article
stringlengths
7.34k
10k
iyordu. Böylece Dias 70 yıldır aranan ,Afrika'yı dolaşarak Hindistan'a açılan yolu keşfettiğini fark etmiş oldu. Dias aslında Ümit Burnu'nu dolanmıştı. Ancak mürettabatında baş gösteren bir hastalıktan dolayı geri dönmek zorunda kaldı. Geri dönüş yolunda Ümit Burnu'nu Fırtınalar Burnu olarak adlandırdı. Bugünkü isim olan Ümit Burnu, Portekiz Kralı Joao tarafından, yakında Hindistan yolu keşfedilecek ümidiyle verilmiştir. Bazı kaynaklar ise bu ismin, gemicilerin moralini bozmamak gayesi ile değiştirildiğini söyler. Dönüşte "Tafelbai" körfezinde (bugünkü Capetown) 1. Mayıs 1488 tarihinde son arma direğini dikti. Angola sahillerinde bir müddet konaklayan Dias 16 ay sonra , Aralık 1488 sonunda Portekiz'e geri döndü. Bu seyahat gizli tutulduğundan elde yazılı olarak detayları anlatan bir belge ve çizimler hiç mevcut olmamıştır. Dias'ın dönüşünden sonra ilk Hindistan yolculuğu için sadece danışmanlık yapmış, bu yolun deniz haritalarını oluşturmuş ve bu yolu takip edecek gemilerin donanımlarından sorumlu olmuştur. Bununla birilkte yolculuğa çıkan Vasco da Gama'ya Cabo Verde (Yeşil Burun Adaları) Adaları'na kadar eşilk etmiştir. Kral II. Joao'nun yerine geçen I. Manuel'in niçin Dias'ı degil de Vasco da Gama'yı görevlendirdiği bilinmiyor. Dias 29 Mayıs 1500'de Güney Afrika açıklarında (kendi keşfi olan Ümit Burnu yakınlarında) yakalandığı bir fırtınada bütün mürettabatıyla birlikte ölmüştür. ←←←→→→““‘‘—ɖʌɞøʊʏɯǁe̘a̤β̞s̻χχ’’”” Taipei Taipei (; "Kuzey Tayvan Şehri"), Tayvan'ın başkenti ve özel şehirlerinden biridir. Şehir ülkenin kuzeyinde yer almakta olup çevresinde Yeni Taipei şehri bulunmaktadır. Şehrin nüfusu 31 Mart 2016 tarihi itibarı ile 2.7 milyonun üzerinde olup Yeni Taipei ile Keelung şehirleri ile birlikte 7,047,167 milyon nüfuslu Taipei-Keelung metropol alanını oluşturmaktadır. Taipei, Tayvan'ın siyasi, ekonomik, eğitim ve kültür merkezidir ve önemli bir yüksek teknoloji endüstrisi bölgesidir. Aynı zamanda dünyanın en yüksek ikinci binası olan Taipei 101'e de ev sahipliği yapmaktadır. Başlangıçta Taipei bölgesinde Ketagalab kabilesinden insanlar yaşamaktaydı. Daha sonra 1709 yılında bölgeye Çinliler yerleşmiştir. 1895 yılında Birinci Çin Japon Savaşı'ndan sonra Şimonoseki Antlaşması ile Tayvan Japonya'nın hakimiyetine geçti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1945 yılında tekrar Çin yönetimine geçti. 1949 yılında Çin İç Savaşı'nı komünistlerin kazanması sonucu milliyetçiler ile yaklaşık iki milyon kişi Tayvan'a kaçtı ve Taipei Çin Cumhuriyeti'nin geçici başkenti ilan edildi. Taipei, kuzey Tayvan'da Taipei Havzası'nda yer almaktadır. Güneyde Xindian ve batıda Tamsui nehirleri ile sınırlanmıştır. Şehrin kuzeydoğusunda ise Qixing Dağları ile Datung Dağı yer almaktadır. Şehrin yüzölçümü ise 271.80 km²'dir. Taipei musondan etkilenmiş ılıman dönecealtı iklimine (Köppen: Cfa) sahiptir. Yazlar uzun sıcak ve nemli, kışlar ise kısa ılık ve oldukça sisli geçmektedir. Yıllık ortalama sıcaklık 23,3 °C ve ortalama yağış miktarı ise 3027,8 mm'dir. Taipei şehri idari olarak 12 semte ayrılmaktadır. Tayvan'ın başkenti olarak Taipei ülkedeki hızlı ekonomik gelişmenin merkezinde olmuştur ve günümüzde dünyanın önemli yüksek teknoloji ve bileşenlerinin üretim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Şehirde elektronik ürünler ve bileşenler, elektrikli makine ve cihazlar, basılı malzeme, hassas ekipmanlar ve gıda ürünlerinin imalatının yanı sıra ülkenin çoğu önemli tekstil ve konfeksiyon fabrikaları bulunmaktadır. Turizm, yerel ekonominin küçük ancak önemli bir bileşeni olup 2008 yılında şehri yaklaşık 3 milyon yabancı ziyaret etti. Taipei metrosu 1996 yılında açılmıştır. Şehre Taoyuan'da yer alan Taoyuan Uluslararası Havalimanı ile Songshan semtinde yer alan Taipei Songshan Havalimanı hizmet vermektedir. Taipei'nin aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir antlaşması bulunmaktadır: Taipei 101 Taipei 101 (Çince: "臺北101" ya da "台北101"; okunuşu: "Táiběi Yībailíngyī") Tayvan, Taipei şehri Xinyi (Hsinyi) semtindeki bir gökdelen. Birleşik Arap Emirlikleri'nde bulunan Burç Halife binası tarafından 21 Temmuz 2007 tarihinde geçilene kadar dünyanın en yüksek binasıydı. Resmi olarak 4 Ocak 2010 tarihinde Burç Halife'nin açılmasıyla en yüksek bina unvanını kaybetti. Gerçek adı Taipei Finans Merkezi dir., (çince: 臺北國際金融中心; okunuşu: Táiběi Guójì Jīnróng Zhōngxīn). Taipai 101 denilmesinin sebebi 101 katlı yapı olmasından dolayıdır. 1999 yılında yapımına başlanan Taipei 101 2004 yılında tamamlanmıştır. Yapının çatıya kadar olan yüksekliği 460 m'dir. En uç kısmına kadar olan yükseklik ise 509 m'dir. 91. katta yer alan teras sayesinde Taipei manzarasını rahatça izlemek mümkündür. Taipei 101 dünyanın en hızlı ikinci asansörüne sahiptir. Asansör çıkarken 16,8 metre/saniye yol almaktadır. İnerken ise 10 m/s yol almaktadır. Yapı içerisindeki tek asansörün maliyeti 2 milyon USD dır.Yapının içerisinde yüksek şiddetlerdeki rüzgarlar sonucu eğilmelere karşı ve içerde bulunan insanların rahatsız olmalarını engellemek amaçlı yapının ağırlık merkezinde bulunan, uçlarında 6 tondan fazla ağırlık taşıyan 8 ayarlı kütle sönümleyici bulunmaktadır.Bu ayarlı kütle sönümleyiciler rüzgarın etkisini azaltacak şekilde ağırlığı ve dolayısıyla bütün yapıyı hareket ettirir. Taipei 101, Chang Yong Lee & Partners tarafından Çin geleneklerine göre Asya tarzı bir yapı olarak tasarlanmıştır. Depremlerden de korunmak için ayarlı kütle sönümleyici kullanır. Kemal Derviş Kemal Derviş (10 Ocak 1949, İstanbul) Türk iktisatçı ve siyasetçi. Babası Türk, annesi Alman'dır. İngiltere'de Londra Ekonomi Okulu'ndan ekonomi alanında lisans ve lisansüstü derecelerini aldıktan sonra ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde doktorasını yaptı. 1973-77 yılları arasında ODTÜ ve Princeton Üniversitesi'nde ekonomi alanında ders verdikten sonra, 1977'de Dünya Bankası'na girdi. Bu kurumda 1996 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan sorumlu başkan yardımcılığına yükseldi. Kasım 2000 ve Şubat 2001'de yaşanan iki mali krizin ardından Türkiye'ye davet edildi. 22 yıldır sürdürdüğü Dünya Bankası'ndaki görevinden ayrılarak 3 Mart 2001 tarihinde Bülent Ecevit Hükümeti'nde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Uluslararası Para Fonu (IMF) ile müzakereleri yürüterek mali krizin asgari hasarla atlatılmasını sağladı. Türk finans sisteminin radikal bir şekilde yeniden yapılanmasını sağlayan Güçlü Ekonomi Programı'nı hazırladı. 2002 Ağustos ayında başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli ile görüş ayrılığına düşerek görevinden istifa etti. İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan ile birlikte Yeni Türkiye Partisi'nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Ancak bu partiye katılmayarak Cumhuriyet Halk Partisi'nden milletvekili adayı oldu. 3 Kasım 2002 seçimlerinde CHP'den İstanbul milletvekili seçildi. 9 Mayıs 2005 tarihinde milletvekilliğinden istifa ederek Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığı görevine atandı. 2009 yılında bu görevi Yeni Zelenda'nın eski başbakanı Helen Clark'a devretti. En son Mart 2005'te Center for Global Development iş birliği ile "For a Better Globalism" (Daha iyi bir Küreselleşme) adlı kitabını yayınladı. Ayrıca Derviş'in Jaime De Melo ile ortaklaşa yayınladığı "General Equilibrium Models for Development Policy" (Kalkınma için Genel Denge Modelleri) adlı kitabı, 80'li yıllarda üniversitelerde okutulan yaygın bir ders kitabı oldu. Halen ikinci eşi olan Amerikalı Catherine Derviş ile evli olup, 2006 yılında yayımlanan "Recovery from the Crisis and Contemporary Social Democracy" (Krizden kurtulma ve çağdaş sosyal demokrasi) adlı kitabın yazarıdır. Mayıs 2008 tarihinde Financial Times'a yaptığı açıklamada Türkiye ve Brezilya gibi ülkelerde enflasyon tsunamisi yaşanacağını ve son bir yıldan kısa sürede bu ülkelerde halkın %25 daha fakirleştiğini belirtti. Sabancı Üniversitesi Uluslararası Danışma Kurulu üyeliği görevini de yürütmektedir. James Kelman James Kelman, İskoç yazar (9 Haziran 1946- ) Glaskov'da doğan Kelman; roman, deneme, öykü dalında birçok etkili eser verdi. "A Disaffection (Yabancılaşma)" isimli romanı Booker ödülüne aday gösterildi. Bu ödülü 1994 yılında, "How late it was, how late (Çok geçti, ama çok geç)" isimli romanıyla ikinci kez aday olunca kazandı. Kelman roman ve öykülerinde toplumun dışlanmaya en müsait, başarısızlığa en layık görülen insanlarını anlatır. Kaybedenlerin öyküsünü, ağdasız bir dil kullanarak ve acındırma ögesinden dikkatlice uzak durarak kurar. Sol siyasi düşünceye yakın eylemler içinde bulunsa da herhangi bir partiye üye olmadı. Eşi ve çocuklarıyla Glaskov'da yaşamaktadır. Banja Luka Banja Luka ya da Banaluka (Sırp Kiril: Бања Лука, UFA: baɲaˈluːka), Bosna-Hersek'te bir şehir ve aynı zamanda Bosna-Hersek'te bulunan özerk yönetim Sırp Cumhuriyeti'nin fiilî başkentidir. Osmanlı kaynaklarında Banaluka (بنالوقه) olarak geçen şehir 1639 yılında değin Bosna beylerbeyinin ikâmetgâhı olarak büyük bir gelişme gösterdi. Daha sonra eyalet merkezinin Saraybosna'ya taşınmasıyla eski önemini yitirdi. Man Booker Ödülü Man Booker Ödülü (İngilizce: "Man Booker Prize for Fiction"), dünyanın en saygın edebiyat ödüllerinden biri. İngiliz Milletler Topluluğu veya İrlanda Cumhuriyeti vatandaşı olan yazarların, İngilizce olarak kaleme aldıkları eserlere verilir. Buna ilave olarak 2005 yılından itibaren Man Booker Uluslararası Ödülü isimli başka bir ödül de tüm dünyadan seçilip değerlendirilen eserlere verilmeye başlanmıştır. Ödülü alacak eserin seçimi, üyeleri genel olarak her yıl değişen bir jüri eliyle yapılır. Anadolu Isuzu Anadolu Isuzu Otomotiv Sanayi ve Ticaret A.Ş., Anadolu Grubu, Japon Isuzu motors ve Itochu ortaklığında halka açık bir anonim şirkettir. Ana faaliyet alanı ise hafif kamyon, kamyonet ve küçük otobüs gibi ticari araçların üretimi ve pazarlanmasıdır. Son yıllarda Türkiye'de de yaygın olarak kullanılmaya başlayan Pick-up segmentindeki ürünü Isuzu D-Max ise yurt dışından ithal edilmektedir. Anadolu Isuzu'nun deneyimi ve birikimi 1965 yılında kamyonet ve motosiklet üretimine başlayan Çelik Montaj'a dayanı
yor. 1965 yılında Çekoslavakyalı Jawa,CZ motorsikletleri,Škoda kamyonetleri ve Lombardini motorları montajı ve üretimi için kurulmuş ve daha sonra bir süre Velosolex ve İLO mopedlerini üretmiş ve yan kuruluşu Otopar firması ile de 1986 yılına kadar Puch mopedlerinin kesin üretimine başlamıştır. Kuruluşundan bu yana onbinlerce motosiklet ve moped üreten firma Jawa üretimini Laser modeli ile, Puch markasının üretimine Monza modeli ile 1980'lerin sonuna doğru son vermiştir.1966 yılından 1986 yılına kadar da 36.331 adet Škoda kamyonet üretimi yapılmıştır. 1986 yılında Japon Isuzu firması ile antlaşma yapılmış ve diğer markaların üretimi durdurularak tamamen Isuzu markalı araçların üretimine geçilmiştir.Daha sonra şirketin ismi değiştirilerek Anadolu Isuzu halini almış ve fabrika Gebze'ye taşınmıştır. Çelik Montaj'ın Kartal'da üretim yaptığı fabrikanın önündeki durağın ismi de zamanında yapılan Jawa motosiklet üretiminden ötürü halk arasında 'Kartal Jawa Durağı' olarak isimlendirilmiş ve hafızalara kazınmıştır. 2 Temmuz 1999'da Gebze Şekerpınar'daki yeni fabrikasına taşınan ve Ağustos 1999'dan beri yeni fabrikasında üretim yapan şirketin ortaklık dağılımı ise şöyle: Türkiye çapında 36 satış bayisi ve 120 servis ile müşterilerine hizmet vermekte olan Anadolu Isuzu, 20'ye yakın ülkeye otobüs ihracatı yapmaktadır. Tüm kamyon ve kamyonet modellerinde uzatılmış şasi seçeneği mevcut olup, Anadolu Isuzu tasarımı, global pazarlarda satılan modellerden daha büyük ön tampon bulunmaktadır. 10 ton ve üzeri kamyonlar ve midibüs, küçük otobüs modelleri Wabco çift devreli tam havalı fren sistemi ile donatılmıştır. Citiport hariç tüm modellerde Isuzu motor ve vites kutusu bulunmaktadır. TURKUAZ (31 koltuk)NOVO(27 koltuk)NOVO LUX (23/27 koltuk)NOVO ULTRA(50 kişilik)NOVO CITI(21 koltuk-39 ayakta)CITIMARK(9M Şehir İçi)CITIBUS (Yeni Üretim- 12M Şehir İçi)CITIPORT(12M Şehir İçi) D-MAX (4x4)ManuelD-MAX (4x4)Otomatik D-MAX(4x2)Limited-Edition D-MAX(4x2)Tek Kabin-Çift Kabin- D-MAX (4x2) Rodeo Özel Üretim-Anadolu Isuzu 2009 yılında pick-up segmentinde gösterdiği başarısının sebebini sürekli müşterisinin yanında olmasına bağlamaktadır. 2010 senesi ile birlikte müşterilerine 2009 senesindeki tercihlerinden dolayı teşekkür etme maksatlı çeşitli kampanya ve fırsatlar sunan, bu kapsamda müşterilerinin ürün farklılaştırması konusundaki taleplerini de göz önünde bulunduran Anadolu Isuzu, D-Max Rodeo adı altında aksesuar paketli 4x2 modelini pazara sundu. Telkârî Telkari, Mardin yöresine ait bir gümüş işleme sanatıdır. Ayrıca Ankara'nın ilçesi olan Beypazarı'nda telkari sanatı geliştirilerek, altın ve gümüş takıda değişik süsleme ve desenlerle günümüze kadar getirilmiştir. Halen Beypazarı'nda 80 ila 120 arasında bu işi yapan atölye vardır. Beypazarı halkı telkari el sanatını daha işlevsel bir duruma getirmiştir. Telkari ince gümüş tellerin birleştirilmesiyle yapılmaktadır. Bu işlem türü çok eski olup, milattan önce 3000'lere dayanmaktadır. Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Dönem dönem geniş uygulama alanları bulmuştur. Orta çağda Barok dönemde 800'lerin sonu 900'lerin başı arasına Sicilya ve Venedik'te kullanılmıştır. Bir altın veya gümüş tel ya da levhadan, özel bir alet ile, elde edilmiş tane veya kürelerden ibaret olan telkari'deki aynı optik etki aynı kalınlıktaki 2 ya da daha fazla telin örülmesi ile elde edilebilir. Bu kürelerin sırasıyla kaynak ile örülmesine granülleşme denmektedir ve Etrüskler tarafından en üst seviyeye getirilmiştir. Telkari, tamamen elde yapılan bir işlemdir. Bu amaçla teller kendilerinin etrafında oval, yuvarlak vb. şekiller oluşturularak sarılırlar. Baharat Baharat, bitkilerin kök, yaprak, tohum gibi kısımlarının bazen olduğu gibi tazeyken, bazen de kurutulup, toz haline getirilip, ufalanıp veya benzeri kimi işlemlerden geçirilip, muhafaza edilip kullanılan ve yemeklere içkilere başka koku ve tatlar eklemeye yarayan gıda malzemelerinin genel adıdır. Baharatlar yemeklere ait olduğu yemek kültürüne has birer kimlik verir; temelde ayni malzemelerden yapılan bir yemek yöreye özel bir baharatla yöresel bir karakter alır. Genç yaşta öğrenilen bu tatlar ileri yaşlarda özlenir aranır olur. Baharat kullanımının toplum hayatında müzik, dans, giyim, lehçe ve nezaket kurallarına benzer işlevleri vardır. Bazı baharatlar içindeki etkin maddelerden dolayı ilaç gibi etki yapar, bazen yemek içindeki karşı etkenleri dengeler. Buna örnek Zencefil, tarçın, biberiye, limon suyu gibi tansiyon düşürücü malzemelerdir; Bunlar tuzun tansiyon yükseltici etkisini dengelerler. Tuz ise tad almayı arttırdığı için katılır yemeğe. Bazı baharatlar başka etkenleri daha etkili yapar. Buna örnek kara biberin içindeki piperin etkin maddesinin, yemekteki zerdeçalın antikanserojen kurkumin etkin maddesinin kana karışımını kat kat arttırmasıdır.. Bu yüzden baharat karışımlarında bu ikisi hep birlikte kullanılır. Türkiye'de en çok kullanılan baharatlar nane, karabiber, kekik, kimyon, pul biber olarak sayılabilir. Pers mitolojisi Pers mitolojisi, İran platosu ve onun sınır bölgeleri ile Karadeniz'den Hoten'e kadar uzanan Orta Asya bölgelerinde yaşamış ve birbirleriyle kültürel ve dilsel olarak ilişkili olan eski halkların inanç ve ibadet uygulamalarının bütününe verilen isimdir. Pers mitolojisindeki karakterler güçlü bir biçimde ikiye ayrılmıştır: İyi olanlar ve kötü olanlar. Bu ikici iyi-kötü anlayışı Pers mitolojisindeki hikâye, figür ve çeşitli motiflere de yansır. Bu anlayışın kökeni Zerdüştlük'teki Ahura Mazda'nın (Avestaca, daha sonraları Farsça'da "Hürmüz") iki emanasyonu anlayışı üzerine kurulmuştur. "Spenta Mainyu" yapıcı enerjinin kaynağı, "Angra Mainyu" ise karanlık, yıkım ve ölümün kaynağıdır. Pers mitolojisinde büyük sayılarda bulunan "daeva" (Avestaca, Farsça: "div") yani 'ilahi' veya 'parlak' isminde varlıklar da bulunmaktadır. Bunlara Zerdüşt Mazdaizmi'nden önceki zamanlarda tapılmaktaydı ve Vedik dinlerdeki gibi bu Zerdüşt öncesi Mazdaizm biçiminin bağlıları "daeva"`nın kutsal varlıklar olduğuna inanmaktaydı. Fakat, Zerdüşt'ün dini reformlarından sonra terim cinlerle özdeşleştirilmiştir. Yine de Hazar Denizi'nin güneyinde yaşayan İranlılar "daeva" tapımını sürdürdüler ve Zerdüştlüğü kabul etmemekte direndiler ve böylece de "daeva"`yı içinde barındıran bazı efsaneler bugüne kadar ulaşabilmiştir. Örnek olarak GHOT İRAN isimli efsane verilebilir. Ayrıca, Zerdüşt şeytan epitomisi, "Angra Mainyu" veya Farsça "Ehrimen", daha sonraki dönemlerde İran edebiyatında Zerdüştçü/Mazdaist kimliğini kayberedek bir "div" olarak tasvir edilmiştir. İslam'ın bölgeyi fethinden sonraki dönemlerde "Ehrimen" noktalı vücuda ve iki boynuza sahip bir adam olarak tasvir edilmiştir. Zaman zaman İslam'daki şeytan kavramı ile de bütünleşmiştir. Pers mitoloji ve destanlarındaki en ünlü karakter Rüstem'dir. Bir başka ünlü figür de despotizmin sembolü olan Zahhak'tır. Zahhak sonunda Demirci Kaveh tarafından yenilgiye uğratılır. Zahhak ile ilgili ilginç ve bilgi verici bir nokta da Zahhak'ın omuzlarından çıkan ve onu koruyan iki engerek yılanıdır. Zira yılan çoğu Doğu mitolojisi gibi Pers mitolojisinde de kötülüğün sembolüdür. Pers mitolojisinde birçok farklı hayvan bulunur, bir kısmı iyiliği bir kısmı ise kötülüğü sembolize eder. İyiliği sembolize eden ve hiç kuşkusuz Pers mitoloji ve destanlarında büyük önem atfedilen hayvan kuştur. Bu kuşların en ünlüleri, büyük, bilge ve güzel olan Simurg ve kraliyet kuşu olan Huma'dır. Pari (Avestaca: Pairika) veya Türkçede kullanılan şekliyle peri erken dönem Pers mitolojisinde güzel fakat kötü (şeytani) bir kadın olarak tanımlanırdı. İslam'ın gelişinden sonra niyet ve doğasına dair bu görüş değişime uğramış, zamanla kötülüğünü yitirmiş fakat güzelliği artmıştır ve sonunda çok güzel, kesinlikle kötü olmayan bir kadın olarak tasvir edilmiştir ve güzelliğin sembolü haline gelmiştir ki bu anlamda İslam'daki cennet inancında var olan huri kavramıyla ilişkilendirilmiş olduğu söylenebilir. Fakat yine de köken olarak pariye bağlanabilecek bir "kötü (şeytani) kadın" tiplemesi, Patiareh, hâlâ varlığını sürdürmektedir ve fahişeleri sembolize etmektedir. Aesma Daeva:  Daeva'lardan biri.Şehvet ve öfkenin, gazap ve intikamın iblisi. Şiddet ve savaşın insanlaşmış hali. Agas: Hastalığın iblisi (kadın). Gözler tarafından yapılmış kötülüğün insanlaşmış hali. Adı, “kötü göz” anlamına geliyor. Ahura Mazda: Bilgeliğin Tanrısı, yüce bir Tanrı olarak geçer. Dünyayı ve cennetleri yarattı ayrıca Zurvan'ın oğluydu. Ahurani: Antik Pers mitolojisinde Su Tanrıçası olarak geçer ve isminin anlamı "Ahura’ya ait olan"dır. Ahura Mazda'nın ya eşi ya da kızı olduğu tahmin ediliyor. Aka Manah: Daevalar'dan biri. Peygamber Zarathustra'yı baştan çıkarmak için Ahriman tarafından gönderilmiş arzunun insanlaşmış hali. Allatum: İlk zamanlardaki Pers mitolojisindeki yeraltı kraliçesi. Ameretat: Amesha Spentalar'dan biri. İsminin anlamı "ölmeyen, yaşamaya devam eden"dir. Bitkilerin koruyucusu ve ölümsüzlüğün insan halidir. (Ayrıca bkn: Harut ve marut) Amesha Spentalar: Ahura Mazda beraberindeki yedi ilahi varlıkların ismi. İsmin anlamı "hayırlı ölümsüzler"dir. Tanrıların hiyerarşisi olarak Ahura Mazda'nın arkasından gelirler. Birlikte adalet ve doğruluk için savaşırlar. Anahita: Bereket, savaş ve su tanrıçasıdır. Kadınların koruyucusudur. Angra Mainyu: Karanlığın tanrısı. İyiliğin ebedi yok edicisi, kötülüğün yaratıcısı ve insanlaşmış hali. Apam-natat: Suda bulunmuş olan tanrı. İnsanlara su verir. Vouru-kasa'nın (Su tanrısı) oğlu, askeri yönüde var, isyanı engeller. Apaosa: Kuraklık getiren iblis. Arishtat: Dürüstlüğün Tanrısı. Armaiti: Amesha Spentalar'dan biri. Özverinin insanlaşmış hali. Yaratıcının kızı ve doğru itaati temsil eder. Doğurganlığın ve ölünün tanrıçası.  Asha Vahishta: İsmi "mükemmel emir" anlamına gelir. Gerçeğin insanlaşmış hali, dünyadaki fiziksel ve ahlaki düzeni sağlar. Asman: Gökyüzü tanrısı. Asto Vidatu: Kimsenin kaçamayacağı ölüm iblisi.  Atar: Ahura Mazda'nın oğlu, ateşin ve masumluğun tanrısı. Baga:
Refahın ve sağlığın tanrısı. Bahram: Gezegenlerin ve zaferin tanrısı. Burijas: İran Kasitleri'nin savaş tanrısı. Bushyasta: Tembelliğin sarı iblisi. İnsanların fazla uyuyup ibadetlerini ihmal etmelerini sağlar. Buyasta: Daevalar'dan biri, insanları işlerinden alıkoymaya çalışan tembellik iblisi. Daena: Ahura Mazda'nın kızı, din ile bağdaştırılır. Yazatalar'dan biri. Daevalar: Belalara ve hastalıklara yol açan, her türlü dine karşı savaşan Angra Mainyu'nun takipçileri. Kadın olanlarına "Druglar" denilir. Ahura Mazda'ya karşı savaşırlar. Dahaka (Dahhak): Ölümün antik Pers tanrısı, yalancılığın ve aldatmanın iblisi. Dena: Ahura Mazda'nın kızı olan Pers bir tanrıça. Dev: Kocaman bir güce sahip olan bir iblis, acımasız ve ahlaksız bir savaş tanrısı. Drug: Yalanı temsil eden antik İran iblisi (kadın). Drvaspa:  Büyükbaşları, çocukları ve arkadaşlıkları koruyan tanrıça. Fravashis: Zerdüştlük dinine göre koruyucu melekler. Ganderwa: İyilikleri mahvetmeye çalışan su iblisi. Geus-Tasan: Büyükbaşların ilahi yaratıcısı. Geus-Urvan: Eski İranlı büyükbaşların koruyucusu. Haoma: Anestetik etkileri olan bitki. Haurvalat: Amesha Spentalar'dan biri. Mükemmelliğin insanlık hali ve ahret ile özdeşleştirilir.(Ayrıca bkn: Harut ve marut) Hvar: Güneş tanrısı. Havrekhshaeta: Çok atlı güneş tanrısı. Indar: Savaşın, cesaretin tanrısı. Indra: Daevalar'dan biri, dinden döndürmenin insanlaşmış hali. Izha: Fedakarlık tanrıçası. Khshathra vairya: Bölgesel arzunun insanlık hali, metal ile bağdaştırılır. Fakirlerin koruyucusu olmasına rağmen kraliyeti savunmayı tercih eder.  Mah: Yazatalar'dan biri olan ay tanrısı. Eski İran mitolojisinde önemli rolü olan inek ile bağdaştırılır. Mao: Pers ay tanrısı. Mithra: Kontratların, ışığın ve arkadaşlığın tanrısı. Yazatalar’ın başkanı. Nairyosangha: Ateş tanrısı ve tanrılar arası elçi. Nanghaithya: Daevalar'dan biri, hoşnutsuzluğun insanlaşmış hali. Neriosang:  Antik Pers'te elçi-tanrı. Peris: İnsanların vadedilmiş topraklara ulaşmasına yardımcı olan mükemmel güzelliğin ruhları.( Peri) Rapithwin: Gün ortası tanrısı ve kuzeyi, yazı koruyan tanrı. Rashnu: Adalet, son yargılamanın, doğruluğun meleği. Saurva: Daevalar'dan biri. Spenta Mainyu: Yaşam tanrısı, iyiliğin ve ışığın temsilcisi. Sraosa: Amesha Spentalar'dan biri. İtaati temsil eder ve Ahura Mazda'nın elçisidir. Ayrıca sonraki yaşamda insanlara yardım eder. Srosh: Tanrıların elçisi. Vanant: Ahura Mazda için savaşan dört yıldızların liderlerinden biri. Batıda kötülüğü yenen koruyucu yıldız. Vata: Rüzgar tanrısı ve Yazatalar'dan biri. Verethragna: Zafer tanrısı, agresifliği temsil eder. En kutsal ateş olan Vrahran Ateşi'nin tanrısı. Vohu Manah: Amesha Spentalar'dan biri. Bilgeliği temsil eder. Hayvanların koruyucusu. Vouruskasha: Dünyanın su kaynağı olan ve ortasında Yaşam Ağacı olan göl. Yazata: Ahura Mazda'nın elçilerinin koruyucuları. Başkanları Mithra ve diğerleri de Daena, Mah, Rashnu, Vata ve Zam'dır. Zam: Dünyayı ilahlaştıran Yazatalar'dan biri. Zam-Armatay: Dünyanın tanrıçası. Zarich: Daevalar'dan biri, yaşlanma ile bağdaştırılır. Zurvan: Sonsuz zaman ve uzayın tanrısı. Ahura Mazda ve Angra Mainyu'nun babası. İki tarafı temsil eden çocukları olduğu için nötr bir tanrı olmayı tercih etmiştir. Kaderin, ışığın ve karanlığın tanrısı. Sheng-yen Sheng-yen Usta (Çince: 聖嚴法師, pinyin: shèngyán fǎshī; d. 1931 - 3 Şubat 2009), en önemli Chan (Japonca: Zen) Budizm hocalarından biridir. Şanghay yakınlarında dünyaya gelen Sheng-yen Usta, 13 yaşındayken Budist rahip olmuştur. 1949'da Tayvan'a yerleşmiş, 1961-1968 yılları arasında burada inzivaya çekilmiştir. Bundan sonra Japonya'ya giderek Budist Edebiyat alanında yüksek lisans (1971) ve doktora (1975) dereceleri almıştır. Dharma Drum Mountain (法鼓山), "Institute of Chung-Hwa Buddhist Culture" gibi uluslararası Budist organizasyonların kurucuları arasındadır. Tayvan ve Çin dışında ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerinde Chan Budizmi öğretmektedir. Hayatının son birkaç yılında sağlığı oldukça kötüleşmiş olmasına rağmen zaman zaman Tayvan'daki inzivalarda dersler vermekteydi. Çok fazla yaşayacağını zannetmediği söyleyerek, ihtiyacı olan başka birine şans tanımak istediği için böbrek naklini reddetmiştir. 3 Şubat 2009'da Taipei'de vefat etmiştir. Buda Zihnini Kazanmak adıyla Türkçeye çevrilmiş bir kitabı bulunmaktadır. İyot İyot (Yunanca "mor" anlamına gelen "iodes" 'ten), sembolü I, atom numarası 53 olan bir elementtir. Kimyasal olarak iyot halojenlerin en az reaktif olanı, astatin'den sonra en elektropozitif olanıdır. İyot başlıca tıpta, fotoğrafçılıkta ve boya imalatında kullanılır. Çoğu canlının eser miktarda iyota gereksinimi vardır. Diğer halojenler (periyodik tablonun Grup VII üyeleri) gibi iyot da iki atomlu moleküller oluşturur, dolayısyla moleküler formülü I'dir. İyodür, iyot elementinin -1 yüklü hâlidir ve alkali elementlerle tuzlar oluşturur (potasyum iyodür, sodyum iyodür gibi.) İyot çevrede başlıca deniz suyunda çözümüş iyodür olarak mevcuttur, ayrıca bazı topraklarda, minerallerde ve bazı deniz ürünlerinde de bulunur. Potasyum iodürün bakır(II) sülfat ile reaksiyonu ile son derece saf halde iyot elementi elde edilebilir. Bu elementi saflaştırmanın birkaç başka yöntemi daha vardır. Element deniz suyunda seyrek bulunmasına rağmen kelp ve bazı başka deniz bitkileri iyodu bünyelerinde biriktirme yeteneğine sahiptirler. Bu sayede iyot gıda zincirine girer, ayrıca ucuz yoldan da saflaştırılabilir, ve ayrıca balıkta da bulunur. İyot ilaç yapımında, tuzlarda, antiseptiklerde, gıda katkılarında, boyalarda, katalizörlerde ve fotoğrafçılıkta kullanılır. Ayrıca tentürdiyotta da iyot vardır. Eskiden apikal apseli dişlerin tedavisinde kullanılan iyot bu dişlerde renklenmeye yol açmaktadır. İyotun 37 izotopu vardır, bunlardan bir tek I kararlıdır. I pek çok bakımdan Cl'ya benzer. Çok az çözünür, az reaktiftir, ve nükleer reaksiyonlardan meydana gelir. Hidrolojik çalışmalarda I yoğunluğu genelde I'un toplam iyota (hemen hemen sırf I) olarak ifade edilir. Cl/Cl oranı gibi, doğadaki I/I oranı da çok düşüktür, 10-10 arası.Cl'dan farklı olarak I'un yarı ömrü daha uzundur (15,7 milyon yıl), canlılara alınma eğilimi yüksektir ve farkli kimyasal özelliklere sahip çeşitli ionik şekillerde mevcuttur (başlıca I ve IO). B yüzden I kolaylıkla biyosfere girebilir. Meteorlarda bulunan Xe, supernovalarda üretilen I'ın yıkımından kaynaklandığı, bunun da güneş sistemini oluşturan toz ve gazlarda yer aldığı gösterilmiştir. Güneş sistemimizin erken evrelerinde var olduğu gösterilmiş olan I'nin yıkımı I-Xe radyometrik tarihleme yönteminde kullanılır. Bu yöntem güneş sisteminin ilk 50 milyon yılının tarihlenmesinde kullanılır. Koyu gri-koyu mor bir katı olan iyot, ısıtıldığı zaman süblimleşme ile burnu tahriş edici, pembe-mor bir gaza dönüşür. Bu halojen diğer pek çok elementle bileşik oluşturabilir, ama grubundaki diğer elementlerden daha az etkindir ve metalik bazı özellikleri de vardır. İyot; kloroform, karbon tetraklorür ve karbon disülfürde kolaylıkla çözünüp mor çözeltiler oluşturur. Suda az çözünüp sarı bir çözelti oluşturur. Nişasta-iyot komplekslerinin koyu mavi rengi serbest elementten kaynaklanır. Ayrıca deniz suyundaki iyot bazı yollarla saflaştırılabilir. İyot havadaki oksijen ve azot ile reaksiyon verecek kadar reaktif bir element değildir. Fakat ozon (O) ile reaksiyona girerek IO bileşiğini oluşturur. İyodun su ile reaksiyonu ile hipoiyodit OI oluşur. Reaksiyonun denge yönü ortamın pH’sına bağlıdır. I (s) + HO (s) OI + 2H + I İyodun (I) oda sıcaklığında flor (F) ile reaksiyonu sonucunda iyot pentaflorür bileşiği oluşur. Aynı reaksiyon 250 °C de gerçekleştiği zaman iyot heptaflorür bileşiği oluşur. Reaksiyon -45 °C CFCl çözücüsü içerisinde gerçekleştirilirse iyot triflorür bileşiği oluşur. I (k) + 5F (g) → 2IF (s) (renksiz) I (g) + 7F (g) → 2IF (g) (renksiz) I (k) + 3F (g) → 2IF (k) (sarı) İyodun brom ile reaksiyonu sonucunda çok kararsız bir yapıya ve düşük erime noktasına sahip olan interhalojen IBr bileşiği oluşur: I (k) + Br (s) → 2IBr (k) İyodun -80 °C’de sıvı klorun fazlası ile olan reaksiyonu sonucunda iyot triklorür daha doğrusu ICl oluşur. İyot, su ve klor reaksiyonu sonucunda iyodat asidi oluşur: I (k) + 3Cl (s) → ICl (k) (sarı) I (k) + 6HO (s) + 5Cl (g) → 2HIO(k) + 10HCl (g) İyodun sıcak derişik nitrik asit ile reaksiyonu sonucunda iyodat asidi oluşur: 3I (k) + 10HNO (s) → 6HIO (k) + 10NO (g) + 2HO (s) İyot sıcak alkali çözeltilerle reaksiyona girerek iyodat (IO) oluşturur:) 3I (g) + 6OH (aq) → IO (aq) + 5I (aq) + 3HO Delphi Hasan bin Ali Hasan bin Ali bin Ebu Talib ya da İmam Hasan el-Müctebâ‎ (Arapça: الحسن بن علي بن أﺑﻲ طالب, Farsça: حسن ابن علی, d. 4 Mart 624, Medine - ö. 7 Nisan 669, Medine), Ali bin Ebu Talib ve Fatıma Zehra’nın büyük oğulları ve Muhammed'in ilk torunudur. Şiâ çoğunlukla onu imâmlarının ikincisi kabul eder, çok küçük bir fırkaya göre ise ikinci imam Hüseyin bin Ali'dir. Bununla birlikte gerek Sünni, gerekse Şiî ve Alevî İslam anlayışında çok önemli bir yeri vardır; onun, peygamberin Ehli beyt'inden olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Babası ile 37 yıl, dedesi ile ise 8 yıl birlikte bulunmuştur. Soyundan gelenlere Şerif denilir. Hasan hicret'ten 3 yıl sonra, miladi 624'de doğmuştur. Babası Ali, Mekke'den Medine'ye göç edişte, Muhammed’in yatağına yatıp kendi canını hiçe sayan, Muhammed'e bırakılan emanetleri sahiplerine ulaştıran kişidir, aynı zamanda Muhammed'in (Amcası Ebu Talip'in oğlu) kuzeni ve damadıdır, eşi Fatıma ise Muhammed'in soyunu devam ettiren tek evladıdır. Hasan, Muhammed'in ilk torunudur ve onun ismini dedesi koymuştur. Hasan, Arapça'da güzel, yakışıklı manalarına gelmektedir. Çok sık evlenip çok sık boşandığı rivayet edilirdi. Bu yüzden Mıtlak yani "boşayıcı" lakabıyla da anılan Hasan'ın 100'e yakın evlilik yaptığı rivayet edilir ve ayrıca Şii alim İbn Şehraşûb 250 veya 300 cariyesi olduğunu belirtmiştir. Hasan ve kardeşi Hüseyin dedeleri Muhammed tarafından çok seviliyorl
ardı, bu iddiayı destekleyen onlarca hadis bulmak mümkündür. Mesela bunlardan birisi; ""Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir."" hadisidir. Peygamber Muhammed'in abasının altına alarak; duasını ettiği dört kişiden biridir. Mübahele Ayeti'nde; Ali, Kûfe'de öldürüldükten sonra; Ali'nin taraftarları Hasan’a bağlılık yemini (biat) ettiler. Bu yemini, Ali ile halifelik için çatışan ve savaşan Muaviye kendi otoritesine bir tehdit olarak algıladı. Derhal Suriye, Filistin ve Lübnan'daki ordu komutanlarına savaş hazırlıklarına başlamaları için talimat verdi, diğer yandan da Hasan ile anlaşmayı denedi. Hasan'a halifelik iddiasından vazgeçmesini bildiren bir mektup gönderdi ve eğer vazgeçmezse, istemediği sonuçların doğacağını ve Müslümanların öleceğini bildirdi. Aslında Muaviye için en iyisi Hasan'ın halifelik hakkından vazgeçmesi olacaktı. Çünkü Muaviye orduları Hasan'ı savaş meydanında öldürüp tüm güç Muaviye'nin elinde toplansa bile, Muaviye'nin halife olabilirliği tartışılmaya devam edecekti. Kurnaz bir politikacı olan ve halka hoş gözükmeye çalışan Muaviye için bu hiç de istenilen bir durum değildi. Hasan vazgeçmedi ve anlaşma sağlanamadı. Kimi kaynaklara göre altmış bin olduğu iddia edilen Muaviye'nin ordusu Hasan ile savaşmak için yürüyüşe geçti. Diğer yandan Hasan da kırk bin kişilik ordusunu kurmuş ve savaşa hazırdı, iki ordu Sabat yakınlarında karşılaştılar. Hasan savaş başlamadan önce Muaviye askerlerine konuşma yaparak onlara yanlış yönde olduklarını ve Muaviye'yi haksız görüyorlarsa onun tarafında bulunmamaları gerektiğini Kur'an ve hadislerden örneklerle anlattı. Hasan'ın teslim olacağını sanan bir kısım birlikler, Hasan'a asi oldular ve ona saldırdılar. Hasan yaralandıysa da, yakın korumaları bu saldırıyı püskürtmeyi başardı. Ayrıca Hasan'ın ordu komutanlarından Ubeydullah, Muaviye'nin tarafına geçti. İki ordu arasında birkaç sonuç getirmeyen çarpışma yaşandı. Sonunda Muaviye üstün gelemeyeceğini, üstün gelse bile birçok adamını kaybedeceğini anladı. İki Kureyş'li adamını Hasan ve takipçileriyle anlaşsınlar diye görevlendirdi. Hasan yaralanmıştı ve ordusunun içinde meydana gelen başıbozukluk yüzünden ordusuna pek güvenemiyordu. Sonunda Hasan ve Muaviye bir yerde bir araya geldiler ve anlaştılar. Sünni ekole göre Hasan; Kuran’a ve sünnete uyması, şura kararlarına göre hareket etmesi ve Hasan yandaşlarından intikam almaması şartlarını öne sürdü. Şii ekole göre ise Hasan bir de; Muaviye'nin ölmesinden sonra halifeliğin tekrar kendisine, eğer kendisi hayatta değil ise kardeşi Hüseyin'e geçmesi şartını öne sürmüştü. Muaviye kabul etti. Antlaşmadan sonra Muaviye, biat almak üzere Kûfe'ye gitti. Orada Muaviye halka hitap ettikten sonra minbere Hasan çıkarak şöyle dedi: Şii kaynaklara göre Muaviye hilafetinin onuncu yılında, Hasan'ın varlığından iyice rahatsız olmuş ve Hasan’ı öldürme fikirlerine kapılmıştır, diğer yandan da hilafeti oğlu Yezid'e bırakmanın yollarını aramaktadır ve gizliden oğlu için biat almaya başlamıştır. Muaviye bir yandan da, Hasan'ın karısı olan Eş'as bin Kays kızı Cude'ye, kocasını zehirlediği takdirde onu yakında halife olacak oğlu Yezid’le evlendireceğini söylemiş ve bu haberle birlikte yüz bin dirhem göndermiştir. Cude, babası Eşas'ın da kendisini yönlendirmesiyle, Hasan'ı zehirlemiştir. Sünni kaynaklara göre ise Yezid bin Muaviye tarafından evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca'de bint Eş' as b. Kays tarafından zehirlendi. Hasan bu zehirlemenin karşısında kırk gün ağır bir şekilde hasta yattı. Hasan, hicretten 50 yıl sonra Safer ayı'nda, kendisine verilen kuvvetli zehir karşısında ciğerleri parçalanmış ve şehit olmuştur. Sünniler'in Beşinci halifesi, Şiâ'nın İkinci imâmı olan ve İmâmeti "On" yıl süren Hasan, kardeşi ve vasisi Hüseyin tarafından gusül verilip, kefenlenmiş ve isteği üzerine dedesi Muhammed’in yanına gömülmek üzere cenazesi yola çıkarılmıştır. Şii kaynaklara göre bunu haber alan Birinci halife Ebu Bekir'in kızı ve Muhammedin hânımı Ayşe binti Ebu Bekir bunu engellemiş ve Muaviye tarafından atanmış Medine yöneticileri askerleriyle, cenazeyi oklayarak, Hasan'ın dedesi yanına gömülmesine izin vermemişlerdir. Sünni kaynaklara göre ise Ebubekir'in kızı Aişe izin vermiş ancak Mervan bin Hakem Muhammed'in yanına gömülmesini engellemiştir. Taraftarları ve kardeşi Hüseyin, Hasan'ı Bâki Mezarlığı’na defnetmişlerdir. Savaş tazminatı Savaş tazminatı, savaşlarda yenilen devletlerin, galip devletlere verdikleri zarar karşılığında ödemek mecburiyetinde oldukları tazminata denir. Yunanistan, Kurtuluş Savaşı yılları boyunca Batı Anadolu'ya verdiği zararın karşılığında savaş tazminatı olarak Türkiye'ye Edirne'nin Karaağaç semtini vermişti. Ciguli Ciguli resmi adıyla Angel Jordanov Kapsov () (d. 1957 ; Hasköy - ö. 31 Ekim 2014 ; Sofya), Hasköy doğumlu müzisyen ve akordiyon virtüözü. Asıl adı Ahmet'tir. Babasının adı Hüseyin'dir. Doğduğu yıllarda Bulgaristan'da uygulanan İslamî ve Türkçe isimlere yönelik yasaklama ve baskı nedeniyle ailesi Ahmet ismini kayıtlara geçememiş, ancak kullanmaya devam etmiştir. Akordeonu çok hızlı ve kıvrak çaldığından ötürü, Bulgaristan'da o yıllarda çok popüler olan, Sovyet AvtoVAZ firmasının ürettiği VAZ-2101 model sedan arabanın daha çok bilinen adı olan "Ciguli" () adıyla anılmaya başlandı (Bu otomobil tıpkı Murat 124 gibi İtalyan Fiat 124'ün bir kopyasıydı). Beş çocuklu bir ailenin çocuğu olan Ciguli, hamallık yapan babasının 1972 yılında vefat etmesinden sonra ailesinin geçimini sağlamak amacıyla düğünlerde çalgı çalmaya başlamıştır. 1974'de Ayten hanımla evlenmiş olup, bu evliliğinden İbrahim ve Ferdi isimli oğulları doğmuştur. 1990 yılında ağabeyi ile Türkiye'ye gelmiştir. İstanbul' da uzun yıllar düğünlerde, Kumkapı'daki restoranlarda ve gazinolarda akordeon çalarak küçük çapta tanınmaya başlanmıştır. 1993 yılında ilk albümünü çıkaran Ciguli, 1999 yılında söylediği "Binnaz" şarkısıyla Türkiye çapında tanınmıştır. 6. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde "En İyi Çıkış Yapan Erkek Sanatçı" ödülünü alan Ciguli, çeşitli dizi, film ve reklamlarda rol almıştır. 31 Ekim 2014 tarihinde Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da kalp rahatsızlığı nedeniyle kaldırıldığı hastanede narkozun etkisinden çıkamayarak hayatını kaybetmiştir. Cenazesi, memleketi Hasköy'de toprağa verilmiştir. 11 yaşından beri düğünlerde ve eğlence yerlerinde akordeon çalan sanatçının ilkokul 7. sınıfa kadar okula gittiği ve lise mezunu olduğu husunda ihtilaflı bilgiler mevcuttur. 1991 yılında Çakıl Gazinosu'nda Hülya Avşar'a akordeon çalarak gazino hayatıyla tanıştı. Kumkapı meyhanelerinde çalışmaktayken dikkatleri üzerine çekmeye başladı. 1993 yılında bir albüm yaptı, ancak albümü beğenmediği için sahiplenmedi ve promosyon amaçlı klipte kadın rolüne girmesi istendiği için bir video klip de çekmedi. 1998 yazında İzmir Fuarı'nda sahnede İbrahim Tatlıses ve Sibel Can'ın arkasında çaldı. İki sanatçının da sahne programı sırasında sergilediği renkli şovlarla adını müzik camiasında duyurdu. 1999 yılının Ocak ayında çıkardığı Binnaz adlı parçayla uzun süre gündemde kaldı. Horozum albümünü 2000 yılında çıkarttı. Aziz İzzet Binici ile 1998 yılında çekilen "Bizim Sokak" dizisinde rol aldı. Ali Atay yönetmenliğinde çekilen Limonata filminde de rol almıştır.Bu film 24 Nisan 2015 de vizyona girmiştir. Ayrıca sanatçı 6. Kral TV Video Müzik Ödüllerinde En İyi Çıkış Yapan Erkek Sanatçı ödülüne layık görülmüştür. Kvemo Kartli Kvemo Kartli (Gürcüce: ქვემო ქართლის), Gürcistan'nın doğu kesiminde tarihsel ve idari bölgelerinden biridir. Kvemo Kartli ya da Aşağı Kartli, eski Kartli Krallığı'nın bir parçasıydı. 7. yüzyılda Araplar yöreyi ele geçirerek burada Tiflis Emirliği'ni kurdular. Tiflis Emirliği, 11. yüzyıla değin bu topraklara egemen oldu. 13-15. yüzyıllarda Moğolların ve Timur ordularının istilasına uğradı. Bölge nüfusunun yarısını Azeriler oluşturur. Kvemo Kartli, bugün Gürcistan'ın yönetim bölgelerinden biridir ve merkezi Rustavi kentidir. Bölgenin diğer yerleşim merkezleri arasında Bolnisi, Dmanisi, Marneuli ve Gardabani sayılabilir. Genellikle tarıma ve hayvancılığa bağlı nerdeyse Gürcistan'ın sebze meyve ve et ve süt ihtiyaçlarının büyük bir çoğunluğunu karşılıyor. Bölge halkı yoksulluk içindedir. Bazı köylerde elektrik hastane yok su ihtiyaçlarını insanların kendisi karşılıyor. Kvemo Kartli bölgesinin toplam nüfus ve etnik yapı (2002): Dmanisi Dmanisi (Gürcüce: დმანისი), (Türkçe: Başgeçit) Gürcistan’da, başkent Tiflis’e yaklaşık 85 kilometre uzaklıkta bulunan bir kasaba ve sit alanıdır. Kvemo Kartli bölgesinde, Maşavera Irmağı vadisinde yer alır. Dmanisi, Orta Çağ'da Bizans, Ermenistan ve İran’a açılan ticaret yolu üzerinde kurulmuştur. Dmanisi kalıntılarında ilk kazı çalışmaları 1936’da başlatıldı ve 1960’lara kadar sürdürüldü. Gürcü paleontolog Prof. A. Vekua, 1983’te "Dicerorhinus etruscus etruscus"’a ait dişler ortaya çıkardı. "Villafranchian" faunasının tipik bir örneği olan bu tür, Pleyistosen dönemine aitti. 1984’te ayrıca taş aletler ortaya çıkarıldı. 1991’de kazılara Alman bir arkeolog da katıldı. Almanya, ABD, Fransa ve İspanya’dan yeni kişilerin katılımıyla Dmanisi’deki kazı çalışmaları, Gürcistan Bilimler Akademisi gözetiminde uluslararası araştırma projesi haline geldi. 1999 ve 2001’de Dmanisi’de, daha sonra Homo georgicus olarak adlandırılan insangiller fosillerinin kafatasları bulundu. Bolnisi Bolnisi (), Gürcistan’ın güneyinde, Kvemo Kartli yönetim bölgesinde bulunan bir kenttir. Kasaba, 1818 yılında Alman kolonyalist aileler tarafından kuruldu. O zamanki adı Katharinenfeld idi. Kasaba, 1921’de Kızıl Ordu tarafından ele geçirildi. Rosa Luxemburg’un anısına Luxemburg olarak adlandırıldı. 1941’de, Gürcülerle evlilik yoluyla akrabalıkları olmayan bütün Almanlar Sibirya ve Kazakistan’a sürüldü. 1944’te, kasabanın adı yeniden Bolnisi oldu. Başlıca ekonomik uğraşı tarım olan Bolnisi yöresindeki Kazreti köyünde altın madeni bulunur. Gürcistan'ın en eski kiliselerin bulunduğu yerlerden biri Bolnisi’dir. Bolnisi Sioni 4. yüz
yılda kurulmuştur. Yapımında kullanılan taşlarda pagan dönemine ait figürler bulunur. Yapının özgün çatısı yıkılmış, yerine yenisi yapılmıştır. Bolnisi aslında bir Türk yurdudur.Daha önceleri ismi Garatepe olan Bolnisi kasabası Borçalı sultanlığına bağlı olmuştur.Borçalının nüfusunu çoğunlukla karapapak Türkleri oluştmaktadırlar.Sadece kasabanın merkezinde gürcüler yaşamaktadır. Aktüerya Aktüer finansal riskleri değerlendirebilen, çözümler öneren, ve her çözümün uzun dönemdeki sonuçlarını irdeleyebilen bir profesyoneldir. Aktüer yalnızca bugünü değil yarınları da düşünerek finansal belirsizlikleri değerlendirir. İleriye yönelik projeksiyonlar yaparak stratejik kararlar için önerilerde bulunur. Aktüer, sahip olduğu teknik bilgileri üst yönetime aktaran sosyal bir matematikçidir. Aslında aktüer olmak bir düşünce yapısı kazanımı ile gerçekleşmektedir. Bu perspektifte de aktüerler için bir çalışma alanı tanımlayarak bir kısıtlamaya gitmek yersiz ve anlamsız olmaktadır. Temel düşünce yapısının doğru yerleşmiş olması ön koşulu ile sigorta şirketleri, finans kurumları, fon yönetimi şirketleri, devlet kuruluşları, uluslararası sosyal güvenlik örgütleri, üniversiteler, araştırma ve danışmanlık şirketleri ve benzerleri aktüerler için bir rol sahnesi olabilmektedir. Aktüerya kelimesi, Tarihi Roma Senatosu'nda yöneticiler için kulanılan actuarius kelimesinden doğmuştur. İlk ölüm tablosu M.S. 220 yıllarında Domitius Ulpinos tarafından Roma Hukuku'na göre veraset vergilerinin hesaplanabilmesi amacıyla oluşturulmuştur. 2008 yılından önce tam olarak nasıl aktüer olunduğu bilinmemekle birlikte sicile kayıtlı yaklaşık 90 - 100 arası aktüer vardı.2008 yılında yayınlanan Aktüerler Yönetmeliğine göre; aktüer olabilmek için T.C. Hazine Müsteşarlığı'nın açtığı sınavlarda başarı göstermek gerekmektedir. Aktüerlik Sınavı 4 aşamadan oluşmaktadır. Her bir sınav için 110 tl kayıt ücreti yatırılması gereklidir. 4. aşama 250 tl dir (Türkiye'deki en pahalı sınavlardan biridir). Her bir aşamadaki tüm sınavların başarıyla tamamlanması halinde bir üst aşamaya geçme hakkı elde edilir. 3. ve son aşamayı da başarı ile tamamlayan aday, 3 yıl mesleki deneyimin ardından Müsteşarlık tarafından tutulan "Aktüerler Sicili"ne kaydolur. Sınav konuları; 1.Seviye Sınavları : Temel Sigortacılık ve Ekonomi, Matematik, İstatistik ve Olasılık, Finans Matematiği 2.Seviye Sınavları : Muhasebe ve Finansal Raporlama, Sigorta Matematiği(Hayat ve Hayat-Dışı), Risk Analizi ve Aktüeryal Modelleme, Finans Teorisi ve Uygulamaları 3.Seviye Sınavları : Finans, Yatırım ve Risk Yönetimi, Hayat-Dışı Sigortalar, Hayat Sigortaları, Emeklilik Sistemleri, Sağlık Sigortaları ndan oluşmaktadır. Ayrıca uluslararası kabul görmüş sınavlar veya usullerle aktüer unvanını alanlar için Türkiye'de Aktüer olmalarına ilişkin 4.Seviye Sınavı olarak 'Türk Sigortacılık Uygulamaları ve Yasal Çerçeve' sınavı yapılır. Sınavlarla ilgili daha detaylı bilgi http://www.segem.org.tr ve http://www.hazine.gov.tr adreslerinden edinilebilir. Türkiye'de “Aktüerler Derneği”, 1951 yılında Türkiye Aktüerler Cemiyeti adı altında 12 aktüerin bir araya gelmesi ile kurulmuştur ve 160 üyesi (04.01.2017 itibarıyla) ile birlikte mesleğin gelişimi ile ilgili çalışmalarına devam etmektedir. Aktüerya, hayat sigortalarının ilk uygulamaları ile birlikte 1792 yılında İngiltere'de ortaya çıkmış olan, çok güçlü bir matematiksel ve istatistiksel altyapı gerektiren, sigorta, uzun vadeli yatırımlar ve emeklilik ile ilgili fiyatlandırma ve risk analizine yönelik hesaplama ve tahmin yöntemlerinin bütününü içeren bir bilim dalı. Gelecekteki riskleri belirleyerek fiyatları tespit eden ve yatırım stratejilerini oluşturan aktüerler, yatırım karlılıklarını artırıp istihdam imkânları yaratarak çalıştıkları ülkelerin ekonomik büyümesine de katkı sağlarlar. Aktüerler, finansal riskleri değerlendirebilen, çözümler öneren, ve her çözümün uzun dönemdeki sonuçlarını irdeleyebilen profesyonellerdir. Aktüer yalnızca bugünü değil geleceği de düşünerek finansal belirsizlikleri değerlendirir. İleriye yönelik yansıtmalar yaparak stratejik kararlar için önerilerde bulunur. Bu sebeple finansın ve riskin bir araya geldiği her sektörde çalışma yetisine sahiptirler. Sigortacılık, bankacılık, yatırım firmaları, borsa, birleşme ve satın almalar gibi çeşitli alanlarda aktüerlerin bulunduğunu görüyoruz. Tabii bu durum Türkiye' de aynı şekilde geçerli değil. Aktüerya yeni yeni gelişen ve tanınan bir alan olduğu için zaman içerisinde çok daha iyi konumlara gelecektir. Önemli olan 'aktüer' düşüncesine ve bilincine sahip insan sayısının her geçen gün daha çok artmasıdır.Lakin bu düşünceyle yetişmek bile mezunların sektör dışı alanlarda çalışmasına engel olamamaktadır. İşin teknik doğası nedeniyle ilk aktüerler matematikçilerden çıkmıştır. Ancak ilerleyen zamanlarda Aktüerlerin sayısındaki artış 1848 yılında İngiltere'de Aktüerya Enstitüsü'nün kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bundan sekiz yıl sonra İskoçya'da Aktüerya Fakültesi kurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1889 yılında Amerikan Aktüerler Birliği ve 1909 yılında Amerikan Aktüarya Enstitüsü kurulmuştur. 20. yüzyılın başları itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde hastalık, maluliyet ve kaza sigortalarında, özellikle 1911 yılından itibaren uygulanan işçi tazminatlarından kaynaklanan problemler aktüeryal yaklaşımlar gerektirmiştir. Yeni problemler ve geleneksel hayat sigortası uygulamaları arasındaki farklar 1914 yılında “Amerika Kaza Aktüeryası ve İstatistik Birliği'’nin kurulmasına yol açmıştır. Amerikan Aktüerler Birliği ve Amerikan Aktüerya Enstitüsü 1949 yılında birleşerek Aktüerler Birliği'ni oluşturmuştur. Alman Aktüerler Birliğinin (DAV) üye sayısı ise 2.424'tür. İngiltere'de ise bu rakam 16.337'ye ulaşmış durumdadır. Yunanistan'daki birlik 90 ve İsveç'teki birlik 350 üyeye sahiptir. Amerika Aktüerler Akademisi' nin ise mevcut verilere göre 16.495 üyesi bulunmaktadır. Ayrıca Career Cast' ın yayınladığı '2013 yılının en iyi meslekleri' listesinde Aktüerlik 1. sırada yer almıştır. Türkiye'de ise sicile kayıtlı aktüer (127), stajyer aktüer ve yardımcı aktüer (109) olmak üzere toplam 236 aktüer bulunmaktadır. Yurtdışında iş alanları Türkiye'dekinden çok daha fazladır, Türkiye'de gelişmektedir. Türkiye'de bu bölümün lisans eğitimini veren; Karabük Üniversitesi İşletme Fakültesi Aktüerya ve Risk Yönetimi Bölümü Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Yüksekokulu Aktüerya Bölümü ve Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü bulunmaktadır. Ayrıca ODTÜ, Bahçeşehir Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi , Yaşar Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'nde yüksek lisans programları mevcuttur. Kestel Barajı Kestel Barajı, İzmir, Bergama kenti yakınındaki Kestel Çayı üzerinde sulama amacıyla 1983-1988 yılları arasında inşa edilmiş baraj. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 838.000 m³, su yatağından yüksekliği 65,00 m, normal su kotunda göl hacmi 37,40 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,40 km²'dir. Baraj 4.077 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Abastumani Abastumani (), Gürcistan’ın güneyinde bulunan bir kasabadır. Ahaltsihe’ye 25 kilometre uzaklıktadır. Önemli bir kaplıca merkezidir. Kaplıca tesislerinin temelleri 1870’lerde atılmıştır. Nüfusu yaklaşık 1.500 kişidir. Kasaba, 9-10. yüzyıllarda Otshe adını taşıyordu. 19. yüzyılda bugünkü adını aldı. Kasabada Abastumani Astrofizik Rasathanesi vardır. Ayrıca Orta Çağ'dan kalma kiliseler, Tamar Kalesi, Yeni Zarzma Kilisesi bulunmaktadır. Hancağız Barajı Hancağız Barajı, Gaziantep'in Nizip ilçesinde, Nizip Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1985-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 45,50 m, normal su kotunda göl hacmi 100,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 7,50 km²'dir. Baraj 10.736 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Zernek Barajı ve Hidroelektrik Santrali Zernek Barajı, Van'ın Gürpınar ilçesinde Hoşap Çayı üzerinde, sulama ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1980-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak velkkkkoo kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.100.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 80,00 m, normal su kotunda göl hacmi 104,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,16 km²'dir. Baraj 11.300 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, 5 MW güç kapasiteli HES (hidroelektrik santral) yılda 13 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. Pasinler Muharebesi Pasinler Muharebesi (Bizans kaynaklarında Kapetron Muharebesi) (10 Eylül veya 18 Eylül 1048), Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yinal Bey'in yaptığı Anadolu seferi sonunda Bizans İmparatorluğu ile müttefiki Gürcü Krallığı ve diğer müttefik ordulara karşı Bizanslıların "Kapteron" veya "Kapterou" adını verdikleri (modern Pasinler yakınlarında) bir mevkide Bizanslılar ile Selçuklular orduları arasında yapılan bir meydan muharebesidir. Pasinler Muharebesi, Selçukluların Bizanslılarla yaptıkları yüzyıl kadar gayet uzun süren Bizans-Selçuklu Savaşları'nın ilk büyük meydan muharebesidir. Bizans imparatoru IX. Konstantinos güney Kafkaslar bölgesinde Bizans gücünü göstermekte idi. 1040'da çocuksuz varissiz ölen Bağradı Ermenistan Krallığı kralının yokluğunda başkent Ani'de hüküm süren vali Başpiskopos Petros Getadarts 1045'de Ani'yi Bizanas İmparatorluğu'na vermişti. Bu topraklar Bizanslılar tarafından ilhak edilmiş ve "İberya Theması" ile birleştirilip Bizans İmparatorluğu'na bağlı "İberiya-Ani Theması" kurulmuştu. Bizanslılar ayrıca Gürcü Kralı IV. Bagrat'a karşı önce destek sağlayıp sonra isyan etmiş olan geleneksel Gürcistan'ın en önemli soylu Liparitid-Baguaşı klanının başında olan "Kldekarı ve Trialeti Dükü" IV. Liparit'a bu mücadelesinde askeri destek sağlamışlardı ve onu Bizans İmparatorluğu, "magistros" unvanı ile taltif etmişler ve bu görevle onu bir Bizans yöneticisi olarak kabul etmişlerdi. Bu gelişme ile, Bizans İmparatorluğu ile güneyden Azerbayca
n üzerinden Türkmen göçleri ile ilerlemekte olan Selçuklular ile komşu olmuşlardı. Selçuklular Bizans'ın gücünü anlamak amacıyla Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yınal Bey'in önderliği altından Anadolu'ya 1048 yazında bir askeri akın yapmıştı. Bu akından dönmekte iken Selçuklular ordusu Bizans'ın "İberya ve Ani Theması" içinde çok hareketli bir ticaret merkezi olan (modern Erzurum yanında bulunan) "Arzen " veya "Arte" kentini de ele geçirip yakmışlardı. Bizans İmparatoru olan IX. Konstantinos Bu Selçuklular akınını durdurmak için "İberiya-Ani Theması"ndaki Bizans ordusunun generalleri Katakalon Kekaumenos ile Aaronios'u görevlendirmişti. Ama bu generallere Gürcü Krallığı ordularının yetişip onlara bağlanmadan gayet temkinli davranıp Selçuklularla çatışmama emri vermişti. İmparator Bizans devleti görevi ve Bizans "magistros" unvanı taşıyan Gürcü "Kldekarı ve Trialeti Dükü" IV. Liparit'i kendi Gürcü ordusu ile Bizans ordusuna destek sağlamaya çağırmıştı. Böylece Bizans generalleri Kekaumenos ile Aaronios ve Gürcü IV. Liparait komutasında yaklaşık 50,000 askerlik bir Bizans-Gürcü ordusu toplandı. Bu büyük Bizans-Gürcü ordusu akıncı Selçukluları durdurma ve elemine etme hedefi ile Pasinler ovasında (o zamanki Kapetrou) da Selçuklular ordusu ile muharebeye girişmek için düzen aldılar. Selçuklu ordusu 10 Eylül veya 18 Eylül 1048 tarihinde Pasinler Ovasında 50.000 kişilik Rum, Ermeni, Gürcü ve Abazalardan kurulu bir Bizans ordusuyla karşılaştı. Selçuklu ordusunu Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yinal Bey'le amcaoğlu Kutalmış kumanda ediyordu. Pasinler Muharebesi güneş battıktan sonra başladı ve tüm gece sürüp sabah "horoz ötümü" saatine kadar devam etti. Bizanslı güçler ve Bizanslı generaller Katakalon Kekaumenos ve Aaronios iki kanat komutanı idiler. Bizanslıların orta kanadı Gürcü ve onlara müttefik güçlere verilmişti ve orta kanat komutanı Gürcü prensi IV. Liparit idi. Selçuklular o zamana kadar Bizans ordularının alışmadığı çok değişik bir bozkır ordusu taktiği kullandı. Çarpışmalar Selçuklular hafif süvarilerinin tüm cephede saldırısı ile ve gayet şiddetli yakın savaşa girişmeleri ile başladı. Bizans iki kanadında bulunan Bizanslı general ve güçler Selçuklu ordusunu bu iki kanatta geri püskürttüler. Fakat orta kanatta İbrahim Yinal Bey ordusu Gürcüleri yenip komutanları olan IV. Liparit'i esir almayı başardılar. Bizanslıların bu orta kanadının çökmesi ve komutan IV. Liparit'in esir alınma haberi Bizanslı iki kanada ve komutanlarına erişmedi. Bizanslı güçler gece yapılan Selçuklu direnişine karşı ilerlemeye devam ettiler. Gün ağırıp "Horoz sesleri" duyulmaya başlayınca bu ilerlemeleri ve "galibiyetlerinin" Tanrı'nın kendilerine yardımı ile olup ona şükür etmeye başlamışlardı. Ama tam bu arada Bizans orta kanatın çöküp İV. Liparit'in yenilip esir alınma haberi onlara yetişti. Bu da yetişmezmiş gibi yaptıkları gece savaşının Selçuklular artçılarına karşı olduğunu ve İbrahim Yinal Bey'in ana ordusunun düşmanlarına hiç sezdirmeden muharebe alanından toplamış olduğu ganimetler ve almış olduğu tutsaklar ile birlikte gayet az bir zayiat vererek geri çekilmiş olduğunu anladılar. Bu muharebenin sonucunda Selçuklu ordusu muharebe meydanından çekilmişti ve Bizanslılar bunu bir taktik galibiyet kabul ettiler. Fakat İbrahim Yinal Bey'in ordusu Selçuklular arazilerine geri girdiğinde gayet az bir askeri zayiata uğramıştı. Bunun yanında yaptığı akında eline geçen ganimetler ve tutsaklara da hiç zayiata vermeden getirilmişti. Tanınmış Müslüman kronik-tarihçisi Ali İbnü'l-Esîr "El-Kamil fi El-Tarih" ünlü tarih eserinde , biraz abartılı olarak, bu akından sonra getirilen ganimetin 10,000 deve yükü olduğunu ve ellerine geçirilen tutsak sayısının 100,000 yakınında olduğu bildirdiği belirtilmiştir. İbrahim Yinal Bey, bu başarısından dolayı Tuğrul Bey'in kendisine vermek istediği büyük maddî hediyeleri kabul etmemiştir. Tuğrul Bey de IV. Liparit'in ve Bizanslıların salıverilmesi için teklif ettikleri büyük fidyeyi kabul etmemiş ve Liparit'i bundan sonra ömrü boyunca Selçuklularla hiç çatışmaya girmeyeceğine yaptığı şeref yemini üzerine salıvermiştir. Bu muharebe Selçukluların Anadolu'ya ilk kez Türkmen göçmen yerleşme amaçlı stratejilerini uygulamak için Bizanslılarla yaptıkları gayet uzun bir dönem süren bir savaşın başlangıcı olduğu iddia edilebilmektedir. Bazı modern Batılı tarihçiler bu uzun süren savaşı 1048'dan 1306'de Anadolu Selçuklular Devleti'nin çöküşüne kadar süren Bizans-Selçuklu savaşları olarak nitelendirmektedirler. Geyik Barajı Geyik Barajı, Muğla'nın Milas ilçesinde Sarıçay üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1986-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 260.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 41,00 m, normal su kotunda göl hacmi 40,80 hm³, normal su kotunda göl alanı 3,74 km²'dir. Baraj yılda 38 hm³ içme-kullanma suyu sağlamakta, Milas-Ören arasındaki Yeniköy Termik Santrali'ne hizmet vermektedir. Gökçe Barajı Gökçe Barajı, Yalova'da Gökçedere üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1980-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.330.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 62,00 m, normal su kotunda göl hacmi 25,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,28 km²'dir. Baraj yılda 37 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Marneuli Marneuli (Gürcüce: მარნეული; Azerice: Sarvan), Gürcistan'ın güney-doğusunda, Kvemo Kartli veya Borçalı gibi adlandırılan bölgede bulunan kent (nüfus: 2002'de 20,1 bin kişi) veya aynı adlı rayonun (ilçenin) merkezidir. İlçenin nüfus sayısı 2006 yılında 121 bini veya tüm Gürcistan ahalisinin yüzde 2,8`ni oluşturmuştur. Geleneksel olarak Marneuli ilçesinde yaşayan en büyük etnik grup Azerilerdir (2002 yılındakı sayım sonuçlarına göre toplam nüfusun %83,1'i). Gürcüler %8 ile ikinci yeri tutarlar. Onların sayısı 1950'lerin başından Gürcistan'ın diğer bölgelerinden özellikle İmereti'deki ve Svaneti'deki sakinlerin buraya yerleşmeye başladığı andan itibaren artmaktadır. Ermeniler ilçenin nüfusunun %7,9'unu oluştururlar. Sovyetler dönemi dağıldıktan sonra Marneuli'nin ekonomisi derin bir kriz geçirmiş, sanayi müesseselerinin çoğu kapatılmıştır. Marneuli günümüzde tarım bölgesi olarak seçilmektedir. 2006 yılında Gürcistan'da üretilen tütünün %78'i, sebzenin %11'i, bostan bitkilerinin %14'ü, etin %4'i bu bölgenin payına düşmüştür. =Tarihi= Marneuli— Gürcistan Cümhuriyyetinin Aşağı Kartli mxaresində şehir, Marneuli belediyyesinin merkezi. 1929-cu yıla kadar Sarvan, Zakafkasyada ilk defa arazi bölgüsü tesis edidikden sonra ise 1947-ci yıla kadar Borçalı, 1947-ci yıldan 1952-ci yıladek Servan, 1952-ci yıldan sonra ise Marneuli adını taşımıştır. Darlık Barajı Darlık Barajı, İstanbul'da Darlık Deresi üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1986-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.600.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 73,00 m, normal su kotunda göl hacmi 107,00 hm, normal su kotunda göl alanı 5.56 km²'dir. Baraj yılda 108 hm içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Tercan Barajı ve Hidroelektrik Santrali Tercan Barajı, Erzincan'da Tuzla Çayı üzerinde, sulama ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1969-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.100.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 65,00 m, normal su kotunda göl hacmi 178,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 8,85 km²'dir. Baraj 29.725 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, 15 MW güç kapasiteli HES (hidroelektrik santral) yılda 51 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. Altunhisar Barajı Altunhisar Barajı, Niğde'de Karamanlı Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1985-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 340.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 32,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1,68 hm, normal su kotunda göl alanı 0,23 km²'dir. Baraj yılda 274 hektar alana sulama hizmeti vermektedir. Kapulukaya Barajı ve Hidroelektrik Santrali Kapulukaya Barajı, Kırıkkale'de Kızılırmak üzerinde, içme suyu temini ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1979-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.560.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 61,00 m, normal su kotunda göl hacmi 282,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 20,70 km²'dir. Baraj yılda 45 hm³ içme-kullanma suyu sağlamakta, 54 MW güç kapasitesindeki HES (hidroelektrik santrali) yılda 190 GWh elektrik enerjisi üretmektedir. Sarayözü Barajı Sarayözü Barajı, Amasya'da Balıklı Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1986-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir baraj. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.140.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 57,00 m, normal su kotunda göl hacmi 13,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,88 km²'dir. Baraj 3.600 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Karacaören-1 Barajı ve Hidroelektrik Santrali Karacaören-1 Barajı, Burdur'da Aksu Çayı üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1977-1990 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 4.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 93,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1.234,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 45,50 km²'dir. Baraj 9.537 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, 32 MW güç kapasiteli HES (hidroelektrik santral) yılda 142 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır. Yarseli Barajı Yarseli Barajı, Hatay'ın Altınözü ilçesinde, Beyazçay üzerinde, sulama amacıyla 1985-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.563.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 42,00 m, normal su kotunda göl hacmi 55,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 3,98 km²'dir. Baraj 7.300 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Yarseli Barajının temeli o dönemin Başbakanı Merhum Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL tarafı
ndan atılmış olup. Baraj Beyazçay üzerinde değil Kureyr Çayı üzerinde Avsuyu Beldesi ve Yarseli Köyleri arasına kurulmuştur. Erdal Kişi adları: Köy adları: Stanisław Lem Stanisław Lem (12 Eylül 1921; Lwów, Polonya - 27 Mart 2006, Krakow), bilim kurgu türünün en tanınmış yazarlarından, Solaris’in yaratıcısıdır. 1941 yılına kadar Lwow’da tıp öğrenimi gördü. II. Dünya Savaşı yıllarında otomobil tamirciliği, elektrik teknisyenliği ve kaynakçılık yaptı. Lem, savaş döneminde Nazi kamplarında kaldı. 1946'da Krakow'a yerleşti ve tıp eğitimini tamamlayarak doktor oldu. Aynı yıllarda şiir yazmaya ve bilimsel yöntem üzerine kuramsal araştırmalara başladı. 1950’lerde bilim kurgu türüne yönelen Lem’in ilk kitabı ‘Kazanılan Zaman’ 1955’te yayımlandı. Bilim kurgu kitapları yazdığı ilk yıllarda modern bilimle hümanist ahlakı birleştirmeye çalıştı. Daha sonraları "Yıldız Günceleri-1957" gibi kitaplarıyla parodik metinler üretti. Yazarın başyapıtı sayılan Solaris, Andrei Tarkovski tarafından 1972’de, Steven Soderbergh tarafından da 2002’de filme çekildi. ‘Solaris’te, iletişimin ne olduğunu sorgulayan Lem’in metinlerindeki ortak nokta “ironi” duygusu oldu. Ursula K. Le Guin ve Philip K. Dick’le birlikte bilim kurgu edebiyatının “ciddiye alınmasını sağlayan” yazarlar arasında sayılan Stanislaw Lem, felsefeye ve dilbilime esin kaynağı olarak görülen metinler üretti. Lem’in Lehçe yazdığı kitaplar 40’tan fazla dile çevrildi ve yaklaşık 27 milyon adet sattı. Türkçede eserleri İletişim Yayınları ve Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlanmaktadır. Stanislaw Lem, 84 yaşında 27 Mart 2006'da Krakow'da öldü. Lem'e, 1973 yılında, Amerikan Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyat Yazarları Birliği (SFWA) tarafından -teknik olarak bu payeyi almaya uygun olmadığı halde- fahri üyelik verildi. SFWA fahri üyeliği yalnızca birliğe normal üye olma kriterlerine uymadığı halde üye olarak kabul edilmek istenenlere verilen bir payeydi. Lem, öte yandan, Amerikan bilim kurgu edebiyatını -özellikle de Harlan Ellison'ın eserlerinin- hiç önemsememişti; onun kötü düşünülmüş, kötü yazılmış ve yeni edebi formlar bulmaktan daha çok para kazanmaya odaklanmış olduğunu düşünüyordu. Eserleri ABD'de yayımlandıktan ve dolayısıyla birliğe normal üye olma hakkına sahip olduğunda, birlikteki fahri üyeliği feshedildi. Görünüşte bazı SFWA üyeleri bunun Lem'e haddini bildireceğini düşünüyordu ve Lem de eylemi bu şekilde yorumlamış görünüyordu, ama örgüt yaptığı resmi açıklamada fahri üyeliğin yalnızca normal üyelik kriterlerini sağlayamayanlara verildiğini söylüyordu. Eserleri ABD'de yayımlandıktan sonra, Lem birliğe normal üye olmaya çağrıldı ama Lem bunu reddetti. Ursula K. Le Guin'in de aralarında bulunduğu çok sayıda üye SFWA'nın Lem'e muamelesini protesto ettiğinde, üyelerden biri Lem'in aidatını ödemeyi teklif etti, ama Lem bu teklifi kabul etmedi. Lem Amerikalı bir bilim kurgu yazarını diğerlerinden ayrı tutup övgüye değer buluyordu: Philip K. Dick'i -bkz. 1986 tarihli İngilizce eleştirel denemelerinin toplandığı antoloji: Microworlds. Dick, diğer taraftan, muhtemelen hastalığının etkisiyle, Stanisław Lem'in, kamuoyunu kontrol altında tutmaya çalışan Komünist Parti'nin emirlerine göre hareket eden kolektif bir komitenin kullandığı bir takma ad olduğunu düşünüyordu ve FBI'a bu doğrultuda bir mektup yazmıştı. Heyelan Heyelan ya da toprak kayması, zemini kaya veya yapay dolgu malzemesinden oluşan bir yamacın yer çekimi, eğim, su ve benzeri diğer kuvvetlerin etkisiyle aşağı ve dışa doğru hareketidir. Kayalardan, döküntü örtüsünden veya topraktan oluşmuş kütlelerin, çekimin etkisi altında yerlerinden koparak yer değiştirmesine heyelan denir. Bazı heyelanlar büyük bir hızla gerçekleştikleri halde bazı heyelanlar daha yavaş gerçekleşirler. Heyelanlar yer yüzünde çok sık meydana gelen ve çok yaygın bir kütle hareketi çeşididir. Aşınmada önemli rol oynarlar. Büyük heyelanlar aynı zamanda topoğrafyada derin izler bırakırlar. Türkiye'de en fazla görülen yerler Karadeniz Bölgesinde özellikle Doğu Karadeniz şerididir. Eğimlerin fazla olduğu sahalarda heyelan riski artmaktadır. Bazı sahalarda fay yamaçları dik eğimlerin oluşmasına neden olarak heyelanları kolaylaştırırlar. Yine insanlar kanallar ve yollar açarak ya da yol ve maden kazılarından çıkan toprakları denge açısına erişmiş bulunan yamaçlar üzerine atarak heyelan oluşumuna neden olan koşulları hazırlarlar. Gevşek unsurların denge açısını herhangi bir nedenle aştığı durumlarda heyelan oluşur. Toprağın çökmesidir. Genel olarak heyelan terimi ile açıklanan bu hızlı kütle hareketleri asıl heyelanlar, göçmeler ve toprak kaymaları olmak üzere üç gruba ayrılabilirler. Bunların oluşumunda su, hazırlayıcı bir rol oynar. Fakat asıl heyelan kütlesi, su ile hamurlaşmış halde değildir. Kuru bir kütle halinde, fakat kaymaya uygun bir zemin üzerinde yer değiştirmiştir. Bu tip heyelanlar Türkiye'de sık sık oluşurlar. Bu heyelanların en büyük olanları, genellikle bol yağışlı ve dik eğimli sahalarda, özellikle kuvvetle yarılmış, nemli ve litoloji bakımından da elverişli olan Kuzey Anadolu dağlık alanında oluşmuştur.Geyve, Ayancık, Sinop çevresi, Maçka, Of-Sürmene ve Trabzon-Sera heyelanları bunların başlıcalarındandır. Sera Heyelanı, Trabzon şehrinin 10 km kadar batısında Sera Köyü yakınlarında 1950 yılında oluşmuştur. Heyelanın oluşmasından bir hafta kadar önce, Sera vadisinin dik yamaçlarında derin yarıklar oluşmuş, topoğrafya küçük ölçüde bazı değişikliklere uğramıştır. Fakat asıl heyelan, birkaç dakika gibi kısa bir zaman içinde ve şiddetli bir gürültü ile birlikte oluşmuştur. Bir kısmı akış şekilleri gösteren, fakat asıl olarak kayma yüzeyleri boyunca yer değiştiren kütlenin ortalama uzunluğu 650 m. genişliği 350 m., kalınlığı ise 65 m. kadardır. Böylece Sera heyelanı sonucunda 15 milyon m³ hacminde kaya ve döküntü yer değiştirmiştir. Bu heyelan kütlesi Sera deresinin vadisini tıkamış ve burada 4 km. uzunluğunda, ortalama 150 m. genişlikte ve 55 m. derinliğinde oldukça büyük bir set gölü oluşmuştur. Araştırmalar, bu heyelanın oluşumunda normalden daha fazla yağışlı geçen kış mevsimi ile karların hızla erimesine neden olan Föhn karakterinde güney rüzgarlarının etkisi olduğunu göstermektedir. Bu yolla zemine çok fazla oranda su sızmıştır. Zaten bu sahada çözülme çok derinlerde olduğu gibi, andezitik kayalar ve yastık lavlar derin diyaklazlarla yarılmış, aralarındaki bağlar gevşektir. Bu durum, su ile doygunlaşan arazinin kaymasını ayrıca kolaylaştırmıştır. Bundan başka, yamaç eğimlerinin çok fazla olması ve özellikle Sera deresinin yamacın alt kısmını oyması heyelanın oluşumunda rol oynamış olmalıdır. Heyelanın hareket bakımından farklı bir başka tipini oluştururlar. Bu tip heyelan bir kaşığa benzeyen konkav kopma yüzeyleri boyunca dönerek yer değiştiren kısımlardan oluşur. Kayan kısımlardan her biri, geriye doğru çarpılır. Bunu sonucunda, kayan kütlelerin ilksel eğimleri değişir ve bunların yüzeyleri kopma yarasının bulunduğu tarafa doğru yeni bir eğim kazanır. Yamaçların alt kısımlarının akarsular, dalgalar gibi etkenler tarafından fazla oyulması göçme şeklindeki heyelanların başlıca sebebidir. Fazla oyulmasının asıl sebebi göçlerin ağır hasar vermesidir Falezlerin ve yamaçların gerilemesi, menderes halkalarının büyümesi sırasında alttan oyma sürecine bağlı olarak sık sık göçmeler oluşur. Göçmüş kütleler veya bloklar büyük oldukları durumda, bunlar arasında küçük göller veya yamaçlarda taraçalara benzer sahanlıklar oluşur. Küçük ve Büyük Çekmece göllerinin kenarlarında ve bu iki göl arasındaki deniz kıyısı boyunca bu tür göçmelerin tipik örnekleri yaygındır. Yamaçlara set yapılması, kütlenin kaymasına neden olan kısmının kazılması, Zemin sertleştirilmesi, İstinat Duvarı yapılması, ağaç dikilmesi vb. Yağışın ve eğimin fazla olmasıdır ve toprağın killi olmasıdır. En fazla görüldüğü dönem ilkbahardır. Sebebi kar erimeleri ile toprağın suya doygun hale gelmesidir. Samaçablo Samaçablo (), Gürcistan'ın kuzeyinde tarihsel bölgenin ve prensliğin adıdır. 1921'de Gürcistan'ın bağımsızlığına son veren Bolşevik yönetimi, yaklaşık bu bölgenin sınırları içinde Güney Osetya Özerk Bölgesi'ni kurmuştur. Bu bölgedeki Osetler, savaşlar ve ekonomik koşullar nedeniyle Osetya'dan (Sovyet döneminde Kuzey Osetya, tarihsel olarak Alanya) göç etmişlerdir. Samaçablo, Liahvi ırmağının orta ve yukarı boylarını kapsıyordu. Bu yöre, tarihsel Ançabeti vadisiydi. Bu ad, Maçabeli ailesinden gelmektedir. Bunlar eski aznavur ailesi Tavhelebidzeler (başka bir adla Ançabadzeler) idi. Samaçablo’nun yönetim merkezi, Açabeti idi. Samaçablo’nun güney kesimi tarımla geçiniyordu, kuzey kesiminde ise çayırlarla kaplıydı. Hayvancılık çok gelişmişti. Bu prensliğin varlığı 1850 yılında son bulmuştur. 1930'lara gelindiğinde bölgede sadece 4 Osetyalı aile yaşamaktadır. Bu mikro düzeydeki etnik nüfus farklılıkları günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Şu an ise bölgesel güç dengesi mücadelelerinde bu nüfus alanları, özellikle Rusya ve Gürcistan arasında egemenlik hakkı aracı olarak kullanılmaktadır. Pomaklar Pomaklar (, ), Güneydoğu Avrupa'da Rodop Dağları, kuzey Bulgaristan ile Aşağı Trakya ve Makedonya bölgelerinde yaşayan Slav ve İslam dinine mensup bir halktır. 93 Harbi'nin sonunda, Vǎča vâdisinde bulunan yaklaşık 20 Pomak köyünde çıkmış, Osmanlı İmparatorluğu Doğu Rumeli vilayetinden özerklik elde edilmesiyle sonuçlandı. Büyük bir köy olan Timraş'ı yönetim merkezi alarak kurulan özerk Pomak Timraş Cumhuriyeti 8 yıl kadar sürebilmiş, 1886'da Bulgaristan egemen olmuştur. Pomakların Türkiye Trakya'sı ve Anadolu'ya ilk gelişleri 93 Harbinin hemen ertesidir. Bu sebeple halk arasında "93 mâcırı" olarak da bilinirler. Kırklareli'den Samsun'a, Samsun'dan Eskişehir'e, Eskişehir'den İzmir'e kadar geniş bir bölgede çoğunlukla yaşarlar. Bafra, Çarşamba, Balıkesir, Bursa, Karacabey, Gönen, Manyas, Darıca, Şevketiye, Erdek, Edincik, , Yenice, Çan, Biga, Edirne, İpsala, Keşan, Uzunköprü, Beykoz, Çatalca, Silivri, Adapazarı, Söğütlü, Ferizli, , Babaeski
, Demirköy, İğneada, Vize, Soğucak Lüleburgaz, Babaeski, Kofçaz, Saray, Karaağaç, Pehlivanköy, Alpullu, Katranca, Büyük Mandıra, Kuştepe köyü, Alacaoğlu köyü. Merkeze bağlı Musabeyli Köyü, Karahamza köyü, Küplü beldesi, Hasırcı Arnavut köyü, Kavaklı köyü, Subaşı beldesi, Havsa (Azatlı) köyü Orhaniye köyü ile Uzunköprü'nün, Kurtbey, Hasanpınar, Çöpköy, Yağmurca, Sazlı Malkoç, Baş Ağıl, Kadı, Kadı Gebren, Yağmurca köyleri. Keşan'ın Koruklu köyü, Yeşil, Orhaniye, Suluca, Çobançeşmesi köyü, İpsala (Esetçe) beldesi, Aliço Pehlivan köyü, Koca Hıdır beldesi, Enez'in Sultaniçe, Hacı, Beğendik ve Pazar Dere köyleri. Şarköy'ün Yayaağaç köyü.Şarköy'ün Kocaali köyü, Şarköy'ün Yeniköyü. Hayrabolu, Şalgamlı Beldesi, Çerkez Müsellim Kasabası, Büyük Danişment köyü, Malkara Prafça (Çınaraltı köyü), Hayrabolu, Popköy (Kabahöyük),İlyasalan Köyü. Bigada 22 köyde Gelibolu Çeşme Altı köyü, Yeniköy, Değirmendüzü, Tayfurlar ile İlyasalan köyleri Gönen'in Hafız Hüseyin Bey, Hodul, Hasan Bey, Atıcı Ob köyleri. Erdek, Yukarı Yapıcı, Belkıs, Ballı Pınar, Düzler, Ocaklar, Narlı, İlhanlar, Gölyaka, (Simavli Köyü), Doğanlar, Turanlar, Çakıl Köyü( adetlerine bağlı kalan tek köy ) Manyas, İvrindi'nin Necipköy' köyü, Sındırgı'ya bağlı Şahinkaya köyü, İzmir, Gaziemir, Bayındır, Dikili ve Kemalpaşa'nın çeşitli köylerinde. Manisa'nın Turgutalp kasabası, Karaağaçlı köyü. Demirci ilçesinde Bardakçı köyü. Mudanya'nın Dere köyü, Çanakkale'nin Çal köyü, Çan (Yaykın köyü), Irbaalan, İlyasağa köyü, Havdan köyü. Gemlik'in Benlik köyü. İnegöl. Bilecik'in Şükraniye köyü, Küplü köyü ve Vezirhan köyü. Bozüyük ilçesinin Saraycık köyü. Eskişehir Osmaniye Beldesi, Beylikova İlçesi, Uzunburun Köyü Bağçecik Köyü Karamürsel'in Yalakdere köyü Pomaklar, Bulgaristan'da Smolyan, Blagoevgrad, Pazarcık, Velingrad, Razlog,Yakoruda, Kırcaali, Goce Delčev bölgelerinde ve Mesta Vadisi, Rodop Dağları'nda sıkışık alanlarda yaşamaktadır. Lofça Bölgesi civarında ise küçük Pomak grupları bulunmaktadır. Bununla birlikte Pomakların %50’si Rodop Dağları’nın güneyinde bulunmaktadır. Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’nın 1989'da Müslüman Bulgarlar için yaptığı çalışmada, nüfuslarının 268.971 ile toplam nüfusun %3’ünü oluşturduğunu ortaya koymuştur. Nâhiyesindeki 26 köyde Pomak grubu yaşıyordu. Alman gezgin Adolf Struckun Karacaova'ya yaptığı gezi sonucu yazdığı kitapta Gostolyub (Konstantia) gibi 300 nüfuslu ve iki parçalı köylerde sadece Pomakların yaşadığını söylüyor. Ayrıca Karacaova'daki Vlahlar (Meglen-Aromanians) üzerine araştırma yapan Theodor Capidan kitabında bu bölgede Pomakların yaşadığını ifade ediyor. Şu an İskeçe ve Gümülcine'de 30.000 civârında Pomak yaşamaktadır. Makedonya'da Pomaklar Berova, Debre, Manastır, Struga, Dolna Reka ve Üsküp civarında yaşamaktadırlar. Nüfusları tam tespit edilememekle birlikte toplam 40.000 olduğu söylenmektedir. Arnavutluk'ta Pomaklar genellikle Makedonya sınırına civarında yaşamaktadırlar. Fakat bu güne kadar Arnavutluk Pomakları hakkında çok da ayrıntılı araştırma olmamıştır hatta tamamen yok sayılmışlardır. Tahmin edilen nüfusları oldukça ilgi çekicidir. Çünkü kaynaklar Arnavutluk'taki Pomak nüfusunu 80.000-120.000 olduğunu tahmin etmektedirler. Tüm bunların yanında 1878 göçleri döneminde 20.000 ailenin İtalya'ya ve 1.000 ailenin de İsviçre'ye göç ettirildiği ve iskân edildikleri verisi mevcuttur. Osman Nuri Birgi Dr. Ziya Nuri Birgi (d. 1872, İstanbul - ö. 7 Aralık 1936, Ankara), Türkiye'de KBB Hekimliğinin öncülerinden, öğretim üyeliği ve milletvekillliği de yapmış bir doktordur. 5 Ağustos 1872'de İstanbul’da doğdu. İlk ve Orta Öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra, Askeri Tıbbiye’ye kaydoldu ve 11 Şubat 1888'de Tıp Doktoru Diploması’nı aldı. 6 ay Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde Tabip Muavinliği yaptıktan sonra, 1890 yılında Müsabaka Sınavı ile Emraz-ı Umumiye Ders Muavinliğine tayin edildi. 1892’de İstanbul'daki kolera salgını sırasında Fatih Bölgesinden sorumlu Kolera Mücadele Hekimliği yaptı. 1894 yılında Mekteb-i Tıbbiye Muallimler Meclisi’nin seçme sınavı ile Berlin’e gönderilir. Burada, Kaiser Wilhelm Akademisi’nde ilk sınıftan başlayarak Tıp Fakültesini yeniden okudu ve 15 Mart 1898’de bu Akademi’den yeniden Tıp Doktoru Diplomasını aldı. Hemen sonrasında, Kulak ve Boğaz Kliniğine Asistan kabul edilerek, bir yıl Charité Hastanesi Kulak Kliniğinde Prof. Trautmann ile ve bir yıl da Kulak-Boğaz Kliniğinde Prof. Fraenkel yanında Asistanlık yaparak KBB Uzmanı oldu. Bu eğitimi sırasında Hartmann ve Babinski Poliklinikleri’ne de devam etti. Bir ay süreyle Paris’e giderek Lermoyez ve Castexin Servislerinde gözlemlerde bulunur. Asistanlığının bitiminde Leipzig ve Halle’ye giderek bilgi ve birikimini arttırdı. Viyana’da Urbantisch ve Chiari Klinikleri’nde incelemelerde bulundu. 1900 yılı Şubat ayında İstanbul’a dönerek Gülhane Hastanesi’nde Üzniye, Enfiye ve Hançereviye tedrisine tayin edildi ve bu Servisi yeniden kurdu. 1902 yılında ilave-i memuriyetle Şişli Etfal Hastanesi’ne tayin edildi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanında, Mekteb-i Tıbbiyelerin birleştirilmeleriyle oluşturulan Tıp Fakültesi’nde Seririyat-ı Üzniye ve Hançereviye Muallimliği’ne seçildi. Haydarpaşa’daki Kliniği yeniden düzenledi. Balkan Savaşı ile Selanik mıntıkasında Ordu Sıhhiye Müşaviri ve Merkez Hastanesi Mütehassıslığı ile vazife yaptı. Eylül ayında, Fakülteye yeniden tayin edildi. Harb-i Umumi Seferberliği’nde İhtiyat Asker Hastanesi ilan edilen Tıp Fakültesi Hastanesi’ne Sertabip (başhekim) olarak tayin edildi ve Çanakkale Savaşının sonuna kadar bu görevde kaldı. Ardından İzmir Fırkası Askere alma ve Sıhhiye İşlemlerini teftişle memur Heyet Reisi olarak gönderildi ve bu vazifesinin sonunda tekrar Fakülte Başhekimliği ile görevlendirildi. 1918 yılında, I. Dünya Savaşı sonrasında Livalık (Tuğgeneral) rütbesiyle askerlikten emekliye ayrıldı. 1919 senesi Kasım ayında Fakülte Riyasetine (Dekanlık) seçildi ve bu görevi 1,5 yıl sürdü. İstiklal Savaşı sırasında Fakültede öğretimine devam etti. 1933 yılında Atatürk’ün Üniversite Reformu sırasında Fakültedeki kadrosuna yaş haddinden son verildi, ancak 1 yıl sonra fahri sıfatla Kürsüye yeniden davet edildi. 1933 emekliliğinden sonra seçimlere katıldı ve CHP Kocaeli Milletvekili seçildi. 7 Aralık 1936'da Ankara’da vefat etti. Eşittir işareti Eşittir işareti günümüzdekine benzer şekli ile ilk kez 1557 yılında Galli matematikçi Robert Recorde tarafından kullanılmış olan işarettir. 16. yüzyıla kadar bütün matematikçiler kendilerine has eşittir işaretleri kullanırlardı ve ortak bir gösterim biçimi olmaması birbirlerini anlamalarını zorlaştırmaktaydı. Robert Recorde 1557 tarihli The Whetstone of Witte adlı yapıtında : ""Eşittir sözcüğünü bıktırıcı bir biçimde tekrar tekrar kullanmaktansa genelde çalışırken yaptığım gibi paralel iki çizgi koyacağım, çünkü paralel iki çizgiden daha eşit bir şey olamaz"" diyerek ilk kez kullanmıştır. Günümüzdeki "=" işaretinin biraz uzun hali olan bu işaretin özgün hali aşağıda verilen dış bağlantıda görülebilir. Behbud Cevanşir Behbud Cevanşir, baba tarafından Azerbaycan asıllı ünlü bir Türk KBB (kulak-burun-boğaz) hekimi ve ismi TED Spor Kulübü (Tenis-Eskrim-Dağcılık) ile özdeşleşmiş, kulübe büyük emekleri geçmiş bir spor idarecisidir. Sovyet İhtilali sonrasında Türkiye’ye sığınan Azerbaycanlı petrol mühendisi Behbud Han Cevanşir’in torunudur. Babası ve amcası 18 Temmuz 1921'de Pera Palas önünde Misak Torlakyan adlı bir Ermeni’nin suikastine uğramışlar, Azerbaycan Cumhuriyeti eski İçişleri Bakanı olan amcası ölmüş, babası ise ağır yaralanmıştır. İngiliz işgali altındaki İstanbul'da İngilizler davanın Torlakyan lehine dönmesi için çabalarken mağdur olan babası, iyi bir avukat bulmuş ve davayı kazanabilmiştir. Bunda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin kurucusu ünlü Dr. Mazhar Osman tarafından verilmiş ve Misakyan'ın işlediği cinayet esnasında akli melekelerinin yerinde olduğunu ispatlayan bir rapor da etkili olmuştur. Ancak İngilizler buna rağmen Torlakyan’ı İstanbul’dan kaçırmayı başarmışlardır. Torlakyan daha sonra Amerika'ya gitmiş ve 1968'de Kaliforniya'da ölmüştür. Behbud Han Cevanşir'in kardeşinin tuttuğu avukatın kızı ise daha sonra Behbut Cevanşir’in annesi olacaktır. Hadise ise ünlü “Torlakyan Davası” olarak tarihe geçer. Behbud Cevanşir, 6 Ekim 1926 yılında İstanbul’da doğmuştur. 1947'de Galatasaray Lisesi'ni, 1953 yılında da İstanbul Tıp Fakültesini bitirdi. 1955-1958 yıllarında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde KBB İhtisası yapar. 1958-1961 yıllarında Berlin ve Hannover Üniversitelerinde çalıştı. 1963'te Doçent, 1971 yılında Profesör olur. Özellikle Larenks Kanserleri, Çocuk İşitme Kayıpları ve Foniatri üzerinde yoğun çalışmalar yapmıştır. 1994 yılında emekli olur. Gençliğinde Galatasaray bünyesinde tenis şampiyonlukları kazanmış, daha Tenis Eskrim Dağcılık (TED) Spor Kulübü'ne büyük gelişim kaydettiren, adı kulüp ile özdeşleşmiş başkanı olmuştur. 29 Kasım 1999 tarihinde 73 yaşında vefat etmiştir. Temeşvar Temeşvar (, , ) Romanya'nın batı kesiminde, Temeş ilinin merkezi şehir. 2011 yılı itibarıyla Romanya'nın üçüncü büyük şehri olan Temeşvar, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak Batı Romanya'nın ana merkezidir. Belgrad'ın yaklaşık 130 km kuzeydoğusunda, akışı kanallarla düzenlenmiş Bega Nehrinin kıyısında yer alır. Şehir yakınlarında ortaya çıkarılan arkeolojik buluntular yörede Neolitik Çağda ve Roma döneminde yerleşmeler kurulduğunu göstermektedir. Adı kayıtlara ilk kez 1212'de, Roma'ya bağlı Temesiensis adlı bir "castrum" olarak geçmiştir. Sonradan, o sırada bataklıklarla kaplı olan bölgenin ortasında bir kale inşa edildi. Kale 13. yüzyılda Tatarlar tarafından yerle bir edildikten sonra yeniden yapıldı ve Macar kralı I. Károly (hükümüdarlığı 1310-42) birkaç yıl burada oturdu. Osmanlılar bu bölgeyi 1552 yılında ellerine geçirdikten sonra Temeşvar Eyaletini kurmuşlar ve Temeşvar kentini bu eyaletin başkenti yapmışlardır. Bu eyalet 1716 yılında bölge Avusturya Arşidüklüğünün eline geçene kadar Osmanlı Devletinin Avrup
a'daki en önemli eyaletlerinden biri olarak kalmıştır. 1718'deki Pasarofça Antlaşması'ndan sonra şehir ve Temeşvar Banatı olarak bilinen bölge Viyana'dan yönetilmeye başladı. Bu dönemde bölgeye çoğunluğunu Schwaben Almanlarının oluşturduğu Macar asıllı olmayan gruplar yerleştirildi. Şehir 1848'de Macar devrimciler tarafından 107 gün süreyle kuşatma altında tutuldu. 1919'da Sırpların işgal ettiği Temeşvar, Trianon Antlaşması'yla (1920) Romanya'ya bırakıldı. Romanya cumhurbaşkanı Nicolae Ceauşescu'nun Aralık 1989'da devrilmesiyle sonuçlanan ilk olaylar Temeşvar'da başladı. 2016 yılında, 2021 Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Bir kültür merkezi olan Temeşvar'da aralarında bir üniversitenin de (1945) bulunduğu çeşitli yükseköğretim kurumları, Rumen, Macar ve Alman asıllı sanatçılardan oluşan toplulukların oyunlar sahnelediği bir devlet tiyatrosu, bir devlet opera ve balesi, bir filarmoni orkestrası ve bir kütüphane vardır. Şehir merkezinden geçen, ulaşıma elverişli Bega Kanalının kıyıları boyunca parklar yer alır. Şehirdeki önemli yapılar arasında büyük Katolik katedrali (1736-73), 1791'de onarılan Sırp katedrali (1748) ve bugün bölge müzesi olarak kullanılan 14. yüzyıla ait bir saray sayılabilir. Şehirde önemli oranda Macar azınlık yaşamaktadır. Aynı zamanda bir ticaret merkezi olan Temeşvar, özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra hızla sanayileşmiştir. Şehirdeki fabrikalarda elektrik motorları ve elektrikli araçlar, kumaş, tarım makineleri ve araçları, kimyasal ve plastik maddeler, ayakkabı ve gıda maddeleri üretilir. José Martí José Julián Martí Pérez, (28 Ocak 1853 – 19 Mayıs 1895). Küba bağımsızlık mücadelesinin öncüsü, şair ve yazardır. 1853 yılında Havana'da doğan Marti, 17 yaşındayken sömürge yönetimine muhalif eylemleri nedeniyle İspanya'ya sürgün edilmiştir. İspanya'da yaşadığı dönemde, Küba'da siyasi hükümlülerin maruz kaldığı eziyetleri anlatan bir broşür yayınlamıştır. Zaragoza Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Meksiko'ya (ciudad de Mexico) gitmiş ve burada edebiyat çalışmalarına başlamıştır. Askeri darbenin oluşturduğu rejime karşı muhalefeti nedeniyle bu ülkeden ayrılmak zorunda kalan Marti, Guatemala'ya geçmiştir ancak hükümetin baskısı nedeniyle buradan da ayrılmak zorunda kalmıştır. 1878'de genel aftan faydalanarak Küba'ya dönmüştür ancak İspanyol yönetimine karşı mücadelesinden dolayı tekrar sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. Önce İspanya'ya daha sonra da ABD'ye gitmiş, New York'da bir yıl yaşadıktan sonra Venezuela'ya geçmiştir. Venezuela'ya yerleşmeyi ummasına karşın buradaki diktatörlük rejimi nedeniyle tekrar ABD'ye dönmüştür. 1895 yılında ise Küba Bağımsızlık Savaşı için ABD'yi terketmiştir. 11 Nisan 1895'te Jose Marti, aralarında Generalísimo Máximo Gómez y Báez'in de bulunduğu sürgündeki muhaliflerden oluşan bir güçle Küba'ya ulaşmıştır. 19 Mayıs 1895'te Dos Rios savaşında İspanyol güçleri ile girdiği çatışmada yaşamını yitirmiştir. Mezarı Santiago de Cuba'da Santa Efigenia mezarlığındadır. Jose Marti Küba'nın ulusal kahramanı ve simgesidir. O bir siyasetçi, bir devrimci, bir ozan, bir gazeteci, edebiyat profesörü ve elçiydi. Yaşadıkları ve gördüğü eğitim onun her alanda başarılı olmasına yardımcı oldu. Marti, 1853'te Küba'da doğdu. Küba, o zamanlar, İspanya'nın bir kolonisiydi. Jose Marti'nin babası İspanyol, annesiyse Kanarya Adaları'ndandı. Jose Marti, çok gençken siyasete atıldı ve İspanyol yönetimiyle çatışmaya başladı. Daha 17 yaşındayken 6 yıl boyunca ağır çalışma kamplarında tutsak olarak tutuldu ve sonrasında İspanya'ya sürüldü. Yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirdi. İspanya'dayken Hukuk ve Felsefe Bölümlerini bitirdi. Daha sonra Mexico City'ye gitti ve ailesiyle buluştu. Orada edebiyat yaşamı başladı. 1878'de evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazdı. Aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürdü. Bu yaşam biçimi onun öğretilerinin zenginliğini kaynağıdır. Siyasi etkinliği nedeniyle hep başı derde girdi ve hiçbir ülkede uzun süre kalamadı. Küba'nın ABD'ne bağlanmasına karşı çıktı. 1892'de Küba Özgürlük Partisi'ni kurdu. ABD emperyalizmine karşı Güney Amerika'nın birliği için savaştı. 1895'te Küba'nın özgürlüğü için Küba'ya çıkartma yaptı. Başarısızlıkla sonuçlanan isyanın ilk çarpışmalarından birinde İspanyol askerlerince vurularak öldüğünde 42 yaşındaydı. Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol koloni yönetimini sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. Bütün öğretisi kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir. Dalmaçya Dalmaçya (, ), Hırvatistan (çoğunluk) ve Karadağ (azınlık) Adriyatik Denizi kıyısında yer alan güney bölgesine verilen isimdir. En büyük ve merkez kenti Hırvatistan'ın 2. büyük şehri olan Split (merkezi Split şehri olan bölge nüfusu 470.000), Zadar Bölgesi (merkezi Zadar şehri olan bölge nüfusu 200.936), Šibenik-Knin Bölgesi (merkezi Şibenik şehri olan bölge nüfusu 110.000), Dubrovnik-Neretva bölgesi (merkezi Dubrovnik şehri olan bölge nüfusu 122.870), Kotor (Karadağ) (nüfus 20.000) bölge ve kentleridir. Ünlü Dalmaçya köpeği de Dalmaçya bölgesinden gelmektedir. Akdeniz iklimindeki bölge güneyde Adriyatik-Akdeniz, kuzeyde Adriyatik Alp dağları ile çevrilidir. Bölge Hırvatistan'ın İstria bölgesinden Karadağ'ın Kotor Körfezine kadar uzanır. Brač (Akdeniz'in 22. ve Hırvatistan 3. büyük adası Dalmaçya'nın 1. Büyük adası, yüzölçüm: 394,57 km), Dugi, Ugljan, Pašman, Hvar, Korčula, Vis, Lastovo and Mljet'dir. Irmakları Zrmanja, Krka, Cetina ve Neretva dır. Mescitli, Ödemiş Mescitli, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle. Balabanlı, Ödemiş Balabanlı, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle. Difüzyon Difüzyon, Geçişme veya Yayılma olarak da bilinir, maddelerin çok yoğun ortamdan, az yoğun ortama doğru kendiliğinden yayılmasıdır.Fiziksel kimyada ise moleküllerin kinetik enerjilerine bağlı olarak rastgele hareketlerine denir. Difüzyona olanak sağlayan kuvvet yoğunluk farkı olduğundan, difüzyon geçişi iki ortamın yoğunlukları eşitleninceye kadar devam eder. Mürekkebin suda, kolonyanın havada, şekerin çayda, parfüm kokusunun oda içinde yayılması difüzyona örnektir. Difüzyon, maddenin bütün hallerinde farklı hızda ve özellikte görülür. Difüzyon, hayvan ve bitkilerde gerçekleşen birçok doğal olayda büyük önem taşır. Kandaki alyuvarlar, saf suya konulacak olursa, su hücre çeperinden alyuvarın içine dolarak hücrenin şişmesine ve patlamasına yol açar.Bu olaya hemoliz denir. Bitkilerin köklerinin suyu emmesi ve böbreklerde idrar oluşumu da geçişme olayı sayesinde gerçekleşir. Bitki hücrelerinin şişliği, hücre zarının iki yanındaki basınç farkı yüzündendir: Yoğunluğu yüksek olan hücrenin içine dolan su, şişmesine neden olur. Difüzyon olayından, ciddi böbrek hastalıklarında kullanılan diyaliz makinesinde yaygın biçimde yararlanılır. Difüzyonun temel düşüncelerinden birini oluşturan rastgele hareket etme ilk olarak kendi adını verdiği Brown Hareketi olarak ileri sürülmüştür. Onun bu rastgele hareketi için en iyi örnek, bir futbol sahasına doldurulan coşkulu insanların üzerlerine gönderilen bir topu elleriyle havaya doğru atmalarıdır. Topun yapacağı hareket tamamen rastgele ve çeşitli yönlerde olacaktır. Difüzyon pasif bir olay olduğundan enerji(ATP) harcanmaz Difüzyon kolaylaştırılmış ve basit olmak üzere ikiye ayrılır. Moleküllerin çok yoğun oldukları ortamdan, az yoğun oldukları ortama, taşıyıcı bir proteine ihtiyaç duymadan, kendiliğinden geçmesine denir. Tüm hücrelerde( canlı ve cansız) gerçekleşir. Enerji harcanmaz. Glikoz ve bazı maddeler hücre zarına giremezler. Bunlar hücre zarına taşıyıcı bir protein ile girebilirler. Moleküllerin hücre zarından çok yoğun oldukları ortamdan, az yoğun oldukları ortama, bir taşıyıcı yardımıyla geçmesine kolaylaştırılmış difüzyon denir. Örneğin; glikoz ( permeaz enzimiyle geçer), fruktoz, amino asit. Yalnızca canlı hücrelerde gerçekleşir. Enerji harcanmaz. Protein yapılı enzimler görevlidir. Emperyalizm Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışmasıdır. Etkileyen devlet, etkilenen devletin kaynaklarından "yararlanma" hakkına sahiptir. Diktatörlük gücü, merkezî hükümet, keyfî yönetim metotları anlamına gelmektedir. Bu kullanımının dışında Fransa’da 1830'larda Napolyon imparatorluğuna hayranlık duyanları nitelemek için, 1848'den sonra ise III. Napolyon'un kötü yönetimini ifade etmek için kullanılmıştır. Emperyalizm kavramının kullanımı 1870'lerde Britanya'da yaygınlaşmıştır. Çeşitli kaynaklar emperyalizmi aşağıdaki şekilde tanımlar: Collier's Encyclopedia emperyalizm tarihini üç büyük evreye ayırmaktadır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve imparatorlukların genişlemesi ile ilgili olan evredir; ikincisi coğrafi keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar devam eden emperyalizmdir eski emperyalizm olarak adlandırılmaktadır; üçüncüsü yeni emperyalizmdir ve yaklaşık 1880'lerde başlamış ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına, Asya ve Afrika'nın paylaşılmasına yol açmıştır. 1870'li yıllarda Birleşik Krallık'ta Başbakan Benjamin Disraeli'nin sömürge imparatorluğunu güçlendirme ve genişletme politikalarını tanımlamak için emperyalizm kavramına başvurulmuştur. Böylece emperyalizm, sömürgecilikle eş anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşıma göre emperyalizm, gelişmiş ülkelerde mevcut durumun muhafaza edilmesi için bir gereklilik ve hak olarak görülür. 1900'lerle birlikte , Rudolph Hilferding, Vladimir İlyiç Lenin ve Nikolai Bukharin basit sömürgecilik yerine ekonomik nüfuzun daha karmaşık şekillerine dikkat çekmişler; pazarların, arz kaynaklarının ve yatırım yollarının hakimiyet altına alınması ile ilgilenmişlerdir. Bu kuramda en çok
başvurulan kaynak Lenin'in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eseridir. Pierre Jalée emperyalizmi "“uluslararası iş bölümünde, ticarette ve sermaye hareketinde belirli ilişkileri vurgulayan ekonomik bir fenomen”" olarak; Richard D. Wolff "“bir ekonominin diğer ekonomi üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı”" olarak; Vladimir Lenin "“kapitalizmin tekelci aşaması”" olarak; Paul M. Sweezy , Lenin’i takip ederek, "“dünya ekonomisinin gelişiminin bir basamağı”" olarak; Richard C. Edwards, Michael Reich ve Thomas E. Weisskopf ise "“kapitalizmin uluslararasılaşması”" olarak tanımlamaktadırlar. Mao Zedong'a göre emperyalizm güçlü görünen fakat aslında göründüğü kadar güçlü olmayan bir sistemdir. Kağıttan kaplan olarak tanımladığı emperyalizm kolayca ezilebilir. Joseph Alois Schumpeter geniş bir yorumla emperyalizmin kapitalizmden önce var olduğunu ve kapitalizm ve emperyalizm arasında bir ilişkinin bulunmadığını savunmuştur. Bu yaklaşıma göre, savunma gereksiniminin bir gerekliliği olan savaşçı sınıfın varlığını sürdürebilmesinin bir sonucu olarak emperyalizm ortaya çıkar. Michael Barrant Brown’a göre emperyalizm “ekonomik yönden az gelişmiş ülkelerin gelişmiş olanlara tâbi olmasını sağlayan ekonomik, siyasal ve askerî ilişkileri niteler. Emperyalizm dünya ekonomisindeki eşitsiz ilişkiler sistemini tanımlayan en uygun kelimedir”. Emperyalizmin siyasal boyutunu vurgulayan yazarlar farklı tanımlamalarda bulunurlar. Hans Neisser emperyalizmi “bir ulusun doğal sınırlarının ötesindeki nüfusu kendi siyasal yönetimi altına almak amacıyla bu sınırların ötesinde bir imparatorluk kurma süreci” olarak tanımlar. Diğer yazarlar ise emperyalizm terimini askerî veya diplomatik baskı ve ekonomik nüfuz gibi dolaylı mekanizmaları da dikkate alarak genişletmektedirler; örneğin George H. Nadel ve Perry Curtis emperyalizmi “egemenliğin veya kontrolün dolaylı veya dolaysız şekilde genişletilmesi” olarak tanımlarlar. Kemppi Kemppi, 1949 yılında Finlandiya’nın Lahti şehrinde kurulan kaynak aletleri üreticisi. 1960’lı yıllarda ilk MIG/MAG gazaltı kaynak teli makinaları ve tristör kontrollü redresörler geliştirilmiştir. Kemppi 1977 yılında dünyada ilk defa çok yöntemli inverter bazlı kaynak makinesini üretmiştir. İnverter kaynak teknolojisi hakkında birçok buluş yapmıştır. 2005 yılında yaklaşık 100 milyon Euro'luk ciro elde etmiştir. 550 çalışanı vardır. 2011 yılından bu yana Kemppi markasının Türkiye'deki tek distribütörü ATM Endüstriyel Kaynak'tır. Güney Osetya Güney Osetya (Osetçe: Хуссар Ирыстон, "Hussar İrıston"; Gürcüce: სამხრეთ ოსეთი, "Samhreti Oseti"; Rusça: Южная Осетия, "Yujnaya Osetiya"), Kafkasların güneyinde ihtilaflı bölge ve kısmen tanınmış devlet. Sovyetler Birliği'ne bağlı Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bünyesinde kurulmuş Güney Osetya Otonom Oblastı topraklarında yer alır. Güney Osetyalılar, 1990 yılında Gürcistan'dan bağımsızlık ilan ederek bölgeye Güney Osetya Cumhuriyeti adını verdiler. Gürcistan hükümetinin cevabı, Güney Osetya'nın özerkliğini kaldırarak, bölgeyi güçle geri almaya çalışmak oldu. Bu durum, 1991-1992 Güney Osetya Savaşı'na yol açtı. Gürcistan, 2004 ve 2008 yıllarında iki defa daha güç kullanarak bölgeyi ele geçirmeye çalıştı. Son çatışmaların yaşandığı 2008 Güney Osetya Savaşı sonunda Oset ve Rus güçleri, bölge üzerinde tam kontrolü ele geçirerek bölgenin "de facto" bağımsızlığını sağladılar. 2008 Güney Osetya Savaşı sonrası geçen süreçte Rusya, Venezuela, Nikaragua, Nauru ve Tuvalu belirli aralıklarla Güney Osetya'yı bağımsız bir devlet olarak tanıdılar. Tuvalu 2011 yılında tanıdığı bağımsızlığı, Gürcistan ile 2014 yılında imzaladığı ikili anlaşmalar kapsamında geri çekerek, bölgenin Gürcistan'ın bir parçası olduğu beyan etmiştir. Gürcistan, Güney Osetya'yı bir politik kavram olarak tanımıyor, ve topraklarının çoğunu Rusya tarafından işgale uğramış, Gürcistan egemenliğindeki Şida Kartli bölgesi olarak kabul ediyor. Osetlerin bir Sarmat kabilesi olan Alanların devamı olduğu düşünülür. Alanların bir kısmı, 13. yüzyıldaki Moğol istilaları sırasında Kafkas Dağlarının güneyine geçerek bugünkü Güney Osetya'ya yerleştiler. 15. yüzyıldan, 19. yüzyıldaki Rus işgaline gelene kadar, Güney Osetya topraklarının önemli bir kısmı Gürcü Machabeli prenslerinin mülkü sayılıyordu. Rus Çarlığı'nın işgaliyle 1801 yılında Güney Osetya Rus Çarlığı'na katılmış oldu. Ekim Devrimi'ni izleyen yıllarda, Gürcü Menşevik yönetiminin, Rus Bolşeviklerle iş birliği yapmakla suçladığı Osetler, bağımsız bir bölge kurma isteğiyle pek çok isyan çıkardılar. 1920'de Gürcü ordu güçlerinin isyanları bastırmak amacıyla Tskhinvali'ye girmesi, kanlı olaylara yol açtı. Oset tarafının iddialarına göre, 5 bin kişi öldürüldü, 13 binden fazla kişi açlık ve salgın hastalık sonucu hayatını kaybetti. 1921'de, Kızıl Ordu'nun Gürcistan'ı işgaliyle Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu, ve Nisan 1921'de Güney Osetya Otonom Oblastı kurularak, bu cumhuriyete bağlandı. 1989 yılına gelindiğinde iki taraf arasında da milliyetçiliğin yükselmesiyle ilişkilerde gerilim başladı. 1918-1920 yıllarındaki olaylar dışında iki toplum birbiriyle barış içinde yaşamıştı. İki etnik grup arasında yüksek düzeyde etkileşim ve karşılıklı evlenmeler vardı. 1988 yılında Oset Halk Cephesi; "Ademon Nykhas" kuruldu. 1989'da Güney Osetya Konseyi, Gürcistan Yüksek Konseyi'nden "Özerk Bölge" olan statüsünün "Özerk Cumhuriyet" seviyesine yükseltilmesini istedi. Aynı yıl, Gürcistan Yüksek Konseyi, Gürcüce'yi, ülke çapında temel dil olarak ilan etti. 1990 yılında Gürcistan Yüksek Konseyi, bölgesel partileri yasaklayan bir yasayı kabul etti. Bu, Osetler tarafından "Ademon Nykhas"'a karşı bir hamle olarak yorumlandı ve Güney Osetya'yı Sovyetler Birliği'ne bağlı "Güney Osetya Demokratik Cumhuriyeti" olarak ilan etmelerine neden oldu. Osetler, Gürcistan parlamento seçimlerini boykot ettiler ve kendi seçimlerini düzenlediler. Zviad Gamsakhurdia yönetimindeki Gürcistan hükümeti, seçimlerin kanunsuz olduğunu ve Aralık 1990'da Güney Osetya'nın özerkliğini tamamen kaldırdığını ilan etti. 1990 yılının sonunda savaş patlak verdi. Pek çok Güney Osetya kasabası ve başkent Tskhinvali harap olurken, binden fazla kişi hayatını kaybetti. 100 bin Oset, Güney Osetya ve Gürcistan içindeki evlerini terk ederek Kuzey Osetya'ya sığındı. 20 binden fazla Gürcü de, Güney Osetya'dan kaçarak Gürcistan'a yerleşti. Rusya müdahale ederek çatışmaları durdurdu ve 24 Haziran 1992'de, ülkenin, Osetlerin hakim olduğu bölgelerinde "de facto" bir yönetim kurdukları bir ateşkes antlaşması imzalandı. Güney Osetya Cumhuriyeti hiçbir ülke tarafından tanınmadı ve bölge, "de jure" olarak Gürcistan'a bağlı kabul edildi. Zaman zaman sınır çatışmalarına varan karşılıklı gerilimin yaşandığı bu statüko yılları, Gürcistan'ın 2008'de bölgeyi tekrar ele geçirmek isteğiyle kalkıştığı 2008'deki harekata kadar sürdü. 8 Ağustos 2008 tarihinde, Gürcü kuvvetleri, bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya topraklarına operasyon düzenlediler. Gece saatlerinden başlayarak devam eden topçu ateşi, şehrin ağır hasarına ve sivil ölümlerine yol açtı. Oset kaynaklara göre 2 bin, Rus kaynaklara göre 1600 kişi hayatını yitirdi. Gürcü birlikleri başkent Şinvali'nin çevresindeki 8 yerleşim birimini kontrol altına aldılar, iki Rus uçağı düşürdüklerini ve üç Rus askerini yaraladıklarını iddia ettiler. Rus kaynaklar ise, Barış Gücü bünyesinde görev yapan 12 askerin öldüğünü, 150'sinin yaralandığını öne sürdü. Rusya, 150 kadar tank ve zırhlı aracın bulunduğu güçlü bir birlikle Güney Osetya'ya girdi ve Gürcü ordusuyla savaşmaya başladı, bunun üzerine Gürcistan'da seferberlik ilan edildi. Rus ordusu ve Oset milisler, Güney Osetya'da kontrolü ele geçirdi. 9 Ağustos'ta Gürcistan devlet başkanı Mihail Saakaşvili'nin yaptığı Güney Osetya'dan çekilme açıklaması üzerine Gürcistan ordusu çekilmeye başladığını bildirdi, ama bu çekilme Rusya tarafından yalanlanıp, Gürcistan'ın ateşkes önerisi reddedildi. Rus tankları Güney Osetya sınırını geçip, güneydeki Gürcistan kenti Gori'ye girdi. Gürcü ordusunun geri çekilmesiyle Rus güçleri ve başkent Tiflis'le arasında yalnız birkaç saatlik mesafe kaldı. Gürcistan'ın ve dünya kamuoyunun endişesine rağmen Rus ordusu Tiflis'e ilerlemedi. 13 Ağustos'ta, AB Dönem Başkanı ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin arabuluculuğuyla bir ateşkes antlaşması kaleme alındı. Bu antlaşmaya göre: Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, NATO ve BM üyesi pek çok ülke, Güney Osetya'nın bağımsızlığını tanımamaktadır. Pek çok ülke tarafından geçerli sayılmayan 1992'deki ilk bağımsızlık referandumundan sonra, "de facto" Güney Osetya Cumhuriyeti'nin ayrılıkçı hükümeti tarafından, 12 Kasım 2006'da ikinci bir referandum düzenlendi. Tskhinvali seçim otoritelerine göre halkın %95'inin katıldığı bu referandumda, seçmenlerin %99'u bağımsızlıktan yana oy kullandı. Referandum; Almanya, Avusturya, Polonya ve İsveç gibi ülkelerden gelen 34 uluslararası gözlemci tarafından 78 seçim sandığında takip edildi. Bununla beraber, sonuçlar; uluslararası kuruluşlar, BM ve Rusya tarafından, etnik Gürcü nüfusun referanduma katılmaması, Gürcistan Hükümeti tarafından tanınmadığı müddetçe yasal kabul edilemeyeceği gerekçeleriyle geçerli sayılmadı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, AB ve NATO seçimleri kınadı. Eduard Kokoity'nın Güney Osetya Cumhurbaşkanı olarak belirlendiği seçimler ve referanduma paralel olarak; Gürcistan yanlısı Güney Osetya Selamet Birliği adlı parti de, Güney Osetya'nın Gürcistan kontrolündeki bölgelerinde kendi seçim organizasyonunu düzenledi. Bölgenin Gürcü nüfusu ve bir kısım Osetler, Dimitri Sanakoyev'e destek vererek, onu alternatif Güney Osetya Cumhurbaşkanı olarak seçtiler. Gürcistan, Nisan 2007'de, daha önce ayrılıkçı harekette yer almış Osetleri görevlendirdiği Güney Osetya Geçici Yönetimi'ni oluşturdu. Dimitri Sanakoyev, merkezi Kurta olan bu yönetimin başına getirildi. 13 Haziran 2007'de Güney Osetya'nın özerk statüsünü Gürcistan bünyesinde geliştirmek amacıyla, Gürcistan Başbakanı Z
urab Noghaideli'nin başkanlığında bir konsey kuruldu. Bölgenin statüsünün, Oset toplumu içindeki tüm güçler ve toplulukların da katılımıyla, ayrıntılı bir şekilde müzakere etmek gerektiği açıklandı. 2008 Güney Osetya Savaşı'nı takiben Rusya, Güney Osetya'nın bağımsızlığını tanıdı. Bu tek taraflı tanıma, NATO ve AGİT gibi kuruluşların olduğu Batı Bloğu tarafından kınanarak, "Gürcistan'ın toprak bütünlüğüne saldırı" olarak yorumlandı. Birkaç gün sonra, Nikaragua, Güney Osetya'nın bağımsızlığını tanıyan ikinci ülke oldu. Eylül 2009'da Venezuela, Güney Osetya'yı tanıdığını ilan eden, üçüncü BM üyesiydi. Ağustos 2008'de Güney Osetya Parlamentosu Başkan Yardımcısı Tarzan Kokoity, Cumhuriyetin yakın zamanda Rusya Federasyonu'na katılacağını, böylece Kuzey ve Güney Osetya'nın, birleşmiş bir Rusya devletinde beraber yaşayabileceğini açıkladı. Bununla beraber, dönemin cumhurbaşkanı olan Eduard Kokoity, daha sonra, Rusya'ya katılarak bağımsızlıktan vazgeçmeyeceklerini belirtti: "Birçok hayatlar pahasına kazanılmış bağımsızlığımıza hayır demeyeceğiz. Güney Osetya'nın Rusya'ya bağlanma planı yoktur." Kasım 2009'da, Gürcistan'ın Ukrayna Temsilciliğinin yeni binası için düzenlenen açılış töreni sırasında; Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili, Güney Osetya ve Abhazya sakinlerinin de bu tesisleri kullanabileceklerini açıkladı: "Sizi temin ederim dostlarım, burası sizin de evinizdir; ve burada her zaman yardım ve anlayış bulabileceksiniz." Savaşlardan önce, nüfusun kabaca üçte iksi Oset, %25-30'u ise, Gürcü'ydü. Ülkenin doğu çeyreğini oluşturan Leningor bölgesi Gürcü ağırlıklıyken, batı ve merkez bölgeler Oset ağırlıklıydı. Dağlık bölge olan kuzeyde, yerleşim yoğunluğu düşüktür. Nüfusa dair bugünkü bilgiler kesin olmamakla birlikte, 2007 yılında Güney Osetya'da, 47.000 Oset, 17.500 Gürcü olduğu tahmin ediliyor. Yusuf Çetin (din adamı) Yusuf Çetin, (d. 1954 Midyat, Mardin) Süryani Ortodoks Kilisesi, İstanbul Metropoliti. Bu kilise hiyerarşisi içinde unvanı Mor Filiksinos 'tur. İlköğretimini Kerboran'da bitirdikten sonra Kilise öğretisine ilgi duymaya başlayarak Süryanice ve teoloji ilk öğretimini Kerboran Ruhanisi, şimdi Göteborg'da bulunan Horiepiskopos Fetrus At’dan aldı. Süryanice ve teoloji öğreniminin ardından Mor İyvennis Afrem Bilgiç yönetimindeki müdürlüğünü daha sonra Orta Avrupa Metropoliti olan (Mor Yuliyos) Yeşu Çiçek’in yürüttüğü Mor Gabriyel (Deyrulumur) manastırına gitti. Manastırda çok sıkı bir çalışma temposuna girdi ve kısa sürede etrafındakilerin dikkatini çekti. Manastırda Süryanice, Arapça, teoloji ve tarih eğitimi aldı. Bu arada aynı konularda ders vererek eğitim kadrosuna katıldı. Bununla birlikte çalışmalarını ağırlıklı olarak teoloji üzerine yoğunlaştırarak deneyimini artırdı ve Mor Afrem Bilgiç tarafından 1971’de Rahip "Şarvoyo" rütbesine yükseltildi. Bu unvanla, eğitim ve öğretim dallarında hizmet vermeye devam eden Mor Filüksinos, 1977 yılında da Yine Mor İyvennis Afrem Bilgiç tarafından "kahinlik" sıfatı ile takdis edildi. Yükselen çalışma grafiği sonucunda, 1983 yılında Süryani Ortodoks Genel Patriği Moran Mor İğnatıyos I. Zekka Ayvaz tarafından Şam’a çağrılır. Bu kentteki Mor Efrem Teoloji Fakültesi’ne giden Mor Filiksinos, üç yıl süren teoloji eğitiminin ardından okulunu başarıyla bitirdi ve tüm bu dallardan birer diploma aldı. Hemen ardından eğitim gördüğü teoloji okulunun idareciliğine atanır. İstanbul Süryani Cemaati’nin isteği ve dönemin yönetim kurulunun oybirliği ile Patrik Moran Mor İğnatiyos I. Zakka Ayvaza baş vurularak Kendisini İstanbul metropoliti olarak tekdis etmesi istendi. Bunun üzerine 28 Eylül 1986 tarihinde Patrik Moran Mor Iğnatiyos I. Zekka Ayvaz tarafından Şam Süryani Ortodoks Patriklik merkezimizde Mor Filüksinos Ruhani ismini alarak İstanbul ve Ankara metropoliti ismi ile metropolit takdis edildi. Süryanice, Kürtçe, Türkçe, Arapça, Doğu ve Batı Halk Süryanicesi ile İngilizce bilen Mor Filüksinos, bununla birlikte tüm bu dillerde yazılı ve sözlü simültane çeviri yapabilmektedir. Bununla birlikte katıldığı çok sayıdaki dini şura, konferans ve toplantıda yayınladığı tebliğ ve konuşmalarının yanı sıra başta İstanbul metropolitliği yayınorganı Reyono dergisinde yayınlanmaya başlayan çok sayıda ruhani vaazı ve teolojik makalesi de bulunmaktadır. Mor Filuksinos’un Diyarbakır ve İstanbul horiepiskoposu Aziz Günel‘in yaşamı gibi çok sayıda halen yayınlamamış makalesi de bulunmaktadır. Mor Filiksinos’un Şam’da bulunduğu süre içinde Kilise atalarına, öğrenim gördüğü ilahiyat okuluna ve Patrik'e ithaf ettiği Süryanice şiirleri zaman zaman Patriklik mecmuasında yayınlanmıştır. Ayrıca Süryanice’den Türkçe’ye çevirdiği "Azizlerin Yaşam Öyküleri" isimli çalışmaları mevcuttur. IGBT IGBT(Açılımı:Insulated Gate, Bipolar, Transistor,),elektronik devre elemanını sürerken mosfet gibi, (voltaj kontrollü) iş yaparken bipolar transistör (yüksek akım) gibi davranır. Bir devre yardımıyla açıp kapatabileceğiniz bir diyot gibi, gate ucu ile kontrol edebileceğiniz triak gibi ya da yine gate ile kontrol edebileceğiniz bir mosfet transistor gibi kullanabilirsiniz. Abdullah Sabri Aytaç Abdullah Sabri Efendi (Soyadı Kanunu'ndan sonra Abdullah Sabri Aytaç) Kurtuluş Savaşı'nda Zonguldak yöresinde önemli hizmetler vermiş, TBMM 1. Dönem'de milletvekilliği yapmış bir siyaset adamıdır. 1870'te Zonguldak-Devrek İlçesi'nde doğdu. Halveti Dergahı Postnişini Hacı Mehmet Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Devrek İbtidai Mektebi ve Rüştiyesi'nde tamamladı. Sonra medrese eğitimi görerek 1896'da müderris icazetnamesi aldı. Babasının ölümü üzerine Dergah'ta onun görevini üstlendi. 1911 yılında da Devrek Müftülüğüne atandı. Milli Mücadele'nin başlamasıyla, milli harekatın yanında yer aldı. Devrek Kaymakamı Şükrü Bey'in başlangıçtaki menfi tutumuna rağmen Milli Mücadele'nin hedef ve amaçları konusunda halkı aydınlattı. Camilerdeki konuşmalarının yanı sıra, Devrek Millet Bahçesi'nde de mitingler düzenledi. Devrek Ulu Camii önündeki Hükümet Konağı'nın yanıbaşındaki kavak ağacının başında kılıç kuşanmış ve elinde sancak-ı şerif tutar halde bir masaya çıkar, konuşmaları ile halkı Milli Mücadele'ye, Mustafa Kemal'in yanında yer almaya çağırırdı. Abdullah Sabri Efendi, Devrek Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kuruluş ve faaliyetlerinde de görev alarak, Ankara Fetvası'nı da Devrek Müftüsü olarak tasdik etti. Halkın baskısıyla kaymakam da İstanbul ile ilişkisini kesti. TBMM'nin 1. Dönemi için yapılan seçimlerde Bolu milletvekili seçilerek Ankara'ya geldi ve 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Mecliste Şeriye ve Evkaf ve İrşad komisyonlarında çalıştı. 2. Düzce İsyanı (19 Temmuz - 23 Eylül 1920) öncesinde Devrek'te bulunan Abdullah Sabri Efendi TBMM tarafından bir süre daha yörede kalmaya memur edilerek, "Halkı ulusal direnişe teşvik ve Milli Mücadele'nin ilkeleri konusunda aydınlatmak üzere" görevlendirildi. Daha sonra Meclis'e dönerek üyeliğini sürdürdü. Milletvekilliği sona erince Devrek'e döndü ve herhangi bir işle meşgul olmadı. Soyadı kanunuyla "Aytaç" soyadını alan Abdullah Sabri, 8 Ocak 1950'de vefat etti. Devrek Tekke Camii avlusunda toprağa verildi. Evli olup dokuz çocuk babasıydı. Süleyman Bilgen (Aydınlı) Hacı Süleyman Efendi (d. 1855, Nazilli, Aydın – ö. 5 Ekim 1923), (ailesi, Soyadı Kanunu'ndan sonra Bilgen soyadını almıştır.), II. Meşrutiyet'in ilanından sonra açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında ve TBMM 1. Dönem'de mebusluk yapmış, kanun önerileri ve konuşmalarıyla akıllarda kalmış bir din ve siyaset adamıdır. Nazilli Medresesinde Müderrislik, Müdafaa-i hukuk Cemiyeti Kuruculuğu, Sivas Kongresi Temsilciliği, Osmanlı Meclis-i Mebusan I. Dönem Aydın Mebusluğu (21 Mart 1909 tarihinde istifa etmiştir), TBMM I. Dönem İzmir Milletvekilliği yapmıştır. Evli ve beş çocuk babasıdır. Ankara Fetvası'na "Müderrisînden Hacı Süleyman" ismiyle imza koyan Hacı Süleyman Efendi, 1855'te Nazilli'de doğdu. Babası, Müftü Hocazade Halil Efendi'dir. Hacı Süleyman Efendi, ilk ve orta öğrenimini Nazilli'de gördü. Daha sonra yüksek öğrenimi için İstanbul'a gitti. 1880 yılında üstün başarı ile, Nuruosmaniye Medresesi'nden mezun oldu. Bildiği Arapça ve Farsça'nın yanı sıra, Batıdaki fikir gelişmelerini izleme olanağı bulmak için kendi çabalarıyla Rumca ve Fransızca'yı da en ciddi eserleri tercüme edebilecek seviyede öğrendi. Bir süre Nazilli'ye dönerek burada dedesinin getirttiği su işleriyle uğraştı. Bu arada bilimsel çalışmalarıyla da meşgul oldu. II. Meşrutiyet'in ilanı (23 Temmuz 1908) üzerine, İstanbul'a döndü ve Bursalı Mehmet Tahir Bey'in önerisi ile, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Aydın mebusu olarak girdi. Mecliste ülkenin "Hasta Adam" olma utancından kurtulmasının gerekliliğini anlatan konuşmalar yaptı, ekonomik ve sosyal içerikli önergeler verdi. Yabancı devletlerin sömürü alanı olmaktan kurtulma, kişi başına düşen milli geliri artırma, sosyal kalkınma gibi o güne kadar pek duyulmamış söylemler kullandı. Ancak önerilerinin hiçbiri kabul görmedi. Üzülen ve gocunan Hacı Süleyman Efendi de istifa etti. İstifasını kabul etmediler, izinli sayarak Sadrazam adına vapura kadar uğurladılar. Fakat Hacı Süleyman Efendi, Aydın'dan istifasını gönderip tekrar kitaplarına döndü. 15 gün sonra da 31 Mart Olayı patlak verdi. II. Meşrutiyet dönemini üzgün ve kırgın bir ruh hali içinde Nazilli'de geçirdi. Kütüphanesini genişletti, ilginç bir nokta Türkler aleyhindeki Rumca propagandist yayınları toplayarak, en ince ayrıntılarına kadar incelemiş olmasıdır. Yakın arkadaşı Süleyman Ferit Eczacıbaşı, şahsen gördüğü notlarının yayınlanmaları halinde, çok değerli bir kaynak oluşturacaklarını belirtmiştir. 15 Mayıs 1919'da Yunan ordusunun İzmir'i işgali üzerine halkı Milli Mücadele lehinde bilinçlendirmek üzere faaliyete geçti. O zaman 31 yaşında olan öz oğlu Ragıp Bey'i rehine olarak vererek, kanun kaçağı konumundaki Demirci Mehmet Efe'nin şüpheciliğini yatıştıran ve kendisini düze indirerek, eşkiyalıktan vatanperverliğe yönelten ve Milli Mücadele içinde yer almasını sağlayan kişidir. N
azilli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni kurdu. Nazilli Heyet-i Milliyesi'ni topladı. Haziran 1919'da Nazilli'ye gelmiş olan Rauf Orbay'ın hayranlığın kazandı, onun önerisiyle, yaşlı ve hasta olmasına rağmen Sivas Kongresi'ne katıldı ve burada Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. TBMM 1. Dönem'de İzmir Milletvekili seçilerek siyasi hayata ikinci defa girdi. Mecliste Şeriye, Maarif ve Defteri Hakani Encümenleri'nde çalışti. Ancak, teklif edilmesine rağmen, bakanlık görevini kabul etmedi. Osmanlı Meclisi Mebusan'ındaki çalışmalarını TBMM'de de sürdürdü. Bazı önerileri, aradan 77 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün dahi güncelliğini kaybetmemiştir. Hacı Süleyman Efendi, TBMM 1. Dönem, yeni seçimlere gidilmek üzere fesih kararı alınca yine Nazilli'ye döndü. İkinci dönem için adaylığını koymamasına üzülen Mustafa Kemal Paşa, 20 Mayıs 1923 tarihli telgrafıyla Hacı Süleyman Efendi'ye "mefkure arkadaşımız" diye hitap ederek, dolaylı ifadeyle onu aday olmaya davet etmiştir. ""Nazilli'de İzmir Meb'us-u Muhteremi Hacı Süleyman Efendiye Namzetlikten sarf-ı nazar buyurmaklığınızı kaydettik. Siz, bizim her zaman ve vaziyette samimi bir mefkure arkadaşımızsınız. Afiyetinizi temenni ederim efendim. Gazi Mustafa Kemal" " Cumhuriyetin ilanının gerekliliğini açıkça savunanlardan olan Hacı Süleyman Efendi, tam bu sırada, 5 Ekim 1923 günü bir kaza sonucu vefat etmiştir. Ayten Gökçer Ayten Gökçer (d. 26 Ocak 1940, İstanbul), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu. 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuarı'nın bale bölümüne girdi. 1958 yılında Devlet Tiyatroları sanatçı kadrosuna girdi. Sinema'ya 1965'de "Taçsız Kral" adlı filmle başladı. Ancak daha sonra sinemadan daha çok tiyatroya önem verdi. "Yedi Kocalı Hürmüz" adlı müzikalde "Hürmüz" rolü ile baş rolde oynadı. 1988'de Devlet Sanatçısı olan Ayten Gökçer, pek çok ödül kazandı. 1999 yılında "Yılan Hikayesi" adlı dizi ile televizyon dizilerinde oynamaya başladı. Ayten Gökçer, sanatçı Cüneyt Gökçer ile evliydi. Zülfiye Zülfü, Yılın Kadını, Ustalar Sınıfı. Sanatçı ayrıca 1999 sezonunda Balerin adlı oyunu sahneye koydu. Mor Bulut Gezegeni Mor Bulut Gezegeni, Hakan Tacal'ın yazdığı Pırılkız ve İman Limited çizgiromanlarının geçtiği kurgusal gezegen. Ölümcül mor bir bulutla kaplı olan gezegende bu bulutun üstünde ve altında farklı yaşam biçimleri bulunmaktadır. Bulutun üzerinde gezegen yüzeyinden yükselip bulutun üzerine çıkan devasa kolonlar üzerine kurulmuş bulunan refah içindeki bir şehir Işıkşehri bulunmaktadır. ışıkşehri bir tür tekno-demokrasi ile yönetilmektedir. Genel nüfusun çalışmak zorunda olmadığı şehirde tüm işler makineler ve robotlar tarafından yapılmaktadır. Şehir sakinleri, genel bir vurdumduymazlık içinde kendi varoluşlarına ve keyiflerine odaklanmış, sanal gerçeklik, eğlence ile zamanlarını geçirmeye çalışmaktadır. Işıkşehrinin biyoloji, mekanik ve yazılım anlamında gelişmiş teknolojisi olmasına rağmen; astronomi, tarih, silah üretimi gibi alanlarda hiçbir gelişimi yoktur. Bulutun altında ise kolonların arasındaki gün ışığının hiç ulaşmadığı, vahşi ve acımasız bir yaşam sürmektedir. Bu kaos ortamında çok az canlı hayatta kalmıştır. "Mutantlar", "yamyamlar" ve eski bir savaştan kalma" cyborglar". Ve bu ortamda her türlü ilaç ve ekipman ile hizmet sunan İman Limited dükkânı. Ayrıca yüzeyin altında bulunan sığınakların bazılarında da insanların bulunduğu varsayılmaktadır. Şu ana kadar gezegenin nasıl bu hale geldiğiyle ilgili bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Mor bulutun sonradan oluştuğu anlaşılmaktadır.Bilindiği kadarıyla gezegendeki uygarlık hikâyesi öncelikle yüzeyde başlamış, dev yerleşimler kurulmuştur. bu yerleşimlerin kalıntıları halen yüzeyde görülebilir. Ancak Mor bulutun oluşmaya başladığı süreçte insanların üç farklı yönde çözümler peşinde olduğu anlaşılmaktadır. Durumun geçici olduğuna inananlar sığınaklara girerken, zengin kısım dev kolonlarile bulut üzerinde kendilerine şehirler kurmuş, genel kısım ise uzay gemileri ile yeni bir gezegen arayışına girişmişti. Sonuç olarak birbirlerinden ayrı geçen uzun zaman diliminde gerek bilgi kopukluğu, gerekse ilgisizlik ile farklı yaşam ortamları arasındaki tarihi birlik, ortak bilinç, hatta bir arada varolma farkındaliği yok olmuştur. Mor Ölüm Gezegeni Hakan Tacal , Yıldıray Çınar ve Mahmud A. Asrar tarafından yaratılmıştır. Cemil Turan Cemil Turan (d. 1947, İstanbul), Türk eski futbolcudur. Türk futbolunun en golcü oyuncularından birisi olan Cemil Turan futbol tekniği, ani deparları ve sıyrılışları, demarke kalmasındaki başarısı ve topu kullanışı ile bilindi. Sarıyer Kulübü'nde parladı. İstanbulspor'a geçti (1968). Fenerbahçe'ye transfer oldu (1972) ve futbolu bu kulüpte bıraktı (1980). 1974 yılında Nesrin Sipahi, Fecri Ebcioğlu, Osman, Şükrü, Ziya, Emin Cankurtaran, Didi ve Yılmaz ile birlikte kulübün bilinen ilk marşı olan sözleri Fecri Ebcioğlu'na ait Yaşa Fenerbahçe'nin kayıdında yer aldı. Üç defa gol kralı oldu: (1973-74,14 gol), (1975-76, 17 gol), (1977-78, 17 gol). Fenerbahçe formasıyla 194 gol attı ve yılın sporcusu seçildi (1977). Ayrica Cemil Turan, Süper Lig'de 293 maçta 120 gol kaydetti. 44'ü A takımda olmak üzere 52 maçta millî formayı giydi, altın şeref madalyasını kazandı. Millî Takım'da iken 19 gol attı ve 13 kez kaptanlık yaptı. 1999-2000 sezonundan itibaren Fenerbahçe'de görev yapmaktadır. Cemil Turan, şike davası kapsamında 3 Temmuz 2011'de "Şike yapmak" iddiasıyla gözaltına alındı. Daha sonra savcılık tarafından ifadesi alınan Turan, tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Yaklaşık 7 ay Metris Cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra şike davasında yapılan duruşmalar sonrasında tahliye edildi. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, 2 Temmuz 2012 tarihinde Cemil Turan'ın "Şike yapmak" suçunu işlediğine hükmetti. Yaklaşık 1 yıl hapis cezası ile cezalandırılan Turan, kararı temyiz etti. Mahkeme ayrıca Cemil Turan hakkında "Spor kulüplerinde ve federasyonlarda görev yapmaktan yasaklama" ve "Stadyumlara giriş yasağı" kararları verdi. Bu kararlar Yargıtay tarafından onandığı takdirde Cemil Turan bir daha spor kulüplerinde görev yapamayacaktır. Ancak şu anda hakkında kesinleşmiş bir hüküm olmadığından ve de Cemil Turan TFF tarafından yapılan sportif yargılamada aklandığından dolayı şu anda hala spor kulüplerinde görev yapmaya devam etmektedir. Fenerbahçe'de 3 lig, 2 Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşayan Cemil Turan 3 defa da Süper Lig Gol Kralı olmuştur. Temel taşı Temel taşı bir mimari terimidir. Günlük konuşmalarda mecazi bir şekilde de kullanılmaktadır. Temel taşı mimaride; "yığma bir yapıda temele konulan büyük taşlardan her birine verilen isimdir." Bugün en yaygın kullanımı mecazi şekildedir. Temel taşı, mecazi olarak; "bir şeye temel olan öge veya kişi, dayanak, esas" anlamında kullanılır. Kondropati Kondropati, tıpta, kıkırdak hastalıklarına verilen genel isimdir. Kaba bir tanım vermek gerekirse, kondropati "kıkırdak hastalığı" anlamındadır. Genellikle 5 dereceye (grade) ayrılır, 0-2 arası normal olarak tanımlarken, 3-4 arasında hastalıklı olarak tanımlanır. Kondrit Kondrit, kıkırdak (dokusunun) iltihaplanmasıdır (enflamasyon). Farklı biçimlerde olabilir, bu biçimlere osteokondrit ve kostokondrit dahildir. Antiasitler Antiasitler, yüksek asit salgısı ile kendini gösteren mide rahatsızlıklarının (mide yanması, ekşime, şişkinlik, hazımsızlık), dispepsi, gastrit, mide ve duodenum ülserleri, reflü gibi hastalıklarda, bulguya yönelik sağaltımda kullanılan ilaçlardır. Alkali (bazik) maddeler içerirler. Bazı antiasit ilaçlarda kullanılan aktif maddeler: Sitopati Sitopati bir hücrenin veya bir hücrenin içerdiği yapıların hastalığı veya bozukluğudur. Sitopati Yunanca "kytos" (boş hücre, oyuk) ve "pathos" (acı, eziyet) kelimelerinden türemiştir. Clitunno Clitunno, Roma mitolojisinde bir okeanid. Clitunno Nehri'nin tanrısıydı. Jolly Roger Jolly Roger, 18. yüzyılın başında saldırmaya hazırlanan korsan gemisinin sallandırdığı bayrağı tanımlamak için kullanılan geleneksel bir İngiliz adıdır. Günümüzde Jolly Roger olarak tanımlanan en yaygın bayrak; siyah bayrak üzerinde kafatası ve çapraz kemik iminden oluşur ki bu da 1710'larda Black Sam Bellamy, Edward England ve John Taylor gibi bir dizi korsan kaptanı tarafından kullanıldı ve 1720'lerde en çok kullanılan korsan bayrağına dönüştü. The 4400 The 4400, ABD yapımı bilim kurgu içerikli bir televizyon dizisi. Beş bölümlük bir mini dizi olarak, haftalık bir şekilde 11 Temmuz'dan 8 Ağustos'a kadar, 2004 yılı içerisinde yayımlanmıştır. 12 bölümlük ikinci bir sezon 5 Haziran 2005'te başlamış 28 Ağustos 2005'te ise bitmiştir. Üçüncü sezon bölümleri 4 Haziran 2006'da başlamıştır. Toplam 14 bölüm olarak düşünülen üçüncü sezonun finali 27 Ağustos 2006 tarihinde yayınlanmıştır. Dizi Scott Peters ve René Echevarria tarafından yaratılmış ve yazılmıştır. Başrollerde Joel Gretsch ve Jacqueline McKenzie vardır. Dizinin tema şarkısı Robert Phillips ve Tim Paruskewitz tarafından yazılmış ve Amanda Abizaid tarafından seslendirilmiş olan "A Place in Time" dır. Dizi Vancouver, Britanya Kolumbiyası, Kanada'da çekilmiştir. 4. sezonun finalinde 4400'lüler Seattle şehrinin adını "Vaat edilmiş şehir" olarak değiştirirler. Ancak birçok dizi gibi çıkan grevden nasibini alan dizinin final bölümü çekilmemiştir bu yüzden dizi, yarıda kalmıştır. 1938 yılından başlayarak dünyanın farklı bölgelerinden tam 4400 kişi kaybolmuştur. Pilot bölümde bu 4400 kişi beklenmedik bir şekilde geri döner. Kayıp oldukları süreye dair bir şey hatırlamadıkları gibi, bu süre zarfında hiç yaşlanmamışlardır da. Ayrıca hepsinin farklı farklı doğaüstü güçleri vardır. Bu 4400 kişinin emniyeti için NTAC (National Threat Assessment Center/Ulusal Tehdit Değerlendirme Merkezi) adlı kuruluş görevlendirilir. Bu kuruluşun çalışanlarından Tom Baldwin ve Diana Skouris gibileri, 4400'lerden bazılarıyla yakınlaşırlar. Zamanla 4400'ler arasında kendilerine Nova Grubu adını veren ayrılıkçı bir grup oluşur. Bu grup 4400'lerin diğer i
nsanlardan üstün olduğunu düşünmekte ve bu düşünce doğrultusunda terörist sayılabilecek eylemlerde bulunmaktadırlar. "The 4400" dizisinin 8 Mayıs 2007 tarihinde Milan Records tarafından sunulmuş soundtrackleri. Uzay mekiği Uzay mekikleri ilk defa 1981'de NASA tarafından kullanılmaya başlanan uzay araçlarıdır. Amacı uzaya gönderilen aracın tekrar tekrar kullanılarak maliyetini azaltmaktı. Zira ABD Uzay Mekiği 120'den fazla uçuş yapmıştır. Fakat daha sonra yapılan araştırmalar tekrar kullanılabilir uzay mekiklerinin eski tip roketlere göre daha maliyetli olduğunu gösterdi. Bunun sebebi uzay mekiklerinin kullanıldıktan sonra uzun ve pahalı bakımlara ihtiyaç duymasıydı. Bunlar yandaki resimde uzay mekiğinin iki yanında bulunan roketlerdir. Kalkışta kullanılırlar; çünkü kalkış sırasında ilk hareketin verilmesi için büyük bir itme gerekir ve bu da katı yakıtlı roketlerle yapılabilir. Roketler bırakıldıktan sonra baş kısımlarında bulunan paraşüt açılır ve yavaşça okyanusa düşerler. Okyanustan alınıp tekrar kullanılırlar. Üretildikleri yerden kara yoluyla Kennedy Hava Üssü'ne taşındıkları için parça şeklinde taşınırlar. İlk başta yedi olan parça sayısı fabrikada kaynak yapılmasıyla dörde düşer. Daha sonra üsse taşınan bu dört parça Lockheed firması tarafından birbirine monte edilir, kaynak gibi bir eritme işlemi yapılmaz. Bu da resimde kırmızı olarak görünen objedir. İçerisinde mekiğin belli bir hız ve yüksekliğe ulaşıncaya kadar kullandığı hidrojen bulunur. Mekik, atmosferden çıkıncaya ve yörüngeye oturma hızına gelinceye kadar kendi içindeki yakıtı kullanmaz. Hidrojen tankı roketler gibi tekrar kullanılmaz. Düştüğü yerde parçalanır. Uzay mekiğinin kullanılma amacı sadece uydu taşımak değildir. Aynı zamanda içerisinde bulunan laboratuvarlarda yerçekimsiz ortamda deneyler yapılır. Ayrıca mekiklerin sıradan roketlere üstünlüğü uzaktan kumandalı kol ile kargosunda bulunan bir yükü istediği yüksekliğe bırakabilmesidir. Ana Motorlar ana motorun görevleri Uzay mekiklerinin 3 adet ana motoru vardır. Bunlar dış yakıt tankından gelen hidrojeni oksijen ile yakmaktadır ve uzay mekiğinin atmosferden çıkmasına yardımcı olmaktadır. Bugüne kadar tasarlanan en verimli motorlardır. Bir ana motorun ömrü 7 saattir ve her bir görevde yaklaşık 8 dakika kullanılırlar. Mekiği yörüngeye oturtmak için geri gitmesi gerektiğinde kullanılırlar. Yıldızların yeri ve aralarındaki açı değişimine göre mekiğin uzaydaki yerini kesin bir şekilde belirler. Bir nevi pusuladır. Mekiğin kargosunda bulunan uyduyu gereken yörüngeye taşıyan mekanik koldur. Mekiğin Dünya'ya dönüşü sırasında yukarı aşağı hareketini sağlayan kanat parçalarıdır. Mekiğin Dünya'ya dönüşü sırasında sağ sol hareketini sağlayan parçadır. Mekiğin Dünya'ya dönüşü sırasında gerektiğinde yavaşlamasını sağlayan (aerodinamik fren) parçadır. Mekik uzaydaki görevini bitirdikten sonra normal bir uçak gibi yere iner. İndiği yerden büyük Boeing jetleriyle alınır ve tekrar fırlatma üssüne getirilir. Burada da büyük paletlerle fırlatma rampasına taşınır. ABD Uzay Mekikleri tasarımlarının hatalı olduğu ve güvenli olmadıkları gerekçesiyle eleştirilmiştir. Mekiklerde bir kaza durumunda personeli kurtaracak bir tahliye sistemi yoktur (bu sistem Soyuz, Apollo ve diğer insanlı uzayaraçlarında vardır). Hizmete alınan beş Uzay Mekiği'nden ikisi kazalar sonucunda yok olmuş ve personelleri hayatlarını kaybetmiştir. Bunun sonucunda Uzay Mekikleri, uzay tarihinin en riskli projesi halini almıştır. Bu nedenle yeni mekikler üretilmemekte olup, var olanlar 2012 yılından itibaren kullanımdan kaldırılmıştır. Uzay gemisi kendini doğru yönlendirebilmek ve dış torklara ve kuvvetlere gerektiği gibi yanıt verebilmek için yükseklik denetimi sistemine ihtiyaç duyar. Yükseklik denetimi alt sistemi, alıcılar ve harekete geçiriciler (aktüatör) ile birlikte denetim algoritmalarından oluşur. Last.fm Last.fm, 2002 yılında Londra'da kurulan bir internet radyosu ve kardeş proje Audioscrobbler ile Ağustos 2005'te birleşmiş bir müzik önerme sistemidir. 30 Mayıs 2007'de 280 milyon dolar karşılığında CBS Interactive tarafından satın alınmış, böylece Avrupa'nın en büyük Web 2.0 satın alması olarak kayıtlara geçmiştir. Last.fm çevrimiçi bir sisteme sahip, insanları müzikle, sanatçıları dinleyicilerle buluşturan bir müzik devrimidir. Bu sistem, en çok dinledikleri şarkılar ve şarkıcılardan yola çıkarak her kullanıcının müzik zevkine uygun detaylı bir profil oluşturur ve bu şarkıları geliştirilebilir bir kullanıcı profili sayfasında yayımlar. Her katılımcının kendi kullanıcı sayfasında, kullandığı müzik dinleme programınca uygun bir Audioscrobbler eklentisi ile sisteme gönderilen şarkı bilgileri bulunur. Bu müziktabanı; müzik severler sayesinde aylık olarak 500 milyon parçayı barındırmaktadır. Buna ek olarak Last.fm, kullanıcılarının müzik zevkleri doğrultusunda şarkı,sanatçı ve etkinlikler hakkında en iyi şekilde öneriler sağlayan bir sisteme sahiptir. Last.fm bir kullanıcıya öneri sunmak için bu kullanıcının yakınlık gösterdiği diğer kullanıcıların bilgilerini de kullanır. Bu sebeple uygulamanın önerme yöntemi işbirlikçi filtreleme olarak sınıflandırılabilir. Last.fm, EMI, Warner Music Group, Independent aggregators The Orchard ve IODA ile ortaklık içerisinde bulunmaktadır. Bunun yanında 100,000'nin üzerinde bağımsız müzisyen ve 20,000 etiket de siteyi doğrudan müzikle beslemektedir. Bu sayede Last.fm topluluğu da 3 milyonun üzerinde müzik parçasına ulaşabilme imkânı bulabilmektedir. TrekStor şirketinin "TrekStor Vibez" çaları, iPod, iPod Touch, iPhone, Zune Zuse ile, Rhythmbox, Windows Phone cihazları, Nokia N900, PlayStation Portable, Rockbox gibi cihazlarda desteklenir. Last.fm'e Türkiye'den erişim, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26 Haziran 2009 tarihli kararı gereği engellenmiştir. Türkiye'deki IFPI temsilcisi olan MU-Yap tarafından Engellenmesinin nedeni olarak CBS şirketi tarafından yurt dışında teliflerin normal olarak ödenmesine rağmen, konu Türk sanatçılar olduğunda CBS'in bu telifi ödemeye yanaşmaması olarak gösterildi. XMMS X Multimedia System (XMMS) pek çok UNIX uyumlu işletim sisteminde çalışan, Winamp'a oldukça benzeyen ve Winamp'ın Classic versiyonun deri kabuklarının da uygulanabildiği, özgür bir müzik çalma programıdır. XMMS; Kasım 1997'de Peter Alm ve Mikael Alm tarafından X11Amp olarak, Linux'de iyi mp3 oynatıcılarının olmaması üzerine geliştirilir. Yapımında Winamp'a benzeme kaidesi vardır, ve GNU altında kaynağı açık olarak sunulur. 10 Haziran 1999 tarihinde; 4Front Technologies'in X11Amp'a sponsor olmasıyla proje ismini XMMS'e değiştirir. Kurucularının ve geliştircilerinin iş hayatına atılıp, profesyonel şirketlerde çalışmaya başlaması ile beraber proje öksüz kalmış, yaklaşık 3 yıldır da herhangi bir bugfix (sorun çözümü) yapılmamıştır. En son versiyonu da 23 Şubat 2004 tarihinde çıkmıştır. Aynı kaynak kod kullanılarak; Beep Media Player, BMPx ve Audacious gibi programlar kurulmuş; XMMS2 gibi yeni versiyonları da başlamıştır. Sorbonne Koleji Sorbonne Koleji (Fr: "Collège de Sorbonne") Paris Üniversitesi'nin teoloji koleji olarak, 1257 yılında, Robert de Sorbon tarafından kurulmuştur. 1968 yılında Fransa'daki gençlik hareketinin merkezi olarak hatırlanır. 2006 yılında da Fransa'daki olaylarda ilk Sorbonne Koleji işgâl edilmiştir. Günümüzde fransızca dil okulu da bulunan Sorbonne; Fransızca eğitimini yıl boyu dünyanın farklı ülkelerinden gelen öğrencilere sunmaktadır. Paris Üniversitesi Paris Üniversitesi (Fransızca: "Université de Paris") 12. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır, fakat 1970 yılında özerk üniversite olarak yeniden yapılandırılmıştır. Paris Üniversitesi’nde, Kilise hukuku, Tıp ve sanatlar fakültesi bulunuyordu. Beş yıl öğrenim gördükten sonra öğrenciler sözlü sınava tabi tutuluyorlardı. Sınavın sonunda “Determinatio” denilen bir konuyu muhtelif açılardan ele alarak savunma zarureti bulunan sınavı başarıyla bitirenlerin “Bacalori” unvanı veriliyordu. Öğrenim pahalıydı. Öğrenciler kiraladıkları evlerde veya hayır kurumları tarafından tesis edilen yurtlarda kalıyorlardı. Paris Üniversitesi kendisini Tanrı tarafından yeryüzüne indirilmiş ilahi bilginin merkezi sayıyordu. Paris Üniversitesi’nin kurulmasında Papa, kraldan daha fazla gayret sarf etmiştir. Buraya Avrupa’nın her tarafından öğrenci gelmekteydi. Paris Üniversitesi’nin çekirdeğini Chartles okullarında yetişmiş olan elemanlar teşkil ediyordu. Onlar Arapçadan, Latinceye yapılan tercümeler sonucunda Aristoteles’i yakında tanıma imkanı bulmuştur. Bu sebeple üniversitenin kuruluşundan kısa bir süre sonra Aristoteles’in yanı sıra Kindi, Farabi, İbni Sina İbni Rüşt gibi İslâm düşünürlerinin fikirleri yayılmaya başladı. Böylece kilise tarafından kabul edilen klasik eğitim sisteminin ana unsuru olan yedi Hür Sanat’ın yanı sıra fizik, metafizik ve ahlak gibi disiplinlerde öğretim programına girdi. Orta Çağ üniversitelerinin en meşhur ve en eski üniversitesi Paris Üniversitesi’dir. Burada Aristoteles’ten ve onun Müslüman şarihlerinden tercümeler görülmekteydi. 13. yüzyıl başlarında Paris’te İslam felsefecilerinin münakaşa ettikleri meselelere çok benzeyen konularda, çeşitli ihtilaflar görünmekle birlikte bunlar gerçekte İslam felsefesinden değil başka kaynaklardan geliyordu. İslam ilim ve felsefesinin batıya geçişinde kaynak eserlerin yasak edilmiş olması dolayısıyla tercüme ve nakiller konusunda Paris okulunun pek fazla bir katkısının olduğu söylenemez. Paris Orta Çağ Latin kültüründe önemli meselelerin ele alındığı bir kültür merkezi haline gelecektir. Paris Üniversitesi’ni Batı Hıristiyan aleminin efsanevi dinsel merkezi olarak diğerlerinden ayrı tutmak gerekir. Paris Üniversitesi gerek ilk üniversitelerden biri olması gerekse yapısal olarak üniversitelerin özerkleşme girişimlerini bünyesinde barındırması açısından dikkati çekmektedir. Bu üniversitede öğrenci ve öğretim üyelerinin birlikte örgütlendikleri bir yapı söz konusuydu. Bağımsız bilim ve düşünce anlayışının en canlı temsilci
leri İbni Rüştçüler Paris Üniversitesi’nin özellikle sanatlar fakültesinin kürsülerini ellerine geçirmişlerdi. Serbest düşünceye karşı kilisenin kontrolünde ve emrinde bilim ve düşünceye taraftar olanlar ise aydın kitlelerin gözünde arka planda kalmışlardı. Paris Üniversitesi’nin gerçek kurucusu Papa 3. Innocentius’tu ve bu kurumu yönlendirerek ve yöneterek daha sonraki gelişmesini sağlayan Innocent’in halefleri ve hepsinden önce Papa IX Gregorios olmuştur. Paris Üniversitesi papaların müdahalesi olmadan kurulmuştu. Fakat papalığın net bir şekilde belirlenmiş dinsel amaçlarını ve aktif müdahalelerini göz önünde bulundurmazsak Orta Çağ üniversiteleri arasında ona bu özel konumu sağlayan şeyi anlamamız imkânsız olur. Bu üniversite sürekli olarak iki zıt eğilim arasında kalmıştı; ki bu eğilimlerden biri bu üniversiteyi çıkar gütmeden tamamen bilimsel bir eğitim merkezine dönüştürme niyetindeydi. Diğeri ise bu eğitimleri dinsel gayelere bağlı kılma peşindeydi ve bunun gerçek bir entelektüel teokrasinin hizmetine sunmak istiyordu. Charles Bukowski Charles Bukowski (16 Ağustos 1920 – 9 Mart 1994), asıl adı Heinrich Karl Bukowski olan Amerikalı yazar ve şair. Yapıtlarında bazen Henry Chinaski ismini de kullanmıştır. Hayatının çoğunu ABD'nin Los Angeles şehrinde geçirmiştir. Eserlerinde genellikle toplum dışı insanlar ile depresyonu konu alması ve alkolizme yatkın bir hayat tarzını anlatmasıyla ünlüdür. Bunun nedeni olarak kendisinin bu hayatı yaşaması gösterilebilir. Bukowski’nin yazılarında kendi hayatını yazıp yazmadığı tartışma konusu olmuştur; hayranlarının bir kısmı bunları kurguladığını, çoğunluğu ise yaşamadan bu tip kurguları yapmasının mümkün olmayacağını ve o karakterde bir insanın bu hayatı sürmesinin zaten doğal olduğu görüşünü savunmaktadır. I. Dünya Savaşı'nın sonlarında Almanya'ya askeri hizmet nedeniyle gelen Polonya asıllı Amerikan bir babanın ve terzilikle uğraşan Alman bir annenin çocuğu olan Charles Bukowski 1920 yılında Andernach, Almanya'da doğdu. 2 yaşındayken Los Angeles'a taşındılar. 1929 Krizi sırasında Bukowski'nin babası genelde işsizdi ve Bukowski'ye şiddet uygulardı. Genelde sessiz bir çocuk olan ve bu özelliğiyle dikkat çeken Bukowski, bazen çıldırış noktasına geliyor kendinden hiç beklenmedik kabadayılıklar yapıyordu. İlkokul yıllarından itibaren korkusuz olan Bukowski, kendi yazdığı bir eserinde ilkokul öğretmenine "sevişelim" dediğini söylemektedir. Bukowski, Los Angeles Lisesi'nden mezun olduktan sonra sanat, gazetecilik ve edebiyat dersleri aldığı Los Angeles Şehir Üniversitesi'nde 1 yıl okudu. Yazmaya başladığı günden itibaren yazılarını yayımlanması için dergilere gönderen Bukowski’nin yazıları hep geri gönderilmiştir. Ancak 24 yaşındayken "Aftermath of a Lenghty Rejection Slip" isimli kısa öyküsü yayımlandı. İki yıl sonra bir başka kısa öyküsü olan "20 Tanks From Kasseldown" isimli eseri yayımlandı. Bukowski yayıncılık yöntemlerinden hayal kırıklığına uğradı ve neredeyse 10 yıllığına yazmayı bıraktı. Hayatının bu bölümünü ABD'yi gezerek, çeşitli işlerde genellikle kısa vadeli çalışarak ve ucuz pansiyonlarda konaklayarak geçirdi. Hayatının diğer bölümlerinde olduğundan daha yoğun bir tempo ile açlık ile boğuşan ve kadınlarla zaman geçiren Bukowski daha sonra bu yıllarını Factotum isimli kitabında da anlatmıştır. Bu dönemdeki işlerinin kısa vadeli olmasının nedeni de düzen tanımaz kişiliği ve alkol bağımlılığıydı. Bukowski babasına olan nefretini onun aksine bir hayat yaşayarak göstermiş ve bir yazısında da bu yüzden bir hiç olmayı seçtiğini söylemiştir. O babasının aksine olduğu gibi görünen ve bir şey olmamayı hedefleyen birisi olarak kazandığı paraya önem vermiyor ve barlarda günü birlik bir hayat sürüyordu. Zengin amerikalı kadınlarla ilişkiye girdiği dönemlerde onlara kaba dahi davransa etkiliyor onların evlerinde yaşamaya başlıyor ama bir türlü o hayata adapte olamayarak eski hayatına geri dönüyordu ki 1969’da da bunu, aç kalmayı seçtiğini söyleyerek ispat etmiş oluyor adeta. Ayrıca ömrünün çoğu denilebilecek kısmını da hipodromlarda geçirmiş ve bundan yazılarında sık sık söz etmiştir. 1950'lerin başında Bukowski, iki yıldan az bir süre ABD Posta İdaresi'nde posta kuryesi olarak çalıştı. 1955'te ölümün ucundan döndüğü alkol komasından dolayı hastaneye kaldırıldı. Taburcu olduktan sonra bir daktilo satın aldı ve şiir yazmaya başladı.1957'de Barbara Fry ile evlendi fakat 1959'da boşandılar. Bukowski, şiir yazmaya ve içki içmeye devam etti ve sonra Los Angeles'taki postaneye geri döndü. 1965'te hiç evlenmediği Francis Smith'ten bir kızı oldu. 1969'da Black Sparrow Yayınevi'nden ömür boyu 100 dolar maaş teklifini alınca postaneden ayrıldı. Bir mektubunda şöyle bir açıklaması vardı "İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim." Posta ofisini bırakalı bir ay olmayadan Postane ismindeki ilk romanını bitirdi. 1976'da Bukowski, Linda King ile tanıştı. İki yıl sonra birlikte Los Angeles'ta bir liman şehri olan San Pedro'ya taşındılar. Bukowski ve Beighle 1985'te evlendiler. Bukowski, Pulp romanını henüz bitirdikten sonra 9 Mart 1994'te 73 yaşındayken omurilikten yayılan lösemi sebebiyle San Pedro, Kaliforniya'da öldü. Bu tip bir hayat yaşadığı için birçok kez tutuklanmış, dayak yemiş olan Bukowski hayatı, özgün dili ve tarzı ile Amerikan edebiyatına damgasını vurmuş, Türkiye'de ise ilk kez Sokak dergisi’nde çıkan öyküleri ile tanınmıştır. Bukowski’nin şiir ve öykülerinden oluşan toplam 45 kitap bulunmaktadır. Pek çok dile çevirisi olan yazıları birçok dergide de yayımlanmış olan yazarın kitaplarının çevirisi Avi Pardo’ya aittir. Yazarın hayatına giren kadınlardan bahsettiği kült olmuş kitabıdır. Bir dönem çalıştığı postaneden ayrıldıktan sonra yazdığı ilk kitabıdır. Türkiye'de ismi duyulmuş bir şiir kitabıdır. Özgün şiir tarzı ile dikkat çeker. Doğum yeri olan Almanya’ya yaptığı ziyaretini düz yazı ve şiirlerle hatta resimlerle anlattığı kitabıdır. Bukowski'nin 9 Mart 1994'teki ölümüne kadar yazmış olduğu mektupları içerir. Evden kaçtığı dönemdeki hayatını anlattığı kült eserlerinden birisidir. Kendini en iyi anlattığı kitaplarındandır. Çocukluğu, lise yıllarını, ailesini vesaireyi anlattığı kült eserlerinden birisidir. XChat XChat, popüler bir IRC istemcisidir. Unix-benzeri sistemler için, bazı ek özelliklerle Microsoft Windows sistemler için, Mac OS X için ("X-Chat Aqua" adıyla) ve diğer X Window System temelli sistemler için (Fink projesi kapsamında) erişilebilirdir. Sekmeli arayüz veya ağaç yapısındaki arayüz seçeneklerine ve birden çok sunucu desteğine sahiptir ve yüksek derecede özelleştirilebilirdir. Hem komut satırı hem grafik arayüz istemcisi mevcuttur. Programın ana kodu GPL olarak lisanslanmıştır, fakat resmi Windows sürümü sahipli yazılımdır. Arayüz için GTK+ toolkiti kullanır. İstemcinin geliştirilmesi durdurulmuştur, ancak önceden sadece Windows için olan X-Chat WDK adlı çatalı HexChat adını almıştır ve geliştirimeye devam etmektedir. Philip Roth Philip Milton Roth (d.19 Mart 1933, New Jersey, ABD-ö. 22 Mayıs 2018; New York, ABD.) ABD'li yazar. Kitaplarında çoğunlukla Yahudi karakterler ve anti-Semitizm konularını işlemesiyle tanınır. ünlü yazar Philip Roth 22 Mayıs 2018'de New York'ta 85 yaşında ölmüştür. AIX AIX (Advanced Interactive eXecutive) IBM tarafından UNIX System V (ilk ciktiginda UNIX system III temel alinmistir.) temel alınarak geliştirilmiş bir işletim sistemidir. Bu ürün satışa sunulmadan önce, "AIX" "Advanced IBM Unix" teriminin kısaltması olarak kullanılmıştır. Şu anda AIX in son versiyonu V7.1 dir. İdris Küçükömer İdris Küçükömer, (1 Haziran 1925, Giresun - 5 Temmuz 1987, İstanbul), Türk iktisatçı ve düşünür. Türkiye'de sağ ve sol kavramlarının ters oturduğunu, CHP'nin aslında sağ bir parti olduğunu iddia etmesi ile ünlenmiştir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğrenim gördü. Aynı fakültede doktorasını tamamladı, daha sonra da doçent oldu. Fakülte kurulunun profesörlüğe yükseltilmesi için aldığı karar, üniversite senatosunca onaylanmadı. Bunun üzerine Danıştay'da açtığı davayı kazanmasına karşın, profesörlüğüne ilişkin kararname 10 Yıllık bir gecikme ile ancak 1976'da yürürlüğe girdi. 1960 sonrasında Yön'de yazdığı yazılarla tanındı. Ant dergisindeki yazıları tartışma yarattı. Milliyet gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını sorguladı. Sonra 1973'de on yıllık bir suskunluğa büründü ve daha sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıktı. Küçükömer'in ileri sürdüğü en önemli görüş, Türkiye’de devletin "despotik" niteliğinin sivil toplumun gelişmesi önünde duran en büyük engellerden biri olduğudur. Başta Sencer Divitçioğlu ve Selahattin Hilav olmak üzere bazı aydınlarla birlikte Türkiye'nin toplumsal tarihine ilişkin çözümlemelerinde "Asya Tip Üretim Tarzı" (ATÜT) kuramını gündeme getiren Küçükömer, Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) yönetim ve bilim kurullarında görev aldı. Birçok yapıtı bulunan İdris Küçükömer ölümünden kısa bir süre önce Sosyal Demokrasi Partisi'ne üye olmuştu. UNIX System V Unix System V ya da SysV, daha seyrek olarak "System 5" olarak adlandırılan, UNIX işletim sisteminin sürümlerinden biridir. Esasen AT&T tarafından geliştirilmiş olup 1983 yılında piyasaya sürülmüştür. 4 ana versiyonuyla piyasaya sürülen sistem birçok Unix özelliğini içinde barındırmaktadır. Canonical Ltd. Canonical Ltd., Güney Afrikalı girişimci Mark R. Shuttleworth tarafından İngiltere merkezli olarak kurulmuş, yazılım projeleri geliştiren özel bir şirkettir. Firmamın başlıca ürünü Linux tabanlı Ubuntu işletim sistemidir. Ubuntu'nun masaüstü, sunucu, bulut, akıllı telefon ve tabletlere yönelik türevleri bulunur. Canonical, dünya çapında 30'dan fazla ülkeden personel istihdam etmektedir. Şirketin, resmî evraklarda kayıtlı olduğu yer Man Adası'dır, ana ofisi ise Londra'dadır. Ayrıca dünya çapında Boston, Taipei, Montreal, Şanghay, Sao Paulo şehirlerinde ofisleri bulunmaktadır. Canonical Ltd. açık ka
ynak kodlu yazılım geliştirmeyi ve geliştirme süreçlerinde katkıcılarla işbirliği yapmayı ilke edinir. Her Eylül ayının üçüncü cumartesi günü düzenlenen Yazılım Özgürlüğü Günü'nün 2005-06 toplantısı için ana sponsor Canonical Ltd. olmuştur. Go Open Source, Güney Afrika'da açık kaynak hakkında insanları bilgilendirmek, açık kaynak yazılıma erişim sağlamak ve farkındalık yaratmak için düzenlenen bir organizasyondur. Geek Özgürlük Ligi, açık kaynak dünyası ve açık kaynak kodlu yazılım kullanımını mümkün olduğunca çok sayıda yeni insana tanıtmak ve özgür yazılım için çalışan insanları bir araya getirmek için tasarlanmış Güney Afrika tabanlı bir projedir. Mark Shuttleworth, Guardian gazetesinin 2008 yılı Mayıs ayındaki bir röportajında, Canonical'in iş modeli bir hizmet sunumu olduğunu ve henüz kâr elde etmeye başlamadığını, ancak 3 ila 5 yıl içinde kârlı bir yatırıma dönüşmesini plânladıklarını açıklamıştır. Shuttleworth'un açıkladığı bu strateji 90'lardaki Red Hat'in iş stratejileri ile benzeştirilmiştir. 2009 başlarında New York Times makalesinde, Shuttleworth şirket gelirinin 30.000.000$ civarına yaklaştığını ve gider-gelir dengesinin hemen hemen başabaş olduğunu, plânlanan hedefe beklenenden erken ulaşılacağını belirtmiştir. Canonical'in görevde olan üst düzey çalışanları şunlardır: Canonical'in geçmişteki üst düzey çalışanları şunlardır: Canonical hayatına, evden katkı bulunan çalışanlar ile tamamen sanal bir organizasyon olarak başlamıştır. Şirketin ana ofisi şimdi Westminster, Londra yakınlarında Millbank Kulesi'nin 27. katında bulunmaktadır. 2006 yazında, Canonical küresel destek ve hizmetler için Montreal'de de bir ofis açmıştır. Şirketin Taipei 101'de de bir ofisi bulunmaktadır. F. Scott Fitzgerald Francis Scott Key Fitzgerald (d. 24 Eylül 1896; St. Paul, Minnesota – ö. 21 Aralık 1940, Hollywood) İrlanda asıllı ABD'li yazar. Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından kabul edilir. 1890'larda doğmuş olan ve I. Dünya Savaşı sırasında yetişen neslini "Kayıp Kuşak" olarak tanımlar. Fitzgerald, Princeton Üniversitesi'nde başladığı öğrenimini tamamlamadı. I. Dünya Savaşı'na katılan yazar, savaş sonunda gazetecilik yapmaya başladı. Diğer yazarlardan ayrılan özelliği, kendi içinde iki karşıt görüşü veya duyguyu aynı anda barındırabilmesiydi. 1920 yılında "Cennetin Bu Yanı" adlı romanıyla adını duyurmaya başladı. Romanlarıyla kazancı artmaya başladı ve eğlence hayatına kendisini kaptırdı ve sağlığı bozuldu. Zamanla şöhretini kaybeden Fitzgerald, ruhsal bunalım içinde ve hayata küskün olarak Hollywood'da hayata veda etti. Herulus Herulus veya Erulus, Roma mitolojisinde tanrıça Feronia'nın oğludur. Üç yaşamı olsa da Evander tarafından öldürülmüştür. Hades'in saf karanlığının tanrısı ve tecessümüydü. Pioneer 10 Pioneer 10 ya da Pioneer F, asteroit kuşağının dışına yolculuk yapabilmiş ilk uzay sondası. 3 Mart 1972'de Atlas-Centaur roketi ile kalkışını yapmıştır. Pioneer 10 Güneş Sistemi'nden çıkarak yıldızlar arası uzay yolculuğu için tasarlanmıştır. Pioneer 10'un içerisine üzeri insan şekilli altın bir levha yerleştirilmiştir. Pioneer 10 uydusu 1983 yılında Güneş Sistemi'ni terkedip yıldızlar arası yolculuğa başlamıştır. Yaklaşık 1969'da Pioneer ve onun kardeşi Pioneer 11 isimlerini yaşatmak için dizayn edildiler; kaşifler ilk defa ikisinden de bilgi toplama ve astroit kuşağındaki ve Jupiter'deki koşulların raporunu elde etmeyi tasarlıyordu. Pioneer 10, TRW yöntemiyle dizayn edildi. Hafifti, sadece 260 kg 30 ve 27 kg aletleri ve yakıtı sırasıyla. Voyager'lar benzeri olup radyo izotop termoelektrik jeneratörleri ile güçlendirilmiştir . Plütonyum-238 ihtiva eder, fırlatılışta 155W sağlar. RTG iyi bir şekilde vucudunun dışına monte edilmiş olup radyasyonun uzay aracı aletlerini karıştırmasını önler. Pioneer, 10 Aralık 1973'de Jüpiter ile karşılaşan ilk uzay aracı oldu. Uzay aracı daha sonra kayda değer bilimsel araştırmalar yaptı. Güneş Sistemi'nin dış bölgesinde 31 Mart 1997'de görevi bitene kadar. Kardeşi Pioneer 10 ve Pioneer 11 uzay sondaları üzerlerindee insanlığın mesajını içeren bir tabla taşımaktadır. Her iki sondadaki Jüpiter uçuşunu tasvir eden tablalar birbirinin aynıdır ancak Pioneer 11'in Satürn'e doğru yaptığı dönüş sonradan planlandığı için üzerindeki tablayı geçersiz kılmıştır. Eğer sonda sonsuz yolculuğu boyunca dünya dışı zeki varlıklarla karşılaşırsa aracın üzerindeki levha insanlık hakkında bilgi sağlamış olacak. Tabla, bir adam ve kadın tasvirinin yanı sıra Hidrojen atomunun bağ yapısını ve güneş ile dünyaya en yakın Pulsar yıldızlarını da baz alarak çizilen Güneş sistemi'nin galaksimizdeki koordinatı gösteren bir çizim içeriyor. Pioneer 10'un zayıf sinyali derin uzay haberleşme bağlantısı ile iz bırakmaya devam ediyordu. Kaos teorisi'nin yeni gelişmiş konsepti parçasında. 1997'den sonra roket uçuş kontrölerlerinin eğitiminde kullanılıyordu. Uzaydan radyo sinyallerinin nasıl edineceği üzerine. Nihayet, Pioneer 10'dan çok zayıf sinyal alındı. 23 Ocak 2003'te, Dünya'dan 7.5 milyar mil uzakta iken. 7 Şubat 2003'teki bir temas denemesi başarılı olmadı. Sonraki sinyaller ortaya çıkaracak kadar açıkca kuvvetli idi. Temas kaybı muhtemelen artan mesafe ve uzay aracının sürekli olarak azalan güç kaynağı kombinasyonundan dolayı idi. Geminin başaramamasından daha çok. Bir son deneme 4 Mart 2006 akşamı yapıldı, son defa anten Dünya ile doğruca bağlanacaktı, fakat Pioneer'dan hiçbir cevap alınamadı. Pioneer 10 başını Taurus (takımyıldız)'ında Aldebaran yıldızına çeviriyor, kabaca 2.6 AUs her yıl için. Eğer Aldebaran sıfır hıza sahip olsaydı; Pioneer'ın ona ulaşması 2 milyon yıl alacaktı. Honos Honos, Roma mitolojisinde onur, askeri adalet ve şövalyelik tanrısıydı. Sanatta bir mızrak ve kornukopiya ile tasvir edilmiştir. Arthur Conan Doyle Arthur Ignatius Conan Doyle (22 Mayıs 1859 – 7 Temmuz 1930), İskoçya doğumlu bir yazardır. Suç hikâyelerinde bir çığır açmış olduğu söylenen karakter Dedektif Sherlock Holmes ve Profesör Challenger'ın fikir babasıdır. Yazmış olduğu diğer eserler arasında bilim kurgu, tarihi kitaplar, oyunlar, şiirler ve kurgu dışı düz yazılar vardır. Arthur Conan Doyle 22 Mayıs 1859'da, Edinburgh, İskoçya'da doğmuştur. Babası bir İngiliz olan Charles Altamont Doyle, annesi ise İrlandalı Mary Foley'di. Soyadı "Conan Doyle" ise de, bu bileşik soyadının kökeni bilinmemektedir. Kaynaklardan biri, Arthur ve ablası Annette'in bileşik soyadlarını büyük amcaları olan usta gazeteci Michael Conan'dan aldığını yazmaktadır. Aynı kaynak 1885 yılında, evinin dışarısındaki pirinç levhada ve doktora tezindeki imzada adının "A. Conan Doyle" olarak geçtiğini belirtmektedir. Fakat 1901 Nüfus Kaydı gibi diğer kaynaklar Conan Doyle'un soyadının "Doyle" olduğunu, ve ancak yıllar sonra "Conan Doyle" olarak kullandığını yazmaktadır. Conan Doyle'un babası da kardeşleri (içlerinden bir tanesi illüstratör Richard Doyle'du) ve babası gibi bir ressamdı. Conan Doyle, dokuz yaşındayken St Mary's Hall Katolik Cizvit Stonyhurst hazırlık okuluna gönderildi. Daha sonra Stonyhurst Koleji'nde öğrenimine devam etti, fakat Hıristiyanlığı reddederek 1875 yılında bir agnostik olacaktı. 1876'dan 1881'e kadar Edinburgh Üniversitesi'nde tıp öğrenimi gördü, bu eğitimin bir kısmında şimdi Birmingham'ın bir parçası olan Aston şehrinde çalıştı. Öğrenimine devam etmekteyken kısa hikâyeler yazmaya başladı; 20 yaşından önce Chambers's Edinburgh Journal isimli dergide ilk hikâyesi yayımlandı. Üniversitedeki yıllarının ardından Batı Afrika sahillerine gemi hekimi olarak yolculuk etti, arkasından 1882 yılında Plymouth kentinde kendi muayenehanesini açtı. Doktorasını 1885 yılında "Tabes Dorsalis" üzerine yaptı. 1882'de Portsmouth'ta hekimliğe başladı. Mesleğinde ilk başlarda çok başarılı sayılmazdı; odasında hasta beklerken tekrar hikâyeler yazmaya başladı. İlk önemli eseri, 1887 yılında "Beeton's Christmas Annual"da basılmış olan "Kızıl Dosya" isimli hikâyeydi. Bu hikâye Sherlock Holmes'un ilk kez göründüğü hikâye olma özelliğini taşımaktadır ve karakter kısmen üniversitedeki profesörlerinden bir tanesi olan Joseph Bell'e benzemektedir. Sherlock Holmes'un göründüğü diğer hikâyeler Strand isimli dergide basılacaktı. Garip bir şekilde, İngiliz yazar Rudyard Kipling de başarılarından ötürü Conan Doyle'u kutladı ve "Acaba bu karakter arkadaşım Joe olabilir mi?" diye sordu. Joseph Bell'e olan benzerlik gözünden kaçmamıştı. Fakat Sherlock Holmes için, Bell'den çok, Edgar Allan Poe'nun karakteri C. Auguste Dupin'i model almıştı. Southsea şehrinde ikamet etmekteyken Portsmouth Futbol Kulübü adlı amatör bir futbol takımı için top koşturdu. 1885 yılında Louisa (veya Louise) Hawkins ile evlendi. "Touie" diye hitap ettiği Louisa vereme yakalandı ve 4 Temmuz 1906'da vefat etti. 1907'de, 1897 yılında tanışıp aşık olduğu fakat eşine olan sadakatinden dolayı hislerini açılamadığı Jean Leckie ile evlendi. Conan Doyle'un ikisi ilk eşinden, üçü ikinci eşinden toplam beş çocuğu oldu. 1890 yılında Conan Doyle Viyana'da göz üzerine araştırmalar yaptı; 1891'de optalmolog olarak Londra'da bir muayenehane açtı. Otobiyografisinde tek bir hastanın bile kapısına gelmediğini yazacaktı. Bu onun yazarlığa daha fazla zaman ayırmasına fırsat verdi; Kasım 1891'de annesine, "Holmes'u öldürmeyi düşünüyorum... hikâye bitsin gitsin istiyorum. Aklımı daha iyi şeylerden çeliyor anne" diye yazacaktı. Annesi şöyle yazdı: "Sana nasıl uyuyorsa öyle yap, ama insanlar bunu pek hoş karşılamayacaktır." 1893'de, daha "önemli" eserlere (örneğin tarihi romanlarını yazmak için) öncelik vermek için böyle yaptı. "Son Sorun" isimli hikâyede Holmes ve ezeli düşmanı Profesör Moriarty bir şelaleden birlikte düşerek ölüyorlardı. Karakterin ölmesine isyan eden okurları dinleyerek Sherlock'u tekrar hayata döndürdü; Holmes, "Boş Ev Macerası" isimli hikâyede geri dönüyordu, verilen açıklama ise sadece Moriarty'nin düştüğü, ama Holmes'un diğer tehlikeli düşmanları da olduğundan kendisini de ölmüş gibi gösterdiğiydi. Holmes toplamda 56 kısa hikâye ve 4 C
onan Doyle romanında yer almaktadır (bu süreden sonra pek çok kez diğer yazarların hikâye ve kitaplarında da gözükmüştür). Güney Afrika'daki İkinci Boer Savaşı'nı takiben 20. yüzyılın başlarında, Birleşik Krallık'ın bölgede olan idaresine olan eleştirilere cevaben Conan Doyle, Krallık'ın Boer Savaşı'ndaki rolünü haklı çıkartan kısa bir kitapçık yazdı ve yayınladı. "The War in South Africa: Its Cause and Conduct (Güney Afrika'daki Savaş: Nedeni ve İdaresi)" isimli bu kitapçık pek çok dile çevrilecekti. Conan Doyle, 1902 yılında şövalye ve Surrey'nin "Deputy Lieutenant" (Teğmen Vekili) olarak ilan edilmesinin nedeninin bu kitapçık olduğunu düşünmekteydi. 1900 yılında daha uzun bir kitap olan "Büyük Boer Savaşı" isimli kitabı da yazmıştı. 20. yüzyılın başlarında Sir Arthur Parlamento'ya iki kez aday oldu, dikkate değer oylar almış olsa da ikisinde de seçilemedi. Conan Doyle, başını gazeteci E. D. More ve diplomat Roger Casement'ın çektiği Kongo'nun Özgürleştirilmesi Kampanyası'na destek veriyordu. 1909 yılında Kongo'daki dehşeti yerden yere vurduğu "Kongo'daki Suç" adlı uzun bir kitapçık yazdı. Morel ve Casement ile arkadaş oldu, 1912 yılındaki "Kayıp Dünya" isimli kitabındaki baş karakterlerden ikisi için onlardan ilham alacaktı. İkisiyle de arkadaşlık bağları daha sonra koptu: Sol görüşleri olan Morel I. Dünya Savaşı sırasında pasifist hareketin liderlerinden biriydi; Casement ise İrlanda milliyetçiliğinden dolayı hapishanedeyken İngiltere'ye ihanet etmişti. Conan Doyle, Casement'ın delirmiş olduğunu söyleyerek onu ölüm cezasından kurtarmaya çalıştı, fakat başarısız oldu. Conan Doyle adaletin yılmaz bir savunucusuydu, iki davayı şahsen inceledi ve araştırdı. Sayesinde bu iki davada mahkûm edilmiş iki kişi salındı. İlk davanın sanığı 1906'da iddiaya göre tehdit dolu mektuplar yazan ve hayvanlara işkence yaptığı söylenen yarı İngiliz, yarı Hint George Edalji isimli bir avukattı. Polis Edalji'yi hapse tıktı, halbuki hayvanların gördüğü işkence şüphelinin hapse girmesinden sonra da devam etmişti. Temyiz Mahkemesi'nde bu davadan çıkan karar 1907'de yürürlüğe girdiğinde Conan Doyle sadece George Edalji'ye yardım etmiş olmuyordu, çalışmaları adaletin başarısız olduğu diğer noktaları düzeltmekte de büyük rol oynadı. Julian Barnes'ın 2005'te yazdığı roman "Arthur & George"da Conan Doyle ve Edalji'nin hikâyesi kurgusal olarak anlatılmaktadır. İkinci davanın sanığı 1908'de Glasgow'da 82 yaşında bir kadını sopayla dövmekten ieçeride olan Alman Yahudi kumarhane işletmecisi Oscar Slater'dı. İddia makamının öne sürdüğü savdaki tutarsızlık ve birinin onu ispiyonlamış olduğu hissi Conan Doyle'da merak uyandırmıştı. 1906'da karısı Louisa'nın, ve oğlu Kingsley, kardeşi, iki kayınbiraderi ve iki yeğeninin I. Dünya Savaşı'nda ölümünden sonra Conan Doyle bunalıma girdi. Ruhaniyet ve bu düşüncenin sağladığı ölümden sonra yaşamın güya bilimsel kanıtına destek vererek biraz huzur buluyordu. Kingsley Doyle, 1916'daki feci Somme Çarpışması sonrasında yara aldıktan sonra iyileşmekte olduğu sene, Ekim 1917'de zatürreden öldü. Baba Doyle Ruhaniyet ile öyle ilgilenmişti ki karakteri Profesör Challenger'ın bir romanı olan "Sis Diyarı" tamamen bu konu hakkındaydı. Bu dönemdeki hayatının garip örneklerinden bir tanesi de "Perilerin Gelişi" (1921) isimli kitaptı. Cottingley perileri fotoğraflarının gerçekliğine öylesine inanmıştı ki, bunlara ve ayrıca perilerin ve ruhların doğaları ve varlığı konusunda sunduğu teorilere kitabında yer verecekti. Bu konuda yazmış olduğu yazılar kısa hikâye antolojilerinden biri olan Sherlock Holmes'un Maceraları'nın 1929'da Sovyetler Birliği'nde yasaklanmış olmasının nedenlerinden biriydi. Bu yasak daha sonra kalkacaktı. Rus aktör Vasili Livanov, Sherlock Holmes'u başarılı bir şekilde canlandırmasından dolayı İngiliz İmparatorluğu Nişanı'na layık görülecekti. Conan Doyle bir süre Amerikalı sihirbaz Harry Houdini ile arkadaş oldu; 1920'de annesinin ölümünden sonra Houdini de Ruhani hareketin öncü aleyhtarlarından biri olmuştu. Houdini, Ruhani medyumların numara yaptığında ısrarcı olmasına rağmen, Conan Doyle Houdini'nin kendisinin de doğaüstü güçlere sahip olduğunu düşünmekteydi; bu görüşünü "The Edge of the Unknown" isimli kitabında yazacaktı. Houdini, yaptıklarının alt tarafı sihirbazlık numarası olduğuna Conan Doyle'u ikna edemedi. Bu da iki arkadaş arasında herkesin bildiği buruk bir uzaklaşmaya neden oldu. Doyle, Houdini baş parmağını çıkarıp tekrar yerine koyduğunda şaşkınlığına engel olamamıştı. Amerikalı bir bilim tarihçisi olan Richard Milner, Conan Doyle'un 1912'de ortalığı kasıp kavuran Piltdown Adamı aldatmacasını başlatan kişi olabileceğini iddia etti. Bu sahte hominid fosili bilim dünyasını 40 yıl boyunca kandırmıştı. Milner, Conan Doyle'un en sevdiği medyumlardan birinin adının lekelenmesinden ötürü intikam arayışında olduğunu ve yazarın bu aldatmacadaki rolünün "Kayıp Dünya" eserinde fark edilebileceğini söylemekteydi. Samuel Rosenberg, 1974 tarihli kitabı "Naked is the Best Disguise (Çıplaklık En İyi Kamuflajdır)"da Conan Doyle'un yazıları sayesinde akıl sağlığının bastırılmış ve gizli yönlerine nasıl açık ipuçları bıraktığını yazmaktadır. 7 Temmuz 1930'da Conan Doyle aile bahçesinde elini göğsüne bastırmış bir şekilde bulundu. Hemen sonra kalp krizinden öldü, ve New Forest, Hampshire, İngiltere'de Minstead'deki kilise bahçesine gömüldü. Son sözlerini karısına söylemişti: "Sen harikasın". Mezar taşında şu sözler yazar: STEEL TRUE (YAMAN ÇELİK) BLADE STRAIGHT (KESKİN BIÇAK) ARTHUR CONAN DOYLE ŞÖVALYE VATANSEVER, DOKTOR VE EDEBİYATÇI Londra'nın güneyinde Hindhead'de Conan Doyle'un inşa ettiği ev Undershaw'da hayat en az bir on yıl kadar daha devam etti; arkasından 1924'ten 2004'e kadar otel ve restoran olarak işletildi. Daha sonra bir müteahhit tarafından satın alındı; çevreciler ve Conan Doyle hayranları buranın korunması için savaşmaktadır. Ev şu an boş. Doğu Sussex'te, Crowborough'daki Crowborough Cross'ta Sir Arthur Conan Doyle'un onuruna bir heykel dikildi. Sir Arthur burada 23 sene yaşamıştı. Edinburgh, İskoçya'da, Conan Doyle'un doğduğu eve yakın Picardy Sarayı'nda Sherlock Holmes'un da bir heykeli bulunmaktadır. Kurmaca olmayan kitaplar Romanlar Dergilerde periyodik bir şekilde yazdığı hikâyeler Kısa Hikâyeler Şiirler Oyunlar Spiritualist ve paranormal el kitapçıkları Liberalitas Liberalitas, Roma mitolojisinde cömertliğin tanrısıdır. Mantus Mantus ve karısı Mania, Roma ve Etrüsk mitolojilerinde yer altı dünyasının yani ahiretin tanrılarıdır. Ayrıca Mantua şehriyle de ilişkilendirilmişlerdir. Mantus Zeus tarafından Tanrıcaların onun yakışıklılığı yüzünden gösterdikleri ilgiyi kıskanıp lanetlenip yer altı dünyasına sürülmüştür. Karısı Mania'nında bir peri olduğuna inanılır Zeusun ilgisine karsılık vermeyince gazabına uğrayıp yeraltı dünyasına sürülmüştür Mantus'la Mania burada birbirlerine tanımış aşık olmuş ve evlenmişlerdir. Daha sonra çocukları Lares'le Manes doğmuştur. Lares Roma mitolojisinde evlerin koruyucusu olarak bilinir. Manes, Herodot'a göre Maeonya'nın ilk kralıdır. kesin olmamakla birlikte Manes'in Zeusa baş kaldırması ve Zeusun onu cezalandırıp bir ölümlü haline getirdiği söylenmektedir. Lares ise bir ölümlüye aşık oldu için Tanrısal niteliklerinden vazgeçip onun gibi sıradan biri olarak hayatını sürdürmüştür. Ayrıca Mantus Litvanya'da çok kullanılan bir isimdi. Picumnus (mitoloji) Picumnus, Roma mitolojisinde bereket, tarım, çocuk ve düğün tanrısı. Sterquilinus ile aynı olduğu da söylenmiştir. Pilumnus Pilumnus, Roma mitolojisinde bir doğa tanrısıdır ve Picumnus'un erkek kardeşidir. Çocukların uygun biçimde büyümelerini ve sağlıklı kalmalarını sağlardı. Planetary Society Planetary Society kurucularından biri Carl Sagan olan, bilimsel topluluktur. Geniş halk desteğine sahiptir ve astronomi ile ilgili çalışmalara ağırlık vermektedir. Merkezi Pasadena, Kaliforniya'da bulunmaktadır. Kuruluşu Mars'ın ev güneş sisteminin keşfine adanmıştır. Dünya yakınındaki cisimler ve dünya dışı yaşamlar çalışma amaçları arasındadır. Cemiyet Haziran 2005'de ilk gemisi olan Cosmos 1 'i uzaya göndermek için hazırlamış ancak kalkışta çıkan arızalardan ötürü program gerçekleşmemiştir. Halen başkanlığını Neil deGrasse Tyson yapmaktadır. Derneğin süreli yayını The Planetary Report adını taşımaktadır ve yılda altı kez 100.000 civarında okura ulaşmaktadır. Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, orijinal adı The Demon-Haunted World/Science as a Candle in the Dark'. Carl Sagan'ın bilimsel yöntemi övdüğü ve bilim dışı yöntemlerin yanlışlıklarını anlattığı kitabıdır. 1995 yılında yazılan kitabın Türkiye'deki ilk baskısı 1998 yılında yapılmıştır. Tübitak Popüler Bilim Kitapları'nda 85 numaralı kitap olarak yayımlanmıştır. Türkçeye Miyase Göktepeli tarafından çevrilmiştir. Tüm yayın hakları Tübitak'a aittir. Drake denklemi Drake denklemi ("Green Bank Denklemi" ya da yanlışlıkla "Sagan denklemi" olarak da bilinir), dünya dışı yaşam arayışında önemli bir denklemdir. Bu denklemde: ve Raymond Chandler Raymond Thornton Chandler (d. 23 Temmuz 1888 – ö. 26 Mart 1959), Amerikalı romancı ve senarist. Tanrıça Tanrıça, dişi ya da dişil ilah anlamlarına gelebilir. Soyut bir ilahi varlıktır. Birçok kültürde tanrıçalardan bahsedilir. Bazen tek başına, ama çoğunlukla bir panteonun üyesi olarak tanrıça inanışı özellikle paganizmde yaygındır. Tanrı veya tanrıçada görülen tanrıya bir cinsiyet verme girişimi ve inancı din veya inancın doğduğu kültür ve topluluğun matriarki (anaerkillik) veya patriarki (ataerkillik) yapılarından herhangi birine daha yakın olduğu yönünde ipuçları sağlayabilir. Birçok modern matriarklar ve panteistler tarafından tanrıça anlayışı Tanrı'nın (yani İbrahimi Tanrı'nın) bir versiyonu veya benzeri olarak savunmaktadırlar. Zaman zaman tanrısallıktaki veya tanrılardaki dişil-eril ilişkiler monizmde farklı bir köken bulabilir; burada daha tanımlı ve kesin bir monoteizm - politeizm karş
ı kavramlarından farklı olarak Tanrıça ve Tanrı, bir tek aşkın monadın cinsiyetleri olarak görülür. Her kültürde, özellikle de antik politeistik mitoloji ve inançlarda tanrıçalar çeşitli benzer özellikleri paylaşsalar da, farklı şekil, rol ve adetlerle ortaya çıkmıştırlar. Aşağıda bazı din ve mitolojilerdeki belli başlı tanrıça isimlerini bulabilirsiniz, bu tanrıçaların her biri hakkında daha fazla bilgi için her tanrıçanın kendi maddesine göz atmanız, genel olarak bir kültür, din veya mitolojideki tanrıçalar hakkında bilgi almak içinse o kültür, din veya mitolojinin maddesine göz atmanız gerekir. Hinduizm birçok farklı tanrı tanrıçayı şekilsiz, sonsuz ve kişiliksiz tek bir kaynağın, Brahman'ın, yansımaları veya temsilleri olarak gören Advaita geleneği ve çift Tanrı halinde Lakşmi-Vişnu, Radha-Krişna, Devi-Şiva gibi gören Dvaita geleneğini içinde barındıran çok kompleks ve inançsal anlamda heterojenik bir dindir. Barındırdığı farklı tanrı tanrıçalar nedeniyle yine kendi içinde farklı inanç sistemleri oluşmuştur. Şaktalar, Tanrıça tapınanları, bu Tanrı'yı Devi, ana tanrıça, ile eş tutarlar. Bir Tanrı'nın eril Tanrı (Şaktiman) ve dişil enerji (Şakti) gibi yönlerle kabul edilmesi mevcuttur. Hint mitolojisinde her tanrının kendisini eşitleyen bir dişi eşi olması da bunun en önemli göstergelerindendir. Türk-Moğol mitolojisine göre bazı tanrıçalar Sadece bir ilahı tanıyan ve kabul eden monoteistik kültürler genellikle bu ilahı erkek olarak tanımlarlar ki buna olan vurgu dillerin gramerinde eril kurallara dahil olmasıyla belirgindir. Bununla beraber, çeşitli monoteistik dinlerde tapılan bir ilahın herhangi bir cinsiyeti olmaması tartışması vardır ve bu monoteistik dinlerin çoğunluğunda cinsiyetin başlı başına "insani" bir olgu olduğu ve ilahi kavramlara (Tanrı dahil) uygulanamayacağı görüşü hakimdir. Ayrıca bazı monoteistik dinlerde inanılan tek İlah'ın cinsiyeti olmadığı dinin amentüsünde yani esaslarında belirtilmiştir. Öte yandan, neredeyse bütün monoteistik dinlerde ilahlığın dişil bir yönünü vurgulayan çeşitli mistik gruplar ve ezoterik akımlar çıkmıştır. Örnek olarak erken dönem Hıristiyanlık zamanında çıkan Collyridianlar verilebilir, bunlar Meryem'i Tanrıça olarak görmekteydi. Vika (Wicca) geleneğinde Büyük Tanrıça'ya Boynuzlu Tanrı ile birlikte büyük bir saygı gösterilirken, Dianik Wicca bağlıları sadece Tanrıça ve tanrıçaları anar ve kutsar. Vika mitolojisi Avrupa mitolojisinin tarihsel anlamda tanımlama ve çıkarımlarını temel alır. Diğer neopagan gruplar da antik paganist inançları tarihsel anlamda doğru bir biçimde bugüne aktarma arayışı içindedirler. Ayrıca bugün bazı neopaganlar Ana (Arz) Tanrıça ile ekolojik meseleler arasında ilgi kurmuşlardır. Birkaç antik Avrupa pagan mitolojisinde tanrıça veya yarı-tanrıçalar üçlü gruplar halinde yer almaktadır; bunlara Yunan "Erinyes" ve "Moirae", İskandinav "Norns" ve Keltler'deki Brighid ile yine Brighid olarak anılan diğer iki kız kardeşi dahildir. "Bakire", "Anne" veya "Kocakarı" üçlemesi olan üç tanrıça veya tanrıça üçlemesi özellikle Robert Graves tarafından popülerleştirilmiş bir kavram veya inançtır. Her ne kadar fikri belirgin tarihsel bulgular ve delillere dayanmasa da şiirsel ilhamı ve farklı bulgulara üç tanrıça temelinden yaklaşması sonucu elde ettiği çeşitli sonuçlar belirli bir kesim tarafından kabul görmüştür. Bu üçlemenin farklı biçim ve varyasyonları aslında neredeyse her pagan dinde bulunmaktadır fakat herhangi bir benzeşim söz konusu değildir ve bilimsel olarak bir açıklama getirilmemiştir. Üç tanrıça tapımının sembolik açıdan da farklı bir önemi vardır. Tanrıça akımları, feminizm bazlı düşünsel ve inançsal bir akımdır. Özellikle Batı'da ortaya çıkmış ve gelişmiş olan bu akımlarda genellikle tanrıçalara veya daha sıklıkla belirli Bir Tanrıça'ya yani "Ulu Tanrıça"`ya tapım veya inanç mevcuttur. İkinci form monoteistik bir yapı gösterir. Yine de dini feminizm olarak da anılan tanrıça akımlarının dini statüsü tartışmalıdır, zira bu akımlar çoğu zaman belirli bir dini yapıdan veya tanımdan uzaktırlar ve daha çok birer "öğreti" biçimindedirler; nitekim bu akımların bağlılarının çoğu akımları birer dinden çok mistik veya dogmatik yanlar barındıran birer hayat görüşü veya öğreti olarak tanımlamaktadırlar. Pluvius Jupiter Pluvius, Roma mitolojisi kuraklıkların kurtarıcısı, insanlığı kuraklıklardan kurtaran tanrı anlamında Jüpiter'in isimlerinden. Ayrıca isim Hyades'i tanımlamakta da kullanılmıştır. Polisiye Polisiye suç ve suçlularla ilgili edebiyata verilen genel addır. Başlangıç olarak kimilerince Gaston Leroux tarafından yazılan Sarı Odanın Esrarı adlı kitap, kimilerince de Edgar Allan Poe tarafından yazılan Morg Sokağı Cinayeti kabul edilir. İlk polisiye roman olarak ise "Charles Felix" takma adıyla 1862-63 yıllarında yayımlanmış olan "The Notting Hill Mystery" kabul edilir. Halk arasındaki popüler kimliğini, Sir Arthur Conan Doyle tarafından yazılarak, gazetelerde tefrika halinde yayımlanan Sherlock Holmes ile kazanmıştır. Endüstriyel devrim ve modernizmin en etkili şekilde yaşandığı İngiltere, bu doğuma kaynaklık etmiş sayılsa da, Kıta Avrupası'ndan ve Amerika'dan türe yeni açılımlar kazandırılmış ve yepyeni alttürler eklenmiştir. Özellikle Büyük Bunalım dönemleri, polisiye yazınında Altın Çağ diye tabir edilen dönemle kesişmektedir. Bu dönem, polisiyede özellikle "Kim Yaptı?" (Whodunit? veya Whodonit?), ve "Kapalı Oda Esrarı" tarzıyla öne çıkar. Bu türün en tanınmış yazarları Agatha Christie ve John Dickson Carr'dır (aka Carter Dickson). Okuyucuya en başta bir cinayet, yani bir esrar, ve bu cinayeti işlemesi muhtemel kişiler, yazarın okuyucuyu kendisiyle eşitlemek için verdiği ipuçlarıyla beraber sunulur. Olaylar ve olayların sürükleyiciliği her zaman karakter derinliğinin önünde gider. Bu tarz polisiyelerde suç genelde bireyseldir, ve bir detektif veya amatör bir meraklı tarafından cinayetin çözülmesinin ardından, suçlu yakalanıp cezalandırılır ve toplum yaşantısına devam eder; suçun derinliği veya toplumsal nedenleri konu edilmez. Bir diğer özellik de bu tür polisiyede genellikle üst orta sınıf yaşantısının konu edilmesidir. Bu tarz polisiye 1950'lerden sonra yerini, sadece suçlunun yaptıklarını değil, suçu ve onu ortaya çıkaran sebepleri de konu olan yeni tarzlara bırakmıştır. Bu alanda bahsedilmesi gereken en önemli isim şüphesiz Belçikalı Georges Simenon'dur. Bugün ise polisiye inanılmaz sayıda çok alttüre sahiptir ve diğer turlerde yazılan romanları da kurgu yapısıyla etkilemekte ve böylece romanlara polisiyenin okumayı kolaylaştıran sürükleyici öğeleri eklenmektedir; örnek olarak Umberto Eco'nun Gülün Adı veya Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'sı verilebilir. John Updike John Hoyer Updike (d. 18 Mart 1932 - ö. 27 Ocak 2009) ABD'li roman ve öykü yazarı, şair, sanat ve edebiyat eleştirmeni. Updike, dindar, orta sınıf kasaba Amerika'sını anlattığı kitaplarıyla iki defa Pulitzer ödülünü kazandı. Eserlerinde genel olarak tekrarlanan temalar seks, inanç, ölüm ve ilişkiler olarak özetlenebilir. Yapıtları 1950'lerden itibaren The New Yorker dergisinde yayınlandı. 1 Şubat 2009 tarihinde akciğer kanserinden ölmüştür. Larry McMurtry Larry McMurtry (d. 3 Haziran 1936, Teksas) ABD'li yazar. Pulitzer ödülünün yanı sıra, 2006 yılında "Brokeback Dağı" filminin senaryosu ile Oscar ödülü kazanmıştır. Ashlee Simpson Ashlee Nicole Simpson (d. 3 Ekim 1984) Amerikalı, pop rock türünde şarkıcı ve söz yazarı ve aktris. Pop yıldızı Jessica Simpson'ın kardeşi. İlk albümü Autobiography ve eş zamanlı olarak MTV'de gösterilen reality show, Ashlee Simpson Show ile 2004 senesinde önemli bir başarı kazandı. Ekim 2004 Saturday Night Live'da önceden kaydedilmiş kayıttan performans verdiği anlaşıldı. Başarısız bir film olan Undiscovered ile beyaz perdede görülen Ashlee Simpson, 2005'te ikinci albümü I Am Me'yi çıkardı ve bir kez daha listelerde üst sıralara tırmandı. Chicago müzikalinin Londra'daki sahnelenişinde Roxie Hart rolünü oynadı. Şu anda üçüncü albümü üzerinde çalışıyor. Teksas, Dallas'ın bir banliyosu olan Richardson'da doğdu. Joe Truett Simpson ve Tina Ann Drew'in kızı. Henüz daha üç yaşındayken baleye başladı ve 11 yaşında New York City'deki School of American Ballet'e kabul edildi. (En düşük alınma yaşı 12 idi, ama Joe Simpson, okula kabul edilmesi için kızının yaşını büyük gösterdi) Tam bu zamanlarda Anoreksi hastalığına yakalandı; hastalık 6 ay sürdü ve 32 kiloya düştü (1.58 cm. boyunda iken). . Ablası Jessica bir albüm anlaşması yapınca Simpson ailesi, Los Angeles, California'ya taşındı, Ashlee burada reklamlarda oynamaya başladı. Jessica ilk albümünü çıkarttığında bir yıldız olunca Ashlee onun arka plandaki dansçılarından biri olmuştu. Bir süre sonra TV dizilerinde ve filmlerde görünmeye başladı, bunların içinde popüler sitcom Malcolm in the Middle'da aldığı bir konuk oyunculuk ile, 2002 senesinde The Hot Chick isimli filmde aldığı ufak rol de vardır. 7th Heaven (Kalabalık ve Mutlu) dizisinde ise ana rollerden birini almayı başarmıştı. 2003 yazında MTV show'u TRL'de VJlik yaptı ardından da Freaky Friday isimli film için "Just Let Me Cry" isminde bir soundtrack kaydetti. Sonunda, Simpson, Geffen Records ile bir albüm anlaşması yaptı İlk Albümü Autuobiography, ABD listelerine Temmuz 2004'te 398.000 adet satarak bir numaradan giriş yaptı. Albüm Eylül 2004'te 3 platinyum aldı. Simpson albümdeki tüm şarkıları kendisi yazmıştı, bir röportajda bu albümdeki şarkıların kendi dugularını ifade ettiğini söylemişti. Ama eleştiriler karışıktı. Rolling Stones yazarı Peter Relic, Autobiography için "Avril-vari brat pop ile Sherly Crow rock'ının sıradan bir karışımı". E! Online "Eğer sizi yerinizden hoplatmazsa, en azından şaşırtacak bir albüm"." yazmıştı! Albümün çıkış parçası "Pieces of Me" ABD'de o yazın en başarılı şarkısıydı, ve her yerde iyi bir satış yakalamıştı. Fakat ardından gelen single'lar "Shadow" ve "La La" ise daha az başarılıydı. Simpson arada sırada, ablası Jessica ve o dönemdeki kocası Nick Lachey'nin
evlilik yaşamlarını anlatan reality show Newlyweds'te görünüyordu. Kendi müzik kariyerinin başlaması ile, kendi MTV reality show'u "The Ashlee Simpson Show", 2004 yazında gösterilmeye başladı ve iki sezon sürdü. Show, albümün yazım, kayıt ve performans sürecini konu aldığı kadar Ashlee'nin özel yaşamını da ekrana yansıtmaktaydı. Canlı performanslarda Ashlee'nin arkasında çalan grup üyeleri Ray Brady (gitar), Braxton Olita (gitar), Joey Kaimana (bass guitar—2004ten 2005e kadar Zach Kennedy onun yerine çaldı), Chris James (keyboard ve vokaller—2004ün sonlarından 2005e Lucy Walsh onun yerini aldı), ve Chris Fox (davul). Ashlee Simpson'un 2004'te Saturday Night Live'da yaşadıkları pek çok tartışmaya yol açtı. 23 Ekim 2004'te Saturday Night Live'a konuk olmuştu. Program formatına göre, 2 şarkı seslendirmesi gerekmekteydi. İlk şarkısı, Pieces of Me'yi problemsiz bir şekilde söyledi. Fakat, ardından "Autobiography" isimli daha az bilinen şarkıyı söyleyecekken, Pieces of Me -onun söylediği kısımlar dahil- yeniden çalmaya başladı, üstelik mikrofon şarkıyı onun söylemediği açık bir şekilde, ağzından uzaktaydı. Ashlee, düzensiz bir dans ile sahneyi terk etti ve kanal reklam arası verdi. Ashlee, program kapanışında grubunun yanlış şarkıyı çaldığını söyledi, ama çoğunlukla sahnede lip synch yaptığı, yani sesinin arkadan verildiği ve onun dudaklarını şarkı söylüyormuş gibi oynattığı iddia ediliyordu. Ekimin 25inde MTV'de TRL'e yaptığı canlı telefon bağlantısında, durumu açıklığa kavuşturdu. Reflü (daha önce Ashlee Simpson Show'da da gösterilen) hastalığından dolayı o günlerde sıkıntı çekmekteydi ve doktoru ona kesinlikle şarkı söylememesini tavsiye etmişti. Zaten sesini tamamen kaybetmişti. Babası ve menajeri Joe, ona sesi arkadan vokal sesi vererek bu performansı yapabileceğini söylemişti. Fakat işler bekledikleri gibi gitmemişti. Olay hakkında "Kendimi küçük düşürdüm" diyordu. Açıklamaya göre davulcu bir tuşa basarak vokal kaydının girmesini sağlayacaktı fakat yanlış tuşa basarak yanlış şarkının çalmasına sebep olmuştu. 25 Ekimde Radio Music Awards'ta verdiği performansta, olayla ilgili bir şaka yaptı ve sanki yine SNL'deki olay tekrarlanıyormuş gibi yaptı ama ardından bu kez arkadan çalan herhangi bir vokal parçası olmadan performansı verdi. 4 Ocak 2005'te, Simpson, Miami, Florida'da Orange Bowl devre arası gösterisinde "La La" isimli parçasını seslendirdi, performansı bittiğinde 72000den fazla seyircinin çoğu onu yuhaladılar. Orange Bowl temsilcileri performanstan son derece memnun olduklarını ve yuhalamanın SNL olayına bir tepki olabileceğini belirttiler, kimileriyse, Orange Bowl izleyicilerinin Ashlee Simpson'ın hedef kitlesine uzak olmasını sebep gösterdiler. Orange Bowl performansının ardından bir İnternet İmza kampanyası sitesi PetitionOnline.com'da açılan ona karşı kampanya "Lütfen Ashlee'yi Durdurun" en aktif kampanyalardan biri oldu. Simpson konuyla ilgili "Bu güzel bir şey. Her müziğin hayranı olmak zorunda değilsiniz" diyerek kendi hayranlarından gelen desteği referans gösterdi. Bu sıralarda Cosmopolitan dergisi Ashlee'yi kapağına koyup, "Yılın Hayran Korkusu Olmayan Kadını" seçti Simpson, Şubat ortalarından Nisan 2005'e kadar süren ilk Amerika geneli turnesine çıktı, turnede Pepper's Ghost ve The Click Five ön gruplarıydı. Autobiography'e ek olarak turnede yeni şarkılar da söyledi. Bu turneyle birlikte Ashlee Sİmpson Show'un da sonu geldi. Simpson, Undiscovered isimli filmde bir yardımcı oyuncu rolünü oynadı. Bağımsız film, Ağustos 2005'te sinemalarda gösterime girdi, Simpson'ın oynadığı sahneler 2004'ün sonlarında çekilmişti. Eleştirmenler Simpson'ın performansını gayet iyi bulmuştular, ama filmi hiç beğenmemiştiler. Film ilk haftasında bile ilk 10a giremedi ve sadece 676,048$ hasılat yaptı. Film Türkiye'de de D Productions tarafından Beni Keşfet ismiyle 28.07.2006'da vizyona sokuldu. Simpson'ın ikinci albümü I Am Me, 18 Ekim 2005'te ABD'de piyasaya çıktı. Albüme 80lerden bir hava katmak istiyordu, ilk albümün tersine konusu ilişkilerinden çok kendisine odaklanmıştı. I Am Me, Amerika'da 220.000 satarak ilk haftasında birinci oldu, ama satışlar hızla düştü. Ocak 2006'da henüz bir milyon satışa ulaşamamıştı. Ilk single Boyfriend, Bilboard Hot 100'de ilk 20e girdi ve pek çok yerde aynı başarıya ulaştı. İkinci single, L.O.V.E. ABD top 40'ına girdi, başarısı Missy Elliot'la yaptığı R&B/HipHop remixi ile desteklendi. MTV'de sıkça gösterilen video, o güne kadar TRL'de Ashlee'nin gösterdiği en büyük başarıyı gösterdi. Nisan 2006'da MTV Avustralya Müzik Ödüllerini sundu. Hemen ardından da burnundan estetik ameliyat oldu ve aynı ödül töreninde En İyi Kadın Şarkıcı ve En İyi Pop Videosu (Boyfriend) ödüllerini kazandı. Bununla birlikte Nisan'da I Am Me albümü 1 milyon satışa ulaşarak Platinyum ödülü kazandı. I Am Me'nin içinde ekstra Jaded Era coverı Invisible'ın bulunduğu yeni bir versiyonu piyasaya sunulacağı açıklanmıştı, fakat bu gerçekleşmedi. Bu albüm piyasaya çıkmamış olsa da, albümden ilk video Invisible 19 Haziran 2006'da yayınlandı.Daha sonra Invisible tek başına single olarak yayınlandı. Simpson, Temmuz'da biten turnesinin ardından, üçüncü albüm için henüz erken olduğunu ve kendisine yaratıcılık için zaman tanıyıp bu sırada senaryoları gözden geçirip oyunculuk kariyerini geliştireceğini söyledi. Ardından 25 Eylül'de perdelerini açıp 28 Ekim'e kadar süren Chicago müzikalinin Londra'daki sahnelenişinde Roxie Hart rolünü oynadı ve eleştirmenlerden iyi not aldı. 2006 yılının Kasım'ında Simpson yapımcılarıyla görüşüp yeni albümü için çalışmalara başlayacağını duyurdu. Simpson ayrıca, daha önce Chicago müzikaline katılmış olan The Cure grubundan Robert Smith ile de çalışmak istediğini belirtti. Yapımcı Ron Fair Aralık 2006'da Simpson'ın bir sonraki albümü için çalışmanın medya baskısı ve ön yargılardan dolayı fazlasıyla hassas bir iş olduğunu, fakat Geffen Records'un bunu aşmak için ona yardım edeceğini çünkü "onun duyulmayı ve yeni bir şansı hakkettiğini" söyledi. 1 Şubat 2007'de MTV'de yayınlanan TRL programında Tom Petty, Pharrell Williams, Linda Perry, India Arie ve Will.I.Am gibi isimlerin Simpson'a üçüncü albümde yardım edecekleri açıklandı. Albümün Ekim 2007'de piyasaya çıkması bekleniyor. Simpson kızkardeşinden oldukça farklı bir imajı benimsemişti. Daha önceden Jessica gibi sarı olan saçlarını, MTV'deki reality show'u esnasında siyaha boyatmıştı, ama bir senelik bu süreçten sonra 2005'te saçları asıl rengi olan sarıya geri döndü. Ayrıca Simpson'ın şarkıları kardeşinden farklı olarak rock elementlerine dayalı, zaten çoğunlukla "punk"-tarzı, kimi zaman üzerinde grup isimleri olan t-shirtlerle görülebilmekte. El ve ayak tırnakları tipik siyah oje ile boyalı ve üç tane dövmesi var: bir bileğinde yıldız, ayakbileğinde iki kiraz ve diğer bileğinde "love" yazısı. Görünüşünde sık sık değişiklikler yapmaktadır ve artık daha "şık" görünüşler seçse de bir yandan konserlerinde hala "punk" tarzını korumaktadır. Vokalleri, müzik tarzına uygun olarak "raspa" veya "gırtlaktan" olarak tarif edilebilir ki bu kardeşinin tarzına çok uzaktır. Kardeşi ile birlikte ünlü moda eleştirmeni Mr.Blackwell'in hazırladığı listede 2004 senesinin en kötü giyinen ünlüleri seçilmişlerdir. Blackwell "o ikisi zevksizliğin genetik olduğunu kanıtladılar" diye yazmıştır. Seks yaşamını konuşmayı reddetmektedir, zira bu konunun "süper-kişisel" olduğunu söylemektedir. Aktör Josh Henderson ile ilişkisi iki sene sürmüştür ve Ashlee Simpson Show'un ilk bölümünde bu ilişki sona ermiştir. Kısa süre sonra şarkıcı Ryan Cabrera ile birlikte olan Simpson, aynı zamanda onun "On the Way Down" isimli videosunda da oynamıştır. İkisinin 2004 Ağustos'unda yoğun programları sebebi ile ayrıldıkları rapor edilmiştir; Simpson hala arkadaş olduklarını söylemektedir, fakat söylentiler Ashlee'nin Ryan'ın The Veronicas üyesi Lisa Origliasso ile olmasından hoşnut olmadığından bahsetmektedir. 2005'te, Simpson'ın Lindsay Lohan'dan erkek arkadaşı oyuncu Wilmer Valderrama'yı çaldığı ve Ashlee'nin şarkısı Boyfriend'in de bu durumla ilgili olduğu söylentisi ortaya atılmıştı, onun konuyla ilişkin açıklaması ise şarkının "her kızın mutlaka birilerinin onun sevgilisini çaldığını düşünmesi ve bu durumun son derece komik olduğu"yla ilgili olduğuydu. Valderrama ise bir radyo programında, Ashlee ile yattığını ama Lindsay'i terk etmesinin onunla ilgisi olmadığını söylemiştir. 2005 kasımında, Simpson Toronto,Kanada'da bir McDonald's restoranında sarhoş görüntülenmiştir ve videoda bir çalışanla kavga etmekte ve bir müşteriye -ayağını öpmediği için- imzalı fotoğraf vermeyi reddetmektedir, daha sonra Elle dergisine yaptığı açıklamada o akşam "kafasının güzel" olduğunu ve müşterinin önce ona hakaret ettiğini sonra kim olduğunu anlayınca da imzalı fotoğraf istediğini anlatmıştır. Bu olaydan sonra kendisini "daha büyümüş-olgunlaşmış" hissettiğini söylemiştir. Şubat 2006'da MTV TRL ödüllerinde Simpson'a, kariyerindeki yükseliş ve düşüşlere ve tüm bunlara rağmen listelerde 1 numara olabilen albümler yapabilmesine övgü olarak "Bounce-back" artist (geri-sıçrama) ödülü verilmiştir. Nisan 2006'da magazin dergileri ve blogları; bir burun operasyonu geçirdiğine dair haberler yayınlamışlardır. Kendisine sorulduğundaysa bunları ne doğrulamış ne de yalanlamıştır. Haziran 2006'da Simpson'a Playboy dergisi çıplak poz vermesi karşılığında 4 milyon $ teklif etmiştir, fakat Simpson bu teklifi reddetmiştir. Gitaristi olan Braxton Olita ile süren 1,5 yıllık beraberliklerinin ardından Eylül 2006 başlarında, Olita'nın kendisine imajında yaptığı değişiklikler nedeniyle yönelttiği ağır eleştiriler nedeniyle çift ayrılmıştır. 2006 yılının son aylarından beri Fall Out Boy grubunun basçısı Pete Wentz ile birlikte olan Ashlee Simpson 9 Nisan 2008'de nişanlanmış ve hemen ardından 17 Mayıs 2008 tarihinde evlenmiştir. Acele evlilik kararı çocuk söylentilerine yol açmış fakat ikili bunu her ortamda yalanmıştır. Fakat evliliklerin üzerinden 11 gün sonra Pete Wentz internet sitesinde ilk bebekler
ini beklediklerini duyurmuştur. Ve evlilikle beraber sahne isminide Ashlee Simpson-Wentz olarak değiştirmiştir.bu evlilikle birlikte Pete Wentz'den bir çocuk dunyaya getirmiştir.Çocuğu erkektir.İsmi Bronx Mowgli Wentz 9 Şubat 2011 günü, Simpson Pete Wentz boşanma davası açtı,çift evliliklerinin bozulmasına sebep olarak 'uzlaşılmaz derecede farklı' olduklarını söyledi. Boşanmanın detayları basınla paylaşılmadı ancak avukatların 103 sayfalık bir anlaşma üzerinde uzlaşmaya vardıkları bildirildi. 27 yaşındaki Ashlee ve 32 yaşındaki Pete, üç yaşındaki oğulları Bronx Mowgil'in velayeti üzerinde anlaşmaya varamamışlardı. Ancak bu dava sonucunda çocuğun üzerinde ikisinin de eşit haklara sahip olduğuna karar verildi. Yani ortak velayet durumu söz konusu. Boşanma, 22 Kasım 2011 tarihinde tamamlanmıştır. Diğer yandan Ashlee, Boardwalk Empire dizisinin yıldızı Vincent Piazza ile birlikte. Simpson'ın az bir şarkı söyleme yeteneğine sahip "manifaktüre" bir şarkıcı olduğu yönünde tartışmalar vardır. Hakkındaki olumsuz eleştiriler genelde SNL ve Orange Bowl olaylarına dayanmaktadır. 2006 Altın Ahududu (Razzie) Ödüllerinde Undiscovered'daki rolüyle "En Kötü Yardımcı Kadın Oyuncu" dalında aday gösterilmiştir. Fakat ödülü House of Wax filmindeki rolüyle Paris Hilton'a kaptırmıştır. Marie Claire dergisinin 2006 ortalarında bir sayısında "Ashlee Simpson;Hollywood'un çarpık güzellik anlayışına karşı çıkıyor." başlığıyla kapakta yer almış ve kadınların kendi bedenlerinden memnun olmaları gerektiğini anlatmıştı, fakat aynı ay içinde kendisi estetik operasyon yaptırarak okuyucuların tepkisine yol açmıştı. (Aynı röportaj derginin Türkçe basımının Ağustos 2006 sayısında da yer almıştır.) Son zamanlarda gittikçe ablası Jessica'ya benzemek istiyor olduğu söylenerek eleştirilmektedir. Saçlarını tekrar sarı yapması ve geçirdiği estekik operasyonlar bu eleştirilere yol açmıştır. Özellikle kendi hayran kitlesi tarafından fazlasıyla eleştirilmiş ve "artık eskisi gibi olmamak"la suçlanmıştır. Bonus Parçalar İkinci Versiyon Bonus Parçalar 1. Pieces of Me 2. Shadow 3. LaLa 4. Boyfriend 5. L.O.V.E. 6. Invisible Undiscovered (2005) "türkçe ismi" Beni Keşfet Clea rolünde The Hot Chick (2002) "türkçe ismi" Ateşli Piliç Monique rolünde "(konuk oyuncu)" Tayvan aborjinleri Tayvan aborjinleri (Çince: 原住民, yuan zhu min), Tayvan'da nüfusları 444.000'i (toplam Tayvan nüfusunun %2'si) bulan etnik grup. Adaya 4.000 yıl önce yerleştikleri tahmin edilen Tayvan aborjinleri, genetik olarak Malay-Polinezya halklarına akrabadır. 12 kabilenin dilleri Austronezyen dil ailesi içinde sınıflandırılmıştır. Bugün bu etnik grup içinde hükümet tarafından tanınan ve kültürleri koruma altına alınan 12 kabile vardır: Bunlar daha çok Tayvan'ın dağlık bölgelerinde yaşamaktadır, bu nedenle "Dağlılar" (山地人, Shandi ren) olarak da anılırlar. Bunların dışında ovalara ve kıyı bölgelerinde yerleşmiş başka kabileler de vardı. Bunlar ise "Ova Hakları" (平埔族, Pinpu zu) olarak adlandırılır. Bu kabilelerden bazıları hükümet tarafından resmen tanınmasa da varlıklarını bugün de devam ettirmekte: Siraya (西拉雅), Taokas (道卡斯), Ketagalan (凱達格蘭). Tayvan aborjinleri yakın tarihlere kadar, ağırlıklı olarak avcı-toplayıcı bir kabile hayatı sürdürmekteydi. Tayvan aborjinlerine ait ilk kayıtlar 17. yüzyılda adayı ticaret kolonisi olarak kullanmak isteyen Hollandalılara aittir. Hollandalılar Tayvan'da yerlilerin direnişiyle karşılaştıklarını, yerlilerin vahşi, kelle avcısı olduklarını kaydetmiştir. Daha sonraki dönemlerde ada Fujian ve Guangdong'dan gelen Çinli göçmelerin yoğun akınına uğramıştır. İlk Çinli yerleşimciler daha çok adanın batısındaki kıyı bölgelerini seçmişler, buraları tarıma açmışlardır. Dolayısıyla "Ova Halkları" kültürel bütünlüklerini koruyamamış, büyük oranda Çin kültürünü benimsemişlerdir. Çinli yerleşimcilerin baskılarından kendilerini korumayı başaran kimi "Ova Halkı" ile dağlık bölgelerdeki Tayvan aborjinleri, Japon Koloni Döneminde (1895-1945) bu kez Japonların "uygarlaştırma" baskılarına maruz kalmıştır. Japonca konuşmaya zorlanan, Japon okullarında eğitim verilen, hatta Japon ordusunun ön saflarında savaşa sürülen aborjinlerin kimi zaman başlattıkları ayaklanmalar, Japon Koloni İdaresi tarafından zorlukla bastırılmıştır. Kabileler büyük oranda yok olmuş olsa da günümüz Tayvan'ın da hala "Ova Halklarının" dinlerinden, kültürlerinden kalıntılara rastlamak mümkündür. Aage Niels Bohr Aage Niels Bohr (19 Haziran 1922, Kopenhag - 8 Eylül 2009, Kopenhag), Margrethe ile ünlü fizikçi Niels Bohr'un oğludur. Antony Hewish Antony Hewish (d. 11 Mayıs 1924, Birleşik Krallık) 1974 yılında Nobel Fizik Ödülü'ne lâyık görülmüş İngiliz fizikçi. Radyoastrofizik alanındaki öncü araştırmaları, Ryle’ye özellikle apartür sentez tekniğini buluşu, Hewish’e, pulsarların keşfindeki nihai rolü için Nobel Fizik Ödülü verilmiştir (Sir Martin Ryle ile beraber). Standart Çince Standart Çince, Putonghua ya da Standart Mandarin, Çin'in resmi dilidir. Çin'in kuzeyinde konuşulan Mandarin'in Pekin lehçesinden türemiştir. Çin'de bu dile guānhuà (官话), memurların dili denmekteydi. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra 1955'te adı putonghua (普通话) "yaygın söz" olarak değiştirildi. Standart Çince, Standart Çince diğer Çin dilleri gibi tonlu bir dildir. Yani aynı sesin farklı tonlamalarıyla farklı kelimeler türetilir. Toplam 4 ton vardır. Örneğin, "ma" hecesinde: 1.mā 媽 (anne) 2.má 麻 (susam) 3.mǎ 馬 (At) 4.mà 罵 (hakaret etmek) Yukarıdaki ma gibi bir hecenin 4 tonu 4 ayrı kelime olarak kabul edilir. "Daha fazla cümle için dış bağlantıları tıklayınız" Mandarin Mandarin ya da Beifanghua (北方話; Hanyu Pinyin: Běifānghuà) Çincenin en çok konuşulan lehçesidir. Kuzey Çin'de konuşulan tüm lehçeler Mandarin olarak sınıflandırılmıştır. Ancak genelde Mandarin daha dar anlamıyla Çin ve Tayvan'da resmî dil olarak kullanılan Standart Çince'ye (普通话,Putonghua/国语,Guoyu) işaret eder. Mandarin'in Beijing (Pekin) lehçesi, günümüzde standart Çince adıyla Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan'da resmî dil olarak kabul edilmiştir. Standart Mandarin her zaman birçok lehçeden oluşmuştur; ancak her zaman prestij lehçeler bulunmuştur. Mesela Konfiçyüs yǎyán (雅言) lehçesini veya "seçkin lehçe"yi, yerel lehçelere tercih ediyordu. Han Hanedanlığı zamanındaki yazılarda ise tōngyǔ (通语) kullanılıyordu. Kuzey ve güney hükümdarlıklarına ait kitaplar o zamanların bir veya daha fazla standart sistematik telaffuzları yansıtıyordu. Ancak tüm bu lehçeler eğitimli seçkin kesim dışında belki de hiç bilinmiyordu; hatta seçkin kişiler arasında bile okunuşları çok fazla değişkenlik gösterebiliyordu; çünkü Klasik Çince olarak adlandırılan standartlar sadece yazılı bir standart idi; ancak konuşulan o değildi. Ming Hükümdarlığı ve (1368–1644) ve Qing Hükümdarlığı (1644–1912) mahkemelerde kullanılan dili tarif etmek için, "resmi dil" yani guānhuà (官话) terimini kullanmaya başladılar. Mandarin terimi ise direkt olarak Portekizce'den gelmektedir. Mandarin sözcüğü Çin'deki bürokratik memurları tarif etmek için kullanılıyordu. Yanlış anlaşılmanın da etkisi ile tüm Asya'da memurları tarif etmek için kullanılan ve bir Sanskrit sözcüğü olan (mantri veya "mentri") terimi, Portekizce'deki mandar(birine bir iş vermek) sözcüğü ile çok benzeşmesinden ve memurların "verilen işi yapan kişi" olmasından dolayı memurlara "mandarin" denilmeye başlandı. Bu gelişmenin ardından Portekiz'liler aniden bu memurların kendi aralarında kullandıkları dile ("Guanhua") "Mandarinlerin dili", "Mandarin Dili" veya kısaca "Mandarin" demeye başladı. Zamanla Mandarin Batılılar tarafından, Kuzey Çin'de kullanılan tüm lehçeleri ifade eden bir terim haline gelmiştir. Imagine (John Lennon şarkısı) "Imagine", John Lennon tarafından yazılmış ve seslendirilmiş ütopik bir şarkının adıdır. Şarkı sanatçının 1971 tarihli "Imagine" isimli albümünde yer almaktaydı. Her ne kadar çeşitli versiyonları yapılmış olsa ve zaman içinde birçok farklı sanatçı şarkıyı seslendirmiş olsa da hâlâ en çok sevilen ve beğenilen versiyonu orijinal olanıdır. Bugün en çok sevilen şarkılardan olan Imagine, "Rolling Stone'un Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı" anketinde üçüncü olmuştur. Lennon şarkıyı "din-karşıtı, milliyetçilik-karşıtı, geleneklere karşı ve anti-kapitalist fakat şeker kaplı olduğu için kabul görmüş" olarak tanımlamıştır. Bu tanım Geoffrey Giuliano'nun "Lennon in America" isimli kitabında belirtilmiştir. Şarkıda Lennon kendi ütopya görüşünü hayal etmemizi ister, orada "ülke yoktur", "din yoktur", "mülk yoktur" ve "uğruna öldürecek ya da ölecek herhangi bir şey yoktur". Orada sadece "barış içinde yaşayan" ve "tüm dünyayı paylaşan" insanlar vardır. Her ne kadar şarkı sözlerinin Lennon'un daha barışçıl bir dünyaya dair umutlarından doğduğu düşünülmüş olsa da, aslında şarkının nakaratı Yoko Ono tarafından daha Lennon'la tanışmadan önce çeşitli şiirlerinde ve "Grapefruit" isimli kitabında kullanılmıştı. Nakaratın ilham kaynağı 2. Dünya Savaşı sırasında, Ono'nun Japonya'da geçirdiği çocukluğu, bu döneme verdiği tepkidir. Lennon, birkaç sefer, şarkının sözleri için her ikisinin de (Yoko Ono'nun da) anılması gerektiğini belirtmiştir. Şarkı farklı yerlerde kullanılmış, kabul edilmiş, farklı sanatçılar tarafından defalarca seslendirilmiş ve farklı şeylere ilham kaynağı olmuştur. Bunlardan bazıları: Joy Division Joy Division 1977'de İngiltere'nin Manchester şehrinde kurulan bir rock grubu. 1980'de grubun vokalisti Ian Curtis'in intihar etmesiyle grup dağıldı. Diğer üyeler birkaç ay sonra New Order adıyla yeni bir grup kurdular. Post-punk akımı içinde değerlendirilen grup ilk konserini Warsaw adıyla 29 mayıs 1977'de Electric Circus'ta vermiştir. Joy Division, sadece iki stüdyo albümü yayımlamasına ve kısıtlı sayılacak bir başarıya ulaşmasına rağmen zamanının en yaratıcı ve en etkileyici gruplarından biri olarak kabul edilir. Ayrıca grup -Ian Curtis'in intiharıyla bağlantılı olarak da- karanlık ve depresif olarak nitelenir. Lankavatara Sutra
Lankavatara Sutra, en önemli Buddhist kutsal metinlerinden biri. Mahayana ve Vajrayana mezheplerinin kabul ettiği bir sutra'dır. Başta Japonya,Çin,Tibet ve Moğolistan olmak üzere pek çok ülkede Buddhist rahipler tarafından okunmakta, öğretilmektedir. Lankavatara Sutra derin felsefi bir sutra'dır ve içerdiği kavramların anlaşılması zaman zaman kolay olmamakta bu nedenle de bütün öğrencilere öğretilememektedir.Ancak temel buddhist prensiplerini iyice anlamış, ortalama bir Buddhist veya rahip olmak isteyen Zen/Chan,Shingon ve yer yer de Tibet ve Pure Land Buddhistleri arasında popülerdir. Naruto Naruto, Japonca bir kelimedir. Şu anlamlara gelebilir: En İyi Anime Listesi Karekök Matematikte negatif olmayan bir gerçel formula_1 sayısının temel karekök bulma işlemi formula_2 şeklinde gösterilir ve "karesi "(bir sayının kendisiyle çarpılmasının sonucu) formula_3 olan negatif olmayan bir gerçel sayıyı ifade eder. Örneğin, formula_4 'tür çünkü formula_5 'dur. Bu örneğin de ileri sürdüğü gibi karekök bulma, ikinci dereceden denklemlerin (genel olarak formula_6 tipi denklemler) çözümünde kullanılabilir. Karekök almanın sonucunda iki çözüm vardır. Negatif olmayan sayılar için bunlar temel kare kök ve negatif kare köktür. Negatif sayıların kare köklerini tanımlamak için ise sanal sayı ve karmaşık sayılar kavramları geliştirilmiştir. Pozitif tam sayıların kare kökleri genel olarak irrasyonel sayılardır (iki tam sayının kesiri olarak ifade edilemeyen sayılardır). Örneğin formula_7, tam olarak "m"/"n" (m ve n tam sayı olacak şekilde) şeklinde yazılamaz. Buna karşın bu sayı kenarları 1 birim olan bir karenin köşegen uzunluğuna eşittir. formula_7 irrasyonel olduğunun bulunması Pythagoras'ın bir takipçisi olan Hippasus'a atfedilir. Bu konuyla ilgili şöyle bir rivayet anlatılır; Sayılara mutlak bir inançla bağlı olan Pisagor'un takipçilerinden birisi olan Metanpontumlu Hippasus, dik kenarları 1 birim olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğunun rasyonel bir sayı olmadığını kanıtlamış. Bunu kabullenemeyen Pisagor, Hippasus'un kanıtlarının aksini de gösteremeyince, açık denizde Hippasus'u bir tekneden suya attırmış. Kare kök sembolü (formula_9) ilk olarak 16. yüz yılda kullanılmaya başlanmıştır. Latince kök demek olan "radix" kelimesinin baş harfinden, yani küçük r harfinden türetildiği söylenir. Karekök Ortalama (matematikte ingilizcesinden dolayı ('root mean square', kısaltması RMS ya da rms) olarak da kullanılır), ayrıca kuadratik ortalama olarak da bilinir. Değişen miktarların büyüklüğünün ölçülmesinde kullanılan istatistiki bir ölçüttür. Değişimin artı ve eksi yönde olduğu dalgalarda özellikle çok faydalıdır. Sürekli olarak değişen bir fonksiyonun sürekli olmayan değer serisi için hesaplanabilir. Karekök ortalama ismi karelerin ortalamasının karekökünün alınmasından gelir. Karekökün sürekli kesri: formula_10 Burada x-1 in iki kare farkının açılımı yapıldı. İşleme devam edilip düzenlenirse: formula_11 şeklinde olur. Şimdi burada sol taraftaki √x in değeri sağ taraftaki √x in yerine bir defa yazılırsa formula_12 şekline dönüşür. Aynı işleme devam edilirse formula_13 bu işlem sonsuz defa uygulanırsa formula_14 olur. Bu sürekli kesir aynı zamanda K sembolüyle gösterilirse (Here the "K" stands for "Kettenbruch", the German word for "continued fraction") formula_15 dir. i=1298 için formula_19 formula_20 sayıdaki değerlerin formula_21 Bir fonksiyonun RMS değeri çoğunlukla fizik ve elektrik mühendisliğinde kullanılır. Örneğin, formula_23 direncindeki bir iletken tarafından harcanan formula_24 gücünü hesaplamak isteyebiliriz. İletkenden sabit bir formula_25 akımı aktığında bu hesabı yapmak kolaydır. Basitçe: Ancak akım değişen bir formula_27 fonksiyonu ise burada rms değeri devreye girer. Aynı metot ile; Ancak bu tanım gerilimin ve akımın birbiriyle orantılı olduğu (yani yükün resistif olduğu) varsayımı temel alınarak yapılmıştır ve genellenemez. Şebeke güçlerinde olduğu gibi alternatif akımın genel durumunda, formula_27 sinusoidal akım olduğunda rms değeri yukarıdaki sürekli durum denkleminden kolaylıkla hesaplanabilir. formula_31 yi tepe genliği olarak tanımladığımızda: formula_31 pozitif bir gerçel sayılar olduğuna göre, Trigonometrik fonksiyonun karesinin alınmasını elimine etmek için trigonometrik bir varlık kullanıldığında: Fakat aralık tam periyotlardan oluşan bir tam sayı olduğu için (rms in periyodik fonksiyonlar için tanımından formula_37) Sinüs değerler iptal edilir. Saf bir sinüs dalgası için; tepe voltajı = RMS voltajı x 1.414(formula_39) tür. Tepeden tepeye voltajı bunun iki katıdır. Jehan Alain Jehan Alain (d. 1911 Saint-Germain-en-Laye, Yvelines, Île-de-France - ö. Petit-Puy, Saumur, Maine-et-Loire, Pays de la Loire; 1940), Fransız bestecisi ve orgcusu. Paris konservatuvarında Andre Bloch, Georges Caussade, Paul Abraham Dukas, Jean Roger-Ducasse ve Marcel Dupré'den ders alan Jehan Alain, 1936'da Orgseverler Derneği'nin beste büyük ödülünü kazandı. 1940'ta Saumur yakınlarında savaşırken öldü. Mezarı "Saint Nicolas Kilisesi" mezarlığındadır.. Amasya Antlaşması Amasya Antlaşması, Kanuni Sultan Süleyman'ın çıktığı 3. Azerbaycan Seferi sonunda Türkmenlerle savaşmanın anlamsız olduğunun fark edilmesi ve kardeş kavgasına son vermek üzere Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan bir antlaşmadır. 29 Mayıs 1555'te imzalanan bu ilk Osmanlı-Safevi Antlaşması ile Doğu Anadolu, Bağdat, Tebriz ve Azerbaycan Osmanlı imtiyaz sahasına girmiş ve buralarda her iki devlet mensupları tüccarlar tarafından serbest ticaret yapılmaya başlanmış. Bu antlaşma Osmanlı Devleti ile Safeviler arasında yapılan ilk antlaşmadır. Antlaşmayı Osmanlı Adına Kanuni Sultan Süleyman, Safeviler adına da Şah İsmail'in genç oğlu Şah Tahmasb imzalamıştır.. 1578 yılında antlaşma Osmanlılar tarafından bozulmuştur. Leopoldo Alas Leopoldo Alas, İspanyol yazar. (Zamora 1852-Oviedo 1901). Çağında özellikle eleştirmen ve dönemin Fransız edebiyat akımlarının İspanya'daki yayıcılarından biri olarak tanındı. Oysa gerçek değeri, 19. yy. İspanyol romanlarının en güzellerinden birini yazmış olmasıyla anlaşıldı:" La Regenta" (Profesörün Karısı, 1848). Taşra yaşamının yergisi olan bu roman, sık sık Madam Bovary'yle oranlanmıştır. Edebiyat eleştirileri Solos (1890-1898) ve Palique (1893) adlı kitaplarda toplanmıştır. Tahir Alangu Tahir Alangu (d. 24 Aralık 1915, İstanbul - ö. 19 Haziran 1973, İstanbul), Türk yazarı ve edebiyat tarihçisi. 1915'te İstanbul'da doğdu. 1938'de Kabataş Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünden 1943'te mezun oldu. 1946-1973 yılları arasında edebiyat öğretmeni olarak Anadolu'yu dolaştı. Galatasaray Lisesi'nde edebiyat, Robert Kolej'de Türkoloji dersleri verdi. Şiirleri, eleştirileri, edebiyat, tarih ve halk bilim üzerine yazıları öğrencilik yıllarından başlayarak Yurt, Tarihten Sesler, Yeni Türk, Değirmen, Gündüz, Yeni Yurt, Yenilik, Yeditepe, Türk Dili, Dost ve Kim gibi dergilerde yayınlandı. 1960-1969 yılları arasında Varlık dergisinde roman ve öykü değerlendirmeleri yazdı, Varlık Yıllığı'nın hazırlanmasına katkıda bulundu. Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinde de yazdı. Ömer Seyfettin'in bütün eserlerini baskıya hazırladı. Masallar, gölge oyunları, destanlar, göçmen folkloru ve bunlarla ilgili kuramsal sorunlar hakkında araştırmalar yaptı. Halk bilimin geleneklerin incelenmesinde eskiye bağlı kalınması yöntemine karşı çıktı, bu bilimin eskinin temelleri üzerinde yeni bir çağdaş toplum yapısı oluşturulmasına katkı sağlayacağını savundu. 19 Haziran 1973'te hayatını kaybeden Tahir Alangu'nun cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Cüneyt Gökçer Cüneyt Gökçer (d. 1920, Malatya; ö. 23 Aralık 2009, Ankara), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu. Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü, Ankara Devlet Konservatuvarı müdürlüğü, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü başkanlığı gibi görevlerde bulundu. Gökçer, yaklaşık 20 operanın rejisini yapmıştır. 1959 ile 1997 yılları arasında, Richard Strauss’un Salome'sinden başlayarak Çetin Işıközlü’nün Dudaktan Kalbe adlı operasına kadar yönettiği operalarla bu alanda başarılar kazanmıştır. Ünlü sanatçı Ayten Gökçer'in eşi olan Gökçer, yurtiçinde aldığı sayısız ödülün yanı sıra 1981 yılında Devlet Sanatçısı unvanını da almıştır. Yurtdışında ise, 1963'de Yunanistan Krallığı'nın l. Georges nişanının 'Oficcier' rütbesiyle, 1970'te İtalya Cumhurbaşkanlığı tarafında Commandatore nişanıyla ve daha sonra Polonya Kültür Nişanı ile ödüllendirildi. Cüneyt Gökçer 23 Aralık 2009 tarihinde Ankara'da tedavi gördüğü hastanede solunum yetmezliği nedeniyle ölmüştür. Cenazesi İstanbul Zincirlikuyu mezarlığına gömülmüştür. Gökçer, konservatuvara girme heyecanı içindeyken, ailesi onun bu hevesini engellemek ister. Fakat o her şeye rağmen tiyatro yapmaya çalışır. Ankara Halkevi Temsil Koluna üye olur. Temsil kolu başkanı Ercüment Behzat Lav'dır. Düzgün fiziği ve ses tonuyla Ercüment Bey'in ilgisini çeker. Kısa sürede varlık göstererek, 1936 yılında bir Türk yazarının piyesinde ilk başrolünü oynar. Konservatuvar sınavına rahatsızlığı nedeniyle giremeyince, bir hafta sonra hazırladığı iki parça ile sınava tekrar katılmış ve kazanmıştır. Gökçer'in konservatuvarda ikinci yılında, Avrupa'da II. Dünya Savaşı iyice yoğunlaşır. Almanya'da Hitler'in sanatı Nazi ideolojisi doğrultusunda güdümleyen baskı rejimi birçok öncü ve aydın sanatçının ülkeyi terk etmesine neden olur. Ülkeden ayrılanlar arasında Carl Ebert'de vardır. Ebert tekrar Türkiye'ye gelir ve konservatuvardaki derslere başlar. İlk sahne dersinde öğrencilerden, bir sonraki ders için iki parça hazırlamalarını ister. Cüneyt Gökçer bu ders için, Suç ve Ceza'dan Raskolnikof, Romeo ve Juliet'den Paris'i hazırlar. Carl Ebert, Cüneyt Gökçer'in sunduğu bu rolleri çok beğenir ve Gökçer sınıfın en gözde öğrencisi olur. 1942 yılında Devlet Konservatuvarı Tiyatro Yüksek Bölümü`nden mezun olur. Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatrosu ve Operası genel müdürlüğüne atanır. 1 Ekim 1949'da Büyük
Tiyatro, Ahmet Kutsi Tecer'in Köroğlu Destanı ile resmen açılır. Gökçer'in bu oyundaki rolü Köroğlu'dur. Aynı sezonda, daha önce tatbikat sahnesinde Onikinci Gece'yi sahneye koyan Renato Mordo'nun yönettiği Faust'ta Mephisto'yu oynar. Yönetmen ve oyuncu olarak sanatında olgunlaşması 1954 ile 1958 yılları arasında Muhsin Ertuğrul'un ikinci Devlet Tiyatrosu müdürlüğüne rastlar. Muhsin Ertuğrul'un Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü müdürlüğünden istifası üzerine, yerine Cevat Memduh Altar getirilir. Altar zamanında Gökçer, bilgi ve deneyim için Avrupa'ya gönderilir. Almanya, Avusturya, İngiltere ve Fransa'nın 'Oldwich', 'Commedia Française', 'Thalia Theater' gibi önemli sanat merkezlerinde yönetmen yardımcısı olarak çalışır. Ünlü yönetmenlerin ve sanatçıların provalarını izleme olanağını bulur. 25 Ağustos 1958'de Muhsin Ertuğrul'dan yaş haddi nedeniyle boşalan Devlet Tiyatrosu müdürlüğüne atandığında 38 yaşındadır. Bu görevi bir yıl arayla 1983'e kadar 23 yıl boyunca sürdürmüştür. Gökçer yöneticiliği süresince repertuar politikasının belirlenmesi ve uygulanmasında önemli bir aşama olarak, Batı Tiyatrosunun başyapıtlarının yanı sıra daha fazla Türk tiyatro eserine yer verilmesini gerekliliğini savunur. Bu amaçla yerli oyun yazarlarını teşvik eder. Refik Erduran, Cahit Atay, Güngör Dilmen Kalyoncu, Yıldırım Keskin, Recep Bilginer, Necati Cumalı, Aziz Nesin, Oktay Arayıcı, Yaşar Kemal, Turan Oflazoğlu, Orhan Asena gibi oyun yazarlarının eserleri Gökçer döneminde seyirciyle buluşur. Muhsin Ertuğrul döneminde çalışmaları başlatılan, tiyatronun yaygınlaşması politikası sürdürülür. Ankara merkeze bağlı olarak turnelerle varlığını sürdüren İstanbul, Adana, İzmir ve Bursa Devlet Tiyatrolarında yerleşik kadrolara geçilir. Gökçer'in yönetici olarak en büyük başarısı, 23 yıl boyunca Devlet Tiyatrolarını ve sanat politikasını, Türkiye'de sürekli değişimlerle devinen, çok önemli kriz dönemleri yaşayan siyaset dünyasının dışında tutması olmuştur. Gökçer'in Devlet Tiyatrosu genel müdürlüğüne atandığı o yıllarda opera ve bale Devlet Tiyatrosu'na bağlıdır. 1959 yılında Opera-Bale Devlet Tiyatrosu'ndan ayrılsa da, 1960 yılında tekrar birleşir ve bu durum 1966 yılına kadar devam eder. Gökçer tiyatronun yanı sıra opera ve bale sanatlarının gelişmesi için de önemli çalışmalar yapar. Müzik konusunda İtalyan, koreografi konusunda ise İngiliz hocalardan, özellikle 'Dame Ninette de Valois'`den yararlanarak bu bölümlerde yeni gelişme imkânları sağlar. 1963 yılında Devlet Tiyatroları'nda ilk müzikalin sahnelenmesini sağlar. Ünlü Amerikalı konuk yönetmen Todd Bolender, Oliver D. Kingsley'in "Kiss Me Kate" adlı müzikal komedisini sahneye koyar. Bu müzikalde "Fred Graham" rolünü Gökçer oynar. 1962-1963 sezonunda başka bir konuk yönetmen Fransız Jean Mercure, Moliere'in Don Juan'ını sahneye koyar. Gökçer Don Juan'ı oynar. 1967 sezonunda ise başka bir konuk yönetmen İtalyan Maurizio Scapporo, Pirandello'nun IV. Henry adlı oyununu sahneler. 1955 - 1956'dan sonra ikinci kez Henry rolünü yorumlayan Gökçer, Scapporo'non rejisinde unutulmaz rollerinden birini ortaya koyar ve oyun 3 sezon boyunca sergilenir. Yugoslavya'nın çeşitli şehirlerine turneler yapar. Pirandello'nun yüzüncü doğum yılı için Venedik'e davet edilir. IV.Henry'nin Türk, Yugoslav ve İtalyan basınında reji ve oyunculuktaki başarısından övgüyle sözedilir. 1983 yılında 23 yıldır sürdürdüğü Devlet Tiyatrosu genel müdürlüğünden ayrılır. Bu konuyla ilgili şu açıklamayı yapar: "İdarecilik ayrı bir görevdir, gelir geçer. Ben her şeyden önce sanatkârım, rejisörüm, aktörüm. Sanatıma devam edeceğim." 1985 yılında aldığı profesörlük unvanı ile Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü başkanlığı ve öğretim üyeliği görevine devam eder. Prof. Dr. Cüneyt Gökçer, 1998 - 1999 öğretim yılında kuruluş çalışmalarını yürüttüğü Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümünde eğitime başlar ve Tiyatro Bölümü başkanlığına getirilir. Cüneyt Gökçer 23 Aralık 2009 tarihinde Ankara da tedavi gördüğü hastanede solunum yetmezliği nedeniyle 89 yaşında ölmüştür. Yurdaer Altıntaş Yurdaer Altıntaş özellikle tiyatro ve sinema başta olmak üzere sanat afişleri düzenlemiş uluslararası üne sahip Türk grafik tasarımcısıdır. Yurdaer Altıntaş 1935 yılında Kars'da doğmuştur. Annesi Polonya Krakov’dan Türkiye’ye göç eden bir aileden gelmektedir, babası ise Girit kökenli Bursalı Şeyh Cemil Efendi'nin oğludur. Tokat, Sivas, Malatya, Erzurum, Gelibolu gibi Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçen çocukluk yıllarında Anadolu kültürünü tanıma fırsatı bulmuştur. Lise birinci sınıfta Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girip kazanmmış resim eğitimi almaya başlamıştır. 1952 yılında Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Sanatları Bölümüne, Afiş atölyelerinde eğitimini devam ettirir. Altıntaş, yüksek öğreniminin son yılında profesyonel olarak çalışmaya başlamıştır. Afiş Atölyesi’nin yüksek bölümünden 1957’de mezun olmuş, altı ay gibi kısa süren reklam ajansı deneyimlerinden sonra bağımsız çalışmayı tercih etmiştir. 1964’te Türk Alman Kültür Merkezi’nde açtığı ilk kişisel sergisi, Türkiye’de gerçekleştirilen ilk grafik tasarım sergisidir. 1965 yılında Almanya’da basılmakta olan Gebraucshgraphik dergisinde işlerinin yayımlanmasıyla bir dış yayında işleri yer alan ilk Türk grafik tasarımcı olmuştur. 1960’ların ikinci yarısından başlayarak, yurtdışında gerçekleştirilen çok sayıda grafik tasarım etkinliğine işleri kabul edilmiştir. Türkiye grafik tasarımının yurtdışında tanınırlığını sağlamak için girişimlerde bulunmuştur. 1968’de Grafik Sanatçılar Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Yapmış olduğu Nasreddin Hoca resimlemeleri 1974 yılında İngiltere’de kitap haline getirilerek yayımlanmıştır. 1976’da İDGSA Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu’ndaki (UESYO) öğretim görevliliğinden başlayarak 2002’de Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nden emekliliğine kadar grafik tasarım eğitimi alanında farklı roller üstlenmiştir. 1987’den 1993’e kadar Grafikerler Meslek Kuruluşu’nun başkanlık görevini yürütmüştür. 1996 yılında 60. yaş günü nedeniyle uluslararası çağrılı afiş sergisi düzenledi. Halen grafik tasarım alanında ürün vermeye devam etmekte olan Altıntaş’ın çalışmaları dünyada çeşitli müze ve arşivlerde yer almaktadır. 2011 yılında altmış yıllık çalışmaları 21. Uluslararası İstanbul Sanat Fuarı'nda sergilenmiştir ve "Sanatçı onur ödülü" Altıntaş'a verilmiştir. Gence Gence (Azerice: Gəncə) - Azerbaycan'ın ikinci büyük şehridir. Eski bir yerleşim yeri olan Gence Rus İmparatorluğu döneminde Çar'ın hanımına izafeten şehrin ismini ruslar Elizavetpol olarak değiştirmişler (1804-1918), 1920 - 1935 arasında Gence, 1935 - 1991 arasında Kirovabad adlanmış, şehir 1989'da tekrar asıl ismine kavuşmuştur. Bakü'nün 360 km batısında, Gence Çayı'nın iki yakasında yer alıyor. 1139 senesinde Gence'de baş vermiş deprem sonucu Kapaz Dağı yerle bir olmuş ve dört bir tarafı Küçük Kafkas Sıradağları ile çevrili olan büyük dağ gölü Göygöl Gölü oluşmuştur. 1578-1590 Osmanlı-İran Savaşı sırasında 1578'de Osmanlı'nın eline geçen şehir, 3 Temmuz 1606'da Şah I. Abbas tarafından geri alınmıştır. Gence 1700'lerde Gence Hanlığının merkezi olmuş, 1804 yılında Rus İmparatorluğu tarafından alınmış, 1826-1828 yılları arasında Rusya'nın elinden alındıysa da 1828 yılında kesin olarak Rusya İmparatorluğu topraklarına ilhak edilmiştir. 1918 yılında ise, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur. 1991'de Azerbaycan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra bu ülkenin ikinci büyük şehridir. Gence bölgesi Gence'nin batı yarısını ve Kuşkara, Sevinj ve Yeni Gence köylerini içine alır. Doğu-güneydoğu yarısı Göygöl Rayonu'nda yer alır. Kuzey-kuzey doğusu ise Samuh Rayonu'na aittir. Lenkeran Lenkeran (), Azerbaycan'da şehir. Lenkeran Rayonu'nun idari merkezidir. Lenkeran Azerbaycan Cumhuriyetin'in güney bölgesinde yerleşen en büyük şehirdir. Lenkeran şehrinin nüfusu 2009 sayımına göre 49.970 kişidir. Şirvan (Azerbaycan) Şirvan (2008 yılına kadar Ali - Bayramlı), Azerbaycan'da şehir. Şirvan 1938 yılına kadar Zubovka adlandırılmıştır, 1938 1954 yıllarda kasaba, 28 Temmuz 1954 yılında şehir statüsü almıştır. 4 Ocak 1963 yılında cumhuriyet tabelası şehirdir. Onun arazisi 30 km, nüfusu 73,7 bin kişi, nüfus yoğunluğu ise her 1 çeyrek km de 2457 kişi oluşturmaktadır. Şehre ayrıca Hacıqəhrəmanlı ve Bayramlı kasabaları için de geçerlidir. Şehir nüfusunun 98,5 % 'sini Azeriler, yerde kalanları ise Ruslar, Ukraynalılar, Tatarlar, Türkler ve diğer halkların temsilcileri düzenlenen edir. Azerbaycan'da Şirvan ışık adası, nur şehri sayılır. Sokakların genişliği, Sekiler boyunca sıralanan ağaçlar bu aran şehrinin sıcağını azaltır. Şehir çevresinden bulunmuş arkeolojik örnekler ise bu yerlerde yaşamın varlığı hakkında fikirleri insanlığın ilk çağlarına kadar götürüp çıxarır. Azerbaycanı istila eden Rus generali Valeriyan Zubovun şerefine Kür nehrinin üstündeki Çıplaqlı köyü Zubovka adlandırılmışdır. 1796 yılında general Zubovun başkanlığı altında özel askeri grup Azerbaycan'a girdi. Yekaterina bu yürüyüşe çok büyük ilgi gösteriyordu . General Zubovun emrine 30 binlik bağlayın verilmişti. Yürüyüş Petersburg'da kiliseden başlandı ; papazlar ali baş kumandaya ve Rus - Kazak güçlerine bereket verdilər.Azərbaycanda başarıyla ilerleyen general Zubov elverişli konumda bulunan bu köyün adını Yekaterinaserd koydu. İlk önlem olarak buraya iki bin Rus kazakı aktarıldı. Onlar askeri ve hem de tarım aletleri ile donatılmış edilmişlerdi. Öyle ki, şartlara göre orak ve kətmənlə ürün ekip - biçecek, ya da isteyince silaha el atacaqdılar.Çıplaklı bir topluluk adı veya arazinin bitki örtüsü ile de ilgili söz olabiliyor. Göyçay bölgesinde de Lek Çıplak, Türkiye'nin Mardin ve Kars illerinde Çıplaklı köy adlarına rastlanmaktadır. Merhum alim Mehmet Eröz bu isimler hakkında " bu köyler halkının " Çıplaklı " yörüklərindən olduğu anlaşılmaktadır " yazarak 1126 tarihli bir sultan kararna
mesinde Kıbrıs'a sürülen Çıplaklı cəmaatının durulur, diye bilgi verir. Azərbaycan'a giren Rusların buldular Hazar'dan Kür nehrine giren gemiler için buraya elverişli liman olacak idi. Tezliklə Zubov (Azerbaycan'da ona " Qızılayaq general " diyorlardı ; o ayağını Polonya vətənpərvərləri ile savaşta kaybetmişti, bu ayağı protez vardı) bu köyde hemen inşa işine girişir. Fakat Yekaterinanın ani ölümü ile Azerbaycan'ın istila planı yarım kalır ; Rus ordusu geri çağrılır. 1938 yılında Zubovka adı Ali Bayramov şerefine Ali Bayramlı adı ile değiştirilir. 2010 yılında şehrin adı tarihi vilayetin adıyla Şirvan adlandırılmıştı. Arazisi 76 km²'dir. Şirvan Kür nehrinin sol kıyısında, Şirvan düzlüğünde, ulaşım kavşağında bulunduğu ve ülkemizin büyük şehirlerinden sayılır. Hacıqəhrəmanlı ve Bayramlı kasabaları Şirvan kentinin idari birimleridir. Ahalisinin sayı 76.125'ti. 2013 yılı nüfusu 90.453'tür. Resmen, 1954'te Ali Bayramlı şehir statüsünü aldı. 1938 yılından önce, şehrin adı Zubovka'ydı. 25 Nisan 2008 tarihinde Ali Bayramlı şehrine yeni ismi (Şirvan) verilmiştir. Matris Fransızca "matrice" sözcüğünden Türkçeye girmiştir. Mehmet Yurdadön Mehmet Yurdadön (d. 1954, Kars), eski Türk atlet, maraton koşucusu. 2000 yılında Türkiye Atletizm Federasyonu Başkanlığına seçildi. Pek çok başarısı arasında 1984 yılında Frankfurt Maratonu ikinciliği, 1985 Offenbach Yarı-maratonu birinciliği ve Balkan Kros Şampiyonluğu vardır. 1983'ten sonra Fenerbahçe, 1985'ten sonra ise Şişecam Paşabahçe adına yarıştı. Mehmet Yurdadön, 1990'da atletizmi bıraktı. Habsburg Hanedanı Habsburg Hanedanı, Avrupa'nın çeşitli ülkelerini yüzyıllar boyunca yönetmiş bir hanedan. Habsburg veya Avusturya Hanedanı olarak da bilinir. Hanedan adını, bugün İsviçre'de bulunan ve "Şahin Kalesi" anlamına gelen "Habichtsburg"dan alır. Aargau kantonunda, Aare ırmağı yakınlarındaki bu kale, 1020 yılında, Strazburg Piskoposu Werner ve kayınbiraderi Kont Radbot tarafından yaptırılmıştır. Hanedanın bugün tespit edilebilen en eski atası, Kont Radbot'un büyükbabası Zengin Guntram'dır. Zengin Guntram'ın, 950 yılında Alman Kralı I. Otto'ya başkaldıran Kont Guntram ile aynı kişi olduğu düşünülür. Radbot'un oğlu I. Werner (ö. 1096), "Habsburg Kontu" unvanını aldı. I. Werner, Zürih ve Yukarı Alsas bölgelerinin kontu olan III. Albert'in (ö. yak. 1200) büyükbabasıdır. Habsburglardan II. Rudolf (ö. 1232), Laufenburg ve Waldstätte'yı ele geçirdi; ancak ölümünden sonra bu bölgeler oğulları IV. Albert ve III. Rudolf arasında paylaşıldı. Sonradan III. Rudolfun mirasçıları, kendi hisselerini IV. Albert'in mirasçılarına sattı. IV. Albert'in oğlu IV. Rudolf 1273'te Alman Kralı seçildi ve I. Rudolf olarak anılmaya başlandı. I. Rudolf, 1282 yılında, Avusturya ve Styria'yı oğulları Albert (gelecekteki Alman Kralı I. Albert) ve II. Rudolf'a -birlikte yönetmeleri için- verdi; zira Habsburglarda yönetimi tek bir kişi yerine tüm erkeklere devretme geleneği vardı. Ancak ikibaşlılığa alışık olmayan Avusturya halkı bu yönetim şeklini benimsemedi ve 1283 yılındaki bir antlaşma ile II. Rudolf haklarından feragat etti. Kral I. Albert 1308'de ölünce yeniden yönetim sorunları ortaya çıktı. Bir süre ortak yönetimin ("condominium") denenmesinden sonra Avusturya Dükü IV. Rudolf 1364 yılında kardeşleriyle bir antlaşma yaptı ve eşit haklara sahip olmalarına rağmen kendisinin hanedanın "de facto" başı olduğunu ilan etti. Tüm bunlara rağmen Rudolf'un ölümünden sonra III. Albert ve III. Leopold 1379'da Neuberg Antlaşması'nı imzaladı ve bölgeyi yeniden bölüştü: Avusturya Albert'in; Styria, Carinthia ve Tirol Leopold'un oldu. Bu esnada Kral I. Albert'in oğlu Avusturyalı III. Rudolf 1306-1307 yıllarında Bohemya Kralı idi ve kardeşi I. Frederick, 1314-1330 yılları arasında -III. Frederick unvanıyla- Alman Kralı idi. Avusturyalı V. Albert 1438'de Almanya, Macaristan ve Bohemya Kralı seçildi ve II. Albert unvanını aldı. II. Albert'in hayatta kalan tek oğlu Ladislas Posthumus 1446'dan itibaren Macaristan'ın, 1453'ten itibaren Bohemya'nın kralı oldu. 1457 yılında Ladislas ölünce Avusturyalı III. Albert'in tüm erkek nesli tükenmiş oldu. Aynı esnada III. Leopold'dan gelen Styrian nesli İç Avusturya ve Tirol dallarına ayrıldı. İç Avusturya neslinin en kıdemli üyesi V. Frederick 1440'ta Alman Kralı oldu ve 1452'de Kutsal Roma İmparatoru olarak Roma'da taç giydi (ki Frederick Roma'da taç giyen son imparatordur). Böylece Habsburglar Batı dünyasının en prestijli seküler unvanına sahip oldu. Bununla birlikte o dönemde "Kutsal Roma İmparatoru" demek, pratikte sadece "Alman Kralı" demenin gösterişli bir şekliydi ve Alman kralları -tıpkı Bohemya ve Macaristan kralları gibi- seçimle başa geliyordu. Habsburg Hanedanı'nın 1711 yılına kadar sürekli kendi içinden imparator çıkarmasının başlıca nedeni, Habsburg kontrolündeki bölgenin genişliği ve zenginliği nedeniyle Hanedanın Alman seçicilere kendi adayını dayatabilmesiydi. Habsburg Hanedanlığının yönetmiş oldukları bazı ülkeler şunlardır: Ayrıca kısa süreli olarak aşağıdaki ülkeleri de yönetmişlerdir: Mimas (uydu) Mimas, Satürn'ün William Herschel tarafından 1789 yılında keşfedilen uydusudur. Diğer bir adı da "Satürn I"'dir. Güneş Sistemi'ndeki diğer uydularla kıyaslandığında çapının büyüklüğü açısından yirminci sırada yer alır. Geleneksel oyunlar Geleneksel oyunlar, halk kültürü içinde kendine yer bulmuş, özellik arzeden ve eğlence imkânının kısıtlı olduğu dönemlerde topluca oynanan, hiciv, zeka, hareket kabiliyeti gibi özellikleri barındıran etkinliklerdir. Körebe, çelik, çelik-çomak, gömme çelik, kemik, saklambaç, kazık, dokuz kiremit, beş taş, dokuz taş gibi eğlenceye yönelik oyunlar, zekaya dayalı dokuz korgol veya dokuz kumalak gibi oyunların yanında orta oyunu tarzında düğün ve diğer özel gecelerde oynanan seyirlik oyunlar da bu kapsama girer. Beşir Ayvazoğlu Beşir Ayvazoğlu (d. 11. Şubat 1953, Zara, Sivas), edebiyatçı, şair, yazar, gazeteci. Asıl ismi "Beşir Ayvaz" olup 11 Şubat 1953 tarihinde Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. Sivas'ta ilk ve orta öğreniminin ardından 1975'te Bursa Eğitim Enstitüsü edebiyat bölümünü tamamladı. Çeşitli liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. TRT’de uzman olarak çalıştı. Lise yıllarında yerel gazetelerde amatör olarak yürüttüğü gazetecilik mesleğine Hergün, Tercüman, Türkiye, Zaman ve Yeni Ufuk gazeteleriyle, Aksiyon dergisindeki köşe yazarlığı ve yöneticilik ile devam etti. 1985-1991 yılları arasında Tercüman gazetesinin “kültür-sanat” yönetmenliği yapmıştır. Yeni Ufuk gazetesinde ise genel yönetmen olarak çalıştı. Dergâh, Kubbealtı Akademi, Hareket, Hisar, İzlenim, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Yeni Türkiye gibi dergilerde birçok deneme ve makale yayımladı. Bir ara kültür bakanı danışmanı olarak görev yaptı. ADTYK Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul Şehir Tiyatroları repertuar kurulu, TDV İslâm Ansiklopedisi Türk dili ve edebiyatı danışma ve redaksiyon kurulu üyeliklerinde bulundu. Ayrıca CNN Türk’te Hilmi Yavuz’la birlikte iki yıl “Gökkubbemiz” adlı kültür programını hazırladı. Kasım 2001 ile temmuz 2005 tarihleri arasında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyesi olarak görev yaptı. TRT 2’de “Bir tepeden” adlı bir kültür programı hazırlayan yazar, halen Türk Edebiyatı Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürütüyor. Türkiye Yazarlar Birliği, iLESAM, Çocuk Vakfı ve Sezer Tansuğ Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucu üyeleri arasında yer alıp Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin de üyesidir. Şiir, deneme, araştırma, inceleme ve biyografi alanında yayımlanmış çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Beşir Ayvazoğlu, Karar gazetesinde köşe yazılarına devam etmektedir. Ayvazoğlu aynı zamanda İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi'nde "İstanbul, toplum ve edebiyatı" başlığı altında ders vermektedir. Not: Ayrıca "Mevlana ve Günümüz Türkçesiyle Şiirleri" adlı eseri Refik Durbaş ile ortak kaleme almış ve "Hayal Şiir: Yahya Kemal Beyatlı Şiiri Üzerine Makaleler" kitabının yazar kadrosunda yer almıştır. Hakki Süha Gezgin'in yazdığı "Edebî Portreler" isimli kitabın ise editörlüğünü yapmıştır. Tayvanca Tayvanca (台語, 台灣話; pinyin: Táiyǔ, Táiwānhuà) Tayvan'da nüfusun %70'i tarafından konuşulur. Çince'nin bir lehçesidir. Çin'in Fujian eyaletinde konuşulan Min-Nan lehçesinin bir koludur. Dünyada yaklaşık 15 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Tayvanca'yı yazarken de genellikle Çince karakterler kullanılır. Tayvanca'ya has kimi karakterler bulunsa da çoğunluğu Mandarin'de kullanılanlarla aynıdır. Bunun dışında birkaç defa Tayvanca'nın Latin alfabesine uyarlanmasına çalışılmıştır. Bunların en ünlüsü 19. yüzyılda Presbiteryen misyonerlerin hazırladığı alfabedir. Ancak bu alfabeler halk tarafından pek benimsenmemiştir. Kansas Devlet Üniversitesi Kansas Devlet Üniversitesi, ABD'nin Kansas eyaletindeki 49.000 nüfuslu Manhattan şehrindedir. 9 Şubat 1858 tarihinde kurulmuştur. Öğrenci sayısı 23.000'in üstündedir. Mehmet Esat İleri Mehmet Esat İleri (d. 1882 Gümülcine – ö. 15 Nisan 1957, İzmir), Türk siyasetçi, yazar, öğretmen. Kurtuluş Savaşı'nda Aydın cephesinde önemli yararlıklar göstermiş, TBMM 1. Dönem ve TBMM 2. Dönem'de Muğla milletvekilliği yapmış bir siyaset adamı ve yazardır. 1882 yılında Gümülcine’de dünyaya geldi. Babası Müderris Mehmet Hilmi Efendi’dir. Babası, müderrisliğin yanı sıra siyasetle de uğramışm ve I. Meclis-i Mebusan’da Balkan Savaşı öncesinde Gümülcine mebusluğu yapmış bir kimsedir. Eğitimini tamamladıktan sonra orta ve lise düzeyindeki okullarda öğretmenlik yaptı. Bir yandan da siyasetle uğraştı ve İttihat ve Terakki Partisi’ne girdi. Balkan Savaşı’na gönüllü olarak katıldı. Savaşta, Gümülcine Yunanlar tarafından işgal edilmişti. Yunan kuvvetleri çekilince “Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti”’ni kurarak bölgenin bağımsızlığın ilan edenler arasında yer aldı; kurulan bu devlet, varlığını 3 ay sürdürebildi. İmzalanan İstanbul Antlaşması ile Osmanlı Devleti Gümülcine’yi Bulgaristan’a bırakınca ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. I. Dünya Savaşı yıllarında Aydın Sultanisi’nde öğretmenlik y
aptı. İzmir'in Yunan işgaline uğraması üzerine hükûmet tarafından yatılı öğrenciler ile birlikte İstanbul’a gelmesi emredildiğinde bu emri yerine getirmedi. Sultânilerde öğretmenlik yapmayı 15 yıl kadar sürdürdü. I. Dünya Savaşı sırasında “"Cihad-ı Ekber"” adlı bir broşür yayımladı. Damat Ferit Paşa hükûmetinin şehzadeler başkanlığında Anadolu’ya gönderdiği ve halkı mütareke şartlarına ikna etmekle görevlendirdiği “"Şehzadeler Nasihat Heyeti"”, 29 Mayıs 1919’da Aydın’a geldiğinde Heyet Başkanı Şehzade Abdurrahim Efendi ve Süleyman Şefik Paşa ile tartışarak dikkatleri çekti. Aydın’ın işgal edilmesi üzerine direnişe geçen kuvvetlerin içinde yer aldı; Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Teşkilatı’nın başında savaş yaralılarının tedavisi için uğraş verdi; Yunan askerlerinin Müslüman halka yaptığı zulmü dünya kamuoyuna duyurmak üzere kurulan komitede görev aldı ve şikayetlerini İtilaf devletleri ile hükûmete iletmek üzere Rodos yoluyla İstanbul’a giden 3 kişilik heyette “Aydın Hilal-i Ahmer Cemiyeti Başkanı” sıfatıyla bulundu. Heyet, mezalime ilişkin belgeyi Fransızca’ya çevirip Avrupa basınına iletmesi için Rodos Valisi’nin yardımını sağlamış; ancak İstanbul’da hükûmet ve padişah tarafından kabul edilmemişlerdi. İttihat ve Terakki mensuplarıyla görüşen Esat Bey ve arkadaşlarının çabaları sayesinde İtilaf Devletlerinin bölgeye inceleme heyeti göndermesi sağlandı. I. TBMM için yapılan seçimler sonucunda 10 Ekim 1920’den itibaren Aydın milletvekili olarak mecliste yer aldı. Türk Tayyare Cemiyeti’nin ilk idare heyetinde ve Himaye-i Etfal’in kurucuları arasında bulundu. Aydın dolaylarında çarpışmalara katılan Esat Bey’in cesaretlendirici konuşmaları milis kuvvetleri üzerinde etkili olduğundan kendisine Demirci Mehmet Efe ve Yörük Ali Efe, “Fahri Ordu Müftüsü” adını verdi. Askerlerin ihtiyaçları için halktan yardım toplamakta başarılı oldu. 1922 yılında Manisa’da “"Düşündüklerim, Dileklerim, Emellerim"” adlı küçük bir kitap bastırdı. Bu eserde ülkenin refahı için neler yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini yazdı. Kendisine Kasım 1923 tarihli Meclis kararı ile verilmesi kararlaştırılan Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklal Madalyası’nı 23 Mart 1925 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda yapılan törenle göğsüne taktı. II. TBMM için yapılan seçimler sonucunda Menteşe (Muğla) milletvekili seçildi. Lozan Anlaşması ile ilgili meclis oturumlarında çarpıcı eleştiriler yaptı, anlaşmanın oylanması sırasında kırmızı oy kullananlar arasında yer aldı. II. dönem milletvekilliği sona erdikten sonra İzmir’in Torbalı ilçesine yerleşti. Yeni ve ileri fikirlere ilgisi nedeniyle Soyadı Kanunu çıktığında “İleri” soyadını aldı. II. dönem milletvekilliği sona erdikten sonra İzmir’in Torbalı ilçesine yerleşti. Yeni ve ileri fikirlere ilgisi nedeniyle Soyadı Kanunu çıktığında “İleri” soyadını aldı. 2. Ekim 1948’de Türk Basın Birliğinin, elli yıl Türk basınına ve maarifine hizmet edenler için düzenlediği jübilede yer aldı. 15 Nisan 1957'de İzmir-Torbalı şosesi üzerinde bir trafik kazasında, 75 yaşında vefat etti. Dört çocuk sahibi olmuştur. Hüseyin Hüsnü Özdamar Hüseyin Hüsnü Özdamar Kurtuluş Savaşı'nda Batı Cephesi'nde yararlıklar göstermiş, TBMM'de 7 dönem Isparta milletvekilliği yapmış bir din ve siyaset adamıdır. 1875'te Isparta'nın Evran Mahallesi'nde doğdu. Babası Hacı Hasan Efendizade Dersiam İsmail Hakkı Efendi'dir. İlk ve orta öğrenimini Isparta'da tamamladı. İlk tahsilini Sadiye Medresesi'nde o zaman müderrislik yapan Ulubor'lu Hacı İbrahim Efendi ile başlamış, İbrahim Efendi'nin vefatından sonra eğitimine devam için Konya'ya giderek önce Karatay Medresesi'nde Teship ve Hadis ilimlerini tahsil etmiş, daha sonra da Ziyaiye Medresesi'ne kaydolmuştur. Burada altı yıl öğrenim gördü. 2 Ocak 1885'te Müderris Parlakzade Ahmet Fahri Efendi'den icazet aldı. Daha sonra İstanbul'a giderek Mahmutpaşa Medresesi'ne devam etti. Dini bilgilerini ve dil bilgisini geliştirdi. Bu arada 9 Ağustos 1902'de Dersiam Mustafa Asım Efendi'den Müderrislik icazeti alarak Isparta'ya döndü ve Sadiye Medresesi'ne müderris olarak atandı. 1903'de Isparta Kutlubay Camii vaizliğine tayin edildi. 1906 tarihinde Nakibüleşraf Kaymaklığı'na atanmştır. 1908 tarihinde ilmeye rütbesi olarak Edirne payesi verilmiştir. 16 Ocak 1910'da Antalya Merkez Müderrisliği'ne tayin edildi. Fakat mazereti sebebiyle görevine başlayamadı. Bir süre camilerde Dersiamlık görevi verildi. 9 Ocak 1911'de Şeriye Mahkemesi Zabıt Katibi oldu. 22 Mart 1914'te İl Genel Meclisi üyeliğine seçildi. Müftü Şakir Efendi'nin İttihat ve Terakki Partisi yetkililerinin şikayeti üzerine görevden alınması üzerine, 5 Mart 1916'da Isparta Müftülüğü'ne getirildi. Sabık Müftü Şakir Efendi'nin Müftülüğe iadesi üzerine, 7 Nisan 1919'da istifa ederek görevinden ayrıldı. İzmir'de Yunan işgalinin başlamasından (15 Mayıs 1919) sonra yörede oluşan ulusal direnişi destekledi. Isparta'da Müdafaa-i Hukuk çalışmalarına katıldı. Isparta'yı temsilen Uçkurcuzade Ali Efendi ile birlikte 6 Ağustos - 9 Ağustos 1919'daki Nazilli Kongresine katıldı. Nazilli cephesinde Yunanlara karşı bizzat savaştı. Bu arada Milli Mücadele'nin hedef ve amacı hakkında aydınlatıcı vaazlar verdi. TBMM 1. Dönem için yapılan seçimle Isparta Milletvekili olarak 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Bu arada Ankara Fetvası'nı Sabık Isparta Müftüsü sıfatıyla tasdik etti. TBMM'de Şeraiye ve İrşad komisyonlarında çalıştı. Dönem içinde üçü gizli oturumda olmak üzere on üç konuşma yaptı. Bir soru, bir gensoru önergesi verdi. Arkadaşlarıyla birlikte verdiği gensoru sonucunda Şeriye ve Evkaf Vekili, Konya milletvekili Mehmet Vehbi Çelik, güvensizlik gösterilmesiyle istifa etti. Arkadaşları ile önerdiği, firardan ölüm cezasına hükümlü bir erin akıl hastalığı nedeni ile affına dair teklifi 18 Ekim 1922 tarih ve 274 sayılı kanun olarak kabul edildi. TBMM 2. Dönem, 3. Dönem, 4. Dönem, 5. Dönem, 6. Dönem ve 7. Dönem'de yeniden seçilerek yasama görevini 1943 yılına kadar sürdürdü. Bu arada 1 Kasım 1934'te memuriyetten emekliye ayrıldı. Hamili olduğu Yeşil Şeritli İstiklal Madalyası, cephede fedakârca hizmeti nedeniyle 22 Şubat 1926 tarih ve 212 sayılı Meclis kararıyla Kırmızı-Yeşil Şeritli İstiklal Madalyası'yla değiştirilmiştir. 1910 yılında yazıp hazırladığı "Feraiz" adında bir eseri varsa da, basılmamıştır. 1902 tarihinde Isparta Çelebiler Mahallesi'nden Karaosmanoğlu Azmiye Efendi'nin kızı Kamile Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten üç çocukları olmuştur. Soyadı Kanunu ile "Özdamar" soyadını almıştır. 17 Haziran 1961'de öldü. Aldan Efendi Kabristan'ında toprağa verilmiştir. Kanun gereği 5 sene sonra naaşı Isparta Askeri Şehitliğine nakledilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Mehmet Şükrü Koç Mehmet Şükrü Koç, (d. 1887, Afyonkarahisar - ö. 10 Mart 1938) TBMM 1. Dönemde Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar) milletvekilliği yapmış hukukçu. 1887'de Afyonkarahisar'da doğdu. Afyon'un ileri gelenlerinden Koçağazade Abdullah Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Afyon'da tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Mektebi'ne girdi ve Ağustos 1911'de mezun oldu. Halep ve Kilis'te hakimlik ve savcılıklarda bulundu. Kilis Savcı Yardımcısı iken 1919'da Adliye'den ayrılarak memleketine döndü ve avukatlığa başladı. Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla, yayımladığı "Afyon İkaz Gazetesi" ile Milli Mücadele'yi destekledi. Afyon Delegesi olarak Sivas Kongresi'ne katıldı. TBMM 1. Dönem için yapılan seçimle Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar) mebusu olarak 23 Nisan 1920'de Meclis'in açılışında hazır bulundu. Adalet, Anayasa, İrşad, Program, Mali Kanunlar, Dışişleri ve Sayıştay Komisyonlarında çalıştı. I. toplantı yılında Adalet Komisyonunun Başkanlığını, III. Toplantı yılında Katipliğini, Malî Kanunlar Komisyonu'nun ve son yılda da Anayasa Komisyonu'nun Sözcülüğünü yaptı. Ayrıca ilk toplantı yılında 5. Şubenin Başkanlığına, I.'de Kâtiplik görevine seçildi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubunun kurulmasında muhalefetteki II. Grupta yer aldı. Dönem içinde 53'ü gizli oturumlarda olmak üzere kürsüde 330 konuşma yapmak suretiyle Meclisin en faal konuşmacılarından biri oldu. 3 soru, 7 gensoru önergesi verdi. Nafia Vekili İsmail Fazıl Paşa (İsmail Fazıl Cebesoy) hakkındaki gensoru önergesi, vekile güvensizlik ile sonuçlandı. Yaptığı 9 tekliften Vatan Hıyaneti'ne dair olanı, 29 Nisan 1920 gün ve 2 sayılı, Ahmet Nafiz Özalp ile birlikte verdiği Vatan Hıyaneti Hükümlerinden Bir Kısmının Aflarına dair olanı, 10 Aralık 1921 gün ve 170 sayılı Kanun olarak kabul edildi. TBMM 1. Dönem sonunda, Afyon'a dönerek avukatlık mesleğini sürdürdü. 10 Mart 1938'de vefat etti. Evli ve üç çocuk babası idi. Pinyin Pinyin ya da Hanyu Pinyin (; Hànyǔ Pīnyīn) Standart Mandarin için Çince yazısında kullanılan romanizasyon sistemidir. Yani her biri ayrı bir ideogram olan Çince karakterlerin Latin alfabesi olarak yazılıp okunabilmesini sağlar. Bu sistem 1979 yılından itibaren Çin hükümeti tarafından resmen benimsenmiştir. 1959'da geliştirilen Pinyin'den başka birçok romanizasyon sistemi daha vardır: Wade-Giles, Tongyong Pinyin, Postal System Pinyin vb. Bu da Çince isimlerin yazılışında karışıklıklara yol açar. Örneğin, Tayvan'ın başkenti Hanyu Pinyin ile Taibei (okunuşu "Taybey") diye yazılsa da, yabancı dillerde eski Wade-Giles sistemine göre Taipei olarak yazılması alışkanlık haline gelmiştir. Türkçeden bir örnek de Pekin'dir; Çince Beijing (北京, okunuşu: Beycinğ) kelimesi, Türkçeye ilk olarak "Pekin" olarak girmişti. Son zamanlarda Pinyin sisteminin kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte Pekin şeklindeki yazılışa da medyada sıkça raslanıyor. Çeşitli Çince romanizasyon sistemlerinin karşılaştırması ve en yakın Türkçe karşılıkları şöyledir: Pinyin sisteminde Standart Çince'de yer alan dört ton şöyle belirtilir: Bu tonlar genellikle Çince ders kitapları dışında pek kullanılmazlar. Ancak doğru telaffuz için gereklidirler. Çincenin farklı varyantları için Pinyin benzeri sistemler geliştirilmiştir. Örneğin Guangdong eyaleti hükümeti tarafından eyalette konuşulan diller için Guangdong
Romanizasyonu denilen bir sistem geliştirilmiştir. Bunun dışında 1976'da alınan bir kararla, azınlık bölgelerindeki azınlık diliyle anılan yer isimlerinin de pinyindeki 26 harf ile yazılması kararlaştırılmıştır: Bermuda Şeytan Üçgeni (kitap) ⭐Bermuda Şeytan Üçgeni (özgün adıyla "The Bermuda Triangle"), Charles Berlitz tarafından yazılmış 1974 tarihli kitap. Bermuda Şeytan Üçgeni olarak anılan okyanus bölgesinde kaybolan gemi ve uçakları konu alan eser, 22 dile çevrilerek 14 milyondan fazla sattı. Hafız İbrahim Demiralay Hafız İbrahim Demiralay, (d. 1883, Isparta) - (ö. 29 Mart 1939), Kurtuluş Savaşı'nda Kuvayi Milliye'de büyük yararlıklar göstermiş, TBMM'de 6 dönem Isparta milletvekilliği yapmış bir din adamıdır. Yılanlızade Tahir Paşa'nın oğludur. İlk ve orta öğrenimini Isparta'da tamamladı. 1902'de İstanbul'a gelerek Fatih Medresesi'ne kaydoldu. Yedi yıl öğrenim gördükten sonra, müderrislik icazeti aldı. Öğrenimi sonrasında Isparta'ya dönerek babasından kalan arazide tarımla meşgul oldu. Gülyağı ticareti yaptı. Bu arada 1911-1912 yıllarında Isparta İdadisi'nde Din Bilgisi ve Ahlâk Dersleri okuttu. Ayrıca bir ara Bidayet Mahkemesi Üyeliği'nde bulundu. Milli Mücadele'nin başlamasıyla, Isparta ve çevresinde milli harekatın önderi oldu. İzmir'de Yunan işgalinin başlaması üzerine mitingler düzenleyerek ve Isparta'nın bütün köylerine varıncaya kadar "beyannameler" göndererek, halkı milli harekat lehinde bilinçlendirmeye çalıştı. Konya Valisi Cemal Bey'e ve II. Ordu Müfettişi Küçük Cemal Paşa'ya telgraflar çekti. Vali, telgrafı alır almaz Isparta Mutasarrıfı Talat Bey'e, "Uyanık olmasını, imza sahibinin sorguya çekilerek İstanbul Sıkıyönetimine gönderilmesi" talimatını verdi. Isparta Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensupları da Hafız İbrahim Efendi'nin çalışmalarına karşı çıktılar. Bu engelleme girişimlerine rağmen Hafız İbrahim Efendi, çalışmalarını arttırarak sürdürdü. Bu cümleden olarak, 6 Ağustos - 8 Ağustos 1919 tarihlerinde toplanan 1. Nazilli Kongresi'ne Isparta delegesi sıfatıyla Eski Müftü Hacı Hüsnü Özdamar ile Uçkurcuzade Ali Efendi'yi gönderdi. Böylece Ege Bölgesi'ndeki milli faaliyetlerle irtibata geçti. Öte yandan başkanı bulunduğu ve Isparta'da Ulusal örgütlenmenin öncülüğünü yapan Cemiyet-i İlmiye'yi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında yeniden kurdu. Isparta'nın merkez, ilçe ve köylerinden topladığı gönüllü kuvvetleri "Isparta Mücahitleri" adı altında Nazilli Cephesi'ne gönderdi. TBMM I. Dönem için yapılan seçimlerle Isparta Milletvekili Seçildi. Bu sıfatla Meclisin 23 Nisan 1920'de açılışında hazır bulundu. Ankara Fetvası'nı "Isparta Mebusu, Ulemadan Hafız İbrahim" isim ve unvanıyla imzalamıştı. 1920 Temmuz'unun başlarında Yunan kuvvetlerinin Milne hattını aşarak Anadolu içlerine ilerlemeleri, Alaşehir'in kaybı, Nazilli-Köşk cephesinin çökmesi, Yunan ordusunun 5 Temmuz 1920 günü Denizli-Buldan'a girmesi, kuzeyde Bursa'ya yaklaşmasıyla işgalin genişlediği günlerde "milli teşkilat kurup cepheye gitmesi için Mustafa Kemal Paşa'nın tensibiyle Milli Müdafaa Vekili tarafından Isparta ve havalisine gönderildi". Cephede görev yapması sebebiyle, 11 Temmuz 1920'de Meclis kararıyla izinli sayıldı. Kısa zamanda topladığı yüz atlı ve iki yüz piyade gönüllü erle bir birlik teşkil ederek Yunan kuvvetleriyle savaştı. Ekim'de bu kuvvet üçü atlı, üçü piyade ve biri makinalı tüfek takımından ibaret yedi bölüklü bir alay haline geldi ve "Demir Alay" olarak anıldı. Uşak hattında, bir başka din adamı, İsmail Şükrü Çelikalay tarafından yürütülen savunma hareketlerine paralel şekilde bir tarzda girdi. Demir Alay, 28 Ağustos 1920'de Kurban Bayramı'nın üçüncü günü Sarayköy yakınında Demirköprü mevkiinde Yunan ordusuyla şiddetli çarpışmalara girdi. 5-6 gün süren bu çarpışmalarda Hafız İbrahim'in komuta ettiği Demir Alay karşısında Yunanlar ilerleme kaydedemedi. Daha önce Tepeköy'ü işgal eden Yunan kuvvetlerine 17 Eylül gecesi baskın yapıldı ve Tepeköy işgalden kurtarıldı. Demir Alay'ın bu başarılı hizmetleri, TBMM tarafından da yakından takip edildi. Meclis'in takdirleri, Başkan Mustafa Kemal Paşa vasıtasıyla Demiralay Komutanı Hafız İbrahim Bey'e bildirildi. "Kuva-yı Milliye" kuvvetleri düzenli ordu içine alınırken, Demir Alay, "Mürettep Alay" olarak 57. Tümen içinde yer aldı. Müdafaa-i Milliye Vekaleti'nin 2 Kasım 1920 tarihli emri ile adı "39. Alay" oldu. Ocak 1921'de de "Menderes Grup Komutanlığı" emrine verildi. Demir Alay'ın düzenli ordu içinde bu şekilde yer alması üzerine, Mart 1921'de Hafız İbrahim Efendi, Meclis'e döndü. Sağlık ve Sosyal Yardım, Milli Eğitim ve Dilekçe komisyonlarında görev aldı. I. Dönem içinde 4'ü gizli oturumlarda olmak üzere 7 konuşma yaptı. Bir de Kanun önerisi verdi. Hizmetlerinden dolayı Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. TBMM 2. Dönem, 3. Dönem, 4. Dönem, 5. Dönem ve 6. Dönemlerde de yeniden Isparta Milletvekili seçildi. Evli ve dört çocuk babasıydı. Soyadı Kanunu ile "Demiralay" soyadını aldı. Halen Isparta'da soyu Demiralaylar olarak bilinmekte ve devam etmektedir. IX.,X.ve XI.Dönem Isparta milletvekili Kemal Demiralay'ın babasıdır. Harper Lee Nelle Harper Lee (28 Nisan 1926, Monroeville, Alabama, ABD - 19 Şubat 2016, Monroeville, Alabama, ABD) ABD'li yazar. Alabama doğumlu olan yazar Harper Lee, Huntington Koleji ve Alabama Üniversiteleri'nde okudu. Bir süre Alabama'nın Oxford kentinde eğitim gördükten sonra, Eastern Air Lines'ta işe girdi. Birkaç kısa hikâye yazan Lee, 1960 yılında ünlü Bülbülü Öldürmek romanını yazdı. Yazarın tek romanı olan bu eser çok başarılı bulundu, büyük başarı kazandı ve filme çekildi. Ancak Harper Lee bir daha roman yazmadı. Fakat 3 Şubat 2015 tarihinde yaptığı açıklamayla, Go Set a Watchman adlı yeni romanının 14 Temmuz 2015 tarihinde yayımlanacağını duyurdu. Bülbülü Öldürmek kitabının devamı niteliğindeki roman, ilk romanın 20 yıl sonrasında yine Alabama eyaletinde geçmekteydi ve ilk eserdeki küçük çocuğu büyüdükten sonra, siyahların verdiği mücadeleye verdiği destek etrafında gelişen bir örgüye sahipti. "Bülbülü Öldürmek" ilk yayımlandığında satış rekorları kırdı ve yazarını kısa sürede üne kavuşturdu. 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı, bir yıl sonra Gregory Peck'in başrolünü oynadığı bir filmde beyazperdeye aktarıldığında da Oscar aldı. Bu romanın böylesine büyük başarı sağlamasının nedeni, olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesiydi. Truman Capote'nin çocukluk arkadaşı olan Harper Lee, Capote (2005) filminde bu rolüyle Oscar adayı olan Catherine Keener, Infamous'ta ise Oscar ödüllü Sandra Bullock tarafından canlandırıldı. (2006) Pulitzer Ödülü Pulitzer Ödülü New York şehrinde, Columbia Üniversitesi tarafından gazetecilik, edebiyat ve müzik gibi alanlarda verilen prestijli bir ödüldür. Amerika'da en büyük ve prestijli ödül kabul edilen Pulitzer Ödülü, 19. yüzyılda Musevi kökenli Macar asıllı Joseph Pulitzer adlı bir gazeteci tarafından kuruldu. İlk ödüllerin 4 Haziran 1917'de verilmesine rağmen, artık Nisan ayında açıklanmaktadır. Ödüller 21 kategoride verilmekte olup bunların 20 tanesinin değeri 10000 dolar karşılığı nakit para ve bir sertifikadır. Kazananlar bağımsız bir kurul tarafından seçilmektedir. Ahmet Nebil Yurteri Ahmet Nebil Yurteri, (d. 1876 - ö. 18 Eylül 1943), Türk siyasetçi ve din adamı. TBMM 1. Dönemde Afyon milletvekilliği yapmıştır. 1876'da Afyonkarahisar'da doğdu. Alim ve şair Dehşetizade Salih Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Afyon'da tamamladı. Daha sonra Konya ve İstanbul'a giderek buralardaki medreselerde öğrenimini sürdürdü. Üstün başarıyla müderrislik icazeti aldı. Özellikle fıkıh ilminde temayüz etti. Afyon Şeriye Mahkemesi üyeliği ile memuriyet hayatına başladı. Babasının kurduğu Dehşeti Medresesi'ndeki müderrislik göreviyle çalışmalarını devam ettirdi. İzmir'de Yunan işgalinin başlaması üzerine, Milli Mücadele'ye katıldı. Afyon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kuruluşunda görev aldı. Kuvayı Milliye'nin faaliyetlerine katıldı. TBMM 1. Dönem için yapılan seçimde Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar) Milletvekili olarak 23 Nisan 1920'de meclisin açılışında hazır bulundu. Bu arada Ankara Fetvası'nı "Karahisar-ı Sahip Mebusu Ulemadan Nebil" ismiyle imzaladı. Mecliste İktisat ve İçtüzük komisyonlarında çalıştı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunun kurulmasından sonra muhalefetteki II. Grupta yer aldı. Dönem içinde 9'u gizli oturumlarda olmak üzere kürsüde 173 konuşma yaptı. Milletvekilliği bu dönemde sona erince memleketine dönerek müderrislik görevini sürdürdü. Soyadı Kanunu ile "Yurteri" soyadını aldı. 18 Eylül 1943'te vefat etti. Evli ve altı çocuk babasıydı. Ahılkelek Ahılkelek ( "Ahalkalaki", "Ahalgalag"), Gürcistan'ın güneybatı kesiminde, Samtshe-Cavaheti bölgesinde bulunan küçük bir kenttir. Kentin adı Yeni kent anlamına gelir. Osmanlı yönetimi altındayken Ahılkelek olarak adlandırılmıştır. Ahılkelek, Cavaheti volkanik platosunda yer alır. Türkiye sınırına 30 kilometre uzaklıktadır. Kent nüfusunun büyük çoğunluğu Çarlık Rusyası ve Sovyet döneminde bölgeye yerleştirilen Ermenilerden oluşur. Nisan 2005 tarihinde imzalanan anlaşmayla yapılacak olan ve Türkiye'yi Gürcistan ve Azerbaycan'a bağlayacak olan Kars-Tiflis-Bakü demiryolu Ahılkelek'ten geçecektir. Joseph Conrad Joseph Conrad (d. adı Józef Teodor Konrad Korzeniowski; (d. 3 Aralık 1857 - ö. 3 Ağustos 1924), Polonya asıllı İngiliz yazar. Ukrayna'da doğdu. Eserlerinin kimisi romantik olarak yaftalanmışsa da Conrad'ın romantizmi belli bir alaycılıkla ve insanın kendi kendini aldatma gücüne dair sağlam bir farkındalıkla dengelenmiştir. Birçok eleştirmence modernizmin öncülerinden kabul edilir. Conrad, Józef Teodor Konrad Korzeniowski adıyla Ukrayna'nın Berdychiv (eski adı "Berdyczów") adlı şehrinde, son derece yurtsever bir Polonyalı asil ailede ("Nałęcz" hanedanı soyundan) doğdu. Conrad'ın bir yazar (en çok milliyetçi tragedyalarıyla tanınır) ve Fransızca ile İngilizce çevirmeni olan babası, Çarlık Rusya'ya karşı 1863 isyanlarına destek veren
eylemleri nedeniyle Varşova'da Rus yetkililerce tutuklanmış ve Sibirya'ya sürülmüştü. Annesi veremden 1865'de, babası da dört sene sonra Krakov'da vefat etti; böylece Conrad on bir yaşında öksüz kalmış oldu. Ebeveynlerinin ölümünü takiben, Krakov'da yaşayan dayısı Tadeusz Bobrowski'nin himayesine verildi. Ali Sabri Güney Ali Sabri Güney (d. 1885, Mut, Çömelek - ö. 15 Eylül 1946, Mersin) TBMM 1. Dönem'de İçel (Silifke) milletvekilliği yapmış bir din adamı ve hukukçu. Ali Sabri Güney, Hacı Ahmet Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Silifke'de tamamladıktan sonra İstanbul Darülfünun Hukuk Mektebi'ne devam ederek diploma aldı. 11 Aralık 1912'de Beyazıt Camii dersiamlığı göreviyle memuriyete başladı. 30 Ağustos 1914'te Fetvahane yardımcılığına atandı. Bu arada Darülhilafe'nin dördüncü sınıfında fıkıh dersi vermek üzere görevlendirildi. Ancak I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine ilan edilen umumî seferberlik dolayısıyla askere alındı. Sağlık nedeniyle terhis edilmesi üzerine 31 Aralık 1914'te Tarsus kadılığına tayin edildi. Bu görevi Ekim 1919 tarihine kadar yürütebildi. Millî Mücadele'ye katılması sebebiyle bu tarihte İstanbul hükümetince müstafi sayıldı. TBMM 1. Dönemi için yapılan seçimlerde İçel (Silifke) milletvekili olarak Meclise katıldı. Ankara Fetvası'nı "Silifke Mebusu Kuzattan Hacı Ali" ismiyle imzaladı. Meclis'te Adalet, Anayasa, Bütçe ve Defter-i Hakanî (Tapu-Kadastro) komisyonlarında çalıştı. Mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun kurulmasında muhalefetteki II. Grup'ta yer aldı. Dönem içinde biri gizli oturumda olmak üzere iki konuşma yaptı, yedi kanun önerisi verdi. Milletvekilliği bu dönemde sona erince memleketine döndü ve avukat olarak meslek yaşamını sürdürdü. 1946 yılının başında Demokrat Parti'nin kuruluşunda bu partide yeniden politikaya girdi. Evli ve beş çocuk babası olan Ali Sabri, Soyadı Kanunu ile "Güney" soyadını almıştır. Çocuklarının adları Nadire, Türkan, Dolunay, Atiye, Haluk'tur. Demokrat Parti'ye 1946'da girmesinden kısa bir süre sonra 15 Eylül 1946'da Mersin'de öldü. John Cheever John Cheever (27 Mayıs 1912–18 Haziran 1982), Amerikalı yazar. Romanları ve kısa hikâyeleri ile ünlü olan Cheever, 1979'da Pulitzer Ödülü'nü kazandı. Pulitzer Pulitzer: Andy Warhol Andy Warhol (6 Ağustos 1928 - 22 Şubat 1987), Amerikalı ressam, film yapımcısı ve yayıncı. Pop art akımının en önemli temsilcilerinden kabul edilir. Seri üretimin, seri üretim nesnelerinin sıkça kullanıldığı bir sanat türünü kullanır. Sanatçı, resimlerini afiş tekniği ile çoğaltmıştır. Bu radikallik aslında bir tepkidir ve çağın toplumsal olaylarıyla bir bütünlük içindedir. Ayrıca Nico ve The Velvet Underground'ı Andy Warhol keşfetmiştir. Andy Warhol'un pop-art'ı, The Velvet Underground'ın bütün etkinliklerinde kendisini gösterir. Grubun vokalisti Lou Reed 80'li yılların Chuck Berry'si olarak sunulacaktı. Nico, Andy Warhol'la tanıştığında henüz bir manken ve film yıldızıydı. Warhol onu "Chelsea Girls" adlı süperstarları arasına soktuktan sonra, Lou Reed'e Velvet Underground'ın bazı vokal parçalarını ona söyletmesini önerdi. Nico duygu yüklü solo kariyerine başlamadan önce, grubun ilk albümüne katkıda bulunacaktı. Warhol çektiği kısa filmlerle Bağımsız Film Ödülü'nü kazandı. Ayrıca ""Empire"" ve ""Sleep (uyku)"" isimli iki deneysel uzun film çekti. Bu filmlerden 'Empire' 8 saat sürüyordu ve yapımı, Empire State Binası'nın karşısına konulmuş bir kameranın 8 saat boyunca sabit bir noktada çalıştırılmasıyla gerçekleşmişti. 'Sleep'in konsepti de buna benziyordu. Uyumakta olan birinin 6 saatlik uykusunu görüntülüyordu. Warhol, kendisiyle yapılan bir röportajda 'Birisinin yazdığı kitabı okumaktansa, kendine iç çamaşır alışını seyretmeyi tercih ederim' demişti. Warhol'un 1966'da yaptığı ""Chelsea Girl"" adlı filmi, ticari salonlarda gösterilen ilk underground film olarak tarihe geçti. '67 yılında Warhol üniversitelerde konuşmalar yapmaya başladı. Konuşmaları o kadar başarılı olmuştu ki, bazı üniversiteler, onun yerine konuşma yapması için Warhol'a benzeyen tiyatrocularla anlaşmaya başladı. 3 Haziran 1968'de Warhol'a, radikal feminist bir grubun üyesi olan Valerie Solanas tarafından suikast girişiminde bulunuldu. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Warhol göğsünden aldığı üç yara nedeniyle önce öldü sanıldı, kalp masajıyla hayata döndürüldü, ancak iki ay sonra ayağa kalkabildi. Solanas önce akıl hastanesine ardından da 3 yıllık cezasını çekmek üzere ceza evine gönderildi. Bu olayı anlatan I Shot Andy Warhol adlı bir film çekildi. Ahmet Müfit Kurutluoğlu Ahmet Müfit Kurutluoğlu (1879 - 1958), TBMM 1. Dönem'de Kırşehir milletvekilliği yapmış din adamı ve hukukçudur. 1879'da Kırşehir'de doğdu. Kırşehir Müftülerinden Hacı Mahmut Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Kırşehir'de yaptı. Sonra İstanbul'a gelerek yüksek öğrenimini Fatih Medresesi'nde tamamladı. Ayrıca İstanbul Hukuk Mektebi'ne devam edip mezun oldu. Üsküdar-İskele Meydanı Camii'nde müderrislik ve bir süre avukatlık yaptı. İsteği üzerine Çanakkale-Eceabat Savcılığı'na atandı. Bu görevde iken 1908'de Yozgat-Boğazlıyan Ceza Reisliği'ne tayin edildi. 1910'da babasının vefatı üzerine memleketi Kırşehir'e döndü ve halkın arzusuna uyarak Kırşehir Müftülüğünü üstlendi. Ayrıca Kırşehir'i Ankara Vilayet Genel Meclisi'nde temsil etti ve Daimi Encümen Üyeliği yaptı. I. Dünya Savaşı Mütarekesi'nden sonra Damat Ferit Hükümeti tarafından tutuklatılarak İstanbul'a gönderildi ve Divan-ı Harb'e sevkedildi. Ancak, firar ederek Kırşehir'e geldi ve Heyet-i Temsiliye ile temasa geçerek Kırşehir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni kurdu. İstanbul taraflısı Ankara Valisi Muhittin Paşa'yı, o günlerde Ankara'ya bağlı olan Kırşehir'e sokmadı. Yakın arkadaşı ve 1. Millet Meclisi'nde kendisi gibi Kırşehir Mebusu olan Yahya Galip Kargı ile beraber başardığı bu hizmetini, Ali Fuat Cebesoy hatıralarında "Meclisin Ankara'da toplanmasını sağlayan girişimlerden biri" olarak bahseder". TBMM 1. Dönem için yapılan seçimde Kırşehir Milletvekili oldu ve 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Mecliste Anayasa, Adalet, Şeriye-Evkaf, Bütçe, Tasarı ve İçtüzük Komisyonlarında çalıştı. I. Toplantı yılında Şeriye-Evkaf ve Tasarı Komisyonlarının Başkanlığını, II. yılda Şeriye-Evkaf Komisyonu ile Adalet Komisyonunun sözcülüğünü yaptı. Meclisin kabul ettiği ilk kanun olan Ağnam Resmi Kanunu, arkadaşlarıyla birlikte yaptığı öneri üzerine kabul edildi. Tasarı Komisyonundaki görevi nedeniyle görüşülmekte olan tasarılar üzerinde en çok konuşan ve Genel Kurul'a aydınlatıcı bilgi veren milletvekillerinden oldu. Sakarya Savaşı sırasında Hükümetin Kayseri'ye nakil kararına karşı çıkarak kararı eleştirdi. 10 Mayıs 1921'de Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun kurulmasından sonra muhalefetteki II. Grupta yer aldı. 26 Ocak 1922'de Harp Encümeni kararıyla ordunun bazı geri hizmetlerini gözetim ve yardım görevine memur edildi. 13 Kasım 1922'de izin alan II. Başkanvekili Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş'ın yerine bir süre vekalet etti. 20 Kasım 1922'de Halife Abdülmecit Efendi'ye kutsal emanetleri teslim ve Meclis adına kutlama kurulunda bulundu. İstanbul Fatih Camii'nde ilk Türkçe hutbeyi okudu. Dönem içinde kürsüde yaptığı konuşma sayısı 30'u gizli oturumlarda olmak üzere 242'dir. Milletvekilliği 1. Dönemde sona erince Kırşehir'e döndü ve avukatlık yaparak yaşamını sürdürdü. 15 Haziran 1958'de Kırşehir'de öldü. Aşıkpaşa Türbesi yakınında toprağa verildi. Roy Lichtenstein Roy Lichtenstein, (d. 27 Ekim 1923, Manhattan - ö. 29 Eylül 1997 Manhattan), Amerikalı Pop Sanatçısı. Eserlerinde popüler reklam ve çizgi roman öğeleri kullanmasıyla ünlüdür. Kendisini ve yapıtlarını "mümkün olabildiğince yapay" olarak tanımlamıştır. Orta halli bir ailede doğan Lichtenstein, kendini sessiz ve uslu bir çocuk olarak tanımlıyordu. Orta okul yıllarında hobi olarak başladığı çizimlerinin o dönemde temel konuları caz müzisyenleriydi; Picasso'nun mavi ve pembe dönemlerinden de oldukça etkilenmişti. Liseden sonra New York'tan ayrılıp Ohio Güzel Sanatlar Akademisine yazılan Lichtenstein'ın eğitimi savaş nedeniyle yarım kaldı. Ancak savaş bittikten sonra bunu tamamlama ve hatta master yapma fırsatını buldu. 1950'lerin başında artık New York'ta işlerini sergileyebiliyordu. Ancak Cleveland'da yaşadığı dönemde bir yandan resim yaparken bir yandan da teknik mühendislik çizimleriyle para kazanıyordu. İlk pop denemesi 1956'da yaptığı bir dolar resmiydi. Fakat bunun ardılları gelmedi. 1957-1960 arasında tarzı soyut ekspresyonizm olarak tanımlanabilirdi, önceleriyse geometrik soyutlama ve bir çeşit kübizmi denemişti. 1960'ta Lichtenstein, New Jersey'ye asistan profesör olarak atandı. Bu dönemde Allan Kaprow, George Segal, Robert Watts, Claes Oldenburg gibi isimlerle tanışıp; görüş alanını genişletti. Birkaç Happening'de bulundu ama aktif olarak katılmadı. Bütün bunlar onun hayal gücünü destekliyordu; ama asıl vurucu nokta oğullarından birinin bir gün elindeki Mickey Mouse kitabını gösterip "eminim sen bu kadar iyisini çizemezsin" demesiydi. Roy Lichtenstein 1961'de çizgi roman karelerinden tipleri gösteren altı tane resim yaptı; bunların sadece renklerini ve orijinal kaynaktaki formlarını değiştiriyordu. İşte zamanla onun resminde imzası haline gelecek Benday noktacıklarını, kaligrafiyi ve konuşma balonlarını bu dönemde kullanmaya başlamıştı. Bir sonraki yıl Leo Castelli Galeri'deki solo sergisi onun kariyerinde bir fırlama noktası oldu. Bundan sonra Venedik Bienal'ine katılımı, Guggenheim Müzesi'nde retrospektif sergisi, Amerika turu gibi büyük işler yapabilme olanağına sahip oldu. Ardından 1970'te Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi'ne seçildi. Yaşadığı dönemde pek çok tartışmanın odağında olmasına rağmen ölümünden beş yıl sonra bugün sanat tarihindeki mihenk taşlarından biri olarak kabul edildiği bir gerçek. Bu sanatçının canlı ve basit pop sanatı, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra soyut ekspresyonizm'in hakim olduğu sanat dünyasında radikal bir değişimi işaret etmiştir. Lichtenstein, her
zaman çocuksu bir ruha sahip olmuş, ama bu çocuksuluğunu akıllıca kullanarak sanat ortamına çok dikkat çekici, etkili eserler bırakmıştır. Çizgi romanlardan seçtiği bir kesiti alarak büyüten sanatçı, güncel ve popüler konu, olay ve kahramanları büyük bir yalınlık içinde sunmuştur. Bir antik çağ tapınağı, Picasso'nun bir resmini kendine özgü tekniği kullanarak çizgi roman dili içinde yeniden oluşturur, yani popülarize eder. Lichtenstein, coşkulu bir dille, çizgi roman görüntülerini büyütürken bu çizgilerdeki belirgin ve sert grafiksel özellikleri, daha abartılı bir biçimde vurgulanmıştır. Bağlaç Bağlaçlar veya rabıt (bağlama) edatları; kelimeleri, kelime gruplarını veya cümleleri biçim veya anlam yönüyle birbirine bağlayan kelimeler: "ve, veya, ile, ama, de (da) , ancak, belki, çünkü, eğer, hâlbuki, hem … hem …, hiç değilse, ise, ki, lâkin, meğer, nasıl ki, ne … ne …, öyle, öyle ki, sanki, şu var ki, üstelik, yahut, yalnız, yani, yoksa, zira" v.s. Bağlaçlar, ifadeleri ilgi ve önem sırasına koyarak düzenlememize yardımcı olur. Bağlaçların kendi başlarına anlamları yoktur. Yer aldıkları cümlenin çeşitli bölümleri arasında anlam ve biçim bakımından bağlantı kurarlar. Cümlelerde sıralama bağlaçlar sayesinde yapılır. Cümleler arasında konu ve anlatım bütünlüğü sağlamak için kullanılırlar. Yalın bağlaçlar, herhangi bir ek almamış ya da bir kelimeyle birleşmemiş basit kelimelerdir. Kök halindeki ve, ama, ile, eğer, de, hem, yani gibi kelimeler bu tür bağlaçlardır. Bileşik bağlaçlar öyleyse, yoksa, nitekim, sanki, oysa, kim bilir gibi kelimelerdir ve bunlar iki ayrı kelimenin birleşmesinden oluşur. Bileşik bağlaçları oluşturan kelimelerin her zaman bağlaç türünden olmaları gerekmez. Mesela kim bilir bağlacındaki "kim" zamir, "bilir" ise bir çekimli fiildir. Sanki bağlacı ise "san" (san-mak) fiil kökü ile "ki" bağlacının birleşmesinden oluşmuştur. Öbekleşmiş bağlaçlar ayrı ayrı kelimelerin bir arada kullanılmasıyla ortaya çıkar. Bazen ya da, hem de gibi iki bağlacın yan yana kullanılmasıyla da öbekleşmiş bağlaç oluşabilir. Bazen ki bağlacıyla birlikte bir bağlaç öbeği oluştuğu da olur; nerde kaldı ki, değil mi ki böyle oluşmuş bağlaçlardır. Başka bir deyişle, sözün kısası, bir bakıma gibi tamlamalar bağlaç fonksiyonu de görürler. Gel gelelim, ne bileyim, zorla değil ya gibi bazı kısa cümleler de kalıplaşarak bağlaç niteliği kazanabilir. Öbekleşmiş bağlaçlardan yinelemeli bağlaçlar da çok yaygın olarak kullanılır. Bunlara ya … ya …, hem … hem …, ister … ister …, gerek … gerek(se) …, ne … ne …, ama … ama … gibi bağlaçlar örnek gösterilebilir. Mesela: ""ister gel ister gelme"", ""ne sevdiğin belli ne sevmediğin"", ""ya bugün gel ya yarın"". Türemiş bağlaçlar, isim ya da fiil soylu kelimelerden türetilmişlerdir: anlaşılan, gerçekten, kısacası, mesela, örneğin, üstelik gibi. İki kelime, kelime grubu veya cümlenin arasına girerek birbirinin yerini tutabilecek iki unsuru birbiriyle denkleştirme, karşılaştırma ilgisiyle bağlayan veya, veyahut, ya, yahut edatlarıdır: kavun veya karpuz, masa veya sıra, seni böyle gören ya deli diyecek ya gülüp geçecek, v.s. Karşılaştırılan grupları veya unsurları, mukayese ilgisiyle bağlayan ama … ama, da(de) … da(de), gerek … gerek, ha … ha, hem … hem, ister … ister, ne … ne, ya … ya gibi bağlaçlardır. Ama haklı ama haksız herkese itiraz eder. Eyere de yakışır semere de. Gerek fakir gerek zengin olsun. Ha Kel Hasan ha Hasan kel. Hem suçlu hem güçlü. İster öldür ister güldür. Ne şair yaş döker ne âşık ağlar. *(F.Nafiz) Ya o zaman yalan söyledi ya şimdi. Bu edatlar, karşılaştırılan unsurlardan biri, hepsi veya hiçbiri ifadesiyle üç türlü fonksiyonu yerine getirirler: Ya akıl ver ya para. Ya paranı ya canını. (birini) Hem kel hem fodul. (hepsi) Ne kızı veriyor ne dünürü küstürüyor. (hiçbiri) İki kelimenin arasına girerek arka arkaya gelen unsurları bağlamaya yarayan dahî, ile, ilâ, ve edatlarıdır: Karagöz ile Hacivat, Suç ve Ceza v.s. Cümleler arasında türlü anlam ilgileri kurarak onları birbirine bağlayan edatlardır: âdeta, ama, ancak, bari, belki, binaenaleyh, çünkü, eğer, fakat, gerçi, güya, hakeza, hâlbuki, hatta, hazır, hele, illâ, illâ ki, kaldı ki, keşke, keza, lâkin, madem, mademki, mamafih, meğerki, nasıl ki, nitekim, oysaki, öyle ki, sanki, şayet, şöyle ki, tâ ki, üstelik, yalnız, yani, yeter ki, yoksa, zaten, zati gibi. Cümle başı edatlarının kullanıldığı yere göre cümleleri hangi ilgiyle bağladığına dikkat edilmelidir. bile, da (de), dahî, değil, ise, ki, ya gibi edatlardır. Bunlardan bile, da (de), dahî, ise, ya edatları kelimesi önceki unsurlara; değil, ki edatları getirildiği kelimesi sonraki unsurlara bağlar. Bu edatların pek çoğunda kuvvetlendirme ifadesi de vardır: Baksan a! Ben de özledim. Sağır Sultan bile duydu. Bu da geçer yahu! Hele bir nefes alayım da. Adam sen de. Sorsam mı ki*. Böyle de yatılmaz ki. Onlar şehirliydi biz ise köylüydük. (İse edatı, şart kipi ekiyle karıştırılmamalıdır.) Yorgun değilsin ya. Ev kira değil ya varsın küçük olsun, v.s. Bağlaç olan "da", "de" (dahî anlamında) ayrı yazılır. Kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü uyumlarına uyar ve bunun dışında hiçbir ses olayından etkilenmez. Bağlaçlar, cümle içerisinde eşgörevli, eş değerli ya da birbiriyle ilgili öğeleri birbirine bağlarlar. ""Kerim ve Sinan aynı işi yapıyorlardı; ama Kerim’in geliri Sinan'ınkinden yüksekti"" cümlesindeki ve bağlacı, ilk cümleciğin ortak yüklemli özneleri olan eş değerli iki kelimesi birbirine bağlamakta, ama bağlacı da iki cümleciği birbiriyle ilişkilendirmektedir. Her iki cümlecik de aslında, özne ve yüklemleri bulunan bağımsız birer cümledir. Bu iki cümle arasındaki anlam ilişkisinin varlığı, ama bağlacıyla ortaya çıkmaktadır. Öznesi, yüklemi ya da tümleci ortak olan cümlelerde, eşgörevli öğeleri bağlamak için yinelemeli bağlaçlar da kullanılabilir: Ne ve ne bağlaçları cümleye olumsuz anlam yüklediğinden, yüklem olumlu durumda kullanılır: Bağlaçlar, aralarında anlam ilişkisi bulunan cümle öğelerini bağlama fonksiyonu de görür: Bu tür cümlelerdeki cümleciklerin özneleri ayrı da olabilir: Bağlaçlar cümle öğelerinin önünde ya da arkasında yer alırlar. Bazı bağlaçlar cümlede sıfat ya da zarf olarak da kullanılabilir. ""Bir kedi ancak bu kadar kıvrak olabilir"" cümlesindeki ancak, özneyi nitelediği için sıfat fonksiyonu yüklenmiştir. Bazı bağlaçlar özel biçimlerde kullanılır. Mesela ki, de, ise bağlaçları, bazen yalnızca özneyi pekiştirir: Ki bağlacının bir fonksiyonu de, birleşik cümlelerde yan cümleciği ana cümleciğe bağlamaktır: Abdullah Servet Akdağ Şeyh Abdullah Servet Efendi (Soyadı Kanunu'ndan sonra Abdullah Servet Akdağ) TBMM 1. Dönem Bursa milletvekilliği yapmış, Nakşibendi Şeyhi sıfatıyla İrşad Heyetleri ve Yeşil Ordu konularında faaliyetleri bulunmuş, Cumhuriyet'in ilanından sonra Türkiye adına yurtdışı faaliyetleri de yürütmüş bir din adamıdır. 1880'de Kastamonu-Tosya ilçesi'nde doğdu. Kuzey Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etmiş bir aileden Ahmet Efendi'nin oğludur. İlk öğrenimini Tosya İptidai Mektebi'nde yaptı. Orta öğrenimini de Tosya Rüştiyesi'nde tamamladıktan sonra Kastamonu İdadisi'nden mezun oldu. Ayrıca İstanbul'da Aksaray Medresesi'nde öğrenim gördü. Müderrislik icazetini ise, Bursa Medresesi Müderrislerinden Hacı Mustafa Efendi'den aldı. Öğrenimi sonrasında 14 Kasım 1899 tarihinde Bursa İli Mektupçuluk Kalemi'nde mümeyyizlik ile devlet hizmetine girdi. 1 Aralık 1913'te Bursa Vaizliği'ne atandı. Nakşibendi Dergahı Şeyhi sıfatıyla mütareke sonu dönemde Milli Mücadele'den yana vaazlarıyla halkı aydınlatmaya çalıştı. Bu nedenle 30 Haziran 1919'da görevinden alındı. TBMM 1. Dönem için yapılan seçimlerle Bursa Milletvekili olarak 23 Nisan 1920 açılışında hazır bulundu. Mecliste İrşad, Şeriye, Tapu Kadastro, Milli Eğitim ve Tasarı komisyonlarında çalıştı. Beypazarı isyanı olayından sonra, bu olayın bütün ülkenin temel cehalet illetinin bir zerresi olduğunu, cezanın son tedbir olarak ele alınmasını, aydınlatma ve uyanmanın da din adamlarının en kutsal ödevlerinden olduğunu söyleyerek, İrşad Heyetleri'nin kuruluşuna öncülük etti. Abdullah Servet Efendi, İstiklâl Mahkemesinde de görev yaptı. 22 Kasım 1920'de Diyarbakır İstiklâl Mahkemesine üye seçildi. Ancak görevine 22 Ocak 1921 tarihinde son verildi. Öte yandan, Abdullah Servet Efendi, Mustafa Kemal Paşa'nın da onayı alınarak kurulan Yeşil Ordu Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Cemiyetin sonradan zararlı olmaya başlaması ve özellikle Çerkes Ethem'le işbirliğine girmesi nedeniyle kapatılmasına karar verildi. Fakat Servet Efendi, Tokat milletvekili Nazım Resmor ve Afyon milletvekili Mehmet Şükrü Koç gibi milletvekilleriyle birlikte cemiyetin faaliyetlerini gizliden sürdürdü. Cemiyetin yıkıcı çalışmalarının Ankara İstiklâl Mahkemesi'ne intikal etmesi üzerine, mahkemenin bu yöndeki isteği dikkate alınarak, Nazım ve Mehmet Şükrü Beylerle birlikte 21 Mart 1921'deki gizli birleşimde Servet Efendi'nin yasama dokunulmazlığı kaldırıldı. Yapılan yargılama sonunda suçsuzluğu anlaşıldı ve beraat etti. Bunun üzerine bu kez de Meclis, 9 Mayıs 1921 tarihli oturumunda Mehmet Şükrü Koç ile birlikte söz konusu olaydan sorumsuzluğuna karar verdi. Milletvekilliği süresince Meclis'te çeşitli konularda ikisi gizli oturumda olmak üzere 14 konuşma yaptı. Milletvekilliği sona erince politika ile ilgisini kesti. Bir kaynağa göre, 1927-1937 yılları arası Mustafa Kemal Atatürk'ün özel emriyle Mısır, Yemen, Suudi Arabistan, Hindistan ve Pakistan'da iyi niyet elçisi olarak Türkiye'yi tanıtma faaliyetlerinde bulundu. Bu bilgi belgelenememekte ise de, 1937'de Hatay'a yerleşerek bölgenin bağımsızlığı ve Türkiye'ye katılması konusunda yararlı çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Abdullah Servet Akdağ, 18 Ekim 1939'da Hatay Müftülüğü'ne atandı ve 12 Haziran 1942'de bu görevden emekliye ayrıldı. Hayatının kalan kısmını Ankara ve İstanbul'da, 1950'den itibaren de İzmir'de sürdürdü. 10 Haziran 1962'de vefat etti. Evli ve on çocuk babası idi. Mecliste "Şeyh Servet Efendi" olarak a
nılırdı. Milli Mücadele'deki hizmeti nedeniyle Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Richard Hamilton (ressam) Richard Hamilton (d. 24 Nisan 1922, ö. 13 Eylül 2011) İngiliz ressam ve kolaj sanatçısı. Royal Akademisinde sanat eğitimi almıştır. 1941-1945 yılları arasında reklam sektöründe çalışmıştır. 1946 yılında öğretmenlerine karşı çıktığı için akademiden atılmıştır. 1956 yılında sergilediği "Günümüz Evlerini Bu Denli Farklı, Çekici Kılan Tam Olarak Nedir?" adlı kolajı, bazı sanat tarihçileri tarafından Pop Sanat akımının ilk örneği olarak değerlendirilir. Ahmet Remzi Akgöztürk Ahmet Remzi Efendi (Soyadı Kanunu'ndan sonra Ahmet Remzi Akgöztürk, d. 1871 - ö. 4 Kasım 1938), TBMM 1. Dönem'de kısa bir süre Kayseri milletvekilliği yapmış, daha sonra müftülük görevini tercih ederek 1920 sonunda milletvekilliğinden istifa etmiş bir din adamıdır. 1871'de Kayseri-Baldöktü (Mükremin) Mahallesi'nde (günümüzde Melikgazi ilçesi) doğdu. Ulemadan Göncüzade Nuh Necati Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Kayseri Sübyan Mektebi ve kısmen Rüştiye'de tamamladı. Sonra Pervaz Bey Medresesi'nde öğrenim görerek 15 Kasım 1898'de müderrislik icazeti aldı. Bu arada 20 Ekim 1897'de sınavla Terakki Mektebi ikinci öğretmenliğine atandı. 31 Ağustos 1898'de Okulun Başöğretmenliğine yükseltildi. Ayrıca 1898-1909 yılları arasında Ahmet Paşa Mektebi, Fevziye Mektebi ve Terakki Mekteplerinde Başöğretmenlik yaptı. 20 Kasım 1910'da Adana Sultani Mektebi Din Bilgisi Öğretmeni oldu. 21 Ağustos 1911'de Kayseri Müftülüğüne tayin edildi. Bu görevde 2 Nisan 1919 tarihine kadar kalabildi. Şeyhülislam Mustafa Sabri'nin Kayseri'deki propagandasına meydan vermediğinden Müftülükten ve Kayseri Medresesi'ndeki müderrislik görevinden azledildi. Müftülükten azlinden sonra bir süre Kayseri Sultaniyesi'nde vekaleten Farsça Öğretmenliği yaptı. Sivas Kongresi kararlarına uygun olarak dava arkadaşları ile birlikte Kayseri'de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kuruluşunda görev aldı ve Başkanlığına seçildi. Bu arada Milli Mücadele'nin hedef ve amaçları konusunda halkı aydınlattı. Ahmet Remzi Efendi, Meclisi Mebusan Son Dönemi için yapılan seçimlerde (2 Kasım 1919) Kayseri'den milletvekili seçildi. Ancak istifa ederek Meclise katılmadı. İstanbul'un işgali üzerine İtilaf Devletleri yetkililerine protesto telgrafları çekti. 27 Mart 1920 tarihinde yine Ahmet Remzi Efendi öncülüğünde Kayseri'de yüzlerce Kayserilinin katıldığı bir miting yapılmıştır. Ahmet Remzi Efendi, TBMM 1. Dönem için yapılan seçimle Kayseri Milletvekili seçildi. Bu arada Ankara Fetvası'nı "Kayseri Mebusu Sabık Müftü Ahmet Remzi" ismiyle imzaladı. Kayseri Milletvekili olarak 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Mecliste İrşad ve Şeriye-Evkaf Komisyonlarında çalıştı. Bir süre Şeriye Komisyonu'nun Başkanlığını yaptı. Kayseri Müftüsü'nün ölümü üzerine 10 Mayıs 1920'de bu göreve atandı. 5 Eylül 1920'de kabul edilen "Nisab-ı Müzakere Kanunu" ile, memurlukla milletvekilliğinin bir kişi üzerinde bulunmasının yasaklanması dolayısıyla 11 Ekim 1920'de üç ay izinli olarak Kayseri'de bulunduğu sırada, Müftülüğü üstlenmesi için yapılan telkinlere uyarak, 2 Kasım 1920'de Başkanlığa sunduğu telgraf dilekçesi ile Kayseri Müftülüğünü tercih ve milletvekilliğinden istifa ettiğini bildirdi. 9 Kasım 1920 birleşiminde okunan bu dilekçesi üzerine istifası kabul edildi. Zaferden sonra benimsenen reformlara ve özellikle şapka giyilmesine karşı çıktığı, Nakşibendi Tarikatını yaymaya çalıştığı ve inkılaplar aleyhinde camilerde vaaz verdiği, Dahiliye Vekaletinin 24 Kasım 1925 tarihli yazısı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'na bildirilmekle 29 Kasımda Müftülük görevinden alındı. Kayseri Sultanisi'ndeki Farsça Öğretmenliğini 30 Eylül 1927 tarihine kadar sürdürdü. Hayatının kalan kısmında dini araştırma ve yazı faaliyetlerine devam etti. 4 Kasım 1938'de Kayseri'de öldü. Seyyid Burhanettin Mezarlığı'nda toprağa verildi. Evli ve altı çocuk babası idi. Mehmet Alim Çınar Mehmet Alim Efendi (d. 1861, Kayseri/Bünyan - ö. 30 Aralık 1923) TBMM 1. Dönemde Kayseri milletvekilliği yapmış bir din adamıdır. (Ailesi, ölümünden sonra, Soyadı Kanunu ile "Çınar" soyadını almıştır.) Babası Bünyan'ın ileri gelenlerinden Abdülkadir Efendizade Mehmet Efendi'dir. İlk ve orta öğrenimini Bünyan'da yaptı. Daha sonra Kayseri Medresesi ve Adana Medresesinde öğrenim görerek Müderrislik icazeti aldı. Öğrenimi sonrasında Kıbrıs'ta Müderris olarak göreve başladı. Daha sonra Rodos, İzmir, İstanbul ve Sivas Medreselerinde Müderrislik yaptı. Bu arada vaizlik görevinde de bulundu. İlk günlerinden itibaren Milli Mücadele'ye katıldı. Sivas'ta Milli Mücadele lehinde verdiği bir vaazdan dolayı Damat Damat Ferit Hükümeti emriyle tutuklanarak İstanbul'a gönderildi. Orada bir süre Bekirağa Bölüğünde tutuklu kaldı. Divan-ı Harb'te yargılandı. Beraati üzerine serbest bırakıldı. Serbest kalınca memleketi olan Kayseri'ye geldi. Buradaki ulusal çalışmalara katıldı. Kuvayı Milliye lehindeki vaazlarını sürdürdü. TBMM 1. Dönemi için yapılan seçimlerde seçilerek Kayseri Milletvekili oldu. 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Mecliste Şeriye, Evkaf ve İrşad komisyonlarında çalıştı. İstiklal Savaşı'nın en kritik dönemlerinde Meclisteki konuşmaları ve Ankara camilerinde verdiği vaazlarla halkın moralinin yükselmesine ve zafere inancının pekiştirilmesine çalıştı. Bu arada Ankara Fetvası'nı "Kayseri Mebusu Ulemadan Mehmet Alim" unvan ve ismiyle imzaladı. Milletvekilliği sona erince, Bünyan'a döndü. 30 Aralık 1923'te vefat etti. Evli ve on iki çocuk babası idi. Hacı Mustafa Beynamlı Hacı Mustafa Efendi (Soyadı Kanunu'ndan sonra Hacı Mustafa Beynam) Osmanlı Meclisi Mebusan'ında ve TBMM 1. Dönem'de Ankara milletvekilliği yapmış bir din adamıdır. 1866'da Ankara-Bala ilçesi'nde doğdu. Babası Hacı Halil Efendi'dir. İlk öğrenimini köyünde, orta öğrenimini de Bala'da tamamladı. Daha sonra Konya medreselerinde öğrenim görerek müderrislik icazeti aldı. Öğrenimi sonrasında Ankara-Kocabey Medresesi'nde müderris olarak göreve başladı. Bu görevde iken, II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi'ne 17 Mayıs 1908'de Ankara Milletvekili seçildi. Sonraki Dönemde yeniden milletvekili olarak yasama görevini 5 Ağustos 1912'de Meclisin feshine kadar sürdürdü. Milletvekilliği sona erince Ankara'ya müderrislik görevine döndü. Milli Mücadele'ye Kuvayı Milliyecilerin yanında olarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde çalıştı. TBMM 1. Dönemi için yapılan seçimde Ankara Milletvekili seçilerek 23 Nisan 1920'de Meclisin açılışında hazır bulundu. Mecliste İrşad, Şeriye ve Evkaf komisyonlarında görev aldı. Sakarya Savaşı sırasında Batı Cephesi'nde askerin moralini yüksek tutmaya memur edilen kurulda (İrşad Heyeti) görev yaptı. 20 Kasım 1922'de yeni seçilen Halife Abdülmecit Efendi'ye kutsal emanetleri teslim eden ve TBMM adına görevini kutlayan heyette yer aldı. Meclis kürsüsünden çeşitli konularda ikisi gizli oturumda 50 konuşma yaptı. Beş soru, iki gensoru önergesi ve bir kanun önerisi verdi. Milletvekilliği sona erince 1 Kasım 1923'te Ankara Darülhilafe Medresesi'ne müderris olarak atandı. Medreselerin kaldırılması üzerine 14 Eylül 1925'te Ankara Vaizliğine getirildi. 16 Aralık 1926'da Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyeti Azası oldu. Bu görevde iken, 25 Ekim 1931'de vefat etti. Evli ve üç çocuk babası idi. Mecliste "Beynamlı Hacı Mustafa Efendi" olarak anılırdı ve "Beynam" soyadını almıştır. Alexa Alexa ABD merkezli ve amazon.com tarafından yönetilen bir internet şirketidir. Diğer web sitelerinin web trafikleriyle ilgili bilgi veren bir web sitesini işletmesiyle tanınmaktadır. Alexa istatistikleri "Alexa Toolbar" adlı yazılımın kullanıcılarından alınan verilerden derlenir. Alexa Toolbar'ı bilgisayarınıza yükleyerek; Web sitenizin ziyaretçi performansını sürekli izleyebilir, ziyaret ettiğiniz sitenin de ziyaretçi performansını anında görebilirsiniz. Bunların dışında Alexa Toolbar'ın size sağlayacağı yararlar temel olarak şunlardır: Samed Behrengi Samed Behrengi (Fars:صمد بهرنگی, Azerbaycan: Səməd Behrəngi; 24 Haziran, 1939; Tebriz, İran Şahlığı; ö. 31 Ağustos, 1967; Aras Nehri) Azeri asıllı İranlı öğretmen ve çocuk hikâyeleri ile halk masalları yazarı-derleyicisi. Babasının adı İzzet, annesinin adı Sara idi. İran genelinde seyahatler ile Fars ve Azeri halk kültürü üzerine incelemeler yaptı. Halkın dilinde dolaşan masalları, söylenceleri derledi, yorumladı, yeniden yazdı. Bunları derlemenin yanı sıra, çocuk öyküleri yazdı. Ne var ki kimilerince çocuk öyküleri olarak görülen bu yapıtlar kimilerince de İran ve diğer dünya halklarına, adalet, eşitlik, dogmayı sorgulama, direnebilme gibi öğütlerde bulunan metinlerdir. Zamanının Şah yönetimine karşı masal ve hikâyeler yazarak karşı koymaya çalışmış, başkaldırmıştır.Samed Behrengi öğretmen okulunda okumuştur. Öğrenimini tamamladıktan sonra köy okullarında öğretmenliğe başlamıştır. Kısa hayatı boyunca her zaman çocuklara hayatı anlatmaya çalışmış ve öğretmenlik görevinde kalmıştır. Samed Behrengi (1967) 28 yaşındayken şüphe uyandıran bir biçimde Aras Nehri'nde ölmüştür. Yüzerken boğulduğu söylentisi yayılsa da buna kimse inanmadı, çünkü Behrengi, yazdığı masallarla, ülkesinin başına çöreklenmiş Şahlık düzenini açıkça eleştiriyor, her türlü baskı yönetimine karşı çıkıyordu. Bu yüzden suikasta uğradığı düşünülmektedir.Yapıtları onlarca dile çevrilmiştir. Hahutzade Ahmet Nuri Efendi Hahutzade Ahmet Nuri Efendi (Hahozade de olabilir) TBMM 1. Dönem'de Batum milletvekilliği yapmış, Meclis'in en genç milletvekillerinden biri olmuştur. Ancak hakkındaki bilgiler boş, kendisi arazi ve kayıptır. Akıbeti bilinmemektedir. 1887'de Çoruh-Çürüksu'da doğdu. Hahutzade Mahmut Efendi'nin oğludur. 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde Mustafa Kemal Paşa başkanlığında toplanan Sivas Kongresi'ne Bursa delegesi olarak katılmıştır. Ankara Fetvası'nı "Darülhilafe Medresesi Muallimlerinden Ahmed" ismiyle imzalamıştır. Dolayısıyla dini kimliği bulunmaktadır. 33 yaşında ik
en, TBMM 1. Dönem Batum Milletvekili seçilmiştir. 3 Haziran 1920'de Meclis'e katıldığı bilinmektedir. Hal Tercümesi Kağıdını doldurmamış olması dolayısıyla özgeçmişine dair bir bilgi edinilemediği gibi nüfus kaydı da bulunamamıştır. 13 Temmuz 1920'de PTT komisyonuna seçildiği, 9 Eylül 1920'de memuren bila müddet -süresiz- mezuniyetine karar verildiği, II. yılda beş kez yoklamalarda bulunmadığı, üç ay izin aldığı, III. yılda sekiz ay, son yılda yine üç ay izinli olduğu, 4 Mart 1922'de Şeriye-Evkaf komisyonlarına seçildiği, ancak bulunamadığı kayıtlıdır. Kaynakça: Diyanet İşleri Başkanlığı Râgıb el-İsfahânî Râgıb İsfahânî (Kasım 954, İsfahan - 1108), 11. asrın Arapçata hâkim Kur'an tefsîri konusundaki İslâm âlimlerindendir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Adnan el-Cevherî, doğum tarihini Hicrî 343 olarak vermektedir. Hicret'ten sonra 'de ölmüştür. Aslen İsfahanlı olup Bağdat’ta yaşamıştır. El-Râgib El-İsfahânî, isminden de anlaşıldığı üzere İsfahan'da doğmuştur, fakat kesin doğum tarihi belli değildir. El-İsfahânî'nin kelâmdaki ekolü Eş'arî'ye yakındır. "El-Îtiqâdât" adlı bir eserinde El-İsfahânî, hem Mu'tezile'yi, hem de Şia'yı reddederek bu iki itikada bağlı olduğu görüşlerinin gerekçesiz olduğunu gösterir. Mu'tezile fırkasına mensup olduğunu iddiâ edenler varsa da Fahreddîn-i Râzî Esâs üt-Takdîs adlı eserinde onun Ehl-i Sünnet îtikâdında olduğunu bildirmiştir. El-İsfahânî İhvan-ı Safa'nın serbestçiliğine karşıydı ve yaratılışçılığı tercih ederdi. Adâlet mefhumu, el-İsfahânî'nin tarifine göre kötülüğü "aynısıyla misilleme"dir. Eserleri ahlâktan dil bilimine ve İslâmî felsefeye kadar muhtelif konuları işler. Râgıb el-İsfahânî’nin ilmî gücü kendisini daha çok tefsir alanında göstermektedir. Onun Mâide sûresinin sonuna kadarki kısmı hakkında bilgi bulunan hacimli tefsiri ve tefsir usulüyle ilgili mukaddimesi önemlidir. Mukaddimede dil-anlam ilişkisine dair konulara temas eder. İlk üç bölümde kelimenin taksimi ve lafız-mâna ilişkisi üzerinde yoğunlaşır. Edebiyatçı olarak el-İsfahânî, Arap edebiyatına da hâkimdi. Dikkatli bir şekilde konularına göre sınıflanmış edebî antolojisi münevver kesimde ağırlığı fazla olup hürmete şayan bir eser olarak bilinirdi. Kendisi ayrıca dinî ve felsefî ahlâkı kaynaştıran erken dönem Müslüman yazarlardandır. Kabakça, Çatalca Kabakça, İstanbul ilinin Çatalca ilçesine bağlı bir mahalledir. Kabakçı karyesi (köyü),İstanbul’daki Sultan Beyazıt Han-ı Veli Camii’nin vakıf arazisinde 1505 yıllarında Kastamonu vilayetinden getirilmiş olan Tahtacı Türkmenlerinin Kabakçı oymağına ait ailelerce kurulmuştur.Türkmenlerin yerleşik olanlarına Rumeli'de "gacal"denmektedir.Onun için Kabakça Köyü'nün yerli halkı gacal'dır.Kalfa (Halife) köy halkları ile Kabakça Köyü halkları akrabadırlar. 13 Kasım 1912 tarihindeki Balkan Savaşında Bulgar orduları Çatalca’ya kadar dayandılar. Bulgar askerlerinin yapmış oldukları mezalimden korkan halk,başta Kabakça mahallesi halkı olmak üzere, en önce Sultanahmet’e gittiler. Oradan da İstanbul’un Anadolu yakasına dağıtıldılar. Kabakça mahallesi halkı İçerenköy’e yerleştirildi. İstanbul tehlikeye düştüğü için padişah Sultan Mehmet Reşat Han, Başkumandan Nazım Paşa komutasındaki Şark ordusunu Çatalca’ ya gönderdi.3 Aralık 1912’de Çatalca tren istasyonunda Bulgarlarla ateşkes anlaşması yapıldı. Çatalca’daki bu Şark ordusuna bağlı bulunan Kabakça mahallesindeki Tümende görevli bulunan Ahmet oğlu Bnb. Halit (Karsıalan), Kabakça köy halkının Kabakça’yı terk etmesini fırsat bilip,mahallenin arazisinin büyük bir kısmını mülkiyetine geçirmiş ve çiftlik olarak kullanmaya başlamıştır.İçerenköy’den dönen köy halkı bu çiftliğin etrafındaki ormanlık araziyi açarak kırsal araziye çevirmişler ve orada yaşamaya başlamıştır. Bnb.Halit Tümgeneralliğe kadar yükselmiştir. Sertliğinden ve cesaretinden dolayı Deli Halit Paşa unvanını almıştır. Kars Milletvekili olarak görev yapmıştır. 19.02.1925 tarihinde vefat etmiştir. Daha sonraları Kabakça köy halkı ve Rumeli’den gelen muhacirler birlik olup, aralarından seçmiş oldukları 7 kişi üzerine çiftliğin mülkiyetini Deli Halit Paşa mirasçılarından satın almışlardır. Bu 7 kişide daha sonra bu arazi için para ödeyen kişilere tapu dairesinde ferağ vererek 3 değirmen,1 ipek böceği evi ve bir sürü bağ, bahçeden oluşan bu büyük araziyi aralarında paylaşmışlardır. 1996 yılından başlayıp 5-10 yıl süren Kadastro çalışmalarından sonra köy arazisi bugünkü halini almıştır. İstanbul iline 68, Çatalca ilçesine 13 km uzaklıktadır. Büyükçekmece Gölü'nün kuzeybatı vadisinde, Istıranca Dağları'nın eteklerinde, ormanların arasına kurulmuş tarihi bir yerleşim yeridir. Deniz seviyesinden yüksekliği 62 m'dir. Kuzeybatısında İhsaniye, güneydoğusunda İnceğiz, güneyinde Silivri'nin Akören ve Bekirli köyleri bulunmaktadır. Ulaşım, İstanbul'dan demiryolu ve karayolu ile sağlanmaktadır. İklim koşulları genel olarak kara iklimi özelliği göstermektedir Halkın çoğu gacal ve muhacir olarak adlandırılır. Gacal kelimesi aslında "yerli" anlamında kullanılmaktadır. Değişik tarihlerde gelen göçmenlerin ilk gelenleri de gacal olarak anılmaktadır. Tahminen Türkmen, Karamanoğlu, Pomak, Tatar ve Oğuz ırklarından oluşan melez bir halktır. Mahallenin ekonomisi tarım, hayvancılık ve ((ticaret)) e dayalıdır. Mahallede üretilen başlıca tarım ürünleri; ayçiçeği, arpa ve buğdaydır. Şu sıralar mısır üretimi oldukça fazlalaşmıştır. Ticaret oldukça gelişmiştir. Maden işletmesi, mobilya fabrikaları, torna atelyeleri, odun ekmeği fırınları, inşaat malzemeleri ve hafriyat şirketleri, bulunmaktadır. Emlak büroları, lokantaları, nalburları, elektrik malzeme ve tesisatçısı, internet kafesi, pastahanesi, kuaförleri, açık hava düğün merkezi, piknik alanları, tuhafiyeleri, çocuk parkı, çaybahçesi ve terzisi bulunmaktadır. 1960 yıllarına kadar odun kömürü imalatı, odun ticareti ve nakliye için deve yetiştiriciliği idi. Daha sonraları makinalı tarıma ve büyük baş hayvancılığa yöneldiler. Bu gün ise arazilerin değerlenmesiyle birlikte gayrimenkul ticareti ve Emlakçılık yapmaya başladılar. Alıcıları tarafından arazilere çiftlik evleri ve yazlıklar yapılması sonucunda inşaat, hafriyat, organik gıda, ağaç fidancılığı, nalburiyecilik, peyzaj gibi yan sektörlerde gelişmeye başladı. 100 kişiye istihdam sağlayan parfümeri fabrikası kuruldu.Hızlı trenin Kabakça Köyü istasyonundan geçecek olması da, bu köye olan ilgiyi arttırdı. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit dijital telefon hattı, ADSL bağlantısı mevcuttur. Mahalledeki konutların bir kısmını yazlık villalar oluşturmaktadır. Yaz aylarında şehrin stresinden kurtulmak isteyenler için ideal piknik alanları mevcuttur. Mahallede; ortaokul, 4 adet lokanta, 2 adet ekmek fırını, 2 adet kasap dükkanı,4 adet market,öğrenci yurdu,6 adet kıraathane, bir tane etnografya müzesi ve birkaç tane günü birlik piknik alanı işletmesi mevcuttur. Köprülü, Makedonya Köprülü (Makedonca: Велес, "Veles" Yunanca: Βελεσά "Velesa"), Vardar Nehri üzerinde Makedonya'nın orta kısmında bulunan şehir. 6. yüzyılda Köprülü’yü de içine alan bölgeye Slav nüfus gelmeye başlamıştır. Bu dönemde bölgede Slavlar yayılmıştır. Şehrin Slav dillerindeki adı olan "Veles", Slav Tanrısı Veles’ten gelmektedir. 1004 yılı itibarıyla bölge Doğu Roma egemenliğinde olmuştur. Çar Samoil bölgeyi Doğu Roma’nın elinden almaya çalışsa da 1014 yılında yapılan savaşta yenilgiye uğramıştır. Bu yılların sonrasında şehir ve civarı Çar Kaloyan önderliğindeki Bulgarların eline geçmiş, Kaloyan’ın ölümü sonrasında da Sıpr jupan Stefan Nemanjić bölgenin kontrolünü almıştır. Stefan Nemanjić’in ölümünün akabinde ise bölge Selanik muhitine hükmeden Latinlerin kontrolüne girmiştir. 14. yüzyıl sonlarına kadar bölge sık sık el değiştirmiştir. Köprülü, 14. yüzyıl sonunda (1395) Türklerin egemenliğine geçmiş, bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi kurulmuştur. İdari düzenlemede Köprülü, Rumeli Beylerbeyliği sınırları içine alınmıştır. 1445 yılına ait bir kayıtta Köprülü Kalesi’nde yerleşimin olduğu yazılmıştır. 1395 yılından 20 yıl kadar sonraya ait bir kayıt kalede yerleşimin olmadığı, şehrin bu tarihten sonra iskân bakımından gelişmeye başladığı belirtilmiş. Bu dönemden itibaren şehrin adı “Köprülü” (كوپريلى) olarak kullanılmış, bu kullanım Türkçede Osmanlı dönemi sonrasında da aynen devam etmiştir. Köprülü Sancağı 1494-1875 yılları arası Rumeli Eyaleti'ne, 1875-1912 yılları arası Selanik Vilayeti'ne bağlıydı. Köprülü, 14. yüzyıl sonlarından Balkan Savaşları dönemine (1912-1913) kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Enver Paşa İkinci Meşrutiyet’in ilan bildirisini bu şehirde duyurmuştur. Osmanlı tarafından inşa edilen Kara Cami hâlen kullanılmaktadır. Osmanlı köprüleri hâlen kullanılmaya devam edilmektedir. Köprülü'den Türkiye'ye göç etmiş birçok aile olduğu gibi hâlen şehirde yaşayan Türkler toplumun etnik yapısının bir kısmını oluşturmaktadır. Köprülü'deki Türkler nüfusun %7.3 temsil etmekte, ve şehrin Makedonlar'dan sonra en büyük etnik grubu oluşturmaktadırlar. Şehir Osmanlı Tarihinde bir çok önem taşımaktadır. Köprülü kökenli bir çok kişi Osmanlı Devletinde önemli rol almış ve devlet erkanında söz sahibi olmuştur. Köprülü Ailesi'de bu şehre mensuptur 1656-1735 yılları arasında toplamda 7'tane Vezir- i Azam Osmanlı Devletini yönetmiştir. Bu yüzden şehre 18-20 yüzyılda Paşaların Şehri olarak adlandırılmış. Köprülülü Hamdi Bey, Fuat Köprülü ve daha nicesi bu şehirden çıkıp Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında ve İstiklal Savaşının oluşmasında büyük rol oynamıştırlar. Osmanlı İmparatorluğu dönemi sonrasında, küçüklü büyüklü birçok muharebe sonrasında Köprülü bölgesi, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı egemenliğinde kalmıştır. Krallık, sonrasında Yugoslavya Krallığı olarak 1943 yılına dek egemen olmuştur. 1943 yılı ile beraber Yugoslavya Krallığı ortadan kalkmış, yerine Yugoslavya Sosyalis
t Federal Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu dönemde de Köprülü, devam eden idari yapı içinde yer almıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Josip Broz Tito şehrin adını "Titov Veles" olarak değiştirmiştir. Makedonya Cumhuriyeti bağımsızlığını kazanınca tekrar "Veles" adına döndü. 1991 yılında Makedonya’nın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan etmesiyle Köprülü, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti içinde yer almıştır. Şehir Makedonya'nın kültür ve ticaret merkezlerinden biridir. Vardar Ovası üzerinde olması ticareti geliştiren önemli bir faktördür. Köprülü Belediyesi’nin anlaşma imzaladığı kardeş ve dost şehirler şunlardır: Augustus Augustus (Latince: ; 23 Eylül MÖ 63 – 19 Ağustos 14), Gaius Octavius Thurinus olarak doğmuş ve MÖ 44 yılında evlatlık edinilmesinin ardından Gaius Julius Caesar Octavianus (Latince: ), adını almış olan, MÖ 27 - MS 14 yılları arasında hüküm sürmüş Roma İmparatorluğu'nun ilk İmparatoru. Genç Octavius, büyük amcası Jül Sezar tarafından evlat edinilmiş ve Sezar'ın MÖ 44 yılında öldürülmesinin ardından onun varisi olmuştur. Ertesi yıl Octavius, Marcus Antonius ve Marcus Aemilius Lepidus'la birlikte güç birliğine giderek "İkinci üçlü hükümdarlık", triumvirlik olarak bilinen askeri diktatörlüğü oluşturdu. Bir Triumvir olarak, Octavianus konsüller Hirtius ve Pansa'nın ölümlerinin ardından konsül güçlerini elinde topladı ve kendini sürekli olarak seçtirerek Roma ve eyaletlerinin büyük bölümünü bir otokrat şeklinde oldukça etkili bir biçimde yönetti. Üçlü yönetim, hükümdarlarının arasındaki kişisel ihtiraslar sonucunda çöktü. Lepidus sürgüne gönderilirken, Antonius MÖ 31 yılında Octavianus'un ordusuna karşı kaybettiği Actium Savaşı'nın ardından bir suikast sonucu öldürüldü. İkinci üçlü hükümdarlığın sona ermesinden sonra, Octavianus Roma Senatosunun yetkisinde olan ancak pratikte kendi üzerinde topladığı idari güçler yardımıyla Roma Cumhuriyeti'nin dış görünüşünü düzeltti. Bir Cumhuriyet olarak tasarlanmış devletin tek bir kişi tarafından yönetilebilmesi için uygun hale getirilmesi birkaç yıl sürdü ve sonuçta Roma İmparatorluğu olarak bilinen yapı ortaya çıktı. İmparatorluk makamı, hiçbir zaman Octavianus'dan evvel Sezar ve Sulla'nın sahip olduğu Roma diktatörlüğü gibi bir mevki değildi; hatta, Octavianus, Roma halkı "diktatörlük görevini üstlenmesini istediğinde" bu talebi geri çevirdi. Yasal yoldan, Augustus Senato tarafından kendisine ömür boyu verilen tribün, censor, konsül gibi aslında seçimle elde edilen (birbirine uymayan) farklı güçleri üzerinde topladı. Bağımsız gücünü, ekonomik başarılarına, yeni fethedilen yerlerden elde edilen kaynaklara, imparatorluğun her tarafında kurulan patronaj ilişkilerine, emekli ya da halen görevde olan askerlerin sadakatine, senato tarafından verilen şeref payelerinin yetkilerine, ve insanların saygısına borçluydu. Augustus'un Roma lejyonlarının çoğunluğu üzerinde sahip olduğu hâkimiyet, Senato'ya karşı silahlı bir tehdit oluşturmasını sağlamış, senato kararlarına baskı yapabilmesinin önünü açmıştır. Senato muhalefetini silah yoluyla devre dışı bırakabilecek durumda olması karşısında, Senato Augustus'un mutlak liderliğine karşı ses çıkaramaz hale gelmiştir. Augustus'un saltanatı, görece bir barış dönemi olan ve "Pax Augusta" ya da "Augustus Barışı" olarak adlandırılacak dönemin başlangıcı olmuştur. Sınırlarda sürekli devam eden savaşlar ve taht kavgasından çıkan ve Dört İmparator Yılı olarak bilinen iç savaş dışında, Akdeniz dünyası iki yüzyıldan uzun bir süre barış içerisinde yaşamıştır. Augustus, Roma İmparatorluğu'nun sınırlarını genişletmiş, sınırları "bağımlı tampon devletler" yardımıyla güvenlik altına almış ve Partlarla diplomasi yoluyla barışı sağlamıştır. Roma vergilendirme sistemi düzeltilmiş, resmi bir kurye sistemi ile birlikte yeni yollar yapılmış, sabit bir ordu (ve küçük bir donanma) oluşturulmuş, Praetorian muhafızlığı kurulmuş ve resmi bir polis gücü ve Roma yangınlarıyla mücadele etmek için bir itfaiye gücü tesis edilmiştir. Roma şehri onun döneminde yeniden inşa edilmiştir. Başarılarını günümüze kadar ulaşmış olan "Res Gestae Divi Augusti" adıyla kayda almıştır. 14 yılında ölümü üzerine, Augustus senato tarafından Romalıların ibadet etmeleri gereken bir tanrı ilan edilmiştir. Adları olan Augustus ve Caesar, sonradan gelen tüm imparatorlar tarafından kullanılmış ve "Sextilis" ayının adı onun anısına Augustus olarak değiştirilmiştir. Halefi, üvey oğlu Tiberius olmuştur. Augustus, MÖ 63 yılının 23 Eylül günü Gaius Octavius adıyla Roma'da (ya da Velletri) doğmuştur. Aynı adı taşıyan babası, equestrian sınıfından saygıdeğer ancak sıradan bir ailedendi ve Makedonya valiliği yapmıştı. Doğumundan kısa bir süre sonra babası, muhtemelen Thurii'deki bir köle ayaklanması karşısında elde ettiği zaferin anısına Octavius'a, Thurinus cognomen'ini vermiştir. Annesi Atia, kısa bir süre sonra Roma'nın en başarılı generali ve diktatörü olacak olan Jül Sezar'ın yeğeniydi. Octavius, ergenlik çağının ilk yıllarını büyük babasının Veletrae (bugünkü Velletri) yakınlarındaki evinde geçirmiştir. Babası MÖ 59 yılında, Octavianus henüz dört yaşındayken öldü. Annesi ve üvey babası Lucius Marcius Philippus'un tarafından büyütüldü. MÖ 52 ya da 51 yılında, Octavius büyük annesi (Sezar'ın ablası Julia) cenazesinde bir konuşma yaptı. Dört yıl sonra "toga virilis" giydi ve MÖ 47'de Pontifler koleji'ne seçildi. Ardından MÖ 46 yılında, Jül Sezar tarafından yaptırılan Venüs Genetrix Tapınağı için düzenlenen Yunan oyunlarında görevlendirildi. Şamlı Nikolaos'a göre, Octavius Sezar'ın maiyetinde Afrika seferine katılmayı istemiş ancak annesi Atia karşı çıkınca vazgeçmiştir. MÖ 46 yılında, annesi Sezar'ın Pompey'in güçleriyle savaşmayı planladığı Hispania'ya gitmesine izin verdiyse de, Octavius hastalandığı için bu yolculuğa katılamadı. İyileştiğinde, cepheye gitmek üzere denize açıldı ancak bir gemi kazası geçirdi; bir avuç arkadaşıyla karaya çıktı ve büyük dayısının da hayranlığını uyandıracak biçimde düşman topraklarının ortasından geçerek Sezar'ın kampına geldi. Velleius Paterculus, bu olaydan sonra Sezar'ın genç Octavianus'un, arabasında kendisine eşlik etmesine izin verdiğini aktarır. Roma'ya döndükten sonra, Sezar Vesta Rahibelerine, Octavius'un birinci mirasçısı olduğuna dair bir vasiyet bıraktı Jül Sezar MÖ 15 Mart 44'te öldürüldüğünde, Octavius askeri eğitim almak için İllirya'daki Apollonia kentinde bulunuyordu. Bazı ordu komutanlarının Makedonya'ya sığınma önerisini reddederek, siyasi açıdan herhangi bir şansı ya da güvencesi olup olmadığını araştırmak için gemiyle İtalya'ya geçti. Brundisium yakınlarındaki Lupiae'de karaya çıktıktan sonra, Sezar'ın vasiyetinin içeriğini öğrendi ve ondan sonra Sezar'ın siyasi varisi, mülklerinin de üçte ikisinin mirasçısı olmaya karar verdi. Hiçbir meşru çocuğu bulunmayan (tek kızı Julia MÖ 54 yılında ölmüştü) Sezar, yeğeni Octavius'u oğlu ve mirasçısı olarak evlat edinmişti. Bu nedenle Octavius "Gaius Julius Caesar" adını almıştı. Roma geleneklerine göre biyolojik ailesini belirtmek için "Octavianus" soyadını da kullanması gerekiyordu ancak elde soyadını kullandığına dair bir kanıt yoktur. Bunun nedeni muhtemelen soyadının mütevazı köklerini fazla göz önüne çıkartacak olmasıdır. Daha sonraları Marcus Antonius, Octavianus'u Sezar'ın cinsel arzularını tatmin ederek evlatlığı olmakla suçlamış, ancak Suetonius Antonius'un bu suçlamasının politik bir iftira olarak tanımlamıştır. Octavianus Roma'nın siyasi hiyerarşisine başarılı bir giriş yapabilmek için sınırlı mali imkanlarına güvenemezdi. Sezar'ın Brundisium'daki askerleri tarafından sıcak bir biçimde karşılandıktan sonra Octavianus, Sezar'ın Partlara karşı düzenlenecek sefer için tahsis ettiği paranın bir bölümünü talep etti. Doğuya yönelik askeri harekatların başlangıç noktası olan Brundisium'da tutulan para yaklaşık 700 milyon sestertiusdu. Bu paranın kaybolmasıyla ilgili olarak sonradan yapılan bir Senato soruşturmasında Octavianus'a karşı herhangi bir eylemde bulunulmadı; zira Octavianus parayı senatonun baş düşmanı Marcus Antonius'a karşı asker toplamak için kullanmıştı. Octavianus, MÖ 44 yılında bir cesur hareket de daha bulunmuş ve Roma'nın yakın doğu eyaletlerinden İtalya'ya gönderilen yıllık vergileri herhangi resmi bir izin olmaksızın zimmetine geçirdi. Octavianus, kendine ait birlikleri Sezar'ın deneyimli lejyonerleri ve Partlar ile yapılacak savaş için görevlendirilmiş askerlerle güçlendirerek Sezar'ın vârisi olduğu gerçeğini vurgulayarak destek topladı. Roma'ya doğru ilerleyişi sırasında duruşu ve yeni elde ettiği paralar, Sezar'ın Campania'da konuşlanmış eski deneyimli askerlerini kendi yanına çekti. Haziran ayına gelindiğinde, her birine 500 denarius maaş ödediği 3.000 sadık kıdemli askerden oluşan bir orduya sahipti. Octavianus 6 Mayıs MÖ 44 tarihinde Roma'ya ulaştığında, Sezar'ın eski arkadaşı Marcus Antonius, Sezar'a suikast yapanlarla her an bozulabilecek bir ateşkes yapmıştı. 17 Mart tarihinde suikastçiler için af çıkarılmış ancak Antonius çoğunu Roma'nın dışına göndermeyi başarmıştı. Bunu Sezar'ın cenazesinde yaptığı, halkı suikastçilerin aleyhine çeken "tahrik edici" konuşmayla başarmıştı. Marcus Antonius'un siyasi desteğe sahip olmasına karşın, Octavianus'un hâlâ Sezar'ı destekleyen hizibin lideri olarak Antonius'a karşı mücadele verme şansı vardı. Marcus Antonius, birçok Romalının ve Sezar taraftarının desteğini Sezar'a ilahi statü verilmesine yönelik talebe başlangıçta karşı çıkarak kaybetti. Octavianus, Antonius'u Sezar'ın bıraktığı paradan feragat etmeye iknada başarısız olduysa da yaz boyunca Sezar'ın sempatizanlarının desteğini kazanmayı başardı. Eylül ayında, ünlü hatip Marcus Tullius Cicero, Antonius'un senatonun karşısındaki en büyük tehdit olarak gösteren bir dizi konuşmayla Antonius'a karşı saldırıya geçti. Roma'daki atmosferin aleyhine dönmesi ve konsüllük görevi yakında sona erecek olması nedeniyle, Antonius Senato'dan Sezar'ın suikastçilerinden birisi olan Decimus Junius Brutus Albinus tarafından yönetimi kendisine d
evredilen Cisalpina Galya eyaletinin kontrolünün kendisine verilmesini içeren bir kanun geçirmeyi denedi. Bu arada Octavian, İtalya'da Sezar'ın eski askerlerinden oluşan özel bir ordu oluşturdu ve 28 Kasım'da Antonius'un iki lejyonunu ikna edici bir para teklifiyle kendi tarafına çekti. Octavianus'un büyük ve etkili gücü karşısında Antonius, Roma'da kalmasının kendisi için tehlikeli olacağını anlayarak 1 Ocak'ta kendisine devredilen Cisalpine Galya'ya kaçtı ve senatoya rahat bir nefes aldırmış oldu. Decimus Brutus'un Cisalpine Galya'yı devretmeyi reddetmesi üzerine, Antonius onu Mutina'da kuşattı. Şiddetin durdurulması için Roma Senatosu'nın aldığı kararları Antonius kabul etmedi. Senatonun Antonius'a karşı duracak bir ordusu olmaması halihazırda elinde bir ordusu olduğu bilinen Octavianus'a bir fırsat sağladı. Aynı zamanda Cicero da, Antonius'un Octavianus'un soylu bir aileden gelmemesiyle dalga geçmesi karşısında, "maalesef gençler arasında geleneksel dindarlığımızın örneği olabilecek pırlanta gibi başka bir örnek yok" diyerek Octavianus'u savundu. Bu Cicero'nun aktardığına göre Antonius'un Octavianus'a söylediği "Sen, çocuk, her şeyini adına borçlusun" sözlerini çürütme girişiminin bir parçasıydı. Sezar karşıtı senatörlerin başında gelen Cicero tarafından ayarlanan bu zayıf ittifak sonucu, Senato Octavianus'u MÖ 43 yılının 1 Ocak günü fahri senato üyesi yaptı ve ayrıca eski konsüllerin yanında oy kullanma hakkı verdi. İlave olarak, Octavianus'a birliklerine yasal olarak komuta etme gücü veren "imperium" unvanı (komuta etme gücü) verildi. Octavianus o sırada konsül olan Hirtius ve Pansa'yla birlikte Mutina'ya gitti. MÖ 43 yılı Nisan'ında, Antonius'un güçleri Forum Gallorum ve Mutina savaşlarında yenildi ve Antonius Galya Transalpine'ye geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak, her iki konsül de savaşta öldü ve Octavianus orduların yegane komutanı oldu. Decimus Brutus'un Antony'ye karşı elde edilen zafer sırasında Octavianus'dan daha fazla ödül alması üzerine, Senato Konsular lejyonların komutasını Decimus Brutus'a vermeye teşebbüs edince, Octavianus işbirliği yapmamaya karar verdi. Bunun yerine, Octavianus Po Ovası'nda kaldı ve Antonius'a karşı yardım taleplerini geri çevirdi. Temmuz'da, Octavianus tarafından gönderilen bir centurion heyeti Roma'ya girdi ve Octavianus'a Hirtius ve Pansa'dan boşalan konsüllük görevlerinin verilemsini talep etti. Octavianus aynı zamanda Antonius'un bir halk düşmanı olduğu hakkındaki kararnamenin iptalini talep etti. Bu talebinin reddedilmesi üzerine sekiz lejyonla birlikte Roma'ya yürüdü. Roma'ya kadar herhangi bir askeri güçle karşılaşmadı ve 19 Ağustos MÖ 43'te Roma'ya girdi ve ardından akrabası Quintus Pedius eş konsülü olmak üzere konsül seçildi. Bu arada Antonius, başka bir Sezar taraftarı lider olan Marcus Aemilius Lepidus ile ittifak kurdu. MÖ 43 yılı Kasım'ında Bolonya yakınlarında yapılan buluşmada Octavianus, Antonius ve Lepidus, "İkinci üçlü hükümdarlık" olarak adlandırılan askeri bir cunta oluşturdular. Bu, daha önce Gnaeus Pompey Magnus, Jül Sezar ve Marcus Licinius Crassus tarafından oluşturulan gayri resmi Birinci üçlü hükümdarlık'tan farklı olarak beş yıllığına özel yetkilerin söz konusu üçlüye açıkça devredildiği ve plebler tarafından geçirilen kanunla desteklenen bir durumdu. Daha sonra bu üçlü, kanun kaçağı ilan edilen 300 senatör ve 2.000 equites'i mallarından eden kaçamayanların hayatlarına mal olan yasaklar getirdiler. Bu kararname, kısmen Sezar'ın suikastçıları Marcus Junius Brutus ve Gaius Cassius Longinus ile yapılacak savaşta askerlerin maaşlarını ödeyecek parayı toplamak için alınmıştı. Romalılar yasaklılar listesinde adı bulunanları yakalamaları için ödül verilerek teşvik edildi, öte yandan yakalananların mal ve mülklerine üçlü tarafından kâr olarak el konuyordu. Üçlünün bu girişimi suikastçılar ile ittifak halinde olanların basit bir temizliğinden ileri gitti. Octavianus, başta yasakları yürülüğe koyulmasına karşı çıktı çünkü yeni müttefiki Marcus Tullius Cicero'nun (yasaklılar listesinde adı vardı) hayatını kurtarmak istiyordu. Ne var ki, Antonius'un Cicero'ya karşı olan kini azalmamıştı ve Cicero da kurban edildi. Bu kadar çok cumhuriyetçi senatörün ölmesi, üçlüye yönetim kademelerine kendi yandaşlarını doldurma fırsatı verdi. 20. Yüzyıl tarihçileri tarafından Roma Devrimi olarak adlandırılan bu olayın çok uzun vadeli sonuçları olmuş, eski düzen ortadan kalkmış ve Augustus tarzı liderlik için uygun sağlam politik kurumlar oluşturulmuştur. 1 Ocak MÖ 42'de Roma Senatosu, Sezar'ı Roma devletinin ilâhi vasfı "Divus Iulius" olarak tanıdı. Octavianus böylece "Divi filius" yani "Tanrı'nın oğlu" olduğuna vurgu yaparak davasını daha da ileri götürebilirdi. Antonius ve Octavianus 28 Roma lejyonunu, o sırada Yunanistan'da üslenmiş olan Brutus ve Cassius'la mücadele etmek için deniz yoluyla Yunanistan'a gönderdiler. MÖ 42 Ekiminde Makedonya'daki Filippi'de yapılan iki savaş sonunda Sezar taraftarlarının ordusu zafer kazanan taraf oldu ve Brutus ve Cassius intihar ettiler. Marcus Antonius, daha sonraları Octavianus'u küçük düşürmek için her iki savaşında kendine bağlı kuvvetler tarafından kazanıldığı gerekçesiyle bu savaşları örnek olarak kullanacaktı. Her iki zaferi sahiplenmesine ilaveten Antonius ayrıca Octavianus'u doğrudan askerî kumandayı Marcus Vipsanius Agrippa'ya bırakmış olmasından ötürü korkaklıkla suçlamıştır. Savaşın ardından İkinci üçlü hükümdarlık mensupları arasında yeni bir toprak paylaşımı yapıldı. Antonius Galya, Hispania ve İtalya eyaletlerini Octavianus'un kontrolüne bırakırken, Antonius Mısır'a gitti ve Jül Sezar'ın eski sevgilisi ve çocuk yaştaki oğlu Caesarion'un annesi Kraliçe Kleopatra VII ile ittifak kurdu. Hispania eyaletinin kendisine verilmesi Antonius tarafından engellenen Lepidus'a Afrika bırakıldı. Octavianus, üçlü yönetim tarafından Makedonya seferinin ardından terhis edilme sözü verilen on binlerce eski askeri İtalya'da nereye yerleştireceğine karar vermek zorunda kalmıştı. Memnun edilmedikleri takdirde kolaylıkla Octavianus'un muhalifleriyle ittifaka girebilecek olan Brutus ve Cassius'la birlikte cumhuriyetçilerin yanında savaşmış on binlerce askere de toprak verilmesi gerekiyordu. Devletin elinde skerlere tahsis edilebilecek toprak kalmadığında Octavianus'un önünde iki seçenek vardı: Roma yurttaşlarını kaybetmek uğruna mallarını haczetmek ya da ülkenin kalbinde kendisine karşı kayda değer bir muhalefet yapabilecek olan askerlerden vazgeçmek; Octavianus birincisini seçti. Nüfusun tamamının çıkartıldığı ya da kısmen tasfiye edildiği 18 kadar Roma şehri yeni yerleşimlerden etkilendi. Octavianus'un askerlerini yerleştirmesi sırasında ortaya çıkan rahatsızlıkların yayılması, birçoklarını Marcus Antonius'un kardeşi olan ve Senato'nun çoğunluğu tarafından desteklenen Lucius Antonius etrafında toplanmaya cesaretlendirdi. Bu arada Octavianus, Fulvia ve ilk kocası Publius Clodius Pulcher'in kızı Clodia Pulchra'dan ayrılmaya karar verdi. Clodia ile olan evliliği mükemmel değildi ve onu annesine geri gönderdi. Marcus Antonius'un karısı Fulvia harekete geçmeye karar verdi. Lucius Antonius ile birlikte Octavianus'a karşı Antonius'un haklarını korumak için İtalya'da bir ordu topladılar. Ancak Roma ordusu hâlen maaşları için üçlü yönetime bağımlı olduklarından Lucius ve Fulvia Octavianus'a karşı çıkarak politik ve ölümcül bir kumar oynamış oldular. Lucius ve müttefikleri, MÖ 40 yılı başlarında Octavianus'un birlikleri tarafından teslim olmak zorunda bırakılacakları Perusia'da (modern Perugia) kuşatıldılar. Lucius ve ordusu, Doğunun güçlü adamı Antonius ile olan hısımlığı nedeniyle affedildi, Fulvia ise Sikyon'a sürgüne gönderildi. Ancak Octavianus Lucius'a müttefiklerine merhamet göstermedi ve Jül Sezar'ın ölüm yıl dönümü olan 15 Mart'ta Lucius'un müttefiki 300 Romalı senatör ve "equestrian"ı idam ettirdi. Ayrıca Perusia başkalaroına ibret olması için yağmalandı ve ateşe verildi. Bu kanlı olaylar, Octavianus'un kariyerini lekeledi ve Augustus dönemi şairlerinden Sextus Propertius tarafından da eleştirildi. İlk üçlü hükümdarlığın üyelerinden ve Sezar tarafından bozguna uğratılan Pompey'in oğlu Sextus Pompeius, MÖ 39'da İkinci üçlü yönetimle yapmış olduğu bir anlaşma sonucu Sicilya ve Sardunya'da yönetime gelmişti. Hem Antonius hem de Octavianus, ironik bir biçimde cumhuriyetçi olan Pompeius ile ittifak kurmak için rekabet halindeydiler. Octavianus, MÖ 40 yılında, Pompeius yandaşı ve aynı zamanda onun kayınbabası olan Lucius Scribonius Libo'nun kızı Scribonia ile evlenerek geçici bir ittifak kurdu. Scribonia, Octavianus'un tek doğal çocuğu olan ve Octavianus'un Livia Drusilla ile evlenmek için Scribonia'dan boşandığı gün doğan Yaşlı Julia'nın annesidir. Bu arada Mısır'da ise Antonius Kleopatra VII ile bir ilişkiye girmiş, Alexander Helios, Cleopatra Selene II ve Ptolemy Philadelphus adında üç çocuğu olmuştu. Octavianus ile bozulan ilişkilerinin bir işareti olarak Antonius Kleopatra'dan ayrıldı ve MÖ 40 yılında büyük bir güçle İtalya'ya yelken açtı ve Brundisium'u kuşattı. Ancak bu her ikisi için de makul bir çatışma değildi. Politik olarak önemli bir hale gelen centurion'lar her iki tarafında Sezar taraftarı olması nedeniyle savaşmayı reddettiler. Bu sırada Sikyon'da, Antonius'un karısı Fulvia aniden hastalanarak öldü. Fulvia'nın ölümü ve centurion'larının isyanı her iki hükümdarı barışa zorladı. MÖ 40 yılı sonbaharında, Octavianus ve Antonius Brundisium antlaşmasını imzaladılar. Lepidus Afrika'da, Antonius Doğu'da, Octavianus Batı'da kalacak ve İtalyan yarımadası asker toplamak için herkese açık olacaktı. Aslında bu anlaşma Doğu'daki Antonius için işe yaramazdı. İttifak ilişkilerini sağlamlaştırmak için Octavianus kız kardeşi Küçük Octavia'yı MÖ 40 yılında evlenmesi için Antonius'a verdi. Evlilikleri sırasında Octavia, Yaşlı Antonia ve Küçük Antonia olarak bilinen iki kız çocuğu doğurdu. Sextus Pompeius Octavianus'u Akdeniz'deki hububat sevkiyatından İtalya'yı mahrum bırakmakla tehdit etti. İtalya'da büyük çaplı bir kıtlık yaratma giri
şimi için donanma komutanı olarak Pompeius'un kendi oğlu görevlendirilmişti. Pompeius'un denizler üzerindeki kontrolü, onun bekleneceği üzere "Neptuni filius", "Neptün'ün oğlu adını almasını teşvik etti." Misenum anlaşmasıyla MÖ 39 yılında geçici bir barış yapıldı ve İtalya üzerindeki abluka, Octavianus'un Pompeius'a Sardunya, Korsika, Sicilya, Peleponez'in kontrolünü ve MÖ 35 yılı için Konsül olma garantisi vermesiyle kaldırıldı. Triumvir'ler ve Sextus Pompeius arasında yapılan toprak anlaşması Octavianus'un Scribonia'dan boşanarak 17 Ocak MÖ 38'de Livia ile evlenmesiyle bozuldu. Pompeius'un donanma komutanlarından birisi ona ihanet ederek Korsika ve Sardunya'yı Octavianus'a teslim etti. Ancak Octavianus'un Pompeius'a saldırabilmesi için Antonius'un desteğine ihtiyacı vardı ve bu durum üçlü hükümdarlığın ömrünün MÖ 37'den başlamak üzere bir beş yıl daha uzatılması anlamına geliyordu. Antonius'un Octavianus'u desteklemesinin ana nedeni, Ortadoğu'da Partlara karşı yürüttüğü seferde Roma'nın MÖ 53 yılında uğradığı Carrhae Bozgunu'nun intikamını almak için desteğe ihtiyaç duymasıydı. Tarentum anlaşmasına göre Antonius, Octavianus'a Pompeius'a karşı kullanılmak üzere 120 gemi tahsis edecek, buna karşılık Octavianus da Antonius'a Partlara karşı kullanması için 20.000 lejyoner verecekti. Ne var ki, Octavianus kasıtlı bir provokasyon olarak söz verdiğinin onda birini gönderdi. Antonius bunu altı yıl sonra karşılaşacakları savaşa kadar hiç unutmadı. Octavianus ve Lepidus, Sextus'a karşı MÖ 36 yılında Sicilya'da birlikte bir operasyon yaptılar. Octavianus'un yaşadığı tersliklere rağmen, Sextus Pompeius'un donanmasının neredeyse tamamı 3 Eylül MÖ 36 tarihinde General Agrippa tarafından Naulochus deniz savaşı'nda yok edildi. Sextus, kalan birlikleriyle beraber doğuya kaçtıysa da MÖ 35 yılında Antonius'un bir generali tarafından ele geçirildi ve Milet'te idam edildi. Hem Lepidus hem de Octavianus Pompeius'un hayatta kalan birliklerini bölüşürlerken, Lepidus Sicilya'nın kendisine ait olduğunu iddia edecek kadar güçlü hissederek Octavianus'a ayrılmasını emretti. Ancak Lepidus'un birlikleri savaşmaktan bitkin düştükleri ve Octavianus'un vadettiği paranın cazip gelmesi nedeniyle Lepidus'u yüzüstü bırakıp, Octavianus'un tarafına geçtiler. Lepidus, Octavianus'a teslim oldu ve "pontifex maximus" olarak kalmasına izin verildi, ancak üçlü hükümdarlıktan çıkartıldı, kamu kariyeri sona erdi ve İtalya'da Cape Circei'deki Villa'sında idam edildi. Roma sömürgeleri artık batıda Octavianus, doğuda ise Antonius arasında bölünmüştü. Kendi bölgesindeki barış ve istikrarı sürdürmek için Octavianus Roma yurttaşlarının mülkiyet haklarını garanti altına aldı. Terhis olan askerleri bu defa İtalya dışına yerleştirdi, evvelce Pompeius'un ordusuna ve donanmasına katılmak için kaçan 30.000 köleyi sahiplerine iade etti. Livia, Octavia ve kendi emniyetini sağlayabilmek için Roma'ya döner dönmez Senato tarafından kendisine, karısına ve kızına "sacrosanctitas", yani yargı dokunulmazlığı verilmesini sağladı. Bu arada, Antonius'un Partlara karşı çıktığı sefer felaketle sonuçlanmış, bir lider olarak imajı zedelenmiş ve Octavius'un kız kardeşi Octavia ile birlikte gönderdiği 2.000 lejyoner ile Antonius birliklerini ancak takviye edebilmişti. Diğer taraftan, Kleopatra ordusunu eski gücüne getirebilirdi ve hali hazırda Kleopatra ile romantik bir ilişki içinde olduğundan Antonius Antonius Octavia'yı Roma'ya geri göndermeye karar verdi. Aslında Antonius'un tek istediği ordusunu yeniden oluşturmaktı ancak Octavianus bu durumdan hemen faydalandı. Antonius'un giderek Romalılıktan uzaklaştığını zira "doğulu bir metresi" soylu ve yasal bir Romalı eşe tercih ettiğini ima eden bir propaganda başlattı." MÖ 36 yılında, Octavianus kendisini daha az otokratik, Antonius'u ise kötü adam olarak göstermek için politik bir hileye başvurdu ve kendisinin, eğer Antonius da aynı şeyi yaparsa üçlü hükümdarlıktaki görevinden ayrılacağını açıkladı ancak Antonius bu teklifi reddetti. MÖ 34 yılında Ermenistan Roma kuvvetlerince ele geçirilince, Antonius oğlu Alexander Helios'u Ermenistan'ın hükümdarı yaptı; Kleopatra'ya "Kralların kraliçesi" unvanını verdi. Octavianus bu girişimleri Roma Senatosu'nu Antonius'un Roma egemenliğini azaltmaya niyetli olduğuna ikna etmek için kullanıldı. Octavianus 1 Ocak MÖ 33 yılında tekrar konsül seçilmesinin ardından yeni döneme Senato'da, Antonius'un akrabaları ve kraliçesine verdiği unvan ve topraklar hakkında şiddetli bir saldırıya geçerek başladı. Antonius'un tarafına geçen senatör ve konsüller MÖ 32 sonbaharında bakanların Octavianus'un yerine Antonius'u tercih ettiklerini duyurdular. Bunlardan Munatius Plancus ve Marcus Titius, Octavianus'a bundan sonra Antonius'a karşı yaptığı suçlamaları Senato'ya onaylatmak zorunda olduğunu söylediler. Vesta Rahibeleri'nin kutsal mabedini basan Octavianus, başrahibi, gizli vasiyetini vermeye zorladı. Vasiyete göre Antonius Romalıların fethettiği toprakları oğullarının yönetimine bırakıyor, karısı ve kendisi için İskenderiye'de öldükten sonra konulamaları için bir mezar planlıyordu. MÖ 32 yılı sonlarında, Senato Antonius'un konsül yetkilerini resmen feshetti ve Kleopatra'nın Mısır'daki yönetimine karşı savaş ilan etti. Octavianus, MÖ 31 yılında ilk zaferini, Agrippa'nın komutasındaki donanmanın birlikleri Adriyatik Denizi'nin karşı kıyısına başarılı bir şekilde geçirmesiyle kazandı. Agrippa, Antonius ve Kleopatra'nın ana güçlerinin tedarik rotalarını keserken, Octavianus da Corcyra (bugünkü Korfu) adası karşısında anakaraya çıktı ve güneye doğru yöneldi. Karada ve denizde kıstırılan Antonius'un ordusundamn askerler gün be gün kaçarak Octavianus'un tarafına geçmeye başladılar. Octavianus'un birlikleri ise rahatça hazırlık yapıyorlardı. Antonius'un donanması deniz kuşatmasını kırabilmek için umutsuzca Yunanistan'ın batı kıyılarındaki "Aktium" koyuna doğru yelken açtı. Burada 2 Eylül MÖ 31 tarihinde Aktium savaşı'nda Antonius'un donanması, Agrippa ve Gaius Sosius'un komutası altındaki küçük ve manevra kabiliyeti yüksek gemilerden oluşan sayıca daha büyük olan filo ile karşılaştı. Antonius ve kalan birlikleri yakında bekleyen Kleopatra'nın donanmasının son andaki çabasıyla kurtuldular. Octavianus onları takip etti ve 1 Ağustos MÖ 30 tarihinde İskenderiye'de bir kere daha Antonius'u yenilgiye uğrattı. Kleopatra ve Antonius intihar ettiler. Antonius, sevgilisinin kollarında kılıcyla kendisini öldürdü. Kleopatra ise kendisini zehirli bir yılana sokturttu. Sezar'ın vârisi olmasından gelen konumunu siyasi kariyerinde ilerlemek için kullanan Octavianus bir başkasının daha aynı konumda bulunmasının tehlikelerinin farkındaydı. Söylendiğine göre "iki Sezar gereğinden fazla" diyerek Caesarion'un öldürülmesini emretti. Öte yandan Kleopatra'nın Antonius'tan olan çocuklarının hayatlarını bağışladı. Yöntemleri her ne kadar zalimce olsa da Caesarion'u tanrılaştırılmış Jül Sezar'ın meşru vârisi olarak teşhir ederek Octavianus'un meşruiyetini zayıflatan Marcus Antonius'tu. Octavianus, daha önceleri rakiplerine karşı pek fazla merhamet göstermemiş, Romalılar tarafından tasvip edilmeyen davranışlarda bulunmuştu. Ancak Aktium Savaşı'ndan sonra muhaliflerinin birçoğunu affederek itibar kazanmıştı. Actium savaşı ve Antonius ve Kleopatra'nın yenilmesinin ardından, Octavianus Cumhuriyeti gayri resmî "principatus" olarak tek başına yönetebilecek pozisyonu elde etti. Öte yandan, Octavianus bunu diktatörlük ya da monarşi peşinde olmadığını temin etmek için cumhuriyetçi geleneklerden yana tavır koyup, senato ve halka yaranarak elde etmek zorunda kalacaktı. Roma'ya gelen Octavianus ve Marcus Agrippa, senato tarafından ikili konsül seçildiler. Yıllar süren iç savaşlar sonucunda artık Roma'da neredeyse kanun yoktu ama cumhuriyet bir despot olarak Octavianus'un kontrolüne de henüz hazılıklı değildi. Aynı zamanda, Octavianus'un otoritesini generaller arasında yeni bir iç savaş çıkma riski olmadan teslim etme şansı yoktu ve eğer bir şekilde otoritesi olmayan pozisyon ya da öyle bir şey arzu etse bile bulunduğu durum Roma'nın ve eyaletlerinin refahı için çalışmayı gerektiriyordu. Bu aşamadan itibaren Octavianus'un amacı Roma'yı istikrarlı bir devlet yapısına, geleneksel meşruiyetine kavuşturmak, mahkemeler üzerindeki politik baskıyı kaldırmak ve sözde bile olsa da en azından serbest seçimlerin yapılmasını garanti altına alınmasını sağlamaktı. MÖ 27 yılında, Octavianus Roma Senatosu'nun demokratik haklarını resmi olarak geri verdi ve Roma eyaletleri ve orduları üzerindeki kontrolünden feragat etti. Her halukarda Octavianus'un konsüllüğü sırasında, Senato'nun, kanun tekliflerini Senato'da tartışmaya açtırabilme mevzuatı gibi kısıtlı bir gücü vardı. Octavianus'un Roma eyaletleri ve orduları üzerinde artık doğrudan bir kontrolü kalmadıysa da görevli askerlerin olduğu kadar emekli askerlerin de sadakatine sahipti. Roma cumhuriyetinde mali olarak herhangi bir rakibinin olmaması nedeniyle, taraftarları ve ona bağımlı kişilerin kariyeri onun yönetimine bağlıydı. Werner Eck, Augustus'u şöyle tarif eder: Halk, Augustus'un yönetimindeki çok geniş finansal kaynakların farkındaydı. Augustus, İtalya'daki ulaşım ağına yeni yollar eklenmesi ve mevcut yolların iyileştirilmesinin finansmanıyla ilgili olarak yeterince senatörü cesaretlendirmekte başarısız olunca, MÖ 20 yılında bu işlemlerin sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Yolların yapımı için gerekli finansmanın, Augustus tarafından "Aerarium Saturni" ye yani kamu hazinesine bağışlandığı ve MÖ 16 yılında çıkarılan Roma paralarıyla sağlandığına dair reklam yapıldı. Scullard'a göre, Augustus'un gücünün kaynağı ""her ne kadar tartışmalı da olsa hakim bir askeri güç ve gücün otoritesinin nihai müeyyidesi olmasıydı."" Senato, Roma iç savaşının sevgiyle anılan galibi Octavianus'a, bir kez daha eyaletlerin yönetimini üslenmesini teklif etti. Senato önerisi, Octavianus'un ekstra anayasal gücünün bir tür tasdiğiydi. Senato, Octavianus'un halâ yürürlükte olan Roma Cumhuriyeti Anayasası'nı devam ettirebileceğini düşünü
yordu. Biraz isteksiz gibi görünse de, kaos içinde olduğu düşünülen eyaletlerin sorumluluğunu on yıllığına üstlenmeye razı oldu. Huzuru sağlaması için gelecek on yıl boyunca kendisine bağlanan eyaletler, aralarında Hispania ve Galya, Suriye, Kilikya, Kıbrıs ve Mısır'ın da bulunduğu Roma'nın fethedilmiş eyaletleriydi. Üstelik bu eyaletlerin yönetiminin Octavianus'a bağlanması onun Roma Lejyonları'nın büyük bir bölümünün kontrolünü ele geçirmesi anlamına geliyordu. Octavianus Roma'da bir Konsül gibi hareket ederken, senatörleri, emrindeki eyaletlerde işlerin yürütülmesi ve emirlerinin uygulanıp uygulanmadığının kontrolü için temsilcisi sıfatıyla bu eyaletlere gönderiyordu. Diğer taraftan, Octavianus'un emrinde olmayan eyaletlerin valileri ise Roma Senatosu tarafından atanıyordu. Octavianus, her ne kadar tek başına henüz politik ve askeri bir güç olmasa da, Roma kentinde ve birçok Roma eyaletinde en önemli politik kişilik haline gelmişti. Senato halâ önemli bir tahıl üreticisi olan Kuzey Afrika ve bunun yanında askeri olarak stratejik eyaletler olan İllirya, Makedonya ve bu bölgedeki birkaç Lejyonun kontrolünü elinde tutuyordu. Her halûkarda, üç senatoryal Prokonsül'ün idaresine verilmiş beş ya da altı lejyon ile Augustus'un kontrolündeki yirmi lejyonun gücü karşılaştırılamazdı. Ayrıca Senato'nun bu bölgelerdeki kontrolü Augustus'a karşı politik ya da askeri bir meydan okuma için yeterli değildi. Senato'nun bazı Roma eyaletlerindeki kontrolü, otokratik bir hakimiyete karşı aldatıcı bir cumhuriyetçi görünüm sağlamakla birlikte Octavianus'un bu eyaletlerin tamamındaki kontrolü, Cumhuriyet döneminin ardından barışın korunması ve istikrarın muhafazasını sağlıyordu. MÖ 27 Ocak'ta, Senato Octavianus'a "Augustus" ve "Princeps" unvanlarını verdi. "Augustus," Latince "Augere" (artmak, çoğalmak), "şanlı olan" olarak çevirilebilir. Politik bir yetkiden ziyade dini bir unvandır. Roma dini inanışlarına göre bu unvan insanlık üzerindeki otoritenin alametini sembolize ediyordu ve —doğal olarak— statüsünün anayasal tanımlamasının ötesine geçiyordu. Kontrolü sağlamlaştırmak için baş vurduğu sert yöntemlerden sonra yapılacak bir isim değişikliği aynı zamanda Augustus'un yumuşak saltanatının Octavianus'un şiddet dolu saltanatından farkını ortaya koymaya hizmet edecekti. Yeni unvanı olan Augustus aynı zamanda "Romulus" tan daha uygundu çünkü birincisini kendisi için Romulus ve Remus (Roma'nın kurucuları) hikâyesine vurgu yaparak Roma'nın ikinci kurucusu olarak sembolize edilmek için uydurmuştu. Ayrıca, "Romulus" unvanının, Octavianus'un kaçınmak istediği bir imaj olan monarşi ve kraliyet fikriyle oldukça güçlü bir ilişkisi vardı. "Princeps", Latince "primum caput" yani "İlk baş" anlamına gelmektedir ve aslında senatörler listesinde adı ilk görülecek olan en yaşlı ya da en seçkin senatörü tanımlar; Augustus içinse emir verme sırasından birinci olan lider olarak neredeyse bir kraliyet unvanı haline gelmiştir. "Princeps" aynı zamanda Cumhuriyet döneminde devlete iyi hizmette bulunlar için kullanılan bir unvandı; örneğin Pompey bu unvanı almıştır. Augustus, yine kendisi için "Imperator Caesar Divi Filius" yani "Tanrılaştırılmış olanın oğlu Komutan Sezar" unvanını oluşturmuştur. Bu unvanla yalnız tanrılaştırılmış Julius Caesar'la ailesel bir bağ kurmakla kalmamış, ayrıca "Imperator" unvanını kullanarak Roma zafer geleneğini kalıcı bir hale getirmiştir. "Caesar" kelimesi başlangıçta sadece Julius Ailesinin bir koluna ait bir cognomen iken, artık, Augustus tarafından onunla başlayan aile çizgisi haline dönüştürülmüştür. Augustus'a kapısının üzerine meşe yapraklarından yapılmış "Corona Civica", "yurttaş tacı" asma hakkı ve kapı dikilerini defne dalından çelenkle kaplama hakkı verildi. Bu taç genellikle bir zafer alayı sırasında Roma'lı generalin başınının üstünde durur, tacı taşıyan ve zaferiyle övünen general durmaksızın ""memento mori"" ya da "Hatırla, sen de ölümlüsün," sözcüklerini tekrar etmekle yükümlü olurdu. İlaveten, defne dalından çelenk birkaç devlet seremonisi için önemliydi ve ayrıca bu çelenk atletizm ve tiyatro yarışmalarının galipleri için ödül niteliğindeydi. Dolayısıyla, hem çelenk hem de meşe, Roma dini ve devlet idaresi için önemli, sembolik bir anlama sahipti; bunları Augustus'un kapı dikilerine yerleştirmek evini önemli ilan etmekle eşdeğerdi. Bununla birlikte Augustus asa, diadem veya altın taç takmak ya da selefi Julius Caesar'ın toga'sını giymek gibi gösterişli nişanlardan vazgeçti. Her ne kadar bu tür şeyleri taşımak ya da takmaktan kaçındıysa da, Senato her şeye rağmen ona Curia toplantı salonunda sergilenen ve üzerinde "virtus", "pietas", "clementia", "iustitia" yani sırasıyla "yiğitlik, dindarlık, merhamet ve adalet" yazan altın kalkanı hediye etti. MÖ 23'te, Augustus'a karşı düzenlenen tertibin içinde yer alan Terentius Varro Murena'nın neden olduğu politik bir kriz ortaya çıktı. Tertibin kesin nedeni bilinmemekle birlikte Murena, Calpurnius Piso onun yerine seçilene kadar konsüllük görevini tam olarak yerine getiremedi. Piso, Cumhuriyetçilerin iyi tanınan bir üyesi ve ortak konsül olarak, Augustus'un tüm siyasi partilerle uzlaşma ve işbirliği yapma isteğini göstermesi açısından iyi bir fırsattı. Bahar aylarının sonlarına doğru Augustus ağır bir hastalığa yakalandı ve öleceği düşünülürken hasta yatağında yaptığı düzenlemeler senatörleri onun şüphe uyandırmayan anti-cumhuriyetçiliği konusunda şüpheye düşürdü. Augustus, mühür yüzüğü'nü en sevdiği generali olan Agrippa'ya vermeye hazırlandı. Ayrıca Augustus, müşterek konsül Piso'ya sahip olduğu tüm resmi evrakları, kamu maliyesi hesaplarını ve eyaletlerdeki birlik listelerini verirken en sevdiği yeğeni olduğu düşünülen Marcus Claudius Marcellus eli boş ayrılmak durumunda kaldı. Bu durum, Augustus'un resmi olmayan bir İmparator olarak yerine bir varis atayacağını düşünenler için tam bir sürprizdi. Augustus'un sahip olduğu mal ve mülkü kurumlaşmış imparatorluk miras sistemine uygun olarak belirlenmiş mirasçılarına bağışlaması, monarşi korkusu nedeniyle cumhuriyetçi düşünceye sahip Romalılar arasında muhalefete ve düşmanlığa yol açtı. Bir süre sonra hastalık nöbetleri azalmaya başladı ve Augustus sürekli Konsüllükten vazgeçti. Augustus'un sonradan Konsül olarak görev yaptığı yıl sayısı ikidir ve bunlar MS 5 ve MÖ 2 yıllarıdır. Konsüllük görevinden istifa ettiği halde, "İkinci Uzlaşma" olarak da bilinen ve Senato ve Augustus arasında yapılan bir anlaşma sonucu Konsülar gücünü muhafaza etti. Bu Augustus için zekice bir hamleydi; iki konsülden biri olarak geri adım atmasıyla hevesli senatörlerin bu pozisyona ulaşabilmesinin önünü açmış ve bu sayede de "senatoryal sınıfı daha geniş biçimde himaye etme pratiği" yapma şansı bulmuştu. Her ne kadar, Augustus'un eyaletler üzerindeki hakim etkisi prokonsül olduğu için devam etse de artık devletin yönetim kademesinde herhangi bir resmi göreve sahip değildi. Eski bir Konsül olarak ihtiyaç olduğunda Senato tarafından atanan eyalet prokonsülleri arasında ara bulucu olabiliyordu. Bir prokonsül olarak Augustus, diğer eyalet prokonsülleri üzerindeki otoritesinin çiğnenmesine izin veremezdi ve bu sebeple kendisine Senato tarafından "imperium proconsulare maius", yani "bütün prokonsüllerin üzerindeki güç" payesi verildi. Augustus, resmi olarak bir tribün unvanı almasa da ömür boyu tribün ("tribunicia potestas") yetkisiyle ödüllendirildi. Yasal olarak yıllar önce Julius Caesar tarafından evlat edinilmesiyle dahil olduğu bir statü olan patrici statüsüne yakındı. Bu ona, istediği zaman Senato ve insanları toplama, Senato ya da toplantı kararlarını veto etme, seçimlere başkanlık etme ve herhangi bir toplantıda ilk konuşan olma hakkı veriyordu. Augustus'un tribünik otoritesi genellikle Roma censor'u için öngörülen güce eş değerdi; bu da halkın moralini denetleme ve kanunların halkın ihtiyaçlarına uygun olup olmadığını inceleme hakkıyla birlikte nüfus sayımı ve Senato üyeliklerine karar verme yetkilerini içeriyordu. Censor gücünün yardımıyla Augustus, Roma Forumu'na klasik toga'dan başka elbiseyle girilmesini yasaklayarak Roma vatanseverliğinin erdemine cazibe kazandırdı. Roma idari sisteminde, Augustus'un durumunda olduğu gibi censor bile seçilmeden tribün ve censor gücüne sahip olarak her iki unvanında bir kişi üzerinde toplandığı başka bir emsal yoktu. Julius Caesar'da benzer şekilde halkın moralini denetleme görevi üstlenmişti ama bu pozisyon ona hiçbir zaman nüfus sayımı yapma ya da senatör listesine karar verme yetkisi vermemişti. "Tribune plebis" dairesi Augustus'un tribunal güçleri üzerinde toplaması sonucu prestij kaybetmeye başlayınca, praetor'luk hevesinde olan plebsler için zorunlu bir atama haline getirilerek eski önemine yeniden kavuşturulmuştur. Tribünik otoritesine ilaveten, Augustus Roma kenti için tek başına "imperium" olarak onurlandırılmış ve böylece daha önce prefect'lerin ve Konsüllerin kontrolünde olan şehirdeki tüm silahlı güçler Augustus'un otoritesi altına girmiştir. Taşıdığı "Maius imperium proconsulare" unvanıyla Augustus tüm Roma ordularının fahri komutanı olarak zafer alayı düzenlemeye yetkili tek kişiydi. MÖ 19'da Afrika eyaleti valisi olan ve Garamantlar'ı yenen Lucius Cornelius Balbus, bu ödülü alan ilk ve de son kişi olmuştur. Roma'nın ordularının eyalette görevli ve princeps'in yardımcısı olan bir legatus tarafından komuta ediliyor olması gerçeğinden hareketle her Roma zaferi Augustus'a daha fazla itibar kazandırıyordu. Augustus'un Livia ile evliliğinden olan üvey oğlu Tiberius, MÖ yılında Germen zaferi anısına elde ettiği zafer alayı ile tek istisnadır. MÖ 13'te "maius imperium proconsulare" unvanını yenileyerek garanti altına almaya çalışan Augustus yenileme işlemleri sırasında Roma'da kaldı ve bolca hediyeler vermek suretiyle terhis edilmiş askerlerin desteğini elde etmeye çalıştı. İkinci uzlaşmanın içerdiği politik kurnazlıkları Plebs sınıfının kavramaktan uzak olduğu görülür. Augustus'un MÖ 22 yılında konsül seçimlerinde başarısız olması, bir kez daha Aristokrat Senato'yu baskı altına alacağı kor
kularının artmasına neden oldu. MÖ 22, 21 ve 19 yıllarında iktidardaki insanların tepkisi sonucu bu yıllar için tek bir Konsül seçildi ve görünüşe göre diğer Konsüllük Augustus için açık bırakıldı. MÖ 22'de Roma'da baş gösteren bir kıtlık paniğe neden olunca Plebsler Augustus'a bu krizle ilgilenmesi için diktatörlüğü ele alma çağrısı yaptılar. Ret cevabı sonrası Senato önünde yapılan teatral gösteri üzerine Augustus nihayet Roma'nın gıda tedariki üzerindeki yönetimi devraldı ve sahip olduğu "prokonsular "imperium"" yardımıyla krizi kısa bir süre içerisinde çözdü. Augustus tarafından oluşturulan "praefectus annonae" yani Roma'nın gıda tedariğiyle ilgilenen kalıcı bir prefect'lik sayesinden Roma MS 8 yılına kadar gıda tedarikinde herhangi bir krizle karşılaşmadı. MÖ 19'da Senato, Augustus'un hem halk içinde ve senato önünde Konsüllük nişanlarını takmasını hem de iki konsül arasındaki sembolik bir sandalyede oturmasını ve konsülar otoriteyi simgeleyen bir fasces taşımasına izin verilmesini oyladı. Bu tribün otoritesi gibi, konsular yetkilerin de üzerine yüklenmesi aslında resmi olarak üstlenmediği halde görevin tevdi edildiği durumların başka bir örneğiydi. 6 Mart MÖ 12'de Lepidus'un ölümü üzerine, ek olarak Roma dininin en önemli mevkisi olan ve rahiplerin başı olan pontifex maximus görevini de üstlendi. Ayrıca 5 Şubat MÖ 2 tarihinde Augustus'a "Pater Patriae" yani "vatanın babası" unvanı verildi. Sonraki Roma İmparatorlarının gücü ve unvanları Augustus'a tevdi edilenlere göre daha sınırlıydı ve alçak gönüllü olduğunu göstermek için yeni atanan imparator Augustus'a verilmiş olan unvanların bir ya da daha fazlasını reddeder ve sıklıkla saltanatının ilerleyen zamanlarına doğru unvanların senato tarafından verilip verilmediğine bakmaksızın hepsini kullanırdı. Sonraki imparatorların giydiği yurttaşlık tacı, konsular nişanlar ve muzaffer generalin elbisesi olan "toga picta" zaman içerisinde Bizans döneminde imparatorluk alametleri haline geldi. "Imperator Caesar Divi Filius Augustus", net bir biçimde kendisini zaferle ilişkilendirilebileceğini düşündüğünden ilk isim olarak "Imperator" yani "muzaffer komutan" unvanını seçti. 13 yılıyla birlikte, birlikleri tarafından başarılı savaşların ardından 21 kez İmparator ilan edilip övünebileceği fırsat elde etti. "Res Gestae" olarak bilinen, Augustus'un savaş anılarının anlatıldığı ve kendisi tarafından yazılan kitabın dördüncü bölümünün tamamı askeri zaferlere ve elde ettiği onursal ödüllere tahsis edilmiştir. Romalı vatanseverlerin teşvikiyle, Augustus dünyayı yönetme (Sınırlarını Romalıların bildiği) görevine sahip Üstün Roma Medeniyeti idealini şu deyimle şekillendirmiştir; "tu regere imperio populos, Romane, memento"—"Romalılar, gücünüzle dünyanın halklarını yönetmeyi hatırlayın!" Bu düşünce Roma elitleri ve dönemin yaygın halk düşüncesinin sahip olduğu yayılma politikasına uygundu ve dönemin ünlü Romalı şairi Virgil tarafından kullanılan, tanrıların Roma'ya "imperium sine fine", "sınırsız egemenlik" verdiği şeklinde bir deyime yansıtıldı. Augustus'un bir Orta Doğu gücü olan Persler'in işgal edilmeyeceğine karar vermesi ve bu sebeple Crassus'un intikamının alınamayacak olduğu fikri halk arasında hayal kırıklığına ve üzüntüye neden oldu. Her halükarda, fethedilebilecek daha başka uygun ülkeler vardı. Saltanatının sonlarına doğru Augustus'un orduları Kuzey Hispania (şimdi İspanya),Rhaetia ve Noricum'un Alp bölgelerini (şimdi İsviçre, Bavyera, Lombardiya, Avusturya, Slovenya), İllirya ve Pannonia (şimdi Arnavutluk, Hırvatistan, Macaristan, Sırbistan, Slovakya, vb.), ve Afrika eyaletlerinin sınırlarını Doğu ve Güney'e doğru genişletti. Bağımlı Kral Büyük Herod'un saltanıtından sonra (73–MÖ 4) ardılı Herod Archelaus Augustus tarafından görevden alınınca Yahudiye, Suriye eyaleti'ne bağlandı. Tıpkı Mısır gibi Antonius'un MÖ 30 yılında yenilmesinden sonra fethedilen Suriye, Augustus'un bir prokonsül'ü ya da legate'si tarafından değil equestrian sınıftan bir yönetici tarafından yönetiliyordu. class. MÖ 25'te ise Galatia (şimdi Türkiye) herhangi bir askeri çaba gerektirmeksizin Galatyalı Amyntas'ın Homonada'lı bir prensin dul eşi tarafından intikam için öldürülmesinin ardından Roma eyaleti haline dönüştü. Günümüz İspanya'sındaki asi Cantabria kabilesinin isyanı nihayet M.Ö. 19'da bastırılınca toprakları Hispania ve Lusitania yönetimine girdi. Bu bölge zengin maden kaynakları nedeniyle Roma'nın maden projelerini cesaretlendirmiş ve böylece Augustus'un gelecekteki askeri seferleri için oldukça değerli bir varlık haline gelmiştir. Alplerin MÖ 16 yılında fethedilmesi, İtalyanın Romalı yurttaşları ve onların düşmanları olan Germen halkları arasında bir tampon bölge oluşturacağı için Roma'lır çok önemli bir zafer olarak kabul edilir. Şair Horace, Monako yakınlarında inşa edilen "Augustus Hatıra anıtı" onuruna, zafer adına bir kaside adamıştır. Alpler'in ele geçirilmesi aynı zamanda MÖ 12 yılında Tiberius'un Illyricum'un Pannonian kabilelerine ve kardeşi Nero Claudius Drusus'un Doğu Rhineland'daki (Renanya) Germen kabilelere karşı başlattıkları saldırılara hizmet etmiştir. Her iki seferde başarılı olmuştu ve Roma birlikleri Drusus'un attan düşmesinden kısa bir süre sonra MÖ 9 yılında Elbe nehrine kadar ulaşılmıştı. Dindar Tiberius'un kardeşinin cenazesinin önünde Roma'ya kadar yürüdüğü anlatılır. İmparatorluğun Doğusunun Pers tehlikesinden koruyabilmek için Augustus tampon topraklar olarak kullanılacak ve gerekteğinde savunma için kendi askerleriyle müdahale edebilecek küçük uydu devletler oluşturdu. İmparatorluğun Doğu kanadının güvenliğini sağlamak için becerikli üvey oğlu Tiberius, Perslerle Roma diplomatı olarak müzakereleri sürdürdüğü sırada Suriye'ye bir Roma ordusu konuşlandırıldı. Tiberius'un en büyük diplomatik başarılarından birisi, sembolik bir zafer olan ve Romalıların moralini yükselten Crassus'un savaş sancağını müzakereler sonucu geri alınmasıdır. Tiberius, aynı zamanda V. Tigran'ın Ermenistan tahtına yeniden oturmasının da sorumlusuydu. Her ne kadar Persler Roma'nın doğusu için bir tehlike olsa da asıl tehlike Ren ve Tuna cepheleriydi. Antonius ile yapılan nihai savaştan önce, Octavianus'un Dalmaçya kabilelerine karşı yaptığı sefer Roma kolonilerinin Tuna'ya kadar genişletilmesinin ilk adımıydı. Romalıların fethettiği topraklar sürekli olarak düşmanları Germen kabileler tarafından geri alındığından savaşta elde edilmiş zafer kesin bir başarı anlamına gelmiyordu. Romalıların kaybettiği savaşlara örnek olabileceklerden birisi olan 9 yılındaki Teutoburg Ormanı Savaşı'nda Publius Quinctilius Varus'un komuta ettiği dokuz Lejyonun üçte biri Çeruskerler'in hayatta kalanları tarafından Arminius liderliğinde yok edildi. Augustus intikam almak için 13 yılında büyük bir zafer kazanacak olan Tiberius ve Drusus'u Renanya'ya gönderdi. Roma Generali Germanicus, Arminius ve Segestes arasındaki bir Cherusci iç savaşı sayesinde avantajı ele geçirdi ve savaştan kaçan Arminius dört yıl sonra 19 yılında ihanet yüzünden öldürüldü. Augustus'un hastalığı, politik sorunları ve halk önünde ardılın kim olacağı sorununu ortaya çıkardı. İstikrarı koruyabilmek adına, Roma toplumunda ve yönetiminde sahip olduğu ünik pozisyon için bir mirasçı atama ihtiyacı duydu. Bu, monarşi hakkındaki senatoryal korkuyu harekete geçirmeyen küçük, dramatik olmayan bir yoldu. Eğer birileri onun sahip olduğu gayri resmi pozisyonun gücünü miras alacaksa bunu kendi alenen bilinen meziyetleri sayesinde yapmak zorunda kalacaktı. Bazı Augustus dönemi tarihçileri, Augustus'un kızı Yaşlı Julia ile apar topar evlenen kız kardeşinin oğlu Marcellus'un imparator tarafından işaret edildiğini savunurlar. Diğer tarihçiler Augustus'un hastalağının ilerlemesi sonucu MÖ 23 yılında senato'da okunan vasiyetine istinaden bu iddiaya karşı çıkarlar ve bunun yerine lejyonları kontrol edip imparatorluğu bir arada tutabilecek tek kişi olarak Marcus Agrippa'yı işaret ettiğini iddia ederler. Marcellus'un MÖ 23 yılında ölümünün ardından Augustus kızını Agrippa ile evlendirdi. Bu birliktelikten üç oğlan; Gaius Caesar, Lucius Caesar, ve Marcus Agrippa'nın ölümünün ardından doğduğu için Postumus Agrippa ve Yaşlı Agrippina ve Vipsania Julia adı verilen kızları doğdu. İkinci uzlaşmadan kısa bir süre sonra Agrippa, imparatorluğun Doğu yarısını yönetmek üzere prokonsül "imperium" ve Augustus'a da verilen "tribunicia potestas" yetkisiyle yönetim merkezi Kiklad Adalarından Samos olmak üzere beş yıllık bir süre için görevlendirildi. Bu görevlerin Agrippa'ya verilmesi Augustus'un ona olan sevgisini gösterdiği gibi aynı zamanda Sezar taraftarlarının, mensupları olduğu partinin üyelerinden birisine neredeyse Augustus'un sahip olduğuna eşdeğer bir güç vermesi memnuniyetlerinin bir ölçüsüydü. Augustus'un Gaius ve Lucius Caesar'ı kendi çocukları olarak evlatlık edinmesi ve MÖ 5 ve 2 yıllarında her biriyle ortak Konsüllük yaparak politik kariyerlerinde yol göstermesi mirasçısı olarak kimleri seçtiğini açıkça gösterdi. Augustus, Livia'nın ilk evliliğinden olan üvey çocukları Nero Claudius Drusus Germanicus ve Tiberius Claudius'a ise askeri komutanlık ve kamu görevi ihsan ederek teveccüh gösterdi. Ancak, Drusus'un Augustus'un yeğeni Antonia ile olan evliliği ardıllık sorununu aile içinde çözebilmekten uzak bir ilişkiydi. Agrippa'nın MÖ 12'de ölmesinin ardından Livia'nın oğlu Tiberius'a karısı Vipsania'dan ayrılarak Agrippa'nın yası biter bitmez Augustus'un kızı Julia ile evlenmesi emredildi. Drusus'un Antonia ile olan evliliği bozulamaz bir ilişki olarak kabul edilirken Vipsania onun Agrippa ile olan ilk evliliğinden tek kızıydı. Tiberius MÖ 6 yılında Augustus'la birlikte tribün erkini paylaştı ancak kısa bir süre sonra söylenenlere göre politikada daha fazla rol almak istemediğinden dolayı emekliye ayrıldı ve Rodos adasına kendi kendine sürgüne gitti. Bu kaçış için herhangi bir kesin sebep olmamakla birlikte belki de aralarında Julia ile olan yanlış evliliğin de bulunduğu bir dizi olayın neticesidir. Bir olasılık olarak Augustus'un evlatlık edindiği torunları
Gaius ve Lucius'un genç yaşta rahipler okuluna kabul edilmeleri, izleyicilere daha olumlu olarak takdim edilmeleri ve Galya'da orduya tanıştırılmaları nedeniyle oluşan bir dışlanmışlık ve kıskançlık hissi sonucu Roma'dan ayrılmıştır. Lucius ve Gaius'un sırasıyla 2 ve 4 yıllarında erkenden ölmeleri, kardeşi Drusus'un ise (MÖ 9) yine erken ölümü sonucu Tiberius 4 Haziran'da Roma'ya geri çağırıldı ve Augustus tarafından evlatlık edinildi ve kendisi de yeğeni Germanicus'u evlatlık edindi. Bu gelenek en azından iki nesil boyunca daha kullanılacaktı. Aynı yıl, Tiberius'a tribün ve prokonsul erki verildi, yabancı kralların temsilcileri ona saygılarını göstermekle yükümlü kılındı ve 13 yılında ikinci zafer alayını kazanarak Augustus'la birlikte "imperium" derecesine yükseltildi. Taht üzerine hak iddia edebilecek olası bir diğer aday olan ve 7 yılında Augustus tarafından sürgüne gönderilen Postumus Agrippa'nın cezası senato tarafından kalıcı hale getirildi ve Augustus tarafından resmi olarak mirastan reddedildi. Kesin olarak Augustus'un mirasından mahrum edildi; tarihçi Erich S. Gruen, çağdaşı birkaç farklı kaynağın Postumus Agrippa'nın "kaba genç bir adam, gaddar ve hayvani ve ahlaksız karaktere sahip birisi" olduğunu aktardığını söyler. 19 Ağustos 14'te, Augustus babasının öldüğü yer olan Nola'yı ziyaret ederken öldü ve Tiberius, Augustus'un ölüm döşeğinde yanında bulunan Livia sayesinde imparator ilan edildi. Augustus'un imparatorluğu sırasında ortaya koyduğu yönetime istinaden söylediği meşhur son sözü "Gösteriyi sevdiniz mi?" olmuştur. Yas tutanların oluşturduğu muazzam bir cenaze alayı Augustus'un naaşıyla birlikte Nola'dan Roma'ya kadar yürümüş ve cenaze töreninin olduğu gün tüm resmi daireler ve dükkânlar kapanmıştır. Tiberius ve oğlu Drusus bir "rostra" üzerine çıkarak cenazeye methiye düzmüşlerdir. Augustus'un cesedi bir tabut içerisinde Mozole'si yakınlarında yakılmış ve Augustus'un Roma panteon'una mensup tanrıların arasına katıldığı açıklanmıştır. 410 yılında Roma'nın Gotlar tarafından yağmalanması sırasında Augustus'un mozelesi soyulmuş ve külleri dağıtılmıştır. Augustus'un saltanatı, Roma İmparatorluğu'nun kesin olarak sona ereceği zamana kadar yüzlerce yıl sürecek bir rejimin kuruluşunun başlangıcıdır. Ödünç aldığı soy adı Caesar(Sezar) ve unvanı "Augustus" ölümünden sonra on dört yüzyıl boyunca Roma ve Bizans tahtına oturan imparatorların kalıcı unvanları haline gelmiştir. Birçok dilde "caesar" unvanı, tıpkı Almanca "Kaiser", ve Rusça "Çar" unvalarında olduğu gibi imparator sözcüğünün karşılığı haline gelmiştir. "Divus Augustus" kültü, devlet dininin 391 yılında imparator Theodosius I tarafından Hıristiyanlık olarak değiştirilmesine kadar devam etmiştir. Sonuç olarak, ilk imparatorun birçok harika heykeli ve büstü vardır. Başarılarının bir kısmını anlattığı "Res Gestae Divi Augusti", Mozole'sinin önüne bronz üzerine yazılmıştır. Bu metnin kopyaları, ölümünün ardından imparatorluğun hemen her yerine yazılmıştır. Latince yazıtlar, Yunanca çevirisiyle birlikte Ankara'da bulunan ve Theodor Mommsen tarafından "yazıtların kraliçesi" olarak tanımlanan "Monumentum Ancyranum" (Ankara Augustus Tapınağı) örneğinde olduğu gibi büyük kamu binalarına kazınmıştır. Augustus tarafından yazıldığı bilinen birkaç yazıtsa günümüze ulaşmamıştır. Bunlar arasında şiirleri, "Sicily", "Epiphanus" ve "Ajax", 13 kitaptan oluşan bir otobiyografi, bir felsefik inceleme ve Brutus'un "Cato'nun methiyesi" adlı eserinin eleştirisi sayılabilir. Augustus birçoklarına göre Roma'nın en büyük imparatorudur ve politikaları imparatorluğun hayatta kalma süresini uzatmış, "Pax Romana" ya da "Pax Augusta" olarak bilinen görece barış dönemini başlatmıştır. Zeki, kararlı ve kurnaz bir politikacı olmasına rağmen belki de Sezar kadar karizmatik değildi ve ayrıca üçüncü karısı Livia'nın etkisi altında kalıyordu. Yine de mirasının daha dayanıklı olduğu ispatlanmıştır. Roma şehri Augustus zamanında tamamen değişmiş ve Roma'nın polis gücü, itfaiye teşkilatı ve belediye başkanlığı kurumsallaştırılarak kalıcı bir makam haline getirilmiştir. Polis gücü 500 kişilik kohortlara bölünürken, itfaiye birimleri 500 kişiden 1000 kişiye çıkartılmış ve toplam 7 birim 14 bölgeye ayrılan şehre tahsis edilmiştir. Bir "praefectus vigilum" ya da "Gözcü Prefect'i", Roma'nın yangın ve polis ekiplerinde görevlendirilmiştir. Roma iç savaşının sona ermesiyle birlikte Augustus, Roma İmparatorluğu için 28 Lejyon ve yaklaşık 170.000 askerden oluşan kalıcı bir ordu kurabilme şansı yakaladı. Bu ordu aynı zamanda her biri 500 kişiden oluşan ve yakın zamanda fethedilmiş bölgelerden toplanan yardımcı birlikler tarafından destekleniyordu. İtalya'daki yolların bakım masraflarını kendisi üstlenen Augustus ayrıca "praefectus vehiculorum" olarak bilinen bir askeri görevli tarafından denetlenen ve belli aralıklarla dizilmiş istasyonlardan oluşan resmi bir kurye sistemi kurmuştur. İtalyan şehirleri arasında geliştirilen iletişim ağının yanında, İtalya boyunca inşa ettirdiği yaygın yol sistemi Roma ordularının daha hızlı hareket etmesine ve ülkeyi bir uçtan diğer uca görülmemiş bir hızda geçmelerine olanak vermiştir. 6 yılında Augustus, "aerarium militare" olarak bilinen askeri hazineye aktif ve emekli askerlere verilmek üzere 170 milyon sesterces bağışladı. Augustus tarafından oluşturulan en uzun soluklu kurumlardan birisi de MÖ 27 yılında kurulan ve aslında savaş alanında imparatorun kişisel güvenliğini sağlamakla görevli olan, zaman içerisinde imparatorluk muhafızları olarak geliştirilen ve Roma politik yaşamında önemli bir yere sahip Praetorian muhafızlarıdır. Bu muhafızlar Senatonun gözünü korkutacak bir güce sahip oldukları gibi, yeni bir imparator atayabiliyor veya sevmediklerini tahttan indirebiliyorlardı. I. Konstantin tarafından MS 4. yüzyıl başlarında garnizonları Castra Praetoria yerle bir edilerek dağıtılmadan önce emrinde görev yaptıkları son imparator Maxentius'tur. Roma İmparatorluğundaki en güçlü kişi olduğu halde, Augustus Cumhuriyetçi erdem ve kuralların ruhunu cisimleştirmeyi dilemiştir. Aynı zamanda plebs ve rahip sınıfından olmayanlarla ilgilendi. Bunu da değişik cömertlik yöntemleri ve savurgan harcamaları azaltarak sağladı. MÖ 29 yılında Augustus, 250,000 yurttaşın her birine 400 sestertius, kolonilerdeki 120,000 eski askerin her birine 1,000 sesterces verdi ve askerlerini yerleştirebilmek amacıyla satın aldığı topraklara da 700 milyon sesterces harcadı. Roma Panteonunun tanrılarına olan ilgisini gösterebilmek için 82 farklı tapınağı tamir ettirdi. Eğer sonuncu örnekler onun cömertliğini gösteriyorsa, onun anısına ve ona benzer şekilde yaptırılmış 80 gümüş heykeli erittirmesi de tutumluluğunun alçak gönüllü bir göstergesidir. Augustus'un saltanatının uzun ömürlülüğü ve onun Roma dünyasına mirası, başarısının anahtarı olduğu gözden kaçmamalıdır. Tacitus'un yazdığı gibi, MS 14 yılında hayatta olan genç nesiller Principate'den başka bir yönetim şekli tanımıyorlardı. Eğer Augustus erken ölseydi (Örnek olarak MÖ 23'ten önce) olaylar farklı olabilirdi. İç savaşın Cumhuriyetçi oligarşi üzerinde yarattığı tahribat ve Augustus'un saltanatının uzunluğu, Roma devletinin bu yıllarda de facto bir monarşiye dönüşmesine yardım eden asıl faktörlerdir. Augustus'un kendi deneyimleri, sabrı, nezaketi ve politik kavrama hızı da başarısında önemli rol oynamıştır. İmparatorluğun geleceğini; sağlam yollar, cepheye ya da cephe yakınlarına konuşlanmış kalıcı profesyonel ordular, İmparatorluk veraseti için sık sık kullanılan hanedan ilkeleri ve başkentin kişisel harcamaları ile süslenmesi sayesinde şekillendirmiştir. Augustus'un en büyük mirası, bizzat kendisi tarafından kurulan sistemin bir ürünü olan ve imparatorluğun çok sevdiği iki yüzyıllık barış ve başarı dönemidir. Hatırası, imparatorluğun değerler sistemi içerisinde iyi imparatorlar tarafından kutsal bir yere konumlandırılmıştır. Roma'nın her imparatoru, zaman içerisinde bir isim olarak anlamını yitirerek bir unvan haline dönüşen Caesar Augustus adını taşımıştır. Augustus'un "Kamu Gelir reformları" nın İmparatorluğun sonraki başarıları üzerinde oldukça etkisi olmuştur. Augustus, öncüllerinin yaptığı gibi yerel eyaletlerin kısmen isteğine bağlı olan ve toplaması oldukça zahmetli, değişken ve kesik kesik olan vergilendirme yerine, imparatorluğun genişleyen topraklarının en uzak ve geniş parçalarını bir araya getiren tutarlı ve doğrudan Roma'dan salınan bir vergilendirme sistemi kurmuştur. Bu reform Roma'nın yeni topraklarından elde edilen net geliri oldukça arttırmış, gelir akışını dengelemiş ve keyfi vergi talepleri sonucu ortaya çıkan dargınlık ve kızgınlıkları engelleyerek, Roma ve eyaletleri arasındaki finansal ilişkilerin düzenlenmesine yardımcı olmuştur. Augustus'un saltanatı sırasında vergilendirme ölçüsü olarak nüfus sayımı sonucu ortaya çıkan ve her eyalet için belirlenmiş olan kotalar kullanılıyordu. Roma ve İtalya yurttaşları eyaletler gibi doğrudan değil dolaylı vergiler ödüyorlardı. Dolaylı vergilere, köle fiyatlarından 4%, mezatta satılan mallardan 1% ve miras yoluyla bir kişiden diğer kişiye ve değeri 100,000 sesterces'den fazla olan gayrimenkûller için alınan 5% vergi dahildir. Aynı derecede önemli bir diğer reform ise özel vergi toplamanın kaldırılarak maaşlı kamu görevlisi olan vergi toplayıcıların görevlendirilmesidir. Özel vergi toplayıcılar Cumhuriyet dönemi normlarına göre vergileri arttırıyorlar ve bazıları Roma'daki politikacıların oylarını etkileyebilecek kadar güce ulaşıyordu. Vergi toplayıcıları, oldukça zengin oldukları kadar yerel bölgeleri vergilendirme hakkına sahip olabildiklerinden yol açtıkları tahribat nedeniyle rezaletlere yol açabiliyorlardı. Roma'nın geliri, başarılı fiyat arttırmaları ve vergi toplayıcıların Roma halkından zorla toplayarak elde ettikleri kazançtan arta kalan toplamdan ibaretti. Etkin bir yönetim boşluğuna vergi toplayıcıların kazançlarını arttırmak istemeleri de eklenince, vergi verenlere karşı sık sık oldukça barbarca olabilen ve ekonomi ve yatırımlar açısından adaletsiz ol
duğu (haklı olarak) düşünülen bir sistem üretildi. İmparatorluğun askeri operasyonlarında kullanılan Mısır'ın uçsuz bucaksız topraklarının gayrimenkûl gelirleri Augustus'un Mısır'ı fethederek burada Roma tarzı bir devlet sistemi kurmasına yol açtı. İmparatorluğa bağlı bir eyaletten ziyade Augustus'un kendi mülkü olarak kabul edilen Mısır, zaman içerisinde ardılları tarafından da kendi kontrollerindeki bir mülk haline getirilmiştir. Augustus bir legate ya da prokonsül yerine equestrian (atlı sınıf) sınıftan bir prefect'i Mısır'ı ve onun kârlı limanlarını yönetmesi için görevlendirmiştir; bu görev, herhangi bir equestrian için Praetorian Prefect olmanın yanında elde edilebilecek en önemli makamdı. Mısır'ın oldukça verimli topraklarındaki tarımsal üretimden elde edilen gelir sayesinde, gerek Augustus gerekse ardılları kamu işleri ve askeri seferler için yapılan ve Romalılar için ekmek ve gösteri anlamına gelen harcamaları karşılayabiliyorlardı. Ağustos Ayı (Latince: "Augustus") Augustus'tan sonra adlandırılmıştır; bu zamana kadar adı Sextilis'tir (böyle adlandırılmıştır çünkü orijinal Roma Takvimi'ne göre altıncı aydır ve altı rakamının Latince karşılığı "sex"tir). Genellikle tekrarlanan bir bilgiye göre Ağustos 31 gün çeker çünkü Augustus kendi ayının gün sayısının Julius Caesar'ın ayı Temmuz (July) ile aynı olmasını istemiştir ancak bu Johannes de Sacrobosco adlı bir 13. Yüzyıl bilgininin uydurmasıdır. Sextilis, aslında yeniden adlandırılmadan önce de 31 gün çekerdi ve uzunluğundan dolayı seçilmemişti. Macrobius'un bir "senatus consultum" dan yaptığı alıntıya göre, Sextilis Augustus'un onuruna yeniden adlandırılmıştı çünkü İskenderiye'nin düşmesi ile sona eren yükselişi sırasında birçok büyük olay bu ayda meydana gelmiştir. Augustus ölüm döşeğinde, "Roma'yı çamur içinde buldum; size mermerden bir şehir bıraktım;" demiş, bu sözün düz anlamında kısmen gerçeklik olsa da Cassius Dio bu ifadenin imparatorluğun gücünü anlatan bir metafor olduğunu iddia etmiştir. Mermer, Roma'da Augustus öncesi dönemde de kullanılıyordu ancak Augustus dönemine kadar bir yapı malzemesi olarak bu kadar yaygın kullanılmamıştır. Her ne kadar bu uygulama kentin "subura" olarak bilinen kenar semtlerinde tatbik edilmemişse de, Campus Martius ve merkezin anıtsal topografisine Ara Pacis (Barış sunağı) ve merkezinde Mısır'dan getirilmiş bir obelisk bulunan anıtsal bir güneş saati inşa edilmiştir. Ara Pacis'i süsleyen kabartma heykeller Augustus'a ait "Res Gestae" adlı eserinde anlatılan zafer alayının görsel bir anlatımıdır. Kabartmalar, praetor'ların imparatorluk alayını, Vestilleri ve Roma yurttaşlarını tasvir etmektedir. Augustus aynı zamanda Sezar Tapınağı, Agrippa Hamamları ve Augustus Forumu'uyla birlikte Mars Ultor Tapınağı'nı da inşa ettirmiştir. Yine, Balbus Tiyatrosu ve Agrippa'nın Panteon inşaatı ya da onunla ilişkilendirilen (Octavia Portikosu, Marcellus Tiyatrosu) diğer yapılar, bu kişiler tarafından Augustus'un cesaretlendirmesiyle inşa edilmişti. Ayrıca Augustus Mozolesi de ölümünden önce aile mensupları için yaptırılmıştır. Actium zaferi anısına, MÖ 29 yılında Castor ve Pollux Tapınağı girişine Augustus kemeri inşa edildi ve MÖ 19 yılında aynı kemer üç gözlü olarak genişletildi. Aynı zamanda Roma dışında, günümüz İspanya'sındaki Merida Tiyatrosu, günümüz Güney Fransa'sındaki Nîmes'te Maison Carrée ve Monako yakınlarındaki La Turbie'de bulunan Augustus Zafer Anıtı gibi Augutus adını ve mirasını taşıyan eserler inşa edilmiştir. Agrippa'nın MÖ 12'de ölümünün ardından Roma'nın su tedarik sisteminin bakımı için bir çözüm bulunmak zorundaydı. Bu zamana kadar aidile olarak görev yapan Agrippa tarafından denetlendiği ve bağımsız bir yurttaş olarak masrafları karşıladığı için herhangi bir sorun ortaya çıkmamıştı. Aynı yıl, Augustus'un belirlediği bir sistem uyarınca Senato üç adet üyesini su tedariğinin masraflarının karşılanması ve Roma'nın su kemerlerinin bakımsızlıktan yıkılmasını önlemek için sorumlu baş üyeler olarak görevlendirdi. Augustus döneminin sonlarına doğru sayısı beşe çıkan bu üyeler "curatores locorum publicorum iudicandorum" olarak adlandırıldı ve ayrıca kamu binaları ile devlet kültü tapınaklarının bakımlarının denetlenmesiyle de sorumlu kılındılar. Augustus, "curatores viarum" olarak adlandırılan ve ülke genelindeki yolların yerel görevliler tarafından düzenli olarak tamir edilmesinden sorumlu olan bir senatoryal komisyon oluşturdu. Antik Yunan kökenli bir mimari düzen olan Korint düzeni, Augustus çağı ve Roma'nın İmparatorluk döneminin baskın mimari üslubu olmuştur. Suetonius, Roma'nın Augustus ve Agrippa tarafından Klasik Yunan modeli uyarınca düzenlenmeden önce bir İmparatorluk başkenti olmak için uygunsuz olduğundan bahseder. Kırgızistan bayrağı Kırgızistan bayrağı, Kırgızistan'ın SSCB'den ayrıldıktan sonra 3 Mart, 1992'de onayladığı ulusal bayraktır. Kızıl bayrağın üzerinde sarı bir güneş vardır. Güneşin 40 ışını, 40 Kırgız boyunu belgiler. Güneşin içindeki yolların kesişimi, geleneksel Kırgız çadırının üstten görünümünü belgiler. Kızıl tüs (renk) ise barışı ve dürüstlüğü belgilemektedir. Çağla Kubat Çağla Kubat (d. 16 Kasım 1979, İzmir), Türk manken, fotomodel, oyuncu, profesyonel rüzgar sörfçüsü ve makina mühendisi. 1997 yılında İtalyan Lisesi'nden birincilikle mezun oldu. ÖSYM'nin düzenlediği üniversitelere giriş sınavında ilk 500'e girerek İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümüne kaydoldu. 2001 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Miss Turkey Türkiye Güzellik Kraliçesi Yarışması'nın 2001 yılı organizasyonunda ikinci seçildi ve ardından Türkiye'yi Miss Universe Kâinat Güzellik Yarışması'nda temsil etti. Aynı zamanda, 2003 yılında Çeşme'de düzenlenmiş olan "IFCA" Avrupa Slalom Şampiyonası'nı kazanmış başarılı bir sörfçüdür. Ünlü sporcu aynı zamanda olimpiyatlarda sörf dalında Türkiye'yi temsil etmeyi planlamaktadır. Kubat, sörfün yanı sıra snowboarding, wakeboarding, rollerblading, binicilik ve dalgıçlık yapmakta, tenis oynamaktadır. Fenerbahçe Spor Kulübü Yelken Şubesi eski sporcusudur. Kendisi, Türkçenin yanı sıra iyi derecede İngilizce, İtalyanca ve Latince bilmektedir. Eski İçişleri Bakanı Ferit Kubat'ın torunu olan Çağla Kubat, günümüzde, Kanal D'de yayınlanan "Arka Sokaklar" dizisinde başrolde Elif Komiser karakterini canladırdı. 20.09.2013 tarihinde kendisi gibi sörfçü Amerikalı sevgilisi Jimmy Diaz ile dünya evine girdi.Bu evlilikten Selin adında bir kızı dünyaya geldi. Bedia Muvahhit Bedia Muvahhit Statzer (d. Emine Bedia Şekip, 16 Ocak 1897, İstanbul - 20 Ocak 1994, İstanbul), Türk oyuncu. Türkiye'nin ilk Müslüman kadın oyuncusudur. Kadıköy Terakki Mektebi ve Notre Dame de Sion Lisesi'nde okumuş ve küçük yaşta Fransızca ve Rumca öğrenmiştir. Öğrenimini sürdürürken o yıllarda kurulan Telefon Şirketi'nde çalışan ilk kadınlardan biri oldu. 1921'de Erenköy Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başladı. Sanat yaşamı 1908'de başlamış sayılır. Ancak 1914'te yeni kurulan Darülbedayi'ye girdi. 1918 yılında sanatçı Ahmet Refet Muvahhit ile evlendi. İlk filmi, 1923 yılında Muhsin Ertuğrul'un teklifiyle başladığı Halide Edip Adıvar'ın "Ateşten Gömlek" romanından sinemaya uyarlanan filmdir. Bu filmde canlandırdığı "Ayşe" karakteri ile Türk sinemasının Neyyire Neyir'le birlikte ilk kadın oyuncularından biri oldu. 1923'te, "Ceza Kanunu" adlı oyunla sahneye çıkmasıyla tiyatro yaşamı da başlamış oldu. Sanat yaşamı boyunca 200'ün üzerinde oyunda ve sayısız sinema filminde rol aldı. 1927 yılında eşinin ölümünün ardından piyanist Ferdi von Statzer ile ikinci evliliğini yaptı. 1951 yılında eşinden ayrılan Bedia Muvahhit, 1975 yılında Şehir Tiyatroları'ndan emekli oldu. 1987 yılında Devlet Sanatçısı unvanını aldı. 1993 yılı aralık ayında sağlık durumu kötüleşen Muvahhit, 20 Ocak 1994 tarihinde 97 yaşında öldü ve Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Bedia Muvahhit'in Şuayip Sina Arbel (1922-8 Eylül 1991) adında bir oğlu, Zeynep ve Ali adlarında iki torunu ve Aslı, Nazlı ve Ayşe adlarında da üç torun çocuğu bulunuyordu. Sahne Tozu Tiyatrosu kurucusu Muzaffer Çağlar İşgören tarafından her yıl İzmir'de, ilki 2010'da gerçekleştirilen Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri düzenlenmektedir. Bugün adı; İstanbul'un Kadıköy ilçesinde Yoğurtçu Parkı'nın karşısındaki bir sokakta yaşatılmaktadır. Hisse-i Şayia, Taş Parçası, Aktör Kin, Yorgaki Dandini, Hamlet, Devlet Kuşu, On İkinci Gece, Matmazel Julie, Aynaroz Kadısı, Hortlaklar, Mürai, Tersine Akan Nehir, Bir Kavuk Devrildi, Venedik Taciri, Fermanlı Deli Hazretleri, Mum Söndü, Bir Ölü Evi, Otello, Kafes Arkasında, Kafatası, Lüküs Hayat, Yarasa, Müfettiş, Saz-Caz, Mırnav, Ayaktakımı Arasında, Tebeşir Dairesi, Ahududu, Küçük Şehir, Oyun İçinde Oyun, Deli Saraylı, Kibarlık Budalası, Sana Rey Veriyorum, Deli Dolu, Suç ve Ceza, Çifte Keramet, Dama Çıkmış Bir Güzel, Gecikenler. Edith Wharton Edith Wharton (24 Ocak 1862 – 11 Ağustos 1937) Amerikan yazar ve moda tasarımcısı. En fazla tanınan eseri "Masumiyet Çağı" ("The Age of Innocence", 1920) adlı romanıdır, ve 1921 yılında Pulitzer Ödülünü kazanmıştır. I. Dünya Savaşı esnasında Paris'te Kızıl Haç örgütü için yaptığı yardım çalışmalarından ötürü, Fransız Légion d'honneur nişanıyla ödüllendirilmiştir. Paris'de iken Amerikalı ünlü gazeteci William Morton Fullerton büyük bir aşk yaşamıştır. Aralarında Henry James, F Scott Fitzgerald, Jean Cocteau, Ernest Hemingway ve Theodore Roosevelt'in bulunduğu, çağının önemli ve etkili entelektüelleriyle olan arkadaşlığı da ayrıca dikkat çekicidir. Bazı Eserleri: "Ellerimi Bırak, Hayallerime Dokun" "Yaz Bitince" "Akşam Çayı" "Aşkın Öteki Yüzü" "İki Kız Kardeş" "Mihenk Taşı" "Sığınak" "Her Kalp Kendi Bildiğini Okur" Gürcüce Gürcüce (Gürcüce: ქართული ენა / "Kartuli ena"), bir Kafkas halkı olan Gürcülerin konuştuğu dil. Gürcistan’ın resmî ve öğretim dilidir. Modern Gürcüce, Kartli diyalekti (Doğu Gürcücesi) temelinde gelişmiş ve 5. yüzyıldan (Eski Gürcüce) itibaren Gürcü edebiyatının tek dili ol
muştur. Gürcistan’da yaşayan 3,9 milyon kişinin (nüfusun yüzde 83’ü) asıl dilidir. Ayrıca yurtdışında, Türkiye, İran, Azerbaycan, Rusya, ABD ve Avrupa’da 500.000 kişi Gürcüce konuşur. Gürcüce, Gürcülerin etnografik gruplarının, diğer Kartveli dilleri olan Svanca, Megrelce ve Lazca konuşan halkın da edebiyat dilidir. Öte yandan Gürcistan Yahudilerinin konuştuğu ve Gruzinik veya Kivruli olarak adlandırılan dili de Gürcistan’da 20.000 kişi ve ayrıca başka yerlerde 65.000 kişi (İsrail’de 60.000 kişi) konuşmaktadır. Gürcüce Kartveli dillerinin en yaygın dilidir. Kartveli dilleri ise Gürcüce ile birlikte Svanca (Gürcistan’ın kuzeybatı kesiminde, Svaneti’de konuşulur), Megrelce (Gürcistan’ın batı kesiminde, Samegrelo ve Abhazya’da konuşulur) ve Lazca’dan (çoğunluğu Türkiye’de olmak üzere Karadeniz kıyısında konuşulur) oluşur. Gürcüce’nin başlıca diyalektleri şunlardır: İmereti diyalekti, Raça-Leçhum diyalekti, Guria diyalekti, Acara diyalekti, İmerhev diyalekti (Türkiye’de konuşulur), Kartli diyalekti, Kaheti diyalekti, İngilo diyalekti (Azerbaycan’da konuşulur), Tuş diyalekti, Hevsur diyalekti, Mohev diyalekti, Pşav diyalekti, Mtiul diyalekti, Fereydan diyalekti (İran’da konuşulur), Meshet diyalekti. Gürcüce, zengin bir edebiyat geleneğine sahiptir. Günümüze ulaşan Gürcüce en eski edebi metin, İakob Tsurtaveli’nin 5. yüzyılda yazdığı “Kraliçenin, Azize Şuşanik’in Çilesi”dir ("Tsamebay tsmindisa Şuşanikisi, dedoplisa"). Gürcü ulusal destanı “Kaplan Postlu Kahraman” ("Vephistqaosani") ise, Şota Rustaveli tarafından 12. yüzyılda yazılmıştır. Gürcüce, tarihi boyunca, genelde Gürcü alfabesi olarak bilinen değişik yazı sistemleriyle yazılmıştır. Bugünkü alfabe olan "mhedruli" ("askeri") asıl yazı sistemi olmuştur. Diğer yazı biçimleri daha çok tarihsel belgelerde kalmıştır. "Mhedruli", 33 harften oluşur. Bu alfabenin, Gürcüce’nin bütün seslerini karşıladığı söylenebilir. 11. yüzyıl tarihçisi Leonti Mroveli, Gürcü alfabesini İÖ 3. yüzyılda, Kafkas İberyası (Kartli olarak da bilinir) kralı Parnavaz’ın geliştirdiğini yazar. Bu alfabe, İS 4-5. yüzyıllarda yeniden elden geçirilmiş, sonraki yüzyıllarda ise değişikliklere uğrayarak bugünkü biçimini almıştır. Birbirinden farklı üç Gürcü alfabesi vardır. Bu alfabeler "asomtavruli" (büyük harfler), "nushuri" (küçük harfler) ve "mhedruli"’dir. Ayrıca dinsel metinlerde kullanılan ve hutsuri (dinsel) denen bir yazı biçimi daha vardır. 1-10 Erti, Ori, Sami, Othi, Huti, Ekvsi, Şvidi, Rva, Ts’khra, Ati 20 - Otsi 30 - Otsdaati 40 - Ormotsi 50 - Ormotsdaati 60 - Samotsi 70 - Samotsdaati 80 - Otkmotsi 90 - Otkmotsdaati 100 - Asi 1000 - Atasi Gürcüce adlar ve sıfatlar iki veya daha fazla sessizle başlayabilir. In Gürcü dili, sözlü geleneğinde olduğu gibi yazılı geleneği boyunca da çeşitli dillerden kelime almıştır. En çok kelime aldığı dillerin başında, tarihsel etkileşim sırasına göre, Eski Yunanca, Farsça, Arapça ve Türkçedir. Bu ilk üç dilden geçen kelimeler daha çok yazı dilinde yer alırken, Türkçe kökenli kelimeler, özellikte Osmanlı etkisinde kalan Güneybatı Gürcistan bölgelerine konuşma diline girmiştir. Burada Arap, Fars ve Türk dillerinden Gürcü yazı diline geçen kelimeler örnek olarak verilmiştir. Dogrusal olmayan diferansiyel denklemler Doğrusal olmayan diferansiyel denlemler, doğrusal diferansiyel denklemlere yapı olarak benzemektedir. Ancak Doğrusal olmayan diferansiyel denlemlerde doğrusallığı bozan terim olarak trigonometrik (sin,cos,tan,asin gibi)ifadeler, kübik ve katları terimler bulunmaktadır. Eğer bir difarensiyel denkleminde bu tür ifadeler mevcutsa o denklemin doğrusal olmadığı anlaşılır. Henry James Henry James (15 Nisan 1843 – 28 Şubat 1916) yılları arasında yaşamış ABD doğumlu yazar. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında edebiyat eleştirileri, romanlar ve kısa hikâyeleri ile ünlendi. Ana tema olarak insan bilincini işleyen James, hayatın çoğunu Avrupa'da geçirdikten sonra, ölümünden kısa bir süre önce İngiliz vatandaşı oldu. Psikoloji biliminin kurucularından sayılan William James'in kardeşidir. The Ambassadors, Daisy Miller, The Turn of the Screw ve Portrait of a Lady gibi klasik eserleri bulunmaktadır. Eserlerinden Bir Kadının Portresi'nin sinema uyarlamasında ünlü aktris Nicole Kidman başrolü oynamıştır. Romanlarında çoğunlukla kadına ve kadınların iç dünyalarına göndermelerde bulunmuştur.Eserlerinde resim kullanmayı sevmez. Üç kez (1911,1912,1916) Nobel Edebiyat Ödülü aday gösterildi. Kafkas dilleri Kafkas dilleri veya İber-Kafkas dilleri, Kafkasya'nın yerli halklarının konuştuğu ve belli başlı dil aileleriyle yakınlığı olmayan dil grubu. Kuzey Kafkas Dilleri ve Güney Kafkas Dilleri olarak iki temel gruba ayrılır. Kuzey Kafkas Dilleri ayrıca kendi aralarında Kuzeybatı Kafkas Dilleri "(Abhaz - Çerkes (Adığe) dilleri)" ve Kuzeydoğu Kafkas Dilleri "(Nah - Dağıstan dilleri)" olarak ikiye ayrılır. Aslında Güney Kafkas Dilleri, diğer "Kafkas dilleri" gibi kesin olarak Kafkasya isminde sınıflandırılamamışlardır. Bazı dilbilimcilere göre ise, bu dört dilin izole diller oldukları da söylenmektedir. Aşağıda Kafkas dillerinin karşılaştırılması verilmiştir: Harpuşta Harpuşta, dış etkilere açık duvarların üstünü örten ve yağmur suyu, kar suyu gibi istenmeyen etkilerin yanlara akmasını sağlayan eğimli veya eğri bina bölümüdür. Parke Parke, yer döşemelerinde kullanılan bir kaplama türüdür. Doğal bir malzeme olması nedeni ile parke zemin kaplamaları yapı işlerinde yoğun olarak kullanılmaktadır. Günümüzde, orman ürünlerinin kullanımında çevreci yaklaşımlar ve ekonomik nedenlerle geleneksel masif ahşap parke yerine daha çok laminat parke ve lamine parkeler olarak adlandırılan parke türleri kullanılır. Laminat, matbaada istenilen renk ve desende basılmış kağıda reçine emdirilmesi sureti ile elde edilen kaplama levhalarıdır. Reçine emdirme işlemi kâğıt emprenyeleme olarak da adlandırılır. Emprenyeleme melamin formaldehit ve üre formaldehit gibi reçine malzemeleri emdirilen kâğıtların fırınlanarak kurutulması işlemidir. Laminat parke, laminat kaplamaların nitelikli ahşaba oranla daha ucuz olan 7–8 mm kalınlıktaki MDF, HDF ya da yongalevha levhalar üzerine yapıştırılması suretiyle üretilir. Kanserojen maddeli yapıştırıcılar kullanılarak üretilenleri de mevcuttur. Yapıştırma işlemi ısı ve basınç altında yapıştırıcı kullanarak yapılır. Büyük tabakalar halinde üretilen levhalar istenilen boyutlarda kesilir, ekleme detayına göre ek yerleri açılır ve paketlenerek kullanıma sunulur. Laminat parke yüzeyleri düzleme veya cilalama gibi herhangi bir işlem gerektirmez. Laminat parkeler ucuz fiyatları ve uygulamalarının kolay ve hızlı olması nedeni ile günümüzde en yaygın kullanılan dekoratif zemin kaplamasıdır.Yer kaplaması olarak fiyatına göre en iyi üründür. Kanserojen madde içermemesi sebebiyle E1 standartlarındaki laminat parkeler sağlık açısından tercih sebebi olabilmektedir. Lamine parke, ahşap malzemenin birkaç tabakasının birbirine yapıştırılması ve bunların üzerine nitelikli ağaçtan ince bir kaplama yapılması sureti ile üretilir. Lamine parkeler genellikle üç katmandan oluşur. 5–10 mm kalınlıktaki iki ağaç tabakası ve 2–5 mm kalınlıktaki parke yapmaya uygun nitelikteki ahşaptan tabaka damarları birbirine dik gelecek şekilde sıcak preste tutkal ile yapıştırılır. Cilalı olarak kullanıma sunulan lamine parkeler montaj işlemi sonrasında herhangi bir düzeltme veya cilalama işlemi gerektirmezler. Lamine parkenin, laminat parkeden farkı şudur; laminat parkede arada MDF kullanılır, lamine parkede ise aradaki malzeme ahşaptır. Lamine parke, laminat parkeden bu yüzden daha pahalıdır. Geleneksel ilk kullanılan parke türüdür. Uygun kalitedeki iyi kurutulmuş ahşabın 16–20 mm gibi kalınlıklarda ince tabakalar ve şeritler halinde kesilmesi ile yapılır. Geleneksel parkelerin yapımında, dayanıklılık açısından meşe, gürgen, dişbudak, gül ağacı gibi sert ağaçlar kullanılır. Geleneksel parke "masif parke" olarak adlandırılır. Uygulamada, 16–18 mm kalınlık 3–13 cm en 20–100 cm boy gibi boyutlardaki masif parke parçaları tutkal ile zemine yapıştırılır, boşluklar varsa zımpara tozu ve vernik karışımı ile ek yerlerin de rutuşlanır, kalından inceye numaralardaki zımparalar ile yüzeyi tesviye edilir ve cilalanarak kullanıma hazır hale getirilir. Masif parke, uygulamada nitelikli işgücü gerektirir ve diğer parke türlerine göre pahalı olmasına karşın daha kalıcıdır.(örneğin: dolma bahçe sarayı, topkapı sarayında hala o zaman döşenen parkeler yerinde tarihe meydan okuyor.)Bu bağlamda masif parke binanın ömrü ile eş ömre sahiptir. İsmail Baha Sürelsan İsmail Baha Sürelsan, (d. 19 Kasım 1912, Bursa – ö. 12 Nisan 1998, Antalya). Klasik Türk müziği sanatçısı. Tarım mühendisliği eğitimi gördü. Okul yılları ile birlikte müzik öğrenimi gördü. Yüksek tarım mühendisi olan bestekâr, 1972'de Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'ndan emekliye ayrıldı. Türk müziğine bilimsel araştırmaları, yayınları, konferansları ve ve eğitimciliği ile hizmet vermiştir. Dinî ve din dışı 100'ü aşkın bestesi kaydedilmiştir. Yaşamında olduğu gibi sanatında da son derece titiz, taviz vermeyen, disiplinli, düzenlidir. Bu nedenle az ve güzel eser vermiştir. "Sandal", "Güle sor, bülbüle sor","Çekmiyor yâr-ı sitemkâr hayli demdir nazımız" gibi unutulmaz eserleri Türk musıkîsine kazandırmıştır. İsmail Baha Sürelsan, 1968 ile 1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi ilâhiyat fakültesinde dinî mûsikî dersleri verdi. 1973’te TRT Kurumu Türk mûsikîsi uzmanlığı, repertuar kurulu başkanlığı, Kültür Bakanlığı Türk Mûsikîsi Komisyonu üyeliği gibi görevlerde bulundu. 1975 yılında TRT Ankara Radyosu Klâsik Türk Mûsikîsi Korosu’nun başına getirildi. Ancak 1977 yılında sağlık sorunları nedeniyle Antalya'ya taşındı. 1991 yılında Devlet Sanatçısı ünvânı alan sanatçı, 1998 yılında bu şehirde vefat etti. Antalya Büyükşehir Belediyesi sanatçının hâtırasına "İsmail Baha Sürelsan Konservatuarı" adıyla bir eğitim kurumu kurdu. What a Wonderful World "What a Wonderful World", Bob Thiele ve Ge
orge David Weiss tarafından yazılmış, ilk kez Louis Armstrong tarafından seslendirilmiş ve 1968 başlarında single olarak çıkarılmış bir şarkıdır. Dönemin ABD'sinde yükselen ırki ve politik gerginliğe bir "panzehir" olması amaçlanan şarkıda, günlük yaşamın sıradan güzelliklerinden zevk alınması betimlenir. Yine de şarkı ilk zamanlarda ABD'de tutulmamış, sürpriz bir şekilde Birleşik Krallık'ta başarı yakalamıştır. 1987'de "Good Morning, Vietnam" filminin (soundtrack) albümünde yer alınca şarkı farklı bir yer ve üne sahip olmuştur. Yıldız Porselen Fabrikası Yıldız Sarayı Porselen Fabrikası, İstanbul Yıldız Parkı bahçesinde yerleşik müze-fabrika. 1892-1894 yıllarında Osmanlı Sarayı çini gereksinimlerini karşılamak ve gerileyen çini sanatını geliştirmek amacıyla kurulmuştur. Türkiye'nin bu alanda üretime devam eden en eski tesisi olan fabrika, günümüzde TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı'na bağlıdır. 19. yüzyılda geleneksel Türk sanatlarının en önemlilerinden biri olan çini sanatının gerilemiş olması Osmanlı Devleti'ni bu alanda büyük ölçüde dışa bağlı duruma getirmiştir. Tesis, Sultan II. Abdülhamid'in talimatı ile 1892-1894 yıllarında saray ve çevresinin çini ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla "Yıldız Çini Fabrika-i Hümâyûnu" adıyla kurulmuştur. Fabrika, Fransız "Serves ve Limoges" şirketinden ithal edilen teknoloji çalışmaya başlamış, bu amaçla Fransa'dan uzman personel ve çini kalıpları getirilmiştir. 1894 İstanbul depreminde ciddi zarar gören fabrika bir süre üretime ara vermiş ve İtalyan Mimar Raimondo D'Aronco tarafından onarılmıştır. Fabrikada vazolar, duvar tabakları, yazı ve sofra takımları, kartvizit tabakları, kapaklı kaseler, sahanlar, aşure tepsileri, şekerlikler, çay ve fincan takımları gibi günlük kullanım eşyaları da üretilmiştir. II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi sonrasında üretimi durdurulan fabrika, 1911 yılında eski yöneticilerinin çabaları ile yeniden faaliyete geçirilmiştir. Kurtuluş savaşı döneminde sıkıntısı çekilen telgraf tellerini birbirine bağlamakta kullanılan kaolin fincanların üretimini de yapan fabrika 1957 yılında Sümerbank'a devredilmiştir. Batı ve Anadolu sanatı sentezine önemli katkıları olan fabrika, Cumhuriyet Dönemi’nde de üretime devam etmiş ve geleneksel Türk çini sanatının dünyaca tanıtılmasında önemli rol oynamıştır. Günümüzde TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı'na bağlı olan Yıldız Porselen Fabrikası, günümüz beğeni ve gereksinimlerine yönelik ürünler yanında başlangıç döneminde yaptığı ürünlerin de benzerlerini üretmektedir. Üretimde estetik ve sanat öncelikli konulardır. Geçmişin günümüze taşınması adına kaliteden ödün vermeden yapılan üretim büyük oranda ticari kaygılardan uzaktır. The Cranberries The Cranberries, 1989'da İrlanda'da kurulan bir rock grubudur. Grubun tarzı çoğunlukla alternatif rock ile ilişkilendirilse de indie pop, post-punk, İrlanda folk müziği ve pop rock öğeleri de taşır. 1989 yılında "The Cranberry Saw Us" adıyla kurulan grup, 1990'da yayımladıkları "Everybody Else Is Doing It, So Why Can't We?" albümüyle uluslararası bir başarı yakaladı. Ticari açıdan 90'lı yılların en başarılı rock grupları arasında gösterilen The Cranberries, dünya çapında 40 milyon albüm sattı. Grup, altı yıllık bir aranın ardından 2009'da yeniden bir araya geldi ve turneye çıktı. Mayıs 2011'de 6. stüdyo albümleri "Roses"'ı kaydettiler ve Şubat 2012'de yayımladılar. Nisan 2017'de ise İrlanda Oda Orkestrası ile birlikte kaydettikleri, eski şarkılarının yeni yorumlarını içeren "Something Else" albümünü yayımladılar. Mevcut üyeler Eski üyeler Turne müzisyenleri İstanbul Antlaşması İstanbul Antlaşması Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli tarihlerde başka ülkelerle yaptığı antlaşmalardan herhangi biri olabilir: Lazca Lazca (Lazca: Lazuri nena / ლაზური ნენა), Türkiye'nin Doğu Karadeniz kıyı şeridinde Rize ilinin Pazar ilçesinde bulunan Melyat Deresi'nden itibaren ve Gürcistan'ın Türkiye ile paylaştığı Sarp köyüne kadar yaşayan Laz halkı tarafından konuşulan ve eski Kolhis dilinin devamı olduğu sanılan, Zanik bir Kafkas dilidir. Laz halkının yerli olarak yaşadığı Ardeşen, Arhavi, Borçka, Fındıklı, Hopa, İkizdere (birkaç köy) ilçeleri ve Pazar'ın yanı sıra 1877-78 Osmanlı – Rus savaşı (93 harbi) ertesinde göç edilen Marmara bölgesinde Akçakoca, Bursa, Düzce, Gemlik, Gölcük, Hendek, İzmit, Karamürsel, Maşukiye, Samsun, Sapanca, Yalova kentlerine bağlı bazı köylerde de konuşulmaktadır. Bunun yanı sıra Gürcistan'ın Batum kentinin beş köyünde ve şehir merkezinde, Osmanlı ve Sovyetler Birliği'nin sürgün politikaları neticesinde Lazların sürgüne gittiği; Estonya, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Yunanistan gibi ülkelerde kalan ve aslını korumayı başarabilen Lazlar tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Maddî sebepler sonucu göç edilen Almanya, Hollanda, Fransa, Avusturya, İsviçre, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde yaşayan Lazlarca da konuşulmaktadır.. Lazca; Kafkas dilleri ailesinden olup Gürcüce, Megrelce ve Svanca ile birlikte Güney Kafkas dilleri koluna ait bir dildir. Bazı dil bilimciler, birbirine çok yakın olan Megrelce ve Lazcayı, Zan dili ya da Kolhis ya da Zan dili olarak tanımlamaktadırlar. Bu iki dili konuşan insanlar arasında karşılıklı anlaşma mümkündür. Tüm Kafkas dilleri gibi Lazca bol miktarda sessiz harfe () sahip olup diğer Güney Kafkas dillerinde bulunmayan /f/, /y/ ve /h/ gibi sessizleri ve Hopa ve Borçka (Çxala) dialektinde kullanılan uvular (küçük dil) sessizi (consonat) /q/ harfini de barındırdığından ait olduğu dil ailesinin sessiz harf sayısı bakımımdan en zengin dilidir. Lazca, özellikle büyük kentlere göçen genç nüfusun hızlı asimilasyonu sonucu yok olmak üzeredir. 20. yüzyıla kadar Lazlar ve Megreller bağlı bulundukları ülkeler doğrultusunda Arap, Gürcü ve Kiril alfabelerini kullanılmışlardır. Lazların M.Ö. 6.-7. yüzyıllar ve sonrasında Helen kolonizasyonu ile başlayan Laz-Yunan ticarî ve kültürel ilişki döneminde tapınaklarına Yunan harfleriyle yazılar yazdıklarını biliyoruz. Hatta Lazların Kudüs'te kendilerine ait bir kiliselerinin olduğunu, Lazca yazılmış İncillerinin bulunduğunu da biliyoruz. Yunan kaynaklarına göre Kolhis'de, bugünkü Poti çevresinde bir retorik eğitim merkezi bulunuyordu. Bu merkezde aynı zamanda felsefe dersleri de veriliyordu ve kolonicilerin çocukları olan Yunan öğrenciler de buraya devam ediyordu. Ve bu merkezde Kolhisçe, yani Lazca ve Megrelcenin ayrılmamış sürümünde ve Eski Yunanca dil eğitimi veriliyordu. Alman araştırmacı Rosen tarafından 1843'te yayınlanmış çalışması Lazca üzerine yapılmış ilk bilimsel çalışmalardan birisidir. Yakın tarihte ilk Lazca çalışmalarını, ilk Lazca grameri yazan Rus filolog Niko Marr'a göre Hopalı Faik Efendi başlatmıştır. 1920'lerde Iskenderi it̆aşi (ისენდერი წიტაში) Sohum'da direktörlüğünü yaptığı Laz okullarında "Alboni" adlı alfabeyle kendisine ait "OITXUŞI SUPARA" (Okuma Kitabı) adlı ders kitabıyla Lazca eğitim verdi. Sonra yine Abhazya'da "Mçita Muruʒxi" (kızıl yıldız) gazetesi yayımlanıp Lazca tiyatro eserleri sergilendi, Lazca broşürler basıldı. 1930'larda Atatürk'ün aracılığı ile Türkiye'ye getirilen Fransız dil bilimci Prof. Georges Dumézil de Arhavili Lazlar arasından derlediği masalları “Contes Lazes” ismini verdiği kitapta Paris'te yayımladı. Laz alfabesi Latin kökenliydi. Mevcut Türk alfabesine Lazca sesler eklenerek yeni alfabe oluşturuldu. 1991'te Osman Tamtruli'ye ait "Nana Nena" isimli Lazca ders kitabı Almanya'da yayımlandı. 1992'te Lazuri Ambarepe (Lazca Haberler) isimli bir dergi yine Almanya'da yayına başladı. Ardından "Parpali" dergisi geldi. Ardından alfabe "Ogni", Türkiye Lazlarına ait ilk Lazca dergiyle Türkiye'de kullanıldı. Ve "Mjora" ve "Sima" gibi Lazca dergiler bu alfabe ile birkaç sayı çıkardılar. Günümüzde kabul gören alfabe budur. Lazcanın yakın bir zamana kadar hiç yazılamamış olmasından dolayı standart bir yazım dili oluşturulamamıştır. 1984 yılında Fahri Kahraman'ın, 1920-30'lu yıllarda Abhazya SSC'de kullanılan Laz Alfabesi temelli alfabesi, Laz dilinin günümüzde yazımı için kullanılan alfabedir. 35 harften meydana gelir. Lazcada "Q" ünsüzü sadece Hopa, Batum ve Borçka'da kullanılır. Laz alfabesinde yer alan bazı harfler (a, b, d, e, f, h, j, k, l, m, n, o, p, r, s, t, u, v) telâffuz edilirken Türkçe karşılıklar bulunabilir. Yalnız diğer harflerin Türk alfabesinde karşılıkları yoktur. Harflerin telâffuzları şu şekildedir: Niko Marr (1910) ve Chikobava (1936), Bucaklişi (2000, Mjora I 48), Lazcanın, Xopa (Hopa'da konuşulur), Vie-Arkabi (Fındıklı ve Arhavi'de konuşulur) ve Atina (Ardeşen ve Pazar'da konuşulur) olmak üzere üç lehçeden oluştuğunu ileri sürmüşlerse de Goichi Kojima ile Bucaklişi'nin Lazca Gramer adlı çaşılmasında lehçe sayısı beşe çıkarılmıştır. Ama esasında Lazcayı iki grupta: olarak incelemek daha doğrudur. Uluslararası dil bilimcilerin kabûl ettiği anlamdaki "lehçe" tanımlamasıyla Lazcanın lehçeleri şunlardır: Lazcanın Atina (Pazar) lehçesi Türkçe ve Pontusça'dan fazlaca etkilenmiştir. Ardeşen ve Çamlıhemşin lehçesi; Atina lehçesine parallellik gösterir. Fındıklı ve Arhavi lehçesi ise Atinaya nazaran Türkçeden daha az etkilenmiştir. Hopa lehçesi ise gerek diğer kardeş dil Gürcüce, gerekse Megrelceye en fazla benzeyen lehçedir. Borçka'nın Düzköy (Çxala) köyünde konuşulan Lazca ise hiçbir lehçesiye benzemeyecek kadar kendine has ve orijinaldir. Örneklerle Lazca'yı lehçeleriyle karşılaştırmak gerekirse: Lazca fiillerin ağırlıkta olduğu dilidir. Fiillerin başına konan 50`ye yakın fiil önek/öntakısı (prefix) vardır. Bazı fiil önekleri çok işlevli olmakla beraber bazılarının kullanım alanları oldukça azdır. Lazca`da; eylemin kendisi, eylemi yapan kişi eylemin kim ya da kimler için yapıldığı, eylemin zamanı, başladığı yer (sağ, sol, üst, alt vs.) ve eylemin yönü tek bir fiil yapısı içinde ifade edilir. Fiil kökü hiçbir şekilde değişmez. Eylem, üstünde cereyan ettiği yerin şekline göre biçim almakta ve buna göre şekillenmektedir. Lazca isimler, durum ve sayıya göre ayrı biçim almaktadır. Lazc
a fiiller, kip, aspekt, zaman, şahıs ve sayıya göre ayrı biçimler göstermektedir. Bunlar fiilin çeşidine (Hareket fiili, Hal değişme fiili, Hal fiili, Başkalaşma fiili vs.) göre sınıflandırılmıştır. Ayrıca, çok sayıda dilde bulunan Bildirme kipi, Emir kipi ve İstek kipi gibi kipler dışında Lazcada Tecrube kipi, Yeterlik kipi vs. bulunmaktadır. Lazca, tüm diğer Kafkas dilleri ve İrani Dillerde görüldüğü gibi ergatiflik hâl ekine sâhiptir. Anlam olarak; "kimin tarafından = mik" ve "neyin tarafından = muk" şeklinde algılandığı gibi, bu sorulara cevap teşkil ederler. İsmin bu hâli lehçesel farklılıklar dolayı Ardeşen, Pazar ve Çamlıhemşin yörelerinde kullanılmamaktadır. Lazcada ergatifliği "'-ǩ" sesi yapar. Örneklersek Selma"'ǩ" bere dobaxu (Selma çocuğu dövdü.) Bu cümledeki "bere" yani çocuk kelimesi yalın hâldeymiş gibi görünmesine rağmen, aslında ismin “İ” hâlindedir yani yükleme eki görevindedir ve cümlede tümleç görevi görmektedir. ”Kim “ sorusunun cevâbı ise, ”ismin “K” hâlindeki “Selma"'ǩ"” kelimesidir. Bu cümlenin diğer bir karşılığı ise; "Çocuk, Selma tarafından dövüldü" şeklindedir. Lazcanın erken dönemlerinde kelimelerin büyük çoğunluğu Kolhisçe'dir. Yani, Lazların atalarından yâdigâr olan dil. Dil bilimciler bu dile Zanca da demektedir. Lazca ve Megrelce, bu dilin günümüzdeki iki lehçesi diyen görüşler de vardır. 6. yüzyıldan îtibâren Lazların Ortodoks Hıristiyanlaşmalarıyla birlikte dile ilk defâ yabancı kelimeler girmiş olacaktı. Bu ilki de dinî terimler oluşturacaktı. Meselâ; Yunancadan Εκκλησία (kilise) kelimesi Lazcaya elesia olarak girecekti. Ya da λιβάδι (tarla) kelimesi Lazcaya da livadi (Lazcası; Ont̆ule) şeklinde girecekti. Ancak bu süreçten Lazca asgarî oranda yabancı kelimeyle tanışmış olarak çıkacaktı. Daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti'nin hakimiyetine giren Lazlar İslamiyet'in de kabulu sebebiyle Osmanlıcadan (Türkçe, Arapça ve Farsça kelimeler aldı. Örneğin; boyi (boy), alemi (kalem), ç̌uvali (çuval) v.b. Artvin'in Hopa, Borçka ve Acaristan'ın başkenti Batum'da konuşulan lehçesi ile örnek bir Lazca metin: "Dünya'nın büyük denizlerle bağlantısı bulunan en büyük iç denizi Karadeniz'in doğu kıyılarında yer alan Lazistan, tarih boyunca yoğun deniz ticaretinin yaşandığı limanları ile anılmıştır. Karadeniz halkları arasında kurulan dostluk, kültür ve ticaret köprüsünün bir ayağını oluşturan Lazistan limanları, tarihi İpek Yolunun Avrupa'ya açılan kapısı olmuşlardır. Birçok iskeleye sahip Lazistan'nın başlıca limanları Trabzon, Rize ve Hopa limanlarıdır." Yönlendirici Bilgi Protokolü İngilizce "Router Information Protocol", yani Yönlendirici" Bilgi Protokolü" anlamına gelen RIP, bir TCP/IP ağındaki router'ların birbirini otomatik olarak tanımasında kullanılan bir iç yönlendirme protokoldür. Aynı zamanda uzaklık vektör algoritmasına dayanır ve IGP'nın bir uygulamasıdır. Yönlendirme kararları, düğümler arasındaki sıçramaların sayısına dayanır. Yönlendiriciden geçmek bir sıçrama sayılır. İlk olarak XNS protokol kümesinde kullanılmış olup daha sonra IP ağ uygulamalarında kullanılmıştır. Routing information protokol, En iyi yol seçimini yaparken tek kriter olarak hub sayısına bakar. Max. 15 hub’ı kabul eder. 16’dan sonra destination unreachable hatasını gönderir. Router bu protokolde kendisine bağlı olan networkleri 30 saniyede bir komşu router’a bildirir. (classfull bir protokoldür yani ip adresinin sınıfına ait subnet mask seçilerek gönderilir. Subnet mask girilmez diğer bir deyişle) Rip protokolünde çalışan bir router’ın routing table’ında hop sayısı 16 olanlar ulaşılamaz anlamına gelmekterdir. Router herhangi bir komşu router'dan 180 saniye bilgi alamazsa o kaydı artık kullanmıyor. Eğer 60 saniye daha bir bilgi alamazsa o router'ı yönlendirme tablosundan siliyor. Yönlendirme tablosunda kaynak adres, mask, router, interface, time gibi bilgiler vardır. Ayrıca router'lar arasında herhangi bir kimlik kanıtlaması yoktur. Ağ topolojisindeki herhangi bir değişiklik, oraya bağlı olan yönlendirici tarafından sezilir ve yönlendirici yeni durum için değerlendirme yapar. Eğer daha iyi bir yol bulursa, önce kendi tablosunu günceller ve daha sonra komşularına yansıtır. Komşu yönlendiricilerde yeni durumu göz önüne alarak kendi tablolarını güncelleyip kendi komşularına haber verirler. Ancak değişikliği ilk yansıtan yönlendiriciye tekrar gönderilmemelidir. Böyle bir durumda kısır bir döngü oluşur. Routing bilgi protokolünün 3 versiyonu bulunmaktadır.Ripv1,Ripv2 ve RIPng Rip versiyonunun orijinal talimatnamesi, RIP’in , RFC 1058 içinde tanımlandığı üzere classful (classful ağ :1981'den CIDR ‘ın(Classless Inter-Domain Routing) tanıtımına kadar internette kullanılan bir ağ adresleme mimarisidir.Bu metot internet protokol versiyon 4 için adres uzayını 5 adres sınıfına parçalar.Her bir sınıf, adreslerin ilk 4 bitinde kodlanmıştır , ya farklı bir ağ boyutunu tanımlar mesala unicast adresler için ağa bağlı bilgisayarların sayısı ya da mulitcast ağlar(sınıf D) tanımlar.) routing kullandığını söyler.Periyodik yönlendirme(routing) altağ bilgisini taşımadan güncelleme yapar , VLSM için destekten yoksundur.Bu sınırlama aynı ağ sınıfı içinde farklı boyutta alt ağlara sahip olmayı imkansız hale getirmiştir.Diğer bir deyişle , bir ağ sınıfındaki tüm alt ağlar aynı boyuta sahiptirler. Yönlendirici kimlik kanıtlaması için de bir destek yoktur bu da RIP ‘i çeşitli ataklara karşı zayıf kılar. Orijinal RIP talimatnamesinin eksikliğinden dolayı ,RIP versiyon 2 1993 yılında geliştirilmiştir ve en son 1998 yılında standartlaştırılmıştır.RIp versiyon 2 alt ağ bilgisini taşıyacak hale gelmiştir ve bu da CIDR ‘ ı desteklemiştir.Geriye uyumluluğu desteklemek adına , hop sayısı sınırı 15 kalmıştır.RIP versiyon 2 eğer RIP versiyon 1 mesajları içerisindeki tüm protokol alanları sıfır olursa tamamenRIp versiyon 1 ile birlikte çalışabilirliği desteklemektedir.Ek olarak, uyumlu switch özelliği ince taneli birlikte çalışabilirlik ayarlarına da izin vermiştir.Ağa bağlı makinelerde gereksiz yüklenmeden kaçınmak için yönlendirme içerisine katılmamıştır, RIP versiyon 2 tüm yönlendirme tablosunu 224.0.0.9 adresinde tüm komşu yönlendiricilere broadcast yayımlayan RIP v1 e karşın multicast olarak yayınlar. Özel uygulamalar için unicast adreslemeye izin verilkmiştir.RIP versiyon 2 STD56 internet standardıdır.Yön etiketleri de RIP versiyonuna eklenmiştir.Bu da tüm yönlendiricilerin EGP protokollerinden merkezi yönlerin harici yönlerden ayırt edilmelerine imkan vermiştir. RIPng (RIP gelecek nesil) IPv6 gelecek nesil internet protokolünün desteklenmesi için RIP versiyon 2 nin gelişmişi olarak RFC 2080 içinde tanımlanmıştır. RIP versiyon 2 ve RIPng arasındaki temel fark Ipv6 ağı için destek RIPv2 , RIPv1 ‘in güncel kimlik kanıtlamalarını desteklerken , IPv6 yönlendiricileri kimlik kanıtlama işlevi için IPSec kullanmayı desteklediğinden RIPng desteklemez. RIPv2 yönlendiricilere gelişigüzel kısaltmalar eklemeye izin verirken, RIPng izin vermez. RIPv2 her bir yönlendirme girişinde diğer hop ‘u şifreler, RIPng yönlendirme girişlerinin bir kümesi için diğer hop’un özel şifrelenmesini gerektirir. RIPng multicast grup FF02::9 u kullanarak UDP 521 portundan güncellemeleri gönderir. İnternet denen ağ, birçok ağın birbirine bağlantısı ile oluşur. Örneğin: Dolayısıyla, RIP ve başka protokoller (OSPF de) router'ların birbirlerini otomatik olarak görmesi için gerekli hizmetleri sunarlar. RIP, sadece kaç adımda gideceğini bildiğinden ortaya kimi sorunlar çıkar. Az önceki örnekte B ile C ağları arasındaki R3 yolunu kestiğimizi varsayalım. Bu durumda: Bu sorunun çözümü için RIP 16 adımdan daha fazla adımdan olaşılan ağları "o aslında ulaşılamıyor" kapsamına alır. Buna ek olarak, daha karmaşık olan OSPF protokolü bu sorunu çözmektedir. RIP bir yönlendirme protokolüdür ve yönlendirme tablosunu dinamik olarak günceller. RIP kullanılan sistemlerde yönlendirme bilgileri, yine RIP'ın komşu sistemlerden gelen yeni bilgiler uyarınca sürekli yenilenir. UNİX'li sistemlerin birçoğu RIP ile ilgili programı bünyesinde barındırır. Çalıştırılması için " %routed " yazılması yeterlidir. Bu komut yürütülmeye başlatıldıktan sonra artık dinamik yönlendirme yapılıyor demektir. Yönlendirme tablosuna "netstat *-rn " komutuyla bakılarak aktif yönlendirme bilgileri görülebilir. Normalde RIP'in koştuğu sistemler, kendi yönlendirme özelliklerini RIP'in koştuğu komşu sistemlere de gönderir. Böylece komşu olan tüm RIP'li sistemler birbirleri hakkında bilgi sahibi olurlar. RIP yönlendirme algoritmasına ait " routed " programı ilk çalıştırıldığında yönlendirme tablosu boştur denilebilir. " gateway " dosyası başlangıç yönlendirme bilgilerini tutan bir sistem dosyasıdır. " routed " programı sistem ilk kalktığında bu dosya içindeki bilgileri okur ve tabloya yerleştirir. İngilizce Wikipedia Yalçın Özbey Yalçın Özbey, Ağca'nın İpekçi olayında zanlı olarak yakalandığı sırada sorgulanırken Şener ve Çelik'in yurtdışına çıkışından sonra verdiği isim olarak kamuoyu tanıdı. Türkiye tarafından yurtdışında kırmızı bültenle aranan Özbey, İpekçi davasından 20 yıla kadar ağır hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılanırken Almanya'da iki Millî İstihbarat Teşkilatı görevlisinin aldığı ifadesinin ses kayıtlarının imha edildiği ortaya çıktı. Özbey Türkiye'de hiç yargılanmadı. Malatya doğumludur. Belçika'nın başkenti Brüksel'de yaşıyor. Sık sık gurbetçilerin ortamlarında görünür. Birkaç sefer iş kurmaya yeltenmiştir. Başarısız olduğu da olmuştur, başardığı da. Genellikle kumarhane, bahis bürosu tarzında işlere girer. Samuel Noah Kramer Samuel Noah Kramer, (d. 28 Eylül 1897 Kiev-Rusya, ö. 26 Kasım 1990) dünyanın önde gelen Asur bilimcilerinden ve dünya çapında tanınmış Sümer ve Sümer dili uzmanı. 1919’da ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşti; Temple Üniversitesi ve Pennsylvania Üniversitesi’nde eğitim gördü. Sümer dili ve edebiyatı üzerine uzmanlaştığı kariyerine, 1930-31’de Irak’a yaptığı önemli yolculukla adım attı. Bu sırada Sümer tabletlerinin kazı ve çözme çalışmalarını yürütt
ü. 1950’de Pennsylvania Üniversitesi müzesinin tablet koleksiyonlarından sorumlu oldu. Son olarak İsrail'deki Bar-Ilan Üniversitesi bünyesinde kurulan "Asuroloji ve Eski Yakın Doğu Enstitüsüne" Kramer'in adı verilmiştir. Avusturya İmparatorluğu Avusturya İmparatorluğu, 1804-1867 yılları arasında Habsburg hanedanı tarafından yönetilen Orta Avrupa topraklarına verilen isimdi. Habsburg hanedanına mensup kişiler 1273'ten itibaren çeşitli aralıklarla Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu yönetmişler, 1282'den itibaren aralıksız olarak Avusturya Arşidüklüğü'nün yönetimini ellerinde tutmuşlardır. Bu süreçte Habsburg hakimiyeti başta Bohemya ve Macaristan olmak üzere çeşitli Orta Avrupa ülkelerine yayılsa da, Habsburg hükümdarlarının topraklarının tamamını kapsayan bir devlet olarak Avusturya İmparatorluğu ancak 1806'da ilan edilmiştir. Bu tarihe kadar Avusturya İmparatorluğu adını taşıyan bir devletin varlığından söz edilemez. Avusturya İmparatorluğu, 1867'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adını almıştır. Napolyon'un yenilgisinde oynadığı önemlli rol Avusturya'ya Avrupa'da diplomatik önderlik sağladı. 1814-1815 Viyana Kongresi'nde Avusturyalı Klemens Meternich önde gelen devlet adamıydı. Barış antlaşmasında Avusturya, Belçika ve Batı Almanya'daki topraklarını yitirdi; fakat Kuzey İtalya'daki Lombardiya ve Venedik'i aldı. Ancak ulusal bağlarla değil, hanedan bağları ile bir araya gelmiş çok uluslu bir imparatorluk olan Avusturya İmparatorluğu; Fransız İhtilali'nin ulusçu ve özgürlükçü etkileri karşısında görüldüğü kadar güçlü değildi. Şubat 1848'de Paris başlayan devrim, Viyana dahil Avusturya İmparatorluğu'nun birçok yerinde ayaklanmara yol açtı. Bu baskı altında Meternich istifa etti. Özgürlükçü reformlar yapıldı. O zamana dek Macarlar, Slavlar, İtalyanlar ve diğer etnik gruplar, imparatorluğun işlerinde yalnızca ikinci derece rol oynamışlardı. Almanlar geleneksel olarak yönetimde etkin durumdaydılar ve Almanca resmi dildi. Simdi ise diğer uluslar Almanlar ile eşitlik istiyorlardı. Çok iyi örgütlenmiş olan Macarlar; bağımsız bir Macar Cumhuriyeti ilan ettiler. I. Franz Joseph, Macaristan üzerindeki egemenliği ancak Rus Çarı'nın yardımı ile yeniden kurabildi. Avusturya'yı 68 sene yönetecek olan Franz Joseph döneminde Avusturya, Mutlakiyetten, meşruti monarşiye ve oradan da parlamenter demokrasiye geçti. Bu dönem aynı zamanda azınlılar arasındaki kesin çelişkilerle Avusutuya'nın zayıflamasına da tanık oldu. 1859'da Avusturya Lombardiya'yı İtalya'ya terketti. Daha sonra 1866'da Almanya'nın önderliği için Prusya ile Avusturya arasındaki yüzyıllık mücadele sonuçlandı. Prusya, İtalya ile ittifak yaparak Avusturya'ya saldırdı. Avusturya ve Viyana Kongresi'nce kurulan Alman Konfederasyonu dağıldı ve Avusturya, Venedik'i İtalya'ya terk ederek İtalya ve Almanya üzerindeki egemen konumunu yitirdi. Zitvatorok Antlaşması Zitvatorok Antlaşması, 11 Kasım 1606 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında imzalanmış 1593-1606 Osmanlı-Avusturya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmasıdır. Osmanlı Devleti ve Avusturya Arşidüklüğü 15 yıl süren uzun bir savaştan sonra yorgun düşmüşlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti'nde ise Celali isyanları baş göstermişti. Müzakere görüşmelerinin Derviş Paşa yönetti. I. Ahmed, Avusturya kralının kendisine eşit kabul edilmesini en baştan beri kabul etmemişti. Lakin Celali isyanları ve bu maddenin sadece kâğıt üzerinde kalacağı düşüncesiyle bu maddeyi kabul etti. Sultan I. Ahmed ve Avusturya adına Arşidük II. Rudolf arasında, Estergon-Komorin arasındaki Zsitva suyunun Tuna Irmağı'na döküldüğü yerde imzalandı. Antlaşmaya göre: Zitvatorok Antlaşması Osmanlı'nın lehine gibi görünse de, bu antlaşma Osmanlı Devleti'nin artık eski gücünde olmadığını gösteriyordu. Bu antlaşma ile artık Osmanlı Devleti'nin Orta Avrupa'daki üstünlüğü sona ermiştir. 1533 tarihli İstanbul Antlaşması ile elde edilen protokol ve hukuksal alandaki üstünlük Osmanlı İmparatorluğu açısından sona ermiş, bu iki devlet ve yöneticileri hukuk ve protokol anlamında birbirlerine eşit sayılmışlardır. Bu antlaşmadan sonra, Osmanlı Devleti, Avrupa'da önemli ölçüde toprak kazanamayacaktır. Hatta 17. yüzyılın sonlarından itibaren toprak kayıplarına başlayacaktır. Vaja Pşavela Vaja Pşavela (Gürcüce: ვაჟა-ფშაველა; d. 26 Temmuz 1861 - ö. 10 Temmuz 1915), Gürcü edebiyatının en önemli adlarından biridir. Büyük ölçüde mitolojiden esinlenerek son derece farklı ürünler vermiştir. Yapıtlarına felsefi boyutlar kazandırmış ve büyük şairlik yeteneğiyle özgün bir şiirsel dünya yaratmıştı. Yaşamının büyük bölümünü dağlarda, ıssız yerlerde geçirmesine karşın, o da İlia Çavçavadze ve Akaki Tsereteli gibi, tüm yaşamı boyunca ülkesine hizmet etmeyi bir borç olarak kabul etmiştir. Asıl adı Luka Razikaşvili olan Vaja Pşavela, 14 Temmuz 1861'de Pşav'da, Çargali köyünde doğdu. İlköğrenimini Telavi din okulunda gördü; daha sonra ise Gori öğretmen okuluna devam etti. Haziran 1882'de Gori öğretmen okulunu bitirdikten sonra, Gürcüstan'da eğitim ve öğretimin yaygınlaşması için çaba harcadı, özellikle halkın haklarının ve çıkarlarının korunmasıyla ilgilendi ve bu arada kurulu düzenden yana olanların düşmanlığını kazandı. Pşavela, yükseköğrenim için 1883'de Petersburg'a gitti ve Hukuk Fakültesi'nde öğrenime başladı; ama bir yıl içinde ülkesine geri dönmek zorunda kaldı. Didi Tioneti köyünde öğretmenliğe başladı. Kısa süre sonra, ölümüne kadar hiç ayrılmadığı doğum yeri Çargali'ye döndü. Pşavela, tüm yaşamı boyunca Tiflis'e çok seyrek olarak gitti. Çok zor koşullarda sürekli ihtiyaç içinde yaşadı ve bu olumsuz koşullar doğal olarak sağlığını bozdu. 1915 yılı başlarında zatürree yakalandı ve 27 Temmuz 1915'de son yaşamını yitirdi. Didube'de Gürcü ileri gelenlerinin gömüldüğü panteona toprağa verildi. Mezarı daha sonra Mtatzminda panteonuna nakledildi. Vaja Pşavela, ender rastlanan lirik şairlerden biridir. Heyecan ve duyguları olağanüstü bir şiirle dile getirmeyi başardı. 19. yüzyıl Gürcü edebiyatında yeni bir lirik tür yaratarak, çok derin düşünceleri açık seçik, düz ve basit bir anlatımla dile getirdi. Pşavela da tıpkı İlia Çavçavadze ve Akaki Tsereteli gibi atalarının kahramanlıklarını ve vatan sevgilerini büyük bir coşkuyla aktardı. Pşavela'nın şiirleri çoğu zaman yalnızca erkeklerin, savaşçıların değil, aynı zamanda kadınların da kendilerini unutacak kadar vatanlarına adadıkları bir tablo oluşturur. Sayısız karmaşık sorunlara el attığı epik yapıtları da sanatsal özgünlüklerle doludur. "Aluda Ketelauri", "Konuk ve Ev sahibi", "Yılan Yiyici" gibi şiirleri, halk masallarına ile efsanelerine dayanır ve olağanüstü şiirsel zenginliklerle dikkat çeker. Pşavela'ya göre toplumun kuralları sert ve acımasızdır. Her bireyden tam bir bağımlılık ister. Toplum hiçbir biçimde bir bağımsızlık gösterisini kabul etmez ve bireycilik ve toplum arasındaki çatışmalar trajik bir yoğunluk kazanır. Vaja Pşavela bu bireycilik ve toplum arasındaki çatışmayı "Aluda Ketalauri" adlı şiirinde son derece dramatik bir tarzda ele almıştır. Kahramanı toplumda hüküm süren davranış kurallarını ihlal eder, yüzyıllardır körüklenen yaşam kurallarını eleştirel bir anlayışla sergiler. Vaja Pşavela doğanın sırlarını öğrenmiştir, doğanın uyumunun sözcüsüdür. "Yavru Karacanın Hikâyesi", "Menekşe", "Doğanın Kaynağı", "Kuru Gürgen", "Ağlayan Kaya", "Kökler", "Yüksek Dağlar", "Geyik", "Ormana Bakın", "Doğanın Kucağında", "Orman Ağlıyor" gibi düzyazılarında ve birçok şiirinde insan duygu, düşünce ve heyecanları arasından doğanın bütün olgularını sergiler, insan ve doğayı birleştiren bağları hissettirir bize. Vaja Pşavela'ya göre "her yazar her şeyden önce kendisine özgü bir dile sahip olmalıdır, çünkü dil yazarın yüzü, fizyonomisi ya da daha doğrusu ruhudur, yazarın bireyselliği, kişiliği, 'ben'i burada gizlidir". Pşavela'nın bütün edebi etkinliğinin temeli buna dayanır. Şiirlerinde halk dilinden, halk deyimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır, ama o halk dilinden aldığı sözcükleri ve deyimleri klişe biçiminde kullanmaz, onlara şiirsel bir titreşim katar. Gürcü edebiyatında ilk kez onun kullanmış olduğu çok sayıda sözcük modern Gürcü edebiyat diline kök salmıştır. Vaja Pşavela'nın "Aluda Ketelauri", "Konuk ve Ev sahibi" ve "Yılan Yiyici" adlı şiirleri, Tengiz Abuladze'nin sembolist filmi "Yakarış"’a esin kaynağı olmuştur. Ariel Şaron Ariel Şaron (26 Şubat 1928 - 11 Ocak 2014), eski İsrail başbakanı. Ana Muhalefet Kadima Partisi'nin kurucusu ve ilk lideri ve tümgeneraldir. Ariel Şaron 1982 yılında Lübnan İç Savaşı sırasında İsrail'in Savunma bakanı olarak görev yapmaktaydı. Gözlemciler İsrail'in gözleri önünde gerçekleşen Sabra ve Şatilla katliamından Ariel Şaron'u sorumlu tutmuşlardır. Ariel Şaron'un 2000 yılında Kudüs'teki İslam dinine inananlarca kutsal mekânlardan biri olan ve normalde müslüman olmayanların girişine izin verilmeyen Mescid-i Aksa'ya çok sayıda İsrail askerinin ve polisinin koruması eşliğinde yaptığı ziyaret ve verdiği demeç bir provokasyon olarak görüldü ve Filistinlilerin İkinci İntifada (ayaklanma) başlatmalarına neden oldu ve beş yıl sürdü. Ariel Şaron Mart 2001 tarihinden Nisan 2006 tarihine kadar İsrail'in başbakanlığını yaptı. Filistin sorununa gençliğine göre daha ılımlı bir yaklaşım sergiledi. 2004 yılında İsrail'in Filistinlilerle anlaşma masasına oturmadan tek taraflı bir şekilde Gazze'den geri çekilmesine karar verdi. Bu karar Ariel Şaron'un başkanı olduğu Likud Partisi'nde özellikle eski başbakan Benjamin Netanyahu'nun liderliğindeki bir grubun muhalefetine yol açtı. Bunun üzerine Ariel Şaron kendisiyle aynı görüşteki bir grup siyasetçiyle birlikte Likud'dan ayrılarak Kadima Partisi'ni kurdu. 4 Ocak 2006 tarihinde Ariel Şaron beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Ehud Olmert başbakanlığa vekâleten atandı. Bu tarihten sonra Ariel Şaron bir daha bilincini kazanamadı. 11 Ocak 2014 tarihinde 8 senelik bitkisel hayatın ardından yaşamını yitirdi. 13 Ocak’ta ülkenin güneyindeki aile çiftliğinde İsrail'in eski başbakanı Ariel Şaron'un c
enaze töreni gerçekleştirilecek. Hükümet sözcüsü Ofer Gendelman'ın yaptığı açıklamada "Şaron 13 Ocak Pazartesi günü saat 14:00’te askeri bir törenle aile çiftliğinde toprağa verilecek" ifadelerine yer verildi. Ariel Şaron, Negev Çölü'ndeki Şikşim adlı aile çiftliğinde eşi Lily’nin mezarının yanına defnedildi. Şaron, 2005 yılında, İsrail haber sitesi Ynet tarafından yapılan bir ankette, tüm zamanların en büyük 8. İsrailli kişisi seçildi. Ariel Şaron'un adını taşıyan 250.000.000 $ değerindeki park, Tel Aviv'in dışında inşaat aşamasındadır. Ariel Şaron Parkı tamamlandığında, New York'un ünlü Central Park'ının üç katı büyüklüğünde olacak ve birçok yeni ekolojik teknolojileri bünyesinde bulunduracaktır. Ayrıca yapılacak olan 50.000 kişilik Amfitiyatro da ulusal bir konser mekanı olarak planlanmıştır. Ariel Şaron iki kez dul kalmıştır. Kısa bir süre askeri eğitmen olduktan sonra, ilk eşi olan "Margalit" ile evlenmiş ve "Gur" adında bir bir oğlu olmuştur. Eşi Margelit Mayıs 1962'de bir araba kazasında öldü. Oğlu Gur ise Ekim 1967 yılında, tüfekle oynayan bir arkadaşı tarafından yanlışlıkla vurulup ölmüştür. Eski karısı Margalit'in ölümünden sonra, onun küçük kız kardeşi "Lily" ile evlendi. Çiftin Omri ve Gilad isimli iki oğlu oldu. Lily Şaron, 2000 yılında akciğer kanserinden öldü. Barak Baba Barak Baba (d. 1257, Tokat ? / Hoy - ö. 1307), ünlü bir Babai dervişidir. Kesin olarak nerede doğduğu bilinmemektedir. Anadolu'nun Selçuklu Türklerinin eline geçmesinden sonra Müslümanlaştırılması görevini bu büyük zatlara vermesi ile Anadolu'daki çeşitli tekke ve zaviyeler bu insanlar tarafından devamlı dolaşılır olmuştur. Tüm Anadoluda bunların izleri ve saygınlıkları sürdürülmüştür. Afyonun Sandıklı ilçesinde de bir türbesi yer almaktadır. Burada yalnız Barak'ın değil Sarı Saltuk'un ve Taptuk Emre'nin de mezarlarının olması acaba Barak'ın hocalarının yanında mı olmak arzusundan dolayı mı, yoksa Babailik hareketinin merkezi olmasından mı burayı tercih ettiği kesinlik kazanamamıştır. Barak Baba böylesi bir düşünsel siyasal birikimin tam merkezinde olan biridir. Bu durum onun düşünsel ve siyasal kimliğinin oluşmasında belirleyicidir. Prof. Köprülü’ye göre Barak Baba, “Moğol Şamanlığı’nın sufiliğe etkisinin güzel bir örneği”dir. İlk dönemlerinde Baba İlyas’ın halifelerinden Aybek Baba’ın en iyi müritlerindendir. Sonraları, özellikle olgunluk döneminde aynı çığırdan olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifelerinden Sarı Saltuk’un müridi olur ve ona olan bağlılığını sürdürür. Onun Sarı Saltuk’a bağlanması Kırım’a yerleştikten sonra olur. “Velâyet-nâme”, Barak Baba’yı Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifeleri arasından gösterir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin; “Bir halifem de Barak Baba’dır, o gerçek bir erdir, ona söyleyin, Karesiye varsın, Balıkesri’ye gidip orasını yurt edinsin” dediği belirtilir. Bu durum Barak Baba’nın Bektaşîlik geleneği içerisinde yer aldığının, Bektaşilik Tarikatı’nın bir üyesi olduğunun kanıtıdır. Münecimbaşı, Yazıcıoğlu, el- Birzali ve İbni Aybek es-Safedi gibi eski yazarlar Barak Baba’nın Selçuklu prensi olduğunu yazarlar. B. Noyan ile C. Öztelli de bu kaynakların görüşünü benimseyerek onu bir Selçuklu prensi olarak görürler. Sava göre, Barak Baba Bizans’a sığınan Selçuklu sultanı II. İzzeddin Keykavus’un iki oğlundan biridir. Çocuklar orada Hıristiyanlaşmışlardır. İkinci oğlu, Patrik oğul edinmiştir. Sarı Saltuk’un Patrik’le ilişkisi iyidir. Çocuğu Patrikten alarak Müslüman olarak yetiştirir ve kendine mürit edinir. Adını “Barak” kor. Sarı Saltuk’un ölümünden sonra Barak Anadolu’ya geçer. Tarihsel olay doğrudur. Yalnız, Barak Baba’nın II. İzzeddin Keykavus’un oğlu olduğu kuşkuludur. Kaynaklar söylenceden öteye gitmiyorlar. Eğer sav doğruysa Barak Baba, Türkmenler’in “Barak” aşiretinden olmaması gerekir. Çünkü Selçuklu hanedan üyeleri Oğuzlar’ın Kınık boyundadırlar. O zaman Barak Baba ile Urfa, Gaziantep dolaylarında yaşayan Barak aşireti arasından bir bağ olmaması gerekir. Bu bağ, sonradan kurulmuş olmalıdır. Görüldüğü kadarıyla Kıpçakca’dan “Köpek” anlamına gelen “Barak” adını da ona şeyhi Sarı Saltuk vermiştir. Barak aşiretinden olduğu için bu adı vermiş olmalıdır. Asıl adı bu değildir. Bu ad onun Kalenderî ve Kınık boyu yaşam felsefesine oldukça uymaktadır. Bu ad ona bu iki niteliğinden ötürü takılmış olmalıdır. Bana, onun Barak aşiretinden oluşu daha doğru gelmektedir. İbn Hacer onun Tokatlı bir katibin çocuğu olduğunu yazar. Bu bilgiyi Prof. Z. V. Togan da mantıksal bulur. Zaten Tokat doğumlu olması da onun II. İzzeddin Keykavus'un oğlu olmadığını kanıtlar. Keykavus’un oğlu olsaydı Konya doğumlu olması gerekirdi. Ayrıca Urfa ve Antep Barakları’nın dedeleri Tokat’tan gelmektedirler ve bu Baraklar’dan oldukça saygı görmektedirler. Baraklar’ın bir bölümünü Selçuklular Tokat ve Yozgat dolaylarına yerleştirmişlerdir. Barak Baba, buralara yerleştirilen Baraklar’dan olmalıdır. Heriki yöredeki Baraklar arasındaki ilişki dedeler yoluyla kurulmuştur. Bilindiği gibi Alevi- Türrkmenliğin tüm özelliklerini taşıyan Baraklar Kanunî dönemine ait eski kayıtlarda Bayat boyunun bir oymağı olarak gözükür. Kimi araştırmalara göreyse Baraklar, XV. y. yılda Yeni-İl’in Dulkadirli koluna bağlı Barak adlı bir Cerid obasıdır. Barak Baba, Kırım’da Moğol Hanedanlığı’nın hizmetine girmiştir. Gazan Han(1295- 1304) ve oğlu Olcaytu-Muhammed Hudabende(1304- 1317)’nin saygısını görmüştür. Saray ve Tatar halkı tarafından sevilip sayılmaktadır. Halkın, Alevî İslâmı benimsemesini sağlamıştır. Onun saray ve halk tarafından benimsenmesinde, Moğol şamanlığına benzer bir inanç görünümü sergilemesinin rolü olmuştur. On İki İmamcı Şiiliğin Moğol yönetimince benimsenmesi, resmi mezhep olarak alınması ve ülkede hutbelerin On İki İmam adına okutulması Barak Baba sayesinde olmuştur. Halk arasında da “Moğollar’ın şeyhi”, “Tatar şeyhi” ve “Barak Suvar” olarak adlandırılmaktadır. Barak Baba, İran'da iki Moğol hükümdarlarının yakınında siyasî inancını gizleyen bir şaman Anadolu Türkmen dervişidir. Aynı gelenek içerisinde yer alan Yunus Emre de bir şiirinde ondan söz eder ve pîri Taptuk Emre’nin yakını olduğunu belirtir. Yunus’un dizelerinde bu bağıntı şöyle kurulur: Şaman-Sufi karışımı bir tutum sergiler. Saçı, sakalı tıraşlı, uzun bıyıklı, belden yukarısı çıplak, el ve ayak bilekleri demirden halkalı, başında boynuzlu bir maskeyle dolaşmakta, çalgı çalmaktadır. Bu durumuyla “zavallıları eğlendirmek istediğini” belirtmektedir. Onun bu tavırları, Sünni inanç ilkelerine pek uymamaktadır. Eski Yunan’ın Kinik filozoflarını andıran bir yaşam felsefesi ve davranışı vardır. Haydar’îyye/Kalenderî’lerindendir. Amasya’da halkı “Al-î aba sevgisi”ne çağırmıştır. Ötedünyaya inanmamakta, ruhgöçüne inanmaktadır. Tanrı’nın Ali’nin kişiliğinden ortaya çıktığına ve sonradan Sultan Muhammed Hüdabende’yle birleştiğine inanmaktadır. Farzların özünün “Ali sevgisi” olduğunu savunmaktadır. Güzelleri “Tanrı” olarak görüp, secde etmektedir. Mala mülke değer vermez, kendisine verilen paraları herkesle paylaşmaktadır. Tarihler çoğukez genel adlandırmalardan bulunarak Barak Baba’yı “şiî” olarak nitelendirirler. Oysa tenasüh, Ali ruhunun başkalarından ortaya çıkması gibi inançlara hem Şiîlik, hem de Caferîlik oldukça karşıdır. Kaldı ki, Sarı Saltuk’un müritlerinden olması da onu şiî olmaktan alı kor. Oysa o, bu düşünceleriyle gerek 14. ve 15. yüzyıllarda Azerbaycan’da ortaya çıkan Fadl Allah Astarâbadî’nin Hurûfîliği ve Gilanlı Mahmud Pasikhanî’nin Nûktâvîliği olsun, gerekse daha sonraları Safevî İran’nında "Sultan Sahak" tarafından kurulan Ali İlâhîlik ile 16. yüzyıl başlarında Anadolu'da benzer şekilde Balım Sultan tarafından kurumsallaştırılacak olan Bektaşîliğin temellerini atmıştır. Olcaytu Muhammed Hüdâbende’nin sarayında çok önemli görevler üstlenen, mezheben Hûlman’îyye ve i’tikaden İbâh’îyye ile Hulûl’îyye’den olan Burak Baba, Suriye kıt’asında ve Halep civarında oturan Türkmen aşîretlerinin arasında dolaşarak halkı “Şîʿa-i Bâtın’îyye” mezhebine katılmağa dâvet etmekteydi. Aslen Baba İlyas’ın halifelerinden Aybek Baba’nın müridi olan Burak Baba ve mensupları Elemût’taki “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye” dâîleriydiler. Barak Baba, sarayda oldukça saygındır. Elçi kurullarında o da görevlendirilmektedir. 1306 yılında Memlüklü sultanıyla görüşmek için bir dervişler topluluğuyla Şam’a gönderilmiştir. Şerî İslâma uymayan tutumu oldukça tepki çekmiştir. Bir yıl sonra da Geylan emiri Kutlu Şah’a elçi olarak gönderilmiştir. H. 705 / M. 1306 yılında Şam’a gelen bu “bâtıni-babası” burada meşhur şair Sirâc’ed-Dîn Haccar’ın şiddetli hicviyeleriyle büyük itibar kaybına uğradı. Geylan emiri şeyh ve müslüman olmasına karşın Barak Baba’nın Sünni İslâm dışı tutumuna aşırı tepki göstermiş, “Müslüman biri olarak, Müslüman olamayanlara yardımcı olmaması gerektiği gerekçesiyle” H. 706 / M. 1307 yılında kendisine uygulanan “Hadd-i Şerri” cezasının etkisiyle öldü. Hûlman’îyye mezhebi gereği güzel çocuklara Tanrı diye secde eden Burak Baba İlhanlı saraylarındaki evliyâlar içinde en kibarı olarak nâm salmıştı. Olcaytu Muhammed Hudabende bu olay üzerine Geylanlıları asker göndererek cezalandırmış, şeyhinin ölüsünü Azerbaycan’daki Sultaniye kentine getirtmiş ve orada gömerek kendisine bir türbe yaptırmıştır. Dervişlerine vakıflar ayırmış ve zaviyeler yaptırmıştır. Barak Baba’nın geniş bir müritler topluluğu oluşmuştur. Türkmen/Alevî-Bektaşîlik çerçevesinde kalan bu topluluk kendisinden sonra da sürmüştür. Onun bu bağlılar topluluğuna "“Baraklılar (Barağiyûn/Barak’îyyûn)”" denmiştir. Cahit Öztelli bu adın verilişini Barak Baba’ya olan tarikât ilişkisine değil de, Barak Baba’nın Barak aşiretinden olmasına bağlar. Oysa durum tam da böyle değildir. Güneydoğu Anadolu’daki Alevî Barak aşiretinin dedelerinin Tokat’tan gitmesi aşiret Baraklılar’la tarikât ilişkisi sonucu oluşan Baraklılar’ın zamanla bütünleştiği, kaynaştığı ve aynı adı taşıdıkları anlaşılmaktadır. Baraklar’ın tarikât nitelikli varlıklarına 14. yüzyıl ortalarında rastlanır. Abdülbaki Gölpınarlı 1351 tarihini taşıyan mezar taşlarından bu izle
nimi edinir. Baraklılar Timur döneminde de(1370- 1405) İran’da varlıklarını önemli biçimde sürdürürler. Barak Baba’nın on sayfalık şathiye biçiminde "“Kelimat- ı Barak Baba”" adını taşıyan Çağatayca bir risalesi vardır. Kitap, masal edebiyatına kaynak olacak bir gereçler yığınıdır. Farsça bir açıklaması vardır. Kitap, 1449’da İlyas adlı birince Türkçe’ye çevrilerek yazılmıştır. Kitabın bilinen bu en eski nüshası Amasya Kütüphanesi’ndedir. Günümüzde en çok Anadolu'da Gaziantep ve çevresinde Barak köyleri bulunurken buralar dışında Kırıkkale'de (Barak Köyü/Keskin), Yozgat'ta,Niğde'de (Barak Köyü ve Yakacık Köyü/Altunhisar), Çorum'da (Barak Köyü/Bayat), Nevşehir'de (Aşağıbarak Köyü/Hacıbektaş), Trabzon'da(Bozdoğan/Akçaabat) Afyon (Sandıklı) Çankırı(boyalca(eski ad) Esentepe mah.gibi Anadolu'nun değişik yerlerinde ve Suriye'nin 81 köyünde yaşamaktadırlar. Fyodor Tyutçev Tyutçev, Fyodor İvanoviç (Rusça: "Фёдор Иванович Тютчев") (5 Aralık 1803 - 27 Temmuz 1873), önemli Rus şair, diplomat. Münih’te, Torino’da ikamet etti, Heine, Schelling’le tanıştı. Edebî hayatta iştirak etmedi ve kendisini edib sanmadı. Dayanan takriben 400 menzumesinin dizeleri Rusya’da sık sık iktibas edilir. İlk şiirleri 18. yüzyılın şiirsel geleneğinde yaratılır. 1830’ncu yıllardaki şiirlerinde Avrupa (özellikle Alman) romantizminin gelenekleri çok kudretlidir. Bu felsefî (düşünceli) içselinin temel konuları kâinat, insanın kaderi, tabiata dair tefekkürlerdir. 1840’ncı yıllarda, Rusya’nın Batı uygarlığıyla münasebetinin meselesine hasredilen birkaç siyasal makale yazar. 1850’nci yıllarda Tyutçev sevgiye facia mânasını veren bir sıra keskin aşk şiirlerini meydana getirir. Sonradan bu şiirler sözümona “Denisyeva silsilesi”, yâni şairin maşukasına, Y.A. Denisyeva’ya ithaf edilen menzumelerin silsilesine birleşmiş. 1860-1870’ncı yıllarda Tyutçev’in eserlerinde siyasal şiirler ekseriyetî teşkil eder. En meşhur menzume “Silentium!”, susmaya acı bir çağrı, insanların birbirlerini asla tamamiyle anlayamadığı için yazıklanma. “Söylenen düşünce yalan” diyen dize, “Akıl Rusya’yı anlamaz” ile “Sözümüz nasıl akseder, bunu önceden bilemeyiz” yanında Tyutçev’in en sık iktibas edilen özdeyişlerinin biridir. Şenol Birol Şenol Birol (d. 1 Ocak 1936, Rize), Türk eski millî futbolcu ve teknik direktör. Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin unutulmaz futbolcularından. Birol Pekel'le beraber döneminin en popüler futbol ikilisi oluşturmuşlardı. Çaykur Rizespor'un kurucu üyelerindendir ve takımın ilk teknik direktörlüğünü yapmıştır. Edebiyat Fakültesi’ni bitiren Şenol Birol, futbola Zonguldak Kilimlispor’da başladı. Daha sonra Rize Güneşspor ve Sarıyer’de forma giydi. 1958-59 sezonunda Sarıyer formasıyla attığı goller onu, ülkenin en çok konuşulan forvetlerinden biri haline getirdi. Başta Beşiktaş olmak üzere Galatasaray ve Fenerbahçe de genç golcüyü renklerine bağlamak için harekete geçti. Ancak Şenol’un tercihi Beşiktaş'tan yana oldu. Forvetteki partneri Birol Pekel’le birlikte attığı goller sayesinde tribünlerde, Şenol-Birol gol tezaruhatı yapılmaya başlandı. Bu tezahürat üzerine aynı isimle partneri Birol Pekel ile birlikte Fatma Girik'te bir filmde başrolde oynadı. İlk 3 sezonda 42 golü rakip ağlara bırakan Şenol’un Beşiktaş formasıyla en başarılı dönemi 1962-63 sezonuydu. Son haftaya kadar Galatasaray’la şampiyonluk için çekişen Beşiktaş, son maçında ikincilikte kalırken, Şenol sezonu 41 maçta 34 golle tamamladı. Bu sayı Şenol’a “bir sezonda en çok gol atan Beşiktaşlı” unvanını da kazandırıyordu. 1962-1963 sezonu bitiminde Birol’la birlikte Beşiktaş’tan ayrılıp Fenerbahçe’ye transfer oldu. Kafa golleri ile tanınan Şenol Birol, Fenerbahçe ile 2 şampiyonluk yaşadı. 1968 yılında memleketinin takımı Rizespor'a transfer oldu ve bir sene burada kaptan olarak göev aldı. Futbol yaşamı boyunca 8 kez Türkiye millî futbol takımı formasını giydi ve bu karşılaşmalarda 3 gol kaydetti. Bunun dışında iki kez Türkiye A2 millî futbol takımı formasını giydi ve bu karşılaşmalarda 2 gol kaydetti. Futbola veda ettikten sonra çeşitli takımlarda teknik adamlık yaptı. Çaykur Rizespor'un kurucu üyelerindendir ve takımın ilk teknik direktörlüğünü yapmıştır. NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Efkan Ala Efkan Ala (d. 21 Şubat 1965; Oltu, Erzurum); Türk bürokrat, siyasetçi ve eski İçişleri Bakanı. İçişleri Bakanlığı görevini Aralık 2013 ve Mart 2015 tarihleri arasında sürdürmüş, 24 Kasım 2015 tarihinde tekrar başlamıştır. Bu görevinden önce 2007 ve 2013 yılları arasında Başbakanlık müsteşarlığı görevini sürdürmüştür. 2003 ve 2004 yılları arasında Batman, 2004 ve 2007 yılları arasında ise Diyarbakır valisi olarak görev yapmıştır. Efkan Ala, 31 Ağustos 2016 tarihinde yaklaşık üç yıldır sürdürdüğü İçişleri Bakanlığı görevinden istifa etti. Bazı yerel ve uluslararası yorumcular; Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadelenin hızı ve koordinasyon konusundaki uyumsuzluk, PKK'nın ve Irak ve Şam İslam Devleti'nin (IŞİD) eylemlerinin artması, 55 kişinin hayatını kaybettiği Ağustos 2016 Gaziantep saldırısı başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu'da yaşanan çok sayıda patlama, 2016 Türkiye askerî darbe girişimi'nde pasif kalması sonucunda istifasının Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından istendiğini iddia ettiler. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir milletvekili Aytun Çıray, Ala'nın tutuklanan Sinop Valisi'nin ifadeleri doğrultusunda İçişleri Bakanlığından istifa ettirildiğini öne sürdü. Ala'dan boşalan İçişleri Bakanlığına Süleyman Soylu atandı. Efkan Ala, 21 Şubat 1965 tarihinde Gönül ve Temel Ala çiftinin çocuğu olarak Erzurum'un Oltu ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Oltu ilçesine bağlı Çanakpınar köyünde tamamladı. Orta ve lise öğrenimini Erzurum İmam hatip lisesi'nde tamamlamasının ardından 1987 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde İktisat alanında yaptı. 1988 yılında kaymakamlık stajına başladı. İki yıl Sakarya Valiliği maiyet memurluğu, bir yıl İngiltere'de hizmet içi eğitimden sonra, ikişer yıl Dernekpazarı, Kabataş ilçelerinde kaymakamlık, Tunceli'de vali yardımcılığı yaptı. İçişleri Bakanlığında Eğitim Şube Müdürlüğü, İller İdaresi Daire Başkanlığı, Turizm Bakanlığı'nda Eğitim Genel Müdürlüğü ve Müşavirlik görevlerinde bulundu. 13 Şubat 2003 tarihinde Batman valiliğine atandı. Batman valiliğinden sonra 14 Eylül 2004 tarihinde Diyarbakır Valiliği'ne atandı. 10 Eylül 2007 tarihinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirildi. 17 Aralık 2013'te gerçekleştirilen yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sonrasında görevinden istifa eden dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in yerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 61. ve 62. Türkiye Hükûmetlerinde, TBMM üyesi olmamasına rağmen, dışarıdan atama yolu ile İçişleri Bakanlığı'na atandı. Haziran 2015 Türkiye genel seçimleri'nde Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Erzurum milletvekili olarak meclise girdi. Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri'nde AK Parti Bursa milletvekili olarak tekrar meclise girdi. 24 Kasım 2015 tarihinde Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan 64. Türkiye Hükûmeti'nde yeniden İçişleri Bakanlığı görevine atandı. Davutoğlu'nun istifa etmesinin ardından Binali Yıldırım tarafından kurulan 65. Türkiye Hükûmeti'nde İçişleri Bakanlığı görevine devam etti. 31 Ağustos 2016 tarihinde İçişleri Bakanlığı görevinden istifa etti. Gülseren Ala ile evli olan Efkan Ala iki çocuk babasıdır. İngilizce bilmektedir. Efkan Ala'nın İçişleri bakanlığı'na atanmasından kısa bir süre sonra kardeşi Atıf Ala da, Millî Eğitim Bakanlığı Rehberlik ve Teftiş Kurulu Başkanlığı'na atandı. 31 Ağustos 2016 tarihinde Efkan Ala'nın istifa etmesi ile kardeşi Atıf Ala da görevinden ayrıldı. Aryan mitolojisi Aryan mitolojisi, Pers ve Hint Vedik kültürün kurucuları antik Aryanlar tarafından inanılan mitolojidir. Birçok isme sahip bir Tanrı'ya inanırlardı: Rig Veda, 1:164:46 Hakikat Birdir, fakat bilgeler onu birçok isimle anarlar. Avrupa, Pers ve Vedik gruplara ayrılmadan önce ortak bir Hint-İran yani Aryan mitolojisine sahip olduklarına inanılır. Her ne kadar ayrıntılar bilinmese de, bazı Aryan tanrıların isimleri kayıp Hitit ve Mitanni krallıklarından bugüne ulaşan bazı metinlerde yer almaktadır. Bu konuda ana bilgi kaynakları erken dönem Farsi Avesta'sı ve Hint-Aryan Rigveda'dır. Hint-Avrupa topluluklarının dini uygulamaları, ibadetleri ve tapındıkları tanrılar arasındaki benzerlikler ortak bir Proto-Hint-Avrupa din ve mitolojisinin ipuçları olarak görülebilir. Bu hipotetik dinin Hıristiyanlık öncesi Avrupa'daki dinlerin çoğunluğunun, Hindistan'daki Dharma inançlarının, Mezopotamya ve İran'daki Zerdüştlüğün atası olabileceği düşünülmüştür. Bir Proto-Hint-İran dininin tanrı isimleri yeniden yapılandırıldığında ortaya Soma, Dyaus, Mitra ve Varuna, Agni ve Tvastar gibi isimler çıkmaktadır. Balım Sultan Balım Sultan (d. 1457; Dimetoka - ö. 1517), Bektaşiliği kurumlaştırmasıyla bilinen Alevi önder. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli'nin mânevî kızı "Fatma Nuriye Hatun" (Kadıncık Ana - Kutlu Melek)'un torunu Mürsel Baba'nın oğludur. Geniş bir kitleye göre de Bektaşîliğin önemli bir ulusudur. “İkinci pir-î (pir-î sânî)”, kurucusu ve kurumlaştırıcısı olarak görülür. Kurucusu değildir ancak “ikinci piri” olduğu, kurumlaştırdığı, yolu yasal bir kurum durumuna getirdiği, Bektaşîliğin var olan yapısına yeni bir biçim kazandırdığı, erkanını geliştirerek yeniden düzenlediği kesindir. Bektaşilik onunla birlikte devlet tarafından tanınır ve geniş yığınlara mal olur. 1501’de dönemin padişahı kendisi de Bektaşîliği benimsediği iddia edilen II. Bayezid tarafından Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına atanır. Amaç; Türk/Türkmen-Kızılbaş-Alevî-Bektaşi’yi Safevîler’in etkisinden korumaktır. Bu durum Bektaşîlik'le devletin ilişkilerini arttırır. Bundan sonra, devlet içerisindeki birçok yönetici bürokrat ve ulemadan insanlar doğrudan Bektaşilik Tarikatı’nın üyeleri olurlar. Balım Sultan, Hacı Bektaş-ı Veli’den sonraki “mihenk taşı”dır. Be
ktaşiliğin toplumsal ve insancıl yönlerini, barışseverliğini ve yardımseverliğini ön plana çıkaran bir gönül eridir. Yüzyıllardan beri gelen Alevî-Bektaşiliğe ait kuralları derlemiş ve dergahta bir düzen içerisinde yaşama geçirilmesini sağlamıştır. Sözel olan Bektaşi geleneğinde düzenlemeler yaparak, yazılı metin haline getirmiştir. Yapısal olarak Bektaşîliği “kurallara bağlamış”tır. Balım Sultan'la Bektaşîlik erkannamesi son biçimini almıştır. Böylece geniş bir coğrafik alana yayılan Bektaşîlik uygulamasında “bir örneklilik” sağlanmış olur. Balım Sultan 16. yy. yılda Bektaşîliği, Haydarîliğin bir kolu ve türevi olmaktan kurtarmış, ve onu Haydarîlik etkilerinden arındırmıştır. Osmanlı Devleti’nin de desteğini alarak Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına yeniden yapılandırmıştır. Artık bu yüzyıldan sonra Bektaşîlik bağımsız bir tarikattır. Diğer Bâtınî-Alevî eğilimli tarikâtları içerisinde eritip özümleyecek güçtedir. Balım Sultan yola, tarikâtın pratiğine sürekli bir biçim ve içerik kazandıracak yeni etkiler getirmiştir. Geliştirilen erkana göre yola girenlerle sıkı ilişki içerisinde örgütlenmiş bir Bektaşi toplumu ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Tarikata bir disiplin getirmiştir. Kent içi ve kenti çevreleyen tekkelerde daha yetkinleştirilmiş “bir ritüel ve örgütlenme” başlatmıştır. Giderek düzenlenmiş sistemin dışında kalan köy gruplarından farklılaşan, bir biçime ulaşmış Bektaşîlik Tarikâtı yaratmıştır. Bu örgütünü kendisi tarafından kurulan sistemin “ruhani ve örgütsel” başı olan Dedeler’le yaymayı ve yaşatmayı amaçlamıştır. Çelebiler kentsel yörelerde tutunurken, Anadolu ve köylük yörelerde "Balım Sultan Ekolü" benimsenir. Balım Sultan, soydan Alevi olmayanlara kapı açarak Bektaşi olabilmelerinin yolunu açarak, Alevî-Bektaşîlik alanında önemli bir reform yapar. Dedebabalık’la yönetilen Bektaşîliğin bu kolu yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla büyük bir güç kaybetmiştir. Ancak 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında tekrar hareketlenmiş İstanbul ve Rumelideki birçok Ocak yeniden uyandırılmış ve Osmanlı Eliti içinde etkin olmuştur. Cumhuriyet döneminde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte tekrar zayıflamıştır. Günümüzde başta Rumeli ve Balkanlar olmak üzere birkaç milyon kişilik muhibbi bulunan önemli bir topluluktur. Balım Sultan'ın getirdiği yeni usullerin en önemlileri Dedebabalık, evlenmemiş(“mücerret”) babalık kurumu ve “mengüç”tür. Ayrıca İbahilik, teslis (üçleme), tenasüh ve hülul anlayışları da Balım Sultan'la birlikte Alevî-Bektaşîliğe girmiştir. Balım Sultan’a kadar Bektaşilik, genellikle kırsal kesimlerde ve köylük yörelerde tutunmuş, Alevi- Türkmen içerisinde benimsenme olanağı bulmuştur. Özellikle Aleviliğin bir türevi ve Aleviliği yeniden biçimleyen, derneştiren, onları eğiterek disipline eden bir eğilim olarak kendini ortaya korken, Balım Sultan’la kentsel kesimlere ve Osmanlı aydınları arasına da girmiştir. Böylece Bektaşilik tarihinde yeni bir dönem başlar ve Bektaşiler; "“Köy Bektaşisi”" ve "“Kent Bektaşisi”" olarak farklılaşırlar. Kent Bektaşiliğine "“Nazenin Tarikatı”" veya "“Babagan Kolu (Babalar Kolu)”" da denir. Balım Sultan Hünkâr İskelesi Antlaşması Hünkâr İskelesi Antlaşması, 8 Temmuz 1833 tarihinde İstanbul'un Hünkâr İskelesi semtinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Rus İmparatorluğu ile imzaladığı bir karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşmasıdır. Sultan II. Mahmud 1829 yılında Rusya'yla yapılan savaşı sonuçlandıran Edirne Antlaşması'nı imzalamıştı. Bu arada Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandı. Fransa, Mehmet Ali Paşa'yı destekliyor, İngiltere ise tereddütlü kalıyordu. Osmanlı İmparatorluğu isyanı bastırmak için Rusya'dan yardım istemek zorunda kaldı. Padişah, Tuna kıyılarındaki otuz bin kişilik Rus birliğinin İstanbul'u korumak üzere gönderilmesini istedi. Rusya bu isteği kabul edince Padişah, Mehmet Ali Paşa ile anlaşmak için yeni çareler aramaya başladı. Fakat Fransa bu çabaları etkisiz kıldı. Bunun üzerine Amiral Lazanev'in komutasında dokuz savaş gemisinden kurulu Rus filosu, Boğaz'ı geçerek Büyükdere önünde demirledi. Rusya'nın Mısır'a baskısı ve durumun çıkarlarına uygun olmadığını gören Fransa ve İngiltere'nin girişimleri sonucu 14 Mayıs 1833'te Osmanlılarla Mehmet Ali Paşa arasında Kütahya Antlaşması yapıldı. Kütahya Antlaşması, Mısır valisi ile olan anlaşmazlıkları çözümleyecek ilkelerden çok uzaktı. II. Mahmud barışı sağlamış olmakla birlikte kendini güvencede hissetmiyordu. O yüzden Rusya'yla bir karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşması yapmaya karar verdi. Rusya yardımlarının mükâfatını almak için bir antlaşma yapmak istiyordu. Süresi 8 yıl olan antlaşmanın gizli bir maddesine göre boğazlar bir harp durumunda diğer devletlere kapalı ancak Rus donanmasına açık olacaktı. Böylece Hünkar İskelesi Antlaşması imzalandı. II. Mahmut kendisini valisi karşısında küçük düşüren ve önemli toprak kaybına neden olan Kütahya Antlaşmasını kabullenememişti. İlk fırsatta Mehmet Ali Paşa’dan Suriye, Filistin ve hatta mümkünse Mısır’ı geri almayı istiyordu. Yani Kütahya Antlaşması aslında Sultan ile Mısır Valisi arasında sorunları çözen bir barış değil, her an sonlanabilecek bir mütarekeydi. Bu durumun farkında olan İngilizler muhtemel bir savaşı engellemek için çaba harcadılar. 8 Temmuz 1833’te imzalanan antlaşma, bir önsöz, altı açık ve bir gizli maddeden meydana geliyordu. Fransa ve İngiltere antlaşmanın imzalandığını öğrenir öğrenmez antlaşmayı protesto ettiler. Bir İngiliz donanması İzmir önlerine geldi. Avusturya, Hünkar İskelesi Antlaşması'nın sakıncaları konusunda Çar'ı ikna etti. Çar I. Nikolay antlaşmayı bozmamakla birlikte, şatlarını yerine getirmeyeceğini söyleyerek ortamı yumuşattı. Daha sonra da Avusturya ve Prusya ile 18 Eylül 1833'de Munchergratz Antlaşması'nı yaptı. Hünkar İskelesi Antlaşması, Boğazlar Sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Boğazlar Sorunu 1841'deki Londra Boğazlar Konferansı'nda tekrar ele alınmıştır. Armador OS 2006 Armador OS 2006 Armador Bilişim tarafından geliştirilen, hedef kullanıcı kitlesi olarak Türkiye'nin ihtiyaçları göz önüne alınarak geliştirilmiş, masaüstü ve kullanım arabirimleri ile MS windows XP görünümünü çağrıştıran işletim sistemi. Armador Bilişim bu yazılımı önce OEM olarak dağıttı. İlk dağıtımcı Ufotek firmasıydı. Ufotek Datron marka dizüstü bilgisayarlarında sundu. Dağıtım Türkiye'de geliştirilmiştir. Sanlı Sarıalioğlu Sanlı Sarıalioğlu, (d. 1 Ocak 1945, İstanbul), Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. Futbola Beşiktaş Genç Takımı'nda başladı. Forvet mevkiinde görev yapan oyuncu, topa hakimiyeti ile tanınmaktaydı. Futbol yaşamı boyunca sadece Beşiktaş forması giydi. Başarılı futbolcu 12 yıl formasını giydiği Beşiktaş'ta tam 315 lig maçı oynamış ve 66 gol kaydetmişti. İlk kez 19 yaşında Türkiye millî futbol takımı formasını giydi. 21 kez A Millî formayı giyen Sarıalioğlu, Pakistan’la oynanan özel maçlarda da 2 gole imza atmıştı. 1975 yılında futbolu bıraktıktan sonra antrenörlük ve menajerlik yapan Sanlı Sarıalioğlu, dönem dönem siyah-beyazlı kulüpte de görev aldı. Sanlı Sarıalioğlu halen spor yazarlığı yapıyor. Şota Rustaveli Şota Rustaveli (Gürcüce: შოთა რუსთაველი), Gürcü edebiyatının destansı başyapıtı "Vephistkaosani" ("Kaplan Postlu Şövalye")'nin yazarıdır. Bu ünlü şairin yaşamına ilişkin fazla bilgi yoktur. Şota Rustaveli’nin Gürcü krallığının “altın çağı”nda, 12. yüzyıl sonları ile 13. yüzyıl başlarında yaşadığı sanılır. Rustavi’de doğduğu için, Rustavi’den olan anlamında Rustaveli olarak adlandırılmıştır. Eğitim ve öğrenimini Atoni'de tamamlayan Rustaveli, Kraliçe Tamar'a âşık olmuş,ama aşkına karşılık bulamaması nedeniyle Kudüs'e gitmiş, oradaki Gürcü manastırına yerleşmiş ve orada ölmüştür. Rustaveli’nin günümüze ulaşmış olan destanı, 1.587 dörtlükten oluşur. Bu yapıtındaki başarısından dolayı Rustaveli, Gürcü edebiyat dilini yaratıcısı sayılır. Destan, egzotik bir ortamda geçer. Rustaveli destanında, başka ülkeleri konu edinerek Gürcüstan’ı anlatmıştır. Destana göre Arap komutan Avtandil, Şah Rostevan’ın kızı Tinatin’e âşık olur, ama aşkına karşılık bulamaz. Tinatin, tahta çıkma törenleri sırasında, babasının kuvvetlerini yenen kaplan postlu şövalye Tariel’i getirmesi halinde Avtandil’le evlenmeye söz verir. Ancak Avtendil, Hint şövalye Tariel’le karşılaşınca onunla dost olur. Sevgilisi Nestan Darecan’ı bulmasında ona yardımcı olur. Destanın sonunda, hem Tairel, hem de Avtandil sevgililerine kavuşur. Rustaveli'nin bu destanı "Kaplan Postlu Şövalye" adıyla Türkçeye de çevrilmiştir. Arşidük Arşidük, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun Avusturya kolunun hükümdarlarına verilen isimdi. Kral ve grandük arasındaki bir rütbedir. Latince "archi" (baş) ve "dux" (lider) kelimelerinden türemiştir. Arşidüklerin eşleri arşidüşes unvanını taşıyorlardı. Abdülkadir Meragi Abdülkadir Meragi, (‎‎, veya Türkçe: Maragalı Abdülkadir), (d.1360, Meraga - ö.1435, Herat), Fars veya Türk kökenli besteci ve müzik bilginidir. İslam dünyasının müzik alanında en büyük isimlerinden olan Abdülkadir Meragi (Hace İbn ül-Gaybi de denir), Sultan Ahmet Celayir, Timur ve Şahruh'un saraylarında yaşamış, R. Uslu'nun tespit ettiği gibi oğlu Abdülaziz'i, kendisine ithaf ettiği "Makasıd "adlı eseriyle birlikte II. Murat'ın sarayına göndermiş, yüzlerce müzik eseri bestelemiştir. Müzik eserleri beş asrı aşkın zamanı aşarak, 17. yüzyıla kadar meşkle, ondan sonra yazılı kültürle birlikte günümüze ulaşmıştır. Halen TRT repertuvarında Abdülkadir Meragi'ye ait, kayıtlı 25 eser mevcuttur. Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi'nde verdiği sayı ise 29'dur. Abdülkadir Meragi'ye ait olduğu kabul edilen günümüze ulaşmış eserlerin pek çoğu şaheser olarak değerlendirilebilecek türdendir. Bunlar arasında özellikle Mahur Kâr, Nihavend-i Kebir Kâr, Rast Kâr-ı Muhteşem, Rast Kâr-ı Haydarname, Segah Kâr-ı Şeş-Âvâz yüksek sanat değeri taşımaktadır. En fazla tanınan eseri ise "Âmed nesîm-i subh-dem" sözleriyle başlayan Rast makamındaki nakış bestesidir. Kitapla
rı zamanın müzik teorisiyle ilgilidir. Kasr-ı Şirin Antlaşması Kasr-ı Şirin Antlaşması, (Farsça: "Zuhab Antlaşması" (قصرشیرین) IV. Murat'ın Bağdat Seferi sonucunda 14 yıldır İranlıların elinde bulunan Bağdat'ın fethinden sonra Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan, 1623-1639 Osmanlı-İran Savaşını sona erdiren ve bugünkü Türkiye - İran sınırını belirleyen barış antlaşması. IV. Murat sefere çıkarak 1623'ten beri Safevîlerin elinde bulunan Bağdat'ı yeniden Osmanlı topraklarına kattı. Bağdat'ın Osmanlılar tarafından geri alınmasından bir süre sonra iki devlet arasında barış görüşmeleri başladı. 13 gün süren müzakerelerin sonucunda 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Bağdat, Basra ve Şehrizor Osmanlılarda kaldı, Revan ise Safevî Devletine bırakıldı. Daha sonraki tarihlerde çıkan Osmanlı-İran Savaşlarında ortaya çıkan sınır meseleleri hep Kasr-ı Şirin Antlaşması temelinde çözümlendi. O tarihlerde Doğu Anadolu'dan başlayıp Basra Körfezinde sona eren 2185 km'lik Osmanlı-İran sınırını belirleyen bu antlaşma aynı zamanda bugünkü Türkiye - İran ve İran - Irak sınırlarını da büyük ölçüde belirlemiştir. Yusuf Tunaoğlu Yusuf Tunaoğlu (1 Ocak 1946, İstanbul - 22 Temmuz 2000, Kuşadası), Türk futbolcudur. Kariyerinin büyük bir bölümünde Beşiktaş'ta oynamıştı. Tunaoğlu; Şenol Birol ve Birol Pekel'in Fenerbahçe'ye transfer olmasından sonra, yine Beşiktaş alt yapısından yetişen Sanlı Sarıalioğlu ile birlikte A takıma çıkarıldı. 1962-63 sezonunda henüz 17 yaşında iken A takımla maça çıktı. Önce genç takımda arkasından da profesyonel takımda yer aldı. Anderlecht'e transfer olmak üzere iken bir trafik kazası geçirdi. Boğazda yaptığı trafik kazasından sonra Anderlecht bu transferden vazgeçti. Futbolu bırakmadan önce bir sezon Altay'a transfer oldu, ancak Beşiktaş'a geri döndü. Beşiktaş'ta 2 Türkiye Ligi ve 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonluğu yaşadı. 1962-1976 yılları arasında 172 lig maçında 23 gol kaydetti. Tunaoğlu 6 kez A, 3 kez Ümit, 5 kez de Genç olmak üzere toplam 14 kez Millî oldu. Futbolu bıraktıktan sonra, uzun bir dönem Beşiktaş alt yapısında görev aldı. 2000 yılında Kuşadası'nda kaldığı otelde geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Mehmet Ekşi Mehmet Ekşi, (1 Nisan 1953, Sarıyer, İstanbul), Trabzonspor ve Beşiktaş'ta uzun süre başarıyla görev yapan eski millî futbolcu, teknik direktör. Elazığspor’da oynarken Trabzonspor'lu yetkililerin dikkatini çekerek, 1977-78 sezonunda Trabzonspor’a transfer oldu. Bordo-Mavili takımın 1978-79'da şampiyon olan kadrosunda yer aldı. 1979-80 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. Ağırbaşlı, az konuşan, öz söyleyen karakter yapısı ile takım arkadaşları arasında saygı uyandırdı ve yöneticiler tarafından “Kaptan”lığa getirildi. Defansta ve orta sahada, bilhassa hava toplarındaki üstünlüğü dikkat çekti. Zaman zaman hücuma katılarak, galibiyet getiren gollerin de sahibi oldu. Beşiktaş formasıyla 189 maç oynadı ve 25 gol attı. 1982-1983 sezonunda F.Bahçe ile yapılan Türkiye Kupası çeyrek final maçında çift sarı kartlı çıktığından, bu hem BJK' nın kupadan elenmesine neden olmuş hem de onun futbol hayatına büyük bir darbe vurmuştur. 1983-84 sezonunda Karagümrük'e kiralandı ve 1984-85 sezonunda Antalyaspor'a transfer oldu. Antalyaspor 2. lige düşünce 1986'da Konyaspor'a transfer oldu. 1986-87 sezonunda Silivrispor'da oynadıktan sonra 1988 yılında futbolu bıraktı. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yapmaya başladı. Beşiktaş'ın teknik ekibinde görev yaparken 2005-2006 sezonunda Rıza Çalımbay'ın istifa etmesi ile geçici süre teknik direktörlüğe getirildi. 1 ay kadar "A" takımın sorumluluğun üstlenen Mehmet Ekşi, Jean Tigana'nın gelmesi ile genel menajerlik görevini üstlenmiştir. Kurtini, Ağaçören Kurtini, Aksaray ilinin Ağaçören ilçesine bağlı bir köydür. Köy bir platoya kurulmuştur. Köyün iklimi, Karasal iklimi etki alanı içerisindedir. Rakım yüksek olduğu için yağan kar uzun süre yerde kalır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Bekir Yarangüme Bekir Yarangüme (d. 28 Ocak 1977, Aydın), Türk basketbolcudur. Kısa forvet pozisyonunda görev almaktadır. 1996'dan 2001'e kadar Konya Kombassanspor'da oynayan Bekir Yarangüme, 2001 yılında Ankara ekibi TED Koleji'ne transfer oldu ve bu takımda 21,1 sayı ortalamasıyla ligin sayı kralı oldu. Burada bir sezon oynadıktan sonra, ligin iddialı ekiplerinden Türk Telekom'a transfer oldu. Burada kendini geliştiren oyuncu 2004 yılında Beşiktaş'a transfer oldu. Burada takımın en önemli oyuncularından biri oldu ve takımının TBL'de finale çıkmasında rol oynadı. Bir sezon sonra Ülkerspor'a transfer oldu ancak yeni takımında diğer takımlardaki kadar süre alamadı. 2006-07 sezonunda Bandırma Banvitspor'da oynarken FIBA Eurocup All-Star takımına seçildi ve Avrupa karmasında ilk beş olarak sahaya çıktı. Bekir, Tanjevic tarafından 36. Avrupa Erkekler Basketbol Şampiyonası için A millî basketbol takımına çağrıldı. Daha çok savunmacı kimliğiyle ön plâna çıkar. Ağustos 2011'de Türk Telekom ile 1+1 yıllık sözleşme imzaladı. Bir sezon burada forma giydikten sonra, Olin Edirne'ye transfer oldu. Olin'de geçirdiği sezonun ardından, 2013-14 sezonu öncesinde, yeniden yapılanan Darüşşafaka&Doğuş takımı ile sözleşme imzaladı. Porsche 959 Porsche 959, 1980'lerin sonunda Porsche tarafından üretilen spor otomobil. Çöl yarışları için dört çeker olarak düşünülmüş, 3 dereceli ayarlanabilir hidropnömatik süspansiyon sistemiyle tasarlanmıştır. 1986 yılında Paris-Dakar Rallisi'nde birinci gelmiştir. 4 çeker olduğu için yol tutuşu zamanın Porsche modellerine göre çok daha iyidir. Bir anlamda günümüz Porsche Carrera GT modelinin atası denilebilir. Clara Schumann Clara Josephine Wieck (13 Eylül 1819, Leipzig - 20 Mayıs 1896, Frankfurt), Romantik Dönem'in önde gelen piyanist ve bestecilerinden. 61 yıllık konser kariyeri boyunca piyano konserlerinin format ve repertuvarında önemli değişikliklere öncülük etmiştir. Romantik Alman besteci Robert Schumann ile evliliğinden sonra Clara Schumann adını kullanmıştır, ancak evliliğinden önce Clara Wieck olarak da kayda değer bir üne sahipti. Clara Josephine Schumann Leipzig'de doğdu. Babası Friedrich Wieck tanınmış bir müzik pedagogu ve piyanistti. İlk derslerini babasından aldı. Robert Schumann'la 1840'da evlendiler. On yıl sonra besteci Schumann akıl hastalığına yakalanarak öldü. Özellikle büyük besteci Johannes Brahms'a yakın bir dostlukla bağlıydı. Bir yandan konserler veriyor, bir yandan öğretmenlik yapıyordu. 1878'den 1892'ye kadar Frankfurt yüksek konservatuvarında piyano profesörlüğü yaptı ve orada öldü. Clara besteci olarak Robert Schumann'a "Rückert Lied"lerinden op. 12, 4 ve 11 numaralılarını bestelemiş, ayrıca piyano eserleri, bir piyano konçertosu ve oda müziği eserleri bırakmıştır. Basra Basra, (Arapça:البصرة ) Irak'ın güneyinde bir kent; Irak'ın ikinci büyük şehri ve en önemli limanı. Hamar Gölünün güneydoğu ucunda, Şattül Arap su yolunun batı kıyısında, Basra Körfezi'ne 55, Bağdat'a ise 545 kilometre uzaklıktadır. Eski çağlarda edebiyat, bilim ve ticaret merkezi olan Basra, 638'de ikinci halife Ömer tarafından askeri bir karargâh olarak, bugünkü ez-Zubeyr kentinin 13 km ötesinde kuruldu. Sert iklimine ve karargâh için içme suyu sağlamanın güçlüklerine karşın, Basra Körfezine yakınlığı, ayrıca Fırat ve Dicle nehirlerine kolayca ulaşılan bir yerde bulunması nedeniyle, gerçek bir kent olarak gelişti. Mimari bakımdan önem taşıyan ilk cami 665'te burada inşa edildi. 642'de Nihavend'de Sasanilerle çarpışan Basra birlikleri, 650'de İran'ın batı eyaletlerini ele geçirdi. Kent, 656'da Muhammed'in dul eşi Ayşe ile damadı ve dördüncü halife olan Ali arasındaki Cemel (Deve) Vakası olarak bilinen çarpışmaya sahne oldu. Basra'nın çoğunluğunun Sünni olmasına karşın, kentte yalnızca Ali'nin soyundan gelenlerin halife olabileceğini savunan Şiiler ile her ahil Müslümanın halife olabileceğini ileri süren Hariciler de etkindi. Dönemin toplumsal koşulları, siyasi çekişmelerin daha da artmasına yol açtı. Arap ordusu Basra'da bir soylu sınıfı oluşturmuştu. Kente yerleşmiş olan göçmenler (Hintler, İranlılar, Afrikalılar, Malaylar) ise yalnızca "mevali" (köle ya da Arap kabilelerinin yanaşması) konumundaydı. Basra, 7. yüzyıl sonlarından başlayarak karışıklık ve ayaklanmalara sahne oldu. Kısa bir süre, halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah bin Zübeyr'e (ö. 692) bağlı güçlerin yönetimi altına giren kent, 701'de Ibnü'l-Eş'as, 719-720'de de el-Muhalleb ayaklanmalarının merkezi oldu. Ayaklanmalar, 750'de Abbasilerin halifeliği ele geçirmesinden sonra da sürdü. 820-835 arasında Çingeneleri andıran Hint kökenli Zottlar, 869-883 arasında da tarım işçisi olarak Afrika'dan Mezopotamya'ya getirilmiş olan Siyah köleler ayaklandılar. Basra, 923'te, Karmatiler tarafından işgal edilip yıkıldıktan sonra önemini yitirdi ve yerini Abbasilerin başkenti Bağdat aldı. 14. yüzyıla gelindiğinde, bakımsızlık ve Moğol saldırıları nedeniyle Basra'nın büyük bölümü yıkılmış durumdaydı. 16. yüzyılda, nehrin birkaç kilometre ötesinde, eski bir yerleşim yeri olan el-Ubullah'ın bulunduğu yerde yeniden kuruldu. 8. ve 9. yüzyılda önemli bir merkez olan Basra, Arap dilbilgisi kurallarını belirleyen ilk kişi olan Halil bin Ahmed ile Sibeveyhi'nin, Beşşarbin Bürd ve Ebu Nuvas gibi ünlü şairlerin, Arapça düzyazının ilk ustaları İbnü'l-Mukaffa, Sehl ibn Harun ve Cahiz'in Ebu Amr İbnü'l-Ala, Ebu Ubeyde ve Esmai gibi bilim adamlarının ve edebiyatçıların yetiştiği kentti. İlk mutasavvıflardan Hasan Basri, Basra'da yaşadı. Mutezile okulu da bu kentte gelişti. Basra 1538'de Osmanlıların eline geçti ve kurulan Basra Eyaletinin merkezi oldu. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda İngiliz, Felemenk ve Portekizli tüccarlar buraya yerleştiler. Kent 19. yüzyılda Bağdat'a yönelik nehir trafiğinde, yükleme noktası olarak önemli bir yer gelişme gösterdi. Daha önce hiç rıhtımın bulunmadığı Basra'da 1914'te modern bir limanın yapımı başladı. İngilizler
I. Dünya Savaşı'nın hemen başında 23 Kasım 1914'te Basra'yı işgal ederek Mezopotamya ile Hindistan arasındaki iletişimin sağlanmasında bir liman olarak kullandılar(Irak Cephesi). Daha sonra kurulan İngiliz manda yönetimi döneminde kentte birçok iyileştirmeler gerçekleştirildi ve limanın önemi arttı. 1930'da liman tesisleri, İngilizlerden Irak mülkiyetine devredildi. II. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler, iş birliği yaptıkları Sovyetlere Basra üzerinden malzeme gönderdiler. Savaş sonrası yıllarda Irak'ın petrol sanayisindeki büyüme Basra'yı önemli bir petrol arıtma ve ihraç merkezine dönüştürdü. İran-Irak Savaşı'ndan (1980-88) önce Basra'dan Basra Körfezindeki el-Fao kentine pompalanan petrol, burada ihracat için tankerlere yüklenirdi. Ama İran-Irak Savaşı'nın ilk aylarında kentteki rafineri tesisleri büyük zarar gördü; İranlıların kente yaklaşık 10 km kadar yaklaştığı 1987'de birçok bina top atışı sonucu yok oldu. Bu arada savaş sırasında şehir sakinlerinin önemli bir bölümü kenti terk etti; savaş öncesi 1.5 milyona yaklaşan Basra nüfusu 650 bin'e kadar düştü. 1991'deki, Körfez Savaşı'ndan hemen sonra kentte başlayan ayaklanma sert biçimde bastırıldı. 2003'teki Irak Savaşı sırasında özellikle şehrin dış mahallelerinde, koalisyon güçleriyle Irak kuvvetleri arasında yaşanan sert çatışmalardan sonra, koalisyon güçlerinin eline geçen ilk yerleşim oldu. Modern Basra kenti, al-Aşar ve el-Makil adlı iki küçük kasaba ile Nehrü'l-Aşar'ın çevresinde kümelenmiş köylerden oluşur. Bu yerleşimlerin çevresinde yaygın hurma bahçeleri bulunur; bunları, akaçlama kanalları Şattü'l-Arap'tan genişliği yaklaşık 5 km'yi bulan küçük girintiler keser. Genç bir nüfusa sahip olan Basra şehrinde işsizlik en önemli sorunlardan biridir. İran-Irak Savaşı ardından uzun yıllar yatırım yapılmayan şehir günümüzde yeni yeni yapılanma içine girmiştir. Açık sistem Açık sistemler kullanıcının bakış açısına göre değişmektedir. Birlikte işlerlik ve taşınabilirlik özellikleri olan veya telif haklarından bağımsız sistemler anlamına gelmektedir. Bu terim Unix işletim sisteminin birçok sürümü için kullanılmıştır. The Open Group’un Özgün Unix Tanımlaması (Single Unix Specification) çıktığından beri UNIX API’leri kullanan (örneğin z/OS) tüm işletim sistemlerine açık sistem denebilmektedir. The Open Group Resmi Sitesi Kursk Muharebesi Kursk Muharebesi (Almanya'nın verdiği kod adı: Unternehmen Zitadelle / "Hisar Harekâtı"), II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi'nde, Alman kuvvetlerinin Kursk çıkıntısına karşı 1943 Temmuz ve Ağustos aylarında giriştikleri genel taarruzdur. II. Dünya Savaşı sırasında yapılmış en büyük tank çarpışmalarından biri ve bir günde en fazla kayıp verilmiş hava çatışmaları bu muharebede gerçekleşmiştir. Almanların Doğu Cephesi'nde gerçekleştirdiği son stratejik taarruzdur. Sonucundaki Sovyet zaferi, Doğu Cephesi'nde inisiyatifi Sovyetlere vermiştir ve savaşın sonuna kadar da öyle kalmıştır. "Kursk Çıkıntısı", Almanların Stalingrad'daki yenilgisi sonrasındaki Sovyet taarruzu ve Alman karşı saldırısı sonucu oluşmuştu. Almanlar, çıkıntıyı kuzey ve güney kanatlarından keserek cepheyi kısaltmayı ve Kızıl Ordu birliklerini çembere alarak yeni bir büyük zafer elde etmeyi umuyorlardı ancak Sovyetler'in, Hitler'in planları hakkında iyi bir istihbaratı vardı. Öte yandan Almanlar, başta "Tiger I" ve "Panther" tankları olmak üzere yeni silahları bekleyerek taarruzu sürekli erteliyorlardı. Hem edinilen istihbarat bilgileri hem de tekrarlanan bu ertelemeler, Kızıl Ordu'ya kademeli bir savunmanın ayrıntılarını düzenlemek ve bir stratejik karşı saldırı için büyük ihtiyat kuvvetleri teşkil etmek yönünde zaman kazandırdı. Almanlar derin savunma hatları içinde tamamen yorulduktan sonra Sovyetler kendi karşı saldırılarını yaparak 5 Ağustos'ta Oryol ve Belgorod'u ve 23 Ağustos'ta da Harkov'u geri alarak Almanları geniş bir cephede geri attılar. 1942-1943 kış muharebelerinde Kızıl Ordu zaten başarılı olmuştu. Kursk Muharebesi ise, savaşın ilk başarılı stratejik Sovyet yaz taarruzu olmuştur. Kursk Muharebesi'nde uygulanan stratejik operasyon modeli, pek çok askeri akademinin ders programında yer almaktadır. Kursk Muharebesi, yıldırım savaşı taarruzlarının düşman savunmasını ve onun stratejik derinliğini yarıp geçebilmesinden önce durdurulduğu ilk örnektir. Almanya'nın 2. SS Panzer Kolordusu ile Kızıl Ordu'nun 5. Muhafız Tank Ordusu arasında meydana gelen Prohorovka Muharebesi, "tarihin en geniş kapsamlı tank meydan savaşı" olarak bilinir. 1942-1943 kışında, Kızıl Ordu Stalingrad Savaşı'nı kesin bir biçimde kazanmıştı. Alman 6. Ordusu, yaklaşık 800 bin Alman ve müttefik askeriyle birlikte imha olmuş, Alman kuvvetleri Doğu'da ciddi biçimde güç kaybetmişti. Stalingrad'ın düşmesinin ardından Kafkasya'daki General von Kleist'in 1. Panzer Ordusu, tehlikeli bir duruma düşmüştü ve 15 Ocak - 1 Şubat tarihleri arasında Rostov (Rostov-na-Donu)'a çekildi. Ocak ayının ikinci yarısında cephenin güney kesiminde başlayan Kızıl Ordu genel taarruzları birbirini izledi. En güneyden General Vatutin'in kuvvetleri, onun hemen kuzeyinden General Golikov'un kuvvetleri, Şubat ayı ortalarından Kursk - Harkov - Azak Denizi hattına kadar ilerlemişlerdir.. Alman Feld Mareşal Erich von Manstein, 1943 yılının şubat ve mart aylarında Üçüncü Harkov Muharebesi’ni kazanarak, kabaca güneyde Rostov'dan, kuzeyde Leningrad'a uzanan bir cephe hattı oluşturdu. Bu cephe hattının merkez bölgesinde, Alman ileri pozisyonları arasında bir Sovyet girintisi kalmıştır. Bu girinti, güneyde Harkov'dan kuzeyde Oryol civarına kadar uzanır ve 150 km. derinlik ve 200 km. genişliktedir. Almanlar 1917’de Batı Cephesi'nde Hindenburg Hattı'nı inşa etmişler, böylece cephe hatları kısalırken buna bağlı olarak savunma güçleri artmıştı. Aynı stratejiyi Sovyetler Birliği topraklarında yineleyerek Panther-Wotan Hattı olarak bilinen uzun, kesintisiz bir savunma hattının inşaasını başlattılar. Bu hatta çekilmeyi 1943 yılının sonlarında gerçekleştirmeyi planlıyorlardı ve hattın gerisinde kendi güçlerini yeniden kazanırlarken Sovyetler'in kan kaybetmesi sağlanacaktı. Alman cephe komutanlarından çoğu, Sovyet saldırılarını tutacak ve akınlarına karşı duracak daha geride bir savunma durumunun öncelikli olduğu konusunda aynı fikirdedir. Hitler ise bu görüşü kesinlikle kabul etmemektedir. "Hitler her zaman olduğu gibi her koşulda taarruzu emrediyordu." . Hitler'e göre esas taarruz Kursk çıkıntısında olmalıydı fakat Leningrad'da da bir taarruzu ciddi ciddi düşünmekteydi. Alman Yüksek Komutanlığı (OKW) bu yolla Doğu Cephesi’nde inisiyatifin yeniden ele geçirileceğini umuyordu. Manstein Üçüncü Harkov Muharebesi'nde başarıyla uygulayıp aşırı yayılmış Sovyet güçlerini imha ettiği planın benzerini uygulamak istiyordu. Kızıl Ordu'yu güneye, umutsuzca yeniden yapılanmaya çalışan 6. Ordu'ya saldırma konusunda kandırarak Ukrayna'nın doğusundaki Donets Havzası'na çekmeyi önermişti. Daha sonra Donets Havzası'nın doğusundaki Harkov'dan güneye, Rostov'a doğru saldırarak bütün bir Sovyet güney kanadını Azak Denizi ile birlikte çembere alacaktı. Alman Kara Kuvvetleri Üst Kumandanlığı ("OKH") Manstein'ın planını onaylamadı ve onun yerine Oryol ve Harkov arasındaki göze batan çıkıntıya dikkatlerini yöneltti. Voronej ve Merkez Cepheleri bu çıkıntının içinde ve çevresinde konuşlanmıştı ve bu çıkıntıyı kesmek Sovyet insan gücünün 1/5'ini hapsedecekti. Aynı zamanda daha düz ve kısa bir cephe oluşturulmuş olacak ve Moskova'dan Rostov'a uzanan kuzey-güney demiryolu üzerindeki stratejik Kursk şehri de ele geçirilecekti. Doğudaki savaşı Müttefikler Alman işgali altındaki Avrupa'yı güneyden ve batıdan tehdit etmeye başlamadan önce bitirmek isteyen Hitler, geniş Kursk Çıkıntısı'nı yok ederek buradaki büyük Sovyet birliklerini imha etmeyi planlıyordu. Alman Wehrmacht Üst Kumandanlığı (OKW) Doğu Cephesi'nde inisiyatifi yeniden ele geçirmek istiyordu. Sovyet cephesinin Kursk'un batısında oluşturduğu çıkıntıya kanatlardan girerek bir kuşatma harekâtı yapılması planı, 3 ve 4 Mayıs 1943'te Hitler'in ordu komutanları ve kurmaylarıyla yaptığı toplantıda masaya yatırılmıştır. Planı ortaya atan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Zeitzler'dir. Zeitzler böylece çok sayıda Rus tümeninin yok edileceğini ve Sovyet ordularının savaş gücünün önemli ölçüde yıpratılacağını düşünmektedir. Öte yandan Kursk, Kırım – Moskova ve Voronej – Kiev yollarının üzerindeki önemli bir kavşak olması dolayısıyla stratejik bir atbaşıdır. Kursk bölgesi, cephe hattında 225 km. kadar batıya doğru uzanan, 250 km. genişliğinde bir çıkıntı oluşturuyor. Bu bölgenin kuzeyinde Oryol, güneyinde ise Belgorod - Harkov cepheleri yer alıyor. General Walter Model bu savaş planına hazırlıklıdır. Hava fotoğraflarını ve istihbarat raporlarını masaya serer. Bütün bunlar göstermektedir ki, Sovyetler orduları Kursk çıkıntısının hemen gerisinde derinliğine ve çok etkili savunma mevzileri oluşturmuşlardı. Ayrıca birliklerinin önemli bir kısmını çıkıntının ön kesimlerinden geriye çekmişlerdi. Ayrıca Zeitzler'in yarma yapmayı planladığı kesimlere de büyük ölçekte tanksavar ve topçu teşkilleri yığmışlardır. Walter Model’e göre Kursk bölgesindeki Sovyet birliklerinin bu düzenlenişi onların, tam da Zeitzler'in planladığı tarzda bir saldırıyı beklediklerini göstermektedir. Guderian anılarında, söz konusu toplantıda Manstein, fikri sorulduğunda taarruzun Nisan'da yapılmış olsaydı, başarı şansının yüksek olacağını söylemiş ve iki piyade tümenine daha ihtiyaç olacağını belirtmişti. Yine Guderian'a göre Manstein'in Kursk'a yapılması düşünülen taarruz hakkında söyledikleri kesinlik ifade etmemektedir. Walter Model ve Heinz Guderian'ın itirazlarına karşın toplantının sonunda General Zeitzler'in planı ağırlık kazanır. Mart'ta planlar belirginleşti. Walter Model'in 9. Ordu'su Oryol'dan güneye doğru saldırırken Hermann Hoth'un 4. Panzer Ordusu ve Kempf Ordu Müfrezesi, Manstein'ın genel komutası altında Harkov'dan kuzeye doğru saldıracaktı. Kursk yakınlarında birleşmeyi planlıyorlardı ve sald
ırı iyi sonuçlanırsa kendi inisiyatiflerinde doğuya doğru, birkaç hafta uzaklıktaki Don Nehri üzerinde yeni bir hat oluşturmak için ilerleyebileceklerdi. Yakın zamandaki davranışlarının aksine Hitler Yüksek Komutaya harekât üzerinde kayda değer bir kontrol bıraktı. Sonraki birkaç haftada, bütün bir cepheden alabilecekleri ne varsa alarak yaklaşan harekât için bölgeye yığdılar. İlk önce saldırı tarihini 4 Mayıs olarak belirlediler, fakat önce 12 Haziran'a sonra da daha fazla yeni silahın, özellikle de "Panther" tanklarının, Almanya'dan getirilebilmesi için 4 Temmuz'a ertelediler. Müttefiklerin olası bir İtalya çıkarması tehdidi karşısında Hitler de saldırıyı birkaç kez erteledi. Alman saldırısının arkasındaki temel prensip (Almanların genelde başarılı olduğu) kıskaç harekâtıydı. Alman Ordusu'nda Cannae Savaşı benzeri taktikler geniş kabul görmektedir ve yıldırım savaşı taktik ve araçlarıyla bu tarz taktikler çok daha etkili olmaktadır. Yıldırım savaşı, siklet merkezi oluşturmaya, düşmanı şaşırtmaya, dengesini bozmaya, kumanda ve ikmal bütünlüğünü bozmaya ve tercihan tüm düşman kuvvetlerini savaş alanında imha etmeye dayanır. Öte yandan bu tip yarma harekâtında taarruz, eğer beklenmedik noktalardan yapılırsa başarı kolayca elde edilebilirdi; tıpkı Almanların 1940'ta Ardenlerde, 1941'de Kiev'de ve 1942'de Stalingrad ve Kafkaslar'a doğru yaptıkları harekât gibi. OKH'nin Kursk çıkıntısına karşı planladığı Zitadelle Harekâtı sürpriz faktörünü ortadan kaldırıyordu: En basit askeri strateji bilgisine sahip biri bile Almanlar için en bariz hedefin Kursk çıkıntısı olduğunu söyleyebilirdi. Bazı Alman komutanlar, özellikle de Heinz Guderian bu fikri sorguluyorlardı. Guderian Hitler'e şöyle sormuştu: ""Kursk'a saldırmak, hatta o sene doğuda saldırmak gerekli miydi? Herhangi bir kimsenin Kursk'un yerini dahi bildiğini sanıyor musun? Bütün dünya bizim Kursk'u alıp almamızı önemsemiyor. Bizi bu sene Kursk'a saldırmaya, dahası Doğu Cephesi'nde saldırıya geçmeye zorlayan sebep nedir?."" Belki de daha şaşırtıcı bir şekilde Hitler şöyle cevap verdi: ""Biliyorum. Bunun düşüncesi bile midemi kaldırıyor."" Alman kuvvetleri 17 panzer ve panzergrenadier tümeni de dâhil olmak üzere 50 tümenden oluşuyordu. Bunların arasında, 2. SS Panzer Kolordusu olarak yapılandırılan Waffen SS tümenleri 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler", 2. SS Panzer Tümeni "Das Reich" ve 3. SS Panzer Tümeni "Totenkopf" ve Heer'e bağlı seçkin Großdeutschland Tümeni de vardı. Yüksek Komuta bütün tanklarını, "Tiger I" ve yeni "Panther" tanklarını ve Kundağı Motorlu Top olarak kullanılmak üzere yeni "Ferdinand" tank avcılarını bu bölgede yoğunlaştırmışlardı. Aynı zamanda mevcut hava kuvvetlerinin ve topçu birliklerinin önemli bir kısmını da buraya yığmışlardı. General Von Lauchert’in 48. Panzer Kolordusu’na, toplam 200 "Panther" gönderilmesi, 23 – 29 Haziran’a kadar gerçekleşmedi. İki "Panther", trenden indirilirken motorlarında yangın çıkması sonucu, daha muharebe alanına ulaşmadan savaş dışı kaldı. Kursk Muharebesi başladığında, 5 Temmuz 1943 tarihinde, kullanılabilir durumda sadece 184 "Panther", cephede bulunuyordu. İki gün içinde muharebe edebilir durumdaki "Panther" tankının sayısı 40’a düşmüştü. Almanların aldatma planında büyük formasyonlara, savunmaya yönelikmiş gibi isim vermek de vardı. Örneğin, 9. Ordu'ya ""Festungsstab II"", 2. Kale Muhafızları adı verilmişti. Walter Model, kalabalık Alman tanklarının motor sesi kaydının da yapılmasını emretmişti. Bu kayıtların büyük hoparlörler aracılığıyla yayınlanarak Alman tanklarının nerede toplandığı hususunda Sovyetlerin aklını karıştırması hedefleniyordu. Birçok Alman zırhlı muharebe aracı, sadece bu harekâtta kullanılmak üzere yeni tümen işaretleriyle boyanmıştı. Yine de bu aldatma tedbirleri genelde başarısız oldu. Kızıl Ordu da başlayacak oldukları kendi yaz taarruzlarını planlamaya başlamışlardı ve Almanların bu planlarını karşılayacak tarzda bir plan hazırladılar. Jukov, anılarında planın, 12 Nisan 1943 tarihinde Stalin ile yapılan, Vasileskiy ve Antonov da hazır bulunduğu bir toplantıda oluştuğunu anlatmaktadır. Bu toplantıda Kursk çıkıntısında derinlemesine bir savunma yapılması, ana ilke olarak belirlenmiştir. Ayrıca yüksek karargâh ihtiyatının (Step Cephesi) oluşturulması da karara bağlanmıştı. Planın devamında Oryol ve Harkov önlerindeki saldırılar cepheyi düzleştirecekti ve muhtemelen Pinsk Bataklıkları civarında bir yarma gerçekleşecekti. Ancak Sovyet komutanların Alman planları konusunda ciddi endişeleri vardı. Önceki Alman saldırılarının birçoğunda seçilen hedef bölgeleri, Stavka tarafından öngörülememiş ve Kızıl Orduyu hazırlıksız yakalamıştı, fakat bu kez Kursk çok belirgin bir hedef olarak görünüyordu. Moskova, Alman planları hakkında bilgiyi İsviçre'deki "Lucy" 'nin casus şebekesi aracılığıyla almıştı. Ancak bu aslında fazladan bir bilgi akışıydı, zira Mareşal Jukov, cephede yaptığı gezilerde cephe komutanlarına emir vererek hava ve yer keşiflerini hızlandırmıştı. Bu keşiflerde elde edilen bilgiler ve tutsak sorgulamaları, Alman cephe gerisinde faal durumdaki partizanların ve yerli halkın sağladığı bilgiler daha sonra değerlendirildi. Sonuçta Stavka'ya (Kızıl Ordu Genelkurmayı), Almanların ana kuvvetlerinin, cephenin merkez kesiminde olduğunu saptamış oldu. Daha 8 Nisan'da Jukov, Stalin'e yazdığı mektupta Alman saldırısının yerini ve izlenmesi gereken stratejiyi belirtmişti. Söz konusu mektupta Alman kuvvetlerinin cephe ve gerisindeki konuşlanmaları konusundaki bilgileri özetliyor ve Jukov şöyle diyordu: "...Büyük ihtiyatlardan yoksun olması nedeniyle düşman, 1943 ilkbaharı ve yazının ilk yarısında yapmak isteyeceği büyük taarruzu daha dar bir cephede sınırlamak zorunda kalacaktır... Merkez, Voronej ve Güneybatı cepheleri karşısındaki şimdiki düzenlerini gözönüne alarak, bu üç cephe bölgelerindeki kuvvetlerimizi yenilgiye uğratma ve böylece Moskova'yı, kente daha yakın bir noktadan kuşatmak için ... asıl taarruz harekâtını bu üç cepheye yönelteceği kanısındayım... Düşmanı durdurmak için harekâtın ilk günlerinde saldırıya geçmeyi tavsiye etmiyorum. Düşmanın savunmamıza çarpmasını bekleyip tanklarını imha ettikten sonra taze yedek kuvvetlerimizi ileri sürerek genel taarruza geçip ana kuvvetlerinin işini bitirmemiz daha uygun olur.." Bu ana kadar savaşın gidişatı, Almanların hücuma dayalı başarısı şeklindeydi. "Blitzkrieg" Kızıl Ordu da dahil bütün düşmanlarını alt etmişti. Diğer taraftan her iki kış taarruzu da Sovyet saldırılarının da iyi işlediğini göstermişti. Yine de, Jukov başta olmak üzere Stavka'nın kurmay subaylarından bazıları, Almanların saldırarak kendilerini tüketmeleri taraftarıydı. Bununla birlikte cephe komutanlarından bazıları halen, önleyici bir taarruzdan yanaydılar. Merkez Cephe karargâhı'nın 10 Nisan 1943 tarihli raporunun son bölümünde, Batı, Merkez ve Bryansk Cephesi kuvvetlerinin topluca Oryol bölgesini hedef alan bir önleyici taarruza girişmeleri önerilmekteydi. Mayıs ortalarında ise Voronej Cephesi Komutanı Vatutin ve Cephe'nin siyasi komiseri Kruşçev, Almanların Belgorod - Harkov bölgesinde toplanmakta olan kuvvetlerine karşı önleyici bir taarruzu önermişlerdi. Öte yandan yine Mayıs ayı ortalarına kadar Stalin, taarruz ya da savunma konusunda kararsızdı. Sonuçta, Vasilevskiy ve Antonov'un desteğini alan, Jukov'un fikri tartışmanın yönünü belirlemişti. Kuşkusuz bu sonuçta, bir önceki yıl İzyum Köprübaşı Taarruzu'nun deneyiminin de etkisi olmuştu. Alman yaz taarruzları, başlamadan önce bir taarruzla engellemek ve böylece stratejik inisiyatifi ele geçirmek amacıyla Harkov bölgesinde girişilen taarruz, acı bir yenilgiyle sonuçlanmıştı. Almanların taarruzu sürekli ertelemesi Sovyetlere savunmalarını hazırlamak için 4 ay verdi ve her geçen günle birlikte çıkıntıyı dünya üzerinde en ağır savunulan yerlerden biri haline getirdiler. Merkez Cephesi ve Voronej Cephesi savunma hatlarını dolduruyordu ve Step Cephesi yedek kuvvet olarak bekliyordu. Kızıl Ordu ve binlerce sivil 175 km. derinliğinde bir savunma hattı oluşturacak şekilde yaklaşık 1 milyon mayın döşeyip 5.000 km. uzunluğunda siper kazdılar. İlaveten, 1.300.000 personel, 3.600 tank, 20.000 top ve 2.792 uçaktan oluşan devasa bir ordu yığınağı yaptılar. Bu güç, insan gücü olarak Sovyet ordusunun %26'sına, havan ve topçularının %26'sına, savaş uçaklarının %35'ine ve zırhlı birliklerinin %46'sına denk geliyordu. Nüfus ve endüstriyel kapasite farklılığı ve Almanların tank üretiminin sürekli sekteye uğraması sonucu Kızıl Ordu birliklerini Almanlardan daha hızlı oluşturabiliyordu; her geçen ay asker ve araç gereç bakımından farkı daha da açıyorlardı. Almanlar Sovyetlerin de Kursk bölgesinde hızla yığınak yaptıklarını öğrenmişlerdi ve daha fazla "Panther" tankının cepheye getirilebilmesi için taarruzu erteliyorlardı. Çıkıntının savunmasında görevlendirilen güçlerin çoğu Stalingrad Muharebesinde de görev almışlardı, dolayısıyla deneyimli savaşçılardı, bundan başka Kızıl Ordu 1943'ün ilk yarısında 1 milyon yeni asker daha tertip etmişti. Böylece Kızıl Ordu, Stalingrad'daki kayıplara rağmen 1942'dekinden daha güçlüydü. Almanların saldırı noktasını belirlemekle saldırının başlaması arasında geçen süre yeni askerlere normalden çok daha uzun bir eğitim süresi tanımıştı. Geliştirilmiş La-5 ve Yak-9 uçaklarının katılmasıyla hava orduları güçlendirilmişti. Hava kuvvetleri yeniden örgütlenmiş, 8 yeni bombardıman kolordusu teşkil edilmişti. Bu düzenlemeler sonucunda her Cephe, 700 - 800 uçaktan oluşan kendi hava ordularına sahip olmuşlardı. Çıkıntıdaki topçu yoğunluğu sıradışıydı; piyade alayından daha çok topçu alayı vardı. Kızıl Ordu, saldıran Alman birliklerini mayın ve topçu bileşimiyle imha etmeye kararlıydı. Obüsler Alman piyadesini durdururken, 45 mm, 57 mm ve 85 mm çekili tanksavar topları ve 76mm tümen topları tankları imha edecekti. 13. Ordunun bölgesinde (çıkıntının kuzey kanadında, Alman 9. Ordusu'nun karşısında) kilometreye düşen tanksavar topu sayısı 23,7 idi. Güneydeki Sovyet 6. Ordusu ile 7. Muhaf
ız Ordusu'nun bölgesinde ise kilometreye 10 top düşüyordu. Sovyet yapımı ilk kundağı motorlu toplar, bu tarihlerde cephelere gönderildi. Savaş alanının Kızıl Ordu istihkamcıları tarafından hazırlanması olağanüstüydü. Raporlara göre savunulan bölgeye 503.993 anti-tank ve 439.348 anti-personel mayını döşenmişti. Ortalama olarak, cephe boyunca her bir kilometrelik derinliğe 1.500 anti-tank ve 1.700 anti personel mayını düşüyordu. Çatışmaların geçtiği bölgelerde kilometre başına 1.400'den aşağı düşmüyordu ve bazı yerlerde 2.000'e kadar çıkabiliyordu. Kızıl Ordu mühendisleri ayrıca kilometrelerce siper kazıp dikenli tel döşemiş, tank engelleri inşa etmiş ve binlerce havan ve top mevzisi hazırlamışlardı. Sovyet aldatma taktikleri, tıpkı Almanlarınki gibi, oldukça ayrıntılıydı, ancak Almanların aksine Sovyetlerinki genelde başarılıydı. Alman istihbaratını şaşırtmak için sahte mevkiler hazırlandı, maket uçaklar sahte havaalanlarına yerleştirildi ve uydurma telsiz muharebesi yapıldı. Gerçek mevzilerin ve mayın tarlalarının kamuflajı mükemmeldi; Alman birliklerinin mayın tarlalarını ya da gömülü top mevzilerini fark etmeleri araçlarının patlamasıyla oluyordu. Tüm bu savunma hazırlıkları, Mayıs 1943 ayı ortalarında netleşen Sovyet planının ilk evresini oluşturmaktaydı. Aslında Ruslar, Alman genel taarruzuna hazırlanmayı, oldukça geniş kapsamda ele almışlardı. Bir bakıma, kendi yaz – sonbahar genel taarruz planlarını yapmışlardı; Planda Cephelere verilen görevler şöyledir; Kızıl Hava Kuvvetleri 1941-1942'de 36.900 uçak kaybetmişti. Ancak Sovyet uçak endüstrisi uçak kaybını telafi etmeyi başarmış ve I-16, MiG-3 ve LaGG-3 gibi eski modellerden kurtulmuştu. Kursk Muharebesi'nde en çok kullanılan Sovyet uçak modelleri Yak-1, Yak-7B ve La-5 olmuştur. La 5FN hem Bf 109 hem de Fw 190'a denk sayılırdı. Bununla birlikte, pilot eğitimi kısa ve derinlikten yoksundu. 1942'de eğitilmiş olan 13.383 Sovyet pilotu muharebeye girmeden önce sadece 13-15 saat uçuş eğitimi almıştı. Sturmovik ve bombardıman pilotları sırasıyla 18 ve 15 saat eğitim almışlardı. Sovyet bombardıman ve yer saldırı pilotlarının sadece %7'si Kursk Muharebesi öncesinde çatışma görmüştü. Çoğu pilot savaşta kullanacakları uçaklarda eğitilmek zorunda kalmıştı. Buna bağlı olarak 1943 yazına kadar sadece kazalarda 10.600 uçak kaybetmişlerdi. Üst kademelerde Kızıl Hava Kuvvetleri'nin Kursk bölgesindeki başkomutanı General Polkovnik Aleksandr Novikov gibi yetenekli subaylar vardı. Ancak alt kademelerdeki tecrübe eksikliği büyük kayıplara yol açtı. Kursk Muharebesi sonrasında Sovyet havacılığı kara kuvvetleriyle koordinasyonunu hızla geliştirdi. Ayrıca pilotlar daha iyi eğitim almaya başladılar. Sonuç olarak Sovyetler çok yetenekli avcı pilotlarından oluşan "Kızıl Sancak" birliklerini kurabildiler. Kursk Muharebesi'nden sadece 6 ay sonra Sovyet-Alman uçak kaybı oranı 4:1 den 1,5:1 e kadar düştü. Ancak önceki yüksek kayıp oranının nedenlerinden biri Sovyet pike-bombardıman ve avcı-bombardıman pilotlarına Luftwaffe tarafından saldırıya uğradıklarında bombayı bırakmadan kaçmaları veya çatışmaları yönünde verilen emirdi. Bu durum yeniden değerlendirilerek emir geri çekilene kadar çok fazla (ve gereksiz) kayıp verildi. Sovyet Hava Kuvvetleri Alman hazırlıklarının sekteye uğratılmasında önemli rol oynadı. 17 Nisan 1943'te Güney Orşa'daki bir Alman havaalanına düzenlenen akında 5 Ju 88 keşif uçağı ve 3 Do 17/Do 217 imha edildi. Üç gün sonra, 10 üst düzey keşif uçağı daha etkisiz hale getirildi. Alman keşif kuvvetleri iyice zayıflatılmıştı. Luftwaffe de ana harekât öncesi çalışıyordu. Gorkovski Avtomobilni Zavod (GAZ)'daki tank fabrikası Haziran 1943'te bir dizi hava akınının hedefiydi. 4/5 Haziran gecesi "Kampfgeschwader 1" (KG-1), "KG-3", "KG-4", "KG-55" ve "KG-100" e bağlı He 111ler 179 ton bomba bırakarak binalara ve üretim hatlarına ağır hasar verdiler. GAZ'ın 1 No'lu tesisinin 50 binasının hepsi, 9.000 metre konveyör, 5.900 parça ekipman ve 8.000 tank motoru imha edilmişti. Ancak, Almanlar hedef seçiminde hata yapmıştı. GAZ'ın 1 No'lu tesisi sadece T-70 hafif tanklarını üretiyordu. En büyük ikinci T-34 üreticisi olan 112 No'lu Fabrika üretimine hasarsız devam etti. Sovyet üretim tesisleri 6 hafta içinde tamir edildi. 112 No'lu Fabrika 1943'te 2.851 adet, 1944'te 3.619 adet ve 1945'te 3.255 adet T-34 üretti. Luftwaffe, Gorki (bugünkü Nijni Novgorod)'de bulunan Gorki Top Fabrikasını ve La 5FN'lerin üretildiği uçak fabrikasını da vuramadı. Luftwaffe Sovyet hazırlıklarını baltalamayı başaramamıştı. 1-4 Haziran 1943 günleri, tarafların Kursk civarında, karşılıklı giriştikleri hava taarruzlarıyla geçer. 1 Haziran'da Sovyet hava kuvvetleri Oryol, Bryansk ve Smolensk’deki Alman havaalanlarına, ulaşım hatlarına saldırdılar. Ertesi gün Kiev ve Roslavl’a hava saldırıları düzenlediler. Aynı gün Luftwaffe de Kursk bölgesindeki Sovyet mevzilerini bombaladı. 4 Haziran'da da Moskova'nın gerisindeki Gorki'deki Sovyet tank fabrikalarını bombaladılar. Almanların kendilerini hazır hissetmeleri 4 ay sürdü ve bu arada yeni "Panther" tanklarından 200 adedini (ancak teknik problemler nedeniyle harekatın başında sadece 40 tanesi hazırdı), 90 "Ferdinand" tank avcısını ve uçabilecek durumdaki 79 Hs 129 yer saldırı uçağını cepheye getirebilmişlerdi. Ayrıca 270 "Tiger I", Panzer IV'lerin yeni modelleri ve hatta bir miktar ele geçirilmiş T-34 tankı da hazırlamışlardı. Toplamda 3.000 tank ve Kundağı motorlu top, 2.110 uçak ve 900.000 personel yığmışlardı. Almanların o güne kadar bir araya getirdiği en büyük güçlerden biri haline gelmişti. Buna rağmen Hitler yeterli olup olmadığından şüpheliydi. Bu sırada, Batı Avrupa'daki Müttefik hareketliliği Alman askeri gücü üzerinde ciddi etki yapıyordu. Her ne kadar Kuzey Afrika'daki muharebeler Kızıl Ordu'nun uzun zamandır ısrar ettiği "ikinci cephe" açılması isteğini karşılamıyorsa da, 1942'nin sonları ile 1943 başlarındaki Luftwaffe kayıplarının %40'ı Malta ve Tunus üzerinde gerçekleşmişti. Alman hava üstünlüğü artık garanti değildi. Sovyet Hava Kuvvetleri Luftwaffe'ye sayısal üstünlük kurmaya başladığı gibi teknolojik kalitede de yakalamıştı. Her iki hava kuvveti de tankları imha edebilecek yer saldırı uçaklarına sahipti: Sovyet Il-2 "Sturmovik" ve Alman Junkers Ju 87G . Taarruzun başlangıç tarihi, hazırlıklardaki gecikmeler nedeniyle sürekli erteleniyordu. Nihayet 1 Temmuz'da, saldırının 5 Temmuz'da başlayacağı emri yayınlandı. Ertesi gün, Mareşal Vasilyevski [cephe komutanları Vatutin, Rokossovski ve Konev'i uyararak uzun zamandır beklenen Alman taarruzunun 3-6 Temmuz arasında bir gün başlayacağını haber verdi. Aylardır Sovyetler, Hermann Göring'in Havacılık Bakanlığında bile bağlantıları olduğu iddia edilen Kızıl Orkestra casus organizasyonundan Alman taarruz planları hakkında bilgi alıyorlardı. İlk çarpışmalar 4 Temmuz 1943'te güneyde, 4. Panzer Ordusu 5 Temmuz'daki ana saldırı öncesi Sovyet ileri karakollarını temizlemeye çalışınca başladı. Böylece sürpriz unsurunu feda etmiş oldular. Alman saldırısının başlamakta olduğuna dair raporlar alan Merkez Cephesi Komutanı Rokossovski, 5 Temmuz gecesi sabaha karşı saat 02:20'de Alman mevzilerini bombalamasını emretti. "Yüksek Başkomutan Yardımcısı" olarak Rokossovski'nin karargâhında bulunan Jukov da emri onaylamıştır. Hemen ardından Stalin'le yaptığı telefon görüşmesinde, onun da onayını almıştır. Öğleden sonra, "Stuka"lar kuzeydeki Sovyet cephe hattında 10 dakika içinde 3 km genişliğinde bir delik oluşturup eve dönerken Alman topçusu bombardımana devam etti. Hoth'un "zırhlı öncü" 'sü 3. Panzer Kolordusu Zavidovka'daki Sovyet pozisyonlarına doğru harekete geçti. Aynı anda, Großdeutschland Tümeni sağanak yağmur altında Butovo'ya saldırdı ve 11. Panzer Tümeni Butovo etrafındaki hakim tepeleri ele geçirdi. Butovo'nun batısında çarpışma daha şiddetli oldu ve sert Sovyet savunmasıyla karşılaşan "Grossdeutschland" ve 3. Panzer Tümeni gece yarısına kadar hedeflerine ulaşamadılar. 2. SS Panzer Kolordusu gözetleme noktalarını ele geçirebilmek için saldırıya geçti ve o da, alev püskürtücü ile donatılmış birlikler müstahkem mevzileri temizleyene kadar güçlü bir direnişle karşılaştı. Saat 2:30'da, Kızıl Ordu kuzey ve güneyde topçu bombardımanıyla karşılık verdi. 3.000'den fazla topla yapılan bu bombardıman bütün harekâtın topçu cephanesinin yarısını harcadı. Kuzeyde, Merkez Cephesi topçuları Alman topçu mevkilerine ateş açtı ve 100 Alman top bataryasından 50'sini bastırmayı başarınca taarruzun ilk gününde Almanlar zayıf bir topçu desteği sağlayabildiler. Bu bombardıman Alman birliklerinin organizasyonunu bozarak 5 Temmuz'da farklı zamanlarda saldırıya geçmelerine neden oldu. Güneyde, Kızıl Ordu toplarını Alman piyade ve tanklarının toplanma noktalarına karşı kullandı. Alman saldırısını kısmen geciktirdi ancak az zayiat verdirdi. Hemen ertesinde Almanlar 5 Temmuz 1943 günü sabaha karşı saat 05:30’da Kursk’da saldırdılar. Kuzeyde, general Walter Model komutasındaki yedi zırhlı tümen, iki mekanize tümen ve dokuz piyade tümeni, Oryol yönünden taarruza geçer. Güneyde Von Manstein komutasındaki on zırhlı tümen, bir mekanize tümen ve yedi piyade tümeni ise Belgorod’dan kuzey ve kuzey doğu yönünde harekâta giriştiler. Toplam 17 zırhlı, 3 mekanize ve 16 piyade tümeninden oluşan toplam 36 tümenle taarruza girişmişlerdir. Bir hafta boyunca Almanların birbiri ardına giriştikleri sert saldırılar Rusların inatçı savunmalarını yaramamıştır. Alman kuvvetleri, Sovyet ordularının geride mevzilenmiş ana unsurlarına ulaşamadılar. Alman panzer birlikleri, mayın tarlalarında, yoğun topçu ateşi altında ve Sovyet tanklarının taarruzlarında eridiler. Sonunda geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kursk Muharebesi, Almanlar açısından Doğu Cephesinde artık büyük çaplı bir taarruz umutlarının tümüyle yok olduğu bir dönüm noktasıdır. Gerçek harekât 5 Temmuz 1943'te başladı. Alman taarruzunun kesin başlangıç zamanını bile bilen Kızıl Ordu hava kuvvetlerini kullanarak bölgedeki Luftwaffe hava üslerine yoğun bir saldırı başlattı. Bu, hareka
tlarının ilk saatlerinde yakın hava desteğini ortadan kaldırmaya çalışan klasik Alman taktiğine karşı yapılmıştı. Sonraki birkaç saat muhtemelen gelmiş geçmiş en büyük hava muharebesine sahne oldu. Kızıl Ordu saldırının koordine edilmesinde çuvalladı : Avcı uçakları çok erken havalanmışlardı ve Alman hava üslerine bombardıman uçaklarından daha önce varınca yakıt yetersizliği yüzünden bombardıman uçakları gelmeden önce geri dönmek zorunda kalmışlardı. Bu erken harekete geçmenin daha da olumsuz bir sonucu oldu. Sovyet uçakları Alman havaalanlarına ulaştığında, Alman uçakları havalanmış bulunuyordu. Sonuçta bu hava akını, Alman uçaklarını yerde imha etmeyi başaramamış oldu. Alman avcı uçaklarının havalanarak yaklaşan saldırganları karşılamasını engelleyecek hiçbir şey yoktu; Kızıl Hava Kuvvetleri 120 uçak kaybetti. Luftwaffe kuzeydeki Sovyet mevzilerine top yekün bir saldırı başlatırken Sovyet konuşlandırma hataları Almanlara başlangıç aşamasında hava üstünlüğü verdi. Bunun ana Alman saldırısı olup olmadığından emin olamayan Korgeneral Rudenko Alman uçak dalgalarını karşılamaları için avcı uçaklarının sadece üçte birini havalandırırken gerisi yerde bekledi. Sayıca ezilen Sovyet uçakları kendi cephe arkalarında çatışmaya girmek zorunda kaldılar ve ağır kayıplar verdiler. Alman avcı uçakları muharebe alanının üzerinde Sovyet önlemesini engellemek için bombardıman uçakları ve Stuka 'ların ilerisinde uçtular. "Stuka" ve "Kampfgruppen" (bombardıman filosu), onların koruma perdesi gerisinde, Sovyet mevzilerine serbestçe saldırdılar. Sovyetler hava kuvvetlerini parçalar halinde devreye soktu ve ağır kayıplar verdiler. 6 Temmuz'da, kuzey sektöründe devasa hava savaşları yapıldı. Ancak, Sovyetlerin hava-kara koordinasyonunu sağlayacak danışman subayları olmadığından etkinlikleri büyük darbe yedi. Karşı saldırıya geçen Sovyet birlikleri çok çabuk toprak kazanıyordu ama hava kuvvetlerine bilgi vermek için etkili bir haberleşme sistemi olmadığından Sovyet bombardıman uçakları Sovyet birliklerince geri alınmış bölgeleri bombalayarak zayiata neden oluyorlardı. Başlangıçtaki hava muharebeleri "Luftawaffe" nin hava üstünlüğü sağlayamasa da 47. Panzer Kolordusunun bölgesinde sayısal dengeyi kurabilmesini sağladı. Luftwaffe 1. Hava Kolordusu'nun büyük kısmını bu sektörde görevlendirmişti. Sovyet 17. Muhafız Piyade Kolordusu "20-30 hatta bazen 60-100 uçaklı formasyonlarda beliren düşman hava kuvvetleri muharebede belirleyici rol oynadı" şeklinde rapor vermişti.. İlk günde Sovyetler ağır kayıplar verdiler. 16. Hava Ordusu 91 uçak kaybetmişti (22 adet "Sturmovik", 9 adet A-20 "Havoc" ve 60 avcı). Almanların ordularına verdiği hava desteği çok önemliydi. Sovyet 19. Müstakil Tank Kolordusunun savaş günlüğünde şöyle yazılmıştı: Bununla birlikte Sovyetler 6 Temmuz'da dikkate değer bir başarı da yakaladılar. 16. Hava Ordusu'na bağlı "Sturmovik"ler Alman avcı uçakları üslerine döndükten sonra muharebe alanına geldiler. 47. Panzer Kolordusu mevzilerinden çıkmış 17. Muhafız Piyade Kolordusuna ve 16. Tank Kolordusuna saldırıyordu ve açıkta olduklarından hava saldırısına karşı korumasızlardı. Sovyet saldırısı 47. Panzer Kolordusunun tankları için ölümcül oldu. Altı metreye kadar alçalan Sovyet filosu 20 kadar tankı imha edip 40'ına hasar verirken sadece bir Il-2 kaybettiler. Luftwaffe yakıt sıkıntısıyla da karşı karşıya kalmıştı ve sorti sayıları daha 6 Temmuz'da azalmaya başlamıştı. 5 Temmuz'da "Stuka" ve bombardıman uçakları sırasıyla 647 ve 582 sorti yapmışken bu rakam 6 Temmuzda 289 ve 164 sortiye düştü. Çoğu Alman sortisi avcı uçaklarınca yapılıyordu; her ne kadar Sovyetlere karşı üstünlüklerini devam ettirseler de Sovyet hava kuvvetlerinin devam eden baskısı Luftwaffe ve Heer'e darbe indirmeye başlamıştı. 7 Temmuz'da Sovyet 16. Hava Ordusu, Alman 1. "Fliegerdivision"dan daha az sorti yapmıştı (1.185'e karşı 1.687), ama bazı istisnalar hariç, daha fazla ağır kayıplar vermeden Alman kara kuvvetlerine ciddi hasar verdiler. 16. Hava Ordusu'nun filoları 60 Alman tankı ve 34 motorlu aracı imha ederken hiç kayıp vermediler. Kuzey sektöründe 7 Temmuz'da 6 Alman Fw 190 kaybına karşı Sovyet bombardıman ve yer saldırı uçağı kaybı 30 idi. Luftwaffe de az kayıpla etkili operasyonlar düzenleyerek 14 Sovyet tankı, 60 motorlu araç, 22 top ve 8 mühimmat deposu imha etmişti. Ayrıca 22 tanka hasar verilmiş ve 25 top "susturulmuştu". Kuzey kanadı üzerindeki ilk 3 günlük çarpışmalarda "Luftflotte 6" 39 uçak kaybına karşı 386 Sovyet uçağı düşürmüştü. Kuzeyden saldıran Alman 9. Ordu'su 5 Temmuz'da hedeflerinin gerisinde kalmıştı. Saldırı noktası Kızıl Ordu Merkez Cephesince doğru olarak tespit edilmişti. 45 km genişliğinde bir cephede saldırıya geçen Almanlar kendilerini mayın tarlalarının arasında sıkışmış vaziyette buldular ve ağır topçu ateşi altında istihkamcıların gelip mayınları temizlemesini beklemek zorunda kaldılar. Her ne kadar, mayın tarlasında temiz bir yol açmak için birkaç tane uzaktan kumandalı Goliath ve Borgward mayın temizleme aracı varsa da genelde başarılı olamadılar. Mayınları temizleseler bile takip eden tanklara temiz yolu gösterecek bir işaretleme sistemleri yoktu. Kızıl Ordu birlikleri mayın tarlalarını hafif silahlar ve toplarla ateş altında tutarak Alman istihkamcıların mayınları elle temizlemelerini geciktirdiler; Kızıl Ordunun mayın tarlalarındaki Alman kayıpları ağır oldu. Örneğin, Alman 653. Ağır Panzerjäger (tank avcısı) Taburu saldırıya 49 "Ferdinand" tank avcısı ile başlamıştı; 37'si 5 Temmuz'da saat 17:00'dan önce kaybedilmişti. Gerçi kaybedilen araçların çoğunluğu imha olmamış hareket kaybı nedeniyle saf dışı kalmıştı, ama yine de tamir edilene kadar çatışmadan uzak kaldılar. Hareketsiz kaldıklarında Alman savaş gücüne hiçbir katkıları olmadığı gibi Kızıl Ordu topçusu için de kolay hedef oluyorlardı. Almanlar ilerleyişte oldukları için tamir edilebilir her araç yeniden savaşa dönebilirdi. Almanlar, özellikle "Ferdinand" 'larda olmak üzere tank imha edicilerdeki bir eksikliğin farkına vardılar. Sovyet tanklarına karşı orta ve uzun menzilde çok başarılı olmalarına rağmen birliğin geri kalanından ayrı düştüklerinde kendilerini düşman piyadesinden koruyacak ikinci bir silahları yoktu. ("Alman tankçılarının buna kendilerince bir çözüm bulduklarına dair ifadeler vardır. Ferdinand mürettebatı yanlarına bir MG 34 alıyorlardı ve düşman piyadesine ateş etmek için bunu kamadan top namlusunun içine sokuyorlardı."). Guderian'ın günlüğünde şöyle yazmaktadır: Ancak bu durumun savaşın gidişatı üzerinde belirleyici bir rol oynamadığı açıktır. Bu silahların, piyade ve zırhlı araçların desteği olmadan ileri hatlarda kullanılması sonucu ortaya çıkan, bölgesel bir komuta hatasıdır. 9. Ordu'nun ilerleyememesinde çeşitli faktörler rol oynadı. Sovyet savunma planlaması ve Almanların kuvvetleri bir noktaya odaklayamaması ana faktörlerdendi. Alman tankları toplu halde kullanılmak yerine parça parça kullanıldı ve çoğu zaman da piyade desteğinden yoksundu. Sovyet savunma hazırlıkları diğer bir önemli faktördü. Mareşal Rokossovski komutasındaki Merkez Cephesi Almanların muhtemel saldırı noktalarını doğru tespit ederek buraları ağır tahkimatlarla güçlendirirken diğer yerleri zayıf bıraktılar. Alman taarruzunun ağırlığını en fazla göğüsleyen Sovyet 13. Ordusu Merkez Cephesi'nin diğer birliklerinden asker ve tanksavar topu sayısı bakımından kat kat üstündü ve bütün çıkıntıdaki en sert savunma hattını tutuyordu. 9. Ordu'nun bir başka şanssızlığı ise Sovyet Yüksek Komutasının planlama hatası yaparak, Alman ana saldırısının kuzeyden Merkez Cephesi'ne yapılacağını düşünmeleri ve bu bölgeye daha fazla kuvvet yığmaları oldu. Merkez Cephesi de taktik derinlikte (20 km derinlikde) savunmayı tercih etti ve cephe hattın hemen gerisinde daha az bir kuvvet bıraktılar. Bunun sonucunda Alman birlikleri mayınlarda ve topçu ateşi altında hırpalanırken, önemli ölçüde Sovyet gücünü imha etme olanağına sahip olamadı. Walter Model'in ordusunda Manstein'ın emrindekinden daha az tank vardı Bunun nedeni Manstein'in, kendi kuvvetlerinin kuzeyinde konuşlanmış olan Bryansk Cephesi'nden, bir karşı taarruza girişebilecekleri nedeniyle çekiniyor olmasıydı. Bunun üzerine General Model, Bryansk Cephesi'nin olası bir karşı taarruzunu önlemek için elindeki en güçlü kolordu grubu olan (2. Panzer Tümeni ve 1. Mekanize Tümen) "Korpsgruppe Esbeck"i, cephe hattı gerisine yerleştirmeye karar verdi. General Model'in kendi zırhlı güçlerini taarruzda toplamamış olmasının, Kursk çıkıntısına yönelen Alman kuzey kıskacını zayıtlattığı söylenebilir.. Son olarak da 9. Ordu serbest birlikler yerine zaten Sovyetlerle karşı karşıya olan piyade birlikleriyle saldırıya geçmek zorunda kalmıştı. Saldırının cephe genişliği ve Alman ilerleyişinin derinliği incelendiğinde Sovyet savunmasının başarılı olduğu görülmekteydi. 5 Temmuz'da 45 km. genişliğinde bir cephede başlayan taarruz ertesi gün 40 km. genişliğe düşmüştü. Bu, 7 Temmuz'da 15 km.'ye, 8 - 9 Temmuz'da ise sadece 2 km.'ye gerilemişti. Her gün Alman ilerleyişinin derinliği de azaldı : İlk gün 5 km. ilerleyen Almanlar, ikinci gün 4 km. sonraki her gün ise en fazla 2 km. ilerleyebildiler. 10 Temmuz itibarıyla 9. Ordu'nun ilerleyişi tamamen durmuştu. Sovyet savunmasının başarısı büyük oranda Almanların Pakfront (tanksavar cephesi) dediği ateş kontrol düzenine bağlıydı. On veya daha fazla tanksavar topu bir komutana bağlıydı ve aynı anda hepsi tek bir hedefe ateş ediyordu. Bu mevziler yalnız Alman piyadesine ateş açmak için emir almış yoğun havan ve makineli tüfek yuvalarıyla korunuyordu. 12 Temmuz'da Jukov Kutuzov Harekâtı'nın emrini verdi. 3. Tank Ordusu ve 11. Muhafız Ordusu'nun oluşturduğu güçlü Sovyet birlikleri Oryol Çıkıntısı'nın kuzeyindeki zayıf Alman savunmasını yarmayı başardı. Alman 9. Ordusu ve 2. Panzer Ordusu'nun kanatları artık tehdit altındaydı. Bir haftalık sert çarpışmalardan sonra "Wehrmacht" sadece 12 km ilerleyebilmişti. 12 Temmuz'daki Sovyet karşı saldırısı, Kutuzov Harekâtı Almanları zorda bırakmıştı : Sovyet 11. Muha
fız Ordusu Alman 9. Ordusu ve 2. Panzer Ordusu'nu tecrit edebilirdi. Sovyet taarruzunu durdurması için Luftwaffe görevlendirildi ve bu karar iki Alman ordusunu çembere alınmaktan kurtardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Luftwaffe büyük bir taarruz düzenledi. 16 Temmuz'da, önceki günlerdekinin iki katı, 1.595 sorti düzenlediler. Gündüz saatlerinde Alman pike bombardıman ve yer saldırı filoları Kızıl Ordu zırhlılarına saldırırken "Kampfgruppen"(Muharebe Grubu) ikmal hatlarını hedef aldı. 17 Temmuz'da muharebe alanını temizlemek için yapılan denemeler devasa bir Sovyet hava biriminin gelmesiyle sekteye uğradı. Bunun sonucu olarak Alman bombardıman uçakları daha yüksekten bomba bırakmaya başladılar ve isabet oranı azaldı. Sovyet 16. Hava Ordusu organizasyonunu ve yer irtibatını büyük oranda geliştirmişti ve pilotlar da giderek taktik tecrübelerini artırıyorlardı. Sayısal üstünlüklerini kullanan Sovyetler Alman pozisyonlarına 350 uçağa varan büyük hava akınları düzenlediler. Taarruz büyük çaplı hava savaşlarının yaşanmasına neden oldu. Alman bombardıman ve yer saldırı uçaklarının sınırlı operasyonları o gün yalnızca 24 Sovyet tankını ve 31 kamyonu imha edebildi ama Alman avcı uçakları aynı gün 12 kayıp vererek 90 Sovyet uçağı düşürdüler. Alman 1. Hava Tümeni o gün 1.693 sorti yaptı. Diğer 1.100 sorti 18 Temmuz’da yapıldı ve Junkers Ju 87’ler Kızıl Ordu tank birliklerine ağır kayıplar verdirildi; en az 50 tank. Luftwaffe 19 Temmuz'da, Kızıl Ordu'nun Khotynets'deki karşı taarruzunu durdurmak için bir hava operasyonu başlattı. Kızıl Ordu'nun bu saldırısı, yaşamsal önemdeki Oryol - Briansk demiryolu hattını ve iki Alman ordusu arasındaki teması kesecekti. Bazı Stuka pilotları gün içinde altı çıkış yaptılar. Fw 190 filoları 250 kg.lık bombalarla harekâta katılmışlardır. Hs 129 ve Ju 87 hafif bombardıman uçaklarından oluşan filolar, üç gün boyunca1. Tank Kolordusu'nun ve 70. Tank Tugayı'nın tanklarına saldırdı. Sovyet kayıpları öyle ağırdı ki geri çekilmek zorunda kaldılar. Alman mevzilerine ulaşmak için gönderilen tanklar hızla geri çekilmiş oldu. Filonun 19 Temmuz’da 66 kayıpla 135 tankı imha ettiği bildirildi. Sovyet 1. Tank Kolordusu’nun 20 Temmuz’da sadece 33 tankı kalmıştı. Alman orduları tuzaktan kurtuldu ve Stavka, 3. Tank Ordusu'na çevirme harekâtını sürdürme, en azından 35. Kolordu’yu imha etme emri verdi. Luftwaffe bir kez daha kararlılıkla devreye girdi. Bölgedeki Sovyet avcı filolarının, Luftwaffe’nin cephe boyunca ısrarlı atakları nedeniyle düzenleri bozuldu ve gün boyu süren saldırılarda yenilgiye uğradılar. Luftwaffe’nin 1.500 çıkışında, 38 Sovyet tankı, 85 araç, 8 tank çekici ve on dubalı köprü imha edilirken 13 uçak kaybedildi. General Walter Model, von Greim’e gönderdiği teşekkür mesajında “Luftwaffe’nin müdahalesi, ikinci bir Stalingrad faciasını önlemekte kesinlikle belirleyici olmuştur.” demektedir. 9. Ordu, Luftwaffe tarafından oluşturulan bu elverişli durumu kullanarak geri çekilmeliydi. Saldırıdaki görevleri bitmişti. Panzerler bir siklet merkezi oluşturamadığı ve Güney’deki kadar yoğun kullanılmadığı için, kayıplar Güney’e göre daha hafifti, 5 Temmuz – 14 Temmuz arasında toplam zırhlı araç kayıpları 143 olmuştu. Yine de bu, yeni asker ve silah akışı ile, Kızıl Ordu açısından beklenen sonuç değildi. Düzenli çekilen Kızıl Ordu birliklerinden birkaç top ele geçirildi. Sovyet karşı taarruzu Model’i, iki Alman ordusunun yok edilmesi riski ya da çekilmek ikilemi içinde bıraktı. Liddell Hart'ın değerlendirmesi, Taarruz, Kuzey Cephesi'ndeki gibi geniş çaplı hava harekâtlarıyla başladı. Alman hava saldırıları Sovyet 57. ve 67 Muhafız Tümenlerini kötü hırpaladı. Luftwaffe dikkatini Sovyet 6. Tank Kolordusu üzerine çevirerek 4. Panzer Ordusu’nu, hava korumasından mahrum bıraktı. Havada Sovyet üstünlüğünün sonucunda Sovyet savunması güçlenmiş oldu ve bunun yanı sıra hava desteğinin eksikliği, Großdeutschland Tümeni’nin 350 tankından 270’i savaş dışı bıraktı. Tümen, 80 tankla savaşı sürdürüyordu. Daha sonra Sovyet 2. Tank Kolordusu, 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler"'nin kanadına taarruz başlattı. Çaresizlik içinde iki Alman hava filosu, saldırıyı durdurmak için harekete geçti. Hava filolarından biri Fw 190 serisi avcı uçakları filosu, diğer ise Hs 129 yer bombardıman uçaklarından oluşan filodur. Uçaklar SD-2 anti-personel bombalarını kullanarak Sovyet hafif zırhlı araçlarına ve askerlerine ağır kayıplar verdirttiler. Luftwaffe’nin Sovyet 2. Tank Kolordusu üzerine saldırıları şafaktan akşam karanlığına kadar sürdü. Alman hava filosunda görev yapan Yüzbaşı Bruno Meyer, "Kaç tank vurduğumuzu saymak olanaksızdı." diye yazmıştır. 2. Tank Kolordusu ağır kayıplar verdiği için onun yerine 5. Tank Kolordusu 2. SS Panzer Tümeni'ne taarruz başlattıysa da başarılı olamadı ve ağır kayıplar verdi. Günü sonunda Sovyet kayıpları ağırdı 90 araç ve 82 uçak kaybetmişlerdi, Luftwaffe ise 11 uçak kaybetmişti. Sovyetler gece olunca Alman cephe gerisine yeni bir hava saldırı başlattılar. 2. ve 17. Hava Ordusu izleyen 24 saatte 269 çıkış gerçekleştirdi. Güneyde, Sovyet Voronej Cephesi, 52. Kolordu, 48. Panzer Kolordusu ve 2. SS Panzer Kolordusu ile oluşturulan Alman 4. Panzer Ordusu karşısında, Kuzey Cephesi'ne oranla daha az başarılı oldu. 2. SS Panzer Kolordusu daha dar cephede iki Kızıl Ordu piyade alayına saldırdı. Hoth komutasındaki 4. Panzer Ordusu'nun öncü zırhlı birlikleri savunma hatlarını ileri doğru zorladılar ve 6 Temmuz’da yer yer 15 km. ilerleme sağladılar. Voronej Cephesi'nin savunma planı, daha sonra eleştirilere konu olmuştur. Eleştirilerin bir bölümü, 1965 yılında Moskova'da yayımlanan tek ciltlik "Sovyetler Birliği'nin Büyük Yurtseverlik Savaşı 1941-1945" -Velikaya Otechstvennaya Voina Sovetskogo Soyuza 1941-1945- adlı çalışmaya dayandırılmaktadır. Bu eleştirilere göre: Kızıl Ordu, güneyde Alman taarruz hatlarını öngörememişti, bu durum onları savunmalarını daha yaygın bir biçimde düzenlemeye yöneltmişti. Örneğin Voronej Cephesi'ndeki dört ordudan üçünün cephesinde, her kilometreye on tanksavar topu düşmektedir. Oysa Merkez Cephe’nin –kuzey- 13. Ordu cephesinde kilometreye 23,7 tanksavar topu düşüyordu. Bu durum Merkez Cephe’deki top dağılımıyla keskin bir zıtlık oluşturuyordu, iki katından fazla. Diğer anlatımla Merkez Cephe’de sadece 13. Ordu cephesinde kilometre başına 23,7 tanksavar topu varken, Voronej Cephesi’nin tümünde kilometre başına 10 tanksavar topu düşmekteydi. Ayrıca Voronej Cephesi, asıl savunmayı yapmaya karar verdiği derinliği, çok daha ince bir taktik derinlikte belirlemişti ve birliklerin daha büyük orandaki kısmını Merkez Cephe’ye göre daha geride konuşlandırmıştı. Sonunda Voronej Cephesi Merkez Cephesi'ne göre zayıf olmasına rağmen daha güçlü Alman kuvvetler ile karşı karşıya geldi. Bu karşılaştırmalarda, gerideki ihtiyat unsurlarının hesaba katılmamış olduğu ileri sürülmektedir. Eleştirilere karşı çıkanlar, Voronej Cephesi'nin siyasi komiseri olan Nikita Kruşçev ile yakınlığı bilinen General Vatunin'in, önyargılı olarak eleştirildiğini ileri sürmektedirler. Alman kuvvetleri düzenli ilerlemeyi gerçekleştirmişti, fakat kuzeyde olduğu gibi, saldırı devam ettikçe taarruz cephesi genişliği ve yarma derinliği düşme eğilimindeydi. Yine de bu eğilim kuzeydeki kadar belirgin değildi. Başlangıçta, 5 Temmuz’da taarruz cephesi 30 km.idi, 7 Temmuz’da 20 km.ye, 9 Temmuz’da ise 15 km.ye düştü. Benzer şekilde girme derinliği 5 Temmuz’daki 9 km.den 8 Temmuz’da 5 km.ye düştü ve taarruz iptal edilene kadarki günlerde 2–3 km. olarak gerçekleşti. Kızıl Ordu mayın tarlası ve topçuları yine Alman saldırısı geciktirmeyi başardı ve kayıp verdirdi. Ateş hattındaki Kızıl Ordu birliklerinin Alman saldırılarını yavaşlatma becerisi, ellerindeki ihtiyat kuvvetlerini tehdit altındaki bölgelerde kaydırmalarına olanak verdi. Harekât sırasında dahi Kızıl Ordu istihkâm askerlerden oluşan küçük mobile grupları geceleri çalışarak, Alman saldırısının muhtemel olduğu bölgelerin hemen ilerisine, 90.000'den fazla ek mayını döşedi. Sovyet birlikleri, Almanlara çok sayıda asker ve top kaptırmadan, düzenli olarak geri çekildi. Alman kayıpları örnek olarak Großdeutschland Tümeni'nde görülebilir. Tümenin, muharebeye başladığında 118 tankı vardı. Muharebelerin beşinci günü olan 10 Temmuz’da tümen raporu, 3 "Tiger I", 6 "Panther", 11 Pzkw-III ve Pzkw-IV olmak üzere 20 tank faal durumda olduğunu bildirmektedir. 5 Temmuz'da 200 panzer ile harekât başlattığı 48. Panzer Kolordusu'nda ise toplam 38 "Panther" 'in kullanıma hazır olduğu ve 131 panzer onarım bekliyordu. Yine de Güney'de bir Alman yarma tehdidinin hesaba katılması gerektiği açıktı. Böyle bir olasılığa karşı, aylar öncesinden merkezi bir ihtiyat unsuru olarak Step Cephesi kurulmuştu. Step Cephesi'nin birimleri 9 Temmuz gibi erken dönemde güneye kaydırılmaya başlandılar. Buna 5. Muhafız Tank Ordusu ve diğer karma silahlı güçler dahil edildi. Kızıl Ordu’nun 7. Muhafız Ordusu, Kempf Ordu Müfrezesi’ni Donets Nehri‘ni geçtikten sonra, sağanak yağışın da yardımıyla durdurunca Alman sağ kanadı korumasız kaldı. İki tank kolordusuyla takviye edilen 5, Muhafız Tank Ordusu, Prohorovka’nın güneyine hareket etti ve 2. SS Panzer Kolordusu bölgeye ulaştığında taarruz etmek üzere hazırlığa girişti. Şiddetli bir çatışmanın ardından Kızıl Ordu, 2. SS Panzer Kolordusu’nu, o an için durdurmayı başardı. Şu anda 4. Panzer Ordusu’nun cephesinde, bir Alman taarruzuyla Kızıl Ordu cephesinin yarılması kuvvetle muhtemel görünüyordu. Stavka bu yüzden 5. Muhafız Tank Ordusu’nun mevzi alarak hazır beklemesine karar verdi. Bu savaşın muhasebesi, tartışma ve uyuşmazlıkların karanlığında kaldı. Alman ağır tanklarına Sovyetlerin başarılı kitlesel taarruzu, özgün Sovyet değerlendirmesinde pervasız bir cesaret olarak görülüyorsa da bu açıklama, şimdilerde genellikle hafife alınmaktadır. En son düzeltilmiş açıklamalar tam bir Sovyet fiyaskosuna işaret etmektedir, Alman zırhlılarına yönelen Sovyet hücumları, Alman tankları tarafından değil, esasen birçok Sovyet tankının tank engeller
ine düşmesi nedeniyle dağıldı. Çok yüksek kayıplar pahasına olsa da bir Alman girmesini durdurmasında Kızıl Ordu'nun yeterli olduğu tartışmasızdır. Bu anlamda bu savaş, genel olarak savaşın, özel olarak da Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın dönüm noktası oldu, tam bu noktada, yıldırım savaşını durdurmayı başardı. 12 Temmuz sabahı, General Hermann Hoth, 4. Panzer Ordusu'nu, kullanılabilir yedekleriyle birlikte Sovyet cephesini yarmayı kararlaştırdı ve Prohorovka'ya ilerledi. Bu sırada 5. Muhafız Tank Ordusu, 12 Temmuz için planladığı geniş bir cephede girişilecek taarruzlarına başlamıştı. Sonrasında ne olduğu yeni açıklanan arşiv beldeleri ışığında, tartışmaya açıktır. Bastıran sıcakta, sekiz saatlik bir savaş başladı. Alman birliklerinin 494 tank ve kundağı motorlu topunun % 90’ı operasyona katılmıştır. 5. Muhafız Tank Ordusu’nun personeli, henüz savaşa katılmadıklarından taze kuvvetlerdi. Alman kuvvetleri kendilerini sayıca üstün bir kuvvetin karşısında buldular. Savaş sona erdiğinde 5. Muhafız Tank Ordusu araziye hâkimdi ve hasar görmüş tanklarla yaralıları güven altına aldılar. Savaş, çok yüksek bedelli bir taktik kayıp olarak görülebilir, fakat Kızıl Ordu için operatif bir beraberliktir. Ne 5. Muhafız Tank Ordusu ne de 2. Panzer Kolordusu, gün boyu başkaca bir harekâta girişmedi. Hava savaşları da şiddetliydi: von Manstein bu hava akınını, Oboyan ve Kursk’ta bir Sovyet yarmasını önleyecek kesin sonuçlu bir darbe olarak tasarlamıştı. 5. Muhafız Tank Ordusu, gece boyu, 593 tankı ve 37 kundağı motorlu topuyla Stari Oskol'daki mevzilere çekildi. Sovyetlerin kayıpları fazlaydı ve 2. Hava Ordusu sadece 96 İlyuşin, 266 avcı uçağı ve 140 bombardıman uçağını bu bölgeye tahsis edebildi. 17. Hava Ordusu, 300’ün üzerinde silahı bir araya toplayabilmiştir. Cephenin bu bölümünde Alman "VIII. Fliegerkorps" 654 çıkış yaparken Sovyet 17. Hava Ordusu 893 sorti yapmıştır. İlyuşin’ler, gün boyu 2. SS Panzer Tümeni "Das Reich"’ne saldırdılar ve Alman zırhlı birliklerine ciddi hasar verdiler. Aynı anda Luftwaffe’nin akınları, 69. Ordu ve 5. Muhafız Ordusu'nda kayıplara neden oldu. Sovyet tank kayıpları bilinmiyorsa da, 29. Tank Kolordusu'nun bir raporunda, “...düşman uçak ve toplarının yol açtığı ciddi tank kayıpları...” rapor edilmektedir. Sözkonusu kayıplar öylesine ağırdı ki ileri hareket durdu ve savunma düzenine geçildi. Sovyet Sovyet hava unsurlarının 4. Panzer Ordusu'nun kanatlarına yüklenmesi nedeniyle Luftwaffe, Prohorovka üzerinde hava hakimiyetini sağladı. Buna karşılık, 31. Muhafız Tank Kolordusu ve 33. Muhafız Kolordusu, 3. SS Panzer Tümeni "Totenkopf" ile girdiği çatışmada "Tiger I" tanklara zayıf yanlarından saldırma ve Alman zırhlılarını yakına alma taktiklerini uyguladı. Bunun üzerine 2. SS Panzer Tümeni, savunma düzenine geçti. Zırhlılarının yarısın yitiren Alman kuvvetleri yine de durumlarını korudular. Almanların tek kazanımı, 11-12 Temmuz gecesinde Donets Nehri üzerinde Rzavets’de bir köprübaşını ele geçirmeleriydi. Bu da, Alman kayıplarının ağırlığını göstermektedir. 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler", Sovyet 18 Tank Kolordusu tarafından durduruldu; 3. Panzer Kolordusu ve 2. SS Panzer Tümeni "Das Reich" de 2. Muhafız Tank Kolordusu ve diğer iki Sovyet ihtiyat kolordusu tarafından dizginlendi. Tank kayıpları, o zamandan beri tartışma konusu oldu. Kızıl Ordu tank kayıpları en düşük 200, en yüksek 822 olarak açıklandı, fakat şimdiki kayıp tutanaklarında kayıplar 300 dolayında ve bir o kadar da hasar gösterilmektedir. Benzer şekilde Alman kayıpları en az 80 ya da düzinelercesi "Tiger I" olmak üzere yüzlerce olarak rapor edildi. Bu sayıyı, Alman tank kayıp kavramı nedeniyle kanıtlamak olanaklı değildir. Alman toplam tank kayıplarının 60 – 70 kadar olduğu düşünülüyor. Ayrıca toplam kayıplara ek olarak, tamir atölyelerinde terk edilen tanklar da vardır. Çatışmalarda hasar gören tanklar, -ki bunların da sayısı bilinmemektedir- tamir atölyelerine çekilmişti. Sonradan, Kızıl Ordu’nun Polkovodets Rumyantsev Harekâtı sırasında, tamir atölyelerindeki tankların çoğu terk edilmiştir. Nipe, tüm kolordularda muharebe dışı kalan tankların sayısının 70-80 olduğunu bildirir. Fakat kaçının kısa süreli ya da uzun süreli tamirde olduğu açık değildir. Ne olursa olsun, hem 2. SS Panzer Kolordusu, hem de 5. Muhafız Tank Ordusu'nun kayıpları, “gelmiş geçmiş en büyük tank savaşı”na zaman zaman abartılarak atfedilen kadar yüksek değildir. Operasyonun başlarında, Alman birliklerinin saldırısı, savunmacılar tarafından, ilerledikçe daralan bir cephe alanına belirgin bir biçimde sıkıştırıldı. Seçkin Kızıl Ordu hava unsurları, iyice daralan Alman ileri hareketinin kanatlarını güçlü bir şekilde baskı altında tuttular. Almanlar bu dar cephe alanı içine birliklerini sığdıramadığı gibi alanı genişletecek muharebe güçleri de olmadı. Böylece, kanatlarındaki baskıyı önleme gereğinin sonucu olarak, ileri harekette sürekli olarak güç kaybettiler. Kuzeyde 10 Temmuz’da Alman taarruzu durduğunda, güneyde genel durumları hâlâ dengedeydi ve bu durum 12 Temmuz’da bile böyleydi. Güneydeki yorgun ve oldukça yıpranmış Alman kuvvetleri, ilk iki tahrip (savunma) kuşağında yine de bir gedik oluşturmuştu ve son savunma kuşağının da neredeyse yarılacağına inanıldı. Ne var ki bu yanlış bir değerlendirmeydi. Gerçekte onları bekleyen en azından beş savunma kuşağı vardı. Gerçi, en güçlüsü ilkiydi ve bazılarında piyade birlikleri yer almıyordu. Kızıl Ordu savunmacıları zayıflatılmıştı ve yedek kuvvetlerin büyük bölümü kullanılmıştı. Buna rağmen henüz muharebeye sokulmamış Kızıl Ordu yedekleri, kullanılabilir durumdaki birkaç Alman yedek kuvvetinden çok daha uzaktaydı. Alman kuvvetleri 16 Temmuz’da taarruz çıkış hatlarına geri çekildiler. Ciddi tükenmiş durumda olan Alman kuvvetleri, ardından Polkovodets Rumyantsev Harekâtı ile karşılaşmak zorunda kaldılar. Belgorod – Harkov bölgesinde 3 Ağustos'ta, Alman kuvvetlerini dağıtmaya yönelik bir saldırı başladı. Alman kuvvetleri, şiddetli bir direnç göstermelerine karşın Belgorod’tan 5 ağustos’ta, Harkov’dan ise 23 Ağustos’ta çekildiler. Harkov’u alınmasıyla Sovyetler için Kusrk Savaşı sona ermiş oldu. Batılı Müttefikler, 9 – 10 Temmuz 1943 gecesi Sicilya’nın istilası için, Husky Harekâtı olarak bilinen bir çıkartma yaptılar. Üç gün sonra Hitler von Kluge’u ve von Manstein’i, Doğu Polonya’daki karargâhına (Kurtini) çağırdı ve Zitadelle Harekâtı’nı “geçici olarak” iptal etme niyetini bildirdi. Von Manstein onu vazgeçirme girişiminde bulundu ve Zitadelle Harekâtı’nın zaferin kenarında olduğunu ileri sürdü. Şunları söyledi, "Düşmanın getirdiği yedek kuvvetlerin, kesin bir biçimde yenilgiye uğratılmasından önce çekilmesine hiçbir şekilde izin vermemeliyiz." Roller alışılmadık bir biçimde tersine döndü ve Hitler von Manstein’e saldırıyı sürdürmesi için birkaç gün daha süre tanıdı, fakat 17 Temmuz’da bir geri çekilme emri verdi ve operasyonu iptal etti. Ardından Hitler, tüm SS panzer tümenlerinin (2. SS Panzer Kolordusu) İtalya’ya sevk edilmesi emrini verdi. Sovyet saldırısı başladığında bu karar kısmen iptal edildi. İtalya Harekâtı için yalnızca bir zırhlı tümen, 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler", 17 Temmuz'da bölgeden ayrıldı (Ağır teçhizatını almadan). Diğerleri başarısız Alman taarruzunun bitiminde başlayan Kızılordu karşı taarruzunu durdurabilmek için geride kaldılar. Hitler'in taktik savaşın doruk noktasında operasyonu sonlandırma kararlılığı, Alman generallerinin günlüklerinde ve bazı tarihçiler tarafından bugüne kadar şiddetle eleştirilmiştir. Örneğin, SS panzer tümenlerinin, Kursk Muharebesi'ndeki katkıları yaşamsal olacakken, Sicilya’ya ulaşmalarının üç ayı bulmuş olması nedeniyle zamanında müdahale edememelerine işaret edilmektedir. Oryol’u hedefleyen Kızıl Ordu karşı taarruzu olan Kutuzov Harekâtı, durumu kesin biçimde değiştirdi. Alman 9. Ordu birliklerinin, devam eden kendi saldırılarını sürdürmek yerine bu saldırıya karşı koymak için yeniden mevzilenmeleri gerekiyordu. Güney’deki birliklere, 15 Temmuz’da, 4 Temmuz’da tutuyor oldukları başlangıç hatlarına geri çekilme ön emri (çekilme için gerekli plan ve hazırlıkların yapılması için) verildi. Çekilmenin amacı cepheyi kısaltmak, böylece yedek kuvvet oluşturabilmekti. Güney’de, Kızıl Ordu’nun, Temmuz'daki kayıplar sonrasında yeniden gruplanmak için daha fazla zaman ihtiyacı vardı, bu yüzden Polkovodets Rumyantsev Harekâtı’nı 3 Ağustos’a kadar başlatamadılar. General von Manstein’in büyük gayretle almış olduğu Belgorod, Kızıl Ordu tarafından daha güneydeki Mius Nehri'ndeki yanıltıcı taarruzların da desteğiyle geri alındı. Belgorod ve Oryol’in geri alınması, Moskova’da havai fişek gösterisiyle kutlandı ve geri alınan her Sovyet kentinin Moskova'da bu şekilde kutlanması bundan böyle genel uygulama halini aldı. Kızıl Ordu, 11 ağustos’ta, Hitler’in ne pahasına olursa olsun savunmaya kararlı olduğu Harkov'u aldı. Alman birlikleri sayıca azalmışlardı ve teçhizat sıkıntısı içindeydiler. Fed Mareşal Von Manstein, Kursk saldırısı sonucunun siyah ve beyazdan çok, gri olacağına inamaktaydı. Almanlar, çekilmek zorunda kalmalarına karşın "düşman yedeklerinin seyyar unsurlarının en azından bir kısmını imha etmeyi başardılar". Bununla birlikte, Sovyetler Kursk Operasyonu'nun savunma aşamasında uğranılan kayıplara karşın, çok başarılı bir şekilde karşı saldırıya geçiş yapmayı başardılar, iki hafta içinde Alman kuvvetlerini Dinyeper’in karşısına, Batı Ukrayna'ya doğru sürdüler. Manstein, harekâtın sonuçta tüm Alman kuvvetleri için bir yıkım olacağını gördü. Aşırı bitkinlik, 22 Ağustos'ta her iki tarafı da etkiledi ve Kursk Operasyonu sona erdi. 1943 yılının bahar aylarında, Dinyeper'in batı kıyılarına yönelen bir dizi başarılı Kızıl Ordu operasyonu birbirini izledi ve Kiev geri alındı. Operasyon, net bir Sovyet başarısıdır. İlk kez olarak, geniş çaplı bir Alman saldırısı Kızıl Ordu cephesini yarmadan durdurulmuştu. Almanlar, önceki yıllara göre daha gelişkin teknolojide zırhlı araçlar kullanmalarına karşın, Kızıl Ordu’nun savunma derinli
ğini yarıp geçemedi ve Kızıl Ordu’nun büyük ölçekli yedek kuvvetleri, Almanlar için kötü bir sürpriz oldu. Bu sonuç, ancak birkaç kişi tarafından öngörülmüştü ve Doğu Cephesi'nde savaşın gidişatını değiştirdi. Zafer ucuz olmamıştı, Kızıl Ordu, Almanların operasyondan bekledikleri kazanımlara ulaşmalarını engellemiş olsa da, Wehrmacht'tan daha fazla adam ve silah kaybetmişti. Heinz Guderian'ın günlüğünden: Farklı kaynaklarda tarafların gerek insan gerekse silah kayıpları konusunda birbirini tutmayan rakamlar gözlenir. Bu yüzden kayıplar konusunda kesin rakamlar vermek kolay değildir. Söylenecek en doğru şey, her iki tarafın da ağır kayıplara katlanmış olduklarıdır. Alman kuvvetleri yönünden,taarruzun güney kıskacını oluşturan kuvvetler görece daha ağır kayıplara uğradılar. Alman tarafı açısından kayıpları karşılamak uzun bir zaman dilimi gerektiriyordu ve kısa zamanda uğradıkları kayıpları yerine koyamadılar. Oysa Sovyetler, kısa sürede kayıpları karşılayabildiler. Zaten karşı taarruzlarını sürdürecek ihtiyat kuvvetleri vardı ve Kursk Muharebesi sırasında savaşa sürülmemişti. Bu noktadan itibaren yeni bir tablo ortaya çıktı. Almanlar, savaşın devamını Kızıl Ordu'nun hamlelerine tepki vermekle harcadıkça, inisiyatif kesin biçimde Kızıl Ordu’ya geçti. İtalya'da yeni bir cephe açılmıştı, bu durumda Almanların kaynaklarının bir kısmı ve dikkatleri başka yöne çekilmiş oldu. Her iki tarafta da kayıp verdi, fakat sadece Sovyetler’in kayıplarını kapatacak insan kaynakları ve endüstriyel üretim kapasiteleri vardı. Almanlar Kursk’tan sonra inisiyatifi bir daha hiç kazanamadılar ve Doğu’da büyük çaplı bir taarruz harekâtı başlatamadılar. Bundan başka, kayıplar, genel karargâhının yetersizliğine Hitler’i daha fazla inandırdı. Askeri konularda müdahalesi artarak devam etti, böylece savaşın sonuna kadar taktik kararlara karıştı. Öte yandan Stalin farklı bir tutumdaydı. Stavka’nın planlamasının savaş alanında doğruluğunun kanıtlandığını gördükten sonra kurmaylarına daha fazla güvendi ve harekât planlamasından geri çekildi, askeri kararları nadiren iptal etti. Her iki taraf için de sonuçlar tahmin edilebilir, Alman ordusu yenilgiden yenilgiye sürüklendi. Hitler, yakında üç cepheli hale gelecek olan savaşta, ayrıntılara giderek daha fazla karıştı. Öte yandan Kızıl Ordu, savaşın devamında daha akışkan ve daha bağımsız yönetilir oldu. Alman kuvvetlerinin geri çekilmesinden hemen sonra Oryol bölgesinde Kutuzov Harekâtı'yla başlayan Kızıl Ordu karşı taarruzları, Doğu Cephesi'nin güneyine Rumyantsev Harekâtı'yla sıçradı ve Sovyet kuvvetlerinin taarruzları 1943 yılı Aralık ayının son günlerine kadar devam etti. Bu Kızıl Ordu taarruzları sonucunda Doğu Cephesi'nin güneyinde geniş bir bölge Alman işgalinden çıkmış oldu. Kızıl Ordu cephe hattını, Belgorod - Jitomir ekseninde yaklaşık olarak 750 – 800 km. ileri attı. 29 Mart 2006 tam güneş tutulması 29 Mart 2006 tarihinde gerçekleşen tam güneş tutulması, Dünya üzerinde geniş bir alanda gözlemlendi. Bu güneş tutulmasının en net izlenebildiği ülke Türkiye'dir. Ay'ın Güneş'i kapatması gün doğumuyla birlikte Brezilya kıyılarında başladı ve akşam saatlerinde Moğolistan'da sona erdi. Yaklaşık 5 saat süren bu doğa olayı Afrika'nın üçte ikisi, Avrupa'nın tamamı ve Orta Asya'da parçalı olarak gözlemlenebilirken, aşağıdaki yerlerden tam tutulma olarak gözlendi: İnsanlar bu doğa olayını izlemek üzere Dünya çapında tutulmanın gözlemlenebildiği alanlarda toplandılar. Birçok ülkeden binlerce turist ve yüzlerce bilim insanı Antalya'daki Apollon amfi Tiyatrosu'nda buluştu. NASA buradaki gözlemi internet üzerinden bütün dünyaya yansıttı. Tam tutulma hattı üzerinde bulunan noktaların hemen hemen tümünde gün boyu bulutsuz ve berrak bir hava yaşandı. Birçok gözlemci tam güneş tutulması sırasında izlenebilecek birçok olaya tanık olmayı başardılar. Birlikte işlerlik Birlikte işlerlik ürünlerin, sistemlerin veya iş süreçlerinin beraber çalışarak ortak bir işlemi yerine getirmelerine denir. Bu terim, teknik alanlarda kullanılabileceği gibi; sosyal, politik ve organizasyonel alanlar da dikkate alınarak daha geniş bir kapsamda tanımlanabilir ve kullanılabilir. Yazılım alanında birlikte işlerlik, farklı programların belirli iş süreçlerini kullanarak bilgi alışverişinde bulunabilmesi, aynı dosyaları okuyup yazabilmesi ve aynı protokolleri kullanabilmesidir. Bir üründe birlikte çalışabilirliğin bulunmaması bir tasarım yetersizliği olarak görülebilir. Golem Golem, efsanelerde ruhu olmayan genelde kilden veya topraktan oluşturulan bir canlıdır. Orta çağda tanrının isimlerinin veya sıfatlarının farklı şekillerde söylenmesi, bu kelimeleri oluşturan harflerin farklı şekilde dizilmesi veya bunların bir kağıda yazılarak yapılan muska ve tılsımlarla golem oluşturulmasına ilişkin birçok efsane doğmuştur. Bir musevi efsanesinin kahramanıdır, Talmud'da Âdem'in ruh üflenmeden önce bir golem olduğu yazılıdır. Musevi folklorunda golemler genellikle insan şekli verilmiş çamurdan yapılırlar. Ruhları yoktur, zekaları düşük seviyededir, ki Golem seviyesi İbranicede "aptal" kelimesinden türetilmiştir.(גולם, "goilem") Temel amacı yaratıcısını korumaktır. 17. yüzyıl Prag Musevileri arasında antisemitiklere karşı adaleti sağlayan doğaüstü "Prag Golemi" inancı yaygındı. İnanışa göre haham Judah Loew ben Bezalel tarafından kilden bir heykel yapıldı ve musevi halkını koruması için canlandırıldı. Alnına emet (אמת, doğruluk) kelimesi yazıldı. Musevi halkını korudu ve zamanla güçlendi. Fakat cumartesi günleri golemin çalışması yasaktı bu yüzden de alnından e harfi silinir böylece met (מת, ölüm) kelimesi kalırdı ve golem haraketsiz bir şekilde dururdu. Bir cumartesi e harfini silmeyi unuttular ve golem kontrolden çıkıp her şeyi yıkmaya ve insanlara zarar vermeye başladı. Böylece alnındaki tüm harfleri sildiler ve golem parçalara ayrılıp dağıldı. Parçalarını Prag'taki Altneu sinagogunun altındaki gizli bir odaya mühürledikleri söylenir. Özellikle fantastik konulu kitap, bilgisayar oyunu ve rol yapma oyunu türlerinde golemlere sıkça rastlanır. Genelde büyü ve tılsımlarla verilen emirleri yerine getirmesi için canlandırılır. Verilen emri yerine getirene kadar veya belirli bir zaman boyunca kalır ve sonra yok olur. Toprak, kaya, ağaç, ateş, demir, kan gibi çeşitli türleri vardır. Golem hangi maddeden yapılmışsa o şekilde adlandırılır (kaya golemi, demir golemi vb.) ve onun niteliklerine sahip olur. Çok kullanıcılı işletim sistemleri Aynı anda birden fazla kullanıcının bilgisayarı kullanmasına ve program çalıştırmasına olanak tanıyan işletim sistemleridir. Tüm zaman paylaşımlı sistemler çok kullanıcılı sistemlerdir. Bu tür sistemlere en temel örnek olarak uzaktaki pek çok kullanıcısına (SSH veya Telnet vasıtasıyla) Unix kabuk hizmeti sunan bir bilgisayar verilebilir. Aynı şekilde tek makine ve birçok monitör ile X hizmeti de sunulabilir. Prut Antlaşması Prut Antlaşması, 21 Temmuz 1711 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında yapılmış bir antlaşmadır. 1710 yılında Osmanlı İmparatorluğu Sultan III. Ahmed tarafından yönetilmekteydi. Rusya'nın başında Çar Büyük Petro "Deli Petro", İsveç'in başında ise XII. Şarl "Demirbaş Şarl" bulunmaktaydı. Demirbaş Şarl'ın ordusu Poltava Savaşı'nda Deli Petro'nun ordusuna yenildi ve Osmanlı topraklarına sığındı. Bu arada Rusya'nın Lehistan'ın içişlerine karışması, Eflak ve Boğdan beylerini Osmanlılara karşı kışkırtması Osmanlı İmparatorluğunu rahatsız ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa yönetimindeki ordu Kırım Hanlığı ordusunun desteğiyle Rusları Prut nehri kıyısında kıstırdılar. Bu mevzi,bir yanı bataklık bir yanı uçurum olan bir yerdeydi. Prut Savaşı denilen bu savaşı Osmanlıların kazanması üzerine Prut Antlaşması imzalandı. Antlaşmanın koşulları şunlardır: Bern Bern (, , Romanşça:"Berna", İtalyanca:"Berna") İsviçre'nin dördüncü büyük şehri ve İsviçre'nin "de facto" başkenti, ayrıca Bern kantonunun başkenti'dir. Bern'de yaşayanların çoğunluğu Almanca konuşmaktadır,ya da daha özel olarak Bern Almancası.Bern Kantonunda ise genel olarak Fransızca konuşulur. Bern şehrinin adına ilk olarak 1 Aralık 1208 tarihli bir belgede rastlanmıştır. Şehrin adının kaynağı bugüne kadar anlaşılmasa da, kısmen efsaneler kısmen yorumlamalar ile temellendirilmiş çeşitli açıklamalar bulunmaktadır. Şehrin olduğu bölgede La Téne kültüründen bu yana yerleşim görülür. Tiefenau bölgesinde bulunan MÖ. 3. yüzyıla ait yerleşim kanıtları bulunmuştur.MÖ. 2. yüzyılda tüm yarımadanın yerleşimlerle kaplandığı görülür. Jül Sezarın bahsettiği 12 Helvetik kabileden biri burada olmalıdır. Roma çağında MS. 165-211'e kadar Enge yarımadasında amfitiyatrosu ve kaplıcaları olan bir gallo-Roman ""vicus"" bulunuyordu. Çok sayıda kazı alanı, erken ortaçağ'da Bümpliz'de bir yerleşim bulunduğunu kanıtlamaktadır. Burada 7. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar bir Mauritius kilisesi ve karolenj burgonyasından kalma ağaçtan bir tahkimatı olan bir kraliyet sarayı kalıntıları bulunmuştur. Günümüzdeki şehir ise 12. yüzyılda yukarı Burgonya'da iktidarda olan Zähringer hanedanından V. Berthhold tarafından kurulmuştur. 14. yüzyıl kroniği "Cronica de Berno" kuruluş yılı olarak 1191 tarihini verir. Berthold'un varis bırakmadan ölmesi sonunda Zähringer hanedanı sona erdi ve Bern, 1218'de bir altın berat ile özgür imparatorluk şehri yapıldı. Şehrin bağımsız bir şekilde büyümeye başlaması Habsburg ve Burgonya soylularının rahatsızlığına yol açtı ve 1339'da patlayan Laupen savaşında Bern, müttefiklerinin de yardımıyla önemli bir zafer kazandı. Üç orman kantonu arasında1323'ten beri geçerli olan ve 1341'de yenilenmiş olan birlik Eski İsviçre Federasyonu anlaşmasına Bern de 1353'te katıldı ve 1353 ile 1481 arasında federasyonun oluşum döneminin 8 kantonundan biri oldu. Şehir, Aare nehrinin oluşturduğu yarımadanın batısına doğru gelişmeye devam etti. Zytglogge'nin bulunduğu yer ("Zeit glocke" yani saat çanı) 1191'den 1256'ya kadar olan genişlemeyi, Käfigturm'un o
lduğu yer ise 1345'e kadar olan genişlemeyi gösterir. Otuz Yıl Savaşları sırasında, tüm yarımadayı korumak amacıyla, büyük ve küçük "Schanze" adı verilen iki yeni tahkimat daha yapıldı. 1405'te meydana gelen büyük yangında, şehrin orijinal ahşap evleri tamamen kül olunca, yerlerine şu anda eski şehrin karakteristiği haline gelmiş olan yarı ahşap ve daha sonra da kumtaşından evler yapıldı. 14. yüzyılda Avrupa'yı vuran veba salgını dalgalarına rağmen, şehir büyümeye devam etti ve çevredeki kırsal bölgelerden yoğun bir göç aldı. Şubat 1528'de Berchtold Haller'in başlattığı reform hareketi Bern yönetiminin de desteğini aldı. Bern, 1415'te Aargau'yu, 1536'da Vaud'u ve başka küçük bölgeleri işgal edip ele geçirdi ve böylece Alplerin kuzeyindeki en büyük şehir devleti oldu. Sınırları bugünkü Bern kantonu ve Vaud kantonunu büyük bölümünü içeriyordu. 1648 yılında yapılan ve Avrupa ulus devletlerinin büyük kısmının sınırlarının çizilmesini sağlayan Westfalya anlaşması sayesinden Bern de imparatorluktan bağımsızlığını kazanmayı başardı. Ortaçağın oligarşik iktidar biçimi 18. yüzyıla kadar egemenliğini sürdürdü: 200 ile 299 arasındaki patriciden oluşan "Gross Rat" (büyük meclis) en büyük karar organı idi. Bu meclisin üyeleri içinden asıl yürütmeyi oluşturan "Klein Rat" (küçük meclis) seçilirdi. En üstte ise "Schultheiss" yeralırdı. Belediye sınırları içindeki Bern şehir nüfusu (2013 tahminleri itibarıyla) 137,919 kişidir. Belediye sınırları içinde Bern şehrinin nüfus sayımı verilerine göre tarihsel nüfus gelişmesi şu grafik ve tabloda özetlenmiştir: Belediye sınırları içindeki Bern şehri nüfusunun değişik konuşma dilleri; bağlı oldukları din ile mezhep ve İsviçreli olup olmadıkları itibarıyla sınıflandırılmasının tarihsel gelişmesi şu "Tarihî Nüfus Verileri" tablosunda incelenebilir: Beldiye sınırları içinde Bern şehri 6 bölgeye ("Stadtteile") ve her bir bölgede çok sayıda semte ("Quartiere") bölünmüştür: Şu liset bunalri özetler: Bern'de düzinelerce sinema bulunur. Sinemalarda genellikle filmler orijinal dillerinde (ornegin İngilizce) gösterilir ve altyazı olarak Almanca veya Fransızca filme eklenir. Çok az sayıda sinemada Almanca dublajlı filmler izlenebilir. Bern Üniversitesi (Almanca: "Üniversität Bern") 1834'te kurulmuştur. Bern Kantonu tarafından finanse edilmekte ve yönetilmektedir. Belirli bir şehirden ayrı bir kampüsü olmayıp şehir içinde farklı binalarda eğitim vermektedir. Geniş akademik alanlarda kurs ve programları bulunmaktadır. Üniversitede 8 fakülte bulunmaktadır: Üniversite bilimsel ve bilgisel araştırmaya önem vermekte ve 160 kadar araştırma "enstitüsü" bulunmaktadır. Bern'de ayrıca yüksek eğitim için 1997'de kurulmuş olan Berner Fachhöchschüle (Bern Uygulamalı Bilimler Üniversitesi) bulunmaktadır. Bu üniversite kurumuna 6 "okul" bağlıdır: Mühendislik ve Enformasyon Teknoloji Okulu; Mimarı, İnşaat ve Tahta Sanayi Mühendislik Okulu; İşletme, İdarecilik ve Sosyal Çalışma Okulu; Bern Güzel Sanatlar Üniversitesi; İsviçre Ziraat Koleji ve Magglingen Spor Koleji. Bern değişik otoyollar ile (A1, A12, A6) diğer şehirlere bağlanmıştır. "İsviçre Federal Demiryolları (SBB-CFF-FFS)" tarafından işletilen "Bahnhof Bern (Bern Tren Gari)" şehri ülke içindeki ve Avrupa demiryolları sistemlerine bağlamaktadır. Bahnhof Bern Interlaken'den Berlin'e ICE ile ve Paris'e TVG ile ekpres hızlı trenleri için önemli bir istasyondur. Bern'de bir havaalanı (Regionalflugplatz Bern-Belp) bulunmakta ve İsviçre, bazı Avrupa şehirlerine ve yaz mevsimlik tatil icin uçuşlar yapılmaktadır. "Bern S-bahn" metro sistemi, "Bern Tramvay Ağı" Sistemi, "Bern Troleybüs" sistemi ve otobüsler şehir içi kamu ulaşımında entegre bir şekilde etkin olarak kullanılmaktadır. Ayrıca şehirde "Marzili" semtinden "Bundeshaus"'a giden "Marzilibahn" adı verilen kısa 106 metrelik bir füniküler sistemi bulunmaktadır. Obwalden Kanton Obwalden Almanca konuşulan, unterwalden (aşağı ormanlar) kantonlarından biridir. Nüfus olarak İsvire'deki 26 kanton arasında 25. sıradadır. Kantonlardan 20 tanesi tam 6 tanesi yarım kantondur ve Obwalden yarım kantonlara bir örnektir. Başkenti Sarnen olup, yerli halkın geçim kaynağı genelde otel ve çiftçiliktir. Yörenin peynirleri meşhurdur. Sarnen, ayni zamanda göle sahip bir şehir olup dört tarafı dağlarla çevrilidir. Halk genel olarak Katoliktir. SD kart SD Memory Card ("Secure Digital Memory Card" in kısaltmasıdır. Türkçesi: "Güvenli Sayısal Hafıza Kartı") bir hafıza kartı standardıdır. SecureDigital kartları 2001 yılında SanDisk tarafından, daha eski bir standart olan MMC kartının geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. SecureDigital ismi, donanımsal olarak içerdiği Digital Rights Management (Digital Rights Management) fonksiyonundan ileri gelmektedir. İçindeki kullanıcı tarafından görünemeyen bir hafıza alanı, yasal olmayan dosyaların kullanımını engellemek için ayrılmıştır. Hafıza kartı dahili bir denetleyici içerir. 32 mm × 24 mm × 2,1 mm ebatlarındadır. SD 1.1 standardına göre kartların kapasitesi 8 MB ile başlayıp FAT16 dosya sisteminin sınırı olan 2 GB'a kadar katlanarak çıkmaktadır. SD 2.0 veya SDHC olarak bilinen standart ile beraber ise kapasite 32 GB'a ulaşmıştır. SD 3.0 veya SDXC olarak bilinen standart ile beraber ise en yüksek kapasite teorik olarak 2 TB'a erişmiştir. Ayrıca kartlar üzerinde bir adet yazım koruma tırnağı mevcuttur. Daha ufak cihazlar için miniSD geliştirilmiştir. 20 mm × 21,5 mm × 1,4 mm ölçüleri ile ortalama SD-Card'ın yarısı kadardır. Küçük bir çevirici yardımı ile tüm normal SD-Slotlarına takılabilmektedir. Bu ufak kartlar 32 MB ila 2 GB arasında bir kapasiteye sahiptirler. MicroSD-kartları SD Card ve miniSD den daha ufaktırlar. 11 mm × 15 mm × 1 mm ölçüleri ile 2005'te dünyanın en küçük Flash-RAM-hafıza kartıdır. SD kartlar farklı hızlarda olup hız değerleri CD-ROM sürücülerde olduğu gibi X harfiyle belirtilir ve 1X=150kB/s'dir. Üretime başlandığında ortalama 3,6 MB/s okuma ve 0,8 MB/s yazım hızına sahip iken, günümüz kartları 2 MB/s ile veri aktarabilmektedir. High-speed olarak nitelendirilen kartlar (SanDisk Ultra IV) ise 40 MB/s hızında okuma ve yazım yapabilmektedir. En yüksek değerler, üreticiye ve kullanılan cihaza göre değişebilir. Çoğunlukla aktarım hızı doğrudan verilmez, bunun yerine CD okuma hızı baz alınarak verilir (= ortalama 150 kB/s ilk single speed veya 1x sürücüler). Bu yazım metodu CD-Yazıcılar ve diğer yazılabilir medyalar için de bir standart halini almıştır. Örneğin; High-speed SD card 50x = ortalama 7,5 MB/s yazım hızına denk gelir. 267X'e kadar SD Card'lar mevcuttur. High Speed SD kartlar aşağıda verildiği gibi "hız sınıfı dereceleri"'ne sahiptir. Bunlar garanti edilen en düşük yazma hızlarıdır. SD-Kartlar günümüzde pek çok aygıtın içindedir. Genellikle dijital kameralar , MP3 çalarlar ve PDA pek çok alan için SD karta ihtiyaç duyarlar. Bunun dışında Nintendo şirketinin bazı ürünlerinde SD kartlara rastlanır. SD-Kart kullanabilen cihazlar çoğunlukla Multimedia Card kullanabilirler; çünkü ölçüleri, biraz ince olmasının dışında aynıdır. Fakat Multimedia Card için üretilmiş aygıtlar genellikle SD-Kartlar ile uyumlu değildirler. Zira yuva daha incedir. Öte yandan SD-Kart ile Multimedia Card arasındaki en önemli teknik fark, Multimedia Card'larda bulunmayan; ancak SD kartlar üzerinde yer alan ve adlarının "Secure Digital"in (secure=güvenli) baş harfleri kısaltılmasıyla anılan SD kartların yan tarafında yer alan kayıt engelleme kilidinin bulunmamasıdır. Bu kilit sayesinde bir kartın MMC (Multimedia Card) ya da SD (Secure Digital) kart olup olmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. SDHC (Secure Digital High Capacity) yüksek kapasiteli SD kart teknolojisi 32 GB depolama kapasitesine kadar imkân taniyan SD kart çeşididir. Sadece SD kart versiyon 2.0 destekleyen cihazlar tarafından desteklenmektedir. 4 GB, 8 GB, 16 GB VE 32 GB kapasiteli SDHC kartlar sınıfına girer. SDXC (Secure Digital Extended Capacity) biçiminde son sınır olan 2 TB (2048 GB)'a kadar kart üretilebilir. SDHC kartlarda 2 TB kapasiteyi desteklemektedir; ancak SD 2.0 şartnamesi gereği 32 GB ile yapay olarak sınırlandırılmıştır. Tevfik Rüştü Aras Tevfik Rüştü Aras (1883, Çanakkale - 5 Ocak 1972, İstanbul), 1920-1938 yılları arasında beş dönem milletvekilliği, 1925-1939 yılları arasında Türkiye Dışişleri Bakanlığı yapmış, öncesinde İttihat ve Terakkî'nin önemli isimlerinden biri olmuş, sonrasında da gazete yazıları yazarak hayatını sürdürmüş Türk siyasetçidir. 1883 yılında Çanakkale'de doğdu. Beyrut Tıp Mektebi'ni bitirdi ve doktor olarak İzmir, Selanik ve İstanbul'da çeşitli görevlerde bulundu. İttihat ve Terakkî'ye girdi. Partinin İzmir şubesi umumî kâtipliğini yaptı. Selanik'te Mustafa Kemal ile yakın arkadaş oldu. 1918 yılında Meclisi Ali-i Sıhhi (Yüksek Sağlık Kurulu) üyesiydi. Bu arada İzmir'in önde gelen ailelerinden Evliyazade ailesinin reisi Evliyazade Hacı Mehmet Efendi'nin kızı ve dönemin kadın gazete yazarlarından Makbule Hanım ile evlendi. 1920 yılında TBMM I. Dönem'de Menteşe (Muğla) milletvekili seçildi. İlk dönemde Kastamonu İstiklal Mahkemesi üyeliğine getirildi. 1920 sonbaharında, Türkiye Komünist Fırkası'nın kurucuları arasına girdi. TBMM Hükümeti'nin Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ne ilk büyükelçi olarak gönderildiği Ali Fuad Paşa delegasyonu ile Moskova'ya gitti. TBMM II. Dönem, III. Dönem, IV. Dönem ve V. Dönem'de (1923'ten 1939'a kadar) İzmir milletvekilliğinde bulundu. 4 Mart 1925 tarihinde III. İnönü Hükümeti'nde Dışişleri Bakanı olarak atandı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümüne kadar kurulan bütün hükümetlerde bu görevi sürdürdü. Mustafa Kemal Atatürk'ün komşu ülkelerle iyi ilişkiler ve başka ülke üzerinde siyasal baskı kurmaya karşı çıkmaya dayalı dış politikasının kilit ismi ve sözcüsü oldu. Sovyet Dışişleri Komiseri Maksim Litvinov'un davetlisi olarak üç kez Sovyetler Birliği'ne gitti. 1926 yılında Odessa'da, 1930 yılında ve 1937 yılında Moskova'da Sovyet ileri gelenleriyle görüşmeler yaptı. 1937 yılında Milletler Cemiyeti Başkanlığı yaptı. Kızı
Dışişleri diplomatlarından Fatin Rüştü Zorlu ile evlendi. 1939 yılında Londra Büyükelçiliğine atandı ve üç buçuk yıl İngiltere'de kaldı. 1943 yılında emekli oldu. Savaşın sonlarında Tan Gazetesi'nde yazılar yazdı. Demokrat Parti'nin kuruluş mücadelesini destekledi. 1952-1959 yılları arasında Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. 5 Ocak 1972 tarihinde İstanbul'da öldü. Rumelihisarı'nda toprağa verildi. Dışişleri Bakanlığı sırasında verdiği söylevleri 1937 yılında Numan Menemencioğlu tarafından derlenerek "Lozan'ın İzlerinde On Yıl" ismi altında kitap haline getirildi. Günlük basında çıkan yazılarının güncel olmayanlarını "Görüşlerim" (1945 ve 1963) adlı iki cilt kitapta topladı. Macide Tanır Macide Tanır, (d. 1 Ocak 1922 - ö. 6 Şubat 2013). Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. 1943 yılında Devlet Tiyatroları'na katıldı. 1985 yılına kadar sahne yaşamını sürdürdü. 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. Oyunculuğunun yanı sıra radyo tiyatrosu ve seslendirmeleri ile de tanındı. 1922'e doğdu. Babası, İbrahim Birmaç, Yanya'dan İstanbul'a göç etmiş bir veteriner subayı idi. Pendik'te büyüdü. Lise öğrenimini Erenköy Kız Lisesi'de tamamladıktan sonra babasının teşviki ile Ankara Devlet Konservatuarı'na girdi. Eğitimine şan bölümünde başladı. Bir yıl sonra sınıf atladı ve bölüm değiştirerek tiyatro bölümüne geçti. Yüksek lisans sonrası 1943 yılında Devlet Tiyatroları'na katıldı. İlk defa Moliere'in Kibarlık Budalası ile sahneye çıktı. Altmıştan fazla eserde rol aldı. 1985 yılında Devlet Tiyatrosu'ndan emekli edildi. İki yıl kadar Tiyatro Kare'de oyunculuk yaptı. Emekli olduktan sonra Yer Demir Gök Bakır, Yengeç Sepeti, Cumhuriyet gibi sinema filmleri ve Baharın Bittiği Yer, Şehnaz Tango gibi televizyon dizilerinde rol aldı. Radyo tiyatrosu ve seslendirmeler sayesinde oyunculuğunun yanı sıra sesi ile de tanındı. Pek çok oyunculuk ödülüne layık görülen sanatçı 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. Anılarını anlattığı "Tiyatronun Cadısı" isimli kitabı 2000 yılında yayımlandı. 6 Şubat 2013'te yoğun bakım ünitesinde solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Tanır'ın cenazesi Emirgân Mezarlığına defnedildi. Ali Cenani Ali Cenani, (1872, İstanbul - 5 Aralık 1934) Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda 4 dönem, TBMM'de 3 dönem milletvekilliği, ayrıca iki hükümette Ticaret Bakanlığı yapmış, Kurtuluş Savaşı'nda Güney Cephesinin örgütlenmesinde rol almış bir siyasetçidir. 1872'de İstanbul'da doğdu. Sadrazam Cenanizade Mehmet Kadri Paşa, yazar Cenanizade Asım da dahil olmak üzere, pek çok tanınmış isim çıkarmış, isimleri Kanlıca'daki yalılarıyla yaşayan Cenanizadeler ailesine mensuptur. Rüştiye'yi bitirdi, özel eğitim gördü. Osmanlı Meclisi Mebusanı 1. ve 2. Dönem Halep, 3. ve 4. Dönem Antep mebusu oldu. I. Dünya Savaşı sonunda Malta'ya sürgün edildi. Dönüşünde Antep ve Adana bölgelerinde işgale direnişin örgütlenmesinde yararlıklar gösterdi. TBMM 1. Dönem, 2. Dönem ve 3. Dönem'de Gaziantep Milletvekilliği yaptı. Ali Fethi Okyar Hükümetinde ve 3. İnönü Hükümeti'nin başlangıcında Ticaret Bakanlığı yaptı (22 Kasım 1924 - 17 Mayıs 1926). Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Yüce Divan'a sevkedilen ikinci bakandır. 10 Mart 1928 tarihinde un ve zahire fiyatlarının yükselmesini önlemek için Ticaret Bakanlığı emrine verilen 500 bin liranın harcanmasında usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle Mecliste hakkında Soruşturma Komisyonu oluşturuldu. 14 Nisan 1928'de dokunulmazlığı kaldırılarak Yüce Divan'a sevk edildi. Yüce Divan, Ali Cenani'ye 14 Mayıs 1928 tarihinde 1 ay hapis ve 170 bin lirayı tazmin etme cezası verdi. 5 Aralık 1934 tarihinde vefat etti. Evli ve 5 çocuk babasıydı. *Son Osmanlı Meclis-i Mebusan 6.Dönem Mebuslar listesinde Antep Mebusuydu. Ferdinand Porsche Prof. Dr. Ing h.c. Ferdinand Porsche, (3 Eylül 1875, Maffersdorf, Avusturya – 30 Ocak 1951, Stuttgart, AFC) Avusturya asıllı Alman otomotiv mühendisi. Porsche orijinal Volkswagen Beetle'ı tasarlamış, ünlü Alman tankları Tiger I, Tiger II ve Elefant tanklarının tasarımlarında katkıda bulunmuştur. 1916'da Daimler-Motoren-Gesellschaft'ın Avusturya'daki fabrikasının genel müdürü oldu. 1923'te Stuttgart'taki şirket merkezinde görev aldı. 1931'de spor ve yarış otomobilleri tasarımı yapmak için kendi şirketini kurdu. Oğlu Ferdinand'la birlikte Hitler'in halk arabası projesiyle yakından ilgilendi. 1934'te Volkswagen'in ön tasarım çalışmalarının başına getirildi. II. Dünya Savaşı sırasında başta Tiger tankı olmak üzere birçok askeri aracın tasarımını gerçekleştirdi. Savaştan sonra bir süre Fransa'da hapis yattı. Kurduğu şirket 1948'den sonra Porsche markası altında otomobiller üretti. 1937 yılında Adolf Hitler'den en önemli Üçüncü Reich madalyalarından biri olan Alman Ulusal Ödülü'nü almıştır. Porschenin üretim hacmini 4 katına çıkaracağı Stuttgarttaki toplu uretim tesisinin açılışını yaptıktan kısa süre sonra uzun süredir tedavi gördüğü karaciğer kanserine yenik düşerek hayata veda etmiştir. Alman otomobil tasarımcısı sonraları "böcek" adı altında dünya çapında satış rekorları kıran KdF- Wagen'i (otomobil) 1935'ten itibaren üretmeye başladı. Porsche, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk spor otomobili geliştirdi. Porsche, Maffersdorf/Bohemia'da musluk tamircisi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Boş zamanlarında teknik ve elektrikle uğraştı. Liseyi bitirdikten sonra Viyana'ya giderek Teknik Üniversiteye dinleyici öğrenci olarak yazıldı. İlk işini elektrik motorları üreten bir işletmede buldu. Otomobil tutkusunun farkına burada vardı. Lohner-Porsche Porsche 1900'daki Paris Fuarı'nda, kendi buluşu olan ve dingillerindeki elektrik motorlarıyla çalışan otomobili sergiledi. Taşıt aracını Viyana saray arabaları yapımcısı Lohner şirketinin elemanı olarak yaptığı için, bu yeni otomobil Lohner-Porsche olarak tanındı. Bunun hemen ardından düşüncesini daha da geliştirerek elektrik motorlarını bir benzin motoru aracılığıyla besledi. Bu yeni tahrik biçimiyle şanzıman dişlisine gerek kalmıyordu. Porsche teknik müdür olarak Viyana Neustadt'taki Austro-Daimler şirketine geçti. Burada tanınmış bir uzun mesafe yarışı olan Prinz-Heinrich-Fahrt için yaptığı otomobille yarışı bizzat kazandı. Porsche ayrıca uçak motorları ve Birinci Dünya Savaşı'nda topları taşıyan çekici araç tasarımcısı olarak kendisine bir isim yaptıktan sonra, savaşın ardından tasarladığı iki binek otomobiliyle Austro-Daimler'deki son başarılarına imza attı. 1923'te firmanın Stuttgart'taki merkezine teknik müdür ve tasarımcı olarak geçti. Avusturya'daki Steyr şirketinde kısa bir süre (1928-30) çalıştıktan sonra, 55 yaşında bağımsızlığı seçti. Kendi Şirketi Uluslararası bir şöhrete sahip olan Porsche, yorulmak bilmeksizin daha başka teknik yenilikler de geliştirdi ve çeşitli firmalar için komple yeni otomobiller tasarladı. Esnekliği dolayısıyla yüklenme halinde dönebilen bir amortisör elemanı olan torsiyon çubuğunu (süspansiyonunu) buldu. Sıkışık parasal durumunu, ardından gelen yıllarda Nasyonal Sosyalist rejimin önemli bir taşıt aracı danışmanı olarak düzeltti. İyi kişisel ilişkilerinin ve ortak çıkarlarının bulunduğu Hitler'in buyruğuyla Porsche, geniş halk kitlelerinin satın alabilecekleri sağlam bir otomobil tasarımına başladı. Hitler'in diğer koşulları şunlardı: Saatte 100 kilometrelik hız, 4-5 kişilik yer,100 kilometrede en fazla 8 litrelik benzin tüketimi, 1.000 RM'nin (Reichsmark) altında satış fiyatı. 1936'da 4 silindirli Boxer motorlu, 22 beygir güçlü ve 984 cc hacimli ilk 3 test otomobili hazırdı. Sonradan "Volkswagen" (halk otomobili) olarak adlandırılan hava soğutmalı otomobil, önce Alman İşçi Birliği çerçevesindeki Nasyonal Sosyalist Yardım Kuruluşu "Kraft durch Freude"den (Neşeden güç doğar) esinlenerek "KdF-Wagen" olarak piyasaya çıktı. Porsche genelde bu otomobilin mucidi olarak kabul edildiği halde asıl konstrüksiyon planları, tasarımını 1925'ten itibaren geliştiren ve Porsche'ye 1932'de bunları boş yere öneren Çekoslovakya'lı Bela Barenyi'ye aitti. Savaş İçin Tasarımlar 1937'de NSDAP'ye (Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) giren Porsche bir yıl sonra SS'e de katıldı. Buna karşın, yalnız işini düşünen ve politikayla ilgisi olmayan bir insan olarak tanındı. Basit bir tasarımcıyken Wolfsburg'daki Volkswagen AG'nin kurucusu ve yöneticisi oldu. Porsche burada "böcek"in seri üretimine başladı. Yeni teknik gelişmelere tutkun olan Porsche, İkinci Dünya Savaşı'nda askeri araç üretimine ağırlık verdi. Alman Devleti'nin en büyük ulusal onur madalyasını aldıktan sonra "profesör" unvanını kullanabilen zırhlı araç tasarımcısı olarak ön plana geçti. Ayrıca Volkswagen'i askeri amaçla cip ve yüzer araç haline getirdi. Porsche'nin işletmesi savaşın bitmesine bir yıl kala Gmünd/ Karnten'e nakledildi. Almanya'nın teslim oluşundan sonra tutuklanan Porsche bir Fransız cezaevinde kaldı. 1947'de kefaletle serbest bırakıldı. Bundan böyle, oğlu Ferry'nin yönetimi altında onarım işleri ve yedek parça üretimiyle ayakta kalmaya çalışan Karnten'deki fabrikasına kendini adadı. 1948'de kendi adı altında tanınan, 40 beygir gücündeki bir VW motoruyla donatılmış olan ilk spor arabasını piyasaya çıkarttı. İşletmesi 1950'de tekrar Stuttgart'a nakledildi ve Porsche burada 75 yaşında öldü. Toni Morrison Toni Morrison (doğum 18 Şubat 1931) ABD'li Nobel ödüllü yazar. Morrison "Afrikalı-Amerikalı" edebiyatının tanınması ve gelişmesinde önemli rol oynamış, üretken bir yazardır. Sevgili ("Beloved") adlı romanıyla 1988 yılında Pulitzer Ödülünü kazandı. Eserleri Morrison'a ayrıca, 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırdı. Ralph Ellison Ralph Ellison (1 Mart 1913 – 16 Nisan 1994) Afroamerikan yazar. 1953 yılında Ulusal Kitap Ödülü'nü kazanan Görünmez Adam "(Invisible Man)" romanıyla tanınır. 1940'larda, New York'ta yaşayan isimsiz bir zencinin gözünden aktarılan hikâye, insanın toplum içindeki yerini ve kimliğini aramasını anlatır. Benzer temaları işleyen çağdaşı James Baldwin'in aksine, Ellison'ın karakterleri iyi eğitimli ve bilinçli olmalarıyla dikkat çeker. Tam adı Ralph Waldo Ellison olan y
azar, 1994'te New York'ta pankreas kanserinden ölmüştür. Ralph Ellison tahmini olarak 1913 yıllarında Oklahoma City'de doğdu. Ellison'un babası küçük bi işletme sahibi idi ve Ellison 3 yaşındayken ölmüştür. Daha küçük yaşlarda müziğe ilgi duymuş, trompet ve piyona dersleri almıştır. Ellison Oklahoma City'deki muhteşem Jazz sanatcılarının olduğu zamanlar yaşamıştır. 1933 yılında Müzik dalında aldığı burs ile Tuskegee Institute'ye girmiştir. Kim olduğumu bulduğum zaman, Özgür olmuş olacağım. (Ralph Ellison) Gluten Gluten, buğday içerisinde yer alan ve un öz değerlerini en fazla içeren protein grubudur. Unun içerisinde Yas gluten değeri 28-32 arası ideal olup eksikliği durumunda iyi buğday ile karıştırılarak veya kuru gluten ilavesi ile istenen değerlere ulaşılabilir. Kuru gluten, buğday nişastası üreticilerinin yakın geçmişe kadar teknoloji yetersizliğinden dolayı elde edilmesi zor olan ancak bugün Un sanayi, dayanıklı unlu mamuller, ve balık yemi başta olmak üzere yem sanayinde kullanılan bir sanayi hammaddesi haline gelmiştir. Yem sanayindeki kullanımı özellikle balık yavru yemlerinde 2 mm nin altında yeralan ıslak ürünlerinin imalinde avantaj sağlamaktadır. Son yıllarda birçok yem üreticisi tarafından tercih edilmektedir. Kullanımının sınırlı veya kontrollu olması gerekliliği Çölyak hastalığının bu protein grubuna karşı hassasiyetinden kaynaklanmaktadır. Batı ülkelerinde hazır gıdalarda, içindekiler listesinde belirtilmesi gereken belli bir oranın üzerinde risk taşıyan alerjenlerin başındadır. Altın Örümcek Web Ödülleri Altın Örümcek Web Ödülleri, Doruk.net 'in sponsorluğunda 2002'den beri gerçekleşmekte olan bir yarışmadır. Yarışmanın ilk yıllarında PC Magazine Türkiye ve Microsoft da sponsor olmuştur. Ödüller 48 kişilik bir Jüri topluluğunca oylanarak verilmektedir. Bir web sitesinin bu ödüle layık görülmesi için jüri üyeleri web sitelerini, tasarım, navigasyon, içerik, teknoloji, etkileşim, pazarlama, yaratıcılık/yenilik, gizlilik politikası/bilgi güvenliği, genel deneyim/kullanılabilirlik başlıkları altında incelemektedir. Sektörel Kategorilerde de; Bilgi Teknolojileri, Finansal Servisler, Kamu Kurumu, Medya/Eğlence, Otomotiv, Pazarlama ve İletişim, Perakendecilik/Mağazacılık, Profesyonel Servisler, Sağlık/İlaç, Seyahat/Turizm, Telekomünikasyon, Üretim Sanayii, Yaratıcı Servisler ve Yiyecek/İçecek başlıkları altında ödül vermektedir. Altın Örümcek logosu Emre Erdem, ödülleri Erdoğan Sarma tarafından tasarlanmıştır. 22 Mayıs 2002 tarihinde gerçekleşen ilk ödül töreni, dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın katılımı ile gerçekleştirilmiştir. 2004 yılında, toplam 30 kategorinin en iyi siteleri ödüllendirildi. Kamu Kurumu kategorisinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sitesi www.ibb.gov.tr birinci olurken, En İyi Web Sitesi ödülü, geçtiğimiz yıllarda da Altın Örümcek'te başarılı siteler arasında yer alan yemeksepeti.com 'un oldu. Aynı yıl içerisinde stuweb ogrenci.bahcesehir.edu.tr alan adıyla birlikte jüri özel ödülü'nün sahibi oldu. 2005 itibarıyla; Türk web sitelerine; Bilim, Eğitim, En İyi Multimedya Uygulaması, E-ticaret, Finans, Genel Portallar, Haber, Kültür/Sanat, Mizah, Müzik, Otomobil, Oyun, Radyo/Televizyon, Sağlık, Servisler, Seyahat/Turizm, Sinema, Sivil Toplum Kuruluşu, Spor, Topluluk ve Yaşam Tarzı başlıklarında ödül verilmiştir. Yukarda belirtilen 35 kategori dışında da; Jüri Özel ödülü ve En İyi Web Sitesi ödülü verilmektedir. 2002'deki en iyi web sitesi ödülünü turk.net, 2003'de mynet, 2004 ve 2005 yıllarında da yemeksepeti.com almıştır. 2006 yılı itibarıyla kategori sayısı 46'ya çıkacak olan ödül kategorilerinde; finalistlerin yanı sıra; her kategori başına 3 web sitesi belirlenmektedir. Ancak, ödüllerin sahiplerini bulamadığı ya da hiçbir sitenin söz konusu ödüle layık görülmediği de olmuştur. Örneğin, 2005 yılında hiçbir haber sitesi herhangi bir haber kategorisinde ödül alamamıştır. 2006 yılında; istanbulmodern.org "En iyi site" ödülünü alırken, ottomanempiretshirts.com "En iyi tasarım" ödülünü, genbilim.com "En iyi bilim sitesi" ödülünü ve Vikipedi de "En iyi içerik" ödülünü kazanmıştır. James Baldwin James Baldwin (2 Ağustos 1924 – 1 Aralık 1987), Afrikalı-Amerikalı yazar. 20. yüzyıl ortalarında, ABD'de yaşanan ırk sorunlarının yanında, Baldwin'in siyahi bir eşcinsel olması da eserlerine sosyal ve psikolojik derinlik katar. 1956 yılında yayınlanan "Giovanni'nin Odası" "(Giovanni's Room)" romanı, samimiyeti ve hassas bir konuda öncü olmasıyla eşcinsel edebiyatının önemli bir eseri kabul edilir. Aktör ve tiyatro yönetmeni Engin Cezzar'ın yakın arkadaşı olan Baldwin, Cezzar'ın anılarına göre 1962'de yayınlanan "Bir Başka Ülke" "(Another Country)" romanını İstanbul'da, Engin Cezzar - Gülriz Sururi çiftinin evinde tamamlamıştır. B2B B2B, yani İngilizce açılımı "Business to Business" olan bu kısaltma, şirketler arası pazarlama ya da satış uygulamalarına verilen kısa tanımdır. Elektronik Ticaret Koordinasyon Kurulu (ETKK) Hukuk Çalışma Grubu’nun 8 Mayıs 1998 tarihli raporunda elektronik ticaret; “bireyler ve kurumların, açık ağ ortamında internet ya da sınırlı sayıda kullanıcı tarafından ulaşılabilen kapalı ağ ortamlarında intranet yazı, ses ve görüntü şeklindeki sayısal bilgilerin işlenmesi, iletilmesi ve saklanması temeline dayanan ve bir değer yaratmayı amaçlayan ticari işlemlerin tümünü ifade etmektedir.” şeklinde tanımlanmıştır. B2B şirketlerin ihtiyaç duydukları maddelere kavuşmak için kurulan bir sistemdir. Bu yönüyle B2B şirketlerin tedarik pazarı işlevini görür. Birçok şirket internet üzerinden, mal ve hizmet üretim aşamasında ihtiyaç duydukları ürünlerini veya ara malların toptan satışlarını kolaylıkla yapabilme olanağına kavuşabilmektedirler. B2B, öncelikle paylaşabilecek doğru bilgi ve paylaşma isteği, sonra teknolojik yatırımdır. Sanal ortamda ürün katalogları arasında arama, sipariş, faturalama, ödeme işlemleri bu kapsama sokulabilir. Ayrıca ortak araştırma-geliştirme, projelendirme, ürün tasarımı, mühendislik hizmetleri ile ürün dağıtım ve teslimat işlemleri bu kapsamın bünyesindedir. İşletmeler arası ilişkiler yatay ilişkiler olabileceği gibi dikey ilişkileri de kapsayabilir. Bunları firma, bayi, dağıtıcı ve tedarikçi olarak sayabiliriz. Varsayın ki müşterileriniz size hiç sormadan stoklarınız hakkında bilgi alabilmek istiyor. Bu durumda sisteminizden çıkacak her rapor her zaman doğru ve açık olmalıdır. Çünkü ortada sizin şirketinizden rakamları yorumlayacak hiç kimse olmaz, müşteriniz ekranında ne görüyorsa ona inanır. Bugünkü çalışma kültürümüzde şirketimizin dışındaki herkes yabancıdır. Bir yabancının bize ait olan bilgiye bize sormadan doğrudan ulaşmasını kabul etmek kolay değildir. B2B ortamında çalışmak isteyen bir şirket, hem yazılım hem de donanım sistemini buna uygun hale getirmelidir. Şirket öncelikle kendi içinde bilginin hızlı ve doğru dolaşımını sağlamalı, bir sonraki aşamada ise bu bilginin bir kısmını müşteri, tedarikçi ve iş ortakları ile paylaşmanın yollarını geliştirmelidir. Bunun için tüm işlemlerin oldukları zaman ve yerde en az hata ile işlenebilmesi gerekir. E-ticarette B2B, son dönemde hareketlilik gösterse de henüz çok yaygın olarak kullanılan bir sistem değildir, ancak bu sizi yanıltmamalıdır. Çünkü B2B uygulamaları yavaş bir artış izlemiyor, artış katlanarak gerçekleşiyor. B2B çalışma ortamının çok hızlı yayılacağını tahmin etmek güç değil, çünkü süreç zincirleme reaksiyon halinde gelişiyor. Örneğin 300 tedarikçi ile çalışan ve yaptırım gücü olan bir şirket, bu alanda bir adım attığı an, arkasından 300 şirketi de sürüklüyor. Bir süre sonra ise, B2B ortamına geçen bu tedarikçiler, çalıştıkları diğer şirketlerin (müşteri veya kendi tedarikçileri) kapısını çalmaya başlıyor. Bunun nedeni ise, iki farklı çalışma biçiminin uzun süre aynı şirket içinde izlenmesinin daha pahalı olmasıdır. Bu zincirleme reaksiyon bir kez başladı mı durdurmak veya direnmek mümkün değildir, çünkü gerçekten de maliyet avantajı, sürat ve daha verimli bir çalışma ortamı sağlıyor; bu nedenle de bir moda veya gelip geçici bir akım değildir. Eggdrop Eggdrop, IRC sunucularında güvenlik ya da çeşitli aktiviteleri sağlamak amacı ile kullanılan 7/24 çevrimiçi bir üye imiş gibi görünen Linux işletim sistemi tabanlı yazılıma verilen isimdir. Yaratıcısı, Robey Pointer olarak bilinmektedir. John Kennedy Toole John Kennedy Toole (17 Aralık 1937 – 26 Mart 1969) Amerikalı yazar. Alıklar Birliği "(A Confederacy of Dunces)" adlı romanı yayınlanamadan intihar eden Toole, ölümünden sonra, 1981 yılında Pulitzer Ödülü'nü kazandı. Kitabın yayıncılar tarafından geri çevrilmesi, yazarın kötü durumda olan ruh sağlığını daha da olumsuz etkilemiş, artan alkol ve ilaç kullanımı ve ağırlaşan depresyonu intiharla sonuçlanmıştı. Ancak 1980 yılında yayınlanabilen Alıklar Birliği Türkçe dahil 18 dile çevrildi. Berna Laçin Berna Laçin, (20 Ağustos 1970, Karşıyaka) Türk sinema, dizi oyuncusu ve sunucu. İstanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro bölümünde eğitim alan Laçin, Gökkuşağı, Böyle mi Olacaktı, Ateş Dansı, Evdeki Yabancı, ve Belalı Baldız gibi pek çok unutulmaz dizide rol almıştır. Laçin'in oynadığı 3 sinema filmide vardır. 1996 yılında Tolga Eşiz ile evlenen Laçin, 2009 yılında düzenlenen 31. Uluslararası 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı programında sunuculuk yapmıştır. Laçin, "Kadın dergisi gibi, geniş yelpazesi olan bir format hazırladık" dediği ve ATV'de yayınlanan Her şey İçin Berna Laçin adlı programı sunmaktadır. Korhan Abay Korhan Abay (1954, İstanbul), Türk oyuncu, yazar, film yönetmeni, film yapımcısı ve sunucu. 1972 yılında Galatasaray Lisesi'ni, 1978'de İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesini bitirdi. 1974-1985 yılları arasında yirmiyi aşkın tiyatro oyununda, on kadar sinema filminde aktörlük yaptı. 1983 yılında Hayvanat Bahçesi adlı oyunda yazar, oyuncu ve yapımcı, 1986-1987 Büyük Koşu adlı 3 bölümlük TV dizisinde, yazar, yönetmen, oyuncu ve yapımcı olarak görev yapan sanatçı, 1987-1998 yılları arasında büyük bölüm
ü canlı yayın olmak üzere çok sayıda televizyon programında sunucu, danışman, yazar, genel yönetmen ve yapımcı olarak görev yaptı. 1988-1989 Gülhane Çocuk ve Gençlik Festivalleri'nde Genel Sanat Yönetmenliği de yapan Korhan Abay, ayrıca İstanbul Uluslararası Film, Çeşme Uluslararası Müzik ve Antalya Altın Portakal Film Festivallerinde, Best Model Of The World, Mr.World, Henry Ford European Conservation Awards, Afife Tiyatro Ödülleri, Aydın Doğan Ödülleri gibi çok sayıda ulusal ve uluslararası festival, yarışma ve ödül törenlerinde sunuculuk yapmıştır. Ayrıca Türkiye'de gerçekleştirilen 2004 Eurovision Şarkı Yarışması'nda sunuculuk görevi TRT tarafından Meltem Cumbul ile birlikte Korhan Abay'a verilmiştir. Özel uçak pilotu (P.P.L, çok motor ve alet uçuşu sertifikası) olan Korhan Abay, yaklaşık 1300 uçuş saatiyle Türkiye’nin en deneyimli P.P.L sahiplerindendir. Korhan Abay, doğaçlama 3 dilde (Türkçe, Fransızca, İngilizce), önceden hazırlık yapmak şartıyla da 8 dilde (İtalyanca, Rusça, İspanyolca, İsveççe, Almanca) sunuculuk yapabilen Türkiye'nin tek sanatçısı olduğu gibi, dünyadaki az sayıda isim arasındadır. Tenrikyō Tenrikyō (天理教; "Tenrikyō", "İlahi neden(in) öğretisi" ) bir başka ismiyle Tenri, Japon Şinto inancı kökenli, Budizm'den etkilenmiş bir dindir. Nakayama Miki isimli bir kadın çiftçi tarafından kurulmuştur. İnanışa göre Nakayama Miki 1838 yılından itibaren "aydınlatıcı" ve "ilham veren" çeşitli tecrübeler yaşamıştır. Bu tarihten sonra dinin bağlıları tarafından Oyasama ("Onurlu/Onurlandırılmış anne") diye anılmıştır. Dünya çapında Tenrikyo dinine bağlı yaklaşık 2 milyon kişi olduğu, bu sayının yaklaşık 1,5 milyonunun Japonya'da olduğu sanılmaktadır. Tenrikyō bazen "Tenriizm" olarak da adlandırılır. Ama bu isim Tengrizm için de kullanıldığı için ikisini karıştırmamak gerekir. Dinin amacı "yoki yusan" veya "yoki guraşi"’ye ('neşeli hayat') ulaşmaktır. Bu da, hayırseverlikle; hırstan, bencillikten, nefretten, öfkeden ve kibirden uzak durarak sağlanır. İnananlar, tek bir Tanrı'ya, insanlığı yaratan, ilgilenen, insanlığa merhamet eden ebeveyn Tenri-O-no-Mikoto'ya, "Cennetsel [On] Nedenin İlahi Kralı"na inanırlar. Sürekli devam eden reenkarnasyon, dinin bir parçası olsa da büyük bir etkiye sahip değildir. Barındırdığı ana öğretilerden bazıları: "Moto-no-Ri" - orijin prensibi; "Kaşimono-Karimono" - insan vücudu ve Tanrı arasındaki doğa ilişkisi; "Hinokişin" - gönüllü emek (çoğunlukla hayır işleri veya kamu hizmeti); "Tanno" - sorun, hastalık ve zorluklara karşı yapıcı bir tutum ve "Juzen-no-Şugo" - Futatsu Hitotsu'da var olan ve yaratıma dahil olan on prensip veya ilahi takdir. Büyük dini lidere Şimbaşira ("Ana sütun") derler. Tenrikyo bir din olarak kabul edilebilse de, bazı bağlıları tarafından evrene dair bir öğreti olarak kabul edilmiştir ve diğer dinî inançlarla çelişmesi şart değildir. Örneğin, bir Tenrikyo bağlısının aynı zamanda bir Hıristiyan olması normal görülür. Özellikle Hristiyan kilisesi ile Tenrikyo örgütünün ilişkileri iyidir. Yine de, Tenrikyo bazı baş Budist mezheplerine (örneğin Niçiren Şoşu)muhaliftir ve bu mezhepleri rakip veya düşman olarak görür. Tenrikyo, emperyal Japon mahkemesinin antik klasik Şinto müziği olan gagaku müziğini kullanır. (İngilizce) Memet Ali Alabora Memet Ali Alabora (d. 25 Kasım 1977, İstanbul), Türk oyuncu. Mustafa Alabora ve Betül Arım'ın oğludur. Alabora, oyuncu anne (Betül Arım) ve babanın (Mustafa Alabora) oğulları olarak 25 Kasım 1977'de İstanbul'da doğdu. İlk tiyatro deneyimini, okulun tiyatro kolunda İngilizce oynadıkları, Çöpçatan (The Matchmaker), Damdaki Kemancı, Batı Yakasının Hikayesi oyunları ile yaşayan Memet Ali Alabora lise yıllarında da , “Shakespeare Çeşitlemeler”, “Biz, Orhan Veli” gibi oyunlarda rol aldı. Lisede öğrenciliği sürerken Özel Boğaziçi Lisesi'nin desteği ile 1994 yılında Evren Ergeç ile "Boğaziçi Sanat" adında yarı profesyonel bir tiyatro kurdu. Bu ekiple birkaç temsil oynadı. 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nü bitirdi. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi'nde Yüksek Lisans yaptı. İlk profesyonel tiyatro deneyimine Tiyatro İstanbul sahnesinde sergilenen "Acaba Hangisi?" adlı oyunla başladı. Bir yandan da 1995–1997 yılları arasında atv'de yayınlanan "A Takımı" programında muhabir olarak çalıştı. Bu sırada kendini ilk kez tanıttığı "Kara Melek" adlı televizyon dizisinde rol almaya başladı. Ancak asıl ünlenmesi "Yılan Hikayesi" adlı televizyon dizisinde başrolde oynaması ile oldu. 1999 yılında ilk sinema filmi olan Türk-Yunan ortak yapımı "Kayıkçı" isimli filmde başrolü oynadı. Bir süre Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Alabora, Garajistanbul'un kurucularındandır ve 2010 Mayıs ayına kadar da yönetiminde görev almıştır. 29 Mart 2011'de kurulan Oyuncular Sendikası'nın kurucu üyelerinden olan Memet Ali Alabora, önce Geçici Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlenmiştir. 10-11 Eylül 2011'de yapılan Oyuncular Sendikası'nın 1. Olağan Genel Kurulu'nu takip eden ilk yönetim kurulu toplantısında Genel Başkan seçilmiştir. Alabora 6-7 Eylül 2014'te yapılan 2. Olağan Genel Kurul'a kadar Genel Başkanlık görevini sürdürmüştür. 19 Kasım 2009'da oyuncu Pınar Öğün ile evlenmiştir. Niko Pirosmani Niko Pirosmani olarak da bilinen Niko Pirosmanaşvili () (d. 5 Mayıs 1862 - ö. 1918), ünlü Gürcü halk ressamıdır. Naif sanatın öncüsü kabul edilir. Picasso'nun en sevdiği ressam olarak bilinir. Pirosmanaşvili, daha çok hayvanları, sofradaki ve yemek servisi yapan insanları resmetmiştir. Hiçbir resim eğitimi almamış, kendi kendisini yetiştirmiştir. Ressam sağlığında Gürcistan ve Rusya dışında pek tanınmamaktadır. Pirosmani, yaşadığı kasabayı ziyaret eden bir Fransız aktrise âşık olmuş ve onun resimlerini yapmıştır. Bu aşk öyküsü, Andrey Voznesenski’nin bir şiir ve Alla Pugaçeva'nın söylediği bir şarkıyla ünlü bir öyküye dönüşmüştür. Ressam, en ünlü tablosu olan "Aktris Margarita" da aşık olduğu aktrisi resmetmişti. Dünyaca ünlü diğer tabloları kızkardeşini resmettiği "Çiçekli Şemsiyeli Kadın", "Bira Kupalı Kadın", "Baba ve Oğul" adlı tablolarıdır. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmeyen Aktris Margarita kendisini terkettikten sonra Pirosmaşvili çok yoksul düşmüş, yaşamını bir evsiz olarak sürdürmüştü. Ancak resim yapmayı sürdürdü ve resimlerini karnını doyurduğu lokantalara bıraktı. Resim malzemesi almak için dükkân boyamaktaydı. Malzeme bulamadığı zaman siyah muşamba üzerine resim yaptı ve zamanla muşamba onun orijinal materyali oldu. Şair İlya Zdaneviç'in gayreti ile 1913 yılında bir gazetede hakkında yazı yayımlanmasından sonra tanınmaya ve resimlerinin değeri anlaşılmaya başladı. Ressam yine de hayatını yoksulluk ve yalnızlık içinde tamamlamıştır. Mezarının yeri bilinmemektedir. Eserleri, ölümünden sonra bir araya getirilmişir. Pirosmani'nin eserleri Türkiye'de ilk defa İrina Arsenişvili küratörlüğünde İstanbul'daki Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi'nde Ağustos 2007'de sergilenmiştir. . Ayrıca İstanbul'da, 2007 - 2010 arasında, adını bu ressamdan alan Türkçe ve Gürcüce olarak Pirosmani dergisi yayımlanmıştır ve adına açılmış bir sanat galerisi bulunmaktadır . Kırım Tatar Millî Meclisi Kırım Tatar Millî Meclisi (Kırım Tatarca: Qırımtatar Milliy Meclisi), anayurtları Kırım'da yaşayan Kırım Tatarları'nın en yüksek temsil ve yürütme organıdır. 26 Haziran 1991 tarihinde Akmescit'de II. Kırım Tatar Millî Kurultayı'nın I. Toplantısı'nda alınan kararla kurulmuştur. Bu toplantıda Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanlığı'na seçilen Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, 28 Kasım, 2013 tarihine kadar görevini sürdürdü. Kırım Tatar Millî Kurultayı tarafından seçilen 33 üyeden teşekkül eden Kırım Tatar Millî Meclisi, Kırım Tatarları'nın haklarını, Ukrayna Merkezi Hükümeti, Otonom Kırım Yönetimi ve tüm Uluslararası Toplum Örgütleri nezdinde temsil etmektedir. 30 Haziran 1991'de Kırım Tatarları üzerindeki egemenliğini ilan eden Kırım Tatar Milli Meclisi, Kırım Ulusal Marşı'nı ("Ant Etkenmen") ve Kırım Ulusal Bayrağı'nı kabul etmiştir. Refat Çubarov Refat Çubarov, (d. 22 Eylül 1957, Semerkand, Özbekistan SSC) Kırım Tatarı siyasetçi, eski Ukrayna milletvekili, Mevcut Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı. Moskova Devlet Tarih ve Arşivcilik Enstitüsü'nde yüksek tahsilini yaptı. Ukrayna Meclisi'nde insan hakları, millî azınlıklar ve interetnik ilişkiler ile ilgili komisyonun üyesi oldu. 2009 yılında Dünya Kırım Tatarları Kongresi Başkanı seçildi. 28 Ocak 2013 tarihinde Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu'nun yerine Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı oldu. Sakıp Sabancı Sakıp Sabancı (d. , Kayseri – ö. , İstanbul), Türk iş adamı, Sabancı Holding eski yönetim kurulu başkanı. 2004 yılında öldüğünde, Amerikan iş dergisi Forbes'in milyarderler listesinde 147. sırayı almıştı. Renkli ve enerjik kişiliği ile de tanınan Sabancı, halka yakın tavırlarıyla Sakıp Ağa lâkabını kazanmıştır. 7 Nisan 1933 tarihinde, pamuk tâciri Hacı Ömer Sabancı (1906 – 1966) ve Sadıka Sabancı'nın (1910 – 1988) ikinci çocuğu olarak Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğdu. Küçük yaşta Adana'ya göç ettiler. Çocukluğunu Adana'da geçirdi. İlkokulu Adana İsmet İnönü İlköğretim Okulu'nda okudu. 1948 yılında lise öğrenimini yarıda bırakarak Akbank'ta stajyer memur olarak çalışmaya başladı. 1950'de ailesiyle beraber İstanbul Emirgan'da bulunan Atlı Köşk'e taşındı. 1957 yılında teyzesinin kızı Türkan Sabancı ile evlendi. 1966 yılında, babasının vefatı üzerine, Sabancı Holding'in yönetim kurulu başkanlığına getirildi. Annesi ve kardeşleri ile birlikte Hacı Ömer Sabancı Vakfı'nın kurulmasına öncülük etti. Bu vakıf aracılığı ile 1999'da Türkiye'nin ilk vakıf üniversitelerinden biri olan Sabancı Üniversitesi'ni kurdu. Yardımsever ve hayırsever kişiliği ile tanınmıştır. Adana'ya Türkiye'nin en büyük camilerinden birini yaptırdı. Çok sayıda okul ve hastane yaptırdı. Ayrıca 1907 Fenerbahçe Derneği kurucu üyesidir. Sakıp Sabancı, böbrek kanseri tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde 10 Nisan 2004 tari
hinde sabah 05:55 sularında böbrek tümörünün karaciğere atlaması sebebiyle hayatını kaybetmiştir. 12 Nisan 2004 tarihinde Sabancı Center’da düzenlenen devlet töreninin ardından yaklaşık 100.000 kişinin katıldığı cenaze töreniyle Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. William Faulkner William Cuthbert Faulkner (d. 25 Eylül 1897 – ö. 6 Temmuz 1962) Nobel ödüllü, Amerikalı yazar. Amerikan Modernist yazarların babası sayılan Faulkner, rakip gördüğü Ernest Hemingway'den farklı olarak, uzun ve karmaşık anlatımları benimsemiştir. Uyguladığı teknikler arasında bilinç akışı tekniği ve çoğul anlatı "(multiple narration)" teknikleri bulunur. 1930'larda Avrupa'daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazarıdır. 25 Eylül 1897'de Mississippi'de doğan Faulkner, buradaki Güney geleneğinden oldukça etkilendiği bir çocukluk geçirdi. Daha sonra hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Oxford'daki Lafayette kasabasına taşındılar. Eserlerinde bahsettiği "Jefferson" Oxford'u, "Yoknapatawpha kasabası" ise Lafayette'i temsil eder. Büyük-büyük babası William Clark Falkner Konfederasyon ordusunda görev yapmış, tren yolu yaptırmış ve adını Tippah kasabası yakınındaki Falkner şehrine verdirmiş Mississippi'nin önemli karakterlerinden biridir. Aile soyadları Falkner olmasına rağmen, büyük ihtimalle görevli memurun hatası sonucu Faulkner olmuştur. Liseyi terkettikten sonra bir işte tutunamayıp "wastrel" (defolu mal) olarak anılmaya başlanmıştır. 1918'de, iki ailenin Faulkner'ın ev geçindiremeyeceğine karar verip ayırdıkları nişanlısı Estella Oldham'ın zengin ve yaşlıca olan Cornell Franklin'le evlenip Çin'e yerleşmesiyle büyük bir üzüntü yaşamış ve Yale öğrencisi olan Oxford'dan arkadaşı Phil Stone'un yanına, New Haven'a gitmiştir. Burada kâtiplik yapmış, Phil Stone'un onun için hazırladığı okuma programıyla klasikleri ve çağdaş yazarları okumuş, bu sayede Melville, Cervantes, Dostoyevski ve Conrad'ın eserlerine büyük hayranlığı oluşmuştur. Daha sonra Toronto'da yardımcı pilotluk yapıp Oxford'a geri dönen yazar bu sefer Mississippi Üniversitesi'ne girmiş, burada "Marionettes" adlı bir grup kurup aynı adı taşıyan bir oyun yazmaya çalışmış fakat başaramamış ve 1921'de okulu bırakıp New York'a gitmiştir. Burada bir kitapçıda çalışmış ve Sheerwood Anderson'ın ileride eşi olacak olan Elizabeth Prall'la tanışıp arkadaşlık kurmuştur. Aynı yılın Aralık ayında Oxford'a geri dönmüş ve bu sefer de üniversitede postane müdürü olarak çalışmaya başlamıştır. 1924'de The Marble Faun(Mermer Tanrıça) adlı şiir kitabını basmıştır. 1925'de New Orleans'a gidip arkadaşı olan Elizabeth Prall sayesinde Sherwood Anderson'ın "çırağı" olmuş ve onun yönlendirmeleriyle Birinci Dünya Savaşı sonunda entelektüellerde ve toplumda görülen sıkıntı ve büyük üzüntüyü benimseyip, yine Anderson'ın yönlendirmesiyle 1926'da Soldier's Pay'i yazmıştır. 1929'a dek olan yazılarında şeytani özellikler taşıyan karanlık kötü kadın karakterler görülürken, 1928'de Estella'nın boşanıp dönmesi ve William Faulkner'ın onunla evlenmesiyle bu kadın modeli değişmiştir. 1929'da Sartoris'i yazmıştır. Bu eserinin önemli özelliği, Faulkner'ın ünlü Yoknapatawpha kasabası sembolünü ilk kullandığı kitabı olmasıdır. Aynı yıl ünlü eseri The Sound and the Fury'yi (Ses ve Öfke) yazmış ve büyük bir başarı kazanmıştır. 1930'da ise As I Lay Dying'de (Döşeğimde Ölürken) 40 mil ötedeki Jefferson'a gömülmek istediğini söyleyen Addie Bundren'in cenazesinin ailesi tarafında buraya götürülmesi anlatılır. Paraya sıkıştığı bir dönemde, sırf satış yapması için 1931'de yayımlanan Sanctuary'yi (Kutsal Sığınak) yazar fakat beklediği kadar büyük satışı sağlayamaz. Daha sonra devam eden maddi sıkıntıları yüzünden ara ara Hollywood'da senaryo yazarlığı yapar. 1932'de ise Light in August'u (Ağustos Işığı) yazar. Bu eserde, Lena Grave, Joe Christmas ve Peder Hightower'ın geçmişe saptantılı hikâyeleri birçok anlatıcı kullanılarak anlatılır. 1936'da Absalom! Absalom!'u yazar. Faulkner eserlerinde genel olarak Güney kültürünün çöküşü ve bozuluşunu, ve aile sevgisi ve gururunun yok oluşunu ele alır. 1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandıktan sonra, 1955'de Pulitzer Ödülü'nü alan Faulkner, 1962'de bir kalp krizi sonucu ölmüştür. Soldier's Pay (1926) Sartoris (1929 / 1973) The Sound and the Fury (1929) As I Lay Dying (1930) Red Leaves (1930) Dr. Martino (1931) That Evening Sun (1931) Sanctuary (1932) Light in August (1932) Absalom, Absalom! (1936) The Hamlet (1940) Go Down, Moses (1942) The Bear (1942) Knight's Gambit (1949) Mayday (1977) Piramit Piramit (Eski Yunanca: πύρ = (pýr) ateş + μέσο/μέση = (méso/mése)) orta kelimelerinden kökleniyor. Mısır Piramitleri, Mısır’da yer alan piramit şeklindeki yapılardır. Mısır’da 100’den fazla piramit vardır. Piramitlerin çoğu Eski Krallık Dönemi'nden Orta Krallık Dönemi’ne kadar hüküm süren firavunların mezarları olarak inşa edilmiştir. Bilinen en eski piramit 3. Hanedan Döneminde inşa edilen Basamaklı Piramit'tir. Bu piramit ve etrafını çevreleyen bloklar; mimar İmhotep tarafından tasarlanmıştır. Mısır Piramitleri dünyanın en eski şekilli taşlardan inşa edilmiş yapılarıdırlar. Yapımda çalışan işçiler piramitlerin sırrını bildikleri için yapım bittikten sonra öldürülmüşlerdir. Gize piramitleri tarih boyunca inşa edilen en büyük yapılar arasındadır. Dünyanın 7 Harikasından yalnızca Gize'de bulunan ve en büyük piramit olan Keops Piramidi ayakta kalabilmiştir. Dido Sotiriyu Dido Sotiriyu (Yunanca: Διδώ Σωτηρίου "Dido Sotiriou", d. 18 Şubat 1909 - ö. 23 Eylül 2004), Yunan kadın yazar. Yazar, 1909 yılında Aydın'da doğdu. Sol görüşlü ve militan kişilikli Sotiriu, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış bir kadın yazardı. Çocuk yılları Aydın'da geçti. 1922 yılında 13 yaşındayken Yunanistan'a amcasının yanına göç etmek zorunda kaldı. Ailesi daha sonra göçtü. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında Yunan Komünist Partisi (KKE) üyesi olarak yeraltı basınında önemli görevler aldı. 1986'da Livaneli ve Teodorakis'in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. Aydın'daki çocukluk günlerini anlatan Matomena Homata (Kanlı Topraklar - Benden Selam Söyle Anadolu'ya adlı ("çeviren" Atilla Tokatlı) kitabıyla 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü kazandı. Türkmeneli bayrağı Irak Türkmenlerin bayrağı veya Türkmeneli bayrağı Irak Türkmenlerini temsil eden bayrak. Aynı zamanda Irak Türkmen Cephesinin de bayrağı ve arması olarak kullanılmaktadır. Mavi zemin içinde ay ve altı yıldızlı şeklindedir. Şekil itibariye diğer Türk bayraklarına ve renk itibarıyla de Doğu Türkistan bayrağına benzer. Çin Komünist Partisi Çin Komünist Partisi (ÇKP), Çin'in kurucu ve iktidar partisidir. 1 Temmuz 1921 tarihinde Şanghay'da kurulmuş olan Çin Komünist Partisi, 2016 yılında açıklanan ve toplam Çin nüfusunun ciddi kısmına tekabül eden 88.76 milyon üye sayısıyla dünyadaki en büyük siyasi parti konumundadır. (Büyüklük açısından rakibi ABD'de kurulu olan Demokratik Parti'dir.) Çin Komünist Partisi'nin bütün devlet kademelerinin ve yasama süreçlerinin kontrolünü elinde tutmasıyla Çin'de ÇKP'nin üst düzey bir siyaset otoritesi ve gücü olması gerçekleşmiştir. ÇKP'nin çekirdeği Mayıs 1920'de Şangay'da oluşturuldu ve Çin İç Savaşı'nda rakibi olan Kuomintang (KMT)'i yendikten sonra bütün Çin'de yönetime el koydu. ÇKP'nin kökeni 1919'da gerçekleşen 4 Mayıs Hareketi'ne dayanmaktadır ve Rus politikacı Vladimir Lenin'in Öncü parti teorisine göre kurulmuştur. Kuruluş Ulusal Kongresi 23–31 Temmuz 1921 tarihleri arasında Şanghay'da bulunan bir kız okulunda yapıldı. Mao, 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Böylece Komünist Parti devletin karar ve yürütme mekanizması haline geldi. 1950’li yıllarla beraber, Çin'in Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri bozulmaya başladı. Yapılmaya çalışılan reformların başarısız olması Mao'nun Komünist Parti içerisindeki gücünü büyük ölçüde zayıflattı. Partinin kontrolünü ele almak ve Çin Devrimi'nin ruhunu tekrar canlandırmak için 1966 yılında Kültür Devrimi'ni başlattı. Mao'nun ölümünün ardından Komünist Parti içerisinde iktidar mücadelesi başladı. 1978 yılında partinin başına Deng Şiaoping geçti. Parti örgütü Kültür Devrimi sırasında tamamen dağıtılmıştı. Çin değerleri ile sosyalizm hareketini başlatan Deng Xiaoping tarafından yeniden oluşturuldu ve bütün devlet yapılarının kontrolünü tekrar ÇKP'nin elinde toplandı. Kuramsal olarak, partinin en yüksek organı her beş yılda bir toplanan Çin Komünist Partisi Ulusal Kongresi'dir. Parti tüzüğünde detaylı bir şekilde anlatılan Komünist Parti içinde yetkinin temel dağılımı şöyledir: Ada çayı Ada çayı ("Salvia"), ballıbabagiller (Lamiaceae) familyasından "Salvia" cinsini oluşturan kokulu bitkilere verilen ad. 30–70 cm boyunda olan bitkinin menekşe renkli çiçekleri halka dizilişlidir. Beyaz keçeli yaprakları gümüş gibi parıldar ve acımtırak, ıtırlı bir koku yayarlar. Bahçe ada çayı, güneşli bir yerde yetiştirilmelidir. Don olayına karşı duyarlı olduğu için, kış boyunca çam dalları ile örtülmesi doğru olur. Bir başka tür olan çayır ada çayı ("Salvia pratensis"), çayırlarda, bayırlarda ve meralarda yetişir. Çevresine hoş bir koku yayan mavi – menekşe renkli çiçekleri bulunur. Çayır ada çayı (Anadolu adaçayı) batı ve güney-batı Anadolu'da bol yetişir. Anadolu ada çayından "elma yağı" veya "acı elma yağı" denilen yağ da üretilmektedir. Bu tür adaçayı da kimyasal yapı ve tedavi etkisi bakımından tıbbi (bahçe) ada çayına benzemektedir. Tüylü ve beyazımsı bir renkte olan yapraklarının kurusu çay şeklinde haşlanarak içildiği gibi, et yemeklerine koku ve lezzet vermek için de kullanılır. Özellikle karaciğer, ördek, kaz, tavuk ve av hayvanların kızartmalarında koku ve tat için kullanılır. Avrupa mutfaklarında kızar
mış patateslerin, hamurlara koyulan yağların kokulandırılmasında, salamuralarda, etlerin dinlendirilmesinde kullanılır. Bu bitkinin çiçekleri, gargara ve adaçayı sirkesi yapmak için toplanır (bir avuç çiçek, doğal sirkenin içinde bir süre bekletilir) ve elde edilen sirke, uzunca bir süre hasta yatağından kalkamayan kişilere rahatlatıcı ve canlandırıcı anlamda sürülerek, masaj yapılır. Bitki yaprakları çiçeklenme öncesi, eterli yağlar oluştuktan sonra Mayıs-haziran aylarında toplanır. Etken maddelerinin doruğa ulaştığı öğlen saatlerinde toplanan yapraklar, gölgeli ve havadar bir yerde kurumaya bırakılır. İyice kuruduktan sonra ince kıyılarak, hava almayan kaplarda saklanır. Ada çayı, çok eski çağlarda da ünlü bir şifalı bitki olarak tanınırdı. 13. asırdan kalma bir dizede şöyle deniyor: "Eğer dikmişsen adaçayını bahçeye, ne gerek var ölmeye!" Ada çayının eski çağlarda da ne büyük bir övgü ile anıldığını, çok eski bir şifalı bitki kitabı şöyle anlatıyor: "Kutsal Meryemana, Bebek İsa ile Herodes’un gazabından kaçmak zorunda kaldığında, kendisini saklamaları için, çayırdaki tüm çiçeklerden yardım istemiş, ama hiçbir çiçek ona yanıt vermemiş. İşte o zaman adaçayı eğilmiş ve Meryemana sığınacak bir yer bulmuş. Onun sık ve koruyucu yapraklarının arasına girerek Herodes’un askerlerinden saklanmış ve askerler onu görmeden geçip gitmişler. Tehlike geçiştirildikten sonra, saklandığı yerden çıkan Meryemana, tatlı sesiyle ada çayına şöyle demiş: Bu andan sonra sonsuza dek insanların en çok sevdiği çiçek sen olacaksın. Seni, insanları tüm hastalıklardan koruyacak kadar güçlü kılıyorum. Bana yaptığın gibi, onları da ölümden kurtar!” İşte o zamandan beri adaçayı, insanları iyileştirmek ve onlara yardım etmek için her yıl yeniden çiçekleniyor." Ada çayı türleri listesi Burada ada çayı ("Salvia") taksonunun listelenmesi yapılmıştır. Yaklaşık 900 kadar türü bilinmektedir. Türkiye arması Türkiye arması, pasaportlarda, nüfus cüzdanlarında ve dış temsilciliklerde kullanılan sembol olan ay yıldızdır. Türkiye arması, Fransa arması ve diğer bazı ülkelerin armasında olduğu gibi yasal olarak düzenlenmemiştir, bu yüzden fiiliyatta armada kullanılan renkler ve bazen ay yıldızın baktığı yön farklılık gösterebilmektedir. Çeşitli devlet kurumlarında ve nüfus cüzdanlarında kırmızı zeminde beyaz ay yıldız kullanılır. 1930'lardan başlayarak kullanılan eski nüfus cüzdanlarında beyaz zeminde kırmızı olarak sola bakan ay yıldız kullanılmıştır. Türk pasaportlarının kapağında altın sarısı, sayfalarında ise kırmızı zemin üzerinde beyaz ay yıldız bulunur. Elçilik girişlerindeki panolarda altın sarısı zemin üzerinde kırmızı ay yıldız vardır. Türkiye arması, sade olması ve bayrağındaki sembolü kullanması açısından ülkelerin çoğunun armasından ayrılır, bu açıdan İsviçre armasına benzer. 1922'de saltanatın kaldırılması ile padişahın armasının kullanımı bırakılmış, yerine bayraktaki ay yıldızın kullanımı benimsenmiştir. 1925'te Maarif Vekaleti, farklı bir devlet arması belirlemek için bir yarışma düzenlemiş ve sonucunda ressam Namık İsmail'in arması birinci olmuştur. Türklerin simgesi olarak kabul edilen Bozkurt figürünün yer aldığı arma resmî olarak kayda geçirilmemiş ve hiç kullanılmamıştır. Bunun yerine yalnızca ay yıldızın arma olarak kullanılmasına devam edilmiş, nüfus cüzdanları ve pasaportlar buna göre düzenlenmiştir. 2014 yılının ağustos ayında ise iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Şanlıurfa milletvekili Zeynep Karahan Uslu resmî olarak yeni bir armanın tasarlanması için 30 milletvekiliyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti Resmî Armasının Belirlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı'nı partisinin grup başkanlığına sunmuştur. Manila Manila (Takalotça: "Maynila") Filipinler'in başkenti ve Metro Manila bölgesinde bulunan belediyelerden biridir. Şehir ülkenin en büyük adası olan Luzon'da Manila Bay'ın doğu kıyısında bulunur. Manila 10 milyonun üzerinde insanın yaşadığı metropol alana sahip ve gelişmekte olan bir merkezi yerdir. Metro Manila Ulusal Başkent Bölgesi (NCR) olarak da bilinen 17 şehir ve belediyelerden meydana gelen Manila şehrinin bir parçasıdır. Manila 1,5 milyonu aşkın sakini bulunan Filipinler'in saygın en meşhur ikinci şehridir. Sadece ülkenin önceki başkenti olan Quezon Şehri bundan daha popülerdir. Manila, ismini "may nilad" 'den aldı. Tagalog dilinde "nilad" adını tropikal kuşaktaki kıyı ve bataklıklarda yetişen bir bitki cinsi olan "mangrov"'un çiçek açmasından aldı. Birleşik Devletler'in bu şehri ve Filipin takımadalarını 1898'de başlayan işgal etme ve kontrolü ele geçirmesi 1946'ya kadar sürdü. II. Dünya Savaşı sırasında birçok şehir harap edildi. 1975'te Manila Metropol bölgesi varlığını ispat etmek içim bağımsızlığa karar verdi. Bugün şehir ve metropol önemli bir kültür ve ekonomik merkezi olmayı başardı. Bununla birlikte nüfus, trafikte, kirlilik ve iklim değişiklikler oldu. Manila "Gamma" olarak Globalization and World Cities Study Group and Network (GaWC)'nin bir üyesi olarak küresel şehir listesinde bulunmaktadır. Filipinler pesosu Filipinler Pesosu Filipinler'in resmî para birimi. Kalkandelen Kalkandelen veya iki dilli kullanımda Tetova (Makedonca: Tетово "Tetovo"; Arnavutça: Tetova / Tetovë), Makedonya'nın kuzeybatısında bir şehirdir. Şar Dağları’nın eteklerine kurulu olup Pena Nehri kenarındadır. Makedonya’nın kuzeybatısında, Polog Bölgesi sınırları içinde yer alır. Başkent Üsküp ve Manastır'dan sonra ülkenin üçüncü büyük şehridir. Belediye yüzölçümü 1.080 kilometrekare olup denizden yüksekliği ("rakım") 468 metredir. Kalkandelen, yarı karasal bir iklime sahiptir. Bu iklim yapısında yaz ayları nispeten nemli ve sıcak; kış ayları soğuk ve kar yağışlıdır. İlkbahar ve sonbahar sık sık yağışlar görülür. Kalkandelen yakınlarında Baltepe muhitinde bazı arkeolojik buluntular elde edilmiştir. Kalkandelen, MÖ 168 tarihinde Roma egemenliğine geçmiştir. Hunlar, Ostrogotlar, Keltler gibi kavimlerin Roma topraklarına yoğun saldırılar düzenlediği dönem olan 3. ve 4. yüzyıldan sonra şehir güçlendirilmiş surlar, kaleler, hisarlar, hâkim tepelerle donatılmıştır. Bu savunma çalışmaları Kalkandelen ve civarındaki birçok köyü kapsamıştır. 14. yüzyılda Kalkandelen, bölgedeki birçok şehir gibi, Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. 1452 yılına ait ve “Kalkandelen Nahiyesi” adıyla belirtilen şehre dair ilk Osmanlı kayıtlarında şehirde 146 Hristiyan aile ve 60 Müslüman aile var olmuştur. 1545 yılında 99 Hristiyan aile ve 101 Müslüman aile; 1568 yılında 108 Hristiyan aile ve 329 Müslüman aile Kalkandelen’de yaşamıştır. Türk egemenliğiyle beraber şehirde birçok açıdan değişiklikler, yenilikler görülmüştür. Ticaret açısından gelişmeye başlayan şehirde ticaretaileler artmış; yeni binalar, hamam gibi yapılar kurulmuştur. Bu dönem ayrıca, Kalkandelen’deki Müslüman ve Türk nüfusun da artıp baskın nüfus hâline gelmesini sağlamıştır. Söz konusu durumla bağlantılı olarak şehirde birçok cami, mescit, dinî yapı kurulmuştur. Bunlar içinde 1438 yılında yapılan Alaca Cami birçok yönüyle önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kalkandelen, önemli bir ticaret merkezi olduğu gibi, tarım, zanaat açısından da ön plana çıkmıştır. Bunların yanında şehir, askerî üs özelliği de taşımıştır. Balkanlar’daki Bektaşi dergâhlarının en önemlilerinden olan Harabati Baba Tekkesi 1538 yılında kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu dönemi sonrasında, küçüklü büyüklü birçok muharebe sonrasında Kalkandelen bölgesi, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı egemenliğine girmiştir. 1918 sonrasında Yugoslavya Krallığı olarak 1943 yılına dek egemenlik sürmüştür. 1943 yılı ile beraber Yugoslavya Krallığı ortadan kalkmış, yerine Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti kurulmuştur. Kalkandelen’in de dâhil olduğu bölge, bu kez de sosyalist Yugoslavya idaresine girmiştir. 1991 yılında Makedonya’nın Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan etmesiyle Kalkandelen, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti içinde bugününe gelmiştir. 2002 sayımlarına göre Kalkandelen Belediyesi’nin toplam nüfusu 86.680 kişidir. Bu nüfusun etnik dağılımı şu şekildedir: Arnavutlar 60.886; Makedonlar 20.053; Türkler 1.882; Romanlar 2.357 ve diğerleri… Kalkandelen’de 12 ilköğretim okulu; 9 bölgesel okul; 1 ilköğretim devlet müzik okulu; 6 ortaöğretim okulu ve 2 üniversite vardır. Üniversitelerden Kalkandelen Devlet Üniversitesi, gelişkin bir yükseköğretim kurumudur. Bu devlet üniversitesinde bugün 11 fakülte, 1 enstitü ve sağlık alanında kurumları destekleyen 2 enstitü bulunur. Üniversite, 12.000’den fazla öğrenciye; büyük sayıda da tam düzende olmayan öğrenciye sahiptir. Diğer üniversite olan Güneydoğu Avrupa Üniversitesi, 2002 yılının Aralık ayında açılmıştır. Bu üniversitede 5 fakülte ve 2 eğitim birimi vardır. I. Alâeddin Keykubad I. Alâeddin Keykubad (Arap alfabesiyle: علا الدين كيقباد بن كيكاوس) (d. 1190 - ö. 31 Mayıs 1237), Anadolu Selçuklu sultanıdır (1221-1237). Saltanatı boyunca inşa ettirdiği ve çoğu günümüze kadar erişen eserler, idari ve askeri bakımdan hem şahsına hem de devletine kazandırdığı prestij nedeniyle Türkiye ve dünya literatürünün en ünlü Selçuklu sultanıdır. Konya'daki Alâeddin Camii, Niğde'deki Niğde Kalesi, Antalya'daki Yivli Minare Camii ve Beyşehir Kubâd-Âbâd Sarayları yaptırdığı en önemli eserlerdir. Muhtemelen 1190’da dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’dir. Annesinin kim olduğu, çocukluğu ve meliklik dönemi hakkında fazla bilgi bulunmaz. Babası 1196’da tahtı kardeşi Rükneddin Süleyman’a bırakmak mecburiyetinde kalıp gurbet hayatına çıktığında Alâeddin Keykubad, ağabeyi I. İzzeddin Keykavus’la birlikte babasının yanında bulundu. Dördüncü Haçlı Seferi öncesine kadar (1200 - 1204 arası) İstanbul'da Bizans İmparatorluğu'nda kaldı. İzzeddîn Keykavus ve Alâeddîn Keykubad’ın babaları ile birlikte geçirdikleri gurbet hayatı sırasında ikisinin eğitimi ile Seyfeddîn Ayaba’nın ilgilendiği bilinir. Ayrıca kesin olarak hangi döneme ait olduğu bilinmese de Dizdar
adı ile tanınan Emir Bedreddîn Gevhertaş, Alâeddîn Keykubad’ın lalası idi. Ana dili olan Türkçenin yanında, Farsça, Rumca ve Arapça öğrendi. Ayrıca yüksek İslami ilimleri ve astronomiyi öğrendi. II. Süleyman Şah'ın ölümü üzerine tekrar sultan olmak üzere Konya’ya doğru harekete geçen babası Gıyaseddin Keyhüsrev, geçişine izin vermesi için İznik İmparatoru I. Theodoros Laskaris ile anlaşma yaparak Ladik, Honas ve bazı kaleleri bırakmayı kabul ettiğinde kaleler teslim edilene kadar onu ağabeyi İzzeddin Keykâvus ile İznik'te rehin bıraktı. İki kardeş, bir süre İznik'te tutsak olarak kalsa da daha sonra Hacib Zekeriya'nın yardımı ile kaçarak Anadolu'ya geçtiler. II. Gıyaseddin Keyhüsrev 1205 yılında yeniden Selçuklu tahtına geçince Keykubad’ı Tokat’a melik tayin etti. 6 yıl süren meliklik döneminde devlet yönetimini öğrendi ve tecrübe sahibi oldu. Babasının ölümünden sonra devlet erkanı Sultanlığa ağabeyi I. İzzeddin Keykavus'u seçti; Kayseri'de yapılan bir törenle tahta çıkardı. Bunu kabul etmeyip tahta geçmek isteyen Keykubad, Erzurum meliki olan amcası Tuğrul Şah ve Ermeni Kralı II. Levon ile anlaşarak ağabeyinin bulunduğu Kayseri’yi kuşattı. Fakat taraftarları ağabeyi ile birleşince zor durumda kalarak Ankara Kalesine sığındı. Ankara Kalesi ağabeyi Keykavus tarafından kuşatıldı. Alaaddin Keykubad, bir yıl süren direnişten sonra erzak tükenince; kendisine ve Ankara halkına zarar verilmemesi şartıyla 1213 baharında teslim oldu. Ağabeyi onu önce Malatya’daki Mazara (Minşar) Kalesi’ne daha sonra Kezipert Kalesi’ne hapsetti. İzzeddin Keykâvus'un Keykubad'ı öldürmesine hocası Mecdüddin İshak engel olmuştur. Keykavus’un oğlu olmadığından 1220 yılında ölümü üzerine Beylerbeyi "Seyfeddîn Ayaba", "Emîr-i Âhûr Zeyneddîn Beşâra", "Emîr-i Meclis Mübârizeddîn Behramşâh" ve "Bahâeddîn Kutluğca" gibi devlet adamları ve komutanlar, Kezirpert Kalesi’nde tutuklu bulunan Alâeddîn Keykubad’ı tahta çıkarma kararı aldı. Kimi kaynaklara göre İzzeddin Keykavus ölüm döşeğinde iken Aleaddin Keykubad'ı çağırtarak varis ilan etmiştir. Yeni hükümdarı tutuklu bulunduğu yerden çıkarıp Konya’ya getirme görevi Seyfeddin Ayaba’ya verildi. Böylece İzzeddin Keykâvus’un yüzüğünü yanına alan Emîr Seyfeddin Ayaba, Alâeddin Keykubâd'ı, tutuklu bulunduğu Kezipert kalesinden çıkararak Sivas'a getirdi. Melik Alâeddin Keykubâd Sivas'ta tahta çıkartıldı. Ardından Konya yolunu tutan Alaeddin Keykubad’a Kayseri, Akşehir ve Konya'da muhteşem karşılama törenleri yapıldı. O tahta çıktığında Abbasi Halifesi Nâsır, İslam filozoflarından Şihabeddin Sühreverdî ile menşur, hil‘at, çetr ve diğer saltanat alâmetlerini göndererek hükümdarlığını tasdik etmiştir. Alaaddin Keykubad tahta çıktığında ilk işi Asya'yı ve Doğu Avrupa'yı kasıp kavurmakta olan Moğol istilasına karşı önlemler almak oldu. Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlerin surlarını ve sınır kalelerini yeniden inşa ettirdi. Bağdat’ı Moğollar’a karşı savunmak için asker talep eden Abbasi halifesine Bahâeddin Kutluğca kumandasında beş bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Moğollar’ın Bağdat’ı istila etmekten vazgeçmesi üzerine bu birlik geri gönderilmiştir.. Yazı Kayseri’de geçirdikten sonra ""Kalonoros"" adıyla bilinen ve Kilikya Ermeni Krallığı'na bağlı olan Kyr Vart adlı şahsın yönetiminde bulunan Alanya Kalesi üzerine seferine çıktı. Ordusu ve Antalya'dan gelen deniz kuvvetleri ile kış mevsiminde kaleyi kuşattı. İki aylık kuşatmanın sonunda kale teslim oldu. Yapılan anlaşmaya göre Sultan Alâeddin kaleyi teslim alarak Kyr Vart'ın kızı ile evlenecek, ona Alanya’ya karşılık Akşehir beyliği ve birkaç köyün mülkiyeti verilecekti. Böylece Sultan Akdeniz sahilindeki bu kaleye kendi adına nisbetle ""Alâiye"" denilmesini, yeniden imarını ve burada bir tersane inşasını emretti (1221). Kyr Vart’ın kızı ile düğün yaptı. Tarihe "Mahperi Sultan" (Hunat Hatun) olarak geçen Hristiyan eşinden oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev dünyaya gelmiştir. Sultan, Alaiye’nin fethinden sonra kışı geçirmek üzere Antalya'ya gitti; yolculuk esnasında Kyr Vart'ın kardeşinin idaresindeki Alara Kalesi de fethedildi. Antalya’dan Kayseri’ye döndükten sonra babası I. Gıyaseddin Key-hüsrev ve ağabeyi I. İzzeddin Keykâvus zamanından kalan tecrübeli ve yaşlı devlet adamlarından kurtulmanın yolunu aradı. Aralarında Seyfeddin Ay Aba, Zeyneddin Başare, Mübarezeddin Behramşah ve Bahaeddin Kutluğca gibi emirler bulunan bu devlet adamları, servet ve saltanatta Sultan'ı gölgede bırakıyorlar ve bu durum iki taraf arasında da gizliden kuşku ve şikâyetlere sebep oluyordu. Hokkabaz Oğlu Seyfeddin ve annesinden akrabası Emir Komnenos’dan yardım alan Keykubad, cezalandıracağı emirleri sarayına davet etti; yakalatıp hapsettiği emirlerin çoğunu idam ettirdi. Daha sonra ortadan kaldırılan emirlerin yakınları olan ikinci derecedeki amirleri sürgün ettirdi. Eyyûbîler’e sığınan bu kişiler, Eyyûbî Hükümdarı Melik Eşref’in ricası ile ülkeye geri dönebildiler. Ticaret yollarının güvenliğine büyük önem veren Keykubad, Antalya ve Çukurova'da saldırıya uğrayıp soyulan tacirlerin Kayseri'ye gelip Keykubad'ın huzuruna çıkarak şikayette bulunmaları üzerine yeni bir sefere karar verdi. Aynı dönemde Antakya Haçlı Princepsi IV. Boemondo, veraset meselesi yüzünden mücadele halinde olduğu Ermeniler’e karşı işbirliği teklifinde bulunmuştu. Keykubad, bu teklifi kabul ettiğini Antakya Princepsine bildirdikten sonra, Selçuklu kuvvetlerini üç koldan bölgeye sevk etti. Haleb Eyyûbi meliki el–Melikü’z–Zahir’in gönderdiği kuvvetlerle gücü artan Keykubad, Ermeni topraklarına girdi. Antalya Sübaşısı Mübarizeddin Ertokuş, sahilden ilerleyerek Manavgat ve Anamur başta olmak üzere 40 kaleyi fethederek Silifke'ye kadar ilerledi. Karadan taarruz eden diğer Selçuklu kuvvetleri iki koldan ilerledi. Selçuklu ordusunun İçel, Silifke ve Çınçın kalesini (Maraş) ele geçirmesi ile çok zor durumda kalan Ermeni Kralı Hetum, Keykubad’a elçi göndererek barış isteyince kralın teklifini kabul etti. Yeni anlaşma ile Ermeniler, "her sene bin süvari ve beş yüz çarkçı neferi harp hizmetine göndermeyi, 1218 yılında yapılan antlaşma da belirlenen haracı iki misline, yani 40 bin dinara çıkarmayı ve Ermenilerin keseceği sikkede Sultanın adının da bulunması şartlarını kabul etmek zorunda kalmış ve yeniden Selçukluların tâbii olmuşlardır. Bu sırada Artuklulardan Diyarbekir hükümdarı olan Mes’ud’un Keykubad adına okunan hutbeyi kaldırması üzerine buraya Mubarezeddin Çavlı kumandasında bir ordu gönderdi. Bu ordu, Mesud’un ordusunu yendi ve Çemişgezek gibi bazı kaleleri ele geçirdi. Ayrıca, Eyyûbî hükümdarı Melik Eşref’in yardımcı olarak gönderdiği kuvvetleri de bozguna uğrattı. Moğol istilasına karşı önlem olarak Eyyûbiler ile iyi geçinmek isteyen Keykubad, esir aldığı Eyyûbî kumandanlarını serbest bıraktı ve onlarla akrabalık kurmak amacıyla 1227 yılında Eyyûbî meliklerinden Muazzam Şerefeddin Îsâ’nın kızı ile siyasi bir evlilik yaptı. Karşılıklı hediye alışverişi, törenler ve düğün Şam’da başlayıp Malatya ve Kayseri’de devam etti. Tarihe Melike Âdile (ya da Gaziye Hatun) olarak geçen ikinci eşinden iki oğlu dünyaya gelmiştir. Sultan Alaeddin, Trabzon Rum İmparatorluğunun gücünü kırmak için Sinop’ta bir donanma inşa ettirdi. Karşı kıyıdaki Sudak, 1223’te Moğollar tarafından istila edilmiş ve halkın bir kısmı Selçuklulara sığınmıştı. Trabzon Rum İmparatorluğu’nun durumu fırsat bilerek Sudak Limanı’nı elde etmeye çalıştıklarını öğrenen Keykubad, Kastamonu emiri Hüsameddin Çoban’ı Karadeniz donanmasıyla Kırım Seferine memur etti. Emir Çoban Sudak’ı fethedip (1227) şehirde bir cami inşa ettirdi ve askerlerini yerleştirdiği bir garnizon kurdu. Ruslar Suğdak’ın Selçuklu hakimiyeti altına girmesini tanımak zorunda kaldılar. Buradaki Selçuklu hâkimiyeti uzun sürmemiş, muhtemelen 1239 yılında tekrar Suğdak’a gelen Moğollar burayı ele geçirmişlerdir. Keykubad, Moğol tehlikesine karşı doğu sınırlarını güçlendirmek için Erzurum ve Erzincan'daki beylikleri ortadan kaldırarak doğrudan Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlamak istiyordu. 1228’de Mengüçlü Beyliği’ni ortadan kaldırdı. Divriği hariç bütün Mengücüklü ülkesini Selçuklu topraklarına kattı. Oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’i Mengücük iline melik olarak gönderdi; Antalya subaşısı Mübârizüddin Ertokuş’u da ona atabeg tayin etti. Erzurum Beyi Cihanşah'ın Eyyûbîler ile birleşmesi üzerine Erzurum seferi ertelendi. Sultan Keykubad Erzincan’da iken Trabzon Rumları’nın Selçuklular’ın elinde bulunan Karadeniz kıyılarını yağmaladıkları haberini aldı. Oğlu Gıyâseddin Keyhusrev'i Trabzon’un fethine gönderdi. Mübârizüddin Ertokuş kumandasındaki Selçuklu ordusu Trabzon’u kuşattı. Fakat günlerce yağan yağmur ve şiddetli rüzgâr Selçuklu ordusunun dağılmasına sebep oldu. Gıyâseddin Keyhusrev Rumlar tarafından esir alındı. İmparator Andronikos kendisine saygılı davrandı ve onu fazla bekletmeden babasına gönderdi. Moğollar önünden kaçan Celaleddin Harzemşah, Azerbaycan’a yerleşip Tebriz şehrini başkent yapmıştı. (1225). Başlangıçta Anadolu Selçukluları ile iyi ilişkiler kurdu ancak 1229’da Celaleddin Harzemşah’ın Eyyûbîler’e ait Harput’u kuşatması ve Erzurum meliki Cihanşah’ın ona tabi olması ile dostluk bozuldu. Alâeddin Keykubad, Celaleddin Harzemşah’tan, bu teşebbüsünden vazgeçmesini istedi; Moğol tehlikesi karşısında birlik olmak gerektiğini ifade eden bir mektupla elçi gönderdi. Harzemşah’ın bu uyarıları dinlemeyip Ahlat’ı ele geçirmesi ve arkasından da Selçuklular üzerine harekete hazırlanması üzerine Keykubad bu defa onun karşısında birlik sağlamak için Eyyûbî hükümdarlarına elçi gönderdi. Nihayet Harzemşah üzerine yürüyen Alâeddin Keykubad, Sivas yakınında Eyyûbî Hükümdarı Melik Eşref’le buluştu. Birleşen iki ordu, Harzemşah’ın ordusu ile Yassıçemen’de karşılaştı 10 Ağustos 1230’daki savaş Harzemşahlar çok büyük yenilgiye uğradı. Bu savaştan sonra Harzemşahlar tarih sahnesinden silinirken Keykubad, Erzurum’u kolayca ele geçirdi. Ahlat hakimiyet menşurunu Melik Eşref’e verdi. Alaeddin Keykubat saltanatının en büyük hatası Celalettin Harzemşah'la savaşmasıdır. Türk ve Müslüman devletler arasınd
a vuku bulan bu savaşlar, Anadolu'ya doğru harekete geçen Moğolların işini kolaylaştırmaktan öte bir işe yaramadı. Bilhassa Hazremşahlar'ın gücünün kırılması, Moğollar önünde durabilecek önemli bir kuvvetin ortadan kalkmasına sebep oldu. Yassıçemen savaşından sonra Cormagon Noyan komutasında Moğollar Sivas’a kadar gelerek, buraları yakıp yıktılar. Selçuklu kuvvetleri, Moğolları Erzurum’a kadar takip ettiyse de yetişemedi. Bu Moğol akınının, Gürcü kraliçesi Rusudan'ın tahrikiyle meydana geldiğinin anlaşılması üzerine, Gürcistan’a sefer düzenlendi. Gürcülerle yapılan savaşlarda, Gürcü kuvvetleri bozguna uğratıldı ve yapılan anlaşmayla Gürcistan’da bazı kaleler, Anadolu Selçuklu Devleti'ne bırakıldı. Anlaşmanın bir maddesine göre Kraliçe, kızını Sultan’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’e veriyordu. Moğol tehlikesini gören Alaeddin Keykubad, doğu sınırlarını sağlamlaştırdı. Moğol akınları yüzünden Eyyûbîler Ahlat bölgesini terk etmişlerdi. Keykubad’ın görevlendirdiği Kemaleddin Kamyar, Ahlat bölgesinde başıboş dolaşan Harezmli askerlerin Selçuklu hizmetine girmesini sağladı. Kaleler onarıldı, Ahlat büyük bir subaşılığın merkezi oldu. Ancak Ahlat’ın Selçuklu idaresine girmesi, Eyyubîlerle ilişkilerin bozulmasına yol açtı. Mısır hükümdarı Melik Kamil’in emrindeki 100 bin kişilik ordu Anadolu’ya doğru ilerledi. Halep-Kayseri kervan yolunu takip eden bu ordu durdurulunca Eyyûbîler bu defa Adıyaman üzerinden Harput’a geldiler; Torosların güneyinde yenilgiye uğradılar (1234) ve Harput Kalesi’ni Selçuklular teslim aldı. Böylece Harput Artuklu kolu sona ermiş oldu; Melik Kamil Mısır’a döndü. Alaadin Keykubad ertesi yıl orduyu yine Kayseri’de Meşhed ovasında toplayıp Eyyubiler üzerine yürümek için Malatya’ya geldi. Kemalaeddin Kamyar komutasındaki ordu Siverek, Urfa, Harran ve Rakka’yı ele geçirdikten sonra kış yaklaştığı için geri döndü. Ancak Melik Kamil fethedilen yerleri dört ay içinde geri aldığı gibi Selçuklular’a destek vermiş olan Mardin Artuklu Hükümdarının ülkesini de istila etti. Buna karşılık Selçuklu ordusu Âmid’i kuşatmış (1236); bu sırada Selçuklu ordusunda yer alan Kayır Han kumandasındaki Hârezmli askerler Mardin ve Musul Eyyûbîleri’nin hâkim olduğu beldeleri yağmalamışlardır. Ne var ki Selçuklu ordusu Âmid’in sağlam surları karşısında başarılı olamadı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Âmid'i almak arzusundan vazgeçmeyen Sultan Alâeddin Keykubad, 1237 baharında bütün ordusunu Kayseri’de topladı; amacı Eyyûbîler’i Güneydoğu’dan tamamıyla çıkarmaktı. O, orduyu toplamakla meşgulken Moğol Büyük Kağanı Ögeday’ın elçileri geldiler. Alaaddin, Ögeday’ın cihan hakimiyetini kabul ederek ona hediyeler gönderdi. Böylece Anadolu’yu Moğol istilasından kurtardı. Amid seferi için hazırlıklara devam ederek Hârzemli, Ermeni, Rum, Gürcü, Frank, Rus, Kıpçak ve Kürtlerden oluşan ordusuna Kayseri'nin Meşhed ovasında bir resmi geçit yaptırdı. Büyük oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’i eskisi gibi Erzincan meliki olarak bıraktı; küçük oğlu İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht ilan ederek ve bütün devlet ileri gelenlerine bu veliahtlığı kabul için yemin ettirdi. Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü Kayseri’de huzurunda bulunan yabancı elçiler için büyük bir ziyafet verdi ve bu ziyafette yediği kuş etinden zehirlenerek o gece öldü (31 Mayıs 1237). Oğlu Gıyâseddin Keyhusrev tarafından zehirlendiği ileri sürülmüştür. Sultan Mesud (1116-1157) tarafından zamanında Alâeddîn tepesinde yaptırılmış olan ve “"Kümbed-hâne"” adı ile anılan anıt mezarda defnedilmiştir. Alaeddin Keykubad, büyük bir siyasetçi ve asker olduğu kadar da ilim adamıydı. Âlimleri sarayında toplar, onları korurdu. Necmeddîn Dâye, Ahmed bin Mahmudi Tûsî el-Kâniî, Ahi Evren gibi dönemin pek çok önemli siması onun saltanatının ve kişiliğinin özellikleri nedeniyle yaşamak için Anadolu’yu tercih etmişlerdi. Yine Bahaeddin Veled ve sultanın döneminde ve çevresinde yetişen oğlu Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ve yine onun döneminde yetişen Sadreddin Konevî Anadolu kültür hayatında büyük öneme kavuşmuşlardır. Gayet olumlu şartlarda devraldığı ülkeyi on yedi yıllık saltanatı boyunca her yönü ile daha da geliştirerek zirveye taşımayı başarmıştır. Başarısındaki en büyük etkenlerden birisi hiç şüphesiz ticarete verdiği büyük önemdir. Babasının Selçuklu hakimiyeti altına aldığı iki önemli liman şehri olan Antalya (1207) ve Sinop'tan (1214) hareketle ülkesinin sahil şeridini genişletmiş, donanma inşaatına ve ticarete kuzey-güney ekseninin de dahil edilmesine büyük önem vermiştir. Özellikle Alâiye'nin ("Alanya") mamur bir Selçuklu limanı haline getirilmesi (1221-1222) ve Kıbrıs Krallığı ve Venedik Cumhuriyeti ile yapılan anlaşmalarla Selçukluların ve onlara tabi tüccarların bölge ticaretindeki konumu son derece güçlenmiştir. Alâeddîn Keykubad’ın Müslüman tebasının yanı sıra gayrimüslim tebası ile ilişkileri de her zaman iyi olmuştu. Genceli Giragos’un naklettiğine göre, Sultan Yassıçimen Savaşı'ndan dönerken Kayseri’ye yaklaşınca Müslümanlar imamlarıyla, Hristiyanlar da papazlarıyla ve ellerinde haçları ve çalgıları ile Sultanı karşılamaya çıkmışlar, Müslümanlar, Hristiyanları geriye iterek, tebrik ve dostluk dileklerinde ön sırada olmalarına meydan vermek istememişler, Hristiyanlar da bunun üzerine bir tepeye çıkarak bir şekilde kendilerini göstermişlerdir. Hristiyan tebasının ayrı durduğunu fark eden Alâeddîn Keykubad ordugahından kalkıp yanlarına gelmiş ve aralarına karışıp, çalgılarını çalmalarını ve yüksek sesle şarkılarını söylemelerini buyurmuştur. I. Alaeddin Keykubad'ı, Türkmenler ""Uluğ Sultan"" ve devrin kaynak yazarı İbn Bibi de, ""Uluğ Keykubâd"" ad ve unvanı ile anmışlardır. Saltanatı müddetince Anadolu’da geniş çapta imar hareketlerinde bulundu. Yaptırdığı kervansaray, kale ve sarayların kalıntıları Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hala bulunmaktadır. Sultan Alâeddîn Keykubad devri eserleri arasında inşa tarihi tam olarak bilinmeyen iki saraydan biri Kayseri yolu üzerinde bulunan Keykubadiye Sarayı ile Konya-Beyşehir yolu üzerindeki Kubadabad Sarayı’dır. Bunların haricinde bugün izi kalmamış olsa da, vakfiyesi kayıtlarda yer alan Konya Darüşşifası ("Darüşşifâ-i Alâiye") da yer almaktadır. Yine bilindiği kadarıyla Konya’daki sağlık tesisleri arasında Sultan Alâeddîn Keykubad tarafından 1236 yılında yaptırılmış bir ılıca da vardır. Niğde'deki Aladdin Cami, Alaaddin Keykubat adına Beşare Bin Abdullah (İmrahor Zeyneddin Beşare Bey) tarafından yaptırılmıştır. Mahperi Hatun ile evliliği Fransız asıllı yazar Gisèle tarafından kaleme alınan "Mahperi Hatun" (2009) ve Amerikalı yazar Katherine Branning'in kaleme aldığı"Ay Sultan" (2014) adlı romanlarda konu edilmiştir. 2014-2017 yıllarında TRT 1 ekranlarında yayınlanan dizisinde Sultan Alaaddin`i 87.Bölümünden itibaren Burak Hakkı tarafından canlandırıldı. Maymunlar Gezegeni Maymunlar Gezegeni, Türkiye'de şu iki sanat ürününün adı olarak geçmektedir: Planet of the Apes, şu sanat ürünlerini de ifade eder: Ayrıca: Tatlı Hayat Tatlı Hayat şu anlamlara gelebilir: Seven Seven bir soyadıdır ve şu anlamlara gelebilir: Nişasta Nişasta, farin veya amidon, suda çözünmeyen, kompleks bir karbonhidrat. Bitkiler tarafından fazla glikozu depolamak için kullanılır. Endüstride tutkal, kâğıt ve tekstil yapımında kullanılır. Gıda sanayisinde kıvamlandırıcı, yemek yapımında sıvıları koyulaştırmakta kullanılır. Çoğunlukla tahıllardan ve patatesten elde edilen tatsız ve kokusuz bir tozdur. Kimyasal (CAS kayıt numarası: 9005-25-8) olarak nişasta, amiloz ve amilopektin isimli iki polimerik karbonhidratın ("polisakkarit"in) birleşimidir. Amiloz, glikoz monomer birimlerinin alfa-1,4 bağlantılılarla uçuca eklenmesinden oluşur. Amilozdan farklı olarak amilopektinde dallanma vardır, ana her 24-30 glikoz monomerinden birinde alfa-1,6 bağlantısı ile bir yan zincir başlar. Amiloz lineer bir moleküldür, ancak birbirini izleyen glikoz birimlerinin açili olma eğiliminden dolayı bir sarmal oluşturur. İki amiloz molekülü birbirine sarılarak bir çifte sarmal da oluşturabilirler. Bu sarmalın iç yüzeyi hidrofobik olduğu için içinde yer alan su molekülleri kolaylıkla daha hıdrofobik moleküllerle yer değiştirebilir. Nişasta testinde kullanılan iyot molekülleri amiloz sarmallarının içine dizilince mavi bir renk oluşur. Amiloz sarmalları arasında oluşan hidrojen bağları yüzünden içinde çok az su barındıran yoğun bir yapı oluşur. Amilopektinde dallanma noktalarından sonra birbirine paralel iki zincir birbirlerine sarılarak bir çifte sarmal oluştururlar. Amilopektin, bir çalı gibi, bir merkezden dallandıkça genişleyen bir şekle sahiptir. Dallanmakta noktalarında molekül düzensizdir, iki dallanma noktası arasında ise çifte sarmallar düzgün bir şekilde istiflenerek kristal bir yapı oluştururlar; bu yüzden mikroskopta nişasta taneciklerinde bu düzenli ve düzensiz bölgeler büyüme halkaları gibi görünür. Bu moleküler yapısından dolayı amilopektin, nişasta taneleri olarak depolanmasını sağlayan sarmal şekilli olur. Hem amilopektin hem de amiloz glikozun polimerleridir, ve tipik bir amiloz polimeri 500-20.000 glikoz molekülünden, bir amilopektin molekülü ise yaklaşık bir milyon glikozda oluşur. Yapısal olarak nişasta, birbirine bağlı, lineer polimer sütunlardan oluşur. Amilopektinde alfa-1,4 bağlantılı zincirler, düzenli aralıklarla alfa-1,6 bağlantılarıyla dallanır. Farklı bitki türlerinde, hatta aynı türün farklı anaçlarında ("cultivar") amilozun amilopektine oranı değişir. Örneğin yüksek amilozlu mısır nişastasında % 85 oranında amiloz bulunurken, mumlu (waxy) mısır türünde amilopektin orani %99'dır. Amilopektin sarmalları çoğu tahıl nişastasında sıkı bir sekilde istiflenmişken (A-tipi nişasta), patates ve muz gibi bazı bitkilerde daha aralıklı istiflenirler (B-tipi nişasta). Bazı amilopektinlerde glikozların üzerinde bulunan fosfat grupları nişastanın suyu daha kolay emmesini sağlar. Bitkilerde nişasta çok az su içeren tanecikler halinde depolanır, bu taneciklerin boyutları bitkiden bitkiye değişir. Bitkilerde nişastanın başlıca işlevi enerji depolamaktır. Bitki h
ücrelerinde nişastanın oluşumu plastid denen organellerde (kloroplast ve amyloplast) gerçekleşir. Nişasta suda çözünmez. Sindirilmesi hidroliz yoluyla olur, bu reaksiyonu katalizleyen amilaz enzimleri glikozlar arasındaki bağları keserler. Hayvan ve insanlar amilaz enzimlerine sahip olduklarından nişastayı sindirebilirler. Farklı tip amilazlar nişastayı farklı biçimlerde parçalarlar. Nişasta parçalandıkça dekstrin, maltoz ve nihayet glikoza dönüşür. Maltoz ayrıca maltaz enzimi tarafından da sindirilebilir. İçerdiği glikoz monomerleri sebebi ile ve nişastanın kan şekerine doğrudan etkisi bulunmaktadır. Farklı zincir yapılarına sahip olan nişasta türleri su absorbsiyon kapasitesinde ve pişirme sıcaklığında da farklılıklar gösterir. Jelleşme sıcaklık aralığı 50- 85 °C'dir. Örneğin patatesten elde edilen nişastalar 60-65 C°'lerde jelleşme gösteririken, tahıl nişastaları 80-85 C°'lerde jelleşmektedir. Ayrıca patates nişastasının önceliği viskozitesinin yüksekliği ve jelleşme ısısının düşük olmasının yanı sıra jel çözeltisinin son ürüne renk ve parlaklık açısından etkilemeyecek oranda yarı saydam olmasıdır. Oda sıcaklığında nişasta polimer zincirlerinin birbirine sıkıca kenetlendiği granüllerden oluşur. Suyun normalde içine giremediği granüllerdeki zincirler, yüksek sıcaklıkta birbirlerinden uzaklaşır ve suyla etkileşebilir hale gelirler. Su ve sıcaklığın etkisiyle, nişastadaki polimerler birbirleriyle hidrojen bağları kurmak yerine suya bağlanırlar. Su, nişastanın içine nüfuz ettikçe genel polimer yapısının düzeni bozulmaya başlar, granüllü bölgeler küçülür ve amorflaşır. Suyla etkileşen amiloz, nişasta tanesinden dışarı sızar. Böylece su emip şişen nişastaya jelleşmiş denir. Jelleşmiş ve ardından kurutulmuş nişastaya "prejelatinize edilmiş" nişasta denir. Jelleşmiş nişasta doğrudan kurutulabileceği gibi, aşağıda ayrıntılanan şekillerde modifiye edildikten sonra da kurutulabilir. Sıcaklık azalınca jelleşmiş nişastadaki polimer zincirleri tekrar birbirleriyle etkileşmeye başlarlar ve bağlandıkları su moleküllerini salarlar. Bu arzu edilmeyen bir süreçtir çünkü salınan su, bu nişastayı bulunduran gıda ürünlerinde mikrop üremesine ortam sağlar. Buna engel olmak için nişastanın modifikasyonuna gidilir. Nişastanın suyunu salmamasını sağlamak için kullanılan yöntemlerden biri kimyasal olarak çapraz bağlar kurmaktır. Ancak bu işlemden geçen nişastalar dondurulma halinde bozulduklarından bir diğer modifikasyon daha uygulanır, şekerlerin hidroksil gruplarının belli bir oranına şekerlerin birbiriyle etkileşmesine engel olmak için asetil veya hidroproksil grupları eklenir. Bir başka modifikasyon türü ise jelatinasyon sırasında asit kullanarak polimerlerin az miktarda parçalanarak boylarının kısalmasıdır. Bunun avantajı hidroliz edilmiş nişastanın ısınmayla daha az genişleyip daha az su emmesi, dolayısyla soğuduğunda da fazla su salmamasıdır. Polimerlerin boyunu kısaltmanın bir diğer yöntemi de oksidasyondur. Nişastaya sodyum hipoklorit katılınca hem şekerler arasındaki bağlar kopar, hem şeker halkalarının bazılarının parçalanması sonucuda karboksil ve karbonil grupları oluşur. Zincirlerin kısalması nişastanın su emme kapasitesini azaltır, karbonil ve karboksil grupları ise bu nişastayı asit hidrozli nişastadan daha dayanıklı kılar. Oksitlenmiş nişasta ayrıca daha yapışkandır. Bu modifikasyonların her biri nişastaya farklı özellikler verir ve farklı uygulamalarda kullanılmasını sağlar. Bu modifikasyonlar, endüstriyel ürünlerde kullanımı esnasında pH, sıcaklık, basınç ve diğer faktörlere karşı direnç sağlar. Modifiye nişastalar Çerez, Ketçap, toz içecek ve çorba, et sanayi, unlu mamüller gibi gıda ürünlerinin yanında tekstil, kâğıt ve tutkal sanayinde de geniş bir kullanım alanı sunar. Fiziksel modifikasyonlarda ürünlerde E numarası bulunmaz. Ancak kimyasal ve enzimatik modifikasyonların hemen hemen tamamında ürüne E numarası eklenir. Nişasta, bitkilerde meyve, tohum, kök gövdesi (rizom) ve yumru köklerde bulunur. Türkiye'de nişastanın başlıca kaynakları buğday, pirinç, patates ve mısırdır. Ekmek önemli bir nişasta kaynağı olup buğdaydan hazırlanır. Yemeklik baklagiller de (bakla, mercimek, bezelye, nohut) nişasta bakımından zengindir. Dünyada yaygınca kullanılan nişasta kaynakları arasında "arrakaça", karabuğday, muz, arpa, manyok, konjak, kudzu, oka, sago, kocadarı (), taro, Hint yeralması ve tatlı patates sayılabilir. Nişasta işlenmiş gıdalarda sıkça kullanılan bir katkı maddesidir. Nişasta önceden pişirilip pudding tipi gıdalara koyulaştırıcı olarak katılır (agar, pektin, jelatin ve "carrageenan" da aynı amaçla kullanılır). Kola nişasta ile suyun karıştırılarak (eskiden önceden kaynatılması gerekirdi) hazırlanan bir sıvıdır. Avrupa'da 16. ve 17. zenginlerin kullanığı geniş yakaları sertleştirmek için kullanılırdı. 19. ve 20. yüzyıl ilk yarısında erkek gömlek yakalarını ve kız eteklerinin fırfırlarını sertleştirmek için onları ütülürken kola kullanılırdı. Keskin kat yerleri oluşturmanın yanı sıra kolalamanın bir diğer avantajı daha vardı. Gömleği giyen kişinin boyun ve bileklerindeki kir ve ter, kumaşın ipliklerine yapışmak yerine nişastaya yapışır ve yıkanmayla kolayca çıkardı. Her yıkamadan sonra nişasta yeniden uygulanırdı. Gıda ürünlerinde nişastanın tetkiki iyot testi ile gerçekleştirilmektedir. Ürünün iyot testinde koyu kahve veya mor renge dönüşmesi nişasta içeriğini işaret etmektedir. Bunun mekanizması tam olarak bilinmemekle beraber iyodun I and I iyonlarının) amiloz sarmalları arasına girdiği ve oluşan amiloz-iyot kompleksindeki enerji düzeyleri arasındaki farklar ışığın görünür kısmında absorpsiyon spektrumuna karşılık gelmektedir. İyot amilopektinle mavi renk oluşturmaz. Bu ayıraçı hazırlamak için 4 g suda çözünür nişasta sıcak suya katılır, kullanmadan evvel soğutulur. Nişasta-iyot kompleksi yükseltgenme-indirgenme reaksiyonlarını titre etmek için kullanılır: yükseltgen bir bileşik olduğunda çözelti mavidir, indirgen varsa mavi renk gider çünkü I iyonları iyot ve iyodüre dönüşür. Nişasta asit, enzimler veya bunların bir birleşimi ile hidroliz edilip parçalanabilir. Bu dönüşümün derecesi nişastadaki glikozid bağların kopma yüzdesi olan "dekstroz eşdeğeri" (DE) ile nicelenir. Bu şekide üretilen gıda ürünleri arasında aşağıdakiler sayılabilir: kullanılır. Martin Lopez Martin Lopez.Opeth'in My Arms Your Hearse albümünden sonra gruba dahil olmuş, 1978 İsveç doğumlu Uruguay asıllı baterist. Opeth'den önce Amon Amarth'da çalmıştır. Martin Lopez'in stilinde Death metal etkilenimlerinden ziyade jazz ve latin etkilenimler yoğun biçimde görülür bu etkileri özellikle Opeth'in Damnation albümünde sık görmek mümkündür. İdolleri arasında Gene Hoglan,Horacia El Negro Hernandez gibi uç ve farklı isimler bulunmaktadır. 2005'in sonlarına doğru yakalandığı ender görülen bir hastalık nedeniyle Opeth'den ayrılıp yerini Martin Axenrot'a (Bloodbath) bırakmıştır şu sıralar sağlık durumu hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır fakat kendisine ait bir proje grubu ile uğraştığı biliniyor. Saingilo Saingilo (Gürcüce: საინგილო), Gürcistan’ın tarihsel Hereti bölgesinin doğu bölümüne verilen addır. Bölge eskiden, Kafkas Albanyası’nın, bu devlet ortadan kalkıncaya değin bir parçasıydı. Bu tarihten sonra bölgenin kontrolü Gürcü yönetimleri altında kaldı. 8. yüzyılda birleşik Gürcistan krallığının bir parçası haline geldi. Sonraki dönemde bölge Saingilo olarak adlandırıldı ve bu adla Gürcistan’ın tarihsel bölgesi haline geldi. Ortaçağ boyunca Saingilo asıl olarak Gürcistan krallığı tarafından yönetiliyordu. 17. yüzyılın başlarında İran’ın Safevi hükümdarı Şah Abbas, Kaheti krallığından bu bölgeyi aldı ve Dağıstan’ın feodal beylerine bağışladı. Saingilo, 1803 yılında Çarlık Rusya’sı tarafından ilhak edildi. 1918-1920 arasında Saingilo, Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti ile Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti arasında anlaşmazlık konusu olarak kaldı. 1920 yılında Sovyet Rusya ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Saingilo’yu Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak tanıdı. 1921’de Gürcistan’da Sovyet yönetimi kurulunca, Moskova‘daki merkezi yönetim Saingilo’yu Azerbaycan’a bırakma kararı aldı. Gürcüce "İngilo", Azerice "İngiloy" olarak adlandırılan bölge nüfusu, bugün Azerbaycan’ın Kah, Balakan ve Zakatala ilçelerinde yaşamaktadır. Bu Gürcü kökenli nüfusun büyük bölümü sünni Müslüman olmuş, sadece 11 bin (1999) kadar kişi Ortodoks Hıristiyan olarak kalmıştır. İşçi Partisi (Türkiye) İşçi Partisi (kısaca İP), 10 Temmuz 1992 tarihinde kapatılan Sosyalist Parti'nin yerine Doğu Perinçek tarafından 11 Temmuz 1992 tarihinde kurulmuş olan Türk siyasî partisi. Rus milliyetçisi Aleksandr Dugin'in Neo-Avrasyacılık düşüncesini desteklemekteydi. Amblemi, kırmızı fonda beyaz Çoban Yıldızı olan partinin öğrenci kolu Öncü Gençlik, kadın kolları ise Öncü Kadın olarak adlandırılmıştı. İşçi Partisi, günlük bir gazete olan "Aydınlık"'ı ve aylık eğitim dergisi "Teori"'yi yayımlamıştı. Ayrıca Ulusal Kanal adında bir televizyon kanalı ve Kaynak Yayınları adında bir yayınevi vardı. Partinin 15 Şubat 2015 tarihinde Milli Hükümet için Birlik ismiyle toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kurultayı'nda partinin adının Vatan Partisi olarak değiştirilmesine karar verilmiştir. İşçi Partisi, Şefik Hüsnü'nün Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın tarihsel mirasını kabul eder. Doğu Perinçek, Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun Dev-Genç'e dönüşme sürecinde kurucu başkanlığını üstlenmiştir. Özellikle Türkiye İşçi Partisi'nin genç kadroları arasındaki Millî Demokratik Devrimci grup, partinin temellerini "Aydınlık" dergisiyle atmıştır. Daha sonra "Aydınlık" dergisinde yaşanan ayrışmalarla "Proleter Devrimci Aydınlık" grubu ve bu grubun sürdürdüğü devrimci gelenek, İşçi Partisi'nin kadrolarını oluşturmaktaydı. "Proleter Devrimci Aydınlık" hareketi zamanla çeşitli partiler kurmuş ve bu partiler bazen darbelerle, bazen de demokrasi ve hukuk dışı uygulamalarla kapatılmıştır. Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi, Türkiye İşçi Köylü Part
isi ve Sosyalist Parti bu hareketin kapatılan siyasi partileriydi. Partinin temel akımı olarak "Proleter Devrimci Aydınlık" görülse de 1978'deki THKP-C'den ayrılan Halkın Yolu ve THKO hareketinin ardılı olan Türkiye Devrimci Komünist Partisi'nin inşa örgütünden katılımlar gerçekleşmiştir. Bu katılan iki hareketin de kökleri Dev-Genç ve Türkiye İşçi Partisi'nin içindeki Aydınlık grubu temelli gruplardır. Ayrıca 70'li yılların ikinci yarısında, milliyet temelinde örgütlenme üzerine yapılan bir dizi tartışma sonucunda üç dünya teorisini benimsediğini ifade eden "Denge Kawa" örgütünün de pek çok üye ve kadrosu TİKP'ye katılmıştır. Partinin bayrağı, TİİKP tüzüğünde, kırmızı zemin üzerinde beyaz yıldız ve içerisinde orak-çekiç olarak belirlenmiştir. TİKP döneminde ise kırmızı zemin üzerine sarı yıldız kullanılmaya başlanmıştır. Sosyalist Parti'nin kuruluş aşamasında, 1980 öncesinde TKP, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, TKP/ML, TSİP ve Vatan Partisi (1954) gibi farklı sosyalist siyasal öznelerde yer almış pek çok devrimcinin de sürece dahil olması sebebiyle, belirli bir geleneğin simgesini ön plana çıkarmak yerine bütün sosyalistleri kucaklayan "ellerinde dünyayı taşıyan emekçi" simgesi parti bayrağı olarak tercih edilmiştir. Sosyalist Parti'nin son döneminden itibaren ise, oy pusulasında daha anlaşılır bir simge olan yıldızın yer almasının daha anlamlı olacağı gözetilerek kırmızı zemin üzerinde sarı yıldız kullanılmaya başlanmıştır. Bu amblem Sosyalist Parti'nin kapatılmasından sonra kurulan İşçi Partisi'nin de amblemi olmuştur. İP, bayrağını 2007 yılında "kırmızı zemin üzerine beyaz çoban yıldızı" olarak değiştirmiştir. Parti, AKP'ye kapatılma davası sürecinde Anayasa Mahkemesi'ne, 31 ayrı yer ve zamanda Erdoğan'ın "Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)'nin Eşbaşkanı olduğu" itiraflarını tespit ettiği bir dosya sundu. İşçi Partisi genel başkanı Doğu Perinçek, 2008'de Ergenekon Operasyonu soruşturması kapsamında gözaltına alınmış ve halen "hükümeti devirmeye yönelik silahlı terör örgütü kurmak" suçu konu edilerek tutuklu olarak yargılanmıştır. 10 Mart 2014'te uzun tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak tahliye edilmiştir. Parti tüzüğüne göre, İşçi Partisi; Türkiye işçi sınıfının, köylülerin, esnaf ve zenaatkârların, kamu çalışanlarının, fikir emekçilerinin, millî sanayici ve tüccarlarının ortak millî iktidarı için mücadele eden öncü partisiydi. İşçi Partisi emeğin ve işçi haklarının yanında olduğunu vurgulardı. İP, millî demokratik devrime bütün millî sınıfları seferber ederek önderlik edecek öncü gücün işçi sınıfı olduğunu beyan eder. Türkiye'nin Jöntürkler'le başlayan Kemalist Devrim'le sürdürülen millî demokratik devrim sürecinin bu kez emekçi sınıflar önderliğinde, özünde demokratik halk iktidarı olan millî bir hükümetle iktidarı yeniden ele almasının, emperyalist-kapitalist sistemden gerçek köklü kopuşa önayak olacağını savunurdu. İP, arasız devrimlerle kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemeyi ve Asya'nın yükselen kamucu-toplumcu uygarlığı ile Türkiye'yi bu çerçevede bütünleştirmeyi hedefler. Avrasyacıydı; Avrasya ülkeleri arasında bağımsızlığa ve toprak bütünlüğüne saygı temelinde en geniş işbirliğinin oluşturulması gerektiğine inanır. Bu çerçevede Türkiye'nin, Avrupa Birliği aday üyeliğinden çekilmesini ve Şanghay İşbirliği Örgütü'ne dahil olmasını savunurdu. İP, emperyalist sömürüye karşıydı. Bütün dünyada emperyalizmi gerileten ulusal hareketlerin yanında yer alır. Parti'nin Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi, Küba Komünist Partisi, Sırbistan Sosyalist Partisi, Baas Partisi ve Kore İşçi Partisi gibi örgütlerle yakın ilişki geliştirmesi bu temelde açıklanır. İP'e göre çağımızın tayin edici çelişkisi, emperyalizm ile artık "gelişen dünya" hüviyeti kazanan mazlum milletler arasındaydı. İP, nihai olarak ezilen dünyada ulusal pazarları parçalayarak Batılı tekellerin egemenlik sahalarını genişletmeye yönelen mikro milliyetçi hareketleri mahkûm eder. Millî meselenin ezilen dünyada, demokratik haklar ve eşit-özgür-gönüllü birlik temelinde, en geniş ulusal birlikler kurularak çözülmesini önerir. İşçi Partisi Kürt meselesinin aynı zamanda bir Türk meselesi olduğunu savunmakta ve emperyalist devletlerin Türkiye'nin içişlerine karışmasına karşı çıkmaktaydı. Kürt meselesini sınıfsal olarak irdeleyen İşçi Partisi, bölgedeki maddi yetersizliğin ve olanaksızlıkların temel sebeplerinden birisi olarak feodalizmi göstermekte ve toprak ağalığına karşı Cumhuriyet'i, "ağanın marabası"na karşı "eşit yurttaş"ı savunmaktaydı. Bu anlamda İşçi Partisi siyasi çalışmalarını hukuk düzlemine de taşımış ve mahkeme kararı ile topraksız köylülerin devlet arazilerini kullanma yolunu açmıştır. Bu siyasi ve sosyal mücadelelerin sonucunda İşçi Partisi'nin Bismil, Diyarbakır'daki Aslanoğlu köyü temsilcisi Muhyettin Öksün çatışma sonucunda yeğeni ile birlikte katledilmiştir. Kürt sorununu ilk dile getiren parti olma özelliğini koruyan İşçi Partisi, Millî Hükümet Programı'nda Kürt sorununa birlik ve kardeşlik temelinde çözümler sunmuştur: Program çerçevesinde Cumhuriyet Mitingleri'nin devamı olarak 7 Haziran 2007'de Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda Birlik ve Kardeşlik Mitingi düzenledi. İP; ""Türk de biziz, Kürt de biziz"" tavrını benimsemekte, ""Cehennemde tek Kürt kalsa, Türk'ün cennete girme hakkı yoktur"" şiarını benimsemekteydi. İşçi Partisi, Kürt sorununun çözümünde, emperyalist inisiyatifin kırılmasını ve sorunun "Batı Asya Birliği" temelinde, bölge halkları eksenli çözülmesini savunmaktaydı. 22-23-24 Aralık 2006 günlerinde, Ankara’da "“Millî Hükümet Programı’yla iktidara”" hedefiyle toplanan 7. Genel Kongre’de "(Suphi Karaman Kongresi)" kabul edilmiştir. İki yüzyıldır millî ve halkçı devrimimizi tamamlamak; bağımsız, özgür, çağdaş bir toplum kurmak için savaşıldığını belirten programda İşçi Partisi'nin Meşrutiyetlerden, Kurtuluş Savaşından ve Kemalist Devrim'in büyük atılımlarından gelen mücadelenin, özetle Türk Devrimi’nin devamcısı olduğunu ifade etmekteydi. Programda millî devletin, cumhuriyetin, millî birliğin, vatan bütünlüğünün, kamusal varlığın ve aydınlanmanın, Türk Devrimi'nin kazanımları olduğu belirtilmekteydi. Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkıntıların temelinin 60 yıldır Atlantik ilişkileri içinde bulunuyor olması olarak görülmekte, çözümü de bireycilik ve özel çıkarcılık değil, Türk Devrimi'nin açtığı yolda ilerlemek olarak öngörmekteydi. Ergenekon Soruşturması kapsamında İşçi Partisi'nin birçok yetkilisi tutuklandı ve hakkında dava açıldı. Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım ve Ulusal Kanal İstihbarat Şefi Ufuk Akkaya 9 Kasım 2009 tarihinde tutuklandılar. İşçi Partisi'nin 17 Ekim 2009 tarihinde Erdoğan ve Talat arasındaki telefon görüşmesinin kayıtlarını basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurmasından bir gün sonra Aydınlık Dergisi bu ses kaydını kapak haberi yapmıştı. Yargıtay krokisi, Emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın gezi programı ve İzmir NATO tesislerine ait bilgilerin ve İşçi Partisi'ndeki aramadan sonra bulunduğu iddia edilen dört adet CD'nin dosyaya sonradan eklendiği, mahkeme tarafından saptandı. İşçi Partisi Genel Sekreteri Av. Nusret Senem ve Basın Bürosu Başkanı Hikmet Çiçek bu CD'lere dayanılarak suçlanıyorlardı. Aynı zamanda İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve Ergenekon operasyonundan tutuklanan İşçi Partililerin avukatlığını da yapan İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Av. Cengiz de 1 Haziran 2010 tarihinde tutuklandı. Mehmet Cengiz'le dayanışma için 35 avukat cübbelerini çıkardı ve salonu terk etti. Bunun üzerine seyirciler ""Faşizme karşı omuz omuza"" sloganıyla sanıkların yanına yürüdü. Duruşmadan çıkan 213 seyirci bahçede alıkonuldu ve ifadeleri alındı. Mehmet Cengiz yapılan itiraz üzerine birkaç gün sonra tahliye edildi. İlk Ergenekon davası 25 Temmuz 2008'de açıldı. 29 Ağustos 2008'de İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ferit İlsever, sağlık sorunları sebebiyle tahliye oldu. 12 Haziran 2009'da Adnan Akfırat, dosya kapsamı, delil durumu, sevk maddeleri ve suç vasıflarının değişme ihtimali dikkate alınarak tahliye edildi. 28 Ağustos 2009 Ulusal Kanal İzmir Temsilcisi Hayati Özcan da tahliye edildi. Ufuk Akkaya da 1 Eylül 2010 tarihinde tahliye edildi. Partinin üyelerinden Doğu Perinçek, Mehmet Bedri Gültekin, Turhan Özlü, Erkan Önsel, Hikmet Çiçek, Mehmet Perinçek ve Deniz Yıldırım Ergenekon davasından 5 yıl cezaevinde kaldıktan sonra 2014 yılında tahliye oldular. İxtab Ixtab, Maya mitolojisinde intihar tanrıçası ve Chamer'in karısı. Maya geleneğinde, intihar, özellikle de kendini asmak, onurlu bir ölüm olarak görülürdü; özellikle de kurban ritlerinde kurban olanlar ve katledilen savaşçılarla karşılaştırıldığında. Ixtab, boynuna bir halat bağlanmış (çoğunlukla asılmış) bir ceset olarak resmedilirdi ve intihar etmiş kimselere ebedi hayatta eşlik ederdi (psikopomp). Kaliningrad Kaliningrad (Almanca: Königsberg), Rusya'nın Rusya ile kara bağlantısı olmayan, Litvanya ile Polonya arasında Baltık Denizi kıyısında bir toprağıdır. En büyük şehri olan aynı isimli Kaliningrad, tarihteki Rusya'nın önemli bir şehri ve o zamanın Alman Doğu Prusya eyaletinin başkentidir. Adını Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı Mihail Kalinin'den alır. 2015 yılı verilerine göre şehrin nüfusu 453.461'dir. Nüfusun; %84,4' ünü Ruslar, %4' ünü Ukraynalılar, %3,8' ini Beyaz Ruslar, %0,7' sini Ermeniler, %0,5' ini Tatarlar, %0,5' ini Litvanlar, %0,4' ünü etnik Almanlar, %0,3' ünü Polonyalılar ve geri kalan %2,4' ünü diğer milletlerden insanlar oluşturmaktadır. Tzacol Tzacol, Maya mitolojisindeki bir gök tanrı ve yaratıcı tanrılardan biri. Tengiz Abuladze Tengiz Abuladze (Gürcüce: თენგიზ აბულაძე), Gürcistan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biridir. Özellikle "Vedreba" ("Yakarış"), "Natvris He" ("Dilek Ağacı") ve "Monanieba" ("Nedamet") adlı üçlemesiyle tanınmıştır. Tengiz Abuladze, 31 Ocak 1924’te Kutaisi kentinde doğru. Tiflis’teki Rustaveli Tiyatro Enstitüsü ve Moskova’daki Sovyet Sinema Enstitüsü’nde öğrenim gördü. 1958’de, "Shvisi Şvilebi" (El Çocukları) adlı filmi çekti.
Bundan dört yıl sonra, 1962 yılında Nodar Dumbadze’nin ünlü romanı "Me, Bebia, İliko ve İlarion"’u (Ben, Ninem, İliko ve İlarion) sinemaya uyarladı ve büyük ilgi gördü. 1968 yılında çektiği V"edreba"’nın Sovyetler Birliği’nde gösterimi yasaklandı. Abuladze bu filmiyle, 1974 Uluslararası San Remo Film Festivali’nde büyük ödülü aldı. 1978’de "Natvris He"’yi, 1983’te de "Monanieba"’yı çekti. Stalin dönemini dolaylı ve imgelerle yüklü olarak eleştiren "Monanieba", 1986 yılında Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Abuladze’nin 1988 Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne çağrılan üçlemesinden "Vedreba", dinsel çatışmalara yer verdiği gerekçesiyle gösteriminden kaldırıldı. "Monanieba" ise, festivalden sonra Türkiye’de televizyon kanalından da gösterildi. Abuladze, 6 Mart 1994’te Tiflis’te öldü. Otomatik kontrol Otomatik Kontrol Sistemleri, ait olduğu sistemi insan müdahalesi gerektirmeksizin arzu edilen değerlerde tutmayı amaçlayan sistemlerdir. İlk örneklerini Cizre'li El-Cezeri vermiştir. Oda sıcaklığını, ayarladığımız değerde sabit tutan klimalar otomatik kontrol sistemlerine örnek olarak gösterilebilir. Otomatik kontrol sistemleri mekanik prensiplere göre çalışabilecekleri gibi (örneğin araçlarda bulunan karbüratörler), programlanmış bir mikroişlemci tarafından da yönetilebilirler. Fruktoz Fruktoz (en sık izomeri levüloz), birçok besin maddesinde bulunan altı karbonlu bir monosakkarittir. Beyaz katı bir görünüme sahip olan fruktoz, suda çok kolay çözünür. Bal, ağaç meyveleri, kavun ve karpuzun da dahil olduğu familyadaki meyveler, dutsu meyveler ("berry") ve bazı kök sebzeleri, kayda değer miktarlarda fruktoz içeren sükroz (çay şekeri) içerir. Sükroz, glukoz ve fruktozun bir araya gelmesiyle meydana gelen bir disakkarittir. Dünya çapında her yıl doğal olarak 240.000 ton fruktozun ototrof canlılar aracılığıyla üretildiği tahmin edilmektedir. Kristalin fruktoz ve yüksek fruktozlu mısır şurubunun çoğu zaman aynı ürün oldukları yanılgısına düşülür. Kristalin fruktoz, genellikle fruktozca zengin bir tür mısır şurubundan üretilen ve sadece fruktoz içeren bir ürün, yani monosakkarit iken; yüksek fruktozlu mısır şurubu, glukoz ve fruktoz karıştırılarak elde edilir. Fruktoz sık sık sağlık sorunlarına yol açabildiği iddia edilen bir şekerdir. Öyle ki fruktozun alkol ürünlerinin gösterdiği hasarın bir benzerini insan vücudunda gösterdiği belirtilmektedir. Bunun yanında insan karaciğeri de devamlı olarak fruktozu yağa çevirdiğinden dolayı metabolik sendrom riskini arttırmaktadır. Fruktoz bir altı karbonlu polihidroksiketondur. Glukozun izomeri olan molekülün kimyasal formülü CHO şeklindedir. Kristalize fruktoz, yarı asetal ve iç hidrojen bağlarından dolayı, halkalı altı üyeli bir yapıya sahiptir. Bu form D-fruktopiranoz olarak adlandırılır. Çözelti halinde fruktoz denge halinde olup, karışımın %70'i fruktopiranoz ve %22'si fruktofuranoz halindedir. Aynı şekilde çözeltilerde halkalı olmayan yapı ile beraber diğer üç form da düşük miktarlarda bulunur. Fruktoz, çeşitli mayalar ve bakteriler aracılığıyla aneorebik fermantasyona uğrayabilir. Maya enzimleri, şekerleri (glukoz veya fruktoz) etil alkole ve karbon dioksite çevirerek enerji üretir. Bu salınan karbon dioksit, fermantasyon çemberi havaya açık bırakılmadıkça suyla çözünerek karbonik asitle dengede kalır. Çözünmüş karbon dioksit ve karbonik asit, şişelerde mayalanmış içkilerde karbonatlama etkisi gösterir. Fruktoz, amino asitlerle bir araya geldiğinde Maillard tepkimesi ile karşılaşır. Bu tepkime aslında enzimatik bir kimyasal tepkime olmayıp bir esmerleşmeden ibarettir. Bu tepkimenin gerçekleşmesinin nedeni, fruktozun glukoza göre açık zincir durumunda daha uzun bir hal almasıdır. Maillard tepkimesinin fruktozla gerçekleşen ilk aşamaları, glukoz ile olan ilk aşamalardan daha hızlı gerçekleşir. Bu bağlamda fruktozun besin lezzetine ve aynı şekilde kek yaparken aşırı esmerleşme, hacim ve yumuşaklığı azaltma gibi diğer nutrisyonel etkilere, ve mutajenik bileşiklerin formasyonuna potansiyel olarak katkıda bulunabileceği söylenebilir. Fruktoz kolaylıkla molekül yapısından su çıkararak (dehidrasyon) hidroksimetilfurfural ("HMF") oluşturmaya meyillidir. HMF, karbon nötral sistemiyle petrol ve dizel gibi yakıtların yerini alacak düşük maliyetli potansiyel yeşil sıvı yakıtların habercisidir. Glukoz da önce fruktoza dönüştürülerek bu dehidrasyonu yapmakta kullanılabilir. Fruktozun ticari amaçlı olarak yiyecek ve içeceklerde kullanılmasının en önemli sebebi, ucuz olmasının yanında rölatif tatlılık oranının yüksek olmasıdır. Öyle ki, tüm doğal karbonhidratlar içinde en tatlısı fruktozdur. Karşılaştırma yapılacak olursa, fruktoz, sükrozdan (çay şekeri) 1,73 katı kadar tatlıdır. Ancak bu durum fruktozun beş halkalı formu için geçerlidir. Altı halkalı formun sükrozdan fazla farkı yoktur. Bu altı halkalı formun elde edilebilmesi için beş halkalı formun ısıtılması yeterlidir. Fruktozun bir özelliği de, tadının dil tarafından sükroz veya dekstroza göre daha erken fark edilebilmesidir. Ancak fruktozun, sükrozdan daha yüksek olan tat zirvesi sükrozdan daha erken söner. Fruktoz ayrıca sistemdeki diğer tatların etkisini arttırabilir. Fruktoz, farklı tatlandırıcılarla beraber kullanıldığında, sinerjistik tatlılık etkileri sergiler. Fruktoz ile sükroz, aspartam (düşük kalorili tatlandırıcı) veya sakkarin gibi tatlandırıcıların farklı kombinasyonlarda eşit kütledeki karışımı, bu şekerlerin aynı kütlede teker teker gösterdiği etkiden çok daha fazladır.. Fruktoz, diğer bütün doğal şekerlerden ve şeker alkollerinden daha yüksek bir çözünürlüğe sahiptir. Bu nedenle fruktozun sudaki bir çözeltisinden kristallize formunu elde etmek çok zordur. Yine fruktoz içerikli şeker karışımları, -şekerlemeler gibi- fruktozun yüksek çözünürlük özelliğinden dolayı diğer karışımlara göre çok daha yumuşaktır.. Fruktoz, nemi emmede diğer şekerlerden daha hızlıyken; bu nemi doğaya bırakmada diğer şekerlere göre daha yavaştır. Bu şeker türü, ortamdaki nem oranı ne kadar düşük olursa olsun, her halükarda yüksek bir nem tutuculuk özelliği sergilemektedir. Bu nedenle fruktoz, içinde kullanıldığı besin maddelerine kalite, yumuşaklık ve doğal yoldan biraz daha uzun raf ömrü sağlamaktadır. Diğer birçok disakkarit ve oligosakkaritlere göre donma noktasına daha çok etki eden fruktoz, içinde bulunduğu meyvelerin hücre duvarlarının bütünlüğünü koruyarak onları donmaya karşı daha dayanıklı hale getirmektedir. Ancak bu durum yumuşak veya donmuş olarak servis edilen tatlılarda istenmeyen bir etki uyandırabilir. Bunların dışında fruktoz, nişastanın viskozitesini yükselterek sükrozdan daha yüksek viskozite değerine ulaştırır. Bunun nedeni, fruktozun nişastayı jelatin kıvamına getirmesi için gereken sıcaklığı daha fazla düşürmesidir. Fruktozun eser miktarda bulunduğu başlıca besinler meyveler, sebzeler ve baldır. Bu besinlerde başlı başına monosakkarit halde de bulunabilen fruktoz, glukoz ile birleşerek oluşturuğu sükroz adlı disakkaritin içinde de bulunabilir. Fruktoz, glukoz ve sükroz besinlerde karşılaşılması çok olası olan moleküller olup, her besinde farklı oranlarda bulunurlar. Genel olarak, fruktozu saf olarak içeren besinlerde fruktozun, glukoza oranı yaklaşık 1'dir. Bu bağlamda fruktoz ile glukoz eşit miktarlarda bir besinde yer alır. Ancak yine de bu oranın daha yüksek olduğu elma, armut gibi meyvelerin yanında kayısı gibi bu oranın daha düşük olduğu meyveler de bulunmaktadır. Elma ve armut gibi meyvelerin suları, içerdiği yüksek fruktoz oranı nedeniyle çocuklarda ishal riskini arttırdığından çocuk doktorlarının ilgi alanındadır. Bunun nedeni, çocukların ince bağırsağında yer alan hücrelerin (enterositler) fruktozun emilimine diğer şekerlerin emilimine oranla göre daha az yatkın olmasıdır. Emilmeyen fruktoz, ince bağırsakta yüksek ozmolariteye neden olarak bağırsak hücrelerindeki suyun bağırsağa dolmasına ve sonuç olarak ishale neden olur. Besinlere bakıldığında şeker kamışı ve şeker pancarı, içerdiği yüksek sükroz oranı sayesinde ticari saf sükroz üretiminde sıklıkla kullanılır. Kamış veya pancarın suyu çıkarıldıktan sonra pisliklerinden arındırılır. Ardından fazla su atılarak derişim arttırılır. Son ürün olarak ise %99,9 oranında saf sükroz açığa çıkar. Bu son üründen de küp şeker, toz şeker veya esmer şeker üretilir.. Aşağıda çeşitli besinlerin 100 gramında kaç gram şeker içerdikleri verilmiştir: Fruktoz doğal olarak bulunmasının yanı sıra, yapay olarak üretilmiş tatlandırıcılarda ve yüksek fruktozlu mısır şurubunda (HFCS) kullanılır. Hidrolize uğramış mısır nişastası da HFCS üretiminde kullanılır. Enzimatik işlemlerle, glukoz molekülleri fruktoza dönüştürülebilir. HFCS'in üç türü olup, her birinde farklı oranlarda fruktoz kullanılır. Bunlar, yanlarındaki sayılar fruktozun yüzdesel oranını belirtmek üzere HFCS-42, HFCS-55 ve HFCS-90 şeklindedir. HFCS-90, en yüksek fruktoz derişimine sahip olduğundan ötürü, diğer HFCS ürünlerinin üretiminde kullanılır. HFCS-55, hafif içeceklerde tatlandırıcı olarak kullanılırken, HFCS-42 de işlenmiş besinlerde ve hamur işlerinde kullanılır. Şağdaki Tabelada bazı ticari tatlandırıcıların yüzdesel karbonhidrat oranları yer almaktadır: Yüzyıllar boyunca pancar ve kamış şekerleri, başlıca tatlandırıcı olarak kullanılmış olsa da, HFCS'in geliştirilmesiyle beraber tatlandırıcı tüketiminde değişmeler yaşandı. Ancak yaygın olan kanıya zıt olarak HFCS tüketiminin artması, toplam fruktoz tüketimini fazlaca etkilemedi. Toz şeker, %99.9 saf sükrozdur. Bu da içinde eşit olarak glukoz ve fruktozun bulunduğu anlamına gelir. Yine en sık kullanılan HFCS ürünleri olan 42 ve 55, yine eşite yakın oranlarda bu iki şekeri içerirler. Fruktoz besinlerde ya monosakkarit olarak (saf fruktoz) veya disakkarit (sükroz) olarak bulunur. Saf fruktoz sindirime uğramaz. Ancak sükroz olarak alındığında üst ince bağırsakta sindirim gerçekleşir. Sükroz ince bağırsağa geldiğinde, sükraz enzimi bu disakkariti katalizleyerek fruktoz ve glukoz olmak üzere temel birimlerine ayrıştırı
r. Fruktoz, ince bağırsağı görünürde hiçbir değişime uğramadan geçer. Daha sonra kapısal damara gelir ve buradan karaciğere doğru yönlendirilir. İnce bağırsaktaki fruktoz emilim düzeneğinin nasıl olduğu tam olarak anlaşılamamış durumdadır. Bazı deliller aktif taşımayı işaret eder. Çünkü fruktoz alımının derişim eğimine karşı gerçekleştiği görülmektedir. Ancak birçok bilim çevresi, mukozal dokuda gerçekleşen fruktoz emiliminin GLUT5 taşıma proteinlerinin yardımıyla kolaylaştırılmış difüzyon ile gerçekleştiğini iddia etmektedir. Fruktoz derişiminin lümende daha yüksek olmasından dolayı, fruktoz molekülleri taşıma proteinlerinin de aracılığıyla düşük derişime sahip olan enterositlere akma özelliği gösterir. Fruktoz enterositlerden dışarıya GLUT2 veya GLUT5 proteinleri aracılığıyla bazolateral çeperlerden geçer. GLUT2 proteini bu işlem için daha sıklıkla kullanılır. Fruktozun monosakkarit haldeki emilim kapasitesi beslenmeye bağlı olarak 5g ilâ 50g arasında değişir. Çalışmalar, glukoz oranının fruktoz oranına eşit veya eşite yakın olduğu durumlarda emilimin ivmeyle arttığını göstermektedir. Fruktoz, sükrozun bir parçası olarak alındığında emilim oranı en yüksek değerini alır. Çünkü bu durumda her iki monosakkaritin oranı birbirine tam eşittir. Bu düzenek ile ilgili önerilen bir olgu, fruktoz emilimi için gereken glukoza bağımlı kotransportun bulunuşudur. Buna ek olarak fruktoz taşıma etkinliği fruktozun vücuda alınma oranıyla da bağlantılır. Lümende fruktoz varlığı, GLUT5 için mRNA transkripsiyonunda artışa neden olur. Bu da taşıma proteinlerinin artmasıyla sonuçlanır. Yüksek fruktozlu diyetlerin üç günlük bir süreçten sonra taşıma proteini miktarını arttırdığı ortaya konulmuş durumdadır. Hidrojen soluk testi adı verilen bir test aracılığıyla yapılan bazı çalışmalar, fruktoz emilimini ölçmek üzere kullanılmaktadır. Bu araştırmalara bakıldığında fruktozun ince bağırsakta tamamen emilmediği görülmektedir. Fruktoz, ince bağırsakta emilmediğinde kalın bağırsağa gelerek buradaki flora aracılığıyla fermantasyona uğramaktadır. Bu sırada açığa çıkan hidrojen, kapısal damardaki kanda çözünerek akciğerlere taşınmaktadır. Akciğere biriken bu hidrojenlerin ölçümüyle beraber fruktozun emilmeme miktarı hakkında da sonuçlara ulaşılabilmektedir. Bu kalın bağırsaktaki flora, emilmemiş fruktozdan ayrıca karbon dioksit, kısa zincirli yağ asitleri, organik asitler ve çeşitli diğer gazlar açığa çıkartmaktadır. Bu gazlar kalın bağırsakta şişkinlik, ishal, gaz ve sancılara neden olabilmektedir. Egzersiz yapmak da fruktozun emilim süresini azaltarak, emilmemiş fruktoz oranındaki artış nedeniyle bu belirtilerin etkisi arttırmaktadır. Her üç besinsel monosakkarit de karaciğere GLUT 2 taşıyıcısı aracılığıyla taşınır. Fruktoz ve galaktoz karaciğerde, fruktokinaz (K= 0.5 mM) ve galaktokinaz (K = 0.8 mM) aracılığıyla fosforilasyona uğrar. Karşılaştırma yapılacak olursa glukoz, karaciğeri geçmeye meyilli olup (karaciğer glukokinaz K'si = 10 mM) vücudun herhangi bir yerinde metabolize edilebilir. Fruktozun karaciğer tarafından alımı, insülin tarafından düzenlenmez. Fruktoliz iki adımda meydana gelir. İlk adımda dihidroksi aseton (DHAP) ve gliseraldehit olmak üzere iki trioz sentezlenir. İkinci adımda bu triozlar glikojen yenilemesi gerçekleştirmek adına glikoneojenez yoluyla veya fruktolitik yolla pirüvata dönüştürülür. Ardından asetil-CoA molekülüne dönüştürülen bu molekül, bu haliyle Krebs döngüsüne girer. Burada sitrata dönüştürüldükten sonra serbest yağ asidi palmitat üretmek üzere ’’de novo’’ sentezi için yönlendirilir.. Fruktoz metabolizmasındaki ilk aşama, saklamak amacıyla karaciğere yollanması için fruktozun fruktokinaz aracılığıyla fosforilasyona uğrayıp fruktoz 1-fosfata dönüştürülmesidir. Fruktoz 1-fosfat, bu aşamadan sonra aldolaz B yardımıyla hidrolize uğrayarak DHAP ve gliseraldehite dönüştürülür. DHAP, bazen izomerize edilerek triozfosfat aracılığıyla gliseraldehit 3-fosfata dönüştürülebilmekte, veya gliserol 3-fosfat dehidrojenaz aracılığıyla gliserol 3-fosfata indirgenebilmektedir. Üretilen gliseraldehit ayrıca gliseraldehit kinaz yardımıyla gliseraldehit 3-fosfata dönüşebilmekte, veya gliseraldehit 3-fosfat dehidrojenaz yardımıyla gliserol 3-fosfata dönüştürülebilmektedir. Bu noktadan sonra fruktoz metabolizması, glikoneojenik ve fruktolitik yollardaki ara bileşikler üretilmiş olur. Bu ara bileşikler de glikojen, yağ asidi ve trigliserit sentezlerinde kullanılır. Önceki aşamada son ürün olan gliseraldehit fosforilasyona uğrayarak gliseraldehit 3 fosfata dönüşür. DHAP ve gliseraldehit 3 fosfatın karaciğerde yükselen derişimi glukoneojenik yolu harekete geçirir. Glikojen sentezinde fruktozun glukozdan daha iyi bir substrat olduğu ve glikojen yenilenmesinde trigliserit oluşumu üzerinde önceliğe sahip olduğu bilinmektedir. Karaciğerdeki glikojen yenilendiği zaman, fruktoz metabolizmasındaki ara ürünler doğrudan trigliserit sentezine yönlendirilir. Besinsel fruktozdaki karbonlar serbest yağ asidi ve plazma trigliseritlerdeki gliserol kısımlarında bulunabilir. Yüksek fruktoz tüketimi aşırı pirüvat üretimine yol açarak Krebs döngüsü ara ürünlerinin yığılmasına yol açar. Birikmiş sitratlar mitokondriden hepatositlerin sitozollerine taşınıp sitrat liyaz enzimi sayesinde asetil CoA üretimine katılırlar. Daha sonra da yağ asidi sentezine yönlendirilirler. Buna ek olarak, DHAP molekülü de yukarıda açıklandığı üzere gliserol 3-fosfata dönüştürülerek, trigliseritin gliserol omurgasının oluşumuna yol açar. Trigliseritler birleşerek kas ve yağ hücrelerinde depolama amacıyla karaciğerden salınıp çevre dokulara yönlenen çok düşük yoğunluklu lipoproteinlere (VLDL) dönüşürler. Fruktoz emilimi GLUT-5 ve GLUT2 adlı taşıyıcılar aracılığıyla gerçekleşir. GLUT-5 eksikliği sonucunda kalın bağırsaklara aşırı fruktoz taşınımı gözlenebilir. Bu fruktoz, bağırsak florası için uygun bir besin kaynağı olduğundan dolayı, burada kullanılarak gaz oluşumuna neden olabilir. Bu durun bağırsaktaki suyun tutulumuna neden olur ve dolayısıyla şişkinlik, aşırı gaz ve tüketilen miktara bağlı olarak ishal belirir. Birçok insan için fruktoz kötü emilimi büyük bir sağlık sorunudur. Aşırı fruktoz tüketiminin insülin direncine, obeziteye, LDL kolesterolünün ve trigliseritlerin artmasına; dolayısıyla da metabolik sendromlara yol açtığına dair birçok hipotez bulunmaktadır. Kısa dönem testlerde, besinsel kontrolün ve fruktoz tüketmeyen kontrol grubunun olmayışı, deneylerin sonuca varmasının önüne geçen unsurlardır. Ancak yine de, fruktoz tüketimiyle obezite arasında bir bağıntı bulunduğuna dair raporlar bulunmaktadır. Tip 1 diyabet hastalarıyla, fruktoz oranındaki belirgin derecede düşük GI (glisemik indeks) arasında bir bağlantı olduğu konusunda endişeler bulunmaktadır. Fruktoz, glukoz ile beraber alındığında kan şekerinin artışına yol açmaktadır. Temel GI ölçüm tekniği yanıltıcı olabilir. Kan şekeri seviyesi zamanla ölçülüp grafiğe aktarılarak, belli bir süre sonra elde edilen çan eğrisinin alanı ölçüldüğünde GI numarası elde edilmektedir. Kısacası yavaşça yayılan bir besinle, hızla kandaki miktarı artıp azalan bir besin aynı GI oranını vermektedir. Her ne kadar tüm basit şekerlerin birbirine benzer kimyasal formülleri olsa da, her birinin farklı kimyasal özellikleri bulunabilir. Bir bilimsel dergiye göre, yalnız fruktoz verilen insanlarla, yalnız glukoz verilen insanlar arasındaki kan şekeri artışı birbirlerine çok yakındır. Bunun dışında farelerde yapılan bir araştırmada, fruktozun obezite riskini arttırdığı görülmüştür. Bir çalışma sonucunda, fruktozun erkeklerde glukoza oranla aç karnına daha yüksek bir plazma triaçilgliserol değerinin üretilmesine yol açtığı ve plazma triaçilgliserolün kardiyovasküler hastalıklar için bir risk etmeni olması durumunda fruktoz oranının fazla oluşunun istenmeyen durumlara yol açtığı belirtilmektedir. Bantle ve ekibi ise on dört kişilik bir deney grubuna yüksek fruktozlu besinler vererek olanları gözledi. Ancak grupta gözle görülür bir sorun yaşanmadığı gibi, gruptaki bir kişi hemen hemen şeker yoksunluğu belirtileri göstermişti. Fruktoz, hemen hemen tüm monosakkaritlerde olduğu gibi bir indirgen şekerdir. Basit şeker moleküllerinden proteinlere kadar kendiliğinen gerçekleşen birtakım kimyasal tepkimeler "enzimatik olmayan glikolizlenme" adını alır. Bu tepkimeler şeker hastalarındaki belirgin hasarın nedenlerinden biri olarak görmektedir. Fruktoz bu bakımdan glukozla eşitlik görünümü içindedir ve şeker hastalığı için yalnız başına daha iyi bir yanıt değildir. Fruktozun glukozla eşdeğer bir tatlılık etkisi yaratması için sadece çok küçük oranlarda kısıntı yapılması gereklidir. Bu durum yaşlılık ve yaşa bağlı kronik hastalıklar için önemli bir katkı sağlayabilir. Yüksek fruktozlu mısır şurubunu (HFCS) ve sükrozu karşılaştıran çeşitli çalışmalara göre her ikisinin kullanımında oluşan psikolojik etkiler hemen hemen aynıdır. Örneğin Melanson ve ekibinin 2006'da yaptığı HFCS ve sükroz içerikli içecekleri karşılaştıran bir araştırmada her iki şekerin insan vücudundaki kan glukozu, insülin, leptin ve girelin değişimine hemen hemen aynı oranda katkıda bulunduğu sonucuna varıldı. Sükrozun %50 fruktoz ve %50 glukoz içerdiği; HFCS'nin ise %55 fruktoz ve %45 glukoz içerdiği göz önüne alınırsa bu durum şaşırtıcı değildir. Bu iki tatlandırıcı arasındaki en önemli fark HFCS'nin bir miktar sükrozun yanında, fruktoz ve glukozu bağımsız olarak içermesidir. Fruktoz, düşük GLUT5 oranına sahip pankreatik ß hücrelerinin insülin üretmesini tetiklemediğinden dolayı, diyabet hastalarına önerilmektedir. Fruktoz, 19 ± 2 ile düşük bir glisemik indekse sahiptir. Glukozunkinin 100, sükrozunkinin 68 ± 5 olduğu göz önüne aldındığında fruktozun bu durumu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Bunun yanında oda sıcaklığında fruktozun sükrozdan %73 daha tatlı olduğu bilinmektedir. Çalışmalara bakıldığında, yemeklerden önce tüketilen fruktozun, yemeğin glisemik yanıtını azaltabileceği ortaya konulmuş durumdadır. Daha yüksek sıcaklıklarda tatlılığı değişebilen fruktoz b
u bağlamda çeşitli yemeklerde sükroz ile eşit tatlılığa sahip değildir. Meira Field'a göre fruktoz şeker hastaları için diğer şekerlerden daha iyi bir besin, ancak glukozun tüm vücut hücreleri tarafından kullanılabildiği, fakat fruktozun kullanılabilmesi için karaciğerde birtakım tepkimeler geçirmesi gerekliliği bu durumu değiştirmektedir. Yüksek fruktoz diyetiyle beslenen farelerin karaciğerlerinin alkoliklerin karaciğerinden pek farklı olmadığını, yağ ve sirotikle tıkalı olduğu gözlemlenmiş durumdadır. Her ne kadar sperm ve bazı bağırsak hücrelerinin fruktozu doğrudan tüketebildiği bilinse de, alınan fruktozun büyük bir kısmı karaciğerde tepkimeler geçirerek kullanılmaktadır. William J. Whelan ise fruktozun karaciğere geldiğinde karaciğer aniden durarak fruktozu metabolize edene kadar tüm diğer etkinliklerini durdurduğunu belirtmektedir. Glukoz yerine fruktoz tüketmek, kanda daha az insülin ve leptin; daha çok girelin dolaşımına neden olmaktadır. Leptin ve insülinin iştah kapatıcı, girelinin iştah açıcı özelliğine bakıldığında fazla fruktozun insanı kilo almaya eğilimli hale getirdiği görülmektedir. Aşırı fruktoz tüketiminin alkolsüz yağlı karaciğer hastalığının gelişimine katkıda bulunduğundan şüphe duyulmaktadır. British Medical Journal tarafından yürütülen son çalışmalara göre, yüksek fruktoz tüketiminin gut hastalığı ile de yakından ilişkili olduğu konusunda çeşitli ipuçları elde edilmiş durumdadır. Gut hastalığı her ne kadar bir Viktorya dönemi hastalığı olarak düşünülegelmiş olsa da, bu hastalığa yakalananların sayısı son yıllarda bir artış eğilimi içindedir. Bu durumun şüphelilerinden biri de, çeşitli hafif içeceklerde bulunan fruktozun olabileceği belirtilmetedir. Sakız ağacı Sakız ağacı ("Pistacia lentiscus"), sakız ağacıgiller familyasından bir ağaç türü. Akdeniz bölgesinin doğal bitkisidir. Türkiye'de Batı ve Güney Anadolu'da, Kanarya Adaları, ve Sakız Adası'nda yetişir. Nisan-Mayıs ayları arasında, yeşilimsi renkte çiçekler açar. 1–3 m yüksekliğinde, sık dallı, çalı görünüşündedir ve kışın yapraklarını dökmez. Gövdeleri dik ve silindir biçiminde olup, sağlamdır. Kabukları esmer renkli ve reçine kanalları ihtiva eder. Meyveleri ufak, yuvarlak ve kırmızımsı siyah renklidir. Bitkinin dal ve gövdesinin yaralı yerlerinden akan reçinenin pıhtılaşmasıyla "mastik" adı verilen sakız elde edilir. Toplanan bu usare 2-4 haftada katılaşır. İlk başlarda donuk yeşil renkte olan reçine, daha sonraları soluk sarı renkli, kolaylıkla kırılabilen parça ve damlalar haline gelir. Özel bir kokusu ve tadı vardır. Eter ve etanolde çözünür. Sakız içinde uçucu yağ, mastisik asit, mastisin ve acı maddeler bulunmaktadır. Eskiden balgam söktürücü olarak kullanılmıştır. Diş etlerini kuvvetlendirmek ve ağız kokusunu gidermek için kullanılır. Sanayide yapıştırıcı, cila olarak ve parfümeride kullanılır. Tatlılara, özellikle muhallebi, sütlaç gibi sütlü tatlılara katılır. Sakız, yiyeceklere güzel bir tat ve koku verir. Güveç ekmek hamuruna çeşni katmak için de kullanılır. Ayrıca Bulgaristan'da mastika adıyla bilinen rakı sakızdan yapılmaktadır. Türkiye'de Sakız ağaçları ile ayrıntılı bilgiyi Çeşme Tarım İlçe Müdürlüğü'nden edinmek mümkündür. Sakızın çiğnenmesi Helicobacter pylori'e karşı etkili olduğu, ve bu bakterinin neden olduğu ülser, yani mide kanamasına ve mide kanseri tehlikesine karşı faydalı olduğu, Huwez F.U., Thirlwell D., Mastic Gum kills Helicobacter pylori, New-England Journal of Medicine, 339:1946, Dec. 24, 1998, dergisinde ileri sürülmüştür. Mezeryon Mezeryon ("Daphne mezereum"), Çobanyastığıgiller (Thymelaeaceae) familyasından pembe veya kırmızı renkli çiçekler açan, 30–150 cm boyunda, çalı görünüşünde çok yıllık bir bitki türü. Dağ çayırlarında ve sulu orman altlarında bulunur. Gövdeleri dik, esnek, kabuk kırmızımsı, odun kısmı ise sarımsıdır. Yapraklar kısa saplı 3–9 cm uzunlukta, tam kenarlı ve tüysüzdür. Çiçekler, yaprakların koltuğunda birkaçı bir arada bulunur. Meyveleri kırmızımsı ve üzümsüdür. Zehirli, tahriş edici bitkilerdir. Çok zehirli olduğu için dahilen kullanılmaz. Haricen romatizmaya karşı halk arasında kullanılır. Rehber Ansiklopedisi Yüce Divan (Türkiye) Yüce Divan; Cumhurbaşkanını, Meclis Başkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, yüksek yargı mensuplarını, Genelkurmay Başkanını ve Kuvvet Komutanlarını görevleriyle ilgili suçlarından ötürü yargılayan yüksek mahkemedir. Anayasa'nın 148. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, Anayasa Mahkemesi gerektiğinde Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapabilir. Yüce Divan sıfatıyla yürütülecek yargılamalara Genel Kurulca bakılır. Divanın savcılık görevini Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ya da vekili yürütür. 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğine göre Yüce Divan kararlarına yeniden inceleme yolu açılmıştır. Genel Kurulun yeniden inceleme sonucu aldığı kararlar kesindir. 1876 tarihli Osmanlı anayasası Kanun-ı Esasi, padişah ve devlet aleyhinde suç işleyen bakanlar ile Mahkeme-i Temyiz (Yargıtay) Reis ve Âzalarının yargılanması için dokuz üyeli Daire-i İthamiye (Savcılık) ve 21 üyeli Divan-ı Hüküm adlı iki kısımdan kurulu, Divânı-ı Âli adlı müstakil bir mahkeme öngörmüştür. Bu mahkeme Yüce Divanın Türk hukuk sistemindeki ilk örneğidir. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; görevleri dolayısıyla işledikleri suçlardan ötürü, icra vekillerini (bakanları), Şura-yı Devlet (Danıştay) ile Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) Reis ve Azalarını ve Cumhuriyet Başmüddeiumumisini (Cumhuriyet Başsavcısını) yargılaması için Divan-ı Âliyi yeniden düzenlemiştir. Savcılık görevi Cumhuriyet Başmüddeiumumisine verilerek Daire-i İthamiye kaldırılmış ve 21 üyeli tek bir divan kurulmuştur. 1961 ve 1982 Anayasaları, Yüce Divanı müstakil bir mahkeme olarak kurmamış; Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmasını öngörmüşlerdir. Savcılık görevinin Cumhuriyet Başsavcısına verilmesine yönelik hüküm de korunmuştur. Anayasa'nın 105. maddesine göre cumhurbaşkanı imzaladığı hiçbir karardan sorumlu değildir; kararı ve emirleri aleyhinde yargı organlarına başvurulamaz. Cumhurbaşkanı ancak Meclis üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine ve dörtte üçünün vereceği kararla, vatana ihanetle suçlandırılabilir. Görevde bulunan veya görevden ayrılmış olan cumhurbaşkanının vatana ihanetten suçlandırılmasını isteyen önerge Meclisi Başkanlığına verildikten sonra derhal Meclisin bilgisine sunulur ve ilgili cumhurbaşkanına bildirilir. Cumhurbaşkanının da dinleneceği bir görüşmeden sonra Meclis, cumhurbaşkanının Yüce Divana sevkine karar verilebilir. Yüce Divana sevk kararında, hangi ceza hükmüne dayanıldığı ve Cumhurbaşkanınca işlendiği ileri sürülen suçun hangi gerekçeyle vatana ihanet sayıldığı da belirtilir. Meclis üye tam sayısının en az onda birinin vereceği bir önergeyle görevde bulunan veya görevinden ayrılmış olan başbakan ve bakanlar hakkında, Bakanlar Kurulunun genel siyasetinden veya görevleriyle ilgili işlerden dolayı meclis soruşturması açılması istenebilir. Soruşturma açılabilmesi için cezai sorumluluğu gerektiren fiillerin görev sırasında işlemiş olması gerekir. İlgili bakan veya başbakanın konuşacağı bir görüşmeden sonra, meclis soruşturması açılıp açılmaması hakkında Genel Kurul gizli oyla karar verir. Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasi partilerin, güçleri oranında temsil edilecekleri bir Soruşturma Komisyonu kurulur. Çalışmalarını gizlilikle yürüten Komisyon,  kamusal ve özel kuruluşlardan konu ile ilgili bilgi ve belgeler isteyebilir; bunlardan gerekli gördüklerine el koyabilir; Bakanlar Kurulunun tüm araçlarından yararlanabilir; Bakanlar Kurulu üyelerini, diğer ilgilileri, tanık ve bilirkişileri dinleyebilir; adli mercilerden yardım veya hürriyetleri kısıtlayıcı tedbirler isteyebilir. Komisyon, ilgili bakan veya başbakanın savunmasını alır; gerekli gördüğü takdirde alt komisyonlar kurarak çalışmalarını Ankara dışında da taşıyabilir. Soruşturma Komisyonun sunduğu rapor, Mecliste görüşülerek Genel Kurulda gizli oyla karara bağlanır. Üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ilgili bakan veya başbakan Yüce Divana sevk edilebilir. Yüce Divana sevk edilen bakan, bakanlıktan düşer. Başbakanın Yüce Divana sevki halindeyse hükümet istifa etmiş sayılır. Anaysa hükümlerine göre, Yüce Divan sıfatıyla yürütülecek yargılamalara Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu bakar. Yüce Divanda sorgusu yapılan sanığın, sonraki oturumlara gelmemesi durumunda duruşmadan vareste tutulma (duruşmaya gelmek zorunda sayılmama) istemi bulunmasa bile gıyabında duruşmaya devam edilerek kamu davası sonuçlandırılabilir. Müdafiyse her zaman duruşmada hazır bulunabilir. Sanığın sorguya çekilmesi sırasında, üyelerle cumhuriyet başsavcısı ya da vekili, başkanın izni ile sanığa soru sorabilir. Hidrolik pompa Hidrolik pompa, mekanik enerjiyi hidrolik enerjiye dönüştüren bir devre elemandır. Bir elektrik motoru veya içten yanmalı motordan aldığı dönme hareketi ile artan hacim - azalan hacim prensibine göre depodan akışkanı emer ve sisteme basar. Hidrolik pompalarla ilgili çok yanlış bir inanış vardır: Hidrolik pompalar basınç oluşturmaz. Basınç, akışkanın akışına karşı gelen dirence bağlı olarak oluşur. Temel olarak 3 gruba ayrılırlar: Kuzey Epir Kuzey Epir, Arnavutluk'un güneyi ve bir bölümü bugün Yunanistan'ın içinde merkezi Yanya şehri olan çameria bölgesidir. Arnavutların iki boyu olan kuzeyli geg ve güneyli tosklardan, toskların yaşadığı bölgedir. Meclis-i Mebusan 4. dönem mebusları listesi 1912 Nisan-Ağustos Osmanlı Meclis-i Mebusanı, II. Meşrutiyet döneminin ikinci Meclisi Mebusan'ı padişahın birincisini 18 Ocak 1912'de feshetmesi ve yapılan seçimlerden sonra, 18 Nisan 1912'de toplandı. Bu Meclis, 5 Ağustos 1912'de, içte ve dışta siyasi ortamın gerginleşmesi nedeniyle Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın önerisi ile Padişah V. Mehmed Reşad'ın irade-i seniyesi uyarınca feshedildi. Balkan Savaşları nedeniyle seçime gidilemedi ve sıkıyönetim ilan edildi. Bu üç buçuk aylık Meclis-i Mebusan'da isimleri aşağıda yer alan mebuslar bulunmaktaydı. Topalm
276 mebusun görev yaptığı meclisin siyasi oluşumlara göre sandalye dağılımı şöyledir: Dini gruplara göre sandalye dağılımı şöyledir: Etnik gruplara göre sandalye dağlımı şöyledir: Üçkonak, Ödemiş Üçkonak, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle. Karl Kilisesi Wieden'de bulunan barok tarzda bir kilise. Ünlü Karl Kilisesi’ne 1713 yılında İmparator VI.Karl’ın isteği üzerine isimdaşı ve 1576-1578 yıllarındaki cüzzam salgınında hastalanan kişilerin umudu olmuş Kardinal Karl Borromaeus adına yapılmak için ilk çalışmalarına başlanmıştır. Sunulam planlardan Johann Bernhard Fischer von Erlach adlı mimarin yaptığı çalışmalar beğenilmiş ve 1716 yılında da kilisenin yapımına başlanmıştır. 1723 yılında mimar Johann Bernhard Fischer von Erlach’ın ölümü ile kiliseinin geri kalanını oğlu Joseph Emanuel’in planda yaptığı bazı değişikliklerle 1737 yılında tamamlamıştır. Mimar Johann Bernhard Fischer von Erlach kilisenin planlarını çizerken değişik kilise ve tarihi binaları örnek almısdır; örneğin dış yüzeyini Yunan stili Portikus Tapınağı’ndan,iki büyük sütunu Roma’da ki Trajan Sütunları’n dan ve kilisenin girişide Roma barok stilinden almıştır. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM), Merkezi Ankara'da bulunan bir Sivil toplum kuruluşu'dur. AB Komisyonu tarafından 1 milyon 820 bin avro'luk bir bütçeyle desteklenen STGM, Türkiye'de sivil toplumun gelişmesi, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin yaygınlaşması amacıyla sivil toplum aktivistlerinin bir araya gelerek oluşturduğu sivil bir yapı olan STGM, STK’ların kapasitelerinin geliştirilmesi bağlamında ağların desteklenmesine; örgüt içi demokrasilerin pekişmesine; STK’ların yurtiçi ve yurtdışında kendi aralarında ve devlet/yerel idare gibi diğer alanlarla iletişim ve işbirliğinin geliştirilmesine, başarılı bir örnek olma kapasitesi taşıyan ve/veya başarılı bir örneği sürdürülebilir kılma potansiyeli olan girişimleri desteklemeye öncelik verme temelinde faaliyet göstermektedir. STGM özellikle, yerel sivil örgütlerin bilgi, ekonomik güç, fiziksel donanım ve insani birikim ihtiyaçlarına yönelik destek verecek çalışmalarla, verimliliklerini artırmalarına yardımcı olmayı amaçlıyor. STGM bununla birlikte, Sivil Toplum Kuruluşları STK'lara sağlanacak maddi desteklerin verimli, adil ve ilkelere uygun kullanımı için yöntemler geliştirmeyi hedefliyor. Bu nedenle STGM; Türkiye'de kadın, çocuk, insan hakları, gençlik, çevre, engelliler ve kültür-sanat konularında çalışma yapan sivil toplum örgütlerinin kapasitelerini geliştirmelerini sağlamaya yönelik eğitim çalışmaları yürütüyor. Orlon Orlon, görünüşü ipeğe benzeyen ısıyı çok iyi yalıtan sentetik elyaf. Akrilonitrilin (CH=CH-C=N) polimerizasyonu ile elde edilen akrilik elyafın ticari ismi. İlk defa 1948 yılında akrilik elyaf orlon ismi altında Du Pont de Nemours Company tarafından üretildi ve satıldı. Daha sonra başka isimler altında piyasaya sürüldü. Orlonun başlangıç maddesi; kireç taşı, kömür, petrol ve sudur. Aslında akrilonitrilin başlangıç maddesi asetilendir. Asetilen ise petrolden veya kireç taşından elde edilen karbid'e su etki ettirmekle elde edilir. Asetilene, bakır-I-klorür, amonyum klorür ve hidroklorik asit mevcudiyetinde siyonür asidi (HCN) etki ettirmekle akrilonitril elde edilir. Bu madde, polimerize olmaya çok yatkındır. Orlon erimeksizin 250 °C'de bozunur. Bu bozunma ürünü elyaf, naylon ve perlon elyafı gibi bükülemez. Orlon yumuşak olup, bükülebilen bir elyaftır. Havaya, gün ışığına, birçok kimyasal maddeye dayanıklıdır. Endüstride filtre imalinde birçok giyeceklerin, battaniye, halı ve çocuk çamaşırlarının, çorapların imalatında kullanılır. PC modifikasyonu PC modifikasyonu, bilgisayarların performans ve görünüm olarak daha iyi hale getirilmesi için, orijinal hallerine yapılan müdahalelerdir. Bu konuda donanım iyileştirmeleri en önemli yeri tutmaktadır. Bir bilgisayar kasasının kapağını kesip yerine cam koyarak şeffaf hale getirebiliriz. İçine neon lamba koyarak ışıklı bir kasa elde ederiz. İşlemciye su soğutma sistemi yaparak ve bunun sayesinde overclock yaparak işlemcinin çok daha hızlı çalışması sağlanmaktır. Halit Edip Başer Halit Edip Başer (1942, Nizip, Gaziantep) Türk asker ve akademisyen. 1961 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1963 yılında Piyade Okulu'ndan mezun oldu. 1970 yılına kadar Türk Kara Kuvvetleri'ne bağlı çeşitli birliklerde Takım ve Bölük Komutanlığı yaptı. 1972 yılında Kara Harp Akademisi'nden mezun oldu. Kurmay Subay olarak Brüksel'deki NATO Uluslararası Askeri Karargahında Harekat Dairesi Cari Harekat Plan Subaylığı, Genelkurmay Strateji Plan Dairesi Strateji Şubesi Kısım Amirliği, Kara Kuvvetleri Genel Sekreterliği, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı görevlerini yürüttü. 1986 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Napoli'deki NATO Güney Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı'nda İstihbarat Daire Başkanlığı ve 14. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1990 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede Genelkurmay Plan Harekat Daire Başkanlığı, Kara Harp Okulu Komutanlığı ve Başbakan Askeri Danışmanlığı görevlerini yürüttü. 1994 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede 3. Kolordu Komutanlığı görevinde bulundu. 1998 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay II. Başkanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 2. Ordu Komutanlığı'na atandı. 30 Ağustos 2002 tarihinde emekli oldu. Emekli olduktan sonra Eylül 2006 - Ocak 2007 tarihleri arasında "PKK ile Mücadele Özel Koordinatörü" olarak görev yaptı. Daha sonra Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. Hülya Başer ile evli olup iki çocuğu vardır. İngilizce bilmektedir. Yusuf Ziya Özcan Yusuf Ziya Özcan, (d. 5 Mart 1951, Polatlı, Ankara) Türk akademisyen ve büyükelçi. YÖK eski Başkanı, TÜBİTAK Başkan Yardımcısı ve ODTÜ'de sosyolog. Aynı zamanda Ankara merkezli düşünce araştırma kuruluşu olan U.S.A.K.'ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı ve UHP'nin (Uluslararası Hukuk ve Politika dergisi) Yazı Kurulu üyesi. Pollmark Piyasa ve Kamuoyu Araştırmaları Şirketi'nin kurucusu. Pollmark, Abdullah Gül'ün seçildiği cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, AKP'nin kendi örgütüne yapılan anketin yürütücülüğünü üstlenmişti. Malezya İslam Üniversitesi'nde 1992-1994 yılları arasında misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Malezya İslam Üniversitesi'nde, 'Geleneksel Müslüman Toplumlarda Hayat Kalitesi' ve 'İslam, Ekonomik Gelişmede Bir Engel midir? Karşıt Görüşlerin Kanıtları, Bazı Metodolojik Düşünceler' konulu iki araştırmaya da imza attı. 30 Mayıs 2012 tarihli Resmi gazetede yayımlanan büyükelçiler kararnamesi ile Polonya Büyükelçiliğine atandı ve Temmuz 2012 itibarıyla göreve başladı. 23 Şubat 2016 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanan Büyükelçiler kararnamesi ile Polonya Büyükelçiliği'nden, yaş haddinden emekli olacağı için, merkeze alındı. ReactOS ReactOS, Windows işletim sisteminin çalıştırdığı bütün yazılımları ve bütün sürücüleri çalıştırmayı, ücretsiz bir Windows işletim sistemi seçeneği olmayı amaçlamış açık kaynak ve özgür bir işletim sistemidir. ReactOS, tersine mühendislik yöntemleriyle ve MSDN kaynakları gibi türlü kaynaklardan yararlanılarak yazılmıştır. ReactOS'un kurulumu, Windows'un kurulumu gibidir ve ReactOS, birçok Windows yazılımını düzgünce çalıştırabilmektedir. ReactOS, kendi web sitesinden kurulan CD, canlı CD, VirtualBox, QEMU ve VMware kalıpları olarak indirilebilir. ReactOS'ta bütünüyle Türkçe dil desteği yoktur. ReactOS, 1996'da Windows 95 yapısını amaçlayarak FreeWin95 adıyla geliştirilmeye başlanmıştır. 1997 sonunda FreeWin95'in geliştirilmesi durdurulmuştur. Jason Filby'in önderliğiyle FreeWin95'in adı ReactOS olarak değiştirilmiş ve ReactOS, Windows NT yapısını amaçlayarak 1998 yılının Şubat ayında geliştirilmesine yeniden başlanmıştır. ReactOS'un geliştirilmesi, 16 yıldır sürdürülmektedir. ReactOS'un 0.0.7 sürümünden önceki sürümler belgelenmemiştir.ReactOS'un Sürümleri ReactOS'un var olup da belgelenmiş sürümleriyle gelecekte yayınlanması düşünülen sürümleri aşağıdadır: Dedebabalık Dedebabalık kurumu, Hacı Bektaş-ı Veli’nin görevini vekaleten üslenen makâmdır. Dedebabalar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin vekilleridirler. Dedebabalık, Çelebiler kolu ve Alevî-Kızılbaşlar’ca genellikle benimsenmez. Özellikle Balkan Alevîliğinde benimsenmiştir. Bektaşiliğin Babagan Kolu’nun başı olarak tarikâtın yönetiminde varlıklarını sürdürürler. Kurucusu Balım Sultan'dır. Mengüç Eski bir Türk/ Oğuz geleneğidir. Kaynaklarda tiginlerin kulaklarına mengüç/küpe taktıkları görülmektedir. Bektaşilikte “terk ve tecrit” anlamında dervişlerin kulağına “mengüç” veya diğer adıyla “teslim halkası” bir törenle takılır. Bunlar dervişi dünyadan ve dünyasal nesnelerden, etkenlerden arındırmayı, soyutlamayı simgelerler. İbahilik İbahilik "();" İslâmiyet'te, sünnî anlayışın yasakladığı ve günah olarak değerlendirdiği bazı şeyleri yasak görmemektir. Hatta bir bölümünün tersini yapmak anlayışıdır. Hıristiyan teolojisinde ise, günahlardan arınarak ahiretteki sonsuz kurtuluş ve selâmete sadece kuvvetli imân ve Tanrı'nın mağfireti sayesinde erişilebileceği inancında olan kişileri tanımılamakta kullanılan bir deyimdir. Bu anlayış ("İbaha i'tikadı"), Bektaşîlik yolunun temel kurallarından biri durumuna Balım Sultan ile gelmiştir. ""Dincilik Karşıtlığı" (Anti-Nomizm)" olarak da tanımlanabilen bu davranış Dîn-i İslâm'ın Sünnî ekolünündeki bir kesimin oluşturduğu katı kurallara karşı ortaya çıkmış olan bir yorum biçimidir. Sünnî İslâm'ın ortaya sürdüğü şeyleri, Alevî-Bektaşî anlayışından süzerek ya da geçirerek kabul etme veya kabul etmeme anlayışı ve tavrıdır. Alevî-Bektaşîliğin özgün yanını ve - Sünnîliğe karşın - kimliğini bu anlayış ortaya koyar. Alevî-Bektaşîliğe yorum "(Bâtınî te’vil)" yolunu açar. Bir başka deyişle Alevî-Bektaşîliğin felsefik altyapısını ol
uşturur. Hristiyanlık'ta ise "ibâhiyûn kişi" ahlâkî yasaların uygulanabilirliği ile sabit anlamlarını inkâr eden ve kurtuluşa ermenin sadece imân ve ilâhî inayet ile mümkün olabileceğine inanan şahsiyet olarak tanımlanmaktadır. Hulûl Hulûl, cisimleşme ya da enkarnasyon, yaygın olarak Tanrı'nın görünüş alanına çıkması, evren ve insanla bütünleşmesi anlamında kullanılmaktadır. Hint inançlarına göre Tanrı Vişnu değişik dönemlerde değişik insanların şekline girer ve insanlara yol gösterir. Hırıstiyanlık'ta Tanrı'nın İsa'nın vücudunda beden bulduğuna inanılır. Bu inanç, Sünni ve İmami Şii İslam'ın tevhid (Allah'ın birliği) inancıyla bağdaşmamakla beraber Ghulat-i Şîʿa'da mevcuttur. Hûlul inancı, Ghulat-i Şîʿa fırkalarında Allah'ın Ali bin Ebu Talib'in vücuduna rücû ederek onunla bütünleşmesi yani onda beden bularak cisimleşmesi anlamında kullanılır. Bektaşilik'e girmesi ise Balım Sultan sayesinde olmuştur. Hûlul bilinen tanımı ile Vahdet-i Vücud'ta şu anlamlara gelir: Baba Haydar Kutb’ûd-Dîn Haydar ya da Baba Haydar "(Haydar Gazi veya Haydar Sultan da denir)". Hoca Ahmed Yesevî’nin dervişlerinden olup ""Haydarîlik Tarikâtı"" kurucusudur. Abdal Musa’nın atalarındandır. Mezarı, Elmalı, Antalya'dadır. Mezarının bulunduğu yerde tekkesi kurulmuştur. Bu tekke 1826’da devletçe yıktırılan Bektaşi tekkelerindendir. 1220/1221 yılında Moğol İstilâsı sırasında hâyatını kaybetti. Haydarîlik tarikâtı; "Kutb’ûd-Dîn Haydar" tarafından Kalenderîlik ile Yesevîlik tarikâtının Ekberî sufi düşünce tarzı altında harmanlanarak birleştirilmesi ile kurulmuş bir tasavvuf yoludur. 12. yüzyıldan itibaren Kalenderîliğin en yaygın ve fa’al kolunu oluşturan bu tarikât mensupları, kendilerini hâkir görmek ve aşağılamak maksadıyle vücudlarına demirden halkalar takarak yalın ayak dolaşmakta, keçe ve çuhadan yapılma elbiseler giyerek zillet içerisinde ve bekâr kalmak suretiyle yaşamaktaydılar. Bilge Kağan Bilge Kağan (Eski Türkçe: , Bilge qaγan, 毗伽可汗, Pinyin: píjiā kěhàn, Wade-Giles: p'i-chia k'o-han, resmî unvan: , Tengriteg Тengride bolmuş Türk Bilge Kagan:Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı , soyadı ve ad: 阿史那 默棘連, āshǐnà mòjílián, a-shih-na mo-chi-lan; d. 683 – ö. 25 Kasım 734), İkinci Göktürk Kağanlığı'nın kağanlarındandır. Türk tarihinin en önemli figürlerinden biri olarak değerlendirilir. 683 yılında, kağanlığın o zamanki merkezi olan Çugay-Ḳuz Dağı dolaylarında doğdu. 8 yaşında iken, babası İlteriş Kağan'ın 691 yılında vefat etmesiyle birlikte amcası Kapgan Kağan'ın himayesinde büyüdü. Yine amcası tarafından 697 yılında Tarduşlar üzerine şad olarak atanan Bilge Kağan, atamanı (Selçuklulardaki atabey ve Osmanlılardaki lala kurumlarına benzer işlev gösteren bir kuruluş) Köli Čor'un denetiminde yetişti. 698 yılında, amcası Kapgan Kağan'ın isteği üzerine Türgişler ile yapılan Bolçu Savaşı'na katıldı. 699 yılında amcası Kapgan Kağan tarafından Sağ Kanat Şad'ı tayin edildi ve emrine 20,000 kişik bir ordu verildi. Bilge Kağan, 700 yılında Tangutlar üzerine askeri bir sefer düzenledi. Savaş sonunda yenilgiye uğrattığı Tangutların çocuklarını, kadınlarını, at sürülerini ve bütün mal varlıklarını ele geçirdi. 701 yılında Güney Ordos bölgesinde Kapgan Kağan komutasındaki Göktürk ordusu ile Ong Tutuk komutasındaki 50,000 kişilik Tang ordusu arasında meydana gelen Iduk Baş Savaşı'na katıldı. Savaş sonunda Soğd kolonileri Göktürklerin eline geçti. 703 yılında Göktürklere vergi vermeyi kesen Basmıllar üzerine sefer düzenledi ve onların "Iduk Kut" unvanlı idarecesini yenilgiye uğratıp onları yeniden itaat altına aldı. 17 Ocak 707 tarihinde Kapgan Kağan komutasındaki Göktürk ordusu ile Çaça Sengün komutasındaki Tang ordusu arasında meydana gelen büyük Ming Şa Muharebesi'nde yer aldı. Bilge Kağan, 709 yılında Tang Hanedanlığı'nın kışkırtma siyaseti sonucunda Göktürk konfederasyon birliğine karşı ayaklanan Çiklerin Örpen'de, 710 yılında Kırgızların Kögmen'de, 711 yılında Türgişlerin Bolçu'da itaat altına alınmasında önemli rol oynadı. 711 - 712 yıllarında, Müslümanların Maveraünnehir'i fethi sırasında, Maveraünnehir'deki Göktürk müttefiklerinin yardım istemesi üzerine, Araplara karşı düzenlenen sefere katıldı. Ancak bu sefer istenilen sonuca ulaşamamıştır. Bilge Kağan, 714 yılında hiçbir sorunları yokken ayaklanan Karlukları Tamag Iduk Baş'ta yaptığı savaşta yenilgiye uğrattı. Karluklar bu yenilgiden sonra Tang Hanedanlığı'na sığındılar. 715 - 716 yılları, Göktürklerin kendilerine bağlı boylar birliğine karşı yaptıkları mücadelelerin en şiddetli geçtiği yıl oldu. Bu kez ayaklananlar kağanlığın bel kemiğini oluşturan Dokuz Oğuzlardı. Ayrıca yalnız da değillerdi, yanlarında Karluklar ve Basmıllar da vardı. Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin ile birlikte bir yılda dört kez onlarla savaşmak zorunda kaldı. İlk savaş Togu Balık'ta gerçekleşti. Birbirlerine üstünlük kuramayan taraflar Andırgu'da kozlarını ikinci kez paylaştı. Yine yenişemeyen taraflar Çuş Irmağı başında üçüncü kez vuruştular. Yine sonuçsuz kalan bu savaştan sonra taraflar kesin sonuç için Ezginti Kadız'da karşı karşıya geldiler. Burada gerçekleşen muharebe Türklerin kendi aralarında yaptıkları en kanlı muharebelerden biri oldu. Kıran kırana geçen savaşta Göktürkler, Oğuzları silip süpürdü. Amcası Kapgan Kağan'ın Bayırku Seferi dönüşünde öldürüldüğü 22 Temmuz 716 tarihindenden sonra, Türk Toyu amcasının oğlu İnel'i kağan olarak seçti. Geçen birkaç ay sonucunda İnel Kağan'ın genç ve deneyimsiz olması nedeniyle kağanlığı toparlayamaması, kutun İnel'den alındığı şeklinde yorumlanmasına neden oldu. Çok geçmeden Tonyukuk'un karşı çıkmasına rağmen Alp Eletmiş tarafından desteklenen ve Kül Tigin tarafından planlanıp uygulanan oldukça kanlı bir darbe ile İnel Kağan, akrabaları, destekçileri ve yakınları ile birlikte 717 yılının şubat ayında idam edildi. Darbenin ardından Bilge, "Tanrı Gibi Gökte Olmuş Türk Bilge Kağan" unvanı ile kardeşi Kül Tigin tarafından kağan olarak ilan edildi. Bilge, kağan olduğu zaman ortada herhangi bir devlet otoritesi kalmamıştı. Bilge Kağan, kendi yazıtında bu durumdan şöyle söz etmektedir: Önce töreleri yeniden uygulamaya koyan Bilge Kağan, ilk seferini 717 yılında Uygurlar üzerine düzenledi. Kargan Savaşı'nda Uygurları bozguna uğratan Bilge Kağan onların birçok at, hayvan sürüsünü ele geçirdi. 718 yılında Bilge'nin kağanlığını tanımayan Karluklara karşı Bilge Kağan, Tudun Yamtar komutasında bir ordu gönderip onları itaat altına aldı. Daha sonra Çin'e karşı bir sefer yapmayı düşündüyse de Tonyukuk tarafından ikna edilerek bu düşüncesinden caydı. Ardından bir barış yapmak için Tang Hanedanlığı'na elçiler gönderdiyse de Tang imparatoru Hsüan Tsung bunu kabul etmedi ve savaş hazırlıklarına başladı. 720 yılının kış aylarında Tang Hanedanlığı, Göktürklere karşı büyük bir ittifak oluşturdu. Bu ittifaka Basmıllar, Tatabılar ve Kitanlar katıldı. Ancak Tonyukuk'un yerinde ve zamanında yönlendirmeleriyle ilk önce zayıf olan Basmıllar bozguna uğratıldı. Tang ordusu soğuk iklim koşullarından ötürü yay ve oklarını kullanamamaları ve derilerinin soğuktan çatlaması nedeniyle başarısız olup geri çekilmek zorunda kaldı. Kendi yazıtından anlaşıldığına göre Bilge Kağan, savaşın birinci günü on yedi bin, ikinci günü ise düşman piyade ordularının tamamen yok etmiştir. Bilge Kağan 721 yılının kış aylarında Kitanlara, 722 yılının ilkbaharında da Tatabılara karşı seferler düzenleyerek ittifakın diğer üyelerini cezalandırdı. Bilge Kağan, Tang Hanedanlığı ile barış tesis ettikten sonra ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan kalkınması için gayret gösterdi. Onun döneminde Ongin Yazıtı (719 - 720), Altun Tamgan Tarkan Yazıtı (724), Tonyukuk Yazıtı (725), Kül Tigin Yazıtı (732) vb. birçok yazıt dikilerek Türk edebiyatı'nın ilk örnekleri verildi. Yine kültürel alanda Budizm'e meyledip bir tapınak inşa ettirmişse de devlet adamı Tonyukuk'un uyarıları üzerine bu isteğinden caydı. Ardından milletini yerleşik hayata geçirmeye heveslendi. Bunun için de kaleler inşa edecekti ki yine devlet adamı Tonyukuk ile ters düştü. Damadı ile arası açılan Tonyukuk devleti zayıflatacak bir çatışmaya girmek yerine uzaklara gitmeyi kararlaştırdı. Ailesi ve boyunu toplayıp Orhun Vadisi'nin yaklaşık 400 km uzağındaki Tula Nehri kıyılarına çekildi. Kendisi, vefat ettiği 726 yılına kadar ömrünü burada geçirmiştir. 734 yılında bakanı Buyruk Çor tarafından zehirlendi. Neden zehirlendiği konusunda kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur. Ancak bilinen tek şey 727 yılında Buyruk Çor'un, Tang Hanedanlığı'na Göktürk elçisi sıfatıyla gönderilmesidir. Burada Buyruk Çor'un, Bilge'yi zehirlemesi konusunda Çinliler tarafından ikna edilmiş olması olasılık dahilindedir. Daha sonra zehirlendiğini anlayan Bilge Kağan, Buyruk Çor'u ve bütün ailesini idam ettirdi. Ancak kendisi de 25 Kasım 734 tarihinde vefat etti. Kendisi için çok büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze törenine komşu ülkelerden yoğun katılım oldu. 22 Haziran 735 tarihinde defnedilen Bilge Kağan'a, yazıtında yazdığına göre Türk milletinin kendisine duyduğu minnet şöyle anlatılmaktadır: Bilge Kağan'ın mezarının başına oğlu Tengri Kağan tarafından Bilge Kağan Yazıtı dikilmiş olup bu yazıtı kağanın, edebi yönüyle öne çıkan diğer oğlu Yollıg Kağan 34 günde yazmıştır. Bilge Kağan, Türk tarihi'nin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Ahmet Akyol tarafından yapılan bir iddiaya göre Bilge Kağan, bakanı Buyruk Çor tarafından değil hanımı Pofu Hatun tarafından zehirlenmiştir. Yine Akyol'un iddiasına göre 720 yılında Tang Hanedanlığı'na karşı barışçıl bir politika gütmeye başlayan Bilge Kağan'ın isteği üzerine sınır bölgelerinde pazarlar kurulmuştu. Bu pazarlarda Türkler ve Çinliler arasında at, ipek vb. hayvan ve eşyaların ticareti yapılıyordu. İlerleyen zamanlarda bu ilişkiler gelişirse Bilge'nin, Tang imparatoru Hsüan Tsung'un öz kızıyla evlenmesi pek muhtemeldi. Zaten Bilge'nin Çinli bir prensesle evlenme konusunda Tang imparatoru Hsüan Tsung'a sürekli baskı yaptığı ancak Tang imparatoru Hsüan Tsung'un bunu sürekli geçiştirdiği bili
nmektedir. Bilge'nin bunu yapmasının amacı kişisel zevklerden ziyade hakim olduğu boy ve toplulukların gözündeki prestijini arttırmaktı. Bu tür bir evliliğin gerçekleşme ihtimalini bile kabullenemeyen Bilge'nin hanımı Pofu Hatun, kocasını zehirledi. Akyol'un iddiasını destekleyecek yönde bazı veriler bulunsa da konu ile ilgili kaynaklardaki bilgilerin yetersizliği kesin bir şey söylemeyi elverişsiz hale getirmektedir. Bilge Kağan'ın ağzından ifade edilen bu eleştirilerde, Göktürklerin bağımsızlığını kaybetmesi başta olmak üzere, toplumun yoksullaşmasının ve devletin yıkılmasının ana nedeni; başa geçen kağanların, ""Bilgisiz, iradesiz, öngörüsüz"" olmalarıdır. Bu eleştiriler sadece kağanlarla sınırlı kalmamış, kağanların beyleri ve yer yer bu kötü devlet adamlarına uyan, ya da bilgili kağanlarının sözünü dinlemeden, başına buyruk hareket eden, millet ("bodun") de eleştirilmiştir. İki zamanlı motor İki zamanlı motor, içten yanmalı bir motor tipidir. Daha yaygın olarak kullanılan dört zamanlı motordan farkı, pistonun lineer hareketlerinde 4 yerine 2 stroka sahip olmasıdır. Fakat bu iki strokta, 4 zamanlı motorda oluşan 4 işlemde (emme, sıkıştırma, yanma, egzoz) meydana gelmektedir. Yani emme ve sıkıştırma 1 strokta, yanma ve egzoz 1 strokta yapılır. Bu motor tipinde emme ve egzoz sübapları yoktur. Emme ve egzoz işlemleri silindir içinde oluşan basınç farkları vasıtası ile yapılır. Piston yukarı hareket ederken, üst kısımdaki karışımı silindir içinde sıkıştırmaya başlar. Bu esnada pistonun yukarı hareketi ile krank bölümünde bir vakum oluşur ve karışım krank bölümüne dolar. Bu karışım yakıt, yağ ve hava karışımıdır. Sıkışan karışım buji ile ateşlenir ve patlama oluşur. Çıkan enerji pistonu aşağı iter. Pistonun aşağı itilmesi ile egzoz çıkışı açılıp, emiş ağzı kapanır. Yanma sonucu ortaya çıkan atık gaz, egzoz borusundan atılır. Pistonun hareketi ile aşağıda sıkışan karışım, taşıma cebinin açılması ile pistonun üst kısmına dolar. Üst kısıma yeni karışım dolması ve egzoz gazının tamamen atılması ile çevrim tamamlanır ve diğer çevrim başlar. Genelde küçük yapıdaki benzin motorları iki zamanlı olarak kullanılırlar. Motosiklet, bazı küçük teknelerde, scooter, kar motosikletleri ve model uçaklarda kullanılır. Ayrıca motorlu bahçe araçlarında da (çim biçme makinası vb.) kullanılırlar. Büyük yapıdaki iki zamanlı dizel motorlar başta gemilerin ana makinası olmak üzere 2000 hp gücün üzerindeki güçlere ihtiyaç duyulduğunda iki zamanlı dizeller kullanılmaktadır Selahattin İçli Selahattin İçli, (d. 6 Ekim 1923, Beşiktaş, İstanbul – ö. 14 Ekim 2006). Türk müziği bestecisi, müzisyen, tıp doktoru. 1949 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1953 yılına kadar İstanbul'da özel bir hastanede ve bir şirkette çalıştı. Daha sonra Susurluk Belediye Tabibi, Susurluk Şeker Fabrikası Tabibi ve Borasit Madeni Tabibi olarak 1961 yılına kadar Balıkesir'de bulundu. 1961 yılında tekrar İstanbul'a yerleşerek bir müddet özel sektörde çalıştıktan sonra, 1967 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul hastanesi'nde görev aldı. 1981 yılında bu hastanedeki başhekim yardımcılığı görevinden ayrılarak Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda sanatçı öğretim görevlisi ve başkan yardımcısı oldu. Konservatuvarın İstanbul Teknik Üniversitesi'ne bağlanması üzerine 1986 yılında profesör unvanı alan İçli, Komposizyon Bölümü başkanlığına tayin edildi. Selahattin İçli'nin müzik ile yakınlığı çocukluk yıllarında babası İbrahim İçli'nin etkisi ile başlamıştır. Hem anne, hem baba tarafından kardeş çocukları olan udi bestekâr Şerif İçli ve İbrahim İçli, 1914 yılında Beşiktaş musikî kulübüne devam etmeye başlarlar. Neyzen İhsan Bey'in hoca olduğu bu ocaktan yetişenler arasında Hakkı Derman da vardır. Babasının müziğe olan alâkası ve zengin repertuarı sebebiyle, oğlu Selahattin'in kulağı daha çocukluk yaşlarından itibaren Türk musikîsinin klâsik ve güncel eserleriyle doldu. Böylece; ilk gençlik yıllarında kendisini bestekârlığa götürecek önemli temel unsur sayılabilecek oldukça geniş bir repertuara sahip olmuştur. İlk şarkısını 17 yaşında besteledi. Güftesi, Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Hıyâban" isimli şiirinden alınan Hüseynî makamındaki bu şarkının Şerîf İçli tarafından beğenilmesi, Selahattin İçli'yi yeni besteler yapma alanında daha büyük bir şevkle çalışmaya sevk etti. 1942 yılında büyük hayranlık duyduğu ve babasının da yakın arkadaşı olan Selahattin Pınar'la tanıştı. Selahattin Pınar'ı yıllarca hemen her hafta evinde ziyaret ederek onun bestekârlık konusundaki bilgi ve görüşlerinden faydalandı. Üniversite öğrenimi, tıp fakültesindeki derslerinin yanı sıra, Selahattin İçli'nin musikî üzerinde yoğun olarak çalıştığı bir eğitim devresi oldu. Kuruluşundan itibaren on yıl kadar İstanbul Üniversitesi korosunda bulundu ve kanuni Ekrem Karadeniz'in özel derslerine devam etti. Bu dönemde, birçok müzik çalışmalarına ve konserlere sesi ve ud ile de katıldı. Selahattin İçli'nin çeşitli ansiklopedi, gazete ve dergilerde makale, fıkra, araştırma ve eleştiri türünden 400'ün üzerinde yazısı yayınlanmış olup 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. Önemli eserleri arasında tını, tarz ve üslup yönünden oldukça başarılı sayılan "Bitmez tükenmez bu dert, Zeytin Gözlüm, Bahara indi melekler, Gül Açılsın Dudağında Gülüver, Hüzün Zaman Zaman Deli Dalgalarla Gelir, Ayrılık Var Çıkan Falda, Bir seni bir gülü, Bir sabah bakacaksın bir tanem, Bir destan dolaşır" gibi eserler gösterilir. Motor Bir enerji formunu (elektrik, kimyasal enerji...benzin, tiner, LPG vb.) mekanik enerjiye çeviren makine'ye Motor denir. Motorlar kuvvet makineleridir. Kuvvet makineleri yakacak maddelerinin (kömür, benzin, motorin, LPG) veya doğal enerji kaynaklarındaki (akarsular, rüzgar) enerjiyi mekanik enerjiye dönüştüren makinelerdir. Taşıtlarda, jeneratörlerde kullanılan kuvvet makineleri ise ısı makineleridir. Mekanik enerjinin oluşması için gerekli olan ısı enerjisi çeşitli yakıtlardan ve motor silindirlerinin içinde veya dışında üretilebilir. Buna göre motor tipleri şunlardır: Elektrik enerjisini mekanik enerjiye dönüştüren makinelerdir. Artin Penik Artin Penik (1921 - 15 Ağustos 1982), ASALA'nın düzenlediği Esenboğa Havalimanı saldırısını protesto etmek için Taksim Meydanı'nda kendini yakarak intihar eden Ermeni asıllı Türk vatandaşı. 7 Ağustos 1982 tarihinde ASALA'nın Esenboğa Havaalanı'nda düzenlediği saldırı sonucu 8 kişi ölmüş, 72 kişi yaralanmıştır. Saldırı sonrasında, ASALA'nın eylemlerine tepki olarak Artin Penik, 10 Ağustos 1982 günü Taksim Meydanı'nda üzerine benzin dökmüş ve elindeki çakmakla kendini tutuşturarak yakmıştır. Hastaneye kaldırılan Artin Penik'in 2 saat süren bir ameliyatta bütün derileri ayıklandı ve -1 derecelik suda yıkandı. Fakat hastanede 5 gün yattıktan sonra hayatını kaybetti. Artin Penik, ağır yanıklarla kurtarıldığı bu girişimi, ASALA'nın eylemlerine tepki olarak kendi başına planladığını söylemiştir. Asıl amacının Fransız Konsolosluğu önünde kendini yakmak olduğu fakat Taksim'de "Atatürk'ün huzuru altında" ölmek istediğini belirtmiştir. Penik, tedavi altına alınmasına rağmen kurtarılamayarak 15 Ağustos 1982 tarihinde ölmüştür. Cenazesi 18 Ağustosta Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi'nde Patrik Şınorhk Kalustyan'ın yönettiği törenin ardından Balıklı Ermeni Mezarlığı'na defnedilmiştir. E-öğrenme e-öğrenme, elektronik ortam aracılığı ile yapılan öğretim denilebilir. Günümüzde gittikçe yaygınlaşan ve çoğu üniversitenin de hızla altyapı hazırlıklarını tamamladığı e-öğrenmenin birçok olumlu yönü vardır. Bunlardan bazıları: motivasyonu artırır. Olumlu yönleri olduğu gibi e-öğrenme bazı olumsuz özelliklere de sahiptir. Bunlar : Online eğitim alan öğrenciler için; Alanyazına bakıldığında farklı kavramlar ile karşılaşılmaktadır. Araştırmacılar; eğitim teknolojilerinin gelişimine göre yeni kavramlar ortaya çıkarmıştır. Aydın (2002) ‘a göre alanyazında; web destekli öğretim (web based instruction), eşzamanlı öğretim (syncronize instruction), eşzamansız öğretim (asyncronize instruction), sanal eğitim (virtual education), bilgisayar destekli uzaktan eğitim (computer based distance education), bilgisayar ortamlı/destekli iletişim (computer-mediated communicaitons), internetle eğitim İnternete dayalı/destekli eğitim (İnternet based/aided education), çevrim içi eğitim (online education) kavramları ile sık karşılaşılmaktadır. E-öğrenme çeşitleri yer ve zaman açısından ele alındığında değişik şekillerde tanımlanabilir. Bunları bir tablo şeklinde gösterebiliriz. E-öğrenmenin dizaynı, geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi, insan kaynaklarının dışında donanım ve yazılım araçları gerektirmektedir. Donanım araçları genelde multimedia uygulamalarını kullanabilen ve internet tarayıcısı olan bir kişisel bilgisayarı gerektirir. Tabi bunların kullanılabilmesi için ağ sağlayıcılar ve kullanıcıların sürekli ulaşabileceği internet sunucular da gerekmektedir. Yazılım araçları ise genellikle çeşitli web düzenleme ve grafik araçlarını içerir. Bunlar basit yapılı ya da karmaşık olabilirler. Brandon Hall'un yaptığı son çalışma yaygın olarak kullanılan bazı araçları aşağıdaki gibi göstermektedir. Adobe Flash™ Adobe Dreamweaver™ Macromedia Authorware™ Nedir ve Örnekler TrainerSoft from Outstart™ Lectora Publisher™ Adobe Captivate™ Adobe Presenter™ Articulate™ Raptivity™ Camsmith Camtasia™ En çok tanınan yazılım simülasyon araçları ise aşağıdaki gibidir. Adobe Captivate™ Techsmith Camtasia™ OnDemand™ (Global Knowledge) FireFly™ (KnowledgePlant) Assima™ STT Trainer™ (STT: A Division of Kaplan) InfoPak Simulator™ (RWD Technologies) 10–15 yıldır daha iyi bilinmekte olan e-öğrenme, 10–15 yıldan fazla bir geçmişe sahiptir. Bilgisayarlar için önemli görülen rollerden çoğunun 1960lı yıllarda açıkça söylenmiş olduğu iddia edilebilir. Bilgisayarlar icat edildikten biraz sonra, ruh bilimciler ve eğitimciler, bilgisayarların eğitimsel güçlerine dikkat çekmişlerdir. Bilgisayar tabanlı öğretim gelişimleri, sırasıyla,
öğrenmenin ve öğretmenin temel kanılarının otomatikleşmesine odaklanmıştır. Ne var ki, bilgisayar tabanlı eğitimin ilk grubunun teknik bilim adamları iki gruba ayrılmıştır: uygulamalı bilim adamları (mühendisler), ileri düzey araştırmacılar. 1960’lar, daha sonra eğitim alanında geliştirilecek politikaları (kilometre taşı sayılan olayları) doğurdu. Her başarılı teknolojik yenilikle birlikte, yeni yetenekler ve şekiller teknolojinin desteklediği öğrenme işlemini artırmayı ulaşılır hâle getirdi. Aşağıdaki zaman çizelgesi İngiltere’deki bazı önemli olayları listelemektedir: 10 yıl süre zarfında, bu konuda çalışan bilim adamları grubu, araçlarını geliştirip düzenlediler. NCET, yaptığı çalışmaların birinde bilgisayar tabanlı öğrenme sistemlerini konu almıştır. Buna yönelik hazırladığı raporda geçen bazı ifadeler aşağıdaki gibidir: İkinci grup araştırmacılar, insan biliş ve öğrenmesini göstermek için, bilgi-yapısal- yönelimli yaklaşıma odaklandılar. Becerileri nasıl öğrenip, onlarda ne şekilde uzmanlaştığımıza dair yapay zeka çalışmalarına dayanan bu yaklaşım, Akıllı yardım sisteminin (ITS) gelişmesine öncü oldu. Akıllı yardım sisteminin işlevleri geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Bu işlevler, öğrencinin gereksinimi doğrultusundagerçek zamanda öğrenim oluşturmak için Akıllı yardım sistemine ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, Akıllı yardım sistemi teknoloji ve kullanıcı arasında tartışmayı veya diyalogu sağlamalıdır. Ancak, bazı faktörler Akıllı yardım sistemi teknolojisinin gelişimini engellemiştir. İnsan bilişinin bilimi nispeten olgunlaşmamıştı ve karmaşık modelleme ve kural tabanlı sistemlerin önemli hesaplama güçleri gerektirmesi bu faktörler arasındadır.Akıllı yardım sistemleri kontrol mantığını öğretimsel içerikten ayırma eğilimiyle nitelendirilmiştir. Internet ve WWW gelişmekte olan her iki grup için gündemi baştan tanımlamıştır. Internet geliştikçe , bilgiye ve veriye kolay erişim sağlayan ortak standartlar üzerine kurulmuş , geniş erişilebilir iletişim yapısı sağladı. Bilgisayar tabanlı öğretim sistemleri ,sunucu tabanlı öğrenme yönetim sistemleri ortaya çıktıkça, içerik ve kontrolü ayırarak, CD-Romdan internete doğrudan adaptasyondan web tabanlı yazılım diline ilerlemiştir. Hızla gelişen bilim ve teknoloji etkisini eğitim alanında da göstermiştir. 20. yüzyılın sonlarında başlayan e-öğrenme, 21. yüzyılın başlarında özellikle İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkelerde ileri seviyede kullanılmaktadır. Özellikle 21. yüzyılın başlarında geleneksel (yüz yüze) eğitimden yeni yöntem eğitim sistemi sayılan uzaktan eğitime geçiş süreci yaşanmaktadır. Artık yüz yüze eğitimin varlığını devam ettirebilmesi konusunda insanların kafasında sorular yükselirken e-eğtimin insan hayatına her geçen gün daha etkili bir biçimde girdiği ise tartışma gerektirmeyen bir konudur. 21. yüzyıl yüz yüze ve uzaktan eğitimi bir arada yaşadığımız ilk yüzyıl olmakla birlikte son yüzyıl olma olasılığı da oldukça yüksektir. E-öğrenme teknoloji tabanlı birçok eğitim biçimini (bilgisayar tabanlı öğrenme, web tabanlı öğrenme, sanal sınıflar) kapsayan geniş bir uygulama sürecidir. Bu durum göz önüne alınarak, aşağıdaki örnek uygulamada, e-öğrenmenin kapsadığı eğitim biçimlerinden biri olan web-tabanlı e-öğrenme sunulmaktadır. Burada tanıtılacak ürün sadece örnek amaçlı kullanılacaktır. Web-tabanlı e-öğrenme süreci beş aşamadan oluşmaktadır. Bu aşamalar sırasıyla, e-sorgulama, e-yönetim, e-kayıtlama, e-ders ve e-mezuniyettir. Aşağıdaki uygulamalı örnekte bu aşamalardan e-ders kısmına değinilmektedir. Bu web-tabanlı e-öğrenme uygulaması Çevrim içi Mühendislik Kursu Yönetim Sistemi tarafından hazırlanmıştır. Dersi alan öğrenciler, öğretim görevlilerine danışarak şifre edindikten sonra sisteme giriş yaparak kurs sayfasından derslerine erişmektedirler. Şifre alarak derslerine erişmenin yanı sıra, misafir öğrenciler de e-kitap ve e-ders etkinliklerinden yararlanabilmektedirler. Kursun giriş sayfasında, ders bağlantılarıyla öğrenciler, derslerine yönlendirilebilmektedirler. Öğrenciler öğrenme sırasında, e-kitaplardan ve multimedya ürünlerinden web sitesi aracılığıyla yararlanabilmektedir. Çevrim içi öğrenme ya da e-Öğrenme; internet teknolojileri, TV, hücre telefon vb. elektronik ortamlarda, eğitimin materyalinin metin, ses, hareketli video, stil grafikleri, animasyon gibi elektronik araçlarla dağıtılması ile gerçekleşen öğrenme ve öğretim faaliyetine verilen addır. Kullanılan çoklu ortam teknolojisi ile veri değiş-tokuşu ve işbirliği kolay sağlanmaktadır. Öğrenciler konumlandırmadan uzaktırlar, kendi imkanları ile çevrim içi derslere eş zamanlı veya eş zamansız olarak erişirler (Özkul, 2003; Morrison, 2003; Wright, 2005; Gondon ve Lin, 2005; Watkins, 2005; Dabbagh ve Banan-Ritland, 2005).|12|. "Öğretimin tasarımlanması sürecinde etkileşim ve etkileşim olanaklarının düzenlenmesi çok önemli bir basamaktır." Bu durum temel alınarak, e-kitaplar ve e-dersler dinamik olup, öğrencilere görsel ve yazınsal bilgiler sunulmuştur. Animasyonlarla konu içeriği zenginleştirilmiştir. Bu öğrencilerin motivasyonunu artırmaktadır. Böylece öğrencilerin e-öğrenme süreçlerine katkı sağlanmaktadır Ekranda gördüğümüz bu resimler bize e-öğrenme konusunda bir örnek olabilir. Bu sayfa O.D.T.Ü online eğitim sayfasıdır. Öğrenciler bu sayfayı kullanarak derslerin içeriğinde neler olduğunu, ders dışı yapılacak aktiviteleri ve ders notları gibi birçok özellikten kolaylıkla faydalanabilirler. Ayrıca forum sayfaları yardımıyla da öğretmen ve arkadaşları ile de rahatlıkla iletişim kurabilirler. Bunu yapması için kullanıcı hesabı ile sayfaya giriş yapması gerekiyor. Kullanıcı hesabı öğrenciye okul tarafından verilir. Sayfaya girdikten sonra mevcut linkler sayesinde kolayca ders takibi yapılmış olacaktır. Mobil bilişim alanında gelişme olduğu gibi, bu gelişmeleri e-öğrenme alanında kullanınca "Mobil Öğrenme" alanı doğmuş oldu.Kısaca M-öğrenme de denilebilir. M-öğrenme , e-öğrenme'den sonra ortaya çıkan, belirli bir alanda veya noktada durmayan, hareketli öğrencilerin ya da taşınabilir mobil teknolojilerden (notebook, mobil telefonlar, PDA, DAP-IPod, WAP, GPRS, bluetooth) faydalanan öğrencilerin öğrenmeyi alış biçimi olarak tanımlanır. Türkiye'de Anadolu Üniversitesi tarafından yürütülen açıköğretim e-Öğrenme Portalında sunulan e-Kitap, e-Alıştırma, e-Sınav, e-Danışmanlık, e-Televizyon ve e-SesliKitap hizmetleri mevcuttur ve bu hizmetler çevrim içi ve çevrim dışı kullanılabilir. çevrim dışı kullanılanlar; e-Televizyon ve e-SesliKitap hizmetleridir.Çevrim içi olarak tüm hizmetler kullanılabilir. Tabii bu hizmetleri kullanmak için Mobil Öğrenme araçları kullanılır ,bu araçları şöyle sıralayabiliriz ; 1.Dizüstü bilgisayarları 2.Tablet bilgisayarları 3.Telefonlu cep bilgisayarları 4.Cep bilgisayarları 5.Taşınabilir medya oynatıcıları 6.Taşınabilir MP3 çalarlar 7.Akıllı telefonlar çevrim dışı kullanım aşağıdaki tablo gibidir. çevrim dışı kullanılan hizmetler, Mobil bilişim aygıtlarına indirilerek kullanılabilir. Çevrim içi kullanım aşağıdaki tablo gibidir. Mobil bilişim araçlarının avantajları arasında taşınabilirlik, el yazısı kullanabilme, diğer aygıtlarla kolay iletişim kurabilme, herhangi bir yerde ve zamanda kullanılabilir durumda olma,bilgiye ihtiyaç duyulduğu anda erişebilme, ucuzluk ve yaygınlık sayılabilir. Web tabanlı öğrenme genellikle cevrimiçi öğrenme veya E-öğrenme olarak bilinir. E-öğrenme sistemlerinin alanı açık, esnek ve dağıtılmış öğrenme ortamlarıdır. E-öğrenme Web-tabanlı Eğitim (WTE), Web-tabanlı Öğrenme (WTÖ), İnternet-tabanlı Eğitim Dağıtılmış Öğrenme, Gelişmiş Dağıtılmış Öğrenme ve online (çevrimiçi) eğitim gibi çeşitli adlar altında anılmaktadır. Açık, esnek ve dağıtılmış öğrenme sistemlerinin tasarlaması, geliştirmesi, uygulaması ve değerlendirmesi, öğretim tasarımı ilkeleri ve çevrimiçi öğrenme ortamlarının çeşitli boyutlarına uygun olarak Web'in potansiyelinin nasıl kullanılabileceği konusunda derinlemesine analiz ve araştırma gerektirir. Ders içeriğinin çevrimiçi olarak yayınlanması buna en büyük sebep olarak gösterilebilir. Öğretmen öğrenci ilişkisi geleneksel sınıf ortamında öğrencinin başarısı açısından her zaman önemli bir faktör olmuştur. Öğretmen her öğrencinin derse gösterdiği tepkiyi anlık olarak takip edebilmektedir. Bu süreç Web-tabanlı öğrenmede aynı kolaylıkta uygulanamamaktadır. Bu yüzden her öğrencinin kendine uygun öğrenme şeklini keşfedebilmesi için temel metotlar veya programlar dersin içeriğinde yer almalıdır. Değişik öğrenim şekillerine sahip öğrencilerin dersten yararlanabilmeleri için öğretmenler dersin içeriğini ve veriliş metotlarını tasarlarken değişik öğretim şekillerini dersin içeriğine eklemelidir. Web-tabanlı öğrenimde öğretmenin rolünü tespit etmek amacıyla yapılan kapsamlı bir araştırma sonucunda öğretmenin rolü : • Teknik beceriler • Kolaylaştırıcı beceriler • Yönetimsel beceriler olarak üç ana başlık altında toplanmıştır (Kemshal-Bell, 2001) Teknik beceriler öğretmenin ders araçlarını kullanma becerisine sahip olabilme yetisidir. Özellikle e-posta ve forum buna örnek olarak verilebilir. Öğrencilerin öğrenme kapasitelerini arttırmaya yönelik kullanılan becerilerdir. Bunların en önemlileri : • Öğrenciyi öğrenme sürecine aktif olarak dahil etmek • Öğrenciyi sorgulatmak • Öğrenciyi dinlemek • Öğrenciyi yönetmek • Online (çevrimiçi) tartışmalar düzenlemek • Online (çevrimiçi)) takımlar oluşturmak • Öğrenciyi sosyalleştirmek • Öğrencinin motivasyonunu arttırmak (Berge & Collins, 1995; Collins & Berge, 1996) Öğrencilerin kolay öğrenebilmesini sağlamak için yapılan düzenlemelerin tümüdür, temel dört ana başlık içerir : • Öğrenci ve öğretmenler için zaman yönetimi; • Öğrenim süreci için rehberler hazırlamak • Öğrenim aşamalarını planlama,gözlemleme,düzenleme • Öğrencilerin farklı ihtiyaçlarına göre öğrenim tekniklerini şekillendirmek(Kemshal-Bell, 2001). Web-tabanlı eğitimde öğrencilerin başarı ve tatminlerini etkileyen pek çok değişken bulunmaktadır. İlişki seviyesi ve öğrenme şekilleri örnek olarak g
österilebilir. (Moore & Kearsley, 1996). Bu faktörlerin öğrenim sürecini nasıl etkilediğini anlayabilmek, gerekli düzenlemelerle öğrenim sürecinin iyileştirilmesinde büyük rol oynar. Web tabanlı öğrenimde öğrencinin rolünü tespit etmek amacıyla Yapılan araştırmalar sonucunda öğrencinin başarısını arttırmadaki rolü : • Öğrenim araçlarına erişim • Teknolojiyi kullanabilme • Öğrenme tercihleri • Çalışma şekil ve alışkanlıkları • Öğrencinin amaç ve hedefleri • Yaşam tarzı • Kişisel özellik ve karakter temaları olarak yedi ana başlık altında toplanmıştır. (Schrum and Hong ,2002) Yapılan araştırma sonucunda şehirlerde yaşayan öğrencilerin kırsal alandakilere oranla öğrenim sürecinde daha başarılı olduğu ve daha tatminkar sonuçlar elde ettikleri gözlenmiştir. İnternet bağlantı hızı buna verilebilecek en büyük örnektir. (Irons, et al., 2002) Teknoloji yatkınlığı göz önüne alındığında bilgisayar kullanabilme becerilerinin öğrenme üzerinde gözle görülür bir fark yaratamamasına rağmen öğrencinin memnuniyetini arttırdığı gözlenmiştir. (Fredericksen, et al., 2000; Swan, et al., 2000; Sturgill, et al., 1999) • Öğrenme tercihleri • Çalışma şekil ve alışkanlıkları • Öğrencinin amaç ve hedefleri • Yaşam tarzı • Kişisel özellik ve karakter temaları Eş-zamanlı iletişim öğretim ve öğrenim süreçleri aynı anda gerçekleşir. Öğretmen ve öğrenci öğrenme süreci sırasında birbirleriyle anlık olarak iletişime geçebilirler. • Canlı dersler • Videokonferanslar • Sohbet odaları Eş-zamansız iletişim öğretim ve öğrenim süreçleri aynı anda gerçekleşmez. Taraflar arasındaki iletişim karşılıklı gecikmelerle sağlanır. • Tartışma forumları • Elektronik posta Nazım planı Nazım planı, varsa bölge veya çevre düzeni planlarına uygun olarak halihazır haritalar üzerine, yine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak çizilen ve arazi parçalarının; genel kullanış biçimlerini, başlıca bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, gerektiğinde yapı yoğunluğunu, çeşitli yerleşme alanlarının gelişme yön ve büyüklükleri ile ilkelerini, ulaşım sistemlerini ve problemlerinin çözümü gibi hususları göstermek ve uygulama imar planlarının hazırlanmasına esas olmak üzere düzenlenen,1/2000 - 1/5000 ölçeklerde, detaylı bir raporla açıklanan ve raporuyla beraber bütün olan plandır. Belediye meclislerince yürürlüğe konulur. 3194 sayılı imar kanununda açıklanmıştır. Uygulama imar planı Uygulama İmar Planı; tasdikli halihazır haritalar üzerine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak nazım imar planı esaslarına göre çizilen ve çeşitli bölgelerin yapı adalarını, bunların yoğunluk ve düzenini, yolları ve uygulama için gerekli imar uygulama programlarına esas olacak uygulama etaplarını ve diğer bilgileri ayrıntıları ile gösteren 1/1000 ölçekli planlardır. Mevzi plan Mevzi plan. Mevcut planların yerleşmiş nüfusa yetersiz kalması veya yeni yerleşim alanlarının kullanıma açılması gereğinin ve sınırlarının ilgili idarece belirlenmesi halinde, yürürlükteki her tür ve ölçekteki plan sınırları dışında, planla bütünleşmeyen konumdaki, sosyal ve teknik altyapı ihtiyaçlarını kendi bünyesinde sağlayan, raporuyla bir bütün olan imar planıdır. Bu plan türü şehir plancıları arasında meşru görülmemektedir. Yürürlülükteki plan sınırının dışında ve planla bütünleşemeyen konumdaki alanların yapay bir yolla planla bütüleştirileceğinin ileri sürülmesi tatmin edici bulunmamakta, bu tür planlanlar, toplumdaki eşitsizliği derinleştirdiği gibi belirli çevrelere önemli özel çıkarlar için üretilmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (İngilizce: "Universal Declaration of Human Rights" ya da kısaca "UDHR"), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nun Paris'te yapılan 183. oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir. Bildirinin imzalanmasında, II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Eleanor Roosevelt bu bildiriyi "Bütün insanlık için bir "Magna Carta (Magna Karta)" olarak tanımlamıştır. Bildirinin imzalandığı 10 Aralık, "Dünya İnsan Hakları Günü" olarak kutlanır. Devletler, önceleri, baskıya dayanan bir anlayışla yönetilmekteydi. Bu anlayışa son vermek amacıyla 1215 yılında İngiltere Kralı'na kabul ettirilen bildiri olan Magna Carta, insan hakları kavramının ilk belgesi sayılır. İnsan hakları konusunda yayımlanan bir diğer önemli bildiri ise, Amerika'da yayımlanan Bağımsızlık Bildirgesi'dir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi kavramlar, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi'nden sonra yayımlanan "İnsan Hakları Bildirisi"nde gerçek yerini almıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. Bunun bir nedeni de, insanlara özgürlük tanınmasının, devam ederse uygarlıkların sonu olabilecek savaşları da önleyebileceği düşüncesidir. Bildiri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunca Haziran 1948'de hazırlandı. Yapılan kimi değişikliklerin ardından, 10 Aralık 1948'de Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke çekimser kaldı. Bildiri, bu ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi. Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel ,medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir. İlk grup haklar arasında, yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunur. Sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı ise, bildiriyle getirilen yeniliklerdendir. İnsan: Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. (madde 1) İnsan haklarının özellikleri:Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildiri'de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir(madde 2). Ayrıca bu haklar hiçbir şekilde başkalarına ya da kurumlara aktarılamaz. İnsan Hakları:En başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine kavuşma; yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma; Barışçıl amaçlar için toplanma ve dernek kurma; evlenme, mal ve mülk edinme; çalışma, işini seçme özgürlüğü; din, vicdan, düşünce ve anlatma özgürlüğü hakları İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin temellerini oluşturur. Maddelerde Kesinlik:Bu bildirinin hiçbir unsuru, içinde açıklanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, topluluk ya da bireyce ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir etkinlik ya da girişime hak verir biçimde yorumlanamaz(madde 30) İnsan Hakları Bildirisi kabul edildikten sonra insan haklarını geliştirme koruma ve uygulama konusunda yeni anlaşmalar yapılmış ve bildiriler yayımlanmıştır. Bunlardan belli başlı olanlar: Engin Yörükoğlu Engin Yörükoğlu (d. 7 Ocak 1945, Kahramanmaraş - ö. 23 Nisan 2010, Bodrum, Muğla), Moğollar grubunun davulcusu. Yörükoğlu, 7 Ocak 1945'te subay babası Celil Yörükoğlu'nun görev yaptığı Kahramanmaraş'ta doğdu. Babası 1960-61 arasında Amasya valiliği de yapmıştı. Çocukluğu ve gençliği Karagümrük, Fatih ve Kadıköy'de geçti. Liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde okudu. 1967'de Selçuk Alagöz'ün grubuna girerek müzik hayatına başladı. Bu grupta ileride uzun yıllar beraber müzik yapacağı Cahit Berkay'la tanıştı. 1967'de Selçuk Alagöz, kurallar gereği Altın Mikrofon yarışmasına katılamayınca, kardeşi Rana Alagöz'e kendi grubu ile destek oldu. Engin Yörükoğlu'nun bateri çaldığı bu grup yarışmanın 3.sü oldu. 1968 yılında Aydın Daruga'nın yerine Moğollar grubunun bateristi oldu. "Dağ ve Çocuk" plağı ile birlikte Moğollar ülkenin en önemli gruplarından biri oldu. Yörükoğlu, bu dönemde grupla beraber Türk rock müziğinin en önemli seslerinden Ersen Dinleten ve Barış Manço ile çaldı. Bu dönemde sık sık Paris'e gidip geldiler. Manço ile çalarlarken, Paris'te kaydettikleri "Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui" albümü ile "Academie Charles Cros" ödülünü aldılar. Ödül sonrası Moğollar, Barış Manço'dan ayrılıp solo kariyerlerine devam ederlerken, Yörükoğlu, Barış Manço ile Türkiye'ye döndü ve Manço'nun yeni kurulan grubu Kurtalan Ekspres'in bateristi oldu. 1974'te askere gidene kadar Barış Manço'nun 45'liklerinde davul çaldı. Askerlik dönüşü 1975'te Cahit Berkay ile birlikte tekrar Paris'e taşındılar ve Moğollar adını bu ikili devam ettirdi. Aynı yıl Berkay'ın bestelerinden oluşan Hittit Sun albümü çıktı. Türkiye'de de "Düm-Tek" olarak yayınlanan albümün başarısı ile, 1976'da Türk halk ve sanat müziği yorumlarından oluşan "Ensamble d'Cappadocia" albümü çıktı ancak başarısız oldu. 1978'de grup dağıldı. Yörükoğlu, Paris'te uzun süre kalıp caz müzik trioları ve quartetleri kurdu. Müzik hayatına ara verdiği bu dönemlerde Paris'te Suudi Arabistan büyükelçiliğinde rehber şoför olarak çalıştı. Ancak şoförleri örgütlemeye çalışması nedeniyle işten kovuldu. 1980'de Cahit Berkay ile birlikte Zülfü Livaneli'nin "Günlerimiz" albümünün iki şarkısında bateri çalar. 1991'de temelli olarak Türkiye'ye döndü ve Beyoğlu, İstanbul'da Jazz Stop adlı bir caz ve rock müzik barını 2006'da devredene kadar işletti. Ayrıca Bodrum'un Kı
zılağaç köyünde de "Farm Stop" adlı bir restoran işletti. 1993'te başlatılan bir imza kampanyası sonucu Cahit Berkay, Taner Öngür ve Serhat Ersöz ile birlikte Moğollar'ı tekrar kurdu. 1994'te Demirhan Baylan'ın "Hayallerimin Tepeleri" albümünde, Jazz Stop'da canlı kaydettikleri "Hey Joe" cover'ında bateri çaldı. 1994'te Moğollar '94, 1996'da 4 Renk albümünü yayınladılar. Bu albümde ilk Yörükoğlu bestesi, "Güm Güm" bulunmaktaydı. 1996'da kendi adını taşıyan bir müzik atölyesi kurup genç müzisyenlere yardım etti. Grup, 1998'da 30. yılını yeni şarkılardan oluşan "30. Yıl" albümü ile kutladı. Bu albümde de bir Yörükoğlu bestesi olan "Yollarda" yer aldı. 1999'da Cem Karaca'nın son stüdyo albümü "Bindik Bir Alamete..."'nin davullarını çaldı. 2000'de 1968-2000 adlı, eski şarkılarını yeniden yorumladıkları albümleri çıktı. 2004'te çıkan "Yürüdük Durmadan", Yörükoğlu'nun tek başına çaldığı son Moğollar albümü oldu. Yörükoğlu'nun kanserinin ilerlemesi ile birlikte, grup Utku Ünal'ı ikinci baterist olarak gruba aldı. 2009'da çıkan Umut Yolunu Bulur albümünde hem Yörükoğlu, hem de Ünal çaldı. Albümün ilk klibi "Geri Sar"da Yörükoğlu rahatsızlığı nedeniyle yer alamadı, onun yerine konser görüntüleri kullanıldı. 1983'te TRT'nin hazırladığı ve dönemin en uzun dizi filmi olan Mithat Cemal Kuntay'ın eseri Üç İstanbul dizisinde "Tevfik Hoca" rolünde oynadı. 1984'te ise Murathan Mungan'ın senaryosunu yazdığı Müjde Ar'ın oynadığı Atıf Yılmaz filmi Dağınık Yatak'ta oynadı. Aynı yıl Milliyet gazetesinin sunduğu Yaban Gülü adlı fotoromanda Hülya Avşar, Burçin Oraloğlu ve Neriman Köksal ile birlikte oynadı. 1998'de ise Ayşenil Şamlıoğlu'nun romanından uyarlanan Tunç Başaran filmi Kaçıklık Diploması'nda oynadı. Sinema dışında 2000'de düzenlenen 12. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde Murathan Mungan'ın yazdığı Dumrul ile Azrail'de oynadı. Ayrıca oyunun müziklerini de Sema Mortiz ile hazırladı. Bu oyun sadece Türkiye'de değil, yurtdışında da sahnelendi. Engin Yörükoğlu iki kez evlenmiştir. İlk evliliğini 31 Temmuz 1971'de Dominique Meraud ile Paris'te yaptı. Bu evliliğinden iki çocuğu olmuştur. Aynı yıl kızı Elif, 1981'de ise oğlu Ozan dünyaya geldi. Yörükoğlu'nun çocukları Paris'te yaşamaktadır. İkinci evliliğini ise hostes bir kadınla yapmıştır. Yörükoğlu'nun iki de torunu vardır. Engin Yörükoğlu, hayatının son yıllarında akciğer kanseriyle mücadele etti. 2010 yılında Bodrum Devlet Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. 11 Şubat 2010'da Bodrum'da gerçekleşen Moğollar konserini tekerlekli sandalye ile izlemeye gitti. Yörükoğlu, kansere bağlı solunum yetmezliği ve kalp durması nedeniyle Bodrum'un Kızılağaç Köyü'ndeki evinde 23 Nisan 2010'da öldü. Cenaze törenine grup arkadaşlarının yanı sıra Edip Akbayram, Nejat Yavaşoğulları, Selçuk Alagöz, Suavi, Onur Akın,Erhan Güleryüz, Hayko Cepkin gibi ünlü müzik sanatçıları da katıldı. Nesrin Olgun Nesrin Olgun, (d. 1957, Adana), yüzücü, beden eğitimi öğretmeni. Manş Denizini yüzerek geçen ilk Türk kadını. 7 yaşında yüzmeye başladı ve çeşitli dereceler aldı. Masa tenisiyle de uğraştı ve Türkiye dereceleri aldı. 1979'da Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi bölümünü bitirdi. 28 Ağustos 1979'da 15 saat 47 dakikada Manş Denizini yüzerek geçti.Başkent Okullarında Baş Antrenörlük yaparak yüzme sporunu birçok çocuğa aşıladı.İki çocuk annesi olan Nesrin Olgun'un çocukları Bengü ve Şevket Arslan da annesi gibi yüzme dalında başarılıdır, her iki çocuğu da Çanakkale Boğazı'nı küçük yaşta geçerek büyük bir başarıya imza atmıştır. III. Alâeddin Keykubad III. Alâeddin Keykubad ( "ʿAlaeddin Keykubad bin Feramürz") (ö. 1303), Anadolu Selçuklu Sultanı ve II. İzzeddin Keykavus'un torunudur. Kösedağ Savaşı'ndan sonra Türkiye Selçuklu Devleti Moğolların hakimiyetine girdi. Moğollar Selçuklu Sultanlarını sıkı bir denetim altında tutuyordu. Anadolu'yu hakimiyeti altına alan Moğol devleti olan İlhanlıların hükümdarı Gazan Han, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud'u emirlerine uymadığı için tahttan indirdi. Onun yerine III. Alâeddin Keykubad geçti. III. Alâeddin Keykubad zamanında Anadolu'da bir takım karışıklıklar olunca Moğollar, O'nu da tahttan indirip yerine tekrar II. Gıyaseddin Mesud'u geçirdiler. III. Alâeddin Keykubad tahttan indirildikten sonra Tebriz'e gönderilip yargılandı ve ölüme mahkûm edildi. Fakat eşinin Moğol hanedanından olması sebebiyle hayatı bağışlandı. Gazan Han, ona Isfahan'da kalmasını emretti ve onun bütün masraflarını karşıladı. III. Alâeddin Keykubad yanında görevli bulunanlardan birine ağır sözler söylediği için o kişi tarafından bıçaklanarak öldürüldü. III. Alâeddin Keykubad tahtta iken, Osman Gazi'ye, yaptığı fetihlerden dolayı Beylik unvanı verdi. Osman Gazi'ye beylik unvanının verildiği tarih tam olarak belli olmamakla birlikte, 1299 tarihinde Osman Gazi birliklerinin İnegöl ve civarını fethetmesinden ötürü bu tarih Osmanlı Devleti'nin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. __DİZİN__ John Deere John Deere (d. 7 Şubat 1804 - ö. 17 Mayıs 1886), Amerikan traktör üreticisi Deere & Company markasının kurucusudur. Kendi kendine temizlenen, dünyada ticari alanda ilk başarılı çelik sabanı geliştiren kişi. 1837 yılında tek başına başlattığı üretim macerası ve kurduğu "Deere & Company" adlı şirket; günümüzde 55.000'in üzerinde çalışanı olan, John Deere markasıyla 160'tan fazla ülkede satılan, dünyanın en büyük tarım makinaları üreticisi haline gelmiştir. John Deere'in üretmekte ve satmakta olduğu ürünler arasında başta traktör olmak üzere, biçerdöver, pamuk hasat makinası, silaj makinası, ilaçlama makinası, şeker pancarı hasat makinası, ön yükleyici, balya makinası, mibzer gibi tarım makinalarının yanı sıra; iş ve ormancılık makinaları, çeşitli çim biçme ve bahçe bakım makinaları gibi tüketici ürünleri ile güç sistemleri (kendi ürünleri ve başka birçok marka için dizel motorlar) ürünleri bulunmaktadır. Ayrıca şirket toprak ve üretimle doğrudan ilgili alanlarda büyüme stratejisine paralel olarak son yıllarda yaptığı atılımlarla hassas sulama sistemleri (precision irrigation) alanında dünyada ilk üç arasına girmeyi başarmıştır. Yine son yıllarda; gelecekte önemini iyice arttırması beklenen bir alternatif enerji kaynağı olan rüzgâr enerjisi alanında da çeşitli stratejik ortaklıklar vasıtasıyla büyümektedir. 2011 yılında dünya çapında cirosu 32 milyar USD civarında olan şirket, Türkiye'de tarım makinaları alanında faaliyetlerini sermayesinin tamamı "Deere & Company" 'e ait olan "John Deere Makinaları Ltd. Şti." vasıtasıyla sürdürmektedir. Şirketin dünya çiftçileri tarafından büyük beğeniyle karşılanan traktör, biçerdöver, pamuk hasat makinası, ilaçlama makinası ve benzeri "kendi yürür makinaları"'nı diğer markalardan ayıran en bariz özellik olarak bu ürünlerde kendi tasarlamakta ve üretmekte olduğu dizel motorları kullanmasıdır. John Deere'ın kendi mühendislik merkezlerinde çiftçilerin ihtiyaçlarına göre tarım faaliyetleri için özel olarak tasarlanan bu motorlar dünyada tarım sektöründe güç ve dayanıklılığın simgesi haline gelmiştir. Şirketin tarım makinaları alanında bir kült haline gelmesinin süreç içerisinde birçok sebebi olmakla birlikte kuruluşundan kısa bir süre sonra benimsenen ana prensipleri önemlidir. Şirketin ödün verilemez olarak belirlenen bu dört ana prensibi ve değeri şunlardır: Dürüstlük (Integrity), Kalite (Quality), Adanmışlık (Commitment) ve İnovasyon (Innovation-Yenileşim). Bunlardan inovasyona ayrı bir parantez açmak gerekir; zira John Deere araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerine her gün yaklaşık 3 milyon USD ayırmaktadır, yani yılda 1 milyar USD'den fazla bir meblağı mevcut ve tamamen yeni ürün ve hizmetlerin geliştirilmesi için teknolojik araştırma ve geliştirme çalışmalarına aktarmaktadır. Bu çabaların doğal bir sonucu olarak John Deere; en gelişmiş ve son teknolojiye sahip, müşterilerinin işlerini ve hayatlarını daha da kolaylaştırmaya ve verimliliklerini artırmaya yönelik ürünleri arka arkaya piyasa sürebilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda piyasaya sürülen ve büyük ilgi ve hayranlık uyandıran uydu destekli tarımsal yönetim çözümleri (AMS) sistemleri buna iyi bir örnektir. Uydudan pozisyonlama yaparak 10 cm. gibi inanılmaz hassasiyetlerle çalışabilme imkânı veren bu sistemlerle hassas tarla ölçümleri, tarla verim analizi ve verim haritası çıkarma gibi daha birçok işlem hiç olmadığı kadar zahmetsiz ve hassas bir biçimde yapılabilmektedir. Toprak işleme verimini arttıran ve yakıt, tohum, gübre gibi maliyetlerden tasarruf sağlayan yine 10 cm.'ye kadar hassasiyetle çalışabilen kısaca uydu kontrollü otomatik sürüş olarak tanımlanabilecek AutoTrac gibi çözümler de dünya ile eşzamanlı olarak Türk çiftçilerinin hizmetine sunulmuştur. 2007 Kasım ayından itibaren John Deere Türkiye'nin; Almanya, İspanya, Fransa, İtalya, Rusya, Portekiz, Finlandiya, İsveç, İngiltere/İrlanda ve Polonya'yla birlikte direkt olarak Deere & Company'e bağlı bir şube (branch) olarak faaliyetlerine devam edeceği ilan edilmiştir. Deere & Company'nin Türkiye'ye olan güveni ve olumlu beklentilerinin bir yansıması olan bu karar ve devamında atılması beklenen adımlar John Deere'ın Türkiye'deki faaliyetlerinin, yatırımlarının ve pazar payının her geçen gün eskisinden daha hızlı bir şekilde artacağının habercisi olarak yorumlanmaktadır. Morone Morone, Moronidae familyasından bir balık cinsi. 4 türden oluşan cinsin üyerleri Türkçede "levrek" adıyla anılır. Dicentrarchus Dicentrarchus (Moronidae) familyasından bir balık cinsi. Akik Akik, kalsedon kuvarsının bir türü olan yarı saydam mineral. Ana bileşeni SiO dir. İçerdiği diğer bileşenlere ve oluşum koşullarına bağlı olarak çok farklı renk ve dokularda olabilir. Mohs ölçeğine göre sertlik derecesi 7'dir. Tarih boyunca; yüzük taşı, mühür, düğme, süs eşyaları vb. yapımında yaygın olarak kullanılmıştır. En bilinen ve bulunan rengi ateş kırmızısıdır. Doğada daha az bulunmakla birlikte siyah, beyaz, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kahverengi olanları da vardır. Diğer minerallerden etkilenerek yosun
lu bir görünüm aldığında Agat (Yosunlu Akik) adını alır. Bu lekeler çizgi, dalga ve hare halini de alabilir. Siyah ve beyaz renk aldığında Oniks adını alır. Türkiye, Çubuk'ta zengin Agat taşı minerallerine rastlanmaktadır. Bayağı levrek Avrupa deniz levreği ("Dicentrarchus labrax"), Moronidae familyasından Türkiye denizlerinde yaşayan bir levrek türü. Vücut füze şeklinde olup, yan çizgide 65-80 adet pul bulunur, omur sayısı 12-13 adettir. Solungaç kapağı üzerinde dikenimsi çıkıntı bulunur. Renk dorsalde (üste) koyu gri esmer, ventralde (altta) beyazdır. Etcil ve saldırgan bir türdür. Geceleri yemlenir. Kıyıya yakınlaşma sahası 30 cm derinliğe kadar varabilir. Ortalama ömrü 15 yıl kadardır. bu süreç içerisinde 10–12 kg kadar ağırlığa ulaşabilir. Göçebe değildir, bulunuş olduğu sahayı ender olarak terk eder. Ocak ve Mart ayları arasında yumurtlama dönemine girer. 40 cm altındaki boyları ispendek olarak anılır. Lezzetli ve ekonomik değeri yüksek bir balıktır. Amatör balıkçıların avlanmak için rağbet etmiş ettiği bu türün avcılığı genellikle levreğin sabahları yemlenme tercihi olan alacakaranlık saati ve gece yarısından sonraki zaman dilimidir. Levrek avcılığı yapay (sahte) balıklar ile kıyıdan at-çek yöntemi veyahut canlı yem ile (sardalya, gümüş, izmarit gibi) bırakma tabir edilen olta takım ve düzenekleri ile yapılır. 1. Fırat,K ve Saka Ş. Levrek Balığı Biyolojisi ve Yetiştiriciliği. TKB Web Sayfası Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), nörolojik tabanlı bir mental bozukluktur. Bu bozukluk tipik olarak kendini çocukluk çağında dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik (hiperaktivite), unutkanlık, tepkilerin kontrolsüzlüğü yahut ani ve dürtüsel tepkiler ve kolayca başka şeylere sapma olarak gösterir. Bir bireye DEHB tanısı konulması için belirtilerin 12 yaşından önce görülmesi, en az 6 ay boyunca var olması ve en az iki ortamda (okul, ev, eğlence etkinlikleri vb.) sorunlara yol açması gerekir. Çocuklarda dikkat eksikliği, okul başarısını düşmesine yol açabilir. Çocuklarda ve ergenlerde üzerinde en çok çalışılan ve en çok tanılanan mental bozukluk olmasına rağmen çoğu vakanın tam nedeni bilinmemektedir. DSM-IV kriterlerine göre tanılandığında çocukların %5-7'sini, ICD-10 kriterlerine göre ise %1-2'sini etkilemektedir. Oranlar çoğu ülkede benzer olmakta birlikte tanılama kriterlerine göre değişiklik gösterebilir. Erkek çocuklarda DEHB tanısı kız çocukların yaklaşık üç katıdır, ancak kız çocuklarında semptomlar erkeklere kıyasla farklılık gösterebildiği için bozukluğun çoğu zaman gözden kaçtığı düşünülmektedir. Çocukluğunda DEHB tanısı konan bireylerin %30-50 kadarı yetişkinlikte belirtileri göstermeye devam eder. En son 1994'teki sınıflamada "dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu" terimi altında üç tip tanımlanmıştır. DEHB/birleşik tip, DEHB/dikkat bozukluğunun önde olduğu tip ve DEHB/ hiperaktivitenin önde olduğu tip. Dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik temel belirtilerdir ve bu belirti kümeleri çocuğun içinde bulunduğu ortama ve yaşam çevresine göre değişiklik gösterebilmektedir. "Dikkat eksikliği:" İşleri bitirmeden bırakma ve görevleri erken terk etme şeklinde kendini gösterir. Hiperaktive ise sakin olmayı gerektiren durumlarda aşırı huzursuz olma şeklindedir ve duruma bağlı olarak: Hiperaktivite sadece aşırı hareketlilik ve enerjik olma anlamına gelmemektedir. Bu terim karmaşık ve amaçsız hareketliliği tanımlamaktadır. "Dürtüsellik" ise kurallara uymada güçlük, buna bağlı olarak disiplin sorunları ve sıkça kazaya uğramalarına neden olan belirti kümesidir. Dikkat süresi kısa ve dikkat kalitesi yetersizdir. Kıpırtılı olmak, yaşıtlarına göre daha hareketli olmak olarak tanımlanabilir. Erken çocukluk döneminde, ergenlikte görülebilir. Aşırı hareketlilik, kıpırtılık, aşırı ağır hareket etme (hipoaktivite), hareketlerde biraz kontrolsüzlük, sosyal ortamlarda sorun yaşama (ergenlerde); bilinen en bariz belirtileridir. Sonunu düşünmeden eyleme geçme olarak tanımlanabilir. Sabırsızlık, sırasını beklemekte güçlük çekmek, yönergeleri dinlememek, kuralları sevmemek, kurallara ve otoriteye karşı gelmek en belirgin belirtileridir. Düşüncelerine göre hareket etmeyi sever ve yeğlerler. Ani öfkelenirler, tehlike ve macerayı severler, riskli eylem ve hareketleri severler. Bu tür davranışlar ergenin sosyal uyumunu bozar. Yetişkin bireyler de ise bu dürtüsellik bastırılsa bile arka planda çok büyük bir rahatsızlık verebilir, bunun sebebi ise dürtüselliğin boyutunun artması(neredeyse avcı bir hayvan içgüdüsüne yaklaşması)'dır. Dikkatsizlik, hiperaktivite (yetişkinlerde içten acelecilik), altüst edici davranışlar ve fevrilik(atılganlık) genel belirtilerdir. Sosyal ilişki zorlukları, akademik zorluklar kadar sık görülmektedir. Semptomlardaki "dikkatsizlik" "hiperaktivite" ve "fevrilik" davranışlarının normlarını belirtecek çizgileri çizmek zor olduğundan, müdahaleye başlamadan bu davranışların belirgin seviyede olmaları gerekmektedir. Semptomlar iki farklı düzlemde en az altı ay veya daha uzun süredir devam etmek zorunda olup, kişinin yaşıtlarına oranla değerlendirilmektedir. DEHB'in üç alt dalı vardır - dikkatsizliğin yoğun olduğu, hiperaktivitenin yoğun olduğu ya da karma olarak kriterlerin ikisini de taşıyan modeldir. "Not": Genç ve yetişkinlerde bu hiperaktivite semptomları yaş ilerledikçe kaybolarak yerini 'içten acelecilik'e çevirmektedir • Karşıt olma karşıt gelme bozukluğu(%25-80) • Davranış bozukluğu (%14-56) • Majör depresif bozukluk (%0-45) • Anksiyete bozuklukları (%10-40) • Tik bozuklukları (%3-30) • Öğrenme bozuklukları (%24-70) • Bipolar afektif bozukluk (50-27) Uyarıcılar yaygın öngörülen medikal tedavi yöntemidir DEHB'te. Okul öncesi çocuklarda uyarıcı ilaç tedavisi kullanılmamaktadır. En yaygın kullanılan uyarıcı Metilfenidat'tır. DEHB'nda faydası kanıtlanan diğer tedavi yöntemleri: • Anne-baba eğitimi • Öğretmenlerin eğitimi • Bilişsel davranışçı terapi • Destek gruplarıdır Arthur C. Clarke Arthur Charles Clarke (16 Aralık 1917, Minehead - 19 Mart 2008, Kolombo), İngiliz Şövalyelik Nişanı'na sahip İngiliz mucit ve bilimkurgu yazarı. Aynı zamanda "Mysterious World" adlı İngiliz televizyon serisinin yapımcılığını ve sunuculuğunu da yapmıştır. Clarke, Robert A. Heinlein ve Isaac Asimov'la birlikte, bilimkurgunun "üç büyük yazar"ından biri olarak kabul edilmektedir. Clarke 1941-1946 yılları arasında Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde radar eğitmeni ve teknisyeni olarak çalıştı. 1945 yılında teklif ettiği "uydu iletişim sistemi" önerisinden dolayı 1963'de Franklin Institute Stuart Ballantine'den altın madalya kazandı. 1947-1950 yılları arasında ve daha sonra tekrar 1953'te "British Interplanetary Society" (İngiliz Gezegenlerarası Topluluğu) başkanlığı yaptı. Clarke dalışa olan merakından dolayı 1956 yılında Sri Lanka'ya yerleşti ve ölümüne dek orada yaşadı. 1998 yılında İngiliz Krallığı tarafından şövalye ilan edildi ve 2005 yılında Sri Lanka'nın en yüksek sivil onuru Sri Lankabhimanya ile onurlandırıldı. Clarke, İngiltere'nin Somerset eyaletinin Minehead kıyı kasabasında doğmuştur. Çocukken gökyüzünü gözlemlemekten ve eski Amerikan bilim-kurgu dergilerini okumaktan büyük keyif alan Clarke, liseyi bitirdikten sonra Richard Huish Üniversitesi'nde okumaya başlamış, fakat maddi sorunları yüzünden üniversite eğitimini karşılamakta zorluk çekince okul yurdunda denetçi olarak işe başlamıştır. II. Dünya Savaşı sırasında, kraliyet hava kuvvetleri bünyesinde radar teknisyeni olarak görev almıştır. Britanya Savaşı sırasında kraliyet hava kuvvetlerinin geliştirdiği "erken radar uyarı sistemi" projesinde görev almış, savaşın bitimiyle ordudan teğmen rütbesiyle ayrılmıştır. Savaşın ardından girdiği King's College'ın matematik ve fizik bölümünü birincilikle bitirmiştir. Savaş sonrası yıllarda Clarke, İngiliz İnterplanetary Society'e katılmış, ve birkaç yıl bu kurumun yöneticiliğini yapmıştır. Dünyayı çevreleyen telekomünikasyon uydu ağının oluşturulması için gerekli geostasyonel uydu fikrini öne sürmüştür. 1953 yılında Florida'ya yaptığı gezi esnasında tanıştığı 22 yaşındaki tek çocuklu bir dul olan Amerikalı Marilyn Mayfield ile evlendi. Altı ay sonra ayrıldılar. Boşanma davaları 1964'e kadar sürdü. Clarke evliliği hakkında "başından beri uyumsuz bir evlilikti" dedi. Bir daha hiç evlenmedi fakat The Fountains of Paradise adlı romanını ithaf ettiği ve "yaşam boyunca mükemmel arkadaş" diye tarif ettiği Sri Lanka'lı Leslie Ekanayake isimli bir erkekle yakın ilişkisi vardı. Kendisinden yaklaşık otuz yıl önce ölen Ekanayake ile Colombo'da aynı yere gömüldüler. Stanley Kubrick'in biyografisinde Clarke'ın Sri Lanka'ya yerleşme sebebi olarak Sri Lanka kanunlarının eşcinselliğe daha toleranslı olması gösterilir. Clarke kendisinin eşcinsel olup olmadığını soran gazetecilere "Hayır, sadece ılımlı neşeliyim." demiştir. Michael Moorcock yazdığı bir yazıda "Onun eşcinsel olduğunu herkes biliyordu. 1950'lerde erkek arkadaşıyla birlikte yemeğe giderdik." demiştir. Clarke 1986 yılında Playboy dergisine verdiği bir röportajda kendisine yöneltilen "Hiç biseksüel ilişki yaşadınız m?" sorusuna "Elbette. Kim yaşamamıştır ki?" şeklinde cevap vermiştir. Clarke'ın kişisel hatıralarını yazdığı bir koleksiyon da mevcuttur. Bu hatıralar İngiltere'deki kardeşi Fred Clarke tarafından saklanmaktadır. Clarke kişisel günlüklerinin ve hatıralarının ölümünden 30 yıl sonra yayınlanacağını belirtmiştir. Nedeni sorulunca "İçeriğinde utandırıcı şeyler olabilir" demiştir. Çocukluğunda yakalandığı bir hastalık nedeniyle yaklaşık 30 yıldır tekerlekli sandalye kullanan Clarke, 50 yıldır yaşadığı Sri Lanka'da, ölümünden 4 gün önce hastaneye kaldırılmış; fakat 19 Mart 2008 günü, solunum yetmezliği sonucu hayatını kaybetmiştir. Clarke'ın dine bakışı biraz karışık olsa da eserlerinde dinsel ve ruhsal öğelere yer verir. "Bilgiye giden her yol Tanrıya veya gerçeğe giden yoldur." demiştir. Clarke kendisini "Tanrı konseptiyle büyülenmiş" biri olarak tasvir e
der. Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne girdiği zaman köpeğine İngiltere Kilisesi yerine Panteist tasması takılmasını istemiştir. 2000 yılında Sri Lanka gazetelerinden birine verdiği röportajda "Tanrıya veya ölümden sonraki hayata inanmıyorum." demiş ve kendini ateist olarak tanımlamıştır. Clarke'a International Academy of Humanism tarafından hümanizm ödülü verilmiştir. Clarke ayrıca kendisinin "gizli Budist" olduğunu belirtmiş ve Budizmin din olmadığını ifade etmiştir. Gençlik yıllarında dine çok az alaka göstermiştir. Hatta evlendikten birkaç ay sonra eşinin sıkı bir Presbiteryen olduğunu öğrenmiştir. Clarke, Alan Watts ile yaptığı söyleşide; dinleri bunca zaman savaşları ve zulümleri durduramadıkları için affetmediğini söylemiştir. Cenaze töreniyle alakalı bıraktığı vasiyette: "Cenazemde kesinlikle dini herhangi bir tören düzenlenmesin." demiştir. Clarke'ın en meşhur sözlerinden biri: "İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Aubert Olayı Aubert Olayı, baş, karanlıkta iyice eğildiği (45°-95°) zaman, dikey doğrunun (görünür dikeylik) başın eğim yönünde yer değiştirdiği izlenimini bırakan algılama olayıdır. Bu olay, ilk defa Hermann Rudolph Aubert tarafından belirtildi (1861). Sonra Witkin ve Asch tarafından sistemli şekilde incelendi (1948). Bunlar, karanlıkta duran, başı eğik bir kişiden ışıklı çubuğu dikey tutmasını istediler. Witkin ile Asch, Aubert olayının ancak aşırı baş eğimlerinde ortaya çıktığını gördüler. E olayı 28°-45° arasında olur. Olay başın eğilmesinden ileri geliyor gibidir (tüm gövdenin eğilmesi herhangi bir değişiklik doğurmaz). Gözlerin kendi etrafında dönmesinin de bunda payı olsa gerek; bu durumda gözler, başın simetri ekseni ile açı yapan ışıklı bir doğruyu izlemek zorunda kalır. Denek sağ yanına yattığı zaman, görünür dikeylik, sağa doğru 18°-25° bir eğim gösterir. Bununla beraber Aubert olayı insandan insana büyük fark gösterir. Ballard Olayı Ballard Olayı, verilen bir konunun ne ölçüde hatırlandığını anlamak için yapılan yoklama sonunda hafızanın güçlenmesidir. Bu güçlenme günlerce sürer ve özellikle yazı parçalarıyla ilintilidir (şiirler, anlamlı nesir parçaları). Olay, Ballard’ın yaptığı bir deneyle 1913 yılında ortaya kondu. Üzerinde deney yapılan kimse, şiir ve nesir parçaları, anlamsız heceler gibi sözle ilintili çeşitli malzemeyi ezberlemek zorundaydı; ama öğrenme süresi, öğrenilecek malzemeyi tam olarak benimsemesine yetmeyecek kadar kısaydı. Öğrenme döneminden hemen sonra, denekler hatırlama yöntemine göre bir ezber yoklamasından geçiriliyordu; denekten neyi hatırlıyorsa onu söylemesi isteniyordu. 24 saat ile 7 gün arasında değişen bir süre içinde ikinci bir yoklama daha yapılıyordu. Ballard, öğrenme döneminin hemen sonunda değil de 2 veya 3 gün sonra yoklama yapılırsa, hatırlama yüzdesinin daha yüksek olduğunu gördü. Öğrenme döneminin hemen sonunda hatırlanan bir şiirin unsurları %100 sayılacak olursa; iki gün sonra yapılan yoklamada bu miktar %117’ye; altı gün sonra ise %100’ün üstünde çıkıyordu. Ballard olayı, genel olarak Brown’un varsayımına dayanır (1923). Bu varsayıma göre, her hafıza yoklanması (hatırlatma), verilen cevapları pekiştirdiği için, daha sonraki bir hatırlamada bu cevapların verilmesi ihtimalini arttırır; hatta, aynı konuyla ilintili yeni cevapların verilmesine de yol açar. 1954’te Ammon ve Irion, Ballard’ın deneyini yeniden ele aldılar ve öğrenme döneminden hemen sonraki hatırlatma ortadan kaldırılacak olursa, Ballard olayının da ortadan kalkacağını gösterecek bu varsayımı doğruladılar. Ayırma (psikoloji) Ayırma, psikolojide bir çeşit iç savunma mekanizmasıdır. Kişi ayırma yoluyla bir tasarımı, bir eylemi veya bir güdüyü (motivation) taşıdıkları duygusal yükten ayırır ve çağrışım bağlantılarını koparır. Ben Abuli Abuli, iradenin azalması veya tamamen yok olmasıdır. Sık görülür bir bozukluk olan abuli özellikle nevroz ve psikonevrozların seyri sırasında meydana çıkar. Ne yapmak gerektiğini bilip de bunu yapamamak hastalığın ayırıcı niteliğidir. Abuliye tutulmuş hastalar bir türlü eyleme geçemeden, düşünmekle, danışmakla oyalanır ve hiçbir sonuca varamazlar. Kararsızlıkların birçoğu önemsiz abuli halleridir. Algofobi Algofobi yalnız acı verici duyuma karşı değil, aynı zamanda acı verici duyum meydana getirebilecek her şeye karşı duyulan aşırı bir korku. Normal bir insanda görülenden çok daha anormal ve sabit haldedir. Kişiye büyük zararlar veren ve sık tekrarlanan bu fobi, kişinin psikolojik acı çekmesine yol açarak, bir kısır döngü halinde, tekrar fobiyi uyandırır ve acı yaratır. Bu döngü kişi için oldukça yıpratıcıdır. Oldukça abartılı olan bu acı korkusu, anksiyeteye yol açabilir. Algofobi nefes alamama, baygınlık, aşırı terleme, mide bulantısı, ağız kuruluğu, hastalık hissi, titreme, kalp çarpıntısı, düzgün düşünememe veya konuşamama, ölüm korkusu, öfke ya da kontrol kaybı hissi, gerçekten uzaklaşma hissi veya büyük bir anksiyete nöbeti gibi belirtilerle ortaya çıkabilir. Apragmatizm Apragmatizm, yararlı davranışların gerçekleştirilmesinde rolü olan kısmı eylemler bütününü kavrama ve düzenleştirme yeteneksizliğidir. Apragmatizm’e yakalanan hasta kendiliğinden bir işe girişemez, günlük yaşayışı ilgilendiren meselelerde bile istenilen sonucu verecek davranışlarda bulunamaz. Temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile yönlendirilmeye gereksinim duyabilir. Apragmatizme genellikle şizofreni sırasında rastlanır. Benlik ikileşmesi Benlik ikileşmesi, kişilik bütünlüğünün, birliğinin bozulması şeklinde beliren ruhi bozukluk. Şahsiyet bir bütündür. Şahsiyetteki ayrışma bazen sınırlı ve kısmi olabilir. Bu halde beyinde şekillenen bazı olguları hasta kendi dışında olmuş şeyler gibi görür (zihni otomatizm olgusu). Bazı hallerdeyse ruhsal bütünlüğün parçalanması daha derinlere iner, hasta kendinde birbirinden farklı iki ayrı varlık var sanır: Bu iki kişi apayrı olmakla beraber bazen bir arada bulunur, bazen de art arda ortaya çıkar (Bunun karakteristik bir örneği sarada görülen “ikinci durumlar”dır); bundan başka, hastalık hastanın kendi vücudunu vücut dışında görmesi şeklinde de belirebilir (heotoskopi veya çift görme). Olusumu: Genellikle bir panik atak sonucunda veya yasanmis bir trauma (Drama ) soucunda beynin otomatikman kendi kendini koruma altina almasi anlamina da gelir Belirtileri: Kisi her yaptigi isi kontrol altinda tutmaktadir Vücudunun her hareketini kontrol eder Kendini rüyadaymis gibi sayar Aslında herseyi normal yapiyordur ama , kendisine anormalmis gibi gelir. Benlik Yitimi Benlik yitimi, insanın kendini benliğinden sıyrılmış olarak görmesi, duymasıdır. Çeşitli şekilleri vardır: kendini yabancı sayma duygusu, bedensel veya ruhsal kişiliğin yitimi ve gitgide tüm şahsiyetin değişmesi. Bu hastalık bir şizofreni belirtisidir. Bazı hallerde bunu psikasteni hastalarının kendini noksan görme duygusundan ayırt etmek güçtür. Benlik bireyin kendini algılaması, değerlendirmesi ve yorumlamasıdır. Agnozi Agnozi, duyusal bilgiyi işleme yetersizliğidir. Genellikle özel bir duyu ya da hafıza kaybının olmadığı durumlarda nesneleri, kişileri, sesleri, şekilleri, kokuları tanıma yeteneğinin kaybıdır. Ventral akışın bir bölümü olan oksipitotemporal sınırın zarar görmesinden kaynaklanan beyin hasarı ya da nörolojik hastalıklarla ilişkilidir. Agnozi, görme ya da duyma gibi sadece tek bir modaliteyi etkiler.  Görsel Agnozi Görsel agnozi, nesneleri tanımlamadaki yetersizlik anlamına gelir ve geniş bir kategoriye sahiptir. İki farklı türe ayrılabilir: özalgısal agnozi ve ilişkilendirme agnozisi. Özalgısal agnozisi olan kişiler onlara bir nesne gösterildiğinde nesnenin dış hatlarını ve taslağını görürler fakat gördükleri nesneyi kategorize etmede zorluk yaşarlar. Özalgısal agnozi beynin bir yarım küresinin zarar görmüş olmasıyla ilgilidir, özellikle sağ yarımkürenin arka kısmındaki oluşmuş hasarla ilgilidir. Bunun tersine, ilişkilendirme agnozisi olan kişiler bir nesneyi adlandırmaları istendiğinde zorluk yaşarlar. İlişkilendirme agnozisi oksipitotemporal sınırdaki her iki (sağ ve sol) yarım kürenin hasar gömüş oluşuyla ilgilidir. Prosopagnozi ise ilişkilendirme agnozisinin bir türüdür ve yüzleri tanıyamama, bilememeyle ilgilidir. Örneğin, bu kişiler arkadaşlarını, ailelerini ve iş arkadaşlarını tanımada zorluk yaşarlar. Fakat, prosopagnozisi olan kişiler diğer bütün görsel uyarıcıları tanımlayabilirler. Konuşma Agnozisi Konuşma agnozisi, diğer bir deyişle işitsel sözel agnozi, kişilerde iyi bir şekilde duyma, konuşma ve okuma sağlanmasına rağmen konuşulan kelimeleri kavrayamamaları anlamına gelir. Hastalar bir sesi gerçekten duyduklarını fakat onları anlamlandıramadıklarını ifade etmişlerdir. 1. Denetmen: Kahvaltıda ne yedin? 2. Hasta: Kahvaltı, kahvaltı, tanıdık geliyor ama bu kelime bana bir şey ifade etmiyor. Konuşmacının söylediği şeyin ne olduğunun anlaşılmamasına rağmen, bazı hastalar konuşmacının sesi hakkında bazı karakteristik bilgileri (örneğin, konuşmacının cinsiyeti) tanımlayabildiklerini söylediler. Agnozi, felç, bunama veya diğer nörolojik rahatsızlıklar kaynaklı olabilir. Travma, beyin enfeksiyonu kaynaklı ya da kalıtımsal da olabilir. Ek olarak bazı agnozi türleri, gelişimsel rahatsızlıklardan da kaynaklanabilir. Hasar nedenli agnoziler genellikle beynin ya oksipital ya da yan lobunda meydana gelir. Bir duyu etkilense de, diğer bölümlerdeki bilişsel yetenekler korunabilir. Körlükten belirgin bir iyileşme sağlamış hastalarda agnozi riski kaydadeğerdir. Hasarın üst kısımdaki temporal oluğa etkisi birkaç türden nörolingustik yetersizlikle ilgilidir, ve agnozi onlardan biridir. Konuşmayı kavramak adına üst kısımdaki temporal oluk hayati bir görev üstlenir çünkü bu bölge temporal arabirimle yakından ilgilidir. 1985 Trace II Modeline göre temporal arabirim, anlamlı kelimeler üretmede görevli morfolojik özelliği olan ses birimleriyle ilgilidir. Bu birleşme süreci kişilerin kelime haznelerindeki bazı kelimelerin engellenmesiyle tamamlanır. Örneğin, eğer d
eneyi yapan kişi yüksek sesle KÖPEK derse, bu telafuz kişinin anlamsal arabirimindeki çeşitli kelimeleri harekete geçirecek ve engelleyecektir: -Köpek: 5 harfi harekete geçirir, ve 0 harf engellenir => Köpek -- +5 -Köpek: 4 harfi harekete geçirir, ve 1 harf engellenir => Kötek -- +4 -Köpek: 3 harfi harekete geçirir, ve 2 harf engellenir => Döşek -- +3 Bu modelin agnozi ile tutarlılığı iki yönlü doku zedelenmesinin üst temporal oluğa söz sağırlığı ya da bugünkü deyişle "konuşma agnozisi" oluşturması kanıt gösterilerek sağlanır (Kussmall, 1877). Söz sağırlığı olan hastalar korteks seviyesinin altındaki konuşma içermeyen sesler için işitsel süreci olan konuşma seslerinin işlemesinde ve tanınmasında yetersizlik gösterir. Bir kişiyi agnozi hastası olarak değerlendirmek için, kişinin bir duyu kaybına sahip olmadığına ve hem dil becerisinin hem de zekâ durumunun işler olduğuna emin olmak gerekmektedir. Bir kişiye agnozi teşhisi konulması için, kişinin sadece belirli bir modalitede duyu kaybı yaşaması gerekmektedir. Teşhis koyabilmek için, özalgısal agnozi ve ilişkilendirme agnozisi arasındaki ayrım yapılmalıdır. Bu ayrım, kişiye kopyalama ve eşleştirme görevleri tamamlatılarak yapılabilir. Eğer kişi özalgısal agnozi hastasıysa görünüşü aynı iki nesneyi eşleştirmede başarılı olamaz. Bunun aksine, eğer kişi ilişkilendirme agnozisi hastasıysa değişik nesneleri eşleştirmeyi başaramaz. Örneğin, görsel modalitede ilişkilendirme agnozisi teşhisi konmuş bir kişi açık ve kapalı iki dizüstü bilgisayarı fotoğrafını eşleştiremez. Saf aleksi hastaları genellikle kelimeleri okumakta ve harfleri ayırt etmekte zorluk yaşarlar. Bir kişinin saf aleksi hastası olup olmadığını anlayabilmek için kopyalama ve tanımlama testi yapılmalıdır. Kişilere genellikle ünlü aktörler, şarkıcılar, politikacılar veya aile üyeleri gibi tanıdık oldukları insan yüzleri gösterilir. Gösterilen resimler yaş ve kültürel açıdan uygun seçilir. Görevde gözlemci, kişiden her yüzün ismini söylemesini ister. Eğer kişi fotoğraftaki yüzün ismini söyleyemezse, gözlemci kişiye yüzü tanımlayabilmesine yardımcı olabilecek bir soru sorar. Bütün pratik amaçlar için doğrudan bir tedavi yoktur. Bilgi, hasarlı olmayan modelite haricindeki modalitelerden verilirse hastalar gelişebilir. Farklı türdeki terapiler agnozinin etkilerini tersine çevirmeye yardımcı olabilir. Bazı durumlarda hastalığın etiyolojisine bağlı olarak mesleki terapi veya konuşma terapisi agnoziyi düzeltebilir. Başlarda agnoziye sahip olan çoğu birey algılama veya tanıma bozukluğundan hangisine sahip olduklarından habersizlerdir. Bu durum bir bozukluğun farkında olunmasının eksikliği olan anosognoziden kaynaklanabilir. Bu farkında olmama durumu genellikle inkar veya herhangi bir biçimde tedaviye direnmeye sebep olur. Bireyin sahip olabileceği algı veya tanıma bozukluklarını fark etmesine yardımcı olabilmek için kullanılabilecek birçok yöntem vardır. Hastanın sadece kusurlu modalitesine uyarıcı verilerek, hastanın kendisindeki bozukluğuna olan farkındalığını artırmaya yardımcı olunabilir. Alternatif olarak, bireyin eksiklikten kaynaklanan her bir sorunu görebilmesi için bir görev bileşenlerine ayrılabilir. Birey, algısal veya tanıma kusurunu kabul ettiği zaman, terapi çeşitlerinden birisi önerilebilir. Değişimli modeliteler, sözsel stratejiler, yardımcı ipuçları ve organizasyonel stratejileri olan telafi edici yöntemler gibi birçok tedavi biçimleri vardır. Belirli agnozi tipi olan bireylerler için sözel tasvirler kullanmak yardımcı olabilir. Prosopagnozikler gibi hastalar, kendi arkadaş veya aile bireylerinin tasvirini dinlemeyi işe yarar bulabilir ve onları görsel ipuçlarına nazaran bu tasvirler üzerinden daha kolay bir şekilde ayırt edebilirler. Özellikle çevresel agnozisi veya prosopagnozisi olan bireylerde yardımcı ipuçları kullanmak yararlı olabilir. Çevresel agnozisi olan bireylerde yardımcı ipuçları, yeni bir odayı sembolize eden veya bir alanı hatırlatan renksel ipuçları veya dokunsal işaretleri kapsayabilir. Prosopagnozikler, bir bireyi tanımak için o bireyin çarpık dişleri veya yüzündeki yara izi gibi yardımcı ipuçlarını kullanabilir. Görsel agnozisi olan bireyler için organizasyonel stratejiler yoğun ölçüde yardımcı olabilir. Örneğin, kıyafetleri farklı askılara göre organize etmek bireye dokunsal ipuçları verir ve sadece görsel ipuçlarına dayanmanın aksine, belirli biçimlerdeki kıyafetleri tanımlamayı daha kolay hale getirir. Bu stratejiler etkilenmemiş olan modelitelerin kullanımını ortaya çıkarır. Örneğin, görsel agnozikler dokunsal bilgileri görsel bilgilerin yerine kullanabilir. Alternatif olarak, prosopagnozisi olan bireyler işitsel bilgileri görsel bilgilerin yerine kullanabilirler. Örneğin, prosopagnozisi olan bir birey, başka bir bireyi konuşması için bekleyebilir ve bu sayede bireyi konuşmasından tanıyabilir. Agnozi sözcüğü, Antik Yunanca’da “bilgi yoksunluğu, bilgisizlik” anlamına gelen ἀγνωσία ("agnosia") teriminden türetilmiştir. Terim, Sigmund Freud tarafından 1891 yılında şu şekilde tanımlanmıştır: “Finkelnburg’un asemboli olarak adlandırdığı, nesnelerin tanınmasındaki bozukluk durumları için “agnozi” terimini sunmak isterim.” Freud’un bu terimi sunmasından önce, agnozi hakkında tarihteki ilk bilgilerden birkaçı, reseptif afazi üzerine teoriler kuran Wernicke tarafından 1984 yılında ortaya atıldı. Wernicke; reseptif afazili bireylerin, konuşmaları anlama ve kelimeleri tekrar etme yetisi gösteremediğini belirtmiş ve reseptif afazinin, sol üst temporal girus’un arka üçüncü kısmındaki lezyonlardan kaynaklandığını düşünmüştür. Wernicke, reseptif afazili bireylerin, beyinlerindeki bu lezyonlar sebebiyle belli ses ve konuşma içi ses frekansları için bazı seviyelerde duyma yetmezliği yaşadıklarını düşünmüştür. Wernicke’in ardından, “söz sağırlığı” olarak da bilinen “işitsel sözel agnozi” durumunun niçin ortaya çıktığını 1877 yılında açıklamaya çalışan Kussmaul gelmektedir. Wernicke’in açıklamalarının aksine Kussmaul, işitsel sözsel agnozinin birinci sol temporal girustaki büyük çaplı hasarların bir sonucu olduğunu düşünmüştür. Ayrıca Kussmaul, okuma yitimi olarak da bilinen Aleksi’nin (edinilmiş aleksi) kökenleri hakkında da çıkarımlarda bulunmuş ve okuma yitiminin sol anguler ve supramarjinal giruslardaki lezyonların bir sonucu olduğunu düşünmüştür. Heinrich Lissauer ise agnozi hakkındaki fikirlerini Wernicke ve Kussmaul’un ardından dile getirmiştir. 1890 yılında, nesne tanıma bozukluğunun oluşumunu açıklayan iki teori öne sürmüştür. Bozukluğun meydana gelmesinin ilk yolu, erken algısal işlemde bir hasarın oluşması veya mevcut nesne temsilinde hasar oluşmasıdır. Mevcut nesne temsilinde hasar meydana gelirse, bu durum nesnelerin görsel hafızada tutulmasını engelleyecek ve bu yüzden kişi nesneleri tanıyamayacaktır. Wernicke, Kussmaul ve Lissauer döneminde serebral korteks hakkında bilinenler oldukça sınırlıydı. Bugün ise yeni ortaya çıkan nörogörüntüleme teknikleri ile birlikte agnozi hakkındaki bilgilerimizi etkili bir şekilde arttırmamız mümkün olmuştur. Sarıkuyruk istavrit Sarıkuyruk istavrit ("Trachurus mediterraneus"), Trachuridae familyasından bir istavrit türü. Halk dilinde Traça ismi verilir. Vücut yandan hafifçe yassı ve uzuncadır. Yan çizgi plakaları daha ince, vücudun yarısına kadar düz olup, sonra yukarıya doğru eğik olarak devam eder. Başın üzerinden solungaç kapağının hizasından başlayarak yan çizginin eğrildiği yere kadar devam eden ve burada biten ikinci bir çizgi bulunmakta olup karakteristiktir. Bu çizgi "Trachurus trachurus" istavritinde vücut sonuna kadar devam etmektedir. Karagöz istavrit, bayağı istavritten yan çizgi üst kolunun kısaldığı ve yan çizgi pullarının küçüklüğü ile ayrılır. Yan çizgi boyunca 78-92 arasında değişen kemiksi pul bulunur. Osman F. Seden Osman Fahir Seden (22 Mart 1924 – 1 Eylül 1998), Türk yönetmen, senarist, yapımcı ve oyuncudur. Osman Fahir Seden, Alman Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi'nde Hukuk eğitimi aldı. Yaşamı boyunca 100'ün üzerinde senaryo yazıp, film yönetti. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde küçük rollerde yer aldı. Lütfi Akad'la senaryo çalışmaları yaptı. Birçok filmini çektiği Seden Film Şirketi'ni kurdu. 1951 yılında Kani Kıpçak`ın yönettiği "İstanbul Kan Ağlarken" adlı filmini yazarak sinemaya girdi. 1956`da ilk filmi Kanlarıyla Ödediler'i çekti. 1959`da çektiği "Düşman Yolları Kesti" adlı filmle Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına girdi. Bazı önemli filmleri Düşman Yolları Kesti (1959), Namus Uğruna (1960) ve Çalıkuşu'dur (1966). Genellikle duygusal filmler çekmesine rağmen ilk dönemlerinde Feridun Karakaya'nın unutulmaz tiplemesi Cilali İbo serisi gibi filmleri de yönettti. Sinema filmlerinin dışında son dönemlerde pek çok TV dizisinin yönetmenliğini yaptı. Sanat yaşamı boyunca pek çok ödül kazanan yönetmene, Kültür Bakanlığı tarafından 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı verildi. Prostat kanserinden dolayı 74 yaşında vefat etti. Aynı zamanda kendisi Adana Ceyhan kaymakamlığı yapmış olan Şeyh Ahmet Hamdi Efendinin torunudur. Karagöz istavrit Karagöz istavrit ("Trachurus trachurus"), Trachuridae familyasından bir istavrit türü. Vücut yandan hafifçe yassı ve uzuncadır. Yan çizgi kuyruktan vücudun yarısına kadar düz olup, sonra yukarıya doğru eğik olarak devam eder. Renk sırtta grimsi açık kahverengi, yanlarda mavimsi gümüşi, karında ise beyazdır. Yan çizgi boyunca 69-79 arasında değişen kemiksi pul bulunur. Yan çizginin üst kolunun daha uzun olması ile sarıkuyruk istavritten ayrılır. Yanal çizginin üzerinde bulunan ikinci bir çizgi kuyruğa doğru yanal çizginin üzerinden uzanır. Şabat Şabat veya Sebt, Yahudilerin dinlenme günü olan Cumartesi gününü ifade eder. Yahudiler için Yehova ile aralarındaki özel bir bağı temsil eder. İbranice "lişbot" (iş bırakma) kelimesinden gelir. Yahudilikte evrenin başlangıcında (Bereşit) Tanrı'nın dünyayı 6 günde yarattığına ve 7. gün dinlendiğine inanılır ve Tanrı'nın bu günü Yahudilere armağan ettiği kabul edilir. Şabat günü Yahudi
ler gün boyu dinlenir, Tevrat okur ve sinagog'a (havra) giderek dua ederler. Şabat günü bir nevi bütün haftanın panaromasıdır. Şabat hem haftayı ve yaptıklarını düşünmek,hem Tanrı'ya yaklaşmak hem de daha iyi bir insan olmak için bir fısattır. Bu günde iş yapılmaz, elektrik kullanılmaz. Whois Whois ("Alan Adı Sorgulama"), domain'in (alan adının örn: codice_1 ya da IP numaranın ait olduğu kişi ve/veya kuruluşun (firmanın) bilgilerini içerir. Domain'in kayıt ve süresinin bitiş tarihi, host edildiği firmanın name server bilgileri de yer alır. Mesela codice_1 domaini kimin adına kayıtlı mail adresi telefon numarası domaini host eden hosting firmasının name server (ns) bilgilerini gösteren bir sorgulamadır. Bu tip sorgulamaları aşağıdaki adreslerden yapılabilir. Ayrıca domain adı almak istediğide domain'in daha önceden alınıp alınmadığını bu şekilde sorgulayarak öğrenilebilir. Barındırma hizmeti Hosting veya Barındırma, bir web sitesinde yayınlanmak istenen sayfaların, resimlerin veya dokümanların internet kullanıcıları tarafından erişebileceği bir bilgisayarda tutulmasıdır. Barındırma hizmeti web sitesinde bulundurulmak istenen içeriğin yüklendiği ve web sayfasının arka yüzüdür. İnternette site yayınlamak için özel olarak üretilmiş, internet omurgasına çok hızlı bağlantısı olan, yüzlerce kullanıcıya aynı anda hizmet verebilecek bir bilgisayarda (sunucuda) yayınlamak istediği dosyaların saklanması gerekir. Web siteye ait dosyaları saklayan ve internet kullanıcılarının erişimine sunan bu bilgisayarlara web sunucusu ("web server"), bu veri saklama ve yayınlama işlemine de barındırma hizmeti denir. Web hosting işini yapan yüzlerce firma ve her firmanın uygun olabilecek farklı boyutlardaki hosting paketleri vardır. Fiyatı ve performansı etkileyen temel hosting özellikleri: Paylaşımlı hosting adıda kullanılmaktadır, bu tür sistemlerde tek bir sunucu üzerinde, sunucunun bant genişliği ve fiziksel gücüne göre fazla sayıda hosting barındırılabilir, sözgelimi ortalama bir ev bilgisayarından oluşturulacak bir sunucu 100 adet linux hosting barındırılabilirken markalı ve sunucu olarak üretilmiş özel makinalarda sitelerin standart ve yüksek yoğunluklu olmadığını düşünürsek 1000'den fazla hosting hesabı açılabilir. Bu hizmette hizmeti sunucu bant genişliği ya da trafik, eğer varsa elektrik ücreti eğer talep ediliyorsa kurulum ücreti olarak temin edersiniz, kurulacak yazılım ve lisansların da ücretleri anlaşmaya bağlı olarak sizin karşılamanız gereken ücretlerdir, bunun dışında fiziksel olarak sunucuyu çalışır durumda data centera teslim etmek durumundasınız. Shared hosting / Ortaklaşa sunucularda da bu hizmet sunulabilir, esasen aldığınız hosting paketi bayi paketi ya da reseller adı altında bulunmakta ve yukarıda yazdığımız paylaşımlı hosting sunucularında kullanılmaktadır, burada tek fark size ait bir limit dahilinde bir den fazla hosting hesabını kendi panelinizden kendi kendinize açabilmenizdir. Bu hizmette talep ettiğiniz sunucu anlaşmanıza bağlı olarak sizin adınıza temin edilir, bazı firmalar bu hizmetin anlaşmasını sözleşme bitiminde sunucunun size ait olacağı tahüdünü verebilirler, normal şartlarda fiziksel makinanın ortalama maliyetini ve buna bağlı olarak bant genişliği ve elektrik ücretini ayrıca ödersiniz. Alan adı Alan adı, bir Web sitesinin İnternet'teki adı ve adresidir. Bu adres olmadan bir İnternet kullanıcısı Web sitesine sadece IP adresiyle ulaşabilir. Örneğin şu anda gezmekte olduğunuz sitenin alan adı codice_1 tur. Alan adları IP adresi denilen, bilgisayarların (sunucuların/serverların) birbirini tanımasını sağlayan numara sisteminin daha basitleştirilmiş ve akılda kalması için kelimelerle ifade edilmiş halidir. Örneğin codice_2 alan adı adres barına yazıldığında tarayıcı bu alan adını önce IP adresine çevirir, daha sonra kullanıcıyı bu IP adresine sahip bilgisayara yönlendirir. Dolayısıyla Web sitesinin ziyaret edilebilmesi için kullanıcıların IP adresini bilemeyecekleri göz önünde bulundurulmalı ve siteye daha kolay ve akılda kalıcı bir alan adı alınmalıdır. Alan adı almak için bir İnternet servis sağlayıcısına gidilebilir veya Web hosting (barındırma) firmasından müşteri için bir alan adı kaydetmesi istenebilir. Aslında alan adı satın aldığınız değil kiraladığınız bir hizmettir, bu yüzdendir ki en fazla on yıl olmak üzere alan adınızın süresini yenilemelisiniz, normal olarak en az bir yıl olarak kayıt edilen alan adları, On yıla kadar tescil edilebilir Türkiye'nin ülke alan adı olan .tr uzantılı alan adları (.com.tr, .net.tr ve daha fazlası) ODTÜ tarafından yönetilmekte ve tahsis edilmektedir, en fazla beş yıl olarak tahsis edilebilir. Sözler Sözler (Osmanlı Türkçesi: سوزلر), İslam alimi Said Nursî ait kitap, 1925-1931 yılları arasında yazılmış ve "Risale-i Nur" Külliyatının en geniş hacimli kitabıdır. Çoğunlukla Isparta Barla da kısmen Kastamonu ve Eskişehir hapishanesinde yazılan eserde yazar İslam inancına göre Allah, kâinat ve insan münasebetlerini irdelemektedir. İnsan neden ibadete muhtaçtır, Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olması ne demektir; kader nedir, kader ile insanın iradesi nasıl uygun düşebilir? Kainat niçin yaratıldı? Kur'an neden mucizedir? gibi soruları cevaplandırıyor. İslam'da imanın altı temel esasından biri olan ölüm ötesi hayat fikri (Ahiret inancı), bu eserin 10. ve 29. söz başlıklı kısmında bizzat ele alınır. Said Nursi eserinde ahiret inancına dair: ""Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat'î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair "Onuncu Söz" ile "Yirmidokuzuncu Söz"e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok"" şeklinde ifade etmiştir. Mektûbat (Said Nursî) Mektubat (Osmanlı Türkçesi: مكتوبات), İslam alimi Said Nursî'ye ait kitap. 1928 ve 1935 yılları arasında kısım kısım yazılmış olan eser aynı zamanda "Risale-i Nur" Külliyatının bir parçasıdır. Eserdeki soruların ise talebesi Hulusi Yahyagile ait olduğu ifade edilmektedir. Kitapta çoğunlukla İslami ve imani konular hakkındaki soruların cevapları bulunmaktadır. Yazar İslami konulardan farklı olarak siyasete karşı tutumuna da eserde yer vermiştir. Cevaplandırdığı sorulardan bazıları şunlardır: Birinci sual: Hazret-i Hızır'ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni bir tarzda beyan eder. İkinci sual: اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ  âyetindeki mevti, nimet sûretinde ve mahlûk olduğunun sırrını gayet güzel bir sûrette ispat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahlûk olduğunu ispat eder. Üçüncü sual: "Cehennem nerededir?" cevabında gayet mâkul bir sûrette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğrâ ve Kübrâyı tefrik edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette ispat etmekle beraber; âhirette gayet muhteşem ve parlak bir sûrette azamet ve Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir sırr-ı azimini ve Cehennem-i Kübranın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi; Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuûnatın ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir. Dördüncü sual'in cevabında; mahbuplara olan aşk-ı mecâzi aşk-ı hakikiye inkılâp ettiği gibi, koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecâzisi dahi, sırr-ı iman ile makbûl bir aşk-ı hakikiye inkılâp edebildiğini gayet güzel ve mukni bir sûrette ispat eder. Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ  âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا  âyeti gibi, insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatle hareket etmezse; hem ehl-i dalâletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem, salâhat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir sûrette yemek demektir. فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ     اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ  kaseminde ve yeminindeki ulvi bir nur-u i'câziyi ve وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ  âyetinin teşbihindeki parlak bir lem'a-i i'câziyeyi ve هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا âyetinde, küre-i arzı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbâniye olduğunu gösteren parlak bir hakikatı tasvir ederek, küre-i arzdan Cehenneme göçmek için ehl-i dalâletin seyahatini ve bütün eşya birtek Zâta isnat edilse vücub derecesinde sühulet ve kolaylık olduğunu, eşyanın icadı, müteaddit esbaplara isnat edilse imtina derecesinde bir suûbet ve müşkilat olduğunu gayet güzel ve mukni ve muhtasar bir sûrette beyaniyle iki nükte-i mühimme-i i'câziyeyi tefsir eder. وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا  âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder. Hem: "Der Tarîk-ı Nakşibendi lâzım âmed çâr-terk; Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hesti, terk-i terk" düsturuna mukabil, acz-mendi tarikında pek mühim bir düsturu beyan eder. Hem: اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا  âyetinin bir sırrını; şiire benzer, fakat şiir olmayan, muntazam, fakat manzum olmayan, gayet parlak, fakat hayal olmayan yıldızları konuşturan bir yıldıznâme ile tefsir eder. Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarikata mensup bazı zâtların, tarikata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-ı imaniyenin neşrinde tembellik ve lâkaytlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velâyetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarikat olan velâyet-i kübra, sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittiba ve neşr-i ha kaik-ı imaniyede ihtimam olduğunu ispat eder. Ve tarikatların en mühim gayesi ve faydası ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-ı imani ye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur'un eczaları o vazifeyi, tarikat gibi, fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor. As
â-yı Musa Asâ-yı Mûsâ () (), Said Nursî'nin bir eseridir. Kitab islamiyet inancının dışında olarak kabul edilen "dalalet, şirk, İktezathu't-tabiat" gibi fikirlere karşı imani meselelerin izahı ile tehvid inancı yani kainatın tek yaratıcısı olduğuna inanılan fikrin ispatı üzerinde yoğunlaşmıştır. Nursi imani ve İslami meselelerde şüpheye ve inkara düşenler için "lazım ve tiryak" olduğunu ifade etmektedir. Dini bir bakış açısı ile etrafımızdaki varlıkları inceleyen bir eser. Ayrıca, ibadet, gençlik, ölümden sonra diriliş ve âhiret inancı ile dünyadaki mutluluk arasındaki ilişkiler de ele alınıyor. Kastamonu Lahikası Kastamonu Lahikası Said Nursî'nin Risale-i Nur adlı külliyatında bulunan bir eseri. Yazarın, Kastamonu'da talebeleri ile yaptığı karşılıklı mektuplardan oluşan bir eserdir. İskender Pala İskender Pala (d. 8 Haziran 1958, Uşak), Türk profesör, yazar ve divan edebiyatı araştırmacısı. İlkokul’u Uşak Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nda bitirdi.Liseyi Kütahya Lisesi’nde bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya hak kazandı. Aynı okulda yaptığı lisans tez çalışması Câmiu'n-Nezâir’dir. Doktora çalışmasını ise "Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı" başlığı altında yine İstanbul Üniversitesi’nde yaptı. Divan edebiyatı dalında 1983 yılında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde doçent, 1998 yılında da Kültür Üniversitesi’nde profesör oldu. Divan edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken yazarın çeşitli ansiklopedi ve dergilerde edebiyat araştırmacısı sıfatıyla yayımladığı bilimsel ve edebi makalelerinin yanında ortaokul ve liseler için yazdığı ders kitapları da bulunmaktadır. Ayrıca, Osmanlı deniz tarihiyle ilgili araştırmalarda bulunmuş ve bir kısmını kitaplaştırmıştır. Okuma hayatına Peyami Safa’nın eserleri ile başladığını belirten yazar, ilk okuduğu kitapların 9. Hariciye Koğuşu ve Yalnızız olduğunu söylüyor. Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem okunduktan sonra, Osmanlı tarihi ve edebiyatla tanışması Erzurum ve İstanbul’daki üniversite yıllarına denk gelmiş. Bir ara Hilmi Yavuz ile TRT’de Şairane adlı programı sunan yazar, TRT 2'de Divançe adlı programı hazırladı. Şu anda Zaman gazetesinde Kültür-Sanat sayfasında köşe yazıları yayınlanmaktadır. Düzenli olarak Altunizade ve Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezlerinde Divan Şiiri Saati adı ile etkinlikleri olup sık sık okur günleri de düzenlemektedir. Halen Uşak Üniversitesi'nde öğretim üyesidir. Ocak 2016 tarihi itibarıyla Başbakan başdanışmanı olmuştur. İstanbul’da ikamet eden yazar evli ve 3 çocuk babasıdır.Alperen Ahmet adında bir oğlu ve Hilye Banu ve Elif Dilasa adında iki kızı vardır. İskender Pala'nın divan edebiyatı konusundaki yetkinliğini eleştiri konusu yapan bir çalışma, Bakü'de çıkan Türk Dünyası Medeniyet Dergisi Yom'da Türkiye Türkçesinde Azad Ağaoğlu tarafından "Klasik Türk Şiiri Nereye Gidiyor?" başlıklı makale ile yayınlanmıştır. İşârâtü'l-İ'câz İşârâtü'l-İ'câz (Arapça tam adı: إشارات الإعجاز في مطان الإيجاز), yazıldığı dönemin I. Dünya Savaşı Pasinler Cephesinde Milis Albay olan Said Nursî'ye ait İslami kitap, 1918 yılında ilk baskısı yapılmıştır. Kitabın yazımına I. Dünya Savaşından az önce başlanmıştır. Nursi, savaşın başlamasıyla cephede vatan savunması sırasında yazımına devam etmiş; talebesi Molla Habib yazımında katiplik yapmıştır. Arapça olarak yazılan kitap, yazarın kardeşi Abdülmecid Nursi ve Abdulkadir Badıllı tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Toplamda altı başlıktan oluşan eser temel olarak iki bölüm de ele alınmaktadır. Giriş kısmında yer alan "Tenbih" başlığı kitabın önsözü niteliğindedir. Eserde Kur'anın tarifi nazım tarzında yapılmış; Fâtiha suresi ve Bakara suresinin 33 ayeti tefsir edilmiştir. Kitapta ağırlıklı olarak nazım ve mana yönünden bir tefsir yapılmıştır. Kur'an'daki, harflerle sesler arasındaki uyumluluktan başlayarak ayetlerle ayetler, ayetlerle sureler ve surelerle sureler arasındaki bağlantıları sarf, nahiv ve belâgat gibi Arap dil kuralları çerçevesinde bir tefsir yapılmaya çalışılmıştır. 2014 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da Arapça ve Türkçe olarak tek kitap halinde yayımlanmıştır. İman ve Küfür Muvazeneleri İman ve Küfür Muvazeneleri Said Nursî'nin eseri. Sözler'den ve Lem'alar'dan derlenerek oluşturulmuştur. Muhakemat Muhâkemât (Arapça: محاكمات ) Said Nursî'nin eseri. Muhâkemât (muhâkemeler), doğru hüküm verme ,akıl yürütme,yargılama,sorgulama demektir. Muhakemat kitabı, Said Nursî'nin 1911 yılında kaleme aldığı eserlerinden biridir. Yine Risale-i Nur külliyatında bulunan İşaratü'l-İ'caz kitabının bir girişi önsözü olarak yazılmıştır. Türkçe Muhakemat veya Saykalü'l-İslâmiyet olarak yayınlanan eserin Arapçası da yine aynı dönemlerde (1911-1912) Reçetetü'l-Ulema veya Reçetetü'l-Havas olarak basılmıştır (bir diğer eseri Münazarat Reçetetü'l-Avam olarak adlandırılmaktadır). Said Nursî bu kitabını Reçetetü'l-Ulema (Alimler için reçete) olarak adlandırırken Alimler arasındaki bazı görüş farklılılarının giderilmesine katkıda bulunmak istemiştir. Kitap o döneme kadar İslâm alimlerince yazılan çeviri, kelam ve diğer kitaplarda yer almış kafa karıştırıcı düşünce ve değerlendirmeleri gündeme getirip okuyucuyu aydınlatma hedefi gütmektedir. Kitabın girişinde Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi şeklinde tanımlamakta ve şu şekilde gayesi tarif edilmektedir. " Ey benim şu kitabıma im'an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a'da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir." Muhakemat - 11 Welcome Home (şarkı) Welcome Home (Sanitarium), Metallica'nın Master of Puppets (1986) albümünde yer alan parça. Metallica klasikleri arasında yerini almıştır. Parça; akıl sağlığını yitiren birini eve (akıl hastanesine) hoşgeldin seremonisidir. Şarkının diğer ismi olan "Sanitarium" da akıl hastanesi anlamındadır. One Flew Over the Cuckoo's Nest isimli 1975 yapımı filmden esinlenerek yazılmıştır. Margaretenhof Margaretenhof, Viyana'nın Margareten ilçesindeki sayılı tarihi yapılardan birisi. Margareten Platz adlı meydanda bulunan Margaretenhof 1884–1885 yıllarında sanat atölyesi sahibi mimarlar Franz Fellner ve Hermann Helmer tarafından yapılmıştır. En son 1981–1984 yılları arasında geniş bir tamirattan ve restorasyondan geçmiştir. Bu mimar ikilisi 40 yıl boyunca Orta ve Doğu Avrupa’da elliden fazla tiyatro ve bina yapmışlar ve restore etmişlerdir. Bu binanın özelliği bütün dairelerin kendine ait bir bahçesi olmasıdır. Ayrıca bu bina ve çevresindeki evlerin kiraları oldukça yüksektir. Bu hof içinde bulunan evlerin tamamında Avusturya vatandaşları ya da zengi aileler oturmaktadır. Kültür (biyoloji) Kültür, biyolojide bakteri ve diğer biyolojik varlıkları geliştirme yöntemidir. Yenilebilen mantarların özel ortamlarda yetiştirilmesi, hastalık etkeni bakterilerin tanımlanması için yapılan çoğaltma işlemleri kültür işlemine örnek olarak verilebilir. Mikrobiyolojide bakteri kültürü yapılması enfeksiyon hastalıklarında tanı koyulması ve tedavi yolunun tayini için sıklıkla kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemde enfeksiyon bölgesinden alınan örnek uygun besi yerlerinde çoğaltılarak incelenir ve tanımlanır. Prim algoritması Prim Algoritması ağırlıklandırılmış ve bağlı bir çizge üzerinde minimum örten ağaç (minimum spanning tree) problemine çözüm bulma algoritmalardan birisidir. Ayrıtların bir alt kümesini, tüm düğümleri kapsayacak ve ayrıtların toplam ağırlığını minimum yapacak şekilde bulur. Bağlı olmayan bir çizgeye uygulandığında sonucu bağlı bileşenlerden yalnız birisi için bulur. Bu algoritma 1930 yılında matematikçi Vojtech Jarnik tarafından bulunmuştur. Daha sonra bağımsız olarak 1957'de bilgisayar bilimcisi Robert C. Prim ve 1959'da Dijkstra tarafından tekrar bulunmuştur. Bu nedenle bu algoritmaya DJP veya Jarnik algoritması da denir. Sözdekod'u aşağıdaki gibi verilebilir: S/PDIF S/PDIF ya da S/P-DIF, Sony/Philips Digital Interface Format- Sony/Philips Sayısal Arayüz Formatı (IEC 958 top II' IEC-60958'ın parçası). Ses aletleri arasında PCM stereo ses sinyallerini taşımak üzere geliştirilmiş alt düzey bir protokoldür. AES/EBU olarak da bilinen standartın tüketici versiyonudur; ufak farklar mevcuttur ve daha ucuz donanım gerektirir. Hacim Sultan Kolu Açık Hacim Sultan olarak da bilinir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin akrabası olan ve Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Horasan’dan gelen Hacim Sultan’ın asıl adı Recep’tir. Uşak’ta Susuz köyünde Germiyanoğullarından Yakup Bey tarafından türbesi vardır.. Hasluck’a göre Vidin’de makamı vardır. Hakkında “Vilayetname” düzenlenmiştir. Vilayetname 1914 yılında Almanca'ya çevrilmiştir. Cemlerde talibe öğretilen makamlar arasında “Meydan taşı”; Hacim Sultana aittir. İnanışa göre bir tahta kılıç olan “Batın kılıcı” Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kendisine verilmiş ve eğitici (terbiye edici) olarak görevlendirilmiştir. Bu nedenle Bektaşiler Hacim Sultan’dan çekinirler.Bektaşiler; "Hak yoluna gitmeyenleri" eğiten biri olarak tanırlar. “Erenlerin Batın celladı” da denilir. Tekke, XX. y. yılın başlarında kullanılmaz durumdadır ve bir mütevelli tarafından yönetilmektedir. Yatağan Baba Tekkesi Yatağan Baba Tekkesi. Söylenceye göre, Yatağan Baba Hacı Bektaş’ın halifesi ve Abdal Musa’nın piridir. Yatağan Baba’nın mezarı ve tekkesi Muğla’dadır. Zengin ve önemli bir tekkedir. Paul Lukas 18. yüzyılın başlarında bu tekkeyi gezmiştir. Tekke, 1826’da devletçe yıkılan Bektaşi tekkelerindendir. Daha sonra onarılarak canlandırılmıştır. Sevilla FC Sevilla Fú
tbol Club, İspanyol futbol kulübü. Ülkenin en yüksek prestijli ligi olan La Liga'nın köklü takımlarından birisidir. 1905 yılında kurulan Sevilla FC'nin yakın tarihteki en büyük başarıları 5 kez UEFA Avrupa Ligi ile1 kez UEFA Süper Kupası'nı kazanmasıdır. Ayrıca UEFA Avrupa Ligi'nde en çok şampiyon olan takım unvanına sahiptir. Sevilla şehrinin iki büyük takımından birisi olan Sevilla FC'yi İspanyol teknik direktör Manolo Jiménez ve ekibi çalıştırmaktadır. Manolo Jiménez takım tarihinin en büyük teknik direktörü olan Juande Ramos'un takımdan ayrılıp Tottenham Hotspur'a gitmesiyle gelmiştir. Ancak Juande Ramos kadar sevilmediği bilinmektedir.Takımın başkanlığını ülkenin önde gelen isimleri ile yakınlığı bilinen İspanyol José María del Nido yapmaktadır.Takımın renkleri bordo-beyaz olup taraftarlar takıma bordo-beyazlar demektedir. Maçlarını 45.000 koltuklu Ramón Sánchez Pizjuán'da oynayamaktadır. 25 Ocak 1890 yılında kurulan Sevilla FC tarihinin ilk maçını Recreativo takımı ile oynamıştır.İlk kazandıkları kupa Sevilla şehir kupasıdır.Ulusal olarak ilk kez Copa del Rey'i 1934 yılında kazanmışlardır. 1958 yılında açılan Ramón Sánchez Pizjuán'dan önce Chamartin Stadium'u kullanmışlardır. Sevilla FC birkaç kez 2. Lige düşmüş ancak kısa sürede La Liga'ya yükselmişlerdir. Sevilla FC, 3 kez üst üste olmak üzere toplamda ise 5 kere UEFA Avrupa Ligi şampiyonluğu ve 1 kez UEFA Süper Kupası şampiyonluğu yaşamıştır. Eindhoven'da bulunan Philips Stadyumu'nda oynanan final maçında Middlesbrough FC ile karşılaşan Sevilla 36,500 kişinin önünde rakibini final maçlarında az görülecek bir skorla 4-0 yenip kupaya uzanmıştır.Luís Fabiano , Enzo Maresca(2) ve Frédéric Kanouté'nin golleri ile maçı kazanmışlardır.Karşılaşmayı Alman hakem Helbert Fandel yönetmiştir. UEFA Kupası yarı finalinde 3 İspanyol'un bulunması 1 tanesinin final oynayacağını kesinleştirmiştir.Yarı finalde Sevilla FC yarı finaldeki ilk maçta CA Osasuna'ya 1-0 yenilmesine rağmen kendi evinde 2-0 galip gelmeyi bilmiştir. Ve 2.kez üst üste UEFA Kupası'nı kazanma şansını yakalamıştır. Diğer eşleşmede ise Barselona ekibi RCD Espanyol her iki maçta SV Werder Bremen'i mağlup etmiştir."(3-0),(2-1)".Ve finalde iki İspanyol takımı karşı karşıya gelmiştir. 28/08/2007 Antonio José Puerta Pérez Sevilla ile Getafe arasında oynanan maçın 31. dakikasında yerde kalmış ve bilincini kaybetmiştir. Saha kenarında yapılan ilk müdahalenin ardından ayağa kalktı ve yavaşça sahayı yürüyerek terk etti.Fakat soyunma odasındayken bir kez daha fenalaştı ve yere yığıldı.Hastaneye kaldırılan Puerta kırk sekiz saat sonra, 28 Ağustos 2007'de hayatını kaybetti. Sevilla FC üst üste 3.kez UEFA Kupası'nı İspanya'ya kazanmıştır. Sevilla FC maçlarını 1958 yılından bu yana Ramón Sánchez Pizjuán'da oynamaktadır.45.000 kişi koltuklu Pizjuán stadı kendi taraftarlarına göre 'cehennem' olarak görülmektedir.Sıradan bir mimarisi olan bu stad lig ve Avrupa maçlarında tamamen dolmaktadır. Juande Ramos takımın gelmiş geçmiş en büyük teknik direktörü olarak görülmektedir.Takıma 2 UEFA Kupası,1 de UEFA Süper Kupası kazandıran Juande Ramos şu anda Tottenham Hotspur'un başındadır.2007 yılının sonlarında takımdan ayrılmıştır.26 Ekim 2007 yılında Tottenham Hotspur'da göreve başlayan Ramos Sevilla FC 2005 gelmişti.117 maça çıkıp 66 galibiyet,27 beraberlik,24 mağlubiyet almıştır.Sevilla FC'nin başında çıktığı son Avrupa maçı AC Milan ile oynanan ve 3-1 kaybedilen UEFA Süper Kupası finalidir.Juande Ramos'un Tottenham Hotspur'a gitmesinden sonra takımın başına İspanyol Manolo Jiménez geçmiştir. Sevilla'nın en büyük rakibi şehrin diğer dev takımı Real Betis'tir. Ülkenin en büyük derbi maçlarından biri sayılan Sevilla FC - Real Betis derbisi her yıl nefesleri kesmektedir. Ligde karşı karşıya gelen bu iki takımın mücadelelerinde sürekli denklik söz konusudur. Sevilla 35 kez galip gelip 26 kez yenilmiştir.16 maç da beraberlikle sona ermiştir. Takımın 3 çeşit forması vardır.Ev sahibi forması,deplasman forması ve 3.formadır.Forma üzerinde bir bahis şirketinin reklamı yer alır. 1.forma beyaz,2.forma bordo,3.forma pembe tonlarındadır.Şampiyonlar ligi'nde giydikleri formalarda ise İspanya bayrağının renkleri görülebilir. Antonio Puerta, Sevilla FC'nin 2007-2008 sezonu içerisinde Getafe CF maçı içerisinde kalp krizi geçirip maçtan 3 gün sonra hayatını kaybetmiştir. 22 yaşında hayatını kaybeden genç futbolcu Sevilla FC takımını ve tüm futbolseverleri yasa boğmuştur. Antika Antika, maddi değeri olan eski eşya demektir. Bir eşyanın ya da sanat yapıtının "antika" sayılabilmesi için yaşlı olmasının yanında az bulunur özellikte olması gereekir. Ne var ki her eski eşya da antika sayılmaz. Antikalar ünlü bir kişiye ya da belli bir tarihsel döneme ait olabilir. Yalnızca iyi korunmuş eşya da zamanla antika değeri kazabilir. Bunlar resim ya da heykel gibi sanat yapıtları, mobilya ya da kap kacak gibi ev eşyası olabilir. Bazı insanlar yalnızca güzel buldukları, bazıları ise sonradan değerleneceğini bildikleri için koleksiyonlar oluştururlar. Aradan uzun zamanın geçmesiyle bu koleksiyonun parçaları birer antika özelliği kazanır. Antikalar ender bulundukları için değerlidir. Antikalar yapıldıkları yer ve zamana göre adlandırılabilir. Bir İngiliz antikası, Kral George ya da Kraliçe Victoria dönemlerinde yapıldığı için onların adıyla anılabilir. Bir Fransız antikası XV. Louis ya da Napolyon dönemiyle ilişkilendirilebilir. 12. yüzyıl Anadolu Selçuklu rahlesi yapıldığı dönem, 16. yüzyıl İznik çinisi yapıldığı yerden dolayı özel değer taşır. Bir eşyanın antika sayılabilmesi için yapıldığı yerin ve zamanın kanıtlanması gerekir. Pek çok eşyada hangi fabrikada yapıldığını ya da hangi ustanın elinden çıktığını belirten bir işaret bulunur ve bu durumda eşyanın antikalığı kuşku götürmez. Üzerinde işaret bulunmayan antikaların nerede ve ne zaman yapıldığını ise, uzmanlar malzemesine, modeline, renklere ve yapımındaki ustalığa bakarak anlayabilirler. Koleksiyoncuların en çok ilgi gösterdikleri bazı antikalar şunlardır: Cam eşya; saatler; metal eşya; mobilya; seramik ve porselen eşya; halı ve kilim.Eski gümüş , mobilyalar , halı , kilim , işlemeli bez , kadife bezler , yatak örtüleri , bakır eşya , avizeler , tablolar , resimler , kartpostallar , efemeralar , pul , eski paralar , radyo , telefon , daktilo , eski mekanik eşya , el yazması kitaplar , eski çizgi romanlar , taşplak , eski plak ve pikaplar , askeri kıyafetler , kılıç , kama , eski madalya ve nişanlar. Antika objelerin ekspertizi için müzelerden ve ekspertiz şirketleri tarafından yapılır. 100 yaşın üstündeki Türk objelerin yurtdışına çıkarılması yasaktır. Toprakaltı eserler müzelerden alınan koleksiyoner defterlerine işlenerek koleksiyonerler tarafından koruma altına alabilir. Toprakaltı eser bulanların en yakın müzeye haber vermesi gerekmektedir. Hacı Bektaş Hacı Bektaş, anlamlara geliyor olabilir; Frans Hals Frans Hals (yaklaşık 1580-26 Ağustos 1666) 17. yüzyılın en önemli portre ressamlarındandır. Hollanda resminin, Rembrandt ile birlikte en önemli temsilcisi olan Frans Hals Belçika'nın Anvers şehrinde doğmuştur ancak, resim çalışmalarını Harlem'de sürdürmüştür. Tek ya da toplu portreler yapmış, ilk çalışmalarında Yapmacılık (Manyerizm) akımının etkisinde kalmış, fakat daha sonraları Peter Paul Rubens'in de etkisiyle çağdaş bir resim anlayışına yönelmiştir. Değeri ancak 19. yüzyılda anlaşılmıştır. . Sekiz çocuk sahibi olmuştur. Bunlardan beşi babası gibi ressam olmuşlardır, ancak hiçbiri ün kazanamamıştır. Frans Hals'In Londra'da National Gallery'de bulunan önemli bir resmi mevcuttur. Elizabeth Blackwell Elizabeth Blackwell (3 Şubat 1821 - 31 Mayıs 1910), 1849'da ABD'de tıp diploması alarak, dünyanın tıp diploması alan ilk kadını oldu. Elizabeth Blackwell ve ailesi ; Elizabeth 11 yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'ne taşındılar. 1838 yılında babalarının ölümünden sonra Elizabeth kız kardeşi ve annesiyle birlikte okul açtılar. Elizabeth tıpta ilerlemek istiyordu ama o dönemlerde bir kız için tıp yolu hiç de kolay değildi. Geneva Tıp Koleji onu kabul edene kadar yani 1847 yılına kadar evde tek başına kendini yetiştirmeye çalıştı.1849 yılına kadar yani mezun olana kadar Elizabeth hiç de mutlu değildi. Okulda herkes erkekti ve hiç kimse de bir kızın doktor olacağına inanmıyordu. Ailesi ve okuldaki herkes onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Paris ve Londra'da çalıştıktan sonra New York'a geri geldi. Orada, 1857 yılında 'New York Infirmary for Indigent Women and Children'adlı bir klinik açtı. Aynı yıl British Medical Register'de ilk anlatılan kadın doktor oldu. 1860ların sonlarında kadınlar için tıp okulu açtı. Women’s Medical College of the New York Infirmary okuyan öğrenciler eğitimlerinin bir bölümünde Blackwell ailesinden hijyen dersleri de aldılar. Elizabeth temizliğin tıpta önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. Kolejteki eğitimlerinden sonra tekrar İngiltere'ye döndü. 1877 yılında emekli olup Hastings'e taşındı. 31 Mayıs 1910 yılında da evinde hayata gözlerini yumdu. I. Hacı Giray I. Hacı Giray (Kırım Tatarcası: "Bır Hacı Geray", بیر-حاجى كراى‎‎ veya "Melek Hacı Geray", ملک خاجى كراى‎‎‎; ö. 1466), Kırım Hanlığı'nın kurucusudur. Hacı Giray, Cengiz Han'ın oğullarından Cuci'nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan gelmekteydi. Hacı Giray babasının, Kırım'daki taht mücadelesi sonunda Litvanya'ya göç ettiği ve Kral Vitold'un yanına sığındığı sıralarda dünyaya geldi. Büyüdükten sonra, Litvanya Grandukluğu ve Şirin kabilesinin yardımıyla Altınordu Devleti'nden bağımsız bir Kırım Hanlığı'nı kurdu. Kırım Hanlığı'nı kurma tarihi kesin olmamakla beraber, bastırdığı paranın 1441 tarihini taşımasından, belirtilen bu tarihten daha önceki yıllarda devleti kurmuş olduğu anlaşılmaktadır. Hacı Giray da, diğer hanlar gibi üzerinde hak iddia ettiği Altın Orda Devleti tahtını ele geçirmek için, Lehistan Kralı ve Moskova Rus Prensi ile anlaşma yapmaktan çekinmedi. Bu arada, Kefe Cenevizlilerine karşı, Osmanlı Padişahı II. Mehmed ile de anlaştı. Hacı Giray Kırım Ha
nları Girey Hanedanı kurucusudur. Kırım Hanlığı simgesi olarak Altın Orda Devleti bayrağı olan "terazi" simgesine benzeyen "Tarak Damga" simgesini ilk kullanan handır. Hanlığı'nın merkezi olarak günümüzde Cufut Kale yakınlarında (ve Bahçesaray yakınlarında) bulunan Salacık köyünü yapmıştır. Hacı Giray Han'ın türbesi, Kırım'ın tarihi başkenti Bahçesaray şehrinde, bugün devlet mezarlığına dönüştürülen Zincirli Medrese 'nin de bulunduğu alandadır. Kırım Hanlarının geçmişte hüküm sürdüğü Han Saray'ın civarında yer alan Salacık'taki tarihi kabristan alanında Hacı Giray'ın oğlu Nur Devlet Giray Han başta olmak üzere, Kırım hanlarının, Kırım'ın Millî liderleri İsmail Gaspıralı, ile sürgünde öldükten sonra Bahçesaray'a mezarları getirilen Ahmet Özenbaşlı ve Mustafa Edige Kırımal'ın da mezarları bulunmaktadır. Sovyet yönetimi döneminde tahrip edilen edilen han türbeleri Türkiye tarafından tamir edilmekte olup, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı tarafından onarılan Hacı Giray Han Türbesi, Devlet Bakanı Faruk Çelik ile TBMM Başkanvekili Meral Akşener'in de katıldığı bir törenle 18 Mayıs 2009 tarihinde ziyarete açıldı. Veli Baba Dergahı Veli Baba Dergahı, Isparta'nın Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey kasabasındadır. Çevrenin saygın Alevi- Bektaşi ocak ve dergahlarındandır. Veli Baba’nın soyunun Ali soyuna dayandığına inanılır. Zeynelabidin’in oğlu Zeyd’din soyundan geldiği kabul edilir. Macaristan’da yatırı ve tekkesi bulunan Gül Baba ile yakınlıkları vardır. Gelenek Gül Baba’yı, Veli Baba’nın amcası olarak gösterir. Köyün arazisi bu aileye kılıç timarı olarak verilmiştir. Bu aileden birçokları Orhan ve Murat Bey dönemlerinde Balkanlar’ın fethine de katılarak Osmanlı Devleti’nin kuruluş çalışmalarının içinde yer almışlardır. Veli Baba Ocağı’nı ve bu ocaktan/ dergahtan yetişen aile üyelerini konu alan “menakıbname” düzenlenmiştir. Şemsi Baba Dergahı Şemsi Baba Dergahı İzmir’de Yağhaneler semtindedir. Dergahı, Hacı Bektaş Veli halifelerinden” Eğriboz İstefesi göçmenlerinden Feyzullah oğlu Yusuf Şemseddin Baba yaptırmıştır. Dergahın ilk postnişinidir. Dergah, kitabesine göre, 1865- 66 yılında yapılmıştır. Vakfiyesi 1882’de hazırlanmıştır. Bu Bektaşi dergahı 15 dönümlük arazi içerisinde iki kattan oluşan bir yapıdır. Tekkedeki mezartaşları on iki dilimli(terkli) “Hüseyni taclı” olarak Bektaşiliği yansıtırlar. Dergahın mezarlığında birçok Bektaşi dervişi yatmaktadır. Yusuf Şemsettin Baba, 1795’de Mora’da doğmuştur. Müderris Feyzullah Efendi’nin oğludur. Askerde tabur kâtipliğine kadar yükselir. Ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşir. Rüsumat memurluğu yapar. Karadutlu Dergahı’nın postnişini olur. 1884’de ölmüştür. Dergahına gömülür. Babalık icazetini ve halifeliği Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan almıştır. Öldükten sonra posta önerisi üzerine torunu Fuat Bey Baba(öl. 1928) getirilir. Ondan sonra da dergahın postnişinliğine jandarma subaylarından Kazım Baba atanır. Seyyid Cemal Seyyid Cemal, Hacı Bektaş’ın mürit ve halifelerindendir. Hacı Bektaş, Seyyid Cemal’i Akdeniz yöresine gönderir. Oğlu Aslı Doğan, Çanakkale’yi geçerek Avrupa’ya gitmiştir. “Vilayetname”ye göre Altıntaş yöresinde Tökelcik/Tevekkelcik’e gelerek yerleşmiş ve orada ölmüştür. Mezarı oradadır. Kimi kaynaklara göre ise Balıkesir’de ölmüştür. Dersim bölgesinde Derviş Cemal Ocağı vardır. Geleneğe göre; Hacı Bektaş Seyyid Cemal Sultan’ı Dersim bölgesine görevlendirmiştir. Seyyid Cemal’in soyundan gelen “seyyid”ler Batı Dersim aşiretlerinin öteden beri “rehberlik”lerini yapmaktadırlar. Mezarının Dersim Sağman’da olduğu ileri sürülmektedir. Anas Anas, ördekgiller (Anatidae) familyasıdan ördek türlerini içeren bir kuş cinsi. Dört Kapı Kırk Makam Dört Kapı Kırk Makam, Alevîliğin temel öğretisi, genel kurallar bütünü, Allah'a giden yolda geçirilmesi gereken aşamalar bütünüdür. Öğretisi Muhammed döneminde İslam diniyle birlikte doğmuştur, her kapı ve her makam Kur'an ayetlerine dayanmaktadır. Ali ve Ehl-i beyt ile devam etmiş, Hoca Ahmed Yesevî ile somutlaştırılmış ve bir sistematiğe büründürülmüştür. “Horasan Tasavvûf Okulu”da, bu okulun ortaya çıktığı toplumsal ortamda, eski Ortaasyada, Ortadoğuda ve Anadoluda din ve inanışlarına kadar giden izlerini bulmak olasıdır. Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşîlik de zaten bu kaynakların bireşimsel ürünüdür. Alevî-Bektaşîlik, “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisiyle somutlaşmış, ayakları yere basmıştır. İnsanı ve giderek Alevî-Bektaşi toplumunu bu olgunlaşma/ yetişme evrelerinden geçirerek yaratılmaya çalışılır. Bu evrelere dayanarak yetiştirme anlayışı Sünnilik’le Alevî-Bektaşiliği kesin olarak birbirinden ayırır. Bu yolla inanç, çeşitli kapı ve makamlara ayrılarak insanlar kurallara boğulmak istenmemektedir. Tam tersine insanların karşısına sayısız seçenekler sunularak inançsal, düşünsel ve ahlâksal yaşamı kolaylaştırılmaya çalışılmaktadır. Her Alevî-Bektaşî’nin yaşamı boyunca ezberlediği “Dört Kapı Kırk Makam”a genellikle Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Makalat” ile “Fevaid” adlı kitaplarında ve “Buyruk”larda yer verilmiş, işlenmiştir. Kapı dörttür. Bunlar sırasıyla; Şeriat, Tarikât,Marifet ve Hakikât kapılarıdır. Her kapının onar makamı vardır. Böylece toplamda kırk makam olmaktadır. Ayrıca Erkan, onyedidir. Menzil, üçyüzaltmışaltıdır. Vilayet tabakası onikidir. Vilayet dairesi yedidir. Vilayet bölüğü dörttür. Yetmişüç fırka (bölek- mezhep) vardır. Bunlardan yalnızca biri kurtulanlar (naci), yani geçerli, öbür yetmişikisi ise yanlış ve geçersiz fırkadır. Tasavvufta "Mârifetullâh" "(İrfân/Gnosis)" makâmına ulaşmadan evvel geçilmesi gereken ""Dört Kapı"" bulunmaktadır. Bu ""Dört Kapı"" mertebelerine göre aşağıdaki şekilde sıralanmaktadır. Bu kapılar ile makamlar arasındaki ilişkiler yandaki şemada görüldüğü gibi tasvir edilmişlerdir. Her kapının ise ""Onar"" makâmı bulunmaktadır: Tarikat Kapısı Tarîkat Kapısı, Alevî-Bektaşîliğin yol kuralları, ilkeleri, töreleri bu aşamada öğrenilir. Kısaca yola girilir. “Zâhîdlik”le özdeşleşilir. Hakk yolu bulunmaya çalışılır. Bu evre, kamil insan olma sürecinde ikinci aşamadır. Eğitim ve aydınlanma olayı gerçekleşir. Bir mürşide bağlanmak, “ham ervahlık”tan ayrılıp olgun/ yetkin duruma gelmek, kötü ve günah işlerden uzak durmak, Hakk’tan halka inen bir toplum hizmetlisi durumuna gelmektir. Mürşidin isteğine uymak, eğitim alma isteğinden olmak, düşünce ve davranış düzeyinde verilen eğitimi özümseyebilmek için içtenlikle çalışmaktır. Alevi-Bektaşilik’te cinsiyet farkı gözetilmez. “Saçını giderme”, “kadının dişiliği”nin “erkeğin kişiliği”nin ortadan kaldırılması olarak algılanan simgesel olarak “çar-darb” erkanından geçmektir. “Libas giymek”le de, Alevi-Bektaşilik’te kutsal görülen “taç”, “tennure”, “haydariye”, “kamberiye”, “kemer kuşanmak”, “teslim taşı” takmak gibi yola özgü giysi ve takıları takınmak, bu yolla ayıpları örtücü olmaktır. En büyük düşman olarak görülen nefisle savaşıma girmek, “benlik”in geçici ve dünyasal isteklerine karşı koymaktır. Kişinin kendisiyle savaşını, kendi benliğini eğitmesini amaçlar. Kendini insanların mutluluğuna adamak, bunun için her türlü özveriye katlanmaya hazır olmaktır. Tanrı yolunda yürürken, gerçeğe kavuşurken yanlış bir adım atmaktan kaçınmak ve Tanrı’nın bir yansıması olarak algılanan doğaya, insana kötülük getirecek eylem ve davranışlardan sakınmaktır. Kutsal gerçeğe bir gün kavuşulacağı umudunu taşımak, bunu hiçbir zaman yitirmemek, haklının haksızı yeneceğine inanmak, bu inancı sürekli canlı tutmak. Hırka alma; tanrısal niteliklere bürünmek, kutsallık kazanmaktır. Zembil alma; irfan arayıcısı olmak, evrenin gizlerini bilmek, kavramak, gönül yoluyla sezgisel olarak bilgi edinmektır. Makas alma; tanrısal ahlaka uymayan sünnet dışındaki yenilikleri bırakmak, birey/toplum katında ahlak dışılıklardan uzaklaşmaktır. Seccade; her zaman ve her yerde Tanrı tecellilerinin önünde olduğunu bilmek, tanrısal tecelli olarak algılanan şeye, insana büyük bir saygı ve sevgi beslemek, Tanrı sevgisini tecellisine aktararak aynı sevgiyi onda yaşamaktır. İbret alma; her şeyde Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu anlamak, “ben” özelliklerinden arındırılmış ve “ben” özelliklerinin katılımıyla beliren toplumsal bilinçte yaratıcılık görmektir. Hidayete ermekse; Hakk yoluna girmek ve tarîkatı benimsemektir. Toplumda makam, toplumsal çevre, söz sahibi, sevgi sahibi ve öğüt sahibi olmaktır. Makam sahibi olmak; ruhsal bakımdan belli bir olgunluk aşamasına ulaşmış olmaktır. Makam, tarîkat yolcusunun ruhsal bakımdan ulaştığı olgunluk evresini simgeler. Bu anlamda “post”u simgelemektedir. Cemiyet sahibi olmak; yola (tarîkata) girmek isteğinden olmaktır. Öğüt(nasihat) sahibi olmak; yol kurallarını, ilkelerini, törelerini anlatacak denli bilgi ve beceri sahibi olmaktır. Muhabbet sahibi olmaksa; Tanrı’ya, yol ulularına ya da yol uğrunda yapılan bir işe, eyleme, davranışa gönülden sevgi ve bağlılık duymak, bir sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca bağlanması için “muhabbet meydanı” açmaktır. Aşka erme; tanrısal varlığı içten gelen bir eğilimle sevmek, sevilende kendini yok etmek, sevilenle bir olmak, seveni yok yalnızca sevileni var etmektir(aşık-maşuk). Şevke erme; Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkuyu duyumsamaktır. Özünü fakir görme: Tanrı uğruna dünyasal varlıklardan vazgeçmek, “ben”in geçici isteklerine kanmamak, büyüklük taslayarak tanrısal varlık karşısında bağımsız bir tutum takınmamaktır. Ayakkabı Ayakkabı; ayakların yer ile doğrudan temasını keserek yabancı maddelerden ve değişik hava koşullarından koruyan, bunun yanı sıra şıklığı tamamlayan her türlü ayak giyeceği. Bot, çizme, sandalet, topuklu, spor ayakkabı, iskarpin gibi pek çok farklı türü vardır. Genelde "taban" adı verilen alt parça ile "saya" denen üst parçadan oluşur. Ayakkabının yer ile temasında dolayı yıprandığı için taban daha dayanıklı ve kalın bir malzeme kullanılarak yapılır. Ayağı saran saya ise deri, kumaş gibi daha ince bir malzemeden yapılır. Ayakkabı modelleri çağlar boyunca çok çeşitlilik göstermiştir. Bunun başlıca nedeni ayakkab
ıların tropikal iklimden soğuk iklime kadar değişen farklı coğrafyalara ve modaya uygun yapılmasıdır. Ayakkabının tarihi kıyafetlerin tarihi kadar eskidir. Eski çağlarda çoğu insan, tabanı deriden ya da tahtadan sandallar giyerdi. Bu tür sandallara örneğin Antik Mısır'da rastlanır. Eski Yunanların avlanırken çizme giydikleri bilinmektedir. Bunun yanında hamama da bir tür ayakkabı ile girdikleri bilinmektedir. Girit'teki Minos uygarlığı ve Roma dönemlerinde bu tür ayakkabı ve çizmeler kullanılmıştır. Ortaçağda, ayağı sarması için yumuşak deri ya da kumaştan yapılan ayakkabıların burunları sivriydi. Yolculuk sırasında ise potinler ya da baldırlara kadar çıkan çizmeler giyilirdi. 14. yüzyıl sonlarına doğru öylesine uzun burunlu ayakkabılar üretildi ki, bunlarla yürüyebilmek için ayakkabının burnunu bir zincirle diz kemerine bağlamak gerekiyordu. Daha sonraki tarihlerde ayakkabılara yüksek mantar topuklar eklendi. Ayakkabıyı korumak amacıyla giyilen mantar topuklu şosonlar 1575'te moda oldu. Ama kötü havalarda ya da çok yağışlı bölgelerde tahta tabanlı ayakkabılar da giyiliyordu. Bu tür tahta ayakkabıları (sabo), Hollandalı çiftçiler günümüzde de giyerler. 17. yüzyılın başlarında ayakkabıların yerini alan yüksek topuklu uzun çizmeler, evde bile giyiliyordu. Sonraları, dantelli çorapların görünmesi için çizmelerin üst kenarları dışa doğru kıvrıldı. 1660'tan sonra siyah, üzeri bağcıklı ya da tokalı, kalkık kare burunlu ayakkabılar çizmenin yerini aldı. Kadın ayakkabıları erkek ayakkabılarının modasını izledi. 17. yüzyıldan başlayarak, sivri burun ve yüksek topuklarıyla özgün bir biçim aldı. 1720'lere kadar kare burunlu ayakkabılar yaygındı. Bu tarihten sonra bunların yerini yuvarlak burunlu ayakkabılar aldı. 1770'lerde üstte geniş kıvrımları bulunmayan uzun çizmeler moda oldu. 18. yüzyılda kadın ayakkabıları saten ya da brokardan yapılıyor ve toka, kurdele ya da fiyonklarla süsleniyordu. Yüksek topuklu ayakkabılar 1790'da tümüyle ortadan kalktı. Sokaklar ve yollar öylesine kötü ve çamurluydu ki, insanlar evden dışarıya çıkarken şosonlarını giymek zorunda kalıyorlardı. 19. yüzyılda kadın ayakkabıları saten ya da kadifedendi ve topuksuzdu. Erkekler ise genellikle düğmeli, bağcıklı ya da yanları esnek çizmeler giyiyorlardı. 1860'ların bağcıksız ve yanları esnek yarım çizmeleri çoğu zaman beyaz ipekten yapılıyordu. On yıl sonra yüksek topuklar yeniden moda oldu, çizmeler de yanları düğmeli olarak yapılmaya başlandı. Ayakkabılarda ve çizmelerde hâlâ bez kullanılıyordu, ama ayakkabıların burunları bazen deriden yapılıyordu. 19. yüzyılda kadınlar fabrikalarda ve bürolarda çalışmaya, ayrıca yürüyüş ve bisiklete binmek gibi sporlar yapmaya başlayınca daha sağlam ayakkabılar kaçınılmaz hale geldi. Bağcıklı rahat yürüyüş ayakkabısı Birinci Dünya Savaşı (1914-18) sırasında ortaya çıktı. Günümüzde de ayakkabı yapımında moda önemli rol oynamaktadır. Spor yaparken kas, kiriş, bağ, kemik ve kıkırdak yaralanmaları riskinin alt düzeye çekilebilmesi için doğru ayakkabı seçimi önem taşımaktadır. Orta Asya'da Türkler deriden ve yünden giyim eşyaları yapmakta ustaydılar. Çizme ve çarık en yaygın ayakkabı türüydü. Deri çizmenin yanı sıra, yaygın olarak yünden keçe çizme de yapılıyordu. Hükümdarlar kırmızı renkli çizmeler giyiyorlardı. Çizme ata binenler için çok elverişliydi. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ordunun, yönetici sınıfların ve kentli halkın gereksinimlerini karşılamak üzere zamanla ayakkabı çeşitleri çoğaldı ve ayakkabıcılık çok gelişti. Diğer zanaatçıların olduğu gibi ayakkabıcıların da bir örgütü vardı. Üretilen ayakkabıların niteliğini lonca denetlerdi. Ayakkabı satıcıları için kullanılan kavaf sözcüğü, giderek yapımcıları da kapsadı. Kavaflar da çizmeci, yemenici, nalıncı, terlikçi ve pabuççu gibi adlar alırlardı. Osmanlı toplumunda ayakkabı, giyenlerin toplumsal konumuna ve mesleğine göre çeşitlilik gösterirdi. Ev içinde yüzleri atlas ve kadife gibi kumaşlardan yapılmış, üzerleri sırmayla işlenmiş hafif ayakkabı ve terlikler giyilirdi. Dışarıda giyilen deri ayakkabı ve çizmelere de süslenirdi. Topkapı Sarayı Müzesi'nde, ince bir zevkle ve hünerle işlenmiş deri ayakkabı ve çizmeler sergilenmektedir. Osmanlı dönemindeki ayakkabılar, yapıldıkları malzemeye, biçimlerine ve kullanıldıkları yere göre adlar alırdı. Başmak, cimcime, çapula, çizme, yarım çizme, çedik, çedik pabuç, edik, fotin, galoş, mest, kalçın, kundura, merkub, nalın, sandal, terlik, tomak, yemeni başlıca ayakkabı çeşitleriydi. Genellikle alçak ökçeli ya da ökçesiz, yumuşak deriden yapılan rahat ayakkabılar tercih edilirdi. Dışarıda giyilen ayakkabılardan bazıları mest-ayakkabı gibi iki parçadan oluşurdu. Ayağa giyilen mestin üzerine onu yağmur ve çamurdan korumak amacıyla, önceleri ayakkabı, sonraları da lastik giyildi. Şoson ya da galoş denen lastik ayakkabının içine geçirilerek giyilen mestler, bir hadise dayanarak namaz öncesi abdestde ayak yıkamak yerine mesh ederek (sıvazlayarak) kolaylık sağlaması bakımından özellikle soğuk kış aylarında örneğin namazlarını camilerde kılanlarca kullanılır. 16.-18. yüzyıllarda İstanbul, Edirne ve Bursa'da ayakkabıcılık çok gelişmişti. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türkiye'de ayakkabı yapımı tümüyle el işçiliğine dayanıyordu. Beykoz'daki deri fabrikasına 1884'te ayakkabı yapım bölümü eklendi. 1933'te Sümerbank'a devredilen Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası makineli üretimin yapıldığı önemli bir yerdi. Günümüzde ayakkabı üretimi daha çok özel sektör tarafından gerçekleştirilmektedir. Neredeyse tamamen makinelerle yapılmaktadır. Bir işçi makineyle günde 40-50 çift üretebilir. Elle çalışan bir ayakkabıcı ise günde yaklaşık bir çift ayakkabı yapabilir. Ayakkabı yapmak için, önce sol ve sağ ayak modelleri, sonra da bunların tahta kalıpları yapılır. Ayakkabı yapımı genellikle sekiz aşamada gerçekleşir. Hayvan derisi, kumaş ya da yapay deriden, ayakkabının sayası ve astarı uygun biçimde kesilir. Sayayı oluşturan parçalar ile astar birbirine dikilir. Ayrıca ayakkabının burnuna sertlik veren parça ile topuğa konulan yumuşak parça da dikilir. Bağcık delikleri bu aşamada açılır ve ayakkabının iç yüzeyine numara ve model kabartmaları yapılır. İç ve dış taban parçaları ile topuklar hazırlanır. Bunlar genellikle kösele, kauçuk, bunların bileşimi ya da öteki yapay malzemelerden yapılır. Topuklar tahta da olabilir. Parçaların eklenmesiyle oluşan saya, kalıbın üzerine gerilir; iç tabana dikilir ya da çivilerle tutturularak kalıplanır. Saya ve iç taban, kalıcı biçimini alıncaya kadar kalıpta tutulur. Tabanlama aşamasında dış taban sayayla birleştirilir. Bu işlem dikerek, yapıştırarak, çivileyerek ya da bunlardan birkaçı birden uygulanarak yapılabilir. 1953'te geliştirilen bir işlemle kauçuk, polivinil klorür (PVC) ve poliüretan tabanlar kalıp-baskı yöntemiyle biçimlendirilir ve ayakkabının üst bölümüne tek bir işlemde yapıştırılır. Topuklama aşamasında topuk ayakkabının tabanıyla birleştirilir ve son biçimini alır. Bitirme, cilalama, ayakkabıyı kalıptan çıkarma, topuk ve taban yastıklarının yerleştirilmesi işlemlerini içerir. En son biçimini verme sırasında bağcıklar, fiyonklar ve tokalar takılır. Marifet Kapısı Marifet Kapısı, Alevî-Bektaşi anlayışında gönül yolunda en yüce düzeye ulaşma, tanrısal gizlere(sır) erme evresidir. Bu evre “arifler”le özdeşleştirilir. Su gibi arılık aranılır. Alevî-Bektaşîliğin ünlü ahlâk ve toplum ilkesi burada temel alınır. Eline, diline, beline sahip olamak anlayışı yaşama geçirilir. Kötü hal ve hareketlerden uzak durmak amaçlanır. Tarikattan marifete geçen kişinin bu makamdan düşme endişesini taşıyarak korkuya kapılması, kendine yönelik eleştirileri sürekli canlı tutup özünü bencillikten, kin ve garezden uzak tutmasıdır. Engelleyici bir korkunun kuşatıcılığında her vicdanın sesi dinlenerek, kendini yoklayarak, eksiklerini saptama ve geleceğe daha arınmış olarak çıkmaktır. Hiçbir şeyde aşırı olmamak, aşırıya kaçmamak, ulaşılan manevi aşamanın verdiği sarhoşluktan korunmak, bu duyguyu yanlış algılayıp kendini yitirmemek ve mahrem olan şeylerden uzak durmaktır. Bir olgunluk evresi olarak algılanan bu makamda; Tanrı’dan başkasına yakınmamak, kutsal gerçeğe giderken aceleci olmamak, taşkınlık yapmamak, ölçülü olmak, mürşidin verdiği kadarıyla yetinmek, nefsine uyup mürşidinden kaldıramayacağı isteklerden bulunmamaktır. Yakışıksız davranışlardan ve uygunsuz işlerden kaçınmak, kınanma, ayıplanma kuşkusuyla bir şeyi yapmaktan ya da yapmamaktan sıkılmak. Bilgisini ehlinden esirgememek, bilgisinden layık olanı yararlandırmak, bunu ibadetin bir gereği olarak algılamak ve bu yolla insanın kendisini arı kılmasıdır. Tarikat yolunda gönül yoluyla önce kendini, sonra kendi özünde Tanrı’yı bulmak, sezgisel aklını kullanarak kesin bilgiye ulaşmaktır. Kişinin kendisine hiçbir varlık tanımaması, teslim olması, uzlaşması, yola, yolun kurallarına tam olarak uyması ve bağlanmasıdır. Tanrı’nın gönül bilgisi, duyarlığı, derinliği yoluyla kendi özüyle bütünleşmesine izin verdiği ve bu yolla kendi yüce varlığını görebilmesi lütfunu sağladığı, kendi özünü tanıma tadının zevkini verdiği biçimindeki yüksek olgunluk aşamasına ulaşmasıdır. Son amacını “alem- i ekber”de bulan ve küçük evren olarak algılanan insanı tanımak, bu yolla son amacını “alem- i asgar”da bulan ve büyük evren olarak algılanan alemin farkına varmak, bu bağlamda Tanrı’nın bütün sıfatlarının insanda ortaya çıktığının ayırımına ermektir. Hakikat kapısı Hakikat kapısı, Alevîlik'te hakikat demek doğrudan Tanrı vergisi olarak kalbe, gönülde doğan anlam, sezgi ve bilgi demektir. İlham, yalnızca arınmış gönüllere iner. İlhamda aldanma ve yanılma olasılığı yoktur. Hakk’ı görme, tanrısal alemin gücü içerisinde erime, sonsuzlaşarak “bekalaşma” hakikat evresinde gerçekleşir. Kamil insan olma yolculuğunun sonuncusu ve yetkinliğe varma aşamasıdır. “Muhibler”le özdeşleşilir. Bu evrede Hakk’tan halka inilir, yararlı işler yapılır. Düşünce aktarımında son derece cesur ve kurulu düzenin kurallarını yıkıcı, dünyasal yaşamını kurallara alan her türlü bask
ıya karşı tepkici bir tutum sergilenir. Dört Kapı Kırk Makam inancında Hakikat kapısının makamları şunlardır: Herkesin “ayak toprağı” anlamında alçak gönüllü olmak, Tanrı’dan gelen her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamak, Tanrı’nın hoşnutluğunu, onayını kazanmak, kendini yol kurallarına bırakmak ve teslimiyete ermektir. İnsanlar arasından din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmamak ve tüm insanların inançlarına hoşgörüyle bakmaktır. Verici olmak. Elinden gelen bir hizmeti, yardımı vermekten, yapmaktan kaçınmamaktır. İnsanların iyi, yararlı ve üretici yanını yakalamak; insanların kusurlarını, ayıplarını örtücü olmak, onları büyütmekten, yaymaktan kaçınmaktır. Bütün varlık türlerinin Tanrı’da “bir” olduğuna inanmak, Tanrı’dan başka varlık tanımamak, Tanrı’nın birliğine ve Ali’nin Tanrı’nın “veli”si olduğuna inanmak, Tanrı’nın görüntüsü durumundaki tüm canlı-cansız varlıkları sevmek ve bunu bir ibâdet olarak algılamaktır. Tanrı’ya yakın olmak, Tanrı’yla bir olmak ve Tanrı-Evren-İnsan üçlüsünden oluşan “Birliği” Tanrı olarak algılamaktır. Vahdet-i Vücut biçiminde görülen tasavvuf akımı, Alevîlik-Bektaşîlik’te “Vahdet-i Mevcut” biçimini almıştır. Gönül sezgisi yoluyla duyular üstü bilgiye ulaşmak, marifete ermek; batın ve tarikat bilgisini özümsemek ve hakikate ermek; nefsin isteklerinden sıyrılıp derin düşünceye dalarak, “Tanrı evi” olarak tanımlanan gönülde ortaya çıkan örtülenmiş "(gayb durumunda)" şeylerin, yani Hakk’ın örtülediği ancak halka bildirmediği şeylerin ayrımına varmak, sırra ermek; ulaştığı anlamı, erdiği sırrı, ehil olmayandan sakınmaktır. Seyru Süluk aşamaları sıralamasında son evre olarak benimsenen ve Tanrı’dan halka dönmek olarak algılanan “seyri anillah” (Tanrı’dan yolculuk) aşamasını tamamlayıp gerçekle gerçek olmaktır. Sohbette, muhabbette hakikat sırrını Hakk’tan halka taşımak; inançtan akla atlamak ve aklın öncülüğünde kamil toplumu yaratmaya koyulmaktır. Tanrısal sırları ve tecellileri seyretmek, bu yolla tanrısal alemi görmek; her an “Tanrı evi” olarak algılanan gönülde Tanrı ile söyleşide bulunmak; tarikat ulularını övmek ve onlara bağlılıklarını bildirmektir. Kaynak: http://www.alevibektasi.org/tbaki.htm Bando Bando, bir tür müzik topluluğudur. Parklarda ya da geçit törenlerinde çalan bir bando insanların hoş zaman geçirmesini sağlar. Orkestra ve bando sözcükleri, müzisyenler topluluğunu çağrıştırır. Bandolar da kimi zaman orkestra niteliği gösterebilirler ve en az yaylı orkestralar kadar nitelikli ve geniş repertuara sahip konserler verebilirler. Geçmişten bu yana süre gelen bir düşünce olan "Bandolar sadece eğlence amaçlıdır." düşüncesi son derece yanlıştır. Günümüz bandoları özellikle askeri bandolar son derece geniş repertuara sahip, yurt dışındada faaliyet gösteren bir orkestra niteliğindedir. Bir orkestradaki yaylı çalgıların sesleri açık havada yeterince duyulmadığı için bandolar üflemeli ve vurmalı çalgılar kullanırlar. Bandoların yürüyüş bandosu ve konser bandosu olmak üzere iki çeşidi vardır. Borazan Borazan veya boru, pirinç ya da bakır bir borudan yapılma üflemeli bir çalgıdır. Biçimine göre borazanla değişik notalar ve tonlar elde edilebilir. Borazan çok eski bir çalgıdır. Tarihte ilk borazanlar hayvan boynuzundan yapılmıştır. Genellikle hayvan seslerini taklit etmek için kullanılır. Birçok Avrupa tipi orduda askeri kamplarda çeşitli faaliyetler için borazan calarak faaliyet işareti verilmektedir. Bunlardan en iyi bilineni sabahleyin kamplarda askeri uyandırıp kalkmalarına uyaran "Uyan Kalk (Reveille)" borazan işaretidir. Birçok özellikle hafif piyade ve süvari alaylarına savaş sırasında hücum işareti vermede de kullanılırdı. Bu çalgı ayrıca tehlike anında uyarı işareti için çalınırdı. Boşanma Boşanma, evliliğin yasal olarak sona ermesine boşanma denir. Günümüzde daha yaygın olmakla birlikte, boşanma evlilik kadar eskidir. Eski çağlardan beri bütün toplumlarda boşanmaya rastlanmaktadır. Boşanma, karşılıklı sevgiye, güvene ve mutluluk beklentisine dayalı olan evlilik ilişkisini sona erdirdiği için acı verici bir durumdur. Ana babanın mutsuzluğundan etkilenen çocuklar, boşanma sırasında anne ile baba arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Güven verici aile ortamını yitirdikleri duygusuna kapılırlar. Bundan dolayı boşanma çocuklar için özellikle zordur. Boşanmayla gelen değişiklikler, çoğu zaman çocukların davranış bozukluklarına yol açar. Dersleri aksar, arkadaşları ile olan ilişkileri etkilenir. Ne var ki çocuklar, eşler arasındaki uyumun bozulduğu, karşılıklı suçlamaların ve saygısız davranışların yer aldığı bir ortamda da mutlu olamazlar. Bu türden etkilerin de davranış bozukluklarına yol açtığı bir gerçektir. Gerçeklerin çocuğa ya da çocuklara onların anlayacağı bir biçimde anlatılması, durumu kabullenmelerini kolaylaştırabilir. Evlilik kadar eski olan boşanma, toplumların tarihsel gelişimine göre değişen özellikler gösterir. İlkel bir yaşam süren Pueblo Yerli kabilelerinde kadın, kocasının ayakkabılarını evin eşiğine bıraktığında onu boşamış sayılır. Birçok eski toplumda erkek çocuğun dünyaya gelmesi evliliği kalıcı kılardı. Kadının kısırlığı ise erkek için haklı bir boşanma nedeni sayılırdı. Eskiçağın Asur, Babil gibi Mezopotamya toplumlarında boşanma kurallara bağlanmıştı. Asur toplumunda, kocanın karısına karşı görevlerini yerine getirmemesi durumunda kadının boşanma hakkı vardı. Boşanan kadın, koca evine getirdiği çeyiz denilen eşyayı geri alabilir ve boşandığı eşinin mirası üstündeki haklarını da korurdu. Tutsak düşmüş bir savaşçının karısı iki yıl bekledikten sonra boşanmış sayılırdı ve yeniden evlenebilirdi. İslam hukukunun geçerli olduğu Osmanlı toplumunda, boşanma hakkı ilke olarak kocaya tanınmıştı. Koca karısını tek yanlı olarak boşayabilir, üç kez yinelenen "boş ol" sözleriyle boşanma kesinlik kazanırdı. Buna rağmen boşanma, gelenekçi bir toplum olan Osmanlılarda hoş karşılanmadığı için yaygın değildi. Hristiyan dünyasında ise Katolik Kilisesi boşanmaya izin vermez. Bazı Katolik ülkelerde boşanma bugün bile olanaksızdır. Reform'dan sonra Protestan Kilisesi boşanmanın hukuk mahkemelerinin ilgi alanına giren "dünyasal bir şey" olduğu görüşünü benimsedi ve boşanmaya karşı çıkmadı. Günümüzde, Katolik ilkelere sıkıca bağlı olan ve yasaları boşanmaya izin vermeyen az sayıda ülke dışında, boşanma yasalarla düzenlenmiştir. Türk Medeni Kanunu'nda sayılan boşanma nedenlerinden birinin varlığı durumunda, mahkemeler boşanma kararı verebilir. Günümüzde boşanmayı kolaylaştırma yönündeki bir eğilim güçlenmektedir. Eşlerin karşılıklı isteği durumunda, yargıçlar kolayca boşanma kararı verebilir. Gaziantep Olay Gaziantep Olay, Gaziantep'te yayınlanan günlük ofset baskılı yerel bir gazetedir. 30 Kasım 1992 tarihinde Gaziantepli gazeteci Mehmet Erol Maraş ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. Olay Gazetesi'nin kuruluş tarihi, şu an kapanan Gaziantep'in ekol gazetelerinden tarihi Güney Postası'nın devamı oldugu göz önüne alınırsa, 1970 yılıdır. Gaziantep Olay Gazetesi ofset baskılı ve 8 ila 16 sayfa 57x82 cm² ebadında renkli olup Yay-Sat bayilerinde halka arzedilmekte ayrıca özel kurye vasıtası ile başta Ankara olmak üzere tüm ilçeler ve yurt genelindeki Gaziantepliler'e günü gününe dagıtılmaktadır. Kendi modern baskı grafik ve renk ayrım tesislerinde hazırlanarak 5 renkli ofset makinalarda basılan Olay Gazetesi, Gaziantep Olay Medya Şirketler Grubu bünyesinde yer almaktadır. Olay Gazetesi İnternet servisi ile haber ve sıcak gelişmeler sürekli olarak güncellenmekte ve okurlara şifresiz ve ücretsiz olarak iletilmektedir. Cezaevi Cezaevi ya da hapishane, hüküm giymiş kişilerin cezalarını çekmesi için hapsedildikleri yerler. Türkçede zindan ve mahpushane sözcükleri de zaman zaman -özellikle eski metinlerde- aynı anlamda kullanılır. Tutukluların, hükümlülerden ayrı olarak tutulduğu yere ise tutukevi denir. Cezaevinde geçirilen süre suçun ağırlığına göre değişir. Çok ağır suçlarda suçlu ömür boyu hapsedilebilir. Yaşı küçük olan suçluların koyuldukları yerlere ıslahevi denir . Gözetim cezası alanlar da cezaevine koyulmazlar ama belirli bir süreyi özgürlükleri kısıtlanmış olarak geçirirler. İnsanların cezalandırılma amacıyla kapalı bir yere koyulmaları eski bir uygulamadır. Modern anlamdaki ilk hapishanenin 1595 yılında Amsterdam'da kurulduğu kabul edilmektedir. Bu kurumun oluşmasının nedeni 1588 yılında bir hırsızın olağan cezası olan idam cezasına değil, devlet tarafından eğitilip iyileştirmesine karar verilmesine dayanmaktadır. Fakat cezalandırmanın amacındaki değişikliğin, özgürlüğü bağlayıcı cezalara dönüşümünün ilk örneğinin İngiltere'de gerçekleştiği de söylenmektedir. Bridewell Şatosunda 1555 yılında bir çalışma evi inşa edilerek, toplum için olumsuzluk yaratan kişiler burada çalıştırılıp, kişilerin topluma uyumu sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat burasının daha çok çalışma evi olduğu bilinmektedir. Londra’daki Londra Kulesi, Paris’teki Bastille kalesi, İstanbul’daki Yedikule zindanı da bu tür yerlerdi. Ama buralara sıradan suçlular değil, siyasal tutuklular kapatılırdı. 1622’de bir yeniçeri ayaklanmasıyla tahttan indirilen Osmanlı Padişahı Genç Osman Yedikule’ye kapatılmış ve burada öldürülmüştür. Batı dünyasında 19. yüzyılın ortalarından önce birçok suçun cezası ölümdü. Bazı suçlular cezalarını sömürgelerdeki kamplarda çekerlerdi. Cezaevlerinde, yargılanmayı, ceza kamplarına gönderilmeyi ya da ölümü bekleyen suçlular tutulurdu. İlk cezaevleri olarak da genellikle kale burçları kullanıldı. 1166’da İngiltere’de II. Henry’nin buyruğuyla yapılan cezaevleri yargılanmayı bekleyen tutuklular içindi. Avrupa'da bugünkü anlamda ilk cezaevi 16. yüzyılda Hollanda'da açıldı. 18. ve 19. yüzyıllarda cezaevi yapımı yaygınlaştı ve yeni düzenlemeler getirildi. Bazı cezaevlerinde tutuklular sürekli olarak birbirinden ayrı tutuluyordu. Bazı cezaevlerinde tutukluların birlikte çalışmalarına izin veriliyor, ama konuşmaları yasaklanıyordu. Geceleri de ayrı hücrelerde yatırılıyorlardı. Hücrede tek başına tutulan hükümlüler ise, ancak ziyaretçisiyle ve c
ezaevi görevlileriyle görüşebiliyordu. 1900'lere gelindiğinde hücre cezası, yalnızca bir disiplin önlemi olarak kullanılmaya başlandı. Günümüzde cezaevlerinin tutukluları insanca koşullarda barındırması ve dışarı çıktıklarında dürüst bir yaşam sürmek için hazırlaması amaçlanır. Ne var ki, bu amaca her zaman ulaşıldığı söylenemez. Hükümlüler, durumlarına ve cezalarına uygun olarak farklı tipteki cezaevlerine kapatılırlar. Ağır suç işlemiş kişiler çok sıkı güvenlik önlemlerinin bulunduğu cezaevlerine koyulurlar. Akli durumu cezalandırılmasına uygun olmayan ya da ceza verildikten sonra özel tedavi görmesi gereken suçlular, bir psikiyatri kliniğinde ya da özel bir hastanede yatırılır. Açık cezaevleri tutuklulara aşırı kısıtlama getirmeyen cezaevleridir. Bu tür cezaevlerinde tutuklulara, hapisten çıktıktan sonraki yaşama hazırlayıcı bir eğitim verilir. Bazı cezaevlerinde tutukluların belirli beceriler kazanacağı atölyeler, eğitim olanağı sağlayan kütüphaneler vardır. Günümüz cezaevi yönetmeliklerinde koşullu salıverme ve cezanın belli oranda indirilmesi yer alır. Koşullu salıverme, tutuklunun iyi davranışı nedeniyle cezanın bir bölümünün uygulanmaması anlamına gelir. Böylece, iyi davranış gösteren bir tutuklu, örneğin beş yıl hüküm giymişse, yalnızca üç yıl hapis yatarak çıkabilir. Tutuklu düzenli aralarla bir gözetimciye rapor vermek ve bazı koşullara uymak kaydıyla erken salıverilir. Bu koşullara uymayan tutuklu yeniden cezaevine koyulacağı gibi ek ceza da olabilir Roll dergisi (mayıs 2001 sayısında) günümüz hapishaneleri ile ilgili şunları yayınlamıştır: Ünlü Postmodernist yazar Michel Foucault'un geçmişten geleceğe hapishaneler üzerinde yapığı gözlemlerinden oluşan Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı, tüm dünyada büyük yankı bulmuş ve geniş çaplı tartışmalara yol açmıştır. Anser Anser, ördekgiller (Anatidae) familyasında tüm boz kaz ve bazen de beyaz kaz türlerini içeren kuş cinsi. Gerçek kaz ve kuğuların sınıflandırıldığı Anserinae alt familyasında yer alır. Bu cinste yer alan kazlar Kuzey Yarımküre'de yaşar. Çoğu üreme mevsimini kuzeyde, kışları da daha güneyde geçiren göçmen kuşlardır. Cins içinde yaşayan 10 ayrı tür kaz bulunur. En büyükleri 2,5-4,1 kg ağırlığında olan boz kaz, en küçükleri de 1,2-1,6 kg ağırlığında olan küçük kar kazıdır. Hepsinin ayak ve bacakları pembe ya da turuncu renklidir. Gagaları pembe, turuncu ya da siyah renklidir. Hepsinin kuruk alt ve üst tüyleri beyazdır. Bazılarının başında da beyazlıklar vardır. Boyun, gövde ve kanatlar gri ya da beyaz renklidir ve tüylerin ucunda siyahlıklar görülür. "Branta" cinsinde yer alan "kara" kazlar kara ayakları ve daha koyu gövde tüyleri ile bu cinsteki kazlardan ayırtedilebilirler. Boz kazlar: Aşağıda bulunan beyaz kazlar bazen ayrı olarak "Chen" cinsinde, ve içlerinden biri de "Philacte" cinsinde sınıflandırılabilir. Duruşma Duruşma, yargılamalarda iddia ve savunma makamlarının delillere dayanarak tartıştıkları sürece denir. Ayrıca taraflar arasında doğan uyuşmazlıklar gene mahkemelerdeki duruşmalarda karara bağlanır. Duruşmada kişiler genellikle bir avukat tarafından temsil edilir. Önemsiz sayılabilecek olaylar ve konusu küçük miktarlarda para olan uyuşmazlıklar ise avukatsız çözülebilir. Öte yandan kişilerin kendilerini savunma hakları da vardır. Duruşma bir yargıcın başkanlığında yapılır. Ayrıca tutanak kâtibi, davanın tarafları ya da onların vekilleri olan avukatlar, gerekirse tanıklar ve bilirkişiler mahkemede hazır bulunur. Ceza davalarında savcı kamu adına davacı olarak duruşmalara katılır. ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde duruşma, "hasımlık" temelinde yürütülür. Angloamerikan hukuk sistemi olarak adlandırılan bu sistem, örf ve adet hukukuna göre biçimlenmiştir. Bu sistemle yürütülen duruşmalarda taraflar (hasımlar) kanıtlarını sunar ve tanıklara sorular yöneltirler. Örf ve adet hukukuna göre biçimlenmemiş olan kara Avrupa'sı hukuk sistemi'ni benimsemiş Fransa, Türkiye ve Avrupa'nın öbür ülkelerindeki duruşmalarda "soruşturma" yöntemi uygulanır. Bu sistemde yargıç tanıkları sorgulamak ve olayı aydınlatmak için geniş yetkiye sahiptir. Ceza davaları adam öldürme, vatana ihanet, ırza tecavüz, ağır saldırı, hırsızlık, yol kesme ve kundakçılık gibi suçlamaları içeren davalardır. Hukuk davaları ise bir hakkın tanınması için açılır. Bir ceza yargılamasında suçlanan kişi, suçluluğu ispatlanıncaya değin sanık olarak adlandırılır. Sanığı savunan avukata savunma vekili denir. Sanığa suçlamada bulunan savcıya ise, çeşitli ülkelerde farklı adlar verilir. Hukuk davalarında, olayı mahkeme önüne getiren tarafa davacı, karşı tarafa davalı denir. Hem kara Avrupa'sı hukuk sisteminde, hem de Angloamerikan hukuk sisteminde davalıya ilk olarak, yöneltilen suçlamaları kabul edip etmediği sorulur. Eğer suçu kabul ederse, yargıç başkaca kanıta gerek duymaksızın davayı karara bağlar. Angloamerikan hukuk sisteminde, sanığın suçu kabul etmemesi durumunda bir jüri seçilir. Jüri üyeleri duruşmayı dikkatle izleyeceklerine ve doğruluğuna inandıkları bir karar vereceklerine yemin ederler. Jüri üyeleri kanıtları değerlendirir ve olayla ilgili karara varırılar. Yargıç ise izlenecek yönteme ilişkin jüriye yol gösterir. Jürinin kararından sonra, duruma uyan yasa hükmünü belirlemek ve cezayı saptamak yargıcın görevidir. Jürinin bulunmadığı davalarda kararı doğrudan yargıç verir. Kara Avrupa'sı hukuk sisteminde duruşma, savcının yürüttüğü hazırlık soruşturmasından sonra yapılır. Türkiye'de de uygulanan bu sistemde ancak suçüstü durumunda hazırlık soruşturması yapılmadan duruşmaya başlanır. Hukuk davalarında, tarafların ya da vekillerinin duruşmada bulunması zorunludur. Ceza davalarında, yasayla belirlenen özel durumlarda sanık bulunmadan da duruşma yapılabilir. Duruşma oturumu, olayı gündeme getiren kişi tarafından açılır. Ceza davalarında bu kişi savcı da olabilir; özel hukuk davalarında ise davacının kendisi ya da avukatıdır. Bu kişi iddiasını kanıtlarla sunmakla yükümlüdür. Buna "ispat yükümlülüğü" denir. Bu da yargıç ya da jürinin davalının mahkûm olması konusunda ikna edilmesi ya da davacı yararına olabilecek bazı gelişmelerin sağlanmasıyla gerçekleşir. Eğer taraflar kanıtlar üzerinde anlaşıyorsa, kanıtların geçerliği tartışılmaz. Bu tür kanıtlar genellikle adli tıp raporu gibi somut belgelerdir. Bu durumda davalının bu zarardan sorumlu olup olmadığının kanıtlanması gerekir. Anlaşmazlık konusu olan her şeyin kanıtlanması yasal zorunluluktur. Çoğu zaman yeminli tanıkların ifadeleri de kanıt sayılır. Tanıklar doğruyu söyleyeceklerine yemin ederler. Eğer yalan söyledikleri ortaya çıkarsa haklarında "yalan yere tanıklık" suçundan dava açılabilir. Mahkemenin işleyiş biçimine ve kanıtlara ilişkin sorular konusunda yargıç karar verir. Yargıç, kararlara uymayarak duruşma düzenini bozan kişileri, mahkeme salonundan çıkarabilir. Yargıç, duruşma düzenini bozan kişileri tutuklatma yetkisine de sahiptir. Kanıtlar ortaya koyulduktan sonra her iki tarafın avukatları olayı kendi açılarından değerlendirir. Görüşlerini yargıca, jürili yargılamalarda ise jüriye benimsetmeye ya da onları etkilemeye çalışırlar. Genellikle iddia makamının, yani savcının ilk konuşmayı yaptığı duruşmada son sözü söyleme hakkı savunmaya aittir. Son olarak yargıç bütün olayı ve kanıtları özetleyerek kararını açıklar. Angloamerikan sisteminde jüri kararını vermek üzere mahkeme salonundan çekilir. Bazı ülkelerde kararın oybirliğiyle alınması gerekir, bazılarında ise çoğunluk kararı yeterlidir. Jüri, karara vardıktan sonra duruşma salonuna döner ve kararı açıklar. Eğer jüri son kararda anlaşamazsa yeniden yargılama yapılır. Davalının suçlu bulunması durumunda yargıç cezayı belirler. Bazı yerlerde jüri cezalandırma sürecine de katılır. Kara Avrupa'sı hukuk sisteminde ise yargıç açık duruşmada gerekçeli kararını verir. Yargıç haksızlığa uğrayan kişinin zararının parayla ölçülebilir bir karşılığı olarak tazminat ödenmesini isteyebilir. Kararın bozulması için bir üst mahkemeye başvuruda bulunmaya temyiz denir. Hukuk davalarında davayı kaybeden taraf, ceza davalarında ise suçlu bulunan davalı temyize başvurur. Temyize başvurma hakkı çeşitli ülkelerde yasayla düzenlenmiştir. Türk hukuk sisteminde, ceza davalarında yalnızca suçlu bulunan tarafın değil, bazı durumlarda savcı ya da davacının da temyiz hakkı bulunmaktadır. Aynı durum hukuk davaları için de geçerlidir. Bayburtlu Zihni Bayburtlu Zihni (d. 1795 - ö. 1859), hem Divan hem de halk şiiri türündeki yapıtlarıyla tanınmış bir şairdir. Asıl adı Mehmed Emin’dir. Zihni onun takma adıdır ve Bayburt’ta doğduğu için Bayburtlu Zihni olarak anılır. Erzurum ve Trabzon medreselerinde okudu. Ardından İstanbul'a gitti ve çeşitli yerlerde kâtiplik yaptı. Divan şiiri türünde yazdığı şiirler ve kasidelerle tanındı. Daha sonra Bayburt'a döndü. 1828'de Ruslar kenti işgal edince buradan ayrıldı. İşgalden sonra yeniden Bayburt’a döndü. 1834'te hacca gitti, oradan Mısır'a uğradı. Daha sonra Erzurum'da, yeniden İstanbul’da bulundu. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde memur olarak çalıştı. Bayburt'a dönerken Trabzon yakınlarındaki Olasa (bugün Bahçeyaka) köyünde öldü. Bayburtlu Zihni şiirlerini, hem hece, hem de aruz ölçüsüyle yazdı. Aruzla yazdığı şiirler ölümünden sonra "Divan-ı Zihni" (1876) adıyla yayımlandı. Ama şair asıl ününü hece ölçüsüyle yazdığı koşma ve destanlara borçludur. 1828’de Bayburt'un Rus işgalinden gördüğü zararları dile getiren koşma biçimindeki ağıtıyla büyük ün kazandı. "Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş / Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı" dizeleriyle başlayan bu koşma sonradan bestelenmiştir. Bayburtlu Zihni başından geçen serüvenleri, şiir, yergi ve destanlar biçiminde "Sergüzeştname"’de anlatmıştır. Asfiksi Asfiksi, oksijen yetersizliğinden ileri gelen boğulmadır. Asfiksi Yunanca “nabızsızlık” kelimesinden kaynak almaktadır. Asfiksi patofizyolojik olarak hipoksi-iskemi sonucu doku seviyesinde hipoksemi ve asidoz ile sonuçlanmaktadır. Akciğerlere giden hava yollarının tıkanması, solunum kaslarının
felci ya da havada yeterli oksijen bulunmaması gibi nedenlerden kaynaklanır. Bilinç yitiminin ardından ölümle sonuçlanır. Anoksi ve hipoksi ile karışabilir. Asfiksi hem iskemi, hem de hipoksi sonucunda veya bunların birlikteliği sonucunda oluşmaktadır. Tıpta, daha çok adli tıpta kullanılır. Dubrovnik Dubrovnik ya da eski adıyla Ragusa, Hırvatistan'ın Adriyatik Denizi sahilinde bulunan, Orta Çağdan kalma tarihi eserleri ile ünlü şehri. Şehrin nüfusu 49.000'dir. Hırvatistan 'ın 1991'de Yugoslavya'dan ayrılışı sırasında çıkan iç savaşta, Sırp saldırıları nedeniyle şehirdeki tarihi eserler önemli ölçüde zarar gördü. UNESCO'nun başlattığı restorasyon çalışmaları ile de 2005 yılı itibarıyla şehir eski görünümünü büyük ölçüde kazandı. Plaj ve botanik bahçeleriyle ünlü Lokrum adası, şehri çevreleyen surlar ve Dubrovnik katedrali ile ünlüdür. Şehrin tarihi alanları 1979 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir. Dubrovnik'e Türk kaynaklarında da eski adıyla (Ragusa) rastlanmaktadır. Bu kentte kurulu şehir-devleti Ragusa Cumhuriyeti'ne I. Murat döneminde 1365 yılında ayrıcalık tanınmış, buna karşılık bu küçük devlet Osmanlı himayesine alınmış ve yıllık vergiye tâbi tutulmuştu. Napoleon Bonaparte dönemindeki savaşlar sırasında 1808 yılında şehre giren Fransız ordusu devlete de son vermiş ve şehri Fransa'ya bağlamış, 1815 yılında düzenlenen Viyana Kongresi ise şehri Avusturya yönetimine vermişti. Bu şekilde şehir üzerindeki 443 yıllık Osmanlı egemenliği de sona ermiştir. Dubrovnik'te turizmin 19.yüzyılda yapılan Opatija Grand Hotel (1890) ve Dubrovnik Hotel Imperial (1897) lüks otellerinin açılmasıyla başladığını söyleyebiliriz. CNNGo göre, Dubrovnik dünyanın en iyi 10 ortaçağ duvarlı şehirler arasındadır. Dubrovnik 1971 yılında savaştan korunmak için askerden arındırılmış bölge ilan edilmiş (demilitarize) ve 1991 yılında Yugoslavya'nın dağılmasıyla Sırp güçler tarafından kuşatılmış ve bombardıma tutularak büyük hasar almıştır. 1991 yılında meydana gelen iç savaş Yugoslavya’nın sonunu getirmiştir. Hırvatistan bu iç savaş sonucu doğmuş bir devlettir ve Dubrovnik şehri Hırvatistan’ın en gözde kentidir. Şehir küçük bir yerleşim beldesidir. 50 bin nüfusu vardır. Şehirde Akdeniz iklimi özellikleri görülmektedir. Şehir, Sırp saldırıları sonucu oldukça zarar görmüştür ama yenileme çalışmaları sayesinde eski görünümünü kazanmıştır. Şehir, plaj ve botanik bahçeleri ün yapmış Lokrum Adası, şehri çevreleyen surlar ve Dubrovnik katedrali ile bilinmektedir. Hırvatça'da şehir Dubrovnik; İtalyanca'da Ragusa; Latince'de Ragisium; Raugia (Ραυγια) veya Ragousa (Ραγουσα) anlamlarına gelmektedir. 13.yüzyılda yapılan eser Placa’nın başlangıcında yer almaktadır. Yerel ustalardan tarafından 1444 yılında yapılan yapı, ilk olarak çana vuran ve tahtandan oluşan iki figürden yapılmıştır. Çan Kulesi’nin yakınında bulunmaktadır ve Stradun Caddesi’nin sonunda yer almaktadır. Sarayın bünyesinde Barok, Gotik ve Rönesans etkileri görülmektedir. Şehirde bulunan kapılardan bir tanesidir. Kapının iç ve dış duvarları var. Şehirde bulunan kapılardan bir tanesi de Ploce Kapısıdır. Aziz Blaise, 1715 yılında eski bir kilise alanının üzerine yapılmıştır. Günümüze kadar orijinal yapısıyla gelebilen nadir yapılardandır. Şehrin en önemli müzelerinden bir tanesidir. Meclis-i Mebusan 7. dönem mebusları listesi 1920 Osmanlı Meclis-i Mebusanı ya da VI. Meclis-i Mebusan, 12 Ocak - 18 Mart 1920 tarihleri arasında görev yapan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'dır. 16 Mart 1920'de İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesi nedeniyle 18 Mart'ta çalışmalarını sonlandırdı. Bu meclisteki mebusların büyük bölümü 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da açılan Büyük Millet Meclisi'ne katıldı. Aralık 1919 seçimlerine Rumların ve Ermenilerin çoğunluğu çıkacak sonucu gayrimeşru ilan ettirmek amacıyla girmemişlerdi. Bu arada, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa Aralık 1919’da Ankara'ya geldikten kısa bir süre sonra Meclisin çalışmalarıyla ilgili son hazırlıklarını bitirdi. Alınan karara göre; Meclisi Mebusan'daki tüm çalışmaları yürütecek bir Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti oluşturulacak, Meclis başkanlığına Mustafa Kemal Paşa seçilecek, Sivas Kongresi kararları onaylanacak ve Misak-ı Millî için mecliste yemin edilecekti. İstanbul'a giden milletvekillerine bunlarla ilgili gerekli açıklamalar yapıldı. 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda Mustafa Kemal Paşa Meclis Başkanlığına seçilmedi. Hatta Müdafaa-i Hukuk Grubu yerine de Felah-ı Vatan Grubu kuruldu. Millî Mücadele için tehlike yaratacak bu duruma oldukça kızan Mustafa Kemal Paşa, yazdığı Nutuk adlı eserde, Ankara toplantılarında söz verip yerine getirmeyen mebuslar için; "Sözlerinde durmayan bu efendiler imansızdırlar. Korkaktırlar, cahildirler." dedi. Sivas Kongresi kararlarının görüşülmesi sırasında Mustafa Kemal Paşa'ya bağlı genç mebusların baskısıyla Kongre kararları onaylandı. 17 Şubat 1920'de oybirliği ile altı maddelik Misak-ı Millî’yi kabul etti. Bu maddelerin önemlisi şüphesiz "Hatt-ı Mütareke dahil ve haricindeki Türklerle meskun toprakları bölünmez bir bütün olarak kabul eden I. maddedir. İtilaf Devletleri Misak-ı Milli'nin kabul edilmesinden sonra, Sevr Antlaşması'nı Osmanlı hükümetine kabul ettirmek amacıyla 16 Mart 1920'de İstanbul’u resmen işgal ettiler. Meclis buna rağmen 18 Mart'ta son bir kez daha toplandı. Bu son oturumda da çalışmalara ara verildi. Meclis İtilaf Devletleri tarafından basılınca, padişah tarafından 11 Nisan'da dağıtıldı. Mustafa Vasıf Karakol Kara Vasıf, Vasıf Karakol (1872 - 9 Aralık 1931, İstanbul), Türk asker ve siyaset adamı. İttihat ve Terakki içinde faal bir çizgi izlemiş, İstanbul'un işgali üzerine ilk gizli direniş örgütü olan Karakol Cemiyeti'ni kurmuş, Son Osmanlı Meclisi Mebusanı (1920) ve TBMM 1. Dönem'de milletvekilliği yapmıştır. Türkiye'nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na girmiş, İzmir suikastı sanığı olarak yargılanıp aklanmıştır. 1872'de Yemen'de doğdu. 1903'te kurmay yüzbaşı olarak Harbiye'yi bitirdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. 31 Mart Olayı (1909) sırasında Hareket Ordusu'nun kurmay karargahında bulundu. Daha sonra askerlikten ayrıldı. I. Dünya Savaşı'nın yenilgiyle sonuçlanmasından sonra, İttihat ve Terakki yönetiminin emri üzerine, Baha Sait Bey'le birlikte İstanbul'daki ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyeti'ni kurdu. Karakol Cemiyeti'nin "ittihatçı" yapısı Mustafa Kemal'i kaygılandırıyordu. Bu Cemiyet sonunda Heyet-i Temsiliye kararıyla kapatıldı. Kara Vasıf, faaliyetleri nedeniyle İngilizlerin hakkında idam kararı çıkardığı ilk 6 kişi arasında yer aldı. Mustafa Kemal'le iletişime geçerek, Erzurum Kongresi Gaziantep Delegeliği, 4 Eylül-11 Eylül 1919'da toplanan Sivas Kongresi'ne katıldı ve Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirildi. Sivas Kongresi sırasında manda fikrini savunanlar arasındaydı. 12 Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusanı'na katıldı ve İstanbul'un 16 Mart 1920'de işgalinden sonra Malta sürgünleri arasında yer aldı. Bir buçuk yıllık sürgün hayatının ardından Mustafa Kemal Ankara'da rehin tuttuğu İngilizlere karşılık Rauf Bey, Vasıf ve birkaç Malta sürgününün serbest bırakılmasını istedi ve böylece Ekim 1921'de serbest bırakıldı. 23 Kasım 1921'de Sivas Mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girdi. Mecliste 2. Grup içinde yer aldı. Mustafa Kemal'e yönelttiği eleştirilerle dikkati çekti. 1923'te yenilenen TBMM'nin 2. Dönem'ine aday olmadı. 1925'te muhalefetin siyasal örgütü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girdi ve genel sekreterliğe getirildi. 1926'da Mustafa Kemal'e düzenlenmesi planlanan İzmir Suikastı olayıyla ilgili olarak, birçok eski ittihatçı ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticisiyle birlikte tutuklandı. İstiklal Mahkemesindeki yargılama sonunda aklandı. Terekkapiver Fırka'nın kapatılmasından sonra siyaset yaşamından çekilen Kara Vasıf, ömrünün geri kalanında ticaretle uğraştı. Afyonkarahisar'ın ünlü maden suları ve Madra zeytinyağı, Kara Vasıf'ın kurduğu işletmelerdir. Maden sularını Kızılay'a bağışladı. Zeytinyağı fabrikası ise ortağı Sezai Ömer Madra tarafından alındı. Bir kaza sonucu Kızıltoprak tren istasyonunda bir trenin altında kalarak 9 Aralık 1931 günü hayatını kaybetti. Ölümünden 3 yıl sonra çıkan Soyadı Kanunu üzerine eşi Mediha Hanım, Karakol soyadını almıştır. Kılbasan, Karaman Kılbasan, Karaman'a 17 km uzaklıktaki bir köydür. İl Mahalli İdareler Müdürlüğünden yapılan açıklamada, "6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici 1. maddenin 1. fıkrası gereğince İlimiz Merkez İlçeye bağlı Kılbasan Belediyesi 30 Mart 2014 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Seçimleri ile köye dönüşmüştür. Adını tulum peynirlerinin yapımında kullanılan keçi derilerinden almıştır. Karadağ'ın yamacında bulunmaktadır. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Kasabada ayrıca meyvecilik de çok gelişmiştir. Biyodizel Biyodizel, organik yağların baz ve alkolle karıştırılarak dizel yakıta çevirilmesi sonucu elde edilen ürün. Kolza (kanola), ayçiçek, soya, aspir gibi yağlı tohum bitkilerinden elde edilen yağların veya hayvansal yağların bir katalizör eşliğinde kısa zincirli bir alkol ile (metanol veya etanol ) reaksiyonu sonucunda açığa çıkan ve yakıt olarak kullanılan bir üründür. Evsel kızartma yağları ve hayvansal yağlar da biyodizel hammaddesi olarak kullanılabilir. Hatta donmuş yağ ve balık yağı gibi hayvansal yağlar da biyodizel yakıt yapımında kullanılabilir. Biyodizel gliserinin yağ veya bitkisel yağdan ayrıldığı transesterleşme adı verilen bir kimyasal süreçle elde edilir. Bu işlem sonucunda geriye iki ürün kalır metil esterler (biyodizelin kimyasal adı) ve gliserin (genellikle sabun ve diğer ürünlerde kullanılmak üzere satılan değerli bir yan ürün). İlk olarak 1900 lü yıllarda Rudolf Diesel yer fıstığı yağıyla dizel motoru Dünya Fuarında çalıştırmış bö
ylece sebze yağlarının yakıt olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Ancak petrolün daha revaçta olması sebeyile ilgi görmemiştir.Ancak 1970lere gelindiğinde petrol sıkıntısı nedeniyle alternatif enerji kaynakları aranmıştır.Biyodizel ismi ilkolarak 1992 yılında Amerika Ulusal SoyDiesel Geliştirme Kuruluşu tarafından kullanılmıştır. Biyodizel, araçlarda, ısınmada, havacılık sanayinde kullanılan bir üründür. Britanya'lı iş adamı Richard Branson Virgin Voyager isimli treni üretti ve bu dünya'nın ilk biyodizel ile çalışan treni oldu. Havacılık sahasındaki ilk biyoyakıtlı uçuş ise 23 Şubat 2008 tarihinde Boeing - Virgin Atlantic Havayolu - General Electric işbirliği tarafından gerçekleştirilmiştir. 4 motorlu Boeing 747-400′ün tek motoruna %20 oranında hindistan cevizi ve babassu bitkisinden elde edilmiş biyoyakıt eklenmiştir. Uçuş başarılı olmuştur. Almanya,İtalya,Avustralya başta olmak üzere tüm Avrupa ve Amerika'da biyodizel üretim ve tüketimi hızla çoğalmaktadır.2005'de Almanya 2 milyon tona ulaşmıştır.Kyoto protokolüne göre %2 2010'da %10 biyodizel kullanılması mecburi olmuştur.Birçok ülkede biyodizel yasal olarak vergiden muaftır. Biyodizel üretiminde kullanılan en favori ürün soya fasulyesidir.Elde edilen bitkisel veya biyolojik yağlar metanol ile karıştırılıp sodyum hidroksitle tepkime hızlandırılır ve sonuç olarak ester ve gliserin oluşur.Ester yakıt olurken yan ürün gliserin ise diğer sektörlerde kullanılır. Biyodizel üretiminde fotosentetik mikroalgler artık söz sahibi olmaya başlamıştır. Bitkisel kaynaklı üretilen biyodizel miktarına oranla üretimi daha fazla olmakta ve fabrikasyon otonomisi sağlanabilmektedir. Biyodizel, dizel ile karışım oranları bazında aşağıdaki gibi adlandırılmaktadır: Biyodizel için EN 14214 Avrupa Birliği Standardı ile ASTM D 6751 Amerikan Standardı yürürlüktedir. Türkiye'de EN 14214 Standardı temel alınarak TSE Standardı hazırlanmaktadır. Biyodizel orta uzunlukta C16-C18 yağ asidi zincirlerini içeren metil veya etil ester tipi bir yakıttır.Biyodizel verim olarak mazota yakın ve motor performansı olarak eşdeğerdir. Zehirli atıklar içermez,şeker gibi doğada hızlı çözünür ve nitrojen tutma özelliği sayesinde fertilize ihtiyacını azaltır. Ozon tabakasına olan olumsuz etkiler diğer yakıta göre %50 azdır. Biyodizeli oluşturan C16-C18 metil esterleri doğada kolayca ve hızla parçalanarak bozunur, 10,000 mg/l'ye kadar herhangi bir olumsuz mikrobiyolojik etki göstermezler. Suya bırakıldığında biyodizelin 28 günde %95'i, motorinin ise %40'ı bozunabilmektedir. Biyodizelin doğada bozunabilme özelliği dekstroza (şeker) benzemektedir. Biyodizelin olumsuz bir toksik etkisi bulunmamaktadır. Biyodizel için ağızdan alınmada öldürücü doz 17.4 g biyodizel/kg vücut ağırlığı şeklindedir. Sofra tuzu için bu değer 1.75 g tuz/kg vücut ağırlığı olup, tuz biyodizelden 10 kat daha yüksek öldürücü etkiye sahiptir. İnsanlar üzerinde yapılan elle temas testleri biyodizelin ciltte %4'lük sabun çözeltisinden daha az toksik etkisi olduğunu göstermiştir. Biyodizelin toksik olmamasına karşın, biyodizel ve biyodizel-dizel karışımlarının kullanımında; dizel için zorunlu olan standart koşulların (göz koruyucular, havalandırma sistemi vb.) kullanılması önerilmektedir. Motorin için gerekli depolama yöntem ve kuralları biyodizel için de geçerlidir. Biyodizel temiz, kuru, karanlık bir ortamda depolanmalı, aşırı sıcaktan kaçınılmalıdır. Depo tankı malzemesi olarak yumuşak çelik, paslanmaz çelik, florlanmış polietilen ve florlanmış polipropilen seçilebilir. Depoloma, taşıma ve motor malzemelerinde bazı elastomerlerin, doğal ve butil kauçukların kullanımı sakıncalıdır; çünkü biyodizel bu malzemeleri parçalamaktadır. Bu gibi durumlarda biyodizelle uyumlu Viton B tipi elastomerik malzemelerin kullanımı önerilmektedir. Biyodizel ve biyodizel-dizel karışımları, dizelden daha yüksek akma ve bulanma noktasına sahiptir; bu durum yakıtların soğukta kullanımında sorun çıkarır. Akma ve bulanma noktaları uygun katkı maddeleri (anti-jel maddeleri) kullanımı ile düşürülebilmektedir. Biyodizel-dizel karışımları 4 °C üzerinde harmanlama ile hazırlanmalıdır. Soğukta harmanlamada biyodizelin dizel üzerine eklenmesi, sıcakta harmanlama da ise karışımda daha fazla olan kısmın az kısım üzerine eklenmesi önerilmektedir. Eğer harmanda soğumaya bağlı olarak kristal yapılar oluşursa, harmanın tekrar normal görünümünü kazanması için bulutlanma noktası üzerine ısıtılması ve karıştırılması gerekmektedir. Biyodizel ısıl değeri motorinin ısıl değerine oldukça yakın değerde olup, biyodizelin setan sayısı motorinin setan sayısından r daha yüksektir. Biyodizel kullanımı ile motorine yakın özgül yakıt tüketimi, güç ve moment değerleri elde edilirken, motor daha az vuruntulu çalışmaktadır. Biyodizel motoru güç azaltıcı birikintilerden temizleme ve motorinden çok daha iyi yağlayıcılık özelliklerine sahiptir. Aşağıdaki tabloda B100 ve B20 emisyonlarının (Life Cycle Emissions) motorin emisyonları ile karşılaştırılması verilmektedir. Biyodizel ve dizel- biyodizel karışımı kullanımı ile CO, PM, HF, SO x , ve CH 4 emisyonlarında azalma, NO x , HCl ve HC emisyonlarında ise artma görülmektedir. Biyodizel biyolojik karbon döngüsü içinde fotosentez ile karbondioksiti dönüştürür, karbon döngüsünü hızlandırır, ayrıca sera etkisini arttırıcı yönde etkisi yoktur. HCl ve HF emisyonları motorin ve biyodizel için oldukça düşük seviyede ve kömür emisyonlarından çok daha düşük değerde olup, çevre için asit tehlikesi oluşturmazlar. Biyodizelin HC emisyonu, motorininkinden yüksektir. Bu değer biyodizel üretim süreç aşamalarından (yağlı tohumun ziraati ve işlenmesi) kaynaklanmaktadır. Ancak biyodizel, motorinden daha düşük HC egzoz gazı emisyonu vermektedir. Egzoz gazı emisyonu yönünden incelendiğinde CO, HC, SO x , PM emisyonlarının motorinden daha az, NO x emisyonlarının ise fazla olduğu görülmektedir. NO x emisyonu katalitik konvertör kullanımı ile azaltılabilir. Amerika’da, Çevre Koruma Ajansı (EPA) Temiz Hava Kanunları (Clean Air Act) tarafından, çevre ve insan sağlığına diğer yakıtlara kıyasla daha az zarar verdiği kabul edilmiştir. Biyomotorin geleneksel ve motoru üzerinde herhangi bir değişime gidilmemiş diesell motorlarda kullanılabilecek bilinen tek alternatif yakıttır. Biyomotorin, motorine benzer koşullarda taşınabilir, kullanılabilir ve depolanabilir. Biyomotorin doğrudan (% 100) veya motorin ile karışımları halinde kullanılabilir. En yaygın kullanılan karışım oranı ( % 20 biyomotorin ve % 80 motorin) şeklindedir. Biyomotorin kullanımı ile, motorine kıyasla; CO2 emisyonunda %80, yanmamış hidrokarbon emisyonunda %90, aromatik hidrokarbon emisyonunda ise %75-90 oranlarında azalma saptanmıştır. Biyomotorin kükürt içermediğinden kükürtdioksit emisyonu oluşturmaz. Bu çok önemli bir avantajdır. Bu emisyon özellikleri ile kanser yapıcı etkenler azalmakta ve kanser riski % 90’a varan oranlarda düşmektedir. Biyomotorin ağırlıkça % 11 oksijen içerir. Biyomotorin, motorine göre daha iyi bir yağlayıcı olduğundan motor ömrünü uzatır. Biyomotorinin biyolojik olarak kolay ve hızlı parçalanabilir Yerli üretim bitkisel yağlardan (ayçiçek yağı, soya yağı, kolza yağı ) kolaylıkla elde edilebilir. Ayrıca kullanılmış ve çevre için zararlı olan kızartma atık yağlarından da biyomotorin üretilebilmektedir. Biyomotorin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 10 milyon mil’lik kullanımda ve 20 yıldır Avrupa ülkelerinde olan kullanım ile başarısını ispatlanmış en önemli diesel motor yakıtı alternatifidir. Biyomotorin kullanımı ile ham petrole olan bağımlılık ortadan kalkmakta ve ülkelerin dış kaynakların kullanımı zorunluluğu azalarak ekonomileri rahatlamaktadır. Biyomotorin kullanımı ile yeni istihdam olanakları yaratılmakta ve ülke ekonomisine küçümsenmeyecek katkılar gerçekleşmektedir. Biyomotorin, Amerikan Çevre Koruma Ajansı (EPA) Temiz Hava Kanunu Bölüm 211 (b) programı çerçevesinde zararlı emisyonlar ve potansiyel sağlık etkileri açısından tam olarak değerlendirilen ve olumlu görüşlerin ortaya çıktığı tek alternatif enerji kaynağı olarak saptanmıştır. Biyomotorin için yapılmış değerlendirme sonuçlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: ØToplam kirli hava kütlesi oluşturma potansiyeli motorinden % 50 daha azdır. ØSO2 emisyonu ve bu emisyona bağlı olarak oluşan asit yağmuru gerçekleşmemektedir. ØCO egzoz emisyonu motorinine göre % 50 daha az oranda tespit edilmiştir. ØParçacık emisyonu solumanın insan sağlığı açısından zararı bilinmektedir. Biyomotorin, motorinine göre % 30 daha az oranda parçacık emisyonu ortaya çıkarmaktadır. ØAzot oksit emisyonu, motor tipine bağlı olarak artmakta veya azalmaktadır. Yapılan testlerde azot oksit emisyonunun % 13 oranında arttığı görülmüştür. Ancak, biyomotorinde kükürt olmamasından ötürü, motorin için kullanılamayan bazı egzoz emisyonu azaltma teknolojileri biyomotorine rahatlıkla uygulanmakta ve azot oksit emisyonlarının kontrol edilmesi mümkün olmaktadır. Biyomotorin, motorin kullanımından kaynaklanan ve insan sağlığını tehdit eden birçok çevresel faktörü ortadan kaldırmaktadır. Biyomotorin emisyonlarında, potansiyel kanser nedeni olan polisiklik aromatik hidrokarbon ve türevlerinden (PAH) kaynaklanan emisyonlarda % 80-90 oranlarda azalmalar belirlenmiştir. Bu azalma değeri dikkate alınması gereken bir orandır ve biyomotorinin çevre dostu özelliğini pekiştirmektedir. Anaokulu Anaokulu, 36-72 aylık çocukları, hayata ve ilkokula hazırlamak için, yarım gün veya tam gün eğitim veren eğitim kurumu. Resmi ya da özel olarak kurulabilirler. Ana sınıfı ile anaokulunu birbirine karıştırmamak gerekir. Bu bağlamda anaokulu; tamamen 36-72 aylık çocukların eğitimine göre tasarlanmış ve yapılmış kurumlardır. Bu kurumlarda her şey çocuklara göre düzenlenir. Öğretmenler bu alanda eğitim almış kişilerden ya da geçerli yerlerden sertifika almış eğitimcilerden seçilir. Tam gün ya da yarım gün eğitim verilebilir. Ana sınıfları ise ilkokul bünyesinde açılır ve 48-72 aylık çocuklara yarım gün eğitim verilir. Binanın yapılmasında okul öncesi çocu
klarından çok, ilkokul öğrencileri baz alınır. Dünyanın ilk anaokulu programını, 1837 yılında Alman eğitimci Friedrich Froebel başlatmıştır. 1900’lü yılların başlarında da İtalyan eğitimci Maria Montessori okul öncesi eğitim programını bir adım daha öteye taşımıştır. Öyle ki günümüzde birçok ülkede hala uygulanmaktadır. Genelde her ülke kendi tasarladığı okul öncesi eğitim programını kullanır. Bazı programlar özgünlükleri ve yaratıcılıkları ile diğerlerinden ayrılır ve birden çok ülkede kullanılabilir. Okul öncesi eğitim programlarından başlıcaları; Reggio Emilia eğitim yaklaşımı, Montessori eğitimi, High Scope, Waldorf eğitim'dir. Ülkemizde 2012 okul öncesi eğitim programı uygulanmaktadır. Anaokulu programları çocukların genel olarak; bilişsel, motor, özbakım, sosyal, dil alanlarını geliştirmek üzere hazırlanır. Birçok programda çocuklara kazandırılmak istenen; kazanım ve göstergeler, kavramlar, kelimeler önceden planlanır. Bu planlamalar günlük, aylık ve yıllık olarak yapılabilir. Küçük çocuklar için okullar ilk kez 18. yüzyılda Fransa’da, 19. yüzyılın başlarında da İngiltere ve İtalya'da açıldı. Ancak bu okullar, okul çağındaki çocukların eğitildiği öbür okullardan pek farklı değildi. Bu okullarda dinsel eğitime, alfabenin ve gündelik ev işlerinin öğretilmesine ağırlık veriliyor, oyuna çok az zaman ayrılıyordu. İngiltere'de küçük çocuklar için okullar açma düşüncesini ilk kez, bir sosyal reformcu olan Robert Owen hayata geçirdi. 1816'da İskoçya'nın New Lanark kentinde açtığı okulda, çocuklara ilginç etkinliklerde bulunabilecekleri, sağlıklı bir ortam sağlamayı amaçlamıştı. Alman eğitimci Friedrich Froebel 1841'de, “çocuk bahçesi” anlamına gelen ilk kindergarten'i kurdu. Froebel, bu okulun çocukların oyun aracılığıyla kendilerini geliştirebilecekleri ve dış dünyayı öğrenebilecekleri bir yer olacağını düşünmüştü. Okulöncesi eğitimin önemi üzerinde duran ünlü adlardan biri de, 1907'de İtalya'da ilk çocuk evini açan doktor Maria Montessori'dir. Montessori, çocukları öğretim adına sıkı disiplin kuralları içine hapsetmek yerine, neyi ne zaman öğreneceklerini çocukların kendi kararına bırakmanın daha doğru olduğunu savundu. ABD'de anaokulları ilk kez yükseköğretim kurumları ve araştırma merkezleri tarafından çocuk gelişimi konusunda araştırmalar yapmak amacıyla kuruldu. 1930'daki ekonomik bunalım sırasında ise federal hükümetler işsiz öğretmenlere iş olanağı yaratmak üzere yeni anaokulları açtılar. Günümüzde pek çok ülkede yoksul ailelerin çocukları ya da zihinsel ve bedensel özürlü çocuklar için devlet desteğiyle açılmış anaokulları vardır. Normal okulöncesi eğitim için kurulmuş anaokulları da pek çok ülkede yaygındır. Ama okulöncesi eğitim değişik ülkelerde farklı biçimlerde uygulanır. İsveç’te 3 ay – 5 yaş arası çocuklar kreşe alınır. Türkiye’de 0-3 yaş arası çocuklar kreşlere, 3-6 yaş arasındaki çocuklar anaokuluna kabul edilir. ABD’de çocuk yuvalarına 2-5 yaş arası çocuklar gider. ABD'de beş yaşındaki çocukların yüzde 60'ı, dört yaşındakilerin ise yüzde 40'ı anaokuluna gitmektedir. Çocuk oyunları Çocuk oyunları, genellikle çocukların oynadığı ancak bazen yetişkinlerin de eşlik ettiği veya kendi aralarında oynadığı oyunlardır. Bazı oyunlar için açık alan gerekirken, diğerleri bina içerisinde oynanabilir. Tek kişilik çocuk oyunları olduğu gibi onlarca kişi ile oynanan oyunlar da mevcuttur. Bazı çocuk oyunları evrenseldir ve aşağı yukarı aynı kurallarla birçok ülkede oynanır. Pek çok oyun yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşmıştır. Günümüzdeki seksek, körebe, ip çekme gibi oyunların Eski Roma döneminde de çocukların sevdiği oyunlar olduğu bilinmektedir. Bazı çocuk oyunları yüzlerce yıldır aynı kalmışken diğerleri zaman içerisinde evrim geçirmiş, farklı kurallarla oynanmaya başlamıştır. Çocuk oyunları, "açık hava oyunları" ve "ev oyunları" şeklinde başlıca iki grupta toplanabilir. Kağıt-kalemle oynanan oyunlar, sportif oyunlar, müzikal oyunlar gibi pek çok oyun grubu vardır. Birdirbir, oyunculardan bir kısmının eğildiği, diğerlerinin eğilenlerin üzerinden atladığı bir oyundur. Eğilen oyuncular genellikle ellerini dizlerine koyarak (rükû pozisyonunda) beklerler. Atlayıcılar, arkadan öne (kalçadan başa doğru) veya sırtın bir yanından diğer yanına olacak şekilde yanlamasına atlarlar. Özellikle daha büyük yaştaki gençlerin oynadığı versiyonlarda, eğilen oyuncular arka arkaya dizilerek daha uzun veya ellerini enselerine koyarak ve neredeyse ayakta dikilerek daha yüksek engeller oluşturabilirler. Birdirbir oynarken yaralanmaların önüne geçmek için mümkünse çimlik bir alan seçilmeli, oyun alanındaki taşlar temizlenmelidir. Kapalı mekanlarda oynarken düşüşü yumuşatacak minderler kullanılmalıdır. Eğilen oyuncular kafalarını iyice içeri çekerek muhafaza etmeli, atlayan oyuncular eğilenlerin kafasına tekme atmamak için azamî özen göstermelidir. Oyun alanı müsaitse ayakkabısız oynanabilir. Bazı yörelerde oyun esnasında atlarken aşağıdakine benzer tekerlemeler söylenir: Oyun genellikle 5-6 kişiyle oynanır ancak oyuncu sayısının yetersiz olması durumunda daha az kişiyle de oynanabilir. Oyun için uzunca, esnek bir ip gerekir. İpin iki ucu birbirine düğüm atılarak bağlanır ve ipten geniş bir halka elde edilmiş olur. Üç kişi ipten halkanın iç kısmına girerek ipi bacakları ile gerer. Üçgenin her köşesinde bir kişi bulunur. 1. olan kişi ipin üstüne düz olarak atlar. 2. ve 3. kişi aynını yapar ve 1. kişi ipe bastıktan sonra yana döner 2 ve 3. kişi de yapar ve herkes kenarlarda kendi kenarına gelene kadar döner ve 1. kişi kendi kenarına gelince atlayarak arkasına döner herkes bunu yapar ve bir daha dönüldükten sonra 1. kişi 3 kez düz sonra da çapraz olarak geriye atlar ya da çapraz atlama yapmazsa 6 defa geriye atlar diğerleri de bunu yapar. 6 defa atladıktan sonra ipin içine girilir ve dışarı çıkılır. 2. bölümde ip diz kapağının arkasına konulur. Burada çatapat olduğu için zıplama yapılmaz bir ayak ipe basılır ve sonra öbür ayak yanına koyulur. 3. bölüme leylek adı verilir. Bu bölümde ipten dönerken atlama hareketi yapılmaz ipin ortasına oturulur ve sağ ayak sol tarafa sol ayak sağ tarafa atılır ve arkaya dönülür. 4. bölümde ip koltuk altına 3. bölümde bel hizasına 5. bölümde ise boyun hizasında tutulur. 5. bölümden sonra tekrar birlerden başlanır ama bu sefer ters atlanır yani Ters-birler yapılır. Seksek, tek başına ya da grup hâlinde oynanabilecek bir denge ve yetenek oyunudur. Oyun için yaklaşık bir A4 büyüklüğünde düz bir taş ve yere çizgi çizmek için tebeşir gerekir. Oyuncular seksek şemasını sert bir yüzeye (asfalt, kaldırım taşı vs.) çizdikten sonra 1' den 8e kadar sırasıyla sayıları. Yazarlar sonra taşlarını kutucukların içine atmaya çalışırlar. Eğer taş bir çizginin üzerinde durursa veya hedeflenen kutunun dışına çıkarsa sıra diğer oyuncuya geçer. Taş kutucuğun içine girdiği zaman o kutuya kadar tek ayak üzerinde sekilerek bölümler geçilir. Sekerek ilerleyen oyuncu çizgilere basarsa sıra yine diğer oyuncuya geçer. Oyunun daha zor varyantlarında seken oyuncu taşı yerdeki ayağıyla iterek sıradaki kutucuğa sokmaya çalışır. İp atlama, tek başına ya da grupça oynanabilecek bir oyundur. Oyun için gereken tek araç uzunca ve ağır bir iptir. Grupla ip atlama oyunlarında iki kişi karşı karşıya geçerek ipin her bir ucundan tutarlar ve aynı yöne doğru, büyükçe bir çember oluşturacak şekilde çevirirler. Diğer oyuncular ise, teker teker veya ikişer ikişer orta kısıma (çevirenlerin arasına) geçerek, ip ayaklarına yaklaştıkça üzerinden atlarlar. İpe takılan oyuncular "yanarlar" ve ipi çeviren oyuncularla yer değiştirirler. İki iple ip atlama oyununda aynı uzunlukta iki ip kullanılır veya uzunca bir ip ikiye katlanarak iki ip gibi kullanılır. İp çeviricilerin her biri iki ipin ucunu da tutar ve birbirinin aksi istikametlerde aynı anda çevirir. Örneğin sağ eli saat yönünde çeviriyorlarsa, sol eli saat yönünün tersine çevirirler. Böylece oyun alanında iki ip yaklaşık yarım tur farklı olarak döner. Bu durum zıplamalar arasındaki bekleme süresini yarıya indirir ve oyunu zorlaştırır. Hulahup, genellikle plastikten yapılan ve vücudun çeşitli yerleriyle (genellikle bel etrafında) çevrilen halka şeklinde bir oyuncaktır. Kökeni tam olarak bilinmese bile dünyanın çeşitli bölgelerinde antik çağlardan beri oynanır. Özellikle 1950'lerde ve 1980'lerde moda olmuştur. Çivi oyunu, herkesin eve kapandığı, bu nedenle kalabalık oyunlar için yeterince oyuncu bulunamayan kış günlerinin favorilerinden olan bir yetenek oyunudur. İki kişi arasında ıslak ancak donmamış ve çamura dönüşmemiş yumuşak bir zeminde 2 büyük çivi ile oynanır. Oyunun amacı rakibinin çivisini, etrafını çembere alarak hapsetmektir. Oyuna kimin başlayacağını (sıralamayı) tespit etmek için çivi ile yere orta uzunlukta bir çizgi çizilir. Her iki oyuncu da çivisini bıçak gibi yere atarak çizgiye en yakın konumda yere saplamaya çalışır. Çizgiye en yakın saplayan kişi oyuna önce başlar. Sıralama oyununu kaybeden kişi çivisini dik şekilde yere eliyle (atmadan) saplar ve bırakır. Diğer oyuncu çivisini yere "atarak" yerdeki çiviye yakın bir yere saplar. Daha sonra çivisini sökerek tekrar atar ve iki nokta arasını dik bir çizgiyle birleştirir. Bu şekilde tekrar tekrar yere atarak (saplayarak) rakibin çivisi etrafında dar, spiral labirentler oluşturmaya çalışır. Çivi yere saplanmadığı ya da çizgiler kesiştiği zaman sıra diğer oyuncuya geçer. Çizgilerin kesişeceği anlaşıldığında oyun alanına zarar vermemek için hatalı çizgi (son çizgi) yere çizilmez. Sıra kendisine geçen oyuncu hapsedildiği konumdan kurtulmaya çalışır. Dar labirentlerden çizgilerini birleştirerek çıkmayı başardığında rakip oyuncunun son deliği etrafında yeni bir labirent örmeye çalışır. Oyun bu şekilde taraflardan biri kımıldayamaz hale gelene (pes edene) kadar devam eder. Çivi oyununun passız, temiz bir çivi ile oynanması gerekir. Yaralanma riskine karşı küçük çocuklar tarafından oynanmaması ve çivi yere atılırken elden kaçmaması için çok dikkatli olunması gerekir. Sırası geçen oyuncu ve izleyiciler, çivi a
tan oyuncudan uzakta durmalıdır. Topaç oyunu tek başına oynanılabileceği gibi birkaç oyuncu arasında yarışma şeklinde de oynanabilir. Oyuncu adedi kadar topaç ile genişçe, sert ve düz bir yüzey gerekir. Oyuncular aynı anda topaçlarını döndürürler. Topacı en uzun süre dönen oyuncu kazanır. Oyuncular önceden topaçların çarpışması durumunda ne olacağını kararlaştırmalıdırlar. Genellikle ayakta kalan topaç yarışmaya devam eder. Misket oyunlarında cam veya mermerden yapılmış misketler kullanılır. En az iki kişi ile oynanan bu tür oyunlarda kişi sayısında herhangi bir üst sınır yoktur. Oyunların amacı genellikle eldeki bir misketle diğer misketleri vurmaktır. Türleri: Dizmecede amaç yan yana (bir çizgi oluşturacak şekilde) dizilmiş misketleri vurmaktır. Genellikle seçilen baştaki misketi (başı) vuran oyuncu tüm misketleri kazanır. Kuyu türü oyunlarda yere küçük bir kuyu kazılır. Oyunun amacı genellikle bu kuyunun içindeki misketleri eldeki misketle vurarak kuyudan çıkartmaktır. Saklambaç en az iki kişiyle oynanır ancak kalabalık bir grupla oynandığında daha zevklidir. Öncelikle bir ebe belirlenir. Ebe duvara yasladığı ön kolu üzerine yüzünü ve gözünü kapatarak önceden belirlenen bir rakama kadar yüksek sesle sayar. Bu sırada diğer oyuncular saklanırlar. Ebe saymayı bitirince "Önüm, arkam, sağım, solum sobe; saklanmayan ebe!" diye bağırır ve diğer oyuncuları bulmaya çalışır. Diğer oyuncular ise ebenin korunaksız bıraktığı ebe duvarına "Sobe!" diye bağırarak dokunmaya çalışırlar. Dokunabilen kişiler sıradaki elde ebe olmaz. Ebe birini bulduğunda (gördüğünde) o kişinin adını yüksek sesle söyler ve o kişi ebelenmiş olur. Eğer ebe bir kişi görüp de onun adını yanlış telaffuz ederse diğer oyuncular saklandığı yerden çıkar ve "Çanak çömlek patladı!" diye bağırırlar. El iptal edilir ve ebe olan kişi yeniden ebe olur. Köşe kapmaca genellikle sokakta oynanır. Avlu gibi duvarları (dolayısıyla köşeleri) olan alanlar idealdir. Köşelerin yetersiz olduğu durumlarda bina girişleri, iki ağaç ya da pencere arası gibi yerler de köşe kabul edilebilir. Oyun genellikle az sayıda kişiyle oynanır. Ebe alanın ortasında durur ve her oyuncu bir köşeye geçer. Oyuncular ebeye yakalanmadan, birbirleriyle köşeleri sürekli değiştirmeye çalışırlar. Bu değiştirme sırasında ebeye yakalanan oyuncu köşesini kaybeder ve kendisi ebe olur. Oyuncular, sözde yer değiştiriyormuş gibi hareket edip ebeyi yanıltabilir. Herhangi bir oyuncu sürekli bir köşede bekleyemez. "Yağ satarım bal satarım" oyununda önce bir ebe belirlenir. Oyuncular yüzleri birbirine dönük, daire oluşturacak biçimde yere otururlar. Ebe bir mendilin ucunu düğümleyerek eline alır. Bunu arkasında saklayarak oturan grubun çevresinde -genellikle sekerek- dolaşmaya başlar. Bu sırada da oyuna adını veren şarkıyı söyler: Oturanların etrafında (çemberin dışında) dolaşırken, mendili gizlice oyunculardan birinin arkasına (yere) bırakır. Arkasına mendil bırakılan oyuncu, bunun farkına vardığı anda mendili alarak ebeyi kovalamaya başlar. Ebe, yakalanmadan kalkan oyuncunun yerine oturursa, mendil kendisinde kalan oyuncu yeni ebe olur; yakalanırsa ebelik yapmaya devam eder. "Körebe" oyunu en az birkaç oyuncuyla oynanır. Oyuncu sayısı arttıkça oyun zorlaşır ve daha zevkli hâle gelir. Önce ebe belirlenir ve ebenin gözleri bir bezle bağlanır. Oyun adını, ebenin gözlerinin bağlanmasından alır. Oyuncular ebenin çevresinde bir halka oluştururlar ve genellikle şu şarkıyı söyleyerek ve el çırparak ebe etrafında dönerler: Ebe bu sırada kollarını öne doğru uzatarak diğer oyunculardan birine dokunur. Dokunduğu kişinin başını, yüzünü ve üstünü elleriyle yoklar. Kim olduğunu anlarsa, dokunduğu oyuncu ebe olur. Tanıyamazsa, oyun aynı ebe ile devam eder. İki aşamalı bir kovalamaca oyunudur. Kalabalık bir grupla oynandığında daha zevkli olur. Oyundan önce bir doktor seçilir. Doktor 1'den 10'a kadar bir sayıyı aklından tutar ve diğer oyunculardan bu sayıyı tahmin etmelerini ister. Oyuncular sırayla tahminde bulunurlar. Sayıyı bulanlar doktorun yardımcısı olur ve ebelikten kurtulur. Kimse bilemezse herkes yeniden tahminde bulunur. İkinci turda doktor yeniden bir sayı tutar ve bu süreç sayıyı bilemeyen bir kişi kalana (diğer oyuncuların hepsi doktorun yardımcısı olana) kadar devam eder. Sona kalan (doktorun yardımcısı olamayan) çocuk ebe olur. Ebe, diğer oyuncuları yakalamaya çalışır. Birini yakaladığında "Aspirin!" diye bağırır. Yakalanan oyuncu da ebeye katılır ve diğerlerini yakalamaya çalışır. Sona kalan (yakalanmayan) oyuncu oyunu kazanır. Aspirin oyununda oyuncu sayısı az ise doktor daha küçük (örneğin 1'den 5'e kadar) bir sayı tutabilir. Kısa aspirin oyununda doktor aynı zamanda ebedir. Oyunculardan biri doktorun tuttuğu sayıyı tahmin ettiğinde doktor "Aspirin!" diye bağırır ve diğer oyuncuları kovalamaya başlar. Yakalanan oyuncular da ebeye katılır ve diğerlerini yakalamaya çalışır. Sona kalan (yakalanmayan) oyuncu oyunu kazanır. İsim ebesi oyununda yerden yüksek oyununa benzer. İlk önce oyuncular yan yana dururlar ve 1 2 ve 3 deyince hepsi karşıdaki yüksekliğe geçen bu koşmacayı en yavaş bitiren ise ebe sayılır.Ebe herhangi 29 harften herhangi bir harf söyler ve oyuncular bu harfle başlayan bir şarkı bulurlar ancak bu harf ya şarkının en başında ya da nakaratın başında olur ortadan başlanmaz.En sonunda geriye kalan kişi için bir süre beklenir eğer bulamazsa ve kişi görmeden karşıya geçemezse 10'a kadar sayılır eğer bu süre içinde de bulamazsa bu kez o oyuncu ebe olur. Gölge kovalamacasını oynayabilmek için güneşli bir hava gerekir. Bu oyun, ebe olan oyuncunun öbür oyuncuların gölgelerine basma esasına dayanır. Bu oyunda, ebenin gölgeye basıp basamadığına karar verecek bir de hakem seçilir.Oyun bu şekilde devam eder.En son kalan kişi 1. seçilir.Bir el boyunca dokunulmazlık kazanır Yakar top veya yakan top, oyunu sayıları eşit iki grup ile oynanır (en az dört kişi iki kişi bir gruba iki kişi de bir gruba). Sonra ikiye bölünen bir uzunluğu kapsayan iki çizgi çizilir bu çizgiler eşit aralıkta olmak üzere ortadan bir çizgi ile ayrılır. İlk önce yazı tura atılarak topun hangi gruptan başlayacağı seçilir. Sonra herkes istediği sahaya geçer (tabi herkes kendi grubunun sahasına geçer). Her grubun bir kalecisi olur. Kaleciler orta çizginin ayırdığı iki çizgiden birine geçer ama grubunu vurmamak için grubunun olmadığı tarafa geçer. Bu oyunda en önemlisi kimse can veremez vurulan kaleye geçer topu havadan kapan can tutmuş olmaz yere değdikten sonra top size değerse vurulmuş sayılmazsınız vuruldunuzda herhangi bir kişi yere değmeden o topu kaparsa vurulmuş olmazsınız ve kaleciniz topu size yollarken topu tuttuktan sonra yere düşürmüş veya bir yerinize değip topun yere düşmesi sizin oyundan çıkmanızı sağlamaz çünkü kendi kaleciniz. Ve bazı oyunların kuralları farklı oyuna başlarken kurallara belirlemelisiniz sonrakurallar hic değişmez. pas tutmak için topun üstten yani yukarıdan gelmesi gerekir. İstop oyununda oyuncular bir daire oluştururlar. Ebe olan oyuncu topu hızla dikey olarak havaya atar ve top yükselirken bir isim söyler. İsmi söylenen kişi topu tutmaya çalışır. Topu havada (yere düşmeden) tutabilirse aynı şekilde o da bir isim söyler. Tutamazsa bu kez bir renk söyler ve oyuncular oyun alanında bu rengi bulmaya (ve genellikle o renkteki nesneye temas etmeye) çalışırlar. Aynı esnada ebe elindeki topla diğer oyunculardan o rengi henüz bulamayanlardan birini vurmaya çalışır. Vurabilirse o kişi ebe olur ve oyun yeni ebeyle aynı şekilde devam eder. Eğer herkes rengi bulabildiyse eski ebe ebeliğe devam eder. Oyuncular eşit iki gruba ayrılır. Gruplar arka arkaya sıraya dizilir ve herkes bacaklarını omuz genişliğinden biraz fazla açarak bekler. Grupların başındaki oyunculara birer tane top verilir. Başla işaretiyle öndeki oyuncular topu bacak arasından arkadaki oyuncuya verirler. Bu şekilde top yere düşmeden en arkadaki oyuncuya ulaştırılır. En arkadaki oyuncu elinde topla koşarak sıranın başına geçer ve topu bacak arasından ikinci oyuncuya verir. Oyun bu şekilde ilk oyunculardan biri tekrar başa gelene kadar devam eder. İlk bitiren grup kazanır. Futbol topuyla, nispeten yaşça büyük oyuncular arasında oynanan bir oyundur. Oyuncular iki grup oluşturacak şekilde ayrılır. Gruplar arasında kura çekilir ve kurayı kazanan grup oyuna başlar. Topu alan takım kendi takım arkadaşlarıyla havadan paslaşmaya başlar. Kendi aralarında paslaşırken ona kadar (her bir pası) yüksek sesle sayarlar. Paslaşma devam ederken topun yere düşmesi, rakip oyuncuların eline değmesi veya rakip takımın eline değip yere düşmesi halinde saymaya sıfırdan başlanır. On pası tamamlayan takıma bir puan verilir. Topu puan alan takım oyuna sokar. Grup içinde paslaşırken rakibi de tutma, çekme ve itme olmayacaktır. Kurallara uymayanlar oyundan elenir. En az iki kişi ve basketbol topu ile oynanan bir oyundur. Oyun kalabalık bir grupla oynandığında daha zevkli hale gelir. Herkes tek başınadır, yani takım yoktur. Potaya göre 1, 2 ve 3 sayılık konumlar belirlenir (oyuncular genellikle pota önünde yarım daire oluştururlar). Bazı versiyonlarında her sayı 1 puan değerindedir. Oyuncular sırayla farklı konumlardan durarak basket atışı yaparlar. Belirlenen skora (genellikle 9 veya 21) ilk ulaşan kazanır. Bir başka versiyonunda kimin ebe olacağını belirlemek için uzak bir noktadan sırayla basket atışları yapılır. Basket atanlar kenara ayrılır ve atamayanlar kendi aralarında yarışırlar. Böylece en sona kalan kişi (en fazla ıskalayan kişi) ebe olur. Ebe olan kişi potanın altında bekler ve diğer oyuncular sırayla yarım daire şeklindeki konumlarından atış yaparlar. Eğer ebe diğer oyuncuların attığı sayılar sonucu belirlenen skora ulaşırsa oyunu kaybeder (oyundan çıkar). Oyunculardan biri basket atamazsa ebe olur ve eski ebe oyuncuların en başına geçerek herkesi bir yan konuma kaydırır. Oyun bu şekilde biri elenene veya bir kişi sona kalıp şampiyon olana kadar devam eder. Önce bir kağıda dikdörtgen şeklinde tablo çizilir. Bu tabloya isim,şehir,hayvan,b
itki,eşya,puan ve harf yazılır. Bir kişi içinden alfabeyi sayar, yanındaki kişi ona "Dur" değince sayan kişi durur, kaldığı harfi söyler ve bununla ilgili isim, şehir bitki hayvan eşya bulunur. Eğer doğru bulunursa 10 puan verilir. Eğer diğer oyuncu bir soruyu boş bırakırsa ya da yanlış yazarsa, başka bir oyuncu doğru yaparsa 10 puanı ona geçer ve toplam 20 puanı olur. Fakat ikisi de aynı şeyi yaparsa yani mesela isim yerine ikinizde "A" harfinden "Ayşe" yazılırsa her oyuncu 5 puan alır. Bu oyun kâğıt ve kalem ile en az 2 kişi tarafından oynanır. Her yaş grubunda oynanabilir. Kâğıt düzgün çizgilerle belirlenen soru adedi kadar sütuna bölünür ve her sütunun en üstüne bir soru yazılır (örneğin "kim"). Yaygın olarak kullanılan sorular; "kim", "kiminle", "ne zaman", "nerede", "ne yapıyor(du)", "kim gördü" ve "ne dedi"dir. Sorular grubun sayısına göre artırılabilir veya azaltılabilir. Oyuncuların arzusuna ve yaşına göre argo cevapların uygun olup olmadığı önceden kararlaştırılır. Oyuncu adedi kadar kâğıt-kalem gereklidir. Oyuncular birbirlerinin cevaplarına bakmadan (birinci sorudan başlayarak) "sadece bir bölümü" doldurur. Sonra bu bölüm cevap görünmeyecek şekilde katlanır, kâğıtlar diğer oyuncularla değiştirilir ve yazma işlemine sıradaki soruyla devam edilir. Tüm bölümler doldurulduğunda kâğıtlar açılır ve cevaplar düzgün bir cümle kuracak şekilde sırayla okunur. Ortaya komik cümleler çıkar. Genellikle puanlama ya da kazanan-kaybeden bulunmaz. Amiral battı iki oyuncuyla oynanır. Oyunun amacı kareli bir kâğıt üzerinde koordinat vererek (gemilerin yerlerini tahmin ederek) rakibin gemilerini batırmaktır. Öncelikle her iki oyuncu da kâğıtlarına iki büyük kare çizer ve bunları enine ve boyuna 10x10'luk 100 kareye bölerler. Sütunların başına sol üstten A’dan başlayarak sağa doğru harfler, satırların başına da da 1’den 10’a kadar, yukarıdan aşağıya rakamlar yazılır (bkz. sağdaki çizim). Büyük karelerden biri oyuncunun kendi savaş alanını, diğeri rakibinin savaş alanını temsil eder. Her oyuncu kendi savaş alanının kareleri içine kendi savaş gemilerini yerleştirir (gizler): Bir adet amiral gemisi (4 kare uzunluğunda), iki adet kruvazör (3 kare uzunluğunda), üç adet muhrip (2 kare uzunluğunda) ve dört adet denizaltı (1 kare) savaş alanına gizlenir. Oyunculardan biri, elindeki boş kareler üzerinden, önce bir harf sonra da bir rakam söyleyerek (örneğin C7: C sütunu ile 7. satırın kesiştiği kare) rakibinin gemilerini vurmaya çalışır. Gemiyi bulduğunda (isabetli atışta) da gemiyi yaralamış veya -o gemiye ait tüm kareleri vurduysa- batırmış olur. Gemileri saldırıya uğrayan oyuncu da karşısındakine, "Amiral yara aldı", "Bir denizaltı battı" türünden bilgi verir. Üç atıştan sonra sıra öbür oyuncuya geçer. Oyunu, rakibin tüm gemilerini batıran taraf kazanır. Kareli ya da düz bir kâğıda, düzenli aralıklarla soldan sağa ve yukarıdan aşağıya, hayali bir kare oluşturacak biçimde eşit sayıda noktalar koyulur. Örneğin, 10 x 10 bir kare oluşturacak gibi 100 adet nokta işaretlenir. Oyun iki kişiyle oynanır. Oyunu başlatan kişi, iki noktayı birleştiren bir çizgi çeker. Amaç çizgileri kareye tamamlayarak, en çok kutuyu elde etmektir. Son çizgiyi çizip kareyi tamamlayan oyuncu, karenin içine kendi işaretini koyar (örneğin, adının baş harfini). Rakipler birbirlerine kutu kaptırmamaya bakarlar. 100 karelik bir bir oyunda 51 ve daha fazla kare alan oyunu kazanır. "XOX", kâğıt kalemle oynanan en basit oyunlardan biridir. İki oyuncuyla oynanır. Kâğıda karşılıklı dört çizgi çizilir ve ilk oyuncu karelerden birine bir "çarpı", öbürü ise başka bir kareye bir "sıfır" koyar. Oyun böylece sürer ve oyuncular dikey, yatay ya da çapraz sırada üç çarpı ya da üç sıfır elde etmeye çalışırlar. Dikiş-nakış veya iğne-iplik oyunu, eşit sayıda oyuncudan oluşan iki grupla oynanır. Her gruba bir dikiş iğnesi ve iplik verilir. "Başla!" uyarısıyla birlikte, her iki grubun ilk oyuncuları ipliği iğneye geçirir. İkinciler çıkarır, üçüncüler geçirir, böylece sonuncu oyuncuya kadar oyun sürer. Önce bitiren grup oyunu kazanır. Sözcük bulma, çocuklar ile yetişkinlerin birlikte oynayabildiği bir oyundur. İki takım arasında oynanır. Hakem tarafından kendisine bir sözcük verilen oyuncu, sözcüğü kendi takımına pantomimle anlatmaya çalışır. Konuşmak kesinlikle yasaktır. Takım, belirlenen sürede sözcüğü doğru olarak bilirse 1 puan kazanır. "Keçiboynuzu" gibi bileşik sözcükler bölünerek anlatılabilir. Oyunda sinema, müzik gibi temalar belirlenebilir. Teyzem çarşıya gitti oyunu grup halinde oynanır. İlk oyuncu "Teyzem çarşıya gitti ve... ([örneğin] "a" harfi ile başlayan bir nesne) aldı" der. İkinci oyuncu bu cümleyi tekrarlayıp, "a" harfi ile başlayan yeni bir nesnenin adını söyler. Oyuncuların "Teyzem çarşıya gitti ve bir ananas, bir atkı, bir ayakkabı, bir anahtar (...) aldı" şeklinde önceden söylenen nesneleri anımsaması ve her seferinde yeni bir nesne adı ilave etmesi gerekir. Sözcük bulamayan, söylenen nesneleri unutan ya da çok bekleyen oyuncu o eli kaybeder ve bir sonraki oyuna kadar bekler. Daha çok küçük yaştaki, kalabalık oyuncu grupları için uygundur. Bu oyunda, oyunu başlatan oyuncu "Babam Çin'den geldi," dedikten sonra, yanındaki oyuncu "Ne getirdi?" diye sorar. Örneğin yanıt "bisiklet" ise, tüm oyuncular hayali bir pedalı çevirmeye başlar. İkinci oyuncu da, "Babam Çin'den geldi," der ve "Ne getirdi?" sorusuna, örneğin "Yelpaze" yanıtı verdikten sonra, oyuncular pedal çevirmeyi sürdürürken, bir yandan da yelpazelenmeye başlar. Oyun hareketle tarif edilebilecek nesneler söyleyerek devam eder. Oyununda oyunculardan biri aklına ilk gelen sözcüğü (örneğin, deniz) söyler. Sonraki oyuncu bu sözcüğün çağrıştırdığı bir başka sözcüğü söyler (örneğin, balık). Oyun bu şekilde birbirini çağrıştıran sözcüklerle sürer ve böylece bir sözcükler zinciri oluşur. İlgisiz sözcük söyleyen kişi oyun dışı kalır. Her oyuncu üçer sözcük söyledikten sonra oyun durur ve zincirin hiçbir halkasını atlamadan geriye doğru, yeniden "deniz" sözcüğüne ulaşmaya çalışılır. "Nesi var?" oyununda bir kişi ebe seçildikten sonra, diğerleri birlikte bir nesne ya da kişi belirlerler. Ebe her çocuğa sırayla "Nesi var?" diye sorarak, aldığı dolaylı yanıtlarla belirlenmiş nesnenin ne olduğunu anlamaya çalışır. Bir sürahinin nesne olarak belirlendiğini varsayalım: Ebe: Nesi var? Oyunculardan biri: Kulbu var Ebe: Nesi var? Oyunculardan biri: Suyu var. Ebe: Nesi var? Oyunculardan biri: Camı var Ebe kimin yanıtından sonra tutulan nesneyi bilirse, o ebe olur ve oyun böyle devam eder. Ebenin daha önceden saptanan sayıda soru sormasına karşın nesneyi bilememesi durumunda, ebeliği sürer. Bu oyunda çeşitli nesneler herkese bir dakika süreyle gösterilir. Seçilen nesnelerin kolay akılda kalacak türden olmamasına dikkat edilir. Tepsi ortadan kaldırıldıktan sonra, her oyuncu aklında kalan nesnelerin adlarını yazar. Nesnelerin çoğunu hatırlayan kişi oyunu kazanır. Bu oyunda, yarım düzine kadar bardak değişik içeceklerle doldurulur. Oyuncuların gözleri bağlanır ve yalnızca tadına bakarak bardaklardaki içeceklerin ne olduğunu anlamaları istenir. Tatma oyununa benzer bir oyundur. Fincan tabaklarına adaçayı, nane, kekik, tütün gibi şeyler koyulur. Her tabağın üzeri bir bez parçasıyla örtülür. Oyuna katılanlar kokularından tabaktakilerin ne olduğunu anlamaya çalışır. Bu oyunda oyuncuların gözleri bağlanır. Oyuncular, tahta bir yüzeye yüksekten bırakılan nesnelerin çıkardığı sesten ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Paketi geçir oyunu, ödülle sonuçlanan bir oyundur. Ödül olarak belirlenen bir nesne kâğıtla birkaç kat sarılır. Oyuncular bir halka oluşturacak biçimde otururlar ve müzik çalarken paketi birbirlerine geçirirler. Müzik durduğu anda elinde paket kalan oyuncu onu açmaya başlar, ama müzik yeniden başlar başlamaz paketi diğerine geçirir. Oyuncular paketin katlarını tek tek açmak zorundadır. Paketin en son katını açan ve nesneyi ortaya çıkaran oyuncu oyunu kazanır ve ödülü alır. Müzikli sandalyeler oyununda, sandalyeler halka oluşturacak biçimde sırt sırta dizilir. Sandalyelerin sayısı oyuncuların sayısından her zaman bir eksiktir. Oyuncular müzik çalarken sandalyelerin çevresinde müziğin ritmine uyarak yürürler. Müzik durunca en yakın sandalyeye otururlar. Açıkta kalan oyundan çıkar ve her duruştan sonra da bir sandalye eksiltilir. Böylece sonunda bir sandalyenin çevresinde dönen iki oyuncu kalır. Sandalyeyi kapan kazanır. Müzikle zıplama oyununda, oyuncular müzik çalarken zıplarlar. Müzik durduğunda yere oturup bağdaş kurarlar. Bağdaş kurmada sona kalan oyuncu oyundan çıkar. Bu oyun aynı yerden yüksek oyunu gibidir.Ancak bu oyunda ebe alfabeden bir harf söyler(Ğ hariç).Oyuncular ebenin söylediği harf ile başlayan bir şarkı söyleyerek karşıya geçmelidir.Ebe diğer oyuncuları şarkı söylerken ebeleyemez ama şarkı bulamayan ve söyleyemeyen kişiler karşıya kaçabilir ve ebe onları ebeleyebilir.Karşıda tek bir kişi varsa ebe çok az bekler ve 10'dan geriye sayar.Ebe saymayı bitirdiği zaman karşıda tek kalan kişi ebe olur.Bu oyunda kurtarma da vardır.Kurtarma şöyle olur:Söylenen harfle bir şarkı bilen kişi karşıdan bir kişiyi kendi şarkısıyla karşıya geçirir.Oyun böyle devam eder. Sıcak-soğuk oyununda bir nesne belirlenir. Ebe seçiminden sonra belirlenen nesne bir yere saklanır. Ebe nesneye yaklaşırsa, çocuklar hep bir ağızdan "sıcak", uzaklaşırsa da "soğuk" derler. Bu oyun, cisimin yerini belirtmek için el çırparak da oynanır. Ebe saklanan cisime yaklaştıkça el çırpma kuvvetlenir, uzaklaştıkça yavaşlar. Ebe nesneyi bulunca yeni ebe seçilir. Cicoz yüzük uzun bir sicime geçirilir ve sicimin iki ucu birbirine bağlanır. Oyuncular bir halka oluşturarak otururlar, bir elleriyle ipi tutarken öbürüyle cismi ebeye göstermeden birbirlerine geçirirler. cisim elden ele geçerken, "Al cicozu, ver cicozu, geldi cicoz, gitti cicoz. Haniya cicoz, işte cicoz. Kimde cicoz, bende cicoz" diye bir türkü tuttururlar. Ortada duran ebe cismin kimin avucunda olduğunu tahmin etmeye çalışır; şüphelendiği oyuncuya elini açtırır. cism
i bulursa ebeler değişir. Bulamazsa oyun sürer. “Bom Oyunu"nda, genellikle 8-10 ya da daha çok sayıda kişi oturarak bir halka oluşturur. Oyunculardan biri "Bir"den itibaren sırayla saymaya başlar. Sayarken oyuncunun, beş, on, on beş gibi beşin katlarının yerine "Bom" demesi gerekir. "Bom" demeyi unutarak sayı söyleyen oyuncu oyundan çıkar. Hiç yanlış yapmayarak sona kalan kişi oyunu kazanır. Oyunu biraz zorlaştırmak için üçün ya da yedinin katları da “Bom” olabilir. "Gezginin Masalları Oyunu"nda ilk oyuncu yanındakine "Duyduğuma göre A...'ya geziye gidiyormuşsun. Orada ne yapacaksın?" diye sorar. Yanındaki oyuncunun, sözcükleri "A" harfiyle başlayan bir yanıt vermesi gerekir. Örneğin, "Anneme çiçek alacağım" gibi. Bundan sonra ikinci oyuncu, üçüncüye aynı soruyu "B" ile başlayan bir yer söyleyerek sorar ve oyun böylece sürer. "Ünlüler Oyunu"nda, oyunu yöneten bir harf söyler. Amaç, o harfle başlayan bilim adamı, devlet adamı, sanatçı, sporcu gibi ünlü kişilerin adlarını sıralamaktır. Örneğin "A" ile başlayan Atatürk, Aristo, Andersen, Arşimed gibi. En çok ad yazan oyunu kazanır. "Hece Oyunu"nda ilk oyuncu bir sözcük söyler. Yanındaki bu sözcüğün son hecesiyle başlayan yeni bir sözcük türetir. Örneğin "reklam"dan sonra "lamba". Bundan sonraki oyuncu "başak" dedikten sonra, yanındaki oyuncunun "şak" hecesiyle başlayan bir sözcük bulması gerekir. Bulamayan kişi oyundan çıkar. Sona kalan oyuncu oyunu kazanır. "Hortlak" oyununda her oyuncu, özel adlar dışında bir sözcük oluşturmak için sırayla alfabeden bir harf söyler. Ama sözcüğün kendisinde bitmesini engellemeye çalışır. İlk oyuncu "s", ikinci "i", üçüncü "n", dördüncü "e" diyebilir. Beşinci eğer "k" derse, sözcük tamamlanmış (sinek) olur ve beşinci oyuncu bir “can” kaybeder. Oyunda üç can kaybeden oyuncu "hortlak" olur. Üç harfli bir sözcük için ceza uygulanmaz. "Dedektif Oyunu"nda, bir şapkanın içine oyuncu sayısı kadar katlanmış kâğıtlar koyulur. İki kâğıttan birine "Katil", öbürüne de "Dedektif" yazılır. Bu ikisi dışında kâğıtların tümü boş bırakılır. Her oyuncu şapkanın içindeki kâğıtlardan birer tane çeker. Dedektifi çeken oyuncu kimliğini açıklar. Tüm ışıklar söndürülür ve oyuncular evin içine dağılırlar. Bir süre sonra "Katil" kendine bir kurban seçer ve ona sarılır. Kurban "Katil var!" diye bağırarak kendini yere atar. Katilden başka herkes olduğu yerde kalır. Katil yerini değiştirebilir. Bundan sonra ışıklar açılır ve dedektif sorguya başlar. Sorgu sırasında katil dışındaki oyuncular doğruyu söylemek zorundadır. Katil ise istediği kadar yalan söyleyebilir. Dedektifin katili bulabilmesi için iki hakkı vardır, bulamazsa katil serbest kalır. Tıp oyununda ebe veya hakem "tıp" der ve herkes susar. Kımıldamak serbesttir ancak konuşan veya sesli gülen kişi oyundan çıkar. Sona kalan kişi kazanır. Bazı versiyonlarında ebe diğer oyuncuları komik yüz ifadeleri veya şakalarla güldürmeye çalışır. Estepeta tıpa benzer ancak kıpırdamanın da yasak olduğu bir oyundur. Ebe çocukların dalgın bir anını kollar ve "Estepeta!" diye bağırır. Ebeyi duyan çocuklar, oldukları yerde kalmak zorundadırlar. Ne kımıldayabilir, ne de konuşabilirler. Bu durum ebenin "Boz!" demesine kadar sürer. Ebe "Boz" demeden kımıldayan ya da konuşan olursa, bu kez o ebe olur. Tahterevalli, genellikle çocuk bahçesi, park ve okul bahçelerine sabit kurulan ve iki ucuna en az birer çocuğun oturup biribirini yukarı aşağı indirip kaldırmasına yarayan oyun aracı. Tahterevalli, genellike tam orta noktasından desteklenen bir tür kaldıraçtır. Bazı oyunların sonunda, gülmek ve eğlenmek amacıyla oyunu kaybeden kişilere cezalar verilir. Cezalar genellikle zor veya cezalıyı komik duruma düşüren eylemler içerir: takla atmak, şarkı söylemek, alfabeyi tersten okumak, dört ayak üstünde emeklemek, sekerek bir yere gitmek gibi. Yaş grubu büyüdükçe cezalar da zorlaşabilir. Naschmarkt Naschmarkt Jugendstil, Wieden'de manavların, lokantaların ve tatlıcıların toplu halde bulunduğu tarihi bir pazar yeridir. Merkez ilçeler Margareten, Mariahilf, Merkez ilçe Innere Stadt ve Wieden arasında bulunur ama yönetim olarak Wieden’e bağlıdır. Bugünkü Naschmarkt’ın olduğu yerde 16. yüzyılda süt ve süt ürünleri satılmaktaydı. İsminin de eskiden süt ölçülen kovaların adı olan Aschen’den geldiği tahmin edilmektedir. Yanından geçen nehrin kıyıları ünlü mimar Otto Wagner tarafından kapatılmış ve bugünkü halini almıştır. Genelde sebze, meyve, tatlı, balık, et ve et ürünlerinin satıldığı pazarda zamanla egzotik meyveler ve belli damak zevkine hitap eden mutfaklar da yerini almıştır. Türk, Yunan, Asya ülkeleri ürünlerinin ve mutfaklarının da yer aldığı pazar toplam 172 sabit tezgâh, dükkân ve lokal ile hizmet vermektedir. Ayrıca her cumartesi 30 adet köylü pazar tezgâhı kurulmaktadır. 2001 ile 2004 yılları arasında krizden dolayı birçok dükkânın lokantaya çevrilmesiyle Naschmarkt’ın özelliğini yavaş yavaş yitirdiği düşünülmüş, 2005 yazında çıkarılan yeni pazar yasası ile başka dükkânların lokantaya çevrilmesi önlenerek pazar korumaya alınmıştır. Pazarın hemen yanındaki metro durağı Kettenbrücke yanına her cumartesi açılan bitpazarı (Flohmarkt) antika severler için uğrak yeridir. Naschmarkt’a en iyi ulaşma aracı U4 numaralı ve yeşil renkteki metrodur, Kettenbrücke durağı pazarın girişindedir. "Naschmarkt (Sabit Pazar)" "Bauermarkt (Köylü Pazarı):" "Flohmarkt (Bitpazarı):" Celal Nuri İleri Celal Nuri İleri (15 Ağustos 1881, Gelibolu – 2 Kasım 1938, İstanbul), Türk gazeteci, yazar, siyasetçi, fikir adamı. Osmanlı Devleti'nden Cumhuriyet'e geçişin önemli simalarından birisidir. Gelibolu mebusu olarak Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda yer almış, ardından TBMM'nin ilk 4 döneminde milletvekilliği yapmış bir siyasetçi; 50 civarında kitap ve 2200’den fazla makale yayınlayarak Türk düşünce tarihinde önemli bir yer edinmiş bir gazeteci ve fikir adamı olan Celal Nuri, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’da verilen ulusal mücadeleyi destekleyen "İleri" gazetesinin sahibi idi. Batıcı düşünce akımının önemli temsilcilerinden birisi olarak fikirleriyle yeni cumhuriyetin fikri mimarlarından birisi olmuştur. İstanbul Radyosu'nun kurucusu ve karikatürist Sedat Nuri ile gazeteci ve hukuk profesörü Suphi Nuri Beylerin ağabeyidir. 15 Ağustos 1882'de Gelibolu'da dünyaya geldi. Babası, devlette çeşitli kademelerde hizmette bulunduktan sonra 1908’de Meclis-i Ayan üyesi olan Mustafa Nuri Bey; annesi ise Adana valiliği, Bahr-i Sefit (Ege Adaları) Valiliği ve Hariciye Nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş devlet adamı Abidin Paşa’nın büyük kızı Nefise Hanım’dır Asıl adı Mehmet Celaleddin idi. Babasına olan sevgisinden ötürü adına “Nuri” mahlasını ekledi. 3 çocuklu ailenin en büyük evladı idi. Kardeşleri Sedat Nuri ve Suphi Nuri’dir. Çocukluğu mutasarrıf ve vali muavini olarak görevli bulunduğu Gelibolu, Sakız ve Canik’te geçti. İlköğrenimini taşra okullarına devam ederek ve özel hocalardan ders alarak tamamladıktan sonra ortaögrenimini yatılı olarak Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde, yüksek öğrenimini İstanbul Hukuk Mektebi’nde tamamladı. Hukuk öğrenimi devam ederken Fransızcasını ilerletmek amacıyla Hariciye Nezareti Tahrirât-ı Hariciye Kalemi’ne devam etti. II. Meşrutiyet’in ilanınından önce aynı okulda kamu hukuku alanında doktorasını tamamladı. Celal Nuri, çalışma hayatına avukat olarak başladıysa da asıl mesleği gazetecilik oldu. Le Courrier d'Orient, Jeune Turc, Tanin, İkdam gibi Türkçe ve Fransızca pek çok gazetede ve İçtihat, Türk Yurdu, Resimli Kitap gibi dergilerde makaleler yayımlayarak başladı. Yazılarında meşrutiyetin hukuki boyutunu, Osmanlı Devleti’nin çöküş sebeplerini tartışmakta; II. Abdülhamit’i ve devrin hükümetlerini eleştirmekteydi. Hürriyet-i Fikriyet ve Edebiyat-ı Umumiye adlı dergileri ile Ocak 1918’de yayın hayatına giren Âti gazetesi kendisinin sahip olduğu yayın organlarıdır. Âti, 10 Şubat 1919’da kapatıldı ancak hemen ertesi günü İleri adıyla yayın hayatına devam etti. Milli Mücadele yılları boyunca İleri gazetesinde Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketini destekledi. Gazete 1924 yılında kapandı. Celal Nuri, gazetenin kapanmasından sonra herhangi bir basın yayın organında görünmedi. 1924 yılında milletvekili Kılıç Ali’yi kızdıran bir yazısı nedeniyle gazetesi basılan Celal Nuri, 30 Temmuz 1924’te Kılıç Ali tarafından yaralandı. Olayın gelişim sürecinde İçişleri Bakanı Ferit Tek’in istifası, yerine Recep Peker’in atanması gerçekleşti. Olay, haftalarca Türk basınında yankı buldu. Celal Nuri’nin siyasi yaşamı 22 Kasım 1919’da Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Gelibolu milletvekili olarak girmesiyle başladı; 1935 yılına kadar sürdü. Mebusan Meclisi’nde Misak-ı Milli’nin müsveddesini kaleme almış olan Celal Nuri, İstanbul'un işgalinden sonra Mart 1920'de İngilizler tarafından tutuklanarak Malta'ya sürülenler arasındaydı. Kasım 1921'de Malta’dan dönebildi. Malta sürgününden döndükten sonra, Gelibolu (1920-1927) ve Tekirdağ (1927-1935) milletvekili olarak dört dönem TBMM'de bulundu. 1924 Anayasası'nı hazırlayan komisyonda başkan ve raportör olarak görev yaptı. Soyadı Kanunu çıktığında “İleri” soyadını aldı. 2 Kasım 1938'de İstanbul'da öldü. Celal Nuri, 50 civarında kitap ve 2200’den fazla makale yayınlayarak Türk düşünce tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Yazılarında kendi isminin dışında "Helvacızâde", "Afife Fikret", "Haydar Kemal", "Tarık Celâl", "Mehmet Celâl" gibi isimler kullandı; Fransızca eserlerinde ise "Djelal Noury" ve "N. D Helva" gibi isimler kullandı Eserlerinde bazı maddeci, pozitivist düşünürlerin fikirlerini aktardı; bu sırada dinle ilgili bazı düşüncelerinden dolayı eleştiriler aldı. Gerek cumhuriyet öncesinde gerekse sonrasında pek çok kalem kavgasına girdi. Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Ali Kemal ile tartışmaları oldu. Yaşamı boyunca pek çok ülkeye seyahat etmiş, kutuplara kadar gitmiş olan Celal Nuri, Amerika gezisi hariç tüm gezilerini seyahatname olarak yayınladı. Yazılarında kadının eğitimi meselesine büyük önem verdi. "Tac Giyen Millet" ve "Türk İnkılabı" eserlerinde Türk modernleşmesi
nin ana hatlarını ortaya koydu. Latin harflerine geçiş çalışmaları ile beraber bazı okul kitapları hazırladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Divan Divan aşağıdaki anlamlara gelebilir; Thomas E. Jones Thomas E. Jones (1929-), Amerikalı ulak. 12 Ağustos 1945'te, o zaman 16 yaşında olan Jones'a Beyaz Saray'a o zamanın ABD Başkanı Harry Truman'a götürülmek üzere şifreli bir mesaj verildi. Japonlar'ın teslim olduğunu, yani II. Dünya Savaşı'nın sonunu haber eden mesajı yerine ulaştırmak üzere yola çıkan Jones, yolda arkadaşı yasak U-dönüş yaptığı için polis tarafından durduruldu. Mesaj Beyaz Saray'a vardığında saat 16.00 idi. Olay, Quincy Perkins'in yönetmenliğinde Pat Croce tarafından "The Messenger" adı ile 16 dakikalık kısa film olarak çekildi; 1 Nisan 2006'da Philadelphia Film Festivali'nde ilk defa gösterildi. Filmde Jones'un sabah kahvaltısı için durup mesajı geciktirdiği ve Jones'un öldüğü iddia edilmiştir. Filme ilgiyi arttırmak için bu gerçekleri çarpıtan Perkins, Croce ve Jones'tan özür dilemek durumunda kaldı. Film birçok haber merkezi tarafında tarihi bir gerçek gibi yansıtıldı. Sıvı kristal ekran Sıvı kristal ekran (), elektrikle kutuplanan sıvının ışığı tek fazlı geçirmesi ve önüne eklenen bir kutuplanma filtresi ile gözle görülebilmesi ilkesine dayanan bir görüntü teknolojisidir. Sıvı kristal ekranlar, düşük enerji tüketimleri ile eskiden kullanılan vakumlu floresan ekranların yerini almıştır. Başlangıçta tek renkli ve çok düşük çözünürlüklü olan sıvı kristal ekranlar; hesap makineleri, saatler, cep telefonları vb. basit görüntüleme işlerinde kullanılmıştır. Nokta matrisli yüksek çözünürlüklü ve renkli sürümlerinin ortaya çıkması bu ürünlerin kullanımını yaygınlaştırmıştır. Az yer kaplamaları, düşük enerji tüketimleri ve katot ışınlı tüplere göre yok denecek kadar az radyasyon yayımları nedeni ile bilgisayar ekranları ve televizyon cihazlarında yoğun olarak kullanılmaktadır. Eskiden tazeleme hızları yavaş olan bu ekranlar hızlı görüntü değişiminde gölgelenme "(ghosting)" sorunu yaşamaktaydı. Teknolojinin ilerlemesi ile 1 milisaniye (ms) civarına kadar inen piksel hızı, bu sorunu ortadan kaldırmıştır. Kullanılan renk skalası (24-bit renk derinliği gibi) yüzünden veri gecikmesi gerçekleşir. İşte bu yüzden 1 ms'lik bir panel saniyede 1.000.000 kez tazeleme yapamaz. Kesin olmamakla birlikte kabaca bilinmesi gereken değerler: Nüfuslarına göre Amerika Birleşik Devletleri şehirleri listesi Amerika Birleşik Devletleri'nin en kalabalık yerleşim yerlerinin listesi. ABD Nüfus Sayım Bürosu'nun yaptığı tanıma göre, bir "tüzel kişilik kazanmış yerleşim" şehir, kasaba, köy, borough, ve belediye gibi çeşitli adlandırmaları içerir. Birkaç istisna sayım yeri de Nüfus Sayım Bürosu'nun tüzel kişilik kazanmış yerleşim yeri listesine dahil edilir. Birleşik şehir-kontluklar bir kontluk ya da kontluk eşdeğerinin nüfusunun tümünü kapsayan farklı bir tip yönetim şeklini ifade eder. Fakat bazı birleşik şehir-kontluklara birden çok tüzel kişilik kazanmış yerleşimler dahildir. Bu liste sadece başka bir tüzel kişilik kazanmış yerleşimin parçası olmayan birleşik şehir-kontluklarını gösterir. Bu liste sadece birbirinden ayrı belediyelerin tanımlanan sınırlarındaki nüfuslarını belirtir. Diğer belediyeler ya da tüzel kişilik kazanmamış kentsel yığışımların içindeki varoş bölgeleri kapsamaz. ABD metropolitan alanlarının nüfuslarını göz önüne aldığımızda farklı bir sıralamanın olduğu aşikardır. Aşağıdaki tablo Amerika Birleşik Devletlerinde 1 Temmuz 2015 itibarı ile ABD Nüfus Sayım Bürosu tarafından tahmin edilen en az 100,000 bin nüfusa sahip 297 tüzel kişilik kazanmış yerleşimi listeler. Eğer bir şehir kalın gösteriliyor ise eyalet merkezi ya da federal başkenttir. Eyaletlerin en kalabalık şehri ise "italik" olarak gösterilir. Beş eyalet—Delaware, Maine, Vermont, Batı Virginia ve Wyoming—100,000 veya daha fazla nüfusa sahip bir şehire sahip değildir. Aşağıdaki tablo bu bilgileri içerir: 100,000 ve daha fazla nüfusa sahip şehirler aşağıdaki şekildeki gibi yayılım gösterir. Daha küçük tüzel kişilik kazanmış yerleşimler dahil değildir. Ortalama yoğunluk 10692.01 km²'dir. Medyan ise 8186.564 km²'dir. Aşağıdaki tablo Porto Riko'nun 1 Temmuz 2015'te ABD Nüfus Sayım Bürosu tarafından tahmin edilen 100,000 ve üzeri nüfusa sahip beş belediyesini ("municipios") listeler. Aşağıdaki tablo bu bilgileri içerir: Aşağıdaki tablo ABD'nin 2010 sayımına göre nüfusu en az 100,000 olan sayım yerlerini listeler. Sayım yeri ABD Nüfus Sayım Bürosu tarafından istatistiksel amaçlar için belirlenen nüfus yoğunluklarıdır. Sayım yerleri her on sayımda bir şehir, kasaba ve köyler gibi tüzel kişilik kazanmış yerleşimlerin karşılığı olarak belirlenir. Sayım yerleri ayrı bir belediyeye sahip olmayan nüfuslu bölgelerdir. Ancak fiziki olarak tüzel kişilik kazanmış yerleşimlere benzer. Ana listedeki tüzel kişilik kazanmış şehirlerin aksine, ABD Nüfus Sayım Bürosu sayım yerleri için yıllık nüfus tahminleri yayınlamaz. Aşağıdaki tablo bu bilgileri içerir: Aşağıdaki tablo daha önceki sayımlarda en az 100,000 nüfusa sahip ancak daha sonra nüfusu azalan ya da başka bir şehirle birleştirilmiş ya da komşu şehire eklenmiş ABD şehirlerini listeler. Aşağıdaki tablo bu bilgileri içerir: Aybar Aybar ayrıca şu anlamlara gelebilir: Tanrı (eril) Eril bir ilahi varlık olarak tanrı, en azından cinsi anlamda, dişil bir ilahî varlık olan 'tanrıça'nın karşıtı olarak tanımlanabilir. Tanrıça terimi sadece dişil ilahlara verilirken, tanrı terimi dişil veya eril veya cinsiyetsiz veya monoteistik Tanrı anlayışlarının hepsinde kullanılabilir. Yani belirli olarak eril tanrıları tanımlamaz. Genellikle birden fazla tanrı veya tanrıçanın bulunduğu dinlerde, eril olan tanrılar neredeyse her zaman daha önemli rollere sahiptir. Örnek olarak Hinduizm'in Trimurti'si (ki burada üç tanrı da tek bir tanrının farklı yönlerinin temsilidir) verilebilir; Trimurti'deki üç tanrı yani tanrının üç yönü de çoğunlukla eril olarak (Brahma, Şiva ve Vişnu) betimlenmiştir. Yunan ve Roma panteonları Zeus veya Jüpiter tarafından yönetilirdi ki bunlar eril tanrılardı. Cermen dininde de Votan benzeri bir role sahiptir. Eril tanrılara iktidar kavramı üzerinde verilen bu hak ve özdeşleştirme bir başka kavramda daha verilmekteydi: savaş. Panteonların yöneticileri gibi savaş ilahları da genellikle (eril) tanrılardı. Bunun bazı ünlü örnekleri: Ares/Mars ve Toutatis. Wodan da hem tanrıların kralı hem de savaş tanrısı konumundaydı. Bu konuda belirgin bir istisna Yunan'daki Athena'dır, bir tanrıça olsa da savaş ve strateji ile özdeşleştirilmiştir. Babanzade İsmail Hakkı Babanzade İsmail Hakkı, 1908-1912 ve Nisan-Ağustos 1912 Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda Bağdat mebusluğu yapmış bir Osmanlı siyasetçisidir. 1806 Babanzadeler İsyanı'nı çıkaran Kürt asıllı bey hanedanı Babanzade ailesine mensuptur. 1908'de Irak gezi izlenimlerini aktardığı ve Tanin Gazetesi'nde yayınlanan Irak Mektupları 2002 yılında yeniden yayınlanmış olup, Irak hakkında çok değerli bir bilgi kaynağıdır. Babanzade İsmail Hakkı'nın Ali Reşat'la birlikte 1899 yılında kaleme aldıkları Dreyfus Meselesi adlı eser 2013 Yılında Fernaz Balcıoğlu ve Büşra Balcıoğlu tarafından latin harfleriyle Türkçeye kazandırılmış ve kitap olarak yayınlanmıştır. Babanzade İsmail Hakkı'nın "Hukuk-ı Esasiye" adlı eseri de yine aynı yazarlar Fernaz Balcıoğlu ve Ayça Büşra Balcıoğlu tarafından bugünkü harflerle 2014 yılında neşredilmiştir. 1- Beyrut'tan Kuveyt'e Irak mektupları (Babanzade İsmail Hakkı - Büke Yayınları, 2002) 2- Dreyfus Meselesi- ARS Yayınları, Ank.2013. 3- Hukuk-ı Esasiye- Erguvani Yayınları, Ank.2014 Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, bugün Irak'ta bulunan Süleymaniye şehrinin valisi olan "Baban aşiretinden" Babanzade İbrahim Paşa'nın 1806'daki ölümünden sonra, Osmanlı Devleti'nin aynı aşiretten Babanzade Halit Paşa'yı vali tayin etmesi üzerine, İbrahim Paşa'nın yeğeni Babanzade Abdurrahman Paşa'nın hakkının yendiğini ileri sürerek Osmanlı yönetimine karşı isyan başlatması hadisesidir. İsyan Osmanlı Devleti'ni hayli uğraştırmış ve ayaklanma 1808 yılında bastırılmıştır. Babanzade Ahmet Paşa İsyanı Babanzade Ahmet Paşa İsyanı, 1812'de, Babanzadelerin ilk isyanından 6 yıl sonra, Babanzade Ahmet Paşa'nın amcası Babanzade Abdurrahman Paşa'nın intikamını almak için çıkardığı isyandır. Kısa zamanda bastırılmıştır. Yezîdî İsyanı 1830 Yezidi İsyanı, Hakkâri, Revanduz ve bugün Irak'ta bulunan Sincar Dağı bölgesinde, Yezidilerin yapılmak istenen bazı idari düzenlemeleri kabul etmemeleri üzerine çıkardıkları isyandır. 3 yıl kadar sürmüştür. Sekülerizm Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda ahiretten ve diğer dinî, ruhanî meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak dünyacılık sözcüğünü önermiştir. Sekülerizm, din merkezli ve yahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar. Çok geniş bir terim olan sekülerizm, içinde birçok farklı akım, tür ve teori barındırır. Seküler kelimesi, dünyevi veya çağa uygun olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Latince çağ anlamına gelen "Saeculum" sözcüğünden İngiliz dili için türetilen "Secularism" (Sekülerizm) Türkçeye "lâiklik, çağdaşlaşma" veya "dünyevileşme" olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa'da lâiklik için "Laïcité (Laicisme)" terimi kullanılmaktadır. Bu terim, somut ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifade etmektedirler. "Sekülerizm", "ateizm" veya "dinsizlik" demek değildir. Sekülerizm başlıca iki temel önermeyi içermektedir: Birincisi devletin dinsel kurumlardan kesin bir biçimde ayrı olmasıdır. İkincisi ise farklı dinler ve inanışlardan olan kişilerin kanun önünde eşit olarak değerlendirilmeleridir. Laiklik ve sekülerizm kavramları Türkçede sıklıkla eş
anlamlı kullanılır. Laiklik, dinî kişi ve kurumların devletin işleyişine ve devlet kurumlarına müdahale etmemesi; devletin de din işlerine karışmaması anlamına gelir. "Fransız sekülerizmi" olarak da anılan "laiklik" kavramı, daha kapsamlı olan sekülerizm hareketinin bir parçasıdır. Örneğin Birleşik Krallık'ta halkın büyük bir kısmı seküler olmasına rağmen devlet laik değildir ve kilise doğrudan hükümdara bağlıdır. "Sekülerizm" sözcüğü Latincede "nesil", "periyot" (zaman dilimi) anlamına gelen zamanla Hristiyan Latincesi'nde "dünya" anlamında kullanılmaya başlanan "sæculum"’dan türemiştir. Türkçeye Fransızca "sécularisme" sözcüğünden türeyerek geçmiştir.. "Saeculum", "nesil" veya "yüzyıl" anlamlarına gelen ve zaman birimi bildiren bir sözcüktür. Bu sözcük Hristiyan Latincesinde ise "dünya" anlamında kullanılmıştır. Zaman içerisinde seküler sözcüğünün anlamı ve kapsamı büyük oranda değişmiştir. Laïcité terimi, Fransızca diline eski Grekçe bir sözcük olan 'din adamı dışındaki halk' anlamında kullanılmış olan, 'laos' kökünden gelen 'laicus' sözcüğünden geçmiştir. Türk Dil Kurumu "dünyacılığı" şu şekilde tarif etmektedir: "Bireysel katılımı önemli gören, dinin devletten ayrı ve özerk olmasını savunan öğreti." Seküler kelimesi Hristiyanlık doktrininin parçalarından olan Tanrı'nın zaman dışında var olduğu prensibine karşılık zamana (zamansal olmaya) vurgu niteliği taşıyan, genel olarak hayat ve idarenin dinî bir merkezden ayrılıp dünyevi bir merkeze ilerlediğini, "zamansal, zaman içinde var olan" bir tarafa kaydığını belirten bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu fikir diğer tüm dinî ve spiritüel inançları kapsayacak şekilde genişlemiştir. Dinî biçimde algılanabilecek veya dinî kaynaklara dayandırılmış çeşitli müessese, konu ve kavramlara dinî olmayan, bunlarla dini ayıran bir bağlamda, yaklaşır. Örnek vermek gerekirse: seküler etik, seküler devlet vb. Sekülerizm kelimesini ilk defa kullanan George Jacob Holyoake, sekülerliği, inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alan doktrindir diye tarif etmişti. Holyoake başlangıçta netheism, limitationism gibi isimler vermeyi düşündüğü felsefesine sonra sekülarizm adını verdi. Hareketin içinde ateistler bulunmasına rağmen Holyoake felsefesinin ateizme sürüklenmesine karşıydı. Sosyal sekülarizm, dini dünyevi işlerden ayırarak ferdin içine hapsedilmesini öngörüyordu. Samuel Johnson'un 1755 tarihli "Dictionary" 'sinde "secularity", dikkatleri yalnızca bu dünyaya yoğunlaştırma; "secularize", dinî ve uhrevi olanı günlük hayattan uzaklaştırma; "secularization", dinin etkisini sınırlama, azaltma anlamlarına geliyordu. Siyasi anlamda, sekülerizm din ve devletin ayrılmasıdır ki bu din ve devletin birleşmesi olan teokrasinin zıttıdır. Felsefi bir açıdan, sekülerizm devletlerin dogmatik bir inanç değil de nedensellik ve deneysellik üzerine kurulu olduğu, somut ve bilimsel temellere dayandığı kavramı ve düzenidir. Modern zamanlarda, genel kanı insanların özgürlük ve eşitlik ideallerinin yasa ile korunduğu bir siyasi sistemin kralın veya ruhban sınıfının dinî dogma, istek ve kuralları merkez alan ilahi hak ve yargılarından oluşan bir siyasi sistemden daha üstün olduğu yönündedir. Sekülerizmin bir başka tanımı da; "dinin bir toplumun kamusal mesele ve işlerine karışmaması ve bunlarla bütünleşmemesini savunan ve belirten düşünce"dir. Sıklıkla Avrupa'daki Aydınlanma hareketiyle ilişkilendirilen sekülerizm, Batı toplumu ve siyasi gelişimi açısından çok önemli bir yere sahiptir. ABD'deki kilise ve devletin ayrımı ve Fransa'daki laiklik (laïcité), pratik anlamda olmasa da prensip bakımından büyük oranda sekülerizm kaynaklıdır. Ayrıca, sekülerizm din ve doğaüstü inançların dünyayı anlamak ve günlük hayat için temel teşkil etmediğini savunan sosyal ideoloji olarak da tanımlanmıştır. Seküler kavramının diğer kullanımları ve sekülerizmin barındırdığı terminoloji hakkında daha detaylı bilgi için sekülerlik maddesine bakabilirsiniz. Sekülerizm, seküler formların (siyasi, toplumsal veya felsefi) savunulması ve ortaya konmasına verilen isim olarak da kullanılmıştır. Sekülerizm hakkındaki genel bir yargı da ateizme denk tutulmasıdır ki bu yanlıştır. Aslında birçok seküler birey, bireysel anlamda kendilerini dindar saymaktadırlar. Ateizm tanrının varlığını sorgularken, sekülerizm dinî otoritenin dünyevi işlerde yargıç olup olamayacağını sorgular. Sekülerizm siyasi, felsefi ve toplumsal alanlara nüfuz ettiği için birçok farklı olgu ve kavramda bulunmaktadır. Sekülerizmin özü nedeniyle nüfuz ettiği farklı kavramların bir kısmı bu maddede incelenmiştir. Etik hukuk ve haklar bunlara örnek olarak verilebilir. Seküler sözcüğünün kullanımı sekülerizmin bir parçası veya sekülerizmin temellerine bağlı olarak tanımlanırsa, seküler etik kavramı, etik konusunun dinden ayrıştırılmış bir anlayışı olarak tanımlanabilir. Dinî temellere dayanmayan birçok etik anlayışı mevcuttur, bunların büyük çoğunluğu seküler etik başlığı altında incelenebilir. Bu da seküler etik teriminin fazlasıyla genişlemesi ve değişkenlik göstermesine yol açar. Örneğin hem dini veya tanrıyı reddeden etik kuramlar hem de dini veya tanrıyı kabul edip, sadece etiğin tek kaynağı görmeyen kuramlar seküler etik başlığı altında incelenebilir. Tüm bu çoğulluk da seküler etiğin tanımını güçleştirdiği gibi toplumsal boyutta algılanış biçimini de etkilemiştir. En yalın ve kaba tanımla, seküler etik, dini, doğaüstü veya ilahi temeller yerine pozitif, bilimsel ve rasyonel temellere dayanan etik anlayışları için kullanılan bir terimdir. Din bilimleri açısında yapılan incelemelerde Batı toplumları genellikle seküler olarak tanımlanmaktadır. Genel olarak Batı toplumlarında resmi din dayatması mevcut değildir ve din özgürlüğü, yani bireyin istediği dine inanma veya herhangi bir dine inanmama özgürlüğü, mevcuttur. Her ne kadar bazı Batı ülkelerinde,din kaynaklı geleneksel ahlaki perspektifler tartışmalı konularda rol oynasa da,politik anlamda dinin karar verme mekanizmasında herhangi bir rolü yoktur . Çoğu ülkede dinin bu tür karar mekanizma ve durumlarında kaynak veya delil gösterilmesi de mümkün değildir. Tarihi bakımdan da, bugünün toplumları gerek günlük hayatta gerekse hayat görüşü açısından dinin emir ve yasaklarına ve dinî etiğe eskiden olduğu kadar bağlı değildir. Ayrıca din merkezli toplumsal ve bireysel yaşamın genel anlamda yaygın olduğu söylenemez, özellikle de Batı ülkelerinde. Genel kanıya göre Aydınlanma hareketinin en büyük sonucu, dinî ve doğaüstü değer, kaynak ve delillerden çok bilimsel ve akılcı değer, kaynak ve delillerin önemsenmesi, temel alınmasıdır. Bu doğrultuda, Aydınlanma döneminin sonlarındaki ve Aydınlanma dönemi sonrası yaşamış sekülerizm savunucuları ve düşünürleri dinin sadece siyasi alandan değil, toplumsal alandan da en azından bir yargı, etik ve değerler kaynağı olarak ayrılması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Her ne kadar bu tartışmalı bir konu olsa da, genel kanı bu tür bir değişimin geçen yüzyılda yaşandığı, en azından Batı ülkeleri temelinde yaşandığı yönündedir. Bu tür bir toplumsal yapının var olduğu ülkelere bazıları 'seküler' ülkeler ismini vermiştir. Modern sosyoloji sekülerizm, seküler otorite ve sekülerizasyonu sosyolojik ve tarihi süreç ve kavramlar olarak incelemektedir. Bu konuda katkıda bulunmuş bazı önemli isimler şunlardır: Max Weber, Carl L. Becker, Karl Löwith, Hans Blumenberg, M.H. Abrams, Peter L. Berger ve Paul Bénichou. Seküler devlet tanımı, sekülerizmin siyasi boyutuyla ilgilidir ve seküler esaslara dayalı devleti tanımlar. Devlet biçimi olarak Sekülerizm, teokrasi yerine seküler bir devlet biçiminin tercih edilmesi, savunulmasıdır. Aslında dinlerin büyük bir kısmının, devlet kavramı açısından siyasi nitelikleri yoktur. Yine büyük bir kısmı ise, siyasi nitelikleri, devlet kavramı açısından olsun olmasın, seküler ve demokratik devlet ve toplum anlayışları ile uzlaşmış durumdadırlar. Birçok din ise temelde seküler bir devlet idaresini (idareten) onaylamakta ve tarihsel süreçte bunun örneklerini göstermektedir. Her ne kadar teokratiklik olarak tanımlanamasa da sekülerizminden, yasa ve hukuk konularında ayrılan çeşitli dinî inanç ve mezhepler bulunmaktadır. Bunlar devlet idaresinin sekülerliğini benimserken, yargısal ve hukuki temeller açısından dinin de bir kaynak teşkil etmesini savunurlar. Yani bir çeşit yarı-dini toplum biçimi modelidir de. Toplumsal ve bireysel bazda incelendiğinde, dindar toplum ve bireyler de dahil olmak üzere çoğunluk dinî anlamda seküler bir idarenin mümkün ve meşru olacağını savunmaktadır. Hatta bazı dinlerin temelde bunu savunduğu veya bu tür bir devlet tanım ve idaresine dair destekleyici unsurlar içerdiği ortaya konmuştur. Örnek vermek gerekirse, Hristiyanların çoğunluğu seküler bir devlet anlayışını benimsemekte ve bu fikrin Hristiyan kaynaklarında da mevcut olduğunu öne sürmektedirler. Özellikle modern zamanlarda, seküler devlet anlayışını savunan Hristiyan birey ve topluluklar Hristiyanlığın esasta seküler devlet anlayışını benimsediğini öne sürmektedirler. Bu konuda İncil öğretilerinden çeşitli destekleyici unsurlar ortaya korlar ki bunların en belirgini Luka İncili, 20. bölüm, 25. ayettir. Bu ayette vergiler üzerine bir soruya İsa'nın verdiği cevap yer alır, ayetin Türkçe karşılığı şöyledir: Bu sözün kabaca bir tür sekülerizmi önerdiği ve desteklediği düşünülmüştür. Yine de Hristiyan fundamentalist gruplar bu ayeti farklı yorumlarlar ve devlet hususunda sekülerizmin dinî anlamda meşru olmadığını savunurlar. Fundamentalist Hristiyan grup ve düşüncelerin çoğu teokratik devleti ve düşünceyi savunmaktadırlar. Yine de Hristiyanlık odaklı farklı devlet biçimlerini veya "devletsizliği" savunun fundamentalist gruplar da mevcuttur. Bunların belki de en radikal örneklerinden biri Hristiyan anarşistlerdir. Bu konuda daha fazla bilgi için fundamentalist Hristiyanlık maddesine bakabilirsiniz. İslâm'da genel kanı, İslam dininin ön gördüğü siyasi sistem mevcut olmasa da bu sistemin kabul edilmesi, ancak ahlaki meselelerde toplumun idareye sözlü
müdahale ve nasihatte bulunması yönündedir. Yani seküler devletin ideal görülmese de meşru görüldüğü söylenebilir, en azından seküler toplum kavramından ayrıldığı durumda. Tarihsel süreçte kurulmuş İslami devletler, genellikle İslâm'ın siyâsî anlayışına tam uymayan bir biçimde olsa da toplum ve dinî otoriteler tarafından kabul görmüştür. Yine bu sistemlerin çoğu İslâm'ı yargı ve hukuk meselelerinde kaynak olarak kullanmıştır ki bu ne tam anlamıyla dinî ne tam anlamıyla seküler olan bir hukuk ve dolayısıyla devlet anlayışı ortaya koymuştur. Tarih boyunca, İslâm esaslara uygun olmayan biçim ve işleyişe sahip devletlerin meşru olmadığını öne süren düşünce ve gruplar ortaya çıksa da çoğunlukla azınlıkta kalmış ve pek ses getirememiştir. Yine de özellikle 20. yüzyılda, İslami temellere sahip devlet anlayışının İslam dini açısından tek meşru devlet anlayışı olduğunu öne süren grup ve akımlar oluşmuştur. Bu grupların ifade ettiği tam anlamıyla bir teokrasi sayılamasa da, özellikle hukuki anlamda tamamen İslâmî bilgileri kaynak alan bir devlet anlayışıdır. National Secular Society (Ulusal Seküler Topluluğu) gibi gruplar sekülerizm kampanyaları yaparlar ve genellikle seküler hümanizm taraftarları tarafından desteklenirler. Hümanist olmayan bireylerden de destek görürler. 2005 yılında National Secular Society "Yılın Seküler(ist)i" ödül töreni düzenledi. Bir ilk olan bu ödülün ilk sahibi de İran İşçi-Komünist Partisi'nden Meryem Namazie olmuştur. Mir Muhammed İsyanı Mir Muhammed İsyanı, Soran emiri Mir Muhammed'ın 1830'da Mısır'daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa örneğinden ilham alarak, Osmanlı İmparatorluğu içinde ayrı bir devlet kurma girişimidir. Molla Hadi'nin halkı isyandan caydırıcı fetvasından sonra konumu zayıflayan Mir Muhammed, tam bir harekete girişemeden Osmanlı'ya teslim olmuştur. Melanippe (mitoloji) Yunan mitolojisinde Melanippe aşağıdaki kişiler yerine kullanılır. Osman Kılıcı Osman Kılıcı (diğer adı Taklide-Seif veya Kılıç Alayı), Osmanlı İmparatorluğu'nun sultanlarının tahta çıkma töreni sırasında kullanılan önemli bir devlet kılıcıydı. Kılıç Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin ismini almıştır. Uygulama ilk olarak Osman Gazi'nin kayın babası Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye kılıç kuşandırmasıyla başladı. Bu kılıcın kuşanması, padişahın tahta çıkmasından 2 hafta içerisinde yapılmak zorundaydı. Bunun için İstanbul'da Haliç üzerindeki Eyüp'te mezar kompleksi yapıldı. Yeni padişah Topkapı Sarayı'ndan Saltanat Kayığı'na binerek Haliç'ten Eyüp'e gelirdi. Eyüp mezarlığı, Sahabe Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin 7. yüzyıldaki İstanbul'un ilk Müslüman kuşatması sırasında şehid olması nedeniyle Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır. Bu tören çok sembolikti: Öncelikle yeni padişahın kılıç kuşanarak bir savaşçı olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Konya'dan bir mevlevi derviş bu kılıcın takılma işleminde bulunurdu. 19. yüzyıl sonlarına kadar Müslüman olmayan temsilcilerin Eyüp Camii'ndeki töreni izlemesi yasaktı. Yabancı temsilciler ilk defa V. Mehmed Reşad'ın kılıç kuşanma törenini izledi. 10 Mayıs 1909 tarihinde düzenlenen törene, imparatorluk içindeki mevcut tüm dini toplulukların, özellikle Rum Patriği, Baş Haham ve Ermeni Kilisesi'nin temsilcileri katıldı. Gayrimüslimlerin töreni görmesi için izin verilmesi bu töreni New York Times'ın son derece detaylı bir şekilde yazmasını sağladı. V. Mehmed'in kardeşi ve halefi VI. Mehmed Vahdeddin, törenin filme çekilmesine izin vererek daha da ileri gitti. VI. Mehmed'in son Osmanlı padişahı olmasıyla kılıç kuşanma töreni son buldu. Aşçılık Aşçılık, besinlerin çeşitli yöntemlerle yemeye hazır duruma getirilmesine denir. Ahçılık olarak da bilinir. Aşçılığın en temel yöntemi pişirmedir. Ama "aşçılık" terimi, pişirmenin yanı sıra kurutma, isleme, dondurma ya da salamura gibi başka yöntemleri de kapsar. Besinler birkaç nedenden dolayı pişirilir. Bazı besinleri çiğ yeme düşüncesinden hoşlanmayız. Belirli besinleri pişirerek yemeye alışık olduğumuzdan, pişirmenin besinlere iyi bir tat kazandırdığına inanırız. Öte yandan pişirildiklerinde besinlerde değişiklikler oluşur ve bu da bazı besinlerin yenmesini ve sindirilmesini kolaylaştırır. Besinleri pişirmenin başka nedenleri de vardır. Pişirilen besinler uzun süre bozulmadan saklanabilir. Örneğin besinlerde bulunabilecek birtakım parazit ya da bakteriler pişirmenin etkisiyle ölür ya da etkilerini bir süre yitirir. Ama bunun için gıda sanayinde başka yöntemler de kullanılmaktadır. Aşçılık bir gerekliliktir, ama yalnızca gereklilikten dolayı yapılmaz. Pek çok kişi, gerek evinde yemek pişirirken, gerek bu işi bir meslek olarak yaparken zevk alır. Aşçılık bilgi gerektirdiği gibi, iyi yiyeceği seçme, hazırlama, sunma ve bunlardan tat alma da bir tür sanattır ve bu sanat gastronomi denir. Daha 18. yüzyılda İskoç yazar James Boswell, canlılar arasında yalnızca insanın yemek pişirebildiğine ve iştah açıcı bir sofra kurabildiğine dikkati çekmiştir. Boswell, yediğine çeşni katan herkesin az çok aşçı olduğunu yazmıştır. Her ülkenin kendine özgü, geleneksel bir aşçılığı vardır. O ülkede bulunan besinler, iklim, din ve görenekler gibi birçok etmen bu geleneği oluşturmuştur. Bazı ülkelerin mutfakları daha güçlü geleneklerle donanmıştır. Örneğin Fransız mutfağı, 17. yüzyıldan bu yana Batı dünyasının mutfağını etkilemiştir. Bundan dolayı, aşçılıkta Fransızca terimler çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte, günümüzde dünyadaki başka mutfaklar da tanınır olmuş ve farklı aşçılık üslupları kaynaşmaya başlamıştır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan, Tarihöncesi’nden kalma çanak çömlek gibi araç gereçler, o çağlarda insanların nasıl yemek pişirdikleri konusunda bize bilgi vermektedir. Henüz pişirmeyi bilmedikleri dönemde insanlar, avcılık ve toplayıcılıkla elde ettikleri besinleri çiğ olarak yiyorlardı. Öte yandan besinleri bozulmadan saklama yöntemlerini bilmedikleri için, neredeyse her gün yiyecek peşinde koşmak zorundaydılar. Ateşten yararlanmayı öğrendikten sonra besinleri pişirmeye başladılar. Ama besinleri ateşte pişirmeyi nasıl buldukları konusunda bilgiye sahip değiliz, bir rastlantı sonucu bulmuş olmaları daha büyük bir olasılıktır. Pişirmenin en basit yolu, yiyecekleri bir sopaya geçirip ateşin üzerinde kızartmaktır. Eski insanların başlangıçta da böyle yaptığı sanılmaktadır. Besinleri kızgın taşlar üstünde pişirmeyi daha sonra öğrenen insanlar, belki bazı yiyecekleri de yapraklara sararak közde pişiriyorlardı. Çok eski çağlarda insanlar, tahılları lapa haline getirerek kızgın taşlarda bir tür basit ekmek pişirmeyi biliyorlardı. İlk fırınlar taşlar ve kızgın korların döşendiği çukurlardı. Bir sonraki aşamada insanlar, toprakta çukur açmak yerine toprağın üstünde fırın yapmayı öğrendiler. Bu fırınların, biri dumanın dışarı çıkmasını, öteki havalandırmayı sağlayan iki deliği vardı. Sıcaklığı içerde tutmak için, yiyeceklerin içeri yerleştirildiği delik ise önüne bir taş kapak koyularak kapatılıyordu. İnsanlar açtıkları çukurlara büyük bir hayvan postu döşüyor ve içine koydukları yiyecekleri haşlıyorlardı. Bu çukurlar suyla dolduruluyor ve ateşte kızdırılmış taşlar içine koyularak su kaynama derecesine kadar ısıtılıyordu. Kamış sepetleri, balçıkla sıvayarak sertleştirmeyi de öğrenen insanlar, böylece bir bakıma ilk tencereyi yapmışlardı. Bu kapları, suyla doldurarak ya da susuz olarak ateşin üzerine yerleştiriyorlardı. Böylece, aşçılığın iki ana yöntemi geliştirilmişti: Kuru olarak fırınlama ve suyla haşlama ya da buğulama. Toprak fırınlar, dünyanın bazı yerlerinde günümüzde de kullanılmaktadır. Örneğin, Papua Yeni Gine'de yaşayan Wola halkı, sebze ve et pişirmek için iki ayrı toprak fırın kullanır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ekmek pişirmek için hâlâ kullanılan tandır da bir tür toprak fırındır. Eski Yunan ve Roma dönemlerinde, neredeyse bütün işleri köleler yapardı. Yunan ve Roma yönetici sınıfın konutlarındaki aşçıbaşı da bir köleydi, ama emrinde çalışan gene köle olan birçok işçi vardı. Aşçıbaşının yönetimindeki öteki köleler, fırıncı, kasap, ateşçi, şaraplardan sorumlu kilerci ve yemeklerin zehirli olmadığından emin olmayı sağlayan çeşnicibaşı gibi kişilerdi. Yemekler demirden ya da topraktan tencereler ve tavalarda pişiriliyor, tabaklardan yeniyordu. O dönemin mutfak araç gereçleri arasında kaşık bulunmakla birlikte, yiyeceklerin bıçakla kesildikten sonra elle yendiği sanılmaktadır. Yunan ve Roma yemekleri günümüzdeki gibi malzemelerle pişirilmiyordu. Örneğin etin ya da balığın genellikle bal ya da meyveyle pişirildiği bilinmektedir. Ziyafetlerde yemeklerin çeşitli değerli taşlarla süslendiği de olurdu. Romalılar besi hayvanlarının yanı sıra deve ve fil eti de yiyorlardı. Ortaçağda Avrupa'daki büyük malikânelerin mutfakları, Eski Yunan ve Roma dönemlerinde olduğu gibi iyi örgütlenmişti. Üstü açık büyük ateş ocaklar vardı. Bu ocaklarda hayvanlar sopaya geçirilerek bir bütün olarak kızartılıyordu. Çorba yapmak ve etleri haşlamak için büyük kazanlar kullanılıyordu. Mutfaklardaki her işin bir sorumlusu vardı ve bunlar aşçıbaşının emrinde çalışırlardı. Örneğin ateşi yakan kişi ile kazanların taşmadan kaynamasını denetleyen kişi ayrı görevlilerdi. Birkaç yardımcı da yemekleri pişmeye hazırlardı. Ortaçağ mutfaklarında günümüzdeki kadar çok çeşit yemek pişirilmiyordu. Yemekler büyük bir olasılıkla birkaç çeşitten oluşuyordu ve yavandı. Ama bugün de kullandığımız pek çok baharat biliniyor ve yemeklerde kullanılıyordu. Bu baharatın bazılarını kendileri yetiştiriyor, ama biber, karanfil, tarçın gibi baharat çeşitleri Doğu ülkelerinden geliyordu ve bundan dolayı pahalıydı. Etler kurutularak ya da tuzlanarak saklanıyordu. Ortaçağda ne gündelik yaşamda, ne de mutfakta günümüzdeki gibi bir temizlik anlayışı yoktu. Çünkü insanlar hastalıkların, mikroplar ve pislikle ilgili olduğunu bilmiyorlardı. Avrupa'nın doğu ve batısında zamanla ayrı aşçılık yöntemleri gelişti. Bu ayrım asıl olarak, değişen iklim koşullarında farklı ürünlerin yetişmesine bağlanabilir. Öte yandan göçlerin ve fetihlerin,
farklı yemek kültürleri olan toplumları ilişkiye geçirmiş olması da bunda önemli bir etkendir. Akdeniz kıyısındaki Güney Avrupa ülkelerinde bolca zeytin ağacı yetişiyordu ve yemeklerin pişirilmesinde zeytinyağı kullanılıyordu. Kış ayları ılıman geçtiği için evleri ısıtmak ve yemek yapmak için küçük ateşler yeterliydi. Bütün yıl boyunca bulunan taze eti ve balığı, çok sıcak kömür ateşinde kısa sürede pişirmek ya da ızgara yapmak mümkün olmuyor . Kışları uzun ve sert geçen Kuzey Avrupa ülkelerinde ise, kış aylarındaki besin kaynakları, tuzlanıp kurutulmuş et ve balık ile yumru köklerdi. Örneğin bu durumdaki etler daha büyük ateşlerde ve daha uzun sürede pişebiliyordu. Kuzey mutfağında hayvansal yağlar kullanılıyordu ve bu yağlar kavanozlarda saklanıyordu. Kurutulup tuzlanarak saklanan domuz eti ve jambon, Kuzey Avrupa insanlarının temel besiniydi. Ortaçağda İngiltere ile Almanya’da et yemekleri ünlüyken, güneydeki ülkelerde yeşil sebzeler ve taze balık seviliyordu. Güneyde 16. yüzyılda Floransalı aşçılar, Avrupa’nın en iyileri olarak kabul ediliyordu. Floransalı aşçıları, Fransızlara yeni yemekler öğrettiler ve çok geçmeden Fransız soylularının mutfaklarında İtalyan usulü yemeklerin pişirilmesi moda oldu. Fransız aşçılar karnabahar, enginar, hamur işleri ve süt danası eti gibi yeni malzemeleri kullanmayı, yumurta ve krema ile sos yapmayı İtalyanlardan öğrendiler. Fransız mutfağının öne çıkmasında, Antonin Carême'nin (1784-1833) büyük rolü olmuştur. Carême, yemek pişirmeyi ve servis yapmayı bir sanat gibi gören, bunları işini bilerek kaleme alan ilk kişidir. Yoksul bir aileden gelen ve çalışma yaşamına aşçı yamağı olarak başlayan Carême, Avrupa yemeklerinde olduğu kadar, mutfaklarında da köklü değişiklikler gerçekleştirdi. Yiyeceklerin sofraya, bugün bildiğimiz sırayla olmasa da, belirlenmiş bir sıraya göre getirilmesi için kurallar getirdi. Konukların hepsini yemesi söz konusu olmasa da, masada aynı anda pek çok yemek çeşidi bulundurulmasını öneren ve uygulayan da Carême’ydi. İngiltere ve Fransa'da, dolayısıyla bütün dünyada aşçılığın gelişmesinde etkili olan iki Fransız daha vardır. Bunlardan biri olan Alexis Soyer (1809-58), İrlanda'da büyük açlık ve sefaletin yaşandığı bir dönemde, halka çorba ve et pişirecek geçici mutfaklar kurdu ve önceki fiyatının yarısına, iyi yiyecekler yapmayı başardı. İngiltere'de, küçük bir ocak yaparak masa üzerinde yemek pişirmeyi geliştirdi. Orduda askerlere verilen haşlanmış etin suyunun döküldüğünü görünce, bütün yararlı özellikleri kaynatıldığı suya çıktığı için etin atılabileceğini, suyunun ise çorba olarak içilmesi gerektiğini belirtti. Auguste Escoffier ise (1847-1935), "aşçıların kralı ve kralların aşçısı" olarak tanınıyordu. Avrupa'nın o dönemdeki en ünlü otellerinden olan, Londra'daki Savoy Oteli ve ardından Carlton Oteli mutfaklarını yönetti. Avusturyalı büyük opera şarkıcısı Nellie Melba'nın onuruna "peşmelba" adını verdiği şeftalili dondurmayı ve birçok yeni sosu yarattı. Escoffier, İngiltere'de otel ve restoranlardaki aşçılık düzeyini yükselten kişi oldu. Bu üç Fransız Carême, Soyer ve Escoffier, zengin ve ileri gelen kişilerin mutfaklarında ve restoranlarında önemli yenilikler yarattıkları gibi, halkın mutfaklarında da pek çok değişikliğin öncüsü oldular. İngiliz Isabella Mary Beeton da yazdığı bir kitapta, yemek pişirme konusunda öğütler vermekle kalmadı, evlerin nasıl temizlenip düzenleneceği ve hasta olan aile bireylerine nasıl bakılacağı konusunda da yol gösterdi. Batı mutfağı temel olarak Avrupa'da gelişti, ama bu mutfakta kullanılan birçok yiyecek Avrupa dışından gelmiştir. 15. yüzyıldan başlayarak bazı kâşifler aşçılıkta önem kazanmaya başlayan baharatı getirmek için kısa yoldan Doğu’ya gitmek isterken Amerika’ya ulaştılar. Kuzey, Orta ve Güney Amerika'dan patates, domates, çikolata, mısır, kavun, ananas, balkabağı, biber, hindi ve birçok bakliyat türü getirdiler. Bu kâşiflerin çoğunun yola çıktıkları ve döndükleri yer olan İspanya'da aşçılıkta bu yiyeceklerin çoğunun günümüzde de büyük önemi vardır. Örneğin geleneksel İspanyol yemeklerinde, renk ve tat vermek için kırmızıbiber çok yaygın olarak kullanılır. Bugün patates, çikolata ya da domatesin bulunmadığı bir Batı mutfağı düşünülemez. Bu da Amerika kıtasından getirilen besinlerin ne kadar önemli olduğu gösterir. Kuzey Amerika'ya ilk göç edenler İngiltere, Fransa, Hollanda, İsveç gibi birçok farklı ülkeden gittiler. Bu insanlar, kendi geleneksel yemek pişirme yöntemlerini de birlikte götürdüler. Ama bu yöntemlerle yemek pişirmede güçlüklerle karşılaştılar, çünkü gittikleri yerde alışkın oldukları temel malzemelerin çoğu yoktu. Orada yetişen birçok bitkiyi nasıl yetiştireceklerini ve pişireceklerini bilmiyorlardı. Bunları zamanla Amerika Yerlileri'nden öğrendiler. Kuzey Amerika’ya ilk yerleşenler, Avrupa’daki mutfaklarda kullandıkları kap kacaktan çok az götürmüşlerdi. Bundan dolayı basit pişirme yöntemleri kullanmak zorunda kaldılar. Besinlerini, belki de ellerindeki tek mutfak eşyası olan, eski moda kazanlarda haşladılar. Yemekleri çok az bir sıcaklıkta, yavaş yavaş pişirmek için, kapalı büyük bir tencereyi fırın gibi kullandılar. Eti Yerli yöntemiyle, ateşten yanmayacak yaş dallara asarak ya da sopalara geçirerek, açık ateş üzerinde pişirdiler. Batıya giden bu ilk göçmenler, yemeklerinin çoğunu açık havada, açık ateş üzerinde pişirmek zorundaydılar. Ocaklar yapılmaya başladıktan sonra, açık ateşin yanına yerleştirilen tuğla ya da taştan bir fırında haftada en az bir kez geleneksel yöntemlerle ekmek pişirdiler. Bütün Avrupa’da da ekmek böyle pişiriliyordu ve günümüzde birçok yerde hâlâ bu eski fırınlar kullanılmaktadır. Fırın odun ateşiyle iyice ısıtılıyordu. Sonra zemini temizlenerek somunlar sıcak fırına yetiştiriliyordu. Ekmekler piştikten sonra, fırın bir süre daha sıcaklığını koruduğu için bu kez daha az ısıda pişebilen yemekler fırına koyuluyordu. Türk mutfağı, dünyanın sayılı mutfaklarından biri sayılır. Orta Asya'dan Anadolu'ya geliş sürecinde Türklerin değişikliklere uğrayan aşçılık geleneği, Anadolu’da var olan mutfak kültürüyle zamanla kaynaşmıştır. Bu kaynaşma, çok zengin bir mutfak geleneğinin oluşmasını sağlamıştır. Eski Türklerde yemek, toplumsal yaşamın önemli bir parçasıydı. Toy denen şölenlerde bol yemek ve içki ikram edilmesi gelenekti. Öte yandan “han” denen hükümdarlar ve beyler, bir tür ziyafetlerde halka yemek yedirirlerdi. Toplu yemeklerde yiyeceğin toplumsal konuma göre paylaşılması söz konusuydu. Eski Türklerde "ülüş" adı verilen bu geleneğe göre, örneğin ortaya getirilen bir kızarmış koyunun neresinden kimin yiyeceği, özellikle Oğuz boyları arasında önceden bilinirdi. Orta Asya’da Türkler, ekip biçmeyle de uğraşmakla birlikte göçebe yaşamın bir parçası olan hayvancılık yapıyorlardı. Bundan dolayı temel besin maddeleri et, süt, yağ ve peynir gibi hayvansal ürünlerdi. Özellikle yoğurt, tek başına da yenmekle birlikte, başka yemeklerde katkı maddesi olarak önemli bir yer tutardı. Yiyecekler arasında önemli bir yeri olan ekmeğin yanı sıra, hamura ve bulgura dayalı yemek çeşitlerinin ana öğesini un ve et oluştururdu. Eski Türk yemeklerinden "tutmaç", mantıya benzeyen ve besin değeri yüksek bir yemekti. "Kavut" denen tatlı da yaygındı ve arpa unu pekmezle karıştırılarak hazırlanırdı. Zengin et yemekleri arasında bumbar (bağırsak dolması), sucuk, kebap çeşitleri, işkembe Çorbası, kavurma, közleme, külleme, pastırma ve yahni çeşitleri sayılabilir. Türklerin İslam dinini benimsemesinden sonra, 11. yüzyıl ve sonraki dönemlerden kalma kaynaklara dayanarak Türk mutfağının fazla değişmediği söylenebilir. Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati't-Türk adlı sözlüğü ile Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig adlı yapıtında yemek çeşitleri ve yeme içme geleneği üzerine bilgiler vardır. Oğuz destanları derlemesi olan Dede Korkut Kitabı’nda da Türk yemekleri adları verilmiştir. Anadolu'ya yerleşen Türkler, eski alışkanlıklarını korumakla birlikte, yeni yemek kültürüyle karşılaştılar. Örneğin Türk mutfağına daha fazla sebze yemeği, balık ve zeytinyağı girdi. Osmanlı dönemine gelindiğinde Türk mutfağında geleneksel halk mutfağı ile yönetici sınıfın yemek kültüründen söz edilebilir. 15. yüzyıldan başlayarak başkent olan İstanbul’daki Topkapı Sarayı'nda "Kuşhane" adı verilen mutfakta padişah için özel yemekler pişiriliyordu. Padişahın aile çevresi olan valide sultan, sultanlar, şehzadeler ve haremde yaşayanlar için ise "Has mutfak"ta yemek hazırlanıyordu. Tatlı türünden yiyecekler ise "Helvahane" denilen yerde yapılıyordu. Ayrıca saray görevlileri için yemek pişirilen mutfaklar vardı. O dönemin yemekleri arasında helvâ-yı hâkâni (padişah helvası), hünkârbeğendi, saray kadayıfı, saray ekmeği, vezirparmağı gibi, bazısı günümüzde de yapılmakta olan yemekler vardı. Daha çok yöresel özellikler taşıyan halk mutfağının yemekleri ise et ve tahıla dayanıyordu. Halk et ve sebzeyi taze olarak tükettiği gibi, kurutarak ve kavurarak saklıyordu. Çeşitli baharatla karıştırılarak pastırma ve sucuk yapılması da eti saklamanın bir yoluydu. İnsanlar sebzeleri ya kendileri yetiştiriyor ya da doğada kendiliğinden yetişenleri topluyorlardı. Sebzeleri et, bulgur, pirinç ve yoğurtla karıştırarak pişiriyorlardı. Osmanlı döneminde, Orta Asya’dan gelen Türkler ile Anadolu’da yaşayan öteki halkların yemek kültürlerinin kaynaşmasıyla Türk mutfağı daha da zenginleşti. Öte yandan Türk yemekleri, başta Balkan ülkeleri olmak üzere imparatorluk sınırları içinde kalan ülkelerde kalıcı izler bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılındaki Batılılaşma hareketleri Türk mutfağına da yansıdı. 19. yüzyılda İtalyan ve Fransız yemekleri kendi adlarıyla Türk mutfağını girdi. Aslında Batı yemekleri, Osmanlı sınırları içinde yaşayan öteki halkların da etkisiyle, başta balık olmak üzere karides ve istiridye gibi deniz ürünleri birkaç yüzyıl önceden yavaş yavaş saraya ve zengin konaklarına girmeye başlamıştı. 20. yüzyılda, Batı yemekleri Türk mutfağında daha da yaygınlaştı. Ama köy, kasaba ve küçük kentlerde Türk mutfağı yerel özelliklerini koru
du. Günümüz Türk mutfağına özgü yemekleri arasında yoğurt, bulgur, tarhana ve hamur işleri gibi geleneksel yiyeceklerin yanı sıra pilav, dolma, sarmalar ve börek sayılabilir. Öte yandan Çin, İtalyan, Fransız, Japon, Rus mutfaklarına özgü yemekler sunan çok sayıda lokanta vardır. Çin, Japonya ve Hindistan'daki yemek pişirme yöntemlerini, Batı mutfağının yöntemleriyle karşılaştırmak ilginç olabilir ve Doğu mutfağını anlamımızı kolaylaştırabilir. Çin mutfağı ile İtalyan mutfağı arasında bazı benzerlikler vardır. Bu iki mutfağın benzer tarihsel süreçten geçmeleri bunun nedeni olabilir. İtalya'da olduğu gibi Çin’de de yakacak odun kıt olduğundan, yiyeceklerin hızlı ateşte kısa sürede pişirilmesi gerekiyordu. Yemekler de buna göre hazırlanıyordu. Bir çeşit hamur işi olan erişte, eskiden olduğu gibi günümüzde de neredeyse her yemekte kullanılmaktadır. Marko Polo'nun 1295'te Uzakdoğu gezisinden döndüğünde İtalyanlara tanıttığı hamur işlerini, Çinliler çok daha önceden yiyorlardı. Çin mutfağının başlıca pişirme yöntemleri, kızartma ve buğulama karışımı ya da yalnızca buğulamadır. Çinliler yuvarlak tabanlı derin kapları hem kavurmalar için, hem de bol yağda kızartmalar ya da haşlamalar için kullanırlar. Bazı yiyecekleri bambu sepetlere koyarak buharla pişirirler. Pişmiş yiyecekler bu kabın bir yanına yerleştirilen bir ızgaraya dizilerek sıcak tutulurken, kabın dibinde öbürleri pişirilir. Bütün malzemelerin karıştırılmasıyla hazırlanan yemekler ise, tek kapta daha kısa sürede pişirilir. Çinliler yemeklerde süt ürünleri kullanmazlar. Doğu’ya özgü olan ve soya fasulyesinden yapılan soya sosu, Çin yemeklerinin yaygın çeşnisidir. Çinlilerin et ürünlerinin lezzetini artırmak için kullandıkları monosodyum glütamatı, Batı mutfağının tuz ve biberini karşılar. Çin yemekleri ufak kâselerde sofrayla getirilir ve kaşıklarla servis yapılır, ama bir çift özel çubukla yenir. Pirinç pilavı sofranın değişmez yemeğidir. Balık ve sebze en yaygın yiyeceklerdir. Evde pişirilen yemeklere biraz et katılır. Çorba genellikle yemeğin sonuna doğru masaya getirilir ve yemek bitinceye kadar yavaş yavaş içilir. Balık servisi ise genellikle yemeğin sonunda yapılır. Çay yemekten hem önce, hem de sonra içilir. Japon mutfağının, özellikle yapışkan ve lapa pirinç pilavı gibi yiyeceklerinden dolayı Çin mutfağıyla ortak yanları vardır. Ama yiyeceklerin çoğunun çiğ ya da az pişmiş olarak yenmesiyle Çin mutfağından belirgin biçimde ayrılır. Japon mutfağında balık ya da deniz ürünleri önemli yer tutar. Japonlar da yemeklerinde süt ürünleri neredeyse kullanmazlar. Soya fasulyesinden, protein açısından çok zengin bir tür peynir yaparlar. Kırmızı fasulye hamurundan yaptıkları tatlılar da Japon mutfağına özgüdür. En çok kullanılan tat vericilerin başında zencefil gelir. Tipik bir Japon sofrası salamura balıkla başlar, çiğ balık, haşlanmış balık ve yosunlar, haşlama yemekler, ızgara ve kızartmalarla devam eder ve meyveyle sona erer. Hindistan ve Pakistan yemeklerinin en belirgin özelliği, çoğu yemeğe acılık veren baharatların kullanılmasıdır. Bir yemekte, altı ya da yedi çeşit baharatın kullanıldığı olur, ama yemeğe acılık veren kırmızıbiberdir ve bu baharatın miktarıdır. Hindistan'ın güneyinde, Çin mutfağına benzer biçimde pilav her zaman sofranın baş yemeğidir. Yemekler yaygın olara hindistancevizi yağıyla pişirilir. Pirinç unundan yapılan gözleme de yaygın olarak yenir. Kuzeyde Hindistan’da ve Pakistan ile Bangladeş'te, mayalanmış hamurdan yapılan, "çapatti" ya da "parata" adı verilen ve kızgın sac üzerinde pişirilen ekmek yenir. Benzer bir yiyecek olan "puri" ise bol yağda kızartılır. Hindistan’da Müslümanların çoğunlukta olduğu kuzeyde et yer. Güneyde ise halkın çoğunluğu Hindu ve etyemezdir ya da et yerine balık tüketir. Hindistan'ın kuzeyinde, tavuk gibi bazı yiyecekler önce yoğurt ve baharat karışımında dinlendirilir, sonra kızgın fırında kısa sürede pişirilir. Bu pişirme yöntemine "tanduri" denir. Genellikle "nan" adı verilen bir tür yassı ekmekle birlikte sofraya gelen yemekler, limon dilimleri ve salatayla birlikte servis yapılır. Hintler yemeklerini genellikle elleriyle yerler. Birçok Hint tatlısı, uzun süre baharatla pişirilmiş sütten, bazıları da makarna yapımında da kullanılan ve bir buğday ürünü olan irmikten yapılır. İlk mutfak ocağını İngiliz fizik bilgini Sir Benjamin Thompson 1795'te geliştirdi. Böylece sıcaklığı ayarlayabilmek mümkün oldu ve bu yemek pişirmede önemli bir yenilikti. 19. yüzyıl boyunca geliştirilen kömür ve gaz yakan ocaklar da, kızartma sacları, fırınlar ve su ısıtıcılarıyla donatıldı. Elektrikli fırınlar ise ancak 20. yüzyılın ortalarında yaygın duruma geldi. Günümüzde yemek pişirmede çoğu elektrikle çalışan çeşitli aygıtlar kullanılır. Bu tür aygıtlar, eskiden birkaç kişinin yaptığı işleri artık yalnızca bir kişinin yapabilmesini sağlar. Örneğin kurabiye ya da tatlılar için gerekli olan yumurta çırpma işlemi elektrikli karıştırıcılarla (mikser) birkaç dakika içinde tamamlanır, oysa bu eskiden elle çırpıldığında çok zaman alırdı. Günümüzde bir elektrikli karıştırıcı ve biraz kabartma tozuyla aldığımız sonucu almak için, İngiltere'de ilk ev ekonomisi kitabını yazan Mary Beeton'un kek tariflerinde, çok sayıda yumurta akı ve en az 15 dakikalık bir çırpma süresi öneriliyordu. 20. yüzyılda geliştirilen soğutma ve dondurma sistemleri de aşçılıkta büyük değişikliklere yol açmıştır. Yiyecekler, pişirmeden önce ya da sonra belli bir süre buzdolabında saklanabilir. Birçok besin dondurularak uzun süre bozulmadan korunabilir. Pişirilmiş bir öğün yemek bile dondurucuda saklanıp, istendiğinde çözülmesi sağlanarak yenebilir. Bazı mevsimlik yiyecekler, örneğin çilek, çok az pişirilerek ya da hiç pişirilmeden dondurulabilir ve sonra kış aylarında yenebilir. Dondurulmuş bazı yiyeceklerin çözülmesi uzun zaman alır. Ama bu tür yiyeceklerin çözülme süreleri, mikrodalga ya da elektronik fırınlarda hızlandırılmıştır. Mikrodalga fırında pişirme, geleneksel pişirmeden tümüyle farklıdır. Bu fırınlar bir televizyon setinde olduğu gibi elektromagnetik dalgalarla çalışır. Yemeği ısıtırken ya da pişirirken, yiyeceğin içine koyulduğu kap ısınmaz. Elektrikli ya da gazlı fırınlarla karşılaştırıldığında mikrodalga fırında yemek çok kısa bir sürede pişer. Mikrodalga fırınlar, lokantalarda ve hızlı yemek servisi yapan yerlerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Önceden pişirilen yemek, müşteri istediği zaman hemen ısıtılabilir. Aşçılığın uzun evrimine karşın günümüzde yemek pişirme yöntemleri, temelde ilk insanların keşfettikleri yöntemlere dayanır. Bunlar kuru pişirme ve sulu pişirmedir. Yemeklerin çoğu da bu iki yönteme uygun biçimde hazırlanır. Sebze ve meyveler, çok uzun süre pişirilmemesi gereken yiyeceklerdir. Patates gibi bazıları kabukları soyulmadan bütün olarak fırında pişirilebilir. Ama sebzelerin pişirilmesinde en yaygın yöntem, haşlamaktır. Bu pişirme yönteminde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, çok az su kullanılması ve çiğ sebzelerin kaynayan suya atılmasıdır. Birçok sebze buharda pişirildiğinde lezzet açısından çok daha iyi sonuç verir. Meyvelerin çoğu çiğ yenir, ama istenirse komposto türü yiyecekler elde etmek üzere kısa süre ve çok az şekerle pişirilebilir. Hemen her tür sebze ve meyve salata yapmakta kullanılabilir. Salata yapılırken sebzelerin çoğu çiğ olarak genellikle ufak parçalara bölünür, dilimlenir ya da doğranır. Patates ve bazı fasulye türleri gibi sebzeler ise önce pişirilir ve henüz sıcakken sos katılarak soğumaya bırakılır. Salatalarda sosun özel bir yeri vardır. Fransız sosu adı verilen bir salata sosu genellikle yağ ile sirkenin yanı sıra sarımsak, maydanoz ya da fesleğen gibi kokulu bitkiler, tuz, bazen de hardal karıştırılarak yapılır. Mayonez, yavaş yavaş ve iyice karıştırılan sıvı yağ ve yumurta sarısına, biraz sirke ya da limon suyu ile tuz, biber ya da istenen baharat katılarak hazırlanır. Bu yiyeceklerin her zaman orta ya da düşük ateşte pişirilmesi gerekir. Krema, muhallebi ve dondurulmuş tatlıların temel malzemesi süttür. Peynir sosu, maydanoz sosu ve birçok tatlı sosunun temelini oluşturan ve beşamel olarak bilinen beyaz sos ise, tereyağı ile un ve süt karışımıdır. Bu, aynı zamanda, kremalı çorbalar ve suflelerin de ana malzemesidir. Yumurta, aşçılıkta pek çok değişik biçimde kullanılabilen bir yiyecektir. Ayrıca çeşitli biçimlerde pişirilerek ayrı bir yemek olarak yenebilir. Kabuğuyla ya da kabukları kırılarak kaynar suya atılıp pişirilebilir. Az yağda kızartılabilir ya da bir kapta fırınlanabilir. Sütle karıştırılarak katılaşıncaya kadar yağda pişirilince de güzel bir yumurta yemeği elde edilebilir. Yumurta çırpılıp kabarıncaya kadar tereyağında pişirilince de omlet hazırlanmış olur. Çırpılmış yumurtanın içine tat verecek birçok değişik malzeme koyulabilir ya da bu malzeme piştikten sonra omletin içine koyulup katlanır. Yumurta, köftelerin üzerine sürülebildiği gibi, içine de katılabilir. Kâse kremaları ve pastacı kremalarının kıvamı yumurtayla koyulaştırılır. Yumurta akı çırpıldığı zaman, köpüklü ve katı bir madde olur; suflede, omlette, pandispanyada, kekte ve bezede yumurta bu biçimiyle kullanılır. Bu besin maddelerinin pişirilmesinde farklı yöntemler kullanılır. Susuz pişirme yöntemleri olan közleme, ızgara, fırınlama ve kızartmada etler küçük parçalar halinde kesilir. Kebaplar derin olmayan, kapaksız bir tepsiye koyulur ve fırında pişirilir. Büyük bir et parçası, şişe geçirilmiş olarak fırında çevrilerek pişirilirse rosto elde edilebilir. Çok lifli etleri sulu pişirmek en iyi yöntemdir. Et önce yağda kızartılır, sonra biraz su ya da şarap katılarak lifleri kolaylıkla bıçakla kesilebilecek hale gelene kadar pişirilir. Daha büyük, daha sert et parçaları ve etin belirli yerleri gene suyla pişirilerek yahni yapılabilir. Balığın ve deniz ürünlerinin uzun süre pişirilmemesi gerekir. Öte yandan bu besin maddeleri taze olmalıdır. Balık fırında pişirilebilir, ızgara yapılabilir ya da yağda kızartılabilir. Bazen gevrek olması için, kızartılmadan önce yumurta, galeta tozu ya da una bulanır. Darı, yul
af, arpa, buğday, çavdar, pirinç ve mısır gibi tahılların bazıları öğütülerek un haline getirilir. Ekmek ve bisküvi yapımında kullanılır. Börek, kek ve kurabiye gibi hamurdan yapılan yiyeceklerin ana maddesi de undur. Una tuz, süt ya da başka sıvılar ve katı yağ katılır. Bazen şeker ve maya (ya da kabartma tozu) da eklenir. Aşçılıkta tuz, besinin kendi tadını belirginleştirmek ya da bazı tatları güçlendirmek için kullanılır. Yemek pişirmede ilk tat verici de, büyük bir olasılıkla deniz suyunda bulunan tuz olmalıdır. Küçük bitkilerin, çalıların ve ağaçların kuru bölümlerinden çok çeşitli tat vericiler elde edilir ve bunlara baharat denir. Karanfil, karanfil ağacının goncasıdır. Meyvesi baharat olarak kullanılan bitkiler arasında yenibahar, anason, karaman kimyonu, kırmızıbiber ve vanilya vardır. Küçük hindistancevizi (tohumları), besbase (kabuğu), hardal ve biber birçok yemekte tat verici olarak kullanılır. Tat verici otlar arasında nane, fesleğen, sater, mercanköşk, adaçayı, maydanoz, biberiye, tarhun ve kekik sayılabilir. Tarçın, bir ağacın kabuğundan elde edilir. Zencefil ve bayırturpu ise aynı bitkilerin köküdür. Taze, yeşil bitkiler ya da bitkilerin bazı bölümleri de tat verici olarak kullanılır. İyi aşçılar yemek hazırlarken soğan, sarımsak, pırasa, kereviz ve birçok taze yaprak kullanırlar. Yemeklerde doğal tat vericilerin yanında yapay tat vericiler de kullanılır. Yapay tat vericiler kimyasal maddelerden yapılır ve doğal tat vericilerden neredeyse ayırt edilemez. Ama bazı kimyasal maddeler sağlığa zararlı olduğundan, bugün birçok ülkede yiyeceklerde hangi kimyasal maddelerin kullanılabileceği belirlenmiştir. Ayrıca besinlerin içinde nelerin bulunduğunu gösterecek biçimde etiketlenmesi yasal zorunluluktur. İlk yemek pişirme kitapları genellikle önce yemeği ve malzemesini tanımlar, sonra pişirme yöntemlerini açıklardı. 20. yüzyıla kadar aşçıların ne güvenilir tartı ve ölçü aletleri ne de fırını belirli bir sıcaklıkta tutma olanağı vardı. Günümüzde yemek tariflerinde malzemelerin ölçüleri ya da pişirme sıcaklığı verilse de, bu her zaman gerekli değildir. Çünkü deneyimli aşçılar zevklerine ve ellerindeki malzemeye göre malzemelerin bileşimini değiştirebilirler. Aslında iyi bir aşçı, hangi besin taze ve bol ise onu alıp, gösterişe kaçmadan, sade ve lezzetli bir yemek hazırlayabilmelidir. Destruction Destruction, Alman Thrash Metal topluluğu. Grup, 1982 yılında Almanya'nın Lörrach şehrinde kuruldu. İlk demolarını 1984 yılında Bestial Invasion of Hell adıyla piyasaya sürdüler. Kreator, Sodom ve Tankard gruplarıyla beraber "Büyük Teutonic 4(The Big Teutonic Four)"den biridir. Total Disaster Black Mass Mad Butcher Satans Vengeance Devils Soldiers Invincible Force Death Trap The Ritual Tormentor Bestial Invasion Thrash Attack Antichrist Black Death Curse The Gods Confound Games Life Without Sense United By Hatred Eternal Ban Upcoming Devastation Confused Mind Mad Butcher The Damned Reject Emotions The Last Judgement Beyond Eternity Release From Agony Dissatisfied Existence Sign Of Fear Unconscious Ruins Incriminated Our Oppression Survive To Die Cracked Brain Frustrated Sed Time Must End My Sharona Rippin' You Off Blind Die A Day Before You're Born No Need To Justify When Your Mind Was Free Formless, Faceless, Nameless Tick On A Tree 263 Dead Popes Cellar Soul God Gifted Autoaggression Hofffmannn's Helll Brother Of Cain A Fake Transition Continental Drift I Continental Drift II Intro The Final Curtain Machinery Of Lies Tears of Blood Devastation Of Your Soul The Butcher Strikes Back World Domination of Pain X-treme Measures All Hell Breaks Loose Total Desaster 2000 Visual Prostitution Kingdom of Damnation Whiplash Thrash 'Til Death Nailed To The Cross Dictators Of Cruelty Bullets From Hell Strangulated Pride Meet Your Destiny Creations Of The Underworld Godfather Of Slander Let Your Mind Rot The Heretic Fuck The U.S.A. The Ravenous Beast Metal Discharge Ripping The Flesh Apart Fear Of The Moment Mortal Remains Desecrators Of The New Age Historical Force Feed Savage Symphony Of Terror Made To Be Broken Vendetta Soul Collector The Defiance Will Remain The Alliance Of Hellhoundz No Mans Land The Calm Before The Storm The Chosen Ones Dealer Of Hostility Under Surveillance Seeds Of Hate Twist Of Fate Killing Machine Memories Of Nothingness D.evolution E.levator to Hell V.icious Circle - The 7 Deadly Sins O.ffenders of the Throne L.ast Desperate Scream U.rge (The Greed of Gain) T.he Violation of Mortality I.nner Indulgence O.dyssey of Frustration N.o One Shall Survive The Price Hate Is My Fuel Armageddonizer Devil's Advocate Day Of Reckoning Sorcerer Of Black Magic Misfit The Demon Is God Church Of Disgust Destroyer Or Creator Sheep Of The Regime Stand Up And Shout Exordium Cyanide Spiritual Genocide Renegades City Of Doom No Signs Of Repentance To Dust You Will Decay Legacy Of The Past (ft. Gerre, Angelripper) Carnivore Riot Squad Under Violent Sledge Karahasanlı Profesör Profesör, en yüksek düzeydeki akademik unvana sahip kişilere verilen unvandır. Sözcük, "bir sanat ya da bilim dalında en yüksek düzeyde uzman" anlamına gelen Latince "professor"ün karşılığı olarak Türkçeye girmiştir. Uzun yazım biçimi "profesör" bir unvan olarak ilk kez 1706 yılında, kısa yazım biçimi "prof." ise 1838 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Pek çok ülkede aynı adla anılan Profesör unvanı İngiltere'deki 'Chair' ve 'Reader' unvanlarına denk düşmektedir. "Kürsüsüz Profesör" gibi bir unvan da kullanılmakla birlikte, bunun İngiliz akademik unvanlar sıralamasındaki 'Reader'a karşılık geldiği söylenebilir. Ordinaryüs Profesör en az beş yıl profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmış öğretim üyeleri arasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilen unvandır. Emeritus Profesör, çeşitli nedenlerle emekli olan, ancak akademik çalışmalarını sürdüren kişilere verilen "onursal profesör" anlamında bir unvandır. Erich Fromm Erich Fromm (23 Mart 1900, Frankfurt – 18 Mart 1980), Yahudi kökenli Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur. Ruh bilimine Marksist-sosyalist ve insancıl yaklaşımın en önemli temsilcilerindendir. Frankfurt Okulu ve okulun genel yaklaşım biçimi olan eleştirel teori için yaptığı katkılar ile de tanınmaktadır. Heidelberg ve Münih Üniversiteleri'nde toplum bilim ve psikanaliz eğitimleri gördü. 1922 yılında Heidelberg Üniversitesi'nde doktora öğrenimini tamamladı. Münih'te ruh hekimliği ve ruh bilim üzerine ek incelemeler yaptıktan sonra, Berlin Psikanaliz Enstitüsü'nde eğitim gördü ve 1931 yılında mezun oldu. 30'lu yılların başlarında Almanya'da Nazi hareketinin güçlenmesi nedeni ile İsviçre'nin Cenevre şehrine yerleşti. 1933 yılında Chicago Ruh Çözümleme Enstitüsü'nden aldığı davet üzerine Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. 1934 yılında, 1938'e kadar kadrosunda bir uzman olarak görev aldığı Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile birlikte New York'a taşındı. Özel çalışmalarını sürdürdü ve Columbia Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1946 yılında William Alonson White Ruh Hekimliği, Ruh Çözümleme ve Ruh Bilim Enstitüsü'nün kurucuları arasında yer aldı. Yale Üniversitesi, New York Üniversitesi Bennington Koleji, Michigan Eyalet Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1949 yılında Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi'nden gelen bir profesörlük önerisini kabul etti ve tıp fakültesi lisansüstü bölümünde ruh çözümleme şubesini kurdu, 1965 yılında emekli olana kadar orada çalıştı. Emeklilik yıllarını geçirdiği 1980 yılında İsviçre'de öldü. Marksist ve sosyalist, insancıl dünya görüşünü benimseyen Fromm, Batı kapitalizmi ve SSCB komünizmini reddetmiştir. Biyofili hipotezine olan katkıları, evrimsel psikoloji konusundaki araştırmalara temel sağlamıştır. Erich Fromm'un çalışmaları birçok dile çevrilmiştir. Mithat Şükrü Bleda Mithat Şükrü Bleda (1872, Selanik - 19 Şubat 1956, İstanbul), II. Meşrutiyet döneminin önde gelen siyasetçilerindendir. İttihat ve Terakki'nin kurucuları arasında yer almış ve genel sekreterliğini yapmış, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın üç döneminde Serez, Drama ve Burdur mebusluğu yapmış, Malta sürgünleri arasında yer almıştır. 1935-1950 yılları arasında Sivas milletvekilliği yapmıştır. 1872 yılında Selanik'te doğmuş ve Mülkiye Mektebi'ni bitirdikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası'nın kuruluşunda vazife almıştır. İttihat ve Terakki'nin uzun müddet "kâtib-i umumiliğini" (Genel Sekreterlik) yapan ve merkez-i umûmî azası olan Mithat Şükrü Bleda, 1950 seçimle­rine kadar sırasıyla Serez, Drama, Burdur ve Sivas mebusu olarak Meclis-i Mebûsân ve TBMM'ye girmiş ve 1950 yılında siyasî hayattan ayrılmıştır. 19 Şubat 1956'da İstanbul'da vefat etmiş, vasiyeti üzerine Hürriyet-i Ebediye şehitliğine gömülmüştür. "Bir İmparatorluğun Çöküşü" başlığı altında kitaplaştırdığı ve önemli bir kaynak teşkil eden anıları oğlu Turgut Bleda tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak yayınlatılmıştır (Remzi Kitabevi, 1979). Nanbudo Nanbudo Japon kaynaklı ve nispeten yeni bir uzakdoğu savaş sanatıdır. 1978 yılında, Japon savaş sanatları ustası Yoshinao Nanbu tarafından geliştirilmiştir. Nanbudo Aikido, Karate, Judo gibi diğer birçok Japon savaş sanatından izler taşımaktadır. Kasar, Çine Kasar, Aydın'ın Çine ilçesine bağlı bir mahalle. Solon Solon (Yunanca: Σόλων), MÖ 640-560'da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir. Orta halli bir aileden gelen Solon, önceleri ticaretle uğraştı. Bu sırada pek çok ülkeyi gezdi. MÖ 612'de Attika'ya yerleşen Solon, Salamis'in zaptı ile neticelenen savaşa iştirak etti. Attika'da büyük karışıklıklara yol açan tarım krizi sebebiyle idarede görev aldı (594). Kendi adıyla anılan ve Antik Yunan döneminin en eski anayasası olan Solon Anayasası'nı hazırladı. Antik Yunan Uygarlığı'nın Yedi Bilgesinden biri olan Atinalı So
lon, sadece kendi çağını değil, modern dönem felsefecilerini de etkilemiştir. Çiftçi borçlarının ve şahsi hürriyetin ipotek için kısıtlanmasını kaldırdı. Yaptığı diğer reformlarla ticaret ve sanayinin gelişmesini kolaylaştırdı. Ağırlık ve diğer ölçüleri standartlaştırdı. Zeytinyağından başka zirai ürünlerin ihraç edilmesini önledi. Asillerin etkisini azaltmak için vatandaşlığı dört sınıf olarak belirledi. Ayrıca bu sınıflara girmeyi doğuşa değil, maddi varlığa bağladı. Ölülerin arkasından her yerde, dirilerin hakkında ise tapınak, mahkeme, agora ve şenliklerde kötü konuşulmasını yasakladı. Borçlunun, borçlu olduğu kişiye ödeme yapmadığı zaman onun kölesi olduğunu öngören yasayı kaldırdı. Varolduğu sürece adaleti sağlamayı görev edindi. Haksızlığa uğramayanlar da, uğrayanlar kadar öfke duydukları zaman, haksızlığın ortadan kalkacağını söyledi. Solon'un reformları; Atinalıların fakirliğini ve memnuniyetsizliğini ortadan kaldırmadıysa da, onları hafifletti. Yaptığı siyasi ve ekonomik değişiklikler, daha sonraki reformların kolaylıkla tatbik edilmesini sağladı. Solon antik şairlerin en eskisidir. Siyasi hayatının birebir yansıması şiirlerinde bulunabilir. Hem fakirlere "kimin döneminde gördünüz bu kadar rahatı" diye sitemde bulunur hem de kendisine vergilerden dolayı kızan zenginlere serzenir. "“Kanunlar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.” sözü meşhurdur." [[Kategori:Antik Yunan şairler]] [[Kategori:Antik Yunan siyasetçiler]] [[Kategori:Arkaik Atina]] [[Kategori:Parlamento üyeleri]] [[Kategori:Arkaik Dönem Şairleri]] [[Kategori:Yunanistan'da LGBT]] [[Kategori:LGBT tarihi]] [[Kategori:Yedi bilgeler]] Hocalı Katliamı Hocalı Katliamı (), Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan ve Azeri sivillerin Ermenistan'a bağlı kuvvetler tarafından toplu şekilde öldürülmesi olayıdır. "Memorial" İnsan Hakları Savunma Merkezi, İnsan Hakları İzleme Örgütü, The New York Times gazetesi ve Time dergisine göre katliam, Ermenistan'ın ve 366. Motorize Piyade Alayı'nın desteğindeki Ermeni güçleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, Karabağ Savaşında Ermeni kuvvetlere komutanlık yapmış bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Markar Melkonyan'ın aktardığına göre kardeşi Monte Melkonyan, katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olduğunu açıklamıştır. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamı'nı Dağlık Karabağ'ın işgalinden bu yana gerçekleşen en kapsamlı sivil katliamı olarak nitelendirmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin resmî açıklamasına göre saldırıda 106'sı kadın, 83'ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycanlı hayatını kaybetmiştir. Dağlık Karabağ bölgesinin en önemli tepelerinden birisinde olan Hocalı kasabası Ermeni güçleri için önemli bir askerî hedef niteliği taşımaktaydı.. Kasaba Hankendi'yle Ağdam'ı bağlayan yolun üzerinde bulunup bölgenin tek havalimanı için üs konumundaydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün raporuna göre Hocalı kasabası Hankendi'yi top ateşine tutan Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri tarafından üs olarak kullanıldığı için Ermeni kuvvetler tarafından top ateşine tutulmaktaydı. Aralık 1991'de Hankendi çevresinde yerleşen ve Azerilerin yaşadığı Kerkicahan kasabasının alınmasından sonra, Hocalı kasabası tamamen Ermeni ablukasında kaldı. 30 Ekim'den itibaren karayoluyla ulaşım kapanmış ve tek ulaşım vasıtası olarak helikopter kalmıştı. 20 Kasım 1991'de Hocavend semalarında Mi-8 helikopterin Ermeni kuvvetler tarafından vurulması ve sonuçda birkaç Azerbaycan devlet resmileri, Rus ve Kazak gözlemciler dahil 20 kişinin ölümünden sonra, hava ulaşımı da kesilmişti. İşgalden önce 1991-1992 kış aylarında Hocalı sürekli olarak bombalanmıştır. Hocalıdan çıkmış mültecilerin İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne söylediklerine göre, bazı durumlarda bombardımanlar açıkca sivil hedeflere karşı yönlendirilmiştir. Saldırı öncesi, birkaç aydır kasaba elektrik ve gazdan yoksundu. 936 km'lik alana sahip, savaştan önce 2.605 aileden ibaret 11.356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası 26 Şubat 1992 tarihinde yağmaya maruz kalmış ve kasaba tamamen yok edilmiştir. Uzun süre cesetlerin alınması bile mümkün olmadı. Kasaba Alef Hacıyev komutasındaki yaklaşık 160 hafif silahlı kişiden oluşan Özel Polis Gücü (OMON) birlikleri tarafından savunulmaktaydı. İlaveten 200 kişilik savunma kuvveti mevcuttu. Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat'ta bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı kasabasında, Azeri resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70'ten fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir. Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonyan, Hocalı'ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonyan'ın ölümünden sonra, Markar Melkonyan kardeşinin günlüğünü "Benim Kadeşimin Yolu" ("My Brother's Road") başlığıyla ABD'de çıkardığı kitapta Hocalı Katliamı'nı şöyle tasvir ediyor : Bugünkü Ermenistan cumhurbaşkanı ve savaş süresinde Karabağ'da Ermeni güçlerine kumandanlık yapmış Serj Sarkisyan'ın İngiliz araştırmacısı ve yazarı Thomas De Waal'a söylediklerine göre : Ermenistan Maslahatgüzar'ı Movses Abelyan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na Ermenistan Dış İşleri Bakanlığı tarafından takdim ettiği mektupda, Azerbaycan'ın olayı "utanmazcasına kullandığını" söylemiştir. Abelyan, eski Azerbaycan cumhurbaşkanı Ayaz Mutallibov'un Çek gazeteci Dana Mazalova ile yaptığı ve 2 Nisan 1992'de Rusya'nın "Nezavisimaya Gazeta" gazetesinde yayımlanan röportaja dayanarak, sivillerin kaçışını kolaylaştırmak amacıyla Karabağ'daki Ermenilerin açmış olduğu dağ geçidinden yerli halkın kaçışının Azerbaycan Halk Cephesi militanları tarafından önlendiğini savunmuştur.. Ayrıca Abelyan, Ermenilerin Azeri sivillere beyaz bayrak ile kasabayı terk etme çağrısında bulunduğunu söyleyen bir Azeri kadınının sözünden alıntı yapan İnsan Hakları İzleme Örgütü Helsinki Watch bölümünün Eylül 1992 raporuna dayanarak, gerçekten Azeri militanlarının kaçmaya çalışanları vurduğunu yazmıştır. Daha sonraki röportajlarda Mutallibov, Ermenileri kendi sözlerini bariz şekilde yanlış yorumlaması gerekçesiyle suçlamış ve sadece, "Azerbaycan Halk Cephesi Hocalı katliamının sonuçlarını kendi siyasi çıkarlarına kullandı" diye söylediğini vurgulamıştır. İlaveten, İnsan Hakları İzleme Örgütü İcra Direktörü, sivil ölümlere Karabağ Ermeni güçlerinin doğrudan sorumlu olduğunu, hem kendi raporu hem de Memorial'ın raporunun Azeri güçlerin sivillerin kaçışını engellediğine ve sivillere ateş açtığına dair argümanı destekleyen herhangi delilin içermediğini ifade etmiştir. İnsan Hakları İzleme Örgütü olayı Dağlık Karabağ Savaşı içerisinde yapılan en büyük katliam olarak nitelemiştir.. Azerbaycan Parlamentosu 1994'te Hocalı'da yaşanan katliamı "soykırım" olduğunu ilan etti. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin 31 üyesi (12 Türkiye, 8 Azerbaycan, 3 Birleşik Krallık, 2 Arnavutluk, 1 Bulgaristan, 1 Lüksemburg, 1 Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, 1 Makedonya Cumhuriyeti, 1 Norveç, 1 Polonya) tarafından imzalanan, "Ermeniler tüm Hocalıları öldürdüler ve tüm şehri harap ettiler" ifadesinin de yer alan ve 19. yüzyılın başlarından beri Ermenistan tarafından Azerilere karşı işlenen soykırım olarak tanınmaya adım atılması gerektiğini bütün parlamento üyelere söyleyen 324 nolu bildiri yayımladı.. 2009 Şubat'ında Kaliforniya Eyalet Alt Senatosu'nun üyesi Felipe Fuentes, Azerbaycan cumhurbaşkanı İlham Aliyev'e yazdığı mektupda Hocalı olaylarını Azeri katliamı şeklinde nitelendirerek, kurbanların ailelerine başsağlığını sunmuştur. Cumhuriyet Senatosu (Meksika), 2011'de Hocalı olaylarını soykırım olarak tanımıştır. Olay Azerbaycan tarafından ""Xocalı soyqırımı"" (Hocalı soykırımı), ""Xocalı faciəsi"" (Hocalı faciası) şeklinde adlandırılırken Ermenistan tarafından Hocalı hadisesi gibi terimlerle ifade edilir.. Dünyanın çeşitli dillerinde ve ülkelerinde de Hocalı katliamı benzeri ifadeler kullanılır. Yurt dışında Hocalı Katliamı anısına anıtlar inşa edilmeye başlandı. Bu anıtların ilki Hollanda'nın başkenti Lahey (Den Haag), kentinde dikildi. Türkiye'de ilk Hocalı Katliamı anısına anıt başkent Ankara'nın Keçiören belediyesi tarafından 2005 yılında dikildi. 2008 yılında Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edildi. 2009 yılında Ankara ili'nin Beypazarı ilçe merkezinde Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edildi. 2011 yılında 26 Subat Hocalı katliamı yıldönümünde Isparta Belediye Başkanı Yusuf Ziya Günaydın, Dağlık Karabağ ve Hocalı’daki katliamı unutturmamak için Isparta’da Hocalı Katliamı anısına anıt inşa etme kararı aldı. 2011 yılında 26 Şubat Hocalı Katliamı yıldönümünde Ankara ili'nin Kızılcahamam ilçe merkezinde, Kızılcahamam Belediyesi tarafından Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edilme kararı alındı. 2012 yılında 26 Şubat Hocalı Katliamı yıldönümünde Ankara'da Keçiören belediyesi, Hocalı şehitleri anısına Azerbaycan Parkı içerisinde yapılacak Soykırım Anıtı'nın temelini attı. 2012 yılında 24 Şubatta Bosna-Hersek'ın başkenti Saraybosna'da Hocalı Katliamı anısına anıtın açılışı Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in kızı Haydar Aliyev Vakfı Başkan Yardımcısı Leyla Aliyeva tarafından yapıldı. 2012 Ağustosunda Meksika başkentinde "Hocalı Soykırımı Anıtı"nın açılışı yapıldı. 2012 Kasımında Türkiye'nin Kocaeli ilindde "Hocalı Soykırımı Müzesi"nin açılışı yapıldı. Türkiye Azerbaycan Dernekleri Federasyonu tarafından yapılan müze İzmit'te Azerbaycan Kültür Evinde bulunur. Oromë Oromë. Valar'ın avcısı, Ormanların efendisi, Vana'n
ın eşi, Nessa'nın kardeşi ve sekiz Aratar'dan biri. Adı Quenya'da boru üfleme veya boruların sesi anlamına gelir. Kadim günlerde, daha güneş yılları başlamadan ağaç yılları zamanında, Valar'ın Orta Dünya'dan çekildiği zamanlarda Orta Dünya ormanlarında dolaşırdı ve Melkor'un yaratıklarını avlardı. Nahar isimli bir ata binerdi ve Valaróma isimli yüce bir boru taşırdı. İlk doğan elfleri Cuivienen'de yıldızların altında ilk gören odur ve "Yıldızların Halkı" anlamında Eldar ismini vermiştir. Uluslararası Adalet Divanı Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler'in başlıca yargı organıdır. Uluslararası Adalet Divanı'nın merkezi Hollanda'nın Lahey kentindedir. Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi'nden seçilen 15 yargıçtan oluşur. Yargıçlar değişik ülkelerden seçilir, böylece dünyadaki değişik hukuk sistemlerinin temsil edilmesi amaçlanır. Divanın yetki alanı, bir uluslararası uyuşmazlıkta taraf olan ülkelerin kendisine getirdikleri davalar ile BM Antlaşması'nda ya da yürürlükteki uluslararası antlaşmalarda özellikle öngörülmüş konuları içine alır. Uluslararası Adalet Divanı Statüsü, BM Antlaşması'nın (BM Şartı) ayrılmaz bir parçasıdır ve Adalet Divanı'nın çalışma esaslarını belirler. Divan Başkanı Abdulqawi Yusuf'tur. Boks Boks, iki kişinin hakem gözetiminde karşılıklı yumruklaşarak; her kafaya vurduklarında tek puan topladıkları spor müsabakasıdır. Belden aşağıya ve enseye vurmak, sporcunun kendi etrafında 360 derece dönmesi, avuç içi (eldivenin beyaz boyalı bölgesi harici) vurmak, ses çıkarmak uyarı almasına neden olur, üç uyarı bir ihtar (-1 puan) alınmasına neden olur. Amatör boksörler 227 gr ağırlığında, profesyonel boksörler ise ağırlığı 170-283 gr arasında değişen eldivenler kullanırlar. Profesyonel boksörler yalnızca şort, amatör boksörler ise şort ve atlet giyer. Hem amatör hem de profesyonel boksörler karşılaşmada diş ve kasık koruyucuları kullanırlar. Amatör boksörler ayrıca koruyucu başlık da takarlar. Boks karşılaşmaları ringde yapılır. Ring, üç veya dört sıra halatla çevrili ve yerden yüksekliği en az 91 cm en fazla 122 cm olan kare biçiminde bir alandır. Halat aralıkları en az 40 cm olmalıdır. Ringte kırmızı, mavi ve tarafsız beyaz köşeler vardır. Sporcular ait oldukları köşeden, hakem ve doktor ise jüri masasına yakın olan beyaz köşeden ringe çıkar. Profesyonel boksta ringin büyüklüğü 5–6 m², amatör boksta ise en az 3–6 m²’dir. Boks karşılaşmalarında, her iki boksörün de aynı siklette (ağırlık aralığında) olması gerekir. Boks, zor ve çok yorucu bir spordur. Boksörler antrenman yaparak karşılaşmaya hazırlanırlar. Antrenman bir başka boksörle yapılan çalışmanın yanı sıra, gölge boksu, kum torbasıyla çalışma, ip atlama ve kondisyon için koşu gibi başka çalışmaları da kapsar. Boksta duruş çok önemlidir. Çünkü bir boksörün saldırı ve savunma gücü ile hızı, dengesine ve harekete her an hazır olmasına bağlıdır. Boksörün duruşu rahat olmalıdır. İyi bir duruşta sağ ayak, biraz öndeki sol ayakla bir denge oluşturacak biçimde sağa doğru biraz açılmalıdır. Her iki ayağın ucu da hafifçe sağa dönük olmalıdır. Böylece bedenin yalnızca sol yanı rakibe açık tutulur. Hafifçe sıkılmış sol yumruk biraz ileride ve çene hizasında olmalıdır. Sağ kol da çene hizasında, ama çeneden yaklaşık 15 cm önde tutulur. Her iki kolun dirseği, bedeni korumak için içe doğru çekilmelidir. Bedenin öne doğru biraz eğik tutulması, rakibin yumruğu karşısında denge yitirilmeksizin geriye kaçmayı kolaylaştırır. Doğru vuruş boksun temelini oluşturur.Bu temel boksun en önemli koşuludur. Rakibe atılan yumruğun eldivenin içinde iyice sıkılmış olması gerekir. Başlıca vuruş biçimleri şunlardır: Direk vuruş adından da anlaşılacağı gibi düz bir şekilde atılır. Sol kroşe ise sol kol ile gövde arasında 45-90 derece arasında açı yapılarak atılan vuruştur. (Aynı durumun tersi sağ kroşe için geçerlidir). Aparkat çok fazla kullanılmayan,yani genelde vurma fırsatı bulunmayan bir vuruş türüdür. Fakat böyle bir durum yakalandığında çok sert etki bırakır. Genelde çeneyi hedef alır. Swing ise kroşelerin uzatılmış şeklidir. Devamlı hareketlerle rakibi şuursuz bir hücuma zorlamak ve hemen kontraataklara geçmek üzere yapılır. Yasak olan kurallardan bazılarıdır. Eğer oyuncu bunlardan birini uygularsa ihtar alır. Eski Yunan'da ve Roma'da boks önemli sporlardan biriydi. Ama bu spor acımasız bir biçimde yapılırdı ve dövüş genellikle boksörlerden biri ölünceye kadar sürerdi. Daha sonra yasaklanan boks, 18. yüzyılın başlarında İngiltere’de yeniden ortaya çıktı. 1719'da James Fig, Londra'da bir ring kurarak hem ders verdi, hem de bütün rakipleriyle dövüştü. Çıplak yumrukla yapılan bu dövüşlerin kuralları yoktu ve çok acımasız biçimde bazen saatlerce sürüyordu. İngiltere’de 1866'da Amatör Spor Kulübü kuruldu. John Chambers ve VIII. Queensburg markisinin yönlendirmesiyle eldivenle yapılan maçlar için kurallar getirildi. Böylece çağdaş boksun temelleri atılmış oldu. ABD'de ise boks 19. yüzyıl başlarında ortaya çıktı ve boksa olan ilgi 1880'lerde John L. Sullivan'la birlikte arttı. Sullivan, Paddy Ryan'ı 1882'de nakavtla yenerek eldivensiz boksun tartışmasız şampiyonu oldu. Daha sonra eldivenli olarak pek çok maç yaptı. Dünya ağır sıklet boks şampiyonluğunu kazanan ilk siyah boksör Jack Johnson’dı. 1937'de ağır sıklet şampiyonu olan Joe Louis, bu unvanı kazanan ikinci siyah boksör oldu. Louis, bu unvanını 25 kez korudu ve 1949'da yenilmeyen şampiyon olarak emekliye ayrıldı. ABD’de 1950'lerin en ünlü şampiyonu olan Rocky Marciano, boks tarihine en sert yumruklara sahip boksörlerden biri olarak geçti. Hiçbir profesyonel maçta yenilgi almamış tek boksör olarak 1956'da boksu bıraktı. Böylece Slyvester Stallone'ye ilham vererek "Rocky" filmi çekilmiş oldu. 1960'larda ve 1970'lerde dünya ağır sıklet boksunun efsanevi kişisi Muhammed Ali’ydi. ABD’de ağır siklet dışındaki sıkletlerde de önemli boksörler yetişti. Henry Armstrong, George Dixon, Willie Pep, Joe Gans ve Benny Leonard bunların başında gelir. Nörologlar, boksun olimpiyat sporlarından çıkarılması ve açık gösterimden yasaklanması yönünde görüşler belirtmektedirler. Boksun, beyinde hasara yol açtığını belirtiyorlar. Kafatasına alınan darbe sonucunda beyin dokusunda meydana gelebilecek bozulmalar olarak tanımlanan travmatik beyin hasarı, akla hemen, başta boks olmak üzere, dövüş sporlarını getiriyor. Ortaköy, Beşiktaş Ortaköy, Boğaziçi'nin Avrupa yakasında, Beşiktaş ilçesine bağlı mahalle ve semt. Ortaköy ve Mecidiye mahallelerinden oluşan Ortaköy semti, sahile açılan vadi boyunca yamaçlara kurulmuş bir yerleşmedir. Kuruçeşme, Ulus, Levazım, Balmumcu ve Yıldız mahalleriyle çevrili olan semtin kuzey sınırı Defterdarburnu'dur. Ortaköy Camii semtin sembolüdür. Antik çağda adının Arkheion (Argion) olduğu söylenen Ortaköy'ün, Bizans dönemindeki adı "Ayios Fokas"'tır. Semt, adını Bizans İmparatoru I. Basileios (hükümdarlığı 867-886) tarafından burada yaptırılan Ayios Fokas Manastırı'ndan almıştır. Bizans İmparatoru VI. Leon'un (hükümdarlığı 886-912) sevgilisi Zoe ile buluştuğu Damianu Sarayı'nın Ortaköy'de olduğu; Damianu mevkiine adını veren manastırın ise, İmparator Teofilos (hükümdarlığı 829-842) ve III. Mihail (hükümdarlığı 842-867) zamanlarında devletin ileri gelenlerinden olan Damianos tarafından 9. yüzyılda yaptırıldığı ileri sürülür. Bugünkü Ortaköy'ün, büyük Ayios Fokas Manastırı'nın bulunduğu yer olduğu anlaşılmaktadır. Rumların aynı azize ithaf edilmiş bugünkü küçük Ayios Fokas Kilisesi de Ayios Fokas adındadır. Ayios Fokas Manastırı'nın yeri bulunamamıştır. Bu manastırın yakınında 9. yüzyılda Ermeni asıllı Ortodoks patriği VII. İoannis (patrikliği 832-842) veya kardeşi Arsabarios'un (Arşavir) muhteşem bir sarayının olduğu, bu yüzden semtin Arsebera (veya Arsaberu) olarak da ün kazandığı yazılır. Sarayda gizli ayinler ve ahlaka aykırı eğlenceler yapıldığı yolunda dedikodular çıktığı için İmparator I. Basileios tarafından satın alınarak 150 rahiplik bir manastır haline getirilmiştir. Bu manastırın varlığı (Meryem Ana) Bizans'ın son yıllarına kadar devam etmiştir. Türklerin Ortaköy'e yerleşmesi Kanuni Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlığı 1520-1566) olmuştur. Aynı yıllarda Sadrazam Kara Ahmed Paşa'nın (ö. 1556) kethüdası Hüsrev Kethüda tarafından Mimar Sinan'a bir hamam (Ortaköy Hüsrev Kethüdâ Hamamı) yaptırılmıştır. Ortaköy Deresi vadisinin iki yamacına, 16. yüzyılda Türklerin yoğun olarak yerleştikleri görülür. 17. yüzyılın ortasında dere içinde bir Müslüman mahallesi, kıyıda ise yalılar vardı. Bu yalıların hiçbiri günümüze kadar gelememiştir. Bunun başlıca sebebi, Abdülaziz tarafından 1871'de yaptırılan yeni Çırağan Sarayı'dır. Beşiktaş Mevlevîhanesi ve Ortaköy'e kadar uzanan yalılar ortadan kaldırılarak elde edilen uzun ve geniş alan Çırağan Sarayı'nın inşaatına ayrılmıştır. Ortaköy İskelesi ile Defterdarburnu arasında kalan şeritte Mehmed Kethüda Çeşmesi, Ortaköy Camii, sıbyan mektebi ve sahilin gerisinde Rum, Ermeni ve Musevi esnafın evleri; daha sonra Ortaköy Camii ile Neşetâbâd Sahilsarayı, Esma Sultan Sahilsarayı, Naime Sultan Yalısı, Hatice Sultan Sahilsarayı, Fatma Sultan, Zekiye Sultan yalıları sıralanırdı. Defterdar Paşa Camii 17. yüzyıla ait bir yapıdır. Ortaköy Meydanı ve çevresi 1989 ile 1992 yılları arasında Beşiktaş Belediyesi tarafından başlatılan proje çalışmaları ile yeniden düzenlenerek bugünkü görünümünü almıştır. Ortaköy, tarihi kültürel yapısıyla özellikle 1990'lı yıllardan itibaren, gerek İstanbulluların gerekse yabancıların geniş bir ilgi odağı haline gelmiştir. Semtin ve özellikle meydanın İstanbul'un ilgi odağı haline gelmesindeki diğer bir etken de, üç dini temsil eden üç anıtsal yapının (Ortaköy Camii, Ayios Fokas Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu) birbirine yakın olmasıdır. Bunlar, çevredeki özgün yapı gruplarıyla tutarlı bir bütünlük ve uyum içindedirler. Bu üç kültürün bir arada yaşadığı ortamı yeniden eski özellikleriyle ortaya çıkarmak amacıyla kapsamlı bir proje yapılmış, 1990'lı yılların başındaki düzenleme çalışmaları sonuçlandırılmıştır. İlk etapta
Ortaköy'ün yeterli olmayan altyapı şebekesi yeniden yapılmıştır. Ortaköy Meydanı çevresindeki dar organik sokak dokusu; yapılarda bahçe olmaması; cumba ve cephe uyumları çevrenin görünümünü değişik kılmaktadır. Evler sosyal yapıdan da kaynaklanan bir farklılık göstermektedir. Yapılan çalışmada bu organik sokak dokusunun, iki veya üç katlı cumbalı dar düşer dikdörtgen pencereli özgün Ortaköy mimarisinin sürekliliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Meydan ve çevresi, kahveler, gece kulüpleri, barlar, lokantalar, sanat atölyeleri, antika ve hediyelik eşya dükkanları ve haftasonları açılan elişi ve sanat (entel) pazarıyla, gece gündüz canlı bir buluşma merkezidir. Kumpirciler, wafflecılar ve gözlemeciler de Ortaköy'e has mekanlardır. Bununla birlikte hem sahilyolu, hem Barbaros Bulvarı'na uzanan Palanga Caddesi, hem Dereboyu Caddesi, hem de Ulus'a çıkan Portakal Yokuşu gibi önemli ulaşım akslarının kesişim noktası olduğu için ziyaretçi yoğunluğunun arttığı zamanlarda hem trafik hem de park sorunu yaşanmaktadır. Boğaziçi Köprüsü'nün Avrupa'daki ayağı Ortaköy'dedir. Ortaköy Meydanı, 19. yy. Osmanlı sivil mimarisinin özgün örneklerini barındırır. Ortaköy'e bugünkü çehre ve özelliğini kazandıran, meydanının en belirgin ve egemen mimari öğesi halk arasında Ortaköy Camii olarak bilinen Büyük Mecidiye Camii'dir. Cami, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Abdülmecid, Ortaköy'ün imarına önem vermiş, Ortaköy Deresi üzerine, bugün artık olmayan köprüyü, sahilde iskelenin güneyindeki mermer sütunlu karakol binasını da yaptırmıştır. Meydandaki cami kadar eski ve önemli bir başka eser de 1723 tarihli Damat İbrahim Paşa Çeşmesi'dir. Sahilde ahşap temeller üzerinde oturan çeşme, zamanla dolgu ve zemin oturmasından çökmüş, toprak seviyesinin 1,5 m altında kalmıştır. Beşiktaş Belediyesi tarafından, Ortaköy Meydanı ve çevre düzenlemesi çalışması sırasında, kahvelerin arkasına sıkışmış ve görünmeyen çeşme, caminin karşısına taşınarak, toprak altında kalan su teknesi ve musluk etrafındaki selvi motifli taşı ortaya çıkarılmış, restorasyonu yapılmıştır. Meydanda, Sütçü Ali Sokağı önünde kahvelerin yanında küçük Hamidiye Çeşmesi (Saka Çeşmesi) vardı. Hamidiye su şebekesinden dağılan kol, eski hamamın önündeki Saka Çeşmesi denilen bu döküm çeşmeye ulaşırdı. Bu çeşme daha sonra kaldırıldı ve suyolu kapatıldı. Meydandaki demir döküm çeşme, Yıldız'dan alınarak onarılmış, 1992'deki meydan düzenlemesi çalışmaları sırasında şimdiki yerine konulmuştur. Meydandaki diğer bir küçük çeşme ise cami girişinin yanında, avlunun önündedir. Meydanın arka sokağı ve Muallim Naci Caddesi'nde girişi olan Ayios Fokas Kilisesi 1856'da yapılmıştır. Bizans döneminde bölgede bulunan manastırın adını yaşatmaktadır. Ortaköy'ün tarihinden gelen en önemli özelliği farklı kültürlerden Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi topluluklarının ve farklı inançların bir arada dostluk içinde yaşamasıdır ve bu özellik günümüze kadar gelmiştir. Ortodoks Kilisesi'nin İsa'nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılması yortusunun yakın bir zamana kadar Ortaköy İskelesi'nden yapılmış olması da bu geçmişin bir kalıntısıdır. P. G. İnciciyan, "Dünya Coğrafyası" adlı kitabının İstanbul bölümünde sahilden uzak bir yerde, Ermenilerin Surp Asdvadzadzin adında kiliseleri olduğunu yazar. Ermenilerin Ortaköy bahçelerinde, vadi yamaçlarında ve sahildeki yerleşmelerde de evleri olduğu gibi görülür. Ortaköy'de Balyan ailesi, Dr. Gabriel Paşa, Portukal Paşa, Mıgırdıç Beşiktaşlıyan, Bezciyan, Hagop Baronyan, Dadyan ailesi gibi ünlü Ermeniler yaşamıştır. Ortaköy Vapur İskelesi Sokağı başındaki Simon Kalfa Apartmanı Balyan ailesinin mülkü idi. Ortaköy'de Musevi cemaatine ait bilgiler de oldukça eskidir. Evliya Çelebi "Seyahatname"'de Ortaköy kıyılarındaki büyük yalılar arasında Şekerci Yahudi ve İshak Yahudi yalılarından bahsetmektedir. 1156/1746 tarihli fermandan Ortaköy Camii'ne yakın, deniz kenarında Yahudi evlerinin yandığı anlaşılır. Ortaköy'deki en eski sinagog olan Etz Ahayim Sinagogu yangın sonucu birkaç kez harap olmuş, yeniden yapılmıştır. 1618 tarihli Bedesten yangınında evsiz kalan çok sayıda Yahudi ailesi; 1891'de Beşiktaş'taki yangın felaketini yaşayan Yahudi cemaati; 1921'de Rusya'dan göçen Yahudiler topluca Ortaköy'e yerleşmişlerdir. 1936'da nüfusu 16 bin olan Ortaköy'de 700 Yahudi ailesinin yaşadığı bilinmektedir. Ortaköy'de bugün artık kullanılmayan ikinci sinagog Gültekin Sokağı'ndaki Yenimahalle Sinagogu'dur. Semtte bir Müslüman (Ortaköy Mezarlığı), bir Ortodoks Rum, bir de Musevi mezarlığı (Ortaköy Musevi Mezarlığı) vardır. Semtin spor kulübü, 1930'da kurulan Ortaköy Spor Kulübü'dür. Renkleri kırmızı-beyazdır. Tek silindirli motor Tek silindirli motorlar , İki krank mili devrinde sadece bir iş yaptığından dolayı dengesiz harekete sahip ve gücü düşük motorlardır. 2 zaman prensibine göre çalışırlar. Otomobillerde kullanım olanağı yoktur. Daha çok küçük işlerde , su tulumbalarında , sandallarda , motorsikletlerde , jenaratörlerde ve askeri amaçlar için kullanılmaktadırlar. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu (), Orta Çağ'da Oğuz Türklerinin Kınık boyu tarafından kurulan Türk-Fars ve Sünni Müslüman imparatorluk. Hindukuş Dağları'ndan Batı Anadolu'ya ve Orta Asya'dan Basra Körfezi'ne kadar uzanan geniş bir alanı kontrol etti. Aral Gölü yakınındaki memleketlerinde güç kazandıktan sonra ilk olarak Horasan'ı ele geçiren Selçuklular, buradan İran içlerine doğru ilerledi ve ardından Anadolu'daki şehirleri kontrol altına aldı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Tuğrul Bey (1016–63) tarafından 1037'de kuruldu. Tuğrul'u büyüten dedesi ve Oğuz Yabgu Devleti'nde yüksek makam sahibi olan Selçuk Bey, adını hem ülkeyi yöneten hanedana hem de imparatorluğa verdi. Devlet kurulduktan kısa süre sonra İslam dünyasının merkezi otoriteden yoksun parçalanmış siyasi haritasını birleştirdi ve daha sonra Haçlı Seferlerinin birinci ve ikincisinde kilit rol oynadı. Dili ve kültürüyle yoğun bir şekilde İranlılaşan Selçuklular, Türk-İran geleneğinde büyük bir gelişme sağladı ve İran kültürünü Anadolu'ya taşıdı. Türk boylarının ele geçirilen yerlerde devlet otoritesini artırmak gibi siyasi amaçlar doğrultusunda devlet yöneticileri tarafından ülkenin kuzeybatısına yerleştirilmesi ile bu bölgelerde Türkleştirme süreci başladı. Kınık boyu Orta Asya'daki Oğuz boylarından biriydi. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun çekirdeğini oluşturan boy, ittifak ile bu boy olarak kabul edilmesine karşın elimizde bunu gösteren net bir kanıt yoktur. Devlete ve hanedana adını veren Selçuk Bey'in bilinen en eski atası babası Dukak'dır. Dukak Yengikent Oğuz Yabguluğu'nda subaşı (ordu/birlik komutanı) olarak görev yapmış ve daha sonra adı kaynaklarda “Salcuk”, “Salçuk”,”Selcük”, “Selçuk”, “Sarçuk” gibi farklı şekillerde yazılan oğlu Selçuk bu göreve gelmiştir. Selçuk Bey’in torunlarının kurduğu devlet devrin kaynakları tarafından, onun adına nisbetle Selçukiyyan, Selaçıka, Al-i Selçuk (Selçuklu ailesi) olarak verilir. Oğuz Yabgularının Hazar Kağanlığı veya Karahanlılar’a bağlı oldukları ileri sürülür. Oğuzlar’ın Karahanlılar ile bazen mücadele, bazen de ittifak halinde bulundukları ve onlara paralı asker olarak hizmet ettikleri tespit edilmiştir. Selçuk Bey’in oğullarına Mikail, İsrail, Musa, Yusuf gibi isimler vermesi nedeniyle de Hazarlara bağlı olduğu ve Musevi olduğu ileri sürülmektedir. 10. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtaylar Moğolistan’dan çıkartılınca Kıpçak boy birliği dağıldı ve Oğuzlar kuzey komşuları olan Türk boylarının birleşmesi ve göçleri sebebiyle ciddi baskıya maruz kaldılar. Bu da Yabguların otorite ve güçlerini etkilemeye başladı. Bu etki ve belki de bazı kaynaklarda belirtilen Selçuk Bey'in iktidar mücadelesine girdiği Yagbu karşısında başarılı olamaması sonucu (tahminen 960~985) Selçuk Bey boyu ile beraber Maveraünnehir yönüne göç ettiler ve yine bir Yabgu'ya bağlı Cend'e yerleştiler. Bu bölge o sıralarda özellikle Samaniler tarafından yoğun biçimde islam propogandası uygulanan bir bölgeydi ve Selçuk Bey de ailesi ile islamiyeti seçti. İslamiyeti seçmesinden sonra da kısa süresinde etrafındakiler ve özellikle silahlı Oğuzlar onun önderliğinde topladılar. Bu göçebe topluluk Karahanlılara ve Samanîlere savaşlarda asker vererek karşılığında geniş otlaklar elde etti ve Samanîler Devletinin yönetiminde söz sahibi oldu. Samanîler Devleti yıkılınca Selçuk Bey, Müslüman halkıyla birlikte Horasan bölgesine yerleşti. Selçuk Bey'in 1009'da ölümünden sonra daha da güneye indiler. Selçuk Bey'in oğlu Arslan Bey'in yönetiminde, Karahanlıları ve Gaznelileri endişelendirecek kadar güçlendiler. Arslan Bey'in Gaznelilerce tutuklanması ve 1032'de ölmesinden sonra, Selçuk Bey'in torunları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey bağımsızlıklarını elde etmeye giriştiler. Selçukluların teşkilatlı devlet düzenine girmesi bu dönemde oldu. Devletin ilk yöneticisi Tuğrul Bey'di. Selçuklular 1035'te büyük bir Gazneli ordusunu yenerek Horasan içlerine doğru ilerlediler. 1037'de de, bugünkü Türkmenistan’da yer alan Merv kentini ele geçirdiler. 1038'de Gaznelileri ikinci kez yendiler ve Nişabur kentine girerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tuğrul Bey sultan sanıyla hükümdar ilan edildi ve Büyük Selçuklu Devleti de böylece kurulmuş oldu. Dandanakan’ın muzaffer başkumanlardan Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy yâni büyük ziyafette üstün idarecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey’i Büyük Selçuklu Devleti Sultânı îlân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda feth edilecek yerlerle idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e, Bust-Sistan havalisi Mûsâ Yabgu’ya, Nişâbur’dan îtibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Bey’e verildi. Çağrı Bey’in oğlu Yâkutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde vazife aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Gürcan ve Damgan’a, Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tâyin olundular. Vazife taksiminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehr, Sistân, M
ekrân bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz Emirliği hattâ Arabistan Yarımadası’nda Umman ve dolayları ile Gürcan, Bâdgis, Huttalân tamamen zabt edildi. Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvin, Dehistân, İsfehan, Nihâvend, Rey ve Şehrezur’u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046’da Gence, 1048’de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı. Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdâd hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdâd’ı kurtarmak için Abbasî halîfesi el-Kâim bi-Emrillah’ın daveti ile 17 Ocak 1055’de Bağdâd’a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümanların büyük hüsn-i kabulüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarlığını yıkarak Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslâm âleminin takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halîfelik makamına ve Bağdâd şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058’de Tuğrul Bey’e iki altın kılıç kuşatan halîfe, onu; doğunun ve batının hükümdarı îlân etti. Selçuklu sultânının, halîfe tarafından “Dünyâ hakanı” îlân edilmesi, Türklere büyük itibâr kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak islâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal’ı cezalandırdı. Çağrı Bey, yetmiş yaşlarında 1060’da, Tuğrul Bey ise, 1063’de yetmiş yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzeri ne oturtarak, sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idaresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığından, Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan Selçuklu Deleti sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının veziri Amîd-ül-mülk’ü görevden alarak, yerine Nizâm-ül-mülk’ü tâyin etti. Sultan Alp Arslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldi. Doğu Anadolu’nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani kalesini 1064’de feth ederek, 16 Ağustos 1064’de Kars’a girdi. Ani, hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biri idi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bil-Emrillah, Sultan’a, fetihler babası yâni çok feth eden mânâsına gelen Ebü’l-Feth lakabını verdi. Sultan, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üstyurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı. Alp Arslan, 1067 senesinde Kirman melîki olan kardeşi Kavurd’un isyanı ile karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı (Bkz. Kirman Selçukluları). Öncelikle müslümanlar arasında birliğin te’minini arzu eden Sultan Alp Arslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve önasya’daki Şiî-Fâtımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fâtımî sultasının İslâm ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alp Arslan’a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halîfesi ve Sultan Alp Arslan adına okumaya başladı. Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu’da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt muharebesine kadar devam etti. Malazgirt zaferiyle Büyük Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi. Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan andlaşma, tahttan indirildiği için tatbik edilemedi. Sultan Alp Arslan, andlaşmanın silâh zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya’dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu’daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gaza akınlarına mukavemet edemiyen Bizans kale ve garnizonları Türklerin eline geçti. Türk akınları Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alb Arslan, çıktığı Mâverâünnehr seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük sultanlarından olan Alp Arslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaleti ile temayüz etmişti (Bkz. Alb Arslan). Sultan Alp Arslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Yaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. Alp Arslan’ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Büyük Selçuklu Devleti sultânı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez’de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd’un ölümü ile devet içinda asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini hâlleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçuklu hududlarına hücûm eden Gazneliler ile Karahanlılara karşı sefere çıktı. Bu sırada Karahanlı Şemsülmülk Nâsır’ın mektubunu aldı ve elçisini kabul etti ise de, hareketinden vazgeçmedi. Tirmiz’i muhasaraya başladı. Emir Savtiğin’in ikmâl yollarını kesmesi, şehrin düşerek Sultan’ın başarıya ulaşmasına ve Şemsülmülk’ün sulhu kabul etmesine sebeb oldu. Gaznelilere karşı, Emîr Gümüştiğin ve Anuştiğin’i gönderdi. Gazneli hükümdarı İbrahim bin Mes’ûd, Melikşâh’ın başarılarının artması üzerine itaate mecbur oldu. Gönderdiği elçilik hey’eti ve hediyelerle iyi münâsebetler te’sis edildi. Sultan’ın kızı Gevher Hâtun’un, Gazneli veliahdı Mes’ûd bin İbrahim ile evlendirilmesi, iki devlet arasında çıkması muhtemel anlaşmazlığı önledi. Doğu sınırlarını garantiye alan Sultan Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan sapık ve bâtınî akımlara karşı Sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye medreselerini kurart Tuşlu Nizâm-ül-mülk Hasen’derr vezîrliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etmesine şebeb oldu. Sultan Melikşâh çok hâlim-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran’ı, Arabistan’ı, Suriye ve Filistin’i, idaresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının vazifelendirdiği amcazadesi Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alb İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fütuhatı sürdürdü. Selçuklu kumandanları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu ölmezler adlı askerî birlikleri mağlûb etti. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074’de Sapanca çevresinde mağlûb ederek, yüz binden fazla Türk, İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yerleşti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını feth etmekle meşguldü. Fırat’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli frank askerlerini Antakya’da, Gümüştiğin de Nizip, Âmid ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlûb ettiler. Artuk Bey, Sultan Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Bey’den sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti. Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Süleyman Şah idare edip, Bizanslılar ile mücâdele ve onların âsî kumandanları ile ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidar mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talebleri Selçukluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçukluları Devleti’nin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu’da sahil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdar’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik hey’eti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini istediler. Ancak müracaatları netîcesiz kaldı. Süleyman Şah, 1082-1083 senelerinde Bizanslıların elinde olan Adana ile Tarsus, Misis, Anazarba ve bölgedeki diğer yerleri zabtetti. 1085’de Suriye’nin kilit şehri Antakya’yı bir baskınla fethetti. Antakya’nın en büyük kilisesini camiye çevirip, fetih şükrânesi olarak yüz yirmi müezzinin okuduğu ezandan sonra Cum’a namazını burada kıldı. Diyarbekir bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki şiî îtikâdlı Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle beraber Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Şehrin muhasarası sırasında Selçuklu ordusundaki Arab unsurların şehrin müdâfilerinin içindeki Arablarla savaşmaya yanaşmamaları, ordudaki Türkmen beylerini güç durumda bıraktı ise de, Arablardan müteşekkil kısım, bölgede bulunan diğer şehirlerin fethine me’mûr edildi. Fahrüddevle’nin kumandanlığındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbekir, Fahrüddevle’nin oğlu Zaimüddevle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085’de şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı. Musul’un fethine me’mûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteakip Musul’a gelen Melikşâh, büyük bir merasimle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle’yi tâyin etti. Sultan Alp Arslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen meşhûr Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamanında da sürdürdü. Uzun süre muhasara ettiği Dımaşk’ı 1076 Mart’ında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra camilerde okunan Şiî-Fâtımî ezanını yasaklayarak Cum’a hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultan Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devleti’nin “Fatımî Devleti’nin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devam etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Suriye emirlrğinden alınmasına sebeb oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş getirildi. Sultan Melikşâh, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile kardeşi Tutuş’un Suriye’deki mücâdelesi üz
erine 1086’da İsfehan’dan bölgeye hareket ederek bölgede asayişi yeniden te’sis etti. Haleb valiliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi. 1087 senesinde Sultan Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd’ı ziyaret etti. Halîfe Müktedî tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdarı” îlân edildi. Selçukluların İslâm’a ve insanlığa hizmeti sayesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların meşhûr vezîri Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah’ın fedailerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultan Melikşâh Bağdâd’da zehirlenerek şehîd edildiler. Melikşâh’ın ölümü ile başlayan saltanat mücâdelesinde Şam Meliki Tutuş, derhal sultanlığını îlân etti. Bu arada Melikşâh’ın hanımı Terken Hâtûnda küçük oğlu Mahmûd’u sultan ve torunu Ca’fer’i halîfenin veliahdı yapmak için bütün kuvvetiyle uğraştı ve 1092’de Mahmûd’un saltanatını îlân ederek, nâmına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada tarafdârlarıyla Rey’e çekilen Berkyaruk da sultanlığını îlân etti ve Terken Hâtun’un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd’de bozguna uğrattı. Terken Hâtun’un Gence meliki İsmail’i tarafına çekmesi de bir fayda sağlamadı. Terken Hâtun’un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle saltanat mücâdelesi Tutuş’la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdü ise de 1093 yılında vuku bulan uzun mücâdeleler esnasında birçok emir Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk karşısındaki orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş’un ölümü ile bütün rakiplerini bertaraf ederek adına Bağdâd’da hutbe okundu. Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti; a-Irak ve Horasan, b-Sûriye, c-Kirman, d-Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğu’nu toplamaya başladığı bir sırada haçlı orduları da Suriye’ye geldiler. Berkyaruk, haçlılara ve onların Antakya muhasarasına karşı Kürboğa’yı ve Artuklu beylerini sefere me’mûr etti. Anadolu’dan geçen haçlılar, Suriye’ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak İslâm dâvasına ihanet eden Şiî-Fâtımîlerin, sünnî müslümanlara karşı haçlılarla ittifak etmeleri, ayrıca Suriye emirleri arasındaki emniyetsizlik ve rekabetler, Tutuş’un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebeb oldu. Netîcede ilerlemeye devam eden haçlılar, Antakya’dan bir sene sonra da Kudüs’ü işgal edip şehirde meskun olan yetmiş bin müslüman ve yahûdiyi hunharca katlettiler. Bu arada Gence meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk’a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrûd’da mağlûb olmasına rağmen, Muhammed Tapar’ı arka arkaya dört defa bozguna uğrattı. Ahlat’a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen’i ve Ani emîri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı ise de, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun olduğunu, hazînenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hâle geldiğini ve nihayet İslâm düşmanlarına fırsat verildiğini beyân ederek, gönderdiği bir elçi ile, kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104’de Azerbaycan’da Sefîdrûd hudud olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilâyetlerde Muhammed Tapar sultan tanındı. Bağdâd, Rey, Cibâl, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medîne’nin idaresi de Berkyaruk’da kaldı. Selçuklu İmparatorluğu iki devlete ayrılmak suretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultânı ortaya çıktı. Lâkin bu durum çok sürmedi. Çünkü, Berkyaruk hastalıklı olduğu için 1104 senesinde yirmi altı yaşında iken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimse idi. Ancak kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk’u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı. Berkyaruk’un vefatıyla oğlu Melikşâh ile Muhammed Tapar saltanat mücâdelesine başladılar. Muhammed Tapar, Bağdâd üzerine yürüyerek fazla zorluk çekmeden 1105’de tek başına sultan oldu. Önce kendisine karşı isyan eden amcasının oğlu Mengübars hâdisesini bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de bâtınîlerin merkezi olan Alamut kalesi kuşatıldı ve çok sayıda bâtınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan istifâde eden haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye’de haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdi ise de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Ümeyye Câmii’nde bir bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan, haçlılara karşı Aksungur’u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer’i Suriye ve Horasan’daki bâtınîlere karşı mücâdele etmekle vazifelendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar’ın 1118’de vefatı sebebiyle bu fesad ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, ilim ve îmar işleri ile de uğraşma fırsatı buldu. İsfehan’da yaptırdığı medresenin bahçesine defn edildi. İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar’ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmûd’u tahta geçirdilerse de, Melikşâh’ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmûd’un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 târihinde yapılan Save savaşını kazanarak sultanlığını îlân eden Sencer, yeğenine evlâd muamelesi yaptı ve kendi hâkimiyetini tanımak şartı ile Rey hâriç, batı ülkelerinin hâkimiyetini ona bıraktı (Bkz. Irak Selçukluları). Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devri idi. Bu arada Selçuklu Devleti’ni iki büyük tehlike tehdid ediyordu. Bunlardan birisi batıdan Anadolu ve Suriye’ye saldırmakta olan haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylar idi. Sultan yalnız bu ikinci tehlike ile uğraştı. Doğu Karahanlılar Devleti’ni yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 senesinde yaptığı Katvan meydan muharebesini kaybetti. Bu muharebeden sonra Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan meydan muhârebesiyle Büyük Selçuklu Devleti târihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilâsına uğradı. Sultan Sencer’in bu mağlûbiyetinden istifâde etmek istiyen Gûr hükümdarı Alâeddîn Hüseyn, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla Sencer’e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zâten sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin kuvvet dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer’i endişeye düşürmekte idi. Büyük kuvvetlere sâhib olan Gûrlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152’de yaptığı muharebede Gûr ordusunu mağlûb ederek Katvan’da kaybedilen itibârı yeniden sağladı. Melikşah'tan sonra sırasıyla başa geçen I. Mahmud (1092-1094), Berkyaruk (1094-1105), Müizzeddin Melikşah (1105-1105) ve Mehmed Tapar (1105-1118) dönemlerinde Büyük Selçuklu Devleti gücünü ve eyaletlerdeki merkezi denetimini giderek yitirdi. 1118'de tahta çıkan Ahmed Sencer’in ülke topraklarını yeniden birleştirme çabası da başarılı olduysa da devlet hiçbir zaman Melikşah dönemindeki sınırlarına ve otoritesine kavuşamadı. 1128 yılında Doğudaki Doğu ve Batı Karahanlı Devletine boyun eğdiren Karahitaylar Büyük Selçuklu Devleti ile komşu oldular ve Selçuklulara baskı yaratmaya başladılar. 1141 yılında Karahitay ve Selçuklu orduları arasındaki Katvan Savaşı'nda yenilgiye uğrayan Büyük Selçuklu Devleti hızlı bir dağılma sürecine girdi. Karahitayların devletin en verimli toprakları olan Maveraünnehir'i işgal etmeleri Büyük Selçuklu Devleti'nin ekonomisini ve ordusunu iyice sıkıntıya soktu. Sultan Sencer, giderek artan ekonomik buhran nedeniyle ayaklanan göçebe Oğuzlara 1153'te tutsak düştü. İki yıl sonra kaçarak kurtulduysa da ülkede iktidarını yeniden sağlayamadan 1157’de öldü. Büyük Selçuklu Devleti böylece sona erdi. Bu tarihten sonra Büyük Selçukluların toprakları büyük ölçüde Harzemşahların denetimi altına girdi. Hanedan üyeleri yönettikleri bölgelerde bağımsız davranmaya başladılar. Daha önce bağımsızlıklarını ilan etmiş olan Selçuklu hanedanın kurduğu devletlerden yalnızca Anadolu Selçuklu Devleti, yüz yılı aşkın bir süre daha ayakta kalabildi. Ayrıca devletin gerilemesinin sebepleri arasında Haçlı Seferleri, Fâtımîler ile olan çatışmalar, Hasan Sabbah'ın Bâtınîlik propogandaları ve Oğuz boylarının ayaklanmaları sayılabilir. Bunun sonucunda ise Abbâsî halifeleri Selçuklu egemenliğinden kurtulmak için bir takım çalışmalar yürütmüştür. Bunlar Selçuklu Devleti'nin yıkılmasına neden olan etkenler ve nedenlerdir. Özet olarak Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılma nedenleri olarak aşağıdaki nedenler sayılabilir: Büyük Selçuklu Devleti’nin örgütlenme biçimi, kendisinden önceki İslam devletlerine benziyordu. Hint-İran devlet anlayışını yansıtan bu örgütlenmede, eski Türk devlet geleneğinin de belirgin etkisi vardı. Eski Türk devlet geleneğinde olduğu gibi, Büyük Selçuklu Devleti’nde de ülke toprakları hanedanın ortak malı sayılıyordu. Bundan dolayı Büyük Selçuklu toprakları eyaletlere bölünmüştü. Eyaletlerin yönetimi de Melik olarak adlandırılan hanedanın erkek üyelerine bırakılmıştı. Tuğrul Bey'den önce boy başkanına Oğuz geleneğine göre Yabgu deniyordu. İslam dininin benimsenmesinden sonra, hükümdarlar İslam devletlerindeki geleneğe uyarak "sultan" unvanı ile anıldılar. Suriye Selçukluları ile Kirman Selçukluları’na Irak Selçukluları da katıldı. Büyük Selçuklu topraklarına göçen yeni
Oğuz boyları da iç düzeni büyük ölçüde sarstılar. Bu karışıklık döneminde Harzemşahlar, Büyük Selçuklu toprakların büyük bölümünü ele geçirdiler. Bir süre daha direnen Kirman Selçukluları 1175’te, Irak Selçukluları da 1194’te Oğuzlar ve Harzemşahlar tarafından yıkıldı. Başkentte oturan sultan, devletin mutlak egemeniydi. Bütün atamalar ve toprak dağıtımı sultanın buyruğuyla yapılıyordu. Ayrıca sultan yüksek yargı kurullarına da başkanlık ediyordu. Hükümdarların "danışman"ı konumundaki kişiler yönetimde önemli rol oynuyorlardı. Alp Arslan döneminde bu göreve getirilen Nizamülmülk, İslam geleneği uyarınca vezir unvanı aldı ve devlet yönetiminde köklü değişiklikler yaptı. Nizamülmülk, devlet yönetimine ilişkin anlayışını Siyasetname adlı kitabında da anlatmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde devlet işleri "Divan-ı Âlâ" adı verilen bir kurulda görüşülür ve karara bağlanırdı. Ayrıca maliye, askerlik ve adalet işleriyle uğraşan başka divanlar da vardı. Meliklerin yönetimindeki eyaletlerde de büyük ölçüde merkezdeki örgütlenme örnek alınmıştı. 1. Divan-ı Âli/ Divan-ı Saltanat: Devlet işlerinin görüşüldüğü divandır. Sultandan sonra en yetkili kişi olan 'Vezir' tarafından yönetilir. 2. Divan-ı İstifa: Maliye işlerinden sorumludur. Yöneticisi 'Müstevfi'dir. 3. Divan-ı Arz: Ordunun ikmal ve lojistik desteğini veren divandır. Ayrıca hassa askerlerinin maaşlarını da bu divan öder. Yöneticisi 'Arız'dır. 4. Divan-ı İnşa: İç ve dış yazışmalardan sorumludur. Yöneticisi Tuğrai'dir. 5. Divan-ı İşraf: Devletin idari ve mali işlerini denetlerdi. Yöneticisi 'Müşrif'tir. 6. Niyabet-i Saltanat: Hükümdar başkentte yokken devleti idare eden divandır. Başında 'Naib' bulunur. Büyük Selçuklu ülkesinde tarım yapılan topraklar ikta denen bölümlere ayrılmıştı ve iktalar hizmet karşılığında belirli süre için ileri gelenlere veriliyordu. Bu usulle verilen topraklar has, ikta ve haraci olarak üçe ayrılıyordu. Has toprakların geliri doğrudan sultan ailesine veriliyordu. İkta sahipleri ise, toprakları işleme karşılığında belli sayıda asker besliyor ve savaş zamanlarında orduya katılıyorlardı. Haraci olarak adlandırılan toprakların geliri de doğrudan devlet hazinesine aktarılıyordu. Alp Arslan dönemine kadar beylere bağlı göçebe Türkmenlerden oluşan ordu Nizamülmülk tarafından yeniden yapılandırıldı. Nizamülmülk, aylıklı askerlerden oluşan sürekli bir ordu kurdu. Bu aylıklı askerlere "gulam" deniyordu ve bunlar temel olarak başkentte iktidarı korumakla görevliydi. Savaş sırasında asıl ordu ise ikta sahiplerinin yönetimindeki atlı askerlerden oluşurdu. Ayrıca bağlı devletler de savaş zamanlarında sultanın ordusuna asker gönderiyorlardı. Melikşah döneminde orduda 50 bin kadar atlı asker olduğu bilinmektedir.Kısa bir not Türkler yani Selçuklular orduyla iç içe bir toplum oldukları için onlara 'ordu millet' denirdi. Büyük Selçuklu Devleti'ndeki Oğuz boyları ve başka bazı topluluklar göçebeydiler. Oğuz boylarının başında bir bey bulunuyordu. Bu göçebe topluluklar geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı ve otlak bulmak için de mevsimlere göre yer değiştiriyorlardı. Devlet göçebe topluluklardan otlak vergisi alıyordu. Yerleşik nüfus ise çiftçilik, zanaatçılık ve ticaretle uğraşıyordu. Kentlerdeki tüccar ve esnaf, işkollarına göre loncalar biçiminde örgütlenmişti. Merkezi devlette görevli memurlar ile sürekli ordudaki askerler maaş alıyorlardı. Büyük Selçuklular, kendilerinden önce var olan medreselerde öğretimi sürdürdüler, ama bununla yetinmediler. Vezir Nizamülmülk’ün öncülüğünde ve onun adını taşıyan yeni medreseler kurdular. Nizamiye medreselerinin ilki 1067’de Bağdat'ta açıldı. Daha sonra İsfahan, Rey, Merv(selçukluların başkenti), Belh, Herat, Basra, Musul gibi kentlerde yeni Nizamiye medreseleri kuruldu. Medrese sisteminde programlı ve belli bir yönteme dayanan eğitim ilk kez bu medreselerde verildi. Medreselerde din konularının yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutuluyordu ve medreselerde zengin kitaplıklar vardı. Medreselerin dışında da ülkenin çeşitli yerlerinde kurulmuş kitaplıklar bulunuyordu. Melikşah döneminde önce Isfahan'da, sonra Bağdat'ta birer gözlemevi kuruldu. Büyük Selçuklular Arapça'yı din ve bilim dili, Farsça'yı edebiyat ve devlet dili, Türkçeyi ise saray ve orduda günlük konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Büyük Selçuklular, var olan kentleri bayındır hale getirirken yeni kentler de kurdular. Ülkenin pek çok yerinde yeni kurumlar ve yapılar inşa ettiler. Bunlar cami, medrese, kervansaray, hastane, köprü, çeşme, imaret, han, hamam, türbe ve kümbet gibi yapılardı. Büyük Selçuklular, ince ve uzun minarelerle cami mimarisine yeni bir anlayış getirdiler. İsfahan'daki Mescid-i Cuma bu anlayışla yapılmış en eski örnektir. Büyük Selçuklu anıtmezarları olan kümbetler de yaygın mimari yapılardır. Kümbetler içten kubbe, dıştan ise piramit ya da konik bir çatıyla örtülüyordu. Dört köşeli, çok köşeli ya da yuvarlak formdaki Büyük Selçuklu kümbetleri genellikle iki katlı olarak yapılıyordu.Bu kümbetlerin alt kat mezar, üst kat ise mescit olarak kullanılıyordu. Büyük Selçuklu sanatında hat (yazı), minyatür, ahşap ve taş oymacılığı, çinicilik, maden işleme, cilt ve çeşitli süsleme sanatları da gelişmişti. Zamanla yayıldığı bölgelerdeki Farsi kültürü benimsesiği yönünde görüşler de vardır.. Çok silindirli motorlar Silindirlerin düzenine göre çok çeşitli motor yapı şekilleri vardır ( Motorların Sınıflandırılması şablonunda silindir birleştirme şekkillerine göre motorlar satırından ayrıntılı bilgi alınabilir) Silindirler DIN 73021’e uygun bir şekilde ifade edilir. Silindirlerin sayılmasına güç çıkışının karşı tarafından başlanır. Boksör motorlarda ve V tipi motorlarda güç çıkışının karşı tarafından soldaki silindirden başlanır ve sıra takip edilir. Genelde 4 zaman ilkesine göre çalışırlar. 2 zaman ilkesine göre çalışan tipleri de mevcuttur. Hava veya su ile soğutulan çeşitleri vardır. Otomobil motorlarında çok az kullanılırlar. Örneğin DAF firması Hollanda'da ürettiği otomobillerde yatık I tipi subap mekanizmasına sahip bir motor kullanmıştır. Genelde hava soğutmalı olup 2 zaman prensibine göre çalışan motorlardır. Buji ile veya sıkıştırma ile ateşlemeli , 2 zamanlı veya 4 zamanlı olabilirler. Hyundai Accent Admire 1,5 CRDI model otomobiller sıralı 3 silindirli , dizel , su soğutmalı 1500 cc hacminde motorlara sahiptirler. Bir diğer 3 silindirli motor da VW Polo 1.4 TDI marka araçta bulunmaktadır. 1422 cc hacmindeki Turbo beslemeli motor 4000 d/d de 75 hp güç 2200 d/d de 195 Nm Tork üretebilmektedir. En çok kullanılan silindir sayısıdır. Çeşitli kombinasyonlarda (buji ile ateşlemeli, su soğutmalı v tipi – sıkıştırma ile ateşlemeli , sıralı , su soğutmalı –buji ile ateşlemeli , boksör , hava soğutmalı gibi ) yapılabilirler. Avrupa'da genelde kullanılmayan ağırlıklı olarak ABD’de ürtilen otomobillerde kullanılan motorlardır. Sıralı veya V tipinde yapılabilirler. Genelde eski otomobillerde kullanılmıştır. Sıralı tiplerinin boyu çok uzun olduğundan ve otomobillerin ön kısmının uzamasına sebep olduğundan motor parçalarının dengelenmesi problemlerinden ötürü genelde V tipinde yapılırlar. Genellikle deniz vasıtalarında , lokomotiflerde ve sanayi işlerinde kullanılan motorlardır. Otomotiv sektöründe ise otobüs ve kamyonlarda kullanılmasına rağmen spor otomobillerde kullanılan tipleri de vardır . Ferrari 12 silindirli motorları bazı modellerinde kullanırken , Bugatti Veyron modelinde 16 silindirli bir motor kullanmıştır. Silindir birleştirme şekillerine göre dengeleme probleminden ötürü sıralı tip kullanılmamaktadır. V tipi , boksör tipi , iki sıralı yıldız , yıldız , W tipi , üç sıralı X veya sıra halinde X tipi olarak yapılırlar. Leopold Mozart Johann Georg Leopold Mozart (14 Kasım 1719 - 28 Mayıs 1787), besteci ve müzisyen Wolfgang Amadeus Mozart'in babasıdır. Kendisi de müzisyen olan Leopold Mozart, oğlundaki yeteneği çok erken yaşlarda fark etmiş ve onun gelişmesini ve müzik eğitimi almasını sağlamıştır. Celali isyanları Celali isyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı yönetimindeki Anadolu'da Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan ve IV. Mehmed dönemine kadar devam eden zaman zarfında devlete karşı, ekonomik, sosyal, askeri ve siyasi nedenlerle ayaklananlara verilen addır. “Celâl’e mensup” anlamına gelen Celâlî tabiri, 16. yüzyıl başlarında (1519) isyan eden Bozoklu Şeyh Celâl’le ilgilidir. Celâlî isyanları başlangıçta, Osmanlı idaresinden memnun olmayan zümrelerin ve Şii eğilimli Türkmen gruplarının Safeviler’in de tahrikiyle devlete baş kaldırmaları şeklinde ortaya çıkmış, 16. yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir mesele halini alarak değişik bir mahiyet kazanmıştır. Osmanlı devlet anlayışı, bu isyanları “hurûc ale’s-sultân” olarak değerlendirmiş ve kaynaklarda bu ifade sık sık kullanılmıştır. Bu ayaklanmaların adı, bu kapsamdaki ayaklanmaların ilkinin önderi olan Şeyh Celâl’den gelir. Bozoklu (Yozgat) olan Şeyh Celâl önderliğinde; topraksız köylüler, ağır vergilerden ezilenler, toprakları elinden alınmış eski sipahiler, sekbanlar, yerel idarecilerin baskı ve adaletsiz yönetiminden şikayetçi olan kitleler 1519 yılında Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Tokat yöresinde başlayan ayaklanma aynı yıl içerisinde kanlı bir biçimde bastırıldı. 16. yüzyıl ortalarında Osmanlı Devleti'nde ekonomik ve toplumsal bunalım baş gösterdi. Anadolu ve Akdeniz üzerinden geçen uluslararası ticaret yollarının coğrafi keşifler sonucunda yön değiştirmesi de bunda etkili oldu. Osmanlı Devleti, bu ticaret yollarının ve gelirlerinin kendi topraklarından geçtiği dönemlerde sağladığı kazancı yitirdi. Öte yandan Avrupa devletlerinin güçlenmesi karşısında fetihlerin durmasıyla ganimet gelirleri de ortadan kalktı. Devlet, gereksinim duyduğu geliri sağlayabilmek için vergileri artırdı. Osmanlı yönetiminin babadan-oğula geçmemesinde titizlikle durduğu tımar sistemi saltanat haline geldi. Oluşan bu yarı-feodal durum, vergileri ödeyemeyen köylülerin topraklarını terk etmesine, kasaba ve kentlere iş için göç etmesine
yol açtı. Geçim yolu bulamayanlar ise eşkıyalığa başladılar ya da eşkıyaya katıldılar. Bütün bunların sonucunda Osmanlı toplumsal ve ekonomik düzenin altüst oldu. İşsizlik ve geçim sıkıntısı, medrese öğrencisinden askerine kadar toplumun bütün kesimlerine yansıdı. Ayrıca Anadolu'da yaşayan Alevi halk Osmanlı Devleti'nin Sünnilik üzerine kurulu teokratik yapıda olmasına karşı çıkıyordu. Bu yüzden sık sık Osmanlı ile ters düşüyorlardı. Anadolu'da ilk büyük Celali Hareketleri, medrese öğrencilerinin (suhte ya da softa) hareketi olarak ortaya çıktı. Medrese öğrencileri ve medrese bitirip iş bulamayanlar Yozgat, Amasya, Adıyaman, Sivas ve Malatya yörelerinde büyük ayaklanmalar başlattılar. Bu ayaklanmalar tarihe "Suhte ayaklanmaları" olarak geçti. Daha sonra, Osmanlı askeri sınıfından levent ve sekbanlar da ayaklandılar. Bu arada Osmanlı Devleti'nin yerel yöneticileri, güç kullanarak halktan vergi toplamaya başladılar. Yerel yöneticilerin zulmü merkezi hükumet tarafından önü alınamaz duruma gelince, III. Murat (1574-1595), III. Mehmet (1595-1603) ve I. Ahmet (1603-1617) soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmesini isteyen fermanlar çıkardılar. Bu dönemin önemli ismi Şeyhülislam Mustafa Sunullah Efendi olmuş ve devşirme sadrazamlara karşı verdiği fetvalar ile Anadolu'daki Türk varlığının yaşamasını sağlamıştır. Anadolu'da meydana gelen Celali isyanlarına sadece çiftçiler ve işsizler destek vermemiştir, Osmanlı devletinin Sünni teokratik yapıda olmasına karşı çıkan Alevîler'de Celâli isyanına destek vermiştir. Şeyh Celâl isyanının bastırılmasından sonra 1525 yılında İçel sancağındaki vergi memurunun Süklün Koca adlı ihtiyara kötü davranışları sonucu, Süklün Koca diğer adıyla Kadri Hoca Baba köylüleri etrafına toplamış oğlu Süklün Şah ya da Şah Veli'de kendisine katılmıştır. Daha sonra o çevrede büyük saygı gören Baba Zünnun da köylülerin başına geçerek ayaklanma çıkardı. Çıkan ayaklanma 1526 yılında bastırıldı. Anadolu'da artan mali sıkıntılar yanında yeni düzenlemelerden memnun olmayan ve yoğun Safevi propagandasından etkilenen Türkmen gruplarının destek verdiği Kalender Çelebi isyanı 1526 Mohaç seferi sırasında patlak verdi. İsyan Orta Anadolu'da süratle yayıldı. 1527 yılında sadrazam Pargalı İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri 1527' de Elbistan dolaylarındaki galibiyeti sonucu Kalender'in öldürülmesiyle isyan bastırıldı. 16. yüzyılda Anadolu’da önemli bir nüfus artışı olmuş, fakat tarım alanlardaki artış buna cevap verememişti. Bu nüfus artışı Anadolu’da yersiz yurtsuz bir kalabalığın meydana gelmesine yol açtı. Toprakların yetmemesi sonucu çiftbozan olan bu gruplar için devlet ve beylerin kapısında “kapı halkı” olmak tek çıkar yoldu. Bunların bazıları sınır kalelerine azap, yeniçeri, donanmada levent ve gönüllü de olabiliyorlardı. İş bulamayıp boşta kalanlarsa “garip-yiğit” adları altında çoğunluğu teşkil ediyordu. Bunların bir kısmı medreselere giriyor, ancak çoğu istihdam edilemedikleri için imaretlerin etrafında başıboş gruplar oluşturuyorlardı. Bütün bunlar bazı sosyal karışıklıklara zemin teşkil ediyordu. II. Selim devrinde başıboş kalabalık grupların zararları yavaş yavaş görülmeye başlandı. Bunun üzerine henüz büyümemiş bu tehlikeye karşı mahallinde müdafaa tedbirleri düşünüldü. Hükumet, köylüler arasından seçilen bir yiğitbaşı ile onun idaresinde köy delikanlılarından meydana gelen otuz kırk kişilik yerel koruma birliklerinin kurulmasını teşvik etti. Köy halkı bir yiğitbaşı ve onun emrinde il erleri seçmek suretiyle bu grupların saldırılarından korunmaya çalıştı. İl erleri teşkilatı Celâli mücadelesinde önem kazandı. Ancak daha sonraları halkın arzusu ile teşkil olunan il-erleri'nin başında bulunan yiğitbaşılar bile bölükleriyle beraber Celâlî olmaya başladılar. Mesela suhtelere karşı uzun zamandanberi yiğitbaşı olarak kendisini tanıtan Neslioğlu, bu vaziyetinden faydalanarak köylülerin başına geçmiş, Afyonkarahisar ve Isparta taraflarında en bilinen bir Celâli olmuştu. Kastamonu ve Çankırı taraflarına şöhret salan Urgancıoğlu Mehmed Pehlivan da aynı şekilde idi. 16. yüzyılın sonlarına değin Celali ayaklanmaları, daha çok yöresel bir özellik taşıyordu. 1598'de Sivas ve Maraş bölgesinde çıkan Karayazıcı Ayaklanması, Celali hareketlerinin niteliğini değiştirdi. Sekban askerlerinin komutanıyken ayaklanan Karayazıcı’ya, dirlikleri ellerinden alınan sipahiler, topraklarını terk eden köylüler, işsiz kalan sekbanlar, yönetimden hoşnut olmayan beyler ve paşalar da katıldı. 20 bin kişilik bir ayaklanmacı ordusunu yöneten Karayazıcı, büyük kentlere bile baskınlar düzenleyip çekiliyordu. Karayazıcı üzerine gönderilen Osmanlı ordusu karşısında Tokat'a çekildi ve 1601'de öldü. Karayazıcı'nın ölümünden sonra ayaklanmacıların başına kardeşi Deli Hasan geçti. Osmanlı Devleti, Orta Anadolu'ya egemen olan Deli Hasan kuvvetlerini bastıramayınca, onunla anlaşma yolunu seçti. Deli Hasan’ı paşa unvanıyla Bosna beylerbeyliğine atadı. Ancak devletin bu tavrı öbür Celali önderlerini cesaretlendirdi. 1603-1608 arasında Celali ayaklanmaları bütün Anadolu'ya yayıldı. Tavil Ahmed, Canboladoğlu ve Kalenderoğlu gibi Celali önderler devlet otoritesini ortadan kaldırdılar. Anadolu’daki köylüler canlarını kurtarmak için yerlerini terk ederek dağlara, korunaklı şehir ve kasabalara sığınmak zorunda kaldılar. Osmanlı tarihine bu dönem "Büyük Kaçgun" olarak geçmiştir. Sonunda Osmanlı Devleti, Celalileri kesin olarak ortadan kaldırmaya karar verdi. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa büyük bir orduyla 1606’da Anadolu'ya geçti. 1610 yılına kadar isyancı Celalileri ve adamlarını acımasızca öldürerek cesetlerini açtırdığı kuyulara doldurttu. Bu dönemde öldürttüğü insan sayısının 65 bin civarında olduğu rivayet edilir. Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa 1622'de yeni bir ayaklanma başlattı ve bu ayaklanma ancak 1627’de bastırılabildi. Sultan I. İbrahim döneminde (1640-1648) Sivas Valisi Varvar Ali Paşa ve Isparta yöresinde Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu ayaklanmaları çıktı. Ama Osmanlı Devleti, ayaklanmacılara karşı siyasetini belli ölçülerde değiştirdi ve onları denetim altına alma yolunu kullandı. Katırcıoğlu, Karaman beylerbeyliğiyle ödüllendirilerek etkisiz hale getirildi. Bu devredeki diğer bir asi, Gürcü Abdünnebi adlı kapıkulu süvarisiydi. Kapıcılar kethüdâlığına kadar yükselip Niğde ve Bor taraflarında çiftlikler elde ederek nüfuzunu arttıran ve Safed voyvodalığını elde eden Abdünnebi, saltanat değişikliğinden dolayı İstanbul’a gönderdiği paranın hükumet tarafından yeniden talep edilmesi üzerine mağdur duruma düşmüştü. Ayrıca İstanbul’da Sultanhmed Vakası’nda öldürülen sipahilerin kanlarını da dava ediyordu. İstanbul üzerine yürüyen Abdünnebi Üsküdar’da Bulgurlu civarında yenilgiye uğratıldı; daha sonra, “Anadolu bizim, Kütahya’da otururuz, Rumeli sizin olsun” diyerek çekildiyse de Kırşehir mutasarrıfı İshak Paşa tarafından Karapınar’da yakalanıp idam edildi. 1658'de ayaklanan Abaza Hasan Paşa'ya da devlet görevi verildi. Anadolu'da 17. yüzyıl ortalarından sonra görülen yerel Celali toplulukları da II. Viyana Kuşatması'ndan sonra Avusturya ve müttefiklerine karşı yürütülen savaşlarda asker olarak orduya verildi. Bundan sonra Anadolu’da yer yer mahalli isyan hareketlerine rastlanmakla beraber büyük bir isyan çıkmadı. Bu döneme ait kaynaklarda Celâli kelimesine tesadüf edilmekle birlikte daha çok “eşkıya” veya “türedi eşkıyası” tabirleri kullanılmıştır. Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirdi. Ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçti. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan Tımar Sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı. İsyandan sonraki kıyımdan kaçabilenler İran'a kaçarlarken, saklananlar İç ve Doğu Anadolu Alevilerinin temelini oluşturmuşlardır ve atalarıdırlar, Saklanmayan ve kaçmayan kalabalık Türkmen aşiretleri ise bugünkü Bulgaristan ve Makedonya topraklarına sürgün edilmişlerdir, o vakte kadar yalnız Batı Anadolu'dan yapılan iskanlarla az bir Türk nüfusuna sahip olan Balkanlarda bu tarihten itibaren Türkler çoğalmıştır. Köylü çiftbozan olmuştur yani tarlasını bırakıp, işlemeyip göç etmek istemiştir, böyle köylülere çiftbozan adlı ceza vergisi uygulanırdı. Endülüs Emevî Devleti Endülüs Emevîleri, Abbasilerin, Emevî hanedanına son vermesiyle Emevî sülalesinden gelen Hîşam'ın torunu Abdurrahman, İspanya'ya giderek burada Endülüs Emevî Devleti'ni kurdu (756). Abdurrahman, Abbâsîler ile mücadale etti, Franklara karşı başarılar kazandı. Emevîler İspanya'da tam bir İslam egemenliği kurmuşlardı. Ancak zamanla, başa geçen hükümdarlar cihadı bıraktı ve saraylarda sefa sürmeye başladılar. Taht kavgaları ve sevdaları, kardeş kanının dökülmesi sebebiyle yıkım dönemi başladı. Ülke çevresinde gelişen Hıristiyan birlikler zamanla daha fazla güçlendi. Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi I. İsabel'in evlenmesi ve ordularını birleştirmesi ile Hıristıyanlar daha da güçlenmiş ve Yahudilerle Müslümanları Endülüs'ten çıkarmışlardır. Kemal Reis komutasında bir donanma ile kurtulan Yahudilerle Müslümanlar gemilerle doğuya getirilmişlerdir. Endülüs Emevîleri'nin en parlak dönemi III. Abdurrahman (912-961) ve II. Hakem (961-976) zamanlarıdır. III. Abdurrahman, halife unvanını da kullanınca İslam tarihinde aynı anda Abbâsîler, Endülüs Emevîleri ve Fâtımîlerde olmak üzere ilk kez üç halife çıktı. Emevî hanedanı yerine Hammûdiler'in gelmesi: Emevîler'in tekrar hükümdarlığa geçmesi: Itır Itır ("Pelargonium"), turnagagasıgiller (Geraniaceae) familyasından "Pelargonium" cinsinden 14–40 cm boylarında, Haziran-Temmuz aylarında morumsu-pembe renkli çiçekler açan çok yı
llık otsu bir bitki türlerin ortak adı. Toprak altı kısmı etlidir. Taban yaprakları kalp şeklindedir. Çiçek durumu 5-10 çiçeklidir. Çanak yaprakları beş parçalı, kırmızımtrak renklidir. Meyveleri 5 mezokarpa ayrılan şizokarptır. Bitki, uçucu yağ, tanen ve şekerler taşır. Çiçekleri veya bitkinin toprak üstü kısımları çay halinde içilerek halk arasında solucan düşürücü olarak kullanılır. Bilhassa bağırsak parazitlerine karşı etkili olup, tehlikesizce kullanılabilmektedir. Hans Christian Andersen Hans Christian Andersen (2 Nisan 1805 - 4 Ağustos 1875), Danimarkalı masal, oyun, roman, şiir, gezi kitabı ve biyografi yazarı. 2 Nisan 1805'te bir ayakkabıcının tek oğlu olarak dünyaya geldi. 11 yaşındayken babasının ölmesi üzerine okulu bıraktı ve annesiyle birlikte temizlikçi ve çamaşırcı olarak çalışmaya başladı. 1819'da tiyatro oyuncusu olmak ümidiyle gittiği Kopenhag'da başarılı olmadı ve 1828'de Kopenhag Üniversitesi'ne girdi. 1829'da ilk önemli yapıtı sayılan "Holmen Kanalından Amager Adasının Doğu Ucuna Bir Yürüyüş"'ü yayımladı. Almanya, Fransa, İtalya, Türkiye ve İngiltere'ye geziler yaptı ve yolculuklarından gezi kitaplarına birçok malzeme çıkardı. Oyun yazarlığındaki başarısız girişimlerinden sonra köleliğin kötülüklerini anlattığı "Mulatten" (1840) ile dikkat çekti. "Doğaçlamacı" (Improvisatoren, 1835) ve "İki Barones" (De to Baronnesser, 1847) romanlarından en tanınmışlarıdır. Asıl başarısını "Kibritçi Kız", "Küçük Claus ve Büyük Claus" ve "Güzel Prenses ve Bezelye" gibi masalları içeren "Çocuk Masalları" (1835) kitabıyla yakaladı. Masallarının bazılarında iyiliğin ve güzelliğin zaferine olan iyimser bir inanç açığa vurulurken; bazıları da oldukça kötümser ve acıklıydı ve kendi yaşamından güçlü izler taşıyordu. 1872'ye kadar masal yazmayı sürdüren Andersen 4 Ağustos 1875'te Kopenhag'da hayata veda etti. Kendine özgü masal anlatma yöntemiyle çocuk edebiyatına gerçek bir yenilik getirdi. Gündelik dilin deyimlerini ve kalıplarını kullandı. Masallarının çoğu Türkçeye de çevrildi. Solungaç Solungaç, su hayvanlarının solunum organı. Suda çözünmüş oksijenin kana alınmasını ve kandaki karbondioksitin atılmasını sağlayacak yapıdadır. Solunum yüzeyinin kıvrılması ve dallanması ile meydana gelirler. Solungaç solunumu, sürekli suda yaşayan omurgasız hayvanlarda, balıklar ve kurbağa larvalarında görülür. Amfiyoksüsta barsağın ön kısmı genişlemiş ve birçok yarıkla delinerek "solungaç sepeti" denilen kan damarlarıyla zengin özel bir organ halini almıştır. Balıklarda solungaçlar, önden ağız, yanlardan dışarıyla bağlantısı olan bir boşlukta (solungaç boşluğu) yer almıştır. Kemikli balıklarda solungaçlar dört çift olup, "operkül" denen solungaç kapaklarıyla örtülüdür. Solunum suyu ağızdan alınıp, solungaç kapaklarının daralması ile dışarı atılır. Kıkırdaklı balıkların ise çoğunda beş çift solungaç yayı olup, solungaç kapakları bulunmaz. Solungaç yayları, içlerinde kılcal kan damarları bulunan solungaç yapraklarına sahiptir. Her solungaç yaprağı ise ince yaprakçıklardan meydana gelmiştir. Kılcal damarlardaki kan, solungaçlara kırmızı rengini verir. Solunum, yaprakçıkları çevreleyen suda erimiş oksijenle kılcal damarlarda dolaşan kanın alyuvar hücreleri arasında olur. Oksijenin kana geçebilmesi için suyun devamlı olarak solungaçların üzerinden geçmesi gerekir. Balık, suyu ağzından alır, solungaç yaprakları üzerinden geçirir. Bu arada oksijen difüzyonla kana geçer. Aynı yolla karbondioksit dışarı atılır. Kanın solungaç iplikçiklerindeki akışı, suyun solungaçlar üzerindeki akışının ters yönündedir. Bu durum daha fazla oksijen alınmasını sağlar. Çoğu balığın solungaç yayları üzerinde solungaç tarakları da bulunur. Ağızdan alınan su, solungaçlardan dışarı atılırken suda çözünmüş oksijen, difüzyonla kana verilir. Bu arada suda bulunan besinlerse, solungaç taraklarıyla tutularak yutulur. Köpekbalıklarında su hem ağızdan, hem de ilk solungaç yarığından alınır. Solungaç yaprakları ve yarıkların daralmasıyla dışarı atılır. Tatlı su balıkları gerekli su ihtiyaçlarını solungaç zarlarından osmozla alırlar. Tuzlu su balıkları ise su içerler. İçtikleri suyun tuzunu solungaçlarıyla ayırırlar. Solungaç yaylarının ve taraklarının sayı ve biçimleri balıkların sınıflandırılmasında işe yarayan belirtilerdir. Dipnoi'lerde, akciğer ve solungaç solunumu bir arada görülür. Nadir Ede H. Nadir Ede, (d. 1945 - Zonguldak) Fotoğraf sanatçısı. Liseyi Işık Lisesi'nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'nü bitirdi. Kırk yılı aşkın süredir amatör, yirmibeş yılı aşkın süredir profesyonel olarak fotoğraf çekiyor. Fotoğraf üzerine danışmanlık yapıyor, eski fotoğraf filimleri, fotoğraflar topluyor. 1995-2008 yılları arasında "Fotoğraf Dergisi" adlı yayını yönetti. 2008 yılı Ağustos ayında bu dergideki görevinden ayrılarak "www.fotopya.com.tr" adlı web sitesinde yönetici olarak çalışmaya başladı. 1985-2007 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü'nde dersler verdi. 1985 yılından beri İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Antropoloji bölümünde ders veriyor. 2007-2008 öğretim yılında Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde fotoğraf dersleri vermeye başladı. Halen bu üniversitedeki görevine devam ediyor. Pek çok karma sergiye katıldı, gösteriler yaptı. Kişisel sergilerinden bazıları: "İstanbul Solarizasyonları", "Nadir Ede'nin Arşivinden 1950lerin İstanbul'u", "İstanbul, Yüz yıl Önce, Yüz Yıl Sonra" Amarok (yazılım) Amarok, KDE projesi kapsamında geliştirilen gelişmiş bir müzik çalar yazılımdır. İlk sürümü Haziran 2003'de yayınlanmıştır. KDE bünyesinde geliştirilmekle birlikte KDE'nin sürüm takviminden ayrı bir takvim izler. Amarok, kelime olarak eskimo dilinde kurt anlamına gelir. Özgür GNU Genel Kamu Lisansı ile lisanslıdır. Sloganı "Müziğini yeniden keşfet" tir. Adler Adler (eski Almanca "adelare" ← "edelaar" = kartal) aşağıdaki anlamlara gelebilir: Lou Reed Lewis Allen "Lou" Reed (2 Mart 1942 - 27 Ekim 2013) ABD'li rock and roll şarkıcısı ve güftecisi, Brooklyn doğumludur. Özellikle 1960'larda The Velvet Underground üyesiyken rock müziğine yeni ufuklar açmış ve bu türü derinden etkilemiştir. Gitaristi ve vokalisti olduğu The Velvet Underground ile ilk defa üne kavuştu. Şarkı sözü yazarı olarak birçok tabu hakkında şarkı yazdı, en başta S&M ("Venus in Furs"), transseksüeller ("Lady Godiva's Operation"), fahişelik ("There She Goes Again") ve uyuşturucu bağımlılığı ("Heroin", "I`m Waiting for the Man") gibi konular sayılabilir. Kaba ve farklı tonladığı gitarıyla müzikal anlamda da yenilikler getirdi. Velvet Underground'dan ayrıldıktan sonra çıkardığı "Transformer" adlı albümü rock tarihinin en iyi albümlerindendir. 27 Ekim 2013 tarihinde 71 yaşında ölmüştür. Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi (TUSAM), 2004 Ocak ayında Ankara'da kurulmuştur. Türk Metal Sendikası tarafından finanse edilmektedir. Türkiye'nin bağımsız bir dış politika izlemesi ve çok yönlü bağımsız bir strateji geliştirmesi gerektiğini savunmaktadır. TUSAM Cumhuriyet gazetesi ile işbirliği yaparak Pazartesi günleri yayınlanan Cumhuriyet Strateji ekini çıkarmaktadır. Özellikle Türk Dünyası ve Avrasyacılık konularıyla yakından ilgilenen TUSAM'ın Avrupa, Amerika, Balkan, Kafkasya, Türkistan, Türkiye, Rusya-Ukrayna, Orta Doğu, Yakın Doğu, Uzak Doğu bölgesel araştırma masaları ve bir dizi işlevsel araştırma masası bulunmaktadır. Türkiye’yi ilgilendiren ulusal ve uluslararası bütün olaylar, savunma ve ulusal güvenlik, bölgesel-küresel siyasal, ekonomik, sosyal, demografik, teknolojik, hukuki ve tarihi altyapıları, TUSAM’ın başlıca araştırma konularını oluşturur. TUSAM’ın Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Oğuz ÖZBEK, Başkanvekili-Genel Koordinatör Ali KÜLEBİ’dir. TUSAM 2009 yılı Mart ayında Metal İş Sendikası'ndaki yönetim değişikliğinden sonra kapanmıştır. Tuatara Tuatara, kertenkeleye benzeyen ve diğer sürüngenlerle kıyaslandığında oldukça uzun ömürlü olan sürüngenlerin ortak adı. Tuatara'yı diğer sürüngenlerden ayıran özelliği başının üzerinde ince bir deriyle kaplı üçüncü bir göz bulunmasıdır. Tuatara üzerinde araştırma yapan bilim insanları bu üçüncü gözün görme işlevinin olmadığını bulmuşlardır. Tuataralar'ın bu gözleri, güneşin pozisyonundan yola çıkarak yön bulmak için kullandıkları bir pusula gibi çalışmaktadır. Bundan başka sürüngenler çoğunlukla hareket edebilmek için en az 20 °C'lik bir ortam sıcaklığına ihtiyaç duyarlar. Tuataralar ise soğuk havaya pek aldırış etmez, diğer birçok sürüngenin dayanamadığı bir sıcaklık olan 5 °C kadar düşük sıcaklıklarda bile etkin kalırlar. 100-200 yıl arası yaşam süresi vardır.Bu hayvanların soyu tehlikededir ve koruma altındadırlar.. Asmalı Pencere Asmalı Pencere, Mustafa Balel'in 1984 yılında yayınlanan romanıdır. Tekstil fabrikaları zincirine sahip yaşlı iş adamı Utarit Bey'in hırçın karısı, "özgür kadın" Fikret Hanım ve ergenlik çağındaki oğlu ile yaşadıkları Yeşil Düş adlı bir Boğaziçi yalısı... Günün birinde ailenin tek çocuğu Cudi'nin sapık eğilimine tanık olmuş olabilecekleri göz önüne alınarak evde ne kadar hizmetli varsa (bahçıvan, aşçı, uşak...) tümüne yol verilir. Çocuk yaşta yalıya sığınmış olan genç besleme kız Sırma da bunların arasındadır. Ama onun bir ayrıcalığı vardır: Yol verilmemiş, ailenin eski bahçıvanı Hüsnü Efendi ile evlendirilmiştir. Yaklaşık yirmi saat süren bir tren yolculuğunun ardından Sırma, kendisini avlusunda özenle yontulmuş ve üzerindeki ölüm tarihi dışında her şeyi hazırlanmış bir mezar taşının beklediği evde bulur. Yani Hüsnü Efendi'nin Sivas'ın bir kenar mahallesindeki izbesinde. Üç farklı mekân, üç farklı anlatıcının getirdiği bir iç dinamizm... Bireylerden yola çıkarak ustalıkla gerçekleştirilen bir toplum çözümlenmesi... Hepsinden öte, insanı bir anda sarmalayan sıcak bir duygu seli: "Asmalı Pencere". ""Mustafa Balel mirası değerlendirmesini iyi biliyor. Geleneksel hikâyeciliğimizi çağdaş bir yorumla yoğurup y
eniden topluma kazandırıyor."" Tarık Dursun K. Ernst & Young Ernst & Young dünya çapında yaklaşık olarak 140 ülkede faaliyet gösteren uluslararası bir denetim ve danışmanlık hizmetleri firmasıdır. 2007 hesap yılı toplam gelirleri 21 milyar Amerikan Doları'nı aşmaktadır. Şirket, her sene Fortune dergisi tarafından yayınlanan "Dünya çapında çalışılabilecek en iyi 100 şirket" sıralamasında, "Big 4" olarak adlandırılan dünyanın en büyük dört denetim ve danışmanlık şirketleri arasında, rakiplerini geride bırakarak bu listede üst sıralarda yer almayı başarmaktadır. 2010 yılında yayınlanan listeye göre, dünya çapında çalışılabilecek en iyi 100 şirket arasında 44'üncü sırada yer almıştır. Dünya çapında faaliyet gösteren dört büyük profesyonel hizmet firmasından birisi olan Ernst & Young, Türkiye'de vergi, bağımsız denetim, kurumsal finans ve muhasebe alanlarında hizmet vermektedir. İstanbul'da genel merkezi, Ankara, İzmir ve Bursa'da ofisleri bulunmaktadır. Yönetici ortağı ve genel müdürü 2010 yılı itibarıyla Mustafa Çamlıca'dır. Türkiye'de Vergi Bölümü Kuzey YMM A.Ş., bağımsız denetim bölümü Güney SMMM A.Ş., muhasebe hizmetleri bölümü Öney SMMM A.Ş. şirketlerinin çatısı altında faaliyet göstermektedir. Bugünkü firma geçmiş dönemlerde yapılan bir dizi birleşmeler neticesinde oluşmuş olup, en eski kurucu firma 1849 yılında İngiltere'de faaliyete başlayan Harding & Pullein adlı şirkettir. Son olarak, 1989 yılında Ernst & Whitney ile Arthur & Young şirketlerinin birleşmesi sonucunda şirket bugünkü halini almıştır. Ernst & Young, 1983 yılından bu yana Türkiye'de de profesyonel denetim ve danışmanlık hizmetleri alanında faaliyet göstermektedir. 2002 yılında ABD'de Arthur Andersen firmasının Enron olayı sonucunda iflas etmesinin ardından, Türkiye'deki Arthur Andersen şirketleri Ernst & Young şirketleri ile 2002 yılı içerisinde birleşme yoluna gitmiştir. 2008 yılının Nisan ayında yapılan bir basın bildirisi ile, Avrupa, Orta Doğu ve Afrika kıtalarında yer alan 87 ülkedeki üye firmaların tek bir organizasyon altında birleştirilmesi kararının alındığı kamuoyuna açıklanmıştır. Bu kararın uygulanması ardından, Ernst & Young rakiplerine göre dünya çapında en fazla entegrasyonu sağlamış profesyonel hizmet şirketi haline gelmiştir. Bu yüzden rakiplerinin de benzer yönde kararlar aldığı görülmektedir. Aynı zamanda, Ernst & Young Dünya'nın 50 ülkesinde "Yılın Girişimcisi" programını yürütmekte ve ana sponsorluğunu yapmaktadır. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunmakta olup, 2009 yılında Dünya çapında yılın girişimcisi, Çinli iş adamı Cao Dewang kazanmıştır. Türkiye'de ise 2009 yılında bu ödül, Koton Mağazaları'nın sahibi Yılmaz çiftine verilmiştir. Ernst & Young Türkiye, Denetim ve Finansal Danışmanlık Hizmetlerini Güney Bağımsız Denetim ve SMMM A.Ş. tüzel kişiliği altında yürütmektedir. Denetim ve Finansal Danışmanlık Hizmetleri Bölümü aşağıda sıralanan hizmetleri vermektedir. En büyük bağımsız denetim müşterileri arasında Koç Holding'e bağlı tüm şirketler, Oyak Holding, Sabancı Holding'e bağlı şirketlerden büyük bölümü gibi Türkiye'nin en büyük şirketlerinden bazıları yer almaktadır. Ernst & Young Türkiye Vergi ve Mali Danışmanlık Hizmetleri Bölümü, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa Ofislerinde 1000 kişiyi aşan kadrosuyla vergi mevzuatının karmaşık ve değişken yapısı karşısında, 900'den fazla müşterisine, yasal düzenlemeleri ve yükümlülüklerini izlemelerini kolaylaştırmak amacıyla, mali ve vergisel konularda danışmanlık ve yeminli mali müşavirlik hizmetlerinin yanı sıra vergi uyuşmazlıkları ile Türkiye’de çalışan yabancılar ve yabancı yatırımcılara yönelik hizmetler de sunmaktadır. Ece Ayhan Ece Ayhan Çağlar (10 Eylül 1931, Datça - 12 Temmuz 2002, İzmir), Türk şair, etikçi. İkinci Yeni şiir akımının öncülerindendir. Tam adı Ece Ayhan Çağlar'dır. Babasının mal müdürlüğü göreviyle bulunduğu Datça'da, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Behzat Çağlar, Geliboluludur. Annesi Ayşe Hanım'ın baba tarafı Gelibolu'nun Kavak köyünden göçerek Eceabat'ın Yalova köyüne yerleşmiştir. Behzat Bey'in babası ağır ceza mahkemesi başkâtipliği, dedesi de Gelibolu müftülüğü görevlerinde bulunmuşlardır. Ayşe Hanım'ın babası Hafız İbrahim Deniz, yarı çiftçilik, yarı tüccarlıkla uğraşmış, Eceabat'a bağlı Sivli Köyü halkının imam istemesi üzerine, atandığı bu köyde imamlık yapmıştır. 1932'de Küre'ye mal müdürü olarak atanan Behzat Bey, 1933’e kadar sürdürdüğü bu görevinden istifa edip Çanakkale'ye yerleşmiş ve bir avukatın yanında arzuhalcilik yaparak ailesini geçindirmeye çalışmıştır. Ece Ayhan, ilkokula 1938'de Eceabat'ta başlar, ikinci sınıfı Çanakkale'nin İstiklâl İlkokulu’nda okur. Ailesinin 1940 Kasım'ında Çanakkale'den ayrılarak İstanbul'a yerleşmesi üzerine, üçüncü sınıfa Karagümrük / Atikkale'de bulunan 19. İlkokul'da [daha sonraki adı Hırka-i Şerif İlkokulu] devam eder ve ilk öğrenimini bu okulda tamamlar. Orta okulu, Vefa Lisesi'nin karşısında bulunan Zeyrek Ortaokulu'nda; lise öğrenimini de Taksim Lisesi'nde [daha sonraki adlarıyla Beyoğlu Lisesi, İstanbul Atatürk Erkek Lisesi] tamamlar. Yüksek öğrenimine 1953'te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde başlar ve 1959'da mezun olur. Aynı yıl, İstanbul maiyet memurluğunda başladığı stajını ve kaymakamlık kursunu tamamlar. 1962'de Deniz Hafize Hanım ile evlenir ve kaymakam olarak atandığı Gürün'de göreve başlar. 1963'te Alaca'da (Çorum) kaymakamlık ve belediye başkanlığı görevlerine atanır; aynı yıl tek çocuğu olan Ege dünyaya gelir. 1964'te Tuzla Piyade Okulu'nda yedek subay öğrenci olarak başladığı askerlik hizmetini tamamlar ve 1965'te Çardak (Denizli) kaymakamlığına atanır. Disiplinli bir yaşam tarzı ve memurluk hayatı, edebiyat çevrelerinde bugün de “hırçın şair”, “huysuz şair” olarak anılan Ece Ayhan’ın yaradılış özelliğiyle bağdaşmayacak olgulardır. Ece Ayhan, 1966’da devlet memurluğu görevinden ayrılarak “soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent” dediği İstanbul’a yerleşir. Kısa aralıklarla birçok işe giren sanatçının İstanbul’da yaptığı başlıca işler arasında; "Meydan Larousse" ansiklopedisinde yazarlık, "Sinematek"'te ve "Yeni Sinema Dergisi"’nde müdürlük, "Genç Sinema Grubu"’nda yöneticilik, Ağaoğlu Yayınevi'nde çok kısa bir süre redaktörlük sayılabilir. Kansere yakalanan eşi Deniz Hafize Hanım'ı 1968'de kaybeder. Ekonomik durumunun çok kötü olması ve yaşının küçüklüğü gibi nedenlerle oğlunun bakımını eşinin ebeveynine bırakır. Ece Ayhan, 1974’ten ölümüne kadar, beynindeki tümörün yol açtığı birtakım hastalıkların sıkıntılarıyla yaşamıştır. Sağ kulağının ileri derecede işitme engeline ve sağ gözünde de hasara sebebiyet veren tümör, dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in ameliyatlarıyla ölümcül olmaktan çıkarılmıştır. Ancak, tümörün diğer organlarda meydana getirdiği hasarlar, sanatçıya yaşamı boyunca sıkıntı vermiştir. Büyük bir ekonomik sıkıntı içinde yaşayan sanatçı, Çanakkale Belediye Başkanlığının yardımlarını görür. Belediyenin geçici işçi kadrosuna alınarak sosyal güvenliğe kavuşması sağlanır ve böylece SSK hastanesinden ücretsiz olarak yararlanır. Sağlığının günden güne bozulması ve bacaklarının felç olması üzerine, yakın dostu şair Metin Üstündağ'ın yardımıyla Ağustos 1999’da Çapa Tıp Fakültesi'ne yatırılır. Buradaki tedavi giderleri SSK tarafından karşılanır. Sigorta kapsamı dışında kalan kurumlarda gördüğü tedavilerin giderleri ise, arkadaşlarının ve eserlerinin yayın hakkını alan Yapı Kredi Yayıncılık'ın yardımlarıyla karşılanır. İstanbul'da önce Maltepe Huzurevi'ne, daha sonra da şair arkadaşı (dönemin başbakanı) Bülent Ecevit'in isteğiyle bakım şartları ve fizikî kapasitesi daha iyi olan Özel Acıbadem Huzurevi'ne yerleştirilir. Bu süre içinde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Haseki Hastanesi, Haydarpaşa Hastanesi, Şişli Osmanoğlu Kliniği (2 defa), Central Hospital ve en son da Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yatılı tedavi görür. Bütün bu tedavilerin sonucunda felçten kurtulup ayağa kalkabilen sanatçı, Nisan 2001'de tekrar Çanakkale'ye yerleşir ve geçimini telif hakkını Yapı Kredi Yayınları'na verdiği eserlerinin geliriyle sağlar. Düzenli ve yerleşik bir yaşam tarzını bir türlü sevemeyen Ece Ayhan, âdeta tüm sevenlerini ve dostlarını terk ederek tedavi görmekte olduğu Çanakkale'den Temmuz 2002'de ayrılarak İzmir Büyükşehir Belediyesi Gürçeşme Huzurevi'ne yerleşti ve 12 Temmuz 2002'de rahatsızlandığı için kaldırıldığı Eşrefpaşa Hastanesi'nde vefat etti. 16 Temmuz 2002'de, Çanakkale'nin Eceabat ilçesi Yalova köyünde toprağa verildi. Narlıca Mavi Sakal 2 Mavi Sakal 2 , Mavi Sakal'ın 2. albümüdür. Uzelli Plak'tan CD-205 katalog numarası ve KB-93-34-Ü-014-205 kayıt numarası ile çıkmıştır. Türkçe Rock türünde CD olarak yayınlanan ilk albüm olma özelliğini taşır. Kapakta yer alan grup üyeleri soldan sağa: Mahcem, Tibet Ağırtan, Kaan Altan, Murat Tümer Ekim-Kasım 1992, FT Stüdyoları, Levent, İstanbul (Fuat Güner ve Turgut Berkes'in stüdyosuydu, 2000'lerin başında stüdyo ticari faaliyetine son vermiştir.) Şubat 1993 Narlıca, Kulp Narlıca, Diyarbakır ilinin Kulp ilçesine bağlı bir mahalledir. Köy sakinleri genel olarak Kürtçe'nin Zazaki lehçesiyle konuşur. Mahallenin Zazaca ismi Awges- Awdegas'tir. Zazaki adını coğrafyasından almaktadır. Anlamı suyu bol demektir. "Aw" su demek "ges" akar anlamındadır. Kurmanci ismi Tiyakstır. Kurmanci adının köye ilk yerleşen "Tiya"dan geldiği rivayet edilmektedir. Mahallenin Ermenice adı T'iayxs - T'iyaqs diye geçmektedir. Tiyaks başlıca Deva Corin ve Deva Cerin olmak üzere 2 yerleşkeden oluşmakta; Piran, Çerkan, Bekran, Akan, Peleng, Xaltan, Elyasan, Zéran, Heciyan,Xirnan ve Ramin mahallelerinden oluşmaktadır. Sözlü kaynaklarda mahallenin tarihi "çok eski zamanlara kadar" uzandığından bahsedilir. Maalesef yazılı kaynaklar yok denecek kadar azdır. Maalesef 19. yüzyıl ve öncesinde mahallenin tarihinden bahseden yazılı kaynaklara ulaşılamamıştır ancak genel olarak bölgenin tarihinden bahseden yazılı kaynaklar mevcuttur. 20. yüzyıl başlarında Erm