Dorothy'nin siyasi faaliyetleri ve kocası Thomas'ın Komünist Parti ile olan ilişkisi nedeniyle, 1953'te ABD'ye girmesi yasaklandı. Daha sonra CIA feragat edilmesi dışında ülkeyi ziyaret etmek yasaklandı. 1961'de Thomas, 1966'da Nkrumah'nın devrilmesinden önce uzunca bir süre ziyaret ettiği Gana'nın Başkanı Kwame Nkrumah'ın danışmanlığını yapmıştır. Nobel Ödülü haberi geldiğinde Dorothy yanındaydı.
Dorothy asla bir komünist değildi ancak annesi Molly'den öğrendiği sosyal eşitsizlikler ve silahlı çatışmayı ve özellikle de nükleer savaş tehdidini önlemek için elinden geleni yapmaya kararlıydı. Dorothy 1976'da Pugwash Konferansı'nın başkanı oldu. 1988 Aralık’da Nükleer Kuvvetler Anlaşması'nın "kısa menzilli nükleer silah sistemleri ve küresel çapta bir nihai silah yasağı ve müdahaleci bir doğrulama rejimi" maddesini içerdiği için istifa etti. Barış ve silahsızlanma konusundaki çalışmalarından dolayı 1987'de Sovyet hükümeti Lenin Barış Ödülü'nü verdi.
Bilimsel çalışmalarının yetkinliği ve uzmanlığına karşın zihni tek yönle sınırlı, tek taraflı bir bilim insanı değildi. Birçok ödüller aldı ama onun ilgilendiği daha çok insanlarla düşüncelerini paylaşmak ve alışveriş içinde olmaktı. Zekasını sıklıkla başkalarının problemleri meşgul etti, sosyal eşitsizlikler ve çelişkileri durdurmaya çaba sarfetti. Bunun sonucu olarak Pugwash'ın 1977-1988 arasınd |
a başkanlığını yaptı.
Dorothy, Avustralya'daki Uluslararası Kristalografi Birliği 1987 Kongresi'ne uzaklık gerekçesiyle katılmamaya karar verdi. 1993'te, hastalıklarının artmasına rağmen bir sonraki Kongre için Pekin'e gitme kararı verdi ve yakın arkadaşlarını ve ailesini bu kararından dolayı şaşkına çevirdi. Sonraki temmuz ayında Dorothy, Birleşik Krallık'ta Warwickshire'deki Shipston-on-Stour yakınlarındaki Ilmington kasabasında kocasının evinde hayatını kaybetti.
Dorothy 1964 Nobel Kimya Ödülü'nü kazandı.1965'te Florence Nightingale'den sonra 60 yılda bir kral ya da kraliçe tarafından Başarı Ödülü'ne atanan ikinci kadın oldu. 1947'de Kraliyet Cemiyeti Üyesi ve 1970'de EMBO Üyeliği seçildi. Dorothy, 1970-1988 yılları arasında Bristol Üniversitesi Şansölyesi görevini yürüttü. 1958'de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisinin Yabancı Onursal Üyesi seçildi. 1966 yılında, önemli katkıları için Iota Sigma Pi Ulusal Onur Üyesi ödülüne layık görüldü. 1970'lerde SSCB Bilimler Akademisinin yabancı bir üyesi oldu. 1982'de Dorothy, Sovyet Bilimler Akademisi'nden Lomonosov Madalyası aldı ve 1987'de Mikhail Gorbaçov hükümetinden Lenin Barış Ödülü'nü kabul etti. Bulgaristan komünist hükümeti kendisine Dimitrov Ödülü verdi.
Bedii Faik Akın
Bedii Faik Akın (1921, Bandırma - 16 Haziran 2015), Türk yazar.
1921 yılında Bandırma'da doğdu. İstanbul'daki Kabataş Erkek Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne girdi. Okulu bitirmeden ayrıldı. Bir süre ticaret yaptı.
"Tasvir" gazetesinde başladığı fıkra yazarlığını "Tan", "Milliyet", "Yeni İstanbul", "Ulus" gazetelerinde sürdürdü. Çeşitli gazetelerde uzun yıllar yazarlık yaptı. 1952'de Falih Rıfkı Atay'la birlikte "Dünya" gazetesini kurdu.
Demokrat Parti iktidarına karşı sürdürdüğü sert muhalefetiyle tanındı. 1965 seçimlerinin ardından Adalet Partisi yanlısı bir tutum izledi. 1975'te gazeteyi sattı; ama fıkra yazarlığına devam etti. Ardından "Hürriyet" ve "Son Havadis" gazetelerinde yazdı. Gazeteciliği bıraktı, yıllarca yurt dışında yaşadı ve 16 Haziran 2015 tarihinde hayatını kaybetti. 17 Haziran 2015'te Zincirlikuyu'da defnedildi.
Mercury (otomobil)
Mercury, Ford Otomotiv Grubu bünyesinde yer alan , sadece Amerika pazarına satışı yapılan otomobil markasıdır. Ford'un modellerini başka bir isim altında üretmektedirler.
Elem Klimov
Elem Germanoviç Klimov (Rusça: Элем Германович Климов; Stalingrad, d. 9 Temmuz 1933, SSCB - ö. 26 Ekim 2003, Moskova, Rusya). Sovyet film yönetmeni.
1933 yılında Stalingrad'da komünist bir ailede doğan yönetmenin adı, Engels, Marx ve Lenin'in isimlerinin kısaltmalarından oluşmaktadır. Doğduğu şehirde daha çocukken tanık olduğu savaşın dehşeti üzerinde büyük etki bıraktı. 1957 yılında Moskova Havacılık Enstitüsü'nden, 1964 yılında Biz Kronştadlıyız filminin (1936) ünlü yönetmeni Efim Dzigan'ın sınıfında okuduğu VGIK (S.A. Gerassimov Federal Devlet Sinematografi Enstitüsü) Film Yönetmenliği Fakültesi'nden mezun oldu. Sovyet Film Yönetmenleri Birliği'nin kurucu üyesi ve ilk genel sekreteriydi. Kariyerine basit hiciv ve güldürü filmleriyle başlayan Klimov, 1981 yılında Rahip Rasputin'in Romanov sarayındaki yozlaşmış hayatını konu alan Agoniya'yı (Can çekişme) çekti. Klimov'u asıl üne kavuşturan eseri ise gençliğinden beri tasarladığı, 1940'ların başında işgal altındaki Beyaz Rusya'da bir gencin partizanlara katılma öyküsünü anlatan 1985 tarihli "İdi i Smotri" (Gel ve Gör) filmi oldu.
Klimov, 1983 yılında 33. Berlin Uluslararası Film Festivali'nde jüri üyesi oldu.
Elem Klimov, altı hafta komada kaldıktan sonra Ekim 2003 yılında beyin hipoksisinden öldü. Moskova'da, Troyekurovskoye Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Elem Klimov, yine ünlü bir Sovyet film yönetmeni olan Larisa Şepitko'yla evliydi.
Yıldız haritası
Astrolojide her insanın doğduğu andaki gökyüzü konumuna "Yıldız Haritası" adı verilir. Yıldız Haritası Türkiye'de bazen "Doğum Haritası" olarak da anılabilmektedir.
Yıldız Haritası Batı astrolojisinde ilkbahar Ekinoksunun başladığı nokta olan, sıfır derece Koç Burcu alınarak düzenlenmiştir. Buna bağlı olarak 360 Derecelik dairenin her burç için 30 Derece alınarak 12 ye bölünmesiyle 12 Burç buradan çıkartılmış olur. Çıkan bu 12 Burcun takımyıldızlarıyla bir alakası yoktur. Takımyıldızları Hint Astrolojisinde kullanılır.Batı Astrolojisiyle Vedik Astroloji arasında günümüzde yaklaşık 23,5 derece kayma vardır. Bu kaymaya Ayanamsa denir.
Zodyak, ekliptiğin iki yanında, aşağı yukarı 18 derece genişliğinde, içinde Güneş'in ve gezegenlerin döndüğü bir gök kubbe kuşağıdır. Ekliptik, dünyamızdan bakan birinin gözüktüğü şekliyle Güneş'in Yeryüzü çevresinde bir yılda çizdiği görünür yörüngesidir.
Ekliptik düzlemi, günümüzde, gök ekvatoruna göre yaklaşık 23,5 derece eğilimli durumdadır ve onu, adları ekinoks olan iki noktadan keser; ilkbahar ekinoksu ya ya da "Koç'un ilk noktası" (ilkbahar noktası) ve sonbahar ekinoksu.
Ekliptik üzerindeki yıllık dolanımı sırasında Güneş, günde yaklaşık bir derece ilerleyerek (yılda 360 Derece) Zodyağın 12 Burcundan geçer. Oysa çok iyi bilinmektedir ki Güneş'in Zodyağın 12 burcu çevresindeki görünür hareketini yaratan, gerçekte Dünya'nın Güneş çevresindeki dönüşüdür.
Şu halde, astrolojik zodyak burcu, dünyadaki konumumuza göre Güneş'in mevsimlik durumunun belirtilmesidir.
Klasik Yıldız Haritası şu bölümlerden oluşmaktadır.
Yıldız Haritası Kişilik analizi yapılmasında kullanılır. İnsanların geleceği hep merak etmesinden dolayı günümüzde Fal amaçlı olarak da kullanılabilmektedir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyette Fal bakmak yasaklanmıştır.
Yıldız Haritasında Her gezegenin bir anlamı vardır. Bunların kısa anlamlarını şöyle sıralayabiliriz.
Çok Tanrılı dinlerde (paganizm) Dolunay için şölenler yapılırdı. Birçok Pagan (hem çok tanrılı dinden olan ve çok Tanrıya inanan ama tek tanrıya esas alan Din - Pagan bu dinin mesubu insan) Ayın dört Fazında özel merasim yapardı. Halen bu Dine inanan pek çok insan Dünyanın pek çok ülkesinde Yeni Ay'ı, Dolunay'ı ve diğer iki çeyreğini ( yani ilk dörttebir ve son dörttebir - ilk çeyrek ve son çeyrek ) kutlanmakta, şölenler düzenlemektedir.
İslamiyet öncesi Araplar, Kabe'de 360 Put bulunduruyordu. 360 Put Dairenin 360° Derecesine Denk düşmekteydi. 360 Put'tan bir tanesi hepsine hakimdi. Bu Tanrının ismi Hubal'dı. Hubal Kureyşlilerde Ay Tanrısıydı. Ve Hubal'ın 3 Gelini vardı. Bu tarihsel gerçek HollyWood ( Yani Kutsal Ağaç anlamına geliyor. ) 'da Dracula Filminde, Draculanın 3 Gelini gösterildi. Daha sonra Van Helsing Filminde Yine Dracula'nın 3 gelini olduğu sunuldu. Charli'nin Melekleri( Charlie's Angels ) Dizisinde yine bu 3 gelin, 3 melek olarak işlenmiştir.
İşte Hubal'ında eski Kureyşlilerde ( İslamiyet öncesi ) 3 gelini bulunmaktaydı. Bunlar Kur'an-ı Kerim'in Necm suresinde anılmaktadır. Bu ayetler Salaman Rüşti 'nin Meşhur Şeytan Ayet 'leri Adını verdiği Kitabından Dünyaya yayılmış ve meşhur olmuştur. Bu Ayetler şöyledir;
53 - NECM SÛRESİ
Mekke döneminde inmiştir. 62 âyettir. Sûre, adını ilk âyetin başındaki "en-Necm" kelimesinden almıştır. Necm, Yıldız demektir. Sûrede başlıca, Kur'an'ın vahiy eseri olduğu vurgulanmakta, herkesin yaptığının karşılığını göreceği, Allah'ın kudretinin delilleri konu edilmektedir.
NECM SÛRESİ 18-23. ayetler (Diyanet Tercümesi). Bu 3 kavram Kur'an'da bu şekilde anılmaktadır. Ay Tanrısı Hubal ismi geçmemektedir.
Güneş, Ay ve Yıldızlar kelimesi İbrahim Peygamber soyundan gelen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam Dinlerinin Kitaplarında yer almaktadır. Bundan dolayı Ay'ın anlamı ve değeri insanlık tarihinin çok öncesine dayanmakta ve işlenmektedir.
Astrolojide evler burçlar gibi 12 adettir. Doğu ufkundan başlayarak saat yönünün tersine doğru sıralanırlar. Bunların anlamları sırasıyla şöyledir:
Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin Yıldız Haritasında birbirleriyle oluşturdukları bakış açısına astrolojide açılar denmektedir. Gezegenlerin birbirleriyle oluşturdukları bakış açıları Kişisel Yıldız Haritasında oldukça önemlidir. Eğer bu açılar kavuşum( 0°), kare(90°) ya da karşıt açıysa(180°) bunlara güçlü açılar denilir. Eğer açılar altmış derece(60°), yüzyirmi(120°) dereceyse bunlar uyumlu açılardır. Kişilik yapısında en bariz göze çarpan açılar daima güçlü açılardır.
Yıldız Haritasında Güneş Mars'la güçlü açıdaysa(0°, 90°, 180°) o zaman bu kişi Dişi ya da erkek olsun Mars'ın etkilerini güçlü bir şekilde dış dünyaya gösterecektir. Bunlar çabuk kavga etmeye yatkınlık, gerginlik, önce ben sahip olayım isteği, arzulu olma, bildiğini okuma, saldırganlığa yatkınlık, kavga çıkarmaya yatkınlık olacaktır. Eğer kişi bayansa o zaman yapısında erkek gibi davranmaya ve kavga etmeye yatkınlık görülecektir. Erkekten çok erkek gibi olma, erkeklerle yarışma isteği ya da erkekleri küçümsemeye kalkmada bu özelliklere eklenebilecektir.
Mesela Kişinin Yıldız haritasında Güneş hem marsla, hem de Uranüs’le Güçlü bir bakış açısı oluşturuyorsa o zaman kişi hem erkeksi ve kavga etmeye yatkın, hem de asi ve aykırı bir karakter sergileyecektir. Uranüs Yıldız Haritasında neyle açıya geçerse, açıya geçtiği Gezegenlere bir aykırılık getirecektir. Eğer bu Güneşse, aykırı bir ruh, Venüs ise sevdiği hoşlandığı şeylerden kolay sıkılabilme, hep yeni şeylerden hoşlanma ve çapkınlığa yatkınlık, Merkür ise zihinsel anlamda aykırı olma, söylenen şeyin zıddına gitme, zıddı gösterme, Mars'sa Yeni Zaferler elde etme, aykırı davranışlara yatkınlık, fiziksel hareketlerde ani düşünmeden hareket etme, hızdan hoşlanma olacaktır.
Buddha Bar
Buddha Bar, Paris, Fransa'da bulunan, lüks ve saygın bir restoran-bardır. Buda temalı bir buluşma yeri olan mekanda Asya mutfağına özgü yemekler sunulur. Yemek salonunda büyük bir Buda heykeli bulunur. Ayrıca Beyrut (Lübnan) ve Dubai'de (Birleşik Arap Emirlikleri) "Buddha Bar" şubeleri açılmıştır.
"Buddha Bar" markası altında albümler hazırlanmıştır. Bir kısmı 1996 yılında restoranı açan David Visan tarafından oluşturulmuş albümlerde genel olarak lounge ve chill-out türü şarkılar bulunur. Restoranda çalınan m |
üziklerin derlemeleri olan "Buddha Bar" albümleri dünya çapında ün kazanmıştır ve en başarılı derleme albümlerden kabul edilir. DJ Claude Challe, DJ Ravingibi DJ'ler tarafından seçilen eserleri içeren seri içerisinde Türkiye'den, Ajda Pekkan, Metin Arolat, Kirpi (Bülent Altınbaş), Hasan Cihat Örter, Osman İşmen, Mercan Dede ve Burhan Öçal gibi isimler yer almıştır.
"1999" Mixed DJ Claude Challe
"2000" Mixed DJ Claude Challe
"2001" Mixed DJ Ravin
"2002" Mixed DJ David Visan
"2003" Mixed DJ David Visan
"2004" Mixed DJ Ravin
"2005" mixed DJ Ravin ve David Visan
"2006" üretici George V Records, mixed Sam Popat
"Nisan 16, 2007" üretici George V Records, mixed DJ Ravin
"2008" üretici George V Records, mixed DJ Ravin
"2009" üretici George V Records, mixed DJ Ravin
"2010" üretici George V Records, Wagram, mixed DJ Ravin
"2001" Mixed by DJ Jean-Pierre Danel
"Kasım 2006"
Zodyak (astroloji)
Zodyak, ekliptiğin iki yanında, aşağı yukarı 10 derece genişliğinde, içinde Güneş'in ve gezegenlerin döndüğü bir gökkubbe kuşağıdır. Ekliptik, dünyadan bakan birinin gözüktüğü şekliyle Yeryüzünün Güneş çevresinde bir yılda çizdiği görünür yörüngesinden başka bir şey değildir; diğer bir deyişle yer-merkezli sistemin bir verisidir.
Ekliptik düzlemi, günümüzde, gök ekvatoruna göre yaklaşık 23 derece eğilimli durumdadır ve onu, adları Ekinoks olan iki noktada keser; İlkbahar Ekinoksu ya da "Koç'un ilk noktası" (ilkbahar ekinoksu) ve Sonbahar Ekinoksu.
Ekliptik üzerindeki yıllık dolanımı sırasında Güneş, günde yaklaşık bir derece ilerleyerek (yılda 360 derece) zodyağın 12 burcundan geçer. Oysa çok iyi bilinmektedir ki Güneş'in zodyağın 12 burcu çevresindeki görünür hareketini yaratan, gerçekte Dünya'nın Güneş çevresindeki dönüşüdür.
Astrolojide burçlar boylamları, Koç'un ilk noktasından(=0 derece Koç'tan 360 derece Balık'a) yola çıkarak geleneksel olarak belirlenmiştir. Bunlar sırasıyla;
Burçlar 4 elemente ayrılırlar: "Ateş, Hava, Su ve Toprak".
Her element de 3 gruba ayrılırlar. Bunlar, "Öncü", "Sabit" ve "Değişken"'dir. Batı astrolojisinin takımyıldızlarıyla bir alakası yoktur. Yukarıda anlatıldığı gibi ilkbahar ekinoksunun başlangıcı olan 0 derece Koç esas alınarak "Burçlar kuşağı" oluşturulur. 0 derece Koç esas alındığında 360 derecelik dairenin matematiksel olarak 30 dereceye bölünmesinden 12 burç elde edilir.
Mevsimleri esas alan bu astrolojiye göre Koç burcunun öncü kabul edilmesinin nedeni, ilkbahar mevsiminin bu burçla başlıyor olmasıdır. Daha sonra Boğa burcu gelir ki, bu o mevsimin sabit yaşandığı dönemdir, bundan dolayı Boğa burçları sabit gruba girerler. Boğa burcunu takipen İkizler burcu gelir ki, bu mevsimin değişmeye başladığı dönemdir. Bundan dolayı İkizler burcu değişken gruba denk gelir. Dolayısıyla mevsim başlarında yer alan burçlar öncü gruba, sabit olduğu dönem sabit gruba ve mevsimin değişmeye başladığı dönemlerde değişken burçlara denk gelir.
Bir bebeğin doğup ilk nefesini soluduğu anda Yıldız haritası oluşur. Yukarıda anlattığımız Burçlar 360 derecelik bir dairede 30 dereceye bölünerek 12 burç oluşturur. Bu yıldız haritasında sıralanır. Yıldız haritası doğum anındaki gökyüzünü resimleyen bir şemadır. Bu şemada burçlar, evler, gezegenler ve gezegenlerin birbirleriyle yapmış oldukları açılar vardır. Bu haritaya Yıldız haritası ismi verilir. Bu haritayı yorumlayan insanlara da "astrolog" adı verilir.
Ayanamsa
Ayanamsa, Sanskritçede Sayana ve Nirayana burçlarının açısıdır.
Koç'un ilk noktası, "ekinoksların devinmesi" olayına yolaçan Dünya ekseninin ağır hareketi sonucunda kesintisiz olarak yer değiştirir. Böylece Koç'un ilk noktası zodyak üstünde, 72 yılda yaklaşık 1 derece geriye gider: Zodyak burçlarının ve takımyıldızların üst üste gelmesi her 26.000 yılda bir yinelenir ve her 2160 yılda bir, bir burcun takımyıldızlar ve zodyak arasında kayarak yer değiştirmesi söz konusu olur.
Patrice Lumumba
Patrice Émery Lumumba (doğum adı "Élias Okit'Asombo") (d. 2 Temmuz 1925 - 17 Ocak 1961), Kongolu siyasetçi. Lumumba, Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin ilk başbakanı olarak 1960 yılında başbakanlık makamına gelmiştir.
Belçika Kongosu'nun Kasavi bölgesinde "Élias Okit'Asombo" ismi ile doğdu. Bir misyoner okulunda eğitim gördü ve Leopoldville (Kinşasa) ve Stanleyville'de (Kisangani) rahip ve gazeteci olarak çalıştı. 1955'te Lumumba bir sendikanın başkanı seçildi ve Belçika Liberal Partisi'ne katıldı. 1957 yılında zimmete para geçirme iddiasıyla tutuklandı ve bir yıl hapis yattı. Tahliye olduktan sonra 1958'de Kongo Ulusal Hareketi'ni kurdu.
1959'da Belçika, Kongo'ya beş yıl içinde bağımsızlığının verilmesini içeren bir planı açıkladı ve Aralık ayında yapılan yerel seçimlerde Kongo Ulusal Hareketi Lumumba'nın tutuklu olmasına rağmen büyük çoğunluk kazandı. Belçika'da 1960 yılında toplanan bir konferans Kongo'ya bağımsızlığın planlandan önce, Mayıs'ta yapılacak seçimleri takiben Haziran 1960'ta verilmesini kararlaştırdı. Lumumba ve Kongo Ulusal Hareketi 23 Haziran 1960'ta ilk hükümeti kurdu. Lumumba başbakan ve Joseph Kasavubu devlet başkanı oldu.
Lumumba'nın hükümet dönemi, Katanga bölgesinin Belçika'nın desteğini alan Moise Tshombe'nin önderliğinde Haziran 1960'ta bağımsızlığını ilan etmesinden kaynaklanan siyasal çatışmalarla belirlendi. Birleşmiş Milletler birliklerin gelmesine rağmen karışıklıklar sürdü ve Lumumba Sovyetler Birliği'nden destek istedi. Lumumba, Eylül'de devlet başkanı Kasavubu tarafından yasallığı şüpheli şekilde görevinden el çektirildi. 14 Eylül'de Albay Joseph Mobutu (daha sonra Mobutu Sese Seko adını aldı) önderliğindeki ve Kasavubu tarafından desteklenen bir askeri cunta yönetimi ele geçirdi. Lumumba 1 Aralık 1960'ta Mobutu'ya bağlı birlikler tarafından tutuklandı. Yakalandığı Port Francqui'den Leopoldville'e kadar elleri kelepçeli olarak getirildi. Birleşmiş Milletler genel sekreteri General Dag Hammarskjold Kasavubu'yu, Lumumba'ya hukuk çerçevesinde muamele etmeye davet eden bir çağrı yayınladı.
Patrice Lumumba cunta tarafından tutuklanmış ancak BM tarafından koruma altına alınmıştır. Leopoldville'deki evi BM tarafından korumaya alınmıştı. Ancak Lumumba bu evden gizlice ayrıldı ve Stan'a ulaşıp devrim hareketini ateşlendirmek istedi. Stan'a geçmek üzere son adım olan arabalı vapura binerken Mobutu'nun askerleri tarafından ele geçirildi. Ele geçirilen ancak tutuklanmayan Lumumba kendi arabasıyla başkente etrafında askeri araçlarla ilerlerken yol kenarında bulunan BM temsilciliğine sığınır ancak BM sadece evinin sınırlarında olduğunda onu korumakla görevli olduklarını belirtti. BM'nin sığınma isteğini geri çevirmesinin ardından Devrik Başbakan Patrice Lumumba askerler tarafından tutuklanarak başkente işkence altında götürüldü.
SSCB Hammarskjold'u ve batılı hükümetleri Lumumba'nın tutuklanmasının sorumluları olarak kınadı ve derhal serbest bırakılması için çağrıda bulundu.
BM Güvenlik Konseyi, Lumumba'nın derhal serbest bırakılmasını ve Kongo hükümetinin başı olarak görevinin derhal iade edilmesini, Mobutu'ya bağlı güçlerin silahsızlandırılmasını ve Belçika'lıların zaman kaybetmeden Kongo'yu terketmesini sağlamaya çağıran SSCB'nin taleplerini değerlendirmek üzere 7 Aralık'ta bir toplantı yapmaya çağırdı. Sovyet delegesi Valerian Zorin ABD'nin taleplerini reddeti ve güvenlik konseyi başkanlığından istifa ederek görüşmeleri terketti.
Lumumba'nın kendisini yakalayanlar tarafından işkenceye uğradığını bildiren bir BM raporunun ortaya çıkmasından (9 Aralık) sonra taraftarlarından bazıları Lumumba 48 saat içinde serbest bırakılmazsa ülkedeki tüm Belçikalılar'ı tutuklayacakları ve "bazılarının başını kesmeye başlayacakları" tehdidinde bulundular.
BM karşıtı sesler Yugoslavya, Birleşik Arap Emirlikleri, Seylan, Endonezya, Fas ve Gine'nin Kongo BM misyonunda bulunan askerlerini çekeceklerini duyurmasıyla daha da güçlendi. Yine de Sovyetler'in Lumumba yanlısı 14 Aralık tarihli karar tasarısı 8'e karşı 2 oyla reddedildi. Aynı gün General Hammarskjold'un emrine Kongo meselesinin üstesinden gelmesi için daha çok askeri güç veren karar tasarısı Sovyetler Birliği tarafından veto edildi.
Patrice Lumumba tutuklu bulunduğu başkentteki hapishaneden alınarak Joseph Kasavubu ve Joseph Mobutu'nun emri ile bağımsızlığını ilan eden ve Lumumba'nın siyasi alandaki baş düşmanı Tshombe'nin emrinde bulunan Katanga bölgesine arkadaşları Maurice Mpolo ve Joseph Okito ile sevk edildi.
Buraya sevk edilen Lumumba ve arkadaşları aynı gün kurşuna dizildi. Acelece gerçekleştirilen bu infaz halka duyrulmadı ve şartların sağlanması beklendi. lumumba ve arkadaşlarının infazı halka 2 ay sonra duyuruldu. BM önünde 2 ay boyunca gösteriler yapan Lumumba'nın eşi Pauline Opango ise BM görevlileri tarafından sürekli kovuldu...
Şubat 2002'de Belçika hükümeti "Lumumba'nın öldürülmesine giden olaylarda inkar edilemez bir sorumluluk payına sahip olduğunu" kabul eden bir açıklama yayımladı.
Temmuz 2002'de ABD hükümeti CIA'in, Lumumba karşıtlarına para ve politik destek yardımında bulunarak ve Mobutu'ya silah ve askeri eğitim sağlayarak Lumumba'nın öldürülmesinde rol oynadığını ortaya çıkaran belgeleri açıkladı.
Tenzile Erdoğan Anadolu Lisesi
Tenzile Erdoğan Anadolu Lisesi eski adıyla Isparta Anadolu Öğretmen Lisesi, Isparta'da Süleyman Demirel Eğitim Kompleksi içerisinde konumlu bir Anadolu Lisesidir.
Okul -o zamanki adı Isparta Anadolu Öğretmen Lisesi-, bünyesindeki iki hazırlık sınıfıyla Halıkent İlköğretim Okulu'nun binasının en üst katında 1993-1994 döneminde eğitim öğretim faaliyetlerine başlamıştır. İlk yıllarda şehir dışından gelen öğrencilerin barınması Fen Lisesi ve Sağlık Meslek Lisesi yurtlarında karşılanmaya çalışılmış, sonradan binada bir yatakhane açılmıştır.
1998-1999 eğitim öğretim yılında, Süleyman Demirel Eğitim Kompleksi'nde Mürşide Ermumcu tarafından önceden ilköğretim okulu olması planlanarak yaptırılan binaya taşınmış ve şimdiki adı olan Mürşide Ermumcu Anadolu Öğretmen Lisesi adını almıştır.
Okul, 1999-2000 öğretim yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden aynı eğitim kompleks |
i içinde yer alan erkek yurdunu da alarak karma yatılı sisteme geçmiştir. Okul şu tarihte eğitim-öğretim faaliyetleri için kompleks içerisinde kısa mesafede bir kız öğrenci yurdunu, bir erkek öğrenci yurdunu (bazı laboratuvar ve derslikler yurt binalarındadır), sanat dersleri, sergi vb. etkinlikler için kullanılan Sanat Evi adlı bir binayı ve idare ve dersliklerin bulunduğu ana binayı kullanmaktadır.
Okulun sosyal imkânları arasında futbol, basketbol, voleybol sahaları ve tenis kortuna sahip olan eğitim kompleksinin yanı sıra; kütüphane, laboratuvarlar, bilgisayar salonu ve iki adet yurt sayılabilir. Ayrıca Eğitim Kompleksinin içinde 8 daireli lojmanı bulunmaktadır.
1996-1997 eğitim-öğretim yılında 66 öğrenci mezun veren okulun öğrenci sayısı armıştır, günümüzde yaklaşık 500-550 öğrenciye eğitim veren okulda kız erkek oranı birbirine yakındır.
2005 yılı Öğrenci Seçme Sınavı'nda %92'lik bir yer..leştirme yüzdesi yakalayan okulun baraj puanını geçemeyen öğrencisi bulunmamaktadır ve Yabancı Dil alanında Türkiye 1.'sini çıkartmıştır. Yerleşme oranlarına göre başarı sıralamasında okul Türkiye genelinde ilk 5 Anadolu Öğretmen Lisesi arasındadır, ayrıca çoğu Fen Lisesi de dahil olmak üzere diğer liseler arasında önemli yerleştirme başarısına sahiptir. 2006'da, ÖSS'de il ve Türkiye genelinde birçok derece sahibi öğrenci mezun edilmiştir. Öğrencilerin üniversite bölüm tercihlerinde öğretmenlikten sonra tıp ve mühendislik programları yüksek orandadır.
Yelken kanat
Yelken kanat ya da diğer adıyla Delta kanat bir hava sporudur. Bu spor, diğer hava sporlarından yamaç paraşütü ve planörcülüğün bir karışımıdır. Daha çok alüminyum ya da kompozitten yapılmış bir iskeletinin bir kumaş ile kaplanmasıyla yapılmış bir kanattan ve onun altına pilotun binmesi için asılı biçimde bağlanmış bir tutunma düzeneğinden oluşur. Kanat şekli delta (Yunan harfi Δ)biçiminde olduğu için çoğu zaman yelken kanat yerine delta kanat olarak anılır.
Yelken kanat, süzülme prensibi ile çalışan bir serbest uçuş hava taşıtıdır. Ağırlığı 15 ile 35 kg, hızı 25 ile 140 km/sa. arasında değişir. Dünya mesafe rekoru 761 km ile Dustin Martin ve Jonny Durand'e ait'dir.(3 Temmuz 2012 Zapata,Teksas)
Yelken kanat ile biraz yüksekçe bir tepeden koşarak kalkış yapıp saatlerce havada kalınabilir. Araç planörler gibi motorsuz uçmasına rağmen yerden yükselen sıcak hava akımlarını ve tepeye çarparak yükselen hava akımlarını yakalayarak binlerce metre yükselebilir. Böylece bulut tabanına ulaşıp buluttan buluta atlayarak uzun mesafeler uçabilir. Rüzgârlı bir günde rüzgarı karşılayan bir yamaçta uzun süre havada kalabilir.
Yelken kanadı yamaç paraşütünden ayıran özellikler şunlardır:
No Problem
No Problem şu anlamlara gelebilir:
Ezoterizm
Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.
Ezoterizm (içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefî öğretilerdir. Bu öğretiler herkes tarafından bilinen egzoterik (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalığa sebep olan, Mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir. Ayrıca Ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır.
Grekçe "iç, içsel" anlamındaki "esoterikos" sözcüğünden ya da "görüyorum, içsel olan, gizli olan" anlamlarına gelen "eisotheo" sözcüğünden türetilmiştir. Karşıtanlamlısı "egzoterizm"dir.
Ezoterizme göre, ezoterik bilgiler, yani hakikatler ve sırlar, herkese açıklanmamalı, ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış, layık olmuş kişilere belirli bir zaman içerisinde derece derece açıklanmalıdır. Kimseye, değerini ve anlamını anlayamayacağı böyle bilgilerin verilmemesi gerektiği gibi, kimseye kaldıramayacağı, taşıyamayacağı bilgi de verilmemelidir. Çünkü taşıyamayacağı bilgi, kişiye bir yarar vermeyeceği gibi, zararlı da olabilir. Bu bilgiler belirli semboller ve alegoriler vasıtasıyla aktarılır.Yüksek bilgiler insanlara anlayış düzeylerine göre ve anlayış düzeylerinin ilerlemesine göre derece derece açılan bir sembolizme bürünmüş şekilde verilir. Bu durum kutsal metinlerde de geçerlidir.
Ezoterizm, sık sık, yanlışlıkla mistisizm ile karıştırılarak dinsel alana sokulmaktadır. Fakat ezoterizm, René Guénon'un belirttiği gibi, ne bir dindir, ne de bir dinin iç kısmıdır. Kaynağını herhangi bir dinden de almaz. Guenon'a göre, buna karşı gösterilebilecek tek istisna, yalnızca, temel dayanak noktalarını İslâmîyet'ten almış olmakla birlikte, mistisizmle karıştırılmaması gereken İslâmî ezoterizmdir. İslâmî ezoterizmde "bâtınî" terimi kullanılır. Yahudi ezoterismine Kabbala denir. Ancak, Kabbala inisiyasyon içermediği için ezoterik değildir. Budizm dininin ezoterik yorumuna ise Vajrayana denir. Bunun dışında Hristiyanlıkta da tarihte ezoterik yorumlar görülmüştür. Bunların arasında Behmenizm, Katharizm gibi mezhepler zikredilebilir.
“Ezoterik” sıfatının kullanımı antik çağlara kadar uzanmaktadır. Bu kavrama ilk olarak M.S. 2. yüzyılda Samasota von Lukian tarafından yazılan Aristoteles felsefesinin ezoterik ve egzoterik olarak ele alındığı hicivsel eserlerde rastlanılmıştır. Alexandria von Clemens de bu bağlamda ilk olarak “gizli tutma” kavramını kullanmıştır. Çok benzer bir anlayışla Romalı Hippolyt ile Chalkis’li İmablichos, Pisagor öğrencilerinin arasında egzoterik ile ezoterik olanları birbirinden ayırarak ezoterik olanların daha dar bir çemberde, seçici bir kurul içinde olduğunu ve belirli öğretileri ayrıcalıklı olarak dinlediklerini belirtmiştir. Yine Antik Çağlarda kullanılan bir başka anlamı da Platon felsefesini ve mistiğini anlamaya yönelik olan içsel bilgidir. Ezoterik kavramı, benzer ya da farklı anlamlarla ilerleyen zamanlarda da yazarlar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.
Ezoterizm kavramının geçmişi ise bu durumun aksine çok da eskilere dayanmamaktadır. Bu kavramda ilk olarak 1828 yılında Jacques Matter’ın Antik Çağ Gnostizmi (tanrıyı kabul etme, bilme) üzerine yazdığı eserinde karşılaşılmıştır. Diğer yazarların da bu yeni türeyen sözcüğü kabul edip kullanmaya başlamalarının ardından Ezoterizm, 1852 yılında ilk olarak Fransızca bir sözlükte “içrek bilgi” (gizli bilgi) anlamına gelen sözcük olarak yerini almıştır. Daha sonra Eliphas Lévi’nin büyü konulu etkin kitapları dolayısıyla sözcük, anlamından çoğu kez uzaklaşmıştır. Bu eserlerde Okültizm (kara büyücülük, müphemcilik) sözcüğüne de ilk defa yer verilmiştir. O zamandan bu yana çoğu akım ya da yazarlar, sözcük hakkında kendi tanımlarını kendilerine özgü biçimde yapmışlardır.
Günümüzde Ezoterizm daha farklı olarak algılanmaktadır. Bilinmeyen, sır olarak kalmamalı; herkesin öğrenebileceği, öğrenme gereği duyacağı içrek bilgiler olarak algılanmalıdır.
Günümüzde bu kavramın başka bir genel karşılığı ise; asıl olan, kendine özgü kesin bilgiler ve bu bilgilere ulaşmayı sağlayan farklı yollardır.
Ezoterizm ve ezoterik kavramlarının bilimde iki farklı temel kullanımı vardır. Bu kavramı din bilimi alışılagelmiş tipolojide tanımlar ve belli yollarla dinsel formda karakterize eder. Genellikle, Ezoterizm kavramıyla bağlantılı olan içrek bilgi kavramı din biliminde yer almaktadır. Bir başka, bununla yakın bağıntılı ve Mircea Eliade, Henry Corbin ve Carl Gustav Jung tarafından temsil edilen bir geleneğe göre ise “ezoterik” dinin daha derini “içrek sırlarına” işaret eder, bu nedenle de aynı dinin örneğin sosyal kurumları veya resmi dogmaları gibi “egzoterik” boyutlarından ayrışma görülür. Her iki yaklaşım da her dönemin ve bölgenin çeşitli dinlerinde uygulanabilmektedir. Bu akım veya yönelimlerden ayrı tutulması gereken bir durum ise, özellikle batı kültüründe, belli benzerlikler gösteren ve tarihsel anlamda birbiriyle bağlı belli başlı akımları ezoterik olarak özetlemeye yarayan toplumbilimsel yönelimlerde söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda son zamanlarda ortaya çıkan batı Ezoterizm’inden de bahsedilebilir. Ezoterizm tarihi çağlara göre de ayrılmıştır. Bazı yazarlar; Yeniçağ, Ortaçağ ve eski Antik Yunan çağı olarak Ezoterizm felsefesini gruplandırmışlardır. Bu gruplandırılan tanım ve kullanım alanları tamamen aynı olmasa da özde birbiriyle bağlantılıdır. Bunun yeniçağdaki bir örneğini Rönesans içindeki “hermetizm” (kapalılık) akımında görmekteyiz; bir başka tanımla “gizemli/müphem felsefe” diye bilinen bu yönelimde çok geniş anlamıyla Neo-Platoncu bir bağlam söz konusu olmaktadır, içinde ise Simyacılık, Paracelsusculuk, Gül Haçı tarikatçılığı, Hristiyan Kabala ve teosofi geleneği, İlüminata (Işık) tarikatçılığı ve 19. ile 20. yüzyılın New-Age Hareketine kadar sayısız müphemci/gizemci akımı vardır. Daha eski çağların dâhil edilmesi durumunda ise antik Gnostizm ve Hermetizm, Yeni Platoncu metin okumaları ve değişik gizemci “bilimler”in yanı sıra büyücü akımlar da sayılması gerekmektedir. Bunların hepsi, Rönesans döneminde iç içe geçip birbiriyle bir sentez oluşturmuştur. Bu açıdan bakılınca, teolojik bazdaki iki ilkesel yaklaşıma dair önlerde vurgulanan ayrım önemsizleşir, çünkü hem gizli tutma hem de toplumbilimsel araştırmalardaki “içrek yol”un boyutu ezoterik durumlarda görünebilir de, eksik olabilir de..
Ön söz: “Ezoterizm Tarihi”, konuyla alakalı net, kesin bir tanımlama olmadığından ve farklı tanım kullanımları olduğundan problem teşkil etmektedir.
Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin oluşmasına yardımcı olan ilk kanıt, Antik ve Yunan dönemi öncesinden bu yana süre gelmiş sosyal yapı ve öğretilerdir. Bu öğreti ve sosyal yapının çıkış noktası, kurucusu Pisagor’un olduğu dini felsefi okullar (M.Ö. 570–510) ve Pisagor taraftarlarının Kroton’da (bugünkü Güney İtalya’nın Calabria bölgesindedir) kurduğu tarikattır. Pisagor, diğer çağdaşları gibi (orfik ve fa |
rklı mistik kültler) ruh göçü inanışına bağlı olarak ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Pisagor, bedenin ruh için geçici bir yer olduğunu ve daha sonra bu tutsaklıktan kurtulup özgür olacağını savunur. Manevi yönden kusursuz bir hayat şartıyla ruh bedensel varoluştan kurtulur. Daha sonra bu inanışa göre; yeniden doğma daha yüksek bir mevki ile devam eder. Bu yeniden doğum dizisinden sonra bedensel dünyadan tamamen uzaklaşılır. Bu inanış, Homeros görüşlerine karşılık tam bir zıtlık oluşturur. Iliada’da belirtilen düşüncelere göre, ruh göçünün kabul edilir olduğunu; fakat ruhun her bedende farklı karakteristik özellikler gösterdiğini savunulur. Empedokles ve Platon gibi diğer önemli filozoflar da ruh göçüne (reenkarnasyon) inananlardandır.
Ezoterizm akımının diğer ana konusu ise daha önce Pisagor’un da ele aldığı tüm varoluş prensiplerinin yükselen değerlere sahip olduğu ile ilgilidir. Dünyanın çok sayıda karakterler armonisiyle düzenlenmiş “tek” (bütün) olduğuna inanılır. Ruh bir şekilde tüm evrenle genel, matematiksel ve ifade edilebilir bir uyum içerisindedir. Dünyanın ahenk içerisinde oluşu, Pisagor’un da ele aldığı gibi, gezegenlerin farklı hareketlerle oluşturduğu müzikal uyumdan kaynaklanmaktadır. Bu durumun asıl sebebi budur. Ayrıca, adalet ve ikilik gibi tinsel nitelikler ahlâki bakış açısıyla alakalıdır.
Platon, ruhun ölümsüzlüğünü tartışmacı bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştır (Phaidon diyalogu). Bunun üzerine prensipte bedenden ayrı olarak ele alınan ruh, akıl aracılığıyla tanımlanmıştır. Ruhun asıl yeri, öldükten sonra geri döneceği saf ve ebedi düşünceler ve zihinsel varlıklar dünyasıdır. Pisagor’un da belirttiği gibi beden, ruhun bir dizi dönüşüm yaptığı ve saf bir yaşam sürmesi koşuluğuyla kurtulabileceği hapishanesidir. Ruh, bu kurtuluş sayesinde gerçek ruhsal varoluşuna geçebilmektedir. Bedensiz olarak ruh, ait olduğu sonsuz varlıksallıkları da doğrudan algılayabilir, görebilir, ancak bu bilgi bedende karanlık ve bulanık olarak durur, buna bağlı olarak da ancak kendi içine dönük ussal etkinliğin devamında bir anımsama veya hatırlama (Mnemosyne) olarak belirir. Platon, canlıların yanı sıra gezegenlerin ve hatta yıldızların da bir ruhu olduğunu ve onların da yaşadıklarını iddia eder.
Ezoterizm, Platon felsefesinde içe giden yol anlamına gelmektedir. Platon’un da görüşlerine paralel olan Ezoterizm öğretileri aracısız ve kolay kavranabilir niteliktedir.
Platon bir öğretici olarak önemli olan noktaların ipuçlarını verir ve kişi bu öğretiler ışığında kendi ezoterik bilgilerine ulaşır.
Platon’un ruh üzerine verdiği bilgiler, milattan sonraki zamanlarda ortaya çıkan Neoplatonizm (Yeni Platonculuk) akımına yol gösterici olmuştur. Neoplatonizm akımının Roma’daki en önemli öncüsü Plotin’dir (M.S. 205–270) ve antik çağ bitimine kadar felsefi görüşleri geçerliliğini korumuştur. Plotin insanın içinde zaten var olan ve farkında olmayı gerektiren tanrı inancı olarak da nitelendirdiğimiz içteki “ben” konusunu Platon’un öğretileri doğrultusunda ele almıştır. Bu sözü edilen konu, asıl ulaşılmak istenen ruh kavramını tanımlamaktadır. “Plotin düşüncelerinin en önemli özelliklerinin mistik olarak kabul edilmesi” adlı eseri yazan filozof Wolfgang Röd, “archimedischen Punkt europäischer Seeleninterpratation” (Avrupa Ruh Yorumlamasının Arşimet Noktası) ve “Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin yöntemsel ve kilit noktaları” adlı eserin yazarı Ezoterizm filozofu Kochu von Stuckrad bu konuda Yeni Çağ hareketini başlatmışlardır. Plotin’in ele aldığından daha ayrıntılı olarak ele alınan mistik unsurlar konusu büyü konusuyla bağlantılı olarak Iamblichos (M.S. yaklaşık 275–330) ve Proklos (5. yy) tarafından ele alınmıştır. Bu söz konusu felsefeciler kendi dönemlerinde merakın da artmasıyla mistik dinler, büyü ve kehanet üzerinde çalışmışlardır. Röd, Neoplatonik felsefenin değişimi konusuyla alakalı olarak “Teosofi ve Büyücülük Neoplatonizm’in alt konusudur.”demiştir.
Ezoterizm’e büyük değerler kazandırmış Helenistik dönemde yaygınlık kazanan başka bir gelenek de tanrı Hermes ile bağlantılı olarak Mısır mitolojisi ve büyülerinin ve Yunan felsefesinin senteziyle ortaya çıkan Hermetizm’dir. Burada daha çok Yunan-Roma düşüncelerinde daha az ele alınan “tanrı” ve “asıl insan” gibi ana konular ön plandadır. Hermetizm’in bir başka ana konusu ise mikro evren ve makro evren çerçevesindeki astrolojik karşılıkların Sympathie (birleşik duyu; duyu bütünlüğü, algısal uyum) ile olan ilişkisidir. Daha sonra Neoplatonik kavram çerçevesinde tüm evren ve evrene hâkim ilahi güç aracılığıyla ruhun ölümsüz olması düşüncesinin yaygınlaşması belli başlı etik yönelimlerin ve bilgilerin ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır.
Diğer önemli işaret ise Gnosis (tanrıyı bilme) olarak da tanımlanabilecek Antik Çağ’ın son dönemi, çeşitli din akımlarının etkileriyle oluşan ruhun işkenceden kurtulması düşüncesidir. Bu çok yönlü dinsel hareketler M.S. 1. yüzyılda Mısır’da ve Doğu Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkmıştır. Söz konusu bu hareketler, putperestlik, Yahudilik ve Hristiyanlıkta da görülmüştür. Ayrıca, Yunan felsefesi de bu dini düşünceyle paralel gelişmiştir. Bunun yanı sıra son derece önemli olan diğer kavram ise ikilik kavramıdır. Bu kavramın ana hatları ve hareket alanı oldukça belirgin ve katıdır. İkilik, tinsel bağlamda ruhsal dünyanın ve gelip geçici kabul edilen madde dünyasının birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasıdır. Bu tanıma aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü kavramları da örnek gösterilebilir. Kutsal dinler üzerinde çalışan yazarlar bu doğrultuda anahtar bulgu elde etmişlerdir. Bu, geliştirilen söz konusu hava ve gazın birlikte kullanımı (Pneumatik) bulgusu ruhsal gerçekliği kolay anlaşılır kılmıştır. Hristiyan Gnostisizmi’nde özellikle tek ve gerçek kabul edilen inanç olarak İsa Mesih’in ve buna bağlı olarak dünya tarihinde kabul görmüş düşünce ve görüşlerin gerçek olmadığı kabul edilir.
Gnostik düşünce akımı hem felsefi açıdan hem de güçlü kurumsal içyapısı açısından merkez kiliseye karşı çıkışlarını sürdürmüştür. Merkez kilisede, kilise kavramının oluşumu ve Hristiyan Gnosisi’nin farklı düşünceleri arasında keskin bir ayrılık söz konusudur.
Papa Clemens’lerin (I ve II) ve Origenes’in etkili teolojik öğretileri Gnosis fikirlerine yakındır. Gnosis ve bu öğretilerin yakınlığı tinsel yüce bilgilerin yayılmasını sağlamak vasıtasıyla olmuştur. Bu yayılma sırasında o döneme ait talepler de bu yönde gerçekleşmiştir. Origenes, o dönemki karşıtı Salamis von Epiphanes tarafından “baş sapkın” olarak ilan edilmiştir. Hristiyanlar arası Katolik ve Ortodoks mezhepleri kolayca tanımlanırken kilise karşıtları “Gnosis” ve “Gnostisizm” kavramlarını tanımlamada problem yaşamışlardır.
Hristiyan eleştirmenler ve Gnostik diye adlandırılan düşünce biçimi arasındaki temel fark, kendi öğretilerinin tekliği ve tanınan nesnelerin bir güce sahip olduğu düşüncesini yaymaktır. Bunun tam tersi kilise, insanın öğrenme isteğini sınırlamakta ve sadece dini hususlara değer vermektedir. Kilise böyle bir bilgi otoritesi olma yetkisini, sadece kendisi tarafından resmi geçerli ilan edilip kabul gören yazı ve metinlerin içeriği ve kendisi tarafından öngörülen inanç kurallarına dayandırmaktaydı. Bu tür açıklamalar somut anlamda özellikle Astroloji ve büyü kavramlarını sorgulamaya neden olmuştur. M.S. 4. yüzyıla kadar kilisenin gücü öylesine hükmedici durumdadır ki önemsiz hatalar yüzünden yakılma ya da kılıçtan geçirilme gibi ölüm cezaları yaygınlık kazanmıştır. Bu tür sapkınlıklar zaman geçtikçe etkisini kaybetmiş ve daha sonra da yok olmuştur; çünkü insanoğlu, 20. yüzyıla kadar sürekli gelişmiş ve Irenäus von Lyon gibi kilise karşıtları objektif açıklamalarla insanları aydınlatmıştır. İlk olarak 1945 yılında Mısır’da (Nag Hammadi) Gnostisizm metinlerini “büyüler” başlığı altında toplamış ve ilk defa kendi fikirlerini eklemeden tarafsız, açıklayıcı ve net bir bakış açısı sunmuştur. Ortodoks mezhebi, toplanan bu metinleri tanımaktadır.
Ortaçağ’da Hristiyan camiasının Antik Dönem öğretilerinin büyük bir bölümü etkisini yitirirken, İslam dünyasında bu düşünceler geçerliliğini korumaya devam etmiştir. İslam dininde ortaya çıkan bu düşünceler, farklı dinsel kültürlerden ve daha çok Musevilik dininden kaynaklanmıştır. Özellikle, insanın benliğinde yaşadığı uyanış ve İncil’de bulunmayan dini ibareler Ortodoks Hristiyanlığı tarafından kabul görmemiştir. Bunun yanında Akdeniz ülkelerinde Pagan dini ""ahmet reis" tarafından ortaya çıkarılmıştır; Yakın Doğu’da ise, Ortodoks Hristiyanlığının yanı sıra özellikle Mani dini, Zerdüştlük ve İslamiyet yayılmaya başlamıştır.
Diğer taraftan, özellikle Benedikt Tarikatı tarafından yeni kurulan 529 manastır, kuzeyde yayılmaya başlayan Mistisizm inanışını benimsemiştir. Havari hikâyelerinde adından sıkça bahsettiği Pavlus ile aynı dönemde yaşayan yazar Dionysias Areopagita’nin 5. ve 6. yüzyıllarda yaygınlaşmış olan Ortaçağ Mistisizmi’nde büyük etkisi olmuştur. Dionysios, Platon’un da ele aldığı “negatif” Teoloji kavramı üzerinde durmuş, tanrının ulaşılmaz yüceliği konusunu incelemiştir. İlk olarak tanrının tekliği hakkında şimdiye kadar süre gelen bilgilerin koşulsuz geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Dionysios tanrı ile insan arasında aracı olduğuna inanılan meleklerin hiyerarşik yapısını belirlemiştir.
Yaklaşık yüz yıl sonra Pavlus’un da daha önceleri kısaca değindiği 5. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış, bugün bile geçerliliğini koruyan bu yazarın söz konusu yazıları insanlar arasında derin bir şüphe uyandırmıştır.
8. yüzyıldan itibaren Güney İspanya’da hoşgörülü Arapların inanışıyla İslam, Hristiyanlık ve Musevilik dininin inanışları ortak bir paydada harmanlanarak birlik oluşturmuşlardır. Bu birliğin oluşumuyla İslamiyet’te Sofizm akımı ortaya çıkmıştır. Platon ve diğer filozoflar bu tarihten itibaren batı Avrupa’da daha da tanınmışlardır.
12. yüzyılda Güney Fransa’da Musevilik diniyle alakalı olan Kabala, yeni mistik düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Kabala önceleri Musevilikte bilinen bir inanışken daha sonra Ezoterizm tarihinde ö |
nemli bir role sahip olmuştur. İlk başta kutsal kitap olan Tevrat’ın açıklanması engellenmiş; fakat Kabala daha sonra kendine özgü mistik öğelere sahip inanışıyla bu engeli kaldırmayı başarabilmiştir. Bazı Kabala inanışına sahip kişiler -en tanınmışı Abraham Abulafia’dır- Hristiyan Gnostikler gibi, bir kişinin sadece Tevrat’a bağlı kalmayabileceği, aynı zamanda kesin olarak kabul görmüş mistik deneyimlere de inanabileceği görüşünü savunmuştur.
Bingen Hildegard, “Tanrısal eserlerin kitabı” adlı eserini bu bağlamda yazmıştır. İnsanların sanrı tasviri, 13. yüzyılda ‘tek evren’in bir parçası olan Hristiyanlıkta da kozmolojik öğretilerin, karşılıklarda düşünmenin, hayal gücünün ve ruh transferinin üst başlığı olarak daha sonraları Ezoterik adıyla anılacak olan resmi ve önemli bir yer edinmiştir. Buna örnek olarak; Almanya’dan Mistik inanışa sahip Bingen Hildegard, Fransa’dan Chartres’de Platon’un düşüncelerini benimseyen okul, İtalya’dan hayalci Fiore Joachim ve Fransisken, İspanya’dan Mallorquiners Ramon Llull’un Yeni Platoncu yaklaşımını ortaya koyan Kabala’yı andıran öğretisi ve İngiltere’den Oxford (Robert Grosseteste’daki ışığın teozofisi ve Roger Bacon’daki simya ve astroloji) gösterilebilir. 1300’lerde Teolojide, Rasyonalizmi vurgulayan ve hayalciliği reddeden Averroizm üstünlüğü görülmüştür.
Özellikle Mistisizm 14. yüzyılın ilk yarısında temsilcilerinin Latince yerine şu ana ait halk diline önem vermemeleriyle hatırı sayılır gelişmeler kaydetmiş ve popüler hale gelmiştir. Burada önde gelen kişiler ise Alman Dominik (rahibi) Usta Eckhart, Johannes Tauler ve Heinrich Seuse’dir. Buna ek olarak; Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da da temsilciler olmuştur. Bu Mistizistlerin deneyimlerinin ve kullandıkları kavramların çeşitliliği içinde onların hedefi; Mistisizim Birliği, mistizist birleşme ya da insanların tanrıyla ortak komünyon oluşturması “ruhun gerisinde tanrının doğuşu” olmuştur. Eckhart’ın mistizist düşünceleri Ortaçağ Mistisizminin tepe noktasına ulaşmıştır; aynı zamanda Mistisizm için Yeni Çağ‘ın ilk dönemlerinde uyanışa geçen yeni bir çıkış noktası da oluşturmuştur. Eckhart için Mistisizm kendinden geçmiş bir hayranlığı değil, tartışmaya, sonuçlara odaklanmaya, saltlığın kavranmasına ve tek olmaya dayalı özel bir düşünce tarzını yansıtmaktadır. Bu görüşle Eckhart Johannes Scotus Eriugena, Dionysios Areopagita ve Yeni Platonculuk geleneği içinde kalmıştır. Çoğu zaman Almancayı kullandığından dolayı, Hristiyan teolojisi içindeki bu platonik yöneliminin en güçlü temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşın, ölümünden sonraki dönemde onun öğretisi bir tür İncil dışı inanış olarak yargılanmış ve görüşlerinin yayılması karmaşık teolojik ekol tartışmalara vesile olması nedeniyle eleştiri görmüştür.
Büyü ve Astroloji gibi Ezoterizm inanışları Ortaçağ’da yayılmıştır. Ayrıca büyü o dönemde melek ve şeytanlarla (Invokation) ilişkilendirilmiş ve şeytanın varlığı teolojide iyi olarak bilinen melekler kadar kabul görmüştür. Simya, İspanya’daki Arap Müslümanların öncülüğünde 12. yüzyılda kesin olarak kabul görmüştür.
Tarihsel planda genel olarak, 'ezoterik bilgi' belirli grupların, farmasonlar gibi, dışarıdakilerden (halktan) sakladığı bilgiyi tanımlamakta kullanılmıştır. Son zamanlarda, okült ve mistik öğretilerin halka daha fazla yansıması ile beraber, daha farklı bir "ezoterik" anlayış önem kazanmıştır; ancak ferasetli ve farkında bir azınlık tarafından anlaşılabilen kompleks ve güç bir tür bilgi. Bu anlayışta, ezoterik bilgi çoğunlukla dışarıya dair bilgilerden farklı ve uzak olan derin, kişinin içinde sakladığı bir tür hikmettir.
Flüt
Flüt, üç parçanın birleşiminden oluşan bir enstrümandır.
Flütün anavatanı (panflüt) Eski Yunan ve bazı Orta Asya bölgeleri de dahil olmak üzere Latin Amerikan ülkelerine dayanır. Orijinal flütün icadı anonimdir. Daha sonra bazı sanatçılar flüt üzerinde değişiklikler yaparak flütü geliştirmişlerdir.
Flütün günümüzde en yaygın kullanılan türü yan flüttür; orkestralarda ve bandolarda sıkça kullanılır. Pikolo flüt, alto flüt, bas flüt gibi enstrümanlar da yan flüt ailesindendir; pikolo flüt normal yan flütün yarısı boyundadır, alto flüt ise normal yan flütlerden biraz daha büyüktür.
Konakaltı
Konakaltı, Muğla'nın Menteşe ilçesinde bulunan bir semtdir.
Semt Muğla'nın eski sosyal alanlarının merkezi konumundadır. Eski PTT binası,eski adliye binası (restarosyonda), eski cezaevi (şimdi Muğla Müzesi) ve eski Muğla Orduevi bu sosyal alanların en önemlileridir. Ayrıca yukarı kısımlara doğru tarihi eser niteliğinde olan harika mimariye sahip eski Muğla evleri bulunur.Konakaltı'nın asıl ünü ise Konakaltı Kültür Merkezi'nden kaynaklanır. Mülkiyeti belediyeye ait bu eski yapıda bir ara Atv'de yayınlanan "Büyük Yalan" adlı dizi çekilmiş ve ülkenin her tarafından dizinin meraklıları tarafından ziyaret edilen bir mekân olmuştur. Ayrıca burada birçok kültürel ve sosyal faaliyetler de yapılmaktadır.
Kung Fu (savunma sporu)
Kung Fu (Çince: 功夫, Pinyin: gōngfu) savunma sanatlarının temeli olan, en eski ve en zengin bilgiyi içeren Shaolin Kung Fu'dan doğmuş, sonradan değişik coğrafyalar ve milletler tarafından farklı stiller kazanmış olan bir savaş sanatlarının genel adıdır. Wushu Kung Fu ve Wing Chun Kung Fu gibi çeşitli stilleri vardır.
Saburhane
Saburhane Muğla'da kentin doğu yakasında bir yerleşim yeri.
Resmi olarak bir mahalle olmasa da Muğla şehrinde kendine has kahvehaneleri,eski evleri ve yaşamıyla Muğlalılar'ın dilinde o mevkide bulunan mahallelerin yerine kullanılan bir isimdir. 1923 yılına kadar Türk ve Rum azınlığın birlikte yaşadığı Saburhane, mübadeleden sonra Rum nüfusun çekilmesiyle Türkleşmeye başlamıştır. Semtteki meyhaneler kapanmış, kiliseler boşaltılmış, Rum esnafın dükkanları yerli halk tarafından işletilmeye başlanmış.
Bölgedeki evler ise bugün bir turizm değeri olacak kadar eski ve ilginçdir. Evler mimari yapısı ve tarihi ile meşhurdur. Kiremitten şapkalı bacalar, Muğla evlerinin simgesi sayılır. (Muğla Belediyesi armasında görülebilir.) Evler iki katlı ve çoğunlukla küçük bir avluya ("hayat") sahiptir. Evler yamaçta yer almasına rağmen, hiçbir ev diğerinin manzarasını kapatmaz. Muğla’nın Saburhane semti kentsel SİT alanı ilan edilmiş, sadece evler değil sokaklar, duvarlar ve “kuzulu kapı” adı verilen kanatlı kapıları da korumaya alınmış. Belediye, valilik ve sivil toplum kuruluşlarının ortak çabasıyla kentsel koruma bilinci geliştirilmiş. Yıkılmaya yüz tutmuş kimi evler devlet ve özel kuruluş ve kişilerin katkısıyla korunmaya çalışılmaktadır.
Saburhane Camii ise semtteki önemli tarihi eserlerden biridir.
Saburhane ile ilgili bir makale
Ergenlik dönemi
Ergenlik ("puberty"), insanlarda meydana gelen "yetişkinliğe ilk adım" evresidir. Ergenlik, çocukluk çağı ile yetişkinlik çağı arasındaki geçiş dönemidir. Ergenlik, bireyde çocuksu tutum ve davranışlarının yerini yetişkinlik tutum ve davranışlarının aldığı, cinsiyet yetilerinin kazanıldığı, bireyin erişkin rolüne psikolojik ve somatik olarak hazırlandığı dönemdir. Çocukluk çağı olarak adlandırılan yaşlarda, sosyal toplum bilinci (süperego) gelişmemişken, ergenlik dönemine giren gençlerde toplumsal kabullenilme, bir grubun parçası olma (süperego ve ego) kavramları gelişir. Vücut hormonlarından cinsiyet ile ilgili olan (sekonder cinsiyet hormonları) östrojen veya androjenlerin üretimi bu dönemde pik yaptığından ergen adayının psikolojisi sebepsiz değişimler gösterir. Ergenlik dönemi insanlardaki 5 dönemden biridir. Ancak bilim adamlarının ergenlik dönemi ile ilgili görüşü sadece çocuklar belli bir yaşa geldiğinde bu döneme girince sadece yavaş yavaş yetişkinlik kazandıkları için BM ve bilim insanları ergenliğe girenlerin de hâlâ çocuk olduğunu kabul eder.
Genel olarak 12-21 yaş arası ergenlik dönemi olarak adlandırılır.
Ergenliğe giriş yaşı; genetik (ailesel), ırk, sosyoekonomik şartlar (çocuk yaşta evlendirme, ağır bedensel yük altında çalıştırılan çocuklar) ve iklim gibi faktörlerden etkilenir. Bazı siyahi kabileler ve eski Araplarda ergenlik iklimin etkisiyle daha erken başlarken Kuzey yarım küredeki Norveç, Finlandiya gibi az güneş alan soğuk bölgelerde ergenlik yaşı daha geçtir.
Ergenliğe giriş için kesin bir zaman yoksa da genel olarak kızlar 9-13 yaş arasında ve erkeklerden daha erken ergenliğe girerler. Bu nedenle yaşamın bu döneminde kızlar erkeklerden fiziksel olarak birkaç yıl önce gelişirler.
Bu dönemde kızlarda göğüs, kalça gibi bazı bölgeler genişler. Ergenin vücudu yetişkin bir kadın vücudunun formunu almaya başlar. Ergenin yumurtalıklarında yumurta üretimi ve dolayısıyla da adet döngüsü başlar.
Vücut ağırlığı 7–20 kg artar. Boyları 10–30;cm uzar. Ses çatallaşmaya başlayarak erkeğe has biçimde kalınlaşır, ve bunun beraberinde gırtlak gelişir. Deri yağlanır ve sivilce çıkar. "Pubertal atılım" adı verilen boyca uzama, hacimce irileşme başlar. Kas dokusu artarak vücuda iri erkeksi görünüm verir. Penis haricindeki genital alan, göğüs ve bacaklar erkeğe has biçimde tüylenir ve yüzde bıyık ve sakal çıkmaya başlar. penis ve çevresi kıllanır
"Androjen" (erkeklik hormonu) salgısının zirve yapması nedeniyle penis ve testisler olgunlaşmaya başlar. Bu da peniste "erektilite (ereksiyon)" ve "uyarılabilme (excitability)" kabiliyeti artar, testisler erkek gamet (üreme hücresi) olan spermleri üretmeye başlar. Cinsel yönelime bağlı olarak herhangi cinse karşı büyük ilgi duyar ve bu ilgisini onlara yansıtır.
Ergenlik dönemine giren bireylerin bazıları çocukluk dönemi alışkanlıklarını bırakma zorunluluğu, yeni bir bedene alışma gibi sebeplerden dolayı ergenlikten korkabilir veya kaçmak isteyebilir. Özellikle kızlarda, erkeklere nispetle ergenliğe daha erken girmeleri, bu konuda daha az bilgi ve güven sahibi olmaları ve ergenlik sürecinin kadın cinselliğiyle bağdaştırılması sebebiyle ergenliğin zor bir süreç olarak görülmesi daha yaygın gözlemlenmektedir.
Ergen bireylerin bilinç ve sorumluluk düzeyi ve beraberinde hayata bakış açıları büyük değişimler gösterir. Bunu istikrarsızca |
değişen duygu ve düşüncelerin takip etmesi bu yüzdendir. Bunun yanı sıra ergenler, yaşanan olayları, duyguları ve düşünceleri anlayabilme ve hissedebilme kabiliyeti ile bunları daha açık bir şekilde ifade etme kabiliyeti artar; doğru-yanlış ve iyi-kötü benzeri zıtlıkları ve sınıflandırmaları daha iyi anlayabilme yetenekleri gelişir. Ergenler, bu süreçte hayatı sorgulamak, yeni bir şeyler denemek isteyebilir.
Ergen bireyler genellikle yoğun ve karışık duygular ve düşünceler içerisindedir. İçinde bulundukları duygu ve düşünceler, ne ile ilgili oldukları ve ne zamana denk geldikleri bakımından günlük hatta anlık değişim gösterebilmektedir. Genelde duygularında bir istikrarsızlık söz konusu iken, düşünce ve hayalleri ise büyük oranda gelecek hakkındaki planlar, karşı cins, bireyin yaşadığı hayat ve yaşamış olduğu bazı anların muhasebesi veya tamamen gerçekdışı hayaller gibi konulara ilişkin düşünceler olmaktadır. Böyle bir durum karşısında ergenin ebeveynlerinin, akrabalarının ve diğer tanıdık kişilerin bunu kabullenmesi ve sıkça “Sana neler oluyor? Geçen sefer çok iyiydin, şimdi ne oldu?” tarzında sorgulayıcı ve baskılayıcı yaklaşımlarda bulunmaması; tam tersine ergenin aile fertleri ve tanıdık insanlar kitlesi tarafından desteklenmesi ve bu insanların ergen bireyin yaşadıkları konusunda duyarlı, dikkatli ve hassas davranması ergenin ruh sağlığını olumlu yönde etkiler.
Ergenler bazen gerçekten büyük karışıklık ve kararsızlıklar içinde kalabilir ve buna bir son vermek isteyebilir. Bu nedenle zaman zaman odalarında yalnız kalmayı ve bir yere kapanmayı arzulamaları, ani öfke patlayışları yaşamaları, zihinsel anlamda aşırı bitkin ve isteksiz olmaları, ergenlikte yaşadıkları değişimlerden veya başka sebeplerden dolayı her şey ve herkesten çekinme/kaçınma ihtiyacı duymaları normaldir. Bunun yanı sıra, ergenin kişisel çöküşünün sebebi özgüven problemiyle, karşı cinsle, okul ve aile hayatıyla ilgili başka sorunlar da olabilmektedir. Fakat ergenin yaşadığı bu zihinsel çöküşün ileri seviyesini oluşturan depresyon; ergeni madde kullanımına, zorbalığa maruz kalmasına veya kalınmış gibi hissetmesine, yemek bozukluklarına, kendisini, tanıdıklarını ve hayatı ciddi anlamda yargılamasına, anksiyete gibi ciddi duygusal çöküşlere ve depresyonun son raddesi olan intihar girişimine sürükleyebilmektedir. Böyle durumlarda ise söz konusu aile ve tanıdık insan kitlesi, ergene fazla baskı uygulamadan, doğru bir şekilde yardım etmelidir.
Bu dönemde arkadaş çok önemli bir noktadadır. Bu nedenle arkadaş seçimi konusunda ergenin dikkatli olması ve ailenin hassas davranması gerekir. Bu dönemde ergenin fark edilmeye ve takdir edilmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacını aile içinde gideremeyen ergen, farklı arkadaş gruplarında bu ihtiyacını gidermeye çalışacaktır.
Erişim Tarihi: 11.09.2015
Fer'î deliller
Fer'î deliller ("furûʿ ed-Dîn") (Arapça: ), bir İslam hukuku terimi.
İslam hukukunda bir hükmün bina edileceği deliller ikiye ayrılır. Asli deliller olarak Kitab ve Sünnet'e ilave olarak;
Asli veya fer'i oluşu farklı mezheplerde değişiklik gösteren
Diğer fer'i (İkincil, alt düzeyde) deliller ise şöyledir:
Şii teolojisinde;
Şiîliğin "Onikiciler" mezhebinde ise bunlar "On" adettir.
Kunqu
Kunqu (Çince:崑曲; pinyin: Kūnqǔ; Wade-Giles: k'un-ch'ü), Kunju, Kun operası ya da Kunqu Operası adıyla da bilinir. Çin operasının günümüze kadar ulaşan en eski formudur. Kunshan melodisinden türemiştir. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla Çin tiyatrosuna egemen olmuştur.
Yaklaşık 600 yıllık bir geçmişi olan Kunqu yüzlerce operanın "hocası" ya da "anası" olarak kabul edilir; buna Pekin Operası da dahildir.
Kunqu 2001 yılında UNESCO tarafından "İnsanlığın Sözlü Mirasının Başyapıtlarından" biri olarak ilan edilmiştir.
Makine teorisi ve dinamiği
Makine teorisi ve dinamiği, mekaniğin bütün dallarını bir arada kullanarak mekanizma dizayn etme işini üstlenen makine mühendisliğinin bir alanıdır. Dizaynı yapılacak makine veya aletin, sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi ve uygun bir biçimde tasarlanabilmesi ve imalatının yapılabilmesi için, gerekli olan matematik ve fizik esaslı modellemenin oluşturularak gerekli analiz ve sentezlerin yapılabilmesi için yöntemler geliştirilmesi amacını güder. Belirli seviyede bir matematik bilgisi, mekanik ve dinamik bilgisi gerektirir.
Makine dizaynı işlemi mekanizmaların yaptıkları hareketlerden dolayı üzerlerine gelen kuvvetlere göre yapılır. "Makine dinamiği", Newton'un hareket kanunlarından faydalanarak sistem elemanları üzerine gelen kuvvetleri araştırır. Makine dinamiği uygulamasının ilk aşamaları "mekanizma tekniği" uygulamaları ile yapılan hız ve ivme analizleridir. "Mekanizma tekniği" ile bulunan, hız ve ivmeler kullanılarak, mekanizma elemanlarının üzerine gelen kuvvetleri ve momentleri hesaplanır. Mekanizma üzerine gelen bu kuvvetler mekanizmanın tahrikinden gelen tork veya kuvvet ve ağırlığından kaynaklanan atalet kuvvetinden oluşur. Oluşan bu kuvvetler ivmenin büyüklüğüne göre genelde çok büyük değerler alırlar ve bu yüzden genelde mekanizma elemanlarının ağırlıkları ihmal edilebilirdir.
Hurriler
Hurriler veya Hurri Devleti, MÖ 3. binyıldan itibaren, Sümer, Akkad, Hitit, Ugarit ve Mısır kaynaklarında hakkında bilgiler bulunan, Mezopotamya ve Yukarı Dicle bölgelerinde hüküm süren, konuştukları dil itibarıyla (Hurrice) Asya kökenli olduğunu kabul edilen ve MÖ 7. yüzyıla kadar varlığını sürdüren devlet.
Erken Tunç Çağı'na ait Doğu Anadolu'daki kültür yerleşimlerinden olan Karaz Kültürü'nde ve Suriye'de bulunan çanak - çömlek türlerinin Hurrilere ait olduğu kabul edilmektedir. Hurillerle ilgili Akkad dönemi belgelerinden MÖ 3. binyılın sonlarında Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya'da yaşadıkları anlaşılmaktadır.. Bir müddet Akad hakimiyetine giren ve Akatça yazı dilini kullanan Hurriler, Akkadlar'ın yıkılmasından sonra bağımsızlığına kavuşmuşlar, bir takım beylikler kurmaya çalışmışlardır. Ancak Sümerler'in Üçüncü Ur Hanedanı zamanıda, Şulgi'nin bölgeye hakim olması sonucu Hurriler bağımsızlığını yeniden yitirmişlerdir. Mari'de bulunan mektuplarda, Hurri kökenli bir topluluk olan Turukkiler'in yiyecek maddeleri yağmaladıkları yazılmıştır. Kayseri yakınlarında bulunan Kültepe'de bulunan çivi yazılı belgelerde çok sayıda Hurrice belgeye rastlanmıştır. Bu belgelerde Hurrice sözcükler bulunması, bu dönemde Hurrilerin Orta Anadolu'ya kadar etkisini sürdürdüğünü göstermektedir.
Artan nüfusun bir sonucu olarak MÖ 2500'lerde bölgedeki otlakların yetersiz kalması nedeniyle güney yönünde yayılma göstermişlerdir. Bu göçler iki ana hat üzerinden, Urmiye Gölü çevresinden Mezopotamya ve Elâzığ - Malatya üzerinden Kuzey Suriye ve Filistin'e olmuştur.
Mitannilerin MÖ 16. yüzyılda Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye'ye olan göçleri vardır. Bu göçler Hurrilerin yaşadıkları yerlere olduğundan, Hurriler batıya doğru kaymışlardır. Bu kaymalar sonucu Hititler ile mücadeleler başlamıştır. Bazı Hurri kabileleri ise Mitanni egemenliğini kabul ederek onların yeni bir devlet kurmalarına yardım etmiştir. Mitannilerin ikinci göçü ile birlikte, yine batıya kayma olmuş ve Hurriler Hitit denetimindeki Çukurova bölgesini ele geçirerek burada Kizzuvatna Devleti'ni kurmuşlardır. I. Murşili'nin ölümünden sonra Hititler uzun süren bir taht kavgasına başlamışlardır. Bu durumdan yararlanan Hurriler Hattuşaş'a kadar ilerlemiştir. Burada kraliçe ve çocuklarını esir almışlardır. Hitit Kralı I. Zidanta zamanında Hititler bu devleti tanımış ve kral Pilliya ile barış anlaşması yapmıştır.
Mitanniler, Kizzuvatna dışında yaşayan Hurrilerin önemli bir kısmını hakimiyeti altına alarak, toprakları bugünkü Kerkük bölgesinden Akdeniz'e kadar uzanan bir devlet kurmuşlardı. Türkiye - Suriye sınırına yakın bir yerde Rasüleyn civarında olduğu kabul edilen Vaşşuganni şehrini başkent yapmışlardı. Hurri - Mitanni Devleti'nin nüfusunun çoğunluğunu Hurriler oluşturmaktaydı. Devlet soyluları Hurrice isimler kullanmaktaydı. Mitani kralı Tuşratta'nın Mısır firavununa gönderilen ve Amarna'da bulunan mektupların çivi yazısı kullanılarak Hurrice yazılması, Tuşratta'nın Akatça yazılmış diğer mektuplarda, karşılığı bilinmeyen kelimeler için Hurrice kullanılması ve Tuşratta'nın bazen kendinen "Hurri Kralı" olarak bahsetmesi Mitanni Devleti'nin resmi dilinin Hurrice olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Mısırlarla yapılan yazışmalarda, Hurri - Mitanni Devleti'nin Hititler'e karşı başarılar kazanıldığı öğrenilmektedir.
Hititler'in tahtına I. Şuppiluliuma'nın gelmesiyle Hititler bölgede yeniden güçlenmeye başlamışlardır. Şuppiluliuma ilk önce Kizzuvatna Devleti'ni bir anlaşmayla Hititler'e bağlamış, daha sonra Vaşşuganni üzerine bir sefer yaparak Hurri - Mitanni Devleti'ne son vermiştir. Fakat Şuppiluliuma'nın ölümünden sonra bölgede Hitit egemenliği azalmış ve Hurri - Mitanni devleti kendini toparlamıştır. Devletin varlığı Asur kralı I. Tukulti-Ninurta dönemine (MÖ 1244 - 1208 ) kadar sürmüştür.
Hurrice, Hint-Avrupa ve Sami dilleri benzememektedir. Ayrıca eklerden oluşan Hattice’den de farklıdır. Hurrice’nin başlıca özelliği kelimelerin arkasına eklenen eklerle oluşturulması iken bilinen hiçbir sondan eklemeli dile benzememektedir.
Hurrice, göçler sonucu oluşan Mitanni Devleti ve Hititler tarafından benimsenmiş, günlük yaşamdan kralların aldığı unvanlara kadar kullanmışlardır.
Love Will Tear Us Apart
"Love Will Tear Us Apart", Joy Division`ın en ünlü parçası.
Ian Curtis`in ürkütücü bariton vokaliyle ilerleyen parça ilk defa Nisan 1980`de yayımlandı, aynı yılın mayısında Ian Curtis intihar etti. İntihardan sonra şarkı popülerleşerek grubun başarıya ulaşan tek parçası oldu.
Parça, grubun derleme albümü Substance`da yer alır. İlk defa Kasım 1979`da kaydedilmiştir, Ocak 1980`de ve son olarak Mart 1980`de birer defa daha kaydedilmiştir. Substance`da yer alan en son halidir.
2003 yılında yaptığı seçimde New Musical Express dergisi tarafından tüm zamanların 1 numaralı parçası seçilmiştir. Şarkıya Rolling Stone dergisi de tüm zamanların en iyi 500 parçası listesinde |
179. sırada yer vermiştir.
Paul Young, The Cure, Unbroken, Fall Out Boy ve Squarepusher gibi isimler ve gruplar tarafından tekrar yorumlanmıştır. Son olarak Nouvelle Vague 2005 yılında yayımladığı albümde seslendirmiştir.
"Donnie Darko" filminde de bir sahnede çalınmıştır.
İstihsân
İstihsân (Arapça: استحسان), bir İslam hukuku terimi.
Sözlükte "bir şeyi güzel saymak" anlamına gelen istihsânın İslam hukukunda iki kullanımı vardır. Bu kullanımlarından birisi daha dar bir alanı kapsarken, diğeri daha geniştir. Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak mânâsına gelir.
Dar açıdan istihsân kıyasın bir kısmıdır. Buradaki kıyasın illeti, üzerinde derince düşünüldüğünde ve incelendiğinde anlaşılabilecek şekildedir. Bu tip istihsânın bir başka adı da "hafî kıyas"tır.
Bu açıdan tanımı ""Bir kıyas'dan, ondan daha kuvvetli bir kıyasa dönmektir"", ki buna göre her hafi kıyas istihsân fakat her istihsan hafi kıyas değildir.
Diğer ve daha genel istihsân ise "celî kıyasa muârız ve mukâbil olan bir delil"in tercihidir.
Taha Akyol'un değerlendirmesi ile " Kolaylık için güç olanı terk ederek, şer'i deliller bakımdan bir kolayını bularak, insanların alışkın olduğu çözümü tercih etmek" anlamındadır.
Mesâlih-i mürsele
Mesâlih-i mürsele ya da İstıslah (Arapça: استصلاح), İslam hukuku terimi, bir maslahat (Arapça: مصلحة) türüdür.
Tam kelime anlamı olarak ""İstıslah", bir şeyi iyi olarak görmek isteme, bir şeyin iyi olmasını isteme" mânâlarına gelmektedir.
İslam hukukundaki maslahat türlerinden olan "mesâlih-i mürsele" tam karşılığına "gönderilmiş maslahat" denilebilir. Mesâlih-i mürsele, 'aslî deliller'den (Kur'an, Sünnet, icmâ ve kıyas) lehinde veya aleyhinde delil bulunmayan maslahatlara verilen isimdir.
Oğuz Çetin
Ahmet Oğuz Çetin, (d. 15 Şubat 1963, Sakarya), orta saha "(oyun kurucu)" mevkiinde forma giymiş eski Türk futbolcu ve teknik direktör. Türkiye liginde 503 karşılaşmada forma giymiştir.
Futbola Almanya'nın FC Bobingen takımının alt yapısında başladı. 1978 yılında Sakaryaspor'un genç takımına transfer oldu. 1981 yılında Sakaryaspor kulübü ile profesyonel anlaşma yaptı. Bu kulüpte 1988 yılında Türkiye Kupası sevinci yaşadı.
1988-89 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu, sarı lacivertli forma altında 8 yılda 2 Süper Lig, 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 Başbakanlık Kupası coşkusu yaşadı. Fenerbahçe'de 1991-92 sezonunda takım kaptanlığına getirilmiştir. 1995-96 sezon sonunda takım şampiyon olmasına rağmen dönemin Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı Ali Şen tarafından takım arkadaşı Aykut Kocaman ile birlikte gerekçe gösterilmeden takımdan tasfiye edilmiştir. Takımdan ayrılmasına rağmen taraftarlar her zaman ikiliye sahip çıkmıştır.
1996-97 sezonunda İstanbulspor'a transfer olmuştur. İki yıl burada oynadıktan sonra, iki yıl da Adanaspor forması giymiş ve aktif futbolu bırakmıştır.
70 kez A milli oldu ve 33 defa sahaya kaptan olarak çıktı. A millî takımda oynadığı maçlarda 3 gol attı. Millî takım ile 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılmıştır ve şampiyona boyunca üç maçta forma giymiştir.
2000-01 sezonunda Mustafa Denizli'nin kadrosunda yer alarak Fenerbahçe'ye yardımcı antrenör olarak transfer olmuştur. Ardından aynı görevde Werner Lorant ile çalışmıştır. Lorant'ın ayrılmasını müteakip bir süreliğine Fenerbahçe'nin teknik direktörlüğünü üstlenmiştir.
2004 yılında Kayseri Erciyesspor ve Gençlerbirliği, 2005 yılında ise Diyarbakırspor futbol takımlarının teknik direktörlüğünü yaptı.
2005 yılında dönemin Türkiye millî futbol takımı teknik direktörü Fatih Terim'in isteğiyle A Millî Takım Sorumlu Yardımcılığı "(1. yardımcı antrenör)" görevine getirildi. 2009 yılında Fatih Terim'in görevden ayrılmasının ardından teknik direktörlük görevine getirilen Guus Hiddink döneminde de yardımcı antrenörlük görevine devam etmiştir. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde gruptan çıkılmasına rağmen Hırvatistan'la oynanan baraj maçlarında başarılı olunamayınca teknik direktör Hiddink, görevinden ayrılmış ve yeni teknik direktör Abdullah Avcı'nın göreve gelmesinden bir süre sonra da antrenör kadrosunun da değişeceği açıklanarak Oğuz Çetin'in sözleşmesi, federasyonla yaptığı görüşmeler neticesinde karşılıklı olarak feshedilmiştir.
Oğuz Çetin; 29 Kasım 2012'de sezon sonuna kadar geçerli olmak üzere, 1. Lig takımlarından Boluspor'un teknik direktörlüğüne getirilmiştir. 2013 yılının nisan ayında istifa etmiştir.
Mustafa Denizli'nin, Azerbaycan Premier Ligi takımlarından Hazar Lenkeran'la anlaşmasından sonra Denizli'nin yardımcılığını Oğuz Çetin'in yapacağı öğrenildi.
İTÜ Sakarya Mimarlık - Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunudur.
Devoniyen
Devoniyen Dönem, Paleozoik zamanın dördüncü alt bölümü olarak Devoniyen kayaç sistemlerinin oluştuğu jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 417 milyon yıl önce başlayıp 354 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Devoniyen Dönem'in başlarında yeryüzünde iki dev kıta vardı: Gondvana ve Lavrasya. Gondvana, güney kutbuna doğru kayarken büyükçe bir bölümü de Lavrasya'yı güneyden sıkıştırmaya başladı. Dönemin sonuna doğru iki kıta birleşerek tek dev kıta Pangea'yı oluşturacaklardır. Her iki kıtanın birbirine çarptıkları uzun hat boyunca yeni dağ oluşumları ortaya çıkarken yoğun volkanik etkinlikler de yaşanmıştır. Günümüzde yüzeye yakın olarak bulunan maden yatakları bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Her iki kıta arasındaki okyanus tabanında magmanın yaptığı basınçla yükselmeler oluşmuş, bunun sonucunda da deniz seviyesi tüm dünyada yükselmiştir. Bu dönemde gezegenin yüzde seksen beşi denizlerle kaplanmıştır. Bugünkü kuzey ve Güney Amerika, Sibirya ve Avustralya'nın büyük bir bölümü, dönemin ortalarına doğru sığ denizlerle kaplıydı. Günümüzün Kuzey Kanada'sında ve güney Çin'de ilk kez tropik yağmur ormanları oluştu. Güney kutbu üzerinde bulunan Amazon bölgesinde buzullar vardı.
Dönem boyunca iklim ılıman, hatta sıcaktır. Kıtaların iç kesimleri kurak geçmiştir.
Devoniyenin sıcak ve sığ denizleri, çeşitli ve çok sayıda omurgasız grubuna ev sahipliği yapıyordu. Mercan, sünger ve alg birlikteliğiyle kurulan resifler bu dönemde de çok yaygındı.
Silüryenin en yaygın gruplarından olan dallı bacaklılar, Devoniyen denizlerinde de başarılarını sürdürerek hem çeşitlilikçe hem de yaygınlıkça zirveye ulaştı. Salyangozlar, ve midyeler gibi yumuşakça grupları Silüryen’deki durumlarını korurken, nautiloid benzeri bir kafadan bacaklıdan kök alan ammonitler ortaya çıktı. Bu dönemden sonra oldukça yaygın olan ammonitlerin geriye bıraktığı kabuklar, büyük kireçtaşı yataklarını oluşturdu.
Kambriyen ve Ordovisyen'in baş rol oyuncularından olan üç loblular iyice azaldı. Az sayıda grup yaygındı ve bazı dev biçimler evrimleşmişti. Balıklar ve kafadan bacaklılar gibi serbest yüzücü yırtıcıların sayısındaki artışın, üç lobluların sonunu hazırladığı düşünülüyor. Devoniyen sonunda üç loblu gruplarının çoğu yok oldu.
Silüryen'de ortaya çıkan çeşitli balık grupları varlıklarını sürdürürken, Devoniyen'de pek çok yeni ve gelişmiş balık grubu ortaya çıkıp, hızla çeşitlendi. Balık gruplarında görülen bu çeşitlilik ve yaygınlıktan dolayı dönem "Balıkların Çağı" olarak adlandırılır. İlk kez Ordovisyen’de ortaya çıkan çenesiz balıklar olan zırhlı balıklar, Devoniyen boyunca varlığını sürdürdü; ancak, çağın kapanmasıyla büyük oranda ortadan kalktı. İlk çeneli balıkların Silüryenin sonunda ortaya çıkmasından sonra köpek balıklarının ve vatozların içinde bulunduğu grup olan kıkırdaklı balıklar da ilk kez Devoniyen’de ortaya çıktı, çeşitliliklerini Karbonifer ve Permiyende artırdı.
Bitkiler Devoniyen'de büyük bir evrimsel sıçrama yaptı. Devoniyen’in başlarındaki bitkiler 15-20 santimetre boylarında, suya en azından neme bağımlı, yapraksız, otsu ve sürünücü bitkilerdi. Dönemin sonlarına doğru ise odunlaşmış gövdeleri, 30 metreyi bulan boyları ile ilk ağaçların oluşturduğu ormanlar Devoniyen kıtalarını kapladı ve ilk tohumlu bitkiler ortaya çıktı. Bitkilerde görülen bu evrimsel gelişim, her ne kadar Kambriyen’dekiyle çok benzerlik göstermese de, "Devoniyen Patlaması" olarak değerlendirilir.
Bitkilerin evrimsel bir sıçrama yaşadığı Devoniyende, buna paralel olarak onlarla aşağı yukarı aynı zamanda karaya çıkan eklem bacaklılarda da benzeri bir çeşitlenme ve gelişme oldu. Erken Devoniyen faunasının üyeleri temel olarak eklem bacaklılardı.
Devoniyen'in sonlarına doğru bir kitlesel yok oluş yaşandı. Henüz yolun başında olan karasal ekosistemlerin belirgin şekilde etkilenmediği yok oluşta, deniz yaşamı büyük zarar gördü. Resifler tamamen yok olurken, mercanlar da ciddi biçimde azaldı. Dallı bacaklılar, üç loblular ve ilkel balık grupları ya iyice azaldı ya da tamamen yok oldu. Planktonik graptolitler tamamen yok oldu. Ilıman türler yok oluştan tropik olanlara göre daha çok etkilenmiştir.
Blender (yazılım)
Blender, özgür bir üç boyutlu modelleme ve canlandırma uygulamasıdır.
Blender tasarısı, 1998'de Hollanda'da kurulan NeoGeo adlı canlandırma stüdyosunun, kendi kadrosuyla
yazılım geliştirerek kendi üretim araçlarına sahip olmayı hedeflemesiyle başlamıştır. Blender, bu dönemde kapalı kaynak kodlu ve ücretli bir yazılımdır.
Yazılımın haklarını elinde tutan NaN, 2002 yılında batar. Yazılımın haklarını elinde tutan NaN, Blender'ın haklarını belli bir tutar karşılığında açabileceğini açıklayınca, o yıl kurulan Blender Vakfı, o güne dek yazılmış olan kodların kamuya açılması için bir bağış kampanyası başlatır. Özgür yazılım dünyasında ses getiren kampanyada toplanan 100.000 avro karşılığında Blender'ın tüm kodlarını GNU Genel Kamu Lisansı ile özgürleştirerek kamuya açar.
Özgürleştirildikten sonra, sahip olduğu Python API'si ve içinde gömülü çalışan oyun motoru ile Blender, birçok yazılım geliştiricisinin ilgisini çeker ve geliştirilmesi oldukça hızlanır. Blender günümüzde Blender Vakfı'nın bağışçıları ve sponsorları tarafından finanse edilmekte ve Blender Enstitüsü'nde iki yarı zamanlı, iki tam zamanlı çalışan topluluklar tarafından geliştirilmektedir. Bl |
ender, bilinen ve yaygın olarak kullanılan 3 boyutlu modelleme/tasarım yazılımlarınden biridir.
Blender tek başına, ilk olarak Cuma ya da bir başka gün adlı 35mm. filmin görsel efektleri için kullanılmıştır. Bu film Locarno Film Festivalinde en iyi görsel efekt ödülü almış, daha sonra Örümcek Adam 2 filminde de kullanılmıştır.
Teknoloji gösterisi amaçlı olarak ve yazılımın yeni tasarılarda kullanılabilmesini yaygınlaştırmak amacıyla Montevideo Medya Sanatları Enstitüsü tarafından organize edilen bir tasarıda Fillerin Düşü adlı 3 boyutlu bir filmin üretilmesinde kullanılmış, daha sonra bu film özgür yazılım felsefesine uygun olarak kaynak kodları açık olarak dağıtılarak bir ilk gerçekleştirilmiştir.
Aynı zamanda Adobe Flash tabanlı ünlü 3D motoru Papervision3d desteği de vermektedir. Blender, 2015 yılı içerisinde artık Steam platformundan da indirilebilir durumdadır.
2.75 sürümüyle birlikte Blender'da GPU temelli render alma işlerinde kullanılan Cycles Render motoru AMD GPU'lara da deneysel olarak destek vermeye başladı.
Atom Egoyan
Atom Egoyan (d. 19 Temmuz 1960, Kahire, Mısır), Ermeni asıllı Kanadalı film yönetmeni.
Atom Egoyan, köken olarak Mısır Ermenilerindendir. "Ararat" adlı filmi dışında tarihsel konulara pek girmemiştir. Ararat'ı ise 2002'de yapmıştır.
19 Temmuz 1960'ta Mısır'da Joseph ve Şuşhan'ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Toronto'da tanınmış bir piyanist olan kızkardeşi Eve ile birlikte Victoria'da yetişmişlerdir.
Öğrencilik yıllarında başladığı senaryo yazma ve film dünyası onu tanınmış bir yönetmenliğe taşımıştır.
Samuel Beckett'in ve Harold Pinter'ın etkisinde kalmıştır. University of Toronto'ya bağlı Trinity College mezunudur.
Egoyan şu sıralar Toronto (Kanada) merkezli olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Şu anki eşi aynı zamanda filmlerinin aktrisi Lübnan Ermenilerinden olan Arsinée Khanjian'dır. Arshile adlı bir de çocukları vardır.
Egoyan'ın Türkiye'de en çok tartışılan filmi Ararat olmuştur. Bu filmde Ermeni yönetmen Ermeni Soykırımını ele almıştır. Film, Türkleri Ermenilere soykırım yapmış bir ulus olarak göstermiştir. Film henüz yayımlanmadan Türk basınında tartışılmaya başlanmıştır ve hatta hakkında Türkçe ve İngilizce kitap da yazılmıştır. Ermeni Araştırmaları uzmanı Sedat Laçiner ve Şenol Kantarcı tarafından yazılan 'Ararat Sanatsal Ermeni Progandası' adlı kitap ASAM tarafından yayımlanmıştır . Kitapta Egoyan'ın filmi bir tür propaganda ürünü olarak değerlendirilmiştir.
Film Türkiye'de de gösterilmiştir. Egoyan filme büyük ümitler bağlamasına rağmen film beklediği ilgiyi bulamamıştır.
John Myung
John Ro Myung (My-ung telaffuzlu) progresif metal grubu Dream Theater'ın kurucu üyesi ve basgitaristidir.
24 Ocak 1967'de Chicago'da doğmuş, Koreli ailesi ile birlikte New York'da yaşamıştır. 15 yaşında yerel bir grup tarafından basgitar çalmak için davet edilmeden önce 10 sene kadar keman çalmıştır. Liseden mezun olduktan sonra lise arkadaşı John Petrucci ile birlikte Berklee College of Music'de eğitimine devam ederken Mike Portnoy ile tanışmıştır. Bu üçlü klavyeci Kevin Moore ve vokal Chris Collins ile daha sonra Dream Theater olarak anılacak olan Majesty isimli grubu kurmuştur.
John Myung etkilendiği isimler arasında Chris Squire, Steve Harris, Geddy Lee ve Cliff Burton'ı saymaktadır.
Genelde sessiz tavırlar sergileyen Myung sahnede yaptığı Myung Tackle diye bilinen hareketi de ansızın yaptığı biraz olsun komik ve beğeni toplayan bir harekettir.
Aspindza
Aspindza (), Gürcistan’ın güney kesiminde küçük kent. Kura ırmağının sağ yakasında kuruludur. Samtshe-Cavaheti bölgesinde, Ahalkalaki ile Ahaltsihe arasında yer alır. Aynı adlı ilçenin de idari merkezidir. Nüfusu yaklaşık 3.200’dür.
Aspindza, tedavi merkezleri olan kaplıcalarıyla ünlüdür. Aspindza adı Farsça’dan Gürcüce’ye geçmiştir ve yol üzerindeki konaklama yeri, han anlamına gelmektedir. Aspindza, 9. yüzyıldan itibaren Gürcü kaynaklarında söz edilen bir yerdir. 16. yüzyılda Osmanlıların eline geçti. 1625 ve 1770 yıllarında, Aspindza savaşları olarak bilinen çarpışmalara sahne olmuştur. Kent 1829’da, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Çarlık Rusya’sının bir parçası olan Gürcistan'a katılmıştır.
El Tatio Gayzeri
El Tatio kaynacı, Şili'nin Atacama Çölü'nde, San Pedro de Atacama köyüne 100 km mesafedeki kaynaç.
El Tatio deniz seviyesinden 4320 m yüksekliğinde olup, yeryüzünün en yüksek konumundaki kaynaçdır. Antofagasta Bölgesi diye adlandırılan bölgede, Atacama çölünün batısında bulunur. İsmini çok yakınında bulunan "Cerro Tatio" Volkan'ından alır.
Sıcak su kaynağının oluşturduğu buhar bulutları, özellikle sabahın soğuk saatlerinde bariz bir şekilde yükselirler. Hava yeterince soğuksa buhar 50 metreye kadar yükselir. Bu bölgeye buhar bulutlarını görmek için gidenler, saat sabaha karşı 3.30 civarı San Pedro de Atacama'dan yola çıkıp buharların oluştuğu en ideal saat olan 6.30 civarı buraya ulaşırlar. Sabah saatlerinde güneş yükseldikçe ısı arttığından buhar oluşumu azalır.
Birleşik İşçi Sendikası
Birleşik İşçi Sendikası (BİS), sigortasız, güvencesiz çalışan ve işsiz kalan işçileri örgütleme amacıyla 2001 yılında kurulan bir sendikadır.
BİS’i kuran işçi ve emekçiler, Türkiye’nin geniş taşeronlaşma olanakları, sigortasız işçi çalıştırmanın rahatlığı, tazminat yükümlülüğünün genellikle yerine getirilmemesi ve geleneksel sendikaların bürokratik hantallığı ve zayıflığı gibi faktörler nedeniyle kuruldu.
ILO şartlarının ve Türk İş Kanunu’nun belirlediği çerçevenin çok gerisinde kalan bu işçilik koşullarını içine sindirmeyen bir grup işçi, geleneksel sendikaların küçük ve orta ölçekli işletmelerde insanlık dışı koşullarda çalıştırılan işçilerin sorunlarına eğilmediğini gözlemleyerek bir arayış içerisine girerek yeni bir sendika kurmaya karar verdiler. Sendikanın kuruluşu 2001 Ağustosu’nda gerçekleşti.
BİS (Birleşik İşçi Sendikası) kurulmasından sonra geçen süre zarfında çalışmalarını ağırlıkla, içerisinde 200-250 bin işçinin istihdam edildiği İkitelli bölgesi ve civarında yoğunlaştırdı. Merkezini İkitelli’de açan BİS kuruluşundan beri taban inisiyatifine dayanan bir yönetim biçimini kabul etti. Açık yapılan sendika yönetim kurulu toplantılarına tüm üyelerin katılımı teşvik edildi.
BİS’in içerisinde sektörel bazda oluşturulmuş bir birimleşmesi benimsendi: tekstil birimi, ayakkabı birimi, metal birimi, posta birimi çalışmalarını özerk biçimde yürüttü.
Kuruluşunun hemen sonrasında yürüttüğü “Sigortasız Çalışmaya Son” başlıklı kampanya ile tespit ettiği sigortasız işçi çalıştıran işyerlerini yetkili kurumlara ihbar eden BİS, birçok işyerine yapılan teftişler neticesinde 10’larca işçinin sigorta hakkını elde etmesini sağladı. Yine aynı dönemde, işten atıldığı halde tazminatını alamayan çok sayıda işçiye hukuki yol gösteren BİS sayesinde, yine 10’larca işçi hem tazminatını aldı hem de haklarını nasıl koruyabileceği konusunda bilgi sahibi oldu. Sendika, en son olarak taşeron PTT işçilerinin mücadelesine yön verirken İş Mahkemesi tarafından 2003 yılında kapatıldı.
Bedreddini Hareket
Bedreddini Hareket, "Gerçek Çevresi" oluşumunun ardılı olan komünist ve Kürt milliyetçisi siyasî harekettir.
Gerçek çevresi, 2000 yılı başında bağımsız siyasal hattını inşa etme sürecine başlamıştır. Gerçek çevresi, devrimciliğin temel kriterleri olarak, mevcut düzeni yıkma perspektifine ve somut yönelimine sahip olmayı görmüş, faaliyetlerini bu doğrultuda planlamış ve yürütmüştür. Buna göre Gerçek çevresi, bir yandan her düzlemde düzenle savaşma kabiliyetine sahip devrimci bir partinin kuruluş hedefini önüne koymuş, diğer yandan da ülkenin toplumsal dinamiklerinin en fazla ezilenleriyle süreklileşmiş bir ilişki geliştirilmesi ve derinleştirmesi hedefine odaklanmıştır. Hareket içinde Kürt meselesi emekçi Kürtlerin sorunu başlığı adı altında yoğun olarak işlenmiş ve tartışılmıştır.
Gerçek çevresi faaliyetleri süresince farklı imzalı yazılardan oluşan dört kitap-dergi yayınlamış, bu yayınlarda temel ideolojik-politik tezlerini işlemiştir. Ayrıca enformel sektör işçileri içinde yürütülen BİS (Birleşik İşçi Sendikası) çalışmasına kadrolarıyla önderlik etmiş, bu sendika 2003 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Taşeron Postacılar Grevi’nin örgütlenmesinde başat rol üstlenmiştir. Gerçek çevresi, faaliyet yürüttüğü süreç içinde, Kürt Özgürlük Hareketi’yle yakın ilişki geliştirmeye özen göstermiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin merkezi politikaları karşısında eleştirel bir tutum takınsa da, bu hareketin taşıdığı devrimci potansiyeli göz önünde bulundurarak aradaki mesafeyi açmamaya dikkat etmiştir. Bu doğrultuda, özellikle seçim süreçlerinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin merkezinde bulunduğu blok girişimlerinin içinde gücü oranında yer almıştır. Devletin devrimci tutsaklara yönelik yürüttüğü F Tipi saldırısı karşısında ortaya konulan Ölüm Orucu eylemlerine koşulsuz aktif destek veren Gerçek çevresi, gerek faaliyet yürüttüğü yerelliklerde gerekse de düzenlenen merkezi eylemlerde yerini almıştır. Diğer yandan, emperyalist saldırının temel hedefi haline gelen Ortadoğu’daki direniş hareketlerinin halihazırdaki ideolojik angajmanlarını bir engel olarak görmeyi doğru bulmamış ve bunları engel olarak gören Türkiye'deki sol öznelerle ideolojik mücadele yürütmeye özel önem vermiştir. Gerçek çevresi, 2004 yılında Bedreddini Hareket ismini almıştır. 2005 yılı başından bu yana Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) içinde faaliyet yürütmektedir.
Bedreddini Hareket, teorik yenilenmeyi, ideolojik yerelleşmeyi, örgütsel harmanlanmayı ve pratik devrimcileşmeyi savunmaktadır.
Polietilen
Polietilen, çok çeşitli ürünlerde kullanılan bir termoplastiktir. İsmini monomer haldeki etilenden alır, etilen kullanılarak polietilen üretilir. Plastik endüstrisinde genelde ismi kısaca PE olarak kullanılır.
Etilen molekülü CH , aslında çift bağ ile bağlanmış iki CH’den oluşur. (CH=CH)
Polietilenin üretim şekli, etilenin polimerizasyonu ile olur. Polimerizasyon metodu, radikal polimerizasyon, anyonik polimerizasyon, iyon koordinasyon polimerizasyon |
u ve katyonik polimerizasyon metotları ile olabilir. Bu metotların her biri farklı tipte polietilen üretimi sağlar.
Polietilen yoğunluk ve kimyasal özellikleri baz alınarak çeşitli kategorilerde sınıflanır. Mekanik özellikleri, moleküler ağırlığı, kristal yapısı ve dallanma tipine bağlıdır.
Özellikleri tiplere göre değişiklik gösterse de; dış ortam koşulları ve neme karşı iyi direnç, esneklik, zayıf mekaniksel kuvvet ve üstün kimyasal direnç genel özellikleri olarak sayılabilir.
Kaplar, plastik kutular, mutfak eşyaları, kaplamalar, boru ve tüp, oyuncak, kablolarda yalıtkan tabakalar, paketleme ve ambalaj filmi gibi çok yaygın bir kullanım alanı olup. Düşük maliyetlidir.
The Gathering (müzik grubu)
The Gathering, Hollandalı rock grubudur. 1990'ların ikinci yarısında gruba dahil olan Anneke van Giersbergen ile üne kavuşmuşlardır.
Grubun ilk iki albümü olmakla beraber gotik metalin ilk örneklerinden olma özelliği de taşıyan ""Always..."" (1992) ve ""Almost A Dance"" (1993) albümleri dört farklı vokalistle kaydedildi. Bu albümleri takip eden ""Mandylion"" (1995) ise gruba Anneke van Giersbergen'in vokalist olarak ilk kez katkıda bulunduğu albümdü. Sonraki albümler olan ""Nighttime Birds"" (1997), ""How To Measure A Planet?"" (1999), ""If Then Else"" (2000) ve ""Souvenirs"" (2003) ile de grup yavaş yavaş tarzını gotik metalden çekerek karanlık alternatif rock çalışmaları üretmeye başladı. 2004'te, grup tarafından iki gecede kaydedilen ""Sleepy Buildings"" bir yarı akustik anlı performans olarak piyasaya sürüldü. Anneke ile kaydedilen son albüm ""Home"", Avrupa ve Kuzey Amerika'da Nisan 2006'da yayınlandı. 5 Haziran 2007 tarihinde, Anneke'nın grubu iki ay sonra turnenin son bulmasının ardından bırakıp Agua de Annique adlı projeye yoğunlaşacağı açıklandı.
Grup, Mart 2009'da Octavia Sperati’nin eski vokali Silje Wergeland’i kadrosuna dahil ettiğini açıkladı ve ""The West Pole"" isimli yeni albümlerinin Mayıs 2009 da çıkacağını duyurdu.
Dakota
Dakota şu anlamlara gelebilir:
C-130 Hercules
C-130 Hercules, ABD'li Lockheed "(şu an Lockheed Martin)" firması tarafından geliştirilen orta sınıf bir taktik nakliye uçağıdır. Havacılık tarihinin en başarılı nakliye uçaklarından biri olarak kabul edilmektedir. Dünya genelinde 50'den fazla ülke için 2,500'den fazla C-130 Hercules üretilmiştir ve bu uçaklar 22 milyon uçuş saatini aşmıştır.
1950 yılında başlayan Kore Savaşı'nda C-119 Flying Boxcars, C-46 Commandos ve C-47 Skytrains gibi II. Dünya Savaşı nakliye platformlarının o gününün muharebe sahası ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığını gören ABD Hava Kuvvetleri, 1951 yılında Boeing, Douglas, Fairchild, Lockheed, Martin, Chase Aircraft, North American, Northrop ve Airlifts firmalarına bir Genel Harekât İhtiyacı (GOR) bildirisi yayınlayarak yeni bir nakliye uçağı ihtiyacı olduğunu belirtti.
Bu yeni nakliye uçağının acele ile hazırlanmış ham pistlerden hareket edebilmesi, 92 yolcu / 72 tam teşekküllü asker / 64 paraşütçü kapasiteli olması, asgari 2,000 km uçuş menziline sahip olması ve bir motoru dursa dahi uçuşa devam edebilmesi istenmekteydi.
Üretici firmaların ABD Hava Kuvvetlerine sunduğu on farklı tasarımdan Lockheed firmasının Model 82 tasarımı kabul edildi ve 2 Temmuz 1951 tarihinde firma ile geliştirme sözleşmesi imzalandı. Willis M. Hawkins ve Clarence "Kelly" Johnson'ın liderliğindeki Lockheed ekibi tarafından ortaya konan ilk prototip YC-130 "(#53-3397 seri numaralı)" 23 Ağustos 1954 tarihinde ilk test uçuşunu gerçekleştirdi. Stanley Beltz ve Roy Wimmer'ın pilotajında Kaliforniya'daki Lockheed tesisleri ile Edwards Hava Üssü arasında gerçekleşen ve 61 dakika süren bu başarılı uçuşa Kelly Johnson da bir P2V Neptune uçağı ile eşlik etti.
Gelecek vadeden bir tasarım olan ve üretilen ilk prototipleri beklenenin üstünde başarı gösteren bu yeni nakliye uçağına Yunan mitolojosinde doğaüstü bir kuvvete sahip olan Herkül'e ithafen "Hercules" adı verildi ve ABD Hava Kuvvetleri tarafından 219 adetlik ilk sipariş verildi. İlk seri üretim C-130A Hercules 7 Nisan 1955 tarihinde ilk uçuşunu gerçekleştirdi ve uçaklar Aralık 1956'dan itibaren ABD Hava Kuvvetleri Taktik Hava Komutanlığında servise girmeye başladı.
Nakliye, havada yakıt ikmali, arama ve kurtarma, deniz karakol, silah platformu, yangın söndürme, kutup araştırmaları, meteoroloji, haritacılık, hedef çekici, füze izleyici, uzay kapsülü kurtarma, STOL araştırma, insansız hava aracı kumanda, VIP ve komuta kontrol gibi değişik görevlere yönelik 40'tan fazla versiyonda 2,300'den fazla C-130 Hercules üretilmiştir. Bunlara ilaveten uzatılmış gövdeli sivil kargo versiyonu da (L-100) vardır.
C-130 Hercules, her biri 4.508 beygir gücünde dört adet Allison T56-A15 propjet motoru ile güçlendirilmiştir. T56-A15 notorları uçağa sürat, kısa kalkış ve düşük bakım giderleri sağlamıştır. Hamilton Standart tarafından yapılan pervaneler motor başına dört adettir. Uçuşta pervaneler sabit hızla döner ve uçuş için gerekli kaldırmayı, yerde ise frenleme ve hareketi sağlar. Pervane kanatlarının uzunluğu bir uçtan bir uca 4.11 metredir.
Toplam 26.340 lt kapasiteli 6 adet iç kanat yakıt tankı, gerektiğinde eklenebilen 10.300 litrelik dış kanat altı tankları ile takviye edilir. Yakıt ayrımı gerekmez, her çeşit jet yakıtı ile uçabilir. Bütün yakıt tankları direkt olarak bitişik akıtma tipi bir doldurma-boşaltma sistemine bağlıdır. Uçağın yakıt çekme oranı 2.270 lt/dk, yakıt boşaltma oranı 2.800 lt/dk'dır.
C-130'un bakımı büyük bir kolaylık ve çabukluk arz etmektedir. Gövdesinin alçak olması uçağın bakımının yer seviyesinde yapılmasını sağlar. Basit ve özel bir takım aletler sayesinde bakım için büyük tesis ihtiyacı hemen hemen ortadan kaldırılmıştır.
C-130 Hercules havalandırma sistemli ve tazyik ayarlı 122 m³ hacminde bir kargo kompartımanına sahiptir. Çok pozisyonlu arka rampası tekerlekli araçların girebilmesi için yer seviyesine indirilebilir veya çeşitli yüklerin bir kaldıraç gerekmeden direkt olarak içeri alınabilmesi için yatay duruma getirilebilir. Kompartımanın iç yüzü yükleri zapt emek ve sabit bir yere bağlamak için tertibatlandırılmıştır. Gerektiği zaman zemine yerleştirilen bir ray sayesinde genişli 3 metreye kadar olan parçalar kolaylıkla araçtan uçağa yüklenebilir. Kabin tazyik değiştirme oranı 7.5 psi'dir. Kabin irtifaı ise uçak 35.00 feette iken 8.000 feettir.
C-130 Hercules, şartların yetersiz olduğu durumlarda yükünü paraşüt ile veya alçak irtifadan uçarak yer kablo bağlantısı ile bırakabilir. Uçağın sahip olduğu mekanik tahliye sistemi ağır teçhizatlı ve paketlenmiş kargoyu limitlenmiş bölgelerde alçak seviyeden kısa zamanda indirmeyi sağlamaktadır.
C-130'un kokpiti alet ve kontrol düğmelerinin gruplaştırılmış bir şekilde yerleştirilmesi ve rahat pilot koltukları ile dikkat çeker. 3.7 m²'ye yaklaşan pencere alanı ile C-130 arama-kurtarma ve hava araştırmalarında mükemmel bir görüşe olanak verir. Ayrıca özel yapım koruyucu kalkanlar pencere camlarının karlanmasını önler. Uzun uçuşlar sırasında mürettebatın dinlenmeleri ve yemek yemeleri için ayrı bölmeler mevcuttur.
Türkiye’nin Soğuk Savaş'ın etkisiyle 1952'de NATO’ya katılmasından sonra hızlı ve modern bir değişim yaşanmış, hava hareketliliği artmış, yeni platformlar hizmete girmeye başlamıştır. Değişime paralel olarak orta sınıf bir nakliye uçağı ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Buna ilaveten 1960’ların başında Kıbrıs’ta yaşanan olumsuz gelişmeler sonucu Kıbrıs'a ve gerektiğinde de Yunanistan’a bir harekât yapılması ihtimali belirmiştir. Olası harekât planlarına göre böyle kapsamlı bir hava indirme için envanterdeki C-47 ve C-160 uçakları sayı ve nitelik olarak yetersiz kalmaktaydı. Bu ihtiyaçlara binaen 1963'te dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in direktifleri doğrultusunda nakliye ve paraşütçü kapasitesi yüksek modern bir uçak alımı gündeme gelmiş, Yarbay Abdurrahman Körezlioğlu’nun başkanlığında oluşturulan bir ekibin yaptığı değerlendirmeler sonucu C-130E Hercules’de karar kılınmış ve FMS (Yabancılara Askeri Satış) kapsamında 5 adet C-130E Hercules siparişi verilmiştir.
1963'te 5 adet C-130E siparişi verildikten sonra aynı yıl Kayseri Erkilet'te 224. Filo'ya bağlı Taktik Hava Ulaştırma Grubu oluşturulmuş ve eğitimlere başlanmıştır. 1964'te [[ABD'ye öğretmenlik kursu için Pilotlar, Bnb. Servet Kurt, Kd.Yzb. Erol Olguner, Kd.Yzb. Adem Uzer, Kd.Yzb. Nasır Yılmaz, Seyrüsefer Subayı Bnb. Faik Tuğrul, Uçuş Makinistleri Kd.Bçvş. Cevdet Yüksel ve Kd.Bçvş. Vefa Ündücü ile Yükleme Uzmanları Bçvş. Doğan Kümüken ve Bçvş. M.Ali Başkaya'dan oluşan bir ekip gönderilmiş, yapımı tamamlanan ilk C-130E (63-13186) bu personel tarafından Sweart, McQuire, Gender, Lakenheath yolu izlenerek [[18 Eylül]] [[1964]]’te [[Ankara]] [[Etimesgut]]’a getirilmiştir. 17 Ekim 1964'te Erkilet Üssü'nde nihai teslim gerçekleştirilerek ilk C-130E [[Türk Hava Kuvvetleri]]nde hizmete girmiştir.
Aynı yıl içinde 3 adet ve [[1965]]'te de 1 adet C-130E nihai teslimatları tamamlanarak envantere dahil edilerek filodaki uçak sayısı beşe çıkmıştır. Aynı zamanda hızlı bir eğitim programıyla filo kısa sürede harbe hazır hale gelmiştir. [[1971]]'de 224. Filonun adı 222. Filo olarak değiştirilmiştir. [[1971]]'de 1 adet ve [[1973]]'te 2 adet daha C-130E alınmış ve 222. Filo bünyesine dâhil edilmiştir. Aynı yıllarda ilave olarak 8 adet C-130E daha alınmak istenmişse de bu alım maddi sebeplerden ve [[Amerika Birleşik Devletleri|ABD]]’nin böyle bir satışa sıcak yaklaşmamasından dolayı gerçekleşmemiştir.
C-130E Hercules uçakları [[Kıbrıs Harekâtı]]’nda büyük yararlılık göstermiştir. [[20 Temmuz]] [[1974]] sabahı C-47 ve C-160 nakliye uçakları ile beraber [[Kayseri]] [[Erkilet]] Meydanından havalanan 6 adet C-130E, saat 05.45 civarında Kırnı bölgesine Hava İndirme Tugaylarımızı paraşütle atarak ilk dalga hava indirmesini başlatmıştır. Bu ilk indirmede bir C-130E hafif uçaksavar isabeti almış fakat görevine devam edebilmiştir. Aynı gün saat 12.55'te 6 adet C-130E ikinci bir hava indirme harekâtı gerçekleştirmiş, bunu takiben hava kar |
armadan 3 adet C-130E avcı uçakların desteğinde üçüncü dalga hava indirmesini gerçekleştirilmiştir. Harekâtın ilk ve en kritik gününde C-130E uçaklarımız 15 sortide yaklaşık 900 paraşütçüyü [[Kıbrıs'a indirerek büyük bir başarı göstermiştir. [[Kıbrıs Harekâtı]] boyunca C-130’lar [[Kıbrıs]]’a 2311 paraşütçü ve 1238 ton malzeme atmıştır.
[[I. Körfez Savaşı]]'ndan sonra US ANG (Amerikan Ulusal Hava Muhafızları) birliğinden 6 adet kullanılmış C-130B daha alınarak orta sınıf nakliye filosu büyütülmüştür. 12-949 seri numaralı C-130E bir eğitim uçuşu sırasında düşmüş olup diğer C-130B/E uçakları aktif olarak görev yapmaktadır. Halen envanterde bulunan 13 adet C-130 TAI tarafından Erciyes Projesi ile aviyonik modernizasyona tabi tutulmaktadır.
[[Dosya:Hercules C130 bombardier d eau Californie.jpg|thumb|right|250px|ABD'ye ait yangın söndürme maksatlı bir C-130]]
1998 yılında [[Türk Hava Kuvvetleri|Hava Kuvvetleri Komutanlığı]] ile [[Orman Bakanlığı]] arasında orman yangınları ile mücadele için bir protokol imzalanmış ve nakliye görevinde kullanılan C-130B uçakları orman yangınlarının söndürülmesinde de kullanılmaya başlanmıştır. Nakliye uçağından yangın söndürme uçağına geçiş için gereken MAFFS (Modular Airbone Fire Fighting System) yangın söndürme kitlerinden bir adedi [[Amerika Birleşik Devletleri|ABD]]’den satın alınmış, beş adet kit de yerel kabiliyetlerle 2. Hava Hava İkmal Bakım Merkezi Komutanlığı tarafından üretilmiştir. Bu kitler sayesinde 6 uçak tek sortide 12 ton su ve kimyevi maddeyi yangın bölgesine boşaltabilme kabiliyeti kazanmıştır.
Her yıl yenilenen protokol kapsamında [[Haziran]] ayı başından [[Ekim]] ayı sonuna kadar 6 adet C-130B uçağı [[Antalya]] (2) ve [[Kayseri]]/Erkilet (4) meydanlarında yangın görevlerine müdahale için hazır tutulmuştur. Bu uçaklar sadece ülke sınırlarımız içinde değil, [[Gürcistan]] & [[Suriye]] gibi komşu ülkelerdeki afetlere de müdahale etmiştir. [[Türk Hava Kuvvetleri]] C-130B uçakları 1998 yılından günümüze kadar 21 bölgede 706 sorti 939 saat uçuş yaparak yangınlara müdahale etmiştir. Müdahale edilen afetler arasında [[17 Ağustos]] [[1999]] depreminden sonra başlayan [[Tüpraş]] yangını da vardır.
Ana tasarım amacı yangın söndürme olmayan C-130'larda su boşaltma esnasında uçağın kanatlarına binen yükten dolayı zaman içinde kanatlarda burkulmalar ve büyük çatlaklar gözlemlenmiştir. [[2006]] yılında bir uçağın merkez kanat üst kapağında kopma meydana gelmiş, bu nedenle dünya uçuş emniyeti standartları gereği, yangın söndürme görevlerine planlanan tüm uçaklar benzer tehlikelerle karşılaşma ihtimali doğrultusunda incelemeye alınmış ve 4 adet C-130B uçağında gövde ile kanat bağlantı bölgesinde teknik arızalar tespit edilmiştir. Söz konusu teknik arızaların diğer ülke uçaklarında uçak kanadının kopmasına sebep olduğu bilimsel havacılık verileri dikkate alınarak muhtemel ölümcül uçak düşme olaylarının önüne geçebilmek maksadıyla yangın söndürme uçuşları da dahil tüm görevlerdeki C-130B uçuşları [[2006]] yılında durdurulmuştur. Arızalar giderildikten ve teknik bakımlar tamamlandıktan sonra uçaklar sadece nakliye hizmeti vermek üzere Hava Kuvvetlerindeki görevlerine geri dönmüştür.(( Bununla beraber dünya üzerinde halen başta ABD,Brezilya,Tayvan,Malezya,Tunus,Yunanistan olmak üzere birçok ülkede C-130 uçakları yangınla mücadele faaliyetlerinde kullanılmaya devam edilmektedir.))
[[Dosya:World operators of the C-130 Hercules.svg|right|thumb|250px|C-130 Hercules kullanıcısı ülkeler]]
[[Dosya:C130H.JPG|right|thumb|250px|C-130H Hercules]]
[[Dosya:C-130-3-view.png|right|thumb|250px|C-130 Hercules]]
Boyut Doneleri
Ağırlık Doneleri
Güç Kaynağı
Performans
Personel
[[Kategori:Askerî uçaklar]]
[[Kategori:Nakliye uçakları]]
[[Kategori:Lockheed uçakları]]
[[Kategori:Amerika Birleşik Devletleri uçakları]]
Polipropilen
Polipropilen, otomotiv sanayinde kullanılan parçalardan, tekstil ve yiyecek paketlemesine kadar çok geniş kullanım alanı olan termoplastik bir polimerdir. Monomer propilenin polimer hale getirilmesi ile elde edilen polipropilen kimyasal solventlere (asit ve bazlar) karşı aşırı derecede dirençlidir.
En yaygın ticari polipropilenin , kristal yapısı düşük yoğunluklu polietilen (LDPE) ve yüksek yoğunluklu polietilen (HDPE) arasında bir seviyeye sahiptir. Young modülü (elastizite modülü) de orta seviyededir. Bununla beraber, LDPE'den daha az sert ve HDPE'den çok daha az gevrektir. Bu polipropilenin ABS gibi mühendislik plastiklerinin yerine kullanılmasına izin verir.
Polipropilen, yorulmaya karşı çok iyi direnç gösterir. Düşük maliyetlidir, iyi bir darbe dayanımı vardır. Sürtünme katsayısı düşük olup, çok iyi elektrik yalıtımı sağlar. Kimyasal direnci iyidir. Tüm termoplastik işleme proseslerine uygundur. Polipropilenin, erime sıcaklığı 130 ile 171 °C arasındadır.
Buna karşın şu dezavantajlara sahiptir. UV ışını dayanımı azdır, yüksek termal genleşme gösterir. Boya ve kaplaması zordur. Dış hava şartlarına dayanımı azdır, oksitlenmeye açıktır. Yanıcı olup, klor içeren solventler ile etkileşime girer.
PP
PP şu anlamlara gelebilir:
İlhanlılar
İlhanlılar (İlhanlı) Devleti, (Farsça: ایلخانیان "Īlkhāniyān" veya سلسله یلخانی "Silsilaye Īlḫānī") Cengiz Han'ın torunu Hülagû Han tarafından, merkezi Tebriz olmak üzere Azerbaycan'da kurulan Moğol devletidir (1256).
1243 Kösedağ Savaşı'nda Selçuklu Türklerini yenilgiye uğratan Moğollar Ötüken merkezine bağlı olmak üzere, İran’a geçerek 1256 yılında başkenti Tebriz olmak üzere İlhanlı yönetimini kurdular. (İlhanlı: Hana bağlı topraklar) Başında da Hülagû Han bulunmaktaydı. 1256 yılında Alamut Kalesini ele geçirerek Bâtınîler'in çalışmalarına son verdiler. 1258 yılında ise Bağdatı işgal ederek halifeliğe son verdiler. Bu orduyu Memlûk'lü komutan Baybars mağlup etmeyi başarmıştır. Bu yenilgiden sonra Moğol İlhanlı devleti gerileme dönemine girmiştir ve bir süre sonra yıkılmıştır.
Azerbaycan'ı ele geçiren Hülagû Han, 1258'de Bağdat'ı alarak Abbasî Devleti'ne son verdi. Anadolu Selçuklu Devleti'ni egemenliği altına aldı. Moğollar, Anadolu'nun bilim, kültür ve ticaret merkezleri olan kentlerini yakıp yıktılar ve yağmaladılar. Bu dönemde Anadolu'da ticaret geriledi. Türkler, Doğu ve Orta Anadolu'dan batı bölgelerine doğru göç etmek zorunda kaldılar. Moğollar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasında önemli rol oynadılar. İlhanlılar döneminde Anadolu'nun büyük kısmı İlhanlılara'a ait olduğu için Orta Asya’dan Anadolu’ya yoğun Türkmen göçleri olmuştur.
İlhanlılar, Suriye ve Filistin'i işgalden sonra Mısır'a doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Memlükler, Ayn-ı Câlut Savaşı'nda İlhanlıları yenilgiye uğratarak Filistin ve Suriye'den çıkardılar (1260). Memlûk Sultanı Baybars, İlhanlıları ikinci kez Elbistan'da yenilgiye uğrattı (1277). Memlukler tarafından uğratıldıkları yenilgiler dışında savaş kaybetmediler.
İlhanlılar, Gazan Mahmud Han (1295-1304) zamanında Müslümanlığı kabul ettiler. Aslında bu bölgede(Iran'da)İslam zaten yaygındı. Bunla anlatılmak istenen idarecilerin görüş değişikliğidir; ancak ilhanlı yöneticilerin tam anlamıyla İslamı seçtikleri söylenemez ancak bölgedeki halkın Müslüman olması fikir değişikliğini kısmen de olsa sağlamıştır diyebiliriz yine de İlhanlıların Iran topraklarındaki Müslüman çoğunluğu baskı altında yaşıyordu. Çünkü İlhanlı yöneticiler gelişmekte olan Tibet Budizmi ve Diofizit'i (Nasturilik) teşvik ediyorlardı.
Gazan 1295'de Nevruz'un desteğiyle kuzeni Baydu'yu devirdi.[4] Yardımının karşılığı olarak Nevruz, Gazan'ı Müslümanlığı kabul etmeye razı etti. İslam'a girmesiyle beraber Gazan, adını Mahmud olarak değiştirdi. Ancak çeşitli kaynaklar Müslüman olmasına rağmen Moğol Şamanizmini sürdürdüğünü ve Tengri'ye taptığını belirtirler. Gerçekten de Gazan hatır uğruna Müslüman olmuştu. Moğol şamanların İlhanlı İmparatorluğunda kalmalarına izin verilmiş ve nüfuzları hem Gazan hem de onun halefi Olcaytu saltanatında devam etmiş, ama daha sonra gerilemeye yüz tutmuşlardır.[5] Bundan önce Budizm'i benimsemişlerdi ve Müslümanlar'a karşı Hıristiyanlarla ittifak kurmak istiyorlardı. 14. yüzyılın başlarında çıkan iç karışıklıklar sonucu İlhanlılar parçalandı (1336). İlhanlı topraklarının Azerbaycan bölümünde Çobanoğulları, geriye kalan büyük bölümü üzerinde ise Celâyirliler Devleti kuruldu.
İlhan Ebu Said Bahadır'in 1335'de ölümünden sonra İlhanlılar devleti çözülmeye başlamıştır. İlhan unvanı, 1335-1336 döneminde Arık Böke soyundan Arpa Ke'ün eline geçtikten sonra İlhan unvanı 1336-1357 döneminde yine Hulagu Hanedanı mensupları tarafından taşınmıştır., Fakat bunlar İlhan unvanını bölgesel devletlerin kuklaları olarak taşımışlardır. Bunlardan Musa (1336–1337) Bagdad'da bulunan Ali Padişah'ın kuklası; Muhammed ile Cihan Timur (1339–1340) Jalayırlılar kuklası; Satı hatun (1338–1339), Süleyman (1339–1343) ve Anuşirvan (1343–1356) Çobanoğulları kuklası olarak İlhan unvanı taşımışlardır. Son olarak Tagay Timur 14. yüzyıl ortasında soyunun Cengiz Han ve İlhanlılardan geldiğini iddia ederek Horasan ve Doğu Iran'da İlhan unvanını taşımıştır. Tagay Timur'un Sarbandarlar tarafından öldürülmesi ile İlhanlılar sona ermiştir.
Çince karakterler
Çin yazı karakterleri (Çince: 汉字 / 漢字; Pinyin: hànzì), günümüzde Çince, Japonca ve Korecenin yazılmasında kullanılan simgesel grafikler ya da logogramlardır. Bunlara Mandarin Çincesinde "hànzì", Japoncada "kanji", Korecede "hanja" ya da "hanmun", Vietnamcada ise "hán tự" ya da "chữ nho" adı verilir.
Çin yazısının ilk örnekleri Çin'in Shang Hanedanlığı döneminde, yaklaşık MÖ 1600 yıllarına ait Fal Yazıtlarıdır. Çin karakteri daha sonra Çin dışında Doğu ve Güney Asya'da Kore, Vietnam ve Japonya'da kullanılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda Kuzey Kore ve Vietnam, Çin karakterini kullanmayı tamamıyla bırakmışlardır. Bugün Güney Kore ve Japonya'da ise bu ülkeler kendi yazım sistemlerini geliştirmiş olmalarına karşın Çin karakteri hâlâ kısmen kullanılmaktadır.
Çin yazı karakterleri, alfabeden farklı olarak ses belirtmek için kullanılmaz; bir tür resim yazısından türemiştir. Bu neden |
le farklı dillerde değişik seslerle okunabilir; ancak anlam değişmez. Bu sayede Çincenin yüzlerce farklı lehçesini konuşan Çinliler için tarih boyunca iletişimi kolaylaştıran bir araç olmuştur. Söz dizimi olarak Çinceden tamamen farklı dilleri konuşan Japonlar ve Koreliler ise temel dilbilgisi kurallarını öğrendikten sonra Çince Budist yazmalar gibi belgeleri okuyabilmişlerdir. Bu yönüyle Çin karakteri Uzak Doğu'da kültürel alışverişin temel taşıdır.
Çin'de 1956 yılından sonra "Basitleştirilmiş Karakterler" kullanılmaya başlanmıştır. Buna karşılık Tayvan, Hong Kong ve Makao'da hâlen "Geleneksel Karakterler" kullanılmaktadır.
Türk Deniz Kuvvetleri
Türk Deniz Kuvvetleri, Türkiye'yi denizden gelebilecek her türlü saldırıya karşı korumakla görevlidir. Türk Silahlı Kuvvetleri komutası altındaki en büyük 3.kuvvettir. Komutanı Koramiral Adnan Özbal'dır. Kuruluş tarihi, ilk Türk denizcisi kabul edilen Çaka Bey'in İzmir'de oluşturduğu donanmanın kuruluş tarihi olan 1081'dir.
9 Kasım 2016 tarihinde değiştirilerek kabul edilen Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi ile bu tarihe dek Genelkurmay Başkanlığı kuruluş ve kadrolarında bulunan Komutanlık, Millî Savunma Bakanlığı kadro ve kuruluşuna geçirilmiştir. Ayrıca aynı Kararname, cumhurbaşkanı ve başbakanın kuvvet komutanı ve astlarına emir verebilmesini ve bu emirlerin hiçbir kurum, kuruluş veya kişinin onayı olmaksızın yerine getirilmesini de düzenlenmiştir.
Mudanya Mütarekesi'nin 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanması ile birlikte 14 Kasım 1922 tarihinde Kasımpaşa'daki Bahriye Nezareti binası İstanbul Bahriye Kumandanlığı karargahı haline getirilmiş ve küçük tonajlı harp gemilerinin (Burakreis, Sakız, İsareis ve Kemalreis gambotları ile Taşoz sınıfı üç muhrip) bakım ve onarımlarının yaptırılarak harekata hazır hale getirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır.
Ayrıca, bu çalışmalar paralelinde okul gemisi olarak kullanılması planlanan TCG Hamidiye Kruvazörü onarıma alınmıştır.
Lozan Antlaşması gereği, Boğazlar bölgesinin özel bir komisyon tarafından idare edilecek tarafsız bir statüde olması nedeniyle Marmara Denizi içinde Donanmaya ait üs teşkil edecek bir liman yapılmasına karar verilmiş ve bu maksatla en elverişli bölge olan İzmit Körfezi'nde uygun yerlerin fizibilite çalışmaları yapılmıştır. 1923 yılında Marmara Üssü Bahri ve Kocaeli Müstahkem Mevki Kumandanlığı adı altında yeni bir komutanlık İzmit'te teşkil edilmiş ve aslında kilise olan Fransız okul binası satın alınarak, Komutanlık Karargâhı bu binaya nakledilmiştir. İzmit Bahriye Kumandanlığı ise bu Komutanlığa bağlanmıştır.
İzmir Bahriye Kumandanlığı Karargâhı, İstiklal Harbi’ni takiben Kordon Boyu’nda kiralanan bir bina içinde kurulmuştur. Bu komutanlık deniz emniyet ve müdafaa işlerini yürütmüştür. Emrine Mayın Grubu, Müstahkem Mevki Bahriye Müfrezesi, Uzunada İşaret İstasyonu, İzmir Atölyeleri ve Tayyare Bölüğü verilmiştir.
Donanma Komutanlığı, İstanbul Bahriye Komutanlığı binasında küçük bir bölümde faaliyet göstermiştir. Gemilerin hemen hepsi hurda durumda olduğundan bu Komutanlık öncelikle çalışmalarını gemilerin bakım ve onarımı üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından bir yıl gibi kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Atatürk, 11 Eylül - 21 Eylül 1924 tarihleri arasındaki Karadeniz seyahatini Cumhuriyet Donanması’nın denize çıkan ilk gemisi olan Hamidiye Kruvazörü ile yapmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, Deniz Kuvvetleri gibi çok pahalı bir yatırım ve zaman gerektiren bir gücün bir anda oluşturulamayacağını çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle, Deniz Kuvvetlerinin mevcut durumunu geliştirecek ve geleceğini planlayacak özerk bir Vekaletin kurulması gerekliliğine içtenlikle inanmaktaydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu açık ve kesin desteğinden sonra, Kastamonu Milletvekili Ali Rıza Beyin önerisi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden 30 Aralik 1924 tarihinde Bahriye Vekaleti (Denizcilik Bakanlığı) yasası çıkarılmıştır. Bahriye Vekaleti, Millî Müdafaa Vekaletinden ayrı bir kuruluş olarak görev yapmaya başlamış, eğitim, tatbikat, denetleme gibi alanlarda Erkan-i Harbiye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)’ne bağlanmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında 1928 yılından 1949 yılına kadar Deniz Müsteşarlığı olarak temsil edilen Deniz Kuvvetleri, Yüksek Askerî Şûra'nın 15 Ağustos 1949 günü almış olduğu tarihi bir kararla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı olarak teşkil edilmiştir. Bu yeni teşkilatlanma, Türk Deniz Kuvvetlerinin çağdaş ve güçlü bir yapıya kavuşması yönünde önemi bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Deniz Kuvvetinin tüm yönetimini üzerine alan Deniz Kuvvetleri, mevcut kaynaklarını en rasyonel şekilde kullanarak her geçen gün daha da büyümüş, dünyadaki tüm gelişmeleri takip ederek, emin ve kararlı adımlar atmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 18 Şubat 1952 tarihinde Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO)’na üye olması ile birlikte, Türk Deniz Kuvvetleri de NATO’ya üye olan ülkelerle ilişkilerini artırmış; kuvvet yapısını, eğitim doktrinini, imkan ve kabiliyetlerini geliştirmiş ve NATO standartlarında harekat icra edebilen bir hüviyet kazanmıştır.
Bu dönemde, 4 Nisan 1953 tarihinde TCG Dumlupınar denizaltısının Çanakkale Boğazı’nda İsveç şilebi Naboland ile çarpışması sonucu 81 denizaltıcı hayatını kaybetmiştir.
Deniz Kuvvetlerinin büyüyen ve gelişen ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla 1961 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı:
şeklinde dört ana ast komutanlık olarak yeniden teşkilatlandırılmıştır. Deniz Eğitim Komutanlığının ismi 1995 yılında Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı olarak değiştirilmiştir.
Kıbrıs Sorunu 1960’lı yıllarda yoğun olarak ülke gündemini işgal etmeye başladığında çeşitli ihtimaliyat planları yapılmış ve güçlü bir Çıkarma Filosunun tesis ve idamesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler paralelinde, yurt içinde amfibi gemi ve araçlarının inşasına öncelik verilirken, yurt dışından da özellikle tank çıkarma gemisi tedariki yönünde planlamalar yapılmıştır. Türk Deniz Kuvvetleri, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nda kilit rol oynamış ve amfibi harekatı başarı ile gerçekleştirerek, amfibi ve kara birliklerinin emniyetle Kıbrıs’a çıkmasını sağlamış; aynı zamanda hem Kıbrıs’a yönelik düşman takviyesini engellemiş hem de kara harekatına deniz top ateş desteği sağlayarak, askeri ve siyasi hedeflerin ele geçirilmesinde büyük rol oynamıştır. Türk Deniz Kuvvetleri, harekat sırasında 67 mensubunu (54 denizci, 13 deniz piyadesi) ve TCG Kocatepe (D-354) muhribini kaybetmiştir.
1980’li yıllar Türk Deniz Kuvvetleri'nin Cumhuriyet dönemindeki gelişiminin tepe noktasına doğru ivme kazandığı yıllar olmuştur. Bu yıllarda, muhtelif modernizasyon projeleri gerçekleştirilmiş; Deniz Kuvvetlerinin harp silah ve araçlarında tek kaynağa bağlı kalmamak hedefine yönelik önemli adımlar atılmıştır. Gölcük Tersanesinde 1980 yılında inşa edilen 1000 tonluk Ay Sınıfı denizaltı, Türk denizaltıcılığının gelişim sürecinde önemli dönüm noktalarından birisini teşkil etmiş; yine Gölcük’te 1988 yılında inşa edilen ilk modern fırkateyn olan TCG Fatih (F-242), Gölcük Tersanesinin uluslararası arenadaki prestijini daha da artırmıştır.
Bazı alanlardaki imkan ve kabiliyetlerini 1980’li yıllarda istenilen seviyeye çıkaramayan Türk Deniz Kuvvetleri, 1990’lı yılların sonunda gerçek anlamda bir açık deniz kuvveti hüviyeti kazanmıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu yıllarda harbe hazırlık seviyesi ve harekat kabiliyetini önemli ölçüde geliştirmiştir. Bu dönemde, Kara ve Hava Kuvvetleri ile yapılan müşterek harekata yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmiş; Hava Kuvvetleri uçakları ile Orta ve Doğu Akdeniz de dahil olmak üzere, açık denizlerde müşterek harekat icra edebilme yeteneği artırılmıştır.
Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi de, 1987 yılında Aksaz Deniz Üssü’nün Ege ile Akdeniz’i buluşturan stratejik bir mevkide tesis edilmesi olmuş; böylece, hem Türk Deniz Kuvvetleri hem de dost ve yabancı ülke gemilerini üs ve liman kolaylıkları açısından desteklemek üzere ilave bir yetenek kazanılmıştır.
1961 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Karargâh ve 4 ana ast komutanlık olarak teşkilatlandırılmıştır.
Sualtı Taarruz Komutanlığı , İstanbul
Donanma Komutanlığı
Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, İstanbul
Güney Deniz Saha Komutanlığı, İzmir
Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı, Beylerbeyi, İstanbul
Türk Deniz Kuvvetleri'nin operasyonel kabiliyete sahip 14'ü sabit kanatlı uçak 37'si helikopter olmak üzere toplam 51 hava aracı vardır.
Şehit
Şehit ( , çoğulu: ) kutsal bir ülkü, din veya inanç uğrunda ölen kimse. Şehit olma eylemine ""şehâdet"" adı verilir.
Arapça kökenli şehadet sözcüğü Arapçada "tanıklık" şehit de "tanık" anlamına gelir. Şehadet sözcüğünün Türkçede tanıklık anlamında kullanımı yok olmaya yüz tutmuştur. Bununla birlikte aynı kökten gelen "şahit" sözcüğü "tanık" anlamında kullanılmaya devam eder.
Ülkeler belirli teamüllere ve yasalarına göre şehitliği çeşitli şekillerde tanımlarlar.
Türkiye'de şehit kavramı zamanla dinî anlamından sıyrılıp vatanını veya milletini müdafaa yolunda ölen herkes için kullanılır hale gelmiştir. Türkiye'de şehit olarak nitelendirilen kimseler şu kategoriler altında toplanabilir:
Bu kimseler, inançlarına bakılmaksızın, Türkçe medyada yaygın şekilde "şehit" olarak nitelendirilirler. Bunların bir kısmının şehadeti, bağlı oldukları kurumların tüzükleri ve yasalarla da sabittir ve geride kalan yakınları devletten tazminat veya maddi yardım almaya hak kazanabilirler.
Bunun haricinde bazen dinî, siyasî ve ideolojik görüşleri veya eylemleri nedeniyle öldürülmüş kimseler de yakınları, dava arkadaşları, meslek arkadaşları veya taraftarları tarafından "şehit" olarak nitelendirilirler: "Basın şehitleri", "devrim şehitleri", "PKK şehitleri" vb.
Birçok dinde şehit ve şehâdet kavramına rastlanır.
Hristiyanlıkta şehadet kavramı savaşta ölenlerin aksine daha çok inancı nedeniyle -genellikle zulüm görerek- öldürülen din büyüklerini tanımlamakta kullanılır. Hristiyan şehitlerinin büyük bölümü Roma İmparatorluğu'nda Hristiyanlığın yayılmaya başladığı dönemler |
de öldürülen erken dönem Hristiyanlarıdır. Hristiyan şehitlerinin bir kısmı azizlik ve azizelik mertebesine yükseltilmişlerdir.
Şehit, İslam dininde Allah yolunda vefat etmiş bir müslümana verilen isim ve makamdır. Kur'an'da sıklıkla bu kimselerin kurtuluşa erdiği, ahiretteki makamlarının diğer insanlardan üstün olacağı belirtilir.
Hanefi mezhebi alimlerinin görüşlerine göre şehitlik üçe ayrılabilir:
Paskalya Adası
Paskalya Adası, (İspanyolca "Isla de Pascua", Rapanui dilinde "Rapa Nui") Büyük Okyanus'un güney doğusunda Şili'ye bağlı bir ada.
Şili sahillerinden 3700 km, Tahiti'den ise 4000 km uzaktadır. Çok izole kalmış bu ada, üzerinde yaşam olan en yakın yer olan Pitcairn Adası'nın bile 2000 km doğusundadır. 2002 yılı itibarıyla 3.791 kişilik nüfusa sahiptir.
Doğu Pasifik'de bulunan Paskalya Adası, birçok pasifik adasının karakteristik geniş sahiline sahip değildir. Sahili dik olarak denizin 3000 metre derinliğine kadar iner. Kumsal çok ender köşelerde (mesela kuzey sahilindeki palmiye ormanının yakınında), kayda değmez nitelikte bulunur.
Ada, yüksekliği 13 km olan bir dik üçgen görünümünde olup alanı 162,5 km² dir. Üç adet sönmüş volkandan oluştuğundan, tabiatında volkanik geçmişinin etkileri vardır. Bunlar güneydoğudaki Rano Kao, doğudaki aynı isimli yarımada üzerinde olan Poike ve kuzeydeki Maunga Terevaka'dır. Bu sonuncusu 508 m yüksekliği ile merkezdeki adanın en yüksek noktasıdır. Adanın güneybatısında, üzerinde yaşam olmayan "Motu Iti, Motu Kao Kao" ve "Moto Nui" batısında "Motu Tautara" ve Poike Yarımadası'nın karşısında ise "Motu Maroturi" isimli adacıklar bulunur.
Paskalya Adası'nın iklimi yarı tropiktir, dolayısıyla sıcaktır. Mevsimsel farklılıklar düşük seviyede hissedilir. Bölgesel bir rüzgar sistemi olan "Passat Rüzgarları" hüküm sürer. Yağışlar ortalama yıllık 1.150 mm dir. Yıllık sıcaklık ortlaması 21 °C olup en soğuk ve yağışlı aylar Temmuz ve Ağustos'dur.
Şu an hüküm süren bitki örtüsü, adanın geçmişindeki bitki örtüsüne uymaz. Bu eko sisteme insani müdahalelerin sonucudur. Botanikçi arkeologlar adanın zamanında "Jubaea" cinsi palmiye ormanları ile kaplı olduğu sonucuna varmışlardır. 9. ila 17 yüzyıllar arası bu ağaçlar sürekli olarak yok edilmişlerdir. Bu zaman içinde yok edilen ağaç sayısının 10 milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Palmiye ormanları, sürekli esen rüzgara ve dolayısla kurumaya karşı, adadaki tarımı koruyordu. Bu kayıp, ayrıca erozyonlara bunun sonucundada ada nüfusunda gerilemeye yol açtı.
Bugün, eski bitki örtüsünden kalan, Rano Kao krater gölündeki, Totora ("Scirpus californicus") isimli bir bitkidir. Bu bitki, adanın eski sahipleri tarafından (mesela ev yapımı gibi) çok amaçlı şekilde kullanılmıştır.
Bugün ağırlıklı olarak Paskalya adasında otluk alanlar egemendir. Güneybatının geniş bir alanında yöreye özgü "guave" çalıları yayılmıştır. Son yıllarda, daha önce adada olmayan hindistan cevizi palmiyeleri türetilmiştir. Ayrıca patates, tatlı patates, şeker kamışı ve çeşitli tropik meyveler yetiştirilmiştir.
Büyük hayvan olarak sadece at, sığır, koyun, domuz gibi evcil hayvanlar mevcuttur. Adanın eski hayvanlarından Polonezya sıçanı ("Rattus concolor"), adaya ilk yerleşenlerin yemek amacıyla beraberlerinde getirdikleri bir hayvandı, ayrıca yine bu kişilerle gelen sıçanlar tarafından kovularak buradaki nesli tüketilmiştir. Bunun dışında insanlara zarar verecek ya da hastalık saçacak bir hayvan adada bulunmaz.
Büyük Okyanus'a özgü birçok deniz kuşuyla beraber, denizin derinliklerinde de efsanevi "dev kalamar"ların yaşadığı tahmin edilmektedir.
Burası için ilginç olan bir canlı türü de ismini Pater Englert'den alan "Cypraea englerti" adlı bir deniz salyangozudur; bu tür sadece Paskalya ve onun 400 km doğusundaki, üzerinde yaşam olmayan Sala y Gomes adasında görülür.
Ada'yı ilk gören Avrupalılar korsan Edward Davis ve adamlarıdır. Davis 1687 yılında Galapagos Adaları'ından gelip, Horn Burnu'na doğru yol alırken, tesadüfen ufukta bu adayı görür ve bunun, var olduğu söylenen Güney Kıtası olduğunu düşünür. Ancak karaya çıkmak mümkün olmaz.
Ada bugünkü ismini 1722 yılının Paskalya bayramının arifesinde, ticari amaçlarla gemisiyle buradan geçerken burada karaya çıkan Jakop Roggeveen'den almıştır. Roggeveen ertesi gün Paskalya olduğundan adaya "Paasch Eyland" (Paskalya Adası) demiştir. Carl Friedrich Behrens'in, katıldığı bir seferden sonra Leipzig'de yayınladığı bir rapor, dikkatleri o zamana kadar çok az tanınan bu adaya yöneltir.
Daha sonraki kaşif İspanyol Don Felipe Gonzales, adayı İspanyol Krallığı tabiyetine almıştır. Gonzales 15 Kasım 1770'te adaya inmiş, çeşitli noktalara İspanyol egemenliği adına haçlar yerleştirmiş, adaya "San Carlos" adını vermiştir. Ancak takip eden yıllarda İspanya, bu işgalle ilgilenmeyip, kayıtsız kalmıştır.
İkinci güney seyahati sırasında, 13-17 Mart 1774 tarihleri arasında, James Cook da adayı ziyaret etmiştir. James Cook adadan fazla etkilenmemiş ve seyir defterine ""Hiçbir millet, bu adayı araştırma onuruna ulaşmak için savaşmaz. Bu gemi seyahati sırasında bize bu adadan daha az sunacak şeyi olan ada yoktur"" diye not düşmüştür.
1786 yılında Fransız kont Jean-François de la Perouse, yelkenle dünyayı dolaşırken, 16. Ludwig'in emriyle adanın haritasını çıkarmak, güney okyanusu halkını araştırmak maksadıyla adaya inmiştir.
Avrupalı ada misafirlerinin beraberlerinde adaya hastalık da getirmeleri ada nüfusunun gerilemesine sebep olmuştur. Tarihin karanlık sayfalarından biri de, Perulu köle tacirlerinin, adaya 1859-1861 yılları arasında seferler düzenlemesi ve yaklaşık 1500 ada sakinini köle olarak çalıştırmak amacıyla beraberlerinde götürmeleri olmuştur. Bu durumlar ve çiçek hastalığı salgını, 1877 yılında ada nüfusunun 111 kişiye kadar düşmesine sebep olmuştur.
1882 yılında Almanlar da adaya etnolojik incelemeler yapmak gayesiyle gelmişler, örf, adet, yazı, dil gibi tanımlamaları yapmışlardır. Adadaki "Moai" adı verilen insan heykellerinin 1886 yılında ilk defa fotoğraflarını çeken kişi ise ABD'ye ait "Mohican" gemisi ile buraya gelen, gemi doktoru "William Thomson"'dur.
Dünyaca ünlü, her turistik kitapta anlatılan taş heykeller Moai diye adlandırılırlar. Pater Sebastian Englert, bu heykellerden 638 tanesini numaralandırmış ve kategorize etmiştir. Esasında bu heykellerin daha önceden 1000 adedin üstünde olduğu tahmin edilmektedir.
Çok sayıda araştırmaya rağmen bunların ne amaçla yapıldığı bilinmemektedir. Tam ne zaman yapıldığı da bilinmeyen heykellerin, M.S. 1000 ile 1600 yılları arasında inşa edildiği tahmin edilmektedir. Yine tahminlere göre bu taş heykeller yerlilerin ruhlarla iletişim kuran atalarıdır.
En uzun Moai'ye Paro denir ve yaklaşık 10 metre uzunluğa, 82 ton ağırlığa sahiptir. En ağır Moai ise 86 tondur ve tamamlanamamıştır. Eğer tamamlansaydı 21 metre uzunluğa ve 270 ton ağırlığa sahip olacağı tahmin edilmektedir."Moai"lerin boyları yaklaşık 11 metredir. Ağırlıkları da yaklaşık 55 tondur. Adanın doğusundaki "Rano Raraku" yanardağının tüf ve taşlarından yontulmuştur. "Ahu" adı verilen platformlar üzerinde yerleşmiş heykeller, bakışları yerleşim bölgesini görecek şekilde yerleştirilmişlerdir. Ahular o kadar güzel işlenmişlerdir ki yontma taş plakalarının arasına bıçak sırtı bile sığmaz.
Paskalya Adası, 1967 yılında ilk yolcu uçağının bu adaya inmesinden beri önemli turistik bir yer haline gelmiştir. Bugün de adaya Şili'den 5 saatlik bir uçuşla ya da Tahiti'den ulaşılır. Santiago'dan haftanın belli günleri ülkenin resmi havayolu şirketi LAN Chile sefer düzenler. Adanın limanı küçük olduğundan buraya düzenli bir feribot seferi yapılmaz.
Ada halkının ağırlıklı geçim kaynağı turizmdir. Gelen turistler buradaki pansiyonlarda ya da 3 yıldızlı otellerde konaklarlar.
Gelir
Gelir, kişinin dönem başındaki servetinin dönem sonundaki servetine eşit olması koşuluyla, o dönem içinde tüketebileceği mal ve hizmet miktarı toplamıdır.
Gelir Vergisi Kanunu'na göre ise Gelir; bir kişinin, bir takvim yılı içerisinde elde ettiği kazanç ve iratların safi (net) tutarıdır. Gelir Vergisi Kanunu'na göre geliri oluşturan kazanç ve iratlar şunlardan oluşmaktadır:
Elektromiyografi
EMG veya elektromiyografi, sinir ve çizgili kasların elektrik potansiyelinin incelenmesine dayanan bir nörolojik tetkik yöntemidir. Bu yöntemde kullanılan tıbbi cihaza elektromiyograf, cihazın kaydettiği veriye elektromiyogram denir. Tıbbi anomalikleri, aktivasyon seviyesini teşhis etmek veya insan veya hayvanların biyomekanik hareketini analiz etmek için sinyaller kullanılabilir.
Elektrik kaynağı, kas zar potansiyelidir ve yaklaşık -90 mV'tur. Tetkik edilen kasa bağlı olarak ölçülen EMG potansiyel değerleri asgari 50 μV, azami 20 ile 30 mV arasındadır.
Kas motor birimin tekrarlanan değeri, kasın evvelki aksonal hasar ve diğer faktörlerin büyüklüğüne bağlı olarak yaşlaşık 7-20 Hz'dir. Motor birimlerdeki hasar esnasında potansiyel değerinin 450 ile 780 mV arasında olması beklenir.
EMG, iki bölümden oluşan bir tetkiktir. Birinci bölümde; iletim çalışmasında sinirlerin ne kadar hızla iletim yaptığını hesaplar. Kasların üzerine yerleştirilen elektrotla ilgili sinire çok hafif bir elektriksel uyarım verilir. Hastaya hiçbir zararı yoktur. Sadece kalp pili olan hastalarda bu tetkik kalpte ritim bozukluğuna (aritmi) neden olabileceği için yapılmaz. İkinci bölümde ise, çok ince özel olarak yapılmış, sadece bir hastaya kullanılıp atılan "disposable" iğneler kullanılır. Gerekli kaslara girilerek bu kasların aktivitesine bakılır. Bu bölümde elektrik uyarımı yoktur. Bu bölümde ise "Coumadin" adlı kan sulandırıcı kullananlarda dikkatli olunur.
Bel ve boyun fıtıkları, kas hastalıkları, motor nöron hastalığı, nöropatiler, sinir hasarı gibi ön tanısı olan hastalara uygulanır.
Tetkik öncesi hastaya bilgi verilir ve randevu alırken el ve ayaklarının sıcak olarak gelmesi önerilir. Aç olmaları gerekmez.
Nadir Göktürk
Nadir Göktürk (d. 1950, Mersin) Türk söz yazarı ve besteci, Ezginin Günlüğü grubunun klavyecisi.
Nadir Göktürk, Türk Musikisi Devlet K |
onservatuvarı'ndan mezun oldu. Ezginin Günlüğü'ne cura çalarak dahil oldu, ilk albümden itibaren besteleri ve şarkı sözleriyle grubun önemli ismi oldu. 1990'dan sonra dağılan grubu başka isimlerle tekrar bir araya getirdi. Grubun en eski üyesidir. Birçok sinema filmi ve belgesel için müzikler yazdı.
1950 Mersin doğumlu. Mersin ve Urfa’da geçen ilk çocukluk yıllarından sonra, ilk ve orta eğitimini Bursa’da tamamladı. 1967-1971 yılları arasında, önce İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı daha sonra da İ.Ü. İktisat Fakültesi’ne devam etti. 1971 yılında ayrılıp askere gittikten sonra 1973 ve 1975 yılları arasında Almanya’da Stuttgart şehrinde yaşadı. İstanbul’a döndükten sonra 1976 yılında, yeni kurulmuş olan İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na girdi ve bu okulu 1979 yılında bitirdi.
Bu okulda Yavuz Top ve Arif Sağ’la bağlama, Nida Tüfekçi’yle folklor, Neriman Altındağ Tüfekçi’yle Halk Müziği repertuarı, Laika Karabey’le Klasik Türk müziği nazariyatı, Bekir Sıtkı Sezgin’le Klasik Türk müziği repertuarı, Yalçın Tura’yla armoni ve Saadettin Heper’le ‘usul’ çalıştı. Ayrıca Saadettin Heper’den: Klasik Türk müziği ve Dini Musiki formları, tarihi, ekolleri konusunda, gerek Hacı Arif Bey’e kadarki ve gerek Hacı Arif Bey’den sonraki dönemle ilgili, bilgi, tecrübe ve yorumlara dayalı dersler aldı. Yine Saadettin Heper’den, Klasik Türk müziğinin geleneklerini, adetlerini ve usta-çırak ilişkilerini öğrendi.
1965 yılından beri çeşitli müzik gruplarında şarkı yazarı, aranjör ve müzisyen olarak çalışan Nadir Göktürk,1982 yılından bu yana da "Ezginin Günlüğü" Müzik Topluluğu'nda çalışmaktadır.
1980 yılından sonra birçok belgesel, sinema ve televizyon filminin de müziklerini yapmıştır.
Ayrıca, çeşitli tiyatro-oyun, sahne-dans, tv programı müzikleri; yurtiçi ve yurtdışında çeşitli radyo-televizyonlar için kanal, program ve reklam jingle'ları; çeşitli müzik albümlerinde aranjörlük; çeşitli şiir albümlerinde fon müziği; çeşitli müzik albümlerinde yer almış 100 kadar şarkısı bulumaktadır. “Oyunbozan” Film Müziği albümü (Soundtrack 2000); “Notalarla Ezginin Günlüğü Şarkıları” nota kitabı (2004) yayınlanmıştır.
Ayrıca, 2004 yılından bu yana 'Bolahenk' grubuyla birlikte, tv dizi müzikleri yapmaktadır.
2013 yılında, şarkılarını Ebru Yılmaz Kale ile birlikte söylediği "Süslü Saksı Sokağı" adındaki ilk solo albümünü yayımladı.
Hüsnü Arkan
Hüsnü Arkan (d. 1958, Kınık), Türk söz yazarı, besteci, yazar ve Ezginin Günlüğü grubunun eski vokalisti.
1958 yılında Kınık'ta dünyaya geldi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu, yazıyla ve müzikle ilgilenmeye başladı. 1985 yılında gittiği Amsterdam'da 8 yıl kaldı, kurduğu müzik grubuyla Avrupa'nın birçok kentinde konserler verdi. Temmuz 1991'de "Bir Yalnızlık Ezgisi" isimli ilk solo albümünü yayımladı. Emin İgüs`ten sonra 1993'te İstavrit albümüyle vokalist, söz yazarı ve besteci olarak gruba katıldı. Nadir Göktürk ile birlikte 1993'ten bu yana çıkan Ezginin Günlüğü albümlerinin mimarlarından oldu. Aynı zamanda ""Ölü Kelebeklerin Dansı"" (1998), ""Menekşeler Atlar ve Oburlar"" (2001), ""Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer"" (2005), ""Uyku"" (2008), ""Mino 'nun Siyah Gülü"" (2011),Hırsız ve Burjuva adlı altı romanı, "Hiçe Doğru" (2005) adlı bir şiir kitabı yayımlandı.
2010 yılında Ezginin Günlüğü grubundan ayrıldı ve 13 Ocak 2011'de ""Solo"" isimli ikinci albümünü yayımladı. Ekim 2011'de ilk single çalışması olan ""5 Mayıs""ı yayımladı. 4 Mart 2013'te ""Yalnız Değiliz"" isimli üçüncü albümünü yayımladı. Arkan'ın dördüncü solo albümü "Kırık Hava", 19 Ekim 2015 tarihinde yayımlanmıştır.
Jimnaz
Jimnaz bazı ülkelerde orta eğitim kurumlarına (ortaokul ama genelde lise) verilen isimdir. Günümüzde Almanya dışında pek kullanılmamaktadır. Osmanlıdaki İdadî mektebinin Çarlık Rusyası ve 17-19. yüzyıl arası Avrupa devletlerineki karşılığıdır.
Fransa`sa günümüzde spor salonu karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Katabolizma
Yadımlama veya Katabolizma, enerjice zengin ve büyük moleküllü moleküllerin daha küçük moleküllere parçalanması olayı ve bu işlemler sürecidir. Yani metabolizmanın "yıkım" aşamaları olarak da genellenebilir. Katabolizma kapsamında besin maddeleri niteliğinde olan uzun moleküllerin hücre içinde enzimlerin katalizörlüğünde parçalanarak, molekül bağlarında depolanmış enerji açığa çıkarılıp kullanılır.
Katabolizma tepkimeleri sırasında ortaya çıkan enerjinin bir bölümü, hücrenin yaşamsal etkinliklerinde kullanılırken bir bölümü de ATP molekülünün fosfat bağlarında, daha sonra kullanılmak üzere depolanır. Fotosentez bu olay için örnek olarak gösterilebilir.
Katabolizma süreçleriyle enerjinin açığa çıkması üç aşamada gerçekleşir:
Besin maddeleri olarak tanımlanan, enerji içeren organik bileşiklerin hücre içinde yıkımıyla ATP sentezlenmesi süreçleri, iki kategoride incelenir. Bunlar;
Oksijensiz katabolizma süreçlerinde besin maddelerinin oksijen kullanılmaksızın yıkımı sonucunda ATP sentezlenir. Ancak bu moleküllerin oksijen kullanılmadan yıkımı, karbondioksit ve suya kadar sürdürülemeyeceği için, moleküler bağlar arasındaki kimyasal enerjinin büyük bir bölümü, ATP sentezi için kullanılamaz.
Oksijensiz katabolizma, büyük oranda fermantasyon tepkimeleridir. Ancak hayvansal hücrelerde de belirli durumlarda oksijensiz katabolizma tepkimelerinden yararlanılır. Retina ve kıkırdak hücrelerinde esas olan oksijensiz tepkimeler iken, kas hücrelerinde, yeterli oksijen ulaşmadığında kullanılan tepkimelerdir. Öte yandan kısa bir süre içinde yüksek efor gerektiren hareketlerde –örneğin yüzme, kısa mesafe koşu gibi sportif etkinliklerde- oksijensiz katabolizma yoluyla enerji sağlamanın daha kısa sürede gerçekleşmesi nedeniyle bu tepkimeler devreye girecektir.
Oksijenli katabolizma süreçlerinde ise besin maddelerinin yıkımı, karbondioksit ve suya kadar sürdürülebilir ve içerdikleri tüm kimyasal enerji açığa çıkarılabilir. Ancak bu enerjinin sadece yarısı ATP sentezinde kullanılabilir, kalan yarısı ısı enerjisine dönüşür.
Hücre, katabolizma tepkimelerini ister oksijenli ister oksijensiz olarak yapsın, başlangıç reaksiyonları hücrenin sitoplazmasında gerçekleşir ve hep aynıdır. Bu reaksiyon dizisi glikozun pürivata kadar parçalandığı süreçtir ve glikoliz olarak adlandırılır.
Hafta
Hafta, 7 günden oluşan zaman birimi. Farsça yedi manasına gelen haft/heft kelimesinden türetilmiştir. Türk lehçelerinden Tıva Türkçesinde Yedilik anlamında söyleyişlerine uygun olarak "çedilik" diye söylenmektedir.
Gün
Gün, günlük kullanımda yirmi dört saate karşılık gelen bir zaman birimidir. Bu süre yaklaşık olarak Güneş'in belli bir noktadaki meridyenden iki geçişi arasındaki zamanın yıl içerisindeki ortalamasıdır. Dünyanın uzak yıldızlara göre kendi ekseni etrafında bir tam tur yapması için gereken süreye yıldız günü denir, gözlemevlerinde kullanılan bu zaman birimi 23 saat 56 dakikadır.
Bir takvim günü, gece saat 24.00'dan (12.00 veya 00.00 olarak da adlandırılır) ertesi gece 24.00'a kadar olan saat dilimidir. Bununla birlikte 'gün' tabiri ile bazen, gündoğumundan ertesi gündoğumuna kadar olan zaman veya sadece gündüz kastedilir.
Bir haftada yedi gün vardır. Bunlar, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Pazar olarak adlandırılırlar. Haftanın günleri gece yarısı 24.00'da başlar ve ertesi gece aynı vakitte sona erer.
Bir yıl içerisinde 365 tam gün vardır. Bir ay içerisinde 28, 29, 30 veya 31 gün vardır.
Not: Şubat ayı 28 gündür. 4 yılda bir Şubat ayı 29 gündür. Dün olarak önceki gün, yarın ise sonraki günü gösterir.
Yıl
Yıl veya sene; Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinde bir tur yapmasına karşılık gelen, yaklaşık 365 ¼ günlük zaman dilimi. Bir takvim yılı 365 gün, artık yıl ise 366 gündür. Bir takvim yılında 12 ay veya 52 hafta vardır. Miladî takvimde yıl 1 Ocak'ta başlar ve 31 Aralık'ta sona erer.
Güneş yılı: Takvim yılı hesaplanırken güneş yılı baz alınır. Bir güneş yılı veya "tropikal yıl", kuzey yarıkürede iki ilkbahar ekinoksu (gün-tün eşitliği) arasında geçen süredir. Bu nedenle "mevsim yılı" olarak da bilinir. Bir güneş yılı 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 saniyedir.
Yıldız yılı: Bir yıldız yılı, Güneş'in uzaydaki yıldız fonu üzerinde aynı konuma gelmesi için geçen süredir. Yıldız yılı, 365 gün 6 saat 9 dakika ve 10 saniyedir. Güneş yılı ile arasındaki fark Dünya'nın dönüşü nedeniyle meydana gelen yalpalamadan kaynaklanır.
Anomali yılı: Anomali yılı, Dünya'nın Güneş'e en yakın olduğu konumdan (perihelion) art arda iki geçişi arasındaki zamandır. Bir anomali yılı 365 gün 6 saat 13 dakika ve 53 saniyedir.
Ay yılı: Ay yılı, Ay'ın 12 evresine göre hesaplanır ve 354 gün, 8 saat uzunluğundadır.
Kozmik yıl: Kozmik yıl, Güneş sisteminin Samanyolu galaksisinin merkezi etrafında attığı bir turun süresidir ve yaklaşık olarak 225 milyon yıla denk gelir.
Derece (birim)
Derece, bir çemberin 360'da birine karşılık gelen açı birimidir.
Santigrat
Santigrat, iki ölçme değeri arasının 100'e bölümüyle elde edilen değer. Santigrat, °C sembolü ile gösterilmektedir. Terim, metrik sistem ile birlikte 18. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkmıştır.
Tanımdan anlaşılabileceği gibi santigrat, gratın (grad = derece) yüzde biridir. Yüz anlamındaki "centum" ve derece anlamındaki "gradus" Latince kelimelerinin birleştirilmesi ile türetilmiştir. Kelime günümüzdeki kullanım biçimi ile Türkçeye Fransızcadan girmiştir.
1954'te Kelvin ölçeğinden 273,15 çıkararak tanımlanan Celsius ölçeği, 1887'de tanımlanan santigrat ölçeğine çok yakındır. Arada günlük kullanımda göz ardı edilebilecek bir fark olduğundan "derece celsius" ile "santigrat", dönüşümlü olarak kullanılabilir. Santigrat, aynı zamanda açı ölçmekte de kullanıldığı için birçok dilde kullanımını aynı zamanda da daha kesin bir ölçek olan derece celsiusa bırakmışsa da Türkçede yaygın olarak kullanılmaktadır.
Her Şey Yalan (albüm)
Her Şey Yalan, Müslüm Gürses`in 1991 yılında Elenor Plak`tan çıkan albümünün adı. Gürses, Zülfü Livaneli`nin "Çırak Aranıyor" ve Adnan Ergil`in "Böyle Ayrılık Olmaz |
" parçalarını yorumlamasının yanı sıra Ali Tekintüre gibi eski isimlerle de çalışmıştır. Albümdeki eserlerin düzenleme ve müzik yönetmenliğini de Ali Osman Erbaşı yapmıştır.
Ton
Ton şu anlamlara gelebilir:
Ton (birim)
Ton (sembolü: t), 1000 kg'den oluşan kütle birimi. Metrik Ton olarak da bilinir. Büyük kütleleri ifade etmede kg yeterli olmamakta ve 1000 kg'a eşit olan ton kullanılmaktadır. Günlük hayatta özellikle taşımacılıkta ton kg yerine kullanılmaktadır.
Kilogram
Kilogram (sembolü kg) Uluslararası Birimler Sistemi'nde (SI, Fransızca "Le Système International d’Unités" 'den kısaltma) kütlenin temel birimidir. Kilogram, Uluslararası Kilogram Prototipi'nin kütlesine eşit olarak tanımlanmıştır, bu da bir litre suyun kütlesine neredeyse eşittir. Adında bir SI öneki (k) içeren tek SI temel birimidir. Ayrıca, farklı laboratuvarlarda ölçülebilecek temel fiziksel bir özellik yerine, insan yapımı bir cisme dayandırılmış tek SI birimidir.
1889 yılında sabit bir etalon kütle olarak kabul edilmeden önce kg, +4 °C de 1 dm³ saf suyun kütlesi olarak tarif edilirdi. Aynı yıl Fransa'nın başkenti Paris'teki Milletlerarası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu'nda bulunan iridyum ve platinden yapılmış, 39 mm çapında ve 39 mm yüksekliğinde silindir şeklindeki etalon cismin kütlesine eşit kabul edilmiştir.
Herodot Tarihi
Bu Halikarnasoslu Herodotun araştırmasıdır.
İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın. Yunan ve olmayanların yarattığı harikalar isimsiz kalmasın. Amacım bir de bunlar neden savaşırlardı, anlaşılsın. Herodot Kliodan alıntı. Persler ve Yunanlar arasındaki gerginliklerden de söz etmiştir.
Christa Wolf
Christa Wolf (18 Mart 1929 - 1 Aralık 2011), Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde (Doğu Almanya) yaşamış ve sosyalizmi benimsemiş romancı, edebiyat eleştirmeni, deneme yazarı.
1949 yılında üye olduğu Sovyet yanlısı Sosyalist Birlik Partisi'ni ve devletin uyguladığı baskıyı eleştirdi. 1989-90'da parti üyeliğinden ayrıldı. Jena ve Leipzig'de "Germanistik" öğrenimi gördü. 1993 yılında açıklanan belgeler 1959-61 arasında Stasi için muhbir olarak çalıştığını göstermektedir.
Birçok eserinde DAC yönetimine dolaylı yoldan eleştirilerini sürdürdü. Örneğin Kassandra adlı eserinde öykü tamamiyle Truva'da geçmektedir. Ancak Yunanlarla Truva'lılar arasında geçen savaşın doğu ve batı bloklarının savaşını andıran özelliklerini ortaya çıkarıp değerlendirmektedir.
Demokratik Alman Cumhuriyeti döneminde devlet yönetimini açıkça eleştirdiği halde yazar Karl Marx'ın öğretilerine bağlı kalmış ve "iki Alman cumhuriyetinin birleşmesi"ne karşı çıkmıştır.
Kassandra
Kassandra, Troya Kralı Priamos ve Hekabe'nin en güzel olduğu rivayet edilen kızıdır. Kassandra aynı zamanda Yunan mitolojisinin bir kahramanıdır. Savaşı yaşamış ve savaşta ağabeyi Hektor'u ve sözlülerini kaybetmiştir. Troya atı'nın getireceği tehlikeden dolayı çevresini uyarmaya çalışmıştır, ancak dinleyeni olmamıştır.
Kassandra'nın en büyük arzusu geleceği bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon (diğer bilinen adıyla Phoibos) görür görmez bu güzel kızı arzuladı ve ona bir teklif sundu; Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme yeteneği verecekti.
Kassandra bu teklifi kabul etti. Apollon, Kasandra' nın ağzına tükürdü ve Kasandra geleceği görme yeteneğine sahip oldu. Ama Apollon ile birlikte olmadı. Bakire bir rahibe olma isteği Apollon'a verdiği sözden daha ağır basmıştı. Bir rivayete göre de aslında en başından beri Apollon ile birlikte olmaya niyeti yoktu, sadece geleceği görme yeteneği almak için Apollon'u kandırmıştı.
Apollon bu duruma çok sinirlendi ve Kassandra'yı lanetledi. Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktı. Ve asıl ağır darbe; asla rahibe olamayacaktı. Tam tersine bir kadın olarak aşağılanacaktı.
Gerçekten de öyle oldu. Troya Savaşı'nı ve savaşın sonucunu görmesine rağmen kimseyi gördüğü şeylerin yaşanacağına inandıramadı. Çaresizlikle savaşın başlamasını ve olaylarını izlemek zorunda kaldı. Aias denilen bir yunan askeri tarafından Truva savaş'ından hemen sonra Athena'nın tapınağı'nda kendisine tecavüz edildi. Daha sonra da Agamemnon'un savaş esiri olarak Sparta'ya gider. Ancak Agamemnon'un kıskanç karısı Clytemnestra tarafından öldürülür.
Psikolojide, geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Kassandra Kompleksi ismi verilmektedir.
Christa Wolf Kassandra'yı önemli ve dünyaca ünlü bir eserinde ön plana çıkarmıştır.
Mecdelli Meryem
Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem (Batılı dillerde: "Maria" veya "Mary Magdalene/Magdalena"), Yeni Ahit'e göre İsa'nın takipçilerinden biri. Markos ve Yuhanna İncillerine göre, öldükten ve gömüldükten sonra dirilen İsa'yı ilk gören kişidir. 22 Temmuz, Hristiyanlıkta "Aziz Mecdelli Meryem Günü"'dür.
Mecdelli Meryem'in, Celile'nin Tiber Gölü kıyısındaki "Mecdel Nunayya" kasabasından olduğuna inanılır. Luka İncili'ne göre İsa onu kötü ruhlarından arındırmıştır.
Luka İncili'ne göre İsa bir gün Farisilerden Simun'un evine yemeğe gider. Yemek esnasında kentte günahkâr olarak bilinen bir kadın odaya girer ve İsa'nın ayaklarını gözyaşları ile ıslatıp saçları ile siler. Daha sonra güzel kokulu bir yağ ile ovar. Simun, ""Bu adam peygamber olsaydı, kendisine dokunan bu kadının kim ve ne tür bir kadın olduğunu, günahkâr biri olduğunu anlardı,"" der. İsa Simun'a kısa bir öykü anlatır ve sonrasında kadının diğerlerinden çok olan günahlarını bağışladığı için onun da kendisini diğerlerinden daha çok sevdiğini söyler. Daha sonra kadına ""Günahların bağışlandı ... İmanın seni kurtardı, esenlikle git,"" der. Luka İncili'nde bahsedilen bu "günahkar kadının" Mecdelli Meryem olduğu kabul edilir.
Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir diğer inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e İsa yardım eder. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa "Hiç günahım yok diyen devam etsin" der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hristiyanlığı benimser ve bir azize olur.
Efsaneye göre Mecdelli Meryem, İsa’nın müritlerinden olan Maximinus ile deniz yoluyla Efes üzerinden Fransa’nın Marsilya kentine gider. Efsaneye göre Fransa’ya gittikten sonra invizaya çekilir, sadece kilise ayinlerinde dağıtılan kutsal ekmek ve limon ağaçlarından yükselen kokuyla beslenir.
Fransızların yumurta, tereyağı, un ve şekerden yapılan meşhur Madeleine çöreğinin Magdalalı Meryem'e bağlı bir manastırdan çıktığına dair rivayetler vardır. Fransız İhtilali’nden sonra manastır dağıtıldığında rahibelerin astronomik bir rakamla tarifi pastacılar birliğine sattığı söylenir. Sonra Madeleine çörekleri tüm Fransa'ya yayılır, özellikle de Aziz Mecdelli Meryem Günü olarak kabul edilen 22 Temmuz'da yüksek miktarda bu çöreklerden tüketilir.
Düğün
Düğün, bir çiftin ebedi beraber yaşama kararını, tanıdıkları ve dostları ile birlikte kutladıkları eğlence.
Dünya'nın her yerinde, farklı kültürlerde farklı şekilde gerçekleşir. Hep aynı kalan en önemli noktaları, beraber yaşamayı karar vermiş çiftin artık birbirlerine ait olduğunu gösteren sembollerin önemli bir rol oynamasıdır. Ayrıca çiftin velilerinin, bu beraberlik ile memnun olduklarını göstermeleri de her kültürde önemlidir ve evlilik iki kişinin ortak kararı olup bir toplumun çoğalıp gelişmesine ve büyümesine zenginleşmesine destek olur. Türk toplumunda "evlilik" denilince, düğün, nikah, ve kına geceleri gelir.
Berliner Ensemble
Berliner Ensemble Almanya’nın en tanınmış tiyatrolarından birisidir ve kurucusu Bertolt Brecht’in eserlerini sahnelemesiyle ünlenmiştir. Alman dilinin öncü sahnelerinden birisi olarak kabul edilen Berliner Ensemble, 1954 yılından bu yana Berlin merkezde Friedrich Wilhelm Stadt mevkiinde Schiffbauerdamm’daki eski tiyatro binasında (Theater am Schiffbauerdamm) çalışmalarını yürütmektedir.
Berliner Ensemble’nin kuruluşu ile (Kasım 1949) Brecht’in Almanya’da kendisi ve eşi Helene Weigel için yeni bir çalışma alanı araması ve komünist politikacıların, Sovyetler Birliği tarafında kalan bölge ve daha sonra Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde (DDR), Doğu Berlin’de kaliteli bir Kültür ortamı yaratma çabaları arasında doğrudan bir bağlantı vardır. ABD'de yaşadığı acı deneyimler (30 Ekim 1947 Amerika'ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu tarafından yapılan sorgulanma) ve İsviçre’deki sıkı denetim ve takiplerden sonra Brecht, Doğu Berlin’de büyük bir sevinçle karşılandı. Yeni ortaya çıkan mektuplar ve yazılar gösteriyor ki, Ensemble’nin kuruluşu, zannedildiği gibi hiç de kolay olmamıştır. Berlin Alman Tiyatrosu’nda geçici olarak oyun sahneye koydukları 1949 ile 1954 yılları arasında çok sabır göstermek zorunda kalmışlar ve tiyatronun o zamanki sanat yönetmeni Wolfgang Langhoff taşınmaları için çok baskı yapmıştır. Ensemble’nin kadrosu, 1949 yılında ilk gösterimi yapılan Cesaret Ana ve Çocukları oyunundaki oyuncular ve teknik görevlilerden oluşmaktaydı. 19 Mart 1954 gününden itibaren kendi tiyatrolarında (Theater am Schiffbauerdamm) oyunlarını oynamaya başladılar.
Brecht'in 1953 yılından bu yana taşıdığı, sanatsal ve toplumsal olarak Berliner Ensemble’yi ileriye taşıyacak çeşitli birlikler kurma ideali, 1959 yılında gerçekleştirildi. Diğerlerinin yanı sıra "Tiyatro Teorisi Birliği", "Stüdyo Birliği" ve "İzleyici ile birlikte Çalışma Birliği" gibi birlikler kuruldu.
Ensemble’nin çalışmalarını önemli ölçüde, yönetmen ve yazar olarak Ensemble’yi kendi tiyatrosu haline getiren, Bertolt Brecht şekillendiriyor ve etkiliyordu. Tiyatronun simgesi, perdede bulunan Picasso’nun barış güvercini idi. Ününün, kaliteli ve mükemmel tiyatro olarak yayılması sayesinde sık sık Almanya içinde ve yurtdışında Fransa, İngiltere, Avusturya, İsviçre ve İtalya’ya turnelere çıkıyorlardı.
Londra’da sahneleyecekleri bir oyunun hazırlıkları esnasında Brecht 1956 yılında öldü. Onun Epik Tiyatro ve kollektif anlayışını, kuruluşundan 1971 yılındaki ölümüne kadar Berliner Ensemble’nin sanat yönetmenliğini yapan, eşi Hel |
ene Weigel devam ettirdi. Reji asistanlığını Brecht’in yanında öğrenen Manfred Wekwerth, Peter Palitzsch, Isot Kilian ve Joachim Tenschert gibi reji asistanları, oyuncularla birlikte çalışmaları devam ettirdiler. Helene Weigel’den sonra, sanat yönetmenliğini, 1949 yılında Cesaret Ana’nın müziğini yeniden gözden geçiren besteci Paul Dessau’nun eşi Ruth Berghaus üstlendi. Onun deneysel tiyatro tarzındaki sahneleme çalışmaları, Ensemble çalışanları ve seyirciler tarafından direnişle karşılandı ve istifasına yol açtı. 1977 yılında Manfred Wekwerth onun yerine geçti ve 1991 yılına kadar bu görevde kaldı.
Organizasyon açısından bundan sonraki yıllar trajedi olarak değerlendirilir. Matthias Langhoff, Fritz Marquardt, Peter Palitzsch, Peter Zadek, Heiner Müller’in birlikte yürüttükleri, 1992 den 1993 e kadar süren tartışmalı "ortak sanat yönetmenliği" uygulamasından sonra, Marquardt, Palitzsch, Zadek, Müller 1993'ten 1994'e kadar, Marquardt, Palitzsch, Müller 1994 den 1995'e kadar, Müller 1995 yılında, Martin Wuttke 1996 yılında ve Stephan Suschke 1997'den 1999'a kadar sanat yönetmenliğini üstlendiler.
Yapılan tadilat sonrasında, Brecht’in FBI tarafından izlenmesini konu alan "Brecht Dosyası" (Die Brecht Akte, Yılmaz Onay tarafından Türkçeye çevrildi.) isimli oyunun 8 Ocak 2000 tarihinde sahneye konulması ile birlikte, şimdiki sanat yönetmeni Claus Peymann’ın yönetiminde yeniden açıldı.
Berliner Ensemble için birçok tanınmış sanatçı çalışıyordu. Fotoğraf sanatçısı Ruth Berlau oyunların çeşitli sahnelerini fotoğraflayarak kitap haline getirdi. Dekoratör Karl von Appen yıllarca iddialı dekorasyonlar ve plaketler tasarladı. Bu konuda John Heartfield ve Wieland Herzfelde kardeşler ve Karl-Heinz Drescher’de tanınmış sanatçılardı.
Bugün "Berliner Ensemble" sözcüğünün kullanımı değişime uğradı. Geçmiş yıllarda Ensemble denince akla birinci sınıf oyuncular ve sanatçıların bulunduğu bir tiyatro gelirken, bu sözcük giderek tiyatro binası anlamına gelmeye başladı. Berliner Ensemble’ın oynadığı tiyatro, Theater am Schiffbauerdamm, bugün tek ortağı Claus Peymann olan limited şirket (GmbH) statüsünde, bir sermaye şirketi haline gelmiştir.
How To Measure A Planet?
How to Measure a Planet?, Hollandalı rock grubu The Gathering'in beşinci stüdyo albümüdür.
CD 1 uzunluk: 53:50
CD 2 uzunluk: 49:29
Toplam uzunluk: 103:19, 1sa 43dk 19sn
Ahmeta
Ahmeta (Gürcüce: ახმეტა), Gürcistan’ın doğu kesiminde yer alan küçük bir kenttir. Aynı adlı ilçenin yönetsel merkezidir. Kaheti bölgesinde, Alazani ırmağı kıyısında yer alır. Nüfusu yaklaşık 8.600 kişidir (2007).
Judo'da altın madalya sahibi olan Zurab Zviadauri'nin doğum yeridir.
Tekstil
Dokumacılık, hayvansal, bitkisel veya kimyasal lifli kullanım ürünleridir. Giyilebilen her şey ve bazı dekorasyon ürünlerini de içine alan üretim sektörüdür.
Dokumacılık; kullanılıcak malzemenin elde edilmesinden (pamuk, keten, jut, sisal vb tarladan, ipek, yün veya kıl ise hayvandan, sentetik ise uretimden) kullanıma hazır hale gelene kadar (kumaş, dikili mamul ya da ev tekstili) geçirdiği sürecin tamamına verilen addır.
Aslında batı dillerinden gelen tekstil kelimesi, sadece "kumaş" demek iken, Türkçede bu terim çok daha geniş anlamlara kavuşmuştur.
Dokumacılık sektörü 2 ana başlığa ayrılmaktadır.
Standart ölçülere göre seri olarak hazırlanmış ve satışa sunulmuş giyim eşyası ve bu bağlamda üretim yapan sektöre verilen isim.
Ev içinde kullanılan dokumacılık ürünlerinin üretimiyle ilgilenen bölümüdür. Bu ürünler perde, çarşaf, nevresim, her çeşit örtüler ve havlu gibi ürünlerden oluşmaktadır.
Geçmiş yıllarda otel, motel ve pansiyonlar dokumacılık gereksinimlerini yerel terzilerden ve tekstil firmalarından karşılamakta idiler. 1970'li yıllardan sonra yapılan turizm yatırımlarının ardından hızla gelişen turizm sektörünün dokumacılık gereksinimlerini karşılamak için dokumacılık firmaları otel kullanımına uygun şekilde eniyileştirilmiş ürünler sunmaya başladılar. Artan istek aşamasında tamamen veya kısmen otellere yönelik dokumacılık çözümleri ve ürünleri sunan firmalar kurulmuştur.
Oteller, gerekli temizliğii sağlamak için ağır ve günlük yıkama koşullarına dayanıklı dokumacılık malzemeleri kullanmalıdırlar. Otel dokumacılığı firmaları, otel kullanımı için dayanıklılığı artırılmış masa örtüsü, yatak örtüsü, çarşaf, yastık, yorgan ve diğer dokumacılık ürünlerini üretirler.
Lif
Lif (← Arapça ألياف = "alîf"), her türlü maddeyi oluşturan ince ve uzun parçalar, ipliksi yapılar. Bir iplik içindeki pamuk lifleri, yalıtım amacıyla kullanılan cam lifleri ve kaslarımızı oluşturan kas lifleri bu tür malzemelere örnek olarak verilebilir. Sözcük Arapça kökenlidir.
Doğal veya yapay yollardan elde edilebilen lifler, çeşitli bağlayıcılar ile birlikte kompozit malzeme üretiminde de yaygın olarak kullanılırlar.
Pamuk, keten gibi bitkilerden elde edilen lifler doğal lifler, cam lifi veya cam yünü gibi kimyasal işlemler sonucu elde edilen lifler ise yapay lifler olarak adlandırılır.
Lifli yapıya sahip besinler insanın beslenmesinde önemli yer tutarlar. Sindirim sisteminin düzenli çalışabilmesi için bu tür besinler alınması gerekir. Ayrıca tüm gıdaların kendine has bir lifli yapısı bulunmaktadır
Şardonlama
Şardonlama, kumaşın yüzeyini tüylendirerek havlu hale getirilmesidir.
Dokuma ya da örme kumaşların ipliklerinin içerisinden, liflerin çekilerek kumaş yüzeyine çıkarılması ve böylece tüylendirilmiş yüzeyli bir kumaş görünüşü oluşturulmasıdır. Şardonlama enlemesine açık durumdaki kumaşın, doğal veya metalik ince teller ya da zımpara kaplı dönen silindirler ile aksi yönde geçirilirken mamulün üzerinden geçirilmesi ile gerçekleşir. Battaniye, peluş, oduncu gömleklik kumaşlarında özellikle uygulanır.
Souvenirs (albüm, 2003)
Souvenirs, Hollandalı rock grubu The Gathering'in yedinci stüdyo albümüdür. Century Media ile bağlarını koparan ve kendi müzik şirketleri Psychonaut Records'u kuran grubun, bu şirketten yayınlanan ilk albümleridir.
Astronomlar listesi
Ünlü astronom ve astrofizikçiler listesi
THK
University College London
University College London veya Londra Üniversitesi Akademisi (kısaca "UCL"), 11 Şubat 1826 yılında İngiltere'de kurulan üçüncü üniversitedir.
University College London'ın kurulmasının İngiliz tarihindeki önemi çok büyüktür. Zira o döneme kadar İngiltere'de sadece Oxford Üniversitesi ve Cambridge Üniversitesi mevcuttu. Bu üniversiteler ayrımcı bir yaklaşımla İngiliz Kilisesi'ne üye olmayanları kabul etmemekteydiler. University College London'ın kuruluş sebebi de bu ayrımcılığa bir son vermek, her dinden insana yükseköğretim imkânı sağlamaktı. Bu nedenlerle Birleşik Krallık'ın ilk laik eğitim kurumu olarak bilinir.
Bu ilke ile hareket eden üniversite büyük ilklere imza atmıştır. Örneğin ilk Japon öğrenciler UCL'de öğrenim görüp kendi ülkelerine dönmüş, orada modern Japonya'nın yapılanmasında önemli rol üstlenmişlerdir. Ayrıca İngiltere'de kadın öğrencilere erkeklerle eşit hakta öğrenim imkânı tanıyan ilk üniversitedir.
Üniversitenin ana kampüsü Santral Londra, Gower Street'tedir. Özellikle tıp dalında ün yapmıştır.
QS-Times Higher Education Supplement tarafından 2009 yılında hazırlanan ve dünyanın en iyi 500 üniversitesinin belirlendiği sıralamada dünyanın en iyi 4. üniversitesi seçilmiştir. Shanghai Jiao Tong Üniversitesi tarafından hazırlanan Academic Ranking of World Universities sıralamasında da UCL tıp alanında İngiltere'de 1. dünyada ise 10. sırada yer almıştır. Aynı sıralamada üniversite sadece Oxford ve Cambridge Üniversiteleri tarafından geçilerek Avrupa'nın en iyi 3. üniversitesi seçilmiştir. İngiliz The Guardian gazetesinde UCL'in sahip olduğu uluslararası isim ve prestij "sadece Oxford ve Cambridge Üniversiteleri tarafından önüne geçilebilecek" olarak nitelendirilmiştir.
Gözlemsel astronomi
Gözlemsel astronomi astronomi bilimlerinin, teorik astrofizikten farklı olarak veri almayla ilgilenen bir dalıdır. Ana olarak fiziksel modellerin ölçülebilir içeriklerini bulmaya dayanır. Uygulama olarak, Teleskop ve diğer astronomi araç gereçleri kullanılarak gökcisimlerinin gözlenmesidir.
Bilim olarak, evrenin büyüklüğü gibi bazı nedenlerle astronominin doğrudan deney yapma alanı engelleniyor veya mümkün olmuyor. Bununla beraber, bu sorun gökbilimciler tarafından kısmen telafi edilebilir çünkü uçsuz bucaksız uzayda çok sayıda gözlenebilir astronomik cisim incelenmek üzere bulunuyor. Gökcisimlerinin çok sayıda olması gözlem verilerinin grafiğe dökülebilmesine olanak tanıyor ve genel akım kaydediliyor. Daha fazla uzaklıktaki cisimlerin davranışlarını temsil etmesi için değişen yıldızlar gibi belirli olgular kullanılabilir. Bu mesafe ayarlamaları, galaksi gibi diğer komşu olguların ölçülmesinde kullanılabilir.
Galileo Galilei teleskobunu gökyüzüne çevirip ne gördüyse kayıt etti. O zamandan beri, gözlemsel astronomi, teleskop teknolojisindeki her bir gelişmeyle birlikte istikrarlı bir avantaj kazanmış oldu.
Gözlemsel astronomiyi, geleneksel yöntemlerle gözlenen elektromanyetik tayf bölgelerince ayırabiliriz:
Optik ve radyo astronomisi yer tabanlı gözlemevleri ile çalışmalarını sürdürebilir. Çünkü çalışılan dalgaboyu aralığında atmosfer neredeyse geçişkendir. Gözlemevleri genellikle yüksek rakımlı bölgelere kurulur böylece Dünya’nın atmosferinin neden olduğu emme ve çarpıtmalar minimuma indirilmiş olur. Kızılötesi ışığın bazı dalgaboyları su buharı ile çok yüksek miktarda emilir. Birçok kızılötesi gözlemevleri yüksek rakımlı bölgelerdeki kuru yerlere inşa edilir. Veya bir uzay aracı ile yörüngeye yerleştirilebilir.
X ışını astronomisi, gama ışını astronomisi, morötesi astronomi ve bazıları dışında uzak kızılötesi astronomisi tarafından kullanılan dalga boylarında atmosfer ışığı geçirmez, opaktır. Bu yüzden gözlemler genellikle balonlarla veya uzay gözlemevleriyle atmosfer dışına taşınmak zorundadır. Kozmik ışınlar alanı astronominin hızlıca genişleyen bir çalışma alanıdır.
Gözlemsel astronomi tarihinin birçok kısmın |
da, neredeyse bütün gözlemler optik astronomi alanında çalışılan görsel tayfda yapılmıştır. Dünya’nın atmosferi bu elektromanyetik tayfda göreceli olarak geçişken olmasına rağmen, birçok teleskop hava koşullarına ve havanın saydamlığına bağımlıdır. Çoğunlukla gece gözlemine sınırlanmış durumdadır. Koşulların gözlemlenmesi havadaki burgaca ve termal değişikliklere bağlıdır. Çoğunlukla bulutlu ve bölgenin atmosferik burgacının çok fazla olması gözlem için üretilebilecek çözümleri kısıtlıyor. Ayrıca, dolunayın gökyüzünde olması ve ışık kirliliği ile birlikte gökyüzünü aydınlatması sönük gökcisimlerinin gözlemlenmesini engeller.
Gözlem amaçları için, optik teleskopların kurulabileceği en uygun yer şüphesiz uzaydır. Burada gözlemler Dünya’nın atmosferinden etkilenmeyerek yapılabilir. Bununla beraber, günümüz koşullarında teleskopları yörüngeye taşımak bir hayli pahalıdır. O yüzden bir sonraki en iyi yerler kesinlikle dağların zirveleridir. Buralaryüksek sayıda bulutsuz günlere sahiptir ve çoğunlukla güzel atmosfer koşullarını elinde tutar. Mauna Kea, Hawai ve La Palma adalarının tepeleri bu koşulları ellerinde tutuyor. Llano de Chajnantor Gözlemevi, Paranal Gözlemevi, Cerro Tololo Gözlemevi ve Şili’deki La Silla Gözlemevi gibi yüksek rakımda ancak daha düz alanda da gözlemevleri vardır. Bu gözlemevlerinin konumu, milyarlarca Amerikan doları yatırımla çok güçlü teleskopların kurulmasına imkan veriyor.
Gece gökyzünün karanlık olması optik astronomide çok önemli bir faktördür. Şehirlerin büyümesi ve insanların yoğunlaştığı alanların sürekli artmasıyla geceleri yapay ışıklandırma miktarı her geçen gün artıyor. Bu yapay ışıklar bir arka plan ışımasının yayılması üretiyor. Bu aydınlanma zayıf gökyüzü cisimlerinin özel filtreler olmadan gözlemlenmesini çok zor kılıyor. Arizona ve Birleşik Krallık gibi çok az bir bölge, ışık kirliliğinin azaltılmasına yönelik seferberlik yürütüyor. Sokak lambalarının üzerinde başlık kullanılması ışığın direkt olarak yere verilmesi için yapılan çalışmalardan biri olmakla birlikte, aynı zamanda ışığın gökyüzüne doğru verilmesini engelleyerek enerjinin boşa gitmesini önler.
Atmosfer efektleri, teleskobun kararlılığını ciddi seviyelere kadar yok edebilir. Değişen atmosferin bulanıklık efekti için düzeltme araçları olmadan, 15–20 cm açıklığından büyük teleskopların görünen dalgaboyundaki teorik değeri yakalaması mümkün değildir. Sonuç olarak, büyük teleskopların kullanılmasının ana faydası ışık toplama kapasitesinin gelişmiş olmasıdır. En sönük kadirdeki cisimlerin bile gözlemlenmesi mümkündür. Bununla birlikte, teleskobun kararlılığındaki engellerin, uyarlanabilir optikteki, noktasal fotoğraflama ve interferometrik fotoğraflamadaki gelişmelerle üstesinden gelinmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler tıpkı uzay teleskoplarının kullanılması gibi bir etkiye sahiptir.
Astronomlar, gökyüzü ölçümlerinde kullanılabilen birçok gözlem aracına sahiptir. Güneş’e ve Dünya’ya göreceli olarak yakın olan cisimler için, neredeyse sabit duran arka plana göre, gökölçüm teknikleri kullanılarak doğrudan ve yüksek hassasiyetle konum ölçümleri yapılabilir. Doğadaki ilk gözlemler birçok gezegen için çok yüksek kesinlikte yörünge modelleri geliştirmek için kullanılıyordu. Buna bağlı olan kütleçekim karışıklıkları ve kütleleri belirlemede kullanılıyordu. Bu ölçümler Uranüs’ü, Neptün’ü ve dolaylı yoldan Plüton’u keşfetmemize izin verdi. Bu ölçümler aynı zamanda, hatalı farzetmeden kaynaklanan ve Merkür’ün yörüngesi yakınında dolanan kurgusal gezegen Vulkan ile sonuçlandı. (Merkür’ün yörüngesinin devinimiyle ilgili açıklamalar Einstein’in genel görelilik teorisinin bir zaferi olarak düşünülüyordu.)
Optik tayf aralığında evrenin incelenmesine ek olarak, astronomlar artan bir hızla elektromanyetik tayfın diğer bölgelerinde de bilgi toplamaya devam ediyorlar. Optik bölgede olmayan ilk gözlemler Güneş’in termal yapısı ölçülerek yapıldı. Aletler güneş tutulması süresince Güneş’in taç küresinden gelen ışımayı ölçmek için kullanıldı.
Radyo dalgalarının keşfedilmesiyle, radyo astronomi astronominin yeni bir alanı olarak su yüzüne çıktı. Radyo dalgalarından en uzun dalgaboylu olanları çok büyük teleskop çanaklarıyla toplanıp, iyi kararlılıkta resimler oluşturulur. Daha sonraları girişimölçer teknolojisiyle çoklu çanak yöntemiyle çok yüksek kararlılıkta radyo resimleri( veya radyo haritaları) oluşturulmuştur. Mikrodalga antenlerindeki gelişmeyle birlikte büyük patlama ile bağlantılı olan kozmik mikrodalga arka plan ışımasının keşfinin önü açılmıştır.
Radyo astronomi sınırları genişletmeye devam ediyor. Girişimölçer teknolojisinin kullanıldığı radyo astronomi uyduları kullanılarak Dünya’dakine göre çok daha iyi ölçümler yapılabiliyor. Bununla birlikte, Radyo tayfında kullanılımın artması yıldızlardan gelen sönük radyo sinyallerinin zamanla bastırılmasına neden oluyor. Bu nedenden dolayı, radyo astronominin geleceği, tıpkı Ay’ın uzak noktaları gibi, koruma altındaki bölgelerin performansına kalıyor.
20. yüzyılın son parçası astronomi alet ve edevatlarında çok hızlı teknolojik değişimlere ve avantajlara şahit oldu. Optik teleskoplar sürekli büyümeye devam ediyor. Atmosferin neden olduğu bulanma ise ise sürekli yok ediliyor. Yeni teleskoplar uzaya ulaştırıldı ve elektromanyetik tayfın kızılötesi, morötesi, x ışını, gama ışını dalgaboylarında uzayı araştırmaya başladı. Aynı zamanda kozmik ışınları da araştırıyor. Girişimölçer(ing. Interferometer) radyo, kızılötesi ve görünür bölgelerde ilk son derece yüksek kararlılıkta fotoğrafların düzenlenmesini sağladı. Hubble Uzay Teleskobu gibi yörüngede dönen aletler astronomi bilgimizin hızlıca gelişmesini sağladı. Özellikle sönük cisimlerin görünür ışıktaki gözlemlerinde çok büyük faydalar sağladı. Geliştirilmeye devam edilen yeni uzay aletleri, yıldızların etrafındaki gezegenleri doğrudan gözlemleyebilmeyi umuyor. Belki de bu araştırmalar sonucunda Dünya benzeri gezegenler bulunacaktır.
Teleskoplara ek olarak, astronomlar gözlem yapmak için çeşitli aletler kullanmaya başladılar.
Nötrino astronomisi, özel gözlemevlerindeki nötrino dedektörüyle astronomi cisimlerini gözlemleyen bir astronomi dalıdır. Bu özel gözlemevleri, genellikle yer altındaki büyük tanklardır.Yıldızlardaki ve süpernova patlamalarındaki nükleer çok yüksek miktarlarda nötrino üretir. Bunların sadece çok az bir kısmı nötrino dedektörleri tarafından tespit edilebilir. Nötrino astronomisi, Güneş’in çekirdeği gibi optik teleskoplarla ulaşılamayan noktaları gözlelediği için önem verilen bir alandır.
Yerçekimi dalgası dedektörleri, nötron yıldızlarının çarpışması gibi çok büyük cisimlerin çarpışmasını yakalaması için tasarlandı. Robotik uzay araçları da Güneş Sistemi içindeki yüksek detaylı gezegen gözlemleri için kullanılmak üzere tasarlandı. Böylece gezegen bilimi jeolojı ve meteoroloji gibi disiplinleri bile geçmek üzere.
Astronomlar, kırmızıya kayan galaksilerin, AGNs, Büyük Patlama’dan sonra oluşan kızıllık ve birçok farklı yıldız ve ilkel yıldızların da dahil olduğu gök bilim kaynaklarını geniş çapta gözlemlerler.
Her bir nesne için çeşitli veriler gözlemlenebilir. Bu nesnelerin pozisyonları küresel astronominin teknikleri kullanılarak belirlenebilir ve büyüklük Dünya’dan görünür parlaklığı ile saptanır. Spektrumun farklı bölümlerindeki parlaklığa göre sıcaklık ve nesnenin fiziği hakkında bilgi elde edilir. Spektranın fotoğrafları nesnenin kimyasını incelemeye imkan verir.
Bir yıldızın geriye karşı ıraklık açısı rotasyonu uzaklığı saptamak için kullanılabilir.(araç kararı tarafından belirlenen sınırın dışında olan uzaklığı).Yıldızın zaman geçtikçe elde ettiği pozisyonundaki değişiklikler( uygun hareket) ve açısal hızı onun güneşe göre hızını ölçebilmek için kullanılabilir. Yıldızın parlaklık durumu içindeki değişiklikleri yıldızın atmosfer içindeki dengesizliklerinin kanıtını veya saklı eş değer objelerin varlığını gösterir. İkili yıldızların yörüngeleri her eş diğer bir nesnenin kütlelerini veya sistemin kütlesini ölçmek için kullanılabilir. Spektroskopik ikilikler yıldızın tayfını veya onun yakınındaki eş değer objenin doppler rotasyonları kullanılarak gözlemlenilebilir.
Aynı zamanda ve aynı koşullar altında meydana gelerek benzer kütlelere sahip olan yıldızlar genel olarak yaklaşık aynı özelliklere sahiplerdir. Küresel kümelenen yıldızlar gibi çok yakın ilişkilenmiş yıldızların kütlesinin gözlenilmesi yıldızımsı tiplerin dağıtımının bir araya getirilmesine olanak sağlar. Daha sonra bu tablolar grubun yaşını ortaya çıkarmak için kullanılanilir.
Uzak galaksiler ve AGNs gözlemleri galaksinin özellikleri ve tam şekillerinden oluşur. Çeşitli yıldızların ve standart mum olarak adlandırılan aydınlığın süpernovası ve diğer galaksilerin net türlerinin gözlemleri ana galaksiye olan uzaklığı çıkarımına olanak sağlar. Uzayın genişlemesi bu galaksilerin spektralının uzaklığa bağlı olarak değişmesine neden olur ayrıca galaksinin açısal hızının doppler etkisi tarafından değiştirilir. Galaksinin ve onun kırmızıya kayma değişikliğindeki büyüklük galaksinin uzaklığı hakkında bilgi edinmek için kullanılabilir. Galaksilerin çok sayıdaki gözlemi kırmızıya kayma anlamını taşır ve galaksi formlarının değerlendirilmesinde model olarak kullanılır.
İngilizce vikipedi
Kill 'Em All
Kill 'Em All, ABD'li Thrash metal topluluğu Metallica'nın ilk albümünün adıdır. Asıl adı olan "Metal Up Your Ass: Easters Cancelled, Body's Been Found", dağıtıcıları tarafından reddedilmiştir. Albümü dağıtmayı reddeden bu firmalar yüzünden albüme "Kill 'Em All" adı konmuştur. "Kill 'Em All" kayıtlara geçilen ilk thrash metal albümdür. Sadece ABD'de 3 milyon adet satılmıştır.
Dave Mustaine, kendi şarkıları albümde olmasına rağmen, albüm daha yayınlanmadan gruptan çıkarılmıştır.
1983 yılında yayımlanan albüm Lars Ulrich'in de ileride söyleyeceği gibi metallica'nın "dünya hakimiyetindeki" yolunun başlangıcı olmuştur.
Albümü başarılı kılan speed metal ve punk rock'ın hızını ve saflığını New Wave of British Heavy Metal'in tekniği ile birleştirmesi olmuştur.alb |
ümde Diamond Head,Iron Maiden,Motorhead,Black Flag ve Misfits gibi grupların etkisi görülmektedir.
Metallica'nın orijinal hali James Hetfield(gitar/vokal),Lars Ulrich(davul),Ron McGovney(bass),Dave Mustaine(solo gitar) şeklindeydi. Mustaine ile aralarındaki gerilimden dolayı Mcgovney gruptan ayrıldı. Cliff Burton onun yerine getirildi. Alkol ve uyuşturucuyla olan problemleri ve saldırgan davranışlarından dolayı Mustaine Nisan 1983 te gruptan atıldı. Mustaine ‘in ayrılışından sonra eski Exodus gitaristi ve Joe Satriani'nin öğrencisi Kirk Hammett gruba dahil edildi.Bir aydan daha kısa bir süre sonra da Kill ‘em All albümünün kayıtlarına başlandı.
Şarkılar arasındaki farklılıklara rağmen Mustaine'in Metallica'nın erken dönemlerine olan katkısı bilinmektedir. "The Four Horsemen" (orijinal adı "The Mechanix") ve "Jump in the Fire" Mustaine tarafından yazılmıştır. "The Mechanix" birçok Metallica gösterisinde çalınmıştır ve hala çalınmaktadır. Fakat Mustaine in ayrılışından sonra şarkının orta kısmına küçük bir eklenti yapılmıştır. Hetfield ayrıca "The Mechanix" ve "Jump in the Fire" için yeni söz yazmıştır. Mustaine ise "The Mechanix" i kısaca Mechanix olarak değiştirip ilk albümün de kullanmıştır. "Phantom Lord" ve "Metal Militia" da Mustaine'in yazılmasına yardım ettiği diğer şarkılardır.
Grup başta albümün kapağının içinden bıçak tutan bir elin çıktığı tuvalet ve isminin de "Metal Up Your Ass" olmasını istemiştir. Fakat Megaforce bunun değiştirilimesi konusunda ısrar etmiş ve albümün ismi "Kill ‘em All" haline getirmişlerdir. Bu sefer kapağa kanlı bir çekicin üzerindeki elin gölgesi konulmuştur. Albümün ismi Cliff Burton tarafından "korkak" kayıt şirketlerine ithafen verilmiştir. Her ne kadar albümün orijinal ismi kullanılmasa da grup daha sonra "Metal Up Your Ass" tişörtleri bastırmış ve dağıtmıştır. 1982 yılına ait bir canlı performanstan oluşan kayıt da "Metal Up Your Ass" olarak adlandırılmıştır.
Albüm 1989 yılında rolling stone'un "80'lerin en iyi 100 albümü"sıralamasında 35. Sırada yer almıştır
Amerikan müzik dergisi Hit Parader tarafından en iyi "underground" album seçilmiştir.
metal-rules.com'un en iyi metal albümleri sıralamasında birinci sırada yer almıştır.
Prodüksiyon
Aile hekimliği
Aile hekimliği, bir tıp disiplinidir. Diğer tıp branşları gibi kendine özgü bir eğitimi, uygulaması ve araştırma konuları bulunan, dahili tıp bilimleri içinde değerlendirilebilinen klinik bir branştır. Çocuk, genç ve yaşlı tüm bireylere hem koruyucu hem de tedavi edici sağlık hizmetleri sunan bir tıp uzmanlık dalıdır.
Aile hekimleri, iç hastalıkları, kadın hastalıkları – doğum, çocuk sağlığı ve hastalıkları, genel cerrahi, psikiyatri, kardiyoloji branşlarında belirli sürelerde rotasyon yaparak temel hastalıkların önlenmesi ve tedavisindeki bilgileri edinirken aile hekimliğine özgün yaklaşımları da öğrenerek ve içselleştirerek mezuniyet sonrası eğitimlerini tamamlarlar ve uzman hekimler olarak sağlık bakım ekipleri içinde yerlerini alırlar.
Aile hekimliği, hastalarında yaş, cinsiyet, organ ya da sistem ayrımı yapmaz, eğitimi dahilindeki tüm hastalara hizmet verir.
Aile hekimleri hastalarını sadece tedavi etmez, onları hastalanmadan önce korumaya çalışır. Bu amaçla kişiye yönelik koruyucu hizmetler içinde aşılama, yaşam tarzı değişiklikleri için danışmanlık yapma, bebek ve çocuk izlemi, gebe izlemi, aile planlaması hizmetlerini sunar. Salgın ve bulaşıcı hastalıklar varlığında aile bireylerini bilgilendirir ve koruyucu önlemlerin alınmasını sağlarken çevre sağlığı için gerekli önlemlerin alınması için yerel yönetimlerle işbirliği yapar, diğer tıp branşlarıyla ortak olarak toplumun sağlığını koruma çalışmalarına aktif olarak katılır. Koruyucu hekimlik aile hekimliğinde önemli bir yer tutar.
Toplumsal ve bireysel sağlığı geliştirme çalışmaları içinde yaşlı sağlığı ve bakımı, seyahat tıbbı ve sporcu sağlığı ile ilgili sorunlar da aile hekimlerinin ilgilendiği konular arasındadır. Kişileri bu konularda bilgilendirerek olası sorunları önlemeye veya en aza indirmeye çalışırlar. Aile hekimleri sağlığın korunması ve artırılması bağlamında hizmet sunduğu birey ve toplumun sağlık eğitiminden de kendini sorumlu tutar. Birey olarak hastasına hastalığı ile ilgili eğitimin yanı sıra sık görülen hastalıklar, bu hastalıkların önlenmesi ve yönetilmesinde bireyin ve toplumun sorumluluğu paylaşmaları için onları bilgilendirir. Sonuç olarak ile hekimlerinin amacı her bireyin sağlık düzeyini yükseltmek ve daha sağlıklı bir topluma ulaşmaktır. Kişilerin talep ettikleri tüm sağlık konularında onları bilgilendirerek kişilerin kendi sağlıkları konusunda daha fazla söz sahibi olmalarını ve kendi kararlarını oluşturabilmelerini amaçlar
Aile hekimi hastalarının fark etmedikleri, şikayet etmedikleri sağlık sorunlarından da sorumludur. Hastalarını bilgilendirir, gerekli sağlık kontrollerini yaparak hastalıkları erken dönemde yakalamaya çalışır, hastalıklara karşı alınabilecek önlemleri uygular. Koruyucu hekimlik aile hekimliğinde önemli bir yer tutar.
Bu dalda eğitim görmüş hekime bazı ülkelerde aile hekimliği uzmanı, bazı ülkelerde de genel pratisyen denir. Tıp fakültesinden mezun olunarak temel tıp eğitimi alındıktan sonra birinci basamak hekimi olabilmek için ek bir eğitim gerekmektedir. Bu eğitimin süresi ve şekli ülkeden ülkeye değişmekle birlikte Türkiye'de en az 3 yıl sürmektedir.
Günümüzde aile hekimliği eğitiminin en az yarısının birinci basamakta geçmesi gerektiği ve eğiticilerinin ağırlıklı olarak birinci basamak hekimlerinden, tercihen aile hekimliği uzmanlarından oluşması gerektiği konusunda bir kanı vardır. Türkiye'de bu koşulları yerine getirmek için yoğun çabalar bulunmaktadır.
Türkiye'de aile hekimliği eğitimi almamış, sadece Tıp Fakültesi mezunu olan hekimler sahada birinci basamak hekimleri olarak çalışmaktadırlar. Bu durum, Dünya genelindeki gelişmiş ülkelerin uygulamalarına uymamaktadır.
Türkiye'de 2002 yılından beri "Sağlıkta Dönüşüm" adı altında bir reform süreci sürmektedir. Bu çerçevede sahada çalışan tabiplerin "Aile Doktoru"na dönüştürme çalışmaları çerçevesinde uyum eğitimleri verilmektedir. Uyum eğitimlerinin Aile Hekimliği Uzmanlık Eğitimine eşdeğer olup olamayacağı tartışma konusudur. İki eğitim birbirleriyle karşılaştırılmayacak durumdadır. O nedenle bu tartışmalar lüzumsuzdur, çünkü Tıp Fakültesi mezunu bir doktor, birinci basamak hekimliği açısından yeterli olmamakta, yıllar süren bir ek eğitim alması gerekmektedir. Tıp Fakültelerinin eğitsel amaçları konusunda bir uzlaşı mevcut değildir. Mezun ettikleri öğrencilerine birinci basamak sağlık hizmetlerinde önemli görevler biçenler olduğu kadar, tıp eğitimi uzmanlaşmanın bir ön koşuludur diyen öğretim üyeleri de bulunmaktadır. Ancak dünyada bulunan genel kanaat temel tıp eğitiminin birinci basamak hekimlik uygulamaları için yeterli olmadığıdır. Müfredatlarında yapılacak uyarlamalarla Aile Hekimliğine ve Birinci Basamağa hekim adayı kazanmak mümkün olacaktır. Uzmanlığı bile seçecek olsa genç hekim, birinci basamağın önemini de böylece kavrayacaktır.
Birinci basamak, bir hastanın ilk başvurduğu sağlık kurumu olmalıdır. Özellikle sevk zincirinin sıkı biçimde denetlendiği sistemlerde bu böyledir. Hasta gereği halinde birinci basamak hekimi tarafından 2. basamağa ya da daha üst kurumlara sevk edilir.
Bu sistemlerde Aile Hekimliği Uzmanı hastaların ilk başvuracakları hekimdir .
Aile hekimliği Uzmanı, sadece aile bireylerine hizmet sunmasından dolayı değil kendilerine başvuran kişileri aileleri ve toplumları içinde değerlendirdiklerinden dolayı bu adı almıştır. Aile hekimlerinin hizmet sunduğu nüfus yaşayan herkestir. Kendisine kayıtlı olan bireyler ile bütün sağlık sistemi arasında aracılık yapar ve sağlık sorunlarında bu süreci koordine eder. Hastalardan, acil durumlar dışında, kendi aile hekimlerine görünmeleri beklenilmektedir, ancak bazı durumlarda sevk zincirini aşıp 2. ve 3. basamakta bulunan branş uzmanlarına gitme eğilimi söz konusudur. Bu özellikle hekimiyle yeterince güven ilişkisi kuramamış, yapılan girişimlerden memnun kalmamış olan, birinci basamak sağlık kurumunda bulunan laboratuvar donanımından memnun olmayan hastalar tarafından sıklıkla seçilen bir yoldur. Aile Hekimliği Uzmanının kapı tutuculuk görevinden memnun kalmayıp, hastanelere doğrudan yapılan başvuruların sağlık harcamalarını daha artıracağı kaygısı bulunmaktadır. Bu nedenle katkı payları alınarak, hastanın tercihine izin verilmeye çalışılmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre aile hekimleri kendilerine yapılan başvuruların % 80 - 90'ına sorunun niteliğinden bağımsız olarak kesin çözüm getirebilmektedirler. Bu başvuru sırasında hastalıklarının çok büyük kısmı tedavi edilir (% 90- 95). Aile hekimleri bir üst sağlık basamağına, (hastanelere) sevk ettiği % 5- 10 oranındaki hastalarını da izler ve onların sorumluluğunu taşır (süreklilik ilkesi). Aile Hekimliği Uzmanlarının hizmet alanı aile üyelerinin tümünü içerecek tarzda geniş bir biyolojik perspektifi içermesinin yanı sıra hizmet verdiği bireylerin sosyal ve psikolojik durumlarını da kapsar (kapsamlı hizmet ilkesi). Hastaya önerilen tüm tanı ve tedavi yaklaşımları hasta bireye özgündür ve bir bütün olarak bireyin biyolojik, psikolojik ve sosyal gereksinimlerine yanıt verir. Aile hekimleri sadece aile yönelimli bir yaklaşım göstermez, aynı zamanda toplum sağlığının gereklerini gözeten bir yaklaşım sergiler.
Aile Hekimliği Uzmanları hastalarını aile ve toplumları içinde değerlendirir. Hastalıkların sadece hastayı değil aileyi de etkilediğini dikkate alarak aile yönelimli bir yaklaşım sunar. Bu yaklaşım içinde hastanın sorunları çözümlenirken hastalığın aile üzerine etkileri ve ailenin hastalık üzerine etkileri dikkate alınarak sorunun çözümlenmesi için tedavinin planlanması aşamasında hastanın ve ailesinin görüşlerinin alınarak ortaklaşa bir tedavi planı hazırlanması hastanın tedaviye uyumunu artırır ve tedavinin etkinliğini sağlar.
Aile Hekimliği Uzmanları sadece aile merkezli bir yaklaşım göstermez, aynı zamanda toplu |
m sağlığının gereklerini gözeten bir yaklaşım sergilerler. Buna WONCA 2002 Avrupa Tanımında Toplum Yönelimli yaklaşım olarak isimlendirilmektedir.
Türkiye'de 2010 Yılı İtibariyle Tüm Sağlık Ocakları, Aile Hekimliği Birimine Dünüştürülerek Aile Hekimliğine Geçilmiştir.
224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun halen yürürlükteyken Sağlık Ocakları kapatılmış, Aile Hekimliği Sistemi Sağlıkta Dönüşüm Programı çerçevesinde Türkiye'de yürürlüğe girmiştir. Prof. Dr. Hasan Nusret Fişek'in deyimiyle Aile Hekimliği Sistemi iyi bir sistemdir ancak modern ülkelerde! Türkiye'de Temel Sağlık Hizmetleri her yurttaşa hakça ulaşılabilir değilken, yürürlüğe girmesi halen tartışmalıdır. Sistemdeki eksiklikler 2011 yılı içerisinde baş göstermiştir. Aile hekimlerine tutturulan ek nöbetler, verilmeyen izinler, kesilen ek ödemeler ve sözleşmeli çalışmanın iş güvenliği açısından sakıncaları sisteme ait soru işaretleridir. Ayrıca aile hekimliğine geçilen illerdeki sağlık göstergelerine dair verilerle bilimsel araştırmaların yapılamıyor olması ayrı bir sakınca doğurmaktayken, sistemin işleyişiyle ilgili soru işaretlerinin arttırmaktadır. Yine yeni sistemin bir parçası olan Toplum Sağlığı Merkezlerinin entegrasyonunda sorunlar yaşanmaktadır. Bireye ve çevreye ait koruyucu sağlık önlemlerinin tümleşik şekilde uygulandığı sağlık ocaklarının kaldırılmasıyla, bireye ait önlemler aile hekimleri tarafından uygulanmaya çalışılmaktadır. Ancak bir hekim ve bir yardımcı sağlık personelinin kendine bağlı tüm hastalara ulaşıp koruyucu sağlık önlemlerini sürekli ve sağlıklı şekilde vereceği tartışma yaratmaktadır. Ayrıca kapatılan sağlık ocaklarının personelinin Toplum Sağlığı Merkezlerine zorunlu görevlendirilmeleri bir taraftan iş barışına karşı bir darbe oluştururken diğer taraftan da sağlık yönetimi açısından istihdam problemleri yaratmaktadır. Tüm bu sorunları dile getiren Halk Sağlıkçılar istenmeyen insanlar olmuş ve Toplum Sağlığı Merkezleri için kadro verilerek sisteme dail edilmeye çalışılmaktadır.
Aylin Aslım
Aylin Aslım, (d. 14 Şubat 1975, Hessen) Türk şarkıcı ve besteci.
Aylin Aslım, 14 Şubat 1975 tarihinde, Almanya'da Lich adında küçük bir kasabada doğdu. 1994’ten itibaren İstanbul'un çeşitli canlı müzik mekanlarında yabancı coverlar söyledi. Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'nden mezun oldu. 1996’da beş kızdan oluşan Zeytin adlı Rock grubuyla canlı müzik piyasasında dikkatleri çekti.
1998 Roxy Müzik Günleri’nde 2.'lik ve 1999 Roxy Müzik Günleri’nde "Jüri Özel Ödülü" kazandı. 1998’de Süpersonik adlı grubu kurdu ve oldukça alışılmadık elektronik altyapılı parçalardan oluşan repertuarına karşın kısa sürede kendine has bir izleyici kitlesi yarattı.
2001’de "Gelgit" isimli Elektronik müzik albümünü Kiss Müzik’den çıkardı.
2001’de müzikal direktörlüğünü yaptığı H2001 organizasyonunda, BUSH, Chumbawamba, GusGus, Lamb, Jay Jay Johanson gibi dünya müzisyenleriyle aynı sahneyi paylaştı. 2001’den itibaren H2001, Creamfieds ve Rockistanbul gibi büyük organizasyonlarda ve Tindersticks, HIM, Placebo, Macy Gray ve Queen Adreena gibi büyük konserlerin açılışında sahne aldı.
2003’te Mor ve Ötesi, Athena, Bülent Ortaçgil, Vega, Feridun Düzağaç, Bulutsuzluk Özlemi ve Koray Candemir’le birlikte "Savaşa Hiç Gerek Yok" single'ında yer aldı.
2003’ten itibaren elektronik sound üzerine kurulu ilk albümünün şarkılarını sahnede Süt’lü adını verdiği proje dahilinde, 'sert rock' versiyonlarıyla söyledi. 2003’te çıkan ilk albümünde yer alan "Senin Gibi" isimli şarkısı Yunan pop müzik sanatçısı Teresa tarafından Yunanca yorumlandı. Teresanın albümü 2005 yılı içerisinde Türkiye’de de yayımlandı.
2004’te Murathan Mungan’ın Söz Vermiş Şarkılar albümünde, "Kimdi Giden Kimdi Kalan" şarkısını yeniden yorumladı. Yine, 2004’te DJ Mert Yücel’le birlikte yaptıkları "Dreamer" adlı İngilizce single Birleşik Krallık'ta Baroque Records UK tarafından yayınlandı ve Britanya'da Balance Chart UK’de 3 numaraya, Amerika Birleşik Devletleri'nde Balance Chart USA’de 1 numaraya kadar yükseldi. 2004’te Fatih Akın’ın "Duvara Karşı" filminde ilk albümünden "Senin Gibi" adlı şarkısı yer aldı.
2005’te Teoman’ın Balans ve Manevra filminde rol alan Aylin Aslım, filmin Pasaj Müzik tarafından yayınlanan soundtrack’inde Teoman’ın "Bazı Yalanlar" isimli parçasını yorumladı. Ayrıca Kutluğ Ataman’ın çektiği "İki Genç Kız" filminin soundtrack'inde ilk albümünden "Keşke" adlı şarkısı yer aldı. Aynı yılın Nisan ayında, Aylin Aslım Ve Tayfası adı altında Pasaj Müzik'ten "Gülyabani" albümünü çıkardı.
Bu albümden "Gülyabani", "Ben Kalender Meşrebim" ve "Ahh" şarkılarına klip çekti. Daha sonra Bulutsuzluk Özlemi’nin "Felluce/Bağdat" adlı single albümünde "Bağdat Kafe" adlı şarkıda vokalde Nejat Yavaşoğulları’na ve Çilekeş'in "Yetmiyor" adlı şarkısına eşlik etti.
2006'da da Ogün Sanlısoy ile "Kendin Oldun" şarkısını yorumladı.
2006'da "Gelgit" albümü iki remix daha eklenerek Pasaj Müzik etiketi ile yeniden piyasaya sürüldü.
2007'de Bulutsuzluk Özlemi 20. Yıl Konserinde "Yüzünde Yaşam İzleri Vardı" adlı şarkıya Nejat Yavaşoğulları ile birlike düet yaptı.
2007'de "Onno Tunç Şarkıları" albümünde bir zamanlar Sezen Aksu'nunda seslendirmiş olduğu "Bir Çocuk Sevdim" adlı parçayı yorumladı.
2008'de "Rock Sınıfı" adlı proje kapsamında "Madde" adlı şarkıyı seslendirdi. Yılın sonlarına doğru çıkan "Güldünya Şarkıları" adlı albümde, Nilüfer'in "Karar Verdim" adlı şarkısına yeni bir yorum getirdi.
2009'da Selim Demirdelen'in "Dut Ağacı" adlı albümünde "Ben Yaptım" ve "Yok Olduk" adlı şarkıları yorumladı. Ve Hande Yener'in "Hayrola?" isimli albümde "Siz" isimli parçayı yazdı.
Aynı yılın Haziran ayında 3. albümü olan "Canını Seven Kaçsın"'ı çıkardı. "Sırayla Sen Mi?", "Hoşuna Gitmedi Mi?" ve "Aşk Geri Gelir" şarkılarına klip çekti.
2011'de Vodafone Free Zone Turnesinde Şebnem Ferah'ın "Özgürce Yaşa" adlı single'ında Şebnem Ferah, Hayko Cepkin, Badem ve TNK ile düet yaptı.
2011'in Ocak ayında Coca Cola'nın "Hayata Artı" projesi için "Başka Bir Dünya" adlı single'yi yayınladı.
2013'ün Mart ayında 4. solo albümü "Zümrüdüanka"'yı yayınladı.
2013'te kendisini tehdit eden iki ayrı kişiye açtığı davalar sonucunda 'trol' tanımı ilk kez mahkemelerce tanınmış oldu.
Krank mili
Krank mili, eksantirik bir mildir ve pistondan aldığı alternatif doğrusal hareketi sürekli dairesel harekete çevirerek volan ve kavrama vasıtası ile vites kutusuna iletir.
Krank mili genellikle döküm yöntemi ile üretilir ve biyel kolunun çalışacağı bölgeleri talaşlı imalatla hassas bir şekilde işlenir. Krank mili malzemesi düşük alaşımlı çelikdir. Döküm yoluyla üretilen krank mili Küresel garafitli dökme demirle de üretilir. Malzemenin özellikleri aşınmaya, eğrilmeye ve burulmaya karşı dayanımlı olması için genellikle diğer millerde olduğu gibi kesidinin ortasına denk gelen kısımları daha yumuşak alaşımdan üretilir. Krank miline yataklık eden kaymalı yataklar (krank mili yatağı) ise mikrokaynamaları engellemek için gri dökme demirden yapılır.
Krank milinin yağlaması ise üzerinde bulunan yağlama kanalları veyahut biyel kollarının karterdeki yağa çarpıp yağı sıçratmasıyla yapılır.
Babaî Ayaklanması
Bâbâ'î ya da Baba İshak Ayaklanması, Vefâ’îyye tâkipçilerinden Ebu’l Bekâ Baba İlyas bin Ali el-Horasânî ve müridi Baba İshâk Kefersudî’nin çıkardığı Bâbâ’î ayaklanması, bugünkü Alevî-Bâtınî yerleşim yerlerini belirleyen isyândır. Anadolu’da Alevî nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde etkili olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti tarihindeki en büyük Türkmen ayaklanmasıdır. 1237 tarihinde, Vefâ’îyye tarikatına bağlı Ebû'l-Bekâ Baba İlyâs bin Ali el-Horasânî'nin müridlerinden olan Baba İshâk Kefersudî'nin öncülük ettiği ayaklanma. Ayaklanma Anadolu Selçuklu ordusunca paralı Frank askerleri kullanılarak güçlükle de olsa bastırılmıştır. Ama bu olayı izleyen dönemde ortaya çıkan ve Babâîlik olarak bilinen siyâsî-dinî nitelikteki hareketin etkisi yıllarca sürmüştür.
Yerleşik halkın inançlarına göre Şamanist Türkmenlerin Orta Asya'dan getirdikleri inançlar ile İslamiyet'in bir nev'i sentezi olarak kabul edilebilen Bâbâ'îlik, Alevîliğin ana temellerinden biri olmuştur. Ayrıca, XVI. yüzyıldaki Alevî-Türkmen ayaklanmaları üzerinde de büyük etkisi vardır. Sonuçları itibarıyla bu isyan ile Anadolu Selçukluları zayıflamış ve Anadolu, Moğolların saldırısına açık hale gelmiştir.
Baba İlyas'ın en önde gelen hâlifesi konumunda olan Baba İshâk Kefersudî ayaklanmanın propaganda ve teşkilâtlanma safhasından filen başlatıp yürütülmesine kadar her konuda Baba İlyas tarafından tam yetkili kılınmıştı. Elvan Çelebi'nin sağladığı yeni bilgilerin ışığı atında İbn-i Bîbî'nin çelişkili ifadeleri tekrar değerlendirildiğinde isyânı asıl tertip edenin Baba İshak değil Baba İlyas olduğu anlaşılmaktadır.
13. yüzyılda Moğol baskısıyla çok sayıda göçebe Türkmenler, Azerbaycan ve Horasan'dan Anadolu'ya göçmüştü. Ama Anadolu Selçuklu yönetimi bu kitlelerin batı kesimlerine geçmelerine izin vermiyordu. Anadolu’da yerleşik yaşama geçmiş olan Türkmenler ile bu yeni gelen göçer Türkmenler arasında da otlak ve kışlak paylaşımında anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Anadolu’da dar bir bölgede sıkışıp kalan Türkmenler kısa sürede yoksulluğa sürüklendiler. Bu durum göçerler ile yerleşikler arasında çatışmalara yol açtı. Anadolu Selçuklu yönetimi yerleşik olan halkı koruyor ve yeni gelenleri cezalandırıyordu. Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in adaletsiz yönetimi, yoksul ve haksızlığa uğrayan geniş kitlelerinin Baba İlyas'ın çevresinde toplanmasına da yol açtı. Baba İlyas'ın yardımcısı olan Baba İshak, göçebe Türkmenleri örgütledi ve onları bir ayaklanmaya hazırladı. Artık Baba İshak'tan gelecek işareti beklemeye başlamışlardı.
Baba İshâk Kefersudî Adıyaman Hısn-ı Mansûr yakınlarında Kefersud bölgesinde yaşayan Türkmenleri silahlandırarak çevreyi ele geçirmek suretile isyânı başlatmış oldu. Üzerine gönderilen Selçuklu kuvvetlerini peşpeşe yenilgiye uğratarak Adıyaman, Gerger ve Kâhta'yı zaptetmeyi başardı.
Daha sonra ise Malatya üzerine yürü |
yerek buradaki Selçuklu Valisi Muzaffer’ûd-Dîn Ali Şîr kuvvetlerini de bozguna uğrattıktan sonra kendisine katılan takviye kuvvetlerle Amasya’ya ulaştı. Onun bu başarıları karşısında, gelişmelerden Baba İlyas’ı mesul tutan Selçuklu Komutanı Mübâriz’ûd-Dîn-i Armağanşâh Baba İlyas’ı derhal idam ettirdi. Baba İlyas'ın idamına pek öfkelenen Baba İshak bu mevkîde Mübâriz’ûd-Dîn-i Armağanşâh kuvvetlerini de dağıttıktan sonra doğrudan Payitâht Konya üzerine yürüyüşe geçti.
Baba İshak’ın güçlerine ayaklanan Türkmenler'in yanı sıra, Halep ve Antep yöresine sürülmüş olan Harezm Türkleri de katılınca ayaklanma daha da geniş bir bölgeye yayılmış oldu. Elbistan’da yenilen Anadolu Selçuklu ordusu Sivas’ı ayaklanmacılara bırakmak zorunda kaldı. Ardından Amasya ve Kayseri de ayaklanmacıların eline geçti. Ayaklanmacılar başkent Konya’yı tehdit etmeye başlayınca, II. Gıyaseddin Keyhüsrev buradan ayrılmak zorunda kaldı. Baba İlyas'ın Amasya Kalesi'nde öldürülmesi ayaklanmacıları daha da kışkırttı. Ayaklanmacılar Kırşehir'e doğru ilerlemeye başlamışlardı.
1240 tarihide Baba İshak kumandasındaki Babâîler, aileleri, sürüleri ve bütün ağırlıklarıyla Kırşehir’in doğusunda yer alan ""Malya"" Ovası’nda ""Emîr Necm’ed-Dîn"" komutasındaki Selçuklu Ordusu ile karşı karşıya geldiler. Kumandan Emîr Necm’ed-Dîn'in zırhlı kuvvetlerden oluşan kiralık Frank askerlerini öne almak suretiyle saldırması neticesinde ""Babâîler Ordusu"" darmadağan oldu. Muharebenin sonunda Baba İshak ta hayâtını kaybetmişti. Mağlup olan Babâîler'in tamamı kadın ve çocuklar hariç herkes kılıçtan geçirildi.
Bâbâ'î Ayaklanması, Anadolu Selçuklu Devletini iyice güçsüz duruma düşürdü ve Anadolu Selçukluları Anadolu’ya giren Moğollara 1243’teki Kösedağ Savaşı’nda teslim olmak zorunda kaldı. Bâbâ'î Ayaklanması bastırılmasına karşın, bu harekete bağlı olarak yayılan Babâîlik inancı etkisini uzun zaman sürdürmüştür. Bâbâ'î ayaklanmasının meydana getirdiği tesirleri aşağıdaki maddeler halinde sıralanabilir:
Babil ve Asur uygarlıkları
Babil ve Asur uygarlıkları, Mezopotamya'da, Fırat ve Dicle ırmakları arasındaki bölgede 5.000 yıl önce kurulan en büyük kentlerden Babil ve Asur çevresinde yaratılan uygarlıklardır. Bu kentler, Babil ve Asur ülkelerinin de merkeziydi. Yazı başta olmak üzere burada pek çok buluş gerçekleştirildi. Asur ve Babil’de ortaya çıkan uygarlık doğuda İran ve Hindistan'a; batıda ise Filistin, Yunanistan ve Roma’ya doğru yayıldı. Babil ve Asur böylece doğu ve batı uygarlıklarının da çıkış yeri oldu.
Babil ve Asur uygarlıklarına başlıca üç halk katkıda bulundu. Bunların en eskisi, Fırat ile Dicle ırmakları ağızları çevresinde yaşayan Sümerlerdi. Ama Sümerlerin kim oldukları ve Mezopotamya’da ne zaman ortaya çıktıkları bilinmemektedir. Mezopotamya'da ileri bir uygarlık kuran Sümerler, İÖ 3000'de Babil'in güneyini egemenliği altında tutuyorlardı. En ünlü Sümer kentleri Ur, Uruk, Lagaş ve Eridu'ydu. Sümerlerin en önemli buluşlarından biri, sözcükleri işaretlerle gösteren bir yazı sistemi geliştirmiş olmalarıdır.
Sümerlerden sonra bölgenin en önemli kavmi Akadlardı. Dünyanın ilk imparatorluğu Akadlar tarafından kurulmuştur. Akadlar zamanla ikiye ayrılmışlardır: Aşağı Mezopotamya'da Babilliler ve Yukarı Mezopotamya'da Asurlular. Asur'un sonunu Babil-Med ittifakı getirirken, Babil'in sonunu Persler getirmiş ve tüm Mezopotamya'ya hakim olmuşlardır.
Asurlar, Sami halklarındandı ve Mezopotamya'nın kuzeyinde yaşıyorlardı. Asur ülkesinin merkezi olan Asur kenti, İÖ 2000'den önce genellikle Babil krallarının denetimindeki güçsüz krallarca yönetiliyordu. Bu tarihten sonra Asur kralları güçlü bir ordu kurdular ve Babil ülkesinin bazı topraklarını da ele geçirdiler.
İlk Asur kralları üzerine fazla bilgi yoktur. Hakkında bilgi bulunan ilk kral, İÖ 1280’lerde egemen olan I. Şalmanezer'dir. Onun döneminde Asur İmparatorluğu’nun güçlü bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. İÖ 1120 dolaylarında tahta çıkan I. Tiglat-pileser, Asur topraklarını Babil'den Akdeniz'e kadar genişletti ve Fenike denizcilerini vergiye bağladı. Büyük tapınaklar, saraylar ve geniş bahçeler yaptırdı.
İÖ 883-859 arasında hüküm süren II. Asurnasirpal, I. Tiglat-pileser’in ölümünden sonra Asurluların yitirmiş olduğu toprakları geri aldı. II. Asurnasirpal’in fetihlerini anlatan belgeler, onun acımasızlığını dile getiren öykülerle doludur. Bir çöküş döneminden sonra Asur tahtına çıkan birkaç kralın en büyüğü Tiglat-pileser III’di. İÖ 745-727 arasında hüküm süren bu kral, Suriye’deki Şam kentini Asur topraklarına kattı. Asur ordusunda bir general olan II. Sargon (Şarrukin), İÖ 722’de tahtı güç kullanarak ele geçirdi ve İsrail'i işgal etti. Sargon'un oğlu Sinahheriba ise İÖ 704-681 arasında hüküm sürdü. Yahuda Krallığı'ndaki Kudüs'ü talan etti ve Asur yönetimine karşı gelen Babil kentini yaktırdı.
Asurahiddina'nın (Asarhaddon) krallık döneminde (İÖ 680-669) Asurullar, Mısır’ı ele geçirdiler ve imparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştırdılar. Ama bundan kısa süre sonra imparatorluk çöküş sürecine girdi. İmparatorluk sınırlarındaki halklar merkezi yönetime karşı başkaldırdılar. İÖ 614'te Medler Asur topraklarını ele geçirdiler ve Babil'e yerleşmiş olan Kaldelilerle ittifak kurarak, Asur başkenti Ninova'yı yerle bir ettiler. Bu korkunç yıkım Ninova’yı tarihten sildi ve günümüze kadar kentin izine bile rastlanmadı. Asur İmparatorluğu da Ninova ile birlikte tarihin derinliklerine gömüldü.
Asur İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra, Babil yeniden güç kazandı. Kentin yönetici sınıfı Kaldelilerden oluşuyordu. Kaldeliler, Mezopotamya'nın çok eski halkıydı ve Sümer kenti Ur çevresinde yaşıyorlardı. Bir Kaldeli olan II. Nebuchadnezzar (yönetim dönemi İÖ 605-562), Yeni Babil ya da Kalde İmparatorluğu’nu güçlü bir devlet durumuna getirdi. Babil'i, görkemli tapınaklar, saraylar, surlar ve kapılarla donattı. İÖ 586'da Kudüs'ü ve Yahuda Krallığı'nı yağmalayıp, tutsak aldığı Yahudileri Babil'e yerleştirdi.
Kalde İmparatorluğu, Fırat Irmağı'ndan Mısır'a, Ermenistan'dan Arabistan'a uzanıyordu. Bu dönemde, sanatlar, ticaret ve sanayi çok gelişmişti. Ne var ki bu parlak dönem çok uzun sürmedi. Nebuchadnezzar’ın ölümünden sonra imparatorluk çöküş sürecine girdi.
Çöküş
Pers İmparatorluğu'nun kurucusu Büyük Kiros (Kurus), İÖ 539'da Babil ülkesini ele geçirdi. Buna karşın Babil, uzun süre kültürel kimliğini korudu. Büyük İskender, Pers İmparatorluğu'nu ele geçirdiğinde bile Babil hâlâ görkemli bir kentti. Büyük İskender İÖ 323’te bu kentte, Nebuchadnezzar’ın sarayında öldü.
İskender'den sonra bölgeye egemen olan Selevkoslar döneminde Babil bir süre daha önemini korudu. Ama Selevkoslar İÖ 311'de Babil kentinin kuzeyinde Seleukeia adında bir başkent kurup Babil'de oturanları buraya yerleştirdiler. Babil de zamanla tarihten silindi. Ama Babil uygarlığının izleri varlığını korudu. Örneğin, çivi yazısı Hıristiyanlık'ın başlangıcına kadar kullanıldı.
Babil ile Asur sanat ve mimarlığında Sümerlerin izleri görülür. Onlar da Sümerler gibi tapınaklarını ve saraylarını pişmiş kil tuğlalarla yaptılar. Kentlerin merkezine yerel tanrılar adına tapınaklar diktiler. Tapınaklar, merdivenler ya da eğimli yollarla çıkılan geniş bir platform üzerinde yükseliyordu. Babilliler, bu tapınaklardan başka, basamaklı piramit biçiminde yükselen tapınaklar inşa ettiler. Ziggurat adı verilen bu yapıların tepesinde, genellikle mavi sırlı çinilerle kaplanmış küçük bir tapınak bulunurdu. Kutsal Kitap'ta öyküsü anlatılan Babil Kulesi'nin de bir ziggurat olduğu sanılmaktadır.
Mimari açıdan önemli yerlerden biri, Asur başkenti Ninova’ydı. II. Sargon'un Ninova yakınlarında yaptırdığı görkemli sarayının bine yakın odası olduğu bilinmektedir. Sarayın hemen yanı başında dev bir ziggurat yükseliyordu. Sinahheriba, Ninova'da üç büyük saray yaptırmıştı.
Asurlular ve Babilliler yapıları farklı biçimde süslüyorlardı. Babilliler duvarları renkli sırlı tuğlalarla kaplıyorlardı. Asurlular kalın ve yassı kireçtaşı ya da kaymaktaşıyla ördükleri duvarlara savaşları, avcılığı, din ya da saray yaşamını konu alan sahneler oyuyorlardı. Bu kabartma resimlerin çoğunda kral, sakalı ve kıvırcık saçlıdır. Çevresindeki öbür insanlar ise birbirine benzer. Av sahneleri çok canlı biçimde tasvir edilmiştir.
Asur tapınaklarının ve saraylarının kapılarını, insan başlı aslan ya da boğa heykelleri koruyordu. Kentler, planlı biçimde kurulmuştu ve geniş caddeleri vardı. Su gereksinimi, büyük su kanallarıyla karşılanıyordu.
Babilliler, birden çok tanrıya tapıyorlar ve bu tanrılara ilişkin kuşaklar boyu anlatılan efsanelere inanıyorlardı. Bu efsanelerin çoğu Sümer kaynaklıydı. Evrenin ve insanların yaratılışını konu alan Sümer efsaneleri arasında Âdem ile Havva öyküsüne benzer bir öykü de vardır. Kral Gılgamış’ın serüvenlerini anlatan Gılgamış Destanı da bu döneme ilişkin efsanelere dayanır.
Sümer tanrılarının en büyüğü, Uruk kentinin tanrısı Anu, Babillilerin en büyük tanrısı ise Babil kentinin tanrısı Marduk idi. Marduk’un yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılıyordu. Babil’in baştanrıçası İştar ise bereket tanrıçasıydı. Onun oğlu Tammuz ise bitkilerin tanrısıydı (Türkçe’deki temmuz ayının adının da buradan geldiği sanılır).
Asurlular da büyük ölçüde Sümerlerin ve Babillilerin dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama, en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur'du. İştar aynı zamanda Asurluların da baş tanrıçasıydı.
Çivi yazısı da denen Sümer yazısı en eski yazıdır. Bu yazı kil tabletler üzerine yazılıyor, sonra bu tabletler pişiriliyordu. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bu tür tabletlerin bazıları 5.000 yıl öncesine aittir. Çivi yazısında, kavramları belirtmek için köşeli simgeler kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, yasalar, bilim ve başka konulara ilişkindir. Asurluların, tarihlerindeki büyük olayları kayda geçiren ilk halk olduğunu söylenebilir. Şiirler ve dini şarkılar da yazan Asurlular, yazdıkları tabletleri büyük kitaplıklarda saklıyorlardı. Asurbanipal'in Ninova'da bulunan "tablet evi"nde, değişik konuları içe |
ren 25 binden fazla çivi yazısı tableti vardı.
Kaldeliler, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinden geleceğin bilinebileceğine inanıyorlardı. Bu amaçla gökyüzünü incelerken astronominin de temellerini attılar. Ekvatoru 360 dereceye bölmeyi ve yıldızların haritasını çıkarmayı da ilk kez Kaldeliler başardı. Geliştirdikleri ağırlık ve ölçü sistemini daha sonra Yunanlar ve Romalılar da kullandı.
ayrıca bulara ek olarak sümerlerden büyük ölçüde etkilendiğini söyleyebilriz.
Avrupa Kültür Başkenti
Avrupa Kültür Başkenti, Avrupa Birliği tarafından periyodik olarak her yıl belirlenen kent veya kentlere verilen unvandır.Seçilen kentin kültürel yaşamını ve kültürel gelişimini sergilemesi için oldukça iyi bir fırsattır. Bu kentler, uluslararası platformda kendi kültürlerine has özellikleri sergilemeleri için bir takım değişimler yaşamaktadırlar.
Öncelikle, Avrupa Kültür Kenti kavramı 13 Haziran 1985'te Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atılmıştır. Daha sonradan Avrupa Kültür Kenti seçilen Atina'ya oldukça olumlu kültürel ve sosyo-ekonomik etkiler olmuş ve bu kentin bir cazibe merkezi haline geldiği görülmüştür.
1999 yılında Avrupa Kültür Kenti, Avrupa Kültür Başkenti olarak değiştirilmiştir. 2000 yılından itibaren de finanse edilmeye başlanmıştır. 2005-2019 arasında ise yeni seçim sistemi belirlenmiştir. 2005'ten sonraki seçimlerde bu unvan birden fazla kente verilmesi kararlaştırılmıştır. 2010 yılındaki Avrupa Kültür Başkent'lerinden biri de İstanbul'dur.
Alper Ağa
Alpertunga Köksal ya da bilinen sahne adıyla Alper Ağa, (d. 1970, Almanya), Türk rap müzisyeni.
1970 yılında Almanya'da doğmuştur. Cartel ve Türk rap grubu Karakan'ın kurucuları arasında yer almaktadır. Asıl mesleği Kimya mühendisliği olan Alper Ağa, bu alanda doktora yapmıştır.
Hip-hop müziğine ilk adımlarını 1984 yılında "Electric Kingdom" adlı break dans grubunu kurarak attı. O dönemlerde Nürnberg'de yaşayan ve daha sonra ünlenen Captain Hollywood'dan break dans teknikleri öğrendi.
Müzik kariyerine 1986 yılında Almanya'da, “AL JMD” ve “King Size Terror” adlı hardcore rap gruplarında başladı. Buradaki ortağı “Chill Fresh” adında bir okul arkadaşıydı. Bu dönemde King Size Terror ile iki albüm çıkardılar. bunlardan biri de sonradan defol dazlak olarak Karakan albümlerinde yer alacak olan bir yabancının hayatı idi.
Daha sonra Karakan grubunu kurdu. Gruptaki diğer isimler Kâbus Kerim ve Porno Ahmet'ti. Ahmet daha sonra gruptan ayrıldı ve grup esas şeklini aldı. Cartel organizasyonunda yer aldılar. “Evdeki Ses” ve “Çek bi Fırt” şarkılarıyla tüm kitlelerin beğenisini kazandılar. Cartel dağıldıktan sonra “Al Sana Karakan” isimli albümlerini çıkardılar. Asıl ünlerine bu albüm ile ulaşmışlardır. Albüm, gelmiş geçmiş en iyi Türkçe rap albümü olarak kabul edilmektedir. Müzikal altyapılar, sesler ve sözleriyle bir efsane olmuş bu albüme, beklenen ilginin gösterilmemesi üzerine Alpertunga Köksal ve Kerim Yüzer müziği bırakma kararı aldı. Böylece Karakan grubu yaklaşık 15 yıl süren bir uykuya daldı.
Uzun bir aradan sonra 2009 Rock'n Coke İstanbul sahnesinde maNga ile karma bir albüm ile konser verdiler. Bunun üzerine Kasım 1 itibarı ile maNga grubu ile Evdeki Ses şarkısına klip çekip TV ve İnternet'te eş zamanlı olarak yayınlandı.
Pachacutec Yupanqui
Pachacutec Inka Yupanqui (Quechua Pachakutiq ya da Pachacuti) (d. ?-ö. 1471), 1438'den 1471'e kadar Cusco Krallığının dokuzuncu Sapa Inca’sıdır. Krallığı İnka ("Tahuantinsuyu") imparatorluğuna dönüştürmüştür. Merkezi hükümet ve güçlü liderli, dört yerel hükümet şeklinde federal sistem oluşturmuş, fetih çağını başlatmıştır.
Zamanında krallığını Titicaca Gölü'nden And Dağları'nın orta kesimine kadar genişletmiştir. En önemlisi, İnkalar'ın altyapısını kurmuş ve yeni teknolojilerle ekonomiyi geliştirmiştir. Bununla birlikte iktidarıyla, tarihi olaylar not edilmiş mesela doğum ve ölüm gibi durumlar kayda geçirilmiştir. Kendi kişisel yaşamına dair pek bir bilgi mevcut değildir. Kendinden sonra tahta geçen, oğlu Tupac Yupanqui'dir.
Kolostrum sütü
Kolostrum sütü, doğumdan sonra ilk 4-5 gün anne tarafından yavruya verilen ilk süttür, diğer ismi ağız sütüdür. Bileşimi normalden farklıdır ve sarımsı renkte hafif tuzlu ve tatlıdır. Normal sütle karıştırılmamalıdır. Bileşiminde yüksek oranda protein ve bağışıklık kazandıran immünoglobulin içerir. Laktoz ve süt yağı normal süte göre daha düşüktür. Yüksek oranda serum proteini içerdiklerinden ve yüksek pH derecesinden dolayı kaynatıldıklarında pıhtılaşma göstermektedirler. Hamileliğin sekizinci ayında oluşumunu tamamlar.
Antikor ve immunglobulin bakımından zengindir.
Ray Nagin
Clarence Ray Nagin Jr. (doğumu 11 Haziran 1956) Amerika Birleşik Devletleri'nin Louisiana eyaletinin New Orleans şehrinin 2002 Mayıs ayında seçilen belediye başkanıdır. Kendisi 2005 yılında bölgeyi vuran Katrina Kasırgası sırasında ve sonrasında uluslararası platformda gündeme gelmiştir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Tevfik Turan
Tevfik Turan, Türk çevirmen. 1954’te doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde Alman filolojisi okuduğu yıllarda başladığı çeviri çalışmalarını TTOK’da mütercimlik, Türk-Alman Eğitim Merkezi’nde Almanca öğretmenliği, İstanbul Üniversitesi'nde Almanca ve Hamburg Üniversitesi'nde Türkçe okutmanlığı yaparken sürdürdü. İlk çeviri kitabı, Patrick Süskind’den Koku, 1987’de yayımlandı. Bunu Peter Handke, Sten Nadolny, Wassily Kandinsky ve Walter Benjamin çevirileri izledi. Şiir çevirileri, Hokka dergisi dışında, Ernst Jandl’ın Daha İyisi Saksofon (YKY, 1998) adlı kitabında yayımlandı.
Almanya'da, Engelschoff'ta bulunan ve yabancı dil olarak Türkçe, Azerice, ikidillilik ve Türk edebiyatı ile ilgili yayınları olan, Auf dem Ruffel yayınevinin ortağı ve yöneticisidir.
Saint Pierre Kilisesi
Saint Pierre Kilisesi, Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmaktadır. Antakya'daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir.
İncil'in "Resullerin İşleri" bölümünde Barnabas'ın Tarsus'a giderek Pavlos'u Antakya'ya getirdiği, Antakya'da bir yıl birlikte çalışarak Hristiyanlığı yaydıkları ve bu dine inananlara 'Hristiyan' adının verilmesinin Antakya'da gerçekleştiği bilinmektedir. Bu bilgilere ek olarak Pavlos'un Galatyalılara yazdığı mektupta Antakya'ya gelen Petrus ile Hristiyanlığın o günkü durumunu tartıştığını belirtmektedir. Hristiyan geleneği Petrus'u Antakya Kilisesi'nin kurucusu ve burada oluşan Hristiyan topluluğun ilk başpapazı olarak kabul etmiştir.
Kilisenin erken döneminden günümüze sadece taban mozağinin parçaları ve sunağın sağında, duvar boyamalarının izleri kalmıştır. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hristiyanların baskınlar sırasında kaçmak için kullandıkları sanılmaktadır. Kayalardan sızarak yalakta toplanan su vaftiz için kullanılmıştır. Son yıllara kadar ziyaretçilerin şifalı kabul ederek içtikleri, hastalara götürdükleri bu su sızıntısı depremler nedeniyle azalmıştır.
Kilisenin ortasındaki taş sunağın üstünde eskiden 21 Şubat tarihinde Antakya'da kutlanan Saint Pierre Kürsüsü Bayramı için yerleştirilen taştan bir kürsü vardır. Sunağın üzerindeki mermer Saint Pierre heykeli 1932 yılında yerleştirilmiştir. 1098 yılında Antakya'yı ele geçiren haçlılar kiliseyi birkaç metre daha uzatıp iki kemerle ön cepheye bağlamışlardır. Bu cephe 1863 yılında, Papa IX. Pius'un isteğiyle restore işlerine girişen Kapuçin rahipleri tarafından yeniden yapılmıştır. Restorasyona III. Napolyon da katkıda bulunmuştur. Kilise girişinin solunda duran kalıntılar bir zamanlar ön cephenin önünde bulunan revaktan geriye kalmıştır.
Bahçenin birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kilisenin iç kısmında da özellikle sunağın çevresinde de mezarlar bulunmuştur. Günümüzde bir müze olan kilisede valiliğin izniyle müze müdürlüğü denetiminde ayin yapılabilmektedir.
Kaesong Endüstri Bölgesi
Kaesong Endüstri Bölgesi veya Kaesong Endüstri Parkı Kuzey Kore’nin Güney Kore sınırındaki Kaesong şehrinde kurulan ve Güney Kore firmalarının Kuzey’in işgücünü kullanarak üretim yapmalarına imkân veren sanayi tesisleridir. Bölge, Kuzey ve Güney Korelilerin fiziki temasta bulunduğu tek yer olması açısından önem taşımaktadır.
Kaesong Endüstri Parkı’nda 2006 yılı itibarıyla 6.000 Kuzey, 500 Güney Koreli çalışmakta ve 11 Güney Kore firması faaliyet göstermektedir. Çalışan sayısının 2012 yılında 700 bine, firma sayısının ise 500’e çıkartılması hedeflenmektedir. Güney Kore’nin parka yaptığı yatırım miktarı 2 milyar dolar civarındadır.
Güney Kore, Kaseong Sanayi Parkı sayasinde iki ülke arasında yaşanan siyasi gerginlikleri azaltmayı ve Kuzey’in ucuz işgücünü kullanarak Çin malları ile rekabet edebilir hale gelmeyi hedeflemektedir. Kuzey Kore ise, ekonomisini dış dünyaya sınırlı miktarda açarak geliştirmeyi amaçlamaktadır. Kaseong Sanayi Parkı’nın Kuzey Kore’nin nükleer silah programına ve ABD’ye karşı gösterdiği düşmanca tavırlara son vermesi yönünde bir adım oluşturabileceği de uzmanlarca dile getirilmektedir.
Park’ta çalışan bir Kuzey Korelinin aylık maaşı 57,50 dolardır. Bu para doğrudan Kuzey Kore Hükümeti’ne ödenmektedir. Kuzey Kore, çalışanlara bu paranın sadece 8 Dolarını dağıtmaktadır. Güney Kore firmaları, çalışanlarına doğrudan ödeme yapmayı talep etse de bu istek Kuzey Kore yönetimi tarafından reddedilmektedir.
Kaesong Endüstri Parkı'nda Güney Kore parası olan Won geçmemekte ve Güney Koreliler ile Kuzey Koreli çalışanların ayrı tutulmasına özen gösterilmektedir. Güney Korelilerin kendilerine ait yemekhane, kantin, kafeterya, hastane, postane vb. imkânları bulunmakta, bu imkânlardan Kuzey Koreli çalışanlar yararlanamamaktadır.
Küba füze krizi
Küba Füze Krizi, ABD’nin Türkiye ve İtalya'ya , SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehd |
idi altında bırakan bunalımdır.
Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem soğuk savaşın doruğunu hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş; ama kararlı bir tempoda yerleşmeye başlayan “yumuşama” (detente) olgusunun temelini oluşturmasıdır.
Ekim Füzeleri bunalımının temelinde yatan asıl neden Amerikan Hükümetinin Fidel Castro rejimini devirmek istemesidir.
Castro’nun 1959 yılında ABD’nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine ABD, önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla Castro rejimini yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca Castro rejimini kötülemekle yetindiler. Daha sonra ABD’ye kaçan Kübalı mültecilerin Amerikan hükümetinin yardım ve desteği ile Küba’yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda başarısızlığa uğraması, ABD’nin bu dolaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı.
Bunalımın bir diğer nedeni ise SovyetӀer BirӀiği'nin ABD’nin gerek OAS bünyesinde gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba’daki Castro rejimine destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Küba’nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba’ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.
ABD'ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960'ta düşürülmesiyle ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı.
Bir görüşe göre Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok görünüşteydi. Bu görüşe göre füzelerin yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Nikita Khrushchev açısından becerikli bir soğuk savaş oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. F. Kennedy zorladığı takdirde sökülmek üzere yerleştirilmişti. Ancak, sökme bedeli olarak Khrushchev bazı ödünler beklemekteydi: Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence ve SSCB toprakları yakınına(özelde Türkiye'ye) yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.
Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun Küba ile SSCB arasında gelişen bu ilişkiler ABD’yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı Kennedy 1962 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu olasılıkların gerçekleşmesi halinde Küba'ya müdahale edeceğini açıkladı: Küba'daki Amerikalı Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse; Cape Canaveral İstasyonu'na müdahale edilirse; SSCB Küba'da saldırgan üsler kurarsa.
ABD’de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu.
Kennedy teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler’e, OAS’a ve NATO’ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından haberdar etmekle yetindi.
22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklardı. Khrushchev ilk tepki olarak saldırı değil savunma silahı taşıdığını söylediği gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı.
Khrushchev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış, 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti, füze durumları Türk halkına 40 yıl sonra açıklandı veya belgelendirildi.) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemiştir.
Başkan Kenedy ise aynı tarihli cevabi mektubunda, Kübadaki füzeler söküldüğü takdirde Küba’ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba’yı işgal etmeyeceği güvencesini verebileceğini kaydetmiş ancak Türkiye’deki füzelerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak “Dünyadaki gerginliklerin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir” demiştir.
ABD Başkanı Kennedy kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD’ye yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasıydı. Jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi.
ABD’ye göre pazarlık unsurları da birbirine uymamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba’ya yerleştirilen füzeler öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB’nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu.
Khrushchev 28 Ekim 1962’da Kennedy’e ikinci bir mektup yazmıştır. Bu mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy’nin önerilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştır. Kennedy, aynı gün Khrushchev’e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmiştir.[Amerika'da büyükelçiler nezdinde yapılan son görüşmede Sovyet elçi Küba'daki füzelerin kaldırmasının ancak Türkiye'deki füzelerin kaldırılmasına bağlayacak Amerikan elçi yedekte tuttuğu kozu kullanıp "zaten Türkiye'ye koyduğumuz füzeler eskimişti 6 ay içerisinde kaldıracaktık" demiştir(Amerikan elçi Kenndy'nin kardeşi bakandır ve ayrıca sovyet elçi ile görüşmeden önce Türkiye'deki füze kozunu en son seçim olarak kullanmasını kararlaştırmışlardır.Füzelerin Sovyetlerin aynı dönemde kaldırılmamasının sebebi ise gelişen olaylar karşısında medyada sıkıntı çeken Kenndy'nin Türkiye'deki füzelerin kaldırılmasının altında kalabilecek olmasıdır.Amerikan elçi bu gizli maddenin sadece sovyet kurmaylar tarafından bilineceği, Türkiye'deki füzelerin kaldırılmasının kamuoyu tarafından bilinmesinin anlaşmayı bozacağı ve askeri müdahalenin kaçınılmaz olacağını söylemiştir.Bir ihtimal de, Khrushchev sadece ülkesinin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmaması için başkanlık koltuğundan indirilirken bu gizli maddeyi açıklamamıştır ama Sovyetler kendini tehdit eden yakınındaki nükleer füzelerden kurtulmuştur.]-->(Yakın Tehlike[Thirteen Days] filminden)
28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD’nin Küba’ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım atlatılmıştır.
Khrushchev’in füzeleri sökme kararı NATO’da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi’ndeki bazı delegeler ABD’den Küba’yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı.
Vahiy
Vahiy (Arapça: ), İslamî terminolojide buyruk veya düşüncelerin Allah tarafından peygamberlere bildirilmesine veya bu bildirinin kendisine denir. İslamî inanışta vahiy peygamberlere gelir ve sadece Cebrail aracılığıyla iner.
Vahiy ile gelen her türlü söz Allah’ın sözü kabul edilir. Dolayısıyla vahiy sonucu yazıldığına inanılan kitapların (kutsal kitaplar) Allah’a ait ve mutlak doğrular olduklarına inanılır. Müslümanlar, Kur’an dışındaki kutsal kitapların tahrif olduğuna inanırlar.
İslâmî anlayışta Allah’ın insanlara vahiy göndermesinin birtakım nedenleri bulunmakta olup bunların en önemlisi Allah'ın insanları uyarmak istemesidir. Allah, Kur'ân'ın bir öğüt olduğunu ve anlaşılmak için indirildiğini belirtmektedir. Özet olarak vahiy, insanlığa gerçek inanç esasları, iyi, doğru ve güzel olanı öğretmek için gönderilmiştir.
Vahye benzer bir kavram olan ilham ise melek aracılığı ile gelmez ve herkesin yaşayabileceği bir “içe doğma”dır.
İslamdışı kaynaklarda ise kutsal kitapların kaynağı “esin” kavramıyla ifade edilir. Esin, İslâmî terminolojideki ilham karşılığı olarak değerlendirilebilir. “İlahî esin” ile yazılan kutsal kitabın İslamî anlayıştan farklı olarak tanrı sözleri yanında askerî ve politik önderlerin söz ve emirlerinin, çobanlar, krallar, esirler ve sâkîler tarafından yazılmış olan tarih, soyağaçları, kanunlar, şiirler, ilahiler ve kehanetlerin bulunduğu, yazılanların yazıldığı döneme ait insanların anlayış ve kavrayışıyla ilgili özellikler taşıdığı vurgulanır.
Ehl-i Sünnet’e göre vahyin iki çeşidi vardır:
Feroz Ahmad
Prof. Dr. Feroz Ahmad (d. 1938, Delhi), Hint kökenli Amerikalı ve Türk tarihçi.
Lisans eğitimini 1958'de Delhi Üniversitesi Tarih Bölümünde aldı. Ardından Londra Üniversitesi'ne gitti. Burada Bernard Lewis'in yanında "Türk politikasında İttihat ve Terakki Partisi 1908-1913" isimli doktora tezi hazırladı. Tez kapsamında 1962-1964 yılları arasında Türkiye'de çalışmalar yaptı.
Columbia Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptı. Daha sonra Massachusetts Üniversitesi'nden yardımcı doçent unvanı aldı. Aynı üniversitede 1970 yılında doçent, 1978 yılında profesör oldu. 1980-1981 yıllarında Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nde dersler verdi. İngiltere ve Türkiye'de araştırmalar yaptı.
1997-1998 yıllarında Türkiye'de Fulbright öğretim üyesi olarak görev yaptı. Massachusetts Üniversitesi'nden emekli olarak Türkiye'ye geldi. Türk vatandaşlığı aldı ve Yeditepe Üniversitesi'nde ders vermeye başladı.
19 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından, Türk tarihine yaptığı katkılar sebebiyle kendisine Liyakat Nişanı tevcih edildi.
Ahmad'ın Osmanlı'nın son dönemi ve modern Türkiye üzerine Türkçeye de çevrilen eserleri şunlardır:
Paskalya
Paskalya (Latince: "Pascha", Yunanca: Πάσχα, "Pascha", A |
ramice: פֶּסחא, "Pasḥa"), Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli bayram. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak Mart sonundan Nisan sonuna kadar olan dönemdir. Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.
Paskalya ve Triduum sözcüklerinin 2. yüzyıldaki karşılığı Yunan ve Latin yazarlar tarafından "Pascha (πάσχα)" olarak kullanılmıştır. İbranice "Pesah (פֶּסַח)" sözcüğünün Aramice'ye geçmiş halinden türetilmiştir. Sözcük "dokunmadan geçmek" anlamına gelir ve İsrailoğulları'nın Mısır'daki esaretten kaçışına veya İsrailoğulları'nın ilk doğan çocuğunun canının bağışlanmasına gönderme yapar. Pavlus Efes'ten "Pascha'mız İsa bizim için kurban edildi." diye yazmıştır; ancak Efesli Hristiyanlar Çıkış'ın İsa'nın ölümü'nden bahsettiğini duyan ilk insanlar değildi.
Günümüz İngilizcesi'ndeki "Easter" sözcüğü Eski İngilizcedeki 899 yılından önce ortaya çıkan "Ēastre" ya da "Ēostre" sözcüğünden türemiştir. Günümüz Almancası'ndaki karşılığı "Ostern"dir. Paskalya sözcüğü Hollandaca'da "Pasen", İskandinav dillerinde ise påske (Danca ve Norveççe), påsk (İsveççe), páskar (İzlandaca) and páskir (Faroece) olarak geçmektedir.
Yunanca "Πάσχα" sözcüğü ve Latincedeki karşılığı "Pascha" İbranice'deki Hamursuz Bayramı anlamına gelen "Pesach (פֶּסַח)" sözcüğünden türemiştir. Yunancada diriliş, yükseliş anlamına gelen "Ἀνάστασις" sözcüğü de bazen kullanılır.
Arapça ve diğer Sami dillerini konuşan Hristiyanlar "Pesaḥ" ile aynı kökten gelen adlar kullanırlar.
Tüm Roman dillerinde Paskalya sözcüğünin kaynağı Latince "Pascha" sözcüğüdür. İspanyolcada Pascua, İtalyanca ve Katalancada Pasqua, Fransızcada Pâques, Portekizcede Páscoa ve Rumence'de Paşti sözcükleri kullanılır.
Tüm günümüz Kelt dillerinde Paskalya sözcüğü Latinceden türemiştir.
Bazı Batılı dillerde Paskalya yerine kullanılan "Easter", "Ostern" vb. sözcüklerin kökeni Cermen Takvimi'ndeki Eostur (Nisan) ayıdır. Bu ay, adını Anglosakson Pagan tanrıçası Ēastre'den alır.
Türkçeye Rumca "Pashalia" sözcüğünden türeyerek girmiştir.
İsa MS 29–33 yılları arasında çarmıha gerildi. Paskalya bayramına dair en eski kayıtlar 2. yüzyıla aittir, bununla birlikte İsa'nın dirilişinin anılması muhtemelen daha eski tarihlere dayanır.
İsa'nın dirildiği günü belirleme hususu, 8. yüzyıla kadar Doğu ve Batı kiliseleri arasında başlıca tartışma konularından biri oldu. Anadolu'daki Hristiyanlar İsa'nın çarmıha gerildiği günü, Yahudilerin Pesah (Hamursuz Bayramı) olarak kutladığı, baharın ilk dolunayından sonraki 14. gün (Yahudi Takvimi'ne göre 14 Nisan) olarak belirlediler. Diriliş gününü de –haftanın hangi gününe geldiğine bakılmaksızın– bundan iki gün sonrası, yani 16 Nisan olarak belirlediler. Ancak Yahudi Takvimi'nde de adı Nisan olan bu ay, günümüzde kullandığımız Gregoryen Takvimi'ndeki Nisan ayı ile örtüşmemektedir. Modern Mart ve Nisan aylarının bir kısmını kapsamaktadır. Batı Kiliseleri'nde ise İsa'nın bir Pazar günü dirildiğine inanıldığı için, Yahudi 14 Nisan'ından sonraki ilk Pazar günü "Diriliş Günü" kabul edildi. Zamanla diğer kiliseler de bu geleneğe uydu ve kutlamalar Pazar günü yapılmaya başlandı. Günümüzde Quartodesiman (14ncü güncü) denen ve Diriliş gününü haftanın hangi gününe geldiğine bakmaksızın kutlayan kiliselerin sayısı oldukça azdır.
325 yılındaki İznik Konsili'nde, Paskalya'nın bahar ekinoksundan (21 Mart) sonraki ilk dolunayın ardından gelen Pazar günü kutlanması kararı alındı. Bu nedenle Paskalya, Gregoryen Takvimi'ne göre 22 Mart ile 25 Nisan arasındaki Pazar günlerinden birine denk gelir. Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jülyen Takvimi'ni temel aldıkları için kutlamalar genellikle Protestan ve Katolik kiliselerinden sonra gerçekleşir. Ayrıca yine Ortodoks kiliselerinde Paskalya'nın Yahudi Pesah Bayramı ile aynı güne denk 'gelmemesine' dikkat edilir.
20. yüzyılda Paskalya bayramı için sabit bir tarih belirleme çalışmaları yapıldı. Özellikle Nisan ayının ikinci pazarı üzerinde durulduysa da uygulamaya geçilemedi.
Paskalya tüm Hristiyanlar tarafından kutlanır. Yaygın olarak kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, kutlandığı ülkeye göre değişik gelenekler vardır. Bunlar arasında en yaygını şahısların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve Paskalya yumurtası hediye etmesidir.
Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsar. Paskalya Günü'nde (Diriliş Günü) sona erer.
Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (Paskalya çöreği) yapılır; haşlanmış yumurtalar boyanır ; mumlar yakılır; dualar okunur.
Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları Meryem Ana Paskalyası adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.
Katolik Kiliseleri'nde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır, Paskalya mumu yakılır; Kitabı Mukaddes'ten bölümler okunur, vaftiz törenleri yapılır. Hristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda yalnızca bir kez, Paskalya gününde yapılırdı.
Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır.
Tiramisu
Tiramisu, Mascarpone ile yapılan bir İtalyan tatlısı. Kelime anlamı "Beni neşenlendir ya da Beni yukarı çek "
Tiramisu için gerekenler: 1 paket kedi dili bisküvisi, 1 çay fincanı sıcak su, 2 çorba kaşığı hazır kahve, 2 çorba kaşığı tozşeker, 1 tatlı kaşığı kakao, 1 tatlı kaşığı türk kahvesi. Ayrıca badem likörü veya konyak ilave edebilirsiniz. Malzemelerin hepsi bir kapta karıştırılır ve kedi dilleri bu karışımla ıslatılır. Bir kat krema, bir kat bisküvi ve üzerine tekrar bir kat krema konulur ve kahve ile süslenir.
Manco Capac
Manco Capac (Quechua: "Manqo Qhapaq"), İnka mitolojisinde ilk İnka ve Cuzco Kralı. Manco Capac'ın ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli hikâyeler bulunmaktadır.
Bir efsaneye göre Manco Capac, Mama Quilla ve güneş tanrısı Inti'nin oğlu ve Pachacamac'ın kardeşidir. Mitolojiye göre Inti onu Titicaca Gölü'nün köpüğünden yaratmış ve kız kardeşi Mama Ocllo ile bereber Dünya'yı iyi hale getirmesi için yeryüzüne göndermiştir. Inti onlara altın bir değnek ("Tupayawri") vererek, değneğin bereketli bir yerde toprağa gömülmesini ve orada şehir kurmalarını ister. Bu şekilde Manco Capac ve Mama Ocllo Titicaca Gölü'nde Güneş Adasına ulaşmışlar. Birkaç arayıştan sonra değnek, şehir ve İnka medeniyetini kurdukları "Qusqu" 'da (Cusco) toprağa batmış. Bu mit, birçok İnka yaradılış mitinden biri olup, en yenisidir ve özellikle 15. Yüzyıl'da oldukça öne çıkmıştır.
Manco Capac (Ayar Manco), Viracocha efsanesine göre Viracocha'nın oğludur. O, onun erkek kardeşleri (Ayar Anca, Ayar Cachi ve Ayar Uchu) ve kız kardeşleri (Mama Ocllo, Mama Huaco, Mama Raua ve Mama Cura) Cuzco civarlarındaki Pacaritambo'da yaşarken kendi kabileleri ve diğer kabileler birbirleriyle karşılaşıp savaştılar. Manco Capac'ın kabilesi Cuzco Vadisi'ni ele geçirmek istedi. Bu efsanede de, babasının Manco Capac'a altın bir değnek verdiği düşüncesi vardır. Olaylar farklı olabilir, ancak efsanenin bazı çeşitlerine göre genç Manco kıskançlıkla kardeşlerini öldürdü ve Cuzco'da hükümdar oldu.
Manco Capac, yaklaşık 40 yıl yaptığı Cuzco Krallığı'nın hükümdarlığı süresince bir kanunname hazırlattığı ve insanların kurban edilmesi geleneğini kaldırdığı sanılmaktadır. Bu kanunname, insanların kız kardeşleriyle evlenmesini yasaklamıştır. Ama bu yasa soylular için geçerli olmadığından dolayı, Manco Capac kardeşleri Mama Ocllo veya Mama Cello'dan biriyle evlenmiştir. Onların Daha sonradan Sapa Inca olacak Roca adlı bir oğulları oldu. Bazı kaynaklara göre Manco Capac'ın 1230'a değin hüküm sürdüğü, bazı kaynaklara göre ise 1107'de öldüğü söylenir.
Güzel sanatlar
Güzel sanatlar, güzellik ve zevkle ilgilenen sanatlar için kullanılan bir ifadedir.
Resim, heykel, mimarlık, müzik ve şiirden oluşan beş başlıca sanat alanını kapsar. Zaman zaman yazarların kendine özgü görüş ve anlayışlarının sonucu olarak başka birtakım sanatlar bu şemaya dahil edildiği görülür; örneğin bahçe düzenleme, gravür ve dekoratif sanatlar, dans, tiyatro, kimi zaman opera, hitabet ve edebi düzyazı.
Bu terim ilk defa Fransızcada ""beaux arts"" olarak 18. yüzyılda doğmuştur. Güzel sanatlar teriminin ortaya çıkışındaki motivasyon; resim, heykel gibi görsel sanat dallarını tekstil, seramik ahşap işlemeciliği gibi zanaat ve uygulamalı sanatlar ile popüler sanatlardan (hikaye anlatıcılığı, popüler şarkılar gibi) ayırmaktı. ""Güzel sanatlar"" diye isimlendirilen şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleyken zanaatların ve popüler sanatların hedefi sadece kullanım değeri sunma veya eğlendirmekten ibaretti. Böylece eski çağlarda birçok dilde görülen sanat/zanaat özdeşliği; kullanılmak için değil de, hiçbir çıkar gözetmeksizin yalnızca hoşlanmak amacıyla seyredilmek için nesneler üretilmesinin birbirinden ayrılmasıyla ortadan kalktı. Buradaki güzel, sanat eserinin niteliğini değil, disiplinin estetikle bağlantısını vurgulamak için kullanılmıştır.
Günümüzde güzel sanatlar daha çok, klasik veya akademik sanatla bağlantılı olan geleneksel görsel sanatlar anlamına gelir. Türkiye'de geçmişte bir dönem güzel sanatlar için Arapça "fen"in çoğulu ""funun-u nefise"", daha sonra ""sanayi-i nefise"" kullanılmıştır.
Üniversite
Üniversite ya da diğer adıyla yükseköğretim, üniversitelerde ve meslek yüksekokullarda 2 yıllık yapılan öğretimdir.
Üniversite, Eflatun ve Aristo’nun hiçbir politik ve dinî baskı unsuru olmadan öğrencileri ile felsefi tartışma yarattıkları ortamdan esinlenerek günümüze kadar evrensel ölçekte bağımsız ve tüzel kişiliğe sahip kurumlar olarak “universitas” üniversite adını almıştır. Üniversite felsefi tartışma ortamında akıl sürecini duygusal sürecin önüne alarak kişilerin olayları görerek ve tartışarak farkına varılabili |
rliğini sağlayan ortamlardır.
İlk Üniversite "Konstantinopoli Üniversitesi", 425 yılında yükseköğrenim kurumu olarak 425 yılında imparator naibi III. Michael tarafından 849 öğrenci tarafından öğrenci loncası olarak kurulmuştur. Bugünkü anlamda ilk üniversitelere Abbasiler döneminde Bağdat’ta rastlanır. Eski Yunan ve Roma dönemlerinde bazı yüksek eğitim ve öğretim teşkilatları olmasına rağmen bunların bugünkü anlamda üniversite niteliği yoktur. Batıda üniversiteler İslam medeniyetinin Endülüs Emevi Devleti vasıtasıyla Avrupa’ya girmesiyle başlar. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversiteleri, ilim ve fennin kilise ve piskoposların tesirindeki ruhban sınıfına mensup öğretim üyeleri olan okullara girmesine vesile olarak, sadece hukuktan ibaret olan öğretim dalına tıp, astronomi, ilahiyat ve benzerlerinin de eklenmesini sağladı. O zamana kadar Avrupa kralları ve devlet adamları tedavi olmak için Kurtuba Üniversitesinin Tıp Fakültesine gelirdi. Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi (1065), Osmanlılardaki ilk üniversite olan İznik Medresesi (1331) gibi misalleriyle de Selçuklular ve Osmanlılar döneminde hızla gelişen medrese müessesesi Tanzimat'a kadar fen derslerinde de söz sahibiydi (bk. Medrese). Fen dersleri kaldırılınca ilim ve fenni Endülüs Emevileri vasıtasıyla İslam medeniyetinden alan batı, doğuyu geçmeye başladı. Daha sonra (1863) Dârül-Fünun adı altında teşkilatlanan bu yüksek eğitim öğretim müessesesi çeşitli safhalardan sonra 1933’te İstanbul Üniversitesi olarak yeniden düzenlendi.
Batıda Bologna, Pavia, Revenna ve Paris adları altında gelişmeye başlayan ilk üniversiteler uzun süre piskoposların kontrolünde kalmaya devam etti. Hatta Bologna Üniversitesinin rektörleri öğrenciler tarafından seçilmekteydi. Öğrenciler nation denen dört gruba ayrılır ve her grubun lideri rektörün yanında yönetime katılırdı. Buna rağmen asıl yönetici ve söz sahibi kimseler piskoposluktan gönderilen ve kançı denen kimselerdi. Paris Üniversitesinde ise öğrencilerle birlikte öğretim üyeleri de o yönetimde rol alırdı. Fakat neticede yine kontrol piskoposluğundu. Sonraları üniversite rektörü piskoposluğa karşı otoritesini sağlayarak özerk hâle geldi. Bunu takiben papalığa bağlı olmayan İngiliz Oxford ve Cambridge üniversitelerinden sonra 14. yüzyıla kadar çeşitli Avrupa şehirlerinde üniversiteler kuruldu.
Boya
Boya, herhangi bir nesneye renk vermek için veya koruma amaçlı olarak uygulanan kaplamaya denir. Boya hemen hemen tüm malzemelere uygulanabilir. En çok kullanıldığı alanlar sanat, tasarım, endüstriyel kaplamalar, ulaşım (şerit çizgileri) ve korumadır (su veya hava temasını kesme amacıyla). Boya kimyasal özelliği bakımından ana olarak yaş boya ve toz boya olmak üzere ikiye ayrılır.
Boyaları temel olarak dört bileşen oluşturur: Bağlayıcı, çözücü, pigmentler ve diğer katkı maddeleri. Bağlayıcının kullanımı zorunludur çünkü içerisindeki katı dolgu maddelerini bağlayarak kurumuş boya filminin oluşmasını sağlayan ve yüzeye yapıştıran, bağlayıcı maddedir. Bağlayıcının cinsi ve miktarı boyanın silinebilirlik, (sadece plastik boya için geçerli olmak üzere) sertlik, yapışma, renk dayanıklılığı gibi özelliklerini belirler. Çözücü, boyanın viskozitesini ayarlamak için kullanılır. Uçucu olup film tabakasının oluşumuna katkıda bulunmaz, fakat yüzey yayılımını gerçekleştirir. Pigmentler boyaya renk ve örtücülük özelliği verir. Bunun dışında katılan her madde film tabakasıyla birleşerek boyaya fiziksel ve kimyasal özellik verir. Boyalar bağlayıcının cinsine bağlı olarak su bazlı ve solvent bazlı olarak ikiye ayrılırlar.
Bir yüzey üzerine tatbik edildiğinde, dekoratif ve koruyucu bir tabaka oluşturan kimyasal bir malzeme olarak tanımlanır. Bu malzeme belli prensipler dahilinde, formüle edilen ve bünyesinde dört esas unsur bulunan kimyevi bir karışımdır.
Solvent uçması ve reaksiyon sonucu sıvı halden katı hale dönüşen, boya filmini meydana getiren likitlerdir. Boyaya katkısı; sertlik, sağlamlık ve parlaklık, yapışma, hava koşullarına, güneş ışınlarına ve kimyasallara dirençtir. Bağlayıcı, boyanın temel direği olup, tipine göre, boyaya ismini verir.
Düzgün yuvarlak, doğal veya sentetik, inorganik veya organik, çözünmeyen dağılmış parçalar (toz). Bu parçalar, boya sıvısının içinde dağılarak, boyaya renk vermenin yanında, opaklık, katılık, dayanıklılık ve korozyona dayanıklılık gibi boyanın temel özelliklerini de geliştirirler. Bu terim beyaz veya renkli pigmentler ile birlikte genleştiricilerde içerirdi. Pigment olan tozlar ve boyalar arasındaki fark genel olarak çözünürlüğün temelinde incelenmektedir. Kullanım esnasında, pigmentler, çözünmeyen ve madde içerisinde dağılan, boyalar ise çözünebilir veya solüsyon halinde bulunan malzemelerdir.
Kalsit, barit, talk, kil
Bu grupta yer alan maddeler çok değişik özelliklerde olan ve boyaya çok az miktarda giren kimyasallardır. Katkı maddeleri boyanın özelliklerini iyileştirmek, istenmeyen, olumsuz değişimleri engellemek için kullanılır.
Boyanın uçucu kısmını oluşturan kimyasal maddelerdir. Boyanın imalatı ve tatbikatı safhasında(uygulama kolaylığı için), kullanılan boyanın özelliklerinde değişiklik yapmadan incelten sıvılardır.
Toluen, Ksilen, White sprit, Aseton, Su, Benzin ve Tiner'dir
Boyalar genel olarak dört ayrı çeşitte sınıflandırılabilir.
Şili arokaryası
Şili arokaryası ("Araucaria araucana"), arokaryagiller (Araucariaceae) familyasından bir ağaç türü.
Bugünkü arokarya ağacının akrabası olan bulunmuş fosiller 50 milyon yaşındadır. Dolayısıyla dünyanın en eski ağaç familyalarından birinin üyesidir.
Şili arokaryası Avrupa'da, biyolog ve tıp adamı Archibal Menzies sayesinde ilk kez 1795 yılında tanındı. Halk arasında daha çok, İngilizce bir tabir olan "Monkey puzzle tree" ("Maymun çıkmazı ağacı") olarak anılır. Bu isim, 1800 yıllarında bir İngilizin "bu ağaç, çıkmaya çalışan maymun için bulmaca gibi karışık" yorumundan kaynaklanmıştır. Alternatif olarak bölgenin yerlileri olan Mapucheler, kendi dillerinde "Pehuen" ismini kabul etmişlerdir.
Şili arokaryaları, yumurta şeklinden koni şekline kadar çeşitli formlarda taç oluştururlar. Bütün kolları gevşektir. Yaklaşık 100 yıl sonra aşağıdaki dallarını atar ve gövde alttan görülür vaziyete gelir. Yaşlı ağaçların sadece en üst kısmında dalları kalır. Bu durumda gövde düz ve silindir formundadır. Gövdenin bu düzgünlüğü ve uzunluğu yüzünden kereste olarak faydalanmak amacıyla kesilir. Bu kesimler artık Şili'de tehdit boyutlarındadır. Günümüzde ender bir ağaçtürü olarak kırmızı listede bulunan arokaryanın uluslararası ticareti yasaktır.
Koyu gri kabuğu, ağacı lavlardan ve volkanik patlamaların getirdiği zararlardan korur. Ayrıca, derinlere inen çok sayıda kök oluşturur.
Arokarya, çok fazla sert ve pul görünümlü yapraklarla bezelidir. Yapraklar 3–4 cm uzunlukta ve genişlikte üçgen şeklindedir, keskindir ve uç noktalarında sivri kahverengi dikenle sona ererler. Yaprak kenarları sarıya çalar. Yapraklar dallarda spiral oluşturacak şekilde dağılır.
Şili arokaryası çok yavaş büyür. Yıllık büyüme ender olarak 30 cm.den fazla olur. Çok ileri yaşlara kadar yaşarlar, 1300 hatta 2000 yıllık örneklere bile rastlanmıştır. Ancak kereste olarak genelde 500 yıllık yaşlı ağaçlar kullanılmıştır.
Arokarya ağacının anavatanı And Dağları'nın Şili ve Arjantin'deki kesimleridir. Yüksekliği 50 m'yi bulur. Avrupa kıtasında ise kuzeybatı kesimlerinin ılıman çevrelerinde bulunur ve bunların yüksekliği de 30 m.yi bulabilr. Bununla birlikte İngiltere ve Avrupa'nın diğer ılıman bölgelerinde arokaryalar egzotik görünümlerinden ötürü park ve bahçelere dikilerek yetiştirilir. Dünyanın diğer iklimi uygun bölgelerinde de durum aynıdır.
Araukanya ve Patagonya Krallığı
Araukanya ve Patagonya Krallığı, ("Yeni Fransa" olarak da bilinir) Fransız avukat ve maceracı Orelie-Antoine de Tounens tarafından Güney Amerika'da 19. yüzyılın ortalarında kurulmuştur. O tarihlerde Şili ve Arjantin hükümetleri Mapuçelerin topraklarını tarım alanı için büyük fırsat olarak görmekteydiler. Mapuçeler özgürlüklerini korumak için Şili ve Arjantin hükümetlerinin askeri ve ekonomik tacizlerine rağmen umutsuz bir silahlı mücadeleye girmişlerdi.
1860 yılında bölgeyi ziyaret eden Orelie-Antoine, Mapuçelerin ülküsüne sempati duymaya başladı. Başarılı olmak için bir Avrupalının daha çok fayda sağlayacağını düşündüklerinden olsa gerek, Mapuçe liderleri tarafından Kral seçildi. Orelie-Antoine hükümet kurma çalışmalarına başladı, mavi, beyaz ve yeşilden oluşan bir bayrak oluşturdu ve "Yeni Fransa" adına madeni paralar bastırdı.
Orelie-Antoine'ın Mapuçelerin uluslararası alanda tanınması için verdiği uğraşlar Şili ve Arjantin hükümetleri tarafından engellendi. Birkaç kez hapsedilen ve sürgün edilen Kral Orelie-Antoine I, fethedilmiş olan krallığındaki kanuni haklarını almak için giriştiği çabalar sonunda beş parasız olarak 1878 yılında Fransa'da öldü.
İlk Araukanyalı kralın şu anki halefi "Prens Felipe" Fransa'da yaşamaktadır. Selefinin taleplerinden vazgeçmiştir fakat Orelie-Antoine'ın hatırasını canlı tutmaya devam etmektedir.
Enver Sedat
Muhammed Enver Sedat (25 Aralık 1918 – 6 Ekim 1981), Mısırlı Arap asker ve siyasetçi. Mısır'ın ikinci cumhurbaşkanıdır.
Mısır Kralı Faruk'a karşı 23 Temmuz 1952'de yapılan darbeye katılarak siyaset alanında kendini tanıtan, 1960-1969 yılları arasında meclis başkanlığı yaptıktan sonra 5 Kasım 1970'te başkan Cemal Abdül Nasır'ın ölümü üzerine onun yerine geçen cumhurbaşkanı.
25 Aralık 1918 tarihinde Mısır'ın Manûfiye eyaletine bağlı Mit Ebul Kûm köyünde 13 kardeşten biri olarak fakir bir Nubya ailesinde dünyaya geldi. Kardeşlerinden Atıf Sedat daha sonra bir pilot oldu ve 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında hayatını kaybetti. Babası Enver Muhammed El Sedat, Yukarı Mısırlıydı ve annesi Sit El Berain, babasından tarafından Sudanlıydı. Annesi "yerince Mısırlı" görünmediği iddiasıyla bazıları onu "Nasır'ın kara kedisi" olarak tanımladı.
1938 yılında Kahire'deki Kraliyet Askeri Akademisi'nden mezun oldu ve Sinyal Kolordusu'na atandı. Orduya asteğmen olarak gird |
i ve Sudan'a gönderildi (Mısır ve Sudan o tarihte bir ülke idi). Orada, Cemal Abdül Nasır ile bir araya geldi ve diğer birkaç genç subayla birlikte, Mısır ve Sudan'ı İngiliz egemenliğinden ve kraliyet çürümesinden kurtarmak için gizli Hür Subaylar örgütünü kurdular. II. Dünya Savaşı sırasında işgalci İngiliz kuvvetleri atmak amacıyla Mihver Devletleri'nden yardım alma çabası gösterdiği gerekçesiyle dolayı İngilizler tarafından hapse atıldı. Müslüman Kardeşler, Faşist Genç Mısır, saray yanlısı Mısır Demir Muhafızları ve Hür Subaylar adlı gizli askeri grup da dahil olmak üzere birçok siyasi harekette aktif olarak yer aldı.
Mensubu olduğu Hür Subaylar ile birlikte 23 Temmuz 1952 tarihinde Kral Faruk'u deviren askeri darbeye katıldı. Radyo ağları üzerinden Mısır halkına devrimi haberi vermekle görevlendirildi.
Darbeden sonra, kısa bir süre Muhammed Necib'in cumhurbaşkanlığının ardından başa geçen Cemal Abdül Nasır'ın yardımcısı oldu.
Cemal Abdül Nasır'ın cumhurbaşkanlığı döneminde 1954 yılında Devlet Bakanı olarak atandı. Yeni kurulan El-Cumhuriyye gazetesinin editörlüğüne de atandı. 1959'da Arap Ulusal Birliği Sekreterliği görevine başladı. 1960-1969 yılları arasında Mısır Meclis Başkanlığı görevini yürüttü. 1964 yılında Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olarak atandı. Aralık 1969'da tekrar cumhurbaşkanı yardımcılığı görevine getirildi.
Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır 1970 yılında ölünce Mısır Cumhurbaşkanı oldu.
1973 yılında meydana gelen Yom Kippur Savaşı'ndan sonra 1975 yılında Sovyetler Birliği ile ilişkileri kesti. İsrail'le, Kudüs'ü ziyaret ettiği 19 Kasım 1977 tarihinden itibaren iyi ilişkiler geliştirdi. 17 Eylül 1978 tarihinde ABD'nin ara buluculuğunda İsrail'le masaya oturarak, Camp David Sözleşmesini imzaladı. Bu anlaşmayla Mısır İsrail'i tanıdı. İsrail de Altı Gün Savaşı'nda ele geçirdiği Sina Yarımadası Mısır'a geri verdi. Barış çabalarının sonucu olarak, Menahem Begin ile birlikte 1978 yılı Nobel Barış Ödülünü aldı.
1981 yılında, Mısır'ın bağımsızlığının kutlandığı tören sırasında silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü. Resmi geçit töreni sırasında askeri konvoy içinde bulunan Halid el-İslâmbûlî tarafından önce el bombaları atılmak suretiyle, Sedat'a, üst düzey komutanlara ve diğer seçkin yöneticilere saldırılmış, daha sonra ise otomatik silahlarla platformun önüne gelinerek platformda bulunanlar taranmıştır. Bu saldırı sırasında Enver Sedat'a 72 kurşun isabet etmiştir. Sedat'ı öldüren yüzbaşı Halid el-İslâmbûlî, 1982 yılında idam edilmiştir. Enver Sedat'ın mezarı Kahire'de, öldürüldüğü tören alanının hemen karşısındaki Meçhul Asker anıtının altındadır.
Enver Sedat'ın eşi Cihan Sedat, halen hayattadır ve ABD'nin çeşitli üniversitelerinde ders vermektedir. Enver Sedat'ın, Cihan Sedat ile olan evliliğinden Nuha, Lubna ve Nana isminde üç kızı, Cemal isminde bir oğlu vardır.
Örf, Âdet ve Teâmül
Örf (Arapça: العرف), Âdet (عادات) ve Teâmül, birbiriyle yakın üç terim olup, İslam hukukundaki fer'î delillerden birini oluşturur.
Teker teker izah edilirse;
Her ne kadar anlamları biraz daha farklı olsa da örf, âdet ve teâmül aynı anlamda kullanılırlar ve hepsini örfün tanımı ile tarif ederler.
Lawrence Kohlberg
Lawrence Kohlberg ("d." 25 Ekim 1927, Bronxville, Eastchester, Westchester County, New York – "ö." 19 Ocak 1987 Massachusetts), Amerikan psikolog ve akademisyen.
25 Ekim 1927 tarihinde, ABD'nin New York eyaletinin Bronxville bölgesinde dünyaya geldi. Harvard Üniversitesi ve Chicago Üniversitesinde profesörlük yaptı. "Ahlak Eğitimi, Nedenleri ve Gelişimi" üzerine yaptığı çalışmalar ile ün kazanmıştır. Jean Piaget'in Algılama gelişimi teorisi çalışmalarının yakın bir takipçisi olan Kohlberg’in çalışmaları, takipcilerinide etkilemiş ve çalışmalarına ışık tutarak geliştirmelerini sağlamıştır. Carol Gilligan gibi araştırmacılar Kolhberg’in çalışmalarını yeniden değerlendirerek daha da genişletmişlerdir.
Lawrence Kohlberg, varlıklı bir ailede büyüdü ve dönemin en ünlü özel okullarından olan "Philips Akademi"ye gitti. Buradaki lise eğitimini bitirdikten sonra, II. Dünya Savaşı sırasında askerliğini ticari bir yük gemisinde mühendis olarak yaptı. Bu gemideki diğer mürettebat ile birlikte, Avrupa'dan kaçan Yahudilerin Filistin'e gönderilmesine yardımcı olmaya karar verdiler. Mültecileri, gemini ambarlarına gizlenmiş muz sandıklarında saklayarak, askeri müfettişleri atlattılar ve İngiliz ambargosunu aşmayı başardılar.
Savaştan sonra 1948 yılında Chicago Üniversitesi'ne başvurdu. Kabulünce çok yüksek seviyeli sınavlara tabi tutulmasına rağmen bunları başardı ve sadece 1 yıl içerisinde psikoloji bölümünden mezun oldu. Daha sonra master eğitimi için üniversitede kalarak, Jean Piaget ve diğer bazı araştırmacıların daha önceki çalışmalarını daha da geliştirdi ve "çocukların ahlaksal nedenselliği" konusunda etkileyici çalışmalar yaptı. 1958 yılında "Ahlak Gelişim Aşamaları" adı ile çok iyi bilinen doktora tezini yazdı.
Kohlberg 1962 yılında, Chicago Üniversitesi, İnsan Gelişimi Komitesi’nde eğitim görerek akademik yaşamına devam etti. 1968 yılında, 40 yaşında evli ve iki çocuk babası birisiyken, Harvard Üniversitesi'nde, eğitim ve sosyal psikoloji profesörü oldu. Bu aynı zamanda, kendisinin moral gelişim aşamaları teorisini en çok eleştiren meslektaşı Carol Gilligan ile tanıştığı yıldır. 1969 yılında bir İsrail seyahati sırasında, Kibbutz adı verilen topluluklardan birini ziyaret etmiş ve burada yaşayan gençlerin ahlak gelişimi açısından yaşamayanlara oranla ne kadar ileride olduklarını görünce hayretler içerisinde kalmıştır. Burada gördüklerinden sonra Kohlberg, mevcut çalışmalarını yeniden değerlendirerek, Cambridge Latin Lisesi içerisinde bir topluluk okulu (cluster school) denilen yeni bir okul kurmaya karar vermiştir. Bu okullar tam bir toplum düzeniyle çalışmakta, öğrenciler güvenilir ilişkiler kurabilmekte ve demokrasiyi kullanarak okul kararlarında rol alabilmekteydi. Burada edindiği tecrübeleri ile Kohlberg, diğer okullarda ve hatta bir de hapishane içerisinde benzer topluluklar kurdu.
Kohlberg 1971 yılında Belize (Orta Amerika'da bir ülke)'de yaptığı kültürel çalışmalar sırasında bir hastalığa yakalandı. Bunun sonucunda takip eden 16 yıl boyunca depresyon ve fiziksel acılar ile savaştı. 19 Ocak 1987 yılında tedavi gördüğü Massachusetts hastanesinden bir günlüğüne ayrıldı ve intihar ettiği Atlantik Okyanusu'nun sularında boğularak öldü. Öldüğünde 59 yaşındaydı.
Porsche 911
Porsche 911, Alman otomobil üreticisi Porsche tarafından 40 yıldan uzun bir süredir üretilen yüksek performanslı spor otomobil serisi. Bu ünlü, farklı ve dayanıklı modeller ilk üretildiği 1964 yılından sonra sürekli bir gelişim içinde olmuştur. İlk modelden itibaren tüm araçlar arkadan motorlu, arkadan itişli (1989'dan sonra 4 çeker modeller yapılmıştır), hava soğutmalı (1999'da 996 kasasından sonra su soğutma) boksör motorludur.
İlk modelinden itibaren 911'ler sürekli fabrika takımı veya yarış takımları tarafından modifiye edilerek pist yarışları, ralliler ve diğer yarış organizasyonlarında kullanılmış, toplam yarış galibiyeti sayısı ele alınınca da çoğu zaman tüm zamanların en başarılı yarış aracı olarak nitelenmişlerdir.
Porsche 911, Ford Model T, Mini, Citroën DS ve Volkswagen Beetle'dan sonra en çok ödül kazanan otomobil modelidir.
Seri harfleri (A, B, C, vs.); Porsche tarafından model yılını ve kasa tipini belirtmek için kullanılmıştır. Yeni model yılını belirtmek için bazen seri harfi değiştirilmiştir. Örneğin ilk 911 modelleri A serisi, ilk 993 modelleri ise R serisi olarak adlandırılmıştır.
Bu maddede modeller, Porsche'nin fabrika içi adlandırmalarına göre adlandırılmıştır (911, 964, 993, 996, 997); ancak tüm modeller 911 adı altında satılmıştır. "Carrera", "GT3", "Turbo" gibi ibareler modelin alt özelliklerine dayalıdır, ancak tüm araçlar 911 serisidir.
Porsche 911, ilk Porsche modeli ve Volkswagen Beettle'ın daha sportif hali olan 356 serisinin yerine; daha büyük, konforlu ve güçlü bir araç koymak amacıyla tasarlanmıştır. 1963 Frankfurt Otomobil Fuarı'nda ilk kez basın tanıtımı yapılmıştır.
İlk tanıtımda model ismi, aynı zamanda fabrikadaki tasarım sürecinde kod adı da olan Porsche 901'dir. Ancak Peugeot, ortasında sıfır bulunan üç rakamlı otomobil isimlerinin kendi kullanımında olduğunu belirterek bu ismi protesto edince, üretim başlamadan hemen önce model adı 911 olarak değiştirilmiştir. İlk 911'ler 1964 yılında satışa sunulmuştur.
İlk 911 modelleri, 356 modellerine benzer olarak arkaya monte edilmiş, hava soğutmalı, 6 silindirli 1991cc hacminde boksör motorlara sahipti. Bu motor başarılı yarış modeli 804'ten alınmış, sekiz silindirin ikisi iptal edilerek yeni araca uyarlanmıştı.
80mm çap ("bore"), 66mm hareket mesafesine ("strok") sahip motor, 9.1:1 sıkıştırma oranı ve iki adet üç boğazlı 40PI Solex karbüratörü ile 6100 devir/dakikada 130bhp güç üretmekteydi. Motor genel itibarıyla alüminyumdan üretilmiş, ancak aşınma sorunu yaşayacak yerlerde sert demir silindir duvarları ve çelik bağlantı çubukları kullanılmıştı. Motor gücünü 5 ileri oranlı manuel "Tip 901" şanzıman ile iletmekteydi. 0–100 km/saat hızlanmasını dönemine göre spor otomobil sayılmasına yetecek bir zaman olan 11 saniyede tamamlıyordu.
Araç genel olarak Ferdinand "Ferry" Porsche'nin oğlu Ferdinand Alexander Porsche tarafından tasarlanmıştır. Porsche şasi departmanı müdürü Erwin Komenda da dizayna katılmıştır. Çelik plâtform şasi ve ön süspansiyon, kaput altında geniş bagaj hacmi ve kabinde yolculara alan sağlamak için özel olarak tasarlanmıştır. Bu fikir, uzunlamasına yerleştirilmiş burulma çubukları ve teleskopik damperli ince McPherson süspansiyon sistemi sayesinde başarılmıştır. Arkada transvers burulma çubukları, yarı hareketli kollara bağlı süspansiyon sayesinde yol tutuş başarılı hale getirilmiştir. Araç dört koltukluydu, ancak arka koltukların ufaklığı ve diz ile baş mesafelerinin kısalığı yüzünden arka koltuklar kullanışlı değildi. Bu yüzden dört kişilik yerine 2+2 kişilik olarak tanıtılmıştır, +2 ancak acil durumlarda |
kullanılacak yolcu kapasitesini belirtir.
356 serisi 1965 yılında üretim hayatının sonuna gelmişti, ancak ABD'de 4 silindirli bir araç için pazar bulunduğunu düşünen Porsche , 911 şasisini ve 356 serisinin 1600cc'lik 90 HP (66 kW) motorunu kullanarak Porsche 912'yi tasarlamıştır.
1966 yılında Porsche, daha güçlü olan 911S'i tanıttı ve 1967'de satışa sundu. Aracın motorundan yeterince memnun olmayan Porsche, Solex karbüratörleri iki adet üç boğazlı Weber 40 IDA ile değiştirdi. Bu değişimin sebebi Solex'lerin 2500 ile 3000 devir arasında tepkisiz kalmasıydı. Bu konuya çok önem verilmesi sebebiyle Weber karbüratörler ve yeni motor dikkatle gözden geçirildi. Sıkıştırma oranı 9.1:1'den 9.8:1'e çıkartıldı. 1991 cc hacmi değiştirilmeyen Tip 901/02 motorundaki bu oynamalar neticesinde güç 6600 d/da'da 160 BHP'ye yükseldi. Bu dönemde ortadan motorlu yarış modelleri olan Porsche 904 ve Porsche 906, 210 HP (154 kW) güç üretmekteydi.. Diğer değişiklikler ayarlanabilir Koni amortisörler, dört tekerde hava soğutmalı disk frenler, daha büyük bir yatma önleyici çubuk ("anti-roll bar"), beş kollu Fuchs alaşım jantlar ve daha etkili bir egzoz sistemi oldu. Bu sayede son hız 225 km/saate çıkarken, 0–100 km/sa hızlanma da 7.9 saniyeye indi. O serisi 911'ler Ağustos 1964'ten A serisi ile değiştirildikleri Ağustos 1967'e kadar 13.391 adet üretildi.
Ağustos 1967'de O serisi yerine A serisi üretime girdi. Bu seride ilk kez Targa modeller tanıtıldı. Çıkartılabilir tavan paneli, çıkartılabilir plastik arka pencere (1968'den sonra sabit cam seçeneği eklendi) ve paslanmaz çelik takla barına sahip Targa modelleri, ABD'de cabriolét modellerin yasaklandığı dönemde önemli bir pazar payına ulaştı. "Targa" ismi, Porsche'nin 1956, 1959, 1960, 1963, 1964, 1966, 1967, 1968, 1969, 1970 ve 1973 yıllarında kazandığı Sicilya'daki yollarda yapılan Targa Florio yarışına göndermeydi. Targa Florio yarışının son kazananı da Porsche oldu, çünkü yarış çok tehlikeli olması yüzünden 1973'te takvimden çıkartıldı.
A serisi standart veya S-tipinde, coupe veya targa karoser seçenekleriyle üretildi. Tüm A serilerinde çift devreli fren sistemi, siyah ön cam silecekleri ve yeniden tasarlanmış kapı tutacakları bulunuyordu. Aynı zamanda Sportomatic süspansiyon ilk kez satışa sunuldu. Sadece standart modelde bulunan bu seçenekte, alışılmış vites kutusu ve vakum kontrollü debriyaj sistemi bulunmaktaydı.
ABD'ye gönderilen 911'lerde, gitgide sıkılaşan federal kanunlar gereği katalitik konvertörler de bulunan Typ 901/14 motorları kullanıldı. 1215 A-serisi coupe ve 268 targa üretiminden sonra yeni model çizelgesi tanıtıldı. Seri üç ana modelden oluşmaktaydı.. Bayrak gemisi model 160 HP'lik 911S, 130 HP'lik standart model 911L ile yeni tanıtılan ve dört silindirli 912'nin yerine geçmesi planlanan 110 HP'lik (81 kW) 911T. Tüm modeller targa karoser ve/veya Sportomatic şanzıman ile alınabilmekteydi. Özellikleri itibarıyla daha heyecan verici olan, ancak yalnızca 24 adet (4 prototip ve 20 müşteri şasisi) üretilen 911R modeli de kısa süre satıldı. 911R hafifletilmiş alüminyum kapılar, magnezyum krank ve iç mekanda yapılan değişiklikler sayesinde yalnızca 810 kg ağırlıktaydı (standart 911'den 230 kg hafif). Sıkıştırma oranının 10.3:1'e yükseltilmesi, çift bujili silindir başları ve yükseltilen devir aralığı sayesinde 911R, 8000d/dk'da 210 HP (154 kW) güce sahipti. A serisi toplamda 7.068 adet üretilerek yerini B serisine bıraktı.
1968'de tanıtılan B serisi Eylül 1969'da satışa sunuldu.; tüm 911 ve 912 modellerinde limitlerde aşırı derecede arkadan kaymaya eğilimli sürüş karakterinin yumuşatılması amacıyla ön ile arka dingil arasındaki mesafe 57mm arttırılarak 2211mm'den 2268mm'ye çıkarıldı; bu amaçla arka tekerler geriye taşındı, ancak motorun konumu değiştirilmeyerek yeni modelin eskisinden görsel olarak ayırt edilememesi sağlandı. Her B serisi modelde daha büyük fren diskleri kullanıldı. 911L yerine geçen E serisinde (Almanca "Einspritzung", yakıt enjeksiyonu) ve 911S'te Bosch mekanik yakıt enjeksiyonu sistemi kullanıldı. Yarı otomatik Sportomatic şanzıman, alınabilecek bir seçenek haline getirildi.
"Ayrıca bakınız: 911 O/A/B motorları listesi"
O, A ve B serilerinin büyük başarısı sonrasında, Eylül 1969'da (1970 model yılı için) tüm 911 motorları 2195cc'ye yükseltildi. Motor güçleri 911T'de 125 HP (92 kW), 911E'de 155 HP (114 kW) ve 911S'te 180 HP (118 kW) oldu. 912 serisi, yeni Porsche 914'lerin tanıtımıyla üretimden kalktı.
Motorların silindir çapları 80mm'den 84mm'ye arttırılmış, strokları ise 66mm olarak sabit bırakılmıştır. 911T'lere yeni Typ 911/03 motoru konuldu. 5800 d/dk'da üretilen 125 HP güç, B serisine göre 15 HP yüksekti. 911E'lerin Typ 911/01 motorları da benzer şekilde 15 HP daha güçlüydü. En üst model 911S ise 10 HP kazanmıştı. Avrupa ve ABD için üretilen araçların yakıt enjeksiyon sistemleri Bosch'un mekanik sistemiydi. Bu sayede ABD için farklı motorlar üretilmesi gerekmemişti.
2.2 L 911E modeli "Zuffenhausen'den yeni gizli silah" sloganıyla satışa sunuldu. 911S'e göre daha düşük gücü olmasına rağmen 911E, 0–160 km/s hızlanmada 911S'ten daha başarılıydı.
C serisinin üretimi Ağustos 1970'de durdu. Bu 12 ayda 6.544 T Coupe, 2.545 T Targa, 1971 E Coupe, 933 E Targa, 1.744 S Coupe ve 729 S Targa üretildi. Eylül 1970'de D serisi üretime başladı. İki seri arasında D serisindeki galvanize çelikli gövde, alt kısımda çinko kaplama gibi korozyon önleyici tedbirler dışında büyük fark yoktur. D serisinin üretimi Ağustos 1971'de bitti. Bu sürede 2.517 T Coupe, 3.476 T Targa, 1.088 E Coupe, 935 E Targa, 1.430 S Coupe ve 788 S Targa tamamlandı.
70'lerin başında Porsche, yarış modeli 917 modeli ve birçok yarış versiyonu 911 ile motor sporlarında başarılar kazandı.
1972-1973 yıllarında 911 modelleri aynı isimlerle satılmaya devam etti: Giriş seviyesi 911T, orta düzey 911E ve üst model 911S. Ancak tüm modellerde daha büyük hacimli 2341cc motorlar kullanıma sokuldu. Bu kez motorların 84mm olan silindir çapları yerine 66mm olan strokları değiştirilerek 70.4mm'ye çıkartıldı. Bu modeller "2.4 litre" olarak belirtilmesine karşılık gerçekte 2.3 litreye daha yakındı, ancak Porsche eski 2.2 litre motorlara kıyasla güç artışını vurgulamak için 2.4 ismini kullandı. Yeni motor güçleri 911T'de 130 HP (96 kW), 911T ABD modelinde 140 HP (104 kW), 911E'de 165 HP (121 kW), 911S'de ise 190 HP (140 kW) olmuştur.
911E ve 911S, tüm pazarlarda mekanik yakıt enjeksiyonu (MFI) ile satışa sunulmuştur. 911T, ABD pazarı dışında karbüratörlü olarak satılmış, ABD'de satılan MFI modeli bu fark sayesinde 10 HP (7 kW) daha güçlü olmuştur. Ocak 1973'te ABD 911T'leri Bosch ürünü olan K-Jetronic CIS (Sürekli Yakıt Enjeksiyonu) sistemine geçmiştir. Bu modeller aradaki farkı vurgulamak için 1973.5 olarak kodlanmıştır.
Beygir gücü ve torkun artması sebebiyle, 2.4 L modeller daha güçlü bir aktarma sistemine ihtiyaç duydular. Bu amaçla yeni "tip 915" transmisyonlar kullanıma sokuldu. Tip 915, Porsche 908 yarış otomobilindeki aktarmadan geliştirildi. Sportomatic şanzıman ise yalnızca özel siparişler için satışa sunuldu.
1972 yılında 911'in yüksek hızda kontrol edilebilirliği ve sürüş kalitesini geliştirmek için çok çaba harcandı. Arka süspansiyonun bağlantı noktaları yeniden gözden geçirildi. Bu değişiklik süspansiyonun hareket mesafesinin yükseltilmesini sağlayarak bozuk yollarda sürüş kalitesini arttırdı. T ve E modellerinde Boge marka şok emiciler, 911S'te ise Koni damperler ve Fuchs alaşım jantlar kullanıldı. Porsche'nin yaptığı önemli bir değişiklik yağ deposunu sağ arka tekerin arkasından önüne almasıydı. Yaklaşık 8.5 litrelik ağırlığın dingil açıklığı arasına alınması aracın kontrol edilebilirliğini arttırdı. Yağ deposunu doldurma işi için Porsche, sol öndeki benzin deposu kapağına benzer bir yapıyı sağ arka çamurluğa monte etti, ancak bu tasarımdan ertesi yıl vazgeçip depoyu tekrar arkaya aldı. Bu durumun sebebi bazı benzin istasyonlarının yağ deposunu benzin deposu zannedip benzin doldurmalarıydı! Yağ deposu 1973 model yılından 964 serisinin gelişine dek arkada kaldı.
Bu dönemde 911S modellerine ön tampon altı spoyleri eklendi. Bu spoyler ön kısımda yüksek hızlarda oluşan kaldırma kuvvetini %40 azaltarak aracın stabilitesini arttırdı. 911S modelleri, yalnızca 1050 kg ağırlıkları ile çoğu zaman en iyi ana seri 911'ler olarak nitelendi.
Bu dönemde yarışlar için 911 ST modeli az sayıda üretildi. Araçlar 2466 cc ve 2492 cc hacminde, 8000 devirde 270 HP (199 kW) güç üreten motorlara sahiptiler. Ağırlık 960 kg'a indirilmişti. Bu modeller Daytona 6 Saat, Sebring 12 Saat, 1000Km Nürburgring ve Targa Florio yarışlarında başarılar kazandılar.
Ağustos 1971-Ağustos 1972 arasında 13.000 adet E serisi, Eylül 1972 ile Temmuz 1973 arasında ise yine 13.000 adet F serisi 911 üretildi.
Bu model koleksiyoncularca tüm zamanların en arzu edilen 911'i olarak tanımlanmıştır. RS, Almanca Rennsport (motor sporları) sözcüğünü ifade eder. Araç, FIA spor otomobil yarışlarının homologasyon kurallarına uyum sağlamak için planlanmıştır, ancak toplamda 1636 araç üretilmiştir. FIA Grup 4 sınıfında yarışabilmek için gerekli homologasyon rakamı olan 500 ile karşılaştırınca modelin başarısı anlaşılabilir. Standart 911S ile karşılaştırılınca Carrera RS, 90 bore, 70.4mm stroklu, 8.5:1 sıkıştırma oranlı, nikel-silikon karbit kaplamalı, alüminyum silindirli, 2687cc hacminde 210 HP (154 kW) güç üreten bir motora, gözden geçirilmiş ve sertleştirilmiş süspansiyona, "ördek kuyruğu (ducktail)" arka spoylere, daha büyük frenlere, daha büyük tekerlek ve daha geniş çamurluklara sahip, standart modelden 150 kg daha hafif, ağırlığı düşürmek amacıyla ince galvaniz çelikten üretilmiş yarışçı özellikli bir modeldir. 0-100 hızlanmasını 5.5 saniyede tamamlayan model, döneminin en hızlı araçları arasındadır.
Modelin daha güçlü versiyonu Carrera RS 3.0 da üretime girmiştir. 3.0 L araç standart kalınlıkta galvaniz çelikle yapılmış, 2.7 RS'e göre 180 kg'lık ekstra ağırlığı, 20 HP (15 kW) daha güçlü olmasının avantajını götürmüş, iki model de ay |
nı performansa sahip olmuşlardır.
Carrera RSR 3.0 ve Carrera RSR Turbo (Turbo modeller için geçerli olan 1.4x denklik kuralı sebebiyle motor hacmi 2.1 L'dir) modelleri yarışlar için küçük rakamlarda üretilmiştir. Turbo model 1974 24 Saat Le Mans yarışında ikinci gelmiş, motorunun Porsche'nin gelecekteki yarış takımı için temel motor olabileceğini göstermiş ve Porsche'nin turboya bağlılığının temellerini atmıştır. Aracın büyük arka spoyleri ve 3.0 L turbo motoru üretim versiyonu 911 Turbo'da (930) ve 934 yarış otomobilinde de görev almıştır.
1974 yılından itibaren Carrera RS'in 2687 cc hacmindeki motorunun daha güçsüz bir versiyonu ana seri üretim araçlarda kullanılmaya başlandı. Araçlar, ABD'de kabul edilen düşük hızdaki çarpışmalardan korunma yönetmeliği sebebiyle daha kaslı ön ve arka tamponlara sahipti ve önceki yılın modellerinden daha farklı gözüküyordu. Aracın kabini de değiştirilmişti. 911 serisi artık 911, 911S ve 911 Carrera'dan oluşuyordu. 1975 yılında 911 Turbo (930) tanıtıldı (detaylar için aşağı bakınız). 1976 yılında Carrera modelinin motoru Turbo'da kullanılan 2992 cc hacmindeki motorun atmosferik versiyonu (200 HP - 147 kW) ile değiştirildi.
2.7 litre motorlar, ekstra soğutma sistemi kullanılmadan, doğrudan "kurşun geçirmez" tabir edilen 2.4 litre motorların hacmi arttırılarak kullanıldığı için daha dayanıksızdı. Araçlar özellikle sıcak iklimlerde sorunlar yaşadılar. Özellikle aşırı sıcaklıklarda magnezyum krank muhafazasındaki ile alüminyum silindir başları arasındaki genleşme farkı motorda büyük arızalara yol açtı. Turbo ve Carrera'da kullanılan 3.0 litrelik motordaysa magnezyum yerine alüminyum kullanıldığı için genleşme farkı sorunları gözlenmedi. Yine de alüminyum muhafazalar yaklaşık 7.5 kg (15 lb) daha ağırdı. 1973.5 motorlarına ek olarak Porsche, MFI yerine Bosch K-Jetronic CIS sistemini diğer modellerde de kullanıma soktu. Bu sistem hava akımına bağlı olarak enjektörlerdeki yakıt basıncını değiştirmeye yarıyordu. Sistem güvenilir olsa da, MFI veya karbüratör sistemlerinin aksine kam millerinin sıcak olmasından etkilendiği için, motor hacminin 2.4'ten 2.7'ye çıkarılmasına rağmen 911S'in beygir gücü 190'dan 175'e düştü. Yine de motorun kullanılabilirliği artmıştı.
1975 model yılında ayrıca ABD pazarına özel olarak 912E tekrar üretime sokuldu. 1976 yılı sonunda Porsche 924 modeli, 1977 yılı ve sonrası için 912'nin yerini aldı.
Porsche'nin 911'i geliştirmesine devam etmesine rağmen, yöneticiler 1971'de de düşen satış rakamları nedeniyle yeni bir modele ihtiyaç duydular. Bu durum Porsche 928 projesini ortaya çıkardı. Öne monte edilmiş büyük bir V8 kullanan 928, 911'e göre daha güçlüydü; ancak 928'in tasarımı sadece performansa odaklanmamıştı. Porsche 928, daha konforlu bir spor/grand tourer otomobil olarak düşünüldü. Porsche 928, 1977'deki tanıtımından 1995'e kadar iyi satış rakamları yakaladı, ancak 17 yıllık ömrü boyunca, yoldaki yeteneklerine rağmen asla 911'den daha fazla satmadı. Motor sporlarında da pek başarılı olamadı.
2006 yılında Porsche, Panamera projesiyle 928/968 serisinin yerine geçecek bir araç tasarlamaya başladı. Aracın 2009 yılında piyasaya sunulması beklenmektedir.
1974 yılında Porsche, ilk seri üretim turboşarjlı otomobil modelini Frankfurt Otomobil Fuarı'nda tanıttı ve 1975 model yılında ilk Porsche 911 Turbo'yu (Kuzey Amerika'da Porsche 930) piyasaya sundu. Aracın şasisi geniş lastikleri örtmek için genişletilmiş çamurlukları ve "balina kuyruğu" ("whale tail") olarak anılan büyük arka kanadı ile diğer 911'lerden çok farklıydı. İlk modellerde 3.0 litre (260 HP/191 kW) motor kullanılırken, 1978'den sonra 3.3 litre (300 HP/191 kW) motorlara geçildi. İlk otomobillerde aşırı süreli turbo boşluğu dikkat çekmekteydi.
Aracın üretim sayısı yeterli rakama ulaştığında, 911 Turbo'nun yarış modeli Porsche 934, 1976 yılında FIA Grup 4 lisansını elde etti. Birçok 934, Le Mans 24 Saat ve diğer yarışlarda BMW 3.0 CSL "Batmobile" gibi devrin önemli araçlarıyla mücadelelere girdiler. Daha ileri derecede modifiye edilmiş Porsche 935 ise FIA Grup 5 kuralları için tasarlanmış, 1974 model 2.1 litre RSR Turbo'dan geliştirilmişti. 1976 yılında yarışmaya başlayan 935, 1979'da Le Mans 24 Saat yarışını kazandı. 1980'li yıllarda da bu modeller özel takımlar arasında popülerliğini korudu.
70'lerin sonunda ortaya çıkan geniş Porsche hayran kitlesi, araçlarda fabrika çıkışı olmayan özellikler talep etmeye başlamıştı. DP ve Kremer gibi fabrika dışı firmalarca yapılan bu değişiklikler Porsche'nin de ilgisini çekmiş, 1981 yılında Zuffenhausen'deki tamir departmanında müşteri isteklerine özel araçlar üretilmeye başlanmıştı. Bu yıl, Turbo ağırlıklı az sayıda 911 modeli, yeni Flachtbau gövdeye çevrilmiştir.
40.000 Alman markı tutarındaki bu değişim, Turbo'nun etiket fiyatını ikiye katlamaktaydı. Ancak her şeye rağmen ilk 911 Flachtbau modeli, 935 benzeri ön kanadı ve pleksiglas örtüler arkasında ön tampona gömülü dairesel farları ile çok dikkat çekici bir modeldi. Bu modelden çok az sayıda üretildikten sonra Porsche, açılıp kapanabilen ön farları uygulamaya koydu. Her iki versiyonuyla da Flahtbau, 911'in yuvarlak far tasarımından çok daha radikaldi. Her araçta derin yan etekler, arka çamurlukların ön kısımlarına açılmış üç parçalı hava girişleri, burna monte edilmiş FIA Grup B yağ soğutucusu bulunmaktaydı.
Porsche 930, sadece üretiminin son yılında 5 ileri vites kutusuna sahip oldu. Daha önceki dönemde atmosferik motorlu modellerin 5 ileri şanzımanları, 930 Turbo'nun devasa torkuyla başa çıkacak güçte değillerdi. Dört vitesli şanzımanıyla Porsche 930, 200 km/sa hızı üçüncü viteste aşabilmekteydi.
Daha sonraki tüm 911 nesillerinde Turbo versiyon her zaman yerini aldı. Dört tekerden çekiş sistemi 993 neslinden itibaren (hafifletilmiş GT2'ler dışında) tüm Turbo modellerde uygulandı.
911 SC'deki "SC" kısaltması, Porsche'nin hiçbir zaman kısaltmanın ne anlama geldiği, hatta bir kısaltma olup olmadığını bile açıklamamasına rağmen genellikle "Süper Carrera" olarak açılır. Tüm 911 modelleri 1977 yılının sonundan itibaren 2994cc'lik motorlarla donatılmıştı. Bu motor, 2.7 litre versiyonun neredeyse limitlerine kadar zorlanmasına rağmen daha fazla güç artışı elde edilememesi üzerine tasarlandı. Fabrika çıkışında 180 HP (132 kW) güç üreten bu motorda hâlâ daha fazla ayarlamalarla güç artışı için potansiyel vardı. Ancak bu araçlardaki ekstra ekipmanların yarattığı ağırlık artışı yüzünden performansları daha önceki aynı güçte ancak hafif modellerle kıyaslanınca yeterince tatminkar değildi.
SC'ler İngiltere'de Spor Grup Paketi isimli özel bir kitle satılıyorlardı. Bu kitte arka spoyler, ön hava girişleri ve siyah Fuchs jantlar bulunmaktaydı.
1981'de ilk Porsche 911 cabriolet konsept otomobili Frankfurt motor fuarında tanıtıldı. Bu modelde üstün açık olmasının yanı sıra dört tekerden çekiş sistemi de bulunmaktaydı. 1982'nin sonlarında (1983 model yılı ismiyle) ilk 911 Cabriolét satışa sunuldu. Bu model aynı zamanda Porsche'nin 356 Cabriolet'lerden sonra ürettiği ilk üstü açık otomobildi. Çoğu insan için cabrio model, diğer üstü açık 911 olan Targa'dan daha çekiciydi, ancak Targa'nın fiyatı normal modelle yaklaşık aynı seviyedeyken cabrio çok daha pahalıydı. 911'in cabriolet versiyonları günümüze kadar üretime devam etti.
1979'da Porsche, 911'i 928 ile değiştirmek için planlar yaptı. Ancak 911'in 928 ile karşılaştırınca çok daha üstün olan satış başarısı markayı 911'i yenilemeye götürdü. Bu modellerde (1981-1983 SC'ler), 2994cc motorlarının gücü 5900 d/dk'da 204 bhp'ye yükseltildi. Kuzey Amerika modellerindeyse bu güç artışı 1984'te 3.2 litre motorların gelişine kadar uygulanmadı.
1984 yılında yeni 3.2 litre motorlu model, 3.0 litrelik 911 SC modelinin yerine geçti. 3164 cc motor hacmi, önceki SC'nin 95mm silindir çapı ile Turbo’nun 74.4mm stroku birleştirilerek elde edildi. Tüm motorlarda Bosch Motronic 2 motor yönetim sistemi kullanıldı ve yakıt tüketimi %10 oranında azaltıldı. Bu dönemde, Avrupa modelleri ile ABD modelleri arasında, ABD'de çevre koruma sebebiyle sıkılaştırılan kanunlar yüzünden güç farkı ortaya çıktı. Mevzuatın daha geniş olduğu Avrupa'da 10.3:1 sıkıştırma oranı, ABD'de ise 9.5:1 oranlı modeller satışa sunuldu. Ayrıca ABD modellerinde katalitik konvertör bulunmaktaydı. Motor gücü Avrupa bazlı modellerde 232 bhp'ye, Kuzey Amerika modellerinde 207 bhp'ye (daha sonra 217) yükseltilmişti. Motor gücüyle beraber performans da artmış, 0–96 km/sa hızlanma 5.9 saniyeye inerken son hız 250 km/saate yükselmişti. Frenler daha başarılıydı ve diskler daha çabuk soğuyordu, yakıt enjeksiyonu gündelik kullanıma uygun olacak şekilde geliştirilmiş, araç daha rafine bir hale gelmişti.
Yeni model 911 Carrera olarak isimlendirilmişti, ancak temel 911 serisinde spor etiketle ("Carrera") isimlendirilen ilk model ismi olan 3.2 Carrera adıyla tanındı. Standart modeller Turbo'daki geniş çamurluklar ve balina kuyruğunu içeren, ancak mekanik bir değişiklik getirmeyen "Turbo-görünümlü" veya "Süper Spor" kitlerle satın alınabiliyordu. Ayrıca çok az sayıda 911 SC, Porsche'nin yeni kurduğu düz burun ("flat-nose") atölyesine gönderiliyordu. Bu atölyede 911'lere açılır farlar, daha geniş gövde ve büyük arka kanat gibi eklentiler yapılıyordu. 1987'de G50 model isimli hidrolik debriyajlı 5 ileri Getrag marka şanzıman Carrera modellerinde kullanılmaya başlandı.
Cabriolet'in alçak tavanlı versiyonu ve Porsche 356 Speedster'in bir anlamda devamı olan 911 Speedster, Eylül 1987'de Frankfurt Otomobil Fuarı'nda gösterime sunuldu. Tanıtımından 16 ay sonra, Ocak 1989 sonrasında sınırlı sayıda (2.065 adet) üretimine başlandı. Aracın tasarım çalışmalarına Helmuth Bott tarafından 1983'de başlanmıştı. 1983'te Yine 1987'de sınırlı sayıda (340 adet) üretilen Carrera Club Sport (CS), koleksiyoncular için çok değerli bir parça oldu. Bu modelde elektrikli camlar, elektrikli koltuklar ve radyo çıkartılmış, yaklaşık 100 kg'lık bir ağırlık azaltılmasına gidilmişti. Ayrıca motorun devir limitinin yükselmesiyle bir miktar daha fazla güç elde |
edilmekteydi. 911 3.2 Carrera serisinin toplam üretim rakamı 76,473 ara.tır (35.670 coupé, 19.987 cabrio, 18.468 targa).
1989 yılı sonunda Porsche 911 tip 964'ün tanıtılmasıyla büyük bir değişim geçirdi.
959'dan alınan birçok yeni teknolojiyle bu model Porsche için büyük önem kazandı. Bunun sebebi dünya ekonomisinin resesyona girmesi ve Porsche'nin artık sadece imajına güvenerek ayakta kalamayacağını anlamasıydı. İlk model Carrera 4 olarak tanıtıldı. "4", dört tekerden çekişi ifade ediyordu. Bu durum birçok insanda şaşkınlık uyandırdı, ancak firma müşterilerine (959 modelinin) yarış ve ralli mühendisliğine bağlı kaldığını vurgulamak için bu yolu seçmişti. Aracın sürtünme katsayısı 0.32'ye indirilmişti. Ayrıca araç yüksek hızlarda yükselen, diğer zamanlarda aracın çizgisinin bütünlüğünü bozmamak için motor kapağına gömülen bir arka kanatla donatılmıştı. Şasi baştan sona yeniden dizayn edilmiş; helezonik yaylar, ABS frenler ve hidrolik direksiyon eklenmişti. Motor hacmi 3600 cc'ye, ürettiği güç de 250 PS (184 kW) seviyesine yükseltilmişti. Araç çok daha rafine olmasına rağmen bazı eleştirmenlerce 911 konseptinin saflığını kaybettiği iddia edilmiştir. Arkadan itişli versiyon, Carrera 2, bir yıl sonra tanıtıldı.
1990 yılında 964 kasası 911 Turbo, bir yıllık yokluğu ardından tekrar fiyat listesine eklendi. Çift hava yastığının standart olduğu ilk Porsche modeli oldu. Daha önceki modelin 3.3 L motorunun elden geçirilmiş bir versiyonunu kullanan yeni Turbo'nun motoru daha sonra diğer modellerin motoru uyarlanarak 3.6 L'ye yükseltildi.
1989 yılında Porsche, uyarlanır elektronik yönetimli (adaptive electronic management/AEM) ve manuel kontrollü Tiptronik otomatik şanzımanı tanıttı. Formula 1'de yarı otomatik şanzımanların yeni devreye girdiği bu dönem için, seri üretim bir otomobilde kullanım çok sıradışıydı. Ayrıca 964, çift hava yastığının standart olarak sunulduğu (1991) ilk otomobil oldu.
1992 yılında Porsche, 1973 Carrera RS modelinden esinlenmiş bir 964 RS modelini sınırlı sayıda üretti. Bu model yalnızca Avrupa emisyon şartlarına uygundu, ancak Amerikan müşterilerin baskısıyla Porsche 701 adet üretilen RS America'yı da piyasaya sundu. Yine de Avrupa RS'in bir homologasyon modeli olmasına karşılık RS America opsiyonları çıkarılmış standart modeldi. 1993 RS 3.8, Turbo tarzı şasiye, daha büyük ve sabit bir balina kuyruğu arka kanada ve 300 PS (221 kW) gücünde 3746 cc motora sahipti.
RS/RS America modellerinin gösterişten uzak, yüksek performanslı 964 versiyonları olması sebebiyle sadece 4 fabrika opsiyonu mevcuttu: limitli kaymalı diferansiyel (LSD), AM/FM radyo kasetçalar, klima ve sunroof. Aracın iç tasarımı da standart 911'den daha sadeydi, örneğin kapı iç panelleri yoktu ve kol dayama yerleri basit çekme mekanizmasıyla açılıyordu. Satıldıkları dönemde RS Avrupa standart C2'ye göre yaklaşık 20.000$ daha pahalıydı. Yine de RS America'nın tam donanımlı C2'den 10.000$ ucuz olmasına rağmen, günümüzde bu modeller ikinci el pazarında standart 964'lerden daha yüksek fiyatlara satılmaktadır.
1990 yılında Porsche, 964 serisinin Turbo versiyonunu piyasaya sürdü. Bu model bazen hatalı olarak 965 olarak adlandırılır; ama 965 projesi 959'un yüksek teknolojili turbolarla donatılmış yeni nesli olarak planlanan, ölü doğmuş bir projedir. 1991 ve 1992 model yıllarında Porsche 964 Turbo'larını 930'un kendini kanıtlamış 3.3 L motor blokunu kullanarak üretti. Motor gücü 320 PS (235 kW) civarındaydı. 1993 yılı Carrera 2/4'e 3.6 L motoru getirdi, turbo versiyonda güç baş döndürücü bir seviye olan 360 PS'e (265 kW) ulaştı. 1994 yılında 993 serisinin tanıtılması ve 993 Turbo beklentisi yüzünden az üretildi. 1994 964 Turbo'lar günümüzde ender bulunmaktadır.
Porsche 911, 1993 yılında yeniden gözden geçirildi ve tip 993 olarak isimlendirildi. Bu araç, 1964 yılında doğan hava soğutmalı 911 serisinin son modeli olduğu için önemlidir.
Aracın dış kısmında tamamen yeni bir ön ve arka tasarımı kullanılmıştır, sadece ön ve yan camlar ile kapılar 964 kasasından alınmıştır. Yeni karoser daha pürüzsüzdür, özellikle aerodinamik ön kısım 959'a çok benzemektedir. Tasarımı İngiliz tasarımcı Tony Hatter tarafından tasarım şefi Harm Lagaay gözetiminde yapılmıştır.
Gözden geçirilmiş karoser ile birlikte, yeni tasarlanmış çok noktadan bağlı arka süspansiyon da aracın yol tutuşu ve sürüş kalitesini arttırmıştır.
Şasi düzeltmeleri ile birlikte yeni süspansiyon aracın çok daha rekabetçi olmasını sağlamıştır. Motor hacmi 3.6 L kalmasına rağmen motor programı ve egzoz değişiklikleriyle gücü 272 PS'e (200 kW) yükseltilmiştir. 1996 model yılında standart modellerde güç 286 PS (210 kW) olmuştur. Dört tekerden çekiş Carrera 4 olarak opsiyoneldir, standart arkadan itişli modeller sadece Carrera adıyla anılmışlardır. Hafifletilmiş RS modeli 3.8 L kapasitesiyle 300 PS (221 kW) güce sahiptir ancak sadece arkadan itişli olarak üretilmiştir.
Turbo'nun geniş gövde yapısını ve bazı diğer parçalarını kullanan ama Turbo olmayan modeller (Carrera 4S ve Carrera S) ilk kez 993 kasasında sunulmuştur. Üstü açık Targa modelleri ise yeni cam tavanları ile geri dönmüşlerdir.
Targa ve geniş gövde versiyonlar 993'ün selefi Porsche 996 serisinin 1998'de üretime girişine kadar üretimde kalmışlardır.
Porsche, 1975 yılından itibaren her yeni seride turboşarjlı bir 911 üretmiştir. Mart 1996'da 993 Turbo satışa sunuldu. 993'ün turbo versiyonu 1995 yılında üretime girmiştir. Bu model Porsche'nin çift turboşarjör kullanan ilk seri üretim modeli olmuştur. Üretimdeki Carrera 4 ile hemen hemen aynı kalıcı dört çeker sistemine sahipti, hatta 4WD'yi iptal etmek için hafif ve yarış homologasyonlu versiyon olan GT2'yi almak zorundaydınız. Devasa hava soğutmalı fren disk ve kaliperleri ile ABS 5 sistemi 3.8 litrelik Carrera RS'den alınmıştı. Yatma önleyici çubukları ("anti-roll bar") normal 993'den daha kalındı ve 18 inçlik jantlar frenlere daha iyi hava akışı sağlıyordu.
993 serisinin standart 3.6 litre motoru kullanan modelde iki KKK K16 turboşarjörü ve Bosch M5.2 motor yönetim sistemi yer almaktaydı. Motor gücü bu sayede 5750 d/dk'da 408 bhp'ye yükseltilmiştir. Sıkıştırma oranı 8.0:1'e düşürülmüş, 6 ileri vites kutusu güçlendirilmiş ve vites oranları uzatılmıştır. Bu sayede son sürat 304 km/s (184 mph) olmuş, 0–96 km/saat hızlanma sadece 4.5 saniyeye (bazı dergi testlerine göre 4.3 sn) inmiştir. Tüm diğer 911 Turbo modellerdeki gibi 993 Turbo'da da genişletilmiş çamurluklar ve devasa bir sabit arka kanat kullanılmış, ancak önceki nesillerden farklı olarak bu kanat gövde rengine boyanmıştır. 1997 model yılında Porsche, tarihinin en güçlü hava soğutmalı seri üretim modeli olan 993 Turbo S'i üretmiştir. Motor gücü 424 bhp olan bu modelde yeni ön tampon, farklı jantlar ve bazı aerodinamik geliştirmeler yapılmıştır.
959 ile yakın güçleri (959'un 450 bhp'sine karşılık 993'te 408 bhp) ve benzer aktarmaları, iki model arasında birçok yol testi karşılaştırmasının yapılmasına sebep olmuştur (örneğin Car and Driver, Temmuz 1997, s. 63).
993 jenerasyonu baz alınan GT2, gerçekte uluslararası otomobil yarışlarında bulunan GT2 kategorisinde yarışacak araçların homologasyonunu sağlamak için üretilmişti. Araçta yarış lastiklerini örtebilmek için genişletilmiş çamurluklar ve kenarlarında hava girişleri bulunan, yeni ve büyük bir arka kanat kullanılmıştır. Orijinal motor 430 hp güç üretirken, 3.6lt Turbo 6 silindir boksör motorun 1998'de kullanıma sokulmasıyla 450 hp güce ulaşılmıştır.
911 GT2'nin yarış versiyonu uluslararası yarışmalarda başarılıydı. 1996 ve 1997 Le Mans 24 Saat yarışlarında kendi sınıfının galibi oldu.
911 GT2 Evo isimli daha da hızlı bir versiyonu da üretildi. 600 hp'lik 3.6 litre düz-6 silindirli motor kullanılan bu versiyon, daha sonra özel olarak GT1 sınıfı için tasarlanan 911 GT1 yüzünden kısa ömürlü oldu.
34 yıllık hava soğutmalı 911 üretimi sonunda, 1998 yılında tamamen yenilenmiş su soğutmalı 911 modelleri üretime alındı. Tip 996 olarak bilinen bu seri, Porsche için büyük bir sıçrama oldu. Motordaki büyük değişim aracın dış görünüşüne de yansıtılmış, 1963'de üretilen ilk 911'e göre büyük bir değişim yaşanmıştır. Motor dışında diğer önemli değişiklikler daha basık bir gövde tasarımı, daha dik açılı ön cam ve yeniden tasarlanmış iç mekandır. Eleştirmenler tüm bu değişikliklerle yeni modelin orijinal 911 tasarımından uzaklaştığı ve tasarımını daha ucuz model olan Boxster ile benzeştiği için ağır biçimde eleştirdiler, ancak 996 serisi Porsche için büyük bir finansal başarı getirdi.
1997'de, 1998 model yılı için tanıtılan 300 HP'lik 911 Carrera 2 ve 911 Carrera 4 modelleri ile başlayan 996 serisine 1998'de 360 HP'lik 911 GT3 eklendi. 2000'de 420 HP'lik 911 Turbo, 2001'de 462 HP'lik GT2 üretime girdi. 2002 yılı için 911 Carrera 2 ve Carrera 4'ün motor güçleri 320 HP'ye çıkartıldı ve cam tavanlı Targa ile geniş çamurluklu Carrera 4S modelleri satışa sunuldu. Aynı yıl için GT3'ün gücü de 381 HP'ye yükseltildi. 2003 yılında 450 HP'lik Turbo S üretime girdi. 2004 model yılında ise 483 HP'lik yeni GT2 üretildi.
996 serisi 2004 yılı sonunda 997 serisinin tanıtımı ile üretimden kaldırıldı, ancak GT2 modeli 2006'ya kadar üretimde kaldı.
2004 yılında 911 ağır bir gözden geçirmeye alındı ve temmuz ayında 996'nın yerine geçecek olan 997 tanıtıldı. 997'de, 996'nın temel profili korunmuş, sürtünme katsayısı 0.28'e indirilmiş ve son su soğutmalı model olan 993'ün detaylarıyla şekillendirilmişti. Ayrıca 996'nın birleşik far tasarımından farklı olarak, eski nesil 911'lerin "böcek gözü" farlarına benzer farlar kullanılmıştı. İç tasarım da değiştirilmiş, modern tasarım öğeleri klasik 911'lerin çizgileriyle yorumlanmıştır. 997 serisi parçalarının sadece üçte birini eski 996 serisinden almış, ancak teknik olarak benzer kalmıştır.
Birçok Amerikan otomobil dergisinin testlerinde, Turbo modeli 0–96 km/saat hızlanmasını 3.3 saniye civarında yapabilmiştir. Carrera S modeli aynı hızlanmayı 3.9 saniyede tamamlamış, son hız olarak 300 km/saate ulaşmıştır. Baz model olan Carrera 0-96 ivmelenmeyi 4.4 |
saniyede tamamlayıp 285 km/saat hıza ulaşmıştır. Bu rakamlar Porsche'nin resmi rakamlarıyla büyük farklar taşımaktadır.
Carrera 4 ve Carrera 4S'in sırasıyla Carrera ve Carrera S ile aynı motorları taşımaktadır. Dört tekerden çekişli modellerin arka kısımları geniş tabanlı lastikleri sebebiyle 50.8mm daha geniştir. Dört tekerden çekiş sistemi, gerektiğinde motor gücünün %5'i ile %40'ı arasında bir gücü ön tekerlere iletmektedir.
2009 model yılı için 997'de ufak değişiklikler planlanmaktadır. Bu değişiklikler daha büyük hava girişleri olan bir ön tampon, yeni çift HID projektörlü farlar, yeni stoplar, doğrudan enjeksiyon ve çift debriyajlı vites kutusudur.
2010 yılında ortaya çıkan Turbo S modeli 530 hp güç ve 700 nm torka sahiptir. 0-100 hızlanmasını 2.6 saniyede tamamlamakta, bu hızlanmayı 7 ileri PDK şanzıman ile gerçekleştirmektedir.
997 Kasa kodu taşıyan 911, 2012 yılında üretimini bitirmiş yerine 991 veya 998 olarak adlandırılan yeni kasa gelmiştir. Günümüzde 997'ler hala dış görünüşünün ilk 911'e benzemesi sebebiyle popülerliğini yitirmemiş ve 2010 yılında 250 adet üretilip satılmış olan Sport Classic versiyonuda çok büyük ilgi görmektedir.
2011 yılında Frankfurt otomobil fuarında karşımıza çıkan araç, 23 Ağustos 2011'de Porsche tarafından resmen tanıtılmıştır. 2012 yılında ise 997 kasa kodlu 911'in üretimi tamamlandıktan sonra 991 kasa kodu ile yeni 911 olarak satışa sunulmuştur.
3.8 motora sahip olan Carrera S 395 hp güç, Carrera ise 3.4 motor ile 345 hp güç üretmnektedir. Turbo versiyonu çift turbo 3.8 motor ile 520 hp, Turbo S versiyonu ise 560 hp güç üretmektedir. Turbo S 0-100 hızlanmasını 2.9 saniyede gerçekleştirmektedir.
Dünyanın En Performanslı Aracı ödülünü 2012 yılında Ferdinand Alexander Porsche'un ölümünden kısa süre sonra almıştır.
Porsche 911, ilk gününden itibaren ralliler için büyük bir potansiyele sahipti. Arkada yer alan motor çekişin iyileşmesine katkıda bulunmaktaydı. 911'in belli başlı ralli zaferleri aşağıdaki gibidir:
1965
1967
1968
1969
1970
1974
1978
1980
1984
(Porsche 953, diğer adıyla 911 Carrera 4x4, geliştirme aşamasında olan 959'un dört tekerden çekiş sistemini kullanmaktaydı.)
1986
(1980'lerde Porsche, FIA'nın Grup B regülasyonu uyarınca dört tekerden çekişli, çift turbolu 959 modelini geliştirdi. Bu model 1986 yılında prestijli Paris-Dakar Rallisi'ni kazandı.)
2004 yılında Sports Car International dergisi, 911'i Sports Car International 60'ların En İyi Spor Otomobilleri Listesi'nde üçüncü, Carrera RS'i 70'lerin en iyi spor otomobilleri listesinde yedinci, 911 Carrera'yı 80'lerin en iyi spor otomobilleri listesinde yedinci sıraya koydu. Ek olarak, "Automobile Magazine"'in "100 Coolest Cars" listesi oylamasıyla 911 ikinci oldu. 997 serisi 2005 Yılın Otomobili yarışması için aday gösterildi.
Porsche Carrera GT
Porsche Carrera GT Almanya'nın Porsche firması tarafından geliştirilmiş spor otomobil.
4.55 m uzunluğundaki "Carrera GT"'nin genişliği 1915 mm ve yüksekliği de 1192 mm. 2700 mm'lik dingil mesafesi, arka dingilin hemen önüne yerleştirilen motoru ve 90 litrelik yakıt deposu aracın dengeli olmasını sağlıyor.
5.7 litre hacmindeki V10 motor 612 beygir gücünde. Motor devri 8400 d/d'ye kadar çıkıyor. En yüksek tork ise 590 Nm.
Arkada 120 km/s'den sonra yukarı kalkarak arka bölümün yere daha iyi yapışmasını sağlayan hareketli bir kanatçık bulunuyor.
Porsche Carrera GT'nin son hızı 336 km/s'tir. "Carrera GT", sıfırdan 100 km/s hıza 3.9 saniyede ulaşabiliyor. 0–200 km/s hızlanma süresi ise 9.9 saniye.
Lamborghini Murcielago
Mercedes-Benz SLR McLaren
Ford GT
Chevrolet Corvette ZR1
Porsche Carrera GT Resmi
Ali Teoman Germaner
Ali Teoman Germaner (1934 - 23 Şubat 2018), Türk heykeltıraş. "Aloş" olarak da bilinmektedir.
1934 yılında İstanbul'da doğdu. 1949-1954 yılları arasında İDGSA Heykel Bölümü'nde Rudolf Belling, Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara'nın atölyelerinde sanat öğrenimi gördü. 1960 yılında Fransız Hükümeti'nin bursuyla Paris'e gitti. 1961-1965 yılları arasında École des Beaux-Arts'da bulundu. René Collamarini'nin atölyesinde heykel ve W. S. Hayter'in atölyesinde gravür çalıştı.
1965 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde öğretim üyesi olarak göreve başladı. 1970 yılında doçent, 1976 yılında da profesör oldu.
Güzel Sanatlar Akademisinin Grafik bölümünde serigrafi ve gravür atölyelerinin kuruluşu sağlandıktan sonra ve bu atölyelerden yetişen sanatçılar arasında dikkat çeken Alaettin Aksoy, Aydın Ayan, Hüseyin Bilgin, Gören Bulut, Gül Derman, Devrim Erbil, Güngör İblikçi, Gündüz Gönlönü, Mehmet Güler, Süleyman Saim Tekcan, Zahit Büyükişleyen, Erol Deneç,Nail Peyza, Ergin İnan, Utku Varlık, Mustafa Pilevneli, Hasan Pekmezci, Hayati Misman, Fevzi Karakoç, Hüsamettin Koçan, Atilla Atar, Ali İsmail Türemen, Kadri Özayten'in, kişiliği olan Türk özgün baskı sanatının oluşmasında çaba sarf ettikleri görülmüştür.
23 Şubat 2018 tarihinde yaşamını yitirdi. Cenazesi Nakkaştepe Mezarlığı'nda toğrağa verilmiştir.
Ali Teoman Germaner'in ağaç ve bronz heykellerinde, gerçekdışı yaratıklar, doğaüstü varlıklar, fantastik biçimleme anlayışının ürünleri olarak karşımıza çıkar. Serbest türde, özgür biçimleme yönünde, çağdaş heykel sanatımıza yeni olanaklar yaratma amacı, bu yapıtları belirleyici temel etkendir. Heykellerinde başlıca 6 figür görülmektedir: insan, at, yılan, denizkabuğu, omurga ve buhurdan.
Ali Teoman
Ali Teoman, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Tabutta Rövaşata (albüm)
Tabutta Rövaşata, Baba Zula'nın 1996 yılında Ada Müzik'ten çıkan albümünün adı. Parçalar genelde enstrümantal ve oryantal bir havaya sahip olup, 4 parça "Tabutta Rövaşata" filminden diyaloglar içerir.
Yine Sensiz
Yine Sensiz, pop müzik sanatçısı Tarkan'ın ilk stüdyo albümüdür. 26 Aralık 1992 tarihinde İstanbul Plak etiketiyle yayımlanan albüm, eleştirmenlece olumlu yorumlar elde etti. Kayıt dönemi Ekim 1990 - Temmuz 1992 tarihleri arasında İstanbul'da yer alan İstanbul Plak stüdyolarında tamamlandı. Albüm için üç şarkı yazan Tarkan'ın, diğer tüm şarkılarını Alpay Aydın sözlerini yazmıştır.
Eleştirmenler, albümün daha çok pop ve dans tarzından oluştuğunu dile getirdi. Türk albüm listesinde bir numaraya kadar yükselip Türkiye çapında yayımlandığı tarihten itibaren 700.000'den adet satmıştır ve CD olarak remix versiyonu ile birlikte 1.050.000 milyondan fazla satmıştır.
Müzikal yeteneğini, bilgisini, aldığı eğitimlerle geliştiren Tarkan, bu dönemde İstanbul Plak sahibi ve yapımcı Mehmet Söğütoğlu ile tanıştı. İstanbul Plak ile imzaladığı anlaşmanın ardından, ilk Tarkan albümü Yine Sensiz İstanbul Plak stüdyolarında kaydedilmiştir. Albümün toplam süresi 45:51 saniyedir. Albüm toplam on bir şarkıdan oluşuyordu ve Tarkan, albümde "Kimdi?", "Vazgeçemem" ve albümle aynı adı taşıyan "Yine Sensiz" adlı şarkının sözlerini yazmıştır. Albümdeki diğer sekiz şarkı da "Alpay Aydın" tarafından bestelenmiştir.
Albümde, beş tane şarkıya klip çekilmiştir, ve şarkıların hepsi hit olmuştur. Albüm çoğunluklu olarak slow ve hareketli şarkılardan oluşuyordu.
"Yine Sensiz", 1992'nin sonunda Türkiye'de yayınlandı ve müzik dünyasında geniş yankı uyandırdı. Albümün çıkış şarkısı "Kıl Oldum" kısa sürede ulusal radyoların ve gece kulüplerinin vazgeçilmez gözdesi oldu. Albümden çıkan "Kıl Oldum Abi", "Kimdi?", "Vazgeçemem" ve "Çok Ararsın Beni" gibi dönemin büyük hit'leri sayesinde müzik listelerinde bir numaraya kadar yükselmiştir. O dönemde kimsenin tanımadığı ve bir anda tüm televizyon kanallarında klipleri yayımlanmaya başlanmış ve tüm herkesin ilgisini çekmiştir. Albümden Kıl Oldum adlı parça radyolarda Top 20'ye girmeyi başarmıştır.
Bir anda ortaya çıkmasının ardından tüm müzik listelerine yaptığı her şarkıyla müzik listelerine girmiş ve bir numaraya yükselmiştir. O dönemlerde Yonca Evcimik ile birlikte, 90'lı yıllarda patlama yaşamış olan pop müziğin öncüsü oldular. ve yaptıkları tüm şarkılarıyla da olay yarattılar. O dönemlerde dergi'lerde, gazetelerde sıkça yer alan Tarkan, Televizyon programlarına da sıkça çıkmıştır.
Deri ceket, kot pantolon modasına da albümle beraber yeni bir soluk getirmiştir, Albüm kaset olarak ilk etapta 700.000 adet satmıştır. Sonradan bu rakam CD olarak remix versiyonu ile birlikte 1.050.000 satışı geçmiştir. Daha ilk albümü ile Türkiye'de 1.050.000 satarak büyük bir çıkış yaparak çok iyi bir başarı elde etmiştir.
İlk olarak 21 Aralık 1992 tarihinde Kıl Oldum adlı şarkısına klip çekmiştir. Klipte deri ceket, kot pantolan'la yer almıştır. İkinci klibini Kimdi? adlı şarkıya klip çekilmiştir, yine klipte deri ceket ve kot pantolon giymiştir. Daha sonra aynı şarkıya deniz kenarında bir daha klip çekmiştir. Dördüncü klip Gelip de Halimi Gördün mü? adlı hareketli şarkıya çekilmiştir ve klip 19 Nisan 1993 tarihinde yayımlanmıştır.
6 Haziran 1993 tarihinde Vazgeçemem adlı şarkının klibi yayımlanmıştır ve ilk şarkı slow olarak büyük bir beğeni kazanmıştır. Daha sonra şarkıya üç tane daha klip çekilmiştir. "Söz Verdim" adlı şarkıya iki, "Selam Ver" adlı slow parçaya da ise bir klip çekilmiştir. son olarak 4 Ağustos 1993 tarihinde sözü ve müziği Alpay Aydın'a ait olan Çok Ararsın Beni adlı şarkıya klip çekilmiştir
Tanto
Tanto veya tantoğ (短刀) Japon bıçak veya kamasıdır. Genellikle tek, bazen de çift taraflı ve 1 "şaku" (15–30 cm) uzunluğundadır. İddialı bir özdeyiş; ""Tanto, vakizaşi ve katana aynı kılıcın farklı boylarıdır"" der.
Tanto esas olarak delici maksatla kullanılan bir silahtır ancak keskin yanı kesmek için de kullanılabilir. Hafif olması sebebiyle "ninja"ların favori silahıydı ve suikast için çok uygundu. "Yakuza"ların da tercih ettiği silahlardan birisiydi. Tanto genellikle "samuray"lar tarafından taşınırdı. Kadınlar da bazen kendilerini savunmak için elbiselerinin içinde tanto taşırlardı.
Bu tanto şekilleri, bıçak kısımları ile diğerlerinden farklıdır. Savaş zamanlarında uzun bir kılıç olan "Taçi" ile birlikte kalçanın sol tarafında taşınırdı ve kısa mesafe dövüşünde kullanılırdı. Daha kısa olan "h |
amidaşi", "miğfer-kırıcı" olarak kullanılırdı. "Yoroy-doşi", güçlü yapısı ile yaralanmış olan düşmanın zırhını kesip, kafasını koparmak için kullanılırdı. Kafayı kesmek suretiyle idam ederken de çok kullanışlıydı.
"Aykuçi (合口, 匕首 "Gizli Kılıç"):" Genellikle el koruması ya da "suba" kısmı olmayan tantolara "aykuçi" adı verilir. Ne var ki, bıçak "vakizaşi" kadar da uzun olabilir. Aykuçi ya da gizli kılıç, el koruması ve kabzaya sahip olmadığından kolayca gizlemek mümkündür. Bu nedenle "yakuza" ve "ninja"ların favori silahıydı. Kılıç; uzunluğuna bağlı olarak, elbise içerisine aşağı doğru ya da açılı bir şekilde asılabilecek şekilde tasarlanmıştı. Yedek silah ya da gizli kılıç olma özelliğine sahipti. Bu sebeple hızlı bir şekilde çekmeye elverişli olabilecek bir yere gizlemek en doğru kullanım şekli olacaktır.
"Kayken" (ya da "Kvayken") 8 ila 16 santim uzunluğunda bir bıçaktı. Genel olarak kendini korumak için ve geleneksel bir intihar şekli olan "sepuku" (onurunu kurtarmak için intihar etmek) için kullanılırdı. "Kayken" kadınlarca elbiselerinin altında saklı olarak taşınılırdı.
Farklı işler için kullanılan "Kozuga"'da tanto çeşitlerindendir.
"Kubikaki-Katana" ("Kubikiri" ya da "Kubitori"'de denir); bu yarı-halka şeklindeki kılıcın keskin tarafı yarı-halkanın iç kısmında bulunur. Bu kılıçlar sadece, birisi idam edileceği zaman kullanılırdı.
"Ken"(iki ağzı da keskin), kılıç için'de kullanılan bir terimdir. "Ken-Tanto" denildiğinde iki tarafı da keskin tanto olduğu anlaşılır. "Ken-zukuri"'de bir tanto çeşididir.
"Yari-tanto" mızrak ucu ("Yari") olarak üretilir. Iki tarafıda kesicidir ve köşeli geometrik bir ucu vardır. "Yari-tanto"'lar elde kullanımı için tutulacak uzantısı ile üretilir ancak bir mızrağın ucuna takılacaksa pırazvana kısmının ("nagako") kesilerek kısaltılması gerekebilir. Kısaltılırken, onu üreten demircinin imzası ("meyi") kaybolabilir.
Batılı pazarlarda "Tanto-bıçağı" isimini taşıyan bıçaklar bulmak mümkündür. Bu isim, kesici kısmı düz ve bıçağın şekli ile uyumsuz olan bıçaklar için kullanılmaktadır ancak bunun orijinal Japon tanto stili ile alakası yoktur.
İsmail Kara
İsmail Kara, (d. 1955, Güneyce, İkizdere, Rize), Türk ilahiyatçı.
İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ni (1973), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü (1977) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi (1986). Yüksek İslâm Enstitüsü’nde eğitim gördükten sonra Dergâh Yayınları’nda çalışmaya başladı, bu müessese içinde "Fikir ve Sanatta Hareket" dergisi, "Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi", "İslamî Bilgiler Ansiklopedisi" ve "Dergâh" dergisinin yayın heyetinde yer aldı, Yayın Müdürlüğü yaptı. 1980’den itibaren öğretmenlik de yapan Kara, “İslâmcılara göre meşrutiyet idaresi 1908-1914” başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru oldu (1993). Osmanlı-Türk düşünce tarihi, din-modernleşme ve din-siyaset ilişkileri üzerindeki araştırmaları "Hareket", "Dergâh", "Tarih ve Toplum", "Toplum ve Bilim" dergilerinde yayınlandı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesidir. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof.Dr. Mustafa Kara'nın kardeşidir.
Ömer Lütfi Kanburoğlu
Ömer Lütfi Kanburoğlu (d. 28 Mayıs 1960), Türk gazeteci ve yazar. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Harp Akademileri/Millî Güvenlik Akademisi mezunu olan Kanburoğlu, genç yaşta gazeteciliğe başladı.
Türk Atlantik Antlaşması Derneği Gençlik Kolları Genel Sekreter Yardımcılığı, Avrupa Konseyi Derneği Genel Sekreterliği, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği Genel Sekreterliği yaptı.
Yeni Forum Dergisi ile başladığı yayıncılık hayatını bu derginin Yazı İşleri Müdürü olarak uzun yıllar devam ettirdi.
Yirmi yılı aşkın bir zaman Yeni Forum Dergisi'nde çalışarak bu dergide yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Yeni Forum Dergisi'nde yöneticilik yaptığı yıllarda, o zaman Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olan ve Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı tarafından finanse edilen, Türkçe, İngilizce, Kazakça, Türkmence, Kırgızca ve Özbekçe dillerinde yayımlanan Avrasya Etüdleri dergilerinin yayınını organize etti.
Almanya'da çalışan Türk toplumunun sorunlarını dile getiren dergiler çıkarttı. Daha sonra, 1999 yılında Basın Müşaviri olarak Başbakanlık'ta göreve başlayan Kanburoğlu, çeşitli hükümetler dönemlerinde müşavirlik görevine devam etti.
2011 yılında Başbakanlık'tan emekli olarak Milliyetçi Hareket Partisi/Rize Milletvekili Adayı olmuştur. Yazarın yayınlanmış yüzlerce makalesi ve "Teröristin Anatomisi", "Yakın Tarihimizde Siyasal Partiler" ve "Demokrasi Zorunluluk mu?" isimli üç kitabı vardır.
Kök bulma algoritması
Kök bulma algoritması, verilen bir fonksiyonda fonksiyonun değerini sıfır yapacak bir "x" değerini bulmaya yarayan bir sayısal metot ya da algoritmadır (öyle bir "x" bul ki "f"("x") = 0 olsun). Böyle bir "x" değerine fonksiyonun kökü denir.
"f" - "g" kökünü bulma işlemi, "f"("x") = "g"("x") denklemini çözmekle aynı işlemdir. Buradaki "x" değerine ise denklemin bilinmeyeni denir. Bunun yanında her denklem, denklem çözmenin fonksiyonun bilinmeyenini bulmaya eşit olduğu "f"("x") = 0 şeklinde bir kanonik form alabilir.
Bütün nümerik kök bulma metotları tekrarlama, sonunda kök olacak bir limite yakınsayacak sayı serisi üretme, yöntemini kullanır.
Kök bulma algoritmalarının davranışları nümerik analizde incelenir.
En basit kök bulma algoritması ikiye bölme metodudur. Yalnızca "f" sürekli fonksiyonsa uygulanabilir. Ayrıca iki ilk tahmine ihtiyacı vardır. Bu ilk tahminler "a" ve "b" öyle değerler olmalıdırlarki; "f"("a") ve "f"("b")'nin birbirine zıt işaretli olmalıdır.
Bunun yanında Newton metodu, sekant metodu, yanlış pozisyon metodu, Müller metodu ve Brent metodu gibi algoritmalar kök bulmada kullanılmaktadırlar.
Polinomların köklerini bulmak için özel algoritmalar geliştirilmiştir. Bunlar genel olarak, polinomların kompanyon matrisinin bulunması, Laguerre metodu, Bairstow metodu, Durand-Kerner metodu ve daire bölme metodu gibi algoritmalardır.
Theater an der Wien
Theater an der Wien, Viyana-Mariahilf'de bir tiyatro binası.
Mariahilf'de Linke Wienzeile 6 numarada bulunan Theater an der Wien geleneksel oyunlar sergilenen bir tiyatro salonudur.
Franz Jaeger tarafından 1798 yılında kurulan tiyatronun binası 1801’de bitirilmiştir.
Tiyatro,1962 yılından beri her yıl mayıs ve haziran aylarında düzenlenen ve beş hafta süren Kültür ve Sanat Festivalinin (Wiener Festwochen) merkezi olarak kullanılmaktadır.
Zaman zaman opera gösterileri için denenmiş ama salonun uygun olmadığı görulerek yalnız müzikal ve tiyatro oyunları sergilenmesine devam edilmiştir.
Bina 2006 yılında büyük bir restorasyon ve tamirattan geçmiştir.
Tiyatroda sergilenmiş bazı oyunlar ile yazarları ve sergilendiği yıllar
Medici Hanedanı
Medici ailesi 14. ve 17. yüzyıllar arasında Floransa'da (İtalya) yaşamış güçlü ve etkin bir ailedir. Aile üç papa (X. Leo, VII. Clement, XI. Leo), çok sayıda Floransa hükümdarı ve daha sonra Fransa kraliyet mensupları yetiştirmiş, ayrıca İtalyan Rönesansı'nı etkilemiştir.
Medici isminin kökeni kesin olarak bilinmese de tıp kökenli olduğu düşünülmektedir (medico). Aile mütevazı bir başlangıçtan sonra ilk defa bankacılık ile güç kazandı. Medici Bankası Avrupa'nın en başarılı ve saygın bankalarından biri olmuştur. Buradan yola çıkarak Mediciler önce Floransa'da, sonra da İtalya ve Avrupa'da politik güce kavuştular.
Giovanni di Bicci de' Medici Bankacılık işine giren ilk Medici idi ve Floransa devlet yönetiminde etkinleşti. Daha sonra oğlu Cosimo de' Medici 1434 yılında gran maestro olarak Floransa şehir devletinin gayri resmi başı oldu. Alessandro de' Medici 1537'de ilk Floransa dükü unvanını aldı.
Sanatçılara destek vererek tiyatro alanına katkı sağlamışlardır. 1485'te İtalya kentlerinde özellikle burjuva sınıfı oluşmaya başlıyordu. Tiyatro alanındaki gelişmeler, oyunların popülerliği İtalyancaya çevrilmeye henüz başlanmış olmasıyla daha geniş bir kitleye ulaşmıştır. Böylelikle 16. yüzyılda Latincenin yerini yerel dil alıyor.
Medici ailesi, 15. ve 16. yüzyılda iktidar mücadelesi, servetleri ve itibar yönünden Floransa’yı oldukça etkilemiştir. Usta taktikleri ve entrikalarıyla önemsiz zengin bir aile konumundan İtalya’da zengin ve güçlü bir aile konumuna gelmiştir.
Medici’lerin servetlerinin kaynağı loncaların (Arte della Lana) yaptığı tekstil ticaretinden gelmekteydi. Güçleri ise Floransalı halk grubu Popularen (halkın gözdeleri) ile yapmış oldukları iyi ilişkilerden kaynaklanmaktaydı. Bu temeller üzerine modern bankacılığın temellerini atarak ve de Papalık ile ilişkilerini geliştirerek o zamanki Avrupa ekonomisini yönetmişlerdi. Medici’lerin desteği altında tüccarlar ve diğer bankacılar; Floransa, Venedik, Milano, Cenova ve Roma şehirlerini o zamanki Avrupa’nın önemli kültür ve ekonomik açıdan gelişmiş metropolleri haline getirmişlerdi. Böylece Rönesans’ın ortaya çıkmasında etkili olmuşlardır.
Medici’ler ilk kez 13. yüzyılın 2. yarısında loncalarda görev alarak Floransa’da ortaya çıkmıştır. Salvestro di Alamanno (1331–1388), Ciompi-Ayaklanmasını (dokumacıların isyanı) bastırarak Floransa yönetimine ilk defa ayak basmıştır. Yeğeni Giovanni di Bicci de’ Medici (1360–1429) ile beraber Medici Bankası gelişmeye başlamıştır. Giovanni, papalığın bankacılık işlerini de alarak halk ve soylular (Albizzi) arasında arabuluculuk yapmıştır. Eski bir Medici olan Medici di Cafaggiolo, 1537 yılına kadar Floransa’yı yönetmiştir. Cosimo de’ Medici (1389–1464) ve torunu Lorenzo I. de’ Medici (Muhteşem Lorenzo) (1449–1492) Floransa yönetiminde etkili olmuştur.
Ailenin yükselişi, ailenin ilk soylularından ve Nemours’un Dükü olan Lorenzo’nun üçüncü oğlu ile anlam kazanmıştır. Lorenzo’nun ikinci oğlu Giovanni, X. Leo olarak papalık görevine gelmiştir.
Lorenzo’nun kardeşiI. Giuliano de’ Medici, Pazzi’lerin 1478 yılında yapmış oldukları komplolar ile yönetimden düşürülmüştür. Lorenzo’nun en büyük oğlu alan II. Piero de’ Medici, Girolamo Savonarola’nın teokratik bir yönetim kurduğu sırada şehirden kovulmuştur. Sa |
dece 1512 yılında II. Lorenzo de’ Medici geri dönmeyi başardıysa da tekrar 1527 yılında şehirden kovulmuştur. Papa VII. Clemens ve kralın birleşmesi, Kral V. Karl 1530 yılında Bologna’da (Bolonya) taç giyebilmiştir.
Floransa yönetiminin monarşiye geçmesi durdurulamamıştır. II. Lorenzo, amcası Papa X. Leo tarafından Urbino’nun düklüğüne atanmıştır. II. Lorenzo’nun evlilik dışı olan oğlu Alessandro de’ Medici 1523 yılından 1527 yılında kovulmasına kadar Floransa’yı tıpkı bir prens gibi yönetmiştir. Alessandro de’ Medici’nin 1537 yılında akrabası olan Lorenzino de’ Medici tarafından öldürülmüştür. Alessandro’nun ölümünden sonra yerine I. Cosimo geçmiştir. I Cosimo ile beraber babadan oğla geçen bir yönetim (saltanat) benimsenmeye başlanmıştır.
Toskana’nın Grandükü olan III. Cosimo de’ Medici ölümünden sonra hayatta kalan kızı Anna Maria Luisa de’ Medici (1667–1743), Medici’lerin bütün hazinelerini Floransa’ya miras olarak bırakmıştır.
Babasının özelliklerine sahip olmayan Piero de Medici, politik bir dizi hatalar yapmıştır. VIII. Karl, Fransa’dan İtalya’ya Napoli şehrini işgal etmek için gelmiştir. Halk, Fransız kralına sempati duyuyor olmasına rağmen; Piero, Napoli’ye yardım etmek istemekteydi. Karl, Floransa topraklarına gelerek Sarzana’yı işgal ettiğinde, Piero, Karl’ın kampına giderek ona özürlerini sunmuştur. Kral, Piero’dan Pisa’yı, Livorno’yu ve diğer şehirleri bırakmasını istemiştir. Piero, 8 Kasım 1494 yılında Floransa’ya geri döndüğünde kendisine karşı çıkanların sayısı artmıştır. Özellikle de Karl’a bu şehirleri bıraktığı haberi yayılınca popülaritesi azalmıştır. Piero’nun saraya girmesi yasaklandığında halk, Medici’lere karşı özgürlüklerini (Popolo e libertà) istemiştir. Küçük bir koruma ile Piero şehirden kaçmıştır; kısa bir süre sonra kardeşi Giovanni de şehri terk etmek zorunda kalmıştır.
Medici’lerin kovulması, düzensizliklere neden olduysa da Piero Capponi ve diğer önde gelen vatandaşlar barış ortamını korumayı başarmıştır. Fransız kralı ile görüşmek üzere Savonorala tarafından bir elçi gönderilmiştir. Fakat Karl, 17 Kasım’da 12.000 kişiden oluşan güçlü ordusu ile Floransa’ya girene kadar anlaşma sağlanamamıştır. Halk, Fransızlara sıcak bakmaktaydı. Halk, Fransa kralına büyük bir karşılama hazırlamış olmasına rağmen, Fransa kralının bir fatih olarak şehre girmesini istememiştir. Karl, vatandaşların zenginliğinden, gelişmişliğinden ve özellikle de onların kale gibi görünen şatolarından etkilenmiştir. Signoria (senyörlük), diplomasi alanında deneyimli, vatansever ve becerikli bir kişiliğe sahip olan Piero Capponi’yi Gonfaloniere’ye atamıştır. Francesco Valori, Dominik Cumhuriyetili Giorgio Vespucci ve diplomat Domenico Bonsi Fransız kralı ile görüşmek üzere görevlendirilmiştirler.
Karl’ın talepleri vatandaşları memnun etmemiştir. Askerlerin gaddarlıkları ve küstahlıkları, halkın isyanına neden olarak askerler halk tarafından taşa tutulmuştur. Bunun üzerine kral, Piero de Medici’yi tekrar çağırmayı önermiştir, Signoria (senyörlük) ise vatandaşları silahlanmaya çağırmıştır. Kralın yapmış olduğu Piero’yu tekrar çağırma önerisi sonuçsuz kalmıştır, fakat Karl, şehri terk etmeden önce, büyük miktarda para talep etmiştir. Uzun tartışmalar sonucunda Karl kesin uyarı vererek danışmanları kabul etmemiştir. Bunun üzerine Floransa’da sokak çatışmaları başlayınca Karl anlaşma yapmıştır. Anlaşmaya göre 120.000 Florin ile yetinmiştir. Ele geçirdiği kaleleri iki yıl içerisinde gere vereceğine, Medici’lerin sınır dışında kalacağına razı olmuştur. Fakat Karl, şehri terk etmek istememiştir. Bu durum şehirde kalıcı endişelere neden olmuştur. En sonunda, çok saygı duyduğu Savonarola’nın uyarısı üzerine 28 Kasım’da Floransa’yı terk etmiştir.
Papanın memnuniyetiyle beraber, Floransa’daki karışık durum bir an için düzelmiştir; ancak Pisa şehri ile yapılan savaş yeniden başlamıştır. 1499 yılında, Floransalı komutan Paolo Vitelli savaş taktiklerini iyi yapamadığından dolayı savaş kaybedilmiştir. Bunun üzerine komutan Paolo Vitelli ihanet suçlamasıyla tutuklanarak idam edilmiştir. Fransa kralı XII. Louis Floransalıların da desteğini alarak Milano’yu ele geçirmek için İtalya’ya bir ordu göndermiştir. Romagna bölgesinde birçok şehri ele geçiren Cesare Borgia Floransa’da Medici’lerin tekrar göreve gelmesini talep etmiştir. Cesare Borgia 1501 yılında iyi bir ücret ile Floransa ordusuna atanarak şehrin güvenliğini sağlamıştır.
Bu dönemde yönetimdeki aksaklıklar günden güne açığa çıkmaktaydı. Birçok yapısal düzenlemeler uygulanıyordu. Podestà ve Capitano del popolo gibi eski kurumlar kaldırılmıştı. Son olarak 1502 yılında yönetimde daha fazla istikrar sağlamak amacıyla Gonfaloniere makamı kaldırılmıştır. Yönetime gelen (1448–1522) Piero Soderini herhangi bir gruba dâhil olmayan, dürüst, ancak karakter itibarıyla zayıf birisiydi. Niccolò Machiavelli’nin önerisi üzerine, Piero Soderini’nin 1505 yılında ulusal milisi kurması, yaptığı faydalı önlemlerden birisiydi. Bu dönemde Pisa Savaşı ilerlemeden sonlanmıştır. 1503 yılında hem Piero de Medici hem de VI. Alexander hayatlarını kaybetmiştir. Bu kişilerin ölümü ile birlikte Floransa Cumhuriyeti için tehlike oluşturabilecek iki kişi ortadan kalkmıştır. İçinde Fransa’nın da bulunduğu Napoli’yi bölen savaşta İspanya, Floransa’nın düşmanı olan Pisalılara yardım etmiştir. Bu savaş sona erdiğinde, Floransalılar Pisa şehrini kuşatmıştır (1507). 1509 yılında ise Pisa şehrindeki kıtlık nedeniyle şehir Floransa’ya teslim olmak zorunda kalmıştır.
Papa II. Julius, Venedik Cumhuriyeti’ne karşı Fransa ve İspanya ile Cambrai Birliği’ni oluşturmasına rağmen 1510 yılında bu birlikten ayrılmıştır. “Barbarlar dışarı” (Fuori i Barbari) diyen papa, Fransızları İtalya’dan uzaklaştırmıştır. Kral Louis, kilisenin bazı katı kurallarını değiştirmek için evrensel bir konsey önerisinde bulunmuştur. Bu isteğini Floransa topraklarında gerçekleştirmek niyetindeydi. Bazı itirazlara rağmen Floransa Cumhuriyeti, konseyin Pisa’da açılmasına razı olmuştur. Böylece Floransa papazına kısıtlama getirilmiştir. Floransalıların isteği üzerine Konsey Milano’yo taşınmıştır.
Kardinal Giovanni de Medici ve kardeşi Giuliano tarafından oluşturulan Ramón de Cardona komutasındaki İspanyol ordusu, Floransa topraklarına kadar geldikten sonra Soderini’nin kovulmasını ve Medici’lerin tekrar göreve gelmesi için 100.000 Florin talep etmiştir. Soderini istifa etmek istediyse de büyük konsey onu destekleyerek savunma için önlemler almıştır. Ağustos ayında İspanyalılar Prato’yu alarak orada yaşayan halka zulmetmiştir. Panik içerisinde olan Floransa, Ottimati grubu ve soylular, Soderini’yi geri çekilmeye ve şehirden ayrılmaya zorlamıştır. Cardona’nın, Medici’lerin göreve gelmesi için 150.000 Florin ödeme ve İspanya ile ittifak kurma şartlarını, Floransa kabul etmiştir. 1 Eylül 1512 yılında Giuliano, Giovanni de Medici ve onun yeğeni Lorenzo İspanya ordusu ile beraber Floransa’ya gelmiştir. Parlamento toplanarak balia (yönetim) oluşturulmuştur. Büyük konsey kaldırılarak, II. Lorenzo Magnifico’nun (Muhteşem II. Lorenzo) oluşturduğuna benzer bir anayasa çıkarılmıştır. Yönetimin birinci başkanı Giuliano olmuştur; ancak o gaddarca bir politika izlememişti. Ilımlı bir politika izleyerek, halkına ihtişamlı festivaller düzenlemiştir.
II. Julius’un ölümünden sonra Giovanni de Medici’nin X. Leo’yu papalık görevine seçmesi, meclisin önemini arttırmıştır. Mart 1514 yılında Giuliano öldükten sonra yerine Urbino’nun dükü olan Lorenzo geçmiştir. 1519 yılında onun da ölmesi ile birlikte yönetimi Kardinal Giuli de Medici (II.Giuliano de' Medici'nin oğlu) devralmıştır. Kendisine karşı muhalefetler olmasına karşın, kötü bir yönetimi olmamıştır. Kardinal Giuli de Medici, 1523 yılında Kardinal Silvio Passerini’nin vesayeti altında VII. Clement olan Papa’yı Floransa’ya göndermiştir.
Kardinal Passerini’nin yönetimi halk arasında beğenilmemekteydi. Bu memnuniyetsizlikten dolayı şehirde isyanlar başlamıştır. Passerini bu isyanların önüne geçememiştir. Ottimati’lerin büyük çoğunluğu Medici’lere karşıydı. 1527 yılında durum giderek kötüleşmeye başlamıştır. Sacco di Roma (Roma’nın yağmalanması) zamanında Medici Papa Clement’in etkisini kaybetmiştir. Bu olay 16 Mayıs 1527 yılında otorite değişikliğine neden olmuştur. Flippo Strozzi ve eşi, Medici’lere karşı denge siyaseti uygulamıştır. Belediye meclisi, Passerini, Ippolito ve Alessandro’nun meclisten çıkarıldığını bildikten sonra, bu kişiler 17 Mayıs 1527 yılında Floransa’yı terk etmiştir.
Consiglo degli Scelti toplanarak Savonarola döneminde oluşturulan anayasaya benzer bir anayasa çıkartılmıştır. Büyük konsey yeniden kurulmuştur. Niccolò Capponi Gonfaloniere yönetimi için bir yıllığına seçilmiştir; fakat Floransa’da gruplar arasında büyük fikir ayrılıkları başlamıştır: Ottimati’ler oligarşi yönetimini istemekteydi, Adirati’ler, ılımlı bir yönetim benimsedikleri için Capponi’lere karşı çıkmaktaydı, Arabiti’ler Medici karşıtıydı ve Popolani’ler Ottimati’leri reddetmekteydi. Capponi, şehri düzene sokmak ve durumu düzeltmek için elinden geleni yapmıştır. Savonarola’nın iç işlerine karıştığında dışarıdan gelecek olan tehlikeleri hissederek, Papa ile imparator V. Karl’ın uzlaşması Floransa açısından yıkıcı olacağını sezmiştir; çünkü Clement’ler ailelerini tekrar yönetime getirmek için mutlak bir fırsat ele geçirmiştir. Capponi, karşıtlıklara rağmen 1525 yılında Gonfaloniere yönetimine seçilerek Papa ile barış yapmaya çalışmıştır. Capponi’nin Vatikan ile yazışmalar yapması haksız olarak suçlanmasına neden olmuştur; daha sonra Capponi temize çıkmış olmasına rağmen görevini bırakarak altı aylığına şehri terk etmiştir.
Francesco Carducci Gonfaloniere, yönetimine seçilmişti. 29 Haziran 1529 yılında papalık ile krallık arasında bir sözleşme imzalanmıştır. Sözleşmeye göre Medici’ler Floransa’ya tekrar gelmiştir. Carducci, kuşatmalar için sağlam önlemler almıştır; ancak halkın büyük bir kısmı Medici’lere karşı ya sempati duymakta ya da onlardan korkmaktaydı. Michelangelo Buonarotti’nin başkanlığını yaptığı Nove della Miliz |
ia adındaki kurul şehrin savunulması görevini üstlenmiştir. Michelangelo şehir surlarının duvarlarını güçlendirmiştir. Ordunun başkomutanı Malatesta Baglioni’ydi. Ağustos ayında Philibert komutasındaki krallık ordusu harekete geçmişti. Eylül ayında ise başkomutan daha fazla dayanamayarak Perugia şehrini bırakmak zorunda kalmıştır. Diğer şehirler de krallık ordusunun eline geçmiştir. Papa ile uzlaşma çalışmaları sonuçsuz kalarak Ocak ayında kuşatma başlamıştır. Halk, papalık ve krallık karşıtı olmasına rağmen, kızgınlığını saklayabilmiştir. Halkın böyle sessiz kalmasına neden olan kişi, olağanüstü kişiliğe sahip Francesco Ferruccio’ydu. Fakat Malatesta tam anlamıyla bir haindi. Bir şekilde şehrin savulmasını engellemiştir. Ferruccio, Voltera şehrini ele geçirdikten sonra, krallık ordusuna arkadan saldırmak için Pistoia’nın yukarısında yer alan Gavinana’ya doğru harekete geçmiştir. Savaş 3 Ağustos 1530 yılında meydana gelmiştir. Ferruccio’nun yaptığı kahramanlığa rağmen savaşta başarısız olduğu için öldürülmüştür.
Şehir içinde açlık ve sefalet hüküm sürmekteydi. Giderek artan bir oranda, halk kapitülasyon (ayrıcalık, imtiyaz) istemeye başlamıştır. Signoria (senyörlük) yönetimi Malatesta’nın bir hain olduğunun farkına vardıysa da çok geç kalmıştır; çünkü o çoktan Floransa valisi olarak harekete geçmiştir. Ordu onu zorla kovmak isterken başarısız olmuştur. 9 Ağustos’ta Signoria Malatesta’yı şehirden kovmak için tüm umutlarını kaybedince krallığın yeni komutanlarından olan Don Ferrante Gonzaga ile görüşmelere başlamıştır. 12 Ağustos 1530 yılında kapitülasyonlar imzalanmıştır. Floransa 80.000 Florin tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Medici’ler tekrar göreve atanmıştır. Krallık özgürlükçü bir yönetim kurmak istemiştir. Medici’lerden olan Baccio Valori sorumluluğu üstlenmiştir. Parlamento toplanarak bilinen balia (yönetim) oluşturulduktan sonra bütün muhalefet susturulmuştur. 1532 yılında Alessandro, ömür boyu Gonfaloniere yönetiminde bulunmuştur. Sonuç olarak Floransa özgürlüğünü kaybederek Toskana dukalığının başkenti olmuştur.Kaynak
Giovanni di Bicci de’ Medici 1360 ile 1429 yılları arasında yaşayan Floransalı tüccar ve bankacıydı. Bankacı Vieri di Cambio de' Medici’nin yeğeni ve Cosimo de’ Medici’nin de babasıydı.
O zamanki bankacılık işlerini, daha sonra ortak olduğu amcasının bankasından öğrenmiştir. Roma’daki Giovanni de’ Medici adındaki banka şubesini yönetmiştir. Giovanni di Bicci de’ Medici, Piccarda Bueri ile evlenerek küçük bir servete kavuşmuştur. Bu servetiyle Roma’daki banka şubesini satın almıştır. 1397 yılında amcasının ölümünden iki yıl sonra, bankacılık faaliyetlerini Floransa’ya taşıyarak Medici Bankası’nı (Banco Medici) kurmuştur. Bu banka sayesinde Medici’ler o zamanki Avrupa’da giderek güçlenmişlerdir. Giovanni di Bicci de’ Medici papalığa ve önemli kişilere finansal destek sağladığı için Avrupa’da tanınan ve giderek güçlenen bir kişi durumuna gelmiştir. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Cosimo de’ Medici, Medici ailesinin kazanmış olduğu gücü daha da belirginleştirmiştir.
Cosimo de’ Medici (İtalyanca; Cosimo il Vecchio) 27 Eylül 1389 ile 1 Ağustos 1464 yılları arasında Floransa’da yaşamıştır. Medici Bankası’nın ikinci kurucusu olarak da bilinmektedir.
Cosimo’nun babası Giovanni di Bicci de’ Medici (1360–1429) Roma’da 1393 yılında kurmuş olduğu bankacılık faaliyetlerini Floransa’ya taşıyarak Medici Bankası’nı 1397 yılında kurmuştur. Daha sonra oğlu Cosimo bu bankada bankacılık eğitimi alarak ve yine bu bankada staj yaparak bankacılık işlerini öğrenmiştir.
Babasını ölümünden sonra liderliği Cosimo devralmıştır. Floransa o zamanlar bir cumhuriyet olmasına rağmen kendi ayağı üzerinde zor durmaktaydı. Albizzi ve Medici aileleri üstünlük mücadelesi vermekteydi. 1433 yılında yeni Signoria (Senyörlük) seçiminde Albizzi taraftarları ağır bastığı için Cosimo ilk olarak gözaltına alınmıştır; ardından ona yapılan suikast girişimleri sonuçsuz kalınca Urbino’ya sürgüne gönderilmesine karar verilmiştir. Verilen karara karşı çıkan Cosimo, Venedik’e giderek, bankacılık faaliyetlerini burada sürdürmüştür.
Albizzi’lerin haksız vergilendirme politikası ve papalığın araya girmesi sonucu Cosimo, 1434 yılında Floransa’ya geri dönmüştür. Böylece Albizzi’ler tutuklanmadan ve ölüm cezasına çarptırılmadan şehri terk etmiştir. O zamanlar bu tür bir intikam alışılagelmiş değildi. Medici’ler bu yolla düşmanlarını saf dışı ederek şehrin huzurunu sağlamıştır. Ayrıca kendilerinden başka şehrin mirasçısı kalmamıştır.
Sonraki zamanlarda Cosimo, Floransa anayasasını çıkartmıştır. Bankacılık faaliyetleri sayesinde zenginleşerek müşteri birliğini oluşturmuştur. Bu sistem kendinden sonra gelen kişilerce başarıyla devam ettirilmiştir.
Contessina de Bardi ile evlenen Cosimo’nun bu eşinden Piero ve Giovanni adında iki çocuğu olmuştur. Evlilik dışı olan Carlo adında bir çocuğu daha bulunmaktaydı. İlk olarak Giovanni yönetimi ele aldıysa da 1463 yılında ölmüştür. Yerine kardeşi Piero geçmiştir. Gut hastalığına yakalanan Piero babasının da ölmesi ile yönetime geçmek zorunda kalmıştır.
Cosimo olağanüstü finansal becerileri ile büyük bir güce kavuşmuştur. Oldukça cömert olan Cosimo, kredi verdiği kişilere kolaylıklar sağlamıştır. Böylece daha ağır şartlar altında kredi veren rakiplerini saf dışı etmiştir. Bu iyi niyetini halk tarafından kötüye kullanılmasına da izin vermemiştir.
Cosimo, zenginlik içerisinde oldukça mütevazı bir hayat sürmüştür. Ailenin başına bela olan gut hastalığına karşı kendini korumaya çalıştıysa da 1464 yılında ölmüştür. Mezarı San Lorenzo Bazilikası’nda bulunmaktadır.
Piero il Gottoso olarak da bilinen ve Cosimo de’ Medici’nin en büyük oğlu alan Piero de’ Medici 1416 ile 1469 yılları arasında Floransa’da yaşamıştır. 1464 ile 1469 yılları arasında Floransa’yı tek başına yönetmiştir. Lorenzo ve Giuliano adında iki çocuğu bulunmaktaydı.
Piero, babası Cosimo sayesinde hümanist bir eğitim almıştır. Ortaçağ şövalyelik düşüncesini de Burgonyalı tüccar arkadaşlarından edinmiştir. Babası gibi o da prestiji ve zenginliği sayesinde yönetimde güçlü bir konuma gelmiştir.
Piero, değerli kitapların koleksiyonunu yapmıştır. Hayatı boyunca gut hastalığının pençesinden kurtulamamıştır. Bu nedenle 1467 yılından itibaren yönetimi 18 yaşındaki oğlu Lorenzo’ya (il Magnifico, Muhteşem) bırakmak zorunda kalmıştır. Piero, 1469 yılında ölmüştür.
25 Mart 1453 yılında doğan I. Giuliano de’ Medici, 26 Nisan 1478 yılında Floransa’da ölmüştür. I. Piero de’ Medici’nin ikinci oğludur. Kardeşi Muhteşem Lorenzo’dur (1449–1492).
Francesco de Pazzi ve Bernardo Baroncelli tarafından yapılan Pazzi’lerin gizli planlarına Floransa Katedrali’nde maruz kalan I. Giuliano de’ Medici, kudas ayini sırasında 26 Nisan 1478 yılında öldürülmüştür.
II. Giuliano de Medici 12 Mart 1479 ile 17 Mart 1516 yılları arasında yaşamıştır. 1515 yılından itibaren Nemours’un dükü olmuştur. Lorenzo il Magnifico (Muhteşem Lorenzo), II. Piero de Medici ve 1513 yılında Papa X. Leo olarak bilinen Giovanni de’ Medici adında üç oğlu olmuştur.
Piero, Lorenzo’nun ölümünden sonra iki yıllığına Floransa hükümdarı olmuştur. Papanın önderliğindeki Kutsal Birlik, İspanya’nın yardımıyla Fransız ordusunu ve Floransalı cumhuriyet taraftarlarını destekleyerek ve ayaklanmalara son vererek Mediciler’in tekrar iktidara gelmesinde büyük rol oynamıştır. Giuliano, 1512 yılından ölümüne kadar Floransa’yı yönetmiştir.
Giuliano, Grandük II. Philipp’in kızı Philiberta ile 10 Şubat 1515 yılında bir Fransız mahkemesinde evlenmiştir. Bu olay sonunda Fransa Kralı I. Franz onlara Nemours Dukalığı’nı vermiştir. Giuliano’nun ani ölümünden sonra yerine yeğeni II. Lorenzo de’ Medici geçmiştir. Giuliano, Ippolito de’ Medici ile beraber geride sadece evlilik dışı olan bir çocuk bırakmıştır.
Raffaello tarafından Roma’da yapılan portresinin stüdyo versiyonu Metropolitan Sanat Müzesi’nde bulunmaktadır.
Giuliano’nun mezarı, San Lorenzo Bazilikası’nın Medici Şapeli’nde (Şapel: önemli kişilerin mezarlarının kilisede bulunduğu yere verilen isim) bulunmaktadır. Michelangelo tarafından yapılan heykeli de bulunmaktadır.
İl Moro olarak da bilinen Alessandro de’ Medici, 22 Temmuz 1510 ve 6 Ocak 1537 yılları arasında yaşamıştır. Penna’nın dükü ve Floransa hükümdarı olmuştur. Evlilik dışı bir çocuk olmasına rağmen yönetime gelmiştir.
Alessandro, II. Lorenzo de’ Medici’nin gayri meşru çocuğu olarak bilinmektedir. Bu nedenle babasının Giulio de’ Medici olma ihtimali bulunmamaktadır. Christopher Hibbert gibi bazı tarihçiler annesinin zenci bir hizmetçi olduğunu söylemiştir.
1523 yılından itibaren Alessandro şehri yönetmeye başlamıştır. İmparator V. Karl’ın askerleri Roma’yı yağmalarken, Floransalılar İtalya’da oluşan bu huzursuzluk ortamından yararlanarak Medici’leri şehirden kovmuştur. Alessandro, Ippolito de’ Medici, Medici destekçilerinin büyük bir bölümü ve papa temsilcisi Silvio Passerini şehri terk etmek zorunda kalmıştır.
Huzursuzluk zamanında Medici’ler için mezar şapeli inşası ile uğraşan ve şehir duvarlarının güçlendirilmesi için çalışan Michelangelo, kısa bir süreliğine şehirden kaçmıştır. VII. Clemens ile imparatorluk ile yapılan barış sonucunda uzun süren kuşatma sonlanmıştır. Böylece Medici’ler 1530 yılının yazında tekrar iktidara gelmiştir. 19 yaşındaki Alessandro, 5 Temmuz 1531 yılında şehrin yönetimini aldıktan dokuz ay sonra imparatorluk tarafından Floransa grandükü ilan edilmiştir.
27 Ekim 1544 yılında Alessandro’nun üvey kız kardeşi Caterina de’ Medici, Fransa Kralı II. Heinrich (1518–1559) ile evlenmiştir. Alessandro, imparatorun gayri meşru kızı Parmalı Margarete ile 29 Şubat 1536 yılında evlenmiştir.
Evliliğinden birkaç ay sonra 6 Ocak 1537 yılında kuzeni Lorenzino de’ Medici tarafından öldürülmüştür. Daha sonra Lorenzino Venedik’e kaçmıştır; yirmi yıl sonra o da öldürülmüştür.
Küçük Lorenzino olarak da bilinen Lorenzino de’ Medici 23 Mart 1514 yılında Floransa’da doğmuştur ve 26 Şubat 1548 yılında Venedik’te ölmüştür.
6 Ocak 1537 yılında o zaman Floransa yönetimindeki Alessandro de’ Medici’y |
i öldürdükten sonra Venedik’e kaçmıştır. Yirmi yıl sonra da kendisi öldürülmüştür.
Medici ailesinden gelen Caterina Maria Romula de’ Medici (13 Nisan 1519 Floransa; 5 Ocak 1589 Blois) Urbino prensesi olmuştur. Fransa Kralı II. Heinrich ile evlenmiştir.
Medici ailesinden gelen Caterina de’ Medici, 1494–1512 ve 1494–1512 yılları arasında Floransa’ya egemen olmuştur. Caterina, II. Lorenzo de’ Medici’nin ve Bourbon Hanedanlığı prensesi Madeleine de la Tour d’Auvergne’nin kızı olarak 13 Nisan 1519 yılında doğmuştur. Fransız soyluları ve İtalyan zengin ailesi arasındaki ilişki Fransa’da zengin tüccar ailelerinin itibar görmesini ve Fransa Kralı I. Franz ile Medici ailesinden gelen Papa X. Leo (II. Lorenzo’nun amcası) arasında iyi ilişkilerin kurulmasını sağlamıştır.
Caterina, Medici ailesinden gelen Urbino Dükü II. Lorenzo’nun ve Madeleine de la Tour d’Auvergne’nin tek kızı olarak Floransa’daki Medici Sarayı’nda 13 Nisan 1519 tarihinde dünyaya gelmiştir. Caterina’nın annesi doğumdan 15 gün sonra 28 Nisan 1519 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Annesinin ölümünden birkaç gün sonra, 4 Mayıs 1519 tarihinde frengi ve verem hastası olan babasını da kaybetmiştir. Babasının da ölümü üzerine Caterina’yı büyük amcası Papa X. Leo vesayeti altına almıştır.
I. Franz, öksüz ve yetim kalan Caterina’nın Fransız sarayında yetişmesini istemiştir. Fakat X. Leo, Urbino düşesi yapmayı planladığı yeğenini Floransa’dan Roma’ya getirmiştir. X. Leo’nun 1 Aralık 1521 tarihinde ölmesi üzerine Papalık Kardinaller Meclisi toplanarak VI. Adrian’ı yeni papa olarak seçmeleri şaşırtıcı olmuştur. Bir diğer Medici ailesi üyesi olan Kardinal Giulio de’ Medici Vatikan’da büyük bir izlenim bırakmış ve bir sonraki papalık seçimi için büyük bir fırsat elde etmiştir. Caterina de’ Medici doğduğu yer olan Floransa’ya tekrar getirilmiştir.
VI. Adrian, papa olarak seçildikten iki yıl sonra ölmüştür. Adrian’ın ölümünden iki ay sonra 19 Kasım 1523 tarihinde Giulio de’ Medici yeni papa olmuştur. Giulio, VII. Clement olarak görevini 1534 yılına kadar sürdürmüştür. Böylece Caterina, hem o zamanki Avrupa’nın en zengin mirasçısı hem de papanın akrabası durumuna gelmiştir. Giulio (VII. Clement) Caterina’yı Floransa’daki Medici Sarayı’na getirerek teyzesi Clarice Strozzi himayesine vermiştir.
VII. Clement, imparator V. Karl’ın İtalya’daki etkinliğini sınırlandırmak amacıyla Fransa, Venedik, Floransa ve İngiltere ile 1526 yılında ittifak kurmuştur. Fakat oluşturulan ittifak ordusu pek başarılı olamamıştır. 6 Mayıs 1527 yılında kralın ordusu Roma’ya girerek bu şehri yağmalamıştır. Kralın ordusu, papanın bulunduğu Sant’Angelo kalesini kuşatmıştır. Daha sonra papa bu kaleden kaçmıştır.
Papanın Roma’da yenilmesi, Floransa’da bazı karışıklıkların yaşanmasına neden olmuştur. Sekiz yaşındaki Caterina de’ Medici Floransa Cumhuriyeti’nin varlıklı bir vatandaşı olarak önce Santa Lucia ve daha sonra Santa Caterina da Siena manastırlarında tutsak edilmiştir. Santa Caterina da Siena Manastırı’ndaki yaşam koşulları Caterina için uygun olmadığını düşünen Fransız büyükelçisinin araya girmesiyle Caterina, 7 Aralık 1527 yılında Santa Maria Annunziata dele Murate Manastırı’na getirilmiştir. Bu manastırda dul, zengin ve soylu bayanların bulunmasının yanı sıra soylu ailelerden gelen genç bayanlar da yetiştirilmekteydi. Ayrıca manastır geçmişte Medici ailesi tarafından finanse edilmiştir. Genç Caterina buna uygun olarak manastırda dostça karşılanmış ve ona rahat bir oda tahsis edilmiştir. Burada kaldığı üç yıl içerisinde Leonie Frieda adlı biyografisinde, toplumsal ilişkilerden ve Katolik Kilisesi’nin gelenek ve göreneklerinden bahsetmiştir. Yunanca, Latince ve Fransızca öğrenmiştir, matematiğe ilgi duymuştur.
29 Haziran 1529 yılında VII. Clement, V. Karl ile bir barış anlaşması yapmıştır. V. Karl’a imparatorluk tacını giydirme sözü veren Clement, karşılığında dış kuvvetlerin saldırılarına karşı koruma ve Floransa’da Medici ailesinin tekrar iktidara gelmesini istemiştir. Clement’in evlilik dışı olan oğlu Alessandro de’ Medici, Karl’ın yine evlilik dışı olan kızı Avusturyalı Margarete ile evlenmiştir. Ekim 1529 yılında Medici ailesini tekrar iktidara getirmek için, Karl, Floransa şehrini kuşatmaya başlamıştır. Vebanın ve açlığın hüküm sürdüğü şehrin içerisinde yönetim hakkında bazı öneriler getirilerek on bir yaşındaki Caterina’nın ne yapacağı hakkında tartışmalar yapılmıştır. Daha sonra VII. Clement onu himayesine almıştır.
Elrond
Elrond J.R.R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir karakter.
Tam adı Elrond Peredhil'dir. Sindarin lisanında isminin anlamı ""yıldız kubbesi""dir. Beren ve Lúthien'in torunu, Earendil ve Ak Elwing'in oğludur. Ayrıkvadi onun mekanıdır. Celeborn ve Galadriel'in tek kızı Celebrian, Elrond'un eşidir. Arwen adında bir kızı ve Elladan ve Elrohir isminde iki oğlu vardır.
Earendil ve Ak Elwing yarı elf olduğu için Elrond'a bir ölümlülüğü seçme hakkı tanınmıştır. Elrond ise, kardeşi Elros'un aksine ölümsüz olmayı seçmiştir. Ayrıkvadi'in efendisidir. Üç Yüzük'ten biri olan -hava yüzüğü- Vilya'nın muhafızıdır. Vilya, en güçlü elf yüzüğüdür ve Üç Yüzük'ten biridir. "Kralın Dönüşü"'nün eklerinde belirtildiğine göre Elrond, Gil-galad'ın varisidir.
İkinci Çağ'ın en son olayı olan Son İttifak'a katılmıştır. Gil-Galad ve Elendil'in ölümleri pahasına Sauron'u yere yıkışına Círdan ile birlikte tanıklık etmiştir. Isildur'un, Sauron'un elinden güç yüzüğünü kesip alışını görmüş ve Isildur'a Cirdan ile birlikte; yüzüğü yok etmesini öğütlemişlerdir. Ama Isildur buna kulak asmamıştır. Ferah Çayırlar'da orkların saldırısına uğramış -4 oğlundan büyük olan üçüyle birlikte- katledilmiş, bundan dolayı yüzüğe Isildur'un Felaketi denilmiştir. Tek Yüzük Ferah Çayırlar'da kaybolmuş ve uzun süre kimse tarafından bulunamamıştır.
Elrond Üçüncü Çağ'da, Ak Divan'ı topladı ve yüzük bulunduğunda bütün kudretli canlıları Ayrıkvadi'ye çağırmıştı. Yüzük Kardeşliği'nin kurulmasını sağlamış ve kızı Arwen, oğulları Elladan ve Elrohir'in orta dünyada kalmalarına karşı çıkmıştır. Tüm çocuklarının ölümlü olmasına kederlenmiş ve Üçüncü Çağ'ın bitiminde Orta Dünya'dan ayrılarak Deniz'in ötesine geçmiştir.
Museumsquartier
Viyana, Neubau'daki Museumsquartier; eski ve yeni başta olmak üzere sanat ve müzelerin oluşturduğu bir binalar topluluğudur.
Neubau’daki Museumsquartier (MQ) 60.000 m²’lik alanı ile Viyana’daki en geniş alana sahip Kültür Merkezi'dir,dünyada ise barok yanında yeni tarzdaki yapıları ile en büyük sekizinci Kültür Merkezi'dir.
Museumsquartier 1998 yılında eski Kraliyet atlarının yetiştirilip bakıldığı kompleksin tadilat yapılarak bugünkü müze halini almıştır, yapımı iki parça olmak üzere 2001 senesinin haziran ve eylül aylarında bitirilmiştir ve 150 milyon Euro’ya mal olmuştur.
Museumsquartier (Almanca)
Katatonia
Katatonia; İsveç, Stokholm çıkışlı doom metal grubu. Kariyerlerine death/doom metal yaparak başlamışlardır.1991 yılında Jonas Renkse (bkz.Lord Seth) ve Anders Nyström (bkz.Blakkheim) tarafından kurulmuştur.
İlk demoları Jhva Elohim Meth ile metal piyasasında ses getiren grup, ardından ilk EP Jhva Elohim Meth...The Revival ve ardından ilk albümleri Dance Of December Souls'u yayınladı. İlk albümün getirdiği başarı, grubun tanınmasını kolaylaştırdı. Ardından For Funerals To Come EP çıkaran grup, yeterli eleman bulamamak ve Anders-Jonas arasında diyalog kopukluğu nedeniyle resmi olmasa da, 1994 sonbaharı ve 1996 kışı arasında kısa süreli bir ayrılık yaşadı. Bu ara devreden sonra gitarist Fred Norrman'ı bünyesine katarak tekrar müziğe devam eden grup, 1996 yılında kariyerlerinin en önemli albümlerinden olan Brave Murder Day'i yayınladı. Jonas Renkse'nin sesinde sorun olması nedeniyle vokalleri Opeth vokalisti Mikael Akerfeldt'in üstlendiği albüm, Doom/Death Metal tarzının en önemli albümlerinden kabul edildi.
Brave Murder Day'den sonra Sound Of Decay EP çıkaran grup, 1998'de Discouraged Ones albümünü çıkardı. Depresif bir albüm olan Discouraged Ones, ayrıca grubun Doom Metal köklerini tamamen bıraktığı albümdür. Grup, Discouraged Ones ile beraber daha alteratif tarzlara kaymıştır. Konserlerinde Discouraged Ones öncesi eserlerinden sadece Brave Murder Day'deki bazı şarkıları (Murder, Endtime ve Rainroom) çalmaktadırlar.
Brave Murder Day'den sonra çıkardığı albümlerde, tarzını sürekli geliştiren Katatonia, Stoner Rock, Modern Rock, Dark Metal gibi türlerde albümler çıkarmış ve asla kalitesini düşürmemiştir. Özellikle 2003 tarihli Viva Emptiness ve 2006 yılında çıkan son albümleri The Great Cold Distance ile bu müzikal gelişimlerini sürdürmüş ve tamamen Dark Metal tarzına yönelmişlerdir. Jonas Renkse'nin ayrıksı ve derin şarkı sözleri grup için çok önemli referans olmuştur.
Grupta,Discouraged Ones albümüne dek stüdyo kayıtlarında vokalin yanında ve bateri görevlerini de üstlenen Jonas Renkse'nin yerine bateriye Tonight's Decision albümünde Dan Swanö eşlik etmiştir, Last Fair Deal Gone Down albümünden itibaren ise Daniel Liljekvist bateri görevini üstlenmektedir. Brave Murder Day albümünün kayıtlarında kadroya gitarist Fred Norrman eklenmiştir. 1999 yılında ise Fred Norrman'ın kardeşi Mattias Norrman bass gitarist olarak kadroya katılmıştır. Jonas Renkse ile grubu kuran Anders Nyström ise aktif olarak grupta yer almaktadır. Bu kadro Katatonia'nın güncel kadrosudur.
Türkiye'ye ilk olarak 2001 yılında gelerek konser veren grup, daha sonra 2004 yılında Rock The Nations II festivaline katılmış, en son ise 24 Haziran 2006 tarihinde Yedikule Zindanlarında gerçekleşen Mute Fest'te sevenleriyle buluşmuştur. Eylül 2006'da grup, Türkiye'de dört kenti kapsayacak bir turne yapmış ve sevenleriyle buluşmuştur.
Grubun 7 Mart 2016'da duyurduğu "Fall of Hearts" isimli yeni albümleri, 21 Mayıs 2016'da yayınlanacaktır. Bu albümde yer alan "Fall of Hearts" isimli ilk single'ları da, 30 Mart 2016 tarihinde dinleyicileri ile buluşmuştur.
Anders Nyström (Blakkheim) - Gitar (1991 - )
Fredrik Norrman - Gitar (1996 - 2010)
Mattias Norrman - Bass (1999 - 2010)
1991 Jhva Elohim Meth |
1993 Dance Of December Souls
1996 Brave Murder Day
1998 Discouraged Ones
1999 Tonight's Decision
2001 Last Fair Deal Gone Down
2003 Viva Emptiness
2006 The Great Cold Distance
2009 Night Is The New Day
2012 Dead End Kings
2013 Dethroned & Uncrowned
2016 The Fall of Hearts
1994 W.A.R Compilation Vol.1
2004 Brave Yester Days
2005 The Black Sessions
Hintçe
Hintçe (हिन्दी Hindi) bir Hint dilidir. Genellikle Hindistan'ın kuzey, merkez ve batısında konuşulan bu dil, Hint-Avrupa dil ailesine ait bir dildir. İngilizce'nin ve 22 diğer yerel dilin yanı sıra, Hindistan'ın anadilidir. Pakistan'ın resmi dili Urducaya çok benzemektedir. Hindistan'da Devanāgarī yazı sistemini; Pakistan'da ise Arap alfabesi'ni kullanmaktadır.
Hindistan'da birçok eyalette başka diller kullanılmakta olsa da başta Hindustânî olmak üzere İngilizce, Hintçe ve çoğunlukla "lingua franca" olarak kullanılır. Hindistan, şu anda tek dil bütünlüğünü tamamen oluşturabilmek, örneğin bir Tamil'in bir Hindu'yu anlayabilmesini sağlamak amacıyla Hintçe kullanımını yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Bunun bir diğer amacı İngilizceyi resmi dil olmaktan çıkarmaktır.
Hintçe dünyanın en eski dillerinden biridir.
Hindistan dışında Hintçe daha çok Hint sineması (Bollywood) ile tanınmıştır ve film müzikleri ile sevilmiştir.
1991 yılında birçok bilim adamı Hindistan dilini Hintçe olarak adlandırdı. SIL International verilerine göre 1991 yılında 180 milyon kişi anadili olarak Hintçe konuşuyordu, 120 milyon kişi ise ikinci dil olarak Hintçe konuşuyordu. 1991'den 2008'e Hindistan nüfusu %35 artığına göre, bugün 240 milyon kişinin Hintçeyi anadili olarak konuştuğu tahmin edilmektedir. İkinci dil olarak konuşanların sayısı ise okur-yazarlık oranındaki artışa bağlı olarak %35'ten çok daha fazladır.
Ken Kesey
Kenneth Elton "Ken" Kesey (17 Eylül 1935 - 10 Kasım 2001), ABD'li yazar. En önemli eseri Türkçeye "Guguk Kuşu" olarak çevrilmiş olan "One Flew Over The Cuckoos Nest"tir.
La Junta, Colorado'da doğan Kesey'in çocukluğu Oregon Eugene'de geçer. Babası süt fabrikasında işçidir. Gençlik yıllarında güreşe ve boksa merak salar.
Stanford Üniversitesi'nden bir burs kazanıp burada okumaya başlar. Bir süre sonra ayrılıp karşıt kültüre katılır. 1956'da okul arkadaşı Faye Haxby ile evlenir. Bu arada uyuşturucu ilaçlarla tanışıp, kendi üzerinde denemeler yapar. Basılmamış ilk romanı olan Hayvanat Bahçesi'ni (Zoo) yazar. Kitap San Francisco North Beach'te yaşayan hippiler hakkındadır.
Timothy Leary ile birlikte 1960 Hippi kuşağının temsilcisi olurlar. 10 Kasım 2001'de karaciğer kanserinden ölür.
Ralph Waldo Emerson
Ralph Waldo Emerson (25 Mayıs 1803 - 27 Nisan 1882) Amerikan düşünür, yazar. Amerikan transandantalizminin en önemli temsilcidir.
1803 yılında Boston'da doğdu. Babası ve dedesi Protestan papazıydı. 1826 yılında Harvard Üniversitesinden mezun oldu. Emerson da babası gibi papaz oldu ve 1829'da bir Üniteryen kilisesinin rahipliğini üstlendi, aynı yıl Ellen Louisa Tucker ile evlendi. Eşi 1831'de öldü. 1832'da ruhsal bir bunalımdan dolayı rahipliği bıraktı. Bu kararında karısının ve erkek kardeşlerinin ölümünün payı büyüktü. Biçimsel dinin geçerliliğini yitirdiği kanısına varan Emerson 1832-33 yıllarında ilk İngiltere yolculuğuna çıktı. Wordsworth, Landor, Coleridge, John Stuart Mill ve Carlyle'ı tanıdı. Sonradan kendisini onların izleyicisi olarak görecekti.
Boston'a döndüğünde kendini gezilere ve konferanslara veren Emerson böylece ülkenin tümünü yakından tanıma olanağı buldu. 1835'de Concord Massachusetts'de bir ev aldı ve ikinci eşi Lydia Jackson ile evlendi. Concord'da Nathaniel Hawthorne ve Henry David Thoreau ile dost oldu. Eskiden verdiği vaazların yerini konferansları aldı. Zamanla ünü ABD'yi aştı, Avrupa'ya kadar yayıldı. Nietzsche, "kendimi Emerson'a o denli yakın buluyorum ki onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum" diyordu. Birkaç yolculuk sayılmazsa hep Massachusetts Concord kasabasında yaşayan Emerson 27 Nisan 1882'de öldü.
Çetin Aydar
Çetin Aydar, müzisyen, viyola sanatçısı.
1963 yılında Ankara'da doğdu. 1977 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarını kazanarak Prof. Koral Çalgan’ın öğrencisi oldu. Öğrencilik döneminde konser vermeye başlayan Aydar Ankara, İstanbul ve yurt dışında resitaller verdi. Salzburg Mozarteum’da kurslara katıldı, Aberdeen Gençlik Festivali'nde Ankara Devlet Konservatuvarını temsil etti.
1985 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarının ikili dalında düzenlediği 5. Ulusal Müzik Yarışması'nda piyanist Can Çoker ile birlikte birinci seçildi ve en iyi çağdaş eser yorumu ödülüne (Benjamin Britten - "Lachrymae") layık görüldü.
1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitiren sanatçı aynı yıl Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyeliğine atandı ve 1988 yılında Devlet Bursu ile Almanya’ya gönderilene kadar bu görevini sürdürdü.
Almanya’da Trossingen Yüksek Müzik Okulunda Prof. Emile Cantor ile yüksek lisans eğitimini çok iyi dereceyle tamamladı. Daha sonra profesyonel yaşamını Almanya’da, Württembergisches Kammerorchester-Heilbronn ve Danimarka’da, Kopenhag Filarmoni Orkestrası'nda sürdürdü.
1992 yılında yurda dönen sanatçı Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'na öğretim görevlisi olarak atandı.
Eylül 2000 de "DEÜ Devlet Konservatuvarı – İKSEV 1. Ulusal Viyola Yarışması" organizasyonunu Ruşen Güneş ile birlikte gerçekleştirdi.
2002 yılında DEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsünde "sanatta yeterlik" eğitimini tamamlayan Aydar 2004 yılında doçent oldu.
2006-2007 eğitim döneminde Dokuz Eylül Devlet Konservatuvarı Yaylıçalgılar Anasanatdalı Başkanlığını da yürütmüş olan Çetin Aydar solo çalışmalarının yanı sıra İzmir Viyola Ensemble, Aşkın Ensemble-İstanbul, Orpheus Quartett-Almanya, Le Solist de Geneve-İsviçre,
Württembergisches Kammerorchester-Almanya, Aarhus Symfoniorkester-Danimarka gibi orkestra ve oda müziği gruplarıyla yurtiçi ve dışında konser ve kayıt çalışmalarını sürdürmekte ve kurucularından olduğu “Ensemble Carpe Diem”in şefliğini yapmaktadır. 2010 yılında Dokuz eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda profesörlüğe yükseltilmiş, 2011 yılında da Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na müdür olarak atanmıştır. 2015 yılına kadar bu görevi sürdürmüş ve istifaen ayrılmıştır. Halen aynı üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Spyro Gyra
Spyro Gyra 1970'lerde kurulmuş bir Amerikalı "caz füzyon" grubudur.
Toplamda 10 milyondan fazla satmış 20'nin üzerindeki albümleri ile piyasadaki en verimli ve ticari açıdan başarılı gruplardan biridir. "Shaker Song" ve "Morning Dance" en başarılı parçalarındandır.
Spyro Gyra aşağıdaki Grammy almıştır:
Timothy Leary
Timothy Francis Leary (22 Ekim 1920- 31 Mayıs 1996) Amerikalı yazar, ruhbilimci ve bilgisayar yazılımcısı. Karşıt kültür ikonu olarak özellikle LSD başta olmak üzere psikotrop (uyuşturucu) maddelerin araştırılması ve kullanımını savunmuştur. "Turn on, tune in, drop out." (Aç, ayarla, bırak) olarak bilinen sloganıyla anılmaktadır.
İrlanda kökenli bir Amerikalı diş hekimi babanın oğlu olarak Springfield, Massachusetts de dünyaya gelmiştir. Babası Timoty 13 yaşındayken ailesini terk etti. Springfield düz lisesinde okudu. Üç farklı fakülteye girdi ve hepsinde eğitim aldı. Worcester'da College of the Holy Cross'da iki yıl öğrenim gördü. 1943 yılında Alabama Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldu. New York Times'da hakkında bir ölüm ilanı çıktı ve disiplin sorunu olduğu söylendi. Ama O II. Dünya Savaşı boyunca Amerikan ordusundaki tıbbi heyette çavuş olarak hizmet ettikten sonra en son diplomasına kavuştu. Daha sonra bir karşı kültür ikonu ve LSD yandaşı olan Leary, Amerikan Kara Harp Akademisi'nden atıldı. 1946 yılında Washington Devlet Üniversitesinde yüksek lisans ve 1950 yılında Kaliforniya Üniversitesinde psikoloji alanında doktora yaptı. 1950-1955 yılları arasında Berkeley'de asistanlık, 1955-1958 yılları arasında Kaiser Aile Vakfı'nda psikiyatrik bir araştırmanın yönetimini ve 1958-1963 yılları arasında Harvard Üniversitesi'nde doçentlik yaptı.
Also Appears On:
Weil, Andrew T. "The Strange Case of the Harvard Drug Scandal" "Look, 27" November 5, 1963.
Hindistan'daki diller
Hindistan dilleri, Hindistan'da konuşulan dillerdir ve toplam 400'ü gecen dil ve lehçelerden oluşur. Bunlardan Hintçe ve İngilizce ana dil olarak tüm resmî belgelerde kullanılması şarttır.
Yerbenzeri gezegen
Yerbenzeri gezegen ("dünyasal gezegen" ya da "kayasal gezegen") terimi, yapısının büyük bölümü silikat kayalardan oluşmuş gezegenleri tanımlar. Bir yerbenzeri gezegen, helyum, hidrojen ve suyun birbirinden farklı fazlarının karışımlarından oluşan ve katı bir yüzeye sahip olmayan gaz devlerinden oldukça farklıdır. Yerbenzeri gezegenlerin tümü kabaca aynı yapıya sahiptirler, merkezde çoğunlukla demir içeren metalik bir çekirdek ve bu çekirdeğin çevresini saran silikat yapılı bir manto. Ay da benzer bir yapıya sahiptir, fakat demir bir çekirdekten yoksundur. Yerbenzeri gezegenlerin yüzeylerinde kanyonlar, kraterler, dağlar, ve volkanlar bulunabilir.
Güneş Sistemi beş yerbenzeri gezegen barındırır. Bunlar: Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve Ceres'tir. Etkin bir hidrosfer taşıdığı bilinen tek gezegen, bir yerbenzeri gezegen olan Dünya'dır. 10 Ağustos 2005 tarihinde, uluslararası bir astronomlar topluluğu, Akrep takımyıldızı yöresinde, yaklaşık 21.000 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın çevresinde dolaşan, OGLE-2005-BLG-390Lb olarak adlandırılan, Dünya kütlesinin 5.5 katı kütleye sahip soğuk bir yerbenzeri gezegenin izlerini görüntülemiştir. Gezegen ortaya çıkarılırken, şu an için en geçerli ve yeterlilikleri açısından eşsiz olan kütleçekimsel mikromercekleme adı verilen bir yöntem kullanılmıştır. Bu yöntem, kütlesi yaklaşık olarak Dünya kadar olan gezegenlerin keşfinin yolunu açmıştır. Keşfedilmiş en küçük Güneş dışı gezegen, 15 ışık yılı uzaktaki Gliese 876 adlı kırmızı cücenin çevresinde dolanan üç gezegenden biridir.
Kuramsal olarak, iki çeşit yerbenze |
ri gezegen vardır, çoğunlukla silikon bileşiklerinden oluşanlar (örn. Dünya), çoğunlukla karbon bileşiklerinden oluşanlar. Bunlar sırasıyla silikat gezegenler ve karbon gezegenler olarak adlandırılırlar.
Gaz devi
Gaz devi terimi, kayalar veya diğer katı materyaller yerine, büyük bölümü gazlardan (veya kütleçekimi sebebiyle sıvılaşmış gaz) oluşan gezegenler için kullanılır. Yaygın kabul gören modellere göre, ortaya çıkmakta olan bir yıldızı çevreleyen ve içinde gezegenlerin oluştuğu gaz ve toz diskinin yıldıza yakın iç kısımlarında ağır metaller ve kayaçlar toplanırken, hafif gazlar ve buz parçacıkları diskin dış kısımlarında toplanıp Jüpiter, Satürn gibi gaz devi gezegenleri meydana getirir.
Hindistan sineması
Hint sineması diye Hindistan yarımadasında üretilen sinema filmleri adlandırılır. Amerikan film üretiminin yanı sıra Hint Sineması sayısal olarak dünyada söz sahibi. Günde 3 film çekerek 1980'li yıllarda Amerikan Sinemasını dahi geçmişti.
Hint sineması değişik yerel prodüksiyonlar için kullanılan bir kavram. Bu prodüksiyonların genelde hem oyuncuları hem konuları hem de dilleri farklı oluyor. Buna rağmen karşılıklı fikir alışverişi oluyor. Bu produksyionların en önemlisi ve dünyada en çok tanınmışı Bollywood. Bunun yanı sıra Kollywood, Tollywood ve başka yerel prodüksiyonları da vardır.
Kete
Kete, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz yöresel mutfağına has, bir çeşit hamur işidir. Yapılan bölgeye göre farklılıklar göstermektedir. Fakat en fazla Bayburt iliyle özdeşmiştir. Bayburt ketesini diğer illerden ayıran en temel özellik kete içine unla tereyağı kavrularak konulan bir iç malzemesinin konulması ve Bayburt'ta "gav" denilen topraktan yapılan gömme tandırda yapılmasıdır ki tandıra kete vurulmadan önce muhakkak lavaş pişirilir ki tandır kıvama gelsin, bu yönleriyle diğer illerden ayrılır.
AyrıcaKars ilinde günlük gıda tüketiminde önemli bir yer tutar. Kete, ilk olarak bu bölgeden çıkmış, daha sonra diğer bölgelere yayılmıştır. Sarıkamış' ta kete içine kavrulmuş un eklenerek ve ev yapımı tereyağı kullanılarak yapılır.
Erzurum'da da çok fazla yapılmaktadır. Yapılışı şu şekildedir: "Açma kete" un, yağ, tuz, biraz şeker, yaş maya ve su ile yoğrulduktan sonra bir saat kadar bekletilir ve dinlenen hamurdan alınan bezeler oklava yardımı ile orta incelikte bir yufka halinde açılarak, üzerine eritilmiş tereyağı sürülür. Hamurlar rulo haline getirilip küçük parçalara bölünür, daha sonra kesilen bu parçaların iki tanesi birleştirilmek şartıyla arasına isteğe göre ceviz, un kavurması, peynir (istenirse çikolata) koyulur ve hamur, yağlanmış tepsiye konulup yüksek ayarlı fırına verilerek pişirilir.
Düşük yoğunluklu lipoprotein
Düşük yoğunluklu lipoprotein (İngilizce karşılığı olan "Low Density Lipoprotein"'den LDL olarak kısaltılır) kanda kolesterol taşıyan ve yoğunluğu 1,019-1,063 g/mL arasında olan lipoprotein sınıfına karşılık gelir. Karaciğerde üretilen çok düşük yoğunluklu lipoprotein (İngilizce "Very Low Density Lipoprotein", VLDL) metabolizması sonucu oluşur. LDL tanecikleri 18-25 nm çapındadır, taşıdığı lipitlerin yanı sıra apolipoprotein B-100 (apoB-100) ve apoE proteinlerini içerir. LDL seviyesi ile kalp hastalıkları arasındaki bağlantıdan dolayı sıkça "kötü" kolesterol olarak anılır. LDL'in başlıca işlevi, kolesterol ve trigliserit üreten hücre ve dokulardan bu molekülleri alıp bunlara gereksinimi olan hücre ve dokulara taşımaktır. Yapısında %21 protein, %11 trigliserit, %22 fosfolipid, %37 kolesterol ester, %8 serbest kolesterol ve %1 serbest yağ asitleri bulunur. Vücuttaki toplam kolesterolün %70'i LDL'de bulunmaktadır.
LDL'nin kandaki seviyesi ile ateroskleroz, ve dolayısıyla koroner arter hastalığına, inme ve periferal damar hastalıkları ile ilişkilidir. LDL'in taşıdığı kolesterole "kötü" denmesine karşın söz konusu kötülük, bu kolesterolun nereye, nasıl ve ne hızla taşındığıyla ilişkilidir.
LDL'de bulunan kolesterol miktarından daha çok bu LDL taneciklerinin büyüklükleri ve onların konsantrasyonunun aterosklerozun ilerlemesini etkilediğine dair deliller artmaktadır. En sağlıklı (ve ender) kan profili, küçük LDL'lerin hiç bulunmaması ve az sayıda büyük ebatlı LDL taneciklerine bulunmasıdır. Çok sayıda küçük LDL taneciklerinin olması, aynı toplam kolesterol konsantrasyonunda ama az sayıda büyük LDL tanecikleri olmasından çok daha olumsuz sonuçlar doğurur; ateroma büyüme hızı, ateroskleroz ilerlemesi, kalp hastalıklarının ciddiyeti ve ölüm riski daha yüksektir.
VLDL, lipoprotein lipaz (LPL) enziminin etkisiyle trigliseritlerini kaybetmek yoluyla kolesterol içerereğini arttırıp sonunda LDL'ye dönüşür.
Yüksek LDL seviyesinin kalıtsal bir biçimi familial hiperkolesterolemidir (FH). Yüksek LDL seviyesi olması haline hiperlipoproteinemia tip II denir.
Amerikan sağlık kuruluşları aç karnına LDL düzeyleri ile kalp hastalığı riski arasındaki bağlantılara ilişkin aşağıdaki kılavuzu oluşturmuşlardır:
Amerika'da belirlenen bu sınırlar kalp hastalıklarından kaynaklanan ölüm oranını yılda %2-3 azaltmak amacını güder. Araştırmalar, koroner anjiyoplasti veya baypas ameliyatına kıyasla LDL düzeylerinin düşürülmesinin kalp hastalığı ölümlerini engellemekte çok daha etkili olduğunu göstermişlerdir. Aterosklerozlu hastalarda Amerikan sağlık kuruları 70 mg/dL altına (ne kadar altına olması gerektiğini belirtmeden) indirilmesini salık verirler. İlaç yoluyla LDL'nin azaltıldığında kalp hastalığı oranının sıfıra ulaşması için LDL'in 50 mg/dL dolayına indirilmesi gerektiği bulunmuştur. Uzun dönemli topluluk çalışmalarında, çocukken 35 mg/dL LDL düzeyine sahip olan ve ateroskleroza yol açacak beslenme alışkanlıkları olanlar, büyüdüklerinde aterosklerozun ilk aşamasının belirtilerini gösterdiği bulunmuştur. Ancak belirtilen bu araştırmalar LDL kolesterolunun kimyasal konsantrasyonuna değindiklerinden bu bulgular yanıltıcı olabilir.
Lipit konsantrasyonları, hastalık sonucu ile ilişkili olduklarından değil, ölçümü kolay ve ucuz oldukları için en yaygınca kullanılan klinik ölçüm yöntemi olmuşlardır. Ancak, daha ayrıntılı ölçümlerin yararlı olduğuna dair bulgular artmaktadır. Özellikle LDL tanecik sayısı ve büyüklüğünün, LDL'deki kolesterol konstrasyonuna kıyasla hastalık seyriyle çok daha bağlantılıdırlar. Hatta LDL tanecik sayıları göz önüne alındığında, kardiyovasküler sorunlarla ilişkili olan diyabet, obezite, sigara kullanımı gibi başka faktörlerin istatistiksel katkıları ortadan kalkar.
Yüksek yoğunluklu lipoprotein
Yüksek yoğunluklu lipoproteinler İngilizce "High Density Lipoprotein"'in kısaltması olan HDL olarak da bilinirler. HDL, vücuttaki dokulardan karaciğere kolesterol taşıyan bir lipoprotein sınıfıdır. Yapısında %50 protein, %24 fosfolipid, %2 kolesterol, %4 yağ ve %20 kolesterol ester bulunur. HDL, karaciğerde üretilir.
HDL arterlerde oluşan ateromlardaki kolesterolu alıp vücuttan atılmak üzere karaciğere taşıdığı için bu lipoproteinde bulunan kolesterol "iyi kolesterol" olarak anılır. (Buna karşın ateromalarda kolesterol birikmesine yol açan LDL'deki kolesterol "kötü kolesterol" olarak adlanır.)
HDL lipoproteinlerin en küçükleridir. Yüksek oranda protein içermelerinden dolayı yoğundurlar. Başlıca apolipoprotein A-I (apoA-I) ve apoA-II proteinlerini içerirler. Bu lipoproteinler karaciğerde fosfolipidler eşliğinde bileşikler olarak sentezlendiğinde madenî para gibi yassı bir görünümleri olur. Bu yeni oluşmuş tanecikler yakınından geçtikleri hücrelerin membranlarından kolesterol molekülleri absorblayabilirler. Plazmada bulunan Lesitin kolesterol asiltransferaz (İngilizce "Lecithin Cholesterol Acyl Transferase", LCAT) adlı enzim bu kolesterolu kolesteril estere dönüştürür. Kolesteril esterler, kolesterolden daha hidrofobik lipitler olduğundan dolayı HDL'in ortasında birikirler ve bu birikmenin sonunda HDL küresel bir biçim alır. HDL dolaşım sırasında hücrelerde kolesterol absorblamaya devam eder ve büyür. Bu yüzden HDL'nin koruyucu özelliği taşıdığı kolesterol miktarı ile değil, büyük HDL taneciklerinin sayısı ile ilişkilidir.
Erkeklerde HDL düzeyleri kadınlardakinden daha düşüktür, ayrıca tanecik sayıları ve içerdikleri kolesterol miktarı da daha azdır.
Epidemiyolojik çalışmalarda 60 mg/dL üstünde HDL düzeyinin kardiyovasküler hastalıklara ( koroner arter hastalığı ve inme gibi) karşı koruyucu bir etkisi olduğu görülmüştür. Düşük HDL düzeylerinin ise (erkeklerde 40 mg/dL altında, kadınlarda 50 mg/dL altında) aterosklerotik hastalıklar için pozitif risk faktörüdür.
Her HDL taneciği aynı derecede koruyucu değildir. Kolesterol absorblama kapasitesi daha fazla olan büyük HDL tanecikleri asıl koruyucudurlar ve bunların miktarı ile toplam HDL arasında bir bağlantı yoktur. Büyük HDL'nin toplam HDL'ye oranının hesaplanmabilmesi için elektroforez veya NMR spektroskopisi teknikleri gerekmektedir.
Amerikan sağlık kuruluşları erkeklerde aç karnına LDL düzeyleri ile kalp hastalığı riski arasındaki bağlantılara ilişkin aşağıdaki kılavuzu oluşturmuşlardır.
Zugspitze Dağı
Zugspitze, Wetterstein Dağları'nın en yüksek zirvesinin yanı sıra Almanya'nın en yüksek dağıdır. Deniz seviyesinden yüksekliği toplam 2.962 metredir. Garmisch-Partenkirchen şehrinin güneyinde yer alır ve Almanya ve Avusturya arasındaki sınırının batı zirvesi üzerindedir. Dağın güneyindeki "Zugspitzplatt", çok sayıda mağara ile yüksek karstik platoları içerir.
Nisan 1933'de, dağ, 24 SA askeri tarafından işgal edildi ve meteoroloji istasyonundan üst kule üzerine bir gamalı haç bayrağı çekildi. Bir ay sonra, SA ve SS, gamalı haç bayrağını Schneeferner'da yerleştirdi.
LIDAR
LIDAR ("Light Detection and Ranging"; veya "Laser Imaging Detection and Ranging"), lazer darbeleri kullanılarak bir nesne veya bir yüzeyin uzaklığını anlamaya yarayan teknoloji. Radar teknolojisiyle benzerdir. Radarda kullanılan radyo dalgaları yerine ışık, yani lazer darbeleri kullanılır. Uzaklığı ölçülecek nesne ya da yüzeye gönderilen lazer darbesinin gönderiliş zamanı ile nesneye çarpıp gelen yansımanın tekrar kaynağa ulaşma vakti arasındaki fark |
sayesinde uzaklık ölçülür.
GNU Privacy Guard
GNU Privacy Guard (GnuPG ya da GPG), şifreleme yazılımı PGP yerine GPL lisanslı bir özgür yazılım alternatifidir. Özgür Yazılım Vakfı'nın GNU projesinin bir parçası olarak geliştirilmektedir ve en önemli maddi yardımını Alman hükümetinden almıştır. GPG, IETF'nin OpenPGP standartıyla tamamen uyumludur. PGP'nin güncel sürümleri GPG ve diğer OpenPGP uyumlu sistemlerle uyumluluk göstermektedir. Aynı zamanda bazı eski sürümlerde de bu uyumluluk sözkonusudur, fakat güncel sürümün tüm özellikleri eski sürümlerce desteklenmemektedir. Kullanıcıların bu uyum sorunlarını anlamaları ve bunları göz önünde bulundurarak çalışmaları gerekmektedir.
GnuPG, geleneksel simetrik anahtar şifrelemesini hızlı yapması ve tek seferlik kullanılan bir oturum anahtarını şifrelerken alıcının açık anahtarlı şifreleme kullanması nedeniyle bir hibrit-şifreleme yazılımıdır.
GnuPG 1.x serisi entegre bir şifreleme kütüphanesi kullanır, GnuPG 2.x serisi ise bunu Libgcrypt ile değiştirmiştir.
GnuPG, GnuPG kullanıcıları tarafından ayrı ayrı oluşturulan asimetrik anahtar çiftlerini kullanarak mesajları şifreler. Ortaya çıkan ortak anahtarlar, diğer kullanıcılar ile İnternet anahtar sunucuları gibi çeşitli yollar vasıtasıyla değiştirilebilir. Bu anahtarların değişimi çok büyük önem taşımaktadır çünkü "Açık anahtar" ↔ "Açık anahtarın sahibi" ilişkisi kaybolursa kimlik sahteciliği(kendini farklı bir kişi gibi gösterme) yapılabilir, o nedenle bu değişim işlemi dikkatli bir şekilde yapılmalıdır. Gönderilen bir mesaja kriptografik dijital imza eklemek de mümkündür, böylece göndericinin doğrulaması yapılabilir. Bu şekilde, kimlik sahteciliği saldırılarının da önüne geçilmiş olunur. Ayrıca, dijital imza kullanılarak belirli bir yazışmanın gönderim esnasında bozulması durumuna karşın mesaj bütünlüğü kontrolü yapılarak mesajın bütünlüğü de doğrulanabilir.
GnuPG ayrıca simetrik anahtar algoritmalarını da destekler. Varsayılan olarak ise CAST5 simetrik algoritmasını kullanır. GnuPG patentli veya başka şekilde kısıtlanmış yazılım veya algoritmalar kullanmaz. Bunun yerine, GnuPG, çeşitli patentli olmayan algoritmalar kullanır.
GnuPG Uzun bir süredir PGP'de kullanılan IDEA(Uluslararası Veri Şifreleme Algoritması)'yı desteklemiyordu. Aslında bir eklenti indirerek IDEA'yı GnuPG'de kullanmak mümkündür, ancak IDEA'nın patentlendiği ülkelerde bazı kullanımlar için lisans gerektirebilir. 1.4.13 ve 2.0.20 sürümleriyle başlayan GnuPG, IDEA'nın son patentinin 2012'de sona ermesi nedeniyle IDEA'yı desteklemektedir. IDEA'nın desteği, "Kullanıcılardan gelen sorulardan kurtulmak için ya eski veriler şifrelenmeli ya da anahtarlar PGP'den GnuPG'ye taşınmalı" amacıyla tasarlanmıştır, bu nedenle düzenli kullanım için önerilmez.
GnuPG, 2.0.26 ve 1.4.18 sürümlerinde aşağıdaki algoritmaları desteklemektedir:
Açık anahtarlı şifreleme
RSA, ElGamal, DSA
Simetrik Anahtarlı Şifreleme
3DES, IDEA (versiyon 1.4.13 ve 2.0.20'den itibaren), CAST5, Blowfish, Twofish, AES-128, AES-192, AES-256, Camellia-128, -192 and -256 (versiyon 1.4.10 ve 2.0.12'den itibaren)
Özet(Hash) Fonksiyonu
MD5, RIPEMD-160, SHA-1, SHA-256, SHA-384, SHA-512, SHA-224
Sıkıştırma
ZIP, ZLIB, BZIP2
GnuPG başlangıçta Werner Koch tarafından geliştirildi. İlk üretim versiyonu olan Versiyon 1.0.0, ilk GnuPG sürümünden (versiyon 0.0.0) sonra neredeyse iki yıl sonra 7 Eylül 1999'da piyasaya sürüldü. Alman Federal Ekonomi ve Teknoloji Bakanlığı 2000 yılında belgeleri ve girişi Microsoft Windows'a finanse etti. GnuPG, OpenPGP standardına uyumlu bir sistemdir. Başlangıçta Phil Zimmermann tarafından tasarlanan ve geliştirilen PGP, e-posta şifreleme programı ile birlikte çalışmak üzere tasarlanmıştır.
Ocak 2018 itibarıyla iki aktif GnuPG dalı var:
Farklı GnuPG 2.x sürümleri (ör. 2.2 ve 2.0 dallarından) aynı anda yüklenemez fakat herhangi bir GnuPG 2.x versiyonu ile birlikte bir "klasik" GnuPG versiyonu (yani 1.4 dalından) monte etmek mümkündür.
GnuPG 2.2'nin ("modern") piyasaya sürülmesinden önce, artık kullanımdan kaldırılan "kararlı" şube (2.0), ilk kullanım için 13 Kasım 2006'da yayımlanan genel kullanım için önerildi. Bu şube 31 Aralık 2017'de ömrünün sonuna ulaştı. Son versiyonu 29 Aralık 2017'de piyasaya sürülen 2.0.31 versiyonudur.
GnuPG 2.0'ın piyasaya sürülmesinden önce, tüm kararlı yayınlar tek bir daldan oluşturuldu. Diğer bir deyişle, 13 Kasım 2006'dan önce, birden fazla sürüm dalı paralel olarak muhafaza edilmemiştir. Bu eski, sırayla başarılı (1.4'e kadar) sürüm dalları şunlardır:
GPG kararlı, kaliteli bir yazılımdır. neredeyse tüm GNU/Linux dağıtımları ve FreeBSD, OpenBSD, NetBSD gibi özgür işletim sistemlerine sıklıkla dahil edilir.
Her ne kadar temel GPG yazılımı bir komut satırı arayüzüne sahipse de, grafiksel kullanıcı arayüzü ile kullanılmasını sağlayan pek çok yazılım vardır. Örneğin, en popüler Linux masaüstü yöneticileri GNOME ve KDE'nin elektronik posta işlemcileri Evolution ve KMail'e entegre edilmiştir. GNOME için, Seahorse adlı bir grafik son kullanıcı arayüzü mevcuttur. II. Dünya Savaşı'nda Almanların kullandığı ENIGMA şifreleme tekniğinin isminden esinlenerek Enigmail olarak adlandırılmış bir eklenti, Linux'un yanı sıra Microsoft Windows ve diğer işletim sistemlerinde de çalışan Mozilla ve Thunderbird yazılımlarıyla entegrasyonunu sağlar. Horde gibi web tabanlı yazılımlarla da kullanılması mümkündür. Ancak unutulmamalıdır ki, eklenti mekanizmaları, GPG'nin ya da OpenPGP standardının bir parçası olmadığı ve ne GPG ne de OpenPGP geliştiricileri tarafından geliştirildikleri için, bu eklentilerin kullanımı güvenlik riskleri yaratma potansiyeline sahiptir.
GPG ayrıca Mac OS X ve Microsoft Windows gibi platformlar için de derlenebilir. Mac OS X için, MacPGP denen özgür bir GPG portu bulunmaktadır. MacPGP, OS X kullanıcı arayüzüne ve yerel sınıf tanımlarına uyarlanmıştır. Platformlar arası derleme küçük bir iş değildir, en azından güvenlik risklerini ortadan kaldırmak için çok fazla efor gerekmektedir.
Temel GnuPG programının bir komut satırı arayüzü olmasına rağmen, grafiksel kullanıcı arayüzü sağlayan çeşitli ön uçlar bulunmaktadır. Örneğin, GnuPG şifreleme desteği, en popüler Linux masaüstü bilgisayarları olan KDE ve GNOME'da bulunan grafik e-posta istemcileri olan KMail ve Evolution'a entegre edilmiştir. Ayrıca grafik GnuPG ön uçları, örneğin GNOME için Seahorse ve KDE için KGPG vardır.
macOS için, GPG Suite projesi, şifreleme ve anahtar yönetimi için OS entegrasyonu ve Installer paketleri aracılığıyla GnuPG kurulumları için bir dizi Aqua ön uç sağlar. Ayrıca, GPG Suite Installer, GnuPG tabanlı şifrelemeyi kullanmak için ilgili tüm OpenPGP uygulamalarını (GPG Keychain Access), eklentileri (GPGMail) ve bağımlılıkları (MacGPG) yükler.
GnuPG kurulup yapılandırıldığında, Psi ve Fire gibi anlık mesajlaşma uygulamaları otomatik olarak güvenlik sağlamaktadır. Horde gibi web tabanlı yazılımlar da bundan yararlanmaktadır. Çapraz platform uzantısı Enigmail, Mozilla Thunderbird ve SeaMonkey için GnuPG desteği sağlar. Benzer şekilde Enigform, Mozilla Firefox için GnuPG desteği sağlar. FireGPG, 7 Haziran 2010 tarihinde durduruldu.
2005 yılında g10 Code GmbH ve Intevation GmbH şirketleri, Windows için GnuPG, GNU Privacy Assistant ve son olarak Windows Explorer ve Outlook için GnuPG eklentilerini içeren bir yazılım paketi olan Gpg4win'i piyasaya sürdü. Bu araçlar standart bir Windows yükleyicisine eklenerek, GnuPG'nin Windows sistemlerine yüklenmesini ve kullanılmasını kolaylaştırır.
2018'de, Sevenuc Danışmanlık Şirketi, Mac App Store'da Guard7 isimli bir program yayınladı. Bu program GnuPG ile günlük çalışmayı macOS'ta kolay ve basit hale getirdi. Bu program GPG için bazı ek özelliklere sahip(Örn. "Kişileri gruplara ayırın", "Farklı anahtarlıklar değiştirin") grafiksel bir ön uç. Guard7, MacOS'un yerleşik Mail uygulamasıyla sorunsuz bir şekilde bütünleşir ve e-posta mesajı için düzinelerce alıcıyı kolayca düzenleyebilir. Dosya şifrelemek veya şifresini çözmek sadece Finder'dan Guard7'ye dosya sürüklemeyi gerektirir, bu çok kullanışlı ve basittir.
gpg --version
gpg --gen-key
gpg --fingerprint
gpg --list-keys
gpg --output acik_anahtar.gpg --armor --export ABCDFE01
gpg --import acik_anahtar.gpg
gpg --list-secret-keys
gpg --output gizli_anahtar.gpg --armor --export-secret-key ABCDFE01
gpg --allow-secret-key-import --import gizli_anahtar.gpg
gpg --encrypt --armor -r ABCDFE01 metin_dosyasi.txt
gpg metin_dosyasi.txt.asc
gpg --verify metin_dosyasi.txt.asc
gpg --clearsign metin_dosyasi.txt
"Verilen örneklerdeki 'ABCDFE01' ifadesi anahtarın kısa kodudur."
Komut satırı tabanlı bir sistem olarak GnuPG 1.x, başka bir yazılıma eklenebilecek bir API olarak yazılmaz. Bunun üstesinden gelmek için, GnuPG'nin çıktısını ayrıştıran ve bileşenler arasında kararlı ve sürdürülebilen bir API sağlayan GPPME (GnuPG Made Easy'den kısaltılmıştır), GnuPG etrafında bir API eklemesi olarak oluşturulmuştur. Bu, şu anda birçok GPGME API çağrısı için GnuPG yürütülebilir dosyasına bir işlem dışı çağrısı gerektiriyor. Sonuç olarak, bir uygulamadaki olası güvenlik sorunları, işlem engeli nedeniyle gerçek kripto koduna yayılmamaktadır. GPGME'ye dayanan çeşitli grafik ön uçlar oluşturulmuştur.
GnuPG 2.0'dan beri, birçok GnuPG fonksiyonu, Libgcrypt'de doğrudan C API'leri olarak kullanılabilir.
OpenPGP standardı, mesajların dijital olarak imzalanması için çeşitli yöntemleri belirtir. 2003'te, bu yöntemlerden birini daha verimli hale getirmeyi amaçlayan GnuPG'ye yapılan bir değişiklik nedeniyle bir güvenlik açığı ortaya çıkmıştır. Sadece GnuPG'nin (1.0.2 - 1.2.3 arası) bazı sürümleri için yalnızca dijital olarak imza mesajlarının bir yöntemini etkilemiştir ve anahtar sunucularda 1000'den daha az sayıda anahtar bulunmaktadır. Çoğu insan bu yöntemi kullanmadı, bu nedenle meydana gelen hasar (eğer varsa, hiçbiri kamuya bildirilmediğinden) asgari düzeyde görünmektedir. Bu yöntem için destek, bu keşif sonrasında yayımlanan GnuPG sürümlerinden kaldırılmıştır (1.2.4 ve üstü) |
.
2006 yılının başında iki tane daha fazla güvenlik açığı keşfedilmiştir; birincisi, GnuPG'nin imza doğrulaması için komut dosyalarının kullanılması yanlış pozitif sonuçlara yol açabilir, ikincisi ise MIME olmayan mesajların, dijital imzanın kapsamadığı ancak imzalı mesajın bir parçası olarak rapor edilen veri enjeksiyonuna karşı savunmasız oluşudur. Her iki durumda da GnuPG'nin güncellenmiş versiyonları duyuru sırasında hazırlanmıştır.
Haziran 2017'de, Bernstein, Breitner ve diğerleri tarafından Libgcrypt içinde bir güvenlik açığı (CVE-2017-7526) keşfedildi: GnuPG tarafından kullanılan, RSA-1024 için bütün anahtarların ve RSA-2048 anahtarlarının 1/8'inden fazlasının geri üretilmesini sağlayan bir kütüphane. Bu yan kanal saldırısı, Libgcrypt'in üslenme bitleri için kayan bir pencere yöntemi kullanması ve bu durumun, sonuçta bitlerin bitiminden ve tam anahtar kurtarılmasından kaynaklandığı gerçeğinden yararlanmaktadır. Yine, GnuPG'nin güncellenmiş bir sürümü duyuru sırasında hazırlandı.
Ekim 2017'de, genellikle PGP / GPG ile kullanılan YubiKey 4 jetonlarında üretilen RSA anahtarlarını etkileyen ROCA güvenlik açığı açıklandı. Birçok yayınlanmış PGP anahtarının hassas olduğu bulunmuştur.
GPG'yi destekleyen önemli uygulamalar, ön uçlar ve tarayıcı uzantıları aşağıdakilerdir:
Mayıs 2014'te The Washington Post, anon108 adında bir kullanıcı tarafından Ocak 2013'te Vimeo'ya gönderilmiş 12 dakikalık bir video rehberi "Gazeteciler için GPG" haberi yayınladı. The Post gazetesi, sesi dijital bir şekilde gizlenen ve amacı gazeteci Glenn Greenwald'e e-posta şifrelemesini öğretmek olan anon108'i, konuşma şeklinin Snowden'a benzemesi üzerine, kaçak NSA ihbarcısı Edward Snowden olarak tanımladı. Greenwald, videonun yazarlığını doğrulayamadığını söyledi.
HDL
HDL kısaltması aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Yelkovan kuşu
Yelkovankuşu ("Puffinus"), Fırtına kuşları Procellariiformes takımından martı iriliğinde bir okyanus kuşu.Birçok türü vardır. Hepsi de iyi yüzücü ve çoğu dalıcıdır.
Boyları 30–63 cm uzunluğundadır. Perde ayaklı göçmen kuşlardır. Sivri ve uzun kanatlarıyla uzun mesâfeler kat ederler. Çoğunun sırtları gri, siyah, kahverengi ve karın altları beyazdır. Tamamen siyah olan türler de vardır. Tüyleri sık ve su geçirmez özelliktedir. Uzun ve ucu çengelli gagaları boynuzsu plaklarla örtülüdür. 15 yıl kadar yaşarlar. Burun delikleri tüp şeklinde ayrık iki boru hâlinde dışarı açılır.
BESLENME
Yelkovankuşları uçarken su yüzeyine yakın uçar ve yüzeyde bulabildikleri küçük balıklar, deniz kabukluları, yengeç, salyangoz ve atıklarla beslenirler. En sevdiği yemekte balıktır. Tüm hayatı boyunca onunla bile beslenirler.
Yalnız üreme dönemleri karaya çıkarlar. Kuluçka zamanı haricinde okyanuslarda yaşarlar. Fırtına kuşları gibi midelerinden yağlı ağır kokulu bir madde salgılarlar. Bazıları bunu yavrularını beslemede, bir kısmı ise düşmanlarına karşı kendilerini korumada kullanırlar. Tehlike anında bu sıvıyı burun deliklerinden dışarı fışkırtırlar. Çok uzaklara göç eden mükemmel uçuculardır.
Koloniler halinde açık adalarda ürerler. Kullanılmayan tavşan yuvalarını veya kendi açtıkları çukurları yuva olarak kullanırlar. Tek ve beyaz bir yumurta yumurtlarlar. Özellikle Avustralya adalarında büyük koloniler meydana getirirler. Tekeşlidirler. Erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatarlar. 50 gün içinde yumurta açılır. Yavru 12-14 hafta anne ve baba tarafından yuvada beslenir. Sonra yalnızlığa terk edilir. Yürüyemeyecek kadar irileşen yavru bir hafta zarfında zayıflayarak yuvadan ayrılır. Anne ve babasının uçtuğu yöne doğru uçmaya başlar. 3-4 yıl sonra içgüdüsü ile doğduğu yere döner. Yelkovan kuşlarının yön bulma kabiliyetleri güçlüdür. Uçsuz bucaksız okyanuslar üzerinden uçarak yuvalarını şaşırmadan bulurlar. Bu kuşlar her yerde yaşayabilirler.
Yelkovankuşu, Akdeniz ülkelerinde ve Türkiye'de de bulunur. Örneğin İstanbul Boğazı'nda suyun az üzerinde sürüler halinde Karadeniz'den Marmara'ya veya Marmara'dan Karadeniz'e hızla uçarlar. Türkiye'de bulunan türü sarıgagalı yelkovandır ("Puffinus kuhlii").
Deney için alınan iki yelkovankuşundan biri Venedik'te (İtalya'da), diğeri Boston'da (ABD'de) serbest bırakıldı. İlki, 1300 km'lik yolu iki haftada aşarak yuvasına ulaştı. İkincisi ise 500 km'yi 12,5 günde alarak yuvasını buldu. Yelkovankuşları göçmen kuşlarıdır. Kuluçka zamanı haricinde daima denizde yaşarlar.
Yelkovankuşu, Orhan Veli Kanık'ın "Gün Olur" şiirinde aşağıdaki dizelerde geçer:
"Gün olur, alır başımı giderim,"
"Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda"
"Şu ada senin, bu ada benim,"
"Yelkovan kuşlarının peşi sıra."
Mor ve Ötesi adlı Türk rock grubunun Güneşi Beklerken albümündeki "Mermiler" şarkısında geçer:
"...Şimdi aramız dağlar
Yelkovan kuşları
Uzun yolculuk var..."
Boris Yeltsin
Boris Nikolayeviç Yeltsin (Rusça: Бори́с Никола́евич Е́льцин) (d. 1 Şubat 1931, Sverdlovsk - ö. 23 Nisan 2007, Moskova), Rusya'nın ilk başbakanı ve devlet başkanı.
Rus kökenli bir çiftçinin oğludur. İnşaat mühendisliği öğrenimi gördükten sonra, bir inşaat işletmesinde idareci olarak vazife aldı. 1961'de Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne girdi. Parti içinde hızla yükselerek Sverdlovsk bölgesi parti birinci sekreterliğine getirildi. Mihail Gorbaçov'un Sovyetler Birliği devlet başkanı oluşundan hemen sonra Moskova'ya çağrıldı. Nisan 1985'te Komünist Partisi Merkez Komitesine seçildi. Ekim 1985'te de Moskova Parti Teşkilatı Şefi oldu. Kısa zamanda kamuoyunun güvenini kazandı. Aynı zamanda Politbüro'ya da girdi. Yegor Ligaçev ile anlaşmazlığa düştü. 1987'de Gorbaçov tarafından görevden uzaklaştırıldı. Şubat 1988'de partiyle ilgili bütün yetkileri elinden alındı. İnşaat Bakanı Yardımcılığına tayin edildi.
Daha sonra Moskova'da halkın isteklerini dile getiren bir siyasetçi olarak sivrildi. Mart 1989'da Moskova'da %89,6 oranında oy alarak SSCB Halk Temsilcileri Kongresine seçildi. Siyasî ve ekonomik sahada çoğulculuğu savundu. Mayıs 1990'da Gorbaçov'un isteğine aykırı olarak Rusya Federasyonu Komünist Partisi Başkanlığına getirildi.
Haziran 1991'de Rusya Başkanlığına seçildi. 19 Ağustos 1991 de SSCB başkanı Gorbaçov'a karşı sertlik yanlıları tarafından düzenlenen darbeyi şiddetle protesto etti. Darbecilere karşı halkı direnişe çağırdı. Moskova'da Beyaz Saray denen Rusya parlamento binasına ulaşmayı başardı. Darbecileri suçlu ve hain ilan ederek, ordu ve KGB içinde darbeye karşı çıkanların ve ABD'nin yardımıyla Beyaz Saray'ı direnişin merkezine dönüştürdü. Gorbaçov'un Devlet Başkanı olarak yeniden göreve dönmesini sağladı. Darbenin başarısızlığa uğratılmasında ve Gorbaçov'un yeniden göreve dönmesinde en önemli rolü oynadı. Darbecilere karşı gösterdiği kararlı tutumuyla büyük bir prestij kazandı. Gorbaçov'un bazı başarısızlıkları Yeltsin'i daha güçlü hâle getirdi. Gorbaçov'un göreve dönmesinden sonra askeriyede ve çeşitli devlet kademelerinde yapılan tasfiye hareketleri ile nüfuzunu arttırdı.Anayasaya aykırı kararnameler çıkardı ve Gorbaçov'dan bağımsız uygulamalara girişti. Komünist Partiyi yasakladı ve bütün parti mallarına el koydu.
Askeri darbe girişimi 17 Mart 1991'deki Sovyetler Birliği Referandumu'na göre 20 Ağustos 1991'de yapılacak olan yenilenmiş birlik antlaşmasının da iptal edilmesine sebep oldu. Siyasî reformların yanı sıra, ekonomik konularda da reformlara giden Yeltsin, 2 Ocak 1992'de yürürlüğe girecek olan yüksek oranlı fiyat artışları hususunda halktan ve parlamentodan destek istedi. Rusya parlamentosundan olağanüstü yetkiler aldı.
8 Aralık 1991'de Yeltsin ile Ukrayna ve Beyaz Rusya Cumhuriyetlerinin Devlet Başkanları Sovyetler Birliği'nin dağıldığını ve Bağımsız Devletler Topluluğu'nun (BDT) kurulduğunu ilân ettiler. Ancak 12 Aralık'ta Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti bu antlaşmanın onaylanmasını reddetti. Sovyet anayasasına göre birliğin dağıtılması ancak Yüksek Sovyet Meclisi'nin yetkisindeydi. Ancak Yeltsin'in Gorbaçov'u istifaya zorlaması Yüksek Sovyet'in kararını geçersiz kıldı. 21 Aralıkta geri kalan 12 Cumhuriyetin 11'i de BDT'ye katıldı. Yeltsin, Gorbaçov'la birlikte BDT'nin yıl sonunda Sovyetler Birliği'nin yerini alacağını açıkladı. Ancak Gorbaçov 25 Aralık 1991'de Devlet Başkanlığı vazifesinden istifa etti. Çok çabuk davranan Yeltsin, Gorbaçov'un Kremlin'deki ofisine taşındı. Ordunun komutasını eline aldı. Birleşmiş Milletlere Sovyetler Birliği'nin Güvenlik Konseyindeki yerini Rusya Federasyonunun alacağını bildirdi. Nükleer füzelerle ilgili fırlatma şifrelerine el koydu. İdarede ABD'yi örnek alan Yeltsin Başkanlık vazifesini de kendinde topladı.
Eylül 1992’de Halk Temsilcileri Kongresi’nde Sergey Baburin önderliğindeki Ulusal Birlik adlı muhalif grup SSCB'yi dağıtan anlaşmanın 12 Aralık 1991’deki Yüksek Sovyet oturumunda reddedildiğini, bu nedenle anlaşmanın geçersiz olduğunu bildiren dilekçeyi Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi. Fakat Yeltsin denetimindeki mahkeme bu dilekçeyi incelemeye almadı.
Yeltsin 1993 yılında reform önerilerini ve yönetim değişikliklerini engellemeye çalışan Parlamentoyu asker kullanarak dağıttı.Parlamento binasını tanklarla bombalatmaktan bile çekinmedi. Ardından Parlamento seçimleri yapıldı.Seçimleri Yeltsin yanlısı adaylar kazandı. Böylece Yeltsin Parlamento da yandaş sayısını arttırarak konumunu daha da güçlendirdi.
Rusya'nın 1990'lı yıllarda hızlı özelleştirilme sürecinde ülkeyi yöneten Yeltsin, 1994 yılında Çeçenistan'da büyük çaplı bir askerî müdahale düzenledi ve işgal etti. Ardından Çeçenistan'ın özerkliğini sınırlandırarak Rus egemenliğini sağlamlaştırmaya çalıştı. Ancak Çeçen direnişinin artarak devam etmesi ve Rus kayıplarının artması sonucu iç politikada zor duruma düştü.
Yeltsin, Cumhurbaşkanı olarak son dış gezilerinden birinde Kasım 1999'da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı (AGİT) zirvesine katılmak üzere İstanbul'a gitti. O günlerde ABD ile ilişkileri gayet iyi durumda olan Türkiye, Orta Asya ve Kafkaslar'da Rusya ile rekabete girişmişti. Zirve sırasında imzalanan Bakü-Ceyhan Boru Hattı antlaşması, ABD destekli Türkiye'nin eski |
Sovyet topraklarında artan etkisinin bir göstergesiydi. Zirvede ABD Başkanı Bill Clinton ile söz düellosuna giren Yeltsin, Kafkaslar'da bir içsavaş başlatan Çeçen gerillaları "haydut ve katil" olarak niteledi ve "Silâhlı çetelerle aynı masaya oturamayız. Bu teröristlerin kökünü kazımalıyız ve onlara hangi ülkelerin yardım ettiğini biliyoruz" dedi. Yeltsin, Yugoslavya'ya yapılan NATO hava saldırılarına da karşı çıktı. Bu yorumları, Çeçenistan sorununa barışçı bir çözüm bulunmasını isteyen Clinton'un eleştirisine hedef oldu. Yeltsin Fransa başkanı Chirac ve Almanya şansölyesi Schröder ile yaptığı bire bir görüşmelerde de eleştirilince AGİT toplantısını terk etti ve Rusya'ya döndü.
Yeltsin 1996 yılındaki şaibeli devlet başkanlığı seçimlerinde yeniden başkan seçildi. Ancak seçimin hileli olduğuna yönelik pek çok itiraz yapıldı. Yeltsin bu seçimin ilk turunda % 35 oy alırken rakibi Komünist Parti adayı Gennadi Züganov % 32 oy almıştır. İkinci tur seçimlerde Komünist Parti adayı bazı sağcı güçlerin de desteğini almış fakat % 40 oy alabilmiştir. Yeltsin ise % 53 oyla tekrar başkan seçilmiştir. Ancak 20 Şubat 2012'de muhalif cepheden Sergey Baburin ve Sergey Udaltsov 1996 seçimlerinde pek çok seçim sahtekarlığına şahit olduklarını ve bu seçimin galibinin kesinlikle Komünist Parti lideri Gennadi Züganov olduğunu belirtmişlerdir.
Yeltsin 1998 yılındaki ekonomik krizin ardından tamamen otoritesini kaybetti. Bu dönemde başarısızlığını hükümetlere yükleyerek sık sık başbakan değiştiren Yeltsin giderek ordunun da desteğini kaybetmeye başladı. Ekonomik kriz döneminde göreve getirdiği Yevgeni Primakov'un ekonomide kısmen toparlanma sağlayarak halktan ve meclisten destek alması Yeltsin'de iktidarı kaybetme korkusuna sebep oldu. Bunun üzerine Yeltsin, Mayıs 1999'da başbakan Yevgeni Primakov'u da görevden aldı.
1999 yılında Yeltsin'in kızının ve damadının adının bir yolsuzluk skandalına bulaşması ile Rus basını Yeltsin'in Başkanlığını iyice sorgulamaya başladı. Yeltsin ise bu baskılara iç ve dış politikada sertlik yanlısı düşünceleri ile tanınan eski KGB ajanı olan Vladimir Putin'i başbakanlığa getirerek karşılık verdi.Ancak aynı yılın sonuna doğru muhalefetten ve halktan gelen baskılara karşı koymakta zorlanan Yeltsin 31 Aralık 1999 akşamı televizyonda yaptığı konuşmada istifa ettiğini ve yerine anayasa gereği Başbakan Putin'in geçeceğini açıkladı.
2000 yılında, emekliliğe ayrıldıktan sonra bir Rus televizyon kanalında yaptığı röportajında, geçmişte katlanmak zorunda kaldığı en büyük sorumluluğunun, Çeçenistan'da yaşamını yitiren insanlar olduğunu belirtti.
Yeltsin, 23 Nisan 2007 tarihinde kalp yetmezliği sebebiyle öldü. Devlet töreni yapılmasına rağmen cenazesine sadece 3 bin kişi katıldı. Rusya'nın en önemli kamuoyu araştırma şirketi olan Levada'nın Ocak 2015'te yaptığı anket sonuçlarına göre halkın % 9'u Boris Yeltsin hakkında olumlu bir değerlendirmede bulunurken, % 78'i olumsuz bir değerlendirmede bulundu. Yeltsin'in cenazesi Novodeviçi Mezarlığı'na gömüldü.
Bollywood
Bollywood, Mumbai'deki (eski adı Bombay) Hindistan film prodüksiyon merkezi için kullanılan, Hollywood ve Bombay'dan esinlenerek oluşturulmuş bir terimdir.
Dünyada en çok film üreten ülke olan Hindistan'da filmlerin neredeyse dörtte biri Bollywood'da üretilmektedir.
Shahrukh Khan
Shah Rukh Khan (; d. 2 Kasım 1965, Yeni Delhi, Hindistan), Hint film aktörü, yapımcısı ve televizyon sunucusu.
"Baadshah of Bollywood", "King of Bollywood", "King of Romance" ve "King Khan" olarak da tanınır. Çoğunlukla romantik, aksiyon ve komedi türünde 80'in üzerinde Bollywood filminde rol almıştır. Asya da ve Hint diasporasında tanınırlığı ile Los Angeles Times tarafından "Dünya'nın en büyük film starı" olarak değerlendirilmiştir. Başta 14 Filmfare Ödülleri olmak üzere birçok ödül almıştır. Film endüstrisine katkılarından dolayı Hint hükümeti tarafından Padma Shri ve Fransız hükümeti tarafından da Ordre des Arts et des Lettres ve Légion d'honneur ile onurlandırılmıştır. Khan'a çocukların eğitimine verAna Sayfadiği destekten ötürü UNESCO tarafından Pyramide con Marni ödülü verilmiştir. Müslümandır. Yaptığı hayır işlerini gizli tutmasını The Guardian'a verdiği röportajda "Kur'an da bir yerde diyor ki, eğer bağışı bir nedenden ötürü yaparsanız o bağış değildir." diyerek açıklamıştır. Film yapım ve dağıtım şirketi Red Chillies Entertainment'ın (eski adıyla Dreamz Unlimited) ve animasyon stüdyosu Red Chillies VFX'in sahibidir. Aynı zamanda Indian Premier League kriket takımlarından Kolkata Knight Riders'ın ortağıdır. US $600 milyon ile dünyanın en zengin aktörüdür. 1.5 milyardan fazla hayrana sahiptir ve dünyada en fazla fanı bulunan aktör olarak bilinir. 2008 de The Newsweek tarafından dünyanın en güçlü 50 insanından biri olarak seçilmiştir, Hint kültürünün en etkili insanlarındandır.
Adının anlamı "Kralın yüzü"dür. Doğum adı Shahrukh olmasına rağmen, Shah Rukh şeklinde imza atmaktadır. Yeni Delhi de doğup, büyüdü. Babası Taj Mohammad Khan, annesi Lateef Fatima Khan'dır. Shehnaz Lalarukh adında bir ablası var. St. Columba's okulunu onur nişanı ile bitirdi. Okulda aynı anda futbol, hokey ve kriket takımlarının kaptanıydı. Hansraj College'ın ekonomi bölümden mezun oldu. Jamiya Miliya Islamia da film yapımı ve gazetecilik üzerine yüksek lisansını yaptı. 25 Ekim 1991 de 6 yıldır birlikte olduğu Gauri Chhibber ile evlendi. Aryan (d.1997), Suhana (d.2000) ve AbRam (d.2013) adında üç çocukları vardır.
Evlilik yüzüğünü sağ elinde taşıyor. Ata binmekten korkar. Dondurmadan ve çikolatadan hoşlanmaz. Günde iki paketin üzerinde sigara içiyor.
Hindistan film sektörüne yani Bollywood'a kast sistemi dışında girmenin oldukça zor olduğu dönemlerde kendisini ispatlamış ve sektörde sürekli yükselmiş bir oyuncudur.
Khan, kariyerine 1988 de Commando Abhimanyu Rai olarak Fauji adlı bir dizide başladı. Daha sonra Circus (1989) ile dizilerde rol almaya devam etti. Anne ve babasının kaybettikten sonra Mumbai'ye gelmeye karar verdi. Bollywood'a girişini Deewana (1992) ile yaptı. Deewana hit oldu ve Shah Rukh Khan'a ilk ödülünü Filmfare Best Male Debut Award'u getirdi. Baazigar ve Darr (1993) ile takıntılı aşık olarak negatif karakterleri oynadı. Her iki filmde de eleştirmenlerden alkış aldı. Dilwale Dulhania Le Jayenge (1995) ile o ana kadar kariyerindeki en büyük başarıyı yakaladı. Film hâlâ gösterimde olup 12 Aralık 2014 de 1000. haftasını kutlamıştır. Filmde başrolü paylaştığı rol arkadaşı Kajol ile aralarındaki kimya sayesinde Bollywoodun ünlü romantik çiftlerinden biri haline geldiler. Khan, Kajol ile yedi filmde -Baazigar, Karan Arjun, Dilwale Dulhania Le Jayenge, Kuch Kuch Hota Hai, Kabhi Khushi Kabhie Gham, My Name Is Khan ve Dilwale'de - başrolü paylaştı on iki filmde beraber rol aldılar. Khan'ın yakın dostu Karan Johar çifti bir araya getirdi, başrolü paylaştıkları son üç filmin yönetmenliğini yaptı.
Bollywood'a Aamir Khan, Salman Khan ve Saif Ali Khan'dan sonra katıldı. Anne ve babasını ise Bollywood'a girmeden önce kaybetti. Oğlu Aryan Kabhi Khushi Kabhie Gham'da küçük bir rol aldı. Maya Memsaab'dan (1993) sonra ekranda öpüşmeyeceğine dair kendine söz verdi. Fakat Yash Chopra'nın ısrarıyla Jab Tak Hai Jaan'da (2012) bu sözünü bozdu, bunun Yash Chopra için bir istisna olduğunu söyledi. Filmleriyle Preity Zinta, Deepika Padukone ve Anushka Sharma'nın Bollywood'a girişini yaptı.
Amitabh Bachchan
Amitabh Bachchan (Hintçe, अमिताभ बच्चन, Amitābh Baccan, 11 Ekim 1942 Allahabad), "Big B" lakaplı Hint sinema sanatçısı.
SketchUp
SketchUp, mimarlar, mühendisler, film yapımcıları, oyun geliştiricileri ve 3 boyutlu modelleme gerektiren hemen her alandaki kullanıcılar için tasarlanmış bir 3B Modelleme yazılımıdır. Arayüzü diğer çizim programları kadar karmaşık olmayan, sade bir arayüze sahiptir. İlk olarak Boulder, Colorado kökenli @Last Software tarafından 2001'de üretilen yazılım, 14 Mart 2006, Salı günü Google'ın sözü geçen şirketi satın almasıyla birlikte Google şemsiyesi altına girmiştir. 2012 yılı nisan ayında Trimble Google'dan SketchUp satın alacağını duyurdu, 1 haziran 2012 tarihinde SketchUp Trimble'nin bir parçası olmuştur.Trimble son yayınladığı sürüm ile pek değişiklik yapmasa da yeni sürüm olan 2013 her türlü 3B çizim programının dosyasını açabiliyor ve değiştirebiliyor.
Yazılım, kullanımı kolay bir 3B görselleştirme yazılımı olarak pazarlanmaktadır. Bazı temel özellikleri şöyledir:
Asıl olarak mimarlar ve yapı mühendisleri için bir 3B fikir geliştirme aracı yaratma amacıyla 2001 tarihinde üretildi. Kısa öğrenim süresi ve kullanım kolaylığı sayesinde bunların dışında marangozlar, heykeltıraşlar, oyun geliştiricileri gibi pek çok farklı alanda çalışanlarca da ilgi gören yazılım, giderek yükselen bir tanınırlık ve kullanıcı tabanına kavuştu. Özellikle 2005 yılında çıkan 5. sürüm, SketchUp'ın ticari olarak en başarılı ürünü oldu; bu dönemde Skidmore, Owings and Merrill gibi birçok büyük mimarlık ve mühendislik şirketi tasarım aracı olarak SketchUp'ı kullanacaklarını açıkladı ve çalışanları için yüksek miktarlarda lisans satın aldı. Yılın sonuna doğru SketchUp yazılımcıları, giderek yaygınlaşan Google Earth isimli yazılım için, kullanıcıların çizdikleri modelleri Google Earth'e aktarmalarına izin veren bir eklenti yayınladılar. Bu eklentinin geliştirilmesi sırasında Google ile @Last Software arasında ilerleyen yakınlaşma, 2006 Mart'ında Google'ın @Last Software'i ve dolayısıyla bu şirketin tek ürünü olan SketchUp'ı satın almasıyla sonuçlandı. Bir süre sonra Google, bazı özellikleri kırpılmış veya tamamen kaldırılmış ücretsiz bir sürümü "Google SketchUp" adıyla piyasaya sundu; paralı sürümünün adı da Google SketchUp Pro olarak değiştirildi. Daha sonra Trimble ile ortak çalışma ile piyasaya sürüldü. 2011 yılında ise Google yeni teknoloji ürünü bir program sayesinde binaları SketchUp'a gerek duymadan üç boyutlu bina çizimi yapabileceği için SketcUp'ı ortakları Trimble'a sattılar. Şu an sadece Google warehouse adlı çizim paylaşım sisteminin işlemini sürdürüyor.
|
Igor Gouzenko
Igor Sergeyevich Gouzenko (Rusça:Игорь Сергеевич Гузенко, 13 Ocak 1919 - 28 Haziran 1982) şifre uzmanı, yazar ve GRU ajanı. SSCB'nin, Ottawa büyükelçiliğinde şifre memuru olarak çalıştı daha sonra 109 belgeyi batıya kaçırarak Kanada'ya iltica etti.
13 Ocak 1919'da Rusya Rogaçev'de doğdu. Öğretmen olan dul annesi tarafından büyütüldü. İlk eğitimini annesinden alıdı. Başarılı okul yıllarından sonra 1938'de Moskova Mimarlık Fakültesine başladı. Üçüncü sınıftayken Rusya'nın II. Dünya Savaşına girmesiyle Askeri İstihbarat Akademisine gönderildi. Mimarlık fakültesindeyken tanıştığı Svetlana Gusev ile evlendi. İstihbarat Akademisini 1943 yılında bitirdi ve teğmen rütbesiyle Kanada Ottawa'daki Sovyet Büyükelçiliği Şifre memurluğuna atandı.1945'te 109 gizli belgeyi Sovyetlerden kaçırarak, Kanada'ya iltica ett,i. Bu belgeler, Sovyetler'in Kanada,İngiltere, ABD'ndeki önemli bir casus şebekesini açıklamış ve bu alanda Batılıların eline geçebilen tek ve en değerli doküman olmuştur.
Sovyetlerin atom bombası hakkındaki istihbarat çalışmalarını ve projede çalışan bilim adamlarından Allan Nunn May Sovyetler’e aktardığı bilgilerin olduğu bu belgeyi almak için Stalin büyük uğraş vermiş ve Sovyetler Gouzenko'ya Ottawa'da bir operasyon düzenlemişlerdir. Fakat başka bir ajan olan Stephenson tarafından Gouzenko ölümden kurtulmuştur.
Gouzenko'ya ve ailesine Sovyetlerin saldırısından korumak amacıyla Kanada Hükümeti tarafından farklı farklı kimlikler verilir. Gençlik yıllarında kısa hikâyeler yazmasına karşın,en önemli eseri, Bir Devin Düşüşü'dür (The Fall of a Titan). Bu romanda Sovyetleri eleştiren bir üslubu vardır. Esas kitap 600 sayfadır. Gouzenko tarafından 200 sayfalık bir nüsha olarak kısaltılmıştır. Kitapta gerçek olan şahısların isimleri değiştirilerek, gerçek olaylar anlatılmaya çalışılmıştır. Kitabın kahramanı Mihail Gorin'in Maksim Gorki olduğu bilinir. Sovyet ihtilalinin hazırlık aşamasından 1954'e kadar geçirilen safhalar ve bu ihtilale katkısı olan insanların o günkü durumları izlenir. 1954 yılında Bir Devin Düşüşü ile Kanada'da Governor-General Edebiyat ödülünü alır. Haziran 1982'de Kanada Mississauga'da kalp krizi sonucu ölür.
Tarih
Tarih, geçmişte yaşamış insan ve insan topluluklarının bütün faaliyetlerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak, belge ve bulgular ışığında inceleyen bilim dalıdır. Tarihi bilgi, geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Tarih, yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.
"Tarih"; geçmişteki insanların neler yaptıklarını, neden ve sonuç ilişkisi dahilinde, yer ve zaman göstererek, belgeler ışığında objektif olarak incelediği için bir bilim kabul edilir.
"Tarih" kelimesinin Batı dillerindeki tüm karşılıkları Grekçe istoria, istorien sözcüğünden gelmektedir. "(Latince: Historia, İtalyanca: Storia, Fransızca: Histoire, İngilizce: History, Almanca: Historie)". İyonya lehçesinde "bildirme", "haber alma yoluyla bilgi edinme" anlamlarında kullanılan kelime, Attika lehçesinde görerek, "tanık olarak bilme" anlamlarının yanı sıra çok daha geniş bir anlam içeriğiyle fizik, coğrafya, astronomi, bitki ve hayvan bilgisi ve hatta giderek doğa bilgisini kapsayacak şekilde kullanılmıştır.
Edward Carr'ın tanımıyla tarih, "doğrulanmış olgular kümesi"nden başka bir şey değildi.
Tarihçiler araştırmalarında çok çeşitli kaynaklar kullanırlar. Bu kaynakların önem sırasına göre belirli bir hiyerarşi içinde sınıflanması ve yorumlanması tarihçinin temel çalışma yöntemidir.
Tarihçelerin temel kaynaklarını teşkil eder.
Sözlü tarihin en büyük kaynağı insandır. En önemli özelliği ise yine tarihin nesnesi olan insan unsurunu kendisine temel bilgi kaynağı olarak almasıdır.
Sözlü tarihin diğer kaynakları ise ; tarihî şiirler, hikâyeler, efsaneler, mitoslar, destanlar, menkıbeler, fıkralar ve atasözleri olmak üzere çeşitlendirilebilir.
Arkeolojik kazılarda elde edilen malzemelerdir. Taş, toprak, kemik ve çeşitli madenlerden yapılmış eşyalar, mağara resimleri, kabartmalar, mezarlar, heykeller bunlardandır.
Bu kaynaklara; haritalar, planlar, taş plaklar, fotoğraf vs. örnek gösterilebilir. Ancak montaj yapılabilmesi kaset, cd, dvd vs. belgelerin yüzde yüz güvenilir olma özelliğini yitirmesine neden olmaktadır.
Tarihi olayın geçtiği döneme ait her türlü bulgudur.
Olayın geçtiği döneme yakın ya da o dönemin kaynaklarından yararlanılarak meydana getirilen eserlerdir.ve bu eserler daha uzun kalabilirler.
Yazılı ve sözlü kaynakların yeterli olmadığı durumlarda (ya da bu kaynakları tamamlamak amacıyla) fotoğraflar ve günlük eşyalar (örneğin Eski Yunan toplumu için vazo motifleri) birinci elden kaynak olarak tarih çalışmalarına temel oluşturabilir.
Tarih bilimi nesnel verilere, olgulara dayanan bir bilimdir, ancak nesnelliği bütünüyle yansıtması mümkün değildir. Tarihî çalışmaların birinci elden kaynaklara, arşiv belgelerine dayalı olması bu çalışmaların inceledikleri konu üzerine mutlak bilgi verdiği, son sözü söylediği anlamına gelmez. Bu durumun nedenleri kaynaklara bağlı (nesnel) ve tarihçiye bağlı nedenler olarak ikiye ayrılabilir:
Tarih yazma çeşitleri, dil özellikleri ve anlam bakımından birbirinden farklılık gösterir ve üç çeşit tarih yazıcılığı vardır. Bunlar:
Bu tarz ilk olarak eski Yunan'da ortaya çıkmıştır. Başlangıçta ağızdan ağza dolaşan hatıralar şairler tarafından nazım tarzında söylenmekte ve bunlara "epos" adı verilmekteyken, Logograflar tarafından hikâyeleştirilerek nesre çevrilmişler ve arşivlerdeki malzemenin de ilavesiyle içlerine birtakım gerçekler de karışmıştır. Fakat yine de, Strabon'un ifadesiyle bunlar "epos" olmaktan kurtulamamışlardır. Logografların eserleri ne edebi, ne de tarihi eserlerdir. Sadece ilmi araştırma yolunu açan "basit kronikler"dir.
"Tarihin Babası" adıyla bilinen Herodotos her ne kadar Logografların yolundan gitmişse de, insanı merkez haline getirmiş olması ve kavrayış üstünlüğüyle onlardan ayrılır. Herodotos da hikâyeci tarih tarzını kullanmıştır. Fakat olayları peş peşe sıralamakla kalmamış, onları bir düzen içinde nakletmiş ve bir kompozisyon örneği vermiştir. Eserinde az da olsa siyasi görüşler vardır. Tenkit düşüncesine sahip olmamakla birlikte, gördükleri ile duydukları arasında bir ayrım yapmıştır.
Geçmiş olaylardan ders almak, gelecekteki yolu doğru çizebilmek, okuyucuya ahlaki ve milli duygular aşılayabilmek maksadıyla yazılan bu tarz eserler, öğretici bir mahiyet arz ettiklerinden "öğretici" veya "pragmatik" denilen tarihçilik akımı içinde yer alırlar. Bu tarzın önderliğini yapan kişi Thukydides (Tukididis)'tir. Gerçek anlamda tarihçilik, onun "Pelopennesoslular ile Atinalıların Savaşı" adlı eseriyle başlamıştır. Bu eser sadece edebi bakımdan değil, metot ve zihniyet bakımından da daha önceki eserlerden çok farklıdır. Bu fark, eserin gerek konu, gerekse muhtevasında kendini göstermektedir. Eser zaman ve mekân bakımından sınırlandırıldıktan başka, sadece müellifin yaşadığı devrin olaylarına tahsis edilmiş; devlet, tarihi realitenin merkezi olarak görülerek, esas yerine getirilmiştir. Devlet düşüncesinin esasını siyaset teşkil etmesi dolayısıyla da Thukydides (Tukudides ) bir siyasi tarih yazıcısı olmuştur. Thukydides (Tukudides ) yetişme tarzı sebebiyle de, araştırmaya yeni bir anlam getirmiştir. Bu da "siyasi öğretim de faydalı olmak"tır. Böylece ilk defa olarak tarih biliminin sosyal bilimler içindeki yeri de tayin edilmiştir.
Burada amaç, faydalı olmak, tarih yoluyla tecrübeyi arttırıp bilgiyi çoğaltarak geliştirmek ve insanı başarılı kılmaktır. Bunun şartları ise:
Geçmişi öğrenerek, bu bilgilere dayanarak şu anki durum ve gelecek hakkında hüküm vermek anca bu şekilde mümkündür. Tarih yazıcılığında bu tür, Thukydides (Tukudides ) ’ten sonra diğer eski Yunan ve Roma tarihçilerince de benimsenmiş; Polybios, Plutarkhos, Tacitius, Machiavelli gibi yazarlar onun izinden gitmişlerdir. Pragmatik tarih yazıcılığının en belirgin özelliği, tarihte ün yapmış şahsiyetlere geniş yer verilmesi, bu kişilerin idealleştirilmesi, hatta adeta insanüstü varlıklar haline getirilmesidir. İslam tarihçiliğindeki "Siyer" kitapları bu tarza örnek olarak gösterilebilir. Thukydides'in açtığı çığır, tarihi gerçekleri ortaya koymak hedefini güttüğü halde, örnek olmak prensibiyle de hareket ettiğinden, bunu benimseyen müelliflerin eserlerinde hep zaferler ve parlak olayların işlenmesine özen gösterilmiş, başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları karşısında sessizlik tercih edilmiştir. Bu da öğretici tarzın en büyük zaafını teşkil etmiştir.
Olayların sebeplerini ve sonuçları derinlemesine inceleyerek, yer ve zaman bakımından dönemin toplumsal, ekonomik yapılarını, iklim ve diğer bütün şartları detaylı şekilde düşünerek, olayları sadece tek bir sebebe bağlamadan sade şekilde anlatılması tarzıdır.19. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Tarih konusu üzerinde, Alman filozof Karl Marx tarafından geliştirilen materyalizm görüşü de önemli yer tutmaktadır. Materyalizmin tarih konusundaki bu görüşüne tarihsel materyalizm denir.
Ennio Morricone
Ennio Morricone (d. 10 Kasım 1928, Roma) özellikle film müzikleri ile ünlü İtalyan besteci.
20. yüzyılın en tanınmış ve eleştirel takdir görmüş film müzisyenlerindendir. Müziklerini yaptığı film ve televizyon dizilerinin sayısı 500'ü geçer. Bestecinin çalışmaları elektronika'dan rock'a, konçerto'dan avant-garde caz'a kadar çok geniş bir yelpazenin içinde yer alır. Bunların yalnızca %30'u Western tarzında olmasına rağmen, en çok bu işleriyle ün kazanmıştır. Morricone'nin kalabalık olmayan, rafine müzik tarzı bilhassa "İyi, Kötü ve Çirkin" (Sergio Leone, 1966) ve "Once Upon a Time in the West" (Sergio Leone, 1968) gibi klasik Spagetti Western'lerinde kendini gösterir. Daha yakın zamanlarda, "Misyon" ("The Mission",Roland Joffé, 1986), "Dokunulmazlar" ("The Untouchables", Brian DePalma, 1987), ve "Cinema Paradiso" (Giuseppe To |
rnatore, 1988) gibi filmlere yaptığı müziklerle konuşulmuş ve iyi eleştiriler almıştır.
İstanbul Fen Lisesi
İzmir Fen Lisesi
İzmir Fen Lisesi, 1983 yılında Türkiye'nin 3. olarak açılan fen lisesidir. Ankara ve İstanbul Atatürk Fen Liseleriyle birlikte Türkiye'nin en başarılı 3 fen lisesinden biridir. Ortaöğretime geçiş sınavlarında ilk 1000 sıralamasından öğrenci alır.
İzmir Fen Lisesi 1983 yılında kurulmuştur. İlk yıl yer sorunu nedeniyle
öğrenime Bornova Anadolu Lisesi'nde devam etmiş 1984 yılında Ege Üniversitesi Kampüsü'ndeki yerine taşınmıştır. Kurucu müdürü İhsan Kurt'tur. Kısaltılmış ismi, İFL'dir. Van Depremi'nden sonra yapılan incelemede okul binası çürük ilan edilmiş, yatakhaneler ve eğitim binasının yıkılmasına karar verilmiştir. Yeni okul binası yapılana kadar 07.02.2012 tarihinden itibaren geçici süreliğine Mavişehir'de TOKİ'nin yaptırdığı bir ilköğretim okulu binasında eğitime devam eden okul 2013-2014 eğitim öğretim yılının 2. döneminden itibaren de yeni yapılan binasına taşınmıştır.
Bornova'da bulunan Ege Üniversitesi kampüsünde kendine özel bir bahçesi bulunmaktadır. Bu bahçesinde;
bulunmaktadır. Sınıflar 30 kişiliktir. Son teknoloji ile donatılmış Fizik-Kimya-Biyoloji-Bilgisayar laboratuvarları okul açık olduğu müddetçe öğrencilerin hizmetindedir. Her dönemi için 120 kişilik kontenjanı olan okulda öğrenciler 3 veya 4 kişilik odalarda kalmaktadır.
LYS 2013'te iki Türkiye şampiyonu çıkarmıştır. Bunun yanında sadece 2013'te belli başlı başarıları şunlardır;
YGS/LYS (ÖSS): İzmir Fen Lisesi ilk mezunlarını verdiği 1986 yılından 2004 yılına kadar ÖSS'de tüm puan türlerinde aralıksız (18 yıl) Türkiye 1.'si olmuştur. 2008 ve 2010 yıllarında tekrar Türkiye genelinde ÖSS'de birinci olmuştur. Kitlesel başarının yanı sıra kurulduğu yıldan bu yana 6 öğrencisi Türkiye birincisi, 4 öğrencisi Türkiye ikincisi ve 5 öğrencisi de Türkiye üçüncüsü olmuştur.
Birçok mezunu Boğaziçi Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Koç Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi gibi Türkiye'nin sayılı üniversitelerinde yüksek öğrenim görmüş, yine Türkiye'nin ve dünyanın üst düzey üniversitelerinde ve özel şirketlerde çalışmalarına devam etmişlerdir.
2007 ÖSS'de SAY-1, SÖZ-1 ve EA-1 de İzmir Fen Lisesi öğrencilerinden H. Mert Şahinkoç Türkiye Birincisi olmuştur. Yine 2007 ÖSS'de ilk 50'de 9 öğrencisi, ilk 500 içinde 46 öğrencisi, ilk 1000 içindeyse 64 öğrencisi yer almıştır.
2008 ÖSS'de 4 yılın ardından İzmir Fen Lisesi Türkiye'de tekrar birincilik koltuğuna oturmuştur. İzmir Fen Lisesi Sayısal-1'de 286.882, Sözel-1'de 283.881, Eşit Ağırlık-1'de 287.416, Sayısal-2'de 283.752, Eşit Ağırlık-2'de 257,496 puan alarak Türkiye'nin en başarılı okulu olmuştur. Hazırlık okuyan son donem olmaları sebebiyle 23 öğrenci mezun veren İzmir Fen Lisesi'nin 6 öğrencisi ilk 50'ye, 15 öğrencisi ilk 500'e, 18 öğrencisi de ilk 1000'e girmiştir. İzmir Fen Lisesi ilk 1000'de toplam 56 derece elde etmiştir.
2009 ÖSS'de yine çok yüksek bir genel ortalamaya sahip olan İzmir Fen Lisesi öğrencileri, Türkiye'nin sayılı üniversitelerinde öğrenim görmeye hak kazanmışlardır. 85 öğrenci mezun olmuş, bunlardan 30'u tıp fakültelerini kazanırken, 20'si Boğaziçi Üniversitesi'ni, 12'si Bilkent Üniversitesi'ni, 10'u ODTU'yü ve 5'i İTÜ'yü kazanarak, Türkiye'nin en saygın eğitim kurumlarda eğitim görme şansına sahip olmuşlardır. 1 öğrencisi de ABD'nin ünlü Massachusetts Institute of Technology'de tam burslu olarak okumaya hak kazanmıştır.
2010 LYS'de İzmir Fen Lisesi öğrencisi Arman Özdemir; MF1, MF2, MF3 ve MF4 puanına göre Türkiye 1. si olmuştur.
2010 LYS'de ÖSYM tarafından yapılan açıklamaya göre, genel ortalamasıyla Türkiye'nin en başarılı lisesi olmuştur.
Yarışmalar
Tübitak'ın düzenlediği olimpiyat ve projelerden alınan dereceler ÖSS'de katsayı ile ödüllendirilir, yani madalya alan öğrenciler ÖSS'de ek puan alırlar. İzmir Fen Lisesi ulusal ve uluslararası bilim olimpiyatları ve yine TÜBİTAK tarafından düzenlenen proje yarışmalarında Türkiye'de en çok madalya alan resmi fen lisesidir. Bilim olimpiyatlarında 156 bölgesel, 157 ulusal, 42 uluslararası olmak üzere tam 355 madalya ile devlet liseleri arasında birincidir. TÜBİTAK Proje yarışmalarında 75, MEF Proje yarışmalarında ise 31 ödül kazanmıştır. Pek çok proje yurt dışındaki saygın merkezlerde sergilenmiş ve Türkiye'yi temsil ederek pek çok ödül kazanmıştır.
Projeler:
Ulusal Olimpiyatlar:
Uluslararası Olimpiyatlar:
Okulun öğrencilerinin tamamına yakını yatılı olduğu için okulda birçok aktivite rahatlıkla yapılabilmektedir. Ayrıca öğrenciler yatılı hayatına 15'li yaşlarda atılarak büyük bir hayat tecrübesi kazanmaktadır. Lisenin, Ege Üniversitesi kampüsünün içerisinde yer alması ve kampüsün çok merkezi bir noktasında bulunması da öğrencilerin üniversitenin imkânlarından (olimpik havuz ve kütüphane gibi) yararlanmalarına olanak sağlar.
Okulun İzmir gibi kültürel etkinliklerin çok zengin olduğu bir şehirde yer alması öğrencilere her yıl çok çeşitli faaliyetlere katılma şansı vermektedir.
Turnuvalar: Her öğrenim döneminde öğretmen-öğrenci ve personelin katılımıyla Basketbol-Futbol-Voleybol-Satranç turnuvaları düzenlenmektedir.
Kuzu Günü: 20 yıldan bu yana geleneksel kuzu günü, mezunların da büyük katılımıyla ( Haziran ayının ilk Pazarı ) 2011'den itibaren Mayıs ayının belirlenen ilk iki Pazar'ından birinde okul bahçesinde yapılmaktadır. Pek çok aktivitenin yer aldığı bu gunlerde İzmir Fen Lisesi mezunları birbirleriyle özlem giderme ve farklı dönem mezunları birbirlerini tanıma fırsatı bulmaktadır.
Şiir ve Tiyatro Günleri: Her öğrenim yılının sonunda öğrencilerin düzenlediği şiir ve tiyatro günleriyle öğrenciler bütün bir yılın stresini atmaktadır.
Konferans ve Sunumlar: Okulun modern konferans salonunda öğretim üyelerinin de katılımıyla yapılan konferans ve sunumlar öğrencilere daha lisedeyken bilimsel olarak bir temel kazandırmaktadır. Lise son sınıf öğrencilerine özel olarak yapılan sunumlardaysa, okula kimi zaman bölüm başkanları düzeyinde gruplarla gelen İTÜ,ODTU, Bilkent ve Boğaziçi Üniversitesi gibi seçkin üniversiteler kendi kurumlarını fen lisesi öğrencilerine tanıtmaktadırlar.
Konserler: Okulda her yıl özel günlerde müzik kulübünün üyeleri öğrencilere yeteneklerini sergilemektedir. Okulun İzmir gibi bir kültür kentinde yer alması da öğrencilerin her yıl pek çok konsere gitme şansı sunmaktadır.
Kulüpler: Okulda tamamen öğrenci tabanlı 15'e yakın kulüp çalışmalarına devam etmektedir. Bu kulüplerden bazıları:
Quintessential Media Player
Quintessential Player, ücretsiz, kullanıcı eklentileri ve skinleri ile büyüyen bir ortam oynatıcısıdır. Birçok türde müzik ve video dosyasını oynatma; çoklu parça etiketi ("tag") düzenleme ve audio parçaları mp3, ogg vorbis, wav ve wma formatlarına çevirme gibi özelliklere sahiptir. Beta aşamasında olan son sürüm ile oynatıcıya bir ortam kitaplığı yöneticisi eklenmiş, bu değişiklikle artık "Quintessential Player" yerine "Quintessential Media Player" (kısaca "QMP") adını almıştır.
Tuluyhan Uğurlu
Tuluyhan Uğurlu (15 Kasım 1965 İstanbul), Türk besteci ve piyanist.
Yeteneği 4 yaşında keşfedildi ve aynı yıl İstanbul Belediye Konservatuvarı piyano bölümüne kabul edildi. 7 yaşında devlet tarafından açılan Harika Çocuklar Sınavını kazanarak yurt dışında yüksek müziği eğitimi yapmaya hak kazandı. Lise ve konservatuvarın ardından eğitimini Viyana Müzik Akademisi’nde tamamladı. Akademide master yaparken, sanat yaşamının en ciddi kararını vererek, klasiklere veda etti ve sadece kendi eserlerini seslendirmeye başladı. Canlı konser kayıtlarından oluşan Go With God ve Kutsal Kitaplardan Ayetler isimli ilk iki albümünde hayranı olduğu Bach’dan esinlenerek inanç konularına eğildi.
1996’da Türkiye’de İstanbul Kanatlarımın Altında film müziği ile ünlendi. Cumhuriyetin 75. yıl kutlamaları için Mustafa Kemal Atatürk ve Güneşin Askerleri, büyük depremin ardından Şehrin Gözyaşları isimli eserlerini besteledi ve bunları albüm haline getirdi. Çeşitli belgesel müzikleri de yazan sanatçı son piyano eserlerini Beyazıt’ta Zaman isimli albümde topladı. Aynı dönemde ilk senfonisi olan Senfoni Türk ‘ü de tamamladı. Bu eserinde senfoni orkestrası, mehter takımı, Türk Müziği enstrümanları ve piyanoyu bir arada kullanarak, Türk Klasik müziğinde bir ilke imza attı.
Tuluyhan Uğurlu, 2003 yılından itibaren Klasik Müzik dünyasında yapılmamış bir ilke imzasını atarak, konserlerini konser salonlarının dışına taşıyarak, tarihi mekânlarda gerçekleştirmeye başladı. Görüntülerle de mekânın tarihinin anlatıldığı bu proje çerçevesinde Nemrut Dağı (2150 Metrede verilen özel konser), Sirkeci Garı, Hattuşa, Truva, Tuşba antik kentleri, Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Çimenlik Kalesi, Sultanahmet Meydanı, kapalıçarşı gibi tarihi yerlerde konserler verdi. 26 Ağustos 2005 sabahı saat 05.30’da piyanosunu 1753 metrede Kocatepe’ye çıkararak, Atatürk ve şehitler için çaldı. 2005 yılında hazırlanan İstanbul tanıtım filminin müziklerini yaptı.
Son albümü Dünya Başkenti İstanbul'la Avrupa Kültür Başkenti 2010 İstanbul için müzikal alanda ilk bireysel projeyi başlattı.
Ennio Morricone diskografisi
"Bu sayfa besteci Ennio Morricone'nin diskografisine ayrılmıştır."
"Besteci hakkında daha fazla bilgi için: Ennio Morricone "
Hâlâ devam etmekte olan bestecilik kariyeri içerisinde 500'den fazla albüme imza atmıştır. Kesin sayı, bestecinin kendisince dahi bilinmiyor.
1961
1962
1963
1964
1965
1966
1967
1968
1969
1970
1971
1972
1973
1974
1975
1976
1977
1978
1979
1980
1981
1982
1983
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012
2013
Leonid Andreyev
Leonid Nikolayeviç Andreyev (Rusça: Леонид Николаевич Андреев, d.9 Ağustos 1871 - ö. 12 Eylül 1919) Ulusal edebiyatta, dışavurumcu hareketin önderlerinden olan Rus Oyun ve kısa hikâye yazarı. 1905 ve 1917 Devrimleri arasında kalan zaman diliminde etkindi.
|
1871'de Rusya Orel'de doğdu. 1891’de Sankt-Peterburg Üniversitesi’ne girdi, bu sırada çok yoksulluk çektiği için üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı, intihara kalkıştı. 1897’te Moskova Üniversitesi’nde hukuk öğrenimini bitirdi fakat sadece bir sene hukukla ilgilendi. 1898’de mesleğini bıraktı. Moskova'da yayınlanan Moskovskiy Vestnik gazetesinde dikkate değer bir haber yapmaksızın mütavazi bir şekilde polis - mahkeme muhabiri olarak çalışmaya başladı. "Fakir bir öğrenci hakkında" isimli ilk hikâyesini yayımladı. Bu öykünün kendi öğrencilik yıllarını temel alan bir konusu vardı. Moskovskiy Kuryer'de James Lynch imzasıyla yayınlanan hikâyelerini Gorki keşfetmeden önce edebi kariyeri başlamamıştı. Kısa hikâyesi "Siste"yi (В тумане) 1902’de yazar.
Eserlerinde 1905 ile 1917 devrimleri arasındaki zor döneminin bir yansıması görülür. Çarlık yönetimine karşı 1905 devrimin başarısızlığa uğraması ruhsal bunalımlar geçirmesine neden olur. I. Dünya Savaşı‘ndan sonra, kendini tamamen Anti-Bolşevik oyunlar yazmaya verir.
Eserleri bitene kadar kahramanlarının hayatını bizzat yaşar. "Anatema" (1909) eserindeki Yahudi Layzer’i yaratırken, kendisi de bir Yahudi olur, farkında olmadan Ahdi Atik diliyle konuşmuştur. Bir başka eseri "Saşka Jegulyov" (1911) bitene kadar Volga bölgesinden Moskova’ya gelen bir derebeyi olmuştur.
Andreyev’in simgeci tekniklerle yüklü temelde gerçekçi çizgide, kötümserci görüşe dayanan ve insanlık durumunu daha çok metafizik düzlemde çözmeye çalışan oyunları; kimi örnekleriyle pandomim ve müzikten yararlanışı ve grotesk bir anlatım kullanışıyla, deneysel tiyatro özellikleri de gösterir. Ama yazar olarak temel çizgisi doğaüstü, metafizik konulara rahatça yaklaşabilmesidir. Çağdaş yazarlar grubundan bu yönüyle ayrılarak kendi karakterinde bir Dram yazarı olmuştur. Kontes Wielhorska'yla evlenir. Bu evlilikten şair Daniel Andreyev doğar. Anti-bolşevik tavrından dolayı, Bolşevik entelektüellerin eleştirilerine maruz kalır. Hatta 1912’de yayımlanan Rus Fütürist Bildirisinde '“Sayısız Leonid Andreev'lerin yazdığı kitapların pis sümüklerine değen ellerinizi yıkayın.” İfadesi geçer.
İlk oyunu 1905 devrimci ruhunu yansıtan "Yıldızlara Doğru"dur (К звёздам, 1905). Bunu, metafızik sorunlan alegorik ve simgesel bir anlatımla ele aldığı çağdaş deneysel oyunlar izler: İnsan yaşamını özetleyen (ve önce Meyerhold, sonra Stanislavski tarafından sahnelenmiş olan) "İnsanın Hayatı" (Жизнь человека, 1907), aç kitlelerin gözü dönmüş başkaldırısını ele alan "Çar Açlık" (Царь Голод, 1908); yaşam ve deliliğin boyutların zorlayan bir monodram, Çornye maski (Kara Maskeler), felsefi soyutlamalar içeren ve Faust benzeri bir temaya dayalı bir alegori olan Anatema.
Andreyev, 1910’dan sonra aşırı simgeci deneyleri bırakarak, gerçekçiliğe dönmüşse de, karışık bir anlatımdan kurtulamamıştır. kendi öyküsünden aynı adla oyunlaştırdığı Mysl (Düşünce), bir Rus aydının son günlerini işleyen Profesör Storitsin, yarı özyaşamsal çizgiler taşıyan ve sirk soytarılığı yapmaya başlamış eski bir aydını anlatan Tot, kto poluçayet poşçeçniy (Tokadı Yiyen Soytarı). Andreyev’in oyunları Sovyet sahnelerinde hiç oynamamıştır. İlk kez 1992’de Yekaterine İvanovna adlı oyunu Moskova’da oynanmıştır.
Yedi Asılmışların Hikayesi’ni 1908’de yazar. Yaşamının sonlarında, tiyatronun kurtuluşunu panpsişizmde görür.
1919 Finlandiya Repino’da ölür. Savunduğu fikirlere karşı çıktığı halde O’nu en çok destekleyenlerden biri Gorki’dir. 2 ay sonra yapılan ölüm töreninde Gorki Leonid Andreyev’in anılarını okur. Anılar Rus biyografya sanatının en parlak örneklerinden biridir.
Vsevolod Meyerhold
Vsevolod Emilyeviç Meyerhold (Rusça: Всеволод Эмильевич Мейерхольд; Almanca: Karl Kazimir Theodor Meyerhold) (d. 9 Şubat 1874 — ö. 2 Şubat 1940) Rus yönetmen ve oyuncu.
Avant-garde tiyatro kuramcısı ve yaratıcısıdır. Meyerhold'ün yapımları son derece popüler olmakla kalmamış, adı tüm Sovyetler Birliği üzerinde ve batılı solcu aydın kesimlerde biliniyordu. Buna karşılık büyük terör yıllarında, Meyerhold ardında iz bırakmadan kaybolmuştu. Daha sonraki 15 yıl boyunca Sovyet iktidarının şiddetli eleştirilerine maruz kalmıştır. Konstrüktivist tiyatronun kurucusudur.
Ilf ile Petrov
İlya Arnoldoviç Faynzılberg (1897-1937) ve Yevgeniy Petroviç Katayev (1903-1942) Rus mizah yazarları. Yapıtlarını ortaklaşa yazdıkları için Ilf ile Petrov olarak anılırlar. On İki Sandalye ve Altın Buzağı adlı romanlarından cümleler ve espriler, gündelik Sovyet yaşantısında yaygın biçimde kullanılırdı. Bu romanlardaki karakterler folklorik özellik kazanmıştır.
İlf ile Petrov, Moskova'da yayımlanan Tren Düdüğü adlı gazetede çalışırken tanışırlar. 1927'den sonra Pravda, Krokodil, Literaturnaya Gazeta gibi gazete ve dergilerde gülmece öyküleri yayımlarlar. Bu arada Oniki Sandalye ile Altın Buzağı adlı iki roman yazarlar. Başka öykü kitaplarının yanı sıra 1936'da ABD'ye yaptıkları yolculuk sonunda Tek Katlı Amerika adlı bir kitap çıkarırlar. İlf 1939'da tüberkülozdan, Petrov da üç yıl sonra Sivastopol kuşatmasında ölene kadar çalışmaları devam etmişlerdir.
İlya Repin
Ilya Yefimovich Repin (, , (5 Ağustos (eski takvimle 24 Temmuz) 1844, Çuguyev, Harkov Guberniyası, Rus İmparatorluğu – 29 Eylül, 1930, Kuokkala, Viipuri Eyaleti, Finlandiya) Rusya'nın önde gelen ressam ve heykeltıraşlarındandır. Peredvijniki (Geziciler) sanat okulunun bir üyesi olan Repin, çalışmalarının önemli bir bölümünü, doğduğu memleketi olan Ukrayna'ya adamıştı. Gerçekçi eserlerinin çoğunda büyük bir psikolojik derinlik vardır ve mevcut sosyal düzenle olan gerilimi yansıtırlar. 1920'lerin sonlarında hakkında ayrıntılı eserler yayınlanmış ve yaklaşık on yıl sonra bir Repin tutkusu gelişmiştir. SSCB'deki "Sosyalist Realist sanatçılar tarafından örnek alınması gereken model bir "ilerici" ve "gerçekçi" olarak övülmüştür.
Repin, Sloboda Ukrayna olarak adlandırılan tarihî bölgenin merkezinde, Harkiv yakınındaki Çuhuiv kasabasında Rus bir anne-babadan doğdu. Babası asker, annesi öğretmendi. Bunakov adlı bir ikona sanatçısı yanında çıraklık yaptı ve portre ressamlığında bir ön eğitim aldı. Yerel kiliselere ikonolarını satarak geçimini sağladı. 1866'da Sankt-Peterburg'a gitti ve kısa süre sonra İmparatorluk Sanatlar Akademisi'ne öğrenci olarak kabul edildi.
Okul yıllarında, A.A. Porohovsçikova adlı bir iş adamı ona ilk tablo siparişini verdi. Slav bestecilerin bir grup portresi, Repin'in geniş çaplı takdir görmüş ilk tablolarındandır. 1872'deki okul projesi "Jarius'un Kızının Hayata Geri gelişi" ona bir altın madalya kazandı ve İtalya ve Fransa'da altı yıllık bir inceleme gezisi yapmasını sağlayacak bir burs elde etti.
1870'de Volga Nehri üzerinde yaptığı bir gezide en meşhur tablosu olacak olan Volga'da Sal Çekicileri'nin konusunu buldu. Bir salı çeken işçileri zorlu işini gösteren bu tablo 1873'te sergilendi, izleyiciler ve eleştirmenler tarafından takdirle karşılandı.
Öğrencilik yıllarında sanat eleştirmeni Vladimir Stasov ile arkadaş oldu, ayrıca Modest Musorgksi, Nikolay Rimski-Korsakov and Aleksandr Borodin ile tanıştı. 1872'de Vera Şevtsova ile evlendi.
Bursu sayesinde 1873-1876 yıllarında İtalya'yı gezdi ve Paris'te yaşadı. Paris'te tanıştığı Fransız Empresyonist tarzı Repin'in ışık ve renk kullanımına etki etmiştir. Ancak, kendi stili, eski Avrupa ustalarınınkine, özellikle Rembrandt'a yakın kalmış, empresyonizmi hiçbir zaman benimsememiştir. Paris'te "Paris Kafesi" ve meşhur "Sadko" tablolarını yaptı. Ancak bursunun süresinin bitmesine iki yıl kala, 1876'da Rusya'ya geri dönmeye karara verdi ve kendini Rusya temalarına adadı. Önce doğum yeri olan Çuguyev'e, bir yıl sonra da Moskova'ya taşındı.
Rusya'ya geri dönüşünde hem tarihî hem de güncel konularla ilgilendi. 1879'da "Bir propagandacı'nın Tutuklanması"nı yaptı. Bir yıl sonra Türk Sultanına Mektup Yazan Zaporojya Kazakları tablosunun ilk versiyonunu tamamladı. Leo Tolstoy'la tanışıp arkadaş oldu, onun birkaç kere portresini yaptı. 1881'de o dönemin meşhurlarının (bunlardan biri ölüm döşeğindeki Mussorgski olmak üzere) birkaçının portrelerini yaptı. Sanat koleksiyoncusu ve Moskova'daki Tretyakov Galerisi'ne adını vermiş olan Pavel Mikhailoviç Tretyakov, portresini yapmış olduğu kişilerden bir diğeri idi. "Kursk Vilayetinde Dini Geçit Töreni" ve "Korkunç İvan ve Oğlu, 16 Kasım 1581'de" için ön çalışmalarını bu dönemde üretti.
Repin, Moskova'dan St. Petersburg'a taşındıktan sonra 1882'de karısı Vera'dan ayrıldı ama ayrılıkları dostça oldu. Bu evlilikten dört çocuğu olmuştu: Yuri, ve üç kızı Vera, Nadya ve Tatyana. Çocuklarını çok seviyor ve sık sık portrelerini yapardı. Aynı yılda Repin Gezginler grubundan ayrıldı. Gezginlerin kapalılıklarını, ve gruplarına yeni üye almamalarını onaylamıyordu.
1882 ila 1899 arasında İlya Repin Avrupa'da, Sibirya'da, Kırım'da ve Uzak Doğu'da gezilere gitti. Bu dönemde Rusya'nın önde gelen sanatçılarından sayılmaktaydı.
1890'da Çar III Aleksander, Sanat Akademisini yeniden düzenlemeye ve millî bir sanat resim ekolü oluşturmaya karar verdi. Bunun gerçekleşmesini sağlamak için Repin'i eğitim sisteminde reformlar yapmakla görevlendirdi ve onu Akademi'ye aldırdı. 1893'te Repin St. Petersburg Sanat Akademisi'ne üye seçildi. 1894'te profesör, 1898-99'da Rektör oldu. Oradaki eğitim sisteminde reformlar yapmakla görevlendirdi. En meşhur ressamlardan olan Repin, diğer Gezginler üyelerinin de Akademi'ye katılmasına önayak oldu. Repin ve eski Gezginler, Akademide reform yaptıklarına inanıyorlardı ama, bir zamanlar eleştirdiği bu kurumun içine girmekle Repin onun bir parçası hâline geldi. Örneğin, 1905 devrimi sırasında devrimcilere desteğini vermemiştir
Çar III. Aleksander 1892'de St. Petersburg Sanat Akademisi'ne profesör olarak atadı ve Fransız Legion D'Honneur'e seçildi. 1901'de Maxim Gorky'nin bir portresini yaptı.
1900'de Rus yazar Natalia Nordman ile evlendi. 1903'te karısının Finlandiya'nın Kuokkala kasabasındaki villasına taşındılar. Nordman 1914'te ölünce ev ona kaldı.
Meslek hayatı boyunca Repin, kendini halk kökenli saymış, sana |
tında da halkı kendisine konu edinmiştir. Sık sık taşra halkının (hem Ukraynalı hem Rus) resmini yapmıştır, ancak hayatını sonlarına doğru Rus İmparatorluk seçkin kitlesinin mensuplarının da, yani entelejansiya ve aristokrasinin (Çar II. Nikola da dahil olmak üzere), tablolarını yapmıştır.
1878'de Repin bir davette Türk Sultanına mektup yazan Zaporojya Kazaklarının hikâyesini duydu. Bir efsaneye göre bir Türk Sultanı Kazaklara teslim olmalarını emreden bir mektup yazmış, Kazaklar da böyle bir talebi çok gülünç bularak Sultana alaycı bir cevap mektubu yazmışlardır. Repin bu temayı işleyen bir tablo üzerinde on yıldan uzun bir süre çalıştı.
Repin'in 1864'te başkente gelmesiyle yaklaşık aynı zamanda bir grup öğrenci İmparatorluk Akademisi'ndeki akademik resmiyete başkaldırdılar. Bu grup, Akademi'nin altın madalya yarışmasında konu belirlenmesi ve ayrıntılı kuralcılığa karşı çıkıyorlardı. "Gezginler" olarak da bilinen "Peredvizhniki Sanatçıları Derneği", Rus sanatını gayrıresmi kanadını meydana getirdiler. Repin öğrenciliğinden beri sempati duyduğu ama kariyerine zarar vermemek için mesafeli durduğu Gezginler grubuna, Avrupa'dan geri dönüşünden kısa bir süre sonra, 1878'de, katıldı. Bu halkçı akım Repin'in milliyetçi duygularına uyuyordu, kendisi de kısa zamanda derneğin ileri gelenlerinden biri oldu.
1852'den sonra Sankt Petersburg'a yerleşti ama anavatanı Ukrayna'yı ziyaretlerine devam etti, ayrıca arada yabancı ülkelerdeki geziler de yaptı. Viyana (1873), Paris (1878 ve 1900), Berlin (1896), Venedik (1897) ve Roma'da (1911) sergilere katıldı.
Çar II. Aleksandr'ın 1881'de cinayetinden az evvel başlayarak, Repin Rusyadaki ihtilal hareketi temalı bir dizi resim yaptı: "İtiraf Reddi", "Bir Propagandacının Tutuklanması", "Buluşma", ve "Onu Beklemiyorlardı". Sonuncusu, Rus ve Ukrayna millî motiflerini ve tezatlı ruh hallerini bir araya getiren bir şaheseri sayılır. Büyük ebatlı "Kursk'ta Dinî Resmî geçit", Rus Millî tarzının prototipi sayılır, çünkü farklı sosyal sınıflar ve bunlar arasındaki gerilimleri göstermektedir; bunlar geleneksel dinî uygulamalar içinde yerlerini almışlar, yavaş ama önüne geçilmez bir ilerleyen hareket içinde bütünleşmişlerdir.
1885'te Repin psikolojik olarak en yoğun eserlerinden biri olan "Korkunç İvan ve Oğlu" nu tamamladı. Bu tuvalde, İvan, kontrolden çıkmış bir hiddetle oğluna vurup onu ölümcül şekilde yaralamasının ardından oğluna sarılmış, dehşet dolu bir ifade içinde gösterilmektedir. İvan'ın korku dolu çehresi ile oğlunun, huzurlu yüzü bir tezat oluşturmaktadır.
Repin'in en karmaşık tablolarından "Osmanlı İmparatoru IV. Mehmed'e Mektup Yazan Zaporojya Kazakları", onu on yıldan fala bir süre meşgul etti. Bu tabloda Ukrayna Kazak milliyetçiliğini sergilemeyi amaçlamıştır. 1870'lerin sonlarında başladığı bu tabloyu 1891'de bitirmiş, hemen ardından tablo Çar tarafından, o zamanlar bir tablo için rekor bir ücret olan 35.000 ruble'ye satın alınmıştı.
Olgunluk çağında Repin pek çok meşhur Rus'un portesini yapmıştır. Bunların arasında romancı Leo Tolstoy, saray fotoğrafçısı Rafail Levitsky, bilim adamı Dmitri Mendeleev, devlet adamı Konstantin Pobedonostsev, besteci Modest Musorgksi, çellist Aleksandr Verjbiloviç, filantropist Pavel Tretyakov, ve Ukraynalı şair ve ressam, Taras Şevçenko bulunur.
1903, Rus hükümeti ondan İmparatorluk Rusya'sı Devlet Konseyi'nin törensel bir toplantısını temsil eden bir 400x877 cm ebatlı tablo sipariş etti. Repin, iki öğrencisi ile beraber bu tabloyu tamamladı. Tamamlanması iki yıl süren bu tabloda seksenden fazla devlet büyüğünün portresi bulunmaktadır. Repin'in romatizması sağ elini nerdeyse felç ettiği için bu tablonun büyük bir kısmını sol eliyle yapmıştır.
1905 Rus-Japon Savaşı'nın Rusya'nın malubiyetiyle sonlanmasının ardından Rusya'da sosyal gerginlikler başladı. "St. Petersburg Kanlı Pazarı"ndaki barışçıl nümayişin şiddetli bastırılışı Repin'e ilham olmuş, "Kanlı Pazar" ve "Kızılın Cenazesi" adlı eserleri yapmıştır. Bu dönemde Repin ders vermeyi bıraktı ve Tolstoy'la beraber idam cezasının sona erdirilmesi için faaliyetlere girişti. 1911'de Roma'yı ziyaret etti, sonra Kuokkala'da anılarını yazmaya koyuldu.
Repin Finlandiya hayran oldu, 1919'da Finlandiya Sanat Derneği'ne 23 Rus sanatçısının birer tablosunu ve kendisine ait 7 eseri bağışladı. Atheneum müzesi'ndeki Repin koleksiyonu bu şekilde hayata kavuştu.
Repin, Finladiya Büyük Dükalığı'ndaki Kuokkala'da, "Penaty" olarak adlandırdığı evini kendisi tasarladı. ("Penaty" kelimesi, ev tanrıları anlamına gelen Latince "Penates"ten türemişti). 1917 Ekim Devriminden sonra Finlandiya bağımsızlığını ilan etti. Çeşitli Sovyet kuruluşları Repin'i Rusya'ya geri dönmesi için davet etti ama kendisi yolculuk için çok yaşlı olduğunu öne sürerek reddetti. Ölümünden sonra bulunan, bu dönemde yazılmış özel mektuplarında Bolşevikler iktidarda oldukça Rusya'ya dönmeyeceğini yazmıştır.
Bu dönemde Repin zamanının çoğunu dinî konuların resimlerini yapmaya ayırdı, ama bu konuları işleme tarzı geleneksel değil, yenilikçiydi. Geçici Yönetimin Başı Aleksandr Kerenski'in bir portesi hariç, 1917 devrimi ve onu izleyen Sovyet dönemi hakkında kayda değer bir resim yapmadı. Son tablosu olan "Hopak", Ukrayna Kazakları temalı, neşeli ve coşkulu bir tuvaldi.
Repin 29 Eylül 1930'da Kuokkala'da öldü ve evinin yakınına gömüldü.
Devam Savaşı'ndan sonra Finlandiya, Kuokkala'yı Sovyetler Birliğine bıraktı, ve kasaba (Leningrad Oblast'ına bağlı) Repino olarak yeniden adlandırıldı. Penaty, UNESCO'nun "Sankt Petersburg ve İlgili Anıtlar Grubu" adlı Dünya Miras sitesinin parçasıdır. Penaty 1940'da bir ev müzesi olarak halka açıldı.
Repin tablolarında Ukrayna ve Rusya'daki gündelik hayatı resmetmiş ve sosyal haksızlıkları sergilemiştir. Daha sonraki eserleri tarihî konular hakkında veya meşhur Rus besteci ve yazarların portreleri olmuştur.
Eserlerinde renk ve ışık oyunlarını ustaca kullanması Empresyonizmin bir etkisi olarak yorumlanmış, sunduğu insan portreleri ise duyguları yansıtmaktasıyla öne çıkmışlardır.
Repin'in 340 eseri 1924'te Moskova'da, 1925'de Leningrad'da bir jübile sergisinde halka sunulmuştur ama Repin bu sergilerde hazır değildi. 1930'larda Repin'in çalışmaları Sovyet realizminin bir modeli sayılmıştır, kendisi bu konuda pek az bir gayret göstermiş olsa da. Repin'in adı, Tolstoy, Mussorgski and Rimski-Korsakov'la beraber sayılır olmuştur. 1930'da, ölümünden bir ay önce yayimlanana Küçük Sovyet Ansiklopedisi'nde, "olağanüstü Rus ressam" tanımlamasıyla kaydedilmiştir.
1926'da kendisini ziyarete gelen bir Sovyet sanatçılar grubuna devrim temalı eserlerini hediye etmiştir: "Göstericilere Ateş Edilmesi", ""Kızıl'ın Cenazesi", "Çarın İdam Sehpası". Ayrıca Kerenski'in bir portesini de yapmıştır.
Alexander Glazunov'un "Şark Rapsodisi" Op. 29 (1889), İlya Repin'e adanmıştır.
Repin tarafından yapılmış bir tablonun en yüksek fiyatı £4.5 milyon ($7.2 milyon) olmuştur, Bir Paris Kafesi adlı eser için. "Birleşik Sanatçılar Reytingi"nde, en yüksek kategori olan "1- Dünya çapında ün yapmış, en az bir yüzyıldır değerini korumuş" olarak sınıflandırılmıştır.
Asteroid 2468 Repin onu anısına adlandırılmıştır.
Repin'in biyografisin yazmış olan F. ve J. Parker, onun Rus sanatındaki konumu hakkında şöyle demişlerdir:
Değirmen (film)
Değirmen, yönetmenliğini Atıf Yılmaz' ın yaptığı ve başrollerde Şener Şen, Serap Aksoy ve Levent Yılmaz'ın yer aldığı 1986 yapımı bir filmdir.
1914'te Sarıpınar'da geçen filmin konusu; işine çok bağlı bir kaymakamın sadece bir geceliğine alem yapması ve bu eğlencede dansözün hızlı dans etmesi üzerine, deprem oluyor zannedip, haberin padişahın hatta tüm dünya ülkelerinin kulağına yayılmasıdır.
Kanola
Kanola ("Brassica napus"), kolzanın ıslahı sonucu elde edilmiş, canlılara zararlı olarak erüsik asit ve glukosinolat içeren bir bitki türü. Yağı, bitkisinin aksine, zararlı olmadığından insanlar ve çiftlik hayvanları için gıda maddesi olarak kullanılmaktadır. Kanola yağının, tıpkı soya fasulyesi yağında olduğu gibi, gıda dışı kullanım alanları da vardır. Spot piyasalardaki fiyatının durumuna göre mum, ruj, sanayi yağları, gazete mürekkebi, bioyakıt gibi ürünlerin üretiminde yenilenemez petrol bazlı yağların yerini alabilmektedir.
Bu çeşit ilk önce Kanada'da geliştirilmesinden dolayı ona İngilizce "Canada" ("Kanada") ve "Ola" (oil low acid - "düşük asitli yağ") sözcüklerinden türeme, "kanola" adı verilmiştir.
Kanola ("Brassica napus Kanola Oleifera sp."), kışlık ve yazlık olmak üzere iki fizyolojik döneme sahip bir yağ bitkisidir. Kanola tanesinde bulunan %38-50 yağ ve %16-24 protein ile önemli bir yağ bitkisidir.
Bitkisel yağ kaynağı olarak yağlı tohumlu bitkiler olan ayçiçeği, soya, pamuk ve yer fıstığı arasında üretim açısından üçüncü sırayı almaktadır. Dünyada yıllık üretimi 22 milyon ton civarındadır. En çok üreten ülkelerden Çin 4,5, Hindistan 4,4, Kanada 2,8, Polonya 0,5, Fransa 0,47, Pakistan 0,4, Almanya 0,4, İngiltere 0,3 milyon ha ekim alanına sahiptir.
Türkiye'ye ise Balkanlardan gelen göçmenler ile kolza adı ile 1960'lı yıllarında getirilmiş ve Trakya'da ekim alanı bulmuştur. Rapiska, rapitsa, kolza isimleriyle de bilinir. Ancak kolza ürününün yağında insan sağlığına zararlı erüsik asit, küspesinde de hayvan sağlığına zararlı glukosinolat bulunması nedeniyle 1979 yılında ekimi yasaklanmıştır.
Eskiden kolza olarak isimlendirilen çeşitlerdeki %45-50 oranındaki erüsik asit içeriği, ıslah çalışmaları ile %0 düzeyine düşürülmesi kolzanın bitkisel yağ ihtiyacı için yeniden üretime alınmasını sağlamıştır. Türkiye'de bitkisel yağ açığını kapatmak amacıyla kanola tarımının yaygınlaşması için çalışmalar sürmektedir.
Almanya gibi başta gelen AB ülkelerinde Kanola ekimi yaygın olup, yağından biyolojik dizel üretilip dizel araçlarında kullanılabilmektedir. Yeni model dizel araçlarda sorunsuz kullanılabilirken, daha eski modellerde yağın agresif olması sebebi nedeniyle hortum ve contalarında değişiklikler yapılarak modifize edilebiliyor. Gıda sanayiinde nötr özelliği sebebinden dolayı kı |
zartma veya konserve yağ olarak kullanılmaktadır.
Yakma yöntemi de denilen alevlemenin gelişme dönemlerine göre başarılı sonuç verdiği yabancı ot türleri arasında yer alır.
Komünist sembolizm
Komünist sembolizm, komünizmin kullandığı semboller ve genel olarak komünizmi temsil ettiği düşünülen öğelerin toplamına verilen isimdir. Komünist sembolizm genellikle bir ülkenin sanayi işçilerini ve/veya çiftçilerini temsil eden semboller barındırır.
Sıklıkla bu semboller, beş köşeli yıldız (pentagram) ile birlikte sarı renkte, devrimi temsil eden kırmızı bir zemin üzerinde bulunurlar. Örneğin Sovyetler Birliği Bayrağı üzerinde, kırmızı üstüne sarı çizgilerle çizilmiş bir kırmızı yıldız ile sarı orak ve çekiç bulunurdu. Vietnam, Çin, Angola ve Kongo Cumhuriyeti bayraklarında da komünist yönetim dönemlerinde benzer semboller kullanılmıştır.
Orak ve çekiç bir tür pan-komünist sembol halini almış, dünya çapında komünist partilerin çoğunun bayraklarında yer almıştır.
Diğer komünist partilerden biraz daha farklı bir şekilde Kore İşçi Partisi'nin bayrağında sanayi işçilerini temsil eden çekicin yanı sıra, tarım işçilerini temsil eden bir çapa ve entelijansiyayı temsil eden bir fırça bulunmaktadır (Orak, çekiç ve yazı fırçası).
Sovyetler Birliği'nin kurucusu Vladimir Lenin'in portresi de sembolleştirilerek yaygın bir şekilde kullanılmıştır.
Let's Talk About Love (Modern Talking albümü)
Modern Talking'in 1985 senesinde çıkarmış olduğu 2. albümüdür.
Albüm çıkmadan kısa bir süre önce Modern Talking`in 3. albüme koyacağı "Brother Louie" nin kayıtları korsanlar tarafından ele geçirildiğinden, bazı ülkelerde Let`s Talk About Love albümü Brother Louie'nin extended ve instrumantal versiyonları eklenerek piyasaya sürülmüştür.
Albümde Yer alan Parçalar
1. Cheri Cheri Lady
2. With A Little Love
3. Wild Wild Water
4. You're The Lady Of My Heart
5. Just Like An Angel
6. Heaven Will Know
7. Love Don't Live Here Anymore
8. Why Did You Do It Just Tonight
9. Don't Give Up
10. Let's Talk About Love
Karamazov Kardeşler
Karamazov Kardeşler (Rusça: Братья Карамазовы, "Bratya Karamazovy"), Rus yazar Dostoyevski'nin romanıdır. Dostoyevski'nin hayatının zirve romanı olarak bilinir. Romanın büyük bir bölümü Staraya Russa'da yazılmıştır. Dostoyevski, oldukça ağır bir dili olan roman için iki yıla yakın zaman harcamış ve 1880 yılının Kasım ayında bitirmiştir. Kitabın yayımlanmasından yaklaşık dört ay sonra yine bu kitap için hazırladığı büyük çaplı bir proje olan "Büyük Bir Günahkar'ın Anıları" ile uğraşırken ölmüştür.
Dostoyevski'nin bu romanı yazmasında birkaç deneyiminin etkili olduğu düşünülür: Romanın kahramanının adının Alyoşa olması, kitabı yazmaya başlamadan önce ölen üç yaşındaki oğlu Alyoşa'ya bağlanır. Sibirya'daki sürgünü sırasında tanıştığı bir mahkûmun babasını öldürmüş olması da romanın konusunu etkileyecektir. Daha sonra psikoanalizi hazırlayan Freud'un çalışmalarına da kaynaklık edecek Dostoyevski'nin baba katilliği veya genel anlamda babalık konusu üzerinde durmasının bir diğer nedeni de kendi babasının, fakirlerin tedavi olduğu bir hastanede çalışan sarhoş, ilgisiz ve köylüler tarafından öldürülen bir cerrah olmasıdır.
Romanın yazıldığı dönemde birçok eleştirmen tarafından düzensiz ve karışık bulunan tarafı 19. yüzyılda hiç de popüler olmayan birtakım tekniklerin kullanılmış olmasıdır. Anlatıcı pek de alışık olunmayan (daha sonra modernizmle birlikte kullanılmaya başlayan) bir teknikle aslında her şeyi bilmesine rağmen yine de olay hakkında sadece ipuçları vermekle yetinmekte merak unsurunu bozmamaktadır. İlahi ve olayın akışını bozan bir anlatım şekli gibi görünse de bir süre sonra bu ilahi ses, diğer karakterlerin sesleri içinde kaybolmaktadır.
Ailenin genel hatları ile anlatıldığı giriş bölümünde Dimitri tam payını alamadığı annesinin mirasından payını almak için kente gelmiştir. İvan da eğitimini tamamladığı için kenttedir. Alyoşa ise bir süre önce kendini Staretze adadığı manastırda kalmaktadır.
Karamazov ailesi Staretz Zosima'yı görmek için manastıra gelir. İvan ve Fyodor Pavloviç'in zaten sadece alay amaçlı bu ziyareti gerçekleştirdikleri ziyaretin ironik yanı bu fikrin Ateist İvan'dan çıkmış olmasıdır. Dimitri ve babası kavga ederek büyük bir rezaletle manastırdan ayrılırlar. Buna rağmen hiç azalmayan ziyaretçi kalabalığı arasında kötürüm kızını iyileştiren Zosima'ya teşekküre gelen bir kadın da vardır. Ziyaretçiler Staretz'in mucizeleri karşısında kilometrelerce uzaktan ona danışmaya gelmektedir.
Bu bölüm Fyodor Pavloviç, Dmitri ve Gruşenka arasındaki aşk çıkmazını anlatır. Gruşenka'yı elde etmeye çalışan Fyodor Pavloviç binlerce rubleyi bu yolda harcamaya hazırdır. Bu ahlaksızlığa yanaşmayan Dimitri ise bir gün eve girip babasını tehdit eder. Bu arada Katerina'ya bir evlilik sözü vermiştir.
Çocuklara düşkün olan Alyoşa bir grup okul çağındaki çocuğun bir arkadaşlarını hırpaladıklarını görünce müdahale eder ve hırpalanan çocuktan (İlyuşa) bir ısırık da kendi parmağına alır. Bir süre sonra İlyuşa'nın babasının ağabeyi Dimitri tarafından dövüldüğünü ve yerlerde sürüklendiğini, İlyuşa'nın kendisine bu yüzden saldırdığını öğrenir. İlyuşya'nın babasından af dilemek için evine gidip para teklif ettiğinde reddedilip evi terk eder.
Rusya'da iyice hareketlenen felsefi akımları konu alan bu bölümde İvan'ın nihilizmle ilgili düşüncelerine bu bölümde yer verilir. İspanya'da devam eden büyük bir engizisyon hükümdarlığı olduğunu ve dünyaya hükmettiğini kurgulayan İvan "Büyük Engizisyoncu" olarak adlandırdığı 90 yaşındaki bir din adamının tüm Hristiyanlığa hükmettiğini ve tüm insanları istediği gibi yönlendirip onları işledikleri günahların vebalinden kurtardığını anlatır. Engizisyoncular bu yolla tüm insanların mutluluğunu sağladıklarını savunurlar. İşte bu hükümdarlığın varlığı sırasında Dünyaya dönen İsa çeşitli mucizelerle insanları kendisine inandırdıktan sonra engizisyoncu tarafından zindana attırıldıktan sonra Büyük Engizisyoncu'nun anlattıklarını hiçbir şey söylemeden dinler ve sessizce yanına gelerek şefkatle öper. Hemen gitmesini ve hiç görünmemesini bu takdirde onu bağışlayacağını söyleyen engizisyoncuyu dinlemeyip ertesi gün idam edilmek üzere hücresinde oturmayı sürdürür. Hikâyeyi dinledikten sonra Alyoşa İvan'ın "edebi hırsızlık" diye sonlenmesının arasında İvan'ın yanağına bir öpücük kondurur.
Bu bölüm ölüm döşeğindeki Staretz Zosima'nın kendi ağzından hayat hikâyesini ve öğütlerini içerir. Asi bir gençlik yaşayan Staretz öyküsüne Ağabeyinin ölümü ile başlar. Evlerinin yakınında yaşayan tanrıtanımaz bir filozofla tanışan ağabeyi bir süre sonra önemli bir hastalığa yakalanır ve annesiyle arasında geçen kısa konuşmalar arasında onlara öğüt vermeyi ihmal etmez. Dünyadaki her şeye sevgi duymalarını öğütleyen ağabeyin ölümünden sonra Staretz subay olmak için askeri okula girer ve burada hastalık halini alan düello modasına katılmak üzereyken vazgeçip okulunu bırakarak bir manastıra girer. Bu arada başından geçen birkaç olay da inancını ve düşüncelerini olgunlaştırmaktadır. Evine itirafta bulunmaya gelen bir katile teslim olmasını öğütleyerek manastır eğitimini sürdürmüştür. Ölüm döşeğinde anlattığı bu hikâyeler arasında İvan'ın anlattığı hikâyedeki Ateist tezi çürütecek düşüncelerini de ortaya koyarken sevgi öğütleri ile ölür.
Staretz'in ölümü ile gerçekleşecek bir mucize bekleyen halk manastırın önünde toplanır. Bu arada keşişler dualarını okumakta Staretz'i gömmeye hazırlanırken gerçekleşecek mucizeyi merakla beklerken hiç beklenmedik bir şekilde cenaze, normalinden çok daha önce ve müthiş bir yoğunlukla kokmaya başlar. Staretz'in mucizelerine körü körüne bağlı olan Alyoşa bu olayla sarsılır. İnsanların alaylarına dayanamaz ve cüppesini çıkarıp manastırı terk eder. Bir arkadaşının kendi hassasiyetini kullanıp yol göstericilik etmesi ile Gruşenka'nın evine yollanır. Burada inancını yitirme durumuna gelen Alyoşa tekrar bir değişim geçirerek inancına geri döner ve kendisini baştan çıkarma tasarısından vazgeçen Gruşenka'dan etkilenerek evden çıkar.
Dimitri(Mitya) Katerina'nın kendisine uzun zaman önce verdiği bir miktar parayı kendisine ödeyemeden Gruşenka ile evlenemeyeceğini, her zaman Katerina'ya borçlu kalacağını ve Gruşenka'nın ise kendisi için üç bin ruble hazırlayan babasını seçeceğini düşündüğünden önce varlıklı komşularından borç ister. Bir yandan da Gruşenka'yı gözetim altında tutmaya çalışır; fakat Gruşenka'yı bulamadan çıktığı evden giderken bir de eline pirinçten bir havaneli geçirmiştir. Babasının evine doğru yola koyulur. Duvardan bahçeye atlar. Tam bu sırada romanın olay örgüsü kesintiye uğrar. Mitya bahçeden kaçmakla uğraşmaktadır. Kendisini yakalamaya gelen uşağın kafasına cebindeki havaneliyle vurur. Yaşayıp yaşamadığına bakarken her tarafı kan içinde kalmış halde bahçeden çıkıp kaçar. Gruşenka'yı ve birkaç eğlence düşkününü de yanına alarak nereden geldiği belli olmayan bir parayla arabasını şarap ve yemekle doldurarak eğlenecekleri hana doğru yola çıkar. Bu arada Gruşenka Mitya'yı gerçekten sevdiğini anlamıştır. Handa çılgınca eğlenirken polisler ve sorgu memurlarınca gözaltına alınırlar. Mitya sorguya alınır. Zira babasının öldürülmesi nedeniyle cinayetin tek sanığıdır.
Fyodor Pavloviç'in öldüğü gece eve Mitya'dan başka kimse uğramamış. Bel ağrısından şikayet eden uşağa hazırladığı sakinleştirici kocakarı ilacını içiren ve kendisi de nasibini alan uşağın karısı ve uşak bütün gece uyumuşlar, nasıl olduysa sesleri duyup gelen uşak Mitya tarafından bayıltılmıştır. Smerdyakov ise geçirdiği sara krizi ile kendinden geçmiş halde yatağından kalkamamıştır. Başka görgü tanığının olmadığı cinayet davasında Dimitri tek sanık olarak cezaevine sevkedilir.
İlyuşa, Alyoşa'nın son görüşünden beri hastalanmıştır. Bu arada Avrupa'daki fikir akımları(Nihilizm) hakkında fikir sahibi olan bir arkadaşı (Kolya) ile sıkça görüşmektedir. Alyoşa da ziyaretlerinden birinde Kolya ile karşılaşır ve fikirlerini dinleme fırsatı bulur.
İvan Alyoşa ile görüşmesinden bu yana kendisini yıkıcı |
bir biçimde sorgularken deliliğe sürüklenir. Smerdyakov'la görüşmeye başlar. Onu son görüşünde Smerdyakov, Fyodor Pavloviç'in öldürüldüğü gece sara krizi geçiriyor gibi davranarak herkesi aldattığını ve cinayeti işledikten sonra gerçekten kriz geçirerek tüm ev sakinlerini kandırmayı başardığını itiraf eder ve çaldığı parayı çıkarıp suç ortağına İvan'a verir. Suç ortağı saymasındaki gerekçe ise İvan'ın da babasının ölmesini istemesi ve babası tehdit altındayken evi terk etmesi nedeniyle Smerdyakov'un bunu ondan istediğini düşünmesidir. İvan'ın böyle bir şey tasarlamadığını anlayan Smerdyakov intihar eder. İvan evine gittiği zaman şeytanın kendisini rahatsız ettiğini gördüğü düşlere kapılır. Alyoşa'nın intiharı bildirmesinin ardından bilincini kaybeder.
Katerina Dimitri'nin savunması için ülke çapında tanınan bir avukat olan Fetükoviç'i tutmuştur. Dostoyevski bu bölümde aynı zamanda babalık kavramını Fetükoviç'in ağzından sorgular. Fetükoviç savunması sırasında Fyodor Pavloviç'i şehvet düşkünü, sorumsuz ve ilgisiz bir baba olarak nitelendirir. Fetükoviç'in tüm avukatlık yeteneği, soğukkanlı ve etkileyici hareketleri ve deneyimi ile Dimitri'yi savunmasına rağmen, heyecanlı savcının yaptığı çocukça ve Dimitri'yi bayağı ithamların altında bırakan sözleri jüri üzerinde daha etkili olur. Katerina'nın histeri krizi sırasında açığa çıkardığı Dimitri'nin babasını öldüreceğini yazdığı mektup da kararın alınmasında kritik etkide bulunur. Dimitri hapse ve ardından sürgüne mahkûm edilir.
Katerina mahkemede yaptıklarına rağmen İvan'ın bilincini yitirmeye başlamadan önce Dimitri'yi kaçırmak için yaptığı planları uygulamayı üstlenir. İvan'a aşık olmasına rağmen Dimitri'nin son çağrısına uyarak ziyarete gider ve anın etkisiyle yeni kişilere aşık olmalarına rağmen birbirlerine olan sevgilerinin gerçekliğini açıklarla. Konuşmanın ardından Gruşenka'nın gelmesiyle Katerina odadan çıkar ve sahne sona erer. İlyuşa geçirdiği hastalık sonucu ölmüştür. Alyoşa cenazeden sonra çocuklara bir konuşma yapıp, birbirlerinin hatalarından sorumlu olmayı ve hiç kopmamalarını öğütler. Arkadaşlarının anısının onları koruyacağını bildirir. Roman çocukların "Yaşa, varol Karamazov" tezahüratı ile sona erer.
Karamazov Kardeşler, genel olarak, dönemin moda akımlarından da hareketle tanrının varlığı, bu konudaki doğruların tartışılabilirliği hakkında bir açıklama niteliğindedir. İvan'ın 5. bölümde anlattığı "Büyük Engizisyoncu" hikâyesinin antitezini sonraki bölümde ölüm döşeğindeki Staretz Zosima verir. Diğer yandan Ateizmin felsefesinde (Camus'un Veba'sında) sıkça geçen "dünyadaki tüm acımasızlıkların kaynağının yüce bir varlık olamayacağı" düşüncesine burada İluşya'nın ölümüyle ortaya çıkan durumda cevap verilmeyişi ile okurun bu olayı kendi kişisel yargıları ile yorumlaması içindir. Bir görüşe göre Dostoyevski'nin buna cevabı "acımasızlıkların olduğu dünyaya tanrının sevgi ve inançla gelen gücü de gönderdiğidir". Bir başka deyişle Dostoyevski'ye göre insan tüm zorlukların üstesinden tabiata ve insanlara sevgi duyarak ve sağlam bir inançla gelebilir. Bunun aksi mümkün değildir. Zira yaşadığı düşünce psikozları ile bunalımdan bunalıma giren ve aklını yitiren İvan, tanrıtanımazlığın deliliğe sürüklediği yolundaki en önemli örnektir. Bu örnekle Dostoyevski asla bir korkutmaca ile insanları tanrının dizine getirme yoluna gitmez. Onun tüm felsefesi sevgi ve naif bir bağlılık üzerine kuruludur.
Bunun yanında romanın üzerinde durduğu bir diğer konu babalık ve baba katilliğidir. Dostoyevski'nin kendi özel yaşamında ve vicdanında özellikle yer eden bu konu, romanda Fyodor Pavloviç ve onu öldüren oğulları üzerinden tartışmaya açılmıştır. Fyodor Pavloviç, sorumsuz ve şehvet düşkünü bir baba olarak babalığı hak edemeyecek kadar bayağı bir adamdır. Öte yandan onu öldüren oğul sadece Smeryakov olsa bile aslında bu cinayeti isteyen ve bir dürtü duyan Dimitri de, bu cinayetin haklı olacağını savunup Smerdyakov'a istemeden yol göstericilik yapan İvan da ve aslında hayırlı evlat imajı ile cinayetin işleneceğini tahmin edip bunu engellemeye kalkışmayan Alyoşa da suçludur.
Karamazov Kardeşler, evrensel çapta uyandırdığı yankılarla birçok bilim adamını, düşünürü ve edebiyatçıyı etkilemiştir. Einstein, romanın yazın dünyasındaki en büyük başarılardan biri olduğunu söylerken, Sigmund Freud, kendisini doruk noktasına bu romanla çıkaran Dostoyevski'nin edebi anlamda Shakespeare'nin hemen yanıbaşında olduğunu belirtir. Sigmund Freud aynı zamanda baba katilliği üzerinde duran bu romanla Dostoyevki'nin yaşamı arasında bir ilişki kurmuştur. Dostoyevski'nin sara hastalığının babasının ölümüne dayandığını ifade eden Freud, bu konuyu Oidipus kompleksi ile bağdaştırarak, annesine duyduğu aşkla babasının ölümünü içten içe dileyen Dostoyevski'nin, köylüler tarafından öldürülen babasının cinayetinde kendi suçunun olduğunu düşünerek hiç sıyrılamadığı bir vicdan azabının içine girdiğini, bu vicdan azabınınsa yaşamı boyunca sürecek ve tüm romanlarına konu olacak olan sara hastalığını tetiklediğini öne sürer. Buna rağmen Dostoyevski'nin çocuklarında da var olan saranın psikolojik değil kalıtsal olduğunu öne süren psikiyatrlar ve nörologlar da az değildir.
Franz Kafka, her fırsatta bir kan bağları olduğunu ileri sürdüğü Dostoyevski'ye romanlarında etkisi açıkça görülen ve daha sonra Camus'ya, Sartre'a yol göstericilik edecek olan Egzistansiyalist imgeler nedeniyle hayrandır. Karamazov Kardeşler'de kardeşlerin babalarına duydukları nefreti romanlarında kullanan Kafka'nın bu konudan etkilendiği "Hüküm" adlı hikâyesinde belirgin olarak görülür.
Tolstoy, Karamazov Kardeşler hakkında "En sevdiğim kitap" der. James Joyce'a göre Tolstoy Dostoyevski'nin edebi kabiliyetine değil "kalbine" hayrandır. Ona göre delilik Dostoyevski'nin dehasının sırrıdır. Coşku ile birleşen bu deha insan üzerinde derin bir etki yaratabilir. Makul bir adamın yapabilecekleri, bu tür bir deha ile kıyaslanırsa oldukça sınırlıdır.
Orhan Pamuk'a göre Karamazov Kardeşler, baba korkusu, nefret, para hırsı, şehvet gibi duyguların kurgulanan olayın içinde muhteşem bir biçimde eritilebildiği ender romanlardandır. Bu yönden Karamazov Kardeşler ona göre en iyi romanlardan biri belki de en iyisidir.
Dünya edebiyatının kilometre taşlarından olan bu yazarların yanı sıra Kurt Vonnegut, David James Duncan, Dinaw Mengestu gibi birçok seçkin yazar da Karamazov Kardeşler'deki, derin etkisini bugün bile farklı dilleri okuyan milyonlarca okur üzerinde hissettiren duyguları ve ölümsüz karakterleri romanlarında kullanmıştır.
Dostoyevski'nin "Karamazov Kardeşler" romanı 1921'den başlayarak birkaç kez sinemaya ve televizyona uyarlandı. Romandan yapılan sinema ve televizyon uyarlamaları şunlardır
Handan (anlam ayrımı)
Polistiren
Polistiren, monomer haldeki stirenden polimerizasyon ile üretilen bir polimerdir. Petrolden elde edilir. Plastik endüstrisinde daha çok "PS" kısaltması ile kullanılır. Oda sıcaklığında, polistiren katı halde bir termoplastiktir, enjeksiyon veya ekstrüzyon yolu ile işlenirken yüksek sıcaklıklarda eriyik hale getirilir. Daha sonra soğutularak tekrar katılaşması sağlanır.
Geri dönüşüm kodu 6 dır. Yoğunluğu 1,03-1,06 g/ml arasında değişir. Maksimum sıcaklık dayanımı 70 °C dir. Rigit ve köpük olabilen, çok yönlü ve amaçlı kullanılan bir plastiktir. Oldukça sert, kırılgan ve parlaktır. Nispeten düşük erime noktasına sahip çok pahalı olmayan bir reçinedir. Polistiren hızlı yanar, kuvvetli gaz kokusu yayar, önemli miktarda kurum üretir. Asetonlu ortamda hızla kabarır. UV ışınlarına iyi direnç gösterir, iyi darbe ve gerilme direnci, düşük fiyat ve işleme kolaylığı vardır. Asit alkali ve tuzlara karşı da üstün bir direnç gösterir.
İzolasyon malzemesi olarak, ince cidarlı kaplarda, soğutma kulelerinde, boru köpük, kauçuk, çeşitli aletler, otomobil parçaları, paneller ve elektronik aletlerin plastik aksamlarında yaygın olarak kullanılır. Tek kullanımlık bardak, tabak, yoğurt kapları, ayran kaplarında sıklıkla kullanılır. Genetik ve moleküler biyolojinin en temel uygulamalarından biri olan hücre kültürlerinde kullanılan kapların yapısında bulunur.
PS
PS bir kısaltmadır.
İstanbul Antlaşması (1700)
İstanbul Antlaşması, 14 Temmuz 1700 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında yapılan ve 1686-1700 Osmanlı-Rus Savaşını sonuçlandıran bir barış antlaşması. 1699'daki Karlofça Antlaşması'nın devamı niteliğindedir.
Rusya, Büyük Petro'nun liderliğinde güçlenmişti. 1695'teki saldırıda başarısız olmuş, fakat 1 yıl sonra 6 Ağustos 1696 tarihinde Azak Kalesi'ni ele geçirmişti. Osmanlı Devleti Papa'nın Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venediklilerden oluşturduğu Kutsal İttifak'la uzun süre savaştı ama sonunda yorgun düştü.
Avusturya'yla Karlofça Antlaşması'nı imzaladıktan 1 yıl sonra da Rusya'yla 14 Temmuz 1700 tarihinde İstanbul Antlaşmasını imzaladı.
Bu antlaşmanın hükümlerine göre Osmanlı Devleti Azak Kalesini Rusya'ya bıraktı. Onun yerine Rusya'nın Taganrog'da inşa ettiği kaleyi kabul etti. Böylece Rusya Karadeniz'de kendisine sağlam bir yer yapmış oluyordu.
Rusya İstanbul'da elçi bulundurabilecekti.
Testosteron
Testosteron androjen grubundan bir steroid hormondur.
Memelilerde testosteron birincil olarak, erkeklerde testisler, dişilerde yumurtalıklarda üretilir. Çok az bir oranda da böbreküstü bezlerinden salgılanır. Erkek cinsiyet hormonudur.
Sağlık, enerji, libido, bağışıklık sistemi ile ve kemik erimesi ile yakından ilgilidir. İnsanlarda yetişkin bir erkeğin kanındaki derişimi yetişkin bir kadındakinin 40-60 katı kadar olabilir. Ancak kadınlar davranışsal açıdan (anatomik ya da biyolojik açı yerine) bu hormona karşı çok daha fazla hassasiyet gösterir.
Erkeklerde saçların dökülmesine neden olabildiği gibi saç dökülmesi, sadece testosterona bağlı bir olgu değildir.
Kadınlarda eritrosit sayısının erkeklere göre daha düşük olmasının nedenlerinden biri de kadınlardaki testosteron seviyesinin erkeklere göre daha düşük seviyede olmasıdır.
Bazı sporcuların, özellikle vücut geliştirme dalı |
nda testosteronu harici bir doping maddesi olarak kullandıkları da bilinmektedir. Bunun sebebi testosteronun kasları daha çabuk geliştirmesi veya sporcunun normal yollardan ulaşamayacağı güce erişmesini sağladığı inancıdır.
İstanbul Antlaşması (1736)
İstanbul Antlaşması, 17 Ekim 1736 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve İran'da kurulan Afşar Hanedanı arasında imzalanmış bir barış ve düzenleme antlaşmasıdır. 1735-1736 Osmanlı-İran Savaşını sona erdirmiştir.
Bu antlaşmayla Osmanlılar Nadir Şah'ı İran Şahı, Raziya Sultan'ı ise İran Şahbanusu (kraliçe) olarak kabul ettiler ve 1730-1732 Osmanlı-İran Savaşı sonucunda imzalanan Ahmet Paşa Antlaşmasıyla elde ettikleri Gence, Tiflis ve Revan'ı İran'a bırakmak zorunda kaldılar. Fakat uzun vadede bu antlaşma ne Osmanlı Devletini ne de İranlıları tatmin etti ve iki ülke arasındaki çatışmalar 1746 yılına kadar devam etti.
Aynı zamanda bu antlaşma İran'daki Safevi Hanedanı'nın yıkılıp yerine Afşar Hanedanı'nın geçtiğinin Osmanlılar tarafından da resmen kabul edildiğini göstermesi açısından önemli bir belgedir.
Podcast
Podcasting, çoğunlukla dizi halindeki dijital medya ürünlerinin (radyo programları, videolar vs.) internet üzerinden -genellikle feed (bildirim) yoluyla- bilgisayar ve taşınabilir cihazlara (cep telefonu, tablet vs.) indirilebilecek şekilde yayınlanması. Bu şekilde indirilmiş dosyalara ise podcast denir.
Podcast sözcüğü 2000'li yıllarda "iPod" sözcüğündeki "pod" (küçük kapsül) ve "broadcast" (yayın) sözcüklerinden oluşturulmuştur. Podcastlar ilk defa iPod için geliştirilmiş olmakla birlikte podcast tabiri günümüzde sadece iPod için kullanılmaz.
Podcast sisteminin internetten bir programın ses ya da video kaydını indirmekten farkı 'feed' kullanılması ve böylece her yeni bölümü özel yazılımların izleyerek otomatik olarak yükleniyor olmasıdır. Podcast sistemi sayesinde amatör radyo/televizyon programlarına abone olunarak herhangi bir zamanda, herhangi bir cihazla izlenebilir.
Podcasting, çevrimiçi yayının üyelik gibi yollarla kullanıcılara ulaştırılmasıdır. Birçok podcast, MP3 ve görüntü dosyaları biçimlerinde olup RSS protokolüyle yayınlanır. Podcasting, kullanıcılarının herhangi bir zamanda kullanabildikleri dergi ya da belgesel gibi eğitici yönü olan yayınların hepsini içine almaktadır. Bu elemanlardan farkı duyma ve görme yoluyla iletilmesidir.
Podcasting'in ortaya çıkışındaki amaç bireylerin kendi dinletilerini dağıtmalarıydı.
Hızla ve çok fazla yolla genişleyen alan günümüzde özellikle eğitim amaçlı, tanıtım gibi alanlarda ve hatta emniyetten sorumlu kurumların dahi güvenlik amaçlı kullanımına girdi. Eğitim alanındaki işleviyle podcasting, öğrencilerin ve öğretmenlerin herhangi bir zaman ve yerde bilgiyi paylaşmalarını sağlayabilmektedir. Bu özelliğinden dolayı uzaktan eğitimdeki yeri önemlidir.
Podcast, bir oynatıcı için dağıtılan uygun ses ya da görüntü dosyasıdır. Kullanıcılar abonelik yöntemiyle bir dizi podcast’e ulaşabilir. Podcast’in kalbinde RSS (really simple syndication) özellikleriyle birlikte, XML (extensible markup language) dosyası yer almaktadır. Bu dosya ulaşılabilir olan tüm ögelerin ve bölümlerin listesini barındırmaktadır. İçinde yer alan toplayıcı program, düzenli olarak kayıtlı dosyaları örneklenip yeni bölümleriyle otomatik olarak güncelleştirmektedir. Podcast’in gezici bir enstrüman ile dinlenebilmesi (PDA,cep telefonu,bilgisayar) onu etkin bir öğrenme aracı haline getirmektedir.
Podcastların eğlence amaçlı kullanımı dışında eğitim amaçlı ve iş amaçlı kullanımı da yaygınlaşmaktadır. Örneğin öğrencilerin çeşitli dersleri podcast olarak takip etmesi ya da iş dünyasında çeşitli verilerin podcastlar sayesinde takibi mümkündür.
Kullanıcıların çoğu tarafından online bir günlük gibi kullanılan blogların popülerleşmesi ve yaygınlaşması okuyucuların blogları düzenli bir şekilde takip etmelerini zorlaştırınca Dave Winer tarafından geliştirilen RSS feed teknolojisi, kullanıcının takip ettiği bloglarda bir güncelleme olup olmadığını kontrol edip eğer varsa yeni veriyi otomatik olarak kullanıcının bilgisayarına indirerek bu konuya büyük bir kolaylık getirdi. Zamanla insanlar bloglarında ses kayıtları kullanmaya ve herhangi bir konudaki düşüncelerini daha hızlı daha efektif bir şekilde paylaşmaya başladılar. Bu blog kullanımının büyük bir parçası oldu ve insanlar bu dosyaları indirip dinlemeye başladılar.
2001 yılı itibarıyla podcasting için teorik olarak bütün bileşenler hazırdı fakat podcast kavramı ancak 2003 yılında RSS feed kullanımıyla ses dosyalarının (özellikle mp3 formatında) otomatik olarak indirilip taşınabilir müzik çalarlara aktarılması ihtiyacı doğunca ortaya çıktı. 2001 – 2003 yılları arasında ses dosyalarının internet üzerinden paylaşımı ve taşınabilir müzik çalarların kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı. 2003 yılında Dave Winer radyo sunucusu arkadaşı Christopher Lydon için RSS feedleri mp3 dosyaları içerecek şekilde geliştirmişti ve Christopher Lydon NPR’daki programının ses dosyalarını web blogundan RSS feed yoluyla dinleyicilerine ulaştırıyordu. Bu otomasyon bloglardaki ses dosyaları için büyük bir kolaylıktı.
Adam Curry bir sonraki aşamada iPodder isimli bir program yazarak RSS feed yardımıyla indirilen ses dosyalarının Apple firmasının meşhur müzik çaları iPod’lara senkronize edilmesini, yani otomatik olarak aktarılmasını sağladı. Podcasting bu gelişmeyle birlikte resmen doğmuş oldu. Böylece insanlar iPodlarını ve Adam Curry’nin yazdığı scripti kullanarak sevdikleri bloglardaki ses dosyalarını istedikleri zaman istedikleri yerde dinleyebiliyorlardı ve bunun için ekstra bir uğraş da gerekmiyordu.
Podcast isminin ortaya çıkışı ise yazar Ben Hammersley’nin The Guardian’da 12 Şubat 2004’te yayınladığı makaleye dayanıyor. Bu konuda çok kesin bir bilgi olmamasına rağmen podcast isminin bilinen ilk kullanılışı bu makalededir. Ben Hammersley podcast ismini tahmin edilebileceği gibi iPod ve broadcast (yayın) kelimelerini bütünleştirerek yaratmıştı.
2005 yılında New Oxford American Dictionary editörleri ”podcasting”i yılın kelimesi seçtiler ve anlamını ""bir radyo yayını veya benzer bir programın internetten şahsi bir sesçalara indirilebilen dijital kaydı"" olarak tanımladılar.
Podcast kişisel kullanımda olan bloglara hitab ettiği için çok kısa bir sürede yaygınlaşmıştır ve bulucularıyla, birkaç ilk kullanıcısı dışında fazla öncü insana sahip değildir. Benimsenmesi ve yaygınlaşması kullanım kolaylığı dolayısıyla çok hızlı olmuştur. Podcastingin ortaya çıkışında da bahsedildiği gibi aslan payı Adam Curry’ye aittir. Podcast kavramının hayata gelişinden sonraki ilk kullanımlarında ise Stephen Dowes’un ve Christopher Lydon’un öncülük etmiştir. 2003 yılının Haziran ayında Stephen Dowes Ed Radio programına RSS feed ile topladığı MP3 dosyalarını tek bir feede dönüştürerek müzik çalarlara aktarılmasının bir canlandırmasını yapmıştır. 2003 yılının Eylül’ünde ise Dave Winer’ın arkadaşı Christopher Lydon kendi radyo programı için podcastler hazırlamıştır. Adam Curry’nin iPodder scriptiyle birlikte podcast herkesin kullanımına girmiştir.
Podcasting öncüleri podcast kavramını ortaya çıkan insanlar arasından da bir tartışma konusu. Adam Curry podcast keşfini oldukça sahiplenmişe benziyor. İnternette yayınlanan bir habere göre (daha sonra bu Adam Curry tarafından da doğrulanmıştır) Adam Curry kendine ait bir IP adresinden Wikipedia’daki Podcasting makalesindeki Stephen Dowes’un podcastingin yaygınlaşmasındaki rolünü anlatan bir cümleyi silmiş ve bir cümleyi de podcastingi kendisinin bulduğunu belirtecek şekilde değiştirmiştir. Wikipedia'daki spam filtreleri IP adresini kötü amaçlı kullanımları engellemek için kaydettiğinden değişikliği yapan IP adresinin Adam Curry adına kayıtlı olduğu ortaya çıkmıştır.
Podcast’in yaygınlaşmasında iki kilit etkenin rolü olduğunu görülür. Birincisi Apple’ın iTunes yazılımının 2005’in 2. yarısında çıkan sürümüne podcast desteği koyması, ikincisi ise internet kullanıcılarının kendi radyo programlarını podcast teknolojisi ile internete koymaları.
Apple iPodların çok hızlı bir şekilde yaygınlaşması ve taşınabilir müzikçalarlar arasında en popüler olan haline gelmesiyle birlikte iTunes’un podcast desteği podcastingi yüzbinlerce insana doğrudan tanıtmış oldu. Ellerinde zaten iPodları ve iTunes yazılımını yükleyebilecek bir bilgisayarı olan insanlar podcasting için gerekli tüm donanıma da sahiplerdi ve bu sayede podcasting dünyasına hızlı bir giriş yaptılar.
İnternetin yaygın olarak kullanılmaya başlamasıyla, internet üzerinden yapılan radyo yayınları fazlasıyla popüler hale geldi. Yalnız insanların radyo yayınlarını duyurmaları ve yayın sırasında yayını dinleyebilecek insanlar bulmaları büyük bir problemdi. Radyo programlarının podcastleri çıkmaya başlayınca bu problem ortadan kalktı ve insanlar radyo programlarını parça parça bir biçimde istedikleri zaman istedikleri yerde internet erişimi olmaksızın dinleyebilir hale geldiler. Bunu fark eden yenilikçi radyo programcıları bu konunun üstüne gittiler ve podcastlerin bu konudaki başarısı bir anlamda podcasting isminin radyo programlarıyla anılmasını sağladı.
Vodcast, Podcast üzerinden video sunmaktır. Bu özellik podcast'e en son olarak gelmiştir.
İran-Irak Savaşı
İran-Irak Savaşı, İran'da Tahmilî Savaş (جنگ تحمیلی Jang-e-tahmīlī) veya Mukaddes Müdafaa (دفاع مقدس Defā'-e-moghaddas), Irak'ta Saddam'ın Kadisiyesi (قادسيّة صدّام Qādisiyyat Ṣaddām) ve Arap Dünyasında Birinci Körfez Savaşı (حرب الخليج الأولى Ḥarb al-Khalīj al-'Ūlā) olarak anılan 1980-1988 yılları arasında İran ve Irak arasında yaşanmış savaş. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, iki milyon kişinin yaralanmasına, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak'ın zaferleri ile başlayan savaş, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan sonuçlanmıştır.
Savaş, 22 Eylül 1980'de Irak'ın başlattığı işgal operasyonuyla başladı. Irak'ın saldırısının ardında, iki ülke arasındaki çok uzun bir geçmişe sahip olan sınır sorunlar |
ı, İran'ın Basra Körfezi'ndeki hakimiyetine son verme amacı ile İran İslam Devrimi'nin Irak'taki Şii nüfusu etkilemesinden duyulan kaygılar yatıyordu. Irak, İran'da devrimden sonra yaşanan kaotik ortama güvenerek, hiçbir resmi uyarı yapmadan başlattığı saldırıda çok az ilerleme kaydetti. İran kısa sürede Irak güçlerini püskürterek, Haziran 1982'ye değin, kaybettiği toprakların neredeyse tamamını geri aldı.
Savaş sırasında, Halkın Mücahitleri Örgütü Irak tarafında yer alırken, Iraklı Kürtlerden oluşan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) İran'ı destekledi.
Birleşmiş Milletler'in ateşkes çağrılarına rağmen savaş 1988'e değin sürdü. Savaş, iki tarafın da kabul ettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 598 no'lu kararıyla sona erdi. Savaşın sona ermesini takip eden birkaç hafta içinde İran güçleri, Irak topraklarını tahliye ederek, 1975'teki Cezayir Antlaşması'nda öngörülen sınırlara çekildi. Son savaş esiri değişimi 2003 yılında gerçekleşti.
Soğuk Savaş boyunca İran-Irak ilişkileri hiçbir zaman iyi olmadı. 1969 Nisan ayında, Amerika Birleşik Devletleri'nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir su yolu olan ve 1937 yılı İran-Irak sınır antlaşması ile Irak'a bırakılan Şatt-ül-Arap'ı geri almak istedi. Bu amaçla, güç gösterisi olarak gemilerini bölgeye gönderdi. 1970 yılında kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında tekrar kuruldu ve 1975'te Cezayir'de bir antlaşma imzalandı. Buna göre iki ülke arasındaki sınır, su yolunun en derin noktasından geçecekti. Ayrıca İran, Irak'taki Kürtleri merkezi hükümete karşı desteklemeyeceğini taahhüt ediyordu. Fakat 1971 yılındaki silahlı çatışmalar sırasında İran'ın ele geçirdiği Körfez adalarından çekilmemesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu yönde gelişmesine engel oldu.
Adalar sorunu yüzünden zaten gergin olan İran-Irak ilişkileri, İran’da Şiîliğin savunucusu olan Humeyni iktidarının başa gelmesi ile iyice bozulmaya başladı. Bağdat'taki Saddam Hüseyin hükümeti, İran’daki Şiî hükümetin, Irak'taki Şiî çoğunluğu Sünni iktidara karşı kışkırtmasından endişe ediyordu. Bu arada Irak, İran'daki Arap bölgesi Huzistan'ı ele geçirmek fikrini savunmaya başlamıştı.
1980 yılının ortalarında, ordudaki yüksek rütbeli subayların tasfiye edilmesi ve rehineler olayıyla Amerika Birleşik Devletleri'nin düşmanlığını çekmesi dolayısıyla, İran'ın güçsüz durumda olduğu izlenimi uyanmıştı. İran'ın iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olan bölgeden askerlerini çekmeyi reddetmesi üzerine 22 Eylül 1980'de Irak ordusu sınırı geçti. Irak, 16 Eylül'de, Şattülarap Antlaşmasını feshettiğini açıklamıştı.
Savaşın ilk günleri, baskın avantajını koruyan Irak'ın üstünlüğü ile geçti. Fakat, zamanla İran'ın direnişinin artması ile savaş karşılıklı yıpratma sürecine girdi.
İran’ın ilk tepkisi, sadece ilerleyen Irak birliklerini değil, aynı zamanda Irak'ın Basra limanını da bombalamak oldu. Aynı günlerde Tahran ve Bağdat karşılıklı bombalandı. Eylül ayının sonunda Irak ordusu Abadan ve Hürremşehr kentlerini abluka altına almıştı, ama kış gelmeden bitirmek istediği savaşta istediği sonuca gidemiyordu. 1980 kışı boyunca yapılan barış girişimleri başarısız oldu ve 1981 Nisan ayından itibaren savaş yeniden alevlendi.
Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avantajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı.
İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi'ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı.
Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa ve Japonya) büyük ölçüde Körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için Amerika Birleşik Devletleri bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.
Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sona erdi. Ancak daha sonra Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgalinden sonra ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.
Avrupa ve ABD'nin tavrını belirleyici ilke İran'ın daha büyük bir petrol gücü olmasının kesinlikle kabul edilemez oluşuydu. Gerek savaş süresince gerekse İran'ın uyguladığı yıpratma savaşının ileri aşamalarında Irak Batılı ülkeler tarafından destek görmüş ve savaş İran'ın Irak'taki kritik petrol noktalarına sahip olması sürecine hiç gelmemiştir.
Diğer Arap ülkeleri de petrol piyasasında İran'ın belirleyici rolünden ve ağırlığından duydukları rahatsızlıktan ötürü Irak taraflı bir politika izlemişlerdir.
Amerika Birleşik Devletleri, İran'daki müttefiki Şah'ı devirip iktidara gelen İslami rejimden hiçbir zaman hoşnut olmamıştı. Bu sebeple, 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile tekrar yakınlaşmaya çalıştı. Çeşitli kanallardan Irak’a silah yardımı yaptı ve büyük miktarda borç para sağladı. Irak'ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretmesine yardımcı oldu.
Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere 1986 martında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın İran’a karşı kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasını eleştiren kararlar almasını, karşı oy kullanarak engelledi.
Buna karşılık İsrail savaşın ilk gününden beri Arapların üstünlüğünü engellemek için bölgedeki ezeli Arap düşmanı olan İran'ı destekledi. Iran-Contra olayı ve birçok gizli antlaşmalarla İran'ın elindeki ABD yapımı silahların ve özellikle savaşın tartışılmaz üstünlüğünü sağlayan İran'a ait olan Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından satın alınmış olan F-14 Tomcat'lerin yedek parçalarını temin etti. Araplar ise Suriye ve Libya hariç ilk günden beri Filistin meselesinde Humeyni'den aldıkları desteğe rağmen Irak bir Arap topluluğudur ve bizim kardeşimizdir diyerek İran'a karşı tavır almış ve Irak'ı desteklemişlerdir.
Türkiye ise bu savaşta tarafsız kalmayı tercih etmiş ve her iki tarafla ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir.
Seti
Ateşten Gömlek
Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar'ın bir romanı. Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk romandır.
İzmir'in işgali sırasında kocası ve çocuğu düşman tarafından öldürülen Ayşe, İstanbul’a akrabası Peyami’nin yanına gelir. İkisinin yanına Binbaşı İhsan da katılır ve Anadolu’ ya geçerler, amaçları Kuvayi Milliye’ye hizmet etmektir. Ayşe, Eskişehir Asker Hastanesinde ve Polatlı Sahra Hastanesinde hemşire olarak çalışır. Bu arada hem Peyami hem de Binbaşı İhsan Ayşe’ye aşık olur. Bu aşk her ikisi için de ateşten bir gömleğe dönüşür. İhsan ve Ayşe cephede ölürler, yaralanan Peyami, kafasında kalan bir kurşunla Ankara Cebeci Hastanesinde "ateşten gömlek" ismini verdiği anılarını yazmayı tamamlar ve kafasındaki kurşunun çıkarılması için girdiği ameliyatta hayatını kaybeder.
İstanbul Antlaşması (1533)
İstanbul Antlaşması, 22 Temmuz 1533 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya Arşidüklüğü arasında yapılan, yazılı olmayan barış antlaşması.
1525 yılının Aralık ayında Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'a gelen Fransa elçisi Jean Frangipani, 24 Şubat 1525'teki Pavia Muharebesi sonrası Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na esir düşen Fransa Kralı I. François için, kralın annesi Louise de Savoie'un ricası üzerine Osmanlı Padişahı I. Süleyman'dan yardım istedi. Yazdığı mektupla yardım sözü veren Süleyman, iki devlet arasında anlaşma sağlanıp François serbest bırakılsa da Macaristan üzerine sefer gerçekleştirme kararı aldı. Macaristan üzerine önce Sadrazam İbrahim Paşa gönderildi, 23 Nisan 1526'da ise Süleyman'ın önderliğindeki ordu Macaristan'a hareket etti. Macaristan Kralı II. Lajos'un liderliğindeki ordu ile 29 Ağustos 1526 günü yapılan muharebeyi Osmanlı ordusu kazanırken; Lajos ise muharebeden kaçan bazı askerlerle birlikte bataklıkta boğularak hayatını kaybetti. Kazanılan bu muharebe sonrasında Macaristan Krallığı Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı ve başına Süleyman tarafından Erdel Voyvodası János Zápolya getirildi. Ancak Kutsal Roma-Cermen İmparatoru V. Karl'ın kardeşi Avusturya Arşidükü Ferdinand, János'un krallığını tanımayarak kendini Macaristan kralı ilan etmiş; János'un kuvvetlerini yenilgiye uğratmasının ardından 20 Ağustos 1527 günü Budin'e girmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'na vergi ödemesi karşılığında kendisinin Macaristan kralı olarak tanınmasını istemişti. Bunu reddeden Süleyman 10 Mayıs 1529'da yeni bir sefere çıktı ve 3 Eylül 1529'da kuşattığı Budin'in 7 Eylül'de teslim olmasıyla yönetimini yeniden János'a verdi. Çeşitli yerleri ele geçiren Osmanlı ordusu, 23 Eylül 1529'da Avusturya topraklarına girmesinin ardından 27 Eylül günü Viyana'yı kuşatsa da, 16 Ekim günü kuşatma kaldırıldı ve 16 Aralık 1529'da ordu İstanbul'a döndü.
Viyana kuşatmasının ardından Ferdinand tarafından gönderilen ve Macaristan Krallığı'nın kendisine verilmesi gerektiğini bildiren ikinci elçi Süleyman'dan ret cevabı aldı. Bunun üzerine bazı şehirleri Osmanlı'dan alan Ferdinand'ın 1530'un Ekim ile Aralık ayları arasında gerçekleştirdiği Budin kuşatması ise başarısızlıkla sonuçlandı. Yaşanan gelişmeler sebebiyle Süleyman ve Sadrazam İbrahim Paşa'nın önderliğindeki ordu, 25 Nisan 1532'de İstanbul'da |
n ayrıldı. Bazı yerlerin Osmanlı egemenliğine girmesiyle sona eren sefer, 21 Kasım 1532'de İstanbul'a dönülmesiyle sona erdi.
22 Haziran 1533 tarihinde Avusturya Arşidüklüğü ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan yazılı olmayan antlaşma ile birlikte Macaristan'ın batısındaki küçük bir bölgenin kendisine kaldığı Ferdinand Macaristan üzerindeki hak iddiasını sonlandırırken, János'un Macaristan hükümdarlığını tanıdı ve Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 30.000 altın vergi vermeyi kabul etti. Bu anlaşmaya göre Avusturya arşidükü Osmanlı sadrazamına denk sayılacaktı
Bu antlaşmayı Fransa, Venedik Cumhuriyeti ve Papalık da tasdik etmiştir.
Ağ yayıncılığı
Ağ yayıncılığı, İnternet üzerinden yapılan, elektronik yayıncılık türüdür.
Ağ yayıncılığı, müzik, ses ve görüntülerin, tek tek ya da bunların çoğunu içinde taşıyan çoklu ortam (multimedya) yayınların, (örn.televizyon yayınlarının) İnternet yardımı ile, kişisel bilgisayarlar tarafından indirilerek, zamandan ve mekandan bağımsız olarak kullanılmasına denir. Bu terim önceleri, daha çok eğlence endüstrisi için kullanılırken, günümüzde, eğitim ve uzaktan eğitimi de kapsayacak şekilde daha geniş bir anlam kazanmaya başlamıştır.
Türkiye'de ağ yayını ilk kez CNN Türk adlı televizyon kanalı tarafından başlatılmıştır. Bu sayede, yayını izleme olanağı bulamayan kişi, ilgili yayını, CNN Türk'ün web sitesinden kendi bilgisayarına indirerek, istediği saatte izleyebilmektedir.
Ağ yayıncılığını en ilginç kılan ve en dikkat çekici özelliklerinden biri de, bu yayının, ek bir masrafa gerek kalmadan, gerek kişisel gerekse kurumsal olarak herkes tarafından yapılabilir olmasıdır. Bu nedenle zaman içinde web sayfalarında olduğu gibi hızla yaygınlaşması beklenmektedir.
Pazarspor
Pazarspor, 1973 yılında Rize'nin ilçesi olan Pazar'da kurulan Pazarspor İlk kurulduğunda yeşil–beyaz olan kulüp forma rengi, yeniden kurulduğunda açık mavi–beyaz olarak tescil edilmiş olup tekrar “Pazarspor” adını 1990'da almıştır. 1984 yılında 3. Lig'e kabul edilen kulüp, sonrasında amatöre düşmüş ve 1991-1992 sezonu öncesinde hükümetin isteğiyle kendisi gibi amatör kümede mücadele eden Sarıkamışspor, Antalya Ormanspor, Vezirköprüspor, Kırıkhanspor, Kadıköyspor, Silifkespor ve Ardeşenspor ile birlikte 3. Lig'e alınmıştır. 2004-2005 sezonunda 3. lig 2. grupta şampiyon olarak 2. lig B Kategorisine çıktı. Şu an 3. Lig 2. grupta mücadele etmektedir.
Farad
Farad, SI birim sisteminde ve MKS birim sisteminde sembolü F olan sığalık (kapasitans) birimidir.
Adı Michael Faraday'ın adından kaynaklanan farad, 1 coulombluk elektrik yüklendiğinde kutupları arasında 1 voltluk bir potansiyel farkı oluşan bir sığacın (kondansatörün) sığasıdır. Dolayısıyla 1 farad, 1 coulomb/volt'a eşittir. Farad nispeten yüksek bir sığa birimidir ve elektronikte kullanılan kondansatörlerin sığaları mikrofarad'la ölçülür.
İstanbul Antlaşması (1885)
İstanbul Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile Büyük Britanya arasında Mısır konusunda imzalanmış bir düzenleme antlaşmasıdır.
Büyük Britanya ve Fransa, 19. yüzyılda Mısır'daki nüfuzlarını arttırmak için çekişme halindeydiler. 1882 yılında Mısır'da Hidiv Tevfik Paşa'ya karşı bir isyan çıktı. Bu durum İstanbul'da görüşülmekteyken, aynı yıl Büyük Britanya İskenderiye'yi topa tuttu, ve Osmanlıların karşı çıkmasına rağmen Mısır'ı ele geçirdi. 1885 yılında Osmanlı Devleti ve Büyük Britanya bir antlaşma yaparak Mısır'ın statüsünü resmi hale getirdiler. Bu antlaşmanın en önemli şartı, Osmanlı ve Büyük Britanya hükümetlerinin Mısır’a birer yüksek komiser göndermeleri ve bu komiserlerin hidive yardımcı olmalarıydı. Bu antlaşmayla Büyük Britanya'nın Mısır'daki varlığı resmiyet kazanmış oldu.
Priamos
Priamos ya da Priam, Yunan mitolojisinde Truva Savaşındaki yaşlı kraldır. Laomedon'un oğlu olup Truva şehrinin son kralıdır. Kassandra, Polyksena, Hektor, Paris Aleksandros, Troilos çocukları arasından en tanınmışlarıdır. Ülkesini çok sevmesiyle ünlenmiştir. Truva'ya duyduğu aşırı sevgi Truva'nın sonunu getirmiştir.
İstanbul Antlaşması (1897)
İstanbul Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan Krallığı arasındaki 1897 Osmanlı-Yunan Savaşının sonunda 4 Aralık 1897 tarihinde imzalanmış olan barış antlaşması.
1896 yılının sonlarında Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Girit adasındaki Rumlar isyan etti. 21 Ocak 1897'de Yunanlar Girit'e çıkarak adayı Yunanistan'a bağlamak istediler. Ancak Yunanlar Avrupalıların baskısıyla geri çekildiler. Yunanlar bu sefer de karadan Epir ve Teselya'ya girdiler. Ethem Paşa'nın kumandanlığı altındaki Osmanlı ordusu Teselya'da Yunanları yenilgiye uğrattı. Epir'de Ahmet Hıfzı Paşa kumandanlığı altındaki Osmanlı ordusu da Yunanları yendi. Osmanlı Ordusu iki koldan Yunanistan'ın başkenti Atina'ya doğru ilerlemeye başladı. Rusya Osmanlı İmparatorluğu'nu uyararak savaşın durdurulmasını istedi. Bunun üzerine Padişah II. Abdülhamid ilerlemeyi durdurdu.
10 Eylül 1897'de Osmanlılar ve Yunanlar arasında İstanbul'da bir barış antlaşması yapıldı. Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Bu antlaşmayla Girit özerk hale geldi. Daha sonra Yunanistan Girit’i tekrar işgal etti ve adayı Yunanistan’a bağladı. Balkan Savaşları sonunda imzalanan Atina Antlaşması ile Girit kesin olarak Yunanistan’a bağlandı.
İstanbul Antlaşması (1913)
İstanbul Antlaşması, 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan Krallığı arasında II. Balkan Savaşı sonunda yapılmış bir antlaşmadır.
Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Putperestlik
Putperestlik ya da Putataparlık, genel anlamda bir nesne, görüntü veya fikre tapım içeren bir dini uygulama, anlayış veya inançtır. Putperestlik farklı şekillerde tanımlandığı ve farklı çeşitleri olduğu gibi bazen politeizm benzeri monoteist olmayan inanç yapılarını kastetmek için de kullanılır.
Putperestlik, zaman zaman mutlak bir varlığa tapımın sadece bir şekli olarak ortaya çıkarken zaman zaman belirli bir inancın esasında, mutlak varlığın olmadığı durumlarda bir tür akide veya başlı başına bir inanç yapısı da olmuştur. Yahudilik ve İslamda tanrının resmedilmesi ve ikonalar yasaklanmış iken Hırıstiyanlıkta böyle bir yasak bulunmamaktadır.
"Putperestlik", Farsça kökenli bir sözcük olan "put" sözcüğünden türemiştir. TDK'ye göre "putperestlik" sözcüğünün tanımı şöyledir:
Yine TDK'ye göre "put" sözcüğünün tanımı şöyledir:
TDK'nın bu tanımlarına göre, "putperestlik" teriminin açıklayıcı tanımı şöyle olabilir: "Doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne tapımı". Bu belki de putperestlik teriminin en genel ve yaygın tanımlarından birisi. Yine de putperestlik teriminin tanımı dinden dine göre değişiklik gösterir; özellikle her İbrahimi dinin yani Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam'ın farklı ve önemli putperestlik tanımları mevcuttur. Bunun dışında putperest toplum ve inançların araştırılması sonucunda putperestlik tanımına ilişkin birçok yeni şey keşfedildiği gibi, putperestlik konusunda birçok bilim adamı farklı bakış açılarından yola çıkarak yakın ama farklı tanımlar yapmıştır. Bir putperestlik tanımının temeli, put kavramının tanımına yatar. Bu açıdan "put" tanımları, putperestlik tanımlarını anlamada önemlidir. Örneğin Eugene Goblet d'Alviella put terimini ""bilinçli ve canlı sayılan"" görüntü veya heykeller olarak tanımlamıştır; buna göre putperestliği de ""bir görüntüyü insanüstü kişilik olarak görmek"" hali ve uygulaması. J.Goetz'in "put" tanımı ise daha farklı bir "putperestlik" tanımına yol açmaktadır, bu put tanımı şöyledir: ""az veya çok yapısal bir tür tapınımın yöneltildiği herhangi bir materyal nesne"". Buna göre putperestlik de bu tapınım türü, şeklidir.
Bir başka putperestlik tanımı ise, "Dictionnaire des religions"`daki tanım: ""Putperestlik, ilahiliğin (veya ilahinin) yerine konan (veya temsil eden) bir puta tapınım olarak tanımlanabilir""
İbrahimi dinler açısından putperestlik tahlili iki ana yöne sahiptir; belirli bir yaratıcıdan ziyade bir yaratığa tapınmak ve bu yaratığın insan yapımı yani suni oluşu. Bu açılardan putperestlik ile İbrahimi Dinler tapınım türleri ve şekillerinden ziyade, dini esaslar anlamında büyük farklılar içerir. Yine de, daha önce belirtildiği gibi, her İbrahimi dinin putperestlik tanımı farklılık gösterir. Ayrıca putperestlik içeren dinlerde de putperestliği yeri, şekli, önemi ve yapısı çok farklıdır.
Arap Yarımadası'nda İslam öncesi dönemde ve İslam'ın yayıldığı ilk dönemde putperestlik yaygın biçimde dinin bir parçası ve en önemli etkinliği olarak devam etmekteydi. Putperestlik Arap mitolojisinde bir tür tapınma formuydu ve putlar mitolojideki çeşitli tanrı (ve tanrıçaları) sembolize ederdi. Bunların dışında dönemin yaygın inanışlarından birisi de ayrı ve diğer tanrılardan üstün bir Tanrı'nın var olduğu idi fakat daha önemsiz gördükleri tanrılara da taparlardı. Mekke kenti dönemin önemli ve kutsal bir dinî merkezi konumunda idi ve birçok puta ev sahipliği yapardı. Kur'an'da da yerici bir şekilde ismi geçen ve o zamanlar kişilerin taptığı üç büyük tanrı Lat, Uzza ve Menat'ın da Mekke'de putları bulunmaktaydı. Tanrıların adına bu putlara kurban kesmek yapılan adetlerden birisiydi.
Tapınaklardaki ve kamunun tapındığı büyük putların dışında kişilerin evlerinde sahip oldukları veya yanlarında taşıdıkları putları da olurdu. Ayrıca kabilelerin kendileriyle ilişkilendirdikleri özel tanrı imgeleri ve bunların putları da mevcuttu.
Arap Yarımadası'nda sürdürülen putperestlik, genel olarak Mezopotamya ve civarı olan bölgede var olan diğer putperest inançlardan ayrı değildir. Bu inançların temeli, Babil'den (Sümer bölgesinin kuzeyinden) türemiş olan güneş, ay ve yıldız tapınmasıdır. Bunların Babil'deki adları Şamaş (şems-güneş), Sin (ay-hilal) ve İştar (star-yıldız)'dı. Bunlarla ilgili tapınmanın içinde gökteki yıldızlar ve gezegenler burçlar olarak yer alır ve astrolojiyle ilgiliydiler.
İslamiyetten önce de Araplar tarafından kutsal sayılan Kabe’de 360 tane put bulunmaktaydı. Bunların en büyüğü en güçlüsü Hilal İlahı (Arap Yarımadası'nda Hilalilah'ın kısa söyleni |
şi olan Alilah'tı) Güneş'le evliydi ve üç tane de kızları vardı (Al-Uzza, Al-Menat ve Al-Lat). Çeşitli Arap kabileleri aslında bu ay Tanrısına değişik adlar veriyordu bunlardan bazıları Sin, Hubal ve Al-İlahtı. Dilbilimciler "Allah" kelimesinin "Al-ilahtan" türediğini söylerler.
Güneş sisteminin işleyişini ortaya koyan tapınmada, bir yıl eski takvime göre 360 gündü ve bu nedenle her gün için bir put olmak üzere, 360 put ortadaki güneş mabedinin etrafında yer alırdı. Güneş sisteminin işleyişine göre düzenlenen putperest tapınmalar, güneşin etrafında dönen gezegenleri simgeleyerek (Sema (Sufi)'da olduğu gibi), bu işleyişi taklit etmeye yönelik uygulamaları içerirdi. Bu şekilde güneşin etrafındaki gezegenlerin, en merkezde bulunan güneşin etrafında döndükleri gibi, güneş mabedinin etrafında dönülerek tavaf edilirdi. Bu özellikle tam çıplak olarak yapılması gereken dinsel bir ritüeldi, daha sonraları ise bu çıplaklık yerini az bir örtünme ile yarı çıplaklığa bıraktı. Bu tür tapınmalar eskiden yaşamış bazı kişi adlarında da görülür; örneğin, Abdulşems (güneşin kulu) ve Şems (güneş) gibi.
Merve ve Safâ tepelerinde İsaf ve Naile isimli putlar bulunuyordu, aynı şekilde bunlar putperestler tarafından ziyaret edilerek tapınılırdı.
Güneş mabedinin küp şekli (güneş gibi boşlukta durduğu düşünülerek) altı yüzeyden oluşur. Güneş mabedi yapısında, güneşle ilişkilendirilen bir tanrı olan Tammuz'un (Marduk-Baal) adının baş harfi olarak haç (T) şeklini içerir. Bu şekil yalnızca mabedin duvarları açıldığında görülebilir. Bunu görmek için, güneş mabedinin üç yan duvarı yere yatırılıp açılır ve dördüncü yan duvar ise tavanla bitişik şekilde açılır. Ortaya Tammuz'un adının baş harfi olan haç (T) şekli çıkar.
Kur'an'da putperestlik yerilir ve "şirk" taşıyan bir eylem olarak kabul edilir. İslamda "şirk" kişinin işleyebileceği günahların en büyüğü olarak geçer. Müslüman olduktan sonra puta tapan "müşrik" olur, İslam dininden çıkar ve şeriat yasalarına göre kendisine yaşam hakkı verilmez.
Orhan Gökdemir'e göre tek tanrılı dinlere gidiş bir dinde sadeleşme ve devrim hareketidir. Bu devrim eski dini anlayışları dümdüz ederek yıkar. Ancak başlangıçta görülen hızlı bir yıkım sonrasında devrim yavaşlar ve eski pagan inançlar yeni kimliklere bürünerek yeniden ortaya çıkarlar. Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik kurucuları kadar bu karşılaşmanın da ürünü olan dinlerdir. Tek tanrılı dinlerde eski ilahların bir kısmı melek, cin, şeytan, aziz ve peygamberlere dönüştürülmüşlerdir. Yeniden kurgulanan mitolojik anlatımlarda Sümerlilerin eski tanrılarının tek tanrılı dinlerde Hızır, İlyas gibi peygamberlere ya da azizlere, velilere ve hatta meleklere, cinlere dönüştüğü görülebilmektedir. Allah'ın isimlerinden bir kısmı da eski ilahlara verilen isimlerle ortak köklere sahip isimlerden oluşur.
Atina Antlaşması (1913)
Atina Antlaşması (1913), 14 Kasım 1913 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan Krallığı arasında Balkan Savaşlarının sonunda imzalanmış bir barış antlaşmasıdır.
Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Belgrad Antlaşması
Belgrad Antlaşması, Osmanlı Devleti'nin 18 Eylül 1739 tarihinde Avusturya, 3 Ekim 1739 tarihinde de Rusya'yla imzalamış olduğu barış antlaşmalarıdır.
1736'da Kırım Tatarları'yla olan sınır anlaşmazlıklarını bahane eden Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. 1737'de Avusturya da Rusya'nın müttefiki olarak savaşa katıldı.
Üç koldan Osmanlı arazisine hücuma geçen Avusturya orduları Niş'e kadar ilerledikten sonra, ardı ardıya yenilip geri atılınca Avusturya hemen İstanbul'da Fransız Elçisi olan Villeneuve Markizi'nin aracılığı ile barış görüşmelerinde bulunmak istedi. Rusya'da İsveç'ten hücum beklediği için barış görüşmelerine razı oldu. Sadrazam ve Osmanlı ordusu serdarı olan Yeğen Mehmed Paşa orduyla İstanbul'a döndükten sonra Fransız ve Avusturya elçileri ve Rus grandükü ile konuştu. İlerliyen günlerde ordu kadısı Esad Efendi, Reisülküttab Mustafa Efendi ve Mektubi Ragıp Efendi Dolmabahçe'de Mehmed Emin Efendi yalısında elçilerle yapılan oturumlarda barış koşullarını görüştüler. Tam bu sırada 22 Mart 1739'de Yeğen Mehmed Paşa veziriazamlıktan atılıp yerine Vidin Seraskeri Hacı İvazzade Mehmed Paşa getirildi ve ordu tekrar cepheye gönderildi. 22 Temmuz 1739'da, Viyana'da büyük şok yaratırcasına, Belgrad yakınlarında yapılan Hisarcık Muharebesi'nde Osmanlı orduları galip geldi. Belgrad Osmanlı ordusu tarafından kuşatıldı ve Belgrad tekrar Osmanlıların eline geçti. Tuna kıyılarında önemli kale mevkileri olan Semendire (şimdi Sırbistan'da Smederevo) ve Adakale'yi tekrar eline geçirerek Tuna Nehri tekrar Avusturya ile Osmanlı devleti arasında korunaklı bir sınır haline getirildi.
Avusturya bundan sonra hemen ateşkes ilan ederek Osmanlı İmparatorluğu ile Belgrad Antlaşması'nı 18 Eylül 1739'da imzaladı. Avusturya, 1718 Pasarofça Antlaşması'yla elde ettiği, Belgrad da dahil Kuzey Sırbistan'ı ve Küçük Eflak'ı (şimdi Romanya'da) Osmanlılara geri verdi.
Rusya orduları ise daha başarılı olmuşlar, Hotin ve Bender'i almışlar ve Boğdan'a girip Yaş (şimdiki Romanya'daki Iaşi) şehrini ellerine geçirmişler ve Avusturyalılarla Osmanlılar arasında Belgrad Antlaşması'nın imzalandığı haberi eriştiğinde Eflak'a hücuma geçmek üzereydiler.
Yalnız kalan Rusya da, 3 Ekim 1739'da, savaş beklentilerinin çok gerisinde bir barış antlaşması yaptı. Rusya Azak Kalesi'ni askerden arındırmayı, Azak Denizi ve Karadeniz'de savaş gemisi bulundurmamayı, Karadeniz'deki ticaretini Osmanlı gemileriyle yürütmeyi, Orta Kafkaslarda önemli dağ geçitlerini kontrol eden ve koruması altında tuttuğu Kabartay bölgesinden çekilmeyi ve burasını tarafsız bir bölge olarak tanımayı kabul etti. Rusya ile bu antlaşmanın eki niteliğinde bu sebeple Belgrad Antlaşması adı ile de bilinen, Niş Antlaşması imzalandı.
Ayrıca bu antlaşmalar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya Arşidüklüğü ve Rus İmparatorluğu ile imzaladığı son kârlı antlaşmalardır.
1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya savaşının sonunda imzalanmış bu antlaşmaların başlıca şartları şunlardır:
Belgrad Antlaşmaları Osmanlıların 18. yüzyılda imzaladığı en son kazançlı antlaşmalardır. Belgrad Antlaşmaları ile Karadeniz’in bir Türk gölü olduğu bir kez daha kabul edildi. Bu antlaşma ile Karadeniz'in Türk gölü olduğu son kez onaylanmıştır.
Ayrıca bu antlaşmaların imzalanmasında etkili olan Fransızlar'a karşı kapitülasyonlar süresiz olarak uzatılmıştır.
Kerden Antlaşması
Kerden Antlaşması veya Karden Antlaşması, 14 Eylül 1746 tarihinde Osmanlı Devleti ile Afşar Hanedanı'nın kurucusu Nadir Şah'ın ve Raziya Sultan'ın yönettiği İran arasında İran'da imzalanmış bir antlaşmadır. 1742-1746 Osmanlı-İran Savaşı'nı sona erdirmiştir.
Bu antlaşma Nadir Şah'ın Tahran ile Kazvin arasında "Karden" mevkinde bulunan ordugâhında Osmanlı Elçisi "Mustafa Nazif Efendi" ile İran tarafında "Hasan Ali Hacı Han" arasında imzalanmıştır.
Bu antlaşma II. Kasr-ı Şirin Antlaşması olarak da bilinir. Çünkü bu antlaşmayla "Kasr-ı Şirin Antlaşması" sınırlarına geri dönülmüştür. Kerden Antlaşması Osmanlı-İran Savaşlarına bir süre ara verdi ve 1775'e kadar sürecek bir barış dönemini başlattı.
Erdal Erzincan
Erdal Erzincan (d. 1971, Erzurum), Türk Halk Müziği sanatçısı.
Küçük yaşlardan itibaren yaşadığı bölgenin folklorunu gözlemlemeye başladı ve bağlamayla o yaşlarda tanıştı. 1981 yılında İstanbul'a yerleşti ve 1985 yılında Arif Sağ Müzik Kursu'nda dersler almaya başladı.
1989 yılında İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü'ne girdi ve aynı süreçte; "Tezenesiz Bağlama Çalma Tekniği" (Şelpe) ile ilgili araştırmalar yaptı. Üniversitedeki tezini ise;
"Parmak Vurma Tekniğinin Bağlamadaki Uygulanışı ve Notasyonu" konu başlığıyla sundu.
1994 yılında hazırladığı "Töre" isimli ilk solo albümünden sonra;"Garip", "Gurbet Yollarında", "Anadolu"(Enstrümantal), "Al Mendil" isimli solo albümlerini ve bunların yanında Tolga Sağ ve İsmail Özden ile birlikte "Türküler Sevdamız"; Tolga Sağ ve Yılmaz Çelik ile birlikte de "Türküler Sevdamız 2"; Tolga Sağ, Yılmaz Çelik ve Muharrem Temiz ile birlikte "Türküler Sevdamız 3"isimli albümleri hazırladı. 2006'nın yedinci ayında "Kervan" isimli solo albümü çıktı.
1996 yılında Köln'de Cumhurbaşkanı Roman Herzog'un desteğiyle Arif Sağ ve Erol Parlak ile birlikte; Betin Güneş yönetimindeki Köln Filarmoni Orkestrasıyla bir konser verdi. Bu konserin repertuarı da; "Concerto for Baglama" adı altında albüm olarak piyasaya çıktı.
2004 yılının ilk yarısında Viyana'da; Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer'in desteğiyle Wiener Konzerthaus'ta, Russell McGregor yönetimindeki Ambassade Senfoni Orkestrasıyla birlikte bir konser verdi. Bu konserde birçok Anadolu ve klasik batı müziği eserini Ambassade Senfoni Orkestrasıyla birlikte çaldı.
2004 yılı sonbaharında İranlı Kemança sanatçısı Kayhan Kalhor'la birlikte konserler verdi ve enstrümantal bir albüm hazırladı.
2011 yılı yazinda İranlı Tar ve Setar ve Bağlama sanatçisi Abdullah Alicani Ardeşir'la birlikte bir bitmemiş albüm hazırladı.
Öğrencilerinden oluşan yirmibeş kişilik "Bağlama Orkestrası"nı kurdu. On yılı aşkın bir süredir, kendi adını taşıyan Müzik Kurs'unda eğitim vermekte olup halen bilgi ve birikimlerini öğrencileriyle paylaşmaya devam etmektedir.
Sanatçı son olarak Arif Sağ ile birlikte 2 ciltlik "Bağlama Metodu" isimli kitabı bağlama severlere sundu.
Kendisi gibi sanatçı olan Mercan Erzincan ile evli olup bir çocuk babasıdır.
Ahmet Paşa Antlaşması
Ahmet Paşa Antlaşması, 10 Ocak 1732 tarihinde Osmanlı Devletiyle Safevilerin yönettiği İran arasında imzalanmış bir antlaşmadır. 1730-1732 Osmanlı-İran Savaşı'nı sona erdirmiştir.
Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Bu antlaşma, Osmanlı Devletinde sadrazamın, İran’da da Şah’ın değişmesine sebep olmuştur. Fakat uzun vadede bu antlaşma ne Osmanlı Devletini ne de İranlıları tatmin etti ve iki ülke arasındaki çatışmalar 1746 yılına kadar devam etti.
Vasvar Antlaşması
Vasvar Antlaşması, 10 Ağustos 1664'te Osmanlı İmparatorluğu'yla Avusturya Arşidüklüğü arasında |
imzalanmış bir barış antlaşmasıdır. 1663-1664 Osmanlı-Avusturya Savaşı'nı sona erdirmiştir. Antlaşma Szentgotthárd ile Eisenburg arasındaki Çakani'de "(Cskany)" imzalanmasına rağmen, bu birimin bağlı olduğu Vasvar şehrinin adı tarihi kaynaklara geçmiştir. Osmanlıca ve Latince kaleme alınan antlaşmanın Latincesi Osmanlılarda, Osmanlıcası Avusturyalılarda kalmıştır. Antlaşma ile Osmanlılar aldıkları kaleleri ellerinde tuttukları gibi, Erdel üzerinde yeniden avantajlı konuma geçmişlerdir.
1658 yılında Erdel, Eflak ve Boğdan Beylikleri Avusturya'nın kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı isyan ettiler. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'yla Avusturya Arşidüklüğü arasında başlayan savaş Sultan IV. Mehmet döneminde 1658-1664 arasında 6 yıl devam etti. Köprülü Mehmet Paşa bu isyanları bastırdı. Köprülü Fazıl Ahmet Paşa Uyvar Kalesini fethetti. Osmanlı kuvvetlerinin başarıları üzerine Papalığın tavsiyesi ile Avusturya barış görüşmelerine başlamak istedi. Avusturya Başbakanı Duc de Sagan, Macaristan'da bulunan Osmanlı ordusunun başkomutanı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'ya bir mektupla başvurarak elçi olarak Osmanlı ordusunda bulunan Simon Reninger'in görüşmeler için murahhas atandığını bildirdi. Sadrazamın bunu kabul etmesi üzerine görüşmeler başladı. Müzakereler sonunda Sadrazam tarafından onaylanan antlaşma Avusturya tarafına gönderildi ise de Avusturya Arşidükü tarafından ancak St. Gotthard Savaşı sonucunda, Avusturyalıların Osmanlı ordusunun ilerleyişini durdurmalarına karşın Batı Avrupa'daki siyasi olayların da etkisiyle onaylanıp gönderilmiştir. Aynı zamanda St. Gotthard Savaşı'nda Osmanlı askerinin sadece bir bölümü çarpışmaya dahil olup, büyük kısmı savaşa hazır olduğundan Avusturya da bir an önce barış yapmaya hevesliydi. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti savaş hedeflerini elde etmiş ve Erdel'in kesinlikle Osmanlı egemenliğinde olduğu yeniden belgelenmiştir. Antlaşma 20 yıl süreli olarak imzalanmasına rağmen, 31 Ocak 1682 tarihinde IV. Mehmet başkanlığında kurulan Divan-ı Hümayun'da, Avusturya'nın antlaşmayı ihlal etmesi üzerine Raab ve Komaron kalelerini almak üzere Avusturya'ya savaş ilan edilmesiyle son bulmuştur.
Bu antlaşmanın başlıca maddeleri şunlardır:
OpenTTD
OpenTTD, Chris Sawyer'ın yaptığı "Transport Tycoon Deluxe" oyununun ikili dosyalarının ters mühendislik teknikleriyle C programlama diline çevirilmiş açık kaynaklı halidir. Bu çevirme işlemini, 2002 yazı ve Mart 2004 arasında Ludvig Strigeus, Interactive Disassembler programının yardımıyla tek başına gerçekleştirmiştir. O zamandan beri oyun gönüllü geliştiriciler tarafından sürekli geliştirilmekte ve büyümektedir.
"OpenTTD", özellik yönünden özgün oyunu ikiye katlamakla birlikte kanallar, kolay ve inşa araçları gibi birçok yenilik içermektedir. Çok oyunculu desteği, özgün oyunla "OpenTTD" arasındaki en büyük farktır denebilir. Yerel ağ ve İnternet üzerinden uluslararası sunucularda, en fazla 10 oyuncu tek haritada oynayabilir.
TTDPatch'ın birçok özelliği "OpenTTD"de de bulunmaktadır. Ve yine TTDPatch gibi GPL kullanır. TTDPatch'den farklı bir şekilde, "OpenTTD" tamamen kendi başına çalışabilmektedir. Önceleri "Transport Tycoon Deluxe" oyununun orijinal grafik dosyalarına ihtiyaç duymaktayken, 2007 yılında başlatılan çalışmalar 2009 sonlarında tamamlanmış "OpenGFX", "OpenSFX" ve "OpenMSX" paketleri sayesinde bu bağımlılığından kurtulmuş ve tamamen bağımsız bir oyun haline gelmiştir.
OpenTTD, orijinal Transport Tycoon'dan çok daha fazla özelliğe sahiptir. Çoğu özelliğinin ilham kaynağı TTDPatch'tir.
Oyundaki büyük değişiklikler genel hatlarıyla aşağıdakilerdir:
Grafik, ses ve ağ motoru olarak SDL kullanıldığı için, OpenTTD pek çok farklı işletim sisteminde çalıştırılabilir:
DOS sistemi desteklenmemektedir. Aslında "Transport Tycoon" 'un ilk hali sadece DOS üzerinde çalışırdı.
Ferhat Paşa Antlaşması
Ferhat Paşa Antlaşması, III. Murat devrinde 21 Mart 1590 tarihinde Osmanlı Devleti'yle Safevilerin yönettiği İran arasında imzalanmış bir barış antlaşmasıdır. 1578-1590 Osmanlı-Safevî Savaşı'nı sona erdirmiştir, aynı zamanda Duraklama döneminin ilk antlaşmasıdır.
Kafkasları tamamen ellerine geçirmek isteyen Osmanlılar, 1583-1590 yılları arasında devamlı olarak Safevilerin üzerine seferler düzenlediler. 11 Mayıs 1583'te Meşaleler Muharebesi denilen çarpışmayla başlayan Osmanlı seferleri 1590’da imzalanan Ferhat Paşa Antlaşması ile sona erdi. Anlaşma sonucunda Tebriz, Karabağ, Gürcistan, Dağıstan ve Şirvan Osmanlılara bırakıldı. Bu antlaşma ile Osmanlılar doğudaki en geniş sınırlarına ulaşmışlardır. Yapılan bu antlaşma III. Mehmet döneminde Safeviler tarafından ihlal edilmiştir.
Osmanlı-Venedik Antlaşması (1479)
Osmanlı-Venedik Antlaşması (1479), Osmanlı Devleti ile Venedik Cumhuriyeti arasında 1479 yılında imzalanmış bir barış ve ticaret antlaşmasıdır.
Osmanlıların Balkanlarda kazanmış oldukları topraklar Osmanlıları Venediklilerle komşu haline getirdi. Osmanlıların Ege adalarını geçirmeleri Venediklilerin işine gelmedi ve savaş patlak verdi. Bu savaşlar 16 yıl sürdü (1463-1479). Bu savaşlar boyunca Osmanlılar Eğriboz başta olmak üzere birçok adaları ellerine geçirdiler. Savaşın sonunda Osmanlılarla Venedikliler arasında barış yapıldı.
Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardır:
Antlaşmanın bir diğer şartına göre Venedik Cumhuriyeti en tecrübeli ressamlarından birini Fatih Sultan Mehmet'in tablosunu yapmak üzere İstanbul'a gönderecekti. Bu amaçla ressam Gentile Bellini İstanbul'a geldi ve İstanbul'da Fatih Sultan Mehmet'in ünlü tablosu başta olmak üzere birçok eserler yaptı.
Baharat Yolu
Baharat Yolu, eski çağlarda, Uzakdoğu'yu Batı'ya bağlayan ticaret yollarından biriydi. Baharat günümüzden binlerce yıl önce Doğu ülkelerinde kullanılıyordu. Orta Çağ Avrupası'nda soyluların sofralarına da girince çok önemli bir ticaret ürünü haline geldi, ama pahalı olması nedeniyle ancak varlıklı kimseler satın alabiliyordu. Aslında tarçın, kakule, zencefil ve zerdeçal satışına dayanan baharat ticaretine Çinliler Mîlat'tan önce başlamıştı.
Baharat Yolu Hindistan'dan Avrupa'ya uzanan bir ticaret yoludur. Baharat, Doğu’dan Avrupa'ya iki ayrı yoldan gelirdi.Bunlardan biri Orta Asya üzerinden geçen İpek Yolu'ydu. Ama İpek Yolu asıl olarak eski çağlarda Çin ipeğinin Roma’ya taşındığı yoldu;diğer yol ise, Hindistan ve Seylan'dan (Sri Lanka) Kızıldeniz'deki Akabe Körfezi'ne, Yemen kıyılarına ya da Basra Körfezi'ne gelen deniz yoluydu. Bu kıyılardaki limanlarda gemilerden boşaltılan baharat kara yoluyla Fenike ve Filistin kıyılarına, Mısır'da İskenderiye'ye ve Karadeniz'e ulaştırılırdı. Sonra yine deniz yoluyla Avrupa'ya taşınırdı.
Baharat üreten ülkelere doğrudan ulaşmanın yolları arandı. Sonunda Vasco da Gama 1498'de Ümit Burnu'nu dolaşarak Hindistan yolunu açtı. Kristof Kolomb Batı Hint Adaları'na, Macellan Güney Amerika'yı dolaşarak Doğu Hint Adaları'na vardı. Böylece baharat üreten ülkelere yeni yollar açıldı. Bunun sonucunda baharat ticaretinde Venedik tekeli kırılırken, tarihsel Baharat Yolu da önemini yitirdi.
Gordion
Gordion (ya da Gordiyon), tarihte Frigya'nın ("Phrygia") başkenti. Sakarya nehri ile Porsuk Çayı'nın birleştiği noktanın tam yukarısında bulunan höyük.
Gordion'un kalıntıları Ankara'ya 94 km uzaklıkta, Polatlı'nın 29 km kuzeybatısındadır. Höyükte, Gordion adını zikreden kitabeye benzer hiçbir açık delil bulunamamıştır. Buna rağmen bu höyüğün eski Gordion olarak belirtilmesi doğru kabul edilmektedir. Bir rivayete göre ilk Frig Kralı Gordios, krallığa çıkışı sırasında sabanını, boyunduruğuna bir kördüğüm atarak bağlamıştır. Şehrin, Gordion adını, krala izafeten aldığı sanılmaktadır. Fakat o zamana ait Doğu belgelerinde bu kralın adından hiç bahsedilmemektedir.
Yapılan kazılar Gordion'daki yerleşmenin, Friglerin buraya gelişlerinden önce olduğunu göstermektedir. Frig devri höyüğünün altında eski bronz çağına ait daha küçük bir höyük bulunmaktadır. Eski bronz çağından Frig şehri tabakasına kadar birbiri üstüne gelen ve birbirlerini takib eden bu yerleşmelere ait on sekiz tabaka çıkarılmıştır. Bu tabakalarda Hitit devrinin bütün safhaları temsil edilmektedir.
Friglerin geliş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Trakya'dan ve Balkan Yarımadasından buraya geldikleri farz edilir. Bu düşünce Friglerin çanak, çömlek stillerinin Makedonyalılarınkine benzemesinden ileri gelmektedir. Frigler MÖ 9. yüzyıl ortalarında veya daha önceki yıllarda, buraya gelip yerleşmişlerdi. Muhtemelen burası Orta ve Batı Anadolu'ya sınırları uzanan bir devletin başşehri olmuştur. Krallık, asurlulara yenilmesine rağmen istilaya uğramamış, fakat MÖ 7. yüzyılda Kimmerlerin istilasına uğramıştır. Kimmerler, Lidyalılarla savaşmak için buradan geçmişlerdi. Daha sonraki yıllarda Gordion dahil, bütün Anadolu Pers İmparatorluğuna dahil olmuştur. Bu devirde de Gordion, Kral Yolu üzerinde önemli bir yer, pazar şehri, konaklama yeri olarak önemini korumuştur. Şehir. MÖ 333'te Pers boyunduruğundan kurtulmuştur. Çeşitli mücadelelerin geçtiği bu bölgede MÖ 200 yıllarından sonraya ait olabilecek bir şey bulunamamıştır. Bundan sonra Gordion önemini kaybetmiş ve terk edilmiş gibi bir hale gelmiştir.
Gordion'un güneydoğusunda yer alan tarihi kapısı, sur içinde yer alan sarayları ve Frig kral ailesi üyeleri ile zenginler ve soylular için yapılmış 80 kadar yığma mezar tepeleri şehrin en önemli özelliklerini yansıtmaktadır.
Vasco Núñez de Balboa
Vasco Núñez de Balboa (d. 1475 - ö. Ocak 1519), İspanyol kâşif ve serüvencidir. Büyük Okyanus'u gören ilk Avrupalıdır.
Balboa, 26 yaşındayken Amerika'ya doğru yelken açtı. Hispaniola'ya (bugünkü Haiti) yerleşerek büyük bir çiftlik kurdu. Borca girip bu işte başarısız olunca, San Sabestian Kolonisi'ne doğru yolan çıkan bir gemiye gizlice binerek kaçtı. Birlikte gittiği denizcileri ikna ederek, bugünkü Panama'nın Darien kentinde bir koloni kurdu. 1511'de İspanya kralınca, Darien geçici valiliğine ve komutanlığına atandı. Bir keşif gezisinde yerlilerden güneyde, dağların ve altın ülkesi Peru'nun öte yanında büyük bir deniz |
in bulunduğunu öğrendi. 1513'te 190 İspanyol ve 1.000 Yerliyle birlikte yola çıktı. Zorlu bir yolculuk sonunda Orta ve Güney Amerika'yı birleştiren dar kara parçasını, yani Panama Kıstağı'nı aştı ve bir dağın doruğundan Büyük Okyanus'u gördü.
Bu keşfin ardından Balboa İspanya kralı tarafından Büyük Okyanus amirliğine atandı. Ama Darien'e geri dönünce kralın kendisinin yerine Pedro Arias de Avila'yı Darien valiliğine atadığını gördü. Kısa sürede yeni valiyle arası açıldı. Balboa'nın başarılarını kıskanan de Avila, düzmece suçlamayla Balboa'yı tutuklattı ve Darien'de idam ettirdi.
Osmanlı-Bizans Antlaşması (1420)
Osmanlı-Bizans Antlaşması, Osmanlı sultanı I. Mehmed'in Bizans İmparatorluğu'yla yaptığı bir düzenleme antlaşmasıdır.
Yıldırım Bayezid, Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilerek esir düştüğünde oğlu Mustafa Çelebi de beraberinde Semerkand'a götürülmüştü. Timur ölünce Mustafa Çelebi serbest kaldı ve Anadolu'ya geri döndü. O sırada Fetret devri bitmiş, Yıldırım Bayezid'in diğer oğlu Mehmet Çelebi Osmanlı Devleti'nin başına geçmişti. Mustafa Çelebi tahta geçmek isteyince taraftarlar arasında savaş çıktı (Düzmece Mustafa İsyanı). Mustafa Çelebi kardeşi Mehmet Çelebi'ye yenilerek Bizans İmparatorluğu'na sığındı. Mehmet Çelebi, Bizanslılarla bir antlaşma yaptı. Bu antlaşmanın bazı şartları şunlardı:
Osmanlı-Venedik Antlaşması (1416)
Osmanlı-Venedik Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Venedik Cumhuriyeti arasında 1416 yılında imzalanmış bir barış ve ticaret antlaşmasıdır.
1416 yılı Osmanlıların ilk deniz savaşına sahne oldu. 29 Mayıs 1416'ta Venedikliler, Osmanlı gemilerine saldırınca Çalı bey komutasındaki Osmanlı donanmasıyla Venedik donanması arasında savaş yapıldı. Tecrübesiz ve zayıf olan Osmanlı donanması yenik düştü. Savaş sonunda yapılan barış antlaşmasının bazı şartları şunlardır:
Barbar akınları
Barbar akınları, "Barbarlar" toplulukların, devletlere ya da şehir devletlerine düzenledikleri saldırılara verilen addır. Burada barbar kavramı, günlük kullanımdaki anlamından farklı bir bağlamda kullanılır.
Yunanca "barbaros" sözcüğünden gelen bu kavramı ilk kullananlar Eski Yunanlardı. Barbar, Romalıları da içine alan bütün Helen olmayanlara verdikleri addı. Daha açık bir ifadeyle Hellenler, Grekçe konuşmayan tüm topluluklara "barbar" demekteydiler. Daha sonra Romalılar da kavramı, "uygar" olarak tanımladıkları, kültürel ve ekonomik olarak Roma ve Yunan etkisi dışında kalan topluluklar için kullandılar.
Zamanla bu toplumlara yükledikleri yıkıcı, vahşi tutumlar nedeniyle barbar kavramı olumsuz bir anlam alarak pek çok dile yerleşmiştir.
Bugün kullanıldığı şekliyle barbar topluluklar, çoğunlukla göçebe ve sürücü topluluklardır. Kabile düzeninin hakim olduğu, toplumsal tabakalaşmanın, sınıfların olmadığı toplumlardır. Toplum içi ve başka topluluklarla olan ticari ilişkiler kurumsallaşmamıştır, geçimini ticaretle sağlayan bir zümre yoktur ve ticaret, ağırlıkla takas yöntemiyle sürdürülür. Yine bugün kullanıldığı şekliyle "Uygar" toplumlar ise, Eski Yunan, Roma imparatorluğu, Miken, Minos gibi toplumlardır. Gelişmiş bir işbölümünün ve toplumsal tabakalaşmanın-zanaatkârlar, tüccarlar, köleler, büyük toprak sahibi anlamında soylular- şekillendiği toplumlardır.
Belirli bir gelişmişlik düzeyindeki bir devlet ya da kent devleti, "barbar" akınları sonucunda yıkıldığında tarihsel süreç üç farklı şekilde gelişir.
Bir uygarlığın "barbar" akınları sonucunda yıkılmasıyla tarihsel sürecin ne yönde süreceği, bu yıkılışta birincil rol oynayan "barbar" topluluğun gelişmişlik düzeyi tarafından belirlenir. İstilacı topluluğun gelişmişlik düzeyi göçebe-sürücü bir toplum düzeyinde ise bir karanlık çağ yaşanır. Dor istilası sonrasında Antik Yunanistan'da olduğu gibi. İstilacı topluluğun gelişmişlik düzeyi, göçebe-sürücü durumunu aşmış, yerleşik ve tarım tekniklerini geliştirmiş bir topluluksa, yıkılan orijinal uygarlığın yerine daha gelişkin bir uygarlığın temelleri atılır. İstilacı topluluğun gelişmişlik düzeyi gelişkin bir yerleşik düzen ve tarımsal teknoloji ise yıkılan orijinal uygarlığın yerinde gelişme eğilimi çok daha ileri dönük, kendine özgü bir uygarlık ortaya çıkar. Mezopotamya uygarlıkları, İslam uygarlığı ve Osmanlı uygarlığı gibi.
Antik Yunan ve Roma kaynaklı barbar-uygar toplumlar ayrımı, daha sonra pek çok düşünür ve tarihçi tarafından benimsenmiş ve toplumların geçirdikleri tarihi süreçlerin incelenmesinde kullanılmışlardır.
İbn Haldun'da (1332-1406), bu ayrım bedevilik-hazerilik olarak adlandırılır ve İbn Haldun, insanlık tarihinin bedevilik-hazerilik arasında devirlik bir gelgit olduğunu belirtir. İbn Haldun'a göre bedevilik durumundaki göçebe-sürücü toplumlar yerleşik düzene, hazerilik durumuna geçtikten bir süre sonra "bozulmaya" başlar ve başka bir göçebe-sürücü topluluk tarafından tarih sahnesinden silinir.
Amerikalı etnolog Lewis Henry Morgan da, (1818-1881) 1877 yılında yayımladığı Ancient Society or Researches in the Lines of Human Progres from Savagery throught Barbarism to Civilization adlı çalışmasında (Eski Toplum), "kültürel evrim" kuramını ortaya atmış ve insanlığın gelişiminin yabanıllık, barbarlık ve uygarlık olmak üzere üç evrede açıklamıştır.
Alman Marksist teorisyen Friedrich Engels de, Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni adlı çalışmasında, Morgan'ın Eski Toplum adlı çalışmasından hareketle "barbar" toplumları irdelemiştir.
"Barbar" toplumlar üzerine çalışmalar yapan tüm araştırmacıların çalışmalarında ortak yan, bu topluluklarda gözlemlenen birbirine bağlılık, içtimai dayanışma, dürüstlük gibi, "uygar" toplumlara artık yabancılaşmış kavramlar konusundaki derin saygı ve hayranlıktır.
Tüm bu çalışmalarda, "barbar" topluluklarla "uygar" topluluklar arasındaki farklar açısından en çok üzerinde durulan farklılık ise, "barbar" toplulukların saldırdıkları toplulukları kılıçtan geçirdikleri ama asla köleleştirmedikleridir. Oysa "uygar" topluluklarda üretimin temeli köle emeğine dayanmaktadır.
Barbar akınlarının tarihte önem kazanması İÖ 4. yüzyıldan başlayarak Roma topraklarına düzenledikleri saldırılardır.
Roma İmparatorluğu İS 364'te Doğu ve Batı olarak ikiye bölününce gücünü önemli ölçüde yitirdi. Bu bölünmenin ardından Batı Roma İmparatorluğu’nun başkenti Milano oldu. Bizans İmparatorluğu olarak da bilinen Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti ise Konstantinopolis’ti (İstanbul). İmparatorluk sınırları dışında yaşayan Gotlar, Vandallar, Lombardlar, Franklar, Jütler ve Saksonlar gibi "barbar" kavimler, güçsüzlük belirtisi gördükleri anda Roma İmparatorluğu’na saldırmaya her zaman hazırdılar. Bu kavimlerin kendi yurtları dışındaki topraklara yönelmelerinin önemli nedenlerinden biri, Asya'dan batıya doğru göç eden kavimlerin sürekli tehdit oluşturmalarıydı. "Barbar" kavimler bu göçler yüzünden zaten Roma topraklarına gitgide daha çok yaklaşmışlardı.
Nitekim Roma’ya karşı ilk harekete geçenler, Hunların saldırısına uğrayan Vizigotlar (Batı Gotlar) oldu. Hun saldırıları karşısında Tuna Irmağı’nın güneyine inen Vizigotlar, Roma'ya akınlar düzenlemeye başladılar. İS 410'da Alarik'in önderliğinde Roma'yı ele geçirdiler. Gotların batı kolu olan Vizigotlar, daha sonra İspanya'ya yerleşerek burada güçlü bir krallık kurdular.
Başka bir Germen halkı olan Vandallar da yurtlarından ayrılıp Fransa ve İspanya üzerinden Afrika'nın kuzeyine geçtiler ve burada bir krallık kurdular. Bu sırada komutanları Genseric'in önderliğinde, 455'te Roma'yı ele geçirip yağmaladılar. Bugün pek çok dilde her şeyi yakıp yıkan kişi anlamında kullanılan "vandal" sözcüğü, istilacı Vandallardan gelir. "Barbar" halklardan sayılan Franklar da batıya doğru ilerleyerek, Fransa'nın içlerine kadar girdiler. Jütler ve Saksonlar ise, o dönemde Roma’nın eyaleti olan İngiltere'ye akınlar düzenlediler.
"Barbar" kavimlerden Ostrogotlar (Doğu Gotlar) da Roma topraklarını istila ettiler ve İtalya'da bir krallık kurdular. Ancak bu krallığın ömrü uzun olmadı ve 60 yıl sonra ortadan kalktı. "Barbar" akınları sırasında İtalya’da kalıcı bir yönetim oluşamadı. Bizans İmparatoru I. Justinianus, bu siyasal boşluktan yararlanarak İtalya'yı da imparatorluk topraklarına kattı. I. Justinianus'un İS 565'te ölümünden sonra, bu kez Lombardlar İtalya'yı istila ettiler.
Eski tarihi bilgilere göre "barbar" nitelemesi, ilk olarak Çinlilerce kullanılmıştır. Bu sözün kaynağı, " hayvan postu giyenler" için söylendiğini göstermektedir. Hatta; Avar (Juan juan) kavmine bağlı bir kolunun adının Barbarianlar olduğu da bilinmektedir. Barbaros sözcüğünden doğduğu düşüncesi tamamen yanlıştır.
Özkan Uğur
Raif Özkan Uğur (d. 17 Ekim 1953, İstanbul), MFÖ grubunun bir üyesi, müzisyen, sinema ve dizi oyuncusu.
Özkan Uğur'un babası Hurşit Uğur Şehirhatları'nda çarkçıbaşı olarak çalışmaktaydı. Ailenin beşinci çocuğu olan Uğur, Reşat Nuri Güntekin İlkokulu'nda okurken mandolin ile tanışır. Fenerbahçe Lisesi'nde okurken müzik sevdası ağır basar. İlk olarak "Atomikler" adında amatör bir grup kurup, dönemin popüler şarkılarını yorumladılar.
Müzik hayatına 1970'te birçok ünlü ismin de zaman zaman yer aldığı Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası'nda başladı. 1971 senesinde Kızıltoprak'ta tanıştığı Mazhar Alanson ve Fuat Güner ile ilk grubu Kaygısızlar'la profesyonel basgitaristliğe başladı. O dönem Sadık Kuyaş da grupta basgitaristlik yapmaktaydı. Bir süre beraber çaldıktan sonra Kuyaş gruptan ayrıldı ve Uğur grubun tek basgitaristi oldu.
Kaygısızlar'ın dağılmasından sonra 1972'de Barış Manço'nun kendisine eşlik etmesi için kurduğu rock grubu Kurtalan Ekspres adlı grubun ilk kadrosunda yer aldı ve Ankara Dedeman'daki ilk konserde yer aldı. İlk plaklarından sonra Barış Manço askere gitti. Grup bir süreliğine dağılınca Özkan Uğur, Aydın Çakuş ve Nur Yenal ile birlikte Ter grubunu kurdu. Grup, o dönem kendi grubunu dağıtmış Erkin Koray ile birleşti ve 1972'de "Hor Görme Garibi / Züleyha" 45'liğini çıkardı.
Barış Manço'nun askerden dönmesiyle Özkan Uğur tekrar Kurtalan Ekspres'e döndü. 1973-1974 yılları arasında bu grupla çalıştı. 2 plak kaydında yer aldı. 1974' |
te gruptan ayrıldıktan sonra bu dönemden eski arkadaşları Mazhar - Fuat'ın hazırladığı stüdyo albümünde de bas çaldı. Kurtalan Ekspres'e 1976 kısa süreli basgitarist, 1978'de bir Anadolu turnesi için de gitarist olarak grupta yer aldı.
1974'te Kurtalan Ekspres'ten arkadaşı Murat Ses ile bir süre Edip Akbayram'ın Dostlar Orkestrası'nda yer aldı. Ancak müzikal anlaşmazlıklardan dolayı ayrıldı. Anadolu Rock'ın başka bir ünlü ismi olan Ersen ve Dadaşlar grubuna Taner Öngür'ün yerine basgitara geçti. Üç 45'likten sonra dönemin siyasi koşulları nedeniyle Ersen Dinleten ile Dadaşlar'ın yolları ayrıldı. Özkan Uğur bir süre daha Dadaşlar'da kaldı ve Selda Bağcan ile "Selda ve Dadaşlar" adıyla çıkan Türkülerimiz LP'sinde basgitar çaldı. 1976'da Seyhan Karabay ve Kardaşlar grubunun 1 45'liğinde yer aldı.
1976'da yine Fuat Güner ve Mazhan Alanson ile İpucu Beşlisi'ne geçti. Bir 45'lik yayımlayıp, Seyyal Taner ile çalıştılar. Grubun dağılmasıyla 1978'de Galip Boransu ve Cengiz Teoman ile Grup Karma'yı kurdu. Bu grup ile katıldıkları 1978 Türkiye Eurovizyon elemelerinde bestesi Galip Boransu'ya ait "İmkansız" adlı şarkıyla 4. olmuştur.
1980'lerin başında Mazhar Alanson ve Fuat Güner ile ünlü isimlerinde arkasında çalıp para biriktirdiler. Bu sırada Ferhan Şensoy'un "Şahları da Vururlar" tiyatrosunda oynayarak tiyaroya da ilk adımını attılar. 1984'te ilk albümleri Ele Güne Karşı Yapayalnız ile şöhreti yakaladılar. 1985'de Diday Diday Day ve 1988'de Sufi şarkısı ile olmak üzere iki kez Türkiye'yi Eurovizyon'da temsil etmiştir.
Özkan Uğur, MFÖ'de basgitar çalarken aynı anda inanılmaz zor derecedeki vokalleri tenor ses rengi ile başarıyla icra etmektedir. Ayrıca sanatçının hiçbir anlama gelmeyen sözlerle yaptığı şarkılar bulunmaktadır. Yayınladıkları birçok şarkı da besteciliğiyle dikkat çekti. "Lay Lili Lili Lay", "Mecburen", "No Problem", "New York Sokaklarında" gibi şarkıların bestesinde yer almış, "Hep Aynı" şarkısının bas performansıyla dikkat çekmiştir. "Bazen", "Amanın Aman", "O Neydi O" gibi bestelerinin vokalinde de yer almıştır. "Ali Desidero" ve "İdare Edip Gidiyoruz" şarkılarında ses rengini değiştirerek vokalle düet yapmıştır.
Özkan Uğur, grup üyeleri solo albüme sahip olmayan tek sanatçıdır. İlk yayınladığı solo şarkı Karışık Pizza filminin müziği "Maksat Muhabbet Olsun"dur. G.O.R.A. filmi için yazdığı Olduramadım da kendisinin bir klibe de sahip olan ikinci şarkısıdır.
Özkan Uğur müzik dünyasında birçok ismin albümlerinde vokallerde yer almıştır. Bunlardan bazı örnekler Sezen Aksu, Tarkan, Nev, Yavuz Çetin, Baba Zula, Ayhan Sicimoğlu, Asya'dır. Sezen Aksu'nun "Dert Faslı" şarkısının bestecilerinden biridir. Ayrıca Sertab Erener'in Kera şarkısının ve Yavuz Çetin'in Fanki Tonki Zonki şarkısının sözleri de ona aittir. En son 2016'da DMC'den Aynada single'ını çıkartmıştır.
İlk yılları kendi basgitarını kendi yapmaya çalışan Özkan Uğur'a şu anki Fender Jazz Bass gitarı kendisine Barış Manço tarafından hediye edilmiştir. Bir de perdesiz gitara sahip olan Özkan Uğur, ayda bir gitarın tellerini değiştirip bakımını yapmaktadır. Bir röportajında "Hayatım onunla geçti, milyarlar verseler de satmam.
Bir kez konser için enstrümanları taşırken yere düşmüştü. Fark etmemişiz. Araba geri geri giderken az daha gitarımı paramparça ediyordu. Allahıma şükürler olsun ki sadece kutusu ezildi." demiştir
1996 yılında Yavuz Turgul'un yönettiği Şener Şen ve Uğur Yücel başrollerini paylaştığı Eşkıya filminde rol almıştır.
Atv kanalında yayınlanan İkinci Bahar dizisinde zabıta rolünde oynamıştır. Atv'de yayınlanan Ağırlığınca Altın yarışmasını sunmuştur. Komser Şekspir filminde oynamıştır. Atv'de yayınlanmış olan Yeter Anne dizisinde anne rolündeki Suna Pekuysal'ın oğlunu canlandırmıştır.Alacakaranlık adlı dizide Bedir Büyükdereci rolünü canlandırmıştır. G.O.R.A. filminde "Garavel" rolünde oynamıştır. A.R.O.G. filminde ise "Dimi" rolünde oynamıştır.
1980-1983 tarihleri arasında Fuat Güner'le birlikte, Ferhan Şensoy'un "Şahları da Vururlar" ve "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" adlı oyunlarında müzisyen ve oyuncu olarak yer aldı. 2010 yılında başlayan Türk Malı dizisinde yeni yayın döneminde oynayacağı duyurulmuştur. 2009 yapımı olan Yahşi Batı filminde de Kızılderili şefi Kızılkayalar rolüyle beyazperdede Cem Yılmaz'a eşlik etmiştir.2014 yılında Pek Yakında filminde Ejder rolüyle beyazperdeye bir kez daha çıkmıştır.
Özkan Uğur, Aysun Aslan Uğur ile evlidir. Çiftin "Alişan" isminde bir oğulları bulunmaktadır.
Özkan Uğur ile Koşuyolu'nda; http://www.haberakis.net/index.php?option=com_content&view=article&id=11839:ile
Şeyhülislam
Şeyhülislam ya da Şeyh-ül İslam (Osmanlıca: شَيْخُ الإسْلام), dini konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye sahip olan kimse anlamına gelir. Osmanlı Devleti zamanında şeyhülislam dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisiydi. Gerektiği zaman dini sorunlarla ilgili görüşlerini fetva yayınlayarak açıklardı. Bu fetvalar kanun niteliği taşırlardı. 1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümetinde bu makam Şeriye ve Evkaf Vekaleti adıyla "Bakanlık" olarak yer aldı. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra 1924 yılında laiklik ilkesinin kabul edilmesi sonucu bu bakanlık kaldırıldı. Yerini "Diyanet İşleri Başkanlığı" aldı.
1424'de Molla Fenârî'ye bu unvanın verilmesiyle, son Osmanlı Şeyhülislâmı Medenî Nuri Efendi'nin 1922'de kabinesiyle birlikte istifa etmesi arasındaki 498 yıl boyunca sürmüştür.
1424-1922 yılları arasında 131 şeyhülislam 175 defa bu makama tayin edilmiştir. Ebu's-Suûd Efendi 29 yılla en fazla; Memikzade Mustafa Efendi de 13 saatle en az bu makamda kalan şeyhülislamdır.
131 şeyhülislamın yalnızca 9'u Türk asıllı değildir. (Arap, Boşnak Gürcü, Çerkes, Arnavut'tur.) Şeyhülislamlar içinde müstesna bilginler, yazarlar, şairler, hattatlar, bestekârlar ve hukukçular vardı. Birçok şeyhülislam verdikleri fetvaları toplayarak hem İslamî ilimler, hem de Osmanlı hukuk tarihi bakımından değerli eserler bırakmışlardır.
I. Selim zamanında (1512-1520) şeyhülislamdan Ahmed ibni Kemal Paşaya Müftî-yüs-sekaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren) unvanı verilmiştir. I. Süleyman zamanına (1520-1566) kadar şeyhülislamlık tercihinde uyulması zorunlu bir yasa ya da kural yokken, Ebu's-Suud Efendi'nin hazırladığı bir kanunla Rumeli Kazaskerliği'nden sonra terfi edilen bir makam haline getirildi. Pek nadir olarak Anadolu kazaskerlerinden de şeyhülislamlar görüldü.
II. Mehmet, kanunnamesinde şeyhülislamı ve padişah hocalarını vezirlerden üstün tutmaktaydı. Bu kanunnameye göre ulemanın reisi kabul edilmekle beraber şeyhülislamın, ilmiye sınıfının başı sayılması 16. asrın ortalarına doğru gerçekleşmiştir. 16. asırda Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, İbn-i Kemal Paşazâde ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kudretli alimlerin bu makama gelmesiyle şeyhülislamlık daha da önem kazandı. Bilhassa bu üç şahsiyetin Osmanlı Devleti'nin yükselmesinde önemli katkıları olmuştur.
Başlangıçta kadıaskerlik ve muallim-i sultanî vazifelerine göre ikinci derecede bulunan şeyhülislamlığın, bilhassa İbn-i Kemal (1525-1533) ve Ebu's-Suud Efendi (1545-1574)'ye geçmesi ile daha bir önem kazandığı ve kadıaskerliğin üstünde bir görev olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Osmanlılar'da Şeyhülislam, ilmiye sınıfının başı sayılıyordu. Klasik Osmanlı devrinde devlet görevlileri kalemiye, seyfiye ve ilmiye olmak üzere üç sınıfa ayrılıyordu. İlmiye sınıfı, günümüzün Adalet ve Millî Eğitim Bakanlıkları ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın görevlerini üstlenmiş durumdaydı.
Osmanlı tarihinde sadrazam olmak için eğitim aranmazdı ama şeyhülislam olmak hatta bunun ilk basamağı olan kadılık, müftülük ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. Bu durum; Osmanlının, şeyhülislamlığa verilen değeri göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Goril
Goril ("Gorilla gorilla") , yaşayan en büyük insansı ve primat türüdür. Diğer çoğu primatın aksine yerde yaşar. Otçuldur ve Ekvator Afrikası'nın yağmur ormanlarında yaşar. Gorilin üç alttürü vardır. Goril DNA'sının 95%'i insan DNA'sı ile benzerlik gösterir. Bu da onu şempanzeden (bonobo dahil) sonra insanın yaşayan ikinci en yakın akrabası yapar.
Primatların en irisi olan goril, güçlü, sert göğüslü ve çıkık karınlı bir hayvandır. Derisi ve kılları siyahtır. İri burun delikleri ve kabarık bir kaş hattı vardır. Gövdesi çok iridir.
Erkek goril 180–200 cm boyunda ve 200 kg ağırlığındadır. Nadiren 300 kg ağırlığa ve 250 cm boy uzunluğuna ulaşır. Dişisi daha küçük olup, ağırlığı en fazla 100 kg. olur. Dağ gorili, ova goriline göre daha büyüktür. Sürü halinde yaşarlar. Kolları dizlerine kadar gelir. Göğüs kafesi çok gelişmiş, gözleri yuvalarına gömük ve burnu basıktır. Dişleri çok keskindir. Ova gorilinin alnı kızıl kahverengi tüylerle kaplı iken dağ gorilinin alnı siyahtır. Bütün alttürlerin erkeğinin sırtı gümüş beyazı, kalan tüyleri siyahtır. Rahatsız edilmedikçe insana saldırmaz. Fakat tehlikeli bir hayvan olarak bilinir.
Goril yumruklarına basarak yürür. İşaret parmağı ile kavuşan baş parmakları sayesinde nesneleri rahatça kavrar. Ağaç üzerinde dolaşırken tutunacağı dalın vücut ağırlığını çekip çekemeyeceğini uzun kollarıyla deneyip anlamadan üzerine atlamaz ve yavrularına çok bağımlıdır
Goril genellikle sakin ve çok az gıda ile doyduğu zaman bile kendini rahat hisseden bir hayvandır. Tek doğal düşmanı leopardır. Hemcinsleri ile kavga etmez. Goriller genelde küçük aile grupları halinde yaşarlar. Grup, erkek bir lider, 4-5 dişi ile yavrulardan meydana gelir. Grup lideri en az on yaşında olur. Gümüş beyazı sırtı sayesinde hemen tanınır. Zaten bu sebepten dolayı erkek gorillere "gümüşsırt" denir. Grubun hareketi lider tarafından yönetilir. Erkek goril, bazen sürüsünde otoriteyi sağlamak için iki ayağı üzerine dikilerek kızgın vaziyette göğsünü yumruklar. Yan yan yürüyerek sinirli kükremeleriyle çevresine gözdağı verir.
Goriller, filiz, yaprak ve meyvelerle beslenirler. Beslenmek için gündüzleri her yerde dolaşırlar.Göçebe olanları her gece bir yerde kamp ku |
rar. Dişi ve yavrular ağaçların orta yükseklikteki dallarında yuva kurarak orada yatarlar. İri gövdeli erkekler ise, ağaç dibinde dallardan yaptıkları basit yataklarda sırtlarını ağaca yaslamak suretiyle oturarak uyurlar. Goriller yuvalarını her gün yeniden tertipleyerek döşerler.
Goriller sadece Afrika'da yaşarlar. Dağ gorillerinin başında uzun bir saç perçemi bulunur. Ova gorillerinde bu yoktur. Gorillerin nesli, kaçak avcılar yüzünden tükenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dağ gorilinin nesli tükenmek üzere olup sadece Ruanda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Uganda'da yaşar. Doğada sadece 280-300 dağ gorili kalmıştır. Ova gorili ise, Kongo, Gabon, Kamerun, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Orta Afrika Cumhuriyetinde yaşar. Ova gorilinden ise doğada 15.000-30.000 adet kalmıştır. Rakamlar tahminidir.
Yurob
Yeditepe Üniversitesi öğrencileri tarafından kurulan ve şimdilerde Prof.Dr.Necdet Aslan'ın katkılarıyla çalışmalarını yürüten robot topluluğu.
Inno di Mameli
Inno di Mameli (Il Canto degli Italiani, "İtalyanların Şarkısı"), İtalya'nın 1946'dan beri kullanılan milli marşı. Daha çok L'inno di Mameli ("Mameli'nin İlahisi") olarak bilinir ve çoğu yerde giriş sözlerinden dolayı Fratelli d'Italia ("İtalya'nın Kardeşleri") olarak geçer.
Marşın sözleri 1847 sonbaharında Cenova'da, o zamanlar henüz 20 yaşında olan (ölümünden iki yıl önce) Goffredo Mameli tarafından, İtalyan Bağımsızlık Savaşı'nın yolunu açan milli birlik mücadelesi sırasında yazılmıştır.
İki ay sonra, yine bir Cenovalı olan Michele Novaro tarafından Torino'da bestelenmiştir. Birleşme döneminde çok meşhur olan şarkı, bu popülerliğini daha sonra da devam ettirmiştir.
12 Ekim 1946'da İtalya resmen cumhuriyet oldu ve "Il Canto degli Italiani" fiili olarak milli marş kabul edildi. Ancak bu karar ancak 17 Kasım 2005'te, neredeyse 60 yıl sonra resmileştirildi.
Bazı İtalyanlar (hem uzmanlardan hem sıradan vatandaşlardan) "Fratelli d'Italia"nın artık değiştirilmesi gerektiğini savunur. Bunun sebebi müzikal olarak zayıf olması ve sözlerinin artık ilgi çekmeyen bazı belirli olayları anlatmasıdır. Yine de, "Fratelli d'Italia" tüm dünyada bilinir ve her İtalyan tarafından hemen tanınır, bu yüzden büyük tartışmalar olmadan bu marşın değişmesi çok zordur.
Sardinya
Sardinya (İtalyanca:Sardegna ), Akdeniz'de, İtalya'ya ait bir ada. Akdeniz'in Sicilya'dan sonra ikinci en büyük adasıdır. Yüzölçümü 24.090 km² olup, ada nüfusu 1,656,960 'dur. İtalya'nın batısında, Korsika'nın güneyindedir.
Sardinya Adası'na ilk insanlar yaklaşık M.Ö. 250'de Toskana ve Balear Adaları'ndan gelerek yerleştiler. M.Ö. 8. yüzyılda Fenikeliler adada Tharros, Bithia, Sulcis, Nora and Karalis (Bugün Cagliari) yerleşimlerini kurdular. M.Ö. 550'de ada Kartacalılar'ın eline geçti ve onların tahıl ambarı oldu. Kartaca'nın egemenliği 1. Pön Savaşı'nda (M.Ö. 264-M.Ö. 241) sarsıldı ve Roma Cumhuriyeti M.Ö. 238'de adayı ele geçirdi. İkinci Pön Savaşı'nda Kartaca, M.Ö. 216-M.Ö. 215 arasında adadaki isyanın da yardımıyla adayı ele geçirdiyse de Roma, adayı geri aldı. Bu dönemde ada, Romalılaştı ve M.Ö. 30'da Mısır'ın fethine kadar Sicilya'yla birlikte Roma'nın tahıl ambarı oldu.
Roma İmparatoru Diocletianus (284-305) döneminde Roma Devletine bağlanan ada, 395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle Batı Roma İmparatorluğu'na bağlansa da 456'da Vandallar adayı ele geçirdiler. 533-534'de yapılan Vandallar Savaşı ile 534'te Doğu Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. 551'de Ostrogotlar adayı ele geçirse de Doğu Roma 552'de adayı geri aldı ve Afrika Prefektura'sına bağladı. 590'da Afrika Eksarklığına bağlandı. Bu dönemde ada, eksarklığa bağlı ve Karalis'te oturan bir yerel vali tarafından yönetilmekteydi. 698'de eksarklığın merkezi Kartaca'nın Emeviler'in eline geçmesi, adayı Arap tehdidiyle başbaşa bıraktı.705'ten başlayan Arap akınları sonucunda adadaki Doğu Roma egemenliği zayıfladı. Nihayet ada 821'de Ağlebiler'in eline geçti. Ağlebiler adanın yönetimini "Giudicati" denen 5 yargı bölgesine ayırdılar: Agugliastra, Logudoro, Cagliari, Arborea and Gallura. Bunlardan ilki Cagliari tarafından yutuldu. Bu arada adanın yönetimi 909'da Fatımiler'in eline geçti.
Fatımi egemenliği 1028 yılında Pisa ve Cenova'nın saldırısına kadar sürdü. Pisalılar adanın güney ve doğusunu (Arborea ve Cagliari), Cenovalılar adanın kuzey ve batısını (Logudoro ve Gallura) aldılar. 1258'de Pisa Cagliari'deki, 1259'da Cenova Logudoro'daki yargıçlıkları kaldırdı. Cenova, 1284'te Meloria Deniz Savaşı'nda Pisa'yı yenerek adanın güneyini alsalar da adanın kuzeyindeki Gallura yargıçlığını 1298'de Pisa'nın ele geçirmesine engel olamadı. 1290'da Sassari bağımsızlığını ilan etti ve Cenova'yla ittifak kurdu.
Adadaki bu karışıklıktan rahatsız olan Papa 8. Bonifatius, adayı Aragon Kralı 2. Jaime'ye verdiyse de Aragon adanın fethine 1323'de başlayabildi. Adanın tamamında Katalan vesayetinde hüküm sürmek isteyen Arborea yargıcı 2. Ugo'nun yardımıyla Pisalılar, bu yargıçlıktan 1324'te çıkarıldı. 1348'de Cenovalılar adadan kovuldu. 1355'te Aragonlular, Arborea yargıcı 4. Mariano'nun desteğiyle adada parlamento kurdularda sa 1365'te adada genel bir ayaklanma patlak verdi. Ayaklanmanın başına geçen Arboera yargıcı, Aragonlular'a karşı mücadeleye başladı. Bir ara Arborea yargıcı 5. Mariano, Cenova'lı karısı Eleonora'nın da desteği sayesinde bütün adayı ele geçirdi. Ancak, Aragon Kralı Martin, Sicilya Kralı olan oğlu 1. Martin'i adayı fethetmekle görevlendirdi. 1408'de Cagliari'yi alan 1. Martin, Arborea yargıcı 3. Guigliamo'yu Sanluri Savaşı'nda yenilgiye uğrattıysa da ertesi yıl Cagliari'de öldü. Aragonlular adanın fethini 1420'de Sassari'yi alarak tamamladı.
Aragonlular döneminde ada sistemli bir şekilde İspanyollaşmaya başladı. Daha sonra ada Aragon'la Kastilya'nın 1512'de birleşmesiyle kurulan İspanya Krallığı'nın eline geçti. İspanyol kral naipleri genelde Sardinya'dan seçilmesine rağmen, adanın ekonomisi geriledi. 1582, 1652 ve 1655'te Osmanlı Deniz Akıncılarının yağmasına uğradı, hatta 1637'de Fransız donanması Oristiano kasabasını yaktı.
1700'de Fransız Bourbon Hanedanı'ndan Anjou Dükü 3. Philippe'nin 5. Felipe adıyla İspanyol tahtına geçmesinin ertesinde patlak veren İspanyol Veraset Savaşı'nda (1701-1713), ada 1708'de İngiliz işgaline uğradı ve 1713'te imzalanan Utrecht Anlaşması'yla Avusturya'nın eline geçti. İspanyollar 1717'de adayı ele geçirse de 1718'de Avusturya adayı geri aldı ve 1720'de Sardinya, diğer Avrupalı büyük güçlerce Savoia Düklüğü'ne verildi. Avusturya da Savoia'dan Sicilya'yı aldı. Böylece Savoia Dükü, aynı yıl kendini Sardinya Kralı ilan etti.
1796'da Fransa, Sardinya Krallığı'nın anakaradaki topraklarını ele geçirince, Savoia Hanedanı 1798'de adaya sığındı ve 1814'e kadar adada kaldı. Sardinya Krallığı 1859'da Avusturya'dan Lombardiya'yı, 1860'da Avusturya'lıların yönettiği Parma, Modena ve Toskana düklüklerini, 1861'de İki Sicilya Krallığı'nı ve Papalık Devletleri'nden Romagna, Umbria ve Marche bölgelerini aldı ve 1861'de adını İtalya Krallığı'na dönüştürdü. İtalya Kralı 2. Vittorio Emanuel, Prusya'nın müttefiği olarak Avusturya'ya karşı 1866'da savaşa girdi. Savaşta İtalya, Avusturya'ya yenildi ancak Prusya'nın Avusturya'ya karşı savaşı kazanması sonucu imzalanan Viyana Anlaşması'yla Venedik bölgesi İtalya'ya bağlandı. İtalyan birliği 1870'de Papalık Devleti'nin başkenti Roma'nın ele geçirilmesiyle sağlandı.
Sardinya Adası, 2. Dünya Savaşı'nda Müttefiklerce bombalandı ve 1943'te işgal edildi. Burası savaş sonrasında özerk bölge ilan edildi.
"Ana madde: Sardinya Özerk Bölgesi"
Sardinya Özerk Bölgesi (Sarduca: Regione Autònoma de sa Sardigna; İtalyanca: Regione Autonoma della Sardegna) İtalya'nın 1948 Anayasası ile kısmi bölgesel özerklik verilmiş 20 bölgesinden birisidir. Bölgenin Merkezi Cagliari şehridir.
Bölgede 8 ile bölünmüştür; Cagliari ili, Carbonia-Iglesias ili, Medio Campidano ili, Nuoro ili, Ogliastra ili, Oristano ili, Olvia Tempio ve Sassari ili.
Sardunyalılar İtalya anayasasınca tanınan iki ulustan biridir. Bölgede Sarduca ve Katalanca'nın bir lehçesi olan Algeroca konuşulur.
Eskiden Özerk Bölgenin Başbakanı Renato Soru idi; günümüzde Ugo Capellacci'dir. Berlusconi'nin bir Kulu.
Sardunya Adasında Alghero'dan Sssatri'ye ve Sassari'den Cagliari'ye düzenli nve nispeten sık tren seferleri bulunmaktadır. Nuoro'ya gitmek için "Macomer" istasyonunda aktarma yapmak gerekmektedir. Daha az sık olan trenlerle hemen hemen her bölgeye ulaşılabilir ancak trenlerle ulaşım yavaştır.
Sardunya adasındaki trenleri işleten şirketler "Trenitalia" ve "Ferrovie della Sardegna"'dır. Ayrıca tursitik trenler mevcuttur. Sassari ile Tempero arasında yazları haftada iki kere işletilen küçük "trenino verde" bunlar arasında en iyi bilinendir.
Ana merkezler olan Cagliari, Sassari, Alghero, Nuoro vb. şehirleri arasında ucuz ve düzenli otobüs seferleri bulunmaktadır. Diğer küçük yerleşkelere daha az sık ama yine düzenli otobüs servisleri bulunur. Ana otobüs şirketi kamu tarafından sahip olunan ve işletilen ARST şirketidir. ARST - - Home
Sardunya'da hiç ücretli otoyol bulunmamaktadır. En onemli karayolu E25 veya Devlet Yolu SS131 olup bu yolun güzergahı adanın ana ekseni olan Porto Torres-Sassari-Oristano-Cagliari'dir. Bu yoldan Nuoro'ya bir ek dal vardır (SS131 d.c.n.). Diğer çifte şeritli yol Iglesias-Cagliari arasında SS130'dur. Önemli diğer yollar tek şerit halinde olup bunlar SS125 (Cagliari-Villasimius), SS126 (Sant'Antioco-Carbonia-Iglesias-Guspini-Terralba), SS127 (Olbia-Tempio Pausania-Sassari), SS128 (East-Central Sardinia), SS129 (Orosei-Nuoro-Macomer), SS195 (Cagliari-SS126 Pula uzerinden) ve SS291 (Sassari-Alghero). SS133 (Tempio Pausania-Palau) ve Chia-Teulada 'panoramica' yolu turistik manzaralı yollardandır. Tek şerit yollar genellikle dar olup engebeli araziden geçtigi için çok virajlıdırlar.
Sardunya adasında uluslararası uçak trafiği için üç havameydanı bulunmaktadır: Cagliari-Elmas Airport (Aeroporto "Mario Mameli"); Olbia (Aeroporto di Olbia-Costa Smeralda) ve Alghero-Fertili |
a Airport (Aeroporto internazionale "Riviera del Corallo")
İtalya ana karası ile Sardinya adası arasında feribot servisleri bulunmaktadır. Adadaki feribot terminal limanları Cagliari (adanın güney sahilinde), Porto Torres (adanın kuzey sahilinde), Olbia, Golfo Aranci ve Arbatax (adanın doğu sahilinde)'dir. Feribot işletmecileri devlet şirketi Tirrenia ve özel şirketler olan
Moby Lines, Sardinia Ferries, Grimaldi, ve Snav dir. Kuzey Sardinya ( Santa Teresa di Gallura) ile Korsika'da Bonifacio arasında günde bir feribot servisi bulunmaktadır.
Noktalama işaretleri
Noktalama işaretleri; duygu ve düşüncelerin daha açık ifade edilmesi, tümcenin yapısı ve duraklama noktalarını belirlemek, okuma ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere kullanılan işaretlerdir.
Noktalama işaretlerinden nokta, virgül, noktalı virgül, iki nokta, üç nokta, soru işareti, ünlem işareti, tırnak işaretleri, ayraç ve kesme ait oldukları sözcüklere bitişik olarak yazılır ve kesme dışındaki işaretlerden sonra bir harf boşluğu ara verilir.
Diyakritik işaretler harflerin üzerine veya altlarına eklenen işaretlerdir. Örneğin O ve Ö harflerinin farkını oluşturan Umlaut (çiftnokta) bir diyakritik işarettir.
Noktalama işaretleri ise cümle içinde ve sözcük aralarında kullanılır. Noktalama işaretleri ile Diyakritik işaretler arasındaki farkın biribirine karıştırıldığı en ilginç örneklerinden birisi Caret işaretidir.
Karet (İngilizcede "Caret") adını alan Düzeltme işareti (^), bir metin gözden geçirilirken metnin herhangi bir yerinde düzeltme yapılmasını gerektiğini ortaya koyar. Genellikle bir noktalama işaretinin yokluğuna, kelime eksikliğine ya da yarım bırakılmış cümlelere işaret eder. Daha çok kitap, gazete, dergi vs. editörlerince kullanılır. Kesinlikle herhangi bir harfin üzerine eklenmez. İnceltme işaretinin bir türevi olarak görülür ve biribirleriyle bu nedenle karıştırılır. İnceltme İmi (ˆ) ise Türkçede yalnızca sesli harflerin üzerine gelir. Harfin ince okunmasını sağlar. Örneğin: "Kar (yağış türü) ve Kâr (kazanç)". Teknik olarak Türkçe dilinde hiçbir sesli harf incelmez. İnceltme işareti sessiz harfleri incelterek düzeltme yapar. Sesli harflerin üzerine konularak (işaretlenerek) hece uzaması sağlanır. Özetle:
Poynting vektörü
Poyting vektörü bir elektromanyetik alanın enerji akısını tanımlar. Adını, mucidi olan John Henry Poynting'den alır. cgs birim sisteminde poynting vektörü şöyle tanımlanır:
formula_1
Burada c ışık hızı, formula_2 manyetik alan, formula_3 ise elektrik alandır. MKS birim sisteminde ise:
formula_4
Burada da formula_5 uzay boşluğunun manyetik geçirgenliğidir.
Karbonifer
Karbonifer Dönem, Paleozoik zamanın beşinci alt bölümü olarak Karbonifer kayaç sistemlerinin oluştuğu jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 354 milyon yıl önce başlayıp 292 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.
Sözcük olarak Karbonifer, “karbonlu”, “karbon içeren” anlamına gelir, günümüz dünyasındaki kömür yataklarının büyük bölümünün Karbonifer Dönem’de oluşmuş olması nedeniyle döneme bu ad uygun görülmüş ve kullanıla gelinmiştir.
Deniz seviyelerinin art arda yükselip alçalması, bu kömür yataklarının oluşumuna yol açmıştır. Deniz seviyelerinin yükselmesiyle sığ denizler oluşmuş, bu denizlerde sığlıklara uyumlu türler çeşitlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Ardından deniz seviyesinin düşmesiyle bu sığ denizler bataklıklar haline gelmiştir. Bu bölgelerde sığ deniz canlıları yok olurken bataklık ormanları ve bu ortama özgü bir flora yaygınlaşmıştır. Ardından yine deniz seviyesinin yükselmesiyle bataklık ormanları sular altında kalarak, oksijensiz bir ortamda ve zamanla üzerlerini örten tortulların basıncıyla bugünkü kömür yataklarını oluşturmuştur.
Zonguldak kömür havzalarında da Karbonifer Dönem’e tarihlenen bitki fosilleri bulunmuştur.
Bir önceki dönem olan Devoniyen Dönemin iki kıtasından Gondvana’nın ekvator bölgesine doğru hareket ederek diğer kıta Lavrasya’ya çarpmasıyla tek dev kıta Pangea ortaya çıkmıştır. Bugünkü Sibirya’yı oluşturan kara kütlesi de Lavrasya’ya yaklaşarak aralarında yer alan Ural jeosenklinalini sıkıştırmış, yükselmesine neden olmuştur. Bu süreç sonunda bugünkü Ural dağları oluşmuştur.
Dönemin başında iklim oldukça nemli ve tropikti. Karbonifer döneme ait ağaç fosillerinde yaş halkalarının belirgin olmaması, mevsimsel farklılıkların olmadığını düşündürüyor. Dönemin ikinci yarısında Pangea tek bir kara parçası halinde birleştikçe, iklim kuraklaştı ve genişleyen kutup buzullarıyla birlikte bir soğuma eğilimi başladı. Gondvana'nın güneyinde milyonlarca yıl boyunca süren buzul çağı tüm yeryüzünü etkiledi ve buzul tabakalarındaki değişimler, deniz seviyesinde sürekli bir salınıma neden oldu.
Bir önceki Devoniyen Dönemde yaşanan kitlesel yok oluş deniz yaşamını oldukça olumsuz etkilemişti. Özellikle mercanların ağırlıklı tür olduğu resifler ortadan kalkmıştı.
Kıta hareketlerinin yoğunluğu, kıtaların yükselmesiyle hızlanan erozyon sonucu deltaların genişlemesi, güney kutup bölgesindeki buzlanmadaki değişmeler deniz yaşamını bu dönemde de olumsuz etkilemiştir.
Yosun hayvancıkları ve dallı bacaklılar Devoniyen yok oluşundan sonra en çabuk kendine gelen gruplardı.
Bu dönemde yeni bir bitki grubu ortaya çıkmaz fakat önceki dönem bitkilerinin daha evrimleşmiş, çeşitli ve oldukça büyük biçimleri floraya hakim olur.
Kömür yataklarından elde edilen fosiller bataklık ormanlarının en yaygın türünün kibrit otları (likofitler) olduğunu gösteriyor. Kömür yataklarının %70'inin kibrit otlarınca oluşturulduğu tahmin ediliyor. Uzunluğu 40 metreyi bulan Lepidodendron'a ve 20-30 metre boylarındaki Sigillaria'ya her ne kadar "ot" denemezse de bunlar Karbonifer boyunca kibrit otlarının en yaygın biçimleriydi. Dev boyutlara ulaşan bu ağaçsı kibrit otları, yine de günümüz ağaçlarına göre daha az odunsu bir yapıdaydı. Kibrit otları gibi at kuyrukları da (Sifenofitler) gelişimlerinin zirvesine Karbonifer’de ulaştı. Calamites, sifenofitlerin en büyük cinsiydi. Spenophyllum gibi çalımsı ya da sarmaşık benzeri biçimlere sahip at kuyrukları da vardı. At kuyruklarının günümüze ulaşabilen tek cinsi ise otsu bir bitki olan at kuyruğudur.
Karbonifer'in yoğun ve gür bitki örtüsü, bir yandan atmosferdeki karbondioksitin büyük bir bölümünü çekerken bir yandan da büyük ölçüde oksijeni atmosfere salıyordu. Zaten böcek yaşamı için oldukça uygun bir ortam olan Karbonifer ormanlarına bir de yüksek oksijen seviyesi eklenince böceklerin yaygınlaşması ve çeşitlenmesi için çok uygun bir ortam yaratıyordu. Bu dönemde böcekler kadar diğer eklembacaklılar da oldukça yaygındı. Akrepler, örümcekler ve kırkayaklar böceklerle birlikte ekosistemin önemli parçaları haline geldi.
Karbonifer, omurgalıların karaya tam anlamıyla ayak basıp çeşitlendiği dönemdir. Bundan sonraki dönemlerde baskın olacak pek çok yeni omurgalı grubu ilk kez bu dönemde ortaya çıkar. Bu dönem canlılarının yaşamı, bitkiler olsun, hayvanlar olsun, suya sıkı sıkıya bağımlıydı. Permiyen’e doğru kıtaların iyice yükselmesi, suların kıyılardan çekilmesine ve artan kuraklıkla bataklıkların azalmasına neden oldu. Bu koşullar dönem canlılarını oldukça etkiledi. Bataklık ormanlarının en önemli grubu olan kibrit otları, kuraklıkla birlikte yerini eğrelti ve at kuyruklarına bırakırken, dönemin sonlarına doğru, büyük böcekler ve iki yaşamlılar azaldı. Kozalaklılar ve diğer gelişmiş açık tohumlularla kuraklığa zaten uyum sağlamış olan sürüngenler Permiyen’de çok daha baskın hale geldi. Dönemin sonunda, yaşam canlılar için zorlaşmışsa da Karbonifer bir kitlesel yok oluşla sonlanmaz.
Refraktometri
Refraktometri, her ortamın kırılma indisinin farklı olması prensibini kullanarak, konsantrasyon ve madde miktarı gibi tayinleri yapmaya yarayan bir yöntemdir.
Kırılma indisi her maddeye özgü bir fiziksel özelliktir, bu sebeple kalitatif ve kantitatif analizlerde kullanabileceğimiz bir metottur. Günümüzde organik bileşiklerin kantitatif analizinde NMR, infrared spektroskopisi gibi yöntemler daha çok tercih edilmektedir.
Bir ortamın kırılma indisine n, elektromanyetik ışımanın vakumdaki hızına c, elektromanyetik ışımanın bu ortamdaki hızına da v dersek, şöyle bir bağıntı elde ederiz:
formula_1
Benzer maddelerin kırılma indisleri birbirine çok yakın olduğundan ( 1.25 -1.80 arası) ±0.001 duyarlılıkla ölçüm yapabilmemiz gerekir.
Işının bir ortama geliş açısına i, yansıma açısına da r dersek eğer, Snell Yasasına göre şöyle bir bağıntı yazabiliriz:
formula_2
Işının geliş açısı, ışının hızı ve ortamın indisi ile orantılıdır. Işının geliş ve yansıma açılarını bilmemiz halinde, iki ortamın kırılma indislerinin oranlarını bulabiliriz. Ya da bir ortamın indisini biliyorsak, diğer ortamın indisini de bu bağıntı sayesinde hesaplayabiliriz.
Kırılma indisleri farklı olan bölgelerde ışının hareketi iki şekilde gerçekleşir:
n2 > n1 koşulunda, i geliş açısı, r yansıma açısından daha büyük olacaktır.
Geliş açısı büyüdükçe, kırılma açısı da büyür. Buna rağmen geliş açısı, kırılma açısından her zaman daha büyüktür.
n1 > n2 koşulunda, yüksek yoğunluklu ortamdan düşük yoğunluklu ortama geçiş sırasında yansıma açısı, geliş açısından daha büyüktür. Geliş açısı büyüdükçe, yansıma açısı da 90º‘ye yaklaşır.
Işımanın 90º ’lik bir açı ile kırılmasını sağlayan geliş açısına kritik açı denir. Işının kritik açıdan daha küçük bir değerle gelmesi halinde, yansıma sonucu aydınlık bölge oluşur. Eğer ışın iki ortam arasındaki yüzeye kritik açıdan daha büyük bir açıyla gelirse, ışın kırılmaya değil, yansımaya uğrar. Yoğunluğu büyük ortama kritik açıyla gelen bir ışın, 90ºlik bir açı ile kırılır. Yoğunluğu küçük ortama 90ºlik açı ile gelen bir ışın ise yoğunluğu büyük olan ortama kritik açı ile girer. Snell yasasından yararlanarak şöyle bir bağıntı yazabiliriz:
sin Өc=n2/n1
Refraktometre cihazının içerisinde prizmalar kullanılır. Gönderdiğimiz ışın örnekten geçip prizmaya değişik açılarla gelir. Eğer geldiği açılar kritik açıdan küçükse, aydınlık bölge oluşur. Kritik açıdan büyük açılarla gelmi |
şse, karanlık bölge oluşur. Karanlık ve aydınlık bölgenin sınırı kritik açıya karşılık gelir.
Bir maddenin kırılma indisi, kullanılan ışımanın dalga boyuna, sıcaklığa ve derişime bağlıdır. Bunun dışında sıkıştırılabilen maddelerin kırılma indisi, basınca bağlı olarak da değişir. Dalga boyunun kırılma indisine etki etmesinden dolayı, kullandığımız ışımanın dalga boyunu da belirtmeliyiz. Ticari refraktometrelerde genellikle sodyumun atomunun yaydığı yaklaşık eşit şiddetlerdeki, 589.0 ve 589.6 nm ‘deki hatları kullanılır. Bu hatlar sodyum D hatları olarak adlandırılır.
prizmalar içindedir
Kırılma indisi tayininde kullandığımız alete Abbe Refraktometresi denir. Abbe refraktometresinde iki prizmanın arasına kırılma indisini tayin edeceğimiz maddeyi sıvı film olarak yerleştiririz. Prizmalara gönderdiğimiz ışık ile, kritik açıdan daha küçük açı ile gelen ışınların oluşturduğu aydınlık bölge ve kritik açıdan daha büyük açıyla gelen ışınların oluşturduğu karanlık bölgeyi görebiliriz.
Nitel Analiz: Ölçtüğümüz kırılma indisi değerlerini, saf maddelerinin kırılma indisi değerleri ile karşılaştırarak refraktometrik nicel analizi gerçekleştirmiş oluruz. Eğer karşılaştırma yapacağımız standart bir indis değeri bulamazsak, Lorentz-Lorenz molar kırılma indisini buluruz. Bu değer R ile gösterilir ve
R=(n²-1)*M/(n²+2)*d ile de formülize edilebilir.
M, molekülün mol kütlesi, d ise yoğunluğudur. Buradan R değerini buluruz ve bilinen değerler ile hesapladığımız R´ değeriyle karşılaştırma yaparız.
Noktalı virgül
Noktalı virgül (;), bir noktalama işareti. Çoğunlukla kendi içinde virgülle ayrılmış grupları birbirinden ayırmak ve sıra cümleleri birbirinden ayırmak için; virgülden kuvvetli, noktadan zayıf bir duraksama işareti olarak kullanılır.
Noktalı virgül kendinden önce gelen sözcüğe bitişik yazılır ve sonraki sözcükle arasına bir boşluk konur. Sonra gelen sözcük -özel isim vs. değilse- küçük harfle başlar:
Cümle içinde elemanları birbirinden virgüllerle ayrılmış birden fazla tür veya takım varsa, bu grupları birbirinden ayırmak için kullanılır:
Anlamca birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan cümleler arasında kullanılır:
Öğeleri arasında virgül bulunan sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur:
Özneden sonra virgül kullanılarak birbirinden ayrılmış sözcükler varsa özneyi belirginleştirmek için, özneden sonra konur:
TDK - Noktalama İşaretleri (Açıklamalar)
Aquifoliales
Aquifoliales, bitkiler (Plantae) âleminin kapalı tohumlular (Magnoliophyta) bölümünde yer alan bir bitki takım takımıdır ve yeni bilimsel sınıflandırmalara göre, 3 adet familyayı içerir:
Kapalı tohumluların sınıflandırılması üzerine özelleşmiş ama daha eski bir sınıflandırma sistemi olan Cronquist sisteminde, Aquifoliaceae familyasının Celastrales takımına dahil edildiği görülür.
Elektriksel alan
Elektriksel alan, kıvıl alan, elektrik alan veya elektrik alanı, elektriksel yükü veya manyetik alanı çevreleyen uzayın bir özelliği olup, içerisinde bulunan yüklü nesnelere elektriksel güç aracılığı ile etki eder. Kavram fiziğe Michael Faraday tarafından kazandırılmıştır.
Elektrik alan SI birimi Newton/Coulomb ya da Volt/metre olan bir vektör alanıdır. SI temel birimleri cinsinden kg·m·s·A olarak ifade edilir. Alanın belli bir noktadaki büyüklüğü o noktaya konacak 1 Coulomb'luk bir test yüküne ne kadar kuvvet uygulayacağıyla belirlenir, alanın yönü kuvvetin yönüdür. Elektrik alan, yoğunluğunun büyüklüğü alan büyüklüğünün karesiyle doğru orantılı elektriksel enerjiye sahiptir. Elektrik alanın yükle ilişkisi yerçekimi ivmesinin kütleyle ilişkisinin ve kuvvet yoğunluğunun hacimle ilişkisi gibidir.
Zamana göre değişen bir elektrik alan (mesela hareketli bir yüklü parçacık nedeniyle) yerel manyetik alana sebep olur. Bu, elektrik ve manyetik alanların birbirinden bağımsız olmadığını gösterir; bir gözlemcinin yalnızca elektrik alan olarak gözlemlediğini başka bir referansa göre başka bir gözlemci bir elektrik ve manyetik alan karışımı olarak gözlemleyebilir. Bu nedenle elektrik ve manyetik alanlardan ayrı ayrı bahsetmek yerine bu ikisi “elektromanyetizma” ya da “elektromanyetik alan” olarak, birlikte incelenir. Kuantum mekaniğinde elektromanyetik alandaki değişmeler foton olarak adlandırılır ve fotonun enerjisi kuantize olmuştur.
Elektrik alan alan içinde belli bir noktada sabit duran noktasal yüke uygulanan, yük başına düşen kuvvet olarak tanımlanır:
F parçacık tarafından hissedilen elektriksel kuvvet,
"q" parçacığın yükü,
E parçacığın konumundaki elektrik alan.
Literal olarak alındığında bu denklem elektrik alanı yalnızca alanda durağan yükler olduğunda tanımlar. Dahası, alandaki yükler elektrik alanı değiştireceğinden, herhangi bir "q" yükünün varlığındaki elektrik alan o yük olmadığında olandan daha farklı olacaktır. Fakat, verili bir yük dağılımından kaynaklanan elektrik alan bu alanı hissedecek hiçbir parçacık olmasa dahi tanımlıdır. Bu tanımlılık alana varsayımsal olarak yerleştirilen test yükü ile sağlanır. Bu sayede elektrik alan test yükü sıfıra yaklaşırken yükün hissedeceği kuvvet ile tanımlanır:
Bu ifade elektrik alanın yalnızca kaynak yük dağılımına bağlı olmasını sağlar.
Tanımdan anlaşılabilceği üzere elektrik alanın yönü pozitif yüklü parçacığın hissedeceği kuvvetin yönüyle aynı, negatif yüklü parçacığın hissedeceği kuvvetin yönünün zıddıdır. Aynı yükler birbirini çekip zıt yükler birbirini iteceğinden (aşağıda formülü verilmiştir), pozitif yüklerin etrafındaki alanların dışarıyı gösterdiğini ve negatif yüklerin etrafındaki alanların içeriye doğru yöneldiğini söyleyebiliriz.
Coulomb yasasına dayanarak, uzayda tek bir noktasal yük tarafından üretilen elektrik alanı yazabiliriz:
"q" elektrik alanı üreten parçacığın yükü,
"r" elektrik alanı hesapladığımız nokta ile "q" yükü arasındaki uzaklık,
r "q" yükünden elektrik alanın hesaplandığı noktayı gösteren birim vektör,
epsilon yalıtkanlık sabiti.
Birden fazla noktasal yükün ürettiği elektrik alan yüklerin teker teker ürettiği elektrik alanların süperpozisyonudur:
Alternatif olarak, Gauss yasası uzayda sürekli bir yük yoğunluğu dağılımının ürettiği elektrik alanı hesaplamamızı sağlar.
"ρ" pozisyona bağlı olarak yük yoğunluğunu verir.
Coulomb yasası esasen elektrik yük dağılımı ile bu dağılımdan kaynaklanan elektrik alan arasındaki ilişkiyi gösteren Gauss yasasının özel bir halidir. Gauss yasası elektromanyetik teoriyi oluşturan dört Maxwell denklemlerinden biridir.
Elektrik alanını zihinde daha kolay canlandırmak için elektrik alan çizgileri kullanılır. Elektrik alan çizgilerinin özellikleri şunlardır:
Her noktada aynı değere sahip olan elektrik alana sabit elektrik alan denir.İki paralalel iletken levhaya potansiyel fark uygulanarak yaklaşık olarak elde edilebilir.Yaklaşık olmasanın sebebi elektrik alanın köşelerde düzenli halinden uzaklaşmasıdır.Bu etkenleri ihmal edersek eşitlik
formula_5 halini alır.
Bu eşitlik sadece elektrik alanın büyüklüğünü vermektedir.Elektrik alanın yönü ise pozitif yüklü levhada negatif yüklü levhaya doğrudur.
m kütleli, q yüklü bir cismi E elektrik alanına koyarsak, bu cisme formula_6 kadarlık bir net kuvvet etki eder, dolayısıyla cisim ivmeli hareket yapar.(Newton'ın hareket yasaları) Yani cismin ivmesi
Elektrik alan durağan bir yük tarafından üretilebileceği gibi değişen manyetik alanın sonucu olarak da oluşurlar. Sonuç olarak,
"phi" skaler elektrik potansiyeli,
"A" manyetik vektör potansiyeli.
Aynı zamanda formula_9 vektörü manyetik debi yoğunluğunu verir. Elektrik alan denkleminin curl'ünü alırsak,
Bu denklem Maxwell denklemlerinden biridir, Faraday-Lenz yasası olarak bilinir.
Elektrostatik durağan yükleri çevreleyen elektrik alanların bilimiyken manyetik alanın değişmesiyle oluşan elektrik alanlar elektrodinamik ve elektromanyetik konusudur.
Yukarıdaki denklemlerde görüldüğü gibi elektrik alan pozisyona bağlıdır. Noktasal bir yük tarafından üretilen elektrik alan parçacığa olan uzaklığın karesiyle azalır.
Elektrik alan süperpozisyon prensibine uyar. Eğer birden fazla noktasal kaynak varsa herhangi bir noktadaki toplam elektrik alan bu noktasal kaynakların o noktada tek başına ürettiği elektrik alanların vektörel toplamıdır.
Bu kural sonsuz sayıda küçük yük elementi için genişletilirse toplam formülü integrale dönüşür:
"ρ" pozisyona bağlı olarak yük yoğunluğunu yani birim hacme düşen yük miktarını verir.
Bir noktadaki elektrik alan o noktadaki elektriksel potansiyelin negatif gradyanına eşittir:
"φ" verilen noktada elektriksel potansiyeli gösteren skaler alandır.
Eğer birden fazla yük dağılımını böyle bir elektriksel potansiyel üretiyorsa (örneğin bir katıda) elektrik alan gradyanı da tanımlanabilir.
Doğrusal materyallerin yalıtkanlık sabiti epsilon olmak üzere, dielektrik alan aşağıdaki formül ile verilir:
Elektrik alan enerji depolar. Bir elektrik alanın enerji yoğunluğu aşağıdaki gibidir.
epsilon alanın içerisinde bulunduğu yerin yalıtkanlık sabiti, E elektrik alan vektörüdür. Böylece, verili bir "V" hacminde depolanan toplam enerji d"V" diferansiyel hacim elementi olmak üzere
olarak verilir.
Elektrostatik ve kütle çekimi arasındaki paralellikler
Elektrik yükleri arasındaki ilişkiyi gösteren Coulomb yasası
Newton'ın evrensel kütleçekim yasası ile benzerdir:
Bu, elektrik alanla yer çekimi alanı arasında benzerlikler olduğunu gösterir. Bu benzerlikler:
Elektrostatik ve kütleçekim kuvvetleri arasındaki farklar:
Solmaz, Tavas
Solmaz, Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı bir mahalle.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (kısaca DTCF), Kemal Atatürk'ün adını koyduğu ve özel görev yüklediği bir bilim merkezidir.
Atatürk, fakültenin kurulmasını önerirken, çağdaş Türkiye'nin yapacağı atılımla hem ulusal bilincin gelişmesi, hem de özgür düşünceli bireylerin doğru ve ülkesine yararlı yetişebilmesi için, Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliğine araştırılmasının en başta gelen koşul olduğuna inanıyordu. Türkiye'de sosyal bilimler al |
anında seçkin bir yeri bulunan bu fakültenin kuruluş yasası TBMM tarafından 14 Haziran 1935'te kabul edilmiş ve karar 22 Haziran 1935 tarih ve 2035 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmıştır.
1935-1940 yılları arasında Evkaf Apartmanı'nda faaliyetini sürdüren fakültenin bugünkü binasının planı Alman mimar Bruno Taut tarafından çizilmiştir.
1936 yılında 195 öğrenci ile öğretime başlayan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 13 Haziran 1946'ya kadar Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak faaliyet göstermiş, bu tarihten itibaren 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu ile Ankara Üniversitesi'nin bünyesinde yer almıştır.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk ve Türkiye tarihinin incelenmesine kaynaklık edecek olan Sümerce ve Hititçeden Latince ve Yunancaya, antik Doğu ve Batı dillerinin yanında modern diller ile coğrafya, felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi çeşitli sosyal bilimlerin farklı alanlarında eğitim veren bir bilim kurumudur. Türkiye'de tiyatro eğitiminin konservatuvarlar dışında, bilimsel düzeyde verildiği ilk bölüm olan DTCF Tiyatro Bölümünü de bünyesinde bulunduran fakültede hem temel kaynaklara inen, hem de çağdaş dünyaya ayak uydurmayı hedefleyen 18 bölüm ve 71 anabilim dalı mevcuttur. Bunlardan 17 bölüm ve 65 anabilim dalında eğitim-öğretim yapılmaktadır.
1937 yılında Alman mimar Bruno Taut tarafından planı çizilen ve yapılan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin eğitim ve öğretim binasının projesi Ankara İmar Planı'nı gerçekleştiren Hermann Jansen tarafından eleştirilmiş ve karşı çıkılmışsa da Nevzat Tandoğan başkanlığındaki İmar İdare Heyeti gösterilen sakıncaları yerinde bulmayarak projeyi uygulamaya karar vermiştir.
Bodrum üzerine dört katlı olan yapı, ana caddeye paralel dikdörtgen prizmatik kütlesi ile bunun iki ucuna eklenmiş küçük bloklardan meydana gelir.Girişin yer aldığı ön cephenin orta bölümü öne ve yukarı doğru küçük çıkıntılar yapılarak vurgulanmıştır.
Yapının mimarı Mimar Sinan'a ve Osmanlı mimarisi hayranlığı nedeniyle giriş cephesinde taş ve tuğla birlikte kullanılmış , yan ve arka cepheler ise sıva ile kaplanmıştır.
Ön cephe alınlıkta yer alan Atatürk maskı Avusturyalı heykeltıraş Joseph Thorak'ın çalışmasıdır. Orta bloğun alınlığında Atatürk'ün Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir özdeyişi yer almaktadır.
Fakülte bahçesinde yer alan Mimar Sinan Anıtı ise Hüseyin Anka Özkan tarafından yapılmıştır.
Nejat Yavaşoğulları
Nejat Yavaşoğulları, (d. 3 Ağustos 1950), Türk mimar ve müzisyen.
ilkokulda müzikle ilgilenmeye başladı. Haydarpaşa Lisesi'nde okurken gitar çalmaya başladı. Üniversite yıllarında çeşitli müzik gruplarında yer aldı. 1975 yılında Reha ile birlikte "Caniko" adlı parçasıyla ilk kez yapılan Eurovision Türkiye finalinde yarıştı ancak dereceye giremedi. 1980'li yıllarda Altın Portakal Ödülü'nü, Ferhan Şensoy Ortaoyuncular'ında yaptığı tiyatro müziğiyle kazandı.
Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık bölümünden mezun olan müzisyen, müzik yaşamını devam ettirmekte ve yanında halen restorasyon çalışmaları da yapmaktadır ve Işık Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Kurucusu olduğu Türk rock grubu Bulutsuzluk Özlemi'nde beste ve güfte yazarlığının yanında solist olarak görev almaktadır. Şarkılarındaki konuları toplumsal olaylardan seçen müzisyen, özgürlük sorunu üzerinde fazlaca durmaktadır.
Türk Tarih Tezi
Türk Tarih Tezi, 1930'lu yıllarda, Mustafa Kemal Atatürk'ün teşvikiyle oluşturulan tarih yorumu. 1930 yılında yüz adet basılan "Türk Tarihinin Ana Hatları" isimli eser Türk Tarih Tezi'nin bildirgesi sayılır. Bu eser doğrultusunda hazırlanan ve 1931-1941 yılları arasında liselerde okutulan dört ciltlik ders kitabı da Türk Tarih Tezi'nin temel metinlerindendir. İslam ve Hristiyan çatışmasına dayalı "Osmanlı tarihi tezine" ve Türkler aleyhinde yazılan "Batılı tarih tezlerine" tepki olarak ortaya konmuştur. Bilimsel çevrelerde Türk Tarih Tezi, siyasi gayeler taşıdığı, hayalci veya "romantik milliyetçi" yönlerinin olduğu savlarıyla eleştirilmiştir.
Mustafa Kemal, 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Profesörler kuruluna ""Ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında da tamamlama"" görevi verdi. Türk Tarih Tezi, Osmanlı tarih yazımının mirası olan İslam merkezli tarih yorumlarına ve Avrupa merkezli tarih yorumlarına karşı alternatif bir millî yorum geliştirilmesi amacıyla 1930'larda ortaya atılmıştır. Atatürk batılı tarih tezlerinin doğru kabul edilip okullarda okutulması yerine "millî" bir tarih yazılması gerektiğine inanıyordu. On beşinci yüzyıldan beri, Batılı tarih yazarları medeniyetin başlangıcı yeri olarak Yunan medeniyetini vermekteydi. Bu tarih görüşünde Türkler, Orta Asya'daki göçebe aşiretler olarak anlatılıyordu. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bu tez ırkçı antropolojik yaklaşımlarla bir ırk aidiyetine (Sarı ırk, "Brakifesal" beyaz ırk vb.) oturtulmaya çalışılmıştı.
1931-1941 yılları arasında liselerde okutulan dört ciltlik tarih kitabının ön sözünde çalışmanın amacı açıklanmıştı.
Cumhuriyet kurulana dek medreselerde Türk kimliği üzerinde durulmaksızın, sadece padişahların eski seferleri gerçeklerden uzak, abartılı bir hikâye biçiminde veriliyordu. 20. Yüzyıl başlarında dahi üniversitelerde modern ve bilimsel bir tarih öğretilmiyordu. Antropoloji, filoloji, arkeoloji ve benzeri bilimler tarih araştırmalarında kullanılmıyordu. 19. yüzyıl sonunda Orta Asya'da Orhun Yazıtları yabancı bilim adamları tarafından "Türkçe" olarak okunmuştu.
Atatürk, Türk ulusunu odak alarak Türk tarihini araştırmak, bu şekilde Cumhuriyet'in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak için tarih bilimcilerini teşvik etti. Türklerin dünya uygarlıklarının gelişimindeki yeri ile ilgili araştırmalar yapılmasını sağlamak istiyordu.
Ülkenin eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak, bugünkü Türkiye halkıyla Türk kavimlerinin ilişkisini araştırmak, genel Türk tarihinin "bilimsel tutarlılık" ile yazılmasını sağlamak amaçlardan bazılarıdır.
Atatürk Tarih konusuna çok önem verdiği için Türk Tarih Kurulu'nun kurulmasına öncülük etmişti. 1930 yılında Afet İnan, Tevfik Bıyıklıoğlu, Samih Rıfat, Yusuf Akçura, Reşit Galip, Hasan Cemil Çambel, Sadri Maksudi Arsal, Şemsettin Günaltay, Vasıf Çınar ve Yusuf Ziya Özer ""batılı yazarlar tarafından yazılmamış"" Türk tarihini araştırmak için çalışmalara başladılar. 1930 yılında "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı 606 sayfalık eseri hazırladılar. 606 sayfalık bu çalışma sadece bir ön derlemeydi. Sadece 100 adet bastırılarak ülke çapında bilim adamlarına dağıtılarak incelettirildi. İlk derleme kitabı ilim adamlarınca incelendi, tartışıldı ve değerlendirmeler ve düzeltmeler yapıldı. 1931 yılında 87 sayfalık ikinci kitap "Türk Tarihinin Ana Çizgileri-Giriş Bölümü" hazırlandı. 4 ciltlik bu çalışma bu sefer 30,000 adet bastırıldı. 4 ciltlik eser 1931-1941 döneminde liselerde tarih derslerinde okutuldu. 1935 yılında Atatürk; Afet İnan ve Hasan Cemil Çambel'e yeni bir araştırma programı dikte etti. Tarih konularında araştırma yapacak bilim adamlarının yetiştirilmesi amacıyla, 1935 yılında, "Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi" kuruldu. 1937 yılında "İkinci Türk Tarih Kongresi" toplandı. Bu kongreye yabancı bilim adamları da katıldılar.
Ön sözünden anlaşılacağı üzere dört ciltlik tarih, Türklerin uygarlığa katkılarını ortaya çıkarmayı açıklamak ister. Avrupa medeniyetinin göçler sonucu Asya'dan gelen insanlar tarafından oluşturulduğunu, "Yunan bilim, sanat ve felsefesinin bütün pınarlarının da aslında Anadolu'da olduğunu" savunur.
Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre değişik çağlarda, çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya'dan dünyaya yayılan Türklerin de atası olan halklar, dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Irklardan bahsederken belirli bir ırkın üstünlüğünü savunmaz. Göçler sonucu ırkların birbirlerine karıştığını anlatır.
Türk Tarih Tezi'nde 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başlarında yapılmış araştırmalara dayanılarak millî bir tarih yorumu ortaya konmuştu. Tarihte yaşamış büyük medeniyetler kurmuş bazı kavimlerin Türk olduklarına dair kanıtlar ortaya sürülmüştü. Tarih öncesinde uygarlık izlerine rastlanmamış diyarlara medeniyetin, Türklerin de dünyaya yayılmış olduğu Orta Asya'dan yayıldığı fikri savunulmuştur.
Türk Tarih Tezi'ne göre M.Ö. 3000 ile M.Ö. 1200 yılları arasında Orta Asya'dan yurtlarını terk edip Akdeniz havzasına yayılan brakisefaller Türklerin atalarıdır. Dünya medeniyetinin başlangıcını Yunan medeniyetine bağlamak yanlıştır. "Etiler" (Hittitler) Anadolu'da yaşamış Yunan medeniyetinden daha eski bir medeniyettir. Etrüskler'in İtalya'ya Anadolu'dan gitmiş oldukları kesindir. Orta Asya'dan yayılan göç dalgaları Avrupa'ya da yayılmış ve vahşet ortamı süren kıtaya sırasıyla cilalı taş, bakır, tunç ve demir çağı sanatlarını götürmüşlerdi. Bir Asya kavmi olan Keltler, göç yollarında önemli eserler bırakmışlardı. Ligürler, Kimriler ise Keltlerden önce Avrupa kıtasında Kırım ve Danimarka'ya kadar gitmişlerdi. M.Ö. 2000 yılına kadar Avrupa'da bakır aletler dahi bulamamışken, bu tarihte bronz aletler birdenbire çoğaldığı kazılarda tespit edilmişti. Bronz madeninin kaynağı kalay madeni Asya'da bol miktarda bulunurken Avrupa'da sadece ince bir damar halinde Fransa'da bulunmaktaydı.
Mustafa Kemal Atatürk 1928-1930 yılları arasında Türk Tarih Tezi'nin oluşturulmasında tarihçilere önderlik etmiştir. Atatürk'ün, ""Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir"" sözü onun Anadolu'daki Türk varlığının Malazgirt Meydan Muharebesi'nden çok öncelere dayandığına olan inancını yansıtmaktadır.
Ortaya konulan bulgularda eski Orta Asya Türk tarzı yaşamın Anadolu'da da var olduğu ortaya çıkarılarak tarihi süreç içinde derinlemesine bir ortaklığa işaret ediliyor.
Türk Tarih Tezi'ne göre tarihteki Türk devletleri şu şekildedir:
Atatürk'ün hazırlanmasına öncülük ettiği "Türk Tarihinin Ana Hatları" kitabının yazarlarından olan Fuad Köprülü, 1940 yılında yazdığı bir yazıda kendisinin de katkıda bulunduğu eseri, Avrupa |
tarihçiliğinin Türkler aleyhinde yazılmış temelsiz ve olumsuz düşüncelerine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan "Romantik Nasyonalist" bir tarih anlayışı olduğunu yazmıştır.
Romantik milliyetçilik eleştirisi, Atatürk'ün yazılmasını teşvik ettiği tarih görüşünde, dünya uygarlık tarihinin kökenlerinin, sadece Hint-Avrupa lisanı konuşan topluluklara atfedilmesine Türkleri sarı ırk mensup barbarlar olarak gösterilmesine bir tepki olarak ortaya konmuştu. "Dünyadaki bütün dillerin kökeninin Türk dilinin kökeni ile ortak olduğu" görüşünde olduğu gibi Güneş Dil Teorisi'nde de dile getirilen, "tepkisel" ve "romantik" milliyetçi savları içinde barındırmaktaydı.
Türkçü bilim adamı Zeki Velidi Togan 1932 yılında, I. Türk Tarih Kongresinde, tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu bildirgeyi Orta Asya'nın tarihte bir iç deniz olduğu savı nedeniyle eleştirdi. Ardından Türkiye'yi terk ederek Almanya'ya gitti, 1939 yılında tekrar Türk Millî Eğitim Bakanı tarafından Türkiye'ye davet edilinceye kadar yurda dönmedi, akademik çalışmalarına Almanya ve Avusturya'da devam etti.
Turancı fikirlere sahip kişiler Türk Tarih Tezi'ni eleştirmiştir. Turancılara göre "Türk Tarih Tezi" gerçeklerden uzak ve gayri ilmidir. Çünkü Turancı görüşe göre Orta Asya, Türklerin anayurduydu. Orada yaşayan Türk halklarını esir ırkdaşları olarak kabul ettiler. Rıza Nur "Türk Tarihi" isimli eserinde Orta Asya'daki "tutsak Türkleri" kurtarma davasını anlatır. Rıza Nur'a göre Çin, İran ve Rusya'daki tutsak Türklerin kurtarılması gerekmekteydi. Turancılar o dönemde "ırkların üstünde Türk ırkı" kavramını benimsemişlerdi. Türklük kavramını savaş, savaşçı, alp kavramları üzerinde geliştirdiler. Türk Tarih Tezi'nde Turancı görüşün savunduğu değerlere itibar edilmez. Eski Anadolu medeniyetlerinin Türkler ile bağlarını araştırmaya çalışan "romantik bir coşkunluk" taşıyan Türk tarih savı, Turancılık akımının ileri gelenlerinden Nihal Atsız tarafından, ilmi gerçeklerden uzak olmakla eleştirilmiştir. Türk tarih savında Hititlerin, Sümerlerin, hatta Yunan medeniyetinin, Orta Asya'dan dünyaya yayılmış bir medeniyetin devamı olduğu izah edilmeye çalışılmıştı. Bu durumda doğal olarak dilleri de Türklerin eski dilleri ile ortak olmalıydı. Nihal Atsız, Türk tarih savını, gayri ilmi olması ve gerçeklerden uzak olması nedeniyle tenkit edilmiştir, ona göre ve Türkler Orta Asyalı bir ırktır ve Anadolu medeniyetlerini Türkler ile bağdaştırma gayretleri yanlıştır.
Medeniyeti öne çıkaran Türk Tarih Tezi ırk temelini savunan Turancı görüşe ters düşmektedir. Türk Tarih Tezi'nde, millet tanımı, bir ırk aidiyetine dayandırılmaz, onun yerine medeniyetleri esas alır. Atatürk Afet İnan'ın 1930 yılında hazırladığı "Medeni Bilgiler" isimli kitabındaki öne çıkan ırk aidiyetine olan atfı çıkararak millet tanımını bizzat "Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların siyasal ve toplumsal kuruluşu" şeklinde düzeltir.
Türk Tarih Tezi'ne göre Anadolu, tarih boyunca göçler almış ancak hiç göç vermemiştir. Türkler de buraya gelen kavimlerdendir ve buradaki kültürler ve insan toplulukları ile karışmıştır. Aslında bu topraklarda geçmişte yaşamış kavimler, dünya medeniyetlerinin de membaıdır ve günümüz Anadolu Türk kültürü de antik medeniyetlerin bir devamıdır. Bu sebeple Türk ulusu Hititler, Urartular'ın eserlerinin doğal mirasçılarıdır.
Kemalist Devrimin tarih tezi içerisinde yer verilmemekle beraber Meksika büyükelçisi Tahsin Mayatepek'in Atatürk'e sunduğu "Mayaların dili, kültürü ve tarihi ile ilgili raporların" bazılarının bulunması üzerine, Atatürk'ün, Türk Tarih Tezi'nde dile getirilen göç hareketleri ve Kayıp Kıta Mu efsanesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüğü öne sürülmüştür.
Türk Tarih Tezi'ne, ilmi dayanaktan yoksunluk ve milliyetçilik suçlamaları üzerine gelişen eleştirilerin abartılması, "Türklerin tarihi" ile ilgilenen araştırmacıların ilkel milliyetçilik ve kafatasçılık gibi suçlamaları göğüslemeyi göze almalarını gerektirmiştir.
1990 yılları başında bazı yazarlar, Türk Tarih Tezi'nin, Türk tarihini yüceltmek amacıyla yazıldığını ve aşırılığa kaçıldığını, bilimsel tarafsızlıktan uzak resmi devlet ideolojisi olduğunu, Kürtleri görmezden geldiğini söyleyerek eleştirdiler.
Bu çalışmanın, Türkiye'de tarih biliminin gelişimine katkıları da olmuştu. Anadolu medeniyetleri ile Türk tarihi arasında bağların araştırılmasını isteyen Atatürk'ün arkeolojik kazıları, tarihinin araştırılmasını teşvik etmesi, bu konuda bilim adamları yetiştirme gayretleri, tarih konusunda ciddi araştırmalar yapılmasına başlangıç dayanağı olmuştu. Atatürk 1 Kasım 1936 yılında TBMM açılış konuşmasında Alacahöyük'de yapılan kazılarda bulunan eserlerin 5500 yıllık Türk tarihinin aydınlatılmasına ışık tutacağını açıklar. Bunun sonucunda Türk arkeologların yaptığı kazılardan elde edilen arkeolojik bulgular Hititler ile ilgili yeni bulguların ortaya çıkmasına, bilinenlerin yeniden yazılmasına neden oldu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu. Çivi yazısı okuyabilen bilim adamları yetişti. Binlerce Hitit tableti okundu. Arkeoloji müzeleri açıldı. Atatürk'ün bilime ilgisini fark eden A. Einstein, Nazilerin kovduğu bilim adamlarını Türkiye'ye yönlendirmiştir. Bunun sonucunda buraya gelip yaşayan kütüphaneciden profesörlere yüzlerce kişi Türk üniversitelerinin geliştirilmesi sürecine büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Karadağ (dağ)
Karacabey ilçesinin kuzeybatısı'nda yer alan Karadağ Bandırma'ya doğru uzanır. Marmara denizi ile Karacabey ovasını birbirinden ayırır.Her tarafı ormanlarla kaplı bir dizi dağdır. Ihlamur , kayın , meşe, kestane zengin bitki örtüsünü meydana getirir en yüksek noktası 833 metredir. Türkiyede tüketilen ıhlamurun 3'te 1'i bu dağdan karşılanmaktadır.Ayrıca orman bölge işletmesi Karadağdan kereste , yakacak odun , maden direği ve travers elde etmektedir.
Karadağ (anlam ayrımı)
Karadağ şu anlamlara gelebilir:
Hadikatü's-Süada
Hadîkat-üs-Su'ada (حديقة السعداء; ), Fuzûlî'nin Azerice mensur/manzum bir eseri olup Kerbela Olayı'nı ve İmam Hüseyin'i anlatan Anadolu Aleviliği'nin temel yapıtlarından biridir.
Müslümanlar tarafından İslâm tarihi boyunca büyük bir üzüntü ile hatırlanan Kerbelâ olayını ele alan birçok eser kaleme alınmıştır. Bu eserlere Maktel-i Hüseyin veya kısaca Maktel adı verilir. Fuzûlî'nin bu eseri de bu türün önemli yapıtlarından biridir.
Kitapta; İslam Peygamberi Muhammed'in torunu Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail'in iki vazife ile Muhammed'e gönderildiğinden bahsedilir. Cebrail'in vazifelerinin birincisi, Hüseyin'in doğumu nedeniyle Muhammed'i tebrik, ikincisi ise Hüseyin'in şehit edileceği bilgisiyle taziyedir.
"Hadikatü's-Süada" isimli Fuzûlî'nin eserinin diğer adı Saadete ermişlerin bahçesi olarak geçer.
Kayalar
Kayalar, aşağıdaki anlamlara gelebilir.
İşlem sırası
Aritmetikte işlemler belirli kurallara göre uygulanır. Önce en iç parantezden başlanarak dışa doğru hesaplamalar yapılır. Parantez yoksa soldan sağa doğru aşağıdaki sıralamaya göre işlemler yapılır.
20:[(+7)-1-(+6)]:(-9) = ?
20:[+6-(+6)]:(-9) = ?
20: 0 : -9 ( 0'a bölüm olmadığı için sonuç yoktur ancak bu şekilde bir 4 işlem bir arada problemlerinde işlem öncelikleri yukarıdaki gibi çözülmelidir. )
ÖRNEK:
+6÷2(1+2)≠+6÷2x(1+2)
=6÷2x3
=3x3
=9
Femme fatale (anlam ayrımı)
Femme fatale, edebiyat ve sanatta bir arketip karakter.
Femme Fatale ayrıca şu anlamlara gelebilir:
Menşevik
Menşevikler (Rusçası: меньшевик) Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin 1903 yılında yapılan 2. Konferansında Lenin ile Julius Martov arasında yaşanan fikir ayrılıkları sonucu partinin bölünmesi sonucu ortaya çıkan iki gruptan birisidir.
Parti üyeliğinin tartışıldığı birleşimde fikir ayrılığı yaşanmasının ardından çoğunlukta olan Lenin taraftarlarına Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevikler, azınlıkta kalan Martov taraftarlarına da azınlık anlamına gelen Menşevikler denilecektir.
1917 Şubat Devriminin ardından Menşevikler Geçici Hükümet içinde yer alacaktır. Ekim Devrimi ile Bolşeviklerin iktidarı alması üzerine örgütsel olarak hareketsiz kalan Menşevik liderler Bolşevik karşıtı Rus İç Savaşına aktif olarak dahil olmayacaklardır. Menşeviklerin kuvvetli olduğu Gürcistan’da kurulan Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, 1921 yılında Kızılordu tarafından zorla Sovyetler Birliği’ne dahil edilince Menşevik liderler Avrupa’ya sürgüne kaçacaklardır. Tabanda ise çok sayıda Menşevik, Bolşeviklere katılacaktır.
Ağustos 1903’deki Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) 2. Kongresi Lenin ile Martov arasındaki derin fikir ayrılıklarına sahne olur. Önce parti yayın organının yayın kurulunun bileşimi daha sonra da parti üyesinin tanımı üzerinde tartışmalar yürütülür. Özellikle tarafların üye tanımlamalara bakıldığında büyük bir fark görünmese de iki farklı örgüt yapısı tanımlandığı anlaşılmaktadır. Buna göre Lenin parti üyesinin kesinlikle bir parti biriminde faaliyet göstermesi şartını getirmek isterken, Martov üyenin sadece partinin gözetiminde olmasının yeterli olduğunu savunuyordu. Lenin az sayıda profesyonel devrimciye ve çok sayıda parti sempatizanına sahip bir parti öngörürken Martov ise daha geniş ve görece sebest bir üyeliğe sahip bir parti kurgulamaktaydı. Konu görüşülürken Martov’un yorumu çoğunluğu kabul görür. Ancak parti üyesi Yahudilerin partiden ayrı bir örgütlülüğe sahip olmasını savunan Bundcular Kongre tarafından reddedilince dengeler değişir. Martov’u destekleyen Bundcuların ayrılmasıyla Lenin taraftarları çoğunluğu elde edecek ve Kongre tarafından seçilen Merkez Komite başta olmak üzere tüm parti organlarına bu durum yansıyacaktır. Artık birer hizip halini alan bu iki grubun isimleri de çoğunluk ve azınlık kelimelerinin Rusça karşılıklarından gelmektedir. Kongrede Bolşeviklerin çoğunluğu sağlamış olmalarına rağmen genel eğilim Menşeviklerden yanadır. Kongreden sonra iki hizip de birbirinden ayrı örgütlenmeye başlayacaktır.
1905 Devrimi iki hizipi de hazırlıksız yakalar. Sürece sonradan dahil olan Bolşevikler Moskova’da Aralık ayında örgütledikleri ayaklanmada başarısız olsalar |
da örgütlenmede Menşeviklere göre daha başarılı olmuşlardır. 1906 yılındaki RSDİP 4. Kongresinde yeniden birleşme resmen başarılır. Bunda 1905 Devriminin başarısız olmuş olmasının etkisi ve Çarlık rejiminin sosyalistlere yoğun saldırı başlatmasının da etkisi vardır. Kongrede Menşevikler çoğunluktadır. Buna rağmen Lenin’in parti üyesi tanımı kongrede benimsenir. Ancak taraflar arasında ittifaklar ve zlenecek siyasi hat ile ilgil sayısız anlaşmazlık yaşanır. İki hizip de kendi örgütlerini korur ve gittikçe birbirinden bağımsız hareket etmeye başlar.
İki hizip de Rusya’nın henüz sosyalizme geçilebilecek derecede sanayileşmemiş olduğunu düşünüyor, Çarlık rejiminin devrilmesi ve burjuva demokratik devrimi için çalışılması gerektiğini savunuyordu. İki taraf da işçi sınıfının mutlaka bu devrimsel süreçte rol oynaması gerektiğini düşünüyordu. Ancak 1905’den sonra Menşevikler liberal burjuvazi ve özel olarak da Kadetler ile ittifak yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Bolşevikler ise Kadetlerin devrimci bir süreci yürütebilecek bir yapıda olmadığını söyleyerek köylü ağırlıklı diğer sosyalist partilerle (örneğin SR’larla) ittifak yapılabileceğini düşünüyorlardı. Lenin’e göre devrimci durumda proletarya ve köylülerin diktatoryası kurulup burjuva devrimi sonuna kadar götürülmeliydi. Menşevikler giderek yasal imkânları ve sendikaları daha çok kullanmaya başlamış, aynı kurumlarda varolan Bolşevikler ise işçilerin silahlı ayaklanmasına daha sıcak bakmışlardı.
1905 Devriminin bastırılmasından sonra çok sayıda Menşevik partiden ayrılarak yasal muhalefet hareketlerine dahil olacaktır. Lenin 1908 yılında devrimcilikten uzaklaştığını düşündüğü Menşevikleri tasfiyecilikle suçlayacaktır. İki hizip arasındaki uzlaşmaz çelişkiler sonucunda 1912 yılında Bolşevikler artık ayrı bir parti olduklarını ilan ettikleri kongreyi gerçekleştireceklerdir. Menşevikler ise ayrı bir parti olarak 1914 yılında örgütlenecektir. Bolşevikler I. Dünya Savaşını emperyalist bir savaş olarak reddederken Menşeviklerin çoğu onlara katılacak, ancak küçük bir sağ eğilimli kesim anavatanın savunulması çağrısı yapıp savaşı destekleyecektir.
1917 yılı Şubat Devrimi ile birlikte Çarlık rejiminin devrilmesiyle birlikte İrakli Tsereteli önderliğindeki Menşevikler başa geçen Geçici Hükümete çağrı yaparak ilhaksız ve adil bir barış yapılması gerektiğini bildirdi. Ancak bu çağrıya rağmen Menşevikler savaşın sürmesini savunuyor ve “devrimin savunulması için” cephedeki askerlerin savaşmaya devam etmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Devrimci altüst oluş sırasında işçi, köylü ve cephedeki askerler tarafından kurulan taban örgütlenmesi olan sovyet organlarında Menşevikler, SR’lar ile birlikte yönetime gelirler. Çok önemli bir konuma sahip olan başkentteki Petrograd Sovyetinde de Menşevikler yönetimdeydi.
Monarşinin devrilmesiyle beraber Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki ayrımların artık arka plana atılacağı ve birlikte mücadele edileceği bazı önde gelen Bolşevik ve Menşevik liderler arasında düşünülmekteydi. Bolşevik liderlerin neredeyse hepsi yurt içi ve yurt dışı sürgünde bulunduğu için Petrograd’da bulunan Bolşevik yöneticiler Aleksandr Şlyapnikov ve Vyaçeslav Molotov Geçici Hükümet ve ona destek veren Menşevikleri parti yayınlarında ve özellikle Pravda’da şiddetle eleştirmekteydi. Ancak bu ekip sürgünden gelen Lev Kamenev, Josef Stalin ve Matvei Muranov’un gelmesiyle tasfiye edilecek ve Geçici Hükümete karşı anlayışlı, Menşeviklerle uzlaşmacı bir tavır Bolşeviklere hakim olacaktır. Ancak Lenin, Mühürlü Tren olarak adlandırılan uzun yolculukla Petrograd’a döndüğünde bu tarzı şiddetle eleştirecektir. Nisan Tezleri olarak adlandırılan ve Bolşeviklerin siyasi hattına şekil veren açıklamalarında Lenin, devrimin burjuva aşamasının tamamlandığını ve iktidarın işçi ve yoksul köylüler tarafından alınması için partinin derhal örgütlenmesi gerektiğini vurgular. Bu beklenmeyen ve radikal fikirler Geçici Hükümeti destekleyen Menşeviklerle olası ittifakı zaten gündeme bile almamaktadır.
Mart – Nisan 1917 döneminde Menşevik önderliği şartlı da olsa liberal ağırlıklı Geçici Hükümeti destekler. 2 Mayıs günü savaş konusunda halktan gelen tepkilerle Geçici Hükümetin düşmesi üzerine Tsereteli, Menşeviklerin devrimin selameti için Geçici Hükümeti güçlendirmesi gerektiğini ileri sürer. Bundan sonra Menşevikler, SR’lar ve Kadetler ile koalisyon hükümetine dahil olacaktır. Martov’un Mayıs ayında Avrupa’dan sürügünden dönmesiyle güçlenen Menşevikler içerisindeki sol kanat Tsereteli liderliğini sorgulayacak ve hükümetten çekilinmesini isteyecektir. Ancak 9 Mayıs 1917 günü yapılan parti konferansında ise Martov taraftarları azınlıkta kalacaktır. Bundan sonra Menşevikler Ekim Devrimi ile devrilene kadar Geçici Hükümette yer alacaktır.
Menşevikler ve Bolşevikler ayrı yönlere doğru hızla ilerlerken ülke dışından ve içinden sürgünden dönen partililer hızla bir tarafı tutmak durumunda kalıyorlardı. Bazıları Menşeviklere katılırken, bazıları da Aleksandra Kollontay gibi doğrudan Bolşeviklere dahil olur. Aralarında Leon Troçki, Adolf Joffe olan önemli sayıda partili ise Petrograd merkezli kendi örgütlerini kurarak Enternasyonalistler adını alır. Bu grup Ağustos 1917’de Bolşeviklere katılacaktır. Ayrıca aralarında Maksim Gorki de yer alan az sayıda ama etkili aydın Gorki’nin Novaya Zhizn (Yeni Hayat) gazetesi etrafında toplanır ve iki gruba da katılmaz.
Menşeviklerin özellikle Temmuz Günleri sırasında işçilere karşı olan olumsuz tutumları, Geçici Hükümet politikalarına katılmaları ve Bolşeviklerin artan örgütlülüğü yüzünden çok güç kaybederler. Kasım 1917’de yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde sadece yüzde 3 oy alırlar. Partinin sağ kanadı Ekim Devrimi ile iktidarı alan Bolşeviklere karşı silahlı mücadele yapılmasını savunurken, partinin artık çoğunu oluşturan sol kanat Bolşeviklerin iç savaşta desteklenmesini ister. Ancak Martov önderliğindeki sol kanat Menşeviklerden örgütsel olarak kopmaz.
Gürcistan’da Menşevikler yoğun olarak örgütlü oldukları için Rus İç Savaşı döneminde Menşevikler iktidarı alıp Gürcistan Demokratik Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan ederler. 14 Şubat 1919’da yapılan seçimlerde Menşevikler yüzde 81,5 oy alır ve Menşevik lider Noe Zhordania başbakan olur. Partinin buradaki örgütlenmesinde öne çıkan isimler Noe Ramishvili, Evgeni Gegechkori, Akaki Chkhenkeli ve Nikolay Çheidze’dir. Ancak Rus İç Savaşından galip çıkan Bolşevikler bağımsız bir Gürcistan’a izin vermezler. Kızılordu birlikleri 1921 yılı başlarında Gürcistan’a girer ve ülke Sovyetler Birliği’ne dahil edilir. Menşevik ldierler ise çoğunlukla Avrupa’ya sürgüne gider.
Menşevizm, 1921 yılındaki Kronstadt Ayaklanması sonrasında yasadışı ilan edilir. Bundan sonra Menşevik aydınların ülke dışına göçü yaşanır. Hasta olan Martov, Almanya’ya gider. Burada 1921 yılında Sosyalist Haberci (Rusçası: Sotsialisticheskii vestnik) adlı yayın organını çıkartmaya başlar. Yayın Nazilerin iktidara gelmesi üzerine 1933 yılında Berlin’den Fransa’ya taşınır. II. Dünya Savaşının başlaması üzerine ise New York’a taşınır. 1970’li yıllara kadar yayınlanacak sonrasında ise sönümlenecektir.
Don Kişot (anlam ayrımı)
Daskyleion
Daskyleion konusunda ilk araştırmalar antik dönemde şehrin adı konusundaki farklı görüşlerle başlamıştır. Antik yazarlardan Mela ve Plinius bu merkezlerden Daskylos olarak söz ederken, Stephanos Byzantios, Daskylion adını kullanır. Ünlü tarihçi Herodotos ise bu şehrin adını Daskyleion olarak verir. Antik çağda şehrin adı konusun daki tartışmalar 20. yüzyıl başlarında yerini şehrin lokalizasyonu konusundaki tartışmalara bırakmıştır.Orta Çağ yazarı Stephanos Byzantios Anadolu’da Daskyleion adı verilen beş yerleşmeden söz etmektedir; ancak tarihçiler ve arkeologlar Kuzeybatı Anadolu’da, Bandırma’ya 40 km mesafedeki Ergili Köyü’ne çok yakın olan, Manyas Gölü kıyısındaki Hisartepe üzerinde yer alan kalıntıların satraplık merkezi Daskyleion’a ait olduğu konusunda hemfikirdir.
Manyas Kuş Cenneti iki hidrolog ve zoolog; Alman asıllı Kurt ve eşi Leonore Kosswig tarafından keşfedilmiştir. Prof. Dr. Kurt Kosswig (1907-1991) aynı zamanda tarih ile de ilgili bir kişiydi. Bu nedenle gölün hemen kıyısındaki Hisartepe’nin üzerinde yer alan kalıntılardan yurttaşı ve arkadaşı Kurt Bittel’e bahsetmiştir.
1952 yılında meşhur arkeolog Kurt Bittel tarafından Hisartepe üzerinde yer aldığı saptanan Daskyleion’da ilk arkeolojik kazılar, bir yıl sonra Cumhuriyet dönemi birinci nesil arkeologlarından ve mesleğin duayenlerinden Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal (1911-2002) tarafından başlatılmış ve 1959 yılına kadar da devam etmiştir. Bu ilk dönem kazılarında ele geçen Anadolu-Pers kabartmaları ve bullalar, Daskyleion’un bir Akhaemenid Dönem satraplık (valilik) merkezi olduğuna dair en önemli kanıtları oluşturmaktadır. Ekrem Akurgal’ın yapmış olduğu araştırmalar sırasında Hisartepe’nin güney yamacında yüzeyde bir stel parçası ele geçmiştir. Ve bu stel Hisartepe Steli olarak İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde korunmaktadır. Ekrem Akurgal’ın kazısından sonra Dasyleion daki bilimsel araştırmalara ara verilmiştir. Ancak 1964 yılında bir köylü, Hisartepe’nin kuzeyinde yer alan Köseresul köyünde tarlasını sürerken bir Bizans mezarı bulmuştur. Bunun üzerine İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden Nezih Fıratlı tarafından çalışmalara başlanmıştır. Mezarın temizlenmesi sırasında üç adet Stelin mezar yapımında kullanıldığı görülmüştür.
28 yıllık bir aradan sonra 1988 yılında Prof. Dr. Tomris Bakır tarafından yeniden başlatılan kazılar 2008 yılına kadar kesintisiz devam etmiştir. Bu ikinci dönem kazılarında ise Daskyleion’da Akhaemenidler’in yanı sıra Phryg ve Lyd kültürlerinin de varlığına işaret eden önemli yapı kalıntıları ve eserler ortaya çıkarılmıştır.
2009 yılında Kaan İren tarafından devralınan Daskyleion kazıları halen O’nun başkanlığında yürütülmektedir.
1990 yılından itibaren ele geçen epigrafik ve arkeolojik buluntular burada bir Frig yerleşimi bulunduğuna işaret etmektedir. Frig dilinde yazıtlar, MÖ 8. yüzyıl sonlarına ait bir Kybele tapınak model |
i, kült eşyaları ve çok miktarda bezemeli ve graffitolu seramik eserler Frigler’in buradaki varlığını kanıtlamaktadır. 2007-2009 yılları arasında tepenin en yüksek yerinde, Kült Yolu olarak adlandırılan alanda yapılan kazılarda anakayaya oyulmuş adak çukurları ile karşılaşılmıştır. Bu çukurların içerisinden Frig uygarlığına ait çok sayıda ağırlık ve tam kap ele geçmiştir. Bu kapların çoğu Gordion kazılarından ele geçen seramiklerle benzerlik göstermektedir.Daha da ötesi, ele geçen graffitolu seramiklerden Frigler’in Daskyleion’daki varlığının sadece kendi dönemleri ile sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. En önemli kanıtlardan biri, satrap Megabates Dönemi’ne tarihlenen bir kyliks ayağı altındaki “vanaks” yazısıdır. “Vanaks” Frig dilinde “kral” anlamına gelmektedir ve burada olasılıkla satrapı kastetmektedir. Bu yazıt sayesinde, Akhaemenid Dönem’de de Frig halkına ait bir grubun buradaki varlığını sürdürdüğü tespit edilmiştir.
Daskyleion’da Frig yerleşiminin tespit edilmesi arkeoloji dünyası için çok önemli bir keşiftir. Bu durum, bölgenin antik yazarlar tarafından neden “Hellespontine Phrygia” olarak adlandırıldığını açıklamakla kalmayıp aynı zamanda Frigler’in Anadolu’daki yayılımlarının Kütahya-Eskişehir sınırının daha da batısına ve kuzeye kaydığını ortaya koymuştur.
Lydia uygarlığına ait yerleşim kalıntıları da yine Kült Yolu olarak adlandırdığımız alanda yoğunlaşmaktadır. Akhaemenid evrenin hemen altında yer alan Lydia tabakaları özellikle son yıllarda çok önemli buluntular vermiştir. Burada yaklaşık 10 m'lik bir alana yayılmış olan bir yangın tabakası tespit edilmiştir. MÖ 550-540 yıllarına tarihlenen bu yangın tabakası Persler’in kente gelişi ile aynı zamana denk gelmektedir. Bu durum Persler’in kenti savaşarak ele geçirmiş olduğunu göstermektedir. Söz konusu yangın tabakası içerisinden, olasılıkla dinsel bir sahneyi betimleyen çok sayıda altın ve gümüş figür geçmiştir. İnsan figürlerinden bir tanesinin bir rahibi, diğerlerinin de kimliği saptanamayan bir tanrıçayı ya da tanrıçaları temsil ettiği sanılmaktadır. Gümüşten yapılmış hayvan figürleri ise muhtemelen sunu hayvanlarını temsil etmektedir. Bu buluntuların yanı sıra Lydia Dönemi’ne ait çok sayıda tam kap ve kaliteli Lydia seramikleri, höyüğün genelinden ele geçmektedir.Mimari kalıntılar açısından, Kült Yolu alanındaki Lydia mekanlarının yanı sıra Akurgal kazıları sırasında ortaya çıkarılmış ve sadece en alt taş blokları korunmuş olan sur kalıntısının Lydia kentini çevreleyen sur olduğu sanılmaktadır.
Akhaemenid Dönem mimarisine ilişkin sağlam korunabilmiş en önemli kalıntı, tepenin güneybatı bölümünde, Kuş Gölü’ne hakim bir noktada bulunan “Kült Yolu” ve onun etrafında barındırdığı yapı kompleksidir. Erken Akhaemenid Dönem’e tarihlenen ve ortasında yer alan kanalla ikiye ayrılan bu yol bir apsisle son bulmaktadır. Bu yol, Tomris Bakır tarafından ateş kültüyle ilgili törenlerin yapıldığı kutsal bir yol olarak yorumlanmaktadır. Nitekim, plastik eserler üzerinde yer alan sahnelere de baktığımızda Persler’in Daskyleion’da dini ibadetlerini geçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Özellikle şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan iki kabartmalı blok üzerinde yer alan rahip ve soylu tasvirleri, burada ateş ibadetlerinin ve kurban törenlerinin yapıldığını göstermektedir.
Daskyleion’un bir Akhaemenid Dönem satraplık merkezi olduğuna dair en önemli buluntular Akurgal kazıları sırasında ele geçmiş olan “bulla” lardır. Bulla terimi, antik dönemde güvenli iletişimi sağlamakta kullanılan mühür baskıları için kullanılmaktadır. Devletler arasındaki yazışmalarda kullanılan papirüsler bullalar ile mühürlenir ve bu sayede başka bir kişinin yazıyı açıp okuması engellenmiş olurdu. Daskyleion Anadolu’da bulla bulunmuş az sayıdaki yerleşimden biridir, çünkü bullalar pişmemiş toprak yapılmaktadır ve bu yüzden günümüze kadar ulaşmaları zordur. Daskyleion’daki bullalar ise bir yangın tabakasından ele geçmiş olup bu sayede günümüze kadar korunabilmiştir. Bullaların esas önemi üzerinde barındırdığı yazılardan ve sembollerden ileri gelmektedir. Daskyleion bullalarında “Aramca”, “Eski Persçe” ve “Yunanca” yazıtlar saptanmıştır. Bunun yanı sıra kuş tasvirleri ve av sahneleri yer almaktadır ki bunlar da Daskyleion Paradeisos’unda yaşayan kuşları ve yapılan avları anlatıyor olmalıdır.Pers soyluları tarafından kullanıldığı bilinen çok sayıdaki jasper tabak ve az sayıda korunmuş olan “Dareikos” ve “Syglos” lar, buradaki Pers yaşantısının diğer önemli kalıntılarıdır.
Persçe’de “Pairidaoza” olarak ifade edilen Paradeisos “bir kralın ya da devlet büyüğünün sahip olduğu, onun resmen kurdurduğu, koruduğu ve bakımını üstlendiği etrafı çevrili park” demektir. Pers geleneğinde krala bağlı bütün yöneticilerin, “imitatio regis” yani “kralı taklit etme” kapsamında bir yaşam sürdürmek durumunda olduğu bilinmektedir. Daskyleion, hemen yanında bulunan Manyas Kuş Gölü ile bu geleneğin yaşatılması için en uygun konuma sahiptir. Hatta Daskyleion’un bir satraplık merkezi olarak tayin edilmesinde bile bu durumun etkisi olduğu söylenebilir.
Antik yazarlardan Ksenophon’dan öğrendiğimiz kadarıyla, vali Pharnabazos’un sarayı ve köylerin etrafını ünlü av alanları kaplamaktaydı. Bu av alanlarının bir kısmının etrafı çevrilmişti. Ayrıca bölgeyi boydan boya kat eden nehirde (bugünkü Karadere) her türlü balık ve gölde (bugünkü Manyas Gölü) avlanmak için çok çeşitli yaban kuşları bulunuyordu. Ksenophon, Hellenika’nın başka bölümlerinde Paradeisos’un bir park olarak nitelendirildiğini öğrenmemizi sağlayan bilgileri satrap Pharnabazos’un ağzından aktarmaktadır. Pharnabazos aslında burada Spartalı komutan Agesilaos’un kenti tahrip etmesinden sonra duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. “şimdi görüyorum ki; babamdan bana miras olarak kalan saraylarla birlikte, mutluluğu tattığım ağaçlarla ve av hayvanlarıyla dolu olan park tahrip oldu ve yandı”
Manyas Kuş Cenneti günümüzde dahi varlığını sürdürmektedir. 1959 yılında burası Türkiye Cumhuriyeti’nin millî parkı olarak ilan edilmiş ve A Sınıfı Diploma ile ödüllendirilmiştir, ancak ne yazık ki o günden bu yana sorumsuzca gelişen sanayi atıkları gölü ve dereyi aşırı derecede kirletmiş, buradaki eko sistemin bozulmasına ve kuş türlerinin azalmasına neden olmuştur.
Hellenistik Dönem kalıntıları, Daskyleion’un bu dönemde de önemli bir merkez olarak varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Özellikle “İncili Duvar” olarak adlandırdığımız teras duvarı bu dönemin en güzel mimari örneklerinden biridir. Duvarın yapımında daha önceki dönemlere ait olan bazı devşirme bloklar kullanılmıştır. Üzerinde incelikle işlenmiş inci ve yumurta dizilerinin yer aldığı bu blokların, orijinalinde Akhaemenid Dönem Satrap sarayına ait olduğu sanılmaktadır.
Son yıllarda tepenin doğu yamacında yapılan kazılarla mermer ve andezit bloklarla döşenmiş bir yol ortaya çıkarılmıştır. Bu yol Hellenistik Dönem’de kente girişi sağlayan yoldur ve tepeye ulaştığı noktada ele geçen çok sayıda çivi ve çürümüş ahşap parçaları giriş kapısının burada olabileceğini göstermektedir. Bu yol Bizans Dönemi’nde de kullanılmış ve bu dönemde giriş kapısı yolun daha aşağısına taşınmıştır.
Tepenin içerisinde yer alan yapıların yanı sıra höyüğün çevresinde yaklaşık 2 km lik bir alana yayılmış durumda çok sayıda tümülüs mezar yer almaktadır. Bu tümülüslerden bazıları Tomris Bakır döneminde kazılmış ve restore edilmiştir. Kösemtuğ Tümülüsü, Anadolu’daki tümülüsler arasında mezar odası iyi korunmuş olan az sayıdaki tümülüsten biridir. MÖ 4. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen bu mezarın Makedonyalı bir komutana ait olduğu düşünülmektedir. Tümülüsteki en dikkat çekici keşiflerden biri; dromosun duvarlarında kullanılmış devşirme bir blok taş üzerinde yer alan Frig yazıtıdır.
Voyager 2
Voyager 2, 20 Ağustos 1977 tarihinde ABD Voyager programı kapsamında fırlatılan insansız uzay aracı. Bu uzay aracı sırasıyla Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ü ziyaret etmiştir. Uranüs ve Neptün'ü ziyaret eden tek uzay aracıdır. Aracın misyonu, kardeşi Voyager 1 ile aynıdır.
Aracın içerisinde kardeşinde olduğu gibi bir altın plak bulunmaktadır.
Plağın içinde birçok dilden (Türkçe de dahil) "Merhaba sevgili dostlarımız" sesli notu vardır. İçerisindeki resimler arasında Leonardo Da Vinci'nin insan vücut taslağı da bulunmaktadır. Ayrıca "Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah-ı şerifleriniz hayrolsun" cümlesinin söylendiği bir ses kaydı vardır.
Zen
Zen, kökeni Hindistan'daki Dhyana (ध्यान) okuluna kadar uzanan bir Mahāyāna Budist okulunun Japoncadaki ismidir. Hindistan'dan Çin'e geçen okul, burada Ch'an (禪) olarak ismini duyurmuştur. Tang Hanedanlığı döneminde Çin'de belli başlı Budist okullar arasına giren Ch'an, Çin'den Kore, Vietnam ve Japonya'ya yayılmıştır. 20. yüzyılda Batı'da tanınmaya başlanan bu okul, İngilizce ve diğer Batı dillerine Zen ya da Zen Budizm ismiyle girmiştir.
Zen, diğer Budist okulların arasından aydınlanma amacıyla yapılan meditasyona verdiği önemle ayırt edilir. Meditasyon anlamına gelen Çince "zuochan" ve Japonca zazen kelimeleri Ch'an/Zen kelimesinden türetilmiştir. Bu nedenle Batı'da yalnızca bir meditasyon pratiğinden ibaret olarak algılanan Zen, aslında Budizmin bir koludur. 20. yüzyılın ortalarından itibaren Batı'da bir felsefe, bir yaşam tarzı, bir sanat akımı v.s. olarak yaygınlaşmıştır. Ancak bu Batılı bakış açısı, Uzakdoğu'daki Zen Budistlerin çoğunluğu tarafından paylaşılmamaktadır.
Zen'in kökleri Hint Budizmine kadar geri götürülür. Adını meditasyon anlamına gelen Sanskritçe dhyana teriminden alır.
Zen okulunun en önemli tezi Sakyamuni Buddha'nın öğretisinin sözle anlatılamayacağıdır. Efsaneye göre Buda, bir gün elinde bir çiçekle onun vaazını bekleyen öğrencilerinin önünde konuşmadan oturur. Öğrencileri arasından sadece Kasyapa Buda'nın mesajını anlar ve gülümser. Böylelikle Dhyana (Zen) Kasyapa'ya aktarılmıştır.
Geleneksel kaynaklara göre Çin Zen'i milattan sonra yaklaşık 500 yıllarında Bodhidharma adlı Hint Budist keşiş tarafından kurulmuştur. 6. yüzyılda Kasyapa'nın 28. kuşaktan öğrencisi B |
odhidharma Çin'e gelir ve Ch'an okulunu burada kurar.
Bodhidharma, yerine müridi Huike'yi atamış ve böylece o, ilk Çinli patrik ve Zen okulunun Çin'deki ikinci piri olmuştur.
Doktrin, Huike'den sonra adları dışında fazla bir şey bilinmeyen ikinci, üçüncü ve dördüncü pirlere aktarılmıştır. Altıncı ve son pir Huineng (638-713), Zen tarihindeki büyük isimlerden biridir ve halen mevcut olan okullar Huineng'i kendilerinin üstatları olarak kabul ederler.
Huineng'den sonra Zen her biri öğreti ve pratiklerinde çeşitli vurgulara sahip olan çeşitli kollara ayrılmış ve Çin'in en büyük Budist mezhebi olmuştur.
Altıncı Pir Huineng'den sonra Ch'an Budizmi Tang Dönemi Çini'nde hızla yayıldı; aynı zamanda birçok kola da bölündü. Bunların arasından Rinzai "ansızın aydınlanma" okulu ve Soto "aşamalı aydınlanma" okulu Japonya'da yayılarak burada günümüze kadar ulaşmıştır.
1191 yılında Zen Ustası Eisai tarafından Japonya'da kurulan Rinzai okulu daha çok Samuray sınıfı arasında yayılmıştır. Eisai'nin öğrencisi Dogen tarafından Japonya'ya 13. yüzyılda tanıtılan Soto okulu ise günümüzde 14.700 tapınağı ve yaklaşık 7.000.000 takipçisiyle Japonya'nın en büyük Zen mezhebidir.
Mahayana Budizmindeki diğer okullarda olduğu gibi, Zen’de de tüm duyarlı varlıkların Buda-doğasına sahip olduğunu kabul edilir, ve bunun zihnin kendi doğasından başka bir şey olmadığını vurgulanır. Zen uygulamasının amacı her bir bireyin içindeki bu Buda-doğasının, günlük yaşamda meditasyon ve farkındalık yoluyla keşfedilmesidir. Zen uygulayıcıları bu çalışmanın varoluş hakkında yeni bir perspektif ve kavrayış kazandıracağına, ve nihayetinde aydınlanmaya ulaşılacağına inanır.
Diğer Budist okulların pek çoğundan farklı olarak, Zen kutsal metinlere ve metafizik konularda konuşmalara bel bağlanmaması gerektiğini iddia eder. Çünkü bunlar uygulayıcıyı, kendi içinde Buda-doğasını doğrudan sezgisel olarak kavramaya çalışmak yerine, dışsal bir cevap arayışına yöneltir. Bu anlamda Zen, diğer pek çok dinin aksine uygulamayı ön plana çıkaran tutumuyla, hararetli bir felsefe-karşıtı, ikona düşmanı, kural karşıtı veya anti-teorik öğreti olarak değerlendirilebilir. Yazılı kelimelere dayanmamaya verdiği önem, sıkça Zen’in kelimelerin kullanılmasına karşı olduğu şeklinde yanlış anlamalara yol açmıştır. Ancak, Zen kaynaklarını Gautama Buddha’nın ve Budist Mahayana felsefesinin yazılı öğretilerinden alır. Zen vurguladığı, Buda’nın öğrettiği uyanışı, okuduğu veya duyduğu herhangi bir kelimeyle değil, meditasyon uygulaması yoluyla elde etmiş olduğudur; dolayısıyla diğerleri de öncelikle meditasyon yoluyla Buda’nın kavrayışına ulaşabilir.
İçebakış teknik ve uygulamaları hakkında pek çok Budist sutra’da çeşitli öğretiler bulunmaktadır. Ancak Çin’de ortaya çıktığı ilk dönemlerde Zen okulu, ağırlıklı olarak Mahayana Sutralarına, özellikle de Lankavatara Sutra’sına eğilmiştir. Bodhidharma’nın "dhyana" içebakış tekniklerini öğretirken Lankavatara Sutra’ya göndermeler yapması nedeniyle, Zen okulu ilk dönemlerde bu sutra ile tanımlanmıştı. Kısmen böylesine sınırlı bir şekilde tek metinle özdeşleştirilmeye tepki olarak, Çin Zen’i ünlü kelimelere dayanmama, her tür metinden bağımsız olma tutumunu geliştirdi. Bununla birlikte, erken dönem Zen ustalarının öğretilerine bakıldığında, onların pek çok sutrayı ileri düzeyde bildikleri anlaşılır. Örneğin, "okuma-yazma bilmemesiyle" ünlü Altıncı pir Huineng’ın yazdığı Platform Sutra’da, Elmas Sutra, Lotus Sutra, Vimalakirti Sutra, Shurangama Sutra ve Lankavatara Sutra’dan alıntılar yapılır ve açıklanır.
Budizmin Çin’e geldiği dönemde üç temel uygulama öğretisi, ahlak ve kurallar disiplini eğitim ("sila"), konsantrasyon ("samadhi") da denilen zihinde meditasyon yoluyla eğitim ("dhyana"), sezgi ve bilgelik eğitimi ("prajna"), Pali derlemesinde çoktan düzenlenmişti. Bu bağlamda, Budizmin Çin kültürüne sürecinde, her biri farklı bir temel uygulama alanında uzmanlaşmış üç tip öğretmen modeli ortaya çıktı. Vinaya ustaları rahip ve rahibelerin izleyeceği kurallar üzerine, dhyana ustaları çeşitli meditasyon uygulamaları üzerine, Dharma ustaları ise Budist metinler üzerine uzmanlaşmıştı. Manastır ve Budizm merkezleri ya vinaya ve rahip eğitimine ya da bir ya da birkaç metnin icelenmesi konusuna yoğunlaşmıştı. Dhyana veya "Chan" ustaları ise, ya kendi başlarına inziva hayatı sürdürüyor ya da çeşitli Vinaya manastırları ve sutra eğitim merkezlerine katılıyordu.
Bodhidharma'nın beşinci yüzyılda gelmesinin ardından, onun takipçisi dhyana-chan ustaları, vinaya ve entelektüel çabanın tek başlarına Buda’yı aydınlanmaya götüren meditasyonun gerçek uygulamasını ve kişisel deneyimi vurgulamaya yeterli olmadığı düşüncesiyle bir araya gelmeye başladı. Yalnızca kuralları takip edilmesi ya da sutra ezberlenmesinin yetersizliği dhyana-chan uygulayıcılarının sloganı haline geldi. Bodhidharma’dan yaklaşık 200 yıl sonra Tang Hanedanı dönemi başlarında, Beşinci pir Daman Hongren (601-674) zamanında, Zen okulu ayrı bir Budist okul olarak ortaya çıktı.
Zazen olarak anılan meditasyon, Zen uygulamarının temelini oluşturur. Bodh Gaya’daki Bodhi ağacının altında aydınlanmaya ulaşan Buda’nın oturuşunu ve onun Sekiz aşamalı yol’da öğrettiği, farkındalık ve konsantrasyon kavramları canlandırır. Sekiz aşamalı asil yol, Dört Yüce Gerçek, bağımlı köken, Beş İlke, beş skandha, Varoluşun üç işareti gibi Buda’nın temel öğretilerinin tümü Zen uygulamasının önemli öğelerini oluşturur.
Ek olarak, Zen Mahāyāna Budizmin, bodhisattva başta olmak üzere çeşitli temel kavramlarını benimsemiştir. Mahayana’ya has Guānyīn, Mañjuśrī, Samantabhadra, ve Amitābha gibi figürler tarihsel Buda ile birlikte saygı görür. Zen’in yazılardan bağımsız aktarıma yaptığı vurguya rağmen, Mahāyāna sutralarına, özellikle de "Kalp Sutra", "Hredaya Pranyaparamita" "Elmas Sutra", "Lankavatara Sūtra", ve "Lotus Sūtra"nın "Samantamukha Parivarta" bölümüne derinden bağlıdır.
Zen aynı zamanda paradoksal olarak, kendine özgü zengin bir yazılı literature de geliştirmiştir. En eski ve en çok tanınanları Zen metinleri arasında, Huineng’ın Platform Sutrası sayılabilir. Bundan başka çeşitli "koan" kollaksiyonları ve Dōgen Zenji’nin yazdığı "Shōbōgenzō" önemli metinlerdendir.
Oturarak yapılan meditasyon, Zazen Zen pratiğinin merkezini oluşturmaktadır. Zazen'de çeşitli oturuş biçimleriyle yapılabilir. Dikkat kişinin duruş biçimi ve nefesine yöneliktir. Oturulan yer (zabuton) üzerine yerleştirilen katlanmış bir yastık (zafu) kullanılır. Rinzai Zen'de zazen uygulaması yapan kişiler yüzlerini odanın merkezine yöneltirlerken Soto uygulayıcıları duvara dönük otururlar.
Soto Zen'de Şikantaza meditasyonu (sadece oturma) nesnesiz ve içeriksiz bir meditasyon biçimidir. Bu pratikle bilgili felsefi ve fenomenolojik hükümler Dogen'in Shobogenzo adlı eserinde bulunmaktadır. Rinzai Zen ise nefes meditasyonu ve koan pratiği üzerinde durur.
Farklı Zen okullarında farklı zazen teknikleri uygulanmakla birlikte, zazende genel teknik, iç ve dış uyarılara tümüyle açık olmakla, sınırsız bir farkındalık, bilinçlilik hali ve uyanık olma durumudur. Zazen uygulaması sırasında her türlü iç ve dış algı, önem sıralaması, seçim yapılmaksızın izlenmelidir. Dışarda öten kuşun cıvıltısı, vücut ağırlığının kalça kemiğindeki duygusu, yüzü yalayan esintinin duygusu, vs. birbirini izleyen farkındalıklar, bilincin geçişler yaparak yaşadığı algılar olarak değil, aynı anda yaşanan bir bilinçlilik olabilmelidir. Günlük yaşamda deneysellenmesi mümkün olmayan, yaşanmayan bir bilinçlilik haline ulaşmaktır. Olağan insan bilincinin yapısının, o tek merkezli benlik ve bilinç duygusunun aşılarak, çok merkezli bir bilinç yapısına ulaşılma çalışmasıdır ve zazenin amacı budur.
Zazende, diğer birçok meditasyon tekniğindeki gibi, olağan, kendiliğinden düşünsel akımlara müdahale edilmez. Tersine zazendeki kişi, bu zihinsel akımları bilinçli olarak izlemektedir. Zazende esas olan sınırsız bilinçliliktir, uyumdur, düşünce akımları konusunda da böyledir. Zen, her zaman için Taocu etkilere büyük ölçüde açık tutulmuştur, bu yüzden 'uyum' esastır.
Neticede zazenle sağlanmak istenen zihinsel durum, "zihnin olmadığı" bir durumdur. Düşünerek yaşamak, düşünerek tepki vermek değil, zihnin doğrudan doğruya içsel dinamikleriyle çalışmasıdır. Belki de bu yüzden zen, Özellikle Japon savaşçılar arasında genel kabul gören bir sistem haline gelmiştir.
Sesshin, kelime olarak "zihni bir araya toplamak" anlamındadır; Zen manastırında belli bir dönemde düzenlenen yoğun grup meditasyonu. Rahipler günlük rutin içinde günde birkaç saatlerini meditasyona ayırırken, sesshin döneminde neredeyse tüm günü zazen yaparak geçirirler. uzun meditasyonlar yalnızca kısa aralarla, yemekle ve farkındalığın sürdürüldüğü basit işlerle bölünür; uyku gece 7 saatten fazla olmamak üzere minimumda tutulur. Kimi manastırlarda Zen ustasının topluluğa konuşması (teisho), ve usta ile özel görüşmeler ("dokusan", "daisan", veya "sanzen" olarak adlandırılır) dışında sıkı bir konuşma yasağı uygulanır.
Japonya, Tayvan ve Batı’daki modern Budist uygulamalarda, sıradan halktan öğrencilerin de katıldığı sesshinler düzenlenir; bunların süreleri genelde 1,3,5 veya 7 gündür. Zen merkezlerinde yıl içinde pek çok kez, özellikle de Buda'nın "annuttara samyak sambodhi" aydınlanmasını anma dönemlerinde yedi günlük sesshinler düzenlenir. Rohatsu denilen bu sesshinde, uygulayıcı zihnini sakinleştirip susturarak düşüncelerini durdurmaya, samadhi, kensho, veya satori’ye ulaşmaya çalışır.
Zen Budistler zazen, yürüme meditasyonu, ve günlük hayatta her türlü aktivite sırasında koan uygulaması yapabilir. Koan uygulaması özellikle Japon Rinzai okulunda vurgulanmakla birlikte, öğretim soyağacına göre diğer okullarda da uygulanmaktadır.
Koan (kelime anlamıyla "halka açık olay") genelde Zen veya Budist tarihle ilişkili bir hikâye ya da diyaloglardır; aralarında erken dönem Çinli Zen ustaların anekdotları en fazladır. Ünlü Zen öğretmenlerinin bilgeliklerinin bir göstergesi sayılan bu anekdotlar, öğrencilerin Zen uygulamasında ulaştığı seviyeyi öl |
çmek için kullanılabilir. Koanlar sıklıkla paradoksal ya da dilbilimsel açıdan anlamsız görünür. Ancak Zen Budistlere göre koan, dilin ayrımcılık ve karşıtlığıyla engellenmeksizin, "gerçeğin gözler önüne serildiği zaman, yer ve olaydır". Koan’ın cevabını bulmak için öğrenci kavramsal düşünceyi ve dünyayı düzenlerken sarıldığımız mantıksal yolu bir kenara bırakmalıdır; böylece sanatsal yaratıcılıkta olduğu gibi, uygun kavrayış ve cevap kendiliğinden, spontane olarak zihinde belirecektir.
Çin’de koan eğitimi Zen ustalarının derslerinde serbest sorular ve cevaplar olarak geliştirilmiştir. Bugün, Zen öğrencisinin belli bir koandaki ustalığı, öğretmene ikili bir görüşme (Japonca dokusan, daisan, veya sanzen) sırasında sunulur. Zen öğretmenleri koanda ortaya konan sorunun ciddiye alınmasını, bir ölüm-kalım sorunu gibi yaklaşılmasını tavsiye eder. Koana belli bir yanıt bulunmamakla birlikte, öğrenciden verdiği cevapla koanı ve Zen’i anlayışını ortaya koyması beklenir. Öğretmen cevabı onaylayabilir; veya onaylamayarak öğrenciye doğru yönü gösterebilir. Ayrıca, koanlara deneyimli öğretmenlerin yazdığı pek çok yorum vardır; bunlar da koan eğitiminde rehber olarak kullanılabilir. Bu yorumlar aynı zamanda konuyu inceleyen modern araştırmacılara da yardımcı olmaktadır.
Zen Budizminde doğrudan iletişim kutsal metinlerin incelenmesinden üstün tutulmasından dolayı, Zen öğretmeni geleneksel olarak merkezi bir rol oynaya gelmiştir. Genel anlamıyla Zen öğretmeni, Dharma'yı öğretmek, öğrencilere meditasyonda yol göstermek, ve çeşitli törenleri yönetmek üzere Zen geleneğine dahil herhangi bir okulda rahipliğe atanmış bir kişidir.
Zen öğretmenleri saygı ifade eden değişik unvanlarla çağrılır; Çince'de "Fashi" (法師, Dharma öğretmeni), "Chanshi" (禪師, Chan öğretmeni); Korece'de 스님 "Sŭnim" ("Seunim"), 선사 (禪師) "Sŏn Sa" ("Seon Sa"); Japonca'da 和尚 (おしょう) Oshō, 老師 (ろうし) "Rōshi", 先生 (せんせい) "Sensei"; Vietnamca'da "Thầy". Bu ifadelerin çoğu Zen'e özgü değildir, genel olarak bir Budist rahibi ifade etmek için kullanılır; bazıları ise Budizme özgü bile değildir, örn. Japonca "sensei" kelimesi.
Zen ustası terimi ise önemli öğretmenler, özellikle de tarihsel önemi bulunan öğretmenler için kullanılır. "Yardımcı Zen öğretmeni", Zen öğretmeye yetkili kişi anlamına gelir, ancak eğitimi öğretmeninin gözetimi altında vermelidir.
Zen geleneğine has önemli bir kavram da Dharma aktarımı'dır; Zen öğretmeni, başlangıcı Śākyamuni Buddha'ya kadar dayanan bir usta-öğrenci soyağacı zincirinin parçası olarak, öğretiyi ustasından devralmıştır. Bu kavram kaynağını, Bodhidharma'nın Zen'i betimlerken ortaya koyduğu düşüncelerden alır:
Japonya'da Tokugawa dönemi (1603–1868) sırasında, soyağacı sistemi ve meşruiyeti sorgulanmaya başlamıştır. Örneğin Zen ustası Dokuan Genko (1630–1698), bir öğretmenden alınan yazılı referansın gerekliliğini sorgulamış, ve bu sistemi "kâğıt Zen'i" olarak adlandırmıştır. Tokugawa döneminde pek çok öğretmen soyağacı sistemine bağlanmayı gereksiz bulmuştur; bunlar "mushi dokugo" ("öğretmensiz kendi aydınlanmış") veya "jigo jisho" ("kendi aydınlanmış ve kendi belgelemiş") olarak adlandırılmıştır. Modern Zen Budistler arasında da soyağacı sisteminin dinamiklerini sorgulayanlar bulunmaktadır.
Zen'in gerek Çin gerek Japonya ve diğer uzakdoğu ülkelerinde gündelik yaşamla yakından ilişkisi olduğu gibi sanat ile de kaçınılmaz bir ilişkisi hep olagelmiştir. Ancak burada Batı'lı anlayıştaki sanat için sanat veya halk için sanat şeklindeki karşıt kutupluluk kesinlikle görülmez. Zen üstadları aydınlanma deneyimlerini ve tüm varoluşun içindeki aydınlık doğayı uyguladıkları sanatlarda yansıtmayı bilmiş ancak sanatlarında yansıtmak istedikleri içeriği eserin en harici görünümlerine feda etmekten kaçınmışlardır.
Elmas Sutra'da denildiği gibi 'Her yerde bulunan tüm imajlar gerçek dışı ve sahtedir'. Zen ile iç içe olan eserlerde zen ustasının -ki bu durumda aynı zamanda bir sanatçıdır o- eserinin değeri için kullandığı ifade ve imajların süjede yaratacağı duyusal etkiye bel bağlamadığı görülmektedir. Söz konusu eserlerde çarpıcı bir sadelik ve kendiliğindenlik göze çarpar. Aktarılamayanı aktarmak amaçlanmıştır. Tıpkı elindeki lotus çiçeği tutan Buddha'nın vermek istediği mesajın sadece Mahakaśyapa tarafından algılandığı gibi.
Zen'in Batı'da yaygınlaşmasından önce Budizmin Batı'da eksik ve yanlış değerlendirildiği söylenebilir. Nietzsche'nin Budizm üzerine bilgisi, ilham kaynağı olan Schopenhauer'e dayanmaktadır. Nietzsche, Budizmin "benliksizlik" (non-self/anatman) görüşünü kolaylıkla nihilizm ile karıştırmış ve Budizmin nihilist bir din olduğunu öne sürmüştür. Doğu'daki mistik yolların ve Mahayana Budizmindeki Bodhisattva'nın iyiliğin ve kötülüğün ötesine geçtiği şeklindeki anlayış, Nietzsche'nin ahlak ile ilgili eleştirilerinin Budizm tarafından da paylaşıldığı şeklinde bir algının doğmasına yol açmıştır.
Zen'in Batı'daki popülerliği 60'lı yıllarda Budizm üzerine yazan beatnik yazarları ile D.T.Suzuki'nin eserlerine çok şey borçludur. Yirminci yüzyılın başlarındaki ulusalcı entelektüel eğilimlerin dorukta olduğu Japonya'da, ruhban olmayan (layman)biri olarak Zen eğitimi gören Suzuki, yazılarında Zen'i Mahayana Budizmi'nin bağlamından ve geleneksel Budist ahlakından kopararak anlatmaktaydı. Sunyata, ikiliksizlik ve mutlak hiçlik gibi fikirlerin yoğun oysa karma, Marga (yol), merhamet ve hatta Budalığın "harika nitelikleri" gibi konuların ise çok az ele alındığı bu bakış açısından Budistlerin gündelik yaşamlarında uyguladıkları pozitif disiplinlere yeterince yer verilmemekteydi ve batılı bir kişi bu anlatımla kolaylıkla Budistlerin gündelik insani aktivitelerle ilgilenmedikleri sonucunu çıkarabilmekteydiler.
Suzuki'ye göre zen, kendisini herhangi bir felsefi ve ahlaki doktrine son derece uyum gösterebilme esnekliğine sahiptir, öyle ki anarşizm veya faşizm, komünizm veya demokrasi, ateizm veya idealizm veya herhangi bir siyasi ve ekonomik dogmatizm ile ilişki kurabilir. (Zen and Japanese Culture, Princeton University Press, 1959, p. 63.)
Bu eserlerde, "varoluşsal" ve sürrealistik bir şey olarak ve her türlü dogma ve kuraldan bağımsız bir aydınlanma deneyimi olarak sunulmuş ve bu, her türlü kural ve dogmayı hayatından çıkarmak isteyen kriz felsefesi arayışı içindeki Batılı okuyuculara oldukça cazip gelmişti. Oysa Batılı nihilist gelişmenin bir sonucu olan kriz felsefesi ile kökeni Budist manevi geleneği içinde olan Zen arasında önemli bir farklılık bulunmaktaydı ve bu fark büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Aynı şekilde Zen ile irrasyonel ve saçmalık arasında da bir bağ kurulmuş ve Zen öykülerindeki temalar da rasyonel düşünceye aykırılığın bir delili olarak sunulmuştur. Ancak Zen üstadlarının sadece Zen bilgilerinde değil aynı zamanda edebiyat, resim ve felsefe gibi alanlarda sıra dışı bir zihinsel yeteneğe sahip oldukları şeklindeki tarihi gerçek bu algının yanlışlığını göstermektedir. D.T.Suzuki'nin sunumundaki bu yanlışlık onun "anlamak" ve "gerçekleştirmek" arasındaki farkı tam kavrayamamasından ileri gelmektedir. Bknz.The Nature of ch'an (Zen) Buddhism
Zen'in kelimelere ve salt zihinsel olan her şeye karşı şüphe duyduğu kesin olmakla birlikte bu, tüm kuralların hiçe sayılması anlamına gelmemekte ancak kuralları hakikatin kendisiyle karıştırmamak gerektiği ve hakikate vasıtalık ve işarette bulunma özelliği dışında kuralların bizatihi bir amaç olmaması gerektiğini ifade etmekteydi. Tipik bir Zen hikâyesindeki parmak ile onun işaret ettiği Ay'ı birbirine karıştırmamak gerektiği yönündeki ibare de aslında bu gerçeği ifade etmektedir.
Batı'da olduğu gibi Türkiye'de de Zen, seküler hümanizm, entelektüel anarşizm ve hippilik ile birbirine karıştırılmış ve bu kavramlar adeta birbiri yerine kullanılabilirmiş gibi okuyuculara sunulmuştur. Herhangi bir kural ve ilke yerine içgüdülere dönük bir yaşam süren kimselerin de Zen'in gerçeğine varmış aydınlanmış kişiler gibi görülebileceği bile iddia edilmiştir. Oysa Bodhidharma'nın Kanakışı Vaazı'nda (Bloodstream Sermon) söylediği "Buddhalar ilkeleri tutmazlar. Ve Buddhalar ilkeleri çiğnemezler. Buddhalar herhangi bir şeyi tutmaz veya çiğnemezler." ifadesi ile aynı yerde geçen şu ifadeler herhangi bir disiplin dışında kalarak Buddha doğasından bahsetmenin çelişkisini göstermektedir:
"Buddha-tabiatına sahip olduğun doğru. Fakat bir üstadın yardımı olmaksızın bunu asla bilemezsin. Yalnızca milyonda bir insan bir üstadın yardımı olmaksızın aydınlanabilir. Uygun şartlar bir araya geldiğinde Buddhalığın ne anlama geldiğini anlayan kişi bir üstada ihtiyaç duymaz. Böyle biri tefekkürde tabii bir uyanıklığa haizdir. Fakat böylesine kutsanmadığın sürece çok gayret sarfet ve eğitimle anlayacaksın.
Çağımız Zen üstadlarından Sheng-yen Usta "What Is Chan?" başlıklı konuşmasında Doğulular tarafından Batı'da öğretilen Chan'in aslında gerçek Chan olmadığını ve Chan'in ilk keşfinin 2500 yıl önce Hindistan'da doğan Siddharta Gautama (Buddha'nın aydınlanmadan önceki adı) adlı bir prens tarafından olduğunu söylemektedir.
Yücel Kayıran
Yücel Kayıran , (d. Adana, 1964) Türk şair.
13 Eylül 1964 yılında Adana’da doğdu. Afşin Lisesi mezunu (1983). Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1987). İlk şiiri 1984 yılında Yaba Öykü dergisinde yayınlandı. Felsefe, eleştiri, poetika yazılarıyla da tanınan Kayıran’ın, şiir ve yazıları, 1989’dan itibaren Sombahar, "Adam Sanat", "Hürriyet Gösteri", "Varlık", "Ludingirra", "Defter", "Virgül", "Kitap-lık", "Birikim", "Toplum ve Bilim", "Yasakmeyve", "Cumhuriyet Kitap" gibi birçok dergide yayınlandı. Cumhuriyet Gazetesi’ne ‘felsefe’ eki; "Hürriyet Gösteri" ve "Varlık" dergilerine şiir, eleştiri ve felsefe konularında birçok ‘dosya’ hazırladı. Bir süredir "Radikal Kitap" ekinde şiir ve felsefe kitapları hakkında tanıtım yazıları yazmaktadır. Kayıran evli ve bir kızı var.
İdeoloji ve dünya görüşüne karşı felsefi şiir poetikasını savundu. Şiirlerinde, insanı, çıkmaz ve problem karşısındaki tek başınalığı ile kaybolma halinde göstermek, poetikasının temelini o |
luşturmaktadır.
El Hamra Sarayı
El Hamra Sarayı, "(; , )", İspanya'nın Endülüs bölgesindeki Granada kentinde yer alan, Arap mimarisinin Qalat Al-Hamra örneğinde yapılan saray ve kale yapısıdır.
Saray, ilk olarak MS 889'da Roma döneminden kalan surların üzerinde küçük bir kale olarak inşa edildi. 13. yüzyılın ortalarına kadar bir onarım yapılmayan kale, bu dönemde Gırnata Emiri Muhammed Nasır döneminde bugünkü özgün yapısına kavuşturulmuştur. 1333'te Gırnata Sultanı I. Yusuf, kaleyi hükümdarlık sarayına dönüştürüldü. 1492'de bölgede yeniden Hıristiyan hakimiyetinin sağlanmasının ardından sarayda kısmen Rönesans mimarisinin örnekleri de inşa edildi.
Elhamra'nın yapımı devam ederken Endülüs'ün diğer önemli iki şehri Kurtuba ve Sevilla (1236 ve 1248'de) Hıristiyan Kastilyalıların eline geçmiştir ve oradaki Müslüman halk çeşitli işkencelere uğramıştır.
1001 gece masallarındaki rüya sarayların gerçek alemdeki izdüşümü sayılabilecek olan Elhamra'nın doğal çevreye uyumu, girift yapısı, farklı süslemeleri ve yaşanan mekân ile su ve yeşili belli bir ahenk içinde buluşturabilmesi, kazandığı şöhretin hiç de haksız olmadığını gösterir. Paris'teki Institut du monde arabe (Arap Dünyası Enstitüsü) eski Başkanı Edgar Pisani sarayın, İslam medeniyetinin insanlığı ulaştırabileceği en yüksek noktalardan biri olduğunu söyledikten sonra Elhamra'yı şöyle anlatır:
Girift bir yapıya sahip olan Elhamra Sarayı, birbiriyle bağlantılı sayısız odalar ve salonlar, bu mekânların arasında yer alan avlular, ferahlatıcı yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, akar çeşmeler ve bahçelerden ibarettir. Ama tüm bu mekânlar belli bir ahenk içinde dizilmiş, rahatsız edici olmayan geçişlerle birbirine bağlanmış bir düzene sahiptir. Bu düzen, Yahya Kemal Beyatlı'nın İspanya'daki elçilik görevi sırasında (1929) kaleme aldığı satırlarda şöyle özetlenir:
Saray içindeki tüm oda ve salonları çepeçevre dolaşan bir sözcük, dünyanın bu en nazenin, ortaçağın en ünlü, Endülüs'teki 780 yıllık İslam hakimiyetinin de en önemli sarayı sayılan Elhamra'nın sırrını adeta özetleyen Arapça bir cümledir. Tüm Elhamra'ya damgasını vuran bu tılsımlı sözcük, " "Allah'tan başka galip yoktur"" anlamını taşır. Bu bakımdan Elhamra, Allah'ın tek galip olduğunu tüm dünyaya haykıran bir saraydır ve dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.
Saray mevcut haliyle halen göz alıcı bir güzelliğe sahip olmasına rağmen, buranın çok uzun yıllar kendi kaderine terk edildiği, adeta dilencilerin ve evsiz barksız insanların barınak yeri haline geldiği bilinmektedir. Bu dönemde bakımsızlıktan dolayı bazı yerlerde duvar kabartma süsleri dökülmüş, hor kullanmadan dolayı kapı ve pencereler tahrip olmuştur. Öyle ki, bekçilik yapan bir ailenin korumasına teslim edilen sarayın bahçesine, ilgisizlikten dolayı gecekondu misali kaçak evler bile yapılmıştır. Sarayın Mexuar denen idari bölümü avlusunun bir zamanlar koyun ağılı olarak kullanıldığı, yine bu bölümün arka kısmında kapel haline çevrilen ibadethaneye geçiş için bir duvarın yıkılarak kapı haline dönüştürüldüğü bilinmektedir. Sarayın harem kısmındaki bir oda ise 1829 yılında Washington Irving'in ikametine tahsis edilmiş ve Amerikalı yazar bu odada Elhamra ile ilgili anılarını kaleme almıştır. Granada'nın 1492 yılında düşüşünden sonra V. Carlos sarayının yapımı için Elhamra'nın bir kısmının yıkıldığı bilinmektedir. Bu yıkılan bölümlerin neler olduğu, bu yıkımla sarayın neler kaybettiği ise hiçbir zaman öğrenilememiştir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Elhamra'nın ayakta kalmak için zamana karşı başarıyla direndiği söylenebilir. 19. yüzyıl sonunda başlayan restorasyon çalışmaları 20. yüzyılda, özellikle yabancı ziyaretçilerin artışı sonucu hız kazanmış, eksik yönleri olsa da, sarayın yavaş yavaş eski ihtişamına kavuşmasına sebep olmuştur. İspanyol makamlarının restorasyonda süslemelerin aslına ve obje fonksiyonlarına mümkün olduğunca sadık kalmaya dikkat ettiklerini de özellikle belirtmek gerekir.
Yerine Sevemem Best Of Jenerik Vol.1 (albüm)
Albüm, videolar, biyografi, diskografi, galeri, notalar
Pokémon Emerald
Pokémon'un Game Boy Advance platformundaki oyunlarından biridir. Oyun Hoenn Bölgesi'nde geçmektedir. Pokémon'un Game Boy Advance'daki diğer oyunlarına benzer bir 'Role Playing Game' olan bu oyunda asıl amaç her zaman olduğu gibi bütün Pokémonları yakalamak (Gotta Catch 'em All!), bununla birlikte oyunu bitirebilmek için tamamlamanız gereken görevler ve bitirmeniz gereken bir Pokémon Ligi de var.
Önceki oyunlarda olduğu gibi Pokemon Ligi yine Elite Four'dan oluşmaktadır. Ve tabi bir de Şampiyon. Ancak önceki GBA oyunlarına olan bu benzerliklerin yanında oyuna birçok farklı özellik eklenmiş bulunmaktadır. Örneğin 'Battle Frontier' bunlardan biri, ayrıca Elite Four da tamamen yenilenmiş ve değiştirilmiştir.
Kısaca bu oyun en başta sanıldığı gibi bir yeniden yapım değil. Tamamen farklı bir oyun da diyemeyiz belki ama seride önemli bir yeri olduğu söylenebilir.
Yandaki kapak resminde görünen Pokémon bu oyundaki en önemli ve yakalanması en zor olan efsanevi Pokémon Rayquaza'dır.
Ayrıntılı Bilgi:
Boz kavak
Boz kavak ("Populus × canescens"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından 20 m'ye kadar boylanan ak kavak ("Populus alba") ve titrek kavak ("Populus tremula") doğal melezidir.
Her iki kavak türünün özelliklerini taşımaktadır. Kabuk grimsi veya mavimsi gri, pürüzsüz, gövde dibi pürüzlüdür. Tacı dağınıktır. Sürgünler silindirik olup uca doğru sivrilir, çoğu kez tüysüzdür. Kısa sürgünler kahverengimsi keçemsi tüylüdür. Tomurcuklar yumurtamsı kahverengi tüylüdür.
Kısa sürgündeki yapraklar kısa saplı; uzun yapraklı, yumurtamsı-dairemsi, yumurtamsı-eliptik veya rombik (dikdörgen biçiminde) yumurtamsı dairemsidir; uzunluğu 4-8 x 3,5–6 cm her iki yüzeyi tüysüz veya alt yüzü bazen seyrek keçemsi tüylüdür. Yaprakların dip kısmı kama biçiminde veya yuvarlak, kenarları girintili dişli; ucu yuvarlaktır. Uzun sürgündeki yaprakların sapı gri olup keçemsi tüylüdür. Yaprak ayası geniş eliptik alt yüzeyi gri keçemsi tüylü, üst yüzeyi ise yeşil, tüysüz veya seyrek tüylü düzensiz dişlidir.
Erkek kedicikler 5–8 cm'dir. Stamenler 8-10 adettir. Dişi kedicikler 5–10 cm; ovaryum tüysüz olup kısa saplıdır. Kapsül 3–4 mm, uzun yumurtamsı olup 2 kapakçıklıdır.
Yedi Asılmışların Hikayesi
Yedi Asılmışların Hikayesi (Rusça:Рассказ о семи повешенных, "Rasskaz o semi poveşennih"), Leonid Andreyev'in ünlü eseri. 1905'te patlak veren ve ancak 1907'de bastırılabilen ilk devrim döneminde yaşanan intihar ve idamları konu alan kitaptır. Schlüsselburg kalesi ve çoğunluğu kale şeklinde olan hapishanelerin dolup taştığı günlerde, Sibirya'ya kürek mahkûmu olarak gönderilen ve nüfus kütüğü silinen Rus hümanist ve aydınlarından birçoğu bu tarihlerde idam edilmiştir.
Bu idamları ve Çarlık Mahkemelerini protesto etmek için başta Lev Tolstoy, Maksim Gorki, Korelenko, Repin, Surikov, Çakovski gibi ünlü tiyatro-edebiyat eleştirmenleri, gazete ve dergi sahipleri,üniversite profesörleri geniş bir kampanya başlattılar. Bu protesto kampanyası için yazılan Yedi Asılmışların Hikayesi gerçek kişilerin idamını anlatır. Kitapta kişi isimleri farklılaştırılarak sunulmuştur. Kitapta ismi geçen kızlardan birinin gerçek adı Tatyana Leontiyeva (20) ve arkadaşının gerçek adı Lidya Sture'dir (21). Kitapta adı Verner olarak geçen eylemcinin gerçek adı Lebedintsev'dir.
Bu eser hemen hemen tüm dillere çevrilmiştir. Türkiye'de ilk kez1972 yılında; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam hükmüne tepki ve idamın kaldırılması yönünde mücadele için basılmıştır.
Zamanın içişleri bakanı Pyotr Nikolayevich Durnovo'ya suikast düzenlemek isteyen beş kişinin hikâyesi ile birlikte iki adi suçtan tutuklu bulunan kişinin idamı konu edilir.
Kitap kısa kısa on iki bölümden oluşmaktadır.
Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (bilinen adıyla Akademi) Ankara'nın devlet üniversitesinden biri olan Gazi Üniversitesi'nin bir fakültesi ve Türkiye'nin en önemli İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinden biridir.
Ankara'da 1955 yılında öğretime gece eğitimi ile başlayan Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, 1971 yılında yürürlüğe giren 1472 Sayılı Yasa gereği, kendisine muadil özel yüksekokulların bağlanması ile eğitim-öğretim kapasitesini genişletmiştir. Akademiyi oluşturan Ekonomi, İşletme, Maliye ve Yönetim Bilimleri Fakülteleri, Mali Bilimler ve Muhasebe Yüksekokulu ile Bankacılık ve Sigortacılık Yüksekokulu, 1982 yılında Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin değiştirilerek kabulüne dair 2809 sayılı Kanunla, Gazi Üniversitesi bünyesine alınarak bugünkü İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'ni oluşturmuştur.
Türkiye'nin en büyük İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi olan ve kısaca Akademi olarak anılan fakülte, Türkiye'nin eski ve köklü, hem eğitim-öğretim alanında hem de sosyal alanlarda Türkiye'nin en önde gelen birkaç fakültesinden biridir. Öğrenci sayısına göre, genel bütçeden alınan pay son derece düşük olmasına karşın, özellikle KPSS ve kamu kurumlarının kendi sınavları olmak üzere, her türlü işe giriş ve mülakat sınavlarındaki başarısı ile yıllardan beri ilk sıralarda yer alması, fakültenin en belirgin özelliği olarak kabul edilmektedir.
Eskiden ÖSS'de Eşit Ağırlık-2 puanına göre öğrenci alıyordu şu an YGS/LYS sınavının sonucuna göre
Tm-1 ve Tm-2 yerleştirme puanıyla öğrenci alan okul, seneler geçtikçe, adaylar tarafından ilk sıralarda tercih edilen bir okul olma hüviyetine ulaşmıştır.
Fakülte bünyesinde İktisat, İşletme, Maliye, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri, Ekonometri, Uluslararası İlişkiler bölümleri bulunmaktadır.
Yükseköğretim Yürütme Kurulu'nun 30.01.2013 tarihli toplantısına göre; fakülte bünyesinde, Uluslararası Ticaret ve Sağlık Kurumları İşletmeciliği Bölümlerinin de açılması uygun görülmüştür.
Yükseköğretim Kurul |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.