article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
ir.
Gelenbevi, Türkçe ve Arapça olmak üzere 30'dan fazla eser bırakmıştır. Türkiye'ye logaritmayı ilk sokan Gelenbevi İsmail Efendi'dir. Ayrıca İstanbul Fatih'te adını taşıyan Gelenbevi Anadolu Lisesi bulunmaktadır.
Andrey Gromıko
Andrey Andreyeviç Gromıko (; 18 Temmuz 1909, Staryja Hramyki, Rus İmparatorluğu - 2 Temmuz 1989, Moskova, Rusya SFSC, Sovyetler Birliği), Sovyet diplomat, 1957-1985 yılları arası Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı.
Babası küçük bir çarlık memuruydu. Gazetecilikle işe başladı, daha sonra Minsk Tarım Enstitüsü Tarım İktisadi bölümünden mezun oldu. 1931 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne katıldı. 1936 yılında Lenin Enstitüsü'ne devam ederken "Ekonominin Problemleri" isimli önde gelen bir gazetenin yazı işlerinde çalıştı.
1939 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi ve ABD Birimi'ne atandı. Altı ay sonra da Washington'a büyükelçi olarak atanan Maksim Litvinov'un yardımcısı oldu. 1943 yılında Sovyetlerin en genç elçisi olarak ABD'de göreve başladı. II. Dünya Savaşı sırasında düzenlenen Tahran, Yalta ve Potsdam Konferansı'nda Sovyetler Birliği'ni temsil etti. 1946 yılında Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Sovyetler Birliği'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki daimi temsilcisi oldu. 1948 yılında bu görevden ayrılarak Moskova'ya döndü. 1952 yılında kısa müddet için Birleşik Krallık'a elçi tayin edildi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Merkez Komitesine aday üye seçildi.
Josef Stalin'in ölümünden sonra Moskova'ya döndü ve Vyaçeslav Molotov'un kabinesinde görev aldı. 1961 yılında Merkez Komitesi asil üyesi oldu ve bundan sonra Sovyetler Birliği'nin Batı ile yaptığı görüşmelerde daima önemli rol oynadı. 1973 yılında Politbüro üyesi seçildi. Leonid Brejnev ve Yuri Andropov dönemlerinde yerini korudu ve tecrübesinden dolayı Konstantin Çernenko döneminde hakim bir yere sahip oldu. Leonid Brejnev döneminde batıya karşı mutedil bir tutum almasına rağmen, Konstantin Çernenko döneminde batıya karşı sert tutum alan biri oldu. Çernenko'nun ölümünden sonra, başa geçen Mihail Gorbaçov'un döneminde Dışişleri Bakanlığı görevinden alınıp sembolik bir görev olan Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı görevine getirildi. 2 Temmuz 1989 tarihinde öldü.
Ganeşa
Ganeşa (Sanskritçe: गणेश veya श्रीगणेश -tanrısal makamını ayrıştırmak için kullanılır, Ganesha, "Ganapataye"/"ganapati" olarak da bilinir), Hinduizm'deki en tanınmış ve saygı duyulan Tanrı temsillerinden birisidir. Şiva ve Parvati'nin ilk doğan oğludur. Bharati, Riddhi("bilgi" anlamına gelir) ve Siddhi'nin ("mükemmeliyet") eşidir. Marathi, Malayalam ve Kannada'da Vinayaka, Tamil'de Vinayagar ve Telugu'da Vinayakudu olarak da anılır.
'Ga' Buddhi yani bilgiyi sembolize ederken 'Na' Vijnana yani hikmeti sembolize eder. Buradan da anlaşılabileceği gibi Ganeşa bilgi ve hikmetin üstadı, Tanrısı, aynı zamanda başlangıçların ve kategorilerin Rabbi, engellerin kaldırıcısı, Dharma'nın koruyucusu, Karma'nın ve kozmik hafızanın, bilgeliğin efendisi, iyi şansın Tanrısı'dır, meşhur Swastika işareti Ganeşa'nın işaretidir, Ganesha "Aum" dur.Karmanın efendisi olan Ganeşa kişinin yaşamında karşılaşacağı olayları kontrol edebilir, bu nedenle Hindular bütün özel isteklerini Ganeşa'ya iletebilirler.Tanrı Ganeşa sembolik olarak kişinin içinde keşfedilmeyi bekleyen Tanrısallık'tır.
Ganesha Upanişad'da şöyle denir:
"Sen saf farkındalıksın, Brahmansın, 'öz'sün, akıl ve bilgisin, bütün bu dünya senin içinde görünür,sen toprak, su, hava ve ateşsin, Brahma, Vişnu ve Şiva'sın."
Ganesha; göbekli, sarı veya kırmızı, dört kollu ve fil başlı tasvir edilir. Ayrınca bu tasvirlerde çoğunlukla ya bir fareye biner ya da yanında bir fare vardır. Hindular, Ganeşa'nın kendisini Hindu peygamberlerine bu şekilde gösterdiğine veya bu şekilde tezahür ettiğine inanır.Tüm Hint Tanrısı tasvirleri gibi bütün Kozmosun bedensel enkarnasyonu kabul edilen Tanrı Ganeşa tasviri de yoğun bir sembolizmle bezenmiştir:
Ganeşa Hinduizm dininin koruyucusu ve bekçisi olarak kabul edilir, Hindu olmak isteyen kişi, ilk önce Ganeşa'ya ibadet etmeli kendisini ve samimiyetini ona kabul ettirmelidir, bütün Hindulara göre Ganeşa'ya ibadet etmeden onun "dostluğunu" kazanmadan Hindu olmak mümkün değildir.Her türlü Hindu duasında ilk önce Ganeşa'ya dua edilir, bu küçük dua Hint besmelesidir: "Aum Sri Ganapataye namah" veya "Aum Sri Ganesha namah".
21 Eylül 1995'te dünyanın her yerindeki Hindu tapınaklarında, Hindular'ın "süt mucizesi" (Milk miracle) olduğuna inandıkları ve milyonlarca kişinin 24 saat içinde defalarca tanık olduğu söylenilen bir olay meydana gelmiştir, "Washington Post", "New York Times", "Financial Times", "Guardian" gibi dünyaca ünlü gazeteler ve "CNN", "BBC" gibi kanallar da bu mucize olduğuna inanılan olayı haber yapmışlardır. 24 Eylül 1995'te bir Hindu tapınağından gelen bir haber bütün hinduları ayağa kaldırır. Bir tapınakta, bir rahip bir kaşık ile sembolik olarak Ganesha'ya içirmeye çalıştığı sütün kaybolduğunu fark eder. Hemen ardından bu haber duyulur ve daha şaşırtıcısı bütün Kuzey Hindistan'daki Ganesha figürlerinin sütü içtiği gözlenir. Bu olay tarihe "süt mucizesi" olarak geçmiştir.
Daha sonra bu olayın gerçek olmadığı anlaşılmıştır. Olayın aslı Ganesha figürünün yapıldığı maddeden kaynaklandığı ve bu yüzden verilen sütün kabolduğu anlaşılmıştır. Zaten olaydan birkaç gün sonra maddenin fazla süt emmesinden dolayı Ganesha parçalanmış ve olayın aslı anlaşılmıştır.
Svastika
Svastika (Sanskritçe: स्वस्तिक) veya gamalı haç, tarih öncesi dönemlerden kalma sembol.
Unicode karakter standardında: 卐
"Gamalı haç" ismi Yunanca gama (Γ) harfine ve haç şekline (+) atfen verilmiştir. Svastika kelimesi Sanskritçe'deki "su" (iyi) ve "asti" (olmak) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. "İyi olmak, mutlu ve sağlıklı olmak" anlamlarına gelir.
Svastika, şekli ile hayali bir kare formun içine oturmaktadır. Ancak türüne göre daire gibi her türlü geometrik forma dönüşebilmektedir. Sağa dönük svastikalar genellikle “saat yönünde” ya da “saat yönünün tersi” diye tanımlanabilir.
Svastikalar düzensiz bir 20 kenarlı çokgen olarak kabul edilebilir. Genel olarak 5x5'lik 17 karelik bir kompozisyondan oluşturmaktadır. Gamalı haç motifi üzerinden yola çıktığımızda her kenar 60, 36, 12 ve 12 oranları ile bölünür.
Svastika sembolü, biçimindeki dinamik ve esnek yapısı ile temel yapısından yararlanarak ayrıca temel yapısını çok fazla deforme etmeden çok çeşitli yeni ve özgün formlar elde etmeye müsait bir yapıya sahiptir. Görülen farklı stilizasyonları ile svastikanın kollarının adedinin artırılması, eksiltilmesi, biçiminin, yerinin ve yönünün değiştirilmesi gibi birçok müdahale ile yeni ve özgün biçimler elde edildiği görülmektedir.
Evrensel olduğu düşünülen bu sembolün doğal olarak birçok medeniyet ve kültürde kullanılmıştır. Örneğin Hong Kong Sanat Müzesinde bulunan ve Majiyao kültürüne, yani MÖ 2200-2000 yıllarına tarihlenen neolitik döneme ait geometrik desenli toprak kap, üzerinde gamalı haç desenleri taşıyor. Hindistan’da çok faklı din ve kültürler gamalı haç işaretini yaygın biçimde kullanmışlardır.
Svastika Hinduizm, Budizm ve Jainizm'e göre kutsaldır. Pek çok antik uygarlıkta görülür. Örneğin Orta ve Güney Amerika medeniyetlerinde, özellikle Mayalar, Navarrolarda görülür. Mezopotamya'da bulunan pek çok sikkede svastika görülür. Erken dönem Hristiyanlıkta ve Bizans İmparatorluğu'nda da svastika kullanıldığı görülür. Gamalı haç ismi Bizans döneminde kullanılmaya başlanmıştır.
Svastikanın dört kolu, dört kozmik gücü (ateş, su, hava, toprak) simgelemektedir. Ayrıca bazı kaynaklarda, eski dönemlerde bu sembol sayesinde dört kozmik gücün etki altına alınıp büyü yapıldığı belirtilir.
Svastika ile ilgili olarak yapılan bu araştırmada özellikle Hindistan'daki oluşum karşımıza çıkmaktadır. Hindistan'da kutsal bir sembol olarak kullanılmasının, sembolün korunması ve yaygınlaşmasında belki de önemli bir rol oynamıştır denilebir. Buna göre, Hinduizmde, iki sembol (sağa bakan-sola bakan), yaratıcı tanrı Brahma'nın iki formunu temsil ediyor; sağa dönük şekilde, evrenin evrimini temsil ediyor. Sola dönük şekilde ise evrenin içe dönüşünü temsil ediyor. Ayrıca tüm dört yöne işaret ettiğinden (kuzey, güney, doğu, batı) kararlılığı ve sabitliği de temsil ediyor. Onun güneş sembolü olarak kullanılması ilk kez tanrı Surya'nın temsilinde görülür. Svastika tüm Hindular tarafından aşırı derecede kutsal ve uğurlu olarak düşünülür ve düzenli olarak Hint kültürüne ait eşyaları dekore etmek amacıyla kullanılır.
Tüm Hindu yantralarında ve dizaynlarda kullanılır. Hindistan'ın alt kıtası boyunca, mabedlerin kenarlarında, dini motiflerde, hediye eşyaları ve mektup başlarında görülür. Hindu tanrısı Ganeş genellikle svastikalar yatağının içinde çıkan bir nilüfer çiçeğinin içinde gösterilir. Ayrıca Svastika, Hindu düğünlerinde, festivallerinde, ev koridorlarında, elbise ve mücevheratta, motorlu taşıtlarda ve hatta kek, pasta, makarna gibi yiyeceklerin süslemesinde kullanılır.
Svastika, Hindu dininin en uğurlu simgesidir, eski güneş işaretinin dört dik açı kolunu simgeler. Hindu gamalı haçının dört kolu, şunları temsil eder: 1. Boşluğun dört talimatı, 2. Dört Vedas, Hindu dininin esasını oluşturan eski Kutsal Kitaplar, 3. Doğumdan ölüme yaşamdan dört aşram, ev sahibi yaşamı, öğrenci yaşamı, ölüm, ve yaşamdan vazgeçim, 4. Yılın 4 mevsimi. Hindularda iyi şansın bir simgesi olarak kullanılan svastika Hindistan'ın Baroda dağının kuzeyindeki üst tapınağında yolda satış için hazırlanan Hindu dua kumaşları üzerinde de kullanılmaktadır.
Bengal Hinduları arasında svastika biraz daha farklı olarak kullanılır.bu sembol Bengal Hindularında biraz daha düz olarak görülür. Calcutta'da bulunan önemli bir derginin adı da svastika dır. Aum sembolu de aynı zamanda kutsaldır. Aum yaratılış şeklinin temel temsilcisi olarak görülürken svastika sadece geometik bir şekil olarak görülür. Svastika Lord Vişnu'nun 108 sembolünden bir tanesidir ve onsuz hayat olamayacağı güneşin ışınlarını temsil eder.
Kolları sa |
at yönünde dönük olan şekliyle, başarı ve uğurun yanı sıra hayatın kaynağı olan güneş ışığını simgeler. Kolları ters yöne dönük şekli ise geceyi ve uğursuzluğu ifade eder.
Doğu'daki kültürlerde, svastika Buda'nın bir sembolüdür. Çin'de ise sonsuzluğu ve evren düşüncelerini ifade etmektedir. Svastika, Çince wan ve Sanskritçe de ise srivatsa olarak bilinir. Svastika Buda'nın Sembolüdür.
Svastikalar genellikle Asya'daki küçük ya da büyük tüm Buda heykellerinin üzerinde bulunur. Hong Kong'un Lantau adasında bronzdan büyük Buda heykeli 1993 yılında tamamlandı ve yüksekliği 35 metrenin üzerindedir. Gamalı haç sembolü aynı zamanda Buda Okulunun Falun Gong uygulamasında 1992'de ortaya çıkmıştır.
Hristiyanlıkta svastika haçın çengelli versiyonu olarak düşünülür. İnsanın ölüme karşı zaferini sembolize eder. Bazı Romanesk ve Gotik çağlarda inşa edilen Hristiyan kiliselerinde önceki Roma süsleri etkisiyle bu forma rastlanır.
Svastikalar çoğunlukla 12. yüzyıldan kalma Ukrayna Kiev'de bulunan St. Sophia kilisesinin mozaiğinde sergilenir. Ayrıca bunlar St. Ambrosse Bazilikasında bir mezarda süsleme motifi olarak kullanılmıştır.
Svastika sembolü, İslam sanatlarında da görülmektedir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde halı ile kilim motiflerinde, süsleme resimlerinde ve hat sanatında kullanılmıştır. İslam sanatında süsleme resimlerinde desen ve motif olarak kullanılmıştır. İran'daki Cuma Camii ile ve Lübnan'daki Tiripoli de Taynal camilerinin her ikisinde de svastika motifleri vardır.
Kazakistan'ın Türkistan kentinde bulunan Ahmet Yesevi (1093-1156) Türbesi, ana kapının sağ tarafında değişik tasvir edilmiş bir svastika, ana kapının sol tarafında ise yaygın olarak bilinen haliyle bir svastika bulunmaktadır.
Svastika, pek çok dünya medeniyetinde olduğu gibi Ön Türkler tarafından da kullanılmıştır. Türk kültüründeki ismi oz damgasıdır. Bu damga Ön Türklerde ozlaşarak Tanrı'ya erişmeyi temsil etmektedir. Oz damgası, öbür dünyaya geçerek orada şekil değiştirerek (metamorfoz) yeniden oluşum şeklindeki düşünceyi kapsar.
Mevlevi ve Bektaşilerde, insanların grup halinde eksenleri etrafında dönerek “göğe” yükselme inancı yaygındır.
Saz şairleri de sazları ile canları ozlaştırır. Tanrı'ya eriştirirler. Bu nedenle saz şairlerine ozan denilmektedir. Ozlaşma kavramının, ateş kültünden geldiği düşünülmektedir. Bu kavram, güneş kültüne ait kutsama töreninde de görülmektedir.
Bir güneş sembolü olan Oz Damgası/Svastika’nın sözcük anlamı kendi kendine var olandır. Ön Türklerde kullanılan “OZ” diye okunan damganın nerede, ne zaman ortaya çıktığı kesin bilinmese de çoğunlukla “svastika” olarak isimlendirilmiştir. Svastika, kelimesi Hintçe olup, “Si” (iyi) ve “As” (olmak) kelimelerinden oluşmaktadır. Bu şekliyle kelime “mutluluk” ve “hayal” anlamlarına gelir.
Dört yöne salınmış kollarıyla Dış Oğuz tarafından dünyanın dört bir yanına yayıldığını belirtir ve tüm evreni simgeler.
Bu sembole ait bulgular İndus Vadisi Medeniyeti’ne kadar uzanmaktadır. Özellikle Harappa’da yapılan kazılarda ve medeniyete ait mühürlerdeki kabartmalarda oldukça sık rastlanmıştır. Uğur şans getirmesi için kullanılan bir semboldür. Panini’nin ünlü gramer çalışması Ashtadhyayi’nin 8. bölümünde de Svastika’nın adı geçmektedir. Son yıllara kadar kökeninin Arilere dayandığı düşünülmekteydi, fakat son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar, kökeninin Ön Türk kültürüne dayandığını ve onlar vasıtası ile dünyanın değişik yörelerine yayıldığı yönünde önemli bilgi ve belgeler ortaya koyulmuştur.
Türkiye'de, başta Milas ve Efes olmak üzere Ege Bölgesinde, svastika kullanımıyla ilgili birçok tarihsel iz bulunur. Amasya Hatuniye camii'nde svastika mevcuttur. Milas'ta "Kurşunlu Camii" olarak bilinen Firuz Bey Camii'nin giriş kapısı üzerinde bir svastika işareti bulunur, ayrıca Milas Müzesi'nin bahçesinde bulunan bir taşın üzerinde 4 adet svastikadan oluşan bir dikdörtgen rölyef vardır.
Diyarbakır'ın dış dünyaya açılan 4 tane kapısı mevcuttur. Bunlar kuzeyde Dağ Kapı (Harput Kapı), batıda Urfa Kapı (Halep Kapı), güneyde Mardin Kapı ve doğuda Yeni Kapı (Dicle Kapı veya Sur Kapı) dır. Surlarda birçok medeniyetin imzası niteliğindeki ve içlerinde Süryanice de yazılı olan kitabeler ve motiflerin yanında görülen gamalı haç şekilleri bulunmaktadır.
Çağdaş hat sanatçısı Emin Barın'ın, hem Arap hem de Latin harfli yazılardan oluşturduğu bazı hat çalışmalarında, svastika formunu çağrıştıran hat sanatı çalışmaları yaptığı görülmektedir.
Anadolu'da tarih öncesi çağlara ait bulunan ve dünyanın da bu dönemlere ait bilgilere ulaşması açısından göz bebeği olmuş, Konya'da bulunan Çatalhöyük'te yapılan kazılardan elde edilen M.Ö. 7500 yıllarında Cilalı Taş ve Bakır Devrine ait taş tabletlerde ve ev gereçlerinin bir kısmında svastika sembolü kullanılmıştır.
Çatalhöyük'le ilgili olarak kapsamlı araştırmalara imza atmış olan James Mellaart'a göre, “Bütün gamalı haçlar, dışarıya doğru yayılan olan merkezi bir hareketle gösterilir. Kendi statik merkezi, evren ve tanrısal gücün merkezini temsil eder. Svastika, bilinen bir simge olarak Avrasya'nın bütün parçalarında kullanılmıştır”.
Amasya Hatuniye Camii çeşmesi başında da 5 adet (belirgin olarak 3 adet) svastika sembolü bulunmaktadır.
Svastika, I. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ve hükûmeti tarafından amblem olarak kullanılmıştır. Nasyonal sosyalistlerin (Naziler) kullanmış olduğu svastikanın adı Almancada Hakenkreuzdur. Daha sonra Nazi Almanyası'nın bayrağında da kullanılmıştır. Svastikanın bu anlamda kullanımı 1945'te Nazi Almanyası'nın yenilmesi ile birlikte sona ermiştir ve bazı ülkelerde svastika kullanımı suçtur. Günümüzde bazı neo-Nazi gruplar svastika kullanmaya devam etmektedirler.
Yassı sırtlı deniz kaplumbağası
Yassı sırtlı deniz kaplumbağası ("Natator depressus"), Avustralya'nın kıta sahanlığına yerel (endemik) olan bir deniz kaplumbağasıdır ve "Natator" cinsi içinde yer alan tek türdür.
Erişkin bir yassı sırtlının sırt kabuğu, ortalama olarak, 90 cm uzunluğundadır.
Yassı sırtlılar Endonezya ve Papua Yeni Gine açıklarında da beslenebilirler ama yalnızca Avustralya'da yuvalanırlar:
Yassı sırtlılar şu deniz canlılarıyla beslenir:
Devir kuramı
Devir kuramı, Muhammed'in "Ben nebî iken Âdem su ile çamur arasındaydı." hadisi ile ilgilidir. Mutasavvıflara göre vücut halindeki Muhammed, yeryüzüne sonradan gelmiştir. Hâlbuki ruh halindeki Muhammed ezelden beri vardı. Vakti gelen ruh maddi aleme iner. Önce cemâdata (cansız varlıklara) sonra nebata (bitkilere), hayvana, insana en sonra da İnsan-ı Kâmil'e geçer. Oradan da Allah'a döner ve onunla birleşir. Bu inişe nüzul, tekrar Allah'a dönüşe de huruc denir. Bu inişi ve çıkışı anlatan şiirlere devriye denir.
Ra's Lanuf Rafinerisi
Ras Lanuf, Libya'nın 5 rafinerisinden biridir. Sirte Körfezi’ndedir.
1984 yılında tamamlanan rafineri, ihracat rafinerisi olarak çalışıyor. İşleme kapasitesi 220.000 varil ham petroldür.
Az Zaviye
Az Zaviye, Libya'nın önemli rafinerilerinden biri. 1974'de tamamlandı. Ülkenin kuzeybatısında bulunuyor. 120.000 varil ham petrol işleme kapasitesi var. Mayıs 2002'de Güney Koreli LG Petrochemicals ile imzalanan 280 milyon dolarlık anlaşma ile Az Zaviye’nin baştan sona elden geçirilerek yenilenmesi çalışmalarına başlanmıştır. Çalışmaların bitim tarihi olarak 2005 hedeflenmiştir.
Tamoil
Tamoil, Avrupa çapında akaryakıt sağlayıcısı olarak etkinlik gösteren Oilinvest Group'un ticari markasıdır. Merkezi Hollanda'nın Lahey kentindedir. 1988 yılında kurulmuştur.
Orhan Hançerlioğlu
Orhan Hançerlioğlu (19 Ağustos 1916, İstanbul - 9 Temmuz 1991, İstanbul), Türk yazar, araştırmacı.
1939 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Keşan ve Karaisalı’da kaymakamlık yaptı. İstanbul Belediye Müfettişi, Emniyet Şube Müdürü, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu Müdürlüğü yaptı. 1954’ten sonra İETT Hukuk İşleri Müdürü olarak çalıştı. 1978’de emekli oldu.
Sanat hayatına şiirle girdi. Bir şiir kitabı çıkardı (Kıvılcım, 1936). Bazı dergilerde şiir yayımlamaya devam etti. Bir süre hikâye ile uğraştı. Bir hikâyesi Şadırvan dergisi yarışmasında birincilik kazanmıştı. 1951’den 1957’ye kadar her yıl bir roman çıkardı. İlk romanı "Karanlık Dünya" ile dördüncü romanı "Ekilmemiş Topraklar"’da Anadolu sorunlarını ele aldı. Diğer romanlarını ise büyük şehir yaşamlarından seçtiği sahnelerle ördü. Romanlarını birer büyük hikâye ölçüsüyle daraltması, her birinde yeni bir biçim denemesine girişmesi, dikkati çeken özelliklerindendir.
1956 yılında "Ali" adlı romanıyla Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanmıştır. Orhan Hançerlioğlu 1956-58 yılları arasında TRT uzun dalga radyo yayınında akşam saatlerinde yer alan "Binbir gece masalları" adlı yayında masalları seslendirdi.
Ayrıca Hançerlioğlu 1966-1968 yılları arasında Türkiye Büyük Mason Mahfili'nin büyük üstadı idi.
Heinemann
Heinemann :
Meşe Şarkısı
Meşe Şarkısı, TEMA Vakfının 1 Milyar Meşe Projesi için yazılan şarkı. Işın Karaca, Nev, Onur Mete ve Yonca Lodi tarafından seslendirilmiştir. Şarkıya TEMA Vakfı tarafından ağaçlandırma ile ilgili bir klip çekilmiştir.
Doğanın gizli sesi, bir ananın ninnisi
Meşeyle büyüyecek toprağın efsanesi
Yeşil dalgalarıyla coşsun meşe denizi
Yürekten sarar sizi bir meşe ailesi
Can arkadaşım meşem benim
Dostum amacım neşem benim
Doğaya can katan nefesinle
Senle can bulur ülkem benim
Söz: Aysel Gürel, Müjde Ar
Müzik: Melih Kibar
Düzenleme: Alp Yenier
Tarihçilerin Kutbu "Halil İnalcık Kitabı"
Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, dünya çapında Türk tarihçi Halil İnalcık'ın hayatını anlatan kitap. Emine Çaykara, tarihçi ile yaptığı nehir söyleşiyi kitap hâline getirmiştir.
Kitap, Önsöz, Halil İnalcık Bibliyografyası, Albüm, Yaşamöyküsü, Ad dizini dışında on bir bölümden oluşur ve çocukluğu, öğrencilik yılları, ailesi, tarihçiliği anlatılır. Kitapta kendi ağzından hayatının yanı sıra, öğrencilerinin görüşleri, eserlerinin ayrıntılı bir listesi ve yaşamından özellikle de akademik hayatından bolca fotoğraf bulunm |
aktadır.
Kitapta İnalcık, bilimsel bulgularını, keşiflerini, Osmanlı tarihçiliğine yaptığı katkıları anlatır. Kimi zaman metodolojik ayrıntılara girilmesi nedeniyle de İnalcık'ın tarihçiliğini bütün olarak anlamak için aydınlatıcı bir rehber olarak değerlendirilir. Genel olarak güncel olaylara ilişkin düşüncelerini paylaşmayan bir tarihçi olan İnalcık bu kitapta Türkiye'nin iç ve dış meselelerine ilişkin düşüncelerini açıkça ifade etmektedir.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasından çıkan kitabın birinci baskısı Ekim 2005'te yapılmıştır ve 614 sayfadır. 50 yazar tarafından belirlenen 2005 yılının en iyi kitapları arasında yer almıştır.
“"Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum… Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık, eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, “Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz” diye adeta haşlamıştır.“ Prof. İlber Ortaylı"
"“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein"
Anne
Anne ya da ana, bir çocuğu doğuran, bakımını üstlenen veya kendi doğurmadığı bir çocuğu evlat edinen ve bakımını üstlenen kadın. Genlerin yarısı anneden gelir. Bir çocuğu evlat edinen veya eşinin kendinden olmayan çocuklarına annelik yapan kadınlara "üvey anne" denir. Tanımlama amacıyla kullanılan bu terim çocuklar veya ebeveynler tarafından tercih edilmeyebilir. Bu durumda üvey olsun ya da olmasın ilgili şahıs, "anne" olarak adlandırılır. Bir çocuğun dünyaya gelmesinde yumurta hücresi kullanılan ve genellikle çocuğu dünyaya getiren anneye "öz anne", tıbbi olarak da "fizyolojik anne" denir. Yumurta hücresini sağlamayan ve başka bir annenin çocuğunu dünyaya getiren kişiye de "taşıyıcı anne" denir. Taşıyıcı anneler, genellikle annelik haklarından feragat ederler ve bu işlemi, ya çocuk sahibi olamayan bir yakınlarına yardımcı olmak ya da maddi kazanç elde etmek için uygularlar.
Annenin çocuklarına karşı ilk görevi onları dünyaya getirmek, emzirmek ve hayata güçlü ve sağlıklı bir başlangıç yapabilmelerini sağlamaktır. Sadece anne tarafından yapılabilecek görevler sona erdiğinde, çocuğun gelişimi ve yetiştirilmesi görevi ailedeki diğer yetişkinlerle anne arasında paylaşılır.
Geleneksel ailede baba para kazanma, anne ise ev işleri ve çocukların bakımı sorumluluklarını üstlenirdi. Günümüzde de bu tür aileler hâlen yaygın olsa da, geleneksel rollere bağlı kalmayan ebeveynler de vardır. Kadınların da iş hayatında etkin olmaya başlaması ve ekonomik özgürlüklerini kazanmaları sonucu baba ve annenin sorumlulukları paylaşılmaya başlanmıştır. Bazı örneklerde annenin çalışıp evi geçindirdiği, babanın ise çocuklar ve ev ile ilgilendiği görülmektedir.
Anne kavramı birçok dinde ve kültürde kutsal sayılmıştır. İbrahimi dinlerde ilk insan kabul edilen Adem'in eşi Havva, "Havva Ana" olarak bilinir ve tüm insanlığın annesi kabul edilir. Annenin doğurganlığı, almadan verişi, doğanın üretkenliğinde sembolize edilir ve doğaya sıklıkla "tabiat ana" yakıştırması yapılır.
Annelik, dişi canlının yavrusuna karşı gösterdiği şefkat, ilgi ve koruma duygularının bütününe verilen addır. Memeli canlılarda daha yoğun olmakla beraber bir şekilde yavrusuyla fiziksel iletişime geçen bütün canlılarda gözlemlenir.
20. yüzyılda yapılan bir çalışma, canlıların gelişmişlik düzeyinin artmasıyla, yavrunun bakıma muhtaçlığın doğru orantılı olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu noktada canlıların en gelişmişi olan insan, aslında bakıma en muhtaç olan canlı yavrusudur. Bebeğin en fazla bakıma ihtiyacı oluşu, aslında anneyi de bir noktada en fazla ilgi gösteren canlı konumuna getirir. Hormonal, duygusal ve ilahi açıdan açıklanabilecek bu süreç sonunda anne, yaşaması için gayret gösterdiği varlığa kaç yaşında olursa olsun her zaman ilk günkü gibi şefkat ve korumacı duygularla yaklaşır.
Annelik duygusunun yaşanması için bebek ve birey arasında kan bağı olmasına ihtiyaç yoktur. Birey yine bir başka bireyin bakımını üstlenip ona koruyucu annelik yaparken de bu duyguyu hissedebilir.
Annelik duygusunu yalnız insan annesi hayat boyu hissedebilir, diğer canlılar bu duyguyu sadece belli bir dönem yaşarlar.
Tembel hayvan
Tembel hayvanlar, Orta ve Güney Amerika'da yaşayan Megalonychidae, Bradypodidae familyalarına ait 6 türü kapsayan orta büyüklükteki memelilerdir.
Bilim adamlarının çoğu tembel hayvanları Folivora alttakımında sınıflandırırken, bazıları onları Phyllophaga grubunda toplar. Bu iki grubun da adı, ilki Latince'de, ikincisi ise Eski Yunanca'da "yaprak seven" anlamındadır.
Bu metin genellikle ağaçlarda yaşayan tembel hayvanlarla ilgilidir. Geçmiş jeolojik zamanlarda, "Megatherium" gibi büyük yer tembel hayvanları Güney Amerika'da ve Kuzey Amerika'nın bazı kısımlarında yaşamışlardır, fakat insanların gelişinden sonra onlar da diğer bazı hayvanlar gibi birden yok olmuşlardır. Bazı kanıtlar, diğer Kuzey Asya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Madagaskar faunalarında olduğu gibi, Amerikan megafaunasının yok olmasında insanların eylemlerinin etkili olduğunu ileri sürmektedir. Bununla beraber, Buz Çağı'nın sonunda meydana gelen eş zamanlı iklim değişimi de bazı durumlarda rol oynamıştır.
Tüm memeliler arasında en yavaş hareket eden hayvanlar olarak bilinirler. Dakikada en fazla yarım metre kadar hareket ettiği hesaplanmıştır.
Tembel hayvanlar, günde 15 ila 18 saat uyuyarak en çok uyuyan hayvanların başında gelirler. Kalan zamanda ise yemek yerler ve tutundukları ağaç dalını değiştirirler. Pek fazla yemek yemeyip su içmedikleri de bilinmektedir, bu nedenle doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar.
Tembel hayvanlar, keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Yere ise yalnızca ağaç değiştirmek veya boşaltım yapabilmek için inerler.
Sürekli ters asılı oldukları için iç organlarının yerleri bile diğer memelilerden farklıdır. Hatta tüyleri de ters yöne uzar.
Yaşadıkları Kosta Rika'daki tembel hayvanların ana ölüm kaynakları elektrik tellerine takılmaları ve kaçak avcılardır.
Tembel hayvanlar ağaçlarda yaşamaya uyum sağlamalarına rağmen iyi yüzücülerdir.
Tembel hayvanlar kısa, düz başlı, büyük gözlü, kısa burunlu, uzun bacaklı ve ufak kulaklı hayvanlardır. Ayrıca genellikle 6–7 cm uzunluğunda küt bir kuyruk taşırlar. Bütünüyle, tembel hayvanların vücutları genellikle 50 ila 60 cm arasındadır. Grimsi kahverengi tüyleri vardır. Ömürleri 30-40 senedir.
Tembel hayvanların kürkü özelleşmiş işlevlere sahiptir: deriden çıkan kıllar diğer memelilerinkinden zıt yönde çıkarlar. Çoğu memelide kıllar ekstremitelere doğru çıkarlar, fakat tembel hayvanlar bacaklarıyla vücutlarının yukarısında çok zaman geçirdiklerinden, kılları tembel hayvan aşağı doğru sallanırkenki kötü hava şartlarında koruma sağlamak için ekstremitelerin tersi yönünde çıkar. Kıllarının ters çıkmasıyla, ters asılı oldukları sırada yağmur sularından en az etkilenerek üzerlerinden akıtmalarını da sağlar.
Nemli şartlarda kürk, onlara kamuflaj da sağlayan simbiyotik siyanobakterilerin iki türünü barındırır. Kürkleri genellikle koyu kahverengidir, fakat ara sıra yabani tembel hayvanların kürkünde bu bakterilerden dolayı yeşil bir renklilik görülür. Bakteriler, tembel hayvanların kendini yalaması sırasında onlara besin de sağlar. Kalın uzun tüylerinin altında çok daha yumuşak başka bir kürk tabakası bulunmaktadır ki bu da karınca veya et yiyen küçük canlılardan ve sudayken de aç balıklardan korunmalarını sağlar.
Tembel hayvanların pençeleri tek doğal korunması olarak iş görür. Pençeleri, insan avcılarını uzaktan caydırır, ağaçlardan aşağı sallanırlarken pençeleriyle bir yere tutunduklarında, aşağıdan vurulsalar bile yere düşmeyebilirler. Köşeye sıkışmış bir tembel hayvan saldırganlarına bütün gücüyle vurabilir, onları korkutarak kaçırabilir. Tembel hayvanların belirgin savunmasızlığına rağmen avcılar bu özel şeylerle başedemezler: ağaçlardaki tembel hayvanlar iyi kamufle olurlar ve çok yavaş hareket ederek dikkati çekmezler. Sadece nadir bulunan ziyaretçileriyle yerde karşılaştıklarında yaralanmaya açık kalabilirler. Tembel hayvanların ana avcıları; jaguarlar, harpy kartalı ve insanlardır.
Tembel hayvanlar sadece gerekli olduğu zaman, onda da çok yavaşça hareket ederler; onlarla aynı ağırlıkta bulunan diğer hayvanların yarısı kadar kas dokuları vardır. Avcılarından gelen ani bir tehlikeyle çok nadir olsa da daha hızlı hareket edebilirler (dakika da 4,5 metre) fakat bunu yaptıklarında enerjilerinin büyük bir kısmını harcarlar.
Yerdeki en fazla hızları dakika da 1,5 metrededir. Çoğunlukla dakikada 15–30 cm ilerlerler.
Yaşayan tembel hayvanların hepsi hepçildir. Bazı Böcekleri, küçük sürüngenleri ve leşleri yiyebilirler, fakat asıl besinleri çoğunlukla tomurcuklar, ince filizler, yapraklar ve temel olarak "Cecropia" ağaçlarıdır. Hayat biçimleri olağanüstü şekilde ağaçlarda yaşamaya uyum sağlamıştır. Enerji ve besin değeri açısından oldukça fakir olan ve kolayca sindirilemeyen yapraklar ana besin kaynaklarını oluşturur; tembel hayvanlar yaprakları bile sindiren simbiyotik bakterilerin bulunduğu kısımlara ayrılmış, özelleşmiş, yavaş-sindiren oldukça büyük bir mideye sahiplerdir. İyi beslenen bir tembel hayvanın vücut ağırlığının üçte ikisini midesi ve içindekilerinin ağırlığı oluşturur ve sindirim sürecinin tamamlanması 1 ay kadar ya da daha uzun sürebilir. Buna rağmen yapraklar çok az enerji sağlarlar ve tembel hayvanlar bunun üstesinden ekonomik dağılımlar yaparak gelirler: çok düşük metabolizma oranları (onların boyutundaki yaratıklardan beklenenin yarısından daha az) ve hareketli olduklarında vücut sıcaklığının 30 ila 34 C, dinlenme halindeyken daha düşük sıcaklıklarda kalmasıyla.
Yere idrarlarını ve dışkılarını yapmaya haftada bir kez gibi inerler. Sindirim sistemleri çok yavaş olduğu için boşaltımı ayda bir de yapabilirler, çünkü tembel hayvanın midesindeki bir besini sindirebilmesi bir ayı dahi bulabilmektedir.
Gebelik süreleri altı aydır. Yavrular hemen hemen beş haftalık olana kadar |
annelerine sarılarak yaşarlar.
Özellikle hindistan cevizleriyle kamfule olabilecekleri palmiye ağaçlarının taçlarına kısmen yuva yaparlar. Yeni doğmuş tembel hayvanlar genellikle annelerinin kürklerine tırmanırlar fakat ara sıra düşerler. Tembel hayvanların yavruları da çok kuvvetle tırmanır ve düşmelerinden dolayı nadir olarak ölürler. Bazı durumlarda düşmelerinde ölümleri doğrudan olmaz, anneler isteksizce, güvenli ağaçlardan ayrılmayı yavrularını sınayarak denerler. Dişiler normalde her yıl bir yavru doğrurur, fakat bazı zamanlar tembel hayvanların düşük düzeydeki hareketliliği, dişilerin erkekleri bulmasını bir yıldan fazla uzatabilir.
Güney ve Orta Amerika'daki yağmur ormanlarının dışında yaşayamamalarına rağmen, bu tembel hayvanlar çevreyle oldukça başarılı yaratıklardır; toplam enerji tüketiminin ve bazı alanlardaki karasal memelilerin toplam biyomasının neredeyse yarısından sorumludurlar.
Yaşayan altı türün sadece biri, "Bradypus torquatus", günümüzde nesli tehlike altında olarak sınıflandırılır. Güney Amerika'nın yağmur ormanlarının devam eden yıkımıyla, diğerlerinin de bu konuma gelmesi olasıdır.
Yaşayan tembel hayvanlar Megalonychidae (iki-parmaklı tembel hayvanlar) ya da Bradypodidae (üç-parmaklı tembel hayvanlar) olarak bilinen iki familyanın birinde bulunurlar.
Yaşayan bütün tembel hayvanlar aslında ""üç ayak parmaklı""dır; ama iki parmaklı tembel hayvanların ""iki el parmağı"" vardır.
İki parmaklı tembel hayvanlar genellikle üç parmaklı tembellerden daha hızlı hareket ederler. her iki çeşit de aynı ormanlarıda, çoğu alanda iki-parmaklı tembel hayvanlardan bir tür, üç-parmaklı tembel hayvanlardan bir tür baskın olacak şekilde bulunurlar.
Fakat, birbirlerine benzerlik önerilerinin uzağında olan yaşayan tembel hayvan cinslerindeki gerçek akrabalıklar biyolojik adaptasyonlarıyla yalancı çıkarılır.
İki-parmaklı tembel hayvanlar günümüzde yaşayan üç-parmaklı tembel hayvanlardansa yer tembel hayvanlarının bir grubuna daha yakın akrabadır.
Bu yer grubu Megalonychidae, ağaç-tırmanıcı atalarının soyundan gelmişler ya da iki-parmaklı tembel hayvanlar gerçekten (tekrar?) ağaçlara çıkan yer tembellerinin küçükleri de olsalar, günümüzde tatmin edicek kadar kesin değildir. İkinci olasılık daha uygun görünür, ayrıca tırmanadabilen küçük yer tembel hayvanları "Acratocnus" ve "Synocnus", iki-parmaklı tembellere daha akrabadır, ve bunlar birlikte büyük yer tembelleri "Megalonyx" ve "Megalocnus" ile ilişkilendirilirler.
Üç-parmaklı tembel hayvanların evrimsel geçmişi tam olarak bilinmemektedir. Özellikle yakın akrabalar, yere ait ya da değil, henüz tam olarak tanımlanmamıştır.
Yer tembellerinin monofiletik bir grup teşkil etmediğini söylemek gerekir. Daha doğrusu, soylarının bir dizisini oluştururlar ve Holocene'e kadar bilindiği kadarıyla çoğu tembel hayvan aslında yerde yaşayalardandır. Ünlü "Megatherium" örneğin yaşayan tembellere çok yakın olmayan yer tembellerinin bir soyuna ait ve onların yerde yaşayan akrabaları küçük "Synocnus" ya da büyük "Megalonyx"e benzemektedir. Başka bir deyişle, "Mylodon", son yer tembellerinin kaybolduğu sırada, bunların hiçbirine sadece uzaktan akrabaydı.
Gelenekten Geleceğe
Gelenekten Geleceğe 2006'da Ufuk Kitapları'ndan çıkan kitap. İlber Ortaylı'nın 3 ana konudaki makalelerinden oluşmaktadır. Bunlar Osmanlı Mirası, Kültür Meseleleri ve Edebiyat ve Tiyatro Penceresinden'dir. Toplam 21 makale içermektedir. Bugüne değin 12 baskısı çıkmış ve üzerinde çeşitli düzeltmeler yapılmıştır.
Belgesel
Belgesel, şu anlamlara gelebilir:
Hellboy (çizgi roman)
Hellboy Mike Mignola tarafından yaratılan bir Dark Horse Comics çizgi roman karakteridir. İlk kez 1993'te San Diego Comic-Con Comics'in 2. sayısında okurlarla buluşmuştur.
Hellboy "Anung Un Rama" adındaki; henüz bir çocukken [Nazi] okültistler tarafından dünyaya getirilen bir iblistir. Müttefik güçler tarafından kurtarılmış ve Birleşik Devletler "Paranormal Araştırma ve Savunma Bürosu" (PASB) tarafından büyütülmüştür. Büyüdükçe kuyruğu, boynuzları ve taştan büyük bir sağ eli olan kırmızı, iri yapılı bir iblis görünümüne kavuşmuştur. Hellboy biraz aksi bir karakter olmasına rağmen, iblislerin doğuştan sahip olduğu düşünülen kötü niyete sahip değildir ve PASB'deki diğer garip yaratıklarla birlikte çalışır. "Dünyanın En İyi Paranormal Dedektifi" olarak anılır.
Hellboy Dark Horse Comics tarafından yayımlanan, macera ve korku kurgularının etkisi altında kalmış bir çizgi roman mini dizisinde yer almıştır. Bu dizi, Marvel Comics, DC Comics ya da Dosya Comics tarafından yayımlanmayan en başarılı çizgi roman dizisi olmuştur.
Ron Perlman'ın Hellboy karakterini canlandırdığı 2004 yapımı Hellboy filmi bu çizgi roman dizisinden uyarlanmıştır. Ve devam fikmi olan "Hellboy 2: The Golden Army" 2008 yılında çıkmıştır. Doğrudan DVD biçiminde piyasaya sürülecek olan iki Hellboy anime dizisinden biri, "Hellboy: Sword of Storms" 6 Şubat 2007 tarihinde piyasaya çıkmıştır.
Hellboy, bir Nazi Komando Timinin II. Dünya Savaşını kazanabilmek için yaptıkları bir ayin ile (Ragnarok Projesi) Grigori Rasputin'in cehenneme açtığı bir boyut kapısından yıldırım ile dünyaya getirilir (İngiltere, Doğu Bromwich 24 Aralık 1944). Hellboy dünyaya gelince, Nazi komando timinin neyin peşinde olduğunu öğrenmekle görevli olan Amerikalı bir keşif birliği tarafından bulunur ve ekipte yer alan Trevor Bruttenholm tarafından kendisine "Hellboy" adı verilir.
Hellboy bulunduktan sonra Amerika’ya götürülür ve "Paranormal Araştırma ve Savunma Bürosu" 'nda büyür ve bir paranormal dedektif olur. Burada takım arkadaşları olan Liz Sherman, Johann Kraus ve Abraham Sapien ile tanışır.
Genellikle maceralarında vampirler, kurtadamlar, Naziler, hayaletler ve de en büyük düşmanı ve dünyaya getiriliş nedeni olan Ogdru Jahad ve uşağı büyücü Gregor Rasputin ile mücadele eder.
Hellboy’un babası "Hellboy: Zincirli Tabut" hikâyesinde okuyucunun karşısına çıkmıştır. Görünüş olarak Hellboy’a çok benzeyen bir iblistir; dev bir iblis atı ve üzerinde asılı bir sürü kancası vardır. Kendine inananları ve gücünü isteyenleri ölünce alır ve kancalarına geçirerek yanında taşır. Hellboy’dan en az 30 kat daha büyüktür ve boynuzları vardır. Annesi ise bir insandır (cadıdır), 16 yaşındayken bu iblisin gücünü istemiş ve bu güç onun içinde yaşayan bir varlığa dönüşmüştür. Kadın öldüğünde Hellboy cehennemde doğmuştur.
Abraham Abe Sapien: Bir deniz adamı ve Hellboy'un ortağı. Washington DC'de bir hastanin bodrumunda bulunmuştur. Nasıl geldiğine dair hiçbir bilgisi bulunmayan Abe'e adı, içinde bulunduğu kapsülün üstünde yazan nottan esinlenerek verilmiştir; Icthyo Sapien 14 Nisan 1865 (Abraham "Abe" Lincoln'ün ölüm tarihi)
Liz Sherman: Kansas'ta 15 Nisan 1962'de doğmuştur. Ateşi kontrol ve yaratma gücü vardır. On bir yaşındayken ailesi de dahil 32 kişiyi kazara yakarak öldürmüştür. Kendisi Abe ve Hellboy ile ortaktır. En azından bazı görevlerinde onlara yardımcı olmuştur. Aynı zamanda Roger'ı canlandıran da kendisidir.
Roger:Bir homunculustur. (yapay insan, simyayla canlandırılmaya çalışılan insanlar)Liz Sherman tarafından yanlışlık sonucu dirilmiştir. Bu diriliş sonucu Liz'in gücünü de almıştır. Ancak Liz ölmek üzereyken ona güçlerini tekrar vermiş ve hayata kazandırmıştır. Hellboy sadece bir göreve çıksa bile onunla iyi anlaşır. B.P.R.D adlı özel sayıda ölmüştür.
Johann Krauss:Psişik güçlere sahip olan büro ajanı.
Kate Corrigan:Paranormal Vaka Araştırma ve Savunma Bürosunda çalışmaktadır. Hellboy'un dostlarındandır.
Trevor Bruttenholm:Hellboy'u sahiplenen ve büroda çalışan profesör. Hellboy için bir baba figürüdür. Yıkım Dölü bölümünde kurbağa şeklindeki bir canavar tarafından öldürülmüştür.
Grigori Rasputin: Ölümden Ogdru Jahad sayesinde dönen ve onun kölesi olan çılgın keşiş. Hellboy'u Naziler'le işbirliği yaparak bu dünyaya getiren odur ve bu yüzden onun kendisinin efendisi olduğunu kabul etmesini ister. Kendisi Hellboy'un yazgısını takip etmesinden yanadır. Onunla ilk karşılaştığında yok edilmiştir ama ruhu geri dönmüştür. Hellboy'a iki kere daha yenilir ve sonunda Tanrıça Hecate tarafından ruhu da yok edilir. Ondan geriye kalan tek parça da Baba Yaga adlı kişi tarafından bir fındığın içine konmuştur.
Hecate:Norveç'te Hellboy'un karşılaştığı kötü tanrıça. O da Rasputin gibi Hellboy'un kaderini takip etmesiin istemektedir. Hellboy ile ilk karşılaşmalarında yenilmiş ancak sonra dev bir demir bakire vücuduyla geri dönmüştür. Rasputin'i yok eden kişidir. Şu an için hala beklemekte.
Ilsa Haupstein:Hellboy'u dünyaya getiren Rasputin'in takipçisi Nazi kadın. "Şeytanı Uyandır" sayısında demir bir bakire içinde ölmüştür. Bu bakire bedeni sonradan Hecate tarafından kullanılmıştır.
Karl Ruprecht Kroenen:Rasputin'in takipçisi Nazi. Tüm vücudu demir bir zırhla kaplıdır. Bir doktordur. "Şeytanı Uyandır" sayısında Nazi kalesinin patlamasıyla ölmüştür.
Leopold Kurtz:Rasputin'in takipçisi Nazi. "Şeytanı Uyandır" sayısında Von Klempt'i öldürmeye çalışırken Kroenen tarafından bıçaklanmıştır.
Herman Von Klempt:Bir Nazi profesörü. Bir fanus içindeki bir kafadan ibarettir. Kriegaffe adlı metal donanımlı, konuşan gorilleri vardır. Bu gorillerden dokuzuncusu ve onuncusu Hellboy tarafından öldürülmüştür. Kendisi "Şeytanı Uyandır" sayısında Kroenen tarafından diriltilmiştir. Nazi kalesinin patladığı sırada kurtulmuş, daha sonra "Fatih Kurtçuk" sayısında Roger tarafından uçurumdan atılmıştır.
Baba Yaga:Rasputin'in hayatta kalmasını sağlayan cadı. Hellboy tarafından bir gözü vurulmuştur, daha sonraları Rasputin'in geriye kalan son parçasını bir fındığın içine koyup saklamıştır. Ancak aslen Baba Yaga Rus Efsanelerinde yaşayan bir karakterdir.
Hellboy'un sahip olduğu süper insan gücü iblis doğasından kaynaklanmaktadır. Normal bir insandan daha güçlü ve fiziksel olarak daha dayanıklıdır. Ateş Hellboy’a zarar veremez, Hellboy'un yaraları hızlı biçimde iyileşir. Farklı diller konuşabilir. Sağ eli "Kıyametin Sağ Eli" (Right Hand of Doom) olarak bilinir ve yok edilemez. Hellboy’un sağ eli dünyanın sonunun |
anahtarıdır (Ogdru Jahad’ı hapsedildiği boyuttan çıkarabilecek anahtardır). Daha önceden cehennemde kıyametin ateşten tacını giyerdi.
Reha Yeprem
Reha Yeprem (24 Aralık 1968, İstanbul), Türk tiyatrocu, manken, oyuncu, koreograf ve şiir yorumcusudur.
1985 yılında dans ederek sanat hayatına başlayan Reha Yeprem, Tiyatricalda amatör tiyatro çalışmalarına başladı. Ve Küçük Mutluluklar, Kanlı Gömlek, Ağ, gibi bazı oyunlar sahneye koydu. 1986 da Aydan Adan&Sema German Ajansında mankenliğe başladı. 1987 de, Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinin açmış olduğu sinema yarışmasında sinema kralı seçilerek profesyonel aktörlük hayatına başladı.
Pek çok ajansta reklam çalışmaları yapan Reha Yeprem, aynı zamanda 18 yıl mankenlikle birlikte podyum dersleri verdi. Uğurkan Erez’le birlikte 5 yıl meda moda organizasyonda fashing show ve koreografi çalışmaları yaptı. 50'den fazla defileye koreograf olarak imza attı. 1996'da sırlı olayları anlatan 2002 JVC Tokyo film festivali kısa metraj şampiyonu Sır Kapısı programını sunan sanatçı aynı zamanda STV haber merkezinde 2 yıl boyunca sabah 07,00-09,00 saatleri arasında canlı yayında Merhaba Yenigün programında gazete manşetlerini okudu, kahvaltı haberlerini sundu. Altı ay, "Yarışma Zamanı" isimli yarışma programını sunan Reha Yeprem, 6 yıldır STV de Ramazan aylarında iftar programını sunmaktadır. 2000 yılından bu yana yurt içi ve yurt dışı kültürel faaliyetlere sunucu olarak iştirak eden Reha Yeprem, 2002 de Kırgız yazar, Cengiz Aytmatov ve İzmir Belediye Eski Başkanı Burhan Özfatura gibi şahsiyetlerle birlikte Dortmund'ta ve Avrupa'nın Orta Asya'nın kısaca dünyanın değişik yerlerinde yapılan seminerlerde sunuculuk yapıyor.
Reha Yeprem aynı zamanda amatör resim çalışmaları yapıyor ve AKM'de 1995 yılında reproductions sergisi açtı. Arapça gramer, ve orta derecede İngilizce bilen sanatçı amatör olarak klasik gitar çalıyor. Hüseyin Aydemir'in yazdığı "Yıldızlar Gecenin Değildir" isimli bir de şiir kaseti olan Reha Yeprem evli ve iki çocuk babasıdır. Ayrıca "Zehirli Bal" ve "Rehabilitasyon" adında iki anı roman çalışması mevcuttur.
Kültepe Barajı
Kültepe Barajı Kırşehir (il)'inde, Köşközü Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1975-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.150.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 47,00 m, normal su kotunda göl hacmi 25,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,40 km²'dir. Baraj 2.741 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Demirtaş Barajı
Demirtaş Barajı Bursa'da, Ballıkaya Deresi üzerinde, sulama amacı ile 1977-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.780.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 54,00 m, normal su kotunda göl hacmi 14,48 hm³, normal su kotunda göl alanı 2,50 km²'dir. Baraj 2.160 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Gökçeada Barajı
Gökçeada Barajı Çanakkale'de, Gökçeada'da Büyükdere Çayı üzerinde, sulama, içme suyu temini amacı ile 1977-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 561.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 51,00 m, normal su kotunda göl hacmi 14,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,35 km²'dir. Baraj 700 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 1 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
Arpaçay Barajı
Arpaçay Barajı Kars'ta, Arpaçay üzerinde, sulama ve taşkın önleme amacı ile 1975-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Beton ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 180.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 59 metre, normal su kotunda göl hacmi 525 hm³, normal su kotunda göl alanı 41,80 km²'dir. Baraj 40.420 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Güney Kafkasya Doğalgaz Boru Hattı
Güney Kafkasya Doğalgaz Boru Hattı Projesi (Kısa adı SCP):
Güney Kafkasya Doğalgaz Boru Hattı (SCP) Projesi
Şah Denizi sahasından üretilecek doğalgazın Türkiye-Gürcistan sınırına getirilmesi için tasarlanmıştır. Bunun için SCPC şirketi kurulmuştur ve bu şirkette TPAO da % 9 payla hissedardır. Projenin en büyük ortakları % 25.5’er hisse ile BP ve Norveç şirketi StatOil’edir. Şirketin inşaatı ve işletmesini gerçekleştirmesi planlanmıştır. Projeye göre doğalgaz hattı da BTC koridorunu kullanacaktır. Bu sayede SCP birçok ekstra masraftan da kurtulmuş olacaktır. Yaklaşık 696 km uzunluğundaki proje 42’ borular öngörmektedir. Borular ile yıllık 8.1 milyar m³ gazın AGSC-BOTAŞ arasındaki SPA şartlarına uygun olarak Türkiye sınırına taşınması beklenmektedir. İlave kompresör istasyonları sayesinde kapasite 22 milyar m³’e kadar çıkabilecektir. Projenin detay mühendislik çalışmaları 2003 yılında yapılmıştır. Proje maliyeti olarak 1 milyar dolar hesaplanmıştır.
SOCAR’ın verdiği bilgilere göre Aralık 2005 itibarıyla SCP’nin Azerbaycan ayağında 442 km’lik inşaat tamamlanmıştır. Aynı kaynağa göre Türkiye ayağında boru hatlarının % 90’ı, Gürcistan’da ise % 81’i tamamlanmıştır. SOCAR’a göre açılış 2006’da yapılacaktır.
Gürcistan sınırına gelecek olan gaz hattı Erzurum’a bağlanarak Türkiye doğalgaz şebekesine ulaşmış olacaktır. Bu alandaki inşaat sorumluluğu BOTAŞ’a aittir. Türkiye Enerji Bakanlığı kaynaklarına göre ilk gaz teslimi Ekim 2006’da gerçekleşecektir.
Boztepe Barajı, Tokat
Boztepe Barajı, Tokat'ın Zile ilçesine bağlı Yıldıztepe beldesinde, Boztepe Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1978-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.150.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 33,00 metre, normal su kotunda göl hacmi 14,20 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,87 km²'dir. Baraj 4.872 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Söğüt Barajı
Söğüt Barajı Kütahya'da, Ilgın Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1980-1983 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 55.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 30,00 m, normal su kotunda göl hacmi 0,90 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,15 km²'dir. Baraj 205 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Topçam Barajı, Aydın
Topçam Barajı, Aydın ili Çine ilçesinde, ünlü içme suyu kaynağı Madran Çayı'nın üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacıyla 1977-1984 yılları arasında inşa edilmiş barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.250.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 55,65 m, normal su kotunda göl hacmi 83.50 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,20 km²'dir. Baraj 4.983 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Aslantaş Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Aslantaş Barajı Osmaniye'de, Ceyhan Nehri üzerinde, sulama, taşkın kontrolü ve elektrik enerjisi üretimi amacı ile 1975-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 8.493.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 95,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1150,00 hm³ normal su kotunda göl alanı 49,00 km²'dir. Baraj 149.849 hektar gibi çok geniş bir alana sulama hizmeti vermekte, ayrıca 138 MW güç kapasitesindeki HES (hidroelektrik santral) yılda 569 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır.
Berdan Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Berdan Barajı, Mersin'de, Berdan Çayı'nın üzerinde, sulama ve içme-kullanma ve sanayi suyu temini amacı ile 1975-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.928.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 66 metre, normal su kotunda göl hacmi 87,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,70 km²'dir. Baraj 27.050 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermekte, yılda 66 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır. Baraj aynı zamanda 10 MW güç ile yıllık 47 GWh'lik elektrik enerjisi üretmektedir.
Alaca Barajı
Alaca Barajı, Çorum'da, Suludere üzerinde, sulama amacı ile 1979-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 665.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 57,00 m, normal su kotunda göl hacmi 12,50 hm, normal su kotunda göl alanı 0,80 km²'dir. Baraj 1.546 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Belpınar Barajı
Belpınar Barajı, Tokat'ta, Silisözü Çayı üzerinde, sulama amacı ile 1977-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 900.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 61,00 m, normal su kotunda göl hacmi 29,69 hm³m, normal su kotunda göl alanı 1,73 km²'dir. Baraj 2472 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Oymapınar Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Oymapınar Barajı, Antalya'da, Manavgat Nehri üzerinde, elektrik enerjisi üretimi amacı ile 1977-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Beton kemer tipi olan barajın gövde hacmi 575.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 185,00 m, normal su kotunda göl hacmi 300,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,70 km²'dir. Bir mühendislik harikası olan baraj 540 MW güç kapasiteli HES (hidroelektrik santral) ile yılda 1620 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır.
Atatürkçü Düşünce Derneği
Atatürkçü Düşünce Derneği (kısa adı ADD), 19 Mayıs 1989'da kurulmuş olup, Türkiye genelinde ve yurt dışında birçok şubesi olan sivil toplum kuruluşu. Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı gizli ya da açık saldırıların yapıldığı, Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ne kazandırdığı çağdaş kazanımların geriye doğru çevrilmek istendiği ve tüm bu çabalara karşın Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkıca bağlanmış olan kişiler tarafından dernek kurulup yaşatılarak bu ilke ve inkılapların sonsuza kadar yaşatılacağı, dernek kurucular kurulu tarafından tüzüğe derneğin kuruluş nedeni olarak eklenmiştir.
Derneğin kurucuları arasında Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Doç. Dr. Bahriye Üçok ve Prof. Dr. Muammer Aksoy bulunmaktadır.
Dernek, 14 Nisan 2007 tarihinde Ankara'da başlayan daha sonra diğer illerde de devam ettirilerek sonuncusu İzmir'de gerçekleştirilen Cumhuriyet Mitinglerinin organizasyonunu yapmıştır.
1 Temmuz 2008 sabahı, Ergenekon örgütü soruşturması kapsamında İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ün talimatıyla Anka |
ra Emniyet Müdürlüğü'nün Terörle Mücadele Şubesi tarafından Atatürkçü Düşünce Derneğinin Ankara Batıkent'teki genel merkezinde araştırma yapılmış ve derneğin genel başkanı eski Jandarma Genel Komutanı emekli orgeneral Şener Eruygur, oturduğu askerî lojmanda gözaltına alınmıştır. Fakat bu örgüt soruşturmasının asılsız ve sahte belgelerle oluşturulduğu daha sonra da kumpas olduğu anlaşılmıştır.Böyle bir örgütün olmadığı saptanmış yargı tarafından onaylanmıştır.
Dernek, 2008 Nisan ayında Atatürk'e hakaret içerdiği gerekçesi ile sites.google.com üzerinde kurulu bir web sitesine erişimin engellenmesi için dilekçe vermiştir. ADD'nin Google.com'un kapatılması yönünde dilekçe verdiği şeklinde çıkan haberler üzerine ise bir basın açıklaması ile dilekçenin amacının Google.com'un kapatılması olmadığı, ancak Google.com'un kapatılması olasılığı karşısında gösterilen tepkinin Atatürk'e yapılan hakaretler karşısında gösterilmemesinin de anlaşılamadığı kamuoyuna duyurulmuştur.
27 Mayıs 2018 tarihinde, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nin yıl dönümünde derneğin resmî Twitter adresinden paylaşılan mesajda, "Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yarım yüz yıl önce, anayasa ve hukuk dışına çıkmış bir siyasal iktidara karşı direnme hakkını kullanmış ve ülke yönetimine el koymuştu. Ordunun arkasında milletin desteği vardı" ifadelerine yer verildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, askerî darbeyi övücü nitelikteki paylaşımı nedeniyle dernek hakkında Türk Ceza Kanunu'nun 215. maddesini düzenleyen "suç ve suçluyu övme" suçundan resen soruşturma başlattı. Atatürkçü Düşünce Derneği bir gün sonra twitter hesabından paylaştığı basın açıklamasında, "paylaşımın ADD Genel Başkan, Genel Yönetim Kurulu üyelerinin bilgisi, onayı ve kararı olmaksızın paylaşıldığını, söz konusu tweet'in derneğin kurumsal kimliği ve görüşünü yansıtmadığını belirtti.
Yamula Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Yamula Barajı, Kızılırmak Nehri üzerinde Kayseri'nin 25 km kuzeybatısında, Yemliha kasabası yakınlarında kuruludur. Yamula Barajı ve Hidroelektrik Santral Projesi, Yap-İşlet-Devret modeli ile yapılan, enerji ve sulama amaçlı Türkiye’nin önemli projelerinden birisidir. 27 Aralık 2003 tarihinde su tutulmaya başlanmıştır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.582.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 120,00 m, normal su kotunda göl hacmi 2025,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 85,30 km²'dir. Baraj 6.500 hektarlık bir alana sulama hizmeti verirken, 100 MW güç ile de yıllık 422 GWh'lik enerji üretimi yapmaktadır.
Petek Dinçöz
Didem Ezgü, ya da tanınan adıyla Petek Dinçöz (d. 29 Mayıs 1980, İzmir), Türk şarkıcı, eski manken, dizi oyuncusu, sinema oyuncusu ve televizyon sunucusu.
Petek Dinçöz, 29 Mayıs 1980 yılında İzmir'de dünyaya gelmiştir. Esra Suay ve Müjdat Fahri Ezgü çiftinin kızlarıdır. Babasını çocukken kaybetmiştir. Necdet adında bir erkek kardeşi vardır. İlk öğrenimini Gazi Orta Okulu'nda tamamlamıştır. 14 yaşına kadar İzmir'de yaşamıştır. Okul hayatını bırakıp mankenlik hayatına atılmıştır. 1997 yılında katıldığı Kıbrıs Güzellik yarışmasında 2. oldu ve aynı zamanda Vizyon Production / Atilla Kaplakarslan tarafından keşfedilip 2 yıl eğitim görüp 1999 yılında Kıbrıs Güzellik yarışmasında Basın Güzeli'de seçilmiştir. Yakaladığı bu başarı ile dizi teklifleri gelmeye başladı. 1998 yılında mankenliğe başlayan Dinçöz Temmuz 1998'de başlayan Sırılsıklam adlı diziye Eylül 1999'da 2. sezonda başrolü oynayan Dinçöz'ün oynadığı ikinci dizisi ise 2000 yapımı Zehirli Çiçek'ti. Bu dizide Tuğba Özay ve Çağla Şikel'le baş rolü paylaşmıştır. Ardından Mehmet Ali Erbil'in bir programında yardımcı sunucu olarak görev almıştır.
1999 sonlarında ise mankenliği bırakarak şarkıcılığa Günay'da sahne alarak başladı. Dinçöz, Orhan Gencebay'ın yapım şirketinden çıkan ve aynı zamanda ilk teklisi olan Bende Kaldı'yı Eylül 2001'de piyasaya çıkardı. Bende Kaldı çok başarılı oldu ve 2002'de düzenlenen 8. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde Sanatçı]] ödülünü aldı.
Nisan 2002'de çıkardığı Aşkın Tam Sırası albümü Okşa, Foolish Casanova, Kısmetsizim, Allahın Belası, Zevksiz gibi parçaları bulundurmuştur. Albüm ilk haftasında 49.000 satmıştır. Aynı yılın Ekim'inde Star TV'de yayınlanan Bir Yıldız Tutuldu dizisinde başrol oynamıştır. Şubat 2003'te yapılan Kral TV Video Müzik Töreni'nde Petek Dinçöz; Gülben Ergen, Güllü, Hülya Avşar ve Seda Üren gibi sanatçıları geçerek 2002 yılının "En İyi Arabesk-Fantezi Kadın Şarkıcısı" seçildi.
Nisan 2003'te çıkardığı Sen Değmezsin albümü 120.000 satmıştır. Ardından Gülben Ergen'den sonra, haftada 5 konserle Türkiye'de en çok konser veren ikinci bayan sanatçı unvanını kazanmış oldu.
29 Mayıs 2004'te gerçekleşen Kral TV Video Müzik Töreninde Ebru Gündeş, Ebru Yaşar, Nalan ve Sibel Can gibi isimleri ardında bırakarak 2003 yılının "En İyi Arabesk-Fantezi Kadın Şarkıcısı" seçildi. Ödül aldığı gününün sabahında Şaka Gibi adlı albümünü sunan Dinçöz 5 günde 17.000'lik satış grafiği çizmiştir. Yıl sonunda ise albümünün satış grafiği toplam 90.000'i bulmuştur.
2004 ortalarında Fenerbahçeliler tarafından yapılan dev ankette Petek Dinçöz "Fenerbahçeli En Güzel Bayan Şarkıcısı" seçildi
2005 yılının Haziran ayında ise Doktor Tavsiyesi albümü ile 1 ayda 100.000'lik satış yakaladı. Bu albümünde birçok klip çekerek müzik listelerinde zirveye oturdu. Kutsi ile yaptığı düet albümü Kördüğüm ise "Yılın En Başarılı Maxi Single" ödülünü almış, Doktor Tavsiyesi albümü ise yıl sonuna kadar toplam 118.000'lik satış grafiği çizmıştır.
29 Mayıs 2007'de çıkan Yolun Açık Olsun albümüyle Türkiye'deki ilk Kokulu Albümüde piyasaya çıkarmıştır. Albüm 2 ayda 80.000 satarak 2007'de tavan yapan Korsan olayını birazcık hafifletmiş oldu ve 2007 yılının en çok satan 5. albümü olmuştur.
2008'in Nisan ayında piyasaya sürdüğü "Frekans" adlı albümü tam 8 ayda 100.000 sattı. Frekans, Kolay Değil, Değme Keyfime, Kardan Adam gibi hitler bulundurdu.
2009'da Sezen Aksu'dan dersler alarak müzik tarzını pop olarak değiştirdi. Sezen Aksu'nun da desteği ile "Ne Yapayım Şimdi Ben" isimli albümünü çıkardı ve birçok kişi sesindeki gelişime inanamadı. O sene yaptığı kahkül imajıyla birçok kişinin dikkatini çekti ve birçok kişi aynı imajı kullandı. Senenin sonuna doğru yine sözü Sezen Aksu'ya ait "Bana Uyar" adlı 2 şarkılık single çıkardı ve "Tırlattım" şarkısını dövmeli imajıyla kliplendirdi. Arım Balım Peteğim programına bu sefer KanalTürk adlı kanalda devam etti. Yine en iyi sabah programı ödüllerine layık görüldü.
2010'da 2 şarkılık single "İşte Böyle Morarırsın"ı çıkardı. Şarkı ve klibi birçok insanda ilgi uyandırdı çünkü klip dünya standartlarında bir klipti. Ardından "Kibarca" isimli şarkıya klip çekildi ve yine Türkiye'de ilk defa uygulanan efekt ve teknikler kullanıldı. Arım Balım Peteğim yine KanalTürk ekranlarında devam etti.
2011'de "Yalanı Boşver" albümünü çıkardı. Albümde bulunan ve Ferhat Göçer ile seslendirdiği "Seni Sensiz Seveceğim" adlı düet albüm çıkmadan on beş gün önce sanal ortamda rekor kırdı. Arım Balım Peteğim programı bu sefer TNT kanalına transfer oldu ve stüdyo tasarımı hiçbir yerde görülmemiş, çok kaliteli bir şekilde yapıldı. Bu kanalda en iyi sabah programı, avrupa kalite ödülü, en iyi sunucu gibi onlarca ödüle layık görüldü. Albümde Seni Sensiz Seveceğim, Yalanı Boşver, Sihirbaz, Yasak Bahçe şarkılarına klip çekildi ve ardından yep yeni bir pop albümünün hazırlıklarına başladı. Senenin sonuna gelirken artık Sinevizyon'dan gelen teklifle "Arım Balım Peteğim" programını bitirip "Çarkıfelek" isimli programın sunuculuğunu yapması istendi. Bu teklifi değerlendiren Petek Dinçöz 5 senede 824 program yapıp, Arım Balım Peteğim maratonuna son vererek Çarkıfelek'in yeni yüzü olma kararı aldı.
2012 yılında Çarkıfelek'in sunuculuğunu yapmıştır. Yabancı müzik adamları tarafından eski şarkısı Foolish Casanova görülüp Dinçöz'e teklif götürülür. In The Eyes şarkısı Avrupa'ya tanıtmak amaçlı yapıldı. Klip sonradan Türkiye müzik kanallarına'da verilir. Ardından Jamecian tarzında olan Vibe&Rate şarkısı yapıldı. Dijital ortamda satışa sunulan single'ı Çekil'i çıkardı.
2013'te Nisan ayında çıkardığı "Milat" adını verdiği albümünü çıkarır. Çıkış şarkısı Gülşen'e ait olan "Aşk" şarkısıyla Mart'ın sonunda çıkışını yapar, Ağustos'un sonlarına doğru 2.klibini "Heves" şarkısına çeker, son olarak Aralık başlarında 3.klibini Söz ve Müziği Deniz Seki'ye ait olan aynı zamanda Seki ile düet olan parçası "Artık Üzülmek İstemiyorum" kliblenir , ardından 9. single'si "Tadilat" çıkarır.
2007 yılında evlendiği Can Tanrıyar'dan geçimsizlik nedeniyle boşandıktan sonra 8 Temmuz 2014 'te evlendiği ikinci eşi Serkan Kodaloğlu'ndan İrfan Aslan adında bir oğlu olmuştur.
Türkiye sütununda Kral TV Listeleri, Avrupa sütununda Billboard, MTV listeleri baz alınır.
Doğu Türkistan bayrağı
Doğu Türkistan bayrağı (Uygurca: "Kök Bayraq", Gök Bayrak; "Ay-Yultuzluq Kök Bayraq", Ay yıldızlı Gök Bayrak), 12 Kasım 1933 tarihinde ilan edilen Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti ve 1944 yılında kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti Millî Meclislerinde oy birliği ile kabul edilen mavi zemin üzerine beyaz ay yıldızlı Gökbayrak’tır.
2:3 oranlı gök mavisi arka plan üzerine beyaz renkli ay ve beş köşeli yıldızdan oluşmaktadır. Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde bu bayrağı kullanmak yasaktır. Kullanana hapis cezası uygulanmaktadır.
Şekil itibariye diğer Türk bayraklarına ve renk itibarıyla de Irak Türkmen Cephesi'nin bayrağına benzer. Doğu Türkistan bayrağı, ayrıca Anadolu dışındaki bölgelerde bulunan Türkçe konuşan toplulukları simgelemek amacıyla da kullanılır .
Özbekistan bayrağı
Özbekistan bayrağı, Özbekistan'ın resmî bayrağıdır. Bayrak ölçüsü 1:2'dir.
Özbekistan bayrağının sembolik anlamı için pek çok teori ileri sürülmüştür.
Bunlardan bir tanesine göre, 12 yıldız Özbek vilayetlerini; mavi zemin Türklüğü, beyaz zemin adaleti, yeşil zemin ise konukseverliği temsil etmektedir. İki ince kırmızı çizgi ise "güçlü olmak"ı anlatmaktadır. Yarım ay ise, "yenilenme"yi anlatmaktadır.
Başka bir görüşe göre 12 yıldız |
; 12 takvim ayını ya da burcu anlatmaktadır. Yarım ay İslamı simgelemektedir. Beyaz zemin ve renkler pamuğu, yani ülkenin ana sembolünü anlatmaktadır.
Başka bir görüşe göre, mavi suyu, beyaz barışı, yeşil ise doğayı simgeyi temsil etmektedir. Kırmızı şeritler ise bu özellikleri birleştiren yaşam gücünü temsil etmektedir.
Kazakistan bayrağı
Kazakistan Cumhuriyeti’nin Resmi Bayrağı – Kazakistan Cumhuriyeti’nin temel simgelerinden biridir. Kazakistan'ın resmî bayrağı 4 Mayıs 1992'de kabul edilmiştir. Kazakistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı tarafından çıkarılan "Kazakistan Cumhuriyeti’nin devlet simgeleri hakkında" anayasa kanunu ile (24.1.1996) belirlenmiştir. Bayrak, dikdörtgen şeklinde ve mavi renklidir. Bayrağın ortasında güneş, güneşin altında ise uçan kartal yer almaktadır. Sol tarafında altın renkli şerit eski Altın Ordu devletini ve Kazakistan'a özgü olan kültürü simgeler. Güneş, şafak, kartal ve desen sarı renklidir. Bayrak ölçüsü 1X2 metredir. Kazakistan Cumhuriyeti resmi bayrağının müellifi Şaken Niyazbekov'dur. Bayrak rengi olan gök mavisi Kazakistan'ın yedi bağımsız Türk Devleti'nden biri olmasını, huzurlu gökyüzünü ve Kazakistan'ın birlik ve barış içinde yaşamasını simgeler. Bulutsuz gökyüzü tüm ülkelerde her daim iyiliğin, huzurun ve barışın simgesi olarak kabul edilmektedir. Eski Türk dilinde "gök" sözcüğü gökyüzü anlamında kullanılmıştır. Mavi renk Türkler için kutsaldır. Devlet bayrağındaki mavi renk Kazakistan'ın yeni kurulan ve gelişen bir devlet olduğunu gösterir. Altın renkli güneş, hareketin, gelişmenin, hayatın ve huzurun göstergesidir. Kanat açmış bozkır kartalı özgürlük ve bağımsızlığı anlatır. Bayrağın sol kenarında yer alan "koç boynuzu" nakışı ise Kazak millî kültürünü simgeler. Sembol olarak bozkır kartalı devletin gücünü gösterir. Bozkırda yaşayan insanlar için bozkır kartalı özgürlüğün, egemenliğin ve gelecekte gelişmeye çaba göstermenin sembolüdür.
Resmi Bayrağı Kullanmak
Kazakistan Cumhuriyeti’nin Bayrağı
Kazakistan Cumhuriyeti başkanının, parlamentosunun, hükümetin, bakanlıkların, Kazakistan Cumhuriyeti'nin hükümetinin kurumuna girmeyen merkezi yürütme organlarının, Kazakistan Cumhuriyeti'nin başkanına bağlı olan ve hesap veren devlet organları ve onun bölümlerinin ve bölgesel müdürlüklerin, Kazakistan Cumhuriyeti Anayasa Konseyi, Kazakistan Cumhuriyeti Üst Mahkemesi ve bölgesel mahkemelerin, Kazakistan Cumhuriyeti’nin yurt dışındaki kurumlarının binalarında ve internet sayfalarında, Kazakistan Cumhuriyeti'nin uzay gemileri ve uzay cihazlarında Kazakistan Cumhuriyeti Hükümetinin belirlediği kurallarla yer alır.
Devlet Bayrağı'nın görüntüsünü kamu kurumlarında ve başka kurumların armaları olarak kullanmak yasaktır.
Kazakistan'ın resmî bayrağı 4 Mayıs 1992'de kabul edilmiştir. Bayrağın tasarımcısı Şaken Niyazbekov'dur. Bayrak ölçüsü 1:2'dir.
Gök mavisi Kazakistan'ın yedi bağımsız Türk Devleti'nden biri olmasını simgeler. Altın renkli şerit eski Altın Ordu devletini, ayrıca Kazakistan'a özgü olan kültürü simgeler.
Altın renkli güneş, huzur ve bereketi simgeler. Kanat açmış bozkır kartalı özgürlük ve bağımsızlık simgeler. Uçkurluğun hemen yanındaki "koç boynuzu" denen nakış ise Kazak millî kültürünü simgeler.
Indra
Indra (Sanskritçe: इन्द्र veya इंद्र, indra) Hinduizm'de havanın ve savaşın tanrısı, Cennet veya Swargaloka'nın Tanrısıdır. Hint-dışı geleneklerde de yer alan önemli bir figürdür.
Lakşmana
Lakşmana (Sanskritçe: लक्ष्मण) Hint-Epik şiir'inde geçen Rama'nın genç erkek kardeşi ve Tanrı-Vişnu'nun avatarı.
Rama'nın erkek kardeşi ve yakın arkadaşı, Ramayana destanındaki kahramanlardan biridir. Çoğu Hinduizm okulları Lakşmana'nın yedinci avatarın bir parçası olduğuna inanırlar, onlara göre Rama temel avatarken Lakşmana ikincil formdur.
İsmi Lakşman veya Laxman olarak da yazılabilir.
Hanuman
Hanuman (Sanskritçe: हनुमत् hanumat; yalın hali tekil हनुमान् hanumān) Rama'ya (Vişnu'nun avatarlarından biri) karısı Sita'yı kurtarmasında yardım eden bir "vanara". Bhakti'nin zirvesini sembolize eder ve kimilerine göre Şiva'nın avatarlarındandır. Daha çok Vayu deva yani rüzgâr tanrısının oğlu olarak tanınır. Bazı akademisyenlere göre Çin mitolojik karakteri Sun Wukong'dur.
Kenneth Arrow
Kenneth Joseph Arrow (d. 23 Ağustos 1921 New York City, ABD; ö. 22 Şubat 2017), ABD'li iktisatçı.
1972 yılında ekonomi dalında Nobel Ödülü almaya hak kazanmıştır.
Neoklasik ekonominin temelini oluşturan pek çok kuramda Arrow'un izlerini bulmak mümkündür. Bugün genel denge teorisinin üzerine oturduğu şablon Arrow-Debreu dengesi olarak adlandırılmaktadır.
Arrow'un imkânsızlık teoremi, Arrow-Pratt katsayısı gibi önemli kavramlar yine onun ve arkadaşlarının ellerinde meydana getirilmiştir.
Maurice Allais
Maurice Allais (d. 31 Mayıs 1911 Paris - ö. 9 Ekim 2010 St Cloud, Fransa), Fransız bilim adamı. İktisat ve fizik alanında çalışmaları ile tanınır. 1988 yılında iktisat alanında Nobel Ödülü'ne layık görüldü.
Paris'te doğdu. École nationale supérieure des mines, Paris'te hocalık yaptı.
Maurice Allais, iktisat biliminin karar teorisi, parasal iktisat gibi alanlarında çalışmaları ile tanınır. En çok bilinen buluşu beklenen fayda kuramına getirdiği, çığır açan eleştiriyi modellediği Allais paradoksudur.
Parvati
Parvati (Sanskritçe: पार्वती Pārvatī) Hinduizm'de bir Hint tanrıçasıdır. Özellikle evli kadınlar, kocalarına sağlık ve uzun yaşam dilemesi için ona tapınırlar. Bu Hinduizm'deki çok eski bir gelenektir. Parvati metinlerin açıklamasında genellikle Şakti veya Durga'nın bir temsili olarak görülmüştür. Uma, "Lalitha", "Gowri", "Şivakamini" ve "Aparna" yüzlerce farklı isminden birkaçıdır.
"Parvata" Sanskritçe "dağ" anlamına gelen sözcüklerdendir; böylece "Parvati" "Dağların O'su (Kadını)" gibi bir anlama gelmektedir. İsminin bu anlamının nedeni Parvati'nin, dağların tanrısı olan Himavan'ın kızı olmasındadndır. Parvati'nin ebeveynleri "Himavat" yani Himalaya dağlarının tecessümü (cismanileşmiş, vücut bulmuş hali) ve apsara Menā'dır. Parvati genel inanışta Şiva'nın ikinci eşidir. Fakat Dakşayani'den (Şiva'nın ilk eşi) farklı değildir, aslında onun bir reenkarnasyonudur.
Allais paradoksu
Allais paradoksu, Maurice Allais isimli iktisatçı tarafından ortaya konan, beklenen fayda kuramının gerçek insan davranışları ile nasıl tezat halinde olabileceğini göstermesi açısından hayli önemli sayılan örnek bir seçim problemidir.
Fovizm
Fovizm, 1898-1908 yılları arasında Henri Matisse tarafından Fransa'da geliştirilen bir sanat akımıdır. En önemli özelliği, tüpten çıkmış gibi çiğ ve bağıran renklerin doğrudan kullanımıdır. Matisse, Derain ve Vlaminck'in Paris'te açtıkları bir sergide ilk kez duyulmuştur. 1905 yılında gerçekleşen bu sergi, modern resme birçok katkıda bulunmuştur. Sergiye gelenler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir anlatımla karşılaşmışlardır. Tuval üzerine sürülmüş doğrudan renkler, bozuk perspektif gelenleri şaşırtmıştır. Sergide bulunan ünlü eleştirmen Louis Vauxcelles bu gruba "Les fauves" (vahşi hayvanlar) olarak hitap etmiştir. Akım adını buradan alır. Fovizm'de görsellik ön plandadır.
Vincent van Gogh ve Paul Cezanne'dan, Seurat'ın Puantilizm'inden etkilenmişlerdir. Noktalarla boyama stili, yerini; düz motifler halinde özgürce uygulanan, çarpıcı saf renklere, geniş kesik fırça darbelerine bırakmış olsa da renk uyumu merkezli bir akım olmuştur.
Derain'in "Renk için Renk" ideali böylece somutlaşmış, artık bir nesne kendi parlaklığını yaratabilirdi. Akımda ilham kaynağı olan önemli unsurlardan biri, Güney Fransa'daki Collioure şehridir.
Ahmet Fehim
Ahmet Fehim (d. 1856, İstanbul - ö. 2 Ağustos 1930, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen.
İlk kez 1876 yılında Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahne aldı. Burada oynadığı "uşak Bonafis" rolüyle dikkati çeken Fehim, 1879 yılında Bursa'ya gitti ve Ahmet Vefik Paşa'nın Moliere uyarlamsında rol aldı. Daha sonraki yıllarda Fasulyeciyan'la birlikte Anadolu turnesine çıktı. Pek çok yerde oynadı. İstanbul'a döndükten sonra Mınakyan' nın Osmanlı Dram Kumpanyasına katıldı. Bir ara Darülbedayi'de komedi bölümünde öğretmenlik yaptı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra sinemada da yer aldı. Türk sineması'nın ilk döneminde Malül Gaziler Cemiyeti adına filmler çekti. Bu filmlerin ilki Mürebbiye'dir. Mürebbiye'yi hem yönetti hem de başrolünde oynadı.
Kelt mitolojisi
Kelt mitolojisi en yalın tanımıyla, Kelt politeizminin mitolojisidir. Kelt politeizmi Demir Çağı keltlerinin diniydi. Demir Çağı'ndaki diğer Avrupalılar gibi, erken dönem Keltleri de politeistik mitoloji ve dini yapıyı benimsemişlerdi. Kelt insanlarının içinde, Roma ile yakın iletişimi olan Galyalıların ve İber Yarımadasındaki Keltlerin mitolojileri Roma İmparatorluğu altında devam edememiş, daha sonra ise bu insanlar Hıristiyan olmuş ve Kelt(ik) dillerini de kaybetmişlerdir. İronik bir şekilde, bu insanların inanç ve geleneklerine dair bilgiler çeşitli Roma ve Hıristiyan kaynakları sayesinde bugüne kadar ulaşmıştır. Bir başka açıdan ise, kendi politik veya lenguistik (dilsel) kimliklerini korumuş olan Keltler Demir Çağı'ndaki atalarının mitolojilerinin en azından artakalan küçük bir kısmını iletebilmişlerdir. Bu iletilebilmiş kısım genellikle Orta Çağ'da kaydedilmiş, yazılmıştır.
Galya dilinde yazılmış materyallerin azlığı nedeniyle pagan Keltlerde okuma yazmanın pek yaygın olmadığı düşünülmektedir, her ne kadar Galya dilinin Yunan, Latin ve Kuzey İtalik alfabelerini kullanan bir yazı(lı) çeşidi de kullanılmış olsa da. Sezar Galyalılarda okuma yazmanın var olduğu belirtse de, bu halkın din adamları olan druidlerin dini öneme sahip çeşitli parçaları (ayetleri) yazarak kaydetmelerinin yasak olduğunu da belirtmiştir. (Sezar, De Bello Gallico 6.14)
Roma fethettiği yerlerde druidlerin gücünü bozmakla kalmadı, yaygın bir kitabe alışkanlığı getirdi; hatta Galya (bugünkü Fransa), Britanya ve diğer eskiden (veya hâlâ) Keltik konuşulan bölgelerde keşfedilmiş tanrılara dair kitabelerin çoğunluğunun Romalıların fethinden sonra yapıldığı ortaya çıkmış |
tır.
İrlanda ve bugünkü Galler'in bölümlerinde yaşayan erken dönemdeki Keltler ise kısa yazınları (çoğunlukla kişi isimleri) kaydetmek için Ogham alfabesini kullanmışlarsa da, Romalılar tarafından fethedilmemiş bölgelerde Hıristiyanlık'ın gelişine ve yayılışına kadar daha sofistike yazınlar mevcut değildi. Aslında, bu yörelerin çoğu mitini ilk kaydedenler Hristiyan rahiplerdir, fakat pek tabii ki bu kayıtlarda çoğu orijinal dini anlamlar bulunmaz.
Kelt dini konusundaki kaynaklardan birisi de Keltler tarafından yapılmış veya Keltlere bağlı tapınaklardan geriye kalanlardır. Fakat burada şöyle bir sorun çıkmaktadır; bulguların da gösterdiği gibi heykellerden, motif ve figürlere kadar bulunan şeylerin çoğu Greko-Romen gelenekten esinlenmiştir bu nedenle özgün Kelt kültür ve mitine dair sağlam çıkarımlar yapmak zorlaşır. Yazınsal verilerin azlığı da ikonografiyi tanımlamak ve açıklamak için yeterli düzeyde değildir.
Sezar'ın "Commentarii de bello Gallico"`sunda Galya'nın Keltik tanrılarını konu alan bir metin vardır. Burada Sezar Galya'da tapılan beş baş tanrıyı zikreder (dönemin geleneğini takip ederek bu tanrıların Roma mitolojisindeki en denk figürlerinin isimleri ile) ve rollerini açıklar. Merkür ("Mercury") içlerinden en önemlisidir ve birçok farklı temsili keşfedilmiştir. Merkür tüm sanatların yaratıcısı, kaynağı ve gezginler ile tüccarların koruyucusu olarak görülür. Ayrıca kâr ve ticaret konusunda da en büyük güç onundur. Galya'da bu tanrıdan sonra gelen dört tanrı ise (yine Roma'daki en denk tanrıların isimleriyle) Apollo, Mars, Jupiter ve Minerva'dır. Bu tanrılar konusunda Keltler de diğer topluluk ve kültürlerdekine benzer inançlara sahipti: Apollo hastalıkları def eder, Minerva yetenekleri arttırır, Jupiter göklere hükmeder ve Mars savaşı, savaşçılığı etkilerdi. Bu beşine ilaveten, Galyalıların kökenlerini Dis Pater'e bağladıklarını belirtir.
Dönemin tipik bir Romalısı olarak Sezar da bu tanrıların orijinal Keltik isimlerini yazmaktansa onları kendisinin denk veya eşit gördüğü Roma tanrılarının isimleriyle yazmıştır. Ayrıca ortaya koyduğu titiz küçük şemada yer alan denk tanrı ve görev/roller yaygın yazından biraz ilgisizdir. Yine de, tüm kısıtlamalarına rağmen, Sezar'ın küçük listesi kesin bir gözlem oluşunun yanı sıra faydalıdır da. Onun tanımlamaları var olan sözlü gelenek ile dengeli biçimde harmanlandığında kişi rahatlıkla bu tanrılarının rollerinin ve çevrelerinin ayrılığını hatırlayabilir.
Kelt mitolojisi kendi içinde birkaç farklı alt gruba ayrılabilir. Bunların çoğu ile Keltik dillerinin dallarıyla denklik kurulabilir:
Her ne kadar, en yaygın olduğu zamanda, Kelt dünyası Batı ve Orta Avrupa'nın çoğunu kaplıyorduysa da, herhangi bir politik birlik veya belirli kültürel etkinin merkezi bir kaynağı vardır. Antik Keltlerin homojen olmayan bir kültürel çeşitlilik yaşadıkları söylenebilir. Sonuç itibarıyla, her ne kadar bazı belirli motifler (örneğin tanrı Lugh) Kelt dünyasının her tarafına nüfuz etmiş olsa da, Kelt dininin uygulama ve kaidelerinde büyük bir çeşitlilik vardı; uygulama ve kaideler her yerel grupta farklılık arz etmekteydi. Roma mitolojisindeki denkleri ile birlikte, toplamda 300'den fazla tanrıya dair bilgi içeren kitabeler bugüne kadar gelmiştir. Fakat çoğu "genii locorum", yerel veya kabilesel tanrılar, sadece küçük bir kısmı yaygın olarak tapınılan daha genel tanrılardır.
Bu antik tanrıların görev ve doğaları hakkında isimlerinden, kitabelerinin bulunduğu yerlerden, ikonografilerinden, onlarla denk olduğu düşünülmüş/yazılmış Roma tanrılarından ve daha sonra Kelt mitolojisinde yer almış benzer figürlerden bilgi edinilebilir.
En eski mit parçaları İrlanda'dan, erken dönem Orta Çağ'da yazılmış yazmalardandır. Bunlar Hristiyanlar tarafından kaleme alındığı için, karakterlerin önceden sahip olduğu ilahi doğaları belirsizdir. Temel mit iki ilahi ırk olan Tuatha Dé Danann ve Fomoriler arasındaki bir savaş hakkındadır. Bu mit "Cath Maige Tuireadh" (Mag Tuireadh Savaşı) metninin temelini oluşturmaktadır.
Britanya'daki tanrılara dair bilgiler, Hristiyan bakış açısı nedeniyle karartılmış bir şekilde de olsa, Galler yazmalarından gelmiştir. Burada iki temel tanrılar grubu Dôn'un çocukları ve Llyr'in çocuklarıdır. Fakat bu grupların görevleri arasındaki farklılık ve ayrılık tam olarak belli değildir.
Görünüşe göre Kelt panteonunun en önemi ve baş tanrısı Dagda'dır. İsminin anlamı "İyi Tanrı"dır ki burada "iyi" ahlâki anlamda değil de, her şeyde iyi olmak veya bir başka deyişle her şeyde (yani en) güçlü olmak anlamındadır. Eşi tanrıça Morrígan'dır. Dagda bir baba figürüdür, kabilenin koruyucusudur ve temel tanrıdır ki diğer eril Kelt tanrıları onun bazı değişikliklere uğramış formlarındandır. Kelt tanrıları genellikle herhangi bir şeyle belirlenmiş, ilişkilendirilmemiş karakterlerdi ve bu nedenle belki de düzgün bir panteondan çok bir kabile gibi görülmelidirler. Bir açıdan tüm Kelt tanrı ve tanrıçaları Yunan tanrı Apollo gibidirler, yani hiçbir belirli şeyin tanrısı olarak yalınca tanımlanamazlar.
Morrígan ("Büyük Tanrıça" veya "Hayalet Tanrıça" antik İrlandalı Keltlerin, üçlü (üçe ayrılmış) savaş tanrıçasıydı. Bütün olarak (üç parçası beraber) "Morrigu" olaak anılırdı, fakat parçalarına da "Nemhain", "Macha" ve "Badh" denirdi. Bunların her biri savaşın bir yönünü temsil etmekteydi. Çoğunlukla bir karga veya kuzgun olarak görünürdü, fakat birçok farklı formu da alabilirdi, inek, kurt ve yılanbalığı dahil.
Belenus daha çok bölgesel bir tanrıydı ve çoğunlukla kuzey İtalya ve Galik Akdeniz sahili boyunca ona tapınılırdı. Her şeyden öte bir tarım tanrısıydı. Ayrıca onunla özdeşleşmiş Beltaine ("Bel[in] Ateşi") isimli büyük bir festival (bayram) da mevcuttu.
Onun gerçekten bir tanrı olarak tapınılıp tapınılmadığına dair hâlâ tartışmalar vardır. İsmi "parlak ve parlayan" gibi bir anlama sahiptir ve bazılarına göre 'o' sadece Beltaine bayramında yakılan büyük ateşleri temsil etmekteydi.
Tanrı Lug'un Kelt dininde büyük bir alana nüfuz etmiş olduğu adının Galya'dan İrlanda'ya kadar Kelt dünyasının birçok bölgesinde anılmasından bellidir. Kelt mitlerine Lug genç bir adam olarak görünür. Mızrak ve sapan silahlarıdır. İrlanda'da Lughnasa (modern İrlanda dili ile "lúnasa") isimli onun onuruna yapılan bir festival (bayram) bulunmaktadır.
Sezar'ın Roma mitolojisindeki Merkür'e denk gördüğü Lugh görünüm açısından ve detaylar yönünden Merkür ile birebir aynı sayılmasa da benzerdir. Merkür'den farklı olarak bir eşi de bulunur; "Maia" veya "Rosmerta".
Keltlerin taptığı ama bugün isimleri haricinde haklarında pek bir şey bilinmeyen birçok tanrı vardır. Bunlara Dagda'nın kızı tanrıça Brigit (veya Brigid), doğa tanrıçaları Tailtiu ve Macha ve at tanrıça Epona dahildir. Ayrıca, Cu Roi ve demirci tanrı Goibniu gibi eril tanrılar da bunlara dahildir.
Tanrıçaların Kelt mitolojisinde Greko-Romen mitolojiden farklı bir yeri vardır; ilahi eş olarak tanrıları tamamlarlar. Bu kıtasal ikonografide de sık sık görülür. Eril eşlerini tamamlayıcı yönleri dışında bu tanrıçalar bereket ve mevsimsel döngü ile de ilişkilidir. Belirli, isimlendirilmiş tanrıçalar ile "matres" (anatanrıça) veya "matronae" arasında belirgin bir ayrım yapmak mümkün değildir. Ayrıca tanrıça ve "matronae"nin ilişkilendirilmiş olduğu belirli bölgeler vardır ve bu yerlerin genel olarak koruyucusudur.
Kelto-Romen ikonografi yoğun biçimde hayvan betimlemesi içerir. Sıklıkla zoomorfik ve antropomorfik formların kombinasyonundan oluşan ilah betimlemeleri görülebilir. Belki de en sık betimlenen ve en tanınmış (boğa kaynaklı) "boynuzlu tanrı" imgesi dışında da çok çeşitli betimlemeler mevcuttur.
Halit Akçatepe
Halit Akçatepe (d. 1 Ocak 1938; Üsküdar, İstanbul - ö. 31 Mart 2017), Türk oyuncu.
1 Ocak 1938'de Üsküdar'da doğan Akçatepe, ilkokulu Refik Halit Karay Mektebi'nde okur. Babası Sıtkı Akçatepe'dir. Konservatuvar eğitimi hiç almamıştır (kendisi konservatuvar eğitimiyle uzaktan yakından bir alakası olmadığını belirtmiştir). Zamanın film yönetmenlerinden birinin, babasına "bize bir çocuk oyuncu lazım" dediği zaman, babası tülüatçı Sıtkı Bey oğlu Halit'i oynatmıştır. İlk filmini 1943'te 5 yaşındayken çekti. Daha sonra ilkokul sıralarında ders görmeye başladı. Saint Benoit Fransız Lisesi'nden mezun oldu. 1959'da Anıtkabir'de 1,5 yıl askerlik görevini yaptı. 1972'te Tatlı Dillim filmiyle şöhreti yakaladı. 1963'te Yasak, Gündoğarken, Semaya Baktım Seni Gördüm filmlerini çekti. 1975'te Hababam Sınıfı adlı filmindeki Güdük Necmi tiplemesiyle Türk sinemasına adını yazdırmıştır.
Oyuncunun babası Sıtkı Akçatepe ve annesi Leman Akçatepe de Türk sinemasında birçok yapımda rol almış oyunculardır. Özellikle babası Sıtkı Akçatepe, Hababam Sınıfı film serisinde oynadığı Paşa Nuri tiplemesiyle tanınmaktadır. Babası Sıtkı Akçatepe annesi tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın torunudur.
Halit Akçatepe'nin annesi ve babası da oyuncudur. Annesi Leman Akçatepe babası ise Hababam Sınıfı filmlerinde "Paşa Nuri" rolüyle tanınan Sıtkı Akçatepe'dir. İki kez evlenen oyuncu ilk evliliğini 1963 yılında Tülin Akçatepe ile yapmış bu evliliğinden Itır (1964) ve Ebru (1968) isminde iki kızı olmuştur. 1981 yılında Tülin Hanımdan boşanan oyuncu 1999'da kendisinden 39 yaş küçük olan Rezzan Akçatepe ile evlenmiştir. Bu evliliğinden ise 2001 yılında kızları Günsu doğmuştur. Halit Akçatepe ve Rezzan Akçatepe 2009 yılında boşanmıştır.
Halit Akçatepe, 31 Mart 2017 tarihinde İstanbul'da 79 yaşında hayatını kaybetti. Akçatepe'nin doktoru fizyoterapi gören oyuncunun kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle yaşamını yitirdiğini açıkladı. 2 Nisan 2017'de, Caddebostan Kültür Merkezi'nde düzenlenen anma etkinliği ve Şakirin Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Ay tutulması
Ay, kendi yörüngesinde dolanırken, kimi zaman Dünya'nın gölgesine girer. Buna Ay tutulması
denir. Ay tutulması, dolunay zamanında ve Ay'ın düğüm noktalarına yakın olması durumunda meydana gelir. Ay'ın, Dünya' |
nın gölgesine girmesi ile Güneş'ten aldığı parlaklığı kaybetmesi neticesinde görülür. Güneş, karşı düğüm noktasında veya ona yakın olmalıdır. Bu şartlar altında Dünya'nın gölgesi Ay'a düşer. Bu 42.000.000.000 km uzanan gölge konisi Ay'ın uzaklığından yaklaşık 8800 km geniştir. Ay, saatte 3456 km hareket ettiği için ortalama Ay tutulmasının zamanı yaklaşık 40 dakika ile bir saat arasında değişir. Ay tutulması, yeryüzünün Ay'ın ufuk çizgisinin üzerinde olduğu herhangi bir bölgesinden gözlenebilir.
Ay'a karşı olan Dünya yüzeyine çarpan Güneş ışınları Dünya'nın atmosferi tarafından kırıldığı için, Ay tutulmasında Ay, tamamen kaybolmaz. Dünya etrafında kırılan ışıklarda mavi renk yutulduğu ve kırmızı renk yansıtıldığı için, Dünya'nın gölgesi kırmızı renkte görülür. Bu güçsüz ışık kalıntıları görünürlüğü mahallî atmosferik şartlara bağlı olarak Ay'ı tuhaf bir bakır renginde ortaya çıkarır.Bunun sonucunda Ay tutulması olur.
Dünya, Ay ve Güneş'in bazı değişik durumları kısmi Ay tutulmasını sağlar. Bu durumlarda Ay'ın üzerine Dünya'nın tam gölgesi değil, kısmi gölgesi düşer.
Ay tutulması genellikle yılda iki kere ortaya çıkar. Bazı özel durumlarda Ay tutulmasının hiç ortaya çıkmadığı veya üç defa ortaya çıktığı da olabilir.
İsmail
İsmail (), İbrahimi dinlerce tanınmış bir peygamberdir. Özellikle İslam dininde yeri önemlidir.
Kur'an'da adı geçen peygamberlerdendir. Babasının İbrahim, annesinin ise Hacer olduğu kaydedilmiştir. Kendisine Zebihatullah yani "Allah'ın kurbanı" da denilir. İslam peygamberi Muhammed'in atasıdır.
İbrahim burada (Kenan) yaşadı. İbrahim 86 yaşındayken Hacer'den oğlu İsmail doğdu. Daha sonra İbrahim 100, Sara 90 yaşına ulaşmışken Sara'dan da İshak doğdu. (Yaratılış 17:17-27)
İsmail İbranice 'İşmael (işma: duymak, el:tanrı)' kökünden gelmektedir ve 'Allah duydu veya duyacak' anlamındadır. İbrahim peygamberin uzun süre çocuğu olmamış ve Allah'a defalarca çocuğu olması için yalvarmıştır. Sonunda Allah duasını kabul etmiş ve ona bir çocuk nasip etmiştir. Bunun üzerine de İbrahim çocuğun ismini 'Allah duamı kabul etti (işmael)' anlamında ve günümüzde Arapça'da 'İsmail' olarak kalıplaşmış ismi koymuştur.
İslami ve Musevi kaynaklara göre, İbrahim'in büyük oğlu İsmail peygamberin soyu bugünkü Arap(Arab ı müstaribe) milleti, küçük oğlu İshak'ın soyu ise Yakup dolayısıyla İsrailoğulları olarak devam ettiğine inanılmaktadır. İbrahim tevrat’a göre Hacer ve İsmail'i bugünkü Ürdün sınırına (Paran) yollamıştır. İsmail ve soyu orada büyüdü. Ürdün, Arabistan ve güney Edom'u ele geçirdi. İslami inanışa göre Hacer ile İsmail bugünkü Mekke’nin bulunduğu yere gelirler ve Zemzem Kuyusunu bulurlar. Daha sonra da İbrahim gelerek birlikte Kabe’yi inşa ederler. Ayrıca İbrahim’in gördüğü bir rüya üzerine İsmail’i kurban sunduğuna, sonra da Allah'ın İsmail'i kurtarmak için gökten bir koç indirdiğine inanılır.
""Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. "Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. Nihayet her ikisi de boyun eğip, İbrahim de onu yüzüstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim! Gördüğün rüyayı yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız." "Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır." Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek O'nu kurtardık. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık. İbrahim'e selam olsun"" (Saffat suresi, 100 -107)
""İbrahim'in, İsmail'le birlikte, Beytullah'ın ana duvarlarını yükselterek şöyle yakardıkları zamanı da an: "Rabb'imiz, bizden gelen niyazları kabul buyur; sen, evet sen, Semî'sin, her şeyi çok iyi duyarsın; Alîm'sin, her şeyi çok iyi bilirsin."" (Bakara suresi, 127)
""Kur'ân'da İsmail'i de an; çünkü o, vaadine sadık bir kuldu ve gönderilmiş bir peygamberdi. Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekat vermeyi emrederdi ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti."" (Meryem suresi, 54- 55)
""Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını beyt-i haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler."" (İbrahim suresi, 37)
On iki oğul ve bir kızı olan İsmail'in çocukları:
Porfiria
Porfiria, hem biyosentezinde (diğer adıyla porfirin biyosentezi) yer alan enzimlerin doğuştan ya da kazanılmış bozukluğu ya da eksikliği sonucunda gelişen bir hastalıktır. Fotosensitivite ve nöropsikiyatrik bulgular sebebiyle vampir efsanelerinin yayılmasına sebep vermiştir. Porfirinlerin ya da kimyasal öncülerinin biriktiği yere göre akut (hepatik) porfiria ya da kutanöz (eritropoetik) porfiria olarak iki ana grupta incelenir. Ortaya çıkışları nörolojik komplikasyonlarla, cilt bozukluklarıyla ya da nadiren her ikisiyle olur. Hastalık, ismini Yunancada morumsu pigment anlamına gelen "porphyra" kelimesinden almıştır. Bu da, atak sırasında hastaların idrar ve dışkılarının bu rengi almasıyla ilgilidir.
Bu gruptaki porfiria özellikle sinir sistemini etkileyerek karın ağrısı, bulantı-kusma, akut nöropati, kas zayıflığı, nöbet geçirme ile halusinasyon, depresyon, anksiyete ve paranoya gibi ruhsal bozukluklara neden olur. Otonom sinir sistemi etkilenirse kalp aritmileri gelişir. Şiddetli ağrılar olabilir.
Belirtilerinin çok çeşitli olması ve hastalığın nadir görülmesi nedeniyle porfiria başka hastalıklarla kolayca karışır. Örneğin, polinöropati Guillain-Barré sendromunu düşündürebilir, bu nedenle benzeri tablolarda porfiria testlerinin yapılması önerilir. Ağrı ve fotosensitivite gibi belirtiler de sistemik lupus ile benzeşir. Akut porfiria hastaları yüksek karaciğer kanseri gelişme riski taşırlar.
Bu grup, özellikle deriyi etkileyerek ışık duyarlılığına, ciltte ve diş etlerinde su dolu kabarcıklara ve nekroza, kaşıntıya yol açar. Genellikle karın ağrısı yoktur ve böylelikle diğer porfirialardan ayrılır.
Porfiria hastaları gün ışığına aşırı duyarlı oldukları için, güneş ışığına en küçük bir maruz kalma bile vücutlarında ciddi şekil bozukluklarına yol açabilir. Bu bozukluklar arasında yüz derisinde çatlamalar, burnun ya da parmakların düşmesi, dudakların aşırı gerginleşmesi ve diş etlerinin çekilmesi sonucu dişlerin aşırı sivri görünmesi gibi durumlar vardır. Sarımsak, porfiria semptomlarının ağırlaşmasına sebep olan kimyasal maddeler içermektedir, bu yüzden hastalar sarımsak yiyememektedir.
Porfiria tanısı, kan, idrar ve dışkının spektroskopisi ve biyokimyasal analiziyle konur. Akut porfiria şüphesinde genellikle idrarda porfobilinojen (PBG) düzeyine bakılması ilk adımdır. Hem sentezinin azalması öncü maddelerin artmasına ve birikmesine yol açar. PBG de porfirin sentez yolunun ilk maddelerinden biridir.
Porfiria nadir bir hastalık olduğundan ilgili laboratuvar testleri genellikle her hastanede yapılmaz ve alınan örneklerin referans laboratuvarlarına gönderilmesi gerekir. Örnekler atak sırasında alınmalıdır yoksa yalancı negatif sonuçlar elde edilir. Ayrıca bunların ışıktan korunması ve buzdolabında saklanması da önemlidir.
İnsanlarda porfirinler hem sentezinin temel maddeleridir. Hem, hemoglobin, myoglobin, katalaz, peroksidaz ve P450 karaciğer sitokromlarının yapısında değişmez bir bileşendir. Porfirin yolundaki enzimlerin eksikliği yetersiz hem senteziyle sonuçlanır. Bu durumda öncü maddeler birikir ve asıl sorunu da bu oluşturur. Çünkü bu öncüler yüksek konsantrasyonda dokular için toksiktir. Bu ara bileşiklerin kimyasal özellikleri birikecekleri yeri belirler. Bazısı deride birikerek fotosensitiviteye yol açarken bazısı da idrar ve dışkıyla atılır.
Hem sentez yolunda 8 enzim vardır. Bunların birincisi ve son üçü mitokondride diğer dördü ise sitozoldedir. Enzimlerin herhangi birisinin eksikliği porfirianın bir çeşidine yol açar.
Porfiria variegata PROTO oksidaz enzimindeki kısmi bir eksiklikten oluşur ve hem cilt hem de nörolojik bozukluklara yol açar. Diğer porfirialar ise bu iki sistemden sadece birisini tutar.
Akut ataklar ölümcül olabildiğinden porfiria şüphesi kuvvetli ise ampirik tedavi uygun olacaktır. Tipik olarak yüksek karbonhidratlı bir diyet önerilir. Ciddi bir atak sırasında %10'luk glukoz infüzyonu durumu düzeltebilir.Hematin ya da hem arginat bazı ülkelerde akut atak sırasında kullanılan ilaçlardır. Bu ilaçların etkili olabilmesi için çok erken uygulanması gereklidir. Bunlar atakların süresini ve şiddetini azaltabilir. Bu hem benzeri maddeler teorik olarak ALA sentetaz enzimini inhibe ederek toksik ara maddelerin birikmesini engeller.
Atağa hormonlar ya da ilaçlar sebep olduysa bunların kesilmesi gerekebilir. En sık tetikleyicilerden birisi de enfeksiyonlardır ve yakından takip ve tedavi gerektirir.
Ağrı genellikle klinikle bağdaşmayacak ölçüde şiddetlidir ve opioid analjezik kulllanımını gerektirir. Bulantı şiddetli olabilir ve bazen de tedaviye cevap vermez.
Akut porfiria öyküsü olan hastalar ve hatta genetik taşıyıcılar üzerlerinde bu durumu belirten bir yazı taşımalıdırlar. Bu şiddetli ataklar ve kaza gibi durumlar için gereklidir. Çünkü bazı ilaçlar tüm porfiria hastalarında kesin kontrendikedir.
Sık nöbet geçiren hastalarda ekstremitelerde kronik nöropatik ağrı ve mide barsak ağrıları gelişebilir. Bu hastalarda uzun etkili opioidlerle tedavi gerekebilir.
Epilepsi nöbetleri sıklıkla eşlik eder. Nöbet tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar örneğin barbütiratlar porfiriayı arttırdığından kullanılamazlar. Bazı benzodiazepinler ise güvenlidir ve gabapentin gibi yeni ilaçlarla kombine edilebilir.
Hemakromatozis ve hepatit c gibi bazı hastalıklar genetik yatkınlık olmasa bile porfiriaya yol açabilir. Bu hastalarda demir alımının kısıtlanması gerekir.
Eritrositlerde porfirin birikimi olur. En nadir görüleni konjenital eritropoetik porfiriadır. Fotosensitivite, kahverengi dişler ve kıllanma artışı |
görülür. Hemolitik anemi genelde gelişir. Tedavide beta karoten kullanılır.
Ciltte gelişen ağrı, yanma ve kaşıntının önlenmesi için parlak güneş ışığından korunmak gerekir. Güneşten koruyucu kremler yararsızdır.
Uzun kollu giysiler, şapkalar ve eldivenler yararlı olabilir. Porfirin sekresyonunu arttırmak için bazan klorokin kullanılır.
Süleyman Seba Spor Salonu
Süleyman Seba Spor Salonu, Beşiktaş, Dikilitaş Fulya semtinde bulunan çok amaçlı olan spor salonu. Salon Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı ve Beşiktaş (tekerlekli sandalye basketbol takımı) iç saha maçlarını bu salonda yapmaktadırlar.
Spor Salonu 21 Eylül 1984 tarihinde Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile BJK arasında imzalanan protokol ile 49 yıllık intifa hakkı BJK'ye ait olan 2.669 m² alanda bulunmaktadır. İnşaat ihalesi 1993 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nce yapılmıştır. 3 Haziran 1999 tarihinde de Spor Salonu BJK'ya devredilmiştir.
Antrenman amaçlı olan salonda gerekli tadilatlar yapılarak erkek ve bayan basketbol ile hentbol takımlarımızın antrenman yaptıkları, ulusal ve uluslararası turnuva müsabakalarını oynadıkları, 1500 seyirci kapasiteli, NBA standardında parke zeminli, modern bir spor salonu haline getirilmiştir. 17 Eylül 1999 tarihinde resmi açılışı yapılarak hizmete girmiştir. Aynı parsel üzerinde 120 m² alanlı prefabrik bir bina yaptırılmış olup, basketbol idari kadrosu çalışmalarını bu binada sürdürmektedir.
2005 yılında kadar "Ahmet Fetgeri Spor Salonu" ile birlikte tüm branşların müsabakları bu salonda yapıldı. 2005-06 sezonu başında Akatlar Spor Salonu'nun tamamlanması ile basketbol ve voleybol şubeleri bu yeni salona taşınmıştır.
Hicaz Demiryolu
Hicaz Demiryolu, II. Abdülhamit tarafından 1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasında inşa ettirilen, Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul'dan başlayan demiryollarının bir bölümüdür. Demiryolunun teknik işlerinin başında Alman mühendis Meissner bulunuyordu. Hicaz Demiryolu inşaatında 2666 kâgir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmıştır.
Hicaz Demiryolu özellikle İstanbul ile Kutsal Topraklar arasındaki ulaşımı güçlendirmek için yapılmıştır, bu bölgelere taşınacak askerlerin ulaşımının kolaylaşması, hacıların daha güvenli bir şekilde hacca gidip gelmesi ve Arap ülkelerinin ekonomik gücünü yükseltmek öncelikli hedeflerdir.
Ancak Alman mühendislerinin çalışması özellikle Almanya'nın Berlin şehrinde başlayıp İstanbul üzerinden geçerek Hicaz bölgesine ulaşımı kolaylaştırması istekleri üzerinedir. O dönemde Mısır İngilizlerin işgali altındadır ve Süveyş kanalı kontrolleri altındadır. Almanların ileride İngilizlerle Mısırda doğrudan Osmanlı topraklarında üzerinde açmayı planladıkları bir cephe için en kısa yol bu demir yoluyla olacaktır.
Demiryolunun inşası 1900 yılında başlamıştır, yapımında çoğunlukla Türkler ve bölge işçileri çalışmış, ama bunun yanında Almanların teknik tavsiyeleri ve destekleri de alınmıştır. Yapımda Alman mühendislerin yer almasına rağmen mühendislerin çok önemli bir kısmı Türk'tü. Ve kendilerini büyük ölçüde geliştirme imkanı buldular. Demiryolunun yapımı için Osmanlı konsoloslukları yurtdışında yardım paraları toplamıştır. Aynı yıllarda yapılan bir diğer demiryolu da Berlin-Bağdat demiryoludur.
Yapımından sonra ise sıkıntı yaşanmıştır. Özellikle soygunculukla ve Hacı kafilelerini yağmalamakla geçinen Arap kabileleri bu sefer demiryolunu hedef almış, bölgedeki halk ise çokça traversleri söküp kendi işlerinde kullanma girişiminde bulunmuştur.
Demiryolu, asıl hedefteki ulaşım noktası olan Mekke'ye kadar uzatılamamıştır.
Herostratus
Herostratus 21 Temmuz MÖ 356'da tarihe geçmek için Dünyanın yedi harikasından biri olan, halkın büyük uğraşlarla yaptığı, Artemis Tapınağını yakan Efesli genç adam. Ayrıca tarihin kayda geçen ilk teröristi.
New Age
New Age, ruhsal konulara ilişkin bireysel eklektik yaklaşımla nitelendirilen çağdaş Batı Kültüründe yirminci yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve sınırları ve alt gruplarıyla geniş bir uygulama ve inanç alanına işaret eden ve alternatif ruhsal hareketlerin üst başlığı ve türsel ("generic") bir terimdir. Herhangi bir değişmez, mutlak kutsal metin, dinî kurum ve din adamları hiyerarşisinden uzak olduğundan din sosyolojisinde New Age'in geleneksel din ile arasındaki farkı ortaya koymak için akademik literatürde New Age'e, yarı dinî () veya dinleyici/izleyici kültü () ve kült çevresi/ortamı () şeklinde tanımlar getirilmiştir. Hareket daha çok uzman yayınevleri, müzik dükkânları ve fuarlarda ve İnternet gibi ağlarda () görünürlük kazanmaktadır.
New Age akımı çeşitli manevî unsurlar içerir: pandeizm, panenteizm, panteizm ve politeizm kombinesi ile Bilim ve Gaia felsefesi; özellikle Astronomi, Çevrecilik, Ekoloji, Fizik, Gaia hipotezi, Psikoloji ve UFO dinleri.
New Age uygulamaları ve felsefeleri bâzı büyük Dünya dinlerinden etkilenmiştir: Budizm, Hinduizm, Hristiyanlık, İslam, Musevilik, Sihizm, Taoizm; güçlü etkileriyle Doğu Asya dinleri, Ezoterizm, Gnostisizm, Hermetizm, İdealizm, Neopaganizm, New Thought, Spiritüalizm, Teozofi ve Üniversalizm.
New Age, 1980'lerin Kuzey Amerikan kitle medyasında meditasyon, kanal olma (), holistik sağlık, kristaller, psişik deneyim, reenkarnasyon, UFO gibi konulara ilgi duyan alternatif ruhsal alt kültürler tanımlamakta kullanılan popüler bir terim haline gelmiştir. Bu alt kültürlerin tipik aktiviteleri; meditasyon gruplarının çalışmalarına katılma, kitap, müzik, kristal ve tütsü gibi malzemeleri alma, ruhsal rehberler, şifacılar ve şifacılara danışma idi.
New Age düşüncesi 19. ve 20. yüzyıldaki Amerika dini, felsefî ve psikolojik hareket ve gruplardan olduğu kadar Doğu mistisizmi ve Batı ezoterik geleneğinden de çeşitli ögelerinin eklektik bir karışımıdır. New Thought, Spiritualizm, Transandantalizm gibi Amerika kökenli spiritüel akımlar, hümanist psikoloji gibi psikolojik akımlar, Hinduizm, Sufizm, (İnsan Potansiyeli Hareketi), Zen Budizmi gibi tarihî spiritüel yollar, (Hristiyan Bilimi) gibi Hristiyan şifa toplulukları teori ve pratik düzeyinde New Age düşüncesinin gelişimine katkıda bulunmuştur.
New Age literatüründe bilimsel terminoloji, 19. ve 20.yüzyılda ortaya çıkan dinî, spiritüel, felsefî akımlardan ve Doğu spiritüel geleneklerinden alınan terimler, benlik merkezli () bir felsefî temelde yeniden yorumlayarak kullanmaktadır.
Bu terminolojide Tanrı, Tanrıça, İçsel Çocuk (), Mutlak Güç () Yüksek Benlik () gibi ifadelerle insanın iç potansiyeli ve enerjileri gösterilmektedir.
New Age, özellikle şifa () üzerinde durur. İnsanın içinde onun fiziksel ve psikolojik sorunlarının üstesinden gelmesini sağlayan kozmik bir güç vardır. Aynı güç Evren'de çeşitli güç merkezlerinden de enerji hatları yayılmaktadır. İnsanların bilinçlerinde gelişmeyle içlerindeki bu gücün farkına varacaklar, böylelikle herhangi bir dışsal otoriteye (dinî kurum, hiyerarşi, rehber v.s.) ihtiyaç duymadan bu güçlerini kullanacaklardır. Astrolojik olarak Dünya'nın Kova Burcu Çağı'na () girmesiyle Dünya genelinde ortaya çıkacak spiritüel uyanış, bu güçlerin daha etkin bir şekilde kullanıldığı, daha spiritüel, huzur dolu bir Dünya'nın habercisi olacaktır.
New Age içinde farklı Dünya dinlerin mistik geleneklerinden, kabile inançlarında alınma veya bilimsel kökenli, yeni pratikler bulunmaktadır.
Cahiliye Dönemi
Cahiliye Dönemi ( "cāhilīyye", "bilgisizlik"), Arap toplumunun İslam öncesi dönemine verilen ad. Cahiliye terimi, gerek Kuran-ı Kerim'de gerekse hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslam döneminkinden ayırt etmek için kullanılmıştır. Kur'an'ın tanımlamasına göre, İslam öncesi Arap toplumu tam bir bilgisizlik içindedir; buna karşılık Muhammed ve ona gönderilen Kur'an bilgiyi temsil eder.
Döneme bu adın verilmesine neden olarak, "bilgisizlik" anlamında cahillikten çok, ahlaksal olgunluk ve inceliğin karşıtı anlamında cahilliğin, o dönemde yaygın oluşu gösterilir. Nitekim, Kur'an'da "cahiliye" teriminin geçtiği dört ayetten özellikle üçü, bu görüşü destekler. Maide Suresi'nin 50. ayetinde Muhammed'e, insanlara Allah'ın indirdikleriyle hükmetmesi emredilir ve bundan hoşlanmayanlara "cahiliye hükmü"nü mü aradıkları sorulur. Ahzâb Suresi'nin 33. ayetinde, Peygamber'in eşlerine "eski cahiliye kadınlarının yaptığı gibi kırıta kırıta yürümeyin" denilir. Fetih Suresi'nin 26. ayetindeyse, inkarcıların kalplerindeki kızgınlık, "hamiyet-i cahiliye" (gerçeğe karşı harcanan emek) biçiminde nitelenir. Muhammed de "cahiliye" terimini, zaman zaman o dönemdeki ahlak ve gelenekleri yermek amacıyla kullandı. Veda Hutbesi denilen ünlü konuşmasının bir yerinde "Biliniz ki cahiliye işlerinden olan her şeyi ayaklarımın altına almış bulunuyorum" dedi. Bilali Habeşi'yi "kara kadının oğlu!" diyerek küçümseyen ünlü sahabelerden Ebu Zer'i, Peygamber "Onu, anasının renginden dolayı azarlıyorsun; demek ki sende hala cahiliye huyu yaşamaktadır" sözleriyle azarladı.
Cahiliye Dönemi'nin, İslamlıkla son bulduğu kesin olmakla birlikte, ne zaman başladığı konusunda değişik görüşler vardır. Bu dönemi, İsa, hatta Nuh'tan sonraki dönemlere kadar götürenler varsa da, İslam bilginlerinin çoğuna göre Cahiliye, Araplar'ın İslamlıktan önceki putataparlık dönemini kapsar.
Tek ve yaratıcı bir Tanrı'nın varlığının kabul edildiği Cahiliye Dönemi'nde, insanlar çıkarlarını kollayacak, düşmanlarına karşı üstün gelmelerini sağlayacak başka tanrılara da inanmaktaydı.
Bu dönemde Mekke, Arabistan Yarımadası'nın dinsel bakımdan olduğu kadar ticari bakımdan da en önemli merkeziydi. Kâbe'yi dolduran yüzlerce puttan (yaklaşık 360) her biri, bir ya da birkaç kabilenin tanrısıydı. Putlar çevredeki kabileleri Mekke'ye çekerken, geleneksel hac törenleri de Mekke'yi hac mevsimi boyunca bir panayır görünümüne sokuyordu. Panayırların kurulmasıyla, kısa bir süre için de olsa bir barış dönemi yaşanırdı. Kâbe'nin taşıdığı bu önem, kimi hizmetlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu hizmetleri yürüten aileler, hem bu yolla kazanç s |
ağlıyorlar, hem toplumsal bir ayrıcalık kazanıyorlardı.
Cahiliye Dönemi'nde Araplar, göçebe kabile hayatı yaşıyorlardı. Bir tür özerk yönetimin egemen olduğu kabilelerde, yaşlılar arasından seçilen başkanların (seyit, şeyh), yetkileri sınırlıydı. Cahiliye Dönemi'ndeki Arap toplumunun temel özelliği olan kabile içi bağlılık ve başka kabilelere üstünlük duygusu, bitmez tükenmez kan davalarının ve savaşların da başlıca nedeniydi. Şiddet, yağmacılık, tutsakları köle olarak kullanma, özellikle kadının köleleştirilmesi ve bir mal gibi alınıp satılması olağandı. Kadının böylesine aşağılanması, kız çocuklarının bir ayıp olarak kabul edilmesine neden olmuştu. Bu yüzden kız çocuklar doğar doğmaz ya da altı yaşından önce diri diri toprağa gömülürdü.
Bütün kabilelerde insan ve hayvan izlerinden hükümler çıkarmak, insanın eline ya da yüzüne bakarak geleceği hakkında hükümler vermek, kulağına bakarak ahlakını, iyilik ve kötülüğünü anlamak, düş yormak, kuşların uçuşundan, yıldızların duruşundan olacağı şeyleri bilmek, yapacakları işler konusunda gaipten haber verdiklerine inandıkları kahinlere başvurmak, işlere başlayıp başlamama konusunda karar için putlar önünde fala başvurmak gibi âdetler çok yaygındı.
Cahiliye döneminde kadınlar alt tabaka insanı olarak görülmüştür. Bu dönem şiirlerindeki kadın algısı sosyal hayata yansımamıştır. Çok evilik yaygındı ve bunun bir sınırı yoktu. Fuhuş bir meslek gibi görülüyordu. Köle sahipleri, kölelerini bu işe zorlamaktaydı. Kadınlar babalarının veya eşlerinin miraslarından pay alma hakkına sahip değildi. Evlatlar isterlerse babalarının ölümünün ardından üvey anneleriyle evlenebiliyordu. Boşanma hakkı da tıpkı çok evlililik gibiydi. Bir erkek istediği kadar kadını boşama hakkına sahipti. Bu dönemde kız çocuğuna sahip olan soylu kişiler bunu bir utanç kaynağı olarak görmekteydi. Hatta bazı kişiler kız çocuklarını öldürmekteydi. Esir kadınların da diri diri toprağa gömüldüğü yönünde kaynaklar mevcuttur.
Arap şiirinin başlangıcı her ne tarihte olursa olsun, Cahiliye Döneminde Arapların çok geniş bir şiir birikimi mevcuttu. Henüz yazıya geçmemiş olan Eski Arap Şiirin asırlarca hafızalarda yer alabilmesinin nedeni; şiirin Arapların hayatında ne denli önemli olduğu, ve Arapların duygularına hitap etmesiyle doğrudan alakalıydı.
Şairler hangi tabakadan olurlarsa olsunlar halkın ortak duygularına hitap ederlerdi. Siyasette şairler önemli bir konumda ve herkesin üstünde bir itibara sahip idi ve mensubu olduğu kabilenin sözcüsü kabul edilirdi. Mensubu olduğu kabile şairden; hayatlarını, hissettiklerini, geçmişte yaşadıklarını, zaferlerini, düşmanı olduğu kabileye karşı olan kinlerini anlatmasını ister ve şairin o güzel sözlerinde can bulmasını isterlerdi.
Şairin, cinlerle alakasına olduğuna inanan Arap Halkı, şairlerin hicivlerinden korkarlar, onları medhetmeleri için her türlü özveri de bulunurlardı. Böylesine tesirli sözler söylediklerine inandıkları şairlerin medhettikleri insanlar toplumda saygın yere gelirler, ticaretteki konumu yükselir ve kızları ya da erkek çocukları var ise rahat ve kolaylıkla evlenebilirlerdi.
Şairlerin diğer önemli bir işlevleri ise; tarihi olayların kaydedicileri olmalarıdır. Şairlerin şiirlerinde; savaşlar, kabileler arasında geçen olaylar, bulundukları ortamlarının tasvirleri, o döneme ait gelenek ve görenekler olmak üzere o dönemi anlatan bilgilere erişilebilirdi.
Soyluluk düşüncesi, soylar bilgisini ("ilm-i ensab") en önemli bilgi durumuna getirmişti. Cahiliye döneminde en önemli sanat şiirdi. Araplar soyluluklarını, soylarının üstün niteliklerini şiirle dile getirirler, düşmanlarına şiirler meydan okurlardı. Doğa, cahiliye şiirinin ön plandaki konusudur. Cinsel tutkular, gelenekler, şarap, kumar ve savaş, yiğitlik, soyluluk iddiası, çevre, gök, bulut, yer ve kum, deve ve at, yolculuklar, anılar bu şiirin başlıca öğeleridir. Topluma mal olmuş şiirler, en çok da soylara ilişkin şiirler belleklerde korunur, bunları ezberlemeyi iş edinmiş raviler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılırdı.
Şairleri şiir söylemeleri için teşvik eden faktörler şunlardı;
Panayır adı verilen büyük pazarlar,
kabileler arası çekişmeler,
şairlerin korunması ve toplumda önemli yere sahip olmaları,
Edebi Tenkit (Literary Criticism) adı verilen edebi sanattır.
I. Muâviye
Muaviye bin Ebu Süfyan (Arapça: معاوية بن أبي سفيان Mu'āviyye ibn Ebu-Sufyān) (d. 602 - ö. 6 Mayıs 680), İslam Devleti'nin Ali'den sonraki halifesi ve Emevi Hanedanı'nın kurucusu.
Müslüman olmadan önce Uhud Savaşı'nda ve Hendek Savaşı'nda Mekkeli paganların komutanı olarak Muhammed komutasındaki Müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in oğludur. Annesi Kureyş'in başkanlarından olan "Utbe bin Rebîa"'nın kızı Hind bint Utbe'dir.
Ali ile savaştı, Mısır'ı ele geçirdi ve Ali'nin 661 yılında suikaste uğrayarak öldürülmesinden sonra halifeliği Hasan'dan devr alarak halifeliğini ilan etti. 661'den 680'e kadar İslam Devleti'ni yönetti.
Muaviye bin Ebu Sufyan 602 yılında Kureyş kabilesinin üyelerinden Beni Abd Şems ailesinin bir ferdi olarak dünyaya geldi. Modern Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında yer alan Mekke Kureyş'in yönetimindeydi. Beni Abd-Şems ailesi bu yönetici zümrenin en nüfuzlu üyelerindendi. Muaviye'nin babası Ebu Sufyan bin Harb annesi ise Hind bint Utbe idi.
Muhammed, Mekke'de yeni dini duyurmaya başladığında Abd-Şems ailesinin çoğu ona karşı çıktı. Hicret etmesine neden oldular ve ardından Müslümanlara karşı açılan tüm savaşlara katıldılar.
630 yılında Müslümanlar Mekke'yi fethedince, tüm Mekkelilerle birlikte Abd-Şems ailesi de Müslüman oldu.
Bazı tarihçilere göre Muaviye akrabalarının şiddetli itirazlarına rağmen Müslüman oldu. Şiiler ise, Mekke'nin fethi bunu zorunlu kılana dek İslam'ı kabul etmediğini söylerler.
Muhammed karşıtlarına merhametli davrandı. Ordusuna katılıp önemli görevlere gelmelerine müsaade etti. 632 yılında peygamberin ölümünden sonra ise Suriye'deki Bizans ordusuna sefere giden orduya katıldı. Orduda yükselerek büyük nüfuz sahibi oldu. İkinci halife Ömer bin Hattab tarafından Şam'ın valisi olarak atandı. Üçüncü halife Osman bin Affan döneminde ise halife tarafından Suriye eyalet valiliğine getirildi.
Kendisinden 130 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan sadece dördünün rivayetinde Buharî ve Müslim ittifâk etmişlerdir. Ebu Zer-el Gıfârî, İbn-i Abbâs gibi sahabilerin kendisinden rivayetleri vardır. Tâbiî'nden de Cübeyr İbn-i Nüfeyr, Saîd İbn-i Müseyyeb ve daha başkaları rivayet etmişlerdir..
Muaviye, kardeşi Yezidin 640'da vefatı üzerine Ömer bin Hattab tarafından Şam valiliğine atandı. Osman bin Affan zamanında valiliği sırasında Suriye'nin tamamını yönetimi altına aldı. Yöre ahalisi ve askeri üstünde dikkate değer şekilde etki sahibi oldu. Yavaş–yavaş dahilden kendi devletinin alt yapısını atmaya başladı. 647 yılına gelindiğinde Bizans'ın saldırılarına dayanabilecek güçte bir ordu oluşturmuştu. Ardından 649'da Kıbrıs'ı ve 654'te Rodos'u aldı. 655 yılında Likya açıklarında Bizans donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı. Aynı süre içinde Anadolu'ya defalarca sefere çıkıldı.
Bu askeri girişimlerinin tamamını Ali'nin halife olmasının ardından durdurdu.
Şiiler, Muhammed'den sonra hilafetin Ali ve soyuna ait olduğunu savunur ve Sünnilerin meşru ve dince makbul kabul ettikleri ilk üç halifenin (Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın) hilafeti Ali'den gasp ettiklerine inanırlar. Yezid'in babası Muaviye konusunda da yine bir benzerlik vardır.
Şiiler, I. Yezid hakkındaki görüşlerin benzerlerini Ali'nin hilafetine karşı çıktığı için Muaviye için de sürdürürler; ancak Sünniler ise Muaviye'nin bir "içtihad" yaptığını ve içtihadında yanılsa bile peygamberin eshabından ve Kur'an'ın vahiy katiplerinden biri olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar. Buna karşın aralarında Ebu Hanife'nin de olduğu birçok Sünni alimi ise Ali halife iken, Ali'nin hilafetini tanımayıp ikinci halife olarak ortaya çıkan Muaviye'ye karşı, Muhammed'in ""Bir halife varken, sonradan çıkan ikinci bir halifenin katlinin vacib olması"" kuralını uygulamayan Muaviye taraftarlarının, bu tutumları ile açıkça hatalı olduklarını ve haram işlediklerini açıklamışlardır.
Sünnilikte iktidar siyasi bir mesele ve peygamberin soyu dahi olsa bir soy meselesi olarak değil ümmetin kendi içinde istişare ile çözeceği bir konu olarak görülür ve genellikle "istişare ile seçilen devlet başkanına itaat" kültürü hakimdir. Şiilerde ise iktidar inanç meselesidir ve meşru siyasi lider aynı zamanda ruhani liderliği de elinde bulunduran Ali ve soyundan gelen imamlara (lider) aittir. Caferi şiası, toplam en sonu kıyamete kadar gizli kalan Mehdi de dâhil 12 imamı kabul ettiğinden "12 imam" (Caferi Şiası) olarak da bilinir. 12 imamın günahsız olduğuna, "vahiy alma" hariç peygambere benzediğine inanılır. Şiilik içinde Zeydilik ve İsmailîlik gibi mezhepler bir ölçüde farklı bir İmam listesini kabul ederler.
Suikaste uğrayan Halife Osman bin Affan'ın öcünü almak, aynı kabileden olduklarından Muaviye'ye düşmekteydi. Muaviye Osman'ın katillerinin kovuşturmasını yapmadığından onların işbirlikçisi olduğunu iddia ettiği Ali'nin hilafetini reddetti. Bununla birlikte, öncülüğünü Ayşe, Talha ve Zübeyr bin Avvam'ın yaptığı isyana da katılmadı. İsyanın ardından yapılan Cemel Savaşı'nın galibi Ali, Ayşe'yi affetti. Ali'nin sağladığı refakatçiler eşliğinde Medine'ye giden Ayşe'ye maaş da bağladı.
Ali, Cemel Savaşı'nın ardından valisinin önderliğinde isyan eden Suriye'ye yöneldi. Fırat'a yönelen Ali 657 yılında Muaviye'nin güçleriyle çarpıştı. Muaviye, neredeyse mağlup olacağı Sıffin Savaşı'ndan hile yaparak kurtulmayı başardı. Muaviye'nin, Ali'nin safında çarpışanların dindarlığını istismar etmek için askerlerinin mızraklarına Kur'an'dan sayfalar astırdığı söylenir. Düşmanlarını görüşmeye ikna eden Muaviye Ali'nin yandaşlarını bölerek hilafetinin geçerliliğine gölge düşürdü. Ali'nin eski yandaşları haricilerin isyanından doğan zayıflıktan yararlanan Muaviye Mısır'ı ele geçirmek üzere harekete geçti. Muaviye, Amr bin As komutasında Mısır'a bir |
ordu gönderdi. Amr bin As, halife Ali'ye bağlı şekilde Mısır'ı idare eden ve birinci halifenin oğlu olan Muhammed bin Ebubekir'i çıkan bir savaşta yenerek öldürdü. Amr bin As yaklaşık 2 yıl burayı Muaviye'ye bağlı bir şekilde idare etdi.
Ali Kufe'de şehit edildikten sonra, Müslümanlar Ali'nin oğlu Hasan'a biat ettiler. Bu biat'ı, Ali ile halifelik için çatışan ve savaşan Muaviye kendi otoritesine bir tehdit olarak algıladı. Muaviye derhal Suriye, Filistin ve Lübnan’daki ordu komutanlarına savaş hazırlıklarına başlamaları için talimat verdi, diğer yandan da genç varis Hasan ile anlaşmayı denedi, daha doğrusu Hasan'a halifelik iddiasından vazgeçmesini bildiren bir mektup gönderdi ve eğer vazgeçmezse, istemediği sonuçların doğacağını ve Müslümanların öleceğini bildirdi. Aslında Muaviye için en iyisi Hasan'ın halifelik hakkından vazgeçmesi olacaktı, çünkü Muaviye orduları Hasan'ı savaş meydanında öldürüp tüm güç Muaviye'nin elinde toplansa bile Muaviye’nin halife olabilirliği tartışılmaya devam edecekti. Muaviye için bu hiç de istenilen bir durum değildi.
Hasan hakkından vazgeçmedi ve anlaşma sağlanamadı. Kimi kaynaklara göre 60 bin kişi olduğu iddia edilen Muaviye'nin ordusu Hasan'ı mağlup edip öldürmek için yürüyüşe geçti. Diğer yandan Hasan da 40 bin kişilik ordusunu kurmuş ve savaşmaya hazırdı, iki ordu Medain yakınlarında karşılaştılar.
Hasan savaş başlamadan önce Muaviye askerlerine konuşma yaparak onlara yanlış yönde olduklarını ve Muaviye'yi haksız görüyorlarsa onun tarafında bulunmamaları gerektiğini hadis ve Kuran'dan örnekler vererek bildirdi. Hasan'ın kendi ordusundan teslim olacağını sanan bir kısım birlikler, Hasan'a isyan ettiler ve ona saldırdılar. Hasan yaralandıysa da, yakın korumaları bu saldırıyı püskürtmeyi başardı. Fakat Hasan'ın komutanlarından Ubeydullah, para ve altın karşılığında Hasan'a ihanet ederek Muaviye'nin tarafına geçti.
İki ordu arasında birkaç sonuç getirmeyen çarpışma yaşandı. Hasan'ın komutanlarından Kays bin Sad'ın 4.000 kişilik küçük ordusu, Muaviye'nin komutanlarından olan Busr bin Ertad'ı Kufe yakınlarında mağlup edip darmadağın etti. Sonunda Muaviye üstün gelemeyeceğini, üstün gelse bile birçok adamını kaybedeceğini anladı ve iki Kureyşli adamını Hasan ve takipçileriyle anlaşsınlar diye görevlendirdi. Halifenin 40.000 kişilik ordusu artık dağılmıştı ve kabileler köylerine dağılmaktaydı. Ayrıca halife Hasan yaralanmıştı ve ordusunun içinde meydana gelen başıbozukluk yüzünden ordusuna pek güvenemiyordu. Sonunda Hasan ve Muaviye 661 yılında Meşkin'de bir araya geldiler ve anlaştılar. Hasan; Kuran'a ve sünnete uyması, yandaşlarından intikam almaması şartlarını ve Muaviye'nin ölmesinden sonra halifeliğinin tekrar kendisine, eğer kendisi hayatta değil ise kardeşi Hüseyin’e geçmesi şartını öne sürmüştü. Muaviye sözde kabul etti. Hasan hicretin 41. yılında (m. 661) Rebiulevvel veya Cemazielevvel ayında Muaviye'ye biat etdi.
Antlaşmadan sonra biat almak üzere Kufe'ye yola çıkan, Muaviye Nuhayle'de konakladı. Burada cuma namazını kıldırdıktan sonra şöyle bir konuşma yaptı:
Vallahi ben sizinle namaz kılmanız, oruç tutmanız, zekat vermeniz ve haccetmeniz için savaşmadım. Ben sizinle sadece üzerinize emir olmak için savaştım. Siz istemeseniz de Allah bana bunu nasib etti.
Daha sonra Kufe'ye giden Muaviye orada halka hitap ettikten sonra minbere Hasan çıktı ve şöyle dedi;
Ey Irak halkı! Benim gönlüm sizden soğudu. Babam Ali'nin sağlığında bunca muhalefetler ettiniz, bir gün onu gamsız bırakmadınız. Nihayet babamı öldürdünüz. Bana da bunca zahmet verdiniz; üzerime hücum eylediniz; Malımı yağmaladınız. Beni yaraladınız. Henüz yaram iyileşmedi. Ey Irak halkı! Eğer siz Ehli beyt'i peygambere eza kıldınızsa da Allah kıyamette bizimle sizin aranızda hâkim ve kafidir. Şu halde ben Muaviye'ye biat ettim. Sizin biatınızdan bizar oldum.
Muaviye halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son vererek güçlü bir devlet oluşturdu. Ardından yeni fetihlere girişti. Emevi egemenliğini doğuda Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika'ya, oradan da Güney İspanya'ya kadar yaydı. Yeni kurulan donanmayla 669-678 arasında Bizans'ın başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) ele geçirmek için seferler düzenlendi ama başaramadı. Muaviye 680’de öldüğünde ardında güçlü bir devlet bıraktı. Halifeliği dinsel önderliğin yanı sıra tam bir siyasal önderliğe dönüştürdü. Muaviye, ölümünden hemen önce, 679 yılında, Hasan ile yaptığı anlaşmaya rağmen ve Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr'in karşı çıkmasına rağmen oğlu Yezid'i halife ilan etti ve kendisine biat edilmesini istedi. Artık halife bir kurul tarafından seçilmiyor, babadan oğula geçiyordu. Nitekim Muaviye'nin yerine oğlu I. Yezid halife oldu.
Hasan ile barış anlaşması yaptıktan sonra Muaviye dikkatini Bizans İmparatorluğu üzerine yöneltti.
Amr bin el-Âs'ın yeğeni olan Ukbe bin Nafi komutasında Emevi ordusu Kuzey Afrika'da Güney Akdeniz kıyılarını eline geçirerek Fas'a kadar bu arazileri eline geçirmiştir. Ukbe bin Nafi Ifrıkiyye'de Emeviler merkezi olarak yeni şehir olarak Keyrevan'ı kurdu ve bu şehri Ifrıkiyye valilik merkezi yaptı. Bu şehirde yaptırdığı Ukbe Camii çok muhteşemdir. Bu fetihten birkaç yıl sonra Tarık bin Ziyad ve Musa bin Nusayr idaresindeki Emevi orduları İspanya ve güney Fransa'yı ellerine geçirmişlerdir.
Lyndon B. Johnson
Lyndon Baines Johnson (d. 27 Ağustos 1908 – ö. 22 Ocak 1973), Amerika Birleşik Devletleri'nin 36. başkanıdır. Genellikle Lyndon B. Johnson veya kısaca LBJ olarak anılır. Başkanlığa John F. Kennedy'nin suikast sonucu öldürülmesi üzerine gelmiştir. Bir sonraki seçimde Amerikan tarihinin en yüksek oy oranlarından birini kazanarak tekrar başkanlığa seçilmiştir.
1908 yılında Teksas eyaletinde 6 çocuklu bir ailenin üyesi olarak dünyaya geldi. 1934 yılında genç yaşta Teksas'tan Temsilciler Meclisine üye seçildi. 1948 yılında Teksas'tan Senatoya seçildi. 1960 yılında Başkan adayı John F. Kennedy tarafından Demokratik Parti'den Başkan Yardımcılığına aday gösterildi. Çok çekişmeli olan bu başkanlık seçiminde Cumhuriyetçi Parti'nin adayı Richard Nixon'du. Seçimi John F. Kennedy-Lyndon B. Johnson ikilisi az bir farkla kazandılar. Başkan Yardımcılığı döneminde Kennedy, Johnson'a fazla bir yetki vermedi. Sonuç olarak Johnson, Kennedy'nin başkanlığı döneminde arka planda kaldı. Ancak 22 Kasım 1963 tarihinde Kennedy'nin suikastı sonucu kendini beklenmedik bir şekilde başkanlık koltuğunda buldu.
İlk sınavını Kıbrıs'ta verdi. O tarihte Kıbrıs'ta hava gergindi ve iki NATO müttefiki Türkiye ve Yunanistan savaşın eşiğindeydi. Bu krizde Yunanistan'ı destekleyerek Türk hükümetine "Kıbrıs'a bir müdahalede bulunulduğu takdirde, ABD'nin sattığı silahların kullanılamayacağı"nı belirten çok ağır bir mektup yazdı.
Başkanlığa geldiğinde Amerika Birleşik Devletleri o zamanlar ikiye ayrılmış olan Vietnam'da SSCB ve Çin destekli Kuzey Vietnam'a karşı Güney Vietnam'ı desteklemekteydi. Aslında ABD'nin Vietnam'daki iç savaşa karışması konusunda isteksizdi. Ancak Güney Vietnam'ın kuzeye yenik düşmesi halinde bütün uzak doğu ülkelerinin domino taşları gibi doğu blokunun eline düşeceğinden korkuyordu. 1964 yılında Tonkin Körfezinde Kuzey Vietnam'ın bir ABD destroyerine saldırdığı gerekçesiyle ABD kongresi Johnson'a Vietnam'daki Amerikalı güçlerini arttırması yetkisini verdi. Bu olay ABD için Vietnam'da bir dönüm noktası oldu. Bu olaydan sonra ABD giderek kendisini çok kanlı bir savaş olan Vietnam Savaşının içinde buldu.
Aslında en büyük ideali ABD'de Refah Toplumu (Great Society) adını verdiği yoksulluktan arındırılmış herkesin yeterli sağlık koşullarına sahip olduğu refah bir ülke kurmaktı. Bu amaçla Medicare adı verilen özürlülere ve 65 yaşın üzerindeki yurttaşlara ücretsiz sağlık hizmetleri getiren bir sağlık sigortası sistemi kurdu. Ancak Vietnam Savaşı Johnson'un bu yöndeki amaçlarını gerçekleştirmesine fırsat vermedi. Vietnam'da Amerikalı askerlerin kayıplarının artmasıyla halk Johnson'a karşı döndü. 1968 yılındaki seçimlerde bir kez daha başkan seçilme hakkına sahip olmasına rağmen adaylığını koymamaya karar verdi. 1973 yılında da öldü.
New Deal politikalarının devamını ve genişlemesini istiyordu ve radikal bir program uyguladı. Kennedy gibi, ırkçılık ve yoksullukla mücadeleyi politikasının temel taşı yapmıştır. Irkçılığı ortadan kaldırmak için, 1964 ve 1968'de iki yurttaşlık hakları yasasının çıkmasını sağladı ve 1965'te siyahilerin oy kullanımı önündeki engelleri kaldıran bir başka yasayı onayladı. Yoksullukla mücadelede Büyük Toplum ve Yoksullukla Savaş sloganları kullandı. Özürlülere, yaşlılara ve yoksullara ücretsiz sağlık programları, yoksul öğrencilere devlet yardımı, eğitime federal yardım, işsizlere iş eğitimi verecek ve iş bulmalarını sağlayan kurumlar (Head Start ve Job Corps), gençlere iş bulma programları,asgari ücretin yükseltilmesi, göçmenleri destekleyen bir kanun, silah kontrol yasaları,çevre koruma yasaları ve gıda yardımı programlarının devam ettirilmesi yine Johnson'ın eseridir. Johnson programının hemen hemen tamamını gerçekleştirmiştir. Onun döneminde yoksulluk belirgin oranda düşmüş ve siyahilerin ekonomik durumunda düzelme gözükmüştür. Daha sonra gelen Richard Nixon ve Gerald Ford hükümetleri bile bu programları devam ettirmiş ve genişletmiştir.
Flet
Flet, Tolkien'in Orta Dünyası'nda Lothlórienli elflerin üzerine yaşadıkları eve benzer yapılara verilen isimdir.
Lothlórien engebesiz bir arazide bulunuyordu ve üzerinde hiçbir taştan yapı bulunmazdı. Bu sebeple kendi güvenlikleri için ağaçlara platformlar kurmaya başladılar. Bunlara flet ya da talan dendi. Bu fletler başlarda barınak ya da gözcü evi olarak kullanılıyordu. Zamanla fletlerin yararı anlaşılınca pek çok elf Cerin Amroth tepesinde ağaçların en üstlerine platformlar kurmaya başladılar. Lothlórien Hükümdarları'ndan Amroth, nehrin diğer yakasındaki Dol Guldur'u gözetebilmek için kendine bir flet yaptı, daha sonraları da tıpkı diğer elflerin yaptığı gibi bu flette yaşamaya başladı, flet onun evi oldu. Bu sebeple Lothlórienli el |
flere Galadhrim - Ağaç Halkı denmeye başlandı.
Martin Van Buren
Martin Van Buren (d. 5 Aralık 1782 - ö. 24 Temmuz 1862) Amerika Birleşik Devletleri'nin 8. başkanıdır. 4 Mart 1837'den 4 Mart 1841'e kadar başkanlık görevini yürütmüştür. Başkanlık görevinden önce ABD'nin 8. başkan yardımcısı ve 10. Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin İngiliz asıllı olmayan ilk başkanıdır. Aslen Hollandalı olan Van Buren, aynı zamanda, Amerikan Devrimi'nin ardından Amerikan vatandaşı unvanıyla dünyaya gelen ilk devlet başkanıdır.
Amerika Birleşik Devletleri tarihinde başkan, başkan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak hizmet vermiş iki başkandan birisidir (diğer kişi Thomas Jefferson).
Stellarium
Stellarium, GNU Genel Kamu Lisansı ile dağıtılan, özgür bir astronomi benzetimi yazılımıdır. Çıplak gözle, dürbünle veya küçük bir teleskopla gözlemlenemeyecek gökcisimlerini inceleme imkanı sunar. Girilen koordinatlara göre gökyüzündeki yıldızları, gezegenleri ve galaksileri oluşturur. 2001 yılından bu yana, Fransız programcı Fabien Chéreau öncülüğündeki geniş bir özgür yazılım topluluğunun katkılarıyla geliştirilmektedir. Linux, Windows ve Mac OS X sürümleri bulunan yazılım aralarında Türkçenin de bulunduğu çok sayıda dili desteklemektedir.
Stellarium, ilk kurulumuyla birlikte 600.000 kadar yıldızı incelemenizi sağlar. Büyük çoğunluğu (yaklaşık %99) NOMAD (Naval Observatory Merged Astrometric Dataset) kütüphanelerinden sağlanan bu yıldız katalogları; yıldızların kadir (magnitude), yüzey ısısı (spectral type), ıraklık açısı (parallax) ve ışık yılı cinsinden uzaklığı gibi bilgileri gerçek zamanlı ve anlık değerleriyle sunar.
Gerçekçi ve gerçek zamanlı gökyüzü simülasyonu için OpenGL kütüphanesini kullanan yazılım, ek yıldız katalogları ve bulutsu kütüphaneleri ile bir profesyonel gökbilimcinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir nitelik kazanabilmektedir. Ek yıldız kütüphanelerinin eklenmesiyle, Stellarium içinde yer alan yıldız sayısı 210 milyona kadar çıkarılabiliyor.
Stellarium, SourceForge tarafından Mayıs 2006'da ayın projesi olarak gösterilmiştir.
Stellarium, ay tutulması tahminleri benzeri gök günlüğü olayları veya yüksek kesinlik isteyen hesaplamalar için kullanılmamalıdır.
Stellarium'un başlıca özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
Gökyüzü özellikleri
Arayüz
Görüntüleme
Değiştirilebilirlik
Cihangir'de Bi Ev
Cihangir'de Bi Ev, Lombak mizah dergisindeki serilerden birinin adıdır. Yazan ve çizen Oky'dir.
Uzun diyalogları bu serinin en önemli kısımlarından biridir. Eseri kaliteli kılan bir diğer özellik ise karakterlerin iyi işlenmesi ve bolluğudur. 3 ana karakter Ömer (asabi), Muhittin (çapkın) ve Batu'dur (sapık). Adından da anlaşılacağı üzere olayların birkaçı hariç neredeyse tamamı Cihangir'de bu üçlünün kaldığı evde geçmektedir. Eve üçlünün birçok arkadaşı özellikle de Muhittin'in kız arkadaşları gelmektedir. Aslında bir nevi günümüz gençliğinin yaşam tarzını ya da yaşamak istediği tarzı ortaya koymaktadır.
Çiğli Fen Lisesi
İzmir Anadolu Öğretmen Lisesi, 1995-1996 Eğitim-Öğretim yılında Çiğli Teğmen Ali Rıza Akıncı Lisesi bünyesinde bir hazırlık sınıfıyla eğitim-öğretime başlamış; 1997-1998 eğitim-öğretim yılından itibaren 4 yıl süreyle aynı ilçede bulunan Milli Piyango Anadolu Lisesinde faaliyetlerine devam etmiştir. 07.08.2001 tarihinde Beldesinde yapımı tamamlanan kendi binasına taşınmıştır.
Kısa sürede İzmir'in en başarılı okullarından biri olmayı başaran İzmir Anadolu Öğretmen Lisesi, 2007 OKS'de en yüksek tavan puanla alan İzmir'de 1. (birinci), Türkiye'de 3. (üçüncü) Anadolu Öğretmen Lisesi olmuştur. (463,211 puan)
İzmir'in öncelikli tercih edilen okullarından biri olan İzmir Anadolu Öğretmen Lisesi'ne 2008 OKS ile ilk % 3,79 yüzdelik dilim içinde yer alanlar girebilmektedir. 2006 ÖSS'de sınava giren 125 adaydan 7 kişi tıp fakültelerine 2008 ÖSS'de ise 18 kişi mühendislik fakültelerine yerleşmiştir. Okulun eğitim fakülteleri için verdiği ek Aobp*0,24 puanla da birçok öğrencisi Boğaziçi Üniversitesi'ne yerleşmiştir.
Okul, 2007 ÖSS'de Boğaziçi Üniversitesi Matematik Öğretmenliği programına öğrenci göndermede rekora imza atmıştır.
2006 ÖSS'ye göre sınava giren öğrencilerinin %12 si Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) veya Boğaziçi Üniversitesi'ne yerleşmiştir. Okul, son iki yıldır ÖSS'de Türkiye 5.si çıkarmaktadır.
Okulun başarısı hemen hemen her yıl %100 dür.
Yerleştirme oranı ise %80 ile %95 arasında değişmektedir. Her yıl, öğrencilerinin büyük bir kısmının ÖSS'de Türkiye derecesi yapması İzmir Anadolu Öğretmen Lisesi'nin Türkiye'nin en seçkin okullarından biri olduğunu göstermiş olup, kısa sürede okulun ünü tüm Türkiye'de duyulmuştur.
Tavan puan: 477,631
Okulun 2008 yılında Anadolu Öğretmen Liseleri Arası Ödüllü Proje Yarışması'nda Türkiye 1.liği bulunmaktadır.
"Proje Danışman Öğretmenleri": H.Gülderen GÖKBEL, Gülşah Yörük TOMAR.
"Projede Emeği Geçenler":
"Projeyi yapan Öğrenciler:"
Okul yatılı ve gündüzlü olarak eğitim vermektedir. Okul sınırları içinde 1 adet pansiyon binası 1 adet öğretmen lojmanı ve kendi binası bulunmaktadır. Okulun yüzölçümü oldukça büyüktür. Laboratuvarlardaki malzemeler son teknoloji olup okulun eğitimi AB standartlarındadır. Okul 4 katlıdır. Öğrenci kıyafetleri oldukça şık görünümlüdür.Kapalı spor salonuna sahiptir ve birkaç sınıfı klimalıdır.
ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ ÖĞRENCİLERİNE SAĞLANAN HAKLAR VE ANADOLU ÖĞRETMEN LİSELERİ ÖZELLİKLERİ
1. Yeterli puan alınmak kaydıyla öğrencilerine tüm yüksek öğretim programları açıktır.
2.ÖSS Yerleştirme oranları Devlet Fen Lisesine oldukça yakındır. Fakat İzmir Anadolu Öğretmen Lisesi gibi Türkiye'nin seçkin anadolu öğretmen liseleri, sayısal alanda ÖSS'de birçok fen lisesinden daha başarılıdır.
Devlet Okullarına göre Bakacak Olursak ÖSS Lisans Yerleşen Bakımından; 1. Fen Liseleri 2. Anadolu Öğretmen Liseleri 3. Askeri Lise 4. Anadolu Liseleri 5. Yabancı Dil Ağırlıklı Liseler
3. Öğretmen yetiştiren yüksek öğretim kurumları tercih edildiğinde, 2547 sayılı Yasanın 45/a maddesi gereğince, ayrıca ek puan verilir.
Uygulanacak ek puan ortaöğrenim başarı puanına ilaveten aldığı puana göre en fazla 0.24 olarak belirlenmiştir.
ÖSS'de, fen lisesindeki okul 1.si 80 puan alırken, anadolu öğretmen lisesindeki okul 1.si 104 puan alır.
4.Burs kontenjanı tanınan öğretmen yetiştiren yüksek öğretim kurumlarını ilk beş sırada tercih edenlere, 3580 sayılı Yasa gereğince doğrudan burs verilir.
5. Yabancı dil İngilizce olup, ayrıca zorunlu olarak ikinci yabancı dil (Almanca) dersi okutulmaktadır.
6. Tüm sınıflarda öğrenci mevcudu azamî olarak 30�dur. Ayrıca özel giriş sınavı sonuçlarına göre öğrenci alındığından, bilgi ve yetenek bakımından aynı seviyede öğrencilerden oluşan sınıflarda, sınıf içi grup dinamiği yüksektir.
7. Öğretmenleri; en az üç yıl kıdemi olan ve Bakanlıkça yapılan yazılı sınav ve mülâkat sonuçlarına göre başarılı görülenler arasından atanır.
8. Cinsiyetlerine uygun pansiyonun bulunması ve kontenjan uygun olması halinde, gerekli şartları taşıyan öğrencilere; ikinci bir sınava girme koşulu aranmaksızın, kontenjan nispetinde parasız yatılılık hakkı sağlanır.
Öğretmen liseleri OKS tercihleri devam ediyor. Kimileri ÖSS’de çok başarılı diye fen liselerini tercih ediyor, kimileri de yabancı dil için Anadolu liselerini ve kolejleri. Ama son yılların parlayan yıldızı, Anadolu öğretmen liseleri.
İşte Anadolu Öğretmen Liselerine ilişkin bazı veriler:
Abbas Güçlü/Diyalog
18/07/2008 Milliyet Gazetesi
Boğaziçi ve ODTÜ'nün İngilizce bölümlerini öğretmen liseliler dolduruyor
OKS tercihlerinde adayların gözde okullarından biri de Anadolu öğretmen liseleri. Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü Ömer BALIBEY, 'Bakanlığın yıldızı' olarak değerlendiriyor bu okulları 2003 yılında 103 olan öğretmen lisesi sayısı 192'ye çıktı. Bakanlık bu sayıyı 200'de dondurmak istiyor. Öğretmen liselerinin diğer liselere göre çok sayıda avantajı bulunuyor. Okul, üniversiteye girişte eğitim fakültelerini tercih etmeleri durumunda ek puan verilmesi, sınıf mevcutlarının standart 30 kişi olması, yatılı imkânlarının olması, zorunlu ikinci yabancı dilin öğretildiği tek lise, resim ve müziğin zorunlu olduğu tek okul olması gibi avantajları ile öne çıkıyor
Öğretmen liseleri üniversiteye giriş sınavındaki başarılarıyla da dikkat çekiyor. Türkiye'nin en kaliteli üniversitelerindeki yabancı dil bölümlerinin tamamına öğretmen lisesi mezunları yerleşiyor. Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü Ömer BALIBEY, okulların ÖSS başarısını şöyle açıklıyor: "İlk mezunlarını 1992-1993 öğretim yılında veren Anadolu öğretmen liselerinin ÖSS'de başarı oranı 1993 yılında yüzde 46 iken, 2007 yılında yüzde 67'lere yükselmiştir. Bir yüksek öğretim kurumuna yerleştirilen Anadolu öğretmen lisesi mezunu adaylardan yüzde 69'u, öğretmen yetiştiren yüksek öğretim kurumlarına yerleştirilmektedir. 2007 ÖSS'de mezunlarının yüzde 54,43'ü lisans düzeyinde bir yüksek öğretim kurumuna yerleşmek suretiyle fen liselerinden sonra ikinci sıraya yükselme başarısını göstermiştir. Yine 2007 ÖSS yerleşme sonuçlarına göre; Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin 62 kontenjanlı İngilizce Öğretmenliği programının tamamına, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin 103 kontenjanlı İngilizce Öğretmenliği programının tamamına, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin 82 kontenjanlı İngilizce Öğretmenliği programının tamamına Anadolu öğretmen lisesi öğrencileri yerleşmiştir."
Öğrenci nakilleri
Bu okullar arasında öğrenci nakilleri, öğrencilerin nakledilmek istediği okulun aynı sınıf ve alanında açık kontenjanın bulunması ve öğrencinin okula giriş puanının, naklen gitmek istediği okula aynı yılda kayıt yaptıran giriş puanı en düşük öğrencinin puanından az olmaması şartı ve puan üstünlüğü esasına göre ilgili okul müdürlüklerince yapılır.
"Diğer orta öğretim kurumlarından Anadolu öğretmen liselerine öğrenci nakli yapılmaz."
Okul tercihlerinde bu hususun göz önünde bulundurulmasında önemli yararlar vardır.
Başvuru Şartları
Bu okul |
ların giriş sınavına başvuracak öğrencilerde aranacak şartlar şunlardır;
Bulunduğu ilköğretim okulunun öğretmenler kurulunca aday seçimi yapılırken öğrencinin;
gibi hususlar göz önünde bulundurulur.
(a), (b), (c), (d) de belirtilen kriterlerin tespitinde, ilgi envanteri, tutum ölçeği ve kişilik tasarımı gibi objektif ölçme araçları göz önünde bulundurulur.
Çevresiyle etkili iletişim kurabilen, aldığı sorumlulukları yerine getirebilen, teknolojiden yararlanabilen, bilgisinden ve yeteneklerinden dolayı kendine güvenen, sorunlarına çözüm getirebilen, ATATÜRK ilke ve inkılâpları doğrultusunda kendini çağın gereklerine hazırlayan, en az iki yabancı dil bilen, birlikte öğrenen bir eğitim anlayışı içinde , toplumsal gelişmeye yardımcı olan, sanat ve estetik duygusu gelişmiş, okul kültürünün ahlak değerlerini temsil eden öğretmen adaylarını yetiştirmek için vardır.
Türkiye’de öğretmen yetiştirme düşüncesi ilk olarak 1840’lı yıllarda ortaya atıldı. 16 Mart 1848’de Daru’l-Muallimîn-i Rüşdî adıyla İstanbul’da ilk öğretmen okulu açıldı.
1868’de sıbyan mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacıyla Daru’l-Muallîmîn-i Sıbyanlar açıldı.Bu gelişmeleri 1870’de Daru’l-Muallimat adıyla ilk kız öğretmen okulu, 1891’de de Daru’l-Muallimîn-i Âli okullarının açılması izledi.
Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün başlattığı eğitim hamlesiyle öğretmen yetiştirilmesine daha fazla önem verildi. 1927’de Kayseri ve Denizli’de ilk muallim mektepleri açıldı. 1937’de ise kısa sürede öğretmen yetiştirme amacıyla köy öğretmen kursları açıldı. Bu atılımla okuma yazma bilen, askerliğini çavuş ya da onbaşı olarak yapan köy gençlerinden on bin kadar eğitimci (eğitmen) yetiştirilmiştir.
Çeşitli imkânlardan yoksun olan köylerimiz de unutulmamış, kalkınmanın sağlanabilmesi amacıyla 17 Nisan 1940’da Köy Enstitüleri açılmıştır. Bu okullar köy merkezlerinden uzak alanlarda kurulmuştur. Sayısı hızla artan bu önemli kurumlar 1954 yılında İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür.
1946 yılından sonra eğitim enstitülerine ve liselere öğretmen yetiştirmek için Yüksek Öğretmen Okulları açılmaya başlanmıştır.
1973 yılında 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ile tüm öğretmenlere yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirilmiştir. Buna bağlı olarak ilkokul öğretmeni yetiştirmek için iki yıllık eğitim enstitüleri kurulmaya başlanmış, öğretmen okulları da 1976’da Öğretmen Liseleri adıyla lise ve dengi okullara dönüştürülmüştür. Bu dönemde öğretmenlik son tercihlerin mesleği olmaya başladı. Bu durum kaliteyi de olumsuz etkiledi.
Önlem olarak, öğretmen yetiştiren yüksek öğretim kurumlarına öğrenci hazırlamak ve daha küçük yaşlarda bu mesleğe ilgi duyulmasını sağlamak amacıyla 1989-1990 eğitim-öğretim yılında Öğretmen Liseleri Anadolu Öğretmen Liselerine dönüştürülmüştür. Geçtiğimiz on yılda bu değişim hedefine ulaşmıştır. Eğitim fakülteleri ilk sıralarda tercih edilen okullar haline gelmiştir.
1848 yılında başlayan bu süreç sayısı 103’e ulaşan Anadolu Öğretmen Liseleriyle devam etmektedir.
Mezunlar derneğini kurmak için yapılanan platform 2006 yılında kurulmuştur ve etkinliklerine sitesi aracılığıyla devam etmektedir. İAÖL Mezunları
38°29'41.69"N - 26°56'48.28"E
Google Earth'de bu parametreler ile kolayca bulabilirsiniz.
Hentai
Hentai (Japonca: 変態 veya へんたい), pornografik içerikli animelerdir. Genellikle yüksek hayal gücü içeren konulara sahiptirler. İnsanlar için tabu sayılan pek çok şey hentailerin konusu olabilir. Dünyaya saldıran uzaylıların veya değişik cinsel uzuvlara sahip çeşitli fantastik yaratıkların tecavüz sahneleri gibi absürt sayılabilecek seks sahneleri sıklıkla görülmektedir. Dünya çapında meşhur pek çok hentai vardır. Bunlardan bazıları la Blue Girl, Bible Black ve Vixens dir.
Hentai kelime anlamıyla Japoncada sapık anlamına gelmektedir ve birçok kişi bu kelimeyi "hen" yani tuhaf kelimesi ile karıştırabilir. İçerdiği absürt sahnelerin kökeni de budur. Günümüzde özellikle Amerika'da önemli bir pazar haline gelen hentai, ilk yaratıldığı andan itibaren değişik tarzlara yönelmiş; yukarıda belirtilen tarzların yanında daha yumuşak ve softcore olarak sınıflandırılabilecek hentailer de üretilmiştir. Birçok erotik video seçeneği gibi dallanabilen bir yapısı vardır. Sadece birkaç kategoride incelenemez. Konulu veya konusuz olabilirler. Ülkemizde çoğu siteye koyulduğu gibi bu tür videolar paylaşan sitelere de engel koyulmuştur.
Okka
Okka (Osmanlıca اوقه), Osmanlı'da kullanılan, 1283 gram ve 400 dirheme eşit, eski bir ağırlık ölçü birimi.
Kelimenin kökenin Latincede "on ikilik" anlamına gelen "uncia"'dır. Türkçeye ise Arapçadan geçmiştir.
Şehir ve bölgelere göre değişiklik göstermiş olsa da, imparatorluğun son zamanlarında metrik sistemde 1,282945 kg olarak standartlaştırılmıştır. Alt birimi dirhem olmak üzere 400 dirhem 1 okkaya eşittir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından 26 Mart 1931'de çıkarılan kanunla bugünkü metrik sisteme geçilmiş ve okka kullanımdan kalkmıştır.
Yunanistan'da okka (οκά, çoğul οκές) 1282 gr olarak standartlaştırılmış ve 31 Mart 1959'da geleneksel ölçü birimlerinin yasaklanmasına kadar kullanılmıştır. Her ne kadar metrik sisteme 1876'da geçilmiş olsa da, eski birimler bu tarihe kadar kullanımını sürdürmüştür. Kıbrıs'ta ise okka 1980'lere kadar kullanılmıştır.
Kovalı Barajı
Kovalı Barajı, Kayseri'de, Dündarlı Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1983-1987 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.500.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 45 m., normal su kotunda göl hacmi 25,10 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,67 km²'dir. Baraj 3.317 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Ale
Ale, üst köpük mayasından mayalanmış arpadan yapılan bir çeşit bira. Bu maya birayı hızlı fermente eder ve ona tatlı meyvemsi geniş lezzetini verir. Çoğu ale nebatî lezzetin kaynağı olan maltın şekerli tadını dengeleyen ve onu muhafaza eden şerbetçiotu içerir. Bira yapımının diğer stili ise alt fermenteli lager denilen (açık renkli ve berrak) biradır.
Ale'ler İngiltere'de, İrlanda'da, Belçika'da, Almanya'da, Kanada'nın doğu bölgelerinde ve Birleşik Devletler'deki bazı zenaat sahibi tüketiciler arasında yaygındır. Almanca üst fermente tabirinin karşılığı "obergärig"; Fransızca'da ise "Haute fermentation"
tabiridir.
Ağcaşar Barajı
Ağcaşar Barajı, Kayseri'de, Yahyalı Deresi üzerinde, sulama amacıyla 1979-1987 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 3.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 30 m., normal su kotunda göl hacmi 66,06 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,17 km²'dir. Baraj 15.500 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Akdeniz Oyunları
Akdeniz Oyunları, Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında, dört yılda bir düzenlenen spor yarışmalarıdır. Bu yarışmalar, Akdeniz ülkeleri arasında toplumsal ve kültürel yakınlaşmayı sağlamak amacıyla düzenlenmektedir. Akdeniz Oyunları’nda Olimpiyat kuralları geçerlidir ve yarışmalar 15 günde tamamlanır.
Akdeniz Oyunları ilk kez, 1948 Londra Olimpiyatları sırasında, Uluslararası Olimpiyat Komitesi asbaşkanı ve Mısır Olimpiyat Komitesi başkanı Muhammed Tahir Paşa’nın önerisiyle gündeme geldi. Türkiye ile birlikte dokuz Akdeniz ülkesi Olimpiyat komiteleri bu öneriyi olumlu karşılayınca, Uluslararası Akdeniz Oyunları Komitesi kuruldu. Merkezi Atina'da bulunan bu komite, oyunların dört yılda bir, Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerin amatör sporcuları arasında ve gene Akdeniz kıyısındaki bir kentte yapılmasına karar verdi.
Akdeniz Oyunları'nın ilki, 5-12 Ekim 1951 tarihleri arasında Mısır'ın İskenderiye kentinde düzenlendi. Bütün Akdeniz Oyunları'na katılan Türkiye, 1971'de düzenlenen 6. Akdeniz Oyunları'na İzmir’de ve 17. Akdeniz Oyunları'na Mersin'de ev sahipliği yaptı. Eylül 2005’te İspanya'nın Almería kentinde Akdeniz Oyunları’nın on beşincisi yapıldı. Atletizm, basketbol, boks, jimnastik, futbol, güreş, eskrim, sutopu ve yüzme, bütün Akdeniz Oyunları'nın programında yer alan değişmez spor dallarıdır. Bugüne kadar düzenlenen Akdeniz Oyunları'nın en başarılı ülkesi, kazandığı toplam madalya sayısıyla İtalya’dır.
Şu anda Akdeniz Oyunları'na üye olan 24 ülke bulunmaktadır:
Akdeniz'e kıyısı olup oyunlara katılmayan ülkeler İsrail ve Filistin'dir. Ayrıca Akdeniz kıyısında yer alan Cebelitarık ve Kıbrıs'taki üs bölgeleri, Birleşik Krallık'a bağlı olmasına karşın bu ülke de oyunlara üye değildir. Akdeniz'e kıyısı olmayıp oyunlara katılan ülkeler Andorra, Sırbistan ve San Marino'dur. 25 Haziran 2009'da yapılan toplantıda üyeliği kabul edilen Makedonya Cumhuriyeti, 2013 Akdeniz Oyunları'nda ilk defa katılmıştır.
Daha önceki oyunlara katılmış olup da şimdi mevcut olmayan ülkeler Yugoslavya ve Birleşik Arap Cumhuriyeti 'dir.
Akdeniz Oyunları'nın sembolü oyunlara katılan ülkelerin yer aldığı üç kıtayı, Asya, Afrika ve Avrupa'yı temsil eden 3 halkadan oluşmaktadır. Halkaların aşağı kısmı Akdeniz'e gömülüyormuşcasına dalgalı bir çizgi oluşturmaktadır. Oyunların kapanış töreninde bayrak bir sonraki Akdeniz Oyunları'na ev sahipliği yapacak ülkeye teslim edilmektedir.
Atlantik kıyısında yer alan Kazablanka dışında, şu ana dek ev sahipliği yapan tüm şehirler Akdeniz kıyısındadır.
Madalya Tablosu şu şekildedir.
Uluslararası Akdeniz Oyunları Komitesi
Tevriye
Tevriye, anlamla ilgili edebî sanatlardan biri. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye "tevriye sanatı" denir. Örtmek, meramı gizlemek demektir. Bazı kaynaklarda "tevriye" ve iham sanatları eş anlamlı kabul edilirler. Fakat ihamda, ikiden fazla anlamı olan kelimenin bir mısra veya beyitte bütün anlamları kasdedilirken, tevriyede yakın anlamı verilerek uzak anlamı kastedilir.
Aşağıdaki örneklerde tevriye sanatı yapılmış sözcüklerin altı çizilidir:
1)
Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.
Tahir: 1. Tahir Efendi - 2. temiz, |
pak
Kelp: Köpek.
2) Bir buse mi bir gül mü verirsin dedi gönlüm
Bir nim tebessümle o afet gülüverdi.
Gülüverdi: 1. Güldü - 2. Gül verdi
3)
Havada yaprağa döndürdü rüzgâr beni (Muallim Naci)
Burada "rüzgâr" hem gerçek anlamında hem de zaman anlamında kullanılmıştır.
4)
Aşiyan-ı mürg-i dil zülf-i perişanındadır.
Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır.
Kande: 1. Nerede - 2.Kan içinde
5)
Sert oldu hava çıkma koyundan kuzucağım
Koyun: 1. Kuzunun anası - 2. Kucak
6)
Sarımsak da acı amma evde lazım bir dişi
Dişi: 1. Sarımsak parçası - 2. Bayan
7)
Baki kalır sahife-i alemde adımız
Baki: 1. Şairin adı - 2. Sonsuza dek
8)
Bu kadar letafet çünkü sende var
Beyaz gerdanında bir de ben gerek.
Ben: 1. Deri üzerindeki siyah lekeler - 2. Birinci tekil kişi
9)
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül
El: 1. Organ - 2. Yabancı
10)
Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar.
Ulusun: 1. Kurt gibi ulusun (ulumak) - 2. Yüce, büyük olmak.
Harry S. Truman
Harry S Truman (d. 8 Mayıs 1884 – ö. 26 Aralık 1972), Amerika Birleşik Devletleri'nin 33. başkanıdır. Göreve 1945 yılında o zamanki başkan olan Franklin D. Roosevelt'in görev başında ölmesi sonucu başkan yardımcısıyken gelmiştir. Başkanlığa geldiğinde II. Dünya Savaşı'nın son ayları yaşanıyordu. Truman 1945 yılının Ağustos ayında savaşı daha çabuk kazanmak gerekçesiyle Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılması kararını verdi. Truman, Hiroshima ve Nagasaki'ye atom bombası atılarak binlerce kişinin ölümüne sebebiyet vermekle kalmamış; aynı zamanda gelecek kuşak Japonların büyük sıkıntılar çekmelerine neden olmuştur.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra SSCB ve ABD arasında bir kutuplaşma ortamı doğdu. Batı Avrupa ülkeleri 1949 yılında ABD'nin başını çektiği NATO örgütünü kurdular. Doğu Avrupa ülkeleri ise SSCB'nin başını çektiği Varşova Paktı'nı oluşturdular. Böylece Truman zamanında Soğuk Savaş başlamış oldu.
1950 yılında ikiye bölünmüş olan Kore yarımadasında SSCB ve Çin destekli Kuzey Kore kuvvetleri Güney Kore'ye saldırarak büyük bir bölümünü işgal ettiler. Amerika Birleşik Devletleri Güney Kore'yi desteklemek için savaşa girdi. Yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler'e üye olan 15 ülke de ABD'nin yanı sıra savaşa katıldılar. Türkiye bu 15 ülke arasında 5.000'i aşkın askeriyle 4. büyük katılımı oluşturdu. Kore Savaşı Truman'ın geri kalan başkanlığı sürecinde devam etti. Savaş kayıpları devam ettikçe halkın desteğini kaybettiği kanısına vardı. 1952 yılındaki başkanlık seçimlerinden adaylığını geri çekti ve 1953 yılında başkanlığa veda etti.
Truman, SSCB ve yanlısı olan ülkelere karşı ne pahasına olursa olsun mücadele edilmesine gerektiği ilkesine inanıyordu. Bu ilkeye Truman Doktrini adı verildi. Bu amaçla Truman, Dışişleri Bakanı General George C. Marshall ile birlikte II. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik durumunu düzeltmek amacıyla Marshall Planı denilen bir yardım paketi geliştirdi. Aynı amaçla 1947 yılında Yunanistan'la birlikte Türkiye'ye de 400 milyon dolarlık bir askeri ve ekonomik yardımı öngören ilk Amerikan yardımını başlattı. Bu yardımın 300 milyon doları Yunanistan'a, 100 milyon doları da Türkiye'ye ödenmiştir.
PCLinuxOS
PCLinuxOS veya kısaca PCLOS, kişisel bilgisayarlar için kolay kullanılması amaçlanan ücretsiz bir Linux dağıtımıdır. CD'de ya da USB hafızada çalıştırılabilir veya sabit diske kurulumu yapılabilir. Ayrıca birçok Linux dağıtımında olduğu gibi 6 veya 12 ayda bir çıkarılan güncel sürümü kurmadan da mevcut sürümde güncelleme yapılabilmektedir.
Mandrake Linux için RPM paketleri hazırlayan Bill Reynolds (Texstar olarak da tanınır) daha sonra kendi Linux dağıtımını yapmaya karar verip 2003 yılında Mandrake 9.2'den çatallayarak PCLinuxOS'u hazırlamıştır. 2006 yılının sonlarında ise Mandriva 2006'dan çatallayarak PCLinuxOS 2007 sürümünü çıkarmıştır. Günümüzde sadece 64 bit sürümlerle devam etmektedir.
PCLinuxOS Linux'un yaygın olarak bilinen sunucularda kullanımı gibi bazı klişe kullanımlarından ziyade masaüstü ortamında kullanımına yoğunlaşılarak hazırlanan bir dağıtımdır. Buna rağmen sunucularda çalıştırmak için birçok sunucu görevini gerçekleştirmek için hazırlanmış paketler de mevcuttur. Masaüstünde kullanım kolaylığı kapsamında PCLinuxOS birçok ekran ve ses kartı, kablosuz ağ bağdaştırıcısı gibi çeşitli donanım sürücüleri hazır şekilde gelmektedir ve birçok bilgisayarda kurulumdan sonra donanım sürücüsü kurmadan problemsiz çalışabilmektedir.
PCLinuxOS çalışan CD şeklinde dağıtılmaktadır. Böylece bir kullanıcı PCLinuxOS'u kurmadan deneyebilir, çalışan CD içindeki kurulum programını çalıştırarak kurulum yapabilir. 2009.1 sürümünden itibaren bilgisayarda kurulu olan PCLinuxOS'u çalıştırılabilir bir USB yapmak da mümkündür.
PCLinuxOS paket yönetiminde APT-RPM kullanmaktadır. RPM kullanan dağıtımlarda konsolda genellikle urpmi komutu ile yazılım yüklenirken PCLinuxOS'ta apt-get komutu kullanılmaktadır. Komut satırını kullanmak istemeyenler için ise Synaptic Paket Yöneticisi arayüzü bulunmaktadır.
Bill Reynolds 10 Mayıs 2016'da 32 bit desteğinin sona erdiğini duyurmuştur. Resmî sitede sadece 64 bit disk kalıbı yayınlanmakla birlikte bu durum resmî olmayan 32 bit disk kalıplarının dağıtılmasına mani değildir.
Ermeni isyanları
I. Dünya Savaşında Ermeni İsyanları Taşnak, Armenakan, Hınçak Ermeni partilerinin faaliyetleridir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu karşısına Ermeni ulusal örgütleri Ermeni milisleri (partizan gerilla müfrezeleri) ile karşı faaliyetler yürütmüş, ayrıca Rus İmparatorluğunda oluşan Ermeni gönüllü birliklerine katılarak Rus Kafkasya Ordusu'na destek vermiştir. 14 Kasım 1922 tarihli New York Times gazetesi, Birinci Dünya Savaşı'nda 200.000 Ermeni'nin İtilaf Devletleri ordularında veya İtilaf Devletleri tarafında savaşan bağımsız birliklerde savaştığını yazdı.
1914-1918 yılları arasında ayaklanmalar sonucunda halklar arasında çıkan çatışmalarda Doğu Anadolu ve Kafkasya’dan 1,200,000 Müslüman göçmen durumuna düşmüş. 1,000,000 Kafkasya Müslümanlarından Anadoluya gelen 130.000 sivil hayatını kaybetmiştir. Yolda salgın hastalık, açlık, sefalet ve Ermeni çeteleri yüzünden kırılanlar tahmini olarak eklendiğinde ölü miktarı 2,5–3 milyon Müslüman Türk arasında değişmektedir.
Louise Nalbandian'a göre, bütün dünyada, Fransız İhtilali'nden sonra belirginleşen milliyetçilik hareketleri Osmanlı İmparatorluğu'nda etkisini gösterir. Bunun sonucu olarak, önce Sırplar, Rumlar, Araplar ve sonra Arnavutlar kendi milli toplumunu devlet olarak kurmak için hem birbirleriyle hem de Osmanlı Devleti ile fikren ve fiilen çatışmaya girdi. 19. yy.'dan 20. yy.'a geçildiği yıllarda Rumlar Sırplar, Bulgarlar Balkan Savaşları'nın ardından Osmanlı İmparatorluğu'ndan siyasi olarak tamamen ayrıldılar. Müslüman olmayan topluluklardan, fiziki olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun Türkiye topraklarına yakın olmaları nedeniyle, yalnızca Ermeniler bu anlamda bağımsız olamadılar. Ermeniler gelişen milliyetçilik hareketlerinin etkisinde bağımsızlıklarını kazanmak için Hınçak ve Taşnak milli teşkilatlarını kurdu. Bu teşkilatların yöntemleri ve amacı önce Müslümanlarla Ermenileri birbirine düşürmek, isyan çıkarmak ve böylece Avrupa devletlerini silahlı müdahaleye zorlayarak, onların müdahalesi ve yardımı ile Doğu Anadolu'da Ermeni Devleti kurmaktı.
Osmanlı Devleti Doğu Anadoludan başlayarak Kafkaslara uzanan Kafkas Cephesindeki amacı 93 Harbi'nden beri Rusya’nın elinde olan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum illerini geri almaktı. Ayrıca Ruslar'ı bu cepheye güç transferi yapmak zorunda bırakarak Almanların Doğu Cephesi'ndeki hareketlerini hafifletmek amacı gütmüştü. Ermeni İsyanları 3. Ordunun bir bölümünü Ruslara karşı kullanmak yerine iç sorunlara ayırmasına ve Rusların bu cephede hareketlerini hafifletmesine yardımcı olmuştur.
Ermeni Ulusal Hareketi, Ermeni devrimci hareketi veya Ermeni ulusal kurtuluş hareketi olarak bilinen Ermeni milliyetçiliğini savunan Ermenilerin tarihte kurulmuş olan Ermeni devletlerinin kapsadığı bölgelerde, bunlar Doğu Anadolu ve Kafkasya'da, yeniden bir Ermeni devleti kurma amacıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nda milliyetçilik duygularının yükselişiyle ilk olarak Yunan hareketinden başlayarak diğer grupların katılmasıyla genişlerken, doğuran faktörler açısından Ermeni ulusal hareketi Yunan ulusal hareketine, diğer etnik gruplardan daha benzer şekilde gelişmiştir. Ermeni sorununa Avrupalı güçlerin katılımı Ermeni ulusal kurtuluş ideolojisini Ermeniler arasında bastırılmış haklar fikri üzerinde sağlamış ve Ermeni ulusal kimliğinin dönüşümünü "Ermeni halkının özgürlüğü (freedom)" yönünde etkilemiştir.
1780 Zeytun Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu yönetimine karşı ilk silahlı isyanında bulunmuştur.
Armenekan Partisi 1885 yılında 1880 yılında kurulan Ermeni Yurttaşlar Birliği adlı gizli bir Ermeni derneğinin de kurucusu olan Ermeni Mıgırdiç Portakalyan tarafından Van merkez olmak üzere kurulmuştur. Bu organizasyon "Kan dökmeden hürriyet elde edilemez" sloganını benimsemiş ve ihtilal yolu ile bağımsız Ermeni devletini kurmayı amaçlamıştır. Zaman içinde öne çıkan Taşnak ve Hınçak Komiteleri bu organizasyondan eleman transferi yapmıştır.
Ermeni Devrimci Federasyonu (Tashnagtsutiun, Taşnaksutyun) Ermeni radikal milliyetçi Ermeni bağımsızlığını sağlamak amacıyla 1890'da kurulan örgüt. 1894'te Federasyon Diyarbakır'a bağlı Sason'da Osmanlı yönetimine karşı silahlı bir direniş örgütledi. 1895'te aynı amaçla Van kentinde bir ayaklanma düzenlendi. 26 Ağustos 1896'da "Papken Siyuni" önderliğinde bir grup fedai İstanbul'da Osmanlı Bankası'nı basarak dünya kamuoyunun ilgisini çekmeyi denediler. Bu olaylar sayesinde daha önceden etkin olan Hınçak ve Armenakan gibi örgütleri kenara iterek Ermeni ulusal hareketinin önderliğini ele geçirdi. 21 Temmuz 1905 Yıldız suikast teşebbüsü II. Abdülhamit'e karşı günü Ermeni sempatizanı Belçikalı Edward Jorris önderliğinde Taşnak örgütü tarafından Cuma selamlığından önce Yıldız Camii önünde düzenlenen suikast girişiminde bulunmuştur.
Osmanlı Devleti Doğu Anadolu bölgesiyle soru |
mlu olan Üçüncü Orduyu bulundurmaktaydı. Kasım ayında Osmanlı devleti savaşa girince Osmanlı Jandarma birimlerinin (yerel güvenlik aygıtı) komutasında el değişimine gitti. Yerel güvenlik birimlerinin yönetim ve kontrolü daha önce Valilerin altında iken askeri yönetime geçti. Bölgede bulunan jandarma birimleri buna Van Jandarma bölümü ve yedek süvari tümeni dahil olmak üzere Üçüncü Ordu ya bağlandı.
"Ermeni Ulusal Hareketi" veya "Ermeni devrimci hareketi" ve "Ermeni ulusal kurtuluş hareketi" nin parçası olan Taşnak, Armenakan, Hınçak altında Ermeni milisleri (çeteleri, fedaileri veya gönüllüleri (Kamavor)) olarak bilinen ailelerinin terk ederek "gerilla birlikleri" oluşturmuşlardır. Bu küçük ve gizli birlikler Osmanlının düzenli ordusuna cephede ve cephe gerisinde yıpratma savaşı taktiği uygulamışlardır. Ayrıca bu dömende Ermeni Gönüllü Tugayları Rus Kafkas Ordusuna destek vermiş (detachment birimleri olarak) ve bu güçler Osmanlı devletine karşı savaşmışlardır.
1913 baharında, Ermeni siyasi örgütlerinin mektupları (yazışmaları) ele geçirilir. Bu yazışmalarda Osmanlı İmparatorluğu'nun artık yaklaşan savaşta tarafsız kalamayacağı, bu durumda Ermenilerin endişeleri ve olası seçenekleri dile getirilmektedir. Bu belgelerde Taşnaklar Ruslardan silah talep eder.
28 Temmuz-14 Ağustos tarihleri arasında Erzurum'da Taşnakların liderliğinde bir kongre düzenlenmiş ve İttihat ve Terakki özel bir heyet göndermiştir. Kongrenin amacı Ermenilerin olası savaş çıktığında takınacakları tavrın kararlaştırılmasıydı. Osmanlı devletinde hükümet olan İttihat ve Terakki önemli isimlerinden Naci Bey ve Bahattin Şakir'i bu kongreye yollar. İttihat ve Terakki Ermenilerden bazı taleplerde bulunur. İsteklerin başında Ermenilerin savaş çıkması durumunda sadık kalacağına dair söz vermesi. Ruslara karşı savaşacak Ermeni askerleri ikinci istekti. Rusya'da Ermenilerin cephe gerisinde Osmalılara yardım etmesi bulunmaktaydı. Ermenilerin cevabı ise Osmanlı Ermenilerin Osmanlı Devletine sadık olduklarını ama İttihat ve Terakki hükûmetinden bağımsız hareket edecekleri, çünkü aynı görüşde olmadıkları yönündeydi. Kafkaslardaki ayaklanma teklifini kabul edemeyeceklerini, çünkü Rusya’daki Ermenilerin Rusya’ya sadık olduklarını ilettiler. Bahattin Şakir “Ama bu ihanettir” diye bağırdı. Hovannisian'a göre Taşnaklar Osmanlı vatandaşları olarak vatan savunmasında üzerine düşeni yapma kararı almıştır. Askeri tarihçi Erikson bu toplantı sonrası İttihat ve Terakki partisinin Osmanlı Ermenilerin güçlü ve detaylı planlarla Rusya ile bağlantıda olduklarını ve amaçlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan bölgeyi ayırmak olduğu sonucuna vardı. Ahmet Esat Uras'a göre Taşnaklar ayaklanma kararını gizlice almıştır ve Taşnakların bu ayaklanma kararı daha sonra Osmanlı Devletinin Tehcir Kanununu çıkarmasına yol açacaktır.
1914'ün Ağustos ayında Rus Kafkas Ordusu'nda Ermeni Gönüllü Tugayları kuruldu. Tiflis'te Ağustos boyunca bir Ermeni temsilciler meclisi toplandı. Rus Çarı II. Nikolay Rusya altında bir özerk Ermenistan kurulmasını önerdi. Çar Osmanlı'da bulunan (Batı Ermenistan vilayetleri diye adlandırılan) altı vilayetin yanı sıra iki Rus Ermeni iline özerklik sözü verdi. Bir Çarlık dışişleri bakanı Rusya'nın gerçek amacını "Biz Ermenistan (topraklarını) istiyoruz, (but without) ama Ermeniler olmadan" sözüyle dile getirdi. Ermeni Milli Konseyi, Rusya'nın ortakları olan Fransa ve İngiltere'ye de bu konuda güvendiği için Çar II. Nikolay'ın teklifini kabul etti. Rusya'da yaşayan Ermeniler bu ülkeye olan askerlik zorunlulukları dolayısıyla Rusya'nın savaşa girmesinden sonra Rusya'nın Avrupa Cephesindeki birliklerine gönderilmişti. "Gönüllü" birliklerin oluşturulmasında hizmet zorunluluğu olmayan veya Rusya'da yaşamayan Ermenilerden yararlanılmıştır. Ermeni General Andranik Toros Ozanyan bu birliklerin genel komutanı idi. Osmanlı Temsilciler Meclisi üyesi Pastırmacıyan Karekin Efendi gibi komutanları vardır. Ermeni kaynakları yüzbinleri bulan bu askerlerin dünyanın değişik ülkelerinden geldiklerini söylemektedir. Osmanlı kaynakları bu askerlerin Osmanlı'da ayaklanan Ermeni nüfusundan oluştuğunu savunmaktadır. Ermeni Gönüllü Tugaylarının Rus kuvvetlerinin katıldığı başarılarda küçük sayılamayacak ölçüde etkili olmuş olmalarında karşılarındaki düşmana karşı kararlı mücadele etmek için gerçek teşvikleri olması, bölgenin yerlileri olduklarından iklim ve coğrafi koşullara alışık, yol ve dağ yollarını bilmeleri etkendir.
17 Ağustos Zeytun İsyanı, Zeytun Fedai Alayı kurularak çıkarılan isyandır. Bu isyanda Zeytun'da 100 kişi ölmüştür. İsyan 30 Ağustos'ta sona ermiştir.
1 Kasım'da Osmanlı Devleti Rusya'ya karşı savaşa girmiştir. Ruslar sınırı Bergmann Atağı ile geçti. Rusların bu atağı sadece güney omuzu boyunca Ermeni Gönüllü Tugaylarının etkili olduğunu yerlerde Karaköse ve Doğubayazıt'ı almasıyla bitti. Doğubeyazıt Osmanlının Van ilinin kuzey komşusu idi.
Aralık ayında Rus Çarı 2. Nicholas, Kafkasya Cephesi'ni ziyaret etti. Tiflis'ten Ermeni Ulusal Bürosu başkanı Alexander Khatisyan (1918'de Ermeni devletinin Dışilişkiler Bakanı) ve Ermeni Kilisesi Başına (Patriak) hitaben:
Aralık, Sarıkamış Harekâtında Ermeni Gönüllü Tugaylarının Rus kuvvetlerinin başarısında onemli etkileri olmuştur. Kıritik zamanlarda Osmanlı cephe hareketlerine meydan okudular: "Osmanlının gecikmesi Sarıkamış etrafında Rus Kafkasya Ordusuna yeterli kuvvet konumlandırmak için zaman kazandırmıştır."
Birinci Dünya Savaşı’nda Rus gemilerinin Ereğli’yi topa tutması ile Osmanlı kuvvetlerini zayıflatmak için Ermeni çetecilerin çıkardıkları olaylardır.
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları sonucunda büyük askeri birliklerini kaybetmiş ve mali açıdan ağır bir yük altında kalmıştı. İmparatorluk, bu savaşların üstüne 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Karadeniz’de Rus Donanması’nın şiddetli hücumu ile de karşı karşıya gelmiş oldu. 1878’den bu yana Ermeni komitecilerin, gelişen milliyetçi fikirlerinin sonucu olarak, bağımsız Ermenistan Devleti istekleri, bu saldırı ile biraz daha pekişti. American Board misyonerlerinden öğrendikleri silah yapım teknikleri ve Rus yardımı silahlarla Ruslara destek amaçlı olaylar çıkartma kararı aldılar.
Ruslara destek olmak adına bombardımanla birlikte, Ermenilerin şenlikleri de başlamış oldu. Kutsal günleri olmamasına rağmen gruplar halinde kiliselerde ayinler yapmaya, evlerde toplanarak eğlenceler tertip etmeye başladılar.
İstanbul’a çok yakın bir bölgede bu kadar açık ve ayan beyan seyreden bu düşmanlık, hükümeti arama yapmaya sevketti. Yapılan aramalar sonucunda sadece Adapazarı'nda; yerli ve yabancı yapım yüzlerce fitilli bomba, mavzer, ve tabancalar, binlerce cephane ve mühimmat, bomba yapımında kullanılan malzemeler ele geçirildi.
İzmit’te yüzlerce silah, büyük tahrip gücüne sahip olan on-on beş kadar bomba ile patlayıcı maddeker, bol miktarda ateşli silah ve türfekler ele geçirildi. Arslanbey, Ovacık, Bahçecik gibi Ermeni köylerinde de birçok mavzer, gras marka tüfekler ile tabancalar bulundu.
Büyül Ruhban Okulu’nun bulunduğu Armişe bucağında okul kilisesinin baş rahip odasında çok büyük ve tahrip gücü çok fazla üç-dört bomba ile, dolaplarda çok sayıda silah ve cephane bulundu.
Bu olaylar Kilise ve yabancı devletlerin örgütlü olaylarda nasıl devreye girdiklerini göstermesi açısından önemlidir. Kumkapı, Babıali ve İzmit olaylarının kilisedeki ayinler esnasında başlaması bir tesadüf değildir. İngiltere, Amerika ve Fransa gibi devletlerin American Board yahut Fransız Katolik Kilisesi aracılığıyla yaptığı misyonerlik faaliyetleri, bölgede çıkan olaylardaki etkinliklerini gösterir niteliktedir.
Yozgat ili, Ermeni nüfus açısından Anadolu toprakları içerisinde en yüksek nüfuslu bölge idi. Seferberliğin ilanından sonra Kilise ve Misyoner okullarının Ermeni halka, büyük devletlerin özellikle de Rusya’nın yardıma geleceğini ve onları bağımsızlığa kavuşturacaklarına dair yaptıkları telkinler sonucunda birçok olaylar yaşandı.
Boğazlıyan’ın Orih adlı Ermeni köyünün Ermenileri, Akdağ merkezi Çayırşeyhi köyünün üç yerine dinamit yerleştirmişler ve bu dinamitlerden birinin infilak etmesi sonucu küçük yaştaki bir çocuk ağır yaralanmıştı. Bu olay üzerine yapılan aramada Orih, Menteşe ve İğdeli Ermeni köylerinde birkaç bomba, dinamit, 27 adet gra ve martin tüfeğiyle birçok silah ve cephane bulunmuştur.
Yine aynı bölgede asker almak için köylere çıkan jandarma kumandanı ile emrindeki müfrezenin yolu kesilerek ateş açıldı. Boğazlıyan’lı Mihran ve Ohanis adındaki iki kardeşin evinde silahlar bulundu. Gevançlı köyünden Katip Matyes’in evinde tüm parçaları ile birlikte dinamit bulundu.
Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Çakmak köyü ile Yazbir dağında dolaşan yetmiş kişilik silahlı Ermeni çetesi ile Ankara’nın Bala, Haymana hudutlarındaki Yeknam ormanlarında silahlı ve sayıca fazla Ermeni çeteleri tarafından yönetilen ve birkaç kola ayrılmış üç yüz kadar silahlı Ermeni görüldü.
Yozgat’ın Kumkuyu köyünde saklanmış üç yüz kadar silahlı Ermeni çetesi, 2 Eylül 1915 günü çevredeki Türk köylerini ateşe verdiler. Özel olarak inşa edilmiş siperlerden, mazgal deliklerinden asker ve jandarmalar üzerine ateş açtılar. Çat-Kebir köyü ormanına sığınmış sekiz yüze yakın silahlı Ermeni, orman içindeki Akdağ geçidinde, hazırladıkları siperlerden asker, jandarma ve ahaliye karşı taarruz ettiler. Günlerce süren çatışmalardan sonra bu grup Kızılcaova’ya doğru kaçtılar.
Bu olaylar dışında Yozgat ve Boğazlıyan’da tehcir gerçekleşene kadar birçok irili ufaklı olaylar yaşanmıştır. Merzifon Amerikan Koleji, Ermeni Kilisesi ve Ermeni komitelerinin çalışmaları Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam etmiştir. Ayrıca bu süreçte suçlu bulunan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’de Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanmış ve idam edilmiştir.
Osmanlıların bütün Doğu Anadolu bölgesinde güvenliği sağlamak için yeterli güçleri yoktu. 1. ve 2. Ordulardan 3. Orduya gelen takviyeler bir bölüğü geçmemekteydi. Gelibolu daha aktif çatışmalar başlamadan Osmanlı kaynaklarını eritmeye başlamıştı.
3. Ordu cephe gerisi ayakla |
nmalarla uğraşıyordu. 27 Şubat Adilcevaz’daki Ermeniler 30 kadar Siirtli askerin Arin köyünde geceyi geçirmelerine silahla karşı çıktılar. Çıkan çatışmada Van'ın Erciş’teki jandarma müfrezesi ile karşılık verildi. Çatışma sonucunda Adilcevaz'daki bu Ermeni güçleri yelkenli gemilerle Van Gölü’ne açılarak kurtuldular. 27 Şubat itibarıyla Osmanlı ordusundaki Ermeniler silahsızlandırılıp cephe gerisi birimlere aktarıldı.
Osmanlı Devleti, herhangi bir önleme başvurmadan önce Ermeni Patriği, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni cemaatinin ileri gelenlerine "Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmaya ve katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını" bildirmiştir. Ancak, olaylar durmak yerine giderek yoğunlaşınca, Osmanlı Hükûmeti ordunun birçok cephede savaş halinde bulunması nedeniyle cephe gerisini de emniyete alma çabası içine girmiştir.
15 Mart Van Mahmudiye kaymakamı Ermenilerin Mahmudiye'de Müslümanlarını toplu halde katlederek camileri kendi atlarını barındırmak üzere kullanıma aldığını (ahıra çevirmişlerdir) İstanbula telegramla rapor etmiştir. Ayrıca Van ili Saray kazası Kavlik (Keçikayası), Heretil (Kapıköy), Şezuhane, Yamanyurt, Belecek ve Özalp kazası Perâkal (Boyaldı) köylerindeki katliamlarla ilgili tutanak dökümünde öğrencilere zorla Hristiyanlık kabul ettirilmek istendiği ayrıca Perâkal’de Nezu Hatun gördüklerin den etkilenerek delirdiği yazılmıştır.
25 Mart'ta, Van valisi Cevdet Bey Rusların Van'ı işgalini kolaylaştırmak için Ermeni yerli güçlerin hazırlık içinde bulunduklarını ve bunun koodineli birşekilde birden isyan edeceklerini bildirmiştir. 25 Mart Zeytun İsyanınında Maraş Jandarma Bölük Komutanı Süleyman Efendi komutasında askerî birlik çarpışma sonucunda Süleyman Efendi dahil, askerlerden 8 kişiyi öldürüp, 26 kişiyi de yaralamışlardı. Zeytun Ermeni milisleri çevredeki halktan yardım gördüklerinden dolayı yakalanamaz.
18 Nisan Bitlis Bitlis ili içindeki Ermeni vatandaşlarının çıkardıkları olaylar Bitlis ili dahilinde düşük sıcaklıkda Ocak 1915 başlasa da merkezdeki çatışmalar zamanı göz önüne alınırsa 18 Nisan 1915 kabul edilmektedir.
15 Nisan'da önce Van ilinin kuzeyinde ve nispeten yoğun olduğu ilçelerinde, 17 Nisan'da Şatak'ta (Çatak), 20 Nisan'da Van'ın merkezinde büyük bir ayaklanma başlatmışlardır. 20 Nisan günü Van kentinde ayaklanma başladı. Ermeni isyancıları 300 tüfek ve 1.000 tabanca ile 1.500 gönüllü Ermeni ile 30.000'i bulan Ermeni Vanlılar ve 15.000 Ermeni mültecinin korunmasını üstlenmiş. Van Valisi’nin daha önceki yardım çağrılarına Bitlis’te bulunan Kâzım Bey komutasındaki birkaç tabur Van’a gönderildi. General Yudeniç onlara destek olmak için üç haftadan fazla süren çatışmalardan sonra döndü. Käthe Ehrhold Van'daki ayaklanmada Ermeni köylülerini korudu. General Yudeniç saldırı planlamasında Van şehrine bir bölük ayırdı. Bu askerler General Truhin'in komutası altında olan Baykal Kazakları ve bir Ermeni gönüllü tugayından oluşmaktaydı. Osmanlı güçleri ile çatışsan Ermeni halkı rahatlatmak için bir kanat oldu. Bölgede Osmanlı memurlara suikast ve jandarmalar şehit edilmiş; karakollar ve Müslüman yerleşim birimleri saldırıya uğramış; devlet binaları yakılmıştır. Van jandarma tümeninin bir kısmı ile bir takım aşiretler Ermenilere karşı savaştılarsa da ayaklanmayı bastıramamışlardır. Çatışmalar Van bölgesine yayılmıştır Ermeni olmayan Hristiyan Nasturiler Çölemerik'de ayaklanmışlardır.
24 Nisan, tarihinde Dahiliye Nezaretince, o zaman Dahiliye Nazırı olan Mehmed Talat Paşa, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, elebaşılarının tutuklanması ve her türlü belgelerine el konulması kararı alındı. bütün vilayetlere iletildi. Bu karar üzerine devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan İstanbul'dan başlayarak diğer merkezlerdeki Ermeni liderler tutuklanmıştır.
Şehir ve kalenin anahtarları Ermeniler tarafından kendisine sunuldu. Rus Çarı, 18 Mayıs'ta Van'ın Rus ve Ermenilerin güşlerinin kontrolünde olmasından dolayı "Van halkına fedakarlıkları dolayısıyla teşekkür ettiğini" ve Rus İçişleri Bakanı Sazanof ise "Bu başarıda bölge halkına teşekkür" eden beyannamesi yayınlanmıştır. Ermeni gazeteleri ve bazı batılı gazeteler; Osmanlı ya karşı başarılarını büyük bir sevinçle manşetlerine çıkarmışlardır. Bu hükümetin başına Van Valisi olarak Aram Manukyan atandı. Van ili elinde tutan Rusya, karşı savaşa bu derece parlak bir biçimde katılmış olan Ermeni unsurunu memnun etmek için Aram Manukyan Van işyanının başından beri silaha sarılmış ve bu grupların başına olan yeni kurulan yönetime vali yaptı. General Yudeniç daha önce kurulan Ermeni geçici hükümetini Rusya adına onadı. Van güvene alınca General Yudeniç mücadeleye yaz boyunca Van Gölü'nün batısında devam etti.
3. Ordu'nun Haziran itibarı ile Van isyanına ayırdığı birimler 15,960. 3. Ordu bu yılın sonbaharında 60.000 askeri var. Van İsyanı Osmanlının bu cephede Ruslar ilerlerken güçlerinin %25 bağlamıştır.
Musa Dağ İsyanı, İskenderun Bölgesi Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı Musa Dağı'nda toplanmış durumdayken yollar kontrol altına alındığı halde İskenderun kıyılarında bulunan bir Fransız harp gemisinin Ermeni milisleri ve diğerlerini gemiye aldıkları olay.
27 Mayıs tarihinde "Tehcir Kanunu" olarak bilinen asıl adı "Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun" kabul edilmiştir. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde bulunan Ermenilerin, Musul'un güney kısmı, Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarında bulunan Ermeniler ise Suriye'nin doğu kısmı ile Halep'in doğu ve güneydoğusuna nakledilmesi planlanmıştır.
6 Haziran'da Arapkir Ermenileri tehcir edildiler. Fırat kıyısında Arapkir’den çıkan kervanlar kurşunlandılar. 7 Haziran'da Erzincan ve Akn şehirlerinde, 10 Haziran'da Mardin şehrinde, 11 Haziran'da Khotochur şehrinde, 14 Haziran'da Erzurum'da, tehcir başladı.
15 Haziran'da Şebinkarahisar İsyanı Sivaslı Murat (Hamparsum Boyacıyan) adında bir Ermeni çete reisi, 500 kadar adamıyla Şebinkarahisar'ı basmış, Kafkas Cephesi'nin ana ikmal yolu buradan geçtiği için Osmanlı ordusunun ikmal ve geri hizmetleri aksayacak, Rus ordusunun ileri harekâtı kolaylaşacaktı. Hızla şehirdekilerin çoğunu dışarı sürdüler ve şehri Osmanlı askerlerine karşı kale yaptılar. Birkaç Müslüman öldürüldü. Ancak, Osmanlı birlikleri kaleye saldırdı. Müslüman köylüler silahlanarak Şebinkarahisar yakınlarındaki kırsalda Ermeni milislerini öldürdü.
22 Haziran'da Kayseri'de, 26 Haziran'da Harput, Trabzon, Merzifon ve Samsun'da, 24 Haziran'da Şebinkarahisar'da tehcir başladı.
30 Mart'ta başlayan Mart Olayları'nda Ermeni Devrimci Federasyonu kuvvetleri çatışmalar sırasında Azeri sivillere yönelik katliam rapor edilmiş, Azeri ve diğer Müslüman halk mensuplarından 3.000 ila 12.000 kişinin öldürüldüğü aktarılmıştır.
25 Nisan 1918 tarihinde Kars'ın Subatan köyünde Ermenilerin Türklere karşı yaptığı iddia edilen saldırılarda 550'nin üzerinde kişinin hayatını kaybetmiştir.
1920'de Ermeni Devrimci Federasyonu gizli bir operasyon planlayarak bir suikast grubu oluşturmuştur. Plan ve operasyonu yürütme ile görevlendirilen Shahan Natalie ve Soghomon Tehlirian'dır. Soğomon Tehliryan 24 Nisan 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti'nce, o zaman Dahiliye Nazırı olan Mehmed Talat Paşa'nın Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması ve elebaşılarının tutuklanması kararında tutuklananlar arasındadır. Bu birim 1920-1922 yıllarında aralarında Azerbaycan ve Osmanlı Ermenilerinden Osmanlılar yanında olan siyasi ve askeri kişileri öldürdü. Soghomon Tehlirian 1921 yılında Mehmed Talat Paşa'yı öldürecektir.
Iğdır Soykırım Anıtı ve Müzesi 1915-1920 tarihleri arasında Ermeni çetelerin Türklere karşı uyguladığı saldırıları, soykırım iddiasını sembolize etmektedir ve ilgili belgeler bulundurulmaktadır. Her ay 4000 civarında ziyaretçi müzeyi gezmektedir.
Bağ-Kur
16 Mayıs 2006 tarihinde kabul edilen 5502 sayılı "Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu" ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na bağlı T.C. Sosyal Güvenlik Kurumu'na devir olmuştur.
Bağ-Kur, kapsamına aldığı sigortalılarına sigorta kollarından olan malullük, yaşlılık, ölüm ve sağlık sigortası yardımı yapmakta, cenaze masrafları karşılığı toptan ödeme ve sosyal yardım zammı vermektedir.
Bağ-Kur mevzuatına göre sigorta priminin ve aylıklarının hesaplanmasına esas teşkil eden 24 gelir basamağı mevcut olup, bununla ilgili gösterge tutarı 360'tan başlayıp 4020'de biten basamak göstergelerinin, her yıl bütçe kanunuyla belirlenmekte olan katsayı ile çarpılması sonucu bulunmaktadır. Sigortalının seçtiği gelir basamağı üzerinden %20 oranında malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası ve %12 oranında sağlık sigortası primleri aylık olarak alınmaktadır. Sigortalıdan ilk girişte bir defaya mahsus olmak üzere seçtiği gelir basamağının %25'i oranında giriş keseneği alınmaktadır.
Sigortalılar ilk altı basamakta her yıl bir üst basamağa kurumca mecburi olarak yükseltilmekte, altıncı basamaktan itibaren ise iki yılda bir ve talep halinde yükseltme işlemi yapılmaktadır.
Enola Gay
Enola Gay bir B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağına verilen isimdir. Pilotu ise Paul Tibbets'tır. 6 Ağustos 1945'te ilk atom bombası bu uçaktan Hiroşima şehrine atılmıştır. Uçak adını; pilotu Paul Tibbets'in annesi; Enola Gay Tibbets'ten almıştır. Bu uçaktan Hiroşima'ya atılan bu bombanın adı "Little Boy", 3 gün sonra Nagazaki'ye atılan diğer bombanın adı ise "Fat Man" dir.
Uçak Washington Dulles Uluslararası Havaalanı yakınında bulunan, uzay ve havacılık müzesi Steven F. Udvar-Hazy Center'da sergilenmektedir.
Bağ (tarım)
Bağ, asma yetiştirilen yer.
Üzerinden salkımlar halinde üzüm alınan bitkiye "asma" denir. Ayrıca "omca", "bağ kütüğü" de denir. Asmanın anavatanı Kafkasya - Anadolu' dur. Bağcılığın Türkiye'deki tarihçesi M.Ö. 5000-3500' lere dayanır. Türkiye'de yaklaşık 1256 üzüm çeşidi yetiştirilmektedir. Bu çeşitler "Tekirdağ Bağcılık Araştırma İstasyonu Milli Koleksiyon Bağı" nda canlı olarak muhafaza edilmektedir.
Asma çok serin iklimleri (Doğu Anadolu B |
ölgesinin 1500 m' den yüksek yerleri), bol yağış alan (Karadeniz Bölgesi'nin bol yağışlı yerlerini), ayrıca çok killi, ağır ve su tutan toprakları sevmez. Türkiye'de bu yerler dışında, hemen her bölgede bağcılık yapılmaktadır.
Türkiye bağcılık açısından 9 bölgeye ayrılmıştır. Bağcılığın yapıldığı bölgeler alan bakımından sırasıyla, Ege, Akdeniz, Orta Güney Anadolu, Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Ortakuzey Anadolu, Ortadoğu Anadolu, Marmara, Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu' dur.
Türkiye' de 2012 yılı FAO verilerine göre 462.296 ha bağ alanından 4.275.659 ton ürün alınmaktadır .
Aşılı-köklü asma fidanı üretimi en çok "Masabaşı Omega Aşısı" kullanılarak yapılmaktadır. Ocak-Şubat aylarında anaçlıktan kesilen sürgünler, 35–40 cm uzunluğunda çelikler hâlinde kesilir. Kesilen aşılık anaç çelikleri 1 yıllık ve 8–12 mm çapında olmalıdır. Budama mevsiminde aynı şekilde kültür çeşidinden de çelikler alınır. Her iki çelik de soğuk hava deposunda +1 ile +4 °C' de aşı zamanına kadar bekletilir. Soğuk hava deposu olmayan işletmelerde dere kumu içerisinde hendeklenir. Aşı zamanı geldiğinde bu çelikler yıkanır ve bir gece suda bekletilir. Masabaşı Omega Aşısı ile aşılanır. Aşılanan çelikler parafinlenir. Kaynaştırma Odası koşullarında 26-28 °C ve %85-90 nemde 21 gün tutulur. Buradan çıkarılan aşılı çelikler ikinci kez parafinlenir ve köklendirilmek üzere fidanlık parsellerine ilkbaharda dikilir. Bir vegetasyon periyodu boyunca kültürel işlemleri (sulama, gübreleme, ilaçlama, vb.) yapılır. Sonbaharda aşılı-köklü asma fidanı olarak sökülürler. Boylanır, demetlenir ve ismine doğru olacak şekilde etiketlenerek satışa sunulur. Bağ kurulacak yer işaretlenir ve fidanın 1/3 toprak yüzeyinde, 2/3 toprak altında kalacak şekilde dikilir.
Asma, filokseranın olmadığı yerlerde daldırma usulü ile de çoğaltılmaktadır. Uzun bir sürgünün ucu, toprak içine 8–10 cm derinlikte daldırılır.
Bağlarda, budama çok dikkat ister. İlk yıllar şekil, sonraki yıllar ürün budaması yapılır. Budama yapıldığı zaman göre kış ve yaz budaması olmak üzere ikiye ayrılır.
Kış budaması budama ile bırakılan kısmın uzunluğuna göre 4 şekilde yapılır. Kısa budama 2-4 göz, yarı uzun budama 5-8 göz, uzun budama 8 gözden fazla ve karışık budamada kısa ve uzun budama birlikte yapılır. Kış budaması asmanın dinlenme döneminde yapılır. Ayrıca bağlarda Yazlık (yeşil) budama da yapılır. Yazlık budama uygulamaları:
Little Boy
Little Boy, dünyada saldırı amacıyla kullanılan ilk atom bombasının adı. 6 Ağustos 1945 sabahı ABD tarafından, Japonya'nın Hiroşima şehrine atılmıştır. Hiroşima şehrinin 1800 feet(550 mt.) üzerinde patlatılan nükleer bomba, 13000 ton TNT(TriNitroToluen) gücündeydi. 70.000 den fazla insanın ölümü patlamasından saniyeler sonra gerçekleşti. Bunun iki katı kadarını da patlamadan sonra yayılan radyasyon etkisiyle öldürdü. Tabii ki etkisi daha birçok insanın hastalanmasına, sakat doğmasına, canlı yaşamını tehdit edecek şekilde genetik yapılarının değişmesine neden oldu. Yıllarca yaydığı radyasyonun etkileri tartışıldı. Günümüzde bile etkilerinin hissedildiği düşünülmektedir.
Küçük Çocuk 'u bırakan B-29 "Enola Gay" uçağını kullanan Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri Albayı Paul Warfield Tibbets'ti.
Uranyum atomunun parçalanmasından ortaya çıkan enerjiden gücünü alan bu bomba, ABD'nin II. Dünya Savaşı sırasında sürdürdüğü gizli Manhattan Projesi sonucunda geliştirildi.
Hiroşima'daki patlama, ABD'de yapılan Trinity Test'in ardından gelen, tarihin ikinci nükleer patlamasıdır. Bunu, üç gün sonra Nagasaki'ye atılan "Fat Man" adlı atom bombası izlemiştir.
İngilizcede Little Boy, küçük çocuk anlamına gelmektedir.
Menemen Olayı
Menemen Olayı ya da Kubilay Olayı, 23 Aralık 1930 günü, İzmir'in Menemen ilçesinde, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin şeriat isteyen bir grup tarafından öldürülmesi. Şeriat ile laiklik arasındaki mücadeleyi vurgulaması açısından Cumhuriyet tarihinin önemli olaylarından biri kabul edilir. Olayların ardından bölgede sıkıyönetim ilan edilmiş, General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divanı Harp'te failler idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır.
23 Aralık 1930 sabahı Manisa'dan Menemen'e gelen dördü silahlı altı kişi, bir camiden aldıkları yeşil sancağı sabah namazından sonra ilçe meydanına dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalıştılar. Sarıklı ve cüppeli bu kişilerin, Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirildiği iddia edilir.
Halkın katılmasıyla isyancı grup kısa zamanda büyüdü. İlk eylemciler arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamlı Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan ve Küçük Hasan vardı. Derviş Mehmet cemaate kendini Mehdi olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi. Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söyledi.
Eylemciler meydana diktikleri ve şeriat sancağı olarak adlandırdıkları yeşil bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye ve zikretmeye başladılar. ""Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriata dönülecektir."" diye bağırarak bir isyan hareketi başlattılar. Bayrağın altından ahaliden bazı kişileri geçirdiler. Bunlar arasında fabrikada işçisi Hayimoğlu Jozef gibi gayrimüslimler de vardı. Eyleme katılan vatandaşların bir kısmının halife ordusunun geleceği endişesiyle boyun eğdiği iddia edilir.
Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulması üzerine alay komutanı, yedeksubay Kubilay'ı bir manga askerle birlikte olay yerine gönderdi. Kubilay askerlerin yanından ayrılarak tek başına eylemcileri arasına girdi ve teslim olmaya ikna etmeye çalıştı. Silahlı eylemcilerden biri ateş ederek Kubilay’ı yaraladı. Bunu gören askerler ateşle karşılık verdiler ancak tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Elebaşlarından Derviş Mehmet "Bana kurşun işlemiyor.” diyerek halkı kutsal bir vazifesi olduğuna ikna etmeye çalıştı.
Kubilay yaralı halde uzaklaşarak cami avlusuna sığındı ancak Derviş Mehmet ve arkadaşları peşinden geldiler. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkardı ve Kubilay'ın başını bedeninden ayırdı.
Kesik başı yeşil bayrağın sopasına dikmeye çalıştılar ancak başaramadılar. Bunun üzerine kesik başı bayrağın sopasına iple bağladılar. Olay yerine sonradan gelen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı, ancak açılan ateş sonucu o da öldü. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu öldü.
Olay yerine gelen takviye birliklerin "Teslim ol!" çağrısına uymayan eylemciler ile askerler arasında çatışma çıktı. Göstericilerden Derviş Mehmet de dahil bazıları öldü. Kaçmaya çalışan elebaşları ve eylemcilerin hepsi tutuklandı.
Kubilay Olayı, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin 1925'deki Şeyh Said İsyanından sonra tanık olduğu önemli olaylardan biridir.
Dört gün sonra, 27 Aralık 1930 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında bu konuda bir toplantı yapıldı. 28 Aralık 1930'da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, ""Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise"" olduğunu belirtti.
31 Aralık 1930 günü Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931’den itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilan edildi ve 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kuruldu.
7 Ocak 1931'de bu kez İzmir'de yine Mustafa Kemal Paşa başkanlığında ikinci bir toplantı yapıldı. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık; anayasayı cebren tağyir, eyleme iştirak ve azmettirme; Derviş Mehmet'in mehdilik iddiasıyla harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında hükümete haber vermeme veya tekkelerin seddinden sonra tarikat ayini icra ettikleri suçlamalarıyla 15 Ocak 1931'den itibaren Divanı Harp’te yargılanmaya başlandı.
24 Ocak 1931 günü iddianame okundu ve 29 Ocak'ta mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile birlikte 37) kişinin idama mahkûm edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmetti ve karar Meclis’in onayına sunuldu. İdam hükümlülerinin altısı küçük yaşta olduğundan cezaları ağır hapse çevrildi. TBMM Adalet Divanı ayrıca iki idamlığın cezasını iki yıl hapse çevirdi.
Diğer 28 idam mahkumu, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idam edildi. Bazıları Kubilay'ın başının kesildiği yerde asıldı. Mahkumlardan biri idam sehpasının önünden kaçtı. İki hafta sonra yakalandı ve ertesi gün idam edildi.
26 Aralık 1934 tarihinde Menemen'de iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikildi. Anıtın üzerinde şöyle yazar: ""İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.""
Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931'de de Menemen’den kaldırıldı.
"Kubilay devrim uğruna, vatan sevgisi ve bütünlüğü yolunda yalnız başına, kuvvet hesabı yapmayan bir idealist vatanseverlik örneğidir. Kubilay, millet yolunda canını her an fedaya hazır olan geleneksel Türk yaradılışının müstesna abidesidir."
İsmet İnönü
Siyasi bağlamda Kubilay Olayı, 1930'da Ali Fethi Okyar tarafından Mustafa Kemal Paşa'nın tavsiyesiyle kurulmuş olan ve Menemen Olayı'ndan hemen önce 17 Kasım 1930'da kendi kendini fesheden, Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci ana muhalefet partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın 99 günlük varlığı ile bir arada değerlendirilmektedir.
Olayın, zamanın Nakşibendi tarikatının lideri Şeyh Esat ve yandaşları tarafından planlandığı ve Menemen'de uygulamaya konulduğu iddia edilmiştir..Olaylar Menemen'de cereyan ettiği için genellikle Menemen Olayı olarak anılmaktadır
Bafa Gölü
Bafa Gölü (Çamiçi Gölü olarak da bilinir, eskiden Vafi Denizi), Ege Bölgesi'nin en büyük gölü.
Bafa Gölü, Büyük Menderes Nehri deltasının güneydoğu kesiminde, Menteşe Dağlarının içine sokulmuş sığ bir tatlı su gölüdür. |
Yaklaşık 60 km²'lik yüzölçüme sahip olan Bafa Gölü'nün denizden yüksekliği 2 metre, en derin bölümü 21 metre, uzun ekseni 16 km ve en geniş yeri 6 km'dir. Aydın ve Muğla il topraklarında yer alır. Eski zamanlarda Ege Denizi'nin bir parçası olan göl Büyük Menderes'in taşıdığı alüvyonlar ile birlikte, kıyıdan kilometrelerce içerde kalmıştır. Bugün Büyük Menderes Nehrinin Ege Denizine döküldüğü alandan yaklaşık 17 km uzaklıktadır.
Büyük Menderes eskiden Latmos Körfezinde denize dökülüyordu. Bugün göl kıyısında yıkıntıları bulunan tarihi Herakleia ya da Herakleia Latmos kenti de bu körfezin doğu kıyısında yer alıyordu. Nehrin taşıdığı alüvyonların birikmesiyle Latmos Körfezi önce tuzlu göl haline geldi. Doğal set gerisinde toplanan fazla sularla düzeyi yükselince, kuzeydeki sığ Çerçen Koyunu kaplayarak alanını genişletti. Fazla suyunu batı ucundaki bir gideğenle Büyük Menderes Nehrine akıtarak yavaş yavaş bir tatlı su gölüne dönüştü.
Göl 1978 yılına kadar bir ailenin mülküyken bu tarihte hazineye devredilmiştir.
Gölün kıyıları, Ege Denizinin kıyıları gibi girintili çıkıntılıdır. Bu özellik göle ayrı bir güzellik verir. Doğal set gölü olan Bafa Gölünde birçok küçük ada vardır. Bazılarında tarihsel yapı kalıntıları bulunan bu adalardan başlıcaları Hayaletada, İkizada ve Menet Adasıdır. Göl kıyısında ise, antik liman kentleri Herakleia ve Pyrrha'nın kalıntıları bulunur. Çevresinde manastırlara ve tarihî mağaralara rastlamak mümkündür.
Gölün kıyısında oldukça bakımlı zeytin ağaçları vardır. Bunlar yer yer yoğunlaşarak çevredeki dağların yamaçlarında, maki türleriyle karışır. Gölün kuzey bölümü oldukça dağlıktır. Burada makiler daha yoğundur.
Söke-Milas yolu, gölün güney kıyısını izler. Burada turistik tesisler ve kamp alanları vardır. Gölün çevresindeki başlıca yerleşimler doğusundaki Kapkırı ile batısındaki Serçin köyleridir.
Türkiye'nin önemli kuş cennetlerinden biridir. Bafa Gölünün Balat Ovasına bakan batı kıyısı, sonbahar ve ilkbaharda göçmen kuşların konakllayıp üredikleri sığ bir alandır. Bir balıkçılık kooperatifinin faaliyet gösterdiği gölde, avlanan balıklar ve kerevitler yakın zamana değin ihraç edilirdi.
Bafa Gölü, 1994 yılında Tabiatı Koruma Alanı ilan edildi. Buna karşın, göle dökülen nehir sularının azaltılması ve kirletilmesiyle değişen kimyasal içeriği ve azalan oksijen miktarı yüz binlerce balığın ölmesine ve ekosistemin geri dönülmez bir kavşağa sürüklenmesine neden olmuştur. Bunun dışında, gölle bağlantısı bulunan Büyük Menderes nehrinin bağlantısının gölden tamamen koparılması ve gölün çevresine kurulmuş zeytinyağı fabrikalarının atıklarının arıtılmadan göle dökülmesine göz yumulması felakete davetiye çıkarmıştır.
Mustafa Fehmi Kubilay
Mustafa Fehmi Kubilay (1906 - 23 Aralık 1930, Menemen, İzmir), Türk öğretmen ve asteğmen. Kubilay Olayı olarak tanımlanan ve Menemen'de Mustafa Fehmi Kubilay, bekçi Hasan ve bekçi Şevki'nin 23 Aralık 1930'da Cumhuriyet karşıtı bir grup tarafından öldürülmesiyle başlayan ve faillerin (ve ilgili görülenlerin) yargılanması sürecinin sürdüğü Ocak/Şubat 1931 aylarını kapsayan olaylar zincirinin simgesi olan Türk askeridir.
1906'da Kozan'da, Giritli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep'tir. Mustafa Fehmi Kubilay 1930 yılında öğretmen olarak İzmir'in Menemen İlçesi'nde asteğmen rütbesiyle askerlik görevini yaparken 23 Aralık 1930’da Derviş Mehmet'in başında olduğu bir grup şeriatçı tarafından öldürüldü. Olay, Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica girişimidir, tarihe "Menemen Olayı" ve "Kubilay Olayı" olarak geçmiştir. Atatürk'ün Silahlı Kuvvetlere mesajı, Genelkurmay Başkanı'nın mesajı, TBMM'de soru önergesi ve Başbakan İsmet İnönü'nün konuşması, Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanı kararı, Sıkıyönetim ilanının TBMM görüşmeleri, yargılamanın ilk günkü tutanakları, Savcılığın Esas Hakkındaki İddianamesi, Divan-ı Harp Kararnamesi, TBMM Adliye Encümeni Mazbatası ve TBMM Genel Kurul kararları, tam metin olarak yer almaktadır.
Menemen olayının izleri toplumsal bellekte yer etmiş ve Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, "devrim şehidi" olarak simgeleşmiştir. Her sene 23 Aralık'ta Kubilay Olayı ile ilgili olarak çeşitli yayın organlarında konu ile ilgili makaleler yayımlanmakta ve olay lanetlenmektedir.
İnce, Tuzluca
İnce, Iğdır ilinin Tuzluca ilçesine bağlı bir köydür.
Köy halkı, Oğuz Türklerindendir.
İnce destanı, Genelde o yörede en fazla Kültür yönünden cevre köylere örnek olmus vede yörede yüksek mevkilere cikmis insanlarin yetistigi sirin bir Anadolu köyünü anlatan bir ınce destanıdır.Geleneklerine sahiptirler. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, ince Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır..
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beyleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur"
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler'in başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.'" Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Allah'a şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları ince'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki ince'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; ince dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp ince'dan çıkalım. ince dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, ince'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Allah'ın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde ince'dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. O güne [NEVRUZ] adını verdiler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.Akrabalık bağları oldukça güçlüdür.
İnce'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türkler'in ince'den çıktıklarını bildirdi.ve halkalıya yerlestıler Ta ki, eskisi gibi, bütün iller ıncelılerın'in etkisi altına girene kadar, Halkali da kaldiktan sonra tekrar öz yurtlarina dönecek ve eskisi gibi yöreye örnek insanlar yetistirmek icin yasantilarina devam edecekler?????... Halkalıyı terkettirilermi o bilinmez... Bal Tutan Balın elinden kayıp gitmesini istemez çünkü.
AZERBAYCAN OĞUZ TÜRKLERİ Aşireti kültür gelenek ve görenekleri yaşanmaktadır.
Geleneklerine sahiptirler.Akrabalık bağları oldukça güçlüdür.
Köyün kültürü Iğdır Yöresi Halk Kültürü ile aynıdır.
Komşu köyler, Ombulak,Aliköse, Karakoyun, Bağlan ve Güllüce'dir.
Köyün iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir.Ancak Akdeniz iklimi etkiside gözükmektedir.
Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Şorvası ve keledoşu ile meşhur bir köydür. En çok patates, fasulye, buğday ve arpa üretilmektedir. Iğdır ilinin Çukurova'sı olarak bilinir.
Köyde, ilköğretim okulu vardır ama faal değildir. Köyün içme suyu şebekesi vardır. kanalizasyon |
şebekesi yoktur. PTT şubesi ve Ptt acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır.
http://www.panoramio.com/user/6871150
Badana
Badana, bina duvarlarına fırça veya püskürtme ile sürülen kireç şerbeti veya plastik boya. Eskiden evlerin temizliği kireç badanalarla yapılırdı. Bugün ise kireç badanalar bilhassa büyük şehirleride yerini plastik badana ile duvar kâğıtlarına bıraktı. Badana ihtiyaca göre ekseri kıştan çıkışta ilkbaharda senede bir yapılır. Eğer duvarlar kirlenmemişse bu birkaç senede bir tekrarlanır. Binaların dışlarına yapılacak badanalarda ortam sıcaklığı önemlidir. Bu bakımdan soğuk havalarda (sıcaklığın 10 derecenin altında bulunduğu zamanlarda) özellikle dış badana yapılmaz.
Evin içinde odalarda yapılan badanalarda rüzgar ve hava akımına dikkat edilmelidir. Zira rüzgar veya hava akımına uğrayan yerler çabuk kuruyacağından badana lekeli olabilir. Kapı ve pencerelerin kapalı olması buna mani olmaktadır.
Duvar ve tavanların temizliği ve güzelliği için yapılan badana iki çeşittir. Bunlardan biri kireç, diğeri plastik badanadır.
Bir oda için ortalama 2–3 kg temiz ve beyaz sönmemiş kireç, genişçe bir kapda su ile söndürülür. Yalnız bu iş ev içinde yapılmamalıdır. Patlamalar hem kirlenmeye hem de insan vücudunda yanmalara sebep olur. Sönen kireç dinlendirilir. Badananın çıkmaması için içine % 3 oranında şap veya tuz konur. Badana yaparken birinci katın duvara iyice işlemesine dikkat edilir. İkinci ve üçüncü kat badanalar ilkinden biraz koyu olur. Piyasada hazır kireçli badanalar satılmaktadır. Bunlar belli oranda su ile karıştırılınca badana hazır olur. Kireç badana; kıl, plastik fırça veya püskürtme ile yapılır.
Hazır satılan plastik boyalarla yapılır. Fırçaları ayrıdır. Plastik badananın en büyük özelliği sürülen yüzeyi iyi koruması ve istenildiği zaman ıslak bezle silinmesidir. Bu, ev halkı için büyük kolaylık sağlar. Kirece nazaran pahalılığına rağmen kullanışlı olması ve uzun zaman dayanması tercih edilmesine sebep olmaktadır.
Bu gibi badana çeşitlerinde hiç kireç kullanılmaz. Pudra haline getirilmiş tutkal ve boya birbirine karıştırılır. Tutkalın erimesi, boya ile iyice kaynaşması için iki saat kadar ılık suda bekletilir. Genel olarak bir kilo boya ve tutkal eriyiğine 5-6 litre su katılarak iyice karıştırılır. Bundan sonra istenilen renk bu karışımın içine katılır. İyi temizlenmiş duvarlara bu badana sürülür.
Hangi çeşit badana yapılırsa yapılsın, badanadan önce duvarların ıslak bezle iyice silinmesi lazımdır. Tutkallı ve plastik badanalarda ise duvarlar sabunlu suyla mutlaka silinmelidir.
Çimento rengi badana istenildiğinde sıvalı veya sıvasız, kagir, beton yüzeylere uygulanabilir. Düzgün beton, blok briket betonarme, ytong tuğla yüzeyler ıslatılır, çimento ile karıştırılarak badana kıvamında hazırlanır, 3 kat olarak fırça ile yüzeye uygulanır. Yüzeyi daha iyi kapatması istenirse karşımın içerisine elenmiş mermer tozu katılabilir.
Kazein badana, yüzeyin mat görünmesi istenen yerlerde özellikle alçı kornişler, sütunlar ve benzeri yerlere kireç veya üstübecin içerisine yeteri miktarda süt katılarak kireç badana gibi fırça ile tatbik edilir. Alçı kornişler üzerine yalnız alçı ile de badana uygulaması yapılabilir.
Mermer badananın özelliği ve yapılışı kireç badanaya benzer. Fakat kireç badana gibi bulaşıcı değildir. Uygulama yapılacak yüzey hazırlandıktan sonra iki kat olarak kireç badana fırçası ile uygulanır. 3. kat için hazırlanan kireç badana karışımına uygun miktarda mermer tozu katılır. İnce elekten süzülür. İsteğe bağlı olarak boya katılabilir. Badana makinesi ile yüzeye uygulanır.
Cai Lun
Cai Lun (Çince: 蔡倫 veya 蔡伦 veya "Cài Lún" veya "Ts'ai Lun") (tahminen MS 48 - 121), tarihte, bugün bilinen tarzdaki ilk kâğıdı yapan insan.
Hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Ts'ai Lun'un Çin kayıtlarında haremağası olduğundan bahsedilmektedir. Han Hanedanının bu icattan oldukça memnun kaldığına dair kayıtlarda yer alır. Hatta Lun bu icadından ötürü ödüllendirilmiş, yalnızca aristokratlara verilen bir unvan ile onurlandırılarak zengin edilmiştir. Fakat ardından adı saraydaki entrikaya karıştığından dolayı kayıtlarda, banyo yaptıktan sonra en güzel giysilerini giyip, zehir içerek intihar ettiğini belirtmektedir. Çin'deki arkeolojik kazılarda 2002 yıl öncesine ait kâğıt yaprak kanıtları bulunmuştur. Çin'de imparatorun danışmanı olan T'Sai Lun, kâğıt yapım teknolojisinde yenilikler getirmiştir.
Ts' ai Lun' dan önce ise kâğıt genellikle bambudan üretiliyor ve bu nedenle de oldukça hantal ve ağır oluyordu. İpekten üretilen kitaplar ise oldukça pahalıydı. Batı'da ise kâğıdın bilinmediği dönemde kitaplar parşömen ya da tirşe üzerine yazılırdı. Tirşe özel olarak işlenmiş koyun ya da dana derisinden üretilen bir malzemeydi.
Çin'deki arkeolojik kazılarda 2200 yıl öncesine ait kâğıt kalıntıları bulunmuştur. Yaklaşık 500 yıl kâğıt yapımı gizli bir sanat olarak Çin topraklarında kaldı. MS 751 yılında yapılan Talas Savaşı'ndan sonra Araplar, Çinli esirleri Semerkant'a götürdüler. Çinli esirler burada önemli bir kâğıt üretim merkezi kurdular. Avrupalılar ise ancak MS 12. yüzyılda Arapların aracılığı ile kâğıtla tanıştı.
William H. Harrison
William Henry Harrison (d. 9 Şubat 1773, Berkeley Plantation, Virjinya - ö. 4 Nisan 1841, Washington D.C.) bir Amerikan General ve 9. Amerika Birleşik Devletleri başkanı 1841 yılında. En kısa süreli Amerikan başkanıdır. Başkanlığı sadece 31 gün sürmüştür. Başkanlığa seçilişinin ardından soğuk bir havada yaptığı oldukça uzun süreli göreve başlama konuşması nedeniyle zatürre oldu ve 1841 yılında öldü.
Bac
Bac, bir çeşit vergidir. Farsça "baj" kelimesinin Arapça ve Türkçede aldığı şekil olup, Gazneli, Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Osmanlılarda vergi manasında kullanılmıştır. Bu vergi; pazarlarda, panayırlarda alınıp satılan hayvandan, her cins maldan, ithal edilen ve Osmanlı topraklarından transit olarak geçirilen mallardan alınırdı. Önceleri bağlı oldukları hükümdara vermeleri gereken para ve armağanlara "baj" denilmekteydi. 13. yüzyılda tekalif-i örfiye nevinden (devletin daimi ve fevkalade giderleri için divanın kararı ile toplanan vergiler) bir vergi oldu.
Bac, Osmanlılarda ilk defa Osman Gazi'nin pazara getirilen her yük için iki akçe almalarını emretmesi ile başlamıştır. Bac'ın Narh uygulaması ile birlikte belirli kriterlere bağlı sistemli bir vergi şekline dönüşmesi ise, Bursa'nın fethinden sonra Orhan Gazi tarafından çıkarılan ilk Kanunnamesi sayesinde olmuştur. Tam olarak hangi tarihte çıkarıldığı bilinmeyen bu kanunnamede Osman Gazi'nin belirlediği iki akça Bac uygulaması büyük ölçüde sürdürülmüş; genel çerçevede ise Bursa'daki ehl-i hirfet ve dükkân sahiplerinden, sattıkları yükün ağırlığına, uzunluğuna ve ölçeğine göre yarım ilâ beş akça arasında bac alınması öngörülmüştür. Bu zamanda bac, yalnız satıcıdan alınan bir vergiydi. Fatih'in günümüze ulaşmayan Kanunnamesi'nde ise, alım-satım vergisi olarak kullanılmıştır. Kanunname'de yabancı memleketlerden getirilen mallardan alınacak bac miktarı genellikle % 20 olarak tespit edilmiştir.
Fatih döneminde çıkarılan Bac sisteminin zamanla bozulması üzerine, 1502'de II. Bayezid tarafından Bursa, Edirne ve İstanbul'da uygulanmak üzere yeni İhtisab kanunları düzenlenmiş ve eski hükümler kısmen ıslah edilip yeni bazı maddeler ilâve edilerek İhtisab kurumu tekrar işlevsel bir hale getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim 15 Safer 918/2 Mayıs 1512'de çıkardığı bir fermanla, babası tarafından çıkarılan Bursa'daki ihtisab kanunlarının kendi zamanında da geçerli olduğunu ilan etmiş; ayrıca yayınladığı genel İhtisab Kanunnamesi ile de İstanbul'daki Bac ve Narh oranlarını yeniden tespit etmiştir.
Bac, Osmanlılarda, alındıkları şeye ve şekle göre değişik isimler almıştır. Buna göre pazar ve panayırlarda satılan koyun ve keçilerden "bac-ı ağnam"; şehirde alınıp satılan her çeşit maldan, dokunan kumaş ve kesilen hayvanlardan "bac-ı tamga"; yurt dışından gelip, transit olarak memleketten geçen veya memlekette kalmak üzere gelen mallardan "bac-ı büzürg" ; pazar ve panayırlarda satılan her türlü hayvandan "bac-ı kırtıl" ve ülke dışına çıkarılan mallardan "bac-ı niyabet" adı ile vergiler alınmıştır.
Uluborlu Barajı
Uluborlu Barajı Isparta'da, Pupa Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1977-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.800.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 75,00 m., normal su kotunda göl hacmi 21,30 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,25 km²'dir. Baraj 1.808 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Hasanağa Barajı
Hasanağa Barajı Bursa'da, Hasanağa Deresi üzerinde, sulama amacıyla 1978-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 873.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 37,00 m, normal su kotunda göl hacmi 3,71 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,31 km²'dir. Baraj 715 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Çamlıdere Barajı
Çamlıdere Barajı, Ankara'nın Çamlıdere ilçesinin Bayındır Çayı üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1976-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.487.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 106,00 m., normal su kotunda göl hacmi 1.226,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 32,00 km²'dir. Baraj yılda 150 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
İvriz Barajı
İvriz Barajı, Konya'da, İvriz Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacıyla 1981-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 5.915.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 65,00 m., normal su kotunda göl hacmi 80,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,80 km²'dir. Baraj 43.400 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Yedikır Barajı
Yedikır Barajı, Amasya'da, Tersakan Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1982-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hac |
mi 63.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 28,00 m., normal su kotunda göl hacmi 6,30 hm³, normal su kotunda göl alanı 5,93 km²'dir. Baraj 7.403 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Yedikır Barajı'nda kızılkanat, sazan ve turna balıkları yaşamaktadır. Olta balıkçılığı için Karadeniz'deki ender göllerden biridir.
Aizanoi
Aizanoi, Kütahya şehir merkezine 58 kilometre uzaklıkta, Çavdarhisar ilçesinde bulunan antik kenttir .Etimolojik verilere göre kentin ismi Zeus'un kızı su perisi Erato ile Arkadya ulularından Kral Arkas'ın oğlundan gelmektedir.
Aizanoi kültürel yapısıyla sanat çevreleri tarafından ikinci Efes olarak bahsedilmektedir.
Kütahya bürokrasisi son yıllarda az da olsa gelişen Aizanoi tanıtımıyla umutludur. Kentte dünyanın en iyi korunmuş Zeus tapınağı, dünyanın ilk örneklerinden Stadyum-Tiyatro kompleksi, dünyanın ilk borsa yapısı vardır. Bu borsa yapısı 1970 Gediz Depreminde camiin yıkılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bunun dışında nekropoller, olimpiyat şeref tribün abidesi, 4 köprü da vardır ki bunların çok kötü şekilde restore edilmiş ikisi hala kullanılmaktadır. Bunun dışında Meter Steunne alanı ve tüneli önemli bir eserdir.
Roma dönemine ait tapınağın çevresinde yürütülen kazılar İlk Tunç Çağı'na ait yerleşme tabakalarını da açığa çıkarmıştır. Buradaki ilk kazılar 1926 yılında, ikinci dönem kazıları ise 1970 yılında başlatılmıştır. Aizanoi anik kenti, eski adı Penkalas olan Koca Çay'ın iki yakasında kurulmuştur. Roma döneminde yün, şarap ve tahıl üretimi ile zenginleşen bu şehir, Erken Bizans döneminde bir piskoposluk merkezi olmuştur. Milattan sonra yedinci yüzyılda şehrin önemi giderek azalmıştır. Tapınağın bulunduğu alan, Orta Çağ'da bir hisara dönüştürülmüştür. Selçuklular zamanında buraya yerleşen Çavdar Tatarları, günümüzde buranın "Çavdarhisar" olarak adlandırılmasının nedeni olmuştur.
"Zeus" tapınağı, şehrin ana kutsal alanıdır. Bu tapınağın yapımına M.S. II. yüzyılın ikinci çeyreğinde, İmparator Hadrian döneminde başlanmıştır. Bu tapınağın en önemli özelliği, altında tonozlarla örtülü bir başka mekanın olmasıdır. Bu, Anadolu'da Roma döneminde pek alışılmamış bir uygulamadır ve bir benzerine henüz rastlanmamıştır. Tapınağın önünde bulunan kadın büstü biçimli akroter, tapınağın yalnızca Zeus'a adanmış olmayabileceğini göstermektedir. Son dönem araştırmaları ise bu tapınağın hem Zeus'a hem de Kybele'ye adanmış olamayacağını ortaya koymuştur. Tapınağın güney kısmında, büyük bölümü Bizans döneminde tahrip edilmiş bir odeon bulunmaktadır.
Koca Çay'ın üzerine kurulmuş dört Roma köprüsünden ikisi, Karayolları'nın onarımıyla bugün hala kullanılmaktadır. Şehrin iki kilometre güneybatısında Karabulut nekropol alanı bulunmaktadır. Koca Çay'ın kuzey yakasında bulunan mezar yapıları, şehrin Roma dönemindeki nüfusuyla ilgili bilgi vermektedir. Buna göre, Aizanoi'un Roma dönemindeki nüfusunun 30 bin olduğu düşünülmektedir. 2000 yılındaki sayıma göre, Çavdarhisar'ın nüfusu ise 4600'dür.
Aizanoi'da M.S. II. yüzyılın ikinci yarısında, bugün dünyanın en eski borsası olduğu söylenen, olasılıkla bir gıda pazarı (macellum) da vardı. Yuvarlak biçimli bu yapının duvarlarındaki hem Latince hem Grekçe yazıtlar burada satılan malların fiyatlarına ilişkin açıklamalar içermekteydi. Örneğin, 8 numaralı blok yazıtta, 16-40 yaşlarında bir erkek kölenin iki eşeğin ücretine, aynı şekilde üç erkek kölenin bir atın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiştir. Borsa binası, 1970 yılındaki Gediz depremi sonrası üzerinde bulunan caminin yıkılması sonucu ortaya çıkmıştır. Borsa yapısının kuzeydoğusunda ise M.S. 400 yıllarına tarihlenen sütunlu bir cadde bulunmaktadır. Caddedeki sütunların daha önceki dönemlere ait antik yapılardan sökülerek buraya getirilmiştir. Bu caddenin VI. yüzyıla kadar varlığını koruduğu ve olasılıkla bir depremle yıkıldığı düşünülmektedir.
Tapınağın kuzeyinde tiyatro ile stadyum bulunur. Bunların yapımına M.S. II. yüzyılda başlandığı ve bunların çeşitli aralıklarla üçüncü yüzyıla kadar inşa edildiği bilinmektedir. Birbirine bitişik olarak yapılmış tiyatro ve stadyumun bugün için bilinen bir başka benzeri yoktur. Bugün, tapınaktan tiyatro ve stadyuma gitmek için kullanılan yolun üzerinde ise bir hamam yer almaktadır. Bu hamamın su ve ısıtma kanallarıyla [mermer] kaplamaları bulundukları yerdedir.
Germeçtepe Barajı
Germeçtepe Barajı, Kastamonu'da, Şadibey Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1977-1984 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 309.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 42,00 m., normal su kotunda göl hacmi 7,26 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,45 km²'dir. Baraj 968 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Tuğla
Tuğla, harç ile biribirine tutturularak duvar inşasında kullanılan, pişmiş veya kurutulmuş kil bazlı topraktan elde edilen yapı malzemesi. Çoğunlukla dikdörtgenler prizması şeklindedir.
Tuğla ve kiremit kullanımı insanoğlunun oluşumu kadar eskiye dayanmaktadır.
İlk tuğla veya kiremit üretim tesisi belki de insanlar tarafından yapılan ilk evdir diyebiliriz. Bu evler özellikle nehir kıyılarında ve deltalarda yer alan yerleşim bölgelerinde, kurutulmuş kil tabletlerle, yapılacak evlerin yanında oluşturulan basit bir üretim düzeneği ile gerçekleştirilmiştir. Bu konuda başlangıç tarihi vermek ne yazık ki mümkün değildir. Mezopotamya bölgesinde Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında yapılan kazılarda bulunan pişmemiş kil tabletler MÖ 13. yüzyılı göstermektedir.
Pişmiş tuğlanın endüstriyel anlamda ilk üretimi ise MÖ 4. yüzyıla Babil Kulesi yapımına denk düşmektedir. Tarihçiler bu kulede 85 milyon adet tuğla kullanıldığını hesaplamışlardır. Bu gün bu rakamda tuğlayı ancak 5-6 gelişmiş teknolojili fabrikanın 1 yıllık çalışmaları ile üretebildiğini düşünürsek, burada yapılan üretimin gerçekten de teknolojik açıdan değer taşıdığını kabul etmek gerekir. Babil kulesi işte bu nedenle "tuğla" üretimi ve endüstrisi açısından önemli bir simgedir.
Kiremiti ilk üretip kullananların Korintler olduğu kabul edilir. Korintler bugün de kullanılan içbükey kiremitleri, hazırlanan tuğla hamurunu tokmakla dövüp yaygın hale getirerek ve şimdikinden daha kalın ve büyük olarak MÖ 4. yüzyılda üretmişlerdir.
Anadolu'da ve Avrupa' da da bu tarihsel gelişime paralel olarak ilerleyen üretim şekilleri Romalıların ilk standartları getirmeleri ve bu işin ticaretini yapmaya başlamaları ile farklı bir boyut kazanmıştır.
Daha ileri dönemlerde Anadolu'da Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin vazgeçilmez bir parçası olan tuğla ve kiremit Osmanlıların standartları ile Anadolu’ya has bir mimari tarz oluşturmuştur. Kiremitlerin daha küçük, tuğla boyutlarının ise daha büyük tutulduğu Osmanlılar döneminde ilk standartlar uygulanmaya başlanmıştır. O dönemde standart dışı üretim veya bunların inşaatlarda kullanımı yasaklanmış, bu konuda önemli cezalar öngörülmüştür. Hatta inşaatlarda bina katları ve modelleri konusunda bile standart uygulamalar bu dönemde getirilmiştir. Anadolu’da sektörel gelişme dikkate alındığında ise ne yazık ki atölye ve açık ocak imalathaneleri dışında fabrika ve endüstriyel üretim yapan tesis Osmanlıların son dönemine kadar gerçekleşememiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra yabancı girişimciler sayesinde Marmara ve Ege bölgelerinde tuğla ve kiremit üretim tesisleri yapılmaya başlanmış, ilerleyen dönemde yerli girişimciler sayesinde sektörde gelişim süreci yakalanmış ve önce ithal makinelerle yapılan tesisler yerini yerli makinelere bırakmıştır. Ancak bu oluşum çok geç gerçekleşmiş olup belki de sektörün Avrupa şartlarına göre daha az modernize olmasının bir nedenidir.
Avrupa'da ne yazık ki sektörel gelişme çok daha hızlı ilerlemiş, özellikle buharlı makinelerin bulunmasının ardından öncelikle hammadde hazırlama makinelerinde kullanılan hayvan gücü yerini buharlı motorlara bırakmıştır. 1700’lü yıllarda sektörde ilk devrim sayılan bu makineleşmenin ardından 1800’lü yıllarda helezonlu şekillendirme preslerinin gelişimi ile delikli ve daha hafif tuğla üretimi gündeme gelmiş, bu da daha az hammadde ve daha az enerji ile daha fazla üretimin yapılmasını sağlamıştır. Daha sonraları "Hoffman" ve "tünel" tip fırınların devreye girmesi ile de büyük bir atılım yaşanmış, üretimler artmış, tuğla ve kiremit çok daha kolay üretilen ve ucuz bir yapı malzemesi haline gelmiş ve kullanımı giderek yaygınlaşmıştır.
Tuğla ve kiremit tesislerinde teknolojinin adlandırılması; kurutma sistemine ("doğal kurutma-suni kurutma"), üretim yöntemine ("emek yoğun-teknoloji yoğun"), otomasyona
("otomatik-yarı otomatik"), hammadde işleme ve şekillendirmeye ("vakumlu-vakumsuz"), pişirme sistemine ("hoffman-tünel") göre yapılmaktadır.
Türkiye’de teknolojinin adlandırılması daha çok pişirme sistemine göre yapılmaktadır. Bu açıdan baktığımızda Türkiye'de kullanılan en yaygın sistem "Hoffman sistemi"dir. Tünel fırın sistemi ile çalışan fabrika sayısı ise sınırlıdır.
Zaman içinde bu sistemler kendi içlerinde geçişler yaşamış, karma birtakım teknolojiler ortaya çıkmıştır. Hoffman pişirme teknolojisi yanında suni kurutma yapılmış, tünel fırın teknolojisi doğal kurutma ile beslenmiş, tünel pişirme sistemi hoffman ile karma yapılarak kemertünel fırın sistemi geliştirilmiştir.
Tuğla ve kiremit üretim kademeleri incelenerek üretim yöntemi daha iyi irdelenebilir:
Tuğla ve Kiremit üretiminde kullanılan killer, doğada genellikle rutubetli ve plastik bir kıvamda, bazen kuru ve toz haline getirilebilir bir şekilde, bazen de kaya menşeli olarak bulunur ve çıkarılır. Dolayısıyla doğadan elde edilen ve üretim tesislerine getirilen kil, gerek boyut olarak gerekse bileşim olarak uygun özelliklere sahip olması için bir dizi ön hazırlıktan geçmesi gerekmektedir.
Hammaddenin işlenebilirlik özelliği kazanabilmesi için önce öğütme işlemi yapılmaktadır. Hammaddenin homojen bir malzeme olması, plastiklik ve kohezyon özelliklerinin gerçekleşebilmesi için iyice ufalanması ve ince partiküller halini alması gerekmektedir. Bu amaçla çeşitli makinalarla içindeki iri taşlar, çöpler ayıklanmakta
(taş |
ayırıcı, vals, kollergang vb.) ve istenilen dane çapına kadar öğütülmektedir.
Ayrıca homojen bir kil hamuru elde etmek için, kilin yeterli miktarda su ile birlikte ezilmesi ve karıştırılması gerekmektedir. Kile azar azar su ilave edildiğinde plastikliği bir miktar artmaktadır. Su ilavesi öğütme öncesinde yapılabildiği gibi, öğütme sonrasında da yapılmaktadır.
Dinlendirme, hammadde hazırlama aşamalarının en önemlisidir. Üretilen malzemenin kalitesini etkileyen çok önemli bir unsurdur. Killerin tiksotropik özellikleri dolayısıyla yoğurulmuş çamur dinlenme esnasında direnç kazanmaktadır. Dinlendirme işlemi öğütme işlemlerinden önce veya sonra yapılmaktadır.
Hammadde hazırlama aşaması sonunda şekillendirilmeye uygun bir nitelik kazanan hamur, değişik yöntemler kullanılarak şekillendirilmekte ve değişik biçim ve boyutlarda yarı mamül tuğla-kiremit elde edilmektedir.
Şekillendirmede genellikle kalıplama, "presleme" ve "extrude" yöntemleri kullanılmaktadır. Kalıplama, genellikle harman tuğlası üretiminde kullanılan bir yöntemdir.
Presleme, daha çok kiremit üretiminde kullanılır. Extruderden galeta olarak hazırlanan hammaddeler çeşitli tip ve büyüklükteki presler ile kiremit şeklini almaktadır.
Extrude (vakumlama) yönteminde, hazırlanan kil sonsuz vida yardımı ve belli bir basınçla kalıptan çıkartılmaktadır. Bu yöntemde extruder (vakum pres) makinasına gönderilen hazırlanmış hammaddenin vakum yöntemi ile 740 mm Hg değerinde havası emilmekte ve plastik hale gelmektedir. Helezonlar vasıtası ile itilen hammadde vakum presin ağız kısmındaki ağızlık (filiyer) vasıtası ile iki boyutunun şeklini almakta ve sonsuz bant olarak vakum presi terk etmektedir. Sonra ince tellerle kesilen malzeme üçüncü boyutu da alarak kurumaya terkedilmektedir.
Kurutma, kil içinde mevcut ve şekillendirmeye uygun bir kıvama getirmek için katılan suyun değişik yöntemlerle bünyeden çıkarılma işlemidir. Kurutma işleminde "doğal kurutma" ve "suni kurutma" olarak iki yöntem kullanılmaktadır;
Doğal kurutma; Türkiye'de çok yoğun olarak kullanılan ve atmosferdeki ısı enerjisinden faydalanma prensibine dayanan bir sistemdir. Extruder’den yaş olarak çıkan mamüller genellikle kurutma sehpalarına belli bir düzenle dizilmekte, bu sehpalar geniş kapalı alanlara (saya) ya da açık alanlara konarak kurumaya terkedilmektedirler.Bu kurutma yöntemi kurutma işleminde ek bir enerji gerektirmediği için ekonomik görünmektedir. Fakat kurutma işlemi için geniş alanlara ihtiyaç duyulması, kurutmanın çok ağır ve uzun sürede yapılabilmesi, kontrolün yeterli olamaması, kurutmanın hava şartlarına (ısı, rutubet, rüzgar vs.) bağlı olması, işçiliğin fazla oluşu sakıncalarını oluşturmaktadır.
Suni kurutma; kurutmayı doğal koşullara bırakmadan ek bir enerji sağlanarak ısının ve hava hareketinin fazlalaştırılmasıyla yapmaktır. Killi maddenin içindeki serbest suyun, önce yüksek buhar basıncı ve az sıcaklık, kurutmanın sonuna doğru alçak buhar basıncı ve yüksek sıcaklık sağlanarak dışarı atılması prensibine dayanır. Bu uygulama kurutma odaları veya tünel kurutma fırınları kullanılarak yapılmaktadır.
Pişirme, tuğla ve kiremit üretimindeki en son aşamadır. Kilin kuruma aşamasında, serbest haldeki suyunu ve sonradan emdiği suyu kaybetmesinden dolayı boyutlarında küçülme (çekme) olur.
Pişirme sırasında kil kimyasal reaksiyonlara maruz kalır. 300 °C civarında organik maddeler tamamen yanar, 450-650 °C arasında molekül suyunu kaybeder. 850-950 °C arasında kil hamurunun pişmesiyle oluşan bu yeni malzeme artık sert, şeklini değiştirmeyen, belirli mukavemet ve renge sahip bir üründür.
Genel olarak pişme şu aşamalardan oluşur:
Türkiye’ de en yoğun kullanılan fırın tipi Hoffman fırınlardır. Daha sonraki yoğunluğu tünel fırınlar oluşturmaktadır. 20 civarında da hoffman-tünel fırın karışımı olan kemer tünel fırın vardır.
Hoffman fırını: Fırın kesiti dairesel tonoz biçimindedir. Ateş hareketli, ürünler sabittir. Bu fırın yakıttan elde edilen ısıyı çok yüksek verimle kullanan ve üretim kapasitesi ve hızı yüksek olan bir fırındır. Yanmanın tam pişme durumundaki malzemenin üzerinde olması, fırın içinde hareket eden havanın bir yandan pişmiş malzeme ile temas ederek ısınması, ısınmış havadan çiğ malzemenin ısınması için yararlanılması bu fırının en önemli üstünlükleridir.
Fırının üstündeki deliklerden yakıt püskürtülmekte, pişme safhası ilerledikçe püskürtme işlemi delikler boyunca ilerlemektedir. Yakıt olarak genelde kömür vb. katı yakıtlar, nadiren sıvı yakıtlar kullanılmaktadır.
Hoffman fırınlarda, enerji kullanımı tünel fırınlara göre daha fazladır, emek-yoğun bir yapılanma gerektirdiği için maliyet yüksektir.
Tünel fırın: Ana prensip olarak ürünler hareketli, ateş sabittir. Uzun bir tünel ve içinde hareketli fırın vagonları vardır. Yarı mamul ürünler fırın vagonlarına fırının dışında istif edilmekte ve birbiri ardına vagonlar belli bir hızda, fırının içinde hareket etmektedir. Fırın içinde hareket eden ürünler ısısı gitgide artan, rutubeti azalan bir hava ortamı ile karşılaşmaktadır. Bu bölge ısınma bölgesidir. Orta bölümde pişme bölgesi (cehennemlik) vardır. Burada pişen ürün ilerlemeye devam ederek daha önce pişmiş olan malzemenin üzerinden geçerek malzemeyi soğutmuş olan ve kendisi ısınan hava ile temas ettikçe giderek soğumaya başlamaktadır. Daha sonra fırın dışına çıkan ürünler fırın vagonları üzerinden alınmaktadır.
Pişirme bölgesinde genel olarak sıvı yakıt kullanılmakta, bazen katı yakıtlı sistemlerde yapılabilmektedir.
Tünel fırınlar, ürün kalitesi yüksek, yakıt ve emek tasarrufu sağlayan, fabrikasyon süresi kısa sistemlerdir. Ancak, ilk yatırım ve bakım maliyetleri çok yüksektir. Fırın debisi çok sık değiştirilememektedir.
Pişirme fırınlarından çıkan ürünler soğuma sonrası istenilen yere sevk edilmektedir. Sevk işleminde genel olarak kamyonlar kullanılmakta fırın veya fırın vagonu önüne yanaşan araca ürün direkt olarak yüklenmektedir.
Bazı fabrikalarda ürünler palet üstüne ve sonrasında naylon ile ambalaj yapılarak veya mukavva kutulara konularak sevk edilmektedir.
Tuğla ve kiremit gibi pişmiş kilden ürünlerin yer aldığı bu sektörde TSE tarafından hazırlanan aşağıdaki standartlar kullanılmaktadır.
Kozağacı Barajı
Kozağacı Barajı, Burdur'da, Kırkpınar Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1983-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 243.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 33,00 m, normal su kotunda göl hacmi 1,29 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,16 km²'dir. Baraj 460 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Sarıbeyler Barajı
Sarıbeyler Barajı, Balıkesir'de, Sarıbeyler Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1980-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 523.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 38,00 m., normal su kotunda göl hacmi 15,60 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,37 km²'dir. Baraj 1.750 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Tayfur Barajı
Tayfur Barajı, Çanakkale'de, Tayfur Çayı üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1980-1985 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak ve kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 298.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 39,00 m, normal su kotunda göl hacmi 4,36 hm³, normal su kotunda göl alanı 0,47 km²'dir. Baraj yılda 2 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
Kayalıköy Barajı
Kayalıköy Barajı, Kırklareli'de, Teke Çayı üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacıyla 1981-1986 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Baraj göleti Kofçaz ile Kırklareli sınırları içerisinde yer almaktadır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.528.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 72,00 m., normal su kotunda göl hacmi 149,89 hm³, normal su kotunda göl alanı 10,20 km²'dir. Baraj 14.716 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Kozlu Barajı
Kozlu Barajı, Zonguldak'ta, Ulutan Çayı üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1979-1986 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.675.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 60,15 m., normal su kotunda göl hacmi 25,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,07 km²'dir. Baraj yılda 19 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
Sachsenhausen Toplama Kampı
Sachsenhausen, Almanya'nın başkenti Berlin'e yaklaşık 35 km uzaklıktaki Oranienburg bölgesinde 1936-1945 yılları arasında faaliyet göstermiş bir Nazi toplama kampıdır.
Nazi toplama kamplarının idari merkezi olma özelliği taşıyan ve aynı zamanda SS eğitim merkezi olan kamp, 1936 yılında kurulmuştur. Geniş bir alana yayılmış olan kampta, halen ziyaretçilere kapalı tutulan ""İndustie Zentrum"" bölümündeki gaz odasının yanı sıra, çeşitli ameliyatların yapıldığı bir patoloji laboratuvarı bulunmaktadır.
Sachsenhausen toplama kampının ön kapısında "Arbeit Macht Frei" (Çalışma özgürlük getirir) ibaresi yer almaktadır. 22 Nisan 1945 tarihinde Sovyet Kızıl Ordusunun 47. tugayı tarafından özgürlüğe kavuşturulan kampta toplam 200,000'den fazla insan tutsak edilmiş, bunlardan 100,000'i hastalık, yetersiz beslenme, tifo, sarılık ve kışın dondurucu ayazı karşısında hayatını kaybetmiştir.
Yukarıda belirtilen nedenler haricinde, birçok insan, tıbbi alandaki deneysel amaçlarla öldürülmüşlerdir.
Nazi kayıtlarına göre Sachsenhausen kampında 2,000'den fazla kadın esir yaşamıştır. Bu kadın esirler yine kendileri gibi kadın olan ve ""Aufseherin"" adı verilen kadın gardiyanlar tarafından kontrol altında tutulmuşlardır. Nazi belgelerine göre kampta her on esir için bir SS subayı görev yapmıştır.
Birçok Nazi toplama kampında olduğu üzere kamptaki hayat, inanılmaz derecede insanlık dışı bir yaşamı sergiler; kamp girişindeki komuta merkezinin önündeki içtima alanındaki ateşli silahlarla ve asarak idamlar diğer esirler için bir "ders" niteliğindedir.
1936 yılında Nazi yönetiminin 1936 olimpiyatlarına ev sahipliği yaptığı dönemde Esterwegen toplama kampından getirilen 50 esir işçi tarafından Nazi Almanyası'nın ilk toplama kampı olarak inşa edilen ve daha sonraki yıllarda |
inşa edilen diğer toplama kampları için örnek oluşturan Sachsenhausen Kampı, Nazi diktatörü Adolf Hitler tarafından "“tamamen modern”" olarak tanımlanmıştır. İnşaatın sona ermesini müteakip, homoseksüeller, sendika üyeleri ve belli dini grup mensupları kampın ilk esirleri olmuştur. 1938 yılı Kasım ayındaki “Kristal Gece”'nin (Kristallnacht) hemen ardından da binlerce Yahudi kampta tutsak edilmiştir. II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin hemen öncesinde, 1939 yılının Eylül ayı ortalarında, Alman polisi, Berlin belediye sınırlarında yaşayan ve çoğunluğu Polonya vatandaşı ve heimatlos (vatansız) olan 900 Yahudiyi tutuklayarak Sachsenhausen’a getirmişlerdir. Bu insanların çoğu, açlık, bitkinlik, kötü muamele ve tedavi edilmemeleri nedeniyle hayatlarını kaybetmişlerdir.
1940 yılına gelindiğinde, Alman işgali altındaki Polonya topraklarındaki eğitimli elit tabakayı eritmek amacıyla, çoğu öğretmen, doktor, papaz, kamu görevlisi ve Alman işgaline muhalefet eden lider konumundaki diğer Polonyalılar Sachsenhausen kampına getirilmişlerdir.
4 Nisan 1941 tarihinde, Eichberg Akıl Hastalıkları Hastanesi başhekimi olan Friedrich Mennecke isimli SS doktoru, “14f13” kod adıyla tarihe geçen ve Sachsenhausen kampındaki fiziksel/zihinsel özürlü ve güçsüzlere ötenezya uygulanması için aday tespiti yapmıştır. Haziran 1941’e gelindiğinde, seçilen ötenezya adayları SS subayları tarafından sistematik ölümlerin gerçekleştirildiği “Sonnenstein Ötenezya Merkezi” 'ne nakledilmiştir. Hasta ve güçsüz olan bu insanların hayatları Alman doktorları tarafından buradaki gaz odalarında sona erdirilmiştir.
Ağustos 1941’de Sovyet Kızılordu mensubu yaklaşık 18,000 savaş esiri Sachsenhausen toplama kampına intikal etmiştir. Esirlerin kampa varışlarının hemen ardından 13,000’den fazlası Naziler tarafından vurularak katledilmişlerdir.
1944 yılı Ağustos ayında Varşova’da patlak veren başkaldırı üzerine Almanlar, yaklaşık 3,500’ü Sachsenhausen Toplama Kampı olmak üzere yaklaşık 65,000 Polonya vatandaşını Almanya’daki çeşitli toplama kamplarına nakletmişlerdir. Esirler, kampta zorunlu tıbbi deneylere maruz bırakılmışlardır.
Kamp muhafızları, müttefik kuvvetlerin Almanya’ya ilerleyişi karşısında Sachsenhausen Toplama Kampı'ndaki 30,000 esiri kuzeybatı istikametinde “ölüm yürüyüşü” adı verilen zorunlu yürüyüşe tabi tutmuşlar; hasta ve güçsüz olanları ve yürüyüş temposuna ayak uyduramayanları öldürmüşlerdir. Bu yürüyüş sırasında hayatta kalmayı başarabilenler Sovyet Kızılordusu tarafından 2 Mayıs 1945 tarihinde Schwerin kasabası yakınlarında serbest bırakılmışlardır.
Kırımini, Ağaçören
Kırımini, Aksaray ilinin Ağaçören ilçesine bağlı bir köydür.
Karni Geçidi
Karni Geçidi (Arapça: معبر كارني, İbranice: מעבר קרני) İsrail'in Gazze'ye malzeme girişi yaptığı tek noktadır. Bu girişin İsrail tarafından büyük oranda kapalı tutulması, Filistinlilerin açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve hastanelerde malzeme kalmaması gibi sonuçlar doğurmaktadır.
Guantanamo Kampı
Guantanamo Kampı, 2002 yılından itibaren askeri hapishane olarak kullanılmakta olan, Küba 'daki Guantanamo körfezi askeri üssü nün bir bölümüne verilen isim.
Burada, başta Afganistan olmak üzere çeşitli ülkelerde ele geçirilen, El-Kaide ve Taliban ile ilgisi olduğundan şüphelenen kişiler tutulmaktadır. Üç bölüme ayrılır: Kamp Delta (ki buna Kamp Echo da dahildir), Kamp İguana ve artık kapatılmış olan Kamp X-Ray. Tesis zaman zaman Guantanamo, Gitmo veya Kamp X-Ray olarak anılmaktadır.
Guantanamo Körfezinin bir askeri hapishane olarak kullanılması insan hakları örgütleri ve birçok farklı kesimin eleştiri ve protestolarına neden olmuştur. Bu örgüt ve kesimler tutukluların işkence gördüğü veya kötü şart ve uygulamalara maruz kaldığını belirtip, buradaki tutuklularının yasal durumlarının belirsizliğine işaret etmektedirler. Zira Guantanamo'da tutulanlar, ne savaş suçlusu ne de adi suçlu olarak tanımlanmıştır. ABD yasal sistemine başvuramadıkları gibi ABD yasal sisteminden herhangi bir gözden geçirme de talep edememektedirler.
Bush yönetimi 3. Cenevre Antlaşması'nın tutuklanmış el-Kaide veya Taliban savaşçılarını kapsayamayacağını öne sürmektedir. Hiçbir dış devlet ise bu noktada Bush yönetimiyle aynı görüşte olduğunu belirtmemiştir. ABD politikasını eleştirenler, yönetimin 'savaş suçluları' ile 'yasa dışı savaşçıları' arasında bir ayrım yaratmaya çalışmak suretiyle Cenevre Antlaşması'nı ihlal ettiğini öne sürmektedirler.
Guanatanamo Tutukevi'ndeki yasa dışı uygulamalara dair Avrupa Parlamentosu da bir rapor hazırlamıştır. Daha güncel olarak, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) ve BM çıkardıkları raporlarda durumu bir "insan hakları skandalı" olarak tanımlamışlardır
1903'den beri ABD'nin 4000 Dolar gibi senelik bir kira karşılığında kullandığı 121 km²'lik Küba'ya ait bir alan ve sadece iki ülkenin karşılıklı anlaşması sonucu fesh edebileceği bir anlaşma.
20. yüzyılın son çeyreğinde, Guantanamo Askeri Üssü denizlerde yakalanan Kübalı ve Haitili mültecileri tutmakta kullanılmıştı. 1990'ların başında, askeri darbe sonucu Haiti'den kaçan Haitilileri barındırmıştır. Bu mülteciler ABD yasal sisteminden Yargıç Sterling Johnson Jr. kampın anayasaya aykırı olduğu kararını 8 Haziran 1993'te verene kadar Kamp Bulkeley isimli bir tutuklu bölgesinde tutulmuşlardır. Son Haitili göçmenler Guantanamo'yu 1 Kasım 1995'te terk etmiştir.
16 Haziran 2005'te Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı, savunma müteahhiti Halliburton'un üs etrafında 30 milyon $'lık bir güvenlik çemberi ve tutukevi inşa edeceğini ilan etmiştir.
10 Haziran 2006 üç tutuklu ölü bulunmuştur. Pentagon'a göre "kendilerini bariz bir intihar sözleşmesiyle öldürmüşlerdir".
Vampire: The Masquerade
Vampire: The Masquerade, White Wolf'un çıkarttığı "World of Darkness" serisininin ilk video oyunudur. Vampir hikâyeleri temalı bir rol yapma oyunu olan "The Masquerade"'de öyküler, günümüz dünyasının daha karanlık, gotik, punk bir atmosferinde geçer.
Masquerade dönemi 17. yüzyılda başlar. Engizisyon ve diğer doğaüstü varlıkların vampir ailesini acımasızca avlamaya başlamasından sonra toplanan konseyde pek de kayda değer biri olmayan Toreador Raphael de Corazon, artık gizlenmenin gerekliliğini anlatır ve onun sözleri üzerine Camarilla adı verilen birlik kurulur. Gizlenmenin gerekmediğini düşünen, insanlardan üstün olduklarını ve onları yönetmeleri gerektiğini düşünen diğer klanlar da Sabbat'ı oluşturur. Camarilla, "masquerade" ilan eder. Yani bir maskeli balo gibi vampir kimliği gizlenecek, artık her şey saman altından yürütülecek, toplantılar izinsiz yapılamayacaktır. Maskeli balonun kurallarını bozarak insanların vampirlerin varlığını öğrenmesine sebep olmak ölüm cezasını gerektiren bir suçtur ve bu suçu işleyenler için kan avı başlatılarak peşine ödül avcısı vampirler gönderilir.
Schrödinger denklemi
Schrödinger denklemi, bir kuantum sistemi hakkında bize her bilgiyi veren araç dalga fonksiyonu adında bir fonksiyondur. Dalga fonksiyonunun uzaya ve zamana bağlı değişimini gösteren denklemi ilk bulan Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger’dir. Bu yüzden denklem Schrödinger denklemi adıyla anılır. 1900 yılında Max Planck'ın ortaya attığı "kuantum varsayımları"nın ardından, 1924 de ortaya atılan de Broglie varsayımı ve 1927'de ortaya atılan Heisenberg belirsizlik ilkesi bilim dünyasında yeni ufukların doğmasına sebep olmuştur. Bu gelişmeler Max Planck'ın kuantum varsayımları ve Schrödinger'in dalga mekaniği ile birleştirilerek kuantum mekanik kuramını ortaya çıkarmıştır.
Schrödinger denklemi kapalı formda şöyle ifade edilebilir: formula_1
Burada H, Hamiltonyen' i temsil eder. Hamiltonyen, parçacığın toplam enerjisini veren bir operatördür ve formula_2 şeklinde ifade edilir. İlk terim kinetik enerjiyi, ikinci terim ise potansiyel enerjiyi temsil eder.
Momentum operatörü formula_3 denklemde yerine konursa Schrödinger denkleminin sol tarafı elde edilir.
Bu zamana bağlı Schrödinger denklemidir. Denklemin sağ tarafının sıfıra eşit olması durumunda zamandan bağımsız Schrödinger denklemi karşımıza çıkar. Burada formula_5 değerinde Dirac sabiti, m; parçacığın kütlesi, V; potansiyel enerji, formula_6; parçacığa eşlik eden dalga fonksiyonudur. Parçacığın kinetik enerjisinin hareket etmezken sahip olduğu iç enerjisinden oldukça büyük olması durumunda enerjisi göreli olarak ifade edileceğinden formula_7 şeklinde olur. Bu sayede elde edilen Schrödinger denklemine, Relativistik (göreli) Schrödinger Denklemi denir ve formula_8 olmak üzere şu formda yazılır.
Denklemin çözümü için, parçacığın bulunduğu duruma göre içinde olduğu potansiyeller şöyle özetlenebilir:
V'nin sıfır olması durumunda serbest parçacık durumu incelenir. Sıfırdan farklı durumlarda parçacığın enerjisinin uygulanan potansiyelden büyük veya küçük olması koşullarına göre değişen çözümler bulunur. Parçacığın enerjinisinin uygulanan potansiyelden küçük olması ancak belirli bir genişlikten sonra bu potansiyel engelin kaldırılması durumunda Tünel Etkisi gözlemlenir. Akım yoğunluğu hesaplanarak geçme ve yansıma katsayıları bulunur.
Değişen potansiyellere örnek; basit harmonik titreştirici ve Coulomb potansiyelleridir. Bunlar bir katıdaki atomların titreşimi ve atomdaki çekirdeğe bağlı elektronların hareketini kapsar.
Fiziksel durum(durgun durum) üzerindeki Schrödinger denklemi formudur(özel durum için aşağıya bakınız). En iyi genel form zaman-bağımlı Schrödinger denklemidir, bu ise zamanla gelişen sistemin bir tanımını verir:
Denklem-1
Zaman-bağımlı Schrödinger denklemi "(genel)"
formula_12
Burada "i" sanal birimdir, "ħ" 2"π" ile Planck sabitinin oranıdır , ""∂/∂t"" sembolü bir "t" zamana gore kısmi türev ile ayırır , "Ψ" kuantum sistemin dalga fonksiyonudur, ve formula_13 Hamiltonyen işlemcidir (herhangi bir dalga fonksiyonu toplam enerjiyi karakterize eder ve duruma bağlı olarak farklı biçimler alır).
En ünlü örneği bir elektrik alanı içinde(ama bir manyetik alan değil; bakınız Pauli denklemi) tek bir parçacık taşıyan göreli olmayan Schrödinger denklemidir :
Denklem |
-2
Zaman-bağımlı Schrödinger denklemi "(tek ama göreli olmayan parçacık)"
burada "m" parçacığın kütlesidir, "V" potansiyel enerjidir, ∇ Laplasyendir, ve "Ψ" dalga fonksiyonudur (bu bağlamda daha kesin bir ifadeyle, "konum uzay-dalga fonksiyonu" olarak adlandırılır). Bu daha net bir ifadeyle, "toplam enerji kinetik enerji artı potansiyel enerjiye eşittir", ama şartlar aşağıda açıklanan sebeplerden ötürü bilmediğiniz formlar haline gelir.
Verilen bu bir doğrusal kısmi diferansiyel denklem özel diferansiyel işlemciler içerir. Bu ayrıca bir difüzyon denklemidir, ama aksine ısı denklemi, bu tek ayrıca verilen bir dalga denklemi sanal birim geçici terim içinde mevcuttur.
""Schrödinger denklemi"" terimine hem genel denkleminin (ilk yukarıda kutu), hem de belirli bir göreli olmayan sürümün (ikinci yukarıda ve bunun varyasyonları kutu) de başvurabilirsiniz. kuantum mekaniği boyunca kullanılan,genel denklem her şey için,Hamiltoniyen'den çeşitli karmaşık ifadeler takarak Dirac denklemi'nden kuantum alan teorisi'ne kadar gerçekten oldukça geneldir. Özel relativistik sürümü basitleştirilmiş birçok durumda gerçekliğe oldukça doğru yaklaşım, ama diğerleri de çok yanlıştır.(ayrıca görelilik kuantum mekaniği ve görelilik kuantum alan teorisi).
Schrödinger denklemini uygulamak için, Hamilton operatörü daha sonra Schrödinger denklemine yerleştirilir sistemi oluşturan taneciklerin kinetik ve potansiyel enerji için muhasebe sistemi için ayarlanır.Oluşan kısmi diferansiyel denklem sistemi ile ilgili bilgi içeren dalga fonksiyonu, için çözülmüştür.
zaman-bağımsız Schrödinger denklemi tahmin edilen dalga fonksiyonları durgun dalgalar formu olabilir, adı durağan durumlar (ayrıca "yörüngeler" denir,atomik yörüngeler içinde olarak veya moleküler yörüngeler). eğer durağan durumun üzerinde sınıflandırılmış ve anlaşılıyorsa bu durum burada kendine özgü bir şekilde önemlidir,ve "herhangi" durum için zaman-bağımlı Schrödinger denklemi çözmeye kolayca alınır ."zaman-bağımlı Schrödinger denklemi" durağan durum tanıtan denklemdir. (Bu yalnız kullanılıyor ise Hamiltonyenin kendisi zaman üzerinde bağımlı değildir. Genel olarak, dalga fonksiyonuna hala bir bağımlılık vardır! )
Denklem-1
Zaman-bağımsız Schrödinger denklemi ("genel")
formula_15
Durum denkleminin sözel ifadesi:
Zaman-bağımlı Schrödinger denklemi aşağıda daha fazla tartışıldı. doğrusal cebir terminolojisi içinde, bu denklem bir özdeğer denklemidir.
Daha önce olduğu gibi, göreli-olmayan Schrödinger denklemi için en ünlü bulgu bir tek parçacık bir elektrik alanı içinde taşınır (ama bir manyetik alan değil):
Denklem-2
Zaman-bağımsız Schrödinger denklemi ("tek göreli olmayan parçacık")
formula_16
Amerika Birleşik Devletleri'nin eyaletleri
Amerika Birleşik Devletleri'nin eyaletleri, Birleşik Devletleri oluşturan idari birimlerdir. Birbirleriyle bir politik birlik oluşturan 50 eyalet vardır. Her eyalet belirli bir coğrafi bölgede idari yetkiye sahiptir ve egemenliğini Birleşik Devletler federal hükûmeti ile paylaşır. Egemenliğin her bir eyalet ile federal hükûmet arasında paylaşılmasından dolayı Amerikalılar hem federal cumhuriyetin, hem ikamet ettikleri eyaletin vatandaşıdır. Eyalet vatandaşlığı ve ikamet esnektir ve bir eyaletten diğerine taşınmak için herhangi bir hükûmet iznine gerek yoktur. Şartlı tahliyeyle serbest kalmış hükümlüler ve velayeti paylaşan boşanmış ebeveynlerin çocukları gibi belirli bir mahkeme kararıyla bu hakkı sınırlandırılmış kişiler, anılan kuralın istisnasını oluşturur.
Eyalatlerin nüfusu 600.000'in biraz altından (Wyoming) 39 milyonun üzerine (Kaliforniya) ve yüz ölçümü 3.140 km²'den (Rhode Island) 1.717.860 km²'ye (Alaska) değişiklik gösterir. Dört eyalet tam resmi adlarında "commonwealth" ifadesini kullanır.
Eyaletler illere ya da ile eşdeğer birimlere ayrılmıştır. Bunlara belli ölçüde yerel idari yetki tanınmıştır, ancak egemenlikleri bulunmaz. İller ve ile eşdeğer birimlerin yapıları eyaletten eyalete farklılık gösterir. Eyalet yönetimleri yetkilerini (her bir eyaletin) halkından, kendi ayrı anayasaları dolayısıyla alır. Bu anayasaların her birinin temelini cumhuriyetçi ilkeler oluşturur ve her biri üç kuvvetten oluşan bir yönetim öngörür: Yürütme, yasama ve yargı.
Birleşik Devletler Anayasasına göre eyaletler, aralarında anayasa değişikliklerinin onanmasının da bulunduğu çeşitli yetki ve haklara sahiptir. Tarihsel olarak bakıldığında, yerel kolluk kuvvetleri, devlet okullarında eğitim, sağlık hizmetleri, eyalet içi ticaretin düzenlenmesi ve yerel ulaşım ile altyapı genel olarak öncelikle eyaletlerin sorumluluk alanındadır. Öte yandan, günümüzde bunların tamamı önemli ölçüde federal kaynaklarca karşılanmakta ve federal düzeyde yasal düzenlemelere tabi tutulmaktadır. Zaman içinde ABD Anayasası değişikliklere uğradı ve uygulanışı ile hükümleri değişti. Merkezileşmeye ve incorporation'a (Mahkelemerin U.S. Bill of Rights'ı eyaletlere uygulaması) doğru genel bir eğilim oluştu ve federal hükûmetin rolü arttı. Eyaletlerin yetki ve egemenliğinin federal hükûmet ile bireylerin hakları karşısında sınırları ve içeriğine ilişkin bir kavram olan eyaletlerin haklarına ilişkin tartışmalar sürmektedir.
Eyaletler ve buralarda ikamet edenler çift meclisli bir yasama organı olup Senato ile Temsilciler Meclisi'nden oluşan federal Kongre'de temsil edilir. Her eyalet Senato'da iki senatörle temsil edilir ve Meclis'te en az bir temsilci ile temsil edilme hakkına sahiptir. Temsilciler Meclisi üyeleri tek üyeli bölgelerden seçilir. Temsilciler eyaletler arasında, en son on yıllık anayasal nüfus sayımına göre belirlenecek oranlarla paylaştırılır. Her eyalet ayrıca devlet başkanını seçen Seçiciler Kurulu'na belirli sayıda seçici gönderme hakkına sahiptir. Her eyaletin seçici sayısı, o eyaletin temsilci sayısı ile senatör sayısının toplamına eşittir.
Anayasa Kongre'ye Birliğe yeni eyaletleri kabul etme yetkisi tanımıştır. ABD'nin 1776'da kuruluşundan bu yana, eyalet sayısı en baştaki 13'ten 50'ye yükselmiştir. En yeni eyaletler, ikisi de 1959'da eyalet olan Alaska ve Hawaii'dir.
Anayasa eyaletlerin birlikten ayrılma yetkilerinin olup olmadığı konusunda sessiz kalmıştır. Amerikan İç Savaşı'ndan kısa süre sonra ABD Yüksek Mahkemesi, "Texas v. White" davasında bir eyaletin tek taraflı olarak bunu yapamayacağını hükme bağlamıştır.
"Haritada yer alan eyaletlerin üzerine tıklayarak ilgili maddeye gidebilirsiniz."
John Nash
John Nash şu anlamlara gelebilir:
Nogay Ordası
Nogay Ordası (Tatarca: Nuğay urdası, Нугай урдасы), Altın Orda yıkıldıktan sonra 14. yüzyılın sonlarında Kafkasya ve Deşt-i Kıpçak bölgesinde Cengiz Han'ın sülalesinden olmayan Moğol Mangıt boyunun önderi Edige tarafından kurulmuş bir Türk devleti.
Edige liderliğindeki boyların konfederasyonuna Mangıt dışında Kongirat başta olmak üzere çeşitli boylar katılmaktaydı.
Edige önce Timur'un desteğini alan Cuci ulusunun hanı Toktamış ile mücadele etmiş ancak Toktamış'ın Timur'a karşı meydan okumasından sonra Timur ile işbirliği yaparak Toktamış'ı yenmiştir.
Ancak Edige, Cengiz Han'ın soyundan gelmediği için dönemin töresine göre Han olamamıştır. 1398'de Cuci ulusunun Toka Temür sülalesinden Timur Kutluk'u han olarak seçmiş ve kendisi tarafından emirlerin başına tayin edilmiştir. Edige'nin torunları da "Biy" (Bey) ya da "Emir" ünvanlarını kullanmıştır.
İdil ve Ural Nehirleri arasındaki bölgede hakimiyeti kuran Edige 1419'de öldürülmüş ve konfederasyon Nureddin önderliğinde devam etmiştir. Nureddin Azak Denizi'nden Aral Gölü'ne kadar toprağını genişletmiştir. Bu konfederasyonun desteğiyle Astrahan Hanlığı kurulmuştur.
15. yüzyılda bu konfederasyona Nogay olarak hitap edilmeye başlamıştır. Nogay adının Cengiz Han'ın oğullarından Boal'ın oğlu Nogay Han'dan geldiği düşünülmektedir.
Doğudan gelen Oyrat ve Turgut boylarının (günümüzdeki Kalmıklar) Nogay ovasına yerleşmesiyle ordan kovulmuş olan Nogaylar, 1642'de Rusya'ya itaat etmişler ve Nogay Orda ortadan kalkmıştır.
Yusuf'un sülalesi Yusupov (Юсупов), Urus'un sülalesi Urusov (Урусов) adlı Çarlık Rusyası'nın Dük aileleri olmuştur.
Nogay Orda yıkıldıktan sonra da Kuban Nogay, Cedisikul Nogay, Bucak Nogay, Canboyluk Nogay, Yedisan Nogay adıyla bilinen Nogaylar varlığını korumuştur. Bunlardan bir kısmı Kırım Hanlığı'nın askeri gücü olarak kullanılmışlardır. Geri kalanlar ise bir müddet aşağı İdil boyunda yaşamışlardır.
Günümüzde Nogay adını kullanan etnik grup sadece Dağıstan'daki sülaleden olanlardır ve Osmanlı ve Türkiye'de Çerkes olarak nitelendirilir. Sultan II. Abdülhamit döneminde 1882 yılında kaleme alınan "Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır" başlıklı kapsamlı bir Çerkes Tarihi tasarısında "kıt’a-i mezkûrede sâkin olub lisân ve ahlâk ve ahvâl ve kavmiyetce biri birine mübâyin bulunan Abaza, Lezgi, Çeçan, Nogay, Dağıstan vesâire gibi akvâm ve kabâil-i müte’addide kisvelerinin müşâbeheti cihetiyle ecânib nazarında umûmen Çerkes zann olunmuşdur" denmekte ve görüldüğü üzere bütün Kuzey Kafkasyalılar için "Çerkes" nitelemesi yapılmaktadır.
Arap mitolojisi
Arap mitolojisi, Arapların İslamiyet öncesi çoktanrıcı inanç ve söylencelerini konu almakla birlikte Hıristiyan, Yahudi ve İran dinlerinin de etkisinde kalmıştır. Samilerin bir kolu olan Arapların mitolojisinin bir özelliği de Sümer ve Mezopotamya mitolojisiyle devamlılık konumunda olmasıdır. Toplumların yaşamlarında bir sonraki kültür öncekileri yok etmez, Kutsal anlatılar alındıkları kaynaktan birtakım değişimlerle gelecek nesillere aktarılır ve devam ettirilir. Ayrıca o dönemde çevre bölgelerde yaşayan toplulukların mitolojileri ve inançları da Arap mitolojisiyle büyük oranda etkileşim gösterir. Arapların inanç sistemlerini oluşturmada diğer semitik toplumlarla etkileşim çok önemli roller oynamıştır.
Arap mitolojisinde birçok mitolojide olduğu gibi, putlar sembolize ettikleri tanrı veya tanrıçalar nedeniyle kutsal sayılmaktaydılar ve en önemli tapınım aracıydılar.
İslami kaynaklar Arap mitolojisinin temelini monoteist bir yapıdan aldığını, dahas |
ı bu tanrıçalar gibi o dönemlerde tapılan çeşitli tanrı ve tanrıçaların isimlerinin kökeninin "Allah" sözcüğü olduğunu ve bu konuda bilimsel bir bulgu olmamasına rağmen Arap politeizminin monoteist bir yapının bozulmasıyla oluştuğunu ileri sürmektedirler.
Bu dönemde Arapların bir kısmı Arabistan yarımadasında koyun, keçi ve deve çobanlığı yaparak göçebe bir kısmı ise vahalarda tahıl ve hurma tarımı yaparak yerleşik olarak yaşamaktaydı Arapların dinleri hakkında, kitabeler ve arkeolojik eserlerin yanı sıra Asur, İbrani, Yunan ve Latin kaynakları ile İslam öncesi Arap toplumu hakkında doğrudan bilgi sunan Cahiliye şiiri ve atasözlerinden de istifade etmek mümkündür.
Arap mitolojisinin öğeleri belirgin biçimde günümüze ulaşamamıştır, yine de daha sonra İslam döneminde bazı kaynaklarda çok kısa ve yalınca tanımlandıkları olmuştur. Kur'an'da dönemin Araplarının inançlarına dair bazı ipuçları bulunur. Kur'anda Araplarının cinlere (34/41), meleklere (43/19) ve dişi tanrıçalara tapındıkları (4/117), "Yaratıcı" sıfatı bulunan belirli bir baş tanrıya tapındıkları fakat bunun dışında, bu baş tanrı ile kendileri arasında aracı olmaları için, çeşitli daha küçük tanrılara tapındıkları (29/61,63; 39/3 vd.)ifade edilir. Ayrıca bu tanrıların bir kısmını "Allah'ın Kızları" olarak gördüklerine ve onları Allah'ın onları affetmesine dair şefaatçi bildiklerine dair ifadeler vardır. Bu dönemden bugüne kadar ulaşan bazı şiir metinlerinde, "Allah" adıyla andıkları yüce bir Tanrı'ya dair bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca İbnu'l-Kelbî'nin kaleme almış olduğu "Kitabu'l Asnam"da Arapların Allah adıyla andıkları bir tanrının yanı sıra farklı tanrılara da tapındıklarına dair bilgiler mevcuttur.
Arap mitolojisini araştırmada dini kaynaklar da kullanılmaktadır.
Evren anlayışı: Dünya düzdür ve Kaf dağını da içeren, ve mandal gibi yerlerini tutan bir dağ silsilesi ile çevrilmiştir. Dünya balığın (Bahamut) sırtında duran bir öküz tarafından ayakta tutulur. Bahamut evrensel bir okyanusta yüzmekte, okyanus bir kap içerisindedir ve kap bir meleğin veya cinin sırtında durmaktadır.
İslam öncesi Arabistan'da kutsal sayılan çok sayıda tapınım ve ziyaret merkezi, dikili taşlar (sanem), putlar ve kutsal ağaçlar bulunmaktaydı. Ayrıca Zemzem kuyusu da kutsal kabul edilmekteydi.
İslam öncesinde çok sayıda putu barındıran Kâbe'nin bulunduğu Mekke kenti Araplarca kutsal kabul edilmekteydi. Ayrıca Arap tanrılarını barındıran başka kült merkezleri de vardı. Mekke'deki Kâbe'de, İslam öncesi devirde, farklı kabilelerinin tanrılarının putlarını da içeren yüzlerce put bulunduğu rivayet edilmiştir. Böylece bölgeye çeşitli amaçlarla (ticaret vb.) gelen farklı kabilelere mensup kişiler kendi kabilelerinin inandığı tanrılara, bu putlar sayesinde tapabilmekteydi.
Kâbe iki katlı bir mimari yapı idi. Kâbe’nin ilk katında 360, ikinci katında ise Lât, Uzza ve Menat olarak isimlendiriliren üç put ve onların üzerinde hepsinden daha büyük Lâh isminde bir put ile tapınak tamamlanmaktaydı. Üç put, Kâbe’nin içinde Hannan, Mennan ve Deyyan olarak isimlendirilen üç sütun üzerine yerleştirilmişlerdi. Bir dördüncü sütunun daha olduğu, bunun da adının da Sûbhan kaydedilmiştir.
Arafat Dağı islam öncesi Araplarda da bir ziyaret yeri idi.
Taif Kâbesi: Al Lat Taif'te dört köşeli düz bir kaya parçası ile temsil ediliyordu ve etrafında bir ev inşa edilmişti. Bu ev Taif Kâbesi olarak biliniyordu. Lat Kâbesi ve putu etrafında İslam öncesi Kâbesinde bulunan kült ve görevlere benzer görevler ihdas edilmiş ve burası Araplar arasında Mekke'deki Kâbe'ye eşdeğer bir konuma yükseltilmişti. Bazı oryantalistler benzer şekilde Hacerü'l-esved’in de ibadet edilen taşlardan biri olduğunu, Kâbe'nin sadece onu korumak için inşa edildiğini ifade etmişlerdir.
İslam öncesi Araplarda hemen her evde bireysel-ailevi tapınmalarda kullanılan bir put köşesi bulunurdu. Arapların yolculuğa çıkmadan önce yaptıkları son ve yolculuk dönüşlerinde yaptıkları ilk iş bu puta dokunmak olurdu.
Toplu tapınımlarda çok sayıda putun bulunduğu tapınaklara, meydanlara ve Kâbe’ye giderlerdi. Tapınaklara Araplar Beyt derlerdi. Küp şeklindeki tapınaklara da "kâbe" adı verirlerdi. En büyük kâbe ise Mekke’deki Kâbe’dir.
Arapların ibadetlerinin en görünür olanı putlara tapmak ve onların adına kurban kesmekten ibaretti. Putlara hem kurban kesme hem de onları hayvanlara tavaf ettirme adetleri vardı. Mukaddes telakki edildikleri için çevresinde savaş ve kavga yapılmazdı.
Tüm kabileler; savaşın yasak olduğu hac mevsiminde, bayram havası içerisinde düzenlenen panayıra, festivale katılırlar, kendi putlarına dua, secde ve tazimde bulunurlar, kendi putları etrafında tavaf ederler, kurban keserler, sadaka verirlerdi. Daha sonra her kabile Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Bu tavaf genellikle çıplak olarak gerçekleştirilirdi. Sözkonusu ziyaretlerde tanrılara çeşitli hediyeler sunarlar, güzel kokular serperler, adak hayvanlarını kurban ederler, hatta bu ziyaretlerin öncesind oruç tutarlardı. Bu dönem Arapların, ölüleri gusül ettirdikleri, yıkadıkları ve kefenledikleri de bilinmektedir. Putların önünde fal okları çekerler, kuşların uçuşuna göre kehanette bulunurlar, nazardan korunmak için muska ve tılsımlara başvururlardı. Hac ve tapınım, kendileri için bir korunma olarak kabul edilirdi. Ayrıca şeytan taşlama, telbiye gibi eylemleri gerçekleştirirler, Hacer'ül esved'e de büyük saygı duyarlardı. Araplar Safa ve Merve tepelerine konumlandırılan İsaf ve Naile isimli putlara da saygı ziyaretleri yaparlardı.
İslam öncesi tapınmalardan Sabiiliğin bir yıldız tapınımı olduğunu kaydedilir. Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin de yıldızlardan farkı yoktur ve Sabiilikte bu gezegenlere de kendi günlerinde ibadet yapılır. Musa İbni Meymun'a göre Sabiilerde Yıldızlar birer tanrı idi ve en büyük tanrı Güneş idi. Sonra Ay ve diğer gezegenler veya yıldızlar geliyordu. Sabiiler günlük tapınmalarını (Namaz) güneşin gökyüzündeki yerine göre planlarlardı ve öncesinde su ile temizlenme ritüelleri bulunmaktaydı.
İslam öncesi Araplarda bulunan değişik tapınım şekillerinin bir kısmı İslamiyet tarafından korunmuş, bazıları yeniden düzenlemiş, bazıları ise kaldırılmıştır.
Allah anlayışı Mekke dininde belirsiz bir anlama sahipti Bu dönemde El İlah teriminin baştanrı Hubel'i işaret eden bir unvan olarak kullanıldığı düşünülmektedir.
İslam öncesi Mekke'yi de içine alan Arabistan bölgesinde Al ilah kelimesinden türetilen Allah yaratıcı veya politeistik bir panteonun baştanrısı olarak değerlendirilmekteydi. Allah veya ilah sözcüğü bir isim veya unvandan daha çok bir sıfat olarak kullanılmış olabilirdi.
Hubel: İslam öncesi Mekke toplumunda tapınılan bir "ay tanrısı" idi. Al ilah (Al Lah) isminin Kâbe'de baş tanrı olan Hubel'e verilen bir unvan olduğu iddiası Wellhausen’e kadar dayanmaktadır. Bununla birlikte Allah ve Hubel’in farklı tanrılar olduğuna dair bulgular da bulunmaktadır. Kur’anda Allah’ın kızları olarak adı geçen Lat, Uzza ve Menat aynı zamanda erkek bir ay tanrısı ve baştanrı olan Hubel’in kızları idi.
El-Lât: İleri sürülen başka bir teze göre ise Allah isminin El-Laht, El-Lat veya el Lahat gibi isimlerin maskulinizasyonu ile türemiş olması muhtemeldir. Arap dilinde kelimelerin “erkek” ve dişi” halleri bulunmakta, dişil kelime olan “LAT”, “Eril” yapıldığında “LAH” olmakta, başına belirlilik eki “El” getirildiğinde de “El llah” ortaya çıkmaktadır.
El (tanrı): İsmail Hakkı Altuntaş Allah isminin kökeni için "Bazı araştırmacılar Eloah kelimesinin Arapçada Allah kelimesine dönüştüğünü ileri sürerler. Allah kelimesinin ‘İlah’tan türetilmiş olduğu, bunun da Sami dinlerin ortak kullanımı olan El/İl’den türetilmiş olduğu daha kabul edilebilir bir görüştür. Pagan baş Tanrısı ölümsüz El’in isminin geçirdiği linguistik değişmelerin Hem Yahudilere hem Müslümanların hem de diğer birçok dinin Tanrı isimlerinin oluşumunda katkıda bulunmuş olacağı ihtimali kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Bütün dinler bir önceki dinlerin inanç, dil, kültür, yaşam, dünya görüşü gibi birçok ögelerinden beslenerek gelişmişlerdir. Aramca-Süryanice konuşan İsa da Tanrı'ya Eli diyordu. Aramca ifadeyle İsa son nefesinde şöyle diyordu; “Eli, Eli, lama şevaktani”, ‘Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin?” ifadelerini kullanmaktadır.
Arap mitolojisinde büyük bir çeşitlilik mevcuttu ve çoğu tanrının hangi nesne, kavram veya iş ile bağdaştırıldığı bugün bilinmemektedir. Arapların yüzden fazla putları olduğu göz önüne alınırsa, büyük ihtimalle bu putların simgelediği büyük sayıda tanrılar mevcuttu.
MÖ 5. Yüzyılda Yunan tarihçi Herodot Arap tanrılarını Orotalt ve Alilat 'tanrıça' (Yunanca: Ἀλιλάτ) adlarıyla anmıştır. Bunlar Güney Arabistan tanrıları olup, tanınan ve Kur'an'da da adı geçen üç tanesi, zaman zaman "Tanrı (Al İlah)'nın kızları" olarak da anılmış olan el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menâtdır.
Baalshamin veya Baal Šamem anlamı 'Cennetin Efendisi(leri)', bir Kuzeybatı Sami tanrısı ve özellikle Kenan / Fenike ve Suriye eski Ortadoğu kitabelerinde farklı yerlerde veya zamanlarda, farklı tanrılara uygulanan bir başlıktır. Sadece Ba'al olarak da anılır. Palmira da gökyüzü tanrısı idi.
Oradaki Baalshamin işaretleri kartal ve şimşekti.
Baal, Malakbel ve Agribol bir üçleme oluşturmaktaydı.. Palmirlilerin 60 kadar Tanrıları vardı ve onları genel olarak insan suretinde tasvir ediyorlardı. Aglibol ve Malakbel adlarındaki çift Tanrılar ötekilerden daha fazla bir saygı görüyorlardı. Bel tapınağı Palmir'in resmi ibadethanesi idi. Baal Sonsuzlukların yahut dünyanın sahibi diye vasıflandırılmıştır. Palmirada El-Lât, el-Uzza ve elMenat'a da tapılıyordu. Tali' Tanrısı Nemesis, sabah ve akşam yıldızlarını temsil eden ilâhlar ve da Palmir Tanrıları arasında idi. Suriyelilerde de Venüs'ü sembolize eden el-Uzzâ "göğün kraliçesi" olarak benimsenmişti. Tapınaklarda topluca ibadet edip, şarap içip kurbanlar keserek yemek suretiyle büyük toplantılar yapıyorlar ve bu toplantıları genel olarak "Komar" adı verilen özel din adamları idare ediyordu.
Güney Arabistan'ın eski dini aya, güneşe ve yıldızlara tapma olup, bunlar arasında, erkek |
bir tanrı sayılan aya tapma, dişi tanrı sayılan güneşe tapmadan daha üstündü. Aştar, Vedd, "Sin (Tanrı), Nekruh, Anbay (Nebo, tanrılar elçisi), Şems"' en önemli tanrılardı.
Diğer önemli Arap tanrıları şunlardır:
Yemen'de Hunyar kabilesi Güneş, Kinâne kabilesi Ay, Temin kabilesi ed-deberân adı verilen iki yıldıza, Kaya kabilesi Şi'ra, Esed Utarid'e, Lahm ve Cüzam kabileleri Müşteri yıldızına tapınırlardı.
G. Ryckmans'a göre tanrıça el-Lât, Semûd, Safaî ve Lihyanî kavimlerine ait kitabelerde adı geçen tanrıça İlât ile aynıdır. el-Lât'ın ismi Palmira ve Nabat kitabelerinde de geçmektedir. Güney Arabistan'da rastlanan ve el-Lât'a gönderme yapan kişi isimleri güney Arabistan'da da el-Lât'a tapıldığına dair kanıt olabilir.
Menât Adı Nabat kitabelerinde geçer ve Semud kavmi tarafından da bilinirdi.
Arap mitolojisinde yaygın bir cin inancı vardı. İslam öncesi Arap toplumunda şair ve kâhinlere ilhamı getiren cinlere inanılmaktaydı. İslam’dan sonra cinlerin haber getirme görevi meleklere devredilmiştir;
“Hâlbuki daha önce biz göğün bazı kısımlarında haber dinlemek için oturacak
yerler bulup oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir
alev bulur.”(Cin Suresi, 9)
Bazı hayvanların cinlerle ilgileri olduğunu düşünmekteydiler. Ayrıca "gûl" diye adlandırdıkları dişi cinlerin varlığına inanırlardı. Haklarında ve uygulamalarında çok bir bilgi bulunmasa da topluluklarda büyücü ve kahinlerin var olduğu bilinmektedir. Bu kişilerin cinlerle ilgileri olduğuna inanıldığı için genel olarak insanlar bu kişilerden çekinirlerdi. Cinlerin bu kahinlere gizli şeyleri haber verdiği, kehanetlerde bulunduğu düşünülürdü. Bu nedenledir ki kahinler topluluk içinde sıklıkla hakem rolü üstlenirlerdi.
Diğer doğaüstü yaratıklar; İfrit, mariz
Canavarlar; Gul (Gulyabani), Bahamut, Kujata
İslam öncesi devirde Arap tanrıları
Nosferatu
Nosferatu; Yunanca "nosophoros", veba taşıyıcı kelimesinden gelmektedir. Aynı zamanda Nosferatu doğuştan vampir olanlara verilen isimdir. Genellikle vampir ve başka bir vampirin çiftleşmesinden doğarlar. Fakat bunun sonucunda bireylerden birinin öldüğü belirtilir. Bir vampir ve insanın çiftleşmesi ile de üreyebildikleri söylenir ve bazı kaynaklar bu yeni doğacak olan canlıyı 'Dhampir' yani Dampir olarak nitelendirir.
Roman efsanelerine göre ruhunu şeytana satan, sonsuza dek lanetlenen bir ailenin takma adıdır. "Sonsuza dek ruhları bedenlerinden ayrılamayacak olanlardır." Vampir efsanelerinin de çıkış noktasıdır.
Azerin
Azerin, Bakü'de doğup büyümüş, Azeri bir ses sanatçısıdır. Ailesinin söylediğine göre müziğe olan ilgisi çok küçük yaşlarda başlamış, daha 5 yaşında iken Azerbaycan Devlet Radyo programında şarkı söylemeye davet edilmiş ve böylece müzik onun tüm ileri kaderini belirlemiştir. Küçük yaşlarda devlet büyüklerinin karşısında defalarca sahne tecrübesi kazanan Azerin, 1985'te Moskova'da, 1986'da Gürcistan'da katıldığı uluslararası şarkı yarışmalarında derece kazanmıştır. 1990 yılında Müzik Akademisine girmiştir. 1994'te Türkiye'ye gelen sanatçı, burada da müzik ve sahne eğitimine devam etmiştir.
Azerin ilk albümünü Kazakistan'da katıldığı ve yine dereceye girdiği "Asyanın Sesi" yarışmasından sonra çıkarmıştır.
TRT Avaz kanalında "Antalya'da Yaz Akşamı" adlı müzik eğlence program sunuculuğunu yapmıştır..
Halen Trt Avaz Kanalı'nda her perşembe 20.00'da canlı olarak yayınlanan Azerin'le Tek Yürek programını sunmaktadır.
Au pair
Au Pair; kelime anlamı ile anne yardımcılığıdır. Bir uluslararası kültürel değişim programıdır.
Au Pair programında amaç; gençlerin farklı ülkelerdeki bir aile yanında kalarak, o ülkenin dilini ve kültürünü öğrenmesidir.
Tüm Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtalarında vatandaş olan gençler Au-Pair programına katılabilmektedir.Türkiye, Avrupa Birliği'ne üye başvurusunda bulunduğu ve bir NATO Ülkesi olduğu için AuPair programına dahil
edilen ülkeler arasında yer almaktadır.
Au Pair ailenin bir üyesi olarak kabul edilir ve genel olarak günde 5, haftada 25 saat anneye yardim eder ayni zamanda 2 akşam babysit (çocuklarla akşam/gece birlikte evde kalmak) olur. Genellikle evi ve kendi odasını temiz, düzenli tutması için hafif ev işleri yapması ve çocuklarla ilgilenmesi beklenir. Au Pair, genelde bebek bakımından sorumlu değildir ve en az anaokulu ve üzeri yaş grubu çocuklarla ilgilenir. Bebek bakımı için ise konusunda eğitim almış adaylar istenmektedir.
Au Pair'lik, haklarınızı biliyorsanız ve tüm yabancı olduğunuz konularda bilgili olarak gidiyorsanız sizin için çok faydalı ve kariyeriniz için önemli bir dönem olacaktır. Hatta, adaylar, gidecekleri ülkeyi iyice tanıdıktan sonra vizelerini öğrenim vizesine çevirebilir ve meslek okullarında, halkla ilişkiler, yönetim, muhasebe, bankacılık, turizm vb. birçok konuda devlet okullarında eğitim alabilir.
Yurtdışında eğitim yapmak ve bir süre yaşamak herkes için en büyük rüyalardan birisidir. Fakat, yurtdışında eğitim yapmak ve yaşamak oldukça pahalı ve zahmetlidir. Türkiye'deki ailelerin ekonomik durumu Batı ülkeleri standartlarına oranla düşük olduğu için her aile çocuğunu yurtdışı eğitime gönderememektedir. Günümüzde 3 aylık bir eğitiminin toplam maliyeti (okul, konaklama, yemekler, uçak bileti ve cep harçlığı dahil) en az 5,000 Amerikan Dolarını bulmaktadır. Bu kadar yüksek bir maliyeti yeni mezun ve ailesi orta gelir düzeyine sahip bir gencin karşılaması gerçekten güçtür ve 3 aylık bir sürede ne kadar yabancı bir dilin öğrenilebileceği ise belirsizdir. Tüm bu nedenlerle, Au-Pair'lik çok sayıda gence ve ailesine cazip gelmektedir. Güvenli bir ortamda 2 yıla kadar, hiçbir şey harcamadan kalıp, iyi düzeyde bir yabancı dil öğrenmek veya mesleki konuda bir sertifika veya diploma programı yapmak en mantıklı ve pratik çözüm olarak görünmektedir.
Maliyetlerin oldukça düşük olması. Sadece danışmanlık ücreti, uçak bileti ve vize ücreti ödenir. Bu da yaklaşık 450-500 Sterlin civarındadır.
Au-Pair olarak yanında kalacağınız aile mutfak masraflarınızı karşılayacak ve haftada temel ihtiyaçlarınızı karışılayabileceğiniz bir ücret ödeyecektir. Bu nedenle Türkiye'deki ailenize yük olmayacaksınız.
Yurtdışında uzun bir süre yaşayarak ve yabancı bir kültür öğrenecek, yıllarca unutulmayacak arkadaşlıklar ve dostluklar kuracaksınız.
Au-Pair'lik sayesinde belki de yaşamınızda ilk kez kendi yaşamınızı şekillendirme ve kendi ayaklarınız üzerinde dikilme şansını bulacaksınız. Bu deneyim sayesinde kendi kararlarınızı alma ve inisiyatif kullanma yeteneği kazanacaksınız.
Yurtdışındaki yaşamınız ve edindiğiniz yabancı sayesinde Türkiye'ye dönüşünüzde daha kolay ve size uygun iş bulabileceksiniz.
Yurtdışı deneyiminiz ve edindiğiniz genel kültür sayesinde toplum içerisinde kendinize daha fazla güven duyacaksınız.
Au-Pair olarak temel göreviniz ailenin çocuklarının ihtiyaçları üzerine yoğunlaşacaktır. Au-Pairler çocuklar konusunda çok hassas ve titiz olmak zorundadırlar. Çocukları her şeyden önce tutmalı ve sorumlu olduğu saatlerde onlara büyük dikkat göstermelidirler.Aile içindeki özel kişisel harcamalar Au-Pair'e aittir. Özellikle telefon ve ekstra kişisel ihtiyaçlardan doğan mutfak ve giyim gibi alışverişler.Çocuklarla ilgilendiğiniz zamanlarda, sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıklardan uzak durmalısınız. Diğer zamanlarda ise bu konularda aileyi rahatsız etmeyecek biçimde davranmalısınız.
Ev sahibi aile, sizi bir hizmetçi veya ücretli olarak değil, ailenin doğal bir bireyi olarak kabul etmeli, sizden ağır ev işleri istememelidir. Aile, gerekli donanıma sahip ve bir kişinin rahatlıkla kalabileceği bir odayı Au-Pair'e tahsis etmek zorundadır. Aile, Au-Pair'in beslenme, barınma, temizlik ve diğer zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Aile, harçlığınızı (haftalık veya aylık) zamanında ve eksiksiz ödemek zorundadır. Aileler, yanlarında kalan Au-Pair'e kötü muamelede bulunamaz ve görevleri dışında çalıştıramaz.
İngiltere'de kimlerin Au Pair olabileceğine İngiltere Çalışma Bakanlığı (Employement Department) karar verir. Bakanlığın kararına göre ve İngiliz vize sistemine (İngiliz İçişleri Bakanlığı tarafından verilir) göre, İngiltere'de Au Pair olabilmek için aşağıdaki koşullar aranır.
Amerikan aileler yanına Türk Au-Pair'lerini yerleştirmektedir. Amerika'da Au-Pair'lik, Amerikan Hükümetinin denetimi ve kontrolü altında yapılmaktadır ve uluslararası bir değişim projesi olarak Birleşmiş Milletlerce tanınmaktadır.
Amerika'da Au-Pair'ler haftada 45 saat ev işleri ve çocuk bakımında aileye yardımcı olmaktadırlar. Amerika'da Au-Pair'lik sistemi oldukça ciddi ve Au-Pair'den istenilen koşullar ağırdır.
Yeni dinî hareketler
Yeni dini hareketler, 1960'lı yılların sonunda özellikle ABD'de ortaya çıkan ve geleneksel tektanrılı (monoteist) ve çoktanrılı (politeist) dinlerden farklı bir söylem ve organizasyonel yapıyla örgütlenen hareketler bütününe din sosyolojisinde verilen üst başlık.
Selvi Boylum Al Yazmalım (film)
Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz tarafından yönetilen, başrollerinde Kadir İnanır ve Türkân Şoray'ın oynadığı, 1977 tarihli film. Türk sinemasının başyapıtlarından biri olarak sayılmaktadır. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un 1970 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Filmin özgün müziğini Cahit Berkay bestelemiştir.
"Selvi Boylum Al Yazmalım" 1978 Uluslararası 15. Antalya Sanat Şenliği'nde Maden filminin ardından ikinci en iyi film seçilmişti.
Kamyon şoförü İlyas (Kadir İnanır), İstanbul'dan Asya'nın (Türkân Şoray) kaldığı köye gelir. Birbirlerine aşık olup evlenirler. Çocuklarının adını Samet koyarlar. İlyas, kamyoncu olduğu için sık sık yollara çıkar ve Asya, Samet'le yalnız kalır.
Bir gün yine yola çıkan İlyas, eve dönmez ve Asya yı bir sekreter ile aldatır. Asya bunu pencerede görür ve İlyas'tan kaçar.
İşleri bozulan İlyas, Asya’nın karşısına öyle çıkmak istemez ve bunalıma girerek Asya’yı terk eder. Asya, bu acıya dayanamaz ve oğluyla birlikte yollara düşer. Yolda Cemşit (Ahmet Mekin) adında bir adamla karşılaşırlar. Cemşit onlara kol kanat gerer. Birlikte yaşa |
maya başlarlar. Bir gün İlyas karşılarına çıkar. Asya şimdi büyük aşkı ve kendisine zor gününde kucak açan Cemşit arasında bir tercih yapmak zorunda kalır. Ve "sevgi emektir" diyerek kendisine ve çocuğuna emek veren Cemşit'i seçer.
Andrey Kirilenko
Andrey Gennadyeviç Kirilenko (; d. 18 Şubat 1981), eski Rus basketbolcudur. 2001 yılında Utah Jazz tarafından draft edilmiştir. Çok yönlü bir oyuncudur, uzun kolları sayesinde yaptığı blok ve top çalmalar ile öne çıkmaktadır. Rusya millî takımının da en önemli oyuncusu konumuna gelen Kirilenko oynadığı sert basketbolla ve yaptığı sıkı savunmayla zamanında NBA'de kendine önemli bir yer edinmiştir.
Kirilenko basketbol dışında da çok önemli sivil toplum kampanyalarına ve eylemlerine katılarak bu konuda üstüne düşeni yapmıştır.
47 numaralı formayı giymektedir. Bunun sebebi ise ad ve soyadının baş harfleri ve forma numarası yan yana gelince AK-47 (Kalaşnikov) adlı Rus silahını akla getirdiği içindir. Lakabı da zaten ""AK-47""dir
Bir dönem Utah Jazz'da oynayan Türk oyunculardan Mehmet Okur ile beraber forma giymiştir. 2011-2012 sezonunda ülkesinin CSKA Moskova takımına transfer olmuştur. Bu sezonda Rusya kupası, Rusya lig şampiyonluğunu yaşamış ve EuroLeague'de final oynamıştır. Ayrıca Euroleague'de sezonun MVP'si olmuştur. Rusya'da geçirdiği 1 sezonun ardından 2012-2013 sezonu öncesi tekrar NBA'ye dönerek Minnesota Timberwolves'a 2 yıllık 20 milyon dolardan imzayı atmıştır. Timberwolves'ta geçirdiği 1 sezonun ardından serbest oyuncu konumuna geçen Kirilenko, Brooklyn Nets'e transfer olmuştur. 2014-15 NBA sezonunda Philadelphia 76ers takımıyla sözleşme imzaladıktan sonra şubat ayında serbest bırakılmıştır. Sezonun geri kalanı için CSKA Moskova ile sözleşme imzalamıştır.Şu anda Rusya Basketbol Federasyonu başkanıdır.
Gaga Gölü
Gaga (Grago) Gölü, Ordu'nun Fatsa ilçesinde, Fatsa-Aybastı karayolunun 8. kilometresinde ve Yassıtaş, Fatsa mahallesinde yer alan, heyelan neticesinde oluşmuş bir göldür.
Gaga Gölü heyelan sonucunda oluşmuştur. Heyelan sonrasında çok sayıda ve değişik boyutlarda çukurluklar oluşmuş ve çukurların yağışlarla dolmasıyla doğal olarak göl haline gelmiştir. Bu alandaki çok sayıdaki küçük göl sonraları kendiliğinden kurumuş ya da yöre halkı tarafından tarla yapmak amacıyla drenajla kurutulmuştur. Gaga Gölü iki ayrı çanağa sahip olup, bunlardan büyük olanı yaklaşık 200 x 250 m genişliğinde ve 15 m derinliktedir. Bunun batısında, aralarındaki küçük bir eşikle bağlanan bir bölümü daha vardır. Buranın genişliği yaklaşık 150 x 180 m olup, derinliği 1–2 m'yi geçmemektedir
Gölün ortasında küçük bir ada bulunmakta ve bu adaya eski bir yapının kalıntılarının varlığı ile bağlantı kurulmaktadır.
Göle akan akarsu olmamakla beraber küçük bir kanal ile Bolaman Irmağı'na bir çıkarı olan gölde kerevit, sazan ve yerel balıklar bulunmaktadır.
Manat
Manat, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Çaldıran Muharebesi
Çaldıran Muharebesi ya da Çaldıran Meydan Muharebesi, Osmanlı padişahı I. Selim ile Safevi hükümdarı Şah İsmail arasında 23 Ağustos 1514'te, günümüzde İran sınırları içinde olan Maku şehri yakınında yer alan Çaldıran Ovası'nda yapılan savaş (Volker Eida'e göre Van Gölü'nün hemen kuzeyindeki bir yer değil, bugün İran'ın sınırları içerisindeki Maku'ya biraz uzak bir yer.) Muharebe Osmanlı Ordusu'nun kesin zaferiyle sonuçlandı.
Savaşın nedeni, özellikle uzun süredir Osmanlı Devleti'nin ve Safevi Tarikatı'nın arasında bulunan kötü ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Osmanlı padişahı II. Bayezid, Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın ölüm (1488) haberini duyunca: ""Haydar'ın ölümünü işitmiş olmak sevincimi kat kat artırdı."" demiştir. Şeyh Haydar'ın takipçileri olan Kızılbaşlar'a ise ""Haydar'ın yolunu şaşırmış sürüsü, Allah onlara lânet etsin!"" demiştir.
Safevî şeyhlerinin Anadolu'da çok sayıda müritleri olduğu, bu müritlerin sıkça şeyhlerini ziyaret ettikleri, beraberinde hediyeler götürdükleri ve şeyhlerinnden eğitim almak için İran'a gittikleri bilinmekteydi. Osmanlı Devleti Şah İsmail'in Kızılbaş inanışına sahip olmasını, Anadolu'da büyük bir taraftar kitlesine sahip olmasını ve üstelik komşu topraklarda yükselmesini büyük bir tehdit olarak görmüştür. Bu yüzden II. Bayezid, 1501 yılında Safevi Devleti'nin kurulmasıyla Kızılbaşlar'ın İran'a gitmesini engellemeye çalışmıştır ve İran'a gittiği tespit edilen bütün Kızılbaşlar'ın idam edilmesini emretmiştir. Safevi hükümdarı Şah İsmail'in Kızılbaş inanışına sahip olması ve Anadolu'da büyük bir taraftar kitlesine sahip olması, Osmanlı Devleti tarafından bir tehlike olarak görülmüştür. Şii meşrebini sapıklık olarak görmüştür. 1502 yılında II. Bayezid bu sebepten dolayı birçok Kızılbaşı Anadolu'dan Mora'ya (Yunanistan) sürmüştür.
Şah İsmail, 1501 yılında Tebriz'i aldıktan sonra, bir ordu gönderip Erzincan'ı da ele geçirmiştir. Bu bölge Osmanlı topraklarına dahil olmadığı halde Şah İsmail'in eline geçmesi o dönemde Trabzon sancakbeyi olan Şehzade Selim'i fena kızdırmıştır. Ardından Şehzade Selim 1503 ve 1507-8 yıllarında iki defa Erzincan'ı ele geçirmeye çalışarak Safevi topraklarına saldırmıştır.
Şehzade Selim'in son saldırısında, Şah İsmail'in silahları ve hazineleri de ele geçirilmiştir. Bunun üzerine Şah, Selim'e bir elçi gönderir, ama Şehzade Selim ele geçirdiklierinin iade edilmesini reddeder. Şah İsmail bu sefer II. Bayezid'e elçi gönderir. Elçinin barış ve dostluk içeren ifadelerle, Selim'in düşmanca olan tutumunu şikayet eder ve ele geçirilen silah ve hazinelerin iadesini talep eder. Osmanlı yönetimi, elçiye hürmetle davranır, ama şikayetini görmezden gelir.
Şehzade Selim sadece Safevi topraklarına saldırmakla değil, Şah İsmail'in Anadolu'daki müridleriyle olan ilişkilerini kısıtlamaya çalışmış, ve karşılaştığı Safevi Tarikatı müritleri Kızılbaşlara eziyet edip katletmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu açısından savaşın sebepleri:
II. Bayezid, ne kadar bazı önlemler alsa da bu soruna gerekli önemi vermemiştir ve sorun giderek büyümüştür. O dönem Trabzon'da sancakbeyi olan Şehzade Selim, babasının bu soruna önem vermemesinden dolayı isyan ederek tahtı ele geçirmek istemiş ama başarısız olmuştur. Daha sonra yeniden isyan eden Şehzade Selim, yeniçerilerin de desteğini alarak babasını tahttan indirmiş ve padişahlığını ilan etmiştir.
I. Selim, 1512 yılında tahta geçtikten sonra, Safevi Devleti ve Kızılbaşlar'la olan sorunları kökünden halletmek için kendini hazırlamıştır. İlk önce dönemin mütfülerine fetva çıkartıp, Kızılbaşlar'ın katledilmesini helâl kılmıştır. Ancak Kızılbaş tabiri Osmanlı kaynaklarında; Safevi Tarikatı müridleri ve Kızılbaş askeri, Kızılbaş tarafı, Kızılbaş üzerine sefere çıkmak gibi tabirler doğrudan Safevî Devleti için kullanılır.
Bu dönemde halk arasında Osmanlı yönetimine karşı derin bir hoşnutsuzluğun yaygın olduğunu gösteren bir belge bulunmaktadır. Şikayet biçiminde I. Selim'e verilen bu belgede, baskıyla alınan vergilere ve Osmanlı yönetimi tarafından yapılan adaletsizliklere değinilmiştir.
Anadolu'da, I. Selim'in kardeşleri, Saruhan sancakbeyi olan Şehzade Korkut ve Konya, Amasya, Malatya taraflarında bulunan Şehzade Ahmet'in tahtta gözü vardı ve her ikisi de isyana hazırlanıyordu. Ahmed'in oğlu Alaüddin'in Bursa'yı işgal etmesi üzerine sefere çıkan Yavuz, Bursa'yı geri aldı ve Konya'ya yürüdü. Şehzade Ahmed, Konya'da çekilerek önce Amasya'ya, oradan da Kahta'ya (Adıyaman) kaçtı. Kahta'da, 40.000 kişilik bir Kızılbaş ordusu da Şehzade Ahmed'in kuvvetlerini katıldı ve Şehzade Ahmed iyiden iyiye kuvvetlendi. Yavuz, Ahmed'i bir süreliğine sindirdikten sonra Saruhan'a yürüdü. Ancak Yavuz'un geldiğini önceden haber alan Şehzade Korkut ve yardımcısı Piyale Bey, Teke'ye (Antalya) kaçtılar ve buradan bir gemi ile Frenk diyarına (Avrupa) kaçmaya karar verdiler. Bir süre bir mağarada gizlenen Şehzade Korkut ve Piyale Bey, bir çobanın ihbarıyla yakalandılar ve idam edildiler.
Sadrazam Koca Mustafa Paşa, büyük bir ihanetin içindeydi ve sürekli Şehzade Ahmed'e bilgi sızdırıyordu. Koca Mustafa Paşa, Şehzade Ahmed'in isteğiyle ordunun bir kısmını terhis etti ve Amasya Valisi Mustafa Paşa'ya; I. Selim'in barış amacıyla, Amasya'yı Şehzade Ahmed'e terkettiğini yazan sahte bir mektup gönderdi. Daha sonra Şehzade Ahmed hiç vakit kaybetmeden Amasya'yı ele geçirdi. Sadrazamın ihanetinin farkında olan I. Selim, Amasya olayında sonra Koca Mustafa Paşa'yı idam ettirdi ve yerine Hersekzade Ahmed Paşa'yı sadrazam yaptı.
Şehzade Ahmed, Amasya'yı ele geçirdi ve ordusunun komutanlığına Amasya Valisi Mustafa Paşa'yı getirdi. Elindeki büyük kuvvetle Amasya'dan hareket eden Şehzade Ahmed, batıya doğru ilerlemeye başladı. Saruhan yakınlarında I. Selim'in ordusuyla karşılaştı ve Selim'in önce kuvvetlerini yendi. Zafere çok yakınken geri çekilme emri verdi ve İstanbul'a yürüdü. Amacı başkenti ele geçirip padişahlığını ilan etmekti. Ancak I. Selim sefere çıkarken, yerine Şehzade Süleyman'ı (ileride Kanuni Sultan Süleyman) bırakmıştı ve yakın zamanda İstanbul'dan 10.000 kişilik bir yeniçeri takviyesi istemişti. Şehzade Ahmed, İstanbul'a yürürken bu yeniçeri kuvvetiyle karşılaştı ve önden yeniçeri kuvvetinin arkadan da I. Selim'in kumandasındaki esas ordunun saldırılarıyla tüm askerlerini kaybetti. Daha sonra da yakalanan Şehzade Ahmed, idam edildi.
I. Selim, kardeşlerinin isyanını bastırıp iç birliği sağladıktan sonra Safeviler'in üstüne sefer yapmayı amaçlıyordu. İsyanları bastırdıktan sonra başkente dönmeyen I. Selim, Haziran ayında İran'a doğru ilerlemeye başladı.
Şah İsmail, İstanbul'daki casusluk şebekesi vasıtasıyla I. Selim'in üzerine geldiğini öğrendi ve önlemler almaya başladı. Ordu-yi Hümâyûn'ün (Osmanlı Ordusu) karşısına çıkmadan çekilmeye ve geçtiği yerleri yakıp yıkmaya başladı. Böylece Ordu-yi Hümâyûn'de iaşe sıkıntısı baş gösterecek ve harap yerlerde ilerlemekten bıkan askerler İstanbul'a dönmek isteyecekti. Aksi takdirde de büyük bir isyan çıkabilirdi.
I. Selim, 100.000 kişilik bir orduyla İstanbul'dan hareket etmişti. Anadolu'da 40.000 kişilik bir kuvvetle Ordu-yi Hümâyûn'e katılmıştı. |
I. Selim, 40.000 kişilik bu kuvveti, ordunun iaşe ihtiyacını karşılaması ve gerekirse ihtiyat kuvveti olarak savaşa sokmak için için Kayseri ile Malatya arasına yerleştirdi.
Safevi hududunu geçen Osmanlı ordusu, sürekli harap yerlerden geçiyor ve iaşe sıkıntısı çekiyordu. Bu yüzden bazı hoşnutsuzluklar oluşmayı başlamıştı. Hatta bir gün, yeniçeriler isyan ettiler ve I. Selim'in çadırının (Otağ-ı Hümâyûn) etrafına sardılar. Birkaç ok da çadıra saplandı. Bunun üzerine askerlerin içine dalan I. Selim, meşhur bir nutuk çekti. Bu nutukta; isteyenlerin İstanbul'a dönebileceğini, isteyenlerinde kendisiyle gelip Şah İsmail'le savaşabileceğini söyledi. Gerekirse tek başına gideceğini de ekledi. Bu nutukla askerlerin kanında büyük bir galeyan meydana geldi ve ordu hızla ilerlemeye başladı. Nihayat Şah İsmail'in Çaldıran Ovası'na ordugah kurduğu haberi geldi ve Ordu-yi Hümâyûn'de Çaldıran Ovası'nda bir ordugah kurdu.
İlk başta I. Selim, ovanın güneybatısındaki tepelerin ele geçirilmesini ve böylece ordunun, sırtını rahatça dağa verebilmesini emretti. Bunun üzerine Orhan Bey'in komutasındaki çarhacılar, çok geçmeden bu tepeleri ele geçirdiler.
I. Selim, merkezi kumanda edecekti ve yanında Kazasker, Sadrazam Hersekzade Ahmed Paşa, vüzeradan Dükaginoğlu Ahmed Paşa ve Mustafa Paşa olacaktı. Anadolu askerlerinden oluşan sağ cenaha Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa ve Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa kumanda edecekti. Rumeli askerlerinden oluşan sol cenaha ise Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumanda edecekti. Anadolu ve Rumeli azep askerleriyse ordunun en tehlikeli yerinde, topların önünde olacaktı. Bu topların sayısı 500 kadardı ve en hakim tepelere yerleştirilmişlerdi. Şah İsmail'in ordusu ilk bakışta gizlenmiş olan topları fark edemeyecek, topların önünde bulunan azeplere yüklenecekti. O sırada azepler usta bir manevra ile topların önünü açacaklar ve Safevi ordusunu ateş çemberine alacaklardı.
Şah İsmail ise, ordusunun sağ cenahına kendi, sol cenahına Diyarbakır valisi Ustacluoğlu Mehmet Han ve merkeze başveziri Mir Abdülbaki kumanda ediyordu. Şah İsmail, zırhlı süvarilerinin üstün gelmesi sonucu muhteşem bir zafer kazanmayı hesaplıyordu.
Savaş başlayınca Osmanlı askerleri, Fitilli muske ya da Gürleyen Demirler dedikleri çok ağır tüfekleri ilk kez bu savaşta kullandılar. Tüfeklerin ateşlenmesiyle Safevi ordusunda gedikler açılmaya başladı. Ordusunun bocaladığını gören Şah İsmail, kendi kumandasındaki sağ cenahla, Osmanlı sol cenahına hücum etti. Azepler, Yavuz'un planını uygulamaya fırsat bulamadılar. Vaktiyle kenara açılamadılar ve toplar ateşlenemedi. Yorgun ve bitap Rumeli askerleri, Şah İsmail'in zinde kuvvetleri karşısında yetersiz kaldı. Şah İsmail, o hız içinde Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa'yı öldürdü.
Yavuz Sultan Selim, durumu fark etmekte gecikmedi. Bir yandan topçularını harekete geçirirken öte yandan etrafındaki seçme yeniçerilerle Şah İsmail'in dönüş yolunu kesti. Osmanlı Ordusu'nun sol cenahı yok edilse de merkezi kumanda eden Yavuz ve sağ cenahı kumanda Hadım Sinan Paşa, ustaca manevralarla Safevi ordusunu zor durumda bırakıyorlardı.
Azepler, topların gerisine çekilmişler ve top atışı başlamıştı. Safevi ordusunun sol cenah kumandanı Ustacluoğlu Mehmet Han, askerlerini top ateşinin kucağına itti. "Vurun ha!" narasıyla kendisi de ortaya fırladı. Ancak bir Osmanlı süvarisinin kargı darbesiyle atından devrildi ve öldü.
Malkoçoğlu Ali Bey ve Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Yavuz'dan aldıkları emirle yanlarındaki askerlerle beraber Şah İsmail'in üstüne yürüdüler. Ancak ikisi de hayatını kaybetti. Yalnız Malkoçoğlu Ali Bey, Yavuz'un kendine hediye ettiği çift namlulu piştovuyla Şah İsmail'e ateş ederek onu kolundan ve baldırından yaraladı. Bunun üzerine Şah İsmail'in seyisi Atçeken Hızır, Malkoçoğlu'nun arkasına geçerek onu ödürdü.
Savaş bir gün sürdü ve yenileceğini anlayan Şah İsmail, elinde kalan son kuvvetleri de Osmanlı ordusunun üstüne gönderdi. Daha sonra seyisi Atçeken Hızır'la kıyafetlerini ve atını değiştirerek firar etti. Atçeken Hızır, Şah İsmail'in kıyafetleri ve atıyla savaş meydanına gelerek "Şah benim." diyerek bağırmaya başladı. Osmanlılar tarafından esir alınan Hızır, firar etti.
Şah İsmail, savaşın sonunda Safevi ordusu dağılmaya başlayınca savaş alanını terk ederek Dergezin'e çekildi. Savaşta Ustaclu Muhammed Han, Pir Ömer Bey Şireci, Köse Hamza, Lala Hüseyin Bey gibi meşhur Kızılbaş reislerinin pek çoğu öldü.
Yavuz Sultan Selim ilk Safevi ordusunun geri çekilmesini hile zannetti ancak savaşın kazanıldığı anlaşılınca ordusuna yağma izni verdi ve ele geçirilen çoğu esir katledildi.
Osmanlı Ordusu, bu savaşta son teknolojiyi kullanmıştır ve büyük bir zafer elde etmiştir. Savaşı kazanan I. Selim, Osmanlı Ordusu'nun başında 6 Eylül 1514'te Safevi Devleti'nin başkenti olan Tebriz'e girdi. I. Selim kışı burada geçirmek istiyordu, ama yorgunluktan dolayı Osmanlı askerleri arasında huzursuzluk artınca I. Selim, İstanbul'a geri dönerek ele geçirilen yerlerin bir bölümünü geri bırakmak zorunda kaldı.
Safeviler, Doğu Anadolu hariç yitirdikleri toprakları savaşsız geri aldılar. Zaten bu savaşın amacı toprak almak değil, Safeviler ile Osmanlılar arasındaki güç mücadelesinin bir sonuca vardırılmasıydı. Savaşın sonunda Doğu Anadolu'daki aşiret ve beylikler Osmanlı'ya bağlandıklarını bildirdi. Gene bu savaşla beraber Safeviler'in, Mısır'daki müttefikleri olan Memlûkler ile bağlantısı kesildi. Bu da I. Selim'in Mısır seferini kolaylaştırdı. Ayrıca Osmanlı Devleti, İpek Yolu'nun Van-Tebriz hattının denetimini ele geçirdi.
Sen Nehri
Sen Nehri, (Fransızca: "La Seine") kuzeybatı Fransa'da önemli bir akarsu. Fransa'nın ikinci en uzun nehridir. Burgonya'dan doğar ve Manş Denizi'ne Le Havre yakınlarında dökülür. 776 km uzunluğundaki nehrin debisi ortalama 500 m³/s'dir.
Paris'in ortasındaki adalarda (Île de la Cité ve Île Saint-Louis) ve iki kıyısına kurulduğu bu nehir, turistik açıdan da önemlidir.Sen nehri iki şehri ortadan ayırmaktadır
Açık deniz gemileri Sen'in aşağı çığırı üzerindeki Rouen'e kadar yol alabilmektedir. Sen Irmağı Meuse (Maaş), Schelde, Ren ve Rhöne gibi Avrupa'nın öteki önemli ırmaklarına çeşitli kanallarla bağlanmıştır. Bu yüzden de Fransa'nın en önemli suyoludur.
Makedonya (bölge)
Makedonya (Makedonca: "Македонија", {"Makedoniya"} Yunanca: "Μακεδονία", {"Makedonia"}; Bulgarca: "Македония", {"Makedoniya"}), Balkanlar’da Makedonya Cumhuriyeti'ni, güney Bulgaristan (Bulgar Makedonya) ve kuzeydoğu Yunanistan’ı (Yunanistan Makedonya’sı) kapsayan bölgenin adıdır.
Makedonya bölgesi, kuzeyde Karadağ ve Şar Dağları; doğuda Rila ve Rodop Dağları; güneyde Selanik, Olimpos Dağı ve Pindus Dağları boyunca Ege kıyısı; ve batıda Ohri ve Prespa Gölü ile çevrilidir. Bölgenin toplam yüzölçümü 67.000 km²’dir. Bölgenin nüfusu 4.900.000 civarında belirtilmektedir.
Makedonya bölgesinin sınırları tarih boyunca sık sık değişmiştir. 19. yüzyıl Makedonya’sının sınırları ile 12. yüzyıl Makedonya’sının sınırları birbirinden oldukça farklıdır. Bunun sebepleri, bölgede yaşayan halkların etnik köken, dil ve din yapıları bakımlarından diğer bölgelerden daha karışık olması ve stratejik konumundan dolayı güçlü devletlerin çıkarları için öncelikli değer taşımasıdır.
Bölge tarihte birçok siyasi egemenlik içinde yer almıştır. İlk Makedonya Krallığı MÖ 700-600 yıllarında yaşamıştır. MÖ 336 yılında Büyük İskender bölgenin hâkimi olarak tahta çıktı. Birinci (MÖ 215-205) ve İkinci Makedonya Savaşları (MÖ 200-197), bölgenin o dönemde de değerli olduğunu göstermesi açısından önemlidir. MS 15-20 tarihlerinde Makedonya, Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti hâline geldi. 300 yılında Moesia eyaletine bağlanan bölge, 326 tarihinde bu eyaletten ayrıldı. Roma egemenliğinden sonra 578 yılında Makedonya ilk Slav akınına uğradı. 896-900 yıllarında bölge, Türklüğünü kaybedip Slavlaşmış olan Simeon’un Bulgar İmparatorluğu’na dâhil oldu. 1230-1246 tarihlerinde Asen tarafından ilhak edilen Makedonya, 1345-1355 tarihleri arasında Sırp çarı Stefan Duşan’ın hâkimiyeti altına girdi.
14. yüzyıl ile beraber Türkler, Makedonya’nın kontrolünü ele geçirmeye başlamışlardır. 23 Eylül 1371 tarihinde Osmanlı Türklerinin Çirmen’de Haçlı ordusunu yenilgiye uğratması Doğu Roma’nın korkusunu arttırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya’daki fethi devam etti ve 1373’te Makedonya’nın fethi büyük ölçüde rayına oturdu. 1382 tarihinde Manastır, 1385 tarihinde Pirlepe ve Ohri, 1386 tarihinde Niş alındı. II. Kosova Savaşı ile 1448 yılında Makedonya kesin olarak Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine girdi.
Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da topraklarını doğudan batıya olarak belirtilecek bir şekilde genişletmiş, bu bölge de Osmanlı idaresi için ilk büyük duraklardan olmuştur. İmparatorluğun içinde yüzyıllarca yer alan verimli, nüfuslu bir bölge özelliği kazanmıştır. Bu bölge 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan son bölgedir.
Balkanlar, Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile Hristiyan Avrupa devletleri arasında geçiş bölgesiydi. Bu sebeple etnik köken ve din açılarından homojen bir yapı oluşamamıştır. Bu durum, Balkanlar’ın bir kesimi olan Makedonya için de aynı şekilde geçerli olmuştur.
Osmanlı idaresi altında bölge Makedonya adıyla anılmamıştır. İlk fetihler döneminde Rumeli Eyaleti içinde yer alan bölgede en son Kosova Vilayeti, Manastır Vilayeti, Selanik Vilayeti adlı idari bölgelerin bazı kısımları ve tamamı yer almıştır.
Osmanlı döneminde Türk nüfusu bakımından oldukça yoğun olan bölge, Osmanlı idaresi sonrasında yaşanan siyasi ve toplumsal sıkıntılar sebebiyle büyük göçlere sahne olmuştur. Bütün göçlere rağmen, Makedonya bölgesi içinde özellikle Makedonya Cumhuriyeti içinde ciddi bir Türk nüfusu bugün de yaşamaktadır.
Ortodoks Piskoposluğu kilisesinin 1870'de kurulması Makedonya'daki Yunanları Bulgarlara karşı kışkırttı ve Ayastefanos Antlaşması'nın, Berlin Antlaşması ile iptal edilen kısa ömürlü "Büyük Bulgaristan"ı, yeni Bulgaristan devletini sürekli olarak revizyonist hâle getirdi. Berlin Anlaşması'nın bir başka yönü, |
Bosna-Hersek 'in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından yönetilmesi, Sırbistan ile Karadağ'ı bölen Yeni Pazar Sancağı'na asker yerleştirilmesi oldu. Bu durum aynı zamanda, Sırbistan'ın Makedonya'ya, geçici olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ın denetimi altında bulunan kendi doğal alanı ve gelecekte yayılacağı bölgeler (aynı zamanda büyük Sırp nüfusuna sahip bölgeler) olarak bakmasıyla sonuçlandı.
Yugoslavya'nın bir bölümü Vardar Makedonya’sı olarak bilinir. Balkan Savaşları’nda Bulgaristan tarafından işgal edildiği I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemleri dışında, önce Sırbistan'a, daha sonra Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’na, nihayet Aralık 1918'de kurulan Yugoslavya'ya ait olmuştur.
1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin iç savaş ile çökmesi sırasında Makedonya Cumhuriyeti, eski devlet yapısından ayrılıp bağımsız bir devlet olmuştur. Bu olay sonucunda Vardar Makedonya’sı olarak da belirtilen ve Makedonya bölgesinin kuzey kısmını oluşturan kesim, bağımsız bir devlet hâline gelmiştir.
Sağlık Haftası
Sağlık Haftası, insanların sağlık kurumlarını öğrenmesi ve sağlıklı yaşama bilincine kavuşması için Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından 7-13 Nisan tarihleri arasında kutlanan haftadır.
Her yıl Sağlık Haftası Birleşmiş Milletler'e üye ülkelerde aynı zamanda değerlendirilir. Sağlık Haftası'nın amacı, sağlık bilgisinin ve yardımının geniş halk kitlelerine ulaşmasıdır. Hafta boyunca insan sağlığı konusunda radyolarda konuşmalar yapılır. Televizyonda sağlıkla ilgili programlar sunulur. Gazete ve dergilerde insan sağlığı ile ilgili yazılar yayınlanır.
Titikaka Gölü
Titikaka Gölü. Peru ve Bolivya arasında kalan Güney Amerika'nın en büyük tatlı su gölü.
8.288 kilometrekare alana sahip olan göl And Dağları'nın Altiplano adı verilen platosunda, Peru ve Bolivya arasında yer alır. Batı kıyısı Peru'ya, doğu kıyısı ise Bolivya'ya aittir.
Titikaka Gölü, "ticari gemilerin" de çalıştığı,yüksek rakımlı bir göldür. Tibet Platosunda çok daha yüksek rakımlı (4000 m.nin üzerinde) göller bulunur. Deniz seviyesinden yüksekliği 3.810 metre olup 194 km uzunluğa ve 65 km genişliğe sahiptir. Ortalama derinliği 140 - 180 metre arasındadır. Bazı yerliler dipsiz olduğunu iddia etseler de en derin yeri 280 metredir. Yirmibeşten fazla akarsu bu göle dökülür. İnka kültürünün izlerini barındıran Güneş Adası ("Isla del Sol") dahil irili ufaklı birçok adacığı barındırır. Çevresinde yaşayan halk için gölde yapılan balıkçılık önemli bir geçim kaynağıdır.
İsminin nereden geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte iki Aymara kelimesinin yan yana gelmesinden oluşur. "Titi" "büyük kedi", "Kak" ise "kaya" manasına gelir ve tercümesi "Puma Kayası" olarak yapılabilir. Efsaneye göre ilk İnka Kralı Manco Capac Güneş Adası'nda ilk olarak, kedi başını andıran bir kayaya çıkar. Göl haritasına baş aşağı bakıldığında, yatan kedi formu ayırt edilebilir. Buna karşın Quechua Dili'nde "titi" "kurşun" veya "kurşun rengi" "qaqa" ise "kaya" demektir. Yani "kurşini (kurşun rengi) kaya"
Titikaka Gölü'nün karakteristik özelliklerinden biri yüzen adacıklardır. Bu adacıklarda yaşayanlara 'Uros' (çoğul kelime) adı verilir. Uros, yüzen adacıkları savaşçı İnkalardan korunmak maksadıyla, yöreye özgü "Totora" adlı bir bitkinin kargılarını çapraz olarak bir araya getirerek oluştururlar. Üzerinde basit kulübeler de inşa ettikleri bu adacıkları balık avında kullanırlar.
Uros, geleneksel yaşam şekilleriyle gurur duyar ve karaya yerleşmeyi reddeder. Turistlerin sallanan adalarını ziyaret etmesine izin verirler.
Peru'ya ait Taquile adasında bugün yaklaşık 1.600 "Quechua" yaşamaktadır. Bu 5,5 km uzunluğunda ve 1,6 km genişliğindeki adada yaşayan halk, yabancılardan saklandıkları için çok sonraları keşfedilmiştir. Örgü ören erkekleri nedeniyle adaya "Örgü ören erkekler adası" adı da verilir.
Gölün Bolivya tarafında kutsal adalar, Güneş Adası (Isla del Sol) ve Ay Adası (Isla de la Luna) bulunur. Her ikisinde de küçük geleneksel köyler ve çok sayıda eski harabe mevcuttur.
Titikaka Gölü, bir dizi ender rastlanan hayvana yaşam ortamı sunar. Bunlardan biri "Titikaka dalgıcı" ("Rollandia microptera") denen kuştur. Bu kuşun ilginç yanı, küçük kanatları sebebiyle uçamamasıdır. Tehlike anında suyun üstünde hızlı adımlar atarak ve çok güçlü kanat çırpmalarla kaçar. Ancak bu kanat çırpmalar kuşu havalandırmaz. Diğer bir endemik canlı ise Titikaka kurbağasıdır. Kurbağa ağırlıklı olarak cildiyle soluma yaptığından, cildi çizgilidir.
Franklin D. Roosevelt
Franklin Delano Roosevelt (d. 30 Ocak 1882 – ö. 12 Nisan 1945), Amerika Birleşik Devletleri'nin 32. başkanı olup en uzun süreyle görevde kalmış olan başkanıdır. ABD halkı tarafından kısaca isminin baş harfleri olan FDR şeklinde anılır. Başkanlığa 4 kez seçilmiştir. ABD tarihinde Roosevelt'in dışında 2 kezden fazla seçilmiş olan hiçbir başkan yoktur. Daha sonraları ABD yasaları değiştirildiği için yürürlükteki yasalara göre bundan sonra da hiçbir başkanın 2 kezden fazla seçilmesi mümkün değildir. Roosevelt hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde 20. sırada yer almaktadır.
Franklin D. Roosevelt ABD'nin New York eyaletinin çok eski ve zengin bir ailesi olan Roosevelt ailesinin bir üyesi olarak dünyaya geldi. Roosevelt ailesi daha 17. yüzyılda Kuzey Amerika'da henüz İngiliz kolonileri kurulmamış iken Hollanda'dan gelerek New York bölgesinde yerleşmiş bir ailedir. ABD'nin 26. Başkanı olan Theodore Roosevelt de aynı ailedendir ve Theodore Roosevelt, Franklin D. Roosevelt'in eşi (aynı zamanda kuzeni olan) Eleanor Roosevelt'in amcasıdır. Roosevelt I. Dünya Savaşı sırasında Deniz Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde sivil olarak görev yaptı. 1920 yılında ABD Başkan Yardımcılığına adaylığını koydu ama seçimi kazanamadı.
1921 yılında Franklin Roosevelt o dönemde çok büyük salgın halinde olan çocuk felcine yakalandı. Hastalığı yenmesine karşılık bacaklarına gelen felç yüzünden yaşamının geri kalan bölümünde bir daha yürüyemedi. ABD tarihinde fiziki sınırlı olan tek başkandır. Tekerlekli sandalyesiz bir yerden bir yere gidemiyordu ama ayağa kalkması ve ayakta durup konuşma yapması mümkün oluyordu. 1928 yılında New York eyaletine vali seçilmeyi başardı. 4 yıl valilik yaptıktan sonra da 1932 seçimlerinde ABD'nin 32. Başkanı olarak seçildi.
Roosevelt işbaşına geldiğinde ABD 1929'dan beri Büyük Buhran adı verilen tarihinin en büyük ekonomik çöküntüsü yaşamaktaydı. Nüfusun % 25'i işsizdi. 2 milyon Amerikalı evsiz barksız kalmıştı. Roosevelt Yeni Düzen (New Deal) adıyla anılan bir yeniden yapılanma programı geliştirdi ve ABD ekonomisi zamanla tekrar rayına oturup, hızla büyümeye başladı.
Roosevelt Giuseppe Zangara tarafından 15 Şubat 1933 tarihinde suikast girişimine uğradı, fakat saldırıdan yara almadan kurtuldu. Olayda yayında bulunan Chicago belediye başkanı Anton Cermak'ı yaralanmış ve aldığı yaraların etkisiyle 6 Mart 1933'te ölmüştür. Cermak Roosevelt'e "Senin yerine ben vuruldum, buna sevinçliyim" demiştir.
4 Mart 1933'te Latin Amerika ülkelerine yönelik iyi ilişkiler kurulacağını açıkladı. Bu İyi Komşuluk Politikası olarak adlandırıldı. 1939 yılında II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Roosevelt'in başkanlığındaki ABD önce tarafsız kaldı. Ancak Japonya'nın Büyük Okyanusda ABD'ye ait olan Pearl Harbor limanına saldırmasıyla ABD II. Dünya Savaşı'na dahil oldu. Franklin Roosevelt savaşın hemen hemen tamamında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak görev yaptı. Müttefik devletlerle Almanya, İtalya ve Japonya'ya karşı liderlik etti. 1945'te savaşın son yılında müttefiklerin üstünlük sağlamaya başladığı bir dönemde aniden hastalanarak görevi başında öldü. Yerini o zamanki başkan yardımcısı olan Harry S. Truman aldı.
Atatürk Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Atatürk Barajı, Adıyaman ve Şanlıurfa illeri arasında, Fırat Nehri üzerinde kurulu olup, enerji ve sulama amaçlıdır. GAP Projesi içinde, Karakaya Barajının 180 m mansabında, Adıyaman iline 51 km uzaklıkta, Şanlıurfa ilinin Bozova ilçesine ise 24 km uzaklıkta olup, Fırat Nehri üzerinde kurulan barajdır.
1983 yılında inşaatı başlamış olan baraj 1992 yılında işletmeye açıldı. 8 türbine sahip barajın yüksekliği 169 metredir. Kaya dolgu tipinde bir barajdır. Gövde hacmi 84,5 milyon m³ tür. Dış yüzeyi kaya içi kil ve topraktır. Baraj gölünün baskısı ile ilk inşaasındaki yüksekliği 10 metre kısalmıştır.
İnşaatına; 4 Kasım 1983 tarihinde başlandı. 1994 senesinde bitirilmesi planlanan baraj; sulama ve enerji elde etmek maksadıyla yapılmıştır. 84.4 milyon m³ kaya ve toprak dolgu ile dolgu hacmi bakımından bugüne kadar dünyada inşa edilen barajlar arasında beşinci sıradadır. Meydana gelen göl alanı 817 kilometrekaredir.
Temelden yüksekliği 169 metredir. Nehir seviyesinden yükseklik bakımından minimum su kotu 513, ideal su kotu 526, maksimum su kotu ise 542 metreye ulaşır. Barajda elektrik üretimi için derinliğin en az 133 metre olması gerekir. Baraj duvarının uzunluğu 1644, eni ise 15 metredir.
Dolusavak (fazla su tahliye kanalları) 6 adet olup, her biri 16x17 metre boyutlarında radyal kapaklarla kontrol edilir. Maksiimum su deşarj hızı 544 metre su düzeyinde, saniyede 16.800 metreküptür.
Her biri 850 m/s su boşaltma kapasitesine sahip üç derivasyon tüneli nehrin -akış yönüne göre- sol yakasında bulunur.
Santral her biri 300 MW güce sahip olan 8 ünite ile donatılmıştır. Toplam 2400 MW gücüyle yıllık 8900 GWh elektrik enerjisi üretim kapasitesine sahiptir. Santralin devreye alındığı 1992 yılından 2012 yılına kadar 144 milyar KWh enerji üretmiştir. Bu değerin ekonomik karşılığı 15 milyar $'dır. Atatürk Barajı, Türkiye'deki hidroelektrik santrallerinde üretilen enerjinin yüzde 20'sini tek başına karşılayacak seviyededir.
Atatürk Barajı, dolgu hacmi bakımından dünyanın en büyük 6. barajı durumundadır. Hidroelektrik Santralı da, dünyada halen yapımı sürenler arasında 3., inşa edilmiş olanlar arasında da 5. en büyük santraldır. Aynı zamanda Avrupa'nın ve Türkiye'nin en büyük barajıdır. İstanbul'un yıllık su ihtiyacını 5 günde sağlayabilecek s |
eviyededir.
Yıllık ortalama su akışı 26.654 milyar metreküptür. Toplam su depolama hacmi 48.7 milyar metreküptür. Her bir grupta; gücü 300 Megawatt olan 8 adet türbün jeneratör bulunmaktadır. 25 Temmuz 1992'de bu 8 üniteden ikisi hizmete açılmıştır. Halen inşaatı devam eden Şanlıurfa Tünelinin de tamamlanması ile, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Ceylanpınar, Siverek-Hilvan ovaları ile beraber 1.43 milyon dönüm arazi sulanır hale gelecektir. Atatürk Barajı'ndan toplam 874 bin 200 hektar alanın sulanmasının planlanmaktadır. 207 bin hektarının sulamaya açıktır. Ülke ekonomisine bu haliyle katkısı toplam 5.5 milyar $ olmuştur. Tüm alanın sulamaya açılması halinde, yıllık getirisi 2,5 milyar $ olacaktır.
Şu an 400.000 kişiye istihdam sağlamaktadır. Planlanan alan sulanmaya başladığında 1 milyon 750 bin kişiye istihdam sağlaması planlanmaktadır.
Aymaralar
Aymara, bir Güney Amerika yerli kavmi ve konuştukları dil. Yaşam alanları And Dağları çevresi olup ağırlıklı nüfus Bolivya'da bulunur(toplam nüfusun yaklaşık % 30-40 ı). Ayrıca Peru'nun güneyi (toplam nüfusun yaklaşık % 5'i) ve Şili'nin kuzeyinde (toplam nüfusun yaklaşık %0.3 ü) yaşarlar. Çok az sayıda nüfus da İspanyol sömürgesi zamanında göç ettirildikleri Ekvador'dadır.
Bolivya Devlet Başkanlığına 22 Ocak 2006 da seçilen Evo Morales de bir Aymara yerlisidir.
Menzelet Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Menzelet Barajı, Kahramanmaraş'da, Ceyhan Nehri üzerinde, enerji üretimi amacıyla 1980-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
1989 yılında su tutmaya başlayan baraj, Kahramanmaraş' ın 26 km kuzeybatısında Ceyhan Nehri üzerinde yer almaktadır. Barajı besleyen diğer akarsular ise; Tekir, Güredin, Bertin ve Zeytin çaylarıdır. Baraj göl alanında yaşayan balık türleri; Yayın, Pullu ve Aynalı Sazan, Bıyıklı balık, Siraz balığı, Tatlı Su Kefali, Kangal balığı, İnci balığı ve Çöpçü balığı gibi türlerdir.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 8.700.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 136,50 m, normal su kotunda göl hacmi 1950,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 42,00 km²'dir. 124 MW güç ile de yıllık 466 GWh'lik elektrik enerjisi üretmektedir.
Makedonya (Yunanistan)
Makedonya (Yunan-Makedonya İmparatorluğu) günümüzde küçük bir ülke olmakla birlikte, Makedonlar tarihte önemli izler bırakmış, Makedonyalı İskender gibi önemli şahsiyetler yetiştirmiş bir millettir.
Antik Makedonya MÖ. 8. yüzyıldan Roma İmparatorluğu'nun çöküşüne kadar varlığını sürdürdü. Antik Makedonya Devleti tarihi ülkeyi MÖ. 808-778 yılları arasında yöneten Kral Karan'ın zamanında başladı. MÖ. 6. yüzyılda, Pella ve Aigai başkentleri kuruldu.
MÖ. 359-336 yılları arasında, II.Philip hükümdarlığı döneminde Makedonya Devleti doruk noktasına erişti. Philip idaresinde Makedonya Krallığı Kuzey Yunanistan, Bulgaristan ve şu anki Yugoslavya topraklarının büyük bölümünü kapsamaktaydı. Philip'in oğlu Büyük İskender zamanında krallık tarihinin zirvesine çıktı. MÖ. 336-323 tarihleri arasında iskender (Alexander) krallığı genişleterek Mısır'dan Kuzey Hindistan'a kadar uzanan büyük Makedonya İmparatorluğu'nu yarattı. İskender'in ölümünden sonra, imparatorluk çok sayıda krallıklara bölündü.
Makedonya, 3 coğrafi bölgeye ayrılmıştır. Bu coğrafi bölgeler de 13 vilayeti kapsar:
Adıgüzel Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Adıgüzel Barajı, Denizli'de, Büyük Menderes Nehri üzerinde, sulama, enerji ve taşkın kontrolü amacıyla 1976-1989 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 7.125.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 144 m, normal su kotunda göl hacmi 1.076 hm³, normal su kotunda göl alanı 25,90 km²'dir. Baraj 94.825 hektarlık bir alana sulama hizmeti verirken, 62 MW güç ile de yıllık 280 GWh'lik bir elektrik enerjisi üretmektedir.
Özlüce Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Özlüce Barajı, Elâzığ, Bingöl sınırında bulunan, Peri çayı üzerinde, enerji üretmek amacıyla 1992-2000 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 14.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 144,00 m., normal su kotunda göl hacmi 1075,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 25,80 km²'dir. Baraj 170 MW güç ile yıllık 413 GWh'lik elektrik enerjisi üretmektedir.
Suna Tanaltay
Suna Tanaltay ("d." 1933 Mersin), Türk eğitmen, yazar, televizyoncu.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Mersin’de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde psikoloji (tezli), felsefe tarihi, eski ve yeni Türk edebiyatı sertifikalarının yanı sıra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çapa Psikiyatri Kliniği'nden psikiyatri Sertifikası alarak öğrenimini tamamlamıştır. Aynı dönemde Kandilli Kız Lisesi’nde ve Kabataş Erkek Lisesi’nde Psikoloji, Sosyoloji, Felsefe ve Türkçe öğretmenliği yapmış olan Tanaltay, Çapa Psikiyatri Kliniği’nden emeklidir. Eşi psikiyatrist Erdoğan Tanaltay’la birlikte muayenehane çalışmalarını sürdürmektedir.
Üç yıl süre ile Inter-Star’da "İyi Günler Türkiye" programında ve yıllardır TRT’de konuşan Tanaltay, HBB’de iki yıla yakın bir süre "Sevgiyi Paylaşalım" programında eşi Erdoğan Tanaltay’la birlikte konuşma ve yorumlarını sürdürmüşlerdir.
Kanal 6’da "Derdini Söyle" ve bir yıl boyunca "Sorun Dertleşelim – Sevgiyi Paylaşalım", 9. Kanal’da "Medya Terapi" ve "Bir Yudum Sevgi" programlarında Erdoğan Tanaltay’la canlı yorumları paylaşarak konuşmuşlardır.
Ayrıca, Flash TV, NTV, TRT, Show TV, Kanal D, atv, TGRT ve çeşitli kanallarda söyleşileri devam etmektedir. Radyo I Ortak Yayın’da yıllarca "Gececi" ’lerine seslenen Tanaltay, Radyo Kulüp ve çeşitli özel radyolarda da sık sık konuşmaya devam etmiştir.
Yıllar yılı çeşitli gazete ve dergilerde yazan Suna Tanaltay, Günaydın Gazetesi yanı sıra, eski Posta Gazetesi’nde günlük, Meydan Gazetesi’nde de haftalık köşe yazarlığı yapmıştır.
Yirmi yıldır "Sanat Çevresi" ve "Size" dergilerinde devamlı olarak yazan Tanaltay, Bebek Dergisi’nin de köşe yazarıdır.
Türkiye’nin hemen her yöresinde eşi Erdoğan Tanaltay’la birlikte bin beş yüzü aşkın söyleşinin yanı sıra Şırnak'ta da bir seminer vermiştir. 23. Jandarma Tümen Komutanı Ömer Keçecigil’den eşi ile birlikte "Takdir" belgesi almışlardır.
Dikili ve Akçakoca Belediye Meclisleri'nden "Fahri Hemşehrilik Beratı" alan Tanaltay’ların Dikili ve Balıkesir ’de bir de Sevgi Sokakları bulunmaktadır: Suna - Erdoğan Tanaltay Sokağı
Suna Tanaltay, Oriflame firmasının yaptığı bir Halk Araştırması sonucunda 1997 yılında sağlık hizmetleri konusunda Yılın en Başarılı Kadını seçilmiştir.
Özsoy Operası
Özsoy Operası (Op. 9) Ahmed Adnan Saygun’un bestelediği ve Firdevsî'nin Şehname'sinden uyarlanan Türkçe olan librettosunu Münir Hayri Egeli’nin yazdığı 1 (revizyondan once 3) perdelik 12 tablodan oluşan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sahnelenen ilk operasıdır.
Opera Atatürk’ün isteği üzerine temasını bizzat Atatürk’ün verdiği ve Türkiye'yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Şah Pehlevi onuruna sahnelenmesini istediği operanin libretto'sunu Münir Hayri Egeli, Mustafa Kemal Atatürk’ün yönergeleri ve denetimi ile yazmış, Ahmet Adnan Saygun daha 27 yaşındayken ve 2 ay gibi kısa bir sürede bestelemiştir.
İlk kez 19 Haziran 1934 gecesi, Münir Hayri Egeli'nin rejisi ve Ahmet Adnan Saygun'un orkestra şefliği altında "İstanbul Konservatuarı" yaylı sazlar heyeti ile "Riyaseti Cumhur Bando Heyeti" tarafından ile iki devlet başkanının önünde Ankara Halkevi’nde sahnelenmiştir.İlk sahnelendiğinde üç perdelik, dramatik türde bir opera olarak bestelenip sahnelenmiştir. Atatürk ve İran Şahı Rıza Şah Pehlevi onuruna ilk sahnelendiğinde operada, bariton Nurullah Taşkıran, soprano Nimet Vahit ve Semiha Berksoy da oynamışlardır. Türkiye ulusal operasının yaratılmasında önemli bir adım sayılmaktadır.
Operada işlenen ana tema yüzyıllar boyunca Türkiye ve İran'ın kardeş olduğunun vurgulanmasıdır. Opera, İranlıların Şehname destanından esinlenilmiştir. Öykü, Hakan Feridun'un ikiz oğulları "Tur" (Kurt) ile "İraç" (Aslan) üzerine kuruludur. İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırır. Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşırlar. Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlarlar. Tıpkı ""ayrı yollara giden ikizler"" Türkiye ve İran gibi.
Eserin sonunda, iki kardeşten Tur'un adı geçtiğinde, sahnedeki oyuncular, Ankara Halkevi'nin locasında operayı izlemekte olan Atatürk'ü, İraç (Aslan) sorulduğunda ise yanındaki Rıza Pehlevi'yi işaret ettiler. Bu jest karşısında çok duygulanan Rıza Şah Pehlevi, ""Kardeşim!"" diyerek, Atatürk'e sarılmıştır. Ankara Halk Evi’nde sahnelenen ilk temsilin hemen ardından iki devlet başkanı Dışişleri Bakanlığına giderek orada Türk - İran dostluğunun temelini atmışlardır.
Operanin sonraki gösterimleri Atatürk'ün ölümünden çok sonra gerçekleşmiştir.
Bununla beraber 3 Şubat 1982'de Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle, tam 48 yıl sonra tekrar sahnelenmesi gündeme geldiğinde eserin bestecisi Ahmet Adnan Saygun, bu 3 perde 12 tablodan oluşan operayı, bir perdelik özet haline getirmiştir.
Özsoy Operası 1982 yılından sonra birkaç kez daha sahnelenmiştir.
19 Haziran 2007 tarihinde, Semiha Berksoy Opera Vakfı tarafından Beşiktaş Resim ve Heykel Müzesi'nde organize edilen bir etkinlikle "Özsoy Operası'nın ilk temsilinin yıldönümü", konuşmalar ve bir konserle kutlanmıştır..
Prömiyere temsilde İstanbul Konservatuvarı yaylı sazlar heyetiyle Riyaset-i Cumhur Bando Heyeti'nden oluşan orkestra şefi (eserin bestecisi) Ahmet Adnan Saygun, dans ve koreografi Selma ve Azade Selim Sırrı; sahne yönetimi Hami bey; dekorlar ve kostümler Mahmut ve Galip beyler tarafından yapılmıştır. Koro Ankara Kız lisesi, Ankara Kız orta mektebi, Ankara Beden Terbiyesi Enstitüsü öğrencilerinden oluşmuş olup koro idarecileri Muallim Halil Bedi bey ve Mediha Adnan hanım idi. Kondüit Şevket bey, suflör Enver Necip bey idi.
Oyunun açlışını yapan ve tarihsel bir geçmişten de söz eden Öz Ozan'ın belirttiğine göre olay, kırk bin yıl öncesinde bir mavi gecede geçer. Baş Şaman'ın öngörüsüne göre, seçilmiş bey Feridun'un çocuğu o gece dünyaya gelecektir. |
Uzun zamandır bu günü bekleyen Beyler ve halk, Feridun´un çağrısı üzerine mutlu haberi alabilmek ve kutlamak amacıyla sunularıyla gelerek toplanırlar.
Bekleyiş sürmekte, halk, Hakan Feridun'a bir yavru vermesi için Tanrı'ya yakarmaktadır. Hakan'ın baş danışmani Baş Şaman gelerek halkı ve beyleri selamlar. Herkesin beklemekten sabrı tükenmektedir. Baş Şaman geçmişteki zalim hükümdar Dahhak'tan söz ederek o sıkıntılı yılların hatırlanması gerektiğini, bu sayede mutluluğun güzelliğinin artacağını söyler. Beyler ve halk ise herkesi boyunduruğu altında ezen ve pek çok gencin ölümüne yol açan o kötülük kaynağını anmak bile istemezler.
O sırada bir asker Feridun'un gelişini haber verir. Halk Feridun'a iyi dileklerini sunarken Feridun da onların kahramanlığını ve gözü pekliğini över. Özgürlüklerine kavuşmak için hep birlikte kahramanca savaşmışlar ve sonunda başarmışlardır. Şimdi ise Feridun'un doğacak çocuğunu birlikte beklemektedirler. Halk bu kez de Feridun'la birlikte Öz Soy'un devamını sağlayacak çocuğun doğumu için dua eder. Bu arada hızla gelen bir haberci Feridun'un iki erkek çocuğunun doğduğunu haber verir. Bu haber çok büyük bir sevinç yaratmış bu mutluluk herkesin gözlerini yaşartmıştır.
Halk eğlenmekte ve Hatun ile bebekleri beklemektedir. Az sonra Hatun'un gelmekte olduğu haberi verilir. Hatun dünyaya getirmekten gurur duyduğu iki bebeği ile birlikte halkın arasında yerini almıştır. Halk onu büyük bir sevinç ve övgüyle karşılar. Hatun ise büyük bir gururla bebeklerini yurda armağan ettiğini söyler. Feridun, Hatun'un bu sözünden çok etkilenmiş, çok mutlu olmuştur.
O sırada göğün yedi katından iyi dileklerini sunmak üzere yedi felekler gelirler. Her biri birbirinden güzel sungularını dile getirirler. Herkes çok mutludur ancak henüz her şey bitmemiştir. Bir anda yeraltının bekçileri ortaya çıkarlar, az sonra da onların başbuğu davetsiz konuk Ahriman'ın korkunç kahkahası duyulur. Kendisi davet edilmediği için çok kızgındır. Yedi Feleklerin dileklerini bozmaya gücü yoktur. Ancak, bu da, Hatun'un yalvarmaları da onun uğursuz bir dilekte bulunmasını engelleyemez. Yine de bu her şeyin sonu olmayacaktır.
Falih Rıfkı Atay
Falih Rıfkı Atay (1894, İstanbul - 20 Mart 1971, İstanbul), Türk gazeteci, yazar, milletvekili.
Cumhuriyet döneminin en etkin gazetecilerindendir. İzmir'in kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal ile tanışıp dostluğunu kazanan "Falih Rıfkı Bey", özellikle Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ünlendi. 1923-1950 yılları arasında milletvekili olarak siyasette yer aldı. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve kişisel tarihi cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir Ayrıca Atay, Türkiye'de Türk basınında sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olarak her yıl 24 Temmuz tarihinde düzenlenen Basın Bayramı'nın tarihini ortaya atmıştır.
İstanbul Darülfünun Edebiyat Şubesi mezunudur. 4. Ordu Komutanı Emir Subaylığı, Bahriye Nezareti Hususi Kalem Müdür Yardımcılığı, Hakimiyet-i Milliye, Milliyet, Ulus, Aksam Gazeteleri Başyazarlıkları, Yazarlık, TBMM II., III. ve IV. Dönem Bolu, V.VI., VII. ve VIII. Dönem Ankara Milletvekilliği ile II. ve III. Dönem Divan-ı Riyaset Katipliği, Divan-ı Riyaset İdare Memurluğu ve IV. Dönem Uluslararası Parlamentolar Birliği Türk Grubu Üyeliği yapmıştır. Evli ve bir çocuk babasıdır.
Sakarya İli, Kaynarca İlçesi, Topçu Köyü, Dırmandılar Mahallesi'nden İstanbul'a yerleşmiş bir ailenin çocuğu olan "Falih Rıfkı Atay" 1894 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Hoca Hilmi Efendi, annesi Huriye Cemil Hanım idi.
Ortaokulu Mekteb-i Tahsil Mektebi’nde lise öğrenimini Mercan İdadisi’ nde tamamladı. İdadide edebiyat öğretmeni olan Celal Sahir Bey (Erozan) ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi (Orhon), edebiyat zevkinin gelişmesine yardımcı oldu. II. Meşrutiyet’in ilanı edildiği 1908 yılında girdiği Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ni 1912’de bitirdi.
1911’de ilk yazıları, "Servet-i Fünun" dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlandı. "Tecelli" (1911) dergisi ile Süleyman Bahri'nin yönettiği "Kadın" (1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim'in eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı. 1912’den itibaren Tanin gazetesinde düz yazılar yayımladı.
1913’te memuriyet hayatına başlayan Falih Rıfkı, Sadaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı. Dahiliye Vekili Talat Paşa ile birlikte resmi görevle Bükreş’e gittiğinde Tanin Gazetesi’ ne röportajlar gönderdi. Bu dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu.
I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Suriye'ye gitti ve Cemal Paşa’nın özel kâtipliğini yaptı. Suriye ve Filistin'deki savaş anılarını "Ateş ve Güneş" (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa' nın Bahriye Nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi (1917).
1918’de Ali Naci (Karacan), Necmettin Sadık (Sadak) ve Kazım Şinasi (Dersan) ile birlikte Akşam Gazetesi’ni kurdu. Gazetede, Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazdı. Damat Ferit Paşa hükümetinin vatanseverleri yargılamak üzere kurduğu, halk arasında "Kürt Nemrut Mustafa Divanı" diye anılan mahkemede Kurtuluş Savaşı’ nı destekleyen yazıları nedeniyle idamı istenerek yargılandı. İkinci İnönü Muharebesi’nin kazanılması üzerine "Divan-ı Harp" tutumunu değiştirince idamdan kurtuldu. 10 Eylül 1922’de Anadolu’ ya geçti.
Kurtuluş Savaşı’ nı destekleyen yazılarını Tanin ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde sürdürdü. Savaşın ardından "Tetkik-i Mezalim Heyeti" 'nde görevlendirilen Falih Rıfkı, Halide Edip, Yakup Kadri, Mehmet Asım ile birlikte Yunan ordusunun yakıp yıktığı yerleri saptamak üzere tüm Batı Anadolu’yu dolaştı.
1923’te TBMM’ye girdi ve aralıksız 27 yıl milletvekilliği yaptı. 1923-1934 arasında Bolu , 1935-1950 arasında Ankara milletvekili olarak mecliste yer aldı. Bir yandan da çeşitli tarihlerde Hakimiyet-i Milliye, Ulus, Milliyet gazetelerinde başyazarlık yaptı. Köşe yazılarında Atatürk devrimlerini ve batılılaşmayı savundu. Yeni Türk Alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeninde görev aldı. "Ulus" gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı jürisinde üyelik ve İmar Komisyonunda başkanlık yaptı. Bu dönemde 1937 yılındaki Trakya Manevraları'na katılmıştır.
İzmir’in kurtuluşundan sonra tanıştığı Mustafa Kemal’in dostluğunu kazandı ve bu döneme ilişkin anılarını "Atatürk’ün Bana Anlattıkları" (1955), "" (1961) ve "Atatürk Ne İdi?" (1968) adlı kitaplarda topladı. Atatürk’ün çok yakınında bulunması ve önemli olaylara tanıklık etmesi yapıtlarına ayrı bir önem kazandırdı.
Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara geçmesinden sonra Dünya gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karşı Atatürk devrimlerini savundu. Ölünceye dek bu gazetenin başyazarlığını sürdürdü.
20 Mart 1971’de kalp krizi sonucu İstanbul’da hayatını yitirdi. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
"Falih Rıfkı Atay", gezi yazılarını ve anılarını topladığı kitaplarıyla Cumhuriyet döneminde bu türlerin ilk özgün örneklerini verdi. "Zeytindağı" (anı-1932, 1964), "Faşist Roma", "Kemalist Tiran", "Kaybolmuş Makedonya" (gezi-1930) ve "Pazar Konuşmaları" (fıkra-1966) başlıca yapıtlarıdır.
"Atay", sağlam, çekici anlatımı ve duru Türkçesiyle basının en usta kalemlerinden biriydi. Türkçeyi süssüz, sanatsız ama etkin kullanmayı amaçladı. Siyasi konuları işleyen fıkra ve başyazılarıyla tanınan "Atay" gezi, anı, makale ve sohbet türlerinde birçok kitap yayımlamıştı; Cumhuriyet Dönemi' nin en etkin gazetecilerindendi.
Herbert C. Hoover
Herbert Clark Hoover (d. 10 Ağustos 1874, West Branch, Iowa – ö. 20 Ekim 1964, New York), Amerika Birleşik Devletleri'nin 31. başkanıdır.
1891 yılında Kaliforniya'daki Stanford Üniversitesi'nin ilk açılış yılındaki öğrencilerinden biri oldu. Jeoloji dalında eğitim aldı. 1895 yılında mezun olduktan sonra maden mühendisi olarak çalıştı. I. Dünya Savaşı yıllarında açlıktan kırılan Batı ve Doğu Avrupa ülkelerine yiyecek yardımı konusunda öncülük yaptı. 1920-1928 yılları arasında ticaret bakanlığı yaptı. 1928 yılında Cumhuriyetçi Parti'den Başkan seçildi. Başkan olmasından 7 ay sonra New York borsası çöktü ve ABD tarihinin en büyük ekonomik krizine saplandı. Bu kriz Hoover'ın bütün başkanlık döneminde devam etti. Bir sonraki seçimi Franklin D. Roosevelt'e büyük bir farkla kaybetti. Kitaplar ve makaleler yazdı. Kendisinden sonra gelen başkanlara danışmanlık yaptı. 1964 yılında 90 yaşındayken New York kentinde öldü.
Calvin Coolidge
John Calvin Coolidge, Jr. (d. 4 Temmuz 1872 - ö. 5 Ocak 1933), Amerika Birleşik Devletleri'nin 29. Başkan Yardımcısı ve 30. Başkanıdır. Yaşamının büyük bir bölümünü Massachusetts eyaletinde geçirmiştir. 1899 ve 1920 yılları arasında eyâlet içinde seçimle çeşitli görevlere gelmiş, 1919 yılında Massachusetts valiliğine kadar yükselmiştir. Başkanlığa 1923 yılında Warren G. Harding'in görev başında ölmesi sonucu o sırada Başkan Yardımcısı olduğu için gelmiştir. 1924 yılındaki seçimleri kazanarak 1929 yılına kadar başkanlığa devam etmiştir. İki dünya savaşı arasındaki başkanlık dönemi nispeten olaysız geçmiştir. 1929 yılındaki seçimlerde aday olmayarak siyâsetten ayrılmış, 1933 yılında da ölmüştür.
Warren G. Harding
Warren Gamaliel Harding (2 Kasım 1865 - 2 Ağustos 1923) Amerika Birleşik Devletleri'nin 29. Başkanıdır. 1921-1923 yılları arasında 2 yıl başkanlık yapmış ve görev başında ölmüştür.
Walt Disney
Walter Ellas "Walt" Disney (d. 5 Aralık 1901, Illinois - ö. 15 Aralık 1966, Kaliforniya), ABD'li yapımcı, yönetmen, senarist, seslendirmen ve animatör.
Flora Disney ve Elias Disney'in oğludur. Üç erkek, bir kız kardeşi vardır. Kardeşi Roy O. Disney ile Walt Disney Productions'ı kurdu ve şirketi dünyanın en ünlü film yapımcılarından biri oldu. Kurduğu şirket Walt Disney Şirketi, şu an yıllık 30 milyar dolar geliri olan bir medya devi haline geldi.
Walt Disney genelde bir diyabetsiyen, ayrıca animasyon ve tema park (bir şeyle ilgili lunapark) tasarımlarıyla Oscar'a aday olamadı ama 59 adaylıktan 22 tanesini alarak en |
çok Oscar kazanan şahsiyet olarak tarihe geçti, 7 kez de Emmy Ödülleri'ne aday oldu. Halen de en fazla Oscar'a aday olan kişidir. Diane ve Sharon isimli iki kızı vardı. Walt Disney ve çalışanları; Dünya'nın en ünlü prodüksiyonlarını üretti. Disney'in iç kişiliği olarak görülen; farelerden korkmasına rağmen Mickey Mouse da başta olmak üzere Bugün Disney İsmiyle Özdeşleşen Pek Çok Karakter, Disneyland ve Walt Disney Resort gibi mekanlar da onun eseriydi.
Walt Disney; Orlando, Florida'daki Walt Disney Dünyası açılmadan birkaç yıl önce gırtlak kanserinden 15 Aralık 1966'da öldü. 17 Aralık1966'da cenazesi yakıldı ve külleri Kaliforniya'daki Forest Lawn Anıt Mezarlığı'na defnedildi.
Walt Disney çocukluğunda bir türlü okuma-yazmayı öğrenemiyor, harfleri ters olarak görüyordu.
Rengim Gökmen
Rengim Gökmen, (d. 1955). Orkestra şefi.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefi olan Rengim Gökmen, aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Komposizyon ve Orkestra şefliği Ana sanat dalı öğretim üyesidir. Bunun dışında Ankara ve İstanbul Festivalleri danışma kurulu üyesi, İzmir Kültür Sanat Eğitim Vakfı, Opera Bale Vakfı ve Zehra Yıldız Kültür Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesidir. Sanatçı Türkiye’de ve yurtdışında konserlerine devam etmektedir. Rengim Gökmen Kasım 2007'den beri Genel Müdür ve Sanat Yönetmenliğini sürdürdüğü; Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'ndeki görevinden, 24 Temmuz 2014 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından alınmıştır.
Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL'ün isteği üzerine İstiklal Marşı'nın daha fazla enstrüman kullanılarak yeni kaydının yapılması görevini üstlenmiştir.
Kayaboğazı Barajı
Kayaboğazı Barajı Kütahya'da, Kocaçay üzerinde, sulama ve taşkın kontrolü amacıyla 1976-1987 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak ve kaya dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 628.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 45,00 m, normal su kotunda göl hacmi 38,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 3,00 km²'dir. Baraj 7.080 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Fikret Otyam
Fikret Otyam (d. 19 Aralık 1926, Aksaray; ö. 9 Ağustos 2015, Antalya), Türk ressam, gazeteci ve yazar.
Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanındı. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta topladı. Röportaj ve fotoğraflarında olduğu gibi tuvallerinde de Anadolu insanını resmetti. Sık sık keçi ve başı örtülü Anadolu kadınlarını figür olarak kullandı. Anadolu kadınlarını iri gözlü, küçük burun ve küçük ağızlı olarak betimledi.
Ünlü besteci ve orkestra şefi Nedim Vasıf Otyam ile eczacı ve şair Nusret Kemal Otyam’ın kardeşi, dokuma ve fotoğraf sanatıçısı Filiz Otyam'ın eşidir.
1926’da Aksaray’da dünyaya geldi. Babası asker ve eczacı Vasıf Efendi, annesi Naciye Hanım’dır. Nedim ve Nusret Kemal adında iki ağabeyi vardı; Neşecan adında bir de kızkardeşi olmuştur. İsmet İnönü’nün silah arkadaşlarından olan babası Vasıf Efendi, ordudan emekli olduktan sonra Aksaray’da eczacılık yaptı. İlk ve ortaöğrenimini Aksaray’da tamamlayan Otyam’ın lise öğrenimi kesintili olarak Ankara ve Kayseri’de sürdü.
Liseden sonra İstanbul’a giderek Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Orta Resim Bölümü’nde öğrenime devam etti, ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun atölyesinde ders aldı. 1953'te mezun oldu. Aynı yıl evlendi, ertesi yıl kızı Elvan dünyaya geldi. Bu evlilikten İrep ve Döne adında iki kızı daha olmuştur.
Gazeteciliğe 1950 yılında henüz Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci iken "Son Saat" gazetesinde başladı. Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı Dünya gazetesinde yazar ve Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Göğüş’ün yardımcısı oldu; ardından Ulus gazetesinde çalıştı.
1953’te ilk kez Güneydoğu ve Doğu Anadolu’yu gezen Otyam, gazetecilik yaşamı boyunca Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanındı. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta topladı. İlk eşinden ayrılarak 1977’de sanatçı Filiz Otyam ile evlendi.
Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Otyam; Abdi İpekçi cinayetinden sonra kendi hayatının da tehlikede olduğunu düşünerek emekli olmaya karar verdi. Antalya’nın Gazipaşa ilçesi Selinus Kalesi altında, Deliçay yanında bir ev yaptırdı, eşi Filiz Otyam’la 1979’da yerleştiği bu evde resim yapmaya ve kitaplarının basımı ile uğraşmaya ağırlık verdi. Son olarak, Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.
Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı'nın kurucu üyelerindendir.
Böbrek yetmezliği nedeniyle bir süredir tedavi gören Fikret Otyam Antalya'da 9 Ağustos 2015'te yaşamını yitrdi. Otyam'ın cenazesi Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde bulunan ""İz Bırakan Aydınlar Gömütlüğü""ne defnedildi.
Vefatının ardından Otyam için Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde anma töreni düzenlendi.
Yılmaz Köksal
Yılmaz Köksal, (15 Temmuz 1939 - 22 Ekim 2015) Türk sinema ve dizi oyuncusu.
Kırşehir ilinde doğan Köksal, daha sonra ilkokulu bitirerek Osmaniye'den İstanbul'a geldi ve Tophane Sanat Enstitüsünde okudu. Bir süre gemilerde çalışarak Avrupayı dolaştı. Tunç Başaran'ın sinemaya uyarladığı, Orhan Kemal'in “Murtaza” eserinde “Dubara” rolünü oynayarak sinema tarihine geçti. Uzun bir süre ikinci derecede rollerde oynadıktan sonra 1970 de Çetin İnanç’ın yönettiği “Çeko” filminde başrole yükseldi. Filmin başarısıyla halkın beğenisini kazanıp, macera filmlerinin aranan oyuncusu ve sinema tarihinin sevilen oyuncularından biri oldu.
Senaryosunu Mehmet Arslan'ın yazdığı ve başrollerini Canan Perver ile paylaştığı “Aybiçe Kurt Kız”, o dönem Türk sinemasinin ürettigi ender kült filmler arasındadır. (Filmde Türk obasına hain saldırıda bulunan barbarlar, herkesi öldürürler.
Türk kahramanı Aybiçe "Kurt Kız" bu katliamın öcünü almaya yemin eder.) 1965'ten 2005'e kadar 182 filmde oynamıştır.Birçok film senaryosu yazmıştır.Özel televizyonların çoğalmasıyla birlikte sinema ve dizi filmlerinde oyunculuk hayatına devam etmiştir. Kanser hastalığına yakalanan Köksal 22 Ekim 2015 tarihinde vefat etmiştir.
Çatören Barajı
Çatören Barajı, Eskişehir'de, Harami Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1983-1987 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 499.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 45,00 m, normal su kotunda göl hacmi 47,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,04 km²'dir. Baraj 10.816 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Tiyazin
Tiyazin, formülü CHSCl olan altılı halka yapısına sahip üç heterosiklik bileşiğin ortak adı. Bu üç izomer bileşikten en önemli olanı 1,4 tiyazindir. 1,4 tiyazinin bir türevi olan fenotiyazin çiftlik hayvanlarında solucan düşürücü ve böcek ilacı olarak kullanılmıştır. Müsekkin olarak kullanılan klorpromazin; uzun etkili bir antihistaminik olan prometozin hidroklorür ve Parkinson tedavisinde kullanılan dietazin hidroklorür fenotiyazin türü ilaçlar arasındadır. Ayrıca metilen mavisi gibi birçok boya maddesi fenotiyazin yapısındadır.
Büyükçekmece Barajı
Büyükçekmece Barajı, İstanbul'da, Büyükçekmece Gölü üzerinde, içme-kullanma ve sanayi suyu temini amacıyla 1983-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.020.000 m³, su yatağından yüksekliği 13,00 m, normal su kotunda göl hacmi 161,61 hm, normal su kotunda göl alanı 43,00 km²'dir. Baraj yılda 102 hm içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
Karakaya Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Karakaya Barajı, (il)|Diyarbakır ili Çüngüş ilçesi sınırları içinde, Fırat Nehri üzerinde, Güneydoğu Anadolu Projesi'nin bir parçası olarak elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1976-1987 yılları arasında inşa edilmiştir. Barajın yapılmasıyla birlikte birçok köy boşaltılmıştır.
Diyarbakır'a 150 km uzaklıkta bulunan baraj adını yakınında bulunan Karakaya Köyünden almıştır.
Beton kemer gövde ağırlık tipi olan barajın gövde hacmi 2.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 173,00 m, normal su kotunda göl hacmi 9.580,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 268,00 km²'dir. Baraj 1.800 MW güç ile yıllık 7.354 GWh'lik elektrik enerjisi üretmektedir.
Karakaya Baraj gölü üzerinde şu an faal olan iki köprü vardır. Kömürhan Köprüsü ve İsmet Paşa Demiryolu Köprüsü'dür.
Ayrıca bu köprülerin eski tarihte yapılanları ise barajda su tutulması ile su altında kalmıstır.
Manavgat Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Manavgat Barajı, Antalya'nın Manavgat ilçesinde, Manavgat Çayı üzerinde, elektrik enerjisi üretimi amacıyla 1986-1987 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.200.000 m³, su yatağından yüksekliği 29,00 m, normal su kotunda göl hacmi 88,98 hm³, normal su kotunda göl alanı 8,60 km²'dir. 48 MW güç kapasiteli HES (hidroelektrik santralı) yılda 220 GWh elektrik enerjisi üretimi sağlamaktadır.
Yerölçüm
Yerölçüm, yeryüzünün büyüklüğü, biçimi, yerçekim alanları ve üzerindeki değişmez noktaları konu alan bilim dalıdır.
Uygulamada en yaygın kullanımı, yeryüzü üzerinde varsayilan noktalar ağı ve yükseklikler aracılığı ile nesnelerin yerlerinin saptanmasıdır. Yerölçüm bu ve öteki uygulamalarında, matematik, gökbilim ve fizik ilkelerini çağdaş teknolojinin olanakları ile birleştirir.
Çakmak Barajı (Samsun)
Çakmak Barajı, Samsun'da, Abdal Deresi üzerinde, içme suyu temini amacıyla 1985-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 2.550.000 m³, su yatağından yüksekliği 58,00 m, normal su kotunda göl hacmi 106,50 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,28 km²'dir. Baraj yılda 126 hm³ içme-kullanma suyu sağlamaktadır.
Gödet Barajı
Gödet Barajı, Karaman'da, Gödet Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1983-1988 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 570.000 m³, su yatağından yüksekliği 94,00 m, normal su kotunda göl hacmi 158,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 6,75 km²'dir. Baraj 24.000 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Güldürcek Barajı
Güldürcek Barajı, Çankırı'da, Devrez Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1981-1988 yılları arasında in |
şa edilmiş bir barajdır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.550.000 m³, su yatağından yüksekliği 68,00 m, normal su kotunda göl hacmi 53,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 3,10 km²'dir. Baraj 7.281 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
Gölova Barajı
Gölova Barajı, Sivas'ta Kelkit Çayı üzerinde, sulama amacıyla 1981-1990 yılları arasında inşa edilmiştir.
Kaya gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 1.300.000 m³, su yatağından yüksekliği 26,00 m, normal su kotunda göl hacmi 65,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 4,85 km²'dir. Baraj 6.150 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir.
WGS84
WGS84, Küresel Konumlama Dizgesi'nin kullandığı yerlem yöntemlerinden birisidir.
WGS84, üç boyutlu kartezyen yerlem dizgesi ve ilişkili elipsoit'ten oluşur. WGS84 konumları ya X-Y-Z kartezyen yerlemleri olarak ya da enlem, boylam ve elipsoit yükseklik yerlemleri olarak tanımlanırlar. Yeryüzü kütlesinin ortası bu dizgenin ortası olarak alınmıştır.
Günümüzde otomobillerde kullanılan araç seyir sisteminin haritalarındaki konumlar WGS84 olarak aygıtın belleğinde tutulur.
1984 yılında kurulan ve 2004 yılında gözden geçirilmiş son sürümü WGS 84 (4326 diğer adıyla WGS 1984, EPSG) 'dir. Daha önceki taslakları WGS 72, WGS 66 ve WGS 60 'dır. WGS 84 Küresel Konumlama Sistemi tarafından kullanılan referans koordinat sistemidir.
WGS 84 koordinat kökeni Dünya kütlesinin merkezinde bulunmak üzere tasarlanmıştır; hatanın 2 cm'den az olduğuna inanılmaktadır.
Kraliyet Gözlemevinde Greenwich meridyeni sıfır boylamı, WGS 84 meridyeni IERS referans meridyeni olan 5.31 yay saniye veya 102.5 metre (336.3 ft) doğusundadır. WGS 84 datum yüzeyi, kutuplardan basık ve ekvatorda ana (ekvatoryal) yarıçapı a = 6.378.137 m ile küremsi (elips biçiminde) ve düzleştirme f = 1 / 298,257223563 olmaktadır. Kutupsal yarım tâli B ekseninde daha sonra bir katı (ürün 1-f) ya da 6356752,3142 metreye eşittir.
Şu anda, WGS 84 2004 yılında gözden geçirilen EGM96 (Dünya Yerçekimi Modeli 1996 - "Earth Gravitational Model 1996") jeoidini kullanır. Bu jeoid (100 km yatay çözünürlük içerir) derecesi 360 olan bir küresel harmonik dizisi vasıtasıyla nominal deniz seviyesi yüzeyini tanımlar. WGS 84 referansından EGM96 jeoidin sapmaları yaklaşık -105 m ve yaklaşık 85 m elipsoit aralığındadır. EGM96 EGM84 olarak anılacak esas WGS84 jeoidinden farklıdır.
Çeşitli ulusal ölçüm sistemlerini tamamlamak F.R. Helmert'in ünlü kitapları Fiziksel Jeodezi Matematik ve Fizik Kuramı ("Mathematische und Physikalische Theorien der Physikalischen Geodäsie") ile 19. yüzyılda başlar. Avusturya ve Almanya'da kurulan Uluslararası Jeodezi Merkez Bürosunca ("Zentralbüro für die Internationale Erdmessung") Dünya'nın küresel elipsoit bir dizisi elde edilmiştir.
Tüm dünya için bir birleşik jeodezi sistemi birçok nedenle 1950'lerde temellenmiştir:
Araç seyir sistemi
Araç seyir sistemi, (bir tür yol bilgisayarı olarak da tanımlanabilir), Küresel Konumlandırma Dizgesini (GPS) kullanarak yol bulmaya yarayan aygıtır. Tümleşik bellekteki haritayı kullanarak otomobilin sürücüsüne kılavuzluk yapar.
İlk yol bilgisayarını hangi kuruluşun yaptığı tartışmalıdır. Honda 1983'de bulduğunu öne sürdüğü yol bilgisayarını, 1990 yılı yapımı Acura Legend modeli ile kullanıma sürmüştür. Analog olan bu aygıt, küresel konumlandırma dizgesi kapsamı o yıllarda kısıtlı olduğu için, konum belirlemede ivme ölçme yöntemini kullanmıştır. Pioneer ise küresel konumlandırma dizgesi tabanlı ilk yol bilgisayarını 1990 yılında bulduğunu öne sürmektedir.
TOEFL
TOEFL ("Test of English as a Foreign Language", Türkçe: Yabancı Dil Olarak İngilizce Sınavı), standart Amerikan İngilizcesini üniversite düzeyinde kullanabilme ve anlayabilme yeteneğini ölçen bir sınavdır. Pek çok Amerikan ve İngilizce eğitim veren üniversite başvuruculardan bu sınavı ister. Dünyanın çoğu ülkesinde yılda birkaç kere verilen bu sınavı ABD'de Educational Testing Services şirketi düzenler.
Nerede yapıldığına bağlı olarak sınav, aşağıdaki üç biçimden birinde olabilir:
Sedef Adası
Sedef Adası, İstanbul'da bulunan Adalar'ın yerleşime açık olan en küçük adası.
İdari bakımdan Büyükada Maden Mahallesi muhtarlığına bağlıdır. 1.300 x 1.100 metre büyüklüğündedir. Üzerindeki bitki örtüsü uzaktan bakıldığında sedefe benzetildiği için Sedefadası adı verilmiştir. Eskiden tavşanı bol olduğu için Tavşanadası adı da kullanılmıştır. Eski adı Terebinthos'tur. Adanın arka tarafından yerleşik olmayan Tavşan (Balıkçı) Adası ve Büyükada görünebilir.
Sedefadası da, diğer İstanbul adaları gibi Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Adanın en önemli sürgünlerinden biri, miladi 857 yılında adaya gönderilen Patrik Ignatios'tur. Ignatios, 10 yıl adada çeşitli işkencelere maruz kalarak yaşadıktan sonra, 867 yılında yeniden patrik seçilmiştir.
Ada, 1850'de Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa'nın mülkiyetine geçmiş, paşa adaya zeytin ağaçları dikmiş ve sebze yetiştirmiştir. Paşa'nın ölümü üzerine ada bakımsız kalmış, 1. Dünya Savaşı sırasında da adanın tüm ağaçları kesilmiştir. İstanbul'un işgali sırasında müttefiklerin eline geçen Yavuz Zırhlısı uzun süre buraya demirlemiştir.
Fethi Ahmet Paşa'nin torunları, adayı seçkin insanların yaşadığı bir yerleşim yeri yapmaya çalışmış, bu amaçla bir konut kooperatif kurmuş, binlerce ağaç diktirmiş ve villalar inşa ettirmişlerdir. Kooperatifleri inşa eden mimar Tarabya Oteli'nin mimarı Kadri Eroğan'dır.
Öner Ünalan
Öner Ünalan (d. 5 Ocak 1935, Bursa - ö. 27 Ocak 2011, Ankara), Türk yazar, çevirmen ve araştırmacıdır.
Öner Ünalan, 5 Ocak 1935'te Bursa'da doğdu. 1924'te İskeçe'nin Kurular köyünden (bugünkü ) Türkiye'ye göç eden bir ailenin oğludur. Baba adı Halil, ana adı Ayşe'dir. Bursa Erkek Lisesi'nde okudu. Almancayı ortaokul ve lisede öğrendi.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ni bitirdikten sonra ABD'de eğitim dalında yüksek lisans yaptı. Öğretmen, teknik eleman, danışman (müşavir) ve yönetici olarak çalıştı. 1988'de emekli oldu.
1965 yılında "Karıncayı İncitmeyen Adam" adlı kısa öyküsüyle, Yunus Nadi Armağanı kısa öykü birincilik ödülünü aldı. Çeşitli dergilerde az sayıda öykü ve şiir yayımladı.
1970'ten sonra dil üstüne çalışmalarına ağırlık verdi. Güneş Dil Teorisi, halk dili, Türkçede "ve" sorunu, çevirmek ve dil yenilemek, bilimsel terimlerin Türkçeleştirilmesi, dil-ideoloji ve politika konularında çalıştı.
1977'de Cemal Süreya, Vecihi Timuroğlu ve Ahmet Say ile birlikte, Türkiye Yazıları dergisini çıkardı.
Özellikle dil-ideoloji ve politika üstüne yazdığı inceleme ve derlemelerini Soyut, Türkiye Yazıları, Tan vd. dergilerde yayımladı. Yazılarının bir kısmını "Dil ve Politika" (1993) adıyla kitaplaştırdı. Gene dil üstüne günlük biçiminde yazdığı denemelerini Papirüs'te (1980-1981), Dize'de (1995-1998), ve Evrensel Kültür'de (1998-1999) yayımladı. Yazılarında genellikle Ragıp Gelencik takma adını kullandı.
Öner Ünalan'a göre politika her alana olduğu gibi dile de el atar. Dolayısıyla dil ve dille ilgili sorunlar da politikanın konusu ve aracı olmaktan kurtulamazlar. Ünalan, "Dil ve Politika" adlı kitabının önsözünde şöyle der: "Belirli bir politika, her alanda, dayandığı ideolojiye uygun ve çıkarlarını gözettiği toplum kesimince benimseniveren değer yargıları, önyargılar, kanılar, sanılar ve onlara bağlı belirli bir düşünüş ve davranış yaratır. Bütün bunlar o politikanın kendisi gibi savunulmak gerekir. Politik işbölümünde bu savunmayı üstlenenler, tarihi ve güncel olayları onlara uygun yorumlayıp çarpıtırlar." Bu, teknik bir konu sayılan dilde de kaçınılmaz olarak böyledir. Bu nedenle, savaşılan politika ya da politikaların her alanda olduğu gibi, dil alanında da iyi tanınması gerekir.
Öner Ünalan, dil çalışmalarının yanı sıra, İngilizce ve Almancadan yaptığı çevirilerle, önemli bilimsel yapıtları Türkçeye kazandırdı. Örneğin, Charles Darwin'den "Türlerin Kökeni", "İnsanın Türeyişi" ve "Seksüel Seçme" (Eşeysel Seçme); Albert Einstein ve Leopold Infeld'den "Fiziğin Evrimi"'ni dilimize çevirdi. Ayrıca, Karl Marx'tan "Matematiksel Elyazmaları", Friedrich Engels'ten "Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm", Fidel Castro'dan "Dünya Bunalımı", John Desmond Bernal'dan "Marx ve Bilim" gibi çok sayıda kitap çevirdi. Kimi çevirilerinde Ferhat Gelendeş takma adını kullandı.
Charles Darwin'in bilim tarihindeki yerini "Darwin Ne Yaptı" (1997) adlı popüler bilim kitabında anlattı.
Dil-politika ilişkisi ve dilsel sorunlar üzerine yazdığı ve çeşitli dergilerde yayımladığı günlüklerini "Dil Günlüğü" (1999) adıyla kitaplaştırdı. Kitap, ölümünden sonra 2012'de yayımlandı.
Tiyazol
Tiyazol, bir azot ve bir kükürt atomu bulunduran beşli halka yapısına sahip heterosiklik bileşiklerin ortak adı. Bu bileşiklerin en basit üyesi tiyazol CHNS kapalı formülündedir.
Tiyamin (B vitamini), basitrasin ve penisilinler gibi biyolojik aktif tabii bileşiklerin yanı sıra sentez yoluyla elde edilen birçok ilaç aktif maddesi, boya ve sanayide kullanılan bazı kimyasal maddeler tiyazol halkası ihtiva eder. Yine rodanin, kırmızı renkli rodanin boyası ve sarı renkli primulin boyası tiyazol bileşikleri arasındadır. Sulfatiyazol sülfasüksidin ve promizol tiyazol grubundaki suni ilaç aktif maddeleridir. Kauçuğun vulkanizasyonunda kullanılan mertax da bir tiyazol türevidir.
Tiyosülfat
Kararsız bir asit olan tiyosülfat asidinden türeyen SO formülüne sahip olan eksi yüklü bir kök. Bir maddede tiyosülfat iyonunun olup olmadığını anlamak için madde üzerine asit ilave edilir. Eğer çözeltide bulunma, yani serbest kükürt meydana gelmesi olursa maddede tiyosülfat vardır. Ayrıca, kendine has kokusuyla kükürt dioksit gazı da meydana gelir. Bu olaylar tiyosülfatın kararsız olduğunu da gösterir:
Sodyum sülfat (NaSO) kükürtle ısıtılırsa sodyum tiyosülfat meydana gelir. Bundan tiyosülfat kökünde farklı fonksiyonlarda iki kükürt atomunun olduğu anlaşılıyor. Bu iyonun şeması [O-S-S) şeklindedir. Ortadaki kükürt +6, ikinci kükürtse -2 değerliklidir.
Sodyum tiyosülfat, fotoğrafçılıkta, film üzerinde rea |
ksiyona girmemiş gümüş halojenür bileşiklerini sabitleştirmekte kullanılır. Sodyum tiyosülfat iyodometri reaksiyonlarında kullanılır. Bu reaksiyonla kemmi (kantitatif-nicel) titrasyonlar yapılır.
Tiyoüre
Tiyoüre, ürenin oksijen atomu yerine kükürt atomunun geçmesiyle oluşmuş üreye benzeyen organik bileşik. Sülfokarbamit, "sülfoüre" veya "tiyokarbamit" olarak da bilinir. Kimyasal formülü CS(NH)dir. 172 °C'de eriyen bir katıdır. Suda ve alkolde çözünür. Ticari önemi pek fazla olmamakla beraber başlıca fotoğrafçılıkta, termoset reçinelerin üretiminde, böcek öldürücülerde, dokumacılıkta, bazı boya ve ilaçlarda kullanılır. Zehirli bir maddedir.
Nikolay Nekrasov
Nikolay Alekseyeviç Nekrasov (Rus. Никола́й Алексе́евич Некра́сов), (d. 10. Aralık 1821, Nemyriv - ö. 8. Ocak 1878, Sen Petersburg) Rus şâir ve yazar.
Eserlerinde çağdaşlarından önce Rus İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu çöküşü dile getirmiştir. Birçok yazar ve şaire gerek sanatsal, gerek fikirsel, gerekse yeni kalemlerin hakettiği değeri almasında öncü ve yardımcı olmuştur.
I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişen olayları birebir önceden görmüş ve Ekim Devrimi'ni tahmin etmiştir. Eserlerinde kuru bir yalınlık ve gösterişten ziyâde, duygulara rastlanabilir. Etkileyici bir tarzı vardir. "Bayiska Bayu..." "(Uyu bebek uyu...)" başlıklı şiiri Rus İmparatorluğu'nun çöküşünün ipuçlarını verir.
Türkçeye çevrilmiş eserleri nâdirdir. Yeni basımları ise yapılmamaktadır.
Toksin
Toksinler, mikroorganizmaların salgıladıkları birtakım zehirli maddelerdir. Toksinler iki grupta toplanırlar:
Daha çok gram (+) mikroorganizmalar tarafından meydana getirilirler. Başlıca "Clostridium tetani" (tetanoz etkeni), "Clostridium" etkeni), "Clostridium perfringens", Gram (-)lerin bir kısmı, "Shigella dysenteria" (dizanteri amili), "Vibrio cholera" (kolera amili) ekzotoksin yapar. Ekzotoksinler mikroorganizma tarafından dışarı salınırlar.
Toksinler suda erirler. Bu yüzden bulundukları ortamda hızla yayılırlar. Bakteriler dışında birtakım hayvanlar da ekzotoksin yapar. Toksinler oldukça şiddetli zehirlerdir. Sıvı halde ve beklemekle aktivitelerini kısmen kaybederler. "Clostridium botulinum" toksini yeryüzünde bilinen en kuvvetli toksindir.
Toksinler genellikle polipeptid yapısında maddelerdir. Molekül ağırlıkları 10-90.000 arasında değişmektedir. Isıya ve proteinleri eritici enzimlere karşı dayanıksızdırlar. Antijenik yapıya sahiptirler. Girdikleri organizmada özel birtakım antikorlar meydana getirirler. Difteri, botulinum ve tetanoz toksini sinir sistemini tutarak birtakım felçlere sebep olurlar.
Ekzotoksinler, genellikle sıcağa dayanıksız olup 60-80 °C sıcaklıkta tahrip olurlar. Ancak bazı stafilokokların meydana getirdiği enterotoksinler ekzotoksin yapısında olduğu halde 100 °C'de 20 dakika dayanıklılık gösterirler. Kolera vibrionları barsaklarda bir enterotoksin meydana getirmektedirler ve kolerada aşırı tuz ve su kaybı meydana gelmesine bu enterotoksin sebep olmaktadır. Streptokoklardan bazıları da ekzotoksin yapısında birtakım maddeler çıkarırlar ki bunlar eritem dediğimiz birtakım döküntülere sebep olurlar. Buna "eritrojenik toksin" denir. Kızıl hastalığı, bu toksinlerden meydana gelir.
Ekzotoksinlerin iki grubu bulunmaktadır:
Ekzotoksinin bu iki grubundan birisi yok edildiğinde ötekisi etkinlik kazanır. Misal, formaldehit veya ısıyla toksik grup ortadan kalkar. Sadece haptofor grubu sabit kalır. Böyle bir toksine "anatoksin" denir.
Anatoksini ilk olarak Ramon isimli araştırıcı 1913'te bulmuştur. Buna Ramon anatoksini de denir. Ramon difteri toksinine % 004'lük formaldehit ilave etmekle toksofor grubunu etkisiz hale getirmiş, haptofor grubunun antijenik kaldığını görmüş ve buna difteri ve tetanoz anatoksinlerinden gerek aşı yapmada ve gerekse tedavi edici bir takım antiserumlar elde etmek için hayvanları immunize etmekte faydalanılmaktadır.
Bakterilerin hücre çeperlerinde bulunan dışarıya salgılanmayan, ancak hücrenin parçalanması sonucu meydana çıkan lipopolisakkarit yapısında (yani bakterinin yapı maddelerinden olan) bir takım toksik maddelerdir. Daha çok gram (-) bakteriler tarafından meydana getirilirler. Bunlar da ısıya ve birtakım protein eritici enzimlere karşı dayanıklıdırlar. Bazıları 100 °C sıcaklığa dayanabilir ve Formol'la (harap olmaz) suda erirler. Genellikle şeker-yağ-polipeptit yapısında olan bir O antijeni olarak kabul edilir. Bu yüzden de O antikorlarıyla tahrip olurlar. Molekül ağırlıkları 100-900.000 arasında değişmektedir. Ekzotoksinlere oranla daha az toksinlidirler.
Endotoksinler bir organizmaya girdikten sonra 1-1,5 saat içinde ateş (vücut) yükselmesine sebep olurlar. Bunu, beyindeki ısı düzenleyici merkezi etkileyerek yaparlar. Organizmada ateşten başka solunum güçlüğü, ishal ve bacaklarda felce sebep olmaktadırlar. Kanda önce akyuvarların azalmasına, sonra çoğalmasına sebep olurlar. Kanın pıhtılaşmasını değiştirirler.
Kan basıncı düşer, aşırı terleme olur. Bu şokun başlangıcında önce küçük çaplı atardamarlar ve toplardamarlarda bir büzüşme olurken vücudun uç kısımlarındaki damarlarda da genişleme olur ve damar geçirgenliği artar. Damar içi maddeler, damar dışına çıkar. Kalbin atım hacmi azalır. Buna bağlı olarak kan basıncı düşer ve şok tablosu meydana gelir. Bunun sonucunda birtakım hayati organlar (böbrek, kalp, beyin) kansız kalır ve ölüm meydana gelir. Endotoksinlerin yol açtığı bu şok çeşidi, birtakım cinai düşüklerden sonra, bazı cerrahi müdahalelerden sonra ve bazı enfeksiyon hastalıklarının seyri esnasında görülebilmektedir.
John Tyler
John Tyler (d. 29 Mart 1790 Charles City County, Virginia - ö. 18 Ocak 1862 Richmond, Virginia) Amerikalı siyasetçi.
1840 başkanlık seçimlerini kazanan William Henry Harrison'un göreve başlamasından bir ay sonra zatürreden vefat etmesi üzerine Başkan Yardımcısı olarak seçim yapılmadan Başkan oldu. 6 Nisan 1841 - 4 Mart 1845 tarihleri arasında 10. Amerika Birleşik Devletleri başkanı olarak görev yaptı.
James K. Polk
James Knox Polk (2 Kasım 1795; Pineville, Kuzey Karolina - 15 Haziran 1849; Nashville, Tennessee) 11. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'dır. Bundan önce de 11. Tennessee Eyalet Valisi ve 17. Temsilciler Meclisi Başkanı ("Speaker of the House of Representatives") idi.
Dış politikada kaydettiği başarıları – özellikle Meksika-Amerika Savaşı'nda başarılı liderliği – için meşhurdur. Gümrük tariflerini azaltıp 1913 yılına kadar uygulamada bulunmuş olan yeni bir mali sistemini kurmuştur. Amerika Birleşik Devletleri başkanı olarak yeniden seçilmekten vazgeçip sadece bir görev döneminden sonra istifa eden ilk ABD başkanıydı. Başkanlığından sadece üç ay sonra vefat etmiştir.
Demokratik Parti üyesi olarak ülkenin coğrafî yayılmasına ("Manifest Destiny") arka çıkıp, Whig Partisi'nin itirazlarına karşı çıkarak ABD'nin bütün tarihinde en büyük genişlemesini gerçekleştirmiştir. ABD'ye bugünkü Oregon, Washington ve Idaho eyaletlerini kapsayan "Oregon Territory"yi temin edip Meksikan-Amerikan Savaşı'nı bitiren Guadalupe Hidalgo Antlaşması'yla 3,1 milyon kilometre kare toprak daha edindi. 1846 yılında, Whig'lerin 1842 tarihli Black Tariff'i iptal eden Walker Tariff'i imza ederek 1861'e kadar süren neredeyse tamamen özgür ticaretin bir süresine yol açtı. Polk'un görev süresine United States Naval Academy ile Smithsonian Institution'ın kurulmasının yanında Washington Monument'in inşa edilmesi ve ABD'nin ilk posta pulunun kullanması rastlamıştır.
Zachary Taylor
Zachary Taylor (d. 24 Kasım 1784 Barboursville, Virginia – ö. 9 Temmuz 1850 Washington D.C.) Amerikalı general. Amerika Birleşik Devletleri'nin 12. başkanıdır. 4 Mart 1849 -9 Temmuz 1850 tarihleri arasında görev yaptı.
Nötron tomografisi
Nötron tomografisi; nötronların, elektronlar ve protonlar gibi yansıma, saçılma ve tutulma özelliğinin kullanıldığı izleme yöntemine denir.
Nötronların madde içinden difüzyonu, ilgilenilen maddenin özelliklerine göre değişir. Bu durum maddelerin içini (yüzey özelliklerinin tersine) araştırabilmemize imkân tanır. Bu tür analizler genellikle nötron saçılma teknikleri olarak adlandırılır. Bertram Brockhouse ve Clifford Shull, bu çalışmaya öncülük etmelerinden dolayı 1994 yılında Fizik dalında Nobel Ödülü almışlardır.
Genel anlamda, nötron saçılma deneyleri atomların nerede oldukları ve ne yaptıklarını anlamamıza yardım eder.
Millard Fillmore
Millard Fillmore (d. 7 Ocak 1800, Cayuga County, New York - ö. 8 Mart 1874, Buffalo, New York) 13. Amerika Birleşik Devletleri Başkanıdır. 10 Temmuz 1850'den 4 Mart 1853'e kadar başkanlık yapmıştır.
1828 yılında kurulan masonluk karşıtı bir siyasi parti olan Anti-Masonik Parti'den aday oldu. New York Eyalet Meclisi'ne girmeyi başardı ve 1829-1831 yılları arası görev yaptı.
Franklin Pierce
Franklin Pierce (d. 23 Kasım 1804 Hillsboro(), New Hampshire; ö. 8 Ekim 1869 Concord, New Hampshire), Amerikalı siyasetçi. 14. Amerika Birleşik Devletleri başkanı (1853-1857). Pierce, kölelik karşıtı hareketi ülkenin temel birliğine ve beraberliğine karşı asli bir tehlike olarak gören kuzeyli bir Demokrat Partiliydi. Kansas-Nebraska Kanunu'nu desteklemesi ve Kaçak Köle Kanunu'nu yürürlüğe sokması gibi bölücü politikaları sonucunda Güney eyaletlerinin ayrılığına imkan sağladı.
New Hampshire'da doğan Pierce, 1842'de istifa edinceye kadar Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi'nde ve Amerika Birleşik Devletleri Senatosu'nda görev yaptı. Eyaletinde kurduğu özel hukuk şirketinin yakaladığı başarı sonucunda 1845'te New Hampshire eyaleti Başsavcısı olarak atandı. Pierce Meksika-Amerika Savaşı sırasında orduda Tuğgeneral olarak görev aldır. Demokratlar tarafından Kuzey ve Güney eyaletleri arasında uzlaşmacı bir aday olarak görülen Pierce, partisinin 1852 Demokratik Ulusal Kongresi'nde başkan adayı olarak belirlendi. 1852 seçimlerinde, seçim ortağı William R. King ile birlikte rakipleri Winfield Scott ve William A. Graham'ı kolayca alt ederek seçimleri üstünlükle kazandı.
Kuzey eyaletlerindeki popülerliği Kansas-Nebraska Kanunu'nu destek |
lemesi ile hızlıca düşüşe geçmiştir. Kanunun yürülüğe girmesi, özellikle Batı eyaletlerinde kölelik yandaşları be karşıtları arasında şiddetli çatışmalara sebep oldu. Pierce hükümetinin popülaritesi, bazı kabine üyeleri ve diplomatlarının Küba'yı kuşatmaya yönelik olan ve hayli eleştiri alan Ostend Manifestosu'na imza atmalarıyla daha da azaldı. 1856 da partisinin ikinci dönem adaylığını desteklememesi sonucunda yeniden başkan adayı olamadı. Başkanlık sonrası Kuzey eyaletlerindeki itibarı Amerikan İç Savaşı sırasında Abraham Lincoln'ü sert eleştirileri sonucunda daha da azaldı. Hayatının büyük bölümünde alkole olan ilgisiyle bilinen Pierce, 1869 yılında karaciğer sirozu sebebi ile öldü. Pierce, tarihçiler ve politik yorumcular tarafından Amerika Birleşik Devletler'nin en kötü başkanlarından biri olarak sayılmaktadır.
James Buchanan
James Buchanan (23 Nisan 1791, Mercersburg, Pensilvanya - 1 Haziran 1868, Lancaster, Pa.) 15. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'dır. Döneminde ilk deniz aşırı telgraf iletişimi İngiltere kraliçesiyle yapıldı.
Gevrek söğüt
Gevrek söğüt ("Salix fragilis"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından anavatanı Avrupa, Asya ve Türkiye olan olan bir söğüt türü.
20 m’ye kadar yükselir, gövde 1 m çap yapar. Kabuk koyu, çatlaklı, tacı yuvarlak veya ince uzundur. Dallar kahverengimsi yeşil, kalın, düz, parlak, önceleri tüylü, sonraları tüysüz, kolay kırılır. Tomurcuklar ince uzun, ucu sivridir. Kulakçıklar vardır veya yoktur. Yaprak sapı 2–7 mm, tüylü veya tüysüz, yapraklar mızraksı veya geniş mızraksı, 8-10 × 1-1.6 cm'dir. Üst yüzü soluk, tüysüz, alt yüzü donuk yeşil, orta damar tüylü; dibi kama şeklinde, kenarı dişli, ucu uzun ve sivridir. Erkek kedicikler 3–5 cm × 4–6 mm'dir. Çiçek sapı 1 cm, 0-3 yaprakçıklı, ekseni tüylüdür. Brahteler sarı veya donuk sarıdır. Erkek çiçekler 2 Stamenli (erkekorgan), filamentlerin dibi bazen tüylüdür. Anterler ise sarıdır. 2n = 76, bazen 38, 114.
Çiçek ve yapraklar Nisan ayında açar. Çiçekler iki evciklidir. Tohumlar Mayıs ve Haziran aylarında olgunlaşır. Ortalama ömrü 200 yıl kadardır. En iyi gelişmeyi drenajı kötü, taşmış, derin topraklarda yapar. Fakat ağır topraklarda bol güneş ister. Kireçli topraklarda da iyi gelişme gösterir.
Odunu, pembemsi, yumuşak, hafif, gevrektir (kolay yarılır) ve kolay eğrilir. Oyuncak yapımında ve mangal odunu olarak kullanılır. Ayrıca halk tarafından hastalıkların tedavisinde kullanılır. İçeresinde, aktif bir karışım olan salisilik asit bulunur.
Tohumlar rüzgarla dağılır. Tohumlar kısa ömürlüdür. Çelikle çok kolay üretilir. Mart aylarında yarı odunsu çelikler toprağa dikilmek suretiyle kolayca köklendirilir.
Rasyon
Rasyon bir evcil hayvanın 24 saat içinde tüm besin ihtiyaçlarını kaşılayan tüm yemler ve bunlara ait karışım oranlarını ifade eder.
Evcil kanatlı hayvanlar için hazırlanan rasyonlarda dane yemler ve küspeler ağırlıklı olarak yer alırken, dört gözlü mideye sahip hayvanlarda (ruminantlar) dane yemler ve küspelerin yanında yonca, kuru çayır otları ve silaj gibi kaba yemler de rasyonda yer alır. Rasyon tabiri genellikle fabrikalarda üretilen "karma" yem tabiri ile karıştırılır. Rasyon hem karma yem hem de kaba yemi kapsayan bir anlam taşır. Karma yemin özellikle ruminantlarda tüm fiziksel ve fizyolojik ihtiyaçları karşılaması mümkün değildir.
Çiftlik hayvanlarının çeşitli faktörlerden etkilenen besin gereksinimi yemlerin kuru maddesi üzerinden hesaplanır. Böylece, rasyonu tüketen hayvanın sindirim sistemi büyüklüğüne uygun miktarda tüketeceği yem karışımı kuru madde bazlı olarak hesaplanmış olur ve bu miktar yeme hayvanın tüm ihtiyaçları sığdırılır. Rasyon hesaplanması doğru yemleme yapmayı sağlar. Aksi takdirde ya yem israfı olur ya da hayvanlar gerekli besin maddelerini tüketemedikleri için beklenen verimi sağlayamazlar.
Salisilik asit
Salisilik asit, CH(OH)COH kimyasal formüllü bir beta hidroksi asittir (BHA). Renksiz, kristal yapıdaki bu organik asit genellikle bitkisel hormon olarak kullanılır. Salisin metabolizmasının bir ürünüdür. Aspirin olarak adlandırılan asetil salisilik asitle benzer kimyasal özellikler taşır.
Öteki-siz
Öteki-siz, Türkçe yayımlanan bir şiir dergisidir. Öteki-siz kültür sanat ve şiir ‘derdi’ Salih Aydemir ve Derya Önder tarafından 2001 yılında yayımlanmaya başladı.
Bugüne kadar hazırlanmış 20 sayı boyunca Öteki, Güven, Öykünmenin Etiği, k. İskender’in konuk editörlüğünde “Pornografi ve Edebiyat”, Metin Cengiz’in konuk editörlüğünde “Alkol ve Edebiyat”, Şiir, Şiir ve Kent, İsyan konuları işlendi. Ayrıca iki sayı süren “Şiir mi, Şair mi” soruşturması, “El yazısı Şiirler”, “Şair ve Yazar Kadınlar” özel sayıları gerçekleştirildi.
2004 yılı başında hazırlanan “1980’den 2004’e Edebiyat Dergileri” özel sayısı ile 24 yıllık döneme yayılmış 168 edebiyat dergisinin ilk sayıları ve konuya dair bugünden değerlendirmelere yer verildi.
Öteki-siz’in Nisan-Mayıs 2004 tarihli sayısında Haşim Hüsrevşahi’nin konuk editörlüğünde “Ülke Edebiyatları 1: İran Edebiyatı” konusu ele alındı. Ayrıca 14-24 Mayıs 2004 tarihleri arasında yurtdışından gelen İranlı yazar ve şairler ile Türk yazar ve şairlerin ortak katılımıyla Ankara ve İstanbul’da üçer günlük sürelerde “Komşu Aç Kapıyı: Türkiye-İran Edebiyat Günleri” düzenlendi. Ocak-Şubat 2005 tarihli sayısında “Okur, yazar, poetika” başlıkları işlendi… Kasım-Aralık 2005 tarihli sayısında ise Neşe Yaşın’ın konuk editörlüğü’nde “Ülke Edebiyatları 2: Kıbrıs Edebiyatı” konusu işlendi.
2006 yılında çıkarılan bir başka özel sayıda ise “Cumhuriyetten Günümüze Şiir Ödülleri/Yarışmaları” incelendi. Bu sayıda ödüller konusunda aşagıdaki şairlerin görüşlerine
yer verildi.
Abdulkadir Budak, Adil Okay, Adnan Gül, A. Galip, Ahmet Özer, Alper Akdeniz, Alper Gencer, Alphan Akgül, Arslan Bayır, Attila Aşut, A. Uğur Olgar, Aydanur Saraç, Ayten Çolakoğlu, Bâki Ayhan T, Bedriye Korkankorkmaz, Betül Dünder, Betül Tarıman, Bülent Güldal, Burhan Gündoğan, Cafer Keklikçi, Cem Uzungüneş, Cengiz Şenol, Cenk Gündoğdu, Çiğdem Sezer, M. Demirel Babacanoğlu, Emel Güz, Emrah Altınok, Halide Yıldırım, Hamdi Özyurt, H. İhsan Sönmez, Hilmi Haşal, Hüseyin Köse, İbrahim Baştuğ, İsmail Cem Doğru, Kemal Gündüzalp, Kemal Özer, Mehmet Şah Erincik, Metin Güven, Metin Kaygalak, Metin Göz, Mehmet Altun, Mehmet Can Doğan, Metin Cengiz, Mustafa Fırat, Nesrin K. Kiraz, Nurduran Duman, Oktay Taftalı, Onur Caymaz, Osman Hakan A., Özcan Erdoğan, Özlem Tezcan Dertsiz, Özgen Seçkin, Selma Ağabeyoğlu, Seyhan Erözçelik, Seyyidhan Kömürcü, Sinan Oruçoğlu, Şeref Bilsel, Şükrü Erbaş, Tamer Öncül, Tekin Gönenç, Tezer Cem, Veysel Çolak, Volkan Hacıoğlu, Yılmaz Arslan.
Dergide ayrıca öteki-siz’in ödüllerle ilgili sorularına yanıt veren bazı ödül kurumlarının yanıtları ile cumhuriyetten bugüne dek düzenlenen şiir ödülleri/yarışmalarının, ödül alan şairlerin listeleri de yer aldı.
Öteki-siz Yayınevi ise 2002 yılında yine Salih Aydemir ve Derya Önder tarafından kuruldu. Aynı yıl Ayten Mutlu (Taş Ayna), Oğuz Özdem (Cesur Acı), Enis Akın (Puşt Ahali), Fadıl Kocagöz (İs Kandilin Uçurtması), Salih Aydemir (Meriç Hanım), Sadık Akfırat (Bozuk Şiirler), Gün A. Utkan (Aleph Şiirleri) ve Derya Önder’in (Ceza Defteri) şiir kitapları basıldı.
İhtiyacımız Olan Felsefe
İhtiyacımız Olan Felsefe (Orijinal adı:Philosophy: Who Needs It), ABD'li yazar Ayn Rand'ın 1970'li yıllarda üniversitelerde verdiği konferansların ve The Objectivist dergisinde yayınlanan makalelerinin bir derlemesidir.
Objektivizm felsefesinin kurucusu, tutkulu bir bireyci, özgürlükçü ve anti-komünist olan Rand'ın ""Amerikan halkını totaliterizm tehlikesine karşı bilinçlendirmek"" amacıyla hazırladığı bu konferans ve makaleler, genel olarak felsefe bilgisinin gerekliliği üzerinde dursa da, gerekli olan felsefenin "Ayn Rand'ın kendi felsefesi" olduğunu vurgulamaktan da geri durmazlar. Nitekim yazar o dönem hayli ünlenmiş olan Atlas Vazgeçti adlı eserine sık sık atıfta bulunur, özellikle Kant ve onun "eşitlikçi" felsefesine ağır eleştiriler getirir.
Kitap Plato Film Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir. (ISBN: 975-96772-9-6)
Ulysses S. Grant
Ulysses S. Grant, asıl adı Hiram Ulysses Grant (27 Nisan 1822 – 23 Temmuz 1885), Amerikalı general ve 18. Amerika Birleşik Devletleri başkanı (1869–1877). Amerikan İç Savaşı'nda kuzeyli Birlik ("Union") tarafının başkomutanlığını üstlenerek uluslararası alanda ün kazandı.
Beyaz Saray'dan ayrıldıktan sonra iki yıl süren bir dünya turuna çıktı. Roscoe Conklink'in önderliğini yaptığı Cumhuriyetçi Parti'li bir grup, Grant'in yeniden başkanlığa aday olması için çaba gösterdi ama başarılı olamadılar. New York City'ye taşınan Grant, özel bir bankacılık şirketine yatırım yaptı. Fakat şirketin 1884 yılında dolandırıcılıktan batmasıyla beraber iflas etti.
Grant, gırtlak kanserinden öleceğini öğrendiği zaman, ailesine maddi destek sağlamak için anılarını iki ciltlik eserde toplamaya başladı. "Personal Memoirs" adlı biyografisini tamamladıktan birkaç gün sonra vefat etti.
Grant ve eşi, New York City'de bulunan Grant's Tomb'e gömüldüler.
Moulin Rouge
Moulin Rouge (Türkçe: "Kırmızı Değirmen"), 6 Ekim 1889 yılında Joseph Oller ve Charles Zidler tarafından inşa edilen bir kabare'dir. Paris'in 18. bölümünde bulunan Moulin Rouge, French cancan adlı gösteriyle ünlü olmuştur.
Moulin Rouge üzerindeki kırmızı yel değirmeni ile dünyaca ünlüdür ve aslında bir özel teşebbüs olmasına rağmen Fransız kültüründe sembolleşmiş bir yere sahiptir. Kırmızı değirmeni, elit erotik şovları, yetişkinlere yönelik orijinal eğlence programlarını ve ünlü kan-kan dansını görmek için yıl boyunca gelen pek çok turisti ağırlar.
Orijinal sahne şovları ve binanın dizaynı tarihi boyunca dünyadaki benzerlerini etkilemiş ve pek çok tarzın öncülüğünü yapmıştır. Bu tarihsel süreç girişte sıralanmış panolarda resimler ve çeşitli dillerde yazılmış açıklamalarla özetlenmiştir ve Moulin Rouge'un yaşayan bir müze olduğunu hatırlatır.
Kurtbağrı
Kurtbağrı, Zeytingiller (Oleaceae) familyasından "Ligustrum" cinsini oluşturan çalı |
veya küçük ağaçlara verilan ad.
Anavatanı Avrupa, kuzey Afrika, Asya ve Avustralya ile Çin ve Japonya'dır. Adi kurtbağrı Türkiye'de doğal olarak yetişen tek kurtbağrı türüdür.
Yaprak döken veya herdem yeşil çalı veya küçük ağaçlardır. Yapraklar karşılıklı, basit, kısa saplı; kenarları tamdır. Terminal çiçekler salkım, bazen de yan durumludur. Çiçekler er dişi, saplı veya sapsızdır. Çanaklar çan şeklinde, ucu kesik veya 4 dişlidir. Koralla beyaz, tekerlek şeklinde, huni, 4 loplu; loplar koralladan uzun veya çok kısa, tomurcukla bitişiktir. 2 Stamenli, korolla tüpünün ağzına gömülmüş, içinde veya dışındadır. Anterler (başçık) sarı veya bazen mor renkli, uzun ve incedir. Tohum taslağı 2 gözlü, sarkıktır. Stamenler kısa; stigma (dişicik başı) 2 yarıklıdır. Drupa meyvenin (eriksi) endokarpı zarımsı veya kâğıt gibidir. Tohumlar 1-4; endosperm (besidoku) etli; kökçük kısa, yukarı dönüktür.
Nymphaea
Nymphaea, nilüfergiller (Nymphaeaceae) familyasına bağlı bir su bitkisi cinsidir. Cinste dünya geneline yayılmış, toplam 50 civarı tür bulunmaktadır.
"Nuphar" cinsiyle yakından ilgilidir ve "Nuphar" türlerinden farklı olarak daha geniş taç yapraklara sahiptir. Meyvesinin olgunlaşması açısından da farklıdırlar, "Nymphaea" meyvesi çiçek kapanır kapanmaz suyun altına batarken, "Nuphar" meyveleri olgunluğa kadar suyun üstünde kalır.
Antik Mısırlılar lotuslara (bu isimler anılırdı) büyük saygı duyarlardı. "N. caerulea"`nın (Mısır mavi nilüferi) çiçekleri gündüz açılır, hava kararmaya başlayınca da suyun altına batar. "N. lotus" (Mısır beyaz nilüferi) ise gece çiçeğini açar ve sabah kapatırdı. Bu iki çiçeğin kalıntıları II. Ramses'in mezarında bulunmuştur.
Köksaplar, dimdik yükselir veya sürünücü, dallı veya dalsızdır. Yapraklar çoğunlukla değişken; damar yapısı elsi, dip kısmı kalp şeklinde, kenarları tam veya dişli, bazılarında hafif kalkanımsıdır. Çiçekler çeşitlilik gösterir, 4 çanak yapraklı, yeşil renkli, ovaryum (yumurtalık) alt durumludur. Taç yapraklar çok sayıda, büyük ve gösterişli ovaryumun dış tarafında yer alır. Stamenler (erkekorgan) taç ve çanak yapraklardan küçük olup ovaryumun yan yüzeyinde bulunur.
Filament (ercik sapı) doğrusal, yumurta veya ters yumurta şeklindedir. Karpeller (meyve yaprağı) kısmen veya tamamen birleşmiştir. Stigma (dişicik başı) sapsız, merkezden çıkarak karpellere uzanan diskli stigmacık kupa şeklindedir. Tohumlar yuvarlak, yumurtamsı veya elipsoid, düzgün, boylamasına tüylü, ince zarlıdır.
Fëanor
Fëanor, J.R.R. Tolkien evreninde kurgusal karakter.
Silmarillion'da sunulan mitolojide yer alan Fëanor, Yüce Noldor Kralı Finwe'nin oğlu, Silmarillerin yapımcısı, Sindarin dilinin yaratıcısı. Melkor'u lanetleyip ona Morgoth ismini veren baş düşmanıdır.
Spirit of Fire diye anılır. Melkor'un Ungoliant ile beraber Valinor' a gizlice girip babası Finwe'yi katledip, Fëanor'un yaptığı ve nasıl yapıldığını Valar'ın bile anlamadığı Silmarilleri çalmasından sonra, Fëanor yeni Noldor Kralı olarak halkının başına geçer ve Morgoth'un peşinden Orta Dünyaya doğru yola çıkar, Valinor ile Ortadünya arasındaki denizi aşmak için gerekli olan gemileri yakın akrabaları olan Teleri halkından güzelce istemesine rağmen alamayınca Alqualonde denen yerde kendi akrabalarını katlederek elfler arasında binlerce yıl acı ile hatırlanacak olaya imza atmıştır.
Gemileri alıp Ortadünyaya geçtikten sonra geride bekleyen üvey kardeşi Fingolfin ve onun peşinden gelen Noldor halkına gemileri geri göndermemiş, Orta Dünyaya ayak bastıkları yer olan Losgar'da gemileri yakmıştır, bunu gören Morgoth, Beleriand topraklarının fethi için hazırladığı ordusunu Feanor ve halkının üzerine yollamış, Yıldızlar Altındaki Savaş diye bilinen Dagor Nuin Giliath gerçekleşmiştir, Elfler büyük bir zafer kazanmıştır, savaşın bitmesine yakın Feanor, hırslanıp yanında birkaç arkadaşı ile birlikte Angband'ın kapısına kadar at sürmüştür, pusuda yatmış olan balroglar bir anda ortaya çıkarak grubu çember içine almıştır, uzun süre mücadele eden Feanor en sonunda aldığı yaraların sonucunda zayıf düşmüş ve bedeni balrogların efendisi Gothmog tarafından yere çarpılmıştır, tam bu sırada yetişen oğulları babalarının yardımına gelmiş, onu kurtarmışlardır. Dönüşleri sırasında Feanor öleceğini anlayıp oğullarına durmalarını söylemiştir, Feanor ölmeden oğullarına ne olursa olsun yeminlerinden dönmemelerini, her neye mal olursa olsun Silmarilleri almalarını söylemiştir. Ettiği yeminin Türkçesi yaklaşık olarak şöyledir:
Feanor için denir ki öldüğünde bedeni alev alarak küle dönmüştür. Böyle bir şey ne Arda üzerinde daha önce görülmüştür ne de günlerin sonuna dek görülecektir.
Borçalı
Borçalı (Rusça: Борчалы, Борчало, Борчалу, Борчали; Azerice: Borçalı, Gürcüce: ბორჩალო), Gürcistan'ın Kvemo Kartli bölgesinde yer alan tarihsel bir yerin adıdır.
Borçalı bölgesinin esas kısmı bugün Rustavi merkezli Kvemo Kartli bölgesine, kalan toprakları da Kaheti bölgesine bağlıdır.
Borçalı adı Timur zamanında 1380'de Gürcüce kaynakta ilk defa kullanılmıştır.
18. yüzyılda Safevilerin yerini alıp Afşar Hanedanını kuran Nadir Şah'ın öldürülmesinden sonra Afşarlar hanlıklara bölünmüştür. Bu sırada Gence Beylerbeyliğinin yerine Gence Hanlığı kurulmuştur. Borçalı'da da Gence Hanlığı'na bağımlı Borçalı Sultanlığı kurulmuştur. Borçalı Sultanlığı, sık sık Kartli Krallığı'na baş kaldırmış ve İran’ın bölgeye seferleri yapmasına yol açıyordu. 1750'li yıllarda Kartli kralı II. Teymuraz, Borçalı Sultanlığı’nı kendi yönetimine bağlamıştır. Kartli ve Kaheti krallıklarını birleştirerek Gürcistan’ın doğusunu bütünleştiren II. İrakli (1746-1798), 1765'te hanlığa son vermiştir.
1801'de Rus İmparatorluğu'nun Kartli-Kakheti Krallığı'nı ilhak ettikten sonra 1840'ta Borçalı bölgesi Gürcü Guberniyasına (Грузинская губерния) bağlanmıştır. 1880’de de Tiflis Guberniyası (Тифлисская губерния) içinde Borçalı Uyezdi (Борчалинский уезд) kurulmuştur. Borçalı Uyezdi sınırları içinde yönetim merkezi Büyük Şulaveri’nin yanı sıra bugünkü Tsalka, Manglisi, Tetritskaro, Dmanisi (Başkeçid), Bolnisi (Garatepe) ve Marneuli (Sarvan) ilçelerini, ayrıca Azerbaycan ve Ermenistan sınırları içindeki bazı toprakları kapsıyordu.
Sovyetler Birliği döneminde Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin bir bölgesi olmuştur. Borçalı Uyezd'da Türkler, Almanlar, Urumlar, Ruslar ve Gürcüler yaşıyordu. Gürcistan bağımsız olunca yine Gürcistan sınırları içinde kalmıştır.
Rutherford B. Hayes
Rutherford Birchard Hayes (d. 4 Ekim 1822, Delaware, Ohio - ö. 17 Ocak 1893, Fremont, Ohio). Amerikalı siyasetçi. 19. Amerika Birleşik Devletleri başkanı.
Osmanlıcılık
Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki bütün ulusları ve unsurları Osmanlılık ruhu içinde birleştirmeyi amaçlar.
Tanzimat (Osmanlıca: تنظيمات), Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerifi'nin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır. Sözcük anlamı "düzenlemeler, reformlar" demektir. Diğer dillerde genellikle "Osmanlı Reformu" (İng: The Ottoman Reform) deyimi kullanılmaktadır.
İmparatorluk bünyesindeki tüm kavim, cemaat ve milletlerin din, mezhep ve etnik farkları gözetilmeksizin adalet, hürriyet, eşitlik ortamında beraber yaşamalarını temin etmek isteyen bir anlayıştır. Osmanlıcılık fikri devletin kuruluşunda ve şekillenmesinde fiilen mevcut ve yaşayan bir olguydu. Fransız İhtilali’nin yaydığı hürriyet, eşitlik, milliyet (bir etnik gruba ait olma) gibi fikirler çok uluslu bir yapıya sahip olan yani etnik birliği olmayan Osmanlı’yı olumsuz etkilemiş ve Osmanlı devlet adamları gelişmekte olan milliyetçilik hareketlerinin karşısında Osmanlıcılığı, devletin siyasi birliğinin korunması, devletin devamlılığı için ortaya atmışlardır.
Tanzimat dönemi Osmanlıcılık fikrine bakacak olursak; batılılaşma hareketlerinin istenilen sonuçları vermediğini ve bu yüzden Tanzimatla birlikte Osmanlıcılık fikrinin batılılaşma akımına karşı bir fikir hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı içte azınlıkları itaat altına almak, dışarıda batılı devletlere karşı tedbirler almak, ülkedeki düzeni ve içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak için 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etti. Fermanla var olan ayrıcalıklar ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Müslim ve gayrimüslim tüm tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması, vergilerin usullere göre toplanması ve askerlik görevinin düzenli bir şekle bağlanması gibi kanunlar yer alıyordu
Bu dönemdeki reformlar II. Mahmut zamanında belirlenmiş düşüncelerdir. Tanzimat döneminde izlenen yol "şekilde batılı, ruhen doğulu" bir tavırdır. Tanzimat’ın en fazla üzerinde durduğu konu eşitlik ilkesidir. Eşitliği tabii bir zihniyetle değil de Osmanlıcılık ilkesi çerçevesinde bir hedef haline getirilmiştir. Bu dönemde Osmanlı aydınları milli çapta idari hukuki ve iktisadi tedbirlerle Osmanlı’da yüksek sayıda yer alan kültür birimlerini bir arada tutabilecek bir Osmanlıcılık şuuru yaratma hedefindeydiler.
Osmanlıcılık akımı Tanzimatla Osmanlı’nın siyasi ideolojisi haline gelmiştir; fakat Osmanlıcılık fikri her ne kadar tüm tebaa arasındaki ayrıcalıkları kaldırmayı bir nebze başarsa da müslim-gayrimüslim arasındaki ayrılığı arttırmıştır ve bu dönemdeki Osmanlıcılık akımı pek başarılı olamamış; yeni tavizler, yeni arayışlar ve yeni ideolojiler ortaya çıkmıştır.
Islahat Fermanı Osmanlıcılık faaliyetlerine bakacak olursak; daha sistemli ve donanımlı bir Osmanlılık fikri çıkar karşımıza.Azınlık haklarının batılı devletler tarafından savunulmak istenmesi,kanun önünde eşitlik ve tam bir din serbestliği konularında Osmanlı üzerinde baskılar artmıştı. Tanzimat fermanıyla ortaya atılan istek ve imtiyazlar ıslahat fermanıyla Osmanlılık fikri üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Islahat fermanı yabancıların hazırladığı ve Osmanlının imzalamak zorunda kaldığı bir fermandır. Osmanlıcılık fikri ilk kez ıslahat fermanında belirmeye başladı. Bu fermanla tüm ülke topraklarında bir Osmanlı vatandaşlığı kurulması hedeflenmişti. Gayrimüslimler kendilerine tanınan mali,siyasi, sosyal imtiyazlar ve batılıların deste |
ğiyle Müslüman tebaayı geride bırakmaya başlamışlardı. Islahat fermanı Hıristiyanlara verdiği imtiyazlarla ülkede ulusların birliğini kurmaya çalışıyordu; fakat verilen imtiyazlar azınlıkların ulusçuluk faaliyetlerine destek olmuştur ve imparatorluğun yıkılmasını hızlandırmıştır.
Osmanlı devleti Osmanlılık ilkesi çerçevesinde yabancı uyruklar üzerinde asimilasyon politikası gütmemiştir. Tüm tebaayı memnun etmek için ve bir Osmanlı birliği sağlamak için egemenliğine aykırı haklar bile vermiştir. Bu dönemde Osmanlı aydın kesimi ortaya çıkmaya başlamış ve tanzimatın verdiği imtiyazları Osmanlı devlet bürokrasisini ve devletin kötü gidişatını eleştirmeye başlamışlardır. İlk büyük tepki ise Genç Osmanlılar adında bir cemiyetin kurulması oldu.
Osmanlının iç-dış faaliyetleri ve kötü gidişatı sürekli aydınların tepkisiyle eleştiriliyordu. Bu durum da yeni bir siyasi teşekkülün ortaya çıkmasına neden oldu. Genç Osmanlılar Cemiyeti 1865 yılında kurulmuştur. Suphi Paşazade Ayetullah, Ahmet Beyzade Mehmet, Yusuf Paşazade Hacı Nuri, İskender Beyzade gibi isimler cemiyetin ilk kurucularıdır. Daha sonra Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa da bu cemiyete katılmışlar ve cemiyetin öncüleri olmuşlardır. Bunlar doğrultusunda Osmanlılık ilkesi halka hizmet etmek, halk tarafından anlaşılmak ve halka hitap etmek için basın ve gazete yoluyla görüşlerin halka iletmeye çalışıyorlardı. "Tasvir-i Efkar", "Tercüman-ı Ahval", "Muhbir", "Hürriyet" gibi gazetelerde sadrazam ve nazırların keyfi idaresi, politikalarını hedef alan yazılar yazıyorlardı. Bu cemiyet devletin parçalanmasını önemek ve birliği korumak için "İttihat-ı Anasır" fikrini Osmanlılık politikası aracılığıyla üstlenmiştir.
Genç Osmanlılar adıyla bir cemiyet kurdular. Daha sonra siyasi faaliyette bulunmaya başladılar. Onlara göre milliyet isyanlarını durdurup ülkenin bütünlüğünü korumak için devletin sınırları içinde yaşayan bütün milletleri Osmanlıcılık düşüncesi etrafında toplamak gerekiyordu. Bunun için dil, ırk ve din farkı gözetmeden herkesin aynı hak ve yetkilere sahip olması şarttı. Bu yapılırsa Osmanlı birliği gerçekleşir ve devlet yıkılmaktan kurtulabilirdi. Bu düşünceler ancak Yeni Osmanlılar (Young Ottomans) 1865 yılında ortaya çıkan Osmanlı milliyetçiliğini savunan Montesquieu ve Rousseau gibi Fransız devriminin kavramcılarını benimsemiş, Osmanınlının ilk anayasasını ve parlamenter sistemini geliştirmiş devlet adamları. Çoğunlukla Jön Türklerle karıştırılmalarına rağmen, bu grup Tanzimat reformlarını yeterli bulmayan bürokratik mutlakıyet (bureaucratic absolutism) ve demokratik çözümü öngören kesim I. Meşrutiyet dönemi Osmanlıcılık fikri daha kapsamlı bir hal almıştır. Asıl olarak Tanzimatın otoriter merkeziyetçi siyasetine bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu dönemde Genç Osmanlılar, Osmanlılık düşüncesini daha meşrutiyetçi ve daha iyi bir seviyede irdelemeye çalışmışlardır. Müslümanlarla Hristiyanların eşitliğini ve uyumunu meşruti bir düzen içinde olacağını savunmuşlardır. Genç Osmanlılar Mustafa Fazıl Paşa’nın denetiminde Ali ve Fuat paşalara basına verdikleri açık mektuplar yoluyla ilan etmeye devam ediyorlardı. Genç Osmanlılar azınlıklara verilen tavizler ve reformlara herhangi bir sınırlayıcı şer’i hükmün getirilmemesine tepki gösteriyorlardı. Azınlıklara verilen tavizler onlar arasına eşitlik sağlamaktan çok onlar arasındaki eşitsizliğin artmasına neden olmuştur. Onlar bu eşitsizliği kaldırmak ve onlara haklarını meşrutiyet düzenine göre verilmesini öngörüyorlardı. Onların savunduğu politika daha çok milliyetçi ve dinen farklı unsurların bir araya toplandığı Osmanlı milleti politikasıydı. Sadece genç Osmanlılar değil Mithat ve Halil paşalar da Osmanlılık fikrinin devletin geleceği için en önemli politika olarak görüyorlardı..
II. Meşrutiyet dönemi Osmanlılık politikası gelecek açısından umutsuz bir süreç içine girmişti. Bu dönem Osmanlılık politikası, daha çok İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkeziyetçi, Türkçü ve liberal muhalefeti bastırıcı uygulamaları karşısında muhalefetin bir tür çoğulculuğu savunma hizmetiydi. Bu dönemde Ahrar Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Mutedil Hüriyetperveran Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi partiler de Osmanlılık fikrini kendi programlarına almışlardı. Bu partiler genel itibarıyla Osmanlılar arasında eşitlik kardeşlik karşılıklı sevgi ve saygının olması gerektiği, devletin ancak bu sayede ayakta kalabileceğini savunuyorlardı. Fakat bu muhalif partilerin Osmanlıcı yaklaşımları Balkan Savaşları sırasında meydana gelen Bab-ı Ali baskını ve İttihatçı askerlerin faaliyetleriyle son bulmuştur. İttihat ve Terakki'nin baskıcı politikaları, bu dönemde ortaya çıkan İslamcılık ve Türkçülük akımları karşısında Osmanlılık akımının fazla bir siyasal ağırlığının kalmadığını görüyoruz. Bu dönemdeki bir diğer önemli alan da basında görülen Osmanlıcı ve Türkçü aydınlar arasındaki tartışmalardır. Osmanlılar Türkçülüğü devletin sonunu getirecek bir politika olarak gördükleri için onlara şiddetle kaşı çıkıyor ve kendilerini onlardan her konuda soyutlamaya gitmişlerdir.
Osmanlıcılık, Meşrutiyet veya Anayasal Monarşi, hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halkoyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimine denir. Meşrutiyet, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet biçimidir. Milliyetçilik akımının Osmanlı Devleti üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı ortaya atılmış bir fikir akımıdır.
Milliyetçilik dil, tarih ve kültür birliğine dayalı ulusun ve devletin mutlak ve temel bir değer olduğunu kabul eden anlayış. Bireylerin devletin büyüklüğünü sağlayacak ve koruyacak şekilde, devletin ihtiyaçlarına uygun olarak davranmaları gerektiğini, davranışlarını bu amaca göre ayarlaması gerektiğini öne süren akım olarak milliyetçilik, ulus olgusunu, o ulusu meydana getiren bireylere, hukuki bir yapı olan devlete dönüştürme imkanı sağlamıştır.
II. Mahmut'un "Ben tebamdaki din farkını ancak camilerine, havralarına ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim!" sözleri bu fikrin pratikteki en önemli göstergesidir. Osmanlı toplumunu kaynaştırmayı hedefleyen Osmanlıcılık akımı, fertlerin sosyal siyasi ve hukuki eşitliklerini sağlamak için faaliyet göstermiştir.
Sultan II. Mahmud (1785 - 1839), 20 Temmuz 1785 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan I. Abdülhamid, annesi Nakşidil Valide Sultan'dır. Orta boylu, geniş omuzlu, beyaz sakallı, zarif ve sevimli yüzlüydü. Diğer Osmanlı padişahları gibi kuvvetli bir tahsil gördü. Öğrenimi ile Sultan III. Selim padişahlığı sırasında bizzat meşgul olmuştu.
Bu amaçla iki önemli çalışma yapıldı.
Meclis-i Mebusan, Mebuslar Meclisi olarak da adlandırılır. İIk Türk Parlamentosu, "Meclis-i Umumi" (Genel Meclis) adı altında ve iki meclisli olarak, 20 Mart 1877'de çalışmalarına başladı. İki dereceli seçimler sonucu oluşan "Heyet-i Mebusan" veya bazen ifade edildiği gibi "Meclis-i Mebusan" (Milletvekilleri Heyeti), 69'u Müslüman ve 46'sı Müslüman olmayan 115 üyeden oluşuyordu.
Böylece meşrutiyet fikri ve programı yürürlüğe girmiş oldu. Osmanlıcılık fikrine taraftar olanlar, bütün Osmanlıların siyasi birliğini gerekli görüyorlar ve ortak yurt gereğini savunuyorlardı.
İlk Anayasanın yürürlüğe girmesiyle Osmanlı toplumunda hukuki bir eşitlik, ilk meclisin açılmasıyla da siyasi bir eşitlik sağlanmıştır.
Osmanlıcılık fikrini zayıflatan ilk büyük etki 1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve bu savaşın sonuçları oldu. Bu savaş sırasında Balkanlarda Osmanlı egemenliğinde yaşayan Hristiyanların Müslümanlara kötü davranmaları, Rusların Rum ve Ermenileri kışkırtmaları, Müslüman halkta Hristiyanlara karşı sert bir tepki doğurmuştu.
Sonuçta 1860'tan sonra benimsenen ve II. Abdülhamit tarafından da desteklenen Osmanlıcılık ideolojisi, Balkan Savaş'ından sonra imparatorluk sınırları içinde patlak veren bağımsızlık mücadeleleri sonucu, geçerliğini kaybetmiştir.
Sonuç olarak Osmanlılık akımı siyasi düşüncesi Osmanlıdaki cemaat ve milliyet farklılıklarını aşan ve tüm Osmanlı topluluğuna aynı anda hitap eden ilk ideolojik yaklaşımdır. Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve Meşrutiyet dönemi aydınları tarafından daha sistemli bir hale getirilmiştir. 19. yüzyılın ilk yarılarında daha otoriter ve yarı dinsel bir anlayış sergiliyordu. Allah'ın indinde herkesin eşit olduğu gibi herkesin aynı şekilde padişah ve devlet adamlarının karşısında eşit olması gerektiğini savunur. Osmanlı birliğini ancak parlamenter bir düzeyde siyasi haklar verilerek elde edilebilinirdi. Osmanlılık fikrine karşı çıkan Türkçülük ve İslamcılık gibi ilkelerin doğmasına olanak sağlamıştır. Osmanlılık akla mantığa sağduyuya dayanan bir yaklaşımdır fakat bürokratik ve seçkin kökeninden kurtulup kitlelere mal olamamıştır. 10,000
Cumhuriyetçi ve ulusçu tarih yazımında Osmanlılık düşüncesi ve uygulamaları genellikle başarısız olarak görülür. Osmanlılık fikri günümüze de büyük katkıları olmuştur. Örneğin 19. yüzyıldan başlayarak din ve ırk farkı gözetmeksizin herkesin yasa önünde eşitliği ilkesini getirmesi gibi. Türkiye'nin demokrasi tarihindeki en temel katkının Osmanlılık düşüncesinden geldiğini söyleyebiliriz.
James A. Garfield
James Abram Garfield (d. 19 Kasım 1831, Orange, Ohio - ö. bir suikast sonucu 19 Eylül 1881, Elberon, New Jersey), 20. Amerika Birleşik Devletleri Başkanıdır.
Suikastle öldürüldükten sonra yapılan otopside anlaşıldı ki, James A. Garfield'a isabet eden kurşun hayati bir bölgede değildi. Ancak ona ilk müdahale eden doktor olan Willard Bliss, açılan yaraya elini hem de yıkamadan sokmuş, eli ile müdahale eden bir başka doktor karaciğerini delmiştir. İlk başta 6 cm olan yara, yarım metrelik bir kanala döndüğünden dolayı James Abram Garfield hayatını kaybetmiştir.
Heptagram
Heptagram veya septagram yedi düz çizgiden oluşan yedi köşeli bir yıldızdır.
İki tür heptagram vardır:
Dar heptagram "Elf Yıldızı" veya "Peri (Fairy) Yıldızı" olarak da bilinmektedir ve Faery geleneğini takip eden Wicca'lar için kutsal bir semboldür. Benzer bir şekilde, Otherkin altkültürünün üyeleri tarafından da bir belirteç (kimlikleyici) olara |
k kullanılmaktadır. Mavi Yıldız Wicca da sembolü kullanmaktadır. Ayrıca dar heptagram bazı başka Pagan dinlerinde de büyü gücünün (magick) sembolü olarak kabul görmüştür.
Geniş heptagramsa Kabbalah'da kullanılan bir semboldür ve daha sonraları Aleister Crowley ve Ordo Templi Orientis tarfından da kullanılmış ve burada "Babil Yıldızı" olarak anılmıştır.
Chester A. Arthur
Chester Alan Arthur (d. 5 Ekim 1829; Fairfield, Vermont - ö. 18 Kasım 1886; New York City) Amerikalı siyasetçi. 21. Amerika Birleşik Devletleri başkanı'dır.
İslami bayramlar
İslam dininde Ramazan bayramı ve Kurban Bayramı olmak üzere iki büyük bayram vardır. Bayramlar kültür ve mezheplerin farklılığına göre değişik şekillerde kutlanır. İslami bayramlar ay takvimine göre düzenlenir. İslami takvimde 12 ay ve 354–355 gün vardır. Sünni ve Şia ay takvimleri her zaman örtüşmez. Bazen hem Şiilerin hem de Sünnilerin kutladığı bir bayram farklı günlere denk gelebilir. İslami bayramlar ay takvimine göre düzenlendiğinden 1-2 günlük farklılıklar olabilir.
Müslümanlarca kutsal sayılan gecelerdir. Bu gecelere "Kandil Geceleri" denir. Kandil Geceleri Peygamber'in uygulamasında yoktur. Hicret sonrası 3. asırdan itibaren tasavvufi çevrelerde kutlanmaya başlanmış ve II. Selim'den itibaren minarelerde kandil yakılmasıyla kandil adını almıştır.
Kur'an'da mübarek gecelerle ilgili:
"Apaçık olan Kitab'a andolsun ki, biz onu mübârek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız."
"Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."
Kandil geceleri namazların kılındığı, Kuran'ın okunduğu, duaların yapıldığı ve salavatların getirildiği gecelerdir. Kandil geceleri, bir Ay takvimi olan Hicri Takvim esas alınarak tespit edilir. Diğer Hicri Takvim gecelerinde olduğu gibi Kandil Geceleri de, tamamlayan gündüzden önce gelmektedir. Gecelerin eşleştikleri gündüzden sonra değil de önce gelmesiyle ilgili Hammami Tefsiri'nde şöyle izah edilir:
"Onlara gece de bir delildir. Ondan gündüzü sıyırırız. Bir de bakarlar ki karanlıklar içinde kalmışlar." Âyetin mânâsı, "Gündüzü giderir geceyi getiririz" demektir, "Kudretimize ve birliğimize delâlet etmek üzere, geceden gündüzü sıyırırıp çıkarırız da insanlar karanlık içinde kalırlar. Nitekim, güneş battığı zaman, gündüzü geceden soyuyoruz ve ortalığı karanlık kaplıyor." Aslolan gecedir, gündüz onun üzerine sonradan gelmektedir.
Aşûre Günü, hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günüdür. Bu günde birçok önemli olay meydana geldiğine inanılır ve bu güne kıymet atfedilir. Muharrem ayında oruç ibadeti de yapılır.
Kadir Gecesi, Kur'an'ın, Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Muhammed'e vahyedilmeye başlandığı gecedir.
Miraç, Muhammed'in göğe yükselmesi hâdisesidir.
Mevlid Kandili ya da Veladet Kandili, İslam dininin peygamberi olan Muhammed bin Abdullah'ın doğum gecesi ve aynı zamanda Hicrî Rebiülevvel ayının onikinci gecesidir.
Regaip Kandili, Hicri takvime göre Recep ayındaki ilk perşembeyi cumaya bağlayan gecedir.
Berat Kandili, Şaban ayının 14. gününü 15. gününe bağlayan gecedir.
İslami bayramlar ve diğer özel günlerin tarihleri ve özel notlar:
Miladî takvime göre verilen bazı tarihler ülkelere göre değişiklik gösterebilir. Bkz Hicrî takvim.
Joseph Brodsky
Joseph Brodsky (d. 24 Mayıs 1940, Leningrad (günümüz Sankt-Peterburg - ö. 28 Ocak 1996, New York), Rus asıllı Amerikalı şair.
1940 yılında doğan Brodsky yazmaya henüz 18 yaşında başlamıştır. 1964 yılı Mart ayında Arkhangelsk'e çalışmaları anti-Sovyet bulunduğu için 5 yıllığına sürgüne gönderilmiştir ancak kasım 1965 yılına kadar burada kalmıştır. 1972 yılında sınır dışı edilip, kısa bir süre Viyana ve Londra'da kaldıktan sonra ABD'ye yerleşmiş ve 1977 yılında Amerikan vatandaşı olmuştur. 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. 1996 yılında 55 yaşında ölmüştür.
Brodsky günümüz St. Petersburg şehrinde dünyaya gelmiştir. Annesi çevirmenlik babası ise Sovyet donanmasında fotografçılık yapmaktaydı. Leningrad kuşatması Brodsky çocukken meydana gelmiş, kuşatmanın zorlu koşullarından kaynaklı ileriki yaşlarında çeşitli şağlık problemleri çekmiştir. 15 yaşında okulu bırakmış ve denizaltı akademisine girmeye çalışmış fakat başarısız olmuştur. Bu başarısız denemesinden sonra hekim olmaya karar vermiş bir süre bir morgta ve çeşitli görevlerle bir hastanede çalışmıştır. Eş zamanlı kendini eğitmeye başlamış, İngilizce ve Lehçe öğrenmiştir. Şiirlerine olan ilgisinden dolayı daha sonra arkadaş olacağı Czesław Miłosz'un şiirlerini çevirmiş, yine aynı dönemde klasik felsefe, din, mitoloji ve anglo-amerikan şiirine ilgi göstermiştir. 1960'ların başlarında Sovyet karşıtı Leningradlı nostaljik yazarlar bir altkültür oluşturmuşlardı. Brodsky de bu düşünsel gruplara katılmıştır. Daha sonra Brodsky hakkında sovyetler birliği karşıtı olduğuna dair Leningrad gazetelerinde suçlayıcı yazılar yazılmıştır. Sonrasında 1963 yılında aynı şuçlamayala hakkında mahkeme açılmıştır.
1963 yılında Brodsky 23 yaşındayken hakkında açılan dava özellikle gazeteci ve insan hakları savunucusu Frida Vigdorova'nın çabaları sayesinde Batı'da büyük yankı uyandırmıştır. Brodsky'yi desteklemek amacıyla Rusya'da ve Batı'da kampanyalar düzenlenmiştir. Dönemin yazarları tarafından Brodsky hakkında açılan bu dava kişi ve devlet arasındaki mücadele olarak yorumlanmıştır. Leningrad mahkemesinin Brodsky hakkında "Vatan haini" olarak değil fakat "Parazit" (topluma katkı sağlamayan, elinden geldiği halde iş sahibi olmayan) olarak hüküm vermesiyle sonuçlanan süreç sonunda Brodsky 5 yıl süreyle ağır çalışma kampına sürülmüştür. Sürgüne gönderilmesinin öncesinde çeşitli Leningrad gazete ve dergilerine yazılar yazmakta, serbest yazar olarak çalışmaktaydı. Buna rağmen mahkemenin hakkında "Parazit" olarak hüküm vermesi çalışmamasından değil yazarlar sendikasından bağımsız olarak çalışmasına dolayısıyla atanmamış olmasına yorulmuştur. 1965 yılında 5 yıl olarak verilen cezanın 18 ayını tamamladıktan sonra Leningrad'a dönmesine izin verilmiştir.
1972 yılında Sovyetler Birliği'nden sınır dışı edilmiştir. Bir süre sonra ABD'ye yerleşmiştir. Önce Michigan Üniversitesi'nde daha sonra New York'ta çeşitli üniversitelerde çalışmıştır. 1977 yılında ABD vatandaşı olmuştur. Aynı dönemde şiirleri, yazıları, ve eleştirileri "New Yorker" ve "New York Book Reviews" başta olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmıştır. 1981 yılında "MacArthur Ödülü", 1986 yılında Oxford Üniversitesi'nden onursal doktora ve 1987 yılında "Nobel Edebiyat Ödülü" almıştır.
"A Part of Speech" (1980)
"Collected Poems in English" (2000)
"Elegy for John Donne and Other Poems" (1967)
"Selected Poems" (1992)
"So Forth" (1996)
"To Urania" (1988)
"Less Than One" (1986)
"On Grief and Reason" (1995)
"Watermark" (1992)
"Marbles" (1989)
Joseph Brodsky Seçme Eserler
Anathema sit
Anathema sit, (Latince: (yaklaşık olarak) ""(Ona) Lanet olsun"") Latince bir deyiştir. Birkaç anlamda kullanılabilir: İlk Hristiyanlarda, Tanrı'ya adanan, bugün "adak" adı verilen şeydir.
Anathema genel olarak, kilisenin dogmalarına veya otoritesine karşı çıkan sapkınlara uygulanırdı. İnanç meseleleri üstüne karar vermek amacıyla toplanan din meclislerinin yargıları, yürürlükteki kuralları hiçe sayanlara veya suç sayılan düşünceleri destekleyenlere karşı birtakım anathemalarla biterdi.
Anathema
Demir Haç
Demir Haç (, kısaca EK), ilk kez Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm tarafından 10 Mart 1813 tarihinden itibaren verilmeye başlanmış Alman savaş nişanıdır. Alman mimar ve ressam Karl Friedrich Schinke tarafından tasarlanmıştır. Napolyon Savaşları, Fransa-Prusya Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında savaşta yararlılık gösteren askerlere verilmiştir.
Önceleri göğüse takılan 2. sınıf ve boyuna asılan 1. sınıf iki ayrı madalyadan ibaretken, II. Dünya Savaşı sırasında, 1. sınıf madalyaya ek olarak "şövalye sınıfı" adı altında bir madalya türü daha ortaya çıkmıştır.
İhthis
İhthis () Yunanca "balık" anlamına gelen kelime. Kesişen iki yay parçası içeren bir sembolü tanımlamakta kullanılır, bu sembolün ismidir. Bir balığı andıran sembol, ilk Hristiyanlar tarafından kullanılan gizli bir semboldü.
Hıristiyanlardan önce de çeşitli anlamlarda farklı şeyleri temsilen (örneğin bereket) balık sembolleri kullanılmıştır. Yine de bir balık sembolünü en yoğun kullananlar, bugünkü bulgu ve bilgilere göre, ilk Hıristiyanlardır.
İhthis antik deniz tanrıçası Atargatis'in oğluydu. Farklı kültürlerde ve mitolojilerde denk düşen kişilikler ve "balık" sembolleri anlam ve kullanım açısından farklılık gösterse de genelde bereketi temsilen, cinsi vurgulara sahipti. Bunun bir örneği Mısır mitolojisinde görülebilir. Bereketi temsil etmesinin yanı sıra balık belirli kültürlerde reankarnasyon ve hayatın (veya hayat gücünün) sembolü olmuştur.
Balık sembolünün Hıristiyanlar tarafından nasıl kullanılmaya başlandığına dair birçok hipotez olsa da hiçbirinin keisnliği kanıtlanamamıştır. Yine de bu hipotezlerden en büyük ihtimali barındıran, Hıristiyanlık'ın kutsal metinlerinde geçen bir ifadenin balık sembolizmine yol açtığıdır; İsa mucizevi bir şekilde 5000 insanı ekmek ve balıkla doyurmuştur, bkz. Matta 14:15-21, Luka 9:12-17, ve Yuhanna 6:4-13. İhthis belki de İsa'ya "insan balıkçısı" gibi bir gönderme yapmaktaydı, veya Yunanca ΙΧΘΥΣ harflerinin (Iota Chi Theta Upsilon Sigma) oluşturduğu, Hıristiyan inancının bir ifadesiydi "᾿Ιησοῦς Χριστὸς Θεοῦ Υἱὸς Σωτήρ" (Iēsous Christos Theou Huios Sōtēr: "İsa Mesih, Tanrı'nın Oğlu, Kurtarıcı").
Her ne kadar doğrudan kanıt bulunmasa da, ihthis mistik/matematiksel sembol Vesica Piscis'in bir adaptasyonu da olabilir. Matematikçi ve mistik Pisagor'un da belirttiği gibi, vesica piscis'in uzunluk-yükseklik oranı 153:265'dir ki bu "balığın ölçüsü" olarak adlandırılan mistik kabul edilen bir sayıdır. Bir İncil kıssasına göre İsa havarilere balık tutmada yardım ederken kendisi tam olarak 153 balık tutmuştur.
Bunların dışında birçok hipotez daha bulunmaktadır.
Modern Hristiyanlar sembolü bir rozet olarak kabul edip, çoğunlukla içi |
nde "JESUS" (İsa) yazılı bir şekilde kullanmaktadırlar. Özellikle bazı Batı ülkelerinde arabalara yapıştırılan sembol çevreye arabanın sürücüsünün veya sahibin Hristiyan olduğunu vurgulamakta kullanılır. Tarihte de, sembolün içinde Yunanca "ΙΧΘΥΣ" yazılı olarak veya yine içinde küçük bir haç ile kullanıldığı, tasvir edildiği olmuştur.
20. yüzyılın sonlarında sembol birçok parodiye sahne olmuştur. Özellikle de ihthisin Hristiyan sürücüler tarafından tampon yapıştırmalarında kullanılmasının yaygınlaşmasıyla, farklı düşünce ve kesimlerden insanlar da buna karşılık olarak sembolün farklı düşünceleri temsil eden sürümlerini çıkarmışlardı.
Bu parodilerin en ünlüsü Darwin balığı'dır; sembol içinde "DARWIN" yazan ve bir çift ayak taşıyan bir ihthis'tir. Bu sembol Hıristiyanlık'taki (dini) yaratıcılık teorisine karşı evrim teorisini vurgulamaktadır. Balığın altına çizilmiş bir çift ayak bir tür evrimi temsil etmektedir ki zaten çoğunlukla balığın içine yazılan "DARWIN" kelimesi evrim kuramının kurucusu Charles Darwin'e gönderme yaparak sembolizme çok daha belirgin ve açık bir biçim vermektedir. Ayrıca her Hıristiyanın yaratıcılık kavramına inanmadığı da not edilmelidir. Bu sembol (Darwin balığı) din ile alay ettiği için çeşitli çevrelerce eleştirilmiştir.
Veritas
Veritas, Latince'de "hakikat, doğruluk" anlamına gelir. Antik Roma'da doğruluk erdemine de verilen isim olan Veritas, aynı zamanda Roma mitolojisi'nde hakikatin vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Tanrıça Veritas, Satürn'un kızı olarak bilinirdi.
Antik Roma'daki öneminin yanı sıra terim, günümüzde Harvard Üniversitesi'nin sloganıdır (motto) ve o üniversite ile özdeşleşmiştir. Aynı zamanda veritas, Bilkent Üniversitesi gibi diğer üniversitelerin ve Arad gibi bazı şehirlerin mottolarında da yer alır.
William Howard Taft
William Howard Taft (15 Eylül 1857 – 8 Mart 1930) Amerika Birleşik Devletleri'nin 27. Başkanı ve Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi'nin 10. Başkanı. ABD tarihinde yaşamı boyunca devletin hem yürütme hem de yargı organlarının başkanlığını yapmış tek kişidir.
1857 yılında Ohio eyaletinin Cincinnati kentinde doğdu. Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Birçok devlet mahkemelerinde hakimlik yaptı. Aynı zamanda Cincinnati Hukuk Fakültesinde profesörlük ve dekanlık yapmaya da devam etti. 1901 yılında ABD'nin İspanya'yla yaptığı savaş sonucu ele geçirdiği Filipinler'e vali olarak atandı. 1904 yılında Başkan Theodore Roosevelt tarafından Savaş Bakanı olarak atandı. 1908 seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti'den Başkan adayı oldu. Seçimleri kazanarak Başkan seçildi. 1913 yılına kadar Başkan kaldı. Başkanlık döneminden sonra hukukla ilgilenmeye devam etti. Yale Üniversitesi'nde profesörlük yaptı. Dünya barışı için çalıştı. 1921 yılında o zamanki Başkan Warren G. Harding tarafından Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi Başkanlığı'na atandı. 1930 yılındaki ölümüne kadar bu görevde kaldı.
William McKinley
William McKinley (29 Ocak 1843 – 14 Eylül 1901), Amerikalı siyasetçi. Amerika Birleşik Devletleri'nin 25. başkanıdır.
1843 yılında 9 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu olarak Ohio eyaletinde dünyaya geldi. 1861 yılında Amerikan İç Savaşına kuzey ordusu saflarında katıldı. 1877-1890 yılları arasında ABD kongresine seçilerek görev yaptı. 1891-1896 yılları arasında Ohio eyaletinin valisi oldu. 3 Kasım 1896 yılında yapılan Başkanlık seçiminde de ABD'nin Başkanlığını kazandı. Başkanlığı döneminde 1898 yılında İspanya'ya Amerika kıtasındaki koloniler konusundaki bir anlaşmazlık sonucu savaş ilan etti. Savaş sonucu Küba'ya bağımsızlığı verildi, Filipinler, Porto Riko ve Hawaii de ABD'nin eline geçti.
McKinley 6 Eylül 1901 tarihinde Polonya asıllı Leon Czolgosz tarafından suikasta uğradı, 14 Eylül 1901'de öldü ve yerine Başkan Yardımcısı Theodore Roosevelt geçti.
Grover Cleveland
Stephen Grover Cleveland (d. 18 Mart 1837 Caldwell, New Jersey; ö. 24 Haziran 1908 Princeton, New Jersey). 22. ve 24. Amerika Birleşik Devletleri başkanı 4 Mart 1885 - 3 Mart 1889 ve 4 Mart 1893 - 3 Mart 1897. Ayrıca seçim kaybettikten sonra yeniden başkan olan ilk ve tek kişidir. Çoğu Amerikalının ilk kez elektrikle tanıştığı Kolomb Dünya Fuarı'na, Beyaz Saray'dan düğmeye basarak fuar merkezine elektrik sağlayan Allis makinesini harekete geçiren kişi oldu. "Paternalizme halkın inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri öğretilmelidir." sözüyle anımsanır.
Benjamin Harrison
Benjamin Harrison (20 Ağustos 1833, Ohio - 13 Mart 1901, Indianapolis), 23. Amerika Birleşik Devletleri başkanıdır. 1889-1893 yılları arasında başkanlık yapmıştır. William H. Harrison'un torunudur.
Umur Talu
Umur Talu (d. 1957, İstanbul), Türk gazeteci.
İlk ve orta öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümünden mezun oldu.
Eşi Şule Talu da gazeteci ve ekonomi yazarıdır. Umur Talu'nun büyük dedesi Recaizade Ekrem, dedesi Ercüment Ekrem Talu, babası Muvakkar Ekrem Talu ve abisi Erdem Talu, ablası Çiğdem Talu’dur.
Üniversite öğrenciliği döneminde Türk-İş'e bağlı Demiryolu Sendikası'nda araştırma-eğitim uzmanı olarak çalıştı. Aynı dönemde T.C. Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği'nde Uluslararası İktisadi Girişimler Sekretaryası'nda görev aldı.
Kasım 1980'de "Günaydın"'ın günlük ekonomi ekinde gazeteciliğe başladı. 1982'de "Güneş" gazetesinin kuruluşunda bulundu ve burada ekonomi yönetmenliği yaptı. 1983'te "Cumhuriyet"'te yazı işleri editörü, 1985'te ise "Milliyet" gazetesinin ekonomi yönetmeni, 1986'da "Milliyet" yazı işleri müdürü oldu. 1987'de "Söz" gazetesinin kuruluşunda yönetici oldu, gazete çıkarken istifa etti. Ardından "Hürriyet"'te yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1988'de yeniden "Milliyet" yazı işleri müdürlüğüne döndü. 1992'de "Milliyet" genel yayın yönetmenliğine getirildi. 1994 sonunda istifa ederek aynı gazetede "Dipsiz Kuyu" başlığıyla köşe yazıları yazmaya başladı. 1998 sonunda "Milliyet" genel yayın koordinatörlüğüne getirildi. 2000'de bu görevinden istifa etti. 28 Şubat 2001'de "Milliyet" 'ten ayrılmak zorunda kaldı. 7 Mayıs 2001 tarihinden itibaren "Star" gazetesinde günlük yazılarına başladı. 2003 yılında Star'dan ayrıldı ve "Sabah" gazetesinde köşe yazarlığını yaptı. Ağustos 2009'da son olarak çalıştığı Sabah Gazetesinden ayrıldı. 13 Eylül 2009 itibarı ile "Gazete Habertürk" 'te yazmaktadır.
Yale Üniversitesi
Yale Üniversitesi () Amerika Birleşik Devletleri'nin Connecticut eyaletinin New Haven kentinde bulunan özel bir üniversitedir.
ABD'nin üçüncü en eski üniversitesi ve en prestijli okullarından biridir. Ülkenin en tanınmış sekiz özel üniversitesini bir araya getiren "Sarmaşık Ligi" () üyesidir. Son 33 yılda ABD başkanı olan altı kişiden dördü Yale mezunudur. Yale Üniversitesi'nin mottosu olan "Lux et veritas" ın anlamı ışık ve gerçektir.
1701 yılında "Collegiate School" adı altında kurulan üniversitenin kökleri 1640'lara uzanır. O zamanlar bir koloni olan Connecticut için üst düzeyde eğitimli görevli ve papaz yetiştirmek isteyen ruhbanlar, burada bir okul kurmak için izin alırlar. Daha sonra, 1718 yılında Galli Elihu Yale'in yaptığı bağışlara karşılık okulun adı "Yale" olarak değiştirilir. 1861'de ülkedeki ilk doktora derecesi de yine bu okul tarafından verilmiştir.
Cincinnati
Cincinnati, [sınsıˈnætı] ABD'deki Ohio Eyâleti'nin çok önemli ticaret ve iş merkezlerinden biridir. Batı'nın kraliçesi diye de anılan kent, Hamilton County'nin (Ohio) başkentidir.
Procter & Gamble, General Electric, Chiquita, Kroger ve Fifth Third Bank gibi önemli dünya firmalarına ev sahipliği yapan Cincinnati kentinin nüfusu 308.728'dir.
Fuat Çiftçi
Fuat Çiftçi, (d. 10 Haziran 1970, Kaman), şair. Öğretmenlik yapmaktadır.
Uludağ Üniversitesi Fransız Dili ve Eğitimi Ana Bilim Dalı’ndan mezun. Şiire ilkokul yıllarında başlamıştır. Varlık, Şiiri Özlüyorum - Şiir gözü, Hürriyet Gösteri, Kitap-lık, Akatalpa, Özgür Edebiyat, Yasakmeyve dergilerinde şiirleri ve şiir üzerine söyleşileri - yazıları yayımlandı. Şiiri Özlüyorum - Şiir Gözü Dergisi’ nin sahipliğini ve editörlüğünü yapmaktadır. (Şiiri Özlüyorum - Şiir Gözü 2003 Ağustos ayında yayın hayatına başlamıştır ve Nevşehir’in ilk şiir dergisidir.) Çiftçi, "Bağımlılık- Şiir " adlı, kişisel manifestosunu yayımladı.
Aynada Arbede, Ocak 2005’te Yom Yayınları’ ndan çıktı. Temmuz 2008'de Bağımlılık- Şiir adlı deneme/ eleştiri kitabını yayımladı.Hayal Yayınları'nca Ağrılı Renk adlı şiir kitabıyla göründü. (Ağustos 2009) Çiftçi, Ağrılı Renk ile 2010 Behçet Aysan Şiir Ödülü'nü aldı. Kumaş Atlar Yasakmeyve yayınları'dan çıktı: (Temmuz 2012) Uçurum Beyanı adlı şiir kitabı Noktürn yayınları'nca basıldı. (Mart, 2015) Şiiri Özlüyorum Kitaplığı'ndan poetik denemelerini içeren Hilesiz Vesika adlı kitabını yayımladı. (Ağustos 2010) Poetik-A , Yıllıklar Yıllığı (2010) ve Kırıklar Atlası (2011) adlı üç seçkiye de imza attı. Günlüklerini Dikkatin Kemikleri adlı kitabında topladı. (Şubat 2012)
Çiftçi, 1982 yılından bu yana Avanos’ta yaşamaktadır.
And Dağları
And Dağları, dünyanın en uzun sıradağlar zinciridir.
Güney Amerika'nın bütün batı kıyısı boyunca uzanır. Venezuela'dan başlayıp Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya üzerinden devam ederek Arjantin ve Şili'nin Patagonya topraklarında sona erer. Bu yedi devlet aynı zamanda And Ülkeleri olarak da bilinirler.
And dağları kuzeyden güneye uzunluğu 7000 km'dir. Genişliği 200–700 km arasında değişir. Ortalama yükseltisi 4000 metredir.
Andların en yüksek dağı 6.962 m ile Arjantin ve Şili sınırındaki Aconcagua'dır. Yan yana birçok silsileden oluşmakla birlikte Cordillera Oriental (Doğu Sıradağları) ve Cordillera Occidental (Batı Sıradağları) olmak üzere iki büyük silsileden oluşmaktadır. Bu silsilelerin arası sıklıkla çöküntü alanlarıyla ayrılmıştır. And Dağları, Venezuela, Kolombiya ve Ekvador sınırları içinde yer alan Kuzey Andlar, Peru, Şili ve Bolivya sınırları içinde yer alan Orta Andlar, Şili ve Arjantin sınırları içinde yer alan Gün |
ey Andlar olmak üzere başlıca üç kısımdan oluşur.
And dağlarının yaşı 60 milyon yıl olarak tahmin edilmektedir.
Andlar ve asyada Kordilleri, sismik ve volkanik etkinlikler gösteren bölgelerdir. Yeryüzünün en yüksek volkanları bu bölgede bulunur. 6.795 m yükseklikteki Monte Pissis (Arjantin) ve 6.891 m yükseklikte Ojos del Salado (Şili) bunlardan bazılarıdır.
Alizeler
Alizeler, 30° kuzey ve 30° güney paralelleri çevresindeki dinamik yüksek basınç kuşaklarından, ekvatora doğru olan rüzgarlardır. Tam kuzey ve güneyden esmeleri gereken bu rüzgarlar, Yer'in dönmesi sonucu yön değiştirir.
Kuzey Yarım Küre'de kuzeydoğudan güneybatıya; Güney Yarım Küre'de güneydoğudan kuzeybatıya doğru eser. Ekvator çevresinde yükselmiş olan hava da dengeyi sağlamak üzere üstten dönencelere doğru eserek üst alizeleri oluşturur.
Alizeler, karaların doğu kıyılarında bol yağışlara neden olurken kara içlerinde ve karaların batı kıyılarında kuru rüzgârlar olarak eser. Denizlerin üzerinde karadakinden çok daha kuvvetli ve düzenli eserek gökyüzünün çoğu zaman açık olmasını sağlar. Bu nedenle alize rüzgârlarına açık olan adalar, en gözde turizm merkezleridir.
Sürekli olmaları ve yönlerinin belirli olması nedeniyle alizeler, tarih boyunca yelkenli gemiler için elverişli bir ortam oluşturmuştur. Yelkenli gemiler devrinde, Amerika ile Avrupa arasındaki ticareti sağladığı için alizelere ticaret rüzgârları denmiştir.
Atacama
Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa
Abdülkerim Nâdir Paşa (1807, Eski Zağra - 1883, Rodos), Osmanlı Türkü asker.
1807 yılında Kale yamağı Ahmed Ağa'nın oğlu olarak Eski Zağra'da doğdu. Genç yaşta İstanbul'a gelerek yeni kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'ye girdi ve buradan mülâzım oldu. Mekteb-i Harbiye'nin kuruluşundan sonra subay olarak mektep taburuna tayin edildi. 1835 yılında Viyana'ya gönderildi. Orada beş yıl kaldıktan sonra geri döndü ve Miralay rütbesiyle Erkân-ı Harbiye Riyaseti'ne getirildi. Tanzimat devri ileri gelenlerinin himayesiyle kısa sürede yükseldi. 1846 yılında Ferik rütbesiyle Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği ile Mekâtib-i Askeriyye Nazırlığı'na, ertesi yıl merkezi Bağdat'ta olan 6. Ordu Müşirliğine tayin edildi.
Sultan Abdülaziz döneminde çeşitli yerlerde ordu komutanlığı, valilik, ayrıca Seraskerlik, Bahriye Nazırlığı ve Serdâr-ı Ekremlik görevlerinde bulundu. II. Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında çıkan 93 Harbi sırasında Rumeli Ordusu komutanıydı. Bu savaşta, Rus Ordusu'nun Balkanlara girmesine engel olamayınca padişah tarafından görevinden alındı ve Serasker Redif Paşa ile birlikte Dîvân-ı Harb'e verildi. Mahkeme sonunda Rus yenilgisinin tek sorumlusu olmadığı, bunda İstanbul'daki Meclis-i Askeriyye'nin de payı bulunduğu anlaşılınca görevine iade edildi, fakat Midilli'ye gönderildi. Daha sonra Rodos'a nakledildi. 1883 yılında orada öldü ve Murad Reis Türbesi'ne defnedildi.
Muhammed Ali el-Abid
Muhammet Ali el-Abid (Arapça: محمد علي العابد ) (d. Şam, 1867 - ö. Paris, 1939), Osmanlı ve Suriyeli devlet adamı. Babası Arap İzzet Holo Paşa Osmanlı padişahı II. Abdülhamit'in mabeyncisiydi.
Muhammet Ali el-Abid 1867 yılında Şam'da doğdu. Ailesi Şam'ın zengin ailelerinden biriydi. Babasıyla birlikte İstanbul'a gelerek II. Abdülhamit'in hizmetine girdi. Bir süre Osmanlı Devleti'nin Washington büyükelçiliğinde bulunan Muhammed Ali el-Abid, Lozan Antlaşması'ndan sonra Suriye uyruğuna geçti. 1922-1931 yılları arasında Suriye'nin Maliye bakanlığını yaptı. Ülkenin maliyesini düzenledi; şirketler kurdu; yasalarda ve yargı yöntemlerinde reformlar yaptı. 1932 yılında Suriye'nin cumhurbaşkanlığına seçilip anayasayı hazırlattı. Suriye'nin bağımsızlığını ilan etti. 1936'da cumhurbaşkanlığından ayrılarak Paris'e gitti. 1939 yılında orada öldü.
Sütlaç
Sütlaç, çeşitli mutfak kültürlerinde bulunabilen bir tatlı.
Türk mutfağında yer alan birçok sütlü tatlı içinde en yaygın yapılan ve tanınanı sütlaçtır. Başlıca malzemeleri pirinç, süt ve şekerdir. Kıvamı kişilerin zevkine göre değişse de genelde kabul gören ve beğenilen kıvam pirinç tanelerinin çok sert olmamak kaydıyla tek tek ağza gelebilecek şekilde olmasıdır.
Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin mutfağında bulunan sütlaç özellikle İskandinavya ülkelerinde tarçın sosu veya kavrulmuş badem şekerleme kronatları ile garnitür edilerek sadece yılbaşında servis edilmektedir.
Almanya'da sütlaç "Milchreis" olarak bilinir.
Beylerbeyi
Beylerbeyi (Osmanlı Türkçesi): Osmanlı Devleti döneminde bir eyaletin yönetiminden sorumlu olan kişiydi. Fars kültüründen alınan yöneticilik birimi için ve Vali gibi sözcükler de Osmanlı tarihinin çeşitli dönemlerinde beylerbeyi sözcüğüyle eş anlamda kullanılmıştır.
Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde sadece 1 beylerbeyi vardı. Padişah Anadolu'dayken Rumeli bölgesini yöneten kişiye "Rumeli Beylerbeyi" denmişti.Rumeli Beylerbeyliği I. Murat döneminde kurulmuştur. Sonradan Yıldırım Bayezit döneminde ise "Anadolu Beylerbeyliği" kuruldu. Buna ilerki dönemlerde yapılan fetihlerle yeni eyaletler katıldı. Son dönemlerde 40'ı aşkın beylerbeyliği ve bunları yöneten beylerbeyleri bulunmaktaydı.
Ankara Uluslararası Film Festivali
Ankara Uluslararası Film Festivali veya Ankara Film Festivali, Türkiye'nin Ankara kentinde her yıl düzenlenen uluslararası bir film festivalidir. Türkiye'nin en köklü film festivallerinden biri olarak anılan Ankara Uluslararası Film Festivali, ilk olarak 1988 yılında "Ankara Film Şenliği" adıyla Ankara'nın ilk film festivali olarak ortaya çıktı. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen festival, her yıl çeşitli kategorilerde ödüller dağıtmaktadır.
Ankara Uluslararası Film Festivali, ilk defa 1988 yılında 13-20 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi. İlk yıllarında "Ankara Film Şenliği" adıyla anılan festival, Aziz Nesin, Mahmut Tali Öngören ve Mülkiyeliler Birliği ortak çalışmasıyla gerçekleştirilmiştir.
1991 yılında Mahmut Tali Öngören'in öncülüğünde kurulan Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı ile kurumsallaşan festival, 1992 yılında adını, "Ankara Uluslararası Film Festivali" olarak değiştirmiştir. İlk yıllarında karikatür yarışmasına da ev sahipliği yapan festival "Emek Ödülü", "Onur Ödülü" ve "TV Ödülü" gibi kategorilerde ödüller dağıtmaktaydı.
1995 yılında Aziz Nesin'in hayatını kaybetmesi üzerine "Emek Ödülü"'nün adı "Aziz Nesin Emek Ödülü" olarak değiştirildi ve 1996 yılında ilk defa bu isimle Giovanni Scognamillo ve Nijat Özön'e verilmiştir.
1999 yılında ise Mahmut Tali Öngören'in hayatını kaybetmesinin ardından "Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması"ndaki "Jüri Özel Ödülü" "Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü" olarak adlandırılmış ve ilk olarak 2000 yılında, Salkım Hanımın Taneleri filmi ile Tomris Giritlioğlu'na verilmiştir.
Panik atak
Panik atak, başta panik bozukluk olmak üzere birçok psikiyatrik bozuklukta ve bazı fiziksel hastalıklarda görülen yoğun korku, kaygı, yoğun endişe karışımı bir nöbettir.
Günümüzün değişken, oynak yaşam ortamlarında, yaşam kaygılarının artması, maddi ve manevi kaos ile belirsizlik durumunun yarattığı “hiçlik duygusu”nun çoğalmasıyla paralellik gösteren panik atak, tüm dünyada toplum sağlığını tehdit eder boyuta gelmiş durumdadır.
Uzmanlar tarafından “psikolojik bir sendrom” olarak tarif edilmesine karşın, hasta, çoğunlukla yaşadıklarının gerçekten fiziksel kaynaklı sorunlar olduğunu ama kimsenin hastalığının gerçek sebebini bulamadığını düşünmektedir. Doktorların hastanın durumuna “psikolojik” tanısı koymasının ardından, bu sefer de bilinçsiz hasta yakınlarının tavrı hastaya zarar vermektedir. Panik atağın önemsiz bir sorun olduğunun düşünülmesi ve kişiye "“hastalık hastası”" yakıştırmasının yapılması panik ataklı hastanın durumunu zorlaştırmaktadır. Kendisini yalnız ve çaresiz hisseden hasta ise kısır döngü içine girmektedir.
Hastalığın başlangıç yaşı değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda çok nadir ortaya çıkan hastalığın ilk ortaya çıkış yılları 18-25 yaş arasıdır. Hastalık 30-40’lı yaşlarda yüzünü ciddi biçimde göstermektedir.
Panik atağın genetik olup olmadığı konusunda herhangi bir bulguya rastlanmamıştır.
Panik atak krizi geldiğinde 5-45 dakika sürmekte ve şiddeti hastadan hastaya değişmektedir.
Panik atak hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir hastalıktır. Krizler ve ölüm korkusu gibi nedenlerle hasta evde tek başına kalamamak, tek başına dışarı çıkamamak gibi olumsuzluklarla karşılaşmaktadır. Sürekli başına kötü bir şey geleceği ve yabancıların ona yardım etmeyeceğinden korkan bazı hastalar mesleklerini, sosyal hayatlarını bırakmak zorunda kalabilmektedirler. Hasta bazen bilinç altında biriktirdiği korkularını sanki gerçekmiş gibi görebilir. Korkuların ve yaşananların ciddiye alınmaması ise ailevi ilişkilerin zedelenmesine dahi yol açabilmektedir. İzole bir hayat yaşayan hastaların durumu ise ağırlaşmaktadır.
Panik atakla panik bozukluk aynı değildir. Panik bozukluk kalp krizi geçireceğini, öleceğini, atakların tekrar olacağını, felç geçireceğini düşünerek sürekli endişe, korku içinde bulunma şeklindedir. Başka bir rahatsızlığa bağlı olarak ortaya çıkmaz. Bu bozukluk iki şekilde bulunabilir: agorafobili ya da agorafobisiz. Agorafobi yalnız kalma korkusudur. Kapalı yerlerden kalabalık yerlerden uzak durma, evde tek başına kalmak istememe gibi durumlar görülür. Dışarıya yalnız çıkmaktan korkar ve sosyal olmaktan çıkar.
Bir yere oturmalı ya da uzanmalısınız. Kendi kendinize bunun sadece bir atak olduğunu, korkulacak bir durum olmadığını söyleyin ve atağın geçmesini bekleyin. Atak sırasında üzücü, heyecanlandırıcı tartışmalardan kaçmak gerekir. Kafeinli içecekler, sigara ve alkol kullanımından uzak durmalısınız. Kendinizi kontrol etmeye çalışın.
Panik atak tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Hastaya öncelikle hastalığı nasıl kontrol edebileceği öğretilmektedir. Bunu başarabilen hasta ilerleyen zamanlarda panik atağı tamamen hayatından çıkartabilmektedir.
Panik atak tedavisindeki en büyük sorun hastanın fiziksel bir rahatsızlığı olduğuna inanması ve bu nedenle psikolojik desteği geç aramasıdı |
r. Yapılan araştırmalar, panik atak tanısı konulan hastaların yüzde yetmişinin hastalığın ne olduğunu bulmak için en az on doktora gittiğini göstermektedir. Birçok defa tam sağlık denetimi (check-up) yaptırmış ve gereksiz bir sürü ilaç kullanmış olan hasta doğru yere geldiğinde panik atak teşhisi koymak ise kolay olmaktadır. Psikiyatristler ve psikologlar tarafından tedavi edilen ve dönem dönem ilaç kullanılmasını da gerektiren tedavi aşamasında hastanın doktoruna güvenmesi çok önemlidir. Güven duyulan ve rahat hissedilen bir uzmana gidilmesi tedavi sürecini hızlandırabilmektedir.
Tedavi sırasında nefes ve rahatlama egzersizleri, atağın üstüne gitme teknikleri ve kas gerginliğini yok etmeye yönelik alıştırmalar hastaya öğretilmekte ve uygulanmaktadır. En sık kullanılan psikoterapi tekniği bilişsel-davranışçı terapi tekniğidir. Panik atağın bir hastalık olduğu kavranmalı, buna göre tedaviye devam edilmelidir.
Gentile Bellini
Gentile Bellini (1429 - 23 Şubat 1507), Rönesans döneminde Venedik'te yaşamış İtalyan bir ressamdır. 1478'de Venedik Cumhuriyeti tarafından Fatih Sultan Mehmet'in portresini yapmak üzere İstanbul'a gönderilmiştir.
Gentile Bellini, ressam bir ailenin çocuğu olarak 1429'da Venedik'te dünyaya geldi. Babası Jacop Bellini ve özellikle erkek kardeşi Giovanni Bellini de o dönemin çok ünlü ressamlarındandı. O dönemde yetenekli ressamlar çok saygı görmekteydiler. İtalyan yarımadasının kuzeyindeki Floransa ve Venedik gibi kentlerinde yaşayan sanatçılar Rönesans döneminin çekirdeğini oluşturmaktaydılar. Gentile ve Giovanni o dönemde özellikle birçok dinsel temaları tablolar yaptılar. Venedik'teki Scuola Grande di San Marco binasının içindeki tabloları da iki kardeş birlikte yapmışlardı. Gentile Bellini Venedik'teki Dükler Sarayı'nda da birçok tablolar yaptı ama 1577 yılında çıkan yangında bu tablolar yok oldu.
İtalyan yardımadasında o dönemde tek bir devlet yerine birçok kent krallıkları bulunuyordu. Bunlardan en güçlülerinden biri de yarımadanın kuzeydoğu bölgesinde yer alan Venedik Cumhuriyetiydi. Venedik ilk önceleri Bizans İmparatorluğunun bir parçasıyken bağımsızlığını kazanmış, güçlü filosuyla başta Girit ve Kıbrıs olmak üzere birçok Ege ve Akdeniz adalarını eline geçirmişti. Venedik, 1204'te Konstantinopolis'i talan eden dördüncü Haçlı seferi'nde önemli bir rol oynamıştı ve Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde kentte büyük bir Venedikli toplumu yaşamaktaydı. İstanbul'un Osmanlıların eline geçmesi Venedik'e büyük bir zarar verdi. O yüzden 1453-1479 yılları arasında Venedik ile Osmanlılar arasında birçok çatışmalar yaşandı. Sonunda Venedik Senatosu'nun Osmanlıların yaptığı barış önerisini kabul etmesiyle bu çatışmalar sona erdi. Barış anlaşması Venedik'in Osmanlılara büyük bir miktarda ödeme yapmasını öngörmesinin yanı sıra olağanüstü başka bir koşul daha içeriyordu. Fatih Sultan Mehmet portresini yapmak üzere Venedik'in en yetenekli ressamlarından birinin İstanbul'a gönderilmesini öngörüyordu. İşte Bellini bu koşullar altında 1479 yılında İstanbul'a geldi, kaldığı 16 ay boyunca Fatih Sultan Mehmet'in ünlü portresinin yanı sıra birçok tablolar ve çizimler yaptı.
Fatih Sultan Mehmet tablosunu yapmasına izin vermeden önce Bellini'nin yeteneğinden emin olmak istemişti. Bu nedenle Bellini İstanbul'daki ilk aylarını sarayda çeşitli insanların tablolarını yaparak geçirdi. Yukarıda görülen "Oturan Katip"" adıyla anılan tablosu da bunlardan biridir. Boston'daki İsabella Gardner Müzesinde bulunmaktadır.
Gentile Bellini'nin Fatih tablosu en önemli tablolarından biridir. Tablonun sağ alt köşesinde latin harfleriyle 25 Kasım 1480 tarihi atılmıştır. Tablonun gerçekçiliği dikkat çeker. Fatih'in Bellini'ye bu tablosunu yaptırtması onun zamanına göre açık görüşlü bir insan olduğunu gösterir. Bugün Fatih Sultan Mehmet'in Bellini tarafından yapılmış bu tablosu Londra'daki Victoria and Albert Müzesi'ne aittir. Bu tablo National Gallery koleksiyonundadır. Ref. The National Gallery Collection selected by Michael Levey ISBN 0-947645-34-9. 1991 baskısı.
Şah Gambiti
Şah Gambiti, 1. e4 e5 2. f4 hamleleriyle tanımlanan satranç açılışıdır. Bu popüler gambit, müthiş karmaşık bir oyundur ve üzerine düzinelerce kitap yazılmıştır. Siyah, aşağıdaki hamleyi oynayarak Kabul Edilen Şah Gambiti’ni oynayabilir:
2….. exf4
Ünye-Ceyhan Boru Hattı
Ünye-Ceyhan Boru Hattı, Ünye ile Ceyhan arasında oluşturulmak istenen petrol boru hattı.
Kazakistan ve Azerbaycan'dan gelecek petrolü Boğazlar'dan geçirmeden Akdeniz'e indirmeyi hedefliyor.
Halihazırda Samsun ile Rusya arasında Karadeniz'in altından bir doğalgaz boru hattı (Mavi Akım) geçiyor. Türkiye bu hatta paralel bir diğer doğalgaz hattı daha istiyor. Ancak bazı akademisyenler Rusya'ya bağımlılığı daha fazla arttıracağı gerekçesiyle Rusya ile yeni projelerde temkinli olunması gerektiğini savunuyorlar.
Bu hattın daha önceden başlangıç noktası, Samsun olarak belirlenmişken, projeyi uygulayacak olan firma, hattın başlangıç noktasını Samsun'dan Ünye'ye kaydırmıştır.
Vezir Gambiti
1. d4 d5 2. c4 hamleleriyle tanımlanan satranç açılışıdır.
2.c4 hamlesi ile beyaz kanattaki piyonlarından birini siyah merkez piyonuyla değişim tehdidinde bulunur,böylece merkezde üstünlük sağlamayı amaçlar.Bu açılış için tam bir gambit denilemez,siyah kazandığı piyonu korumayı düşünmemeli yoksa şöyle bir açılış tuzağıyla baş etmek zorunda kalabilir 1.d4 d5 2.c4 dxc4 3.e3 b5 4.a4 c6 5.axb5 cxb5 6.Vf3
Vezir Gambiti iki temel kategoriye ayrılır bunlar Kabul Edilen Vezir Gambiti ve Kabul Edilmeyen Vezir Gambiti’dir.
Avrupa Yaz Saati
Avrupa Yaz Saati (İngilizce: "European Summer Time, EST"), enerji tasarrufu sağlamak amacıyla, Mart ayının son pazar günü başlayıp, Ekim ayının son pazar günü biten bir uygulamadır.
Mart ayının son pazar günü eşgüdümlü evrensel zamana (UTC) göre 01:00'te saatlerin bir saat ileri alınmasıyla başlatılır ve ekim ayının son pazar günü 02:00'te saatlerin bir saat geri alınmasıyla sona erer. Saat değişiklikleri eşgüdümlü evrensel zamana göre yapıldığından, uygulamanın başlangıcı ve bitişi bulunulan saat dilimine göre farklı yerel saatlere denk gelmektedir.
Başlama ve bitim tarihlerinde Avrupa ülkelerinin birlikte hareket ettiği bu uygulamayla, çalışma saatlerinin günün güneşli bölümüne alınması ve gün ışığından daha fazla yararlanılması amaçlanmaktadır. Böylece elektrik enerjisinin aydınlatmada kullanılan bölümünden tasarruf sağlanması ve akşam saatlerinde en yüksek değerine ulaşan enerji talebinin azaltılması hedeflenmektedir.
Uygulamanın başlangıç ve bitiş tarihleri belirli olsa da her yıl aynı güne denk gelmemektedir. Fakat hangi tarihlerde uygulanacağı şu yöntemle hesaplanabilmektedir:
Başlangıç: "y" içinde bulunulan yılı temsil etmek üzere (31 − (5 * "y" ÷ 4 + 4) mod 7) Mart günü
Bitiş: "y" içinde bulunulan yılı temsil etmek üzere (31 − (5 * "y" ÷ 4 + 1) mod 7) Ekim günü
Esin Eşkinat
Esin Eşkinat (d. 1979, Ankara), Türk çevirmen.
Orta öğrenimini TED Ankara Koleji'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'ndan mezun olan Esin Eşkinat, İngilizceden şu kitapları Türkçeye kazandırdı:
Kut (şehir)
Kut (), Irak'ın doğu kesiminde, Dicle Nehri kıyısında Vasit ilinin merkezi kent. 1960'a kadar tüm il bu isimle anılırken bu tarihten sonra "Vasıt" adını almıştır.
Bir su dağıtım kanalı olan Şatt'ül Geraf'ın Dicle'den ayrıldığı noktada yer alması, kent yakınlarındaki Kut barajının Dicle'den sulama kanallarına su sağlaması ve tarım ürünlerinin pazarlandığı bir ticaret merkezi olması şehire önem kazandırmıştır.
Kutü'l-Amare'nin gelişimi eskiden beri Dicle'nin yatak değişikliklerine bağlı oldu. Bir çöküş döneminden sonra kent, ırmağın bugünkü durumunu alması üzerine bir ırmak limanı haline geldi ve yeniden canlandı. I. Dünya Savaşı sırasında bölgeye saldıran Britanyalılarla Türkler arasındaki çarpışmalarda büyük ölçüde harap oldu. Townshend komutasındaki Britanya kuvvetleri 1915'te kenti işgal ettiyse de Türkler tarafından kuşatıldılar ve beş aylık bir kuşatmadan sonra teslim olmak zorunda kaldılar (Nisan 1916). Kent, Şubat 1917'de Maude'un birliklerince geri alındı. Sonraki yıllarda yeniden inşa edildi.
Niğde Gazozu
Niğde gazozu, Niğde ilinde üretilen gazlı frambuaz aromalı içecek.
Üretimine 1962 yılında İsmet Olcay tarafından 44 metrekarelik bir dükkânda başlandı. Niğde gazozu bugün Niğde Meşrubat ve Gıda Sanayi Ticaret Limited Şirketi tarafından yıllık 8 milyon şişenin üzerinde bir kapasiteye sahip fabrikada üretilmektedir. Az şekerlidir ve frambuaz aroması içerir.
Yurt dışına da ihracatı yapılmaktadır.
Gavurdağı salatası
İnce küp şeklinde kıyılmış salata malzemelerine nar ekşisi ve ceviz eklenerek yapılan bir salata türüdür. Kökeni Gaziantep Mutfağıdır.
3 domates, bir kuru soğan veya buna eşdeğer taze soğan, acı yeşil biber, maydanoz, altı-yedi yaprak taze nane, 3-5 ceviz içi, salatanın sosu ve ince küp şeklinde kıyılmış salatalık.
Yayvan bir tabakta servis edilir.
Kurt adam
Bir insanın bir hayvan, özellikle de kurt biçimine girebilmeye yetenekli olması, kurt adam söylencesinin çıkış kaynağı hakkında yeterli bir açıklama değildir. Genelikle bir kurt tarafından ısırılma ya da belirli ayda doğma olayı diye bilinir. Çok eskiden beri çeşitli kaynaklarda ve toplumlarda kurt adam öykülerine rastlanmaktadır. Farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarında sadece kurt adamlık değil çeşitli insan hayvan karışımı yaratıklara da rastlanmaktadır. İskandinavların ayı adamları, Kızılderililerin bizon adamları, Afrikalıların sırtlan adamları, Türklerin itbarakları ve İstanbul’un kedi kadınları bunlara örnektir. -
Kurt adamlık Türkçe adındaki gibi Kurt kısmı doğrudur ancak kurtadamlar sadece erkek olmak zorunda değildir, kadın'da olabilirler. Bir inanışa göre; Yıl 170'de ilk defa Orta Asyada gerçekliği kanıtlanmıştır. Bir mektupta Kurt adam lanetinden bahsedilir. Kurt adamlar doğuştan olanlar MART ayında olduğu söylenir. Mart ayında olması gerekenden 2 fazla kere dolunay vardır. 3 ile 18 günl |
eri arasında da olay belirtilmiştir ama yazı çok net olamadığı için anlaşılamamıştır. Yazıya göre bunun bir lanet değil güç olarak bildirir.
Kurt adamların, Gözlerinde renk değişikliği, köpek dişlerinde büyüklük ve sivrilik, doğaüstü güçler olarak tanımlanır. Kurt adamlıkla ilgili herhangi bir kanıt bulunmuştur.(m.ö. ki inanışlara dayanarak)
= İstanbul’un Kedi Kadınları, Kurt Adamları =
İstanbul’un kedi kadınlarından söz eden Amerikalı romancı ve senaryo yazarı Guy Endore’dir. Endore, Kedi kadınlardan bahsettiği ilk baskısını 1934 yılında yaptığı Paris’in Kurt Adamı adlı kitabında kurgusal bir öyküyü anlatmaktadır. 1870 yılının komün ayaklanmasında geçen öykü kurt adamlar konusunu ayrıntılı bir araştırma ile desteklemektedir.
İstanbul’un kedi kadınları hakkında şunları söylemektedir Endore:
"“Bir saç tokası kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler ki yaratıkların kurdukları sofrada karınlarını iyice dolduracaklardır”"
Amerikalı yazar Endore bir korku romanı yazıyor ve elindeki folklor malzemesini buna göre yorumluyor, kurguluyor ve abartıyor.Yazar büyük bir olasılıkla Kedi kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer tutan her kılığa giren cadılardan ve cadı kadınlardan bahsetmektedir kendi savına uygun olarak.
Eski Yunanlar ve Karadeniz'in kuzey kıyılarına yerleşmiş İskitler, bölge yerlileri Neurianları sihirbaz olarak kabul ediyorlardı. Bu olağanüstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştükIerine inanıyorlardı. Tarihin babası olarak nitelendirilen MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan eski Yunan Herodot ise dilediklerinde kurda, dilediklerinde insana kolayca dönüşebilen bir insan türünden söz etmektedir..
Bir görüşe göre yüzyıllar önce, insanlığın erken tarihlerinde kurt adam doğal olmayan bir istekle insan etine açlık duyan bir canlı türü olarak kabul edilirdi.Bu insan, çeşitli büyülerin yardımıyla dilediğinde yırtıcı bir kurda dönüşmenin bir yolunu bulmuştu.
Eskilerin söylediğine göre, kurda dönüşen kişi insan sesini ve insan gözlerini muhafaza eder. Ancak vahşi dört ayaklı kurdun kuvvet ve kurnazlığını taşırdı. Kurtadamın kim olduğunu ses ve gözlerinden tanımak mümkündü.
Biçim değiştirerek kurda dönüşmek olayından, Roma edebiyatında bir büyü işi olarak söz edilir. M.S. 1. yüzyılda eser vermiş Vergilius, bu söylenceden söz eden ilk Latin ozanıdır. Bunu Propertius, Servius, ve Petronius izlemiştir. Petronius, M.S. 54-68 yılları arasında Neron dönemi Roma'sının saray eğlence müdürüydü. Satyricos adlı kitabında hiciv, macera ve fantezi dolu bir kurt adam öyküsü de vardır.
Eski Yunan ve Roma geleneğinde bir insanın kurda dönüşmesi, bir ceza olarak simgeleniyor. Böyle bir olayı M.S. 64-113 yıllarında yaşamış olan Plinius şöyle anlatıyordu:
""Tanrılara insan kurban etme törenlerinden birinde kurban gölün kıyısından alınır. Ancak kurban kaçarak karşı kıyıya yüzdü. Karaya çıktığında kurda dönüşmüştü. Bundan sonraki 9 yıl boyunca yanında bir grup insanla kırlarda dolaştı. Eğer bu süre içinde insan etine yaklaşmazsa yeniden insan olacaktı. Nitekim kurtuldu ama hayatının 9 yılını kurt olarak yaşadı. ""
Günahı yüzünden ceza olarak kurt adama dönüşen birinin öyküsünü de MÖ 43-M.S. 18 tarihleri arasında yaşamış Ovidius anlatır. Metamorphoses (Değişimler) adlı uzun şiirinde, yaradılıştan Sezar'a dek olan dönemdeki mucizevi değişimlerden söz eder.
Romalı ozan Ovidius, Arkadya'nın mitsel, kralı Lyeaon'un öyküsünü anlatır: ""Tanrılar tanrısı Olimposlu Jupiter Lycaon'u denemek için kılık değiştirip onun sarayına yemeğe gider. Lycaon da onun Tanrı olup olmadığım anlamak için insan etinden yemek ikram eder. Jupiter bunu anlayınca ceza olarak Lycaon'u kurda çevirir. O da bu kimlikle sonsuza dek kalır ve çevreye korku salar.""
MÖ 4. yüzyıl civarında Eflatun ve M.S. 2. yüzyılda Pausanias da hemen hemen aynı türden değişim öyküleri anlatarak aynı noktada buluşuyorlardı.
15. ve 16. yüzyıllarda kurt adama dönüşme inancı, tüm Avrupa 'da büyücülük ve cadılıkla aynı kefeye konuyordu. Özellikle Fransa ve Almanya'da kurt adam olduğundan şüphe edilen biri, acımadan yakılır ya da asılırdı.
Nitekim kurt adam avı dinsel duygular adına yapılırdı. Büyücü ve "kurt adam mahkemeleri" bugün bile anlatılmaktadır. Sözgelimi 100 yıldan daha fazla bir süre, 1520-1630 yıllarında Fransa'nın yaklaşık 30.000 kurt adam olayıyla sarsıldığı bilinmektedir.
1573 ' de Fransa 'da Dijon yakınlarındaki Dole' de, GilIes Garnier adında bir "kurt adam" köye zarar vermek ve küçük çocukları "yemekle" suçlanmıştı. Suçunu itiraf edince de kazığa geçirilerek yakılmıştı..
1598'de yine Fransa'da Caude yakınlarındaki ıssız ve vahşi bir yörede birkaç Fransız köylüsü, 15 yaşındaki bir erkek çocuğunun cesedini buldu. Çocuk.korkunç bir şekilde parçalanmıştı ve her yerinden kanlar fışkırıyordu. Bir çift kurt da cesedi yiyordu. Uzaktan köylüler görününce kaçıp ağaçlıkların arasında kayboldular. Köylüler "kurtları" izlediler ve bir çalılığın içinde sinmiş, yarı çıplak bir adam buldular. Uzun saçlıydı. Bakımsız, uzun bir sakalı, sanki pençe görünümünde uzun ve kirli tırnakları vardı. Aralarında pıhtılaşmış kanlar ve insan eti parçaları görülüyordu. Adam, Jacques Rollet adında bir ruh hastasıydı. Köylüler gelip de kaçmadan önce cesedi parçalıyordu. Aslında ortada kurt filan yoktu. Adamlar o andaki heyecanlı halleriyle bu ruh hastası adamı bir kurt adam olarak algılamış olabilirler. Fakat bunu anlayabilmek olanaksızdı. Ama şurası kesindi ki, Rollet kendini bir kurt gibi hissediyordu.
Bu kuruntunun etkisi altındayken birçok insanı parçalayıp yemişti. Sonuçta ölüme mahkûm edildi. Fakat Paris Mahkemesi kararı bozdu. Onu bir akıl hastanesine gönderdi. Burası idam edilmeyen kurt adamların kapatıldığı bir yerdi!
Kurt adamlara ilişkin olaylar eskisi kadar yoğun olmamakla birlikte zaman zaman bu tür olaylardan söz edilmektedir. Örneğin I. Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre önce üç kurt
adamın ele geçirildiği öne sürülmektedir.
1925'de ise Fransa'nın Strazburg kenti yakınlarındaki bir köyün halkı, köyden bir çocuğun kurt adam olduğuna ilişkin tanıklık ettiler. 5 yıl sonra Bourg-Ia-Reine'de de bir kurt adam korku saldı. Pierre van Peasen, 1939'da yayımladığı, Bizim çağımızın Günleri adlı kitabında bu olaya değiniyordu.
1946'de Kuzey Amerika'nın en eski Kızılderili kabilelerinden biri olan Navajo'lara "dört ayaklı bir katil" musallat oldu. Bu garip yaratık hep dolunay zamanı ortaya çıkıyordu.
1949'da Roma'da bir polis ekibi, garip davranışlı bir adamı izlemekle görevlendirildi. Adam, kurt adam psikozu içindeydi. Düzenli olarak her dolunay döneminde kontrolünü kaybediyor ve ürkünç bir şekilde uluyordu.
1957'de Singapur'da polisler, benzeri bir olayı izlemek için görevlendirildiler. Çünkü, bir yatılı kız okuluna sürekli olarak bir kurt adamın saldırdığı iddia ediliyordu. Kızlardan biri bir gece, baş ucunda duran birisinin varlığıni hissederek gözlerini açtı. Karşısında saçları burnuna kadar düşen, uzun ve sivri dişli, korkunç görünüşlü bir adam duruyordu. Fakat olayın ardındaki gizem çözülemedi.
1975'te İngiliz gazeteleri, Staffordshire'ın Ecc1eshall köyünde yaşayan 17 yaşındaki bir gencin olağanüstü haberleriyle dolup taşıyordu. Delikanlı, kurt adama dönüştüğü inancı içindeydi. Bu zihinsel acılarına kalbine sapladığı bir bıçakla son verdi. Delikanlının yakınlarından biri şöyle diyordu: Ölmeden çok kısa bir süre önce bana telefon etti. Yüzünün ve ellerinin renk değiştirdiğini ve giderek kurt adama dönüştüğünü söyledi. Az sonra sesi giderek homurtuya dönüştü."
Halihazırdaki bilimsel bilgiler, kurt adam olayında olduğu gibi bir insan formunun bu kadar kısa zamanda bir başka biçime dönüşmesinin kesinlikle olanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla kurt adam efsaneleri tümüyle cehalet ve kuruntu üzerine kurulmuş olabilir. Fakat yine de yüzlerce yıldır bildirilen bu tür olayların göz ardı edilemeyeceği belirtiliyor.
Seri cinayet her zaman var... olmuştur seri cinayet suçunu tarif etmek için kullanılan terminoloji, asırlarla beraber değişmiştir. Dört yüz yıl önce katiller, Avrupa’yı dolaşıp kurbanlarını hayvani bir hırsla öldürürlerdi. O zamanlar onlara “Psikopat” ya da “Cani manyak” veya “Şehvet katili” denmezdi. Onlara Likantrofi denirdi. Bu ifade, iki Yunanca kelimenin, Lykos (Kurt ) ve Antropos (Adam) birleşmesinden oluşmuştu.
Bu seri katillerin bazıları, o kadar sapkın adamlardı ki kendilerinin doğaüstü canavarla olduklarına gerçekten de inanıyorlardı. Avladıkları köylüler, zaten buna kesin olarak inanıyorlardı. Aynı şekilde, yetkililer de likantrofiye açıktan açığa inanıyor ve onu dönemin en önemli toplumsal sorunu olarak görüyorlardı.
1941 tarihli klasik Kurt Adam gibi eski filmlerde, likantrofi korkunç bir lanet olarak gösterilir. Lon Chaney Jr, bir kurt adama dönüşmekten hiç hoşlanmaz, fakat ister hoşlansın, ister hoşlanmasın, her dolunayda kılları ve pençeleri çıkıp dişleri sivrileşmeye başlar. On altıncı yüzyıl insanları, olaylara başka bir gözle bakıyorlardı. Kurt adamlar, şeytanla bilerek bir anlaşmaya giren kötü adamlar olarak görülürlerdi. Canavara dönmeyi kendileri istiyorlardı.
1500'lerin sonlarındaki Gilles Garnier adındaki Fransız bir münzevinin böyle şeytani bir anlaşma yaptığı rivayet edilir. Anlaşmanın karşılığında Garnier, onu aç ve insan yiyen bir kurda dönüştüren kara büyü içeren bir merhem almıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda Peter Stubbe adında bir Alman, güya ona kurt adam güçleri veren efsunlu bir kemere karşılık ruhunu satmıştı.
Dönüşüm yöntemleri farklı olabilirdi, fakat bu iki manyak tarafından işlenen suçlar, şaşılacak derecede birbirlerine benziyordu ve aynı ölçüde mide bulandırıcıydı. Kurt adam filmlerinin sahte dehşetlerinden çok daha korkutucuydu. Hem Garnier hem de Stubbe, genelde çocukları avlayan şehvet katilleri ve yamyamlardı. Garnier, iki ay içinde dört küçük kurbana saldırmış ve onları çıplak elle ve dişleriyle parçalamıştı. Daha uzun bir zaman içinde Stubbe, aralarında öz oğlunun da bulunduğu en az beş kurbanı öldürmüştü. Söylendiğine göre Stubbe, oğlunun boynunu kopardıktan sonra kafatasını parçalayıp beynin |
i yemişti.
Modern psikiyatri, ortaçağın kurt adamlığı yerine, bize “Anti sosyal kişilik bozukluğu” gibi kavramlar sunmuştur. Ancak bu yüzyılda bile, arada bir öyle bir katil çıkar ve suçları öylesine tüyler ürpertici olur ki bunlar doğaüstü bir canavarın işi gibi görünebilir. Örneğin 1920’lerde yamyam bir katil olan Albert Fish, on iki yaşındaki bir kız çocuğunu kandırıp Wisteria Köşkü diye anılan terk edilmiş bir eve götürmüş, onu orada öldürüp parçalamış ve etlerinin bir kısmını pişirip yemişti. Bu suç su yüzüne çıktığı zaman, bulvar gazeteleri bu işi yapan kişiyi tanımlayacak çarpıcı bir isim bulmak için çok düşünmüşlerdi.
Buldukları diğer iğrenç adların yanı sıra, onu “Wisteria Kurt Adamı” olarak da adlandırmışlardı.
"Erbörü, Türk halk inancında kurtadama verilen isimdir. Dolunayda kurda dönüşen kişi. İskitler, bazı olağanüstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştükIerine inanıyorlardı. Dişi olanları için “Eşbörü” kullanılır."
Boris Vian'in anlattığı, dolunay vakti insana dönüşen kurdun hikâyesi, çeşitli Kurt Adam hikâyelerine çok güzel bir alternatiftir.
Kurtadamlar, Buffy the vampire slayer adlı dizide ilk defa Phases adlı bölümde, Oz’un kurt adam olduğunu keşfetmesiyle ortaya çıktı. Buffy the Vampire Slayer dünyasında kurt adamlar sadece dolunay zamanı üç geceliğine kurta dönüşür. Yaratığın insan tarafı, kurta dönüştüğünde neler olduğunu hatırlamaz. Bir insanın kurt adama dönüşmesi için bir kurt adam tarafından ısırılması gerekir. Oz, kuzeni Geordie tarafından ısırılmıştı. Sevgilisi Willow ve arkadaşları Oz’un kontrol edemediği ikinci benliğini öğrenince ona yardım etme kararı aldılar. O, kurta dönüştüğü üç gece boyunca kendini kütüphanedeki kafese kilitler. Lover’s Walk adlı bölümde Oz’un, Willow’un kokusunu çok uzaklardan alması kurt adam duyularına insan şeklindeyken de sahip olduğunu gösteriyor. Kurtadam avcıları onları öldürmek için gümüş kurşun kullanır. Buffy, Phases adlı bölümde Caine adında bir avcıyı avlamaya çalıştığı kurtun aslında bir insan olduğuna ikna etmeye çalışmıştı.
Mira Ceti
Mira Ceti, "(diğer adları: Mira, Omicron Ceti, Omicron Balina, Balinanın Harika Yıldızı, The Wonderful)" Balina takımyıldızı yönünde bulunan "Mira" olarak adlandırılan değişen yıldız sınıfına ismini veren ve Dünya'ya 418,2 ışık yılı uzaklıkta bulunan kırmızı dev yıldızdır.
Görünür kadiri, 2,00 ile 10,10 arasında değişir. Periyodu, evreler arasında farklılıklar olsa da ortalama 332 gündür. En parlak olduğu zamanlar parlak bir yıldız olarak görünürken, sönük olduğu devrede ancak orta boy bir teleskopla görülebilmektedir.
Kendisi gibi değişen bir yıldız olan, VZ Ceti isimli bir bileşene sahiptir.
Bağdat Demiryolu
Bağdat Demiryolu, Anadolu–Bağdat Demiryolu ya da Konya–Bağdat Demiryolu,Osmanlı İmparatorluğu'nda Konya'dan Bağdat'a ulaşmak üzere 1903 yılında yapımına başlanan 1600 km uzunluğundaki demiryolu hattıdır. İstanbul - Konya arasındaki Anadolu Demiryolları ve diğer bağlı hatlarla beraber 3.205 km'ye ulaşır. Zamanının en büyük alt yapı projelerinden biri olan demiryolunun inşası on yıllar sürmüştür. I. Dünya Savaşı'nın başında bile hattın tamamlanabilmesi için 960 km daha gerekiyordu. Hattın Bağdat'a uzanan kesimi ancak 1930'ların sonunda tamamlanabilmiş ve İstanbul'dan Bağdat'a ilk tren 1940'da yola çıkabilmiştir.
Demiryolunun (özellikle de Almanya tarafından) inşa edilmesi İngiltere'yi ve Rusya'yı oldukça rahatsız etmişti. Başlagıçta projenin İstanbul-Ankara-Sivas-Diyarbakır-Bağdat güzergahında inşa edilmesi planlanmıştı. Ancak Ruslar planlanan hattın kendi sınırlarına (o yıllarda Kars Rus toprağıydı) yakın olması ve olası bir Osmanlı müdahalesini kolaylaştıracağı için hattın inşa edilmesini istemiyordu. Aynı şekilde İngilizler de Hindistan'daki sömürge varlığına ve Mısır-Hindistan arasındaki deniz ticaretine zarar vereceği için hattın inşa edilmesini istemiyordu. Rusya'nın baskıları sonucu güzergah İstanbul-Konya-Halep-Bağdat olarak değiştirildi. Ancak demiryolu hala İngiliz sömürge toprakları için bir tehlike oluşturmaktaydı. İngilizler Basra Körfezi'ne kadar ulaşması planlanan demiryolunu engellemek için çok uğraştı. Demiryolu Osmanlı bakımından I. Dünya Savaşı'nın temel sebeplerinden biri oldu.
İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda bulunan Alman Çeşmesi, Bağdat Demiryolu'nun yapımının Alman firmalarına verilmesi üzerine Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edilmiştir.
Gürceğiz, Milas
Gürceğiz, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Adı, ağaçlarının gür olmasından gelmektedir.
Köye ilk yerleşen Hacı Hannes ve yakınlarıdır. Hacı ya gittiğinde Arabistan'dan köle getirmiştir. Sonra eskiyalar Menengiç ağacının dalından eve girerek Hacihannesi oldurmuslerdir. Öldükten sonra eşi kolesiyle evlenmis ve Yavuz soyismini almışlardır. Yılmaz soyisimliler ise Akçakaya köyünden Colak Durmuş un 2. Evliliğini yapıp köye yerlesmesiyle bu Soyisim devam etmiştir. Karakuş soyisimliler ise Aydın Sökeden Bayır köyüne gelmiş bir kısmı Bayır köyünde kalıp bir kısmı da Gurcegiz köyüne yerlesmislerdir. Yavaş soyisimliler ise Bayır köyünden Gurcegiz köyüne evlilik sebebiyle yerlesmislerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında koyumuz Türkevleri Bayır Akçakaya mahallelerinin merkeziydi.
1965 70 yılları arasında Akçakaya Mahallesi ayrılarak Akçakaya köyü adıni almıştır.
Muğla iline 104, Milas ilçesine 35, Ören'e 4 km uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede, ilköğretim okulu yoktur fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası
Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde kurulan ve çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda ikinci deneme olan siyasi partidir.
Ali Fethi Bey, Paris Büyükelçiliği’nden dönüşünde Gazi Mustafa Kemal’in önerisi ve onayıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu (12 Ağustos 1930). Programında, partinin cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerine bağlı olduğu vurgulanıyor, yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi isteniyor, ekonomik yaşamda sürekli devlet müdahalesine karşı çıkılıyordu.
SCF kısa sürede geniş bir destek kazanarak Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) yönetimini kaygılandırdı. SCF’nin iktidara ancak cumhurbaşkanıyla çatışarak gelebileceğini kavrayan Fethi Bey bunun çok ağır sonuçlar yaratacağı inancıyla, 17 Aralık 1930'da Dahiliye Vekâleti’ne başvurarak SCF’nin feshedildiğini açıkladı. Aynı zamanda derginin siyasi yayın organı "Serbes Cumhuriyet" gazetesi de İzmir'de kurulmuştu ve partinin fesih kararını takiben yayın hayatı bitti.
Türkiye'de ekonomik kriz daha milliyetçi elitler fark etmeden önce ülkeye yayılmıştı. 1927 yılında tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşüşü ile başlayan Türkiye krizi 1929'daki Büyük Buhran'dan sonra Üçüncü Dünya'ya kredi akışının zayıflamasıyla birlikte yeni bir evreye girdi. Bu noktadan sonra, Türkiye’de ekonomik buhran çok yüzlü ve çeşitli gruplar üzerinde farklı sonuçları olan toplumsal bir olaya dönüştü.
Anadolu köylüsü ekonomik krizi vergiler, borçlar ve kredi yokluğundan dolayı tefeci sermayesine artan bağımlılık olarak yaşadı. Krizin niteliği ise coğrafi bölgelerin piyasayla kurdukları farklı ilişki biçimleri üzerinden şekillendi. Dış piyasalar için üretim yapan bölgeler krizden en çok etkilenen yerler olurken, iç pazara yönelik üretim yapan köylüler onları izledi. Kentlerde ortaya çıkan ekonomik zorluklar ise tarımsal krizle iç içeydi. Ticaret merkezi olan büyük kentler ve kasabalarda kriz, tüccarlar için iflas, işçiler için kötü çalışma koşulları anlamına geldi. Kentlerde alt gelir gruplarının düşen fiyatlardan yararlanamamasının en önemli nedeni koruyucu gümrükler ile yine özel sermayenin teşviki için bir süre önce hayata geçirilmiş olan ticari tekellerdi. Küçük tüccarların en önemli şikayeti ise krizle yeniden düzenlenmesini istedikleri vergilerdi.
Özetle, farklı biçimlerde piyasaya bağımlı gruplar ekonomik buhrana karşı kendi savaşlarını vermek zorunda kaldılar. Krize ekonomik çözüm bulmakta zorlanan Kemalistler, krizin yarattığı sosyal hoşnutsuzluğu uzun süre görmezden gelemedi. Bu noktada, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kendi inisiyatifi ile ülkede oluşan toplumsal muhalefetin yeni bir siyasi parti ile meclise taşınmasına karar verdi.
Mustafa Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren muhalif gruplarla karşılaşmışlardı. Bu muhalefet başarılarla birlikte azalsa da saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi bir dizi radikal kararın alınmasıyla yeniden yükselmişti. Bir dönem Takrir-i Sükun Kanunu'yla sindirilen bu muhalefet zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaşıyordu. Bu muhalefetin potansiyel biçiminde kalması, iktidardaki parti açısından fazla önemli sayılmayabilirdi; ama aynı potansiyelin bir örgüt tarafından kullanılması sarsıcı sonuçları peşi sıra getirebilirdi. Böyle bir örgüt yoktu ve İzmir'deki M. Kemal'e yönelik suikast teşebbüsü, örgütlenmeyi yapabilecek bütün eski İttihatçıların temizlenmesi olanağını sağladı. Böylece toplumsal muhâlefeti yönlendirebilecek öznel koşulları yaratabilecek kişilerden kurtulunmuştu; ama toplumsal muhalefeti besleyen nesnel koşullar daha da güçlenerek sürmekteydi. M. Kemal bile toplumsal muhalefetin boyutlarını gezilerinde görebilmekteydi ve genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'a bunu şöyle yansıtıyordu: “"…bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içersinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddî manevî perişanlık içerisinde…"”
Muhalefetin bir şekilde patlamasından korkuluyordu ve bunun denetim altında tutulması gerekiyordu. Ülkedeki denetim eksikliğini giderebilmek ve halkın isteklerini meclise taşıyabilmek amacıyla Gazi Mustafa Kemal, toplumsal muhalefeti yönlendirme açısından en güvendiği, en yakını olan arkadaş |
larını görevlendirerek bir parti kurulmasını istedi.
Atatürk, halkın genel eğilimlerini yakından izlemek ve milletin her an nabzını yoklamak istiyordu. Bu amaçla çok partili rejimin yerleşmesini istemişti. Eski ve kendisine pek bağlı arkadaşı, o sıralarda Paris Büyükelçisi olarak hizmet gören Ali Fethi (Okyar) Bey'i, yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir. SCF'nin kuruluş süreci, Türkiye Cumhuriyeti Paris Büyükelçisi Fethi Bey'in 1930 yılının Temmuz ayında iznini geçirmek üzere Türkiye'ye gelmesiyle başladı. 23 Temmuz'da Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Yalova'ya giden Fethi Bey bir süre burada kaldı. İlk beş gün içinde yeni fırka konusu hiç açılmadı. Buna karşılık Fethi Bey Mustafa Kemal'e, ülkede gördüğü genel bunalımla ilgili ayrıntılı bir rapor sundu ve aksaklıkları tek tek sergilemeye çalıştı. İsmet Paşa hükümetine ilişkin düşüncelerini ve eleştirilerini açıkladı.
Yalova'daki altıncı günde, Gazi Mustafa Kemal, Fethi Bey'e bir muhalif fırka kurmasını bildirdi ve bu fırkanın adını kendisi “Serbest Cumhuriyet Fırkası” olarak açıkladı.
Daha sonra Fethi Bey ile Gazi Mustafa Kemal, Başvekil İsmet Paşa ve CHF Umumî Kâtibi Saffet Bey'in de katıldıkları bir görüşme daha yaptılar. Fethi Bey bu partiye hükümetin hoşgörülü bakması ve mülkî teşkilâtın parti üzerinde hiçbir baskı yapmamasını istiyordu. Bu güvence verilmedikçe partiyi kurmaya razı olmuyordu. M. Kemal'in istediği güvence ise rejimin temel ilkelerinin korunmasıydı. Bu görüşmede partinin kurulması ile ilgili olarak Fethi Bey'in Mustafa Kemal'e, M. Kemal'in de Fethi Bey'e bir mektup yazması ve bu mektupların basında yayınlanması kararlaştırıldı. Böylece Fethi Bey bir gerekçe göstererek izin istemiş ve en önemlisi parti için cumhurbaşkanınca güvence verilmiş olacaktı. Bu toplantıda, bundan başka, bazı mebusların CHF'den ayrılarak SCF'ye katılmaları ve yeni parti ile CHF'nin eşit koşullarda karşı karşıya gelmeleri üzerinde anlaşılmıştı.
Fethi Bey ertesi gün yazdığı ve 11 Ağustos 1930 tarihinde gazetelerde yayımlanan mektubunda, “"…Cumhuriyet Halk Fırkası'nın malî, iktisadî, dahilî, haricî siyasetlerinin birçok noktalarına aykırı bulunan ayrı bir fırka ile siyasî mücadele sahnesine atılmak arzusundayım. Zât-ı Devletleri Reisicumhur olduktan maada şimdiye kadar mensup bulunduğum Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da umumî reisi olmaları dolayısıyla işbu arzumun nazar-ı devletlerinde ne yolda kabul buyurulacağını bilmek lüzumunu hissediyorum."” diyerek SCF'nin kurulabilmesi için izin istemekteydi.
Gazi Mustafa Kemal ise, Fethi Bey ile üzerinde anlaştıkları yazılı güvenceyi cumhurbaşkanı olarak mektubunda şu sözlerle açıkladı: “"…Reisicumhur bulunduğum müddetçe reisicumhurluğun üzerime verdiği yüksek ve kanunî vazifeleri, hükümette olan ve olmayan fırkalara karşı âdil şekilde ve tarafsız yapacağıma ve laik cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her nev’i siyasî faaliyet ve cereyanlarının bir engele uğramayacağına inanabilirsiniz."”
Böylece ikinci fırkayı kurmakla görevlendirilen Fethi Bey, 12 Ağustos 1930 tarihinde fırkanın tescilini isteyen dilekçeyi İstanbul Valiliği'ne gönderdi ve resmi işlemlerin tamamlanmasıyla SCF siyasal yaşama atılmış oldu.
Partinin ilk üyeleri ve kurucularının önemli bir bölümü Mustafa Kemal'in ısrarıyla bu siyasal akıma katılmışlardı. Kurucular ve lider kadrosu içerisinde sayılabilecek kişilerin Mustafa Kemal'in yakın arkadaşları ve güven duyduğu kişiler olması dikkati çekmektedir.
Mustafa Kemal'in Fethi Bey'i SCF'yi kurmakla görevlendirmesi, her şeyden önce aralarındaki dostluğa ve güven duygusuna dayanıyordu. Fethi Bey'in SCF genel başkanı olarak söylemiş olduğu şu sözler ise onun M. Kemal'e olan bağlılığını kanıtlamaktadır: “"…Büyük halâskârın mefkûresine karşı o kadar nihayetsiz bir hürmetim ve merbutiyetim vardır ki, beni iyi bilenler bu mefkûreye en küçük bir hizmeti ifa etmekle nasıl hayatımın sonuna kadar müftehir ve bahtiyar yaşayacağımı pek âlâ takdir ederler."”
SCF'yi kurma görevinin Fethi Bey'e verilmesinde onun siyasal düşüncelerinin ve eğilimlerinin de etkin olduğu açıkça görülür: Fethi Bey her şeyden önce ılımlı bir kişi ve bir liberaldi. O, siyasal yaşama atıldığı ilk günden başlayarak gerek ekonomide ve gerekse devlet yönetiminde liberal görüşün önemli bir savunucusu olmuştu. Öte yandan, Fethi Bey Yalova'da Gazi Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmelerde, İsmet Paşa hükümetini eleştirmiş, yabancı sermaye için elverişli koşullar yaratılması gerektiğini, vergilerin ağırlığı sebebiyle özel girişimcilerin sermaye birikimi sağlayamadıklarını söylemişti.
Mustafa Kemal'le Nuri Conker'in arkadaşlığı Fethi Bey'den de köklüydü. Nuri Bey, M. Kemal'in çocukluk arkadaşıydı. Ona adıyla hitap edebilen tek kişiydi. Bütün askerî okullarda ve hemen hemen tüm askerî görevlerde birlikte olmuşlardı. M. Kemal'in Salih Bey'e yazdığı mektubundaki şu sözler bu yakınlığı kanıtlamaktadır: “"…Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an için çıkmayacak bir öz kardeş varsa Nuri'dir…"”
Mustafa Kemal'in Nuri Bey'i partinin ikinci önemli görevine getirmesinin en başta gelen nedeni ise onun kendisine olan yakınlığı ve bağlılığıdır. Ancak bunun yanında Nuri Bey'in, Fethi Bey'in eski arkadaşı olduğu ve o sıralar İsmet Paşa'nın tutumuna karşı çıktığı da bilinmektedir.
Ağaoğlu Ahmet Bey, aynı Fethi Bey gibi tam bir liberaldi. Gerçekten de her ikisi SCF'de bir-iki olay dışında hep aynı görüşte olmuşlar, her sorunu birlikte çözmeye çalışmışlardır.
Ekonomik ve siyasi alanda serbestliği savunan Ağaoğlu, 23 Temmuz 1926'da Mustafa Kemal'e sunduğu bir raporda, rejime ilişkin düşüncelerini yazılı olarak bildirmiş ve tek partili sistemde denetim yokluğunun doğuracağı sakıncalar üzerinde durmuştu. Raporda yer alan görüşler üç noktada toplanmaktaydı: CHF'de özveri yetersizliği vardı, fırka atalet içindeydi ve fırkada denetimsizlik bir sorun olarak ortaya çıkmıştı.
Ayrıca Ağaoğlu Ahmet Bey'in Mustafa Kemal'e olan bağlılığı ve sevgisi ise çok büyüktü. Oğlu Samet Ağaoğlu'nun kendi çocuklarından birinin adını “Mustafa Kemal” koyması onun nasıl bir ortamda yetişmiş olduğunun göstergesidir.
Ağaoğlu Ahmet ve Nuri Beylerden sonra CHF mebusu iken SCF'ye katılan mebuslar şunlardı:
SCF'nin kuruluşunda görev alan ya da CHF'den ayrılarak bu fırkaya katılan mebusların ilk bakışta göze çarpan iki özellikleri bulunuyor: Öncelikle M. Kemal'in SCF'ye katılmalarını istediği mebuslar onun ya yakın dostu, silah arkadaşı ya da güvenini kazanmış kişilerdi. İkinci olarak ise SCF'ye katılan tüm mebuslar İsmet Paşa yönetimine karşıydılar.
M. Kemal'in muhalefet partisinin “güvenilir” kişilerle oluşmasını sağlamış olması cumhuriyet rejiminin zedelenmesi kaygısından ileri geliyordu. Her şeyden önce, yaşanan olaylar, bir muhalefet partisi kurulurken rejim için böyle bir güvence aranmasını gerektiriyordu.
Gazi Mustafa Kemal'in en yakın ve güvendiği arkadaşlarından kurulan, ortak yapıları itibarıyla iktidardaki İsmet Paşa hükümetine karşı, muhalefeti temsil eden bu parti, örgütünü genişlettikçe, daha başka muhalif unsurları da kapsamaya başlamıştır. Serbest Fırka'nın çatısı altındaki (yığınsal hareketin öğeleri bir yana) grupların şöyle sıralaması mümkündür:
Tüm çabalara karşın kısa süre içerisinde denetimi yitirilen Serbest Fırka, yığınların özlemlerini gidermeye çalıştığı, iktidarı ve hatta rejimi açıkça tehdit eden bir akım halini almıştır. Toplumun demokratikleşme özlemleri ve yoksulluktan kurtulma arzusu, bu partiye karşı duyulan yığınsal eğilimin en önemli açıklayıcı nedenidir.
Serbest Fırka örgütü gelecekteki demokratikleşme çabalarında önemli görevler alacak kişiler için bir nevi okul görevi de görmüştür. Örneğin, Adnan Menderes, Ekrem Hayri Üstündağ gibi Demokrat Parti'nin ileri gelenlerinin önemli bir kısmı Serbest Fırka'da bulunmuş kişilerdi.
Kurulduğu ilk andan itibaren, Serbest Cumhuriyet Fırkası halktan yoğun bir ilgi gördü. Yüzlerce mektup partinin kurucusu ve lideri olan Fethi Bey ile muhalefetin sesi olan gazetelere gönderildi. Bazıları yeni partiye iyi niyet dileklerini iletirken, bazı mektup sahipleri henüz yerel teşkilatların kurulmasını beklemeden üyelik başvurusu yapıyorlardı. SCF'nin üye sayısı ilk haftada 10.000'e, ikinci haftanın sonunda 13.000'e ulaşmıştı.
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın toplumsal tabanına ilişkin açıklamalar partinin kuruluşuna ilişkin yapısal yaklaşımlarla uyum içindeydi. Siyasi açıklama tek parti yönetiminden hoşnut olmayan grupları öne çıkarırken; sosyal perspektif, Kemalist reformların kitleler üzerinde yarattığı yabancılaşmayı vurguladı. Özellikle ikinci açıklamaya göre, cumhuriyet ve modernleşme karşıtları partinin tabanını oluşturmaktaydı. Son olarak SCF'nin bulduğu yoğun destek ekonomi merkezli bir yorumla değerlendirildi. Buna göre muhalefet partisi, Büyük Buhran'dan bunalan kitleler ve hükümetin mali ve ekonomik politikalarından rahatsız olan toplumsal gruplar tarafından desteklenmişti.
Siyasi açıklamayı savunanlar, tek parti rejiminin otoriter niteliğine vurgu yapıyorlardı. Bu yoruma göre ülkede siyasi özgürlük olmadığından, işçiler örgütlenemiyor, İslamcı entelektüeller, komünistler ve Halk Fırkası çizgisinde olmayan cumhuriyetçiler siyasi temsil şansı bulamıyorlardı. Aynı zamanda, Ankara'daki CHF merkezi, parti mutemetleri vasıtasıyla hem yerel teşkilatlar üzerindeki kontrolünü koruyor hem de toplum içinde ayrıcalıklı bir konum elde ediyordu. Kamu kurumlarında ve adliyelerde çürümüşlük ve adam kayırma yaygındı. Bu duruma uygun olarak söz konusu siyasi yapı içinde taleplerinin karşılık bulmadığını ayırtına varan kitleler Serbest Cumhuriyet Fırkası etrafında toplanarak yeni partinin kitle tabanını oluşturdular.
İkinci açıklama biçimi olan sosyal perspektifin temelinde cumhuriyete ve devrimlere karşı olan kitleler yer aldı. Bu kurguya göre SCF kadroları reformlara karşı çıkan; medrese, tekke ve zâviyeleri kapanan “gericiler” tarafından doldurulmuştu. Hatta bazılarına göre yeni parti serseriler, işsizler, çulsuzlar tarafından destekleniyordu. Örneğin Ağaoğlu Ahmet, "Son Posta"'da yazdığı bir yazıda bunu şöyle dile getirmektedir: “" |
… ikinci fırka teşekkül eder etmez meydana bir nazariye çıktı. Bu nazariyeye göre, Serbest Fırka teşekkül eder etmez Türk halkı derhal ikiye ayrılmış bulunuyordu. Halk Fırkası tarafına gidenlerin kâffesi yüksek terbiyeli, kanunperver, devlet ve hükümetin ne olduğunu anlayan, sokak gürültülerinden hoşlanmayan, devlet kuvvetlerine itaati benimseyen, rabıtalı, cumhuriyete, cumhuriyetin bütün şartlarına riayet eden, efendi ve centilmen Türklerdir. Serbest Fırka tarafına geçenler ise hep baldırı çıplaklardan, ipsiz sapsız sokak süprüntülerinden, yan kesicilerden veyahut saltanat ve hilâfet arkasında koşan, fesin ve Arap hurufatının avdetini arzu eden, devlet ve milletle hiçbir alâka ve münasebetleri olmayan, talih ve saadetlerini sokak gürültülerinde, meydan iğtişaşlarında arayan, birtakım yeşil bayraklı ve gök sarıklı sergüzeştçi halitadan ibarettir…"”
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı destekleyenlerin sosyal kimliğini gün ışığına çıkarmaya çalışan son açıklama biçimi ise ekonomi merkezliydi. Bu görüşe göre Fethi Bey partiyi destekleyenlerin mürteciler olmadığını, Büyük Buhran ve ekonomik krizden olumsuz etkilenen kitleler olduğunu biliyordu. Bu yüzden parti, tüccar sermayesi ve dış ticaret merkezli burjuvazinin taleplerine yanıt veren liberal programına rağmen fakir halk yığınlarının ve işçilerin büyük desteğini aldı. Aynı zamanda ticari tekellerden bıkmış olan tüccar sınıfının büyük bir kısmı da SCF saflarına katıldı. Bu noktada birçok araştırmacının ulaştığı sonuç partinin çıkarları çelişen sosyal sınıflar tarafından desteklendiği yönünde oldu. Türkiye'deki ekonomik yoklukları, yoksullukla birlikte gelen baskıyı üzerlerinde hisseden yığınlar demokratikleşmeyi kurtuluşlarının ilk koşulu olarak görmüşlerdi.
Serbest Fırka'nın programı iki aşamada tamamlanmıştı: Birinci aşamada on bir maddelik program bizzat Fethi Bey tarafından hazırlandı. Sonra Ağaoğlu Ahmet, Reşit Galip, Nuri ve Tahsin Beyler tarafından gözden geçirilerek M. Kemal'e sunuldu. M. Kemal ise bu programın özüne dokunmayıp, yalnızca birkaç küçük düzeltme yaptı.
Program, çok sınırlı bir süre içinde kaleme alınmış bulunuyordu. Bu nedenle de, programa bu açıdan yöneltilebilecek eleştirileri önlemek için, SCF yetkililerince, bunun yalnızca bir çerçeve olduğunun asıl programın daha sonra hazırlanıp yayınlanacağının açıklanması yoluna gidildi. “Asıl program”ı ise Ağaoğlu Ahmet Bey hazırladı. İlk maddelerinde program ilkelerine de yer veren ve "Fırka Yasası" denen bu metin 27 Ağustos 1930'da yayımlandı.
Programda Anayasa'ya dayanan temel ilkelerin dışında özellikle ekonomik yaklaşımlarda önemli farklılıklar görülmekteydi: Bunların başında özel girişimciliğe verilen ağırlık gelmekteydi. Buna göre devlet ancak özel girişimin yapamadığı işler açısından ekonomiye müdahale edebilecekti. Diğer bir önemli ilke ise yabancı sermayenin teşvik edilmesiydi.
Vergilerin ağırlığı, toplanmasındaki sert yöntemler ve bunların kamuoyunda bıraktığı olumsuz etkiler parti programının halk tarafından en fazla benimsenen yanını meydana getirmiştir. Vergilerin ağırlığına ve tahsil yöntemine yöneltilen bu sert eleştirilere karşılık, parti programında, en azından müterakki bir vergilemeye yönelik tek bir öneriye rastlanmamaktadır.
Kuruluşun hemen ardından SCF önderleri Batı Anadolu turuna çıktılar. Gezi İzmir, Aydın, Manisa, Balıkesir ve o çevrede bulunan birçok gelişmiş kasabayı kapsıyordu.
Halkın Serbest Fırka'ya yönelik coşkusu tüm açıklığı ile Fethi Bey'in İzmir gezisinde ortaya çıktı. Fethi Bey ve arkadaşları 4 Eylül 1930 günü İzmir'e vardıklarında büyük bir coşkuyla karşılandılar. Cumhuriyet gazetesi karşılamayı şu şekilde anlatmaktadır: “"Sandalla gelip vapura atlayanlar Fethi Bey'e sarılıyorlardı. Birçokları ağlıyor… Rıhtımda, üzerine vuku bulan ilk tehacümle Fethi Bey’in ceketi yırtıldı. Bu esnada denize düşenler, ezilenler ve çiğnenenler oldu. Davullar, zurnalar çalıyordu…"”
O gün büyük bir kalabalık Fethi Bey'in kaldığı otelin önünde bekledi. Onun ısrarla yarın, söyleyeceği nutku dinlemek üzere gelmelerini, şimdi ise sükûnetle dağılmalarını söylemesi üzerine kalabalık ağır ağır dağıldı. Ne var ki, İzmir Valisi Kâzım Bey, Fethi Bey'e bir yazı göndererek, güvenliği sağlamakta güçlük çektiğini, bu nedenle de ertesi gün vereceği söylevden vazgeçmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Fethi Bey, Gazi Mustafa Kemal'e bir telgraf çekerek durumu bildirdi. Gazi Mustafa Kemal, bu telgrafı hemen yanıtladı ve yine telgraf ile şunları söyledi:
“"İzmir'de Serbest Fırka Reisi Fethi Bey Hazretlerine (Sureti Başvekile, Dahiliye Vekiline, İzmir Valisine)"
"Anlıyorum ki, sana nutkunu söyletmek istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutkunu söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Asayişin temini için Başvekil, Dahiliye Vekili ve İzmir Valisi lâzım olan tedbirleri almakla mükelleftirler." "GAZİ"”
Bu telgraf üzerine artık Fethi Bey’in önündeki tüm engeller aşılmıştı.
Ertesi günü olaylar daha sabahın erken saatlerinde başladı. Fethi Bey'in kalmakta olduğu İzmir Palas Oteli'nin önü onu görmeye gelenlerle doluydu. Bu sırada, İzmir'de yayımlanan, CHF yanlısı Anadolu gazetesinde Denizli milletvekili Haydar Rüştü Bey'in Serbest Fırka aleyhine çok ağır suçlamalarla dolu bir yazısı çıktı. Bu yazı yüzünden CHF il idare binasının ve Anadolu matbaasının önünde yapılan gösteriler karşısında polisler silahla önlem almaya çalıştılar. Halka ateş açılması sonucu on iki yaşındaki bir çocuk vurularak öldü.
Fethi Bey, İzmir konuşmasını ise 7 Eylül'de elli bin kişiyi aşan bir kalabalık önünde yaptı ve bu olayları izleyen günlerde İzmir ve yöresinde işçilerin çeşitli yasaklamaların var olmasına karşın grevlere gittiği görüldü.
Gezinin diğer duraklarında da SCF heyeti coşkuyla karşılandı. Gezinin ve İzmir olaylarının yurt genelindeki yankısı büyük olmuş ve CHF çok zor duruma düşmüştü.
Fethi Bey'in yurt gezisinden sonra Serbest Fırka, Gazi Mustafa Kemal'in de uygun görmesiyle belediye seçimlerine katıldı. Bu seçim, olaylı bir seçim oldu ve CHF ile SCF arasındaki ilişkileri onarılamayacak biçimde bozdu. Olaylarla ilgili ise taraflı gazeteler farklı şeyler yazıyor; her iki parti de suçu birbirine atıyordu.
Seçim sonuçlarına ilişkin açıklamalara göre, 502 seçim bölgesinden -ikisi kent düzeyinde olmak üzere- 40'ında SCF kazanmıştı. İstanbul'da CHF toplamda 35.942, SCF 12.868; İzmir'de CHF 14.624, SCF 9.950; Bergama'da CHF 250, SCF 1.371; Merzifon'da CHF 496, SCF 557 oy almışlardı. Samsun'da ise CHF'nin 416 oyuna karşılık SCF 3.312 oy kazanmıştı.
SCF yöneticileri bu seçim sonuçlarının gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüler. Onlara göre seçimi SCF kazanmıştı. Sonuçlar baskı ve fesat ile elde edilmişti. Öte yandan Hasan Rıza Soyak'ın hatıratında aktardığına göre M. Kemal'in konuyla ilgili söyledikleri de manidardır:
""(...) Bana "Hangi fırka kazanıyor?" diye sormuş; "Tabii bizim fırka Paşam" cevabını vermiştim. O gülmüş: "Hayır efendim. Hiç de öyle değil. Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler. Bunu bilesin." buyurmuştu.""
Fethi Bey iddia edilen usûlsüzlüklerle ilgili olarak TBMM'nin 6 Kasım 1930 günlü birleşiminde bir önerge de verdi. Ardından 15 Kasım'daki oturumda söz alarak yolsuzluk ve baskı iddialarını sıraladı. Fethi Bey'den sonra söz alan CHF'li vekiller ise Fethi Bey'i ve SCF politikalarını eleştirdikten sonra, asıl SCF'nin seçimlerde yolsuzluk yaptığını iddia ettiler.
Fethi Bey'in çabaları bir sonuç getirmedi; üstelik tartışmalar iki parti arasındaki ilişkilerin iyice gerilmesine neden oldu.
Serbest Fırka'nın kurulmasının üzerinden çok geçmeden Limancı Hamdi (Ahmet Hamdi Başar) Ankara'ya giderek Atatürk'e gerici unsurların destek olduklarını, partiye akın ettiklerini, buna hâkim olamayacağını, bu hareketin Atatürk'ün kendisine de karşı olduğunu anlatarak partinin kapatılmasını talep etti. Ahmet Hamdi Başar'ın anılarında, Atatürk ""Bu vefasızlık neyin nesi?"" diye sorduğunda, Atatürk'e büyük bir nezaket içinde ""Halk dışarıda kaldı."" yanıtını verdiği yazılıdır.
Bu görüş ve İzmir olayları Serbest Fırka'ya karşı CHF liderlerinin, özellikle M. Kemal'in kuşkuya düşmesinin başlangıcı sayılabilir. CHF'nin sindiremediği nokta, M. Kemal'in partinin kurucusu ve önderi olduğu halde, Serbest Fırka tarafından adeta tarafsız bir lider gibi kabul edilmesiydi. Nitekim İzmir olaylarının sonrasına rastlayan 9 Eylül 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi'nin M. Kemal'e hitap eden açık mektubu yayınlandı. Bu mektupta İzmir olayları sırasında CHF binalarına bazı yöneticilere yapılan hücumlara değinilerek, M. Kemal'in kesin tutumunun bilinmesindeki yarardan söz edilmekteydi. M. Kemal'in bu mektuba yazdığı cevap ise aynı gazetenin 10 Eylül tarihli sayısında çıktı. Mektupta şu sözler geçiyordu:
“"…Hakikati Fethi Beyefendi'ye yazdığım mektupta açıkça ifade ettiğimi zannediyorum. Kendilerince hakiki vaziyetin tamamen bilinmekte olduğuna şüphe yoktur. Ancak umumiyetle yanlış zan ve düşünceler ve görüşler olduğu anlaşılıyor."
"Hakikat-i hali bir daha ifade ve tasrih edeyim. Ben Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Umumî Reisiyim. Cumhuriyet Halk Fırkası Anadolu'ya ilk ayak bastığım andan itibaren teşekkül edip benimle çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nden doğmuştur. Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu bağı çözmem için hiçbir sebep ve lüzum yoktur ve olamaz."
"…İşaret olunan hadiseler (…) ve hükümet ricaline ve otoritesine karşı bazı anlayışsız kuvvetler tarafından yapılan çirkin tecavüzlerden çok müteessir olduğumu tahmin etmek güç değildir.(…) Bu gibi saldırıcılar ve teşvikçiler Cumhuriyet kanunlarının takiplerinden tabiî kurtulamazlar."”
Böylece M. Kemal, CHF yanında ağırlığını koyuyordu. Nitekim belediye seçimlerinden sonra Fethi Bey'e “"Ben (partiler arası tarafsızlık konusunda) sözümde duruyorum. Fakat benim üzerimde bir de memleketi emniyet ve huzur içinde tutmak mesuliyeti var. Siz hemen birkaç ay içinde iktidara geçmek için uğraşıyorsunuz. Hiç beklemeğe tahammül göstermiyor |
sunuz. Bugün iktidarda olanları düşürüp yerine geçecek olursanız bu memleketi emniyet ve huzur içinde ayakta tutabilecek misiniz? Bana bir kere bu kanaati vermelisiniz."” dediği söylenmektedir. Bundan sonra Serbest Fırka'nın yapacağı savaşımda karşısına alacağı, İsmet Paşa ve onun yönetimi değil; doğrudan doğruya Gazi Mustafa Kemal olacaktı.
Partinin kapanmasına yol açan son olay, TBMM'de Fethi Bey'in seçimlerde yapılan yolsuzluklara ilişkin önergesinin tartışılmasında ortaya çıktı. Bu tartışmalar üzerine M. Kemal, partiler üstü konumu ile bir milli blok kurulmasına ilişkin önerisinin artık gerçekleşemeyeceğini Fethi Bey'e söyledi. Bu, her şeyin sonu demekti. 16 Kasım 1930 akşamı bir kere daha M. Kemal ile görüşen Fethi Bey, kapatma kararında olduklarını bildirdi ve aynı akşam fırkanın Ankara'da bulunan milletvekilleriyle bir toplantı yaparak verilen kararın yerinde olduğunu saptamıştır. Kararın kesinleşmesinden sonra, ertesi gün Dahiliye Vekaleti'ne verilmek üzere, bir “fesih beyannamesi” hazırlanmıştır:
“"Tebellür eden son vaziyete göre, Fırkamız, Büyük Gazi Hazretlerine karşı, siyasî sahnede mücadele edecek bir mevkie getirilmiştir. Fırkamız doğrudan doğruya Gazi Hazretlerinin teşvik ve tasvipleriyle vücuda gelmiş ve Büyük Reisimizin her iki fırkaya karşı müsavi muavenet ve muamelesine mazhar olacağı teminatı almış idi. Esasen başka türlü siyasi bir teşekküle vücut vermek mesuliyetini almağı hiçbir zaman hatırımıza getirmedik. Halbuki emri vaki şeklinde tahakkuk eden son vaziyet karşısında bizce başarılması muhal olan bu teşebbüse devam etmek beyhude olacağından Fırkamızın feshine ve keyfiyetin bilumum teşkilata ve Dahiliye Vekaletine bildirilmesine karar verilmiştir."
Deterjan
Deterjan, petrol türevlerinden elde edilen, temizleme, arıtma özelliği bulunan, toz, sıvı veya krem durumunda olabilen kimyasal madde, arıtıcı. Deterjanın, kelime anlamı kir sökücü olup sabun dışındaki temizleyicilerin tümünü kapsar. Yüzey aktif özelliği nedeniyle temizleme işlerinde kullanılan, içinde yardımcı kimyasal maddeler de bulunduran karışımlara deterjan denilmektedir.
İlk deterjan üretimi 1917 yılında yapılmıştır. Alman kimyacı Charles Frederick Gunther , naftalini alkilleştirerek elde ettiği maddeyi sülfonlamış ve böylece ilk deterjanın aktif maddesini elde etmiştir. Bunu sonraki yıllarda özellikle Alman kimyacıların araştırmaları takip etmiş ve 1932 yılında Henkel'in Fewa ve Procter and Gamble'ın Dreft markalarıyla piyasaya çıkardığı yağ alkolü sülfatı bazlı deterjanlar ilk deterjanlar olarak tarihe geçmiştir.
Bugün batıda üretilen deterjanların %50-60'ı endüstride ve temizlik amacıyla büyük kuruluşlarda, %25-30'u temizlik amacıyla evlerde ve geri kalanı kozmetik ve kişisel bakım ürünlerinin formülasyonlarında kullanılmaktadır.
Deneme (edebiyat)
Deneme, yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu türde ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve "Essais" ("Denemeler") adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu.
Son biçimine ulaşmamış taslaklar olarak da tanımlanmaktadır.
- Deneme, yazarın belli bir konuda görüşlerini kısa biçimde anlattığı edebiyat türüdür. Denemelerde edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir. Örneğin, İngiliz yazar Charles Lamb 19. yüzyılın başlarında, "Domuz Rostosu Üzerine" adlı bir deneme yazmıştı. Bu denemede ateşle oynamayı seven bir Çinli çocuğun rastlantı sonucu kızarmış domuz etini tadan ilk insan olduğu mizah yollu anlatılıyordu.
İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, deneme yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar.
Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Sir Francis Bacon, Joseph Addison ile İrlandalı en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile Henry David Thoreau’dur. Edgar Allan Poe ve Ozkhanov Chaowh şiir üstüne; James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir.
Montaigne’den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir.
Türk edebiyatına deneme türü, batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat'tan sonra girmiş ve Cumhuriyet'ten sonra gelişmiştir.
Isıl işlem
Isıl işlem (İng: heat treatment) metallerin mekanik özelliklerini (sertlik, mukavemet vb.) geliştirmek amaçlı uygulanan işlemlerin genel adıdır. Metalurjik bir işlem türüdür.
Genel anlamda, metalleri belirli bir sıcaklıkta tavlayarak yapılarını istenilen faza getirmek suretiyle yapılır. Daha sonra metal ani olarak soğutulur ve bu sayede granüller (grain) oda sıcaklığında termodinamik açıdan denge fazı (phase) olmayan bir faza hapsolmuş olur. Bu faz genellikle malzemenin daha üstün mekanik özellikler gösterdiği bir fazdır.
Isıl işlemin teorisi pek bilinmese de sanayi devrinden çok önceleri pratiği biliniyor ve uygulanıyordu. Örnek vermek gerekirse, demircilerin kılıçları sağlamlaştırmak için dövdükten sonra suya batırarak ani soğutması basit bir ısıl işlemdir. Benzer uygulamalar; keskinliğin, sertliğin, aşınmaya karşı direncin gerektiği diğer bazı metal eşyalarda da olmuştur.
Karbonizasyon adı verilen bir teknik ise sanayi devriminden sonra bulunmuş ve günümüzde sıkça kullanılmaktadır. Metallerin yüzey özelliklerini artırmakta kullanılan bir ısıl işlem tekniğidir. Bu teknikte, metal karbon açısından zengin bir ortamda karbon elementlerinin metalin yüzeyinden difüzyon yardımıyla geçebileceği bir sıcaklıkta tutulur (bekletilir). İşlem süresi istenilen efektif sertlik derinliğine göre değişir. Difüzyon işleminin doğası gereği yüzeyden derine doğru karbon konsantrasyonu parabolik olarak azalır. Burada, efektif sertlik derinliği arzu edilen minimum sertlik değerinin sağlandığı yüzey derinliğidir.
Karbon açısından zengin bir ısıtma ortamı sağlamak için atmosfer kontrollü fırınlarda ortama karbon zengini gazlar verilir, daha eski bir teknoloji ise metali karbon içeren ergimiş haldeki sanayi tuzlarının içinde sertleştirmektir.
Malzemenin sertliğinin artması ile aşınma dayanımı da artar ama aynı zamanda malzeme daha kırılgan olur ve dayanıklılığı azalır. Yani ısıl işlem bazı mekanik özellikleri iyileştirirken bazılarını da kötüleştirir. Bu anlamda kullanım alanı için en uygun noktayı bulmak esastır. Isıl işlem sırasında; sıcaklık, zaman ve atmosferin eş zamanlı kontrolü ile en uygun şartların oluşması sağlanarak istenilen nitelikteki malzeme üretilir.
A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi
A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi orijinal adıyla The A to Z Encyclopedia of Serial Killers, David Everitt ve Harold Schechter tarafından hazırlanmıştır.
Seri cinayet daima insanların merakını cezbetmiştir. İşledikleri korkunç suçlar ve esin kaynağı oldukları kitaplar ve filmlerle seri katiller, sık sık medyada ilgi odağı olmuşlardır. Ancak pek çoğumuzun bildikleri yalnızca bu kitaplara ve filmlere konu olan, çoğunlukla hayal ürünü kahramanlardır. Seri katiller üzerinde önde gelen bir uzman olan Harold Schechter ile David Everitt'in birlikte hazırladıkları bu çalışmayla ilk defa konunun tüm boyutları hakkında bilgi sahibi olabilecek, okuyanın kanını donduran gerçek suç hikâyeleriyle tanışacak, bir insanı seri cinayete, yamyamlığa, hatta vampirliğe kadar götürebilecek sebepleri öğreneceksiniz...
Merkez komitesi
Merkez komitesi, sol siyasal örgütlerin yönetim organıdır.
Örgütlerin en yüksek karar organı olan kongrelerin yapılmasının ardından seçilen merkez komite, iki kongre arasında örgütün en yetkili ve yüksek karar ve yürütme organı olarak faaliyet gösterir.
Leninist örgütlenme modelinde merkez komite, partinin kollarından (kadın, gençlik, işçi, sendika, askeri, siyasi, vb.) sorumlu birer üyenin de katılımıyla parti sekreteri önderliğinde toplanır.
Pınararası, Milas
Pınararası, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Pınararası mahallesi Muğla'nın Milas ilçesine bağlı ve 1992 yılında teşkil edilmiş bir mahalledir. Daha önce Çiftlikköy mahallesi'nün bir mahallesi konumundaydı. Yaklaşık 200 nüfusa ve 60 haneye sahip bir mahalledir. Manzarası genelde orman görünümlüdür. Milas'a 25 dakika, Bodrum'a 1 saat mesafededir.
Mahallenin adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.
Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Muğla iline 99 km, Milas ilçesine 30 km uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede, ilköğretim okulu yoktur fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi 1998 yılında Fesleğen Çiftlik,pınararası,içme suyu projesi ile başlayarak TUĞLU İNŞAAT TİC.LTD. ŞTİ tarafından yapılmıştır... Ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Parti sekreteri
Parti sekreteri, Marksist-Leninist modele göre örgütlenmiş siyasi partilerde en yüksek makam.
Siyasi partinin hücre adı verilen ör |
gütlere dayandığı leninist parti modelinde her hücrenin üst makamlar ile irtibatı sağlayan bir sekreteri bulunmaktadır. Hücrelerin bir araya gelmesi ile oluşan komiteler'in komite sekreteri, komitelerin temsilcilerinden oluşan kongrelerin yürütme kurulu olarak parti merkez komitesinin'de bir adet sekreteri vardır. Partinin en yüksek makamına denk gelen sekreterlik parti siyasasını belirlemek ve uygulamak, partiyi temsil etmek anlamına gelmektedir.
Leninist parti modelinin en belirgin şekilde uygulandığı Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nde bu makamı kullanan ilk siyasetçi sanılanın aksine Lenin değil Stalin'dir.
Stalin'in ölümünden sonra parti bir süre üçlü bir liderlik tarafından idare edilmiş, ardından Nikita Kruşçev'in parti birinci sekreterliğine getirilmesi ile unvan yeniden kullanılmaya başlanmıştır.
Bellini
Bellini soyadını taşıyan birden fazla kişi mevcuttur:
Yeşil Ordu Cemiyeti
Yeşil Ordu Cemiyeti, 1920 yılında Anadolu'da kurulmuş siyasi-askeri örgüt.
Gizli bir dernek olmakla birlikte halk arasında yayılan söylentiler dolayısıyla oldukça ünlüdür.
İttihat ve Terakki'nin pan-İslamizm (yayılmacı İslamcılık) kisvesi altında ya da onun yanı sıra I. Dünya Savaşı'nın başından beri gütmeye çalıştığı Turanist (yayılmacı Türkçülük) politikası için kurulduğu söylentileri dışında İslamiyetin kutsal rengi olan yeşili kullanması ve Sovyet devriminden sonra, eski Çarlık Rusya'sının çeşitli Müslüman uluslarındaki Bolşeviklerce simge olarak kullanılması İslamcılığına yorulmuştur.
Yeşil Ordu Cemiyeti gerçekte 1920 Mayıs ayında ortaya çıkmıştır. O sıralar, İstanbul'un tutucu çevreleri Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni bolşeviklikle suçlayarak "kâfir" saydırmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, Anadolu'da halk kitleleri ve özellikle askerler önünde temize çıkmak ve bolşevikliğin İslamlığın uygulamasından başka bir şey olmadığını söyleyerek, Sovyetlerle yapılması zorunlu işbirliğine elverişli bir ortam hazırlanması amacıyla, kurulmuştur. Bu cemiyetin genel merkez üyeleri: Şeyh Servet (Akdağ), Dr. Adnan (Adıvar), Hakkı Behiç Bayiç, Yunus Nadi gibi Kemalistlerdir. Yeşil Ordu Nizamnamesi İslami-Komünist renkteydi. Yeşil Ordu'nun asıl gücü Çerkes Ethem'in eline geçince Mustafa Kemal bu örgütü dağıtmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. Çerkes Ethem çevresindekilere kimi zaman komünizmin tek kurtuluş olduğunu söylüyor ve 1920 Ağustosu sonlarına doğru Eskişehir'de Arif Oruç tarafından kurulan Seyyare Yeni Dünya adlı günlük bir İslam-Bolşevik Gazetesi çıkarıyordu. Bu gazetenin logosunda "Dünyanın Fukara-i Kesibesi Birleşiniz" sözü Sovyet Müslümanlarından esinleniyordu.
Illapu
Illapu, Şili'li bir And halk müzik grubu. 1971 Şili'nin kuzeyindeki Antofagasta şehrinde kurulmuştur. Kurucuları Jose Miguel, Jaime, Andres ve Roberto Marquez Bugueno kardeşlerdir.
Şili diktatörü Pinochet rejimi sırasında 1981 yılında azül olarak Fransa'ya yerleşmişler bu ülkede 1986 yılına kadar kalmışlardır. 1986 yılında Mexico City'ye yerleşen grup,ülkelerine döndükleri 1988 yılına kadar bu ülkede kalmışlardır.
Denizaltı alıcıları
Denizaltılar, hem su altında aletli seyir gerçekleştirdiğinden, hem de gizliliği önemli olduğundan seyrüsefer sistemleri gelişmiş araçlar olmak zorundadırlar. Denizaltının seyrüseferini ve dost/düşman diğer araçları görmesini ve tanımasını sağlayan araçlara denizaltı alıcıları denir.
Klasik denizaltının en büyük özelliği gizliliktir. Nükleer denizaltılar gibi enerjisi bol olmadığından ve torpido tehdidi karşısında süratlenip kaçamadığı için, gizliliğine azami dikkat gösterir. Bu yüzden aktif alıcılarını, tespit edilme şartlarını iyi değerlendirerek kullanır. Nükleer denizaltı ise sürat ve derinlik avantajına sahip olduğundan, aktif alıcılarından aktif sonarını daha rahat kullanır.
Denizaltı, coğrafi konumunu veya hedeflerin pozisyonunu tespit için kullanılır. Belli bir bölgeye dar bir açıda, çok kısa süre için elektromanyetik intişar yapar ve keser. Çevreden yansıysan dalgalar radar tarafından değerlendirilir ve böylece keşif yapılmış olur. Nadiren olmakla birlikte hedefe torpido atışından önce hedefin rota-sürat-mesafe parametrelerinin tayininde kullanılır.
Radar, bir vericinin atmalar (SUPLE) halinde yaydığı radyo dalgalarının yolları üzerindeki cisimlerden yansıyarak geri dönmesi ve bir alıcı tarafından yakalanması ilkesi temelinde çalışır. Alıcı geri dönen yankıdan hedefin yönünü ve mesafesini, iki yankı arasında geçen zamandan da hızını belirleyebilir. Hedef doğrudan radara geliyorsa ya da uzaklaşıyorsa Doppler etkisi sayesinde gene hız belirlenebilir. Radar atmaları düz bir hatta gittiğinden ufkun (Dünyanın eğiminin) ötesindeki hedefleri belirleyemezler. Bu nedenle savaş uçakları çok alçaktan uçarak radar sinyakllerinden kurtulabilirler. Ayrıca "hayalet" (stealth) uçakların tasarımında, radar sinyallerinin kolayca yansıyacağı dik yüzeylerden (ör: gövdeye dik kuyruk vb) kaçınarak ya da elektromanyetik sinyalleri emici özelliğwe sahip bileşik malzemeler ve boyalar kullanarak bunlara belli bir görünmezlik sağlamak mümkün.
Radarla aynı esasa göre çalışan sonarlar, elektromanyetik dalga yerine ses dalgası gönderir. Gönderilen "Ping"'in frekansı arttıkça hedefe çarpıp dönme mesafesi kısalır. Bu frekansın "Kesinliği" fazladır ve cihazları az yer kaplar. Marmara denizi gibi kesafet çeşitliliği nedeniyle tabakası fazla denizlerde yüksek frekansın etkinliği iyice azalır. Alçak frekans uzak mesafelere gidebilir fakat bu frekansın seçiciliği azdır ve cihazları çok yer kaplar. Klasik denizaltı için dikkatle kullanılması gereken cihazdır. Denizaltı Harekatı bölümünde incelenen "Ortam Şartlarına" bağlı olarak "Çok uzak mesafeler"'den duyulabilir.
Kendisi herhangi bir işlemde bulunmadan sadece dinleme/gözlem halindeki alıcılardır.
1854 yılında Fransız Marie Dawey, aynalarla ilk periskobu yapmış 1872’de prizmaları kullanmıştır. Amerikalı Thomas H. Doughty’nin iç savaş esnasında Red River’da harekat yapan Monitör Osage’ın taretine bir boru içine koyduğu aynalarla nehir setleri üstünden konfederasyon birliklerine atışlar yapması periskop fikrinin kabaca ilk kullanımını teşkil eder.
1902'de; Protector dizaynında dışarıyı görmek için, merceklerle yaptığı “Omniscope ya da Skalomniscope” adını verdiği buluşu ile Simon Lake ve Periskobu geliştirip Hollanda yapımı İngiliz denizaltılarına uygulayan Dublinli bir teleskop imalatçısı: Sir Howard Grubb (1844-1931) periskopun gelişiminde önemli rol oynayan iki kişidir. Günümüz denizaltılarında prizmadan ve merceklerden oluşan ABD SSN denizaltılarında kullanılan Kollmorgen T18 gibi periskoplara radar, lazer mesafe ölçer, tv kamerası, fotoğraf makinası, ESM anteni, UHF anteni, gece görüş sistemi, kızılötesi alıcı ve ışıkla haberleşme (Mors) için lamba ilave edilebilmektedir. Virginia sınıfı denizaltılarda köklü bir değişiklik ile periskop konmayıp yerine “Photonics mast” denilen ve mukavim tekne dışında sürülebilen iki direkte yüksek çözünürlüklü kameralar, kızılötesi, low-level light görüntüleyici, lazer mesafe ölçer ve elektromanyetik dalga tespit -ESM- sensörü ile donatılmış bir “Şapka” mevcuttur. Veriler, fiberoptik kablolarla iletilmektedir.
Su altındaki her türlü sesi dinlemeye imkân veren cihazdır. Tekne dışındaki Hydrophone denilen algıçlarına gelen ses titreşimlerinin, düşük voltajlarda elektrik enerjisine dönüşmesi esasına göre çalışır. Yakın tarihe kadar operatörlerin kulak hassasiyeti ve tecrübesi ile etkili bir şekilde kullanılabilen bu cihaz; frekans bandının genişletilmesi ve kütüphanesine, su altında duyulabilecek sesleri tanıma için karşılaştırma yapabileceği örnekler kaydedilmesi sayesinde, operatöre net analiz sonuçları vermekte ve tespitinde yardımcı olmaktadır.
Hava, kara veya denizden yapılan her türlü elektromanyetik intişarı (Radar veya telsiz yayınını) tespit eder ve ekranında yönünü görüntüler. Eğer gelen elektromanyetik dalgayı analiz edebilme imkânı varsa; hafızasına kaydedilmiş bilgilerle karşılaştırarak, gemi ismine kadar tanımlayabilir.A
Bu cihaz için de yukardaki tanımlamalar kullanılabilir. Ayrı bir cihaz olduğu gibi, gelişmiş sonarların imkânlarından biri de olabilir.
Bir kaynaktan yayılan ve sudaki hızı bilinen sesin; denizaltı boyunca, eşit aralıklarla konan 3 hydrophona ve her birine, belli açılar içinde ve farklı zamanlarda ulaşması ile oluşan üçgenin analizini yapar.
Hollywood
Hollywood (), Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Los Angeles kentinin bir bölgesidir. Kent merkezinin kuzeybatısında yer alır. Sinema stüdyolarının ve film yıldızlarının oturduğu evlerin bu bölgede yoğunlaşmasından dolayı Amerikan sinema endüstrisiyle özdeşleşmiştir.
ABD'de yapılan ilk filmler New York kenti civarında çekilmişti. 1900 yıllarına doğru Kaliforniya'da ilk filmler yapılmaya başlandı. Kaliforniya'nın tercih nedeni daha güzel bir havaya ve açık alanlara sahip olmasıydı. Ayrıca bir diğer nedeni de ünlü buluşçu Thomas Edison'a sinema konusundaki patentlerinden dolayı ödeme yapmaktan kaçınmaktı. Thomas Edison sinema dalındaki birçok patent haklarını elinde bulunduruyordu. New York bölgesinde Edison'un avukatlarına ödeme yapmamak mümkün değildi. Kaliforniya'da Edison'un avukatlarının etkisi azdı ve gerekirse Hollywood'un Meksika sınırına yakınlığından dolayı polisten kaçarak Meksika'da saklanmak mümkündü.
Üre
Üre (Latince "Urea Pura"), organik bir bileşik. Formülü HN-CO-NH'dir. Karbonik asidin diamidi olan üre aynı zamanda karbamik asidin de amidi olduğundan karbamid adı ile de bilinir.
Ürenin ilk defa 1773 yılında keşfedildiği bilinir. Ancak şüpheden uzak kesin sentezi 1828'de Wöhler tarafından başarılmıştır. Keşfinden bu yana 50'den fazla tepkimede üre bir ürün olarak elde edilmiştir.
Amonyum karbonatın 150-200 °C'ye kadar ısıtılmasından üre elde edilir ki bu teknik bir metoddur. Wöhler sentezi olarak bilinen reaksiyonda ise; önce KCN ile PbO karışımı ısıtılarak KCNO elde edilir. KCNO nun amonyum sülfat ile muamelesi sonucu hazırlanan amonyum siyanatın kızdırılmasıyla da üre elde edilir. Üre 132 °C'de eriyen rombi |
k prizmalar veya iğne şeklinde renksiz kristaller verir. Su ve alkolde iyi çözünür. Kloroform, eter veya etil asetatta çözünmez. 132 °C'nin üstünde amonyak, siyanür asidi gibi ürünler vererek bozunur. Nitrik asit, sodyum hipoklorit veya sodyum hipobromit gibi bileşiklerin etkisiyle azot, su ve karbondiokside ayrışır. Seyreltik asit veya alkalilerle ısıtıldığında amonyak ve karbondioksite bozunur.
En çok gübre ve hayvan yemi olarak kullanılan üreden ilaç ve plastik yapımında da faydalanılır. Üre asit ve tuzlarla bir takım katılma bileşikleri, bazı asitlerle de kondensasyon ürünleri veya üreidleri verir. Naftalinin türevleriyle verdiği bileşikleri terapide kullanılır. Boya üretiminde de kullanılan üre aynı zamanda bitkiler için bir besin kaynağıdır. Nitrik asitle gübre ve patlayıcı madde olarak kullanılan üre nitrat adı verilen bir tuz oluşturur.
Üre, fizyolojik önemi bulunan bir bileşiktir. Memelilerin vücudunda protein maddelerinin yakılması sonucu meydana gelen amonyak, karaciğerde karbondioksitle üreye dönüşür. Kana geçen üre, idrarla dışarıya atılır. Üre ayrıca az miktarda ter, süt ve gözyaşında da bulunur. Yetişkin bir insan günde 25-30 gram üreyi idrarla atar. İnsan kanındaki üre miktarı normalde % 50 mg civarındadır. % 50 mg'ın üstü anormaldir. Fakat vücut yaşlandıkça, böbreklerin üreyi vücuttan atma kabiliyeti de her geçen yıl bir parça daha azalacaktır. 40 yaşından itibaren, her yıl böbreklerin süzme kabiliyeti % 1 oranında azalmaktadır. Bu yüzden 75-80 yaşındaki bir kişide kandaki üre miktarının % 65–75 mg bulunmasını normal olarak kabul etmek gerekir. Kandaki üre miktarının beklenen normal değerin üzerinde olması haline üremi adı verilir.
Mankurt
Mankurt - Türk, Altay ve Kırgız efsanelerinde bahsedilen bilinçsiz köle. Mankurt haline getirilmek istenen kişinin başı kazınır, başına ıslak deve derisi sarılır ve böylece elleri kolları bağlı olarak Güneş altında bırakılır. Deve derisi kurudukça gerilir. Gerilen deri başı mengene gibi sıkar ve inanılmaz acılar vererek aklını yitirmesine neden olur. Böyle bir kişi bilinçsiz ve her istenen şeyi sorgusuzca yapan bir köleye dönüşür.
Cengiz Aytmatov'un 1980 yılında yazdığı "Gün Olur Asra Bedel" adlı eserinde, Orkun Uçar'ın ise "Metal Fırtına 2 / Kayıp Naaş" adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdikleri bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş bir zavallı insan tipidir.
Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" adlı eseri pek çok Batı ve Türk diline çevrilip yaygınlaşırken "mankurt" kavramı da kabul görerek literatüre girmiş ve “mankurt” ve “mankurtlaştırma” temaları yaygınlaşmıştır. Fransa'da V. Lackhine tarafından "yılın kitabı" olarak gösterilen Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" eserinden yapılan iktibasla "Mankurtizm" "sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma" temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Çağdaş Sovyet Kazak şairlerinden Muhtar Şahanov "Yenilen Galip ya da Cengiz Hanın Halası" konulu Otrar manzumesi’nin doğuşunu anlatırken şunları söylemektedir: "Eserimizde kültür tarihimize derin kökler salmanın bizler için pek önemli olduğunu anlatmak istiyordum. Her insanın doğduğu yere sıkı sıkıya bağlı olması gerekir. Bunsuz büyük çaplı yazar olmaz. Köksüz insanlar ortaya çıkınca "mankurtizm" hali olur."
Eski Türk, Kazak ve Kırgız destanlarından edinilen bilgi ve Orta Asya mitlerine göre "Mankurt" dönemin Orta Asya halkları arasında çok yaygın bir İşkence ve zihin kontrol yöntemiydi.
Bir insanı mankurt yapmak istediklerinde:
Böylece sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve kafaya iyice yapışır. Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlarda yeniden uzamaya başlar. Fakat deri kafaya o kadar yapışır ki zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez. Bu nedenle saçlar uzamaya vücudun dışı yönünde değil de kafanın içine doğru uzamaya başlar. Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip beyne doğru ilerlemesiyle mankurt büyük acılar çeker. Bu acılara dayanamayan mankurt bir müddet sonra kuklaya döner. Hafızasını yitirir, anne-babasını dahi tanımaz. Aklını çalıştırıp düşünemez hale gelir. Bu nedenle sahibi ne söylerse ona itaat eder.
Günümüzde modern işkence ve zihin kontrol yöntemlerinin kullanılması nedeniyle Mankurt tekniği geçmişte kalmıştır.
(Bun/Ban/Man) kökünden türemiştir. Bun sözcüğü akıl yoksunluğunu ifade eder. Moğolca Munu/Mung (Türkçe Bunu/Bung) fiilleri aklını yitirmeyi, Munah (Türkçe Bunak) sözcükleri yaşlılık nedeniyle aklını yitirmiş olan kişileri anlatır. Eski Altaycada Manu, Tunguz ve Mançu dillerinde Mana sözcüğü akıl yitimini ve kullanılmaz hale gelmeyi belirtir. Sözcük Türkçedeki Mankafa tabiri ile aynı kökten gelir ve benzer manalar içerir.
Kloroform
Kloroform, anestezik (uyuşturucu) etkisi olan bir kimyevi madde. Kimyasal formülü CHCl olup, triklormetan da denir. Ağır, renksiz bir sıvı olup 61 °C'de kaynar. Yoğunluğu 1,48 g/cm³'tür. Kolay buharlaşır. Yağları çözer. Kimyasal işlemlerde çok kullanılır.
1831 yılında Justus Liebig tarafından keşfedilmiş ve ilk defa 1848 yılında İngiltere'de James Simpson tarafından anestetik olarak kullanılmıştır. Renksiz, tatlı kokulu bir sıvıdır ve yanıcı değildir. Anestetik etkisi dietil eterden 5 defa kuvvetlidir, ancak toksik etkisi de yüksektir. Alev mevcudiyetinde toksik bir gaz olan fosgene dönüşür. Uyuşturucu etkisi yüksek olduğundan düşük konsantrasyonlarda kullanılır. Öldürücü dozu ile uyuşturucu dozu arasında büyük bir fark yoktur. Keza kloroformun, kan basıncını düşürmek, kalp ritmini bozmak, deri ve mukozaya zarar vermek gibi etkileri vardır. Uzun süre kloroform kullanmak komaya hatta ölüme de neden olabilir. Özellikle kalp ve karaciğer üzerinde zararlı yan etkileri vardır. Bu nedenle insanlarda anestetik olarak nadiren kullanılmaktadır.
Kloroform çeşitli yöntemlerle sentez edilebilir, teknikte Liebig tarafından bulunan yöntem tercih edilir. Bu yöntem, etil alkol veya asetonun, kireç kaymağı veya sodyum hipoklorid ile oksidasyonu ve klorlandırılmasına dayanır. Kloroform teknikte metanın klorlandırılması ile de elde edilmektedir.
Anestetik olarak kullanılacak kloroform gümüş nitrat ile çökelek vermemeli ve kongo kırmızısının alkoldeki çözeltisinin rengini mavileştirmemelidir. Bu nedenle anestetik kloroform özel olarak hazırlanır ve koyu renkli şişelerde saklanır. Kloroform ışık etkisi ile havada yavaş yavaş oksidasyona uğrar, oksidasyonu önlemek için %0.5-1 alkol ilave edilir.
Malta sürgünleri
Malta sürgünleri, İstanbul'un işgali sonrasında, 1919-1920 yıllarında işgal kuvvetlerince tutuklanarak bir İngiliz sömürgesi olan Malta'ya sürülen (veya gıyabında tutuklama kararı çıkarılarak sürgüne gönderilecekleri bildirilen) 145 Türk devlet adamı, asker, idareci ve aydın için kullanılan terimdir..
Tutuklama ve sürgünler, Mart 1919'da, Irak cephesinden çekilişi yürütmüş Ali İhsan Sabis Paşa ile başlamış ve Ekim 1920'ye kadar sürmüştür. Seçilen isimler, işgale karşı direnişi organize edilebilecek kadronun ve liderlik potansiyeli gösterebilecek olanların devreden çıkarılmak istendiğini akla getirmektedir. Ermeni Tehciri ile ilgili konular sürgün cezalarına sonradan monte edilmiştir. Ancak ellerinde rehin misali tuttukları sürgünlerin varlığı, bunlara karşı isnatların dayanaklarının zayıflığı zamanla İngilizlerin siyaseten aleyhine işlemeye başlamış, Mustafa Kemal de konuyu bir koz olarak kullanmaktan geri kalmamıştır. Sürgünlerin sonuncuları 1922 yılı içinde serbest bırakılmışlardır.
Mankurtizm
Mankurtizm insanları sosyokültürel kimliklerinden soyutlayarak "mankurt" haline getirerek kendi çıkarları için kullanma şeklinde tanımlanabilecek bir sömürgeleştirme ideolojisidir. Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" adlı romanında işlediği Kırgız destanı ile sosyal psikoloji literatüründe popüler hale gelmiştir.
Bülbül
Bülbül ("Luscinia megarhynchos"), sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından sesinin güzelliği ve gece ötüşüyle ün kazanmış olan ötücü bir kuş türü. Eski edebiyatımızda andelib ve hezar da denirdi.
15–17 cm (genellikle 16,5) uzunluğunda, 18-23 gr (genellikle 21 gr) ağırlığındaki bülbül, kızılkuyruğun dişisini andırır ama bacakları ve kuyruğunun ortası koyu renk değildir. Üst tüyleri kuyruk sokumunda ve sırtta kızıla çalan düz, sıcak bir kahverengidir; alt tüyleri uçuk nohudî kır olur, boğazı daha soluk renktedir. Erişkinlerde, gövdenin kırıyla kaynaşan uçuk devetüyü renginde silik bir göğüslük vardır. Kahverengi başın üstünde iri ve kara gözü, hafif beyazımtırak göz çeperiyle öne çıkar. Kaş, açık kır rengindedir. Orta Asya'da yaşayan "L. megarhynchos hafizi" alt türünün kaş şeridi daha belirsiz ve soluktur. Dişi ve erkek birbirine benzer, yalnız erişkin erkeğin kanat uzunluğu 90 mm'den fazla, erişkin dişininki 83 mm'den az olur.
Gençlik döneminde bülbüller, genç kızılgerdanları andırırlar, ama farklı olarak kuyrukları kızıla çalar. Bu dönemde kafa ve kanatlar daha koyu ve soluk bir kahverengi üzerine daha açık, nohudî kahve beneklidir; gerdan kirli çopur olur. Kısmî gençlik ertesi karınsasına Eylül başında girerler; küçük ve ortanca örtü telekleri, bazen de büyük örtüler ve en küçük uçma teleği yenilenir.
İlk kışındaki bülbüllerin göz çeperi yetişkinlerinkinden silik olur; güzün karınsaya yeni girmiş olanlar, gençlikteki küçük ve ortanca örtü teleklerini muhafaza ederler, o yüzden bu teleklerde silik benekler vardır. İlk baharda karınsa tamamlandığında bu benekler silinir; fakat karınsa tamamlanmamışsa bile, baharda bu telekler kullanıla kullanıla yıpranıp düz bir renk almış olabilir. Örtü telekleri kısadır. Üreme ertesi karınsasına yine Eylül başında girerler, karınsa tamamlandığında tüyleri erişkinlerinki gibidir.
Bülbülün görünüşü, yakın akrabası ardıç bülbülüne çok benzediği için, alan çalışması sırasında ayırt ed |
ilmesi bazen imkânsızdır. Ardıç bülbülünün tüyleri genellikle silik boz-kahverengidir, yalnız bazı ardıç bülbüllerinin donu, aynı bülbülünkü gibi sıcak, tarçınî bir kahverengi olabilir. O zaman uçma teleklerine bakılır: Bülbülde, kanat kapalıyken genellikle yedi esas uçma teleği gözükür; birinci esas örtü teleği uzundur. Ardıç bülbülünde kanat kapalıyken genellikle sekiz uçma teleği gözükür; birinci esas örtü teleği kısadır. Ayrıca yakından bakıldığında, bülbülün kuyruk telekleri, kızıla daha yakın bir pas rengidir; kuyruk altı lekesiz, sade ve pas rengine çalan devetüyü rengindedir; ardıç bülbülündeki gibi nohudî beyaz ve silik çizgili değildir; boğaz ve gerdanında koyu kırçıllı lekeler bulunmaz ().
Palearktik ve Habeşi biyocoğrafya sahalarında geniş alana yayılmış, göçmen bir kuştur. Yayılım sahalarına dair küresel boyutta bir ölçü verisi olmamakla, yalnız Afrika kıtasında 420.000 km²'lik bir yayılımları olduğu tahmin edilmektedir. Küresel nüfusu oldukça yüksek olup, yalnız Avrupa'da 8,5 milyon ilâ 23 milyon arasında birey olduğu varsayılmaktadır (2008 için hazırlanmakta olan "BirdLife International" raporu). Orta ve Güney Avrupa ile Orta Asya'da da dağılım alanları geniş olup, Britanya Adalarında yerel dağılım alanları vardır. Ardıç bülbülüne nazaran daha ılıman iklimleri seven bülbül, kışı başta Sahra, Mısır, Fildişi Kıyısı, Kenya, Kamerun ve Nijerya olmak üzere Afrika tropiklerinde ve Irak'ın bir bölgesinde geçirir.
Batı nüfuslarını oluşturan "Luscinia megarhynchos megarhynchos" (Brehm, CL, 1831) alt türü, Sahra çölü ve Batı Afrika yağmur ormanlarıyla Uganda arasında geçirir. Avrupa'da üreyen bülbüller, güz başında temmuz-eylül aylarında yola çıkarlar. Doğu nüfuslarını oluşturan "L. m. hafizi" ve "L. m. africana", kışı ekseriyetle Kenya ve Tanzanya'da geçirirler, fakat bu son iki alt türü birbirinden ayırt etmedeki zorluktan dolayı, göç hareketleri ve kışlaklarının kesin sınırlarıyla ilgili, 2008 itibarıyla yeterli veri bulunmamaktadır.
Ilıman ve sıcak iklim bölgelerinde, alçak fundalıkları ve kapalı katları olmayan, genç ağaçlardan oluşan meşcereleri, baltalık ağaç türleri bulanan yaşam alanlarını tercih ederler; özellikle de hem yırtıcılardan saklanmalarına, hem de yem ararken yuvalarını korumalarına elverişli olan fındık dallarında rastlanırlar. Birleşik Krallık'ta, yaşam alanı niteliklerinin değişimi uğraması ve fundalık yoğunluklarını azaltan Çin munçağını ve karacayı orman habitatlarına entegre etme çalışmalarının bu ülkedeki bülbül nüfusunun düşüşüne katkısı olduğu bilinmektedir.
Büyük olasılıkla diğer bölgeler için de gösterge değeri taşıyan, Almanya'nın Ren bölgesinde bülbül için şu aşağıdaki coğrafî parametreler tespit edilmiştir;
Avlarını genellikle yerde ararlar. Küçük böcekler, larvalar, solucan gibi canlı yemleri; sonbaharda da küçük yabani meyveleri tüketirler.
Birçok diğer ötücü kuş gibi bülbül de, bitki ve fidanlara zarar veren böcekleri yiyerek bu bitkilerin gelişmelerine katkıda bulunur. Bilinen tek doğal düşmanı alaca baykuştur ("Strix aluco").
Erkek bülbüllerin ötüş yetenekleri, dişileri cezbetmeye yöneliktir; ötüş repertuvarının genişliğinin bülbüllerde yaşla doğru orantılı olduğu ve yaşlı erkeklerin, gençlerden 53% oranında daha geniş bir sentaktik yelpaze kullandıklarını gösteren etütler sonunda, 180 ilâ 260 arasında farklı ötüş cümlesi kurabilen yaşlı erkeklerin çiftleşme şansının genç erkeklere göre daha yüksek olduğu gözlemlenmiştir. Başarılı çiftleşme sonrası, erkek bülbüller ötüş biçimlerini değiştirerek, dişileri cezbetmek için kullandıkları ıslıklı ötüşlerini azaltır, eşleri kuluçkaya yatana değin gece ötüşünü keserler.
Çiftleşme mevsimi, bülbüller için önemli bir rekabet dönemidir; şakımak için ciddi miktarlarda enerji sarf etmeleri gerektiğinden, ötüşler çoğu zaman erkeğin fizik kondisyonunun göstergesidir ve dişilerin yapacağı eş seçiminde başlıca etmendir. Kösnük ve atılgan ötüşlü erkeklerin çift bulma şansı daha yüksek olur. Bu azılı rekabetin nedeni, erkeklerin 49% kadarının, başarıyla çiftleşecek dişiyi hiçbir zaman bulamayacak olmasıdır. Erkekler, yuva sahanlığını cebren himaye ederler; geçmekte olan diğer kuşlarla dalaşır, bunları hiddetle kovalarlar. Bir erkek, bir mevsimde yalnız tek bir dişiyle çiftleşip onunla kalır.
Bülbüllerde toplu çiftleşme dönemi her yılın mayıs ayı ortalarına denk gelir. Yuva çoğu zaman dişi tarafından fundalıklardan toplanan küçük dallar, kuru yaprak ve otlarla yapılır. Kuluçka 13-14 gün (asgari 12 gün, azami 16 gün; ortalama: 13,75 ± 0.83) sürer. Bir seferinde 4-5 (asgari 2, azami 6; ortalama 4.63 ± 0.73) yumurta bırakan dişinin yumurtaları 21 mm'ye 16 mm ebatlarında, yüzde altısı kabuk olmak üzere 2,7 gr ağırlığındadır. Cinsel erişkinliğe ilk sene sonunda girerler. Civcivler altrisyaldir; bir kuluçkadan çıkanların ancak 1-2 tanesi ergenliğe ulaşır.
Bülbüller 1 ila 5 yaşına kadar yaşarlar (ortalama 3,80). Kayıtlara geçen en yaşlı bülbül bir kaynağa göre 8 yıl 4 aylık; diğerine göre 10 yıl 11 aylıktır.
Çiftleşme mevsimi dışında münzevidirler; kışın, Afrika tropiklerine göç ederler. Mıntıkalarına bağlıdırlar, fakat aralarında topluluk hiyerarşisi bulunmaz. Çiftleşme döneminde erkekler, dişileri cezbetmek için rakipleriyle ötme müsabakaları yaptıkları zamanlar, mıntıkalarını hiddetle savunurlar. Bülbül ötüşleri, iki gruba ayrılabilir: ıslıklı ve ıslıksız. Islıklı ötüş, mıntıka müdafaası ve eş cezbetmede kullanılır ve kolay ayırt edilir. Islıklı ötüş, erkek başarılı bir çiftleşme gerçekleştirdiği zaman diner. Dişiyi cezbetmeye çalışan erkek bülbül, gecenin 50%'lik kısmında ötmeye devam eder. Erkekler, öterken kilo kaybederler. Gece ötmelerinin birçok metabolik ardılı vardır; gündüzleri, daha büyük bir bedensel besin rezervi toplamak için yem arıyarak geçirmek zorunda kalır; bu esnada öterek dişilere kur yapmayı keser ve yırtıcı hayvanlar tarafından görünme risklerini artırırlar.
Yoğun fundalıklarda gizlenen küçük kuşlar oldukları için, davranışlarının geri kalanı hakkında yeterince veri bulunmamaktadır; genellikle gözlemlendiklerinden daha sık işitilirler. Göç etmedikleri zamanlarda, ancak kısa, çoğu zaman bir daldan diğerine geçecek kadar mesafeler katederler.
Temas kurarken, sert ve kısa "tik" sesi çıkarırlar. Tan ve günbatımında, endişeli, zemberekli saati kurma sesine benzeyen "tik-ik-ik-ik..." biçimde ötüşleri vardır. Teyakkuz hâlinde, çok keskin ve tiz, yerini belirlemesi güç bir "tsiiip" sesi çıkarırlar. Gece göçü esnasında cılız ve boğuk bir "tsi" sesiyle haberleşirler. Şakımaları tiz, uzayıp titreşen seslerle başlayarak peslere inerken ivme kazanır. Hiçbir hece bir diğerine benzemez.
Mehmet Özgül (çevirmen)
Mehmet Özgül, çok sayıda klasik Rus edebiyat eserini Türkçeye çevirmiş bir yazar ve çevirmendir.
Mehmet Özgül 1936 yılında Nevşehir, Avanos’ta doğmuştur. Lise eğitimini Kuleli Askeri Lisesi’nde aldıktan sonra, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı bölümünden 1959 yılında mezun olmuştur. Sonraki yıllarda Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi almıştır. Yüksek lisansını 1969 yılında Amerika Georgetown Üniversitesi'nde uygulamalı dil bilimi dalında yapmıştır.
1963-67 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı’nda Rusça çevirmen olarak çalışmıştır. Kariyerinde belirli dönemlerde Rusça ve İngilizce öğretmenliği yapmıştır. 1979 yılında askeriyeden albay olarak emekli olmuştur. İlk olarak 1960 yılında Varlık Yayınları için Çehov çevirisi yapmıştır. Emekli olduktan sonra bu alanda yoğunlaşmıştır. 1998 yılında Çehov’un bütün öykülerinin, 2006'da bütün oyunlarının Türkçeye çevirisini tamamlamıştır.
Özgül'e, 1981 yılında, Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından Hasan Ali Ediz Çeviri Ödülü verilmiştir. Ödül Türkiye'nin tek çeviri bilimi ödülü olmakla birlikte sadece iki kişiye verilmiştir. 1984 ve 1987 yıllarında Rus Yazarlar Birliği'nin davetlisi olarak Uluslararası Çevirmenler Konferansına katılmıştır. Ayrıca Mehmet Özgül Çevbir Haysiyet Kurulu’na başkanlık yapmaktadır.
Mehmet Özgül, Çehov, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol gibi klasik Rus edebiyatı çevirileri yanı sıra, İlya Ehrenburg, Konstantin Simonov, Yevgeni Yevtuşenko, Cengiz Aytmatov, Fazıl İskender, İlya İlf, Yuri Buyda, Yevgeni Petrof veLyudmilla Ulitskaya gibi çağdaş Sovyet dönemi ve Rus yazarlarından yaptığı elliye yakın çevirilerle tanınmaktadır. Usta çevirmen Özgül, ayrıca yazar olarak bir de kitap çıkarmıştır.
Klorofil
Klorofil (Yunanca χλωρός chlorós : yeşil ve φύλλον phýllon : yaprak), çeşitli dalga boylarındaki ışıkları emerek bitkide fotosentez (özümleme) olayının meydana gelmesine sebep olan, yeşil renkli bir biyolojik pigment (renk verici madde).
Klorofiller fotosentez olayında, karbondioksidin şekerlere ve diğer bitki maddelerine redüksiyomunda kullanılan ışık enerjisini emmektir (absorblamaktır).
Klorofil molekülü merkezde bulunan bir Mg atomu çevresinde yer alan 4 tane pirol halkasından oluşan bir yapıdır. Bu tetra pirol yapısına Mg porfirin adı verilir. Pirol halkalarından birine yani molekülün 7. C atomuna uzun ve düz zincirli bir alkol olan fitol bağlıdır.
Bitkilerde bulunan klorofil, beş çeşit olup, bunlar a,b,c,d ve f şeklinde adlandırılır. Bunların molekülleri birbirine çok benzer. Damarlı yeşil bitkilerde klorofil a ve b 1/3 oranında bulunur. Diğer klorofiller bu bitkilerde bulunsa bile çok az veya eser miktardadır. Klorofil bitkilerde kloroplast adı verilen organellerin içinde bulunur.
Klorofil a ve b molekülleri arasındaki fark, 2. pirol halkasının 3. karbon atomuna bağlanmış olan gruplardan kaynaklanır. Klorofil a'nın 3. karbonuna metil (CH) grubu bağlanmışken, klorofil b'nin 3. karbonuna aldehit grubu (CHO) bağlanmıştır. Bu farklılığa bağlı olarak bu moleküller çözünürlük ve ışığı absorbe etme yönünden birbirlerinden ayrılırlar. Örneğin klorofil a petrol eterinde, klorofil b ise metil alkolde çözünür. Klorofil a, dalga boyu 662 milimikron, klorofil b ise dalga boyu 654 milimikron olan ışığı absorblarlar. Klorofil a'nın formülü CHONMg olup dört tane pirol halkasına sahipti |
r. Ortada, Mg pirol halkasındaki azotlar ile çekirdek teşkil etmiştir. Pirol halkaları birbirlerine karbon köprüleriyle bağlanmışlardır. Böylece büyük bir halka meydana gelmiştir. Klorofil b'nin molekülünün kapalı formülü CHONMg'dir. Açık formülü klorofil a'dan biraz farklıdır.
Klorofil a, bakteriler hariç bütün yeşil bitkilerde, klorofil b, yüksek bitkilerde ve yeşil yosunlarda bulunur. Klorofil d kırmızı yosunlarda, klorofil c kahverengi yosunlarda, diatomlarda ve öglena gibi bir hücreli kamçılılarda bulunur.
Klorofil pigmentleri, fotosentezde temel görevi üstlenen yeşil renkli pigmentlerdir. 1966'da Allen tarafından 8 tane farklı türü olduğu bulunmuştur. Bunlar:
Bakteriyoklorofil a, bakteriyoklorofil b, bakteriyoviridin fotosentetik bakterilerde bulunur. En bol bulunan klorofil a ve b bakteriler dışındaki tüm ototroflarda bulunur. Klorofil b mavi-yeşil, kahverengi ve kırmızı alglerde bulunmaz. Diğer klorofil tiperi ise klorofil a ile birlikte ve yalnız olarak alglerde bulunabilirler. Klorofil pigmenti C,H,O, N ve Mg elementlerinden oluşur.
Klorofilin meydana gelmesi için ışık şarttır. Bazı fıstık çamı, eğrelti otları gibi bitkiler karanlıkta da yeşilliklerini korurlar.
Kloralhidrat
Kloralhidrat, (CCl-CH(OH)) uyku getiren bir ilaç. Tedavi dozlarında alındığında sekiz saat kadar süren tabii bir uyku sağlar. Fakat ilacın deri ve mukoza zarı üzerinde yan etkisi olduğu için doktor tavsiyesine göre alınmalıdır.
Aşırı dozlarda alınması solunum çöküntüsü, kan basıncı düşüşü ve kalbe zarar meydana getirir. Kloralhidrat, klorala su ilavesiyle elde edilen kristalize bir toz şeklindedir.
"Nakavt damlaları" veya "Mickey Finns" olarak isimlendirilen sıvı kloral ve alkol karışımı, geçici zehirlenmelere sebep olur. Bu ilaç devamlı alındığı takdirde alışkanlık meydana getirir. Devamlı kullananlarda ayrıca ağır gastrit vakalarına rastlanabilir.
Bu madde vücutta alkole dönüşerek etki de göstermektedir.Ölüm taklidi durum oluşturmak için de kullanılabilir. Yuksek doz alındığında solunum yuzeyselleşir, filiform nabız alınır cilt rengi soluklaşır, dışarıdan hiçbir şekilde nabız ve solunum bulguları alamazsınız. Tıpta Kellecy sendromu olarak da bilinir..
Mers-el-Kebir Deniz Muharebesi
Mers-el-Kebir Deniz Muharebesi, II. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz donanmasının, Cezayir'in Mers-el Kebir limanındaki Fransız donanmasına saldırmasıyla başlayan deniz savaşıdır.
22 haziran 1940 da Fransa’nın teslim olmasının hemen ardından Fransa, Almanya ve İtalya arasında imzalanan ateşkes anlaşmasında, Fransız donanmasının Alman ve İtalyanların kontrolüne verileceği ancak hiçbir çatışmada kullanılmayacağı anlaşmaya bağlanmıştı.
Her ne kadar bu antlaşmayla Alman ve İtalyan hükümetleri garanti vermiş oluyorlarsa da, Akdeniz’de Fransız donanmasına ait gemilerin Almanlar ya da İtalyanlar safında çatışmalara girmesi, İngilizler için bir kâbus olacaktır. Bir şekilde Fransız donanmasının özellikle Almanya'nın kontrolünden çıkartılması gerekmektedir.
İngiltere hükümeti, Fransız donanmasının İngiltere limanlarında bulunmakta olan parçalarına 3 temmuz 1940 da el koyuyor. "Katapult Operasyonu"nun ilk adımıdır bu. Aynı gün İngilizler Cezayir’deki Mers-el Kebir deniz üssündeki Fransız donanmasına bir ültimatom verdiler. Dört Dretnot ve 6 destroyerden oluşan bu filonun Almanların eline geçmesine göz yummalarının mümkün olmadığını belirterek, halen müttefikleri olarak gördükleri Fransa’nın bu donanmasının kendileriyle birlikte Alman ve İtalyan güçlerine karşı savaşmasını ya da gemilerin kendilerine teslim edilmesini istiyorlar. Mürettebatın en kısa sürede ülkelerine dönmesi sağlanacaktır.
Mers-el Kebir'deki Fransiz filo komutanı amiral Gensoul, Vichy hükümetinin Donanma Komutanı amiral François Darlan’ın talimatıyla bu ültimatomu reddetmiştir. Reddetmekle birlikte Fransız donanmasına ait gemilerin asla Almanlara teslim edilmeyeceğini bildiriyordu. Gerçekten de Fransızlar 27 kasım 1942 de Almanlar Toulan limanındaki gemilere el koyma girişiminde bulunduğunda iki dretnotlarını batıracaklardır.
3 temmuz 1940 günü saat 16:55 de üç dretnot, bir uçak gemisi, iki kruvazör ve on bir destroyerden oluşan İngiliz donanması, Fransız donanmasına ateş açmışdır. On beş dakika sonunda Fransız dretnotlarından biri infilak etmiştir. İki dretnot ve iki destroyer yara almaları sonucu karaya vuruyor, İngiliz donanmasının ateşinden kurtulabilen bir dretnotla dört destroyer ise bölgeden uzaklaşırlar. 1.300 Fransız denizcisi bu saldırıda hayatını kaybedecektir.
İskenderiye limanındaki Fransız donanması da 3 temmuz 1940 günü aynı ültimatomu almıştır. Bir dretnot ve dört kruvazörden oluşan bu filonun komutanı ültimatomu kabul eder ve gemileri İngilizlere teslim eder.
Watergate skandalı
Watergate skandalı 1972-1974 Amerika Birleşik Devletleri'nin başkentinde gelişen ve Başkan Richard Nixon'ın istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldır. Watergate ABD'nin başkenti Washington, D.C.'de bulunan bir otel ve iş merkezinin adıdır. Skandal bu binada ortaya çıktığı için Watergate skandalı ya da kısaca Watergate adıyla anılır.
17 Haziran 1972 günü 5 hırsız Watergate iş merkezindeki bir büroya girerken polis tarafından yakalanarak tutuklandı. Bu büronun ABD'nin o zamanki ana muhalefet partisi olan Demokratik Parti'nin merkezi olduğu ortaya çıktı. Sürdürülen soruşturma hırsızların Nixon'ın partisi olan Cumhuriyetçi Parti ile bağlantılı olduklarını ve amaçlarının Demokratik Parti'nin telefonlarını gizlice dinlemek üzere mikrofonlar yerleştirmek olduğunu ortaya koydu. Bunun üzerine Başkan Richard Nixon bu hırsızlığın arkasında olan bütün siyasetçilerin ortaya çıkarılması için Adalet Bakanı Elliot Richardson'ı görevlendirdi. Richardson, Archibald Cox isimli bir savcıyı bu göreve atadı. Cox, Beyaz Saray'da başkanın bütün konuşmaların teybe alındığını öğrenerek bu bant kayıtlarının kendisine verilmesini istedi. Richard Nixon bu isteği kesinlikle reddetti ve Cox'un görevden alınmasını emretti. Adalet Bakanı Cox'u görevden almayı reddedince Richard Nixon Richardson'ın işine son verdi.
ABD Yüksek Mahkemesi Richard Nixon'ı bant kayıtlarını savcılara teslim etmeye zorladı. Richard Nixon bant kayıtlarını sonunda teslim etti ama bu sefer Richard Nixon iyice halkın desteğini kaybetmişti ve ABD Kongresinde Richard Nixon'ı görevden almak üzere soruşturmalar başlamıştı. Bu ortamda 8 Ağustos 1974 tarihinde Richard Nixon televizyonda yaptığı bir konuşmayla ertesi gün istifa edeceğini açıkladı. Yerine Başkan yardımcısı Gerald Ford başkan oldu. Böylece Richard Nixon ABD tarihinde başkanlıktan istifa eden ilk ve tek başkan oldu.
Belvedere Sarayı
Belvedere Sarayı, Landstrasse´de iki parçadan oluşan barok stilde bir saraydır.
Belvedere Sarayı, 1668-1745 yıllarında Savoy Prensi Eugen emri ile mimar Johann Lucas von Hildebrandt´a yaptırılmışdır. Yukarı ve Aşağı Belvedere Sarayı olarak iki parçadan oluşan barok yapılar birbirine çok geniş ve gözalıcı bir bahçe ile bağlıdır. Landstrasse'de bugün müze olarak kullanılan yapılarda çok önemli tarihi tablolar da vardır.
Yukarı Belvedere Sarayı´nın en önemli özelliği ise 15 Mayıs 1955'da Avusturya'nın II. Dünya Savaşı'n dan sonra özgürlüğüne kavuştuğu anlaşmanın burada imzalanmış olmasıdır.
Mehmet Tataroğlu
Mehmet Hulusi Tataroğlu (d. 1933), Türk mimar-mühendis, İTÜ.
İstanbul'a göçen Erzincanlı bir ailenin oğludur. 1933 yılında İstanbul'da doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Galatasaray Lisesi'nde okudu. İTÜ Mimarlık Fakültesi'nden mezun oldu. Öğrenciliğinden itibaren dönemin önde gelen mimarlarının yanında çalıştı, birçok proje yarışmasına katıldı, çeşitli dereceler aldı. Mezun olduktan sonra Turgut Cansever ve Ertur Yener'le ortak büro açtı. Daha sonra onlardan ayrılarak Ömer Bortaçina ve Mesut İşçan'la birlikte çalıştı. Özellikle konut mimarisi, iç mimari ve mobilya dizaynı alanlarında uzmanlaştı. Geleneksel Türk mimarisinden çizgiler taşıyan, klasik ve modernin uyumlu bir biçimde birleştiği, kendisine özgü, yalın bir mimarlık dili geliştirdi. Detaylara ve işçiliğe verdiği önemle öne çıktı. Mimarlığın yanı sıra fotoğrafçılık, resim ve antika konularında da danışılan bir uzmandır. Yazar Ali Teoman'ın babasıdır.
1958-1961 Turgut Cansever ve Ertur Yener ile
1963-1975 Ertur Yener ile
1976-2005 Ömer Bortaçina ve Mesut İşçan ile
Cadı
Cadı, birçok dinde ve mitolojide kötü amaçlarla kullandığı doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kişi. Popüler kültürde siyah pelerinli, sivri başlıklı, süpürgesiyle uçan bir kadın olarak resmedilir.
Cadılık, büyücülük ile yakından ilişkilidir. Her büyücü bir cadı değildir ancak bir cadının iyi bir büyücü olması gerekir. Mistisizmle ilgilenen kişiler cadılığı şöyle tanımlar: ""Cadılar; kötüdürler, olumsuz ve yıkıcıdırlar. Mistik bilimlere dair uzmanlıkları inanılmaz güçlerle donatır onları. Olayların akışını ve insanların hayatını, zarar vererek değiştirebilirler. Amaçları çok büyük bir zenginliğe ulaşmaktır. Bu da, sadece diğerlerine zarar vererek elde edilebilir. Onlara bir şekilde ters düşmüş kişilere acı çektirebilir, hastalık verebilir, hatta öldürebilirler. Topluluk olarak yaşayan kadın grubundan oluşur ve "kara kraliçe" olarak adlandırılan yetenekli liderleri vardır.""
Mistisizmle ilgilenen çoğu kişi, İslam dininde olup mistizimle uğraşan insanlar dahil, mistik bilimlerde uzmanlaşmış ve kötülüğe kendini adamış kadınlara, yani cadılara inanırlar.
Cadılık günümüzde bazı kişiler tarafından bir din olarak kabul görmeye başlamış olsa da aslında cadılık sadece mistik uzmanlıkları olan ve metafizik gibi günümüzde halen açığa kavuşmamış bilimlerin sistemini ve formüllerini ileri derecede bilen ve bu bilimlerde uzman olan kişilerden ibarettir. Cadılık esasında Şaman Dininin daha modernize ve sistematik şekli olarak görülebilir.
Türkçeye aynı anlamdaki Farsça "cadu"dan geçen sözcüğün kökeni Sanskritçe yatu (büyücü, kötü ruh) sözcüğüne dayanır. Batılı dillerdeki karşılıkları ise Cermen dilindeki "wicker" (falcı) sözcüğüne dayanır.
Afrika'dan, Avrupa'ya; Hindistan'dan, Orta Doğu'ya; Dünyanın dört bi |
r yanında büyücülerin ve cadıların kültürlerde mevcut olduğunu görebiliriz.
Cadılık dünyanın pek çok ülkesinde farklı adlar ve şekillerde uygulanabilmektedir. Macumba Afrika büyüsüdür, buna karşılık Haiti adalarında bu büyücülük sanatına verilen ismi Voodoo'dur. Cadılar dünyadaki bütün din ve inanışların hepsine önem verir onların büyüsel uygulamalarını kullanabilirler, fakat her büyücü kadın bir cadı değildir, ama bir cadı, mükemmel bir sihir uzmanıdır.
Eğer ki; cadı kelimesini, süpürge ile gezinen, kafasında siyah bir Sombrero'yu andıran şapka ile dolaşan, büyüler yapan insanlar olarak incelemek istersek; bu inanış 15 ila 17'inci yüzyıl arasında Avrupa'da yaşayan kendilerini cadı olarak ilan eden, dul kadınları temsil eder ki; bu sadece kurgusal bir semboldür...
Bazılarına göre cadılık denen şey; dul kadınların 15. ila 17. yüzyıl arasındaki zor yaşam koşulları altında yaşayabilmesi için yaptıkları zoraki bir meslektir. Var olmasının ana sebebi de ekonomiktir.
Cadılar konu olarak 19. yüzyılın ortalarında; Sinema ve edebiyat'ın başlıca karakterleri arasına girmiştir.
Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar kelimeyi anlamının aksi yönünde kullanarak, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp sindirmek için kullanmış ve sembolleştirmiştir. Bu sembolün halk üzerinde oluşturduğu dini etkiden yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması için kullanılmıstır. Avrupa'da ve Amerika'da binlerce insan cadılık ve benzeri şuçlardan diri diri yakılmıştır fakat bu tür olaylar gerçekte cadıların olmadığı anlamına gelmemektedir.
Galileo gibi aydınlanma çağının birçok bilim insanı ve sanatçısı Engizisyon mahkemelerinde suçlanmış ve görüşlerini inkara zorlanmıştır.
Doğu Karadeniz'de Anadolu ve Orta Doğu folklorundan farklı olarak cadıların normal anne ve babadan doğan ve cadılığı sonradan öğrenen sıradan kadınlar olduğunu inanılmaktadır. Trabzon'da cazi, Pontus Rumcası konuşulan bölgelerde Mayisa adlandırılan cadıların üzerlerine insan pisliği sürerek uçabildiklerine, Mısır ve Kırım'a uçarak gidebildiklerine, örümcek, kuş ve diğer hayvanların formuna girerek şekil değiştirebildiklerine, çocuk ve kadınların ciğerlerini yediklerine, suya atıldıklarında batmadıklarına inanılmaktadır.
Türk ve Fars kültüründe yer alan bir cadı figürüdür. İnanışa göre Kaftar, boynuzlu bir kadın görünümündedir. Büyücülük yapar, ölüleri mezardan çıkarıp götürür. Çirkin bir görüntüsü vardır. Kuş olup uçar. Keskin dişlidir. Farsça, kaftar (güvercin) sözcüğünden türediği söylenir. Batı dillerinde ise "kaftarkis" olarak da bilinir. Erkeksi, boynuzlu bir varlıktır. Mezarlıklara gidip, yeni gömülmüş ölüyü mezardan çıkarır, bir taşa yaslayıp boynuzuyla ona vurur. Sonra cesedi sırtına alarak götürür. Dağıstan halklarının inançlarında da bu karaktere "Kuşkâftar" denir. Uzun karışık saçları olan bu keskin dişli varlık kızlarıyla birlikte ormanda yaşar. Onlar geceleri çocukları kaçırırlar. İbn-i Batuta'nın yazdığına göre, "kâftar" sihirbaz cadılara verilen bîr addır.
İslam dininde belirtilmiş dört tür sihir çeşidi vardır. Büyücülük sadece c şıkkını kullanırken, Cadılık ise bunlardan b ve c şıklından (özellikle b şıkkından) insanlara kötülük etmek amacıyla yararlanır.
a) Keldanilerin Sihri: Bunlar yıldızlara taparlar, kainatı idare edenlerin yıldızlar olduğunu, hayır ve şerrin onlardan geldiğini. Semavi güçlerin yerdeki güçlerle birleşmesi sonucu mucizeler meydana geldiğini söylerler. Bunları irşat için Allah İbrahim’i gönderdi. Bunlar da kendi aralarında üç sınıf idiler:
b) Ruh Gücüne Dayanılarak Ortaya Konan Sihir: Buna göre insan ruhu tasfiye ile icat etme, öldürme, bünye ve şekilde değişiklik yapma gücüne ulaşır.
c) Ruhani Varlıklardan Faydalanılarak Yapılan Sihir: Bu da muska yapmak ve cinleri kullanmak gibi şekillerde uygulanır.
d) Göz boyamak şeklinde yapılan sihirdir. Bu da hokkabazlık, el çabukluğu ve benzeri davranışlardır.
İslam alimleri, yukarıda açıklanan "a maddesinde" yer alanlan kişilerin inançları açısından kafir olduklarını belirtmişlerdir. Fakat İslam alimlerince, Cadılık gibi bir konu üstünde durulduğunda eğer, konu kendini kötülüğe adamaksa; inanç olarak zaten bir kişi herhangi bir madde ya da koşula bağlı olmadan kafirdir.
"Practical Magic", "The Craft", "Hocus Pocus",The Blair Witch Project , "Harry Potter" gibi pek çok filmde cadılar konu edilmiştir. Bu filmlerde cadılar süpürge, asa ve kazanlarla ilişkilendirilmiştirler.
Günümüzde en ünlü serilerden biri olan Harry Potter kitapları, Cadılık ve Büyücülük dünyasını konu almıştır.
Cadılık dünyasını konu alan bir başka kitap serisi de Cate Tiernan tarafından yazılan Sweep:Wicca Serisi' dir. Seri, on dört kitap ve Morgan Rowlands' ın, etrafının tamamen cadılarla çevrili olduğunu fark eden bir kız, hikâyesini anlatan bir romandan oluşur.
Maltepe Askerî Lisesi
Maltepe Askeri Lisesi, İzmir ili Güzelbahçe ilçesinde Kara Kuvvetleri Komutanlığına subay yetiştiren Kara Harp Okuluna ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ihtiyaçları doğrultusunda üniversitelerin belirlenen bölümlerine daha sonra silahlı kuvvetlerde çalışmak üzere öğrenci temini için lise düzeyinde eğitim ve öğretim yapan, dört yıl süreli fen bilimleri alan programı uygulayan Türkiye'deki askeri liselerden biriydi. 4 kilometrekarelik alana kurulmuş olan Maltepe Askerî Lisesi Türkiye'nin en büyük lisesi, dünyanın da en büyük ikinci lisesiydi. Büyük yüz ölçümü ve içinde barındırdığı spor tesisleriyle Türkiye'deki 27 üniversitenin kampüsünden büyüktü.
2016 Türkiye Askerî Darbe Girişimi'nden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki 669 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri liseler ve harp okullarıyla birlikte kapatıldı.
1928 yılında İstanbul Maltepe'de öğrenime açılmış, ilk mezunlarını 1929-1930 öğretim yılında vermiştir. 1941 yılında Akşehir, Konya'ya intikal eden okul, 1947 yılına kadar burada eğitim ve öğretime devam etmiştir. 1947 yılında Çengelköy, İstanbul'a taşınarak iki yıl faaliyetten sonra 1949-1950 eğitim-öğretim yılında kapatılmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı'nca Kara ve Hava Harp Okulları ile Fakülte ve Yüksek Okullar askerî öğrenci ihtiyacını güvenilir kaynaklardan sağlanması maksadıyla; Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde yeni bir askerî lisenin açılmasına 1978 yılında karar verilmiş ve 9 Eylül 1979 tarihinde okulun inşaatına İzmir'in Güzelbahçe ilçesindeki Çanakkale Bataryası’nın bulunduğu yerde başlanmıştır.
Eylül 1983’te binaların büyük bölümü tamamlanan Maltepe Askeri Lisesi, hazırlık sınıfı ve Kuleli Askeri Lisesi'nden intikal ettirilen 1. sınıfla birlikte iki sınıf olarak 33 yıllık bir aradan sonra 21 Ekim 1983 tarihinde devlet töreni ile 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından açılmıştır. Kenan Evren de bu okuldan mezundur. Okul 1985–1986 eğitim-öğretim yılında 4 sınıflı olarak kuruluşunu tamamlamış ve İzmir’deki ilk mezunlarını 1986 yılında vermiştir. 2008 yılında yayınlanan bir emirle Maltepe Askerî Lisesi'ne hazırlık sınıfı eklenmiş ve eğitim - öğretim süresi 5 yıla çıkarılmıştır.
2013 yılında ise tekrar eğitim ve öğretim süresi 4 yıla düşürülerek hazırlık sınıfı kaldırılmıştır.
Sombrero
Sombrero; genelde "Meksika Şapkası" olarak bilinen; Güneşin yüze gelmesini en iyi engelleyen şapka çeşitlerinden biridir. İlk olarak Meksika'da kullanılmaya başlanmış, ardından İspanya aracılığı ile tüm dünyaya tanıtılmıştır. Sombreroların üstü uzun, etrafı ise oldukça geniştir.
Kuzey Amerika'nın güney batısında bulunan kovboylar da; sombrero'ları değiştirip kovboy şapkası haline getirmiştir.
Sombrero ismini; İspanyolca gölge manasına gelen "Sombra" dan alır; zira takılması halinde yüzünüzde her zaman gölge olur.
Kalan Müzik
Kalan Müzik, 1991 yılında Hasan Saltık tarafından kuruldu.
Kuruluş amacı az bilinen kültürleri ve müzik türlerini bir arşiv halinde toplayıp müzik piyasasında bu birikime bir pazar oluşturma olarak özetlenebilir. Kalan müziğin müzik piyasasındaki bugünkü farklı konumu da bu amacın farklılığından kaynaklanıyor.
Bu farklı amaç öncelikle 78 devirli taş plakların temizlenerek yeniden basımını getirdi gündeme ve Kalan, bunu Türkiye'de ilk gerçekleştiren kurum olma özelliğini de kazandı. Geçmişte kalan tangoların yeniden günümüz müzik severlerine sunulduğu Seyyan Hanım'ın Tangoları albümü bu dizinin ilkiydi ve bunu Klasik Türk müziği'nin hazineleri takip etti. Tanburi Cemil Bey, Şükrü Tunar, Udi Hrant, Yorgo Bacanos, Gazeller, İstanbul'un Hanımları ve niceleri.
Kalan Müzik arşiv çalışmaları yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı ki, ikinci bir yaklaşım Kalan ismindeki bütünlüğü tamamladı. Tarihsel önemi açısından akademik alanda ilgi gören ve uluslararası etnomüzikoloji çalışmaları açısından hayli önemli olan unutulmaya yüz tutmuş birçok kayıt derlenerek yeniden basılmaya başlandı. Bunu yaparken de konusunda uzman çok sayıda müzikolog ve bilim adamının yardımına başvuruldu. Arşiv serisi bu şekilde oluştu. Pomak göçmenlerinden Sadettin Kaynak'a, Münir Nurettin Selçuk'tan Hacı Taşan'a uzanan geniş bir arşiv müzik severlerin beğenisine sunuldu.
Kalan Müzik, eski değerlerin yanı sıra günümüzün değerli yapıtlarının da güzel eserler sunmasına imkân tanınmaktadır. Ahmet Aslan, Hüseyin Ay, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu, Tolga Çandar, Yansımalar, Grup Yorum, Kardeş Türküler, Mutlu Torun, Janet ve Jak Esim, Fenomen, Selçuk Balcı, Samida, Cengiz Özkan,Resul Dindar, İsmail Altunsaray ve benzerleri Kalan Müzik aracılığıyla eserlerini müzikseverlere ulaştırmaktadırlar.
Ali İhsan Sabis
Ali İhsan Sabis (Soyadı Kanunu öncesinde Ali İhsan Paşa; 1882, İstanbul - 9 Aralık 1957, İstanbul), I. Dünya Savaşı'nda Kafkasya Cephesi ve Irak Cephesi'nin, Kurtuluş Savaşı'nda Batı Cephesi'nin komutanlarından Türk asker ve siyaset adamı.
"Sabis" soyadını, Irak Cephesi'nde "Sabis Mevkiinde" İngiliz ordusuna karşı savaşta gösterdiği başarılar nedeniyle almıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında İngiliz'lerce tutuklanmasının ardından ilk Malta sürgünleri arasında yer almış, dönüşünde ve Büyük Taarruz öncesine kadar Batı Cephesi 1. Ordu komutanlığını yürütmüş Türk aske |
ri ve siyaset adamı. 1930 ve 40'larda Alman yanlısı fikirleri savunmuş ve bundan dolayı mahkûm olmuştur. 1954'te ise Demokrat Parti'den 9. Dönem Afyonkarahisar milletvekili seçildi.
30 Ağustos 1882 tarihinde İstanbul'da, Cihangir semtinde doğdu. İlk mektebi ve Beşiktaş Askeri Rüştiyesini bitirdikten sonra 1895 yılında Halıcıoğlu'ndaki Topçu okuluna girdi. 1901'de Harp Okulu'na başladı ve 1904'te birincilikle mezun oldu.
I. Dünya Savaşı'nda kolordu ve ordu komutanı olarak Kafkasya ve Irak cephelerinde bulundu. 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sırasında Sabis mevkiinde karşı saldırıya geçen İngiliz ordusuna karşı zafer kazandı. 1914'de Tortum'da yerel başarılarla başlayan komutanlığına, Sarıkamış, Dilman ve Van'da devam etti. 9., 4. ve 13. Kolordu kumandanlıklarında bulundu. 1917'de Mirliva rütbesini aldı.
2 Nisan 1918'de Rusların harabe halinde getirip terkettiği Van'ı Ermeni komitacılardan geri aldı. Nuri Killigil Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu'nun Azerbaycan seferinde görev aldı ve 8 Haziran 1918'de Tebriz'i ele geçirdi. 1918'de İran'daki Şehriban mevkiinde İngiliz kuvvetleri karşısında geri çekildi ve kolordusunu kurtarmayı başardı. Aynı yılın eylül ayında Halil (Kut) Paşa yerine 6. Ordu kumandanlığına getirildi.
30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi henüz Ali İhsan Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi. İngiliz General Marshall'ın, ateşkesten sonra Musul ve Zaho'daki sivil Hıristiyanların topluca öldürüldüğünü iddia etmesiyle İngilizler, Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Ali İhsan Paşa, bu isteği önce reddetti ancak Suriye cephesinde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Yıldırım Orduları grubunun Şam'dan sonra Halep'te de İngiliz ilerleyişi karşısında Adana'ya kadar çekilmesi neticesinde demiryolu ikmal hatlarının kesilmesi üzerine zor durumda kaldı. İstanbul Hükümeti'nden gelen talimat doğrultusunda Nusaybin'e çekilerek Musul'u İngiliz işgaline bıraktı.
Savaştan sonra İngiliz Yüksek Komiserliğinin talebi üzerine 23 Şubat 1919'da Konya'da tutuklanarak ilk Malta sürgünlerinden olmuştur. Kendisine yöneltilen suçlamalar Van, Musul ve Urmiye'de Hıristiyan katliamlarını bilfiil yönetmek ve Kut'ül Ammare Kuşatması sonrası ele geçirilen İngiliz savaş esirlerini öldürtmekti. İngilizler tarafından düzenlenen dosyasına göre Ali İhsan Paşa 1915 Nisanında Dilman Muharebesi ertesinde Van'daki Ermenilerin öldürülmesi, haziran ayında Urmiye'de Hakkâri'den kaçmış olan 3300 Nasturi ile 700 Ermeninin topluca katledilmesi, temmuzda Urmiye'de Fransız misyonuna sığınan 620 köylünün öldürülmesi, 18 Eylül'de aralarında Amerikalı gazeteci John Nooshy'nin bulunduğu 20 hasta ve yaralının hastaneden çıkarılarak öldürülmesi, aynı ay Musul'da 270 sivil Ermeni'nin öldürülmesi olaylarının faili idi. Ancak savaş suçluları mahkemesi gerçekleşmediği için bu suçlamalar kanıtlanmadı. Ali İhsan Paşa, Haziran 1921'de diğer Malta tutukluları ile birlikte salıverildi.
Dönüşünde 27 Eylül 1921 tarihi itibarıyla Kurtuluş Savaşı'na katıldı ve Mirliva rütbesiyle Batı Cephesi 1. Ordu komutanlığına atandı. Moskova Antlaşması ile Batum ve Azerbaycan'ın Sovyetler Birliği'ne terkedilmesine karşı çıktığından ve Ali Fuat Paşa'nın yerine Batı Cephesi komutanlığı'na atanan İsmet Paşa'in kıdem olarak kendisinden daha altta olmasına rağmen cephe komutanı olması, Ali İhsan Paşa'nın İsmet Paşa komutası altına girmek istememesi, üstüne üstlük ordu içinde İsmet Paşa ve Mustafa Kemal Paşa aleyhine propaganda yürütmesi üzerine Büyük Taarruz öncesi 21 Haziran 1922 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından ordu komutanlığı görevinden alındı ve TBMM tarafından emekliye sevk edildi.
II. Dünya Savaşı yıllarında, gazetelere askerlik konusunda yazılar yazıyor ve genellikle Alman ordularının ilerleyişini alkışlıyordu. Türkiye savaşın sonuna doğru Almanya'nın karşısında yer alınca, tenkit yazılarıyla yetinmeyerek, başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere devlet ve hükümet erkanına, suçlayıcı imzasız mektuplar göndermeye başladı. Böylelikle 1922'de emekliye ayrılmasında önemli rolü oynayan, o zamanın Batı Cephesi komutanı İnönü'den dolaylı intikam almış oluyordu. Olayın tespitinden sonra, 24 Şubat 1944'te tutuklandı ve 10 Şubat 1947'de de sıkıyönetim mahkemesince 15 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldikten sonra çıkartılan af kanunu ile siyasi haklarına kavuştu. 1954'te DP listesinden Afyonkarahisar milletvekili seçilerek 9. Dönem TBMM üyesi oldu. Milletvekilliği bir dönem sürdü. 1957'de vefat etti.
Halit Akmansü
Halit Akmansü ya da bilinen adıyla Dadaylı Halit Bey (1884 – 10 Şubat 1953), Türk asker ve siyasetçi.
Sivas Kongresi'ni engellemek isteyen Elazığ Valisi Ali Galib'i durdurması onun Milli Mücadele'ye önemli katkılarından birisidir. Kurtuluş Savaşı sırasında Kurmay Albay rütbesiyle önemli askeri harekâtlar yönetti. Dumlupınar Meydan Muharebesi'nden sonra Yunan başkomutanı Trikopis'i esir aldı.
II. TBMM'de Kastamonu milletvekili olarak görev yaptı.
1884 yılında Kastamonu'nun Daday ilçesinin Kelebek köyünde doğdu. Kastamonu Askerî Rüştiyesi ve Bursa Işıklar Askeri İdadîsi’nden sonra 1903-1906 Mekteb-i Harbiye'yi başarı ile bitirdi.
1906'da sınıfının ikincisi mülâzım olarak orduya katıldı Erkân-ı Harbiye Mektebini bitirerek kurmay yüzbaşı oldu. I. Dünya Savaşı'nda Irak Cephesi çarpışmalarına katıldı. 14 Haziran 1915 ile 15 Kasım 1918 tarihleri arasında İngiliz ve Arap aşiretleri ile yapılan bütün savaşlarda birinci yetkili Türk komutanı idi. 15 Kasım'da Musul'u terk ederken savaşlardan arta kalan silah ve malzemeleri güvenle Diyarbakır'a nakletti (Bu malzemeler daha sonra Kurtuluş Savaşı'nda kullanılmıştır). Mondros Mütarekesi imzalandığında Diyarbakır'daki 13. Kolordu'nun kurmay başkanıydı.
İstanbul Hükümeti tarafından Sivas Kongresi’ni dağıtmakla görevlendirilen Ali Galip'in engellenmesinde büyük rol oynadı.
1921 yılında Sakarya Meydan Muharebesi'nde 3. Kafkas Tümeni'nin, 30 Ağustos 1922 tarihinde Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde 5. Kafkas Tümeni'nin komutanlığını yaptı. 2 Eylül 1922'de Yunan Küçük Asya Ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis'i ve 2. Kolordu Komutanı General Kimon Digenis ile 13. Tümen Komutanı Albay Vandelis'le 391 subay, 4385 eri Karacahisar köyü yakınlarında teslim aldı. Bu subaylar arasında İzmir'in işgali sırasında şehre ilk giren Evzon Alayı’nın komutanı da vardı. Esirleri ordu karargâhına götürmeden Trikopis'e, "İsteseydiniz İzmir'e ulaşır, oradan da gemilerle Yunanistan'a geçebilirdiniz. Bunu yapmayarak niye bize teslim oldunuz?" diye soran Albay Halit Bey, şu cevabı aldı; "Evet, biz bunu yapabilirdik. Subaylarımızla bir toplantı yaptık. Saatlerce ne yapacağımızı tartıştık ve kaçıp Yunanistan'a dönmektense, Türk askerine teslim olmayı yeğledik. Çünkü Atina'ya vardığımızda bizi derhal idam ederlerdi. Oysa biz, Türk askerinin bize iyi davranacağından emindik!"
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal’in isteğiyle askerliği bırakıp siyasete girdi. 1923’de TBMM 2. Dönem Kastamonu milletvekili seçildi.
Halk Fırkası'nın ilan ettiği 9 umdeyi benimsemişti. 3 Mart 1924 tarihinde Hilafetin Lağvı Kanunu Meclis gündemine geldiğinde genel kurulda söz alarak itirazını dile getirdi. Hilafetin kaldırılmasının daha önce açıklanan 9 umdenin ikinci maddesine aykırı olduğu gerekçesi ile bu teklife karşı çıkıyordu. Yapılan oylamada kanun aynen kabul edilince Halk Fırkası'ndan istifa etti. Bu, partinin tarihindeki ilk milletvekili istifası idi.
İstifadan sonra mecliste bağımsız çizgide kaldı. 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kurulunca bu yeni fırkaya geçti.. TCF mensupları İzmir Suikastı sebebiyle tutuklanarak İzmir'e sevk edildiklerinde bu karardan istisna tutulan tek Terakkiperverli oldu. Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasından sonra siyaset yaşamına bağımsız milletvekili olarak devam etti.
Mebusluk görevi 1927 yılında sonra erdikten sonra emekli oldu. Hayatını İstanbul'da sürdüren ve ekonomik sıkıntı çekti. Kendisine yapılan mebusluk tekliflerini de kabul etmedi. 10 Şubat 1953’de İstanbul'da hayatını kaybetti. Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilen naaşı, 1988'de Ankara'daki Devlet Mezarlığı'na nakledildi.
Giovanni Scognamillo
Giovanni Scognamillo (25 Nisan 1929, Şişli, İstanbul - ö. 8 Ekim 2016 İstanbul), Türk yazar, sinema tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen, çevirmen, eğitmen. Scognamillo ayrıca bazı Türk filmlerinde oyuncu olarak rol almış, bankacılık, reklamcılık, dekoratörlük, kitabevi yöneticiliği gibi pek çok farklı alanda da çalışmıştır. Kendisi hakkında “Beyoğlu’nda Bir Levanten: Giovanni Scognamillo” isimli bir belgesel çekilmiş, Yıldıray Çınar'ın çizgileriyle Karabasan isimli çizgiroman'da da karakter olarak yer almıştır.
İstanbullu Rum bir anne ile yine İstanbul doğumlu Levanten babanın tek çocuğu olarak 25 Nisan 1929'da İstanbul'da doğdu. Elhamra Sineması'nın müdürü olan babası Leone Scognamillo sayesinde sinemayla tanıştı. İtalyan Lisesi'ni bitirdikten sonra 1948 yılında yabancı basın kuruluşlarında sinema yazıları yazarak profesyonelliğe adım attı. 1948-61 yıllarında başta İtalyan, Fransız, ABD, Norveç basını olmak üzere yabancı dergi ve gazetelerde birçok yazısı çıktı. Daha sonra 1961'de Akşam Gazetesi'nde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Akşam'la başladığı Türk basınındaki sinema yazarlığını Yön, Sinema 65, Ulusal Sinema, Yedinci Sanat, Yeni Sinema, Ses, Hayat, Bravo, Video-Sinema, Beyaz Perde, TV'de Yedi Gün gibi gazete ve dergilerde sürdürdü.
Bir süre Erler Film ve Ulusal Televizyon’da danışmanlık ve çevirmenlik görevlerini de üstlenen Scognamillo ilk iki kitabını 1965'te Agah Özgüç'le birlikte yazdı. Bu kitapların adları "1965 Sinema Yıllığı" ve "Türk Sinemasında Kadın ve Seks" ti. 1973'te yazdığı "Türk Sinemasında 6 Yönetmen" kitabıyla birlikte bugüne kadar 40'ın üzerinde kitap yazmış onlarca kitabı da Türkçeye çevirmiştir.
60 yıldır sinema, fantastik edebiyatı, bilim kurgu, korku edebiyatı ve okkültizm üzerine kitaplar ve yazılar yazan Giovanni Scognamillo 1997 |
-1999 yılları arasında sadece dört sayısı çıkan Nostromo bilimkurgu dergisinin de editörlüğünü yapmıştır.
2006 yılında "Beyoğlu'nda Bir Levanten: Giovanni Scognamillo" adında belgeseli de yapılan Scognamillo, yaşamını yitirmeden önce Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde "Türk Sineması" dersleri vermekteydi.
Deniz hukuku
Deniz hukuku; Deniz ve Okyanus sularının kullanımı konusunda ortaya çıkan sorunlar ile hukuksal açıdan ilgilenen Uluslararası hukukun bir alt dalıdır.
Deniz ve okyanuslar sadece ulaşım amaçlı değil, ekonomik amaçlı da kullanılırlar. Balıkçılık, madenler vb. kullanımlarda olduğu gibi.
Devletlerinin karasuyu, kıta sahanlığı ve münhasır egemenlik hakkına sahip olduğu su alanlarının tanımlanmasında ve belirlenmesindeki kuralları belirten ve devletlerin bu kurallar dahilinde uluslararası statü kazanmış denizlerden yararlanmalarını belirli bir çerçeveye oturtan disiplindir. Özellikle uluslararası deniz hukukunun uygulanması diğer uluslararası belgelerde olduğu gibi taraf devletleri kapsar. Günümüz dünya konjonktüründe hemen hemen bütün devletlerin bu kurallara riayet ettiği görülmektedir.
Ayrıca deniz ve okyanusların devletler arasında paylaşımı, buralardaki tüm faaliyetler ve işlenen suçlar da deniz hukukunun kapsamında ele alınır.
Deniz hukuku; Deniz Kamu Hukuku ile Deniz Özel Hukuku olmak üzere ikiye ayrılarak incelenebilir. Deniz özel hukuku ise kendi içerisinde birçok dala ayrılır. Deniz Özel Hukukunun bir alt dalı olarak deniz üzerinden gerçekleştirilen ticari faaliyetlere ilişkin düzenlemelerse Deniz Ticareti Hukukunun konusunu oluşturmaktadır.
Maçka Palas
Maçka Palas, İstanbul'un Şişli ilçesindeki Nişantaşı semtinde bulunan üst katları otel, giriş katı mağaza olarak kullanılan bir binadır.
Maçka Palas 1922 yılında zengin İtalyan tüccar Vincenzo Caivano tarafından tam karşısında bulunan İtalyan Elçiliğinin çalışanlarına kiralamak umuduyla İtalyan asıllı Mimar Giulio Mongeri'ye inşa ettirmiştir. Ancak elçilik Ankara'ya taşınınca planı gerçekleşmemiştir. 1849 yılında İstanbul'a göçen İtalyan Levanten bir ailenin torunu olan Mongeri, Maçka Palas'ı yaparken Brera Akademisi'nden mezun olduğu Milano saraylarından etkilendi. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı olarak tanımlanan mimarinin öncü mimarlarından Mongeri'nin inşa ettiği Maçka Palas, yapıldığı dönemde teras olarak kullanılan bölüm ile birlikte sekiz kattan oluşuyor ve içinde 68 daire ve 0 işyeri bulunuyordu.
Romancı Kerime Nadir ailesi ile uzun seneler Maçka Palas'ın sakinlerindendi. Ünlü şair-i azam Abdülhak Hamid Tarhan, 5 Kasım 1925'ten öldüğü güne kadar Maçka Palas'ın 4. kapıda 6 numaralı dairede kiracı olarak sevgili karısı Lüsyen Hanım ile oturmuş, edebi toplantılar düzenlemişti. Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, muhalefette olduğu dönemde Maçka Palas'ta yaşayan oğlu Turgut'u sık sık ziyaret ederdi. Dönemin ünlü sporcularından, 'Berlin Kaplanı' ve bugünün spor yazarı Turgay Şeren, İstiklâl Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör, ilk spor spikeri Sait Çelebi, Prens Reşit Benayat, İttihat ve Terakki'nin Maliye Nazırı ve Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Tahir Erer, İngiliz Warrington ailesi, Maçka Palas'ın ünlü konukları arasındaydı. Ayrıca 1940'lı yıllarda Almanya'da felsefe doktorası yapmış olan Safiye Erol'un dairesi Salı toplantılarıyla meşhurdu.
Caivano, 1967 yılında hayatını kaybedince Maçka Palas'ın idaresi oğlu Achille Caivano'ya geçti. Caivano, babası kadar binayla ilgilenmeyince bina eski ihtişamını kaybetmeye başladı. Öyle ki alt katlarında mağazalar açılmaya başladı. Necmi Rıza Çiçekçiliği, İstasyon Sanatevi ve Kuaför Cemal Şenelmas bunların arasında yer aldı.
Bugün Armani ve Gucci mağazalarına ev sahipliği yapan tarihi Maçka Palas, 1994'te binayı satan alan Doğuş Holding tarafından 2008 yılında lüks bir butik otel haline dönüştürüldü.
Ejderha
Ejderha, ejder olarak da bilinir, yarasa kanatlı, dikenli kuyruklu, derisi pullu, ağzından ateş saçan dev kertenkele ya da yılan biçimindeki efsanevi canavar. Tarih öncesinin ejderhayı andıran dev sürüngenleri hakkında hiç bilgi yokken bile bu yaratıkların varlığına inanılırdı. Yunancadaki δράκων ("drákōn") sözcüğü başlangıçta her türlü büyük yılan için kullanılırdı.
Efsanevi bir yaratık olan ejderha (Türkçesi "Evren") çoğunlukla büyüsel veya ruhani güçlere, özelliklere sahip, kuvvetli ve büyük bir kertenkele veya başka bir sürüngen olarak tasvir edilmiş, tanımlanmıştır. Genellikle ağızlarından ateş çıkardıkları da söylenmektedir. Batı tasvirleri genellikle kanatlıyken, Doğu'daki tasvirlerde genellikle kanat bulunmaz. Ejderhalarınkine benzer özellikler içeren efsanevi yaratıklar neredeyse her kültürde mevcuttur. Hatta ejderha Çin ve diğer Uzak Doğu ülkelerinin simgesidir. Ve çoğu zaman iki yüzlü düşmanları belirtmek için 2 başlı ejderha deyimi kullanılır.
Avrupa'da uğursuzluk getirdiklerine inanılır ; fakat uzak doğuda uğur ejderha ile bir tutulur. Çin'de on iki burçtan biri ejderhadır. Avrupa'da pek çok efsanede kötü karakterdir; fakat uzak doğuda ejderhaların sonsuz iyilik ve bilgelik getirdiklerine inanılır. Pek çok insan tarafından ejderhaların gerçekte yaşayıp yaşamadığı konusunda tartışmalar yapılmıştır, ve hala yapılmaktadır. Hatta ejderhalar hakkında belgeseller bile yapılmaktadır. Şüphesiz ki geçmişte bulunan(bazı istisnalar hariç)ve ejderha iskeleti sanılan iskeletler dinozor iskeletleridir. Efsanelere göre yumurtlarlar. Bazı mitlere göre yavrularına karşı şaşırtıcı derecede iyi anne olabilirler. Hazine biriktirirler ve onları korurlar. Dünyanın hemen her yerinde ejderha efsanelerine rastlamak mümkündür.
“Evren” olarak da ifade edilir. Söylencesel dev sürüngendir. Kanatlıdır, korkunç bir görünümü vardır. Bazen devasa bir yılandır. Yeraltındaki mağarada yaşar ve orada bulunan hazineyi korur. Sularda veya ormanda yaşadığı da anlatılır. Bazen ateşin içinde barınır. Ağzından ateş saçar. Kuraklığın ve ölümün simgesidir. Masallarda suyun önünü keser ve bırakmak için karşılığında kurban ister. Su yaşam demektir, dolayısıyla onu kendi denetimine alarak yaşama sahip olacaktır. Bir başka açıdan bakıldığında susuz bıraktığı yeryüzüne ölüm ve kaos getirir. Öteki taraftan bunları elinde bulundurduğu için aynı zamanda bereketi refah ve güç simgesidir. Altay inanışlarında Bükrek (Bukra) adlı iyicil bir ejderha ile Sangal adlı kötücül bir ejderin birbirleriyle yaptıkları savaşlar anlatılır.
"Kainat, acun, var olan her şeyin tümü" gibi anlamlarda kullandığımız evren sözcüğü de etimolojik olarak kökenini ejderha figüründen almaktadır. Türk mitolojisinde dünyanın bir ya da daha fazla ejderha tarafından döndürüldüğü yani "evrildiği" düşünülürdü. Bu ejderhaya da "eviren" denirdi. Daha sonra "i" harfi düşmüş ve sözcük "evren" halini almıştır.
Türk mitolojisi ve sanatında da büyük yer tutmuştur. Bu efsanevi hayvan, gök ve yer-su unsurlarına bağlı olarak geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Türklerde özellikle erken dönemlerde bereket, refah, güç ve kuvvet simgesi olarak kabul edilmiş bu efsanevi yaratık, Ön Asya kültürleriyle ilişkiye geçildiğinde bu anlamları zayıflamış ve daha çok alt edilen kötülüğün simgesi olmuştur. Çin kaynaklarından Shih-chi ve Hou-han-shu' da gök ve yer ibadetlerinden bahsedilirken hunların bir ejder festivali düzenlediğinden söz edilir. Hsiung-nu'ların merkezlerinin ejder şehri olarak anılışı da belki eskiden bazı Türk toplulukları arasında ejder kültünün varlığını ortaya koyuyor. Türk kozmolojisinde yer ejderi ve gök ejderinden söz edilir. İnanışa göre yer altında ya da derin sularda bulunan yer ejderi bahar dönümünde yerin altından çıkıyor, pullar ve boynuzları oluşarak gökyüzüne yükseliyor, bulutların arasına karışıyordu. Böylece yağmur yağmasını sağlayarak bereket ve refahın oluşmasına katkıda bulunuyordu.
Evren kelimesi, "evrilmek" sözcüğüyle bağlantılıdır. Döndürmek, çevirmek, kıvranmak gibi anlamlar içerir. Evren (kainat) aslında bir ejderhadır, tıpkı ejderha gibi evren de büyük ve insanüstüdür. İnsan aklıyla bütün niteliklerini anlamak mümkün değildir. Tıpkı kainat gibi evrilmekte (dönüşüm geçirmekte) ve büyüyüp genişlemektedir. Ever (Eski Moğolcada Ebher), Moğolcada boynuz demektir ve ejderhaların boynuzlarının olduğu yaygın bir inanıştır. Tunguz dilinde Üre sözcüğü yılan veya ejderha anlamı taşır. Tunguzcanın Ulça lehçesinde ise Vere sözcüğü aynı anlama gelir.
Dragon
Dragon, ejderha anlamında Yunanca kökenli bir sözcüktür. Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Dragon ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Peri
Peri, birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde bulunan bir ruh veya doğaüstü yaratıktır. Genellikle insan görünümünde, çoğunlukla çok küçük olduğu ve uçmak, büyü yapmak, geleceği görmek veya etkilemek gibi doğaüstü güçlere sahip olduğu düşünülmüş ve böyle tasvir edilmiştir. Popüler kültürde çoğunlukla genç ve güzel kadınlar olarak tasvir edilseler de, eskiden bitkin yaşlı kadınlar veya yaramaz yaşlı erkekler olarak tasvir edilirlerdi. Farsça kökenli bir kelimedir. Farsça anlamı büyü yapan, büyüleyen kadındır ve kelimenin kökeni Farsça kanat anlamındaki ""par"" dır.
Peri, eski Türk inanışında "melek"tir ve aslı "Perişte" dir ve diğer Türk dillerinde günümüzde de bu şekilde kullanılmaktadır, Türkçeye "peri" şeklinde girmiştir. Türk mitolojisindeki peri kavramı, Dede Korkutun Tepegöz hikâyesi ve esin perileri olan Ak Kızlar inancında kendini göstermektedir.
Dev
Dev, birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde, masallarında yer alan bir doğaüstü yaratık.
Genellikle insan görünümünde fakat anormal büyüklükte ve çok kuvvetli tasvir edilmiştir. Kadın veya erkek olabilir. Farklı bölgelerin mitolojilerinde kökenlerine dair farklı inanışlar vardır. Örneğin Hint-Avrupa mitolojilerinin çoğunda, kaos ile ilişkilendirilmiş lanetli bir ırktır ve yabani bir doğası vardır. Çoğunlukla tanrılarla arasında husumet vardır (örneğin, Yunan mitolojisindeki titanlar). Bazı hikâye ve efsanelerde insan yiyen canavarlar olarak da tasvir edilirler. Masallarda yaşadıkları yerler, genellikle mağaral |
ar, ormanlar ve dağlardır.
Devlere pek çok kültürde rastlanır. Örneğin, "dev" kelimesinin kökeni Sanskritçe'de (Eski Hintçe) yer alır, ve bu dilde aslı anlamı "tanrı" demektir. tanrıları, Devi ise tanrıçaları adlandırmakta kullanılan bir sözcüktür. Bu kelime daha sonra Fars kültürüne geçmiştir ve günümüzdeki biçimiyle "dev" anlamını kazanmıştır.
Diğer halklarda da dev ve benzeri varlıklara rastlanır. Örneğin; Bulgar mitolojisinde, devlere adı verilir ve insandan önce Dünya'nın onların hakimiyeti altında olduğu söylenir. Onlar dağlarda yaşayan ve sık sık çiğ et ile beslenen varlıklardır ve ejderhalara karşı savaşmışlardır. Ispolini kendisini zehirlediği için böğürtlenden çok korkar, bu yüzden bu bitki için kurbanlar sunar.
William Cody, otobiyografisinde Pawnee kızılderililerinin bir efsanesinde gördüğü çok büyük kemiklerden bahseder. Kızılderililer ona bir bufalo kadar hızlı ve güçlü olan bu insanların eski çağlarda yaşadıklarını, günümüzeki bir adamın üç katı büyüklüğünde olduklarını, tek elleriyle bir hayvanı tutup yiyebildiklerini söylerler.
Devlere, Semavi dinler olarak inanılan dinler ve diğer eski inançlarda da göndermeler yapılmıştır. Genellikle tasvir aynıdır; ilk insanın yaradılışından evvel yaşamış "Tanrı Oğulları" olarak bilinen ve tanrının insan oğullarıyla ilişkiye giren yedi meleğinden türemişlerdir. Hanok kitabına göre Nuh da doğduğunda bahsi geçen devlerle aynı özelliklere sahipti. Devler hakkında az da olsa belgeseller ve birçok araştırma yapılmıştır.Birkaç mite göre de devler fazlaca büyük bir insan türüdür ve insanlar gibi yaşarlar. Bazı mitler (örneğin iskandinav mitleri) devleri savaşçı olduğunda ve kötü olduğunda hemfikirdir. Ancak bazı yunan mitleri ise devlerin dağlarda yaşayan ve barışçıl, insanlarınkinden büyük şehirlere sahip bir ırkttır der.
Masallarda dev anaları çok iri memeli olarak tasvir edilirler. Memelerinin birini sol omuzuna, birini sağ omuzuna atarlar. Kahraman gizlice gelip dev anasının arkasına attığı memesinden sütünü emer. Böylece dev anasının "oğlu" (veya "kızı") olur, dev anası da ona bir daha dokunmaz. Dev anaları masallarda olumlu karakterler olarak da yer alabilirler. Örneğin:
Erkek devlerin çoğu yalnız başlarına, mağaralarda, altın köşklerinde ya da görkemli saraylarında yaşarlar. Genellikle kötü karakterli olarak betimlenirler. İnsanlara daima kötülükler yapar, zarar verirler. Kahramanın başarması gereken işlerin önündeki en büyük engel bu çoğu zaman devlerdir. Kahraman genellikle devlerin aptallığından veya akılsızlığından yararlanarak onları yener. Bu durum Türk folklorunda olduğu kadar Yunan, Avrupa ve Hint efsanelerinde de aynıdır. İngiliz halk edebiyatında devlerin bazılarının aptallığından bahsedilir. Bazen de onların zaaflarından yaralanılır. Örneğin:
Neugebaeude Sarayı
Simmering'deki önemli yapılardan biri olan Neugebaeude Sarayı, İmparator II. Maximilian'ın isteği üzere 1569 yılında başlanmış, parça parça yapılar eklenerek bugünkü halini almıştır. Saraydan alınan bazı parçalar, bugün Schönnbrunn Sarayı'nın bazı duvarlarını oluşturmaktadır.
Saray, bazı savaş zamanlarında cephanelik olarak da kullanılmıştır.
Kocaayak
Kocaayak veya Yeti, bazılarının Himalayalar'da yaşadığına inandığı, primat-benzeri, büyük bir yaratıktır. Her ne kadar varlığına inananlar mevcut olsa da bilim adamlarının çoğu, yetinin var olduğu ihtimalinin eldeki verilere göre çok zayıf olduğunu ve bu nedenle onun efsanevi bir yaratık olduğu fikrindedir. Batı'da ona verilen isim, yeti, Tibetçe "yeh-teh" (transliterasyonu:gYa' dred) lafından gelmektedir ki bunun anlamı "dağ hayvanı" olup ayrıca Meh-Teh (insana benzer hayvan), Miçe (ayı adam), Dzu-teh (sığır ayı), Migoi (yaban adamı), Mirka (vahşi adam) Kang Admi (kar adamı) adlarıyla da bilinmektedir.
Ormanda yaşayan yarı insan yarı hayvan yaratıklara halk masallarında çok sık rastlanmaktadır Yüzyıllar boyunca bu yaratıkların kadim zamanlarda yaşadıkları düşünülmüştür. Bazılarıda bu yaratıkların tamamen hayal ürünü olduğunu iddia etmişlerdir.
Kocaayak adı bu dev yaratıkların bıraktıkları ayakizleri nedeniyle takılmıştır. Çoğunlukla izler beş parmaklıdır. Fakat 2,3,4 ve 6 parmaklı izler de görülmüştür.İnsan ayağına benzemektedir fakat insan ayağından çok büyüktür.Yüzlerce tanığın verdiği ifadelerden boylarının 1,80 ile 2,50 metre olduğu anlaşılmaktadır. Bulunan büyük ayak izlerinde, ayak altı geniş yağ dokusu ve kemikleri maymunlarınki ile örtüşmektedir. Bazı izlerde ise sakat veya kırılmış olan ayak izleri, ortopedik olarak incelendiğinde çoğu doktorun bile bu izlerde yapamayacağı detaylar bulunmuştur.
Currywurst
Currywurst, Almanya'da özellikle de Berlin'de yaygın olarak tüketilen, kızarmış domuz sosisinin üzerine ketçap (veya domates salçası) ve toz halinde köri serpilerek servis edilen yanında da ekmek veya patates kızartması ile genellikle bira tüketilen bir fast food yemek türüdür.
Quo vadis?
Quo vadis, Türkçeye "Nereye gidiyorsun?" olarak çevrilebilecek Latince cümle. İncil'de geçen bu cümle bugün bir atasözü gibi kullanılmaktadır. İncil'de, Yuhanna 16:5'te bulunur:
16: 5 - At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: “Quo vadis?”.
Türkçesi:
16: 5 - "Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri
bana, 'Nereye gidiyorsun?' diye sormuyor.
"Quo vadis" deyişi tarihte ve modern kültürde birçok farklı şekilde ve yerde kullanılmaktadır.
Mustafa Balel
Mustafa Balel(d. 1 Eylül 1945, Sivas), Türk hikâye ve roman yazarı, çevirmen.
l964'te Sivas Lisesi'ni, 1968'de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca bölümünü bitirdi. Ardahan Lisesi’ndeki Fransızca öğretmenliğinin ardından burs kazanarak gittiği Fransa’nın Poitiers Üniversitesi’nde "Karşılaştırmalı Dünya Edebiyatı" üzerine yüksek lisans yaptı.1978-1980 arası İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde 20. yüzyıl Fransız edebiyatı ve çeviri, 1980-1997 yılları arası İstanbul Bahçelievler Lisesi’nde Fransızca ve edebiyat, 1997-2000 yılları arası Adnan Menderes Anadolu Lisesi’nde edebiyat dersleri verdi.
Edebiyat yaşamına 1972’de "Yeni Ortam" gazetesinde yazdığı kitap tanıtma yazıları ve edebiyat eleştirileriyle başladı. Gazete ve dergilerde yayımladığı öyküler, eleştiriler ve çevirileriyle tanındı.
Ansiklopedilerde çalıştı:
Kendi çıkardığı Öykü Dergisini yönetti. (Nisan1975-Mayıs 1976, 7 sayı)
Fransızca, Romence, Farsça, Bulgarca gibi çeşitli dillere çevrilen eserlerinde, erkek egemen olarak bilinmesine karşın toplumda el altından uzlaşmalı bir şekilde sürdürülmekte olan anaerkil bir yapının varlığını su yüzüne çıkardığı görülür. Anlatımının sıcaklığı ve insan ruhunun derinliğine inmedeki inceliğiyle dikkatleri çeken, toplum-birey ilişkisi içinde toplumsal konuları işlediği hikâye ve romanlarında belli bir hüzün hakimdir.
1983'te yayınlanan öykü kitabında yazarın çocukluk günlerini geçirdiği Sivas’tan 12 Eylül dönemi İstanbul’una, oradan Paris’e uzanan değişik mekânlarda, birbirinden farklı toplum kesimlerinden insanların yaşamlarına ışık tutan sekiz uzun öyküden oluşuyor: “"Ayıp Yerleri Yanlış Konmuş Resimler"”, “"Hatmigül Zamanı"”, “"Gözyaşı Satıcısı"”, “"Gurbet Kaçtı Gözüme"”, “"Vesile"”, “"Dedemin Bakır Koltukları"”, “"Bahar Dalı"” ve “"Rahmetlinin Ardından"”. Ayrıca kitabın “"Yağmuru Özlemek"” adlı son bölümünde Ardahan’ın bir köyünden İstanbul’a göç eden bir ailenin bireylerinin gözüyle okuru yine 12 Eylül günlerine götüren beş kısa öykü yer alıyor: “"Feridun"”, “"Sedef Bacı"”, “"İdris Usta"”, ""Emine"" ve “"Deste"”
2005'te yayınanan öykü kitabı, yazarın 10-12 yaş grubundaki çocuklar için yazdığı öykülerden oluşuyor: "Nöbetçi Ayakkabıcı Dükkânı", "Erika'nın Kuyruğu", "Safiye Sultan'ın Sırma Saçları", "Geveze'nin Boş Kafesi", "Sabırsız Selim", "Tülbendin Kenarındaki İplik", "Vişneli Dondurma", "Yanlış Ezber", "Tebeşir Tozu".
Addys Mercedes
Addys Mercedes, Moa / Holguin, Küba Latin pop müzik şarkıcısıdır.
- Latin House, Ragga, Deep House -
Kralın Konseri-Anılarım
Kralın Konseri-Anılarım İbrahim Tatlıses'in eski parçalarından oluşan, konser havası verilmiş toplama albümüdür.Türküola firması lisansı altında Şahin Özer Müzik tarafından 1989 yılında yayınlanmıştır.
Pío Leyva
Pío Leyva, (d. 5 Mayıs 1917 - ö. 23 Mart 2006) Küba müziğini dünyaya sevdiren Buena Vista Social Club grubunun uluslararası üne sahip vokalisti.
Küba'nın Morón bölgesinde 1917’de doğan Pio Leyva, müzik dünyasına genç yaşta atıldı. Bongo yarışmasını kazandığında 6 yaşındaydı. Beny More ve Bebo Valdes gibi Küba efsaneleriyle şarkı söyleyen Leyva, 25’ten fazla albüm yaptı. "Estrellas de Areito" ve "Compay Segundo y Sus Muchachos" gruplarının üyesiydi. Ayrıca 2004 yapımı Música Cubana filminde de rol aldı. "Buena Vista Social Club" grubunun diğer önemli üyelerinden Compay Segundo, Ruben Gonzalez ve İbrahim Ferrer'den sonra 22 Mart 2006'da kalp krizinden öldüğünde 88 yaşındaydı.
Nundina
Nundina veya Novensilus Roma mitolojisinde Etrüsk mitolojisinin dokuz büyük tanrısına verilen isimdir.
Moneta
Moneta, Roma mitolojisinde zenginlik ve mal varlığının tecessümü yani vücut buluşu (veya vücut bulmuş hali) ve tanrıçasıydı. Tam olarak bilinmeyen nedenlerden ötürü Romalılar onu Yunan mitolojisindeki Mnemosyne'ye denk görürlerdi.
Vesta (mitoloji)
Vesta, Roma mitolojisinde ocak, yuva (ev) ve ailenin bakire tanrıçasıydı. Mitolojiye göre babası tanrı Saturnus (Yunan mitolojisinde "Kronos") annesi ise ocağın ve ailenin tanrıçası Ops'du. Yunan mitolojisindeki Hestia'ya denkti. Belirli bir kişiliği olmadığı gibi, mitlerde hiç yer almamış, hiç betimlenmemiştir; kutsal alev onun esrarlı varlığı idi. Bu Forum Romanumda Vesta tapınağında bulunan kutsal alev tapınağın rahibeleri, yani Vesta bakireleri tarafından korunmuştur. Roma mitolojisinde çok kutsal bir yere sahipti.
Ceres (mitoloji)
Ceres, Roma mitolojisinde anne sevgisinin ve büyüyen bitkilerin (özellikle tahılların) tanrıçasıydı. Satürn ve Rhea'nın kızı, Jüpiter'in eşi ve kız kardeşiydi. Jüpiter'den Persephone'nun annesiydi ve Juno, Vesta, Neptün ve Plü |
ton'un da kız kardeşiydi. Ayrıca Sicilya'nın baş tanrıçası, koruyucusuydu. Yunan mitolojisindeki tanrıça Demeter'e denktir.
Diana (mitoloji)
Diana, Roma mitolojisinde ayın ve avcılığın bakire tanrıçasıydı. Yunan mitolojisinde Artemis'e denktir. İkiz erkek kardeşi Apollo ile Delos adasında doğmuş olan Diana'nın, ebeveynleri Jüpiter ile Latona'dır. Gökteki sembolü aydır. Geyik ve dişi ayı sembol hayvanlarıdır.
Roma mitolojisi
Roma mitolojisi, Antik Roma'da yaşayan insanların mitolojik inançlarının bütününe verilen isimdir. Genelde iki ana bölümü olduğu düşünülür; ilk bölüm ki daha sonraları etkin olmuştur ve edebidir, genellikle Etrüsk mitolojisindeki öğelerin "Romalılaştırılmış" hallerinden meydana gelir, ikinci bölüm ise daha erken dönemlerde etkin olmuş olan ve daha çok kültik olan farklı uygulama ve inançlara sahip daha özerk bir bölümdür.
Romalıların hayatında dinin büyük bir önemi vardı. Latince'de "din" anlamına gelen "religio" sözcüğünün "religare" yani "bağlamak" fiiliyle olan yakınlığı bazı bilim adamlarına göre önemlidir. Her ne kadar söz konusu fiile yakın olsa da "religio" sözcüğü çok geniş bir anlam yelpazesine sahipti ve onun birebir karşılığı bir sözcük o dönemin ünlü dillerinde, örneğin Yunanca'da, bulunmamaktaydı. Nitekim daha sonraları hem Roman hem de Cermen kökenli diller bu sözcüğün karşılığı ile "din" anlamını tanımlamak yerine yine bu sözcüğü kullanmayı tercih etmiştir; "religion" veya "religione" gibi.
Roma tarihi ve halkın günlük yaşamı için dinin önemi Livy'nin tarihinde de görülebilir. Roma tarihine dair neredeyse her türlü olgu, yükselişlerden çöküşlere kadar, rahatlıkla dine bağlanarak açıklanabilmekteydi. Sonuçta ilk dönem Roma dininde neredeyse her olay için bir tanrı veya tanrıça bulunması da bunun göstergelerinden sayılabilir.
Romalıların dini anlayışının gelişmişliğine rağmen cumhuriyetin sonuna kadar "dini" tanımlanabilecek fikirler yazına dökülmedi. Etrüsk kültürünün Roma'da yoğun biçimde etkili olmaya başlamasıyla yazar ve düşünürler dini konulardaki şahsi fikirlerini yazına dökmüşlerdir. Örnek olarak Cicero verilebilir.
Bunun nedeni dinin karakteristiki yapısı da olabilir. Her ne kadar bugün "Roma dini" olarak tanımlansa da o dönemdeki "din" tanımı bugünkü sistematik ve belirli başlıkları içinde bulunduran din tanımından çok farklıydı. Roma dini hiçbir zaman modern din anlayışına sahip olamamıştır. Gerek erken dönemlerindeki kültik yapısı gerekse sonraları yaşanan başta Etrüsk olmak üzere farklı kültür ve milletlerin dini yapılarının etkileşimi sistematik bir din oluşturamamıştır. Sınırları muğlak, kuralları esnekti. Her ne kadar bir tür ruhban sınıfı (rahip ve rahibeler), ilahilik gibi kavram ve kurumlar yer alsa da bunların hepsi sistematik bir biçimde bütün oluşturmamaktaydı. Zaten sonraki dönemlerde farklı kültürlerden gelen dini öğeler ile dini yapı çok farklı bir hâl almıştır. Roma politeizmi ve inanç yapısı, özellikle son zamanlarında, birçok farklı kültürü barındırsa da bunlardan en etkin olanı her zaman Etrüsk inancı olmuştur. Ayrıca, güç sembolleri ve bazı kamusal ibadetler yoğun oranda Etrüsk kültür ve inancından etkilenmiştir. Aslında Etrüskler Roma'ya MÖ 6. yüzyılda sadece kısa bir süreliğine egemen olabilmişlerdir. Büyük ihtimalle bu sembolizm ve ibadet ilhamı bizzat Romalılar tarafından yapılmıştır.
Arkaik Romalıların bir "mite" sahip olmadıkları söylenebilir. Bununla kastedilen, sonraki dönemde şairlerinin Etrüsk mitolojisinden esinlenmesine kadarki dönemde, Romalıların tanrıların kökenine dair,Zeus'un Hera tarafından baştan çıkartılması gibi, bir mit anlayışının veya sıralı bir anlatının bulunmamasıdır.
Romalıların bu erken dönemde sahip oldukları dini yapı iki ana nokta ile tanımlanabilir:
Romalı tanrı anlayışı, erken dönemde, Etrüsklülerinkinden çok farklı bir biçimdeydi. Örneğin, eğer bir Lidya'lıya Demeter'i soracak olsaydınız, büyük ihtimalle, ünlü mitten yani, Hades'in Persephone'yi kaçırışı üzerine Demeter'in yaşadığı acılardan bahsedecektir. Fakat bir Romalıya Ceres hakkında sorarsanız size onun resmi bir rahibinin, flameninin, olduğunu bu rahibin Jüpiter, Mars ve Quirinus'un flamenlerine karşı ast, ama Flora ve Pomona'nın flamenlerine karşı üst olduğunu belirtecektir. Ayrıca onun diğer ziraat tanrıları Liber ve Libera ile birlikte bir üçlü oluşturduğunu da belirtebilir; ve hatta, ona bağlı olan belirli görevleri olan daha ast tanrıları sıralayabilir: Sarritor (yabani otları temizleme), Messor (hasat yapmak), İnsitor (tohum ekmek) vb.
Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi, arkaik Roma mitolojisi, en azından tanrılar ve tanrı anlayışı açısından, anlatılardan değil de tanrılar arasında ve tanrılar ile insanlar arasında yer alan kenetlenmiş ve kompleks bir ilişkiler ağından oluşmaktaydı.
Erken Romalıların özgün dini, daha sonraları birçok farklı ve çelişen inancın eklenmesi ve özellikle de Etrüsk mitolojisinin büyük bir kısmının asimile edilmesiyle, çok farklı bir hal ve yapıya dönüşmüş, farklılaşmıştır.
Tanrılar hakkında bir anlatı geleneği olmasa da Romalıların kentlerinin (Roma'nın) bulunuşu, kuruluşu ve ilk dönemleri hakkında çok zengin ve yarı-tarihi yarı-efsanevi anlatı kültürleri mevcuttu. İlk krallar, Romulus ve Numa gibi, tamamen mitik bir doğaya sahipti ve bu tür efsanevi öğeler Cumhuriyetin ilk dönemlerine kadar uzanabilmekteydi.
Bugün, Aeneas ve Liviu'un ilk bir-iki kitabı bu "insan mitolojisi"nin en önemli kaynaklarını oluşturmaktadır.
Reski rahiplik, roma ayinsel ibadet ve uygulamalarını iki tanrı sınıfına ayırmaktadır: "di indigetes" ve "de novensides" veya "novensiles". "İndigetes" Roma devletinin, şehrinin, özgün tanrılarıydılar ve böyle yaklaşık 30 tanrıya adanmış özel bayramlar (festivaller) mevcuttu. "Novensides" ise kültleri tarihi süreçte daha sonraları şehre gelmiş tanrılardır ki bunların ortaya çıkışları genellikle belirli bir kriz veya ihtiyacın doğduğu bilinen, belirli tarihlerdir.
Erken Roma tanrılarına, "di indigetes"`e, ilaveten çeşitli etkinlik ve eylemlerde çağırılan özelleşmiş veya uzmanlaşmış küçük tanrılar da mevcuttu. Bu tür eylemlere ayinsel bir boyut kazandırılmıştı, örneğin ekini ekerken belli bir tanrı ismiyle çağırılır, hasat ederkense bir başkası çağırıldı. Aslında bu yoğun ayin kültürünün ve "küçük tanrı" anlayışının temelinde politeizmden çok bir tür polidemonizm yatmaktaydı; zira bu küçük tanrıların güçleri ancak uzmanlaştıkları/özelleştikleri eyleme yetmekteydi, diğer eylemlerde herhangi bir güçleri bulunmuyor ve bu nedenle de "tanrı"dan çok bir tür "ilahi ruh" kavramına yakındılar.
İlk panteonun başında Jüpiter, Mars ve Quirinus üçlemesi (ki bu üçünün rahipleri veya "flamenleri" en yüksek dereceye sahiptiler) ile Janus ve Vesta bulunmaktaydı. Erken dönemde bu tanrıların pek bir kişilikleri (veya şahsi özellikleri) yoktu ve kişisel tarihlerinde evlilik ve soy ağaçları bulunmuyordu.
Roma devleti etrafındaki bölgeleri fethettikçe komşu kültür ve toplulukların yerel tanrıları da Roma mitolojisine giriş yapmıştır. Romalılar geleneksel olarak yeni fethedilen yerlerin tanrılarına da kendi özgün tanrıları ile bir tutmuş aynı saygı ve onuru bahşetmişlerdir. Birçok seferde yeni fethedilen bölgenin tanrılarının da Roma'da yeni tapınaklarda yer almaları için davette bulunulmuştur. Bu nedenle Roma'ya özgü olmayan birçok farklı kült, tanrı ve tanrıça Roma mitolojisine giriş yapmış kimi zaman bu yeni tanrı ve tanrıçalar hali hazırda Roma mitolojisinde var olan belirli tanrı ve tanrıçalarla özdeşleştirilmiştir.
Yüzellilikler
Yüzellilikler, Türk Kurtuluş Savaşı sonrası düşman işbirlikçisi olarak görülen ve Türkiye'den sürgün edilen, hepsi üst düzey makamlarda yer alan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen isimdir.
Meclis'e göre hainler on binleri buluyordu. Ancak Lozan Antlaşması'nın bir maddesinde sürgün edilecek insanların sayısının 150'yi geçmeyecek şeklinde öngörmesi üzerine ilk önce Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan listede başlangıçta 600 kişiden oluşmakta iken alevli tartışmalar sonucu önce 300, ardından da 149 kişiye indirilmiştir. 150’likler adı verilen ve 23 Nisan 1924 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin oturumunda saptanan bu listeye 1 Haziran 1924 tarihindeki kararla Köylü gazetesi sahibi Refet Bey de eklenerek nihai şekliyle 150 kişi olarak kabul edilmiştir ve bu kişiler 28 Mayıs 1927'de kabul edilen bir yasa ile yurttaşlıktan çıkarılmışlardır.
28 Haziran 1938 tarihinde, Yüzellilikler'in yurda girmelerini engelleyen kanun kaldırılsa da başta Çerkez Ethem olmak üzere pek çok muhalif ve saltanat taraftarı geri dönmemiştir. Bu listenin 600 kişilik ilk hali açıklanmamıştır.
1. Kiraz Hamdi - Yaver-i Has
2. Zeki - Hademe-i Hassa Kumandanı
3. Kayserili Şaban Ağa - Hazine-i Hassa Müfettişi
4. Şükrü Yalkut - Tütüncübaşı
5. Şerkarin Yaver
6. Miralay Tahir - Yaverandan Erkan-ı Harp
7. Seryaver Avni
9. Mustafa Sabri Efendi - eski Şeyhülislam
10. Ali Rüşdi - eski Adliye Nazırı
11. Cemal Bey - eski Ziraat ve Ticaret Nazırı
12. Cakacı Hamdi Paşa - eski Bahriye Nazırı
13. Rumbeyoğlu Fahreddin Bey - eski Maarif Nazırı
14. Kızılhançerci Remzi - eski Ziraat ve Ticaret Nazırı
15. Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa - eski Maarif Nazırı
16. Rıza Tevfik Bölükbaşı - Şura-yı Devlet eski Reisi
17. Reşat Halis - Bern eski sefiri
18. Süleyman Şefik Paşa - Kuva-yi İnzibâtiye Başkumandanı
19. Bulgar Tahsin - Şefik Paşa'nın yaveri, süvari yüzbaşı
20. Miralay Ahmet Refik - Kuva-yi İnzibâtiye Erkân-ı Harbiye Reisi
21. Tarık Mümtaz - Kuva-yi İnzibâtiye Mitralyöz kumandanı ve Damat Ferit Paşa’nın yaveri
22. Ali Nadir Paşa - Kuva-yi İnzibâtiye Kumandanlarından İzmir Kolordusu Kumandanı
23. Kaymakam Fettah- Kuva-yi İnzibatiye mensuplarından ve Nemrut Mustafa Divan-ı Harp üyesi
24. Çopur Hakkı - Kuva-yi İnzibatiye mensuplarından
25. Gümülcineli İsmail - eski Bursa Valisi
26. Konyalı Zeynelabidin - âyândan
27. Fanizade Mesut - eski Cebelibereket (Osmaniye) Mutasarrıfı
28. Miralay Sadık - Hürriyet ve İtilâf Fırkası lideri
|
29. Bedirhani Halil Rahmi - eski Malatya Mutasarrıfı
30. Giritli Hüsnü - eski Manisa Mutasarrıfı
31. Nemrut Mustafa - eski Divan-ı Harp Reisi
32. Hulusi - Uşak Belediye Reisi
33. Hain Mustafa - eski Adapazarı Kaymakamı
34. Hafız Ahmet - eski Tekirdağ Müftüsü
35. Sabit - eski Afyonkarahisar Mutasarrıfı
36. Celal Kadri - eski Gaziantep Mutasarrıfı ve Halep Doğru Yol Gazetesi gazetecisi (Sahibi, Hasan Sadık'ın, kayınbiraderi)
37. Adanalı Zeynelabidin - Hürriyet ve İtilâf Kâtibi Umumisi
38. Vasfi Hoca - Mülga Eski Evkaf Nazırı
39. Ali Galip - eski Harput Vali Vekili
40 Aziz Nuri - Bursa Vali Vekil-i Esbakı
41. Ömer Fevzi - eski Bursa Müftüsü
42. Ahmet Asım - eski İzmir Kadı Müşaviri
43. Natık - eski İstanbul Muhafızı
44. Adil - eski Dahiliye Nazırı
45. Mehmet Ali Bey - eski Dahiliye Nazırı
46. Salim Mirimiran - eski Edirne Valisi ve Şehremini (Belediye Başkanı) Vekili
47. Hoca Rasihzade İbrahim - Kütahya’da Yunanlara Mutasarrıflık etmiştir
48. Abdurrahman - Adana’da Fransız işgalinde Vekillik etmiştir
49. Ömer Fevzi - eski Şarkikarahisar mebusu
50. Adil KINACI- Mülazım, işkenceci namıyla maruf - Hendek Mal Müdürlüğü yapmış
51. Refik - Mülazım, işkenceci namıyla maruf
52. Şerif - eski Kırkağaç Kaymakamı
53. Mahmut Mahir - eski Çanakkale Mutasarrıfı
54. Emin - eski İstanbul Merkez Kumandanı
55. Sadullah Sami - eski Kilis Kaymakamı
56. Osman Nuri - Bolu Mutasarrıfı ve Dahiliye Nezareti eski Dava Vekili
57. Çerkes Ethem
58. Çerkes Reşit Bey - Çerkes Ethem'in kardeşi
59. Çerkes Tevfik Bey - Çerkes Ethem'in kardeşi
60. Eşref Kuşçubaşı
61. Hacı Sami - Eşref Kuşçubaşı'nın kardeşi
62. İzmirli Küçük Ethem - yüzbaşı, eski Akhisar kaymakamı
63. Düzceli Mehmetoğlu Sami
64. Burhaniyeli Halil İbrahim
65. Susurluk'tan Demirkapılı Hacı Ahmet
66. Hendek kazasının Sümbüllü Köyü'nden Bağ Osman
67. İbrahim Hakkı - eski İzmir Mutasarrıfı
68. Sait Beraev
69. Tahir Berzek
70. Adapazarı'nın Harmantepe Köyü'nden Maan Şirin
71. Söke Ereğlisi'nin Teke Köyü'nden Kocaömeroğlu Hüseyin
72. Adapazarı'nın Talustanbey Köyü'nden Bağ Kamil
73. Hamte Ahmet
74. Maan Ali
75. Kirmastı'nın Karaosman Köyü'nden Harun Reşit
76. Eskişehirli Sefer Hoca
77. Bigalı Nuri Bey oğlu İsa
78. Adapazarı'nın Şahinbey Köyü'nden Kazım
79. Gönen'in Tuzakçı Köyü'nden Lampat Yakup
80. Kompat Hafız Said Gönen'in Bayramiçi karyesinden
81. Mütekaid Binbaşı Ahmet Gönen'in Keçeler Karyesinden
82. Bizedurg Said İzmir'de Dava Vekaleti etmiştir
83. Ahmet Nuri Şamlı
84. Tahsin - İstanbul Polis eski Müdürü
85. Kemal - İstanbul Polis eski Müdür Muavini
86. Ispartalı Kemal - Emniyet-i Umumiye Müdür Muavini
87. Şeref İstanbul Polis Müdüriyeti eski Birinci Şube Müdürü
88. Hafız Said İstanbul Polis eski Birinci Kısım Başmemuru
89. Hacı Kemal - Arnavutköy Merkez eski Memuru
90. Namık Polis Baş Memurlarından
91. Nedim - Şişli Komiseri
92. Fuat - İzmit Merkez Memuru, Edirne Polis Müdürü ve Yalova Kaymakamı
93. Yolgeçenli Yusuf - Adana’da Polis Memuru
94. Sakallı Cemil - Unkapanı Merkez eski Memuru
95. Mazlum - Büyükdere Merkez eski Memuru
96. Fuat - Beyoğlu eski İkinci Komiseri
97. Mevlanzade Rıfat - Serbesti Gazetesi sahibi, Hürriyet ve İtilaf üyesi
98. Sait Molla - Türkçe İstanbul Gazetesi sahibi
99. İzmirli Hafız İsmail - İzmir Müsavat Gazetesi sahibi ve eski muharriri, Darülhikmet üyesi
100. Refik Halit Karay - Aydede Gazetesi sahibi ve Posta Telgraf eski Müdür-ü Umumisi
101. Bahriyeli Ali Sami - Bandırma Adalet Gazetesi sahibi
102. Neyir Mustafa - Edirne’de Teemin ve Elyevm, Selanik Hakikat Gazetesi sahibi
103. Ferit - Köylü Gazetesi eski muharriri
104. Refii Cevat Ulunay - Alemdar Gazetesi sahibi
105. Pehlivan Kadri - Alemdar Gazetesinden
106. Fanizade Ali İlmi - Adana Ferda Gazetesi sahibi
107. Trabzonlu Ömer Fevzi - Balıkesir İrşad Gazetesi sahiplerinden
108. Hasan Sadık - Halep Doğru Yol Gazetesi sahibi
109. İzmirli Refet - Köylü Gazetesi sahibi ve müdürü
110. Tarsuslu Kamilpaşazade Selami
111. Tarsuslu Kamilpaşazade Kemal
112. Süleymaniyeli Kürt Hakkı
113. İbrahim Sabri - Şeyhülislam Mustafa Sabri Hocanın oğlu
114. Bursalı Cemil - Fabrikatör
115. Çerkes Ragıp - meşhur İngiliz casusu
116. Haçinli Kazak Hasan - Fransız işgalinde zabit
117. Çerkes Süngülü Davut - Eşkiya çete reisi
118. Binbaşı Çerkes Bekir
119. Necip - Fabrikatör Bursalı Cemil’in kayınbiraderi
120. Ahmet Hulusi - İzmir eski Umur-u İslamiye Müfettişi
121. Uşaklı Madanoğlu Mustafa, Orgeneral Cemal Madanoğlu'nun babası
122. Gönen’in Tuzakçı köyünden Yusuf oğlu Remzi
123. Gönen’in Bayramiç köyünden Hacı Kasım Oğlu Zühtü
124. Gönen’in Balcı köyünden Kocagözün Osman oğlu Şakir
125. Gönen’in Muratlar köyünden Koç Mehmet oğlu Koç Ali
126. Gönen'in Ayvacık köyünden Mehmet oğlu Aziz
127. Gönen’in Keçeler köyünden Balcılı Ahmet oğlu Osman
128. Susurluk Yıldız köyünden Molla Süleyman oğlu İzzet
129. Gönen’in Muratlar köyünden Hüseyin oğlu Kara Kazım
130. Gönen’in Balcı köyünden Bekir oğlu Arap Mahmut
131. Gönen’in Rüstem köyünden Gardiyan Yusuf
132. Gönen’in Balcı köyünden Ömer oğlu Eyüp
133. Gönen’in Keçeler köyünden Talustan oğlu İbrahim Çavuş
134. Gönen’in Balcı köyünden Topallı Şerif oğlu İbrahim
135. Gönen’in Keçeler köyünden Topal Ömer oğlu İdris
136. Manyas’ın Bolcaağaç köyünden Kurhoğlu İsmail
137. Gönen’in Keçeler köyünden Muhtar Hacıbey oğlu Canbulat
138. Marmara'nın Kayapınar köyünden Yusuf oğlu İshak
139. Manyas’ın Kızlık köyünden Ali Bey oğlu Sabit
140. Gönen’in Balcı köyünden Deli Hasan oğlu Selim
141. Gönen’in Çerkes Mahallesi’nden Makinacı Mehmet oğlu Osman
142. Manyas'ın Değirmenboğazı köyünden Kadir oğlu Kamil
143. Gönen’in Keçidere köyünden Hüseyin oğlu Galip
144. Manyas'ın Hacıyakup köyünden Çerkes Sait oğlu Salih
145. Manyas’ın Hacıyakup köyünden Maktul Şevket’in biraderi İsmail
146. Gönen’in Keçeler köyünden Abdullah oğlu Deli Kasım
147. Gönen’in Çerkes Mahallesi’nden Hasan Onbaşı oğlu Kemal
148. Manyas’ın Değirmenboğazı köyünden Kadir oğlu Kamil’in biraderi Kazım Efe
149. Gönen’in Kızlık köyünden Yallaçoğlu Kemal
150. Gönen’in Keçeler köyünden Tuğoğlu Mehmet Ağa
TAP
Türkmenistan Afganistan Pakistan Boru Hattı Projesi. İngilizce'den kısaltma.
Türkmenistan gazını Pakistan'a ve Hint Okyanusu'na çıkarma projesi. Türkmenistan gazının bu hatta yetip yetmemesi kadar Afganistan'ın güvenlik sorunları da engel oluşturmaktadır.Buna rağmen özellikle Hindistan Türkmenistan ve diğer Hazar ülkelerinin gaz ve petrol kaynaklarının Hindistan'a akması için çaba göstermektedir.
Antifriz
Antifriz, 0 derece ve altında radyatör suyuna katılarak suyun donmasını önleyen kimyasal madde. Antifriz daha çok otomobil motorlarında kullanılır.
Bir alkol türevi olan etilen glikol (etandiol) iyi bir antifrizdir.
Antifriz radyatörü ve soğutma sistemini pas ve korozyondan korumak amacıyla da kullanılmaktadır. Donma noktası antifriz türüne göre değişir ve suyun donma noktasından daha düşük bir sıcaklıkta donar, su ile karıştırıldığında daha düşük donma sıcaklıkları sağlar. Bu nedenle doğru miktarda su ile karıştırılması önemlidir. Su oranı %70'i aşarsa donma %30'un altına düşmekte ve hararet tehlikesi baş göstermektedir. Antifirizin ısıyı taşıma özelliği suya izafi olarak daha az olduğundan düşük ağırlığın önem arz ettiği uygulamalarda daha da az kullanılır.
Türkiye iklim koşullarında maksimum koruma için % 33 ila % 50 arasında antifriz kullanımı tavsiye edilmektedir. Karışım yaparken sert sulardan kaçınılması gerekmektedir. Çünkü sert sular antifrizin içindeki koruyucu katıkların etkisini azaltmaktadır. Bu nedenle musluk suyu yerine yumuşatılmış ve distile edilmiş su kullanılmalıdır. "Antifriz eklenmesi veya değiştirilmesine bomometre ile ölçüm yapıldıktan sonra karar verilmelidir Bomometre cihazı, sadece karışımdaki etilen glikol miktarını ölçmektedir ve formülündeki koruyucuların durumu hakkında bilgi vermemektedir. Dolayısıyla bomometre, antifrizin soğutma sistemini koruma gücünü ölçememektedir. Bütün antifrizler birbirlerinin aynısı değildir çünkü, piyasadaki antifriz ürünleri arasında büyük oranda kalite farkı vardır. İyi bir antifriz hem suyun donma derecesini düşürmeli hem de kaynama derecesini yükseltmelidir.OAT (organik asit teknolojisi) ile üretilen antifrizler içeriğindeki katıkların kimyasal özellikleri sayesinde hem daha uzun ömürlüdürler hem de aşınmaya karşı daha iyi koruma sağlarlar. Genel maksatlı antifrizler normalde yılda bir defa suyun donma noktası için derecesi ölçülmelidir. Gelişmiş antifrizler ise daha uzun ömürlü olduklarından 3 yıla kadar kullanılabilmektedir
Laverna
Laverna, Roma mitolojisinde hırsızların, şarlatanların koruyucusu, tanrıçasıdır. Yasal olmayan yöntemlerle elde edilen paranın tanrıçasıydı. Roma'da Porta Lavernalis yakınında tapınağı bulunurdu. Aslında ilk başlarda ahiret (yeraltı dünyası) ile ilişkilendirilmiştir. Bir Etrüsk mezarında, "Lavernai Pocolom" kazınmış bir kupaya rastlanmıştır. Ayrıca Septimius Serenus'un bir parçasında Laverna "di inferi" ile ilişik biçimde ifade edilmiştir. Zaman içinde özgün yeraltı dünyasıyla ilişik halinden hırsızların ve hilekârların koruyucusu haline dönüştüğüne inanılır. İsmi için birçok farklı sav ortaya atılsa da (örneğin "lavare" - "girdiği dükkânlardan mal çalan hırsız", "shoplifter") çağdaş etimoloji uzmanları ismini "lu-crum"a bağlar ve kazanç tanrıçası gibi bir anlam ile açıklarlar.
Neo-paganizmde de tanınan Laverna, neo-paganizm ile ilgili, zaman zaman kutsiyet de atfedilen, çeşitli yazılarda da yer alır.
Eventus Bonus
Eventus Bonus ("iyi son"), Roma mitolojisinde hem ticaret hem de tarımda başarının tanrısıdır. İyi hasatları ve kârı o getirirdi.
Terminus (mitoloji)
Terminus, Roma mitolojisinde sınırların tanrısıdır. Sınırları belirtmekte kullanılan taşlar onun adına kutsaldı. 23 Şubat'ta onun onuruna Terminalia isimli bir bayram kutlanırdı.
Libitina
Libitina, Roma mitolojisinde ölümün, cesetlerin ve cenazenin tanrıçasıdır. İsmi ölüm sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmaktaydı. Bazı geleneklerde Venüs |
veya Persephone ile bir tutulmuştur.
Hakan Albayrak
Hakan Albayrak (d. 4 Haziran 1968, Hanau, Almanya), gazeteci ve aktivisttir. Karar gazetesinde yazmaktadır.
Kardeşi oyuncu Sinan Albayrak'tır.
1968 yılında doğdu. Orta öğrenimini Türkiye'de tamamladı. Farklı periyodlarla Milli Gazete, Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinde yazar olarak görev yapan Albayrak; 1983 yılında Halka Işık dergisini, 1989'da da Nihat Genç'le birlikte Çete dergisini çıkardı. İhlas Haber Ajansı bünyesinde Gazze ve Kudüs'te bulundu. 1994 yılında insani yardım amaçlı gittiği Bosna-Hersek'te İHH Saraybosna temsilcisi oldu. Yazılarında kimi zaman "Werner Hugo" mahlasını kullanan Albayrak, daha sonra da Gökhan Özcan'la birlikte editörlüğünü üstlendiği Gerçek Hayat dergisini kurdu.
2000 yılında Milli Gazete'de yayınlanan bir makalesi nedeniyle, 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'a muhalefetten, 2003 yılında 15 ay hapis cezası aldı. Ceza İnfaz Yasası kapsamında cezası 1/3 oranına indirildi ve 6 ay Kalecik Cezaevi'nde kalarak mahkûmiyetini tamamladı. 2012 yılının sonlarında Adem Özköse, Saim Tut ve Eyüp Gökhan Özekin ile beraber yayınladığı bir manifestoyla haftalık Sancaktar dergisinin kuruluşunu ilan etti. 2014 yılı itibarıyla dergi kapanmıştır.
Evli ve 2 çocuk babası olan Hakan Albayrak, eşi "Emira" ve çocukları "Ayşe" ve "Fatma" ile Ankara'da ikamet etmektedir. Haftalık "Sancaktar" dergisinde makaleleri yayınlanmaktadır. Bir Dönem; Eyüp Gökhan Özekin'le birlikte Sky360 kanalında Kitabın Ortası adlı haftalık TV programını sundu. Star Medya Grubu Başkanı Mustafa Karaalioğlu, Akşam Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ocaktan ve Star Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert'in görevlerinden alınmalarına tepki olarak 24 Kasım 2014 tarihinde Star Gazetesi'nden istifa ettiğini açıkladı.
Hakan Albayrak, 28 Şubat 2015'te yayın hayatına başlayan Diriliş Postası gazetesinin kuruluşundan beri devam ettirdiği Genel Yayın Yönetmenliği görevinden 28 Kasım 2015 tarihinde bir veda yazısı ile ayrılmıştır. Ayrıldıktan sonra yeni bir gazeteyle ilgili çalışmalara başladığını söyleyen Albayrak, önemli bir mevzi olarak gördüğü Diriliş Postası'nı okur olarak desteklemeye devam edeceğini söylemiştir. 11 Ocak 2016'da Müstakil Gazete'yi çıkarmaya başlamıştır. Ancak Müstakil'in yayın hayatı, 22 Nisan'da son buldu.
3 Mart 2016'da Karar gazetesinde yazmaya başlamıştır.
Kitap
Belgesel
Oyunculuk
Venedik Cumhuriyeti
Venedik Cumhuriyeti (İtalyanca: "Repubblica di Venezia", Venedikçe: "Repùblica Vèneta" ya da "Repùblica de Venesia"), 7. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında İtalya yarımadasında bugünkü Venedik kenti civarında hüküm sürmüş olan bir kent-devletti. Genellikle "En sükunetli" anlamına gelen "Serenissima" sözcüğüyle anılırdı.
Venedik kenti başlangıçta Bizans İmparatorluğunun bir parçasıydı.7. yüzyılda bağımsız oldu. Orta Çağın ortalarında büyük bir deniz filosu kurarak Akdeniz ülkeleriyle yaptığı ticaret sonucu zengin bir ülke haline geldi. 1204 yılında Konstantinopolis'i (İstanbul) talan eden Dördüncü Haçlı seferinin başını çekti. Venedik bu seferin sonucu olarak Girit adasını eline geçirdi.
1271-1295 yılları arasında Venedikli tüccar Marko Polo ilk defa Avrupa'dan İpek Yolu'nu izleyerek Çin'e kadar ulaştı. Moğol kağanı Kubilay Han'ın huzuruna çıktı ve yolculuklarının öyküsünü bir kitap haline getirdi.
1348 yılında çıkan bir veba salgını Venedik'in nüfusunun yarısının ölmesine neden oldu.
Osmanlı Devleti'nin Yunan yarımadası, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek'i fethetmesiyle Venedik birdenbire Osmanlı Devleti'yle deniz ve kara komşusu haline geldi. 1463-1478 arasında süren uzun bir savaş sonunda Venedik Osmanlı Devleti'yle barış anlaşması yapmaya razı oldu. Venedikliler Arnavutluk'ta İşkodra ve Akçahisarı, Ege'de Limni ve Eğriboz adalarını ve Güneybatı Peleponnesos'ta Maina Yarımadası'nı Osmanlılar'a bıraktı. Osmanlılar da Mora, Arnavutluk ve Dalmaçya'da aldıkları Venedik topraklarından bazılarını iki ay içinde iade etmeyi kabul ettiler. Venedikliler iki yıl içinde 100.000 duka altın tazminat ödemeye söz verdiler, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nda ithalat ve ihracat vergisi ödemeden serbest ticaret yapabilme hakkı için yıllık 10.000 duka ödemeyi de kabul ettiler. Venedik'in Osmanlı başkentinde yaşayan ve iş yapan Venedikliler üzerinde sivil yetkiye sahip bir "balyos"u İstanbul'da bulundurmasına izin verildi. Ayrıca bu anlaşmanın bir parçası olarak 72. Venedik dükü Giovanni Mocenigo ressam Gentile Bellini'yi Fatih'in tablosunu yapmak üzere İstanbul'a gönderdi.
1489 yılında Venedik donanması Kıbrıs'ı ele geçirdi. Ama 1571 yılında adayı Osmanlı Devletine kaybetti. 1645 yılında Girit'i, 1669'da adadaki Kandiye kalesini, 1718'de de yakın küçük adacıkları Osmanlı Devletine bırakmak zorunda kaldı.
15. ve 16. yüzyıllarda Venedik Cumhuriyeti İtalya yarımadasındaki Floransa, Roma ve Cenova gibi diğer kent-devletlerle birlikte Rönesans döneminin en önemli kentleri arasında yer aldı.1797 yılında Napolyon Bonapart Venedik'i işgal etti ve kenti Avusturya'ya devretti. Böylece Venedik Cumhuriyeti'nin 1100 yıl süren bağımsızlığı sona ermiş oldu. 1866 yılında da kent ilk defa olarak İtalya'nın bir parçası haline geldi.
Ak Hun İmparatorluğu
Ak Hun İmparatorluğu (Bizans kaynaklarında Eftalit, Çin kaynaklarında Ak Hiung-nu, Hint kaynaklarında ise Sveta-Hūna olarak geçer), dördüncü yüzyılın başlarında Isığ Gölü çevresinde Avarlar'a bağlı yaşarlarken bu yüzyılın ikinci yarısında Maveraünnehir'e ve Toharistan'a yayılmış bir Türk devleti.
Batıya doğru ilerlemelerine devam ederek Çin'in kuzeybatısındaki Gobi Çölü'nden Hazar Denizi kenarına kadar yayılan bir devlet kurmuşlardır. Ak Hunlar’ın güneye inen bir kolu da Kabil çevresinde bulunan Kuşanlar'ı yenerek Hindistan'a doğru ilerlemiş ve Hindistan'da bulunan Gupta İmparatorluğu'nun 5. yüzılın sonlarında parçalanmasından sonra 510 yılında İndüs Vadisi'ni ve Ganj Vadisi'ni almışlardır.
Fakat Hindistan'daki Ak Hunlar altıncı yüzyılın ilk yarısından sonra tarih sahnesinden çekilerek yerli halk arasında kaybolmuşlardır. Batı Ak Hunları ise, bir taraftan Orta Asya'da hâkimiyeti temin eden Göktürkler'in bir taraftan da İran'da hüküm süren Sasaniler'in arasında kalmışlar, iki taraftan saldıran kuvvetli düşmanları ile başa çıkamayarak 567 yılında tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Ak Hun İmparatorluğu, Hiung-nu'ların bölünmesinden sonra batıya kayanlar tarafından kurulan bir devlettir. Çağdaş devletleri olan Sasani, Çinli ve Bizanslı kaynaklardan böyle bir devlet olduğu bahsedilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucu bu devletin kurucularının Hun birliğinin bozulmasından sonra Afganistan bölgesine gelen Uar ve Hun kabileleri, bu bölgedeki yönetim boşluğundan yararlanarak bugünkü Afganistan ve Tacikistan çevresinde devlet kurmuşlardır. İlk dönemler Sasaniler ile iyi geçinmişlerdir. Kuzey Hindistan, Pakistan ve Keşmir'e doğru yayılmışlardır. Sasaniler'in iç politikalarına yardımcı olmuşlardır. Fars ve Bizans kaynaklarında "Eftalitler" olarak geçen bu devletin yönetici ailesinin "Eftal sülalesi" olduğu kanısı yaygındır ancak "Heftal adında bir kağanın sülalesi" olduğunu da söyleyenler de vardır. Fakat Ak Hunlar'ın Orta Asya steplerinden geldikleri kesindir. Çinliler ise bu devlete "Hua" demiştir. Eftalitler ile Türkiye Türkmenlerinden olan Abdallar arasında bağlantı kurulmaktadır.
Sasaniler'e göre, Ak Hunlar, beşinci yüzyılın başlarında Ceyhun Irmağı'nı geçerek komşuları Sasaniler'in sınırlarına dayandılar. Savaşçı hükümdarları Hakan'ın yönetiminde Rey önlerine kadar ilerlediler ama Sasani Hükümdarı V. Behram bu akınları durdurdu. İç Asya'da, Hun idaresinden sonra iktidara gelen Sienpiler'in yerine kurulan Avar Kağanlığı'nda, Uar ve Hun adlarında iki kabile grubu, 350'lerde, bilinmeyen bir sebeple o devletten ayrılarak, bugünkü Güney Kazakistan bozkırına gelmiş; buradaki eski Hun halkını Volga'ya doğru ittikten sonra güneye yönelerek, Afganistan'ın Toharistan bölgesine inmişti.
Hakimiyetini, batıda Hirkania'ya kadar genişleten bu devlet, beşinci asır ortalarından itibaren "Heftal" adında yeni bir hükümdar ailesine sahip olmuş ve yıkıldığı 567 yılına kadar hem sülale, hem kavim olarak, öteki adlar ve "Ak Hun" adı ile birlikte bu adı da taşımıştır. Yapılan tespitlere göre, devlette rol oynayan kabilelerden bazıları şunlardı:
Bunlardan hiç olmazsa bir kısmının yerli olduğu aşikardır.
Ak Hun İmparatorluğu'nun en büyük iki kabilesi Uar ve Hun kabileleri idi. Yönetime daha çok bu kabileler hakim oluyordu. Ak Hun İmparatorluğu İran üzerine baskılarını arttırmış ve 358 yılında Sasaniler ile bir anlaşma yapmışlardı. Sasaniler'in başına Bahram Gor gelince Ak Hunlar tekrar saldırıya geçmiş ve onları çok ağır bir şekilde yenmişlerdi.
430'da Ak Hunlar'ın başına Aksuvar geçince de, İran'ın iç işlerine karışıldı. Aksuvar himayesine aldığı I. Firuz'u İran tahtına çıkardı. Firuz, bunun karşılığında Tirmiz ve Vasgirt bölgelerini Ak Hunlar'a verdi. Ancak bir olay sonunda Firuz, Ak Hunlar'a savaş ilan etti. Aksuvar ile Firuz'un orduları karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta Aksuvar, Turan taktiğini uygulayarak Firuz'u pusuya düşürdü. Firuz, Aksuvar'ın önünde diz çöktü, özür diledi ve böylece ordusunu kurtardı. Ama çok geçmeden yeniden Ak Hunlar'a savaş ilan etti. Bu savaşta Sasaniler, Aksuvar'ın kazdırdığı çukurlara saplandılar. Bu savaşta Firuz da ölmüştür. Böylece iki devlet arasında yeni bir anlaşma yapıldı. Bundan sonra Hunlar Hindistan'a seferler düzenledi. Ama yeni kurulan Göktürk Devleti, Ak Hunları sıkıştırıyordu. Bir savaş sonunda Ak Hun İmparatorluğu parçalanmıştır.
480 yıllarında İran'da patlak veren Mazdek İsyanı'nın bastırılmasında Ak Hunlar etkin rol oynamışlardır. Bazı Sasani imparatorları Ak Hunlar'a sığınmıştır. 30 bin kişilik Hun ordusuyla Mazdek İsyanı bastırılmıştır.
Çin kaynaklarına göre, İç Asya'da Hoten, Kuça, Aksu, Kaşgar ve etrafını hakimiyetlerine alan Ak Hunlar, bu arada Kuzey Hindistan'ı da zaptetmişlerdi. Bu harekât, "Tegin" unvanını taşıyan ve Kâbil'de oturan Toramana adındaki başbuğ tarafından |
idare edilmişti. İpek Yolu ekonomik kaynaklarıydı.
Altıncı yüzyılın ilk yarısında ise Toramana'nın oğlu Mihiragula imparatorluk güney kanadının en azametli hükümdarıdır. Ordusunda, daima yedi yüz savaş filinin bulunduğu rivayet edilir. Fakat Budist rahipler (Song Yün ve ondan bir asır sonra buraya gelen Hiuen-tsang), bu "Sveta-Hūna"dan hoşlanmamışlardır. Çünkü Mihiragula, Budizm'i ülkesi ve halkı için tehlikeli sayıyor, Budistler'i kontrol altında tutuyordu. Buna karşılık, İskenderiye'den Hindistan'a giden tüccar Kosmas tarafından ve 530 tarihli Gwalior Kitabesi ile Sanskritçe yazılı Keşmir Vekayinamesi'nde Mihiragula, Hindistan'ın en büyük hükümdarı olarak tasvir edilmektedir.
Göktürkler'in güçlenmesi ve İstemi Yabgu'nun batıya yönelmesiyle Ak Hunlar ile Göktürkler karşı karşıya geldi. Güçlenen Sasaniler de eski müttefikleri Ak Hunlar'ın zayıflığından istifade etmek için Göktürkler ile antlaşma yaptılar ve Ak Hun İmparatorluğu yıkıldı. Ak Hunlar ile Göktürkler arasındaki siyasi ilişkilerin neden kötüleştiğine dair fazla bilgi olmamasına karşın bazı kaynaklarda zikredilene göre Ak Hunlar'ın yabgusunun kızı Göktürk Kağanı Kolo'nun oğlu ile evlendirilmek üzere çeyizi ile birlikte yola çıkarılmış fakat yolda kervana bir rivayete göre Sasaniler tarafından bir rivayete göre de Çinliler tarafından saldırı düzenlenmiş ve gelin adayı öldürülüp çeyizi yağmalanmıştır. Bu olaydan her iki taraf birbirini sorumlu tutmuş ve düşmanlık başlamıştı.
Kuzey Hindistan'ın yarısı, Afganistan ve Türkistan'ın bir bölümü Ak Hun İmparatorluğunun hüküm sürdüğü toprakları kapsar.
Ak Hunlar, genel olarak göçebe bir yaşam sürüyorlardı. Buna karşın Gor, Huo ve Sakkala'yı başkent olarak da kullandılar. Ak Hunlar, Asya'nın ipek ticaretini ellerinde tuttukları sürece güçlerini korudular. Göktürkler'in İpek Yolu'nun denetimini ellerine geçirmesiyle bu üstünlüklerini yitirdiler.
Książ
Walbrzych kentinde 500 yıllık bir şatodur. 13. yüzyılda Swidnica ve Jawor prensi I. Bolko tarafından yaptırılmıştır. Günümüze kadar çok defa yıkılmış, yeniden yapılmış veya onarım görmüştür. Tarih boyunca birçok kişiye ev sahipliği yapmıştır. 1509 - 1941 tarihleri arasında yerel yönetim tarafından kullanılmıştır. Bu dönemde şatoda birçok mimari değişiklik yapılmış özellikle barok tarzı kanat yine bu dönemde eklenmiştir. 1941 de şato Naziler tarafından işgal edilmiş, karargâh olarak kullanılmış ve yüksek derecede tahrip edilmiştir. Almanlar tarafından birçok bölümün altına tüneller kazılmış mimari yapı hırpalanmıştır. Almanlardan hemen sonra yapıyı ele geçiren Rus Kızıl Ordusu yine askeri amaçlı kullandıkları için şato daha çok kale halini almıştır. Savaş boyunca olan şatoya olmuş birçok özelliğini yitirmiştir. Fakat tüm bunlara rağmen hala görülecek pek çok şeye sahiptir. Özellikle restore edilmiş muhteşem salonları mimari açıdan görülmesi gereken bölümleridir. 1962 yılından bu yana yerel Anıtlar Koruma Kurulu korumasındadır. Özel mülkiyet altındadır, müze olarak gezilebilir. Barok tarzdadır.
Kaçar Hanedanı
Kaçar Hanedanı (, ; 1794 - 1925), İran'da aslen Azerbaycan Türkleri olan Kaçar tayfasının kollarından olan Kovanlı kolu tarafından kurulmuş ve 1794 ile 1925 yılları arasında hüküm sürmüş devlettir.
Kaçarlar Anadolu'nun Bozok (Yozgat) bölgesinden 15. yüzyılın bitimine doğru Azerbaycan’ın Gence yöresine göçen Türkmen oymağıdır. Şam Bayatı, Akça Koyunlu ve Akçalu olmak üzere üç Türkmen obasından oluşuyorlardı. Bir kısmı 17. yüzyılda sınır muhafızı görevi için Gürgan bölgesine Esterabad civarına gönderilmişlerdir.
Kaçar boyları, 18. yüzyılda Develi kolu ve Koyunlu (Kovanlı) kolu olmak üzere iki koldan oluşan boylar birliği olup iki kol arasında güç mücadelesi yaşanmaktaydı. Bu mücadeleyi kazanan Koyunlu kolundan Muhammed Hasan Han, Afşar Hanedanı'nın kurcusu Nadir Şah'ın ölümünden sonra Gilan, Mazenderan ve Cürcan olmak üzere Hazar Denizi sahilini alarak Güney İran'da Zend hanedanını kuran Kerim Han Zend ile mücadele etmeye başlamıştır.
Kerim Han Zend Kaçarların iç mücadelesinden istifade etmek için Muhammed Hasan Han'ın oğlu Ağa Muhammed'i Şiraz'daki sarayında tutsak alarak Develilere destek vermiştir. 1758'da Muhammed Hasan Han Koyunlu kolunun başına geçmiş ve Zend Hanedanı içinde yer almıştır.
Ağa Muhammed, Kerim Han Zend'in ölümünden sonra 1779'da Şiraz'dan kaçmayı başarmış ve 1781'de Çarlık Rusyası'nı geri çevirerek Astarabad'da Develi kolunu yenerek Kaçar konfederasyonunu birleştirmiştir.
1796'de İran'ı birleştirerek başkenti Tahran olan Kaçar Hanedanı'nı kurmuştur.
Ağa Muhammed bir yandan Güney İran'daki Zend Hanedanı ile mücadele ederek öte yandan Kuzey İran'da hakimiyetini genişlemeye devam etmiştir. 1785'te Hazar Deniz sahilini elde etmiş ve merkezini Tahran'a taşımıştır.
1794'te Lütf Ali Han'ı esir alarak Zend Hanedanını yıkmış ve 1795'te Rusya'nın himayesini isteyen Gürcistan'ı fethederek üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Tiflis'i aldıktan sonra Tahran'a dönerek 1796'da Şah olarak tahta çıkıp Ağa Muhammed Şah olmuş ve ardından Meşhed'i ararak ismen devam etmekte olan Afşar Hanedanı'nı tamamen yıkmıştır.
1796'te Çarlık Rusyası Gürcistan seferini hazırlamış fakat II. Kazalin'in ölümünden dolayı iptal edilmiştir. Rusya'nın güneye inişinden endişelenen Ağa Muhammed Şah, Buhara seferini iptal ederek Gürcistan'a doğru hareket etmiş ancak yolun ortasında 19 Haziran 1797'de suikastı sonucu öldürülmüştür.
Ağa Muhammed Şah, çocukken kısırlaştırıldığı için çocuğu bırakmamıştır. Sadrazam İbrahim Karantar Şirazi Fars valisi Sultan Baba Han'ı getirerek Feth Ali Şah olarak tahta çıkarmıştır.
1798'de Feth Ali Şah, Azerbaycan'da Sadık Han Şagagi, Güney İran'daki Muhammed Han Zend, öz kardeşi olan Hüseyin Kuli Han ile mücadele etmiştir.
1801'de Fars memurları ('Tacik')'nın güçünü azaltmak amacıyla sadrazam İbrahim Karantara Şirazi'yi azlederek idam etmiştir. Tebriz'e Veliaht Abbas Mirza'yı tayin ederek Azerbaycan'ı kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Bundan sonra Kaçarların veliahtları hep Tebriz valisi olmuştur.
1800'de Doğu Gürcistan Rusya'ya ilhak edilmiş ve bunu kabul etmeyen Kaçarlar ile Rusya arasında 1804'den sonra silahlı çatışmalar yaşanmaya başlanmış ve Birinci İran-Rusya Savaşı patlak vermiştir.
Kaçar ordusunu komuta eden Abbas Mirza ordunun ıslahat ihtiyacını hissederek Nizam-ı Cedid'i teşkil etmiştir. Abbas Mirza Aras Nehrini aşarak Erivan'ı elde etmiş ve savaşta üstünlüğü sağlamıştır. Bunun için 1810'de Rusya barış istemiş fakat bunu Kaçarlar reddetmiştir.
1812'de Aslan Decu'da kesin yenilgiye uğradıktan sonra Britanya'nın aracılığıyla 13 Eylül 1813'te Gülistan Antlaşması imzalanmış ve Kaçarlar Gürcistan ve Kuzey Azerbaycan'ı kaybetmiştir.
Aynı dönemde Osmanlı ile de savaşılmış ve Bağdat'ın kapısına dayanmıştır. Ancak yine Britanya'nın aracılığıyla Erzurum Antlaşması imzalanmış ve Kasr-ı Şirin Antlaşmasında belirtilen sınırlar tekrar onaylanmıştır.
1836'de Feht Ali Şah'ın torunu Muhammed Şah tahta çıkmıştır. Bu dönemde Britanya güneyden İran'ı yarı sömürgesi yapmaya başlamıştır.
İsmaililiğiin önderi Ağa Han isyanı ettiyse de bastırılarak Hindistan'a sığınmıştır. 24 Mart 1844'de Seyyid Ali Muhammed vahiyin indiğini ve kendisinin gayba eden imam olduğunu iddia ederek Babiliğini örgütlemeye başlamıştır. Babiler Kacarların siyasetini, mevcut Şiiliğini ve başta Rusya ve Britanya olmak üzere Avrupalıların sömürgeciliklerini eleştirmiştir.
1848'de Muhammed Şah öldüğünde Babiler isyan etmiş ve Nasreddin Şah Rusya'nın yardımıyla Babileri bastırmaya çalışmıştır. Babileri bastırmakla başarılı olan sadırazam Emir Kabir İran'ın ıslahatını başlatmış ancak 1852'de Nasreddin Şah tarafından öldürülünce ıslahat hareketi de sona ermiştir.
1870'da Kacar Hanedanının ekonomisi ifras etmiş ve Avrupalı yatırımcılara ekonomik ayrıcalık haklarını vermeye başlamıştır. Böylece İran, Rusya ve Britanya'nın yarı sömürgesi haline gelmiş ve dünya ekonomisinin de parçası olup dışarıdan ucuz malları girdikleri için İran'ın ekonomik gücü zayıflamıştır.
Britanya'ya gizlice tütün üretimi ve satışının 50 yıllık hakkını tekel olarak verilmiştir. 1890'de İstanbul'da çıkan "Akhtar" gazetesi tarafından bu ortaya çıkarılınca İran'da ulemalar ve bazariler 'Tütün Kıyamı' adlı protest hareketini başlatmış ve Kaçar Hanedanı tütün ile ilgili ayrıcalık haklarını Britanya'dan geri almıştır.
kacar
Kırmızının Geçim Hakkı
Kırmızının geçim hakkı ekonomi kuramcılarından Robert Solow'un dünyanın varlığına ilişkin yürüttüğü bir hesaplama yöntemidir.
Her ne kadar felsefi yazında pek fazla değer görmese de, Solow'un bu alanda yazdığı Latince makaleler yarı deli bir insanın neler yapabileceğinin bir ispatıdır. Çocukluğunda geçirdiği zatürree hastalığı sonucu ailesi tarafından bir anlamda görmezden gelinen Solow, üst sınıf matematikçilere taş çıkarırcasına gerek Dünya gerekse de uyduları hakkında ilgi çeken saptamalarda bulunmuştur.
"Kırmızının geçim hakkı" düşüncesine göre bir varlık, diğer bir varlığın yansımasından başka bir şey değildir.
Punta Arenas
Punta Arenas, Şili'nin XII. Bölgesi Magallanes y la Antártica Chilena'nın başkentidir.
Magellan Boğazı'nın kıyısında bir liman kenti olan Punta Arenas, Güney Patagonya topraklarında Ateş Toprakları'nın (Tierra del Fuego) karşı kıyısında yer alır.
Dünyanın en güneyindeki şehri tartışmalarının sürekli ortasında bulunan Punta Arenas; her ne kadar Ushuaia ve Puerto Williams'dan daha kuzeyde olsa da, yaklaşık 120.000 nüfusu ile (2005) bu şehirlerden daha büyük olup; Dünyanın en güneyindeki metropolüdür.
Yıllık ortalama hava sıcaklığı 6 °C civarındadır. Aylık 25–45 mm düşen yağış tüm yıl içinde dağılım gösterir.
Şili kolonisi 18 Aralık 1848 tarihinde kurulmuştur. Punta Arenas ilk başta ceza kolonisi hizmeti sunmuş,daha sonra taş kömürünün keşfinden sonra (1872) serbest bölge limanı olarak kullanılmıştır. Nihayetinde Britanyalıların bölgeye getirdikleri koyunlardan sonra gitgide önemi artmıştır. 1875 'te nüfusu 915, 1884 ise 4000 kişi iken, toplam 16 "Ranchos"'da (büyük çiftlik) 40.000 koyun, 6000 sığır, 2000 at bulunuyordu. |
Magellan Boğazına bakan Punta Arenas, yeryüzünün en eski ticaret yollarından birinin durağıydı. Şehrin zenginliği, tamamen bu ticaret rotasındaki tüccarlara bağımlıydı. İlk büyük kalkınmasını, Kaliforniya'daki altına hücum akımında, bu yöne giden yelkenli gemilerin uğradığı bir liman konumuna erişmesi sayesinde yapmıştır. Panama Kanalı'nın açılmasıyla liman, anlamını yitirmiştir. İşte tam da bu zamanda, şehir yün ticaretinin Şili'deki merkezi olarak ikinci çıkışını yapmıştır.
Punta Arenas'ta değişik kültür ve insanların karışımı önemli rol oynar. Bu durum, Portekizli denizcilerin gelmesiyle başlamış, ingiliz koyun yetiştiricilerinin gelmesine kadar devam etmiştir
Bunun dışında şehir, Dünya'nın muhteşem tabiatına sahip yerlere yapılan gezilerin sevilen bir çıkış noktasıdır. Bölgenin fiyordlarına ya da milli park Torres del Paine'ye buraya uğranarak gidilir. Ayrıca bölgedeki macellan pengueni kolonisi ziyaret edilebilir.
Horst Köhler
Horst Köhler (d. 22 Şubat 1943 Heidenstein/Skierbieszów, Polonya), 1 Temmuz 2004 tarihinde Federal Almanya Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, 1 Mayıs 2000 - 4 Mart 2004 tarihleri arasında IMF başkanlığı görevini yürütmekteydi.
Horst Köhler, Polonya'nın o zamanki adı Heidenstein olan Skierbieszów köyünde doğdu. 8 çocuklu çiftçi bir ailenin yedinci çocuğudur. Babası Eduard Köhler ve annesi Elisabeth Köhler (Bernhard), uzun süre Alman göçmenlerin 1814 yılında yerleşmeye başladığı, Romanya'nın güneyinde ve Moldavya'nın 30 km kuzeyinde bulunan Besarabya bölgesinin 1865'te kurulan Ryschkanowka köyünde yaşadılar. 1940 yılında bölge, Hitler-Stalin Anlaşması sonucu Sovyetler Birliği'ne dahil oldu ve Sovyet Ordusu tarafından işgal edildi. Besarabya'nın Alman asıllı nüfusunun büyük bölümü olan yaklaşık 93.000 kişi, köyün 400 sakini de dahil, tekrar Almanya'ya göç etmek zorunda kaldı. Köhler ailesi 2 seneyi kamplarda geçirdikten sonra 1942 yılında Polonya'ya, Lublin voyvodalığının Zamość bölgesine taşındı. Alman ordusunun işgalinden sonra yerli nüfusu zorla boşaltılan ve adı Heidenstein olarak değiştirilen Skierbieszów köyüne yerleştiler. Orada 1943 yılında "Horst Köhler" doğdu.
1944 yılında Horst 1 yaşına geldiğinde annesi ve 3 kardeşi ile birlikte, partizanların artan saldırılardan korunmak için Warthegau bölgesine bir kampa gönderildiler. Horst Köhler'in babası ise çiftçilik yapan tüm erkekler gibi köyde kaldı. 1945 yılında Kızıl Ordu sınırı geçerek onların bulunduğu bölgeyi tehdit edince, diğer milyonlarca Alman gibi Köhler ailesi de batıya doğru kaçmaya başladı. Kaçışları Sachsen eyaletinde Leipzig kenti yakınlarındaki Markkleeberg-Zöbigker kasabasında noktalandı. Köhler ailesi burada çiftçilik hayatını yeniden kurdu. 1953 yılında sosyalistler çiftçiliği ve ziraati tehdit etmeye başlayınca Köhler ailesi Doğu Almanya'yı terk etmek zorunda kaldı. Kaçış yeri bu sefer Batı Almanya'nın Berlin kentiydi. 1957 yılına kadar Köhler ailesi Baden Württemberg eyaletinde Stuttgart yakınlarındaki Backnang kasabasında bir sığınma kampında yaşadılar.
Son olarak aile Ludwigsburg'a taşınarak orada kalmaya karar verdi. Köhler 1963 yılında liseyi burada bitirdi. Horst Köhler çocukluğunda izciydi. Dini ve politik görüşleri konusunda objektif bir düşünce tarzı vardı. İnsanların milliyetlerinden ve dinlerinden dolayı eleştirilmesine karşıydı. Herkes onu "Daniel" lakabı ile çağırıyordu. Kendisi ile yapılan bir röportajda kendisini ilticacı olarak görmediğini ve burayı vatan kabul ettiğini söylemişti.
Horst Köhler, 1960 yılında 2 yıllık askerlik yapmak üzere Baden Württemberg eyaletinin Ellwangen şehrine gitti. Orada Tank Birliğinde çavuş olarak görev yaptı. Daha sonra Tübingen'de bulunan Eberhard Karls Üniversitesi'ne kaydoldu. 1969 yılında Ekonomi ve Politik Bilimler bölümünü bitirdi. 1969 ile 1976 yılları arasında Tübingen'de bulunan Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü'nde çalıştı. 1976 ile 1980 yılları arasında Alman Ekonomi Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1981 yılında Alman Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) partisine üye oldu. Aynı yıl Schleswig-Holstein eyaleti devlet bakanlığında dönemin başbakanı Gerhard Stoltenberg'ın emrinde çalışmaya başladı.
Mayıs 2004'te devlet başkanlığına seçilen Horst Köhler 1 Temmuz 2004'te göreve başlamıştır ve 2009'da bu göreve tekrar seçilmiştir. 22 Mayıs 2010'da Afganistan'daki güçlerle ilgili yaptığı açıklamaların ciddi derecede eleştirilmesi üzerine 9 gün sonra istifa etmiştir.
Atomaltı parçacık
Atomdan küçük, atomu da oluşturan maddeler. En çok bilinenleri, alt parçacıklardan (kuarklardan) oluşan proton, elektron, nötrondur. Yapısı tamamen keşfedilmemiş olanlara örnek foton (ışık), bozon, mezon, fermiyon, baryon, graviton.
Leptonlar ve kuarklar şimdiki bilgilerimize göre temel parçacıklardır.
Yani, kendilerini oluşturan başka parçacıklardan yapılmamışlardır.
Leptonlar içinde hepimizin yakından tanıdığı ‘Elektron’ vardır. Elektron şimdilik başka parçacıklardan yapılmamış olarak kabul edilmektedir.
Leptonların spini (dönüş) ½ ve elektrik yükleri -1 veya 0 dır. Yunanca lepton hafif parçacık anlamına gelmektedir.
Temel parçacıklar içinde adını James Joyce'dan alan parçacıklar kuarklardır.
Kuarklarda spin ½ ve elektrik yükleri 2/3 veya -1/3 olan parçacıklardır. Şimdilik bilinen 6 Kuark vardır.
Çekirdek, Nükleon adını verdiğimiz proton ve nötrondan meydana gelmiştir.
Elektron ve çekirdeğin içindeki Nötron ile Proton kararlı parçacıklardır.
Çekirdeği ilgilendiren parçacıklar ailesi iki kısımdır.
Baryonlar ağır parçacıklardır, mezonlar orta ağır parçacıklardır.
Baryonlar ve mezonların hepsine hadronlar adı verilir.
Yunanca kuvvetli parçacık anlamındadır.
Kuark kuramına göre Baryonlar 3 kuarktan, Mezonlar ise bir kuark ve bir antikuarktan oluşmuşlardır.
Nötron UDD kuarklarından, Proton ise UUD kuarklarından meydana gelmiştir.
Elektrik yükleri hesaplandığında 2/3 -1/3-1/3 = 0 yani yüksüz nötron ve 2/3+2/3-1/3 = 1 yüklü proton olduğu görülür.
Bir atom çekirdeğini oluşturan hadronlar, kuarklardan yapılmışlardır ve aradaki mezon alışverişi ile kararlı parçacıklar ortaya çıkar. Bu olay esnasındaki kuvvet güçlü etkileşimdir ve çekirdeği parçalanmadan tutar. Bu olgu ilk kez H. Yukova tarafından ortaya konulmuştur ve bu olayda en çok rol oynayan mezon pi mezondur. Ortalıkta pek görülmeyen bu maddelerin ömrü çok azdır.
Yüklü pi mezon 10 saniye yaşar.
Bir atom çekirdeğinin her zaman kararlı olmadığını biliyoruz, kararsız atom çekirdeklerindeki radyoaktif maddelerin çekirdekleri böyledir, çekirdek parçalanması olur bunu sağlayan zayıf etkileşimdir.
Doğada varolan ve şimdilik bilinen 4 temel kuvvetin bağlantı kuantasına "Gluon" adı verilir. Bunlar; elektromanyetik kuvvet gluonu foton, zayıf etkileşim kuvvet gluonu W+ W- Z0 parçacığı, çekim kuvveti gluonu graviton, kuvvetli etkileşim gluonu renkli gluonlardır. Atom çekirdeğini ilgilendiren gluonlar, kuarkların tat dediğimiz özelliğini değiştirir ve onların yapmış olduğu hadronları parçalar veya kuarkları zamk gibi bir arada tutarak kararlı parçacıkların yapılmasını sağlar.
Şimdiye kadar bahsedilen bu parçacıkların Pauli yasası ile belirlenen spinleri göz önüne alındıklarında (spin parcacığın iç açısal momentumudur) parçacıklar ya tam sayılı spinlere sahiptir (0 , 1 ,2 …gibi) veya yarım tam sayılı (buçuklu) spinlere sahiptir (½ , 3/2 , 5/2 ... gibi). Yarı tam sayılı spinli parçacıklar FERMİ istatiklerine, tam sayılı spin’e sahip olanlar BOSE istatiklerine uyarlar.
Bu nedenle Spinler göz önüne alındığında parçacıklar iki kısma ayrılırlar.
Fermi istatistiklerine uyan parçacıklar aynı anda aynı konumda olamazlar (elektron gibi).Bose istatiklerine uyanlar ise aynı anda konumda olabilirler (foton dolayısı ile laser gibi).Tüm bahsedilen parçacıkların bir anti-parçacığı da vardır, anti-madde dediğimiz madde anti-parçacıklardan oluşan maddedir. En çok bilinen örnek Pozitron yani anti-elektron'dur. Anti-maddeler, madde ile etkileşime girdiklerinde enerjiyi dönüştüklerinden maddeden oluşan bir sistemde anti-madde gözlemlemek mümkün değildir.
Nötrinolar leptondur. Yüksüz (nötr) ve sıfır veya çok küçük kütleye sahiptirler. Bu yüzden diğer parçacıklarla neredeyse hiç etkileşmezler. Birçok nötrino, bir kere bile etkileşmeden yeryüzünün içinden geçerler.
Nötrinolar değişik bozunma ve etkileşmeler ile üretilir. Örneğin, bir nötron, bir proton, bir elektron ve bir anti-nötrinoya bozunur. Aslında, fizikçiler nötrinoların, radyoaktif bozunmaların dikkatli gözlemleri sonucu varolduklarını varsaymışlardır.
Örneğin, bir nötron, bir elektron ve bir protona bozunduğunda, elektron ve protonun momentumları toplamı başlangıçtaki nötronunkine eşit değildir. Bu yüzden, kayıp momentuma karşı gelecek başka bir parçacık olmalıdır : yani, nötrino.
Nötrinolar çok sayıda üretildiklerinden ve maddeyle çok nadir etkileşmeye girdiklerinden, Evrende çok büyük miktarda bulunurlar. Eğer kütleleri varsa, evrenin toplam kütlesinin çoğuna katkıda bulunacak ve genişlemesini etkileyeceklerdir.
Barbaros
Barbaros şu anlamlara gelebilir:
İncinerator
İncinerator, yakarak yok etme anlamında kullanılan İngilizce kelimedir. Atıkların kontrollü bir biçimde yakılarak imha edilmesinde kullanılan bu cihaz Amerika ve Avrupa'da oldukça yaygındır. Kapasiteleri düşük olduğu gibi şehir çöplüğü yakacak kadar büyük olanları da vardır, yakılan atıklardan elektrik, sıcak su veya buhar elde edilebilir böylece hem atıklar bertaraf edilmiş olup hem de enerji geri kazanılmış olur. Farklı atıklar için farklı tiplerde sistemler mevcuttur.
Incinerator aşağıda belirtilen atıkların imhasında kullanılır.
Geri dönüşüm yapıldıktan sonra yani evsel atık içerisinde bulunan kâğıt, cam, metal, karton, plastik gibi yeniden değerlendirilebilir atıklar elle veya özel makinelerle ayıklandıktan sonra kalan atıklar enerji elde etmek için yakılırlar, böylece çöp dağları oluşmaz ve hacim olarak %98'e kadar düşme sağlanır. Atıkların yakılması ile oluşan ısı elektrik enerjisini dönüştürülür ve böylece temiz enerji sağlanmış olur. Atık yakma makineleri olabildiğince az emis |
yon sağlamak için tasarlanmıştır, baca gazı emisyonları çok düşüktür, Uzun yıllardır Amerika menşeli sivil toplum örgütlerinin yakma tesislerine karşı çıkma sebebi Amerika’daki baca gazı emisyon değerlerinin çok yüksek olmasıdır. Avrupa’da bulunan yakma tesislerindeki baca gazı değerleri, Avrupa Birliği Yönetmeliklerine göre daha düşük olduğundan Amerika’daki ve Avrupa’daki tesisleri mukayese etmemek gerekir. Bir hatırlatma daha yapalım Türkiye'de Avrupa Birliği yönetmelikleri uygulanmaktadır.
Providentia
Providentia, Roma mitolojisindeki basiret (ileriye görme/ön görülülük) tanrıçasıdır.
Hans-Joachim Marseille
Hans Joachim Marseille (Takma adı: Der Stern von Afrika / Afrika Yıldızı, 13 Aralık 1919, Charlottenburg, Berlin - 30 Eylül 1942, Sidi Abd el Rahman, Mısır), II. Dünya Savaşı'nda bir Alman avcı pilotu. 17. yüzyıda Fransa'daki dini baskılardan kaçmak üzere Almanya'ya göç eden Protestan ailelerindendir.
II. Dünya Savaşı sırasında Messerschmitt ile 154 tane İngiliz avcı uçağı düşürerek Afrika'da İngilizleri çok zor durumda bırakmış ünlü bir pilottur. Dönemin en iyi uçaklarından 382 seferde 101 P-40s, 30 Hurricanes, 16 Spitfires toplam 154 tane düşürmüş, 4 tane de bombardıman uçağı düşürmüştür. 15 Eylül 1942'de 11 dakika içinde 7 Avustralya avcı uçağı, 17 Haziran 1942'de 7 dakika içinde 6 uçak düşürerek ne denli iyi bir pilot olduğunu kanıtlamıştır. Kariyeri boyunca düşürdüğü her bir uçak için harcadığı ortalama mermi adedi 15'tir.
Üstün bir manevra kabiliyetine sahip olan Marseille, nişan kabiliyeti ile de eşsiz bir pilottur. Manevra yaparken de ateş etmesiyle ünlüdür. Tüm zamanların belki de en iyi nişan alan pilotudur. Düşürüğü uçaklara bakıldığında mermilerin kokpitten motora kadar sıralandığı görülmüştür. Belki Erich Hartmann gibi çok yüksek bir sayıya ulaşamamıştır fakat bunda Doğu Cephesi'nde Sovyet pilotlara karşı değil de İngiliz Spitfire'e karşı savaşmasının ve erken ölmesinin de etkisi olmuştur. Kaderin bir cilvesi olarak savaşırken değil bir kaza sonucu ölmüştür. Kendisi için yeni getirilen Messerschmitt bf109 G2 sınıfı yeni nesil uçağı ile rutin bir görev uçuşundan dönerken motoru alev almış, uçaktan atlarken kuyruk dümenine kafasını çarpması sonucu bayılmıştır. Hans-Joachim Marseille paraşütünü açamadan yere çakılarak can vermiştir. Eski uçaği Messerschmitt bf109 F4 Troph Z serisi 20 mm topa sahip modeliydi. Bu uçak çok ender olup Nitrojen NOS2 boost sistemine sahip, diğer F4 uçaklarından 350 beygir daha güçlü idi.
Securitas
Securitas, Roma mitolojisinde güvenlikten, özellikle de Roma İmparatorluğunun güvenliğinden sorumlu tanrıçaydı.
Mellona
Mellona, Roma mitolojisinde arı ve arıcılığın tanrıçası. İsmi "bal" anlamına gelen "mel" kelimesinden türemiştir.
Nixi
Nixi, Roma mitolojisindeki doğumla ilgili tanrıçalar. Doğum sırasında doğum yapan kadını korumaları için çağrılırlardı. İsim "nithor" yani "doğurmak"tan türemiştir.
Naenia
Naenia, Roma mitolojisinde cenaze(lerin) tanrıçası.
Devlet (anlam ayrımı)
Devlet şu anlamlara gelebilir:
Disciplina
Disciplina, Roma mitolojisindeki küçük (ast) ilahlardan, disiplinin tecessümü (vücut buluşu/bulmuş hali) ve tanrıçası. Özellikle imparatorluk askerleri tarafından tapınılırdı.
Patalena
Patalena, Roma mitolojisinde çiçek(lerin) tanrıçasıydı.
Devlet (kitap)
Devlet Sokrates'in sağlıklı ve mutlu bir toplum hayatı için düşündüğü devlet modelini anlatır. Günümüzdeki devlet felsefesi üzerinde temel kaynaklardan biri olması açısından önemlidir. Aynı zamanda mutluluk felsefesi üzerine yazılmış bir metindir. Eser Platon tarafından yazılmıştır. Fakat eserde Platon'un hocası olan Socrates'in konuşmaları yer almaktadır.
Platon, "Devlet" adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar (işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir.
Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.Ayrıca bu toplumda Kadın-Erkek eşitliği mevcuttur.
Platon’un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî’de görmekteyiz.
Victoria (mitoloji)
Victoria, Roma mitolojisindeki zafer tanrıçası. Yunan mitolojisindeki dengi Nike'dir. Sabinlerin ziraat tanrıçası Vacuna'dan uyarlanmış olup Palatino Tepesi'nde kendisine adanmış bir tapınağı vardı. Özellikle askerler kendisine tapınırdı ve Roma'da kendisine adanmış üç dört noktaya sahipti. Bunların bir diğeri de Senato'daki bir sunaktı.
Berç Keresteciyan Türker
Kigork Berç Keresteciyan (Türker) (d. 1871, İstanbul) - (ö. 27 Temmuz 1949, İstanbul), Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e ve milli mücadeleye destekleri olmuş; TBMM 5. Dönem, TBMM 6. Dönem ve TBMM 7. Dönem'de (1935-1946) Atatürk'ün gayrimüslimler için ayırma kararı aldığı kontenjandan Afyonkarahisar milletvekilliği yapmış, İstiklal Madalyası sahibi Türkiye Ermenisi iş adamı ve siyasetçidir.
Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmış gayrimüslimlerden biridir. "Türker" soyadı kendisine, Soyadı Kanunu ile birlikte Atatürk tarafından verilmiştir.
Mustafa Kemal'in Bandırma vapuru ile Samsun'a doğru yola çıkmasından önce, Paşa'nın avukatı Sadettin Ferit'e, "Siz, Paşa Hazretleri'nin hem avukatı, hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa hazretlerinin bindiği vapur Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum. Lütfen Paşa Hazretleri'ne iletiniz, kıyıdan gidiniz" bilgisini ulaştırarak kendisini uyardığı ve hayatını kurtardığı yönünde bilgiler mevcuttur. Mustafa Kemal'in bu istihbarat üzerine, Bandırma vapuru kaptanı İsmail Hakkı Bey'e "Mümkün olduğu kadar sahilden gitmemiz kabil midir?" diye sorduğu, Kaptan'ın Karadeniz'e ilk kez çıktığını, nerelerin kayalık, nerelerin sığ olduğunu bilmediğini söylemesi üzerine, "O zaman pusula ile gideriz." dediği, ancak geminin pusulasının da bozuk olduğunu öğrenmesi üzerine, "Ziyan yok. Allah büyüktür. Siz yine mümkün olduğu kadar sahili takip ediniz." dediği belirtilmektedir. Buna göre, Atatürk, bu bilgiden ötürü yıllar sonra Keresteciyan'ı Türker soyadı ile ödüllendirmiştir.
1871 İstanbul doğumludur. Beş yaşındayken İstanbul Gümrüğü Şube Müdürü olan babası öldüğü için Maliye Tercüme Kalemi Müdürü olan amcası Bedros Keresteciyan tarafından yetiştirilmiştir. Osmanlı Devleti'nde Müslüman Türk entelektüeller tarafından basılan ilk gazete olan Tercümanı Ahval'de editör olarak da çalışan amcası, bu yolla Agah Efendi, İbrahim Şinasi ve Namık Kemal gibi isimlerle bağlantı halinde olan bir kişiydi. Dilbilimci kimliği de taşımaktaydı ve Türkçenin, kendisinden yüz yıl sonra soydaşı Sevan Nişanyan'ın da kendi Türkçe etimolojik sözlüğünü hazırlarken yararlanacağı, ilk etimolojik sözlüğünü hazırlamıştır.
Berç Keresteciyan önce Galatasaray Lisesi'ni daha sonra ise Robert Kolej'i bitirdi. Hayatının daha sonraki döneminde de iki yıl Maliye Bakanlığı'nda çalıştıktan sonra 1890'larda Osmanlı Bankası'nda çalışmaya başladı. 1911 yılında Hilali Ahmer'in (Kızılay) üçüncü kez yeniden faaliyete geçirilmesi görevini üstlenenlerden biri olarak Cemiyetin Yüksek İdare Konseyi'nde yer aldı. Hilali Ahmer'deki tek gayrimüslim idare konseyi üyesiydi. 1910'lu yıllarda da Osmanlı Bankası'nın üç yöneticisinden biri olarak Hilali Ahmer Cemiyeti'ndeki görevini de sürdürdü.
Kurtuluş Savaşı'nda Hilali Ahmer Cemiyeti'nin ikinci başkanı olarak Anadolu'ya takalarla ilaç sandıkları gönderme işini bizzat organize etti. Sakarya Savaşı'nın en kritik anlarından birinde de, top ateşleme mekanizmaları satın alımı için de, Mustafa Kemal'in ricası üzerine aynı gün şahsi hesabından çekerek 15 bin Lira yardım yaptığı belirtilmektedir. Savaştan sonra, Beyaz şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. 1925 yılında Taksim Meydanı'nda İtalyan heykeltıraş Kanonika tarafından yapılan ünlü Cumhuriyet Anıtı'nın oluşturulması için kurulan heyette yer aldı.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ziraat Bankası'nda uzman olarak çalıştı. Milletvekilliği döneminde, Hatay'ın Türkiye'ye bağlanması konusunda yaptığı tarihi meclis konuşması ile akıllarda kalmış, bu konuşma tutanaklara Ermeni asıllı birinin aynı zamanda bir Türk milliyetçisi olabileceğinin kanıtı olarak geçmiştir.
1949 yılında İstanbul'da vefat etti.
Âyin
Âyin (Farsça:آیین) ya da ritüel, genellikle önceden belirlenmiş bâzı kurallara göre icra edilen dînî tören. Âyinlerde çoğunlukla sembollerden ve ilahî kavramlardan faydalanılır. Genellikle tapınaklarda, özel giysilerle ve bâzı dinlerde özel makyajlarla yapılır. Yanlış bir kanı olarak genellikle Hristiyanlığa atfedilir. Türk Tasavvuf istilahatında kullanım alanı mevcuttur. Örneğin: Mevlevî Âyin-i Şerîfi.
"Ritüel" sözcüğü Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Bu sözcük Batılı dillerde belirli kurallara göre icra edilen, ancak dinî olmayan bâzı resmî törenler için de kullanılır.
Panteon (anlam ayrımı)
Pantheon şu anlamlarda kullanılabilir:
Binalar:
Ya da:
Panteon
Panteon (Yunanca: παν, pan, "bütün" + Θεός, Theos, "Tanrı"), bir mitoloji ya da dine özgün tüm tanrıların birliğidir. Ünlü toplumbilimci Max Weber, 1922 yılında yayınladığı bir kitapta panteon ile tek tanrılı dinlerin arasındaki bağı karşılaştırmaktadır.
Panteon terimi, Yunan ve Roma uygarlıklarında bir tapınağın adını temsil etmek için de kullanılmaktadır. Aynı doğrultuda çeşitli Roma merkezlerinde Panteon adlı yapılara rastlanır.
Max Stirner
Johann Kaspar Schmidt (25 Ekim 1806 – 26 Haziran 1856), Max Stirner adıyla tanınan Alman düşünür.
25 Ekim 1806’da Bayreuth‘da doğan Max Stirner (Johann Caspar Schmidt), Albert Christian Heinrich Schmidt (1769–1807) ve Sophia Elenora Reinlein'ın (1778–1839) tek çocuğuydu.
Johann Caspar, ortaokul ve li |
sedeyken öğretmeni Hegelci Georg Andreas Gabler’in çalışkan öğrencisi olur. Liseyi bitirdikten sonra Berlin’e gider ve Hegel’in yanında okur (1826-1828). 1828’de Berlin’den ayrılıp Erlangen’e gider ve burada en az bir sömestr felsefe okuduktan sonra dört yıl kadar Almanya’yı dolaşmak üzere öğrenimine ara verir. 1832’de tekrar Berlin’e döner ve iki yıl geçmeden "Schulgesetze" (Okul Yasaları) adlı çalışmasıyla öğrenimini bitirir. 1839-1844 yılları arasında özel bir kız okulunda öğretmen olarak çalışır. Öğretmenlik çalışması hem okul idaresini hem de öğrencileri pek memnun eder. 1843’te Marie Daehnhardt ile evlenir. Stirner, 26 Haziran 1856’da Berlin’de ölür.
1842-1844 yıllarında Stirner çeşitli günlük gazetelerde çok sayıda ilginç (edebiyat, sanat, din eğitim vb. içerikli) makaleler yazar. "Özgürler Kulübü’"nün aktif elamanı olarak Prusya yönetimini şiddetle eleştirir ve aynı zamanda bu yönetimin yıkılmasını amaçlayan otonom birlikteliklerin kurulmasından yana yazılar da yayımlar.
Marx’ın çıkardığı "Rheinische Zeitung’"da "Das unwahre Prinzip unserer Erziehung oder Humanismus und Realismus" adlı eğitim ve hümanizm eleştirisini yayımlar (1842).
Sonbahar 1844’te "Der Einzige und sein Eigentum" (Biricik ve Kendiliği) adlı eseri yayımlanır.
Feuerbach, B. Bauer, Hess tarafından gelen eleştirilere Stirner, 1845’te Rezensenten Stirners adlı yazısıyla karşılık verir.
Özel yaşamlarında Max Stirner’den hayranlıkla söz eden ünlü filozoflar, eserlerinde onu ya hiç anmaz ya da bir iki yan cümleyle göz ardı ederler. Ancak bu “yan cümleler” içerikleri açısından merkezi bir önem taşımakla dikkat çeker. Stirner’in tuhaf alımlama tarihine bir kez daha işaret etmek amacıyla birkaç örnek sunmak yararlı olacaktır.
Karl Marx, Stirner’in eserinden etkilenmesi sonucu garip bir duruma düşer. Feuerbach’tan ayrılır ve Stirner’e yanaşmaz ama sözcüğü sözcüğüne yanıtladığı BvM’ne bir Anti-Stirner’le (“Alman İdeolojisi”) karşılık verir. (K. Marx/F.Engels - Werke, Band 3,Dietz Verlag, Berlin 1983). Neticede Marx, Stirner eleştirisinde, Stirner’i yok etmek için, Sloterdijk’ın deyimiyle, kendi “ölümünü göze almaktadır”. Marx’ın Anti-Stirner’i, Stirner’in etkisinde bocalayan Marx’ın felsefi krizinin en berrak kanıtıdır. Benzeri bir krizi daha sonra Nietzsche yaşayacaktır.
Friedrich Engels, Marx’a Stirner'in eseri Biricik ve Kendiliği hakkındaki ilk izlenimlerini mektubunda iletirken, Stirner’i över. (Engels an Marx in Paris, 19. November 1844. (MEW 27, 11). Bk. Max-Stirner-Archiv, Leipzig).
Ancak Marx’tan aldığı yanıttan hemen sonra görüşünü düzeltir ve artık Stirner’in etkisinde olmadığını belirterek Marx’la aynı görüşte olduğunu söyler. (Engels an Marx in Paris. Barmen, 20. Januar 1845. (MEW 27, 14). Bk. Max-Stirner-Archiv, Leipzig).
Arnold Ruge birkaç mektubunda Stirner’den övgüyle söz eder.
Edmund Husserl Stirner’i hiçbir eserinde anmaz ama ücra bir köşede Biricik ve Kendiliği için “şeytani bir güç” der. (B.A. Laska: Ein dauerhafter Dissident, s. 77, LSR-Verlag 1996).
Martin Heidegger Stirner’i asla okumadığını söyler. (B.A. Laska: Ein dauerhafter Dissident, s. 77, LSR-Verlag 1996).
Theodor W. Adorno bir sohbet esnasında “Stirner baklayı ağzından çıkaran tek filozoftur,” der. (Helms, Hans G.: Die Ideologie der anonymen Gesellschaft, s.200 DuMont Verlag 1966). Ayrıca genç bir yazarı (H.G. Helms) yeni bir Anti-Stirner yazmaya teşvik eden Adorno, kendi eserlerinde Stirner’i anmaz.
Carl Schmitt hapishanede günlüğüne şu cümleyi kaydeder: “Şu durumda beni hücremde ziyaret eden biricik kişi Max’tır.”(B.A. Laska: Ein dauerhafter Dissident, s. 76, LSR-Verlag 1996).
Stirner’in anarşist, nihilist, solipsist, faşist, bireyci, bencil, her şey benimci gibi sıfatlarla anıldığı neredeyse Stirner’in adını duyan herkesin bilgisi kapsamındadır.
Ne var ki: Her camianın bir günah keçisi olması gerektiği gibi, Stirner de felsefenin günah keçisidir. Dolayısıyla ona gelişigüzel bir şekilde anarşist, nihilist, şeytan vb. demek meşrudur.
Türkçe
Almanca
Otto Kretschmer
Otto Kretschmer (1 Mayıs 1912 - 5 Ağustos 1998) II. Dünya Savaşı'nda görev alan ünlü U-boot kaptanı.
17 yaşına girmeden İngiltere´ye gitti ve Exeter´de 8 ay kalarak İngilizce öğrendi. Nisan 1930´da askeri eğitim almaya başladı. 3 ay okul gemisi Niobe ve bir yıl Emden hafif kruvazöründe görev yaptı.
1934 Aralık ayında U-bot birimine transfer olduğu Ocak 1936 yılına kadar, hafif kruvazör Köln´de görev yaptı. Bu birimde çok katı bir savaş öncesi dönemi U-bot subaylığı eğitimi aldı. İlk denizaltı komutanlığını U-35´de yaptı ve 1937 yılında İspanya İç Savaşı sırasında İspanyol sularında devriye görevlerinde yer aldı.
Eylül 1937´de U-23´e atandı. Savaşın başlaması ile de ilk gemisini İskoçya´nın doğusunda Kuzey Denizi'nde batırdı. İlk büyük başarısını ise 12 Ocak 1940´da Danimarka bandıralı 10.517 tonluk Danmark gemisini batırarak kazandı. Bundan yaklaşık bir ay sonra da 1375 tonluk İngiliz destroyeri HMS Daring´i batırdı.
U-23´den Nisan 1940´da ayrıldı ve ismi ile anılmaya başlayacak olan U-99´a atandı. 2 aylık bir eğitimden sonra U-99 Kiel´i terk ederek ilk seferine çıktı. Gelecek aylarda konvoylara karşı su üstünden geceleri yaptığı hücumlarla ünlenecek olan Kretschmer´in açtığı yolda "Bir torpido... bir gemi" sözü bütün denizaltıcılarca şiar edinilecekti.
En önemli başarıları silahlandırılmış ticari kruvazörler Laurentic (18.724 ton), Patroclus (11.314 ton) ve Forfar (16.402 ton)´ı batırmak oldu. Kasım 1940´da batırdığı bu üç gemi toplamda 46.000 tonu geçiyordu ve bir daha bırakmamak üzere tonaj krallığına yerleşmesini sağladılar.
Son seferinde Schepke´nin komutasındaki U-100 ile birlikte 11 gemi batırmayı başardılar. Bütün torpidolarını harcayarak dönüş yoluna geçmiş olan U-99 HMS Walker tarafından su altı bombaları ile saldırıya uğrayacak ve aldığı yaralar nedeniyle su üstüne çıkmak zorunda kalacaktı. Su üstüne çıkar çıkmaz HMS Walker üzerlerine makineli tüfeklerle taciz ateşi açmaya başladı. Bundaki gayeleri personelinin denizaltıyı terk etmesini sağlamak ve batmasına izin vermeden ele geçirmekti. Normal şartlarda sabotaj ekibinin denizaltının makine dairesinde imha patlayıcılarını çalıştırıp geminin batmasını sağlaması gerekirdi ancak cephaneliğin kapısının sıkışması sonucu bunu başaramadılar. Bu durumu sezen çarkçıbaşı Schröder sarnıçların vanalarını açıp denizaltının içinin su ile dolmasını sağlamak üzere içeri atladı. Sarnıçların açılması ile birlikte de U-99 son kez okyanusun derinliklerinde çarkçıbaşısı ile birlikte sonsuza kadar kayboldu.
II. Dünya Savaşı'nda toplam 100.000 ton üzerinde gemi batıran 34 U-bot komutanı vardır. Otto Kretschmer, 17 Mart 1941´de denizaltısı (U- 99) batırılıp esir alındığı güne kadar 47 gemiyi batırmayı başarmış ve toplamda 274.333 tonluk skoru ile savaşın en yüksek tonajda gemi batıran kaptanı olma unvanını kazanmıştır.
Esir alındıktan sonra 6,5 ay boyunca İngiltere´de savaş esiri olarak tutuldu. İngiltere´deki esaret günlerinden sonra Kanada´ya sevk edildi ve 4 yıl da oradaki Bowmanville kampında (Kamp 30) esir tutuldu. Bu kampın Alman sorumlusu olarak esaret hayatını 1947 Aralığına kadar burada sürdürdü.
1955 yılında yeniden kurulan Alman donanmasına katıldı ve 1. Eskort Birliğinin komutanı oldu. 1958 Kasımında Amfibik Birlikler komutanlığına atandı. 1962 - 1965 yılları arasında NATO bünyesinde çeşitli kademelerde görev aldıktan sonra Mayıs 1965´te NATO Baltık Filosu komutanlığı görevine getirildi. 1970 Eylül ayında Filo Amirali olarak emekli oldu.
Kretschmer daha sonraki yıllarda sık sık İkinci Dünya Savaşı ile ilgili televizyon ve radyo programlarına röportajlar yaptı ve 1974 yılı İngiliz belgesel serisi Dünya Savaşı'nda yeraldı.
1998 yazında evliliğin 50. yıl dönümü gezisine çıkmış ve Tuna Nehri'nde bindiği teknenin kazası sonucu Bavyera´da bir hastanede öldü. Cenazesi törenle yakıldı ve külleri denize dağıtıldı.
Mustafa Hayri Öğüt
Mustafa Hayri Öğüt, (1895 - 1979), Türk mutasavvıf
Tarikat-ı Aliye-i Kadiriye'nin Halisiyye şubesinden Maruf ve Meşhur Arifibillah Eş-Şeyh Es-Seyyid Hacı Mustafa Hayri Baba, Malatya'nın Seyyit Battal Gazi ocağından Koca Vaiz Dede'nin torunlarındandır. Eş-Şeyh Es-Seyyid Hacı Muhammed Baba-i Kürki'nin hizmetinde bulunmuştur.
1979 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Naaşı Trabzon'un Akçaabat ilçesinin Sarıtaş(Şehitlik Tepesi) mevkiine defnedilmiştir.
Nikola Taptas
Doktor Nikola Taptas (d. 25 Mart 1871, İstanbul - ö. 31 Mayıs 1955), KBB (kulak-burun-boğaz) Hekimliğinin uluslararası planda öncülerindendir. Rum asıllı Türk hekimi ve siyasetçidir. Cumhuriyet döneminde milletvekilliği veya senatörlük yapmış, azınlıklara mensup parlamenterden biridir.
1871 İstanbul doğumludur. Babası esnaf Tanas Taptas'tır. Türkiye'de başladığı çok başarılı bir tıp eğitiminden sonra, 19. yüzyıl sonlarında Viyana, Berlin ve Paris’te KBB (kulak-burun-boğaz) hekimliğini geliştirdi. İstanbulda Sankt-George Hastanesinde çalıştı. 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da çok iyi tanınan bir KBB Hekimiydi. Çok sayıda uluslararası yayın yaptı, özgün aletler ve ameliyat yöntemleri geliştirerek haklı bir şöhret kazandı. 1900'lü yılların başlarında dünyada ilk kez Enükleasyon Tonsillektomisi (Total Tonsillektomi) yöntemini tarif etti, bunun için aletler ve çok özel bir sandalye geliştirdi. Deneyimlerini 1910'lu yıllarda Viyana’da bir Uluslararası Tıp Kongresinde sunarak, Fransa ve Almanya’nın önde gelen KBB Dergilerinde yayınladı.
TBMM 5. Dönem ve TBMM 6. Dönem'de (1935-1943) Atatürk'ün gayrimüslimler için ayırma kararı aldığı kontenjandan Ankara milletvekilliği yaptı. Milletvekilliğinin yanı sıra işitme problemleri olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün özel doktorluğunu da yürütmüştür. Mayıs 1955'de 84 yaşında İstanbul'da öldü.
Yahuda (havari)
Yahuda ya da Yahuda İşkariyot ya da Judas (İbranice: יהודה איש־קריות, Latince: Iudam Iscariotem, Yunanca: Ιούδας Ισκαριώτης), İsa'yı ele veren havari.
İşkaryot, katil anlamına gelen Latince kökenli bir sözcüktür ("sicario"). İsa'yı ele verdiği için Yehuda İskaryot olarak anılır. Geleneksel |
Hristiyan görüşüne göre otuz gümüş dinara İsa'yı ele vermiştir. Sonradan vicdan azabı çektiği için kendini asarak intihar ettiği söylenir.
Ölümü hakkında farklı söylemler bulunmakla birlikte, geleneksel anlatım kendisini asarak intihar ettiği biçimindedir. Yehuda'nın ardından Oniki Havari arasındaki yerine diğer havarilerce Matthias getirilir. Yehuda (Judas), Son Akşam Yemeğinden sonra İsa'yı 30 gümüş karşılığında Sanhedrin adı verilen meclise bildirmesi ve onu öperek ele vermesi nedeniyle Judas adı ve öpüşü ihanet sözcüğüyle eşanlamlı kullanılır olmuştur.
2006 yılında National Geographic Society tarafından yaklaşık 1800 yıl önce yazılmış "Yehuda'nın Müjdesi"ne ulaşılmıştır.
Zinhar
İstamat Zihni Özdamar
İstamat Zihni Özdamar (bazı kaynaklarda ismi "İstimat" şeklinde geçmekteyse de, doğrusu, Yunancadaki Stamati (Σταµάτη) erkek isminin Türkçe söylenişine denk gelmesi nedeniyle, "İstamati"dir; bu isim "Dursun" anlamına gelir ve yeni doğan çocuklara aynı niyetle verilir), TBMM 5. Dönem, TBMM 6. Dönem ve TBMM 7. Dönem'de (1935-1946) Atatürk'ün azınlıklar için mecliste ayırma kararı aldığı kontenjandan bağımsız Eskişehir milletvekilliği yapmış Türk veya kendi tanımıyla "Türk Ortodoks" siyasetçidir. Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, kurucu meclis üyeliği veya senatörlük yapmış azınlık mensubu parlamenterden biriydi.
1879'da Bodrum'da doğmuştur. Babası Pulluoğlu Yorgo'dur. Papa Eftim ile birlikte Türk Ortodoks Kurultayı'nı toplayarak Kurtuluş Savaşı'na destek kararı almışlardı.
Hukuk mektebi mezunudur. Aydın Bidâyet Mahkemesi Üyeliği, Denizli Mahkemesi Üyeliği, Kayseri Türk Ortodoks Teşkîlâtı Üyeliği, Serbest Avukatlık yapmıştır. TBMM V. ve VI. Dönem Eskişehir Milletvekilidir. Evli ve dört çocuk babasıydı.
Abravaya Marmaralı
Samuel Abravaya Marmaralı (1879, İzmir - 1953) TBMM 5. Dönem ve TBMM 6. Dönem'de (1935-1943) Mustafa Kemal Atatürk'ün azınlıklar için mecliste ayırma kararı aldığı kontenjandan bağımsız Niğde milletvekilliği yapmış Yahudi asıllı Türk siyasetçidir. Aynı zamanda da, hastalığının ilerleyen dönemlerinde ve ölümüne kadar Atatürk'ün özel doktorları arasında yer almıştır. İzmir'de doğmuştur ve Paris'te tıp öğrenimi görmüştür.
Mihal Kayakoğlu
Mihal Kayakoğlu ya da Mihal Kayaoğlu, T.B.M.M. 7. Dönem'de (1943-1946) Atatürk'ün azınlıklar için Mecliste ayırma kararı aldığı kontenjandan bağımsız Ankara milletvekilliği yapmış Rum asıllı Türk siyasetçidir. Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, kurucu meclis üyeliği veya senatörlük yapmış 20 (?) azınlıklar mensubu parlamenterden biridir.
İstanbul'da doğmuştur. Babası Ürgüplü bir Rumdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuş ve serbest avukatlık yapmıştır. 7. Dönem'de milletvekilliği yapmıştır.
Avram Galanti Bodrumlu
Avram Galanti veya Abraham Galante (4 Ocak 1873, Bodrum, Muğla - 8 Ağustos 1961, İstanbul), Yahudi asıllı Türk eğitimci, siyaset adamı ve Türk milliyetçisi. Soyadı Kanunu ile "Bodrumlu" soyadını almıştır.
1915 ile 1933 yılları arasında Darülfünun'da eğitimci ve profesör olarak çalıştı.
1944-46 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi listesinden T.B.M.M. 7. Dönem Niğde milletvekilliği yapmış Yahudi asıllı Türk siyasetçi, gazeteci-yazardır.
Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, Kurucu Meclis üyeliği veya senatörlük yapmış azınlık mensubu parlamenterden biridir.
Rodos Rüşdiyesi ve İzmir Sultani İdadisi'nden mezun oldu. Rodos'ta öğretmenlik ve adalardaki Yahudi ve Türk okullarında maarif müfettişliği yapti. Daha sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı ve cemiyetin aktif ve ileri gelen elemanlarından biri oldu. Akademisyenlik yaptı. Cumhuriyetle birlikte kültürel devamlılığı savunduğu ve Harf ve Dil Devrimlerine karşı çıktığı için üniversite kadrosunun dışında kaldı. Daha önce de "Çağlayan" dergisinde alfabe tartışmaları üzerine yayımladığı makalesinde bunun zararlı sonuçlarına değinmişti (1925-1926). Galanti 1943 yılına gelindiğinde ise Niğde'den milletvekili seçildi. 1961 yılında hayatını kaybetti.
Galanti, aynı zamanda yabancı dilde eğitime karşı çıkanların da öncüsüdür. Galanti, bu konuda yazdıkları bağlamında yabancı dilde eğitimi ilk eleştiren ve karşı çıkan kişi olarak bilinir.
Döneminde önemli fikir ayrılıklarından biri de Latin harflerine muhalif olmalısıdır.
Türkiye Musevilerinin Türkleşmesini de savunmuştur.
Peygamber Çiçeği
Peygamber Çiçeği, Mustafa Balel'in romanı.
Alevi kökenli gelinine karşı nefret dolu öfke yumağı bir büyükanne; dayakçı, sarhoş bir baba; ezilmişliğini çaresizliğini çocuklarını döverek bastırmaya çalışan bir anne... Sonraları, genelevde edinilen dostlar, bir başka deyişle Çiçek Pazarı'nın öteki "çiçekleri"... Mustafa Balel, Peygamber Çiçeği'nde "kurmuyor", anlatıyor. İçten, yalın, duygu yüklü bir üslupla, gördüklerini, hepimizin gördüğü, tanık olduğu yaşanmışlıkları taşıyor romanına. Kırıp dökmeden, bozmadan, olduğu gibi, ama incelikle işleyerek, özenle dokuyarak... Peygamber Çiçeği'nin çok çocuklu, yoksul bir aileden geneleve uzanan yaşamını duyarlıkla aktarırken çocukluk ve gençlik yıllarının Sivası'na bir ayna tutarak sınıfsal ve etnik ayrımları, yoksulluk ve bilgisizliğin, uçlarda yaşayan bu insanların hayatlarında açtığı onulmaz yaraları da irdeliyor.
Balel, keskin gözlem yeteneği ve güçlü tasvirleriyle hayat verdiği karakterler ve günlük yaşamdan kesitlerle donattığı olay örgüsünü kullanarak "bireysel" aracılığıyla "toplumsal"ı sorguluyor Peygamber Çiçeği'nde.
Balel'in sımsıcak anlatımıyla bir döneme, çarpık değer yargılarına ve "yiten" bireylere yakılan bir ağıt...
Ahlaki teoloji
Ahlâki teoloji veya "ahlâk teolojisi", dini yaşamın ve teolojik unsurların ahlâki ve etiksel boyutlarıyla ilgilenen bir teoloji alt-disiplinidir.
Patroloji
Patroloji veya Patristik, ilk Kilise Babaları olarak bilinen erken dönem Hristiyan yazarları konu alan teoloji alt disiplinidir. İsmi Latince "baba" anlamına gelen "pater" sözcüğünden türemiştir. İncelediği zaman dilimi genellikle Yeni Ahit zamanlarının sonundan, yaklaşık MS 2. yüzyıl, 8. yüzyıl dolaylarına kadardır.
Patristik felsefe, putperestliğe ya da aynı anlama gelmek üzere, seküler felsefeye karşı Hristiyan inancını savunmuş ve daha sonra benimsediği Platoncu ve Yeni Platoncu felsefeyle Hristiyan inancını anlamlandırıp güçlendirmeye, onu putperestliğin ve gnostisizmin saldırıları karşısında korumaya çalışmıştır. Başka bir deyişle, yaklaşık 500 yüzyıl süren tarihsel dönem boyunca, Patristik felsefe Hristiyan dini ve öğretisini felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak temellendirmeyi amaçlamıştır. Söz konusu felsefe, Skolastik felsefeyle modern felsefeden, akla dayanılarak elde edilen sonuçlarla vahyin doğruları arasında bir ayırım yapmamak bakımından farklılık gösterir. Buna göre, Patristik dönemde felsefe, teoloji ve dinin doğrulan, bir bütünün ayrılmaz ögeleri ya da parçaları olarak değerlendirilir.
Kilise bilimi
Kilise bilimi veya eklesiyoloji (İngilizce: "ecclesiology") teolojideki konulardan biri olup özellikle Hıristiyan teolojisinde önemli bir yer tutmaktadır. İnceleme alanı "kilise" kavramıdır. Kilise olgusunu çok detaylı ve büyük bir alanda inceler. İsminin kökeni İncil'de "kilise" anlamında kullanılan Yunanca bir kelime olan ""ekklesia""dır.
Misyoloji
Misyoloji, teolojide çoğunlukla kilise bilimi konusu altında işlenen bir konudur. Genel anlamda misyonerlik, misyoner faaliyetler ve evangelizm benzeri konuları ele alır. Hristiyan teolojisi ve özellikle de kilise bilimi içerisinde önemli bir yere sahiptir.
Soteryoloji
Soteryoloji veya "kurtuluş bilimi", birçok dinde çok önemli bir yere sahip "kurtuluş" kavramını inceleyen teoloji konusudur.
Truevision3D
Truevision3D, Sylvian Dupont tarafından programlanmış popüler bir 3D geliştirme API'sidir.
Kolay kullanımı, birçok dille uyumu (.NET altyapısına sahip olan C#, VB.NET, J#, C++.NET, Delphi, Visual Basic , C++) ve DirectX 9c SM3.0 desteği sunmaktadır. Programın en son sürümü 6.5'dur tam olarak C++ desteği vermektedir DirectX SDK'sı ile uyumlu olduğu için esnek olan TV3D6.5 c++ ile istediğiniz gibi esnekliğe kavuşturabilirisiniz.
Truevision3D 7.0 versionunda ise DirectX10 + XNA desteği geleceği belirtilmektedir.
Nöroteoloji
Nöroteoloji, zaman zaman biyoteoloji olarak da anılan, ruhsallığın nöral (sinirsel) temelde incelenmesini içerir. Nöroteoloji geleneksel anlamda "ruhani" olarak kategorize edilen, tanımlanan subjektif deneyimlerin nörolojik ve evrimsel temellerini araştırır, inceler.
Nöroteoloji, "bilimin rasyonel düşünceleri kullanarak beynin fiziksel yönleri dahilinde din ve inanç kavramını açıklayan girişim" olarak tanımlanmıştır.
Nöroteoloji, aşağıdakine benzer dinsel deneyimleri, nörolojik olarak açıklamaya çalışır.
Herne Pêş
Herne Pêş (Türkçe: İleri), sözleri Cigerxwîn'a ait Kürtçe marş. Şivan Perwer'in aynı adı taşıyan 1977 albümünde yer almıştır. Marşı Grup Yorum da seslendirmiştir. Bu sanatçılar tarafından mitinglerde de seslendirilir. Amed SK taraftarları maçlardan önce İstiklâl Marşı'nın arkasından enstrümantal olarak bu marşı seslendirir. Marş, yeni sözler yazılarak Bucaspor tribünlerinde de bir yıl boyunca söylendi. Çeşitli yerlerde söylenmesi 'yasaklı' olduğu gerekçesiyle engellenmiştir. Korsan olarak da bir camiden yayınlanmıştır.
2011'de bir mitingde söyleyen öğrenci "Terör örgütü propagandası" suçlamasıyla yargılandı, sözlerine ilişkin bilirkişi raporları haber konusu oldu.
Halkların Demokratik Partisi'nin 2015 seçimlerinde marşı Bandista'nın uyarlamasıyla ve yeni sözlerle kullanması üzerine çeşitli yayın kuruluşları tarafından 'HDP, PKK marşı ile oy istedi' şeklinde haberler yapıldı. HDP'nin sosyal medya gönüllüleri, şarkının orijinali hakkında bir mahkeme kararı olmadığını belirttiler. "Şarkının orijinaline açılan dava mahkumiyet kararı ile bitmiş olsaydı bile, söz konusu dava müziğe değil söze yönelik olduğundan ve Bandista'nın sözlerinin orijinali ile hiçbir alakası olmadığından bu suçlama yine de kabul edilemezdi."
Marş, Grup Yorum, Agirê Jiyan, Koma Berxwedan, Pınar Aydınlar tarafında |
n da seslendirilmiştir. Zürih Orkestrası da Diyrbakır'da verdiği bir konserde parçayı seslendirmiştir.
Kenan Pars
Kenan Pars (asıl adı Kirkor Cezveciyan) (d. 10 Mart 1920, İstanbul - ö. 10 Mart 2008, İstanbul) Türkiye Ermenisi tiyatro, sinema ve dizi sanatçısı, yönetmen.
Bir dönem Yeşilçam filmlerinin sert mizaçlı karakterlerini canlandırdı. Pars, Bakırköy'de yaşıyordu ve Bakırköy Özgürlük Meydanı'nda kendi adını taşıyan bir Milli Piyango bayii işletiyordu. Ünlü sanatçı hat sanatı ile de ilgileniyordu.10 Mart 2008'de öldüğünde cenazesinde sergilenen ve renkli boncuklarla yaptığı "Allah" lafzı ve Kuran ayetleri dikkat çekmişti.
Kenan Pars, oyunculuğun dışında "Oğlum", "Derdimden Anlayan Yok", "Cinayet Gecesi", "Ölüm Allah'ın Emri", "Aklın Durur" ve "Bir Ateşim Yanarım" adlı filmlerin yönetmenliğini üstlenen, ayrıca birkaç filmde yapımcılık ve senaryo yazarlığı da yaptı.
Kariyerine 1953 yılında başlayıp , 2003 senesine kadar sürdürmüştür.
Sinemanın sert, kötü adamı olarak hafızalarda yer etmiştir. Pars’ın cenazesi Bakırköy Ermeni Kilisesi'nde düzenlenen törenin ardından Bakırköy Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Mesenet
Mesenet (Meskhenet, Meskhent ve Meshkent olarak da yazılır) Mısır mitolojisinde doğum tanrıçası, her yeni çocuğun Ka'sının yaratıcısı ve ruhlarının bir parçasıdır. Ayrıca Ka'nın yaratımından sorumlu olduğu için Kader'le de ilişkilendirilmiş ve bu nedenle kader tanrıçası Sai'nin (Şay'ın) eşi olduğu da söylenmiştir. bu içerikle birlikte eski mısır firavunları Meskhenet'in kendilerine çocuklarını bağışlamaları için. doğar doğmaz ayinlerle dua ederlerdi ve böylelikle yaşayan her çocuğun meskhenet tarafından bağışlanıldığına inanılırdı.
Fabulinus
Fabulinus ("fabulari" yani "konuşmak"tan), Roma mitolojisinde çocuklara konuşmayı öğreten tanrıydı. Çocuk ilk sözcüklerini söylediğinde ona çeşitli adaklarda bulunulurdu.
Kaya Paşakay
Kaya Paşakay (1943, İstanbul), Türk devlet adamı, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının eski büyük üstadı.
Orta öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladıktan sonra İsviçre'ye giderek Lausanne Üniversitesi'nde Siyasal ve Sosyal Bilimler eğitimi aldı. 1968 yılında T.C. Dışişleri Bakanlığı'na girdi ve tek görevini Almanya'nın Nürnberg Başkonsolosluğu'nda yaptıktan sonra bakanlıktan ayrıldı ve özel sektörde çalışmaya başladı. 2002 yılında eski Türkiye dördüncü güzeli olan kızı Ahu Paşakay oturdukları evde intihar ederek yaşamına son vermiştir. Halil Kut Paşa'nın torunudur. Halil Kut, Enver Paşa'nın amcasıdır. Mason olan ve 2003-2005 yılları arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nda büyük üstatlık görevini yürüten Kaya Paşakay, görev süresinin sonunda, bütçeyi aşan harcamalarının ve bazı Masonluğa aykırı hareketlerinin tespiti gerekçesiyle Masonluktan ihraç edildi ve Türkiye'de kendi camiasınca ihraç edilen ilk büyük üstat oldu. Hakkında açılan yolsuzluk davasından 2009 yılında beraat etti.
Volturnus
Volturnus, Roma mitolojisinde suların tanrılarından biri. Büyük bir ihtimalle yerel bir Samnit kültünden türemiştir. Adına yapılan bayram, Volturnalia, 27 Ağustos'ta kutlanırdı.
Kuzguncuk
Kuzguncuk İstanbul'un Anadolu yakasında Üsküdar ilçesinde yer alan bir semttir. Boğaziçi’nin Anadolu kıyısında, Üsküdar, Paşalimanı ile Beylerbeyi arasındaki yerleşme Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda oluşmuş, Boğaziçi’ne açılan bir vadi içinde gelişmiştir.
Kuzguncuk’un eski adının “Hrisokeramos” olduğu ve “Altın Kiremit” anlamına gelen bu adın yerleşmeye, II. İustinos(hd 565-578) tarafından yaptırılmış olan,çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kiliseden geldiği yazılmaktadır. Kuzguncuk adının kökeniyle ilgili görüşlerden biri, eskiden “Kosinitza” adıyla anılan semtin, bu adının bozularak “Kuzguncuk” olduğu şeklindedir. Evliya Çelebiye göre ise bu ad, II. Mehmed (Fatih) zamanında (1451-1481)buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” adlı bir veliden kaynaklanmıştır.
İstanbul’un Asya kesimindeki ilk Musevi yerleşim bölgesi Kuzguncuk’tur. Musevilerin buraya geliş tarihleri bilinmemekle birlikte, 17. yüzyıl kaynaklarında Kuzguncuk’un bir Musevi köyü olarak anıldığı görülmektedir.
Kuzguncuk’un Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul edildiği ve herhangi bir nedenle vadedilmiş topraklara gidemeyenlerin hiç değilse Kuzguncuk’a yerleşip orada ölmeyi ve gömülmeyi vasiyet ettikleri bilinir. Bu nedenle de, yerleşmede geniş bir Musevi mezarlığı olduğu 17. yüzyıldan itibaren sık sık vurgulanır. Bu tarihlerde Kuzguncuk’ta Museviler dışında Rumların da oturdukları bilinmektedir. Ermeniler ise,buraya 18. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlarlar ve 19. yüzyılda Kuzguncuk’ta oldukça büyük bir grup oluştururlar.
Daha çok gayrimüslim ağırlıklı bir yerleşme niteliği taşıyan Kuzguncuk, Müslüman Osmanlıların rağbet ettiği bir semt olmamıştır. Buna karşın hemen bitişiğindeki Öküz Limanı (Paşalimanı) kesimi, camii, çeşmesi, kayık iskelesi ve bahçeleriyle yalnız Türkler tarafından iskan edilmiştir. Yörenin adının, Rumeli yakasından getirilen öküzlerin Anadolu’ya götürülmek üzere Beşiktaş’tan kayıklarla buraya nakledilmesinden kaynaklandığı sanılmaktadır. Bir diğer ve daha eski ifade ise Boğaziçi'nin eski yunancadaki adı olan Bosphorosus (İnek Geçidi) adından gelmektedir.
[İo (Yunanca Ιώ), Yunan mitolojisinde nehir tanrısı İnahos'un kızıdır. İo'dan hoşlanan Zeus, onu eşi Hera'dan gizlemek amacıyla bulutlar arkasına saklar. Ancak Hera yine de şüphelenip olay yerine gelir. Bunun üzerine Zeus kendisini beyaz bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden talep eder. Eşinden uzak tutmak adına onu Argos Panoptis adlı canavarın korumasında bırakır. Ancak Zeus Hermes'i yollayıp Argos'u öldürtür. Bunu başarmak için, Hermes, Argos'un uykuya dalıp 100 gözünden her birinin kapanmasını sağlar. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi bir sinek yollar. Kaçıp İstanbul boğazını (veya o zamanki adı ile "Bosporus" yani öküz geçidi), geçen İo, Prometheus ile karşılaşır. Kafkasyada zincirlenmiş olan Prometheus, İo'ya gelecekte insan haline kavuşacağını ve onun soyundan Herakles'in geleceğini haber verir. İo oradan Mısır'a geçer ve Zeus tarafından tekrar insana çevirildikten sonra Mısır kralı Telegonus ile evlenir.]
Tarihi bir değeri olan Kuzguncuk Bostanı'nda, kuzguncuk halkı tarafından her yıl Festivaller ve Hıdırellez şenlikleri yapılmaktadır.
İsmet Baba Meyhanesi kuzguncuk mahallesi sakinlerince 1951 yılında kurulmuş olup Kuzguncuk mahallesinin tarihi simgelerindendir. Müdavimler başta Can Yücel olmak üzere günümüzde halen birçok Sanatçı tarafından ziyaret edilmektedir.
Kuzguncuk’a ulaşımda, 19. yüzyıl’ın ikinci yarısında özellikle Şirket-i Hayriye vapurlarının önemli etkisi olmuştur. 1865-1866’da çıkan ve Kuzguncuk’ta büyük tahribata yol açan yangın sonrası yapılan iskele, deniz ulaşımını kolaylaştırmıştır.
Kuzguncuk’un gayrimüslim ağırlıklı bir semt olması nedeniyle burada, 19. yüzyılın sonlarına tarihlenen Üryanizade Mescidi ile 1952 tarihli Yeni Cami olmak üzere,yalnız iki cami bulunmaktadır. Üryanizade Mescidi, II. Abdülhamit’in 1876-1909) şeyhülislamlarından Uryanizade Ahmed Esad Efendi tarafından yaptırılmıştır. Şerefesi saçaklı minaresi, İstanbul’daki ahşap minarelerin en zengin ve dikkate değer örneklerinden biridir.
Kuzguncuk sahilinde yer alan yalılardan günümüze kalan görkemli örnek,Fethi Ahmed Paşa Yalısı’dır. İlk sahibi II. Mahmut (1808-1839) ve Abdülmecit (1839-1861) dönemlerinde önemli devlet görevlerinde bulunan Fethi Ahmet Paşa’dır. Harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı kısımdan oluşan yalının ardında çam,çınar,köknar ağaçlarının çoğunlukta olduğu büyük bir koru bulunmaktadır. Günümüze yalnız selamlık bölümü kalan yalının korusu,halka açılması ve içinde yapı yapılmaması koşuluyla belediyeye bırakılmıştır.
Kuzguncuk’un köy içi dokusunu,bugüne dek geçirdiği yangınlardan kalabilen ve 19.yy’ın ikinci yarısıyla 20.yy’ın başına tarihlenen sıra evler,tek evler,köşkler ve son dönem apartmanları oluşturmaktadır. 1864 yangını sonrası yapılan ve semtin özgün dokusunu oluşturan,dar parselasyon üzerinde yükselen sıra evler,iki ile dört kat arasında değişmektedir. Bu yapılar ya tümüyle kagir ya da kagir zemin kat üzerinde yükselen ahşap üst katlardan oluşmaktadır.
1914’te Kuzguncuk’ta 70 Müslüman, 250 Rum, tepede İcadiye’dekiler de dahil 1.600 Ermeni, 400 Yahudi, 4 yabancı uyruklu hane tespit edilmişti. 1933’te başta Yahudiler, sonra Rum, Türk ve Ermeniler olmak üzere 580 hane ve 4.000 nüfus vardı.
Bugün Kuzguncuk’taki azınlık nüfus yok dencek kadar azdır. Semtten ayrılan geleneksel sakinler nedeniyle evlerin el değiştirmesi,bir kısmının iç ve dış özelliklerinin değişimini de etkilemektedir. 1994 itibarıyla asıl Kuzguncuk nüfusu 4.000 kadardır.
Son dönemlerde Kuzguncuk, İstanbulluların tercih ettikleri bir semt haline gelmiş ve eski evlerin restorasyonu hızlanmıştır. Kuzguncuk, yine de İstanbul’un,geleneksel Boğaziçi köylerinin özelliklerini bir ölçüde taşımayı sürdüren yerleşmelerinden biridir.
Enver Necdet Egeran
Enver Necdet Egeran, 1907 yılında Kıbrıs'ta dünyaya geldi. Lise tahsilini Kıbrıs'ta, Maden Yüksek Mühendisliği'ni Türkiye'de, Maden ve Petrol Jeolojisi Yüksek Mühendisliği'ni ve aynı konuda Doktorasını ise, Mustafa Kemal Atatürk'ün tensibiyle devlet desteği ile gönderildiği Fransa'da tamamladı. 25 yıl bürokraside görev yaptı, Maden ve Petrol aramalarını yönetti ve Raman'da ilk petrolün bulunmasını sağladı. Devletten emekli olduktan sonra bir Amerikan petrol firmasının 12 yıl süreyle Genel Müdürlüğünü yaptıktan sonra, 23 yıl süreyle de kendi danışmanlık şirketini yönetti.
1949 yılında katıldığı Türk Masonluğunun dünya düzenli Masonluğunca tanınması ve kabul edilmesi sürecinde en etkin rolü oynamış isimdir. 1964 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın Büyük Üstatlık görevini üstlendikten kısa bir süre sonra, Adalet Partisi Genel Başkanlığı'na aday olan Süleyman Demirel'e mason olmadığına dair belge veren Egeran, birkaç gün |
sonra da bu görevini kendi isteği ile Hayrullah Örs'e bırakmıştır. 2005 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
Bakalyaro
Bakalyaro ("Merlangius merlangus"), Gadidae familyasından, orta boylu, yumuşak vücutlu bir balık türü. Mezgit ile birlikte Merlangius cinsine aitdir.
Ilıman ve oldukça soğuk denizlerde, 30–300 m arasındaki derinliklerde yaşayan, gezici balıklardır. Anavatanları Atlas Okyanusudur. Atlas Okyanusu ile irtibatlı denizlerde, yurdumuzda ise bütün denizlerde bulunur. Kış aylarında kuvvetli akıntı sebebiyle Karadeniz'den Marmara'ya sürüler halinde göç ederler. İnce uzun gövdeli bir balık olan bakalyaronun boyu 20–50 cm arasında değişir. Ağırlığı 1-2 kilogramı bulanları vardır. İnce olan derisi yumuşak pullarla kaplıdır. Sırtında üç, karnında iki yüzgeç bulunur. Kuyruk yüzgeci az çatallıdır. Bakalyaro balığının yüzgeçleri dikensizdir. Gözleri iricedir. Renkleri türlere göre değişiklik göstermekle beraber genellikle sırtları sarımsı kahverengi, karnı altın sarısı benekli, yanları pembe-mor renkli olup renkler çok parlaktır. Öldükten sonra zamanla bu parlaklık kaybolur. Göğüs yüzgeçlerinin dibinde bulunan birer siyah leke de bakalyaroya has bir özelliktir. Geniş ağızlı olup, ağzındaki dişleri kuvetlidir. Bazılarının alt çenesinde bir bıyık teli bulunabilir. Dişi mezgitler erkeklerine nazaran daha iri olup, vücut kalınlıkları da erkeklerinkinden fazladır.
Bakalyaro, sürüler halinde yaşar. Deniz dibine yakın ve deniz dibinin çamurlu veya kumlu olduğu yerlerde besinlerini ararlar. Denizdeki küçük balık ve diğer kabuklu deniz hayvanlarıyla beslenir. Üremeleri, Kasım-Mayıs ayları arasında 30 m derinlikteki sularda bıraktıkları yumurtalarla olur. Büyük sürüler halinde kıyıya yakın yerlerde çiftleşirler. Yumurtlamak için yine sürüler halinde ılık denizlere göç ederler. Bir dişi bakalyaro, yaklaşık 200.000 yumurta yumurtlar. Yumurtaların bırakılmasından sonra büyük sürüler, küçük gruplara ayrılarak beslenme dönemine geçerler. Beslenmek için daha derinlere inen küçük mezgit sürüleri beslenme dönemlerinin sonunda tekrar toplanarak yine büyük sürüler halinde yaz mevsiminde tekrar sığ denizlere dönerler. Avlanma mevsimi kış mevsimidir.
Balıkçılar tarafından genellikle trolle avlanır. Amatör balıkçılar oltayla da avlamaktadırlar. Eti, beyaz, yumuşak ve çok lezzetlidir. Tavuk etine benzeyen etinin hazmı kolaydır. Bu sebepten "Tavukbalığı" diye de bilinir. Yurdumuzdaki tüketimi daha ziyade taze olarak yapılır. Avrupa'da ise konserve ve tuzlanmış olarak da tüketilmektedir.
Gündüzleri yüzeylere çıkarak hamsi, sardalya gibi sürü halindeki küçük balıkları avlayarak beslenir.
Medrese
Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adıdır. Medrese kelimesi Arapça "ders" (درس) kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere "müderris", onların yardımcılarına "muid", okuyanlara "danışmend", "softa" veya "talebe" adı verilir.
Türk İslam devletlerinde medrese geleneği Karahanlılarla başlar. Ayrıca Karahanlılar medrese geleneği ile birlikte burslu öğrencilik sistemini başlatmışlardır. F. Reşit Ünat'a göre ise İslam'da ilk medrese Büyük Selçuklu Devleti zamanında Alparslan'ın veziri Nizamülmülk tarafından açılan ve yine onun ismiyle anılan Nizamiye Medreseleri'dir. Necdet Sakaoğlu ise ilk medresenin kurucusu olarak, Nişabur hâkimi Emir Nasır bin Sebüktekin'i göstermektedir.
Medreseler, Selçuklular'la zirve yapar. En kapsamlı, çok yönlü medreseleri Büyük Selçuklular açmıştır. En büyük Nizamiye Medresesi, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat'a kurulmuştur . Budizmdeki dinsel eğitim kurumu Viharalardan etkilenilerek medreseler açılmıştır. İlk medreselerde ağırlıklı olarak Kuran, kıyas, icma, fıkıh, kelam gibi dini dersler okutulurken, Nizamiye medreselerinde hem pozitif bilimler hem de dini bilimler birlikte okutulmuştur. Bu eğitim sisteminde Batinilik ve Şiilik arasında fikri mücadele amaçlanmıştır.
Selçuklular Anadolu'ya geldikten sonra çeşitli şehirlerde çok sayıda medreseler inşa etmişlerdir. Anadolu'da açılan ilk medrese Danişmentliler tarafından Tokat Niksar'da açılan Yağbasan Medresesi'dir.
Osmanlı Devleti'nin devrinde ilk medrese Orhan Bey zamanında 1330 yılında Orhan Gazi Medresesi adıyla İznik'te kurulmuştur. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin sınırları genişlemesiyle beraber Bursa ve Edirne başta olmak üzere pek çok şehirde medreseler açıldı. İstanbul'un fethinden sonra üst seviyedeki eğitim kurumları başkentte yoğunlaştı.
1331-1451 yılları arasında 82 adet medrese kurulmuştur.
1463-1471 yılları arasında kurulanlara Fatih medreseleri ya da Sahn-ı Seman medreseleri denilir (Bu medreselerle birlikte süreye dayalı eğitim, ders geçme sistemine dayalı eğitime dönüştürülmüştür.).
1550-1557 yılları arasında kurulanlara ise Süleymaniye medreseleri denir. Osmanlı Devleti'nin ilk tıp okulu Darültıp Süleymaniye medreselerinde yer almıştır. Tıbbi bilgilerin uygulamalarının yapıldığı Darüşşifa ve diğer bazı bölümler olan Darülakakir (Eczane), Darüzziyafe, Tabhane ve İmarethane ilk kez Süleymaniye medreselerinde yer almıştır.
Başlangıçta bütün eğitim faaliyetlerinin yapıldığı kurum olan medreseler, Tanzimat Döneminde yeni mesleki okulların açılması ile sadece din eğitimi verilen okullar haline getirildi. Osmanlı devletinin son döneminde medreselerin ders programında ve teşkilat yapısında yeni düzenlemeler yapıldı. 1914 yılında "Darü-l hilafeti-l Aliyye" adı altında birleştirilen medreseler, Millî Mücadeleden sonra 03.03.1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun birinci maddesi olan ""Türkiye dahilindeki bütün müessesat-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaleti’ne merbuttur"" ifadesi ile Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey de 13.03.1924 tarihli genelgesiyle medreseler üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak medreseleri kapatmıştır.
16. yüzyıla kadar medreseler arasında en yüksek konum Ayasofya Medresesi'nde idi. 60 akçe ücretli müderrisler burada görev yapıyordu. Bunlara altmışlı deniyordu. Sahn-ı Semân medreselerinde 50 akçe ücretli müderrisler çalışyordu. XVI. yüzyılda Süleymaniye medreseleriyle bu tasnif değişip genişledi. 16. yüzyılında Süleymaniye'nin inşası sırasıyla şu hiyerarşik düzeni oluşturdu: Dar'ulhadis-i Süleymaniye, Süleymaniye, Hamis-i Süleymaniye, Musile-i Süleymaniye, Hareket-i Altmıslı, İbtida-i Altmışlı, Sahn-ı Seman, Musile-i Sahn, Hareket-i Dahil, Ibtida-i Dahil, Hareket-i Haric, Ibtida-i Haric.
Anadolu'da bulunan medrese yapıları "kubbe"li ve "eyvan"lı olmak üzere iki tip gelişim göstermiştir. Bu süreç içinde sürekli bir yenilik ve gelişim arayışı izlenebilmektedir. Esasları değişmeyen bir plan şemasından hareketle bu denli varsıl bir mimarinin çeşitliliğinin ortaya konulması, Türk sanatının büyük dinamizmini göstermektedir.
Derslerin görüldüğü yer büyükçe bir oda hacminde ve genellikle kubbelidir. Zemin hasır veya kilimle kaplıdır. Öğrenciler minderler üzerine oturur, müderris büyükçe bir rahle arkasından ders anlatırdı. Süleymaniye ve Fatih medreselerinin her birinde merkezi konumda birer dershane bulunmakta idi. Genelde ise her medresede bir dershane mevcuttu. Medrese avlusunda çoğunlukla bir kuyu, müstakil suyu olan medreselerde ortada bir şadırvan veya sebil yer alırdı. Bunun dışında çamaşırhane. gusülhane. abdesthane vardı. Medreselerde haftanın beş günü ders verilir, salı ve cuma günleri tatil olurdu. Molla Fenari talebenin ders kitaplarını. özellikle o sırada eserleri meşhur olan Teftazan'i'nin kitaplarını istinsah edebilmeleri için pazartesiyi de ekleyerek tatil günlerini üçe çıkarmıştı. 16. yüzyılında Süleymaniye'nin inşası sırasıyla şu hiyerarşik düzeni oluşturdu: Dar'ulhadis-i Süleymaniye, Süleymaniye, Hamis-i Süleymaniye, Musile-i Süleymaniye, Hareket-i Altmıslı, İbtida-i Altmışlı, Sahn-ı Seman, Musile-i Sahn, Hareket-i Dahil, Ibtida-i Dahil, Hareket-i Haric, Ibtida-i Haric.
Medresede dersler sabah ve ikindi namazı sonrası olmak üzere iki aşamada işlenirdi. Esas dersler sabah işlenirdi. Hücre denilen medrese odaları genellikle icazet alma seviyesine gelmiş kıdemli, yetenekli danişmend denilen öğrencilere verilirdi.Bu tarihte Süleymaniye Medreseleri'nde toplam 131 hücrede on bir müderris, iki bevvab ve bir naib dışında 223 kişi oturmakta olup bunların 128'i hücre sahibi talebe, doksan ikisi refik ve çömezdi. Üç kişi de geçici olarak kalıyordu. Aynı tarihte İstanbul'daki medrese odalarında kalan 2947 talebeden 1193'ünün tek başına, 10 97'sinin ikişer kişi, 403 talebenin üçer kişi, altmış dokuz kişinin ise dört beş kişi olarak bir odayı paylaştığı tespit edilmiştir.
Medreselerde avlunun üzeri büyük bir kubbe ile örtülünce, kubbeli medrese planı ortaya çıkmıştır. Anadolu'da başlayan kubbeli medreseler devamlı bir gelişme göstererek, toplu mekân anlayışıyla Osmanlı'nın büyük camileri mimarisine bir hazırlık olmuştur.
Angela Merkel
Angela Dorothea Merkel (d. 17 Temmuz 1954, Hamburg), Almanya başbakanı. Merkel Alman Parlamentosuna Mecklenburg-Vorpommern'den 22 Kasım 2005 tarihinde Almanya Başbakanlığı'na seçilmiştir. 10 Nisan 2000'den bu yana da Hristiyan Demokrat Birliği'nin CDU federal başkanlığını yürütmektedir. 2002'den 2005 yılına kadar CDU-CSU parlamento parti grubunun kadın başkanı idi. 2005-2009 yılları arasında Büyük Koalisyon'u kardeş parti Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ile yönetmiştir. 2009 yılından itibaren de Liberal Demokrat Parti ve CSU ile oluşturulmuş olan koalisyonun başbakanıdır.
Merkel, Almanya'nın 1871 yılında modern bir devlet olmasından bu yana Almanya'yı yöneten ve yeniden birleştiren ilk kadın şansölyedir. Angela Merkel ayrıca II. Dünya Savaşı'ndan beri Alman şansölyesi olan en genç kişidir.
Lutheran bir papazın kızı olarak dünyaya gelmiştir. Merkel'in baba tarafından dedesi Ludwig Kasner, Polonyalı kökenlidir ve Posen'de (şimdi Poznan) Polonyalı kökenli bir Alman vatandaşıydı. Ailenin orijinal soyadı olan "Kazmierczak", 1930 yılında Kasner olarak Almancalaştırılmış halde değişmiştir.
Okulda akı |
cı Rusça konuşmayı öğrendi ve matematikteki yeterliliğinde ödül aldı.
Angela Merkel Templin'de eğitim gördü ve 1973'den 1978'e kadar Leipzig Üniversitesi'nde fizik okudu. 1978 ile 1990 yılları arasında Berlin-Adlershof Bilimler Akademisi Fizik Kimya Merkez Enstitüsü'nde okudu. Kuantum kimyası üzerine tez için bir doktora (Dr. rer. Nat.) kazandıktan sonra araştırmacı olarak çalıştı ve birçok makale yayınladı.
22 Kasım 2005 tarihinde, Merkel Almanya Başbakanı SPD ile bir koalisyon sonuçlanan bir çıkmazda seçilmesinin ardından görevi üstlendi. Angela Merkel büyük çoğunluğu ile 2009 yılında yeniden başbakan seçildi ve FDP ile bir hükümet koalisyonu kurmayı başardı.
Merkel 1977 yılından, boşandığı 1982 yılına kadar fizikçi Ulrich Merkel ile evliydi. 1998 yılından beri Berlin kimya profesörü Joachim Sauer'le ikinci evliliğini sürdürmektedir ve hiç çocuk sahibi olmamıştır, Sauer'in ise iki yetişkin erkek çocuğu bulunmaktadır. Merkel aynı zamanda İngilizce bilmektedir.
Mahya
Mahyâ, özellikle Ramazan ayında birden fazla minaresi olan camilerin iki minaresi arasına konulan ışıklı yazı. Osmanlılar döneminde yağ kandilleri ile yapılan mahyalar, günümüzde elektrik ampulleri ile yapılmaktadır.
Ramazan aylarında camilerin minareleri arasına gerilen ışıklı yazı şeritlerine mahya, bu yazıları hazırlayan sanatçıya da mahyacı denir.Eskiden mahyacılık, büyük bir ustalık isteyen gerçek bir sanat dalıydı. Bu alanda yetişmiş büyük ustalar, yerlerini alacak olan çıraklara işin bütün inceliklerini öğretirlerdi. Mahya kurmak için, caminin en az iki minareli olması gerekir. Eskiden böyle büyük camilerde, iki minare arasına ip veya teller gerilir, mahya ustası da, genellikle zeytinyağ doldurulmuş kandilleri veya mumlu fenerleri ipin üzerine dizerek istediği dinî yazıyı yazar, hatta resimler yapardı. Bütün ramazan boyu bu kandiller, rüzgâra rağmen geceleri pırıl pırıl yanardı. Camilerin elektrikle aydınlatılmaya başlamasından sonra, mahyacılık kolaylaştı ve ayrı bir sanat olmaktan çıktı. Kandil yerine renkli elektrik ampulleriyle ve yeni yazıyla mahya kurma geleneği bugün hâlâ sürdürülüyor.
Matchbox Twenty
Matchbox Twenty (aslen "Matchbox 20") Orlando, Florida'dan (ABD) bir modern rock grubudur. Grubun şu anki üyeleri: Rob Thomas, Brian Yale, Paul Doucette ve Kyle Cook'tur.
Grup ilk albümünü, ""Yourself or Someone Like You"", 1996 yılında çıkarmıştır. Uzun dönemde başarılı olan albüm, sadece ABD'de 12 milyondan fazla sattı. Bir sonraki albümlerine geçmeden Rob Thomas Carlos Santana'nın dönüş albümü olan "Supernatural" için bir şarkı yazdı ve yazdığı şarkının vokalistliğini de yaptı. Bu şarkı hem Santana hem de Rob Thomas için başarılı bir iş birliği oldu ve iki isme de büyük başarı kazandırdı.
2000 yılında grup ismini Matchbox 20'den ""Matchbox Twenty""e çevirdi ve ikinci albümleri "Mad Season"'u çıkardı. Bu albümde başarılı sonuçlar getirdi. Bir sonraki albümde grubun diğer üyeleri de şarkı yazımı işinde eşit hak istedi ve bu fikrin doğruluğu albümün satış başarısı ile kanıtlanmış oldu. Bu 2002 tarihli üçüncü albümlerinin adı "More Than You Think You Are" idi.
Mayıs 2004'te bir konser DVD'si çıkardılar. Daha sonra Şubat 2005'te Adam Gaynor grubu resmen terk ettiğini açıklayınca grubun diğer üyeleri de farklı projelere yöneldi. Rob Thomas da bazı solo çalışmalarda bulundu.
Yapışkan kızılağaç
Yapışkan kızılağaç ("Alnus glutinosa "subsp. "glutinosa"), huşgiller (Betulaceae) familyasından adi kızılağacın bir alt türü.
20-30 'ye kadar boylanabilen düzgün gövdeli bir ağaçtır. Kabuğu yeşildir. İleri yaşlarda esmer ve çatlaklı olur. Sürgünler kırmızımsı yeşil ve üzerleri yapışkandır. Bu yapışkan madde sonradan kurur. Sürgün özleri 3 kollu yıldız şeklindedir. Yaprakların sürgün üzerinde bıraktığı iz yarım daire şeklindedir. Yapraklar ilk yıllarda yapışkandır. Büyük yuvarlak yumurtamsı yapraklar 4-8 paralel damarlıdır ve ucu sivri değildir.
Türkiye'de Tekirdağ, Kocaeli, Bartın, Zonguldak, Sinop, Samsun ve Trabzon dolaylarında dere kenarlarında küçük gruplar oluşturur.
Ry Cooder
Ryland "Ry" Peter Cooder, (d. 15 Mart 1947), ABD'li blues gitaristi.
Los Angeles, Kaliforniya'da doğmuştur. Ayrıca Buena Vista Social Club filminde rol almıştır. Walter Hill filminin müziğini de yapmıştır. Gençliğinde yerel bir blues müzisyeni olan Reverend Gary Davis'ten ders almıştır.
Gary Moore
Gary Moore (4 Nisan 1952; Belfast, Kuzey İrlanda - 6 Şubat 2011, İspanya), Kuzey İrlandalı müzisyen.
1952 yılında Kuzey İrlanda'nın Belfast şehrinde doğan Gary Moore, 16 yaşında Phil Lynott'la birlikte ilk önemli grubu Skid Row'u kurdu. Ancak kısa süre sonra Lynott kendi grubu Thin Lizzy'yi kurmak için ayrıldı. Grubun geri kalanı 1970'te Londra'ya giderek CBS Records ile anlaşma imzaladı. İki albüm yaptıktan sonra grup dağıldı ve 1973 yılında gitarist Gary Moore Band'ı kurdu.
Bu arada kısa bir süre Thin Lizzy ile birlikte çalıştı ve 1974'te Jon Hiseman'ın caz ağırlıklı Colosseum II isimli grubuna katıldı. John McLaughlin, Santana gibi devlerin de yer aldığı bu grupla iki albüm yaptıktan sonra, 1977'de eli sakatlanan gitarcı Brian Robertson'un yerine turnede çalmak üzere Thin Lizzy'ye katıldı.
Daha sonra gruptan ayrıldı, Colosseum II ile bir albüm yaptı ve 1978'de Robertson, Thin Lizzy'den ayrılınca onun yerine geçti.
Thin Lizzy ile “Black Rose” isimli albümü kaydetti. Bu arada ilk solo albümünü yayınladı. Thin Lizzy ile çıktığı turne sonrası Los Angeles'a giderek basta Willie Dee, vokalde Tony Newton ve davulda Mark Nausseef ile G-Force isimli yeni bir grup kurdu ve bir albüm yaptı.
1981'de Greg Lake Band'e katıldı.
1982 yılında solo kariyerine geri döndü. Bu kez ona vokalde Charlie Huhn, klavyede Tommy Eyre, basta Neil Murray ve davulda Ian Paice eşlik ediyordu. Farklı müzisyenlerin katılımı ile gitarcı, başarılı kariyerini 90'ların ortalarına kadar sürdürdü.
1994 yılında Cream elemanları Ginger Baker ve Jack Bruce ile BBM isimli bir yan projede yer aldı.
1995'te Fleetwood Mac gitarcısı Peter Green anısına “Bluesy for Green” isimli çalışmayı yayınladı.
1997 yılında “Dark Days in Paradise” isimli pop çizgisine yakın albümü çıkardı.
Gitarcı son olarak 1999'da “A Different Beat” ile çıkış yaptı.
Bu uzun süre içinde Santana, Ozzy Osbourne, John McLaughlin, Phil Lynott, Greg Lake, B.B. King, Albert King, Jean Luc-Ponty gibi birçok devle birlikte çalışan Gary Moore, rock gitarının en önemli ve başarılı temsilcilerinden biri oldu.
Hard rock, caz ve blues gibi birçok değişik türlerde örnekler verdi, birçok gitarcıyı etkiledi ve rock tarihine geçti.
58 yaşındaki sanatçı 6 Şubat 2011'de İspanya tatilinde uyku sırasında geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetti.
B.B. King
Riley B. King veya B. B. King (d. 16 Eylül 1925 – ö. 14 Mayıs 2015), Amerikan blues gitaristi ve bestecisi. 'King' lakabını taşıyan üç büyük Blues sanatçısından biridir. B.B takısı; "Beale Street Blues Boy" (Beale Caddesi Bluescu Çocuk) olarak 1948 de kendisine lakap olarak verilmiştir. Daha sonra "Blues Boy King" (Blues'in Çocuk/Genç Kralı) olmuş ve son olarak ise B. B. King şeklinde kısaltılmıştır. Gitar hakimiyeti çok iyi usta bir müzisyendir. Birçok ünlü sanatçıyla düeti vardır. En önemlilerinden bazıları Jimi Hendrix, Eric Clapton ve Gary Moore gibi müzisyenlerdir. Yaşına rağmen uzun süre konserler vermiştir. En ünlü şarkılarından biri The Thrill is Gone'dur. "Lucille" adında Gibson marka gitarıyla çalmakta ve Lucille için" hayatımda uzun süre kalan tek kadın" demektedir.
Blues Brothers 2000 filminin sonunda Eric Clapton ve Louisiana Gator Boys ile "How blue can you get" parçasını seslendirmiştir. Ayrıca Rolling Stone dergisinde yayınlanan bir listeye göre dünyanın en iyi 3. gitaristidir.
Nisan ayında bir süreliğine diyabet sıkıntıları sebebiyle hastaneye kaldırılan Riley B. King 14 Mayıs 2015 tarihinde Las Vegas, Nevada'da hayatını kaybetti.
Ateş böceği
Ateş böceği, ateş böceğigiller (Lampyridae) familyasını oluşturan bahar ve yaz aylarında geceleri uçarken yanıp sönen ışıkları ile tanınan, kınkanatlılar takımından böcek türlerine verilen ad.
Ateşböcekleri genellikle kısa aralıklarla yanıp sönen bir ışık saçar; bu ışığın yanıp sönme ritmi, erkek ile dişinin buluşmasını sağlayan işaret sisteminin bir parçası ve ateşböceklerini öbür ışık saçan böceklerden ayırt eden bir özelliktir. Işık saçmasının hızı, sıklığı ve dişinin erkeğe yanıt vermesinden önce geçen süre özel anlamlar taşır. Bazı uzmanlar bu parıltının ayrıca bir savunma mekanizması olduğunu ve saldırgana ateşböceğinin acımsı tadını anımsattığını öne sürerler. Oysa, bu önleme karşın, bazı kurbağalar o kadar çok ateşböceği yer ki, sonunda kendileri de ışık saçmaya başlar.
Erkekleri kanatlı, dişileri kanatsız olup larvalarına benzerler. Bazı çeşitlerinde erkek, dişi ve larvalar da ışık üretir. Bu özelliklerinden dolayı bazı bölgelerde dişi ve larvalara "yıldız kurdu" adı verilir. Her türün kendisine has sinyal şifresi vardır. Kuzey Amerika'da bazı çeşitlerin dişileri de kanatlı ve ışık üreticidir. Bütün ateş böceklerinin larva ve erginleri etçil olup, yumuşakça böcek ve böcek larvalarıyla beslenir.
Işık organları karın bölümünün son kısmında bulunur. Saydam bir kütikula tabakası ile örtülüdür. İç kısmı fotojenik hücreler ve otomobil farları gibi ışığı yansıtıcı bir tabakadan müteşekkildir. Işık organında üretilen yağa benzer Lüsiferin maddesi "Lüsiferinaz" enziminin katalizörlüğünde kademeli olarak oksijenle yakılır. Bu kimyasal olayda ışık meydana gelir. Hava oksijeninin kontrollü tüketimine bağlı olarak ışık zaman zaman yanıp söner. Bu yanıp sönmeler eşlerin birbiriyle haberleşmesini sağlar. Ateş böceğinin ürettiği ışık, yavaş yavaş meydana gelen oksitlenme sonucu kimyasal enerjinin ışığa dönüşmesidir.
Tayland'da geceleri nehir kıyısındaki Ton Lampoo ağaçlarını saran ateş böcekleri bir dakikada 120 defa parıldayıp söndüklerinden ortalık yarım saniye aralıklarla şimşek çakmış gibi aydınlanır ve ardından zifiri karanlığa boğulur. Jamaika'da ateş böcekleri o kadar parlak ve ışıklıdır ki, dallarda t |
oplandıkları zaman beş yüz metre uzaktan ağaçlar alevler içinde yanıyormuş hissini verir.
Beşikdağı
Beşikdağı, Türkiye′nin Beşikdüzü ilçesinin bir dağıdır.
Beşikdüzü şehir merkezinden yürüyerek 60 dakikada zirveye ulaşılmaktadır. Araba ile 5-10 dakikalık bir mesafededir. Zirveye çıkıldığında her tarafında ayrı bir manzara vardır: Beşikdüzü, vakfıkebir, Şalpazarı ve İskenderliye bağlı 46 köyü aynı anda seyretme imkânı vardır.
2006 yılında Beşikdüzü Belediyesi tarafından turizme kazandırılmak amacıyla yolu yapılmış ve zirvesinde yapılaşma çalışmaları devam etmektedir.
İlk kez 2005 yılının Mayıs Ayının İkinci pazarında Karadeniz Teknik Üniversitesi, Beşikdüzü Meslek Yüksekokulu öğrencileri tarafından Beşikdağına bir yürüyüş düzenlenmiştir. Daha sonra 2006 yılının aynı pazarında ikinci yürüyüş düzenlenmiş ve dağın zirvesinde çeşitli etkinlikler yapılmıştır. 2007 yılının aynı Pazarında üçüncü yürüyüş ve etkinlikler yapılmıştır. Yürüyüşe çok sayıda öğrenci ve halktan katılım olmuştur.
/dev/random
Unix türevi işletim sistemlerinde, /dev/random yalancı rastsal sayılar üreten bir stream dosyasıdır. Cihaz sürücülerinden ve diğer kaynaklardan toplanan çevresel gürültüye erişim sağlar.Bloklama ile çalışır. /dev/random normalde talep edildiğinden daha az entropi mevcutsa engeller, /dev/urandom tipik olarak asla engellemez, /dev/arandom yeterli entropi ile güvenli bir şekilde başlatılana kadar önyükleme sonrası bloklar ve daha sonra asla bloklanmaz. /dev/random ve /dev/urandom farklı işletim sistemlerinde farklı şekillerde uygulanmaktadır ve pek azı /dev/arandom desteğine sahiptir.
Çekirdek alanından rastsal sayı üretimi, Linux için ilk kez 1994'te Theodore Ts'o tarafından gerçekleştirildi. Uygulama, tasarlandığında geçerli olan yasal kısıtlamalardan kaçınmak için şifreler yerine güvenli özet fonksiyonları kullanıldı. Uygulama ayrıca, verilen herhangi bir özet fonksiyonu veya şifrenin eninde sonunda zayıf olabileceği varsayımıyla tasarlandı ve bu nedenle tasarım, bu tür zayıflıkların karşısında dayanıklıdır. Havuz uzlaşmalarından hızlı bir şekilde kurtarmanın bir gereklilik olmadığı düşünülmektedir, çünkü havuz uzlaşma gereklilikleri, işletim sisteminin ilgisiz kısımlarına çok daha kolay ve doğrudan saldırılar için yeterlidir.
Ts'o'nun uygulamasında, oluşturucu entropi havuzundaki gürültü bitlerinin sayısını tahmin eder. Bu entropy havuzundan rastgele sayılar yaratılır. Okunduğunda, codice_1, entropi havuzundaki tahmini gürültü bitleri sayısı içinde sadece rastgele baytları döndürür.Entropi havuzu boş olduğunda, ek çevresel gürültü toplanana kadarcodice_1 okumaları bloke edilir. Amaç, entropi ile mümkün olduğu kadar büyük bir çıktı veren, kriptografik olarak güvenli bir sözde sayı üreteci olarak hizmet etmektir. Bu, yazarlar tarafından yüksek değerli veya uzun vadeli koruma için şifreleme anahtarlarının üretilmesinde kullanılması için önerilmektedir.
codice_3 dışında ("sınırsız"/ engel teşkil etmeyen rastgele kaynak) daha fazla sözde rastsal bit üretmek için dahili havuzu yeniden kullanır. Bu, çağrının engellenmeyeceği anlamına gelir, ancak çıktı, codice_1'a karşılık gelen okumadan daha az entropi içerebilir. codice_5 , çoğu kriptografik amaç için uygun bir sahte rastsal sayı üreteci olarak tasarlanırken, ilgili sayfaların yazarları, teorik olarak, codice_5tarafından kullanılan algoritma üzerinde henüz başlatılmamış bir saldırı olabileceğini belirtmektedir. Böyle bir saldırıdan endişe duyan kullanıcılar bunun yerine codice_1 kullanmalıdır.Ancak böyle bir saldırının ortaya çıkması olası değildir, çünkü entropi havuzu bir kez tahmin edilemediğinde, daha az sayıda bit ile güvenliği sızdırmaz.
codice_1yazmak da mümkündür. Bu, herhangi bir kullanıcının rastgele verileri havuza karıştırmasına izin verir. Rastgele olmayan veriler zararsızdır, çünkü sadece ayrıcalıklı bir kullanıcı entropi tahminini arttırmak için gerekli girdi/çıktı kontrolünü verebilir. Mevcut entropi miktarı ve Linux çekirdeği entropi havuzu boyutu, ikisinin de büyüklüğü bit olarak ölçülür, codice_9'da mevcuttur ve codice_10 ve codice_11 komutlarının sıralı olarak kullanımı ile görüntülenebilir.
Gutterman, Pinkas, & Reinman, Mart 2006'da, bir dizi zayıflığı tanımladıkları Linux rastsal sayı üretecinin ayrıntılı bir kriptografik analizini yayınladılar. Yönlendirici ve disksiz istemciler gibi göömülü veya gerçek zamanlı işletim sistemlerinde rapor ettikleri en ciddi sorun, açılış durumunun öngörülebilir olduğu ve çevreden entropinin mevcut arzının sınırlı olabileceğidir. Kalıcı belleğe sahip bir sistemde, RNG(Rastsal Sayı Üretici) kapatılırken kapatma sırasındaki bazı durumlarını kaydetmesi önerilir, böylece bir sonraki yeniden başlatma sonrasındaki RNG'nin durumuna dahil edilebilir. Örnek olarak yönlendirici düşünülürse, entropi kaynağının ilk sırasında ağ trafiğinin olduğu durumda, mevcut durumun yeniden başlatmalarda korunmasının yönlendiricinin ilk işleme başladığı andan itibaren "potansiyel saldırganların tüm ağ trafiğini dinlemesi zorunluluğuna iter" veya yönlendiricinin ilk iç durumuna ulaşması zorunluluğuna iter. Bu sorun, ağ trafiğinin bir mesafeden yakalanabildiği kablosuz yönlendirici ve veri şifreleme için kullanılan anahtarların üretilmesi için RNG'nin kullanıldığı durumlarda özellikle kritiktir.
Linux çekirdeği birçok donanım tabanlı rastsal sayı üreticiler için destek sunmaktadır. Böyle bir cihazın ürettiği işlenmemiş çıktı şu komutla elde edilebilir: codice_12.
3.16 versiyonu veya daha yeni Linux çekirdek versiyonlarında, çekirdek kendisi, donanım tabanlı rastsal sayıları ayarlanabilir entropi kalitesinde codice_1'a karıştırır. Bu demektir ki kullanıcı alanında arka planda çalışan program, codice_14'tan codice_15 gibi, bu işi yapmak için gerekli değildir. 3.17'den sonraki Linux çekirdek versiyonları ile birlikte, VirtIO RNG varsayılan olarak 0'dan daha kalite olacak şekilde değiştirilmiştir, ve bu şu anda sadece HWRNG(Hardware Random Number Generator-Donanım Tabanlı Rastsal Sayı Üretici)'nin codice_1 varsayılan olarak karıştıldığı örnektir.
entropi havuzu codice_17, codice_18, codice_19 vb. programlar ile geliştirilebilir. codice_14 ile birlikte entropi Anahtarı, vb. gibi donanım rastgele sayı üreteçleri codice_1'a yazabilir. codice_22, codice_23 ve codice_24 oprogramları bu rastgele sayı üreteçlerini test edebilir.
Ocak 2014'te, Daniel J. Bernstein, Linux'un birbirinden farklı entropi kaynaklarını nasıl karıştırdığına dair bir eleştiri yayınladı. Daniel J. Bernstein bir saldırıya işaret etti, bu saldırı, bir entropinin başka bir entropini görüntülemesi, bu entropinin çıktısını etkileyerek diğer entropi kaynaklarının rastsallığını sıfırlar. Örneğin H(x,y,z) fonksiyonu olduğunu varsayılsın, H fonksiyonu bir özet fonksiyonu, x, y, z ise birer entropi kaynağı, z işlemci kaynaklı kötücül bir HRNG Z:
Bernstein, DSA ve ECDSA'yı tehlikeye atmak için saldırganın 16 defa H(x,y,r) tekrarlaması yeterli olacaktır. Bu Linux'un tek bir sefer kaliteli bir şekilde beslemesi yerine H fonksiyonunu tekrar tekrar beslemesi yüzünden olmaktadır.
Kasım 2016'da Linux çekirdeğinin 4.8 versiyonu veya daha yenisi yayınlandı, bu versiyonda Theodore Ts'o tarafından codice_5 ChaCha20 tabanlı uygulama ile değiştirildi, bu Bernstein'ın iyi anılan akan şifreleme yöntemi ChaCha20 tabanlı tasarlanmıştır.
FreeBSD işletim sistemi codice_5 uyumluluğu sağlamakta ama işleyişi Linux'takinden çok farklıdır. FreeBSD'de,bloklar düzgün beslenene kadar codice_5 codice_1'a bağlı tutulur. FreeBSD'nin PRNG'si(Fortuna) düzenli olarak besler ama entropiyi hesaplama konusunda girişimde bulunmaz. Düşük seviyede ağ trafiği ve disk kullanımı olduğunda, geri besleme küçük bir zaman ile gerçekleşir.
entropi havuzu temelli metotlar, doğru bir şekilde uygulandığında tamamen güvenli olurken, entropiyi fazla tahmin ederse, iyi beslenmiş PRNG'lerden daha az güvenli olabilirler. Bazı durumlarda, bir saldırganın entropi üzerinde önemli miktarda kontrolü olabilir; Örneğin, disksiz bir sunucu, neredeyse tüm ağdan alabilir ve potansiyel olarak ortadaki adam saldırılarına karşı savunmasız hale getirebilir.
OpenBSD 5.1 (1 Mayıs 2012) ve RC4 tabanlı bir algoritma kullandığından, fikri mülkiyet nedenleriyle ARC4 nedeniyle yeniden adlandırılmıştır. Rastgele sayı üretimi burada çeşitli yollarla toplanan sistem entropiyi kullanırken, ARC4 algoritması, havuzun düşük entropi durumunda olduğu durumlarda bile hızlı ve yüksek kalitede sözde rastsal sayı akışının sağlanmasını garantileyen bir arıza güvenliği sağlar. Sistem, eğer mevcutsa OpenBSD Şifreleme Çerçevesi aracılığıyla donanım rasgele sayı üreteçlerini (bazı Intel PCI hub'larında sağlananlar gibi) otomatik olarak kullanır.
OpenBSD 5.5 (1 Mayıs 2014) itibariyle, OpenBSD'nin rastgele aygıtları için kullanılan arc4random () çağrısı artık ARC4 kullanmamaktadır, ancak ChaCha20 (arc4random adı Rastgele Değişim Çağrısı(A Replacement Call for Random) olarak yeniden değerlendirilebilir) olabilir. NetBSD'nin eski arc4random () API'sinin uygulanması da ChaCha20'ye de geçmiştir.
macOS ise 160-bit SHA1 tabanlı Yarrow kullanır. /dev/random ile /dev/urandom arasında herhangi bir fark yoktur, ikisi de aynı şekilde davranır. Apple'ın iOS işletim sistemi de Yarrow kullanır.
codice_1 vecodice_5'daare also available on Solaris, NetBSD, Tru64 UNIX 5.1B, AIX 5.2 ve HP-UX 11i v2'de kullanılabilir. FreeBSD'de olduğu gibi, AIX kendi Yarrow tabanlı tasarımını uygular, ancak AIX standart codice_1 uygulamadan çok daha az entropi kaynağı kullanır ve yeterli entropi içerdiğini düşündüğünde havuzu yeniden beslemeyi durdurur.
In Windows NT'de, benzer işlevsellik codice_32, tarafından sağlanır, ancak özel dosya okuması codice_33, UNIX'te olduğu gibi çalışmaz. Kriptografik olarak rastgele baytlar üretmek için belgelenmiş yöntemler CryptGenRandom ve RtlGenRandom'dur.
DOS doğal olarak böyle bir işlevsellik sunmazken, codice_34 adlı bir açık kaynaklı, üçüncü kişiler tarafından sağlanan sürücü, benzer şekilde çalışan iki cihaz yaratır , codice_35 ve codice_36, cod |
ice_37 vecodice_38'dan erişilebilir olarak sunar. Program buradan rastsal veriye ulaşabilir.
Windows üzerindeki Linux emülatörü Cygwin, komut dosyalarında ve programlarda kullanılabilen hem codice_1 hem de codice_5uygulamalarını sağlar.
La Blue Girl
La Blue Girl, pornografik çizgi film. Orijinal adı 'Injû gakuen'dir. Bir hentai klasiğidir.
Kısaca özeti; kahramanımız değişik bir boyutta yaşayan ebeveyni tarafından dünyamıza eğitimi için yollansa da kötü adamlar (bazen kadınlar, robotlar vs..) kendisini rahat bırakmazlar. Cinsel dayanıklılık övülen bir değerdir.
Sızıntı (dergi)
Sızıntı, 1979-2016 yılları arasında toplam 449 sayı olarak Türkiye'de yayımlanmış aylık edebiyat ve popüler bilim ağırlıklı dini dergi. Kaynak Kültür Yayın Grubu bünyesinde yayınlanmıştır.
Şubat 1979 ayında, kapağında ağlayan çocuk fotoğrafı ve Mehmet Âkif Ersoy'un "Uyan Uyan" şiirinden alıntı yapılarak ""Merhametin yok diyelim nefsine, merhamet etmez misin evladına"" sloganıyla yayın hayatına başlamıştır. Yayın hayatına devam etmekte olup aylık ortalama 825.000 tiraja sahiptir. "Yeni Ümit", "Yağmur", "Gonca", "Hira", "Fountain", "Noviyegrani", "Fontâne Online" kardeş dergileridir.
Sızıntı'nın Mayıs ayı sayısı kapağında açtığı kapının ardından çiçekler görünen haki kıyafetli bir kişi için "Aç kapıyı, haber var, ötenin ötesinden. Dudaklarda şarkılar, kurtuluş bestesinden" sözleri bulunurken, Haziran ayı sayısında ise "Kırılır da bir gün bütün dişliler, döner şanlı şanlı çarkımız bizim" ifadeleri yer aldı. 26 Temmuz 2016'da yayımlanan bir OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi ile kapatıldı.
Evrenin gerçek mahiyeti, biyolojik yapımızın özellikleri ve temasını vurgulayan yazılar içermektedir. Birçoğu tek sefer yazmış 186 yazarı vardır.
Derginin Fethullah Gülen ile yakınlığı vardır. Samanyolu haber'de çıkan habere göre Fethullah Gülen Sızıntı dergisinin Şubat 2008 sayısının başyazısını yazmıştır. Dergide Fethullah Gülen ile ilgili yazı ve haberler tr.fgulen.com sitesinde ise Sızıntı dergisiyle ilgili yazılar vardır.
Sanem Çelik
Sanem Çelik (d. 18 Mayıs 1975, İstanbul), Türk tiyatro, sinema ve TV oyuncusu, dansçı.
1983 yıӀında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı bale bölümüne girdi. 12 sene boyunca okul gösterilerinde ve "Çağdaş Bale Topluluğu"'nun çeşitli eserlerinde solist ve corps de ballet dansçısı olarak dans etti. Figen Yücel, Vecihi Ofluoğlu, Cem Ertekin, Marion-Yener Durukan, Valentina Sobseva, Ludmilla Marazova, Ramazan Bapov gibi değerli eğitmen ve koreograflarla çalıştı. Önlisansını aldıktan sonra tiyatro bölümüne geçti. Yıldız Kenter ve Haldun Dormen'in yıldız öğrencilerindendi.1999'da mezun oldu.
1994-1996 yılları arasında birçok reklam filminde oynadı.
1996’da Nihat Durak’ın yönetmenliğinde, başrollerini Aytaç Arman ile üstlendiği, Ziya Öztan’in Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun edebiyat eserinden senaryolaştırdığı "Yaban"'da ki "Emine" rolü Sanem’in ilk sinema deneyimi oldu. Bu rol ile 10.Adana Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü"nü kazandı.
1997'de başlayan ve Türk televizyon tarihinin en çok reyting alan dizilerinden biri olan "Kara Melek", Sanem Çelik için büyük bir dönüm noktasıdır. Canladırdığı "Yasemin Saylan", Türk televizyonlarının en ünlü kötü karakterlerinden biri oldu. Türkiye Sanem'i bu dizi ile tanıdı ve Magazin Gazetecileri Derneği'nin verdiği "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü"nü Perran Kutman ile paylaştı.
1998, Haldun Dormen’in yönetmenliğinde, Melih Kibar’in besteleri ve piyanosu eşliğinde "Çiğdem Talu’ya Selam" müzikalinin koreografisini yaptı, dans etti, oynadi, şarkı söyedi.
1999-2000 yılları arası animasyon filmlerinde seslendirme yaptı.
2000 yılında "Havva Adem" karakterini canlandırdığı Derviş Zaim'in "Filler ve Çimen" adlı sinema filmi ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü"nü aldı. Yine aynı film ile 2000-
2001 yılları arasında beş farklı yarışmada "En İyi Kadın Oyuncu" seçildi. Bu sirada Dormen Tiyatrosu'nda sahnelenen bir Ray Cooney oyunu olan "Hangisi Karısı" ile Volkan Severcan, Salih Kalyon gibi değerli isimerle tiyatro sahnelerindeydi.
2002'de 13. Orhan Murat Arıburnu Film Festivali'nde jüride yer aldı. Karakalem dersleriyle resim kursuna başladı.
2003 yılında Tolga Örnek'in yazıp yönettiği "Hititler" belgeselinde Haluk Bilginer ile birlikte rol aldı, "Kraliçe Puduhepa"'yı canlandırdı.
2004'te TMC'nin yapımcılığını üstlendiği "Aliye" adlı televizyon dizisiyle Atv ekranlarında hayranlarının karşısındaydı. Halit Ergenç, Nejat İşler, Ayla Algan, gibi zengin kadroya sahip olan dizi, izleyiciler tarafından büyük ilgi gördü. Dört ayrı yarışmadan "En İyi Kadın Oyuncu" ve "En İyi Kadın Dizi Oyuncsu" ödülleri aldı. Ve bu sene de ayni fars oyunu "Hangisi Karısı" bu sefer Nedim Saban Tiyatrokare'den teklif edildi. "Mary Smith" Karakteri ile Afife Tiyatro Ödülleri'ne aday oldu.
2005 yılında tekrar bir sinema filmi ile beyazperdeydi: "Ayın Karanlık Yüzü". Metin Belgin'in yazdığı, Biket İlhan'ın yönettiği filmde, Memet Ali Alabora, Ali Poyrazoğlu gibi usta oyuncularla birlikte başrolü paylaştı. 2005’de motor sporları dünyasına katıldı pistte araba yarıştırdı, derece aldı.
2006 yılında "Aliye" dizisini bitişinin ardından Amerika'nın Los Angeles şehrine gitti. Çeşitli alanlarda kurs ve atölye çalışmalarına katıldı.
2008 yılında Türkiye'ye döndü ve yine TMC'nin yapımcılığında "Güldünya" adlı dizi için kamera karşısına geçti.
2012'de 17 sene sonra ilk kez Shaman Dans Tiyatrosu'nun "İstanbul" adlı gösterisinde Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı yararına dans etti.
2013'te Bursa'da çekimleri tamamlanan Derviş Zaim'in "Balık" filminde başrollerini Bülent İnal ile paylaştığı "Filiz" rolünü üstlendi. Yine ayı yıl, Serdar Akar'ın yönettiği, başrollerini Erdal Beşikçioğlu, Nejat İşler gibi sevilen oyuncularla paylaştığı "Behzat Ç. Ankara Yanıyor " sinema filminde" "Alman polisi" Ulrike "rolünde oynadı. Süreç Film yapımcılığında "İnadına Yaşamak" dizisinde rol aldı.
Balık filmi 17 Ekim 2014'te İstanbul'da vizyona girdi.
Sanem Çelik'in menajerliği Filiz Küçük Yücel tarafından yapılmaktadır.
Agorizm
Agorizm, insanlar arasındaki tüm ilişkilerin karşılıklı rızaya dayalı alışverişlerden oluştuğu bir serbest pazar dünyasını amaçlayan, Samuel Edward Konkin III tarafından ve J. Neil Schulman’ın da katkılarıyla kurulmuş bir politik felsefedir.
Agoristlerin birçoğu görüşlerini sol-liberteryenizmin bir formu olarak karakterize ederken kendilerini piyasa anarşistleri olarak düşünürler. Genel olarak agoristler siyasi adaylar ve siyasi reform için oy kullanımına karşıdır. Bunun yerine özgür bir topluma ulaşmak amacıyla alternatif stratejiler izlenir. Agoristler eğitim, doğrudan eylem, alternatif para, girişimcilik, öz yeterlilik ve en önemlisi karşı ekonomi gibi yöntemler kullanarak daha kolay ve çabuk bir özgür toplum yaratılacağını savunmaktadır.
Agorizm sözcüğü antik yunan şehir devletlerindeki toplantı ve pazaryeri meydanlarını adından gelmektedir. Bu terim ideolojik olarak devrimci bir serbest pazar anarşizmini ifade eder. Vergisiz çalışan gri piyasalar ile karaborsa faaliyetlerinin savunulduğu bir karşı-ekonomi fikri Konkin’in libertereyen felsefesine Schulman’ın bir katkısı olarak ortaya çıkmıştır.
Devletçi toplum düzenlerine alternatif olarak tasarlanan düzende adalet ve güvenlik siyasi kuruluşlar yerine piyasa kurumları tarafından sağlanmaktadır. Bu kurumlar (siyasi reformlarla ortaya çıkmaları mümkün olmadığı için) ancak piyasa süreçleri sonucunda ortaya çıkabilecektir.
Agoristlere göre hükümet şiddet kullanma tekeli üzerine yapılandırılmış haydutluğun rafine bir şekli olduğuna göre ondan mutlaka kurtulmak gerekir. Devrimin nihai noktası Hükümetin piyasadaki adalet ve güvenlik sağlayıcılar tarafından sindirilip yok edilmesi ile olur. Böyle bir rejim ancak piyasaya talebin çok artması ve hükümetin kendi işlerine karışmasından açıkça kaçınan (karşı ekonomi, kayıtsız ekonomi – ya da karaborsa ve gri piyasalar – olarak tanımlanabilecek) bir sektörün ekonomik bakımdan yeterince gelişmesinin sonucunda ortaya çıkabilir.
Konkin’in Agorizm’i anlatan ve “”Yeni Liberteryen Manifesto”" adıyla ele aldığı eser ilk olarak 1980 yılında basılmıştır. Daha önce bu felsefe J. Neil Schulman’ın “Alongside Night” isimli bilim kurgu eserinde 1979 yılında yayınlanmıştı. Aslında, Schulman da bu eserinde Ayn Rand’ın Atlas Shrugged (Atlas Silkindi) isimli eserinde sunduğu fikirlerden esinlenmiştir.
Konkin girişimciler, devletçi olmayan kapitalistler ve devletçi kapitalistleri içeren bir sınıf teorisi geliştirmiştir.
Aksiyon (dergi)
Aksiyon, 14 Aralık 1994 tarihinde yayın hayatına başlamış haftalık haber dergisidir. Saha çalışmalarına dayalı haberciliği ön plana çıkarmış bir dergidir.
Siyasetten ekonomiye, istihbarattan dış politikaya, kültür sanattan toplumsal haberlere kadar çok geniş yelpazede yayın yapan "Aksiyon", aktarmacı gazetecilik yerine saha çalışmalarına dayalı bir haberciliği ön plana çıkarmaktadır. Haberle yorumu harmanlayarak, okurlarına gelişen hadiseler hakkında en kapsamlı analizleri okuma fırsatı sundu. Her hafta ortalama 15 haber dosyası yayınlar.
"Aksiyon", Türkiye'de haftalık haber yorum dergisi alanında yayın yapan üç dergiden biriydi. Günümüzde ise diğer haber dergilerinin magazin alanına ağırlık vermeleri, "Aksiyon"u haftalık yayın yapan tek dergi konumuna getirmiştir.
"Aksiyon" ilk çıktığında dergi kadrosunda Ahmet Davutoğlu, Taha Kıvanç (Fehmi Koru), Beşir Ayvazoğlu, Tamer Korkmaz, Fatma K. Barbarosoğlu, Yalçın Çetinkaya, Mustafa Kutlu, Mustafa Özel, Cinuçen Tanrıkorur, Kemal Sayar, Hasan Sutay, Erhan Başyurt, Nihal Bengisu Karaca, Abdülhamit Bilici, Ayşe Böhürler, Mahmut Çebi, Dağıstan Çetinkaya, Ahmet Dinç, Mehmet Ali Eren, Ahmet Doğru,Ömer Erturgut, Muammer Gökçin, Cemal A. Kalyoncu, Osman İridağ, Mustafa Sungur, Tuncay Opçin, Mustafa Ünal, Rasih Yılmaz, Celal Kazdağlı, Kemal Kazaz ve Fevzi Yazıcı idi. Yeni yayın kadrosu ise
Cemal A. Kalyoncu Emin Akdağ, Muhsin Öztürk, Behram Kılıç, Haşim Söylemez, |
Tuba Kabacaoğlu, Ayşe Adlı, Tuba Deniz, Sedat Gülmez, Mesut Çevikalp, Gürhan Savgı, Esin Kaya, Ülkü Özel Akagündüz, Salih Zengin, Murat Tokay, Abdulkerim Bedir, Buket Davulcu, Mine Çaha, Nazif Aydın ve Mehmet Özdemir
Dergi, 2016 Türkiye askerî darbe girişimi sonrasında çıkartılan OHAL yasası kapsamında kapatılmıştır.
Anarko-ilkelcilik
Anarko-ilkelcilik ya da anarko-primitivizm uygarlığın kökeni ve gelişimini anarşist bakış açısı ile inceleyen düşünce biçimleridir.Tarım'ın insanlığa getirmiş olduğu yerleşik düzeni ve bu düzenin sistemli şekilde yürütülmesini sağladığını iddia eden yönetim erklerinin karşısında yer almaktadır. Tarım öncesi dünyada ekoloji ile barışık bir şekilde yaşamlarını devam ettirmiş olan Avcı-Toplayıcı bireyleri, toplulukları, sürüleri ve kabileleri incelemekte ve insanlığın nihai çıkışını burada görmektedir.
İnsanlık tarihi akışının ilerleyişine etki eden birkaç büyük olay yaşamıştır. Bunlardan ilki tarımın keşfi olmuştur. Tahılların topraktan bitişi fark edilmiş, zaman içinde ekilmiş, gözlenmiş evcilleştirilmiş ve toprağın işlenilmesinin öğrenilmesiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Yaşamlarını eskiden gezerek ve avlanarak geçiren insan şimdi tarlalarının başında, ilkel barınaklarını inşa etmiştir. Ürünler depolanmış ve diğer gezgin kabilelerin saldırılarından korunulmaya çalışılmıştır. Farklı besin türlerinde beslenen Avcı-Toplayıcıların tarım toplumuna geçiş ile birlikte besin çeşitlilikleri azalmış ve bu bir takım hastalıkların doğmasına neden olmuştur. Depolanan besinin korunma zorunluluğu örgütlenmeyi beraberinde getirmiştir. Erkek baskın röl olarak yavaş yavaş ortaya çıkmakta ve hegamonyasını kadın üzerinde sergilemeye bu dönemde başlamaktadır. Yerleşik düzenin doğumlar üzerinde etkisi vardır. Barınılacak bir yer vardır ve burası kendileri tarafından kurulan ve yavaş yavaş örgütlenmeye başlayan bir yerdir.
Ekrem Dumanlı
Ekrem Dumanlı (d. 1964, Yozgat), Türk gazeteci. 2001-4 Ekim 2015 yılları arası "Zaman" gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Lise ikiye kadar Yozgat'ta okuyan Dumanlı liseyi Ankara'da tamamladı. 16 yaşına girdiği yıl 12 Eylül'ün ertesi günü "ülkücü eylemcileri eğitmek" iddiasıyla tutuklandı, yargılanmasına kadar geçen 1 yıllık sürede cezaevinde yattı, yargılanmasının ardından tahliye edildi ve daha sonra beraat etti. Beraatinin ardından Yozgat'ta kalırsa tekrar gözaltına alınacağından endişe ederek Ankara'ya taşındı ve liseyi burada tamamladı. Dumanlı, 2006'da Ayşe Arman'a verdiği bir röportajında, 12 Eylül döneminde herhangi bir silahlı eyleme katılmadığını, arkadaşlarına okuduğu kitapları anlattığını ve gözaltında kaldığı esnada işkence gördüğünü söylemiştir.
1987 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Bir süre edebiyat dersleri verdikten sonra 1993 yılında "Zaman" gazetesinin kültür sanat servisinde muhabir olarak çalışmaya başladı. Daha sonra sırasıyla kültür sanat servisi editörlüğü ve genel yayın koordinatörlüğü görevlerinde bulundu. 1997 yılında medya üzerinde çalışmalar yapmak üzere ABD’ye gitti.
Boston'da Emerson College’da yüksek lisansını tamamlamasının ardından Ağustos 2001'de Türkiye'ye dönerek "Zaman" gazetesinin genel yayın müdürlüğü görevini üstlendi. Yayımlanmış eserleri bulunan Dumanlı'nın "Son Duruşma" adlı tiyatro eseri İstanbul Dünya Sahnesi oyuncuları tarafından bir dönem sergilendi.
Medya Derneği eski başkan yardımcısı ve WAN (World Association of Newspapers) üyesidir. Ekrem Dumanlı, bir dönem Fatih Üniversitesinde de ders verdi. Ayrıca "14 Aralık Tahşiyeciler Operasyonu" olarak adlandırılan operasyonda gözaltına alındı, fakat adli kontrol şartıyla (yurt dışı yasağı) serbest bırakıldı.
Ekim 2015'te sağlık sorunlarını gerekçe göstererek "Zaman" gazetesi genel yayın yönetmenliği görevinden istifa ettiğini açıkladı.
Ekrem Dumanlı, evli ve dört çocuk babasıdır.
Cumhurbaşkanına hakaret ve 15 Temmuz darbe girişimini önceden bildiren bir reklam filmi çektiği iddiasıyla hakkında yakalama kararı çıkartılmıştır.
Yeni Asya
Yeni Asya, Türkiye'de yayınlanan ulusal gazete.
Gazete 21 Şubat 1970 tarihinde yayımlanmaya başladı. Gazetenin amblem altı yazısında Said Nursî'nin bir sözü olan ""Asya'nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır"" ifadesi bulunmaktadır.
Yeni Asya kurulduğu günden itibaren anayasal rejimi ve çok partili demokratik sistemi savunmuştur. Türkiye siyaseti için Demokrat Misyon'un en iyi çözüm olacağını düşünen gazete, kurulduğu günden bu yana siyasi konulardaki istikrar çizgisini korumuştur. Gazetenin yayın politikası tamamen 'sivil' nitelikli olup, demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerinden kesinlikle taviz verilmemesi gerektiğini ön planda tutmaktadır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahaleleri sonrasında defalarca toplatılmış, kapatılmış ve yazarları hapse atılmıştır.
Gazetenin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, 1999 Marmara Depremi sonrası yaptığı bir açıklamada bu depremin 'İlahi İkaz' olduğunu ifade etmiş ve 312. maddeden yargılanarak 2 yıl 1 gün hapis cezasıyla cezalandırılmıştır.
Gazete, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ve bugünkü Demokrat Parti'yi aynı geleneğin halkaları olarak görmekte ve destek vermektedir. Bu tutumu dolayısıyla diğer Nur cemaatleriyle zaman zaman polemikler yaşanmıştır. Bu durum 12 Haziran 2011 Milletvekili Seçimlerinde Said Nursî'nin hayattaki talebelerinin bir bildiri yayınlayarak Adalet ve Kalkınma Partisi'ni desteklediklerini duyurmalarıyla had safhaya çıkmıştır. Daha önceleri Anavatan Partisi'ni de eleştiren gazetede partinin Demokrat Partiyle birleşmesinden sonra bu parti ve Turgut Özal hakkında bazı olumlu değerlendirmeler de görülmüştür. Adalet ve Kalkınma Partisi ise Millî Görüş geleneğinin uzantısı olarak kabul edilmekte ve icraatları genellikle eleştirilmektedir.
Gazetenin yazarlarından Ali Ferşadoğlu, "Yeni Asya"nın programını bir yazısında şöyle tarif eder:
"Yeni Asya", yayın hayatına ilk önce haftalık gazete olarak başlamıştır. "Zülfikar" isimli bu haftalık gazete, "İhlâs"" ve "İttihad" gibi farklı isimlerle yine haftalık olarak çıkmaya devam etmiştir.
21 Şubat 1970 yılında günlük gazete olarak basın hayatına "Yeni Asya" ismi ile adım atmıştır.
Yayın hayatında birçok kez çeşitli sebeplerden dolayı kapatılmıştır. Sadece 1980-1984 yılları arasında dört kez kapatılır, üç isim değiştirir: Kapatılır "Yeni Nesil" olur, kapatılır "Tasvir" olur, kapatılır "Hür Yurt"u çıkarmaya hazırlanır ve tekrar "Yeni Asya"ya döner.
1990’da ise, matbaasına ve Türkiye çapındaki bütün binalarına el konur. Bütün kadroları dağıtılır. Sıfır noktasına gelen gazete, bir hafta içinde yeniden aynı isim olan "Yeni Asya" ile çıkmaya devam eder.
Gonca (dergi)
Gonca, İzmir merkezli ayda bir yayınlanan çocuk, aile ve kültür dergisidir. Ali Ural, Başak Sezgin, Abdurrahman Neşeli, Ahmet Haşim, Ali Çolak, Ayşe Tuncer, Aslı Kaplan, Arif Nihat Asya gibi yazarlar bünyesinde bulunmaktadır. Derginin içerisinde çocuklara yönelik fıkra, hikâye, masal ve bilmeceler içerisinde bulunmaktadır.
Bab
Kızıl kum kuşu
Kızıl kum kuşu ("Calidris ferruginea"), çullukgiller (Scolopacidae) familyasından bir kumkuşu türü.
Kara karınlı kumkuşundan biraz daha büyük ve daha zariftir. Daha uzun siyah bacakları, biraz daha uzunca ve aşağıya doğru daha düz biçimde uzanan kıvrık bir gagası vardır. Sonbaharda gencinin (en yaygın olduğu yer Batı Avrupa’dır) üst tarafı pullu desenli ve grimsi, göğsü lekesiz ve şeftali sarısıdır; ortası koyu olmayan kuyruğunun üst tarafında beyaz bir bant bulunur. İlkbahar giysisindeki erişkini koyu kırmızımsı, gözünün çevresi beyaz, sırtı ise daha gridir. Sonbaharda erişkini lekeli kırmızı ve gridir. Sesi trilli ve yumuşak bir ‘çir-rıp’.
Ak kumkuşu
Ak Kumkuşu ("Calidris alba" - İng. Sanderling), çullukgiller (Scolopacidae) familyasından genellikle kumlu deniz kıyılarının siyah bacaklı, siyah, kısa, kalınca ve düz gagalı, beyaz karınlı ve küçük bir kıyı kuşu türü.
Boyu 200–210 mm'dir. Küçük guruplar halinde beslenirken çok aktiftir. Kışın üst tarafı açık gri, alt tarafı ise beyazdır. Kanatları daha koyu siyahtır ve beyaz geniş bir kanat çizgisi vardır. Gencinin üst tarafı daha koyu desenlidir. İlkbahar ve sonbaharda başı, göğsü ve sırtı değişken kızıllık ve koyulukta ve kirli-gümüş rengi harelidir; alt tarafı her zaman beyazdır. Uçuş esnasında sesi kısadır ve sert bir ‘kit’ duyulur.
Bu türden olgun olanlarının uzunluğu 18–20 cm'dir. Kendi ağırlıkları ise 40-100 gr arasında değişir. Bu kuş kışın çok bulunur. Yazın da yüzü ve boğazı kiremit kırmızısı olur. Yavruları siyah-beyaz, süslü ve yetişkinden daha fazla kontrast gösterir.
Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da bulunurlar.
Kara karınlı kum kuşu
Kara karınlı kum kuşu ("Calidris alpina"), çullukgiller (Scolopacidae) familyasından küçük ve oldukça yuvarlak omuzlu bir kıyı kuşu türü.
İnce ve aşağı doğru hafifçe kıvrık bir gagası, ince ve koyu bacakları, ince bir kanat çizgisi ve yanları beyaz olan koyu renk bir kuyruk sokumu vardır. Tek başına, küçük ya da büyük gruplar halinde bulunabilir. Kışın erişkinleri gri-kahverengidir, sık çizgili ve gri-uçuk kahverengi göğsü vardır, alt tarafı beyazdır. Yazın erişkinin üst tarafı siyah ve uçuk kahverengi çizgiler içeren, değişken derecede kızıl renktedir, başı daha gri, göğsü sık çizgilidir ve koyu siyah bir karın lekesi bulunur. Genci açık kahverengidir, üst tarafı kızıl ve siyah, kafası ve göğsü ise uçuk kahverengidir, sırtında krem rengi çizgiler vardır, alt tarafı beyazdır ve böğründe lekeli siyah çizgiler bulunur. Sesi cılız, boğuk ve ıslığımsı bir ‘triii’; ötüşü ise titrek ve mırıldamaya benzer bir ıslıktan ibarettir.
Kuvvet kullanmama ilkesi
Birleşmiş Milletler sistemi içinde bir uluslararası hukuk ilkesi.
Birleşmiş Milletler (BM) sisteminde temelde kuvvet kullanmama ilkesi geçerlidir. 2. Dünya Savaşı’nın tekrar yaşanmasını engellemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak için kurulan BM sisteminde uluslararası anlaşmazlıkların kuvvet kullanılmadan çözümü esastır. BM Andlaşması’na göre uluslararası s |
orunlar ya devletler tarafından ya da BM Örgütü tarafından barışçı yollar çerçevesinde çözülecektir.
BM Andlaşması’nın birçok hükmünde bu ilkeye yer verilmiştir.
Örneğin BM Andlaşması ‘Giriş’ Bölümünde BM üyelerinin “milletlerararası barış ve güvenliğin muhafazası için kuvvetleri birleştirip”, “müşterek menfaatlerin icapları dışında silah kullanılmamasını sağlayan ilkeleri kabule ve usulleri tesise” kararlı oldukları ifade edilmiştir.
Kuvvet kullanamama konusundaki bu ısrara karşın kuvvet kullanımı uluslararası ilişkilerin bir gerçeği olarak karşımıza çıkmaktadır ve BM de kuvvet kullanımına belirli hallerde izin vermiştir. Bu istisnalar dört tanedir ve bunlardan ikisi kuruluş yıllarına aittir. Yani günümüzde iki istisnadan bahsetmek mümkündür:
Meşru müdafaa halinde kuvvet kullanımı (Madde 51)
Güvenlik Konseyi kararıyla kuvvet kullanımı (VII. Bölüm)
Güvenlik Konseyi faaliyete geçmeden önce beş sürekli üyenin kuvvet kullanımları. (Madde 106).
II. Dünya Savaşı boyunca ‘düşman’ güçlere karşı kuvvet kullanımı. (Madde 107)
Tamar
Tamar (Gürcüce: თამარ, İbranice: תמר), (d. 1160 - ö. 1213), Gürcistan Krallığı’nı 1184-1213 arasında yöneten ünlü kraliçedir. Hükümdarlık dönemi Gürcistan’ın “Altın Çağı” olarak bilinir. “Krallar kralı” ve "Kraliçeler kraliçesi” olarak adlandırılmıştır. Bagrationi (Bagratlılar) hanedanından gelir. Bazı dillerde Tamara olarak da yazılır.
Tamar, III. Giorgi'nin prenses Guranduhti’den olan kızıydı. III. Giorgi, ölümünden sonra anlaşmazlıkları önlemek için Tamar’ı vârisi ilan etti ve 1179’dan itibaren krallığı birlikte yönetti. Giorgi’nin ölümü üzerine 1184’te Tamar tahta çıktı.
Tamar’ın tahta çıkmasının ardından feodal aristokratlar yitirmiş oldukları ayrıcalıkları geri almak için mücadeleye giriştiler. Hazineden sorumlu Kutlu Arslan, kraliçenin yetkilerinin sınırlandırılmasını istedi. “Karavi” adıyla yeni bir devlet organı oluşturulacaktı. “Karavi”nin üyeleri aristokratlar olacak ve bütün kararları onlar alacaktı. Bu kararı kraliçeye bildirip onaylamasını istediler. Kendi hükümdarlığını biçimsel hale getiren bu öneriyi Tamar kabul etmedi. Tamar, Kutlu Arslan’ı görevinden aldı ve ileri gelenlerle konuşarak sorunu çözüme bağladı. Kutlu Arslan’ın yönetimdeki etkisi tamamen ortadan kalktı ve “Karavi” yerine kraliçenin sarayının karar verme yetkisi kabul edildi.
Kraliçenin evlendirilmesi de önemli sorunlardan biri oldu. Çünkü kraliçenin kocası, krallığının ikinci önemli kişisi olacaktı ve bundan dolayı adayın seçimi önem taşıyordu. Sonunda Gürcü kaynaklarında Giorgi Rusi olarak anılan bir Rus prensiyle evlendirildi. 1185 yılında evlenen Tamar, Giorgi Rusi’den ayrıldı ve 1188 yılında Davit Soslan ile evlendi. 1191 yılında bazı ileri gelenler Giorgi Rusi’nin Gürcistan’a dönmesini destekleyerek büyük bir ayaklanma başlattı. Tamar, ayaklanmacıları yenilgiye uğrattı ve Giorgi Rusi tutsak alarak Rusya’ya geri gönderdi. Giorgi Rusi, bir kez daha Gürcistan’a döndüyse de bu kez fazla taraftar bulamadı ve kolayca yenilgiye uğratıldı.
Ülke içindeki karışıklıkların bastırılmasından ve düzenin sağlanmasından sonra, Tamar dış ilişkilere önem vermeye başladı. 1192’de Giorgi (Laşa Giorgi) adlı oğlu doğan Tamar, onun onuruna bugün Azerbaycan sınırları içinde kalan Bardav kentine sefer yaptı. 1190’larda Azerbaycan atabeyi Ebu Bekir iyice güçlenmişti. Ebu Bekir, Gürcistan’ın egemenliğini tanıyan Şirvan’a savaş açtı. Şirvanşah, Gürcü krallığından yardım istedi. Davit Soslan komutasında ordu harekete geçti ve iki ordu 1195 yılında Şamkor’da karşılaştı. Gürcüler, halifenin yolladığı bayrağın da bulunduğu büyük bir ganimet ele geçirdiler.
Öte yandan, uzun zamandır Anadolu Selçukluları da Gürcistan’a karşı savaşa hazırlanıyordu. Anadolu Selçuklu sultanı II. Süleyman Şah, Tamar’a bir mektup yollayarak egemenliğini tanımasını istedi. Tamar, Anadolu Selçuklu elçisini geri göndererek ordunun hazırlanmasını buyurdu. Davit Soslan komutasındaki ordu, Basiani’ye hareket etti. 1202 yılında iki ordu burada karşılaştı. Anadolu Selçukluları bu savaşta yenilgiye uğratıldı. Gürcüler ile Anadolu Selçuklular arasındaki savaş daha sonra da sürdü ve Gürcüler 1204 yılında Kars’ı ele geçirdiler.
Bizans İmparatoru I. Andronikos'un (1183-1185 arası hükümdar) oğlu Manuil Komnenos ile Tamar'ın kızkardeşi Rusudan'ın oğlu Aleksios Komnenos'un Trabzon İmparatorluğu’nu kurmasına destek verdi ve bu devleti koruma altına aldı.
1206 yılında Davit Soslan öldü ve Tamar, oğlu Laşa Giorgi’yi yardımcısı olarak atadı.
Gürcü ordusu, 1210 yılında kuzey İran’a sefere çıktı ve pek çok kaleyi ele geçirdi. Tamar, 1213 yılında öldü ve Gelati’de toprağa verildi. Tamar, Gürcü krallığın gücünün doruğuna ulaştırdı ve onun döneminde Gürcistan, tarihinin en geniş sınırlarına ulaştı. Gürcistan’ın sınırları, Azerbaycan’dan Erzurum’dan Gence’ye uzanıyordu.
Sıralı tip motor
Sıralı tip motor, silindirlerin krank mili üzerinde bir çizgi üzerinde sıralandığı motor tipidir. Günümüzde otomobillerde kullanılan en yaygın modeldir.Silindirlerin yan yana dizilmesinden dolayı bu adı almıştır.Dizel veya benzinli olabilirler.
İki, üç, dört, beş ve altı silindirli olarak yapılabilirler. Altı silindirden sonrasında motor boyu uzadığından motor dengesi bozulacağı için tercih edilmemektedir. Bazı sıralı tip motorlar eğik olarak yapılmaktadır. Bunun sebebi araçtaki motor bölmesini küçültmek içindir. Örneğin 1967 model Plymouth'ların 6 silindirli motorları bu şekildedir.Yatay vaziyette yapılan sıralı tip motorlar da vardır.
Sıralı tip motorlarda silindirler DIN 73021'e göre ifade edilirler. Silindirlerin numaralandırmasına güç çıkışının karşısından başlanır.
V tipi motor
V tipi motor, silindirlerin krank şaftı üzerinde "V" şeklinde iki sıra halinde dizildiği motor tipi. Sıralı tip motorlara göre daha yüksek bir güç/hacim oranına sahip olan bu tip motorlar nispeten yüksek performans gereken uygulamalarda kullanılırlar.
Silindirler arasındaki açı benzinli motorlarda 60 veya 90 olabilir , dizel motorlarda 30 ila 120 arasında değişebilir. Silindirlerin numaralandırmasına DIN 73021'e uygun bir şekilde güç çıkışının karşı tarafındaki sol silindirden başlanır.
Daha çok güç istenen ve fazla yer kaplamaması gereken yerlerde tercih edildiğinden V6 , V8 ve V12 en çok kullanılan tiplerdir.
Deniz alanlarının sınırlandırılması hukuku
Deniz alanları sınırsız değildir ve coğrafyanın ülkeleri yakınlaştırdığı yerlerde denizin hukuk tarafından sınırlandırılması kaçınılmaz olabilir. İlgili deniz alanının dar olması, kıyı şekilleri, bölgede ada veya adacıkların bulunması ve benzeri nedenlerle iki veya daha fazla ülkenin talep ettikleri deniz yetki alanları çakışabilmektedir. Bazı durumlarda, tarihi hakların varlığı veya bu yöndeki iddialar da çakışmanın nedenleri olabilmektedir. Bu durumda ilgili ülkelerin deniz alanlarını ayıracak bir deniz sınırının belirlenmesini gerektirecektir. Belirtilen şekilde ortaya çıkan bir deniz sınırlandırma sorununun çözümünü taraflar kendi aralarında diledikleri bir sınırlandırma metodunu uygulayarak çözümleyebilirler. Ancak, çözüm uluslararası hukukun ilgili kuralları temelinde olacaksa, aşağıdaki prensip ve kuralların uygulanması gerekmektedir.
Deniz alanlarının sınırlandırılması da belli ilkelere ve geçmişte oluşmuş kural v e geleneklere bağlıdır. Bu ilkeler temelde şunlardır:
1. Genel Sınırlandırma Prensipleri: Hakkaniyet Prensipleri ve Hakça Çözüm
2. Coğrafyanın Üstünlüğü Prensibi
3. Diğer Faktörlerin Dikkate Alınmasına İlişkin Prensipler
4. ‘Oransallık’ ve ‘Kapatmama’ Prensipleri
Henrik Larsson
Henrik Larsson (d. 20 Eylül 1971, Helsingborg) İsveçli eski futbolcu ve teknik direktör.
İsveç'in Helsinborg şehrinde doğan Larsson, futbola şehrinin takımı Högaborg'da başladı. Profesyonel hayata da bu takımda başlayan Larsson daha sonra aynı şehrin takımı Helsingborg'a transfer oldu. 1993'te Helsinborg'un Allsvenskan'a yükselmesinde takıma büyük katkıları oldu. Buradan sonra Hollanda'nın Feyenoord takımına transfer olan Larsson, burada da 4 sezon oynadı ve İskoç takımı Celtic'e geçti. Oynadığı dönemde takımın unutulmaz oyuncularından biri olmayı başaran Larsson, burada 7 sezonda 4 şampiyonluk yaşadı ve Scottish Premier League'de en çok gol atan oyuncu unvanını aldı. Daha sonra Kris Boyd'un kendi gol sayısını geçmesiyle en çok gol atan ikinci oyuncu unvanının sahibi oldu. Kariyerinin son dönemlerinde bir Avrupa Kupası kaldırmak isteyen Larsson, Celtic'den ayrıldı ve İspanyol kulüp Barcelona ile anlaştı. 2006 yılında Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak hedefine ulaştıktan sonra sözleşmesinin sona ermesiyle ülkesine, eski takımı Helsingborg'a döndü. Helsingborg'a transferinin hemen ardından İsveç liginin tatil döneminde İngiliz kulübü Manchester United'da yarım sezon kiralık olarak oynadı ve 20 Ekim 2009'da Helsingborg'da futbolu bıraktı. Ayrıca eski adıyla UEFA Kupası günümüzdeki adıyla UEFA Avrupa Ligi organizasyonu tarihinde toplamda en fazla gol atan oyuncu unvanına sahiptir.
İsveç millî futbol takımının eski kaptanı olan Larsson, millî takımla 3 FIFA Dünya Kupası ve 3 de Avrupa Şampiyonası'na katıldı. 2006 yılında millî takımı bıraktığını açıklamasının ardından 2008 yılında teknik direktör Lars Lagerbäck'ın ricası ile takıma tekrar dönmüş ve 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda İsveç kadrosunda yerini almıştır. Millî takım formasıyla toplam 106 maça çıkan Larsson, 37 gol atmıştır.
14 Aralık 2009'da İsveç ikinci ligi takımlarından Landskrona BoIS'in başına getirilen Larsson'un 30 Kasım 2011'de sözleşmesi sona ermiştir.
Larsson, 1989 yılında İsveç'te profesyonel olarak florbol oynadı. Daha sonra Helsingborg'a ikinci dönüşünde de futbol kariyerinin yanında florbol'a da devam etti.
Sankt Marx Mezarlığı
Sankt Marx Mezarlığı (Almanca: Sankt Marxer Friedhof), Viyana'nın 3. Merkez İlçesi Landstrasse'de bir mezarlık.
Landstrasse’de bulunan Sankt Marx Mezarlığı ismini Orta Çağ’da burada bulunan hastanenin kurucusu Aziz Markus’dan almıştır. 1784-1874 yıllarında yapılan son değişikliklerle bugünkü haline kavuşmuştur.
Eski zamanlarda fa |
zla ilgi çekmeyen mezarlık Hans Pemmer’in çabası sonucu Wolfgang Amadeus Mozart’ın buraya defnedilmesiyle sanat dünyasından birçok ünlünün buraya defnedilmesine öncülük etmiştir.
1936/37 yıllarında koruma altına alınarak normal vatandaşların da defnedilebilmesine olanak sağlanmıştır. II. Dünya Savaşı’nda yer yer tahrip olmuş olsa da daha sonra yenilenmiştir.
Bugün mezarlıkta toplam 5635 adet mezar bulunmaktadır ve yine bu mezarlara toplam 8000 kişi defnedilmiştir.
Devlet adamları ve politikacılar
Gezgin ve kaşifler
Mimarlar
Mucitler
Müzisyenler
Oyuncular
Ressamlar
Yazarlar
Bireyci anarşizm
Bireyci anarşizm, farklı geleneklerden oluşan bireyci anarşizm bireysel bilincin ve bireysel çıkarın, herhangi bir kolektif organ ya da kamu otoritesi tarafından engellenmemesi gerektiğine inanır.
Bireyci anarşizm, sosyal, sosyalist, kollektivist, komünalist akımların ortak mülkiyet düşüncesine karşı mülkiyetin bireylerin elinde bulunması savunur. Bazı önemli temsilcileri: Henry David Thoreau, Josiah Warren ve Murray Rothbard’dır. Ayrıca genelde William Godwin’de bireyci anarşist olarak değerlendirilir. Godwin, yardımseverlik düşüncesini savunurken bunun yanında her bireyin, kendi emek ve mülkiyeti üzerinde bireysel söz hakkını dile getirmiş ve sonunda ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak olan hükümetin zamanla küçülmesine yol açacak ilerlemeci akılcılığa inanmıştır.
Max Stirner ise en tanınmış ayrıca ilk bireyci anarşisttir. Stirner’ın felsefesi bireyci anarşizmin egoist formudur; ona göre tanrı, devlet, ahlak kuralları ve toplumu dikkate almadan istediği gibi eyleyen bireyin, toplum üyelerine karşı hiçbir sorumluluğu yoktur. Stirner’a göre haklar insan aklındaki korkulardır ve toplum denen şey yoktur; “bireyler onun gerçekliğidir” Mülkiyeti haklarla değil, güç ve kudretle sahip olunan varlıklar olarak görür. Stirner merhametsizliğe saygının gösterileceği egoistler birliğini insanları bir araya getirecek örgütlenme modeli olarak görür.
Daha az radikal olmak üzere farklı bir bireyci anarşizm türü, Boston anarşistleri'nce savunuldu. Bunlar, serbest piyasa ve özel mülkiyeti destekliyorlardı. Özgürlüğün ve mülkiyetin korunmasını özel sözleşmelerle sağlama taraftarıydılar. Bunun yanında emeğin, maaş karşılığı takasını öngörüyorlardı, buna rağmen devlet tekelinde kapitalizmin (devlet garantisinde tekel olarak tanımlanır) emeğin karşlığını sağlamayacağı uyarısınıda yapıyorlardı.
19 yüzyılda dahi Amerikalı bireyciler arasında çeşitli konularda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı ve bu yüzden bireyci anarşizm açısından belirli bir teoriden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Örneğin Tucker entelektüel mülkiyet haklarına karşı çkarken; Spooner desteklemekteydi Tucker sadece kullanıldığı sürece toprak mülkiyetini savunurken, Byington ve Spooner mülkiyet konusunda bu tür bir kısıtlamadan bahsetmiyordu.
Önemli bir ayrışma, 19. yüzyılda Tucker ve bazı başka anarşistler, doğal haklar düşüncesini terkedip, Stirner'in felsefesi ışığında "egoizm"i benimsediklerinde görüldü. Bu yüzyılın ardından “bireyci anarşizmin doruk dönemi kapandı” Fakat, bireyci anarşizm, daha sonra Murray Rothbard ve 20. yüzyılın ortalarında anarko kapitalislerce daha geniş bir çerçevede özgürlükçü hareket akımlarından biri olarak çeşitli değişikliklerle benimsendi.
Hristiyan anarşizmi
Hristiyan anarşizmi, Hristiyanların sadece İsa'nın öğretilerinde vücut bulan Tanrı'ya karşı sorumlu olduklarını, tek gerçek otorite kaynağının Tanrı olduğunu kabul eden ve savunan inanç veya felsefi öğreti. Çoğu Hristiyan anarşist pasifisttir, savaşı ve şiddet kullanmayı reddeder.
Hristiyanlıktaki "Tanrı Krallığı" inancı birçok düşünürü etkilemiş, Orta Çağ ve Yakın Çağ'da birçok düşünür kendi felsefelerini oluşturmuşlardır. Bazıları kitaplarında bu temayı işlerken bazıları bu düşünceyi hayata geçirmişlerdir.
Kitâb-ı Mukaddes'te İsrail ve Filistin'deki krallıkların çok kötü yönetildiği yazılmıştır. Erken Hristiyanlık döneminde Augustus (5. yüzyıl) "Tanrı'nın Kenti" adlı eserinde siyaseti kötülük olarak gördü ve lanetledi, Tanrı'nın krallığının kurulması ile bu lanetin ortadan kalkacağını savundu. Daha sonra Francis, İsa gibi gönüllü yoksulluğu kabul etti, küçük bir grup oluşturdu. Devletin ve Kilise'nin insanları kandırarak haksız servete ulaştığını, dolayısıyla otoritelerinin ortadan kalkması gerektiğini söylemiştir.
İngiliz Devriminde Bağırganlar ve Kazıcılar adlı iki grup ortaya çıktı; bunlar özellikle Augustin'in "Seviniz ve dilediğinizi yapınız." sözü üzerine anarşizme yakınlaşmışlardır. Blake ise devletin ve kilisenin insanları ezdiğini, sömürdüğünü söylemiştir. Ayrıca Doğa-İnsan, Kilise-Hristiyanlık, Sermaye-Emek arasında bir tutarsızlık olduğunu düşünmüş ve vurgulamıştır. Blake otoriteyi başlıca adaletsizlik olarak görürdü. Hiçbir yasanın tüm durumları kapsayamayacağını söylüyordu. Tüm insanlar için tek bir yasanın çıkmasını da saçma buluyordu. Bu düşüncesi üzerine "Aslan ve öküz için tek yasa çıkarılması zulümdür." demiştir.
İngiltere'de Wistanley kurduğu komünle bu düşüncenin hayata geçirelebileceğini göstermeye çalışmıştır. Daha sonra, İngiltere'de Godwin anarşizmin babası sayılacaktır ve o da Hristiyanlığı örnek almıştır.
Ayrıca Rus soyluları arasında ve Ortodoks halk arasında anarşist düşünürler ve anarşizm felsefesini kabul etmiş insanlar vardı. Tolstoy barışçı anarşizmi ile bir örnektir. Kitaplarında devletlerin yaptığı hataları ve insan kayırmalarını ele almış, "Diriliş" adlı romanında olduğu gibi ara sıra Kitâb-ı Mukaddes'ten bölümler sunarak Tanrı Krallığı temasını işlemiştir. Tolstoy "Eğer insanlar Tanrı'nın çocukları olduklarını anlayabilselerdi ne düşman ne de köle kalırdı. Bu durumda devlete ve onun zararlı kurumlarına ihtiyaç kalmazdı." demiştir. Nitekim bugün "Hristiyan anarşizmi" dendiğinde Tolstoy ilk akla gelen isimlerdendir ve neredeyse Hristiyan anarşizmi ile özdeşleşmiştir.
Anarşizme aslında Bakunin gibi Tanrı'yı reddeden anarşist felsefecilerle birlikte dinsizlerin (bilhassa ateistlerin) daha çok ilgi gösterdiği düşünülse de, Hristiyanlıktaki "Tanrı Krallığı" inancının dünyaya da yansıtabileceklerini ve Tanrı dışında otorite olmayacağını düşünen bazı rahip ve koyu dindar Hristiyanlar da inançları doğrultusunda anarşizmi savunmuş veya yaşamışlardır.
İslam Gemici
Gaziantep'te doğdu. Üniversiteyi okumak için geldiği İstanbul'da, fakülteye giderken para kazanmak için çeşitli dergilerde çalıştı. Grafikerlik ve öykü yazarlığı yaparken, TGRT'nin kuruluş kadrosunda yer aldı.
"İnsan ve Kâinat" adlı bilim-teknoloji dergisinde bilimkurgu hikâyeleri yayımlandı. Çeşitli radyo oyunları, reklam metinleri ve televizyon filmi senaryoları yazdı.
İki kısa metraj film (APARTMANDA BAYRAM 1 ve 2) ile 60 dakikalık bir televizyon filminde (başrollerinde Reha Yeprem ve Melda Gür'ün oynadığı Yanlış Numara) yönetmenlik yaptı. Ahmet Apak'ın yönetmenliğini yaptığı "Ateşin Teslim Olduğu Gün", T. Fikret Uçak'ın yönetmenliğini yaptığı "Suikast" ve Osman Seden'in yönettiği "Kalbe Düşen Nur" filmlerinin öykülerini yazıp, senaryo çalışmalarına katıldı. Birçok televizyon programında yönetmenlik, yapımcılık yaptı.
2000 yılından itibaren ulusal bir televizyon kanalında habercilik mesleğini icra ederken, diğer yandan da "Biyografi Analiz" dergisinde çeşitli yazıları yayımlandı. Haberciliğin çok yorucu ve sıkıcı olduğunu gördükten sonra, 2006'nın Şubat ayından itibaren serbest çalışmağa başladı.
"Kalbimi Dağlarda Bıraktım" adlı kitabı Nisan 2006'da, "Serseriler - Özgürlük Ülkesinin Uzak Tepeleri" adlı kitabı Haziran 2006'da çıktı.
2013 Kasım ayında biyografi.net'ten "Gizemli Bir Dünya: Sinema" ve "Gecenin Kemanı" isimli kitapları yayınlandı.
Halen internet sitesinde yazıları yayınlanmakta, yazı ve drama çalışmaları devam etmekte olup, ayrıca "Sinema Kültürü" üzerine dersler vermektedir.
Tiësto
Tijs Verwest (, d. 17 Ocak 1969,Breda, Hollanda) dünyaca ünlü trance DJ`i. Geçmişte birçok takma isim kullanırdı, bunlardan en çok bilineni DJ Tiesto`dur.
Son eserlerinde "DJ" etiketini de kaldırmasıyla kısaca Tiësto olarak bilinmeye başladı.
En çok Delerium parçası "Silence" remiksi ve Samuel Barber`ın "Adagio for Strings" yorumuyla bilinir.Dünyanın en saygın müzik dergilerinden DJ Mag tarafından okuyucu oylamasıyla yapılan Dj Top 100 sıralamasında 2013 yılında Avicii nin ardından 4. sırada yer almıştır. Mix Mag tarafından yapılan oylama sonucu "The Greatest DJ Of All Times" (Tüm Zamanların En İyi DJ'i) ödülünü oyların büyük bir çoğunluğunu alarak kazanmıştır.
Tijs Michiel Wervest 17 Ocak 1969'da Breda Hollanda'da doğdu.1980'lerin başında okul ve ev partileriyle profesyonel DJ'liğe başladı. 1985 ve 1993 yılları arasında Hollanda'daki gece kulüplerinde residence DJ olarak çalıştı. "The Spock" adlı kulüp, Tiësto için birçok şeyin şekillendiği yer oldu. Hardcore/Gabber tarzda parçalardan vazgeçerek, bu kulüpte haftasonları saat 22:00'den 04:00'e kadar kendi sound'unu biçimlendirmeye başladı ve bunun yanı sıra Türkiye'den de Tarkan'ın Pare Pare adlı şarkısına bir mix yaptı. 1990'ların ortalarında trance müzik üretmeye başladı ve 2008 sonunda bitti.
Tiësto bu son rumuzunu alana kadar birçok takma nick kullandı.
Tiësto'nun 04.06.2007 tarihinden günümüze kadar halen devam etmekte olan radyo ve internet radyo yayınıdır. Başlangıç olarak Club Life 001 (04-06-2007) kabul edilir. Program 2 saatten oluşmaktadır. Yayın Türkiye saati ile her cumartesi akşamı saat 01.00'da canlı olarak Radio 3FM (Hollanda) radyosu üzerinden dinlenebilir.
1990'lı yıllar
2000'li yıllar
1990'lı yıllar
2000'li yıllar
Kibar Feyzo
Kibar Feyzo, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı; Kemal Sunal, Müjde Ar, Adile Naşit, Şener Şen, İhsan Yüce, İlyas Salman ve Erdal Özyağcılar'ın rol aldığı, 1978 yapımı bir komedi filmidir.
Feyzo askerden döndükten sonra Gülo’ya talip olur. Köyde Gülo’ya başka talipler olduğu için babası başlık parasını açık arttırmaya koyar. Ve on bin peşin, on bin senet karşılığı Gülo, Feyzo’nun üstünde kalır. Feyzo borcunu ödemek için kente gidip çalışmaya başlar. Kentten her dönüş |
ünde köylülere artık şehirlerde ağalık düzeninin olmadığını, başlık parasının kalktığını anlatarak ağaya karşı cephe oluşturur. Filmin çekimleri Hatay-Reyhanlı'nın Harran köyünde yapılmıştır.
Film, anlambilimsel olarak incelendiği takdirde; komünizme karşı alınan önlemlere sert eleştiriler görülür. Örneğin; filmde ağa rolündeki Şener Şen'in ""Ula şurada 141 142 başsınız!"" ifadesi kişi sayısıyla değil, dönemdeki Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddeleriyle ilgilidir.
Yedi Bela Hüsnü
Yedi Bela Hüsnü; 1982 yılı yapımı, Kemal Sunal'ın başrolünde oynadığı ve Natuk Baytan'ın yönettiği güldürü filmi.
Filmin baş karakteri Hüsnü, arkadaşı Cemal tarafından yakışıklı olduğu konusunda kandırılmaktadır. Cemal, Hüsnü'den para kopararak mahallenin kızı Hüsnüye'yi elde etmesi için Hüsnü'yü cesaretlendirmektedir. Hüsnü ise mahallede meydana gelen bir çatışmadaki cinayetlerin üstüne kalması sonucu Yedi Bela Hüsnü olarak ünlenir. Gerçek Yedi Bela ve mahallenin arazisinde gözü olan zengin Malik Hüsnü'yü ortadan kaldırmaya çalışır.
Romanşça
Romanşça (Romanşça: "rumantsch/rumauntsch/romontsch"; Almanca: "Rätoromanisch"; İtalyanca: "Romancio"), İsviçre'nin dört millî dilinden biridir (diğerleri Almanca, Fransızca, İtalyanca). Ağırlıklı olarak Graubünden kantonunda konuşulmaktadır. Romanşça Roman dilleri ailesine mensuptur.
Romanç Grişun (Graubündenli Romanşça) Lia Rumanşça'nın girişimiyle dilbilimci Heinrich Schmid tarafından 1970'li ve 1980'li yıllarda geliştirilmiş ortak bir yazı dilidir. 2001'den beri Romanç Grişun, Graubünden Kantonu'da resmî dil olarak kullanılıp Romanşça konuşan halkla temasta kullanılmaktadır; Romanş köylerde hâlâ bölgesel şive resmî dil vasfını devam ettirmektedir. Ortak yazı dili Romanşçanın güçlenmesini ve böylece kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan bu dili korumayı hedeflemektedir.
Ağustos 2003'te Graubünden Kanton Parlamentosu, Romanç Grişunu bütün Romanş okullarda yazı dili olarak kullanılmasını kararlaştırdıysa da bölgelerde bu yapay dil herkes tarafından olumlu karşılanmadı. Bazıları böylece Romanşçanın nihayî ölümünün mukadder olduğunu ifade ettiler. Bu karardan önce bütün öğretim gereçleri beş geleneksel şîvede basılmaktaydı. Bir yandan bu kararla okul kitaplarının üretim masrafları azaltılırken diğer yandan bilhassa Cermenleşmenin yaygın ve mahallî şîvenin yeni yazı dilinden çok farklı olduğu bölgelerde çocuklar okullarda pratik olarak onlara yabancı ikinci bir lisan öğreneceğinden şivenin durumunu zayıflatacaktır. Romanş olmayan taraflardan bölgesel şîve farklılıkları küçümsenmişti. Çünkü bu lehçeler arasındaki farklar, İsviçre Almancası ağızları arasındaki farktan daha büyüktür. Parlamento kararının uygulanması için tespit edilen geçiş süresi 20 yıldır. Bugünkü hukûkî duruma göre hiçbir belediyeye bu dile geçmesi için zorlanamayacaksa da gerekli ders kitaplarını tedârik etmek güçleşecektir.
Graubündenli kanton yönetimi, uygulamaya konması için değişik modeller meydana getirdi. "Öncü belediye" projesi ("), yeni dilin pasif olarak hemen uygulamaya konmasını öngörüyor. Bu da öğrencilerin iki yıllık bir giriş döneminde Rumanç Grişunu sâdece şarkılar dinlemeyle öğrenmesi olarak tanımlanıyor. Bu mecbûrî dönemden sonra aktif öğrenime geçiliyor.
İlk olarak Val Müstair (") belediyeleri bu öncü proje için karar verdiler ve 2005'ten beri bu belediye okullarında pasif dönem uygulanmaktaydı. 2007-2008 ders yılından beri Val Müstair öğrencileri, yeni dili aktif olarak yazı dilini öğrenmektedirler. Val Müstair'in belediyelerince bu uygulamanın başlatılması, bölgeyi tanıyanlar için şaşırtıcı olmadı. Çünkü şimdiye kadar kullanılan ve Vallader adı verilen yazı dili, kullanmakta oldukları konuşma diliyle büyük farklılıklar gösteriyordu. Dolayısıyla bu yazı dilinin değişmesi, bu bölgede konuşma dili için bir tehdit olarak görülmedi. Eski yazı dilinin kaybolması, Rumanç Grişunun taraftarları tarafından bütün kantonda ortak bir yazı dilinin oluşmasının getireceği faydayla telâfî edileceği kanaatındadırlar.
Val Müstair'i örnek alan başka belediyeler de oldu. Bunlar bir taraftan yeni dile yakın ağızlar konuşanlar, diğer taraftan da Almancanın baskısını çok his eden belediyelerdir. Böylece Oberhalbstein, Albula Vâdîsi ve Alt Surselva'daki belediyelerin çoğu, öncü döneme başladılar. Alt Surselva'da ilk olarak Trin, bu uygulamaya başladı.
Bu arada Val Müstair'deki ebeveynler, oradaki ağızın tehlikede olduğunu sanarak başlayarak artık Romanş Grişunu Romanşçanın kurtarılması için iyi bir fikir olduğunu düşünmemektedirler. Mart 2012'deki bir oylamada okulda yeniden kendi ağızlarının öğretilmesine karar verdiler. Bunun anayasaya aykırılığı önce düşünüldüyse de bunun böyle olmadığı açıklığa kavuştu.
Watt
Watt, SI'de, uluslararası standart güç birimidir.
Buhar makinesi mucidi James Watt'a (1736-1819) atfen SI birim sisteminde güç birimi olarak kabul edilmiştir. Enerji dönüşümü oranını ölçen birimdir. Joule bölü saniye olarak tanımlanır. Kısaca W harfiyle gösterilir.
Bir kişi 100 kilogramlık bir kütleyi 3 metrelik merdivene 5 saniyede çıkartırsa yaptığı iş yaklaşık 3.000 (j=Nm) olur.
Güç ise bu işin ne kadar hızlı yapılması ile ilgilenir. Yani güç fazla ise aynı iş çabuk biter. Az ise geç biter.
Güç = iş / zaman dır. Örneğimizde, 3.000 Nm lik iş 5 sn de yapıldığına göre Güç (Watt) = 3000/5 (Nm/sn)= 600 Watt olarak bulunur.
Orta hacimli bir otomobil motoru 50-100 kW (kilowatt)lıktır. Sabit hızla giderken bunun yarısı kadar güç üretir. Daha büyük veya daha başarımlı (performanslı) araçların daha güçlü motorları vardır.
Normal bir ev ampulu 25 ile 100 watt arasında güce sahiptir. Floresan lambalar benzer miktarda ışık üretmek için normal olarak 5 ile 30 watt tüketirken benzer LED lambalar yaklaşık 0,5 ile 6 watt arasında güç kullanır.
Normal bir hidroelektrik santrali 200-300 MW (megawatt) üretir.
Buhar makinesinin gelişmesine yaptığı katkılardan dolayı James Watt'ın ölümünden sonra watt kullanılmaya başlandı. Birim, 1889'daki Bilimin Gelişimi için İngiliz Derneğinin İkinci Kongresinde kabul edildi. 1960'daki 11. Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansında, Uluslararası Birimler Sistemi (SI) içinde güç ölçümü olarak benimsendi.
Pikowatt, wattın trilyonda birine eşittir. Pikowattla ölçülen teknolojik açıdan önemli güçler, normalde radyo ve radar alıcılarında ve ayrıca radyo astronomi biliminde kullanılır.
Nanowatt, wattın milyarda birine eşittir. Topraktaki bir metre karelik bir alan yüzeyi, +3,5 görünür boyuttati tek bir yıldızdan bir nanowattlık güç alır. Nanowatt ile ölçülen güçlerin önemi, yine radyo ve radar alıcılarında anlaşılır.
Mikrowatt, wattın milyonda biridir. Mikrowatt ile ölçülen güçlerin önemi, EEG ve EKG gibi tıbbi aygıtlarda anlaşılır. Diğer birçok bilim ve mühendislik dallarında ayrıca radyo ve radar alıcılarında da kullanılır.
Miliwatt, wattın binde biridir. Normal bir lazer işaretçi yaklaşık beş miliwattlık ışık gücü kullanırken, normal insanların kullandığı işitme aygıtı bir miliwattan daha az güç harcar.
Kilowatt, wattın bin katıdır. Bu birim normal motorların çıkış gücünü ifade ettiği gibi, aletler ve makinelerin güç tüketimini de ifade eder. Ayrıca radyo vericilerin elektromanyetik güçünü ifade etmek için de kullanılır.
Bir kilowattlık güç yaklaşık olarak 1,34 beygir gücüne (HP) eşittir. 1 HP=746 Watt. Bir ısıtma elemanına sahip küçük bir elektrikli ısıtıcı 1 kilowatt kullanabilir. 2008'de yıllık kişi başına Türkiye'de elektrik tüketimi yaklaşık 2.264 kilowatt-saat idi. Bu da saatlik yaklaşık 0,258 kW eder.
Megawatt, wattın bir milyon katıdır. Çoğu olay veya makineler üretir veya bu şekilde çalışır. Örneğin: sokak aydınlatmaları, büyük elektrik motorları, uçak gemileri, kruvazörler ve denizaltları gibi büyük savaş gemileri, mühendislik donanımları ve süper hızlandırıcı gibi bazı bilim araştırma ekipmanları ve çok büyük lazerlerin çıkış darbeleri. Büyük apartmanlar, büyük oteller, büyük alış-veriş merkezler birkaç megawattlık elektrik gücü tüketebilir.
Generatörlerin üretim kapasitesi üretici şirket tarafından çoğunlukla MW olarak ifade edilir. Demiryollarında, modern yüksek güçlü elektrikli lokomotifler, normal olarak 5 veya 6 Mw'lık güce sahiptirler.
Gigawatt, wattın bir milyar katıdır. Bu birim bazen büyük güç santralleri için kullanılır. Örneğin; 1992'de işletmeye alınan Türkiye'deki Atatürk Barajı ve Hidroelektrik Santralinin 8 türbininin kurulu gücü 2,4 GW'tır.
Terawatt, wattın bir trilyon katıdır. Tüm dünyadaki insanların kullandığı toplam güç genellikle bu birimle ölçülür. 1960'ların ortalarından 1990'ların ortalarına kadar en güçlü lazerler terawatt olarak güç üretti. Fakat sadece nanosaniyelik sürede gerçekleşti. Şimşek çarpmasında ortalama 1 terawattlık güç açığa çıkar, fakat bu çarpma sadece son 30 mikrosaniyede olur.
Petawatt, wattın bir katrilyon katıdır ve lazerlerin akım üretimi tarafından femtosaniyede (10 s) üretilebilir. Güneşin toplam parlaklığı 1,366 kW/mdir ve Güneş ışığından dünyanın atmosferine yansıyan toplam enerji akışı 174 PW olarak ifade edilir. Eğer bu güç tamamen emilirse (absorbe edilirse), Toprak 1,94 kg/s'lik kütle kazanır.
Elektrik güç endüstrisinde "megawatt elektrik" (kısaltması: MW veya MWe elektrik gücü iken, "megawatt ısı" veya "ısısal megawatt" (kısaltması: MW, MW, MWt veya MWth) ısısal güç üretimini ifade eder. Bazen diğer SI önekler kullanılır. Örneğin; "gigawatt elektrik" (GW).
Örneğin Arjantin'deki Embalse nükleer güç santrali 2109 MW'lik ısı üretmesi için bir nükleer reaktör kullanır. Bu da bir türbini sürmesi (çalıştırması) için buhar oluşturarak 648 MW'lik elektrik üretir. Fark, buhar türbin generatörlerinin verimsizliliğinden ve teorik carnot çevriminin sınırlamalarından dolayı oluşur.
Güç ve enerji, sıklıkla karıştırılır. Güç, "birim zaman başına" üretilen ve tüketilen enerjidir.
Örneğin, 100 W değerinde bir ampul bir saatliğine yakıldığında, kullanılan enerji 100 watt saat (W·h), 0.1 kilowatt saat veya 360 kJ olur. Aynı miktardaki enerji 40 wattlık bir lambayı 2,5 saat yakarken 50 wattlık lambayı 2 saat ya |
kar. Güç istasyonu wattın üskatları ile ifade edilir. Fakat yıllık enerji satışı kilowatt saat, megawatt saat gibi watt saatin katlarıyla ifade edilir. Bir kilowatt saatlık enerji miktarı, sabit gücün 1 saat boyunca ürettiği enerjiye veya 3,6 MJ'e eşittir.
"Watt bölü saat" terimler çoğunlukla yanlış kullanılıyor. Watt bölü saat tam anlamıyla gücün saatteki "değişimi"dir. Watt bölü saat (W/h), elektrik santralinin hareketini arttırmak için kullanılabilir. Örneğin; bir elektrik santrali, 15 dakika içinde 0 MW'tan 1 MW'a ulaşırsa, 4 MW/h'lik bir arttırıma sahip demektir. Hidroelektrik santraller çok yüksek arttırım değerine sahiptir. Bu özellik onları tepe yüklerinde ve acil durumlarda kullanışlı kılar.
Büyük enerji üretim veya tüketimi çoğunlukla, yıllık veya finansal periyotlarda terawatt saat olarak ifade edilir. Bir terawatt saatlik enerjiyi, yaklaşık 114 megawattla bir yıl boyunca aralıksız çalışmayla ulaşılır.
Yayalar, Sivaslı
Yayalar, Uşak'ın Sivaslı ilçesine bağlı bir köydür. 1991 yılında belde olan yerleşim, 6360 sayılı kanunla 2014 yılında kapatılmıştır.
Köyde eski dönemlere ait yerleşimlerin izleri görülmektedir. Köy sınırları içerisinde yer alan Kale Mevkisinde Roma dönemine ait bir yerleşimin kalıntıları bulunmaktadır. Köyün 2 km güneybatısındaki Ambarkaya Mevkisinde Tunç Çağı ve Roma dönemlerinde kullanılan yerleşimin izleri vardır. Kocamezar Mevkisinde de Roma dönemine ait mezarlara rastlanmaktadır.
Yayalar yerleşiminden Osmanlı dönemine ait 1676 tarihli Avârız Defterinde bahsedilmiş olup, köyde 20 neferin yaşadığı belirtilmiştir.
Köyün ilk adının Yahyalar olduğu ve zamanla Yayalar olarak değiştiği söylenmektedir.
Uşak iline 40 km, Sivaslı ilçesine 12 km uzaklıktadır. Kuzeyde Azizler Köyü, güneyde Ağaçbeyli Köyü, batıda Budaklar Köyü, doğuda ise Tatar beldesi bulunmaktadır.
Köyün geçim kaynaklarını çiftçilik, ticaret, dokumacılık ve mevsimlik işçilik oluşturur. Tarım geçim kaynağının en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Arpa, buğday, mısır, fasulye, nohut, tütün, haşhaş, ceviz ve üzüm yetiştirilmektedir. Sulak alanlarda daha çok aile ihtiyaçlarını karşılamak üzere sebze yetiştirilmekte olup, dere kenarlarında kavak yetiştiriciliği yapılmaktadır. Eski dönemlerdeki kadar yoğun olmamakla birlikte köyde büyükbaş ve küçükbaş hayvan besiciliği yapılır. Ticarette daha çok manavlık ve pazarcılıkla uğraşılır. Ayrıca köyde marangoz doğrama ve kaynak atölyeleri bulunmaktadır. 1990'lı yıllarda dokuma tezgâhları köyde çok yaygın olup, amerikan bezi (Kaput), tülbent ve sargı bezi üreten küçük işletmeler yerleşimde önemli bir gelir kaynağı oluşturmaktayken teknolojik gelişmeler, ürün çeşitliliğinin artırılamaması ve ekonomik kriz neticesinde günümüzde bu işle geçimini sağlayan aile bulunmamaktadır. Köyden Uşak merkezde bulunan deri işleme fabrikalarında olmak üzere çeşitli ticarethanelerde çalışan çok sayıda köylü bulunmaktadır.
Köyde ilköğretim ve orta okulu bulunmaktadır. Köyün içmesuyu ve kanalizasyon şebekesi mevcuttur. Köyde sağlık ocağı bulunmakta ve faal durumdadır. Köyde belde döneminden kalan düğün salonu da yer almaktadır. Karagür Deresi üzerinde DSİ tarafından sulama amacıyla yapılan ve 2011 yılında hizmete açılan Yayalar göleti bulunmaktadır.
Oksoloji
Oksoloji, en kaba tanımıyla "gelişme bilimi"dir. Bir meta-terim olan oksoloji, fiziki insan gelişiminin (büyümesinin) her yönünü kapsadığı gibi, genel olarak biyolojinin temellerindendir de. Oksolojik büyük oranda multi disipliner bir bilimdir ve sağlık bilimleri / tıbbın (pediatri, endokrinoloji, nöroendokrinoloji, fizyoloji, epidemiyoloji) ve daha küçük oranda; beslenme, antropoloji, antropometri, ergonomi, tarih, ekonomi tarihi, ekonomi, sosyoekonomi, sosyoloji ve psikoloji gibi bilimleri içerir.
Behçet Aysan
Behçet Safa Aysan, (d. 1949 - ö. 2 Temmuz 1993), Türk şair ve tıp doktoru.
1949 yılında Ankara'da doğdu. Selimiye Askeri Ortaokulu ve Kuleli Askeri Lisesi'nde okudu. 1968'de Ankara Tıp Fakültesi'ne askeri öğrenci olarak girdi.
12 Mart döneminden sonra politik nedenlerle ara vermek zorunda kaldığı tıp öğrenimi sırasında çeşitli işlerde çalıştı. Mezun olduktan sonra İzmit'e atandı. Ankara'da psikiyatri ihtisası yaptı. SSK Yenişehir Dispanseri'nde doktor olarak çalışmaktaydı.
2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Oteli'nde yakılarak öldürülen 37 kişiyle birlikte can verdi. Ölümünden sonra Türk Tabipleri Birliği tarafından adına şiir ödülü verilmeye başlandı.
Hira mağarası
Hira (Arapça: حراء Ḥirāʾ) veya Hira Mağarası (غار حراء Ġār Ḥirāʾ) İslam peygamberi Muhammed'in inzivaya çekildiği mağara. Ayrıca, Müslümanlarca, Kur'an-ı Kerim'in Muhammed'e bu mağarada indirilmeye başlandığı kabul edilmektedir. Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Nur Dağı'nda bulunur.
İslama göre Muhammed bin Abdullah 40 yaşına yaklaştığında toplumdan uzaklaşarak Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda inzivaya çekilmeyi ve burada vakit geçirmeyi adet edinmiş, bu durum 1-2 yıl devam etmiştir. 40 yaşındayken 610'da, 26 Ramazan'ı 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), Muhammed'e geldiğine inanılan ilk vahiy şu şekilde anlatılır:
"Muhammed, Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda tefekkürle meşgulken Cebrail adlı melek geldi ve ona "Oku!" dedi. Muhammed "Ben okuma bilmem." dedi. Bunun üzerine Cebrail, Muhammed’i sıkarak, yine "Oku!" dedi. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıktı ve geri bırakarak "Oku!" dedi. Muhammed "Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım" diye karşılık verince Cebrail, Alak Suresi'nin ilk ayetlerini okudu: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretendir.""
Rivayetlere göre Cebrail'in kaybolmasının ardından Muhammed evine dönmek üzere yola çıktı, etraftan binlerce ses: "Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!" diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Evine geldiğinde yatağına yattı ve "Beni örtün dedi. Uyandığında başından geçenleri Hatice'ye anlattı. Ardından Hatice'nin önerisiyle Hatice'nin amcası olan Varaka bin Nevfel'e gittiler. Yaşlı bir Hristiyan bilgini olan Varaka bin Nevfel anlatılanları duyunca "Kuddûs... Bu gördüğün Melek yüce Allah'ın Musa peygambere gönderdiği Ruhu'l-Kudüstür. Sen de bu ümmetin peygamberisin. Keşke kavminin seni yurdundan çıkaracağı zaman sağ olup sana yardım edebilsem.""
Muhammed'in bu olaydan başlayarak, vefat ettiği yıl olan 632'ye kadar aldığına inanılan vahiyler Kur'an'ı oluşturur.
Suudi Arabistan'ın Mekke şehrinde bulunur. Merkez'den 5 kilometre uzaklıktadır. Taksi ile ulaşım mümkündür. Mağaraya çıkış merdivenler aracılığıyla sağlanır.
Ainhum
Ainhum hastalığı veya kısaca ainhum (dactylolysis spontanea), bir ayak parmağının, çoğunlukla beşinci ayak parmağının otoampütasyonudur.
Ayak parmaklarından birinin (çoğunlukla 5. yani serçe parmağın) düşmesiyle vasıflı bu hastalık özellikle Afrika'da çıplak ayak yürüyen insanlarda görülmektedir. Hastalığın sebebi tam olarak bilinmemektedir.
Şubat Soğuğu
Şubat Soğuğu Samanyolu TV'de yayınlanmış bir televizyon dizisi.
Sırlar Dünyası
Sırlar Dünyası, Samanyolu TV'de Reha Yeprem'in sunumu ile sırlı ve esrarengiz olayları anlatan dizi. İzleyicilerinden gelen mektuplarla yaşanmış hayat hikâyelerini ekrana yansıtan programdır. Ayrıca diğer kanallar bu reytinglerden etkilenerek benzeri programlar hazırlamış fakat aynı ilgiyi görmemiştir. 2007 yılında yayından kaldırılmıştır.
Dizi, Hristiyan misyonerlerin yaptığı Miracles and the Other Wonders isimli yabancı bir programdan isim hakkını alıp Sır Kapısı adı ile 1996 yılında başlamıştır. 2004 yılında adını Sırlar Dünyası olarak değiştirmiştir.
Bebe (müzisyen)
Bebe, İspanyol müzisyen. 9 Mayıs 1978 tarihinde Nieves Rebolledo Vila olarak Valensiya, İspanya'da doğdu. Ailesi "Suberina" isimli bir folk müzik grubunun üyesiydi ve bu sayede müzikle iç içe büyüdü. İlk gitarını 11 yaşında eline aldı. "Cabeza de Toro" adlı bir barda sahneye çıktı. 1996'da tiyatro eğitimi almak için Madrid'e gitti. 2001'de Extremadura'da yapılan bir müzik yarışmasında ödül aldı.
Sanatçı büyük başarıyı 2004 yılında çıkardığı Pafuera Telarañas ile yakaladı. Bu albümle 2005 Latin Grammy ödülleri'nde "en iyi yeni sanatçı" ödülünü aldı, ve uluslararası üne kavuştu. Ayrıca Premios de la Música 2006'da "Malo" "en iyi şarkı adayı" oldu.
25 Haziran 2006'da Bebe Pafuera Telerañas'ın şimdilik çıkış ve veda albümü olarak kalmaya devam edeceğini, çünkü bir süre sahnelere ara vermek istediğini açıkladı. Bebe "Bir diskografi oluşturmam için istek olsa da, şimdilik yeni bir CD çıkarmayı düşünmüyorum. İki yıldan fazla süredir aynı albüm ile devam ediyorum ve henüz işim bitmedi." dedi. Sanatçı ABD ve Meksika turnesine devam ediyor...
Faithless (müzik grubu)
Faithless, 1995 yılında Londra'da kurulan Britanyalı müzik grubu. Grubun müziği Trip-hop ve dans arası olarak tanımlanır. "God is a DJ", "Insomnia", "We Come 1" müzik listelerinde üst sıralara tırmanmış parçalarıdır.
Faithless başta dört kişiden oluşuyordu: Maxi Jazz, Sister Bliss, Jamie Catto ve Rollo Armstrong. Jamie ikinci albümden (Sunday 8PM) sonra gruptan ayrıldı. LSK, For No Roots albümünde gruba yardım etti.
Rollo`nun kızkardeşi Dido, birçok Faithless parçasında konuk şarkıcı olarak yer ald;, ""Flowerstand Man"" , "Hem of his Garment", ""One Step Too Far"" ve "No Roots" en bilinen şarkılardan bazılarıdır.
Faithless şimdiye kadar 4 albüm yayımladı, Reverence, Sunday 8PM, Outrospective ve No Roots. Bu albümler daha sonra içerdiği parçaların remixleri ve bonus parçalarla birlikte başka isimler altında yayımladı: "Irreverence"," Saturday 3AM", "Reperspective" ve "Everything Will Be Alright Tomorrow".
1999 yılında BBC tarafından en iyi sahne performansı gösteren grup ödülüne layık görülmüştür.
2010 yılında çıkartmış oldukları Not Going Home adlı single ile club sektörünü tekrar canlandırmışlardır.
Stüdyo:
Reverence
Outrospective / Repers |
pective
No Roots
Everything Will Be Alright Tomorrow
Forever Faithless - The Greatest Hits
"Reverence":
Albüm dışı single:
From "Forever Faithless - The Greatest Hits":
Millet Yazma Eser Kütüphanesi
Millet Kütüphanesi, İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan Feyzullah Efendi Medresesi'nde 1916 yılından beri hizmet veren kütüphanedir.
Günümüzde ""Millet Yazma Eser Kütüphanesi"" adını taşır; bir araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumundadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü'ne bağlıdır. Kütüphanede 28 farklı dilde çoğunluğu nadide 6 bin 998 yazma, 20 bin 605 Arap harfli basma eser olmak üzere toplam 27 bin 603 eser bulunur.
Kütüphanenin bir bölümü sergi salonu olarak düzenlenmiştir. Sergi bölümünde hat levhalar, ferman ve beratlar sergilenmektedir. Hat levhalar arasında Sultan II. Mahmut'un yazdığı levhalar da vardır. Türk dilinin ilk sözlüğü olan Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânü Lugati't-Türk adlı eserinin tek yazması bu kütüphanede bulunmaktadır.
Feyzullah Efendi Medresesi'nde yer alan kütüphane, 1916 yılında, Ali Emiri Efendi'nin 16.000'i aşkın nadir eserden oluşan özel kitap koleksiyonunu bağışlaması ile kuruldu. Ali Emîrî Efendi'nin bağışladığı kitaplar arasında, Arap harfli Türkçe gazete ve mecmua koleksiyonları, kırk altı adet padişah fermanı ile Türk dilinin ilk sözlüğü olan Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânü Lugati't-Türk adlı eserinin tek yazması da vardır.
Bağışladığı kitapların yanı sıra Feyzullah Efendi Vakfı'ndaki 2189 yazma esere sahip olan kütüphaneyi Ali Emiri Efendi ""kütüphane nazırı"" unvanı ile idare etmiş; onun ölümüden sonra kütüphane müdürü sıfatıyla idareciler atanmıştır. 1924 yılından itibaren Reşid Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa Kütüphaneleri gibi önemli vakıf kütüphanelerinin kitapları burada toplandı. Vakıf kütüphanelerinin kitapları 1962 yılında Süleymaniye Kütüphanesi'ne devredildikten sonra Milllet Kütüphanesi, İl Halk Kütüphanesi oldu. 1981 yılında İl Halk Kütüphanesi Simkeş Binası'na taşınınca Millet Kütüphanesi, Fatih İlçe Kütüphanesi olarak hizmet vermeye devam etti. Koleksiyonundaki yeni eser kitapların Sakarya Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezine devredilmesinden sonra 1993'te araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna geldi.
Kütüphane, 1999 yılındaki Marmara depreminde ağır hasar gördü. Depremin ardından kapandı ve eserler Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne taşındı. 2000 yılında başlayan, Suna ve İnan Kıraç Vakfı'nın desteklediği restorasyon çalışmalarından sonra Millet Kütüphanesi 2008'de tekrar Şeyhülislam Feyzullah Efendi Medresesi'nde hizmete girdi.
Kütüphane, 1700-/1701 yılında Erzurumlu Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından Dârü’l Hadis olarak yaptırılmış olan ""Feyziyye Medresesi""nde hizmet vermektedir. İnşa tarihinden bu yana çeşitli tamirler görmüş olan yapı 1894'teki İstanbul zelzelesi ve daha sonra Fatih yangınında hasar görünce Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi'nin gayretleriyle tamir ettirilmiş ve Feyzullah Efendi'nin vakfettiği kitaplar Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti tarafından koruma altına alınmıştır.
Toplam 1650metrekare alan üstüne kurulan medrese, (L) şeklinde ön kısmı revaklı on küçük oda ile karşısında taş avludan merdivenle çıkılan simetrik, kubbeli iki salondan oluşan ana bina olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.
Bahçesinde şadırvanı, kuyusu ve ayrıca yan yüzünde bulunan kitabeli çeşmesiyle Osmanlı mimarisinin klasik döneminin sonuna aittir.
Diyalog Avrasya
Diyalog Avrasya ("da"), Türkiye'de ve tüm Avrasya'da yayınlanmakta olan Türkçe ve Rusça dergi. Türkiye menşeli olan derginin da kısaltması Rusçada "evet" anlamına gelmektedir.
Türkçe ve Rusçanın dışında Kazakça, Kırgızca ve Ukraynaca basılmaktadır. Bölgesel ve dönemsel olarak ek sayıları çıkarılmaktadır.
Rusya ve Türkiye dahil, Avrasya'nın bütün cumhuriyetlerinde resmi temsilcilikleri bulunmaktadır. 1998 yılında kurulan Diyalog Avrasya Platformuna ait bir yayın organıdır. Her cumhuriyette oluşturulmuş ayrı ayrı danışma kurulu olan Da dergisi sanat, tarih, arkeoloji, edebiyat, yaşam, küresel düşünce, siyaset, din ve fikir alanlarında yaptığı yayınlarla bölgeye referans olmaya çalışmaktadır.
Memento mori
Memento mori, "fani olduğunu hatırla", "öleceğini hatırla", "bir gün öleceksin, bunu hatırla ve şimdi yaşa" veya "ölümünü hatırla" gibi şekillerde çevrilebilecek bir Latince deyiş. Ayrıca bu deyiş, aynı amacı taşıyan fakat farklı şekil ve konseptleri kullanan çeşitli sanat eserleri için de kullanılır ki buradaki "aynı amaç" insanlara faniliklerini, ölümlü olduklarını hatırlatmaktır.
"Memento Mori" antik çağında'da kullanılan bir uyarı bağırmasıdır.
Muzaffer bir Roma generali, savaştan galip çıkıp sokaklarda zafer turu atarken arkasında duran bir Köle kafasının üstüne bir Defne çelenki ya da Müşter-Tapınak-Taçı tutup şunları söyler:
Exempli gratia
Exempli gratia, tam olarak çevirildiğinde "örnek uğruna" veya "örnek için" gibi anlamlara gelen, çoğunlukla "örnek olarak/misalen" diye tercüme edilen bir Latince deyiştir. Batı dillerinde, özellikle İngilizcede, bahsedilen bir konu, tanım veya değer hakkında örnek vermek istendiğinde bu deyiş, çoğunlukla kısaltılarak, kullanılır. Kısaltması e.g. şeklindedir. Sıklıkla "id est" yani i.e. ile karıştırılır.
Isı pompası
Gerçekte bir soğutma çevrimi olan ısı pompası çevriminin temel prensibini Nicolas Léonard Sadi Carnot 1824 yılında ortaya atmıştır. 26 yıl sonra 1850 yılında Lord Kelvin'in, soğutma cihazlarının ısıtma maksadı ile kullanılabileceğini ileri sürmesiyle ısı pompası uygulamaya girdi. II. Dünya Savaşı'ndan önce ısı pompasının geliştirilmesi ve kullanılır hâle getirilmesi için birçok mühendis ve bilim adamı bu alanda araştırmalar ve çalışmalar yaptı. Savaş yıllarında endüstri, imkânlarını daha acil problemlere yönelttiği için ara verilen bu çalışmalara savaştan sonra tekrar başlandı.
Isı pompası endüstrisinin 1950‘lerde sahip olduğu potansiyel, yüksek kuruluş maliyeti, doğalgaz ve petrole dayanan enerjinin ucuzlaması nedeniyle ısı pompasına olan güven 1960'lı yıllarda azaldı. Isı pompalarının bu duraklamadan sonra önem kazanması 1973'teki enerji krizinden sonra olmuş ve bu tarihten sonra birçok çalışma yapılmıştır.
Isı pompası, dışarıdan enerji verilmesi ile düşük sıcaklıktaki bir ortamdan aldığı ısıyı yüksek sıcaklıktaki ortama veren bir makinedir. Kışın ısıtma maksadı ile kullanılan ısı pompası, yazın da soğutma için kullanılabilir.
Bir ısı pompasının en önemli karakteristiği "performans katsayısı"dır (COP). Verimli bir sistemin COP değerleri tipik olarak 4'e eşittir, yani sisteme girilen her bir birim girdi karşılığında 4 birim enerji hasıl olur. Japonya'daki COP değerleri 5'in üzerindedir. En iyi ısı pompaları 6.8 COP değerine ulaşmaktadır.
Soğutma makineleri ve ısı pompaları aynı çevrimi gerçekleştirirler fakat kullanım amaçları farklıdır. Bir soğutma makinesinin amacı düşük sıcaklıktaki ortamı, ortamdan ısı çekerek çevre sıcaklığının altında tutmaktır. Daha sonra çevreye veya yüksek sıcaklıktaki bir ortama ısı geçişi, çevrimi tamamlaması için yapılması zorunlu bir işlemdir fakat amaç değildir. Isı pompasının amacı ise bir ortamı sıcak tutmaktır. Bu işlevi yerine getirmek için düşük sıcaklıktaki bir ısıl enerji deposundan alınan ısı, ısıtılmak istenen ortama verilir. Düşük sıcaklıktaki ısıl enerji deposu genellikle soğuk çevre havası, kuyu suyu veya toprak, ısıtılmak istenen ortam ise bir evin içidir.
Isı pompası sistemlerinde, buharlaştırıcıların ısı çektiği ortamlara “ısı kaynakları” denir. Isı pompası için çok önemli olan bu kaynakların ısı pompası ile uyum sağlayabilmesi, aşağıda belirtilen şartlara bağlıdır:
Bir ısı pompasının teknik ve ekonomik performansı, ısı kaynağının karakteristiğine bağlıdır. Binalarda kullanılan ısı pompaları için ideal bir ısı kaynağı, ısıtma dönemi boyunca yüksek ve fazla değişmeyen sıcaklığa, bol bulunabilirliğe, aşındırıcı ve kirletici etkenler taşımamasına, uygun termofiziksel özelliklere, düşük yatırım ve işletim maliyetine sahip olmalıdır. Çoğu durumda ısı kaynağının bulunabilirliği, en önemli etken olmaktadır. Isı pompalarında kaynak olarak :
kullanılabilir. Hepsinin farklı özellikleri vardır.
Çevre havası :
Bolca bulunur ve ısı pompaları için en çok kullanılan ısı kaynağıdır. Hava kaynaklı ısı pompalarının mevsimlik performans faktörü (SPF) toprak kaynaklı ısı pompalarından %10 – 30 daha düşüktür. Bunun nedeni olarak, dış hava sıcaklığının düşmesi ile buharlaştırıcıda yüksek sıcaklık farkı oluşması ve bu durumda buharlaştırıcının buzlanması ve fanların çalıştırılması için gerekli enerji, kapasite ve performansta hızlı düşüşe yol açması gösterilebilir. Hava kirliliği de bir dezavantajdır.
Toprak :
İyi bir kaynaktır fakat ısı değiştiricisini toprağa gömmek, korozyonu önlemek için de iyi malzeme kullanmak gerekir. Bu da ilk yatırım masrafını artırır.
Deniz, nehir, göl suları :
Isı pompaları için iyi bir kaynaktırlar. Nehir ve göl sularının kışın donma sorunu vardır. Bu sorun deniz için çok önemli değildir. Bu sularda kirlilik sorunu vardır. Coğrafi şartlardan da çabuk etkilenirler.
Yeraltı suları :
Yıl boyunca sıcaklık değişimi azdır. Taşınması için pompa kullanılıyorsa ek enerji kullanılıyor demektir. İçine pis suların karışması tehlikelidir. Isı değiştiricilerinin yer altına gömülmesi korozyona neden olabilir ve maliyeti artırır.
Artık gazlar :
Ev ve ticari binalardaki ısı pompaları için önemli ısı kaynağıdır. Isı pompası, havalandırmadan aldığı ısıyı hacim ve su ısıtmak için kullanır.
Artık ısılar :
Prosese bağlı olarak bazı avantajları veya dezavantajları olabilir.
Güneş :
İyi bir kaynaktır. İlk yatırım masrafı çok, fakat bakım masrafı az ve temizdir.
Isı pompaları ayrıca, tek başına ya da ek bir sistemle birlikte kullanılabilir. Isıtma ihtiyacını tek başına karşılayanlara “monovalent ısı pompaları”, ek kaynak yardımıyla bu ihtiyacı karşılayanlara ise “bivalent ısı pompaları” denir. Bivalent durumda ısı pompası ısıtma yükünün %50 – 95‘ini karşılar. Bivalent sistemlere örn |
ek olarak güneş toplayıcıları ve kazanlar verilebilir. Bu ikili sistemlerin çalışması da sıralı veya birlikte olmaktadır. Sıralı çalışma, bir sistem devreden çıktığında ötekinin devreye girmesidir. Isı pompası – kazan sistemi bu şekilde çalıştırılabilir. Isı pompasının çalıştırılmasının ekonomik olmadığı durumlarda ısı pompası devreden çıkar ve kazan devreye girer. Birlikte çalışmaya örnek olarak da ısı pompası – güneş toplayıcıları sistemi verilebilir. Binanın ısıtılmasında kullanılan ısı pompasının çalışması için gerekli sıcaklık aralığı güneş enerjisi sayesinde sağlanabilir.
Isı pompasını, basitçe ısı makinesinin tersi bir çevrim olarak göz önüne alabiliriz. Isı makinesi, yüksek sıcaklıktaki ortamdan ısı çekerek, düşük sıcaklıktaki ortama aktaran ve bu işlemi yaparken dışarıya iş veren makinedir. Isı pompası ise, dışarıdan enerji verilmesi ile düşük sıcaklıktaki ısı kaynağından aldığı ısıyı yüksek sıcaklıktaki ortama veren makinedir.
Kışın ısıtma maksadı ile kullanılan ısı pompası, yazın da soğutma için kullanılabilir. Isının, soğuk ısı kaynağından sıcak ısı kaynağına nakledilmesi çeşitli şekillerde gerçekleştirilebilir. Buna göre ısı pompası çeşitleri aşağıdaki gibidir:
Genellikle “Buhar sıkıştırmalı çevrimli” ve “Absorbsiyonlu” ısı pompası çeşitleri kullanılır.
Isı pompalarının büyük çoğunluğu buhar sıkıştırmalı çevrim prensibine göre çalışır. Basit bir ısı pompasının ana elemanları kompresör, genişleme vanası (expansion valve) ile buharlaştırıcı (evaporator) ve yoğuşturucu (condenser) olarak adlandırılan iki adet ısı değiştiricisidir.
T – s ve P – h diyagramlarından da görüleceği gibi çevrimi oluşturan hal değişimleri şöyledir:
Buharlaştırıcıdan çıkan doymuş buhar kompresörde izentropik olarak daha yüksek bir basınç ve sıcaklığa sıkıştırılarak kızgın buhar haline getirilir (1 – 2’ durumu). Daha sonra yoğuşturucuya giren kızgın buhar, kullanılabilir ısısını dışarıya vererek sabit basınçta yoğuşur (2’ – 3 durumu). Doymuş sıvı haldeki yüksek basınçlı akışkanın basıncı ve sıcaklığı genişleme vanasında buharlaştırıcı şartlarına getirilir (3 – 4 durumu). Buharlaştırıcıya giren akışkanın sıcaklığı ısı kaynağının sıcaklığından düşük olduğundan, ısı kaynağından akışkana sabit basınçta ısı geçişi olur ve akışkan buharlaşır (4 – 1 durumu). Buradan sonra çevrim yeniden başlar ve bu şekilde devam eder.
Atılgan Bilimkurgu
1996 yılında Hakan Alpin'in sahipliği ve Bülent Akkoç'un editörlüğünde çıkmaya başlayan Atılgan Bilimkurgu dergisine ait toplam 14 sayı basılmıştır.
Sıcak kuşak iklimleri
Savan ilkimi, diğer adıyla yazı yağışlı subtropikal iklim.(diğer adı tropikal iklim)
Ana madde: Muson İklimi
Ana madde: Çöl İklimi
The Future Sound of London
The Future Sound of London (genellikle FSOL olarak kısaltılır), Britanyalı elektronik müzik grubu. Garry Cobain ve Brian Dougans`tan oluşan FSOL son 15 yılın en etkileyici elektronik müzik/sanat gruplarından biridir. Fazla röportaj ve fotoğraf vermezler. Çalışmaları birçok alana yayılmıştır; film, video, 2D ve 3D bilgisayar grafikleri, animasyon, İnternet bu alanlardan bazılarıdır.
Grubun müzik tarzı ambient olarak nitelense de tek bir kategoriye koymak güçtür. Drum n bas, trip-hop, ambient gibi elektronik müziğin birçok dalını kapsar. Robert Fripp, David Sylvian, Gary Lucas gibi sanatçıların parçalarına yaptıkları remiksler de popülerdir. Genellikle ortaya çıkan parça eserin özgün halinden çok daha farklı olur.
Çöl iklimi
Çöl iklimi veya kurak iklim, bitki örtüsü çalı ve kurakçıl otlar olan, çok az yağış alan ve kutup iklimi olarak sınıflandırılacak kriterleri karşılamayan bir iklimdir.
Bu iklime sahip alanlar genellikle yılda 25 ila 200 mm (7.87 inç) yağış alır veya bazı yıllarda hiç yağış görmeyebilir. Ortalama yağış miktarı yıllık olarak yılda 1 mm civarında olan Arica, Şili'de olduğu gibi ortalamalar da daha az olabilir. Bazı durumlarda, bir alan yılda 200 mm'den fazla yağışla karşılaşabilir, fakat bölge yine de çöl iklimi olarak kabul edilir çünkü bölge, yağıştan düşen suya kıyasla daha fazla su kaybeder (Tucson, Arizona ve Alice Springs, Northern Territory bunun örnekleridir).
Çöl ikliminin genellikle iki veya üç çeşidi vardır: Sıcak çöl iklimi (BWh), soğuk çöl iklimi (BWk) ve bazen hafif çöl iklimi (BWh / BWn). Sıcak çöl ikliminden, sıcak çöl iklimlerini tanımlamak için, yaygın olarak kullanılan üç izoterm vardır: ortalama yıllık sıcaklık 18° C'dir (ki bu en doğru ve en çok kullanılanıdır) veya En soğuk ayda 0° C veya -3° C arasındaki ortalama sıcaklık, bu nedenle, "izolatör" ün üzerinde kullanılan uygun sıcaklık ile "BW" tipi bir iklime sahip olan bir yer "sıcak kurak" (BWh) olarak sınıflandırılır ve Verilen izotermin altındaki uygun sıcaklığa sahip yer "soğuk kurak" olarak sınıflandırılmıştır.
Bu iklimin görüldüğü yerler, kuraklık derecesiyle belirlenir. Yağış eşiği belirlenir. Çökelme eşiği (milimetre cinsinden) ilk olarak ortalama yıllık sıcaklığın °C cinsinden 20 ile çarpılmasını, ardından toplam yağışların %70 veya daha fazlasının yılın yüksek güneşi yarısında (280 Nisan) Kuzey Yarımküre'de ise 280 ilave edilmesi ya da güneyde Ekim ayından Mart ayına kadar, ya da toplam yağışların% 30-70'i uygulanabilir süre içinde alınırsa, ya da toplam yağışın %30'undan daha azı alınırsa 0'dır. Bölgenin yıllık yağış miktarı eşiğin yarısından az ise, BW (çöl iklimi) olarak sınıflandırılır.
Sıcak çöl iklimi (BWh), tipik olarak, inişli çıkışlı hava ve yüksek basınç toprağı nedeniyle tüm yıl boyunca büyük ölçüde kırılmamış güneş ışığının bulunduğu subtropikal sırtın altında bulunur. Bu alanlar, at enlemleri olarak adlandırılan subtropikal enlemlerde, 30 derece güney ve 30 derece kuzey enlemleri arasında yer alır. Sıcak çöl iklimleri genellikle yıl boyu sıcak, güneşli ve kuraktır.
Soğuk çöl iklimi, (BWk) genellikle yaz mevsimi sıcak ve kuru bir iklimdir, ancak sıcaklık, sıcak çöl iklimi kadar değildir. Sıcak çöl iklimlerinin aksine, soğuk çöl iklimleri soğuk ve kuru kışları yaşama eğilimindedir. Bu iklime sahip bölgelerde kar nadir görülür. Moğolistan'daki Gobi Çölü, soğuk çöller için klasik bir örnektir. Soğuk çöl iklimleri genellikle sıcak çöl iklimlerinden daha yüksek rakımlarda bulunur ve genellikle sıcak çöl iklimlerinden daha kurudur.
Münip Boya
Münip Boya (1872, Van - 5 Ağustos 1953), Türk siyasetçi.
Rüştiye mezunudur. Husûsi eğitim almıştır. Van Vilâyeti Yazı İşleri Müsevvidliği, Mümeyyizliği, Van Vilâyeti Mektupçusu Vekilliği, Basra Vilâyeti İdare Meclisi Başkâtipliği, Şirvan İlçesi Kaymakam Vekilliği, Basra İli Tahrirat Mümeyyizliği ve Mektupçuluğu, Van İli Genel Meclis Üyeliği, İl Encümeni Üyeliği ve Başkanvekilliği, İstanbul İâşe Genel Müdürlüğü Nakliyat Müdürlüğü, Van Mektupçuluğu, Siirt, Hakkâri Sancağı Mutasarrıflığı, Osmanlı Meclis-i Mebusan III. Dönem Hakkâri, IV. Dönem Van Mebusluğu, TBMM II., III., IV., V., VI. ve VII. Dönem Van Milletvekilliği yapmıştır. Evli ve dört çocuk babasıdır.
Münip Boya'nın soyu Büveyhoğulları'ndan gelmektedir. Van'da halen Kendi isimleriyle anılan yüzlerce yıllık camileri vardır. Kendisinin Ermeni olduğu söylentileri doğrulanmamıştır. Yabancı lisan olarak Kürtçe, Ermenice ve Farsça bilirdi. 1915 Van'daki Ermeni isyanında olayları incelemek için Van'a giden heyete reislik etmiştir. 1953 senesinde İstanbul Kadıköy'de hayata gözlerini yummuştur.
Ilıman kuşak iklimleri
Ilıman kuşak iklimi, ormanlık bölgeler ile tundralar arasında kalan bölümde görülen iklim çeşididir. İklim özelliklerinin çeşitliği ve aşırı sıcak veya soğuk olmayışı en önemli özelliğidir. Dünya'nın yüzde 15'ini oluşturan bu kuşakta toplam nüfusun %48'i yaşar. Ekonomik ve teknolojik açıdan en güçlü ülkeler bu kuşak üzerinde yer alır.
Bu tür iklimler Asya ve Orta Kuzey Amerika gibi bazı alanlarda, yaz ve kış arasında farklılıklar ciddi derecede yüksektir çünkü bu alanlar denizden uzaktır bu da onları karasal iklime zorlar. Bu bölgeler genelde tropikaldir, yüksek rakımlarda yerleşimler ılıman bir iklime sahip olabilir.
Akdeniz iklimi yaz sıcaklığı güneş ışınlarının düşme açısına, kuraklık ise alçalıcı hava hareketlerine bağlıdır. En sıcak ay ortalaması 34-45 °C, en soğuk ay ortalaması 8-10 °C dir. Yıllık sıcaklık ortalaması 18 °C dir. Kar yağışı ve don olayı çok ender görülür. En fazla yağış kışın, en az yağış yazın düşer. Kışın görülen yağışlar cephesel kökenlidir. Cephesel yağışlar en fazla bu iklimde görülür.
Yıllık yağış miktarı yükseltiye göre değişir. Ortalama 400–600 mm arasındadır. Yağış rejimi düzensizdir.
Bitki örtüsü Kızılçam ormanlarıdır. Makiler bu ormanların tahribiyle oluşmuştur. Maki yaz kuraklığına dayanabilen; Mersin, Defne, Kocayemiş, Zeytin, Zakkum, Keçiboynuzu gibi kısa bodur ağaçlardan meydana gelen bir bitki topluluğudur.
Batı rüzgârlarının etkisiyle ılıman kuşak karalarının batı ve çok daha seyrek olarak doğu kıyılarında görülür. Avrupa'nın batısı ve kuzeybatısı, Kanada’nın batısı, Şili'nin güneybatısı, Güney Afrika'nın güneydoğusu, Avustralya’nın güneydoğusu ve Yeni Zelanda başlıca görüldüğü yerlerdir. Türkiye’de ise Karadeniz kıyılarında ve Kuzey Anadolu Dağları'nın Karadeniz’e bakan yamaçlarında görülür.
Yazlar serin, kışlar ılık ve her mevsim yağışlıdır. Her mevsim yağışın olması bulutluluğun fazla olmasına o da güneşlenmenin az olmasına sebep olur.
Her mevsim nemlilik fazla olduğundan günlük, yıllık sıcaklık farklarının en az olduğu iklimdir. Yıllık yağış miktarı 600–1500 mm civarındadır. Yükseltinin arttığı yerlerde yağış miktarı da artmaktadır. Yağış oluşumu rüzgârların daha çok denizden gelmesinden dolayı yamaç yağışı şeklindedir.
Doğal bitki örtüsü ormandır. Bitki örtüsü alçak kesimlerde kışın yaprağını döken yayvan yapraklı ormanlardır. Yükselti arttıkça bitki örtüsü değişir ve karma yapraklı ormanlara rastlanır. Daha yukarılarda ise iğne yapraklı ormanlar ve Alpin çayırlar görülür.
En sıcak ay ortalaması 24-25 °C, en soğuk ay ortalaması 5-6 °C dir. Yıllık ortalama sıcaklık 10-15 °C dir.
Karasal iklim, kıtaların orta kesimlerinde, deniz etkisinden uzak yerlerde ve Kuzey Yarımküre'de e |
tkili olan iklim çeşidi. Kışları soğuk ve karlı geçer, yazlar ise genellikle sıcak ve kuraktır.
Karasal iklimin görüldüğü yerlerde kış erken başlar ve ortalama olarak 90 gün karın yerde kalma süresi vardır.
Yazlar da kış kadar erken başlar ve sıcaktır; fakat nem az olduğundan dolayı bu sıcaklık fazla hissedilmez, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık ve yıllık sıcaklık farkı çok fazladır.
Step İklimi (Yarı Kurak İklim) bir geçiş iklimi özelliği gösterir. Step iklimlerinde yıllık sıcaklık farkı 15 - 30 °C dir. mm. dir. Step iklimlerinde en fazla yağış ilkbaharda ve yazın düşmektedir.
Vasil Konos
Vasil Konos (d. 1880, Şeskovik - ö. ?), T.B.M.M. 8. Dönem'de (1946-1950) DP İstanbul milletvekili olarak muhalefetten meclise giren ilk 2 gayrimüslim milletvekilinin arasında yer almış Rum asıllı Türk siyasetçidir.
1889'dan 1900'e kadar Beşiktaş Rum Mektebi ve Beyoğlu'ndaki Zoğrafyon Mektebi'ne devam eden Konos, 1904'te Atina Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. 1905'ten 1907'ye kadar Paris'te, 1907'den 1908'e kadar da Balıklı Rum Hastanesi'nde Asabiye ve Akliye kısmında çalışan Konos, 1908-1909 yılları arasında tekrar Paris ve Berlin'e gitti. 1923-1936 Balıklı Rum Hastanesi'nde Asabiye ve Akliye Şefi olarak çalıştı. O tarihten sonra serbest hekim olarak çalışmaya başladı.
1946'da DP listesinden İstanbul Milletvekili seçilmesine rağmen sağlık durumunu gerekçe göstererek TBMM'ye katılmadı ve meclise seçilmesinin ardından istifa dilekçesini yolladı.
Türkçe, Rumca, Fransızca, az Almanca ve İngilizce bilen Konos, evli ve 1 kız 1 erkek çocuğu sahibiydi.
Biraz da Sen Ağla
Biraz da Sen Ağla, Ahmet Kaya öldükten sonra çıkarılan albümdür.
Paul van Dyk
Paul van Dyk (Matthias Paul, 16 Aralık 1971, Eisenhüttenstadt, Brandenburg, Almanya) dünyaca ünlü DJ ve elektronik dans müziği prodüktörü. 2005 yılı DJ Mag Top 100 listesinde Tiesto'nun üç yıllık liderliğine son vererek zirveye çıkmıştır ve elektronik dans müziğine yenilikler eklemeye devam etmektedir.
1993'te ilk albümü 45 RPM yayınlandı. Ayrıca aynı sene "Love Stimulation" adlı parçayı da remiksledi. Bu dönemde, Berlin'deki E-Werk adlı gece kulübünde de çalıştı.
1997'de ikinci albümü Seven Ways yayınlandıktan sonra, kendine geniş bir hayran kitlesi edinerek; popüler bir DJ olma yolunda büyük bir aşama kaydetti. Bu albümden; "Forbidden Fruit", "Words" ve "Seven Ways" adlı parçaları piyasaya sürdü. Her biri İngiltere'de büyük ilgi gördü ve başarıya ulaştı. Birçok gece kulübünün en çok çaldığı parçalarda başı çekti.
Bir yıl sonra, 1998'te Britanya'da 45RPM albümünü yayınladı ve albüm 1 numaraya yerleşti. Bunun ardından "For An Angel"'in E-Werk remiksini yayınladı, bu parça hala çokça çalınmakta ve bir dans müzik klasiği olarak kabul edilmektedir.
Ayrıca aynı yıl Vorsprung Dyk Technik adlı remiks albüm çalışmasını yayınladı. Bu albüm; Paul Van Dyk'ın 1992'den, 1998'e kadar olan tüm remiks çalışmalarını içermekteydi.
Paul ayrıca Sheffield'deki Gatecrasher Club'da residance DJ olarak yer aldı ve bunun yanında kendini uyuşturucu karşıtı birisi olarak tanıttı. Bu prensibini "No Pills, Pure PVD" sloganıyla hayranlarına benimsetti ve uyuşturucu madde karşıtı bir akıma öncü oldu.
2000 yılında ise üçüncü albümü Out There And Back yayınlandı. Albümden, "Tell Me Why(The Riddle)" adlı hit parçasını piyasaya sürdü. 2001'de ikinci remiks albümü; The Politics Of Dancing; 2003 yılında da Global adlı DVD çalışmasını yayınladı.
2004 yılında ona büyük aşama kaydettiren albümü Reflections yayınlandı. Bu albüm birçok hit parçayı içermekteydi. Albüm tanıtımı ve dünya turunda verdiği konserler onun DJ sıralamasında birinciliğe tırmanmasında en büyük atak olmuştur.
2005'te ise üçüncü remiks albümü Politics Of Dancing 2 'den "The Other Side" adlı single yayınlandı.
Paul Van Dyk DJ olmanın yanı sıra başarılı bir prodüktör ve trance müzikte büyük etkisi olan biri. Yaptığı başarılı çalışmalar sonucu kendisine "Leader Of Trance Nation (Trance Irkının Lideri)" ve benzeri sıfatlar verilmiştir. Son şovlarında ise; DJ'lik ile canlı performans mühendisi olma arasındaki çizgiyi birleştirmektedir.
Kendisi sosyal yaşamında herkes tarafından ahlaklı ve yardımsever kişiliğiyle takdir edilmektedir. Bu da diğer DJ'lerden bir adım önde olmasına neden olmuştur. Pek çok yardım kuruluşuyla çalışmakta ve dünyanın sorunlarına kayıtsız kalmamaktadır. Reflections albümünün konseptini Hindistan'daki gezisinde gördüğü fakirlik sonrası tamamen değiştirdiğini belirtmiştir. Kendisi hayranlarının ona verdiği "Trance Legend" sıfatının hakkını fazlasıyla vermektedir.
Nikola Fakaçelli
Nikola Fakaçelli, T.B.M.M. 8. Dönem'de CHP İstanbul milletvekili olarak Mecliste bulunmuş Rum asıllı bir Türk siyasetçidir. Babasının adı Mihal, annesinin adı Aglaiya 'dır. İstanbul 1904 (rumi 1322-1320) doğumludur.12.07.1980 tarihinde vefat etmiştir. İlk eşi İtalyan asıllı Maryeta 1938 tarihinde, ikinci eşi Bulgar asıllı Rada ise 1983 tarihinde vefat etmiştir. Çocuğu yoktur.
Soğuk iklimler
Asya'nın kuzeyinde yer alan Sibirya, 12.800.000 km²'lik yüzölçümüyle Rusya'nın yüzde 60'tan fazlasını kaplar. Batıda Ural Dağları'ndan doğuda Büyük Okyanus'a kadar uzanır. Kuzeyinde Kuzey Buz Denizi vardır. Sibirya'nın güneyinde, batıdan doğuya doğru, Kazakistan, Moğolistan ve Çin yer alır. Sibirya'nın nüfusu yaklaşık 40 milyondur.
Sık ormanları, büyük ırmakları, buzlarla kaplı ovalarıyla ünlü bu bölge, doğa koşulları yüzünden yüzyıllar boyunca gelişememiş ve nüfusu artmamıştır. Sibirya'da kışlar uzun ve çok soğuk, yazlar ise kısa ve çok sıcak geçer. Dünyanın en soğuk yerlerinden biri olarak bilinen Antarktika kıtasında kışları sıcaklık -89,2 °C'ye, Sibirya'nın kuzeydoğusundaki Verhoyansk'ta -67,7 ve Oymyakon'da -72,3 °C'ye kadar düşer.
Sibirya'nın en kuzeyinde tundralar yer alır. Buralardaki kış dokuz ay sürer ve yazın yalnızca toprağın üzerindeki buzlar erir. Daha güneyde iğneyapraklı ağaçlardan oluşan ve tayga adı verilen geniş orman kuşağına rastlanır.
Sibirya doğal yapısına göre batıdan doğuya doğru üç ana bölüme ayrılır. Ural Dağları'nın doğusundan başlayan Batı Sibirya Ovası geniş bataklıklarla kaplıdır. Obi Irmağı ve kolları bu ovadan geçer. Orta Sibirya Yaylası batıda Yenisey Irmağı'ndan doğuda Lena Irmağı'na kadar uzanır. Büyük bölümü deniz düzeyinden 450 metre yüksekliktedir. Güneyde Moğolistan sınırına doğru yüzey engebelidir. Bu bölgede yer alan Baykal Gölü, Asya ve Avrupa'daki tatlı su göllerinin hepsinden daha derindir (1.620 metre). "Sovyet Uzakdoğusu" adıyla bilinen Doğu Sibirya Yaylası'nda ise dağlar, sıradağlar, yaylalar ve kuzeye doğru uzanan vadiler bulunur. Sibirya'daki bütün büyük ırmaklar kuzeye doğru akar.
Huriye Öniz Baha
Huriye Öniz Baha(d. 1887 İstanbul – ö. 2 Kasım 1950), Türk eğitimci, siyasetçi, yazar.
Türkiye'de kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınmasıyla TBMM V. dönemde (1935) TBMM’ye giren 14 kadın milletvekilinden biridir. V. dönem Diyarbakır milletvekili olarak görev yapmıştır.
Cumhuriyet dönemi çocuk edebiyatının ilk özgün örneklerinden olan "Köprüaltı Çocukları" adlı çocuk romanını yazarıdır.
1887’de İstanbul’da doğdu. Babası Bahaddin Bey, annesi Ayşe Hanım’dır.
İlk ve ortaöğrenimini Leylî Sanayi Mektebi’nde yaptıktan sonra özel öğrenim gördü. Bir süre Bursa Amerikan Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra Londra Üniversitesi kadınlar bölümü olan Bedford Koleji’nde pedagoji eğitimi gördü.
İstanbul Kız Muallim Mektebi ile İstanbul İnas İdadisi'nde pedagoji ve uygulama dersi ile ev idaresi derslerini okuttu. Balkan Savaşı'ndan sonra muhacirlere açılan kurslarda ders vermiş ve türlü hayır işlerinde çalıştı, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin açtığı kursa giderek gönüllü hastabakıcı oldu. 14 Eylül 1914’te açığa alınan Huriye Hanım, 16 Kasım 1926’da Beyoğlu 3. Rum Okulu öğretmenliğine atandı. Ardından Haydarpaşa Musevi Okulu, Galata Musevi Erkek Okulu, Hasköy Ermeni (Kalfayan) Okulu’nda, Feriköy Merametayan (Merametciyan) Okulu’nda, Yeniköy Rum Okulu’nda öğretmenlik yaptı. Milletvekili seçilmeden önce Yeniköy Rum Okulu'nda Türkçe öğretmenliğine devam etmekteydi.
1935 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından milletvekili adayı olarak gösterildi ve 629 oy alarak V. dönem Diyarbakır milletvekilliğine seçildi. V. dönem boyunca Maliye Encümeni’nde görev yapan Huriye Hanım İş Kanunu Lâyîhası, Orman Kanunu, İzmir Vilayeti Turistik Yolların İnşası Hakkındaki Kanun, Kayseri-Eskişehir Tayyare Fabrikası Mütedavil Sermaye verilmesi için kurulan geçici encümenlerde de görev yaptı.
Siyasi hayatı V. dönemle sınırlı kalan Huriye Öniz, öğretmenlik mesleğine dönerek İtalyan Lisesi ve Ticaret Lisesi, Erenköy Kız Lisesi, Beyoğlu Kız Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı.
Milletvekilliği sırasında “"Köprüaltı Çocukları"” (1936) adlı bir çocuk romanı yazdı. Kimsesiz çocukları konu alan eser, o dönemde çocuklar için yazıla hikâye ve romanlar arasında tek örnek olarak kalır ve cumhuriyet dönemi çocuk edebiyatının kurucularından kabul edilmiştir.
Hayrettin Bey’le evlenen ve bu evlilikten bir çocuğu olmuştur 2 Kasım 1950’de vefat etti.
Sizler İçin
Sizler İçin, İbrahim Tatlıses'in 2005'te çıkardığı 4 türküden oluşan single albümdür. Albümün ikinci baskısında "Saçlarını yol getir" türküsünü yeniden yorumlamıştır.
Bahire Bediş Morova Aydilek
Bahire Bediş Morova Aydilek(d. 1897 – ö. 10 kasım 1938), kadınlara seçme-seçilme hakkı tanındığı 1935 yılında, TBMM'ye giren 14 kadın milletvekilinden biridir.
1897'de Bosna’da doğdu. Tahsilini Bolu'da yaptı. Milletvekili seçilmeden önce Bolu Kız Sanat Okulu’nda resim öğretmenliği yapmaktaydı ve Bolu Belediye Meclisi üyesiydi. 5. Dönemde Konya milletvekilliği yaptı.
Sevdim de Sevilmedim
Sevdimde Sevilmedim İbrahim Tatlıses'in ünlü olmadan önce yaptığı albümlerden biridir. Albüm 1971'de doldurulmuş ve 45'lik plaklar olarak piyasa sürülmüştür. Albüm 1974'te lp olarak, 1976'da isse uzzeli tarafından Almanya'da kaset olarak piyasaya sürülmüştür.
Anarşist sembolizm
Bu maddede çeşitli anarşist semboller ele alınmıştır, ki bu anarşist sembolizm |
bu sembollerinin bütününü oluşturmaktadır. Daire içinde A ve kara bayrak genel olarak anarşizmi bir bütün olarak kapsayan, temel sembollerdir. Fakat pek tabii ki anarşizmin farklı yönlerini seçmiş farklı grup ve oluşumlar, tarih boyunca kendi görüş ve ilkelerini daha belirli bir şekilde sembolize eden çeşitli semboller geliştirmişlerdir.
Ayağında Kundura
Selahattin Pınar
Selahattin Pınar (22 Ocak 1902, Denizli - 6 Şubat 1960, İstanbul), klasik Türk müziği bestecisi, udi ve tanburidir. Eserleri genelde melankolik bir havaya sahiptir.
Aslen Denizli'nin, Çal ilçesinden olup, babası Denizli Milletvekili Sadık Bey'in görevi nedeniyle henüz 3 yaşındayken Denizli'lerin yoğun olarak yaşadığı İstanbul'un Altunizade semtine taşınmışlardır. Babasının karşı çıkmasına rağmen 12 yaşında ud çalarak musikiye başladı. Dönemin önemli bestekârlarından ders alan Selahattin Pınar ileriki yıllarda tanbur sazına geçti. "Üsküdar Musıkî Cemiyeti" adını alacak olan "Darü'l-Feyz-i Mûsıkî"nin kurucuları arasında bulundu. Burada Telgrafçı Ata Bey, Udî Sami Bey, Tanburî Cemil Bey'in öğrencilerinden Kadıköylü Fuad Bey gibi kimselerle ciddi çalışmalar yapılırdı. Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti olduktan sonra bu çalışmalara Necati Tokyay, Emin Ongan, Şükrü Tunar, Hâfız Burhan ve daha nice isim yapmış ve yapacak olan sanatkârlar katılmıştı. Bestenigâr Ziya Bey, Mızıkalı Celâl Bey, Udî Sami Bey, Hanende Hüsameddin Bey, Kâzım Uz ve Ali Rifat Çağatay hoca olarak görev yapıyordu. Selâhaddin Pınar bütün bu hocaların çeşitli yönlerinden yararlandı. 1919 yılında Tanbur çalmaya yöneldi. Udî Selâhaddin Bey'likten ayrılmış, tanburî Selâhaddin Pınar olmuştu. Aynı zamanda kendine özgü bir uslûp ve boğuk sesi ile okurdu. Bestekârlığa on sekiz yaşlarında başladı. İlk eseri sözleri Adliyeci Senihî'nin olan Kürdilihicazkâr makamından ve aksak usulünde bestelediği ""Mülkün ne yaman şule-i ikbâli karardı"" güfteli şarkısıdır. En çok bu makamı sevdiğini her fırsatta dile getirdiğini yakınları bilirlerdi. Yıllar ilerledikçe mûsıkî repertuvarımıza birbirinden güzel şarkılar hediye etti. Çok temiz giyinen, zarif, efendi, güzel ve esprili konuşan Selâhaddin Pınar gerek mûsıkî çevrelerinde, gerekse dostları arasında sevilen, sayılan bir kimseydi. Daha sonra ilk Türk ve Müslüman kadın tiyatrocu Afife Jale ile evlendi. Bu evliliğin Selahattin Pınar`ın sanat hayatına etkisini büyük oldu. Bu dönemde ve boşandıktan sonra bestelediği parçalar genelde karşılıksız ve ümitsiz aşkları, ayrılık acılarını içerdi.
Afife Jale`den sonra ölene dek Seyyare Affet Pınar ile evliydi. Alkol bağımlısı olduğu sanılan, asabi fakat içe dönük bir karaktere sahip Selahattin Pınar 6 Şubat 1960'da Todori'nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemek yemek üzereyken yine bir kalp krizi sonucu öldü.
Sabiha Gökçen`in anlattığına göre bestelediği "Gel Gitme Kadın" şarkısı Atatürk`ün en sevdiği şarkılar arasında yer alır.
İstanbul'un Kalamış, Salacak ve Mecidiyeköy semtlerinde adını taşıyan üç sokak bulunmaktadır.
Atatürk`ün karşısında da tambur çalan Selahattin Pınar`ın bestelediği eserleri Zeki Müren, Sabite Tur Gülerman gibi birçok önemli sanatçı okudu. 100`e yakın bestesi olduğu sanılmaktadır. Bunlardan, "Nereden sevdim o zalim kadını" ve "Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek" isimli şarkılarını Afife Jale için bestelediği söylenir. En çok bilinen bestelerine aşağıdaki eserler örnek sayılabilir:
Keriman Halis
Keriman Halis Ece (16 Şubat 1913; İstanbul - 28 Ocak 2012; İstanbul), Türk piyanist, model ve Türkiye'nin ilk dünya güzeli. "Cumhuriyet" gazetesinin düzenlediği Türkiye Güzellik Kraliçesi Yarışması olan ve Miss Turkey olarak bilinen organizasyonun 1932 yılındaki birincisi seçilmiştir. Ubıhlardandı.
31 Temmuz 1932'de Belçika'nın Spa kentinde yapılan ve yirmi sekiz ülkenin delegelerinin katıldığı, dönemin en prestijli yarışması, Dünya Güzellik Yarışmasında birinci olarak "Dünya Güzellik Kraliçesi" seçilmiştir. Resmî olarak Kâinat Güzeli ve Zarafet Güzeli unvanları ile de adlandırılabilir. İstanbul'da 28 Ocak 2012 98 yaşında hayatını kaybetti. Feriköy Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Keriman Halis Ece, zamanın meşhur tüccarlarından olan ve "Hızır" adı verilen yangın söndürme aletlerinin mümessili Tevfik Halis Bey ve Ferhunde Hanım'ın altı çocuğundan biridir. Yarışmalara da babası tarafından kaydettirilmiştir. Tahsilini Feyziati (sonraki adıyla Boğaziçi) Lisesi'nde yapmıştır. Keriman Halis'in amcası, ünlü operet bestecilerinden Muhlis Sabahaddin Ezgi'dir. Halası ise ünlü kadın bestekârımız Neveser Kökdeş'tir. Galatasaray Spor Kulübü'nün idarecilerinden Turgan Ece ise kardeşidir. Yeğenleri arasında Melek Kobra (Ayşe Opereti), Mete Uğur ve Asım Ekren gibi ünlü isimler bulunmaktadır. İlk evliliğini Dr. Orhan Sanus ile yapan Keriman Hanım'ın ilk oğlu Sezai Biltin Sanus, daha sonra da kızı Ece Sanus dünyaya geldi. İkinci evliğini ise ünlü tüccarlardan Hasip Tamer Bey'le yaptı ve bir erkek evladı oldu; Cenk Tamer (ekonomist). En büyük torunu eşinin adını taşımaktadır. Orhan Sanus (Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı Genel Müdürü), kızı Ece; Orhan Torfilli Bey'le evlendi. Mehmet, Ayşe, Ahmet ve Emin adlı dört çocuğu oldu. Bir de Kut Sarpyener Bey'den olan bir oğlu var; Emir. Keriman Halis çok iyi piyano çalabilmekteydi, yanı sıra oldukça iyi yemek yapan ve dikiş diken Ece, Fransızcayı anadili gibi bilmekteydi. Hem Çerkez Adige hem de Çerkez Ubıh kanı taşıyan Kafkas kökenli Ece, baba tarafından, Bıjnav (Bıjnou olarak da bilinen) sülalesine mensuptur.
Meşhur Ece Ajandası da, adını Keriman Halis'in soyadından alır. Şirketin merhum sahibi Murtaza Sadık Kağıtçı, bu soyadın anlamlı bir şekilde veriliş hadisesinden çok etkilenerek bir ajanda çıkararak bu ismi kullanmayı tercih etmiştir.
Keriman Halis'in Belçika'da kazandığı yarışmanın orijinal adı "International Pageant of Pulchritude" idi. Türkçe olarak "Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışması", o dönemin en prestijli güzellik yarışması organizasyonuydu. En eski organizasyonlardan olan yarışma bütün ülkelerce saygı görüyordu. Yarışma "Kâinat Güzellik Yarışması" ve "Dünya Güzellik Yarışması" olarak da biliniyordu, yarışmanın birincileri hem "Zarafet Güzeli" hem "Dünya Güzeli" hem de "Kâinat Güzeli" unvanlarıyla anılıyorlardı. Ancak yarışma el değiştirip adı Kâinat Güzellik Yarışması olarak düzenlenmeye başlanınca, günümüz adıyla Miss Universe, yeni bir yarışma olarak dünyaya sunuldu ve Miss Universe güzelleri ayrı başlık altında toplandı. Dünya Güzeli unvanı da günümüzde Miss World ve Miss Earth yarışmaları ile karışmaması nedeniyle yaygın olarak kullanılmamaktadır. Bu dalda Türkiye'nin bir tek birincisi olan Keriman Halis'tir. Bu olay genç cumhuriyet için de oldukça anlamlıydı. Keriman Halis, 1932'de Türkiye'de dördüncüsü düzenlenen güzellik yarışmasını kazanarak Belçika'ya gittiğinde o güne kadar hiçbir Türkiye güzeli derece alamamıştı. Halkın umutlarını boşa çıkarmayan Keriman Halis, vatana döndüğünde Sirkeci Garı'nda kraliçeler gibi karşılandığını şöyle anlatıyor:
Keriman Halis, yarışma sonrasında bir Türk Bayrağı'nın bulunmaması nedeniyle halkın tezahüratına cevap vermemiş ve bunun üzerine metrelerce atlas bulunarak bayrak orada yapılmış ve balkondan dalgalandırılarak izleyicilere gösterildikten sonra, kendisini görmeye gelen halkı selamlamıştır. Ayrıca Keriman Halis, o yıllarda, koyu kahverengi göz rengine, parlak uzun siyah saçlara, bembeyaz bir tene ve 1.65'in üstünde bir boya sahipti. Doğum yılı (1913) kesin olarak bilinmektedir. Ancak günü ve ayı, insanların nüfus belgeleri 20. yüzyılın başlarında hicri ve rumi takvimlere göre tespit edilmekteydi. Bunun miladi takvime göre karşılığı 16 Şubat günüydü.
Atatürk, bu yarışma sonrasında yaptığı açıklamada, tam olarak:
Keriman Halis'e, 1934'te çıkan Soyadı Kanunu ve yarışmadaki başarısından sonra bizzat Atatürk tarafından kraliçe anlamına gelen "Ece" soyadı resmî olarak verilmiştir.
Yalova'da bulunan Atatürk'e Paris'te bulunan Dünya Güzeli Keriman Halis Hanım da, şu telgrafı çekmiştir:
Ayrıca Keriman Halis Ece hakkında, güzellik yarışmasını Belçika'da bizzat gören ünlü şahsiyet Halit Turhan Bey tarafından kendisinin yayımladığı hatıralarda yer alan bazı ifadelerde o dönem genç Cumhuriyet yönetimi ile yeni yeni saygınlığı artan Müslüman Türk kadınına, yarışmanın tamamı Hristiyan juri üyeleri tarafından büyük bir hayret duygusu olduğu dile getirilmiştir ve tüm dünyada yankı uyandıran ilk Dünya Güzeli Keriman Halis'in resimlerinin yerli ve yabancı gazetelerde basılmasına hatta kartpostal yapılarak satılıp elden ele dolaşmasına vurgu yapılmıştır, İslamiyet temalı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneksel bir bağnazlık içerisinde olduğu yönünde olan ön yargıların asılsız ve yanlış olduğundan bahsedilmiştir. Türkiye’nin katıldığı bu güzellik yarışmasının maksatlı sonucu yurt içinde de kısa zamanda etkisini göstererek Kiraz Güzeli, Karpuz Güzeli, Festival Güzeli gibi yarışmaların yayılmasına sebep oldu.
Keriman Halis Ece'nin yıllar boyunca konuşulmakta olan ünü ve hikâyesi Japonya'yı da etkilemiştir. Japonya'da okullarda hem temel eğitim hem de lisans eğitimi ders kitaplarında "Keriman Halis Olayı" diye okutulan bir konu vardır. Konu, genç cumhuriyet yıllarını yaşayan Türkiye Cumhuriyeti'de 1927 yılında ilk kez halk tarafından manevi anlamda sayılan Türk kadınının uzun bir süreç içinde erkek egemenliği ve baskısından kurtulmasıdır.
Şamdan Dergisi, Keriman Halis Ece özel sayısı röportajları, çeşitli biyografik eserler ve yazar Feroz Ahmad'ın 1993 yılında Routledge Yayınevi tarafından yayımlanan "The making of modern Turkey (tam adı ile: The Making of the Middle East series Armenian Research Center collection" adlı 252 sayfadan oluşan İngilizce kitapın 87. sayfasındaki Keriman Halis Ece başlıklı konu. ISBN 0415078369, 9780415078368
Salamon Adato
Av. Salamon Adato (d. 1894, Edirne - ö. 3 Nisan 1954, Adana) 1946 ve 1950 seçimlerinde yüksek oy oranları ile seçilerek, TBMM 8. Dönem ve 9. Dönem'de DP İstanbul milletvekilliği yapmış, böylece Cumhuri |
yet'in çokpartili seçim ortamında seçilerek Meclis'e giren ve ayrıca bir muhalefet partisinden seçilen ilk gayrimüslim milletvekili olmuş Musevi asıllı Türk siyasetçidir.
Meclis'te yaptığı en önemli girişimlerden biri, 1938 yılında kabul edilen ve cemaat vakıfları mütevelli heyetlerinin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından atanmasını öngören kanunu değiştirterek, seçimlerin cemaat üyeleri tarafından yapılmasını sağlayan yasayı kabul ettirmiş olmasıdır. Böylece 1931 yılından beri boş olan hahambaşılık makamı için seçim yapılmasını sağlamıştır. 25 Ocak 1953 günü düzenlenen ve Rafael Saban'ın Hahambaşı seçilmesiyle sonuçlanan seçimi bizzat yönetmiştir.
Öncesinde, II. Dünya Savaşı yıllarında Sarayburnu açıklarında demirleyen ve Yahudi Soykırımı'dan kaçmış Romanya göçmenlerinin bulunduğu Struma gemisindekiler için, cemaat ileri gelenlerinden aile dostu Simon Brod ile birlikte girişimlerde bulunanlar arasında yer almıştır.
Milletvekili seçilmesinden bir ay sonra, Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin Gazetesi'ndeki başyazılarında Adato'yu doğrudan hedef alıp Sovyet ajanı olmakla suçlamış, ısrarla istifa etmesini talep edip, Türkiye'ye olan sadakatini sorgulamıştır. CHP'yi ayırımcılıkla itham ettiği; "Meşhur Varlık Vergisi ile ocaklarımızı yıktı, bizi vatan hizmetine çağırdığı zaman temiz duygularımızı ihlal etti. Çünkü bize silah yerine kazma kürek verdi, askeri talim yerine toprak kazdırdı" şeklindeki konuşması basında suçlamalara neden olmuş ve doğum yeri olan Edirne'de yayınlanan Edirne Postası Gazetesi'nde hakkında şu ifade kullanılmıştır: "Salamon Adato TBMM'nin bir üyesi gibi değil, bir siyonist misyoneri gibi konuşmaktadır."
DP iktidara geldiğinde, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) tarafından davet edilmesinin sağlanmasında destek olmuştur.
Siyasi yaşamı boyunca etkin bir kimse olan Salamon Adato, 1954 yılında Adana'daki bir duruşmadan dönüşündeki uçak kazasında hayatını yitirmiştir. Neve Şalom Sinagogu'nda Hahambaşı Rafael Saban ve üst düzey siyasetçiler, Demokrat Parti milletvekilleri ve avukat meslektaşlarının hazır bulunduğu cenaze töreninden sonra İtalyan Mezarlığı'na gömülmüştür.
Veremli Kız
Veremli Kız İbrahim Tatlıses'in stüdyo albümüdür. Yalçın Plak tarafından çıkarıldı.
Ahilya Moshos
Ahilya Moshos (d. ? - ö. 13 Aralık 1966), Rum asıllı Türk siyasetçi.
TBMM 9. Dönem'de (1950-1954) DP İstanbul milletvekili olarak Meclise giren 4 gayrimüslim milletvekilinden biri olan Rum asıllı Türk siyasetçidir.
13 Aralık 1966 tarihinde vefat etmiştir.
Belgin Doruk
Belgin Doruk (28 Haziran 1936 - 26 Mart 1995) Türk oyuncu ve model. 1950'ler ve 1960'ların en ünlü ve önemli Türk sinema yıldızlarından, ve ikonlarından biriydi.
1952 yılında, ortaokul son sınıftayken annesinin desteğiyle bir yarışmaya girmiştir. O yıl yarışmadan birinci olarak çıkmıştır. "Çakırcalı Mehmet Efe'nin Definesi" adlı film oynadığı ilk sinema filmi olmuştur. Daha sonra "Ölüm Korkusu", "Çölde Bir İstanbul Kızı" ve en önemlisi "Küçük Hanımefendi" filminin serisiyle 1950'ler ve 1960'ların en popüler film yıldızlarından birisi olmuştur. 1953'te yapılan güzellik yarışmasında "Türkiye İkinci Güzeli" seçildi. 1954 yılında Enver Paşa'nın yeğeni olan yönetmen Faruk Kenç ile evlendi. Evlendikten bir yıl sonra kızı, Gül dünyaya geldi. 1958 yılında, evlendikten dört yıl sonra boşandılar. Boşandıktan üç yıl sonra yine bir film yönetmeni ve senarist olan Özdemir Birsel ile evlenmiştir. 1961 yılında Nejat Saydam'ın yönettiği "Küçük Hanımefendi" filminde başrol oynamıştır. Filmin bir diğer Ayhan Işık olmuştur. Bu ikili Türk sinemasının unutulmaz ikilileri arasında yer almıştır. Film, o yıl gişe rekoları kırdı, daha sonra film seri haline getirildi ve Türk sinemasının akılda kalan filmleri arasında yerini aldı. 1960'ların en çok hasılat elde eden film serilerinden birisi olmuştur. 1964 yılında, Orhan Elmas'ın yönettiği "Duvarların Ötesi" adlı filmde oynamıştır. Film yılın en çok konuşulan ve en iyi filmlerinden birisi olmuştur. Evlendikten altı yıl sonra, Aydın isimli ikinci çocuğunu dünyaya getirdi. Zeki Müren ile birlikte birçok filmde başrol oynadı. Türk sinemasının bir döneminde en çok film çeviren ve en çok sevilen oyuncularından biriydi. Kariyerindeki başarılara ve halkın gözündeki mutlu imajıyla dikkat çekmekteydi. Özellikle 1960'lı yılların sonuyla 1970'li yılların başından itibaren yaşadığı çeşitli sağlık sorunları ve kişisel problemleri kariyerine de yansımış ve Belgin Doruk'un çalışması da zor olmaya başlamıştır. Kariyerinin son zamanlarında daha az filmde rol aldı. 1970 yılında, Uluslararası Antalya Film Festivali'inde "Ayşecik Yuvanın Bekçileri" filmindeki performansından dolayı En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ödülünü almıştır.
1970 yılından sonra sadece "Gecekondu Rüzgarı" (1972) adlı filmde rol almıştır. 1975 yılında sinemayı bıraktığını açıklamıştır. 1985 yılında, sinemayı bıraktıktan on yıl sonra bir televizyon reklamında oynamıştır. O dönem aşırı kilolarıyla dikkat çekmiştir. 1995 yılında, Kalp yetmezliği'den dolayı hayatını kaybetmiştir.
Belgin Doruk, 28 Haziran 1936 tarihinde Ankara'da dünyaya geldi. Sonraki yıllarda ailesi ile birlikte İstanbul'a geldiler ve Bakırköy'ün bir semti olan Yeşilköy'e yerleştiler. Çocukluktan beri artistlik hayalini kuruyordu. 1952 yılında ortaokul son sınıftayken Yıldız Dergisi ve İstanbul Film'in birlikte açtığı bir yarışmaya annesinin desteğiyle girdi. Yarışmada finale kalınca babası çok kızar. Annesinin desteğiyle yarışmaya katılır. Jüride yapımcı, yönetmen Faruk Kenç' de vardır. Kızlar arasında birinci olur. Belgin, dergiye kapak olunca gittiği okulun yönetimi resti çeker ve "Ya okul ya sinema!" der. Belgin Doruk ise sinemayı seçer. Yarışmada erkeklerden Ayhan Işık ve Mahir Özerdem birinci olurken, kadınların birincisi ise Belgin Doruk olmuştur. Aynı yıl birinci olduktan sonra yönetmenliğini Faruk Kenç'in yaptığı "Çakırcalı Mehmet Efe'nin Definesi" adlı ilk sinema filminde oynamıştır. Aynı yıl bir sinema filminde daha rol almıştır. Oynadığı iki filmde 1953 yılında vizyona girmiştir. 1953 yılında yapılan güzellik yarışmasında "Türkiye İkinci Güzeli" seçildi. 1953 yılında "Köroğlu / Türkan Sultan" adlı filmde oynamıştır. Ardından aynı yıl Lütfi Ö. Akad'ın yönettiği "Öldüren Şehir" adlı filmde oynamıştır. Aynı zamanda film Ayhan Işık ile birlikte başrol oyanadığı filmdir. 1954 yılında, "Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar" adlı filmde bir Jüri üyesini canlandırmıştır. 1954 yılında yönetmen olan Faruk Kenç tarafından evlilik teklifi almıştır. Faruk Kenç yaşça büyük olduğu için ailesi bu evliliğe karşı çıkar. Doruk, ailesinin dediklerine aldırmamıştır ve teklifi kabul ederek evlenmiştir. Evlendiğinde 18 yaşındaydı.
1955 yılında üç yeni sinema filminde rol almıştı. Bunlardan en çok hasılat elde edeni ve en çok dikkat çekeni başrolünü Zeki Müren ile birlikte oynadığı "Son Beste" filmi olmuştur. Film yılın en iyi Türk filmlerinden birisi olurken, Türk sinemasınında klasikleri arasındaki yerini aldı. 1955 yılında, 19 yaşındayken hamile olduğunu öğrenir. Daha sonra hamileliği başına problem olur. Kocası, Faruk Kenç "Hamilelik için erken" der ve çocuğu aldırmak ister. Bebeği doğurmak istediğini söyler ve aynı yıl kızı Gül'ü dünyaya getirdi. Ama sürekli film çevirdiğinden dolayı bebeğiyle ilgilenemediği için çok üzülür.
Belgin Doruk, 1956 yılında hiçbir filmde rol almamıştır. 1957 yılında "Mahşere Kadar" ve "Çileli Bülbül" gibi filmlerde oynamıştır. Aynı yılın aylarında yönetmenliğini Orhon M. Arıburnu'nun yaptığı "Lejyon Dönüşü" adlı polisiye filminde rol aldı. Filmin başrolünü Fikret Hakan'la paylaşmıştır. Film, II. Dünya Savaşı yıllarında Afrika'da bir savaşta hafızasını yitirdikten sonra İstanbul'a dönüp, başkasıyla evlenen eski sevgilisine aşık olan bir doktorun aşk ve macera öyküsünü anlatmaktadır. Film, 1957 yılında oldukça başarılı bir gişe elde etmiştir. 1957 yılında son vizyona giren filmi, eşi Faruk Kenç'in yönettiği "Çölde Bir İstanbul Kızı" olmuştur. Bir macera ve dram filmi olan bu film seyirci tarafından çok beğenilmiştir. Belgin Doruk, artık tüm ülke tarafından tanınmaya başlamış ve Türk sineması için olmazsa olmaz bir oyuncu haline gelmiştir. Bu filmin çekimlerinden önce 75 kiloya kadar ulaşmıştır. Kilolarından rahatsız olur ve hızlı kilo vermek ister. Annesi o sıralarda bir zayıflama ilacı getirir ve ilacı kullanmaya başlar. İlacın etkisiyle zayıflar ve filmlerde oynamaya devam eder. İlk olarak Seyfi Havaeri'nin yönettiği "Daha Çekecek miyim?" adlı dram filminde oynar. Daha sonra başrolünü Ayhan Işık'la birlikte olduğu Osman F. Seden'in yönettiği "Beraber Ölelim" adlı filminde oynar. Film seyirci tarafından olumlu eleştiriler alır. Aydın Arakon'un yönettiği "Hayat Cehennemi" adlı film 1958 yılında vizyona giren son filmi oldu ve aynı yılı yönetmen eşi Faruk Kenç'ten boşandı. 1959 yılında vizyona giren ilk filmi, 1958 yılının sonunda oynadığı "Kederli Yıllar" olmuştur. 1959 yılında, tam altı sinema filminde rol almıştır. Bu altı filmden ilk vizyona gireni boşandığı eşinin yönettiği "Annemi Arıyorum" olmuştur. Filmde, babası ve kız kardeşi ile İzmir'de yaşayan Belgin ailesini terk ederek İstanbul'a başka bir adama kaçar ve annesinin onu bulup, geri getirmesini anlatır. Bu filmden sonra Mümtaz Yener'in yönettiği "Binnaz" adlı tarihi filmde oynadı. Filmin konusu 18. yüzyıl'da geçiyordu. Bu filmden sonra vizyona Osman F. Seden'in yönettiği "Kırık Plak" filminde oynadı. Bir aşk filmi olan bu filmde başrolü Zeki Müren'le paylaşıyordu. 1959 yılında vizyona giren diğer bir filmi ise Nevzat Pesen'in yönettiği "Samanyolu" filmi olmuştur. Filmin başrolünü dönemin genç ve yakışıklı oyuncusu Göksel Arsoy'la paylaşmıştır. 1959 yılının sonunda iki filmi daha vizyona girmiştir. Bunlardan ilki Arşavir Alyanak'ın yönettiği "Ömrümün Tek Gecesi" adlı film olmuştur. Film, yazar Esat Mahmut Karakurt'un romanından sinemaya uyarlanmıştır. 1950'li yılları ise "Ölmeyen Aşk" adlı filmle kapatır. Film, çok zengin ama hasta olan ve fakir bir gencin hüzünlü aşk hikâyesini anlatır.
1960 yılında ilk ola |
rak Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Ayşecik Şeytan Çekici" adlı filmde rol almıştır. Filmin başrollerini Zeynep Değirmencioğlu ve Eşref Kolçak'la paylaşmıştır. Bir aile ve dram türünde olan bu filminde Ayşecik zengin annesi ile fakir işçi babasını tekrar birleştirmeye çalışır. Daha sonra Hulki Saner'in yönettiği "Gece Kuşu" adlı filmi vizyona girer. Peş peşe filmleri art arda vizyona girmeye devam eder. Orhan Elmas'ın yönettiği filmi "Kanlı Firar" adlı filmde oynadı. Bu filmden sonra "Satın Alınan Adam" adlı filmi vizyona girdi. Ardından Nejat Saydam'ın yönettiği "Yeşil Köşkün Lambası" adlı dram filminde Ekrem Bora ile birlikte başrol oynadı. Seyirciler filme olumlu tepkiler vermiştir. Son olarak "İlk Aşk" ve "Kahpe" adlı filmlerde oynamıştır. 1960'lı yılların başında altın çağını yaşamaktadır. 1960 yılında birçok film çevirdikten sonra, 1961 yılında tam on filmde rol aldı. Bunlardan ilki Nejat Saydam'ın yönettiği "Aşkın Saati Gelince" adlı film olmuştur. 7 Mayıs 1961’de Özdemir Birsel ile evlenir. Balayına gitmemişlerdir yeni eşi işkolik bir insandı. Filmin kadrosunda, Göksel Arsoy, Çolpan İlhan, Avni Dilligil ve Sadri Alışık gibi Türk sinemasının büyük isimleri yer alıyordu. Bu başarılı filmin ardından Hulki Saner'in yönettiği "Bir Demet Yasemen" filminde oynadı. Film, Çalıkuşu'nun modernleştirilmiş haline benzetildi. Ardından "Bir Yaz Yağmuru", "Bülbül Yuvası" ve "Düğün Alayı" filmlerinde rol aldı. 1961 yılında efsane olacak ve adının bundan sonra filmdeki rolüyle anılacağı bir filmde rol aldı. "Küçük Hanımefendi" adındaki bu filmdeki rol arkadaşı Ayhan Işık ve Sadri Alışık olmuştur. Film, yılın en çok izlenen ve en beğenilen filmlerinden birisi olmuştur. Film o kadar çok olumlu eleştiriler almıştır ki daha sonra dört tane daha devam filmi çekilmiştir ve bir seri haline getirilmiştir. Daha sonra bu seri Türk sinemasının unutulmazları arasına girmiştir. Film, 1962 yılının ikinci günü vizyona girmiştir. 1961 yılında, "Kızıl Vazo", "Tatlı Günah", "Zavallı Necdet" ve son olarak da "Özleyiş" filminde oynayarak 1961 yılını kapatmıştı.
1962 yılında, ilk olarak "Aşka Karşı Gelinmez" adlı filmde oynadı. Ardından Tamer Yiğit'inde baş rolünde oynadığı "Daima Kalbimdesin" filminde oynamıştır. Daha sonra "Gönül Avcısı" ve Zeki Müren'inde baş rolünde oynadığı "Hayat Bazen Tatlıdır" filminde oynamıştır. 1962 yılının sonunda, Küçük Hanımefendi filminin üç devam filminde oynadı. Bunlar, "Küçük Hanım Avrupa'da", "Küçük Hanımın Kısmeti" ve "Küçük Hanımın Şoförü" filmleridir. Bu filmler art arda vizyona girmiş ve gişe rekorları kırmıştır. 1962 yılında, son olarak "Yalnızlar İçin" adlı bir dram filminde oynamıştır. 1963 yılında ilk olarak "Akdeniz Şarkısı" adlı filmde oynamıştır. Filmin baş rolünde Ekrem Bora da rol alıyordu. Ardından, "Aşk Tomurcukları", "Bahçevan" ve "Kadınlar Hep Aynıdır" adlı filmlerde oynadı. 1963 yılında son olarak "İlk Göz Ağrısı" adlı bir Nejat Saydam filminde oynadı. 1964 yılında yedi filmde oynadı. Bunlardan ilki Turgut Demirağ'ın yönettiği "Aşk ve Kin" filmi olmuştur. Film seyirciler tarafından olumlu tepkiler almıştır. Olumlu tepkilerin yanı sıra Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü almıştır. Filmde, Evlendiği gece bir trafik kazasında sakat kalan bir adamla, talihsiz eşinin öyküsünü anlatır. Bu başarılı filmin ardından "Bitirimsin Hanım Abla" adlı bir Nişan Hançeryan filminde oynadı. Sonra ise Orhan Elmas'ın yönettiği Özden Çelik, Tanju Gürsu ve Erol Taş gibi isimlerinde rol aldığı "Duvarların Ötesi" filminde oynamıştır. Film yılın en başarılı filmlerinden birisi olmuştur. Film, ceza evinden kaçmış bir grup mahkumun rehin aldıkları bir kızla birlikte sıkıştırıldıkları bir depodaki gerilim dolu saatlerini anlatır. Rehin aldıkları öğretmen kız, bu süreçte onların iyi yönlerini de görür ve onlara yardım etmek ister. 1964 yılında daha sonra sırasıyla Halit Refiğ'in yönettiği "Evcilik Oyunu", ardından "İstanbul Kaldırımları" ve "Şoförler Kralı" filmlerinde rol alır. Son olarak Metin Erksan'ın yönettiği "Suçlular Aramızda" filminde rol alır. 1965 yılında toplam dokuz filmde oynadı. 1965 yılında Ediz Hun, Ajda Pekkan ve Hulusi Kentmen'inde kadrosunda yer aldığı "Bir Gönül Oyunu" filminde oynamıştır. Bu filmden sonra Halit Ziya Uşaklıgil'in eserinden uyarlanan "Kırık Hayatlar" filminde oynadı. Cüneyt Arkın'ın başrolünde oynadığı Türker İnanoğlu'nun yönettiği "Satılık Kalp" filminde rol aldı. Daha sonra "Sayılı Dakikalar", "Yasak Cennet" ve "Şoförün Kızı" filmlerinde başrol oynadı. Atıf Yılmaz'ın yönettiği Zeki Müren'inde baş rolünde yer aldığı "Hep O Şarkı" filminde oynadı. 1965 yılının sonlarında "Bozuk Düzen" filminde oynadı. Film, Haldun Dormen'in yönettiği ilk sinema filmidir. Film, 3. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü aldı. Film, 1966 yılının ilk günü vizyona girdi. 1966 yılında ilk olarak bir Orhan Aksoy filmi olan "Allahaısmarladık Yavrum" da oynadı. Ardından, Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Sevgilim Bir Artistti" filminde rol adlı. Daha sonra ilk sinemaskop film olan "Toprağın Kanı" filminde rol aldı. 1966 yılında vizyona giren son filmi Haldun Dormen'in yönettiği "Güzel Bir Gün İçin" olmuştur. 1967 yılında ise sadece Sırrı Gültekin'in yönettiği "Yıkılan Gurur" adlı filmde oynamıştır. Filmde, kocasını kendisine aşık ettirebilmek isteyen bir baldız ve fakir rolüne giren bir kızın hikâyesi anlatır. Aynı yıl oğlu Aydın'ı dünyaya getirmiştir.
1960'lı yılların sonunda kilo problemleri ciddi boyutta hızlandı. 1968 yılında, ilk olarak baş rolünde İzzet Günay'ın da rol aldığı "Atlı Karınca Dönüyor" filminde oynadı. Ardından, Ülkü Erakalın'ın yönettiği ve senaryosunu Sadık Şendil'in yazdığı "Kanlı Nigar" filminde başrol de yer aldı. Daha sonra birçok ünlünün yer aldığı "İstanbul'da Cümbüş Var" adlı filmde kendisi olarak yer aldı. 1968 yılında, son olarak Ülkü Erakalın'ın yönetmenliğini üstlendiği "İstanbul'u Sevmiyorum" filminde oynadı. 1969 yılında ilk olarak aile ve komedi filmi olan Aram Gülyüz'ün yönettiği "Ayşecik Yuvanın Bekçileri" filminde oynadı. Filmde, yıllar önce anne ve babası boşanmış olan iki kardeş birbirlerini tanımadan bir kampta karşılaşır. Kardeş olduklarını anladıktan sonra tekrar anne ve babasını evlendirmek için plan hazırlayarak tekrar evlenmelerini sağlarlar. Bu filmdeki rolüyle Belgin Doruk, Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü almıştır. Daha sonra, Uluslararası Antalya Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü alarak büyük başarılara imza atmıştır. 1969 yılında oynadığı ikinci ve son film "Şahane İntikam" olmuştur.
1970'li yıllara gelindiğinde ilk olarak Tunç Başaran'ın yönettiği "Gönül Meyhanesi" filminde oynadı. Filmde, annesiyle birlikte yaşayan fakir bir öğrenci ile ona arabayla çarparak kör olmasına neden olan bir şarkıcının öyküsünü anlatır. Bu filmin ardından, Küçük Hanımefendi serisinin beşinci ve son filmi olan "Küçük Hanımın Şoförü" filminde oynadı. Baş rolünde diğer serilerde de olduğu gibi Ayhan Işık yer alıyordu. Fakat serinin bu son filminde Sadri Alışık yer almadı. Filmin adı serinin üçüncü filmi ile aynıdır. 1970 yılında oynadığı son film Ertem Göreç'in yönettiği "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler" adlı filmi olmuştur. Film, Walt Disney'in 1937 yılında vizyona sunduğu "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" adlı anismasyon filminden uyarlanmıştır. Ayrıca film, 1971 yılında yapılan Uluslararası Antalya Film Festivali'nde En İyi 3. Film Ödülü'nü almıştır. Belgin Doruk, 1971 yılında hiçbir filmde rol almadı. 1972 yılında, "Gecekondu Rüzgarı" adlı son sinema filminde oynadı. Filmin yönetmenliğini Sırrı Gültekin yapıyordu. Film, 1973 yılında vizyona girmiştir. Bu filmden sonra, Belgin Doruk hiçbir sinema filminde rol almamıştır. 1975 yılında sinemayı bıraktığına dair bir açıklama yapmıştır. 1987 yılında, 15 yıl aradan sonra televizyon reklamı için teklif geldi ve teklifi kabul edip reklam filminde oynadı.
Arşavir Alyanak'ın yönettiği filmdir. Belgin Doruk'un ilk büyük rolünü oynadığı bu filmde baş rolde Zeki Müren'de yer almaktaydı. Film, 1 Mart 1955 tarihinde sinemalarda vizyona girmiştir. Ardından farklı tarihlerde Türkiye'nin her yerinde vizyona girmiştir. Kerime Nadir'in romanından uyarlanmıştır. Filmin konusunda, İhsan Bey'in öğrencisi Zeki güzel bir sese sahiptir. Fakir olduğu için udunu satmak zorunda kalan Zeki bu sırada Nermin' le tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Diğer yandan zengin bir kadın olan, Semra da Zeki'nin peşindedir. Fakat, Zeki kısa bir süre iki aşk arasında kalır. Filmin müziklerini Sadi Işılay tarafından seçilmiştir. Filmde, Zeki Müren sıkça şarkılar söyler. Filmdeki, Nermin karakteri ile Belgin Doruk seyircinin beğenisini kazanmıştır.
Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı aile filmidir. Filmin baş rolünde Ayşecik rolünde dönemin çocuk oyuncusu Zeynep Değirmencioğlu oynamıştır. Babası Hamdi Değirmencioğlu ise filmin senaryosunu yazmıştır. Ayşecik'in babasını Eşref Kolçak, annesiniğ ise Belgin Doruk oynamıştır. Film, King Vidor'un 1931 yılında vizyona giren "The Champ" filminin yerli uyarlamasıdır. Film, ailesinin karşı çıkmasına rağmen zengin fabrikatörün kızı Şükran ile evlenen Orhan'ın saadeti kısa sürmüştür. evini geçindiremediği için kendini içkiye vuran Orhan bir münakaşa sırasında Şükran'ı evden kovar. Ailesinin evine istemeden de olsa dönen Şükran kocasının evine döndüğünde Orhan'ın kızını da alıp kayıplara karıştığını görür. Kızına hem annelik hem babalık yapacak olan Orhan bir pansiyona yerleşmiştir. Seneler sonra Şükran kızı ayşe'i tesadüf eseri bulur. Annesine öfkeli olan ayşe babasının yanında kalmak istemektedir. Maddi açıdan güçsüz olan babasının planları farklıdır. Film vizyonda olduğu günlerde seyirciden olumlu tepkiler almıştır.
Belgin Doruk'un kariyerinin zirvesindeyken oynadığı bir filmdir. Belgin Doruk filmde "Neriman Özar Şahinoğlu" karakterini canlandırmıştır. Belgin Doruk bu film serisinden sonra "Küçük Hanımefendi" lakabıyla anılmaya başlamıştır. Serinin ilk filmi 1961 yılında çekilmiştir. Film, 2 Ocak 1962 tarihinde vizyona girmiştir. Belgin Doruk'a başrol de Ayhan Işık v |
e Sadri Alışık eşlik ediyordu. Sadri Alışık serinin son filminde yer almadı. Serinin ilk üç filmini Nejat Saydam yönetmiştir. Dördüncü filmini ise Tunç Başaran yönetmiştir. Serinin son filmini iki yönetmen birlikte yönetmiştir. Serinin ilk filminde, iflas etmiş bir ailenin yakışıklı oğlu ile, delirtilerek serveti elinden alınmak istenen kimsesiz bir kızın hikâyesi anlatılır. Serinin ikinci filmi "Küçük Hanım Avrupa'da" 1962 yılının Mart ayında vizyona girmiştir. Serinin ikinci filmi, Küçük Hanım Avrupa'da aynı oyuncu kadrosuyla devam etmiştir. Filmin çekimleri İtalya'da başlayıp istanbul'a kadar farklı şehirleri gezilerek gerçekleşmiştir. Serinin en beğenilen filmi olarak da değerlendirilmiştir. "Küçük Hanımın Kısmeti" adlı serinin üçüncü filminde ise Ömer, Bülent'e karşı olan iddiayı kaybeder ve Samsun'a bir beyin oğluna jimnastik hocası olarak gider. Feridun Eğilmez bey bir oğlu olmasını çok istediği halde kızı olunca, evin dadısı ve annesi kızını bir erkek olarak yutturur. Neriman erkek gibi yetişir fakat bu durumdan cok rahatsız olur. Jimnastik hocası Ömer'e aşık olur ve onun arkasından İstanbul'a gider ve kendisini asil kimliğiyle tanıtılır. Güzel kadına dayanamayan Bülent'te, Neriman'a karşı boş değildir, ve aralarında rekabet yine başlar. Serinin üçüncü filmi olan bu film ayrıca serinin en komik filmi olarak da gösterilir.
Serinin, dördüncü filmi, "Küçük Hanımın Şoförü" aynı kadroyla çekilmiştir. Filmde, babası fabrikatör olan zengin aile çocuğu Ömer serserilikten başka bir şeyle meşgul değildir. Babasının ölmeden önceki vasiyeti üzerine Ömer ancak bir yıllığına başıboş hayatına çeki düzen verirse babasının servetini devralıp yönetebilecektir. Avukatlardan bunu duyan Ömer zengin bir ailenin şımarık kızının söforü olarak iş bulur ve bu kızla ilişkileri zamanla aşka dönüşür. Ayrıca film, serinin 1960'lı yıllarda gösterime giren son filmi olmuştur. Serinin beşinci ve son filmi, serinin dördüncü filmiyle aynı adı taşıyordu. 1970 yılında vizyona giren "Küçük Hanımın Şoförü" serinin ilk filminin aynısıdır, aradaki tek fark oyuncuların değişikliği ve yılbaşı tatilinin Beyrut'ta geçmesidir.
Turgut Demirağ'ın yönetmenliğini üstlendiği dram filmidir. Filmin başrolünde, Belgin Doruk'un yanı sıra Leyla Sayar, Turgut Özatay ve Cüneyt Arkın gibi oyuncular yer almaktaydı. Filmin konusu, Bir adam evlendiği gün trafik kazası geçirir ve iktidarsız olur. Eşi bu durumu kabullenir ama kocası zamanla bunu saplantı haline getirir. Bu arada eve gelen genç ve yakışıklı doktordan da kuşkulanır ve sonunda kararını verir. Ona göre, herkes kendisini aldatmaktadır. O halde, kendisi bir plan hazırlayacak ve hepsine unutamayacakları bir ders verecektir.
Film, ABD ve Kanada'ya satılan ilk Türk filmdir. 2. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü almıştır. Ayrıca bir ödül daha almıştır.
Orhan Elmas'ın yönettiği polisiye film. Filmde Belgin Doruk, Gül karakterini canlandırmıştır. Ceza evinden kaçmış bir grup mahkumun rehin aldıkları bir kızla birlikte sıkıştırıldıkları bir depodaki gerilim dolu saatlerini anlatır. Rehin aldıkları öğretmen kız, bu süreçte onların insan yönlerini de görür, onlara yardım etmek ister. Yılın en beğenilen filmlerinden birisi olmuştur. Ayrıca filmin 1955 yapımı The Desperate Hours filminden esinlenilerek yapıldığı da öne sürülmüştür.
Haldun Dormen'in yönetmenliğini yaptığı ilk sinema filmidir. 1966 yılının ilk günü yayınlanan film seyirci tarafından oldukça beğenilmiştir. Dostluk, dayanışma ve sevgi üzerine kurulmuş, sıcak bir atmosfer taşıyan iddiasız bir deneme. Küçük insan öykülerinden oluşuyor. Annelerinin beklenmedik ölümü üzerine üç kardeş yalnız kalırlar. Birbirlerinden kopuk bir yaşam içinde savaş verirlerken biri futbolcu olmayı tercih eder. Biri ailesine bağlılığı sürdürür. En gençleri ise içine kapanık bir dünya içine gömülür. Film, 3. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü kazanmıştır. Filmde Belgin Doruk, "Demet" karakterini canlandırmıştır.
Aram Gülyüz'ün yönettiği bir aile/komedi filmidir. Ayhan Işık ve Zeynep Değirmencioğlu'nun da başrolünde yer aldığı filmde, Belgin Doruk "Leyla" karakterini canlandırmıştır. Filmde, yıllar önce anne babası boşanmış olan iki kardeş birbirlerini tanımadan bir kampta karşılaşır. Kardeş olduklarını anladıktan sonra tekrar anne ve babasını evlendirmek için plan hazırlayarak tekrar evlenmelerini sağlarlar. Filmdeki rolüyle, Belgin Doruk Uluslararası Antalya Film Festivali ve Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü alarak 1990 ve 1970 yılının en başarılı kadın oyuncularından birisi olmuştur.
Ertem Göreç'in yönettiği fantastik filmdir. Baş rolünde, Zeynep Değirmencioğlu'nun oynadığı filmde, Salih Güney "Prens" rolünü oynamıştır. Belgin Doruk, filmde "Ana Kraliçe" rolüyle yer almıştır. Film, Walt Disney'in 1937 yılında vizyona giren animasyon olan, "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" filminden esinlenilerek yapılmıştır. 8. Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi 3. Film" ödülünü kazanmıştır.
1955 yılında, aldığı kilolardan rahatsız olup annesinin verdiği bir zayıflama ilacını kullandı. İlacı düzenli olarak kullanmaya başladı ve 1960 yılların başına kadar eski haline dönmeyi başardı. 1967 yılında, "Pat" adlı bir zayıflama ilacını kullanmaya başlar. İlaçtaki Amfetamin maddesinin bilincinde değildir. Amfetamin sinir sistemini bozan bir uyuşturucudur. Özdemir Birsel'in yoğun iş temposu Belgin Doruk'u iyice bunaltır. Teselliyi içkide arar ve daha sonra şarkıcılık teklifi alır. İlacın etkisiyle kendini operacı gibi hissedip kabul eder. Müzik dersi almasını öneren Zeki Müren'i dinlemez. Amfetamin'in etkisiyle kendinde değildir. Sahnedeki ilk gecesinde şarkı yerine şiir okumaya başlar. Seyirciler ve sahne arkası şaşkın halde olayı izlemektedirler. İlk sahne deneyimi fiyaskoyla biten Belgin Doruk gözlerini yatağında açar. Her yeri titrer ve bu sıralarda Özdemir Birsel maddi sıkıntıya düşer. Sinir krizi geçiren Belgin Doruk Şişli'deki Fransız Lape Hastanesine yatar.Akıl hastalarının tedavi gördüğü hastanenin demir kapıları Belgin Doruk'u çok korkutur. Kendini zindanda gibi hisseden oyuncunun kilitlendiği odadan çığlıkları yükselir. Zincire vurulduğu iddiası da vardır. Özdemir Birsel 1970’lerin başında iflas eder. Belgin Doruk’un yalnızlığına, mutsuzluğuna ekonomik sarsıntı eklenir. Yaşanan bu sıkıntılar ve aldığı kilolardan sonra, 1972 yılında son filminde oynar ve 1975 yılında sinemayı bıraktığını açıklar.
Sinemayı bıraktıktan 20 yıl sonra, Bebek'teki gece rahatsızlandı. Son gecesinde tansiyonu sürekli çıkıp inmeye başladı. 27 Mart 1995 gününün ilk saatlerinde hayatını kaybetti. Cenazesi, Şişli Camii'sinden kaldırıldı. Ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Ben İnsan Değil Miyim
Ben İnsan Değil Miyim, Elazığ Yalçın Plak tarafından 1975 yılında çıkarılmış albümdür. Albüm aynı isimli şarkıdan bu ismi almıştır.
ve bu albumde ayaginda kundura da okuyor bu album sonradan akbas muzikle alt yapisi degistirerek yayinlanmistir
Madde bağımlılığı
Madde bağımlılığı alkol, sigara ve uyuşturucu maddeleri kullanma sonucunda vücutta bu maddeleri kullanmaya karşı oluşan ihtiyaçdır. Sigara yakın zamanlara kadar madde bağımlılığı olarak görülmediyse de günümüzde diğer bağımlılıklarla bir tutulmaktadır.
Zakar Tarver
Zakar Tarver, (d. 1893, Eğin) - (ö 19 Eylül 1960), Ermeni asıllı Türk siyasetçi ve radyolog hekimdir.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunudur. Fransa ve ABD’de Röntgen İhtisas yapmıştır. Serbest Doktorluk, TBMM X. ve XI. Dönem İstanbul Milletvekilliği yapmıştır. Evli ve bir çocuk babasıdır.
1894 yılında ailesi İstanbul’a göç etmiştir. Öğrenimini Topkapı'da Levon-Vartuhyan Bahçecik Amerikan Koleji ve İstanbul Tıp Fakültesi'nde tamamladı. 1933’te radyoloji alanında uzmanlaştı. Uzmanlığını yurtdışında güncelleştirdi ve Uluslararası Radyoloji Kurumu üyesi oldu. II. Dünya Savaşı yillarinda askerliğini Sivas’ta yüzbaşı olarak yaptı. 1949-1951 ve 1951-1954 dönemlerinde Surp Pirgiç Hastanesi Vakfi yönetimine seçildi ve bu hastanede müdürlük ve başhekimlik yaptı. 1954-1957 ve 1957-1960 dönemlerinde Demokrat Parti’den İstanbul milletvekili oldu. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na önemli hizmetleri dokundu. 27 Mayıs 1960 Darbesi'nden sonra Adnan Menderes ile birlikte sevkedildiği Yassıada'da 19 Eylül Yassıada'da ölen ilk milletvekili Ermeni cemaatinden radyolog doktor Zakar Tarver'dir. Milletvekilleri pencereleri gazeteyle kapatılmış vapura bindirmiş, Yassıada'ya götürülmüşlerdir. Vapura binerken Zakar Bey'in ayağına bir subay çelme takıyor, Zakar Bey baş üstü yere düşüyor, bir iki gün içinde Yassıada'da vefat ediyor. Bazı kaynaklara göre:
Yassıada'da dövülerek öldürülüyor.
Mıgırdıç Şellefyan
Mıgırdıç Şellefyan (1914, Adapazarı - 10 Aralık 1987), Ermeni asıllı Türk siyasetçidir.
Lise mezunu olan Şellefyan Fransızca ve az miktarda İngilizce ve İtalyanca bilmekteydi. Türkiye’deki Ermeni cemaati ve Patrikhane, öldüğü 10 Aralık gününü matem günü ilan etti. Tüccarlık, Ermeni Cemaati Merkez Mütevelli Heyeti Başkanlığı, İstanbul Şehir Meclisi Azalığı, TBMM XI. Dönem
İstanbul Milletvekilliği yapmıştır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
27 Mayıs Dönemi Temsilciler Meclisi'ne ve 1962 Cumhuriyet Senatosu'na yapılmış iki atama sayılmazsa, Meclis'e seçilen son Ermeni Türk vatandaşı olmuş bir siyasetçi ve iş adamıdır.
Süleyman Demirel'in 1960'lı yıllardaki Başbakanlığı esnasında kendisine ve ailesine çok yakın bir isim olarak tanınmıştır. Türkiye'nin sonradan tanık olacakları yanında miktar açısından nispeten önemsiz kalacak, Gaziantep Havaalanı ihalesini kazanıp parayı aldıktan sonra batması, teneke kaçakçılığı (yolsuzluğu) ve Başbakan'ın yeğeni Yahya Demirel ile ortaklaşa sunta mobilya hayali ihracatı gibi konularla akıllarda kalmıştır.
İsak Altabev
İsak Altabev ya da İzak Altabev (d. ? - ö. 7 Mart 1962) Türkiye Büyük Millet Meclisi 11. dönemde (1958-1960) DP İstanbul milletvekilliği yapmış Yahudi kökenli Türk siyasetçidir.
Armageddon (film)
Armageddon, başrollerini Bruce Willis, Liv Tyler ve Ben Afflec |
k 'in paylaştıkları, Michael Bay'in yönettiği Amerikan filmi. Filmin müziğini Aerosmith grubu I Don't Want to Miss a Thing adlı şarkısıyla yapmıştır.
Dünya'nın sonunu getirecek büyüklükte bir göktaşının, gezegenimize çarpmasını engellemek amacıyla bir grup sondajcı bir araya getirilir. Göktaşına gidecek olan bu grubun görevi, göktaşını delip nükleer bir bomba yerleştirmektir.
Askerî Tarih Müzesi
Askerî Tarih Müzesi (Almanca: Heeresgeschichtliches Museum) Landstrasse'de 1850/1856 yıllarında Theophil von Hansen tarafından planlanıp hayata geçirilmiş ve savaş tarihine ışık tutan önemli bir müze. Yapı, Bizans ve Yeni Gotik stilde yapılmıştır.
Müzenin içinde 16. ve 20. yüzyıl ile ilgili savaş araç ve gereçleri vardır. Müzenin diğer bir özelliği ise Avrupa'daki en büyük Osmanlı savaş malzemesi kolleksiyonuna sahip olmasıdır. Arsenal'ın müze yanında başka bir değişik noktası da bazı blokların günümüzde ailelerin iskan ettiği dairelerden oluşmasıdır.
David Lynch
David Lynch (d. 20 Ocak 1946, Missoula), ABD'li yönetmen, ressam.
20 Ocak 1946'da ABD'de doğan Lynch, aynı zamanda tanınmış bir ressamdır. Kendisi pek fazla kullanmasa da mobilya tasarımı da yapar. Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi ve American Film Institute'de eğitim aldı. 1977 yapımı siyah-beyaz filmi "Eraserhead" ile tanındı. "Dune" ve "Blue Velvet" ile artan başarısı 1990'lı yılların sonunda yönettiği "Kayıp Otoban" ("Lost Highway") ile doruğa ulaşmıştır. Bunu ardından "Mulholland Çıkmazı" ("Mulholland Drive") ve deneysel kısa filmleri geldi.
Filmlerinde kısık sesli gürültüler, çürümüş nesneler, bozulmuş karakterler ve polarize edilmiş karanlık dünyalar kurgulaması ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Kariyeri boyunca aykırı fikirlerini kendine özgü, nesnellikten uzak ve sembolik anlatımıyla cesurca sinema perdesine yansıtan yönetmenin özellikle 2002 sonrasındaki son dönem filmleri, fazla kişisel olmakla eleştirilmiştir.
Film kurgusu ile Andrei Tarkovsky'nin şiirselliğinden ve Michael Haneke'nin gerçekliği arayışından ayrılan Lynch, Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden ve Film Noir akımının önde gelen temsilcilerinden biridir. Lynch'in filmlerinde hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İşlediği temalar, anlatım tekniği ve sık kullanılan rüya/kâbus sekansları "bilinçdışının yönetmeni" olarak nitelendirilmesine neden olmuş ve eserleri daha çok psikanalitik açıdan incelenmiştir.
David Lynch sineması üzerine analitik bir inceleme sunan, Sloven kültür eleştirmeni Slavoj Zizek 'in, "Gülünç Yücenin Sanatı: David Lynch'in Kayıp Otoban'ı Üzerine" adlı İngilizce yapıtı, Om Yayınevi tarafından Savaş Kılıç'ın çevirisi ile 2001 yılında Türkçe olarak da yayınlanmıştır.
Hümeyra
Fatma Hümeyra Akbay (d. 15 Ekim 1947, İstanbul); Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı, albüm yapımcısı ve oyuncu.
1970'lerden bu yana müzisyen ve oyuncu olarak bilinen Hümeyra, "Avrupa Yakası" dizisi ve "Babam ve Oğlum" filmi sayesinde yeni kuşaklarca da tanınmıştır. Son olarak "Unutursam Fısılda" adlı filmde Ayperi karakterininin yaşlı halini canlandırmıştır.
Müzisyen olarak tanındığı 1970'lerde "Kördüğüm", "Sessiz Gemi", "Otuzbeş Yaş" gibi şarkıları büyük hit oldu. Daha sonra popüler çizginin dışında, "Tutkulardan İntihar", "Beyhude" gibi albümler de yaptı.
Önce tiyatro, sonra televizyon, en son da "Talihli Amele" adlı filmle sinema oyunculuğuna başladı.
Ferhan Şensoy'un "Ortaoyuncular" ekibiyle 1985 yılında "İçinden Tramvay Geçen Şarkı" da rol aldı. 1986'da "Asiye Nasıl Kurtulur?" filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Antalya Film Festivali'nde Altın Portakal Ödülü kazanmıştır. 10. İstanbul Uluslararası Sinema Tarih Buluşması'nın geleneksel onur ödülü "Işık Saçan Apollon" 2007 yılında kendisine verilmiştir.
Fikret Hakan ve Ömer Kavur'la evlenip boşandı.
Nihilizm
Hiççilik ya da nihilizm veya yokçuluk; 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da, özellikle genç entelektüel kesim arasında taraftar bularak yükselen ve bu nedenle kendine büyük felsefi akımlar arasında yer edinen bir felsefî yaklaşımdır.
Latince'de 'hiç' anlamına gelen "nihil" sözcüğünden türetilen Nihilizm, günümüzde birçok spesifik alt dala ayrılmakla beraber, en popüler tanımıyla; her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüştür. Nihilistler Tanrı'nın varlığını, iradenin özgürlüğünü, bilginin imkânını, ahlâkı ve tarihin mutlu sonunu reddederler.
Nihilizm; bilgi felsefesi, ahlak ve siyaset alanında kabul görmüştür. Ve yine nihilizm, her şeyi, her gerçeği ve değerleri reddetme şeklinde ortaya çıkmıştır.
Nihilizm; her türlü bilgi imkanını reddeder ve hiçbir doğru, genel-geçer bilginin olamayacağını savunur. Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok sayar.
Nihilizm temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsır, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, din ya da aile otoritesine karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel aldığı düşünülse de, bilimin toplumsal sorunlarının üstesinden gelemeyeceğini kabul eder.
Nihilist düşünce Friedrich Nietzsche,Neyzen Tevfik, Ludwig Andreas Feuerbach, Henry Thomas Buckle, Max Stirner, Albert Camus, Arthur Schopenhauer, Jean-Paul Sartre ve Herbert Spencer gibi düşünürlerin etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu reddettiği için dinlerin şiddetli tepkisine yol açmıştır.
Rus edebiyatı'nda ilk kez Nedejin'in bir makalesinde kullanıldı.
Friedrich Nietzsche, Schopenhauer'ın nihilist felsefesi ile yola çıkmıştır. Ancak ona göre, nihilizm yanlış ve eksik anlaşılmaktaydı. Nietzsche zamanla nihilizmi yeniden temellendirdi. Nihilizmin en eksik yanı, yaşamı olumsuzlamasıydı. Nietzsche, "yanlış nihilizm"i yaşayanları kitaplarında sıklıkla "pesimistler" olarak tanımlar. Bu pesimizmin aşılması gerekmektedir. Gerçek bir güç felsefesi için, yaşamı kesinlikle olumlayan bir felsefe gerekmektedir. Yaşamın değeri anlaşılmalı ve bu değer yüceltilmelidir.
Nihilizm'e en çok yakıştırılan düşünürlerden olan Nietzsche'ye göre Nihilizm, yüksek ideallerin değerlerini yitirmelerinden kaynaklanan olumsuz düşünce tutumudur. Nietzsche, nihilizmin soy kütüğünü oluştururken, bunun aşılabileceğine de değinmiştir: Korkular, karşı çıkışlar, başkaldırmalar, Varlık'ı (Tanrı) anlaşılır bir gerçeklik ve değer yapan varlık idealizminin çöküş belirtileridir. Nietzsche için 'Tanrı öldü' ve bu varlık artık ""kendisine yakıştırılan bütün değerleri hiçe indiren bir yokluk"" olmuştur. Yani Nietzsche "Tanrı öldü" derken Avrupa'da ve dünyada tanrı kavramının yozlaştırıldığını, yok edildiğini söylemiştir.
Tüm bunlara rağmen, J. Grenier'e göre Nietzsche asla bir nihilist olmamıştır. Güç İstenci adlı kitabında belirttiği üzere Nietzsche, Nihilizm'i sonuna kadar yaşamış ve onu aşmıştır. Nihilizm'in aşılması gereken bir şey olduğunu savunur. Peki, Nihilizm nasıl aşılır? Bu soruya verdiği cevap şöyledir: "Bizler doğadaki tüm ahlakı reddetmiyoruz, ahlakın evrensel olduğunu iddiasını reddediyoruz ve bir ahlak kuralını reddederken veya kabul ederken onun hayatı geliştirici mi yoksa engelleyici mi olduğuna bakıyoruz." Nietzsche köle ve efendi ahlakı olarak iki ahlaktan bahseder. Ona göre toplumdaki tüm bireylerin var oluş nedeni "üst-insan"a ulaşmak ve onun amaçlarına hizmet etmektir. O zaman Nihilizm "kölelerin ahlâkı" olarak belirir; köleler, gerçek yaşamdaki güçsüzlüklerini unutmak için, bir ideale veya bir kurmaca Tanrı'ya gerek duyarlar. Hiçlik istemi olan nihilizm, idealist bir yadsıma mantığından kaynaklanır; yaşamı, sanat aracılığıyla, "özgür düşünce" olarak doğrulayacağına, bilinç adına yadsır.
Heidegger ise Nihilizm'i Batı Düşüncesi'ni oluşturan öğelerden biri olarak görür. Bu görüş, değeri ve "var olan"ı tanımlamak için gerçekte, varlık sorusunu sormayı kendine yasaklar. Gorgias ise nihilizmin agnostik yönüne vurgu yaparak "Hiçbir şey var değildir, var olsa da bilinmez, bilinse de başkalarına aktarılamaz." demiştir.
Metre bölü saniye
m/s
Hareket eden şeyin bir saniyede aldığı yol uzunluğunun metre cinsinden ifadesi, hız birimi. Diğer bir deyişle, bir hareketlinin saniye başına aldığı yolun metre cinsinden nicel ifadesi.
1 m/s = 3.6 km/h
Alka-Seltzer
Alka-Seltzer, baş ağrısı ve hazımsızlığa iyi geldiği hissedildiği için kullanılan ve isim hakkı Alman Bayer firmasında olan bir ilaçtır. Efervesan formdadır ve diğer tüm efervesan tabletler gibi suda eritilmek suretiyle tüketilir.
Bulutsuzluk Özlemi
Bulutsuzluk Özlemi, 1984'te kurulmuş Türk rock grubudur. Türkiye'nin ilk Türkçe sözlü alternatif rock yapan grubudur ve Türkiye'nin önde gelen rock grupları arasında yer almaktadır. Tarzları, Rock'ın dışında, "Türkçe sözlü rock yapılabilir mi?" sorusuna karşı tepki olarak gelişmiş, batı kaynaklı rock melodi ve ritimleriyle Anadolu melodilerinin bütünleştirilmesinden oluşmuştur.
Döneminin ilk ve erken örneklerinden biri olan Bulutsuzluk Özlemi, çoğunlukla söz ve müzikleri Nejat Yavaşoğulları'nın yönetiminde "protest müzik" yapmışlardır. Grup, şarkı sözlerinde özellikle sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve politik konuları işlemiştir. Grubun değişmeyen üyeleri; Nejat Yavaşoğulları ve Sina Koloğlu'dur. 1990'lardaki çalışmaları ile Türkiye'deki rock müziğinin gelişimine olanak sağlayan Bulutsuzluk Özlemi, kendi türlerinin de ilklerinden biridir. Grupta ayrıca Akın Eldes, Sunay Özgür, Utku Ünal, Deniz Demiröz, Berke Özgümüş, Burak Güven, Serdar Öztop, Kanöz Ozan gibi müzisyenler yer almıştır. Grup halen aktif olarak stüdyo çalışmaları, albüm kayıtları, canlı konserler ve sahne gösterimleri yapmakta, aynı zamanda sosyal ve politik gündem maddeleri ile de yakından ilgilenmektedir.
Grubun temeli Nejat Yavaşoğulları tarafından atılmıştır. Genç yaşta müziğe başlayan, üniversite yılları döneminde çeşitli gruplar ile çalıştıktan sonra kendi solo plaklarını yapmaya başladı. 1984 yılında piyanist Sina Koloğlu ile tanışan Yavaşoğulları, önce akustik git |
ar ve piyano eşliğinde müzik yaptıktan sonra basgitar ve davul eşliğinde daha rock bir hale kaydı. Bu dönemde Yavaşoğulları, konserlerinin adı olarak Mümtaz Soysal'ın bir makalesinin başlığından esinlenerek Bulutsuzluk Özlemi'ni kullanmaya başladı. 1986 yılında Piccatura ile anlaşan Yavaşoğulları, Koloğlu ve basgitarist Kanöz Ozan ile ilk albüm "Bulutsuzluk Özlemi"'ni kısa bir zaman içinde kaydetti ve kendi adını da kapakta kullanarak yayınladı. Albümden hemen sonra gruba baterist olarak Filip Sümbülkaya ve ikinci gitarist olarak Murat Net katıldı. Kısa bir süre sonra da Net'in yerine gruba Akın Eldes dahil oldu ve grubun ilk kadrosu son halini aldı. Gruba ayrıca saksafonda Richard Hames eşlik ediyordu.
Verdiği konserlerle kendi kitlesini yavaş yavaş ortaya çıkaran grubun en dikkat çekici hareketlerinden biri 1989 yılında Cem Karaca gibi isimlerle beraber verdikleri İnsan Hakları Derneği konserleri oldu. Bu konserde grubun yeni şarkılarından "Acil Demokrasi" özellikle dikkat çekti. 1987 - 1989 yılları arasında kaydedilen grubun ikinci albümü "Uçtu Uçtu" 1989 yılının sonlarında yayınlandı. Bu albümde grubun en büyük hitlerinden "Sözlerimi Geri Alamam", "Tepedeki Çimenlik" ve "Uçtu Uçtu" bulunmaktaydı. Ressam Bedri Baykam'ın kapağını tasarladığı bu albüme adını veren şarkıdaki "kalktım bir de ben cırtlattım" mısrasındaki "cırtlattım" sözcüğü "mastürbasyon"u çağrıştırdığı için Bandrol Kurulu tarafından sansürlendi.
Albümün hemen ardından basgitarist Ozan, yerini Demirhan Baylan'a bıraktı. Bu dönemde Koloğlu ise Milliyet gazetesindeki görevine odaklanmak için müziğe bir süre ara verdi. Bu kadro ile 1993 yılında "Güneşimden Kaç" yayınlandı. 4 Temmuz 1993'te İnönü Stadı'nda konser veren Sting'in ön grubu olarak sahneye çıktılar. Bu konser sonrası grupta yine değişikliker yaşandı. Baylan yerine Murat Tükenmez, Sümbülkaya yerine de Cihangir Bıyıkoğlu geldi. Koloğlu da gruba tekrar geri döndü. Grup, bu kadro ile yurtdışında örnekleri olan unplugged/akustik konserleden birini vererek bu kaydı "Yaşamaya Mecbursun" adı ile piyasaya sürdü.
Oldukça verimli geçen 1990'ları grup, yeni elemanları Utku Ünal ve Sunay Özgür ile kaydettikleri "Yol" ile sonlandırdı.
2000'lere girilirken grubun en önemli elemanlarından Akın Eldes, başka projelere odaklanmak için gruptan ayrıldı. Yerine gelen Süleyman Bağcıoğlu ve yeni basgitarist Burak Güven ile 2001 yılında "Numara" albümü kaydedildi ancak kayıtlardan sonra gruba gitarist olarak Serdar Öztop dahil oldu.
Grup, Türkiye'da daha önce nadir görülen çalışmalardan birine imza atarak 1 Ağustos 2003'te Orhan Şanlıel yönetimindeki Senfoni Orkestrası eşliğinde şarkılarını yorumladıkları bir konser verdi. "Sözlerimi Geri Alamam" da grup Hakan Aysev ile düet yaptı. Bu çalışma bir yıl sonra "Bulutsuzluk Senfoni" adıyla DVD ve albüm olarak yayınlandı.
2005 yılında Irak Savaşı sırasında grup "Felluce/Bağdat" single'ını çıkardı. Bu single'daki "Bağdat Cafe" şarkısına çekilde klipte Nejat Yavaşoğulları'nın gitarının üzerindeki "Savaşa Hayır" yazısı Powertürk TV kanalı tarafından silikleştirilmişti. Söz konusu kanalda sonra yayından da kaldırılan klip, gelen tepkiler üzerine sansürsüz olarak tekrar yayınlanmıştır.
2007 yılında 20. yaşını kutlayan grup, eski üyelerinin yanı sıra Aylin Aslım, Duman, Mor ve Ötesi, Redd, Şebnem Ferah ve Zuhal Olcay'ın da yer aldığı bir kadro ile bir konser verdi. Bu konser "Bulutsuzluk 20 Yaşında" adıyla yayınlandı. Aynı yıl, grup yeni albümleri "Zamska" üzerinde çalışmaya başladı.Bu albüm 2009 yılında yayınlandı.
Şimdiki üyeler
Eski üyeler
The Jester Race
The Jester Race, melodik death metal müzik grubu In Flames'in ikinci albümüdür. 1995 yılında çıkarılan albüm, In Flames'in ilk konsept albümdür. Albümün genel teması insanın zayıflığı, başarısızlığı ve enaniyetidir. İnsanlar "her şeyin annesi"ne yani dünya anaya zarar veren, onu yıkan soytarılar olarak gösterilmektedir.
Albüm, ayrıca Anders Friden'in grup adına ilk defa vokal yaptığı albümdür.
Leper Messiah
Leper Messiah, Metallica'nın 1986 yılında yayınladığı albümündeki altıncı şarkının adıdır. Şarkının sözleri vokalist James Hetfield ve baterist Lars Ulrich tarafından yazılmıştır.
Nakşidil Sultan
Nakşidil Valide Sultan (d. 1768 - ö. 22 Ağustos 1817), Osmanlı padişahı II. Mahmud'un annesi, Valide Sultan ve I. Abdülhamid'in eşiydi.
Fransız asıllı olduğu doğru değildir. Milliyeti ve saray öncesi hayatına dair kesin bi bilgi bulunmamakla beraber Kafkas kökenli olabileceği söylenmektedir. Nakşidil Valide Sultan 1783 yılında I. Abdülhamid'in eşi oldu. Osmanlı kaynaklarında padişah II. Mahmud'un öz annesi olarak bilinmekle birlikte, bazı batı kaynaklarında II. Mahmud'u evlat edinerek yetiştiren kadın olduğu öne sürülmüştür. II. Mahmud 1808 yılında tahta çıktığında Nakşidil Valide Sultan oldu. 22 Ağustos 1817 tarihinde öldü. Cenazesi İstanbul Fatih Camii avlusundaki Nakşidil Sultan Türbesi'ne gömüldü.
Neisseria
Neisseria, proteobakteri grubuna dahil, gram negatif, aerob, diplococci'dır. Mikroskopla incelendiğinde kahve tanesine benzer bir yapıda olduğu gözlemlenmektedir. 10 alt türü vadır. En çok bilinen ve insanda hastalığa yol açan alt türleri;
Neisseria nın diğer alt türleri insanda hastalığa yol açmaz. Bu alt türlere oropharynx ve nasopharynxte mukoza yüzeylerinde rastlanabilir. Bu alt türlere örnek olarak;
Ali Muhammed Şirazi
Ali Muhammed Şirazi () ya da bilinen adıyla Bab (d. 20 Ekim 1819 - ö. 9 Temmuz 1850), Babi inancının kurucusudur. Lakabı olan "Bab", Arapçada kapı demektir.
Bahailerce Tanrı mazharı olarak kabul edilen Bab, Kaçar Hanedanlığının yönetimi altında bulunan İran'da 9 Temmuz 1850 günü Tebriz şehrinde kurşuna dizildi.
20 Ekim 1819'da İran'ın Şiraz şehrinde doğan Seyyid Ali Muhammed, küçük yaşta babasını kaybedince dayısının himayesine kaldı. Kısa bir süre medrese eğitimine devam etti. Ticaretle uğraştı. Bu dönemde, kendisinden kısa bir süre önce yaşayan Şeyh Ahmed Ahsaî ve onun öğrencisi Seyyid Kazım-ı Reştî, Mehdi'nin gelişinin yakın olduğu inancıyla öğrencilerini eğitiyorlardı. Seyyid Ali Muhammed, 1844'te Müslüman dünyasınca beklenen Mehdi (ya da Kaim), yeni bir çağın müjdecisi olduğunu ilan etti. İlk inananı, Seyyid Kazım-ı Reştî'nin, beklenen Mehdi'yi aramakta olan öğrencisi Molla Hüseyin'dir. Molla Hüseyin'le birlikte ilk olarak 18 kişi Bab'a inandı. İran'da ona inanan büyük bir Babi kitlesi meydana geldi. Seyyid Ali Muhammed, Bab, ayrıca bu ilanını yapmak üzere Mekke ve Medine'ye gitti. Hac'da bulunanlara hitap ederek bu iddiasını duyurdu.
Güçlü bir molla kesiminin mevcut olduğu dönemin İran'ında yeni ve radikal görüşlerden dolayı tutuklandı ve 9 Temmuz 1850'de Tebriz'de kurşuna dizildi. Kendisine imân eden İran'daki 10 binin üzerinde Babi de, takip eden yıllarda onunla aynı kaderi paylaşarak yıldırma amaçlı işkencelerle ya da kılıçtan geçirilerek öldürüldü. Naaşından arda kalanlar uzun müddet muhafaza edilip en nihayetinde 21 Mart 1909 tarihinde İsrail-Hayfa'daki altı odalı taştan yapılı bir ziyaretgaha gömüldü. Makamın yapımı 1953'te masrafları dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Bahailer tarafından karşılanarak Şevki Efendi tarafından tamamlandı.
Bab'ın eserleri arasında, "Kayyumu'l Esma", "Arapça Beyan" ve "Farsça Beyan" vardır. İnananlarına öğütleri, eski şer'î hükümler ile bağlarını yavaş yavaş koparmaları, bu yeni dini her tarafa duyurmaları, yakın zamanda ortaya çıkacak beklenen kişiyi arayıp ona inanmaları idi.
Bahai dinine göre Bab ve onunla birlikte Bahaullah, din ve dünya tarihinde yeni bir çağ başlatan iki ilahi kaynaklı peygamberdir.
Morningrise
Morningrise, Opeth'in ikinci albümüdür. Avrupa'da Candlelight Records tarafından 1996 çıkarılmış, ABD'de ise bir yıl sonra 2000'de çıkarılmıştır. Birçok metal sever tarafından Opeth'in en duygu yüklü, en iyi çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Ve İsveç metal tarihinin de hatta metal dünyasının en iyi albümlerinden biri olarak da kabul edilir. Nedeni ise, sıradışı gitarlar ve sıradışı çalınan diğer enstrümanlar ve tabii ki de anlamlı sözler albümü özel kılan özelliklerden. Ve bu albümün üstünde en etkili olan insanın (Mikael Akerfeldt'in) 21 yaşında böyle bir müzik anlayışının olması da onun ne denli büyük bir müzisyen olduğunun bir kanıtı.
Albümün kapak resmindeki köprü İngiltere/Bath'te Prior Parka'tadır.
Neisseria gonorrhoeae
Neisseria gonorrhoeae, insanlarda bel soğukluğu hastalığından sorumlu bakteridir. "Neisseria" çoğalmak için kompleks besiyerlerine ihtiyaç duymakta ve yağ asidi gibi etkenler üremesine ters etkide bulunmaktadır. Bu cocci grubu bakteriler çiftler halinde bulunurlar. Ortama, fiziksel ve kimyasal faktörlere karşı çok duyarlıdır.Bu yüzden çikolatalı agar gibi besiyerlerinde kültürü yapılabilir. Optimum çoğalma sıcaklığı 35 °C ve 37 °C arasıdır.
"N.gonorrhoeae"'nın penisilinlere bağışıklık kazanmasından beri, tedavide genellikle seftriakson (3. nesil sefalosporin) kullanılmaktadır.
Gonorrhoeae, cinsel yolla bulaşan hastalıklar arasında en çok karşılaşılandır. Hastalık kadınlarda genellikle asemptomatiktir.
"N.gonorrhoeae" vücutta genellikle üretra ve endoserviksin kolumnar epitelyumuna yerleşir. Genital olmayan bölgelerden rektum, orofarenks ve konjunktivaya yerleşebilir.
"N.Gonorrhoeae" ile ilişkili diğer hastalıklar irinli konjunktiva, anorektal gonorrhoeae ve faranjit'tir.
Deliverance
Deliverance Opeth'in altıncı stüdyo albümüdür. 22 Temmuz - 4 Eylül 2002 arasında kaydedilen albüm, bir sonraki yıl piyasaya sürülen Damnation isimli albümleri ile aynı zamanda kaydedilmiştir. Fakat iki albüm ses yönünden büyük bir farklılık göstermekte, Deliverance grubun en "ağır" albümlerinden sayılırken, Damnation "yumuşak", progressive rock-etkili bir albüm olmuştur. Aslında grup iki albümü aynı zamanda çıkarmayı düşünmüş, fakat daha sonra bu fikirden vazgeçmiş ve albümleri birbirinden yaklaşık 6 ay arayla satışa sunmuştur.
Neisseria meningitidis
Neisseria meningitidis veya meningokok mikroskopta çift kahve çekirdeğine benzeyen bir bakteridir. |
Meningokoksemi veya diğer adıyla invazif meningokokkal hastalıklar tüm dünyada çocuklarda ve yetişkinlerde önemli bir ölüm ve sakatlık nedenidir, bulaşıcı bir hastalıktır. Etkeni sadece insanlarda görülen "Neisseria meningitidis" ismi verilen bir bakteridir, bu bakteriye şeklinden esinlenerek kısaca meningokok denmektedir. Latince kelime ve eklerin anlamına gelince “Meningo” eki “meninks” yani beynin dışını kaplayan zarları ifade etmektedir. Bu bakteri mikroskoptaki şekli ve sıklıkla menenjit yaptığı için ve bu ismi alır. “–emi” eki aslında kan kelimesini ifade etmektedir, yani menigokoksemi bu mikrobun kana karıştığı anlamına gelir. “İnvazif” istila edici demektir, bu bakteri 24 saat içinde hızla tüm vücuda yayılıp ölüme neden olabildiği için bu tip hastalıklara invazif adı verilmektedir.
Kış mevsimi daha ön planda olmak üzere tüm yıl boyunca ortaya çıkabilir. Türkiye'de özellikle hac mevsiminde Arabistan’dan taşınarak zaman zaman salgınlara yol açtığı bilinmektedir. Vakaların %50’sini 2 yaş altı çocuklar oluşturur, askerlik gibi erişkinlerin toplu bulunduğu ortamlarda da sıklığında bir artış görülebilmektedir. Bakterinin kapsülündeki farklı protein yapılarına bağlı olarak bilinen 13 farklı tipi vardır. Bunlardan A,B,C,Y ve W135 klinik öneme sahiptir. Özellikle influenza olmak üzere viral infeksiyonlar, sigara içilmesi ve sigara dumanına maruziyet, kalabalık yaşam koşulları, altta yatan kronik hastalıkların varlığı, düşük sosyoekonomik düzey ve özellikle kompleman eksikliği gibi bağışıklık sistemi yetersizlikleri, dalağın olmaması hastalık riskini artırır.
Meningokok mikrobu hastada sadece basit bir ateş veya menenjit, veya hızla ilerleyen mikrop şokuna kadar giden çok değişik tablolara neden olabilir. 1920’lerden önce antibiyotikler yokken meningokokkal hastalıklarda ölüm oranları %70’lere kadar varmaktaydı. İlerleyen dönemlerde antibiyotiklerin keşfi ve destek tedavisi ile ölüm oranları hızları azalmaya başlamıştır. Ancak uygun antibiyotik tedavisi ve yoğun tıbbi bakıma rağmen, son 20 yıl içinde ölüm oranları %9-12 arasında değişmek üzere sabit kalmıştır. Meningokokseminin yarattığı ağır mikrop şokunda(septik şok) bu oran %40’a kadar varmaktadır
Meningokoksemi hızla ilerleyen bir hastalık olması, hızlı tanı, erken antibiyotik ve destek tedavisinin hastalığın sonucuyla ilişkili olması nedeniyle, meningokoksemi tanısı hafif belirtilerin varlığında ve hastalığın başlangıcında klinik olarak konulmalıdır. Hastalığın başlangıcındaki bulgular gribe benzer basit bulgulardır ve döküntü sonradan ortaya çıkar ve giderek yayılır. Vücutta mor noktalar şeklinde başlayıp hızla bu mor noktalar birleşip büyüyerek dokuların kan dolaşımını bozar. Hastalık hızla ilerledikçe organ yetersizlikleri (böbrek-kol-karaciğer v.s) ve pıhtılaşma bozuklukları olur, uzuvlara giden damarlar aşırı pıhtılarla tıkanabilir ve kol-bacak-parmak gibi uzuvların kaybına bile yol açabilir. Tansyon düşüklüğü çocuklarda şokun geç bir bulgusudur. Tek başına meningokoksemi şüphesi tedavi başlanması için yeterlidir.
Korunma için bugün bilinen en etkili yöntem 4’lü konjüge aşıdır, Menacrta isimli bu aşı A, C, Y ve W135 tipini içerir. Eskiden sık enfeksiyon yapan B tipi son yıllarda azalmıştır, bunun için Türkiye'de ruhsatlı bir aşı mevcut değildir. Arzu edenler Avrupa’da ruhsat alan Bexero aşısını temin edebilirler.
"Meningococcus"'un birçok alt türü olmasına rağmen en önemlileri A, B, C ve W135'dir.
Kirovske Rayonu
Kirovske Rayonu (Kırım Tatarcası: İslâm Terek rayonı, Rusça: Кировский район, Ukraynaca: Кіровський район), doğu Kırım’da bir bölgedir.
Nikolay Çernişevski
Nikolay Gavriloviç Çernişevski (Rusça: Николай Гаврилович Чернышевский; soyadı zaman zaman "Çerniçevski" olarak da geçmiştir) (12 Temmuz 1828 - 17 Ekim 1889) Rus devrimci demokrat, materyalist filozof, eleştirmen ve sosyalist. Bazıları tarafından bir ütopyacı (ütopist) sosyalist olarak değerlendirilmiştir. 1860'larda devrimci demokratik hareketin önderi konumundaydı. Lenin, Emma Goldman gibi önemli isimleri etkilemiştir.
Yoksul bir papazın oğlu olarak Saratov'da 1828'de doğdu. 1846'ya kadar burada kaldı. 1850'de Sankt-Peterburg Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra, Saratov'da bir lisede (jimnazyum) öğretmenlik yapmıştır. 1853'ten 1862'ye kadar Sankt-Peterburg'da yaşamış, "Sovremennik"`te ("Çağdaş") baş editör olmuştur. 1862'de tutuklanmış ve hapsedilmiştir. Hapiste olduğu sırada "Nasıl Yapmalı?" isimli ünlü romanını yazmıştır. Daha sonra birçok Rus devrimcisine ilham kaynağı olacak roman, barındırdığı düşünceler açısından Owen, Fourier ve Godwin gibi isimlerin etkilerini taşır denilebilir.
1862 yılında 'sivil idam' (alay(cı) idam) hükmü verilmiştir, ardından cezai kölelik ve daha sonra Sibirya'ya sürgün. 17 Ekim 1889'da, 61 yaşındayken ölmüştür.
Çerniçevski Rus popülizmi, "Narodizm"`in kurucusudur. Kamuoyunu otokrasinin bir devrim ile devrilmesi ve sosyalist bir toplumun yaratılması için çalışmaya davet etmiştir. Düşüncesi eski köylü komününü temel alan bir sosyalizm yaratmaktı. Herzen, Belinsky ve Feuerbach fikirlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Felsefi anlamda bir maddeci (materyalist) idi.
Karl Marx, Çernişevski'yi, ""burjuva iktisadının iflasını ustaca ortaya koyan büyük Rus araştırmacısı ve eleştirmeni"" olarak tanımlar. Ancak Çernişevski bir marksist değildi, daha doğrusu marksist yazından habersizdi.
Çernişevski'ye büyük hayranlık duyan Lenin ise onun Rusya'daki devrimci düşünce ve hareketin gelişimindeki rolünü şöyle açıklar;" "... Herzen'den sonra Narodnik görüşleri geliştiren Çernişevski, Herzen'le karşılaştırıldığında büyük bir sıçrama yapmıştır. Çernişevski çok daha tutarlı ve militan bir demokrattı, onun yazıları sınıf mücadelesi ruhunu esinlendirir. O, liberalizmin ikiyüzlülüğünü teşhir etme yolunu kararlılıkla izlemiştir... Ütopik sosyalist görüşlerine rağmen, O, kapitalizmin dikkat çekici biçimde derin bir eleştirmeniydi."" (Rusya'da İşçi Basınının Tarihinden)
TIR
TIR (Fransızca: Transports Internationaux Routiers, Türkçe tercümesi: "Uluslararası Karayolu Taşımacılığı"), Birleşmiş Milletler Teşkilatı bünyesindeki Uluslararası Nakliyat Birliği (IRU) tarafından 15 Ocak 1959 tarihinde Cenevre'de imzalanan bir anlaşma. Bu anlaşma 11 ülke (Avusturya, İsveç, Portekiz, Bulgaristan, Finlandiya, Macaristan, Fransa, Malta, İsviçre, Tunus ve Yugoslavya) arasında imzalanan birleşik taşımacılığına (karayolu, demiryolu, havayolu, denizyolu) ve konteyner kullanılmasına izin veren bir sözleşmedir.
Uygulamada bu anlaşmaya dahil ülkelerin karayolu vasıtaları, vasıtada yüklü bulunan gümrüklü eşyanın cinsini, miktarını, mahiyetini belirten bir TIR karnesiyle yine vasıtanın belli yerlerine takacakları TIR plakaları taşırlar. TIR karnesinde belirtilen ve vasıtada yüklü bulunan eşyanın gümrük kontrolü mahreç ülkede yapılmakta, varış noktasına kadar güzergahta bulunan ülkelerin gümrüklerinde sadece harici kontroller (şüpheli durumlar hariç) yeterli olmaktadır.
Bu buluş ülkelerarası ticari eşya nakliyatını çok kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Aranan tek husus, TIR plakası taşıyacak kamyon ve konteynerlerin sözleşmeye bağlı teknik şartnamede belirtildiği şekilde eşyayı koruyucu teçhizatı havi olmasıdır.
Türkiye'de bu hususun tespiti ve "Uygunluk Belgesinin" verilmesi, TIR sözleşmesinin tatbiki ve kontrolü gümrük idarelerince yapılmaktadır.
TIR kamyonlarının taşıdıkları yüklerin vergileri hususunda, muhtemel kayıplara karşı tazmini açısından, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, kefil kuruluş olarak, uluslararası görev yapmaktadır.
TIR sözleşmesinde, bu kolaylığı kötüye kullanacak, kaçak mal taşıyanlarla ilgili cezai hükümler mevcutsa da Türkiye sözleşmenin bu hükümlerini imzalamamış, bu gibi durumlarda kendi mevzuatını uygulayacağını üye ülkelere bildirmiştir.
Femur
Femur veya uyluk kemiği, memelilerin vücutlarındaki en uzun, en hacimli ve en güçlü kemiktir. Kalçanın ve dizin bir bölümünü oluşturur.
"Femur" sözcüğü, "uyluk" sözcüğünün Latince’sidir. "Femur kemiği" olarak kullanım femurdan daha düzgündür, çünkü femur uyluğa karşılık geldiğinden femur kemiği, uyluğun içindeki kemiği nitelemektedir. Kemiğin kendisinin adı "os femoris"ten gelir, fakat çağdaş, tıbbi kullanımında "femur" terimine çoğunlukla uyluğa değil kemiğe karşılık başvurulmaktadır. Tıbbi Latince’deki hali her zaman "femoris"tir ancak klasik Latince’deki hali genelde "feminis"tir ve kadın anlamına gelen "femina" ile karıştırılmamalıdır.
Uyluk kemiği kırıkları, sürekli sakatlığa neden olur çünkü uyluk kasları, kırıkları birbiri üzerine binecek şekilde çeker ve kırıklar yanlış birleşir. Bunu önlemek için, femur kırığı olan hastalar, kırık parçaları düzgünce aynı hizaya getiren traksiyona konulmalıdır. Modern tıp yöntemleriyle de (Antegrade [kalçadan] veya Retrograde [dizden] femoral sisleme) ameliyat yoluyla parçaları birbirine eklemek mümkün. Femur kırığı mağdurları artık tamamen iyileşmeyi, kemiğin boyutuna göre 3 aydan 6 aya kadar değişse de, genel olarak umabilir. Hastalar, iyileşme sürecini uzatmamak için ortopedi cerrahının izni olmadan bacaklarının üzerine ağırlık yüklememelidirler. Uyluk genelde alçıya alınmaz çünkü cerrahi donanım, kemiği düzleştirme ve kırıkları iyileşirken bir arada tutma işini yapmaktadır. Bu yöntemin sürekli komplikasyonları eklem-içi sepsis, artrit (mafsal iltihabı) ve dizde sertleşme riski taşır. Kemik iyileştikten sonra, donanıma daha fazla gerek kalmaz fakat bazı hastalarda devamlı olarak bırakıldığı durumlarda ve bunların arasından hareketli bir hayat tarzı olanlarda, donanımın diz kasına çıkıntı yaptığı yerde rahatsızlık meydana gelir, böyle durumlarda donanım hastane dışı cerrahi ile çıkarılır.
Eğer kemik zayıflarsa, femur kemiğinin kalça eklemine yakın olan proksimal ucu kırılganlaşır. En çok risk Avrupalı ırklarda, menopoz sonrası kadınlarda görülür ve osteoporoz, bu riski aşırı oranda arttırır. İskeletteki bütün kemiklerin arasından femur, iyileşme süreci en uzun olandır. Bu kemik, insan vücudunun en uzun ve en güçlü kemiğidir. Gücüne örnek olarak, ort |
alama bir insan zıpladığı zaman bu kemik yarım tonluk bir kuvvete dayanır.
"Fossa intercondylaris" (kondiller arası çukur), femurun distal ucunda, iki kondil arasında bulunur. Tibial düzlükteki "e. intercondylaris"e (kondiller arası tümsek) ek olarak, "ligamentum cruciatum anterius" ve "ligamentum cruciatum posterius"un tutunması için sırasıyla "fossa intercondylaris anterius" ve "posterius" bulunmaktadır.
Aynı isimli paralel yapılar kompleks hayvanlarda da bulunmaktadır. Femur ismi ayrıca, eklembacaklıların bacağının en proksimal, tam uzunlukta eklemli parçasına da verilmiştir.
Humerus
Humerus önkol ile omuz ekleminin arasındaki uzun kol kemiğidir.
Amorphis
Amorphis, 1990 yılında Jan Rechbergeri, Tomi Koivusaari ve Esa Holopainen tarafından Finlandiya'nın Helsinki kentinde kurulan bir metal müzik topluluğudur. Başlarda death metal yapan grup, daha sonra melodik ve progresif metale yöneldi. 1989 senesinde Violent Solution adlı speed metal grubunda çalan Jan ve Esa, müzisyenlerin farklı türlere yönelmesiyle kısa sürede dağıldı. Bunun üzerine death metal grubu kurmaya karar veren ikili yanlarına vokalde Tomi’yi ve bas gitarda Oppu Laine’i alarak Amorphis’i kurdu. Aynı zamanda Abhorrence isminde bir grupta daha çalan Tomi, Amorphis’te bir yandan gitar çalarken, diğer yandan da vokal yapıyordu. Amorphis ilk demosunu kaydettikten kısa bir süre sonra Abhorrence dağılmıştı, fakat dağılmanın öncesinde Tomi’nin Relapse Records’a gönderdiği demolar beğenilmişti. Ne yazık ki plak şirketinden anlaşma talebi gelmesi dağılmadan sonra gerçekleşti. Bu teklifi Amorphis’in yararına kullanmaya karar veren Tomi ve diğer Amorphis üyeleri, kısa bir süre sonra “The Karelian Isthmus” adını taşıyan ilk albümlerini piyasaya sürdüler. Ardından da “Privilege of Evil” adlı EP geldi.
1994’te “Tales from the Thosand Lakes”i dinleyenlerin beğenisine sunan grup, bu albümde Finlandiya’nın yerel destanı Kalevala’yı konsept olarak kullandı. Hala death metal kulvarında olan grup, ilk defa bu albümde death metal’den sıyrılmak üzere olduğunun sinyallerini verdi. Melodik clean vokallerin de yer aldığı bu albüm, beklenenden daha fazla ilgi gördü ve grubun konser takvimi bir anda dolmaya başladı. Bu arada yaşanan eleman değişikliklerinden en önemlisi vokalde yaşandı. Pasi Koskinen, 1996 senesinde yayımlanan “Elegy” albümünden başlayarak 2004 senesine kadar grupla birlikte olacaktı.
“Elegy” albümünde yer alan şarkı sözlerinde yine bir Finlandiya mitolojisi olan Kanteletar’dan yararlanıldı. Pasi ve Tomi vokal görevini paylaştı. Bu albümde Pasi’ye sadece clean vokalleri yapmak düştü. 6 ay boyunca turnede olan grup, vakit kaybetmeden bir sonraki abüm için çalışmaya başladı. Bu albümde vokallerin tamamını Pasi üstlendi ve ortaya daha hafif bir sounda sahip olan “Tuonela” albümü çıktı. 2000'li yıllara girerken yine eleman değişikliği yaşayan grup, 2001 senesinde yayımladığı “Am Universum” albümüyle dinleyenlerine daha farklı bir atmosfer sundu. Klavye ve saksafonun ağırlığını hissettiren bu albüm, daha deneysel bir çalışmanın ürünüydü. Albüm aynı zamanda Relapse Records’tan çıkan son Amorphis çalışması oldu.
2003 tarihli “Far From the Sun” albümü sonrasında Pasi, gruptan ayrıldı ve yerine Tomi Joutsen geçti. Tomi’yle birlikte başarılı bir Amerika turnesini geride bırakan Amorphis, yeni vokalistiyle kaydettiği “Eclipse” albümünü 2006’da hayranlarının beğenisine sunarken, 8. albüm “Silent Waters”ı Eylül 2007 piyasaya sürdü. 2011 yılının Haziran ayında ise The Beginning of Times adlı albümlerini piyasaya sürdüler.
Hüseyin Cahit Yalçın
Hüseyin Cahit Yalçın, “Hüseyin Cahit” (7 Aralık 1875, Balıkesir (İstanbul nüfusuna kayıtlı)- 18 Ekim 1957, İstanbul), Türk gazeteci, yazar, çevirmen, siyaset adamı.
Yazı hayatına Servet-i Fünun döneminde edebiyatçı olarak başlamış, II. Meşrutiyet, Atatürk, İsmet İnönü dönemlerinde her daim sert kalemiyle yazdığı polemik ve eleştirilerle ve aynı zamanda da kültürün yaygınlaşmasına destekleriyle akıllarda kalmış, gazeteci, yazar, siyaset adamıdır.
7 Aralık 1875’te babasının görevi nedeniyle bulundukları Balıkesir’de dünyaya geldi. İstanbul' lu bir ailenin oğlu olan Hüseyin Cahit’in babası, orta halli bir maliye memuru (Aşar Müdürü) olan Ali Rıza Efendi, annesi Fatma Neyyire Hanım’dır. Hüseyin Suat adında ağabeyi vardır. İlköğrenimini İstanbul’da, ortaöğrenimini Serez’de Askeri Rüştiye’de tamamladı. 1889’da İstanbul’daki Dersaadet İdadi Mülkisi’ne kaydoldu. Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başladı İlk romanı ""Hayal içinde"" 1891’de yayımlandı.
Lise öğrenimini tamamladıktan sonra 1893-1896 yılları arasında İstanbul’da, Mekteb-i Mülkiye’de yüksek öğrenim gördü. Okulun son sınıfında birkaç arkadaşıyla "“Mektep”" adlı dergiyi çıkararak gazeteciliğe başladı. Daha sonra Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılan Hüseyin Cahit, gazetecilik yaşamını Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan öyküleri, sanata ilişkin makalelerinin yanı sıra, Mütalaa, Tarik, Sabah ve Saadet gibi gazetelerdeki yazıları ile de sürdürdü.
1896’da yüksek öğrenimini ikincilikle tamamladı. Bir süre Maarif Nezareti Mektub-i Kalemi’nde çalıştıktan sonra 1897 yılından itibaren Vefa ve Mercan İdadilerinde Türkçe, Fransızca öğretmenliği ve idarecilik yaptı. 1899’da ilk öykü kitabı "Hayat-ı Muhayyel" yayımlandı.
1900 yılında Tevfik Fikret’in dergiden ayrılmasından sonra Servet-i Fünun Dergisi’nin yönetimini üstlendi. 1901'de ikinci romanı ""Hayal İçinde"" Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Dergi, 16 Ekim 1901’de yayımlanan, Fransızcadan çevirdiği "“Edebiyat ve Hukuk”" adlı bir yazıda Fransız Devrimi’nden söz edildiği gerekçesiyle II. Abdülhamid yönetimince kapatılınca bir süre yazı yaşamından çekildi. 1901-1908’de dilbilgisi ve sözlük çalışması yaptı, ""Türkçe Sarf ve Nahiv"" adında bir dil bilgisi kitabı hazırladı.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra memuriyetten ayrılan ve edebiyatı bırakıp gazeteciliğe ve siyasete başladı. İttihat ve Terakki yöneticilerinin isteği doğrultusunda Ağustos 1908'de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım Kadri ile birlikte "Tanin" gazetesini kurdu. İlk sayısı 1 Ağustos 1908’de yayımlanan gazetenin başyazarlığını üstlendi. İttihat ve Terakki'nin siyasi alanda bir nevi kalemşoru oldu. Tanin, zamanla kamuoyunun gözünde İttihat ve Terakki ile özdeşleşti ve onun yayın organı olarak görüldü.
Aynı yıl İttihat ve Terakki'den milletvekili seçildi. 1908-1912 Osmanlı Meclisi Mebusanı ile 1912 Nisan-Ağustos Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda İstanbul milletvekili olarak yer aldı. Meclisin ikinci dönem çalışmalarında meclis başkanlığını yürüttü.
31 Mart Ayaklanması sırasında ayaklanmayı çıkaran gerici güçler tarafından matbaası basılan ve öldürülmeye çalışılan Hüseyin Cahit, saklanıp kurtulurken Lazkiye milletvekili Mehmet Aslan Bey, ayaklanmacılar tarafından Hüseyin Cahit sanılarak öldürüldü. Hüseyin Cahit ise Rus elçiliğinin yardımı ile Romanya’ya kaçtı ve Mehmet Reşat’ın tahta çıkarıldığı 27 Nisan 1909’da ülkeye dönerek gazetesinin yayınını sürdürdü.
1911'de Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey’in teklifi ile Düyunu Umumiye Dayinler vekili olarak görev verildi. 1922 Mayısında adaylığı Ankara hükümeti tarafından reddedilinceye kadar bu görev nedeniyle yüksek bir aylık almayı sürdürdü.
Hükümete yönelik eleştirileri yüzünden 1912’de gazetesinin kapatılması üzerine Viyana’ya kaçan Hüseyin Cahit, Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra İstanbul’a dönebildi. 31 Ocak 1913’te yeniden çıkartmaya başladığı Tanin’de eleştirilerini artık İttihat ve Terakki’ye yöneltti. Partiden gelen uyarıların sıklaşması üzerine Tanin’i 30 Ocak 1914’te partiye sattı.
Hüseyin Cahit, I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgal edilip meclisi dağıtan İngilizler tarafından Şubat 1919’da tutuklanıp “Bekirağa Bölüğü’ne” konulan 78 kişi arasındaydı. Diğer tutuklularla birlikte Malta'ya sürüldü (Haziran 1919). Malta’da ayrıcalıklı bir konumda oldu; bir otelde veya pansiyonda oturmasına, ailesini getirmesine izin verildi. Sürgünlüğü sırasında İngilizce ve İtalyanca öğrendi. "“Oğlumun Kütüphanesi”" adlı çeviri dizisini hazırlamaya başladı. 16 Mart 1921 günü Türk ve İngiliz hükümetleri arasında imzalanan anlaşma ile serbest bırakıldı. Diğer sürgünlerden ayrı olarak varlıklı diğer üç kişi ile birlikte 29 Nisan 1921 günü adadan ayrıldı Ailesi ile birlikte diğer Avrupa şehirlerini gezdikten sonra 15 Temmuz 1922’de işgal altındaki İstanbul’a döndü.
1922'de Malta’dan İstanbul’a döndükten sonra Tanin adıyla gazete çıkarmasına izin verilmeyince gazeteyi ""Renin"" adıyla çıkarmaya başladı. Bir yandan da çeşitli çeviri eserler yayınladı. Hüseyin Cahit, gazetesinde Anadolu’da devam eden milli mücadeleyi destekleyici yazılar kaleme aldı ve bir süre sonra gazetesinin adını Tanin’e dönüştürdü. Her ne kadar yazılarıyla İstiklal Savaşı’na destek verse de Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması konularındaki tutumu nedeniyle gazete Ankara hükümeti tarafından muhalif bir yayın organı haline gelmekle suçlandı ve Hüseyin Cahit muhalif gazeteci ilan edildi.
Lozan Anlaşması’ndan sonra Hint asıllı iki İngiliz’in İngiltere İslam Cemiyeti adına başbakanlığa gönderdikleri mektubu, henüz başbakanlığa ulaşmadan, 5 Aralık 1923 günü gazetesinde yayımlanması nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Başka iki gazetenin daha (İkdam ve Tevhid-i Efkar) başyazar ve müdürlerinin yargılandığı duruşmalar Ocak 1924’e kadar sürdü ve mahkeme tüm gazetecilerin beraatine karar verdi.
13 Şubat 1925'te çıkan Şeyh Said İsyanı sonrasında İsmet Paşa (İnönü) önderliğinde kurulan yeni hükümet, Takrir-i Sükun yasasını çıkarmıştı. İsyanın sorumlusu olarak İstanbul basını gösterilince Takrir-i Sükun yasası ile kurulan iki İstiklal Mahkemesi’nden birisi İstanbul’a gönderildi ve çoğunluğu muhalif olarak tanınan birçok basın organı 6 Mart 1925 günü kapatıldı. Aynı gün Hüseyin Cahit, bundan böyle siyasal yazılar yerine hatıra, ilmi makale ve hikayeler yazacağını duyurdu. Ne var ki Terakkiperver Parti’nin İstanbul Merkez Şubesinin 12 Nisan’da aranmasını gazetede "“Dün Gece Terakkiperver Fırka basıldı”" bi |
çiminde duyurunca, Tanin de 16 Nisan’da süresiz kapatıldı. Gazetenin sahibi ve başyazarı olan Hüseyin Cahit, 20 Nisan’da Cebeci Hapishanesi’ne konuldu. 7 Mayıs 1925’te sonuçlanan dava sonucu Çorum'da ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı.
Çorum'da sürgün cezasını çekmekte iken İzmir’de cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarıldı. Kurulan İstiklal Mahkemesi, suikastın arkasında eski İttihatçıların olabileceğini değerlendirerek 1923 yılında İstanbul’da Mehmet Cavit Bey'in evinde İttihatçıların yaptığı toplantıya katılanları Ankara ‘da yargılamaya karar verdi. Görülen dava sonucu 26 Aralık 1926’da Cavid Bey, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Bey’lerin idamına karar verildi ve cezaları o gece infaz edildi. Davada yargılananlardan birisi olan Hüseyin Cahit, beraat etti. İdam edilen arkadaşı Mehmet Cavit Bey'in eşine ve oğlu Şiar'a sahip çıktı.
1926’da sürgün cezası kaldırılınca İstanbul’a döndü. Ne yeniden gazetecilik yapma olanağı ne de başka bir iş bulabildi; Malta sürgünü sırasında çevirdiği kitapları yayımlayarak geçim sıkıntısını hafifletmeye çalıştı. 26 Haziran 1929 Tarihinde verilen pasaportla yurt dışına çıktı (pasaport no : 2992). 1930 yılında Sanayi ve Maadin Bankası İdare Meclisi Başkanlığına atandı. 1933’te gerçeklelen I. Türk Dili Kurultayı’nda devlet müdahalesi ile dil değişikliği yapılamayacağını savundu. Dil konusundaki resmi görüşe karşı çıkması, bankadaki görevine son verilmesine neden oldu.
1933'te Akşam gazetesinde yazılar yazmaya ve cumhuriyetin 10. Kuruluş yıl dönümünden itibaren Türk kültür hayatının önemli yayın organlarından biri olan Fikir Hareketleri dergisini yayımlamaya başladı. Fikir Hareketleri Dergisi, 1940 yılına kadar yayın hayatını sürdürdü, 364 sayı yayımlandı. Derginin tüm yazılarını Hüseyin Cahit yazdı, liberal demokrasiyi savundu. Siyasete atıldığı 1939 yılına kadar dergide iç politika ile ilgili güncel yazılar yazmaktan uzak durdu. 1935-1946 arasında Yedigün Dergisi’nde sohbet, deneme, gezi yazıları yayımladı.
Atatürk'ün ölümünden sonra, İsmet İnönü'nün teklifiyle tekrar politikaya dönmüştür. V. Dönem (Ara Seçim),VI. Dönem Çankırı, VII., VIII. Dönem İstanbul ve IX. Dönem Kars Milletvekilliği yapmıştır. Milletvekilliği sırasında Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği yaptı, partisinde Grup Başkan Vekilliğine seçildi, Türk Basın Birliği Başkanı oldu. CHP'nin siyasi görüşlerini savundu.
1943-47 yılları arasında Tanin Gazetesi'ni tekrar yayınladı. Gazetede 3 Aralık 1945 günü yayımlanan makalesinde komünizm propagandası yapmakla suçladığı Tan Gazetesi'ni açıkça hedef olarak göstermiş, ertesi gün Sabiha Sertel'i Moskova'nın emrinde biri olarak tanıtmıştı. O gün, Türk basın tarihinde Tan Gazetesi Baskını diye anılan olay gerçekleşti. Tan Matbaası'nın basılmasıyla başlayan olaylar dizisinde makalesinin büyük rolü olduğu kabul edilir. Yalçın, bu olay sonrasında, olay hakkında hiçbir yorum yapmamıştır. Tanin, 14 Kasım 1947 günü 1542. sayısı ile yayınına son verdi.
Tanin Gazetesi'ni kapadıktan sonra 11 Eylül 1948'den itibaren CHP’nin resmi yayın organ olma özelliği taşıyan Ulus Gazetesi'nde başyazarlık yaptı. En önemli polemiklerini Cumhuriyet’teki Nadir Nadi ile yaptı. Ulus, Yeni Ulus adı ile 8 Aralık 1953'de yeniden yayınına başladığında, bu gazetenin de başyazarlığını yaptı. Ulus'ta yayınlanan bir yazısı nedeniyle dokunulmazlığı kaldırıldı.
Demokrat Parti yönetimine karşı bir yazısından dolayı 1954'de 79 yaşında tutuklanarak hapse girdi ve kısa süre sonra Cumhurbaşkanı tarafından bağışlanarak çıktı. Hapishane'den çıktıktan sonra da yazı yazmayı ve iktidarı eleştirmeyi sürdürdü. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili adayı oldu ancak seçimlerin sonucunu öğrenemeden 18 Ekim 1957 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. Cenazesi, Feriköy Mezarlığı'na defnedildi.
Mihail Lermontov
Mihail Yuryeviç Lermontov (15 Ekim 1814 - 27 Temmuz 1841), Rus yazar ve şair.
Emekli bir subayın oğlu olarak dünyaya gelen Lermontov, bir süre Moskova Üniversitesi'ne devam etti. Üniversite yılları Lermontov'a, toplumsal sorunların büyük bir heyecanla tartışıldığı çok canlı bir entelektüel ortamdan yararlanma fırsatı sağlamıştır.
1832 yılında üniversiteden ayrılmış, Harp Okuluna kaydolmuştur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olup Sankt-Peterburg'da hafif süvari olarak askerlik kariyerine başlamıştır. 1837 yılında Puşkin'in bir düelloda öldürülmesi üzerine derinden etkilenerek "Şairin Ölümü" adını verdiği bir şiir kaleme almıştır. Ne yazık ki dönem, öncelikle monarşinin sınırsız yetkilerinin bir anayasayla sınırlandırılmasını savunan akımların ve genelde tüm ilerici, özgürlükçü düşünce ve etkinliklerin yoğun baskı altında tutulduğu bir dönemdir. Lermontov da bu şiirinde Puşkin'in bir düello sonucu ölümünü cinayet olarak nitelemekte ve Çarlık yönetimin suçlamaktadır. Bunun üzerine tutuklanarak Kafkasya'daki bir birliğe sürülmüştür.
1838 yılında sürgün cezası kaldırılan Lermontov St. Petersburg'a döndü ve kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girdi. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov'a, Puşkin'in ardılı gözüyle bakılmaya başlanmıştır. "Çağımızın Bir Kahramanı" adlı romanıyla da büyük bir beğeni toplamıştır.
1840 yılın başlarında St. Petersburg'daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg'dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturdu. Çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya'ya sürgüne gönderdi.
1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg'a dönen Lermontov, umut doludur. Bir dergi çıkartmak konusunda girişimlerde bulunur. Ne var ki izin süresinin bitiminde görev yerine dönmesi için kesin emir alacaktır. Yolculuk sırasında hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte 27 Ekim 1841 günü, kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda yaşamını yitirir. Özgürlükçü aydın kesimde, tıpkı Puşkin gibi bir düello sonucu genç yaşta ölmesi, derin bir üzüntüye neden olmuştur.
Yirmi yedi yıllık kısa yaşamına karşın Lermontov, şiirleri, tiyatro oyunları ve romanıyla Rus edebiyatının gelişimi üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Kendisinden sonraki pek çok Rus edebiyatçı üzerinde Lermontov'un etkilerini görmek mümkündür. Fransız özgürlükçü düşüncesinden belirgin biçimde etkilenen aydın bir edebiyatçıdır.
Mihail Lermontov birçok dil biliyormuş. Rus dili ile birlikte Almanca, Fransızca, Azerice, Gürcüce, Biliyormuş.
Hizbullah (Lübnan)
Hizbullah, (Arapça: حزب الله, Allah'ın Partisi) (Allah'ın Hizbi) Lübnan'da bulunan, hem sivil hem de askeri kanadı olan Şiî inançlı ve her türlü Şiilik görüşe sıcak yaklaşan siyasi ve askeri parti. 1982 yılında başta İsrail'i, o zamanlar işgal etmekte olduğu Güney Lübnan'dan çıkartmak ve ardından bu İsrail'i yıkmak amacıyla kurulmuştur. Hizbullah'ın şu andaki genel sekreteri Hasan Nasrallah'dır.
Hizbullah siyasi ve silahlı mücadele kanatlarının yanı sıra fakir Lübnan halkına yardım amacıyla birçok kurumlar da işletmektedir. Bunların arasında 8 hastane, 24 klinik, 32 okul ve 6 tane de çiftçiler için tarım yardım derneği bulunmaktadır.
Ayetullah Humeyni taraftarlarının İran'daki Devrimini Orta Doğu'da yayma amacı da taşıyordu.
Genelde Arap ve Müslüman dünyasında yasal bir direniş örgütü olarak kabul edilen Hizbullah ABD, Kanada, İsrail ve Avustralya, Suudi Arabistan tarafından terörist ilan edilmiştir. Avrupa Birliği Konseyi ise bu konuda kesin bir tutum almamayı tercih etmiştir.
Hizbullah'ın kendine has bir örgüt olarak ortaya çıktığı tarih kesin olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmacılar 1982 tarihini esas almaktayken, diğer araştırmacılar ise 1985 yılına kadar Hizbullah'ın çok sayıda küçük grubun ortak adı olarak kullanıldığını kabul etmektedirler. Zamanla bu küçük gruplar tek bir bayrak altında toplanarak Hizbullah'ı oluşturdular.
Lübnan İç Savaşı boyunca Hizbullah ABD ve Avrupa askerlerinin Lübnan'dan atılması amacıyla birçok eylemde bulundu. 1983 yılında ABD Elçiliğine yapılan bir saldırı sonucu 17'si Amerikalı 63 kişi öldü. Aynı yıl içinde ABD kışlalarına yapılan saldırıda 241 Amerikalı asker öldü. ABD tamamen kanıtlanmamış olduğu halde Hizbullah'a para yardımı yaptığı gerekçesiyle bu saldırılardan İran'ı sorumlu tuttu. Bu saldırılardan kısa bir süre sonra ABD bütün askerlerini Lübnan'dan geri çekti.
1990 yılında Lübnan'da imzalanan Taif Antlaşması'yla iç savaş son buldu. Ancak Taif antlaşmasında Lübnan'daki bütün silahlı grupların silahlarını bırakması öngörülmesine rağmen Hizbullah silahları bırakmadı. Güney Lübnan ordusu ve İsrail'e karşı gerilla savaşını sürdürdü. 15 Mayıs 2000 tarihinde İsrail Lübnan'dan tamamen geri çekildi. Fakat Suriye Ordusu Lübnan'daki varlığını sürdürdü.
14 Şubat 2005 tarihinde eski Lübnan başbakanı Refik Hariri suikast sonucu öldürüldü. Suikastın sorumluları kesin olarak belirlenemedi. Ancak olayda Suriye'nin parmağı olduğu görüşü bazı kaynaklar tarafından ileri sürüldü. Halkın tepkisi ve uluslararası baskı sonucu Suriye, Nisan 2005'te Lübnan'dan geri çekilmek zorunda kaldı.
Mayıs 2005'te yapılan seçimlerde Hizbullah oylarını büyük ölçüde arttırdı ve Temmuz 2005 yılında kurulan Ulusal Birlik hükümetinde yer aldı. Ancak Hizbullah ile İsrail arasında sınır bölgelerinde çatışmalar zaman zaman devam etti.
İbraniler
İbraniler, geçmişte, günümüzün Suriye ve Mısır'ından Kuveyt'e kadar olan topraklarda yaşamış kadim bir halk. İbrani asıllı halk olarak genellikle İsrailoğulları, Edomitler, Midianitler ve Yoktanitler anılır. Günümüzde sadece İsrail halkı İbranice konuşur.
Yahudi kutsal kitabı Tanah veya Hristiyanlık'taki adıyla Eski Ahit'te sıkça bahsi geçen İbranilerin soyunun Yakup'tan geldiğine inanılır. Tanah'a göre Yakup'a Tanrı tarafından İsrail ismi verilmiştir. Kur'an'da da İsrail ismi Yakup yerine kullanılmıştır. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmişlerdir. MÖ 1300 yıllarında Mısır'dan çıktıktan sonra Yehuda ve İsrail krallıklarını kurmuşlardır.
Bu isim ile genellikle Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya bölgesinde bulunan |
Habur ovasından gelen halk kastedilmektedir. Museviliğin anlatımlarına göre ilk İbraniler İbrahim'in doğduğu şehir olan tarihî Sümer şehri Ur'dan gelmişlerdir.
Ur şehrinde İbrahim döneminde de Arap Yarımadası'ndan buraya göçmüş olan Sami halklar çoğunluktaydı fakat yönetici sınıf genellikle Sümer asıllılardan oluşmaktaydı. Araplar gibi, İbraniler ve Kenanlılar da Sami halklardandır. Her iki tanımlamanın, yani Arap ve İbrani adlarının her iki dilde göç etmek ya da geçmek anlamına gelen " 'abara " kelimesinden geldiği sanılır. Arapçadaki 'عبرى' ('ibrî) kelimesi İbranî anlamındadır. Arap anlamına gelen 'عربى' ('arabî) kelimesinin bu sözcüğün bir göçüşmesi olduğu sanılıyor. İbranilerde tek tanrı inancı vardı.
İbranîlerin dili İbranice, Hami-Sami Dil Ailesi'nin kollarından olan Sami dilleri'ne mensuptur. Kenan bölgesindeki dilsel oluşuma da önemli ölçüde tesir ettiği varsayılır .
İbrani bedeviler çadırlarda yaşamakta ve geçimlerini tarım ve hayvancılık ile sağlamaktaydılar. Dini yazıtları ve gelenekleri Museviliğin temelini oluşturur.
Bahattin Şakir
Bahattin Şakir (d. 1874 - ö. 17 Nisan 1922), Türk doktor, siyasetçi.
II. Meşrutiyet döneminde, mebus veya nazır unvanı taşımamış olmakla birlikte, İttihat ve Terakkî’nin "Kâtib-i Mes’ul"lerinden biri olarak devrin önde gelen siyasetçileri arasında yer almıştır. İttihat ve Terakkî içindeki ünlü ""Doktorlar grubu""nun üç önemli isminden birisi olmuş (diğerleri Doktor Nazım ile Doktor Rüsuhi Dikmen’dir); Cemiyet’in Türkçü-Turancı kanadında yer almış, bir ideolog olmaktan çok teşkilatçı kimliğiyle ön plana çıkmıştır.
Teşkilât-ı Mahsusa’nın kurucularından olan Bahattin Şakir, örgütün siyasî bölüm şefi olarak görev yapmıştır.
Türkiye’de adlî tıpın kurucularındandır ve ülkedeki ilk telif Adlî Tıp ders kitabının yazarıdır.
I. Dünya Savaşı’nın ardından Ermeni tehcirinde oynadığı rol nedeniyle İtilaf Devletleri etkisindeki mahkeme tarafından idama mahkum edilince yurt dışına çıkmış, Berlin’de Ermeni teröristler tarafından öldürülmüştür.
1870’te Bulgaristan’ın İslimiye kasabasında dünyaya geldi.
Askeri Tıbbiye’yi 1894’te tabip yüzbaşı olarak bitirdikten sonra Fransa’da Adlî Tıp alanında uzmanlık eğitimi aldı. 1900’de aynı okulda Adlî Tıp Muavini oldu. O yıllarda adlî tıp ve ruh sağlığı birlikte ele alınıyordu. Dr. Mustafa Hayrullah Bey (Diker) ile birlikte bu yeni alanın öncülerinden birisi oldu.
Bahattin Şakir, Tıbbiye’deki görevine ek olarak Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin özel hekimliğini de yapıyordu. Bu arada Ahmed Celalettin Paşa’nın maiyetine girdi. Ahmet Rıza ve İttihat ve Terakkî Cemiyeti ileri gelenleri ile ilişki kurdu. Ahmed Celalettin Paşa’nın muhalefete katılmasından sonra İttihatçılarla ilişkili olmasından ve meşrutiyeti savunuyor olmasından dolayı Erzincan’a sürgüne gönderildi. Cemiyete gönderdiği yardımın ortaya çıkması üzerine tutuklandı, ardından da Trabzon’a sürüldü. 1905’te Mısır’a, oradan da Paris’e kaçtı.
Dr. Nazım ile tanışması bütün hayatını değiştirdi; yaşamı artık İttihat ve Terakkî örgütü ile bütünleşti. Paris’te ve bir ara gizlice geldiği İstanbul’da İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin çalışmalarının canlandırılmasında Ahmet Rıza ile birlikte etkin rol oynadı.
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a ve Askeri Tıbbiye’deki eski görevine döndü. Türkiye’nin ilk telif adlî tıp ders kitabını yazdı. 1909’da askeri ve sivil tıbbiyelerin birleştirilmesi ile kurulan Haydarpaşa Tıp Fakültesi’nde adlî tıp müderrisi oldu. Ertesi yıl tıp fakültesi ikinci reisliğine seçildi.
Daha önce Kahire ve Paris’te çıkan Şurayı Ümmet gazetesinin yayımını 1910-1921 yıllarında İstanbul’da sürdürdü. Bu arada "Ali Kemal Davası" ve "Kanuni Esasimizi İhlal Edenler" adlarıyla imzasız olarak yayımladığı kitaplarında karşıtlarını sert bir dille eleştirdi.
Balkan Savaşında Edirne’nin Bulgarlar tarafından kuşatılması sırasında oradaki hastanede başhekim olarak çalıştı (1912). Edirne’nin işgali üzerine tutsak düştüyse de bir süre sonra serbest bırakıldı.
1913’te kurulan Teşkilatı Mahsusa adlı gizli örgütün siyasî bölüm şefliğine getirildi. Aynı yıl Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyesi’ne bağlı olarak kurulan Tababet-i Adliye Müdürlüğü’ne ve Tababet-i Adliye Encümeni reisliğine getirildi.
Hükûmet tarafından 14 Mayıs 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu’nu uygulama görevi Teşkilat-ı Mahsusa örgütüne verilmişti. Teşkilatın bölüm şefi Bahattin Şakir, 1910’daki Jön Türk Kongresi’nde Ermeni tehcirini gündeme getiren kişi idi. Kanunun çıkmasından sonra tehciri planlayıp uygulayan asıl kişi oldu.
Mondros Mütarekesi’ndan sonra ""Nemrut Mustafa Divanı"" adıyla anılan mahkeme tarafından gıyabında yargılanarak "savaş çıkarmak" ve " Ermeni katliamı" nedeniyle idama mahkûm edildi. 2 Kasım 1918’de Enver Paşa ve Talat Paşa ile birlikte bir Alman savaş gemisiyle Sivastopol üzerinden Berlin’e kaçtı.
Berlin’den Rusya’ya gitmeye karar veren Enver Paşa ile birlikte uçakla Moskova’ya gitmek üzere hepsi çeşitli kazalarla sonuçlanan birçok deneme yaptıktan sonra Cemâl Paşa ile bir Rus esir kafilesine katıldı ve bu yolla Moskova’ya gitmeyi başardı.
Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katıldı. İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı’nın Bakü temsilcisi oldu. 1921 ilkbaharında bu örgütün Moskova’da yapılan kongresine katıldıktan sonra Almanya’ya döndü.
17 Nisan 1922 günü Berlin’de Cemâl Azmi Bey ile birlikte Ermeni teröristler tarafından öldürüldü. Mezarı, Berlin Türk Şehitliği’ndedir.
1926’da Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti, Ermeni teröristler tarafından siyasî nedenlerle öldürülenlerin ailelerine yardım etmek için bir yasa çıkardı. Meclisin kabul ettiği listede Talat Paşa, Cemâl Paşa, Cemâl Azmi Bey, Cemâl Paşa’nın yaveri Süreyya ve Nusret Beyler ve Sait Halim Paşa ile birlikte Bahattin Şakir de yer aldı.
Hayatı, Hikmet Çiçek tarafından ""Dr. Bahattin Şakir : İttihat ve Terakki’den Teşkilatı Mahsusa’ya Bir Türk Jakobeni"" adıyla 2004 yılında kitap olarak yayınlandı.
SIL International
SIL International (önceleri "The Summer Institute of Linguistics" olarak bilinmekteydi) Ana amacı az bilinen azınlık dillerini dilbilimi yöntemlerine uygun olarak araştırmak, desteklemek ve belgelemek olan Evangelist organizasyon. Araştırma sonuçları ethnologue.com adresinde duyurulmaktadır. SIL'in felsefesi "hiçbir dil önemsiz değil" dir. 50'den fazla ülkede 6000'in üzerinde üyesi vadır.
Merkezi ABD'nin Dallas şehrindedir.
SIL International, çalışmalarına ilk olarak 1934 yılında ABD'nin Arkansas eyaletinde daha sonra Wycliffe Bible Translators ("Wycliffe İncil Çevirmenleri") ismini alacak olan misyonerlere temel dil bilim, antropoloji ve çeviri konularında verilen bir yaz eğitiminde başlamıştır. Kurucusu geçmişte Guatemala'da misyoner olarak bulunmuş dil bilimci William Cameron Townsend'dır.
Gökçe tuygun
Gökçe tuygun veya gök doğan ("Circus cyaneus"), atmacagiller (Accipitridae) familyasının tuygunlar (Circinae) alt familyasına ait bir yırtıcı kuş türü.
Bu türün erkek bireylerinin mavimsi kül grisi renkleri görülmeye değerdir. Havada diğer yırtıcılardan ayırt ederken, kanatların bir şahine kıyasla zarif yapısına ve V şeklindeki uçuş formuna dikkat çeker. Erkek bireyler alttan bakıldığında gövde beyaz, kanat uçları siyah ve kafa gri renkte görülür.
Yüzlerindeki baykuşu andıran oval bölge, avlarını ses dalgaları yardımı ile bulduklarını anlamamıza yardımcı olur.
Yuvalarını ağaçlar yerine toprak üzerine yaptıkları için tarımsal faaliyetlerden ve meraklı hayvanlardan dolayı soyları dünyanın birçok yerinde tehlike altındadır.
Kirkor Zöhrap
Kirkor Zöhrap Efendi (veya "Krikor Zohrab", 26 Haziran 1861 - 1915), Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda 3 dönem İstanbul mebusluğu yapmış, Ermeni Kırımı esnasında öldürülmüş Ermeni asıllı Osmanlı siyâsetçisi, hukukçusu ve yazarıdır.
26 Haziran 1861'de İstanbul'un Beşiktaş semtinde doğdu. İlkokula, 1867'de semtin Makruhyan Ermeni Okulu'nda başladı. 1870 yılında babasının ölümü ve annesinin tekrar evlenmesiyle taşındıkları Ortaköy semti'nde, Tarkmançats Ermeni Okulu'na devam etti. Edebiyat öğretmeni şair-yazar Tovmas Terziyan'ı örnek alarak, şiirler ve kompozisyonlar yazmaya başladı. 1873 yılında mali sıkıntılardan dolayı Tarkmançats Okulu kapanınca, Katolik Lusaroviçyan Okulu'na geçti. 1876 yılında Galatasaray Mekteb-i Sultani'sinin Mühendislik bölümüne girdi. İlk yazıları Ermenice yayınlanan Lrakir gazetesinde 1878'de yayınlandı. 1879 yılında Ingenieur des Ponts et Chaussées [inşaat mühendisi] diploması alarak mezun oldu. 1880'de üvey babası avukat Avedis Yordamyan'ın bürosunda ona yardım etmeye başladı ve Galatasaray Sultanisi Hukuk Bölümü'ne kaydoldu. 1881'de Darülfünun'un yeni açılan Mekteb-i Hukuk'una geçerek üç yıllık eğitimini 1883'de tamamladı. 1884 yılında Edirne'ye gidip vilayet nezdindeki özel kurul önünde verdiği sınavla "birinci sınıf avukat" diplomasını aldı.
1885 yılında Klara Yazıcıyan'la evlendi. Ayrı bir ev kurarak Kandilli'ye yerleştiler, dört çocukları oldu. En son Istanbul Ayazpaşa Gumussuyu apt. kat 3'da oturdular.
Mizah yazarı Hagop Baronyan'ın başyazarlığında, Ermenice Yergrakunt [Yerküre] edebiyat dergisini çıkardı. Dergi, daha sonra yazar Yeğya Demircibaşyan'ın yönetiminde 1889 yılına kadar yayınlandı. Sırpuhi Düsap'ın kadın eşitliğini ve özgürlüğünü savunan romanı Mayda'nın yayınlanması üzerine, Zöhrab, Yergrakunt'ta bu eseri ve yazarını ağır bir şekilde eleştirdi. Devrin saygın öğretmenlerinden Reteos Berberyan'ın aynı dergide Düsap'ı savunan yazısına da, sert bir karşılık vermekten çekinmedi. Bu arada "Hukuk-u Ceza Müruru Kanunu" konulu ilk mesleki çalışması yayınlandı. Arpiar Arpiaryan'dan ve realizm akımından etkilendi; eğitici, halkı bilinçlendirici yazılar yazmaya yöneldi. Yergrakunt'ta "Anhedatsadz Serunt Mı" (Yok Olan Kuşak) adlı romanı tefrika edildi.
Gülizar adlı bir Ermeni kızını kaçıran, köyleri talan eden Musa Bey aleyhinde, İstanbul'a gelerek dava açan Gülizar ve 50 Muşlu Ermeni'nin açtığı Gülizar Davasına Vıramşabuh Manuşyan ve Simon Tıngıryan'la birlikte 1889 yılında avukat tayin edildi. A. Arpi |
aryan'ın kurduğu Hayrenik (Vatan) gazetesinde yazmaya başladı. 1892'de ise Hırant Asadur ve Dikran Gamsaragan'la birlikte Masis haftalık dergisini çıkardı; ertesi yıl dergi kapanınca uzun süre yayın dünyasından uzak kaldı. Zareh Yusufyan'ın 1898'de tekrar yayına soktuğu Masis'in yayın kurulunda Sibil ve Hırant Asadur ile birlikte yer alarak, ilerici, aydınlatıcı, dürüst, halktan yana bir yayın politikası izledi. Birçok öykü kaleme aldı.
Tarihi Dreyfus Davası için Fransızca bir savunma hazırlayıp, 1899'da Dreyfus'u savunan Yahudi Komitesi'ne gönderdi. Komiteden bir teşekkür mektubu ve Dreyfus portreli altın bir madalya aldı. Bir süre sonra, avukatlığı engellendiği, rejimle de barışık olmadığı için 1908'de Fransa'ya gitti. Ardından, II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte İstanbul'a döndü. Avukatlığın yanı sıra Darülfunun'da Ceza Hukuku müderrisliği yaptı, Ceza Kanunu'nda değişiklik yapacak komitede yer aldı.
Kirkor Zöhrab, bir sebeple Marcel Leart takma adını kullanarak, Osmanlı Devleti'ndeki Ermeni nüfusun miktarları hakkında (yüksek gösteren) tezler ileri süren 1913'te Fransızca olarak "La Question Armenienne a la Lumiere des Documents" (Belgeler Işığında Ermeni Sorunu) adıyla yayınlanan bir kitap çalışması hazırladı.
1909 yılında Azadamard'da (Özgürlük Mücadelesi) yazmaya başladı. "Eçer Uğevori mı Orakren" (Bir Yolcunun Güncesinden Sayfalar) başlığı altında Avrupa gezi notlarını tefrika etti. Osmanlı Hürriyet ve Teavün-ü Millî Cemiyeti'ne üye oldu. Prens Sabahattin'in Ahrar Fırkası paralelinde, liberal fikirleri ve etnik gruplar arasında eşitliği savundu. Önce Ermeni cemaat meclisine üye seçildi, sonra üç kez seçim kazanarak yedi yıl üyeliğini sürdürdüğü Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında İstanbul mebusluğu yaptı. Milletler arasında dost ve kardeşçe ilişkilerin ve toplumsal eşitliğin kökleşmesi anlayışına bağlılığıyla, bu yönde düzenlemeler yapılmasına çalıştı. Doğu vilayetlerinde can ve mal güvenliğini sağlayacak reformların önemini savundu. Güçlü bir donanma kurulması, gayrimüslimlerin de askere alınması, "gayrimeşru çocuk" kavramının terk edilmesi, kadınlar lehine yasal değişiklikler yapılması yönünde ve daha birçok konuda etkili Meclis konuşmalarıyla tanındı. Genellikle İttihat ve Terakki ile aynı paralelde oy kullandı. 1909 Adana olayları, Türk-Ermeni ilişkileri konularında dikkatle incelenmesi gereken konuşma, tutum ve raporları bulunmaktadır.
Kirkor Zöhrab, Osmanlı Devleti'ni yönetmekte olan İttihat ve Terakki hükümeti tarafından 14 Mayıs 1915´te çıkarılan Ermeni Tehciri politikası çerçevesinde 21 Mayıs 1915 günü tutuklandı. Erzurum mebusu Vartkes Hovhannes Serengülyan'la birlikte Diyarbakır'da Divan-ı Harp önüne çıkarılmak üzere trene bindirildi. Önce Konya'ya, ardından Adana ve Halep'e gönderildi. Halep'te, iki mebusun yakın arkadaşı olan vali Mehmed Celal Bey tarafından bir otele yerleştirilmiş ve İstanbul'a dönebilmeleri için Celal Bey ve diğer bazı Türk dostlarınca Talat Paşa ve Cemal Paşa'lar nezdinde girişimler başlatılmıştır. Ancak, bir kaynağa göre, İstanbul'a geri çağrılan vali Celal Bey olmuş, aynı gün iki Ermeni mebus Urfa'ya gönderilmiştir. Urfa'da, bir kaynağa göre, hapiste tutulan mebuslar, aynı kaynağa göre, Osmanlı mebusu Mahmut Nedim Bey'in evinde yemeğe davet edilmiş iken, polislerce yemek esnasında götürülmüşlerdir. Birinde iki mebus, diğerinde Urfa piskoposu Ardavast Kalenderyan ve şehrin iki Ermeni ileri geleni olmak üzere, iki araba halinde hareket edilmiş, Karaköprü (veya Şeytan Deresi) mevkiinde yolları çeteci Çerkes Ahmet ve yardakçıları Nazım ve Halil tarafından kesilmiş ve iki mebus öldürülmüştür. Çerkes Ahmet'in anlattıkları seneler sonra "Yeni İstiklal" gazetesinde neşredilmiştir. Ahmet şu kelimelerle itirafta bulunmuştur -...sonra, "Zohrab'ı tuttum, ayağımın altına aldım, taşla başına vura vura gebertdim". Ölümlerden sonra yeni Halep valisi Mustafa Abdülhalik, Sevkiyat Müdürü Abdülahad Nuri Bey, Urfa mutasarrıfı ve Şevket Paşa gibi askeri yetkilileri aylarca meşgul eden resmi soruşturma ve dosya tekemmülü sürecinin ve çetebaşı Çerkes Ahmet'in Ahmet Refik Altınay'a verdiği 29 Aralık 1918 tarihli İkdam Gazetesi'nde yayınlanan bilgilerin oluşturduğu bu karışık cinayet anlatımları dışında bilinen, Zöhrap'dan alınan en son haberin karısına yolladığı 15 Temmuz 1915 tarihli mektup olduğudur. Zöhrab'ın Urfa belediye doktoru Tahsin imzalı kalp krizinden ölüm ifadesi taşıyan sertifikası 20 Temmuz 1915 tarihini taşımaktadır (Zöhrab'ın kalp rahatsızlığı bilinmekteydi ve Vartkes'in eşi yeni doğum yapmıştı). Zohrab ve Serengülyan'ın ölümleri olayı 28 Kasım 1916'da Meclisi Mebusan'da da gündeme getirilmiştir.
Kirkor Zöhrab'ın ölümünden kısa bir süre sonra, eşi Klara Yazıcıyan ve çocukları Dolores, Hermine, Leon ve Annen'in, Bulgaristan yoluyla Avrupa'ya gitmelerine izin verilmiş, çocuklarından Dolores Zöhrab, dönemin ABD biracılık sektörünün öndegelen isimlerinden Henry Leibmann'la evlenmiştir. Hayır işlerinde kendini göstermiş olup, Columbia Üniversitesi'nde Ermeni öğrencilere yönelik olarak ve özellikle Orta Doğu ve Asya dilleri ve kültürleri eğitimi için başlatmış olduğu kapsamlı bir burs programı ve 1987'de faaliyete geçmiş "Kirkor ve Klara Zöhrap Enformasyon Merkezi" (Krikor and Clara Zohrab Information Center) halen ailenin ismini yaşatmaktadır.
Süperpozisyon prensibi (matematik)
Süperpozisyon prensibi, lineer cebirde ve mekanikte "bir lineer sistemde sistemin lineer çözüm kombinasyonları, aynı lineer sistemin çözümüdür" şeklinde ifade edilen prensiptir. Süperpozisyon prensibine göre vektör alanlarında belli bir yer ve zamanda iki veya daha fazla vektör bir noktaya etkiyorsa vektörlerin meydana getirdiği yer değiştirmelerinin aritmetik toplamı toplam yer değiştirmeye eşittir.
Christian Otto Mohr
Christian Otto Mohr (d. 8 Ekim 1835 - ö. 2 Ekim 1918) Alman inşaat mühendisi. Mekanik'te Mohr Dairesi diye bilinen grafikleri ilk defa ortaya koyan kişi. Annesine düşkünlüğüyle tanınır.
Mohr Dairesi
Mohr Dairesi, eğik yüzeylerdeki normal gerilme ve kayma gerilmelerini veren formüllerin grafik ile gösterimidir. Alman mühendis Christian Otto Mohr tarafından ortaya konmuştur.
Eylemsizlik momenti
Eylemsizlik momenti veya atalet momenti (SI birimi kilogram metrekare - kg·m²), dönme hareketi yapan bir cismin dönme eylemsizliğidir.
Eylemsizlik momenti katı(bükülmez)cisimlerin, kendi rotasyon hareketlerindeki değişime karşı eylemsizliğini gösterir. Duran bir cismin eylemsizliği cismin kütlesi olduğu gibi, dönen bir cismin eylemsizliği de eylemsizlik momentidir. Eylemsizlik momenti kavramı iki başlık altında incelenir. Alan eylemsizlik momenti ve kütlesel eylemsizlik momenti:
formula_5 kütleli noktasal bir cisim formula_6 uzaklığındaki bir eksen etrafında dönerse bu cismin eylemsizlik momenti formula_7 olarak tanımlanır. Eğer cisim çok sayıda parçacıktan oluşmuşsa her bir parçacığın formula_7 si toplanarak cismin eylemsizlik momenti bulunur. Yani cisim sonsuz küçüklükteki formula_9 kütlelerinden meydana geliyorsa bu cismin eylemsizlik momenti
formula_10 olur.
Örneğin formula_11 boyundaki formula_12 kütleli düz bir çubuğun kütle merkezinden geçen eksene göre eylemsizlik momenti şöyle hesaplanır:
formula_20 bulunur.
Paralel eksenler teoremi, kütle merkezinden geçen eksene göre eylemsizlik momenti bilinen bir cismin bu eksenden formula_21 uzaklıktaki eksene göre eylemsizlik momentini bulmaya yarar. Bu teoreme göre
formula_22
Örneğin bir çubuğun ucuna göre eylemsizlik momenti paralel eksenler teoremi kullanılarak şu şekilde hesaplanır:
Çubuğun kütle merkezine göre eylemsizlik momenti formula_20, çubuğun ucu, merkezden formula_24 uzaklıkta. Denklemde bunları yerine koyarsak
formula_25
Bu sonuç bir çubuğu; merkezinin etrafında döndürmenin, ucunun etrafında döndürmeye göre daha kolay olduğunu gösterir.
Kütle, bir cismin öteleme hareketindeki eylemsizliğidir. Eylemsizlik momentiyse dönme hareketindeki eylemsizliktir. Bu ikisi arasındaki benzerlik hareket formüllerinde görülebilir.
Aşağıdaki hesaplamalarda cisimlerin homojen oldukları kabul edilmiştir.
NOT: Dönme ekseni aksi belirtilmedikçe kütle merkezi olarak kabul edilecektir. I dönme eksenin x ekseni,I dönme eksenin y ekseni, I dönme eksenin z ekseni olduğunu gösterir.
||—
(Örneğin: formula_31
Burada : formula_32 x ve y'nin fonksiyonu olarak kütle yoğunluğu'dur.).
Hazımsızlık
Hazımsızlık, karnın üst bölgesinde ağrı, erken doyma, şişkinlik ve bulantı hissi gibi yakınmalara dayalı sağlık sorunudur.
Tonik
Tonik, müzik teorisinde, bir müzik ölçüsünün ilk notasıdır ve müzikal kompozisyonda oldukça önemlidir. Tonik notanın üçlü şekline tonik akor denir ve en önemli akordur.
İsmail Cem Doğru
İsmail Cem Doğru (Hatay, 7 Haziran 1975) şair, edebiyatçı. Hatay’ın Samandağ ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimimi Hatay’da tamamladıktan sonra Yüksek Öğrenimim için İstanbul’a gitti. Eğitimini Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi'nde tamamladı.
Şiirleri ve yazıları Varlık, Yasakmeyve, Öteki-siz, Patika, MorTaka, CumhuriyetKitap, Yaratım, Akatalpa, Damar gibi dergilerde yayımlandı. 1993 yılından başlayarak çeşitli radyolarda kültür ve edebiyat içerikli programlar yaptı.
2005 Rıfat Ilgaz şiir yarışmasında Başarı Ödülünü aldı.
Konstrüktivizm
Yapılandırmacılık ya da İnşacılık'ın (Konstrüktivizm'in) farklı kullanımları mevcuttur:
Siber
Siber terimi sibernetik kökeninden gelmektedir. İlk olarak 1958 yılında, canlılar ve/veya makineler arasındaki iletişim disiplinini inceleyen Sibernetik biliminin babası sayılan Louis Couffignal tarafından kullanılmıştır.
İnternetin tam karşılığı olarak kullanılan siberuzay (cyberspace) terimiyse ilk olarak Kanadalı ünlü bilim kurgu yazarı William Gibson tarafından bir bilgisayar korsanının "matrix" adı verilen bir bilgisayar sistemine sızarken yaşadıklarını anlatan Neuromancer adlı romanda kullanılmıştır. Bu ünlü roman aynı zamanda sanal gerçeklik (virtual reality), yapay zekâ (artificial intelligence) ve genetik mühendisliği (genetic engineering) gibi kavramların da il |
k olarak işlendiği eserdir.
İnterneti anlatan "sanal âlem" ve "siber âlem" kavramlarının ikisi de doğru birer önermedir. İnternet, iletişim yöntemi açısından siber, yarattığı ortam açısından sanaldır.
Siber terörizm
Terörün yeni iletişim araçlarını kullanarak alacağı şekle işaret etmektedir. Mehmet Özcan siber terörü şöyle tanımlamaktadır:
"Siber terörizm ise belirli bir politik ve sosyal amaca ulaşabilmek için bilgisayar veya bilgisayar sistemlerinin bireylere ve mallara karşı bir hükümeti veya toplumu yıldırma, baskı altında tutma amacıyla kullanılmasıdır."
Siber terörizmi klasik anlamda terör eylemlerinin bilgisayar ve bilgisayar sistemleri kullanılarak icra edilmesi olarak tanımlamak da mümkündür.
Yeşilova Höyüğü
Yeşilova Höyüğü İzmir'in en eski yerleşim birimidir. Bornova ilçesinin Karacaoğlan mahallesinde, Manda çayı kıyısında bulunan bir höyüktür. Yer olarak Işıkkent Eğitim Kampüsü'nün doğusuna, Bornova Anadolu Lisesi'nin güneybatısına düşmektedir. Yerleşim olduğu dönemlerde İzmir Körfezi iki kilometre daha içerdeydi, bölge bugünkünden daha sulaktı ve daha zengin bir flora ile faunaya sahipti. Bornova Ovası'nın orta kesimindeki Yeşilova Höyüğü, Yassıtepe Höyüğü ve İpeklikuyu Höyüğü, günümüz İzmir'inde ilk düzenli yerleşimlerin olduğu noktalardır. Diğer yandan alan olarak bakıldığında Batı Anadolu'daki en büyük yerleşimdir. Günümüzde, Bornova Ovası yüzeyinin 4-5 metre altında kalmış durumdadır.
Höyüğe yerleşen ilk topluluk, en az bin yıl boyunca seller ve yangınlara karşın yerleşimi terk etmemiş, köylerini sekiz kez yeniden inşa etmişlerdir. Nüsuf artışı, 400 metre kuzeyde Yassıtepe Höyüğü'ne bir köy kurmayı gerektirmiştir. Bu bölgede avcılığın yanı sıra yabanıl buğday yetiştirip sığır otlatmışlardır.
Nisan 2009 tarihinden itibaren Bornova Belediyesi'nin düzenlemeleri ile grup halinde öğrencilere, günümüzden 8.500 yıl önce günlük yaşamı, evleri, kullanılan eşyaları yerinde göstermek için etkinlikler yapıla gelmektedir.
Höyük ilk olarak 2003 yılında belediyenin Buca'daki bir parka bölgeden toprak alması sonucu bulunmuştur. Resim öğretmeni olan Alibeke Özkan, Buca'daki parka gelen topraklar içerisinde arkeolojik kalıntılar bulup, bunları İzmir Arkeoloji Müzesi'ne teslim etmiştir. Toprağın nereden alındığı tespit edilmesi sonucunda Yeşilova höyüğünün yeri bulunmuştur. Kazılar, 2005 yılında İzmir Arkeoloji Müzesi tarafından başlatılmıştır. Bir yıl ara verildikten sonra 2008 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ortak girişimiyle Prof. Dr. Zafer Derin başkanlığında yeniden başlamıştır. Bu kazılar sonucunda 338 adet envanterlik ve etütlük eser bulunmuş ve müzeye teslim edilmiştir.
Höyükteki çalışmalar belirtilen kuruşların yanı sıra İzmir Büyük Şehir Belediyesi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü katılımıyla, sadece bir kazı olarak değil, "geleceğe yönelik planlı bir kamusal alan olması yönünde" geliştirilmektedir. Dolayısıyla faaliyetler, "kazı, eğitim, altyapı ve çevre düzenlemeleri ve yayın" faaliyetleri olarak sürdürülmüştür. Höyükteki kazılar 26.08.2010 tarihinde sona erdirilmiştir.
Kazılarda höyükte üç kültür katları saptanmıştır. Bu tabakalar yüzeyden itibaren I. kat Roma, Demir Çağı ve Tunç Çağı yerleşimleri, II. kat (1. ve 2. tabakalar) Kalkolitik Çağ ve III. kat (1. - 8. tabakalar) Neolitik Çağ olarak görülmektedir. III. kat, günümüzden 8 bin yıl öncesine tarihlenen Neolitik Çağ yerleşmesidir. En yoğun yerleşmeyi temsil eden bu tabakanın üstündeki günümüzden 6 bin yıl öncesine tarihlenen Kalkolitik Çağ yerleşmesi görülür. Manda Çayı'nın bu dönemde neden olduğu sık sel baskınları nedeniyle yerleşmenin terk edildiği, daha yüksekteki Bornova Höyüğü ve Yassıtepe Höyüğü gibi diğer yerleşimlere çekilindiği ileri sürülmektedir. Üst katlarda pithos mezarın bulunması, bölgenin Erken Tunç Çağı'nda mezarlık olarak kullanıldığını göstermektedir.
Höyüğün yayılma alanı, 2010 yılı kazılarında Neolitik Çağ'dan Roma Dönemi'ne kadar 100 dönüm olarak görülmektedir.
Neolitik Çağ'ı temsil eden III. kat bugünkü ova yüzeyinin 3-4 metre altında bulunmaktadır. En alt tabakalar olan 7. ve 8. tabakalarda dörtgen ve oval planlı, saz ve ağaç dallarından yapılma kulübelerde oturulduğu anlaşılmaktadır. Kulübelerin civarında ovak ve kül kalıntıları bulunmaktadır. Daha üstteki 5. ve 6. tabakalarda mimari olarak sadece taban kalıntılarına ulaşılabilmiştir. Yine çadır ve kulübe türünde barınaklar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Neolitik katın en üst üç tabakası (1.-3.) "zengin bir süreç" olarak tanımlanmaktadır. Bu tabakalarda ortaya çıkan değişim nüfus artışına bağlı olarak daha büyük aile gruplarının yaşadığı konutlar, diğer deyişle büyük boyutlu mimarinin ortaya çıkışıdır. Konut olarak tanımlanan bu kalıcı barınakların topoluluğun geliştirdiği geçim ekonomisiyle doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir. Özellikle 1. tabaka, höyüğün en uzun soluklu yerleşimi olarak görülmektedir. Neolitiğin son dönemi olarak kabul edilen ve MÖ 6000 - 5700 yıllarına tarihlenen bu dönemde 0,70 - 0,80 cm. derinlikte taş temeller üzerinde 5 x 6 ve 6 x 8 metre boyutlarında konutların yapıldığı saptanmıştır. Yan yana ama birbirinden ayrı yapılan bu konutlar bir avluya bakmaktadır. Taş temellerin üzerine duvarların, geleneksel malzeme olan kerpiçle değil, 10–15 cm. kalınlığındaki kalıplara dökülen killi toprak ve bitki kalıntılarından oluşan bir çamurla (mühre) yapıldığı anlaşılmaktadır.
Kazı başkanı Prof. Dr. Zafer Derin, kazılarda, bir müzeyi dolduracak kadar buluntu çıkarıldığını belirtmektedir.
Çakmak taşı'ndan kesici, delici, kazıyıcı aletler, ok uçları ve bıçaklar bulunmuştur. Ayrıca Höyücek kazılarında Neolitik tabakalarda bulunana benzer pişmiş topraktan yapılma bir ana tanrıça idolü bulunmuştur.
Kazılarda bulunan birçok mühürden birinin günümüzden 8.200 yıl öncesine ait olduğu belirlenmiştir.
Yeşilova Höyüğü kazıları ilginç buluntuları ortaya çıkarmıştır. Örneğin kil parçalarında çocuk ve kadın parmak izleri günümüze ulaşmıştır. Kil parçalarının günümüzden 8.500 yıl öncesine tarihlendiği bildirilmektedir. Bu kil topaklarının, çanak çömlek yapmak üzere yoğurulduğu düşünülmektedir. Öte yandan yerleşim sakinlerinin hayvan yağlarını, kilden kaplarda fitil kullanarak yaktıklarını, bundan aydınlatmada yararlandıkları ortaya çıkarılmıştır.
Çevrede bol bulunan serpantini hammadde olarak kullanılan bir balta atölyesi buluntular arasındadır. Çok güzel el işi örnekleri sergileyen çok sayıda, irili ufaklı balta ele geçmiştir. Ayrıca başka bölgelerden getirilen taşların da balta üretiminde kullanıldığı görülmüştür.
Hemen her evde öğütme taşları bulunduğu belirtilmektedir. Bu buluntu, yerleşmede canlı bir tarımsal faaliyet sürdüğünün bir işareti olarak kabul edilmektedir. Tarım ürünlerinin takas edildiği, karşılığında taş ve deniz ürünleri alındığı tespit edilmiştir.
Kazılarda ele geçen sığır ve küçük baş hayvan kemikleri, bölgede avlanan ya da yetiştirilen çok sayıda hayvan olduğunu göstermektedir. Ayrıca deri işlemekte kullanıldığı anlaşılan taş ve kemikten yapılma aletlerin varlığı, bir deri işleme geleneğinin yaygın bir biçimde sürdürüldüğüne işaret eder. Pişmiş toprak dokuma tezgâhı ağırlıklarıyla birlikte ele alındığında yerleşmede, hayvancılığa dayalı dericilik ve dokuma endüstrisinin geliştiği ileri sürülmektedir.
Höyükte Neolitik yerleşimin MÖ 5.700 yılı dolaylarında yaşanan bir yangından ve ardından gelen şiddetli bir sel baskınından sonra höyüğü terk ettiği anlaşılmaktadır. Sadece Yeşilova Höyüğü değil çevredeki tüm yerleşimler terk edilmiş görünmektedir. Bölge izleyen 300 yıl süresince iskan edilmemiştir.
Nişantaşı
Nişantaşı, İstanbul'un Şişli ilçesinde, merkezi, Valikonağı Caddesi ile Teşvikiye Caddesi-Rumeli Caddesi'nin kesiştiği kavşakta yer alan anıt taş olan, Meşrutiyet ve Teşvikiye mahallelerinin Vali Konağı çevresindeki bölümlerini kapsayan, ev sahipliği yaptığı dünyaca ünlü markaların mağazaları, cafeler ve eğlence mekanlarıyla tanınan semt. Gerek kuruluşu ve tarihi, gerekse coğrafi ve idari sınırları Teşvikiye ile büyük ölçüde iç içe geçmiş olan Nişantaşı, güneydoğusundan Maçka, güneybatısından Harbiye, batısından ve kuzeybatısından Osmanbey ve doğusundan Teşvikiye semtleriyle sınırlıdır.
"Nişantaşı" adı, İstanbul'un semt adları tipolojisinde kökeni bir alamete dayalı olanlar arasında yer alır. Teşvikiye Camii'nin avlusunda bulunan iki nişan taşından III. Selim'e ait olan en eskisi 1790-91, II. Mahmud'a ait olan ikincisi 1811 tarihini taşır. 1811 tarihli bir diğer taş da, bugün Topağacı'nda Nişantaşı-Ihlamur Yolu'nda, bir apartmanın ön bahçesinde kalmıştır.
Daha önce meskûn olmayan yöreye III. Selim'in ilk nişan taşını diktirmesinden sonra, 1794-95'te, bugünkü Teşvikiye Camii'nin bulunduğu yerde bir mescit yaptırdığına dair bilgiler vardır. Bu mescit, padişahın kalabalık topluluklar halinde nişan talimine çıktığı günlerde gündüz namazları için yapılmış olmalıdır.
III. Selim'den sonra gelen padişahlardan II. Mahmud ile Abdülmecid'in de yöreye aynı amaçlı ilgiyi sürdürdükleri biliniyor. Ancak Abdülmecid yörenin iskana açılması, başka bir deyişle şenlendirilmesinde ilk adımları atmış olmasıyla öncekilerden ayrılır.
Abdülmecid 1853-54'te Teşvikiye Camii'ni yenilettiği gibi burada bir mahalle kurulması isteğini de iki anıt taşa kazıttığı yazıyla belgelemiştir. Bugün biri Teşvikiye Caddesi'nde Harbiye Karakolu'nun yanındaki küçük boşlukta, diğeri Teşvikiye Caddesi-Rumeli Caddesi ile Vali Konağı Caddesi'nin kesiştiği kavşakta yer alan taşların üstünde "Eser-i avâtıf-ı Mecidiyye/Mahalle-i Cedide-i Teşvikiyye": günümüzün Türkçesiyle söylenirse "Abdülmecid'in karşılıksız iyilikseverliğinin eseri olan yeni Teşvikiye Mahallesi" yazısı vardır.
Abdülmecid'in yöreyle ilgisi Dolmabahçe Sarayı'na taşınmasıyla daha da artmış, 1857'de şehzadeleri Reşad Efendi (V. Mehmed Reşad), Kemaleddin Efendi, Burhaneddin Efendi ve Nureddin Efendi'nin sünnet düğünlerinin "Nişantaşı Sahrası"nda yapılmasını emretmiş, on iki gün süren "sûr-ı hümayun" gayet görkemli olmuştu. Ertesi yıl da kız |
ları Cemile ile Münire sultanların düğünleri yine Nişantaşı'nda yapılmış, çadırlarla donatılan alanda on beş gün süreyle tam bir şenlik yaşanmıştı.
Aradan bir on yıl geçtikten sonraki kayıtlarda ise artık Nişantaşı'nın imara açıldığı, ilk konakların yapılmaya başlandığı görülür. 1860-70'li yıllardan itibaren Nişantaşı bir konaklar ve saraylar semti olarak gelişecek, 1910'lardan başlayarak buna apartmanlar eklenecektir.
Nişantaşı'nın gelişmesi, İstanbul'un 19. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmesiyle tam bir uyum içersindedir. İki temel gelişme, iki ana aks üzerinde Nişantaşı'nı etkilemiştir. İlki sarayın önce Dolmabahçe'ye sonra da Yıldız'a taşınmasıdır. Bu olgu hanedan mensuplarını ve yüksek devlet görevlilerini yöreye çekmiştir. İkincisi, Nişantaşı'nın kentin en modern kesimi olan Pera'ya (Beyoğlu) yakınlığıdır. Batılılaşma yolundaki İstanbul'da Pera'ya yakın olmak, oradaki hayat tarzına karışmak bakımından da bir fırsattı. Bunu ifade eden iki ana aks, Maçka-Osmanbey ve Taksim-Nişantaşı aksıdır. Nişantaşı, meskûn hale gelmeye başlamasından bugüne kadar bu iki aks çevresinde gelişmiş, ama bu gelişme 1950'lere kadar kır-kent iç içeliği biçiminde sürmüştür. Topağacı ile bugünkü Vali Konağı Caddesi'nin sonu, yani Fulya Deresi vadisi 1970'lere kadar kırsal görünümü korumuştur.
1930'lardan sonraki gelişme bütün İstanbul'da olduğu gibi apartmanlaşma yönünde olmuş, Nişantaşı çevresindeki Taksim, Harbiye, Osmanbey ve Şişli gibi semtlerle birlikte İstanbul'un en hızlı apartmanlaşan semtlerinden biri durumuna gelmiştir. Ama bu apartmanlaşma seçkin bir yapılaşma olarak sürmüş, semt özellikle üst gelir grubunun tercih ettiği bir yerleşme yeri kimliğini korumuş, anacaddeler boyunca sıralanan mağazalar da bu kimliği desteklemiştir. 1970'lerde İstiklal Caddesi'nin eski niteliğini yitirmeye başlaması ünlü mağazaları da Nişantaşı'na çekmiştir. Aynı dönemlerde yaşanan önemli ve çarpıcı bir diğer gelişme ise konfeksiyon ve tekstil imalathanelerinin bu semte (özellikle Meşrutiyet Mahallesi) yerleşmeye başlamasıdır. 1970'lerde başlayan bu gelişme bugünde devam etmektedir. Semtin seçkinliğini zedeleyen bu gelişme, insan dokusunu da etkilemiştir.
Günümüzde hem İstanbul'un yoğun trafikli, canlı, kalabalık bir bölgesi olmayı, hem de lüks mağazaları, galerileri, lokantaları ve zarif vitrinleriyle seçkin bir semti olmayı sürdürmektedir. Abdi İpekçi, Teşvikiye ve Vali Konağı caddeleri İstanbul'un en yüksek gayrimenkul kira bedellerine sahip caddeleri arasındadır. Üst gelir grubuna hitap eden dünyaca ünlü markaların Türkiye’deki faaliyetlerine başlayacakları zaman ilk olarak yer aradıkları en ünlü cadde olan Abdi İpekçi Caddesi, 2009 yılı itibarıyla m² kira fiyatı olarak dünyanın en pahalı 25. caddesidir. 2000'li yıllara kadar büyük ölçüde alışveriş bölgesi olarak bilinen Nişantaşı son zamanlarda açılan eğlence mekanlarıyla da anılmaya başlanmış, 2002'den beri İstanbul'daki yılbaşı kutlamalarının merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Bob Marley
Robert Nesta "Bob" Marley (6 Şubat 1945 - 11 Mayıs 1981), Jamaikalı reggae sanatçısı. Bob Marley, 130'un üzerinde plağı, yüzlerce şarkısı bulunan bir reggae efsanesi olarak kabul edilir.
5 yaşındayken, annesi Kingston'a taşınmaya karar vermiş ve orada Bob ve ailesi, yaşamı boyunca Bob'un en iyi arkadaşlarından biri olan Bunny Livingston ve ailesi ile birlikte yaşamışlar. Bob ve Bunny, o yıllardan beri müzik ile uğraşmışlar.
Bob Marley, reggae müziğinin sadece Jamaika sınırları içerisinde kalmasından ziyade, onu bütün dünyaya duyuran en önemli isimlerden biridir. Büyük bir kesim tarafından bu tür müziğin kralı olarak ifade edilen Bob Marley, söz yazarı, şarkıcı ve gitaristtir. Profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başlamıştır. The Wailers, Peter Tosh ve Bunny Livingston'dan oluşuyordu ki, bu isimlerde daha sonradan Bob Marley gibi solo kariyer çalışmalarına devam ettiler. İlk hitleri "Simmer Down" olmuştu.
Bob, The Wailers'dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı; "Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi"
Bu ünlü Jamaikalı söz yazarı, sadece kendisi ile değil bu grubu ile de, "ada müziğinin" evrensel bir boyut kazanmasını sağladı. Şarkılarında politik ancak basit bir içerik vardı.
"Catch A Fire"ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı "Burnin’", 1975'te kaydedilen "Natty Dread" ve 1975 tarihli "Live" albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi önemli Avrupa ülkelerinde de hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu. Bu sayede Avrupa'da özellikle o yıllar için büyük önem taşıyan konserler verdi.
En popüler şarkılarından biri olan "Get Up, Stand Up", sosyal karmaşayı konu edinir. " No , Woman No Cry" gibi politik olmayan içerikte parçaları da vardır.
Birleşmiş Milletler "Barış Madalyası", 1978'de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için, Bob Marley'e verilmiştir. Ve bu ödülü aldığı sene insancıl yardım amacıyla Jamaika'da konsere çıkmıştır. Müzisyenliğiyle uluslararası alanda kabul gören Marley, insani yönüyle de büyük takdir kazanmıştır.
Yaptığı "I Shot The Sheriff" ve "Get Up, Stand Up" gibi şarkılar ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlenmiştir.
Bob Marley çok az kişinin inandığı Rastafarianizm dinine mensuptur. Bu din eski Etiyopya topraklarından çıkmıştır ki saçını "Rasta" yapmasının nedeni de dini inancıdır. "Rasta" saç stili bu gün moda olarak kullanılsa da Bob Marley buna karşıdır .Bu saç stilinin gerçek adı Dreadlock olmasına rağmen Rasta olarak bilinmektedir.
1977 yılında futbol oynarken ayak başparmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri (melanoma) olduğu ortaya çıktı. Parmağının kesilmesini istemedi. Çünkü Rastafarianizm inancında mezara tek parça halinde girilmek istenir. 1981 yılında ağırlaşan Marley, son günlerini yaşamak için Almanya'dan ülkesi Jamaika'ya uçakla dönerken durumu kritikleşti. Uçağı acil tıbbi yardım için Miami'ye iniş yaptı. Miami, Florida'daki Cedars of Lebanon Hastanesinde, 11 Mayıs 1981 sabahı 36 yaşında hayatını kaybetti. Son sözleri oğlu Ziggy'ye "Para hayatı satın alamaz" oldu. Ölmeden önceki ay kendisine ülke kültürüne katkılarından dolayı Jamaika'nın en büyük ödülü Merit verilmişti ama almaya ömrü yetmedi.
Bob Marley reggae tarzının kilit noktası olan Rastafari hareketindendi. Marley Rastafari'nin lideri haline geldi ve Reggae'yi Jamaica'dan çıkartıp uluslararası üne sahip bir müzik haline getirdi. Biyografilerine göre, Twelve Tribes Mansion'na bağlıydı. O "" diye bilinen Rastafari mezhebindendi, çünkü şubatta doğmuştu. (rastafarinin 12 mezhebi 12 ayrı ayda doğanlar tarafından oluşur).Gerçek Rastalar (Rasta = Rasta dinine inanan insan) Ital adını verdikleri inanç ile et yemezler. Yani Bob Marley vejetaryen idi. Marley bunu kendi notlarında belirtmiştir. Marley Etiyopya Ortodoks Hıristiyan Kilisesi tarafından 4 Kasım 1980'de Kingston, Jamaika'da vaftiz edildi.
http://www.bobmarleyfun.com/columbus-concert-and-reggae-spirit-bob-marley
İdare Hukukunun Umumi Esasları
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar tarafından kaleme alınan, ilk baskısı 1952'de tek cilt olarak basılan, daha sonra yazarca genişletilerek sayfa sayısı artan ve nihayet son baskısı 1966'da yapılan eser. Kitap Türkiye'de yazılmış en kapsamlı kamu hukuku incelemesidir. İdari kurumlar tarihsel gelişim süreçleri içerisinde incelenerek etraflıca anlatılmıştır. Kitabın referans olmasının yanı sıra asıl önemi genç cumhuriyetin henüz emekleme aşamasında olan kurumlarını, kamu idaresini, üniversiteleri kısacası tüm idari kurum ve müesseseleri büyük bir başarıyla formülize etmesinde yatar. Bu bakımdan güncel baskısı tükenmiş de olsa halen bilimsel monografiler, makaleler ve yargı kararların atıf almaya devam etmektedir.
Harbi
Harbi, tüfeğin namlusunu temizlemeye yarayan pirinç çubuğa verilen isimdir. Baş tarafı deliktir. Buradan herhangi bir bez parçası hafifçe temizleyici veya koruyucu yağa batırılır ve pirinç çubuk namlunun içine sokup çıkarılır. Namlu bu şekilde temizlenir. Bu işleme "harbi çekmek" denir. Kuru bezle yapılan harbiye, "kuru harbi" denir. Harbi çekerken izlenmesi gereken yol ilk önce kuru, sonra temizleyici yağlı (namlunun paslanma durumuna göre kullanılmayabilir), sonra 2. kez kuru, sonra koruyucu yağlı ve en son tekrar kuru harbi çekilir.
Ayrıca, harbi ve harbi çekme işlemi tesisat ile cihazların borularının temizlenmesinde de (eşanjör boruları vb.) kullanılır.
Berserk (manga)
, mangaka Kentaro Miura tarafından çizilen karanlık bir fantezi manga serisidir.
30 milyonun üzerinde satış elde eden Berserk şimdiye kadarki en başarılı seinen manga serisidir. "Berserk" 'in zaman ve mekanı, ortaçağ Avrupa'sından esinlenilerek oluşturulmuştur. Hikâye, öksüz, paralı asker Guts'ın hayatı ve adlı paralı asker grubunun lideri Griffith ile olan ilişkisi etrafında döner. Hem animede hem de mangada dikkate değer bir şiddet söz konusudur.
Temmuz 2007 itibarıyla Japonya'da 31 "tankōbon"u yayınlanmış bulunmaktadır.
Preveze
Preveze, Yunanistan'ın Adriyatik Denizi'ne kıyısı bulunan illerinden (nomos) biri olup, Yunanistan'ın Epir coğrafi bölgesine dahildir.
27 Eylül 1538 tarihinde, Kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın Preveze Kalesi önünde, Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması ile yaptığı Preveze Deniz Savaşı Osmanlı donanmasının zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu savaşta Andrea Doria'nın 166 (bazı tarihçilere göre 162) kadırgası, ve 60'a yakın Karaka (Navi)'si, Barbaros'un ise büyüklü-küçüklü 122 kadırgası bulunuyordu.
Bölgeyi,iklim şartlarını, düşmanın gücünü çok iyi bilen, 1561 yıl önce Roma ve Akdeniz'in kaderini değiştiren Actium savaşının hikâyeleri ile büyüyen Barbaros Hayredin Paşa, düşmanın kadırgalardan ve karakalardan, Actium burnuna asker çıkarmasını fırsat bilerek, donanmasını körfezden çıkarmış ve top atışı ile asker sayısı azalan kadır |
galara ve karakalara hücum etmiştir. Andrea Dorya daima fırtına tehdidi altındaki karışık güçlerden ve karma gemilerden oluşan donanmasını açık denize çekerek savaşı KaKaraka'larını daha verimli kullanacağı bir ortama almak istemiştir. Açık denizde üstünlüğünü kaybedeceğini bilen Barbaros Hayrettin Paşa düşman donanmasını takip etmeyerek sığ suda daha hareketli ve preveze kalesi ile Arta körfezinin vermiş olduğu coğrafi üstünlüğünü korumuştur. Bir amiral ve devlet adamı için elindeki gücü en verimli ve etkin bir şekilde kullanmak, kendisine üstünlük sağlayan coğrafi pozisyonda bulunmak her zaman için en doğru yoldur. 1561 yıl öncesinde Marcus Antonius'un, Oktavianus önünde yaptığı hatayı tekrarlaması, Osmanlı deniz gücünün ve Osmanlı deniz hakimiyetinin sona ermesi anlamına gelebilirdi. Aynı durum Andrea Doria içinde geçerlidir. Karma güçlerden oluşan özellikle farklı hız ve tarzdaki gemilerin kullanıldığı ve farklı rüzgarlar gerektiren bir orduyu sadece sayısal üstünlüğü nedeniyle Arta körfezine sokması Avrupa'nın tarihini ve kaderini değiştirecek bir yanlış olurdu. Birbirlerini iyi tanıyan, çağlarının en büyük denizcisi ve gerek yönetsel gerekse taktiksel becerileri yüksek olan iki amiralin donanmasını koruyarak rakip üzerinde üstünlük kurmaya çalışması son derece doğaldır. Barbaros Hayreddin Paşa öğleden sonra rüzgarın döneceğini bilerek mevkisini korumuş Coğrafi ve stratejik üstünlüğünü kullanarak Birleşik Avrupa donanmasının 39 gemisini savaş dışı bırakarak hiç gemi kaybetmeden üstünlüğünü kanıtlamıştır. Andrea Doria ise kayıpların azaltılması amacıyla savaş bölgesini müttefiklerinin karşı ısrarına rağmen terk etmiştir. Savaşın ertesi günü başlayan fırtına her iki amirali haklı çıkaran bir pozisyon yaratarak denizde yakaladığı gemileri Akdeniz'in farklı taraflarına dağıtmıştır.
Hypermesh
HyperMesh, ABD merkezli Altair Mühendislik tarafından yayınlanan Hyperworks CAE paketindeki "pre" ve "post işlemci" yazılımıdır. Popüler sonlu eleman analiz yazılımlarını destekler. ("Ansys", "Nastran", "Abaqus", "Ls-Dyna", "Radioss", "OptiStruct", "Permas", "CFX", "CFD++", "Pamcrash", "MARC","Fluent","Star-CD", "Moldflow", "Samcef", "OpenFOAM" vb.)
CAD formatı olarak ; "Catia V4/V5", "Step", "Unigraphics/NX", "Iges", "Pro-Engineer WILDFIRE", "Parasolid", "dxf", "I-deas", "Stl", "VDAFS", "JT", "Acis", "SolidWorks" formatlarını destekler.
Morphing özelliği ile mesh üzerinde istediğiniz tasarım değişikliğini yapabilirsiniz.Bu esnada eleman ve node ID leri değişmez. Böylece tasarım için tekrar CAD yazılımına dönmenize gerek kalmaz. Bir boyutlu ,yüzey ve üç boyutlu (tetra ve hexa ) kaliteli mesh yaratma konusunda kullanıcıya birçok imkân sunar. Montaj için kullanılan kollektör (connector) modülü oldukça gelişmiştir.
Sonlu eleman üzerinden geometri elde edilmesine imkân tanır.Böylece yapılan şekil değişiklikleri CAD verisi olarak kaydedilebilir.
Volume Hexa mesh oluşturma özelliği sayesinde hızlı ve kaliteli hexa mesh oluşturabilirsiniz.
James Cook
James Cook (27 Ekim 1728 - 14 Şubat 1779) İngiliz denizci ve kâşif. Özellikle Büyük Okyanus'da yaptığı seyirleri ve bu seyirlerde yaptığı ada keşifleri ile ünlüdür.
İngiltere'de Yorkshire'de doğdu. 5 kardeş olan Cook ailesi ile Great Ayton'daki "Airey Holme" çiftliğine taşındı ve burada okula gitti. 13 yaşında babasına çiftlikte yardım etmeye başladı.
18 yaşında Whitby limanından yola çıkan "Free Love" adlı kömür gemisinde miço olarak ilk deniz yolculuğuna adım attı. Kaptanlık için gerekli cebir, trigonometri, denizcilik ve astronomi çalışan Cook, kısa zamanda dikkat çekti. 24 yaşına geldiğinde ikinci kaptanlığa kadar yükselmişti.
1755'te gönüllü olarak Kraliyet Donanması'na katıldı ve İngiltere ile Fransa arasında patlak veren Yedi Yıl Savaşları sırasında Quebec City kuşatmasına katıldı. Haritacılık konusunda başarısı dikkat çekti; kaptanlığa yükseldi.
1760'ta Kanada'daki görevi sırasında St. Lawrence Kanalı'nın haritasını çıkararak 200 ingiliz gemisinin kayıp vermeden Quebec Koyu'na demirlemesini sağladı. 1763 ve 1767 yılları arasında ise Newfoundland adasıyla Labrador Yarımadasının haritalarını çıkarmayı başardı.
1768 yılı Mayıs ayında Cook, Büyük Okyanus'u keşfetmekle görevlendirildi. Cook'un yolculuklarının tarihteki önemli etkilerinden biri Avrupa ülkelerinin Büyük Okyanus'ta kurduğu sömürgelere öncülük etmesi oldu.
İlk yolculuk için Whitby limanından "Earl Of Pembroke" adlı kömür gemisi satın alındı ve Endeavour olarak adlandırıldı. Gemi Rio de Janeiro'dan Tahiti'ye ulaştı.
3 Ocak 1769'da gerçekleşecek Venüs'ün Güneş önünden geçişini gözlemlemek Cook ve ekibinden bu yolculukta beklenen görevlerden biriydi. Geçiş süresi saptanarak önce Venüs'ün dolayısıyla diğer gezegenlerin Güneş'e olan uzaklığı hesaplanacaktı. Ne yazık ki, ölçümlerdeki hata payının beklenenden fazla olması bu gözlemin başarısına gölge düşürdü. Cook daha önce 1766'daki güneş tutulmasını gözlemlemişti.
Ekim 1769'da Cook Yeni Zelanda'yı ziyaret eden ikinci Avrupalı oldu. Daha önce tek bir ada olduğu düşünülen Yeni Zelenda'nın iki adadan oluştuğunu keşfetti ve Kuzey Adası ile Güney Adası arasındaki boğaz Cook Boğazı adını aldı.
Nisan 1770'te Avustralya'nın güney kıyıları keşfedildi. 16 Haziran'da Endeavour Avustralya'nın güney doğusu açıklarında karaya oturduğunda gemi kıyıda onarıma alınırken; Avustralya bitkileri üzerine ilk koleksiyonları oluşturdular. Ardından gemi Afrika'nın güney ucundaki Ümit Burnu'na "(Cape of Good Hope)" ilerledi. 1771'de Endeavur İngiltere'ye geri döndü. Dönüşünden sonra günlükleri yayınlanan Cook bilim dünyasında da tanındı.
18. yüzyılda Ekvator'un güneyinde keşfedilmemiş topraklar olduğuna inanılıyordu. Cook'un ikinci yolculuğu öncelikle bunu kanıtlamaya yaradı. Bu yolculukta Cook daha önce hiçbir Avrupalı'nın ilerlemediği kadar güneye ilerledi. Antarktika'nın çevresini dolaştı. Ancak kıtayı çevreleyen buzlar karanın görünmesini engellediğinden Antarktika'nın varlığı 1840'a kadar kanıtlanamadı. 1775'te İngiltere'ye döndüğünde Kraliyet Donanması Cook'a onursal emeklilik hakkı tanısa da bu Cook'u denizlerden uzak tutmadı.
Cook Temmuz 1776'da üçüncü yolculuğuna çıktı; bu kez Avrupa ve Asya arasında kuzeyden bir bağlantı olup olmadığını araştırdı. Bu başarısız girişimin ardından 1778'de Hawaii Adaları'na ulaşan ilk Avrupalı oldu. Daha sonra Afrika'nın güney ucunu dolaşarak, Hint Okyanusu'na yöneldi. Kuzey Amerika'yı keşfetmek üzere doğuya yöneldiğinde bilmeden Juan de Fuca Boğazı'nı geçti. Kuzey Buz Denizi'ne ulaşmayı hedeflediğinde dev buz kitleleri yolunu kesti ve Hawaii'ye geri döndü. Geminin teknelerinden birinin çalınması üzerine yerlilerle çıkan tartışmada Cook öldürüldü "(14 Şubat 1779)".
Andrea Doria
Andrea Doria (30 Kasım 1466 - 25 Kasım 1560), Cenevizli amiral ve condottieri. 1538'deki Preveze Deniz Muharebesi'nde Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması'yla savaşan Kutsal İttifak donanmasına komuta etmiştir.
Oneglia'da doğdu. Ailesi Cenova'nın köklü ailelerinden "Doria"lardan geliyordu. Her ikisi de Doria ailesinden gelen Andrea Coeva ve Maria Caracosa'nın oğluydu. Annesinin ölümünün ardından 19 yaşındaki Andrea Roma'ya gönderildi. Ailenin daha eski bir kolundan gelen akrabası Dominik Doria Papa VIII. Innocentius'un emrindeki papalık muhafız birliğinde yüzbaşıydı. Burada, bütün askeri talimlerdeki üstün başarısı dolayısıyla hızlı bir şekilde yükseldi. VIII. Innocentius'un ölmesi üzerine papa seçilen halefi VI. Alexander Doria ailesinin iddialı olmasından hoşnut değildi. Genç Andrea böylece Dominik’in tavsiyesine uyarak askeri kariyer isteyen asillerin başvurabileceği en iyi okul olarak kabul edilen Dük Urbino'nün sarayına başvurdu. Urbino’nun sarayında biraz zaman geçiren Andrea, prens hiçbir bir zaman savaşmadığından kazanılacak bir zafer de olmadığı için yolunu başka şekilde çizmeye karar verdi. 1503 yılında Korsika'da o dönem Fransız boyunduruğundaki Cenevizliler için savaşırken kazandığı başarılarla önemli bir kaptan olduğunu gösterdi. Ceneviz donanmasıyla Osmanlı donanmasına ve Cezayirli korsanlara karşı çok sayıda çarpışmaya katıldı.
Andrea Doria'nın bağlı bulunduğu Ceneviz Cumhuriyeti bu dönemde önce Fransa Krallığı daha sonra da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu işgalinde kalır. Fransa Ordusuna katılan Doria general rütbesiyle 1524 yılında Marsilya'nın kurtarılmasında görev alır. Cenova'nın Fransa hakimiyetine geçmesi için çalışsa da Fransız idaresini tasvip etmez. Condottieri sözleşmesinin dolmasıyla birlikte V. Karl'ın hizmetine girer.
Doria, Fransızların emrinde Napoli'yi kuşatan yeğeni Filippino'dan kuşatmayı kaldırmasını ister. Doria Cenova'ya devam eder, şehrin önde gelenleriyle birlikte Fransızları kovarak Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu himayesine girer. Aristokrasiyi kayıracak şekilde anayasayı revize ederek, hizipçiliğe son verir. Kurduğu 28 Alberghi adını verdiği yönetim organıyla önde gelen ailelerin desteğini alır ve iktidarlarını pekiştirir. Kentin idaresini almayı reddetse de eski Roma İmparatorluğu'ndaki benzerine yakın görev tanımıyla Censor olur ve önemli kararlar sırasında fikrine başvurulan bir kişi haline gelir. Katkılarından dolayı çok sayıda unvan, mülk ve ayrıcalık sahibi olmuştur.
İmparatorluk donanmasında amiral rütbesiyle oldukça başarılı olan Doria Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sayısız sefere katılır, Koron ve Patras'ı ele geçirir. 1535 yılında Tunus'un fethine katılır. 1538 yılı Şubat ayında Papa III. Paulus'un öncülüğünde kurulan Kutsal İttifak donanmasına kumanda eder. Papalık Devleti, İspanya, Kutsal Roma-Cermen, Venedik ve Malta Şövalyeleri birlikleri 1538 Eylül ayında Preveze Deniz Muharebesi'nde Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Donanmasına yenilir. Doria 1541 yılındaki V. Karl'ın başarısız Cezayir seferine katılır. İmparator'a beş yıl daha hizmet eder. İlerlemiş yaşına rağmen çok atak ve başarılı olmuştur.
1544 yılında Crépy Antlaşması ile sona eren İtalya Savaşlarının ardından Doria emeklilik günlerini geçirmek için inzivaya çekilmeyi umar. Ancak büyük serveti ve varisi |
olan Giannettino Doria'nın mağrur siyaseti yüzünden çok sayıda düşman kazanır. 1547 yılında aileye karşı "Fieschi komplosu" düzenlenir. Darbe girişimi başarısız olsa da Giannettino öldürülür. Doria darbe bahanesiyle soylu ailelerden darbecilere yardım edenleri tasfiye ederek iktidarını Parma ve Piacenza'yı da kapsayacak şekilde genişletir. Cenova'da benzer darbelerle karşılaşsa da iktidarı vermeyen Doria, imparatordan gelen şehrin merkezine tahkimatlı bir kale yapma ve İspanyol askerlerini barındırma önerisini de sürekli olarak reddederek kentin bağımsızlığını koruamaya çalışır. 1550 yılında 84 yaşında yine Cezayirli korsanlara karşı sefere çıkar. 1552 yılında Ponza Deniz Muharebesi'nde Turgut Reis Andrea Doria komutasındaki İspanyol-İtalyan donanmasını yener. İspanya ile Fransa arasında yine savaş çıkıp Fransızlar 1553 yılında Korsika'yı alınca Cenovalı komutan yine göreve çağrılır. 1553-1555 yılları arasında adada başarıyla savaşır. 1555 yılında Cenova'ya kalıcı olarak döner. Yeğeninin oğlu Giovanni Andrea Doria onun gibi Cezayir'e saldırsa da 1560 yılındaki Cerbe Deniz Muharebesi'nde Piyale Paşa ve Turgut Reis komutasındaki Osmanlı Donanmasına yenilir. Giovanni Andrea, Andrea Doria'nın varisi olacak ve ailenin geleneğini sürdürecektir.
Andrea Doria'nın adı çok sayıda gemide yaşatılmıştır:
Cook
Cook:
Orchid
Orchid, Opeth'in ilk, çıkış albümüdür. Avrupa'da Candlelight Records tarafından 1995'te çıkarılmış, ABD'de ise iki yıl sonra Century Media Records tarafından çıkarılmıştır. Candlelight Records tarafından 2000'in yılında tekrar piyasaya sürülmüştür. Bu yeni sürümde albüme "Into the Frost of Winter" isimli bir "bonus track" eklenmişti.
Her ne kadar Opeth'in ilk çıkardığı albüm olsa da, ağır Death Metal melodilerinin yanı sıra daha yumuşak Progressive unsurları birleştiren Opeth ile özdeşleşmiş tarzın izleri daha sonra çıkan albümlerde de görülmüştür.
Eflak
Eflak veya Ulahya (Rumence: Ţara Românească, Valahia, Eski Rumence:Цѣра Румѫнѣскъ; Ţeara Rumânească) Romanya'nın tarihî ve coğrafî bölgelerinden biridir. Tuna Nehri'nin kuzeyi ile Güney Karpatlar'ın güneyinin arasında bulunmaktadır. Eflak bazen Munteniya (Büyük Eflak) olarak anılmaktadır.
"Eflak" adı bu bölgeye Türklerin verdiği isimdir. Burada yaşayan halka Ulah denildiği için bu bölge "Ulahya" veya "Ulahiye" olarak da anılmaktadır. Fakat burada yaşayan halk ne kendileri ve ne de memleketleri için bu adı kullanmışlardır. Vlah, Ulah, Evlah ve Eflak diye oluşumunu tamamlayan bu kelime Türklere Bizans-Slav menşeinden geçmiştir.
Osmanlılar zamanında Eflak'ın komşu vilayeti olan Boğdan'ın Prut nehrinin batısında kalan bölümü 1859 yılında Eflak ile birleşerek Romanya'nın çekirdeğini oluşturdu. 1920 yılında da Osmanlılarca Erdel, Avrupalılarca Transilvanya olarak bilinen bugünkü Romanya'nın kuzeybatı kısmı da Romanya'ya katıldı. Tarihteki Boğdan'ın Prut nehrinin doğusunda kalan Besarabya bölgesi ise Rusya'nın (Daha sonraları SSCB) elinde kaldı. Böylece modern Romanya oluşmuş oldu. SSCB'nin elinde kalan Besarabya bölgesi de sonradan Moldova Cumhuriyetini oluşturdu. Romenler kullandıkları Italik dil ailesine ait dilleri itibarıyla Roma ve Latin kültünün bir parçası olarak yaşamışlardır. 19. yüzyılda bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Romen ve Romanya isimlerini almışlardır.
Blackwater Park
Blackwater Park, Extreme Progressive Metal grubu Opeth'in beşinci stüdyo albümüdür. Albüm "Still Life"`da keşfedilen tarzların bir devamı niteliğindedir ve grubun özgün tarzının en güzel örneklerindendir.
"Blackwater Park", prodüktörlüğü Steven Wilson tarafından yapılan ilk Opeth albümüdür. Ayrıca Wilson albümün bazı şarkılarında arka vokal olarak da geçmektedir.
Bağdat Köşkü
Bağdat Köşkü, İstanbul’da Topkapı Sarayı içinde bulunan bir köşktür.
Kitabesi revan köşkü ile aynı olan Bağdat köşkünün yapımına, IV. Murat Bağdat seferine giderken başlanmış ve 1639 yılında da yapımı bitirilmiştir. Ancak Naima’nın yazdıklarından köşkün iç mekanındaki süslemelerine IV. Murat’ın ölümünden sonra da bir süre daha devam edildiği anlaşılmaktatır.
I. Abdülaziz döneminde (1830-1876) köşkün revaklarının arası ahşap doğramalı camekanlarla kapatılmıştır.V Mehmet Reşat döneminde (1912) revaklar arasındaki ahşap doğramalar kaldırtılmış fakat 1939 yılında bu revakların arası, demir doğramalı camekanlarla kapatılmıştır. 1972 yılında da bu demir doğramalı camekanlarla kapatılmıştır. 1972 yılında da bu demir doğramalar tekrar kaldırılarak Bağdat Köşkü bugünkü görünümüne kavuşmuştur.
Bağdat Köşkü, 2006 yılı sonunda alınan karar ile İl Özel İdaresi tarafından, projesi ve uygulaması İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü denetiminde restore edilmiştir.
Diker, Hasan Fırat, Topkapı Sarayında Revan ve Bağdat Köşkleri, Yüksek lisans tezi, Haziran 2000
VBScript
VBScript, Microsoft'un geliştirdiği, istemci ve sunucu tarafında çalıştırılabilen güçlü bir dildir. Bu script daha ziyade ASP sayfalarında kullanılır.
Aşağıdaki kodu bir text editörü yardımı ile bilgisayarınıza ".vbs" formatlı olarak kaydedip çalıştırdığınızda ekrana mesaj kutusu içinde "Merhaba Dünya!" yazısı çıkacaktır.
Büyük harfleri, küçük olarak değiştirir. Syntax'ı; LCase(string)
Augarten
Leopoldstadt'ta bir saray ve park.
Leopoldstadt'ta bulunan Augarten Parkı 52,2 m² dinlenme alanı ile Viyana'nın barok stilde düzenlenmiş en eski bahçesi ve parkıdır.
Daha önceleri İmparatorluğun özel av alanı olan park, 1 Mayıs 1775'te İmparator II. Joseph tarafından herkesinde kullanabileceği halka açık park ve dinlenme alanı olarak hizmete girmiştir.
Diğer Merkez İlçe Brigittenau ile sınır oluşturan parkta genelde at kestanesi,akçaağaç,meşe ve ıhlamur ağaçları bulunur.
Parkta dinlenme ve sınırsız spor alanlarının yanında Avrupa'nın en eski ikinci ve dünyaca ünlü Augarten markalı porsenellerin üretildiği atölye ve aynı isimle anılan bir de saray vardır.
Savaş zamanlarında havadan gelebilecek saldırılara karşı kurulmuş Viyana'daki 6 (Flakturm) beton kulelerden biri de bu parkta bulunur. Viyana'daki toplam 6 beton kulenin hepsi de mimar Friedrich Tamms tarafından 1942-1944 yılları arasında yapılmıştır.
Doğu
Doğu, gündoğusu ya da eski dilde şark, Güneşin sabah doğduğu yön. Ayrıca Doğu sözcüğü Yakın ve Uzak Doğu bölgelerinin tamamına verilen isimdir. Türkiye'de ise genel anlamda Sivas ilinden ülkenin doğu sınırlarına kadar olan bölgeye Doğu adı verilir.
Kuzey
Kuzey (eskidil: şimal), dört ana yönden biri. Kuzey kutbunu işaret eder.
Sabittir, değişmez. Yerküre, kutupları birleştiren çizgi ekseninde (yer ekseni) döner. Yeryüzünün yer eksen ile kuzeyde çakıştığı nokta coğrafi kuzeydir. Başka bir deyişle yeryüzünün üzerindeki Kuzey Kutbunun olduğu noktadır. Harita üzerinde ucunda yıldız işareti ile gösterilir.
Değişkendir. Pusulalarda kuzeyi gösteren ibrenin gösterdiği doğrultudur. Pusula ile ölçülen yön manyetik olduğu ve yeryüzündeki manyetik alanlar bölgeden bölgeye farklılık gösterdiği için, manyetik kuzey o an bulunulan noktaya göre belirlenir. Günümüzde ise manyetik kuzeyin, kuzeybatıya doğru bir eğilimi vardır. Harita üzerinde ucunda yarım ok işareti ile gösterilir.
Manyetik kuzeyle coğrafi kuzey arasındaki açıdır. Manyetik kuzey zamana bağlı değişken olduğundan coğrafi kuzeyin doğusunda veya batısında olabilir. Harita kenar bilgilerinde yıllık değişim miktarı belirtilir. Yıllık değişim eksi ise manyetik kuzey, coğrafi kuzeye yaklaşır. Yıllık değişim artı ise manyetik kuzey, coğrafi kuzeyden uzaklaşır. Örneğin, 1990 yılında sapma açısı 3 derece 14 dakikadır. Yıllık sapma eksi 0.9 dakikadır. 1999 için 9 yıl X 0.9 = 8.1 dakikalık daha sapma olur. 1999 sapma açısı 3 derece 6 dakikadır. (3 derece 14 dakika - 8 dakika). Her geçen yıl manyetik kuzey, coğrafi kuzeye yaklaşmaktadır.
Sabittir. Haritalarda bulunan kuzey-güney çizgilerinin gösterdiği kuzey yönüdür. Haritaları dikine kesen (meridyene çizilen teğet) çizgilerin başındaki GK harfleri ile belirtilir.
Grid kuzeyi ile manyetik kuzey arasındaki açıdır. Haritalarda bu konuda bilgiler bulunur. Bu bilgileri kullanarak sapma değerleri hesaplanır ve yön açıları belirlenirken eklenerek ya da çıkartılarak dikkate alınır. Türkiye'de batıya doğru yaklaşık 2 derecelik sapma mevcuttur. Bu durumda 2 derecenin hesaplanan yön açısından çıkartılması gerekir. Açı pek büyük bir değer olmamakla birlikte eğer harita üzerinde yön belirliyorsak, hesaplanması ve pusulanın buna göre ayarlanmasında yarar vardır.
Güney
Güney ya da eski dilde cenûp, Güney kutbunu işaret eden yön. Güney pusulanın siyah ucunun gösterdiği yönün tersidir.
Güney Her zaman güneş ışığı alan, güneş gören yer.
Ayrıca bakınız :
Stairway to Heaven
Stairway to Heaven, Led Zeppelin'in Aralık 1971'de çıkardığı Led Zeppelin IV albümündeki bir şarkı. Guitar World dergisi zamanında Jimmy Page'in bu şarkıdaki solosunu rock tarihinin en iyi solosu olarak seçmiştir.
Augsburg
Augsburg, Bavyera eyaletinin güney-batısında yer almaktadır. Augsburg Almanya'nın en eski şehirlerinden biri olma özelliğine sahiptir ve ayrıca Münih ve Nürnberg'den sonra Bavyera eyaletinin en kalabalık 3. şehridir. 31 Aralık 2012 nüfus sayımında şehrin nüfusu 272.699 olarak tespit edilmiştir. Bu nüfus sayımına göre şehirde yaşayan yabancıların oranı toplam nüfusun %16,5 olduğu tespit edilmiştir.
Şehrin adı MÖ 15 yılında Roma imparatoru Augustus'un askeri üs olarak kurduğu yerleşim merkezi Augusta Vindelicorum'dan gelir.
Augsburg, tarihsel stratejik konumu nedeniyle askeri olarak önemli bir şehirdir. 40. Piyade Alayı, II. Dünya Savaşının sonuna kadar Augsburg'da kaldı. 1945 yılında, ABD ordusunun ağır bombardımanı ile hasarlı şehir işgal sonunda ABD'ye teslim oldu.
8 Ağustos Augsburg'da Augsburg Barış Bayramı olarak kutlanır. 8 Ağustos günü şehrin resmi tatilidir ve bu özelliği ile Almanya'da tektir.
Şu an CSU'lu Kurt Gribl Augsburg Belediye başkanıdır.
Balkanlar
Balkanlar veya Balkan Yarımadası, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası'nın doğusu, Anadolu'nun batısı ve kuzeybatısınd |
a yer alan coğrafi ve kültürel bölgedir. Bölge için bazı yayınlarda "Güneydoğu Avrupa" terimi de kullanılır.
Bölge adını batıdan doğuya uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen dağ silsilesinden almıştır. Önceleri bu sıradağların adı olarak kullanılan Balkan, daha sonraları tüm bu bölge için kullanılmaya başlanmıştır. “Balkan” sözcüğüne bütün dillerde rastlanır. Balkanlar'ın bazı kısımlarındaki çok yönlü geri kalmışlık sebebiyle bölge genel olarak, Avrupa'nın sorunlu yerlerinin başında kabul edilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki hükümdarlığının bitişinden itibaren Balkanlar’ın paylaşımına dair sıkıntılar günümüze dek sürmüştür. Bölgede, 49 milyon civarında insan yaşar.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan önce, Antik ve Orta Çağ kaynaklarında, topografik durumu iyi bilinmeyen bölgedeki dağların bazı kısımlarına Haemus (Yunanca: "Αἵμου" veya "Αἵμος") denirdi.
Bölgenin adı olan "Balkan" veya "Balkanlar" sözü Türkçedir. Bu söz Türk Dil Kurumu tarafından "öz. a. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Macaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge" şeklinde belirtilir. Kelimenin yapısında yer alan "Balkan" sözünün, "sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık" gibi anlamları vardır. Dünyadaki diğer dillere de Türk dilinden geçmiştir.
Kelime, Osmanlı Türkçesinde yaygın bir kullanıma sahip olmuştur ("Golyak Balkanı, Bor Balkanı, Bababalkanı" vb.). Osmanlı son döneminde ünlü sözlük yazarı ve edebiyatçı Şemseddin Sami tarafından oluşturulan "Kamus-ı Türkî" adlı ünlü sözlükte "Sarp ve müselsel veya ormanla mestur dağ, silsile-i cibal" şeklinde "Balkan" sözünü belirtmiş, ayrıca "Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şibh-i ceziresi denir." şeklinde de kelimenin gelişimini açıklamıştır.
Bölge adının yapısında bir kelime ve ona eklenen çokluk eki vardır: "Balkan+lAr". Balkan ("Ad") +lAr ("Çokluk eki") yapılarından oluşur. Türkçe "-lAr" çokluk eki ile kurulan "Balkanlar" ismi, bu ekin "aile, boy, millet, topluluk, grup" anlamını veren işlevi ile "sarp ve ormanlık sıradağların olduğu yer" anlamında kalıplaşmıştır.
Türkiye Türkçesi literatüründe "Rumeli" adlandırması da Balkanlar adlandırmasına denk veya ona yakın bir kullanıma sahiptir. Rumeli ismi ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu Roma İmparatorluğu'ndan fethettiği topraklara verdiği Türkçe isimdir. Osmanlı Türkleri, Avrupa'ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını verdiler. Hâlbuki bu isim evvelce bugünkü Anadolu için kullanılmış, hatta Orta Çağ Avrupa kaynaklarında "Romanie" şeklinde tercüme edilmiş iken bu son şekil, Rumeli'nin Anadolu'ya mütenazır olarak kullanılması gibi, Balkan yarımadasına tatbik olunmuş ve garp kaynaklarında "Peninsule romaine" tarzında da kullanılmıştır. Yeni çağlardan itibaren, Avrupa harita ve kitaplarında bu yarımadaya "Turquie d'Europe" veya "Empire ottoman d'Europe" denildiği görülüyor ki, sonradan Türkçe neşriyatta, bu adlara muadil olmak üzere, "Avrupa-i Osmânî" ve "Rumeli-i Şâhâne" tabirleri kullanılmıştır.
"Rum+el+i" ( Rum ("Osm.Tr.").
Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi; güneyde Akdeniz; güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi; doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. Kuzeybatıdan (Trieste Körfezi) güneye ve doğuya dek olan bölge sınırları denizlerle çevrilidir: Adriyatik, İyon Denizi, Akdeniz, Ege Denizi, Çanakkale Boğazı, Marmara, İstanbul Boğazı, Karadeniz. Karadeniz kıyılarında, Tuna'nın döküldüğü yerden Tuna boyunca kuzey sınır Belgrad'a ulaşır. Burada Sava boyunca devam edip Hırvatistan-Bosna-Hersek hudut hattından batıya ilerleyen kuzey sınırı Slovenya'ya girer. Čatež ob Savi köyünde Krka Nehri'nden devam eden kuzeybatı sınırı, nehrin ağzı Gradiček'in batısından Vipava Nehri üzerinden ilerleyip İtalya'ya geçer. Gorizia yakınlarında Soča Nehri ile birleşen sınır, Trieste Körfezi kıyısındaki Monfalcone yakınlarında Adriyatik'e bağlanır. Balkanlar'ın toplam yüzölçümü 504.884 km²'dir. Ayrıca Balkan coğrafyasında (Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Kosova, Sırbistan, Makedonya) ve (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Türkiye) olmak üzere iki zaman dilimi kullanılmaktadır.
Balkanlar'ın veya coğrafi adla Balkan Yarımadası'nın doğu, güney ve batı sınırları hakkında mevcut görüş birliğine rağmen, kuzey sınırları tartışmalıdır. Bazı coğrafyacılar kuzey sınırını Tuna ve Drava nehirleri olarak kabul eder, bazıları da sınır Karpat Dağları'nın doğusundan geçirir. Balkan Yarımadası'nın kıyıları, Akdeniz sistemine dâhil olan altı denize açılmaktadır. Bu durum, Balkanlar'ın, Akdeniz stratejisindeki çok boyutlu yerini vurguladığı gibi Balkan ülkelerinin çoğunun deniz ulaştırması ve denizcilik alanlarındaki gelişmelerine de ışık tutmaktadır.
Balkanlar'da muhitlerin coğrafi yapısına bağlı olarak iklimde değişiklikler görülür. Adriyatik ve Ege kıyılarında Akdeniz iklimi hâkimdir. Karadeniz kıyılarında iklim, nemli subtropikal ve ılıman okyanus tipindedir. İç kesimlerde ise nemli kıtasal iklim görülür. Yarımadanın kuzeyi ile dağlık alanlarda kışlar soğuk ve karlı, yazlar sıcak ve kurudur. Güney kesimlerde kışları iklim hafiftir. Nemli kıtasal iklim, Slovenya geneli, Kuzey Hırvatistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk içleri, Kuzey Karadağ, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya'da görülür. Geri kalan ve yaygın olmayan iklim tipleri olan nemli subtropikal iklim ve okyanus iklimi, Bulgaristan'ın Karadeniz kıyılarında ve Türkiye'de görülür. Akdeniz iklimi, Slovenya kıyılarında, Güney Hırvatistan, Arnavutluk kıyı kesiminde, Yunanistan'da, Güney Karadağ'da ve Türkiye'nin Ege kıyılarında görülür.
Bölge alanının büyük kısmı dağlarla kaplıdır. Bu dağ yapıları genelde kuzeyden batıya veya güneyden doğuya uzanır. Balkan topraklarının en yüksek dağı 2925 metreye yükselen ve Bulgaristan'da bulunan Rila Dağı'dır. Rila Dağı'nı, 2917 metre ile Yunanistan'daki Olimpos Dağı ve 2914 metre ile Bulgaristan'daki Vihren takip eder. Bu yüksek dağların yanı sıra, en büyük dağ yapıları Dinar Alpleri, Arnavutluk Alpleri, Şar Dağları, Balkan Dağları, Rodop Dağları'dır. Bu dağ dizilerinin dışında, daha küçük ve yerel dağlar da vardır.
Dinar Alpleri, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova topraklarında uzanan sıradağ dizisidir. Arnavutluk Alpleri, Arnavutluk güneyinden Yunanistan'ın orta kesimine dek uzanır. Şar Dağları da bu sıradağların güneydoğusunda, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya toprakları içinde yer alır. Koca Balkan Dağları, Karadeniz kıyılarından Bulgaristan içlerine doğru yayılır. Hem Bulgaristan ve Yunanistan topraklarında yer alan Rodop Dağları da önemli dağ dizilerindendir.
Bölgenin birçok kesiminde çeşitli büyüklükte akarsular yer alır. Bölgedeki nehirler içinde bazıları birçok ülke içinde akar ve büyük bir havzayı oluştururlar. Bazıları ise daha bölgesel veya yerel nehirlerdirler. Bölgedeki önemli nehirlerden birisi olan Tuna Nehri Balkanlar'ın doğu kısmında yer alan ülkeleri Karadeniz'e bağlar. Tuna Nehri'ne kuzeyden katılan Sava Nehri ve doğudan katılan Morava Nehri diğer önemli nehirlerdendir. 550 km uzunluğa sahip Morava Nehri, Balkanlar bölgesindeki en uzun nehir unvanına sahiptir; Morava'yı Drina Irmağı takip eder. Batıdan güneye akan ve Adriyatik'te denize dökülen Neretva Nehri de bölgenin önemli su kaynaklarından birisidir. Diğer önemli nehirlerin başında Bulgaristan'da doğan Meriç Nehri, Arnavutluk'ta akan Drin Nehri ve Makedonya'da doğan Vardar Nehri'dir.
Dağlarla yükselmiş ve üç denizle çevrili yapısıyla Balkan Yarımadası, coğrafi bakımdan etkileyici sayılabilir. Kuşlar her gün Tuna Deltası'nda görünür, bölgenin güney periferisinde deniz hayatı vardır. Bitki hayatı da yüksekte, denizden orman sınırına doğru görülür. Balkan coğrafyası, Avustralya'daki Büyük Mercan Resifi ve Ekvador'daki Galapagos Takımadaları'ndan sonra dünyanın biyolojik çeşitlilik bakımından üçüncü en önemli alanı olarak kabul edilmiştir.
Macaristan'daki Tuna Deltası, Avrupa deltaları içinde büyüklük bakımından ikinci, korunmuş alan bakımından ilk sıradadır. Bu delta alanı akarsular, kanallar, ağaç saçaklı göller ve sazlık adalar barındırır. Burası kuş gözlemcileri ve yaban hayat tutkunları için bir cennettir. Bulgaristan'da Meriç Vadisi'nde yer alan Zlato Pole Koruma Alanı, tehlike altındaki birçok tür için bir vaha özelliği gösterir. Koruma alanı, bitki ve hayvan çeşitliliği bakımından oldukça zengindir. Sırbistan, UNESCO listesinde yer alan en az dokuz sulak alana sahiptir. Bunlar içinde Golija-Studenica Biyosfer Rezervi, sadece iyi korunmuş doğal kaynakları bakımından değil, aynı zamanda kültürel kaynakları bakımından da önemlidir. Avrupa'nın diğer bölgelerinde nesli tükenerek yok olmuş bitki ve hayvan türleri burada hâlen gelişmekte, Sırbistan'ın yeşil bataklıkları ve ormanlarında yaşamını sürdürmektedir.
Balkanlar'ın birçok kesiminde farklı doğal kaynaklar bulunur. Arnavutluk'un doğal kaynakları petrol, doğal gaz, kömür, boksit, kromit, bakır, demir cevheri, nikel, tuz, kereste, hidro-enerjidir. 2009 yılı verilerine göre Arnavutluk, günde 5400 varil petrol üretmiştir. Doğal gaz üretimi de 30 milyon metreküptür. Bosna-Hersek'in doğal kaynakları kömür, demir cevheri, boksit, bakır, kurşun, çinko, kromit, kobalt, manganez, nikel, kil, alçı, tuz, kum, kereste, hidro enerjidir. Bulgaristan'ın doğal kaynaklarını ise boksit, bakır, kurşun, çinko, kömür, kereste, ekilebilir arazi oluşturur. Madenî yağ, az miktarda kömür, boksit, düşük nitelikli demir filizi, kalsiyum, alçı, doğal asfalt, silis, mika, kil, tuz, hidroelektrik Hırvatistan'ın; boksit, hidroelektrik Karadağ'ın doğal kaynaklarıdır. Kosova'da nikel, kurşun, çinko, magnezyum, linyit, kaolen, krom, boksit bulunur, ayrıca kömür ve gümüş yatakları vardır. Makedonya'nın doğal kaynakları düşük tenörlü demir cevheri, bakır, kurşun, çinko, kromit, manganez, nikel, tungsten, altın, gümüş, asbest, alçı |
, kereste, ekilebilir arazidir. Macaristan'da petrol (rezervler azalmaktadır), kereste, doğal gaz, kömür, demir cevheri, tuz, tarıma elverişli topraklar, hidroelektrik; Sırbistan'da petrol, gaz, kömür, demir cevheri, bakır, çinko, antimon, kromit, altın, gümüş, magnezyum, pirit, kireç taşı, mermer, tuz, ekilebilir arazi; Slovenya'da linyit kömürü, kurşun, çinko, yapı taşı, hidroelektrik, ormanlar, doğal kaynaklardandır. Türkiye'nin doğal kaynakları kömür, demir cevheri, bakır, krom, antimon, cıva, altın, barit, bor, sölestin (stronsiyum), zımpara, feldspat, kireçtaşı, magnezit, mermer, perlit, ponza, pirit (sülfür), kil, tarıma elverişli topraklar, hidroelektrik; Yunanistan'ın linyit, petrol, demir cevheri, boksit, kurşun, çinko, nikel, magnezit, mermer, tuz, hidroelektrik potansiyelidir.
Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Makedonya ve Yunanistan ülkeleri topraklarının tamamı Balkan coğrafyası içindedir. Balkanlar'da yer alan ülkelerden Hırvatistan'ın % 54,8'i, Macaristan'ın % 6,5'i, Sırbistan'ın % 72,2'si, Slovenya'nın % 26,7'si, Türkiye'nin % 3'ü Balkan sınırları içinde yer alır. Toplam yüzölçümü 301.340 km² olan İtalya topraklarının % 0.1'i (295,1 km²) Balkan coğrafyası içinde yer alır ancak İtalya, Balkan ülkesi sayılmaz.
Balkanlar'ın tarihi 44.000 yıl önce ilk kez Üst Paleolitik dönemde "homo sapiens"'lerin bölgede ortaya çıkmasıyla başlar. Prehistorik dönemin sonu ise ilk kez yazılı metinlerin Antik Yunan'da ortaya çıktığı MÖ 8. yüzyıl olduğu kabul edilir. Bölgedeki prehistorik süreç Üst Paleolitik, Holosen, Orta Taş Çağı, Neolitik Devrim, Proto Hint-Avrupalılar, Protohistorya periyotları olarak adlandırılan alt dönemlerden oluşur ancak bu dönemler arasındaki geçiş görecelidir. Örneğin bazı yorumlara göre prehistorik dönem Bronz Çağı Antik Yunan dönemindeki (MÖ 2800-MÖ 1200) Girit uygarlığı, Miken uygarlığı, Trak uygarlığı, Limni uygarlığı ve Veneti uygarlığını kapsarken, bazılarına göre kapsamamaktadır. Başka bir yoruma göre Balkan bölgesinde Prehistorik dönemin en son aşaması olan Protohistorya dönemi Homeros ile başlamıştır. Her halükârda Prehistorik dönem 5. yüzyılda Herodot'tan önce sona erdiği kabul edilmektedir.
Çeşitli Yunan şehir devletleri, milattan önceki yüzyıllarda Balkanlar'ın özellikle Ege ve Adriyatik kıyıları ile civarında hüküm sürmüştür. MÖ 500 sonrasında bu şehir devletlerine Atina ve Sparta liderlik etmiştir. Ancak bu dönemde şehirler doğudan fetih ve işgal amacıyla gelen güçlü Pers İmparatorluğu'nun baskısıyla karşılaşmışlardır. Bu mücadele şehir devletlerinin kültürel olarak zirveye ulaşacakları, felsefi gelişme yaratan iki yüzyılın oluşmasına yol açmıştır. Bu kültürel gelişkinlik, Avrupa'nın iki bin yıllık tarih sürecini beslemiştir. Şehir devletlerindeki bu ferah dönemini, Yunan şehir devletlerinin başka güçler tarafından ele geçirildiği aralıksız savaşlar takip etmiştir.
Yunanistan'ın kuzeyinde yer alan Makedonya Krallığı, II. Filip (idaresi MÖ 359-336) idaresinde yükselişe geçmiş, onun oğlu Büyük İskender ile yükselişinin zirve dönemini yaşamıştır. Büyük İskender idaresi altında (MÖ 336-323) Makedonya, o dönemin bilinen dünyasında en büyük imparatorluk olmuştur. Döneminde Balkanlar'ın en büyük devleti olması yanında, Mısır, Suriye bölgelerini de kapsamıştır.
Balkanlar, milattan önce III-II. yüzyıllarda Romalıların egemenliğine geçmiştir. Dönemle beraber bölge idarî, kültürel ve askerî açılardan Roma yapısıyla kurgulanmaya başlanmıştır. Roma egemenliğinin son yıllarında Romalılar, Gotlar ve Hunlar, bölgede kendi güç alanları oluşturma uğraşına girişmiş ve kendi alanlarını kurmuşlardır.
İmparator I. Theodosius'un (346-395) ölümünde önce, devletin topraklarını iki oğlu arasında paylaştırması üzerine Balkanlar da ikiye bölünmüştür. Kuzeybatı kısmı (bugünkü Hırvatistan ve Slovenya toprakları) Batı Roma; gerisi Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında kalmıştır. Batı Roma topraklarının çok küçük bir kısmı Balkan sınırları içinde olmuş, bu topraklar da Batı Roma'nın çöküşüyle beraber Doğu Roma sınırlarına katılmıştır.
Balkan topraklarının büyük kısmı, Roma İmparatorluğu'nun bölünmesi ardından Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında kalmıştır. Doğu Roma'nın Balkan tarihinde çok sayıda savaş, mücadele, göç vardır.
Hunlar, Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan oluşturdukları yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak ilk defa 378 baharında Tuna'yı geçmişlerdir. Romalılardan karşılık görmeksizin Trakya'ya kadar ilerlemişlerdir. Roma imparatoru I. Theodosius'un ölüm yılı olan 395'te Hunlar yeniden Balkanlar'da hareketlenmişlerdir. Hunlar, MS 380 yılından itibaren Balkanlar'a egemenlik kurmuşlardır. Bölgenin büyük bir kısmında hâkim olan Hunlar, Slavlardan daha önemlidir.
V. ve VI. yüzyıllarda, çeşitli lehçeleri konuşan Slavlar birçok grup hâlinde Balkanlar'ın geniş arazilerine hâkim olmuşlardır. Slavlar, Balkanlar'a geldiklerinde, bölgeye geçici olarak yerleşmiş ve bu yerleşmelerle Slavların bölgedeki birçok halkı asimile ettiği düşünülmektedir.
VII. yüzyılda Türk asıllı Bulgar kabileleri, hükümdarları Asparuh'un kumandasında Tuna'yı geçerek Batı Karadeniz ile Tuna Nehri arasındaki bölgeye yerleşen Slavları hâkimiyetleri altına almışlardır. Balkanlar'ın doğusuna yerleşen Bulgar boyları, devletleri içinde yaşayan büyük Slav nüfusuyla beraber yaşarken, bir süre sonra bu Slav boylarını kültürlerine doğru yönelip Slavlaşmışlardır.
550'lerin ortalarında I. Justinianus, Balkan sahasındaki birçok kesimde zaferler elde etti, Slavlar ve Gepidler üzerinde hâkimiyet kurdu. 559'da imparatorluk Kutrigur ve Slavların büyük istilalarıyla karşılaştı. Slav istilası 545, 577, 580, 586 yıllarında gerçekleşti ve Thessalonikē muhitinde kalabalık bir Slav kolonisi oluştu. Heraclius zamanında çeşitli Slav kabileleri Balkanlar'ın kuzeyinde ve batısında (Dalmaçya, Hırvatistan, Sırbistan) yeniden yerleştiler. I. Justinianus, başkomutan Belisarius'u çağırıp, yeni Hun akınını durdurdu. Tuna birliklerinin güçlendirilmesi Kutrigur Hunlarının anlaşma yapmasına sebep oldu. 582'de Avarlar, ünlü Balkan kalelerinden Sirmium'u ele geçirdi. Bu süreçte Slavlar da Tuna boyunca çeşitli gedikler açtılar. İmparator Mauricius, 602 yılı ile beraber Balkan topraklarındaki başarılı seferleri ile Avar ve Slavları Tuna'nın ötesine püskürttü.
Bu dönem Avar, Slav gibi Balkan topraklarında yayılım yapan boylarla Doğu Roma idaresi arasında mücadelelerle devam etti. Bulgarlar, 670 yılında Hazarların varışları sırasında Tuna'nın güneyine geçti ve 680 yılında onları püskürtmek için gelen Doğu Roma ordusu bozguna uğradı. Sonraki yıl IV. Konstantin, Bulgar Hanı Asparuh ile antlaşma imzalamış, Bulgar devleti bağımsızlık kazanmıştır. Böylece, bu devlet altındaki Slav kabileleri de Doğu Roma egemenliğinden çıkmıştır.
Doğu Roma için 1300'lerin ortasında yeni ve derin etkisi olan olumsuzluklar peyda olmuştur. III. Andronikos'un ölümü sonrasında yaşanan ve 6 yıl süren iç savaş (1341-1347) imparatorluğu harap etmiştir. Zorlaşan kontrol sebebiyle Sırp çarı Stefan Dušan imparatorluk topraklarının büyük kısmını almış ve kısa süre ayakta kalabilen Sırp İmparatorluğu'nu kurmuştur. Doğu Roma idaresi kendi sıkıntılarıyla uğraşırken Osmanlı Türkleri yayılan Sırpları yenmiş ve devletlerini Osmanlı İmparatorluğu toprakları katmış, egemenlik sağlamıştır. I. Kosova Muharebesi sonucunda da Balkan topraklarının büyük kısmı Osmanlı egemenliğine geçmiştir.
Bulgarların Balkanlar'a gelişinden daha sonra XI. ve XII. yüzyıllarda Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uz Türkleri, Balkanlar'a göç etmişler ve bunların bir kısmı XV. yüzyıla kadar toplu olarak varlıklarını korumuşlardır. O dönemde Kumanlarla ticaret yapan Avrupalılar için 2500 kadar kelimeyi içine alan bir Kumanca sözlüğün (Codex Cumanicus) hazırlanmış olduğu bilinmektedir.
IX. yüzyılın ilk yarısında, Hazar-Oğuz ittifakı baskısına dayanamayarak, kalabalık kütleler hâlinde İdil'i geçip yurtlarından çıkardıkları Macarların yerine, Don-Kuban havalisine gelmişlerdi (860-880 sıraları). Bu, büyük göçün ilk hareketi olmuştur. Macarları önlerinden süren Peçeneklerin gerisinde Oğuzlar, onların da gerisinde Kumanlar, Karadeniz'in kuzeyinden batıya yönelmişlerdir. İmparator K. Porphyrogennetos tarafından yazılan De Administrando Imperio'da (948-952'lerde) kaydedildiğine göre, Peçenekler 8 boy hâlinde idiler.
Yakın dönemde ve 13. yüzyılda Balkan topraklarında Kumanların yayılım alanları genişlemiştir. Kumanlar, bu dönemde birçok bölgede bulunmuşlardır. Bir grup Tuna'yı Bulgaristan muhitinden geçerek Balkan topraklarına yayılmış, başka gruplar da bölgenin daha orta kısımlarından yayılmışlardır. Mart 1241'de Bulgar topraklarında ikinci bir Kuman dalgası görüldü. Bu kez Tuna'nın kuzeyindeki Kumanya'dan değil, Macaristan yönünden geldiler. Tatarların önünde kaçan Prens Köten'in (Macarca "Kötöny", Rusça "Kotjan") 40.000 Kumanla birlikte Macaristan'a geçtiği, Macar Krallığı'na ulaştığı ve 1239'da Kral IV. Béla tarafından vaftiz edildiği bilinen bir gerçektir. 1241-1256 yıllarında İznik İmparatoru III. İoannes (Dukas Batatzes) geniş bir Kuman grubunu "stratiotes" olarak imparatorluğun çeşitli sınır bölgelerine yerleştirdi: Balkanlar'da Trakya ve Makedonya'ya, Anadolu'da Maiandros (Menderes) Ovası'yla Frigya'ya. Kumanların Balkanlar'ın siyasi tarihi üzerideki etkisi 1185 yılından 1330'lara kadar çok önemliydi. Kumanlar birbirini izleyen üç Bulgar hanedanının (Asen, Terter ve Şişman) ve Eflak hanedanının (Basarab) kurucularıydı.
Osmanlı Türkleri Balkanlar'a girmeden önce, XII.-XIV. yüzyıllarda Kıpçak/Kumanların bölgede üstün tarihî rolü yeterince vurgulanmamıştır. Özellikle, Dobruca'dan Akkerman'a kadar step bölgesinde yerleşmiş ve Hristiyan dinine geçmiş olan Kıpçak/Kumanlar çeşitli hanedanlar kurmuşlardır. Bunlardan bir grup, XIV. yüzyıl ikinci yarısında Dobruca-Varna bölgesinde bir beylik kurmuştur (Merkezi Kalliakra); Dobrotiç ve bir Kuman adı taşıyan kardeşi Çolpan'ın Dobruca Beyliği, 1388'de I. Murad'ı metbü tanımış, 1393'te I. Bayezid bu beyliği Osmanlı ülkesine katmıştır. Özetle, Deliorman ve Varna'da |
n Tuna'ya kadar giden bölge daha Osmanlılardan önce gerçek bir Türk yerleşim alanı olmuştur.
Eski devirlerde, bölgede kurulan güçlü bir devlet, dışarıdan gelen daha güçlü bir devletin saldırısı sonucu yıkılmış, bölgeyi egemenliği altına alan bu yeni devletin de, bölgedeki egemenliği uzun süreli olmamış ve dışarıdan gelen, kendisinden daha güçlü bir başka devletin saldırısı sonucu aynı akıbete uğramıştır.
10. yüzyılda bölgenin büyük bir kısmını ele geçiren Büyük Bulgar İmparatorluğu, 1014 yılında "Bulgar Kasabı" olarak bilinen Bizans İmparatoru II. Basileios tarafından yıkıldıktan sonra, bölgeye yerleşen Bizans İmparatorluğu, 14. yüzyılda, Stefan Duşan (1331-1355) dönemindeki Sırp saldırıları sonucu aynı akıbete uğramıştır. Belgrad'dan Atina'ya kadar geniş bir alana yayılarak bölgede Doğu Roma'nın (Bizans) yerini alan kudretli Sırp İmparatorluğu ise; 14. yüzyılda doğudan gelen Osmanlı Devleti'nin saldırıları sonucu ortadan kaldırılmıştır.
Balkanlar'ın güneyinden, Anadolu'dan Türklerin Balkanlar'a gelip yerleşmesi, 1260'lara kadar iner. Kuzey Karadeniz bölgesinden gelen Türk orakları, zamanla Hristiyanlığı kabul edip yerli Slavlarla karıştıkları hâlde, Anadolu'dan gelen Müslüman Türkler (Türkmenler), kendi din ve kültürlerini saklamayı başarmışlardır. İlk yerleşme, 1261'de Moğollardan kaçıp Bizans'a sığınan Selçuk Sultanı İzzeddin Keykavus'la gerçekleşmiştir. Moğol idaresinden kaçan otuz-kırk Türkmen obası, kutsal kişi Sarı Saltuk Baba ile İzzeddin Keykavus'un yanına gelmiş ve Bizans imparatoru tarafından Kuzey Dobruca'ya yerleştirilmiştir (1263). Başlangıçta, Müslüman Altın Ordu emiri güçlü Nogay'ın himayesi altına giren bu Anadolu Türkmen grubu, burada Baba-Saltuk kasabası ile başka kasabalar kurmuşlardır. 1332'de buradan geçen İbn Battuta, Baba kasabasını "Türklerin oturduğu bir şehir" olarak anar.
14. yüzyıl ortalarında Osmanlı Türklerinin Çimpe Kalesi'ni ("Cinbi", "Çinpi" vb.) alarak Rumeli'ye geçişi Balkanlar'ın tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktası olmuştur. Rumeli'de yerleşme, İstanbul'un Fethi gibi, tarihte yeni bir dönem açan bir olaydır. Sultan Orhan'ın büyük oğlu Süleyman Paşa'nın gayretiyle, Osmanlılar, 1352'de ilkin Tsympe (Türkçede "Cinbi") Kalesi'ni ele geçirmişler, iki yıl sonra, büyük stratejik önemdeki Gelibolu'yu işgal etmiş ve beş yıl içinde Trakya'nın güney bölgesini fethederek, Anadolu'dan asker ve halk getirip yerleştirmişler; böylece kısa zamanda Avrupa yakasında güçlü bir köprü-başı kurmuşlardır. Bu köprü-başı, Osmanlıların Avrupa'da Viyana önlerine kadar yayılan imparatorluklarının başlangıcıdır. 1329-1344 yıllarında İzmir'den donanması ile Trakya'ya deniz seferleri yapan Aydınoğlu Umur Bey, Balkan fetihlerini hazırlayan ilk büyük gazi beydir. 1357-59 yılları içinde Anadolu'dan Rumeli'ye göç devam edecek, Rumeli "uc"u güçlenecektir. Orhan'ın Süleyman için Bolayır'da yaptırdığı imarete ait 1360 tarihli vakfiyede bu bölgede Türkçe adlar taşıyan birçok köy ve çiftliğin kurulmuş olduğunu görüyoruz.
I. Murad devrinde üç doğrultuda Balkanlar'ın başlıca yolları ve merkezleri Osmanlı Türkleri tarafından işgal edilmiş bulunuyordu: Orta kolda Meriç vadisi, sağ kolda Tunca vadisini izleyerek Balkan dağları eteklerine daha 1366 yıllarında varılmıştı. Oradan Sofya ve Niş 1385'te zaptolundu. Güneyde Evrenuz idaresindeki uçta 1383'te Serez düştü ve Selanik kuşatması başladı. Selanik, 1387 Eylül'ünde "ahdname" güvenceleriyle teslim oldu. Fatih Sultan Mehmed 1463 yılında Bosna'nın fethi ile Osmanlı idaresini Dalmaçya sahillerine kadar götürmüş ve İtalya'yı hedef alarak akıncılarını Trieste üzerine sevk etmiştir.
Osmanlı Türkleri, zapt ettikleri topraklarda özel bir İslamlaştırma veya özel bir Türkleştirme politikası izlemediler. Orhan Bey'den itibaren Hristiyan prenseslerle evlenen padişahlar ve şehzadeler onların din değiştirmelerine gerek görmediler. Yaşama geçirdikleri esnek düzen sayesinde başta Doğu Roma yönetici sınıfının üyeleri olmak üzere, fethedilen bölgelerdeki aristokratlar ve feodaller Osmanlı saflarına katılmakta fazla tereddüt etmediler.
Haçlı orduları ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 14. yüzyıl ortalarında Sırpsındığı Muharebesi (1364) ile başlayan çatışmalar I. Kosova Muharebesi (1389), Niğbolu Muharebesi (1396), Varna Muharebesi (1444) ve son olarak da II. Kosova Muharebesi (1448) ile 15. yüzyıl ortalarına kadar devam etti.
II. Murad devrinde (1421-1444, 1446-1451) Balkan topraklarında saldırılar ve karşı saldırılar yaşanmıştır. Bu devirde en büyük askerî harekât olarak Macar kral Hunyadi, Balkanlar'a üçüncü defa girdi ise de, Kosova'da yenildi (17-20 Ekim 1448). Balkanlar'ı ve İstanbul'u Osmanlı İmparatorluğu'ndan kurtarmak için bu son girişimdir.
II. Kosova Muharebesi'nin kaybedilmesi Balkanlar'da Osmanlılara karşı direnişinin kesin olarak sona ermesine neden oldu. Bölge, bu savaştan 17. yüzyıl sonlarındaki II. Viyana Kuşatması'na kadar, diğer dönemlere oranla göreceli de olsa sakin ve huzurlu bir dönem geçirdi. Bunda o dönemki Osmanlı yöneticilerinin bölgeden yalnızca bir miktar vergi almayı yeterli görmesi ve halkın gelenek, görenek, inanç ve ibadet olarak ifade edebileceğimiz yaşam tarzına karışmaması önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, bundan önceki yerel yöneticilerin baskı, zulüm, adaletsizlik ve ağır vergileri altında ezilen bölge halkının Osmanlıların buraya getirdiği barış, huzur, adaleti ve oluşturdukları hoşgörü ortamını beğenmeleri ve benimsemeleri, yarımadada 15. yüzyıl ortalarından başlayıp 17. yüzyıl sonlarına kadar devam eden huzur ve sakinliği açıklamakta kullanılabilir.
Balkan tarihinde etkisi olan olaylardan birisi Konstantinopolis (İstanbul) şehrinin Osmanlı Türkleri tarafından fethedilmesidir. Bu etki Doğu Roma İmparatorluğu'nun yıkılışını getirmiş, Balkan topraklarında sadece Mora'daki despotluk ve (Asya'daki) Trabzon İmparatorluğu birkaç yıl daha hüküm sürmüştür. Konstantinopolis şehrinin düşüşünün geniş kapsamlı sonuçları vardır çünkü bunun sonucunda Osmanlı Türkleri, Balkanlar'daki durumlarını tam olarak sağlamlaştırdılar ve artık onların Avrupa'daki fetihlerini, 1683 yılına dek (Viyana'da) hiçbir şey durduramadı.
İstanbul'un fethi, 29 Mayıs 1453 tarihinde Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'in, Fatih Sultan Mehmet önderliğindeki Osmanlı ordusu tarafından alınmasıdır. Daha sonra şehir Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmıştır. İstanbul'un fethi ile 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiş, Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ süreci başlamıştır.
Balkanlar, ‘Pax Romana' (Roma barışı) olarak adlandırılan dönem dışında ilkçağlardan beri devamlı katliamlara, sürgünlere, göç ettirmelere sahne olan bir bölgeydi. Osmanlılar, 1389 Kosova Savaşı'nda Sırp ordusunu yendikten sonra kalıcı olarak yerleştikleri Balkanlar'da dönemin şartlarına iyi uyum gösteren, tarıma dayalı bir sosyal düzen kurdular. Din ve ırk ayrımcılığı gözetmeyen bir siyasi yapıyı yaşama geçirdiler. Fethedilen bölgelerde Balkan köylülerinin kendi gelenek ve göreneklerini terke zorlanmamaları, dinlerini serbestçe uygulayabilmeleri yanında vergi yüklerinin hafiflemesi gibi faktörler kendilerini Osmanlı düzeni içinde güvenli ve rahat hissetmelerini sağladı.
II. Viyana Kuşatması'nda Osmanlı ordusunun uğradığı ağır yenilgi hem Osmanlı, hem Avrupalılar, hem de Balkan ulusları için önemli bir dönüm noktası oldu. Avrupalı müttefiklerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki çok kanlı ve uzun savaşlar (1683-1697) süreci sonunda, Osmanlı İmparatorluğu tarihi açısından olumsuz bir antlaşma olan Karlofça Antlaşması, 1699 yılında imzalandı. Bu antlaşma, Orta Avrupa'nın büyük kısmındaki Osmanlı kontrolünü sona erdirdi ve ilk büyük toprak kaybına sebep olması bakımından imparatorluğun duraklaması yolunu açtı. Bu antlaşmanın etkilerinden biri de Balkanlar'da Habsburg monarşisi etkisinin artması sonucunu doğurdu.
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu için ayaklanmalar yüzyılı olarak kabul edilebilir. Özellikle Balkan topraklarında meydana gelen isyanlar, devletin günden güne zayıflamasına ve sonunda parçalanmaya kadar varan bir sürece götürmüştür. 1789'da meydana gelen Fransız İhtilali Avrupa'da eşitlik, adalet, özgürlük, bağımsızlık, anayasacılık vb. birçok yeni düşüncenin ortaya çıkmasına sebep oldu. Ortaya çıkan bu yeni düşünceler kısa sürede, bütün dünyada olduğu gibi Balkanlar'da da hızla yayıldı. 19. yüzyıldaki sistematik ayaklanmalardan önce 18. yüzyılda da Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan gibi bazı Osmanlı Balkan eyaletlerinde daha çok, vergilerin toplanması ve birtakım ekonomik sebeplerden ötürü ufak çaplı köylü ayaklanmaları olmuştu. Ancak ilk büyük ayaklanma 19. yüzyılın hemen başında Sırbistan'da patlak verdi.
Bu dönemde, 19. yüzyıl içinde Balkan topraklarında Osmanlı idaresine bakışta değişim görülmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu'na dair her şey geri çevrilmeye, ters düşünülmeye başlandı, 500 yıllık geleneksel kökleşmeye rağmen, bazı kesimlerde bu idare bir “Türk boyunduruğu” olarak düşünülür oldu.
Başlangıçta birtakım haksızlıklara karşı bir tepki olarak başlayan mücadelenin yönü, Sırp kuvvetlerinin İvankovaç Muharebesi, Mişar Muharebesi ve Deligrad Muharebesi'nde Osmanlı kuvvetlerini arka arkaya yenmesi üzerine Kara Yorgi tarafından bağımsızlık olarak değiştirildi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nın tam bu döneme denk gelmesi de isyanın bir türlü kontrol altına alınamamasına neden oldu. Ancak Osmanlılar 1809'da yaklaşık 20.000 kişilik bir kuvvetle tekrar Sırbistan'a girdi ve Çegar Muharebesi'nde Sırp ordusu isyanın başından beri ilk defa ciddi olarak yenilgiye uğratıldı. Ancak Kara Yorgi Rusların da desteği ile isyanını 1812'ye kadar aralıklarla devam ettirdi. 1812 Bükreş Antlaşması'nda Rusların da baskısıyla Sırplara birtakım haklar verildi. Fakat bu verilen haklardan tatmin olmayan ve yukarıda da açıkladığımız gibi tam bağımsızlığı hedefleyen Kara Yorgi tekrar ayaklandı. Tam bu sırada Napolyon'un Rusya Seferi'ni başlatmasından da faydalanan Osmanlı İmparatorluğu, Ruslardan yardım alma ümidi olmayan Sırplar üzerine bir ordu gönderdi. Osmanlı kuvvetleri karşısında tutunamaya |
n Kara Yorgi yenilerek Avusturya'ya kaçmak zorunda kaldı. Bunun üzerine isyanın liderliğini 3 yıl sonra,1815'de Miloş Obrenoviç aldı. Bu ayaklanmaya müdahale etmesi hâlinde Rusya'nın müdahalesinden çekinen Osmanlı İmparatorluğu, Miloş'la anlaşma yoluna gitti. Onu Sırpların prensi olarak tanıdı ve Sırbistan'a kısmi özerklik verdi.
İmparatorlukta birçok sorunun görüldüğü bu dönemde bazı olumlu gelişmeler de yaşanmıştır. Sanayileşmede atılan bir ileri adım olarak 1860'larla beraber (Kosova Vilayeti itibarıyla) ilk telgraf hattı ile Prizren, İpek ve Priştine, İstanbul ve Selanik ile bağlanmıştır. 1874'te Selanik-Mitroviça demiryolu hattı açılmıştır. Kosova Vilayeti'nin doğusunda da bu dönemde tarım faaliyetlerinde modernleşme sağlayacak kereste fabrikaları, motorlu un fabrikaları gibi bazı yenilikler yapılmıştır.
Balkanlar'da 19. yüzyılda başlayan isyanlar, etnik karşıtlıklardan kaynaklı çatışmalar sonrasında patlak veren Balkan Savaşları, bölgedeki Osmanlı egemenliğini sarsmıştır. I. Balkan Savaşı'nda çok sayıda cephede, büyük birliklere karşı savaşmak zorunda kalan Osmanlı ordusu, birkaç savaş hariç, geri kalan bütün savaşlardan yenilgiyle ayrılmıştır. Bu savaşlar sonrasında sınırları bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin batı sınırlarının bile gerisine gitmiştir. Akabinde gerçekleşen II. Balkan Savaşı'nda bir nebze dahi olsa toparlanan Osmanlı ordusu, kaybettiği küçük birkaç toprak parçasını ve Edirne'sini geri almıştır.
1878'de dağılmanın eşiğine gelen Osmanlı İmparatorluğu'nun kesin çöküşüne giden yolun dönüm noktası Balkan Harbi oldu. Onun ardından başlayan I. Dünya Savaşı bu süreci tamamladı. Esasen Balkan Harbi, âdeta Avrupa'daki karşıt ittifakların aralarındaki hesaplaşmaya ve paylaşım savaşına hazır olmak amacıyla ürettikleri modern silahların denendiği “kostümlü” bir prova olmuştu. I. Dünya Savaşı'nın halledemediği sorunlar bir şekilde II. Dünya Savaşı ile çözüldü. Tüm bu süreçte 150.000.000'dan fazla insan yaşamını kaybetti.
1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında Balkanlar'da yeni devletler tesis edilmeye başlanmıştır. Tam da bu dönemde, 1914'te Saraybosna'da Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın öldürülmesi I. Dünya Savaşı'nın patlamasında son sebep olmuştur. Savaş sonrasında Balkanlar'da, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Bulgaristan, Yunanistan ve (küçük kısmında) Türkiye devletleri mevcut idi. Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, bir zaman sonra Yugoslavya Krallığı hâlini almıştır.
Balkanlar'da II. Dünya Savaşı, İtalya'nın “büyük İtalya” topraklarını oluşturma fikri sonucunda giriştiği çalışmalarla başladı. 1939'da Arnavutluk'u ele geçiren İtalya, 1940'ta Yunanistan'a yöneldi. 28 Ekim 1940'ta Yunan-İtalyan Savaşı baş gösterdi.
Yugoslavya Krallığı 1941 Nisan ayında Almanya, İtalya, Macaristan ve Bulgaristan'ın işgaline uğramıştır. Almanların himayesini alan Hırvatlar, Hırvatistan Bağımsız Devleti'ni kurarak, Ortodoks Sırplara karşı baskı kurmuşlar. Ülke içinde gerilla harpleri baş gösterdi. Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD'den destek alan Mareşal Josip Broz Tito, 1945 yılında ülkenin kontrolünü eline geçirdi. Tito, iç harp esnasında muhalifi olan Dragoljub Mihailović'i 1946 yılında idam ettirdi. Bu arada Yugoslavya 1945 yılında cumhuriyet oldu. Ardından 1946 yılında birleşik cumhuriyet haline geldi. Tito, hükümet başkanlığına getirildi.
Soğuk Savaş döneminde Balkanlar'daki ülkeler, Sovyetler destekli komünist yönetimlerin hâkimiyetinde olmuştur.
Bu dönemde Balkanlar'da komünist-sosyalist idareler altındaki ülkelerde milliyetçilik ortadan kalkmamıştı. 1984 yılında Todor Jivkov'un idaresindeki komünist Bulgaristan'da Türkler üzerine çok sert asimilasyon ve caydırma politikaları uygulanmıştır. O dönemde Bulgaristan nüfusunun çok ciddi bir bölümünü oluşturan Türklere, isim değiştirme, din değiştirme, Türkçe konuşma yasağı, zorunlu göç ettirme, işkence vb. yöntemlerle asimilasyon politikalarına girişilmiştir. Jivkov yönetimine karşı gelen Türkler, işlerini, eğitim haklarını ve hatta yaşamlarını kaybetmişlerdir. Bu dönemde baskılardan kaçmak için çeşitli yollarla Türkiye'ye doğru milyonları oluşturan bir Türk göçü yaşanmıştır. Diğer birçok Balkan ülkesinde olduğu gibi, Bulgaristan'da da camiler kapatılmış, İslami gereklerin yaşanmasına izin verilmemiştir. 1989'da devletin ağır politikalarına karşı koyan Türkler içinde 300.000'in çok üzerinde bir kesim ülkeden sürgün edilmiştir.
Soğuk Savaş döneminde Josip Broz Tito yönetimindeki Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti (1948) ve Arnavutluk (1961) devletleri Sovyetler Birliği ile ayrı düştü. Bulgaristan ile birleşme fikirlerini geri çeviren Yugoslavya yönetimi, kısa bir zaman sonra kurulan Bağlantısızlar Hareketi'ne katılmıştır. Arnavutluk ise Komünist Çin ile kurulan ilişkilerin de etkisiyle dünyadan soyutlanmış, içe kapanık bir ülke hâlini almıştır. Bu dönemde Arnavutluk, Enver Hoca idaresinde katı bir rejim altında olmuştur.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti de, Soğuk Savaş döneminde ciddi miktarda Türk nüfusu barındıran bir Balkan ülkesi idi. Bu ülkede, özellikle Kosova Özerk Sosyalist Bölgesi, Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti ve Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti içindeki Sancak bölgesinde Türkler yaşamaktaydılar. Ayrıca, Kosova Özerk Sosyalist Bölgesi, Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti'nde Arnavutlar da önemli bir nüfus oranına sahip idiler. Sosyalist sistemle yönetilen Yugoslavya'da bu iki halk üzerinde çoklukla devletin özel bir dikkati olmuştur. Devletin hakkaniyetle yönetildiği dönemde, dil, eğitim gibi hakları verilen bu halklar, ülkenin bütünlüğünde yer almışlardır. 1990'larla beraber çatırdayıp çöküşe giden Yugoslavya sistemiyle beraber halkların da kısmi tepkileri başlamıştır.
Balkanlar'da her zaman komünizmin dışında kalan iki ülke Türkiye ve Yunanistan olmuştur.
Başkan Tito, 1980 yılında ölünce yerine Kolektif Başkanlık idaresi geldi. 1984 yılında devlet başkanlığı Veselin Djuranović'e verildi. 1989'da görülen ekonomik ve siyasal bunalım, Hırvatistan ve Slovenya cumhuriyetleri arasında ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Aynı yıl Doğu Bloku'nda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya'ya da yansıdı ve 1990'da çok partili düzene geçildi.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin dağılma süreci öncelikle ekonomik-politik değişimin başlangıcı ile ilintilidir. Özellikle Yugoslav resmî tezi olan Özyönetim ve bu sayede ileri bir aşamada gerçekleşmesi tasarlanan Marksizm'in ön gördüğü "özgür üreticilerin birliği" fikri, ekonomik sistemin uluslararası sermayeye açılması ile dengesini kaybetmiştir. Yugoslav siyasi yapısının "Özyönetimci Sosyalizm"den "Pazar Sosyalizmi"ne kayışı, coğrafi esasa göre oluşturulmuş Yugoslav özyönetim modelinin neo-liberal politikalar ekseni ile dönüşüm sürecine girmesini ifade etmektedir. Sosyalist federal yapının köşe taşları olan özyönetim birimleri, ekonomi-politik dönüşüm süreci ile birlikte otonom statülere açık özerk birimler durumuna gelmiştir.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 1990'ların başıyla beraber birçok iç çatışma ve tartışmalara sahne olmuştur. Ülkenin federal yapısındaki dengesizleşme, bu ülkede kendi özerk cumhuriyetlerinde yaşayan halkların seslerini azar azar yükseltmelerine sebebiyet vermiştir. Yugoslavya'nın olumsuz gidişi ve yükselen Sırp milliyetçiliği karşısında diğer halklarda kıpırdanmalar görülmüştür.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti içinde özerk cumhuriyet liderleri ve yöneticileri arasındaki anlaşmazlıklar, çeşitli bölgelerde küçüklü büyüklü çatışma ve savaşların çıkmasına sebep olmuştur. Bu çatışma ve savaşların sonrasında federal cumhuriyeti oluşturan Slovenya Sosyalist Cumhuriyeti; Hırvatistan Sosyalist Cumhuriyeti; Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek Sosyalist Cumhuriyeti (1991'den 1995 sürecine dek) bağlı oldukları Yugoslavya federasyon yapısından ayrılıp bağımsız devletler olmuşlardır. Bu ilk ayrılma dalgasında en büyük acıyı nüfusunun büyük kısmı Müslüman olan Bosna-Hersek görmüştür. Eski Yugoslav Halk Ordusu'nun (JNA) teçhizatıyla donatılmış Sırbistan ordusu ve milis güçlerinin saldırıları ve bunların yanında küçük çaplı Hırvat saldırıları ile Bosna-Hersek, insanlık dışı olaylara sahne olmuştur.
1991'de başlayan cumhuriyetler arasındaki iç savaşın neticesinde aynı senenin sonlarında Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Savaşın sonunda söz konusu devletler ayrı birer siyasi yapı oldular. Karadağ ve Sırbistan birleşerek yeni Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ni oluşturdu. Yeni federasyon, Sırbistan ve Karadağ özerk cumhuriyetleri ve Sırbistan'a bağlı Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinin bütünlüğüyle oluşmuştur. Söz konusu devlet zamanla “Sırbistan-Karadağ” adını aldı. Böylece “Yugoslavya” adı tarihe karışmış oldu. 3 Haziran 2006'da Karadağ'ın referandum sonucunda bağımsızlık ilan etmesiyle bu son federatif devlet de dağılmıştır.
Eski Yugoslavya topraklarındaki son parçalanma ise Kosova'nın Sırbistan'dan kopması ile gerçekleşmiştir.
1998-1999 Kosova Savaşı, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ordusunun, bağımsızlık isteyen Kosova Kurtuluş Ordusu'na ve bu örgüt yanında yer alan milis güçlerine karşı yürüttüğü operasyona karşı NATO, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ndeki bazı stratejik, askerî mevzilere ve ordu birliklerine karşı askerî müdahalede bulunmuştur.
Kosovalı Müslümanlara (Arnavut, Türk vb.) yapılan baskının devam etmesi üzerine, NATO, Kosova ve Sırbistan'da bulunan hedeflere Mart 1999 tarihinde hava operasyonlarına başladı.
Aynı zamanda, Kosovalılara karşı, Sırp güçleri tarafından etnik temizliğe başlandı. Yüz binlerce mülteci Arnavutluk, Makedonya, Türkiye ve Karadağ'a kaçmaya başladı. Uluslararası Lahey Adalet Divanı araştırmalarında en az 2.000 cesede ulaştığını açıkladı.
11 haftalık NATO bombardımanından sonra, Miloşeviç birliklerini ve polislerini geri çekmeye zorlandı. 750.000 Kosovalı mülteci evlerine geri döndü. Bu bölgedeki Sırp nüfusun yarısına tekabül eden 100.000 Sırp evlerini terk etti. Birleşmiş Milletler, Kosova'nın bağımsızlık ya da Sırp egemenliğinden birine dönene kadar bölgeyi k |
ontrolü altına aldı.
Mayıs 1999 tarihinde, bombalama hâlâ devam ediyordu. Miloşeviç, insanlığa karşı suç işlediği için Uluslararası Lahey Adalet Divanı'na verilen görev başındaki ilk devlet başkanı oldu.
20. yüzyılda Balkanlar'daki devletlerin gelişimleri kısım kısım farklı bir süreç izlemiştir. Yunanistan, 1952'den beri NATO'nun ve 1981'den beri de Avrupa Birliği'nin üyesidir. Yunanistan ayrıca, Eurozone ve Batı Avrupa Birliği'nin de üyesidir. Slovenya 2004'ten beri Avrupa Birliği'ne üyedir. Bulgaristan ve Romanya da 2007'de Avrupa Birliği bünyesine katılmışlardır. Türkiye, 1963'te Avrupa Birliği üyeliği için başvurmuş, 2005'te de üyelik görüşmelerine başlama hakkı elde etmiştir. Hırvatistan ve Makedonya, 2005 yılında Avrupa Birliği üyeliğine adaylık statüsü kazanmıştır. Karadağ ve Sırbistan da Avrupa Birliği üyeliği konusunda girişimleri olan diğer Balkan ülkelerinden biridir.
17 Ekim 2007 tarihinde Hırvatistan, 2008-2009 süreci için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine kabul edilmiştir. 2004 yılında Bulgaristan, Romanya ve Slovenya devletleri NATO'ya üye olmuşlardır. 2006 yılında Karadağ, Sırbistan-Karadağ federasyonundan ayrılmıştır. Bu ayrılık, birçok dünya devletinde Balkanlar'da yeni siyasi ve sosyal sıkıntıların sebebi olarak düşünülmüş olsa da herhangi bir sıkıntı yaratmamıştır. Kosova, 17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı olarak Sırbistan'dan bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık ilanı sonrasında, en son Afrika ülkesi olan Çad 2 Haziran 2012 tarihinde Kosova'nın 17 Şubat 2008'de tek taraflı olarak ilan ettiği bağımsızlığını resmen tanıyan 91. ülke olmuştur. 2 Haziran 2012 itibarıyla, Kosova Cumhuriyeti, 91 ülke tarafından tanınan bir cumhuriyettir. Bu tanıma süreci sürekli gelişerek devam edecek bir seyir izlemektedir. Arnavutluk ve Hırvatistan, 1 Nisan 2009 tarihinde NATO'ya katılmışlardır.
Balkanlar'ın 19. yüzyıldaki son dalgalanmalar devrine girmesi, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı'nı hazırlamış ve bu savaşlar sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği ortadan kalkmıştır. Bu süreçlerde ciddi zararlardan birini Balkan Türkleri yaşamışlardır. Balkan Savaşları'nın yüz yılı civarında, Balkanlar'daki Türk nüfusu çok ciddi bir kayba uğramış, Türkleri azınlık hâline getiren süreçler yaşanmıştır. Bugün Türkler Balkanlar'da (Türkiye toprakları hariç tutulursa); Sırbistan'da % 0,26; Kosova'da %4,5; Makedonya'da %3,9 ila % 9,8; Yunanistan'da (Batı Trakya ve Ege Adaları'nda) % 2 dolayında; Bulgaristan'da alt sınır olarak % 9,5; Balkanlar'ın uçlarındaki Romanya'da % 1 dolayına civarlarında bir nüfus oranlarındadırlar. Osmanlı devrinde birçok bölgede nüfus oranı olarak üstün olan Türk nüfusunun büyük kısmı, 1912 yılı civarıyla beraber hızla Türkiye'ye akmıştır.
Bosna-Hersek, Osmanlı Devleti'nden 19. yüzyıl sonlarında ani bir ilhakla koparılıp Avusturya-Macaristan'a dâhil edilmişti. Bu süreçten günümüze dek Bosna-Hersek ve Boşnaklar, oturmuş bir sisteme ve düzene sahip olamamışlardır. Son Yugoslavya savaşındaki katliamların yaralarını bugün bile sarmaya çalışan ülke, yasal olarak iki; fiilen üç parçalı bir idari yapıdadır. Sırbistan, Yugoslavya kurulana dek, Osmanlı devrinden beri büyüyegelen bir devlet yapısı hâlinde olmuştu. Yugoslavya'nın parçalanması ile yaşanan süreçler sonucunda kendi içinde yaşanan son çatışmalar ve savaşlarla şu an, en küçük sınırlarına yaklaşmıştır. Kuzeyindeki Voyvodina özerk bölgesi de bağımsız olur ise Sırbistan, Osmanlı İmparatorluğu'nda bağımsızlığını ilan ettiği dönemdeki sınırlarına çekilmiş, ilk sınırlarına geri dönmüş olacaktır. Karadağ, Yugoslavya'nın parçalanması akabinde Sırbistan ile hareket etmişti. Son süreçte bağımsızlığına kavuşarak yeni bir devlet oldu. Hâlihazırda, ülke olarak oturma evresindedir. Son bağımsız ülke Kosova, dünya siyaset arenasında lobiler arası çalışmalarla kalıcı bir konum elde etme çabasındadır. Bu son süreçte Sırbistan ve onun ardındaki Ortodoks camia ile Batı dünyası ve Türkiye, iki ayrı kutup gibidirler.
Yunanistan, kuzeybatı kısımlarındaki "Arnavut azınlık" ve kuzeydoğusuyla adalarındaki "Türk azınlık" ile, kuruluşundan itibaren mücadele içindedir. Kuruluşundan itibaren Türkleri sürekli kontrol altında tutmakta ve anayasal olarak da kabul etmemektedir (Türk yerine Müslüman Helen tabiri). Batı Trakya'nın Lozan Antlaşması ile resmen Yunanistan'a bırakıldığı günden beri Batı Trakya Türk Azınlığı (BTTA)'nı Türkiye'nin Yunan topraklarındaki doğal uzantısı olarak gören Yunan yönetimleri Azınlık'ı potansiyel bir tehdit ve tehlike olarak değerlendirmişler; bu çerçevede şekillendirdikleri Azınlık politikalarıyla da BTTA'nı göçe zorlamak, bu mümkün olmadığı takdirde de Türk toplumunu asimile etmek hedeflerini gütmüşlerdir. Batı Trakya Türk Azınlığı 1920'li yıllarda Batı Trakya nüfusunun %65'ini oluştururken, günümüzde bu oran %30'lara gerilemiştir. Ülkedeki çeşitli olumsuz politik çalışmalar yurt dışına göçe sebep olmuş, Yunanistan'daki Türk nüfusu azalmıştır. Aynı şekilde, Kuzeybatıda Arnavutluk sınırlarındaki Arnavut nüfus konusunda da bazı politik sıkıntılar vardır.
Bulgaristan yönetimi, 1980'lerde ülkede azımsanmayacak bir nüfus oranına sahip Türklerle şiddet, asimilasyon gibi yöntemlerle uğraşmış, bu nüfusun haklardan mahrumiyetine veya göç etmesine (Türkiye'ye) sebep olmuştur. Avrupa Birliği tam üyeliği gibi 2000'li yılların süreciyle beraber, ülkedeki Türk nüfus biraz rahatlamış gibidir.
2011 yılında başlayan ve günümüzde (2012) de etkisi devam eden, Yunanistan'da olan ekonomik derin kriz; Yunan hükümetinin borç krizidir. Yunanistan'da hükümetin borçlanması ve bu borçları ödeyememesinden kaynaklanmıştır.
Kriz sırasında eski başbakan Yorgo Papandreu görevden ayrılmış ve yeni bir hükümet kurulmuştur. Ülke, IMF'den ve Avrupa Birliği'nden yardım istenmiştir. 2010-2012 Yunanistan protestoları başlamıştır. Ülkede işsiz sayısı rekor düzeye çıkmış, geçinememe yüzünden ırkçılık artmıştır.
Balkanlar, üzerinde birçok millet ve dinin yaşadığı bir coğrafi bölgedir. Topraklarının tamamı Balkanlar’ın sınırları içinde olan Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Makedonya ve Yunanistan ülkelerinde yaşayanların toplam nüfusu 28.809.213’dır. Bu sayıya, topraklarının bir kısmı Balkanlar’da yer alan ve Balkan ülkesi sayılan Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Romanya, Türkiye ve yine Balkanlar'da bir parça toprağı bulunan, ancak tarihi, kültürel, siyasi nedenlerle Balkan ülkesi sayılmayan İtalya’nın ilgili kısımlarındaki nüfus eklendiğinde, Balkanlar’da yaşayan insanların toplam nüfusu 48.437.687 olmaktadır.
Balkanlar, çeşitli kültürlerin bir arada yaşandığı bir bölgedir. Burada birçok din, millet yaşar. Söz konusu konuşulan çok sayıda dil de Balkanlar’ın çeşitli kısımlarında duyulur. Balkan topraklarında yaşayan milletlerin yayılımı ile devlet sınırları denk değildir. Bu yüzden bir dil, tek bir devlet sınırı içinde konuşulmaz; komşu birkaç devlet içinde aynı dil konuşuruna rastlanabilir. Bu yüzden Balkanlar’da yaşayan milletlerin toplam nüfuslarının tespit edilmesi kolay değildir. Balkanlar’da konuşulan diller konuşurlarının sayıları ortalama alınarak şu şekilde sıralanabilir: Yunanca, Türkiye Türkçesi, Bulgarca, Sırpça, Arnavutça, Boşnakça, Hırvatça, Makedonca, Rumence, Romanca, Karadağca, Pomakça, Slovence, İtalyanca, Gagavuz Türkçesi, Ulahça, Yahudi İspanyolcası, Kırım Tatarcası, İstriotça, İstro-Romanca, Megleno-Rumence. Bölge coğrafyasında, yukarıda sayılan diller, kendi ağız grupları ile beraber konuşulurlar.
Bölgenin yerleşik dinleri Hristiyanlık (Ortodoks ve Katolik) ve İslam dinleridir. En kalabalık din grubunu Ortodokslar oluşturur. Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Rumenler, Makedonlar ve Karadağlılar Ortodoks kilisesine bağlıdırlar. Arnavutlar içinde küçük ir kesim de Ortodoks inancı içindedir. Balkanlar’da ikinci büyük din grubunu Müslümanlar oluşturur. Türkler, Arnavutlar (Büyük kısmı), Boşnaklar, Pomaklar, Goralılar, Tatarlar da bölgede Müslüman inancına sahip gruplardır. Üçüncü din grubunu Katolikler oluşturur. Bu inanç grubuna Macarlar, Slovenler, Hırvatlar dâhildir. Arnavutlar arasında da Katolik vardır. Sözü edilen büyük ve yaygın dinler dışında Yahudilik, bölgede bazı küçük kesim veya yerleşim yerlerinde inanırlara sahiptir.
Hristiyanlığın Ortodoks kolu Balkanlar’ın birçok ülkesinde yaygındır. Bu yaygınlık özellikle yarımadanın güneyinde ve doğusunda daha yoğundur. Bazı ülkelerde de bir kesimin dinidir. En büyük din grubu Ortodoks olan ülkeler şunlardır:
Balkan topraklarına Osmanlı Türkleri tarafından yayılan Müslümanlık, bölgenin güney kesiminde yaygındır. Kuzey yarısında oldukça seyrektir. En büyük din grubu Müslüman olan ülkeler şunlardır:
Yarımadanın kuzey kesiminde çoklukla yayılan Katolikliğin en büyük din grubunu oluşturduğu ülkeler şunlardır:
Günümüzde Balkan ülkelerinin tümü cumhuriyettir. Ancak, II. Dünya Savaşı’na kadar Türkiye dışında kalan ülkelerin tamamı monarşi ile yönetilmişlerdir. Romanya ve Bosna-Hersek yarı başkanlık sistemine, diğer ülkeler parlamenter cumhuriyettirler. Bütün ülkelerde açık serbest piyasa ekonomisi hâkimdir.
Slovenya, Hırvatistan ve Yunanistan’da 12.000 $ üstü gelir, diğer ülkelerde 4.000 -12.000 $ dolayı gelir söz konusudur. Balkan ülkelerinin çoğu, daha önceleri Doğu Bloku sisteminde bir ekonomik yapıya sahiptiler. Türkiye yıldan yıla artan bir ekonomik gelişme göstermiştir. Sadece Yunanistan ekonomisi 2012 yılında gerilemiştir. Bu ülke ekonomisinin 2013 yılında büyüme gerçekleştireceği düşünülmektedir. Kişi başına düşen Gayrısafî yurtiçi hâsıla (Satın alma gücü paritesi) Slovenya ve Yunanistan’da (25 $ üstü) en yüksektir. Bunu Hırvatistan (20 $ üstü); Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Karadağ, Sırbistan, Makedonya (10-15 $); Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Kosova (10 $ civarı) takip eder.
1980’lerin sonlarında dünyada yaşanan gelişmelere paralel Balkanlar coğrafyasında meydana gelen rejim değişiklikleri ile hem demokrasiye hem de serbest piyasa ekonomisine geçiş yaşanmıştır. Bu tarihe kadar, Batı Avrupa’daki ekonomik kalkınma modelinden farklı bir sisteme sa |
hip olan bölge ülkeleri, bugün temel dış politika hedeflerinden biri hâline gelen AB’nin temelleri atılırken de doğal olarak bu yapılanmanın dışında kalmıştır. Rejim değişikliğinin hemen ardından ise yüzlerini Batı’ya dönerek, mevcut devletler sistemindeki yeni yerlerini almışlardır. Bu kapsamda, bölge ülkelerinin geçirdiği değişim ve dönüşüm sürecinde ABD ve AB belirleyici aktörler olarak ön plana çıkmış; IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi uluslararası örgütler yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Gelinen noktada Balkan ülkeleri, 20 yıllık bir süreç içerisinde hem NATO ve AB üyesi olmuş (veya üyelik yolunda ciddi mesafe kat etmiş); hem de dünya politik ekonomisinde önemli bir jeoekonomik geçiş noktasını temsil etmeye başlamıştır.
Son dönemde bölge ülkelerinin gerek kendi iç ekonomi-politik yapılarının iyileştirilmesinde gerekse dış pazarlara açılmada ciddi adımlar attığı görülmektedir. AB’ye uyum çerçevesinde birçok yasa çıkartılmış ve reformlar gerçekleştirilmiştir. Avrupa’da kurumlar vergisinin en düşük olduğu ülkeler bu coğrafyada yer almaktadır. Henüz AB üyesi olmamalarına rağmen Kosova ve Karadağ para birimi olarak Avro’yu kullanmaktadır. Vergi muafiyetleri, sübvansiyonlar ve bürokrasinin azaltılması gibi devlet tarafından sağlanan teşvikler; ikili ve çok-taraflı serbest ticaret anlaşmaları ve özelleştirmeler bir taraftan yabancı yatırımcıların iştahını kabartırken diğer taraftan da söz konusu ülkelerin ekonomik kalkınması için önemli sıçrama taşlarını oluşturmaktadır. 20. yüzyıl boyunca sürekli çatışmalarla anılmış olan Balkanlar coğrafyası, günümüzde dünya politik ekonomisinin en yeni ve umut vadeden pazarlarını temsil etmektedir. 1990’larda yaşanan rejim değişikliği ile serbest piyasa ekonomisine geçen bu ülkeler, süreç içerisinde hızla gerçekleştirdiği reformlarla yatırımcılar için görece uygun bir zemin sunacak hâle gelmişlerdir. Bu kapsamda, kurumsal yapılanmalarını büyük ölçüde tamamlamış, yatırımcılar karşısındaki bürokrasiyi azaltmış, ticari mevzuatı sadeleştirerek hukuki yapısını bu yönde yeniden düzenlemiştir. İlaveten ikili ve çoklu serbest ticaret anlaşmaları ile vize muafiyeti anlaşmaları imzalama yoluna gitmiştir. Dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin yer değiştirdiği günümüzde Balkanlar, jeoekonomik tartışmalar açısından kilit konumda bulunmakta; dolayısıyla bölgenin ekonomik istikrarı büyük bir hinterlandı doğrudan ilgilendirmektedir.
Sırbistan’ın 2009 yılı verilerine göre GSYH’si 43 milyar dolara ulaşmıştır. Kişi başına millî geliri ise 5.6 bin dolar civarındadır. Ülkede, AB ile bütünleşme yolunda kararlı bir ekonomik program uygulanmaktadır. Yapısal reformlar başlığı altında bugüne kadar çıkardığı yasalar ciddi sayılara ulaşmıştır. Ülkede ticari mevzuat sadeleştirilmiş, bürokrasi azaltılmış ve en son Türkiye ile vize muafiyeti ve serbest ticaret anlaşmaları imzalanmıştır.
Hırvatistan’ın ekonomisi ise 2001-2008 yılları arasında ortalama %4,4 büyümüş; GSYH’si 63 milyar dolar civarında gerçekleşmiştir. Ülkenin, 2005’te başlayan tam üyelik müzakereleri süresince, siyasi ve ekonomik politikalarını Avrupa Birliği ile uyumlandırma çalışmaları yapmış, kurumsal yapısında düzenlemeler gerçekleştirmiştir. Ayrıca, coğrafi konumu itibarıyla de bölge ülkelerine kıyasla oldukça avantajlı durumdadır. Zira Hırvatistan 1777 km ile Adriyatik’e en uzun kıyısı olan ülkedir. Bu noktada, Türk firmalarının Hırvatistan’daki yatırımları içerisinde ülkenin kıyı şeridindeki turizm tesislerinin büyüklük açısından ilk sırada yer aldığı görülmektedir.
Bosna-Hersek, her ne kadar ülke ekonomisinin istikrarı için gerekli kurumlar AB, NATO, BM, ABD gibi uluslararası aktörlerin teknik ve finansal desteği ile ayakta duruyor olsa ve işsizlik rakamı %45 gibi astronomik seviyelerde dolaşsa da, ülkenin serbest piyasa ekonomisinin sağlıklı işleyebilmesi için dikkate değer çabalar göstermiştir. Ülkenin, siyasi alanda üçlü mekanizma toplantıları başlatması, ekonomik olarak eğitim kurumları (iki üniversite), altyapı çalışmaları, Ziraat Bankası faaliyetleri, çeşitli fabrika yatırımları (kâğıt ve soda fabrikası) şeklinde Türkiye ile büyük sayılabilecek ilişki düzeyi vardır. Ayrıca Bosna-Hersek Havayolları’nın %49’u Türk Hava Yollarına aittir.
Makedonya ise bölgede yatırımcıları bekleyen önemli bir ekonomik potansiyel barındırmaktadır. Bilhassa Türk yatırımcılar için cazibe merkezi konumunda olan bu ülkede, 250’yi aşkın Türk firma faaliyet göstermektedir.
Bulgaristan ekonomisi, 2012 yılı itibarıyla iyi sayılamayacak bir durumda belirtilmektedir. Bulgar analist Ivan Krastev’e göre, Bulgaristan 20 yıllık büyük umutların ardından Yunanistan gibi kötü durumda olabilir. Uzun zaman öne ülkede ekonomi ve Avro krizi yaşanmış, işsizlik % 12’nin üstüne çıkmıştı. 2011 yılında Bulgaristan’da yıllık ekonomik büyüme % 1,7 olmuştur. 2008 yılındaki resmî verilere göre ülke ekonomisinin % 30 kadarı kayıt dışıdır ve ülke, Avrupa Birliği’nin en fakir ülkesidir.
Balkanlar’da turizm denildiğinde ilk akla gelen ve bu sektörde en hızlı büyüyen ülkelerden biri olan Karadağ da son dönemde yatırımcılar açısından oldukça ilgi görmektedir. IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası üyesi olan, AB, NATO ve Dünya Ticaret Örgütü ile ise üyelik müzakerelerine devam eden bu ülke, son dönemde özellikle ulaştırma projeleri ile dikkat çekmektedir. Bu anlamda ülkenin en büyük yatırım projesi 7 ülkeden geçmesi planlanan Adriyatik-İyonya otoyoludur.
Kosova, uluslararası sistemde tam bir aktör hâline gelememiş ve bu yönüyle devlet inşa sürecini henüz tamamlayamamıştır. Söz konusu durum, ekonomik kalkınmanın önündeki en temel engellerden birini de oluşturmaktadır. Kosova’nın sağlıklı bir şekilde piyasa ekonomisine geçişi, dünya devletleri ile ticaret yapabilmesi ve bu şekilde halkın refahının arttırılması ve yoksulluğun giderilmesi yönündeki uluslararası çabalar devam etmektedir. Tanınma sorunu nedeniyle ekonomik anlamda da izole edilmiş olan Kosova’nın Türkiye ile ticari ilişkileri hayati öneme sahiptir.
Yunanistan’ın yıllık büyümesi Kasım 2012 itibarıyla % -1,8 ve kişi başına düşen GSYİH 21.750 $ olmuştur. Altı yıllık durgunluğunda ülke ekonomisi, 2013 sonu itibarıyla mevcut durumundan da küçük hâle gelecektir.
Romanya’da iki yıllık (2010-2011) durgunluk ve tasarrufun ardından ülke ekonomisi 2011’in üçüncü çeyreği itibarıyla % 4,4 büyümüştür. Bütün gelirleri, emekli aylıklarını, kiraları, ödeme gücünü geliştirmek için sosyal katılım devam ettirilecektir.
AB’nin 2004 genişlemesi çerçevesinde Birliğe üye olan Slovenya, ekonomik ve ticari ilişkilerini o tarihten bu yana AB’nin Gümrük Birliği politikaları çerçevesinde yürütmektedir. Özellikle makine, elektrik-elektronik ve otomotiv yan sanayinde oldukça gelişmiş bir endüstriye sahiptir. Avrupa pazarlarına yakınlığı ve üretim maliyetlerinin düşük olması ülkeye birçok doğrudan yabancı yatırımın gelmesini sağlamaktadır. Ayrıca, diğer Orta Avrupa ülkeleri gibi turizm cenneti olan Slovenya, turistik tesisleri ve kapasitesi ile bu sektörde de iddialı olduğunu göstermektedir.
Balkan ülkeleri çeşitli uluslararası üyeliklere sahiptirler. Ülkelerden bir kısmı Avrupa Birliği’ne (AB) üyedirler. Geri kalan ülkeler de üyelik tarihi bekleyenler, adaylar, muhtemel adaylar gibi statülere sahiptirler. Bunun yanında, gümrük statüleri, para alanları, NATO üyeliği gibi düzlemler söz konusudur.
Balkan ülkelerinin kendisine has coğrafi özelliklerine bağlı olarak turizm yapısı da değişkenlik gösterir. Bölgenin deniz kıyısı, düzlük ve göl alanları en çok yaz döneminde yoğundur. Adriyatik ve Ege muhitinde yer alan Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan ülkelerinin sahil yerleri yurt içi ve yurt dışı turizm etkinliklerinin merkez noktalarıdırlar. Deniz ve göl turizmi dışında, yine bölgenin çeşitli ülkelerinde dağ turizmi de yaygındır. Birçok yerde gelişkin kış turizmi alanları, kayak merkezleri vardır.
Bölge çapında, ülkelerdeki telefon kulübeleri genellikle jetonlu telefonlardır. Posta servisi yeterlidir. İletişim imkânları Slovenya’da, diğer Balkan ülkelerinden daha iyi durumda. 220 volt AC 50 herz yapısına sahip iki delikli silindirik geçmeli priz, Balkanlar’ın tamamında standarttır. Turistler, seyahat güvenliği açısından Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da çatışma, hırsızlık ve halk kargaşası açısından dikkatli olmalıdırlar. Ayrıca, Slovenya ve Sırbistan’da güvenlik endişesi yaratabilecek durumlar, siyasi konularda alınabilecek sert ve hassas tepkilere ilişkindir.
2000 yılı verilerine göre bölgedeki dokuz ülkede (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Hırvatistan, Makedonya, Romanya, Sırbistan) 140.000 kilometreden fazla ana ve yan yol vardır. 1400 km civarı otoyol hattı mevcuttur. Oysa 1970 ve 1980’lerdeki geliştirme çalışmalarına kadar ülke ağları oldukça engebeli idi ve onarım çalışmalarında ciddi yığılmalar vardır.
Trafik yönü sağdan ilerler. Slovenya ve Sırbistan genelindeki yol standardı üst düzeydedir. Arnavutluk ve Makedonya’da belli merkezler arası yollar iyi ancak yol kalitesi yoğun kullanımdan ötürü zayıflamaktadır. Hırvatistan kara ulaşımı bakımından orta-üst sayılabilecek bir seviyededir. Yunanistan’ın kara ulaşımı ağı da geneli bakımından iyi sayılabilir. Kosova’da ana yollar dışındaki karayolları orta seviyededir. Son dönemde yapımına başlanıp Kosova tarafındaki inşaatı hâlen devam eden Arnavutluk-Kosova Otoyolu, Balkanlar’ın bu kesimindeki kara ulaşımına büyük rahatlık getirmiştir. Projenin tamamlanmasıyla Arnavutluk’taki Adriyatik sahili yakınlarından Kosova içlerine kadar otoyol ulaşımı sağlanacaktır. Ekim 2012 itibarıyla ulaşım Kosova ortasına (Suvareka yakınları) kadar sağlanmıştır.
Balkan sahasında demiryolu ağı, 2000 yılında 25.000 km civarında bir uzunluğa sahipti. Bu demiryolu hatlarının %17’si çift şeritli, %40’ı elektrik tesisatlıdır. Yoğunluk, Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Makedonya’da düşük fakat diğer sistemlerde Avrupa Birliği ortalaması düzeyindedir. Yenileme çalışmaları devam eden bölgede sinyalizasyon ve iletişim teknolojilerinde bazı yenileştirmeler olmuştur.
Avrupa’nın |
ana ulaşım ve taşıma hatlarından olan Tuna, bölge içi gemi taşımacılığını domine eder. Ren-Main-Tuna kanalının 1990’ların başında tamamlanması ile Karadeniz’den Kuzey Denizi’ne doğru ulaşım sağlanır olmuştur. Ancak, ekonomik gerileyiş ve çatışmaların sonucu olarak 2000 yılına kadarki son on yılda trafik, keskin bir düşüş yaşamıştır. Nisan 1999’da Kosova’da yaşanan çatışma sırasında, kilit konumdaki köprülerin tahrip edilmesi sebebiyle Tuna, gemi taşımacılığına kapanmıştı.
Balkanlar’daki aktarım ve geçiş limanları Adriyatik’in Hırvatistan kesiminde konumlanan Rijeka, Zadar, Split ve Ploče; Karadağ kesiminde Bar; Arnavutluk kesiminde Dıraç limanlarıdır. Karadeniz kıyılarındaki ana liman sahaları ise Bulgaristan’da Burgaz ve Varna; Romanya’da Köstence. Ege kıyısındaki Selanik limanı, Yunanistan dışında, Kosova ve Makedonya için de bir çıkış limanıdır. Bütün limanlar için modernleştirme ve geliştirme gereklidir.
Balkan çapında yaygın bir havalimanı ağı var olup her ülkede uluslararası havalimanı mevcuttur. Havalimanlarında geliştirilme ihtiyacı görülür. Bölgedeki birçok havalimanı için geliştirme çalışmaları yapılmıştır. Bunlardan birkaçı Makedonya’da Üsküp ve Ohri şehirlerinde gerçekleştirilmiştir. Üsküp Havalimanı için 2010 yılında Türkiye firması TAV tarafından başlatılan yenileme 2011 yılında tamamlanmış, havalimanı 8 Eylül 2011 tarihinde operasyonlara başlamıştır. Ohri Havalimanı yenilemesi de Nisan 2011’de tamamlanmıştır. Kosova’daki Priştine Uluslararası Havalimanı da yenileme kapsamındadır. Türk-Fransız konsorsiyumu yüzde 90 Limak ve yüzde 10 Aeroport de Lyon ortaklığı, Mayıs 2010 tarihinde 20 yıl havalimanını işletme sözleşmesi imzaladı. Yatırımların 2012 yılında tamamlanması öngörülüyor. Yenileme çalışmaları Makedonya ve Kosova dışındaki birçok ülkede de görülür. Slovenya’da Ljubljana Havalimanı ticaret planına göre havalimanı 2017 yılına kadar geliştirilecek. Bu çalışma Haziran 2012’de başlatılmıştır. Hırvatistan’daki Zagreb Havalimanı için 11 Nisan 2012 tarihinde Aeroports de Paris şirketi ile Hırvatistan Hükümeti arasında 30 yıllık kullanım anlaşması imzalandı. Bosna-Hersek’teki Saraybosna Uluslararası Havalimanı’nda başlayan geliştirme çalışmalarının 2013 yılında bitmesi planlanıyor. Sırbistan’daki Belgrad Nikola Tesla Havalimanı modernizasyonu kapsamında Şubat 2012’de çalışmalar başlatılmıştır. Türkiye’deki Atatürk Havalimanı’nda TAV Havalimanları, Dış ve İç Hatlar Terminali ile otoparkta yolculara sunulan konfor ile hizmet kalitesinde ve hava yollarına sağlanan hizmette ivme yaratmak amacıyla Şubat 2010’da da yeni bir genişletme projesi gerçekleştirildi. İstanbul Atatürk Havalimanı, mimarisi, yolcu akış hızı ve sunduğu hizmet kalitesiyle sadece Türkiye'nin en büyük havalimanı değil, aynı zamanda tüm Avrupa'da önemli havalimanlarından biri konumunda bulunuyor.
Euro, Kuna, Değiştirilebilir mark, Dinar, Denar, Lek, Lev, Ley bölgede kullanılan para birimleridir.
Balkan çapındaki alışverişte giyim, el yapımı ve mücevherat, önde gelir. Ülke içi veya ülkeler arası kara ulaşımında otobüs hatları vardır ve bunlar iyi durumdadırlar. Demiryolu ulaşımının kalitesi kesime göre değişiklik gösterir.
Balkanlar’ın çok kültürlü yapısının sonucu olarak bölgede çeşitli kültür ögeleri vardır. Bölge yemek ve pişirme kültürü, çeşitli mutfakların birleşiminden oluşmuştur. Yemek bölge genelinde ucuzdur. Bölgede su rezervleri iyi düzeydedir. Suların büyük kısmı içilebilirdir ama paketlenmiş su satışı da yaygındır. Alkol kısıtlamaları yoktur. Bunun yanında Müslüman nüfusun yaşadığı kesimlerde alkole karşı tutum görülebilir.
Balkanlar’da çok kültürlü yapı içerisinde, her kültür-dil dairesi içinde çeşitli edebî faaliyetler yapılmış ve yapılmaya devam edilmektedir. Bu şekilde oluşturulan eserler, ilgili dilin edebiyat dünyası içinde yer almışlardır. Bazı eserler ise, yazıldığı dilin dışında başka bazı dillere de çevrilmiş, Nobel Edebiyat Ödülü gibi ödüller kazanmıştır. Bugünkü Balkan edebiyatı, dil ağacının beş ayrı kolunda yer alan sekiz millî dil ile yazılır. Bu edebiyatı anlamada, Nikos Kazancakis’in “Zorba”sı, Ivo Andrić’in “Drina Köprüsü” adlı meşhur eseri, Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i, Fahir İz’in “An Anthology of Modern Turkish Short Stories” adlı antolojisi, Ismail Kadare’nin “"Kronikë në gur"” (Taştaki Kronik) eseri, Aleksandros Kotzias’ın “Jaguar”ı, “An Anthology of Romanian Women Poets” (Adam J. Sorkin, Kurt W. Treptow) adlı antoloji, Elisaveta Bagryana’nın “Penelope of the Twentieth Century” eseri, Hristo Boyçev’in “Albay Kuş’u yardımcı olabilir.
Mantık kurgusunu sempatik bir şekilde gösteren ‘"kültürel kavşak"’, ‘"köprü"’ tabirleri Balkanlar için edebiyatta en çok kullanılan mecazların başında gelir. Söz konusu mecazlar, bölgeye bir kimlik verir. Balkan edebiyatını açıklamada “dil” ölçüt olarak koyulursa, hata kaçınılmaz olur. Slav dilleri ve dil bilimi yani ‘Balkan dil birliği’ içinde yer alan belirsiz konuşur, okur veya edebiyatta yer alan kişi ve Balkanlar’daki bütün dillerde paylaşılan yüzlerce Türkçe alıntı kelimenin dışında, Balkan dilleri bugün hâlâ yanlış yolda, yabancı ve zordur. Balkan edebiyatı içinde yer alan bazı edebiyatçılar aşağıda belirtilmiştir.
Balkan ülkelerinde yapılan müziğin bölge içinde ortak özellikleri vardır. Balkan müzikleri hareketli ve armoni zenginliği açısından, farklı bir zevk verir. Buna, etnik bir müzik türü de denebilir. Balkanlar’ın hemen hemen tüm ülkelerinde kulağa hitap eden melodiler çok benzer ve coşkuları da aynıdır. Balkan müziğinde Rumeli Türk müziğinin etkisi de vardır. Bunun gibi küçücük etnik grupların renkliliklerini kattıkları koca bir oluşumdur. Dikkat edilirse, yeryüzünün ürettiği müzik birikimlerinin içinde kendini hemen belli eden, hem melodilerinin hem de bunları yorumlayış biçimlerinin çok net karakteristikleri olan bir müzik geleneğidir. Bu özel oluşumun temelinde kabaca, geçmişi Hristiyanlık öncesi döneme denk gelen Slav geleneğiyle Doğu Roma ve Osmanlı’dan ögelerin bir bileşimi yer alır. Slav geleneği, Yunan ögeleri ve Osmanlı ile Bizans’ı kapsayan Anadolu renkleri, özgün bir etkileşim ile bugün Balkan müziği denilen zengin müzik birikimini oluşturmuştur.
Balkan müziği, Türk kültürüne çok yakındır. Yıllarca aynı topraklarda yaşandığı ve benzer kültürler paylaşıldığı Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinin olduğu kadar, Türkiye’deki Çingenelerin de müziği budur. Balkanlar’daki müzik, Avrupa’nın geri kalanından epey farklılık göstermiştir çünkü Balkan halklarından hepsinin Osmanlı İmparatorluğu ile kültürel geçmişi mevcuttur ve bu müziğin en önemli özelliği karmaşık ritmidir.
Balkanlar’ın genelinde belli oranda ortaklıklara sahip bir mutfak kültürüdür. Bu mutfak içinde Balkan ülkelerinin kendisine ait özellikleri vardır ve Akdeniz mutfağından etkilenmiştir. Balkan yemek kültürü Türk, Yunan, İtalyan, Avusturyalı, Macar ve yerel yemek ve pişirme kültürlerinin karışımıdır. Kültürel kimliğin ortaya koyulmasında Balkan mutfağının ciddi bir form olabileceği öne sürülmüştür. Bu mutfakla ilgili iki görüş vardır: 1) Balkan bölgesinde yaygın şekilde paylaşılan bir beslenme yapısı vardır. 2) İnsanlar benzer temel yiyecekleri tüketir. Alexander Kiossev’e göre Balkan kimliğinin varlığını ispat etmek için en az iki yol var; ırk özellikleri ve mutfak. Kiossev’e göre, Balkanlar’ın dışında bulunan bir Balkanlı, başka bir Balkanlı kişiyi yüz özellikleri, yürüyüş tarzı ile genellikle tanır. Mutfak, birçok Balkanlı için bir diğer paylaşılan şeydir.
Balkanlar’da yaşamış olan ve yaşayan birçok millet, birbirleri ile değişen derecelerde etkileşim içinde olmuşlardır. Bu etkileşim ortak hayat, evlenme, göç, savaş gibi çeşitli olaylarla kurulmuş ve günümüze gelmiştir. Bölgede birçok millet ve bunların kültürel özellikleri içinde bazı kültürler daha baskın olmuşlardır. Bölgede tarihten günümüze dek Slav kültürü, Türk kültürü, Yunan kültürü ağırlıklı yapılar oluşmuştur. Balkan kültürü olarak da belirtilen bu kültür, belli başlı kültürlerin beraberliğinden, harmanından ortaya çıkmış, bugüne ulaşmıştır.
Kültürel etkileşimin temel taşıyıcısı olan dil, bölgedeki birçok millet üzerinde etkileşimi sağlamıştır. Bu kültürel etkileşimde Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede idaresini kurduğu 14. yüzyıldan itibaren merkezî bir yere sahiptir. Türkçe, bölgedeki birçok dili etkilemiştir.
Türkçe, bugün yaşayan dillerin en yaşlılarından biridir ve bu tarih derinliği yanında mekânca da geniş bir coğrafyaya sahiptir. Türkçenin konuşucuları, bu geniş tarih ve coğrafya diliminde birçok devlet kurmuşlar, komşuluklarında yer alan kavimlerden birçok bilgi öğrenmişler ve komşularına da birçok bilgi öğretmişlerdir. Türklerin komşularına öğrettikleri ile komşularından öğrendikleri bilgilerin adları, Türkçe ile ona komşu olarak yaşayan başka diller arasında, oldukça zengin bir söz alışverişine yol açmıştır.
Balkanlar’da Miladın öncesindeki yıllardan başlayıp çeşitli yoğunluklarla gelişen, Osmanlı devri ile beraber de kökleşen Türk özellikleri, bugün Balkan Türkleri dışında, Balkanlar’da yaşayan diğer halklarda da çeşitli şekillerde görülmektedir. Türkçenin dışında, söz konusu Balkan dilinde kullanılacak kadar içselleşen Türkçe yer adları, bu izlerden birisi sayılır. Balkanlar’da yerleşim birimleri ve yerlerin adlarının Türkçe isimleri, 600 yıl civarındaki siyasî ve sosyal gelişimler olarak oluşmuştur. Burada sözü edilen durum ise, Türkçede kullanılan şekillerden bağımsız olarak, ilgili dilde yaşıyor olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu XX. yüzyıl başlarında Balkanlar’daki topraklarını kaybetti. Bu dönem sonrasında Balkanlar’ın muhtelif bölgelerinde çeşitli devletler kuruldu. Bu devletler, ilgili bölgede egemenliği ele geçiren milletin idaresi şeklinde gelişmiştir. Osmanlı egemenliği sonrasında Balkanlar’da kurulan bu devletlerin yeni idareleri tarafından Osmanlı dönemi toponimlerinin (yer adlarının) bir kısmı değiştirilmiştir. Bu değişiklikler, her bölgede, egemenliği ele geçiren milletin dili veya kültürü yönünde olmuştur. Böylece Balkanlar’da yaşayan milletlerin dillerinde (Türkler dışında) değiştiril |
miş yeni toponimler kullanıma girmiş, eski bilgi zamanla hafızalardan silinmiştir. Sonuçta yüzyıllarca kullanıldıktan sonra diğer milletlerce değiştirilen bu toponimler Türk dilinde kalmış, Osmanlı Türkçesinden miras olarak Türkiye Türkçesine gelmiştir.
Söz konusu "Balkan dilindeki şekilleri ile" yer adlarına örnek için Sırbistan’da Ada, Adakale, Alibunar, Bor, Kula, Majdanpek, Novi Pazar, Ćuprija, Surduk; Makedonya’da Demir Hisar, Demir Kapija, Kumanovo; Bosna-Hersek’te Sarajevo, Tuzla, Odžak, Čardak; Hırvatistan’da Bakar; Arnavutluk’ta Bajram Curri, Kepenek, Ahmetaj, Elbasan; Bulgaristan’da Harmanli, Kırcaali, Kazanlık, Kula, Pazardzik, Durankulak, Pamukci; Karadağ’da Mahala, Virpazar, Kazanci, Timar, Han, Kula; Kosova’da Türkçe dışındaki şekillerde Elezhan, Ferizaj, Mamusha; Romanya’da Teleorman, Baba Ana, Azaplar, Tuzla, Topalu, Saraiu, Techirghiol, Babadag, Beştepe şeklindedir.
Türk dili ile Macar dili etkileşiminde Türkçedeki Macarca alıntılar "varos" “şehir” > "varoş" “şehirlerin sur dışı mahallesi” gibi birkaç kelimeyle sınırlıdır. Macarcadaki Türkçe ögeler ise çeşitli dönemlerde olmuştur. 15. yüzyıla kadar Macarcaya geçen 485 kelime uzun uzun müzakere edilmiştir. Macarcaya Osmanlı döneminde 1312 kelime yanında, 402 şahıs adı ve 224 yer adı bulunmaktadır. Rumencede 1700-3000 arası Türkçe alıntı, Güney Slavlarının dillerinde (Sırp-Hırvatça) 8742 Türkçe kelime alıntılandığı belirtilmiştir. Bulgarcada en az 3500 Türkçe alıntı vardır. Bulgarların yeni dili olan Bulgar Slavcasından Türkçe "çete, gocuk, kuluçka" gibi birkaç söz geçmiştir. Arnavutçadaki Türkçe unsurları gösteren bir sözlükte varyantlarıyla birlikte 4078 madde yer alır. Olivera Yaşar-Nasteva’nın Makedoncadaki Türkçe unsurları değişik yönleriyle inceleyen eserinde, 3089 Türkçe söz yer almaktadır.
Yunanca ile Türkçe etkileşiminde Türkçedeki Yunanca unsurların sayısı çeşitli yayınlarda 347-900 arasında belirtilmiştir. Yunancadaki Türkçe unsurların sayısı ise K. Kukkidis’e göre 3000 ve P. Georgidas’a göre 1968’dir.
Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü
Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü; Osmanlı Diplomasi Tarihi konusunda yazılmış Oral Sander eseridir. İlk baskısı 1987 yılında Ankara Üniversitesi SBF yayını olarak çıkmış, 1993 yılında ise özel sektörce ilk baskısı yapılmıştır. Osmanlı Diplomasi Tarihi dersi için yazılmış ve bu dersin adının kitabın adında da geçtiği ilk Türkçe eser olma özelliği taşımaktadır. Kitabın 1987'deki ilk baskısındaki adı tam olarak şu biçimde idi: "Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü-Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme". Yazar bu kitapta doğu ve batı mitolojilerinde Anka ve Phoenix adlarıyla yer alan bir kuş ile kişileştirdiği Osmanlı Devleti arasında benzerlik kurmaktadır. Söz konusu mitolojilere göre bu efsanevi kuş 500 yıl yaşadıktan sonra kendini ateşe atarak intihar eder ve sonra küllerinden yeniden doğar. Bu benzetmeye göre Osmanlı da 600 yılı aşkın bir müddet varlığını sürdürdükten sonra I. Dünya Savaşı ateşine atlayarak intihar etmiş, küllerinden de Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
Perito Moreno Buzulu
Perito Moreno Buzulu (İspanyolca: "Glaciar Perito Moreno"), Arjantin'in güneybatısında, deniz seviyesinden sadece 1500 m yüksekte, Patagonya’nın Campo de Hielo Sur buzul bölgesinin bir uzantısıdır. Adını Patagonya araştırmacısı Francisco Pascasio Moreno‘dan alır. En yakın büyük yerleşim yeri 80 km mesafedeki El Calafate olup, burası mili park içinden buzula yapılan turların ideal çıkış noktasıdır.
Buzul, Los Glaciares Milli Parkı'nın ve tüm Arjantin'in başlıca görülmeye değer noktalarından biridir. Perito Moreno, Antarktika ve Grönland dışında, az sayıda bilinen buzullardan biri olup, sürekli büyüyen bir buzuldur. Bunun sebebi de Büyük Okyanus'dan gelen bulutların Andlar'a çok kuvvetli yağışlar bırakmasıdır.
60 km'lik buz kitlesi günde yaklaşık 1 m öne sürüklenir. Bu, masif kütlede sürekli olarak çatırdama ve kırılma gürültüleriyle göze çarpar. Düzenli olarak da, yaklaşık 60 m yükseklik (hemen hemen Boğaz Köprüsü yüksekliği) ve 5 km genişlikteki ön cephede büyük parçalar kırılır. Bu durum gölde kabarık dalgalara sebebiyet verir.
Sürekli olarak ileri sürüklenme sebebiyle buzul, her dört yılda bir Lago Argentino’nun yan kolu Brazo Rico ’yu bloke eder. Böylece nehirlerle beslenen güney kısmının bu kolundaki su seviyesi hızlıca yükselir. Nihayetinde bu da kısa bir süre sonra buzulun ön kısmının tamamının parçalanmasına yol açar. Bu önceden zor kestirilebilen gösteri, dünyanın en ünlü tabiat oyunlarından biridir ve her seferinde birçok turist ve belgesel filmciyi buzula çeker. Buzulun son gösterileri 1988, Mart 2004 ve son olarak da Mart 2006 yılında gerçekleşmiştir.
Buzul, daha önce onu keşfeden Alman jeolog Rudolph Hauthal'in verdiği isim ile ""Bismarc Buzulu"" iken, daha sonra kaşif ve antropolog olarak verdiği hizmetlerin onuruna Perito Moreno‘nun adını almıştır.
Perito Moreno
Ombudsman
Ombudsman, şikayetleri ve bir takım teşebbüsleri ele alıp değerlendiren ve bunlara her iki taraf için de tatmin edici çözümler bulan kişidir.
Kelime kökeni açısından İsveççe'de “arabulucu” anlamına gelen ‘ombuds’ ve “kişi” anlamına gelen ‘man’ kelimelerinden oluşmuştur ve aracı kişi anlamına gelmektedir.
Ombudsman kelimesi İsveççe'de genellikle delege, avukat, vekil veya bir diğer kişi veya kişiler tarafından o kişi veya kişiler adına hareket etmeye ve onların haklarını korumaya yetkili kılınmış kimseyi ifade etmek için kullanılır.
Kurumsal olarak Ombudsman terimi, Parlamento tarafından halkın şikayetlerini dinleyip, çözümlere ulaştırmak üzere seçilmiş kimse veya kimseleri simgelemektedir.
Ombudsman’ın Türkçe karşılığı için kamu denetçisi, arabulucu, kamu hakemi, medeni hakların savunucusu, parlamento komiseri gibi tanımlamalar teklif edilmiştir. Sonuç olarak, Ombudsman kamu hizmetlerinin yürütülüşündeki adaletsizlikler hakkında, konudan etkilenenlerden şikayetleri almak, bu konularda araştırmalar yapmak ve sorunları çözmekle görevlendirilmiş, bağımsız bir kamu otoritesidir.
Ancak; Türk Dil Kurumu (TDK) e-posta aracılığı ile kullanıcılarına gönderdiği bilgide bu sözcüğü şu ifadelerle açıklamıştır: " ombudsman : İngilizce kökenli bu söz hukukta “ Parlamento tarafından görevlendirilen, vatandaşları resmî makamların keyfî ve yasa dışı davranışlarına karşı korumakla görevli kişi veya kurum.” anlamında kullanılmaktadır. Bu söz için kamu denetçisi karşılığı önerilmiştir. ".
1713 yılında İsveç’te kurulan ve 1809 yılında İsveç Anayasasına girerek anayasal bir kurum niteliğine bürünen ombudsman, bir iki ülke hariç, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar İsveç sınırları dışında pek ilgi çekmemiştir. Ancak 1950’lerden sonra ombudsmanlık dünyada yayılmaya başlamıştır. Aslında Osmanlı Devletinde, devletin bütün kadılarının üstü sayılan, ilmiye sınıfından kazasker ve şeyhülislam rütbesine yükselen, “kadı-ul kuzat” unvanını alan “Türk Başyargıcı Bürosu” vardı ve bu başyargıcın görevi, İslam Hukukunun, Sultan dahil memurlarca, halkın birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenlerken uygulanmasını güvenceye almaktı. Böylece halkın haklarını memurların adaletsizliğine ve güçlerinin kötüye kullanılmasına karşı korumuş oluyordu. Ombudsmanlık kavramının kökeni aslen Osmanlı Devleti'nden gelmektedir.
Osmanlı Devleti dönemindeki bu uygulamayı ilk keşfeden ve ismi Demirbaş Şarl diye bilinen Kral XII. Charles olmuştur. İsveç Kralı Demirbaş Şarl(XII. Charles) 1709 yılında Ruslara yenilerek Osmanlı Devletine sığınır. Edirne yakınlarındaki Demirtaş Paşa Konağı’nda ikamet etmek zorunda kalan Kadılık müessesesi uygulamasını da görüp beğenmiştir. Devletin iyi yönetilmesi ve adaletsiz uygulamalara göz yumulmaması konusunda titiz olan Kral, Stockholm’de kendisinin gözü kulağı olmak üzere bir ombudsman görevlendirmiştir. İsveç dilinde bu birime “ombudsmanlık” denildiği için Avrupa’ya bu isimle yayılmıştır. Zaten ombudsmanlığın bir Türk Kurumu olduğunu, İsveçliler de diğer ülke temsilcileri de uluslararası toplantılarda söylemektedirler. Mesela Avrupa Birliği Ombudsmanı Yunan Nikiforos, Fransız Ombdusmanı Jean Paul Delevoye ve İsveç Parlamento Ombudsmanı gibi zatlar, ombudsmanlığın Osmanlı’daki bir kuruma dayandığını defalarca belirtmişlerdir.
Gazetecilikte ombudsman, halk temsilcisi, halkın sözcüsü ve koruyucusu demektir. Yayın yoluyla haksızlığa uğrayanları temsil eder. Birçoğunun, gazetelerinde köşesi vardır. 1967'de ABD'de ilk defa uygulamaya başlamıştır. Ombudsman, tarafsız ve bağımsızdır. ABD ve Avrupa'da yayın organları kendi ombudsmanını seçer.
Türkiye'de okur temsilcisi karşılığında ombudsmanlığı Emre Kongar Hürriyet'te ve Seyfettin Turhan HHA'da başlatmışlardır. Milliyet'te Yavuz Baydar 1999'da okur temsilcisi olmuş, beş yıl bu görevi surdürmüştür. Halen Milliyet, Sabah ve Hürriyet gazetelerinde uygulanmaktadır. Zaman zaman ombudsman ile yazı işleri yönetimi arasında anlaşmazlık çıkmaktadır.
Süleyman Demirel bir dönem ombudsman olarak düşünülmüştür.
Bireyle devlet organları arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapan bağımsız bir kurumdur. Bu faktörleri ele aldığımızda ombudsmanlık yargı organlarının anayasa ile düzenlenmesinin 5 yönteminden bir tanesini oluşturmaktadır. Bu yöntemler devlet erkinin elinde bulunan sistematik düşünce bilincinin, krematistik ontolojisini epistemolojisinden ayıran önemli hukuk faktördür. Kamuda ombudsman olmak için siyasal alanda bilincin yüksek faktörlerde oluşması ve devlet erkinin nasıl oluştuğunu bilmek önemlidir.
Canterbury Christ Church Üniversitesi
Canterbury Christ Church Üniversitesi Birleşik Krallık'ta bir üniversitedir. Merkezi ve en önemli kampüsü güney-doğu İngiltere'de Kent kontluğu Canterbury şehrinde bulunmaktadır.
Bern (anlam ayrımı)
Jura
Solothurn (kanton)
Solothurn. İsviçre'de bir kanton. Başkenti Solothurn. Ülkenin kuzeybatısında yer alır.
Kanton, başkent Solothurn tarafından satın alınan topraklardan oluşur. Bu nedenle şekli düzensizdir, Fransa sınırında iki cep içerir. Bunlar kantonun ana topraklarından Basel kantonu tarafından ayrılır.
St. Gallen |
St. Gallen (kanton)
St. Gallen. İsviçre'de bir kanton.
Ticino
Ticino, İsviçre'nin kantonlarından biridir. Neredeyse bütün kantonda yazım dili İtalyancadır. Graubünden kantonuyla birlikte oluşturdukları bölgeye Svizzera Italiana (İtalyan İsviçresi) denir. Adını Ticino Nehri'nden almıştır.
Uri (kanton)
Uri. İsviçre'de bir kanton.
Valais
Valais İsviçre'nin kantonlarından birisidir.
Valais kantonu İsviçre'nin güneybatısında bulunmaktadır. Sınırları Alp dağlarında Rhône vadisinin üst kısmında Gletsch buzulundan başlar ve Cenevre Gölü'ne kadar uzanır. Yüz ölçümü 5225 km²'dir. 2005 yılı itibarı ile 13 il ve 153 ilçe bulunmaktadır. Başkenti Sion'dur. Resmi dilleri Fransızca ve Almanca'dır.
Valais kantonu kuzeyinde Bern kantonu, batısında Vaud, doğusunda ise Uri ve Tessin kantonları bulunmaktadır. Ayrıca güney sınırı İtalya ve doğu sınırı Fransa ile komşudur.
Bölgede Akdeniz iklimi hakimdir. Alp Dağlarının arasında olmasına rağmen yılın dört mevsimi güneş görmektedir. Bu özelliğinden dolayı bölgede üzümcülük ve meyve yetiştiriciliği bölgenin önemli geçim kaynaklarındandır.
Vaud
Vaud İsviçre'nin Fransızca konuşulan bölgesinde bulunan bir kantondur. Lozan, kantonun başkenti ve en önemli şehridir.
Vaud ismi Latinceden gelmektedir "Pagus Waldensis", yöresel Fransız şivesi ile "Vôd".
Pierre Viret tarafından başlatılan reformasyon hareketleri sonucunda Bern tarafından fethedilen Vaud kantonu aslında Savua Dükalığı'nın topraklarının bir parçasıdır. 24 Ocak 1798'te özerkliğini Napolyon Bonapart tarafından kazanan kanton 14 Nisan 1803'te İsviçre Konfederasyonuna katılır.
Vaud kantonu İsviçre'nin batısının büyük bir parçasını kaplar. Sınırları Cenevre Gölü'nden, Neuchatel Gölü ve Morat Gölü'ne kadar uzanır.
Batıda (Fransa'nın Ain şehrine olan kara sınırı) ve Güneyde (Yukarı Savua şehrine olan Cenevre Gölü sınırı) Fransa ile uluslararası sınırları paylaşır. Böylece Güneybatı milli sınırlarını Cenevre kantonu, Kuzey sınırlarını Neuchâtel kantonu, Doğu sınırlarını Fribourg kantonu ve Bern kantonu, Güneydoğu sınırlarını Valais kantonu çizer.
Bölgenin önemli sıradağlarından Jura dağı batıda ve Alpler güneydoğuda yer alır.
Kantondaki 19 bölge içinde yer alan 381 bucak, 2006 yılında yeniden elden geçirilmiştir.
Kantonun en küçük bucağı Rivaz (32 hektar), en büyüğü Château-d'Œx'dür (11.376 hektar). En kalabalık bucağı 123.900 kişi ile başkent Lozandır. Onu 23.991 kişi ile Yverdon-les-Bains ve 22.831 kişi ile Montreux "(Montrö)" izler. En sakin bucak ise 29 kişi ile Goumoens-le-Jux'dür.
Vaud kantonunun bölgeleri belirli bucakları içeren politik alt bölümlerdir ve kantondaki saçimlerin gruplandırılmasında kolaylık sağlarlar. 1798'de 17, 1803'te 19 olarak belirlenen bölge sayısının, 2003'teki yeni anayasa ile 10'a düşürülmesi öngörülmüştür. Yasa 2008'de yürürlüğe girecektir.
1999'den 2005'e Vaud kantonunun nüfus değişimleri :
"Kaynak : OFS – Etat de la population et évolution démographique - Analyses"
Vaud kantonu 1120 yabancı uyruklu vatandaşı, götürü usulü vergi anlaşmaları ile nüfusuna katmıştır. Kantondaki Sébastien Loeb ve Michael Schumacher'in de içinde bulunduğu 1120 kişi İsviçre'de bu amaçla bulunan zenginlerin %30'unu oluşturmaktadır.
Giron Vaud'nun yöresel bir spor ativitesidir. Yaz boyunca kantondaki 4 yörede 5'er gün boyunca devam eden aktivitelerde petank, voleybol, futbol, atletizm, halat çekme ve güreş oyunları oynanır.
Appenzell (Kanton)
Appenzell İsviçre'nin kuzeydoğusunda bir bölgedir. Dört yanı Sankt Gallen Kantonu ile çevrilidir. İsviçre Konfederasyonu'na üye olan Appenzell kantonu 1597'den beri Katolik olan Appenzell Innerrhoden ve Protestan olan Appenzell Ausserrhoden kantonuna bölünmüştür.
Hundertwasser Evi
Hundertwasser Evi (Almanca: "Hundertwasserhaus"), Avusturya 'nın başkenti Viyana ' da bulunan ve tasarımı Avusturyalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser tarafından yapılmış olan bir apartmandır.
Landstrasse’deki Hundertwasserhaus (Yüzsular Evi,) Kegelgasse 34-38 numaradadır. En ilginçlerle bezeli olan bu ev veya sanat evi Viyana Belediyesi’nin 1983-1986 yıllarında yaptığı birçok belediye evinden farklıdır. Diğer evlerden en büyük farkı binanın hiçbir yerinde düz öğe kullanılmamış olması ve resimlerinde de görüldüğü gibi dış yüzeyinin rengarenk olmasıdır.
Mimar Joseph Krawina tarafından planlanmış ve asıl işin sanat yönünü yapan Friedensreich Hundertwasser tarafından hayata geçirilmiştir. 250 adet ağaç ile terasları yeşillendirilmiş bina, her yönü ile ilginç bir yapıdır.
Binada toplam 52 adet daire ve 4 adet dükkân vardır, ayrıca binanin üstünde bulunan teraslar büyük bir bahçeyi andırır. Friedensreich Hundertwasser’in yaptığı bu bina Viyana’da en çok turist çeken binaların başında gelmektedir.
Friedensreich Hundertwasser şöyle demiştir: ""Ressam özgür olmak istediği evler ve mimariler hayal eder ve bunları da gerçekleştirir.""
Her güzel olan yapıtta olduğu gibi bu binaninda kullanılmış olan yumuşak malzemelerden dolayı geniş ve büyük paralar isteyen tadilata ihtiyaci vardır. Bu yönde belediye tarafından çalışmalar sürmektedir.
Friedensreich Hundertwasser’in Viyana'da yaptığı aynı stildeki diğer ilginç yapı ise bir çöp fabrikasının dış yüzeyidir. Bu fabrika Merkez İlçe Alsergrund'da bulunmaktadır. 1992'de Plochingen ve 1998/1999'da Darmstadt'da (the Waldspirale) birer Hundertwasser evi inşa edilmiştir. 2004'te Magdeburg'da da bir diğer evin yapımına başlanmıştır.
Basel (anlam ayrımı)
Basel-Stadt
Basel-Stadt, (Almanca) İsviçre'de bulunan 26 kantondan birisidir. Kanton Basel şehri ve Bettingen, Riehen belediyelerinden oluşur.
Basel Stadt Basel kantonunun 1833 yılında bölümesiyle oluşmuştur. Bu bölünme sonucunda iki yarım kanton olan: Basel Stadt ve Basel Land oluşmuştur. Bölünmeye Basel Land neden olmuştur, Basel Stadt eski anayasasında Basel Land'ı tanımamaktaydı. Mevcut anayasada bu durum haliyle değişmiştir.
Basel Kantonu İsviçre Federasyonuna 1501 yılında katılmıştır.
Basel Stadt Kantonu İsviçre'nin kuzeyinde bulunmaktadır. Kuzeyde Almanya ve Fransa güneyde ise Basel Land sınırlarını oluşturur. 37 km² 'lik toplam alanıyla İsviçre'nin en küçük kantonudur. Ren Nehri "Basel Stadt" sınırları içinden geçmektedir.
Kaynak teli
Kaynak teli. İki metalin birbiriyle kaynak yöntemiyle ergitilerek birleştirilmesi için kullanılan tele kaynak teli denir. Havayla teması kesmesi ve arkı sağlaması için ilave olarak CO veya karışım gaz kullanılır. Buna gazaltı kaynak yöntemi ile kaynak denir. Kaynak elektrodu 1907 - 1914 döneminde İsveçli Oscar Kjellberg () tarafından bulunmuştur. Bir tel çubuk etrafına karbonat ve silikatlardan oluşmuş bir tabaka kaplamış ve bunu kurutmuştur. Daha sonra elektrik akım üretecinden elde ettiği elektrik arkı ile kaynak yapmıştır. Bu pratik buluş, bugünde kullanılmakta olan kaynak elektrod çubuğunun en temel şeklidir. Literatürde Örtülü Kaynak Elektrodu olarak belirtilir. Metallerin çeşidine göre kullanılacak elektrodlar da farklılık gösterir. Kol saatleri, gözlük, otomobil, köprü, yatak, gemi, tank, füze, uzay aracı gibi pek çok nesne, kaynak yöntemleriyle imal edilmiş parçalardan oluşur.
Gazaltı kaynak yönteminde, genellikle 1 - 5 - 15 - 50 - 60 – 250 kg lık makaralara veya bidonlara sarılan ve SG1, SG2, SG3 diye anılan kaynak teli kullanılır. Alümiyum ve paslanmaz kaynak teli de birçok çeşidiyle vardır. Kaynak teli ile imalat süreklilik içerdiği için daha verimlidir. Kaynak elektrodunda ise her 35 ve 45 cm de bir elektrod değiştirmek gerekir. Ayrıca her elektrodda pense ucunda kalan 5 cm kadar kaynak elektrodu kullanılmadan atılmak zorunda kalınır. Kaynak telinde ise genellikle 15 kg lık makaralar kullanıldığı için bu olumsuzluk yoktur.
Ayrıca kaynak teli kullanmak için gazaltı kaynak makinası kullanmak gerekir. Bu makinalarda akım üreteci ile birlikte tel sürme motoru ve telin kılavuzlandığı bir torçda bulunur.
Kızıl şahin
Kızıl şahin ("Buteo rufinus"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından 50–60 cm boyunda, 120–150 cm kanat açıklığında bir kuş türü.
Orta boylu ve geniş kanatlı bir yırtıcıdır. Kanat teleklerindeki siyah çerçeve ve kızıl rengiyle kolayca tanınır. Alacalı, açık renkleri, uçarken veya tüneme halinde rahatça ayırt edilebilir. Bu kadar sık görülmesinin nedeni ise avladığı hayvanların çok çeşitlilik göstermesi, (sürüngenler, küçük ve orta boydaki kuşlar, ufak memeliler ve tavşan) ve kendisi ile rekabet edecek başka yırtıcıların (kartal gibi) azlığıdır.ve şahinler gibi
yırtıcıdır.Yırtıcı kuşlar içerisinde manevra kabiliyeti en iyi olan kuş türüdür,dalışa geçtiği an saatte 320 km/s gibi mükemmel bir hıza ulaşır.Bu hızla nefes alamaycağı için burun deliklerindeki kapakçıkları kapatabilir.Nat geo kanalındaki bir araştırmaya göre eğer bir kızıl şahin F-22 Raptor boyutlarında olsaydı it dalaşında F-22 Raptor'a büyük bir üstünlük sağlardı'deniliyordu.
Bozkırlar, açık alanlar ve sulak alanlar yaşam yerlerini oluşturur. Türkiye'de özellikte Marmara bölgesinde sık sık görülür. Türkiye'de yol kenarlarındaki dikenler üzerinde tünemiş olarak görülür.Göç mevsimlerinde sürüler halinde izlenebilirler. Özellikle bahar aylarında ormanlık alanlarda yavrusu ile gezen çiftleri izlemek doğa tutkunları için oldukça keyif vericidir.
Yoz atmaca
Yoz atmaca ("Accipiter brevipes"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından bayağı atmacadan biraz daha büyük bir atmaca türü.
Genelde ormanlık alanlarda yaşar ve Türkiye'de gözlemlenebilir. Oldukça yetenekli bir avcıdır, daha çok irili ufaklı kuşları avlar. Boyutları itibarıyla şahinden daha küçük bir kuş olsa da tavşan avlama konusunda da oldukça başarılıdır.
Kanat açıklığı bir metreden biraz daha büyüktür. Uzun kuyruğu, ağaç dalları arasında rahatça manevra yapabilmesini sağlar. Uçarken T şeklinde görülür.
Özellikle Karadeniz Bölgesi'nde atmaca yetiştiriciliğinin yaygınlığı yüzünden çok sayıda çakır ve atmaca doğadan koparılmaktadır. Bazıları geri salınsa da göç mevsimini kaçırdıklarından genelde yolda hayatlarını kaybederler.
Vida
Vida, esas itibarı ile, silind |
irik bir mil üzerine vida profili adı verilen diş şeklinin helis eğrisi boyunca sarılması ile meydana gelir. Helis eğrisi, uzun dik kenarı, üzerine sarılacağı silindirin taban çevresine eşit olan bir dik üçgenin hipotenüsünün, silindir üzerine sarılışı sırasında oluşturduğu eğridir. Dik üçgenin kısa kenarı ise vidanın adımını göstermektedir ve helisin silindir yüzeyini bir defa dolanışındaki ilerleme miktarı olarak tanımlanabilir.
Helisin silindir üzerine sarılma yönüne göre, sağ ve sol vidalar oluşur. Silindire sarılan helis birden fazla ise vida, helis sayısına göre "iki, üç, vb. ağızlı vida" olarak adlandırılır. Çoğunlukta kullanılan vidalar sağ vidalardır; saat ibresi yönünde takılır, saat ibresinin tersi yönünde sökülürler. Daha nadir kullanılan sol vidalar için ise takılma-sökülme yönleri bunun tam tersidir.
Son yıllarda matkapla delik açmayı gerektirmeyen, daha ziyade ahşap ve ince sac metaller için kullanılan matkap uçlu vidalar yapılmıştır.
Vidanın bulunuşu kesin bir tarihe dayanmamakla birlikte İsa'dan Önce (MÖ ) 1. yüzyılda şarap yapımında kullanılan ağır tahtalarda vidadan yararlanılmıştı. Ondan öncesinde, çeşitli bulgulara göre Yunanistan'da kullanıldığı gözlemlenmiştir. Arkeoloji çalışmalarına göre ise, ilk metal vidanın Ortaçağ'a ait olduğu ortaya konuldu. Başka kaynaklara baktığımızda erken Pisagorcu geleneğinin son temsilcisi olan Archytas, tahtadan vida yaparak onları zeytinyağı ile perslemiştir. Tüm kaynaklarda ortak olan bilgi ise, vidanın Ortaçağ döneminde Ege'de bulunduğudur.
Vida profilleri kullanım amacına göre tespit edilir:
Cıvataların üzerinde vida dişleri vardır, ancak küçük boyutlu, daha ziyade ahşap ve sac metal bağlantılarında kullanılan cıvatalara yalnızca "vida" da denilmektedir. Ayrıca "kafa yapılarına" ve "tornavida ağızlarına" göre de bu vidaları çeşitlendirmek mümkündür:
(a) Düz, (b) Artı, (c) Yıldız, (d) Torks, (e) Alyan, (f) Robertson, (g) Üç-kanat, (h) Tork-ayarlı, (i) Vida Anahtarlı
Tornavida veya başka bir kuvvetin, vidayı bir tur döndürmesi ile vidanın içine gömülme miktarına "bir vida adımı" denir ve ""a"" harfi ile gösterilir.
Kan plazması
Kan plazması, kanın sıvı kısmıdır. Plazma hafif sarı renklidir. İçinde su, kan proteinleri, tuzlar (elektrolitler), glukoz, hormonlar, çeşitli metabolizma artıkları, lipitler bulunur. Oksijen ve karbon dioksit alyuvarlardaki hemoglobin tarafından taşınır ama az miktarda plazmada da bulunurlar.
Gerilme (fizik)
Gerilme, birim yüzeye düşen yük miktarı olarak tanımlanabilir. Gerilme vektörü, incelenen kesit yüzeye dikey etkiyorsa, bu gerilmeye "normal gerilme", gerilmenin kesit düzleminde olması halinde oluşan gerilmeye ise "kayma gerilmesi" denmektedir.
Gerilme şekilleri şu şekilde sıralanabilir:
Ümit Burnu
Ümit Burnu (Afrikaans: "Kaap die Goeie Hoop", Hollandaca: "Kaap de Goede Hoop", Portekizce: "Cabo da Boa Esperança"), Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki Cape Yarımadası'nın güneydeki uç noktasıdır.
Denize doğru uzanan kayalık bir burun olan Ümit Burnu denizden yaklaşık 245 metre yüksektedir. Afrika'nın en güneydeki noktası olduğu yaygın kanı olmakla birlikte,kıtanın gerçek güney ucu Ümit Burnu'nun 160 km güneydoğusundaki Agulhas Burnu'dur (Cape Agulhas). Ümit Burnu 34° 21'26" S, 18°28 25" E Koordinatları üzerindedir.
Ümit Burnu'nu 1488'de Portekizli kaşif Bartolomeu Dias keşfetti ve buraya "Fırtınalar Burnu" (Cabo das Tormentas) adını verdi. Portekizli Dias, Kral II. Joao'nun emriyle doğuya ve oradaki baharatlara ulaşılabilecek bir deniz yolu bulabilmek için yola çıkmıştı. O zamanlarda ticaret yollarının sadece bir bölümü denizden geçiyordu ve bu yüzden doğuya giden tüccarlar Ortadoğu ülkelerini boydan boya geçmek zorundaydı. Tarihçilerin yazdığına göre Dias, burnu keşfettiğini haber verince Kral bu keşfin doğuya ulaşan suyolunun yakında açılmasını sağlayacağını düşünmüş, bu nedenle burnun adını Ümit Burnu olarak değiştirmiş. Ama bazı kaynaklar ise Fırtınalar Burnu isminin, gemicilerin moralini bozabileceği düşüncesi ile daha sonra Ümit Burnu olarak değiştirildiğini belirtir.
1497-1498 yılları arasında başka bir Portekizli kaşif olan Vasco da Gama Afrika'yı dolaşarak Hindistan'a kadar uzanan bir deniz yolculuğu yaptı. Bu deniz yolu Süveyş Kanalı'nın açıldığı 1869'a kadar Avrupa ile doğu ülkeleri arasındaki tek deniz yolu olarak kalmıştır. Ve Akdeniz önemini yeniden kazanmıştır. Vergi paraları artmış ve Osmanlı Devleti vergi almaya başlamıştır.
Ümit Burnu, çok zengin bir doğal yaşama sahiptir. Burada Akdeniz iklimi'ni andıran bir iklim oluşmuştur. Ümit Burnu, Güney Afrika'nın kalanından farklı olarak çiçekli bitkilerle kaplı ağaçsız bir bölgedir.
Bu bölgeye Afrikanca'da "sık çalı" anlamına gelen "fynbos" denilir. Özellikle protea ("Protea cynaroides"), funda çeşitleri ("Erica" cinsi) ve "Elytropappus rhinocerotis" gibi birçok endemik bitki türü bulunur.
Ümit Burnu, hayvan türleri bakımından da zengindir. Babun, kaya tavşanı, Kap susamuru ve antilop çeşitleri bu bölgede bulunan memeli hayvanlar arasındadır. Güneşkuşu ve balcıkuşu bu bölgede çok görülen kuş türleri arasındadır. Karada çeşitli kertenkele, yılan ve kaplumbağalara rastlanılabilir.
Ümit Burnu'nun batısındaki False Koyu ise deniz yaşamı bakımından çok zengindir. Penguen ve kürklü fok sahil şeridinde yaşayan başlıca canlılardır. Bu bölgede kambur balina, katil balina ve çeşitli yunus türleri görülebilir. False Koyu özellikle beyaz köpekbalığı için önemli bir yaşam alanıdır.
Kadim zamanlar
Kadim, sözlük anlamıyla Meydan Larousse’a göre, çok eski ve başlangıcı geçmişin derinliklerinde kaybolmuş demektir.
"“Yeryüzü kabuğunu oluşturan karalar bundan 400 milyon yıl önce Güney Kutbunda toplanmış olan Gondwana (Pangea) isimli tek bir kıtadan oluştuğu, yeryüzü Tethys adı verilen bir okyanus ile kaplı olduğu zaman içinde Pangea’nın parçalanarak kuzeye doğru hareket ettiği ve bugünkü kıtaları oluşturduğu bilinmektedir.
Büyük Okyanusun doğusundaki Nazca Plakası yılda 6 cm'lik bir hızla Kuzey Amerika kıtasının altına kaymakta olduğu da bilinmektedir.
Nazca plakasının kuzeyinde Farallon isimli bir kıtanın çok eskiden mevcut olduğu ve bundan 50 milyon yıl önce Kuzey Amerika kıtasının altına doğru hareket ederek battığı bugün bilinen gerçekler arasındadır.
"Ancak günümüzün Yer Fiziği Bilimi'nin kabul ettiği gerçeklerin dışında Büyük Okyanus'ta Mu Kıtası isimli bir kıtanın var olduğunu ve sulara gömüldüğünü kabul etmek yerine dünyanın çeşitli yerlerinde bazı eski uygarlıkların olabilirliğini kabul etmek, Yer Fiziği bilimine ters düşmemek için daha uygun olacaktır"" B. Albert 1991
Kadim uygarlıklara ait izleri bulmak imkânsız denecek kadar zordur. Çünkü üzerinde yaşadığımız gezegenin ekolojik şartları çeliği bile 2500 ile 3000 yıl arasında tamamen bozunuma uğratarak toprağa dönüştürmektedir. Elimizdeki en eski kanıtlar Naacal Tabletleri 15.000 yaşındadır. 15.000 senenin öncesi ise her türlü spekülasyona ve yakıştırmaya açıktır. Günümüzden 9.600 yıl öncesine kadarını bugün bilimsel olarak tartışıyor ve sorguluyouz. İnsan türü olarak 10.000 yıldır yaşadığımızın farkındayız.
Üzerinde anladığımız anlamda yaşam barındırma olasılığı yüksek olan hatta zaman zaman sulara batan diğer hareketli kıtalar M.Ö. 50 milyon yıl önce oluştuğu biliniyor. Mantık yeteneği olan ilk canlıların 40.000 yıl önce ortaya çıktığı söyleniyor. Tarihin başlangıcı ise 10.000 yıl öncesine gidiyor.
Bir uygarlığa bilimsel ilerleme yoluyla kendi kendini mahvedebilecek düzeye varabilmesi için ortalama 10.000 yıl tanırsak bizim uygarlığımızdan önce de dünyada bir ya da daha çok uygarlığın gelmiş geçmiş olması için yetecek zaman payı vardır. Belki teknik yönden ilerlemiş her uygarlık er geç, atom gücünü keşfetmek (bizim için 10.000 yıl sürdü) ve keşfedince de ya bu büyük gücü kontrol altında tutabilmek ya da uygarlığın mahvolmasını göze almak gibi bir ikilemle karşı karşıya gelecektir. Eğer böyle bir dünya uygarlığı gerçekten vardı da kendi mahvını kendi yaratarak yok olduysa bunun anıları elbette destanlarda bulunacak ya da bilinmeyen bir çağa yorumlanan anakronistik kalıntılarla anlaşılmayan dev harabelerle kendini belli edecektir.
Bartolomeu Dias
Bartolomeu Dias (yaklaşık 1450 -29 Mayıs 1500), Portekizli denizci ve kâşif. Afrika kıtasının güney ucu olan Ümit Burnu'nu ilk kez gemiyle dolaşan kişidir.
Dias'ın keşif gezilerinden önceki hayatı tam olarak bilinmemektedir. Büyük ihtimalle Gil Eanes ile 1434 yılında "Kap Bojador"'u dolaşan Joao Dias'ın ve tüccar, kâşif olan 1444 yılında Afrika'nın en batı ucunu keşfeden, bugünkü Senegal kıyılarına ulaşan, "Terra dos Guineus" 'un kâşifi "Diniz Dias" ile akrabalığı olduğu tahmin edilmektedir.
Dias 1486'da Portekiz Kralı II. Joao'dan gizli tutulması gereken bir görev alır. Bu görev Afrika kıtasının en uç noktasına gitmek, burayı dolaşmak ve eğer mümkünse Hindistan'a kadar giderek bu deniz yolunu keşfetmektir .
Kendisine bu görev için 3 gemi verildi. Filo Afrika kıyıları boyunca ilerleyerek ,daha önce portekizlilerin inmediği kadar güneye inerek bugünkü Namibya kıyılarına çıktı. Daha sonra "Golfo de São Tomé" 'yi (bugünkü "Spencer Bai") geride bırakan Dias bugünkü Güneybatı Afrika'da Lüderitz Körfezi'nde karaya çıktı. Burada Padrão denilen Portekiz Krallığını simgeleyen ve burasının Portekiz'in egemenliğine geçtiğini vurgulayan kraliyet armalı ilk taştan direkleri dikti.Daha sonra şiddetli kuzey rüzgarına ve fırtınaya tutulan filo rotasını güneye kaydırmak zorunda kaldı.
Birkaç gün sonra hava sıcaklığı iyice düşünce rotasını tekrar kuzeye çeviren Dias, burada üzerinde yaşam olan bir koya rastladı ve buraya "Angra dos Vaqueiros" adını verdi. Bugün burasının Afrika'nın güney kıyılarındaki Mosselbai olduğu tahmin ediliyor. Buradan rotasını doğuya cevirip Algoa Bai'ye girdi ki 12 Mart 1488 tarihinde, buraya yakın "Kap Padrone" 'de bir armalı direk daha dikti. Mürettabattaki huzursuzluğun yavaş yavaş artması neticesinde, isteği dışında doğuya yöneldi ve "Groot Vis" nehrinin ağzına ulaştı. Burada artık yönün kuzeye doğru döndüğü fark edil |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.